Yugoslavya`nın Yeni Dünya Düzenine Teslim Olması İçin

advertisement
23. Sayımız da Devlet Güvenlik Mahkemesi Tarafından Sansürlendi
23. Sayımız da Devlet Güvenlik Mahkemesi Tarafından Sansürlendi
Gazetemizin 26 Mart 1999 tarihli 23. sayısı da DGM tarafından bilinen
gerekçelerle sansürlendi.
23. sayımızda "Şehitlerimizle Devrime Yürüyoruz" başlıklı 30 Mart-17
Nisan devrim şehitlerini anma ve Parti-Cephe'nin kuruluşunu kutlama
günleri nedeniyle yazılmış yazı, "Kızıldere Devrime Çağrıdır; Kızıldere
Kurtuluşumuzun Yoludur" başlıklı 30 Mart Kızıldere direnişinin tarihsel
önemini ve bugün taşıdığı misyonu anlatan yazı, "Bayrağımız Ülkenin
Her Tarafında Dalgalanıyor" başlıklı 16-17 Nisan direnişinin önemini
anlatan yazı, "Birleşelim Savaşalım Kazanalım" köşesinde yer alan
"Kızıldere'deki Devrimci Dayanışmayı Sürdürmenin Koşulu, Mahirlerin,
Denizlerin Devrimcilik Anlayışına ve Savaşma Kararlığına Sahip Sahip
Olmaktır" başlıklı devrimci dayanışmanın hangi değerler üzerine
kurulabileceğini anlatan yazı, Anadolu'nun Mücadele Tarihinden
köşesinde yer alan "Karadeniz (2)" başlıklı Karadeniz Bölgesi'nin
mücadele tarihini anlatan yazı, Kürdistan'da Tek Yol Devrim köşesinde
yer alan "Oligarşi'nin Sansürünün Karartmaya Çalıştığı "Kürdistan
Gerçeği Mi, Devrim Mi, Yoksa Bu İkisinin Yan Yana Gelmesi Mi?" başlıklı
Kürdistan'da Tek Yol Devrim köşemizin neden sürekli sansürlendiğini
anlatan yazı, Devrimci Yaşamdan Ayrıntılar köşemizde yer alan
"Kesintisiz Devrimcilik" başlıklı devrimciliğin kesintisiz ve kalıcı olması
gerektiğini anlatan yazı ve "12-15 Mart Gazi Ayaklanması, 16 Mart 1978
Katliamını Ve Kahraman Altun Nezdinde Mart Şehitlerimizi Andık"
başlıklı DHKC İngiltere Devrimci Halk Güçleri imzalı, İngiltere Halk
Güçleri'nin Mart ayı şehitlerini anma etkinliklerini anlatan yazı sansüre
uğrayan yazılarımızdı.
DGM'nin gazetemizin yayın ve dağıtımını engellemeye yönelik
çabalarını protesto ediyoruz. Sansürlere rağmen gazetemizi halkımıza
ulaştırmaya devam edeceğiz.*
İÇİNDEKİLER
FAŞİZM GERÇEĞİ.......................... 3-4
DHKC AÇIKLAMA .............................5
YUGOSLAVYA............................... 6-9
MİLLİYETÇİLİK......................... 10-11
TEK YOL DEVRİM....................... ....12
HABER-YORUM......................... 13-15
SEÇİM ÇARE DEĞİL.
16-17
DÜZEN PARTİLERİ (MHP) .......... 18-20
VAADLER.......................,... ......21-22
YOLDAŞLAR BİZİ AŞIN......................23
KARADENİZ (3)..........................24-27
HABER-YORUM................................28
KİTAPLARIMIZ
........... 29-30
MAHİR ÇAYAN........ ............ ...... 37-38
30 MART. ..................................... 39
12 TEMMUZ...................................40
16-17 NİSAN ........................41
ANI.............. ................. 31 - 3 2
BU TARİH BİZİM.............................. 33
SANSÜR....................... ......... ..............34
MARKSİZM,...................... ..........35-36
PARTİ CEPHE ŞEHİTLERİ. ............42
ÖĞRENİYORUZ, ÖĞRETİYORUZ. .....43-44
YURTDIŞI ............................... .45-46
GÖRÜNEN KÖY................................47
-Halk Çocuklarını
EmperyaHzmin Askeri Haline
Getirenler Vatan Hainidir
-Topraklarımızı
Emperyalist Saldırılan. Üssü
Haline Getirenler
Vatan Hainidir
-Amerikancı İktidar; Türkiye
Halklarının Temsilcisi
Dlamazlar. Bir Halkı
Katlederek Başka Bir Halkın
Bak ve Özgürlükleri
Savunulamaz.
Türkiye Halklarının Ne
Kosavalı Arnavutlarla,Ne
Sırp Halkıyla Bir Düşmanlığı
yoktur.
Düşman Etmeye Çalışanlar
Vatan Hainidir
-Hükümet ve Ordu,
Emperyalist Saldın Güçleri
İçinden Derhal Çekilmelidir
AMERİKANCI
HÜKÜMET
YUGOSLAVYA'DA
EMPERYALİZMİN
SUÇ ORTAĞIDIR
Emperyalizme uşaklıkta
sınır tanımayan oligarşi,
kendisine "görev"
düştüğünde efendilerine
yaranmak için bu
"görev"leri üstlenmekte
tereddüt etmiyor. Aslında
bu yeni bir durum da
değildir. 1950'lerde
NATO'ya girebilmek için
Kore'ye asker göndererek
direnen bir halkı
katlettirenler de; Somali'de,
Bosna'da halklara yönelik
işkence ve katliamlara
emperyalist efendileriyle
birlikte ortak olan da aynı
egemen sınıflardır. Bunlar
kendi çıkarlarını emperyalist
efendilerinin yanında yer
almakta gördüklerinden,
kraldan daha kralcı bir
tavırla bu tür saldırıları
desteklerler. NATO'nun
Yugoslavya'ya saldırısında
da aynı durum
yaşanmaktadır.
Emperyalizmin ve
oligarşinin borazanlığını
yapan burjuva medya,
günlerce bu saldırının ne
kadar gerekli olduğunun
propagandasını yaptı.
Oligarşinin ülkemizin dört
bir yanında döktüğü kan
için hiç üzülmeyen, Kürt
halkının yıllardır yaşadığı
"göç dramı"nı görmezden
gelen burjuva medya,
"Kosova kan ağlıyor"
başlıklarıyla Sırplar'in ne
kadar acımasız ve cani
olduğunu yazdı durdu.
"Kosova kan ağlıyor" diye
yazan medya,
emperyalizmin
bombardımanı altındaki
Irak için de aynı duyarlılığı
göstermedi hiç. Onların
bütün dertleri, emperyalizm
ve oligarşinin saldırılarına
meşruluk yaratmaktır.
Oligarşinin temsilcileri
de, emperyalist
efendilerinin önünde
secdeye dururken,
müdahalenin ve bizim
bunda yer almamızın ne
kadar gerekli olduğunu
ispatlamaya çalışıyorlar.
Örneğin Cumhurbaşkanı
Süleyman Demirel'in
derdi, NATO'nun itibarıydı.
NATO saldırısı üzerine
yaptığı açıklamada şunları
söylüyordu:
"Kosova yalnızca
Türkiye'yi değil, herkesi çok
yakından ilgilendiriyor. (...)
Dünyada bugün tek askeri
güç NATO (...) Daha bir
süre bir şey yapmamak
NATO'nun hem
caydırıcılığını, hem
itibarını zedeler duruma
geliyordu. (...) Biz
NATO'nun içindeyiz.
NATO'nun bu kararına
destek veriyoruz."
(Cumhuriyet, 26 Mart 1999)
Saldırıyı savunmaya
çalışırken gerçek amacı ele
veriyorlar. Mesele Kosova
halkının baskı altında
olması değil,
emperyalizmin vurucu
gücü NATO'nun hükmünü
sürdürmektir. Demirel'in
kastettiği emperyalizmin
itibarı ve caydırıcılığıdır.
Yılların Morrison
Süleyman'ı, tabii ki
emperyalizmin çıkarlarını
koruyacaktı. Tabii ki
emperyalist efendilerinin
yanında halklara
saldıracaktı. Sorun,
emperyalizmle işbirliği ve
halklara düşmanlık olunca
iktidarından muhalefetine
herkes aynı koroda yerini
almıştır. Mesut Yılmaz
açıklama yapıyor:
"Yugoslavya'ya barışı zorla
kabul ettirmekten başka
çare kalmamıştır.
Hükümetin açıkladığı
kararlarla mutabıkız. (...)
Hükümetin gerekli her türlü
desteği vereceğine
inanıyoruz." (Cumhuriyet,
26 Mart 1999). Ecevit
emperyalizmle işbirliği
noktasında atacakları yeni
adımların tepki
yaratmadan
kabullenilmesini sağlamaya
çalışarak, şunları söylüyor:
"NATO'nun hava
harekatinın bir an önce
olumlu sonuca ulaşmasını
ve sivillere olabildiğince
zarar vermemesini temenni
ediyorum. Harekatta
kullanılmak üzere
görevlendirilmiş 11
uçağımız İtalya'da
konumlanmış durumdaydı.
(...) Türkiye'den henüz kara
birliği istenmedi... Ama her
olasılığa karşı gerekirse
gönderilmek üzere askeri
birliğimiz Ankara
Mamak'ta hazır olarak
bekletilmektedir."
(Cumhuriyet, 26 Mart 1999)
Bir "itiraf" da Ecevit'ten
geliyor. Operasyonun
sivillere zarar vermediği
yalanı, "sivillere
olabildiğince zarar
vermemesini temenni
ediyorum" sözleriyle boşa
çıkıyor. Sivillere de zarar
gelecek, ama "fazla"
ÇARE SEÇİM DEGIL
olmasın diyor Ecevit. Ne
hümanistlik! Diğer taraftan
emperyalist efendileri
istediği anda gönderilmek
üzere bir askeri birliği
Ankara Mamak'ta hazır
tutuyor.
Uşaklığın,
onursuzluğun,
düşkünlüğün bir başka
örneği ise, TSK'ya bağlı
savaş uçaklarının harekat
içinde yer almasından
duyulan sevinçte kendisini
gösteriyor. Sanki büyük bir
onurmuş gibi, NATO
karargahındaki
efendilerinden aldıkları
teşekkürü manşetlere
çıkarıyorlar. Alın, ne olur?
Çok iyi bir şey mi yaptınız
da aldınız bu teşekkürü?
Halkın tepesine bomba
yağdırılmasını ya da
bomba yağdıranları
korumasını "övünç
kaynağı" olarak görüyorlar.
Bunlarda ulusal onurun
kırıntısı bile yoktur. Ulusal
onurun temsilcisi
devrimcilerdir. Ulusal
onura sahip çıkmak,
emperyalizme karşı
savaşmaktır.
Türkiye oligarşisi
ABD'ye uşaklıkta sınır
tanımıyor. Türkiye
oligarşisi Balkanlarda
emperyalizmle birlikte,
bana da bir şey düşer mi
anlayışıyla uşaklık yapıyor.
Ve ABD'ye kim bilir hangi
pazarlıklarda verdiği
sözlerin bedelini ödüyor.
MGK'nın açıklamaları
ABD açıklamalarının
tekrarıdır. MGK'da, orduda
anti-Amerikancılık
arayanlara MGK cevap
vermektedir. ABD'nin
Ortadoğu veya Balkanlara
yönelik tüm planlarında,
hükümetler ve ordu
itirazsız yer almakta, ABD
çıkarlarının
savunuculuğunu
yapmaktadırlar.
Amerikancı Türkiye
hükümetleri 1950'lerden
bu yana halkların
mücadeleleri karşısında
ABD ile birlikte
olmuşlardır.
AMERİKANCI DSP
İKTİDARI, AMERİKANCI
MGK VE ORDU, TÜRKİYE
HALKLARININ
ÇIKARLARININ DEĞİL,
EMPERYALİZMİN
ÇIKARLARININ
BEKÇİSİDİRLER.*
Kosova Sorununu Çözmek İçin Değil; Yugoslavya'nın
Yeni Dünya Düzenine Teslim Olması İçin
EMPERYALİST HAYDUTLUKYUGOSLAVYA'DA
Tüm dünya Yugoslavya'da yeni bir
emperyalist haydutluğa tanık oluyor.
Bir kez daha emperyalizmin çıkarları
için halkların tepesine bomba
yağdırılıyor. Emperyalistler bir kez
daha halkın kanını döküyor. Halklar
bir kez daha yokluklara, acılara ve
gözyaşına boğuluyor. Emperyalistler
bunu yaparken, her türden
işbirlikçileri de kraldan daha kralcı
bir tavırla, bu katliamda
emperyalizmin yanında yerini alıyor.
SALDIRININ AMACI NEDİR?;
Emperyalizmin son saldırganlığı,
Kosova bahanesiyle Sırbistan'a
yönelik olarak başlatıldı.
Emperyalizmin 25 Mart'ta başlayan
saldırısının gerekçesi olarak,
Sırbistan'ın "Kosava'da
gerçekleştirdi katliamlar"
gösteriliyor. Devrimciler, halka
yönelen her türlü saldırının
karşısında oldukları gibi, Kosova
halkına yönelik baskı ve saldırıların
da karşısındadırlar. Ancak burada iki
noktaya dikkat çekmeliyiz; birincisi,
ortaya çıkan sonuçların nedenleri,
sorumluları konusunda bir yanılgıya
düşürmemelidir. Katliamların, göçün
sorumlusu, esas olarak
emperyalizmdir. Milliyetçiliği,
düşmanlığı körükleyen, Yugoslavya
halklarını birbirine düşüren en başta
onlardır. Kaldı ki gelişmeler
konusunda emperyalist medyaya
inanmak için bir neden yoktur.
Romanya olayları hatırlansın.
Emperyalizmin Romanya olayında
karşı-devrimci komployu haklı
göstermek için hastane
morglarmdaki bebek ölülerinin
görüntülerini yayınlayarak nasıl bir
yanıltma yarattığı hatırlanacak
olursa, bu konuda ihtiyatlı olmak
gerektiği açıktır. İkincisi,
"Kosova'daki katliam" emperyalist
saldırının gerekçesinin yalnızca bir
bölümüdür; gerekçenin tamamı,
Kosova'nm statüsüne ilişkindir.
Sırplar, Kosova'nın özerkliğini kabul
etmekte, ama emperyalistler
referandum diyerek Sırplara ayrılığı
dayatmaktadırlar.
Bunlar açıklanan gerekçelerdir.
Ancak bu veya diğer gerekçeler,
emperyalizmin saldırısının gerekçesi
olamaz. Hiç bir gerekçe emperyalist
saldırıyı haklı, meşru gösteremez.
Emperyalist saldırganlığın asıl
amacı Sırbistan'a boyun
eğdirmektir.
Emperyalizm, göstermeye çalıştığı
gibi halkların dostu, onların
katledilmesine karşı çıkan bir güç
değildir. Tersine emperyalizm dünya
halklarının baş düşmanı, halklara
vönelik katliamların birinci
dereceden, sorumlusudur.
Emperyalizmin gerçekleştirdiği
katliamlar saymakla
bitmez. Bunun en son
örneği
ise
artık
neredeyse
sıradan
hale gelen
ve her gün
Irak halkının
tepesine
yağdırılan
bombalarla
halkın
katledilmcsidir.
Emperyalistlerin
Yugoslavya'ya
yönelik müdahalesi
de, Kosovalı Arnavutlar'] çok
duşündükleıi için değildir. Sırbistan'a
yağdırılan bombalar tamamen"
emperyalist çıkarlar içindir. Başta
ABD olmak üzere, tüm
emperyalistler bir
türlü denemeleri
altına alıp kendi
uşakları haline
;etiremedikleri,
söz
dinletemedikleri
Yugoslavya'yı bu
şekilde dize
getirmeyi
hedefliyorlar.
Yugoslavya'daki
gelişmelerin bugünkü
hale gelmesinde
emperyalistler arası
çelişkilerin de önemli bir
payı vardır.
Emperyalistler her türlü ulusal, dinsel,
mezhepsel ayrılığı kullanırlar. Daha
yakın zamanda Ruanda'da mezhep
çatışmaları sonucu biı milyona yakın
insan katledildi. Bu sonucu, ABD ve
Fransa arasındaki rekabet yaratmıştı.
ABD ve diğer emperyalistlerin 1991
'deki Irak'a saldırısının nedeni de
Kuveyt değildi. O zaman öyle
gösterildi. Ama meselenin Kuveyt'i
işgalden kurtarmak olmadığı,
emperyalizme şu veya bu ölçüde
direnen bir yönetimin teslimiyete
zorlanması olduğu görüldü.
Saldırının senaryosu aynıdır. Şimdi de
Kosova gerekçe olarak gösteriliyor.
Saldırının Kosova halkının
güvenliğiyle hiç ilgisinin bulunmadığı,
olayların gelişiminde çok daha somut
olarak açığa çıkmıştır. Sırpların
baskısı ve gökten yağan ölüm arasında
sıkışan Kosovahlar göç etmektedir.
Saldırının Kosova halkının can
güvenliğiyle
TEK YOL DEVRİM
ilgisi yoktur. Göç dalgasına rağmen
saldırı durrdurulmamıştır.
DİZE GETİRMENİN EN
KESTİRME YOLU;
BÖLÜP PARÇALAMAK
Bakın Yugoslavya'nın "yeni"
haritasına.
Küçük küçük onlarca bölge. Önce
parçalıyorlar, sonra vuruyorlar,
teslim alıyoriar ve kendi pazarları
haline dönüştürüyorlar.
Emperyalizmin sosyalist ülkelerdeki
karşı-devrimlerden bu yana izlediği
taktiğin özü budur. Milliyetçiliğin
kışkırtılması da bu taktiğin bir
parçası olmuştur. Yugoslavya'da
değişik ulusal kökenlerden tüm
halklara, emperyalizm yıllardır
"bağımsızlık" için destek veriyor.
Bugün "kıyımı" önlemek için
müdahale eden emperyalistler, dün
Yugoslavya'yı bölüp parçalayanlardır.
Emperyalist müdahaleyi davet
eden, emperyalist çözümleri kabul
eden milliyetçilik, emperyalizmin
aletidir. Çoğunlukla kullanılır. Kosova
bunun en tipik örneğidir. Kosova
Kurtuluş Ordusu ya da kısaltılmış
adıyla UÇK, ulusal kurtuluşçu bir
örgüt değil, işbirlikçi milliyetçi bir
örgüttür. Emperyalizm tarafından
finanse edilip, emperyalizmin askeri
uzmanları tarafından
örgütlendirilmiştir.
UÇK'nm kurtuluştan anladığı,
sorunu emperyalistlerin çözmesidir.
Emperyalistler katliam yapsın, yakıp
yıksın ve kendilerinin özerk veya
"bağımsız" sınırları olsun!
Emperyalistlerden yardım isteyenler,
ülkeleri bombalatıp işgal ettirenlerin
ulusal kurtuluşla bir ilişkileri olamaz.
Emperyalizme hizmet ediyorlardır.
NATO EMPERYALİZMİN VURUCU
GÜCÜDÜR; Yuoslavya'ya yapılan
saldırının niteliğini tesbit etmek için
saldıran güce bakmak yeter. Saldıran
NATO'dur. "Sosyalist sistemin"
ortadan kalkmasından sonra
NATO'nun işlevi belirsizleşmiş,
emperyalizmin merkezlerinde
NATO'nun yeni işlevine yönelik
stratejiler geliştirilmeye çalışılmıştır.
Emperyalizmin "Globalleşme",
"küreselleşme" demagojilerine uygun
olarak NATO'nun da "dünya barışı"
için bir işlev yüklenebileceği
propagandaları öne çıkarılmış, bu
teori, beyinlerini emperyalizmin
yenidünya düzenine uydurmuş
"solcular" tarafından da kabul
görmeye başlamıştır. Şimdi gerçek
Yugoslavya'da karşılarındadır.
NATO dün de bugün de ulusal ve
sosyal kurtuluş hareketlerine,
devrimlere karşıydı. Bu misyonu
değişmedi. Ek olarak bugün ABD
NATO'yu kendi dünya jandarmalığını
pekiştirmek için kullanıyor. ABD bu
tür saldırılarla diğer emperyalistleri de
geriletiyor, tek hakim güç olduğunu
göstermek istiyor.
ABD uluslararası hiçbir anlaşmayı
dinlemeden saldırıyordu. Şimdi bunu
NATO ile birlikte yapıyor.
"Uluslararası hukuk" diye bir şey
kalmamıştır ortada. Uluslararası
hukuk emperyalist hukuk'tur.
Uluslararası anlaşmalar,
uluslararası kurumlar, ABD
emperyalizminin çıkarlarına onay
verdikleri sürece geçerlidirler.
Emperyalizmin Irak'a yönelik
saldırılarında bu çok somuttur.
Birleşmiş Milletlerden Irak'a
yönelik saldırı kararı çıkartıldığı
dönem, yani Birleşmiş Milletler
emperyalizmin çıkarlarının
onaylayıcısı olduğunda Irak'a saldın
Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında
gerçekleştirilmiştir. Ama
emperyalistler arası çelişkiler ve diğer
nedenler sonucu Birleşmiş Milletlerin
Irak'a saldırıyı onaylamasında pürüz
çıkınca ABD bu kez hiçbir uluslararası
hukuk kuralı ve hiçbir uluslararası
kurumu dinlemeden Irak'a
saldırmıştır.
Ancak Irak'a yapılan son saldırının
bu niteliği, ABD emperyalizmini belli
ölçülerde de olsa zor duruma
sokmuştur. Bundan ders çıkaran ABD,
Yugoslavya'ya saldırısını bu kez NATO
şemsiyesi altında yapmaktadır.
TEKNOLOJİ DEĞİL İNSAN!
SAVAŞLARIN KADERİNİ
HALKLAR BELİRLER
Hayalet uçak düştü!..
Emperyalizmin yenilmez, ulaşılmaz,
vurulmaz teknolojisi, Yugoslavya
saldırısında büyük bir darbe aldı.
Emperyalizmin yediği darbe aslında
sadece "gizli" bir teknolojisinin açığa
çıkmasıyla sınırlı değildir.
Emperyalizmin teknolojinin
üstünlüğü üzerine geliştirdiği
propaganda ve demagoji darbe
almıştır.
Belirleyici olan son tahlilde
insandır. Bu gerçek bir kez daha
kanıtlanmıştır. Ne olur, emperyalizm
devasa teknolojik gücüyle bir ülkeyi
her gün bombalayabilir, yerle bir
ABD ve NATO Birleşmiş Milletler
kararma bile gerek duymuyor. Güç
dayatıyor. Dünyada kendisinin
onaylamadığı hiçbir şeye izin vermek
istemiyor.
EMPERYALİZM YENİ DÖNEMDE
DE ESKİ EMPERYALİZMDİR
insan haklan, ulusların kaderlerini
tayin hakları hepsi ABD'nin
hakimiyeti için gerekçe haline
getirilmiştir.
Emperyalizm klasik sömürgecilikte
olduğu gibi işgal edip kendi valilerini
atamıyor. Ama bombalıyor, işgal
ediyor ve istediği sınırları, askeri ve
ekonomik politikaları kabul ettiriyor.
Irak'taki durum nedir örneğin? Evet
ortada açık bir işgal yok gibidir. Ancak
emperyalizm Kuzey Irak'ta fiilen
yerleşmiş durumdadır. Saldırılarıyla
Irak'a bir yeni-sömürge olmayı
dayatmaktadır.
Birleşmiş Milletler diye bir şey artık
fiilen yoktur. Bu ve benzer emperyalist
kurumlar, ABD'nin kuklalarıdırlar.
ABD'nin kullandığı güçler
durumundadır.
Emperyalizmin milliyetleri ve
dinleri körükleyerek teslim alma
politikaları daha uzun süre hükmünü
sürdüremez. Halklar yaşadıklarından
dersler çıkartacak, halkların birliği ve
birlikte iktidarının, devrimin gerekli ve
vazgeçilmez olduğunu kavrayacaktır.
Emperyalizmin de en büyük korkusu
budur. Bu saldırılara paralel olarak
başvurduğu tüm manevralar ve
sürdürdüğü propagandalar bu
gerçeğin halklar tarafından
kavranmasını engellemeye yöneliktir.
-KAHROLSUN ABD
EMPERYALİZMİ VE NATO!
- HALKLARIN ÜZERİNE YAĞAN
BOMBALARIN DA, GÖÇ ETMEK
ZORUNDA BIRAKILMASININ DA
SORUMLUSU EMPERYALİZMDİR!
- YAŞASIN HALKLARIN BİRLİĞİ,
BİRLİKTE MÜCADELESİ VE
DEVRİMCİ İKTİDARI*
edebilir; ama direnmeye kararlı bir
halkı, emperyalizme teslim olmamakta
kararlı bir yönetimi teslim alamaz.
En gelişmiş uçaklara, en gelişmiş
tanklara, silahlara sahip ABD ve NATO,
Yugoslavya'ya girmeye, bir kara
saldırısına girişmeye cesaret edemiyor.
Peki onu düşündüren ne? Onu
düşündüren direnen halk gerçeğidir.
Yugoslavya halklarının Hitler faşizmine
karşı anti-faşist direniş geleneği,
partizan savaşa tecrübesi
emperyalistleri korkutmaktadır.
Emperyalistler Vietnam sendromunu
üzerlerinden atamamışlardır ve
atamayacaklardır. Çünkü dünya
halkları, direnmeye, savaşmaya devam
ediyor.
"Suçlu Emperyalizmdir
Emperyalizmin
Yugoslavya'ya Saldırısı
Meşru Değildir"
YİNE KATLİAM,
YİNE NATO
NATO yine barış havariliği yaparak, bu
kez de Yugoslavya halfana bombalar
yağdırıyor.
Emperyalist devletlerin ve onların
kukla rejimlerinin oluşturduğu uluslarası
katliam şebekesi NATO bir kaç gündür,
kendi hukukunu, bile çiğneyerek Kosava
halfanı kurtarmak(!) için Yugoslavya'ya
askeri saldırılarda bulunuyor.
Kim var bu halkları katleden
şebekenin içinde;
Hala Irak halfana karşı saldırılar
düzenleyen, ABD.
Kendi ülkesindeki azınlıkların
haklarını vermemek için her türlü
cambazlığı yapan ve Hitler döneminden
beri ük defa aktif olarak bu katliama
katılan Almanya.
Dünyanın dört bir yanında ve beş
kıtasında tarihler boyu kan dökmüş
İngiltere.
Kürt halkının mücadelesini
destekleyen (!) İtalya.
İşlediği siyasi cinayetleri, yaptığı
katliamları, işkence ve zulmünü
duymayanın kalmadığı ve daha bir hafta
önce çocukları bile yasadışı örgüt üyesi
diye gözaltına alan ve ondan fasa bir süre
önce bir sendikacıyı işkence de katleden
Türkiye Devleti.
Evet şimdi bunlar kalkmışlar hep
birden "Balkanlar'a barış getireceğiz"
bahanesiyle halkları katletme pahasına
Yugoslavya'yı da "Islah" etme
operasyonuna giriştiler.
Onyıllarca eksiği ve yanlışlarına rağmen
sosyalist bir düzende yaşayan-yaşayabilen
halklar ne zamanki emperyalizmin
pençesine düştüler, hiç savaş ve kan eksik
olmadı topraklarında. Hem de on yıllarca
beraber yaşadıkları halkların kanlan.
Emperyalizmin getireceği "Barış"
büyük bir yalandır. Dünya halkları bunu
defalarca yaşadılar. Ve işte yine bu yalanla
dünya halklarını kandırmak istiyorlar.
Bu yalanla katliamlarını
meşrulaştırmak istiyorlar.
Ve yine bu yalanla Balkanlar'daki
egemenliklerini daha da artırmak
istiyorlar.
Dünya halklarının kardeşliğine inanan
herkesi bu yalana tavır almaya ve katliamı
durdurmak için harekete geçmeye
çağırıyoruz.
Köln, 26 Mart 1999 Anadolu Yayınevi
Suçlu Emperyalizmidir
Emperyalizmin
Yugoslavya'ya Saldırısı
Meşru Değildir
Emperyalizm Yugoslavya'ya saldırdı.
ÇARE SEÇİM DEGIL
Her gün emperyalistlerin bombalan
altında Yugoslavya halkları yaşam
Dünya halkları bu senaryoyu daha
önce de gördü. Emperyalistler daha önce
de halklara saldırdılar. Gerekçeleri bir halfa
diğer bir halka karşı "korumak" oldu. Son
örneği Irak'ür. Sözde Kürt halfanı korumak
için Arap halfanın başına binlerce ton
bomba yağdırdılar. Halfa katlettiler.
Bugün bu senaryo Yugoslavya'ya
uygulanıyor. Gerekçe gene bir halfa bir
başkasına karşı korumaktır. Bu kez de
sözde Arnavut halfanın koruyuculuğuna
soyunmuşlardır.
Yalandır. Emperyalizm hiçbir halfa
koruyamaz. Bu anlamda yaptığı herşey
sahtedir. Göz boyamaya yöneliktir
Emperyalizm Vietnam halfanı mı korudu?
Irak halfanı mı korudu? Kürt halfam mı
korudu? Uzakdoğu, Latin Amerika, Afrika
halklarını mı korudu? işbirlikçi rejimlerle
emperyalizmin denetimi altına giren her
kara parçasında halklar önce
emperyalistlerin tekelleriyle, şirketleriyle,
markalarıyla tanıştılar; sonra da
silahlarıyla, bombalarıyla... Bu tarih
boyunca hep böyle olmuştur.
Bugün Balkanlar adeta atomlarına kadar
parçalanıyor. Parçalayan bizzat
emperyalizmdir. Bunu din ve mezhep
çatışmalarını kışkırtarak yapmaktadır.
Onlarca yıl boyunca halklar arasında
çatışmanın çıkmadığı coğrafyalarda neden
emperyalizmin müdahaleleri başladıktan
sonra çatışmalar çıkıyor? Neden küçük
devletler, devletçikler ortaya çıkıyor? Tek
neden halkları birbirine kırdırarak birliğini
parçalama, güçsüz düşürme politikasıdır.
Ve bu, esas olarak sosyalist sistemin
yıkılmasıyla başlayan bir operasyonun
devamıdır. Emperyalizm kendisine karşı,
devrimci temelde ortaya çıkacak bir
hareketten kendi azraili kadar
korkmaktadır. Ama aynı zamanda
kendisine yönelecek her türlü milli
harekete de karşıdır. Kendini hedefleyen
en sinik sese bile adeta tahammülü
yoktur. Böyleyken, kendini ulusların
koruyucusu, kaderlerini tayin hakkının
savunucusu, insan haklarının takipçisi
olarak göstermektedir. Oysa onların tek ve
temel hedefleri halkların, emekçilerin ve
servetlerinin sömürülmesi, vatanlarının
yeni-sömürgeliştirilmesi, bunun için
gerekirse kitleler halinde katledilmeleridir.
BÜTÜN DÜNYA HALKLARI!
Emperyalistlerin halkları birbirine düşürme
politikası ancak ve ancak ezilen halkların
birliği, mücadelesi ve iktidarı ile
engellenebilir. Emperyalizm çözemez; ama
birliğini sağlamış, emperyalizme karşı
mücadele eden halklar çözer. Halklar
arasında sonsuza kadar sürücek
kardeşliğin tek teminatı budur. EZİLEN
HALKLAR!
Arnavut, Sırp, Boşnak, Arap, Kürt,
Asya, Afrika, Latin Amerika... Dünyanın
her köşesinde emperyalizmin zulmü ve
sömürüsü altında inleyen halklar,
emperyalizm tarafından saldırıya uğrayan
kardeşlerinin yanında, emperyalizmin
karşısında olmalıdır.
Kahrolsun Emperyalizm!
Yaşasın Dünya Halklarının Kardeşliği!
Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi
Avrupa TemsUciği
26 Mart 1999
BASINA VE KAMUOYUNA
Emperyalizmin Yugoslavya'ya
saldırıları devam ediyor. NATO bu sefer
"barış elçisi" görünümü altında
Yugoslavya'da halkın üzerine bomba
yağdırıyor. Hem de Kosova'daki Arnavut
halkını koruma adına. Hayır bu koskoca bir
yalandır. Emperyalizm hiç bir zaman
halkların dostu, koruyucusu olmamıştır.
Çok gerilere gitmeye gerek yoktur. Irak'taki
halkların kam hala bu emperyalistlerin
elinde kuramamıştır. Emperyalizm,
sosyalist sistemin Yugoslavya'da
çözülmesiyle birlikte daha iyi sömüreceği
yeni dünya düzenine daha iyi adapte
edeceği ve hakimiyetini kuracağı ülkecikler
yaratmış ve birbirlerine kırdırarak
düşmanlaştırarak çıkan savaşlardan
yararlanmasını bilmiştir. Halkların üzerine
bomba yağdıran, binlerce insanın katili
emperyalizmden hesap sormak halkların
kardeşliği temelinde hesap sormalıyız.
Emperyalizmden katliamların hesabını
sormalıyız.
Emperyalizm tüm halkların
düşmanıdır... Hiç bir halk emperyalizmin
politikalarından yarar sağlamamıştır ve
sağlayamaz. Tüm mazlum halklar ancak
emperyalizme karşı birleşerek, mücadele
ederek kurtuluşlarını sağlayabilirler.
Halklarımızı emperyalizme karşı diğer
mazlum halkların yanında olmaya ve
emperyalizme karşı birlikte mücadele
çağırıyoruz.
YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ!
HAKLAR VE ÖZGÜRLÜKLER
PLATFORMU
Emperyalizm Değil, Ezilen
Halklar Kazanacak
Emperyalizmin ölüm kusan uçakları
24 Mart gecesi Belgrad semalanndaydı.
NATO kararıyla 24 Mart gecesi Yugoslavya
emperyalistler tarafından bombalanmaya
başlandı.
Emperyalistler bu saldırılarıyla sözde
Arnavut halkını savunduklarını söylüyorlar.
Yıllardır Balkanlar'da yaşanan katliamlardan,
ezilen halkların dökülen kanından sorumlu
emperyalistler değilmiş gibi, barış
elçiliğine, "insan haklan" savunuculuğuna
soyunuyorlar. Oysa ki, Balkanlar'da akan
her damla kanda emperyalizmin
sorumluluğu vardır.
Emperyalizmin Yugoslavya saldırısı
halkları böl, parçala, güçten düşür ve yönet
politikasından başka birşey değildir.
Amaçlanan halklar arasında birliği,
milliyetçiliği ve düşmanlığı körükleyerek
bozmak, bölgede güçsüz küçük devletçikler
yaratıp onları istediği gibi yönetmektir.
Emperyalizmin Yugoslavya saldırısının
bir diğer amacı da dünya ve bölge
halklarına gözdağı vermektir.
Emperyalistlerin bu saldırılarında
Türkiye oligarşisi de yerini aldı. Uçaklarını
Yugoslav halklarının katliamında
kullandırmaktan geri durmadı ve bununla
övündü.
Gün gibi açıktır, emperyalizm ezilen
halkların savunucusu, kurtarıcısı olamaz,
olmaz. Bu çıkarlarına terstir.
Emperyalizm halkların katilidir.
Yugoslavya'ya yönelik bu katliam
saldırısını protesto ediyoruz. Biliyoruz ki,
emperyalizm gelişmiş savaş teknolojisine,
güçlü ordularına rağmen ayakta zor
durmaktadır. Yaşam şansını halklara
saldırmakta bulmaktadır.
Ancak yine biliyoruz ki, tüm bu
saldırılara rağmen emperyalizm
kazanamayacaktır. Kazanması tarihsel ve
bilimsel olarak imkansızdır.
Emperyalizmin güçten düşürme
çabalarına rağmen ezilen halklar
birleşecek, savaşacak ve kazanacaktır.
Bağımsızlık ve Demokrasi Yolunda
Kurtuluş Gazetesi
Emperyalizm
Halkların Katilidir
Emperyalistlerin askeri birlikteliği
NATO'nun aldığı kararla 24 Mart gecesi
Belgrad başta olmak üzere Yugoslavya'nın
birçok yerine hava saldırıları düzenlendi.
Emperyalistler bunu bölge halkına
huzur getirmek, Arnavut halkını savunmak
için, barış için yaptık diyorlar. Koskoca bir
yalandır bu.
Biz emperyalistleri halkların katili
olarak biliriz. Vietnam'da halkları katleden
onlardı. Latin Amerika diktatörlüklerini
destekleyen onlardı. Irak halkının tepesine
üç ayda bir bomba yağdıran da onlardı.
Bugün Yugoslavya'da devasa
silahlarıyla halkı katledenler de yine
emperyalistlerdir. Amaçlan ortada, halklan
bölmek, parçalamak, güçten düşürüp
teslim almak istiyorlar. Yıllardır bölgede
halkları birbirine kırdırıp bir kenardan
seyrettiler. Şimdi de bunların sorumlusu
kendileri değilmiş gibi, barış adına halkı
katlediyorlar.
Emperyalistlerin, NATO'nun
Yugoslavya'ya yönelik saldınsı, mazlum
halklan teslim almak için yapılmıştır. Bu
nedenle emperyalist devletlerin bu
saldınsını protesto ediyoruz. Emperyalizm
derhal saldırılarına son vermelidir.
TAYAD'U AİLELER
BASINA VE KAMUOYUNA
EMPERYALİZME KARŞI
TÜM HALKLAR
BİRLEŞELİM
MÜCADELE EDELİM!
Çok kısa bir zaman önce
emperyalizmin Ortadoğu halklarına
yönelik katliamına hepimiz şahit olduk. Bu
seferki saldın ise Balkanlara;
Yugoslavya'daki halklara yönelik!
Emperyalist saldırı emperyelizmin bir
kurumu olan NATO adına, Arnavut halkını
korumak maskesi altında yapılıyor.
Emperyalizmin bir halkı koruduğunun
tarihte hiçbir örneği görülmemiştir. Çünkü
emperyalizmin tek politikası halkları bölüp,
parçalamak ve onların üzerinden
kazanmaktır. Kendi çıkarına
aykırı herşeyi reddeder. Çıkarlan
doğrultusunda birlikler oluşturur, çıkarları
doğrultusunda halkların yanındaymış gibi
davranır. Yugoslavya'ya yaptıkları saldırı da
bir halkı korumak adına diğer bir halkı
katletmektir. Emperyalistlere dünya
halklarına jandarmalık yapma, halklar
üzerinde yaptırım kurma, cezalandırma
hakkını kimse vermedi. Onlar bombalar
yağdırarak,, katlederek halkları dize
getireceklerini zannediyorlar.
Emperyalizm ancak tüm ezilen
halkların birlikte mücadele etmesiyle
yenilecektir.
KAHROLSUN EMPERYALİZM
YAŞASIN DÜNYA HALKLARININ
KARDEŞLİĞİ!
İYÖ-DER
EMPERYALİZM, EZİLEN
HALKLARIN
DÜŞMANIDIR
Son günlerde, Yugoslavya'da
yaşananları hepimiz izliyoruz. Özellikle
sosyalist sistemin yıkılmasından sonra
iyice pervasızlaşan, başını ABD'nin çektiği
emperyalist ülkeler, politikalarını
yönlendiremediği, teslim alamadığı
ülkelere, huzuru sağlamak adına
saldırılarını her geçen gün yoğunlaştırıyor.
Yakın geçmişte Libya, Somali, İrak gibi
ülkelerde bu saldırılan yürütmüş olan
emperyalizm, bugün de Yugoslavya'yı
kendine hedef almış durumdadır. Bahane,
diğerlerinin benzeridir. Kosovalılar'ı
korumak.
Sosyalist sistemin yıkılmasını fırsat
bilen emperyalizm, haritalan baştan aşağı
değiştirmek ve direniş odağı olarak
gördüğü ülke coğrafyalaını parçalayarak,
her şeyiyle kendisine bağımlı uydu
bölgeler, devletçikler yaratmak
istemektedir. Irak Kürdistanı'nda Talabani
ve Barzani önderliğinde oluşturulan
emperyalist kuklası bölge, bunun en açık
örneklerinden biridir. Emperyalizm, bu
politikasını hayata geçirebilmek için,
özellikle Balkanlar ve Kafkasya'da
milliyetçiliği körüklemekte ve daha düne
kadar bir arada, kardeşçe yaşayan halkları
birbirine kırdırmaktadır. Böylece bir arada
yaşarken güçlü olan halkları parçalayarak
kendi politikalarına boyun eğdirmek
istemektedir.
Ortalığın milliyetçilik rüzgarlanyla toza
dumana boğulduğu günümüzde, millici
hareketlerin bir tek turnusolu vardır; o da,
emperyalizme karşı olup olmadığı, savaşıp
savaşmadığıdır. Unutulmamalıdır ki;
çağımız emperyalizm ve devrimler çağıdır.
Ve emperyalizme karşı kararlı bir duruş
sergilemeyen milli hareketler, ulusal
bağımsızlığa kovuşamaz, dahası er ya da geç
emperyalizmin denetimine girer. Bunun
pek çok örneği vardır; ki yakın
coğrafyamıza bakmak bile bu örnekleri
görmemiz için yeterlidir.
Ülkemizde, bir diğer aymazlık örneğini
İslamcılar sergilemektedir. Yıllardır
emperyalizmin zulmüne karşı olduklarını
söyleyen İslamcılar, "Müslümanlar
eziliyor" demagojisiyle ABD'nin, bölgede
hayata geçirmeye çalıştığı politikalara
destek veriyorlar. Daha düne kadar
alanlarda yaktıkları bayrak, ABD
bayrağıdır. Filistin'e saldınken düşman olan
emperyalizm,
TEK YOL DEVRİM
Yugoslavya'ya saldırınca dost mu
olmuştur? Yoksa ortada bizim
göremediğimiz başka bir şey mi var?
Emperyalizmin, ezilen halkları
koruduğunu kim iddia edebilir?
NATO'nun, kurulduğu günden bu yana
amacı: emperyalist sömürünün hüküm
sürdüğü bölgeleri korumak ve
geliştirmektir. Sosyalist sistemin yıkılması,
bu gerçeği değiştirmemiştir. NATO, dün
olduğu gibi, bugün de emperyalizmin
bekası için vardır. Ama başta ABD olmak
üzere emperyalizmin, milliyetçiliği ve
dinleri kullanarak sürdürdüğü saldırı ve
işgal politikası, yenilmeye ve yok olmaya
mahkumdur. Ezilen dünya halklarının
geleceği, bağımsızlık ve sosyalizmdedir.
Bunu savunmayan bütün hareketler, her
ne durumda olursa olsun, emperyalizmin
denetimine girmiştir ya da girecektir.
Bütün halklann özgürlüğü; ancak, birlikte
mücadele, birlikte iktidar anlayışındadır.
Emperyalizm, Kanlı Ellerini Balkan
Topraklarından Çekmelidir!
Halkların Kurtuluşu, Birlikte Mücadele
ve Birlikte İktidardadır!
Grup YORUM
Özgürlük Türküsü
Ayşe Gülen Halk Sahnesi
Fotoğraf ve Sinema Emekçileri
(FOSEM)
Kültür Sanatta TAVIR Dergisi
İDİL KÜLTÜR MERKEZİ
BASINA VE KAMUOYUNA
Emperyalizm, Yugoslavya'ya saldırdı.
NATO uçakları Yugoslavya'ya bombalar
Emperyalizm, önce sosyalist ülkeleri
yıkmak için var gücüyle çalışmış, kendisi
için zararlı olan bu ülkeleri ortadan
kaldırma operasyonlannda başarılı
olmuştur.
Bu ülkelerde yarattığı etnik, dinsel
çatışmalarla bu ülke halklanm da
sömürgeleştirmek için kollarını sıvamıştır.
Emperyalizmin asıl amacı halklan
bölmek, parçalamak ve böylece
güçsüzleştirmektir. Bu saldınyla, Kosava'ya
saldınsı olayıyla Yugoslavya'yı
cezalandırdıklannı söylüyorlar. Irak'ı
bombalarken de, Irak halkı için bu
saldırılan yaptıklarını söylüyorlardı. Şuan
Irak halkı bu sadırılann acısını
çekmektedir.
Emperyalizm, halklara sömürüden,
katliamdan, açlıktan, acılardan başka
birşey veremez.
Türkiye oligarşisi de bu saldırılara
destek verdiğini açıkça söyleyerek
emperyalizme uşaklığı kanıtlamaktadır.
Ezilen sömürülen tüm halklar birlikte
olmalı emperyalizme karşı birlikte
savaşmak zorundadırlar. Emperyalizme
karşı silahımız budur.
NATO'nun Yugoslavya'ya
gerçekleştirdiği bu saldırıyı kınıyor,
emperyalizmin dünya halklarına yaşattığı
tüm acıların hesabını vermek zorunda
kalacağını belirtiyoruz.
YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ
EMPERYALİZME KARŞI DİRENEN
HALKLAR KAZANACAK!
Zafere Yürüyen Devrimci Gençlik
"insani" duygularından
kaynaklanıyor. Onları böyle
davranmaya zorlayan Anadolu
halklarının içice geçmişliğidir.
Halklarımızın arasındaki herhangi
bir çatışmanın lokal kalma imkanı
yoktur. Çünkü Türkiye'nin hemen
her ilinde, ilçesinde, mahallelerinde
bir içiçelik vardır.
Anadolu Halklarını Kimse
Birbirine Düşman Edemeyecektir
Bu topraklarda şovenist
kışkırtmaların tarihi oldukça eskidir.
Ama daha eski olan bu topraklarda
halkların içice geçmişliği ve kardeşçe
yaşamıdır.
Bu kardeşlik, sanıldığından çok
daha güçlüdür. Bu, ne hamaset
edebiyatı yapanların söylediği gibi
yalnızca "kurtuluş savaşında omuz
omuza dövüşmelerinden"
kaynaklanmaktadır, ne de
Osmanlı'nın "72 milleti bir arada
tutan" politikalarından. Bu,
yüzyıllara uzanan bir kardeşliktir.
Yokluğu, zulmü paylaşmanın
kardeşliğidir. Mücadele yanı da
vardır, ta Bedreddin hareketine
uzanır. Günümüze gelir; sezgisel de
olsa, oligarşinin düzenine
güvensizlik ortaklaştırır onları.
Düzen partilerinin sözcülerinin her
söylediğine kuşkuyla baktıkları için,
şovenist kışkırtma amacıyla
söylenmiş sözlere de aynı gözle
bakarlar. Egemen sınıflar "İtalyan
mallarını boykot edelim" dediğinde
bu nedenle, bir avuç işbirlikçinin,
dışında çoğunluk, yine Kimin ne
çıkarı var acaba bu işten?" diye
kuşkuyla bakar. Katılmaz. Birlikteliği,
başka bir ülkede rastlanamayacak
kadar içice bir birlikteliktir. Aynı
"ülke sınırları" içinde olmakla
kalmamış, aynı şehri, aynı semti,
aynı mahalleyi, sokağı, apartmanı
paylaşacak kadar içiçedir. Pek çok
demagoji, kışkırtma, bu somut
olguya çarpar herşeyden önce.
Bu kardeşliğin, birlikteliğin gücü,
özellikle son dört-beş aylık süreçte
bir kez daha görülmüştür. Çok yönlü
kışkırtmalara rağmen Türk halkı
olgun davranmıştır. Kışkırtmalara
gelmemiştir.
Esasında kaç yıldır da böyledir bu.
Türkiye Kürdistan'ında bir gerilla
savaşı yükselmeye başladığından bu
yana, egemen sınıflar zaman zaman
belli kışkırtmalarda bulunmuşlar,
ama hiç bir zaman istedikleri çapta
bir karşılık görememişlerdir. Tüm
propagandalara, şartlandırmalara
rağmen, bütün bu süre boyunca
halkın kendiliğinden tepkisi
biçiminde Kürt halkına karşı hemen
hiç bir saldırı gelişmemiştir. Bu
Anadolu tarihi için, bir onurdur. Aynı
şey Kürt halkı için de geçerlidir.
Savaşın tüm yoğunluğuna, gördüğü
zulme, on binlerce aileden şehitler
verilmesine rağmen, Kürt halkı da
kendiliğinden Türk halkına yönelik
bir saldırı yapmamıştır.
Bu olgunluğun temelinde Anadolu
kültürü vardır.
Anadolu kültürü halkların ulusal,
dinsel özellikleriyle harmanlandığı
bir kültürdür. Sayısız geleneği biraz
değiştirilmiş, kendine uydurulmuş
haliyle pek çok halkta görmek
mümkündür.
Yukarıda işaret ettiğimiz içiçelik,
egemen sınıfları da frenleyen bir rol
oynamıştır. Şovenizmi kışkırtma
politikalarında oligarşi de çoğu kez
belli sınırlar çekmiştir. Faşist parti
MHP bile bu konuda belli ölçülerde
dengeli davranmak zorunluluğunu
hissetmektedir. Elbetteki bu ne
onların halkı düşünmesinden, ne de
DEVRİMCİ BİRLİĞİN
SAVUNULMASI
SANSÜR EDİLDİ
Geçen haftaki Birleşelim Savaşalım Kazanalım
köşemizdeki yazımız sansür edildi. Konumuz elbette yine
birlikti. Kızıldere'deki devrimci dayanışma anlayışıydı.
Belirtmiştik ki "KTZİLDERE'DEKÎ DEVRİMCİ
DAYANIŞMAYI SÜRDÜRMENİN KOŞULU, MAHlR'LERlN,
DENİZLERİN DE temizliği, hesapsızlığı kavranmadan bu
dostluk açıklanamaz ve VRÎMCİLİK ANLAYIŞINA VE
SAVAŞMA KARARLILIĞINA SAHİP OLMAKTIR".
Mahir'lerin devrimciliğinin saflığı, temizliği,
hesapsızlığı kavranmadanbu dostluk açıklanamaz ve
anlaşılamazdı gerçekten.
Yazımız sansürlendi. Çünkü elbette düzen
devrimcilerin birlik olmasından korkuyor. Elbette
Kızıldere'deki gibi, ölüm oruçlantmzdaki gibi "ölümü bile
paylaşan" devrimci bir dostluğun, dayanışmanın, ittifak
anlayışının hakim olmasından korkuyor.
Korksunlar. Bu topraklarda Kızıldere'nin mirası
yaşıyor
Ezen ulus şovenizmden
etkilenmeler hiç olmamış değildir
elbette. Ama belirttiğimiz tarihi,
sosyal koşullar altında, bunlar
büyüme imkanı bulmamıştır.
Şovenist kışkırtmaların önündeki
bir diğer barikat da halkların
birlikteliğine, kardeşliğine inanmış
devrimcilerdir. Devrimciler, gerek
Anadolu halklarının birlikte savaşını
geliştirmekte, gerekse de ulusal
temelde yürütülen mücadeleye nefes
aldırmakta, yön vermekte eksik
kaldılarsa da şovenizmin, şovenist
kışkırtmaların etkisinin
azaltılmasında önemli bir rol
oynamışlardır.
Devrimcilerin, yurtseverlerin,
ilericilerin, demokratların güncel
anlamda görevi, halklarımız
arasındaki ilişkilerin olumsuz, eksik
yanlarını değil, bu olumluluğu öne
çıkarıp, bu zeminde halklarımızın
birlikte örgütlenmesini ve birlikte
savaşını geliştirmektir. Bu 'zemin
gerçekten de ço'k güçlüdür Anadolu'da.
Bu zemini değerlendirememek,
devrimimiz açısından bir kayıp
olmanın ötesinde, devrimimizin
zaferini engelleyen önemdedir.
Eksiklikler, olumsuzluklar, elbette
eleştirilecek, üzerine gidilecek, bu
konuda her boyutuyla ideolojik,
kültürel bir savaş da yürütülecektir.
Ama asıl sorun, hangi zemini esas
alacağımız, politika ve taktiklerimizi,
propagandamızı hangi zemin
üzerinden geliştireceğimizdir.
Halklarımızın birliğini,
kardeşliğini geliştirmeyi, birlikte
kurtuluşunu, birlikte iktidarını esas
aldığımızda, varolan olumsuz yanlar
da hızla ezilecektir.*
sürüyor zaten. Bakın tarihimize. O zamandan bu yana da
Parli-Cephe, aynı tarzı izleyen tüm birlikteliklerin mimar
olmuştur ve olmaya devam edecektir.
Hep vurguladığımız gibi, Kızıldere son olmadı. Bu
yalnızcaTHKP-C'nin stratejisi doğrultusunda savaşın
sürdürülmüş olmasından dolayı böyle değildir.
Kızıldere'deki her devrimci tavır, tohum halinde
Anadolu ihtilaline sunulan her devrimci her örnek
devrimci hareketin o günden bugüne uzanan
mücadelesinde gelenekselleştirilmiştir. Kuşatma
koşullarında teslim olmamaktan ölümü marşlarla
karşılamaya, düşmana karşı tereddütsüz olmaktan
devrimci dayanışmaya kadar, hepsi tarihîmizde artık
gelenekselleşmiş, çizgileşmiş olarak görülebilir. Ölüm
oruçlarında, firarlarda Kızıldere çizgisinde devrimci
dayanışmanın yeni görkemli örneklerim yarattık. Buna
karşılık bulup bulmamamız çok da önemli değildir. Bu
bizim için bir çizgi sorunudur. Devrimci hareket bu
çizgisini sürdürecektir. Devrimci dayanışma ve birlik
anlayışında da, zafer, Kızıldere çizgisinin olacaktır. Tüm
bu pragmatist, rekabetçi, faydacı birlik anlayışları, en
başta sahiplerini vurup yokolmaya mahkumdurlar.
"Umudumuzu Selamlıyoruz"
Şenliği Yapıldı
Şenliği" 30 Mart Salı günü Aksaray
Genel-îş 2 No'lu Şubesi toplantı
Özgürlükler Platformu tarafından
düzenlenen etkinliğe yaklaşık yüzelli
kişi katıldı.
Etkinlik devrim şehitleri için bir
dakikalık saygı duruşuyla saat 14.00
civarında başladı. Saygı duruşunun
ardından HÖP'ün "Şehitlerimizi
Anıyor, Anadolu Halklarının Kurtuluş
Umudunu Selamlıyoruz" diye
başlayan metni okundu. Okunan
mesajın ardından şehit aileleri söz
aldı. Şehit aileleri oğullarını kızlarını
anlatırken gözyaşlarını tutamadılar.
Etkinlik mücadele tarihimizin
anlatıldığı dia gösterisi ile devam etti.
Türkiye devriminin önderlerinin,
şehitlerimizin resimleri gösterildi.
Grup Yorum'un da katıldığı anmada
Grup Yorum söze "Yaptığımız
müzikle var olan kavgaya umut
türküleri söyleyip umudumuzu
selamlıyoruz" diyerek başladı. İlk
olarak Ulaş'a Ağıt, Kızıldere
türkülerini okudular. Grup Yorum'un
Saldırılar, Gözaltılar,
Tutuklamalarla
Susturamayacaksınız
Ankara'da yaşanan gözaltı terörüne bir
yenisi daha eklendi. Daha günler öncesinden
Newroz'a hazırlanan Susurluk devleti muhalif
kesimlere de basın saldırmaya başlamıştı.
Sokaklar abluka altına alınarak Ankara'da
halkımız tedirgin edilmeye çalışılmış
Dikmen, Tuzluçayır, Eryaman semtlerinden
onlarca insan işkencehanelere taşınmıştı.
Batıkent semtinde Batıkent Halkevi'nde
Haklar ve Özgürlükler Platformu'nun
düzenleyeceği etkinliği basarak buradan
demokratik lise mücadelesi veren DLMK'lı
Esra Özkan, Özden Gökoğlu, Gül Genç, Erkan
Karadağ, Reha Tatoğlu adlı öğrenciler ve
Halkevi yöneticisi, etkinliğe giderken Yekta
adlı AYÖ-DERli öğrenci yolda narak gözaltına
alınmış, alınan kişileı f run işkenceleriyle ün
yapmış siyasi
TEK YOL DEVRİM
türkülerinin arasında mesajlar
okundu. İYÖ-DER'in okunan
mesajında "Kızıldere manifestosunda
Mahirlerin Biz Buraya Dönmeye
Değil Ölmeye Geldik şiarı sloganımız
oldu. Bu şiarla yeni gelenekler, yeni
direnişler ekledik devrim
mücadelemize işte bu nedenle 30
Mart, mücadele tarihimizi ifade eder.
Parti-Cephe tarihi devrim tarihidir.
Parti-Cephe kararlılığın, cesaretin,
ferakarlığın adıdır." denildi.
Daha sonra Grup Yorum "Zafer
Yakında" marşıyla türkü ve marşlarına
devam etti. Halkın Hukuk Bürosu
avukatlarından Behiç Aşçı'nın da bir
konuşma yaptığı etkinlik Grup
Yorum'un "Haklıyız Kazanacağız"
"Reber" "Bize Ölüm Yok" marşlarıyla
coşkulu bir şekilde saat 16.00'da sona
erdirildi.*
şubesine götürülmüşlerdir.
Yine 22 Mart günü TÎYAD çalışanı Mehmet
Gülter Cebeci semtinden, Mehmet Ali Kılıç
adlı öğrenci ise Tuzluçayır'daki evinden
gözaltına alınmışdı.
Ankara DAL'da 4 gün işkenceli sorgulardan
geçirilen öğrenciler 25 Mart günü Ankara
DGM savcılığına çıkarılmıştır ve
işkencecilerin saldırıları burada da devam
etti.
Gözaltına alınan öğrencilerin bir kısmı
savcılıktan serbest bırakılırken Gül Genç ve
Yekta Acar adlı öğrenciler tutuklanarak
Ankara Merkez Kapalı Hapishanesi'ne
götürüldüler.
Armutlu Faşizme Mezar Olacak
"Mahallemizi Sonuna
Kadar Savunacağız"
MHP'li sivil faşistler
30 Mart'ta Küçük
Armutlu'ya poli.s destekli
olarak saldırdı.
Saat 17.30 civarı Armutlu Sondurak'ta
yaklaşık 50 otobüs, minibüs ve otodan
oluşan içinde polis otolarının da
bulunduğu MHP seçim konvoyu Küçük
Armutlu'ya girdi. Konvoyu gören
kahvehanedeki 30 kişilik kitle hemen
oradan çıkarak mahalle halkını uyarmak
için konvoyun önüne geçti. Halk
şaşkındı. "Nasıl faşistler Küçük
Armutlu'ya girmeye çalışır" derken bir
taraftan da ellerine geçirdikleri kazma ve
küreklerle kahveden çıkıp seçim
konvoyunun önüne geçtiler. "Bu
mahalleye giremezsiniz, girerseniz de
ölünüz çıkar" diyen yaşlı amcalar
Çorum'dan, Maraş'tan tanıdıkları
faşistleri mahalleye almadılar. MHP
konvoyunun mahalleye doğru ilerlemesi
üzerine yaklaşık 300 kişiden fazla insan
konvoyu taşlamaya başladılar ve bu
mahalleye asla giremeyeceklerini
söylediler. Yaklaşık 700 kişi olan faşistler
ise halkın öfkesi ve direnişi karşısında
silahlarla genç-yaşlı, kadın-erkek
demeden halkın üzerine ateş açtı ve
küfürler edip, kurt işaretleri yaptılar.
Ama halk kararlıydı, devrimcileri ve
iradeyi tanıyor, "Burası Cephe'nin yeri
nasıl buraya girmeye cesaret edersiniz"
Sivil faşistlerin seçim konvoyuyla
30 Mart günü Küçük Arrmutlu
halkına karşı yaptıkları saldırıyla
ilgili halkla görüştük:
Kurtuluş: Mahallenize sivil
faşistler bir saldırı gerçekleştirdi. Bu
saldırının nasıl gerçekleştiğini bize
anlatır mısınız?
Fadik Adıyaman: Ben saat 17.30
civarı bakkala gittiğimde
mahallenin içinde iki sivil polis
otosu vard:.Ben bakkaldan çıkana
kadar polisler gitti. Ben eve geldim.
Çünkü onlara güven olmazdı. Biz çok
iyi biliyoruz ki bu saldırı da onların da
parmağı vardı. Sonuçta gözaltına
alınan 4 kişi serbest bırakıldı.
Kurtuluş: Olası bir saldırıya karşı
Armutlu halkı nasıl bir önlem aldı?
Fadik Adıyaman: Bu mahalle
devletin, polisinden ve faşistlerin
mahallemize ilk saldırısı değildi. Tabi
çok iyi biliyoruz ki son da olmayacak
Biz onun için olası bir saldırıya karşı
Armutlu halkı olarak mahallemizin
giriş ve çıkışlarında sırayla nöbet
tutuyoruz. Sonuna kadar
mahallemizi savunacağız.
karşısında faşistler Armutlunun Balta
Limanı çıkışından kaçtılar. Arkasından
polis gelerek Armutlu'da kalan 4 kişiyi
gözaltına aldı. Armutlu haıkı İshak
Kültür Merkezi önünde toplanarak
"Armutlu Faşizme Mezar Olacak",
"Kahrolsun Faşizm Yaşasın
Mücadelemiz" sloganları ile
devrimcilerin kurduğu bu mahalleye
faşistlerin giremeyeceğini gösterdiler.
Armutlu halkı gözaltına alınan 4 insanın
serbest bırakılmasını, aksi takdirde
dağılmayacaklarını söylemeleri üzerine
polis mahalleden çekilerek gözaltına
alınanları serbest bıraktı. Bunun üzerine
Armutlu halkı bir sivil faşist ve polis
saldırısı ihtimaline karşı gece boyunca
Armutlu'nun tüm giriş ve çıkışlarında
nöbet tuttu.
Devlet sivil faşistler aracılığıyla
Küçük Armutlu halkının nabzını
ölçmeye çalışmıştı. Ama aldıkları cevap
her zaman ki gibiydi. Ne DYP seçim
konvuyu, ne CHP, DSP, ANAP hiçbir
seçim konvoyu devrimcilerin kurduğu
bu mahalleye ve hiçbir emekçi
mahallesine giremezler. Girdiklerinde ise
halkın öfkesiyle ve kararlı direnişiyle
karşılaşacaklardır.*
Kurtuluş:MHP'liler Armutlu'ya
saldırdı ve evinizi basarak camlarınızı
kırdılar. Bize olayların nasıl geliştiğini
anlatır mısınız?
Fatma Yücel: Biz evde oturuyorduk.
Birden son duraktan bu yana çok
kalabalık bir grup geldi. Biz de kapıya
çıktık, MHP'liler bizim kapının önünden
geçerken bir tane esmer bir adam bize,
"Ne bakıyorsunuz, girin içeri" diyerek
bizi azarladı. Biz de içeriye girdik.
(Fadik Adıyaman yaklaşık 5 dakika sonra MHP
konvoyunun mahalleye girdiğini
gördüm. Yaklaşık 40-50 otomobil
vardı. Mahalleye kurt işareti
tane evi basmışlar, jlar. Bakkalın ve
camlarını kırarak,
Daha kapıyı kapatır kapatmaz
yaparak ve ağıza alınmayacak
küfürler ederek girdiler. Mahalle
sopalarla kapılara ve evin camlarına
halkından bir kaç kişi "Bizim
vurarak evin camlarım kırdılar.
mahallemize giremezsiniz faşistler"
Sonra halk ta onları taşlamaya
diye bağırmasının ardından
başladı. Halk onları taşlayınca
arabadan inerek sağa sola
Baltalimanı'na doğru kaçtılar. Onlar
saldırdıklarını görünce biz de
kaçtıktan sonra polis geldi. Biz de
koşarak oraya gittik. Biz gidince
Kırdılar. Bu olaylar sırasında yaklaşık polise tutanak tutmasını söyledik.
300 kişi toplandık. Halk sokağa
"Polis bizi azarlayarak biz tutanak
çıktıkça MHP'li faşistler kaçmaya
başladı ve halkın üzerine 15-20 el silah falan tutmayız. Git karakola şikayet
sıktılar. Halk da onlara taşlar ve
et o zaman tutarız" dediler. Bizim
sloganlarla cevap verdi. Faşistleri
adam da polise "iyi hem evimiz
mahallemizden * kovduktan sonra
resmi ve sivil polisler geldi. Polisler 4 basılsın, camlarımız kırılsın, hem
kişiyi gözaltına alındı. Biz de tekrar
toplanarak gözaltına alınan insanların de karakola gidip bir ton dayak mı
serbest bırakılması için yürüyüşe
yiyeceğiz" diyerek polisle atıştı.
geçtik. Polis bize "arkadaşlarınızı
bırakacağız" dedi. Ama biz almadan Benim gördüklerim bu kadar.*
gitmeyiz dedik.
Yüksel Caddesfnde 71. Hafta
"Anaların Öfkesi
Katilleri
Boğacak"
Ankara Yüksel Caddesi'ndeki
însan Hakları Anıtı önünde
yapılan eylemi sahiplenilmeye
devam ediliyor.
Yüksel Caddesi'nde yapılan
eylemin 71'incisi yaklaşık 60
kişinin katılımıyla, saat 12.30'da
başladı.
Eylemde yapılan konuşmada,
Demirci Kawalann zulme, baskıya,
sömürülmeye karşı Dehaklara
verdiği mücadelenin adı olan
Newroz'un kullanılmasının
engellenmesinden ve onlarca
insanın gözaltına alınmasından
bahsedildi. Tüm ülkede yaşanılan
gözaltıların yanısıra, Ankara'da
Tuzluçayır ve Dikmen'deki
gözaltılardan, Batıkent Halkevi'nde
bir etkinlik düzenleyecek olan
Haklar ve Özgürlükler
Platformuna". yönelik saldırıdan ve
gözaltına alınarak keyfi bir şekilde
tutuklanan insanlardan sözedildi.
Konuşmada ayrıca ülkemizdeki
demokrasicilik oyununa değinildi.
Eylemde ayrıca 22 Mart günü
evi basılarak gözaltına alınan
Mehmet Ali Kılıç'ın annesi Nuriye
Kılıç sözaldı. Nuriye Kılıç
yaptığı konuşmada Susurluk
devletini protesto etmek için
Tuzluçayır'da yapılan basın
açıklaması sırasında gözaltına
alınan oğlunun yoğun
işkencelerden geçtiğini ve
Mehmet Ali'nin tekrar apar
topar 22 Mart akşamı gözaltına
alındığını anlattı.
Oğluna sahip çıktığını,
gözaltına alınırken onu yalnız
bırakmadığını söyleyen Nuriye
Ana siyasi şubeye oğluyla
birlikte gittiğinden bahsetti.
Ayrıca Batıkent Halkevi'nden
gözaltına alınıp keyfi bir şekilde
tutuklanan Gül Genç ve Yekta
Acar'dan da söz eden Nuriye
Kılıç, "Onlar bizim çocuklarımız
onları sahiplenmek.zoı undayız"
dedi. "Bu devleti polisler mi
yönetiyor" diye soran Nuriye
Kılıç, keyfi gözaltıların ve
tutuklamaların sorumlusunun
devlet olduğunu söyledi.
Duyarlı olduğunu söyleyen
herkesin susmamasını ve bu
üllkede yaşanan sorunlara sahip
çıkması gerektiğini söyleyen
Nuriye Kılıç'ın konuşmanın
ardından kitle coşkulu bir
şekilde "Anaların Öfkesi Katilleri
Boğacak" sloganı attı.*
YA DÜZEN PARTİLERİNİN, OYACILARININ PEŞİNDEN GİDİP
EZİLMEYE, SÖMÜRÜLMEYE, AŞAĞILANMAYA DEVAM EDECEĞİZ,
YA DA KURTULUŞUMUZ İÇİN DEVRİM SAFLARINA KATILACAĞIZ
SEÇİM ÇARE DEĞİL
TEK YOL DEVRİM
Ya seçim aldatmacalarının bir
yenisine daha kamp DÜZEN'in
devamına katkıda bulunacağız; ya da
artık yeter deyip DEVRİM'i isteyecek,
düzenin değiştirilmesi mücadelesine
katılacağız. Bu ikisinin dışında
üçüncü bir yol yoktur. Vardır diyenler
kuşku duyulmasın ki, yalan
söylüyorlar.
HALKIMIZ;
Önümüze konulan sandık bir
tuzaktır. Bunun nasıl bir tuzak
olduğunu aslında hepimiz biliyoruz.
Çünkü 50 yıldır yaşayarak gördük
bunu.
Demokrasi dediler, her seçimde
türlü türlü vaatlerde bulundular, sizi
şöyle kurtaracağız, böyle hizmet
vereceğiz, şunu yapacağız, bunu
yapacağız dediler. Benim köylüm,
benim işçim, memurum, emeklim
diye seslendiler. Ayaklarımıza kadar
gelip sırtımızı sıvazlayıp gülücükler
dağıttılar. Çoğu kez onların bu
vaatlerine, gülücüklerine kandık,
bazen kimine kızdık parti değiştirdik,
hatta yıldan yıla seçimlerde oy
kullanmayanlarımızın sayısı arttı,
ama 50 yıldır önemli bir
çoğunluğumuz önümüze konulan o
sandığa gidip oyumuzu attık.
Peki sonra ne oldu? HİÇ!
Şöyle dönüp bir bakalım geriye; 50
yıldır durumumuzda ne değişti? Bize
bunca yıl yapılan vaatler neydi, biz
hangi durumdayız?
Onların vaatlerinin aksine
durumumuz her seçimden, her oy
kullandıktan sonra daha da kötüleşti.
Daha çok sömürüldük, daha çok
baskı ve zora, zulme maruz kaldık.
Ülkemiz her seçimden sonra daha
çok emperyalistlere peşkeş çekildi.
Zenginliklerimiz talan edildi. Her
seçimden sonra zenginler, patronlar,
soyguncular servetlerine yeni
servetler katarken biz daha da
yoksullaştık, daha çok horlandık,
aşağılandık.
ŞU ÜLKEMİZİN HALİNE BİR
BAKIN. Onbinlercemiz çöplüklerden
topladıkları artıklarla yaşamını
sürdürmeye çalışıyor. 20 milyonumuz
yoksulluk sınırının altında yaşıyor.
Kahvehanelerimiz işsizlerle dolup
taşıyor. Demokrasi demokrasi
diyorlar, işçimiz, köylümüz,
hakkını aramaya kalksa karşımıza
polisi, askeri dikiyorlar, başımızdan
cop eksik olmuyor. İşten atılıyoruz,
sürgün ediliyoruz. Köylerimiz yakılıp
yıkılıyor, zorla göç ettiriliyoruz.
İşkencehaneler harıl harıl bizim için
çalışıyor. Genç kızlarımıza,
kadınlarımıza devletin karakollarında,,
işkencehanelerinde tecavüz ediliyor.
Yüzlerce kayıp, binlerce infaz,
katliam... Ülkemizden kalkan
emperyalistlerin uçakları gidip hak
halkının başına bomba yağdırıyor,
katlediyor; iktidarıyla muhalefetiyle
oylarımızı alanlar da bunu alkışlıyor.
SORALIM, ÜLKEMİZİ BU HALE
KİM GETİRDİ?
50 yıldır bize türlü türlü vaadlerde
bulunup da oylarımızı alanlar değil
mi? Bu tablo onların eseri değil mi?
Bizden oy isterken BÖYLE'Mİ
YAPACAĞIZ dediler? Biz oylarımızı
verirken BÖYLE Mi YAPIN DEDİK,
böyle mi olmasını istedik?
Elbette hayır! Ama bizim ne
istediğimizin düzen partileri ipin bir
önemi yoktur.
Demek ki, seçimlerde yapılan tüm
vaadlcr sadece bizi kandırmak,
oyumuzu almak için. Hepsi bizleri
kandırmak, oyalamak için söylenen
yalanlardan, anlatılan masallardan
ibaret. DÜZENİN ÇARKI BÖYLE
KURULMUŞ, BÖYLE İŞLİYOR.
Geliyorlar, yalanlarını, vaatlerini
sıralıyorlar, oylarımızı alıp gidiyorlar.
Sonra bildiklerim yapıyorlar,
emperyalistlerin, işbirlikçilerinin,
ağaların, paşaların, patronların
çıkarları için çalışıyorlar. BİZİ KAALE
ALAN YOK. BİZİ DÜŞÜNEN YOK. Biz
sadece sömürülecek, ezilecek,
kandırılıp oyları alınacak kullarız
onların için. GÜDÜLECEK KOYUN
SÜRÜSÜ GİBİ GÖRÜYORLAR BİZİ.
Onların gözünde başka hiçbir
değerimiz yok.
Peki 50 yıldır oynanan bu oyunu
gördükten, yaşadıktan sonra şimdi bir
kez daha bu oyuna ortak olacak
mıyız? Gidip şu veya bu düzen
partisine oy verip onların istediklerini
yapacak mıyız?
TEK YOL DEVRİM, TEK
ALTERNATİF CEPHEDİR
Şimdi bir tercihle karşı karşıyayız:
Ya düzen ya DEVRİM.
Ya düzen partilerinin peşine takılıp
ezilmeye devam edeceğiz ya da biz
artık bu düzenin böyle sürmesini
istemiyoruz, artık ezilmek, horlanmak,
aşağılanmak istemiyoruz, kendi
geleceğimizi kendimiz belirlemek
istiyoruz, kendi kendimizi yönetmek,
insanca yaşamak istiyoruz deyip
devrim saflarında yerimizi alacak,
kurtuluşumuz için mücadele edeceğiz.
Başka yolu yoktur.
SOL GÖRÜNÜMLE OY
İSTEYENLER DE AYNİ OYUNUN
PARÇASIDIR. Hemen her seçim
döneminde elli yıldır isimleri değişse
de kendileri değişmeyen düzen
partilerinin dışında, biz "solcuyuz",
"sosyalistiz", biz diğerlerinden
farklıyız, sorunlarınızı ancak biz
çözeriz diyenler çıkmıştır.
Ama hayır! Bunları söyleyip de bizi
sandık başına kendilerine oy vermeye
çağıranlar, adında ister "sol", ister
"sosyalist", ister "halk" yazsın, yalan
kervanına katılmıştır.
Çünkü, emperyalistler IMF'si,
Dünya Bankası, üsleri, antlaşmaları
ile ülkemizde varlığını sürdürdükçe;
işbirlikçi tekeller, Sabancılar, Koçlar,
toprak ağaları, tefeciler, talancılar,
soyguncular ortada oldukça; onların
çıkarlarını koruyup kollayan faşist
anayasa; MGK'sı ordusu, polisi, MİT'İ,
kontrgerillası, çeteleri ile düzenin
kolluk kuvvetleri, militarist güçleri
varoldukça, düzenin parlamentosunda
kim olursa olsun, hangi hükümet
gelirse gelsin kurtuluşumuzu
sağlayamaz.
Çünkü bu ülkede demokrasi
yoktur, faşizm vardır. Faşizmin
hüküm sürdüp, asıl iktidarın
emperyalist kurumlar ve
kontrgerillada, MGK'da olduğu bir
ülkede hangi parti iktidara gelirse
gelsin faşizmin dediklerini yapmak,
onun talimat ve emirleriyle hareket
etmek zorundadır. Etmeyeni
hükümet yapmazlar, etmeyeni
parlamentoda yaşatmazlar. Bırakın
devrimci, sosyalist partileri, düzenin
icazetini kabul etmiş reformist
partileri bile yaşatmamışlardır. Öyle
ya da böyle tasfiye edilmişlerdir.
Düzenin bu kadarına bile
tahammülü yoktur.
OLİGARŞİNİN İKTİDARINI
YIKMADAN, EMPERYALİSTLERİN
VE İŞBİRLİKÇİLERİNİN
VARLİĞİNA
SON VERMEDEN HALKIN
KURTULUŞU SAĞLANAMAZ.
Baskı, sömürü, zulüm ortadan
kalkmaz. Kim diyor ki, oligarşinin
iktidarını yıkmadan, emperyalizmin
ve işbirlikçilerinin varlığına son
vermeden, tekellere, ağalara,
paşalara dokunmadan bana oy
verin sizi kurtarırım, o dünyanın en
yalancı sahtekarıdır.
Kurtuluşumuzun tek yolu vardır:
o da emperyalistlerin ve
işbirlikçilerinin iktidarına son
verecek, halkın iktidarını kuracak
olan DEVRlM'dir. Gerisi yalandır.
Devrimciler bunu söylüyor,
Cepheliler bunu söylüyor. Bize oy
verin, bizi milletvekili seçin,
parlamentoya gönderin demiyor.
GÖZÜMÜZÜ AÇALIM, ARTIK
OYNANAN BU DEMOKRASlClLlK
OYUNUNA ORTAK OLMAYALIM,
DÜZEN PARTİLERİNİN
SÖZLERİNE, YALANLARINA
KANMAYALIM, diyor.
BlZ HALKIZ İSTERSEK
DEĞİŞTİRİRİZ.
Üreten yaratan, alınteri döken,
bedel ödeyen biziz. Bu ülkenin
gerçek sahipleri biziz. En iyi, en
güzel yaşama biz layıkız, bunları
isteyelim, bize ait olanı, iktidarı
isteyelim. Elbette bunları istemekle
bize vermezler, almasını bilelim.
Almak için tüm milliyetlerden, tüm
inançlardan halk olarak güçlerimizi
birleştirelim, birlik olalım, mücadele
edelim, iktidarı alalım.
Kurtuluşumuz kendi iktidarımızı,
halkın iktidarını kurmaktan geçiyor,
HALKIN İKTİDARI IÇlN
SAVAŞALIM. Cephe 30 yıldır devrim
için, halkın iktidarı için savaşıyor.
Devrimciler halkın t iktidarı için şehit
düşüyor. Bunun için işkenceler
görüyor, kaybediliyor, kaüediliyor,
onlarca yıl hapis, idam cezalarına
çarptırılıyor.
Bu sömürü ve zulüm düzenin tek
alternatifi devrimdir, devrim için
büyük bedeller ödeyerek savaşan
Cephedir. Cephe düzenin tek
alternatifi, kurtuluşun tek yoludur.
Cephe halkın örgütlü gücüdür,
halkın iktidarı için savaşanların,
mücadele edenlerin örgütlü gücüdür.
Bu güçte, güçlerimizi birleştirelim,
bu gücü büyütelim, hep birlikte
iktidara yürüyelim ve alalım.*
Bugüne Kadar Verilen Oylar
Kimin İşine Yaradı?
Bizden oy istiyorlar. Kim için, ne
için?
Bunun cevabını bulmak için önce
bugüne kadar verilen oyların kime,
neye yaradığını, verilen oylardan
kimin ne kazandığının cevabını
vermek gerekir.
Yokluk yoksulluk, sıkıntı
içerisindeyiz. Durmadan artan işsizlik,
zamlar, enflasyon her gün biraz daha
belimizi büküyor. Eğitim, yol, su,
sağlık hizmetlerinden çoğu kez
yoksunuz. Ne çocuklarımızı
istediğimiz gibi okutabiliyor, ne
sağlığımıza gereken özeni
gösterebiliyoruz.
işçimiz; üç kuruş paraya hem de
her an atılma korkusuyla
çalışmaktadır.
Memurumuz; hakkını arayacak bir
sendikadan dahi yoksun, sefalet
ücretine mahkum edilmiştir.
Köylümüz; kimi yoksul ve
topraksızdır, kimi hala yarıcıdır, kimi
taban fiyatları zulmü altında
ezilmekte, tarladaki ürününü
kaldıracak güçten dahi yoksundur.
Öğrenci; attığı her adımda para
istenen okullarda, YÖK'ün baskı
yönetmelikleri altında, gerici-faşist
eğitimle halkına yabancılaştırılmaya
çalışılmaktadır.
Esnaf, kaç yıldır yaşama savaşı
veriyor.
Tabloya bir de genelden bakalım;
Yıkılan gecekondular, hastane
kapılarında rehin kalanlar,
ahlaksızlığa-fuhuşa itilen, uyuşturucu
ile alkolle geleceği yok edilmek istenen
gençler, kuyrukta ölen emekliler,
çaresizlikten intiharı kurtuluş olarak
görenler, cinnet geçirenler, çöplükten
skmek toplayanlar, ülkemizde her gün
aşanan insan manzaralarındandır.
Yarım asırdır bizim oylarımızla
iktidar olan düzen partileri, bu
tablonun yaratıcısıdır. Ülkemizi,
halkımızı getirdikleri nokta burasıdır.
Demek ki, verilen oylar, halkın
durumunu her geçen gün daha kötüye
Bu Yoksulluk,
Adaletsizlik,
Ahlaksızlık,
Zulüm Düzeni,
Emperyalizmin
ve İşbirlikçi
İktidarların
Eseridir.
gidişini engelleyememiş, soyguncu,
talancı, baskıcı düzen partilerine güç
vermiştir.
Ya bu tablonun öteki yanında ne
var? Yani egemen sınıflar ve onların
uşakları ne durumda?
Onlar bu onyıllar boyunca
durmadan zenginleştiler.
Holdinglerini büyüttüler. Onların
tablosunda, dolarların, markların
deste deste savrulduğu düğünler;
Avrupa'nın, Amerika'nın lüks eğlence
yerlerinde yapılan tatiller, yatlar, katlar
Biz yoksullaşırken onlar zenginleşti.
Çünkü hangi parti olursa olsun, kemer
sıkmak hep bize düşerken,
bizim vergilerimizden oluşan paralar
onlara hortumlandı.
Yani, adalet olmadı hiç.
Hakkım arayan işçi, memur, öğrenci
coplarla dövülüp işkencelerden
geçirilirken, kaybedilirken,
katledilirken, hapishanelere
doldurulurken, işkenceciler, uyuşturucu
kaçakçıları, kadın satıcıları, onlarca
insanın kanma giren katiller ellerini
kollarım sallayarak
DÜZEN
PARTİLERİNE
OY
VERME BU
DÜZENİ
YAŞATMA!
TEK YOL DEVRİM
dolaşmıyor mu?
Tablonun özeti bu.
Bugüne kadar verdiğimiz her oy, bu
düzeni güçlendirmiş, bugünlere kadar
sürmesini sağlamıştır.
Tablo da çok açık gösteriyor ki, bu
düzenden, bu devletten çıkarı olanlar
egemenler ve egemenlerin it
sürüleridir. Verilecek her oy; bu halk
düşmanlarının rahatlarının
bozulmamasını sağlayacaktır.
Verilecek her oy; daha fazla sömürü
daha fazla işkence, kayıplar, katliamlar
demektir.
Verilecek her oy; Susurluk düzenini
sürdürecektir.
Peki bu Susurluk düzeninin
sürmesini istiyor muyuz?
Bir avuç sömürücü, asalak, faşist
katil, mafyacı dışında kim ister bu
düzenin sürmesini!
Düzen partilerinin hepsi, Susurluk
partileridir.
Bugün düzen partilerinin hiçbirinin
birbirinden farkları kalmamıştır.
Sağcısı, solcusu, dincisi, muhafazakarı,
liberali... hepsi aynıdır. Hepsi
emperyalizmin politikalarının
uygulayıcısıdırlar. Hepsi MGK'nın
yürütmesi gibidirler. Hepsi halk
düşmanıdır. Hiçbiri halkın sıkıntılarını
çözemez. Hiçbiri halkın kendi kendini
yönettiği bağımsız demokratik bir ülke
istemez.
Çözüm halkın kendi iktidarıdır.
Çözüm halkın kendi iktidarı için
savaşmasıdır. Kurtuluş düzen
partilerinde, düzenin
parlamentosunda, seçimlerinde
değildir. Kurtuluş kavgadadır.
BUNLARA OYVERMEK, BU FAŞİST
DÜZENİ YAŞATMAKTIR!
BUNLARA OYVERMEK,
ADALETSİZLİĞİN, EMPERYALİZME
BAĞIMLILIĞIN, SÖMÜRÜNÜN,
ZULMÜN SÜRMESİ DEMEKTİR.
OYVERMEYELİM;
KENDİ İKTİDARIMIZ İÇİN
MÜCADELE EDELİM!*
SAĞ'dan SOL'a
PROGRAM'dan LİDER'e
VAATİerden GERÇEK'e
DÜN'den BÜGÜN'e
MHP
DÜZEN
PARTİLERİ
MİLLİYETÇİ
HAREKET PARTİSİ
MHP, siyaset sahnesinde adı kanla
anılan bir partidir. Diğer siyasi
partilerden ayrı olarak askeri
nitelikte bir örgütlenmeye sahiptir.
Faşist parti, yıllardır parti adında
"milliyetçi" sıfatını bulundurur. Ama
denilebilir ki, Türkiye'de MHP kadar
dış güçlere bağlı başka bir parti
bulmak zordur. Çünkü doğrudan
"dış güçler" tarafından
örgütlendirilmiştir.
Sivil faşist hareketin örgütlenmesi
doğrultusundaki ilk girişimler 2.
Paylaşım savaşı dönemine rastlar.
Alman faşizminin 1939'da atanan
Ankara Büyükelçisi Von Papen, eski
İttihatçılar ve Turancılar'dan "İhtilal
Birlikleri" adı verilen faşist bir örgüt
kurar. Nazi Almanyası bu yıllarda
Türkiye'deki faşist örgütlenme için
bol bol para gönderir. Bozkurl,
Çınaraltı, Ergenekon, Gökbörü,
Orhun gibi faşist dergiler birbiri
ardından yayınlanmaya başlar.
"Milli" faşistler Nazi parasıyla
milliyetçi propagandaya
başlamışlardır.
Alman faşizmi 1943'te cephede
yaşadığı sıkıntıların sonucu
Türkiye'de iktidarı almak için faşist
kadroları hareketlendirdi. İçinde
Alpaslan Türkeş'in de yer aldığı
"İhtilal Birliği"ne üye subaylar bir
darbe girişiminde bulundu. Ancak bu
girişim başarılı olmadı. 1944'ün
baharında başında Türkeş'in
bulunduğu ikinci darbe girişimi
oldu. Ancak bu da başarısızdı ve
ordudaki "İhtilalci Birlikler" adlı faşist
örgütlenme dağıtıldı.
1945-55 arası dönemde hiçbir dış
ülkeden destek alamayan sivil
faşistler etkisizdirler ve bu dönemde
daha çok sağ partiler içinde varlığını
sürdürdüler.
Alp aslan
T ü rk eş
FAŞİST Devlet Bahçeli
HAREKETİN 2. DÖNEMİ VE izler. Mahir Çayan'ın daha sonra
sömürge tipi faşizm olarak
FAŞİST PARTİ
Sivil faşist hareketin ikinci dönemi, adlandırdığı bu rejim, Almanya'daki,
Türkiye'nin yeni sömürgeleşrnosiyle İtalya'daki faşizmden farklı olarak,
yukarıdan aşağıya devlet kurumları
paralel bir seyir
ÇARE SEÇİM DEĞİL
aracılığıyla biçimlendiriliyordu.
Faşizm asıl olarak devlet
örgütlenmesine dayanıyordu. Tabii
bu faşizm çok çeşitli biçimlerde
kendine kitle tabanı yaratmaya da
çalışmaktaydı. Sivil faşist hareketin
yeni sömürgelerdeki misyonu da
böyle belirlendi. Onların görevi
faşizme kitle tabanı yaratmaktı. Bu
yeni dönemde gerek faşist
rejimlerin, gerekse de sivil faşist
hareketlerin hamisi artık ABD
emperyalizmiydi. Bu dönemde sivil
faşist hareketin önde gelen kadroları
ABD'ye giderek kontrgerilla
eğitiminden geçirildi. Bunlar
arasında yer alan Türkeş de 1948
yılında ABD'ye gitti. 1955 yılına
kadar Amerikan Harp Akademisi ve
Piyade Okulunda kontrgerilla
eğitiminden geçtikten sonra 1959'da
Türkiye'ye döndü.
Sivil faşistler 19501i yıllar boyunca
ABD'nin açık desteği ve
yönlendirmesiyle pek çok kentte
Komünizmle Mücadele
Dernekleri'ni kurdular. ABD'nin bu
dönem sivil faşist harekete
gönderdiği para 150 milyon dolarını
üzerindeydi.
1960'da iki ırkçı-faşist parti
Türkiye Köylü Partisi ve
Cumhuriyetçi Millet Partisi
birleşerek Cumhuriyetçi Köylü
Millet Partisi'ni oluşturdular.
27 MAYIS'CI
ALBAY'LIKTAN
BAŞBUĞLUĞA
27 Mayıs 1960'da Menderes
iktidarının ABD emperyalizmiyle
bütünleşme ve baskı politikalarına
karşı çıkan ordu içindeki
Kemalistlerin darbesine Türkeş
öncülüğündeki faşist kadrolar da
iktidarı alabilmek amacıyla katıldı.
Ancak darbeden sonra bu kesim
tasfiye edildi. Yeni Delhi
Büyükelçiliğine sürülen Türkeş'siz
sivil faşist harekette bir dağılma
süreci yaşandı. 1963'te Türkiye'ye
dönen Türkeş, Türkiye Huzur ve
Yükselme Derneğini kurarak sivil
faşist hareketi toparlamaya çalıştı.
Türkeş, 1964'te CKMP'y© katıldı.
1965'te yapılan kongrede ise
Komünizmle Mücadele Derneklerinin
desteğiyle CKMP Genel Başkanı
seçildi.
Sivil faşistler 1965'ten sonra bir
milis gücü olarak örgütlenmeye
başladı. 1967-68'lerde eski MBK'lı
faşist subayların yönetimi altında
CKMP'nin açtığı "komando
kampları"nda adam öldürme, kavga
ve savaş tekniklerini öğrenmeye
giriştiler. 1969'daAdana'daki
kongreyle birlikte partinin adı
Milliyetçi Hareket Partisi olarak
değiştirildi ve Türkeş de "Başbuğ"
olarak anılmaya başlandı.
Bu değişiklik üzerine 13 Nisan
1969'da MHP'den ayrılan Şaman
geleneğine bağlı kadroların kurduğu
Nasyonal Aktivitede Zinde İnkişaf
(NAZİ) adlı dernek Türkeş'in
komandoları tarafından basıldı.
Muhalif kesimler 1973'te Ankara'da
Şamanist kanattan Ali Balseven'in
öldürülmesinden sonra partiden
uzaklaştırıldılar. FAŞİST
PARTİNİN PALAZLANMA
DÖNEMİ
12 Mart faşist cuntasına kadar sivil
faşist hareket şiddete dayalı
örgütlenmeleri geliştirirken aynı
zamanda devlet içinde de
kurumlaşıyordu. 12 Mart cuntası
doğallıkla faşistlere dokunmadı. Ülkü
Ocaklarının sayısı 1975'lere
gelindiğinde 600'e ulaştı. Ülkü
Ocakları, Ülkücü İşçiler Derneği,
Ülkücü Köylüler Derneği, Ülkücü
Polisler Birliği gibi örgütlenmeler
oluşturuldu.
MHP 1963'ten 1973'e kadar
savaşın vurucu gücü yine
faşist MHP'dir. Ancak faşist
saldırılar ise halk
muhalefetini durduramadığı
gibi halk muhalefeti
giderek devrimci bir
muhteva kazanmaya
başlamıştı. Bu ortamda
işbirlikçi tekelci burjuvazi
MC hükümetinden
desteğini çekti. CHP
iktidara getirildi.
CHP iktidarı döneminde
faşistler halkı yıldırmaya
yönelik saldırılarını kitlesel
boyutlarda sürdürmeye
başladılar. 1 Mayıs 1977
katliamında, Malatya, Sivas
ve Çorum'da düzenlenen
provokasyonlarda, 16 Mart
1978 İstanbul Üniversitesi,
24 Aralık 1978 Maraş,
Bahçelievler, Piyangotepe
katliamlarında hep faşist
partinin mensupları birinci
dereceden rol
oynamışlardır. Polis,
faşistler, kontra
Abdullah Çatlı
örgütlenmesi, işbirliği
katıldığı seçimlerde % 2-3 arası oy
alabildiler. Sivil faşistlerin çok daha
yaygın biçimde kadrolaşma ve
örgütlenme olanakları bulduğu süreç
1. ve 2. MC hükümetleri dönemi
oldu.
l.MC
hükümeti.
döneminde, MHP
eğitim
kurumlarında,
polis içinde,
Gümrük ve Tekel
Bakanlığında
kadrolaştılar. Bu
olanakları
kullanarak
silahlandılar. I. MC
hükümeti 1977'de
ömrünü doldurdu
ve seçimlere
gidildi.
Faşist parti, MC
dönemi
olanaklarını iyi
kullandığını seçimlerde gösterdi.
MHP 1977 seçimlerinde % 6.4 oy
alarak 16 milletvekilliği kazandı. '77
seçimlerinden sonra AP, MHP, MSP
tarafından II. MC hükümeti kuruldu.
II. MC'nin halka karşı sürdürdüğü
TEK YOL DEVRİM
FAŞİST PARTİ
CUNTANIN
TARAFSIZLIK
POLİTİKASININ
KURBANI! 12 Eylül
Amerikancı faşist cuntasından
12 Mart gibi destek
göreceklerini ve hatta iktidar
ortağı olacaklarını düşünen
MHP kadroları 12 Eylül'le
birlikte tutuklamalar faşistlere
de yönelince bir
içindeydiler.
Abdullah Çatlı'lar,
M. Ali Ağca'lar, Veli
Can Oduncu, Ferhat
Tüysüz, Cengiz
Ayhan, Oral Çelik
gibi katiller, bu
dönemin açığa çıkmış
katillerinden
bazılarıdır.
çıktı. Esasında Muhsin Yazıcıoğlu
kanlı geçmişin sorumluluğundan ve
imajından kurtulma peşindeydi. Bu
ve benzeri gerekçelerle, içinde Ökkeş
Şendiller gibi Maraş katliamının
birinci dereceden sorumlularının da
bulunduğu kendi ekibiyle birlikte
ayrılarak eski misyonda ihtiyaç
duyulduğunda başvurulacak devletin
yedek gücü şeklinde örgütlenmeyi
esas alarak Büyük Birlik Partisi'ni
kurdu.
KANLI GEÇMİŞE İMAJ
OPERASYONU
şaşkınlık yaşadılar. Faşist cunta
tarafsızlık görüntüsü çizmeye
çalışıyordu. MHP üst yönetimi
hemen tamamen tutuklandı.
Ancak cuntanın MHP'lilere karşı
tavrı da "iküT'ydi. Bir yandan pek
çok faşist yönetici ve katil
tutuklanırken, cunta diğer yandan d;
aynı hareketin kadrolarını bir
yandan "gizli" olarak kontrgerilla
operasyonları için görevlendiriyor,
açık olarak da bürokrasinin önemli
noktalarına yerleştiriyordu. Çatlı'lar,
Oral Çelik'ler, bizzat cunta
tarafından görevlendirildiler. Faşist
katillerden ve MHP Genel
Başkan adaylarından ibrahim
Çiftçi de, cuntanın
hapishanedeyken kendilerine
operasyonlara katılma şartıyla
tahliye etmeyi teklif ettiğini
açıklamıştı.
MHP kadroları bu durumu 12
Eylül mahkemeleri sürerken
şöyle ifade etmişlerdi; "Biz
kendisi cezaevlerinde, fikri
iktidarda olan bir siyasi
hareketiz". Bu kadrolaşma cunta
sonrası hükümetler döneminde
de devam etti. Bir yandan devlet
içinde kadrolaşma sürerken, bir
yandan da Ayvaz Gökdemir,
Agah Oktay Güner, Yaşar
Okuyan, Esat Bütün, N. Kemal
Zeybek gibi sivil faşistlerin önde
gelen şeflerinin pek çoğu diğer
partiler içerisinde yer aldılar.
CUNTA SONRASI VE
BÖLÜNME
MHP, cuntanın sivilleşme
manevrasının bir parçası olarak
partilerin kurulmasına izin
çıktığında, Milliyetçi Çalışma Partisi
(MÇP) adıyla yeniden örgütlendi.
Ancak kadrolarının büyük
çoğunluğu dağılmıştı. Emperyalizm
ve oligarşi tarafından beklemeye
alınan sivil faşistler 1987-88'lere
kadar yayınlar ve ülkü ocağı benzeri
"Bizim Ocak" dergisi ve teşkilatları
sürdürdüler. Kasıl olsa "bir gün
lazım olacaklar"di.
rda sivil faşistler artık
halkın gelişen mücadelesine karşı
daha fazla devreye sokulmaya
başlandı. Kürdistan'daki ulusal
savaşın geliştiği bu dönemde,
faşistlerin en temel görevleri
şovenizmin yükseltilmesiydi. Faşist
partinin en sık boy gösterdiği yerler
artık milli maçlar, polis-asker
cenazeleri, infazlardı.
MÇP, tüm destek ve "MHP değişti"
propagandalarına rağmen, barajı
aşacak bir gelişme gösterememişti.
1991 genel seçimlerine Refah partisi
listelerinden katıldı ve parlamentoya
20 milletvekili soktu.
Özel Tim'lerin kuruluşuyla birlikte,
sivil faşistler bu oluşumun içinde
yeralmaya başladılar. MHP'lilerin
katılması önerisi gündeme gelince
sivil faşist harekette varolan çelişkiler
açağa çıktı ve bölünme yaşandı.
Muhsin Yazıcıoğlu'nun başını çektiği
grup "Başbuğ"larına karşı gelerek bu
şekilde özel timlere katılmaya karşı
Türkeş etrafında kalanlar ise
1992'deki anayasa değişikliğinden
sonra MÇP adını bırakıp yeniden
MHP adına döndüler. Maçları, polisasker cenazelerini şovenizmi
körüklemek için kullanan faşist
hareketin gerçekte bir politikası,
halka söyleyebileceği bir şey yoktu.
Bu yüzden bir yandan AzerbaycanErmenistan, Bosna Hersek-Sırp
çatışması gibi olayları kendi
propagandalarına malzeme yapmaya
çalışırken, aynı dönemde geçmişin
kanlı yüzünü silmek "imaj yenilemek"
için "MHP değişti", "liberal merkez
sağ çizgiye yöneldi" söylemleri öne
çıkarıldı. Sarkık bıyıklar kesildi.
Takım elbiseli, kravatlı boy
göstermeye başladılar. Türkeş,
Nazım Hikmet'ten şiir bile okuyordu
artık!
Ancak bu imaj
operasyonu bütün
olarak MHP'nin kanlı
geçmişini
unutturmaya yetmedi.
MHP, 1995 Genel
seçimlerinde %
:
10'luk barajı
aşamayarak
parlamento dışında
kaldı.
Faşist hareketin
dününden bugününe,
tüm sürecine
damgasını vuran
Alpaslan Türkeş'in
ölmesiyle birlikte
MHP içindeki koltuk
kavgası da kızıştı ve
sonuçta-yeni
ayrılıklarla
sonuçlandı. Türkeş'in
çocuğu Tuğrul Türkeş
ayrılarak Aydınlık
Türkiye Partisi (ATP) 'yi kurdu.
FAŞİST PARTİLER HALK
DÜŞMANIDIR
En başta belirttiğimiz gibi, faşist
partiler Türk milliyetçiliğini
savunduklarını söylerler. Ama aslında
ırkçı kafatasçıdırlar. Milliyetçilik
söylemleri de sadece bir demagojidir.
Çünkü bu partileri kuran
yönlendiren, politikalarını belirleyen
emperyalizmdir. CIA'nın
ÇARE SEÇİM DEĞİL
doğrudan müdahalesine tabidirler. 80
öncesi katliamlarda da,
Kürdistan'daki katliamlarda da
başrolü oynamışlardır. Misyonları,
görevleri budur zaten.
imaj değiştirmeye çalıştıkları bir
dönemde Kürtler'e "Kürt kardeşim"
diyen Türkeş, bundan kısa bir süre
sonra, Türkiye'nin değişik halkların
bulunduğu bir mozayik olduğu
sözleri üzerine "ne mozayiği ulan"
diyerek gerçek yüzünü ortaya
koymuştu. MHP'nin bu ve benzeri
her türlü "kardeşlik" görüntüsü,
söylemi sahtedir.
Susurluk bu kanlı faşist partinin
ilişkilerinin nerelere kadar uzandığını
bir kez daha herkese gösterdi. Sivil
faşist örgütlenmeler gerçekten de
geniş bir kirli işler ağına sahiptirler.
Bir yanıyla tüm varlıkları bunun
üzerine oturmuştur. Böylece hem
kendilerine mali kaynak yaratmış
olmakta, hem de karşı devrimci
görevlerini yerine getirmektedirler.
Kamuoyu karşısında kendilerine
"uygar" bir görüntü vermeye
çalışsalar da hem halka karşı her
türlü saldırının içinde, hem de
uyuşturucu ticaretinden çek senet
tahsilatına, gaspçılıktan,
kumarhanecilikten kadın satıcılığına
kadar her türlü pis işin içindedirler.
Örgütlenmek için Ülkü Ocakları,
Birlik Vakfı gibi kuruluşlar
kullanılmaktadır. Ama örgütlenmede
en çok devlet kurumlardan
yararlanmaktadırlar. BOTAŞ, TEDAŞ,
TCDD, ODÜS-THA, ÇİTOSAN, ET
BALIK KURUMU gibi KiT'ler,
Cumhurbaşkanlığı, enerji bakanlığı,
milli eğitim bakanlığı gibi
kurumlarda yerleşmiş durumdadırlar.
Aynı zamanda ordu, polis, özel tim
içinde yaygındırlar. Özellikle
Kürdistan'daki örgütlenmelerinin
temel dayanakları ordu, özel tim ve
korucu aşiretleridir.
Faşist partiler; Türk, Kürt, Laz,
Çerkeş, Gürcü, Arap, Boşnakhangi
milliyetten olursa olsun, alevi, sünni,
caferi, hristiyan hangi din ve
mezhepten olursa olsun, tüm
Anadolu halkının düşmanıdır; tarihi
boyunca halkın araşma düşmanlık
tohumları ekmeye çalışmış, bunun
için provokasyonlar düzenlemiştir,
işçinin, memurun, öğrencinin,
gecekondulunun, köylünün her türlü
hak alma eylemlerinin karşısına
satın, bıçağı, bombası, kurşunu ile
faşistler çıkmaktadır.
Bu ırkçı faşist partilere oy vermek,
halka karşı olmaktır.
Bu ırkçı faşist partiye oy vermek,
Maraş, Çorum, Sivas, Bahçelievler, 16
Mart katliamlarım onaylamak
demektir.
Herkesi, MHP'nin "uygar" yüzüne
kanmaması için uyarmak, tüm
halkın görevidir.*
VAAT VAAT VAAT VAAT VAAT
VAAT YALAN YALAN YALAN
YALAN YALAN YALAN YALAN
1950'den Bugüne Seçimler
NE VAAT ETTİLER?
NE YAPTILAR?
55
1987 SEÇİMLERİ;
BURJUVA
MUHALEFET 12
EYLÜLE KARŞI (!)
1983 seçimleri sonrası hemen
her yıl ara seçim, referandum
yapılmasına rağmen 12 Eylül'ün
baskı ve yasaklan tüm hızıyla
devam etmektedir. Geçen sürede
ANAP'm da cunta karşıtı değil
cuntanın devamı olan bir parti
olduğu görülmüştü. Bu koşullarda
12 Eylül'ün baskı ve yasaklarının
hala sürüyor oluşu en güncel
sorunlardan birisidir.
VAATLER: Düzen partileri seçim
propagandasında esas olarak bu
durumu kullanırlar. DYP'nln temel
sloganları "Yasaksız Türkiye",
"Konuşan Türkiye"dir. Demirel bol
bol "Millet İradesinin
üstünlüğü"nden sözeder. înönü'lü
SHP de bu dönemde "Çoğulcu ve
Katılımcı Demokrasi" sloganıyla
"demokratikleşme"yi ve "insan
haklan"nı öne çıkarır.
İki parti de 12 Eylül
Anayasasının değiştirileceğini
vaadeder.
ANAP ise "statükonun
savunucusu" durumundadır. Özal
bir yandan "12 Eylül öncesine mi
dönmek istiyorsunuz?" tehditleriyle
halkta korku yaratıp, DYP'nin,
SHP'nin önünü kesmeye çalışırken,
tabii vaatlerde bulunmayı da ihmal
etmez; "Uygar çağdaş Türkiye"den,
"2000 yılma kadar batılı ülkeler
haline gelmek"den söz eder.
Seçim sonuçlarında bu sloganlar
etkili belli olur. ANAP büyük oy
kaybeder, ancak birinci parti
olmayı sürdürür. DYP seçimler
öncesindeki "demokrat" kimliğiyle
ikinci parti olmayı başarır. Sol
tabanın patlama yapmasını
beklediği SHP ise ancak üçüncü
parti olmayı başarabilmiştir.
ANAP iktidarı kurulur. Değişen
yine bir şey yoktur. Halka verilen
vaadler yerine getirilmez.
1991 SEÇİMLERİ; YER
GÖK VAADEDİLİYOR
20 Ekim'de yapılan '91 Genel
Seçimleri, belki de Türkiye
tarihinin gördüğü en bol vaadli
seçimdir. Yerde-gökte
vaadedilmedik bir şey kalmaz.
Emperyalizm ve oligarşinin
güvenilir adamı, demokrasi
düşmanı Demirel meydanlara
inmiş, "demokrasi aşığı"
kesilmiştir.
Halk 11 yıldır, 12 Eylül faşizminin
ve devamı olan Özal iktidarının
baskı ve zulmü altında inlemiştir.
Bu yüzden, "demokrasi", "insan
hakları" yine en çok konuşulan ve
vaadi verilen konular olmuştur.
"İşkenceyi kaldıracağız",
"Demokrasiyi yerleştireceğiz" vb.
sözler, vaadler, bütün burjuva
politikacıların dillerindedir.
Demirel, "şeffaf karakollar"
vaadeder. "12 Eylül'den Hesap
Soracağız" der İnönü...
Demirel "Kürt realitesini
tanıyoruz" der. İnönü daha da ileri
gider, "Kürt sorununu demokrasi
ve insan hakları temelinde
çözeceğiz" der.
Demirel "yeşil kart" vaadeder.
inönü "Memura sendika hakkı"
verecektir.
Erbakan da bunlardan geri
kalmaz.
"Faizleri kaldıracağız",
"Ayasofya'yı ibadete açacağız",
"YÖK'ün yerini ilmi şura alacak",
"Milli sanayiyi kuracağız" deyip
durur.
Demirel tüm söyledikleri için,
"500 gün süre" ister. 500 günde
herşeyi halledecektir.
SHP seçim propagandasını "3D"
formülüyle özetliyordu. 3D,
Demokrasi-Değişim-Dayanışma
demekti.
Hepsi ANAP'a karşıydı. İnönü
bunları "limon gibi sıkacağız"
diyordu. DYP "Ne Anavatan, Ne
Haneden" sloganını kullanıyordu.
RP ise "ANAP'ı geç, Refah'ı seç"
sloganını tercih etmişti.
Oyun biter. Perde kapanır. Seçim
ortamının tozu dumanı dağılmaya
başlar. Seçimler sonucu değişmin
demokratikleşmem/!
propagandasını yapanlar kazançlı
çıktı. DYP sloganları ve vaatleriyle
birinci partiliğe yükselmişti. SHP
beklenen patlamayı yapmak bir
yana donuk seçim sloganları ve
kampanyasının sonucu olarak
gerileme yaşamıştı. RP ise oylarını
arttırmıştı. DYP-SHP Koalisyon
hükümeti kurulur.
İCRAAT:
DYP-SHP Hükümeti dönemi, her
türlü katliam ve işkencenin o güne
kadar görülmedik oranda arttığı bir
dönem oldu. Binlerce insan
katledildi, yüzlerce insan
kaybedildi. Yüzbinlerce Kürt göçe
zorlandı.
Demirel, Diyarbakır'da "Kürt
realitesini tanıyorum" demişti.
Bunun ne anlama geldiği çok
geçmeden açığa çıktı. '92 yılı
Newroz kutlamalarında
Kürdistan'da sokağa dökülen
binlerce insan üzerine mermiler
yağdırıldı.
1992'de Şırnak, Kulp, Cizre,
Çukurca gibi ilçeler ablukaya alınıp
terör estirildi. Sonuç her birinde
onlarca ölüydü. 1993'te Hakkari,
Yüksekova, İdil, Diyadin, Silopi ve
Lice benzer saldırılara hedef oldu.
Nüfusu 10 bine yakın olan Lice'de
1000'e yakın insan kalmıştı. Benzer
saldırılar '94 ve '95 yıllarında da
yaygınlaşarak devam etti. Resmi
rakamlara göre '94 yılında boşaltılan
köy sayısı 2297 idi. DYP-SHP
iktidarı döneminde Kürdistan'da
"faili meçhul" cinayetlerde binden
fazla insan katledildi.
Katliamların yanı sıra "kayıp"
politikası DYP-SHP Hükümeti'nin
halka yönelik belli başlı saldırı
politikalarından biri haline geldi. 12
Eylül 1980'den 1991yılana kadar
toplam "kayjp" sayısı onlarla ifade
edilerek bu sayı 92-95 yılları
arasında 300'e yaklaştı.
Sözde inşan hakları ihlallerini
önlemek için insan Haklan
Bakanlığı kuruldu. Bu bakanlığın s
en önemli icraatı ise bakanın
Ankara'da beş Devrimci Sol
savaşçısının katledilmesi
operasyonunu izlemesi ve katliamın
şakşakçılığını yapması oldu.
Sivas'ta 2 Temmuz 1993'te 35
aydının kaldıkları otelde diri diri
yakılması; 12 Mart 1995'te Gazi
Mahallesi'nde onlarca insanın
katledilmesi DYP-SHP Hükümeti
döneminde gerçekleşen
katliamlardı.
DYP'NİN'91 SEÇİMLERİNDEKİ VAADLERİ
- Halk ve yönetim arasında güven sağlanacak.
- Yolsuzluk yapmış bürokratlar tasfiye edilecek.
- Bozulan gelir dağılımı düzeltilecek, enflasyon yüzde 10'tın altına
indirilecek.
- Yeşil Kart uygulaması ile sağlık hizmetleri parasız olacak, her köye, her
mahalleye sağlık evi \apilacak.
- Beş yıl içinde her aile bir ev, bir de otomobil sahibi olacak.
- Emeklilik süresi düşürülecek ve herkese emeklilik hakkı sağlanacak.
- İşsizlik sigortaM oluşturulacak, asgari ücret vergi dışı bırakılacak.
- Memurlara sendika hakkı tanınacak.
- işçi haklarını kısıtlayan 12 Eylül hukuk kuralları kaldırılacak.
- YÖK kaldırılacak, üniversitelere özerklik tanınacak.
- Askerlik süresi kısaltılacak.
- Seçmen yaşı 18, seçilme yaşı 25'e indirilecek.
- Bazı ilçelere verilmiş il vaadi yerine getirilecek.
- Her ile bir havaalanı yapılacak.
- Dili, dini, mezhebi, inancı ne ohırsa olsun herkes birinci
kabul edüecek.
- Tüm karakollar, adli makamlar şeffaf olacak, insan hakları ve temel
özgürlükler uygulanacak.
- Herkes düşündüğünü özgürce söyleyip yazabilecek.
TEK YOL DEVRİM
Seçirn öncesinde "herkese iki
anahtar" vaat edilmiş, "500 günde
enflasyonun yüzde 10'un altına
düşeceği" sözü verilmişti. Bunun
yöreni IMF'nin dayattığı ve ikinci
bir "24 Ocak" olarak
nitelenebilecek "5 Nisan Paketi"
açıldı. Özelleştirmelerle KiT'ler
yangından mal kaçırırcasına
emperyalizme ve işbirlikçilerine
peşkeş çekildi.
Kısacası; Söylenen hiç bir şey
gerçekleşmez. Halk yaşadığı
acıların daha da beterini yaşamaya
başlar.
24 ARALIK 1995
GENEL
SEÇİMLERİ
24 Aralık 1995 seçimlerine
giderken burjuva partilerinin ipliği
öyle bir pazara çıkmıştır ki, halka
öyle bol vaadde bulunabilecek bir
durumları kalmamıştır.
DYP, ANAP, CHP tamamiyle
yıpranmış bir durumdadır. Ama iki
yüzlüdürler. Burjuva politikasının
doğası gereği yine de vaadlerde
bulunacaklardır.
DYP'nin başında Çiller vardır;
"Şimdi Gümrük Birliğine girdik.
İnşallah en kısa zamanda daha
demokratik Türkiye yapacağız"
derken seçim bildirgesinde de
"işsizlik sigortasına geçilecek",
"yeni istihdam yaratılacak"gibi
vaadlerde bulunmaktadır.
Dört yıl boyunca, (1991'den
1995'e) DYP'nin koalisyon ortağı
olarak halka karşı yürütülen savaşın
koltuk değneği olan, kontrgerillanm
istediği yasaları tam bir emir kulu
olarak çıkarmakta kusur etmeyen
CHP ise, "Devleti ele geçiren
karanlık güçler" edebiyatı yapar.
Yine "Demokratikleşme" vaad
etmekte, "Yeni sol" safsatalarıyla sol
maskesini korumaya çalışır.
ANAP, seçim sonrası için "Güney
Doğuya silahsız çözüm"den,
"demokratikleşme"den bahseder.
Ecevit de geri durmaz. O da yeni bir
anayasadan sözedip, "Vergi yükü
eşit dağıtılacak", "sosyal güvenlik
sistemi uluslararası standartlara
çıkarılacak" diye vaatler sıralar. RP
de tabii onlardan geri kalmaz.
SANKİ YILLARDIR İKTİDARDA
OLANLAR ONLAR DEĞİLDİR!
24 Aralık 1995 seçimlerinde RP
yüzde 21 oy oranıyla birinci parti
durumundadır. İşbirlikçi tekelci
burjuvazinin gönlü ANAYOL
koalisyonundan yana olur. Hükümet
kurulur. Halka karşı topyekün bir
savaş başlatılır Sonuçta koalisyon üç
ay devam edebilir. Yerine REFAHYOL koalisyonu kurulur.
İCRAAT:
Muhalefetteyken "MGK'yı
kaldıracağız", "Anayasayı
değiştireceğiz" , "şeffaf ve temiz
yönetim", "devlet kapısı şefkat
kapısı olacak" diyen RP
iktidardayken bu sözlerini unutur.
-OHAL için "zulüm yönetimi"
nitelemesi yapan RP hükümet
olunca, OHAL'in süresinin
uzatılması için MGK'nın
emirlerinin dışına çıkmaz.
- Siyonizm karşıtlığını bir tarafa
bırakarak, İsrail'le işbirliği
anlaşmaları imzalar. ABD'nin
çıkarları temelinde bir dizi
anlaşmaya imza atar.
-RP aynı U dönüşünü Çekiç Güç
konusunda da yapar.
Muhalefetteyken Çekiç Güç'e "İşgal
kuvveti" diyen RP, hükümette Çekiç
Güç'ün süresini uzatır.
- RP döneminde Ocak 1977'de,
Başbakan ve Bakanlar Kurulunun
yetkilerini MGK Genel Sekreterine
bırakan Başbakanlık Kriz Yönetim
Merkezi kurulur.
- Bununla da kalınmaz, 28 Şubat
77'de ordu siyasete doğrudan
müdahale eder. Kararların altına
Erbakan'ın imzasını koydurur.
-RP 3 Kasım 1996'da ortaya çıkan
Susurluk'un üzerine de gitmez.
Yaptığı Susurluğun üstünü
kapatmaya çalışmak olur.
1998 18 NİSAN SEÇtMI.RRt
Bir kez daha sandıklar kuruldu.
Demokrasicilik oyunu bir kez daha
cicili bicili günlerine döndü. Kırk
yıllık bildik partiler, kırk yıldır sanki
kendileri iktidar değilmiş gibi, yine
karşımızdalar.
VAATLER:
Bugün gündemde yeni bir seçim
vardır. Seçim yeni olmasına rağmen,
düzen partilerinin yöntemleri bütün
seçimler gibi aynıdır, eskidir. Bu
seçimlerin bir özelliği de artık
partilerin vaatte bulunurken eskisi
gibi rahat olamadıklarıdır. Çünkü
vaatler inandırıcı gelmemekte, halk
üzerinde etkili olmamaktadır.
Hemen herşeyin vaat edildiği
'91'den bu yana bütün partiler
iktidar olmuş, fakat hiçbiri en ufak
bir vaadini gerçekleştirememiştir. Bu
yanıyla halkı aldatmakta
zorlanmaktadırlar. Bundan dolayı
aldatmacayı bu defa vaadlerle değil
de, "sözleşme" taahhüt", "proje" gibi
süslü sözlerle sürdürmeyi
denemektedirler.
DYP "Yeter söz milletin" diyerek
DP yi taklit edip, "ikinci demokrasi
projesi" ile çıkıyor seçmenin
karşısına. Birincisinin icabına baktı,
sarı ikincide demek ki! CHP de ne
olduğu belirsiz bir "Türkiye projesi"
gevelemektedir. CHP'nin Türkiye
projesinde: "İnsan
SHP'NİN'91 SEÇİMLERİNDEKİ VADLERİ
- Yargı bağımsızlığı gerçekleştirilecek DGM'ler kaldrılacak
- İdam cezası kaldırılacak.
- İşkencenin kökü kazınacak.
- Kürdi stan'da OHAL ve koruculuk kaldırılacak, dil özgürlüğü getirilecek.
- Pahalılık ve enflasyon iki yıl içinde alt edilecek.
- Parası olmayan hastaların tedavisi sağlanacak, eğitime ayrılan bütçe iki
kaüna çıkarılacak.
- Köşe dönmeciliğe son verilecek, dar gelirliler için sosyal konutlar
kurulacak.
- Emeklilik yaşı indirilecek.
- Asgari ücret verdi dışı bırakılacak.
- Anayasa değiştirilecek, YÖK kaldırılacak, özerk üniversiteler kurulacak,
- Kadın sorunları bakanlığı kurulacak,
- Çiftçilerin Ziraat Bankası'na olan borçları bir defaya mahsus silinecek,
- Seçmen yaşı 18, seçilme yaşı 25'e indirilecek,
- Askerlik iki aya indirilecek.
haklarına saygılı, özgürlükçü,
demokrasiyi yerleştirmek,
Türkiye'yi temiz siyaset ve yargı
bağımsızlığına kavuşturmak"tan
falan bahsediyor. CHP 20 küsur
yıldır aynı türküyü söylüyor. CHP
belki de bunun farkında olduğu için
somut olsun diye kadınlara,
gençlere senetier, tapular dağıtarak
inandırıcı olmaya çalışmaktadır.
MGK karşısında hizaya gelen,
iktidarı döneminde Siyonizmle
balayı yaşayan FP ise, bu seçimlerin
en keskin demokratı (!) kesildi.
İnsan hakları ve inançlara özgürlük
vaatleri propagandasının temelidir.
Ama kendisi ölüm oruççularının
inançları karşısında ne yaptığının
unutulduğunu sanıyor olmalıdır.
'99 seçimlerinin bir özelliği de
Susurluk'tan sonra ortaya çıkan
devletin çeteci ve kontrgerillacı
yüzünün partiler tarafından kendi
lehlerine kullanılmak istenmesidir.
Bugün bunun en fazla demagojisini
ANAP ve Mesut Yılmaz
yapmaktadır. ANAP halkı aldatmak
için hazırladığı Susurluk Raporu'nu
ve üç beş mafya artığını
tutuklamasını kullanarak çetelerle
mücadele ettiği imajını vermeye
çalışmaktadır. ANAP'dan DSP'ye,
CHP'ye kadar çoğu, halkın çetelere
duyduğu öfkeyi ve adalet isteğini
sömürmeye çalışmaktadırlar.
İCRAAT BUGÜNDEN BELLİ;
Hangi parti iktidara gelirse gelsin,
ne vaat ettikleri üç beş şeyi yerine
getirecekler, ne enflasyonu
düşürecekler, ne de çetelere
ilişeceklerdir. Susurluk sürecektir.
Daha doğrusu düzen partileri
sürdürmeye çalışacaktır.
Ama halk buna izin verecek mi?
Seçim sonrasında neyin nasıl
olacağını belirleyecek olan asıl
olarak bu sorunun cevabıdır.
Şunu kesin olarak söyleyebiliriz:
Herkes, herşeyin farkındadır.
Halk artık bu oyunun aldatılan
tarafı, seyircisi olmayacak
ÇARE SEÇİM DEĞİL
Çok partili dönemin başından
bugüne kadar hemen tüm
seçimlerdeki VAATLERİ ve
İCRAATLARI özet olarak
aktardığımız bu yazı dizimizde de
görüldüğü gibi Susurluk devletinin
onyıllardır sürdürdüğü seçim oyunu,
YERİNE GETİRİLMEYEN
VAATLER DİZİSİ'nden ibarettir. Her
seçim sonrasında vaatler geride
kalmış, daha fazla sömürü, daha
fazla zulüm gelmiştir. Geçmiş
yıllarda düzen partileri bol keseden
vaatlerde bulunurken artık onu da
yapamaz durumdadırlar. Artık tek
propagandaları geçmiş yıllardaki
bir banka reklamına dönmüştür:
"Birbirimizden yoktur farkımız,
ama biz Osmanlı bankasıyız..."
Adına DÜZEN PARTİSİ dediğimiz
bu "banka"ların hepsinin amacı
tektir, halkı soymak. Bunun için
YALAN, İKİYÜZLÜLÜK,
SAHTEKARLIK, ALDATMACA,
KATLİAM, BASKI, TERÖR, her şey
mubahtır.
HALKIN ARADIĞI ÇARE,
ARADIĞI UMUT, BU VAATLER
KOMEDİSİ DEĞİLDİR.*
RP'nin 1995
Seçimlerindeki Vaatleri
- Faiz kalkacak,
- Batıcı, taklitçi ve kapitalist
zihniyet terk edilecek,
- İşçi-işveren arasındaki iktisadi
ilişkilerin adilleştirilmesi
sağlanacak,
- istihdam alanları açılacak.
- Haksız kazanç ve rüşvet
Önlenecek
- Sanayi atılımı yapılacak
- Ücretlilerden vergi
alınmayacak, emeğin hakkı
verilecek,
- Herkes sigortalı olacak, isteyen
emekli olacak,
- Sağlık sorunları çözülecek,
- Okul kapılarındaki polisler
türbanlı kızlar önlerinden geçerken
selam duracaklar.
"İŞKENCECİLERE VE
FAŞİST TERÖRE KARŞI
MÜCADELE
KAMPANYASI"
Devrimcilerin gün geçtikçe halkla
ilişkilerini geliştirmeleri, onların
desteğini almaları, faşist odaklan bir
bir dağıtarak faşizmin halkı teslim
alma politikalarına karşı anti-faşist
mücadeleyi yükseltmeleri oligarşiyi
daha da saldırganlaştınr. Polisi,
askeri, kontra faşist çeteleriyle her
türlü yöntemi kullanarak halk
üzerindeki baskı ve terörünü artırır.
örneğin, Aybastı'da halkın adını
nefretle andığı Nevzat Karayün ve
faşist çetesi polis ve jandarmanın
korumasında yaptığı katliamlarla
bölgede terör estirmektedir. Bu
faşist çete 29 Haziran 1980'de
görevli gittikleri Tokat'ın Reşadiye
ilçesinden dönen Aybastı'lı Saim
Güngür, Mustafa Özer, Kamil
Yılmaz, Ahmet Erikli ve Kemal
Sayın adlarındaki 5 PTT işçisini
Reşadiye ilçesi sınırlan içinde
pusuda katletti. Devrimcilerle
beraber silahlanarak cenazeleri
almaya giden Aybastı'hlara, faşistler
provokasyon yaratmak amacıyla
kışkırtarak getirdikleri Reşadiye'deli
halkın arasından ateş açtılar. Halkın
güvenliğini almak için bölgede
bulunan Devrimci Sol savaşçılarının
zamanında müdahalesiyle iki halk
arasındaki çatışma engellendi.
Müdahale üe birlikte Reşadiye
halkından insanlar faşistlerden
ayrılarak geri çekildi. Ormanlık alan
içinde faşistler, jandarma ve
gerillalar arasında yaşanan
çatışmadan sonra bunlann da geri
çekilmesiyle cenazeler alınarak geri
dönüldü.
Katledilen bu 5 emekçi insanı
kimlerin öldürdüğünü bölgedeki
bütün halk bilmektedir ama katilleri
bugüne kadar hala "ortaya
çıkanlamamıştır."
79'da bölgede gerilla
örgütlenmesine de başlayan
Devrimci Sol, faşist saldırıların iyice
yoğunlaştığı 1980 Temmuz'una
gelene kadar Samsun'da Hüseyin
Ulu, Çorum'da Mehmet Maraş, Ordu
Aybastı'da Hikmet Kuru, Alaattin
Genç, Ahmet Çoban, Kadir Doğan,
Ercan Gündoğdu, Aykut Kaynar'ı ve
Metin Yaçmkaya'yı şehit verdi.
Temmuz ayının son günü ise
faşistler katliamlanna bir yenisini
eklediler. Aybastı'nın Kabataş
köyünde (şimdi ilçe) oturan
Devrimci Sol taraftan üç yoksul
köylüyü, Yusuf Tecim, Ahmet Tecim
ve Fatma Özçelik'i katlettiler.
1980'nin yaz aylan kitleden tecrit
olan faşistlerin saldırılannı
sürdürdükleri ve devlet terörünün
giderek arttığı bir dönemdi. Yaşanan
bu gelişmeler üzerine Devrimci Sol,
Temmuz ayında "İşkencecilere ve
Faşist Teröre Karşı Mücadele
Kampanyası" başlattı. Bu kampanya
çerçevesinde Karadeniz bölgesinde
silahlı silahsız bir çok eylem, faaliyet
gerçekleştirildi. Bunlardan bir
bölümü şunlardır: Zonguldak,
Ereğli, Karabük, Kastamonu, Küre,
İnebolu, Bolu, Kıbnsçık-Ydgdca,
Gerede, Trabzon, Tokat, Samsun,
Gerze, Ordu, Aybastı ve Merzifon'da
yazılamalar, pullamalar yapıldı,
afişler yapıştırıldı, el ilanlan
dağıtıldı. Duvar gazeteleri ve
pankartlar asıldı. Faşistlerin
işyerleri, otolan, bankalar
bombalandı. Yollar trafiğe kesilip
pankartlar asıldı.
Ordu'daki faşist Ülkü Bir binası
FAŞİST KONTRA
ÇETELERİN
ARKASINDAKİ GÜÇ
Sivil faşistler devletin verdiği her
türlü destekle yerleştikleri Ünye'yi,
Ordu ili ve çevresinde halka yönelik
saldırıların merkezi durumuna
getirmiştir. Ordu'ya vali olarak
atanan tescilli faşist Reşat Akkaya
"MHP'nin Valisi" gibiydi. Devletle
ilgili resmi işlerini bile MHP
aracılığıyla yürütüyordu, örneğin,
doğrudan MHP Genel Merkezi'ne
yazdığı (Cunta sonrasında MHP
iddianamesinde de yer alan)
yazılardan biri şöyledir:
"1-İstenen kadro ve takviyelerin
yapılması; 2- Araç, gereç silah ve
mühimmat bakımından takviye; 3Fatsa, Aybastı ve Gölköy'le ilgili özel
tedbir taleplerinin yerine
getirilmesi; 4-lstihbarat ile ilgili
talebimiz; 5-MİT bölge müdürü ile
ilgili talebimiz; 6-Jandarma
komandosunun da bölük seviyesine
çıkarılması."
İtirafçı faşistlerin ifadeleri ile
"MHP ve Ülkücü Kuruluşlar
lddianamesi"nde yer alanlar,
faşistlerin polis-asker-devletle
yaptıkları işbirliğini tüm
çıplaklığıyla ortaya koymaktadır.
ÇARE SEÇİM DEĞİL
tahrip edildi. Ordu Emniyet
Müdürlüğü bombalandı.
Merzifon'da DY'li Demokrat gazetesi
muhabirinin katledilmesinden sonra
faşistlere ait yedi mesken tarandı,
Ülkücü Esnaflar Derneğinin
örgütlenmesi engellenerek dağıtıldı ve
burada üstlenmeye çalışan faşistler
kovuldu. Çıkan bir çatışmada
faşistlerden iki, Devrimci Sol'dan bir
kişi yaralandı.
1980 Temmuz-Ağustos'unda
Zonguldak-Karabük'te devrimci
mücadelenin yükseltilmesi için
çalışma yürüten Devrimci Sol
taraftarları, kampanyayla birlikte
faaliyetlerini daha da yoğunlaştırarak
faşistlerin cezalandırılması, faşist
odakların dağıtılması, halkın can
güvenliğinin sağlanması ve ajitasyon
propaganda çalışmalarını örgütlü bir
biçimde hayata geçirmeye çalıştılar.
Merzifon'da Alevilerin yoğun
olduğu mahallelere faşistlerin gençyaşlı demeden saldmya geçmeleri
üzerine Devrimci Sol taraftarlan halkın
can güvenliğini sağlamak için faşistlere
yönelik cezalandırmalar
gerçekleştirdiler.
Aybastı'da kavgalı iki köy arasındaki
çelişkiyi gidererek banşmalarını
sağlayan Devrimci Solcu Nuri Aslan ve
Metin Köse, 12 Ağustos'ta banş için
yapılan toplantıya giderlerken trafik
kazasında yaşamlannı yitirdiler.
Eylül 1980 tarihli Devrimci Sol
dergisinde, Karadeniz Bölgesi'ne
ilişkin yapılan değerlendirmenin bir
bölümünde şöyle denilmekteydi:
işte bunlardan küçük bir bölüm: "...
Biz bu polislerle mahallede komünist
olarak tanıdığımız şahısların evlerini
aramaya giderdik. Bu polisler
yaptığımız aramalarda ele geçirilen
silahları bize verirlerdi. Silah yasak
olup, silahın sahibi suçlu duruma
düştüğünden hiç sesini çıkarmazdı."
"...Bafra Ağır Ceza Mahkemesi'ndeki
bir davada Hicabi Koçyiğitadlı kişi...
Bafra TÖB-DER binasının
bombalanmasının MİT-Emniyet-Asker
üçlüsünün oluşturduğu özel tim
tarafından planlandığını, kurşunlama
ve bombalama olayını da bizzat
kendisinin gerçekleştirdiğini
söylemiştir. Hicabi Koçyiğit'in ifadesine
göre olayın planlanmasında MİT
mensubu Saffet Polat, Ankara Emniyet
Müdürlüğü'nde görevli Komiser Zeki
Kaman hazır bulunmuştur. Saffet
Polat ile Samsun'a gitmiş, orada
kendilerine MİT mensupları 'Osman ve
Yaşar Beyler' yardım etmiştir.
Kendisine Samsun MİT'İ tarafından
8888 nolu tabanca verilmiştir."
-25-
-KURTULUŞ -
ANADOLU
-Sayı 24/2 Nisan 1999-
"Oligarşinin ülke genelindeki
devrimcilere yönelik
operasyonunun bir parçası olan
Karadeniz Bölgesi'nde,
devrimcilerin de iradesi dışında
sınıflar mücadelesinin ivmesi
ileri fırladı. Ve Karadeniz'in bir
çok biriminde halkın 'can
güvenliği' çözülmesi gereken en
önemli sorun olarak
karşımızdayken, aynı koşullar
silahlı mücadelenin zeminini,
halkın silahlanmasını da
birlikte getiriyor. Devlet
güçlerinin yoğun baskı ve
terörünün sadece Türkiye
Kürdistan'ına ait olduğu, diğer
yerlerde bunun olamayacağı
özellikle "Kürt Solu"na ait bu
düşünce de mahkum oluyor.
Her an, devrimcilerle resmi
devlet güçlerinin karşı karşıya
çatışabildiği bu ortam, birden
ülkede mücadelenin ivmesini
tırmandırmıştır. (...) Alanı
Oligarşiye teslim etmek, halkın,
halk düşmanı faşistlere
bırakılmasıyla özdeş olduğunu
artık anlamalıyız. Devleti
'Kerim'görmüyorsak, bir sınıfın
baskı aracıysa ve de
kurumlarıyla faşistse yapılacak
şey -taktik değişiklikler dışındadevrimci şiddet perspektifinde
mücadele ederek kitlelere
ulaşmak, örgütlemektir."
CUNTA DÖNEMİNDE
KARADENİZ
12 Eylül'den sonra cunta,
Karadeniz genelinde terör
estirirken, devrimcilerin en çok
örgütlü olduğu Ordu'da Aybastı,
Fatsa, Ünye, Giresun'da Espiye,
Samsun'da Havza, Trabzon'da
Beşikdüzü gibi yerlere özel bir
ağırlık verdi. Karadeniz
Karadeniz olalı bu kadar askeri
birarada görmemişti.
Operasyonlarda yüzleri maskeli
faşistler, işbirlikçi muhbirler
YUSUF TECİM,
AHMET TECİM
VE FATMA
ÖZÇELİK'İN KATİLLERİNİN
CEZALANDIRILMASI
Faşistlerin Aybastı Kabataş'ta
katlettikleri Yusuf Tecim, Ahmet
Tecim ve Fatma özçelik sadece
devrimcilere sempatisi olan,
evlerini devrimcilere açan ve
ellerinden geldiğince yardımcı
olmaya çalışan insanlardır.
Dışarıdan gelen faşistler kasabanın
dışında oturan bu insanların
evlerine saldırarak hunharca
katlettiler.
Katliamdan bir süre sonra
Devrimci Sol gerilla birliğinin
dinlenmek için mola verdiği köye
katillere ilişkin bir istihbarat ulaştı.
Bilginin kaynağı Devrimci Solcu
bir öğretmendir. Gelen bilgiyi
kesinleştirmek ve detaylandırmak
için birlikten 6 gerilla ayrılarak
oldukça uzakta olan öğretmenin
evine gitmek üzere yola
koyuldular, iki saatlik bir
yürüyüşten sonra Devrimci Solun
örgütlü olduğu bir başka köye
ulaştılar. Köyün gençleri ve halkla
yapılan sohbette, köylüler
köylerine silah ve mermi takviyesi
yapılması talebinde bulundular.
Talebin karşılanması için
gençlerden birini yazdıkları notla
gerilla birliğine gönderen gerillalar
ertesi sabah köyden ayrılarak
yağmur altında yol üstündeki bir
başka köye geçtiler.
Bu köyden sonra yol güzargahı
üzerinde artık devrimcilerin
örgütlü olduğu köyler
bulunmuyordu. Bu nedenle yola
gece devam edilmesine karar
verildi. Gün ağarırken öğretmenin
evine ulaşılarak istihbarat
netleştirildi. Katillerden biri
çevredeki köylerden birinde
oturmakta ve katıldığı katliamı
övünerek çevresindekilere
anlatmaktaydı. Gerillalar vakit
geçirmeden faşistin bulunduğu
köye yöneldiler. Köye
yaklaştıklarında son hazırlıklarını
yaparak eylem planını hazırladılar.
Faşistin evinin köy dışında olması
işlerini kolaylaştırıyordu. Ormanlık
alandan yaptıkları uzun bir
yürüyüşten sonra faşist katilin
evinin arkasında bulunan ormanlık
tepeye ulaştılar. Dürbünle son bir
kez daha köyü gözden geçirdiler.
Köy sakindi.
TEK YOL DEVRİM
Gerillalardan ikisi evin çevresini ve
içini kontrol etmek amacıyla
tepeden aşağı inerek eve doğru
yaklaşırken, diğerleri de ormandan
çıkıp evin yamacında bulunan
fındık bahçesine yayılarak evi
sardılar. Eve yaklaşan gerillalardan
biri camdan içeri baktığında
faşistlerin içeride silahlı olarak
oturduklarını gördü. Gerillaların
açtığı ateşle katliamı gerçekleştiren
faşist cezalandırılırken yanındaki
faşistlerden iki-üç tanesi de
yaralandı. Eylemden sonra
gerillalar kayıp vermeden
çekildiler. Bu eylem yörede
devrimcilere karşı büyük bir
sempati ve güven yaratmıştır.
—Sayı 24/2 Nisan 1999AĞUSTOS 1980,
KASABA BASKINI
Cunta öncesinde oligarşinin
Fatsa'daki "Nokta Operasyonu" nun
arkasından gelen Aybastı
operasyonu ile birlikte
devrimcilerin hareket alanı oldukça
daralmıştı. İlçe içerisinde yüzlerce
polis, asker devriye geziyor, faşistler
cirit atıyordu. Tanınan devrimcilerin
Aybastı'ya girişi mümkün değildi.
Ancak dağlar ve köyler hala
devrimcileri bağrına basıyordu. Bu
dönemde Devrimci Sol'un gerilla
ekibi genişlemiş, ilçe içerisinde
bulunan devrimcilerden de dağlara
çıkıp birliğe katılanlar olmuştu.
Askeri operasyonların düzenlendiği
köylerden gelen köylülerin
katılımıyla geçici de olsa birlik daha
da kalabalıklaşıyordu.
Ayrıca bu dönemde dağda
Devrimci Yol'culardan oluşan bir
devrimcilerin ve devrimcileri
destekleyenlerin evlerini polise ve
askere gösteriyor, bu evdekiler çoluk
çocuk kim varsa gözaltına alınıyor,
işkence tezgahlarına götürülüyordu.
Cuntanın ilk yaptığı işlerden biri de
cuntayla işbirliği yapmayan köy ve
mahalle muhtarlarını görevden alarak
yerine işbirlikçi muhbirlerini getirmek
oldu. Muhtarlar ne duyup,
görüyorlarsa; köye, mahalleye,
kasabaya kimler gelip gidiyorsa,
kimler kimlerle görüşüyorsa bir rapor
halinde bildirmekle yükümlüydüler.
Ayrıca her muhtar, bölgedeki askeri
yetkilinin belirlediği sayıda silahı
halktan toplamak ve devlete teslim
etmek zorundaydı. Kimi zaman
belirlenen miktar kadar silahı toplayıp
teslim etmek de muhtarların başına
bela oluyordu. Bu sefer de "bu kadar
silahın olduğu bilinmesine rağmen bu
zamana kadar neden yakalatmadın,
ihbar etmedin" diye işkenceye
çekilebiliyorlardı. Bölgede hemen her
aile devlete en az bir silah teslim
etmek zorundaydı. Bu sayı ailenin
nüfusuna göre daha da artabiliyordu.
Dayatılan bu uygulama bölgede yeni
bir rant sektörü de oluşturdu.
Toplanan silahların bir kısmı askeri
yetkililerce el altından teslim edecek
silahı bulunmayan ya da istenilenden
az bulunan ailelere satılıyor, onlar da
parayla aldıkları bu silahları muhtara
teslim ederek kendilerini kurtarmaya
çalışıyorlardı. Herhangi bir evde
aramada torna, tesviye vb. aletlerden
bulunması, o evdeküerin silah
imalatıyla suçlanıp işkence görmeleri
ve tutuklanmaları demekti.
Bu ağır cunta koşullarında
Devrimci Sol ülke topraklarını
terketmedi ve gücü oranında direnişi
örgütledi. Şehirlerde olduğu gibi
kırlarda da silahlı güç
_ANADOLU.
ekip de vardı. 26 Ağustos 1980'de
Yelve yaylasında konaklayan
DY'lilere, faşist yüzbaşı Mustafa
Karatan ve sivil faşistlerin
öncülüğünde yapılan saldırı
sonucunda içlerinde ekibin
sorumlusu Şahin Hoca'nın da
bulunduğu 3 DY'li katledildi. Bu
olay üzerine dağdaki güçlerin
birleştirilmesine karar verildi.
Fatsa ve Aybastı operasyonuyla
birlikte Fatsa-Aybastı otoyolu
üzerinde bulunan Kabataş kasabası
faşistlerin denetimi altına geçmiştir.
Devrimci Sol ve DY'lilerden oluşan
ortak ekip bu kasabaya baskın
düzenleme kararı alır. Baskın gece
düzenlenecek, kasabada nöbet
tutan faşistler cezalandırılıp,
yuvalandıkları bir binaya
saldınlacakü. Yaklaşık 15 kişilik
ortak ekip gündüz hareket eder ve
gün bitiminde kasaba
oluşturulmaya çalışıldı. Ordu'nun
Aybastı ilçesinde faşist cuntaya karşı
direnişi örgütleyen Devrimci Sol
savaşçılarından Aydın Yalçınkaya ve
Vedat Özdemir, örgütlerinden
bağımsız olarak dağa çıkmış olan
Devrimci Yol militanlarından Feridun
Aydınlı ve Mehmet Kuru ile birlikte
25 Eylül 1980'de Aybastı'da
jandarma pususunda şehit düştüler.
12 Eylül'ü izleyen bu aylarda
dağlara çıkan çok sayıda da Devrimci
Yol'cu vardır. Ancak bu çıkış iradi
olarak kır gerilla savaşını geliştirmek
için değil, yoğun olarak süren
operasyonlar nedeniyle köy ve
şehirlerde barınma koşullarının
kalmamasmdandır. Zaten DY
yöneticileri cuntayla birlikte herkes
başının çaresine baksın deyip çoktan
teslimiyet bayrağını çekmişlerdir.
Yıllarca dağlarda kalan Devrimci Yol
militanları da zorunlu haller dışında
düşmanla çatışmadan barınmayı
esas almışlar; ancak bu çizgi onların
korunmasını sağlamadığı gibi, 40'tan
fazla da şehit vermişlerdir.
Nevzat Karayün çetesi ise 12
Eylül'den sonra da katliamlarına
devam etmiştir. Bunlardan biri de 25
Eylül'de katledilen Devrimci Sol
gerillası Vedat Özdemir'in akrabası
ve bir öğretmen olan Mustafa
Bülbül'dür. Öğrencileri tarafından
çok sevilen ve Devrimci Sol
sempatizanı olan Mustafa bülbül
sabah çalınan evinin kapısını
açtığında karşısında Nevzat Karayün
ve faşist çetesini gördü, ardından da
eşinin ve çocuklarının gözleri önünde
katledildi.
1983; GÖSTERMELİK
DEMOKRASİYE DÖNÜŞ
Cuntanın halkın üzerindeki yoğun
baskı ve terörü 1983'e kadar aralıksız
sürdü. Denilebilir ki devrimcilerin
çalışma yürüttüğü
yakınlarındaki tepelere ulaşarak
burada mola verir. Hava
karardığında ekip kasabanın
yakınındaki dereyi sessizce geçer ve
kasabanın ana caddesini tam
anlamıyla gören ve kasabayı
denetleyen ormanlık tepeye
mevzilenirler. Ekipten bir grup ana
yola inecek, yolun her iki yanına
mevzilenecek ve mümkün olduğu
kadar nöbetçilere yaklaşıp bertaraf
edecek; ikinci grup, ana caddede
devriye gezen faşist gruba ateş
açacak, imha etmeye çalışacak;
üçüncü grup ise bulunduğu
mevziden faşistlerin bulunduğu
binaya ateş edecek, eğer balkona
çıkarlarsa, çıkanları imha edecektir.
Eylem gerçekleştirilir ve ekip geri
çekilir. Daha sonra bir faşistin
cezalandırılmış olduğu kesinlik
kazanır ancak yaralıların sayısı tam
olarak öğrenilemez.
yerlerde gözaltına alınmamış,
işkence görmemiş aile kalmadı. Fatsa
ve Aybastı belediye başkanları
tutuklanarak sıkıyönetim
mahkemesi tarafından onlarca yıllık
hapis cezasına çarptırıldı. 1982
Anayasa oylamasında sandıkların
başına asker dikildi ve halka evet
oyu kullanmaları yönünde baskı
yapıldı. Aynı baskı 83 genel
seçimlerinde de sürdü. Belediye
yönetimlerine işbirlikçiler atandı.
Bunlardan biri de Aybastı belediye
başkanlığına getirilen faizci, işbirlikçi
bir halk düşmanı olan Salih
Yaman'dır. Bu halk düşmanı 1979'da
26
faizcilere, tefecilere karşı kampanya
başlatan Devrimci Sol tarafından
cezalandırılmak istenmiş, ancak
DY'nin ekonomik çıkar sağladığı bu
işbirlikçiye sahip çıkmasıyla
cezalandırılmaktan kurtulmuştu.
Ama aynı kişi cunta öncesinde
başlatılan Fatsa operasyonunda
DY'liler de dahil devrimcileri ihbar
eden işbirlikçi konumundaydı. Bu
işbirlikçiliğini Cuntadan sonra da
sürdürdü ve belediye başkanlığı ile
ödüllendirildi. Bir kaç yıl sonra
aleyhine basında çıkan yazılar
nedeniyle belediye başkanlığından
alındı ve "aranır" duruma düştü.
Ancak bu dönemde "aranır"
durumunda olan Salih Yaman ortağı
olduğu Aybastılılar Otobüs
İşletmesi'ni büyütürken, yine
askerlerle operasyonlara gitmekte,
1986 sonlarında şehir klubünde
askeri yetkililerle rakı kadehleri
tokuşturmaktadır.
Karadeniz Bölgesi 80'li yıllarda
birçok sorunu içice yaşadı. Bir
yandan işsizlikten kaynaklanan
büyük kentlere doğru büyük bir göç
olurken, diğer yandan da kültürel,
ahlaki yönlerde açık bir yozlaşma
başladı. Halkın örgütsüz yapısı,
iktidarların istediği gibi at
oynatmasının koşullarını sağladı.
Bunda cuntaya kadar bölgede
devrimci faaliyet yürüten, özelikle
yaygın ilişkilere sahip olan DY ve
KSD'nin cunta karşısında geri
çekilip direnmemeleri, gözaltı ve
mahkemelerdeki olumsuz tavırlar,
cuntadan sonra devrimciliği
bırakanların içerden çıkanlar da
EKİM 1980, "MAĞARALAR BÖLGESİ" KATLİAMI
12 Eylül darbesinden kısa bir süre sonra Fatsa dağlarındaki Devrimci
Sol gerillaları faşist Nevzat Karayün çetesinin yayla tarafında olduğunu
haber almışlardır, iki Devrimci Yolcu da Devrimci Sol gerillalarıyla
birliktedir. Gerillalar mağaralar bölgesine geldiklerinde halktan faşistlerin
yakındaki bir köyde olduklarını öğrendiler. Yaptıkları plana göre faşistlerin
köyden çıkabilecekleri tek yola pusu atıp mevzilendiler ve beklemeye
başladılar.
Bir gün sonra yanlarına bir kadının yaklaştığını gördüler. Kaçıp
saklanmaları mümkün değildi. Kadını yanlarına çağırdılar. Kadın o yörede
oturduğunu, koyunlarının bu tarafa gelip gelmediğine bakmak için
geldiğini söyledi. Kadına korkmamasını söylediler. Kadın onları tanımıştı.
Devrimcilere güvendiğini, korkmadığını söyleyerek isterlerse kendilerine
yiyecek getirebileceğini söyledi. Gerillalar kadına güvenerek yiyecek
getirme önerisini kabul ettiler. Ancak yine de tereddütlüydüler. Ekip bir
süre daha beklenmesini ve daha sonra hareket edilmesini kararlaştırdı.
Ancak çok geçmeden askerlerin kendilerine doğru geldiğini gördüler.
Çevreleri kuşatılmıştı. Şehit düşmek vardı ama teslim olunmayacaktı.
Gerillalar tepeye ulaşıp mevzilenmek istediler. Ancak bunun için açık
araziyi geçmeleri gerekiyordu. Geçerlerken Devrimci Yol militanlarından
Mehmet Kuru orada toprağa düştü. Sonra Devrimci Sol gerillalarından
Vedat Özdemir ve Aydın Yalçınkaya şehit düştüler. Operasyonda yer alan
faşistler Aydın'ı dipçiklerle vurarak katlettiler. Devrimci Yo 1 militanlarından
Feridun Aydınlı da yaralı yakalandı. Hastaneye götürmek üzere hareket
eden araba daha sonra yavaşlatıldı ve arabada işkence yaparak Feridun
Aydınlı' yi da katlettiler.
Çatışmada iki gerilla da yaralı olarak tutsak düşer. Bir yıl sonra başka bir
çatışmada şehit düşecek olan Devrimci Sol gerillası Necdet Pişmişler de
çatışma boyunca diğer gerillalardan ayrı bir yerde ve çemberin
ortasındadır. Çatışarak çemberden çıkmayı başarır ve yöreyi pek
bilmemesine rağmen birliğine ulaşır.
ÇARE SEÇİM DEĞİL
dahil iş güç kurma peşinde koşarak
düzenle bütünleşmeleri gibi
etkenlerin halkta yarattığı moral
bozukluğunun, devrimcilere karşı
uzun yıllar etkili olacak kuşku ve
güvensizliklerin büyük payı
olmuştur. Bu kuşku ve güvensizlik
ortamında oligarşinin karşı devrimci
propagandaları halk üzerinde çok
daha etkili oldu. Bireycilik, ahlaki
dejenerasyon kendine daha kolay
gelişme zemini buldu.
Halkın yoksulluk, işsizlik gibi
sorunlarına 80'li yıllara boyunca bir
de denizin verimsizleşmesi eklendi.
Karadeniz'deki hızlı kirlenme ve
yanlış yöntemlerle avlanma
nedeniyle balığın kökü hızla
kurumaya başladı. Bu olumsuz
gelişmeyi gidermek için hiçbir
yatırım, düzenleme yapmayan
devlet, 1986'da Rusya'nın Çernobil
kentinde meydana gelen nükleer
patlamanın yarattığı kimyasal
zehirlenmelerin sonuçlarını da uzun
yıllar Karadeniz halkından ve
kamuoyundan gizlediler.
ATILIM ÖNCESİ KARADENİZ'DE
MÜCADALE
Orta Karadeniz: Orta Karadeniz'de
mücadele '85-86 yıllarında gençliğin
mücadelesine paralel olarak
Samsun'da gelişmeye başladı. Bu
süreçte kantin, yemekhane vb.
sorunlar çerçevesinde, 19 Mayıs
Üniversitesi'nin çeşitli fakültelerinde
forumlar yapıldı.
1987-88 öğretim yılında Samsun
19 Mayıs Üniversitesi öğrencilerinin
açmış olduğu Yüksek Öğrenim
Derneği yaşanan yoğun baskı ve
gözaltılar sonunda kapatılınca kadar
ancak bir kaç ay varlığını
sürdürebildi. '88'lerden sonra ise 16
Mart, Kahramanmaraş katliamlarının
yıldönümlerinde protesto gösterileri
ve anmalar yapılırken, Devrimci
Hareket'in sempatizanları da DevGenç saflarında toparlanmaya
başladılar. Bu dönemde öğrenci
gençlik paso sorununu çözmek için
Samsun Belediyesi'nezdinde
girişimlerde bulundu ve Belediye
önünde gösteri yaptı. Bu mücadele
paso hakkının kazanılmasıyla
noktalandı. Bu süreç aynı zamanda
kampüslerde yaşamak zorunda
bırakılan gençliğin şehir merkezine
doğru açılmaya başladığı bir süreçti.
1988'de hapishanelerdeki devrimci
tutsakları teslim almaya yönelik
olarak çıkarılan 1 Ağustos
Genelgesi'ne karşı Samsun İnsan
Hakları Derneği'nde, Devrimci
Gençlik ve Devrimci Sol tutsak
ailelerinin de içinde yer aldığı
devrimci-demokrat çevreler geniş
katılımlı bir destek açlık grevi yaptı.
Bu durumu hazmedemeyen
üniversite idaresi bir çok öğrenci
hakkında disiplin soruşturması
başlatarak 4 öğrenciye 5 ay okuldan
uzaklaştırma cezası verdi.
Bu dönemde Karadeniz halkı
hükümetin kendilerini yıkıma
götüren ekonomik politikaları
nedeniyle bir arayış ve örgütsüz
olmanın getirdiği çaresizlik
içindedir. Hergün bir yenisi gelen
zamlar; gübre ve tohumluklara
uygulanan sübvansiyonların
kaldırılması, yerli tütüncülüğe darbe
vuran ABD'nin Virginia tütünü
yetiştirilmesi kararı, fındık ve çay
taban fiyatlarının zamanında
açıklanmaması, düşük fiyat
verilmesi ve ürün bedellerinin
zamanında ödenmemesi, çayda özel
sektöre üretim izni verilmesi gibi
özelleştirme uygulamaları özellikle
küçük üreticileri, yoksul köylüleri
hepten perişan etmekteydi.
Sürece müdahale etmek amacıyla
Devrimci Hareket Karadeniz'in
şehirlerinde iradi olarak devrimci
çalışmayı adım adım yeniden
başlattı. '89'da Samsun'da Yeni
Çözüm dergisinin bürosu açıldı. Yine
aynı yıl Samsun TAYAD mücadele
içindeki yerini aldı. Samsun'da
TAYAD'ın açılması demokratik hak
ve özgürlükler mücadelesine belli
bir ivme kazandırdı. Gençliğin gidip
gelmeye başladığı Samsun Halkevi
ise oldukça canlı bir görünüme
bürünmeye başlamıştı.
'89 Mayıs'ında 19 Mayıs
Üniversitesi'ne bağlı Amasya Meslek
Yüksek Okulu'nda işbirlikçi-faşist
okul müdürünün eylemlere
katıldığını polise ihbar etmekle
tehdit ederek bir bayan öğrenciye
iğrenç tekliflerde bulunması üzerine
okulda geniş kapsamlı bir kampanya
başlatıldı. Açlık grevi, imza toplama
ve okul içinde yürüyüşlerle faşist
müdürün istifası istenerek protesto
edildi. 22 ve 23 Mayıs'da bildiriler
okunup, forumlar yapıldı. Eylemleri
Çorum Meslek Yüksek Okulu
öğrencileri de desteklediler. Bu süreci
omuzlayan güç birçok yerde olduğu
gibi yine Devrimci Gençlik'tir.
Bu dönemde 19 Mayıs
Üniversitesi öğrencileri örgütlenme
noktasında bir girişimde daha
bulunarak yeni bir dernek kurma
çalışması başlattı. Asılan bir pankart
bahane edilerek dernek üyesi 40
öğrenci gözaltına alındı ve 8'i
tutuklandı. Gözaltı sürecinde polis
yoğun işkencecilerle gençliği
yıldırmaya çalışmış, ama bunda
başarılı olamamıştır. Bunun böyle
olduğu yemek zamlarına yönelik
yapılan protestolarda geniş bir
katılımın sağlanmasıyla bir kez daha
ortaya çıktı. Öğrenciler, bir dizi
eylem sonucu yemek zamlarının
Önemli ölçüde geri çekilmesini
sağladılar.
'89 baharında ikinci kez yapılan
yeni dernek başvurusunu
engellenmeye çalışan polis
başvuruyu yapan iki öğrenciyi iki
gün gözaltında tuttu. Ancak kararlı
bir tutum sergilenince valilik ikinci
başvuruyu kabul etmek zorunda
kaldı.
'89-90 öğretim döneminin
başlamasıyla 19 Mayıs
Üniversitesi'nde geniş bir katılımla
"Alternatif Açılış" yapıldı. Başta bu
çalışmanın dışında kalan oportünist,
reformist çevreler, alternatif açılışın
başarılı olacağını görünce dışında
kalmamak için son günde kendi dar
ilişkileriyle açılışa dahil oldular.
Yaklaşık 250-300 kişilik bir katılımla
coşkulu bir alternatif açılış yapıldı.
6 Kasım'da, Samsun Devrimci
Gençlik, TÖDEF'in çağrısına
katılarak 19 Mayıs Üniversitesi'nde
kitlesel katılımlı YÖK'ü protesto
eylemi gerçekleştirdi. Eyleme
yaklaşık 150-200 kişi katıldı.
'89 sonlarında Romanya'da
gerçekleşen karşı devrim ve
Çavuşeskular'ın infaz edilmesiyle
ilgili olarak, Ocak 1990'da Samsun'da
5 bin adet Devrimci Sol Güçler imzalı
bildiri bir gecede dağıtıldı. Bunun
üzerine şaşkına dönen Samsun polisi
terör estirmeye başladı. Bir gece
içinde onlarca evi basarak, onlarca
devrimci, demokrat insanı gözaltına
alıp işkenceden geçirdi. Polis
gözaltına aldığı devrimcileri
"bölgede yaşam hakkı
tanımayacakları", "aslında sağ
yakalamak istemedikleri", "ucuz
kurtulmuş olduklarını" söyleyerek
açık açık öldürmekle tehdit ediyordu.
Gözaltına alınanlardan savcılığa
çıkarılan 16 kişiden '8'i tutuklandı.
Tüm bu baskı ve devlet teröründeki
tırmanışın nedeni Samsun'da
gelişen mücadelenin yavaş yavaş
halkı kucaklamaya başlamasının
yarattığı korkuydu.
Bu dönem içinde mücadele Orta
Karadeniz'de Samsun sınırlarını
aşarak diğer illere de yansımaya
başlamıştı. Amasya'nın Merzifon
ilçesinde Yeni Çözüm bürosu açma
çalışması yürütenlere yönelik bir
operasyon başlatan polis bu
çalışmayı baltalamaya çalıştı. Keyfi
biçimde Yeni Çözüm Merzifon
temsilcisinin de içinde bulunduğu üç
devrimciyi tutuklattı. Buna Merzifon
Dev-Genç yaptığı açıklamada "Biz
Merzifon Dev-Genç olarak, oligarşiye
ve onun silahlı-silahsız temsilcilerine
geçmişte haykırdığımız gibi, bugün de
haykınyoruz. Bizleri, baskılarınızla,
gözaltılarınızla ve
tutuklamalarınızla
yıldıramayacaksınız" diyerek cevap
verdi.
Bu arada Samsun'da TAYAD valilik
tarafından keyfi olarak süresiz
kapatıldı.
Yine 90'ın başında Ordu'nun Ünye
ilçesi kırsalındaki kır çalışması
düşmanın operasyonuyla kesintiye
uğradıysa da kısa süre sonra
Karadeniz kırlarında daha güçlü
adımlar atılacaktı.
Batı Karadeniz: Cuntadan sonra
Batı Karadeniz'de de ilk eylemler
üniversite gençliğinden geldi.
Zonguldak'taki Hacettepe
Üniversitesi Mühendislik
Fakültesi'ndeki ilk harekeüilik
'85'lerden sonra gençliğin sorunları
temelinde hak alma mücadelesi
çerçevesinde ortaya çıkmaya
başladı.
'89'da Zonguldak-Ereğli'de
Halkevi açıldı. 1 Mayıs fabrika
önlerinde işçilere karanfil verilerek
kutlandı. Bu arada yakasına karanfil
takmaktan 7 halkevi üyesi gözaltına
alınarak 3 saat gözaltında tutuldu.
26 Mayıs'da Ereğli Halkevi
tarafından organize edilen Grup
Yorum'un da katıldığı bir halkevi
şenliği yapıldı.
24 Şubat 1990'da Genel Maden
İşçileri Sendikası'nın düzenlediği
"insana saygı" mitinginde
Zonguldak Dev-Genç düzenli korteji
ve sloganlarıyla yerini alarak
işçilerin ilgi odağı oldu.
Bu dönemde Kastamonu'da da
gençlik yaşadığı sorunları yaptığı
forumlarla dile getirmekteydi. Şubat
1990'da sivil faşistlerin devrimcidemokrat öğrencilere saldırısı 70
kişinin katıldığı bir forumla saldırı
protesto edildi.
Doğu Karadeniz: îlk hareketlilik
Trabzon'daki Karadeniz Teknik
Üniversitesi'nde görülür. Öğrenci
gençlik burada dernekleşme
çalışmaları başlattı. Bunu öğrenen
rektörlük dernekleşmenin önünü
kesmek için faşistlere bir hafta
içinde dernek kurdurttu.
'90'h yıllara gelindiğinde
gençliğin örgütlenme çabaları
kendisini göstermeye başlamıştı.
Polis ve okul idaresi bu gelişmeyi
engellemek için saldırıya geçmekte
gecikmedi. 27 Eylül 1990'da Trabzon
polisi üç öğrenci evine baskın
düzenleyerek onüç öğrenciyi hiç bir
gerekçe göstermeden gözaltına aldı
ve bunlardan ikisi tutuklandı. Ancak
öğrenci gençliğin mücadelesinin
önünü kesemediklerini çok zaman
geçmeden de anlayacaklardı. '90 6
Kasım Boykotu sürecinde çeşitli sınıf
konuşmalarıyla 6 Kasım'ın anlamı ve
önemi anlatıldı. Bazı öğretim
görevlileri de derslere girmeyerek
boykota destek oldular. Yine bu
dönemde KTÜ'de "Paralı Eğitim"
konulu bir forum yapıldı.
Bu arada polisin baskısı Rize'de de
kendisini gösterdi ve '90 Ekiminde
oniki kişi gözaltına alındı. Amaç
gençliği yıldırmaktır.
--- Sürecek-----TEK YOL DEVRİM
—Sayı 24/ 2 Nisan 1999-
HABER- YORUM
28
İhbarcılık, Karalama, Provokasyon,
Komploculuk,
Karanlık Yüzlü Aydınlıkçıların İşidir!
MAFYACI YAŞAR ÖZ:
"Mehmet Ağar Nezdinde Devletin En Yetkili Birimleri, En
Üst Yöneticiler Bu İşleri Yapmamı İstedi... Susurluk
Davasında Hapiste Kalan Tek Kişi Benim..."
AYDINLIK HAİNLERİ
İŞBAŞINDA
YAŞAR ÖZ MAŞA. PEKİ MAŞAYI TUTAN EL KİMİN?
CEVABI ÖZ'ÜN AÇIKLAMALARINDA VAR: "DEVLET!"
Aydınlık'ın 14 Mart tarihli sayısında
Çankırı Valisi'ne yönelik eylem ele alınıyor. Eylemi kapaktan vermiş Aydınlıkçılar. Kullandıkları başlıklar ise şöyle:
Bombacı: Binbaşı
Kod Adı: Tamer
TİKKO Özel Örgüt'ün Paravanı
Girişinden de anlaşılacağı gibi, karşımızdaki haber tam bir "Aydınlık klasiği"dir.
Aydınlık bir çamurdan ibarettir. Aydınlık'ın temel politikası da bu çamuru
devrimci örgütlere, devrimci eylemlere
bulaştırıp kendine solda bir yer açmaktan ibarettir. TİKKO'ya saldırısı da onun
bu çabasının devamıdır.
Çünkü o karşı-devrimci, ihbarcı misyonunu ancak "sol" görünmeyi sürdürebildiği müddetçe yerine getirebilir. Aydınlık, kelimenin tam manasıyla oligarşinin sol içindeki uzantısıdır.
Ama devrimci hareket ve halkımız
bunu görmüştür. Aydınlık bugüne kadar
ki pislikleriyle yüzlerce kez lanetlenmiştir. Bu yüzden Aydınlık bir türlü kendini
"sol" olarak kabul ettirememektedir.
Mesela, sözkonusu haberin başında
şu satırları da okuyabilirsiniz: "Çankırı
Valisi Ayhan Çevik'e düzenlenen suikastın sanığı olarak yakalanan TİKKO militanı Kemal Ertürk, kontrgerilla elemanı... Ertürk'ün polisle bağlantılı olduğu
bilgisini, terör uzmanı emekli albay da
doğruladı. MGK Genel Sekreterliği'ne
hizmetlerde bulunan emekli albay, kısa
bir araştırmadan sonra Aydınlık'a şu yanıtı verdi. 'Bilgi doğru. İstanbul, Ankara,
İzmir ve Bursa'da polisle irtibat içinde olduğu doğrudur."
Aydınlık'ta bu tür "uzman"lar çoktur.
Bu ve benzeri her tür komplo teorisinin
kaynakları da zaten bu tür "uzman'lardır.
Ama burada ilginç olan şudur;
MGK'ya hizmet veren emekli albay, neden Aydınlık'a da hizmet veriyor? Bir
kontra albay, neden devrimci bir örgüt
içindeki çalışmasını Aydınlık'a açık ediyor. Demek ki o da Aydınlık'ı sol görmüyor, "kendilerinden" görüyor.
Doğrusu da budur zaten. Aydınlık
"onlardan" dır. Yani MGK'ya hizmet etmekle, kontrgerillaya çalışmakla Aydınlık'a hizmet etmek arasında fark yoktur.
Çankırı valisine yönelik eylem, bazı
eksikliklerine karşın, devrimci bir eylemdir. Aydınlık hem bu devrimci eylemi, hem eylemi yapan devrimci örgütü
şaibe altında bırakmaya çalışıyor. Bunu
yaparken, karşı-devrimcilikte, kara çalmada, iftira atmada hiç bir sınır tanımadığını bir kez daha ortaya koyuyor.
Aydınlık'taki senaryoların en önemli
ve değişmez parçası illegal devrimci örgütlerin içinin ajanlarla, muhbirlerle dolu olduğu iddialarıdır. Devrimci örgütler
hakkında şaibe, güvensizlik yaratmak
onun asıl işidir. Bu hem kendine yer açması, hem de oligarşiye karşı görevini
yerine getirmesi için gereklidir.
Aydınlık iftiracılığı, bir çirkef bataklığıdır. Tüm sol bu bataklığı kurutma göreviyle karşı karşıyadır. Sol açısından Aydınlık gibi karşı-devrimciliği, ihbarcılığı
tescilli bir güruhun karşı-devrimci olup
olmadığı konusunda neden sık sık yanılgıya, tereddüte düşüldüğü, pratikte neden Aydınlık'a karşı istikrarlı, tutarlı bir
tavır alınamadığı da özel olarak üzerinde durulması gereken bir yandır. Bu tür
tereddütler, tutarsızlıklar ortadan kaldırıldığında Aydınlık ihbarcılarının tecrit
zinciri daha sıkı bir biçimde tamamlanmış olacaktır.*
UYDUR UYDUR YAZ
Mesela bu "haber"in içinde şöyle yazıyor Aydınlık: "Öcalan'ın yakalanmasından
sonra, Türkiye'nin Kürt meselesine müdahelede çok önemli bir kozu kaybeden
ABD, Kürt sorununda insiyatifi ile geçirmek için, kaos çıkarma şantajını devreye
sokmuştur."
Buradan ne anlıyorsunuz? Öcalan'ın yakalanması demek ki ABD'nin dışında
gelişmiş, Öcalan yakalanınca ABD çok önemli bir kozunu kaybetmiş.
Aydıınlık'ın aynı sayısının 9.sayfasında ise bir başka haberde şunlar yazılı:
"Pentagon'un PKK lideri Öcalan'ın Türkiye'ye teslim edilmesinin bedeli olarak,
Kuzey Irak'taki askeri faaliyetleri konsundıa taviz kopardığı, üç hafta önceki
Aydınlık'ta yer almıştı."
Peki bundan ne anlıyorsunuz? Demek ki Öcalan pentagon'un insiyatifinde
Türkiye'ye teslim edilmiş.
Peki bundan ne anlıyorsunuz? Demek ki Öcalan Pentagon'un insiyatifinde
yeralmıştır.
Çünkü Aydınlık'ın sayfaları bu tür senaryolarla doludur. İşi budur.
Onun haberlerinin tek "doğruluk" ölçsü, MGK'nın, kontranın dezenformasyon
ve devrimci hareketler hakkında şaibe yaratma polisitalarına uygunluğudur,.
Geçen hafta Susurluk davasından
yargılanan kontra mafyacı Yaşar Öz'ün
mahkemesi vardı. İstanbul 4 No'lu
DGM'de görülen davada mafyacı Yaşar
Öz son savunmasını yaptı.
Yaşar Öz daha önce de gerek mahkemeye gerekse basına yaptığı açıklamalarda uyuşturucu kaçakçılığı yaptığını reddetmemiş, ancak bu işi
yurt dışında yaptığını
dolayısıyla Türk milletine zarar vermediğini,
yurt dışında yaptıklarından da devletin haberi olduğunu bir kaç kez tekrarlamıştı. Son savunmasında
farklı şeyler söylemedi aslında. Elbette yurt içinde
uyuşturucu kaçakçılığı veya
başka farklı pis işler yapma
dığı gibi şeylerin inandırıcılığı yoktur. Kontrgerillaya çalışacaksın, mafyacılık yapacaksın da başka pis işlere bulaşmayacaksın, bu elbette mümkün değildir. Ancak öyle olduğunu kabul etsek bile Yaşar Öz'ün davası yine
de oldukça gerçekten ilginç.
Bir kere Susurluk pisliğinde yer almakla, bulaşmakla suçlanan, yargılanan hemen herkes hakkında onlarca
belge, delil varken dahi yaptıklarını
reddederken Yaşar Öz tam aksine Susurluk çetesi içinde yer aldığını kanıtlamaya çalışıyor. Mahkemede de
Türklük sevgisi nedeniyle devletin
kendisinden istediği -uyuşturucu kaçakçılığı da dahil tabii- bazı konularda
yardımcı olduğunu söylüyor ve "Mehmet Ağar nezdinde devletin en yetkili
birimleri, en üst düzey yöneticiler bu
işleri yapmamı istedi" diyor. Susurluk
çeteleri içinde yer aldığını kanıtlamak
için de Susurlukla ilgili yazılmış kitaplarda, yapılan açıklamalarda hakkında
söylenenleri kanıt olarak gösteriyor.
"Devletin en yetkili birimleri, en üst
düzey yöneticiler bu işleri yapmamı istedi" sözleri bize yabancı değil tabii.
Mehmet Ağar'ından özel timciler ibrahim Şahin'e, Ayhan Çarkın'ları ve Çakıcı'ndan Oral Çelik'e kadar hemen tüm
Susurluk çeteleri de aynı şeyleri söylemiyorlar mı? Bunda bir gariplik yok.
"En tepeden" organize edilmiş her
şey: MGK'dan.
Yaşar Öz'ü kızdıran, isyan ettiren
asıl konu, diğerleri hep dışarıdayken,
elini kolunu sallayarak dolaşırken bir
tek kendisinin neden hala içeride tutulduğu. Bu nedenle kendisinden yardımcı olmasını isteyenler için "Aynı
büyüklerimiz iki yıldır beni yalnız bırakti. Susurluk davasında hapiste kalan tek kişi benim" diyor ve tahliyesini
istiyor.
İşte uyuşturucu kaçakçısı, mafyacı,
faşist kontra elemanı Yaşar Öz burada
çok haklı. Kendisine yeşil pasaport, si-
ÇARE SEÇİM DEĞİL
lah taşıma ruhsatı veren Ağar ve diğer
Susurluk çetelerinin ağababalarının
hepsi dışarıdayken bir tek kendisi içeride tutuluyor. Bu gerçekten Yaşar Öz'e
büyük haksızlık(!) Adamın suçu, günahı ne? Diğerleri de aynı şeyleri, hatta
çok daha fazlasını yapmadılar mı? Susurluk devletinde kim, ne
olursa olsun "devlet ı
kurşun atan da yiyen de
şerefli insan-lar" değil
mi? Bütün çete başları,
bu işleri organize
edenler, emir, talimat
veren-;r,
yaptıranlar
gelini
kolunu
sallayarak dolaşıyor,
çoğu işle-rine devam
ediyor-ken bir tek
Yaşar Öz'ü günah
keçisi yapmak reva
mı yani? Hangi
hak-ka,
hukuka
kontrgerilla adaletine
sığar bu yaptıkları?
Ama bu işler böyledir işte! Susurluk
devleti kullanır kullanır ama işe yaramaz hale geldiği zaman, birilerini kurban etmek gerektiği zaman da gözünün yaşına bakmaz. Kendini biraz aklamak uğruna da olsa bu sefer böyle
kullanarak harcar, bir kenara fırlatıp
atar. Gerekirse de tümüyle ortadan
kaldırır, sesini tümden keser. Susurluk
hukuku, kontrgerilla adaleti böyle işler.
Tabii bir de bu işin başka bir yönü
var. Acaba Türkiye Cumhuriyeti Devletinin "bağımsız" savcıları, hakimleri
yapılan bu itiraflar hakkında ne düşünüyorlar? Bunları bir suç duyurusu kabul edip Ağar ve diğer devlet yetkilileri
hakkında dava, soruşturma açmayı
düşünüyorlar mı? Yani adam daha ne
desin? Benden bunlar bu işleri yapmamı istedi diye isim bile vererek itiraflarda bulunuyor. İki kelimeyle insanların ipe gönderildiği, ömür boyu hapislerde yatırıldığı bir ülkede bundan daha açık kanıt, delil olur mu? Evet bekliyoruz, gözlüyoruz bakalım "tarafsız",
"hukuk devletine saygılı" hakim ve
savcılar ne yapacaklar? Diğerlerini de
toplayıp Yaşar Öz'ün yanına mı gönderecekler yoksa Yaşar Öz'ü de salıverip
onların yanına mı gönderecekler?
Yaşar Öz, sen de öyle ağlayıp sızlayacağına biraz dişini göstermesini bil.
Hiç değilse "konuşurum, bildiklerimi
anlatırım" falan de, ufak tefek bir şeyler söyle, ipuçları ver ki, seni de daha
fazla içeride tutmasınlar. Görmüyor
musun pislik her tarafı öyle sarmış ki
böyle yapan paçayı kurtarıveriyor. Bizden söylemesi. Bu Susurluk'un sahiplerinde vefa falan yoktur, milliyetçilikleri falan da palavradır. "Milliyetçilik"
adına her şeyi anlatmıyor, susuyorsan
daha çok sürünürsün içerilerde.*
KİTAPLARIMIZ
KURTULUŞ -
-Sayı 24 / 2 Nisan 1999-
yarattıkları direnişin destansı
anlatımı var bu kitapta. 75 gün süren
ve her anı hesaplaşmayla, inançla
dolu olan Ölüm Orucu direnişi,
halklarımızın mücadele tarihine bir
dönemeç noktası olarak geçmiştir.
Direniş Ölüm Yaşam 1, bu
dönemecin an an anlatımıdır.
Kitapta ölüm orucu şehitlerinin
harekete, yoldaşlarına ve ailelerine
yazdıkları son mektuplar da yer
almaktadır.
KİTAPLARIMIZ (2)
-DEVRİMCİ HAREKETİN YAYINLARIKitaplarımızın önemli bir
bölümü, şehitlerimiz, hapishane
direnişlerimiz üzerinedir. Çünkü
şehitlerimiz tarihimizin en önemli
bölümlerinin simgeleridir. Onlarsız
bir tarih yazımı mümkün değildir.
Hapishaneler de aynı konumdadır.
Hapishaneler sınıflar mücadelesi
içinde hep özel bir önem
taşımışlardır. Dünya çapında
özgünlüğü olan direnişler
yaratılmıştır. Bu nedenle
yayınlarımızın önemli bir
bölümünün bunlar üzerine olması
doğaldır.
Bu kitap, cunta koşullarında
hapishanelerde bedenlerinden ve
inançlarından başka silahlan
bulunmayan Devrimci Sol
tutsaklarının siyasi kimliklerine
sahip çıkışlarının tarihidir.
"Cezaevleri merkez değildir"
demagojileriyle teslimiyetin
teorilerini yapanlara karşın,
direnişin nasıl adım adım
örüldüğünü, her türlü bedeli
ödemeyi göze alarak karanlıkların
nasıl yırtıldığını belgeleyen bir tarih.
16-17 Nisan Şehitlerimizden
Sinan Kukul'un adıyla derlenen bu
tarih, büyük ölçüde tutsakların
dilinden anlatımlarla veriliyor.
Koğuş koğuş, hücre hücre, gün gün,
saat saat aktarılan bu direniş
sürecinde, direnişin onurunu,
statükoculuğun çürümüşlüğü ve
çöküşünü adım adım izlemek
mümkün.
DİRENİŞ ÖLÜM
YAŞAMİ
198O'li yılların sonlarına
doğrudur. Peşpeşe cezaevlerini
anlatan bir çok kitap yayınlanır.
Ama hiçbiri cezaevlerini tüm
yönleriyle veren bir bütünlüğe sahip
değildir. Kimi işkenceleri anlatır,
direniş yoktur, kimi direnişleri son
derece sığ bir biçimde aktarıp işin
daha çok ticari yanının peşindedir.
"Direniş Ölüm Yaşam" işte bu
süreçte yayınlanır. Diğerlerinden
yaşayanların yazdığı bir
kitaptır o.
"Bizim için tek yol vardı.
Direnenler, bu geleneğin
yaratılmasına katılanlar olarak
başımızdan geçenleri anlatmalıydık.
İşte bu sayfalar dört Ölüm Orucu
şehidinin kanıyla yazılmış gerçek
direnişin öyküsüdür.
Ve bu sayfalar Ölüm Orucu
direnişini gerçekleştirenlerle yapılan
röportajlardan ve konuşmalardan
oluşmuştur. Bireysel değil kolektif bir
çalışmanın ürünüdür..." {si. 13)
Devrimci hareketin direniş ve
savaş dolu tarihinin en parlak
sayfalarından birini yazan Abdullah
Meral, Haydar Başbağ ve Hasan
Telci, yine aynı direnişte şehit düşen
TlKB'li Fatih Öktülmüş'ün ve 701i
günlere kadar hücre hücre ölümü
yenen ölüm orucu savaşçılarının
BİZE ÖLÜM YOK
12 Temmuz, savaş gerçeğinin en
yalın yüzüdür. Savaş kurallarının
hata kabul etmezliği ve ödenecek
bedellerin büyüklüğü, 12 Temmuz'la
çok somut olarak görülmüştür. "Bize
Ölüm Yok" kitabı, 12 Temmuz
katliam ve
geliştiğini, 12
şehidimizin
yaşamlarını,
şehitlerimizin bize
bıraktığı mirası ve
12 Temmüz'dan
çıkartılması
gereken dersleri
ortaya koyan bir
kitaptır,
"Gençtiler,
yaşlarının önemi
yoktu... kavgada
yaşın değil,
ustalığın önemine
inanmışlardı. Çok
değişik yerlerden gelmişlerdi, çok
değişik kökenleri vardı, aynı kavganın
savaşçısı oldular..." (sf. 6) 12
Temmuz şehitleri, hareketin yapısı,
bileşimi, çeşitli halk kesimlerini nasıl
birleştirdiğinin de çok somut bir
ifadesidir.
Kitabın içinde yeralan Devrimci
Sol imzalı "12 Temmuz Işığında
Savaş, Düşman ve Devrimci
mücadele" başlıklı yazı ise, 12
Temmuz'un çok yönlü bir
incelemesi niteliğini taşıyor.
sosyalizmin bayrağının onurla
dalgalandırıldığı Çiftehavuzlar
direnişi olmak üzere 16-17 Nisan
tarihinde istanbul'da, 30 Nisan'da
Adana'da, 3 Mayıs'ta Ankara'da
katledilen Devrimci
Solcuları anlatıyor.
Kitabın başında belki
de bir eşine
rastlanmayacak bir
telefon
görüşmesinin bant
çözümü yeralıyor.
Devrimci Sol'un
önderlerinden
Sabo'nun büyük bir
yaratıcılık örneği
sergileyerek çatışmayı
tarihe kaydettiği
telefon konuşması bu.
Şehitlerin
özgeçmişleri,
yakınlarının anlatımları, tam bir
irade savaşına dönüşen cenazeler,
hemen 16-17 Nisan'ı izleyen
günlerde yoğunlaşan ve "yoldaşlarım
cezalandıracak sizi" güvenini boşa
çıkarmayan SDB savaşçılarının
eylemleri kitapta yer alan diğer
bölümler.
BAYRAĞIMIZ
ÜLKENİN
HER TARAFINDA
DALGALANACAK
Destan destan yazılan tarihin
doruk noktalarından biridir
Çiftehavuzlar direnişi. Kitap başta
TEK YOL DEVRİM
Sabo'nun bütün dünyada
'sosyalizm öldü" çığlıklarının atıldığı
bir dönemde, pencereye orak-çekiçli
bayrağı asarak yarattığı direnişi
okudukça onurlanmamak mümkün
değildir. Sabo'nun, Eda'nın ağzından
çıkan her sözün savaşta karşılık
bulması ise bu güveni daha da
büyütüyor. Çünkü onların dediği gibi
BAYRAĞIMIZ ÜLKENİN HER
TARAFINDA DALGALANIYOR Şimdi.
CEZAEVLERİ
DİRENİŞLERİ 1 - BUCA
Bir kaç güne ve sonra saatlere
sığan büyük bir savaş. An an
anlatılıyor. Bir belgesel, bir roman,
bir anı, her türe sokabilirsiniz bu
kitabı. Parti-Cephe'nin ilanıyla
birlikte savaşın her alanda olduğu
gibi hapishanelerde de bir üst
boyuta sıçradığı '95 yılında, Buca'da
yaratılan direnişi ve verilen üç
şehidi anlatan kitap, Buca
hapishanesinin tarihini anlatan kısa
bir bölümü, Buca'daki özgürlük
eylemini, katliama ilişkin çeşitli
belgeleri de içeriyor.
Hapishanelerdeki mücadele ve
tutsaklık üzerine teorik bir kitap da
sayılabilir. Buca şehitleri Uğur
Sarıaslan, Yusuf Bağ ve Turan Kılıç
nezdinde özgür tutsaklığın nasıl
şekillendiğini bu direnişin içinde an
an görebilirsiniz. Bu tutsaklık
Buca'da olduğu gibi
düşmanınbombasına, tazyikli
suyuna, kalasına, demir çubuğuna
inancıyla, bilinciyle direnen,
Uğurların, Yusufların, Turanların
bayraklaştırdığı bir tutsaklıktır. Buca
direnişini anlatan bu kitap,
hapishanelerde savaşın hiç
bitmeyeceğinin anlatımı aynı
zamanda.
CEZAEVLERİ
DİRENİŞLERİ II ÜMRANİYE
Kitapta, Buca şehitlerinin kanı
kurumadan yapılan yeni bir katliam,
Ümraniye katliamı anlatılıyor.
Katliam sonrasında bedenlerle
örülen barikat, ardından tüm
hapishanelerde barikatlar, rehin
alma eylemiyle düşmanı bozguna
uğratan saldırılar, özgür tutsakların
bağlılığı, sahiplenme ve hesap sorma
bilinci, direnişin değişik
cephelerinden anlatımıyla okuyanı o
günlere götürüyor.
Kitabın ilk bölümünde 24 Kasım 4 Ocak arası "40 günün anlatımı"
Kitabın sonraki bölümlerinde ise,
direniş, şehitlerin anlatımı,
Ümraniye direnişinin sokaklardaki
yankısı yerahyor. Kitabın sonlarında
ise Ümraniye saldırısı ve direnişi
üzerine o günlerde basında çıkan
çeşitli yazılardan bir derleme var.
DİRENİŞ ÖLÜM
YAŞAM II
DEVRİM KUŞAĞININ
KAHRAMANLARI
Bu kitap 1996 yılında, her ânı
eylem, her anı direniş, her anı zafer
olan 69 günü, Ölüm Orucu eylemini
anlatıyor. Ölüm Onıcu'nun yapıldığı
tüm hapishanelerden direnişin
içinden aktarılanlar, tutsak
ailelerinin kahramanca direnişleri,
eylemi zafere taşıyan oniki şehit,
dünyayı ayağa kaldıran, Türkiye'yi
sarsan gücü gözler önüne seriyor.
Bu güç Marksist-Leninist
ideolojinin gücü.
'84'ten '96'ya taşınan gelenek,
kitapta bizzat tutsakların dilinden
veriliyor. Ölüm orucu şehitlerinin
ölümü an an yendikleri günlerin an
an öyküleri var. Böyle bir kitabı
duygulanmadan okumak mümkün
değil belki. Belki bazı yerlerinde
gözlerinizin yaşarmasına engel
olamayacaksınız; ama mücadelenin,
devrimciliğin görkemli gücünü
göreceksiniz asıl olarak, o güce
kendinizin de sahip olduğunu
göreceksiniz.
TUTSAK AİLELERİ. 12
EYLÜL VE TAYAD
"Tutsak aileleri... Evlatlarına
yönelen zulme karşı siyasi şube
önlerinde, polis-jandarma
karakollarının kapılarında başladı
direnişleri...
Tepkileri direnişe dönüşürken,
içgüdüsellikten bilinçliliğe
yükseldiler...
'Ben'den "Biz'e, 'biz'den örgütlü
hak alma mücadelesine ulaştılar.
TAYAD'ı yarattılar..." ' Kitabın
girişinden aktardığımız bir kaç
cümle bunlar.
TAYAD kitabı, bir derneğin
anlatımından çok daha öte bir
şeydir; tarihi bir dönemin, tarihi bir
misyon yüklenen bir kesiminin
anlatımıdır bu kitap. Sözkonusu
tarih cuntanın hemen sonrasından
başlar. Demokrasicilik oyununun
yeniden başladığı 84'lerde yeni bir
evreye ulaşır, ama bitmez. 80'li
yılların sonları boyunca tutsak
ailelerinin örgütlü olarak
yeraldıkları yeni bir dönem olarak
devam eder.
Tutsak ailelerinin fedakarlık dolu,
yürekli kavgalarını okuyacaksınız
bu kitapta.
Demokratik mücadelenin
ülkemizde ne büyük zorluklarla
yürütülebildiğine somut olaylarla
tanık olacaksınız.
Adı demokrat'a, ilericiye çıkmış
çeşitli aydın, sanatçı kesimlerin, o
zor yıllarda TAYAD'lı aileler
kapılarını çaldığında nasıl dürüstçe
veya korkakça tavırlar takındığı
kitabın ilginç bölümlerinden biridir.
TAŞ DEĞİL. YÜREKTİ
ELİMİZDEKİ
Haziran Yayınevi tarafından 1990
Mart'ında yayınlanan bu kitap, 1
Mayıs 1989'un anlatımıdır.
'89 1 Mayıs'ı Mehmet Akif
Dalcı'nın şehit düştüğü 1 Mayıs'tır.
Kitap, 1 Mayıs 1977 şehitlerinin ve
Dalcı'nın anısına ithaf edilmiştir.
Kitaptaki belgelerin büyük
çoğunluğu, oligarşinin 1 Mayıs
1989'da tutuklanan devrimcilerin,
demokratların toplu
dilekçelerinden, sorgu
metinlerinden oluşmaktadır.
Oligarşi alanlarda
engelleyemediği 1 Mayıs'ı mahkeme
salonlarında yargılayıp mahkum
etmek peşindedir. Ama 1 Mayıs
direnişçilerinin büyük bölümü,
alanlarda, sokaklarda olduğu gibi
mahkeme salonlarında da
meşruluklarını savundular. 1 Mayıs'ı
savundular.
"1 Mayıs Yargılanamaz" sloganını
yükselttiler o salonlarda.
Kitap içinde yeralan 1 Mayıs
direnişçilerinin yazdıkları
mektuplar, 1 Mayıs'ı, alanlardaki
direnişin ve hapishanelerin genç 1
Mayıs direnişçileri üzerindeki
etkilerini çok çeşitli açılardan
yansıtıyor. Belgelerin toplamından
ise 1 Mayıs 89'un örgütlenmesinden
alandaki çatışmalara kadar çeşitli
yanlarıyla direnişi bütünlüklü olarak
görmek mü mkün. *
DÜNYA TİYATROLAR
GÜNÜ'NÜ SALONSUZ
KUTLUYORUZ
TİYATRO BİZE YASAK!
Bugün 27 Mart Dünya Tiyatrolar
Günü... Dünyanın en eski ve en köklü
sanat dallarından olan tiyatronun günü
bugün.
Bugün, tiyatronun önemi üzerine
bir çok söz dinleyeceğiz. Bunlann
arasında "tiyatrocuların sorunlarını biz
çözeriz", "biz tiyatroyu çok severiz" gibi
hamasi nutuklar atıp "hayat
damarlarından dem vuranlar da
olacak.
Tiyatrocular, çok büyük bir sıkıntı
içinde bugün. Düzen tarafından,
özellikle ekonomik anlamda her geçen
gün daha fazla kuşatılan tiyatroculara,
iki seçenek dayatılıyor. Ya düzenin bir
parçası olup onun gösterdiği hizaya
gelcek ya da yokluklar, engellemeler,
baskılar pahasına onurunu, tiyatronun
onurunu koruyacak.
her şeye rağmen düzendışı
duruşunu ve onurunu korumanın
zorluğu ortada. Sanatta tavrım halktan
yana koymanın ve kaderini, emekçi
halkın kaderiyle bir tutmanın
bedellerini yıllardır ödüyoruz.Ayşe
Gülen, Ayçe İdil Erkmen; canlılarıyla
ödediler bu bedeli. Ve bizler, her gün
gözaltılarla, yasaklamalarla,
hapisliklerle, ekonomik zorluklarla
ödüyoruz. Çok çetin geçiyor günlerimiz
belki, çok da yotucu; ama bir o kadar
da gururluyuz... Geceleri, başımızı
yastığa koyduğumuzda içimiz rahat
uyuyoruz.
Bunca yaşadığımız, bunca
yaşattıkları yetmedi belli ki onlara 20
Mart günü, pek çok kültür merkezi ve
demokratik kurumla birlikte kültür
merkezimizi de bastılar.
Veçalışmalarımızı sürdürdüğümüz
sahnemizi, Hasan Hüseyin Korkmazgil
Sahnesi'ni keyfî gerekçelerle
mühürlediler.
Sandılar ki; sahnemizi kapatarak
tiyatromuzu susturacaklar. Bizi, bir
sahne 400 koltuk, iki kapı ve üç-beş
spot ışığından ibaret sandılar.
Yanılıyorlar! Bizim sahnemizin temelini,
en başından halkın içinde attık. Bizim
sahnemiz, yüzbinlerin, milyonların
bulunduğu her yerde perde açıyor. Maaş
kuyruğu, çarşı içi, fabrika bahçesi,
emekçi mahallelerinin sokakları... tşte
bizim sahnelerimiz... Soruyoruz size,
hepsini kapatabilecek
misiniz?Oyunlarımız, provalarımız,
çalışmalarımız hiç kesintiye uğramadan
devam edecek. Ve yine, kaynağını
emekçi halkın mücadelesinden alan
textlerimiz olacak ellerimizde.
Sahnemizi, Hasan Hüseyin Korkmazgil
Sahnesini er geç tekrar açacağız.
Halktan Yana Sanat Susturulamaz!
27 Mar! Dünya Tiyatrolar Günü
Kutlu Olsun!
Ayşe Gülen Halk Sahnesi
Halk Sahnesi Oyuncuları
İdil Kültür Merkezi.
ÇARE SEÇİM DEĞİL
Nisan 1980-Elazığ Lisesi'nde
devrimci-demokrat öğretmenlerin
başka yerlere sürgün edilmek
istenmesine halk ve öğreciler tepki
gösterdi. Forumlar yapıldı, işgaller
gerçekleştirildi, ardından 2000kişi
vilayete yürüdü. Ertesi gün yine 5000
iktidara
gelenler
önce
vaadedilmedik bir şey bırakmamış
olan DYP-SHP hükümeti krizin
faturasını emekçi halka yüklemek
için Nisan 1994'te "5 Nisan Paketi"
adını verdikleri yeni bir paket
açıkladılar.
Bu paketle birlikte işten
atılmalar, soygun, zam yoğun
olarak yaşanmaya başlandı. 24
Ocak kararlarından sonra
hazırlanan en kapsamlı soygun
paketiydi bu Çiller-Karayalçın
hükümeti "acı reçete"yi tekellere
değil, halka içermeye çalışıyor,
bunun için bitıbir türlü yalanlar
söyleyerek kendilerinin değil
halkın fedakarlık yapmasını
istiyorlardı.
Buna karşı Devrimci Sol Güçler
bu soyguna karşı tepkilerin
örgütleyerek Nisan'dan Haziran'ın
sonuna kadar sürecek olan "Açlığa
ve Zulme Karşı Ayağa Kalk"
TEK YOL DEVRİM
kişinin protesto yürüyüşü yapması
sonucu sürgünler durduruldu. 10
Nisan 1995-Kayıp aileleri kayıpların
akibetlerini öğrenmek,
kaybedenlerden hesap sormak için
Ankaraya gitti.
kampanyasını başlattılar.
Bu partiler yine aynı yalanlarla
karşımızdalar. Şimdi bol bol vaat
verip sonra iktidara geldiklerinde
ise aynı soygun paketlerini
açacaklardır. Yine krizler
yaşanacak ve bu krizlerin faturası
halka yüklenecektir. Tekeller
servetlerine servet katarken halk
daha da yoksullaşacaktır.
-35
KURTULUŞ -
MARKSİZM
-Sayı 24/2 Nisan 1999-
Marksizm
Bayrağını Taşımaktan Onur Duyuyoruz
ugün yaşadığımız açlık,
yoksulluk, sömürü, baskı
ve katliamların düzenden
kaynaklandığını biliyoruz. Çünkü
bunları yaşıyor, görüyoruz. Ancak
yaşadığımız baskı ve sömürünün
emperyalizmin ve işbirlikçisi egemen
sınıfların kurduğu düzenden
kaynaklandığını bilmek tek başına
sorunlarımızı çözer mi?
1700-1800'lü yılların Avrupa'sı,
ABD'si de zulüm düzenine
başkaldıran işçi sınıfı ve köylülüğün
sayısız direnişleri ve isyanlarıyla
doludur. Ancak zulmü görmek,
yaşamak, isyan etmek, savaşmak tek
başına zulüm düzenini alt
edebilmeye yetmiyor.
Düşmanı yenebilmek için onu,
düşünce sistemiyle, ideolojisi,
felsefesiyle, zayıf ve güçlü yanlarıyla,
yani her yönüyle tanımamız gerekir.
Kurdukları sömürü çarkının nasıl
işlediğini, buna karşı nasıl
savaşacağımızı ve elbetteki en
önemlisi yıkılanın yerine sömürüşüz,
kardeşçe yaşayacağımız bir düzeni
nasıl kurabileceğimizi bilmemiz
gerekir.
İşte, Karl Marks, dünya halklarına
bunun cevabını verdi; egemen
sınıflara karşı hangi araç ve
yöntemlerle savaşabileceklerini,
egemenlerin sömürü sistemini
ortadan kaldırmanın ve insanca
TEK YOL DEVRİM
yaşanacak bir dünya için gerekli
şartlan yaratmanın yol ve yöntemini
gösterdi.
Kapitalizmin tek alternatifi vardır:
sosyalizm... Yaratan ve üreten
halkların sömürüden kurtuluşunu,
kendi iktidarlarını kurmalarını, kendi
kendilerinin efendisi olmalarını
sağlayacak tek düzen sosyalizmdir.
Karl Marks, sosyalizmi bilimsel
temellerine oturtup bir ütopya
olmaktan çıkartmış, halkların
kurtuluş yolunu göstermiştir.
Marksizmin emekçi halklar için
önemini 1917 Ekim devriminin
önderi Lenin şöyle ifade eder:
"Yalnızca Marks'ın felsefi
materyalizmi, proletaryaya, bugüne
kadar bütün ezilenlerin içine düşüp
ruhsuzlaştıklan manevi esaretten
çıkış yolunu göstermiştir. Yalnızca
Marks'ın ekonomi teorisi,
proletaryanın kapitalizmin genel
sistemi içindeki durumunu dile
getirmiştir." (Lenin, Toplu Eserler, Cilt
19, sayfa:28)
Karl Marks sosyalizmin öncüsü ve
önderidir. Halklar sosyalizm için,
yaşadıkları zulüm ve sömürüden
kurtulmak için emperyalizme ve
onun işbirlikçilerine karşı Marks'ın
öğretileri ışığında yıllarca savaşmıştır.
Bundan tam 151 yıl önce Marks ve
Engels, bilimsel sosyalizmin temel
—Sayı 24/2 Nisan 1999-
MARKSİZM
bir ayrım, emperyalizme karşı
mücadeleden kaçanların, onunla
uzlaşmaya çalışanların işidir.
Bunlar Marksizmi eylem kılavuzu
olarak değil, sadece, kapitalizmi
tahlil eden bir teori gibi ele alan,
böyle göstermeye çalışan devrim
kaçkınlarıdır.
Marksizme yaptığı katkılarla onu
zenginleştirip, geliştiren ve
günümüzün emperyalist çağında
halkların elindeki bu Marksizm
rehberini daha da güçlendiren
Lenin, Marksizmin bir dogma
değil, eylem klavuzu olduğunu
şöyle ifade ediyordu: "Marks ve
Engels her zaman, bizim
öğretimiz bir dogma değil, bir
eylem kılavuzudur demişlerdi. Ve
öyle sanıyorum ki en çok
aklımızda tutmamız gereken şey
budur."
Marksizmin mücadele
bayrağını taşımak, Marksizmi böyle
kavramakla mümkündür.
Marks, Komünist Manifesto'da şöyle
demiştir: "Proleterlerin
zincirlerinden başka kaybedecek bir
şeyleri yoktur, ama kazanacakları
bütün bir dünya vardır." Dünyayı
kazanmanın, baskılardan,
katliamlardan, açlıktan, yoksulluktan
kurtuluşun bir tek yolu vardır:
Marksizmin ilkelerine sıkı sıkıya
sarılmak.
Bugün emekçi halkın kurtuluşu
için ihtiyacı olan herşey Marksizm'de
vardır. Yeter ki biz onu anlayalım,
kavrayalım. Kurtuluşun tek yolu
budur. Bugüne kadar tüm
yaşananlar, tarih bunu göstermiştir.
Marks yaşamını emekçi insanların
mutluluk ve özgürlükleri için
dövüşmeye, sömürücülerle ve
onların uşaklarıyla savaşmaya adadı.
Marks alçakgönüllü, yiğit ve cesurdu.
Çelik gibi bir iradeye,
ilkelerinin ve ekonomik teorilerinin
başlıca çıkış noktalarını formüle
ettikleri, sosyalizmin teorik
temellerini attıkları Komünist
Manifesto ile egemenlerin ödünü
koparırken, ezilen işçiler, halklar ona
dört elle sarılmışlardır. Bu nedenle
Marks'in düşünceleri, öğretileri her
zaman egemenlerin hedefi olmuş,
onun halklara yol gösteren ışığını
karartmak için ellerinden geleni
yapmışlardır.
Marks elbette ki sosyalizm için
hazır reçeteler sunmadı. Marksizm
bir dogma değil, eylem kılavuzudur.
Emekçi halkın elinde onları kurtuluşa
götürecek bir rehberdir. Ve öyle
olmuştur.
Devrimciler, Lenin, Stalin, Mao, Ho
Chi Min, Che gibi onlarca devrim
önderi ve kurutuluşu için savaşan
halklar onun açtığı yoldan, onun
öğretiieriyle ilerlemişler, yıkılamaz
denen egemenlerin zulüm
düzenlerini yıkmışlar, kendi
iktidarlarını kurmuşlardır.
Sovyet devrimi, Çin, Küba,
Vietnam devrimleri
Marksizmin yol
göstericiliğinde olmuştur.
Günümüzde emperyalizm,
Marks
tüm dünya halklarına karşı
gösterdi bize
azgın bir sömürü ve saldırı
en derin yasalarını tarihîn,
içindedir. Emperyalizmin
saldırılarını boşa çıkaracak,
Proletaryayı başa
halkların kurtuluşunu
getirecek.
sağlayacak olan tek yol
Marksizm-Leninizm'dir. Marksizm
Hayır,
bugünemperyalistlerin dediği
gibimodası geçmiş bir düşünce Marks'm kitapları mürekkep
değildir. Marks'm düşünceleri
ve kağıt değildir yalnız,
yeryüzünde sömürü ve zulüm
kasvetli rakamlarla dolu
olduğu sürece, emperyalizm
varolduğu sürece hep
tozlu yazılar değil. Onun
varolacak ve emekçi halka yol
kitapları düzene koydu
göstermeye devam edecektir.
Öte yandan Marksizm ve
dağılmış ordusunu emeğin.
"Leninizmi birbirinden
Ve ileriyi gösî. güçle dolu,
ayırmak, birbirinden farklı
şeyler gibi göstermeye
İnançla" (Mayakovski, Marks'ın
çalışmak da beyhude bir
Biyografisi)
çabadır. Bu özünde
Marksizmin de inkarından
başka bir şey depdir. Böyle
inanılmaz bir çalışma azmine sahipti.
Marks üretkenliğinin ve çalışma
azminin kaynağını şöyle ifade
etmekteydi. "Eğer hayatta insan soyu
için herşeyden daha çok
çalışabileceğimiz bir tutumu
benimsemişsek belimizi bükebilecek
hiçbir güç olamaz."
Evet, O'nun ve ortaya koyduğu dünya
görüşünün belini ne sağlığında ne de
öldükten sonra
-KURTULUŞ
-36 —
halkların büincinde, mücadelesinde
yaşamaya devam ediyor ve ilelebet
de yaşamaya devam edecek. Bugün
onu anlayan, kavrayan gerçek
Marksist-Leninistler, Marks'm izinde
yürümeye devam ediyorlar.
Marks'ı ölümünün 116. yılında
saygıyla anarken, onun ilkelerinden
hiç ayrılmayacağımızı, MarksizmLeninizm bayrağını onurla
taşıyacağımızı bir kez daha tüm
dünyaya ilan ediyoruz.*
HALKLARIN
KURTULUŞUNA ADANMIŞ BİR HAYAT
Karl Marks, 8 Mayıs 1818'de Almanya'nın Trier kentinde doğdu.
Babası liberal görüşe sahip bir avukattır. Marks okuduğu yıllarda
öğrenmeye, araştıj-rnaya meraklıdır. Kendini geliştirmek için sınırsız bir
enerji ve isteğe sahiptir.
1835'te babasının isteği üzerine hukuk öğrenimi görmek için
Bonn'a gider. Burada bir yıl kadar kaldıktan sonra öğrenimini
tamamlamak üzere Berlin'e geçer. Berlin'de kaldığı yıllar O'nun
yaşantısında yeni bir dönemi ifade eder. Çünkü Avrupa'da kapitalizmin
yaşadığı derin bunalım işçi ayaklanmalarım doğurmuştur ve Avrupa
adeta patlayacak bir bomba gibidir.
Marks bu dönemde işçi sınıfını daha yakından tanımaya ve onun
rolünü biçimlendirmeye başlar. Almanya'daki burjuva demokrat
Rheinische Zeitung adlı gazetenin başına geçerek siyasi düşüncelerini
burada ifade etmeye başlar. Bir yandan da asıl uğraşı otan kapitalist
toplumu inceler. İnsanı, doğayı, toplumların gelişimini kavramak için
gece gündüz çalışır. Rheinische Zeitung'da çıkan yazılarından rahatsız
alan Prusya Hükümeti, 1843'te gazeteyi kapatır ve Mafks'ı sınır dışı
eder. Fransa'ya geçen Marks, 1844te Almanya'daki işçi ayaklanmalarını
öven yazılar yayınlamaya ballar. Prusya hükümeti bundan da rahatsız
olur ve Fransız hükümetinden Marks'ın sürgün edilmesini ister.
Bunun üzerine Marks Fransaya gelişinin onbeşinci ayında Brüksel'e
sürgün edilir. belçika devleti Marks'ı burada sıkı bir gözetim altına alır.
Fransa'dayken Engels'le de daha yakından tanışma fırsatı bulur. Her
ikisi de Fransa'daki bu görüşmelerinde işçi sınıfının kapitalist
toplumda oynayacağı devrimci rolü kabul etmiş ve bu konuda
netleşmişlerdir. İkisinin de bundan sonraki yaşamları işçi snıfının
dünya görüşünü ve sosyalist devrimini formüe eme üzerine
şekillenir.
Sürgünlerle yaşamak Marks'a ve ailesine yoksullaklarla, acılarla
dolu bir yaşamı da dayatmıştı. 1855'te oğlu Engar'ı yoksulluğun neden
oludğu hastalıklar sonucu kaybetti. Engels'e yazdığı mektupta "Kendimi kontrol
etmek zorundayım ama yüreğim kan ağlıyor ve
başım yanıyor" diyordu.
1860 yılında Heralde Tribune'nin artık makele istememesi Mark'ın
tek düzenli gelir kaynağını da kurutmuştu. Defalarca yapmak zorunda
kaldığı gibi, bir kez daha evde yedeği olan olmayan herşeyi,
çocuklarının ayakkabıları ve kıyafetleri de içinde olmak üzere rehin
verid. Ölümsüz eseri olan "Das Kapital" bazen ailece açlık çektikleri
bu hastalık ve yoksulluk yıllarında doğdu.
Marks'ın örnek bir evlilik yaşantısı vardı. Eşi fedakarlığı, vefasıyla
hep Mark'ın yanında oldu. Mark'ın siyasi çalışmalarında O'nun en
büyük destekçisiydi. Mark s çocuklarını da sosyalist düşüncelere göre
yetiştirdi. 1.Enternasyoyenel'in kuruluşunda kızı Jenney bizzat çalıştı
Marks hayat arkadaşı, her türlü acıyı beraber yaşadıkları,
paylaştıkları eşi yakalandığı kanserden kurtulamayarak 7 Kasım
18817de aniden öldü. Ardından ağır bir hastalık sonucu kızını kaybeti.
Proletaryanın ölümsüz öğretmen önderi Markisizmin kurucusu Karl
Marks Kapital'in diğer iki cildini ve daha bir çok projeyi tasarlayıp,
yazmaya hazırlandığı bir sırada; 14 Mart 18837te Londradaki evinde
hayata gözlerini yumdu.
ÇARE SEÇİM DEĞİL
bağlılığının, kararlılığın, inancın,
cesaretin kelimelerle anlatılamayacak
somut ifadesidir Kızıldere. Büyük bir
kahramanlıktır. Halk kahramanlığıdır.
Binyıllardır egemenler emekçi
halkları ezmekte, zulüm cenderesi
altında tutarak sömürü
düzen
devam ettirmektedir. açlığın,
yoksulluğun, baskının, teörürün tek.
Merhaba İbrahim Abi;
öncelikle, arkadaşlar ve evcek
hepimiz, hepinizin bayramını
kutladığımızı bildireyim.
Farkında mısınız bilmiyorum ama
ben hiç bu kadar sönük, bayram
havasından uzak bir bayram
görmemiştim. Mahallede, okulda da
herkes aynı şeyi söylüyor.
Televizyonlar bile eskisi gibi öyle
bayram programlan falan yapmadılar.
Takvimde bayram diye yazmasa
bayram olduğu kimsenin aklına bile
gelmeyecek neredeyse. Evde de bunun
konuşması geçti. Annemle babam da
"millette bayram kutlayacak hal mı
bıraktılar kızım, çocuklara bile yeni
bir üst baş alamadıktan, bir fakiri
sevindiremedikten, bayram ziyaretleri
yapamadıktan sonra bayramın tadı
tuzu mu kalır" diyorlar.
Gerçekten de öyle. Oligarşi 1
Mayısları, Newrozlari yasaklayarak,
terör estirerek kutlanmasını
engellemeye çalışıyor, bu bayrama
yönelik öyle bir şey yok ama halkta da
içinden gelerek, gönlünce bayram
kutlayacak bir hal bırakmamışlar.
Bayramı kutlamak bir yana hiç değilse
3-5 gün tatil yapıp dinleneyim bile
diyemiyor halkın çoğu. Arkadaşlar bu
da işte oligarşinin ekonomik terörü,
para babaları, köşe dönücüler
bayramı yurt dışlarında, tatil
kentlerinde geçirirler, halk evinde bile
bayramı kutlayamaz diyorlar. Neyse,
bayram üzerine bu kadar söz yeter
sanıyorum. Buralarda bir yaramazlık
yok. Hafta sonu Zeynep'e uğradım.
Newroz'da mahalleden bazı
arkadaşlarla o da gözaltına alınmış
ama çabuk bırakmışlar. Morali
oldukça iyiydi. Görüyor musunuz
benden sonra devrimci oldu ama
benden önce gözaltına alındı. Ben size
demiştim o iyi bir devrimci olur diye.
Biz de devrim şehitlerini anma
çalışmalarımızı yürütüyoruz. Okulda,
mahallede neler yapabileceğimizi
programlamıştık zaten o çerçevede
sürdürüyoruz.
Okuldaki arkadaşlarla neler
yapabileceğimize ilişkin 4 yeni
arkadaşın da katıldığı bir toplantı
yaptık önce. Daha geniş katılımla
yapacağımız anmadan önce bir
toplantı daha yapacağız. Arkadaşlar bu
toplantıda tartışmak üzere bir de yazı
hazırlayacaklar. Ben de
okuduklarımdan araştırdıklarımdan bir
peyler çıkarmaya çalıştım.
Çıkardığım notlardan yazdığım
yazının bir özetini şimdi size de
yazacağım. Düşüncenizi almak
istiyorum.
ölmek fiili olarak yok olmaktır.
ölen bir insanı belki yakınları,
sevenleri bir süre daha anar ama
sonuçta unutulur gider. Hele ki halka
karşı savaşanlar, zulmedenler
öldüğünde onlara oligarşi istediği
kadar "şehit" desin, ya yaptıkta
zulümler nedeniyle lanetle anılırlar
unutulur, silinir giderler. Ancak
devrim için şehit düşenler için böyle
midir? Onlar halka zulmetmek,
katletmek için değil, halkı yaşatmak,
özgürlüğüne kavuşturarak yemden
kendini yaratması için şehit düşerler.
Dolayısıyla halkın bilincinde,
yüreğinde, mücadelesinde sonsuza
kadar yaşarlar. Şehitlikleriyle bile
halka kurtuluşu için yol göstermeye
devam ederler. Mücadelenin her
anında gözaltında, işkencede,
çatışmalarda, direnişlerde, en zorlu
görevleri yerine getirirken, iç
düşmanla savaşımızda hep onlardan
güç alırız. Bu nedenledir ki
devrimciler için şehit düşmek yok
olmak, düşmana yenilmek demek
değildir. Yaşamı, mücadeleyi yeniden
üretmektir. Umudu yaşatmaktır. Bunu
bilince çıkardığımız, bu fedakarlığı
göze aldığımız ölçüde ölüm
gözümüzde küçülür. Sıradanlaşır. Tek
tek kahramanlıkların, ölümün üzerine
yürümenin yerini kitlesel
kahramanlıklar, ölüme meydan
okumalar alır.
Devrimci insan, devrime bağlılığı,
fedakarlığıyla değer kazanır. İnsanlar
devrim saflarına düzen yaşantılarını
bir kenara bırakıp gelmekte ve binbir
zorluğa göps germeye gönüllü
olmaktadır. Zulme karşı olmak, halk
için, sömürüşüz bir dünya için
mücadele etmek yani devrimcilik
yapmak başlıbaşına bir fedakarlıktır.
Ancak fedakarlık aynı zamanda bir
devrimcinin doğal bir sorumluluğu,
görevidir. Fedakarlık yapılmadan
devrimci olunmaz, devrimcilik
yapılmaz. Fedakarlığa sınır koymak
devrimciliğe sınır koymaktır. 24
saatimizi, 24 saatimizin her dakikasını
tüm enerjimizle devrime harcamak
fedakarlıktır ama fedakarlığın en üst
sınırı devrim için şehit düşebilmekür.
30 Mart Kızıldere direnişi yüzlerce
binlerce sayfada anlatılamayacak bir
bilinci, bir inancı bize miras
bırakmıştır. Halk sevgisinin, yoldaş
sorumlusu emperyalizm ve işbirlikçisi
Susurluk Devleti'dir. Emperyalizme ve
oligarşinin varlığına son vermek,
ancak savaşmakla mümkündür.
Emperyalizm ve oligarşiye karşı
verilen bu savaşta halk olmadan zafer
kazanmak mümkün değildir. Çünkü
bu savaş halkların kurtuluşunu
sağlayacak tarihsel ve siyasal haklılığı
olan bir savaştır. Ve savaşın sonunda
kazanan mutlaka ezüen halklar
olacaktır. Bu, tarihin gerçeğidir. Bu
gerçeği Mmse ters yüz edemez,
değiştiremez.
Devrimcî Hareketimizin 30 yıldır
sürdürdüğü savaşın özü: halkımızın
kurtuluş. 30 yıldır sürdürülen bu
cürret, kararlılık vardır. Sayısız
bedellerödenmiş, kahramanlık
destanları yaratılmıştır. Ödenen bede
verilen yüzlerce şehit boşuna değildir.
Şehitlerimiz son nefeslerini verirken
dahi "Halkımız sizi çok seviyoruz"
demişlerdir. Parti-Cephelilerin halk
sevgisi, şehitlerimizin yaşamlarında,
savaşımlarında somutlanmıştir. 30 yıl
önce Anadolu topraklarına tohum
olup düşen şehitlerimiz, bu
topraklarda kök salacaklarını, yeni
yeni filizlere durup, binlerce karanfil
olup ülkemizin dört bir yanında
açacaklarını biliyorlardı.
"insanlar için öleceksin
Hem de yüzünü görmediğin
İnsanlar için
Hem de seni
Hiç kimse buna zorlamamışken"
sözlerinde ifadesini bulur halk sevgisi.
Elbette milyonlarca insanın yüzünü
görmeyebiliriz. Ancak Parti-Cephe
halkın acılarının, özlemlerinin,
sevgilerinin, sevinçlerinin içindedir.
Onu, Anadolu halklarının bağrında
yeşermiş ve milyonlann tek kurtuluş
umudu olmuştur. Parti-Cephe'yi umut
yapan halk ve vatan sevgisidir. Ancak
bu sevginin ateşiyle yoğrulanlar
vatanımızın bağımsızlığı, halkımızın
kurtuluşu için savaşmaktan bir an
dahi geri durmazlar.
İşte yazdığım yazı bu çerçevede.
Tabii doğruluğuna inanıyorum ama
dediğim gibi bunu yazarken
okuduklanmdan çıkardığım notlardan
yararlandım. Yani sadece benim
düşüncelerimmiş, kafamdan yazmışım
gibi anlaşılmasın. Okudukça,
öğrendikçe ileride kendi başıma da bir
şeyler yazabilirim sanıyorum.
Mektubuma son verirken tekrar
partimizin kuruluşu hepimize kutlu
olsun diyor, sevgilerimi, selamlarımı
yolluyorum.
Kardeşiniz Meral
TEK YOL DEVRİM
Merhaba Sevgili Meral;
Bizler de önce hepinizin
bayramını kutluyoruz. Ayrıca size
hem partimizin kuruluşu hem de
bayramla ilgili kart göndermiştik.
Herhalde daha elinize geçmedi
sanıyorum ki mektubunda
sözetmemişsin.
Bayramla ilgili yazdıkların
doğru. Bu kadar baskı, sömürü,
yoksulluk ve zulüm olduğu ve
giderek bunların daha da
ağırlaştığı bir ülkede elbette bu tür
bayramlar da ister istemez eski
canlığını, önemini yitirmeye
başlar.
Hazırladığın yazıya gelince;
herşeyden önce böyle bir çaba
içine girmen olumlu, sevindirici
bir gelişme. Bir yazı, bildiri
yazarken, bir konuya hazırlanırken
özellikle de bu işlere yeni
başlamışsak elbetteki daha önce
yazılanlardan yararlanırız. Bunda
olağandışı bir şey yok. Böyle böyle
kendimizi bu konuda da geliştirir,
yetkinleştiririz. Burada önemli
olan, okuduklarımız, aldığımız
notlar üzerinde düşünmek, onlara
yeni bir şeyler katmaya çalışmak,
güncellikle bağını kurup
geliştirmektir. Eğer böyle yapmaz,
olduğu gibi oradan buradan alıp
sadece kopya edersek bu hem
bizim açımızdan geliştirici olmaz,
hem daha önce başkalarının
harcamış olduğu emeğe saygısızlık
yapmış oluruz, hem de
okuduğumuz, anlattığımız
insanlara yeni bir şey vermiş
olmayız. Kaynaklardan
yararlanırken bu noktayı
unutmamalıyız.
Yazının içeriğine gelince; Emek,
değer verilen her şey işe yarar.
Elbette daha da geliştirebilirsin.
Biz de yazdıklarına bir kaç şey
daha ekleyip, eksik kalan yönleri
üzerine düşüncelerimizi
belirteceğiz.
Marksizm-Leninizm soyut bir
dünya görüşü değildir. Bize devrimi
gösterir, devrimi yapmanın tarihsel
önemini kavratır. Devrim
mücadelesi ise bedel ödemenin,
yaşamını hiçbir çıkar
gözetmeksizin karşılıksız olarak
verebilmenin gönüllüsü olmak
gerektiğini emreder, öleceksin ama
uğruna öldüğün değerler binlerce,
milyonlarca insan tarafından
yaşatılacak. Şehit düşmekle
mücadeleden kopmayacaksın,
moral olacaksın, bilinç olacaksın,
güç olacaksın. Özgür vatan böyle
onbirılerin emeğiyle, alınteriyle
kurulacak. Sınıfsız topluma bu
yoldan gidilecek. Savaşın
halklaşması işte bu pratik üzerine
şekillenmektedir. "Bir gider bin
geliriz" şiarı tam da burada
somutlanır. Bu bilince sahip olmak,
bir devrimci için ölümü gülerek
karşılamayı getirir.
Tıpkı şehitlerimiz gibi, tıpkı Ölüm
Oruççularımız gibi, barikatlarda
ölümüne savaşanlarımız gibi, tıpkı
Mahirlerimiz, Niyazilerimiz,
Sabolarımız, Günerlerimiz, Kemal
Askerilerimiz, İdillerimiz ve daha
niceleri gibi...
Mahirler Kızıldere'de "biz
buraya dönmeye değil, ölmeye
geldik" derken, orada Anadolu
ihtilalinin yolunu çizdiklerinin
bilinciyle hareket ediyordu. Savaşı
sürekli kılacak bir direniş geleneği
yaratılmalıydı. Oradaki o on
insanın yarattığı kahramanlıktaki
bilinci anlayamayanlar,
kavrayamayanlar ya da anlamak,
kavramak istemeyip, "bu bir
maceranın kaçınılmaz sonuydu"
gibi değerlendirmeler yapanların
durumu bugün ortadır. Geçmişte
onlarca, yüzlerce şehit verip de
bugün düzene uyumlu "politika"
yaparak devrime, şehitlerine
ihanet edenlerin durumu
ortadadır. Onların beyinlerinde de
yüreklerinde de artık şehitler
ölmüştür. "İyi çocuklardı yazık
oldu" diye belki hatırlarlar ancak.
Onların literatüründe şehitlik diye
bir kavram kalmamıştır.
Ama öte yandan Kızıldere'nin
yolundan yürüyenler, Mahir'i,
Parti-Cepheyi sahiplenenler,
halkımızın kurtuluş umudunu da
büyütenler oldular. Düşünmek
lazım, neden bizim Kızıldere gibi
onlarca direnişimiz, düşmana
teslim olmayıp kahramanca
ölümün üzerine yürüyen yüzlerce
şehidimiz, tutsaklık koşullarında
dahi düşmanla göğüs göğüse
çarpışarak kitlesel kahramanlıklar
yaratan bir savaşçı ordumuz var?
Ve tabii neden diğerlerinin yok?
Kahramanlığı, ölümüne savaşmayı,
bireysel tavır olmaktan çıkarıp
kitleselleşmesini sağlayan, sahip
olduğumuz Marksist-Leninist
ideolojimizdir, doğru devrim
stratejimiz, yarattığımız
geleneklerimiz, kültürümüzdür.
Şehit düşerken kanıyla devrimci
hareketin adını yazan, tilililer
çeken, "asıl siz teslim olun",
"cesaretiniz varsa gelin",
"yoldaşlarımız sizi cezalandıracak"
diyen tek tek tüm yoldaşlarımızın
gösterdiği büyük fedakarlıklarla,
kahramanlıklarla yaratılmış bir
kültürdür bu.
Anadolu halkının mücadele
tarihindeki değerleri sahiplenen,
yaşatan ve halka taşıyan PartiCephedir. Bedel ödeme,
kahramanlıklar yaratma, düşmanla
uzlaşmazlık bir çizgi, gelenek
haline gelmiştir. Kızıldere'de
yaratılan manifesto, titizlikle, leke
sürülmeden korunmakta,
bedellerle sahiplenilip
yaşatılmakta, geliştirilmektedir.
Örgütüne, yoldaşlarına, halkına
güven ve bağlılık, halk ve vatan
sevgisi, direnme ve teslim olmama,
çatışma geleneği, direniş ve
kahramanlık yaratma çizgisi, her
koşulda değer ve gelenek yaratma
bilinci bizim özgünlüğümüzdür.
Devrimci Hareketimizin
harcında emek vardır, bağlılık
vardır. Kendini tereddütsüz feda
etme ruhu vardır. İnanç, cesaret ve
cüret vardır. İktidar bilinci, sonsuz
bir halk ve vatan sevgisi vardır.
Önderliğine ve yoldaşlarına, halka
güven vardır. Öğrenmek ve
öğretmek vardır. İşte tüm bunlar
şehitlerimizin yaşamlarında
somutlanmıştır. Elbette nice
kahramanlıklar yaratan
şehitlerimiz içinde de eksikleri,
zaafları olanlar, düşüp tekrar ayağa
kalkanlar da vardır. Zaten
şehitlerimizden öğrenmeliyiz
derken sadece onların olumlu
yanlarından öğrenmeyi değil,
eksikliklerinden, hatalarından da
öğrenmeyi, dersler çıkarabilmeyi
kastederiz. 12 Temmuz'dan çıkan
"Yoldaşlar Bizi Aşın" şiarı bunun
somut ifadesidir.
Demek ki, kahramanca şehit
düşebilmeyi sadece eksiksiz,
zaafsız devrimcilerin yapabileceği
bir iş olarak görmek, kahramanlığı,
şehitliği ulaşılamayacak ya da
kendimizden uzak değerler olarak
görmek de yanlıştır. Burada önemli
olan tüm eksik ve zaaflara karşın
yarattığımız geleneklerimize,
değerlerimize, kültürümüze sahip
çıkabilmek, bunun için ölmeyi göze
alabilmektir. Eksikleri, zaafları
olanJaı da dahil şehitlerimiz bunu
başarmışlardır. Bu nedenle hepsi
halkımızın kahraman evlatlarıdır.
Hepsi bizim için sonsuz
değerdedir.
Şehitlerimizin önemini, bizlere
bıraktıkları mirası, yarattıkları
değerleri en iyi yine önderimiz
ifade etmiştir. Partinin kuruluş
kongresinde şöyle diyor önderimiz:
"... bugün somut bir olgu haline
getirmeye çalıştığımız parti olgusu,
onlarla birlikte yarattığımız en
büyük düşümüzdü. Onlar bu amaç
için yaşamlarını hiç çekinmeden
feda ederken, bize yaşamımız
sonsuza kadar kuşaktan kuşağa
aktarılacak, unutulmayacak ve bizi
devrime götüren bir tarih yazdılar.
Bu tarihin köşe taşlarında hep
onlar olacaktır."
Şehitlerimize verilen bu değer
parti programında da
somutlanmıştır. "Şehitlerimize
Saygı" bölümünde şöyle
denilmektedir: "1-Devrimci Halk
İktidarı, emekçi halkın kurtuluş
mücadelesinde ölümsüzleşenlerin
anısını yaşatacak, miras bıraktıkları
kararlılık, özveri, davaya bağlılık ve
cesaretleri halkın bilincinde
ölümsüzleşen değerler olarak
korunacaktır. 2-Devrimci Halk
İktidarı, tüm halka ve yeni yetişen
kuşaklara
emperyalizmin ve oligarşinin
egemenliğinden kurtuluş
mücadelesinde şehit düşenlere
saygı ve sahip çıkma bilincini
aşılayıp geliştirecektir." Şehitlere
verilen değer sadece kendileriyle de
sınırlı değildir; "3-Devrim
şehitlerinin aileleri ve çocukları
Devrimci Halk İktidarının
güvencesinde olacak, yaşamları ve
eğitimleri için gerekli herşey
öncelikle sağlanacaktır."
Programımızda da belirtildiği
gibi şehit aileleri de bizler için
değerlidir. Onlar bize
yoldaşlarımızın bıraktıkları
emanettir. Bu nedenle onlara karşı
saygıda, ilgide kusur etmemeliyiz.
Onları oğulları, kızları gibi aramak,
ilişki kurmak, ilgilenmek bizler için
bir görevdir. Şehit ailesi olmak bir
onurdur. Bu onuru yaşamalarına
yardım etmeliyiz.
"Partimiz şehitlerimizin eseridir"
diye sıkça söylediğimiz bir
sözümüz vardır. Partimiz
şehitlerimizin tüm deney ve
tecrübeleriyle donanmıştır. Bu 30
yıllık bir savaşın tecrübesidir. Bu
nedenle şehitlerimizin kanları
canları pahasına yarattıkları bu
değere daha sıkı sarılmalıyız.
Şehitlerimizin bizlere bıraktığı bu
mirası kıskançlıkla sahiplenmeli,
korumalı ve geliştirmeliyi?.
Şehitlerimizin yarattığı bu eseri
en iyi tanımanın yolu, bu eseri
yaratanları tanımaktan geçiyor. Bu
nedenle her zaman en önemli
görevlerimizden biri şehitlerimizi
daha fazla tanımak olmalıdır. Parti
kültürünü içselleştirmek, partili
düşünebilmek, savaşı büyütmek
şehitlerimizi tanımak, anlamakla
mümkündür. Yeni bir yaşamın, yeni
bir kişiliğin yaratılmasının en
başında gelen şeylerden biridir bu.
Şehitlerimizi tanımak Mahirlerden
bu yana devrimci hareketimizin
tarihini, ideolojimizi, halk
gerçekliğimizi ve savaş gerçeğini
öğrenmek, tanımak demektir.
Onlardan öğrenmek,
öğrendiklerimizi öğretmek
görevimizdir.
Şehitlerini tanımayan,
sahiplenmeyen, onların yarattığı
değerleri koruyup geliştirmeyen bir
hareketin, devrimi gerçekleştirmesi
bir yana, kendini geliştirebilme
şansı bile olamaz.
Şehitlerimiz savaşma
kararlılığımız, yol göstericilerimiz,
iktidar bilincimiz ve düşmana
kinimizdir. Onlar en büyük
değerlerimizdir. Bu savaşı
büyütmemizin, devrime
yürümemizin olmazsa olmaz
koşuludur.
Dünyada şehitleri olmayan hiçbir
siyasi hareket devrime öncülük
edememiştir, edemez. Çünkü
şehitleri olmayan, şehitler
vermeyen bir örgüt ne kadar keskin
laflar ederse etsin, ne kadar keskin
ÇARE SEÇİM DEĞİL
görünmeye çalışırsa çalışsın, ne
kadar ağzından "devrimcilik"
"sosyalistlik", "komünistlik"
laflarını düşürmezse düşürmesin
onlar ancak kendilerini
kandırabilirler. Şehit vermemek,
savaşmamanın göstergesidir.
Devrimcilik yapamazlar, ancak
devrimcilik oynarlar. Ama bu
oyunu oynamak bile tehlikelidir
faşizmin olduğu bu ülkede. Bu
tehlikeyi de göze alamadıkları için
seslerini soluklarını kesmiş, parti
binalarının içinde bile basın
açıklamaları, toplantılar yapamaz
hale gelmişlerdir.
Vatanı, halkı için, idealleri için
hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan,
fedakarlığın zirvesine ulaşıp şehit
düşenlere saygı duymayanların,
onları sahiplenmeyenlerin açıktır
ki, uğrana can verebilecekleri
hiçbir değerleri, inançları
kalmamıştır. Varolduğu ifade
edilen ideoloji, devrime inanç da
soyuttur, yüzeyseldir. Böyleleri ne
bir devrimci değerin yaratıcısı
olabilirler, ne de yaratılmış olan
değerleri koruyup, geliştirebilirler.
Oysa hareketimiz dışarıdan
içeriden düşmanın tüm
saldırılarına, imha politikalarına
rağmen ayakta durmayı ve tüm bu
saldırılara, aldığı büyük darbelere
rağmen gelişmesini sürdürmeyi
başarabilmiştir. Çünkü
savaşmaktan kaçmamıştır.
Savaşmaktan kaçmayan, savaşan,
direnen, kahramanlıklar yaratarak
şehit düşen savaşçılara, savaşçı bir
geleneğe sahiptir. Artık hiç bir
gücün ülkemiz topraklarından
devrimci hareketimizi söküp
atabilmesinin olanağı kalmamıştır.
Çünkü hareketimiz şehitlerimizin
ve önderliğimizin yol
göstericiliğinde halkımız içinde
çok derinlere kök salmıştır. Halk
yok olmadan bu kök kurutulamaz.
Oligarşinin en azgm terörü altında
bile şehitlerimizin sahipsiz
kalmaması, halkımızın
şehitlerimizin adlarını doğan
çocuklarına vermesi, bu kök
salısın, sahiplenişin bir ifadesidir.
Kökleri halkın içinde olanlar asla
ölmezler.
Evet kısaca bizim
ekleyeceklerimiz de bunlar. Gerek
senin yazdığın, gerekse bizim
eklediklerimizi toparlayıp, geliştirip
bundan bir anmada, toplantıda
yararlanabilirsin.
Evet şimdilik bizim
söyleyeceklerimiz de bu kadar. Biz
de tekrar partimizin kuruluşunun
hepimize kutlu olmasını,
çalışmalarınızın başarılı geçmesini
dileyerek mektubumuza son
veriyoruz. Yarınlar bizim, gelecek
bizim, biz kazanacağız. Herkese
selamlar, sevgiler.
Ağabeyin İbrahim
LONDRA'DA CEPHELİLERE SALDIRI
* Kurtuluş'u Susturmak Kimsenin
Haddi Değildir
* Ben Yaparım Olur Diye Düşünenler
Yanılıyor
* Kontra Eylemler ve Devrimci Eylemler Konusunda Bulanıklığa İzin Vermeyeceğiz
* Yanlışa Tavır Almayan Herkes Tarih
Önünde Sorumludur
Londra'da Kurtuluş Dergisi'ni ve Cephe'nin 82 No'lu açıklamasını dağıtan Cepheliler, PKK'lıların saldırısına uğradı. Saldırının ayrıntıları, olaya ilişkin haber ve
açıklamalarda yeralıyor.
Olay sonrasında yapılan görüşme ve
toplantılarda ise PKK temsilcisi saldırı konusunda özeleştiri veriyor. Ancak temsilci, bunu "yazdı hale getirmeyeceklerini",
"bunun kendilerinin tarzı olmadığı"m
belirtiyor. Evet, doğrudur, kendilerinin
tarzı değildir. Bu bile verdikleri özeleştirinin ciddiyetini tartıştırır. Ancak şimdi bunun üzerinde fazlaca durmayacağız.
Önce saldırıyı ele alalım;
PKK bunu hep yapar. Tehdit, hot-zot,
yasak, sansür, saldırı... Bunlar PKK'nın
yıllardır sola, devrimcilere karşı sık sık
başvurduğu yöntemlerdi*. Muhasebesini
yapmaz, özeleştirisini verse de, bu olayda
da kendileri tarafından çok somut ifade
edildiği gibi ciddiyeti yoktur. Geçiştirmek
içindir. Ben yaparım olur diye düşünür.
YAPMADIYSAN,
NİYE TEŞHİR EDENLERE
SALDIRIYORSUN?
Ancak bu defa saldırıyı PKK açısından
daha "özgün" hale getiren bir yan var.
Mavi Çarşı'nın yakılmasına ilişkin olarak;
hem yapmadım diyor, hem teşhir edene
saldırıyor. Yapmadıysan bu kontra saldırının teşhir edilmesine niye karşı çıkıyorsun? Yaptıysan niye üstlenmiyorsun? O
zaman herşey daha açık, daha net olmaz
mı?
Sadece Londra'da değil. PKK'lıların
pek çok alandaki tepkileri başka bir şey
anlatıyor, resmi açıklamalar başka şey
söylüyor. Örneğin bir hapishanede bir
Cepheli tutsak, mavi Çarşı katliamını
kontrgerillanın yapmış olabileceğini söylüyor; bir PKK'lı tutsak ona cevap veriyor:
"Kontrgerilla babandır!"
Bu kızgınlık, bu alınganlık niye? Bir örgüt bir eylemi ya yapmıştır, ya da yapmıştır. Ya yanlıştır, mahkum edilir, ya da savunulur. PKK'nın tavrı ise ne odur, ne öteki. Ve bu belirsizliğin, devrimciler tarafından da kabul edilmesini istiyor, hatta dayatıyorlar. Hayır. Devrimci eylem anlayışının, çizgisinin muğlaklaştırılmasına izin
vermeyiz. Böyle muğlak veya onaylayan
tavırlar karşısında hiç bir devrimci sessiz
kalamaz. Herşey bu kadar ucuz değildir.
PKK'lılar bu yönteme çok alışmışlardır.
Adeta halkla, devrimcilerle alay ediliyor.
Bu, üzerinde tereddütlerin oluştuğu,
kontra eylemlerle devrimci eylemlerin
karıştırılmasına yolaçacak tavırlar sergilendiği ilk olay değildir. Ama "son" olmalıdır.
Ama PKK, bunlara son vermek yerine,
devrime, halklarımıza zarar veren bu tutumu eleştirenleri susturmaya çalışıyor.
Saldırıyla, tehditlerle hiçbirşey yapamazsınız.
OLİGARŞİ NELERDEN
KORKAR, NELERDEN
KORKMAZ?
Kurtuluş'u, Cephe'yi hiçbir güç engelleyemez. İşte oligarşi, sansür ediyor, dağıttırmıyor, tutukluyor, katlediyor... 82
No'lu açıklamayı da sansür etti. Onun
korkusu çok büyük. Neden sansür etti?
Çünkü devrimci eylemden, devrimci eylem anlayışından korkuyor.
Oligarşi Mavi Çarşı katliamından korkmaz. Tersine, işine gelir, yapın der... Yapın
ki, teşhir edeyim, sizin adaletinizi, anlayışınızı herkes görsün der. Oligarşi Mavi
Çarşı katliamının kitlelere devrimci bir
mesaj vermeyeceğini bilir. Ama Mavi Çarşı katliamının bir devrimci hareket tarafından eleştirilmesi, kitleleri bir yanılsamadan kurtarır.
Oligarşi milliyetçilikten korkmaz. Karşı
milliyetçiliğini yaratır. Halkları birbirine
düşürür. Ama kardeşlikten, birlikte mücadeleden ve devrimden korkar.
PKK'lıların Mavi Çarşı'ya ilişkin eylemden bir süre sonra geliştirdikleri söylemlerden biri de şudur; "halk yaptı"!
Bunu diyenler herkesi kandırmaya çalışmaktan vazgeçmelidirler.
Halk yaptıysa o zaman yapan biliniyor
demektir. Yok öyle değilse nereden biliyorsun o zaman halkın yaptığını?.. Kontranın yapmadığım nereden biliyorsun?
Devrimciler, bir eylem yapıldığında, bir,
üstlenen olup olmadığına bakarlar, iki,
üstlenmenin ciddiyetini değerlendirirler,
üç, ve her halükarda, üstlenme olsun, olmasın eylemin hedefinden ve yapılış biçiminden hareketle bir değerlendirmede
bulunurlar. Mavi Çarşı katliamına bakalım; Bir; Üstlenen adı sanı duyulmadık bir
örgüttür. Kimdir, nedir bilinmemektedir.
iki, eylemin hedefi halktır. Sıradan insanlardır. Ve eylemin yapılış biçimi itibarıyla
da doğrudan insanları yakmak hedeflenmiştir. Bu onun devrimci bir eylem olmadığının açık bir göstergesidir. Eylemi yapanların eyleme ilişkin yanlışlık sonucu
olduğu, istenmeyen bir sonuç olduğu vb.
yönünde de bir açıklamaları yoktur. O zaman sonuç ortadadır; bu ancak kontrgerillanın işi olabilir.
Oligarşi muğlaklıktan yarar umar.
Açıklıktan korkar. Devrimci, ulusal kurtuluş hareketleri açık olmak zorundadır.
Onların saygınlığının, onlara güven duyulmasının temelinde bu açıklık yatar.
KİMSE SANDIĞINIZ GİBİ,
KÖR, SAĞIR, APTAL
DEĞİLDİR!
Yarın Mavi çarşı katliamına ilişkin PKK
tarafından farklı bir açıklama da yapılabilir. Gün gelip savunamadıkları herşeyi
ajanlarla, provokatörlerle, açıklamak da
PKK'nın politika tarzıdır. Dersim'de halka, devrimcilere karşı bir şey olur; "Baran
yaptı". Farklı yerlerde "Hogir yaptı" olur.
Bir başka zaman/savunulmayan, savunulamayan her eylem "Şemdin Sakık" veya
"terzi Cemal" tarafındın yaptırılmış olur.
Eskiden de bu sözler çok edildi, provokatör denildi, provokatörlerin cezalandırılıp cezalandırılmadığını hiç görmedik,
öğrenemedik, açıklanmadı. Madem öyle
ajanları, provokatörleri ayıklayın. Eğer
bunlar doğruysa o zaman siz nasıl bir örgütsünüz ki, bunlar bu kadar kolay zemin
ve hareket sahası bulabiliyorlar.
Masal anlatmayı bırakın. Dünyayı aldatarak kimseyi inandıramazsınız. Şu veya bu eylemle halka zarar ver, ben yapmadım de... Emir ver, herşey serbesttir,
artık halk da zarar görecek de... Ardısıra
yine biz yapmadık, ama "saygı duyuyoruz" de... Ayıptır. Evet, bu halkla, herkesle
alay etmekten başka bir şey değildir. Bunları geçin.
Artık bunlara son verilmelidir. Bu kafayla emperyalizmi de aldatmaya kalktınız. Ama adı "taktik"tir. Sonrası malum...
Gizli servisler, CIA, emperyalizm ve kiminin beklemediği, kiminin ise adım adım
gelişimi gördüğü malum son... Sınıflar
mücadelesi, Bizans entrikalarıyla yürütülen bir savaş türü değildir. Açık, yalın bir
savaştır. Kim kime karşı, kim kime dost,
kim kime düşman, kim kime saldırıyor,
bunlar hep açık cereyan eder. Sınıflar
mücadelesindeki gizlilik politik tavırlara
ilişkin değil, ancak örgütsel varlıklara ilişkindir. Gerçek politikalarını gizlemek,
bunları halka, kamuoyuna asıl amacı gizleyen farklı gerekçelerle sunmak, burjuvazinin politika tarzıdır.
BU KÜLTÜR
DEĞİŞMELİDİR
Bu kültür, her iki açıdan da değişmelidir. Birinci olarak; Mavi Çarşı gibi katliamlara karşı çıkmamak, gerçekleri anlatmamak, halka, devrime verilebilecek en
büyük zararlardan biridir.
İkinci olarak; devrimcilere karşı bu dayatmacı, saldırgan tavır değişmelidir. Biliyoruz; saldırı, hot-zot politikası temel politikanız olagelmiştir. Siyasi arenaya çıktığınızdan beri devrimcilere karşı pek çok
kez tehditlere, saldırılara, öldürmelere
başvurdunuz. Nedeni, ideolojik mücadele cesaretinizin olmayışıdır. Söylenecek
sözünüzün olmamasıdır. Mudaka, kendinizi çok beğeniyorsunuz. Ama biraz da
başkasına nasıl göründüğünüzü, başkalarının size yönelik eleştiri ve değerlendirmelerini düşünün.
Biliyoruz saldırı, tehdit sizin alışkanlığınız, kültürünüzdür. Tabii ki, Londra'daki ERNK'li suçlu değil. Suçlu ona "politika
tarzı" diye bunları öğretendir. Ama bu
yönteme karşı herkesten aynı tavırsızlığı
bulacağınızı düşünmeyin. Başkalarının
da inançları uğruna, bedel ödeyebileceğini unutmamalısınız. Tekrar söylüyoruz;
kimse zorla Kurtuluş'u susturamaz. Cephe'yi susturamaz.
BU TÜR EYLEMLERİ
MAHKUM ETMEYENLER,
TARİH ÖNÜNDE
SORUMLUDUR
Gerçeği bilip de karşı çıkmayanlar da
faydacı hesaplar içindedir, bu suçun, bu
büyük zararın ortağıdır. Devrimcilikleri
TEK YOL DEVRİM
bozulmuştur. Oportünist solun tavrı bu
konuda ibretliktir. Eleştirilerimize katılmakta ama bu konuda bir açıklama yapmaya da yanaşmamaktadırlar. Bu oportünistliğin ta kendisidir. Bazıları da,
MLKP'nin Londra'daki toplantıda yaptığı
gibi, tavır almak yerine, PKK'lılar bile gayri ciddi de olsa özeleştiri verirken, kraldan
daha kralcı bir tutumla PKK'nın saldırısını savunmaya, Cephe bildirisinin dili nedeniyle PKK saldırışım haklı göstermeye
çalışıyorlar. Zavallı bir oportünistlik. En
açık, en yalın devrimci ilkeleri bile savunmaktan aciz! Bir siyaset kendini bu kadar
Herkes biliyor ne olduğunu, söylemiyor. Bilip de söylemeyen tarih önünde
suçludur.
Sol tarih önünde sorumludur. Devrimci eylemlerle kontra eylemleri özdeş haline getirmeyi kimse savunamaz. Bunun
lamı cimi yoktur. Kontra yöntemleri ya
kullanıyoruzdur, ya kullanmıyoruzdur.
Mavi Çarşı yangını sırasında orada bulunan halktan bir insan şunu söylüyordu;
"Nasıl bir gelecek kuracaklar bunun üzerine"... Mavi Çarşı katliamını yapanlar,
savunanlar, faydacılıkları ve oportünistlikleri nedeniyle karşı çıkmayanlar, var mı
bu soruya cevabınız?
Halkı katletmek tarih boyunca, her
yerde egemen sınıfların, kontrgerillanın
işi olmuştur. Hiçbir özgül durum halkı
katletmenin bir devrimci eylem olarak savunulmasını haklı, mazur gösteremez.
Biz bazılarının illa yapıştırmaya çalıştığı gibi PKK düşmanlığı falan yapmıyoruz.
Dostluğumuz düşmanlığımız dünden
bugüne bellidir.Birlik konsunda
lan bir adıma on adımlakarşılık
verdiği miz biliniyor. Bunları tekrar
etme gerefl duymuyoruz. Söylediğimiz
çok açıktır; BU EYLEM YANLIŞTIR.
Bunu tartışalım. Mavi Çarşı katliamı
"Savaştır
olur"
söylemiyle
de
açıklanamaz.
"Kurşun adres sormaz", bomba adres
sormaza geldi. Ne olacak? Kim kazanacak
bunlardan?
"PKK'nın, ARGK'ninbu konudaki anlayışı biliniyor", geçiştirmesine başvuruluyor. Evet, biliniyor, ancak bizim bildiğimizle arkadaşların söyledikleri birbirini
tutmuyor.
Bizim bildiğimiz halka zarar veren eylemlerin PKK, ARGK çizgisinde hiç de istisna olmadığıdır. Sultanahmet, Kapalıçarşı, Tuzla, Çetinkaya... hangisini sayalım. Bunlara ilişkin çeşitii gözaltı ve tutuklamalar da yapıldı. Bu eylemlerden
tutsak edilenler hapishanelerde nerede,
kimin komününde kalıyor?
Solla, halkla alay etmekten vazgeçin.
PKK ve oportünizm, halka karşı, kont-ra
niteliği çok açık olan bir eyleme niye
kontra diyemiyorsunuz?
Zamanında Sabancı'yı, Kürdistan kasaplarını da savundunuz. Onların cezalandırılması eylemlerine çok rahatlıkla
"kontra" dediniz. Böyle bir saldırıya
"kontra" demeye niye diliniz varmıyor?
Bir yanda devrimciler vardır, devrimcilerin eylemleri vardır. Diğer yandan karşıdevrimcilerin ve kontranın eylemleri.
Kimse bunları aynılaştıramaz. *
PKK Taraftarları Londra'da
Cephelilere Saldırdı...
KİM, NEDEN SALDIRDI?
SONUÇ NE?
İngiltere'nin başkenti Londra'da Cephe
taraftarları 24 Mart günü PKK'hlar tarafından saldırıya uğradı. Üç Cephe taraftan yaralandı, biri kısa süreli hafıza kaybı geçirdi.
Saldırı, Cephelilerin DHKC Basın Bürosu
tarafından yayınlanan 14 Mart 1999 tarihli
"Halkı Katledenlerin Ne Kürt Halkının Hak
ve Özgürlükleriyle Ne de Devrimcilik ve İlericilikle Bir İlişkisi Olamaz" başlıklı açıklamayı dağıtması üzerine yaşandı, ingiltere
Devrimci Halk Güçleri ise saldın sonrasında yaptığı bir açıklamayla gerçekleri açıkladı...
Londra'daki bu saldırı sonrasında PKK
taraftarları bunun "iradi bir saldırı olduğunu ve ERNK adına üstlenildiğini" söylediler. Saldırının nedeni Cephe: tarafından halka yönelik saldırıların mahkum edilmiş olması, halka saldıranların kontraya da kontranın aleti ilan edilmesiydi. Saldıran
PKK'hlar ve daha sonra görüşme yapılanlar
bu tür saldırılan "Kürt halkının tepkisi" olarak gösterme yolunu seçtiler. Fakat bu doğru değildir. Kürt halkının tepkileri Türk halkının ya da diğer halkların varlığına yönelik
olamaz...
Ayrıca kadın, çocuk, yaşlı, her milliyetten, her inançtan insanların gidip geldiği
yerlere bomba koymak, bomba patlatmak,
molotoflamak, masum insanların ölümlerine neden olmak, onlara zarar vermek
devrimci eylemler olamazlar. Bu tür eylemlerin devrimci olduğunu iddia etmek veya
bunları meşru görmek devrimci bir bakış
değildir. Bu anlayış, halka yabancılaşmış,
halkı düşman olarak gören bir anlayıştır.
Halkın yanında olduğunu söyleyen hiçkimse bu katliamları savunamaz...
Hedef gözetmeden oraya, buraya bom-ba
bırakmayı büyük eylemlermiş gibi açıklayanlar kendilerini komik duruma düşürüyorlar. Çünkü bu yapılan dünyanın en
basit işidir... Bunu yapanların bu duruma
.düşmelerinin nedeni ise "kör miüiyetçi-.
İik"ten başka birşey değildir. Çünkü"kör
,; milliyetçilik" kendinden başka dost tanımaz. Bu çarpık anlayışa sahip olanların gözünde Türk halkı da düşmandır... .. Halka
saldırmanın meşru olduğunu dü-şünenler
halkı nasıl ikna edecekler?.. "Bi-zim sîzi
katletmeniz, evinize, arabanıza za-rar
vermemiz, çarşı pazar yerlerinde bom-ba
patlatmamız haklıdır, meşrudur" diyebilirler mi?.. Diyemiyorlar ama yapıyorlar.
Çünkü milliyetçilik gözlerini kararlmıştır.
Bu öyle bir milliyetçiliktir ki onları kontranın yaptığından ayırt edilemeyecek eylem
tarzlarına savurmuştur. Bunlar adalet duygusundan zerre kadar nasibini almamışlardır. Öyle olsaydı nerede ne yapacaklarını
Bunların cevabı verilmelidir...
PKK taraftarları kendilerini güç olarak
görmüşlerdir. Kendini güç olarak gören,
kendi gücüne inanan, yaptığının doğru olduğundan emin olanlar bu doğrulan savunurlar. Doğrularını savunma cesareti olmayanlar ise güçsüzlerdir. Ancak güçsüz olanlar kendilerini şiddetle, hotzotçuluklarla
kabul ettirmeye kalkarlar. Şiddetle sustur,
korkut, sesini çıkarmasın. Güç olduğunu
göster, saldır, döv, seslerini çıkartmasınlar.
İşte bu tarz zayıflıktır...
Gerçekleri anlatmaya devam edeceğiz.
PKK "biz yapmadık" diyor. Öyleyse PKK taraftarlarının gocunmalarına da neden yoktur. Cephe'nin söyledikleri bu katliamların
sahiplerinedir. Ayrıca gerçekler sansür edilmeye çalışırlarsa bunun nedenlerini de sorarız... Gazetemizi dağıttırmamaya, okutturmamaya kalkarlarsa "neden" diye sorarız. Gerçekleri sansürleme işini Susurluk
devleti zaten yapıyor. Gazetemiz sayfaları
sansürlenmiş bir pzetedir. Cephe açıklamaları Kurtuluş'ta sansürleniyor... Bu yapılan uygulama faşist rejim açısından anlaşılırdır. Savaşın gerçeğidir. Sayfaların, düşüncelerin, kafaların sansür edilmesini isteyenler güçsüz olanlardır. Faşizm, güçsüzdür, bu nedenle sansür uygulamakta, yasaklamaktadır... Ama bu yöntemler kendine yurtsever diyenlerin yöntemi olamaz;
olmamalıdır.
İngiltere'de PKK taraftarları yanlış yapmışlardır. Yaptıkları her açıdan yanlıştır. Tsrar ederlerse insanlar çıkıp "yanıbaşınızda
olan ve daha düne kadar Abdullah öcalan
kaçırıldı diye sevinçnaralan atan iti, MİT'İ,
faşisti dururken Cephelilere saldırmak niye?" diye sorarlar.
Kana bulanan gazetemizi insanla terdik.
Doğrularımızı insanlara arılattık. "Neden"
diye soruldu. Sordukça "neden diye
soranların sayısı arttı. Bunun sonucu
olarak yapılan diğer siyasetlerin
bulunduğu toplantıda, ERNK temsilci
sözlü olarak "bu olayın yanlış olduğunu,
bundan sonra olmayacağını" söyled
anlamda özür diledi. Yanlışlarım kabı
adım dır. Ama bunu belgelemeliydiler. Belgelemenin yolu yazılı özeleştiri vermekti.
Yoksa, bu tür şifahi sözler geçmişte çokça
verilmiş ve değişen hiçbir şey olmamıştır.
Samimi olan yanlışını bütün halka ve kamuoyuna açıklar. "Bizim böyle bir anlayışımız yok, vb." ifadeleri samimi değildir.
Cephe halk saflarında yer alan hiçkimseye
düşman değildir. Tümünü dostu kabul
eder. Öyle davranır. Ama kim olursa olsun
halka zarar verenlerin, yanlış yapanların
hatalarını söylemeye devam edecektir...•
"İstiyoruz"
Kampanyası Sürüyor
21 Mart günü Berlin'de "Herkese
eşit haklar" adıyla düzenlenen
Alman anti-faşistleri, çeşitli
demokratik kitle örgütlerinin ve
Anadolu Halk Kültür Dernekleri
Federasyonu'nun katılımıyla .
gerçekleşen yürüyüşte Anadolu Halk
Kültür Dernekleri Federasyonu
tarafından taşınan "Lütuf Değil
Hakkımızı İstiyoruz" pankartı
alandaki görkemi ile halk ve basın
tarafından büyük ilgi gördü.
AHKD Federasyonu'nun
yürüttüğü "İstiyoruz" kampanyası
halk tarafından olumlu karşılanarak
kampanyanın sürdürülmesi istendi.
Yürüyüş boyunca, ırkçılık ve faşizm
lanetlenerek CDU ve CSU'nun çifte
vatandaşlığa karşı yürüttüğü imza
kampanyası kınandı. SPD ve Yeşiller
Birlik '90 Partisinin seçimler öncesi
verdiği' sözleri yerine getirmeleri'
istenerek, çifte vatandaşlık hakkının
tanınması istendi. SPD ve Yeşillerin
iktidardaki ikiyüzlü politikaları teşhir
edildi.
Yürüyüş boyunca, "Solingen,
Lübeck Çözüm Örgütlenmek", "Lütuf
Değil Hakkımızı İstiyoruz", "Solingen,
Lüheck, Rostock'lann Olmaması İçin
Örgütlenelim" sloganları atıldı.
Yaklaşık 2 bin kişinin katıldığı
yürüyüş boyunca Alman polisinin
sıkı önlemler aldığı görüldü.
TEŞEKKÜR
ŞENLİĞİ
Ulm'da 20 Mart günü Türkiyeli
İşçiler Birliği Derneği'nde
kampanyanın ardından 'teşekkür
daha
düzenlendi.
Şenliğin Newroz
bayramın in bir
gün öncesine
denk gelmesi bu
kutlamayı
bir anlamlı kıldı.
Şenliğin açılış konuşmasında "Yeni
Dehak'lar hiç eksilmedi. Yeni
Dehaklar Demirel, Çiller, Koçlar,
Sabancılardır. Anadolumuzun
ihtilallerinde binlerce Kava vardır.
Anadolu topraklarımızda bütün
haklı ve meşru isyanlar,
ayaklanmalar, devrimci direnişler
birbirlerini tamamlayan değerlerdir.
Bizim değerlerimizdir" denildi.
Şenliğe müzik dinletisiyle devam
edildi.
NEWROZ
BAYRAMI
ALMANYA'DA DA
KUTLANDI
Dortmund/Aimanya'da 20 Mart
Cumartesi günü, saat 15.00'de
Newroz Bayramı yapılan bir
yürüyüşle kutlandı. Saat 16.00'da
yaklaşık 2500 kişinin katıldığı
yürüyüş başladı. Kutlama
yürüyüşünde "Newroz PirozBe",
"Haklıyız Kazanacağız",
Pankartlarıyla Anadolu Halk Kültür
Dernekleri Federasyonu d? yerini aldı.
Yürüyüş boyunca sık sık "Biji
Newroz", " Yaşasın Halkların
Kardeşliği", "Yaşasın Halkın Adaleti",
"Kurdistan Faşizme Mezar Olacak",
sloganları atıldı. 3 saat süren
yürüyüşte Alman polisi de boş
durmayarak almanca, kürtçe ve
türkçe' Newroz bayramınızı kutlarız.
Bu bayramın dostluk ve barış içinde
geçirmenizi ve taşkınlık
çıkarmamanızı dileriz" yazılı
bildiriler dağıttı....
Alanda toplanan halk ateşler
yakıp, davul zurna eşliğinde halaylar
çekerek Newroz Bayramı'nı coşkulu
bir şekilde kutladı.*
MED-TV'YE YAPILAN SALDIRI HALICIN HABER
ALMA ÖZGÜRLÜĞÜNE YAPILAN BİR SALDIRIDIR.
HALKA GERÇEKLERİ ULAŞTIRMAYA DEVAM
HDECEĞİZ
Susurluk devleti ve emperyalistlerin işbirliği sonucu halktan
vana yayın yapan Med-Tv kapatıldı. Bu saldın asıl olarak ezilen
halkların kurtuluşuna yöneliktir. Özellikle Abdullah Öcaları'm bir
eşkilayalıkla Türkiye'ye teslim edilmesinden sonra özelde Kürt
genelde iiirri Türkiye halklarına yönelik saldırı dalgası başlatan
devleı, halkların mücadelesi karşısında çaresiz kalmaya
mahkumdur. Sık sık bir kez daha düşmüştür. Kışkırtıcı yayın
yapıldığını söyleyenler önce kendi televizyonlarına baksınlar.
Ahlaksızlık, yozluk, halkları birbirine karşı kışkırtma, insan
onurunu aşağılama almış başını gidiyor. Kürt halkının kendi
kültürünü yaşaması, doğru haber alması en doğal, en meşru
hakkıdır.
Gerçeklerden korkuyorlar. Gazetemizi sansürlüyorlar. MEDTV'yi kapatıyorlar. Çünkü kararttıklan sayfalarda, kapattıkları
ekranlarda kendi sonlarını görüyorlar. Yasaklamalar, baskılar,
sansür, kapatmalar kar etmeyecek, halkların mücadelesi zafere
ulaşacaktır.
Kurtuluş Gazetesi
Yurtdışı Temsilciliği
ÇARE SEÇİM DEĞİL
"Bir şey yapmak isteyen yolunu bulur, bir şey yapmak
istemeyen nedenini bulur."
(Arap Atasözü)
"Adaletsiz bir ülke, güneşsiz bir dünyaya benzer."
(Arap Atasözü)
Görünen
köy 70
Vaatlerin...
Milyon
EMPERYALİZMCE BARI
POSTU GİYDİRSENİZ DE
HAYDUT YİNE HAYDUTTUR
Çiller köylülere traktör sözü verdi, Adnan Polat kurban kesti, Ali Müfit
Göktıına bedava ekmek dağıttı, ayrıca sokak çocukları için iki çocukköyü
vaadetti, Karayalçın otobüs garajında şirket sahipleri ve yolcularla sohbet
etti, Gökçek döner dağıttı, Mesut Yılmaz Ankara'da vatandaşın evine
konuk oldu, Recai Kutan Etlik esnafını dolaştı, Baykal "Türkiye'yi
soydurtmam" dedi, Yalçın Özer işportacıya ruhsat vereceğini söyledi,
Zekeriya Temizel ücretsiz sağlık hizmeti dedi, Ahmet Vefik Alp otoray tüp
geçit vaadetti... vesaire, vesaire...
Hepsi 18 Nisan'a Kadar
milletvekili Ahmet Bilge)
"Demokrasiyi biz sağlayacağız"
(Recai Kutan)
"Ege'deki hava sahanlığı konusunda
Yunanistan'la anlaşamamakta anlaşmış
durumdayız." (Bülent Ecevit)
"DP'den beri kırat sizin
özgürlüpnüzün mücadelesini
yapıyor." (Tansu Çiller)
SPORTİF VEKİLLER
FOTO
F.skı hahcrci yeni Milletvekili Adayı Nairn Süleymanoğlu seçimi
kazanması halinde milletvekillerine spor yaptırtacakmış!
Ke
tabii iyi olur. Milletvekilleri, daha meclis koltuklarına
oturmalarının üzerinden bir kaç ay geçmeden aşın yağdan göbekleri
çatlayacak hale geliyorlar. Gerdanları sarkmaya başlıyor. O göbekleri,
gerdanları eritmek lazım ki, mecliste diğer milletvekilleriyle kavga
| ederken zorluk çekmesinler. Şimdi zor oluyor böyleBiri bir şey
dediğinde anında reaksiyon gösteremiyorlar. Ön
ce büyük bir zahmetle yerlerinden kalkmaları gerekiyor, sonra
koşma ve yumruk hazırlama pozisyonuna geçmeleri gerekiyoı
ardından tekmelerini hazırlamaları bir başka
zahmet oluyor. Bu
onların en az 10
dakikasını alıyor.
Sportif olunca hemen
anında harekete
geçebilirler.
Hem bakarsınız
Uzakdoğu sporlarını
da öğrenirlerse, daha
rahat ederler. Şimdi
böyle ilkel yöntemlerle
dövüşüyorlar. Karete,
boks, kung-fu
öğrensinler ki, dünya
alem meclisimizin ne
kadar düzgün ve teknik
döğüş yapabilen
TEK YOL DEVRİM
Yorum
Haber
NATO YERDE
Download