1 İçindekiler Âyet ve Hadisten tenzîlat yapılabilir mi? .....................................................................................3 "Arif için din yoktur" ne demektir, ne amaçla söylenmiştir? ....................................................4 Allah'ın yalan söyleme ihtimalini hiç düşündünüz mü? ............................................................5 Hanefilerin, hürmeti müsahare konusundaki delilleri yeterli midir? ........................................7 İnsanlarca beğenilmeyi, takdir görmeyi amaçlamak yani kişinin egosu için bir şeyleri yapması nasıl değerlendirilmiştir? ...............................................................................................8 Cezadan korktuğu için mahkemeye gitmeyen sorumlu olur mu? ..............................................9 Ahlak polisi uygulamasının dinde yeri var mıdır? ....................................................................10 Farz namazlardan sonra Hz. Peygamber'e salavat getirmekle ilgili hadis var mıdır? ...........10 Peygamberlikten önceki harikalar, Peygamberimizin peygamber olacağını tahmin ettiği anlamına gelir mi? .....................................................................................................................11 Allah, Ayın Bölünmesi mucizesinde neden inanmayan müşrikleri yok etmedi?.....................12 2 Âyet ve Hadisten tenzîlat yapılabilir mi? İlgili hoca efendi, burada demek istemiş ki, Kur’an’da erkeklerin kadınlara egemen olmasının bir gerekçesi, onların çalışıp evi geçindirmeleridir. Eskiden prensip olarak erkek dışarıda çalışıp evi geçindiriyordu. Şimdi ise, kadınlar da çalışıyor. Öyleyse erkeklerin riyaseti de yarıya inmelidir.. Ancak, hocanın vaaz esnasında söylediği bu söz müsamaha ile karşılansa bile, gerçeğe aykırıdır. Çünkü, bir ayetin veya hadisin hükmünü ortadan kaldırmak veya bir kısmında tenzilat yapmak gibi bir yetki insanoğluna verilmemiştir. Halbuki, bu tür bir ifade yerine şöyle denilebilir: Nisa suresindeki ayette işaret edilen erkeklerin “Kavvamlığı” bir riyasettir. Fakat İslam’da riyaset zannedildiği gibi, bir hâkimiyet değildir. Bir hizmetkârlıktır. Efendimiz, “Topluluğun efendisi onların hizmetkârıdır” (Deylemî, Müsned, II, 324) buyurmak suretiyle, riyaset anlayışını çok farklı bir boyuta taşımıştır. Kaldı ki, dünyanın hiç bir ülkesinde yetki ile sorumluluk ayrı ellere verilmez. Bir kimseyi sorumlu tuttuğunuz konuda ona yetkiyi de vermek zorundasınız. Bu adaletin de gereğidir. Bu sebeple, İslam nizamında bütün sorumluluk erkeğe verilmişken, yetkiyi kadına vermek abesle iştigal anlamına gelir. Evde, hiç bir yetkili yoksa, o zaman anarşi doğar. Her iki eş de yetkili ise, bu defa düzen bozulur. Çünkü her konuda anlaşmak mümkün değildir. Öyleyse tek çıkar yol ve adalet yolu, erkeğin reis olmasıdır. Fakat tekrar edelim ki, İslam’da (uygulamalar yanlış yapılmış olabilir) erkek evin tek sorumlusu ve geçimini temin etmekle biricik yükümlüdür. Yoksa evin horozu değildir. Pederşahi bir aile reisi değildir. Bir despot değildir. İstediği gibi hareket etme salahiyetine sahip değildir. “Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı olan hiçbir konuda kula itaat edilmez” hadisin ortaya koyduğu prensiple hareket etmek durumundadır. 3 "Arif için din yoktur" ne demektir, ne amaçla söylenmiştir? - Arif kavramı, marifetullahda terakki eden, Allah’ı -insanların kabiliyeti çerçevesindehakkıyla tanıyan kimsedir. - Hz. Peygamber elbette en arif ve en kâmil insandır. - Her asırda insan-ı kâmil vardır. Dünyanın bunlardan boş olmayacağı bir realitedir. Evvela, her asırda bir müceddid vardır. Ve şüphesiz bu müceddidler, birer ârif ve birer insan-ı kâmildir. - Ehl-i tasavvufun bu gibi sözleri şatahat kabul edilir. Yani, bizler gibi insanların şeriatın zahirine göre bir yere sığdırmadığı sözlerdir. - İbn Arabî’nin bu sözü hangi bağlamda söylediğini görmeden bir yorum yapmak isabetli olmaz. Bu sebeple, bu tür aktarmalar yaparken ilgili kaynağın adını, baskı tarihini, sayfasını, bölümünü yazmakta fayda vardır. Bizzat onun ifadelerini gördükten sonra bir yorum yapılabilir. - Bununla beraber, öyle zannediyoruz ki, onun maksadı, kendisinin din taassubu içinde olmadığını herkese şefkatle baktığını söylemek istemiş olabilir. - Diğer taraftan, hak dinlerin bir görünen bir de görünmeyen yönü vardır. Yani bir ruhi, kalbi, içsel hâli, bir de bedensel, dışsal yaşamın devamı için bir yol anlatılır. Ritüeller ve çeşitli ibadetler, yapılması, uyulması gereken kurallar çerçevesinde dışsal ve bedensel yaşamı düzenleyen bir yapıya sahiptir. Ruhi, içsel olarak amacı ise, insanın öğrendikleri ile kendi ilminde derinleşerek insanın asli mahiyetini açıklamak ve dünyada bulunma amacını aramasına yol açmak içindir. Ve son gelen din ile din devri kapanmış, nebilik de sona ermiştir. İbn Arabî, yapılması gerekli olan ibadetlerin yanında, Arif olan kişilerin bunları içselleştirip kalp ve ruhun hayatına çıkmaları gerektiğine işaret etmiş olabilir.. Ayrıca, "Arif için din yoktur" sözünden arifin dinle ilişiğini kesmiş gibi bir anlam çıkartmak asla doğru olmadığı gibi, o büyük zatlara iftira atmak demektir. Ariflerin o aşamada oldukları anlar, maddeden sıyrıldıkları anlardır. Fakat arif, maddeden kendini tümden soyutlamaz, o anlar ile sınırlıdır. O anlarda kalpleri ilahi tecellilerle buluşur. Buna ilham denilmektedir. - Bu sözü, tevhidde istiğrak olarak da değerlendirmek mümkündür. Çünkü, Vahdet-i vücud meşrebindeki bir velî, "Vacib-ül vücudun vücuduna hasr-ı nazar edip, sair mevcudatı o Vacibül-Vücud’un vücuduna nisbeten zaif bir gölge görür, vücud ismine lâyık olmadığına hükmeder.” Bu sevgili kul, Rabbine yakınlaşmada mesafeler kat ede ede, “istiğrak” dediğimiz manevî bir sarhoşluk hâline girer, kendinden geçer. Artık kendisinin çok gerilerinde kalmış olan mahlûkatı inkâr edercesine “lâ mevcude illâ hu” yani “O’ndan başka varlık yoktur” der. Yoklukta Arif olmayacağı gibi din de olmayacaktır. Bu sözün cezbe hâlinde, manevî sarhoşluk hâlinde söylendiği açıktır. Zira O’ndan başka varlık olmasa, bu sözün de söylenememesi gerekirdi. Ama bu sözü söyleyen zat o anda bunu da düşünecek halde değildir. Nitekim o halden çıkıp kendine geldi mi artık böyle söylemez olur. - Bizim rehberimiz, Kitap-sünnet ve büyük İslam alimlerinin görüşleridir. Bu tür tesavvufi olan sözlerden istifade edebileceğimiz kadar istifade ederiz, Gerisini görmezlikten geliriz. 4 Allah'ın yalan söyleme ihtimalini hiç düşündünüz mü? - Yalan söylemek, genellikle ya âcizlikten, ya da korkudan kaynaklanır. Örneğin bir kişi, bir iş yapmaya söz verebilir, ancak onu söz verdiği zamanda yapmayabilir. Dolayısıyla bu kişi âcizliğinden ötürü yalan söylemiş olur. Böyle bir kimsenin özrü, genel olarak -bazı sebeplerden dolayı- bu işi yapamadığı/âcizliğinden dolayı yerine getiremediği şeklinde olur. Bununla beraber, bu kişinin ilgili iş yapma konusunda söz verdiği kimseler, mafya türü katil kimseler veya devletle ilgili olup sonunda hapis olan bir konu ise, bu kişi mafya tarafından öldürülmek veya devlet tarafından hapse atılmak korkusundan uygun bir mazeret uydurması, yalan söylemesi söz konusu olabilir. Bu misallerden de anlaşıldığı gibi, yalan söylemenin önemli faktörleri âcizlik ve korkudur. Bu pencereden konuya baktığımız zaman, kâinatın şehadetiyle sonsuz ilim ve kudret sahibi olan Allah’ın hiç bir konuda âciz olmadığı, söz verdiği konuda kendisine mani olan hiç bir engelin bulunmadığı, tartışmasız bir gerçektir. Keza Allah’ın, sonsuz kudret sahibi bir varlık ve her şeyin bizzat yaratıcısı olarak herhangi bir şeyden korkması ne dinen ne de aklen mümkündür. - Bunun yanında, yalan söyleyenler genellikle şeref ve haysiyetini düşünmeyen kimselerdir. En güzel, en mükemmel, en aşkın, en kutsal isim ve sıfatların sahibi ve her türlü noksandan münezzeh olan Allah’ın lüzumsuz yere, hiç bir ihtiyacı olmadığı halde, yüce şanına asla yakışmayan yalana tenezzül etmesi, elbette mümkün değildir. Böyle bir ihtimale ihtimal vermek ancak yalanın ne kadar onur kırıcı olduğunu kavramayan yalancıların işi olabilir. Demek ki, sonsuz ilim ve kudret sahibi, nihayetsiz izzet ve azamet sahibi ve bu kâinatın yegâne yaratıcısı ve hâkimi olan Allah’ın, -haşa yüz bin defa haşa- yalan söyleme ihtimali, hiç bir zaman bilimsel bir ihtimal dairesinde olamaz. Yani mantık açısından hiç bir zaman bir değer ifade etmez. Çünkü, bir ihtimalin bir değer ifade etmesi için, o ihtimale ihtimal kazandıran bir emarenin, bir işaretin, makul bir sinyalin bulunması gerekir. “Herhangi bir emareden kaynaklanmayan bir ihtimalin ilmî hiç bir değeri yoktur” prensibi, güçlü ve bilimsel bir mantık kuralıdır. Bunun doğruluğuna binlerce delil vardır. Eğer bunun aksine, hiç bir ihtimali olmayan bir şeye ihtimal veren bir kimse olursa, bu takdirde onun hayal dünyasına hapsolması gerekir. Acaba hangimiz, “her an ölebilir” ihtimaline dayanarak çocuklarımızı okumaktan alıkoyarız? Hangimiz, Karadeniz’in şeker havzası olduğuna ihtimal veriyoruz? Hangimiz her an deprem olur ihtimaliyle evlerimizi terk edip dışarılarda sürünmeyi göz alıyoruz? Allah’ın kusursuz ve en mükemmel olan isim ve sıfatlarına yemin ederiz ki, Allah’ın yalan söyleme ihtimaline ihtimal kazandıran hiç bir emare yoktur, hiç bir zorunluk yoktur, hiç bir korku yoktur. Bir insan olarak, ama mükemmel bir peygamber olarak, “Muhammedü’l-Emin” (asla yalan söylemeyen insan, her konuda güvenilir peygamber) ünvanını kazanan bir kişi olarak Hz. Muhammed, dünyanın ve yakınında bulunan arkadaşlarının şehadetiyle yalana tenezzül etmediği halde, onun rabbi olan, onu terbiye eden, onun hakiki muallimi olan Allah’ın böyle bir çirkinliğe tenezzül etmezi mümkün mü? 5 Hiç bir şeye ihtiyacı olmayan, hiç bir varlığı yaratmaya mecbur olmayan, hiç bir insandan korkmayan, hiç bir varlık tarafından kendisine ne bir zarar ne de bir yarar dokundurması söz konusu olmayan Allah’ın, insanlara karşı blöf yapmasının ne anlamı var ki..? Sonsuz ilim ve hikmeti, nihayetsiz izzet ve ciddiyeti, sınırsız azamet ve kutsiyeti böyle alçak bir şeye tenezzül eder mi? Haşa yüz bin defa haşa! Aşağıdaki ayetlerde Allah, bu gibi şeytani vesveseleri bertaraf etme adına açıkça ilan ediyor ki, Allah doğru sözlüdür: “Allah, o hak mabuddur ki Kendisinden başka hiçbir ialh yoktur. Kıyamet günü hepinizi bir araya toplayacaktır. Bunda hiç şüphe yoktur. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?” (Nisa, 4/87) “İman edip makbul ve güzel işler yapanları, ebedî kalmak üzere içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğiz. Bu, Allah’ın gerçek vâdidir. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?” (Nisa, 4/122). “Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tam kemalindedir.O’nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O hakkıyla işitir ve bilir.” (Enam, 6/115) “Rab’lerine karşı gelmekten sakınanlar ise bölük bölük cennete sevkolunurlar. Nihayet oraya varıp da kapıları açılınca cennet bekçileri “Selâm olsun sizlere, ne mutlu size! Haydi, ebediyyen kalmak üzere, giriniz oraya!” derler. Onlar şöyle karşılık verirler: “Hamd-ü senalar olsun o Allah’a ki sözünde durdu ve dilediğimiz yerinde oturacağımız şekilde bizi cennete yerleştirdi. Çalışanların mükafatları ne güzelmiş!” (Zümer, 39/73-74) - Kırk yönden mucize olan Kur’an’ın bu gibi açık beyanları ortada iken, şeytanın bir vesvesesine kapılmak, nefsin bu gibi hezeyanlarına değer vermek gerçekten akl-ı selime aykırıdır. Şüphesiz bu gibi vesveseler hepimize gelebilir, ancak bize düşen buna ehemmiyet vermemektir. 6 Hanefilerin, hürmeti müsahare konusundaki delilleri yeterli midir? - Evvela şunu biliyoruz ki, her mezhebin takip ettiği bir metodu vardır. Genel kurallarına uygun olan zayıf rivayet veya tevilleri ön plana çıkarabiliyorlar. Bu sebeple, herhangi bir mezhebin zayıf bir argümanı kullanması anlaşılabilir. Hatta meşhur muhaddis Tirmizi, “mamûlun bih” (ümmetin kendisiyle amel ettiği) zayıf bir hadisi daha kuvvetli bir hadis rivayetine tercih edebilmiş ve kitabına almıştır. Çünkü, ona göre, ümmetin bir konuyu kabul edip onunla amel etmesi, onun doğruluğu için başlı başına bir delildir. Bu açıklamalardan da anlaşıldığı üzere, bir mezhebin doğru olarak kabul ettiği bir konu, sadece delil olarak gösterdikleri hadis ve benzeri argümanlar değil, aynı zamanda kendilerinin kesin olarak doğru kabul ettikleri genel prensiplerinin toplamından meydana gelen bilgilerdir. Sadece bu konu değil, dört mezhebin her birisinde belki böyle onlarca zayıf görünen aklî ve naklî deliller vardır. İşte bu delillerin bir dayanak kabul edilmesi, asıl prensipleriyle uyum sağladığı için zayıf da olsa, o prensiplerle güçlendiğini düşünüp kabul etmişlerdir. - Asıl konumuza gelince; Hanefilerin bu konuda kullandıkları delillerden biri de “Daha önce geçen durum bir tarafa, bundan böyle babalarınızın nikâhladığı kadınları artık nikâhlamayın.” (Nisa, 4/22) mealindeki ayettir. Onlara göre, ayette yer alan “babalarınızın nikâhladığı kadınlar” mealindeki ifadeden maksat, nikah akdi değil, cinsel ilişkidir. Buna göre ayetin manası: “Bundan böyle babalarınızın cinsel ilişki kurduğu kadınları artık nikâhlamayın” şeklindedir. Cinsel ilişki genel bir ifade olup, meşru ilişki yanında gayri meşru ilişkiyi de içine alır. O halde, ayetten şunu anlamak mümkündür: “İster sahih bir nikah akdiyle olsun, ister zina ile olsun, babaların ilişkide bulunduğu kadınlarla, onların çocukları evlenemez.” (bk. el-İhtiyar li talili’lmuhtar, 3/88; Bedaiu’s-Sanai’, 2/261) - Burada sizin de işaret ettiğiniz gibi, Hanefiler, ihtiyat payı olarak “kadının fercine dokunmayı veya şehvetle bakmayı” da aynı şekilde değerlendirmişler ve soruda yer alan hadis rivayetini de ayrı bir delil olarak zikretmişlerdir. (el-İhtiyar, Bedaiu’s-Sanai’, a.y.) - Bu konuda, Ebu Hanife’nin yanında Kasım, Hasan, Mücahid, Mekhul, Hammad gibi alimler de -İbn Mesud’un merfu olarak rivayet ettiği “Kim bir kadının fercine bakarsa, onun annesi ve kızı ona helal olmaz” manasına gelen hadis rivayetine dayanarak aynı görüşü beyan etmişlerdir. (bk. İbn Kudame, el-Muğni, 7/121) - Ancak, İmam Şafii ve alimlerin büyük çoğunluğu bu görüşe katılmamıştır. (İbn Kudame, elMuğni, a.y.) Söz konusu haberin mevkuf ve zayıf olduğu da belirtilmiştir. (İbn Kudame, el-Muğni, a.y.) - el-Fetava’l-Hındiye’de de özetle şu görüşe yer verilmiştir: “Bir kimse, şehvetle bir kadının fercine bakarsa, o kadın o kişinin oğullarına haram olur, sıhriyet bağı gerçekleşir.” (bk. el-Fetava’l-Hındiye, 7/274) - Bu konuda İbn Hacer de, İbn Ebi Şeybe’nin “Kim bir kadının fercine bakarsa, onun annesi ve kızı o kişiye haram olur” şeklinde yaptığı rivayete Beyhaki’nin zayıf dediğini belirtmiştir. (bk. İbn Hacer, 9/157) 7 İnsanlarca beğenilmeyi, takdir görmeyi amaçlamak yani kişinin egosu için bir şeyleri yapması nasıl değerlendirilmiştir? İnsanların beğenisini övgüsünü beklemek duygusal anlamda aciz olan insanlara bir tür bağımlılıktır. Oysa ki aciz insanların beğenisinin size hiç bir katkısı da yoktur. Asıl önemli olan Allah'ın beğenisini takdirini kazanmaktır. Çünkü her şeyin dizgini onun elindedir ve herşey onun emriyle hareket eder. Duygusal olarak da huzur verici bir tatmin ancak Allah'ın rızasında bulunabilir. Aksi halde sigara bağımlısı gibi insanların beğenisi için hareket etmek insanı toplumun kölesi haline getirir. Kendiniz için değil toplum için yaşamaya başlarsınız. Her geçen gün kendinizden uzaklaşır, kendinizi tanıyamaz, ne istediğinizi bilemez hale gelirsiniz. Rabbimiz ayet-i kerimesinde "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur" buyurmaktadır. Yani insanın kalbini tatmin eden yalnızca Allah'ı hatırlamak, Allah'ı anmaktır. İnsanların beğenisi, takdiri insanın kalbini tatmin etmeyecek, aksine daha da tatminsiz hale getirecektir. Allah'ın takdiri beğenisi ise kalbi tatmin edecek tek şeydir. Önemli olan sergilenen davranışın kendinizle ve Allah'ın rızasıyla bağdaşıp bağdaşmamadığıdır. Rabbimizin emir ve yasakları doğrultusunda hayatımızı programlarsak o zaman fıtratımıza konulan insanlık programına en uygun bir yaşam tarzını seçmiş oluruz. Böylece insan kendisini tamamlar ve kamil bir insan durumuna gelebilir. Bu sebeple her zaman ölçümüz Allah'ın rızası olmalıdır. Ölçüyü toplumun değer yargılarına göre ayarlamaya kalkışır toplumun beğeni ve takdirini baz alırsak o zaman fıtratımızın kanunlarından sapmaya kendimizden, kamil insan olmaktan uzaklaşmaya başlarız. Allah'ın rızasını ölçü alan insanlarla birlikte olmak bizi toplumun yanlış yönlendirmelerinden de koruyacaktır. Allah'ın rızasını gaye edinen insanlarla birlikte cemaat ruhuyla hareket etmek toplumun kınama ve dışlamalarına karşı manevi bir kuvvet oluşturacaktır. 8 Cezadan korktuğu için mahkemeye gitmeyen sorumlu olur mu? Kişi, şeriatın hükmünü inkâr etmediği sürece kâfir olmaz. Cezadan korktuğu için şeriat mahkemesine gitmekten kaçan kimsenin durumu da böyledir. İslam’da esas olan -insan haklarıyla ilgili olmayan- suçun gizli kalmasıdır. Ancak, katil ve hırsızlık gibi kul hakkıyla ilgili suçların affedilmesi, prensip olarak maktulün varisleri ve mal sahipleri gibi ilgililerin affına bağlı olduğu için bunu o kanaldan çözmek gerekir. Şayet böyle bir suç mahkemelik olmuşsa, mahkemeyi bir fırsat bilerek bu suçtan bir şekilde kurtulma yollarını bulmaya, buradaki cezayla da bir nebze uhrevi cezayı hafifletmeye gayret etmek bozulmamış vicdanların yapacağı iştir. Bununla beraber, suçun şekli ne olursa olsun, bir kimsenin sadece cezadan korktuğu için şeriat mahkemesinden kaçması küfrü gerektirmez. Bu kaçış bir açıdan günah da olsa küfür değildir. Bir şeyi kabul etmemek ve onu reddetmek ayrıdır, inkâr etmek ayrı şeydir. Şunu da hatırlatmak gerekir ki, alimlerin çoğunluğuna göre, dünyada -Allah adına- verilen cezalar, ahiretteki günahlara kefaret olur. Özellikle kişilerin cezalarını isteyerek çekmeleri makbul bir tövbe hükmündedir. Nitekim Müslim’in Sahihinde rivayet ettiğine göre, zina suçunu itiraf edip kendisinin temizlenmesini isteyen Hz. Maiz recm edildikten sonra, Hz. Peygamber (asm) arkadaşlarına “Maiz’in bağışlanması için dua edin.” buyurdu. Onlar da “Allah Maiz’i bağışlasın” diye dua ettiler. Sonra Hz. Peygamber (asm): “Yeminle söylüyorum ki, O öyle bir tövbe etti ki, onun tövbesi bir ümmet / büyük bir topluluk arasında taksim edilseydi hepsine yetiyor olacaktı.” buyurdu. (bk. Müslim, Hudud, 22). Buna göre, günahının şer’i hükmünü çekenler, ahiretteki cezadan kurtulur. Bu dünyada kim bir günah işler ve Allah'ın verdiği cezayı gönül rızasıyla çekerse, elbetteki Allah Teala o kuluna ahirette tekrar azap etmeyecektir. Büyük günahlardan birini işleyip de, onun cezasını dünyadayken çekmeyenlerin durumu ise Allah’a kalmıştır. Allah o kulun tövbesine, pişmanlığına ve hayat tarzına göre isterse affeder, isterse de cezalandırır. 9 Ahlak polisi uygulamasının dinde yeri var mıdır? Laik devletin yaptıklarını islami kurallar çerçevesine sokmak doğru değildir. Ben dinimize göre nedir sorusuna cevap vereyim: Meşru şartlara uygun bulunan bir evin içinde olup bitenler mahremiyete girer. Terör, kanun kaçağı vb. bir durum hakkında kesin bilgiler varsa haneye zorla girilebilir. Evli olmayan bir çiftin başbaşa kaldıkları ev meşru bir ev değildir, bu eve girilir ve çiftler ayırılır. İlave bilgi için tıklayınız: Hisbe Teşkilatı.. Farz namazlardan sonra Hz. Peygamber'e salavat getirmekle ilgili hadis var mıdır? Fudale b. Abdullah'tan rivayetle Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur: "Biriniz namazı tamamladıktan sonra Allahu Tealaya hamd ve sena da bulunsun, sonra Hz. Peygamber (asm)'a salavat getirsin ve sonra dilediği gibi dua etsin" (Nevevi- el-Ezkar, 69) 10 Peygamberlikten önceki harikalar, Peygamberimizin peygamber olacağını tahmin ettiği anlamına gelir mi? Evet Kur’a’ın ifadesi açıktır: “Sen bu kitabın senin kalbine indirileceğini hiç ümid etmiş değildin. O, ancak Rabbinden bir rahmet eseri olarak gönderildi. O halde sakın kâfirlere arka çıkma!” (Kasas, 28/86) Kur’an’ın bu açık ifadesi ortada dururken başka yorumlara itibar edilmez veya uygun bir tevil cihetine gidilir. - Önce şunu belirtelim ki, İrhasat denilen harika olayların, Hz. Peygamberin nübüvvetine delil olarak kullanılması, ancak Hz. Peygamber, peygamber olduktan sonraya rastlar. - Satıh, Şıkk gibi kâhinlerin beşaretleri de, ancak Hz. Peygamberin peygamber olmasından sonra ona tatbik edilmiş ve sözlerinin manası anlaşılmıştır. Çünkü, onlar en açık ifadelerinde bile sadece “Mekke’de bir kimse peygamber olur, vakti-saati yakındır” diyorlardı. - Hatiflerden işitilen ilgili sesler, ancak konuyla ilgisi olan kimseler müslüman olduktan sonra bunları seslendirmişlerdir. - Bahira gibi bir rahibin verdiği haberin ifade tarzını bilemiyoruz. Bu da ne şekilde olursa olsun, o bilginin 12 yaşında bir çocuk olan Hz. Peygambere verildiğine dair kaynaklarda bir ifade söz konusu değildir. Özellikle müşrik bir kavim olan Mekkelilerin buna daha önce ne kadar değer verdikleri de meçhuldür. - Bütün bunlar ve benzeri olaylar, ancak Hz. Peygamberin nübüvvetinden sonra, tam, net ve kesin bir şekilde ortaya çıkmış ve konuşulmaya başlamıştır. Daha önce az da olsa başka şekilde düşünülebilecek bir ihtimalden uzak olmamıştır. - Şayet o irhaslar sanıldığı gibi çok açık olsaydı, insanlar ister istemez iman etmek durumunda kalırlardı. Çünkü, akla kapı açmak, özgür iradesini elinden almamak, adaletli bir imtihanın gereğidir. Bu sebeple ilgili ayetin ifadesine ters düşen hiç bir bilgiye ihtimal vermemek gerekir. 11 Allah, Ayın Bölünmesi mucizesinde neden inanmayan müşrikleri yok etmedi? İlgili ayetin meali şöyledir: “Kâfirlerin keyfî olarak istedikleri mucizeleri göndermeyişimizin tek sebebi, daha önceki kâfirlerin bu gibi mucizeleri yalanlamış olmalarıdır. Nitekim Semud halkına açık bir mucize olarak o dişi deveyi verdik de onu öldürdüler ve bu yüzden kendilerine zulmettiler. Biz o ayetleri sadece korkutmak için göndeririz.” (İsra, 17/59) Ayın yarılması mucizesiyle ilgili ayet gibi bu ayet de Mekke’de inmiştir. Ancak, kaynaklardan bu ayetin nüzul sebebi, Ay’ın yarılması olayı değildir. Görebildiğimiz bütün kaynaklarda, bu ayetin nüzul sebebi, müşriklerin Hz. Peygamberden daha önceki peygamberlerin gösterdiği türden bir mucize olarak, örneğin Safa tepesinin altından bir külçeye çevirmesini, dağları giderip yerine ziraat ekmeye uygun verimli tarlalara döndürmesini istemişlerdir. Ancak, iman etmemeleri durumunda bunların da daha önceki ümmetler gibi helak edileceğini öğrenen Hz. Peygamber, bunu istememiştir. Çünkü o, müşriklerin bir kısmının mümin olacaklarını ve onların nesillerinden iman edecek olanların geleceğini -Allah’ın izniyledüşünmüş ve onların hatırı için bunların helak olmalarını istememiştir. Bundan daha önemlisi, Allah bu müşriklerin bir kısmının imana geleceklerini ve o müşriklerin soyundan gelen bir çok insanın mümin olacağını bildiği için, onları toptan yok edecek bir sünnetullaha maruz kalmalarına fırsat vermemiştir. (bk. Taberi, Razî, Beydavî, Nesefî, Kurtubî, İbn Kesir, Şevkânî, el-Merağî, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri) 1) Nüzul sebebi itibariyle, bu ayetin sadece o anda önerilen mucizeyle ilgili olması mümkündür. “Nüzul sebebinin hususi olması hükmün umumi olmasına mani değildir” şeklinde bir kural olsa da, bu ayetle ilgili bir istisnanın olması mümkündür. 2) Bu ayetin içinde yer aldığı İsra suresi, yaklaşık nübüvvetin/peygamberliğin 12. yılında inmiştir. Nitekim, bu ayetin ardından gelen “Unutma ki vaktiyle sana: ‘Rabbin insanları ilim ve kudretiyle kuşatmıştır’ demiştik. Gerek (miraçta) sana gösterdiğimiz temaşayı, gerek Kur’ân’da lânetlenen ve cehennemin dibinde biten o zakkum ağacını, sırf insanları deneme vesilesi kıldık. Biz onları tehdit ediyoruz da bu, onların azgınlığını artırmaktan başka bir işe yaramıyor.” (İsra, 17/60) mealindeki ayette -alimlerin büyük çoğunluğuna göreMiraçtan söz edilmektedir. (bk. a.g.e, a.y.) Bu da bu ve önceki ayetin Miraçtan sonra indiğini göstermektedir. Buna göre, Ay’ın Yarılması olayı İsra suresindeki ayetten 2-3 yıl önce meydana gelmiştir. (bk. İbn Aşur, Kamer, 1. ayetinin tefsiri) Buna göre, Ay’ın yarılması mucizesi, “mucizeye iman etmeyenlerin helak olacağına” dair hükmün gelmesinden önce gerçekleşmiş olduğundan bu hükmün dışında kalmıştır. 3) Ay’ın yarılması mucizesine inanmayanların Bedir savaşında öldürülen 70 müşrik grubu içinde olmaları da düşünülebilir. Şayet ille de bir helak olacaksa, onların Bedir’de helak olduğunu söylemekte bir sakınca yoktur. 4) Daha önce mucizeye inanmadıkları için helak olan kavimler genellikle toptan iman etmeyen kimselerdi ve ceza geldiği zaman da hepsini helak ediverdi. Halbuki, Ay’ın yarılması mucizesi hicretten beş yıl önce olduysa, nübüvvetin 9. yılında olmuş demektir. O güne kadar yüzlerce insan iman etmiştir. 12 Bu sebeple, eski kavimlerde olduğu gibi, Mekke müşriklerinin hepsinin toptan helak olması diye bir şey söz konusu olmaz. Ancak Kur’an’da müşriklerin helak olmamaları için ortaya koyduğu iki sebep vardır. Bunlardan biri: Hz. Muhammed’in aralarında olduğu süre. İkincisi: Onların tövbe istiğfar ettikleri süre.. Bu iki sebepten biri veya her ikisi devam ettiği sürece bu “toptan helak” olmayacağına dair ilahî bir söz vardır. Bu da Mekke müşriklerine hususi bir statü tanımak anlamına gelir. Bu konuda onlar önce büyük bir küstahlıkta bulunmuş ve “Ya Rabbî, eğer bu Kur’ân senin tarafından gelmiş hak bir kitap ise, hemen üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize acı bir azap ver!” demişlerdi.” (Enfal, 8/32) Bunun üzerine Allah, (Son peygamber Hz. Muhammed’in ve ümmetlerin sonuncusu olan İslam ümmetinin gelecek mümin nesillerinin yüzü suyu hürmetine) bunları helak etmeyeceğini bildirmiş ve “Sen onların aralarında bulunduğun müddetçe Allah onları azaba uğratmaz; eğer onlar istiğfar ederlerse Allah bu takdirde de onlara azab etmez.” (Enfal, 8/33) buyurmuştur. Bazı alimlere göre, “Hz. Peygamber onların aralarında bulunduğu sürece Mekke müşriklerini cezalandırmamıştır. O hicret edip çıktıktan sonra ve istiğfar eden müminler de orayı terk ettikten sonra hemen Bedir’de onların cezalarını vermiştir. (Taberi, ilgili ayetin tefsiri) 13