Tekfirci ve Batıni savrulmalar karşısında modern

advertisement
On5yirmi5.com
Tekfirci ve Batıni savrulmalar karşısında modern
Türklerin teoloji arayışı
Arap örf, kültür ve zihniyetinin İslam olarak dayatılmasına karşı durmak benim için
öncelikle İslamî bir görevdir. Ancak bunu etnik hassasiyetler üzerinden yapmak
yanıltıcı ve hatalıdır. Arap İslam’ına karşı mevali-Türk İslam’ı arayışına Ebu Hanife ve
Maturidî’yi alet etmek bu değerleri tüketmektir.
Yayın Tarihi : 8 Nisan 2017 Cumartesi (oluşturma : 10/21/2017)
Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Mehmet Evkuran’ın Karar gazetesindeki, Ebu
Hanife öğretisinden yola çıkarak günümüz dini yöntem arayışlarına ışık tutan yazısı...
Neden Ebu Hanife?
Çocukluğumdan hatırlarım. Yaz aylarında camideki kursta hocamız sadece Kur’an okumayı değil
inanç, ibadet ve ahlâk ile ilgili temel dinî bilgileri de öğretirdi. Bu arada itikatta mezhep imamımızın
Maturidî, amelde ise Ebu Hanife olduğunu söylerdi. Buradaki sesi, dinin esaslarını anlatırken
olduğundan daha özenli ve dikkatliydi. O zamanki algılamamla bile, “ortada farklı bir durum
olduğunu” hissederdim. “Mezhebimiz Hanefîlik-Maturidîliktir” sözü üzerinde pek çok insan gibi ben
de tekrar düşünüyorum. Buradaki “biz”in kime gönderme yaptığını tam olarak anlamazdım ancak
zamanla biz’in kibarca ve ince bir şekilde Anadolu’da yaşanan Müslümanlığa işaret ettiğini fark
ettim. Biz’in bu tarz vurgulanması bile aslında tekrar biz’i yansıtıyordu. Teolojik-sosyolojik biz’in
esnekliğini ve kuşatıcılığı söylemden yansıyordu. İslam’ın şemsiye olduğu bir vasatta dinî-etnik,
siyasî kimliklerden birinin radikal ve alacaklı bir edayla, diğerlerini bastıran bir sesle BİZ vurgusu
yapmasının yıkıcı sonuçlarını yaşıyoruz. Bu nedenle biz’in kibar, ince, esnek bir tarzda dile
getirilmesi çok önemlidir. Türkiye’de Hanefilik ve Maturidilik üzerine bir yoğunlaşma var. HanefilikMaturidilik konusuna Arap dünyasından yoğun katılımların tanığıyım. Sünnî-Arap dünyasındaki
teolojik tıkanma-sıkışmanın sonucu olan bu ilgi doğru okunmalıdır. Bir çırpıda yapılıveren
“Selefîliğin Sünnî-Arap dünyasını kapattığı” yorumları gerçeği yansıtmamaktadır.
Hanefî-Maturidîlik paradigması, yaşanabilir din ve dünya arayışının taleplerini karşılayabilir mi? Ebu
Hanife’yi ve öğretisini tanıma ihtiyacını konuşmak gerekiyor. Onda neyi arıyoruz? Ebu Hanife
gerçekten de paylaşılamayan bir değerdir. Mutezile, Ehl-i Sünnet, tüm fıkıh geleneği, sufiler, Şia’dan
Zeydiyye, Ebu Hanife’yi kendilerinden saymışlar ya da değerini takdir etmişlerdir. Ona yönelirken
Ebu Hanife’nin imajının cazibesinin yanında, bizdeki güçlü arayışların da etkisi vardır. Zira “Ebu
Hanife asırlardır oradadır, neden şimdi onu arzu ediyoruz?” sorusu güncel durumuzla ilgilidir.
Ebu Hanife gibi inanç-düşünce alanında yıldızlaşmış kült-kişileri tanımada iki büyük sorun var. İlki
tarihten-gelenekten gelir. Ebu Hanife hayatta iken Ehl-i Hadis’in ve Hanbelilerin acımasız
saldırılarına uğramış ve tekfir edilmiştir. Ancak kurduğu sistem kabul görüp yayıldıktan sonra
efsaneleştirilmiştir. Öyle ki onun gerçekten tanımak için bu menkıbeleri aşmak gerekir.
Gelenekle ilgili diğer sorun, sonraki “Hanefîler”in Ebu Hanife’nin görüşlerine ve duruşuna dair
dönüştürücü girişimleridir. Tarihte benzerlerine sık rastlanılan bu “iyi niyetli arabulucular”ın, diğer
Sünnî ve Selefî gruplar nezdinde imama meşruiyet kazandırmak amaçlı bu girişimleri, onu ve
öğretisini kısmen tanınmaz hale getirmiştir. Güncel durumdan kaynaklanan sorunların bir kısmı da
bu sonuncusuna benzer.
Arap örf, kültür ve zihniyetinin İslam olarak dayatılmasına karşı durmak benim için öncelikle İslamî
bir görevdir. Ancak bunu etnik hassasiyetler üzerinden yapmak yanıltıcı ve hatalıdır. Arap İslam’ına
karşı mevali-Türk İslam’ı arayışına Ebu Hanife ve Maturidî’yi alet etmek bu değerleri tüketmektir.
Düşünenler için İslam’ın ilkeleri, yaşayanlar için ise tarihsel şartlar İslam’ı ekoller üstü tanımlamayı
gerektiriyor. Bu, geleneği anlamayı ve ilham almayı dışlamaz. Aksine İslam’ın ilke ve amacını
kavradıktan sonra gelenek ile ilişki daha verimli ve sağlıklı olacaktır. Gelenekçi değil gelenekli olmak
bana da daha doğru görünüyor. Hanefî-Maturidîlik, kurtuluşumuz için hazır proje değil, yöntem-usûl
anlamında bir imkândır.
‘HANİFLERİN ÖNDERİ’
Hanife, Anadolu’da yaygın kız isimlerindendir. Halk arasında imamın Hanife adında kızı olduğu için
(Hanife’nin babası) Ebu Hanife lakabını aldığı söylentisi vardır. Toplumumuzda Hanif, Hanife, Hanefî
isimleri ona duyulan derin saygının göstergesidir. Kaynaklarda Ebu Hanife’nin Hammad adlı
oğlundan başka bir çocuğunun kaydı yoktur. Asıl adı Nu’man b. Sâbit’tir. Ataları Kabil’den gelmiştir.
Kendisi Kûfe’de doğmuş, Bağdat’ta Halife Mansur döneminde şehit edilmiştir(ö. 150). Ticaretle
uğraştığı için geçim amacıyla değil gerçek bir ilim aşkıyla ilme yönelmiştir. Parlak öğrenciler
yetiştiren bir okul kurmuş, fıkıh alanında açık tartışmaya dayalı bir yöntemi geliştirmiştir. Ömrünün
52 yılı Emevîler, 18 yılı da Abbasîler’de geçmiştir. Belli başlı mezhepleri tanımış ve iki devletin
uygulamalarına şahit olmuştur.
İktidarların tekliflerine sıcak bakmamış ve sivil duruşunu her zaman korumuştur. Kendisine iktidar
tarafından ise kadılık teklif edilmiştir. İmam- A’zam, onun karizmasını kullanmak isteyen iktidarın
isteğini reddedince hapsedilmiş ve işkence görmüştür. Vazgeçmeyince de zehirlenerek şehit
edilmiştir. İmam, silahlı isyanı daha büyük fitnelere yol açacağı gerekçesiyle doğru bulmamış ancak
yöneticilerin haksızlıklarına açıkça karşı çıkmıştır. Sünnî gelenek onun özgün ve sivil itaatsiz
duruşunu “satın almamıştır.”
"Arap İslam’ına karşı mevali-Türk İslam’ı arayışına Ebu Hanife ve Maturidî’yi alet etmek bu değerleri
tüketmektir."
Ebu Hanife sistematik eserler yazmamıştır. Öğrencilerinin tuttuğu ders notları, sözlü aktarımları,
mektupları dışında yazılı metin bırakmamıştır. Bu nedenle öğretisini anlamak için sevenleri ve
hasımlarının metinleri üzerinden çapraz okumalar yapılmalıdır. Tarih ve Tabakât eserleri
mezheplerin tarihi kitaplarından daha güvenilirdir.
Kaynaklarda Ebu Hanife’nin Ehl-i Hadis taraftarları tarafından sevilmediğini ifade eden çok net
bilgiler vardır. Onun dini bozduğu, “Mürciî olduğu”, “reyi nassa tercih ettiği”, “dini ilmek ilmek
çözdüğü”, “öldüğünde şeytanın ağıt yaktığı”, “küfürden tövbeye davet edildiği”, Ehl-i Hadis
metinlerinde yer alır. İmama duyulan nefret, temelde reyciliğinden kaynaklanır. Reycilik-rivayetçilik
gerilimi günümüz İslam düşüncesinin de temel sorunudur. Bu bağlamda Ehl-i Rey-Ehl-i Hadis
arasındaki sorunları tartışmak, din anlayışımızı tartışmak anlamına gelir. Ebu Hanife’nin sorunlar karşısında reyi kullanmadaki ustalığı ve eleştiriye açıklığı hasımlarını bile
hayran bırakmıştır. Bugün ona yönelik sevgi ve sempatimiz, tutucu-dindarlık karşısında akıl ve
vicdan özgürlüğüne duyduğumuz şiddetli ihtiyaçtan olsa gerek. Ehl-i Hadis; dini gelenek, rivayet,
nakil ve nassın tek yönlü otoritesine dayandırırken Ehl-i Rey nass-akıl-tecrübe ilişkisini gözetmiş,
akla ve yoruma daha geniş bir yetki alanı tanımıştır. Reyci ekolün rivayetlere yönelik eleştirel
tutumu Ehl-i Hadis’e “aklı ilahlaştırmak” gibi görünmüştür. Ehl-i Hadis’e göre ilim nakilden, din ise
geçmişe (selef) ittibadan ibarettir.
KÜLTÜRÜN ASABİYETE DİRENİŞİ
Ehl-i Hadis’in Ehl-i Rey’e bakış açısını anlamak için önemli bir ilim, siyaset ve kültür merkezi olan
Kûfe unutulmamalıdır. Bazı kaynaklarda Kûfe halkı “ehlu’ş-şikâk ve’n-nifâk” (nifakçı ve bölücü halk)
olarak nitelenmiştir. Kûfe, Hz. Ali’nin başkentidir. Muaviye saltanatı ele geçirdikten sonra başşehri
Şam’a taşımıştır. Kûfe her zaman açık ya da potansiyel sanık olarak görülmüştür. Özellikle Emevilere
karşı isyan hareketlerinin örgütlendiği yerdir.
Arap-mevâlî rekabeti ilim anlayışına da yansımıştır. Rey ve istihsân gibi Ebu Hanife’nin kullandığı
yöntemler, Ehl-i Hadisçe kıyasıya eleştirilmiştir. Arap asabiyetini teolojik olarak içeren Ehl-i Hadis
hareketinin, mevâli bölgesinden kudretli ve parlak bir önderin çıkmasını hazmedemediği
anlaşılıyor. Ebu Hanife’nin mürciîlikle suçlanması Hanefileri-Maturidileri psikolojik baskı altına
sokmuştur. İmamın “övülen mürcie (el-Mürcietu’l-Memdûha)”den olduğunu ileri sürmekten
neredeyse Ehl-i Hadisçi-selefî portesini çizmeye kadar varan bir “imaj revizyonu” yapmışlardır. Onun
özgün sivil itaatsiz duruşu da bu arada belirsizleşmiştir.
Ebu Hanife’nin kelamcılığı güçlüdür. Kelamcı; naslardan anlam üretir, doğru-yanlış anlamı teşhis
eder; fıkıhçı ise hüküm üretir. İkisinin de dayanağı usûldür. Alim, nassın ne dediğini değil ne demek
istediğini-gayesini de bilmelidir. Bu bakış açısıyla oluşturulan usûl ilmi, İslam düşüncesinde güçlü bir
gelenektir. Rey olmadan da usûl gelişemez. Ebu Hanife’nin reyciliği, nassa rağmen bir reycilik değil,
nasstan kaynaklanan bir reyciliktir. Hasımlarının algı operasyonuna tabi tutarak çarpıttıkları nokta
budur.
İnsanların gündelik sorunlarına çözüm aramaları karşısında çalışmalarının eksenini kelamdan fıkha
kaydırmıştır. Ona göre en büyük fıkıh (el-fıkh’ul-ekber), kelamdır. Kelam altyapısı ona fıkıhta da yön
vermiştir. Hanefi fıkhının en önemli özelliği, sanal durumlar kurgulanarak çözümler geliştirilmesidir.
Buna farazî fıkıh denmiştir. Ebu Hanife’yi Ebu Hanife yapan şey, vuku bulmayan konularla ilgilendiği
için kendisini eleştiren hadisçi Katâde’ye verdiği cevapta gizlidir: ‘’Biz bela gelip çatmadan nasıl
girilip nasıl çıkılacağını düşünürüz. Bela gelince de izlenecek yolu biliriz.‘’ İmamın nass-hayat
arasındaki ilişkiyi dogmatik değil dinamik ve esnek bir bakışla kurduğu anlaşılıyor. Bu vizyoner
tutumu, diğer fıkıh ekollerine de ilham vermiştir.
Ebu Hanife’ye yönelik suçlamalardan biri de rivayetlere yaklaşımıdır. Ehl-i Hadis’ten onun hadiste
zayıf ve güvenilmez olduğunu söyleyenler olmuştur. Savunucuları ise döneminde hadis eserlerinin
henüz yazılmadığını ileri sürerek savunmaya çalışmışlardır. Oysa bu, bilinçli bir tercihtir. Uydurma ve
zayıf rivayetlerin uçuştuğu bir vasatta açık-güvenilir nasslara ve selim akla dayanan sağlam bir
yöntem oluşturmaya çalışmıştır. Şu söz onundur: “Nebi’den Kur’an’a aykırı olarak hadis rivayet eden
kimseyi reddetmek, peygamberi reddetmek ve onu yalanlamak değildir. Bu, Peygamber’den batıl
rivayette bulunan kimsenin reddedilmesidir.”
Gelenek sorununu sadece biz yaşamıyoruz. Kendisi sahabe sonrası nesilden (tâbiîn) olan Ebu
Hanife’nin de bir gelenek ve kültür sorunu yaşadığı görülmektedir. ‘’Hz. Peygamber’den güvenilir
yolla bir söz gelmişse başım üstüne. Sahabeden gelenleri seçeriz, birini tercih ederiz fakat toptan
terk etmeyiz. Bunlardan başkalarına ait olan hüküm ve içtihatlara gelince, biz de onlar gibi
insanız/adamız.‘’ sözü geleneğe ve rivayetlere bakışını ortaya koymakta, hayatı fiilen yaşayan failöznelerin özgürlüğünü-sorumluğunu vurgulamaktadır.
Ebu Hanife ve Maturidî ilgisi, din alanındaki arayışın sonucudur. Mevcut din anlayışları sorunları
çözmek bir yana daha da derinleştirmektedir. Dinî düşünce ve yaşantıdaki kriz, parçacı değil
kapsamlı-tutarlı yaklaşımları gerektiriyor. Ebu Hanife’yi cazip kılan şey, metodist/vizyoner/usûlcü
ve kelamcı kişiliğidir. Geçmişle sorunları çözmeye ve geleceği inşaya uygun bir yöntem kurmalıyız. Hakikati keşfetmek ve onu güncel tutmak, “özne-oluşu fark etmekle” mümkündür. İlkelerin yanında
akla ve yorumun gücüne inanan bir dinî yöntem oluşturmak için reyci paradigmayı anlama çabalarını
sürdürmeliyiz.
Bu dökümanı orjinal adreste göster
Tekfirci ve Batıni savrulmalar karşısında modern Türklerin teoloji arayışı
Download