1 İçindekiler Kehf suresinde geçen güneşin battığı ve doğduğu yer neresidir? ..............................................3 Başka tanrının olup olmadığı nerden belli? ................................................................................5 Kâfirin duasının hemen kabul olmasını, müminin ise gecikmesinin hikmeti nedir? ...............6 Bizi değiştiren etrafımızdaki algı sistemi midir? Her şey zihnimizdeki olayların bir yansıması mıdır? ............................................................................................................................................7 Üç şeyi geciktirme hadisi sahih midir? ......................................................................................10 Birisiyle ortak iş yapacaksak sermayesinin haram olup olmadığını araştırmalı mıyız? .........10 Vekil haccı ifsad ederse, daha sonra hac sahibine söylemeden tekrar vekil olarak hacca gidebilir mi? ................................................................................................................................10 Müminin kalbine atılan ölümü sevmemek "vehen" duygusu nasıl anlaşılmalıdır? ...............11 Cennette kaç dilber verilecek? ...................................................................................................12 Kuran'da bilimsel mucizeler varsa neden Hz. Muhammed veya İslam alimleri insanlara bunu açıklamadılar? ..................................................................................................................13 2 Kehf suresinde geçen güneşin battığı ve doğduğu yer neresidir? İlgili ayetin meali şöyledir: “Nihayet (Zülkarneyn) Batıya ulaştığında, güneşi adeta kara bir balçıkta batar vaziyette buldu.Orada yerli bir halk bulunuyordu. Biz: “Zülkarneyn!” dedik, “ister onlara azab edersin, ister güzel davranırsın”(Kehf, 18/86). - Kur’an’ın muhatapları insandır ve insanların büyük çoğunluğunu teşkil eden halk kesimidir. Muhatabın akılları ve görgülerinin seviyesine göre hitap etmek belagatin gereğidir. İnsanların güneşin doğup batmasından anladığı şudur: “Güneş doğudan doğuyor, batıda batıyor”. - Kur’an’ın burada öğretmek istediği hususlardan biri, Zülkarneyn adındaki cihangir hükümdarın önce batıya doğru yolculuk yaptığı ve bunun son noktası, insan aklının göz penceresinden idrak edip kavradığı kadarıyla güneşin battığı yer olduğudur. İkinci yolculuğu ise doğuya olmuştur: “Zülkarneyn bu sefer yine bir yol tuttu. Güneşin doğduğu yere varınca onun, kendilerini sıcaktan koruyacak bir siper nasib etmediğimiz bir halk üzerine doğduğunu gördü” (Kehf, 18/89-90) mealindeki ayetlerde bu hususa işaret edilmiştir. Bu ayetlerde “güneşin doğduğu-battığı yerler” gerçek bir doğuş batış mekânı değil, Zülkarneyn’in gözüne göre ve insan olarak akıl erdirdiğine göredir. - Bediüzzaman hazretlerinin “güneşi adeta kara bir balçıkta batar vaziyette buldu” mealindeki ayeti açıklaması şöyledir: “Yani Güneş'in, hararetli ve çamurlu bir çeşme gibi görünen Bahr-i Muhit-i Garbî'nin (Batı Okyanosu) sahilinde veya volkanlı, alevli, dumanlı dağın gözünde gurub ettiğini Zülkarneyn görmüş. Yani: Zahir nazarda Bahr-i Muhit-i Garbî'nin sevahilinde (Batı büyük okyanus/Pasifik okyanusu sahillerinde), yazın şiddet-i hararetiyle etrafındaki bataklık hararetlenmiş, tebahhur ettiği bir zamanda o buhar arkasında büyük bir çeşme havzası suretinde uzaktan Zülkarneyn'e görünen Bahr-i Muhit'in bir kısmında Güneş'in zahirî gurubunu görmüş (Pasifik Okyanusu yazın şiddetli hararetten ötürü buharlaşması öyle çoğalırı ki, çamurlu bir su kaynağı şeklini alır. Zülkarneyn bu manzarayı görmüştür). Veya volkanlı, taş ve toprak ve maden sularını karıştırarak fışkıran bir dağın başında yeni açılmış ateşli gözünde, semavatın gözü olan Güneş'in gizlendiğini görmüş.” (Lem'alar, 107 ) “Evet Kur'an-ı Hakîm'in mu'cizane belâgat-ı ifadesi bu cümle ile çok mesaili ders veriyor. Evvelâ: Zülkarneyn'in mağrib tarafına seyahatı, şiddet-i hararet zamanında ve bataklık tarafına ve Güneş'in gurub âvânına ve volkanlı bir dağın fışkırması vaktine tesadüf ettiğini beyan etmekle, Afrika'nın tamam istilâsı gibi çok ibretli meselelere işaret eder. Malûmdur ki: Görünen hareket-i Şems, zahirîdir ve Küre-i Arz'ın mahfî hareketine delildir; onu haber veriyor. Hakikat-ı gurub murad değildir. Hem çeşme, teşbihtir. Uzaktan büyük bir deniz, küçük bir havuz gibi görünür.” (Lem'alar,107) Bediüzzaman’a göre, Kur’an’da bir yandan bir insan olarak bakan Zülkarneyn’in bakış açısına göre bir tasvir yapılırken, diğer yandan Kur’an’ın semavi bakışı seslendirilmiştir. Yani, yukarıdan/Kur’an canibinden bakıldığı zaman koca Atlas okyanusu çamurlu bir çeşme gibi görülür. Kendi ifadesiyle: 3 “Elhasıl: Bahr-i Muhit-i Garbî'ye çamurlu bir çeşme tabiri, Zülkarneyn'e nisbeten uzaklık noktasında o büyük denizi bir çeşme gibi görmüş. Kur'anın nazarı ise her şeye yakın olduğu cihetle, Zülkarneyn'in galat-ı his nevindeki nazarına göre bakamaz, belki Kur'an semavata bakarak geldiğinden Küre-i Arz'ı kâh bir meydan, kâh bir saray, bazan bir beşik, bazan bir sahife gibi gördüğünden; sisli, buharlı koca Bahr-i Muhit-i Atlas-ı Garbî'yi bir çeşme tabir etmesi, azamet-i ulviyetini gösteriyor.” (Lem'alar,108) - Özetle: “Güneşin doğuda doğup, batıda batması” manasına gelen Kur’an’ın ifadeleri, insanların hissine, görgüsüne, düşüncesine karşı bir mümaşattır/akıllarına göre bir tenezzüldür. Bu sebeple, bunlar “nefsül-emir”deki bir hakikatin değil, insanların zihnini okşamaya yönelik bir mecazın ifadeleridir. 4 Başka tanrının olup olmadığı nerden belli? - Bu gibi adamları ikna etmek kolay değildir. Bunların işi gücü şüphe üretmek, şüphe üzerine konuşmak.. Bunlar “Ne bilelim, ne malum…” deyip agnostik bir cehaletin karanlığına gömülürler. - Mesela: “Nereden belli başka tanrı olup olmadığı?” diyorlar. Bu bir vesvesedir. Başka bir tanrının olduğunu gösteren en ufak bir emare yoktur. Kur’an’ın ifadesiyle “Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilahlar olsaydı, kâinatın nizamı çoktan bozulmuş olacaktı” (Enbiya, 21/22) mealindeki ayette belirtildiği üzere, evrendeki sonsuz bir ilim, kudret ve hikmetten örülmüş mevcut nizam ve intizamın varlığı, başka ellerin buna karışıp karıştırmasına imkân vermez. - Eğer dedikleri “Zeus, Thor, Apollo ve Baal” ve benzeri tanrıların ilahlık vasıfları varsa bunu ortaya koysunlar. İslam’ın kabul ettiği ve Allah’ın Kur’an’da bize bildirdiği Allah, her şeyden önce şu sübuti sıfatlara sahiptir: Hayat, kudret, ilim ve irade sahibidir; konuşur, işitir ve görür. Bu sıfatlara sahip olmayan kâinatı yaratıp yönetemez. Adını verdikleri yalancı tanrıların hiç biri bu sıfatlardan hiç birine sahip değildir. Bunlar, daha çok Roma ve antik Yunan putperestliğinde pagan kültürünün uydurduğu şeylerdir. Bunlar, yıldızdır, güneştir, aydır, denizdir, taştır, tahtadır. - Akl-ı selim şunu emreder: Allah’ın nasıl bir varlık olduğunu biz aklımızla bilemeyiz. Öyleyse semavi kitaplara bakmak gerekir. Özellikle Kur’an’a bakmalıyız. Eğer Kur’an’ın insan üstü bir konuma sahip olduğu, mucize olduğu ispat edilirse, bu takdirde onun Allah’ın sözü olduğu kabul edilir. Bu durumda Kur’an Allah’ı nasıl tanıtıyorsa, onu öyle kabul etmek gerekir. Çünkü Allah doğru söyler. Kur’an’ın mucize olduğu, insan sözü olmadığını gösteren onlarca delil vardır. Bu bilgiler Sitemizde de vardır. - Şimdi bakıyoruz ki, Allah “bütün kâinatı ben tek başıma yarattım” diyor. Eğer gerçekten başka ilahlar olsaydı onlar da ortaya çıkar: “Bu işi biz yaptık veya beraber yaptık” demeleri gerekmez miydi? - Allah kitapları, özellikle Kur’an gibi kırk yönden mucize olduğu bilinen Kur’an’ı göndermiştir. Eğer başka ilahlar olsaydı, onların da kullarına kitaplar göndermeleri gerekmez miydi? - Allah peygamberler gönderdi. Bütün bu peygamberlerin hepsi Allah’ın bir tek olduğunu ortağının bulunmadığını ilan etmişler. Eğer gerçekten başka ilahlar olsaydı, onların da kendilerini takdim eden elçiler göndermeleri gerekmez miydi? - Bu konuda samimi olup da gerçeği öğrenmek isteyen, yani Allah’tan başka ilahın olmadığını yakinen öğrenmek isteyen kimseye, Bediüzzaman hazretlerinin Risale-i Nur eserlerini, özellikle de 23. Lem’a’yı/Tabiat Risalesini tavsiye ederiz. Sesli ve görüntülü deliller için tıklayınız: Allah'ın varlığının ve birliğinin delilleri 5 Kâfirin duasının hemen kabul olmasını, müminin ise gecikmesinin hikmeti nedir? - Ebu Umame’den yapılan rivayete göre Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Muhakkak ki Allah meleklerine: “Gidin filanca kulumun üzerine belaları sel gibi dökün!” buyurur(onlar gidip emri yerine getirirler). Adam ise buna karşılık Allah’a hamdeder. Melekler dönerler ve: “Ey Rabbimiz! Biz gidip -emrettiğin şekilde- o adamın üstüne sel gibi belalar döktük” derler. Allah onlara: “Geri dönün ben onun sesini duymak isterim” buyurur”. Heysemi, Taberani’in(el-Kebir) rivayet ettiği bu hadisin senedinde zayıf bir ravi olduğunu belirtmiştir(bk. Mecmau’z-Zevaid,h. no:3730). - Önce şunu söylemeliyiz ki, bu hadis rivayetlerinin kaynağı olan Ramuz ve İbn Neccar, pek çok zayıf ve mevzu hadisleri barındırmaktadır. - Bununla beraber burada şunu söylemekte fayda vardır. Bu ve benzeri rivayetlerde anlatılanlar sürekli birer kural ve her zaman geçerli birer kaide değildir. Aksi takdirde müminlerin duasının makbul olmaması ve kâfirlerin veya fasıkların dualarının makbul olmasına hükmetmek gerekir ki bunun yanlışlığı açıktır. - Bu gibi rivayetlerden anlaşılması gereken şu olmalıdır: Müminlerin başına bir musibet geldiği zaman bunun kalkması için yaptığı duaların hemen kabul olmaması, o kişiye değer verilmediği manasına gelmez. Bilakis, Allah mümin kullarının yalvarıp yakarmalarından hoşlandığı için, onları dua etmeye zorlayan musibetleri bir süreliğine devam ettirebilir. “De ki: “Duanız olmazsa Rabbim size ne diye değer versin ki!” (Furkan, 25/77) mealindeki ayette duanın Allah katındaki değerine işaret edilmiştir. - Demek ki bazı zamanlarda kâfirin yalvarması bir fayda verir de, müminin yalvarması bir fayda vermezse şunu düşünmek gerekir: Allah mümin kulunun günahlarına kefaret, manevi kemalatına derece yükselmesi olması yanında, hadiste belirtildiği üzere “ibadetin beyni hükmünde ollan dua”yı kesmemesi ve bu şekilde samimi kulluk yapması için çok sevdiği mümin kulunun yalvarmasının devam etmesi adına musibetini biraz uzatabilir. Kâfir için kulluk diye bir şey söz konusu olmadığı ve Allah da onun inlemesini duymak istemediği için onun başındaki belayı kısa zamanda kaldırabilir. - Tekrar edelim ki, bu söylenenler genel bir kural değildir. Çünkü en azılı kâfirler uzun süreyle sıkıntıya maruz kaldıkları gibi, en takva sahibi müminlerin de kısa zamanda dualarının kabul edilip sıkıntılarının giderildiğine dair binlerce vakıa vardır. “Sizden biriniz: ‘Dua ettim, hâlâ duam kabul olmadı’ diye acele etmediği sürece duası kabul olunur” (Müslim, Zikr, 90, 91) manasındaki hadisten da anlaşıldığı üzere, Allah kullarının duasını geciktirebilir, ama netice itibariyle ya dünyası ya ahireti için kabul eder. Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle; “..Dua, istediğimiz tarzda kabul olmazsa makbul olmadı denilmez. Hâlık-ı Hakîm daha iyi biliyor, menfaatimize hayırlı ne ise onu verir. Bazen dünyaya ait dualarımızı, menfaatimiz için âhiretimize çevirir, öyle kabul eder”(Lem'alar, 215). 6 Bizi değiştiren etrafımızdaki algı sistemi midir? Her şey zihnimizdeki olayların bir yansıması mıdır? - “Her doğan çocuk fıtrat dini olan İslam’ı kabul edebilecek bir kabiliyette doğar. Sonra annesi, babası, çevresi, onu Yahudî, Hıristiyan, Mecusî yaparlar”(Buhârî, cenâiz 92; Ebû Dâvut, sünne 17; Tirmizî, kader 5) manasına gelen hadisin ifadesine göre, insanın düşüncesi üzerinde çevre faktörünün etkisi vardır. Bu gerçek, aklın yanıltılabileceği ve yanılabileceğini göstermektedir. Aklını yanıltılabilecek bir atmosfere sokan kimsenin sorumlu olmaması düşünülemez. Gece-gündüz dinsizce yazılmış eserleri okuyan, hep kumarhane, meyhane çevresinde dolaşan kimsenin bu yanlış düşüncelere kapılmasından doğan sorumluluk elbette kendisine aittir. Evet, her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar; fakat, anne-baba, arkadaş, muhit, toplum ve okul gibi dış tesirlere açıktır. Ancak bunları lehinde veya aleyhinde değerlendirecek olan ise kişinin özgür iradesidir. Ayrıca fıtrattaki bu doğru kodlar -imtihanın adil yapılması için- zorunlu bir istikameti göstermez. Bilakis, insanın özgür iradesine bağlı olarak değişik formatlara sokulabilir. Nasıl ki, dupduru, saf ve berrak bir pınar suyu, esas kaynağı ve mahiyeti itibariyle tertemiz olup, en faydalı ve şifalı bir hâl almaya müsait olduğu; ya da üzerine toz toprak saçmak suretiyle bulandırılıp başka bir mahiyete sokulabildiği gibi, yeni doğan bir çocuk da fıtrat ve kâinat kanunlarına göre hakikatleri kabul etmeye, bulanıklığı ve dalaleti ise reddetmeye uygun ve müsait bir haldedir. Bu sebeple, 5-15 yaş grubu çocuklara ne anlatırsanız, onlar hemen onu hafızalarına kaydedip, kalp dünyalarına iman ve İslâm adına yerleştirirler. Söz gelişi, “Bir köy muhtarsız, bir iğne ustasız olmaz; öyleyse, şu kâinat da sahipsiz olmaz; onun sahibi Allah'tır.” dediğinizde, karşınızdaki alıcı o kadar lekesiz ve bu tür mesajların öylesine frekansındadır ki, hiç parazit yapmadan söylediklerinizi kaydediverir. - Görüldüğü gibi, sorudaki düşüncelerin hadiste belirtilen konuyla alakası yoktur. Hadiste insanın çevre, eğitim ve kazanılan belli alışkanlıklarının olabileceğini söylüyor. Soruda ise, insanın iradesini devre dışı bırakan, aklını diskalifiye eden, vicdanını “Kaf” dağına sepetleyen, insan algısına ambargo koyan bir algı operasyonu söz konusudur. Bu düşünceye göre insan, özgür iradesi olmayan, tesadüf rüzgârlarının istediği tarafa savurduğu bir kukladır. - Bu yazılanların hepsi birer palavradır. İlmi, mantıki hiç bir tarafı yoktur. Gerçeklere tamamen aykırı hezeyanlardır. Bu söylenenlerin doğru olmadığını gösteren delilleri şöyle sıralayabiliriz: a) Eğer dedikleri gibi insanın algı mekanizması dış dünyanın o andaki mevcut etkisiyle meydana gelseydi; aynı şartlarda yaşayan insanların hepsinin aynı algıya sahip olmaları gerekirdi. Bu düşünce realitelere terstir. b) Aynı evde yaşayan aile fertlerinden birinin dinsiz, birinin dindar olması söz konusu düşüncenin safsata olduğunun delilidir. c) Yüz binlerce insan var ki, ömrünün bir bölümünü -söz gelişi- Türkiye’de, diğer bölümünü Amerika’da geçiriyor ve din konusunda kendisinde hiç bir değişiklik olmuyor. Bu gün Amerika’da, Fransa’da, Almanya’da yüz binlerce müslüman Türk, Arap vardır. Bunlar daha önce dindar oldukları gibi oralarda da dindarlığını devam ettiriyorlar. 7 Keza, daha önce dindar olmayan onlarca kişi oralarda da bu hallerini devam ettiriyorlar. Demek ki, bu dış dünyanın algıyı değiştirdiği iddiası dinsizler tarafından üretilen materyalistçe bir hezeyandır. d) Hiç bir algılama sistemi, kişinin ilim ve akıl ile sağlamca benimsediği bir düşünceyi otomatikman devre dışı bırakamaz. Böyle bir düşüncenin hiç bir bilimsel tarafı yoktur. e) Bu düşünce, tamamen “ateizm”/tanrıtanımazlık veya “deizm”/peygamber tanımazlıktan kaynaklanan bir “agnostik”/bilinmezlik felsefesi safsatasıdır. f) Allah Kur’an’ın pek çok ayetinde kendini “âdil” bir ilah olarak tanıtmaktadır. Bu adaletinin bir tezahürü olarak da insanları peşin suçlu veya suçsuz ilan etmemiş, onlara kitaplar ve peygamberler göndermiştir. Ve özellikle kıyamete kadar hükmü devam eden Kur’an’ın üzerine mucizelik mührünü vurmuştur. Kırk yönden mucize olduğu ispat edilen bu Kur’an’da insanların aklına hitap edilmiştir. Aklı olmayanlar muhatap kabul edilmemiştir. Nitekim delilerin hiçbir sorumluluğu yoktur. İşe karar veren akıldır, fakat o işi yürürlüğe koyan ise özgür iradedir. İnsanın herhangi bir iş seçiminde bu özgür iradesini ortadan kaldıran bir olayın varlığı o kişiyi sorumluluktan kurtaran bir faktördür. Bu sebepledir ki, İslam hukukunda “Mükreh”(iradesi dışında zorla kendisine kötü bir iş yaptırılan kimse) sorumlu olmaz. Örneğin ölüm tehdidi altında içki içse günahkâr olmaz. - İmtihanın adil yapılması için, hem imtihanın kazanmasına, hem de kaybetmesine yardımcı olacak unsurların bulunması gerekir. Bu açıdan bakıldığı zaman, Allah imtihana tabi tuttuğu insanlara -imtihanı kazanmaları yönünde- merhametini, yardımını esirgememiş, onlara akıl, fikir, vahiy gibi çok kuvvetli unsurlarla destek sağlamıştır. - Eğer bu safsata iddia doğru olsaydı, bu takdirde insan özgür iradesi elinden alınmış bir kukla olurdu. Böyle bir kuklayı muhatap almak ve onu sorumlu tutmak âdil değildir. O zaman Allah’ın ortaya koyduğu ve âdil olduğunu belirttiği din imtihanı haksız, yersiz ve zalim bir imtihan olurdu. Bütün kâinatın, 104 semavi kitabın, 124 bin peygamberin milyarlarca dindar kimsenin adaletine şahitlik ettiği Allah’ın -haşa- adil olmadığını söylemek için bütün bu şahitleri tekzip etmek gerekir. Bu ise akli bir hezeyanın ötesinde dinsizce bir saçmalıktır. g) Yukarıdaki maddeyi biraz daha açarsak; İslam’da -ayet ve hadislerin verdiği bilgiye göreAllah’a karşı sorumlu olmak için üç temel husus vardır: Bunlar akıl, büluğ/erginlik ve tebliğin duyulması. Buna göre; - Aklı olmayan/deli bir kimse, ister mümin bir ailede, ister kâfir bir çevrede yaşasın, asla sorumlu değildir. - Yine, büluğ/erginlik çağına gelmemiş bir çocuk ister müslüman bir ailenin, ister kâfir bir ailenin çocuğu olsun hiç bir eyleminden dolayı sorumlu tutulmaz. - Keza, Allah’ın gönderdiği vahyi ve peygamberin tebliğini duymamış hiç bir kimse yaptıklarından sorumlu değildir. 8 “Bir elçi/peygamber göndermeden kimseye azap edecek değiliz” (İsra, 17/15) mealindeki ayette bu husus açıkça vurgulanmıştır. Meşhur alimlerden Katade söz konusu ayeti yorumlarken şunları söylemiştir: Allah, daha önce –elçiler vasıtasıyla- Allah’tan bir haber almadan, O’ndan uyarıcı veya müjdeleyici mahiyette bir açıklama gelmeden hiç kimseye azap etmez. Çünkü O, ancak suçları sebebiyle insanları cezalandırır. Bir peygamber gelmeden bir emir ve yasak söz konusu değil ki, ona muhalefet etmekten bir suç söz konusu olsun. (bk. Taberî, 17/15. ayetin tefsiri) h) Allah mülkün yegâne sahibi olarak hiç kimseye verecek bir hesabı yoktur. Çünkü mülkün sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf hakkına sahiptir. Bununla beraber, “Kim doğru yolu seçerse, kendisi için seçmiş olur; kim de doğru yoldan saparsa, kendi aleyhine sapmış olur. Hiçbir kimse başkasının günah yükünü taşımaz. Biz peygamber göndermediğimiz hiçbir halkı cezalandırmayız.” (İsra, 17/15) mealindeki ayette ifade edildiği üzere, Allah sonsuz merhamet ve ihsanıyla, Hak isminin gereği olarak, insanlar için ezelî yasayla lütfetmiş olduğu hak ve hukukun özellikle altını çizmiş ve açıkça buna vurgu yapmıştır. “İşte bu, sizin ellerinizle işlediğiniz günahların karşılığıdır. Çünkü Allah kullarına haksızlık edecek değildir” (Ali İmran, 3/182) mealindeki ayet ve benzerlerindeki “Allah tarafından kullarına haksızlık ve zulmün yapılmayacağı”na dair ifadelerde Allah’ın kendi iradesiyle kullarına lütfettiği hak-hukukun varlığına ve onun da bizzat bu hak-hukuku gözettiğine işaret edilmektedir. 9 Üç şeyi geciktirme hadisi sahih midir? - Rivayete göre, peygamberimiz Hz. Ali’ye hitaben: “Ali! Şu üç şeyi geciktirme! Vakti gelen namazı; hazır olan cenazeyi; dengini bulduğunda bekâr kızı evlendirmeyi..” (Tirmizi, Salat,127, Cenaiz, 73; Hâkim,2/176 ) - Tirmizi, Cenaiz’deki hadis rivayetini değerlendirmiş ve “bu hadis gariptir; senedinin muttasıl olduğunu düşünmüyorum” diyerek rivayetin zayıf olduğuna işaret etmiştir. - Hâkim, bu hadisin sahih olduğunu belirtmiş, Zehebi de ona muvafakat etmiştir(Hâkim/Zehebi, a.y). Birisiyle ortak iş yapacaksak sermayesinin haram olup olmadığını araştırmalı mıyız? Sermayenin haram olduğunu bilirseniz sahibi ile ortak olamazsınız. Haram olduğunu bilmiyorsanız araştırmakla yükümlü olmazsınız. Vekil haccı ifsad ederse, daha sonra hac sahibine söylemeden tekrar vekil olarak hacca gidebilir mi? Hanefi Mezhebine göre bedel olarak gönderilen kişi, haccı ifsad eden bir davranışta bulunursa kendi namına haccı kaza etmesi, kendisine masraf olarak verilen parayı vekil tayin edene iade etmesi gerekir. Bununla beraber bu fasid hac noksan bırakılmayıp tamamlanır ve bu ifsad eden davranıştan dolayı bir dem (koyun veya keçi) kurban edilmesi gerekir. Arafat Vakfesinden önce ihramlı iken cinsel ilişkide bulunarak haccı ifsad eden kimsenin haccı fevat olduğundan fevat hükümlerine tabidir. Fevat hükümlerine göre vekil olarak hacca gönderilen kişi kendi kusuruyla haccı kaçırdığından dolayı sonraki senelerin birinde müvekkil namına haccederse bu da onun hakkında yeterli olur. (Aliyyü'l-Kari, İrşadu's-sari, s. 495; Bilmen, İlmihal, s. 375). Şafii mezhebine göre vekil haccı ifsad ederse kendi namına haccı kaza etmesi gerekir. Kaza ettiğinde de o hac kendi namına gerçekleşir. Vekaletle ilgili ise üç durum söz konusudur: Ya almış olduğu ücreti, kendisini vekil tayin edene iade etmelidir veya gelecek senelerde, onu vekil gönderenin adına haccetmesi gerekir yahut da başka birini naib tayin ederek, kendisini naib olarak göndermiş olanın namına haccettirir (Mehmet Keskin, Dört Mezhebe Göre İslam İlmihali, 923, 925). Bununla birlikte vekilin hac sahibine durumu bildirmemesi doğru değildir. Zira vekilin hac sahibi adına haccedemeden veya Şafii mezhebine göre haccettiremeden ölmesi söz konusu olabilir. Böyle bir durumda vekil vebal altında kalır. 10 Müminin kalbine atılan ölümü sevmemek "vehen" duygusu nasıl anlaşılmalıdır? a) Buhari’deki kudsi hadisin bir parçası olan “Ben yaptığım hiç bir şeyde, kulumun canını alırken gösterdiğim tereddüt kadar tereddüt göstermedim. Çünkü o ölümden hoşlanmaz; ben de onun hoşlanmadığı bir iş yapmayı sevmem” (Buhari, Rikak, 38) manasındaki ifadede, normal şartlarda genel olarak ölümün insanlar tarafından arzu edilmeyen bir husus olduğuna işaret edilmiştir. - Buradaki ölümden hoşlanmamak, Allah’ın emirlerine karşı gelmek gibi bir anlam ifade etmez. Bu insanın fıtratının gereği olarak ölmeyi istemediğine yapılan bir vurgudur. Maksat, Allah’ın mümin kullarına karşı gösterdiği sevgi ve merhametin boyutuna işaret etmektir. Aslında ölüm bir mümin için güzel şeydir. Dünyanın sıkıntısından kurtulup cennet gibi bir yurda yerleşmek anlamına gelir. - Allah’ın bir işte tereddüt etmesi düşünülemez. Bazı alimler, bu kelimeye değişik anlamlar yüklemiş ve değişik yorumlar yapmışlar. (bk. İbn Hacer, 11/345-346) Ancak bizim kanaatimize göre, bu ifade insanların duygularına hitap eden “tenezzülat” veya “mümaşat” denilen mecaza mütahammil bir irşat üslubudur. Buna göre bu ifadenin açıklaması şöyledir: “Bir insanın bir işi yapmakta gösterdiği tereddüt, onun o işi yapmaktan hoşlanmadığını gösterdiği gibi, ben de kulumun hoşlanmadığı ölümünü tahakkuk ettirirken, aslında onu üzmek de istemem. Ancak bu iş mukadderdir, olacaktır ve her nefis ölümü tadacaktır. Ecel geldi mi bir saat ne ileri ne de geri alınacaktır.” Özetlersek: Bu hadiste “efal-i mükellefin” denilen emir ve yasaklar karşısında insanların gösterdiği bir zafiyetten söz edilmiyor. İnsanların ölüme karşı yaratılıştan kendilerinde var olan bir duyguyu Allah’ın çok iyi bilindiğine, onların bu tedirgin edici duygularının farkında olduğuna, ancak bunun başka bir çaresinin olmadığına vurgu yapılmıştır. b) Ebu Davud’un hadisinin tamamı şöyledir: Hz. Sevban’ın bildirdiğine göre Resulullah(asm) şöyle buyurdu: “Yemek yiyenlerin yemek kabının başına üşüştükleri gibi insanların size karşı birleşip başınıza üşüşmeleri yakındır." Biri “O gün biz sayıca az olduğumuz için mi (bu duruma düşeriz)?” diye sorunca, “Hayır, bilakis o gün sayıca oldukça fazlasınız.. Fakat selin kenara attığı çar çöp gibi (değersiz)siniz. (öyle ki:) Allah düşmanlarınızın kalbinden sizin mehabetinizi çekip çıkarır ve sizin kalbinize de VEHN koyar” diye buyurdu. "Vehn nedir, ey Allah'ın Resulü?" diye sorduklarında, şöyle buyurdu: "Dünya sevgisi ve ölüm korkusu." (Ebu Davud, Melahim, 5) - Bu hadiste, insanların normal fıtri duygularının dışında, Allah’ın emir ve yasaklarını, müjde ve uyarılarını göz ardı etmenin bir sonucu olarak oluşan bir “ölüm korkusu”ndan söz edilmektedir. Nitekim, sahabe de ve daha sonra onların izini süren müminler de birer insan olarak elbette ölümden korkuyorlardı. Fakat bu korku onların elinden tutup Allah yolunda cihad etmekten alıkoyamıyordu. Şehitlik veya gazilik düşüncesinden gelen cesaret, ölüm korkusunu yenmeye yetiyordu. Demek burada vurgulanan husus, Allah’ın emirlerini yerine getirmeye engel olan ölüm korkusudur. Yerilen budur. Bu da dünyevileşmeye, dünyayı ahirete tercih etmeye dayanan yanlış bir duygu ve düşünceden kaynaklanıyor. Dünyaya fazla düşkünlük, şehitlik gibi bir mertebeyi bile gözden kaçırıyor. 11 Nitekim, Ahmed b. Hanbel ve Taberani (Evsat)’in -yine Hz. Sevban’dan-rivayet ettiği bir hadiste aynı konu işlenmiş ve orada “ölümden hoşlanmamak” yerine “kıtal/savaşmaktan hoşlanmamak” şeklinde ifade edilmiştir. (bk. Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, h. no:12244) Demek ki, burada yerilen husus, normal fıtri bir ölüm korkusu değil, Allah’ın bir emri olan cihattan alıkoyan bir ölüm korkusudur. Cennette kaç dilber verilecek? Abdullah b. Mesud’dan nakledilen bir rivayete göre peygamberimiz (uzun bir hadis rivayeti içinde) şöyle buyurdu: “Ramazan orucunu tutan her kul, (“Otaklarda eşlerine hasredilmiş güzeller/dilberler” (Rahman, 72) ayetinde ifade edildiği üzere) içi geniş/ferah, incilerden örülmüş bir çadırda yer alan bir huri/dilber ile evlendirilecektir.” (İbn Ebi’d-Dünya, Fedailu Ramadan, 1/49) - Heysemi, bu hadisin zayıf olduğunu belirtmiştir. (Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, 3/141) - Kur’an’dan sonra en sağlam kaynak kabul edilen Buhari’de verilen bilgiye göre peygamberimiz (asm) şöyle buyurdu: “Cennete ilk giren zümre, dolunay gibi (parlak yüzlü olarak) girer. Onların ardından girenler ise gökte en güzel parlayan yıldız gibidir. Bunların kalbi, bir tek kişinin kalbi üzerindedir(bütün kalpler, bir tek kişinin kalbi gibi aynı çarpar). Aralarında ne bir buğz/kin-nefret, ne de bir haset vardır. Her bir erkek için huri/dilberlerden İKİ eş vardır…” (Buhari, Bed’u’l-halk, 8) - Sahih-i Müslim’de de şu ifadeye yer verilmiştir: “Cennetlik bir adam evine girdiğinde onun huriler/dilberlerden iki eşi de yanına varırlar." (Müslim, İman, 311) Ancak burada adamın eşlerinin: “Bizi senin için, seni de bizim için canlandıran/dirilten/hayat veren Allah’a hamdolsun” manasındaki sözleri de yer almaktadır. Bu ise, bazı alimlerin dediği gibi, bu iki eşin dünyadan gelme kadınlar olduğuna delalet etmektedir. - Şunu da belirtelim ki, bazı rivayetlerde: “yetmiş-yetmiş iki huri” (Tirmizi, Fedailu’l-Cihad, 25) ifadesi kuvvetli ihtimalle kesretten kinayedir, birden fazla eşlere işarettir. - İnsanoğlu çok acayiptir. Cenneti hak etmiş gibi, orada beğenmediklerini seslendirmeye çalışır. Halbuki, iman ettiğimiz Allah her şeyi en güzel yapar. O halde bütün zerrelerimizle İbrahim Hakkı hazretlerinin izinden gidelim: “Görelim Mevla neyler neylerse güzle eyler”. Yetmiş de verse güzeldir, bir de verse güzeldir, hiç vermezse de güzeldir. Bize düşen kulluk görevimizi yapmak, gerisine karışmamak.. 12 Kuran'da bilimsel mucizeler varsa neden Hz. Muhammed veya İslam alimleri insanlara bunu açıklamadılar? Kuranı Kerim her asrın fehmine uygun anlaşılma özelliğindedir. İnsanların anlama kapasiteleri ve ihtiyaçları yanında siyasî, kültürel, coğrafî ve sosyal faktörlerin etkisi söz konusudur. Zaten evrensel olduğunu söyleyen bir din için de bu durum kaçınılmazdır. Çünkü bu tarz iddialarla ortaya çıkan bir din avam, orta tabaka ve havas gibi bütün toplum kesimlerinin manevî gıdası olmak durumunda olduğu gibi; farklı ırk, dil ve coğrafyalara mensup insanların da esin kaynağı olmak durumundadır. Bu nedenle bazı vahiylerde muhatapların anlayabileceği ve her mertebeden insanı tatmin edecek şekilde açık ve yalın ifadeler kullanılırken, bazılarında da teşbihler ve yoruma açık anlatımlar söz konusudur. Dolayısıyla dinamik bir yapıya sahip olan ilahi mesajdan herkesin kendi kabiliyet ve anlayışı ölçüsünce faydalanma imkanı bulunmaktadır. Sözgelimi Enbiya suresinin 32. ayetinde Cenab-ı Hak: “Biz, gökyüzünü korunmuş bir tavan (sekfan mahfûza) gibi yaptık. Onlar ise, gökyüzünün ayetlerinden yüz çevirirler.” buyurmaktadır. Kur’an’ın ilk muhataplarına göre “semanın korunması”, “cin ve şeytanların mele-i alada olup bitenden haberdar olmalarının engellenmesi” demekti. Halbuki günümüzde astronomi ilminin katettiği gelişmeler ve ulaştığı veriler bu ayeti “Dünyayı saran atmosferin hayata zarar verecek ışık ve gök cisimlerinden korunmuş olması ”şeklinde anlamamıza imkan sağlamıştır. Vahyin ilk muhataplarından bugün bizim anladığımız anlamı çıkarmalarını beklememiz haksızlık olacağı gibi, günümüz insanlarının da astronominin ortaya koyduğu verileri bir tarafa bırakarak eskilerin anlayışını benimsemelerini kabul etmek de doğru değildir.(Prof. Dr. İlyas Çelebi, Kelam Araştırmaları Dergisi, 2004, cilt: II, sayı: 1, s. 23-26) Yine Ra'd suresi 41. ayette Cenab-ı Hak: “Bizim yeryüzüne gelip de onu kenarlarından eksiltmekte olduğumuzu onlar görmedi mi?” Bu âyetin Mekke döneminde indiğini dikkate alırsak o dönemde inkâr ehlinin başlarına gelecek âkıbet ile ilgilidir. Yani “O inkârcılar (Mekke müşrikleri), her taraftan kuşatılıp da ülke sınırlarının daraldığını, gittikçe küçülüp zayıflamakta ve bir köşeye kıstırılmakta olduklarını görmüyorlar mı?” O zamanın güç odakları hakkında bir gayb haberi taşıyan bu ayet o gün için yeryüzünde, en azından ülkelerinde kendilerinden daha güçlü kimse tanımayan, Müslümanlara göz açtırmamakta kararlı olan ve her yaptıklarının yanlarına kalacağını sanan zamanın güçlü kişileri hakkında bu âyetlerin verdiği haber doğru çıkmış ve o inkârcılar, sınırları daralarak, yurtları küçülerek, kalabalıkları azalarak, güçleri tükenerek hezimete uğrayıp gitmişlerdir. Bu hükmün genel bir kural ifade ettiğini ve aynı şartların aynı âkıbeti doğurduğunu da unutmamak gerekir. Zaman, zemin ve kişiler değişse de, Kur’ân’ın verdiği bu haber, değişmeyecek bir hüküm olarak devam eder ve mü’minlere, inkâr ehli karşısında asla eğilmemeleri ve haklı dâvâlarında sebat etmeleri yönünde bir güven telkin eder. Diğer yorumlar ise, âyetin yine istikbale ait bir başka haberini ortaya çıkarıyor. Yeryüzünün kenarlarından eksilmesi, bütün bir yeryüzü çapında ele alındığı takdirde—ki âyetin ifadesi buna son derece elverişlidir—dünya karalarında bir küçülme, bir daralma ihtimali ortaya çıkmaktadır. Bu nasıl olabilir? Böyle bir soruya verilebilecek cevaplar arasında en ziyade makul, hattâ kaçınılmaz görüneni, karaların deniz vasıtasıyla kenarlarından kırpılmasıdır. Hızla sürüklenmekte olduğumuz küresel ısınma, böyle bir âkıbetin belirtilerini şimdiden vermeye başlamış bulunuyor.(Ümit Şimşek, Zafer Dergisi, Aralık 2008, Sayı:380) Bilimsel bulgulara işaret eden ayetlerin doğrudan anlatılmamasının/her dönem anlaşılmamasının farklı nedenleri vardır. 13 - Kur'an-ı Kerim bir bilim kitabı değildir. Kur'an'ın öncelikli hedefi tevhid mesajını insanların gönlüne nakşetmektir. Bu mesajı verirken de bilimsel gerçeklere işaretler de bulunur. Kur'an'ın bu öncelikli hedefi her dönemde ön planda tutulmuştur. - Yukarıda örneklerini verdiğimiz üzere Kuran ayetleri her asrın fehmine uygun olarak yorumlanmıştır. Her asrın anlayışı ve bilgi birikimi ise farklıdır. Kur'anda bahsedilen ilmi hakikatler ilk asırlarda günümüzde olduğu gibi açıklansaydı bunları anlayamayan bir kısım insanlar bunu inkar edecekti. Günümüz insanı bilim alanında belli bir seviyeye gelmişken o dönemde toplumun buna hazır olmadığı tarihi bir gerçektir. - Bilimsel gerçek kimin elinden çıkarsa çıksın Kur'an'ın o konuya vurgu yaptığı gerçeğini değiştirmez. Bilim insanlığın ortak malıdır. Kur'an'ın işaret ettiği gerçekleri bir gayr-i müslim de bulsa Kur'an'ın haberini doğrulama özelliğini taşır. 14