TEMSİLCİLERİMİZ Avrupa Koordinatörü Fatih YILDIRIMTEPE 00316 248 769 56 burhanavrupa@gmail.com ANTALYA Aydın ÇAKIR 0505 828 4970 KAYSERİ Hicabi ZEYBEK 0352 221 4606 0533 591 9242 BAYBURT Gürbüz IŞIK - Fransa 0033688870254 İSTANBUL Emre KABAN - Avcılar 0532 784 8069 Enver GENCER - Bağcılar 0535 232 3729 KONYA Burak KUTLU 0458 211 7010 0535 440 7554 BURSA Muhsin DEMİR - İnegöl 0532 734 9769 DÜZCE Fikret ALTUN - Fatih 0212 455 7187 0535 292 4530 M. Zeki İMAMOĞLU Kağıthane 0533 462 6496 Süleyman UĞURLU - Maltepe 0535 873 7166 Yusuf CİLAN - Pendik 0537 326 2065 Ahmet ÇARDAK 0533 496 3155 İsmail YİĞİT 0555 746 3716 KÜTAHYA Abdurrahim ÇAKIR 0544 641 2389 MUŞ İbrahim ÖNVER 0535 327 8454 ERZURUM SİVAS Emre HANCIGAZ 0536 293 0760 Ekrem KARAKAYA 0542 394 37 25 HATAY Yaşar CANPOLAT - Payas 0539 934 6670 Ali ÖZTAŞ - Suşehri 0346 311 3602 TEKİRDAĞ İsrafil AKA - Samandıra 0536 440 4325 Asim AYDOĞDU - Sultanbeyli 0538 233 5000 Hasan İRKİLMEZ - Şirinevler 0555 226 3284 İZMİT - KOCAELİ Hüseyin SEVİNÇ 0535 983 9835 Mecnun AKDENİZ 0537 321 3567 TRABZON Burhanettin ÇALGAN Gölcük 0532 774 3692 Ekrem AY 0462 325 3839 4 içindekiler İslami Şahsiyet İslâmî Şahsiyet Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN 4 Şahsiyetli Bir Müslümanın Özellikleri 1 Kamil ABDULLAHOĞLU 6 Hz. Peygamber’in İnşa Ettiği Müslüman Şahsiyeti Arş. Gör. Abdulvahap ÖZSOY 8 Şahsiyet Kazandırmanın Süreci Hüseyin SELAMCI 10 Müslüman Şahsiyeti Ramazan Çakır 14 “Şahsiyetli Müslüman” Üzerine Prof.Dr. Osman ÖZTÜRK ile Söyleşi 16 Fıkıh Mehmet Talu 20 Hacı Şaban Efendi Hz. (K.S.) 23 16 Prof.Dr. Osman ÖZTÜRK ile Söyleşi 26 Gazze’li Emced Hasen ve Sahih Hadislerden Seçmeler 12 Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR 24 Gazze’li Emced Metin ÜNLÜ 26 Yeniden Dirilişi Uzak Görenlere Verilen Cevap Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE 28 Şiir 31 Allah Dostları Abdullah ÇAKIR 32 Yol Kandilleri Ersan BİLGİN 36 Ecel Ensende Halil Atik 40 İslamî Araştırmaların Yolu Nerden Geçer? Ömer Faruk TOKAT 42 Satırlık Hakikatler Yahya MACİT 45 Hayalle Başlar Her şey Hasan BAŞAR 46 42 İslamî Araştırmaların Yolu Nerden Geçer 54 Ene ve Şehir ‘Kader İnancı’ Üzerine Okumalar Doç.Dr. M.Hanefi PALABIYIK Murtaza ALKlŞ 48 Şiir 53 Ene ve Şehir Mehmet DEMİRCİ 54 Muhabbet Bahçesi Yusuf ELİBOL 56 Müminler Arasında Dayanışma Ruhu Osman KARABULUTOĞLU 58 Yılbaşı Furkan TOK 60 Evinin Sultanları Zeynep GÜLOĞLU 64 Burhan Çocuk Musa KARACA 66 60 Yılbaşı AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: 3 Sayı: 29 Şubat 2008 SAHİBİ Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAŞAR MÜESSESE MÜDÜRÜ Osman MERT YAYIN DANIŞMANLARI Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR YAYIN KURULU Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR İhsan AKTAŞ Mustafa ÖZKAYA Semi HAFIZOĞLU GRAFİK TASARIM Burhan Ajans DAĞITIM ORGANİZASYONU Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 Fiyatı Tek Sayı: 6 YTL 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 YTL 6 Aylık Abone: 36 YTL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro Abonelik İçin Hesap Numaraları Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 291928-1 Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 1673–44165588 YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 498 94 00 İNTERNET ADRESİ burhandergisi@hotmail.com burhandergisi@mynet.com burhandergisi@gmail.com www.burhandergisi.com BASKI Milsan A.Ş. 0212 697 1000 YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. editörden Müslüman ismini bizlere rabbimiz “sizi Müslüman olarak isimlendirdim” diyerek verdi. Dini Mübini İslam’ı ise bizlere “tamamlanmış nimeti” olarak verdi. Biz O’nun verdiği din ve onun verdiği isimle boyandık. “Şüphesiz Allah’ın boyasından daha güzel boya yoktur.” Mükemmel ve tamamlanmış bir dinin mensupları olarak o dine en iyi şekilde layık olmalıyız. Şahsiyetimizi oluşturan temel renkleri o dinin aslı kaynaklarından almalıyız. Yani bizler Müslümanlar olarak Kur’an ve sünnetin şekillendirdiği, olaylara bakışını Kur’an ve sünneten alan, her şeyi ile İslâmî birer şahsiyetler olmalıyız. Müslüman, en mükemmel insandır. Müslüman, örnek, ideal bir şahsiyettir. Müslüman, ahlakı, karakteri, duruşu, vakarıyla tartışılmaz bir kişiliktir. Müslüman bir toplumun güven unsurudur. Müslüman zalimin hasmı, mazlumun dostudur. Müslüman’ın kişiliğinde kuyrukçuluk, dünya için yaltaklık, menfaat için takla atmak yoktur. Müslüman azizdir. Müslüman kimliğini bilir ve o kimliğin şerefini en aziz bilir. Kimliğine leke sürmez. Örnek nesil dediğimiz vahyin şekillendirdiği Ashab-ı Kiram efendilerimizden bu güne geldiğimizde Müslümanlar olarak gerçekten birer İslâmî şahsiyet olgunluğunu taşıyabiliyor muyuz? Kendimizi Kur’an ve Sünnet ölçüsüne vurduğumuzda nerede duruyoruz, ne kadar kişiliğimiz İslâmî ve üzerimizdeki mesuliyeti müdrik miyiz? “Müslüman, elinden ve dilinden Müslümanların selamette olduğu kişidir” nebevî buyruğuna göre ahlakî kişiliğimiz hangi noktadadır. İslam’ın temel değerlerinden “dönüştürülmeye” çalıştırıldığımız bu modern zamanda İslam diye görüp baktığımız ve bize İslam adına sunulan şeyler ne kadar İslâmî’dir? İnandıklarımız ve yapmaya çalıştıklarımız gerçekten İslam’ın neresinde duruyor? İşte bu ve buna benzer soruların cevaplarını değerli kalemlerin yazılarından dosya olarak dergimizde bulacaksınız. Dergimizde gelişmeler devam ediyor. Önümüzdeki ay inşallah yeni yazarlar aramıza katılacaklar. Rabbimize sonsuz şükürler olsun ki aranan ve özlenen bir dergi olduk. Biz üzerimize düşeni en iyi şekilde yerine getirmeye gayret ediyoruz. Sizden de okurlar olarak ricamız abone kampanyamıza gösterdiğiniz ilginin bu ayda devem etmesi ve elinizden geldiğince “bir kişiden ne olur” demeden eş dost ve yakınlarınızı dergimizle tanıştırmanız. Bizlerden esirgemediğiniz ilgi ve dualarınızın artarak devam etmesi dileğiyle Allah’a emanet olunuz. Yirmidokuz Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN İslâmî Şahsiyet Sahâbe-i Kirâm efendilerimizden Süfyân b. Abdillah es-Sakafî (r.a.), Hz. Peygamber efendimizle ilgili bir hâtırasının şöyle anlatıyor: “Bir gün, Hz. Peygamber’in huzuruna geldim ve şöyle bir istirhamda bulundum: “-Ey Allah’ın elçisi! Bana, sarılıp yapışacağım bir hakikati söyler misiniz?” Bu isteğim üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “-Rabbim Allah’dır.” de, sonra da yaşamakla emrolunduğun İslâmî düsturlara göre hayatını düzenleyerek dosdoğru ol.” (Tirmizî, Zühd 61.) Bu güzel açıklamayı dinledikten sonra huzurlarından ayrılmadan Hz Peygamber’e şöyle bir soru sordum: “-Ey Allah’ın elçisi! Allah’ın azabına uğratılabileceğim endişesi ile benim için en fazla korktuğunuz şey nedir? Hz. Peygamber, bu sorumu cevaplandırmak için dilinin ucunu tuttu ve sonra da şöyle buyurdu: “-İşte budur.” 4 Allah’ın yarattığı insan, O’nun koyduğu tek ve yegâne nizâm olan İslâm’la gerçek şahsiyetini bulur, kimlik ve kişilik sahibi olur. Gerçek kişiliğini İslâm’la kazanan Müslümanlar bu kimliklerini İslâm’la korumalıdırlar. Yani, İslamî şahsiyeti kazanmak yetmiyor, esas olan onu korumaktır. Hz. Peygamber, soruyu soran Süfyân’ın şahsında bütün ümmete bir mesaj sunmakta ve şahsiyetin hem kazanılmasının hem de korunmasının yolunu öğretmektedir. O da, “Rabbim Allah’tır.” dedikten sonra “dosdoğru olmak” ve bir de “ağızdaki dile sahip olmaktır.” Zamanımız Müslümanlarının en büyük problemi kimlik problemidir. Şahsiyetini kazanamamış, bir türlü kendisi olamamış, özüne yabancı ve özenti içerisindeki marka Müslümanlarından nedir çektiğimiz? Ne zamana kadar daha çekeceğiz bunlardan. Kendisini İslâm’a değil de çağın şartlarına uymaya uyarlamış, özenti içerisindeki bu kimliksiz Müslümanlar, kendilerine zarar vermekle kalmıyorlar; çevrelerindeki birçok kişiye de kötü örnek oluyorlar. Halbuki, sık sık Yüce Allah’ın sözlerine ve O’nun elçisinin sözlerine kulak verseler bu kötü duruma düşmezler. Şimdi biz, Asr-ı saâdet’e gidelim ve hep birlikte Hz. Peygamber’e kulak verelim: Burhan Bir gün, Hz. Peygamber ile Ebû Zer birlikte oturuyorlar ve aralarında şu konuşmalar geçiyor. Olayı Hz. Ebû Zer şöyle anlatıyor: “Allah’ın elçisinden şöyle bir istirhamda bulundum: “-Ey Allah’ın elçisi, bana biraz öğüt verir misiniz?” Hz. Peygamber, benim bu talebime şöyle karşılık verdi: “-Ey Ebû Zer! Sana, Allah’ın emirleri ve yasaklarına uyarak yaşamanı tavsiye ederim. Zirâ, böylesine takvâ üzerinde yaşamak senin bütün işlerini güzelleştirir.” “-Benim için öğütlerinizi biraz artırır mısınız? Yâ Rasûlallah.” dedim. O da, şöyle devam etti: “- Devamlı Kur’an oku ve Allah’ı çokça zikret, hatırla. Zirâ, Kur’an okuyup Allah’ı hatırlaman, senin göklerde yücelmene ve yer yüzünde nurlanmana sebep olur.” “-Ey Allah’ın elçisi! Biraz daha nasihat eder misiniz?” dedim; şöyle devam etti: “-Çok az konuşmaya bak. Zîrâ az konuşmak Şeytan’ı başından kovman ve ciddî bir Müslüman olarak yaşaman konusunda sana yardımcıdır.” “-Yâ Rasûlallah, biraz daha öğüt verir misiniz?” dedim; O da şunları ilâve etti: haydin, hep birlikte, bulunduğumuz yerlerde, İslâmî şahsiyeti kazanmış ve korumaya azimli, kararlı Müslümanlar olalım. İnanın ki, kurtuluşumuz buna bağlıdır. Şahsiyet, Arapça bir kelimedir. Bu kelimeyi Türkçeye “kimlik, kişilik” olarak tercüme edebiliriz. “Yüksek olmak, cismi iri olmak, görünmek, belli olmak…” manalarına gelen bu kelimeyi biz, daha çok kimlikli ve kişilikli insanları ifâde etmek için kullanırız. İslâmî şahsiyet derken de, Müslüman bir kişide görmek istediğimiz ağırlığı, olgunluğu ve dolgunluğu kastederiz. Evet, Müslüman bir kişi olgun, dolgun, ağır ve efendi olmalıdır. Onun üzerinde, imânın ve amelin verdiği güzellik görülmelidir. Olayların verdiği sıkıntılara karşı direnmesini bilmeli, kendisini her durumda izhâr etmeli, yani ortaya çıkmalıdır. İslâmî şahsiyeti kazanmış bir Müslüman, hiçbir zaman gizlenmez; arazi olmaz. Onun boyu uzun ve cüssesi büyüktür, her yerden görünür; İslâm’ın her derdine koşar. O, korkmaz; çünkü bir insanın elde edebileceği en kıymetli değer olan îmân, onun kalbinde yer etmiştir. O, İslâm’ın dar günlerinin adamıdır. İslâm üzerinden menfaat temin etmez, kendinde olanı İslâm için harcar. Şöh- “-Ey Ebû Zer, çok gülmekten sakın, çünkü çok gülmek kalbin mânevî hayatını öldürür ve bir de yüzünün nûrunu giderir.” “-Ey Allah’ın elçisi! Benim için biraz daha nasihat eder misiniz?” dedim, şöyle dedi: “-Ebû Zer! Nefsin için acı da olsa doğruyu söyle ve bir de Allah’ın emirleri ve yasakları doğrultusunda yaşarken kınayanın kınamasından korkma.” “- Ey Allah’ın elçisi! Son bir nasîhat daha istiyorum.” dedim. Hz. Peygamber de, son olarak şu nasîhatı yaptı: “-İnsanların kusurları ile meşgul olma; kendi kusurlarına bak ve devamlı onları düzeltmeye çalış.” Her taraftan günahlarla kuşatıldığımız bu zamanda, böyle bir nasîhata ne kadar da muhtacız, değil mi? Ebû Zer’den Allah razı olsun. Allah razı olsun ki, sormuş ve Hz Peygamberi konuşturmuş; dinlediklerini de ezberlemiş ve kendinden sonrakilere nakletmiş. Hz. Peygamberin bu nasîhatlerine dikkat ettiyseniz, hepsi de kimlik ve kişiliğimizin inşâsı için gerekli nasîhatlerdir. Bize düşen, dinlemek, kulak vermek ve gereğini yapmaktır. Öyle ise Burhan ret budalası değildir, isminin ön plana çıkmasını istemez; onun için önemli olan dâvâsının yürümesidir. İslâmî şahsiyeti kazanmış bir Müslüman izzetlidir, İslâm düşmanlarına boyun eğmez. Onlardan gelebilecek küçük bir menfaat için dînini, îmânını satmaz. Müslüman kardeşini ve dâvâ arkadaşını da satmaz. Din düşmanlarının baskılarına boyun eğerek dînini tağyîr ve tahrîf de etmez. İnandığı gibi yaşar ve yaşadığı gibi inanır. O, demirden bir leblebidir; onu yemek isteyenlerin dişleri kırılır, kendini yedirmez kimseye. Omuzların üzerinde birçok başların, her başta birkaç yüzün bulunduğu bu dönemde, İslâmî şahsiyeti kazanmış kişilerin bir tek başı ve bir yüzü vardır. Onlar, oldukları gibi görünür ve göründükleri gibi olurlar. Bu asırda bize de, İslâm’a ve kendine sahip olan işte böylesi Müslümanlar lazım. İnşâallah, siz de böylesinizdir, diye umut ediyor ve seviniyorum. Lütfen, benim sevincimi boşa çıkarmayın. 5 Yirmidokuz Kamil ABDULLAHOĞLU Şahsiyetli Bir Müslümanın Özellikleri 1 İnsanı yücelten iman ve onun eseri olan güzel davranışlardır. Güzellik olgusu inanç çevre ve yetişme şartlarına göre değişir. Yanı her topluma göre değişken olabilecek olan bu kavramın asıl banisi Yüce Rabbimizdir. Vahiyle gönderilen peygamberler getirdikleri dinlerde iyi ve kötü (helal- haram)nün neler olduğunun belirtmişlerdir. İyi bir insan olabilmenin özelliklerini de Rabbimizin Yüce Kitabında vasfettiği özelliklerle tanıma fırsatını elde ederiz. Hz. Aişe validemizin(r.a.) Efendimiz (s.a.v.)in ahlakını anlatırken “Onun ahlakı Kur’an dı”1 ifadesi de yüce vasıflara sahip olacak bir insanın vahiyle beslenerek olgunlaşması gerektiğini vurgulamaktadır. Şahsiyetli bir Mü’min’in vasıflarını şöylece özetleyebiliriz: lendir. Bir ayette Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır ve Allah, her şeye gücü yetendir. Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!”2 MÜSLÜMAN HER AN UYANIKTIR: Sadık Müslüman, mutlaka Allah’ın her emrine itaat eden mütevazi. Haddini bilen, hoşuna gitmese de Allah’ın her emrine uyan kimsedir. Müslüman’ın imanının kalitesini gösteren ölçü Allah ve Resulünün emirlerine korkmadan, çekinmeden, istisnasız boyun eğip itaat etmesidir. “Hayır; Rab’ine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar.”3 Bir hadiste de Efendimiz (s.a.v.): “Arzusunu benim getirdiğime tabi kılmayan (tam) iman etmiş olamaz”4 Her bir Müslüman Allah ve Resulünün hükmüne mutlaka itaat etmeli ve tam bir teslimiyet göstermelidir. Bu iki husus gerçekleş- Bir Müslüman’ın şahsiyetini bulabilmesi için öncelikle Rabbisi ile olan diyalogunun iyi olması gerekir. Bunun ilk aşaması elbette O’na şek ve şüphe duymadan iman etmesi, O’nunla olan bağının kuvvetli olması, O’nu daima zikredip, O’na tevekkül ederek her türlü tedbiri aldıktan sonra, O’ndan yardım istemesi ve ne kadar gayret sarf ederse etsin, ne kadar tedbir alırsa alsın daima Allah’ın yardım ve desteğine muhtaç olduğunu hissetmesi gerekir. Sadık bir Müslüman; kalbi uyanık, basireti açık, Allah’ın kâinatta yaratıklarının mükemmelliğini gören ve kâinat O’nun hükümranlığı ile idare edildiğini bi6 MÜSLÜMAN RABBİNİN HER EMRİNE UYAR: Burhan meden gerçek bir iman olamayacağı gibi sadık bir Müslüman da olunamaz.5 İDARESİ ALTINDAKİLERİN MESULİYETİNİ HİSSEDER: Her bir insan toplumda yöneten ve yönetilendir. Toplumun en küçük yapısını oluşturan ailedir. Müslüman aile fertlerinden her birini düşecekleri yanlışlara karşı koruyan, uyaran, Allah ve Resulüne karşı itaat edecek donanımda yetiştiren ve bu husustaki mesuliyetini hissedendir. Bir hadiste: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden (emriniz altındakilerden) mesulsünüz.”6 Bu sorumluluk sadık bir Müslüman’ın rahatını kaçırır ve yapması gerekenleri yapma hususunda gecesini gündüzüne katarak gayret gösterir. Acaba Müslüman toplumun idaresini elinde bulunduranlar bu mesuliyeti ne kadar hissediyorlar. ALLAH’IN KAZA VE KADERİNE RAZIDIR: Müslüman dünyaya imtihan için geldiğini bilir ve Allah’ın kaza ve kaderine razı olur. Zira Müslüman bilir ki başına gelenlere sabretmenin mutlaka karşılığı vardır. Bir hadiste Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: Mü’minin durumu gıpta ve hayranlığa değer. Çünkü her hali kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır. Sevinecek olsa şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir bela gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.”7 Her bir Müslüman tüm kalbiyle İlahi kaza ve kadere imanın, dinin bir rüknü olduğuna, bu dünyada vuku bulacak hiçbir şeye engel olunamayacağına, zira Allah’ın onu takdir ettiğine inanır. “Kim kadere inanırsa gam ve kederden emin olur” kaidesi müminin halini özetlemektedir. Ayrıca sadık mümin Allah’ın kazasına rıza göstermenin kendisine sevap kazandıracağına ve kendisinin böylelikle kurtuluşa eren kullardan olacağına inanır. TÖVBEKÂRDIR: Zaman zaman Müslüman’a gaflet çöker, itaatkar ve basiretli bir mümine yakışmayan davranışlarda bulunur ve hata yapabilir. Ancak hemen hatasını görür ve gafletten silkinerek tövbe eder. Bir ayette rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “AlBurhan lah'a karşı gelmekten sakınanlar, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca, Allah'ı anarlar ve hemen gerçeği görürler.”8 Allah sevgisi ve korkusuyla yoğrulmuş bir kalpte gaflet görülmez. Fakat Allah’ın emir ve yolundan yüz çevirenlerin kalbinde gaflet görülür. Sadık Müslüman’ın kalbi daima tövbe, istiğfar ve pişmanlığa açıktır. Daima hidayet, takva ve rızaya varmış olmanın hazzını yaşar.9 FARZLARI TİTİZLİKLE YERİNE GETİRİR: Müslüman’ın asıl gayesi Allah’ın rızasına vasıl olmaktır. Sadık bir mümin Allah’ın rızasını her şeyin üstünde tutar ve yaptığı her işte O’nun hoşnutluğunu arar. Müslüman’ı Allah Tealaya yaklaştıran en önemli amel farzların ikamesidir. Sadık bir mümin beş vakit namazı zamanında cemaati aksatmadan yerine getirir. Çünkü namaz dinin direğidir, namazını kılan dinini ikame etmiş, terk eden ise dinini yıkmış olur. İbn Mes’ud (r.a) Allah Resulü (s.a.v)e “Allah’ın en çok sevdiği amel hangisidir?” diye sordum; şöyle buyurdu: “Vaktinde kılınan namaz” “Sonra hangisi” “Anana babaya iyilik yapmak.” “Sonra hangisi?” “Allah yolunda savaşmak” buyurdu.10 Namaz amellerin en üstünüdür. Çünkü o, kul ile Rabbi arasındaki bağdır. İnsan namazda hayat meşgalelerinden sıyrılarak bütün varlığıyla Allah’a yönelir ve O’ndan, hidayet, yardım, güç ve kendisini sıratı müstakim üzerinde sabit kılmasını diler. Namazın, amellerin en efdalı olması pek tabiidir. Çünkü namaz, Müslüman’ın takvasının kuvvetlendiği bir kaynak ve hatalarının yıkandığı temiz bir su kaynağıdır.11 Bir hadiste Efendimiz (s.a.v.) Şöyle buyurmuştur: “Ne dersiniz? Birinizin kapısının önünde bir nehir olsa da, o kimse her gün bu nehirde beş defa yıkansa, kirinden bir şey kalır mı? Sahabeler: O kimsenin kirinden hiçbir şey kalmaz, dediler. Resul-i Ekrem: “Beş vakit namaz işte bunun gibidir. Allah beş vakit namazla günahları silip yok eder.”12 Sadık mümin diğer farzları da aynı titizlilikle yerine getirerek yüce makamlara ulaşmayı hak edecek duruma gelir. Rabbim rızasına uygun amellerde bulunmayı hak yolcularına nasip eylesin “Amin”. Not: Devam edecek. 1 - Riyazu’s-Salihin (Ter ve şerh- Yaşar kandemir ve Heyet), 7/519, 2 - Al-i İmran, 189-190-191, 3 - Nisa, 65, 4 - Nevevi, 40 hadis, 5 - Prof. Dr. M. Ali HAŞİMİ, Müslüman Şahsiyeti, (ter. Resul Tosun), 16, 6 - Nevevi, Riyazu’s- Salihin, hadis No:285, 7 - Nevevi, Riyazu’s-Salihin, Hd. No: 28, 8 - A’raf, 201, 9 Müslüman Şahsiyeti, 18, 10- Buhari, Müslim, Cemu’l-Fevaid, 1/146, 11 Müslüman Şahsiyeti, 20, 12- Buhari ve diğerleri, Riyazu’s-Salihin, Hd. No: 1044 7 Yirmidokuz Arş. Gör. Abdulvahap ÖZSOY Hz. Peygamber’in İnşa Ettiği MÜSLÜMAN ŞAHSİYETİ Hz. Peygamber (s.a.v.) cahiliye diye adlandı- insanın şahsiyetini oluşturan temel unsur kıyamete rılan karanlık bir dönemde, diğer bir ifade ile in- kadar “adam gibi adam” olma ölçüsü olmuştur. Bu sanlık değerlerinin dibe vurduğu bir dönemde esaslar şöyle kuş bakışı olarak ele alındığında de- insanlık alemine gönderilmiş ve bütün insanlığa en rinlemesine ve genişlemesine olmak üzere iki bo- güzel örnek olmak suretiyle bir hidayet güneşi gibi yutunun olduğu görülmektedir. kendi çağını ve çağlar ötesini ta kıyamete kadar aydınlatmıştır. İnsanlığın dibe vurduğu bu cehalet asrında yetişmiş cahil, kaba, egoist insanlar yıldızlar misali zirve şahsiyetlere dönüşerek Ashab-ı Kirâm namıyla kıyamete kadar kendilerine uyulan şahsiyetler oluvermişlerdir. İşte bu durum Hz. Peygamber’in Mekke döneminde Daru’l-Erkâm denilen İslam müessese tarihinin ilk mektebinde, Medine’de ise Mescid-i Nebevi’de bizzat kendi eliyle onların hamurlarını yoğurması, onlara İslami bir şahsiyet kazandırmasıyla olmuştur. Diğer bir ifade ile Hz. Peygamber’in (s.a.v.)ortaya koyduğu şahsiyet profili ferdi açıdan mistik, uhrevi bu dünyada yolcu, garip, yabancı gibi dolaşan ve her an için bineceği ahret otobüsü kalkacakmış gibi bir halet-i ruhiye içinde olan bir şahsiyettir. Toplumsal açıdan ise, dünya denilen bu alem hiç yok olmayacakmış gibi toplumun felahı ve dünyanın imarı için çalışan, durmadan insanlığa hizmet eden bir insan modelidir bu. Meşhur ifadesiyle söylemek gerekirse ferdi planda yarın ölecekmiş Hz. Peygamber (s.a.v.)ashabını eğitirken, gibi, toplumsal planda ise hiç ölmeyecekmiş gibi davranan bir şahsiyet. yaptığı bu işin kıyamete kadar gelen bütün insanlığın kurtuluş reçetesi olduğu bilinciyle çağlar üstü Hz. Peygamber’in (s.a.v.)bizlere ashabın di- ilkeler ortaya koymuştur. O’nun üzerinde durduğu, liyle uçurduğu “adam gibi adam olma” esasları bu 8 Burhan iki açıdan bakılınca daha bir sistematik ve anlaşılır namazını uzatırdı. Hz. Aişe şöyle demektedir: olacaktır. "Ey Allah´ın Elçisi! Neden kendini bu O (s.a.v.) İbn Ömer nezdinde ashabına ve tabiî ki kıyamete kadar gelecek bütün nesillere şöyle hitab ediyordu: kadar yoruyorsun? Oysa Allah senin geçmiş ve gelecek hatalarını bağışlamıştır" dedim. Bana şu cevabı verdi: Abdullah ibn Ömer (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.) benim omzumu tuttu da bana: — "Abdullah, sen dünyâda yabancı kimse gibi yâhud yolcu gi¬bi ol!" buyurdu. - "Âişe! Şükreden bir kul olmayayım mı?"(Müslim, Sıfatu’l-Munafiqin, 79-81). Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bizzat tatbik ederek ümmetine gösterdiği bu örneklik şükreden bir kul olma hassasiyetidir. (Mucâhid dedi ki:) İbn Ömer de: — "(Ey mü'min!) Akşama eriştiğinde sabahı gözleyip bekleme, sabaha eriştiğinde de akşamı gözleme (işlerini zamanında yap)! Sıh¬hatinden bir kısmını hastalık zamanına ayır, Kısacası Hz. Peygamber’in ortaya koyduğu şahsiyet profili ferdi anlamda mistik, ibadetlerine düşkün ve öteler insanı olmak şeklindedir. hayâtından bir kısmını da ölümün için faydalı kıl!" diye vasiyet ederdi (Buhari, Rikâk 3). Meseleye sosyal açıdan bakılınca karşımıza aktivist, feraset sahibi, diğergam, güvenilir bir top- Böylesi bir kıvamda olan Müslüman her anını lum adamı profili çıkmaktadır. ganimet bilip ahiret için çalışma azminde olacaktır. Zira bu dünya yeri geçici bir imtihan yeridir. Bunu bizzat Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kendi yaşantı- Hz. Peygamber sılay-ı rahim denilen akraba sında da gözlemliyoruz. Zaten Cenab-ı Hakk “Ha- ilişkilerini dikkat eden, komşularına ve arkadaşla- kikaten, Allah'ın Resulünde sizler için, Allah’a rına iyi ve kötü gününde destek olan başkalarının ve âhiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Al- dertleriyle dertlenen toplumsal bilince sahip bir lah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir nü- şahsiyet kazandırmaya çabalamıştır. Diğer yandan mune vardır.(Ahzab, ileri görüşlü, etrafında olup bitenleri algılayıp, kav- 21)” buyurarak efendimizin hayatının serapa örneklik numuneleriyle dolu olduğunu bildirmektedir. Efendimiz (s.a.v.) için yemek yemek sadece rayıp, yorumlayan ve anlamlandırabilen, feraset sahibi, güvenilir bir dost olacak bireyler yetiştirmeye çalışmıştır. Bunu başardığını da İslam tari- hayatını idame ettirmek için yapılması gereken bir hindeki zirve şahsiyetlerin çokluğu ve İslam zaruret mesabesinde olmuştur. Zevk için yemek medeniyetinin faziletler medeniyeti diye tavsif edil- yediği görülmemiştir. Yemek yerken bağdaş kurup mesinden anlamaktayız. önüne konulacak bütün şeyleri yiyecekmiş gibi bir oturma halinden ziyade, bir kuş gibi birkaç tane alıp kalkacak gibi, diken üstünde oturur gibi oturduğu bildirilmektedir(Bkz. Buhari, Etime 3; Ebu Davud, Etime 16). Sen müminleri, birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet etmede, birbirlerine şefkat göstermede tıpkı yek bir vücut gibi görürsün; Efendimiz (s.a.v.) gece topluma namaz kıldı- (yani) onun bir uzvu rahatsızlansa, diğer uzuv- rırken fazla uzatmaz ancak tek başına namaz kı- lar uykusuzluk ve hararetle onun rahatsızlığına larken geceleri topukları patlayıncaya kadar ortak olurlar (Buhari, Edeb 27; Müslim, Birr 66). Burhan 9 Yirmidokuz Hüseyin SELAMCI Şahsiyet Kazandırmanın Süreci Yaratılış harikası olan insan yaşadığı dünya şartlarında kendisine layık gördüğü rolü oynar, rolü bittiğinde de zaten ömür sermayesini tüketmiş olduğundan, bu alemden çekip gider. Bu rolüyle hangi oyunda oynarsa oynasın, bu onun ruhunun çekilmiş fotoğrafları olacaktır. Oynadığı role bakıldığında, hangi ruh haline sahip olduğunu ve tekrar bir dirilişle dirildiklerinde hangi suretle dirileceklerini anlamak pek zor olmasa gerekir. Bu dünya hayatı şahsiyetleri ortaya koyma ve kazandığı şahsiyete göre görevini ifade etme yurdudur. İnsanoğlu doğumdan sonraki hayatında eğitimden geçerek bir şahsiyet kazanır. Aslında eğitim çocuklarımıza asıl kimliğini kazandırma ve nasıl bir şahsiyete sahip olması gerektiğini öğretmek için verilir. Bunun yanında eğitimle insana değişmeyen prensipler aşılanır. Yani ona şahsiyetini kazanması yönünde fırsat verilmiş olur. Bizler Müslüman bir toplumuz. Mutlaka nesillerimize Müslüman bir şahsiyetin nasıl olması gerektiğini öğretmeliyiz. Burada iki yol takip 10 edilmelidir. Birisi kendi davranış ve eylemlerimizle çocuğu eğitmek, yani ona iyi bir örnek olmak. İkincisi ise çocuk algılama çağına gelip genç bir delikanlı olduğunda öğretim yoluyla nasıl bir şahsiyet olması gerektiğine karar vermesine yardımcı olmaktır. Çocuğuna gerçek bir Müslüman şahsiyeti kazandıracak olan ailenin davranışları; * Aile fertleri eve girişte ev halkına selam vererek, evdekilerin hatırları sorulmalı. Böylece çocuğa insanlarla diyalog kurmanın yolunun selamdan ve hatır sormadan geçtiğinin izlenimi verilmeli. * Aile bireyleri sofraya oturmadan önce çocuğun görebileceği şekilde ellerini yıkayacak, sofradan kalkarken de aynı hareketi sergileyerek, peygamberimizin bir sünnetini örnek olmak suretiyle çocuğa kavratacak. *Aile bireyleri çocuğun yanında oturuş tarzlarına dikkat ederek, edep ve terbiyeyi çocuğa tabii bir davranış kuralı olarak benimsetmeli. Burhan * Aile bireyleri ev eşyalarını dikkatli bir şekilde kullanarak çocuğa tertip ve düzen hissi kazandırılma-lı. * Lavaboya giriş ve çıkışlarda çocuğun görebileceği şekilde eller yıkanarak, temizlik anlayışı çocuğa kazandırılmalı. * Aile bireyleri evde vakitlerinin çoğunu TV başında geçirerek değilde, kitap okuyarak veya araştırma yaparak çocuğa zamanı nasıl değerlendire bileceğinin yolunu öğretmeli. * Evdeki bireyler arası hitap tarzı yapıcı ve yumuşak olmalı. Bu da çocuğun davranış kurallarını geliştirmesine yardımcı olacaktır. * Ev içerisinde ebeveynlerin kıyafetleri edebe uygun olmalı ki, çocuğa edepli bir kişilik aşılana bilsin. * Evdeki bireyler namazlarının edasında hassas olmalılar ki, namaz kılma çağına gelen çocuğun namaza yatkınlığı kolay olsun. * Evde Kur’an okumaya gayret gösterilmeli, okumasını bilen aile fertlerine az azda olsa okutturarak, çocuğa Kur’an sevgisi aşılanmalı. * Peygamber sevgisi, O(s.a.v)’na selatü selam getirilerek, çocuğa öğretilmeli. * Eve misafir geldiğinde ikramlarda bulunularak, çocuğun cömertlik duyguları açılmalı. * Ev için alış verişlerde çocuklarla istişareye önem verilerek, onların fikir beyan etmeleri sağlanmalı. Bütün bu ve buna benzer kurallar aile içerisinde çocuğa şahsiyat kazandıracak davranışlardır. Biz aileler olarak istiyoruz ki çocuklarımız şahsiyetli, ahlaklı, çalışkan ve dürüst olsunlar. Bu istekle-rimizin yerine gelmesi için önce bizler görevlerimizi ve sorumluluklarımızı bilerek, bunları hakkıyla yerine getirmeliyiz. Gençlik çağına geldiğinde çocuğumuza şahsiyet kazandırmak için yapmamız gerekenler; Burhan 11 Gerçek Müslüman olmanın ayrıcalık bir nimet olduğunu hatırlatmalı, bu nimetin sorumluluklarını yerine getirmesinde onunda sorumlu olduğunu ve bu sorumlulukların neler olduğunu ona öğreterek yol göstermeliyiz. Bu bağlamda; * Doğruluk üzere hareket etmesi gerektiğini, bunun ona dünyada bir itibar ahirette ise kurtuluş olacağını öğretmeli. “Allah şöyle buyurur: Bu (gün), doğru olanlara doğruluklarının fayda vereceği gündür! Onlar için, altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır; (onlar) orada ebedi olarak devamlı kalıcıdırlar. Allah onlardan razı olmuştur, (onlar da) O’ndan razı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş budur!”(Maide-119) * Asla yalan konuşmaması gerektiğini, yalanın münafıklık alameti olduğunu öğretmeli. “İşte Allah’a verdikleri sözden dönmeleri ve yalan söyleye gelmeleri sebebiyle, (Allah’ta) akıbetlerini kendisiyle karşılaşacakları güne kadar kalplerinde bir nifak yaptı.”(tevbe-77) 12 * Çevresiyle iyi ilişkiler kurup, iyi geçinmesiyle onlara güven vermesi gerektiği öğretilmeli. “Şüphesiz ki Allah, zerre kadar haksızlık etmez. (Çok küçük) bir iyilik bile olsa, onu kat kat artırır ve tarafından büyük bir mükafat verir.”(Nisa-40) * Vücut azalarını haramlarla kirletmemesi gerektiğini, Allah(c.c) huzuruna kulunu temiz olarak kabul edeceğini öğretmeli. “(Ey Resulüm) Mü’min erkeklere ve kadınlara söyle; gözlerini (haramlardan) sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar.”(Nur 30-31) * Her şeye ibret nazarıyla bakıp, onların yaratılışlarını tefekkür ederek, gönlüne hikmet damlala-rını akıtması gerektiğini yoksa bu alemden diğer aleme bir pencerenin açılmasının zor olacağı öğretil-meli. “(onlar) hiç deveye bakmıyorlar mı, nasıl yaratılmış? -Ve göğe (bakmıyorlar mı), nasıl yükseltilBurhan miş? Bütün bu ve buna benzer tavsiyeler zaman -Ve dağlara (bakmıyorlar mı), nasıl dikil- içinde neslimizin gerçek bir şahsiyet kazanmasına miş? yardımcı olacaktır. Yeter ki bizler duyarsız davran- -Ve yere (bakmıyorlar mı), nasıl yayılıp döşenmiş?” (Ğaşiye-17-18-19-20) mayalım. Her birimiz bu nesle karşı sorumlu oldu- * Sürekli takva sahibi ilim ehlinden nasihat dinlemesi gerektiği, nasihatlerle insanın olgunlaşacağı öğretilmeli. ğumuzu, onların yarınlara daha güvenle bakmaları için hiçbir fedakârlıktan kaçmamalıyız. Bilmeliyiz ki, gelip geçici olan dünya hayatının nimetleride gelip geçicidir. Elimizdeki imkânları bu dünyayı terk etmeden neslimizin ıslahı için seferber etmeliyiz. “(Habibim ya Muhammed!) O halde nasihat et; Çünki sen, ancak bir nasihat edicisin.” (Ğaşiye-21) * Helalinden kazanıp, kazancını meşru yerlerde harcamasını öğretmeli. İnsan sürekli bir gizli duygu olarak bilinçaltına yerleştirmiş olduğu ölümsüzlük hissini atarak, fani bir varlık olduğunu unutmamalıdır. Bütün zevkleri yok eden ölümü çok çok hatırlamalıdır. Bizden önceki büyüklerimiz eğer bizler için şahsiyetli bir mücadele verdilerse onunla anılıyorlar. Bizlerde bizden son- “Allah’ın sizi, helal ve temiz olarak rızıklandırdığı şeylerden yiyin ve siz kendisine inanan kimseler olduğunuz Allah’tan sakının” (Maide-88) * Vakti geldiğinde namusuyla iffetini koruyarak evlenmesi gerektiğini, bunun dışında haramlara meyletmemesini öğretmeliyiz. Burhan raki insanların şahsiyet kazanmaları için seferber olmalıyız. Hiç değilse amel defterimiz kapanmamış olur. Her ne kadar bedenimiz yaşa masada, ruhumuzun eylemleri olan neslimiz bizlerin yerine yaşıyor diye huzurlu yatarız kabirlerimizde. (inşallah) Bu temenni ve dua ile 13 Yirmidokuz ramazancakir76@mynet.com Ramazan Çakır Müslüman Şahsiyeti Seçilmiş Müslüman Olmayı Hak Etmek Bu yazımızda Maide suresi 54. ayete göre iman edenlerin -müminlerin- niteliklerini, kimliklerini, şahsiyetini anlatmaya çalışacağız. Allah(cc), Maide suresi 54. ayette şöyle buyuruyor: “ Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse şunu bilsin ki; Allah, onların yerine sevdiği ve kendisini seven, müminlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve güçlü bir topluluk getirecektir. Bunlar Allah yolunda cihat ederler ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. Bu Allah’ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir. ” İnsanlık tarihi boyunca hak-batıl mücadelesi hiç sona ermemiş ve Habil ya da Kabil’i takip edenler sürekli var olmuştur. Tarih boyunca birçok topluluk İslam’ın bayraktarlığını yapmış ve o bayrak hiç yere düşmemiştir, kıyamete kadar da İslam bayrağı, Allah kelimesi hiç düşmeyecek ve İslam ümmetinden bir topluluk Hakkı daima ayakta tutacaktır. Allah, insanı yeryüzünde halife olarak görevlendirdi. Yeryüzüne Allah’ın istediği şekilde nizam vermesi, Allah’ın şeriatının uygulanması, yeryüzünde 14 hakkı ve adaleti hâkim kılması… için Allah, müminleri seçerek görevlendirmiştir. Yukarıdaki ayette dinden dönenleri, İslam’dan yüz çevirenleri belirli bir kavim olarak anlamamak gerekir. Burada dinden dönmek, Elmamalılı M. Hamdi Yazır’a sadece inanç yönünden dinden çıkma, mürted olma değil, aynı zamanda amel yönünden de söz konusudur.(Hak Dini Kuran Dili, Cilt 3) Tarih bunun en güzel şahididir. İslam nimetinin kadrini bilmeyen, Allah’ın şeraitini terk eden, İslam medeniyetini terk edip illa Batı illa Batı diyen Müslümanlar da M. Hamdi Yazır’a göre İslam’dan dönmüş insanlar gurubuna girmektedir. “Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden(Yahudiler ve Hıristiyanlar) bir guruba uyarsanız imanınızdan sora sizi yeniden inkârcılığa sevk ederler.”(Ali İmran, 100) İşte ey müminler, dininizin kıymetini biliniz; yoksa Allah sizin yerinize sizden çok daha iyi bir topluluk getirir ki o topluluğun özellikleri de şunlardır: 1- ALLAH, ONLARI SEVER; ONLAR DA ALLAH’I SEVERLER: Sevgi ve rıza o müminlerle Allah arasındaki bir bağdır. Dünya, imtihan alanıdır. Bu imtihandaki en Burhan yüksek derece de Allah’ın sevdiği bir kul olabilmektir. Eğer Allah’ın sevdiği bir olabilmişsek Rabiatül Adeviyye’nin dediği gibi gerisi boş laftır: 4- ONLAR, ALLAH YOLUNDA CİHAD EDERLER: Sen tatlı ol da bütün hayat zehir olsun, Sen razı ol da bütün insanlar öfkeyle dolsun. Benim aram iyi olsun yeter ki seninle, İsterse harap olsun bütün alemle. Gerisi hep boştur, olursa benimle dostluğun, Toprağın üstündeki her şey toprak olacaktır bir gün. Cihad, Kuran nizamını kurmak ve yürütmek, yeryüzünde hakkı ve adaleti hâkim kılmak için bütün gücümüzle yapmaya mecbur olduğumuz ibadetin adıdır. Müminler Allah yolunda canlarıyla ve mallarıyla cihad ederler. Kendi nefisleri için değil, sadece Allah rızası için. Peygamber Efendimiz(sav) cihadı İslamın zirvesi, dinin çatısı olarak nitelendirmiştir. Çünkü Allah’ın nizamının yeryüzüne hâkim olması, kötülüklerin ortadan kalkması, zulmün yok olması, hakkın ve adaletin hâkim olması ancak ve ancak cihad ibadetiyle mümkündür: “Fitne yok oluncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.” (Enfal, 39) Cihadı terk eden toplular zelil olmaya mahkûmdurlar. Bugün İslam ümmetinin düştüğü zilletin en önemli sebeplerinden bir tanesi de Allah yolunda cihadı terk etmesidir. Tekrar izzete kavuşmak için Müslümanlar cihad ibadetini gündemlerine almak zorundadırlar. Yukarıdaki ayete göre seçilmiş mümin olmanın dördüncü şartı cihad eden mümin olmaktır. Bu din için seçilen müminlerin birinci kişilik özelliği Allah’ın sevgisine ulaşmalarıdır. Allah elbette kendisini sevenleri ve bunu amalleriyle ispat edenleri sever. Allah’ın yanındaki değerini öğrenmek isteyenler Allah’a ne kadar değer verdiklerine baksınlar. Yüce itabımız Kuran’ın tamamı Allah’ın sevgisine ulaşmanın ve Allah’ı sevebilmenin yolunu göstermektedir. “İman edip, salih amel işleyenlere Rahman, gönüllerde sevgi yandırır.”(Meryem, 96) “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin.”(Ali İmran,31) “Kullarım sana benden sorarlarsa şüphesiz ben çok yakınım. Bana dua edenlerin dualarını kabul ederim.”(Bakara, 186) Evet, Allah’ı sevmek ve Allah tarafından sevilmek seçilen mümin olmanın ilk ve en önemli Müslüman kişilik özelliğidir. 2- MÜMİNLERE KARŞI ALÇAKGÖNÜLLÜ OLMAK: “Müminler birbirlerine karşı merhametlidirler.” (Fetih, 29) Birbirleriyle kardeş olan (Hucurat, 10) insanlar nasıl birbirlerine karşı şiddetli olabilirler? Allah yolunda kardeş olduktan sonra birbirlerini sevmemeleri, birbirlerine haksızlık yapmaları nasıl düşünülebilir? Bugün Müslümanlar arasında var olan düşmanlıkların en temel sebebi kardeşlik bilince varılamamış olmasıdır. Ancak bu ayete göre seçilmiş mümin olmanın ikinci özelliği müminlere karşı alçakgönüllü olmaktan geçiyor. 3- KÂFİRLERE KARŞI ONURLU VE GÜÇLÜ OLMAK: “Müminler kâfirlere karşı şiddetlidirler.” (Fetih, Kâfirlere karşı üstünlük ve güç göstermek nefsi bir durum değildir. Bu, inançtan kaynaklanan bir üstünlüktür. Bu, “Gevşemeyin, üzülmeyin, inanıyorsanız en üstün sizsiniz.” (Ali İmran, 139) ayetinin yansıması bir üstünlüktür. 29) Burhan 5- ONLAR, HİÇBİR KINAYICININ KINAMSINDAN KORKMAZLAR. Rabbinin rızasını, sevgisini amaçlayan niye kınayanın kınamasından korksun ki? “Allah’ın rızasını arayanlara hiç kimse zarar veremez. Allah’ın rızasını bırakıp, insanların hoşnutluğunu düşünenleri ise Allah insanların eline terk eder.” buyuruyor Peygamber Efendimiz (sav). Ölçüsü Allah ve Allah’ın Resulü olan bir mümin Allah’ın rızasına uygun davranışlar konusunda kınanmayı önemsemez; ancak başka insanların beğenisi kazanmayı ölçü kabul eden insan olan kınanmaktan korkar ve bu sebeple Allah’ın rızasına ters işler yapmaktan çekinmez. İşte hiçbir kınayıcının kınamasından korkmamak Allah tarafından seçilmiş müminin ayıt edici kişilik özelliklerindendir. Allah’ın tarafından seçilmiş olma gibi büyük bir ihsana nail olabilmek için gereken kişilik özellikleri: Allah tarafından sevilmeyi hak etmek ve Allah’ı gerçek anlamda sevebilmek, kardeşine karşı alçakgönüllü, kafire karşı izzetli olmak, Allah yolunda cihad etmek ve Allah için kınanmaktan korkmamak. Rabbim bu lütfa sahip olabilecek bir şahsiyet olabilmeyi hepimize nasip etsin ve bizler bu yolda gayret gösterenlerden eylesin. Amin… 15 Yirmidokuz Söyleşi Sezgin ÇAKIR “Şahsiyetli Müslüman” Üzerine Prof.Dr. Osman ÖZTÜRK ile Söyleşi Burhan: Hocam, Müslüman şahsiyetinin “kimliğinin” oluşmasında ana unsurlar nelerdir? Bir “Müslüman şahsiyet” dediğimizde neler hatıra gelmelidir? Cevap: “Şahsiyet, hüviyet ve kimlik” konusu; milli kültürle doğrudan irtibatlıdır. Bir milletin kültüründe “millîlik” vasfı ne kadar ağır basarsa, o kültürle yoğrulan insanların şahsiyetleri de o kadar millî olur. Milli kültürün ana unsuru dünyanın her kültüründe “din”dir. Dolayısıyla biz Müslümanların milli kültürlerinin temel taşı da İSLAM’DIR. Şu halde “Müslüman’ın şahsiyetinden veya şahsiyetli Müslüman”dan bahsederken ilk başvuracağımız kaynak şüphesiz KUR’ANdır. Mâide Sûresi’nin 54.Âyeti’ne baktığımızda” İslam Şahsiyeti” nin şu dört ana unsuru ile karşılaşırız: 1.Müminlere karşı mütevâzilik, 2.Kâfirlere karşı onurlu duruş, 3.Allah yolunda cihad, 4.Ayıplayanların ayıplamalarına aldırmamak. Kur’an-ı Kerîm’de İslam şahsiyetiyle alakalı İlâhî Beyan’lar elbette bu Âyet’le sınırlı değildir. 16 Ancak, yukarıdaki İlâhî Ferman fevkalâde manidardır. Buna göre ; “İslamî Şahsiyet” , Müslümanlara karşı alçak gönüllülüğü icab ettirirken, İslam düşmanlarına karşı onurlu davranış sergilemeyi gerektirmektedir. Acaba bu tavır günümüzde kaç dini bütün müslümanın ortaya koyabildiği tavırdır? Aksi ise, ayniyle doğrudur. Belki çok azı müstesna çağımızın müslümanları, batıl yolun yolcularına karşı eyvallahçı ve hoşgörülü, kendi din kardeşlerine karşı ise, sert ve haşin değiller mi? Günümüzün şirk içerisindeki Yahudi ve Hıristiyanlarını büyük bir “hoşgörü” ile “Hak din mensupları” olarak ilan edenlerin kendi Müslüman kardeşlerinin meşrep farklılıklarına bile hoşgörü ile yaklaşamadıkları daima görüp bildiğimiz acı bir gerçek değil mi? “Allah yolunda cihad “ ise; Peygamber-i Zişan Efendimiz’in ifade buyurdukları gibi: “Allah’ın dediği en üstün olsun için yapılan mücadele”dir. Nefsimizin, hizbimizin, cemaatimizin ve benzerlerinin en üstün olması için değil, Kâinatın Sahibi’nin arzusunun yerine gelmesi için gayret, fedakârlık ve çaba… “Ayıplayanların ayıplamasını hiçe saymak” Burhan ise, âdeta bütün batıllara meydan okumak oluyor. Bir müslümanın imanı, İslamı ve bunlardan kaynaklanan uygulamaları sebebiyle batıllarca ayıplanması her zaman için mukadder bir âkıbettir. Ayıplanacak endişesiyle kendini saklamak, Rabbimizin koyduğu prensibe muhalefet olduğu gibi, şahsiyet gelişmesinin önündeki en büyük engeldir. Burhan: Zamanına yetişip tanıştığınız Müslüman şahsiyetlerin kimliğiyle bu günkü Müslüman kimliğini kıyaslarsanız neler söylemek istersiniz? Cevap: Bizim yetiştiğimiz Müslümanlar, yani babalarımız ve hocalarımız nesli; fetret devrinin in- lidir. Yeni neslin bu konuda daha gelişmiş bir şahsiyet sahibi olmasını beklemek elbette hakkımızdır. Ancak vazi-yet hiç de bu mantığa uygun bir seyir takip etmemektedir. Burhan: Şu halde günümüz Müslümanlarının “İslamî Şahsiyet”e sahip olmalarının önünde bir takım engeller mi var diye düşünebilir miyiz? Cevap: Elbette bazı engeller söz konusu bu hususta..Bunların başında hayata bakış açımız Mâide Sûresi’nin 54.Âyeti’ne baktığımızda “İslam Şahsiyeti” nin şu dört ana unsuru ile karşılaşırız: 1.Müminlere karşı mütevâzilik, 2.Kâfirlere karşı onurlu duruş, 3.Allah yolunda cihad, 4.Ayıplayanların ayıplamalarına aldırmamak. sanları idiler. Onların şahsiyetlerinin kıvâma erme devresi, Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin son zamanları ile çileli “kurtuluş savaşı” günleri ve yeni dönemin evlere kadar intikal etmiş baskı ve hukuk tanımazlık eyyamı idi. Demek istiyorum ki, bizim baba ve hoca neslimiz kazâzede bir nesildi. Buna rağmen bizlerin şahsiyet sahibi olmamızda çok himmet ve hizmetleri geçti. Bizler, savaş ve kıtlık görmemiş bir nesiliz. Yaşadığımız vasat onlarınkine nazaran çok daha elverişli. Bilgiye ulaşmak açısından da çok daha fazla şanslıyız. Onlar bize; Kur’an, din ve iman öğrettikleri için çok sıkıntılara göğüs germek mecburiyetinde kaldılar. Biz de Allah’ın Kitabı’nı yasak bir iş yapar gibi öğrenmek mecburi-yetinde idik. Bu itibarla günümüzde İslamî şahsiyet sahibi olmak için şartlar çok daha elverişBurhan yani “hayat felsefemiz” geliyor. Dünyayı, şeylerden bir şey mi olarak görüyoruz, yoksa çok şey, hatta her şey olarak mı kabul ediyoruz? Samimi olunursa bunun cevabı; ne yazık ki dünya; 21.yüzyıl müslümanları için “her şey”dir. Allah sevgisiyle dünya muhabbeti bir kalpte içtimâ etmez. Dünya sevgisinin öne çıkması bir Müslüman için itiraf edilmesi imkânsız ise de, ameller bunu açıkça gösterir. Böyle olunca da şahsiyet gelişmesinin yerini dünyalık endişeler almış olur ki, her an yüz yüze bulunduğumuz acı hakikatler cümlesindendir. Tabii buna; sistemin hukuk tanımazlığı, despot ve diktası, zulüm, baskı ve acımasızca tepeleyip ezmesini de ilave etmek gerekir. 17 Hıristiyan teolojisindeki ; “İsa’nın hakkını İsa’ya, Kayser’in hakkını Kayser’e ver” prensibi, İslam nazarında batıldır. Gerçek “Mü’min” ve “Müslim” için, Allah’ın müdâhil olmadığı hiçbir konu ve saha yoktur. Ahzâb Sûresi’nin 36.Âyet’i bu gerçeği çok açık ve net olarak izah buyurur. Böyle bir müdahaleden Müslüman memnun olmak durumundadır. Yani, iyi ki Rabbim benim her hareketime karışıyor, aksi takdirde hâlim nice olurdu? diye sevinir Müslüman... “Allah yolunda cihad “ ise; Peygamber-i Zişan Efendimiz’in ifade buyurdukları gibi: “Allah’ın dediği en üstün olsun için yapılan mücadele”dir. Nefsimizin, hizbimizin, cemaatimizin ve benzerlerinin en üstün olması için değil, Kâinatın Sahibi’nin arzusunun yerine gelmesi için gayret, fedakârlık ve çaba… 18 Burhan: Şahsiyetli Müslüman kimliği dönüştürülüp çok farklı bir Müslüman kimliği mi oluşturuluyor? Müslümanların kutsî olanla özellikle Hz. Muhammed (s.a.s) ile irtibatları koparılmaya mı çalışılıyor? Cevap: Dünya çapında düşünülen “Ilımlı İslam” projesi ne ise, “uyumlu Müslüman” adıyla şahsiyetsiz Müslümanları çoğaltma çabası aynı şeydir. Dikkat edilirse; dejenerasyon için seçilen kelimeler çok mûnis kelimelerdir. “Ilımlı” ve “uyumlu”.. Zıddı ise ; “aşırı” ve “uyumsuz”.Yani hiç kimsenin sahip çıkmak istemeyeceği kelimeler.. Bir manada herkes “ılımlı” ve “uyumlu” olmak ister. Bunu kabul edince de dayatılacaklar; eziklik, eyvallahçılık, “adam sende”cilik , “bana ne”cilik ve sonundaysa , muhaliflerinizin verdiği rolü oynama şahsiyetsizliğidir vesselam.. “Bilimsellik”(!) adına SÜNNET müessesesinin itibarını zedeleme oyunlarının arkasından, sıranın KUR’AN’ımıza geleceği belli idi. Nitekim sıra O’na geldi. Burhan: “Geleneksel Müslüman”, “modern Müslüman” kavramları dolaşıyor ortalıkta. Gelenekle modernite arasında Müslüman nerde durmalıdır? Cevap: “Geleneksellik”, “Modernite”, “Bölgesellik”.. Derken iş ; “Kur’an’ın tarihselliği”ne geldi dayandı. Bütün bunların mucidi batılı ve doğulu oryantalistler olup, peşi sıra gidenler ise; yerli müsteşriklerdir. “İlâhiyatçı” adını taşıyan bir gurup, Müslümanların kafalarını karıştırmayı şiar edinmiş durumdalar. Bunların hareket noktaları ve hedefleri farklılık arz etse de, neticede insanımızdaki kafa karışıklığının müsebbibidirler. Oryantalistler, KUR’AN’a ve SÜNNET’e kendi din, kültür ve tarihleri açısından bakarak yanılıyor ve yanıltıyorlar. Onların ellerinde ne Allah tarafından gönderilmiş Kitap’ları var, ne de Sünnet’leri var. Hal böyle olunca, maksatlı veya maksatsız yaptıkları ters yaklaşımları biraz olsun anlamak mümkün... Bizimkilere gelince diyecek çok söz var amma yeri burası değil... Müslümanların “geleneksel Müslüman” ve “modern Müslüman” saflarından hangisinde yer alacağı çok açık ve nettir: KUR’AN, SÜNNET, İCM ve KIYAS’ın, yani “Edile-i Şer’iyye”nin yanında yer alacaklardır. Burhan Burhan: İslam’da iman ile Allah ile alakalı olmayan şu veya bu şekilde herhangi bir fikir, düşünce, davranış düşünülebilir mi? Allah’ın müdahil olmadığı herhangi bir alan söz konusu mudur? Günümüz müslümanının bu konuda ki “Allah” tasavvurunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Cevap: Gerçek “Mü’min” ve “Müslim” için, Allah’ın müdâhil olmadığı hiçbir konu ve saha yoktur. Ahzâb Sûresi’nin 36.Âyet’i bu gerçeği çok açık ve net olarak izah buyurur. Böyle bir müdahaleden Müslüman memnun olmak durumundadır. Yani, iyi ki Rabbim benim her hareketime karışıyor, aksi takdirde hâlim nice olurdu? diye sevinir Müslüman... Bazı Müslümanlar, oryantalist ve onların yerli takipçi ve taklidçilerinin telkin ve tesirleriyle; hristiyanî bir Allah ve din anlayışı ile işleri : Dünya ve Âhiret işleri olmak üzere ikiye taksim etmektedirler. Hâlbuki İslam anlayışında müslümanın ameli tek tiptir. Ne yaparsa yapsın nefsine; “Allah bundan razı mı, değil mi?”sorusunu sormak mecburiyetindedir. Hıristiyan teolojisindeki ; “İsa’nın hakkını İsa’ya, Kayser’in hakkını Kayser’e ver” prensibi, İslam nazarında batıldır. Bugün çok masum kelimeler arkasına sığınarak bu Hıristiyan batılını Burhan bizim malımızmış gibi gösterme ve pazarlama gayretleri karşısında uyanık olmak lazım geldiğini akıldan çıkarmamak icab etmektedir. Burhan: Peygamberimize ilk inananlar gençlerdi. İslam her zaman taze ve genç kalan bir dindir. Müslüman bir genç nasıl olmalıdır? Gençlerimizin İslam’ın dışındaki “izm”lerden korunabilmeleri ve iyi bir Müslüman olabilmeleri için sizin tavsiyeleriniz nelerdir? Cevap: Biz bu konuyu müstakil bir kitap olarak ele aldık. Yayınlandı ve tahminimizden fazla bir alakaya mazhar oldu. Öğrenci yurtlarında birlikte okuma seanslarının vaz geçilmez kitabı oldu. Bazı okullarda “serbest saat”lerde seminer konusu olarak ele alındı. Müslüman Genç’in karakterini 41 madde halinde özetlemeye çalıştık. Kitabın adı: GENÇ ADAM olup, Rağbet Yayınevi tarafından neşr edilmiştir. Meraklılarına bu vesileyle duyurmuş olalım… Bize kıymetli vakitlerinizi ayırıp sorularımıza cevap vermek lütfunda bulunduğunuz için çok teşekkür ederiz. 19 Yirmidokuz Fıkıh Mehmet Talu Kur’an Tilaveti Ölüye Fayda Verir mi? Kabir Azabı Sarık Sarmak Soru: Ölünün arkasından Kuran-ı Kerim okumak ölüye fayda verir mi? Yani ölü için sevap olur mu? Bir internet sitesinde okuduğum yazıda ölünün üzerine Kur’an-ı Kerim okumanın kötü bir bidat olduğunu ve bunun Kur’an’ın indiriliş gayesine aykırı olduğunu yazıyordu. Kur’an’ı okumakla ilgili rivayet edilen hadislerin uydurma ve zayıf olduğunu iddia ediyordu. Hakikaten bu rivayetler sahih değil midir? Bu konuda beni aydınlatırsanız memnun olurum. Selamlar. Mustafa Atay Cevab: Bismillahirrahmanirrahim. Ölünün arkasından Kur’an-ı Kerim okunup ruhuna bağışlanırsa, ölüye fayda verir, ölü için sevap olur. Ölünün ardından Kur’an-ı Kerim okumak kesinlikle bir bidat değildir. Ma’kil b. Yesâr (R.A.) den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz: سي ينعي مكاتوم ىلع اوؤرقا “Ölülerinize Yasin Sûresi okuyun.” buyurmuştur. Ebu Hureyre (R.A.) den rivayete göre 20 Resûlullah (S. A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: İnsan öldüğü zaman, bütün amellerinin sevabı ondan kesilir, amel defteri kapanır. Sadece üç şey müstesna. Onun sevabı öldükten sonra da devam eder: 1. Sadaka-i cariye, yani hayrı devam eden iyilikler. 2. Kendisinden istifade edilen ilim. 3. KENDİSİNE DUA EDEN SALİH, HAYIRLI EVLAT. Sa'd b. Ubade (R.A.)den rivayete göre, kendisi: - Ya ResûlALLAH! Ümmü Sa'd yani annem öldü. O'nun hakkında hangi sadaka en faziletlidir, demiş. Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz de: "Su'dur." diye buyurmuş. Bunun üzerine Sa'd (R.A.) anasının ruhu için bir su kuyusu kazdırmış ve: Bu su kuyusu Ümmü Sa'd için vakfedilmiştir, demiştir. Abdullah b. Abbâs (R.A.) den rivayete göre Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimize bir adam gelerek: Burhan - Ya ResûlALLAH! Annem vefat etti. Ben onun için tasaddukta bulunsam, O'na faydası olur mu?" diye sordu. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: "Evet!" deyince, adam: - Benim bir meyveliğim var. Sizi şâhid kılıyorum, onu annem için tasadduk ediyorum! dedi. Elbette Kur’an-ı Kerim ne ölü kitaptır. Ne de ölüler kitabı. O dipdiri, mesajları ile bir hayat kitabıdır. Nitekim merhum Akif: “Ya açar Nazm-ı celîl’in, bakarız yaprağına Yahud üfler geçeriz bir ölünün toprağına İnmemiştir hele Kur’an, bunu hakkıyla bilin Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için” İfadeleriyle bu gerçeği anlatır. Ehl-i sünnet inancı: Sağ kalan kimselerin ölüler için yaptıkları duada, onlara fayda vardır. Soru: Kabir azabının olmadığını bir yazıda okudum kafam karıştı. Kabir azabının var olduğunu akaid kitaplarından biliyorum. Peygamberimizde kabir azabından Allaha sığınmıştır. Kur’an’da ve sünnette kabir azabının delili var mıdır? Kabir azabını inkâr etmek küfür müdür? Kabir azabını inkâr eden bir hocaya veya kişiye karşı tavrımız ne olmalıdır? Selamlar. Ebubekir Yeşilyurt Cevab: Bismillahirrahmanirrahim. Her insan ister ölerek toprağa gömülsün, ister boğularak denizin dibinde kalsın veya yırtıcı bir hayvan karnında bulunsun veya yanarak külü havaya karışsın, mutlaka kabir hayatı geçirecektir. İnsan öldükten sonra kabre konulunca, Münker ve Nekir adında iki melek, kendisine gelerek: "Rabbin kimdir? Peygamberin kimdir? Dinin nedir?" diye sorarlar. İman ve güzel amel sahipleri bu gibi sorulara doğru cevap verirler. Bu gibi ölülere cennet kapıları açılır ve Cennet kendilerine gösterilir. Kâfir veya münafık olanlar ise bu sorulara doğru cevap veremezler. Onlara da Cehennem kapıları açılır, oradaki azap kendilerine gösterilir. Müminler nimet içerisinde, sıkıntısız ve huzurlu yaşarken, kâfir ve münâfıklar ise kabirde azap göreceklerdir. Kabirde azap ve nimetin varlığını gösteren Burhan ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerler vardır. Cenab-ı Hak: “Firavun ve adamları sabah-akşam ateşe atılırlar. Kıyametin kopacağı gün de denilir ki; Firavun hanedanını ateşin en şiddetlisine sokun.” buyurur. Buna göre kıyamet kopmadan önce de yani kabirde de azap vardır. Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz: “Allah, iman edenlere bu dünya hayatında ve ahirette, o sabit sözlerinde daima sebat ihsan eder.” Ayet-i kerimesinin kabir nimeti hakkında indiğini açıklamıştır. Hz. Peygamber (S.A.V.) efendimiz bir mezarlıktan geçerken, iki mezardaki ölünün günahlarından dolayı azap çekmekte olduklarını gördü. Bu iki mezardaki ölülerden biri hayatında koğuculuk yapıyor, diğeri ise idrardan sakınmıyordu. Bunun üzerine Resulullah (S.A.V.) efendimiz yaş bir dal almış, ortadan ikiye bölmüş ve her bir parçayı iki kabre de birer birer dikmiştir. Bunu gören ashap, niye böyle yaptığını sorduklarında: "Bu iki dal kurumadığı sürece, o ikisinin çekmekte olduğu azabın hafifletilmesi umulur." buyurmuşlardır. Hz. Peygamber diğer bir hadislerinde şöyle buyururlar: "Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçedir veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur." Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurur: "Ölü mezara konulunca, birine Münker, diğerine Nekir adı verilen siyah mavi iki melek gelir; ölüye derler ki: "Şu Muhammed (S.A.V.) denilen zat hakkında ne dersin?" O da şöyle cevap verir. "O, Allah'ın kulu ve Resuludur. Ben şahitlik ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed de O'nun kulu ve elçisidir. Bunun üzerine melekler; Biz senin böyle diyeceğini zaten bilmekte idik", derler. Sonra onun mezarını yetmiş arşın genişletirler. Daha sonra bu ölünün mezarı ışıklandırılır ve aydınlatılır. Daha sonra melekler ölüye: " Yat ve uyu " derler. O da; "Aileme gidin de durumu haber verin" der. Melekler ona; "Zifafa giren ve sadece en çok sevdiği kişi tarafından uyandırılan şahıs gibi mahşer gününe kadar sen uyumana devam et" derler. Eğer ölü münâfık olursa, melekler şöyle der: "Şu Muhammed (S.A.V.) denilen zat hakkında ne dersin?" Münâfık da şöyle cevap verir: "Halkın Muhammed hakkında bir şeyler 21 söylediklerini işitmiş, ben de onlar gibi konuşmuştum. Başka bir şey bilmiyorum. Melekler ona; "Böyle diyeceğini zaten biliyorduk" derler. Daha sonra yere "Bu adamı alabildiğine sıkıştır" diye seslenilir. Yer de sıkıştırmaya başlar. Öyle ki o kimse kemiklerini birbirine geçmiş gibi hisseder. Mahşer gününe kadar bu sıkıntı devam eder" Kur'an-ı Kerim’de şehitlerin kabir hayatıyla ilgili olarak şöyle buyurulur: "Allah yolunda öldürenleri, sakın ölüler sanmayın. Bilâkis onlar diridirler. Rableri katından rızıklandırılmaktadırlar." "Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Bilâkis onlar dirildirler. Fakat siz farkında değilsiniz." Soru: Yıllar önce Milli Gazete’de okuduğum bir yazınızda şöyle bir hadis okumuştum: “Sarığı yere atanı Allah yere atar” bu hadisin sıhhat derecesini ve kaynağını yazar mısınız? Sarık hakkında bilmemiz gereken şeyler nelerdir? Sarıksız namaz kılmanın bir mahzuru var mı? Sarık sünnet mi yoksa Arap âdeti mi? Cevaplarsanız sevinirim. Selamlar. Adem ATANER 22 Cevab: Bismillahirrahmanirrahim. Sarık, bir islâm şiarıdır... Her şeyden önce şunu belirtelim ki: Hz. Peygamber (S.A.V.) efendimizin sünnetinde başı açık olmak diye bir şey yoktur. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz hac veya umre için ihrama niyet edilmesi dışında sair zamanlarda evde ve ev dışında daima sarık sarmıştır. Abdullah İbn-i Abbas (R.A.)den rivayete göre Peygamberimiz (S.A.V.): “Sarık sarınız ki; ilmîniz, vakarınız artsın, ziyadeleşsin, buyurmuşlardır.” Abdullah b. Abbas (R.A.)den rivayete göre de Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz: “Sarık, mü'min için büyük bir vakar yani olgunluk, arablar için bir izzettir. Arablar, sarıklarını çıkarıp kaldırdıkları zaman, muhakkak onların izzeti de çıkarılıp kaldırılır.” Buyurmuşlardır. Sarıkla namaz kılmak, namazın bir sünnetidir. Peygamberimiz (S.A.V.) daima sarıkla namaz kılmışlar ve Cabir b. Abdullah (R.A.)'den rivayete göre: Sarık ile kılınan iki rekat namaz, sanksız kılınan yetmiş rekât namazdan daha faziletlidir, buyurmuşlardır. Burhan GÖNÜL DİLİNDEN ÖĞÜTLER Ne kadar yaşarsa bir kişi ölümdür en son işi. Bir ölüm var bizim için her zaman Bilmeyiz ki geleceği ne zaman Elde fırsat dilde ruhsat Kıl tedarik her zaman. Evet. Yalan dünya veren dünya aldatıp ta yola veren dünyadır efendi. Kimse kalmaz bu dünyada. Rızk boğazdan aşağı gidendir. Kendi malından Allah rızası için hayır hasenat verebiliyorsan ver. Gerisi varislerine terktir. Helalin hesap haramın azap… İki akçası olanın bir akçası olandan hesabı ağırdır. Dünya muhabbeti kalbe girdi mi Allah’ın muhabbeti kalpten çıkar. “Hubbud dunya resu küllü hadıah- Hataların başı dünyayı sevmektir.” Kebair günahtır dünyayı sevmek. “Likülli ümmeti fitnetun ve fitnetul ümmeti el mal – Her ümmeti Allahtan şaşırtan bir halı vardır, bir fitnesi vardır benim ümmetimin fitnesi dünya malıdır.” Onun için dünya emanettir. Mal sahibi mülk sahibi hani bunun ilk sahibi o da yalan bu da yalan sende biraz oyalan. Herkes koyar gider. Ameli kendiyle gider. Dünya dünyada kalır. İnsan sevdiğiyle beraberdir. “El mer u mea men ehabbe” Cenabı hak herkesi sevdiğiyle haşredecek. El hubbu fillah vel buğzu fillah farzun. Allah için sulehai sevmek Allah için fıska buğz etmek farzdır. Efdalul a’mâli el hubbu fillah vel buğzu fillah Amelin efdali Allah için sevmek Allah için buğzetmektir. Onun için Rahmetli baba (Kaleardılı Ahmed Baba) buyururdu: Hacım (Sanamerli Ahmed Baba) buyururdu: Benim dervişlerimin iki atı vardır: Biri kelime-i Tevhid biri de salâvatı şerife. Birinden yorulur birine biner birinden yorulur birine biner. Müslüman kendini kontrole alması lazım… Amelin kabulünün şartı dört… Her vakit diyorum ama çok lüzumlu kelamlar. Her vakit fatiha okunmadan namaz olmuyor. Her rekâtta okunuyor. Niye? Allah’ı birlemek için orada. Evet, Onun için kardeş ilmihal okumak lazım. Şimdi niyet Allah rızası için toplanmamız olmamız görünmemiz. Olduğu gibi görünür Müslüman göründüğü gibi olur. Evde olsun nerde olursa olsun din nedir? Ahlak, din nedir? ahlak, din nedir? ahlak… Can ayrıdır dert bilinmez ev ayrıdır sır bilinmez. Evde ahlak belli olur. Dışarıda belli olmaz. Müslüman’ın ahlakı değişmez. Müslüman’ın ahlakı nasılsa zikirde hal hareket öyle olur. “Allah muhafaza etsin” münafık boynuz sürmez. Münafık olduğu gibi görünmez göründüğü gibi olmaz. Allah’tan korkmak lazım. Ahlak evde belli olur. Çoluk çocuğu Allah halk etmiş. Kadını Allah halk etmiş emanettir. Müslüman kendine istediğini din kardeşine ister kendine istemediğini din kardeşine istemez. Terbiye eder çoluk çocuğunu besmeleyle alıştırır. Şükreder elhamdulillah. Bir yere gidecekse inşaaallah. Bir kaza bela ölüm işitince kalu inna lillah ve inna ileyhi raciun. Gaflet ile geçirdiği zamanlar için estağfirullah estağfirullah estağfirullah der. Her nefis kendisini kontrole alması lazım… Onun için Hz. Pir buyurur ki: Gittim bir alimin yanına da dedi ki: “Her kes ittiba ettiğine dahil olamaz şek şüpheden kurtulmayan felah bulamaz. Kendi ayıp naksanını görmeyenin her vakti zamanı noksandır.” Herkes kendi nefsini kontrola alması lazımdır. Müslüman dedik ya evde olsun bağda olsun bayırda olsun şenlik içinde olsun yalnız olsun nerde olursa olsun: Allah bes bakî heves… Dünya ahirete yarayan kelam ise söyle, yoksa sukutu lisan selameti insan… Hacı Şaban Efendi Hz. (K.S.) Yirmidokuz Hadis Mütercim: Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Hasen ve Sahih HADİSLERDEN SEÇMELER 12 Ey kalpleri çeviren Allahım 68. Enes’ ten rivayet edilmiştir. Rasulullah çokça “Ey kalpleri çeviren Allahım! Kalbimi dinin üzerinde sabit kıl.” diye dua ederdi. Dedim ki --Ya Rasulallah, amenna sana iman ettik. Getirdiğin şeylere de iman ettik. Bize korku var mı? Buyurdu ki “--Evet kalpler Allah’ın iki parmağı arasındadır. Dilediği tarafa çevirir.” Hadisi, Tirmizi rivayet etmiştir. Kader ve Amel 67. Cabir b. Abdullah’tan rivayet edilmiştir. O demiştir ki: Bir gün Süraka b. Malik Rasulullah’a şöyle bir soru sordu. -Ya Rasulalllah , Madem ki ka- derimizde cennetlik veya cehennemlik olduğumuz kesin bir şekilde bilinmektedir, o halde niye amel yapıyoruz? Rasulullah buyurdu ki, “Siz amel yapın, ne için yaratıldıysanız, o iş size kolay gelir.” Hadisi Müslim ve Ahmet b.Hanbel rivayet et- mişlerdir. 24 Burhan Yerin Cennet veya Cehennem Yazılması 69. Hz. Ali’den rivayet edilmiştir. O demiştir ki, Rasulullah, sizden her birinizin cehennemdeki veya cennetteki yerinizin yazılmış olduğunu söylemiştir. Bir gün Rasulullah’a sordular ki – O yazılana dayanıp, ameli terk edebilir miyiz? Buyurdu ki – Siz amel edin, her şey ne için yaratıldıysa o iş, onun için kolay olur. Eğer o kimse saadet ehlinden ise, saadet ehlini ameli ona kolay olur. Eğer şekavet ehlinden ise, şekavet ehlini ameli ona kolay olur. Sonra şu ayeti okudu. Feemma men e’ta vet teka ve saddeka bil hüsna fesenüyessiruhu lilyüsra… (Kim verir ve sakınırsa, en güzel şeyi tasdik ederse, biz de onu en kolaya hazırlarız ve onu başarılı kılarız.) Leyl Suresi, 5-7. Hadis, muttefekun aleyhtir. Amel’in Mühürlenmesi 71. Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. Rasulullah buyurmuştur ki Bir adam, uzun zaman cennet ehlinin amelini yapar. Sonra ameli cehennem ehlinin ameli ile olarak mühürlenir. Bir adam da uzun zaman cehennem ehlinin amelini yapar. Sonra ameli cennet ehlinin ameli olarak mühürlenir.” Hadis, Müslim kitabına almıştır. Kalpler Rahmanın İki Parmağı Arasındadır 70. Abdullah b. Amr’dan rivayet edilmiştir. Rasulullahın şöyle buyurmuştur. “Âdemoğlunun kalpleri Rahman’ın iki parmağı arasındadır. Onları bir kalp gibi istediği tarafa çevirir.” Sonra dedi ki “Ey Allahım! Kalplerimizi taatine doğru çevir.” Hadisi, Müslim kitabında tahric etmiştir. Burhan 25 Yirmidokuz Metin ÜNLÜ Gazze’li Emced I İzzet. Hasret… Araplar anne… III Türkler Farisiler Hepsi hikâye miydi anlattıklarının? Sahi, Hak ile yeksan bir tarihin Sitemkâr bakışları mı bu yaşadığımız? Neredeler anne? II Saraçoğlu stadı bayram yeri… Müthiş bir uğultu, mükemmel bir ambiyans… Ekran başındaki Türkiye ayakta. Ne büyük bir zafer, ne büyük bir gurur! Aldığın trilyonlar helal olsun Roberto Carlos!.. IV Yağmur yoksulluğun bütün sokaklarını Celaletli melik hazretleri tayın yelelerini okşuyor Çamur deryasına çevirmiş… Merhamet ve sevgiyle… Naylonla kapatılmış baraka camlarına Samimiyetle sıkıyor ecnebi jokeyin elini… Acziyetin ağıtını besteliyor rüzgâr… Büyük bir gurur yaşatmışlardı ona. Kuru ekmek, sönmek üzere olan mum ışığında… Nefes kesen bir yarış sonrası Anne, oğul ve korku Kupa/izzet onun olmuştu… Anne oğul ve öfke… Helal olsun sana verdiğim milyon dolarlar Baba şehid benim saf kan ingilizim!... 26 Burhan V Müslümanlar anne?... VI Adı Emced. Onüç yaşında. Seyir halindeyken Siyonist saldırıya uğrayan bir aracın içerisinde şehit olmuştu babası. Böbrek hastası annesiyle beraber global köyün varoşlarında oturuyor. Okula gitmeyi çok isterdi. Gidemediği için döktüğü gözyaşları zaten hasta olan anneciğini hüzünden yataklara düşürmüştü. Bunu fark ettiğinden beri açıktan değil kalbinin gizli menfezlerinde ağlıyor… En çok ta, birkaç defa televizyonda gördüğü muazzam binalar ve içinde her şeyin olduğu alış veriş mekânlarının gerçekten var olup olmadığını merak ediyor. Arkadaşlarıyla beraber direniş oyunu oynuyorlar her gün. Bazen kavga ettikleri de olmuyor değil. Ama çabucak barışıyorlar. Çünkü birbirlerine lazım olduklarını biliyorlar körpecik kalpleriyle. Vatan bir gün Siyonist pisliklerden temizlendiğinde bu oyun gerçek olacak. VII Biz yavrucuğum… Açız ama onur gibi ancak yarınlarda anlayacağın bir değer taşıyoruz. Omuzlarımızda hiçbir mazlumun vebalini taşımıyoruz. Nimetlere batarak şeytani bir bahane denizinde boğulmuyoruz evladım. Araplar yavrum, Türkler… Ahh Emced gelecekler mutlaka… Nur rengi alnındaki izzetinden bir parça olsun alabilmek için… Gelecekler… VII Kuru ekmek, sönmek üzere olan mum ışığında… Burhan 27 Yirmidokuz Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE Vakıa Sûresi, 57–74. Ayetler YENİDEN DİRİLİŞİ UZAK GÖRENLERE VERİLEN CEVAP Bu makalede, Kıyamet Günü’nde gerçekle- tiğiniz şeye baktınız mı?! Onu siz mi bitiriyor- şecek olan yeniden diriliş hadisesini akıllarına sığ- sunuz yoksa biz mi bitiriyoruz? Dileseydik onu dıramayan, böyle bir şeyi akıldan uzak gören kuru bir çöp yapardık da, şaşırıp kalırdınız. inkârcılara Kur’ân-ı Kerîm’de cevap sadedinde zik- Borç altına girdik, bilakis mahrum olduk derdi- redilmiş olan delillere örnek olarak Vâkıa Sûresi, niz. İçtiğiniz suya baktınız mı?! Siz mi onu bu- 57-74. âyetleri ele alacağız. Böylece bu âyetler luttan indirdiniz yoksa biz mi?! Dileseydik onu penceresinden kıyamet gününde gerçekleşecek acı yapardık. Artık şükretmez misiniz? Tutuş- olan öldükten sonra yeniden diriliş hadisesinin turduğunuz ateşe baktınız mı?! Onun ağacını Allah için ne kadar kolay olduğuna, O’nun ilim ve siz mi yarattınız yoksa biz mi yarattık?! Biz o kudreti açısından bakmaya çalışacağız. Öncelikle ateşi bir ibret ve yolculara meta yaptık. Artık âyetlerin meâllerini zikrederek, ardından tefsir kay- Yüce Rabbinin ismini tesbih et!" naklarından istifadeyle açıklamasını yapmaya çalışacağız. "Sizi biz yarattık, artık (öldükten sonra tekrar dirilmeyi) tasdik etmeyecek misiniz?!" âye- "Sizi biz yarattık, artık (öldükten sonra tek- tiyle başlayan istidlâl, tekrar dirilmeyi inkâr rar dirilmeyi) tasdik etmeyecek misiniz?! Bak- edenlerin, "Biz öldükten, toprak ve kemik yığını sanıza döktüğünüz meniye! Onu siz mi haline geldikten sonra, biz mi bir daha diriltile- yaratıyorsunuz, yoksa biz mi yaratıyoruz?! Ara- ceğiz? Önceki atalarımız da mı?" (Vâkıa, 47–48) şek- nızda ölümü takdir eden biziz ve biz, yerinize lindeki sözlerine karşılık, öldükten sonra tekrar benzerlerinizi getirmekten ve sizi bilmediğiniz dirilmenin mümkün olduğunu ve muhal gördükleri bir şekilde yaratmaktan âciz değiliz. İlk yaratılışı iâdenin keyfiyetini akıllara yakınlaştırmak içindir1. biliyorsunuz, artık tezekkür etmez misiniz?! Ek- Yani, sizi zikrolunmayan bir şeyken bir kere yara- 28 Burhan tan, tekrar iâde etmeye evleviyetle kadir değil ğuna dikkat çekilmiştir. Çünkü Allah'ın hikmeti, midir!? O halde artık dirilişi tasdik etmeli değil mi- ebedî hayata intikâl etmek için, o hayata hazırlık 2 siniz? denmiştir. nev'inden olan merhalelerden geçmeyi gerekli kılmaktadır... İşte bu yüzden "sizi biz öldürüyoruz" Bu âyetlerde halleri farklı olan beş şeyden cümlesi yerine "Aranızda ölümü takdir eden bahsedilmiştir. Bu beş şeyin hepsi de başlangıçta biziz" denmiştir. Yani, ölüm Allah'ın murad ettiği yok iken sonradan var edilmiş, hayata elverişli hale malûm bir takdir üzere yaratılmıştır4. gelinceye kadar tedricî olarak yaratılmışlardır. İlk olarak insanın, cansız haldeki bir sudan yaratılması zikredilmiştir: "Ve biz sizin yerinize benzerlerinizi getirmekten ve sizi bilmediğiniz bir şekilde yaratmaktan âciz değiliz." Çünkü sizler ancak ilk "Baksanıza döktüğünüz meniye!" Yani, Al- yaratılışınızı biliyorsunuz. Sizi ikinci bir yaratma ile, lah'ın sizi bir kere yarattığı hususunda şüphe edi- bilmediğiniz bir şekilde yaratmamıza da hiç bir şey yor musunuz!? Eğer şüphe etmiyorsanız, ikinci mani değildir. Eğer ilk yaratılışı düşünseydiniz, Al- defa yaratılacağınızı da tasdik etmeniz gerekmez lah'ın kudretinin, yalanladığınız ikinci yaratılışa da mi? Çünkü sizi bidâyeten hiç bir şey değilken ya- yeterli olduğunu anlardınız... Acaba hangi istidlâl ratan, ikinci defa, kendi katında malûm olan zerre- ve irşâd bundan daha güzel, akıl ve anlayışa daha lerden tekrar yaratabilir. Bana haber verin, eğer yakın ve her türlü şek ve şüpheden uzaktır!?5 şüphe ediyor ve diyorsanız ki, "yaratma ancak meniden olur. Öldükten sonra ise ortada meni yok." O "İlk yaratılışı biliyorsunuz, artık tezekkür zaman söyleyin bakalım rahimlere döktüğünüz etmez misiniz?!" Yani, O sizi başlangıçta, nutfe- meni nedir? Bu meniyi siz mi yaratıyorsunuz, den ve alakadan yarattı. Artık ibret alıp, Allah'ın yoksa Allah mı yaratıyor? Eğer Allah'ın kudret ve kudretini bilerek, öldükten sonra tekrar dirilmeyi irâdesini kabul ediyorsanız, o zaman öldükten ikrâr etseniz ya!6 sonra tekrar dirilişi de kabul etmeniz gerekir3. "Ektiğiniz şeye baktınız mı?! Onu siz mi Onlar gaybî meseleleri, müşahede ettikleri bitiriyorsunuz yoksa biz mi bitiriyoruz?" Bu şeylere kıyas ederek, "biz toprak ve kemik haline âyette de yokluktan inşâ çeşitlerinden bir başka- geldikten sonra tekrar diriltilemeyiz" demişlerdi. sına, dirilişin mümkün olduğuna ve Allah'ın kudre- Aslında onlara düşen, çürümüş kemiklerden canlı tinin yeterliliğine dâir başka bir delîle intikâl şeylerin yaratılmasını uzak gördükleri gibi, ölü nut- edilmiştir. feden de canlı varlıkların yaratılmasını uzak görerek inkâr etmeleridir. İnsanın yaratılışıyla istidlâlden, ekinin bitmesiyle istidlâle intikâl etmenin münasebeti, insanın "Aranızda ölümü takdir eden biziz" cüm- yaratılışıyla bitkilerin yaratılışı arasındaki açık ben- lesi, insanların ölüme yakînen inanmaları, müşa- zerlikten dolayıdır. Nitekim bir âyette şöyle buyru- hede etmeleri, ölümü tehir ve def'etmeyi çok luyor: "Allah sizi yerden bitirip çıkardı" istemelerinden hareketle, canlıların hayatına son Ayrıca bu âyette, cisimlerin ikinci bir yaratılışla ya- vermenin Allah tarafından takdir edilmiş bir şey ol- ratılmaları tohumdan ekinin bitmesine benzetilmiş- duğuyla istidlâlde bulunmak içindir. Çünkü hayat- tir. Çünkü, başaktan alınıp toprağa atılan bir tan sonra ölümü yaratmaya kadir olan, ölümden tohumla, tekrar o başağın benzeri biter. Yeniden di- sonra hayatı yaratmaya da kadirdir. Bir şeyin mey- riliş de bunun gibidir7. (Nûh, 17). dana gelmesine kadir olmak, o şeyin zıddına kadir olmayı da gerektirir. Sonra, bu ifâdede ölümün, Bu âyette Allah Teâlâ, ölülerin diriltilmesinin Allah tarafından, takdîr olunmuş bir merhale oldu- yanında, yerden, bitkiler vasıtasıyla rızık ihsân edil- Burhan 29 mesine ve tevhîde delâlet eden Allah'ın yüce kudretine de dikkât çekmiştir. 8 vecih İbn-i Abbas, Mücahid ve Katade'nin ve müfessirlerin çoğunluğunun görüşüdür11. Ancak, makam istidlâl makamı olduğu için ikinci vecih de "İçtiğiniz suya baktınız mı?! Siz mi onu buluttan indirdiniz yoksa biz mi?!" âyetinde uzak bir görüş değildir. Bu yüzden bazı müfessirler bu manayı öne almışlardır12. suyun "içtiğiniz" diye vasfolunması istidlâle ihsânı dercetmek içindir. Yani içtiğiniz tatlı su demektir. Görüldüğü gibi, başka pek çok âyette olduğu Çünkü su içmek insana sunulmuş en büyük nimet- gibi bu âyetlerde de Cenab-ı Hak öldükten sonra lerdendir. Böylece, "dileseydik onu acı yapardık" dirilişin kendisi için ne kadar kolay olduğunu anla- cümlesine mukabele sağlanmıştır...9 tırken insanın her zaman görüp de gaflet ettiği nimetlerle istidlâlde bulunmuştur. Böylece aynı "Tutuşturduğunuz ateşe baktınız mı?! Onun ağacını siz mi yarattınız yoksa biz mi yarattık?!.." âyetindeki tezkire "ibret" iki türlü düşünülebilir: 1. Kıyamet gününün ateşini hatırlatması, zamanda bu nimetlerin birer kudret mucizesi olduğuna, üzerlerinde derince düşünülüp ibret alınması gerektiğine dikkat çekilmiştir. ................................................................................................................... *. Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. böylece akıl sahiplerinin alevli bir ateş gördükle- Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden isti- rinde Allah'ın azabını hatırlayarak korkmalarıdır. 2. fadeyle bazı ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır. Tekrar dirilişin sıhhatine dâir bir hatırlatma olması- 1. Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, VI, 4500. dır. Çünkü yeşil ağaca ateşi tevdi etmeye kadir 3. Câvî, II, 347. olan, ölünün bedenine fıtri harareti koymaktan âciz 248. 2. İbn Aşûr, XXVII, 312. 4. İbn Aşûr, XXVII, 315. 6. İbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, VII, 289. 5. İbn Kayyım, et-Tibyân, s. 7. İbn Aşûr, XXVII, 321. 8 . İbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, VII, 290.9. İbn Aşûr, XXVII, 324. olamaz. Böylece bu âyet, "O size yeşil ağaçtan 10. Razî, Mefâtîhu’l-Ğayb, XXIX, 160; Câvî, II, 348. ateş çıkardı" âyetinin bir benzeri olur10. Birinci hu’l-Meânî, XXVII,150. 30 11. Alusî, Rû- 12. Misal için bkz. Merağî, XXVIII, 148. Burhan Şiir Göğsümde lif sabun biçilsin kefen, Elim boş yüz kara dilerim affım, Öz Resulallah’tır gönül hedefim, Dilde tevhid kalpte silah zikrullah. Bu yollar yokuştur yorulacaksın, Geçip süzgeçlerden süzüleceksin , Kabirde sual var sorulacaksın, Dilde tevhid kalpte silah zikrullah. Milyonlarca nefislerin sonudur, Kahramanlar burada kendin tanıtır, Suale cevap ver er meydanıdır, Dilde tevhid kalpte silah zikrullah. Uyan kardeş oku burdan ibret al, Bir gün size gelir bizdeki zeval, Cismin teneşirde ruhta gizli hal, Dilde tevhid kalpte silah zikrullah. Şeriat hocasın cismim yıkasın, Hakikat mürşidim kabire koysun, Hicrani cesedden elvadam olsun, La İlahe İllallah Muhammed’ün Resulallah. HİCRANİ BABA (1908- 1979 ) Burhan 31 Yirmidokuz Allah Dostları Abdullah ÇAKIR alemdar_kalemdar@mynet.com Abdurrahim Reyhânî Efendi Hazretleri (K.S) Yakın târihimizin gönül mimarlarından, âbide şahsiyetlerinden biri de Abdurrahîm Reyhânî Efendi Hazretleri idi. Efendi Hazretleri 1930 yılında Erzincan’ın Üzümlü İlçesi’nin Karakya beldesinde (eski adıyla Keleriç’te) dünyaya gelmişlerdir. Keleriç aynı zamanda tasavvufî neşvenin canlı olduğu ve birçok Allah dostunun yetiştiği bir belde idi. Babası Hüseyin Efendi, Erzincanlı Nakşibendî şeyhi Muhammed Beşir Efendi Hazretleri’nin büyük oğludur. Hüseyin Efendi, babası Beşir Efendi ile Tercan ve Otlukbeli’deki dergâhta kalır, hizmet ederdi. Daha sonra Keleriç’e yerleşerek bağcılık ve tarımla uğraşmaya başlamışlardır. Anneleri de hâl ehli, takva ve iffetiyle ma’rûf Tûbî Hatun’dur. Efendi Hazretleri daha dünyayı şereflendirmeden önce, annesi, karnında taşıdığı yavrunun pek çok iltifata mazhar olacak Allah’ın sevgili bir kulu olduğunu çevresinde olup biten manevi işaretlerle hissetmiştir. Efendi Hazretleri’nin çocukluğu da çok farklıdır. Diğer çocuklar oyun oynarken o, kitaplar okuyor, yüce yaratıcıyı, âlemi tefekkür ediyordu. Bizzat ifade ettiklerine göre, kendini bilmeye başladı yıllarda içinde 32 öyle bir his var idi ki sanki daha önce büyümüş, her şeyi görüp öğrenmiş de sonra tekrar küçülmüş gibiydi. Bir mürşidin sevgisini, hasretini duymaktaydı. Dedesinin zamanına yetişememiş olmasına çok üzülüyordu. Efendi Hazretleri ilk eğitimine babası Hüseyin Efendi’den Kur’ân-ı Kerim dersleri alarak başlar. Hüseyin Efendi iyi de bir marangozdur. Köyünde ve sair yerlerde kapı, pencere ve buna benzer şeyler yapar, aynı zamanda da köyünün insanlarına Kur´an-i Kerim dersleri verir. Küçük Abdurrahim, babası Hüseyin Efendi´ye işlerinde yardım ediyor, meraklı bakışlarla babasının yaptıklarını izliyordu. Hüseyin Efendi´nin beş erkek, iki de kız olmak üzere yedi evladı vardı. Ancak, en çok Abdurrahim Efendi´yi severdi ve o´nun büyük bir âlim olmasını çok arzu ediyordu. Abdurrahim Reyhani Hazretleri’nin soyadı “reyhan” olmasına rağmen olgunluğu sebebiyle çevresinde hep “efendi” olarak çağrılıyordu. Takdîr-i Hüdâ (c.c), Abdurrahim Efendi, 14 yaşında iken babası Hüseyin Efendi vefât eder. Ailesinin bütün umuru artık onun sırtındadır. Ortaokuldan sonra tahsilini bırakır ve ailesinin geçimini üstlenir. Askerliğini çavuş olarak yapar. Özü-sözü bir olduğunBurhan dan, komutanları depoların güvenliğini ona bırakırlar. Asker ocağında vazifesinden arta kalan zamanda bile boş durmaz faydalı kitaplar okumaya çalışır. Kardeşi Efrail Efendi’nin anlattıklarına göre Abdürrahim Efendi’nin boş zamanı olmazdı. Sürekli çalışırdı. Çalışmanın dışında köyünde Şeyh Abdurrahman Efendi’nin sohbetine giderdi. Zaten kendisi yaşıtlarıyla oturmazdı. Hep kendinden yaşça büyüklerle konuşurdu. İyi bir inşaat ustasıydı. İyi bir marangozdu. Tüm köylüler gelir, işlerini ona yaptırırlardı. Ailesine çok düşkündü. Annesinin bütün işlerine yardım ederdi. Annesine yük olmasın diye kendi elbisesindeki sökükleri bile kendi dikerdi. Asla yemek seçmezdi. Tandır ekmeğinin sert kısmını kendi yer, yumuşak yerlerini kardeşlerine verirdi. Anneleri her bayramda bir çocuğuna elbise alırdı. Çünkü hepsine birden alacak imkânı yoktur. Elbise sırası Abdurrahim Efendi’ye gelir, kardeşi Efrâil Efendi’nin boynunu büktüğünü görünce kendi elbisesinden feragat eder. O bayram elbise Efrâil Efendi’ye alınır. Çok merhametli bir insandı. TASAVVUFA İNTİSABI VE MÜRŞİDİ Efendi Hazretleri’nin mürşidi, Bayburtlu Dede Paşa Hazretleri olarak bilinen Musa Baştürk (k.s) Hazretleri’dir. Abdurrahim Efendi, Dede Paşa Hazretleri ilk defa babası Hüseyin Efendi’nin vefatından sonra karşılaşır. Dede Paşa Hazretleri bir akşamüstü kısa bir taziye için evlerine gelmiştir. Dede Paşa Hazretleri’nin çok büyük bir zat olduğu, tevazuu, kemâlâltı, sohbetleri, beyitleri, aşkı, mıhabbeti hakkında çevrasinden çok şeyler dinlemiştir. İçinde ona karşı bir sevgi belirmekle beraber, bir mürşid olduğu hususunda kesin bir bilgisi olmadığından bu ziyarerinde Dede Paşa Hazretleri’ne intisâb edemez. 1957 senesinin sonbahar aylarında görmüş oldukları bir rüyanın etkisiyle Dede Paşa Hazretleri’ne karşı içinde dayanılmaz bir muhabbet belirir. Ancak bu dayanılmaz arzuyu çeşitli sebepler ve mecburiyetler dolayısıyla üç ay gizlemek zorunda kalır. Aradan üç ay geçtikten sonra birgün işitir ki Dede Paşa Hazretleri Erzincan’a gelmiş ve onların bulunduğu yere teşrif etmek üzere imiş. Bu haberi duyunca Abdurrahim Efendi elindeki çay bardağını tutamaz olur. Rahatsızlığını beyan ederek meclisten ayrılır. Ne olduğunu kelimelerle anlatamadığı bir hal ile evlerine koşar. Evin içine giremez de merek deniBurhan len, hayvanların otunu, samanını, yemini koydukları yere atar kendini. Orada biraz sakinleşir. Kalkar üstünü başını temizler, bir abdest alır ve biraz önce ayrıldığı ve şimdi ise Dede Paşa Hazretleri’nin bulunduğu Muharrem Efendi’nin evine gider. Heyecanı hala geçmemiştir. Odaya girmeden önce Efendimiz (sav)’ın ve evliyanın ruhuna üç ihlâs bir fatiha okur ve yavaş yavaş Paşa Hazretleri’nin bulunduğu odanın kapısını aralar. Bir ayağını içeri atar, diğer ayağı dışarıda, boyu beş metreden fazla olan odanın kıble tarafindaki peykenin üzerinde oturan Paşa Hazretleri’ni görür görmez, oracığa, kapı aralığına düşüp bayılır. O zaman Paşa Hazretleri, Abdurrahim Efendiyi bizzat kucaklayıp kaldırır, odaya alır. Bir süre sonra gözünü açtığında ilk defa bedenen Paşa Hazretleri’nin huzurundadır. Mübarek, iki bardak çay getirir. Birisi kendisi için, biri de Abdurrahim Efendi için. Şekerini bizzat karıştırarak, bir annenin evladına, çocuğuna içirdiği gibi çayı mübarek elleri ile Abdurrahim Efendi’ye içirir. Abdurrahim Efendi, yatsıya kadar bir kendine gelir, bir geçer. Nihayet yatsı namazı kılınır ve Dede Paşa Hazretleri’ne intisâb eder. Bu ikinci karşılasması onun için “fena fi’ş-şeyh” seviyesinde bir bağlılıktır. Bundan sonra Abdurrahim Efendi cemadâtın tesbîhini açıktan işitmeye başlar ve daha nice manevi hâller yaşar ancak o, bunların hiçbirine iltifat etmez, sürekli istikamet üzere olmaya çalışır. 25 yıl Dede Paşa Hazretleri’nin manevi terbiyesinde yoğrulur. Nihayetinde Dede Paşa, ona “teveccüh” görevi verir ve aynı zamanda kendisinin halifesi olduğunu söyler. 1973 yılında Dede Paşa’nın vefatı üzerine de irşad görevine başlar. Önce Keleriç’te, bir süre sonra da Erzincan’da sohbete müsait binalar yaptırır. Burada toplananlara, bir yandan da yurt içi ve yurt dışı seyahatleri ile ayet ve hadislerden, dedesinin ihvanı olan Salih Baba’nın divanından (şiirlerinden) yola çıkarak insanlara sohbet eder, Allah (c.c) - Peygamber(sav)- vatan- millet sevgisini anlatır. Vefatından on sene önce evini İstanbul’a nakleder. 24 Ocak 1998’de Ramazan ayının 25. gecesi aramızdan zahiri olarak ayrılıp her zaman beraber olduğuna inandığımız Hakk’a yürür. Hem İstanbul’da hem de bir gün sonra Erzincan’da kılınan cenâze namazına yurt içinden ve yurt dışından gelen binlerce seveni toplanır, ardından da “Terzi Baba” kabristanında toprağa verilir. Abdurrahim Reyhan Efendi Hazretleri'nin Fatıma isimli zevcesinden doğma, Vehbi Efendi ve Avni 33 Efendi adlı iki oğlu ile Rabia Hanım adında bir kızı vardır. Abdurrahim Efendi, ismi ile müsemma idi. O şefkat ve merhamet âbidesi idi. İnsanların acı çekmesine, göz yaşı dökmesine dayanamıyordu, husûsen müminlere çok düşkün idi. Bir gün yanına bir fakir gelir: - “Benim sağlığım bozuldu. Çalısamıyorum. Çocuklarım aç, evime ekmek götüremiyorum” der. Fakirin konusmasından mübarek o kadar çok etkilenir ki gözlerinden yaşlar boşalır. Buyurur ki: - Allah´ın rızasını kazanmak isteyen, bu garibin ailesine sahib çıksın! Nerde bir mümin varsa kalbi orada atıyordu. Hatta zahir rahatsızlıkları konu edildiğinde o bunlardan hiç şikayet etmiyor, "İhvan için sağlık, ihvan için ömür istiyorum" buyururlardı. Zât-ı âlîleri o kadar tevazu sahibi idi ki evinde, dergâhında bulunan misâfirlerine sürekli kendisi hizmet etmek isterdi. Fakîr olmasına karşın onları en iyi şekilde ağırlardı. Gelenlerden de hiçbir şekilde hediye kabul etmezdi. Buyururlardı ki: “Buraya gelenler bana hediye getirmesinler! Hediyeler beni rahatsız ediyor. Benim için en güzel hediye Allah sevgisiyle dolu bir kalp, gönül dolusu muhabbettir.” Yetimleri evlendirir, talebelerinin dertlerine ortak olurdu. Yeni evlilere hediyeler alır ve almış olduğu hediyeyi kendisi bizzat götürür takdîm ederdi. Efendi Hazretleri, marangozluk, inşaatçılık işlerinin yanında bağ-bahçe işleri ile de uğraşıyordu. Bazı zamanlar, bağında yetiştirip pazarda sattığı meyve ve sebzeler onun tek geçim kaynağıydı. Sebzeleri kasalara bizzat kendisi yerleştirirdi. Sebzeleri ayıklar, en iyisini satardı. Onun sattığı sebzelerde bozuk hiç olmazdı. Hazret´in sırtında sebze taşıması talebelerinin çok ağırına giderdi. Üzülürlerdi, ama onun kırılmaması için kendisine bir şey söylemezlerdi. Bir gün Efendi Hazretleri, bahçesinde yetiştirdiği meyveleri pazarda satmaya götürür. Pazarın bir köşesine meyve kasalarını indirir, sergisini kurar ve satmaya başlar. Bir müşteri yaklaşır: - Amca, bu üzümler Cimin üzümü mü? - Yok kardeşim, bu Cimin üzümü değil, Cimin´in biraz ötesindeki Keleriç Köyü´nün üzümü. - Haa. Evet orayı duymştum. Geçenlerde bizim bir öğretmen arkadaş bahsetti. Orada bir seyh var- 34 mış. Sen tanır mısın? - Tanırım, tanırım tabii. - Nasıl biri? İnsanlar akın akın ona gidip sohbetini dinliyorlarmış. Bizim arkadaş da onun yanına gitmiş. Sordum, nasıl biri diye, anlattı. Dedi ki “Ümmî, okuma yazması yokmuş. Ayyaşlar, sarhoşlar kapısına gidiyormuş, tüm kötü alışkanlıklarını bırakıyormuş.” - Öyledir, benim efendim! - Yok, yok bey amca, ben böyle şeylere inanmam. Neyse sen şu üzümden üç kilo ver de gideyim! - Buyur kardeşim. İnşaallah, yolunuz Keleriç´e düsünce bize de misafir olursunuz! Hazret, o gün de ailesinin rızkını kazanır ve köyüne döner. Reyhan Hazretleri’nden pazarda üzüm alan kişi birkaç hafta sonra öğretmen arkadaşının ısrarı üzerine Keleriç Köyü´ne gelir ve Efendi Hazretleri´nin evine girdiğinde arkadaşına: - “Oda kalabalık, dediğin zat kim?” diye sorar. - Bak! İşte sobaya odun atan zat. - Ben bu bey amcayı görmüstüm ama nerde? Hah, tamam simdi hatırladım, pazarda üzüm satıyordu. Efendi Hazretleri, sobaya odun attıktan sonra öğretmen ve yanındaki arkadaşına hoşgeldiniz der ve buyurur ki; “Bak işte gördünüz mü, Keleriç’te misafirimiz oldunuz.” Efendi Hazretleri, Allah aşkıyla yanıp tutuşuyordu. Allah’ın celâl tecellîsini de cemâl tecellîsini de yaşıyor, Allah’ın kahrını da lütfunu da bir biliyor gönlünü hoş tutuyordu. Bir kış günü, bir grup ihvân ziyaretine giderler. Sohbet başlar, saatler ilerler, odada ki soba da soğur. Efendi Hazretleri kalkar, sobaya odun atar. Ancak odunlar tutuşmaz. Bunun üzerine Salih Baba divanından, “Yetiş ey kestibanım, Büsbütün deryada yangın var Değil derya yalnız, Cümle hep sahrada yangın var” beyitini okur ve buyurur ki; - “Ah hocam, ah. Her yerde yangın var da bir bizim sobamız yanmıyor ne hikmetse...” Dergâhında bir iki kişi bile bulunsa onları bırakıp devlethânelerine gitmek istemezdi. Ancak ihvanların istek ve ısrar üzerine hane-i saadetlerine teşrif Burhan ederlerdi. "Bizim tarikatimiz günahkârlar tarikatidir", "Bize günahı olan, günahını bilen gelsin", "Günahı olmayan bize gelmesin" derdi. Böylece sînesini herkese açardı. Şehir şehir, bölge bölge gezerek sohbetleriyle insanları irşâd eder fedakârlığın benzersiz örneğini gösterirdi. Teşrîf ettiği yerlerde aşkın, muhabbetin, feyzin hudûdu olmaz, cânlardan ayrılırken bu zahirî ayrılış onu hislendirir, ağlatırdı. O, sosyal bir sorumluluk gereği olarak gönüllü sivil toplum teşkilâtlarının kurulmasını istiyordu. İlmin, vatanın ve memleketin hizmetinde bulunan gençleri gönüllerini alıp teşvîk etmek, ihtiyaç sahiplerine yardım etmek ve onların burkulman kalplerini tesellî için “Reyhan Vakfı”nı kurdu. İlmin, servetin, ibâdetin ve halka hizmetin hakikat ile örtüşmesi ve amacına ulaşabilmesi için de gönülden bağlılığı, ihlas ve samimiyeti esas alıyor bağlılarına da bunları emrediyordu. Bundan dolayı hiçbir menfaat gütmeden, şahsî ihtiraslar peşinde koşmadan hizmet eden devlet erkânını ve siyasileri teşvik eder, böyle hizmetlerin her türlü menfaat ve particilik hesaplarının dışında yapılmasını insanlığın şanından sayıyordu. Dede Paşa Hazretleri’nden de duyulan ve sık sık sohbetlerinde de ifadesini bulan şekliyle, “Hulûsunuzun bârını yersiniz” derdi. Yani ihlâsınızın meyvesini yersiniz... O, bütün bu hizmetleri îfâ ederken hep gözlerden ırak, gösterişten ve konförizmden uzak sade bir hayat sürdü. Mahviyyet ve mahfiyyet içinde sevenlerinin dışında kimsenin ilgisini çekmemeye çalışırdı. Buna rağmen onu çekemeyenler, ona inanmayanlar, düşmanlık besleyenler hatta sürekli takip altında tutup iftiralar atanlar olmuş, o ise irşat görevini hiç aksatmamış, üzülüyor olmasına karşın bunları sükûnetle karşılamış, hidayete ermeleri için Allah’a dua etmiştir. Müridanından Erdoğan Bayram Bey’in anlattığı şu olay çok ibret vericidir: - “Çok şey gördüm. Çok şey yaşadım Hazret’in yanında. Mesela bir gün, Hazret´in evinin bulunduğu binaya ikinci ek bir bina yapılacaktı. Binanın projesini çizen mühendise deprem şartlarına göre yapılması talimatını verdi. Ve proje hazırlandı. Binanın yapımına başladı. Abdurrahim Efendi´de çalişan ustalara bizzat yardım ediyordu. Bir gün ustalar değişti. Yeni ustalar gelmişti. Hazret de elinde keserle yeni gelen ustalara “şöyle yap, böyle yap” diye tarif ediyordu. Usta sinirlenerek dedi ki: - İhtiyar, ver o elindeki keseri, git otur. Sen ne anlarsın bu işten! Hepimiz koştuk, adamın yanına tamam dedik, adam öldü. Efendi´de koştu yanına geldi. Adam yaşıyordu. Belli ki birkaç yeri kırılmıs sürekli bağırıyordu. - Oy anam ölüyorum, ölüyorum! Hazret’ten cevap: - Ölüyorsan öl. - Ah hiçbir yerim kıpırdamıyor. Ölmem birşey değil de, çocuklarım var. Hazret yine cevap verdi: - Sen öl, çocuklarının Allah gibi sahibi var. Adama, Efendim´de yardım etti. İnşaatın arkasındaki Hazret´in evine adamı götürdük. Tevafuk ya, dışardan Hazret´i ziyarete gelmiş, bir doktor vardı. Anında ustaya müdahale etti; ve günlerce Hazret, bir çocuğa bakar gibi ustaya kendi evinde baktı. Tüm masraflarını karşıladı. Alacağı yevmiyelerin üç katını kendisi verdi.” Efendi Hazretleri’ne gore tasavvuf, sözü, davranışa tebdil etmek şeklinde yani İslam dininin ihtiva ettiği bilgi sisteminin kuvveden fiile yani kalden hale, nazariyeden ameliyeye dönüşü olarak anlıyordu. Kalb temizliğine ve rikatine, doğru sözlü olmaya çok önem verirdi. Buyururlardı ki: “Hiç kimseyi incitmeyiniz. Sizin kalbinizi haksız olarak biri kırarsa o kalbinizi Cenab-ı Allah tamir eder. Siz kötü söze, kötü söze cevap vermeyiniz”. “Yalnız natüvan cismim değil masum-u kalp hasta” beytini okuduktan sonra şöyle derdi: “İnsanların kalbi masumdur, ruhu da masumdur. Fakat o kalbi muhafaza etmek lâzımdır. Nasıl bir çocuğu muhafaza ediyorsanız, nasıl bir çocuğu ebeveyni, velisi muhafaza ediyorsa… Kalbimizin ebeveyni kim oluyor? Elimiz, dilimiz, gözümüz, kulağımız. Burda bir de akıl var. Aklımızla düşünecek olursak eğer, elimizi, dilimizi, gözümüzü, muhafaza edersek eğer, o zaman kalbimiz masum kalıyor.” Ona gore cismi güzellerde ayıp olurdu, ruhu güzellerde ayıp olmazdı. Onun için, itaatı makbul olan kimse yaptığıyla övünmeyen kimse idi. “Ameli güzel işle, işlememiş bil” derdi. Sohbete çok önem verirdi. Çünkü sohbette bir araya gelen ruhları Allah sevgisinin topladığına inanırdı. Şu beyti de sık sık okurdu: “Bahr-i aşkın katresi ol sohbet-i mevlâ ile Katreler deryâ olur cemiyet-i kübrâ ile” Cenab-ı Allah, rûh-i âlîlerini şâd ü hürrem etsin. Bizleri de şefâatlerine nâil eylesin. Âmin. Mustafa Miyasoğlu, “Abdurrahim Reyhani Hazretleri Hakk’a Yü- Efendim birsey demedi. Gitti karşıdan inşaatı seyretti. O sıra söz konusu usta iskeleden yere düştü. Burhan rüdü”, 25 Ocak 1998, Milli gazete; Ünal Tuygun, “Gönüller Sultanı Abdurrahim Reyhânî Hazretleri”; Abdurrahim Reyhânî, “Sohbetler”. 35 Yirmidokuz Yol Kandilleri Ersan BİLGİN Allah’ın Aslanı ve İlmin Kapısı Hazreti Ali bin Ebi Talib (r.a) İlk müminlerden Allah’ın Aslanı Hz. Ali radıyallahu anh… Resulullah'ın tabiri ile "ilim beldesinin kapısı" ümmetin en bilgini Hz. Ali (ra)… İmanda önder, ibadette önder, cihatta ve cesarette önder, ilimde ve amelde önder Hz. Ali (ra)… Vahiy kâtibi, hâfız, müfessir ve muhaddis Hz. Ali (ra)… Hayber Fatihi Hz. Ali (ra)… Ebu Râfi şöyle anlatıyor: “Hz. Ali (ra) ile birlikte Hayber’e gittik. Hz. Peygamber sancağını ona vermişti. Kaleye yaklaştığımızda içerdekiler çıkarak bizimle savaşa tutuştular. Bu sırada yahudilerden biri Hz. Ali’ye vurarak onun kalkanını düşürdü. Bunun üzerine Hz. Ali kalenin kapısını yerinden söküp kendine kalkan yaptı ve kale fethedilinceye kadar da onu elinden bırakmadı. Daha sonra ben yedi kişiyle birlikte onu yerden kaldırmaya çalıştıysam da beceremedim. (Bidaye, IV/189) Şehid halife Hz. Ali (ra)… Resulullah (sav)’ın amcası Ebi Talib’in oğlu, Rasulullah’ın kızı Hz. Fatıma (r.anha)’nın kocası yani Rasulullah’ın damadı, dördüncü halife, müminlerin emiri; Hz. Ali radıyallahu anh… 36 İLK MÜMİNLERDEN… Hz. Ali (ra) küçük yaşından beri Resulullah'ın yanında büyüdü. On yaşında İslâm'ı kabul ettiği bilinmektedir. Hz. Hatice'den sonra müslümanlığı ilk kabul eden O’dur. Mekke döneminde her zaman Resulullah'ın yanındaydı. Kâbe'deki putları kırmasını şöyle anlatır: "Bir gün Resul-u Ekrem ile Kâbe'ye gittik. Resul-u Ekrem omuzuma çıkmak istedi. Kalkmak istediğim zaman kalkamıyacağımı anladı, omuzumdan indi, beni omuzuna çıkardı ve ayağa kalktı. Kendimi istesem ufukları tutacak sanıyordum. Kâbe'nin üzerinde bir put vardı, onu sağdan soldan ittim. Put düştü, parça parça oldu. Resulullah'ın omuzlarından indim. İkimiz geri döndük." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 384). İMAN NURU… Resul-u Ekrem, en yakın akrabasını uyarmak ve hakkı tebliğ etmek hususunda Allah'u Teâlâ'dan emir alınca onları Safa tepesinde toplayıp ilâhî emirleri tebliğ edince, Kureyş müşrikleri onunla alay etmişti. İkinci toplantıyı yapmasını Hz. Ali (r.a.)'ye bıraktı, Ali de bir ziyafet hazırlayarak HasiBurhan moğullarını davet etti. Resulullah yemekten sonra: "Ey Abdülmuttaliboğulları, ben özellikle size ve bütün insanlara gönderilmiş bulunuyorum. İçinizden hanginiz benim kardeşim ve dostum olarak bana bey'at edecek" dedi. Yalnız Ali (r.a.) kalktı ve orada Resulullah'a onun istediği sözlerle bey'at etti. Bunun üzerine Resul-u Ekrem, "Kardeşimsin ve vezirimsin" diyerek Hz. Ali'yi taltif etti. EMANETLER HZ. ALİ’DE… “el-emin (güvenilir kişi)” olan Sevgili Peygamberimiz (sav) hicret etmeden önce elinde bulunan emanetleri, sahiplerine verilmek üzere Ali'ye bıraktı ve o gece Hz. Ali (ra), Resulullah'ın yatağını da yatarak müşrikleri şaşırttı. Böylece Hz. Ali (ra), Hz. Peygamber'i öldürmeye gelen müşrikleri oyalayarak onun yerine hayatını tehlikeye atmış, bu suretle Peygamber'e hicreti sırasında zaman kazandırmıştır. Hz. Ali, Peygamberimiz'in kendisine bıraktığı emanetleri sahiplerine verdikten sonra Medine'ye hicret etti. HEP HAKK’IN SAFINDA, DAİMA RASULULLAH’IN YANINDA… Medine'de de Hz. Peygamber'in devamlı yanında bulundu, bütün cihat harekâtlarına katıldı, Uhud'da gâzî oldu. Bedir'de sancaktardı. Aynı zamanda keşif kolunun başındaydı; hakim noktaları tesbit ederek Hz. Peygamber'e bildirdi. Bu mevkiler işgal edilerek, Bedir'de önemli bir savaş harekâtını başarıya ulaştırdı. Bedir gazasının başlamasından önce, Kureyşliler'le teke tek dövüşen üç kişiden biriydi. Bu döğüşte, hasmı Velid b. Muğire'yi kılıcı ile öldürdüğü gibi, Hz. Ebû Ubeyde zor durumdayken yardımına koştu ve onun hasmını da öldürdü. Kendisine "Allah'ın Arslanı" lâkabı ve Bedir ganimetlerinden bir kılıç, bir kalkan ve bir de deve verildi. Hz. Ali'nin "Zülfikâr" adı verilen meşhur bir kılıcı vardı. Kılıcın ağzı iki çatallı idi ve Hz. Ali'ye Resulullah (sav) tarafından hediye edilmişti. Hz. Ali, Bedir savaşından sonra Hz. Peygamber'in kızı Hz. Fâtıma ile evlendi. Nikâhını Hz. Peygamber kıydı. O zamana kadar Resulullah'la oturan Hz. Ali nikâhtan sonra ayrı bir eve taşındı. Hz. Ali'nin, Hz. Fâtıma'dan üç oğlu, iki kızı dünyaya geldi. Hz. Ali'nin, Hz. Fâtıma'dan Hasan, Hüseyin, Burhan Muhsin adlı oğulları ve Zeynep, Ümmü Gülsüm adlı kızları oldu. KIŞIN SOĞUĞUNDA İNCE BİR ELBİSENİN ALTINDA TİR TİR TİTREYEN MÜBAREK İNSAN… Ümmetin malını ümmete dağıtırken de son derece titiz davranırdı. Kendisine bir pay ayırma noktasında gayet dikkatli olup, kimsenin hakkına tecavüz etmemekte de büyük bir örnek idi. Kendisini Kûfe'de görenler, kışın soğuğunda ince bir elbisenin altında tir tir titreyerek mescide gittiğini aktarırlar… SABIRLI VE CÖMERT… Hz. Ali (ra); âbid, kahraman, cesur, iyilikte yarışan, takva sahibi ve son derece cömertti. Medine'de müslümanların durumu düzeldikten sonra, Hz. Ali (ra) de bir hizmetçi almaya karar verip, Resulullah'a gitti. Resulullah kızıyla damadının arasına girerek: "Ben size hizmetçiden daha hayırlısını haber vereyim. Yatarken otuz üç kere Allahü ekber, otuz üç kere Elhamdülillah, otuz üç kere de Subhanallah deyin" buyurdu. Yine bir gün yiyecek çok az yemekleri olan Hz. Ali ile ailesi sofraya oturdukları sırada kapılarına bir dilenci geldi, onlar da yemeği dilenciye verdiler. Ertesi gün gelen bir yetime, üçüncü gün gelen bir esire yemeklerini verdiler. Bu olay üç gün sürdükten sonra şu ayet-i kerime indi: "şüphesiz en iyiler mizacı kâfur olan bir tastan içerler. Allah'ın kullarının taşıra taşıra içeceği bir kaynak. Adağı yerine getirirler ve şerri yaygın olan bir günden korkarlar. İçleri çektiği hâlde yiyeceği, miskine, yetime ve esire yedirirler. 'Biz sizi ancak Allah'ın rızası için doyuruyoruz, sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Doğrusu biz oldukça asık suratlı zorlu bir günden dolayı Rabbımızdan korkuyoruz' derler. Allah da bu günün şerrinden onları korur. Onlara parlaklık ve sevinç verir." (İnsan, 5/11) Hz. Ali'nin cömertliği, insanîliği, Resulullah'a olan yakınlığıyla edindiği büyük manevî miras onu yüzyıllardır halk inançlarında destani bir kişiliğe büründürmüştür. Bir gün onun dört dirhemi vardı. Birini açıktan, birini gizliden birini gündüz, birini de gece infak etti ve hakkında şu ayet-i kerime indi: "Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık olarak 37 infak edenler. Onlar için Rabbleri katında karşılıkları vardır ve üzülecek de değillerdir." (el-Bakara, 2/274). İLME TEŞVİK… ANNEYE VEFA… - Hz. Ömer’le Ali (r.anhum) tavaftan çıktıkları bir sırada annesini sırtında taşıyan bir göçebe gördüler. Göçebe bir yandan da şu şiiri okuyordu: - “İnsanlar üç sınıftır: Biri, ilim ve ameli tam olan ve her yönüyle Allah yolunda olan âlimdir. Diğeri, kurtuluş yolunu arayan öğrencidir. Üçüncüsü ise, akılsız ve rezil kimselerdir ki, her bağırana tabi olur ve esen yelin peşinden gider. İlmin ışığı ile aydınlanmaz ve sağlam bir kaleye sığınmaz. “Ben sırtımdakinin serkeşlik yapıp ürkmeyen bineğiyim. Diğer bütün binekler ürküp kaçsalar da ben ne ürker ve ne de kaçarım. Onun beni karnında taşıması ve emzirmesi ise benim yaptığımdan çok daha zahmetliydi. Ey Allah’ım! Emret; senin hizmetindeyim! (Lebbeyk! Allâhümme lebbeyk!)” Bunu gören Hz. Ali, Hz. Ömer’e dönerek; İlim, servetten hayırlıdır. Çünkü ilim seni korur. Serveti ise sen korursun. İlim sarfettikçe artar, servet ise, sarfettikçe azalır. Âlimin sevilmesini, din herkese borç kılmıştır. İlim, sahibine sağlığında yol gösterir, ölünce de ona iyi bir isim bıraktırır. Servetin gücü, servetin elden gitmesiyle yok olur. Nice servet sahipleri vardır ki, daha sağken ölüdürler. Âlimler ise, dünya durdukça hayattadırlar. Bedenleri ortada olmasa bile hatıraları gönüllerde yaşar…” (Ebu Nuaym, Hilye, “Ey Ebâ Hafs! Bu adamla birlikte bir daha tavaf yapalım. Umulur ki bu kez rahmet inecek ve hepimizi kapsayacaktır” dedi. Göçebe tavaf boyunca yukarıdaki şiiri okumayı sürdürdü. Bu arada Hz. Ali de ona karşılık olmak üzere; “Şunu bil ki Allah Teâlâ senin, annene gösterdiğin bu vefandan çok daha vefalıdır. Bunun için de senin azına çok büyük mükafatlar verecektir” şiirini okuyordu. (Kenz VIII/310 (Beyhaki, Amr b. Hammad’dan, o da bir başkasından)). I/79) ALTIYÜZBİN NASİHAT İSTERİM. MÜSLÜMANIN KENDİ AİLE EFRADINI EĞİTMESİ… - Hz. Ali; “Ey iman edenler! Nefsinizi ve aile efrâdınızı tutuşturucusu insanlarla taşlar olan ateşten koruyunuz” (Tahrîm: 66/6) âyet-i kerimesini tefsir ederken “Yani nefsinize ve aile efradımıza faydalı ve hayırlı şeyler öğretiniz (“Onlara iyi ve faydalı şeyler öğretiniz ve kendilerini terbiye ediniz”)” buyurmuştur. Terğib I/85 (Hâkim’den); Taberi, Tefsir XXVIII/107 38 Peygamberimiz (s.a.s.) Hz. Ali'ye buyurdu: "Ya Ali, altıyüzbin koyun mu istersin, yahut altıyüzbin altın mı veya altıyüzbin nasihat mı istersin ?" Hz. Ali dedi: "Altıyüzbin nasihat isterim." Peygamberimiz buyurdu: "Şu altı nasihate uyarsan altıyüzbin nasihata uymuş olursun: 1. Herkes nafilelerle meşgul olurken sen farzları ifa et. Yani farzlardaki rükünleri, vacipleri sünnetleri, müstehapları ifa et. Burhan 2. Herkes dünya ile meşgul olurken sen Allah'u Teâlâ'yı hatırla. İslâm'a uygun yaşa; İslâm'a uygun kazan; İslâm'a uygun harca. 3. Herkes birbirinin ayıbını araştırırken sen kendi ayıplarını ara. Kendi ayıplarınla meşgul ol. 4. Herkes dünyayı imar ederken sen dinini imar et, zinetlendir. 5. Herkes halka yaklaşmak için vasıta ararken, halkın rızasını gözetirken sen Hakk'ın rızasını gözet; hakka yaklaştırıcı sebep ve vasıtaları ara. 6. Herkes çok amel işlerken sen amelinin çok olmasına değil, ihlaslı olmasına dikkat et." AZIĞIN EN HAYIRLISI TAKVADIR - Kumeyl b. Ziyad şöyle anlatıyor: Hz. Ali ile birlikte dolaşmaya çıkmıştık. Bir mezarlığın yanından geçerken o şunları söyledi: - “Ey kabirlerde yatmakta olanlar! Ey çürümeye mahkum olanlar! Ey karanlık ve tenha yerlerin sâkinleri! Neler söyleyeceksiniz? Bizim söyleyeceğimiz şudur ki siz ölenlerin malları taksim edildi, çocukları yetim kaldı. Hanımları da başka kocalar buldu. İşte biz dünyalıların size söyleyebileceğimiz şeyler bunlardır? Peki sizler neler söyleyeceksiniz?” Bu sözlerden sonra bana dönerek; “Ey Kumeyl! Eğer kabirlerde yatanlara cevap hakkı verilmiş olsaydı onlar ‘Azığın en hayırlısı takvadır’ diyeceklerdi” buyurdu. Hz. Ali bunu söyledikten sonra ağladı ve: “Ey Kumeyl! Kabir, yapılan amellerin saklandığı bir sandıktır. İnsan bunu ancak öldüğünde anlayabilir” dedi.1 - Hz. Ali şöyle buyuruyor: - “Siz amellerinizin kabul edilmesini istiyorsanız takvâya daha fazla özen gösteriniz. Çünkü takva ile birlikte yapılan hiçbir amel azımsanamaz. Kabul edilen bir amel nasıl azımsanabilir ki?”2 - "Sizin için korktuğum şeylerin en başında, nefsinin isteğine uymak ve uzun emelli olmak gelir. Birincisi hak yoldan alıkoyar; ikincisi ise ahireti unutturur." - "Amellerin en zoru üçtür. Bunlar; nefsin hakkını verebilmek, her halde Allah'u Teâlâ'yı hatırlayabilmek, kardeşine bol bol ikramda bulunabilmektir." Burhan - “Kur’an okuyan veya Kur’an öğrenen kimseler, Hz. Peygamber’in yanında insanların en sevimlisidirler.” HZ. ALİ’NİN HANIMLARINI KISKANMAYAN BİR BELDE HALKINI AZARLAMASI Hz. Ali bir keresinde bir belde halkına şunları söylemiştir: “Duyduğuma göre kadınlarınız çarşı ve pazarlarda erkeklerle karışık bir şekilde dolaşıyorlarmış. Sizde kıskanma denilen duygu yok mudur? Kıskanma duygusunu yitirmiş kimselerde hayır yoktur”. - Hz. Ali şöyle buyurmuştur: “Kıskançlığın iki çeşidi vardır: Birincisi güzel olanıdır ki insan onunla aile efrâdını ıslah ederek onların kötü yollara düşmelerine engel olur. İkincisi de kötü olanıdır ki bu, sahibini cehenneme götürür.” (Bu ve bundan önceki: Kenz II/161 (İbn Sa’d, Reste’den)). ALLAH KATINDA ARAP İLE ACEM’İN BİR FARKI YOKTUR - Birisi Arap, diğeri de onun azatlılarından olan iki kadın yardım istemek üzere Hz. Ali’ye geldiler. Hz. Ali (ra) onların her birine birer ölçek yiyecekle kırkar dirhem para verilmesini emretti. Bunun üzerine Arap olan kadın “Ey Mü’minlerin Emîri! Bana şu Acem kadına verdiğin kadar mı veriyorsun? Halbuki ben Arap asıllıyım, o ise bir Acem’dir (Arap olmayan birisidir)” dedi. Hz. Ali (ra) ise; “Allah’ın kitabına baktım ve orada Hz. İsmail’in evlatlarının Hz. İshak’ın evlatlarından üstün olduklarına dair bir şey görmedim (Allah katında Arap ile Acem arasında hiç bir fark yoktur)” dedi. Beyhaki VI/349 (İsa b. Abdillah el-Haşimi’den, o babasından, o da kendi babasından). Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları: 2/155-156. ......................................... [1] Kenz II/142 (Dineveri ve İbn Asâkir’den). [2] Kenz II/142 (Ebu Nuaym, Hilye’sinde ve İbn Asâkir, Kays b. Ebî Hâzim’den). 39 Yirmidokuz Halil Atik Ecel Ensende Yaşam;suskun bir bekleyiş... Çünkü sen saatini aldanışlara kurdun.... Önce altına serilen bir yol Kovalamacaların dünyasında Sonrada apansızın bir gidiş.... Sen hep ebeydin Kovalayıp durdun... ... Yakalamayada gebeydin... Yakaladında Durak durak gezdin durdun Ama unuttun Her yeni durağa vardığında Sen bastığın yerde bile bir boşluktun... Bir öncekinde unutuldun... Zaman, basamak basamak geçti üzerinden... Bedenine hapsoldun Her defasında vurduğunu sandın Lâkin bedene sığmazdı ruhun... Ama vuruldun!... Rengine boyandın gecenin Koştun... Koştun... Sanki atladın Çin seddinden... Sabahında uyudun... Yollar seni dinlemiyor artık Oysa güneş kadar aydınlıktı gerçek!... Yoruldun!... Her bir gün sana yazılmış açık bir çek!... 40 Anlamadın, Ufuklarda dolaşıyor beklentilerin Neresi idi senin yurdun?... Oysa sadece gözünün gördüğü yerdesin... Anlamadın Ruhunda dalgalandı hep gel-gitlerin Burhan Sen,ruhuna çekilmiş en büyük perdesin... Sonunda düşülecek noktaya bedelsin... Arkanda bir kırıntı olmuş sevdiklerin Sitem etme yaşadıklarına Unuttuklarının unutulmuş gözündesin.... Sen,sana verilmiş en büyük değersin... Kayboldu suya yazdığın yeminlerin Sanatkârın çok büyük Oysa sen Alem-i Ervah`da verilen ahdin sözünde- Onun lütfûyla doğan bir esersin... sin... Noktanın virgülün üstüne çıktığı bir yer burası Rüzgâr olursun, Dünya ki Ya toprağında ya da bir dost yüreğinde esersin... Ellerinde biriktirmeye durduğun bir buz... Güneşten kaçan bulut gibidir misalin Oysa mevsimlerden yaz,aylardan temmuz... Bir buhar gibi boşlukta hayâlin... Kırıldı zamanın kapıları Aynalar tuz buz... Benim dediklerin sana sadece emanet Sen bile senin sahibin değilsin... Zamana fıtratın tohumlarını ek Arkanda bıraktıklarına bir bak!... Çünkü sadece hatıraların kadarsın... Gözlerden dökülen yaşlara aldırma sen! Dünya sen olmasanda döner. Yağmur sen olmasanda iner. Ama gönüller kurak! Bir gönlü suladın isen İşte o zaman yaşarsın... Ek ki zaman önünde eğilsin... Sonsuzluğun berisindesin... Zaman;pencerende çiseleyen bir yağmur Ne bir adımda önünde ecelin Nede bir adım gerisindesin... Saatler,seni zamana ayarlayan bir oyun... Başında dolaşan:Gelecek Dök kendini üzerinden uyan artık!... Bak tutunduğun dallar kırık Kandığın düşler yalan!... Sanarmısın ki ölüm sana ırak Bir münadî haykırır bir gün Burası "son durak"!... Başında dolaşan gelecek. Kaderinin yörüngesindesin... ... Yol;ayaklarının altında bir halı Ayakların sende,adımların sende Bir zaman,bir yer... Yolcu sensin... Saatler boşlukta gezer... Kendini başkalarında arama Ecel ensende Seni oynayan en iyi oyuncu sensin... Yarınına "son" değer... Uykular uyandı... Burhan Ahirin evvelinden belli... Bir rüyâ bu kadar kısaymış meğer.. Başlangıcı sensin hayatının Kandığın sular yandı Sonuda sensin.... Ecel ensende... Her an doldurulmakta sayfaların Zaman bir bir düşüyor gözlerinden 41 Yirmidokuz Ömer Faruk TOKAT İslamî Araştırmaların Yolu Nerden Geçer? “İslâmî Araştırmalar” derken kastedilen nedir? İslam’da ilmî çalışmanın usûlü ve hedefi ne(ler) olmalıdır? “İlim yapmak” şeklinde dillere pelesenk edilen tabir ile tam olarak ne kastedilmektedir? Günümüz İslâmî araştırmaları ne ifade ediyor? Objektif değeri var mı? Seküler felsefenin ve hâkim oligarşik kültürün dile ve beyne attığı çelmiklerden azat olmadan yapılan İslâmî çalışmalar ne anlam ifade etmektedir? Ve hangi çıplak yaraya merhem olmaktadır? Şimdi burada serdettiğimiz soruların cevapları üzerinde biraz düşünelim: Aydınlanma felsefesi, pozitivizm, rasyonalizm, küreselleşme vb. modern anlayışların ucundan tutarak nassları öteleyip aklı merkeze alan üstelik bunu da tam olarak beceremediğinden popülist ve sığ bir söylemin esareti altında İslâmî araştırma yaptığını iddia etmek, ilâhî hakikati yani el-hikme bilgisini yakalama bağlamında hiçbir şeyin karşılığı olmayacaktır dersek sanırım abartılı bir değerlendirme yapmış olmayız. Günümüz İslâmiyât çalışmalarına baktığımızda meselenin hikmet boyutunun keşfedilememesi sonucu korkunç bir zihin karışıklığıyla ve bilgi anarşizmiyle yüzyüze 42 geliriz. Amacı, hedefi ve en önemlisi de “usûl”ü olmayan bu çalışmalar doğal olarak bir bilgi kaosuna yol açacaktır. Onun içindir ki eskiler “usûl olmadan vusûl olmaz” demişlerdir. Araştırmacı güçlü bir usul donanımına sahip olmaksızın girdiği vehimler ormanında yolunu şaşırmaktan başka ne yapabilir?! O halde mutlak hakikatleri, adına gerçek denilen vehimlerden ayırmanın anahtarını elde etmek gerekiyor ki bu anahtar “hikmet”in ta kendisidir. Hikmet… yani mutlak hakikatin doğasına doğrudan nüfuz etmenin yolunu gösteren aydınlatıcı bir tutamak. Olması gerekene nisbetle ilim talebeliği (=araştırmacılık) haysiyetinin olmazsa olmaz koşulu “ilim, amel, ihlâs” vasıflarını faaliyet merkezine yerleştirip oradan hareketle meselelere sarkmaktır. İlim, amel, ihlâs ilkelerinden hareketle oluşturulacak olan, 1400 küsür yıllık ilmî ve kültürel mirasımızı yeniden inşa ve yeniden yorumlama bağlamında hayatî önemi haiz bir diğer şart ise usûl ilimlerinin özellikle de Usûl-i Fıkıh ilminin verileriyle şekillenecek yepyeni ve taptaze bir ilim dili geliştirmektir. Bu başarılıp yerleşik ve kollektif bir Burhan bilinç halini alırsa ancak o zaman velûd bir bilinçlenme sürecinden sözedilebilir ve ilmî araştırma diye dillerde pelesenk olan edim ancak o zaman anlam kazanabilir. Üzerinde çalışılan alan İslâmiyat olduğuna göre azamî düzeyde bir ruh ve kalp duruluğu gerektirmektedir. Çünkü ilâhî bilginin, doğası gereği, amel ve ihlâs düzeyi düşük olan zihinlere kendini açmayacağı hadislerin ve diğer İslamî ölçülerin bize öğrettiği bir gerçektir. Ayrıca içinde yaşadığımız sistem ve zaman dilimi, fitne ve entrikalarla dolu olduğundan sağlıklı bir İslâmî bilinçlenme noktasında feraset ve hikmet penceresinden bakmayı zorunlu kılmaktadır. Feraset ve hikmetin ise ancak amel ve ihlâs/takva ile elde edilebileceği yadsınamaz bir gerçektir. Maalesef olayın bu boyutu hep göz ardı edildiği için İslamcı araştırmacıların gündemini genelde hâkim kültür belirlemektedir. Yani dikkat edilirse mücerret manada akıl, zekâ ve duyuların gelişmiş olması hakikatin bilgisini elde etmeye yetmiyor. Bilakis bununla birlikte amelî planda dînî yükümlülüklere eğilerek bir iç dünya eğitimi geliştirmek olmazsa olmaz bir tamamlayıcı olarak karşımıza çıkıyor eğer amaç entelektüel mastürbasyon değilse tabî… Olayın takva boyutu ihmal edilmesi sonucunda da gayesi, sebebi ve en önemlisi de usûlü tespit edilmeden bilginin herkese açık olduğu gibi ucuz ve çilesi çekilmemiş bir söylemle ve bir gazeteci üslubuyla günü kurtarmaya yeltenen, daha iyi niyetli bir ifadeyle insanları rafine edilmemiş bilgiler topluluğuyla muhatap kılan sözüm ona bir takım akademisyenler, ilahi hakikatlerin doğasına aykırı bir ihaneti yaşadıklarının farkına bile var(a)mıyorlar. İslam ümmetinin kriz dönemlerinde hep ön plana çıkmış ya da çıkarılmış olan bu güruhun yaptığı eğer bir hedef saptırma değilse sapla samanı birbirine karıştırmak gibi patolojik bir görüntü arz etmekten başka ne ola ki… Çoğunlukla hâkim kirli kültür tarafından beslenen ve semizleştirilen “hikmet fukarası” bu anlayış o kadar yüzeyseldir ki İsmail Kara Hoca’nın ifadesiyle tecditten söz ederken zımnen eskimiş bir dinden, ıslahtan bahsederken zımnen bozulmuş bir dinden ve ihyadan söz ederken zımnen ölmüş bir dinden bahsettiğinin farkına varmaktan bile acizdir. Bilgiye bu denli basit yaklaşımların kol gezdiği bir Burhan agorada kafa karıştırmaktan öte bir işlevi olmayan kimi araştırmacılar, sığ söylemlere tutunarak hep vitrinlere oynadığından yolları hep çıkmaz sokaklara varmış ve yavşamış labirentlerin arasında sürtmekten bir türlü kurtulamamıştır. Böylesine karmaşık bir döngüyü yaşayan bu kişiler, bilgiyi dekonsakre eden yani kutsal yönünü ve "ihsan" boyutunu yadsıyan bir anlayışla hâkim kirli kültürün hegemonik dayatmalarına teslim olmaktan öte geçememişlerdir. Sonuç olarak gelip sırtlarını dayadıkları yerin çok sağlam olduğu vehmine kapılarak bu topraklar üzerinde yeşermiş olan değerlere savaş açmak gibi gibi bir paradoksu yaşamak durumunda kalmışlardır. Düzeltme amacıyla yola çıkıp egemenlere yaranma psikolojisiyle islamın tüm değerlerine saldırmayı kendisine yegâne gaye edinmiş onlarca "ilim adamı" sistemin kendilerine sunduğu köşe başlarında konuşlanarak "sahih bir din anlayışı" adına Kuran ve Sünneti değiştirmeye yeltenmekte ve islâmı gerçek anlamda yaşama ve hayata taşıma yöntemi olan tasavvufa saldırmaktadır. Bu ilginç ve ibretamiz bir serencamdır. Yok sayılan ve reddedilen tasavvufun esası olan ilim, amel, ihlas esaslarının kılavuzluğundan yoksun olan bir araştırma edimi, günümüzde de çok net olarak görüldüğü üzere, insanı Allah'ın dinini beğenmeme, dolayısıyla da din üzerinde değişiklik yapmaya kalkarak bir anlamda tanrılık iddiasına kadar götürür. Hâlbuki İslamın bilgisine dokunmak bir cesaret işidir; takva ve hikmetle donanmayanları yakar… İçinde yaşadığımız şartlar ve durumlar İslamî araştırmaların zemini olması hasebiyle çok önemlidir. Sekülerist ve dünyevi bir söylemin Müslüman zihinler üzerinde kurduğu bir blokaj söz konusu. Bu hâin blokajı sorgulamak ve en önemlisi de bunun farkına varabilmek oryantalizm (istişrak) tandanslı akademisyenlerin harcı değil biliyoruz. Onlar “Bir Şeyh Efendiyle Röportaj” adlı uydurma çiziktirmeleriyle, hikmet ehli mutasavvıf ulemaya çamur atmak ve ilahiyatlarda başörtülü kızları engellemek gibi bir takım eylemlerle günün egemenlerinin yanında yer aldıklarını kanıtlamaya çalışsınlar. "Sahih din anlayışı, Gerçek İslam, Kuran İslam'ı ve benzeri söylemlere tutunarak mukaddes ölçüleri tahrif etme gayretleri gerçek ilim talebeleri tarafından çoktan fark edildi bile… Panikleyerek agresif tavırlar sergilemeleri ve kudurgan bir şehvetle saldırmaları da bu yüzden olsa gerek… Araştırma adı altında hain bir karanlık gide43 rek genişleyip üreyerek bilgi (=el –ilm)nin doğasını karartmaya çalışıyor. O halde Müslüman ilim adamlarının dikkatli olması gereken nokta dış dünyadan bize dikte edilen dayatılan ve bizim de farkında olarak ya da olmayarak benimsediğimiz sokuntu ve spekülatif gündemleri tespit etmek ve rasyonalizmle oluşan kuru aklın dikte ettiği kaba kalıpları ve dogmaları kırmak gereğidir. Takvanın ve hikmetin dilinden sökün eden bir hayat tasavvuru olmadıkça, bilgiler yaşanan hayatla yüzleşmedikçe doğru/sahih bir islamî bilinçlenme sürecinden bahsedilemez ve ilim algımız hep kısır ve kurak bir mecrada sürüp gider ki işte bu tehlikeli bir “zihin kayması” ameliyesidir. Bu sağlıksız yöntemi aşmanın sırrı ise insan ruhunu/zihnini derece derece özgürleştiren ve insana derece derece vahyî ilmin doğasında ve kozmik yapıdaki en derin sırlara nüfuz edebilme istidadını kazandıran takvayı yakalamakla mümkündür. Kurân-ı Kerim'in konuya yaklaşımı çok açıktır: “Allah’tan sakının (takva sahibi olun) O size öğretecektir ve O her şeyi ziyadesiyle bilendir." (Bakara, 282) “Eğer o memleketlerin ahalisi iman edip takva sahibi olsaydı elbette üzerlerine yerden gökten bereketler açardık” (A‘râf, 96). Ümmetin önünü aydınlatacak olan bilgi zühd , takva ve tasavvufun doruğuna ulaşmış Ebu Hanife, İmam Şafii ve Ahmed İbn Hanbel gibi ulemanın muteâl açılımlarıyla kazanılacaktır. Çünkü onlar “ilim, amel, ihlas” ı temel bir kriter haline getirdiklerinden, “kutsal” a ihanet etmeyen bir ruh adanmışlığının dev adamlarıdır… Günümüzde birileri sırtlarını oligarşik güçlere dayayıp “ilmî çalışma, araştırma” gibi baştan çıkarıcı unvanların daldası altında hakim kirli kültürün ve modernitenin dayattığı suni ve spekülatif konuları islamîleştirme gibi abes bir oyunla meşgul olurken/edilirken kuzu postu giyinmiş kurt rolünü çok iyi oynadıklarını zannededursun, ilmi sorumluluğun bilincinde olan gerçek araştırmacılar halkın arasında mutlak hakikatlerden bir yaşam damıtmaya çalışıyor… Dağ gibi kıpırtısızlıklarının ardına sakladıkları volkanik duyargalarıyla halkları aydınlatmaya devam ediyorlar… Onlar, Hakk’a kölelik dışında hiçbir sınırı ve yasayı tanımayan, “hikmet”in müteâl doğasına tutkun aşk adamları… 44 Burhan Satırlık Hakikatler Yahy a MA Cİ T yhmc69@mynet.com Akıllı kişi, nefsini hesaba Bir paranın nereden gel diçekip, öldükten sonrası için ğini görmek istiyorsan, neçalışır. reye gittiğine bak! Hz. Muhammet (a.s.) İmam-ı Azam Düşman her türlü hileden Yarın, “iyi bir insan olacağım” aciz kalınca, dostluk gösterir. diyorsun. Sonra dostlukta öyle işler eder ki düşman yapamaz. Niçin bu gün olmuyorsun? Sâdî Mevlâna Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış. Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış Necip Fazıl Kısakürek Sen, sana düşenleri yapmadıktan sonra, başkalarının yapacağı iyilikten sana ne? Hayatta en önemli şey, neyin önemli olduğunu bilmektir. Otto Milo Dante Gecenin en karanlık Gerçek mektep, çıraklara olduğu an, şafağa en yakın sonsuzluk duygusu aşılayan mekteptir ve onun olduğu andır. mabetten farkı yoktur. Burhan 45 Yirmidokuz Hasan BAŞAR Hayalle Başlar Herşey Önce hayalle başlar her şey. İnsan hayal eder ve kurduğu bu hayalin gerçekleşmesini sabırla bekler. İçinde bulunduğumuz dünya hayal sayesinde gelişmiştir İnsanların arasındaki mücadele de aslında hayallerin mücadelesidir. Hepimiz bir şeylerin hayalini kurarız. Kimimiz bir araba, kimimiz bir kadın, kimimiz para, mal, mülk, kimimiz güzel bir memleket. İnsan, sahip olduğu duygunun ve düşüncenin derinliğine göre hayaller kurar. Kimisi imkânsızı ister, kimisi basit olanı. Tonlarca ağırlığındaki demiri havada uçuran, denizde yüzdüren bir hayalle başlamadı mı? Hayalle başlar her şey. Fatih’e İstanbul’u, İskender’e dünyayı fethettiren hayali değil midir? Ferhat’a dağları deldiren Şirin’ine kavuşma hayali değil midir? Vatanını bırakıp başka diyarlara giderken yollarda can veren insanları ölüme götüren kendi ve ailesi için kuracağı iyi bir yaşantının hayali değil midir? Savaş meydanlarında canını ortaya koyan kahramanlara savaşma cesareti verip, ölüme götüren hayalleri değil midir? Belki kendisinin içinde olamayacağı mesut bir memleketin hayali. Hayal insanın zihninde canlandırdığı şey, hülya, imgedir. Bu bazen geleceğimizle ilgili olurken, bazen de eşyaların zihinde kalan izleridir. Hayal gerçekte olmadığı halde görüldüğü sanılan şey, görüntüdür. İnsan eşyaları düşünürken somutlaştırır. Yani benzerleri ile 46 eşleştirerek somutlaştırma ihtiyacı hisseder. Bir takım imgeler yükleyerek kavranmasını kolaylaştırır. Çünkü her kelime kafamızda bir takım imgeler oluşturur. Zaten düşünce dediğimiz şey de kelimelerin anlamlarından ibarettir. Görmediğimiz şeylerin görüntüsü düşüncelerimize yansır. Hiçbirimiz cenneti ve cehennemi görmedik. Ama Allah’ın(cc) kitabı Kur’an-ı Kerim ve rehberimiz Hz. Peygamberin(sav) hadislerine göre hayal ederiz. Onları bildiğimiz güzel ve çirkin şeylerle beynimizde somutlaştırmaya çalışırız. Hayaller geleceğimizdir. Geleceğimiz ile aramızdaki köprüdür. Hayaller olmasa köprüler yıkılır. Hayat durmuş ve akıcılığını kaybetmiştir demektir. Zaman artık hep aynıdır. Onun için insan hayal kurmalıdır. Hayaller insanlara yaşam enerjisi verir. Bu yolda mücadele eder. Hayat hep ileri doğru akar ve ilerde hayalini kurduğumuz güzel günler vardır. Hayallerimiz mükemmeldir. Hayat, hayatımızda mükemmelliği yakalama mücadelesidir. Hayaller her zaman pespembedir. Orda olumsuzluklara yer yoktur. Hayal kırıklığı hayatın kendisinde vardır. Hayat hayallerimizin tam karşılığını vermez. İnsan umutsuzluğa düştüğü anda yine hayallerine sarılır. Böylece kaybolan enerjisine yeniden kavuşur. Hayaller yaşama azmi verir. Hayata sarılmamızı, zorluklarla Burhan mücadele etmemizi kolaylaştırır. İnsanlar geleceğin hep güzel olduğunu hayal eder. Hayat, güzel ve güzelliği arama mücadelesidir. Gelecekte hayatın güzel olacağını düşünür, bu uğurda mücadele eder ve fedakârlıklarda bulunur. Bu uğurda ölümü bile göze alabilir insan. Kendi ölürken bile yanında hayalleri vardır. Kendisinin ölümü hayallerinin gerçekleşmesi anlamına gelir. Zorluklara hayallerimiz sayesinde göğüz gereriz. İnsanlık için iyi bir gelecek hayal ederiz. Geçmiş anı, gelecek hayaldir. Biz hayallerimizle anılarımız arasında yaşarız. Yaşımız ilerledikçe artık eskisi gibi hayal kuramayız. Yaşadığımız kötü tecrübeler şevkimizi kırar. Başaramadıkça pasifleşir, hayallerimizin boş olduğuna inanırız. Yani hatırlarımız daha baskın çıkar. Hayal kırıklığı da vardır hayatın içinde. Hayal kırıklığına uğramadan zaferin tadına varılamaz. Kolay elde edilen şeylerin değeri yoktur. Emek verirsek, uğraşırsak, kendimizden bir şeyler katarsak daha değerli ve anlamlı olur. Çoğumuzun hayallerinin gerçekleşmesi zaman alır. Belki ömrümüz yetmeyebilir. Ama hayal hep ilerde durur. Hayalleri olmayanının ideaları de yoktur. Günü birlik yaşarlar ve bütün dünyaları gündelik olaylardan ibarettir. Fazla sıkıntı çekmeye gelmezler. İnsanın hayalleri ne kadar büyükse zorluklara dayanma gücü de o kadar büyüktür. Uğrunda her şeyimizi verdiğimiz hayallerin niteliği de çok önemlidir. Hayallerimiz bizim varlık nedenlerimizdir. Hayaller nesneler ve gelecekle ilgili olarak beynimizde kurduğumuz bir kurgudur. Duygularımız, düşüncelerimiz hayalleri oluştururken davranışlarımıza da şekil verir. Biz insanımıza büyük düşünmeyi öğretmeliyiz. Küçük hayaller peşinden koşmayalım. Kurduğumuz hayaller sadece bizi değil bütün insanlığı kucaklamalıdır. Kurduğumuz hayaller gerçekçi olmalıdır. Ayakları yere değmelidir. Hayal âleminde yaşamamalıyız. Fazla hayalci olmamalıyız. Hayallerimizin mantığı olmalıdır. Ve ilerde gerçekleşme imkânı olmalıdır. Ütopik(gerçekleşme imkânı olmayan fikir ya da düşünce) duygu ve düşüncelere kapılmamalıyız. Tarih büyük hayaller kuran ve bu hayallerini gerçekleştirmek isteyen insanlar tarafından yazılmıştır. Beyinler küçük, orta ve büyük olmak üzere üçe ayrılır. Küçük beyinler gündelik olaylarla ilgilenirler. Bu insanların hayatı dedikodudan ibarettir. Dünyaları dardır ve pek büyük hayalleri de yoktur. Orta beyinler tartışmayı seven insanlardır. Çözüm üretmek yerine tartışırlar. Oysa bunlardan en önemlisi büyük beyinli insanlardır. Toplumlar büyük beyinli insanlar sayesinde ayakta kalır ve ilerlerler. Büyük beyinli insanlar toplumların geleceği üzerine düşünüp bir şeyler yapan insanlardır. İşte bu Burhan insanların büyük hayalleri vardır. Ve büyük düşünürler. Yüreklerinde yepyeni bir toplum oluşturmanın heyecanını yaşarlar. Milletleri ayakta tutan o milletlerin ortak hayalleridir. Bizim hayallerimizde kan, gözyaşı, ayrılık ve nifak yoktur. Bizim hayallerimizin temelinde sevgi, barış, kardeşlik, dostluk vardır. Biz sadece kendimizi değil, bütün insanlığı düşünürüz. Bizde bencillik, hırs ihtiras yoktur. Biz paylaşımcı bir nesiliz. Biz Mehmet Akif’in hayallerinde ki Asım’ın nesliyiz. Bütün bunları söylerken çizdiğimiz bu tabloya kızanlar olacaktır. Her şeyin bu kadar pespembe olmadığını söylediğinizi duyar gibiyim. Evet, bu konu da haklısınız. Bizim içimizde hayallerimizi yıkmak isteyenlerin olduğu bir gerçek. Ama suçlu arayacaksak suç hepimizin. Ortak hayal kurdurmayı başaramadığımız için. Bütün bir milleti ortak bir hayal etrafında birleştiremediğimiz için. Ama henüz her şey bitmiş değil. Aslında hiçbir şey için de geç kalınmış sayılmaz. Aramızdaki uçurumlar iyice derinleşmeden köprüler atalım. Bütün bir millet olarak bir araya gelelim. Kanımızla, dişimizle, tırnağımızla kurduğumuz bu memlekete sahip çıkalım. Doğduğumuz bu topraklar, acılarımızı, sevinçlerimizi, kederlerimizi paylaştığımız acı tatlı hatıralarla dolu bu memleket hepimizin. Bu topraklarda yaşayan herkes, özlemini çektiği bir memleketin hayalini kurar. Bunu en güzel ifade edenlerden biri de Cahit Sıtkı Tarancı’dır. Memleket isterim Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun; Kuşların çiçeklerin diyarı olsun. Memleket isterim Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun; Kardeş kavgasına bir nihayet olsun. Memleket isterim Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun; Kış günü herkesin evi barkı olsun Memleket isterim Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun; Olursa bir şikâyet ölümden olsun. Gözlerimizi yumalım ve hayal edelim böyle bir memleketi. Çizdiğimiz bu memleket manzarası sadece hayallerde kalmasın. El ele verelim ellerimizle büyütelim hayallerimizi, bu hayal bizim hepimizin hayalidir. Birlik olup el ele verirsek kırılmaz hayallerimiz. Gözlerimizi yumup, hayalini kurduğumuz ülkenin türküsünü hep birlikte söyleyelim. 47 Yirmidokuz hanefim@yahoo.com Doç.Dr. M.Hanefi PALABIYIK Murtaza ALKlŞ ‘Kader İnancı’ Üzerine OKUMALAR Emevi Hilafeti dönemi, İslam tarihinin en buhranlı dönemlerinden biridir. Bu karışıklık döneminde, Kur’ân ayetleri kadercilik doğrultusunda yorumlanmış ve hadisler tedvin edilmeye başlanınca da, Resulullah'a isnat edilen hadislerle kör tevekküle dayanan bir ‘kadercilik’ telkin edilmiştir1. Bu siyasi çekişmeler sonunda kadere Kur’ân ile ilgisi olmayan bir içerik kazandırılarak İslam’ın esası olan ‘sorumluluk’, insandan kaldırılarak kadere yüklenmiştir2. Bir nesli, bir yönetim biçimini güzel göstermek uğruna geliştirilen bir anlayış, sonraki Müslümanların ‘temel dini anlayışları’ haline gelmiştir. Bununla da geçmiş temizlenmiş ama gelecek karartılmıştır3. Bu durumu, geleceği belirsiz ve karanlık olan günümüz İslam dünyasında bütün açıklığıyla görmek mümkündür. Bunun altında geçmişten gelen bu bilinçaltının tesiri olduğunu da vurgulamak istiyoruz. Mezkûr dönemde karşıt düşünceli gruplar kader ve insanın iradesi konusunda yoğun bir tartışma içine girmişlerdir. Her gurup kendisine Kur’ân’dan ve sünnetten delil getirmek suretiyle, diğerlerine üstünlük sağlamaya çalışmıştır. Hatta bazen bu gruplar, aynı ayeti bile kendi düşünceleri için delil göstermişler, Kur’ân’a parçacı (atomcu) bir şekilde yaklaşmak suretiyle, görüşlerini Kur’ân’la temellendirme yoluna gitmişlerdir4. (Aynı yöntemin te48 zahürünü, -hem de yöntem adına- bugün de sürdürenleri görmek mümkündür.) Bölünerek anlaşılmasına, Kur’ân’ın kendisinin dahi karşı olduğu bilindiği halde (Hicr, 91), Kur’ân’ın bir bütün olarak değerlendirilmesi yerine; ayetler, maalesef Kur’ân’ın bir hitabet (retorik) olduğu unutulup, bağlamlarından koparılmak suretiyle lâfzî bir şekilde (literal) birer ‘metin’ olarak okunduğu görülmüştür5. Hâlbuki Kur’ân, kültürel ve entelektüel tarafgirliğin (En’âm, 159) kalıplarına sığdırılmayı şiddetle reddetmektedir6. Bu bağlamda tartışılan konuların başında, insanın iradesi, kudret, fillerin yaratılışı meseleleri gelmekteydi. İnsanın bir iradeye sahip olup olmadığı, fillerindeki kudretinin ölçüsü, fillerinin yapılmasında kendinin ve Allah’ın etkisinin ne ölçüde olduğu soruları ile rızık ve ecel gibi konular üzerinde gruplar arasında çetin fikir tartışmaları çıkmıştır. İrade sözlükte, “talep etmek, istemek, dilemek, arzulamak, emretmek, tercih etmek ve iştiyak, kast, hareket, hüküm, yaratma ve inşa” gibi manalara gelmektedir7. İrade, ‘küllî irade’ ve ‘cüz’î irade’ olarak ikiye ayrılır. İnsanın bir işe başlamadan önce kendisinde mevcut olan iradesine küllî, küllî iradenin belli bir fiile yönelmesine ise cüz’î irade denmektedir8. Burhan Cebriye, insanda herhangi bir iradenin olmadığını söylerken9; Mutezile, insanın hür bir iradeye sahip olduğunu ve hür iradeye sahip olan insanın, kendi fiillerinin meydana getiricisi ve yaratıcısı olması gerektiğini söylemiştir10. Eş’arîler, Cebriyeyle aynı görüşü paylaşırken, Şia ise, Mutezileyle aynı görüşte olmuştur. Maturidîler ise Allah’ın mutlak iradesini kabul etmekle birlikte, insanın da irade sahibi olduğunu belirtmiş ve iradeyi küllî ve cüz’î olmak üzere ikiye ayırmışlardır11. Maturidîler’e göre insanın sorumlu ve yükümlü bir varlık olması, onun irade sahibi olmasını gerekli kılmaktadır12. Kur’ân’da insanın iradesinden bahseden ayetler olduğu gibi Allah’ın iradesinden bahseden ayetler de vardır. “Nefse ve onu şekillendirene, ona kötülüğü ve iyiliği ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran iflah olmuş, onu kirletip örten ziyana uğramıştır” (Şems, 7-10). “Biz onu yola hidayet ettik, ister şükreder ister küfr” (İnsan, 3). “İşte bu (yani Kur’ân) bir öğüttür ve dileyen Rabbine bir yol tutar. Bununla beraber Allah dilemeyince siz dileyemezsiniz” (İnsan, 29-30). “Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde kim varsa iman ederdi” (Yunus, 99; Nahl, 16; Nur, 21) Bu ayetlerden bir kısmı cebrî kader anlayışına delil olarak getirilmiştir. Kaderci anlayışa delil olabilecek ayetleri şöyle anlamanın en doğru yöntem olduğunu düşünmekteyiz. İnsanın hürriyetinden bahseden ayetler insana râcî olup insanın sorumluluk alanını ve iradesinin sınırlarını tayin ederler. Allah’ın mutlak iradesinden ve kudretinden söz eden ayetler ise Allah’a râcî olup insanın sınırlı iradesinin bitip Yaratıcının sınırsız iradesinin başladığı yeri tayin ve tespit ederler13. yaratmadan insanın fiilini işleyemeyeceği anlamına geldiği için özgürlüğün kısıtlanması olur. Bu yüzden insan fiil işlediği zaman kendisinde kudretin var olması gerekir. Bu bağlamda tartışılan diğer bir konuda, kudretin iki zıt için elverişli oluşudur. Mutezileye göre fiilden önce olan kudret, hem yapılacak fiile, hem de o fiilin zıddına elverişlidir21. Eş’arîler ise, kudretin iki zıt için elverişli olmadığını söylerken22 Maturidîler, kudretin iki zıdda aynı anda elverişli olması gerektiğini23 çünkü eğer kudret iki zıt için elverişli olmasaydı, kâfire iman etmesini teklif etmek güç yetiremeyeceği işi ondan yapmasını istemek olurdu24. İnsanın hür olabilmesi için sadece fiil için kudretinin olması yeterli değildir, aynı zamanda kudretin iki zıdda elverişli olması da gerekir25. Bir fiile iki kudretin etkisi de tartışılmıştır. Mutezile şirk durumundan çekindiğinden insan fiili için bir tane fâil kabul etmektedir; o da insandır. Çünkü onlara göre bir eserde iki müessirin etkisi söz konusu olamaz26. Eş’arîler ise iki kudretin tesirini kabul etmezler. Onlara göre yapan Allah’tır27. Maturidîler ise fiil için iki fail kabul ederler28. İnsanın fiilinin Allah’ın kudreti olmaksızın meydana gelemeyeceğini belirtirler. Burada insanla alakalı fiillerin de iki türlü olduğunu söylemek gerekmektedir Kulun kendi iradesiyle meydana gelen fiiller, onun iradesi dışında gerçekleşen fiiller. İrademiz dışında meydana gelen fiillerde herhangi bir mesuliyet veya mükâfat söz konusu değildir: İnsanın gözünü kırpması gibi. Diğeri ise insanın kendi tercihiyle meydana gelir. Eğer bu iki çeşit fiiller bir tutulursa, insanlar zaferleriyle övünemezler ve zalimler kötülüklerinden dolayı yerilemezler29. Kudret konusunda da fırkalar arasında tartışmalar çıkmıştır. Kudret sözlükte, “güç, kuvvet, takat, iktidar” gibi anlamlara gelmektedir14. Cebriye, bu konuda insanın hiç bir şeye güç yetiremeyeceğini söylerken15, Mutezile, insan merkezli bir kudret anlayışı benimseyip16, insanın kudret sahibi olduğunu belirtmiştir. Eş’arîler, kulun kudretinin fiillerinde asla tesiri olmadığını kabul ederken17, Maturidîler ise, insanın, fiillerinde iradesinin yanında etkin bir kudret sahibi olduğunu iddia etmektedirler18. Şia ise, cebrin teklifi ortadan kaldırdığını belirterek cebri reddeder ve kulun kudretinin var olduğuna inanır19. Konumuza geri dönersek; eğer Eş’arîlerin dediği gibi, kulun fiilini Allah yaparsa bu durumda mükâfat ve cezanın anlamı yoktur30. Maturidîlerin dediği gibi, kul fiilini Allah ile beraber yaparsa, bu durumda insanı yaptığından sorumlu tutmak manasız olur31. Çünkü iki ortak demek, iki sorumlu demektir. Mutezilenin dediği gibi kul fiilini kendi yapıyorsa, burada Allah’ın müdahalesi söz konusu değildir. Mükâfat da ceza da kulundur. Mutezilenin bu konudaki görüşü insan sorumluluğunu esas aldığı için Kur’an’a daha uygundur32. Çünkü insanın, fiilinde hür olduğuna inanmak, Allah ile kulun ortaklaşa fiiline inanmaktan daha çok ilahi kudretin şanına layıktır33. Kudret de ikiye ayrılmıştır: Fiilden önceki kudret, fiilin oluşumu esnasındaki kudret. Eş’arîler ve Maturidîler kudretin fiil ile birlikte olduğunu ve Allah’ın o anda yarattığını; Mutezile ise, kudretin fiilden önce olduğunu söyler20. Netice olarak insanın, Allah’ın o anda yarattığı kudretle fiilini işlemesi, Allah kudreti Eğer insanlar fiillerini mecburen işleseydi, Allah’ın insanlara peygamberler göndermesi, emir ve yasaklarda bulunması anlamsız olurdu34. İnsanların bir kısmının hayır, diğer bir kısmının şer yolunu seçmeleri gösteriyor ki, irade ve ihtiyar insandadır, tercih ona bırakılmıştır35. Yüce Allah zulümden münezzeh- Burhan 49 tir36. İnsanın özgürlüğü yoksa Allah’ın kâfirleri cennete atması zülümdür. Dünya müsabaka ve imtihan yeridir37. İmtihanı kazanan cennete kaybeden cehenneme gidecektir. İnsanın fiillerinde zorunlu olduğunu ileri sürmek Allah’ın adaletini tam anlamıyla olumsuzlamaktır38. Hâlbuki Allah asi ve salih olmanın yollarını ezelde tayin ve tespit etmiş39, gereğinin yapılmasını insanın hür iradesine bırakmıştır. Allah’ın kelamı olan Kur’ân, insanı hür bir fâil olarak kabul eder40. Çünkü peygamber tarafından yapılan ikazlar ve onların insanları tövbeye davet etmesi, muhatabı olan insanda sorumluluk kapasitesinin var olduğunu ifade eder41. “De ki: ‘O, hak (Kur’ân) Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin’.” (Kehf, 29). “Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür; kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür” (Zilzal, 7-8). Aslında insan, aklını, vicdanını ve mantığını kullansa hür bir iradeye sahip olduğunu anlar. Hatta bir insana, “sen irade ve şuur sahibi değilsin” dense asla kabul etmez, kesinlikle kızar ve tepki gösterir. Özgür olmak insanın kaderidir, yoksa sorumlu bir varlık olmanın manası olmaz42. Çünkü teklif ve sorumluluk hürriyeti zorunlu kılar43. Zaten kader kelimesinin geçtiği ayetlerden hiçbiri, insanın neticesinden sorumlu olduğu fiillerinin, ortaya çıkmalarından önce belirlendiği yada tespit edildiği anlamına gelmemektedir44. Çünkü insan sorumlu olması itibariyle diğer tüm varlıklardan ayrılmaktadır45. Ama insan özgürlüğü, her türlü kayıt ve sorumluluğun ötesinde mutlak bir özgürlük değildir46. Çünkü sınırsız özgürlük anarşi doğurur. Bugün bile her devlet, insanlarının özgürlük ve sorumluluklarını yasalarla belirlemiş ve kayıt altına almıştır. Allah’ın da yarattığı insanın sınırlarını çizmesi çok doğaldır. İnsanın fiillerinde hür olması Allah’ın kaderidir . Çünkü seçenekleri olmayan hususlarda hürriyet olmadığı için sorumluluk da yoktur48. Hasan Basri’ye göre, insanın özgürlüğü ve serbest irade sahibi oluşu, göklerin ve yerin ve dağların yüklenmekten çekindikleri emanettir. “Evet, biz o ‘emanet’i göklere, yere ve dağlara önerdik, onlar, onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da, onu insan yüklendi. O (insan) gerçekten çok zalim, çok cahildir” (Ahzab, 72). 47 Allah, ezelde iyinin de kötünün de yapılabilmesinin imkânını yaratmıştır49. İnsan da şuurlu olarak kendine, doğru ya da yanlış yolu seçip oraya gider50. İşte hidayetin ve delaletin Allah’tan olması, kulun hidayet ve delaleti hak edecek bir şeyler yapmasıdır51 ve insanın iyi veya kötü bir şeye yönelmesiyle, Allah’ın o kimseyi, o işte başarıya ulaştırmasıdır52. İnsanın sapıp da yoldan çıkması, kaderin yada alınyazısının keyfi bir sonucu değil, fakat kesinlikle 50 Mezkûr dönemde karşıt düşünceli gruplar kader ve insanın iradesi konusunda yoğun bir tartışma içine girmişlerdir. Her gurup kendisine Kur’ân’dan ve sünnetten delil getirmek suretiyle, diğerlerine üstünlük sağlamaya çalışmıştır. insanın kendi tutum ve eğilimlerinin bir sonucudur53. Bunu Kur’ân açık açık belirtir. Gerçekten de, insanın ve Allah’ın gerçek bir fiili olarak hidayet, Kur’ân’da insanın beş duyusunu ve idrakini etkin kullanmakla (Zuhruf, 40; Yunus, 43; Neml, 81), iman ile (Şu’arâ, 104), salih amel ile (Yunus, 9), tövbe ile (Tâhâ, 82), Allah’a yönelme ile (Şûrâ, 13), Kur’ân’a ve peygambere tâbî olmak ile (Meryem, 43), Allah’a sarılmakla (Âli İmrân, 101), cihatla (Şu’arâ, 69) şarta bağlanmıştır. Yoksa Allah’ın keyfî bir tasarrufu değildir. Ancak yukarıdaki eylemleri yapanlar hidayete ererler. Yine delalete düşme veya sürüklenme, insanın kendi isyanının (Ahzab, 26,36), fıskının (Bakara, 26), zulmünün (İbrahim, 27; Meryem, 38; Lokman, 11; Nuh, 24), yalanlamasının (En’âm, 144), hevâsının (En’âm, 56; Maide, 77; Casiye, 23; Sad, 26; En’âm, 119; Kasas, 50), aşırı gitmesinin (israf) ve şüphesinin (Mü’min, 34), kalbinin katılaşmasının (Zümer, 22) bir sonucu54 olarak Kur’an’da yer almaktadır. Bütün bunlardan başka bir kısım Kur’ân ayetleri, “Allah’ın, insanların kalplerini mühürlemesinden, gözlerini hakikati görmeyecek şekilde körleştirmesinden ve etraflarına bakıp tefekkür etmelerini enBurhan gellemek için boyunlarına zincir vurulmasından” bahsetmektedir. Kur’ân, Allah’ın keyfî olarak insanların kalplerini mühürlediğini ileri sürmez, aksine genellikle insanların kendi davranışlarından dolayı Allah’ın böyle yaptığını söyler: “İlkin ona inanmadıklarından dolayı gönüllerini ters çeviririz” (En’âm, 110); “Onlar, “kalplerimiz perdelidir” dediler. Hayır; ama inkârlarından dolayı Allah onları lanetlemiştir, artık çok az inanırlar” (Bakara, 88). Ayrıca “yaptıkları fenalıklar yüzünden” kalplerinin mühürlendiği veya gözlerinin körleştirildiği söylenmektedir (En’âm, 49). Ayrıca bunlara benzer birçok ayet Kur’ân’da bulunmaktadır55. Diğer yandan bu ayetlerin, o durumdaki insanların psikolojilerinin ve içinde bulundukları durumlarının gözler önüne serilmesi olarak da düşünülebilmesi mümkündür, yani Allah onların halini tasvir etmekte, Kur’ân’a gönlünü kapayanları, davranışın da sahibi olması nedeniyle, ‘kalplerini mühürledim’ şeklinde tasvir etmektedir. Sonuçta iyiliğin ya da kötülüğün yapılabilmesi imkânı kader, kulun bunlardan birini yapması ise hür iradenin neticesidir56. Bu yüzden insan iradesini inkâr ederek Kur’ân’ın mutlak bir insan davranışının cebrini savunduğunu ileri sürmek yalnız Kur’ân’ı reddetmek değil, aynı zamanda bizzat temelini yok etmektir57. Görünen odur ki, insan, fiillerinden sorumludur. Bu sorumluluk, insanın bu fiilleri meydana getirmesine dayanmaktadır58. Hesaplaşma, azap veya sevap, ancak fiillerini özgür iradesiyle gerçekleştirenler açısından geçerli olabilir. Cebrî kader, zulmü Allah’a nispet etmeyi öngörür. Çünkü bir fiili işlemeyen bir kişinin cezalandırılması, hiçbir şekilde zulüm olgusunun dışında değerlendirilemez. Bir kimseyi, başkasının günahından dolayı mahkûm etmekten daha çirkin bir şey olamaz59. Ayrıca insanların yaptıkları fiiller insanla ilintilidirler ve bunları yüce Allah’la irtibatlandırmak da doğru olmaz. Çünkü bir fiilin iki fail tarafından işlenmesi, iki muktedir aracılığıyla ifa edilmesi, iki etkenin eseri olması imkânsızdır. İnsan, işlediği fiillerinin ortaya çıkaranıdır60. Serbest iradeye sahip insan, bu fiilleri kendi kastı ve kişisel dürtüleriyle gerçekleştirir. Fiilin işlenmemesi de aynıdır. İnsanın fail olarak nitelendirilmesi mecazî manada değildir61. Çünkü güç yetirilen gerçeklik bir tanedir. Dolayısıyla kulun bir şeye güç yetirmesi, her şeye güç yetirmesi anlamına gelmez62. Zaten Allah’ın fiilleri ile insan fiilleri arasında kıyaslanamayacak kadar fark vardır. Allah’ın fiilleri kesintisiz, her bakımdan bitişik ve ardışıktır. Kulun fiilleri ise kopuk kopuktur, bütünlük arz etmez. AraçBurhan ları yaratmak Allah’ın fiili, aracı kullanmak kulun fiilidir63. Ayağı yaratan Allah, ayakla yürüyen insandır64. Madde Allah tarafından yaratılmıştır. Yapma, dönüştürme ve bu maddelerle ilgili kullanım insana aittir65. Allah’ın kudreti sonsuz, insanın kudreti sınırlıdır. Çünkü insan Allah’ın yarattığı bir güçle fiil yapmaya kadirdir66. Atomun parçacıkları olan elektronlar bile serbest iradeleriyle hareket ettiklerine göre, atomlardan oluşmuş insanın özgür olmadığını söylemek, akla, mantığa, vicdana ve bilime aykırıdır. Sonuç olarak özgür olan insan, dünyada yaptığı her şeyden hatta zihninde beslediklerinden bile sorumlu tutulacaktır67. Bize göre insanın varlığının ve dünyaya gönderilmesinin asıl sebebi de budur. Bugün bile hala geçmişin cebrî kader anlayışına bağlılık ve onları taklit had safhadadır. Örneğin Ankara’nın Boğaziçi gecekondu mahallesindeki dini hayat üzerine yapılmış bir doktora çalışmasına göre, 383 deneğin yüzde 90’ı cebrî kadere inanmaktadır68. İnsanlar hala yaptıkları kötülükleri, başlarına gelen musibetleri -yalnız iyilikler ve hayırlar değil çünkü onları kendilerinin yaptığını söylerler- kadere yüklemektedirler. Örneğin, yakın tarihimizde meydana gelen Zonguldak’taki maden kazası, Erzincan 51 ve Dinar depremleri gibi doğal olaylar, devletimizin en yüksek mercii tarafından ‘Allah’ın takdiri’ olarak nitelenip, bu olaylarda can kaybına sebebiyet veren ve insandan kaynaklanan ihmaller soruşturma konusu olmaktan çıkarılmıştır. Benzer bir hadise de Suudi Arabistan’da hac mevsiminde yaşanmıştır (1990). Tünelde mahsur kalan 500 hacı ölmüş, Kral Fahd, bu olayı ‘Allah’ın takdiri’ olarak izah edip sorumluluğunu ortadan kaldırmıştı69. Bu aykırı anlayışın Müslüman toplumları etkilemesinden sonra yığınlar tembellik ve miskinliklerini kader olarak telakki etmeye başladılar. Müslümanlar başarısızlıklarını, ezilmişliklerini, zelil ve hakir bir biçimde yaşamalarını kadere bağlıyorlardı. Düşmanlarının başarılarına da aynı gözle baktılar. Tabi bu inanç Allah’a iftiradan başka bir şey değildi: “Müminlere yardım etmek boynumuza borç oldu” (Rum, 47), “Eğer siz Allah’a yardım ederseniz Allah da size yardım eder ve sizi ayaklarınız üzerinde dimdik tutar.” (Muhammed, 7), “Allah inananları savunur.”(Hacc, 38) buyuran Allah’a70… Zamandan ve insan aklının kavramasından münezzeh olan Allah’ın her şeyi bilmesini, ilminin varlıkların her zerresine şamil olmasını, insanlar ne yazık ki cebir olarak anlamışlardır. Hâlbuki Allah’ın ezeli ilmi maluma (insan iradesine) tabidir. Zorlayıcı (takdirî) değildir. İnsanlar özgür iradeleriyle öyle davranacaklarından dolayı Allah onların öyle yapacaklarını bilmektedir71. Müslümanlar, derhal bu cebrî kader anlayışından kurtulmalıdır. Bu anlayışın bugüne kadar ümmete en ufak bir yarar sağlamadığını görmelidir. Hatta tam tersi çok büyük zararlar açtığını bilmelidir. Özgür bir varlık olan insan, şu koca kâinatın tek istisnası olduğunu ve bu yüzden sorumlu tutulacağını anlamalıdır. Yaptığı her şeyden hesaba çekileceğini şeksiz şüphesiz kabul etmelidir. “Sonra o gün, (size dünyada verilmiş olan) nimetlerden (teker teker) sorulacaksınız” (Tekâsür, 8). Mehmet Akif’in aşağıda sunduğumuz şiirinin72 konuyu anlatmaya ve iddialarımızı desteklemeye yeterli olduğunu düşünmekteyiz: ‘Kadermiş!’ Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru; Belanı istedin, Allah da verdi… Doğrusu bu. Talep nasılsa, tabii, netice öyle çıkar, Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimali mi var? ‘Çalış’ dedikçe Şeriat, çalışmadın, durdun, Onun hesabına birçok hurafe uydurdun! Sonunda bir de ‘tevekkül’ sokuşturup araya, Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya! Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden, Yorulma, öyle ya, Mevla ecir-i hasın iken! Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini, 52 Birer birer oku tekmil edince defterini: Bütün o işleri Rabbim görür: Vazifesidir… Yükün hafifledi… Sen şimdi doğru kahveye gir! Çoluk, çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak… Huda vekil-i umurun değil mi? Keyfine bak! O’nun hazine-i inamı kendi veznendir! Havale et ne kadar masrafın olursa… Verir Silahı kullanan Allah, hududu bekleyen O; Levazımın bitermiş, değil mi? Ekleyen O! Çekip kumandası altında ordu ordu melek; Senin hesabına küffarı hak-sar edecek! Başın sıkıldı mı, kâfi o nazlı sesin: ‘Yetiş’ de, kendisi gelsin, ya Hızır’ı göndersin! Evinde hastalanan varsa, borcudur: bakacak; Şifa hazinesi derhal oluk oluk akacak. Demek ki: her şeyin Allah…Yanaşman, ırgadın O; Çoluk çocuk O’na ait: lalan, bacın, dadın O; Denizde cenk olacakmış… Gemin O, kaptanın O; Ya ordu lazım imiş… Askerin, kumandanın O; Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu! Biraz da saygı gerektir… Ne saygısızlık bu? Huda’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Huda; Utanmadan da tevekkül diyor bu cürete… Ha? Yehud Üzeyir’e, Nasara Mesih’e ibnu’llah Demekle unsur-i tevhit olur giderse tebah; Senin bu kopkoyu şirkin sığar mı imana? Tevekkül öyle tahakküm demek mi Yezdan’a? Kimin hesabına inmiş, düşünmüyor, Kur’ân… Cenab-ı hak çıkacak, sorsalar, muhatap olan! KAYNAKLAR Akbulut, Ahmet, Sahabe Dönemi İktidar Kavgası, Pozitif Matbaacılık, Ankara 2001. Ammara, Muhammet, Mutezile ve İnsanın Özgürlüğü Sorunu, çev: Vahdettin İnce, Ekin Yay., İstanbul 1998. Atay, Hüseyin, Kur'ân’ da İman Esasları, Atay Yayınevi, Ankara 1998. Aydın, Ömer, Kur'ân Işığında Kader ve Özgürlük, Beyan Yay., İstanbul 1998. Ersoy, Mehmet Akif, Safahat, hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, Çağrı Yay., İstanbul 2006. Esed, Muhammed, Kur'ân Mesajı Meal-Tefsir, çev.: Cahit Koytak-Ahmet Ertürk, İşaret Yay., İstanbul 2002. Güler, İlhami, Allah’ın Ahlakiliği Sorunu, Ankara Okulu Yay., Ankara 2000. İslamoğlu, Mustafa, İman, Denge Yay., İstanbul 2005. Keskin, Halife, İslam Düşüncesinde Kader ve Kaza, Beyan Yay., İstanbul 1997. Kırkıncı, Mehmet, Kader Nedir? Cihan Yay., İstanbul 1983. Rahman, Fazlur, Ana Konularıyla Kur'ân, çev: Alparslan Açıkgenç, Ankara Okulu Yay., Ankara 2000. Watt, W. Montgomery, İslam’ın İlk Dönemlerinde Hür İrade ve Kader, çev.: Arif Aytekin, Kitabevi Yay., İstanbul 1996. .............................................................. * Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi, (hanefim@atauni.edu.tr, hanefim@yahoo.com) ** Araştırmacı 1 Akbulut, 307, 2 Akbulut, 270, 3 Akbulut, 264, 4 Akbulut, 300, 5 Güler, 93, 6 Rahman, 47, 7 Keskin, 121, 8 Kırkıncı, 31, 9 Aydın, 76, 10 Aydın, 77, 11 Aydın, 80–81, 12 Aydın, 82, 13 İslamoğlu, 185, 14 Aydın, 85, 15 Aydın, 87, 16 Aydın, 89, 17 Aydın, 93, 18 Aydın, 95, 19 Aydın, 90, 20 Aydın, 111, 21 Aydın, 112, 22 Aydın, 112, 23 Aydın, 114, 24 Aydın, 116, 25 Aydın, 117, 26 Aydın, 122, 27 Aydın, 122, 28 Aydın, 125, 29 Kırkıncı, 37, 30 Akbulut, 268, 31 Akbulut, 268, 32 Akbulut, 268, 33 Akbulut, 295, 34 Kırkıncı, 39, 35 Kırkıncı, 40, 36 Kırkıncı, 86, 37 Kırkıncı, 90, 38 Ammara, 16, 39 Kırkıncı, 28, 40 Aydın, 30, 41 Watt, 22, 42 Aydın, 136, 43 Akbulut, 293, 44 Akbulut, 286, 45 Akbulut, 287, 46 Ammara, 117, 47 Akbulut, 295, 48 Akbulut, 301, 49 Akbulut, 295, 50 Rahman, 55, 51 Rahman, 46, 52 Rahman, 55, 53 Esed, 499, İbrahim/4, 4. dipnot, 54 Güler, 139, 55 Rahman, 53, 56 Akbulut, 295, 57 Rahman, 55, 58 Ammara, 109, 59 Ammara, 191, 60 Ammara, 110, 61 Ammara, 111, 62 Ammara, 115, 63 Ammara, 156, 64 Ammara, 157 65 Ammara, 158, 66 Ammara, 161, 67 Atay, 177, 68 Güler, 17, 69 Güler, 23, 70 İslamoğlu, 172, 71 Güler, 85, 72 Ersoy, 242–243 Burhan Salli Ya Rabbi, Alâ Habibike Mustafa Rahmeten lil Âlemîn Şefîi Ruzi Ceza Resulullah vasfı sende kemâlde İman-ı Tahkikin kemali için Enbiya halkası güzidesisin Abd-i mahz olmanın Cemali için SEN’inle başladı son buldu SEN’de Tevhid kelamının ikmali için O kudsi tesbihin imamesisin Aleme erişti Rahmeti RAHMAN ZAT’ı şerifinle değişti devran En büyük mucizen Hazreti KURAN SEN O’nun en doğru mucizesisin. KUR’AN’dır düsturu saadet feta Lazım RESULULLAH kelimesisin. Küfür ve dalalet dalgalarına Kapılmış talihsiz insanlarına Selamet sahili yolcularına En mahir kaptanı sefinesisin. Şerhidir Sünnetin bibaha meta Zulmü esaretin kırdın bendini Rab’bımız lutfundan eylemiş ata Müstekbir kahrınla bildi haddini Bizlere ihsan-ı cemilesisin. İnsanlık zatında buldu kendini Sırrı Hakikatın yada hicaptır Muhatap olduğun VAHY’U hitaptır. Kainat bir büyük ali kitaptır Ve SEN o kitabın Serlevhasısın. Eşsiz eserin Desti Kudretin Fazl-u Kemalatın Müşahhasısın. Dalalet kışında halka yaz oldun Adl-ü ihsanınla Serfiraz oldun Maraz-ı kuluba çaresaz oldun Ne mümkün idraki SEN’in fıtratın O derdin tabibi etibbasısın. Başlangıcı SEN’sin bütün hilkatin Kudsi nefesinden hayat buldular Sebebi ve hemde neticesisin. İnsanlar aşk ile irfan oldular NUR’u Cemalinden Halketti SEN’i Sayende köleler sultan oldular Meddahın oluben Medhetti SEN’i İnsanlık cevheri hazinesisin. HÜDA’yi MÜTEAL vasfetti SEN’i Sen yüce ahlakın Mizanesisin Hutbe-i Ezelin Hakim Hatibi Regaib, Mi’rac ve Berat sahibi Leyle-i Kadir de yüce nasibi Merdan-ı HÜDA’nın Ferdanesisin. Beratımız ancak SEN’in amanın Bütün çaresizler tutmuş damanın Yalnız o asr değil SEN her zamanın En yüce Sultan-ı Zişanesisin. Şer-i şerifini baş tacı etsek Tarihi beşerde misli olmayan SANA ittibada gaflet etmezsek Mi’rac gecesinde bir ulu divan Nefsin hevasına uyup gitmezsek Aksa mescidinde cem olmuş heman Bizlerin ümmidi kamilesisin. Ervah-ı Enbiya Muktedasısın. Bir aynı manzara Haşir sabahı Taht-ı Liva-ül Hamd sancağın dahi Bütün Peygamberler ictimagahı O Lutfun mazharı bir tabesisin. Ebülfeyzi mücrim cürmiyle sayrı Mü’minindir yine olmadı ayrı Bir kapı tanımaz kapıdan gayrı Kıtmirindir onun EFENDİSİSİN. Mu’ciz nüma nedir elindir SEN’in Hikmetfeşan nedir dilindir SEN’in Evliya Asfiya ehlindir SEN’in EBÜLFEYZİ (Mehmet Şefik GÜVENLİ) (D: 1932 – Ö: 2000) Onların yegane vesilesisin. Burhan 53 Yirmidokuz Mehmet DEMİRCİ Ene ve Şehir Bak şehrin gözleri gülüyor; Ama yüreği kan ağlıyor. Eyyubî Yalnızlık kıskacında yüreğim. Savrulur durur düşkünlüğümüzdür bizi sürükleyen. Varsa yoksa şehrin puslu zindanlarında. Yitik düşlerimi aratır tek bildiğim yalnızım, yitiğim, arındırmışım kendimi sabahın karanlıklarda. şehirden. Artık çocukların masum gülüşlerine bile fütursuzca. el uzatan bir şehir de yaşamak arıma dokunuyor. Kaygılar doldurur hep içimin kuytu köşelerini. Bir Kışın her sabah çöplerde kömür artıklarından türlü kendimi bulamam. Her eylemimin önüne taş yakacak toplayan annelerin çatlamış elleri, hüzünlü koyan şehirdir. Sığdırmaz sinesine, kıyılarında bir gözleri derinden vuruyor. Küçücük bir kızın gece çer çöp gibi sürükler beni. Şehir hüzünlerimin geç saatlere kadar şehrin en işlek caddesinde kaynağıdır. İçinden çıkılmaz dehlizlerin yuvası dilenmesi yıkıyor insanı. Binler geçiyor kaldırımdan adeta. Acılar ve ıstıraplarla konmuş tuğlası bu ama hiç kimse aldırmıyor. Bir kez olsun kendimizi müphem bina yığınlarının. Nem varsa hayata, onun yerine koyduk mu? Kuşlar bile eskisi gibi umuda dair erişilmez dağların arkasına atan şehir. şakırdamıyor evlerin penceresinde. Velhasıl şehir Avare dolaştığım caddelerinde bir türlü kendimi insanlığımızı çalıyor da farkında değiliz. Her gün bulamadığım yer. Samimiyet ve muhabbet adına farklı yenilikler arayıp duruyoruz şehirde. Dertsiziz sınıfta kalmış mekân. Her sokak arasında hoş çünkü dert biziz. Doğadan bekliyoruz bütün olmayan manzarasıyla insanın kendine ihanetini güzellikleri, öbür taraftan da doğaya ihanet anlatan sözcük. Yüksek binalar ve içinde sırra ediyoruz. Anladım şehirde hep şekilci insanlık kadem basmış insanlar. Alışamadım, alışamadım. endamını gösteriyor. Evet, öz insanlığımı kaybettim Medeniyet demek eğer ahlaksızlaşmaksa şehirde, şehirde. Ve arıyorum. Ondandır devrik cümlelerim, insanın kalbinin mahremiyetine dokunmasın yeter. şiirsel üslubum. Şiirle kendimi arar, devrik Ne bulur insan şehir yaşantısından onu da tümcelerle ifade ederim. Benim için şiir yeni kapılar anlamam. Ya da hep kolaya ve rahata olan aralamaktır. Aslında şiirsel anlatım hayatın belirli uğramadığı Umutlarımın 54 peşinden zifiri sürükler Burhan sözcüklere memleketimden gurbete düştüğümde anladım. yansıyan tarafıdır. Karmaşık duygular içinde Özlemle hayıflanarak o günleri yâd ediyorum şimdi. varlıkla arayışın Sizde dönüp bakın mazinize orada kuşkulardan temellendiği noktanın adı. Şehre düşeli kurallı arınmış bir gencin kalbinin ve zihninin saflığına cümlelerim olmadı hiç. Nefes almak hayattır elbet rastlayacaksınız. Düşüncelerinize yeni bir yön ama şehirde nefes almak ölüm geliyor şimdi. veren şehrin aslında içinize su serpmek yerine tuz Duruşunuz dik ve kavi değilse şehrin çirkefli attığını göreceksiniz. Her daim susuzluğunu yağmurları üzerinize is bıraktığı vakit, modernlik duyasınız diye hakikatin. Yaşamın ezikliğini ve seline kapılıp gidiyorsunuz. Âlemin çehresi başka kendinizi kaybettiğinizi zaman sonra anlarsınız. duruyor şehirde. Masum düşlerin, düşüncelerin Umutsuzluğa düşmeden yaşanabilir kılmak gerek ağyarıdır şehir. Tek güzelliği ezan sesleri ve şehri. Önce öz insanlığımızı bıraktığımız yerden mabetleridir. Azda olsa içini ferahlatıyor insanın kaldırmalıyız. Sonra hiç fikri ayrılıklara kapılmadan kurulan kadim ve kavi dostluklar. Ama yetmiyor. insanlık adına şehri kucaklamalıyız. Yarının ne Yüreğinin duvarlarına bomba koyup talan ediyor getireceği bilinmez. Ama biz yarının şehir hayatını insanı şehir. Zamanı kaybedişler adına kurmak gibi şimdiden kurmalıyız. Fakirle zengin arasında bir şey. İmaj düşkünlüğü kahrediyor insanı. Ama dayanışmanın olduğu, insana insan olduğu için içim sürurla dolu. Çünkü kalp imajına sahip güzel değer verilen bir şehir modelini diriltmeli ve ve ender insanlar var ya şehre rengini veren. İşte yaşatmalıyız. Yoksa gelecek adına, insaniyetliğimiz o insanlar, başka bir dünyaya götürüp gönül adına neler kaybettiğimizi (ah)la anıp dururuz. Ya ikliminde ağırlıyorlar sizi. Sizde bu insanların çek şehrin karanlık örtüsünü üstüne kendi kapısını çalmayı ihmal etmeyin. İnsan hep dünyanda mum ışığıyla kal, ya da arala karanlık doğduğu günkü saf ve berraklığını ararmış, perdeyi güneş gönül iklimine nurlar saçsın. dönemindeki Burhan gizemli yokluk yaşayışın arasında kendini 55 Muhabbet Bahçesi Yusuf ELİBOL TÖVBE Ebu Said (r.a) anlatıyor: "Resûlullah (a.s) buyurdular ki: Sizden önce yaşayanlar arasında doksan dokuz kişiyi öldüren bir adam vardı. Bir ara yeryüzünün en bilgin kişisini sordu. Kendisine bir rahip tarif edildi. Ona kadar gidip, doksan dokuz kişi öldürdüğünü, kendisi için bir tövbe imkânının olup olmadığını sordu. Rahip: — Hayır yoktur! Dedi. Herif onu da öldürüp cinayetini yüze tamamladı. Adamcağız, yeryüzünün en bilginini sormaya devam etti. Kendisine âlim bir kişi tarif edildi. Ona gelip, yüz kişi öldürdüğünü, kendisi için bir tövbe imkânı olup olmadığını sordu. Âlim: — Evet, vardır, seninle tövben arasına kim perde olabilir? Dedi. Ve ilâve etti: — Ancak, falan memlekete gitmelisin. Zira orada Allah'a ibadet eden kimseler var. Sen de onlarla Allah ibadet edeceksin ve bir daha kendi memleketine dönmeyeceksin. Zira orası kötü bir yer. Adam yola çıktı. Giderken yarı yola varır varmaz ölüm meleği gelip ruhunu kabzetti. Rahmet ve azab melekleri onun hakkında ihtilâfa düştüler. Rahmet melekleri: — Bu adam tövbekâr olarak geldi. Kalben Allah yönelmişti, dediler. Azab melekleri de: — Bu adam hiçbir hayır işlemedi, dediler. KADININ KOCASINDAN KISAS HAKKI Ashabın ileri gelenlerinden Medine’li Saad bin Rebi, Zeyd’in kızı Habibe ile evli idi. Habibe beyine itâatlı, sözüne saygılı idi. Ama zaman zaman her âilede olabilecek sinirlilikler oluyor, Habibe beyinden yüksek sesle bağırıyordu. Ancak Saad bin Rebi, buna sabrediyor; şiddete kadar işi götürmüyordu. Ne var ki, Saad’ın bu sabrı Habibe’nin cesaretini çoğaltmıştı. Bir defasında yine Habibe, beyine yüksek perdeden bağırmış; onun sesini kendi sesi içinde boğmuştu. Beyinden üstün çıkan bir öfkeyle karşılık veriyordu. Saad bin Rebi, hanımın cüretini bu defa sabırla karşılayamadı. Öfkeyle kaldırdığı eliyle bir tokat vurdu. Tokadı yüzünde şimşek çakmış gibi hisseden Habibe, doğruca babası Zeyd’in evine yollandı. Ağlayarak şikâyette bulundu: – Babacığım, Saad yüzüme öyle bir tokat vurdu ki, şimşek çaktı zannettim. Baba Zeyd, kızına ne hak verdi, ne de damadını kötüledi. – Ben bu hususta bir şey söyleyemem. Beyin seni tokatlayabilir mi, bunu da bilemem. Rasûlüllah hayatta iken bize söz düşmez, gel seninle birlikte O’nun huzuruna gidelim, dedi. Habibe babasıyla birlikte Hazret-i Rasûlüllah’a gidip huzuruna girdiler. Her kadında olduğu gibi Habibe de gözyaşları içinde yediği tokadın acısını duygusal bir dille anlattı, hakkının beyinden alınmasını istedi. Onlar böyle çekişirken insan suretinde bir başka melek, yanlarına geldi. Melekler onu aralarında hakem yaptılar. Rasûlüllah Hazretleri üzülmüştü. Gözyaşları sürekli akan Habîbe’yi teselli eden kararını şöyle açıkladı: Hakem onlara: — Onun çıktığı yerle, gitmekte olduğu yer arasını ölçün, hangi tarafa daha yakınsa ona teslim edin, dedi. - Sen merak etme, şimdi Saad’ı çağırırım. Sana vurduğu tokadın aynını sen de ona vurursun, böylece kısas yapmış, hakkını almış olursun. Ölçtüler, gördüler ki, gitmeyi arzu ettiği (iyiler diyarına) bir karış daha yakın. Onu hemen rahmet melekleri aldılar." Habibe buna çok sevindi. Kendine vurulan tokadın aynını kendi de kocasına vuracak, böylece kısas olup teselli bulacaktı. Habibe beyine tokat vurma hazırlığı içine girdiği bu sırada Rasûlüllah Hazretlerine vahiy geldi. Vahiy, Kaynak: Buharî, Enbiya 50; Müslim, Tevbe 46, (2766); İbnu Mâce, Diyât 2, (2621). 56 Burhan bu gibi ailevî meselelere âit ilâhî emirleri bildiriyordu. Rasûlüllah Hazretleri Habibe ile babası Zeyd’e şöyle bir açıklama yaptı: – Sizin meseleniz hakkında biz kısas murat ettik. Rabbimiz ise başka şey murat etmiş. Hakikat şudur ki, hayır, Rabbimizin muradındadır. Bundan sonra Rasûlüllah Hazretleri, Rabbimizin muradı olan âyetin emrini açıkladı. Nisâ sûresindeki âyette meâlen şöyle buyruluyordu: “Erkekler kadınlarına hâkimdirler. Evlerinin reisidirler. Haksız olmamak şartıyla onları îkaz etmeye, ailede geçimi sağlamaya selâhiyetlidirler. Yaratılışta farklı olan erkek, aynı zamanda hanımın nafakasını da temine mecburdur. Hanım evde kalır, bey çalışıp çabalayarak nafaka kazanır.” Bu âyetin gelmesi üzerine kısastan vazgeçen Efendimiz, Habibe’ye, beyine itâatli olmasını, onu kızdıran hissi davranışlardan uzak kalmasını söyledi. Beyinin hanımının nafakasını temine mecbur olduğunu, ona karşı daha müsamahalı davranması gerektiğini hatırlattı. İLK İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ Hicretin 17. senesinde Halife Hazreti Ömer, ziyaretçi çokluğundan dolayı Rasulüllah'ın mescidini genişletmek istemişti. Bunun için Türbe-i Saadet'in etrafındaki arsaları istimlak edip mescide katması gerekiyordu. Çevredeki arsa ve ev sahiplerine tekliflerde bulundu: - Evinizi, arsanızı Rasulullah'ın mescidini genişletmek için satın almak istiyorum. Kimse malına değerinden aşağısını vereceğimi sanmasın. Herkes kıymetini söylesin, gönlünden geçirdiği fiyatı bildirsin. Rasulullah'ın mescidine zorla alınmış arsa ilave etmeyi düşünmüyorum. Herkes arsa ve evinin değerini söyler, binalar, arsalar satın alınır, Rasulullah'ın mescidi genişletilmeye müsait duruma gelir. Ancak bir pürüz var. Onu da halletmek gerekiyor. - Nedir o pürüz? Hazreti Abbas. Abbas, arsasını satmak istemiyor. Mescide de olsa vermeyi düşünmüyor. Halife bizzat meşgul olur, tekliflerini tekrar eder: - Ya Abbas, arsanın değerinden aşağısını vermeyi düşünmüyoruz. Rasulullah'ın mescidine böyle zorla alınmış bir arsa ilave etmeyi de uygun bulmuyoruz. Şayet verilen fiyat az geliyorsa emsallerinden de fazla fiyat vereyim, arsanı ver de bu iş bitsin. Mescidi Nebi ziyaretBurhan çileri içine alacak genişliğe ulaşmış olsun, ihtiyacı karşılayacak hale gelsin. Hayret! Abbas'tan beklenmeyen tavır: - Hayır, mülk benimse fazla fiyat verseniz de satmak istemiyorum. Zorla alacaksanız o başka! İçinden çıkılmaz bir durum söz konusu olunca Halife olayı mahkemeye intikal ettirir. Hakim meşhur hukukçu Übeyd bin Kab. Taraflar huzurdalar. Devletin iddiası: - Biz yönetim olarak Abbas'a değerinden fazla fiyat verdik, artık diretmemeli, arsasını vermeli ki, Resulullah'ın mescidi ihtiyacı karşılayacak şekilde genişleme imkanı bulsun. Abbas'ın cevabı: - Arsa benimse, mülküme ben sahipsem, değerinden fazla da verseler vermek istemiyorum. Ne para zoruyla, ne de mescide ilave etmek iddiasıyla mülkümü elimden kimse alamaz. Mahkemenin kararı: - İslam hukukunun gereği kimse başkasının mülküne ve arazisini isterse para zoruyla olsun, alamaz. Mescit için de olsa mal sahibini zorlayamaz. Abbas'ın mülkü Abbas'ta kalacak, hükümet istimlak için zorlamayacaktır. Mahkemenin tartışma götürmez bu kararı kesinleştikten sonra taraflar kalkıp gitmek üzere kapıya yönelmişken bir ses işitilir. Bu ses Abbas'tan başkasının sesi değildir. Bakın ne diyor Abbas: - Ya Übey, mahkeme bitmiş, karar kesinleşmiştir değil mi? - Evet mahkeme bitmiş, karar kesinleşmiştir. Kimse senin arsanı fazla fiyat vererek de olsa zorla alamaz. - Öyle ise der, şimdi beni dinleyin. Mahkemenize açıkça ifade ediyorum. Arsamı şu andan itibaren Rasulullah'ın mescidine ilhak edilmek üzere hibe ediyorum. Hem de tek kuruş almadan, hiçbir maddi menfaat beklemeden. Hepiniz şahit olun, parayla alınamayan arsam, hiçbir karşılık verilmeden Rasulullah'ın mescidine hibe edilmiştir ve mülk bu andan itibaren halifenin tasarrufuna girmiştir. Übeyd bin Kab'ın sorusu: - Ey Abbas, neden böyle bir tutumu tercih ettin? Önce aşırı fiyatla da olsa vermedin, şimdi ise parasız hibe ediyorsun? Abbas'ın tarihe geçen cevabı tek cümleden ibaret: - İslam'ın insan haklarına gösterdiği saygıyı dünyaya duyurmak için!... 57 Yirmidokuz Osman KARABULUTOĞLU Müminler Arasında Dayanışma Ruhu Bir Çocuk Ve Bir Ayet: Ensar'dan Umeyr bin Saad El-Ensarî adında küçük bir çocuk, daha çocukken babadan ayrılık ve yetimliğin acısını tattı! Annesi, Evs kabilesinin zenginlerinden biriyle evlendi. Bunun üzerine amcası Cilas bin Süveyd, onu yanına aldı ve onu bir baba şefkati ile evladını sever gibi sevdi. İşte bu Umeyr, Allah (cc) Resul'ünün (S.a.s.) arkasında sürekli namaz kılardı, her namazda 'gaye' insanın arkasında idi, hicretin 9. senesi Nebi ( S.a.s) Tebûk'ta Rumlara karşı gaza ilan etti, Müslümanlara da harp için gereken hazırlığı yapmalarını emretti; Umeyr ise Müslümanları bu savaşın gazilerinin teçhizi için bütün güçlerini ortaya koyduğunu görünce ki, orda Osman bin Affan (ra), bin dirhem altın getiriyor ve kâinatın efendisinin önüne koyuyor, Abdurahman bin Avf iki okka altını Allah Resul'üne teslim ediyor, Muhacir ve Ensar kadınları ziynetlerini Resulullah'a takdimde birbiri ile yarışıyor, bir başka mümin savaşmak için döşeğini satışa arz ediyor, bir topluluk kâinatın efendisinden kendilerini savaşacak askerlerin arasına katmasını 58 talep ediyor ancak, 'gaye' insan bunlar harp malzemesini taşıyacak güçte olmadıklarından taleplerini geri çeviriyor, onlar melül-mahzun olarak gözleri gözyaşı feyezanı içerisinde geri dönüyor. Umeyr Müslümanların bu heyecanı ve birbiri ile yarışı karşısında amcasının ağırdan alışına şaşıyor! Ve amcasına fakir ve zengin sahabelerin bu göz ağartan tavırlarını arz ediyor. Bunun üzerine amcası Cilas yeğeni Umeyr'e: 'Ya Umeyr, eğer Muhammed nübüvvet iddiasında sadıksa, biz eşekten daha şerliyiz!' Umeyr amcasının bu cevabı karşısında şoke oldu! Ve amcası Cilas'taki bu ağırdan alışı, Allah ve Resul'üne olan bu hıyaneti kavradı; bu duydukları karşısında ebeveyn bile olsa ona karşı gerekeni yapmanın sezgisi ile amcası Cilas'a dedi ki: 'Vallahi amca, yeryüzünde Hz. Muhammed'den ( s.a.s) sonra senden başka daha sevgili birisi benim için yok, fakat sen bir söz söyledin, eğer onu söyler, yayarsam size karşı kusur etmiş olurum, yok eğer gizlersem bana tevdi edilen iman emanetine hıyanet etmiş ve kendimi helake sürüklemiş olurum, bunun Burhan için emaneti ön plana aldım, cenabı Hak'tan vahy gelip beni de senin günahının ortağı yapmadan önce, Resulullah'a gidip söylediğinizi ihbar etmeye karar verdim.' Bu muhavereden sonra genç Umeyr, Mescidi Nebevî'ye gitti 'gaye' insana duyduğunu ihbar etti. Bunun üzerine Nebi ( s.a.s), Cilas'ı çağırıp Umeyr'e söylediğini ona sordu. O da Nebi'ye (s.a.s) dedi ki: ' Umeyr yalan söylüyor bana iftira ediyor; ben böyle bir şey söylemedim.' Cilas'ın bu sözleri üzerine orada bulunanlardan bazıları: ' Bu genç, kendisine iyilikten başka bir şey yapmayan babası konumundaki amcasına kötülükle mukabele edip baş kaldırıyor' dediler. Diğer bir grup ise: ' Sizin söylediğinizin aksine bu genç, çocukluğundan beri Allah'a itaat eden bir gençtir.' Dediler. Bu konuşmalardan sonra Resulullah, Umeyr'e döndü ve gördü ki: Umeyr'in yüzü kıpkızıl, adeta tunç kesilmiş, gözlerinden sel gibi yaş akıyor ve bu haliyle: ' Ey Allah'ım söylediğimin doğruluğunu tasdik eden bir vahy gönder peygamberine de Cilas'ın bu töhmetinden beni kurtar' diyordu. Cilas ise direnerek şöyle diyordu: 'Ya Resulellah… Umeyr'in size naklettiğini ben söylemedim…' Cilas'ın bu sözlerinden sonra Resulullah'ı bir sükûnet ve ağırlık kapladı; bundan ashap anladı ki vahiy geliyor. Bunun için de yerlerinde pür dikkat kesildiler, tâ ki Allah Resul'ü rahatladı ve şu ayeti okudu: 'Münafıklar Allah'a yemin ediyorlar ki, (Peygamberle alay ve ona hakaret sözünü) söylemediler. Ant olsun ki, o küfür kelimesini söylediler ve İslam'ı kabul ettiklerini açıkladıklarından sonra da kâfir oldular ve muvaffak olamadıkları cinayeti kurdular. Münafıkların peygambere ve müminlere kin beslemeleri, ancak Allah ile Resul'ünün onları ihsanından zenginleştirmiş olmasıdır. Bununla beraber eğer nifaklarından tevbe ederlerse haklarında hayırlı olur. Şayet yüz çevirirlerse; Allah, onları dünya ve âhiretde acıklı bir azaba uğratır. Artık onların yeryüzünde ne bir dostu, ne de bir yardımcısı yoktur. (Tevbe: 74) Burhan Allah Resul'ünün bu ayeti okuması üzerine Cilas, irkildi titredi ve Nebi'ye (s.a.s) dönerek şöyle dedi: ' Umeyr doğru, ben yalancıyım, ya Resulellah tevbe ediyor ve Allah'tan tevbemin kabulünü istiyorum, sana kurban olayım, yoluna da feda, ya Resulellah.' Nebi (s.a.s), Cilas'ın bu sözlerinden sonra Umeyr'e döndü de gördü ki: Umeyr'in gözlerinden bu defa sevinç yaşları akıyor ve daha önce kendisine yapılan iftira karşısında kızaran yüzü bu defa endişeli de olsa gülümsüyor. Bunun üzerine Resul'ü Ekrem elini Umeyr'in kulağına uzattı onu rıfk ile tuttu da buyurdu ki: 'Ey çocuk, senin bu kulağın işittiğinin gereğini hakkıyla yaptı, seni Rabbin tasdik etti, Cilas'ın da İslam dairesine dönmesini sağladı.' Böylece ashaptan Umeyr'e töhmet edenler de onun samimiyet ve sadakatini anladılar. Cilas ise Umeyr her anıldığında: 'Allah onu benden dolayı hayırla mükâfatlındır sın, beni küfürden kurtardı ve boynumu ateşten azat ettirdi.' Derdi. Bu hadisede ihlâs ve dayanışmanın neticesini gördünüz mü? Yaratılışla alakalı olan emir fiili ilahidir; teklifle alakalı olan emir ise Allah'ın emri ve nehyidir, muhakkak ki Allah insanı en güzel sûrette yarattı ve onu yaratılıştan bir emirle mükerrem kıldı da, faziletli bir toplum inşası ile onu mükellef kıldı ki: onun esası, dayanışmadır ve nizamî bir düzendir; hükmü ise adaleti, merhameti ve ihsanı teklifi bir emirle dimdik ayakta tutmaktır. Hulasa: Cenabı Hak insanı ol emri ile yarattı teklifi bir emirle de erdemli bir toplumun inşasını ona emretti; eğer toplumda bir bozukluk ve nizamda bir halel varsa bunun sebebi insan oğlunun Cenabı Hakkın teklifî olan emrinden çıkıştan kaynaklanmaktadır. Not: Burhan dergisinin geçen sayısındaki 'İman, Amel, Sabır' başlıklı 'Asr' suresi ile alakalı makalede geçen iki şiir i'raplandırılarak harekelenmiştir. Ancak, şiirlerin bazı harekeleri yanlış işaretlenmiştir. Örneğin era……… şeklinde değil Erî…… şeklinde olmalıdır. Halbu ki orada Ere…… şeklindedir Yine ikinci şiirdeki Yehya……. Kelimesi Yuhyî……. Şeklinde değil, Yehya şeklide………fetha ile harekenlenmelidir. Hatalar benden değil i'raplayandan kaynaklanmaktadır. Zira ben yazdığım metinde herhangi bir hareke koymadım işi erbabına havale ettim. 59 Yirmidokuz Furkan TOK Yılbaşı Yılbaşı nedir? Hz. İsa’nın doğumundan yaklaşık 350 yıl sonra Roma’da ortaya çıktı. Bu dönemde Roma imparatorluğunun her yerinde güneşe tapılıyordu. Roma imparatorluğu Güneş perestlik ile Hıristiyanlığı birleştirerek Güneş Tanrısının doğum günü olan 25 Aralık’ı Hz İsa (a.s) doğum günü olarak kabul ettiler. Neden 25 Aralık:24 Aralık’a kadar güneş biraz daha erken batıp senenin en kısa günleri yaşanıyor. Batıda Güneşe tapanlar Tanrıları olan Güneş her gün biraz daha erken kendilerini terk edince buna üzülüyorlardı. 25 Aralık ta günler tekrar uzamaya başlayınca tanrıları kendileriyle kalmaya razı olmuş ve yeniden doğmuş anlamına geldiğinden mutluluklarını dans, coşku, içki, ışıklandırma, ağaçlarla yeşillendirme, hindi kesme gibi eğlencelerle kutlarlardı. işte 25 Aralık–1 Ocak arası bu sebeple eğlence günleri ve tatil olarak kabul edilmiştir. Hıristiyanlar bu günlerde Domuz başı, Kaz kızartması ve hindi yemeyi gelenek haline getirmişlerdir. Ey tek olan Allah’a inanan Müslümanlar. Temeli Putperestliğe ve bozulmuş Hıristiyanlığa da60 yanan yılbaşı adetini yerine getirirken yukarıdaki bilgileri ve aşağıda Kur’an-ı Kerim ve Peygamberimizin hadis’i şerifleriyle karşılaştırarak yerinizi tespit ediniz. ‘Ey iman edenler, benim de düşmanım, sizinde düşmanınız olanları dost edinmeyin. onlar size gelen gerçeği inkar etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz.’(Mümtehine suresi-1) ‘Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin, zira onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden onları dost tutanlar onlardandır. Şüphesiz zalimler topluluğuna Allah yol göstermez…’(Maide suresi -51) ‘Sizin dostunuz ancak Allah tır, Resulüdür, iman edenlerdir…’(Maide suresi -55) Hadisi şerifte: ‘Kişi sevdiği ile (dünya da ve ahirette)beraber olacaktır. (Ravahu ibn Mesud. Buhari ve Müslim) Hadisi şerif: “Kim(yaşantısıyla)bir topluma benzerse o toplumdan olur.”(Ebu Davûd, Libas 4; Müsned N/50.) Burhan Haksızlığın, adaletsizliğin ve zulmün kol gezdiği, adeta altın devrini yaşadığı bir dünyada yaşıyoruz. Sırf Müslüman olduğu için. Irak- AfkanistanÇeçenistan-Fas-Tunus-Cezayir-filistin ve diğer İslam ülkelerinde şehit edilen, kardeşlerimizin; daha önce de Bosna Hersekte olduğu gibi şimdi de ıraklıların diri, diri gözlerini oyan, insanların derilerini yüzen, Müslümanların vücutlarından kesilen etleri köfte yapıp Müslümanlara yediren, bacılarımızın, kız kardeşlerimizin ırzına geçen, ırak ta yapılan bu insan dışı muameleye maruz kalan kardeşlerimiz acı içinde iken, sen Müslüman’ım diyen! Türk ve Müslüman olarak kimin yılbaşını kutlayacaksın ve niçin eğleneceksin? Bıçakla doğranan çocuklar için mi? Yoksa namusu çiğnenen Müslüman kız kardeşlerimiz için mi? Ey Müslüman kardeşim, neden biz hep onlara uyacağız onlar bizim dini veya milli bayramlarımızı yahut diğer mübarek gün ve gecelerimizi biliyor ve kutluyorlar mı? Yılbaşı münasebetiyle Hindi alıp satma, tebrikleşme, tebrik satma, yılbaşı programları için sipariş edilen davetiye, kart, poster vb. imal etme caiz midir? anlatır: İbn Haldun da konuyla ilgili olarak önemli tarihi gerçeklere parmak basar. Mağlupların galipleri taklit etme psikolojisi yaşadıklarını anlatır. (İbn Haldun, Mukaddime (trc.) I/374–75.) Sonuç şudur: İnsan ancak sevdiğini, takdir ettiğini ve büyük gördüğünü taklit eder. Şekli taklit itikadi taklide götürür. "Bazı Hanefi Alimleri demişlerdir ki, bütün batıl inançların gereği olan bayram ve kutlamalara katılan ve bundan tevbe etmeyenler onlar gibi kâfir olur. Dolayısı ile Müslüman, böyleleriyle oturmada, kesmede ve pişirmede onlara yardımcı olması ile günahkâr olmuş olur". İbadette muvafakat, yani, onlara has ibadet saatleri olan üç vakitte namaz kılmak haram olursa, ibadet olmayanları bir düşünün! İmam Rabbanî kendi zamanındaki Hindistanlı Müslüman kadınların yaptıklarını, başka inançlarda olanlar gibi belli günlerde, o günlere has hediyelerle hediyeleştiklerini anlatır ve bütün bunların şirk ve islam dinini inkâr demek olduğunu söyledikten sonra şu mealdeki ayeti zikr eder (İmam Rabbanî, Mektûbat NI/55 (Mek. 4l)) Bu meseleyi iyi kavrayabilmek için önce şu ayet ve hadisleri göz önüne getirmek gerekir. 1. "İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah'tan korkup sakının..." ( Mâide (5) 2.) 2. "Zulüm yapanlara en ufak meyil göstermeyin, yoksa size ateş dokunur. Siz’in Allah'tan başka velileriniz de yoktur sonra yardım da göremezsiniz. (Hûd (ll) 113.) 3. "O (Allah) size Kitapta : " Allah'ın ayetlerine küfredildiğini ve onlarla alay, edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze geçip dalıncaya dek onlarla oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz" diye indirdi. Doğrusu Allah münafıkların da, kâfirlerin de tümünü cehennemde toplayacaktır". (Nisâ 140.) Konuyu başkalarına benzeme noktasından ele alan sayılamayacak kadar hadis-i şerifler vardır. Bunlardan bir hadis mealini vermekle yetinebiliriz: 1. "Kim herhangi bir topluma benzerse o da onlardandır ".(Ebu Davûd, Libas 4; Müsned N/50.) Özellikle bu hadis-i şerif çok önemli psikoloji ve sosyal gerçeklere işaret eder. Şeklen benzemenin sonuçta itikadı benzeşmeye götüreceğini Burhan "Onların çoğu şirk koşmaksızın Allah'a iman etmezler (Yusuf 106.) Bu Allah'a inandığını söyleyenlerin de şirk koşuyor olabileceklerini, ya da şirk koşanların da Allah'a inandıklarını söyleyebileceklerini anlatır. 1. Yılbaşı gibi başka inançların şiarı olan günlere, o güne tazîm ve kutlama maksadıyla katılmak, aynı maksatla o günlerde tebrikleşmek ve hediyeleşmek, yine aynı maksatla hindi vb. almak, yemek, ziyafet çekmek, aynı maksatla bu tür kutlamalara katılmak küfürdür. Bunu yapmış ve tevbe etmemiş bir insanın imanından, nikahından, ibadetlerinin boşa gitmesinden korkulur. 2. Böyle zamanlarda, hindi vb. şeyleri sırf gıdalanmak için almak, PTT'nin ucuz hizmetinden yararlanmak için tebrikleşmek küfûr değilse de, onlara (isteyerek şirk yapanlara) benzeme ve onların uygulamalarını yaygınlaştırma ve meşru gösterme anlamı taşıdığından tehlikeli ve mahzurludur. Müslümanların, hangi maksatla olursa olsun, o günlere mahsus bir şey yapmamaları gerekir. 3. Hindi gibi sırf o günlere mahsus şeyleri, o günlerde satmak, fasıklara "günahta yardım" anlamı taşıdığından, tahrimen mekruhtur. Ancak alacağı para haram değildir. Haram ve günah olan o işi yapmasıdır. Bu hindilerin besmele ile kesilmiş olması halinde böyledir. Besmele ile kesilmemişse 61 "meyte" olacaklarından satılmaları hiç bir surette caiz olmaz. 4. Yılbaşı kutlamaları için matbaa sahiplerinin davetiye, afiş, kart vb. şeyleri basmaları da aynıdır. Yani bunlar sırf yılbaşına özel olarak kullanılacaklarsa yapılıp satılmaları aynı derecede mahzurludur. Ey Müslüman kardeşim, onlar bize uyuyor mu? Neden biz hep onlara uyuyoruz? Onlar bizim dini ve milli bayramlarımızın hangisine uyuyor. Hiç Yahudi yi Hıristiyan’ı veya bir ermeniyi Kurban keserken gördünüz mü? Mesela Fransa’da açıktan kurban kesmek yasak, orada ki Müslümanlar kurbanlarını gizli kesiyorlar. Onlar bizim Hicri yılbaşımız olan Peygamberimiz(s.a.v.) Meke'den Medine'ye hicret ettiği 1 Muharrem gününü kutluyorlar mı? Hayır! Kurban Bayramında kurban keserken gördünüz mü? Ramazan Bayramını kutlarken Gördünüz mü? Ey Müslüman kardeşim, birtakım aydın geçi62 nen kara cahiller Kur’an bizi idare edemez, bizi geri bıraktı 14 asır önce indirilmiş bir kitaba uymak gericiliktir, diyerek dinden çıkmış bir şekilde avaz, avaz bağırırlarken. Yahudi ve Hıristiyanların yani batının izini takip etmeyi, onlara uymayı ilericilik sayanlar. Şayet onların dediği gibi gericilik çağ dışılık kitabın 14 asır önce indirilmiş oluşuysa bilsinler ki, İncil 20 asır önce, Tevrat ta yaklaşık 30 asır önce indirilmiştir. Bununla beraber İncil ve Tevrat’ın yüzlerce farklı nüshaları yazılmış ve aslı bozmuştur. Kur-an'ı kerim ise Allah (c.c.) in indirdiği gibi kelimesiyle ve harfiyle bile değiştirilmeden bize kadar ulaşmıştır. Dünyanın hangi ülkesine giderseniz gidin Kur’an'ı Kerim bir nüshadır. Bu kadar düşmanı olduğu halde değiştirilememiştir. Bu gerçekler Kur’an'ın hak kitap olduğunun, İncilin ise farklı nüshalar halinde aslı bozulmuş, batıl (yanlış) kitap olduğuna yeterli bir delildir. Böylece Yahudi ve Hıristiyanlar 20 - 30 asır önceki kitaplarına sahip çıkarak, kitaplarına uymakla gerici olmiyorlar da, biz neden en son kitap olan kur’an’a uymakla gerici oluyormuşuz? Güneş, İslam dininden ve kur’an’ı Kerimden çok asırlarca öncedir. O zaman şunu da söylemeleri lazım değimli? Güneşte çok eski çağların güBurhan neşi, bu güneş bu çağdaş ve ilerici millete yakışmıyor ve bu güneş yeterli değildir. Allah bu güneşi alsın bize ve bu çağa yakışır bir güneş versin. Niçin bunu demiyorlar. İbadette muvafakat, yani, onlara has ibadet saatleri olan üç vakitte namaz kılmak haram olursa, ibadet olmayanları bir düşünün!. İmam-ı Rabbani hazretlerinin bildirdiğine göre, üç yüz seneden fazla olarak noksandır ve İsa (a.s) ile Muhammed (s.a.v)arasındaki zaman, bin seneden az değildir. İmam Rabbanî kendi zamanındaki Hindistanlı Müslüman kadınların yaptıklarını, başka inançlarda olanlar gibi belli günlerde, o günlere has hediyelerle hediyeleştiklerini anlatır ve bütün bunların şirk ve İslam dinini inkâr demek olduğunu söyledikten sonra şu mealdeki ayeti zikreder. Binlerce çam fidanının sökülüp atıldığı, ağaç katliamlarının gerçekleştirildiği günlerdeyiz. Fakat çevrecilerden ses yok. Okullarda, mağazalarda Noel Baba olarak Aziz! Nikolas efsanesinin boy gösterdiği; Hıristiyanlık propagandasının diz boyu olduğu aralık ayındayız. Fakat konularda kendilerini uzman ilân eden kimselerden tık yok. Zabıta kuvvetlerinin ve çöpçülerin korkulu rüyası olan yılbaşı kapıda. Hıristiyan Alemi’nin, Noeli kutlamaları, Roma İmparatorlarının birincisi olan Kostantin ile başlar. Kostantin, Eflatun'un ortaya koyduğu teslis "Trinite" yani üç tanrı inancını, papazlara yazdırdığı yeni İncil’e koydurdu ve Noel gecesini bayram ilan etti. Böylece yeni bir Hıristiyanlık dini doğmuş oldu. İsa(a.s) İncilin de ve Havarilerinde, Barnabas'ın yazdığı İncil de, Allahın bir olduğu bildirilmişti. Fakat bu İncil elde bulunmadığı için, filozof diyerek kıymet verdikleri Eflatun'un teslis fikri, daha sonra yazılan dört İncil de, yani Matta, Markus, Luka ve Yuhanna'da da yer almıştır. Kostantin, dört İncil deki bu teslis fikrini de yeni İncil’e koydurdu. Hz. İsa'nın doğumu hakkında, o zamanın edib ve münevverlerinin eserlerinde hiçbir bilgiye rastlanmamaktadır. Çünkü İseviler, az ve asırlarca gizli yaşadıklarından, milad doğru anlaşılmamıştır. Bir kurtarıcı tanrıya inanan kavimlerin ayinlerinin en mühimi, kişinin tanrı ile birleştiğine, bütünleştiğine inandıkları, sembolik et yiyip, içki içme ayinleridir. Kurtarıcı tanrı inancı, bir müddet sonra güneş tanrısı inancı ile birleştirildi. "Onların çoğu şirk koşmaksızın Allah'a iman etmezler” (Yusuf 106.) Bu Allah'a inandığını söyleyenlerin de şirk koşuyor olabileceklerini, ya da şirk koşanların da Allah'a inandıklarını söyleyebileceklerini anla. (İmam Rabbanî, Mektûbat NI/55 (Mek. 4l) Hıristiyanların kutladığı Noel bir uydurmadan ibarettir. Hatta bazı Hıristiyan teşkilatlarının da artık Noeli bir hurafe kabul ettikleri, dünya basınında çıkan haberler arasındadır. Nitekim, ABD'de yayınlanan 17 Aralık 1996 tarihli haftalık Newsweek dergisi bu gerçeği şöyle dile getirmektedir: "Noel baba bir hurafeden ibarettir. Gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Ticari maksatlarla sonradan uydurulmuştur. Hediyelik eşya sektörüne milyonlarca dolar kazandıran Noel baba, kapitalizmin oyuncağı olmuştur. Tarihçi, Stephan Nissenbaun, (Yılbaşı ile mücadele) "The battle for Christmas" kitabında Hıristiyanlığın temelinde yılbaşı kutlamalarının ve Noel babanın bulunmadığını, bunun yasaklanmasının gerekli olduğunu bildirmektedir." Her bir kurtarıcı tanrının, kış başlangıcında doğduğuna inanıldı. Kış başlangıcı ise, Julian takvimine göre 25 Aralıktır. İslam büyükleri,"Hinduların bayram günlerine, ateşe tapanların nevruz günlerine ve Hıristiyanların Noel gecelerine ve diğer paskalyalarına hürmet etmek, o zamanlarda onların adetlerini onlar gibi yapmak, insanı dinden çıkarır" demişlerdir. Hıristiyanlar da, İsa (a.s)kurtarıcı bir tanrı yaparak, bu tarihte doğduğunu kabul ettiler ve bu geceyi "Noel" olarak her sene kutlamaya başladılar. Mesela mart ayının yirminci nevruz denilen günü, mayıs ayının altıncı hıdrellez günü ve eylül ayının yirminci mihri can günü de, bütün bunlar İslam dinimizin bildirdiği mübarek günlerden değildir. Noel ile yılbaşı farklı şeylerdir. Yeni yılı tebrik etmekte, hayırlı olmasını temenni etmekte dinen mahzur yoktur. Yılbaşı diğer günlerden farklı değildir. Bu gecede, mevlid okumak, sohbet toplantıları düzenlemek de uygun değildir. Böyle yapılırsa, bu geceye dini bir hüviyet kazandırmış olunur. Burhan 63 Yirmidokuz zeynepgultek@mynet.com Zeynep GÜLOĞLU Evinin Sultanları BAŞÖRTÜLÜ TESETTÜRSÜZLER 3. Kadının koku sürünmemesi: Sadece başlarını örterek Allah’ın emrini yerine getirdiklerini zanneden bir nesli garip türedi. Başında başörtüsü varsa her şeyi tamam sanan bir acayip nesil… Bakıyorsunuz örtülü ama bütün uzuvlar meydanda gibi. Başta başörtüsü var ama ayakta kot pantolon ve üzerinde gömlek… Giyinmenin keyfiyetini anlayamamış, giyinmeyi sadece etlerini göstermemek sanan hanımlar… Bakalım dinimizde giyinmenin keyfiyeti nasılmış beraberce okuyalım: Ebû Musa el-Eş'ari radıyallahu anh'den: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Bir kadın koku sürünür, sonra da bir topluluğun önünden geçer, bu toplulukda onun kokusunu hissederse bu kadın zâniye (hükmünde) dir.” [Hakim, El-Müstedrek, C.2, s. 396] buyurdu Ebû Hureyre birgün koku neşrederek geçen bir kadına rastladı: "Yâ emete'l-Cebbâr, mescide mi gidiyorsun?" diye sordu. Kadın: "Evet" dedi. "Mescid için mi koku sürdün? kadın yine "Evet" dedi. Ebû Hureyre: "Geri dönsen iyi olur. Çünkü ben Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemi şöyle buyururken işittim: "ALLAH, kokusunu yayarak mescide çıkan kadının namazını dönüpte yıkanıncaya kadar kabul etmez." [ 1. Elbisenin dar olmaması Ummü Cafer'den: Hz. Fatma (R.A) : "Ya Esma! Erkeklerin kadınlarının bedenini belli edecek şekilde elbise giydirmeleri hiç hoşuma gitmiyor" dedi.[Beyhaki, Es-Sünenü’l Kübra, C.4, s.34] Beyhakî, Es-Süneriul-Kûbrâ, C. 3, s. 123] 4. Elbisenin Şeffaf Olmaması Üsâme İbn-i Zeyd rivayet ediyor: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, kendisine Dıhyetu'l-Kelbi’nin hediye etmiş olduğu sık örülü bir kubti-yayi bana verdi.Ben deonu giymesi için hanımıma verdim. Bir gün Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Kubtiyeyi niçin giymiyorsun? diye sordu: Ben de: "Ya Rasulallah onu (giymesi için) hanımıma verdim" dedim. "Ona söyle, onun altından entari giysin. Çünkü vücut hatlarını belli etmesinden endişe ediyorum" buyurdu.[Şevkânî, Neylü'l-Evtar, C.2, s. 129] 2. Erkek elbisesine benzememesi: Hüzeyl (kabilesinden bir adam) rivayet ediyor: Abdullah İbnu Amr'in Hill'deki menzilini ve haremdeki mescidini gördüm. Abdullah, Ebu Cehl'in kızı Ümmü Saîd'i dar bir elbise giymiş erkeğimsi bir şekilde yürürken gördü. Abdullah "Bu kim?" diye sordu. "Bu, Ebu Cehl'in kızı Ümmü Saîd'dir" dedim. Bunun üzerine Abdullah: "Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemi" erkeklere benzemeye çalışan kadınlar ve kadınlara benzemeye çalışan erkekler bizden değildir" derken işittim dedi.[ Ahmed Ibnu Hanbel, Müsned, C.2, s. 200] Abdullah îbnu Ömer babasından rivayet ediyor: Nebî sallallahu aleyhi ve sellem: "Üç sınıf vardır ki bunlar Cennete giremezler: Anne ve babasına isyan eden, kıskanç olmayan ve erkeğe benzemeye çalışan kadın" buyurdu.[ Hakim, El- Müstedrek, C.l, S. 72] 64 Alkame radıyallahu anhden: Abdurrahman İbnu Ebî Bekr'in kızı Hafsa'yı, yan taraflarını gösteren ince bir başörtüsü ile Aişe'nin yanma girerken gördüm. Aişe, bu ince başörtüsünü yırttı ve "ALLAH, Sure-i Nûr'da ne indirdi bilmiyor musun?" dedi. Sonra bir başka başörtüsü getirtti ve ona giydirdi. (İbn-i Sa'd, Tabakât, C.8, s. 72) Abdullah îbnu Ebî Seleme'den; Ömer İbnu'l-Hattâb radıyallahu anh, insanlara kubatî (ketenden yapılmış kıptilere ait) elbisesi dağıtıyordu. "Kadınlarınız onu gömlek yapıp giymesin" dedi. Bu sırada bir adam: "Yâ Emirel mü'minin, ben onu hanımıma giydirdim ne arkadan ne de önden hiç bir şey belli olmuyordu." dedi. Ömer: "Bir şey belli etmese dahi bedenini belli eder" dedi.[Beyhakî Es-Sünenu'1-Kübrâ, C.2, s. 234 ] 5. Elbisenin Süslü Olmaması: Fudâla İbnu Ubeyd'den: Rasulûllâh sallallahu aleyhi ve sellem: "Şu üç (kısım kimse) den sorulmaz: (Yani bunlar sorgusuz sualsiz cehenneme atılırlar) Cemaatten ayrılan, İmamına isyan eden ve asî olarak Ölen; efendisinden kaçan ve bu hali ile ölen köle veya câriye, kocası kendisinden ayrıyken dünya geçimi uğruna kocasının ardından süslenen kadın." [Ahmed İbnu Hanbel, Müsned, C.6, s. 19] buyurdu. Burhan BİR ERKEĞİN BALDIZIYLA VEYA BİR KADININ KAYINIYLA YOLCULUK YAPMALARI VEYA YALNIZ KALMALARI CÂİZ MİDİR? Hanefi ve Şafii mezhebine göre Bir kadın, kayınına hiçbir bakımdan kız kardeşi gibi değildir. Kayını onun elini öpemez, seferi bir mesafeye beraberce yolculuk yapamaz ve bir yerde halvette kalamaz. Kısacası bir kadın kayınına tamamen namahremdir. Mahremi olmayan bir kadınla, baldızı veya kardeşinin hanımıyla yolculuk yapmaları veya yalnız kalmaları câiz değildir. Nitekim Hz. Peygamber (a.s.v) bir gün; “Kadınların yanlarına yalnızken girmekten sakınınız.” buyurdu. Bunun üzerine birisi; “Kadının kayını da böyle midir?” deyince, Hz. Peygamber (a.s.v) şöyle devam etti; “Kayın ölümdür.” (Buhari, Müslim,Tirmizi) Buradaki “Kayın ölümdür” sözündeki mana; onunla bir arada bulunmak daha tehlikelidir, anlamındadır. Kadı İyaz; “Bu hadis’in manası, bir kadının kayınları ile başbaşa kalması, dinde fitne ve helake sebeb olur, demektir. Hz. Peygamber (a.s.v) bunu ölüm helakine benzetmiştir. Ve bu söz şiddet makamında söylenmiştir.” demiştir. NEDEN BOŞUNA PARA ALIYORSUN İmam Ebu Yusuf'a birisi öğrenmek istediği bazı konularda sorular sormuş. Ebu Yusuf, soruların bazılarına: "Bilmiyorum" cevabını vermesi üzerine sorduğu soruların bir kısmına cevap alamayan şahıs: "Bilmiyorsun madem devlet hazinesinden neden boşuna para alıyorsun?" diye fırça atmaya kalkınca, İmam Ebu Yusuf şöyle diyerek muhatabını susturmuş: "Ben devlet hazinesinden bildiklerim için para alıyorum. Bilmediklerim için para almış olsaydım devlet hazinesinde para kalmazdı." RUFAİ DERGÂHLARI 1925 TARİHİNDE TEKKE VE ZAVİYELER KANUNU ÇIKANA KADAR İSTANBULDA BULUNAN RUFAİ DERGÂHLARININ LİSTESİ VE BULUNDUKLARI SEMTLERİN İSİMLERİ: 1- Rıfai Âsitanesi: Üsküdar 2- Karasarıklı İbrahim Sabri Efendi dergâhı: Küçük Mustafa Paşa 3-Ayn-i Ali Baba: Kasımpaşa 4-Yeşil Tulumba (Abdulhalim efendi dergâhı): Unkapanı 5 -Paşababa: Firuzağa 6- Şeyh Raşid Efendi: Fatih – Kadıçeşme 7- Şeyh Arif Efendi: Fatih- Hüsrevpaşa 8- Kubbe: Fatih 9- Tahtaminare: Karagümrük 10- Şeyh Sırrı: Fatih – Sofular 11- Şeyh Kamil: Avratpazarı 12-Şerbetdar: Taşkasap 13- Osman Efendi: Topkapı- Bayazıt mahallesi 14- Remli: Şehremini 15- Hulvi Efendi: Şehremini 16- Şeyh Hulvani: Bozdoğan Kemeri 17- Saraç İshak: Beyazıt 18- Karababa:Çemberlitaş Burhan 19- Seyyah (siyah) Şeyh: Kabasakal 20- Cündiharem: Altı Mermer 21- Çırakçı: Küçük Mustafa Paşa 22- Said Çavuş: Küçük Mustafa Paşa 23- Kenzî Bey: Hırka-i Şerif 24- Şeyh Abdullah. Odabaşı 25-Vani Efendi. Şehremini 26-Karanohut: Fatih- Halıcılar Köşkü 27-Mercimek- Alaca Mescid: Langa – Yenikapı 28- Matrak: Mevlanakapı 29- Alyanak Ali Efendi. Lalezar 30- Safi Efendi. Topkapı 31- Sultan Osman: Otakçılar 32- Yahyazade: Eyyub Sultan 33- Şeyhülislam. Eyyub Sultan 34- Hasib Efendi: Eyyub Sultan 35- Arabacıbaşı: Sultanahmed 36- Kirpasi: Dökmeler- Eyyub Sultan 37- Çürüklük: Kasımpaşa 38- Ali Fevzi Efendi: Ksımpaşa 39- Arasta: Kasımpaşa 40- Marufi: Kasımpaşa 41- Marufî Asitanesi: Kartal 42- Sancaktar (Şeyh Nuri Camii): Kozyatağı 43- Karasarıklı: Dolmabahçe 44- Taesusî: Mevlanakapı 45- Kılıçcı Muhammed: Mevlanakapı 46- Kulcu Muhammed: Mevlanakapı- Evliyamahallesi 47- Kelamî: Odabaşı- Yayla 48- Sandıkçı: Üsküdar- Tabutçular 49- Nusret Efendi: Tophane 50- Şeyh Mahmud: Üsküdar - Ahmediyye Camii 51- Şeyh Hüseyin Efendi: Üsküdar 52- Şeyh Nuri (Kurban Nasuh): Üsküdar- Debbağlar 53- Cerrahpaşa Camii: Cerrahpaşa 54- Şeyh Abdulhalim Efendi: Erenköy 55- Şeyh Ebu’l Hüda: Beşiktaş 56- Ümmü Ken’an: Fatih 65 BURHAN ÇOCUK Musa KARACA mkaraca_rehber@hotmail.com FIKRA DUA Allah’ım imanımı kuvvetlendir. Göğsümü aç, işlerimi kolaylaştır. Şeytana uymaktan beni koru. Temel ile Dursun bir ülkeye gitmişler, itfaiyeci olmuşlar. Bir gün bir yerde yangın çıkmış Bana yardım et. Sana daha çok dua edebilmeyi, sana layık oraya gitmişler. Temel Dursun’a yukarı çık bir kul olabilmeyi bana nasib et. Amin içerde kalan çocukları aşağıya at ben tutayım YA BAL KABAĞI OLSAYDI! Bir gün Nasrettin Hoca, köyüne dönerken yorulmuş. Büyük bir ceviz ağacının altına soluklanmak için oturmuş. Gözü, ağacın yanındaki bal kabağı tarlasına takılmış. Hoca, - Hey güzel Allah’ım kavuğum kadar bal kabağının incecik bir sapı var. Şu boylu poslu ceviz ağacının meyveleri ufacık, demiş. Hoca kendi kendini sorgulayadursun ağaçtan kopan bir ceviz aniden kafasına düşmüş. Kafasın da ceviz kadar şişik belirmiş. Hoca - Allah’ım sözümü geri aldım, altında oturduğum ağaç ya bal kabağı ağacı olsaydı,demiş. demiş. Dursun yukarı çıkmış çocukları atyormuş. Bir tane beyaz bebek gelmiş onu tutmuş. Bir tane siyah bebek gelmiş onu tutmamış. Siyah bebekleri hiç tutmuyormuş, Dursun aşağıya bakmış ve Temel’e siyah bebekleri niçin tutmuyorsun demiş. Temel de yanmış bebekleri niçin atıyorsun demiş. Gönderen: Abdulkadir YAŞA Sultanbeyli NASIL BİR TATİL? Eylül ayında başlanan eğitim-öğretim maratonunda birinci yarıyılın tamamlanmasıyla on beş günlük ara tatil dönemi başlamış oldu. Tatil denince her öğrencinin aklına farklı şeyler geliyor. Kimileri ders olmadığı için istedikleri gibi oynamanın planlarını yaparken, bazıları da sınavlara daha iyi hazırlanmanın planını yapmaktadır. Kimin ne planı olduğunu bilemeyiz ama tatilin iyi planlanması gerektiği bir gerçek. Çünkü: tatil, dinlenmek hiçbir şey yapmamak, boş oturmak, gezmek-tozmak demek değildir. Yorulan bedenlerimizi dinlendirirken, manevi eksiklerimizi gidermek içinde bir fırsattır. Kur’an-ı kerimde Allah (c.c): (Bir işi) bitirip kurtulunca, (başka bir işte) yorul!" (İnşirah 7) buyurmaktadır. Buna göre bir işten yorulunca tatil yok, başka bir işe başlamak vardır. Öyleyse okul derslerine verilen bu arada dini derslere yönelmeli kur’an-ı kerim okumalı, ilmihali öğrenmeli, Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)’in hayatını okumalı. İslam Tarihi okumalı… Eksik olan dini bilgilerimizi tamamlamaya çalışmalıyız. İlimsiz amel olmaz. Müslüman olarak amellerimizi eksiksiz yerine getirebilmek için ilim-bilgi gereklidir. Faydalı bir tatil geçirmeniz temennisiyle. 66 Burhan NEZAKET KURALLARI TEMEL İLE DURSUN Söz almadan konuşmamak: Toplumda, büyüklerin yanında okulda veya herhangi bir yerde söz almadan, izin istemeden konuşmak uygunsuz bir davranıştır. Ayakta su içmemek: Su oturarak ve üç yudumda içmek sünnettir. Bir gün temel ile dursun arabayla geziyorlarmış. Başlarken “ Bismillahirrahmanirrahim” demeli. Bitince “ Elhamdulillah” Dursun’a demeli. bakayrum Başkasının odasına izinsiz girmemek: Başkalarının odasına izinsiz ve kapıyı çalmadan girilmez. Kapıyı çaldıktan sonra gir sesi bir Temel bak arabanın sinyallaru çalişirmu ? duymadan girilmemeli. Anne babalarımızın odasına bile belirli Dursun zamanlarda izinsiz girilmez. Başkasının kusurunu araştırmamak: Başkasının kusurunu araştırmak dinimizce yasaktır. Başkalarının kusurlarını araştırmak yerine kendinde bulunan kusurları gidermeye çalışmalı. Yaptığı iyiliği başa kalkmamak: Yapılan iyilikler Allah (c.c) rızası için yapılır. Yapılan iyiliği hatırlatıp da kişiyi mahcup etmemeli. bakmış ve şöyle demiş: Bir çalişayi bir çalişmayi, bir çalişayi bir çalişmayi. Ümmetin yıldızları “ABDULLAH İBN ZÜBEYR” Sevgili peygamberimiz (s.av) “ Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayet bulursunuz.” Buyurarak sahabenin önemini bize anlatmıştır. Hidayetten ayrılmamak için sahabenin hayatını iyi bilmek gerekir. İslamı anlamaları, yaşamaları ve peygamberimize sadakatları bizim için örnek olmalı işte onlardan biri : Hicret'ten sonra, 622 milâdî yılında, Medine yakınındaki Kûba'da doğdu. Babası Zübeyr b. Avvâm, Cennetle müjdelenen on kişiden (Aşere-i Mübeşşereden) biridir. Annesi, Hz. Ebû Bekir'in kızı Esmâ'dır. Teyzesi, Mü'minlerin annesi Hz. Âîşe'dir. Babası tarafından babaannesi Safiyye, Rasûlullah'ın halasıdır. Medine'de muhâcirlerden ilk doğan çocuk Abdullah b. Zübeyr'dir. Bu doğuma muhâcirler bir hayli sevinmişti. Çünkü Medine Yahûdileri "Muhâcirlere sihir yaptık, çocukları olmayacak" diye ortaya fesat saçıyorlardı. Abdullah doğunca Yahûdilerin yalanı ortaya çıktı. Doğumu Rasûlullah Efendimiz haber aldı. Dua edip, adını Abdullah, künyesini Ebû Bekir koydular. Yedi yaşında iken babası tarafından Peygamber Efendimize getirilerek O'na bey'at etme şerefine kavuştu. Hz. Ebû Bekir devrinde çocukluğu geçti. Hz. Osman tarafından Kur'ân-ı Kerim'in çoğaltılması için toplanan ilmî heyete katıldı. Hz. Osman şehid edildiği gün, âsilere karşı gayretle müdâfaa edenlerden idi. Abdullah b. Zübeyr, Ashâb-ı Kiram'ın tefsir, hadis ve fıkıh âlimlerinden ve "Abâdile" dendir. Küçük yaşından beri Peygamber efendimizin dualarıyla yetişen ve Cennet'le müjdelenen babasının yanında cihada katılan Abdullah b. Zübeyr, kahramanlık ve cesaretiyle birlikte çok ibâdet ederdi. Gündüzlerini oruçla, gecelerini ibâdetle geçirirdi. Namazda o kadar uzun huzura dalardı ki 'kıyam'da uzun müddet kalır, secdeye dalıp giderdi. Babası Zübeyr b. Avvam, onun hakkında: "İnsanların arasında Ebû Bekir es-Sıddık'a en çok benzeyendir." demişti. O, sağlam karakterli, dürüst, cesaretli, engin iman sahibi biri idi. Burhan 67