TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE ÇIKIŞ GÜVENCELERİNİN ROLÜ VE ETKİSİ Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Tezi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilim Dalı Programı Mutlu YILDIRIM Danışman: Prof. Dr. H. Aliyar DEMİRCİ Eylül 2017 DENİZLİ ii TEŞEKKÜR Doktora çalışmalarım sırasında, kendilerinden ders aldığım bütün hocalarıma; tezimin gelişimine katkıda bulunan, kıymetli eleştirileri ve yol göstericiliklerinden dolayı tez izleme komitesi üyelerine ayrı ayrı teşekkür ederim. Çalışmamın her aşamasında göstermiş olduğu akademik danışmanlıktan, vefakâr katkılarından ve özverisinden dolayı danışmanım, değerli hocam Prof. Dr. H. Aliyar Demirci’ye minnet borçluyum. Doktora eğitimim boyunca her zaman yanımda olan, fikirleriyle çalışmama destek veren kıymetli hocam Prof. Dr. Ergun Özbudun’a şükranlarımı sunarım. Yine çalışmalarım sırasında benden desteklerini esirgemeyip sabır gösteren mesai arkadaşlarıma sonsuz teşekkür ederim. Gerek doktora eğitimim gerekse de tezimin hazırlanması aşamasında bana vermiş olduğu katkılarından dolayı aileme, çocuklarıma ve her zaman yanımda olup fedakârlık gösteren değerli hayat arkadaşım Yasemin Yıldırım’a teşekkürü bir borç bilirim. iii ÖZET TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE ÇIKIŞ GÜVENCELERİNİN ROLÜ VE ETKİSİ YILDIRIM, Mutlu Doktora Tezi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilim Dalı Tez Danışmanı: Prof. Dr. H. Aliyar Demirci Eylül 2017, 356 Sayfa Bu çalışma, Türkiye’nin demokratik gelişimini farklı bir pencereden tartışarak “çıkış güvenceleri” özelinde açıklamayı hedeflemektedir. İlk bölümde demokrasi teorisi ve sivil asker ilişkileri teorileri üzerinde durulmuş, demokratik sistem koruyuculuk ve seçkinci demokrasi modelleri özelinde tartışılmıştır. Demokratik bir sistemde vesayetin temini ise çıkış güvenceleri bağlamında ele alınmıştır. Çalışmanın ikinci bölümünde Osmanlı İmparatorluğu’nda “devlet nasıl kurtulur” sorusuna cevaben hayata geçen “pasif modernleşme” girişimleri ve demokrasi deneyimi özetlenmeye çalışılmıştır. Cumhuriyete miras kalan paternalist seçkinci anlayışın ortaya çıkması merkez-çevre ikilemi ile aydın, ordu ve bürokrasiden oluşan “koruyucu entelijansiya” özelinde tartışılarak ordunun siyasetteki ağırlığına vurgu yapılmıştır. Üçüncü bölümde Türkiye’nin 1950’lerle başlayan çok partili demokrasi hayatına değinilmiş, ordunun “koruyucu bir sıfatla” sisteme müdahalede bulunup vesayeti temin etmesi, darbe sonrasında elde edilen “çıkış güvenceleriyle” açıklanmaya çalışılmıştır. Türkiye’nin son dönemde “çıkış güvencelerinin” bertarafına dönük demokrasi hamleleri de yine bu bölümde ele alınmıştır. Çalışmanın sonucunda Türkiye’nin kendine özgü bir sivil-asker modeline sahip olduğu tespit edilmiştir. Osmanlı modernleşmesinde aktif rol alan aydın, bürokrasi ve ordu üçlüsü sivil asker ilişkilerine yeni bir boyut katmıştır. Ordu, cumhuriyetin kurucu unsuru olarak, koruyucu bir kimlikle sistemdeki vesayetçi ağırlığını devam ettirmiştir. Atatürk ve İnönü dönemlerinde “subjektif kontrol” modeline dayanan bu yaklaşım, 1960 darbesiyle yeni bir boyut kazanarak orduyu “muhafız tipi” bir yapıya büründürmüştür. Bundaki en önemli unsur ise darbelerin arkasından yapılan anayasa değişikliklerinde yer verilen “çıkış güvenceleridir”. Söz konusu güvenceler askeri vesayetin teminini sağlamış, Türkiye’nin demokratik gelişiminde olumsuz bir rol oynayarak demokrasinin pekişmesine engel olmuştur. Anahtar Kelimeler: Demokrasi, Koruyuculuk, Vesayet, Ordu, Çıkış Güvenceleri. iv ABSTRACT THE ROLE AND IMPACT OF EXIT GUARANTIES OF TURKEY’S DEMOCRATIZATION PROCESS YILDIRIM, Mutlu PhD Thesis, Department of Political Science and Public Administration Consultant: Prof. Dr. H. Aliyar DEMİRCİ September 2017, 356 Pages This study aims to examine the development of Turkey’s democratic development from a different perspective in terms of “exit guaranties”. In the first part, democracy and civil-military theories have been focused and the democratic system was discussed with regards to the guardianship and elitist model of democracy. The supply of tutelage in a democratic system is analyzed in the context of “exit guaranties”. In the second part of the study, “passive modernization” efforts and experience of democracy have been summarized against searhing for answer the question of “how to survive the state?” in the Ottoman Empire. Emergence of the elitist paternalistic concept inhereted to Turkish Rebuplic were discussed with regards to the center-periphery dichotomy consisting of army and bureaucracy so called “protective intelligentsia”. In the third section, multiparty system started from 1950’s in Turkey has been mentioned, army's “protective capacity” and the tutelage of the availability of intervention in the system, obtained after military coups with “exit guaranties” were explained. At the end of the study, the unique model of civil-military relations of Turkey has been identified. Active roles of intellectuals, bureacracy and army trio in the modernization of Ottoman have added a new dimension to civil-military relations. Army as a constituent element of the Turkish Republic has continued its protective tutelage guardianship effect. In the eras of Atatürk and İnönü, this approach based on the “subjective control model” with the 1960 military coup, gained a new dimension to the “guard type” structure. The most important reason of all these mentioned circumstances is the “exit guaranties” enacted in the constitutions after military coups. These guaranties have led to the providing of military tutelage and hindered the consolidation of democracy by playing negative role in Turkey’s democratic develepment. Key Words: Democracy, Guardianship, Tutelage, Military, Exit Guaranties. v İÇİNDEKİLER İÇİNDEKİLER BİLİMSEL ETİK SAYFASI ......................................................................................................... i TEŞEKKÜR.................................................................................................................................. ii ÖZET ........................................................................................................................................... iii ABSTRACT................................................................................................................................. iv İÇİNDEKİLER ..............................................................................................................................v SİMGE VE KISALTMALAR DİZİNİ ...................................................................................... viii GİRİŞ .............................................................................................................................................1 BİRİNCİ BÖLÜM7 DEMOKRASİ VE ORDU7 1.1-Demokrasi Kuramı ............................................................................................................. 7 1.1.1- Çağdaş Demokrasinin Temel Nitelikleri .................................................................... 9 1.1.2- Demokrasiye Geçiş Yolları....................................................................................... 11 1.1.3- Demokrasinin Zaaflarına Karşı Koruyuculuk........................................................... 14 1.1.4- Seçkinci Demokrasi .................................................................................................. 17 1.2- Sivil-Asker İlişkileri ........................................................................................................ 28 1.2.1- Sivil-Asker İlişkilerine Dair Kavramsal Bir Çerçeve ............................................... 28 1.2.2- Askerin Müdahale Nedenleri .................................................................................... 34 1.2.2.1- Siyasi kültür ....................................................................................................... 34 1.2.2.2- Modernleşme ..................................................................................................... 37 1.2.2.3- Ordunun Yapısal Özellikleri .............................................................................. 39 1.2.2.4- Siyasi Yönetimin Başarısızlığı ve Meşruiyet Sorunu ........................................ 40 1.2.3- Gelişmiş Ülkelerde Ordunun Rolü ........................................................................... 42 1.2.4- Gelişmekte Olan Ülkelerde Ordunun Etkisi ............................................................. 56 1.2.5- Demokratik Sistemde Askeri Vesayetin Temini: Çıkış Güvenceleri ....................... 62 1.2.5.1- Vesayet Yetkileri ............................................................................................... 64 1.2.5.2- Mahfuz Alanlar .................................................................................................. 66 1.2.5.3- Seçim Sürecinin Manipülasyonu (Genel ve Yerel Seçimlere Müdahale).......... 69 1.2.5.4- Askeri Rejim Eylemlerinin Geri Alınmazlığı .................................................... 70 1.2.5.5- Af Yasaları ......................................................................................................... 71 İKİNCİ BÖLÜM TÜRKİYE’DE MODERNLEŞME VE DEMOKRASİ72 2.1- Türk Siyasi Hayatı ........................................................................................................... 72 2.1.1- Osmanlı’da Modernleşme Çabaları, Seçkinci Anlayışın Ortaya Çıkışı, Merkez Çevre Ayrışması ............................................................................................................................ 72 2.1.1.1- Modernleşme Çabaları ....................................................................................... 74 vi 2.1.1.2- Tanzimat Dönemi .............................................................................................. 76 2.1.1.3- I. Meşrutiyet ve II. Abdülhamid Dönemi .......................................................... 78 2.1.1.4- Jön Türkler Hareketi ve II. Meşrutiyet .............................................................. 82 2.1.1.5- 31 Mart Vakası .................................................................................................. 90 2.1.1.6- Halaskâr Zabitan Vakası .................................................................................... 92 2.1.1.7- Otokratik Modernleşme: Bab-ı Âli Baskını ve İttihat ve Terakki’nin Hâkimiyeti ........................................................................................................................................ 94 2.2- Cumhuriyet Dönemi ........................................................................................................ 98 2.2.1- Atatürk Döneminde Orduya Biçilen Rol .................................................................. 99 2.2.2- Koruyucu Anlayışın Oluşumunda İnönü’nün Rolü ................................................ 114 2.2.3- Çok Partili Hayata Geçiş ........................................................................................ 122 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM144 TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE ÇIKIŞ GÜVENCELERİ144 3.1- 27 Mayıs Darbesi ........................................................................................................... 144 3.1.1- Yeni Anayasanın Hazırlanması (İstanbul ve Ankara Tasarılarında Vesayet Unsurları) .......................................................................................................................................... 154 3.1.2- Asker ve Sivil Arasında Yeni Pazarlık (21 Ekim Protokolü) Çıkış Güvencelerinin Şekillenmesi ...................................................................................................................... 167 3.1.3- 1961 Anayasası ve Askerin Elde Ettiği Çıkış Güvenceleri .................................... 170 3.1.3.1- Yasama Alanında Elde Edilen Çıkış Güvenceleri ........................................... 172 3.1.3.2- Yürütme Alanında Elde Edilen Çıkış Güvenceleri .......................................... 177 3.1.3.2.1- Cumhurbaşkanlığı ......................................................................................... 178 3.1.3.2.2- Genelkurmay Başkanlığı .............................................................................. 179 3.1.3.2.3- Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ..................................................................... 184 3.1.3.3- Askeri Yönetim Tasarruflarına Sağlanan Çıkış Güvenceleri........................... 188 3.2- 12 Mart Rejimi ve Çıkış Güvenceleri ............................................................................ 190 3.2.1- 12 Mart Öncesi Siyasal Hayat ................................................................................ 190 3.2.2- Muhtıra ve Ordunun Tepkisinin Devamı ................................................................ 198 3.3- 1971 ve 1973 Anayasa değişiklikleri ............................................................................. 205 3.3.1- Temel Hak ve Özgürlüklerin Kısıtlanmasına Yönelik Değişiklikler ...................... 207 3.3.2- Yürütme Organına Tanınan Yetkilerin Genişletilmesi ........................................... 208 3.3.2.1- Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ........................................................................ 208 3.3.2.2- Sayıştay ve Askeri Yargıtay ............................................................................ 211 3.3.2.3- Yüksek Askerî Şura ......................................................................................... 212 3.3.3- Yargı Denetimini Zayıflatan Değişiklikler ............................................................. 213 3.3.3.1- Sıkıyönetim Mahkemeleri ............................................................................... 213 3.3.3.2- Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM)............................................................ 217 vii 3.3.3.3- Askerî Yüksek İdare Mahkemesi ..................................................................... 222 3.4- 1980 Öncesi Siyasal Hayat ............................................................................................ 223 3.5- 12 Eylül Askeri Darbesi................................................................................................. 228 3.5.1- Vesayet Rejimin Kurumsallaşması, 1982 Anayasası ve Askeri Otoritenin Elde Ettiği Yeni Güvenceler ............................................................................................................... 240 3.5.1.1- Cumhurbaşkanının Seçimi ............................................................................... 243 3.5.1.2- Milli Güvenlik Konseyinden Cumhurbaşkanlığı Konseyine ........................... 249 3.5.1.3- Devlet Denetleme Kurulu ................................................................................ 250 3.5.1.4- Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ........................................................................ 253 3.5.1.5- Olağanüstü Yönetim Usuller (Sıkıyönetim Uygulamaları) ............................. 255 3.5.1.6- Milli Güvenlik Konseyi Rejimine Sağlanan Yargı Bağışıklıkları ................... 258 3.6- 28 Şubat Süreci, Vesayette Paradigma Değişikliği (Eylem ve Söylemde Milli Güvenlik Siyaset Belgesi) ..................................................................................................................... 261 3.6.1- 28 Şubat Öncesi Siyasi Hayat ................................................................................. 261 3.6.2- Hükümet Pazarlıkları ve Ordunun Rolü ................................................................. 265 3.7- REFAHYOL Hükümeti ................................................................................................. 268 3.7.1- 28 Şubat’a Neden Olan Gelişmeler ........................................................................ 270 3.7.2- Askerin Tepkisi....................................................................................................... 277 3.8- 28 Şubat MGK Toplantısı ve Kararları ......................................................................... 284 3.8.1- 28 Şubat Koalisyonları: Ordu, Cumhurbaşkanı, Medya, Yargı, Sivil Toplum ....... 291 3.8.2- 28 Şubat’ın Sonuçları ............................................................................................. 298 3.9- Yeni Teşebbüslere Karşılık Sivil Refleks ...................................................................... 305 3.9.1- Demokrasi Alanında Atılan Adımlar (Çıkış Güvencelerinin Bertarafına Dönük Adımlar) ............................................................................................................................ 306 SONUÇ ......................................................................................................................................321 KAYNAKLAR ..........................................................................................................................331 ÖZGEÇMİŞ ...............................................................................................................................346 viii SİMGE VE KISALTMALAR DİZİNİ ABD AB AKP ANAP AP BBP BÇG BKYM CENTO CGP CHP CKMP CMP DemP DEP DGM DP DSP DTP DYP EMASYA FETÖ GP IDP IRA İP KM MASK MBK MÇP MGK MHP MSP MSYK NATO OYAK RG RP SBF SCF SHP SSCB TBMM Amerika Birleşik Devletleri Avrupa Birliği Adalet ve Kalkınma Partisi Anavatan Partisi Adalet Partisi Büyük Birlik Partisi Batı Çalışma Grubu Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi Yönetmeliği Merkezi Antlaşma Teşkilatı Cumhuriyetçi Güven Partisi Cumhuriyet Halk Partisi Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi Cumhuriyetçi Millet Partisi Demokratik Parti Demokrasi Parti Devlet Güvenlik Mahkemeleri Demokrat Parti Demokratik Sol Parti Demokratik Türkiye Partisi Doğru Yol Partisi Emniyet Asayiş Yardımlaşma Birlikleri Fethullahçı Terör Örgütü Güven Partisi Islahatçı Demokrat Partisi İrlanda Cumhuriyet Ordusu İşçi Partisi Kurucu Meclis Milli Askeri Stratejik Konsept Milli Birlik Komitesi Milliyetçi Çalışma Partisi Milli Güvenlik Kurulu Milliyetçi Hareket Partisi Milli Selamet Partisi Milli Savunma Yüksek Kurulu Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü Ordu ve Yardımlaşma Kurumu Resmî Gazete Refah Partisi Siyasal Bilgiler Fakültesi Serbest Cumhuriyet Fırkası Sosyal Demokrat Halkçı Partisi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Türkiye Büyük Millet Meclisi ix TİP TpCF TSK YTP Türkiye İşçi Partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Türk Silahlı Kuvvetleri Yeni Türkiye Partisi 1 GİRİŞ Demokrasi, siyasal katılım, özgürlük, insan hakları, eşitlik gibi temel evrensel değerlere dayanan, bugünün çoğunluğunun yarının azınlığına dönüşebileceği, azınlığın haklarının çoğunluk hakları kadar tanındığı bir yönetim biçimidir. Demokratik rejim dünya çapında özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında yaygın bir kabul görmeye başlamıştır. 1989’da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ve Doğu Bloku’nun çökmesiyle başlayan süreçte, tüm dikkatler Doğu Avrupa ülkelerine çevrilmiş, Huntington’ın “demokratikleşmenin üçüncü dalgası” adını verdiği liberal demokrasinin küresel yükselişi, demokratikleşme çabalarına yeni bir boyut kazandırmış, son olarak Arap dünyasındaki siyasi hareketlilik demokrasiye olan ilgiyi arttırmıştır. Bugün siyasi yelpazenin farklı kesitlerini temsil etmesine rağmen, demokratik olduğunu iddia etmeyen bir rejim bulmak oldukça güçtür. Öyle ki en otoriter diktatörler bile söylemlerinde demokrasiden bahsetmektedir. Ancak o kadar geniş bir alanı etkisi altına almasına rağmen demokrasi üzerinde yapılan tartışmalar nihayete ermemiş, ortak kabul gören bir demokrasi modeli benimsenmemiştir. Ülkelerin siyasi kültürleri, toplumsal yapıları birbirinden farklı demokratik sistemlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Türkiye de 19. yüzyıldan itibaren bu demokratikleşme sürecinin bir şekilde parçası olmuştur. Kökleri Osmanlı’nın son dönemlerine rast gelen demokratikleşme çabası, merkezde biçimlenen, daha çok yapısal reformlar, toplumsal dönüşüm ile hukuki ve kültürel yapıda meydana gelen değişiklikleri ihtiva eden “pasif modernleşme”1 hareketlerinin ortaya çıkmasından sonra şekil almaya başlamış, Cumhuriyet’e intikal etmiştir. İlk ve temel hedefi devleti kurtarmak olan bu girişimler, Batı’daki gibi toplumsal ve ekonomik koşulların bir sonucu olarak ortaya çıkmamış, halk düzeyinde sınıf bilincinin bulunmadığı, daha çok sivil ve askeri aydınların öncülüğünde, Batılılaşmayı bir zorunluluk olarak görerek, paternalist, merkezin egemenliğini önceleyen, tepeden inşaa çerçevesinde kendini göstermiştir. Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkıp Cumhuriyet’e intikal eden ve pozitivist düşünce temelinde gelişen bu sistem, bilgili ve liyakatli bir azınlığın yönetmesi gerektiğini işaret eden, Aydınlanma’nın taşıyıcısı ve devletin koruyucusu seçkinci bir anlayışa dayanmış; devlet, tek, etkin ve yetkin bir siyasal aktör olarak halkın politik alanını daraltmıştır. Yönetici elitler tarafından başlatılan, toplumsal ve tarihsel planda yapısal dönüşümün ifade edildiği, merkezde biçimlenmiş modernite anlayışıdır bkz. (Kahraman, 2010: 177-178). 1 2 Türkiye Osmanlı’dan günümüze kadar uzun bir dönem içinde büyük değişimlerden geçmiştir. Bu değişimlerden en az etkilenen, hatta zaman zaman bu değişimlerin daha da kapsamlı olarak ortaya çıkmasına engel olan unsur ise; Osmanlı’dan devralınan ve devam edegelen “güçlü devlet geleneği” ile onun ürünü olan, kısmi bir toplumsal dönüşüm hedefiyle yönetme meşruiyetine sahip olmadan, cari usullerle iktidara gelmeden iktidar araçlarını kullanma ve siyaseti dizayn etme gücünü elinde bulunduran “vesayetçi siyasi rejimdir”. Vesayetçi yapı, demokrasi bağlamında kurumsallaşmayı bazı kurumlarla kolaylaştırırken bazılarıyla da onun yerleşmesini güçleştirmektedir (Bağce, 2004: 209). Bunun da asıl nedeni, rejimin temellerinin neler olduğu konusunda toplumsal ve siyasal bir uzlaşının sağlanamamış olmasıdır. Bu uzlaşmazlık ortamı bürokrasi, aydın ve orduya kadar uzanan toplumsal aktörlere hareket alanı açmış, “koruyucu entelijansiya” olarak tanımlanabilecek bu seçkinci kadro, toplumu oluşturan diğer unsurlardan üstün gören bir anlayış çerçevesinde kendisini rejimin koruyucusu olarak siyaset yapmakla yükümlü addetmiştir. Zira Türk toplumunun yaşamış olduğu ve her on yılda bir gerçekleşen askeri müdahaleler, askeri yapılanma ve bürokrasi içinde mevcut bir darbecilik eğiliminin değil, devletin korunması inancının bir tezahürü olarak ortaya çıkmıştır. Bu durum “askeri vesayetin” zaman içerisinde aşamalı olarak daha etkin bir şekilde kurumsallaşmasına ve dolayısıyla askerin siviller üzerindeki denetiminin güçlenerek devam etmesine yol açmıştır. Askerin bu tutumunda, tek parti cumhuriyetinde yaşanan siyasi gelişmelerin katkısı önemlidir. Bu süreçte demokrasi girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmış, ordu da yaşanan süreçten Atatürk ve İnönü’nün tutumlarıyla gerekli birikimi edinmiştir. 1946 yılında çok partili sistemle tanışan Türkiye, alt yapı düzeyinde meydana gelen gelişmelerle “aktif modernleşme2 sürecine” girmiş; fakat siyasi anlamda yaşanan sıkıntılar bu süreci koruyamamış, kendilerini rejimin koruyucusu olarak gören ordu, sisteme müdahalede bulunup kaybetmeye başladığı etkinliğini yeniden kazanarak, “muhafız” rolüyle siyaseti yeniden şekillendirmiştir. Bu tez, şimdiye kadar sayısız çalışma yapılan ve farklı alternatiflerle tartışılan; ama halâ güncelliğini korumaya devam eden “Türkiye’nin demokrasi sorununu” farklı bir pencereden tartışarak, “çıkış güvenceleri” özelinde açıklamayı hedeflemektedir. Siyasal merkezin icra ettiği yukarıdan aşağıya modernleşme modeline karşı çıkan, toplumsal dönüşümün daha çok kentleşme ve sanayileşme ekseninde yürüyen ve genel olarak gelir-refah düzeylerinin artmasına denk düşen modernleşme tipi bkz. (Kahraman, 2010: 180). 2 3 Demokrasinin tam anlamıyla pekişmemesinde, yani bir siyasal sistem olarak tüm kurum ve kurallarıyla özümsenememesinde, yukarıda işaret edilen vesayetçi, güçlü devlet geleneği oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Kurucu bir aktör olan ordunun, muhafız rolüyle sistem içerisindeki bu varlığı, darbe sonralarında anayasalara konan çıkış güvenceleriyle elde edilmiştir. Sisteme müdahalede bulunan ordunun, iktidarı yeniden sivillere devrederken kendisini güvence altına almak ve kurulacak olan demokratik sivil yönetimlerde koruyucu bir aktör olarak etkinliğini mümkün olduğu ölçüde sürdürebilmek için, yasalarla elde edilen bu çıkış güvenceleri ülkenin demokratik gelişimine ciddi etkilemiş ve olumsuz bir rol oynamıştır. Çıkış güvenceleri meselesi daha önce farklı çalışmalarla ele alınmıştır. Bunların başında Samuel P. Huntington’un Türkçe’ye “Üçüncü Dalga: Yirminci Yüzyıl Sonlarında Demokratikleşme” başlığıyla çevrilen çalışması yer almaktadır. Türkiye, Portekiz, Brezilya, Şili, Nikaragua gibi pek çok ülkede yapılan araştırmaları değerlendiren yazar, güçlü askeri yönetimlerin normal bir anayasal demokraside anormal sayılacak ayrıcalıkları, geçiş ve sonrası dönemde de sürdürmeye teşebbüs ettikleri yargısına ulaşmıştır. Çıkış güvenceleri olarak tanımlamadığı bu ayrıcalıkları Huntington özetle, ordunun bazı temel değerleri koruma sorumluluğunun kendisine verilmesini ve bunun da anayasal hükümlerle belirtilmesi, askeri rejimin uyguladığı eylemlerin geri dönülmez hale getirilmesi, askerin kontrolünde yeni kurumların yaratılması, askeri rejim liderlerinin oluşacak olan yeni siyasal düzende önemli görevlere getirilmeleri ile askere özellikle personel ve mali işlemlerde özerklik verip, sivil yönetimler karşında “güvence elde etmesi” gibi beş grupta ortaya koymuştur. Bir diğer çalışma Myron Weiner ve Ergun Özbudun editörlüğünde yayınlanmış olan Competitive Elections in Developing Countries adı çalışmanın giriş bölümünde yer alan ve Myron Weiner tarafından kaleme alınan “Emprical Democratic Theory” adlı makaledir. Weiner, ordunun hangi şartlarda iktidardan çekilmesinin daha muhtemel olduğunu tartışırken bazı önermeler sıralamıştır. Seçim ve siyasi parti sisteminin yeni bir krize yol açmayacak biçimde yeniden düzenlenmesi, iktidardaki eylemlerinden dolayı kovuşturulmama garantisinin elde edilmesi, silahlı kuvvetlerin bütçe, personel ve benzeri işlerle ilgili geniş özerk alanlara sahip olması, Weiner tarafından belirtilen hususlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Samuel Valenzuela ise demokratik hükümetler üzerindeki ordunun etkisine değindiği “Democratic Consolidation in Post Transitional Settings: Nation, Process and Facilitating Conditions” adlı çalışmasıyla bu güvenceleri “çıkış 4 garantileri” olarak adlandırıp vesayet yetkisi, mahfuz alanlar ve seçim sürecinin yönlendirilmesi başlıklarıyla üç grupta ele almıştır. Ergun Özbudun ve Serap Yazıcı da “Military Regimes, Extrication from Politics: Exit Guarantees” adlı ortak çalışmayla konuyu ele alarak söz konusu güvenceleri vesayet yetkisi, mahfuz alanlar, seçim sürecinin yönlendirilmesi, askeri eylem ve işlemlerin iptal edilmezliği, af ve bağışık yasaları olarak beş başlıkta tartışmıştır. Son olarak Serap Yazıcı “Türkiye’de Askeri Müdahalelerin Anayasal Etkileri” adlı çalışmasıyla konuyu gündeme getirmiştir. Kendisi demokrasiye geçiş yollarıyla çözümlemesine başlamış; ancak askeri müdahalelerin nedenlerini, şartlarını ya da ordunun politikadaki rolüne değinmeyerek, sivil-asker ilişkilerini tüm yönleriyle ele almayı tercih etmemiş, daha çok hukuk temelinde konuyu tartışarak Türkiye özelinde askeri müdahalelerin anayasalara olan etkileri üzerinde durmuştur. Arap Baharı temelinde Mısır’da yaşanan siyasal süreç ve askeri darbe, sonrasında anayasa tartışmalarını gündeme getirmiştir. Bu konuda Ergun Özbudun’la 21 Temmuz 2012 tarihinde yaptığım bir söyleşide kendisi, söz konusu çıkış güvenceleri kavramının Mısır için de önemli olduğuna işaret etmiştir. O nedenledir ki bu çalışma, çıkış güvencelerini yukardaki eserlerden farklı olarak Türkiye’nin demokrasi sorununu ve sivil-asker ilişkilerini önceleyen bir anlayışla tartışmayı amaçlamaktadır. Yani ülkenin ideal bir demokrasiye ulaşamama nedenlerinden biri olarak sivil-askeri ilişkilerine odaklanan, bunu da ülkemizde koruyucu, seçkinci bir anlayışın varlığı üzerinden hareket eden, kendi yasal dayanağını ise çıkış güvencelerine bağlayan bir yapının varlığını açıklamayı hedeflemektedir. Çalışma giriş ve sonuç bölümleriyle birlikte toplam beş bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde demokrasi tüm yönleriyle tartışılarak, çağdaş demokrasinin temel nitelikleri belirtilmiş, konumuzu ilgilendiren ve toplumun kendi kendilerini yönetme yeterliliğine sahip olmadıklarını savunan koruyuculuk ve seçkinci demokrasi modelleri üzerinde durulmuştur. Söz konusu modellerde güçlü bir aktör olarak görülen ordunun varlığına işaret edilmiş, sivil- asker ilişkileri ile askerin sisteme müdahale nedenleri ele alınmıştır. Konu bu alanda eser üreten bilim adamlarının kavramsal tespitleriyle değerlendirilerek, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler özelinde örneklerle irdelenmiştir. Çıkış güvenceleri konusu ise demokratik sistemde askerî vesayetin temini başlığı altında açıklanarak, giriş yapılmıştır. 5 İkinci bölümde konu tarihsel bir arka plan içinde ele alınmıştır. Türkiye’de sivilasker ilişkileri açıklanırken askerin duruşunu belirlemek üzere tarihsel etmenleri öne çıkaran bir bakış açısı üzerinden meseleye yaklaşılmıştır3.Türkiye’de modernleşme ve demokratikleşme çabalarına yer verilerek seçkinci anlayışın tohumlarının atıldığı ve ordunun belirleyici bir aktör olarak içerisinde yer aldığı 31 Mart, Halaskâr Zabitan ve Bab-ı Âli Baskını gibi örnekler üzerinde durulmuştur. Bu minvalde 19. yüzyıl Osmanlı siyasal gelişmeleri sivil-asker ilişkileri temelinde tartışılmış, cereyan eden olaylar Cumhuriyet öncesi dönemde çıkış güvencelerine kaynak teşkil eden siyasi gelişmeler olarak açıklanmış ve değerlendirilmiştir. Yine bu bölümde Cumhuriyet dönemi üzerinde durularak Atatürk’ün demokrasi anlayışı, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TpCF) ve Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) gibi sınırlı plüralist denemeler tartışılmış, ordunun sistem içindeki konumu da detaylıca ortaya konmuştur. Atatürk’ten sonra yönetimi devralan İsmet İnönü’nün demokrasiye ve askere bakış açısında Atatürk dönemine benzer uygulamalar tespit edilmiş, kendisine tesir eden Osmanlı Batılılaşma çabaları ile İttihat ve Terakki düşüncesi üzerinde durulmuştur. Akabinde ülkeyi etkileyen iç ve dış siyasal gelişmeler ortaya konarak, çok partili hayata giriş yapılmıştır. Üçüncü bölümde ise çıkış güvencelerini anayasal rejimimiz içine alan siyasi gelişmelere yer verilmiştir. Konu, kapsam olarak ordunun ilk müdahalede bulunduğu 27 Mayıs 1960 askeri darbesi ile son müdahale olan 27 Nisan 2007 e-muhtıra dönemleri içinde tartışılmıştır. İlk olarak 1960 askeri müdahalesinin hemen akabinde yürürlüğe giren 1961 Anayasası’nda yer bulan çıkış güvenceleri, Türkiye’nin sonraki siyasal sürecini derinden etkileyerek askeri vesayetin ilk yasal dayanağını oluşturmuştur. Yine arkasından yaşanan 12 Mart ve 12 Eylül darbe süreçleri de ordunun muhafız rolünün bir tezahürü olarak sistem üzerindeki ağırlığını arttırarak vesayetin kurumsallaşmasına, anayasalarda yer bulan ilave maddelerle katkı sağlamıştır. 28 Şubat 1997’de bu sefer ilk kez 1961 Anayasası’nda çıkış güvencesi bağlamında yer bulan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) etkili bir aktör olarak müdahalede bulunmuş, teşvik ettiği “silahsız kuvvetler” de süreçte önemli roller üstlenmişlerdir. Ordu, son teşebbüsünü önemli bir çıkış güvencesi kurumu olan cumhurbaşkanlığı makamının seçimi arifesinde yaşanan 27 Nisan emuhtırası ile ortaya koymuş; ancak siyasi iradenin göstermiş olduğu refleks bu sorunu bertaraf etmiştir. Türkiye’nin yaklaşık 65 yıllık çok partili demokrasi tecrübesine rağmen Özellikle Türkiye’de askerin devlet üzerindeki egemenliğini belirlemek için tarihsel etmenlere odaklanan “theory of historical institutionalism” kuramı, demokrasinin yerleşebilmesini veya yerleşememesinin nedenlerini açıklayabilecek kuramlardan biridir bkz. (Heper, 2011: 303). 3 6 hürriyetçi demokrasiyi pekiştirememesinde, bu mekanizmanın küçümsenmeyecek tesiri olduğuna, sistemin bir parçası olarak muhafaza edildiği dönemde yarattığı probleme dikkat çekilmiştir. Siyasi rejimimiz demokratik rejimin bir türü olan seçimsel demokrasinin özelliklerini ihtiva etmekle birlikte bir tasnife göre “kısmen hür” olarak nitelendirilmiş, sorunun kaynaklarından biri olan çıkış güvencelerinin bertaraf edilmesi için atılması gereken adımlar konusunda öneriler sıralanmıştır. Tez kaleme alınırken demokrasi ve sivil-asker ilişkilerini irdeleyen pek çok yerli ve yabancı eserden ciddi olarak istifade edilmiştir. Çıkış güvenceleri konusunun yer bulduğu ve yukarıda zikredilen eserler, konunun teorik alt yapısının oluşturulmasına destek sağlamış, siyaset bilimi özelinde siyaset teorisi, siyaset sosyolojisi, anayasa hukuku, Türk siyasi tarihi gibi farklı disiplinlerinden yararlanılmıştır. Çıkış güvencelerinin nasıl bir ortamda ve hangi gerekçelerle gerekli görüldüğü Kâzım Öztürk tarafından 1966 yılında yayımlanmış olan üç ciltlik “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası İzahlı, Gerekçeli, Ana Belgeli ve Maddelere Göre Tasnifli Bütün Tutanakları” çalışmasının taranmasıyla elde edilmiştir. Çıkış güvenceleri özelinde 12 Mart müdahalesi sonrasında gündeme gelen anayasa değişiklikleri ile 1982 Anayasası’nın hazırlık çalışmaları meclis tutanaklarının online taranmasıyla ortaya çıkarılmıştır. Yaşanan siyasal gelişmelerin basında nasıl karşılık bulduğu gazete arşivlerinin irdelenmesiyle ortaya konmuştur. Bu bağlamda tüm sayılarına online erişim imkânı bulunan Milliyet gazetesi başta olmak üzere diğer yazılı basın kaynaklarından yararlanılmış, ayrıca olaylara tanıklık etmiş olan birçok siyasi figürün anı çalışmaları da, tecrübe edilen sürecin ayrıntılarını ortaya koyması bağlamında bu çalışmada yer bulmuştur. Prof. Dr. Ergun Özbudun’la yapılan görüşme de çalışmaya zihinsel manâda destek vermiştir. Tez izleme komiteleri ve danışman için hazırlanan taslak metinlere ve sunulan raporlara verilen geri bildirimler de çalışmanın özgünlüğüne ciddi etki etmiştir. 7 BİRİNCİ BÖLÜM DEMOKRASİ VE ORDU 1.1-Demokrasi Kuramı Tüm siyasi topluluğun üyelerinin veya vatandaşların devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimi olan demokrasi, Oxford Klasik Sözlüğü’ne göre ilk olarak Atina’da bir tiranlar hanedanlığını iktidardan indiren ayaklanmaların ardından, İ.Ö. 5. yüzyıldan İ.Ö. 4. yüzyıla geçilirken ortaya çıkmıştır. Demokrasi genellikle devlet yönetim biçimi olarak değerlendirilmesine rağmen özellikle eski Yunan'daki filozoflar Aristo ve Eflatun tarafından eleştirilmiş, halk içinde "ayak takımının yönetimi" gibi aşağılayıcı kavramlarla nitelendirilmiştir. En başından itibaren partizan, çatışmalı, siyasi yönetim felsefelerini ve toplumsal sınıfları ayıran bir sözcük olarak kabul edilip, iyi bir siyasi yönetimin zorunlu koşulu olmakla birlikte, yeter koşulu olmaktan uzak olduğu belirtilmiştir (Crick, 2012: 21). Fakat demokrasi diğer yönetim şekillerinin arasından sıyrılarak günümüzde en yaygın kullanılan devlet sistemi haline gelmiştir. Asıl dönüm noktasını 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 Fransız İhtilali ile yaşayan demokrasi, özellikle insan hakları, özgürlük ve eşitlik anlayışı konusunda oldukça önemli konuları dünya gündemine taşımıştır. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde bütün insanların özgür doğup yaşadığı, devletin görevinin bu özgürlükleri korumak ve herkesin eşit olarak yararlanmasını temin etmek olduğu hükmü yer alırken, bu özgürlüklere dokunan devletin kendi varlık nedenini yitireceği, böyle bir devlete karşı ayaklanmanın da hem bir hak hem de ödev olduğu vurgulanmıştır. Bugün artık siyasi yelpazenin farklı kesitlerini temsil etmesine rağmen demokratik olduğunu iddia etmeyen bir rejim bulmak oldukça güçtür. Çok sayıda farklı tanımı yapılan demokrasinin, Diamond’ın (1996: 21) belirttiğine göre, Collier ve Levitsky tarafından 550 farklı biçimi ortaya koymuştur. Bu kadar farklı demokrasi biçiminin olmasının nedeni siyasal rejimlerin demokrasiye referansla kendilerini meşrulaştırma çabası içinde olmalarıdır. Finer 1962 yılı sonunda kaleme aldığı “At Sırtındaki Adam” adlı eserinde, askeri diktatörlerin bile rejimlerini süsledikleri resmi etiketlere demokrasi kelimesini eklediklerini söylemiştir. Kendi şekillendirdiği rejimi, Başkanlık Demokrasisi olarak niteleyen Nasır’ın yanı sıra, Eyüp Han Temel Demokrasi, Sukarno Güdümlü Demokrasi, Franco Organik Demokrasi, Stroessner Seçici Demokrasi 8 ve son olarak Trujillo rejimi Yeni-Demokrasi gibi kavramlarla nitelemiş, kendi yönetimlerine demokratik nitelik kazandırmak istemişlerdir (Crick, 2012: 16). Artık siyaset bilimciler hangi sistemin daha iyi işlediğinden çok, hangi demokrasinin daha iyi işlediği tartışmalarına girmişler ve kendi demokratik sistemlerinin erdemlerini ön plana çıkarmaya çalışmışlardır. Halkın kendi kendini yönetmesi ya da diğer bir tabirle ülke yönetiminde halk iradesinin ağır basması veya yönetimi oluşturan siyasilerin halk tarafından denetlenmesi anlamlarına (Meydan Larousse, 1987: 514) gelen demokrasi rejimini Kışlalı (2003: 17), azınlıkta olanların haklarına saygı gösterildiği ve günü geldiğinde çoğunluğa dönüşebilme yollarının açık tutulduğu özgürlükçü bir çoğunluk yönetimi olarak tanımlamaktadır. Demokrasi, Crick’e göre özgürlük hatta liberalizm ya da bireycilik anlamına gelmektedir. Ona göre yasalar bireyi devlete karşı korumalıdır (Crick, 2012: 17). Diğer taraftan Maurice Duverger gerçek demokrasinin daha mütevazı ve daha gerçekçi bir şey olduğunu, bunun her şeyden önce, devrim sonrası Fransa’nın 1793 Kurucu Meclis’inde denildiği gibi “halk için ve halkın her kesimi için özgürlük” olarak tanımlanması gerektiğini vurgulamıştır (Duverger, 1993: 538). Lijphart ise bir rejimin demokratik olabilmesi için, halk bütününün arzularına cevap vermesi gerektiğine inanmaktadır. Ona göre böylesine halkın eğilimlerinin tamamına cevap verebilen bir yönetim hiçbir zaman olmamıştır ve belki de hiç olmayacaktır (Lijphart, 2002: 112). Sartori’ye göre demokrasi, çoğunluğun egemen olduğu bir baskı rejimi değildir. Diğer bir ifadeyle, çoğunluk düşüncesinin hâkim olup, diğer düşüncelerin baskı altına alınmasının, demokrasi ile hiçbir ilişkisi yoktur. Üstelik bu azınlığın çoğunluk tarafından istibdat altına alınması anlamına gelmektedir. Demokrasi, azınlıkta kalan düşüncelerin baskı altına alınması da değildir. Diğer taraftan çoğunluk karşısında azınlıkta kalan düşünceler, çoğunluk üzerinde “bilimsel doğruluklarını”, “tarihsel haklılıklarını” ya da başka benzer gerçekleri ileri sürerek, çoğunluğun yerine geçme iddiasında bulunamazlar (Sartori, 1996: 8). Alain Touraine, demokrasiyi “en çok sayıda bireye en büyük özgürlüğü veren, olası en büyük çeşitliliği tanıyan ve koruyan siyasal yaşam biçimi” (Touraine, 2011: 25) olarak tanımlamaktadır. Przeworski (2012: 10) ise demokrasiyi siyasal partilerin seçim kaybettikleri bir sistem olarak tanımlarken seçimlerin yapıldığı, muhalefetin iktidara gelme şansının olduğu bir rejim olarak kabul etmektedir. Tilly’e göre demokrasi her zaman tamamlanmadan kalan ve sürekli olarak tersine çevrilme riski bulunan dinamik bir süreçtir (Tilly, 2007: 9). Nitekim 1989 yılında 9 Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloku’nun çökmesiyle başlayan demokrasi dalgası, konu hakkında araştırma yapan akademisyenlerin dikkatlerini, Doğu Avrupa ülkelerine yöneltmelerine neden olmuş, liberal demokrasinin küresel yükselişi de demokratikleşme çabalarına yeni bir ivme kazandırmıştır. Bugün ise demokratikleşme hareketi, Arap dünyasındaki diktatörlerin yıkılmaya başlamasıyla yeni bir sürece girmiştir. 1.1.1- Çağdaş Demokrasinin Temel Nitelikleri Çağdaş demokrasinin ne tür özelliklere sahip olması gerektiği, siyaset bilimcilerce günümüzde yoğun bir şekilde tartışılmaktadır. Demokrasinin birçok uygulama biçiminin olmasına rağmen üzerinde uzlaşılabilecek niteliklerin sayısı da sınırlıdır. Bunun en önemli nedeni sosyal bilimlerde yoğun olarak yaşanan kavram kargaşaları ve demokratik rejimin uygulama aşamasında ortaya çıkan sorunlarıdır. Bu karmaşıklığa rağmen demokrasilerde bulunması gereken nitelikleri Kışlalı, şöyle sıralamaktadır: Siyasal iktidarın özgür ve genel seçimlerle oluşması, gerektiğinde siyasal iktidarın karar ve uygulamalarını da denetleyebilen bağımsız yargı, farklı toplumsal çıkar ve görüşleri temsil eden siyasal partiler, farklı toplum kesimlerini temsil eden ve siyasal katılımı kolaylaştıran, dernekler ve sendikalar gibi kitle örgütleri, yurttaşların gelişmelerden doğru bilgi edinme haklarını sağlayacak özgür kitle iletişim araçları (Kışlalı, 1994: 250). Demokrasiyi bir denge ve uzlaşma rejimi olarak niteleyen Kışlalı (1994: 208) ancak birbirlerini dengeleyebilecek güçler, uzlaşmayı zorunlu kılar demektedir. Demokrasinin olabilmesi için her şeyden önce toplumların ulusal bütünlüğünü sağlanmış olması gerekmektedir. Hiçbir toplumsal sınıfın diğerleri üzerinde kesin bir üstünlüğünün bulunmadığı; toplumsal sınıflar arasındaki geçiş akışkanlığının yüksek olduğu; toplumda çoğunluğun, kitle iletişim araçlarını izleyebilecek bir eğitim düzeyine sahip olması ve insanların eşitlik, özgürlük, hoşgörü ve uzmanlaşmaya dayalı bir sistemin, ulusa egemen olması gerekmektedir (Kışlalı, 1994: 211). Dahl ise ideal demokrasiyi tanımlarken beş kritik etkenden bahsetmektedir. Ona göre; 1- “Bir ülkedeki demokratik kurumlar başka bir ülkenin müdahalesine maruz kalıyorsa orada demokrasinin gelişmesi mümkün değildir”. 2- “Asker ve polis güçleri, demokratik yollarla seçilmiş resmi görevlilerin tam denetimi altında olmadığı sürece demokratik siyasi kurumların gelişmesi ya da varlığını sürdürmesi mümkün değildir”. 3- “Yine, demokratik siyasi kurumların, keskin farklılıklar gösteren ve çatışan aktörlerin olduğu bir ülkeden çok, kültürel açıdan yeterli derecede homojen olan bir ülkede gelişmesi ve varlığını sürdürmesi daha yüksek bir ihtimaldir”. 10 4- “Hemen hemen bütün ülkeler er ya da geç politik, ideolojik, ekonomik, askeri, uluslararası ciddi krizler yaşarlar. Eğer demokratik sistem ayakta kalacaksa bu tür krizlerin neden olacağı zorluklarla ve karmaşayla başa çıkması gerekmektedir”. 5- “Demokratik bir kültürün gelişmesi piyasa ekonomisiyle yakından ilgilidir. Diğer bir deyişle demokratik kurumlar için çok elverişli olan bir durum, özel sektörün sahip olduğu yani sosyalist ya da devletçi ekonomiden ziyade kapitalist olan bir piyasa ekonomisiyle mevcuttur; fakat bu aynı zamanda bir paradoksa da neden olmaktadır. Çünkü ekonomik açıdan eşit olunan bir toplumda siyasi manada da eşitlikten söz etmek çok güçtür. Bu nedenle demokrasi ile kapitalist piyasa arasında sürekli bir gerginlik vardır. Ama diğer taraftan da kapitalist toplumun ortaya çıkardığı ekonomik büyümenin demokratik siyasi kurumları geliştirmek ve sürdürmek için çok elverişli koşullar olduklarını da göz ardı edemeyiz”. Yazara göre bu beş koşulun hepsinin de var olduğu bir ülkede demokrasinin konsolide olması ve korunması neredeyse kesindir. Bu beş koşulun tamamından mahrum olan bir ülkede demokrasinin pekişmesi veya korunması oldukça zordur (Dahl, 2010:162174). Demokrasi konusunda kafa yoran Dahl, ideal bir demokratik yönetim için bazı kriterleri ortaya koymuş; fakat bunların sağlıklı bir şekilde uygulanacağına ve sağlıklı bir demokratik süreç ve yönetimin gerçekleşeceğine inanmadığını belirtmiştir. Ona göre bu standartların ilki toplumu oluşturan üyelerin, politikanın ne olması gerektiği konusunda görüşlerini diğer üyelerin dikkatine sunan ve etkin imkânlara sahip olma anlamına gelen “etkin katılımdır”. Politikanın ne olacağıyla ilgili karar verildikten sonra her üyenin oy vermek için eşit ve etkin hakka sahip olması anlamına gelen “oy kullanma eşitliği” de ikinci standart olarak görülmektedir. Her üyenin ilgili alternatif politikalar ve onların sebep olduğu muhtemel sonuçlar hakkında “bilgi edinmesi”, üçüncü standart olarak ileri sürülmüştür. Dördüncü standart olan “gündemin kontrolü” ise üyelerin gündeme konacak maddelerin hangilerinin olacağı konusunda karar verme haklarının olmasıdır. Dahl’ın bahsetmiş olduğu son standart ise sürece “bir ülkede sürekli olarak ikamet eden erişkinlerin” diye tabir edilen yetişkinlerin dâhil edilmesidir (Dahl, 2010: 47-48). Yine Dahl’a ilaveten günümüzde ideal demokrasiyi tanımlamada kullanılan ve hangi ülkelerin demokratik hangilerinin olmadığı konusunda uluslararası örgütlerin hazırlamış olduğu bir takım veriler de, referans kaynağı olarak dikkat çeker. Bunların içinden belki de en önemlisi New York merkezli, demokrasiyi izleme örgütü olan Freedom House olup her yıl, araştırma kapsamına aldığı devletler hakkında, sivil özgürlükler ve siyasal haklar yönünden birden yediye kadar derecelendirme yapmaktadır. 11 Freedom House siyasal haklar bağlamında ülkeleri incelerken; adil seçimlerin yapılıp yapılmadığı, insanların ordu, dış güçler, totaliter partiler, dinsel hiyerarşiler ve ekonomik oligarşilerin tahakkümü altında olup olmadıkları, kültürel farklılıklara ve azınlık haklarına saygı, tartışmaya imkân tanıyan politik sistemin varlığı, toplantı ve gösteri yapma özgürlüğü, siyasi örgütlenme özgürlüğü, sendikal haklar, hukukun üstünlüğü, bağımsız yargı, kişisel özerklik, mülkiyet haklarının güvence altında olup olmadığı, cinsiyet eşitliği gibi (Tilly, 2007: 16-17) konuları incelemektedir. Tilly ise demokratik rejimleri, yüksek kapasiteli demokratik olmayan, düşük kapasiteli demokratik olmayan, yüksek kapasiteli demokratik ve düşük kapasiteli demokratik olmak üzere 4 gruba ayırmaktadır. Yüksek kapasiteli demokratik olmayan yönetimde söz hakkına önem verilmeyen, devletin güvenlik güçlerine her türlü kamu politikasına girme hakkı sağlanan, yukarıdan müdahale veya alttan kitle isyanlarıyla yapılan rejim değişiklikleri uygulamaları görülmektedir. Yazar’a göre İran ve Kazakistan bu grup içerisinde yer alan ülkelerdir. Düşük kapasiteli demokratik olmayan yönetimlerin özelliği ise iç savaş gibi sıkça yaşanan şiddet içeren mücadelelerin görülmesi, siyasi aktörlerin dâhil birçok kişinin öldürücü şiddete başvurmasıdır. Somali, Kongo bu grupta yer almaktadır. Yüksek kapasiteli demokratik yönetimlerin özellikleri ise sık görülen toplumsal hareketler, çıkar grubu faaliyetleri, siyasi parti hareketlilikleri, rekabete dayalı seçimler ile devletin kamu politikalarını görece düşük düzeylerdeki politik şiddetle birleşmiş yaygın gözetimidir. Norveç ve Japonya bu grubun içinde yer almaktadır. Yine sık görülen toplumsal hareketlilik, çıkar grubu faaliyetleri ve siyasi parti hareketliliğine ek olarak daha az etkin devlet gözetimi, yarı yasal ya da yasal olmayan aktörlerin kamu politikalarına daha fazla müdahalesi ve kamu politikalarında fazla ve yüksek düzeyde öldürücü şiddet, düşük kapasiteli demokratik yönetimlerin özellikleri olup Jamaika örnek olarak verilmektedir (Tilly, 2007: 41-44). Her ne kadar demokrasi farklı gruplar altında incelenip ülkeler kategorize edilerek anlamlandırılmaya çalışılsa da üzerinde durmamız gereken bir diğer husus, demokratik sisteme geçişin farklı modellerinin bulunmasıdır. 1.1.2- Demokrasiye Geçiş Yolları Demokrasiye geçiş yollarına değinmeden önce demokrasinin oluşmasındaki toplumsal dinamiklere değinmekte fayda var. Moore’un Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri adlı yapıtı, modern sanayi toplumuna gidişin üç temel yolu olduğunu ortaya koymaktadır. Bunların ilki İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Fransa’da tecrübe edilen liberalizmle liberal demokrasinin birlikte harmanlandığı 12 demokratik yoldur. İkincisi Almanya ve Japonya’da görülen militarist anlayışa dayanan tepeden devrim, üçüncüsü ise Rusya ve Çin örneklerinde görülen komünizmdir. Moore, Marx’ın değer ve sömürü paradigmasından hareketle sınıf temelli yapısal analizlerle demokrasiye geçişi İngiltere, Fransa ve Almanya örnekleriyle kategorize etmektedir. Ayrıca, her ülkenin modernleşme ve demokrasi sürecinde rol alan unsurların farklı olduğunu ortaya koymaktadır. Bunu da her ülkenin kendine has toplumsal yapılarına, sınıflar arası ilişkilerdeki farklılıklara dayandırmaktadır. Moore’a göre demokratik gelişmenin koşulları güçlü bir kral veya gereğinden daha bağımsız bir toprak aristokrasisini engelleyebilecek bir dengenin oluşması; elverişli bir ticari tarıma doğru yönelme; toprak aristokrasinin güçsüzleşmesi; köylü ve işçilere karşı bir aristokrat burjuva koalisyonun önlenmesi ve geçmişle devrimci bir biçimde bağları koparmak biçiminde özetlenmektedir. Moore’un analizinde tarım toplumundan modern sanayi toplumuna geçiş sürecinin demokratik veya demokratik olmayan biçimleri arasındaki en temel fark, demokratik gelişimin güçlü bir burjuvaziye dayanmasıdır. Ona göre burjuva yoksa demokrasi de yoktur (Moore, 2012: 418). Örneğin 19. yüzyılın İngiltere’sinde tecrübe edilen siyasal gelişmeler, günümüz demokrasinin en temel kaynaklarını oluşturmaktadır. Nitekim orta düzey bir parlamento, kendi ekonomik temellerine oturmuş ticaret ve endüstri çıkar çevrelerinin varlığı, ciddi bir köylü sorunun bulunmayışı ile toprak aristokrasisinin direnmeyişi, hızla gelişen endüstri kapitalizmi ve burjuva, İngiltere’nin demokratikleşmesinde ciddi katkılar sağlamıştır (Moore, 2012: 65-70). Moore’un, 19. yüzyılda feodaliteden başlayarak gelişen ve parlamenter demokratik kurumların yerleşmesini tarihsel sürecin nihai evresi olarak gördüğü Fransa’da ise özellikle 14. Louis döneminde, bürokratik devletin inşa edilmesi ve aristokrasinin bürokrasiye entegre edilmesi farklı gelişmelere neden olmuştur. Moore “çağdışı rejim’in şiddet yoluyla yıkılmasını, Fransa’nın demokrasiye doğru giden yolda attığı çok önemli bir adım” olarak görmektedir. Ona göre Fransız toplumu burjuva öğelerini de içinde barındıran İngiliz tarzı bir toprak beyleri parlamentosu yaratmadı. Üst sınıflar liberal demokrasinin düşmanı olarak algılandı. O nedenle Fransa’da demokrasinin zafere ulaşması için bazı kurumların kaldırılması gerekiyordu. Nitekim Fransa kanlı devrimle karşılaştı. Devrim “burjuvazinin çeşitli kesimlerinin, iktidara, düzenin ve krallığın yıkılmasının ortalığa salıverdiği kentli plebler arasında güçlenen radikal akımların sırtında yükselmesini sağlayacak yolda ilerledi” bu durum aynı zamanda 13 devrimin geriye doğru yönelmesine de engel oldu. Köylüler de bu durumdan senyörlük düzeninin yıkılmasına katkı sağlayarak çıktılar (Moore, 2012: 147-149). Almanya ise farklı bir organizasyon ile bu gelişmeye ayak uydurdu. Köylünün, toprak soyluluğunun ve burjuvazinin gelişme için yeterli olmaması, geri kalmışlığın da vermiş olduğu acelecilik, güçlü bir lider karakterini ortaya çıkarmıştır. Bismarck toprak sahipleri ile cılız burjuvaziyi birlikte hareket ettirerek sistemi devlet eliyle yukarıdan aşağıya inşa etme yoluna girişti. En temel dayanak noktası ise sistemin, aristokrat sınıfın uzantısı olan ordunun kesin hâkimiyet politikasına dayandırılmış olmasıdır. Nitekim Almanya, Bismarck’ın öncülüğünde tepeden inmeci bir anlayışla kısa bir zaman içerisinde ulus devlet bilinci ve ekonomik gelişmeyle baş döndürücü bir başarıya ulaşmıştır (Belge, 2011: 230-240). Görüldüğü üzere bu ülkelerde burjuva, aristokrasi, soylu, kentli veya güçlü lider gibi farklı toplumsal dinamikler harekete geçerek demokrasi yolunda mesafeler almıştır. Bizim burada üzerinde duracağımız husus ise otoriter rejimlerden demokrasiye geçerken nasıl bir süreç yaşandığıdır. Nitekim demokrasiye geçiş konusunda çalışan birçok yazarın ileri sürdüğü ortak noktalardan biri, demokrasiye geçişte izlenecek yolun bağımsız bir değişken olarak kurulacak demokrasinin niteliğini etkileyecek önemli bir faktördür (Yazıcı, 1997: 18). Bu geçişi çeşitli şekillerde sınıflandırmak mümkündür. Genel olarak reform, kopma ve sözleşme olarak tabir edilen bu geçiş yöntemleri Huntington tarafından dönüşüm, yerine geçme ve değiştirme olarak tanımlanmaktadır. Ben ise demokrasiye geçiş yöntemlerini değiştirme, kurtulma ve mutabakat olarak ifade etmek istiyorum. “Değiştirme” olarak adlandırılan yöntem, demokrasiye geçişin bizzat otoriter rejimler tarafından başlatılması ve sürdürülmesi ile açıklanmaktadır. Alfred Stephan bunun üç şekilde zuhur edeceğini varsaymıştır (akt. Yazıcı, 1997: 19). Bunlar; a) Demokratikleşmenin sivil veya sivilleşmiş siyasal liderler tarafından başlatılması, b) Demokratikleşmenin askeri yönetimlerce başlatılması, c) Demokratikleşmenin kurum olarak Silahlı Kuvvetlerce başlatılmasıdır. Bu tür yönteme en güzel örnek İspanya olabileceği gibi, Türkiye’nin 1945 yılındaki demokrasiye adım atması veya her askeri müdahale sonrası ordunun iktidarı sivil otoritelere devretmesi örnek olarak gösterilmektedir. 14 “Kurtulma” olarak tasvir edilen geçiş yöntemi ise otoriter rejimin devrim, dış yenilgi, halk ayaklanması gibi nedenlerle aniden çöktüğü ve bu nedenle eski rejimin yöneticilerinin demokrasiye geçişte hiçbir rol oynamadıkları durumlarda ortaya çıkar. Geçmişte İran, Nikaragua ve Küba’da bugün ise Arap Baharıyla Tunus’ta yaşanan model buna örnek teşkil eder. Yalnız bu modelde yıkılan otoriter rejimlerin yerine yeni otoriter rejimlerin kurulma olasılığı her zaman saklıdır, Mısır en canlı örneği olarak karşımızda durmaktadır. Demokrasiye geçişte görülen son model ise “mutabakat” yöntemidir. Bu modelde eski rejimin yöneticileri ile iktidarın yeni temsilcileri arasında demokrasiye geçiş yönünde bir eğilimin olması gerekmektedir. Model değiştirme ve kurtulma yöntemleri arasında yer alan bir ara formül niteliğindedir. Bu mutabakatta demokrasiye geçiş yapmak üzere olan ülkede ordunun hukuksal statüsü, demokrasinin sınırları, seçim sistemi, ekonomik yöntem gibi özel hususlar da yer alabilir. Türkiye 1960 darbesinin hemen ardından yapılan genel seçimler sonucunda benzer bir mutabakat tecrübesi yaşamıştır. Tarihe “Çankaya Protokolü” olarak geçen bu mutabakatta, yeni bir askeri müdahaleden çekinen siyasi parti liderleri cumhurbaşkanının öncülüğünde demokrasiye geçişte ortak tavır sergilemişlerdir. 1.1.3- Demokrasinin Zaaflarına Karşı Koruyuculuk Demokrasi, sahip olduğu tüm erdemlerine rağmen birçok açmazlara maruz kalmış ve eleştirilere açık hale gelmiştir. Acaba demokrasinin karşı karşıya kalabileceği tehlikeler nelerdir? Toplumsal ve siyasal yaşamda gerçek ideal bir demokrasiye ulaşılabilir mi? Ya da demokrasi sahip olduğu enstrümanlarla bir çoğunluk diktatörlüğüne dönüşebilir mi? Tüm bu sorular, birçok toplum bilimci ve siyaset bilimci tarafından tartışılmakta ve çözüm önerileri aranmaktadır. Tocqueville, demokraside asıl tehlikenin, yönetenlerden çok yönetilenlerden geldiğine inanmaktadır. Yönetilenler bozulduğu takdirde sistemin de bozulacağını ortaya koyarak, demokrasinin aslî unsuru olan ‘asıllara’ güven duymadığını ortaya koymuştur (Göze, 1987: 251). Demokrasinin bir diğer sorunu, seçimle iş başına gelmiş olan yönetimin zamanla tiranlığa kayma ihtimalinin olmasıdır. Yani halkın seçtiği bir siyasi partinin ülkeyi ve siyasal sistemi tek adamlığa çevirebilecek, kısmen paradoksal bir anlayışa sahip olması tehlikesinin her daim var olma ihtimalidir. Örneğin Hitler, demokratik süreci kullanarak iş başına gelmiş bir diktatördür. Bu paradoksun farklı bir örneği Cezayir’de 1989’da yapılan seçimlerde İslam -demokrasi ilişkisi çerçevesinde yaşanmıştır. 15 Demokrasiyle ilgili diğer bir açmaz da istikrar ve adalet ilkeleri arasındadır. Demokratik ilkelere göre, halkın siyasal sistemde kendisini adil bir şekilde temsil etmesi gerekir. Temsil adil bir şekilde gerçekleştiğinde demokratik iktidar sorumluluklarını kaçınılmaz olarak yerine getirmekte zorlanacaktır. Ancak toplumda yer alan bütün eylem ve çıkarların adil bir şekilde temsil edilememesi, yönetimde istikrarsızlığa ve sonuçta karar alamayan ve kararlarını icra edemeyen bir iktidara neden olabilmektedir. Bu durum da sistemi “yönetemeyen demokrasiye” götürmektedir (Türköne, 2006a: 209). Kışlalı da demokrasinin sorunlarına ve çelişkilerine değinirken iktidarın yargı yoluyla denetimi ve iletişimin önemine vurgu yapar: Özgürlük ve yargı güvencesi olmazsa, sadece seçim demokrasiyi değil, olsa olsa “çoğunluk diktası”nı yaratır. O nedenle hem sistemi hem de seçilmiş iktidarı hem de yönetilenleri koruma adına yargısal manâda bir denge ve kontrol sisteminin varlığı elzemdir. Bu da demokrasinin, ancak hukuk sistemi içinde sağlıklı işleyebilmesiyle mümkündür. Demokrasinin işlemesi açısından, haber alma ve düşünce özgürlükleri ön sırada gelir. Özgür bir haber alma ortamı yoksa, insan özgür bir biçimde düşünemez (Kışlalı, 1994: 245). Bütün bu tespitler demokrasinin işleyiş meselesi olarak dikkat çeker, sayıca demokrasi eleştirileri artırılabilir. Ancak her halükârda bu rejimin de aslında bir azınlık rejimi olduğunu öne süren yaklaşımlar da vardır. Schumpeter ise demokrasiyi halkın siyasi kararları almak ve rasyonel tercihleri yapmak için gerekli yeteneklere sahip olmadığı için eleştirmektedir. Ona göre demokrasi bir amaç değil halk tarafından onaylanan, halkın güvenini ve desteğini kazanan kadroları, toplumu yönetecek mevkilere getiren bir yönetim modelidir. Bu modelde halk politika yapma, tercih yapma yetkisini, onayladıkları siyasilerin tercihlerine bırakır. O nedenle gerçekte yönetim ve karar alma yetkisi, bir azınlığın yani siyasal seçkinlerin elindedir. İktidar halk tarafından değil küçük bir azınlık tarafından kullanılır (Schumpeter, 2014: 349-350, 372). Demokrasinin karşı karşıya kalabileceği bu sorunlar, sistemin sağlıksız işlemesine neden olabilir. O nedenle var olan sistemin korunması ile Schumpeter’in yukarıdaki tespiti yani iktidarın halktan ziyade küçük seçkinci bir azınlık tarafından kullanılması, bizi “koruyuculuk” kavramına yönlendirmektedir. Birçok farklı kılıf altında ve bilinen tarihi süreç içerisinde dünyanın birçok farklı bölgesinde çok çeşitli siyasal düşünüre ve öndere çekici gelen koruyuculuk anlayışı, Platon’un Devlet adlı yapıtında ortaya konmuştur. Demokrasiye karşı ileri sürülen bu yönetim anlayışına göre, sıradan insanların kendi çıkarlarını ve içinde yaşadıkları toplumun çıkarlarını anlayıp savunabileceklerini 16 kabul etmek oldukça güçtür, onların kendi kendilerini yönetecek nitelikte olmadıkları açıktır. O nedenledir ki üstün bilgi ve yetenek isteyen yöneticilik görevi, bu niteliklere sahip bulunan bir azınlığa verilmelidir (Dahl, 1993: 63-64). Tamamen liyakatli, ehliyet sahibi uzmanlardan oluşan, toplumun geri kalan kısmı üzerinde hüküm süren, ortak iyiye ve herkesin çıkarına göre yönetim gerçekleştiren, halkın kendi kendini yönetmesi haline göre ondan çok daha iyi bir biçimde yönetim sergileyeceği varsayımına dayanan bir azınlık görüşü olarak da değerlendirilmektedir. İnsanların kendi kendilerini yönetme yeterliliğine sahip oldukları varsayımına karşı çıkan bu anlayış, bazı insanları siyaset sanatı bakımından üstün görmektedir. Modern zamanlarda Leninist öncü parti, koruyuculuğun çekiciliğini ortaya koyması bakımından yakın tarihin ilginç bir örneğini teşkil etmektedir. Partinin üyeleri dikkatli bir biçimde devşirilerek eğitilmiş, işçi sınıfının kurtuluşuna erişme ve uzman olmaları nedeniyle seçilmişlerdir. Bu düşünceye göre sadece yüksek düzeyde bir insan grubunun yasalara tabi olan herkesin iyiliğine hizmet etmek için gereken bilgi ve yeteneğe sahip olduklarına inanmak akla en uygun düşen anlayıştır. Bu koruyuculuk anlayışı Aristo’ya göre demokratik bir rejimde basit bir değişiklik değil, demokrasiye alternatif olan bir rejim türüdür. Ona göre koruyuculuk devletin, yetişkinler içinde bir azınlığı meydana getiren ve demokratik sürece tabi olmayan insanlardan oluşan liyakat sahibi yöneticiler tarafından yönetilen bir yönetim şeklidir. Tıpkı kendi çıkarlarının farkında olmayan çocukların, ebeveynleri tarafından yönlendirildiği ve korunduğu gibi sıradan insanlar da kendi çıkarlarını anlayamaz, o nedenle bu insanların yönetme kabiliyeti açısından yeteneksiz olduğu kabul edilmeli ve yöneticilik eylemi liyakatli, seçilmiş kişilere bırakılmalıdır (Dahl, 1993: 69-70). Aristo üstün bilgiye sahip bu azınlığın, seçkinler grubunun ya da aristokrat bir zümrenin ülkeyi yönetebileceğine inanmaktadır. Peki, bu anlayış yönetimde devamlı olabilecek midir? Aristo’ya göre belirli bir siyasal rejimi haklılaştırmak için koruyuculuk fikrine başvuranlar, söz konusu yönetim modelini sadece geçici bir dönem için tercih ettiklerini belirtmektedir. Fakat aslında planlanan geçici; ama muhtemelen uzun bir süre var olacak olan, en azından kendi ideolojik fikirlerinin temellerini hiç değişmeyecek derecede atabilecek kalıcı bir yönetim oluşmasını sağlamaktır. Tarih bu vaatlerle gelmiş; ama kalıcı olmuş koruyucu yönetim modellerinin tecrübesiyle doludur. Birçok askeri rejim, özellikle Latin Amerika’da, iktidarlarını geçici olduğunu söyleyerek haklılaştırmışlardır. Örneğin 1973’ten sonraki 17 Pinochet Şilisi, demokratik bir hükümetin restorasyonu için zorunlu şartların yaratılmasına hizmet edeceği iddiasıyla, ya da ileride detaylıca inceleyeceğimiz siyasi hayatımızdaki “vesayet” tecrübesiyle Türkiye, söz konusu anlayışı vurgulayıp ancak çekildikten sonrada kalıcı yapılarla ve mekanizmalarla dikkat çeken ülkelerdir. Steven Cook bu tartışmaya modernite ve otorite ilişkisi açısından yaklaşarak katılmaktadır. Koruyuculuğu otoriter bir sistem olarak ele alan Cook’a göre, “modernleşme için bilimsel bilgiye önem veren yüksek modernizmin dünya görüşü ‘doğası gereği otoriterdir’. Yüksek modernistlere göre, yalnızca belirli tür becerilere sahip olanlar, yani bizzat kendileri, siyasi gücü kullanma gücüne sahip olabilir” (Cook, 2008: 55). Dahl, koruyuculuğun modern zamanlarda bile var olduğunu belirtmektedir. Modern ülkelerde alınan kararlar, izlenen siyaset ve çıkarılan yasalar, çoğunlukla referandum veya diğer doğrudan demokrasi biçimlerine göre belirlenmemektedir. O kadar ki siyasalar seçimlerin dolaysız bir sonucu olarak bile ortaya çıkmamaktadır. Siyaset daha çok istisnai ölçülerde uzmanlık sahibi yüksek nitelikli insanların çalıştığı yürütme ve idari organların süzgecinden geçerek şekillenmekte, devlet yetişkinler içinde bir azınlığı meydana getiren ve demokratik sürece tabi olmayan insanlardan oluşan liyakat sahibi yöneticiler tarafından yönetilmektedir. Örneğin bürokrasi, modern zamanlardaki koruyuculuğu temsil eden ciddi bir kurum olarak göze çarpmaktadır. Bürokratlar, halkın ve parlamentonun denetiminden kaçmayı becerebilen bir tür yöneticilik faaliyetini yerine getirmektedirler (Dahl, 1993: 69-70). 1.1.4- Seçkinci Demokrasi Yukarıda belirtilen bu zaaflar farklı demokrasi modellerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bugünün dünyasında tek tip bir demokrasi modeli görmek imkânsızdır. Her ülke kendi toplumsal ve ekonomik yapısına göre uygun demokrasi modelleri geliştirmiş veya geliştirilen demokrasi modellerinden birini tercih ederek modernleşme yolunda mesafeler kaydetmiştir. Geliştirilen bu modeller temsili demokratik modelin eleştirisi üzerine inşa edilmiş kuramlar olarak karşımıza çıkmaktadır (Tekeli, 2001: 126-127). Bunların ilki Friedman tarafından ortaya konan 18. ve 19. yüzyılda toplumda özgürlüğün asıl amaç ve bireyin asıl varlık olduğunu vurgulayan, “bırakınız yapsınlar” ilkesini de ülke içinde devletin ekonomik rolünü azaltıcı, bireyin rolünü geliştirici bir araç olarak destekleyen, ülke dışında da serbest ticarete destek veren, siyasal bağlamda temsili hükümetin ve 18 parlamenter kurumların gelişmesinden yana tavır koyan, devletin keyfi gücünün azaltılmasından yana olan ve tamamen bireyin özgürlüğünü referans alan (akt. Yılmaz, 2003: 117) “liberal demokrasi kuramıdır”. İkincisi Shively (1991: 57) tarafından gündeme getirilmiş olan, sanayi devriminin ve onun ortaya çıkardığı güçlü bir işçi sınıfının etkisiyle ortaya çıkan ve liberalizmin kurulu düzenini sarsan, imtiyazlıların hâkim olduğu bir dünyada tüm insanların eşit olduğu anlayışını savunan aynı zamanda da işçilerden de destek görmüş olan “sosyal demokrasi kuramıdır”. Üçüncüsü Arend Lijphart tarafından ortaya atılmış olan daha çok oy çokluğu ilkesini referans alan, çoğunluğun arzularına göre yönetimin cevap verdiği, çoğunluk tercihlerinin esas kabul edildiği “çoğunlukçu demokrasi modelidir”. Rousseau’nun Toplumsal Sözleşme eserinde yansıyan bu anlayış, çoğunluğun oyunu alanların mutlak yönetme hakkına sahip olması gerektiği düşüncesine dayanmaktadır. Bir diğeri kararların oluşturulma sürecinin karar alma sürecinden daha önemli olduğu temel görüşünden hareket eden, daha çok oy kullanma hakkına sahip olanların, çevresini genişletme ve oy verenlerin kamusal işler konusunda söz alması, irade beyan etmesi ve karar verme sürecinde katılımını yaygınlaştırma ve yoğunlaştırma amacını güden (Schmidt, 2001: 164) “güçlü (katılımcı) demokrasi kuramıdır”. Sartori ise “akılcı demokrasi” ve “deneyci demokrasi” modellerini ortaya koymaktadır. Her ikisi de halk egemenliğini kendilerine çıkış yolu olarak almaktadırlar. Deneyci demokrasiler doğal olarak gerçekçi, genellikle geribildirimlerden doğan ve bu anlamda tümevarımlı öğelerden oluşurken, akılcı demokrasiler gerçekliğe karşı eğilimli olup “usavurma zincirinin halkalarını birbirine olabildiğince bağlayarak, çok katı bir öncül ve sonuç ilişkisi içinde tümdengelimli kurulmuşlardır”. Ona göre Fransa bir devrimci patlamadan doğduğu için ve “yalnız halk egemenliğini baskın kötülüklere karşı tam çare saydığı için değil (…) genel soyut ilkere duyduğu saygıdan ötürü” akılcı tipi demokrasiye, Anglo-Amerikan tipi ise yavaş ve genellikle sürekli olan, tecrübeye dayanan bir tarihsel gelişmenin sonucu olduğu için deneyci demokrasiye örnektir ” (Sartori, 1996: 55-58). Bunlara “düşük yoğunluklu demokrasi kuramı” ve “radikal demokrasi kuramı” da eklenebilir. Düşük yoğunluklu demokrasi kuramı özellikle az gelişmiş üçüncü dünya ülkelerinin siyasi arayışları karşısında daha çok II. Dünya Savaşı sonrası muhalefet akımlarının bastırılması ana fikrinden hareket ederek ABD tasarımı olarak ortaya konmuş olan yeni bir dünya düzeni anlayışı olarak oluşturulmuştur. Model gerek halk 19 hareketlerine geniş alanlar tanıyarak radikal taleplerin oluşmasına katkıda bulunması, gerekse yerleşik hâkim çıkarların tehlikeye düşmesinden endişe duyan ordu gibi seçkinci yapıların, Demokles’in kılıcı gibi siyasi aktörlerin üzerinde durmasıyla kırılgan bir yapı arz etmektedir. Diğeri ise klasik liberalizme ve Marksizm’e bir alternatif olarak sunulan, kişisel hakların daha da artmasını sağlayarak mülkiyet haklarını ve devlet iktidarının kullanılmasını demokratik hesap verme yükümlülüğü içerisinde ele alan, bireysel ve toplumsal ilişkileri siyasal ilişkiler olarak gören bir anlayışı temsil eden “radikal demokrasi kuramıdır” (Mouffe, 1994: 192-193). Mevcut sistemin devamını arzu eden, toplumsal olarak bağımsız kişiliklerden oluşan bir elitin bütün ulusu temsilen konuşmasının daha uygun olduğunu düşünen, kamusal alanda halktan ziyade bürokrasiyi egemen kılan “seçkinci demokrasi kuramı”, bir diğer alternatif olarak kabul edilmekte, daha çok var olan siyasi düzenin değişmesinden endişe duyan, o nedenle de tam anlamıyla demokratikleşme sürecini tamamlayamayan ülkelerin tecrübe etmiş olduğu bir model olarak görülmektedir. Türkiye gibi demokrasinin tam anlamıyla pekişmediği, gelişmekte olan ülkelerde ise halkın katılımının biçimsel kaldığı, daha çok vesayetçi bir anlayış sergileyen “seçkinci demokrasi modeli” ya da Freedom House’un raporuna göre “seçimsel demokrasi modelleri” görülebilmektedir4. Seçimsel demokrasi modelinin görülmesinin arka planında birçok neden varsa da başta gelen sebeplerden biri ülkede var olan, orduyu da içine alan, seçkinci yapılanmalardır. Özellikle demokrasi bağlamında konsolide olamamış, Batı dışı bu toplumlarda görülen siyasi yapılarda ordunun aktif varlığı, farklı kesimlerle kurduğu ittifaklar, çoğu zaman karşımıza seçkinci demokrasi tecrübesi olarak çıkmaktadır. İleride söz konusu bu seçkinci yapının hâkimiyeti, vesayet ve ona sebep olan “çıkış güvenceleri” kavramıyla açıklanmaya çalışılacaktır. Bu seçkinci yapı, bazı demokrasilerde sistemin bekasını koruma ve sürdürmek üzere adeta “koruyucu” gibi hareket etmiştir. Geçmişi John Locke ve David Hume’a kadar giden, öncülüğünü Pareto, Michels, Mosca ve Mills’in yaptığı seçkinci teori 1960’lı yıllarda gelişmiştir. Bu kişiler tüm siyasal sistemlerin sonuç itibariyle, bir grup yönetimi (oligarşi) niteliği taşıdığını savunmakla demokrasinin de en özgün eleştiricileri olarak kabul edilmektedirler 4 Freedom House'un 2000 yılı verileri, bkz. www.freedomhouse.org (29.02.2016). 20 (Runciman, 1986: 49-50). Bu yaklaşımın özünü, toplumun iktidar yapısını sayıca az fakat güçlü insanların teşkil ettiği düşüncesi oluşturur. Devlet iktidarı kaçınılmaz olarak bir grup insan tarafından üstlenilecektir. Bu söz konusu durum, ortaya ister istemez yöneten ve yönetilen ayrımını çıkaracaktır. Devlet iktidarını kullananlar kim olacaktır? Kimler arasından kimler tarafından seçilecek? Herkes, devletin olanaklarından eşit oranda faydalanma hakkına sahip midir? Toplumda ayrıcalıklı olanlar var mıdır? Bu sorular kaçınılmaz olarak seçkin kavramını ortaya çıkarmaktadır. İlk defa 17. yüzyılda üstün ve kaliteli malları tanımlamak için kullanılan elit (seçkin) sözcüğü daha sonraları anlam olarak genişlemiş, birinci sınıf askeri birlikler ya da soyluluğun yüksek mertebeleri gibi üst toplumsal kümeleri kapsamaya başlamış, toplumsal ve siyasi alanda yaygın kullanımı ise Avrupa’da 19. yüzyıl sonlarında İngiltere ve ABD’de Pareto ve Mosca’nın yazılarıyla ortaya konmuştur (Bottomore, 1997: 7-8). Robert Michels tarafından 1911 yılında Avrupa ve özellikle Almanya’daki sosyalist partilerle işçi sendikaları üzerinde yaptığı çözümlemelere dayanarak kaleme alınan ve “Oligarşinin Tunç Yasası” olarak kavramlaştırılan seçkinci anlayış, elit teorilerinin içinde önemli bir yerde durmaktadır. Bu teoriye göre, amacı ve yöntemleri ne olursa olsun, bir sistemdeki birey sayısı belli bir miktarın üzerine çıktığında, bireyler arasında iletişim sorunu yaşanmaya başlayacak, bu sorunun üstesinden gelmek üzere gruplar oluşturulduğunda ise grupların kendi içindeki iletişim mekanizması bürokrasiyi doğuracak bu da sonunda oligarşiyi getirecektir. Gruplar arasında iletişimi sağlayan, karar ve kontrol mekanizmasını işleten zümre, bir süre sonra kendilerini olduklarından daha yetkin, temsil ettiklerinden daha seçkin, feda edilemez görecekler ve elit zümre olarak sisteme hâkim olacaklar demektedir. Michels’e göre otoritelerin atanmasında başvurulan yol ne olursa olsun değişik kademedeki yöneticiler, iktidarlarını sürdürme eğilimi taşırlar ve kendilerinden sonra gelecek olanları bir çeşit kooptasyonla belirlerler, nitekim resmi seçimler de bu durumda onaylamanın ötesinde bir anlam taşımazlar. Böylece örgütlerin tümü, hatta yapıları resmen demokratik olanlar bile bünyelerini fiilen oligarşiye dönüştüren ‘tunçtan bir yasa’ ya tabi olacaklardır (Duverger, 1998: 176). ‘Elitlerin birleşimi’ teorisini ortaya koyan Mills, Amerikan toplumunu elit sosyolojisi açısından ele almıştır. Toplumda iktidar ve egemenliğin gerçekte ekonomik, siyasal ve askeri alanlarda paylaşıldığını ileri sürmekte ve bu üçlü yapının zamanla birbirine bağımlı hale geldiğini belirtmektedir (Mills, 1974: 15). Mills bu üçlü yapı ile 21 modern toplumun hiyerarşik bir yapıya büründüğünü ileri sürer, bu üçlü yapı arasındaki sıkı ilişki sayesinde homojen bir elit grup oluşturulmakta ve siyasal iktidar paylaşılmaktadır (Vergin, 2006: 134). Toplumun geneline yönelik en kritik politikaların yine bu iktidar seçkinlerince gerçekleştirildiğini belirten Mills, modern toplumun öğeleri olarak da ordu, devlet ve büyük şirket topluluklarını gösterir ve bu üçlü yapının kurulmasıyla modern toplumdaki organizasyonun kurumsallaştığını ileri sürer. Mills’e göre söz konusu iktidar içerisinde yer alan bireylerin çoğu hayat şartları ve imkânları bakımından baştan itibaren imtiyazlı bir hayata sahip olmuşlar, en iyi okullarda ve üniversitelerde okuyup benzer sosyal ilişkiler içerisine girmişlerdir. ‘Elitlerin Dolaşımı’ teorisiyle adından söz ettiren Pareto, kuramını organize olmuş bütün toplumlarda, bir alt-üst (elit olanla- olmayan) gruplaşmasının bulunduğu fikrine oturtmaktadır. Pareto, demokrasinin tamamen farklı bir yönetim biçimi olduğunu reddederek demokrasiyi, seçkinlerin elinde; ama bunu halka aksettirmeyen, gözden uzak bir ideloji olarak görmektedir. Onun elit kavramını açıklamak için kullanmış olduğu ifadeler, toplumda var olan eşitsizliğe dikkat çekmek içindir. Pareto en genel anlamıyla eliti, insan etkinliklerinin tüm dallarında en yüksek kapasiteye sahip bulunan bireylerin teşkil ettiği sınıf olarak açıklamaktadır (Pareto, 2005: 8-11). Pareto’da elit olmak doğuştan getirilen kalıtımsal bir özelliğe dayandırılamaz, bu bir kabiliyet işidir. Elit aynı zamanda küçük bir azınlıktır, topluma damgasını vuran bir zümredir. Elit bireylerin sabit olmayıp zamanla değişebileceğini belirten Pareto, bu hareketliliği açıklamak için ‘tarih aristokratlar mezarlığıdır’ tezini ileri sürmüştür. Ona göre her zaman azınlıkta olan siyasi iktidar sonsuz, sürekli ve değişmez değildir. Her zaman bir azınlık yönetimi olmakla birlikte bu yönetime sahip olanlar değişebilir. Hatta tarih bu değişen, zamanla yönetici olma ayrıcalığını kaybetmiş elitlerle (aristokratlarla) doludur. Fakat Pareto elitlerin bu dolaşımını toplumsal hareketliliği sağlama açısından faydalı bulmaktadır. Bu hareketlilik sayesinde yetenekli kimseler yönetime girer, toplumsal dengeye katkı sunar. Pareto’nun yönetici elitleri birbirlerine kenetlenmiş değildir. Yönetici elitler arasındaki bağlantı ve güç birliği daha çok ekonomik çıkarlara dayanmaktadır (akt. Vergin, 2006: 124-128). Elit kavramı konusunda çalışma yapan bir diğer önemli sosyal bilimci Mosca, geliştirdiği “yönetici sınıf” kuramında yönetici sınıfın iki sınıftan oluştuğunu belirtmektedir: Bunlar tüm liderlik vasıflarını kendisinde toplayan, sayıcı az, politik fonksiyonları yüksek, gücü kullanan “üst sınıf” ile onlara entelektüel destek veren, sayıcı fazla ve üst sınıf tarafından kontrol edilen “alt sınıf”tır (Mosca, 1939: 51). Yönetici sınıfın 22 üyelerinin sayıca az olmasına rağmen örgütlenmiş ve üstün nitelikli olmaları, onları etkin ve başarılı kılmaktadır (Schumpeter, 2014: 380). Bu sınıf konumunu kaybetmemek için çoğunluk üzerinde hukuk kuralları, inandırma, hile, korku, terör gibi çeşitli yöntemlere başvurur. Mosca’nın “siyasi formül” olarak adlandırdığı bu olgu, yönetimin meşruiyetini sağlayan gereçleri ifade etmektedir (Mosca, 1939: 70). Halk yönetimine inanmayan ve seçkinler yönetimini uygar bir yönetim ve toplumun tek seçeneği olduğunu vurgulayan Mosca, elit bir azınlığın tüm toplumu yönettiğini belirtir. Ona göre üstün yeteneklere sahip olan ya da görünüşte sahip oldukları bazı yetenekleri dolayısıyla toplumda saygınlık ve etkinlik kazanmış olan (Zannoni, 1978: 7-13) bu azınlık, doğal ayıklanma ya da seçim yoluyla çoğunluk içinden çıkar ve etkin bir şekilde çoğunluğu yönetir. Yönetici elitler olarak da kavramlaştırılan bu grup, toplumsal hayatta karşı konulmaz bir güce ve göz ardı edilemeyecek bir etkinliğe sahiptir. Mosca bu azınlığın çoğunluk üzerinde egemenlik kurmasının dayanağını birlikte hareket etmelerine ve organize olmalarına bağlamaktadır (Bottomore, 1997: 10). Entelektüel olmayı ve ekonomik üstünlüğü, elit kavramı açısından ayırıcı bir güç olarak gören Mosca (1939: 70-71), her yönetici sınıfın kendi iktidarını hukuksal bir zemine oturtarak ve meşrulaştırarak oluşturduğunu iddia etmekte, bunu da ‘siyasal formül’ olarak nitelemektedir. Halkın yönetime rıza göstermesini sağlayan bir araç olarak kullanılan bu formül, toplumun sosyal, kültürel ve manevi dinamiklerini dikkate alır ve meşruiyeti de manevi ve hukuki bir temele dayandırır. Demokrasiyi seçkinler arasında bir iktidar yarışı olarak gören Schumpeter, 1942 tarihli “Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi” adlı eserinde yönetimin her zaman seçkinlerin elinde olması gerektiğini ve halkın siyasal kararlar almak ve rasyonel tercihler yapmak için gereken niteliklere sahip olmadığını ileri sürmüştür. Ona göre demokrasi halkın yönetenleri kabul etme ya da reddetme fırsatına sahip olduğu anlamına gelir. Halkın tek fonksiyonu, seçimlerde sandık başına giderek belirli bir süre için kendi adına kararları verecek olan seçkinler kadrosunu yani hükümeti meydana getirmekten ibarettir. Bu, yönetilenlerle yönetenler arasındaki iş bölümünün bir gereğidir (Schumpeter, 2014: 349-350). Schumpeter ayrıca halkın karar verme sürecine yaygın ve etkin olarak katılımının gerçekçi olmayan bir varsayımdan ibaret olduğunu belirtmektedir (2014: 372). Seçilmiş seçkinler üzerinde halkın bir tek denetim mekanizması vardır, o da onları tekrar seçmemektir. Daha etkin bir kontrol mekanizması ise karşı seçkinlerdir. 23 Siyasal Gelişme Siyasal Bozulma adlı çalışmasında Huntington elitlerin rekabetinden söz ederken kendi siyasal varlıklarını korumadaki menfaatleri, onları, hızlı ekonomik değişime öncelik vermekten vazgeçirebilir, demektedir. Siyasal elitler arasındaki yarışmanın azalmasının, kontrolsüz bir siyasal mobilizasyonu yavaşlatabileceğini öne süren Huntington’a göre elit, kendi içinde bölünmeye uğrarsa, elit hizipleri kütlelerden destek aramaya başlar. Bu ise, bir yandan kütlelerin hızla siyaset alanına girmelerine neden olurken, diğer yandan da modernleşmenin gerekliliği konusunda elit mensupları arasında eskiden mevcut oydaşmayı zedeler. Geleneksel ve modern kültürler arasında sıkışıp kalan elitlerin kimliklerini arayış çabaları da, ayrı problemler yaratabilir. Örneğin Türkiye’de, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) siyasal tekelini devam ettirdiği müddetçe, halkın siyasal mobilizasyonu ile siyasal kurumların gelişimi arasında nisbî bir denge mevcut olmuştur. Ancak, bir muhalefet partisine izin verme yolundaki bilinçli karar, siyasal yarışma alanını genişletmiş ve Batılılaşmış şehir elitinin dışına taşırmıştır. Demokrat Parti (DP), köylüleri siyaset alanına sokmuş, gelenekçi güçleri kuvvetlendirmiş ve eskiden mevcut mutabakatı bozmuş, Turhan’ın tabiriyle “evrimci elit değişimi” yaşanmıştır (Turhan, 2000: 170). Modernleşmeye candan bağlı olan ordu, bir hükümet darbesiyle iktidarı ele almış, DP’yi dağıtmış ve Başbakan ile iki bakanı idam etmiştir. Bir ara rejimden sonra, ordu “devrimci elit değişimini” gerçekleştirdikten sonra (Turhan, 2000: 190) bizzat hükümet etmekten vazgeçmiş ve demokratik seçimlerle, hiçbir partinin açık bir çoğunluğa sahip bulunmadığı çok parti sistemine geçilmiştir. Böylece Türkiye, tek-parti rejiminden, kısa süreli bir iki-parti dönemine, oradan askerî bir rejime, ardından çok-parti sistemine geçmiştir. Bu süreç, sadece siyasal kurumları zayıflatmakla kalmamış, aynı zamanda gelenekçileri siyasete sokmak suretiyle, modernleşme amaçlarından birçoğunun gerçekleştirilmesine de engel olmuştur (Huntington, 1965: 426)5 Elit kavramını kurumsal iktidara sahip, sosyal kaynakları kontrol eden, toplumsal karar verme sürecini doğrudan veya dolaylı olarak ciddi bir şekilde etkileme yetisine sahip, karşıtlarına rağmen istek ve amaçlarını gerçekleştirebilen bireyler olarak tanımlarsak (Arslan, 2007: 4), kimi demokratik rejimlerde seçimle iş başına gelen elitlerin yanısıra, atanmışların elit kompozisyonunda bir yere sahip olabilecekleri hesaba katılmalıdır. Paylaştığımız tanım çerçevesinde güç, kontrol ve etki seçilmiş elitlerle Huntington, Samuel, “Political Development and Political Decay”, World Politics, Vol. XVII, April 1965. s. 386-430. 5 24 atanmış elitler arasında paylaşılabilir. Bu ihtimal demokratikleşme süreci içindeki ülkelerde karşımıza çıkar. Atanmış elitlerin zamanla seçilmiş elitlerle yetkilerini paylaşmaya mecbur kalmaları 20. yüzyılın siyasi gerçekleri arasındadır. Merkez-çevre teorisi yöneten-yönetilen ilişkilerini anlatan bir açıklama biçimi olarak bu şekilde bir okumaya da tabi tutabilir. Seçkincilik anlayışını merkez-çevre kavramlarıyla ele alan ve toplum analizinde ilk kez kullanan Edward Shils her toplumun merkezî bir alana sahip olduğunu ifade etmekle birlikte, bu alanın belirli bir kudsiyete sahip olduğunu belirtmiştir. Merkezî alan, herkesi etkileyebilecek ölçüde sahip olduğu gücü, varlık sebebi olan değerler ve inançlar dünyasından almaktadır. Dolayısıyla bu merkez, aynı zamanda toplumu yöneten semboller, değerler ve inançların da merkezini teşkil etmektedir (Shils, 2002: 86). Ona göre merkezi değer sisteminin en büyük taşıyıcısı “devlet”tir. Devlet, sahip olduğu otoriteyi yayma eğilimi içindedir. Böylece merkezin değerleri, toplumun diğer kesimlerine, devlet tarafından, merkezin seçkinleri aracılığıyla yayılmaya çalışılmaktadır. Bu seçkinler, kendilerine itaat edenleri ödüllendirme, karşı gelenleri ise cezalandırma eğilimindedirler. Merkezi kurumlar sisteminin seçkinleri güçlüdür, çünkü toplumda anahtar bazı pozisyonlara sahiptirler. Anahtar pozisyonların çok önemli olması, atamanın merkezden kontrolü, kişisel bağlar veya aralarında ortak özellikler olan memurlar dolayısıyla, seçkinler arasında bir uzlaşma söz konusudur (Shils, 2002: 91-92). Hampson da siyasal çatışmanın nedenini siyasal gücü elinde tutanlar ile bu güçten mahrum olanlar arasındaki rekabet olduğunu, bunun da genellikle merkez ile çevre arasındaki düşmanca tavırlardan kaynaklandığını (akt. Heper, 2006: 32) belirtmektedir. Shils’in ortaya koymuş olduğu merkez ve çevre kavramlarının Türk toplumuna uyarlanması, genel olarak toplumsal, özelde ise siyasal gelişmelerin açıklanması bakımından bize oldukça önemli ipuçları vermektedir. Şerif Mardin’in “Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri” (Mardin, 2003a: 37–77) adlı makalesi, Shils tarafından ifade edilen merkez-çevre kavramları ile Türk toplumunun değerlendirilmesini sağlamıştır. Mardin, Shils’in bu kavramsallaştırmasını çıkış noktası kabul ederek bu uyarlamayı gerçekleştirmekte, merkez ve çevre ilişkilerini Osmanlı’nın kuruluşundan Cumhuriyet Türkiyesi’ne getirirken yöneten-yönetilen ilişkilerini temel almaktadır. Mardin’e göre merkez, Osmanlı Devleti’nin bir arada tutmayı başaran merkezi bürokrasi olduğu kadar, devletin işlemesini mümkün kılan özü de ifade etmektedir. Çevre ise, merkezin dışında kalan toplumsal alanı, kurumları ve coğrafi alanı temsil eder (2004c: 275). 25 Mardin’e göre merkez ile çevre arasında başlayan ayrışma, Cumhuriyet’in ilanının ardından daha da farklı bir görüntüye bürünmüştür. Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte mevcut olan değerler sistemi yerine yeni bir merkezi değerler sistemi ikame edilmeye çalışılmış; bunun sonucu olarak da bu değerler sistemini benimsemeyen toplum kesimleri, çevrenin unsurları halini almıştır. Heper ise Türkiye’de merkezin yani seçkinci anlayışın egemen olmasını, toplumun “uzun vadeli menfaatlerinin” halktan kopuk belirlenmesiyle ve bürokrasinin özerk bir sınıf gibi hareket edebilen “aşkıncı devlet modeliyle” açıklamaya çalışmıştır. Türkiye’de çoğunlukla “ılımlı aşkıncı bir yönetim biçiminin” siyasal hayata damgasını vurduğunu, bunun da her askeri müdahaleden sonra özellikle 1980-1983 askeri rejimi sırasında daha da aşkıncı bir biçime dönüştüğünü belirtmiştir (Heper, 2006: 35). 20. yüzyılın ikinci yarısında demokrasi teorisiyle elitist teorinin birbiriyle çeliştiği yönünde yaygın bir kanı vardır. Gerçekten de tek tek ele alındığında iki kavram arasında bir uyumdan söz etmek oldukça güçtür. Ancak Avrupa’da faşizm ve Bolşevizm’in iki dünya savaşı arasındaki dönemde popüler hale gelmeleri, liberal ve demokratik değerlere bağlı olan bazı bilim adamlarını bu iki teoriyi birleştirme çabasına sürüklemiştir. Amaç ise elitleri demokrasi içinde meşru bir konuma oturtmaktır (Türköne, 2006a: 388-389). Keza demokrasi çoğunluğun yönetim anlayışını benimser; ancak bu çoğunluk yönetimini “halkın doğrudan doğruya yönetimi” biçiminde değil, çoğunluğun kendisini yönetecek elitleri seçmesi olarak ele alırsa o zaman elit varlığının demokrasiyle bağdaştırılmasında bir sorun görünmez (Turhan, 2000: 35). Demokratik elitizm kuramı, demokrasiyi salt yöneticileri seçme olarak görmektedir. Bu kurama göre halk yeni bir şey ortaya koymamakta, mevcut alternatifler arasından birini seçmektedir. Yani halka çeşitli elit gruplar arasından bir seçim yapması önerilmektedir. Demokratik elitizm teorisine göre, gücün sadece elit grup arasında dağılması yalnızca demokrasiyi koruyup yaşatmak için değil, aynı zamanda da despotik baskı rejimlerinin ortaya çıkmaması için de zorunludur. Teoriye göre önemli olan gücün eşit dağılımı değil güçlü bir konuma ulaşabilmede fırsat eşitliğidir (Arslan, 2007: 34). Belli ve az sayıda odak elinde depolanmış olan güç, baskıcı ve totaliter tehlikelere karşı açık bir davetiye teşkil eder, o nedenledir ki bu tehlikeler ancak iktidar gücünün başka güçler tarafından paylaşılmasıyla bertaraf edilebilir, bu da güç pastasından pay almış siyasi elitlerin öteki elit gruplar tarafından denetlenmesiyle dengede tutulabilir. Siyasi bir denge oluşturma adına, elitlerden kaynaklanan bu denge tek başına yeterli değildir. Gerek 26 dikta heveslilerinden korunmak gerekse daha işleyebilir bir demokrasi yaratabilmek için karar verme sürecinde halkın katılımı da sağlanmalıdır. Geniş halk desteği olmaksızın hak ve özgürlükleri ve de demokrasiyi totaliter tehlikelere karşı korumak olanaksızdır. Bu ise sivil toplum bilincinin toplumda yaygınlaştırılması ve kitlelerin böylesi yapılanmalara etkin katılımı sayesinde gerçekleştirilebilir (Arslan, 2003: 119). Elitlerin birleşimi tezinde Mills (1974: 14), iktidar ve egemenliğin üç grupta paylaşıldığını belirtmektedir. Ordu, devlet ve şirket toplulukları bağlamında ekonomiyi ele alan ve “iktidar üçgeni” olarak tarif edilen bu yapının kurulmasıyla, modern toplumun organizasyonunun kurumsallaştığı öne sürülmektedir. Konumuz açısından bu üç elitist grubu incelemek asıl konumuz olan “çıkış güvencelerine” bir pencere açacaktır. Bunlar siyasal elitler, ekonomik elitler ve askeri elitler olarak kategorize edilmektedir. ABD örneğinde siyasal elitlerin siyasete bir emek vermeden geldiğini belirten Mills, siyasal elitlerin tabandan yani yerel siyasetten değil, ulusal düzeyden başlayarak seçilmekten çok atama yoluyla siyaset sahnesinde yer aldıklarının altını çizmektedir. Mills, siyaset dışı alanlardan siyaset sahnesine çıkan bu elitlerin, yürütme organını elinde tutan daha çok büyük şirketler çevresindeki zenginlerin hukukçu, yönetici gibi çalışanları olduğunu belirtmektedir. Bunlara ilaveten devlet kurumlarında çalışan meslek sahibi politikacılar da vardır. Söz konusu politikacıların siyasal kişilik kazanmaları ile devlet işlerindeki rutin işlerden kurtulup siyasette belirleyici bir konuma çıkmaları arasında bir ilişki mevcuttur (Mills, 1974: 313). Bunlar daha çok eskiden devlet kurumlarında bürokrat olarak çalışıp daha sonra siyasete girmiş olan yöneticilerdir. Günümüzde pek çok ülkede siyaset sahnesi bu karakterle dolu olup, siyasi partiler ile yasama ve yürütme organlarında en etkin ve yetkin konumdaki bireyleri yani siyasi parti liderleri, genel sekreterler, üst kurul üyeleri, milletvekilleri, hükümet başkanları ve bakanlar, meclis başkanları, cumhurbaşkanı, başbakan gibi “devlet yönetiminin doruklarındaki kişileri” kapsamaktadır (Turhan, 2000: 41). Ekonomik elitler ve siyasal elitlerin arasındaki iş birliğine değinen Mills, bu iki elit grubun birbirinden ayrılmaz iki parça olduğundan bahsetmektedir. Ekonomik elitler ile siyasal elitlerin birleşmesinin en hızlı gerçekleştiği alanın yürütme organı ve ona bağlı kuruluşlar olduğunun altını çizmektedir. Bu olgu gerçekte şirketler dünyasının temsilcisi olan kimselerin siyaset hayatında da önemli yerlere geldiklerine dikkat çekmektedir. Nitekim günümüzde “iş çevreleriyle siyasal yönetimin iki ayrı dünya olarak görülmesi artık olanaksız gibidir. Devletin yürütme organının ve bu organa bağlı olup da ekonomiyi 27 düzenlemekle görevli çeşitli kuruluşların çok büyük bir genişleme göstermesi, devletin bir çeşit otonom bir bürokrasi olarak, ilgi ve etkinlik alanının genişleyip yaygınlaştığına, delil kabul edilemez” (Mills, 1974: 382). Bugünün dünyasında siyasal yapılarla irtibatlı olan çoğu sanayici ve iş adamı konumunda bulunan aynı zamanda da sivil toplum örgütlerinde sorumluluk alan kişiler ekonomik elitlere örnek olarak verilebilirler. Askerler de diğer toplumsal kesimler gibi toplumsal yapı içerisinde yeri ve işlevi olan toplumun iktidar yapısının bir parçasıdır. “Elit teorisine göre de askerlerin toplumsal karar verme mekanizması üzerinde etkili olması, diğer elit gruplar ile iş birliği yaparak toplumsal karar verme sürecini etkilemesiyle ve demokratik sistemle çelişmez” (Arslan, 2007: 36). Nitekim Mills, iktidar dağılımında seçkinci modeli hükmeden hükmedilen ilişkisinin sadece siyasi değil, siyasi, iktisadi, askeri mevkilerden kaynaklandığını belirtir. Askerlerin bu yapı içerisinde en ayrıcalıklı konumda yer aldığını ve iktidar olanaklarından en fazla askeri elitlerin faydalandığını ortaya koyar. Askeri elitleri oluşturan üst rütbeli subayların, siyasal atama ile göreve gelmelerine ve siyasal bir sorumluluk taşımamalarına rağmen en önemli siyasal kararların alınmasına da katkı sundukları belirtilmektedir. Parti politikaları açısından, iyi yetişmiş bir general ya da amiralin, partinin izlemiş olduğu siyasete meşruiyet kazandırmak için çok faydalı olduğuna, partinin böyle bir karakteri kullanarak izlemiş olduğu siyasete üst bir nitelik kazandırarak, yapılan siyaseti tartışma konusu olmaktan çıkardığına inanılmaktadır (Mills, 1974: 275). Askeri elitlerin ekonomik ve siyasal elitlerden önemli bir farkı bulunmaktadır. Ekonomik elitler siyasette hâkim olmak adına sürekli aktif siyaset içerisinde görev alan politikacılarla hem hal olma ihtiyacı hissederler. Keza siyasal elitler anlamında bürokraside görev almış olan bürokratlar da ekonomik elitlerden farklı değildir. Fakat askeri elitler, siyaset sahnesinde yürütme organına bağlı bir kurum olarak faaliyet gösterirken, özellikle az gelişmiş ülkelerdeki demokrasilerde yürütme organına alternatif bir unsur olarak da karşımıza çıkmaktadırlar. Tarih, askerin sivil siyasetin bir alternatifi olarak yönetimi eline almasının örnekleriyle doludur. Özellikle modernleşmekte olan ülkelerde, askeri elitlerin modernleşme ideolojisine bağlanmaları, demokrasiye geçiş kararından sonra da o modernleştirici ideolojinin ufak tashihlerle bir tür “koruyuculuğuna” soyunmaları bir vakadır. Asker bu uygulamasını, direkt müdahale yöntemleriyle yaptığı kadar siyasetin içinde yer alıp daha etkin bir kurum olarak vesayetçi bir anlayışla da yerine getirmektedir. Çalışmamızda “çıkış güvenceleri”, ana ekseninde 28 tartışılacak olan askerî seçkinci yönetimin sistem içerisindeki hâkim konumları ve demokrasiye olan etkileri bizleri ister istemez sivil-asker ilişkileri konusuna yönlendirmektedir. 1.2- Sivil-Asker İlişkileri 1.2.1- Sivil-Asker İlişkilerine Dair Kavramsal Bir Çerçeve Yürütmeye bağlı ve ülke savunmasından sorumlu bir kurum olan ordu, modern demokratik ülkelerde siyasetin bir aktöründen çok kendi sınırları içerinde hareket eden bir yapı görüntüsü vermektedir. Diğer taraftan modernleşme sürecini tamamlayamamış ve bu yolda demokrasiyi yönetim biçimi olarak tercih etmiş ülkelerde ise ordu, gerek ideolojik gerekse kurumsal çıkar anlamında kendi sınırları içerisinde kalmayarak siyasette aktif bir rol üstlenebilmiş, modernleşmeye önderlik eden itici bir güç olarak siyasal ve ekonomik kararların alınmasında etkili olabilmiştir (Öztürk, 2006: 30). Bu durum ise demokrasinin tam anlamıyla istikrara kavuşamaması ya da diğer bir ifade ile pekişmemesine neden olan vesayetçi uygulamaları akla getirmektedir. Siyasi ortamda çeşitli vesayetçi uygulamalar görülmekle beraber en sık rastlananı ordu kurumunun siyasetteki hâkimiyetidir. Askerin fiili olarak güç kullandığı veya var olduğu bir toplumda bağımsız bir siyasal aktör haline geldiği, çeşitli nedenlerle askerlerin üzerindeki sivil kontrolün ortadan kalktığı veya azaldığı, siyasal sahnede hâkim siyasal güç olarak sivil siyasetçilerin değil askerin yer aldığı bu ortam “pretoryenizm” olarak telaffuz edilmekte ve daha çok yeni kurulan demokrasilerde veya demokratikleşme çabası içinde olan ülkelerde önemli bir sorun teşkil etmektedir (Örs, 1996: 3). Bugün sivil-asker ilişkilerine baktığımızda Samuel Huntington, Morris Janowitz, Douglas Bland, Nordlinger, Rebecca L. Schiff ve Amos Perlmutter’i sivil-asker ilişkilerinin teorik altyapısının oluşturulmasında katkıları olan önemli akademisyenler olarak görmekteyiz. İdeal sivil-asker ilişkileri konusunda akademisyenler arasında, üzerinde uzlaşılmış bir model olmadığı gibi konu üzerinde çok sayıda farklı fikir de ortaya atılmıştır (Yıldırım, 2010: 4). Hepsinin ortak görüşü; demokrasiyi korumak için ordunun hem sivil otoritenin -hükümetin- kontrolüne tabi olması hem de profesyonel özerklik ve siyasi tarafsızlığa sahip bulunması gerektiği yönündedir (Etzioni-Halevy, 1996: 402). Huntington pretoryanizmi; oligarşik pretoryanizm, radikal pretoryanizm ve kitle pretoryanizmi olarak üç aşamada ele almaktadır. Oligarşik pretoryanizmde hâkim olan sınıf, büyük toprak sahipleri, din adamları ve kılıç kullananlar iken sosyal kurumlar 29 farklılaşmamış, yönetici sınıfa mensup olanlar siyasal, askeri, dini, sosyal ve ekonomik anlamda liderlik özelliklerini aynı anda üstlenebilmektedirler. Radikal modelde ise siyasal katılma sınırlı, yönetsel etki ise yüksek düzeydedir. Siyaset orta sınıfların ortaya çıkışına hazır değildir. İlk aşamada siyaset sahnesinde aktif rol alanlar askerlerdir. Bu radikal modele Huntington 1908-1922 yıllarındaki Türkiye’yi örnek göstermektedir. Ordu içinde bulunan subaylar, kontrolü ele geçirmek için sürekli mücadele içindedir. Bu modelde ordu, siyasete tamamen siyasal nedenlerle müdahale etmekte, askeri müdahaleyi çözüm olarak görüp bunu sivil sosyal unsurlarla birlikte gerçekleştirmektedir. Kitle pretoryanizminde, ordu siyasetin üstünde ve değişimi engelleme adına hareket etmektedir. Böyle bir toplumda askerler gardiyan rolünü üstlenirken müdahalelere sebep olarak siyasal sistemdeki geçici ve olağanüstü çatlamaları gösterseler de asıl neden, siyasal sistemin kendisiyle ilişkilidir ve burada toplumun modernleşme süreci üzerinde durulmalıdır (Örs, 1996: 17-24). Askerin sivil siyaset sahnesindeki rolü üzerinde duran Huntington, askeri gücü en aza indirme adına “sivil kontrolü” yani sivil unsurların kendi güçlerini askerî unsurlar karşısında hâkim kılması şeklinde statik bir önerme ortaya koymaktadır. Ona göre bunu gerçekleştirmenin objektif ve sübjektif sivil kontrol olmak üzere iki yolu bulunmaktadır ve her iki önermede de askerin profesyonelleşmesine vurgu vardır. Objektif sivil kontrolde amaçlanan orduyu askerileştirip devletin aracı yapmak suretiyle askerin siyasetin dışında tutulmasıdır. Subjektif sivil kontrol, siyasi ve askeri sorumlulukları bir araya getiren ve askeri işlemlerin kontrolünü tek bir yasal otoriteye veren yöntemdir. Askerin siyasete katılmasını öngörür (Huntington, 1956: 678). Janowitz ise Profesyonel Ordu isimli eserinde profesyonel silahlı kuvvetlerin kurumsal bir analizini yaparak, Huntington’un önermiş olduğu sivil kontrol modeli yerine farklı toplumsal koşullara göre değişiklik gösterebilen, dinamik bir profesyonelleşme önermektedir. Modern demokratik toplumlarda askeri teşkilatlarla ilgili oluşturduğu hipotezleri bu konuda daha sonra yapılacak araştırmaların temelini oluşturmuştur (Burk, 1993: 168). Ona göre Huntington’ın objektif sivil kontrol kavramında tavsiye ettiği izolasyon, yani ordunun izole edilmesi, yanlış anlaşılmaya sebep olup çatışmanın kapısını aralamaktadır. Çünkü siviller ordunun yeterli donanıma sahip olmadığı alanlardaki açılımları desteklerken; ordu da kendini, savunmak için sorumlu olduğu toplumun karşısında bulmaktadır. Bu endişeler, Morris Janowitz’in sivil-asker ilişkilerindeki soruna çizdiği çerçevenin temelinde yer alır (Yıldırım, 2010: 5). Janowitz siyasi bilince 30 sahip, sivillerle örtüşebilen subayları tercih etmektedir (Burk, 1993: 177). Apolitik ve tarafsız, toplumdan göreceli olarak ayrılmış bir askerlik mesleğini öngören Huntington'un aksine Janowitz, siyasi bilince sahip, işlev ve uzmanlıkları sivillerinkiyle örtüşen subayları kabul etmekle birlikte politikaya duyarlı ve toplumla bütünleşmiş bir ordu modelini savunmaktadır. Pretoryanizm konusunda çalışan akademisyenlerin bir diğeri Perlmutter’dir. Ona göre, pek çok durumda siviller; sivil siyasi yapı ve kurumlar işlemediği, fraksiyonlara bölünmenin gerçekleştiği ve siyasi hareketin yönetilmesi için gerekli anayasal araçlar bulunmadığı zamanlarda siyasi destek için orduya başvururlar (Perlmutter, 1969: 382). Bu, pretoryanizmin temel özelliklerinden biridir ve demokratik kurumların yerleşmediği ülkelerde diğerlerine göre daha sıklıkla görülen bir durumdur. Bu toplumlarda anayasal değişiklikler ordu tarafından yapılır ve ordu sık sık yönetime müdahil olur. Ona göre iki çeşit pretoryan ordu vardır: hakem ve yönetici ordular. Hakem tipinde ordu, “koruyucu zihniyetle” askeri idare için bir zaman sınırlaması koyar ve hükümeti “kabul edilebilir” bir sivil rejime devretmek için gerekli düzenlemeleri yapar (Perlmutter, 1969: 390). Yönetici tip, iktidarı bir araç değil amaç olarak görmekte ve düzenlemelerini kalıcı olmak üzere yapmaktadır. Nordlinger ise pretoryanizmi, sivil kontrolün zıddı olarak tarif etmiş ve askerler ile sivil hükümet arasında sivil üstünlüğün çöküşüyle sonuçlanan bir çatışma olduğu zaman ortaya çıktığını söylemiştir (Albright, 1980: 555). Nordlinger, pretoryan sistemleri arabulucu, muhafız ve yönetici olarak üç aşamada ele almıştır. Ona göre arabulucular daha çok statükoyu koruma hedefinde olup etkili bir şekilde veto gücünü kullanma eğilimindedirler. Muhafızlar, yönetimi kendi ellerinde tutarak sivil yöneticilerin yapmış oldukları hataları düzeltme eğilimi sergilerken, yöneticiler siyasal hâkimiyeti kesin olarak eline geçirmiş siyasal, sosyal ve ekonomik olarak kesin değişimleri desteklemektedirler. Bu grubun siyaset müdahalesi çok sert ve yüksek düzeyde olup kalıcıdır. Özellikle “ciddi siyasal, sosyal veya ekonomik krizlerde, savaş yenilgilerinde ve prestij kayıplarında, rejimin tipi ne olursa olsun, ordunun daha etkili bir rol oynaması olasıdır” (Linz, 2008: 183). Mevcut sivil-asker ilişkileri teorilerinin başlıca bulgularından birisi, orduların fiziksel ve ideolojik olarak siyasi kurumlardan ayrılmış olmaları gerektiğidir. Bunun aksi ise Rebecca L. Schiff ve Dougles Bland tarafından ortaya konmuş olan uyum teorisidir. Schiff, ordu ile siviller arasında bir ayrımdan ziyade; ordu, sivil elitler ve vatandaşlar 31 arasında oluşturulabilecek bir ahenkten, iş birliğinden bahseder (1995: 7-9). Toplumun, sivil-asker ilişkisini etkilediğini ve bunu da kültür üzerinden yaptığını savunan Schiff’e göre bu üç aktörün, yani ordu, sivil elitler ve vatandaşların, oluşturduğu uyumun içerisinde ayrım söz konusu olabilir; ancak bu ayrım uyumun oluşabilmesi için şart değildir. Kurumlar ve sektörler arasında oluşacak karşılıklı diyalogun daha önemli olduğunu belirtir. Teori, ilişkiselliğe üçüncü bir boyut katarak vatandaşları da çerçeveye dâhil etmesiyle diğer birçok sivil-asker ilişkisini anlatan teorilerden farkını ortaya koymaktadır. Bir başka deyişle, sivil-asker konusu kurumsal öğelerin dışına taşınarak kültürü oluşturan bireyleri de olaya dâhil eder. Askerin sivil güce destek vermesi olarak da kabul edilen bu olgu, sivil hükümetlerin yetersiz kaldığı durumlarda ordunun devreye girmesini kabul eder. İç düzenin sağlanması, doğal afetler veya polisin görev alanı içinde olup da yetersiz kaldıkları durumlarda ordu, bir aktör olarak inisiyatif alabilir, bunu da sivil yönetim ve vatandaşlar ile iş birliği içinde yerine getirebilir. Ulusların özgün tarihsel ve kültürel deneyimlerini ve çeşitli diğer sivil-asker ilişkileri olasılıklarını da göz önüne alarak farklı bir alternatifi ortaya serer. Mevcut teoriler, sivil ve askeri kurumların birbirinden ayrılmasını savunurken uyum teorisi bir ulusun kültürüyle ilgili konulara işaret ederek kurumsal analizin ötesine geçmeye çalışır. Uyum teorisi yukarıda bahsedilen belirli kurumsal ve kültürel göstergeleri işler; ordu, hükümet ve toplumun iç politikaya askeri müdahaleyi engellemek amacıyla üzerinde anlaşacakları ayrı olsun, bütünleşmiş olsun, sivil-asker ilişkileri biçimlerinin oluştuğu ampirik koşulları açıklar (Schiff, 1995: 10). Bland ise daha çok kurumlar arası uyumdan söz etmektedir ki bu da demokrasinin gelişmişliğiyle paralellik arz eder. Demokrasi konusunda ciddi mesafeler almış çoğu Batılı ülkelerde sözü geçen kurumsal uyum gözlenebilmektedir. Özellikle uluslararası konjonktür gereği asker ile sivil unsurlar birlikte hareket edebilmektedir. Bir başka uyum da kurumlar arası değil yöneticiler arası uyumdur ve hemen hemen her ülkede görülme olasılığı vardır. Demokrasi kültürünün yerleşmiş olduğu ülkelerde çok fazla ağırlığı olmamakla birlikte atılması gereken önemli adımlarda bu uyuma ihtiyaç vardır (Bland, 1999: 10-11). ABD’nin Körfez Savaşını yürüten komutan olan Colin Powel, daha sonraki hükümette Savunma Bakanı olarak Başkana en yakın biri durumuna gelip ABD dış politikasında söz sahibi olabilmiştir. Diğer taraftan demokrasi bağlamında daha alması gereken epey mesafe bulunan ülkelerde de benzer durumlara şahit olabilmekteyiz. Yalnız buradaki temel fark, ortak politika belirlemekten çok askerin sivil otoriteye tabi 32 kılınmasını sağlamaktır. Mevcut sivil-asker ilişkileri teorileri, sivil ve askeri kurumların ayrışmasına ve iç politikaya askeri müdahalenin önlenmesi için sivil alanın hâkim olmasına vurgu yaparlar. Bunun tersine uyum teorisi, ordu, siyasi seçkinler ve toplum arasında diyalog, değer ve amaçların paylaşımı konularına ağırlık verir. Askerin asli görevinin dışına çıkarak kuvvet kullanması ve bunun sonucunda siyasi hayata müdahale etmesi, siyasal karar alma mekanizmalarına dâhil olması “askeri darbe” olarak nitelendirilmektedir. Tüm Latin Amerika ülkeleri, bazı Arap ülkeleri, birçok Afrika ve Güneydoğu Asya ülkeleri ile bazı Akdeniz ülkeleri, yaşadıkları darbe ve karşı darbe girişimleriyle sivil-asker ilişkileri bakımından olumsuz örneklere sahne olmuştur. Bu girişimler salt ordunun sivil iktidarın yerini alması şeklinde ortaya çıkarken bazen de iktidara dolaylı olarak müdahalesi şeklinde olmaktadır (Örs, 1996: 7). Huntington Üçüncü Demokrasi Dalgası eserinde askerî müdahaleleri, demokrasiye karşı girişilen ters dalgalar olarak adlandırmıştır. Bu müdahalelerin ilki 1922-1942 yılları arasında görülmüş olup Roma yürüyüşü ve Mussolini’nin zayıf ve hayli yozlaşmış İtalyan demokrasisinin kolayca çözülmesiyle başlamış; akabinde Polonya, Estonya ve Letonya’da siyasi çöküşler gerçekleşmiştir. İkincisi ters dalga ise 1958-1975 yılları arasında yaşanan olaylar sonucunda başta Peru olmak üzere Brezilya ve Bolivya’da yaşanmış, sivil hükümetler askerler tarafından devrilmiş (Huntington, 2007: 11) ve yerlerine askeri rejim hükümetleri ikame edilmiştir. Finer, askeri rejimleri, hükümetin silahlı kuvvetlerin eline geçtiği rejimler ya da silahlı kuvvetlerin emirleriyle hareket eden yapılar olarak ifade ederken (Finer, 1975: 164), Atay ise bu rejimleri genellikle siyasi bağımsızlıklarını yeni kazanmış, demokratik unsurların kök salmadığı az gelişmiş ülkelerde görülen, siyasal iktidarın tamamen askeri idarenin kontrolü altında bulunduğu, burjuvazinin genel çıkarlarına uygun hareket eden ve kendi meşruiyetini devrilen yönetimin olumsuz uygulamalarına bağlayıp hedeflerini anayasal ve yasal düzenlemelerle destekleyen plebisiter oylamayla meşrulaştıran (Atay, 1998: 48-49) rejimler olarak tanımlamaktadır. Varol ise askeri darbeleri genel olarak anti-demokratik bir uygulama olarak zikretse de bazen de demokratik sonuçlar doğurabileceğine dikkat çekerek açıkça demokrasiyle çelişen bir düşünceyi ortaya koymaktadır. Darbelerin daha çok otoriter ve totaliter rejimlere karşı gerçekleştiğine değinen Varol, darbeleri genel anlamda 33 demokratik olanlar6 ile olmayanlar olarak ikiye ayırmakta, darbe eyleminden demokratik sonuç uman bir yanılgı içine düşmektedir. Ona göre demokratik olmayan askeri darbelerde sonuç siyasal rejim anlamında değişmezken, değişen tek şey liderler olmaktadır. Oysa demokratik darbelerde hem otoriter veya totaliter rejim yerini demokratik sisteme bırakır hem de liderliğe daha demokratik kişiler gelmektedir. Bu bağlamda 1974 Portekiz, 1960 Türkiye ve 2011 Mısır askeri müdahalelerini demokratik sonuçlar doğuran darbeler olarak nitelemektedir (Varol, 2012: 289, 299, 294). Askeri müdahaleler ve akabinde ortaya çıkan askeri rejimlerin nedenleri konusunda Ünsaldı (2008: 259), siyasi istikrarsızlıklara ve toplumsal değişimlere vurgu yapmaktadır. Ona göre ordunun siyasete müdahalesi her ülke için aynı değildir. Farklı toplumlarda farklı zamanlarda görülen askeri müdahalelerin nedenleri de farklı olabilmektedir. Modernleşmenin neden olduğu hızlı ve planlı olmayan ani sosyal değişimler, siyasal katılma talebini yükseltecek, bu talep baskısı ise siyasal sistemin demokratik arzında sorun yaşamasına neden olacaktır. Nitekim Huntington geleneksel yapılardan modern yapılara geçişte bir çalkantı yaşanacağı, bunun da bozulmaya sebep olacağı varsayımından yola çıkarak, bizatihi modernleşme sürecinin (kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması, okur-yazar oranında artışı, kentleşme, sanayileşme, pazar ekonomisi) bile askeri müdahaleye sebep olabileceği endişesini paylaşmaktadır (Örs, 1996: 61-63). Bu ise bozulma ile sonuçlanacak, ordunun siyasete dolaylı ve dolaysız yoldan müdahalelerine uygun ortam teşkil edecektir. Finer’e göre, ordunun siyasal hayata farklı yöntemlerle ve değişik derecelere varan müdahale biçimleri bulunmaktadır. Bu müdahale biçimlerinin başında “etkileme” veya “tavsiye etme” biçiminde ifade edilen ve normal anayasal kurallardan yola çıkarak gerçekleşen etkiler yer almaktadır. Bu yöntem ordunun müdahale yöntemlerinden en hafif olanıdır ve bunun mevcut pozitif hukuk kurallarına aykırı bir yönü yoktur. Ordunun ikinci müdahale biçimi ise “şantaj” biçiminde kendini göstermektedir. Sivil otoritenin gözünü korkutma, sivillerle iş birliği yapmayı reddetme ve şiddet kullanma bu yöntemin temel özelliklerini ifade eder. Üçüncüsü ise “siyasal iktidarı değiştirme” veya onun “yerini alma” biçiminde gerçekleşir ve bu aşamada sivillere karşı açıkça zor ve şiddet kullanılabilir (Finer, 1975: 132-133). 6 Demokratik askeri darbelerin özellikleri hakkından bkz. (Varol, 2012: 300). 34 Florence Gaub başarılı bir darbe için bazı hususların bir arada bulunmasının gerekliliğine dikkat çekmiştir. Ona göre iyi organize olmuş bir ordu, 15 ile 45 kritik görevde bulunan üst düzey komutan, toplum için hayati öneme sahip medya, iletişim araçları, ulaşım vb. gibi hizmetleri kontrol etme yeteneği, siyasal, bürokratik ve ekonomik elitlerin iş birliği ve dış güçlerin desteği ile askerin şiddet uygulama kapasitesi darbeyi başarılı kılan etmenlerdir (Alkan, 2016: 256). Darbe, ordunun tümü veya içerisindeki bir grup tarafından gerçekleştirilebileceği gibi, ordu içerisinde yer alan; ancak hiyerarşisi ordu dışında olan bir örgütün çıkarları tarafından da hayata geçirilebilir. 1.2.2- Askerin Müdahale Nedenleri Seçkinci askeri kadronun sivil siyasal yaşama müdahale girişimlerinin hangi nedenlerden kaynaklandığı ile ilgili olarak çok çeşitli görüşler belirtilmiştir. Bazı siyaset bilimciler ordunun fiziksel gücü, amacı ve verilen eğitimin bir sonucu olarak zaten müdahaleye hazır olduğunu savunurken; bir başka grup bu faktörleri yeterli görmeyerek toplumda bazı çevresel faktörlerin de oluşması gereğine parmak basmaktadırlar. Her siyasal sistemde ordu, siyasal hayatta belli ölçülerle de olsa bir etkiye sahiptir (Tunaya, 1982: 325). Bu durum ordunun bir baskı grubu olmasıyla da açıklanabilir. Siyasetin ya da başka bir ifadeyle siyasal kararların belirlenmesi ve uygulanması sendikalar, dernekler, vakıflar ve benzeri örgütlerin etkisiyle gerçekleştirilebildiği gibi kimi siyasal kararlarda da ordunun etkisi görülebilir. Ordunun siyasal hayata müdahalesinde de farklı çevresel unsurlar etkili olmuştur. Siyasi kültür, modernleşme, siyasal yönetimlerin başarısızlığı sonucu oluşan meşruiyet sorunu ve ordunun yapısal özellikleri bahsi geçen çevresel faktörleri oluşturmaktadır. (Örs, 1996: 42). 1.2.2.1- Siyasi kültür Siyasi kültür pek çok ülkenin sorunlarını anlamada ve çözümünde bir referans noktası alınmaktadır. Bu kavram toplumsal değişmeyi, sisteme yönelen desteği, bireylerin siyasal sistemle ilişki kurma biçimlerini anlamakta, siyasa yapma ve uygulama yollarını tespit etmekte önemli sonuçlar vermiştir. Siyasi kültürü siyasal tutumların, duyguların, bilgi ve becerilerin toplum içinde belirli bir biçimde dağılımı, siyasal yönelimler ve sisteme yönelik tutumlar olarak tarif eden Almond ve Verba, bu kültürü aynı zamanda askerin siyasete müdahale etmesi konusunda etkili olan çevresel faktörlerden birisi olarak görerek, toplumun gelişmişlik düzeyiyle ilişkili olduğunu ortaya koymuşlardır. Toplumları üç temel kategoride irdeleyen Almond ve Verba, ‘dar görüşlü, 35 cemaatçi’ (Parochial) diye tanımladıkları ilk grupta toplumları henüz modernleşememiş, dolayısıyla siyasal aktör ve kurumların henüz tam anlamıyla oluşmadığı ve kurumsallaşamadığı ilkel cemaatler olarak nitelendirmişlerdir. ‘Tebaa’ (Subject) adı verilen ikinci grup toplumlarda ise siyasal hayat ve aktörler kurumsallaşmış olmasına rağmen, bu kurumsallaşma demokrasi yönünde olmamış ve halk karar alma sürecinden dışlanan pasif bir kitle haline getirilmiştir. ‘Katılımcı’ (Participant) adını verdikleri Batı tipi toplumlar ise demokrasinin ve demokratik sivil kültürünün davranışsal ve tutumsal olarak halka yerleştiği ve demokrasinin şehirdeki tek oyun olarak benimsendiği ülkeleri anlatır.7 Finer (1975: 108-126) askerlerin siyasal hayata müdahalelerinin kapsam ve biçimi, içinde bulunduğu ülkenin siyasal kültür düzeyi ile yakından ilişkilidir demektedir. Köklü katılımcı demokratik siyasal kültüre sahip toplumlarda askeri güçlerin sivil yönetimlere müdahalesi tavsiye sınırını aşmazken, daha düşük siyasal kültüre sahip toplumlarda bu durum şantaj, sivil iktidarı değiştirme denemeleri ve hatta iktidarı doğrudan ele geçirmeye kadar varabilmektedir. Siyasal kültür düzeyinin zayıf olduğu ülkelerde, askeri müdahalelere karşı gelişmiş yerleşik siyasal kurumlar ile güçlü ve bilinçli sivil toplum görülmemektedir. Halkın siyasal kurumlara bağlılık düzeyi düşük olmakla birlikte toplumsal örgütlenme gelişmemiş ya da gelişmesi yasaklarla engellenmiştir. Siyasal iktidar değişiklikleri tecrübe edilmemiş, iktidara karşı oluşması beklenen muhalefet anlayışı gelişmemiştir. Ordu, şiddet veya tehdit ile sivil yönetimi istediği şekilde değiştirmekte veya sivil rejimi tamamen ortadan kaldırabilmektedir. Bu uygulamaları da halk tarafından meşru kabul edilip tepki verilmemektedir.8 Halkın kişiler üstü amaçlar veya ortak çıkarlar uğruna kendi çıkarlarından feragat etmesi de zayıf siyasal kültürün özelliği olup, siyasette hiyerarşiye ve katılığa sebep olmaktadır. Bu özellik dış tehlikelere karşı ulusu korumakta yarar sağlarken demokrasinin işleyişini zorlaştırmaktadır. Ortak menfaatler amacıyla yapılan askeri müdahalede halkın desteğinin alınmasını kolaylaştırmaktadır. Önemli olan ulusun birliği ve bütünlüğüdür, söz konusu bu olunca kişisel ve grupsal çıkarlar önemli olmaktan çıkmaktadır. Çünkü devlet her türlü bireysel çıkarın üstündedir ve tüm toplumun kolektif 7 Almond, Gabriel and Verba, Sidney. Civic Culture,bkz. http://academic.regis.edu/jriley/205civiculture (04.02.2015). 8 Finer’e göre Arjantin, İspanya, Yunanistan ve Türkiye siyasal kültür düzeyi zayıf olan ülkeler olmalarına rağmen günümüzde siyasetin temel prensiplerinin işlediği ülkeler arasında yer almaktadırlar (Finer, 1975: 108-126). 36 çıkar ve amaçlarını temsil etmektedir. Devletin çıkarlarını korumak aynı zamanda toplumun da çıkarlarını korumak demektir. Bu da seçkinci zümrelerin işini gerek gündelik siyasete katılmak bakımından gerekse askeri müdahalede bulunmak açısından kolaylaştırmaktadır. Finer’e göre ordunun müdahale düzeyleri toplumun siyasal kültür düzeyi ile çok yakından ilgilidir. Yazar bu kültürü dört grupta toplamaktadır. Bunlardan ilki İsveç, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda ve Hollanda gibi ülkelerde görülen “olgunlaşmış siyasal kültür”dür. İkincisi gelişmiş siyasal kültür olup Hitler dönemine kadar Almanya, iki savaş arası Japonya, III. Cumhuriyet’ten itibaren Fransa ve SSCB örnek gösterilmektedir. Bu gibi toplumlarda sivil kurumlar oldukça gelişmiş, askeri müdahalelere karşı güçlü bir direniş vardır. Diğer siyasal kültür ise “zayıf siyasal kültürdür”. Türkiye, Arjantin ve İspanya zayıf kültür ile gelişmiş siyasal kültür arasında, Mısır, Suriye, Pakistan, Irak ve Sudan zayıf siyasal kültürün altında yer almıştır (akt. Örs, 1996: 45-46). İkinci grubun sivil toplum örgütlenmesi oldukça zayıftır. Askeri müdahalelere karşı gelişmiş ülkelerdeki gibi güçlü bir direniş yoktur. Kamuoyu zayıf ve yer yer kendi içinde bölünmüş durumdadır. Dördüncü kültür tipi ise Meksika, Arjantin, Haiti ve Paraguay’ın tecrübe etmiş olduğu ve kamuoyunun pek dikkate alınmadığı minimal siyasal kültür olarak adlandırılmaktadır. Toplumsal yapı ve özellikleri de siyasi kültürün içinde en önemli unsurlarından biri olarak askeri müdahalelerde etkin bir rol oynamaktadır. Toplumun gelişmesiyle ortaya çıkan daha girift yapılar, askerin siyasete dolaylı veya direkt olarak müdahalesini engellemektedir. Tersi durumlar için Örs, “görece olarak daha az karmaşık ve farklılaşmamış bir toplumda daha homojen, disiplinli ve uyumlu bir grup olan ordu, etkili bir biçimde siyasal liderlik rolünü oynayabilmektedir” (Örs, 1996: 23) demektedir. Nitekim birçok geri kalmış ve siyasi çalkantılar içinde boğuşan toplumlarda söz konusu askeri yönetimleri görmek hiç de şaşırtıcı değildir. Turhan da az gelişmiş ülkelerin toplumsal yapılarında toplumsal güçsüzlüğün egemen olması ve bu ortamda en iyi örgütlenmiş ve en etkili gücün orduda bulunmasını müdahalenin nedeni olarak görmektedir (Turhan, 2000: 193). Toplumun görece karmaşık ve örgütsüz bir tabiata sahip olması, orduyu özerk bir güç haline getirmektedir. Buna karşın siyasal katılım yaygınlaşıp toplum daha karmaşık hale gelince, askeri müdahalenin gerçekleşme ihtimali azalmaktadır. Karmaşık, gelişen ve aynı zamanda çeşitlenen toplum, askere karşı kendi 37 argümanlarını geliştirmeye başlar; bu da bir darbe durumunda askerin kullanacağı gücü daha acımasız hale getirir. Çünkü karşısında daha organize olmuş bir grup durmaktadır. Toplumsal yapı kendiliğinden ortaya çıkmaz. Toplumla siyaset kurumu birbirlerini karşılıklı etkileyen dinamik yapılar olsa da somut siyaset bağlamında toplumu, yapıyı önemli oranda belirleyen bizzat siyaset kurumunun kendisidir. Kimi ülkelerde siyasi iktidarların almış olduğu yanlış kararlar, eğer ülkenin sahip olduğu kuruluş ideolojisine aykırı şekilde gelişiyorsa o zaman da sistem içinde kendini güçlü hisseden ordu, sisteme müdahalede bulunur. Yunanistan’da “monarşi taraftarları ile cumhuriyetçiler arasında yaşanan iktidar mücadeleleri” (Öztürk, 2006: 255) askeri darbelerin yaşanmasına zemin hazırlamıştır. Benzer şekilde Türkiye’de gerçekleşen askeri müdahaleler, temelde siyaset kurumunun toplumda meydana gelen sorunlarla baş edememesinden ve siyasal aktörlerin kendi içlerinde yaşadıkları siyasi çekişmelerin sonucundan kaynaklanmıştır. 1.2.2.2- Modernleşme Modernleşme, Batılı sosyolojik ve siyasal örgütleniş biçimininin diğer toplumlar tarafından nihaî hedef olarak benimsenmesidir. Geleneksellikten modernliğe geçiş aşamasında bulunan toplumlarda ortaya çıkan otoriter siyasal rejimler de varılması gereken hedefe yönelik oluşumlar olarak değerlendirilmelidir. Özellikle azgelişmiş ülkeler en kısa sürede modernleşip gelişerek modern ülkelerin seviyelerine çıkmak istemektedirler. Bu ise daha kısa bir zaman dilimi içinde, kendiliğinden olmayan daha çok dış güçlerin yoğun itici gücü etrafından ortaya çıkmaktadır (Köker, 1990: 51). Temelde toplumda bu modernleşme işlevini gören unsur, orta sınıf ve burjuvazinin varlığıdır. Orta sınıf ve burjuvazinin güçsüz kaldığı, toplumsal yapının grift olmadığı ülkelerde modernleşme süreci, asker ve sivil bürokrasinin sorumluluğuna bırakılmaktadır. Modernleşmesini çok kısa süre içerisinde gerçekleştirmek isteyen toplumlar “modernleştirici entelijansiya” ile amaçlarına ulaşmaya çabalamışlardır (Köker, 1990: 232). Nitekim tarihe baktığımızda siyasal bağımsızlıklarını yeni kazanmış az gelişmiş ülkelerin hemen hepsinde modernleşme ve ekonomik gelişme, kamu görevlileri tarafından hayata geçirilmiştir (Kışlalı, 1996: 304). Batı kültürü etkisiyle yetişmiş olan bürokratik askerî aydın kesim, idealize etmiş olduğu kültürü kendi toplumlarında da yerleştirmek istemektedirler. Bunu yaparken hem ulusal birliklerini koruyup hem de ekonomik kalkınmalarını gerçekleştirmek durumundadırlar. Burada liderlik de hatırlanmalıdır (Black 1986: 52). Siyasal önderler [bu askeri bir lider de 38 olabilir, tıpkı Atatürk, Bismarck vb.] bir toplumu yönetme kararlarını alan ya da bu kararların alınmasına katılmayı etkili bir biçimde dileyen kimseler olarak modernleşmeye öncülük edebilir. Cook da (2008: 233-235) Kurtuluş Savaşı’nın önderi ve liderlerinin subaylardan oluşması ve cumhuriyetin ilk yıllarında reformların gerçekleşmesini sağlamak üzere hem komutanlık hem de mülki idare amiri olarak görev almalarını, Türk modernleşmesine katkı sağlamıştır diyerek Black’in bahsetmiş olduğu modernleşme ve liderlik birlikteliğine destek vermektedir. Cook (2008: 53) ayrıca “görece özerk ordular modernleşme ve demokratikleşme için ilerici” güçlerdir diyerek modernleşme anlamında ordulara ayrı bir alan açmıştır. “Ordu-kurumsal kapasitesi, misyon anlayışı ve ulusal hassasiyeti ile birlikte düşünüldüğünde- sanayileşme ve kurumsallaşma süreçlerini ve modern bir toplumun oluşmasına yönelik reformların gerçekleştirilmesini yönlendirecek en ideal araçtır” (Cook, 2008: 54). Nitekim “Soğuk Savaş döneminde Latin Amerika, Orta Doğu ve Uzak Doğu ordularının artan siyasi güç ve hırslarını incelemeye alan onlarca araştırmacıya göre, bu silahlı kuvvetlerin siyasi özerklikleri kurucu felsefe ve kurumları koruma refleksinden değil, hızlı modernleşmenin getirdiği sosyal ve ekonomik değişime, statükonun ayak uyduramamasından kaynaklanan otorite boşluğunu doldurma refleksindendir” (Huntington, 1968, akt. Cizre, 2006: 153). Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi teknolojik gelişmelerle ilk tanışan kurum olan ordu, almış olduğu eğitim ve sahip olduğu disiplin sayesinde, bu işlevi yerine getirme konusunda ön plana çıkmaktadır. Ordunun bu konumu onun toplum içerisindeki konumunu da güçlendirmektedir. Bu önem az gelişmişlik ve kriz dönemlerinde artmakta iken gelişme düzeyi yükseldikçe ve sıkıntılı dönemlerin sona ermesiyle azalmaktadır. Nitekim ordunun siyasal iktidarı etkilediği ya da yönetimi ele almış olduğu müdahale dönemlerinde modernleşme eğilimlerinin arttığı gözlemlenmiştir. Özellikle Latin Amerika ülkeleri bu duruma örnek teşkil etmektedir. Huntington (1968: 194) da askerin modernleşme etkisine değinerek ordunun siyasal sisteme müdahalesi ile toplumsal gelişmişlik seviyesi arasında doğrudan bir bağlantı kurmaktadır. Buna göre toplumsal gelişmişlik seviyesi düşük olan ülkelerde siyasallaşan ve görece özerk olan ordunun siyasal sisteme olası müdahalesi doğal karşılanmakta; buna karşılık, toplumsal gelişmişlik seviyesi yüksek olan ülkelerde müdahalenin gerçekleşmesi zorlaşmaktadır. Benzer bir yaklaşım Maurice Duverger tarafından da dile getirilmiştir. Ona göre bir ülkenin gelişme düzeyiyle ordunun siyasal 39 sisteme müdahalesi arasında doğrudan bir ilişki mevcuttur. Ülkenin gelişme düzeyi yükseldikçe, ordunun ülke yönetimine el koyma olasılığı azalmakta; ancak, ordu yönetime el koyduğunda da bunun “tutucu” olma olasılığı artmaktadır. Geri kalmış ülkelerde ise, askerlerin ülke yönetimine karışma olasılığı yüksek olduğu gibi, bu karışmanın da “ilerici” olma olasılığı yüksektir. Diğer taraftan gelişmişlik seviyesi orta düzeyde olan ülkelerde, askerin siyasal sisteme müdahale etme olasılığının yüksek; fakat bu ülkelerdeki askeri darbelerin “tutucu” veya “ilerici” olma olasılığı eşit görülmektedir (Duverger, 1965: 123). Marx da ekonomik ve toplumsal gelişmede ordunun önemine vurgu yaparken teknolojik gelişmelere olan yatkınlığı ve kurumsal uyumu ile ordunun pek çok ülkede toplumsal gelişme alanında itici güç görevini gördüğünü, “Ordu, ekonomik gelişme için önemlidir” ifadesiyle dile getirmektedir (akt. Örs, 1996: 59). 1.2.2.3- Ordunun Yapısal Özellikleri Disiplin, otorite, itaat, hiyerarşi, savaşma profesyonelliği, silah kullanabilme tekeli ve sahip olduğu grup bilinci, orduyu mükemmel bir örgüt yapısı haline getirmektedir ki bu karakteri orduyu diğer kurumlardan ayırır. Nitekim bu, gerek davranış gerekse uygulama olarak kendi personeli tarafından da hissedilmektedir. Keza bu kültür o ülkenin siyasal kültürüyle direkt bağlantılıdır. Askerin kendilerini nasıl gördükleri aslında toplumun kendilerine bakışının birer yansımasıdır. Bunu da askeri okullarda küçük yaşlarda almış oldukları eğitime borçludurlar. Bir subayın örneğin toplum içindeki konumu, toplumun ona duymuş olduğu saygıyla doğru orantılıdır. Bu saygı tahsil gördükleri eğitim kurumları aracılığıyla empoze edilmiştir. Türkiye örneğinde Harbiye’nin imajı burada akla getirebilir. Aldıkları eğitim sayesinde yüksek disiplin sahibi ordu mensupları, birlikte hareket ederek toplum içerisinde caydırıcı bir unsur haline gelebilmiştir (Karpat, 2007: 159). Ordudan ayrılmış bir teğmenin Gazeteci Gülay Göktürk’e ifade etmiş olduğu “(...) bizlere daha askeri liseye girdiğimiz ilk gün söylenen ilk şey şuydu: ‘sizler, her biriniz bir gün bu ülkenin Cumhurbaşkanı olacak gibi yetişmelisiniz, kendinizi böyle bir göreve hazır ve layık hissetmelisiniz.’ Askeri lisede geçen ilk yılın sonunda tatile eve geldiğimde, kendimi çevremdeki bütün sivillerden üstün ve imtiyazlı hissetmeye başlamıştım. Ailemden bile (...) Bir onlar vardı, bir de biz. Biz seçilmiştik. Biz başka bir kumaştan dokunmuştuk; biz liderdik, onlar [ise] bizim nizama 40 sokmamız gereken başıbozuklar”9 sözleri de askeri okullarda verilen eğitimin ne kadar ideolojik olduğunu ortaya koymaktadır. Ordunun temel görevi devleti korumak, ülke topraklarını savunmaktır. Bunu içerisinden çıkmış olduğu ulusu korumak için yapmaktadır. Bu nedenle ordu sahip olunan ve onay verilen rejimin koruması görevini de üstlenmektedir. Ülkenin hangi koşulda olursa olsun savunulma sorumluluğunu yüklenmiş olan asker, kendilerini toplum karşısında farklı bir yere konumlandırabilir. Bu çerçevede ülkede ortaya çıkan siyasal veya sosyal bir kriz ortamında sisteme müdahale etmeyi kendilerinde hak olarak görebilir. Çünkü ona göre ulusal çıkarlar özel çıkarları sembolize eden siyasetin de üzerinde yer almaktadır. Akyaz (2009: 180) ordunun bu yapısını Türkiye örneğiyle açıklamaktadır. 27 Mayıs arifesinde genç subayları, siyasi iktidara karşı gizli örgütlenmelere götüren nedenler, kurucu ideolojinin ve dolayısıyla Atatürkçülüğün savunulmasıdır. Serra’ya göre ordu, ulusun temellerinin koruyucusudur, o nedenle kendilerini siyasetin ve partilerin üstünde görürken devlet yönetiminin bir parçası saymaz. Hükümetin bir aracı gibi davranmaktansa, vazifelerinin gerekliliklerini yerine getirmeye kolektif olarak inandıkları anda harekete geçmeyi hak olarak görürler ve bu tehdidi canlı tutarlar. Bununla da müdahalelerini meşru gösterirler (Serra, 2011: 59). Cizre de (2006: 154) askeri yönetimler iş başındayken ya da sivil rejime geçiş koşulları hazırlandıktan sonra siyasi ya da sosyal hayatta oluşan daralma veya gerilemenin sebebi olabilir, bu da orduların kurumsal ya da “topluluk bilincinin, ruhunun, özelliklerinin, ideolojisinin bağımsız bir ivme kazanmasından” ileri gelebilir diyerek, ordunun kurucu felsefesine ve kurumları koruma refleksine vurgu yapmaktadır. 1.2.2.4- Siyasi Yönetimin Başarısızlığı ve Meşruiyet Sorunu Sivil hükümetlerin başarısız olması sonucunda ortaya çıkan meşruiyet krizi, askeri müdahalelerin en temel gerekçelerinden biridir. Müdahale sonrası askeri yönetimin kamuoyuna vermiş oldukları ilk beyanatta mevcut hükümet suçlanır. Askeri idareye göre meşruiyet bağlamında ordu, başlıca üç gerekçeye bağlı olarak müdahalede bulunmaktadır. Bunlar sivil yöneticilerin anayasa ve yasalara aykırı eylemleri, ekonomik çöküş ve bu bağlamda ortaya çıkan yüksek enflasyon ve son olarak siyasal muhalefetin Gülay Göktürk, “Orduya Kültür Devrimi Lazım, Bugün Gazetesi, 31.08.2011, http://www.bugun.com.tr/orduya-kultur-devrimi-lazim-yazisi-167753 (16.10.2015)]. 9 [bkz. 41 şiddetlenmesi sonucunda oluşan yaygın şiddet ve terör eylemleri ile bunlarla baş etmekte zorlanan sivil otoritenin zaaflarıdır. Ülkenin karşı karşıya kaldığı sorunlar karşısında çözüm üretemeyen siyasi aktörler, askeri darbeye muhatap olabilirler. Siyasi partiler için iktidarın dışında kalmanın maliyeti oldukça yüksektir. Böyle bunalımlı dönemlerde muhalefetle iş birliği yaparak meselenin üstesinden gelmek bir çözüm yoludur. Ancak ülkede uzlaşma kültürünün gelişmesinde rol oynayacak böyle bir adım atılmasının şartları vardır. Bunu başarmak için toplumun, en başta siyasal bir topluluk olduğunu kavraması ve ulusal siyaset bilinci duygusunun gelişmesi gerekir, yani karşılaşılan sorunların siyaset temelinde çözüme kavuşması toplumun siyaset dışı unsurlara prim vermemesinden geçer. Nordlinger (1977: 86) sivil hükümetlerin başarısızlığı ve akabinde oluşan meşruiyet krizinin askeri müdahaleye sevk eden bir etmen olduğunu kabul ederken; bütün askeri darbelerin salt bu nedenden kaynaklanmadığını ortaya koymakta, dünyada meydana gelen askeri darbelerin küçük bir bölümünün bahsi geçen nedenden kaynaklandığını vurgulamaktadır. Powell ve Thyne (2011: 249-250) ise 1950-2010 tarihleri arasında dünyada meydana gelen askeri müdahalelerin çok azının reformcu karakterde olduğunu belirtmektedir. Türkiye’de askerin sisteme müdahale ettiği üç dönemde de benzer gerekçelerle siyaset kurumunun meşruiyetini kaybettiği öne sürülmüştür. Yukarıda özetlenen nedenler ordunun siyasete müdahale etmesinde etkin rol oynayan hususlardır. Peki, bu gerekçeler her ülke için aynı mıdır? Yoksa her ülkenin kendi şartları kendi siyasi yapılarını mı belirler? Konu üzerinde araştırma yapan yerli ve yabancı pek çok akademisyen, demokrasi ve bağlamında sivil-asker ilişkileri konusunda ortak bir noktaya varamamışlardır. Yapılan çalışmalara bakıldığında genellikle ülkeler üzerinde iki unsurun etkili olduğu görülmektedir. Bunlardan ilki her ülkenin kendi özelliklerini yansıtan jeopolitik, siyasi, tarihi ve kültürel özellikleri, ikincisi ise hepsine ortak tesir eden dünya konjonktürüdür. Yani ülkelerin siyasi kültürü ve sahip oldukları farklı demokrasi tecrübeleri, o ülkelerin sivil-asker ilişkilerini büyük ölçüde belirleyen ana etmenlerdir. Ayrıca bugünkü dünyada İkinci Dünya Savaşı’nın yaratmış olduğu siyasi ortam ve ülkelerin buna karşı almış oldukları refleks ile nükleer silahlanmanın neden olduğu savunma politikaları da ülkelerin sivil-asker ilişkilerinin şekillenmesinde önemli rol oynamaktadır. 42 Ordunun siyasete müdahalesine gelişmiş ve gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkeler bağlamında bakıldığında her ülkenin kendi siyasal kültürü ve tarihsel tecrübeleri var olan siyasal sistemin de ne kadar etkili olduğunu ortaya koymaktadır. 1.2.3- Gelişmiş Ülkelerde Ordunun Rolü 1950-2010 tarihleri arasında dünyadaki askeri müdahaleleri irdeleyen Powell ve Thyne (2011: 255), 457 tespitle askeri müdahaleler konusunda çarpıcı bir gerçeği ortaya koymuşlardır. Bu darbelerin 12 tanesi Avrupa’da, 72 tanesi Ortadoğu’da, 59 tanesi Asya’da, 169 tanesi Afrika’da ve 145 tanesi Latin Amerika’da gerçekleşmiş, yapılan müdahaleler % 46,96 ortalama ile başarıyla sonuçlanmıştır. Bu tablodan da anlaşılacağı gibi gelişmiş ülkelerin yer aldığı bölgelerde sivil-asker ilişkileri durağan seyretmekte, askeri müdahalelere pek rastlanmamaktadır. Sanayileşmesini tamamlamış bu ülkelerde silahlı kuvvetler, tamamen siyasi otoritenin buyruğu altında (Öztürk, 2006: 21) olup “doğrudan doğruya siyasete karışmayarak ulusal bir çıkar anlayışının bekçiliğini yapmaktadır” (Dağcı, 2006: 22). Bu durum ilk olarak bu ülkelerin sosyal ve ekonomik gelişmişlik düzeyi ve zengin demokratik siyasal kültürleri ile açıklanabilir. İkincisi bu biçimdeki bir sonuç gelişmiş ülkelerdeki silahlı kuvvetlerin etkisinin ülkelerin ekonomik yönüyle yakından ilgili olduğunu da ortaya koymaktadır. Siyasal kültür düzeyi bakımından olgunlaşan, kurumsal yapısı yerleşip düzene giren ve tüm kamusal kurumların rol ve sorumlulukları herkes tarafından benimsenen ülkelerde siyasal sistemin işleyişi de kolay olacağından, askerlerin siyasal hayata doğrudan müdahale etme olasılığı da azalmaktadır. Bu ülkelerdeki silahlı kuvvetlerin siyasal hayata etkisi, hukuki düzenin dışına çıkamayacak biçimde mevcut kurallar çerçevesinde gerçekleşmekte, “etkili olduğu alanlar daha çok dış politika ve ülke savunmasıyla” (Kelly, 1963: 296) sınırlı kalmaktadır. Asker tamamen sivil idarenin kontrolünde olduğu için de yasa ve kanunlarda askerin “çıkış güvenceleri” bağlamında, ayrıcalıklı bir konumda yer aldığını gösteren hükümlere yer verme gereği duyulmamıştır. Çünkü siyasal ve ekonomik anlamda gelişmiş tüm demokratik ülkelerde askeri konularla ilgili milli güvenlik politikalarının uygulanması ve kontrolü, yürütmenin elindedir. Sadece askeri harcamalarda askeri temsilciler siyasiler ile istişare görevini yerine getirmektedirler. İcra organı parlamenter rejimlerde söz konusu politikaların yürütülmesinde yasama organına karşı sorumludur ve siyasal yönü kuvvetli olan bu erk de anayasa ve kanunların izin verdiği ölçüde, hükümet politikasını belirleyip uygulama yetkisini kullanmaktadır. Tıpkı milli eğitim, sağlık, ekonomi konularında olduğu gibi 43 milli güvenliği ilgilendiren askeri konularda da tek sorumlu mercii yürütme organıdır. Aşağıda demokrasi ve sivil irade üstünlüğünü benimseyen ülkelerden ABD, İngiltere, Fransa, İspanya ve Yunanistan ile militarizmi gelişmekte model almış olan Almanya ve Japonya örneklerini sivil-asker ilişkileri özelinde irdelemeye çalışacağız. Bunların en başında mevcut dünya düzeninin en etkili aktörü, ABD’dir. ABD’nin bu konumu hakkında farklı düşünceler ortaya konmuş olsa da kesin olan bir şey var ki o da bu ülkenin dünyaya hâkim bir güç haline gelmesinde ordu önemli bir role sahiptir. Sivil-asker ilişkileri konusunda başvurulan ve düşünceleriyle bu alana yol gösteren Huntington’a göre ABD’deki sivil-asker ilişkileri, askerî realizm ve sivil liberalizm fikrine dayanmaktadır. Ordunun sivil idareye tabi olması ise savaşçı rolün dış dünyaya dönük olmasından kaynaklanmaktadır. Yani daha çok dış politika ve dış unsurlarla hem hal olan ABD ordusu, ülkenin iç siyasetini etkileyecek bir çaba içerisinde değildir. Bu da onun tamamen sivil siyasetin kontrolünde olmasını sağlamaktadır (Burk, 1993: 457). Ordunun siyasetteki konumu ve etki alanları, sivil siyasetçiler tarafından bugün dahi tartışılan en temel konuların başında gelmektedir. Cumhuriyetçi kanadı temsil eden siyasetçiler, ordunun dış müdahalelerde kullanılmasını ülke güvenliği açısından elzem görürken, Demokratlar, ordunun dış müdahalelerde kullanılmasını ülke ekonomisini olumsuz etkilediği ve Amerikan halkının menfaatlerine uymadığı gerekçesiyle karşı çıkmaktadırlar. Bu durum ordu mensuplarını da etkilemiştir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerikan askerlerini ülke dışında kullanıp kullanmama konusunda devlet adamları ve askerlerin davranışlarını inceleyen Betts, askeri danışmanların genellikle kendi içlerinde bölünmüş olduklarını ve tavsiyelerinin sivil siyasetçilerden farklı olması gerekirken onlarla benzer tutumlara sahip olduklarını gözlemlemiştir (Chittick, 1988: 181). Yani bir bakıma ordu, kendi önerilerini sunup sivil siyasetçilere alternatif olma seçeneğini kullanıp hakem rolünü oynamak yerine siyasetçiler gibi bölünmüş durumdadır. Bu durum bir yandan ordunun siyasileştiği ve ulusal güvenlik bağlamında zaafa düşmüş olduğu izlenimini yaratırken diğer taraftan da Huntington’un bahsetmiş olduğu sivil kontrol prensibinin de bir zaferi olarak değerlendirilebilmektedir. Desch’e göre meşruiyet noktasını insani nedenlere ve dünya barışını korumaya bağlayan dışa yönelmiş bir ordu, devletin sahip olduğu dış misyonları sürdürerek gerekli kaynakları sağlıyorsa iç politikaya karışma ihtiyacı duymayacaktır. Yani ordunun dış işlerle uğraşması ve dış mücadelelerde kullanılması sivil kontrolü hâkim kılacaktır. Tersine hem dış hem de iç tehditler önemsiz boyutlarda cereyan ediyorsa o zaman sivil 44 kontrol zayıflayacak ve bazı durumlarda askeri öncelikler ön plana çıkacaktır. O nedenle dışa yönelik askeri doktrinler, sivil kontrol için en uygun olandır. İçe yönelik olanlar ise sivil kontrolü sarsar ki bu da Amerikan demokrasisini olumsuz yönde etkiler (Desch, 1998: 396). ABD’nin en karakteristik yönünü oluşturan kökleşmiş demokrasi tecrübesi, sivil kontrol ve sivil üstünlük ilkeleri, dünya üzerindeki hâkim güç konumunda yer alan Amerikan ordusunu da etkilemiş, yalnızca anayasanın yapısal özelliklerinden biri olarak değil, ahlaki bir ihtiyaç olarak da kabul edilmiştir. Bu belki de böyle olduğu için Körfez Savaşı’nın Genelkurmay Başkanı Colin Powell hiçbir endişe duyulmayarak Bush yönetimi tarafından Savunma Bakanlığı’na getirilebilmiştir. İngiltere ise diğer Avrupa ülkeleriyle benzerlik gösterse de kendine özgü siyasi tarihi, geçmişi ve yazılı olmayan bir anayasa tarafından yönetilmesi, demokrasinin beşiği etiketinin yakıştırılmasına rağmen tecrübe etmiş olduğu sivil-asker ilişkileri, onu diğer Avrupa devletlerinden ayırmaktadır. İngiltere büyük bir iç savaştan sonra 17. yüzyıl sonu 18. yüzyılın başlarında şartların da uygun olmasıyla ülke içinde var olan gerilimi sona erdirebilmiş, uzlaşma çabası gösterebilmiştir. Arkasından başlayan restorasyon döneminde bu uzlaşı çabası sonuç vermiştir (Belge, 2011: 39). Fakat sonrasında 1900’lü yılların başında yaşanan Kuzey sorunu İngiltere’nin güvenlik algısını revize etmesine neden olmuştur. Konu hakkında Christopher Dandeker İngiltere’nin ulusal güvenlik algısını Kuzey İrlanda sorunu, İngiltere’nin ulusal güvenliğinin gelişmesini tetikleyen bir iç sorun, Soğuk Savaş süreci boyunca ortaya çıkan nükleer tehlike, kargaşa ve tahribat ortamı ile güvenlik devleti algısında önem verilen gizlilik politikası şeklinde özetlemektedir (Dandeker, 2001: 362). Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan Soğuk Savaş dönemi ve Kuzey İrlanda’daki ayrılıkçı İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) örgütünün sürdürmüş olduğu terör faaliyetleri İngiltere’de güvenlik devletinin oluşmasını sağlamakla kalmamış, aynı zamanda güvenlik devleti kontrol ağının daha da genişlemesine sebebiyet vermiştir. Nitekim Soğuk Savaşın etkileri uzun bir döneme yayılmış, sivil-asker ilişkileri sorunsalının bugünlere gelmesinde etkili olmuştur. Keza güvenlik devletinin varlık nedenini oluşturan Soğuk Savaş dönemi ve ortaya çıkan nükleer silahlanma süreci akabinde, 1960 ve 1970’li yıllarda gündeme gelen profesyonel ordu kavramı da, güvenlik devleti anlayışının devamını sağlamakla kalmamış, ordunun devamlı savaşa hazır bir yapı olarak durmasına neden olmuştur (Dandeker, 2001: 360). 45 Diğer yandan Birleşik Krallığın kendine has iç sorunları da bahsi geçen güvenlik devleti olgusunu canlı tutmuştur. Özellikle Kuzey İrlanda’da yaşanan ve iç huzuru tehdit eden terör eylemleri bir taraftan güvenlik algısını diri tutarken, diğer taraftan temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına gerekçe olarak gösterilmiştir. Monarşi ve Lordlar Kamarası gibi bugün demokratik görünmeyen kurumlara sahip olmasına rağmen, demokratik siyaset kültürün toplumca özümsenmiş olmasından dolayı İngiltere, sivil-asker ilişkileri bağlamında kayda değer bir krizle karşı karşıya kalmamıştır (Belge, 2011: 39), sivil otoritenin itibarını sarsacak bir olay vuku bulmamıştır. Kuzey İrlanda’da meydana gelen terör eylemlerine rağmen İngiltere’de sivil unsur hâkimiyetini başarıyla sürdürebilmiştir. Bunda güçlü ve bağımsız bir parlamento, ticari ve endüstri çevrelerin varlığı ile ciddi bir köylü sorununun olmaması önemli etkenler olarak göze çarpmaktadır. 19. yüzyılda hızla gelişen kapitalizm ve toprak sahibi üst sınıfların varlığı demokrasinin gelişmesinde etkili olmuştur (Moore, 2012: 69-70). Bu süreçte ordunun militarist bir geçmişe sahip olmamasının da payı büyüktür. İngiliz toplumu da bu paya katkı sağlamıştır; zira toplum, ordunun kendi sınırları içerisinde var olmasını istemiş ve ordu dışında her hangi bir yerde askeri bir ideolojinin var olmasını ve bunun kışla dışına taşınmasını kabul etmemiştir (Belge, 2011. 48). Sivil-asker ilişkilerinde demokrasi bağlamında gelişmiş bir diğer ülke Fransa’dır. V. Cumhuriyet’ten itibaren Fransa’da sivil kontrol diğer ülkelere göre daha başarılı ilerlemiş, ordunun sivil iradeye olan bağlılığında sorun kalmamıştır. Bunda Fransa’nın tecrübe etmiş olduğu beş Cumhuriyetteki ordunun tutumu etkili olmuştur. Zira savunma mekanizmalarının en küçük düzeyde bile kullanımı siyasi yetkililere bırakılmıştır. Diğer devletlerle ortaya çıkan sorunların çözümü veya askeri kararlardaki caydırıcılık düşüncesi de sivil inisiyatife bırakılmıştır. Bu durum Fransa’nın dış siyasetine bakıldığında çok rahat fark edilmektedir. Artık Fransa savunması iki ayaktan oluşmaktadır. Bunlardan birincisi Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) müttefikleriyle iş birliği olan uluslararası ayak, ikincisi de kendi nükleer güçleri ve askeri endüstri yapısını da içine alan ulusal bağımsızlık ayağı. Fransa bunu üç yolla yerine getirmektedir. Bunlardan ilki Fransa’nın nükleer güçlerinin koruduğu ulusal sığınak, ikincisi Avrupa’daki sorumluluklar ve son olarak Afrika ve diğer uzak bölgelerdeki çıkarlarını kapsayan denizaşırı boyuttur (Yost, 1991: 257). Savunma konusu dâhil Fransa’da sahip olunan gelenek, vatandaşa karşı sorumlu olanların yani sivil siyasetçilerin gereken riskleri almasına dayalıdır. Bu durum ise 46 seçilmişlerin üzerine büyük bir sorumluluk yüklemektedir. Fransız Devrimi’ni gerçekleştirmiş ve halk yönetimi idealinin yayılmasına öncülük etmiş olan Fransız siyasetçiler, askeri konularda da yetkiyi ellerinde tutmayı başarabilmişlerdir. Tabiî bunda Fransız toplumunun özgürlüklere olan bağlılığı ve her türlü militarizme karşı olan şiddetli karşı duruşunun da payı büyüktür. Bu aynı zamanda siyasal, toplumsal sivil üstünlük kültürünün de bir sonucudur. Diğer taraftan ordu yurt dışı alanlarda kullanılmamış değildir. Nitekim özellikle eski sömürge alanlarında ne zaman bir problem yaşansa Fransa müdahalede bulunmaktan çekinmemiş, 1960 yılından bugüne, yaklaşık 30 müdahale gerçekleştirmiştir. Libya’ya yapılan son askeri müdahale bunun canlı örneğidir. Bu orduyu çok önemli bir politik araç haline getirmiştir (Treacher, 2000: 34-37). Ordu özellikle dış politikada aktif olarak kullanılsa dâhi sivil kontrol prensiplerinden uzaklaşılmamıştır. Ordunun tekelinde olan teknik konular bile Fransız siyasetinin kontrolü altındadır. Bu durum ise ordunun yetki alanını diğer ülkelerle kıyasla oldukça daraltmıştır (Martin, 1994: 403). Fransız siyasetinin askeri konularındaki bu hâkimiyeti kendi yönetim sisteminden kaynaklanmaktadır. Uygulanmakta olan yarı-başkanlık sisteminde cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi, diğer demokrasilerle karşılaştırıldığında cumhurbaşkanının oldukça geniş yetkilere sahip olmasını sağlayarak meclis gücünün de üstünde yer alması anlamına gelmektedir. Gerek Fransa ve İngiltere gerekse ABD, burjuvazinin devrim yaparak iktidar olduğu üç ülkedir ve bu devrimler burjuva devrimlerinin birer örneğidir. Bunların başlıca özelliği burjuva sınıfının böyle zor bir işi başarabilecek kadar gelişmiş ve güçlü olmasıdır. Bu güce kendileri ulaştıkları için devrim sonrası kurdukları rejimlerde de ipleri ellerine almış ve askeri yapının sivil siyasi iktidara alternatif olmasına imkân vermemişlerdir. Devrimlerle birlikte yeni ve demokratik bir başlangıç yapma imkânı bulan ordular da daha sonraki süreçlerde bütün bu değişimlere rağmen bu temiz demokratik başlangıç hedeflerinde sadık kalmayı başarmışlardır (Belge, 2011: 86-97). Sivil-asker ilişkileri özelinde belki de en özgün ülke İsrail’dir. Ülkenin jeopolitik konumu, din referansı ve yayılmacı politikası, sürekli tehdit algısıyla beraber yaşıyor olması onu diğer devletlerden ayıran en karakteristik özellikleri arasındadır. Artan Filistin nüfusu ile Batı Şeria ve Gazze’de Filistin halkına karşı saldırıları, İsrail’in bu bölgeleri doğrudan tehdit görmesi sonucunda ortaya çıkan tehdit algısı, İsrail hükümetini istim üzerinde tutmaya yetmiştir. Güvenlik önceliğini ülke siyasetinin merkezine koyan İsrail, Mim Kemal Öke’ye göre “varlığını tanımayan ve onu Ortadoğu haritasından 47 kazımaya uğraşan komşuları ile çevrili bu küçük devletin uluslararası ilişkilere bakış açısı hep güvenlik fobisinin oluşturduğu prizmadan” (Öke, 2002: 336) şekillenmektedir. Daha önce ABD bölümünde vurgulanan dış müdahale veya tehdit algısının, ordunun iç işlerine karışmasına engel olduğu düşüncesi, İsrail için geçerli değildir. Nitekim Batı demokrasilerinin aksine İsrail farklı bir sivil-asker ilişkileri modeli sergilemektedir. Burada sivil siyasetçiler ile askeri kadrolar arasında ciddi bir ayrım bulunmamaktadır. Bu organik bağa rağmen, İsrail demokrasisi oldukça başarılı bir tecrübeye sahiptir. Bugün gelişmiş veya diğer tabirle konsolide olmuş Batı demokrasilerin aksine İsrail, demokratik olgunluğu, sivil-asker ilişkilerindeki uyuma borçludur. Horowitz, Lissak ve Schiff ordu ve iktidar seçkinlerinin yakınlığını sadece demokrasiyi korumakla kalmadığı, aynı zamanda aralarında ortaya çıkması muhtemel çatışmaları önlediği ve demokrasiyi tamamen ortadan kaldıracak darbe olasılıklarını azalttığını iddia etmektedirler (Etzioni-Halevy, 1996: 402-403). Bu nedenle Huntington’un ideal sivil-asker ilişkileri şeklinde kavramlaştırdığı objektif sivil kontrol modeli, İsrail özelinde uygulanabilir görünmemektedir. İsrail ordusu mensubu olan subay kadrosu, emeklilik döneminde de önemli görevlere getirilebilmektedir. Bu asker ile sivil siyasetin devamlı etkileşimde olduğunun da kanıtıdır. Ordu, siyasi hayatın ve politika yapım sürecinin ayrılmaz bir parçasıdır. Öyle ki ordunun siyaset hakkındaki görüşleri halkın gözü önünde tartışılabilmektedir. Genelkurmay Başkanı’nın kabine toplantılarına katılması da bu görüşü doğrulayan bir uygulamadır (Etzioni-Halevy, 1996: 407). İsrail’de sivil-asker ilişkileri konusunda çalışmaları bulunan Peri de, büyük küçük her partinin aday listelerinde yüksek rütbeli subaylara yer vererek seçim kazanma şanslarını arttırdıklarını ileri sürmektedir (Peri, 1982: 249). Demokrasinin evrensel prensipleri bağlamında olumlu adımlar gözlense de İsrail’de halen ordu-sivil ayrışması bulunmamaktadır. Öke, bu durumu şu şekilde tahlil etmektedir. Devletin ve milletin askerleşmesi yani İsrail militarizmi, ülkede pretoryan bir rejim riskini bertaraf etmiştir. Ordu, siyaset ve toplum ayrımının ortadan kalkması ülkede silahlı kuvvetlerin darbe gibi teşebbüslerde bulunmasını engellemektedir. (Öke, 2002: 340). Diğer taraftan Ortadoğu’daki mevcut siyasi istikrarsızlık sorunu, İsrail sivil-asker ilişkilerinin en azından bir müddet daha beraber gitmesini sağlamaktadır. İspanya ise yukarıda kısaca değinilen Fransa ve İngiltere gibi ülkelerden farklı bir demokrasi tecrübesine sahip olmuştur. Sivil-asker ilişkileri bakımından Türkiye ile benzerlikleri bulunması, bizim için de İspanya’yı değerli kılmaktadır. İspanya rejimine 48 bağlı olan ordu, yakın geçmişte “koruyucu” bir kimlikle hareket ederek kurucu felsefeye olan bağlılığını ortaya koymuştur. “İspanya birdir ve bölünmesine izin vermeyeceğiz” yaklaşımıyla hareket edip siyasete müdahale hakkını kendinde gören, kendisini “imtiyazlı” bir kesim olarak kabul eden ordu, İspanya’nın siyasi hayatında ciddi rol oynamıştır (Serra, 2011: 59-60). Ordunun bu konumunda ise özellikle 19. yüzyıl siyasi çalkantılarının etkisi büyük olmuştur. 1936-1939 yılları arasında yaşanan İspanya İç Savaşı’nda Halk Cephesi’ne karşı milliyetçilerin komutanı olarak mücadele etmiş, faşist İtalya ve Almanya’nın desteğiyle zaferle çıkan ve parlamentoyu feshederek Katolik, milliyetçi muhafazakâr ve anti-komünist bir rejiminin başına geçen Franco, toplumu siyasi mücadelelerden uzak tutmak için demokratik kurumları kaldırmış, devlet güdümündeki resmi sendikalar hariç, diğer tüm sivil toplum örgütler ve siyasi partileri yasaklamış, yasama, yürütme ve yargı organlarını tek elde toplamıştır (Arnwine, 2003: 103-105). Ancak Franco’nun ölümü, İspanya için dönüm noktası oldu. Aslında Parlemento, Kraliyet Konseyi gibi belli başlı kurumlar Franco’nun yandaşlarının elinde olması nedeniyle var olan otoriter rejimin değişmeden devam edeceği umuluyordu. Fakat otoriter rejimin 1973’teki ekonomik bunalım, yeraltındaki partilerle sendikaların rejim karşıtı muhalefeti, yasadışı grevlerin yükselmesi, Franco’nun artan sağlık sorunları nedeniyle zayıfladığı da iddia edilmekteydi. Toplumun tüm kesimleri ise demokratik bir dönüşümün iktidar eliyle değişebileceği konusunda beklenti içine girdi. Daha Franco hayattayken bile hareketlenmeler başlamış, ekonomik ve sendikal hak talepleri, öğrenci eylemleri hep bu değişimi isteyen çevrelerin eylemleri olarak görülmüştür. Özellikla Bask ve Katalan bölgesinde anadilde eğitim, özerk yönetim talepleri sistemi zor durumda bırakan gelişmeler olarak değerlendirilmiştir (Arnwine, 2003: 107-109). Franco’dan yönetimi devralan Kral XIII. Alfonso’nun torunu Juan Carlos, demokratik parlamenter bir monarşinin sembolik yetkilerine sahip devlet başkanlığını tercih etmiştir. Akabinde pragmatik olarak gördüğü Adolfo Suarez’i başbakan olarak atamıştır. Suarez, hükümeti talep edilen reform sürecine toplumsal mutabakatı sağlayarak ve tüm toplum kesimlerinin desteğini alarak başlamış, ordunun desteğini en azından tarafsız kalmasını talep ederek hükümet reformlarına karşı koymasına engel olmuştur. Çünkü Franco’ya bağlılıkları bilinen ordu ikna edilemezse demokrasi sürecini nihaî hedefe ulaşması imkânsız kabul ediliyordu. Ordu konusundaki asıl demokratik baskı, Franco’nun seçtiği Kral Juan Carlos’tan gelmiş ve hedeflenen reformlar mecliste kabul 49 edilmiştir. Sivil-asker ilişkilerindeki “uyum teorisinin” emarelerini taşıyan bu uzlaşı sayesinde, demokratikleşme yolunda ciddi siyasi reformlar hayata geçirilmiştir. Gerek seçimler gerekse seçimlerden sonra oluşacak olan Meclis ve Senato’nun daha ileri adımlar atabilmesi, halkoyuyla kabul edilen bu yasayla yapılabilmiştir. Siyasi parti yasakları kaldırılmış, Kilise’nin reformlara karşı çıkmasına engel olunmuş, yüksek enflasyon, artan dış ticaret açığı ve işsizlik gibi ağırlaşan ekonomik sorunların çözümü de Parlamento’da 1977’de ‘Mocloa Paktı’ ile sağlanmıştır (Arnwine, 2003: 113-116). Bu gelişmeler de sanayi burjuvazisinin Avrupa Birliği’ne girme talepleri de oldukça önemli bir etken olmuştur. 1978 yılında yapılan yeni anayasayla da milletlere ve bölgelere özerk yönetim hakkı tanınmış, ülkenin çok kültürlülüğü ve çok dilliliği kabul edilmiştir. Atılan bu demokratik adımlar, ülkede demokrasinin pekişmesi amacıyla hayata geçirilmiş ve süreç öğrenciler, işçiler, girişimciler gibi sivil toplum kesimleri ile Kilise, siyasi partiler ve ordu mensupları gibi seçkinlerin etkili rol aldığı toplumsal bir mutabakatla sağlanmıştır. Tabiî bütün bu süreç sıkıntısız geçmemiş, özellikle her şeyin yolunda gittiği bir anda gerek ülkenin üniter yapısının bozulmasından endişe edip söz konusu demokratik gelişmelerden rahatsız olan gerekse kendisine karşı yapılan bir takım yasal düzenlemelerden çekince duyan askeri kanat, ayrılıkçı terör örgütünün de kışkırtmasıyla 23 Şubat 1981 yılında darbe girişiminde bulunmuştur. Arnwine’a (2003: 120) göre, İspanya Ordusu 1980 yılında Türkiye’de ordunun iktidarı ele geçirmesinden etkilenmiştir. Bu girişimi destekleyenler arasında yer alan Franco yanlılarına sivil kesimden de çok sayıda destekçi vardı. Bunlar daha çok demokratikleşmeye karşı çıkan ve kendilerine “yeni güç” diyen faşist bir gruptu. Ordunun bu müdahalesini Serra üç faktörle açıklamaktadır. Ona göre; • İspanya Ordusu mensupları, 1967 tarihli Devlet Teşkilatı Yasası gereği, kendilerini kurumsal düzenin garantörleri sayıyorlardı. • Ordu, Franco’nun ölümünden sonra onun isteğiyle tahta çıkan Juan Carlos’a sadakatle bağlıydı. • Ordu’yu, sivil toplumun paylaşmadığı ulusalcı değerlerin savunucusu ve koruyucusu olarak görüyorlardı (Çongar, 2010: 4). 50 Müdahale sonrasında ordu kendi içinde ikiye ayrıldı; ancak gerek Kral Juan Carlos, gerek Başbakan Adolf Suarez gerekse muhalefet lideri Felipe Gonzales’in kararlı tutumları sayesinde ordu içindeki demokrasi yanlıları ağırlık kazandı ve darbe girişimi başarıya ulaşamadı. Serra’ya göre bunda İspanya ordusunun özerk bir kurum değil, devletin birçok organından sadece biri olduğunun anlaşılmasının ortaya çıkması önemli olmuştur (Çongar, 2010: 2). Her ne kadar Avrupa Birliği’ne (AB) katılım süreci hayati derecede önemli olsa da İspanya’daki siyasi ve askeri aktörlerin demokrasi konusundaki kararlı tutumları hem İspanya’nın demokratikleşmesini sağlamış hem de AB sürecine katılmasını kolaylaştırmıştır. Sonuçta İspanya’daki demokratikleşme süreci sivil-asker ilişkilerinin merkeze alınmasıyla etkili olmaya başlamıştır. Gerek yapılan yenilikler gerekse kabul edilen reform yasaları ve düzenlemeler, 1975 yılından 1990’lara kadar birçok kez gözden geçirilip değiştirilerek İspanya’nın demokratikleşmesini sağlamıştır. Bu sürecin ilk uygulamaları ordunun siyasete müdahalesini engelleyecek, özerk bir kurum gibi davranmasının önünü alacak ve Genelkurmay başkanının emir komuta zincirinin tepesinde yer almakla birlikte hükümet başkanına siyaseten bağlı olduğunu gösteren “sivil kontrolün” sağlandığı yapısal reformlarla yerine getirilmiştir. Tıpkı İspanya gibi Türkiye’ye benzeyen bir diğer ülke de Yunanistan’dır. Coğrafi açıdan komşu olmaları, bu iki devleti, birçok konuda kesişen politikalar ve olaylar çerçevesinde ortak paydada buluşturmaktadır. Zaman zaman siyasi istikrarsızlıklar yaşayan bu iki ülkenin yakın tarihlerde askeri darbelere maruz kalması, oluşumu, gelişimi ve sonuçları bakımından bu darbelerin benzerlik göstermesi tesadüf değildir. Fakat Yunanistan’ın AB’ye üye olması ile birlikte, kendi iç düzeninde Avrupa’nın temel değerlerini kurumsallaştırmaya yönelik çabası, siyasi otoritenin sivilleşmesine olanak tanımış, siyasi dengeler demokratik bir yönetim temelinde kurulmuştur. Bağımsızlığın kabul edildiği 1828'den bugüne sayısız darbe10 tecrübesi yaşayan Yunanistan, bugün demokratik gelişme yolunda ciddi mesafeler alarak yoluna devam etmektedir. Yunan tarihine baktığımızda ordunun sık sık müdahalede bulunmuş olduğunu görmekteyiz. Bununda nedeni geçmişinde geleneksel mânâda bir “yönetici sınıfın” "Darbe günlüğünü" 1831'de iki ayrı darbe ile başlatan Yunanistan, sırasıyla 1843, 1862, 1909, 1916, 1922, 1925, 1926, 1935 ve en son 1967'de askeri darbelerle yüzleşmek durumunda kaldı. Bunlara ek olarak 1923, 1933, 1935, 1938, 1951, 1967 (ikinci kez), 1973 ve son olarak 1975'te başarısız ya da son anda önlenen darbe girişimleri yaşandı, bkz. (Tsarohuas, 2005: 1-13). 10 51 olmamasıdır. Bu yokluktan gelen siyasi boşluk, silahı elinde bulunduran ordu tarafından doldurulmuştur (Belge, 2011: 777-778). 1967-1974 yılları arasında askeri idareyle yönetilen Yunanistan, Avrupa’nın tam ortasında çok büyük bir demokrasi sorunu ile karşılaşmıştır. Albaylar Cuntası olarak bilinen bir dizi sağ görüşlü askeri yönetimin, 21 Nisan 1967 yılında ele geçirdikleri siyasi güç, 1974 yılında Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesi sonucu gerilemiş ve yerini tekrar demokrasinin temel araçlarından biri olan sivil yönetime bırakmıştır. Askerî darbeye kadar uzanan sürecin temelinde, Yunanistan’daki monarşik düzenin hükümet sistemi ile çatışması yatmaktadır (Koliopoulos ve Veremis, 2010: 142-143). Darbe, aşırı sol yapılanmaya karşı sert müdahaleler, sansürler, geniş çaplı tutuklamalar, anayasal hakların askıya alınması, bürokraside ve eğitim kurumlarında tasfiye sürecini beraberinde getirmiştir. 1968 yılında kabul edilen yeni anayasaya göre yürütmenin tüm yetkilerini elinde toplamış ordunun, devlet düzeninde öncelikli yere sahip olduğunu vurgulamıştır. Tüm bu süreçte, Avrupa Yunanistan’daki gelişmeleri kaygıyla karşılayarak baskı yapmaya çalışmıştır11. Askeri cuntanın Kıbrıs’ta kurguladığı politikalar başarısızlıkla sonuçlanınca, gücü ve etkisi zayıflamaya başlamıştır. Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios ile anlaşmazlığa düşen askeri yönetim, Enosis’e karşı darbe girişiminde bulunmuştur. Tam bu sırada, Türkiye’nin adaya çıkarma yaparak müdahalede bulunması, askeri yönetim için bunalımı derinleştirmiş ve sonunda yönetim sivillere bırakılmıştır. İktidarı eline geçeren Karamanlis başkanlığındaki sivil yönetim aşırı sağdan ilerici sola kadar birçok siyasal eğilimi temsil eden farklı görüşteki siyasi liderleri bir araya getirerek geçici hükümet kurmuş, sivil-kolluk güçleri arasındaki kopan bağı yeniden kurmak için, ordu, polis ve güvenlik güçlerinde tasfiyeler gerçekleştirmiştir. Darbeyi gerçekleştiren askeri cuntanın üst kadrosunu yargı önüne çıkartan Karamanlis, idam cezası almalarına karşın, darbe önderlerinin ömür boyu hapis ile cezalandırılmalarında etkili olmuştur (Koliopoulos ve Veremis, 2010: 194-196). Darbe teşebbüsleri süreci 1981'deki temizlik operasyonu ve emir komuta zincirinin kırılmasıyla sona ermiştir. 1981 seçimlerinden % 48 gibi ezici bir çoğunlukla çıkan PASOK lideri Andreas Papandreu, Yunan siyasi ve askeri tarihinde önemli adımlar 11 Bkz.http://webcache.googleusercontent.com/search?q=cache:acNsVRy9Iq8J:akademikperspektif.com/2 014/06/21/turkiye-ve-yunanistandaki-askeri-darbelerin-sivil-asker-iliskisine-etkileri-2bolum/+&cd=1&hl=tr&ct=clnk&gl=tr (26.01.2015). 52 atmıştır. Kendisi iktidara gelir gelmez Yunan Silahlı Kuvvetleri içinde büyük bir temizlik operasyonu başlattı. Bu çerçevede ordunun tüzüğünde radikal değişiklikler yapmış ve Savunma Bakanlığı görevini de kendisi üstlenmiştir. Buna göre; “darbe hazırlıkları emrini alan; ya da aldığı emrin olası darbelere yol açabileceği kanısına varan alt rütbeli subaylara, hatta erlere, bir üstlerinden aldıkları bu emri cumhurbaşkanına, Başbakana ya da hükümet üyelerine bildirme yetkisi verildi”. Aynı tüzüğe göre, darbe ya da darbeye yol açabilecek emirleri alan ve bunu siyasetçilere bildirmeyen alt rütbeliler, bu emri aldıkları üstleri kadar "darbe yapmak ya da darbe teşebbüsünde bulunmak" suçu ile aynı derecede sorumlu gösterilecek ve ömür boyu hapis cezası hükmü giymeleri kaçınılmaz olacaktı. Yani bu değişikliklerle "yalnız ve yalnız darbe ya da darbe teşebbüsü şüphesi arz eden emir ve talimatlar için geçerli olması kaydıyla" Yunan Silahlı Kuvvetleri içindeki emir-komuta zinciri, demokratik bir biçimde ve demokrasi uğruna kırılmış oluyordu. 1831'den 1967 yılına kadar 12 askeri darbe ve 8 darbe teşebbüsüne şahit olan bugünün 10 milyonluk Yunanistan'ı, ancak 1981'de emir komuta zincirini kıran tüzük değişikliği ile Yunan halkı üzerinde adeta Demokles'in Kılıcı gibi sallanan "askeri vesayet korkusundan" arınabildi12. Askeri cuntanın yönetimden çekilmesinden sonra Yunanistan, zaman zaman politik sisteminde tıkanıklıklar yaşasa da, genel anlamda sivilleşmiş parti sistemi ile demokrasinin işletilmesine özen göstermiştir. Elbette bunda, AB’nin payı inkâr edilemeyecek derecede önemlidir. AB üyeliği için yerine getirilen kriterler, Yunanistan’ın siyasi çerçevesini belirlerken, yapılan reformlar da AB’nin temel değerlerini göz önünde bulunduran yenilikleri içermektedir. Öyle ki, artık Yunan Genelkurmay Başkanı veya kuvvet komutanlarının adları bile geniş çapta bilinmez. Çağdaş Yunanistan için, genelkurmay başkanları ya da ordu komutanları "birer devlet memurudur." Genelkurmay başkanı ise savunma bakanlarının "emrindedir."13 Özetle her ne kadar Yunanistan sayısız darbe teşebbüslerine maruz kalsa da geçmişinde barındırmış olduğu siyasi tecrübesi yani Sparta’yı değilde Atina’yı seçmesi, her şeyden önce “silaha” 12 Bkz.http://webcache.googleusercontent.com/search?q=cache:acNsVRy9Iq8J:akademikperspektif.com/2 014/06/21/turkiye-ve-yunanistandaki-askeri-darbelerin-sivil-asker-iliskisine-etkileri-2bolum/+&cd=1&hl=tr&ct=clnk&gl=tr (26.01.2015). 13 Bkz. (Tsarouhas, 2005: 1-3). 53 değil de “söze” önem vermesi (Belge, 2011: 782) ve orta sınıfın varlığında örgütlü toplum yapısı, söz konusu askeri müdahalelerin kalıcı olmasına fırsat vermemiştir. Almanya ve Japonya’nın modernleşme süreçlerinin altında “askeri norm ve kuralları toplumun tamamına yani asker olmayan kesime de kabul ettirmeyi amaç edinmiş bir zihniyet” (Belge, 2011: 147) olan militarist modernleşme tecrübesi yatmaktadır. Toplumu modernleştirirken biçim vermeyi ve bir ulus devlet kurmayı amaçlayan militarizm, toplumun tamamını, çocukluktan başlayarak askeri değerler ve normlar çerçevesinde eğitmek, bu çerçevede davranmaya çağırmak, askerliği askerliğin dışına çıkarmak ve genel bir yaşama üslubu haline getirmek demektir. Bunun da anlamı bunu seçen toplumun yapmaya kalkıştığı her işi askeri yöntemle yapmaya karar vermiş olmasıdır (Belge, 2011: 150-164). Gerek Almanya gerekse Japonya’da ordular, entelektüel dünyalarını kendi toplumlarından tamamen koparmış ve yalnız kendilerine özgü belki “zümresel” denilebilecek bir ideoloji geliştirmişlerdir. Bu tavır onların devlet olarak tanıdıkları, aynı zamanda bir imparatorda da cisimleşen yüceliğe karşı bir ideolojik sadakat durumu haline gelmiştir (Belge, 2011: 172). Bugün modernleşmiş ülkelerin hiç birisi, Almanya’nın sahip olduğu geniş bir sivil-asker ilişkileri kültürünü tecrübe etmemiştir. Birliğini Almanya’yı kılıç ve kanla kuracağını söyleyen Bismarck’a borçlu olan bu ülke, kısa bir zaman içerisinde baş döndürücü bir başarıya ulus devlet bilinci ve ekonomik gelişmeyle ulaşmıştır. Avrupa’da güçlü bir ülke olmanın zorluğuna inanan Bismarck, sistemi ordunun kesin politik hâkimiyetine dayandırmıştır. Bismarck, iktidar denen şeyin kaynaklarını ve işleyişini çok iyi bildiği ve askerin potansiyel gücünü iyi hesapladığı için, anayasada askere doğrudan siyasi ayrıcalıklar tanıyan maddelere yer vermemişti. Ayrıca bütün siyasi deneyimiyle askeri olan veya olmayan bütün etkenleri, çevresindeki askerlerden daha iyi hesaplama özelliğine sahipti. O nedenledir ki asker de kendisine meydan okuma teşebbüsünde bulunmamıştır. Yani ordu kendisini, militarizmi kendi kadar iyi yapan Bismarck’ın yanında geri planda tutmuştur (Belge, 2011: 233-236). Ama güvence ortadan kalktığında da işlere el koymaya hazır olduğunu göstermiştir. Fransa, İngiltere ve ABD’de modernleşmede öncülük görevini yapan burjuva sınıfı Almanya’da da mevcuttu. Ancak burjuvazi burada modernleşmeyi hızlandıracak güce sahip değildi. O nedenle ordu bu süreçte etkin rol aldı. Öyle ki Almanya için “ordusu olan bir ülke değil, ülkesi olan bir ordu” tabiri kullanılmıştır (Belge, 2011: 279). 54 Modernleşmenin öncülüğünü aristokrasinin ve ordunun ele aldığı bir yönetim tarzında kimse bu militarist kültürün sonucunun Hitler ve Nazizm olacağını kestirememiştir. “Bismarck modeli birlik ve modernleşme, “zor” kavramını Alman toplumuna “tek geçerli gerçek” olarak tanıttığı ve benimsediği içindir ki Almanya (...) zor koşullarda Nazizimi seçti ya da Nazizm Almanya’ya kendini “en inandırıcı” yöntemin sahibi olarak gösterebilmişti” (Belge, 2011: 256). Bu manada militarizm, Nazizmin bir bekleme odası işlevini görmüştür. Başa geçen Hitler bu militarist mirası alıp ülkeyi askerîleştirerek modernleşme çalışmalarına hız verdi. Askeri sivilleştirerek değil sivil toplumu askerileştirecek bir modeli uygulamaya soktu. Bürokrasiyi askerîleştirdi. Sanayi alanında atılan adımlarda askeri hedeflere öncelik verdi. Ekonomide de aynı yöntemi uygulandı. İşleyen ekonominin tek tek birimleri de toplumun merkezinde yer alan ordunun genel örgütlenme mantığıyla çalıştırıldı. Sanayiden tarıma kadar her bir fert üniformalı hale getirildi. İşverenler gibi işçilerde kendi çıkarlarından çok ulusal çıkarları gözetecek ölçüde organize edildi. Hedeflediği işleri salt askerle yapmayacağı anlayan Hitler, kendisine ait yarı askeri bir örgüt de kurdu ve bürokrasiyi, burjuvaziyi ve özellikle bürokrasinin askeri kanadını bu adamlarla idare etme yolunu tercih etti. Fakat sonrasında hırsları, Almanya’nın II. Dünya Savaşı’nı kaybetmesine ve I. Dünya Savaşı’ndan daha ağır bir hezimete uğramasına neden oldu. Bugün genel anlamda bakıldığında tarihten dersler çıkarmış bir Almanya vardır. Askeri yetkinin kapsamı, sadece askeri meselelerle sınırlı tutulmuş, yönetimi direkt savunma bakanlığına bağlanmış, sadece dış politikada görüşlerinin alınması olağan karşılanmıştır. Yapının bu şekli almasında Alman halkının korkularının ve savaş sonrası anayasanın da önemli bir payı vardır. Silahlanmaya karşı çıkan Alman halkı, siyasetin içine askerin karışmasını ve devletin içinde devlet olmasını kabul etmemiştir (Öztürk, 2008: 233) Artık Alman toplumu, üçüncü seferde ve uluslararası destekle demokrasiyi kurmayı ve yaşatmayı, militarist geçmişiyle yüzleşerek başarmıştır. Bugün Avrupa’nın en güçlü ekonomisine sahip olan Almanya, kurucusu olduğu AB bünyesinde geçmişinden ders çıkarmış; ama geçmişini unutmayan bir anlayışla modern demokrasinin örneklerini sergilemektedir. Demokrasisini değil; ama modernleşmesini II. Dünya Savaşı’na kadar tamamlamış olan Japonya, karşımıza çıkan bir diğer militarist modernleşme örneğidir (Laçiner, 2006: 14). Japonya’nın 1868’de başlayan Meiji Dönemi’ndeki modernleşme 55 hamlesinde başlıca faktör, Türkiye’de olduğu gibi, Batı teknolojisinin üstünlüğünün anlaşılması ve uçurumun bir an önce kapatılması arzusudur. Yukarıdan aşağıya askeri bir seçkinler grubu eliyle yürütülen bu hareket, Batı’da var olan; ama geleneksel toplumlarda pek rastlanılmayan millet gibi soyut kavramlara dayandırılan ve millî çıkarları ön plânda tutan “milliyetçilikti”. 1868’de modernleşme hareketini başlatan Meiji Dönemi liderlerinin önemli rolü kabul edilmekle beraber, Japonya’nın Batı’yı yakalamasında, merkezî hükümet bürokrasisi ile güçlü şirketlerin ve eğitim programlarının büyük rolü olduğu belirtilmektedir. Amaç, Japonya’nın kendi değerlerini koruyarak dünyanın efendisi olmasını sağlamaktı. Bunu da ancak toplumsal skalanın en üst basamağında yer alan askerin etkisiyle yerine getirdi. Meiji dönemi geçmiş dönemin askeri olan samurayları yok etmişti; ama modern ordu yönetici elitler arasında en üst basamağı işgal etti. Eski Japonya’da her türlü ayrıcalık, savaşçı sınıfın elindeydi. Bu nedenle modernleşme hareketinin de bu sınıftan gelenler tarafından başlatılması kaçınılmazdı. Ama burada bir paradoks vardı, bir yandan modernleşme bu sınıf tarafından başlatılacak; ama bir yandan da kendisi yok olacaktı. Çözüm bireysel olarak samurayların yeni rejimin belirleyicileri ve yöneticileri kabul edilirken, diğer taraftan bir sınıf olarak samuraylığın ortadan kalkmasıydı. Nitekim bunda da başarı sağlandı, samuraylar modern ordunun bir unsuru haline geldiler; buna direnenlerse bastırılarak yok edildiler (Belge, 2011: 390447). Batı tipi bir sanayileşme sürecine girmek için Japonya, önceki izolasyon dönemini terk ederek dünün “feodal ağaları”, bugünün uluslararası dev şirketleri olan Zaibatsuların öncülüğünde modernizasyonu gerçekleştirdi. Bunda süratli değişim için gerekli direktifleri vermek üzere kurulan Japon bürokrasisinin de katkısı vardı. Bürokrasi Zaibatsularla beraber 20. yüzyılın ikinci yarısında, Japonya’nın endüstrileşmesini sağlayarak, bu ülkeyi “endüstri sonrası” bir toplum haline soktu. Meiji Dönemi’nde başarıyı ve modernleşmeyi sağlayan temellerden birisi de “merkezden yönetim” sisteminin Japonya’da yürürlüğe sokulması olmuştur. Feodal dönemin idarî bölgeleri 1871’de kaldırılarak, yerine merkezden tayin edilen valilerle yönetilen vilâyetler esası kabul edilmiş ve silahlı kuvvetler de hükümetin denetimi altına sokulmuştur (Belge, 2011: 425-442). 56 Bugün Japonya II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin de etkisiyle sivil, demokratik, liberal bir toplum yapısına kavuşmuştur. Bu bağlamda sağlanan en önemli gelişme ordunun gerçek anlamda etkisizleştirilmesidir. Savaşı kaybetmesinin sonucunda alınan bu karar, 1946 Anayasası’nın 9. maddesinde yapılan düzenlemeyle sadece savunma amaçlı askeri güç bulundurmasıyla vücut bulmuştur (Öztürk, 2006: 247). Günümüzde bulunduğu bölgedeki silahlanma yarışı, Japonya’yı güçlü bir orduya sahip olma ihtiyacını getirmiştir. Gelinen noktada Japonya’nın ulusal çıkarlarının ancak güçlü bir savunma gücü ile elde edilebileceği yaygın bir kanaattir. Bu bağlamda Japon ordusu, siyasetin bir unsuru olmaksızın salt Batı orduları gibi uluslararası sorunlarda sorumluluk alabilen bir yapıya kavuşmuştur. 1.2.4- Gelişmekte Olan Ülkelerde Ordunun Etkisi Gelişmekte olan ülkelerde demokrasi tam anlamıyla pekişmediği için ordu, ya cunta yoluyla ya da doğrudan doğruya otoriter rejim kurarak iktidarı ele geçirebilmektedir. Ordu oldukça etkin ve genellikle ayrıcalıklı bir sınıfın tekelindedir. Gelişme ve yüksek teknolojiye sahip olma daha çok askerî kurumlardan başlamakta, toplumun her kesimi için modernleştirici bir örnek teşkil etmektedir. Liberal demokrasinin kurumsallaşamadığı, eğitim düzeyinin düşük, kentleşme ve iletişim araçlarının sınırlı olduğu bu ülkelerde demokrasinin sıklıkla kesintiye uğradığı görülmektedir. Yönetim düzeninin bozulmaya başlaması, toplumun en modern unsuru olan orduyu müdahaleye sevk etmektedir (Dağcı, 2006: 24). Bu ortamın oluşmasında siyasi elitlerin arasındaki rekabetin önemi büyük olup ordunun sürekli müdahalede bulunmasına kaynak teşkil etmektedir. Daha çok arabuluculuk görevi üstlenen ordu, gerektiğinde direkt müdahaleden de geri durmamaktadır (Huntington, 1968: 210). Toplumdaki siyasal bilinçlenme düzeyi düşük olduğundan siyasi anlamda meşruluğa yeteri kadar önem verilmemekte, bu ise askeri müdahalelerin o toplumda görülme olasılığını arttırmaktadır. Ordunun yönetime el koymasının gerekçeleri arasında kimi durumlarda ekonomik koşulların kötüye gitmesi bahanesi olsa da askeri yönetimler hiçbir zaman ekonomiyi kolay kolay düşünmezler. Siyasal kurumların oturmamış olması, demokratik siyasal kültürün zayıflığı gibi iç nedenler ile çeşitli dış nedenler, askerin devlet yönetimine el koymasına katkı sağlayan asıl unsurlardır. Bu gibi bir siyasi atmosferde ordunun siyasallaşması dikkati çekmektedir. Asıl mesele demokrasi tasavvurunun kendisidir. Bu 57 ülkelerde asker kendine göre bir demokrasi algısı oluşturmakta ve bunu da gerek yasa ve kanunlarla gerekse uygulamada ortaya koymaktan çekince duymamaktadır. Demokrasinin evrenselleşmiş ve özellikle Batı ülkelerinde görülen biçimlerini kabul etmeyerek, siyasal rejimin tehlikede olduğunu öne sürerek “bizim demokrasimiz” ya da “bize göre demokrasi” anlayışını ortaya koymakta ve bu doğrultuda yönetimde vesayet unsuru olarak yerini almaktadırlar. Bunu gerek doğrudan ve dolaylı müdahalelerle yaptığı gibi gerekse yasa ve kanunlara ilave edilen bir takım maddelerle de yerine getirmektedir. O nedenledir ki bu gibi ülkelerde milli güvenliği ilgilendiren politikalarda askerin ağırlığı dikkati çekmekte, yetkili organ ve kişiler konusunda teoride ve uygulamada bazı sorunlar söz konusu olabilmektedir. Azgelişmiş ülkelerde demokrasinin gelişememesinin ya da askerin etkisinin daha fazla olduğunu açıklamaya çalışan bir başka görüş de bu ülkelerde özerk ve fazla gelişmiş bir devlet aygıtı ile devletin bu özerk ve güçlü niteliğini kendi çıkarları ve hedefleri için kullanan elitlerin varlığıdır. İktidarı elinde bulunduran yönetici kadronun, çoğu zaman demokrasinin kurallarına uymaya yanaşmaması, iktidarı sürdürmek için kendisine rakip olabilecek başka kadro ve grupları, siyaset arenasının dışına itmeye ve onları saf dışı bırakmaya çalışması (Kapani, 1987: 91) yine demokrasinin pekişmesine engel teşkil eden, seçkinci müdahaleci anlayışın bir tezahürüdür. Demokrasi denemeleri başarısızlıkla sonuçlanınca ya da sık sık kesintiye uğrayınca bu ülkelerdeki siyasi yapı eskiden kalma otoriter eğilimlerini devam ettirmektedirler. Soğuk Savaş sonrasında demokrasiye yeni adım atmış; ancak geçmiş siyasi kültür yapısıyla demokrasinin tam anlamıyla pekişemediği Demir Perde ülkeleri, gelişmekte olan ülkelere günümüzde en iyi örneği teşkil etmektedir. 1991’de SSCB’nin çökmesiyle liberal dünyanın zincirine dâhil olmuş olan bu devletlerin hemen hemen hepsinde hâkim olan tek parti kültürü, sivil-asker ilişkilerinin farklı bir yerde şekillenmesine birlikte neden olmuştur. Huntington, Üçüncü Demokrasi Dalgası isimli eserinde; tek-parti diktatörlüklerinde askeri güçlerin genellikle partinin sıkı denetimi altında olduğundan bahsetmektedir. Buna göre komünist ülkelerdeki subayların büyük bir çoğunluğu aynı zamanda iktidar partisine mensup olan üyelerden oluşmaktadır. Parti hücreleri ve örgütleri askeri hiyerarşinin içine işlemiş, askerî politikalar partinin üst organları tarafından belirlenmektedir (Huntington, 2007: 224-225). Sivil-asker ilişkileri arasında görülen bu uyum, Doğu Bloğu’nun kendi koşulları içerisinde gelişmiş ve askeri profesyonelleşmenin potansiyel bir çatışma unsuruna 58 dönüşmesini engellemiştir. Bu mânâda Küba dâhil 15 komünist ülkede askerî ya da sivil şeklinde ayrı ayrı tanımlanabilecek kurumlar bulunmamıştır (Albright, 1980: 559-560). 1990’lı yıllarla başlayan yeni durum, bahsi geçen ülkelerin demokrasiye geçişine sahne olmuştur. Burada bir takım sıkıntılar yaşanmış, bazı ülkeler bunun sancılarını çabuk atlatırken bazıları özellikle ekonomik ve güvenlik açısından eski rejimin koşullarını arar olmuşlardır. Demokrasilerindeki eksiklikler, eski otoriter rejimlere karşı duyulan özlemi arttırmıştır. Çünkü giderek daha fazla ülkede halk, en azından temel ihtiyaçlarının karşılandığı, işlerin yürümesinde aksaklıkların yaşanmadığı diktatörlük dönemlerine özlem duymaya başlamışlardır. Siyasi istikrar anlamında bu genel başarısız ve vasat performansa karşın yeni demokrasilerin sivil-asker ilişkileri ayağı olumlu seyir izlemeye devam etmiştir (Huntington, 1996: 10). Sivil-asker ilişkileri açısından söz konusu ülkelerin bu ilerlemesinde birçok etken rol oynamıştır. Dünyadaki ordular arasında tecrübe edilen “askeri profesyonelleşme” ve “sivil kontrol” mekanizmalarının geniş yer bulması, “objektif sivil kontrole” doğru bir hareketin gerek askerî gerekse sivil liderlerin çıkarına olduğunun anlaşılması, ekonomik reforma göre ordu hizmetinde indirim, askeri harcamalarda kesinti, insan haklarına dönük askeri ihlallerin azalması ve ordu yatırımlarının özel ellere geçmesi gibi sivil-asker reformunun topluma yaratacağı maliyetin az olması, bahsi geçen etkenler arasında yer alan kayda değer hususlardır (Huntington, 1996: 13). Eski komünist rejimlerin savunma harcamalarına çok fazla kaynak aktarmış olmasının vermiş olduğu olumsuz sonuçlar, fark edilmeye başlandıkça askeri harcamalarda indirim ile refahın artması konusunda ciddi adımlar atılmaya başlandı. Bütün yeni demokrasiler bu bağlamda orduya aktarılan kaynak ve insan gücünü azaltmaya gitmiştir. Yeni yönetim kadroları ayrıca profesyonel değerleri hâkim kılıp, orduyu politikadan uzak tutmak için siyasi olmayan profesyonel etiğin geliştirilmesine çaba sarf etmişlerdir. Bu çabalar genelde profesyonel değerleri ve ordunun siyasetten uzak tutulmasını geliştirebilmek için özendirme ve doktrin aşılama, eğitim, askeri okullarda program değişiklikleri ve terfi sistemlerindeki farklılıklar şeklinde görülmüştür (Huntington, 2007: 237). Bu tür adımlar, askeri profesyonelleşmeyi arttırmaya ve orduların toplum üzerindeki rollerini azaltmaya dönük uygulamalar olarak görülmektedir. Ordunun misyon ve vizyon anlayışında da değişikliğe gidilmiş, iç güvenlikten ziyade dış güvenlikten sorumlu olması temel hedefler arasında yer almıştır. Bugün artık eski rejimin de etkisiyle ordular, rejimleri için savaşmak istememektedirler. 59 Öke de bu düşünceyi “zaten ordular kendilerini Sovyet rejimiyle hiç olmazsa onun için savaşacak kadar özdeşleştirmediler” (Öke, 2002: 177) diyerek doğrulamaktadır. Yakın zamanda dünya gündemini meşgul eden bir diğer önemli siyasi olay, Arap Baharı ve özelinde Mısır’da yaşanan demokrasi mücadelesidir. Siyasi kültürlerindeki baskıcı tek adam rejimleri, farklılaşan toplumsal yapılar ve modernleşmeye olan açlık, Arap Baharı’nın en önemli gerekçeleridir. 2010 yılının Aralık ayında Tunus’ta Muhammed Ebu Aziz adında bir gencin kendini yakmasıyla başlayan olaylar silsilesi Arap dünyasındaki dönüşümün başlangıcını oluşturmuştur. Tunus’la başlayan bu değişim süreci Mısır’a sıçramış, Libya’daki değişim ise uluslararası bir boyut kazanıp genişleyerek devam etmiştir. Libya ve Mısır’daki tecrübelerden çekinen Fas ve Suudi Arabistan ise büyük halk hareketlerinin baskılarına sebebiyet vermemek için değişimi ekonomik kaynak aktarımı ile karşılama yoluna gitmiştir. En son Suriye’ye sıçrayan halkın demokrasi talebi, terör gerekçesiyle Suriye yönetimi tarafından silah yoluyla bastırılmaya çalışılmıştır. Bugün uluslararası aktörlerin de aralarında bulunduğu birçok unsurun engel olmaya çalışmasına rağmen baskı, daha şiddetli bir şekilde kan dökerek devam etmektedir. Tunus’ta başlayan bu hareket belki de en az sorunla yine bu ülkede cereyan etmiştir. Halk hareketi siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel yapıyı ciddi anlamda zedelemeden Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali’nin demokrasiye geçişte sergilemiş olduğu “mutabakat” yöntemiyle başarıya ulaştı (Semin, 2012: 1). Fas ve Suudi Arabistan ise Tunus’ta yaşanan olaylardan gerekli dersleri almış olmalılar ki sürecin kendilerine sıçramasına fırsat vermemek için tercihlerini sus payı şeklinde memurlara maaş artışı vererek kullanmışlardır. Bu anlamda Suudi Kralı Abdullah, ayaklanmalara engel olmak adına 11 milyar dolarlık fon oluşturarak özellikle memur ve asker maaşlarına zam yapma yoluna gitmiştir. Keza benzer bir uygulama Fas’ta da görülmüş, halkın demokrasi taleplerine karşılık Kral 6. Muhammed, 1 Temmuz 2011 tarihinde yapılan bir anayasa değişikliği için referanduma gitmiş, Kasım 2011’de de Meclis seçimleri düzenlenmiştir (Semin, 2012: 2-3). Olayların Mısır’a sıçraması ise Ortadoğu’daki halk hareketlerinin artarak yayılacağını göstermiştir. Tunus’tan farklı olarak Mısır’da çıkan halk hareketleri, sistemi derinden etkilemeyi başarabilmiştir. Tabiî bunda harekete karşı direnç gösteren Hüsnü Mübarek’in tutumu etkili olmuştur. Tahrir Meydanı’ndan başlayan ve giderek daha da sertleşerek devam eden halkın demokrasi talepleri ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı 60 Başkanı Muhammed El-Baradey’in orduyu Mısır’ı kurtarma çağrısı, ordu müdahalesiyle sonuçlanmıştır. Ordu var olan rejime son vermek ve ülkeyi demokratik bir sisteme geçirmek için müdahalede bulunmuş (Varol, 2012: 339), Mübarek yönetimi değiştirilmiştir. Fakat ordunun kendi yapısında bir değişiklik yaşanmamıştır. Ordu, Nordliner’in değimiyle “arabulucu bir model” yöntemiyle değişimi desteklemiş; ancak bunu sistemi koruyarak ve bir denge unsuru olduğunu sergileyerek yerine getirmeye çalışmıştır (Semin, 2012: 4). Nitekim ordu eğer süreci desteklemeyip Libya gibi şiddete başvurmuş olsaydı; bu değişimin Mısır’a maddi ve manevi maliyeti çok ağır olabilecekti. Mısır’daki değişimin öncüsü olan Yüksek Askeri Konsey 30 yıldır sivil idarenin üzerinde yer alan vesayetçi yetkilerini14, sivil siyasetçilere devretmekte zorlanmıştır. Konsey, yasama gücünü parlamentoya, yürütme gücünü de demokratik yollarla seçilen cumhurbaşkanına vermeyi taahhüt etmiş; ancak ülke hemen sivil siyasetin hâkimiyeti altına girmemiştir (Varol, 2012: 345). Ordu bir taraftan cumhurbaşkanının yetkilerini azaltmaya çalışırken diğer taraftan siyasette önemli bir ağırlığı olacak olan Milli Güvenlik Kurulu’nu oluşturma kararı almıştır. Milli güvenlik siyasetinin belirleneceği bu kurulla Mısır ordusu, Perlmutter’in ifade ettiği “hakem rolüne” bürünerek ülkenin karar alma mercilerini kontrol altında tutmak istemiştir. Diğer taraftan ordu yine Devlet Başkanlığı seçimlerinde adaylığını koyacak olan kişilerin belirlenmesine karışmış, yüksek yargı ile olan yakınlığı sayesinde de seçim sürecini şekillendirmek istemiştir. Bu mânâda Mısır cumhurbaşkanlığı için adaylığını koyan çoğu kişiye ambargo koyarak bir mânâda Müslüman Kardeşlerin adayı olan Muhammed Mursi’nin adaylığının önünü açmıştır. Böylece Konsey, Mursi ile ilişkileri dengede götürecek bir yol izlemeye gayret etmiştir (Tüysüzoğlu, 2012: 1). Bu aynı zamanda Mısır ordusunun toplum karşısında yok olmaya yüz tutmuş olan meşruiyetini de geri kazanması anlamında önemli bir birliktelik olarak değerlendirilmektedir. Cumhurbaşkanlığı seçiminden zaferle çıkan Mursi’nin Yüksek Askeri Konsey Başkanı’nı görevden alması ordunun strateji değiştirmesine yol açmıştır. Ordu, ilk başlarda Müslüman Kardeşler ve Mursi ile iş birliğine girerek etkinliğini sürdürmek istemiştir. Zira asker, sivil siyasete destek vererek bir manada kendisi de haklarını saklı tutarak siyasetteki ağırlığını devam ettirmek istemektedir. Bu anlamda 15 ve 22 Aralık 2012 tarihlerinde katılım oranının % 38 ile sınırlı kaldığı referandumla kabul 14 Bkz. http://www.aljazeera.com.tr/haber-analiz/misiri-yoneten-guc-yuksek-askeri-konsey (07.05.2014). 61 edilen anayasada Mısır ordusuna “çıkış güvenceleri” anlamında bazı haklar tanınmıştır. Cook’un tabiriyle “yönetmeden hükmetme” anlayışını savunan bu güvenceler savunma bütçesinin parlamento onayından muaf tutulması, generallerden oluşacak bir ulusal savunma konseyinin kurulmasının kararlaştırılması, sivillerin askeri mahkemelerde yargılanması ihtimalinin açık tutulması, askerin siyasetin içinde yer alabileceğini gösteren önemli maddeler olarak göze çarpmaktadır. Ülke genelinde Mursi giderek otoriterleşmiş Laik kesimin taleplerini dikkate almamış, hukukun üstünlüğünü göz ardı ettiğine ve İslamcı politikalar uyguladığına dair suçlamalara muhatap olmuştur. Devam eden protestolara karşı sivil yönetimin sessiz kalması üzerine, Genelkurmay Başkanı Sisi yönetimininde Mısır Silahlı Kuvvetlerinin yapmış olduğu askeri darbe, ülkeyi tekrar kargaşa ortamına sürüklemiştir. Demokrasinin filizlenmesine imkân tanımayan bu askeri darbe, Mısır için eski günlere bir dönüşün emaresi olarak algılanmıştır. Mursi, 2 Temmuz’da yaptığı konuşmasında, meşruiyetinin demokratik seçimlerle cumhurbaşkanı seçilmesinden kaynaklandığını ve askeriyenin önerilerini reddettiğini ifade etmiştir. Ayrıca askeriyeyi olaylarda taraf olmakla suçlamıştır15. Böylece ülkedeki olaylar siyasi ve anayasal bir açmaz hâlini almaya başlamıştır. Verilen sürenin dolmasının ardından 3 Temmuz gününün ilerleyen saatlerinde ordu, Mursi'nin cumhurbaşkanlığının sona erdiğini, anayasanın askıya alındığını ve yeni cumhurbaşkanlığı seçimlerinin en kısa zamanda gerçekleştirileceğini duyurmuştur. Anayasa Mahkemesi Başkanı Adli Mansur, geçici cumhurbaşkanı olarak belirlenmiş ve geçici teknokrat hükümeti kurmakla görevlendirilmiştir. Mısır Ordusu ise Türkiye’deki gibi silahlı kuvvetlerin siyaset kurumu üzerindeki anayasal yetkilerine sahip olması için adım atmıştır. Bu mânâda Türkiye’nin “pretoryan” bir bakış açısıyla hazırlanmış olan 1982 Anayasası’nı ele alıp incelemeleri dikkate değerdir. Katılımın % 33 gibi düşük bir oranda kaldığı referandumda halkın % 98 evet oyuyla kabul edilen 2014 Mısır Anayasası 2012’de Mursi döneminde yazılan anayasaya kıyasla daha katı, özgürlükleri daraltıcı ve askere ayrıcalıklar getirici bir içeriğe sahiptir16. “Mahfuz alanlar” bağlamında Silahlı Kuvvetlere çok önemli bir yetki tanımıştır. Çıkış 15 Bkz. http://www.timeturk.com/m/haber.asp?id=693079 (09.04.2014). Bkz. Mısır’da Askeri Darbe Sonrası Süreç ve Yeni Anayasa, http://file.setav.org/Files/Pdf/20140307193613_misir%E2%80%99da-askeri-darbe-sonrasi-surec-ve-yenianayasa-pdf.pdf (23.06.2016). 16 62 güvenceleri bölümünde bu yetkiler daha detaylı biçimde ele alınacaktır 17. Arap Baharı genelinde değerlendirecek olursak, yukarıda bahsi geçen ülkelerde yapılan reformların kısa vadede halkın otoriter yönetimlere olan tepkisini bir parça aşağıya çektiği söylenebilir. Eğer bu demokrasi talepleri başarıya ulaşırsa o durumda monarşi ile yönetilen diğer ülkelerin de benzer aşamalardan geçmesi çok uzak ihtimal değildir. Mısır ve Libya gibi ülkelerde yaşanan halk hareketleri, monarşi ile idare edilen halkları da tetikleyebilir. Fakat eğer tersi olursa o durumda diğer ülkelerin de olumlu adımlar atması, gelecek yıllara kalabilir. 1.2.5- Demokratik Sistemde Askeri Vesayetin Temini: Çıkış Güvenceleri Gelişmekte olan ülkelerde demokrasinin güçlenip kurumsallaşmasının önündeki en önemli engel rejimin, askeri-bürokratik vesayet üzerine inşa edilmiş olmasıdır. Asker kimi zaman direkt kimi zaman dolaylı müdahalede bulunarak sivil siyaseti askıya alabilmiş, müdahale sonrası anayasal ve yasal tasarruflarla yönetimi kontrol etmenin yollarını arayarak vesayet sürecini korumak istemiştir. Bunu sıkıyönetime başvurarak gerçekleştirdiği gibi, askeri müdahaleler sonrasında kabul edilen yeni anayasalara “çıkış güvenceleri” bağlamında birtakım maddeler koyarak da demokratik sistem içerisindeki askeri vesayetin temini yoluna gitmiştir. Daha çok otoriter liderlerin müdahale sonrası bir müddet ülkeyi yönettikten sonra iktidardan ayrılmalarının bedeli olarak elde etmiş olduğu bu tavizler, literatürde “çıkış güvenceleri” olarak geçmektedir. Gelişmekte olan ülkelerin demokrasiye geçiş yollarından biri yukarıda da sözünü ettiğimiz “reform yoludur”. Bunun bir sonucu olarak kabul edilen bu garantiler, özellikle askeri yönetimlerden demokrasiye geçişte gözlemlenir. Bunlar, demokrasinin pekişmesini güçleştirerek olumsuz etki de yaratmaktadır. İktidardan ayrılan otoriter idarenin, kurulacak yeni siyasi düzende iktidardan pay almalarını sağlayan bu çıkış güvenceleri, ülkenin normal siyasi düzene geçtikten sonra onların siyasi etkilerini sürdürmelerine olanak tanımakta ve O’Donnel’in ikinci geçiş18 süreci olarak ifade etmiş olduğu demokrasinin pekişmesine engel teşkil etmektedir (O’Donnels, 1992: 18). Çıkış güvenceleri, ayrıca “otoriter yöneticilerin iktidarda kaldığı süre boyunca, insan hakları ihlallerine yol açacak biçimde yürüttükleri politikalardan dolayı sorumlu tutulamayacakları, yine bu süre içinde yürüttükleri 17 Bkz. http://www.aa.com.tr/tr/ozel-haberler/202642--darbe-anayasasini-1982-anayasasina-benzettiler (15.02.2015). 18 Birinci geçiş, önceki otoriter rejimden demokratik hükümetin kurulmasına doğrudur. İkinci geçiş ise bu hükümetin pekişmiş bir demokrasiye evrilmesidir (O’Donnel, 1992: 18). 63 politikaların dayanağını teşkil eden kanuni ve idari düzenlemelerin geri alınamayacağı yolundaki” (Özbudun ve Yazıcı, 1996: 24) güvenceleri de sağlamaktadır. İktidarı reform veya uzlaşma yoluyla terk eden otoriter yöneticiler için çıkış garantilerini elde etmenin en pratik ve uygun yolu, sivil yönetime geçmeden önce ilgili hükümleri kendilerinin kontrolü altında hazırlanmış olan anayasalarla yürürlüğe koymaktır. Myron Weiner, ordunun iktidardan çekilme sürecine “çıkış güvenceleri” adını vermemiş olsa da bir takım garantilerle süreci yönettiğini belirtir. 1960’ların Nijerya’sını örnek verdiği çalışmasında, ordunun yeni bir siyasi krize neden olmayacak şekilde seçim ve siyasi parti sistemini yeniden düzenlediğini belirtmektedir. Bu ülkede iktidarda bulundukları sürece yapmış oldukları eylemlerden ve muhtemel suçlardan soruşturulmama garantisi alan ordu, özellikle bütçe, personel işleri ve özlük haklarını ilgilendiren meselelerde geniş özerklik alanları elde etmiştir. Ordunun ülkenin gelecek siyasetinde ayrıcalıklı bir konumda (Weiner,1987: 26-27) bulunması adına bir takım tedbirleri de almıştır. Valenzuela ise otoriter rejimlerden demokratik rejimlere geçiş sürecinde görülen bu güvenceleri üç grupta özetlemektedir. Bunlardan ilki demokratik olmayan yollarla yaratılan, devleti sürekli koruma iddiasıyla hükümet ve hükümet kararları üzerinde geniş bir denetim imkânı veren “vesayet yetkisi”’dir. İkincisi “mahfuz alanlar”dır. Burada aslen hükümete ve seçilmiş makamlara ait olması gereken bir takım önemli yetkilerin bu makamlardan alınarak seçilmemiş makamlara tahsis edilmesi vardır. Üçüncü ayrıcalık ise seçim kanunlarının ve dolayısıyla seçimlerin uygulamada otoriter yönetimin iktidar sahipleri tarafından kendi tercihleri doğrultusunda şekillenmesidir (Valenzuela, 1992: 6266). Diğer taraftan Huntington Türkiye, Portekiz, Brezilya, Şili ve Nikaragua gibi pek çok ülkede yapmış olduğu araştırmalar neticesinde, güçlü askeri kurumların yönetimde iken elinde bulundurduğu; ancak normal anayasal bir demokraside anormal sayılabilecek ayrıcalıkları, geçiş sonrası süreçte de sürdürmek istedikleri kanısına ulaşmıştır. Beş grupta toplamış olduğu bu ayrıcalıkları Huntington; iktidardan çekilen askerin yönetimi sivillere devretmeden önce rejimin temel unsurlarını teşkil eden bazı değerleri koruma sorumluluğunun orduya verilmesini sağlayacak anayasal hükümlerin yürürlüğe girmesini dayatmaları, askeri rejim eylemlerinin geri dönülmez şekilde karara bağlanması, askerlerin hâkim olduğu yeni yönetim kurumlarının yaratılması, askeri rejim liderlerinin yeni kurulan demokratik düzen içinde ayrıcalıklı tutulup önemli görevlere getirilmeleri 64 ve askerlerin çoğu zaman silahlı kuvvetlerin gelecekteki özerkliğini, personel ve mali işlerin bağımsızlığını, seçilmiş sivil yönetimlere karşı güvence altına almaya teşebbüs etmeleri şeklinde sıralamaktadır. Askerî otoriter rejimlerden demokrasiye geçişin pek çok örneğinde görülen bu tür düzenlemeleri, Huntington seçilmiş yönetimlerin normal otoritesi üzerindeki önemli kısıtlamalar (Huntington, 2007: 231-233) olarak değerlendirmektedir. Özbudun ve Yazıcı da söz konusu bu garantileri vesayet yetkisi, mahfuz alanlar, seçim sürecinin yönlendirilmesi, askeri rejimin eylem ve işlemlerinin iptal edilmezliği ve af yasaları (Özbudun ve Yazıcı, 1996: 325-340) olarak beş grupta toplamaktadır. 1.2.5.1- Vesayet Yetkileri Ordunun, seçilmiş iktidarların izleyeceği politik tasarruflar üzerinde etkisini sürdürmeyi amaçlayan vesayet yetkileri, daha çok demokratik yollarla elde edilemeyen ve devletin aslî çıkarlarını koruma iddiasıyla, hükümet ve hükümet kararları üzerinde geniş bir denetim yöntemini içerir. Bu sonuca ulaşma adına farklı yollar bulunmaktadır. Bunların ilki ordunun yüceltip himaye ettiği devlete ait bir takım rejim özelliklerinin, anayasalarda yer almasıdır (Valenzuela, 1992: 62). Bunun en tipik örneklerinden biri ordunun da içinde yer aldığı ve güçlü bir solcu hareketin etkisi altında hazırlanmış olan, Avrupa ülkeleri arasında değiştirilmezlik kurallarının kapsamını en geniş yer aldığı olan 1976 tarihli Portekiz Anayasası’dır. Silahlı kuvvetlerin anayasa yapımındaki belirleyici rolü dolayısıyla bir bakıma Türkiye’deki 1982 Anayasası’nın yapım sürecine benzetilebilecek olan Portekiz deneyiminde de silahlı kuvvetler, kendi ideal toplum düşüncelerini değiştirilemez anayasa kuralları biçiminde kurumsallaştırmaya çalışmışlardır (Yazıcı, 1997: 27-28). Tıpkı Portekiz Anayasası’nda olduğu gibi askerlerin hâkim olduğu bir Kurucu Meclis (KM) tarafından hazırlanan 1982 Anayasası’nın pek çok hükmünde “devletin, ülkesi ve milletiyle bölünmezliği” ile “Atatürk reformlarının” Türk Ordusu tarafından korunacağı belirtilmektedir. Keza gerek 1961 gerekse 1982 tarihli Türk Anayasaları orduya hiçbir garantörlük hakkı vermediği halde 13 Temmuz 2013 tarihine kadar yürürlükte kalan Ordu İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesi, devletin korunması ve kollanması görevini vermiştir. Bu madde ordunun müdahalelerini meşrulaştırmak için kullanılmıştır. Portekiz örneğinde anayasanın değişikliğe uğramamış birinci maddesi, Portekiz toplumunun sınıfsız bir yapıya dönüştürmeyi vaad etmekte, iktidarın işçi sınıfı tarafından demokratik kullanımın şartlarını dayatarak sosyalizme geçişi garanti altına almaktadır 65 (madde.2). Anayasanın üçüncü maddesi ise Silahlı Kuvvetleri, egemenliği kullanmada ortak hale getirmektedir. Bu maddeye göre Silahlı Kuvvetler demokratik kazanımlar ve devrim sürecinin garantörü olarak halkla ittifak ederek anayasaya uygun biçimde iktidarın kullanılmasına en üst seviyede katılacaktır (Yazıcı, 1997: 27). Vesayet denetimini oluşturmanın bir başka etkili yolu anayasalara rejimle ilgili konmuş olan milli egemenlik, devletin ülkesiyle bütünlüğü, hukuk düzeni, sosyal adalet gibi temel değerleri koruma görevinin yine askerlerin kontrolünde bulunan yeni anayasal kurumlara verilmesidir. 1976 tarihli Portekiz Anayasası’nda belirtilen Portekiz Devrim Konseyi buna en güzel örnektir. 25 Nisan 1974 devrimin ruhuna bağlılığın ve askeri konularda siyasi ve yasama sürecinin güvencesi olan bu Devrim Konseyi, bünyesinde barındırdığı 14 asker üyesiyle Cumhurbaşkanına tavsiyede bulunan, danışmanlık yapan bir organ olarak hareket etmektedir (Özbudun, 2010: 134-135). Yine anayasanın 113. maddesine göre Devrim Konseyi egemenliği kullanan organlar arasında sayılmış, 148. maddeyle de silahlı kuvvetlerin örgütlenmesi, işleyişi, disiplini ile ilgili kanun ve tüzükler yapma, askeri konularla ilgili uluslararası antlaşma ve sözleşmeleri onaylama yetkisi verilmiştir. Madde 149’da bir başka ayrıcalık daha tanınmıştır, buna göre Konseyin kanun hükmündeki kararnamelerinin Cumhuriyet Meclisi’nin çıkardığı kanun ve tüzüklerin de hükümetin tüzükleriyle eşit hukuksal değer taşıyacağını hükme bağlamakta ve Konseye kanunların ve diğer hukukî işlemlerin anayasaya uygun olup olmadığını denetleme yetkisi vermektedir (Özbudun ve Yazıcı, 1996: 326-328). Askerî vesayet yetkisini garantiye almanın bir diğer yolu Silahlı Kuvvetlerin anayasa ve kanunların garantörü olduğuna değinen anayasa hükümlerine yer vermektir. Bu aynı zamanda ordunun kendisini ülkenin ulusal çıkarlarını en iyi yorumlayan ve bu nedenle de ülkeyi en iyi savunan bir devlet organı olarak tanımlamasıyla da ortaya konmaktadır. Bunun en açık örneğini, Silahlı Kuvvetlerin Cumhuriyetin kurumsal düzenini garanti edeceğini belirten 1980 Şili Anayasası’nın 50. maddesidir (Yazıcı, 1997: 31). Benzer bir uygulama 1988 Brezilya Anayasası’nda da görülmektedir. Anayasa, “Silahlı Kuvvetler Cumhurbaşkanının otoritesi altında, anavatanın savunulması, anayasal iktidarın güvencesinin oluşturulması ve iktidarlardan her hangi birinin girişimi üzerine kanun ve düzenin korunmasıyla görevlidir” (m.142) demek suretiyle orduya garantörlük rolü biçmiştir (Özbudun, 1993: 70-74). Yine aynı anayasa başkan, yasama ve yargı organlarına ordunun iç politikaya müdahaleye çağırma yetkisi vermektedir. Bu bir 66 taraftan ordunun sivil siyasetin kontrolü altında olduğunu göstermekte diğer taraftan orduya bu üç iktidar kuvvetiyle pazarlık şansı vererek orduyu siyasette aktif halde tutup kendi özerkliğini koruma fırsatını tanımaktadır19. Bir başka ampirik örnek 1980 yılında Pinochet yönetimi tarafından hazırlanmış olan Şili Anayasası’dır. Söz konusu anayasasının 95. maddesi askerin çok güçlü bir konumda bulunduğu Milli Güvenlik Konseyi adı altında yeni bir organ yaratmıştır. Cumhurbaşkanı, Senato ve Yüksek Mahkeme Başkanları, Silahlı Kuvvetlerin Başkomutanları ile Silahlı Polisin Genel Direktörü ve Cumhuriyet Genel Denetmeninden oluşan Konsey kendi kanısına göre kurumsal düzeni ciddi şekilde etkileyebilecek veya ülkenin milli güvenliğini tehlikeye düşürebilecek her hangi bir olay hakkında gerek cumhurbaşkanına gerekse Ulusal Kongreye ve Anayasa Mahkemesine görüş bildirebilecektir20. Dahası Anayasanın 8. maddesi General Pinochet’in 8 yıl boyunca başkomutan görevinde kalacağını hükme bağlamıştır (Yazıcı, 1997: 29). Otoriter yönetimlerden demokrasiye geçişte “değişme yolunun” görüldüğü Portekiz, Şili ve Brezilya’nın aksine Uruguay “mutabakat yoluyla” demokrasiye geçmiş ve söz konusu çıkış güvenceleri daha dar kapsamlı kalmıştır. Bunun da nedeni Uruguay Ordusunun etkisiyle anayasada yer verilmeye çalışılan Devlet Şurası organıdır. Anayasa 1980 yılında yapılan halk oylamasında kabul edilmemiş, dolayısıyla askerin ağırlıkta olduğu Devlet Şurası kurumu oluşturulamamıştır21. 1.2.5.2- Mahfuz Alanlar Mahfuz alanlar, askerin belirli alanlardaki özerkliğini içermektedir. Bunun en güzel örneği savunma sektöründeki egemenlik talebidir. Ordu kendi belirlediği kurallara göre, kendi amaç ve misyonunu ortaya koyarak dışa kapalı konumuyla kendi değerlerini üretmektedir (Yıldırım, 2010: 66). Valenzuela’ya göre mahfuz alanlar, vesayet yetkisinin belirsizliği ve teamüllerin aksine aslen hükümete ve seçilmiş makamlara ait olması gereken önemli yetkilerin seçilmemiş özerk makamlara (Valenzuela, 1992: 64) tahsis edilmesidir. Birçok ülkede tecrübe edilen Milli Güvenlik Konseyi benzeri yapılar vesayet yetkisi gibi söz konusu mahfuz alanların en yaygın kullanıldığı kurum olarak dikkati çekmekte, orduyu yönetim içerisinde ayrıcalıklı kılmaktadır. Ordunun sistem içerisindeki özerkliğinin güçlü kılınması anlamına gelen mahfuz alanlara bir diğer çarpıcı örnek, 19 Bkz. https://yenianayasa.tbmm.gov.tr/docs/Brezilya-EN(5.10.1988).pdf (26.03.2014). Bkz: http://confinder.richmond.edu/admin/docs/Chile.pdf (26.03.2014). 21 Bkz: https://yenianayasa.tbmm.gov.tr/yabanciulkeler.aspx (26.03.2014). 20 67 ordunun kurum olarak devlet denetiminin dışında tutularak gerek eylem ve işlemlerinde gerekse bütçe ve harcama konularında hesap sorulamaz bir yapıya büründürülmüş olmasıdır. Keza askeri yargılama usullerinde değişikliğe gidilerek ordunun kendi yargı sistemini oluşturması, Sıkıyönetim ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) gibi tamamen özel yetkilerle ve olağan dışı yöntemlerle kurulmuş olan yargı kurumları da söz konusu mahfuz alanlara örnek teşkil edip sivil mahkemelerin yargı yetkisini daraltan faaliyetler olarak ele alınmaktadır. Nitekim aşağıda Türkiye’de 1971 askeri müdahale bölümünde detaylıca irdeleyeceğimiz gibi ordunun “de-facto” etkisiyle yürürlüğe giren anayasa değişikleri (1971-1973), özü itibariyle ordunun devlet içindeki özerkliğini artırmıştır (Yazıcı, 1997: 32-33). Bu sadece siyasi mânâda kurumlar kurularak değil aynı zamanda ekonomik kurumlar oluşturarak da meydana getirilmekte “ordu, iş ve sanayi dünyasına sokularak ülkenin en büyük sınaî topluluklarından birisi haline gelmektedir” (Ahmad, 2007: 247), Türkiye özelinde Ordu ve Yardımlaşma Kurumu (OYAK) buna en güzel örnektir. Millî Savunma Bakanlığı’na bağlı olarak 1 Mart 1961 tarih ve 205 sayılı Kanunla kurulmuş olan ve bünyesinde 60 şirket barındıran OYAK’ın özerklik ve ayrıcalıklarla donatılan bir kurum olarak ellili yıllarda Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) mensuplarının canını sıkan maddi sorunlara doyurucu cevaplar bulması (Belge, 2011: 633), darbe öncesinde askerin maddi sorunlarının çözümü konusunda atılmış bir adım olarak değerlendirildi. OYAK gibi bir kuruluş dışında yine subaylara tanınmış birçok ayrıcalıktan söz edilebilir. Orduevleri, sosyal tesisler, lojmanlar gibi. Mahfuz alanların en aşırı örneğini 1976 tarihli Portekiz Anayasası’nın 148. maddesinde görmekteyiz. Söz konusu madde, Silahlı Kuvvetleri örgütlenme, işleyiş ve disiplin gibi konularda kanun çıkarmaya yetkili tek organ olarak düzenleyerek bir nevi yasama organına parelel bir yapı oluşturmaktadır. Konsey aynı zamanda askeri konulara ilişkin uluslararası anlaşmaları da onaylama yetkisine sahip olup yürütme erkine yetki manasında ortak kılınmıştır (Yazıcı, 1997: 32). Benzer mahfuz alan uygulamaları Pinoche Şili’sinde de tecrübe edilmiştir. Şili geçiş süreci anayasası orduya, izlenmesi muhtemel politikaların tayininde etkili olabileceği geniş özerk alanlar bırakmıştır. Bu alanlar nedeniyle sivil yöneticiler askerî bütçenin kullanımını, silahların teminini, subayların tayin ve terfi işlemleri gibi konuları belirleyemez konuma gelmiş, yurt dışına yapılacak tayin ve atamalarda sınırlı yetkilerle donatılmışlardır. Yine askerî akademilerdeki eğitim programlarını ve askeri doktrini 68 değiştirmeleri engellenmiştir. Hatta iktidardan çekilmekte olan Pinochet iktidarına anayasanın 97. maddesi gereği özerk bir kurum olan Merkez Bankası’nın başkan ve üyelerini atama yetkisi tanınmıştır (Valenzuela, 1992: 66). Bir başka örnek General Sisi’nin askeri darbe süreci sonunda Ocak 2014 tarihinde kabul edilen yeni Mısır Anayasası’nda da dikkati çekmektedir. Bu anayasada Silahlı Kuvvetlere çok önemli yetkiler tanımıştır. Buna göre, “Savunma Bakanı’nın Yüksek Askeri Konsey’in onayı ile ve 8 yıllığına seçilmesi” maddesi yer alırken, Mısır ordusunun yönetim kademesini oluşturan Yüksek Askeri Konsey üyelerinin ise, Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı tarafından istişare ile seçilmesi hükme bağlanmıştır. Savunma Bakanı’nı kimin görevden alacağı konusunda ise her hangi bir maddeye anayasada yer verilmemiştir. Yeni anayasaya göre sivillerin askeri mahkemelerde yargılanmalarının önü açılmış, askerî kurumlara, birliklere veya askere doğrudan düşmanca saldırılar gibi 14 maddede toplanan suçları işleyenlerin askeri mahkemede yargılanması hükme bağlanmıştır. Söz konusu madde, Mısır’da ciddi tartışmalara neden olmuş, sivillerin askeri mahkemelerde yargılanmasının önünün açılması, devrim ve değişim hareketlerinin yanı sıra insan hakları örgütleri tarafından da eleştirilmiştir22. Şili ve Türkiye’nin aksine 2014 Mısır Anayasası, parlamentoya Cumhurbaşkanını dolaylı olarak görevden alabilecek yetkiler vermiştir. Parlamentoda üçte iki çoğunlukla halk tarafından seçilmiş Cumhurbaşkanından desteğini çektiğini kararlaştırabilir. Bu takdirde Başbakanın emriyle Cumhurbaşkanlığı için seçime gidilebilir. Keza Savunma Bakanı konusunda da Cumhurbaşkanı’nın yetkileri kısıtlanmıştır. Savunma Bakanının, Yüksek Askeri Konsey tarafından ve iki cumhurbaşkanlığı dönemi süresince yani sekiz yıl için seçilmesi kararlaştırılmış ve süre içinde Savunma Bakanı’nın Başbakan ve Cumhurbaşkanı tarafından görevden alınması yasaklanmıştır23. Askeri otoriteyi güçlendiren, ülkemizi de içine alan bu örnekler askeri müdahaleleri izleyen anayasa yapımı sürecinde silahlı kuvvetlerin sivil yönetim aleyhine 22 Bkz. http://www.aa.com.tr/tr/ozel-haberler/202642--darbe-anayasasini-1982-anayasasina-benzettiler (15.02.2015). 23 Bkz. http://setav.org/tr/karsilastirmali-2012-ve-2014-misir-anayasalari/yorum/14350 (27.03.2014). 69 genişleyen yeni mahfuz alanlar elde ettiğini göstermekte (Özbudun ve Yazıcı, 1996: 332334) ve sonrasında atılması muhtemel demokratik adımlara engel teşkil etmektedir. 1.2.5.3- Seçim Sürecinin Manipülasyonu (Genel ve Yerel Seçimlere Müdahale) İktidarı sivil yönetime bırakma arifesinde askeri otoriter yönetim, kurulacak sivil yönetimdeki hâkimiyetini devam ettirmek veya yetkilerini genişletmek adına seçim sürecini kendi lehine yönlendirmeye girişebilir. Genellikle iktidarı sivillere devreden ilk seçimlerde kendini gösteren bu uygulama, daha fazla kalıcılık niteliği taşıyıp bir teamül haline gelip sonraki muhtemel seçimleri de etkileyebilmektedir. Askeri otoriter yönetimin bu çabası, fiili yollarla oluşabileceği gibi seçim kanunları hatta anayasa hükümleri ile de pekiştirilebilir. Bu amaca ulaşmanın en basit ve sık rastlanan yolu, iktidarı terk etmekte olan askeri rejim liderinin seçilecek olan sivil yönetimin ilk devlet başkanı olarak seçilmesidir. Bu yöntem askerî yönetimin sivil yönetime geçişini sağlayan seçim sonuçlarına itibar edip meşru kabul etmesinin temel ön kabullerinden birisidir. 1976 yılında General Eanes’in Portekiz’ de (Valenzuela, 1992: 89), 1961’de General Gürsel ve 1982’de Evren’in Türkiye’de devlet başkanı seçilmeleri bu seçim sürecinin manipülasyonuna verilebilecek uygun örneklerdir. Gerek 1960 darbesi gerekse de 1971 muhtırası sonunda gerçekleştirilen yasal düzenlemelerin ışığında siyaset sahnesi etki altına alınıp ordunun isteği doğrultusunda şekillendirilmek istenmiş, ordunun istekleri halk tarafından yerine getirilmediği durumlarda yeni bir müdahale seçeneği saklı tutulmuştur. İktidarı terk eden askeri rejimin başvurmuş olduğu yollardan birisi de yasama meclisi seçimlerinin yönlendirilmesidir. Bu mânâda seçimlerden önce hangi partilerin seçimlere katılacağı gibi hususlar seçim sürecini etki altında bırakan bir diğer önemli gelişmedir. Nitekim gerek 1960 darbesinden sonraki seçimlerde Türkiye’de asker ile siviller arasında imzalanan 21 Ekim Protokolüyle, gerekse cumhurbaşkanı seçimleri siyasi iktidarın kimin elinde olması gibi hususlar bizzat askerlerin inisiyatifi ile belirlenmiştir. Yine 1980 darbesinin ardından anayasal düzen şekillendikten sonra genel seçimlere hangi partilerin katılıp katılmayacağının direkt askerî yöneticiler tarafından belirlenmesi, bir başka çarpıcı örnek olarak Türk siyasi hayatındaki yerini almıştır. Dahası 1982 Anayasası, Cumhurbaşkanını seçme görevini parlamentoya verdiği halde, geçici 1. madde ile bu yöntemden bir defaya mahsus olmak üzere vazgeçilmiş, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin lideri General Kenan Evren Cumhurbaşkanlığı makamının tek 70 adayı olarak 1982 Anayasası bünyesinde halkoyuna sunulmuştur. Üstelik kamuoyunun söz konusu anayasayı onaylamaması halinde de mevcut askeri idarenin devam edileceği vurgulanarak bir bakıma halk tehdit edilmek istenmiştir. Yasama meclisi seçimlerinin askerler tarafından yönlendirildiği bir başka örnek Şili’dir. Şili askeri yönetimi iktidarı sivillere terk ettikten sonra devlet hayatındaki etkisini sürdürmek istemiş, bu doğrultuda 1980 Anayasası’nda rejimi askerlerin etkisine sokan hükümlere yer vermiştir. Bunlardan ilki Senato’daki üyelerinin 9’unun devlet başkanına verilmesidir. Söz konusu yetki, yönetim sivillere devredilmeden önce kullanılmış, böylece Senato’da bulunan seçilmiş ve atanmış muhafazakâr üyelerin çoğunluk teşkil etmesi halinde bizzat askeri yönetim tarafından hazırlanmış olan anayasasının değiştirilmesinin önüne geçilmiştir. Bir diğer önemli adım, General Pinochet’in görev süresinin son 18 ayı içinde Yüksek Mahkeme’nin 16 üyeliğinden dokuzuna ömür boyu atama yapma yetkisinin verilmiş olmasıdır (Özbudun, 1993: 334-335). Yine Şili’de seçim kanunu iktidardan çekilen ordunun tercihleri doğrultusunda siyasi iktidarın şekillenmesi adına ustalıkla dizayn edilmiş ve sonucunda mevcut oyların azınlığını alan adaylar, kongredeki sandalyelerin çoğunluğunu elde etme şansına sahip olmuştur. Bu doğrultuda askeri yönetim Senato’ya atadığı dokuz üye ve diğer seçilmiş üyelerin aracılığı ile 120 kişilik Kongre’de 48 sandalye elde ederek gerektiğinde anayasayı değiştirmeye yönelik gayretlerin önlenmesi gücünü ele geçirmiş (Yazıcı, 1997: 35-36), siyaset sahnesinin geri planında rejimle ilgili tercihlerini baki tutmuştur. Türkiye de benzer tecrübelerden geçmiş, 1960 darbesi sonucunda “Milli Birlik Komitesi (MBK) üyelerine tabiî senatör olma hakkı tanınmış, bu kanal daha sonraları asker birisinin cumhurbaşkanı seçilmesinde kullanılmıştır. Nitekim hem Cevdet Sunay hem Fahri Korutürk önce kontenjan senatörü olmuş, ardından da cumhurbaşkanı seçilmişlerdir” (Çelik, 2008: 157). 1.2.5.4- Askeri Rejim Eylemlerinin Geri Alınmazlığı Yönetimden çekilen askeri otoritenin işlemlerini sürekli kılmak adına başvurduğu yollardan biri de bu işlemlerin değiştirilmesini yasaklamak veya güçleştirmektir. 1976 Portekiz Anayasası’nın 286. maddesi 14 Ekim 1980’de sona erecek olan geçişi takip eden 1. yasama dönemi süresince yapılması muhtemel tüm anayasa değişikliklerini yasaklamıştır. Aynı madde gereğince “Cumhuriyet Meclisi ancak ikinci yasama döneminde anayasa değişiklikleri yapabilecek, yaptığı takdirde de değişikliğe dair 71 kanunun onaylanmasıyla birlikte, meclisin görev süresi sona erecektir”. Yine 287. madde meclisin beşte dört çoğunluğuyla karar verilmedikçe ilk anayasa değişikliğini takip eden beş yıl süre boyunca ikinci bir anayasa değişikliği yapılamayacağı hükme bağlanmıştır (Yazıcı, 1997: 37-38). Türkiye’deki askeri rejimlerde iktidarı sivillere terk etmeden önce benzer uygulamalara başvurmuşlardır. Örneğin 1961 Anayasası’nın geçici 4. maddesi ile 1982 Anayasası’nın geçici 15. maddesi askeri yönetim tasarruflarının anayasaya aykırılığı gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamayacağını hükme bağlamış ve askeri iradenin devlet ve hukuk düzenindeki etkisini uzunca bir süre daha devam ettirilmesine olanak tanınmıştır. Keza yine 1982 Anayasası’nın 175. maddesiyle cumhurbaşkanına tanınmış olan güçleştirici veto yetkisi de askeri yönetimin en önemli tasarrufu olan anayasa hükümlerine hiç değilse bir süreliğine direnç kazandırmış, askeri vesayetin devamı anlamında ciddi etki bırakmıştır. 1.2.5.5- Af Yasaları İktidarı terk etmekte olan askeri rejimlerin çıkış garantileri olarak başvurmuş olduğu bir diğer tasarruf, askeri liderler ile bunların emri altında çalışan subaylar ve diğer görevlilerin insan hakları ihlali niteliğinde olan fiilleriyle, bu fiillerle ilişkili suçları içeren af kanunlarını yürürlüğe koymaktır. Bu tür uygulamalar Latin Amerika’nın henüz demokratikleşen Şili, Brezilya ve Uruguay gibi ülkelerde yürürlüğe girmiştir (Yazıcı, 1997: 39). Aşağıda daha detaylı görüleceği üzere Türkiye’deki her iki askeri rejimde darbeyi yapan lider ve ona bağlı askeri kadronun yapmış olduğu tüm eylemlerden dolayı kovuşturulamayacakları, 1961 Anayasası’nın geçici 4. maddesi, 1982 Anayasası’nın ise geçici 15. maddesiyle güvence altına alınmıştır. Her iki uygulama da askeri yönetim üyelerini, hükümet üyelerini ve bunların emirleri altında çalışan diğer tüm görevlileri cezaî ve adlî soruşturmaya karşı korumaktadır. Yukarıda karşılaştırmalı olarak özetlemeye çalıştığımız bu çıkış güvenceleri otoriter bir yönetimden demokrasiye geçerken iktidardan çekilen askerî yöneticilere verilen tavizler olarak değerlendirilip, demokrasinin pekişmesinin önündeki en ciddi engeller olarak görülmektedir. Türk demokrasisi de yaşamış olduğu askeri müdahaleler sonrasında bu çıkış güvenceleriyle karşı karşıya kalmış, vesayet siyasetin bir parçası olmuş, demokratik siyasal sistem pekişmemiştir. Türk demokrasisinde yaşanan bu süreci irdelemek için ona miras kalan Osmanlı tecrübesine eğilmek faydalı olacaktır. 72 İKİNCİ BÖLÜM TÜRKİYE’DE MODERNLEŞME VE DEMOKRASİ 2.1- Türk Siyasi Hayatı Türkiye Osmanlı’dan miras kalan demokratikleşme çabalarını sürdürmekle birlikte kesintisiz bir demokrasiye sahip olamamasının sorunlarını yaşamaktadır. Nedenleri kimine göre merkez-çevre çatışması, kimine göre siyasi ve bürokratik seçkincilerin siyasal sistem üzerindeki hâkim konumu, kimilerine göre de demokrasiyi askıya alan ve vesayetçi düzenin temelini atan askeri darbelerdir. Bu sebepler çoğaltılabilir. Sebep her ne olursa olsun Türkiye’nin tecrübe etmiş olduğu demokratik yaşam, salt ulus-devlet döneminin gerçekleriyle anlatılamayacak kadar derin köklere sahiptir. Türkiye’de demokrasi tarihinin başlangıcı Osmanlı İmparatorluğu’nun ıslahat çalışmalarına dayanmaktadır. 2.1.1- Osmanlı’da Modernleşme Çabaları, Seçkinci Anlayışın Ortaya Çıkışı, Merkez Çevre Ayrışması Batı Avrupa ülkeleriyle Osmanlı Devleti’nin sosyal tarihi farklı şekillenmiştir. Batı’nın siyasal modernleşmesi burjuvazinin gelişimi, ona meşruiyet sağlayacak toplumsal sözleşme kavramının ortaya çıkışı, laikliğin oluşması ve çoğulcu demokratik parlamenter sistemin işlev kazanması gibi dört önemli olguya dayandırılabilir. Osmanlı, modernleşme bağlamında kendi özgün sisteminden vazgeçme uğraşı vermiştir. Bu bünye içinde modernleşme bir aydın hareketi olarak başlamış, ilk sonuçları eğitim alanında görülmüş, özellikle imparatorluğun en önemli yapısal unsurunu teşkil eden ordu, bu değişimden doğrudan etkilenmiş ve süreci beklenenden çok ötede bir noktaya taşımıştır. Bugünkü Türkiye çeşitli etnik kökenlere mensup halkı, kültürü, ortak dini, siyasi geleneği ve bilhassa bu geleneğe dayalı demokrasi anlayışıyla Osmanlı’nın bakiyyesidir. Osmanlı’nın yukarıda zikredilen dönemlerle son iki yüzyılında ve 91 yıllık Cumhuriyet devrinde ülke çok hızlı ve köklü bir şekilde değişime uğramıştır. Bu değişimi tetikleyen ve vücut bulmasını sağlayan unsurların bir kısmı dışarıdan gelmiş olmasına rağmen Türkiye’nin kültürü, tarihi, kimliği ve siyasi tecrübesine göre şekil almış, yerleşmiş ve toplumsal yapısıyla özdeşleşmiştir. Ülke olarak başarı ve başarısızlıklarımızı, gerçekleştirdiklerimizi veya gerçekleştiremediklerimizi sadece Cumhuriyete mâl etmemiz doğru değildir (Demirci, 2007: 3). Osmanlı geçmişinin ne olduğu, bu geçmişin günümüz Türkiye’sine nasıl etkilediğini anlamadan düşünce hayatımız eksik kalmaya 73 mahkûmdur. Bu nedenle Osmanlı mirasını tartışmak demokrasi tarihimiz açısından oldukça önemlidir. Bugün hâlâ tartışılan bürokratik seçkinlerin devlete hâkimiyeti ve devlet-halk ilişkilerinin kökenleri sorunu, yüzlerce yıldan beri devam eden bir anlayışın ve geleneklerin ürünüdür. Osmanlı Devleti, bir elit yönetici anlayışın hâkim olduğu devlet felsefesi yoluyla kendine has paternalist bir düzen yaratmıştır. Bu düzen yönetenlerle yönetilenler arasında hiyerarşik ilişkilere dayanmaktadır. Tepede seçkinci yönetici sınıfın iradesindeki sistem, merkez-çevre, askeri-reaya veya avam-havas olarak ifadelendirilmiştir. 17. yüzyılın sonuna doğru imparatorluk tedricen çözülmeye ve çökmeye başlamıştır. Bundaki temel sebeplerden biri Hristiyan milletlerin ülkenin Müslüman tebaasından çok daha önce Batılı fikirlerin etkisinde kalması ve kendi tarihî sınırları içinde ulusal bağımsızlıklarına kavuşmak isteğiyle mücadeleye girişmeleridir. Bir diğer önemli neden Osmanlı idare sisteminin kötüye gitmesi ile orduda gözlemlenen bozulmadır. Birçok kaynakta özellikle Osmanlı’nın son dönemlerinde ordunun savunmadan ziyade politikayla ilgilendiği belirtilmektedir (Ahmad, 2008: 50-51). Siyasete bulaşma, orduyu ciddi ölçüde zayıflatmış ve ulusal bağımsızlığın neredeyse yitirilmesine neden olmuştur. “Bir zamanlar Avrupa’yı dehşete düşüren Osmanlı orduları, kendi hükümdarlarından ve sivil halktan başka hiç kimseyi korkut [maz]” hale gelmiştir (Lewis, 2008: 23). Bir bakıma burjuvazinin eksikliğini ordu telafi etmiş, modernleştirilmeye çalışılan ordu zamanla modernleşmenin taşıyıcısı olmuştur. Cumhuriyet’in ilanında etkin bir rol üstlenmiş ve modernleşme hedefini temsil eden kurucu ideolojinin yani “eğitilmiş seçkinlerce ve güçlü merkezi devlet eliyle yürütülmesi biçiminde varlığını sürdüren, topyekûn ve ödünsüz bir Batılılaşma programı” (Köker, 1990:234) olan Kemalizm’in de asli taşıyıcısı haline gelmiştir. Osmanlı Devleti, Batı’dan geri kalmasını kaybedilen savaşlara ve dolasıyla ordunun başarısızlığına bağladı. O nedenledir ki reform süreci 18. yüzyılda Mühendishane, Tıbbıye, Mülkiye gibi okulların yanı sıra askeri okulların24 açılmasıyla Odiile Moreau’ya göre 19. yüzyılın ilk yarısında askeri okulların kurulması reformcu girişimin çerçevesinde birçok sonuca yol açan tayin edici önemde bir olaydı. Çünkü bu okullar 19. yüzyılın ikinci yarısında yaygınlaşan sivil okulların ilerisinde olup modern diye tanımlanan bilimsel konuların öğretildiği ilk kurumlardı. Alınan diplomalar toplum içinde yükselmelerinin önünü aştığı gibi buradan yetişen subaylar da bunun bilincinde idi (akt. Belge, 2011: 581-582). Keyder’e göre de bu okullardan yetişen aydınlar yalnızca yetiştikleri okullar itibariyle değil, çalıştıkları kurumlar açısından da bürokrat sınıfa dâhildiler, tartışmalar ve görüş ayrılıkları devleti kurtarma ve güçlendirme gibi dar bir alanın içine sıkışıp kalmıştı. Bir yandan kendi ayrıcalıklarını korurken diğer taraftan toplumsal yapının dönüşümünü destekleyerek bürokratları politize eden bir yapıya bürünmüşlerdi (Keyder, 2010: 68-69). 24 74 birlikte ordudan başlatıldı. Başlangıçta ordunun modernizasyonu amacıyla kurulmuş olan teknik okullar ve harp okulları, kısa zamanda bürokrasinin bütün kademelerine personel sağlar oldu (Keyder, 2010: 68). Öyle ki bu okullardan mezun olup bürokraside görev alan memurlar, modernleşme dönemine yön veren kişiler olarak Batı’daki modeli ülke şartlarına uyarlamada öncü grup oldular (Demirci, 2015: 6-7). Farklı grupları içinde barındıran ordu içindeki modernleşme taraftarları, yapılan reformları yeterli görmeyerek daha fazla reform yapılmasında ısrarcı davrandı. Bu durum ise daha çok reform isteyen yenilikçiler ile eski geleneklere bağlılık gösteren muhafazakârlar arasında ayrışmaya neden oldu (Karpat, 2010: 95). Siyasi anlamda ikileme düşen Osmanlı seçkinleri ülkenin kurtuluşuna farklı reçeteler önerdiler. Onlara göre modernleşme olmalıydı; ama bunun yöntemi, konusu hâlâ belirsizdi. Bir grup Batılılaşmayı çare olarak görürken, diğer grup ise Osmanlı’nın geçmiş şanlı dönemlerini referans olarak veriyordu. Ordu, farklı gerekçelerle de olsa siyasetin içinde yer almak istemişse de, esasen siyasi aktörlerin kendi hâkimiyetlerini tahsis etme adına orduyla irtibatlı olmaları, sivil-asker ilişkiler bağlamında Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kalan en önemli mirastı. 2.1.1.1- Modernleşme Çabaları Kahraman’a göre (2010: 243) elit merkezli (ordu-bürokrat-aydın) yukarıdan aşağıya inen hiyerarşik bir yapıya sahip, devlet odaklı, kurtarıcılık misyonu içeren bürokratik ağırlıklı bir anlayışa dayalı Osmanlı-Türk modernleşmesi, sınıfsal bir dönüşümden ziyade bürokratik seçkinlerle askeri seçkinlerin devletin ayakta kalması amacıyla birleşerek gelişme göstermiş bir hareket olup, esas itibariyle üç büyük döneme ayrılmaktadır. Tanzimat döneminde başlayan ve 1908’e kadar devam eden ilk dönem, 1908-1918 arası ikinci dönem ve 1923-1950 arası büyük modernleşme hareketinin kendisini tamamlandığı üçüncü dönem. İlk dönem çok uzun bir tarihi kapsamakla birlikte özellikle II. Mahmut ve II. Abdülhamid döneminde oluşturulan ve “pasif modernleşmenin” karakterini yansıtan kurumsal ve zihinsel dönüşüme tanıklık eder. İkinci dönem Jön-Türkler-İttihat ve Terakki modernleşmesini içinde barındırır. Üçüncü dönem ise Kemalizmin kurucu ağırlığını taşır. Batı kültürü başlangıçta sınırlı kaynaklarla Osmanlı siyasi hayatına girmiştir. Kendi dönemine adını veren Tanzimat’ın getirmiş olduğu modern fikirler, vatandaşlık duygusu, devlet bilinci, hürriyet ve eşitlik gibi kavramlar, Batı tarzı eğitimin kaçınılmaz 75 sonucu olarak Osmanlı aydın ve zabitini etkilemiştir. Seçkinlerin ortak korkusu haline gelen devletin yıkılacağı ve bunu engelleme fikri, Osmanlı zabitini siyasallaşmaya itmiştir (Alkan, 2006: 23). Art arda gelen askeri ve siyasi mağlubiyetler, iktisadi krizler Osmanlı yöneticilerini çare aramaya zorladı. Temel mesele “devlet nasıl kurtarılır” sorusuna cevap aramaktı. Osmanlı devlet adamları kendi geri kalmışlıklarına, yoksulluklarına ve zayıflıklarına kıyasla Avrupa’nın gücünün, zenginliğinin ve gelişmesinin tamamen farkındaydılar (Lewis, 2008: 174). Batı’nın üstünlüğü öncelikle, askeri ve teknik alanda algılandı. Çünkü Batı’yla temas, fethedilen Batı toprakları dışında genellikle askerîydi. Böylece Osmanlı’daki yenileşme hareketleri de daha çok askeri alana yönelik oldu (Lewis, 2008: 27-31). Nitekim Batılılaşma hareketleri askeri alandan başlamış ve diğer kurumları da etkilemiştir (Alkan, 2006: 20). Bu Batılılaşma hareketini “patrimonyal bir siyasal sistemin bürokratik kolunun modernleştirilmesi olarak” olarak ifade eden Heper, yapılan düzenlemeleri toplumdaki çeşitli grupların taleplerinden yahut siyasal bürokratik seçkinlerin tercihlerinden kaynaklandığını belirtmektedir (Heper, 1973: 32). Nitekim modernleşme bağlamındaki ilk ciddi reform denemeleri Fransız Devrimi’nin yaşandığı 1789 yılında iş başına gelen III. Selim zamanında başlamıştır (Kahraman, 2010: 7). III. Selim döneminde devlet çarkı esaslı bir şekilde gözden geçirilmiş, büyük çapta reformlar tasarlanmış ve bir kısmı hayata geçirilmiştir (Tanör, 2012: 33). Selim, bunu yaparken devrin ileri gelen kişilerine reformları, tek bir kişinin değil devletin malı olarak görmek istemesi nedeniyle layihalar hazırlatmıştı. Onun yenilik hareketlerinin genel adı olan Nizam-ı Cedid aynı zamanda yeniçerilere alternatif olarak düşünmüş olduğu orduya da adını vermiştir. III. Selim söz konusu nedenlerden dolayı yeniçeri ocağını kapatmak istemişse de bunu III. Selim’den sonra tahta geçen II. Mahmut gerçekleştirmiştir. Devletin kurtarılması fikrinin kurumsal yenilenmeyle karşılık bulduğu bu dönemde ilk olarak sivil bürokrasinin eğitimi düzenlenmeye çalışılmış; giderek önemini yitiren Enderun’un25 yapısı değiştirilmiş, 1831’de Enderun Nazırlığı, 1832’de de Ali Çankaya’nın tespitine göre, Erken Cumhuriyet dönemindeki algısı için Başbakan İsmet İnönü’nün 4 Aralık 1936’da Mülkiye’nin kuruluş yıldönümünde sarf etmiş olduğu: “Bundan iki yüz sene evveline şöyle bir göz atarsak, görürüz ki, Devletin başına devlet idaresi hakkında hiçbir şey duymadan, on sene zindanda aklî muvazenesi kaybolmuş, cahil ve deli bir padişah; çevresinde bu zavallıyı istismar edip kendi kasalarını doldurmaktan başka bir şey düşünmeyen bir takım cahil dalkavuklar (…) Altı yüz senedir böyle bir ânı bekleyen dâhilî ve hâricî düşmanlar (…) Bu manzara karşısında nasıl olup da devlet bir hafta içinde batmamış diye hayret edersiniz. Hayret etmeyiniz arkadaşlar, Osmanlı İmparatorluğu’nda yetkili devlet adamları yetiştirmek için kurulmuş mükemmel bir Enderun Mektebi vardı ki, oradan nâmusuna ve bilgisine güvenilmeyen adam çıkmazdı (…) Öyle ki merkezden memleket zararına bir emir çıkınca huduttaki bayraktardan, en uzaktaki defterdara varıncaya kadar, nâmuslu elden nâmuslu ele geçe geçe, nihayet 25 76 Mabeyn Müşirliği kurulmuştur26. “Merkeziyetçilik açısından kendisinden önceki yönetimleri aşan bir yoğunlukta yenileşme politikası izleyen” II. Mahmut, devlet teşkilatını ıslah ederek bürokratik bir devlet kurma çabasına girmiştir (Demirci, 2015: 6). Reformlar konusunda sert tedbirlere başvurulmuş, âyanların belli başlıları saf dışı bırakılarak merkeze bağlı siyasal birliğin sağlanmasında ciddi mesafeler alınmıştır. Vakai Hayriye olayıyla yeniçeriler dağıtılarak yerine 16 Haziran 1826’da düzenli orduya geçilerek anlamı “Muhammed'in zafer kazanmış orduları” olan Asakir-i Mansure-i Muhammediye adlı bir ocak kurulmuştur. Ordu yenilenmesi olarak kabul gören girişimle merkezi bürokrasi güçlendirilip ordu saflarındaki siyasileşmeye engel olmak istenmiştir (Kahraman, 2010: 72). II. Mahmut’un 1826 yılında yeniçeri ocağını ortadan kaldırmasından sonra 1876 yılına kadar Osmanlı ordusunun siyasi yönetime doğrudan müdahalesi görülmemiştir. Yeniçerilerin ortadan kaldırılması sonrasında Tanzimat döneminde yönetimde modernleştirici sivil bürokratların ağırlığı artmıştır. Reformcular oldukça geleneksel bir ekonomik ve toplumsal yapı ile kökleşmiş bir siyasal düzenin yanına modern bir orduyu eklemeye çalıştılar. Yeni bir düzen bulma mücadelesi sayesinde Osmanlı toplumundaki en örgütlü güç olan ordu ve askeri okullarda eğitim almış subaylar, kendilerini diğer sınıflardan üstün gören Bonapartist bir anlayışla âdetâ bir kurtarıcı gibi reformun öncüleri ve aydınlanmanın yegâne temsilcisi olarak gördüler. Çünkü Batı’ya ulaşmak için bilgi gerekliydi ve bu bilgiye sahip olanların sayısı da oldukça sınırlıydı, ulaşabilenler de daha çok da ordu mensuplarıydı (Belge, 2011: 662). Subaylar geleneksel toplumdan onları ayıran bu eğitim sistemleri sayesinde gerek tüzel kimliklerini gerekse siyasi misyon duygularını keskinleştirdiler (Hale, 1996: 59). Orduda başlayan bu reform hareketleri, kök salmaya başladıktan sonra bunları başka alanlarda da takip eden diğer reformlar izlemiştir. 2.1.1.2- Tanzimat Dönemi Bu reform süreci kendi içinde belli aşamalar içinde izlenebilir. Sultan Abdülmecid zamanında Reşit Paşa tarafından düşünülüp yazılmış ve 3 Kasım 1839 yılında İstanbul Gülhane Parkı’nda okunan Gülhane Hatt-ı Hümayunu olarak da bilinen Tanzimat Fermanı bir döneme adını vermiştir. Herşeyin başlangıcı kabul edilen Tanzimat dönemi reformları, özünde eğitimin çağdaş bir çizgide yol almasını sağlayan, mevcut kurumları memlekete en az zararlı şekilde tatbik mevkiine konurdu. O sâyededir ki devlet boncuklu İbrahim döneminde üç yüz sene ayakta durabildi” (akt. Demirci, 2015: 2-3) sözleri Enderun’a verilen önemi göstermesi bakımından etkileyicidir. 26 Dönemin eğitim kurumları ve sistem içerisindeki ağırlığı hususunda, bkz. (Demirci, 2015: 1-3). 77 yıkmadan yerine yenilerini kurmayı önceleyen, bunu da yeni kadrolarla şekillendirmeyi düşünen bir kurtarıcılık iradesinin dile getirilmesidir. Tanzimat Fermanı “tek taraflı ve yukarıdan aşağıya doğru bir eylem” (Tanör, 2010: 60) olarak hiçbir teminat göstermeksizin yasa karşısında bütün yurttaşlara eşit hak ile mal ve can emniyeti vaat ediyor, mali, askeri ve adli sahalarda bazı reformları ileri sürüyordu. Tarihçilerin Bab-ı Âli yüzyılı olarak adlandırdıkları bu dönem, Osmanlı Devleti’nin reformcu paşalar eliyle hukukun, ordunun, devletin yeniden şekillendirildiği bir devirdir. Tanzimat dönemi sivil bürokrasi çağıdır. Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra inisiyatif tamamen sivil bürokrasiye geçmiştir. Kurumsal yapı ve yönetim tarzı açısından bu dönemde Avrupa’nın meydan okuyuşuna, Osmanlı Devleti “merkeziyetçilik”le cevap vermiş, ülkenin dağılmasını ve çözülmesini engellemek için merkezi idare güçlendirilmiştir (Demirci, 2007: 4-12). Babıalî, “Tanzimat’ın ilanından 1871 yılına kadar ülkeyi bir bürokrasi diktatörlüğüyle idare etti. Bu dönemde Babıalî bürokrasisine göre memlekete anayasa ve meclis değil bunların dışındaki modern kurumlar gerekmektedir”. Bürokrasi burada geleneksel bir eğilimi savunmamıştır, üstelik kendisini zamanla “yüksek siyaset aktörü” olarak (Hanioğlu, 2006: 127-128) görecek potasiyele ulaşmıştır. Bu Osmanlı modernleşmesinin bir sonraki aşamasını da etkileyecek bir özelliğiydi. Rejimin temellerinin ne olduğu hususunda bir tekel oluşturacak ve bu alanda uzlaşmaya kapıları kapatacak bir anlayışın demokratik temsile dayanmayan kurumlarda karşımıza çıkması, bunların böyle bir şeye talip olmaları geçmiş Tanzimat yüzyılında aranabilir. Tanzimat döneminde sivil-asker ilişkileri bağlamında değerlendirilebilecek sıradışı tek olay, içine subayların da karıştığı Abdülmecid'i devirip Abdülaziz'i yerine tahta geçirmek için yapılmış başarısız bir darbe girişimi olan Kuleli Olayı’dır. Kendilerine “Fedailer Cemiyeti” diyen bir grup Sultan Abdülmecid’i devirmek için komplo girişiminde bulunmuştur. Devletin yönetimini beğenmeyen bir kısım alt ve orta rütbelilerden oluşan askeri erkânla, mülkiye memurları ve ulemadan oluşan 40-50 kişilik liberal fikirli bu cemiyet, kimilerine göre 1876 anayasal hareketin öncüleri olarak kabul edilmişlerdir. Üyelerinin tutuklanmasıyla bastırılan bu olay daha sonra ortaya çıkacak olan Yeni Osmanlı hareketi üzerinde etkili olmuştur. Ardından meşruti idare sistemini benimseyen Osmanlılar arasında teşekkül eden bu hareket, bir cemiyetin çatısı altında birleşti (1865). Bu hareket çok az sayıda üyeyle gizlice toplanan bir oluşumdu. Gizli olması da onları tercihinden çok ülkedeki sahip olduğu bürokratik despotizme karşı aldıkları tedbirlerin yansımasıydı. Amaçları karar mekanizmalarında kendilerinin de 78 bulunmasını sağlayacak düzenlemelerdi. “Biz de varız, bizim de fikirlerimiz var, bilgilerimiz var, bize de sorulması gerek” temel düşünceleriydi. Osmanlı devlet yapısında bunun anlamı ise parlamentoydu (Belge, 2011: 554). Paris ve Londra’da faaliyet gösteren Cemiyet, yapılan reformların laik niteliklerini eleştirip imparatorluğun şeriata gerektiği gibi uymadığını, devletin dayandığı ruhî temellere aykırı olarak idare edilmeye başlandığını iddia ediyordu (Karpat, 2010: 98). Cemiyet’in içindeki en kuvvetli şahsiyet olan Namık Kemal, yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra ortaya çıkan din dışı usullerle kendi hâkimiyetini yürüten bir padişaha itaati tasvip etmiyordu. 2.1.1.3- I. Meşrutiyet ve II. Abdülhamid Dönemi Bu dönemde Avrupa, Fransız Devrimi’nden beri alttan gelen taleplerle sarsılmaktaydı. Liberaller, cumhuriyetçiler, radikaller, sosyalistler vb. farklı gruplarla ciddi bir çoğulculuk söz konusuydu. Her yerde, en despotik ülkelerde bile iktidarı paylaşmak, ülkenin gidişinde söz sahibi olmak isteyen seçkinler vardı. Toplumsal yapıya göre orta sınıf, mülk sahibi burjuvazi başı çekebiliyor ya da kentli serbest meslek erbabı kişiler öncü bir rol oynayabiliyordu. Osmanlı toplumu ise bunların çok gerisinde olmakla birlikte büsbütün dışında da değildi. Burjuvazinin yokluğunda, “Yeni Osmanlılar Cemiyeti” gibi aydın denilebilecek okuryazarlardan oluşan bir grup, çoğunlukla ülke dışında Babıâli’ye dönük eleştirileri yayın yoluyla dile getirmiştir (Belge, 2011: 557). Cemiyet’in asıl isteği ülkenin geri gidişine ve parçalanmasına engel olmak, siyasal sistemin yapısında değişiklikler yapmak ve mutlak iktidarın meşruti iktidara dönüşmesi için anayasa, meclis ve seçim kanallarıyla padişahın yetkilerinin kısıtlandığı parlamenter bir sisteme geçmekti. Yani bir bakıma Cemiyet, bir kurtarıcı edasıyla bu devlet nasıl kurtulur sorusuna cevap aramaktaydı. 1876 Anayasası modern ordunun ilk darbesi üzerine gündeme geldi. 1826 sonrası tesiri hayli azalan ordu, tekrar siyasi değişimde belirleyici rol oynadı. 1870’e gelindiğinde ise sarayla Babıalî arasında yaşanan iktidar mücedelesinde saf tuttu. Tamamen şahsî sebeplerle Abdülaziz’e karşı çıkan Serasker Hüseyin Avni Paşa bir yana, padişahın yetkilerine kimi kısıtlamaların konulması gerektiğine inanan üst düzey sivil ve askeri memurlar süreç içinde etkin rol oynadı (Hale, 1996: 60-65). Hale’ e göre devrim üç grubun birleşmesiyle meydana geldi. Birinci grup, Osmanlı imparatorluğunu reform konusunda baskı altına alan ve topyekûn çöküşüne engel olmak isteyen dış unsur yani Batılı güçlerdi. İkinci grup 1860 yılından itibaren canlanan basın ve yayın hayatında 79 Şinasi, Namık Kemal, A. Suavi, Ziya Paşa gibi dönemine göre liberal ve reformist fikirleri ülkeye taşıyan ve I. Meşrutiyeti yaratacak olan aşağıdan yukarıya bir hareketin habercisi olan (Tunaya, 1982: 250-252) ve Genç Osmanlılar olarak bilinen aydın şahsiyetlerdi. Ortak ve işlenmiş kalıcı bir doktrini olmayan Genç Osmanlılar yönetimin keyfiliği, mutlakiyetçi anlayışı, ekonomik çöküntü, bağımlılaşma, yabancı etki ve müdahalelerin artması, eşitlik uygulamalarının Müslümanlar aleyhine sonuçlar doğurması gibi hususlarda eleştiriler getiriyorlardı. Özgürlüğün gerçekleşmesi, vatan sevgisi, anayasalı bir rejim, yürütmenin denetlenebileceği bir meclisin kurulması da önerdikleri fikirler arasındaydı (Lewis, 2008: 212). Son grup ise padişahın yetkilerine kısıtlama getirilmesini isteyen daha pragmatik Tanzimat’ın üst düzey sivil ve askeri memurlarıydı, Mithat Paşa ve Askerî Mektepler Nazırı Süleyman Hüsnü Paşa gibi27. Meşrutiyet’in ilanındaki bir diğer gelişme Balkan anayasacılığının payıdır. Eski Osmanlı eyaletlerinin, Romanya, Sırbistan ve Yunanistan gibi, özerkleşme ve bağımsızlaşma süreçlerinde yaşamış oldukları anayasal deneylerin, Osmanlı toplumunu etki altında bıraktığı ve siyasal seçkinleri etkilediği bilinmektedir. Dolayısıyla bu yenilik Osmanlı devletinin hâkim olduğu coğrafyaya yabancı değildi (Demirci, 2007: 5). Gerek yetersiz olan Genç Osmanlılar gerekse ordu üst yönetiminin darbe yapacak güçte olmaması sorunların çözümü konusunda elverişli ortamın bulunmadığını göstermekteydi. Yapılması gereken tek şey, bir halk ayaklanmasını organize etmekti, nitekim medrese öğrencilerinin (Talebe-i Ulum Hareketi) katılımıyla gerçekleştirilen ayaklanma sonucunda Mahmut Nedim Paşa Abdülaziz tarafından azledilmiş, yerine Mütercim Mehmet Paşa atanmıştır (Tanör, 2012: 124). Daha sonra sırasıyla Abdülaziz ve V. Murat tahttan indirilmiş yerine Mithat Paşa ile yapılan ikili görüşme sonucunda II. Abdülhamit tahta çıkmıştır28. Abdülaziz’in tahttan indirilmesiyle, anayasal ve parlamenter yönetime giden yoldaki ilk girişim olan (Lewis, 2008: 207) Kuleli olayı hariç, 1826’dan beri ilk defa bir hükümet, askerin içinde yer aldığı komite tarafından görevden alınmıştır. Fakat burada dikkat çeken unsur hal olayı Yeniçeri ayaklanmasına benzer nitelikler taşısa da sivil unsurları da kendi içinde barındıran bir hareketti. Hasan Hayrullah ve Midhat Paşa gibi sivil bürokratların için de olduğu bu olayın sonucunda Süleyman Hüsnü Paşa hakkında detaylı bilgi için bkz. TDV Ansiklopedisi, (2010), cilt: 38 s.89-92. 1827’den beri tecrübe edilmeyen tahttan indirme mekanizması Abdülaziz ve V. Murat için yeniden işlemeye başlamıştır. Burada ulema-asker iş birliğinin yeniden ortaya çıktığı gözlemlenmektedir. Yalnız tek fark askeri unsurun artık Yeniçeri değil, Yeniçerilerin kaldırılmasından sonra modernleşmeye başlamış olan silahlı kuvvetler olduğudur. Bu süreç 1908 yılından sonra daha da hızlanacak bürokrasinin üst kademesi de bu harekete iştirak edecektir (Tanör, 2012: 126-127). 27 28 80 takdim edilen fetvada kullanılan “millet kavramı” siyasi bir kuvvet olarak zikredilmiştir ki bu olayın sadece bir askerî hareket olmadığını göstermiştir (Alkan, 2006: 25). Sultan II. Abdülhamit’in tahta geçmesinden 16 hafta sonra 23 Aralık 1876’da Avrupalı güçlerin temsilcileriyle Osmanlı hükümeti arasındaki barış koşullarını görüşmek üzere İstanbul’da toplantı halindeyken imparatorluğun ilk anayasası ilan edildi. Osmanlı devrinde I. Meşruiyet olarak adlandırılan ve mayalanmasını Tanzimat yıllarına dayanan bu olay, Devlet-i Osmaniye’nin, bir orta sınıf (burjuvazi) yokluğunda ordunun ciddi desteğiyle elde edilen ilk anayasal reformdur. Kendinden sonraki birçok gelişmelerin kaynağı konumunda olan Meşrutiyet, bir döneme adını vermiş Tanzimat’la birlikte devlete ve kurumlarına Batılı bir anlayışı kazandırmada otuz senelik bir süre içinde tedricen bir değere dönüşmüştür. Cumhuriyete miras kalan memur-asker-aydın iradesinin kökenlerini bünyesinde barındırmakla beraber, parlamenter düzenin hayata geçtiği bir dönemi de ihtiva etmektedir. Atatürk bu anayasal adımı “(…) Üçü Hristiyan olmak üzere on altı memur, on ulema ve iki askerden mürekkep bir heyet Babıâli’de toplandı ve bu [elindeki Kanun-ı Esasi’yi göstererek] kitabı yazdı! Bu kitap milletin arzu ve isteklerini gerçekleştirmek için değil (…) Düşmanlarımızı muvakkaten memnun etmek gayesini gözetmiş bir kitaptır” diyerek, toplumdan gelen bir itme olarak değil daha çok yönetici kişilerin ve Avrupalı muhatapların isteklerine bağlı olarak şekillendiğini dile getirmiştir (Tanör, 2010: 14). Öyle de olsa Meşrutiyet vatandaşlara bir takım haklar tanıyarak Mebusan ve Âyan Meclisinden meydana gelen çift meclisli bir parlamenter sistem öngörüyor; çevre merkez karşısında yer ediniyor; ama diğer taraftan Padişah’ın yetkilerine dokunmuyordu. Padişah istediği zaman yasama meclisini toplantıya çağırıp istediği zaman dağıtma hakkına sahipti. Ayrıca yürütme organının üyelerini de istediği gibi tayin edip istediğinde de görevden alıkoyabiliyordu. Aslında bugünün gözlüğüyle bakıldığında güçlü bir liderlik konumunu koruyan ve sözde bir meclis yapılanmasına izin veren bir sistem gibi görünmüş olsa da dönemin koşullarına göre hatırı sayılır bir gelişme olarak dikkat çekmekteydi. Zira I. Meşrutiyet ve onun neden olduğu kurumlar, daha sonraki dönemlerde görülecek olan demokrasi zihniyetinin mirasını bünyesinde barındırıyordu. İlk Mebusan Meclisi, 19 Mart 1877’de toplandı. İkinci toplantısı ise bir sene sonra gerçekleştirildi; ama hükümetin sert eleştirilere maruz kalması nedeniyle Meclis, geniş yetkileri olan padişah tarafından dağıtıldı. 81 I. Meşrutiyet denemesinin kısa süre sonra başarısızlıkla sonuçlanmasını, siyasi partilerin eksikliğine bağlayan Karal, düşüncesini “bilindiği gibi meşrutiyet idaresi her şeyden önce, onu destekleyen, tavazzuh etmiş siyasi bir partiye veya partilere ihtiyaç gösterir. Hâlbuki meşrutiyet böyle organik partiler kurulmadan ilan edilmiş ve devam etmiştir” diyerek ortaya koymaktadır (Tanör, 2010: 79). Bundan sonrasında 1877 ile 1908 yılları arasından yaklaşık 30 yıl sürecek olan II. Abdülhamid’in istibdadı başladı. 1876 yılında Kanun-i Esasi ilanından yaklaşık iki ay sonra Mithat Paşa sürgüne gönderilmiş ve Meclis faaliyetlerine süresiz ara verilmiştir. II. Abdülhamit’in sıkı merkeziyetçi uygulamaları dikkat çekmekte olup dönem Hamidiye rejimi, Abdülhamit mutlakiyeti, Yıldız rejimi ya da istibdat devri olarak adlandırılmıştır (Demirci, 2007: 10-11). Padişahı güçlü bir konuma koyarken onu aynı zamanda sorumsuz sayan29 Kanunu Esasi’yi yürürlükten kaldıran, anayasalı rejime geçişi temin eden güçleri tasfiye eden ve mutlakıyet rejimini başlatan II Abdülhamit, imparatorluğu güçlendirme ve yeni bir teknokrat sınıfı oluşturma adına bir dizi reforma girişti. Vergi sistemiyle maliye sistemi iyileştirildi, demiryolları ve telgraf hatları kuruldu, ilkokulların sayısını iki katına, rüştiyelerin sayısını dört katına çıkarıldı, Harp okullarının temelini oluşturan Mekteb-i Harbiye, Darül-Fünun-i Osmaniye, ilahiyat, matematik, fen ve edebiyat fakülteleri açılarak bir anlamda “pasif modernleşmenin” adımları atıldı. İlk kez idarede asker sivil ayrışmasına gidildi ve idare sivil bir hal aldı. İdaredeki bu ayrışma sayesinde ordunun yönetime doğrudan doğruya dâhil olma imkânı tasfiye edilmiş oldu. Bu bağlamda, eskinin hem komutan hem de yöneticisi olan valinin yerine sadece komutan olan ordu komutanları getirilmiştir. II. Abdülhamit’in bu hareketi, ordunun siyasete ne kadar zarar verebileceğini görmesi bakımından önemlidir. Gerek Kanun-i Esasi’nin ilanında gerekse modern okullarda yetişen subay kadrosunun davranışlarında görülen siyasi karakterler, padişahın bu önlemleri almasında etkili olmuştur. İlk başta Sultan Abdülaziz’i tahttan indiren komutanları yurdun çeşitli köşelerine gönderdi. Harp Okulu mezunlarını İstanbul dışındaki ordulara atamaya özen gösterdi. Ülke artık Yıldız Sarayı’ndan idare edilmeye başlandı, Saray bir nevi askerî politika, harekât ve eğitim ile personel merkezi haline gelmeye başlamıştı (Özdağ, 2006: 36). II. Abdülhamit dönemi modernleşme süreci içinde ordu sınırlı bir otonomi içinde 1982 Anayasası’ndaki Cumhurbaşkanlığı gibi. “Zat-ı Hazret-i Padişahinin nefs-i hümayunu mukaddes ve gayri mesuldür (md.5), bkz. (Tanör, 2012: 143). 29 82 siyaset dışında sultana sadakat prensibiyle varlığını korudu30 Tunaya, II. Abdülhamit’in bu girişimlerini, “Abdülhamit rejimi, kendisini yıkan İttihat ve Terakki’nin oluşturduğu iktidardan daha sivildi” (akt. Cizre, 2006: 142) diyerek önemli bir farka dikkat çekmiştir. 2.1.1.4- Jön Türkler Hareketi ve II. Meşrutiyet Padişah’ın Kanun-i Esasi’yi yürürlükten kaldırması neticesinde önce imparatorluk içerisinde daha sonrada dış memleketlerde gizli cemiyetler kurulmaya başlandı. İlk örgütlenme İttihad-ı Osmaniye adı altında Tıbbiye-i Şahane (Askeri Tıbbiye) olmuştur. Daha sonra Osmanlı İttihat ve Terakki adını alan bu yapı, ses tonunu yükselterek muhalefetini sertleştirmiştir. Memur, subay, ulema ve Harp Okulu çevrelerinde örgütlenen Jön Türklerülke dışında basını kullanarak propaganda faaliyetlerine başladı. Amaç II. Abdülhamit istibdadına karşı birlikte hareket etmekti. O nedenle yönetime karşı yükselen muhalif sesler ancak açılan askeri okullar kanalıyla subay kesiminin yoğunluk kazanan istibdat karşıtı duruşu ve ordu desteğiyle vücut bulabilmekteydi. Kuvveti yegâne yöntem olarak benimseyen ve iktidarın silahlı kuvvet kullanarak elde edilmesini hedefleyen bu kurtarıcı, bonapartist, seçkinci hareket, burjuvazinin yokluğunda, inkılabı ancak aydın ve bürokratlar ve ordunun teşkil ettiği bir entelijansiyanın, Kahraman’ın (2010: XII) ifadesiyle yine ordu-bürokrat-aydın ittifakı olan “tarihsel blok”un yapabileceğini düşünüyordu. İçerisinde askeri kadroları da barındıran Jöntürk muhalefetinin yegâne gayesi, yürürlükten kaldırılmış olan Kanun-u Esasi’yi tekrar yürürlüğe koymak, devleti özerkliğini ve coğrafi bütünlüğünü yeniden kurarak kurtarmaktı (Keyder, 2010: 73). Farklı memleketlere dağılmış olan Jön Türk gruplarını bir merkezde toplama adına Paris’te 4 Şubat 1902’de gizli bir toplantı düzenlendi. Hem şahsi çatışmalar hem de tasarlanan iç ihtilale, ordu ve dış yardımın dâhil edilip edilmemesi konusundaki fikir ayrılıkları nedeniyle toplantı iki gruplu bir oluşumun doğmasına vesile oldu. Müdahalecilerin yani ihtilale ordu ve dış yardımın katılması görüşünü savunanların başında bölgesel özerklik ve yerinden yönetim ilkelerine ağırlık veren Prens Sabahattin gelmekteydi. Bunların fikir olarak yani özerklik ve yerinden yönetim düşüncesinin karşısında yer alan ve başında Ahmet Rıza’nın olduğu grup ise Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti “Ordu-siyaset, cunta-darbe” Şükrü Hanioğlu, Sabah Gazetesi, (31.07.2016), bkz. http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2016/07/31/ordu-siyaset-cunta-darbe (10.12.2016). 30 83 adı altında toplandı. Şerif Mardin’e göre İttihat ve Terakki ideolojisi, Jön Türkler ve Genç Osmanlıların Batı kaynaklı düşünsel temellerine dayanmaktaydı. Aydınlanma ve Fransız Devrimi geleneklerine bağlı olan İttihat ve Terakki, Avrupa’da tartışılmakta olan fikirlerin popülarize edilmiş şekillerinin etkisi altında kalmış ve büyük teorisyenlerle halk arasında aracı rolünü oynayan ikinci derecedeki düşünürlerin görüşlerini, kendi fikir dünyalarına intikal ettirmişti (Mardin, 1994: 22-23). Paris’te pozitivistlerden etkilenmiş ve onların derneğine girmiş olan Ahmet Rıza, onların parolası olan Order of Progress’i (düzen ve ilerleme) yeni Türk hareketinin parolası haline getirmek istemiş, ufak bir değişiklik ile Cemiyet’in adı İttihat ve Terakki (Union of Progress) olarak kabul edilmiştir (Ülken, 2001: 125). Fransa’nın aksine İttihat ve Terakkicilere göre önce birlik sağlanmalıydı ki sonra ilerleme gerçekleşsin31. Bir ulus olan Fransa’nın oluşan kargaşadan kurtulmanın yolu düzenden; bir imparatorluk olan Osmanlı için ise bunalımdan kurtulmanın yolu birliğin sağlanmasından geçmekteydi. Batı düşüncesini özgürlük adına Osmanlı toplumsal yapısına entegre etmek istemişler; ancak getirmek istedikleri yeniliklerin Osmanlı toplumsal yapısıyla uyuşmaması sorunuyla karşılaşmışlardır. 1902’de Jön Türk kongresinde Prens Sabahattin, söz konusu yapı sorununa dikkat çekmiş ise de 1908 sonrasında Ahmet Rıza grubu öne çıkmış ve Prens Sabahattin’in bu düşünceleri havada kalmıştır. Ahmet Rıza ve onun yanında yer alanlar, “işi seçkinci otoriter tezleri ya da aydın despotluğunu savunmaya kadar götürüyorlardı” (Tanör, 2012: 171). Zira Osmanlı’da büyük bir saygıyla padişaha bağlı olan halk, Jön Türklerin beklediği şekilde ihtilâl yapmadığı için zamanla artık JönTürklerin güvenmedikleri bir unsur olmuştu. Jön Türkler’in asıl amacı halka yönelmek değil, siyasal bir elit meydana getirerek toplumsal ve siyasal süreçlere ağırlığını koyamayan halkı kendileri vasıtasıyla yönlendirebilmekti (Kahraman, 2010: 38). Merkeziyetçi, seçkinci, otoriter anlayış Cumhuriyet Türkiyesine de intikal etmiştir. Burada halka bir ayaklanma hakkı tanındıysa bu yönetimin bir seçkinler zümresine geçmesi içindir. Jön Türklerin asıl hedefi siyasi liderlik yapabilecek sınıf yetiştirmekti, parlamenter ve temsili bir sistemin kurulması ise halkın eğitilmesinden sonraya bırakılmalıydı (Kahraman, 2010: 23). Toplumun sorunları tepeden bürokrasi vasıtasıyla yasalarla çözülmeli, merkezi bürokrasi modernize edilerek toplum karşısında güçlendirilmeliydi (Eryılmaz, 2002: 136). JönTürk ileri gelenlerinden Ahmet Rıza “Askeri gücün zayıflaması (…) Askerliğe itibarın azalması çok tehlikeli görülmektedir 31 Ahmet Rıza önderliğinde hazırlanmış olan İttihat ve Terakki’nin programı için, bkz. (Akşin, 1987: 33). 84 (…) Askeri personelin ikinci sınıf vatandaş olarak değerlendirilmesi İmparatorluğa göz dikmiş bir Avrupa için fırsat sayılmaktadır (…) Ordunun rolü de fethetmek değil, imparatorluğu kurtarmak[tır] (…) “Gaza” fikrinin yerini “vatanperverlik” fikri alma[lıdır] (…) Subayların politikaya karışmaları gerekmektedir. Askeri elit, siyasal yaşamda etkin rol oynayarak iktidarın beceriksizlerin eline geçmesine engel olmalıdır” (Gündüz ve Bardak, 2011: 98-11) diyerek gerekirse askerlerin siyasal hayata önderlik yapmasını salık vermiştir. Bu durum Rusya’daki Leninist partinin yapacağı tüm görevleri kalkıp askerlere yüklemek gibi bir anlama gelmekteydi. Ahmet Rıza’nın bu devletçi anlayışına karşı tavır alan Prens Sabahattin ise bürokrasiye, merkeziyetçiliğe ve memur toplum tipine karşı çıkıyor, bireyciliğe, kişisel özgürlük ve yaratıcılığa önem veriyordu. Bir ideal uğrunda mücadele eden Ahmet Rıza, Prens Sabahattin ve tüm Jön Türk grupları muhalefetin hayli büyümesine neden olmuştu. İttihat Terakki Cemiyeti’nin Makedonya kökenli Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’yle birleşmesiyle (1907) Cemiyet, fikri dinamiklerinin yanısıra eylemci, silahlı bir güçte kazandı. Rumeli garnizonlarında eğitimli subaylar, II. Abdülmait karşıtı örgütlenmenin paramiliter unsurları oldu. Fikri kaynakları Ahmet Rızacı kanattan eylemci gücü eğitimli subaylardan olmak üzere İttihat ve Terakki saraya karşı seferber oldu. Kahraman’ın (2010:182) “kurucu dönem” olarak anlamlandırdığı ve Alkan’ın (2006: 68-71) ifadesiyle halk hareketinden ziyade askeri bir ihtilal olan, iktidarı ele geçiren ve Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmaya başlayan alt ve orta sınıftan oluşan bu hareket, Padişahı baskı altına alarak parlamenter sistemin tekrar yürürlüğe girmesine vesile olmuş, ordu da sadece askeri ve teknik alanda değil siyasi alanda da yenileşme hamlesinde başrol oynamıştır. Abdullah Cevdet, Celal Nuri, Süleyman Nazif, Kılıçzade Hakkı’nın aralarına bulunduğu Batıcılar, imparatorluğun kurtuluşunu eğitim yoluyla aydınlanmada görüyorlardı. Onlara göre imparatorluğun başına gelen bütün felaketlerin sorumlusu bilgisizlikti. Uygulanacak tedbirler32 olarak da Batılı bir medeni kanunun kabulünü, şeriat mahkemelerinin yerine laik mahkemelerin kurulmasını, Latin alfabesinin kabulünü, kaderci zihniyetin yok edilerek tekkelerin kapatılmasını, ulusal “Jön Türklerin yapmış olduğu reformlar küçük olmakla beraber yeni bir yolun açılmasına yaramıştı. Aile hukuku ile ilgili davalar şeriat mahkemelerinden alınarak sivil mahkemelere verilmiş, adli sorunlarda tek yetkili Adliye Nazırı olarak kabul edilmiş, birden fazla kadınla evlenme imkânsızlaştırılmış, tıp ve edebiyat fakültelerine kız öğrenciler alınmaya başlanmış, kadınların hürriyeti üzerine kitaplar yazılmış, laik okullar din ulemasının etkisinden çıkarılıp Kur’an-ı Kerim ve bazı dualar Türkçeye çevrilmiştir” (Karpat, 2010: 117). 32 85 ekonominin kurulmasını, sanayileşmeyi, yol ve ulaşım araçlarının geliştirilmesini savunuyorlardı (Karpat, 2010: 108-109). Bu devirde gelişen ve Jön Türkler tarafından sahiplenilen bir diğer akım milliyetçilikti. İlk olarak tarih ve edebiyat eserlerinde gözlemlenen bu akım, siyasi alanda kültürel birliği kabul ediyordu. 1908-1913 yılları arasında daha belirgin bir şekle giren anlayışın siyasi yansıması ise Türklerin hâkim durumda oldukları merkeziyetçi bir Osmanlı Devleti meydana getirmek fikriydi. Birçok aydın tarafından takdir kazanan bu akımın kuramcısı, İttihat ve Terakki’nin merkez komitesinin üyesi olan Ziya Gökalp’e göre ulus sadece ırk, coğrafi şartlar, siyasi birlik veya irade gücü üzerine kurulamazdı; kültüre yani ortak dil, din ve sanata dayanması gerekirdi. Güdülmesi gereken amaç ise bütün Türklerin kültür birliğine dayanarak kuracakları büyük ülke, Turan’dı (Karpat, 2010: 111-112). Gökalp’in bu ve benzeri konulardaki etkisi özellikle İttihat ve Terakki’nin tam iktidarını tesis ettiği 1913 sonrasında ortaya çıktı. Kendisi özellikle Enver Paşa’ya övgü dolu abartılı mısralarla hitap edecekti (Demirci, 2013: 214). İttihat ve Terakki’nin siyasal yaşamda belirleyici öğe olması, 1907 II. Jön Türk kongresinde alınan aydın-ordu ittifakının somutlaşmasından sonrasına denk gelmektedir. Bu ittifak bir ihtilâl fikrini gündeme taşımış, ihtilâlciliğin de münhasıran bir ordu darbesi esasına dayandırılması fikrini benimsemişti. İttihat ve Terakki’nin bunun dışında bir ihtilâl modeline yanaşmaması ülkenin dağılmasından duyulan kaygıdan kaynaklamaktaydı. Yönetime modern okul mezunlarının ağırlığını koymak, tüm halka siyasal haklar vermek, devletin devamını sağlayarak ülkeyi kalkındırmak temel amaç olarak belirlenmişti (Akşin, 1987: 32-68). Bu amaç için gerek aydınlar gerekse subaylar çok farklı yollardan yürüyerek iki konu üzerinde anlaşmışlardır. Bunların ilki “devlet nasıl kurtarılır” sorusunun taşıdığı öncelik, diğeri ise II. Meşrutiyet sonrasında somutlaşmaya başlamış olan “kurtarıcılık anlayışı” ve yöntemidir. Bu aydın-ordu ittifakı, Türk siyasal yapısının vesayet odağını teşkil etmiştir. Sistemin temeli ise toplumun bilgiye sahip olanlar eliyle dönüştürülmesiydi, dayanak ise pozitivizmdi (Kahraman, 2010: 52-53, 73). Bunu başarmak için ise siyasal mekanizmanın ele geçirilmesi gerekmekteydi. Nitekim 1908 yılına kadar amacı sadece padişahı 1876 Anayasası’na riayet etmekle zorlayan İttihat ve Terakki, sonrasında kendisini ülkeyi idare etmeye hakkı olan yegâne cemiyet olarak görmüştür. Karpat’a göre iktidar konusunda hazırlıksız yakalanan İttihat ve Terakki, ilk başlarda iktidara geçmek istememiş bir dernek olarak kalmayı tercih 86 etmişti. Ama diğer taraftan 1908 seçimlerinde kendi adaylarını öne sürmüş ve Mebusan Meclisini kontrol altına almayı düşünmüş, bu amacında da başarılı olmuştur (Karpat, 2010: 102). Nitekim İttihat ve Terakki’nin hâkimiyetini önleme amacıyla kurulmuş olan ve programında İttihat ve Terakki’ye göre daha çoğulcu, dini unsurlara yer veren, Osmanlı Devleti’nde herkesin eşit haklara sahip olmasını savunan, 20 yaşını dolduran herkesin oy hakkının bulunması gerektiğini kabul eden, eğitim dilinin Türkçe olmak şartı ile her unsurun kendi okulunu açabileceğini hüküm altına alan, hürriyetlerin sınırlanmaması, teşebbüs-ü sahsi ve adem-i merkeziyet ilkesine vurgu yapan (1908) muhalif Ahrar Fırkası (Tunaya, 1984: 185-187) Mebusan Meclisine sadece bir mebus gönderebilmiştir. Ahrar Fırkası’nın programında yer alan bu unsurlar aslında İttihat ve Terakki’nin ülke geleceği için tehdit gördükleri fikirlerdi. Fırka düzeyinde başlayan ademi merkeziyetçilik-merkeziyetçilik çatışması İttihat ve Terakki ile Ahrar’ı karşıt saflara ayıran önemli bir gelişme olmuştur. İleride Cumhuriyet döneminde irdelenecek olan “devletin bölünmez bütünlüğüne” dönük hassasiyetin temelleri bu dönemde atılmıştır. Siyasal açıdan İttihat ve Terakki ile orduyu asıl motive eden unsur onların devletin yıkılmakta olduğunu görmüş olmalarıdır. Nitekim Rumeli (Makedonya) sorununun ortaya çıkması, Rusya, Avusturya ve İngiltere’nin bölge hakkındaki planları, İttihat ve Terakki mensubu subayları endişeye sevk etmiştir (Akşin, 1988: 181-182). İttihat ve Terakki’nin amacı, imparatorluğu bölünmekten ve dış müdahalelerden korumak, devleti kurtarmaktı. Görünüşte cemiyet, özgürlük ve adalet kavramlarına vurgu yapıyordu. Söylem düzeyinde hedefi, mutlakiyet yönetimine son vererek çağdaş bir yönetim kurmak, Müslüman olsun veya olmasın, herkese siyasal haklar tanımak ve devletin bekasını idame ettirmekti. Abdülhamit yönetimini hedef alan uygulamalara girişen ve bu konudaki tutumunu sertleştiren İttihat ve Terakki Selanik, Şam ve Makedonya’da gizli örgütlenmelere gitmiş33, 1907 sonlarına varıldığında da gerek siyasal ve örgütsel kamuoyu gerekse askeri gücü ile imparatorluğun geleceğini etkileyebilecek bir varlık haline gelmiştir. 29 Aralık 1907’de Paris’te ikinci kez toplanan Jön Türk hareketi Abdülhamit’in tahttan indirilmesi, parlamentolu bir rejimin yeniden tahsis edilmesi için önemli kararlar aldı. Yöntem olarak ordu içi propaganda ve ajitasyona ağırlık verilmesi, halkın vergi ödememek suretiyle pasif direnişe çağrılması, hükümete karşı silahlı ve silahsız direnişler ile grevler 33 Atatürk de bu örgütlenmelerde rol almıştır (Tanör, 2012: 175). 87 düzenlenmesi, genel ayaklanma koşullarının hazırlanması gibi esaslarda mutabakat birliğine varıldı (Tanör, 2012: 175). Bu çaba Makedonya’da 400 kişilik çetesiyle Resne’de dağa çıkan Enver Paşa ve Kolağası Niyazi Bey’in ayaklanmasıyla sonuç verdi. Temmuz 1908’de İttihat ve Terakki Manastır’da hürriyeti ilan etti. Aynı günün gecesi Abdülhamit, Kanun-i Esasiye’nin yürürlüğe konduğunu, Meclis-i Vükela mazbatasını onaylayarak duyurdu. II. Meşrutiyet’in ilanı Osmanlı ordusunun topyekûn kararından ziyade Rumeli’deki III. Ordunun desteğiyle gerçekleştirilmişti. Tahsin Paşa’ya göre Rumeli’deki hadisenin İstanbul’a yansıması da bunun bir askeri harekât tarzında olduğu yönündeydi.34 II. Meşrutiyet’in ilanı kansız ve barışçı bir şekilde gerçekleşmiş, bir saray darbesinden ziyade içinde askeri unsurları da barındıran seçkinci bir hareketliliğin ürünüdür. II. Mahmut döneminde başlayan, Tanzimat reformlarıyla ivme kazanan, Abdülhamit reformlarıyla devam eden bir değişim sürecinin meyvesidir. Bu süreç neredeyse üç çeyrek asır içinde kendisine sivil ve asker memurlar, modern eğitim almış diplomalılar arasında geniş bir taban yaratmış, Parlamento açıldıktan sonra ise Osmanlı tarihi içindeki en kapsamlı demokrasi tecrübesi olarak kabul görmüştür. Halktan güç almayan 1908 Devrimi’nin doğal olarak halka bir dönüşü de olmayacaktır; ancak burada ilgimizi çeken yön, halkın bu devrimi gerçekten büyük umut ve sevinçle karşılamasıdır. En büyük beklentileri de o dönemin deyişiyle hürriyetin gelecek olmasıdır. Ancak, "İstibdat perdesi kaldırılınca gerçek görülmüştür. Halk devlet işlerini yakından görmek için sabırsızlanmış, padişahın cebindeki anahtarlarla girilmesi yasak olan odayı açınca bütün hakikat anlaşılmıştır. Sosyal seviyenin geriliği, siyasi yapının noksanları ve nihayet yabancı baskısı Meşrutiyet'in de muvaffak olamayacağı inancını kuvvetlendirmiştir" (Tunaya, 2004: 45). Yeni Meşrutiyet’in ilk seçimlerini ordu desteğine sahip tek güç olan henüz partilileşmemiş; ancak Cemiyet anlamında oldukça ağırlığı olan İttihat ve Terakki kazanmıştır. Egemenlik anlayışında ortaya çıkan tavır değişikliği de bu parlamentoda kendini göstermiştir. Padişah egemenliği anlayışından milli egemenlik anlayışına doğru bir kayış gözlemlenmiştir. Ahmet Rıza’nın meclis başkanı olduktan sonra yaptığı konuşmada “Uhdemize terettüp eden vezaiften biri hâkimiyeti milliyenin kaviyen “Halktaki tehalükten ziyade ordunun azmi aşikâr idi, ordu behemehâl maksadı istihsâle karar vermişti”, en büyük, en mühim, en kuvvetli saik ordu olduğu bile tereddüt edilebilirdi, bkz. (Tahsin Paşa. Abdülhamit Yıldız Hatıraları, 1931.s. 259’dan akt. Alkan, 2006: 91). 34 88 teessüsü” olduğunu açıklaması ve Meclis ’ten de “Millet Meclisi” diye söz etmesi (Tanör, 2013: 185) bunun göstergesidir. İttihat ve Terakki, sivil ve asker aydınların ortaklaşa yönettikleri bir fırka idi. İktidar ve egemenlik söz konusu bu iki elit grup arasında paylaşılmış, ülkenin geleceği ile ilgili siyasi kararlar bu gruplar tarafından alınmıştır. Ancak Fırka’nın asıl dayandığı güç her ne kadar sivil unsurlara yer açılmışsa da ordu olmuştur. Ordu ile İttihat ve Terakki Cemiyeti dönem itibariyle iç içe geçmiş yapılardı. Ordunun yönetimle ilişkilerinde tampon rolünü oynaması beklenen tek kurum olan İttihat ve Terakki’nin, kendisini [bonapartist bir anlayışla] orduyla özdeşleştirecek bir tutum benimsemesi, geleneksel Babı-ı Âli bürokrasisi ve padişah nüfuzunun hiçe indirildiği bir ortamda siyasi iktidarın yeni sahiplerini belirlemekteydi (Alkan: 2006: 227). Özellikle Meşrutiyet’in ilanı sürecinde İttihat ve Terakki ile ordu imajının birleşmesi, ordunun, İttihat ve Terakki’nin ve dolayısıyla Meşrutiyet’in koruyucusu ve kollayıcısı olarak tanınması muhalefet hareketine demokratik manada ket vuruyordu. Nitekim ordunun temel vazifesi Meşrutiyet tehlikeye girerse Meşrutiyet koruyucusu sıfatını takınan İttihat ve Terakki’nin yardımına koşmaktı. Ordu, yalnızca İttihat ve Terakki’nin destekçisi konumunda yer alarak rejimi koruyan asli unsur olarak kabul görmüştür. Zira Ahmet Rıza’nın Neue Freie Presse’ye vermiş olduğu demeçte sarf etmiş olduğu “(…) Bizim şimdi asıl vazifemiz Kanun-u Esasi dairesinde teşekkül eden heyet-i hükümeti, irticaiyyun tarafından bir hareket vukuu tehlikesine karşı müdafaa etmektir (…) Zât-ı Hazret-i Padişahının vaad ve teminat-ı şahanelerinde sebat ederek Kanun-u Esasi’yi ihlâl buyurmayacağına itimat etmekte ve bu babda Kanun-u Esasi için hayatını göze aldıran orduya güvenmekteyiz” sözleri de bu tespiti pekiştirmektedir, (bkz. İkdam, 23.09.1908, akt. Akşin, 1987: 166). Berkes’e göre de, İttihat ve Terakki’nin asıl unsuru idealist, marjinal kişilerdi ve hiç bir zaman çoğunluğu temsil etmiyordu. Tek güven duydukları kurum, modern orduydu. Abdülhamit yönetimini hedef alan muhalefet için başvurulması gereken tek yer Rumeli’deki orduydu, üstelik ordu Bab-ı Âli bürokrasiyle birlikte toplumdaki en organize güç konumundaydı. Bu anlamda ister İttihat ve Terakki ister iktidarı ele geçirmek için çaba sarf eden başka bir fırka olsun ordu ile ittifak etmek zorundaydı (Berkes, 2013: 397). İttihat ve Terakki ile orduyu aynı şey olarak kabul etmek ya da diğer bir tabirle orduyu rejimin bekçisi gibi görmek uzun yıllar boyunca ordunun politikaya bakışında etkili olmuştur. Her ne kadar 31 Mart Vakası tecrübesi ordunun artık siyasetin dışında tutulması 89 tartışmalarına neden olsa da Yıldız Sarayı etrafındaki askerî yoğunluk, İttihat ve Terakki’yi iktidar olmak için ordu ile birlikteliğe mecbur bırakıyordu. Ama diğer taraftan kendisine karşı gelişebilecek bir askerî tepkiye karşı da askerin siyasete girmesine karşı tavır alabiliyordu35. Bu noktada İttihat ve Terakki’nin orduyu siyasileşmeye doğru iten bir unsur olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek. Siyasal düzende köklü değişiklikler peşinde koşan, ciddi bir sosyal taban ve halk desteğinden mahrum olan İttihat ve Terakki için orduyla iş birliği zaruret derecesinde önem ihtiva etmektedir. İttihat ve Terakki diğer taraftan yasama organındaki hâkimiyeti ile padişahın yürütme yetkilerini kontrol altında tutuyordu, zamanla siyasetin içine daha fazla girdi, üyelerinin sebep olduğu eleştiriler karşısında kendi saflarında yer almış olanlar tarafından kurulan muhalefet partilerini yok etmeye kalkıştı. Cemiyet Padişah kontrolünün zayıfladığı ortamda rekabet eden; ama kendisi gibi düşünmeyen siyasi cemiyetlere hayat hakkı tanımaz oldu. Padişah’ın iktidarından şikâyet edip meşrutiyeti savunanlar kendileri iktidara geldiklerinde aynı baskıcı tutumu sergilemekten geri durmadılar. İttihat ve Terakki’nin bu davranışında Fransız İhtilali ile eşdeğer gördükleri 1908 II. Meşrutiyeti ve ona yükledikleri anlam yatmaktaydı. İttihatçılar II. Abdülhamit dönemini eski rejim olarak yaftaladılar. Onlara göre modernlik, kendileri tarafından temsil edilmekte, saltanat ve onun sembolleri ikinci plana atılmaktaydı. Black (1986:100102) Çağdaşlaşmanın İtici Güçleri çalışmasında yedi farklı çağdaşlaşma modelinden söz etmektedir. Bunların içinde 1908 Osmanlı modernleşmesini, “geleneksel önderliğin kendi eseri ola[n] geçmişle ilişkilerin koparılması” olarak nitelemekte ve “dışarından doğrudan doğruya yapılan bir müdahale olmaksızın, daha önce çağdaşlaşan toplumların dolaylı etkisi altında çağdaşlaşan toplumlar” olarak tanımladığı bir model içinde açıklamaktadır. Black’in (1986: 103) çağdaşlaştırıcı önderliğin kendini sağlamlaştırması olarak ifade ettiği bu süreçte İttihatçılar, bir anda içinden çıktıkları süreci, “yani geçmişi, eski rejimi, 1908 öncesi addedip, bir “inşâ faaliyeti” içinde olduklarını düşünmüşlerdir. Nitekim yaşanan bu gelişmeler siyasilerin sadece siyasi alanda sürdürdükleri bir mücadelede değil aynı zamanda karşılıklı askeri baskınlarla da kendini göstermiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularının hafızalarında olumsuz bir tecrübe olan 31 Mart Vakası, Halaskâr Zabitan, Bab-ı Âli Baskını gibi askeri müdahaleler, bu çekişmenin bir Ordunun siyasetle ilişkisini bir memleket için son derece sakıncalı bulan Hüseyin Cahit ancak zaruri halde bazı teşebbüsata cevaz verilebileceğini tabiî bulmaktadır, ona göre, bu noktada iki ihtimal vardır: Ya, memleketin münevver zümresinden olan zabit, Cemiyet işleriyle meşgul olmamalıdır, ya da orduya siyaset sokulmalıdır ki, bu da vatanın mahvı demektir (Alkan, 2006: 75). 35 90 ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlar Cumhuriyet döneminde sürecek seçkinci askerî vesayetin Osmanlı modernleşmesinin son dönemine ait örneklerini oluşturmaktadır. 2.1.1.5- 31 Mart Vakası Meşrutiyet’in ilanı daha ilk başlardan itibaren ona muhalefet edenler tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Eski rejimin memurları, alaylı subaylar bu yeni hareketten fazlasıyla rahatsız olmuşlardı. Sıkı askeri disiplinden yakınan asker de muhalefet grubunda yer almıştı. Diğer yandan Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesi, AvusturyaMacaristan’ın Bosna-Hersek’i kendi topraklarına katması, Girit’in Yunanistan’a bağlanma kararının alınması gibi gelişmeler de Meşrutiyet’i yıpratmış, kadın hareketleri, işçi grevleri toplumda tedirginliğe neden olmuştu. Devlet otoritesi istenildiği gibi sağlanamamış, bir iktidar boşluğu oluşmuştu. Bu boşluktan istifade eden “farklı bir elit topluluğu iktidara gelmek üzere 31 Mart İsyanını” örgütleyerek modern eğitim almış İttihatçı genç subayların iktidardaki yükselişinin önüne geçerek süreci frenlemek istemiştir (Demirci, 2007: 21). Nitekim 31 Mart Vakası bu didişmeyi doğrulayan, İttihat ve Terakki’nin tekelci ve başka hiçbir siyasi yapıya hayat hakkı tanımayan tavrı, henüz paylaşmacı bir siyaset geleneğinin teşekkül etmediği bir iklimde ve ordunun da içinde bulunduğu bir darbe girişimi olarak ortaya çıktı (Birinci, 2002: 194-197). Muvazzaf ve emekli alaylı subaylar ile dindar Müslüman öğrenciler tarafından desteklenen, II Abdülhamit’in ses çıkarmadığı söz konusu ayaklanma sonucunda Hilmi Paşa, kabinesiyle birlikte istifa etti ve yerine asiler, saray ve parlamento arasındaki sıkıntılı gidişatı idare etmeye çalışan Ahmet Tevfik Paşa geçti36. 31 Mart Vakası, yakın tarihimize ışık tutan, Osmanlı neferinin ayaklanarak ve bizzat siyasete müdahale etme yoluyla kendi namına bir takım haklar talep etmesi bakımından dikkat çekmektedir. Ayaklanma sadece çavuş ve nefer seviyesinde görünmemiştir. Nicel olarak ordunun belkemiğini oluşturan kitle geniş bir biçimde isyan etmiştir. Bu ayaklanma sırasında özellikle Avcı taburlarının Selanik’ten getirilişi sırasında yoğun bir propaganda ve dezenformasyon faaliyetinin yürütüldüğü söylenmektedir37. Ayaklanmanın yine bir askeri birlik tarafından bastırılması da Osmanlı ordusunun içindeki siyasallaşmanın boyutunu göstermektedir. Zira öncesinde Söz konusu isyanda İttihat ve Terakki’nin karşısında yer alan bütün grupların talepleri için bkz. (Birinci, 2002: 200). 37 31 Mart Vakası nedenleri ve propaganda faaliyetlerinin neler olduğu konusunda, bkz. (Alkan, 2006: 109112). 36 91 gerçekleşen Edirne ayaklanması, Taşkışla ayaklanması, Avcı Taburları gibi nümayişler ordunun siyaset sarmalına dolaştığını gösteren önemli olaylardır. Niyeti padişahı hal etme ve Yıldız rejimine son verme olan 31 Mart hadisesi ile 1826’dan sonra ilk defa Osmanlı Ordusunun iki kuvveti karşı karşıya gelerek mitralyöz ve top kullanarak kavgaya tutuşmuş ve sonuçta siyasi iktidar bir ordu müdahalesiyle el değiştirmiştir. Müdahale sırasında II. Abdülhamit’in takınmış olduğu silahla karşılık vermeme tavrı, hareketin başarıya ulaşmasında etkili olmuştur. “Bu Vaka’nın iktidara verdiği en büyük en keskin siyaset vasıtası irtica mefhumu oldu” (Birinci, 2002: 206). Bu olaya kadar Meşrutiyet aleyhtarı hareketler için bütün tarafların birbirlerine karşı kullanmış oldukları bu suçlama, bundan sonra muhaliflere karşı kullanılan en önemli en tesirli bir silah olmuştur. Netice itibariyle 31 Mart Vakası en geniş bakış açısıyla değerlendirildiğinde II. Meşrutiyet’e karşı bir tepki olarak görülmelidir. Birinci’ye (1986: 207-208) göre bu olayın en önemli tarafı hâlâ çok abartılı bir şekilde ortaya konması ve ancak Hareket Ordusuyla bastırılan bir olay olarak görülmesidir. İttihat ve Terakki bu olayı alternatifimiz şu kesimdir diyerek kullanmış, bir tehdit, tehlike, korku ve endişe kaynağı olarak aksettirmiştir. Birinci’ye göre Hareket Ordusu İstanbul’a yürüdüğü zaman asker çoktan kışlasına dönmüş ve Meclis-i Mebusan mesaisine başlamıştı. İttihat ve Terakki bu isyanı, iktidarını tek ve rakipsiz bir şekilde kurmak için kullanmıştır. 31 Mart İsyanına ilk tepki İttihat ve Terakki’nin kuruluş yeri olan Selanik’ten geldi. Abdülhamit’in yükselişine sessiz kalmayan cenah ve Hareket Ordusu olayları bastırmak, Meşrutiyet’i bir daha hiçbir gücün sarsamayacağı biçimde güçlendirmek ve Kanun-i Esasi’nin dışında hiçbir kuvvetin olamayacağını ispat etmek için harekete geçmişti. Edirne’den hareket eden ve olayları gerici bir örgütlenme olarak kabul eden Rumeli’deki Mahmut Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusu ki, içinde tüm birlikleri bulunmadığı gibi, sadece Sırp, Yunan, Bulgar, Arnavut ve Makedonyalı çetecilerin bulunduğu (Özdağ, 2006: 38), ayaklanmayı bastırmış, şehirde sıkıyönetim ilan edilmiştir. Yayınlanan bildiride ordunun bir cemiyet ya da partinin değil, bütün Osmanlıların ordusu olduğu, İttihat ve Terakki ile bir ilgisinin olmadığı vurgulanmıştır (Tanör, 2012: 190). Nitekim Mahmut Şevket Paşa, ordunun politize olmasını desteklememiş, isyanın İttihat ve Terakki adına değil ülke adına bertaraf edildiğini vurgulamıştır (Ahmad, 1985: 21-22). Ayaklanma bastırıldıktan sonra II. Abdülhamit tahttan indirilip yerine V. Mehmet Reşat geçirildi. Sıkıyönetim ilan edildi. Sultan’ın yetkileri önemli ölçüde kısıtlandı. Sadrazam ve kabinesi Sultan’a karşı değil parlamentoya karşı sorumlu tutuldu. 92 31 Mart Olayı ile sarayın etkisi kırılmış, modern ordu siyasette öne çıkmıştır. Genç Meşrutiyet’in daha ilk yılında 31 Mart Olayı’yla sarsılması, ordunun vatanı ve Meşrutiyet’i korumak, kollamak düşüncesi pretoryan anlayışın tohumlarının atıldığı, Cumhuriyet’e miras kalan önemli bir gelişme olarak ele alınmıştır. Yaşanan süreç, farklı düşüncedeki elitlerin birlikteliğinden ziyade çatışmasına örnek teşkil ettiği için elit bütünlüğünü sarsmıştır. Olaylar sırasında vurgulanan “şeriat” kavramı, sonrasında yaşanacak olan iktidar mücadelelerinde muhalefeti sindirmek için kullanılacak çok önemli bir araca dönüştürülmüştür. 31 Mart Vakasının Hareket Ordusu tarafından bastırılmasından sonra mevcut siyasi ortamı fırsat bilen İttihat ve Terakki eski güç ve etkisini yeniden kazanmış, muhalefette yer alan Ahrar Fırkası’nın siyasi hayatı sona ermiştir. İttihad-ı Muhammedi, Fedakâran-ı Millet ve Heyet-i Müttefika-i Osmaniye partileri kapatılmış, saray etkisiz duruma getirilmiş, Bab-ı Âli bürokrasisi de sindirilip İttihat ve Terakki’nin tasarrufu altına geçmiştir. Karşısında yer alan siyasî cenahı bertaraf etmek için sürgün tercihini kullanan İttihat ve Terakki mensupları sayesinde siyasal hayat, 1911 yılına kadar rakip siyasi partilere hayat hakkı tanımayan bir hal almıştır. İktidarı kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalan İttihat ve Terakki, 1912 yılında yapılan ve tarihe sopalı seçimler olarak geçen seçimle, Mebusan Meclisinde kontrolü tamamen ele geçirmiştir. Hanioğlu’na (2006: 126) göre de 1908 sonrasında neredeyse herkesin taraftar olduğu “meşrutiyet” ve “meşrutiyetçilik”, İttihat ve Terakki tarafından rejim savunuculuğu zemininde yeniden tanımlanınca birleştiricilik hususiyetini kaybetmiş, çatışmacı ve dışlayıcı mefhumlar üretmiştir. 2.1.1.6- Halaskâr Zabitan Vakası Arnavutluk isyanının sonuçlarından olan Halaskâr Zabitan hareketi, Osmanlı ordusunun gündelik siyasete ne denli karıştığını göstermesi bakımından önemlidir. 1908 yılında İstanbul’da yapılan ara seçimlerde İttihatçıların oy kaybetmeleri, iktidardan ayrılmak zorunda kalacaklar şüphesine düşen İttihatçıları, ellerindekileri yitirecekleri kaygısıyla ve kurtarıcılık misyonuyla karşı eyleme itti. İttihatçılar basın ve cemiyetler üzerindeki denetimi ağırlaştırdı ve 1912 “sopalı seçimiyle” iktidarı tekrar ele geçirdiler, ancak bu karşı tarafın tepkisine yol açtı. Mayıs 1912’de İstanbul’daki subaylar, Balkanlar’daki âsi birliklerin desteğiyle Halaskâr Zabitan olarak bilinen bir grup kurdular. Kendilerine “Kurtarıcı Subaylar” diyen bu grup seçimlerin yenilenmesini ve ordunun siyaset yapmamasını talep ediyordu. Hedefleri gayrımeşru addettikleri hükümeti ve Meclisi dağıtıp yeni ve serbest bir seçimle anayasal meşruiyete geri dönmekti. Bu 93 çerçevede askerin siyasetten elini çekmesini talep ettiler (Lewis, 2008: 302). Halaskâr Zabitan İttihat ve Terakki’ye ciddi bir darbe vurdu, yeni cunta Padişah’ı parlamentoyu fesih etmeye zorladılar. Akabinde ülkenin karşı karşıya kaldığı kötü durum (Libya fiilen İtalyanlara teslim edişmiş, Balkanlarda kaybedilen savaşlar ve Edirne’nin düşme ihtimali) İttihatçıları harekete geçirdi. Tıpkı Arnavutluk isyanı gibi 1912 seçimlerinde İttihat ve Terakki’nin bazı ordu mensuplarını kullanarak müdahalede bulunması, Halaskâr Zabitan Grubu’nu karşı askeri bir elit olarak harekete geçirmişti. Halaskâr Zabitan tarafından yönetime gönderilen mektupta grup Kanun-i Esasiye’ye uygun olarak seçimlerin yeniden yapılmasını, her türlü tesirden uzak olunması şartıyla Kamil Paşa liderliğinde yeni bir hükümetin kurulmasını, bunlar olmadığı takdirde de dökülecek olan kandan sorumlu olamayacaklarını belirtmişlerdir38. Halaskâr Zabitan Meşrutiyet tehlikeye düşmedikçe ordunun siyasete karışmamasını, adalet kavramına önem verilmesini, özlük konularında daha adilane davranılmasını talep ederek pretoryan bir yönetim anlayışına son verilmesini talep ediyordu. Her müdahale gibi bu müdahalenin de en çarpıcı sonucu iktidar değişikliğidir, Meclis’te çoğunluğu bulunduran İttihat ve Terakki ordudan gelen muhalefet hareketi nedeniyle siyasi olarak zaafa uğramış ve iktidarı kaybetmiştir. Bu hareket aynı zamanda ordunun siyasete karışmasının da ötesine geçerek, ordu içindeki kamplaşmanın daha da keskinleşmesine neden olmuştur. Var olan husumet erlere kadar yansımış ve tecrübesiz kişilerin önemli yerlere getirilmesi nedeniyle ordu güç kaybetmiştir. Hareketin başarıya ulaşmasının hemen öncesinede benimsenmiş olsa da askerin siyasetle uğraşmasını men eden kanun39 ve Said Paşa Kabinesi’nde Harbiye Nazırı olan ve ordunun siyaset dışı kalmasını isteyen Mahmut Şevket Paşa’nın istifası Halaskâr Hareketi’nin en önemli sonuçlarıdır. O güne kadar Osmanlı ordusunun kamuta kademesi, İttihat ve Terakkici genç subayların emir komuta zincirinde hareket etmesini istiyor, orduya kurumsal bir ağırlık kazandırmak için çabalıyor, devletin bekası için bunun önemli olduğunu Halaskâr Zabitan’ın yönetimden istekleri için bkz. (Alkan, 2006: 166-171). Özetle kanun, Manastır’da cereyan eden hadiselerin, zabitanın siyasetle uğraşmasının sakıncalarını bir kere daha göz önüne sermiş, gelecek için vahim sonuçlar doğuracağını belirterek, esasen Harbiye Nezareti’nce isyancılar hakkında gerekli muamelenin yürütüldüğünü, ancak Askeri Ceza Kanunu’nda bu gibi cürümlerin cezalandırılmasını ön gören bir madde olmadığı için, bu kanuna lüzum gördüğünü anlatmaktadır. Söz konusu kanun, siyasi, sosyal gösterilere katılan veya siyasete iştigal eden erkân, ümera ve zabitan ile bütün askeri personel iki aydan dört aya kadar hapsedilmesi, devamı haline askeriyeden atılarak iki aydan altı aya kadar tekrar hapsedilmesine, yine hükümetçe tasdik edilmiş veya edilmemiş siyasi fırkalara giren bütün askeri personel, askerlikten atılarak iki aydan altı aya aya kadar hapsedilir demektedir (Alkan, 2006: 180). 38 39 94 düşünüyordu. Halaskâr Zabitan’a kadar ki süreçte İttihat ve Terakki’ye hizmetle devlete hizmet arasında özdeşlik kuran bu kadroları disipline etmek için Mahmut Şevket Paşa büyük bir uğraş vermiştir. Ortaya çıkan bu sonuçlar, 31 Mart Vakası sonrası doruk noktasına ulaşan İttihat ve Terakki ordu iş birliğinin nasıl aşındığını göstermesi bakımından kayda değerdir. 2.1.1.7- Otokratik Modernleşme: Bab-ı Âli Baskını ve İttihat ve Terakki’nin Hâkimiyeti 23 Ocak 1913 günü Binbaşı Enver Bey daha sonra Bab-ı Âli Baskını olarak bilinecek saldırıyı gerçekleştirdi. İktidar el değiştirdi, sıkıyönetim ilan edildi. 12 muhalif idam edilip aralarında Prens Sabahattin’in de bulunduğu dört kişi gıyaplarında ölüme mahkûm edildi (Hale, 1996: 47-49). 1912’ye kadar iktidarı denetleyen ve iktidara tırmanan bir güç olan İttihat ve Terakki ya da Ortaylı’nın (2013: 101) “Bab-ı Âli diktatörleri” olarak ifadelendirdiği bürokratik seçkinci sınıf, 1913 yılında gerçekleştirilen Bab-ı Âli baskınıyla tam iktidarını kurmuş ve fiilen tek hâkim parti haline gelerek Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına kadar iktidarda kalmayı sürdürmüştür. Devleti kurtarma fikrinin ağırlık kazanmış olduğu bu dönemde ordu-aydın-bürokrasi etkinliği ve onun oluşturduğu iktidar yapısı siyaset üzerindeki etkisini arttırmış, Türk siyasal modernleşmesi bütünüyle bu blok ve onun çatışma ihtiyacını hissettiği kesimlerle arasındaki gerilimin öyküsüne dönüşmüştür. Aktif rol ise orduya verilmiştir (Kahraman, 2010: 55-56). İttihat ve Terakki, diğer partilerin sadece siyaset yapması için yönelttiği taleplere kendisinin toplumu ileri götürme misyonunu yüklemiş kutsal bir teşkilat olduğunu söyleyerek karşılık vermiş, buna itiraz edenleri de “sebükmağzan” (ayak takımı) olarak tanımlamıştır. Onun için İttihat ve Terakki’nin muhalefet görevini kabul edilemez bulmasının asıl nedeni, söz konusu amaçlara ulaşabilme ve toplumu aydınlığa çıkarmak için siyaseti kendi tekelinde tutmak arzusundan kaynaklanmaktaydı. Onlara göre muhalefetin talebi olan sadece siyaset yapma fikri, eğitimsiz halk yığınlarının kandırılmasından başka bir şey değildi, bu anlayışın meşruti idarenin getirmiş olduğu kazanımlardan rahatsız eski rejim taraftarlarının önünü açması da gözardı edilemezdi (Hanioğlu, 2006: 130). Bab-ı Âli Baskını, ordunun müdahale şekli bakımından diğerlerinden ayrılmaktadır. Meşrutiyetin ilanından itibaren birçok kez iktidar değişikliği yaşanmış ve 95 ordu nispeten çoğunda endirekt müdahale yönetimiyle olayların ortağı olmuştur. 23 Ocak 1913’de Balkan Harbi’nin yoğun günlerinin yaşandığı bir dönemde cereyan eden baskın40, iktidarın bir avuç fedai ile değiştirilebileceğini göstermiştir. Böylece darbe yoluyla iktidara geçmek meşru olmayan; ama fiiliyatta tecrübe edilen bir yol olarak kabul edilmiştir. Darbe sonrasındaki İttihat ve Terakki hükümeti devletin bütün organlarını kontrol altında tutan yegâne güç konumuna gelmiş, meclissiz hükümet etmeyi tercih etmiş, siyaset sahnesinde kendilerine rakip olabilecek bütün etkileşimler yurt dışına gönderilmiştir. Ordu da siyasete ağırlığını koymuş, Devlet, İttihat ve Terakki de onun sivil ve askeri bürokrasisindeki uzantılarında cisimlenmiştir. Bunda İttihat ve Terakki’nin orduyu politize etmesi etkili olmuştur. O kadar ki İttihat ve Terakki’nin bu tutumu ve ordu içindeki hiziplerin siyasi hayata müdahaleyi kendilerine hak görmesi ile İttihatçıların parlamenter rejime olan zayıf inançları, parlamento tecrübesinin siyasal hayata olan demokratik katkısını azaltmıştır (Demirci, 2007: 22-27). Konu hakkındaki politika tahlillerinde Enver Bey, Meşrutiyetin ilanı sırasında “Devleti kontrol edebilmemiz için parlamentonun lüzumuna inanıyorum; ama iç sulh için hükümet Neron’dan daha sert olmalıdır”, “asker olarak ben ordunun mutlakıyetine inanırım, iktidarı paylaşmak isteyen bütün vasat kafaları ezmek lazım, bir Fransız çok doğru söylemiş: Cumhuriyetten önce Fransa’da bir tek despot vardı, şimdi, yüzlerce, çünkü bütün mebuslar kendi iktidarını hissettirmeye çalışıyorlar” (Hanioğlu, 1989: 174) demektedir. İktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki ülkede siyaseti ortadan kaldıran bir diktatörlük kurmanın yanı sıra Gökalp ideolojine uygun bir dizi ıslahata girişmiştir (Tunçay, 2000: 38) . M. Tunçay’ın tabiriyle “Otokratik modernleşme” modelindeki bu düzenlemeler bir zaruret olarak kabul görse de süreci hızlandıran gelişme, Balkan Harbi’nin kaybedilmiş olmasıdır. Nitekim girişilen bu ıslahat çalışmaları41 meyvelerini I. Dünya Savaşı’nda vermiştir. Siyasete bulaşmış bir ordunun içinde bulunabileceği muhtemel durum, kendisini Balkan Harbi’nde göstermesine rağmen daha organize, siyasetten uzak kalabilen bir ordunun da nasıl başarılı olabileceği Çanakkale Savaşı tecrübesiyle görülmüştür. Baskının oluş şekli için bkz. (Alkan, 2006: 210-211). Teşvik-i Sanayi Kanunu, İdare-i Umumiye-i Vilayet Kanun-u Muvakkatı vb. yapılan düzenlemeler için bkz. (Tunçay, 2000: 28-39). 40 41 96 Meşrutiyet ve parlamento kavramlarıyla siyaset sahnesinde yerini alan İttihat ve Terakki bu anlayıştan Balkan Savaşlarının kaybı ve Türkçülük (kimlik) fikrinden dolayı vazgeçmişti. Osmanlıcılık ve Meşrutiyet programlarının eksiksiz uygulanması, Türkçülüğe zarar verecekti. O zaman iki yoldan birini seçmek gerekiyordu. Ya Meşrutiyet’ten vazgeçilecek ya da Meşrutiyet iyice saptırılarak uygulanacaktı. İttihat ve Terakki Meşrutiyet’in kahramanı olarak ikinci yolu seçti. Seçimler, meclis, kamuoyu, diktacı ve komplocu yöntemlerle sürekli baskı ve denetim altında tutulmuş, askerle birlikte hareket noktasında sık sık işbirliğine gidilmiştir. Kendisini Türklüğün tek koruyucusu gören İttihat ve Terakki iktidardan uzak kalmayı kabul etmiyor, kendisine karşı yönetilen her muhalefeti vatana ihanet sayıyordu. İkinci neden ise seçimlerin ve dolayısıyla Meclis-i Umumi’nin taşra tutucularının bir yarışma ve etkinlik alanı haline gelmesinden duyulan endişeydi. Çevre’nin yani taşra eşrafının yükselmesi merkezi temsil eden İttihat ve Terakki’nin işine gelmiyordu. Dolayısıyla seçimler ve siyasal hayat üzerindeki baskı, İttihat ve Terakki’nin taşraya karşı olan tavrından kaynaklanmaktaydı (Tanör, 2012: 206-207). Diğer bir ifade ile fiilen tek parti konumundaki İttihat ve Terakki, baskı ve terör yöntemleriyle ve ordu desteğiyle muhalefeti sindirmekte, ülkenin siyasi kaderini Bab-ı Âli baskını gibi parlamento dışı uygulamalarla belirlemekteydi. Kısacası II. Meşrutiyetle ordu aktif politikanın içine çekilmiş ve rejim otokratik modernleşme modeliyle yarı askeri bir niteliğe bürünmüştür. Muhalefetin ordu ile iş birliği içine girmesi, askeri darbeler dışında iktidarın meşru yoldan el değiştirilmesini imkânsızlaştırmıştır. Osmanlı siyasal ve sosyal hayatında derin etkiler bırakan ve o zamana kadar en kapsamlı demokrasi tecrübesi olan Meşrutiyet’in ilanı, birçok noktada değişikliklere neden olmuştur. Meşrutiyetin ilanında rol almış olan Osmanlı Ordusu’nun siyasetin dışında bırakılması oldukça zordu. Yeniçerilerden sonra siyasete bulaşmış asker tipi bu dönemde yeniden canlandı. Nitekim 31 Mart, Halaskâr Zabitan ve Bab-ı Âli baskınları ordunun siyasileşmesinin vardığı noktaları işaret etmesi bakımından oldukça önemlidir. Keza her bir isyanda kendi özlük haklarında bir takım iyileştirmeler elde etmişler, aldıkları ücret ve çalışma şartları bakımından memurlardan aşağıda olan ordu mensupları, Meşrutiyet’in ilanı ve bilhassa 31 Mart vakasından sonra ciddi kazanımlara sahip olmuşlardır. Elde edilen bu kazanımlar, Osmanlı ordusunda bir yatışmaya neden olmadığı gibi ordunun iç politikaya dönük hesaplaşmalara karışması, Huntington’un “sübjektif 97 kontrol” tespitinde olduğu gibi siyasette etkin hale gelmesi ve zabitler arasındaki fırka ayrılıkları da ordu bütünlüğünü sarsmış, Balkan Harbi üzerinde yıkıcı bir etki yaratmış, Rumeli kaybedilmiştir. Bizzat siyasi aktörlerin kendi iktidarları için orduyu koz olarak kullanmak istemesi de sorunun aynı zamanda sivil bir sorun olduğunu göstermektedir. Garip olan şey ise farklı fıkraların iktidarda iken ordu ile uyum sağlaması, ama muhalefete geçince de ordunun siyasetin dışında tutulmasını savunmasıdır. Yani ordu desteğinin yönü değişince iktidar ve muhalefette karşılıklı olarak rollerini değiştirmekte ve daha önce eleştirdikleri politikaları savunma gayretine girmektedirler. Özetle I. Dünya Savaşına girilirken Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün kurumlarının Cemiyet’in de ötesinde tek parti yönetiminin kontrolü altına girmesi, ordu siyaset ilişkisinde yaşanan olumsuzluklar, büyük beklentilere neden olan ilk kapsamlı demokrasi tecrübesini uzun yıllar kendini toparlayamayacak ölçüde zaafa uğratmıştır. II. Meşrutiyet rejimi içinde devlet kadrolarında “ordunun siyasete bir kurum olarak hiyerarşisini bozmadan ve kurumsal düzeyde müdahale etmesini”42 mümkün ve meşru gören yaklaşımla İttihat ve Terakki içinde askeri cunta oluşumlarının fırka üzerinden siyasete tesir etmeye çalışan çizgisi karşı karşıya gelmiştir. 1913 Babıalî Baskını sonrası birinci yaklaşım Mahmut Şevket Paşa suikastiyle en önemli temsilcisini yitirmiştir. Gerek Millî Mücadele döneminde gerekse Cumhuriyet yıllarına miras kalan asker-yöneticidevlet adamı-bürokrat tipinin oluşması ve gelişmesinde Meşrutiyet yıllarının etkisi büyük olmuştur. “Başta Atatürk olmak üzere Cumhuriyetin kurucu kadrolarının tasavvur dünyası, meşrutiyet döneminin siyasal gerçekleriyle yoğrulmuştur” (Demirci, 2007: 33). Öyle ki devlet örgütüne egemen olan bürokratik seçkinler ya da Özbudun’un ifadesiyle Cumhuriyet Türkiye’sine devredilen “seçkinci bürokratik yönetim geleneği” (Özbudun, 1995: 5) Osmanlı dönemindeki önemli değişimlerde oynadıkları rolü, Cumhuriyet Türkiye’sinde de uzun süre sürdürmüşlerdir (Çaylak, 1998: 21-98). Her şeyin sahibi benim ve en iyi şekilde korumalıyım diyen bir “koruyucu yönetici kadronun varlığı”, milletin demokratik, sosyal ve siyasal yaşama geçişini son derece yavaşlatmıştır. Zira modernleşmeyi daha çok Batılılaşma anlamında ele alan “Türk Modernleşmesi”, farklılaşma ve çoğulculuk üzerine yükselen sivil toplumun girişimci ve yaratıcı gücü üzerinde ilerlememiş, askeri ve sivil bürokrasinin, Özbudun’un (1995: 184) tarifiyle “Darbe ve Toplum” Şükrü Hanioğlu, Sabah Gazetesi, (24.07.2016), bkz. http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2016/07/24/darbe-ve-toplum (10.12.2016). 42 98 “modernleştirici devlet görevlileri”nin, gücü üzerinde yükselmiş (Göle, 1991: 130), süreç merkezin hâkimiyeti karşısında çevrenin baskılanması şeklinde kendini göstermiştir. Jöntürk düşünürleri tarafından başlatılan, Fransız pozitivizmini örnek alan ve devlet nasıl kurtulur sorusuna cevap arayan bu tepeden inmeci modernleşme modeli, Batı’da eğitim almış bürokratik entelijansiya tarafından benimsenmiş, Cumhuriyet’e intikal etmiştir; bu kapsamda “Kemalist siyasalar Osmanlı İmparatorluğu’nca başlatılan reformların son safhası olarak” (Zürcher, 2009: 44) değerlendirilebilir. Hanioğlu’nun işaret etmiş olduğu gibi Jöntürk düşünür ve siyasetçilerinin tüm bir kuşağı Gustave Le Bon’un kitlelerin psikolojisine dair fikirlerinden etkilenmiş, bir elit tarafından yönlendirilmeyen halkın irrasyonel davranacağına dair korkular, söz konusu siyasetçilerde derin izler bırakmıştır. Osmanlı reformcularının benimsemiş olduğu yukarıdan yönlendirilen dönüşüm modeli, Kemalistler için de ideal bir yöntem olarak benimsenmiş, Cumhuriyet’e devrolmuştur (akt. Zürcher, 2009: 51-54). 2.2- Cumhuriyet Dönemi Hiç kuşkusuz Cumhuriyet’in kurucuları bu “devlet nasıl kurtarılır” sorusuna cevap aramış, Tanzimatla bu tarihsel birikiminden beslenmiş, II. Meşrutiyet’le gelişen bürokratik yönetim geleneğini devam ettirmiştir. "Cumhuriyet’in getirdiği yenilikleri inkâr etmemekle birlikte onun tarihi bir boşluk içinde doğmadığını da itiraf etmek gerekir (...) O nedenle Cumhuriyet’in kurulmasına yol açan gelişmelerin kökenlerini Osmanlı toplumunda aramamız zorunludur" (Hanioğlu, 1981:4). Nitekim II. Meşrutiyet rejimi, demokrasi ve özgürlükler pratiğindeki olumsuzluklarına karşın, ulusal toplum, ulusal devlet, ulusal egemenlik tezlerinin ilk mayalandığı ortam olması bakımından önemli bir hizmet görmüştür. Tanzimatın ilanıyla başlayan Batılılaşma programı ve bunun uygulamaları, Cumhuriyet’in lider kadrosu tarafından yetersiz görülmüştür. Bu nedenle Cumhuriyet’in tercihi, Tanzimat’ın açtığı yoldan daha da ileriye giderek radikal bir Batılılaşma programı uygulamak olmuştur. Atatürk’ün temel hedefi pozitivist bir anlayış temelinde toplumu modernleştirmek ve ülkeyi sanayileştirerek kalkındırmaktı. Kahraman içinde TpCF ve SCF muhalefet denemelerinin yaşandığı 1923-1950 arası süreci “reforma dayanan pasif modernleşme” dönemi olarak tanımlamaktadır (2010: 179-180). Cumhuriyet döneminde ordu-aydın-bürokrasiden oluşan merkez ile çevre arasında henüz tamamlanmamış sürekli dönüşen bir iktidar mücadelesi dikkat çeker. Türk siyasal yapısını özellikle merkezin buyrukçu niteliğine karşı gösterilen, çevreden 99 kaynaklanmış, nispi demokratik direnme olarak tanımlamak mümkündür (Kahraman, 2010: 165-171). Bunun da temel nedeni Cumhuriyet’in aydın elitinin Jön Türk, II. Meşrutiyet ve İttihat ve Terakki siyasetini aynen devralmasıdır. O nedenle 1926-1946 arası Cumhuriyet dönemi yükselen demokrasi taleplerini karşılamamış, tam tersine bir muhafız tavrıyla onları bastırmayı siyasetin önemli bir parçası olarak benimsemiştir. Ülkeyi kuran kurucu iktidar ve ona bağlı olan bürokrasi, modernleştirici yegâne güç olarak kabul edilmiş, bir ideolojiyle Batı dışı tüm unsurlar dışlanmış, laiklik anlayışı çerçevesinde “topyekûn modernleşmeye” girişilmiştir (Kahraman, 2010: 196). Her ne kadar Meşrutiyet dönemi, demokrasinin mayalanmasının ilk nüvesini teşkil etmiş olsa da bırakmış olduğu sivil-asker ilişkisi mirası, Türkiye Cumhuriyeti’nin uzun süre çözmek için çaba sarf edeceği bir problem olarak üzerine kalmıştır. Cumhuriyete geçişle birlikte Atatürk’ün de siyasi deneyimlerden ders çıkararak izlediği siyaset sayesinde, ordunun siyasal iktidara bağımlı duruma geldiği görülmektedir. Bununla birlikte Cizre, bu dönem için ordu üzerinde sivillerin kontrolünü muğlak bulmaktadır. Çünkü ona göre ordunun siyasetten arındırılmış olması değil, rejime sadakatle bağlanarak karşı darbe yapmasını engelleme fikri önemli olmuştur (Cizre, 2006: 142). Atatürk’ün ölümünden sonra siyaset ve yönetim anlayışına yön veren İsmet İnönü’nün yaşamında da Atatürk döneminin anlayışı devam ettirilmiştir; ancak kısa bir zaman için (1960 darbesi sürecinde), seçkinci İttihat ve Terakki geleneği tekrar canlanmış ve ordu politika yapıcılığına soyunmuştur. Atatürk döneminde siyaset sahnesinin gerisinde duran ve tamamen siyasal rejimin kontrolü altında bulunan ordu, İnönü’nün adının cumhurbaşkanlığı için ortaya çıkmasıyla tekrar zikredilmeye başlanmış olsa da 1950’ye kadar siyaseti doğrudan etkilememiştir. 2.2.1- Atatürk Döneminde Orduya Biçilen Rol Kurtuluş Savaşı’nın ilk aylarında dağınık olan ordunun Anadolu’da güçlenmesi ve düzenli bir ordu görünümüne kavuşması ancak Sakarya Savaşı’ndan sonra gerçekleşebilmiştir (Öztürk, 2006: 53). O dönemde ordu içindeki askeri elitler farklı fraksiyonlara bölünmüştü. İlk olarak Osmanlı bürokrasisine bağlı eski kuşaktan paşaların teşkil ettiği bir oluşum vardı. Bunlar İstanbul Hükümetine bağlı kalmakla birlikte, padişahlık rejiminin Anadolu hareketine karşı girişmiş olduğu mücadelede çekimser kalmış, en sonunda da Ankara hükümetine destek vermiştir. İkinci grupta yer alanlar ise İttihat ve Terakki’ye ve dolayısıyla Enver Paşa’ya bağlı subaylardı. Bu grup bir gün Enver Paşa’nın gelip başlarına geçeceğine inanmaktaydı. Üçüncü grubu oluşturanlar ise 1918 100 yılına kadar etkin siyasal hayatın dışında kalmış veya olayların zoruyla bu duruma itilmiş subaylar oluşturmaktaydı. Millî Mücadeleye katılan subaylar da büyük çoğunlukla İttihatçı ya da İttihat ve Terakki sempatizanıydı (Selek, 1976: 114). Ordudaki bu bölünmüşlüğün farkında olsa gerek Atatürk, “muhtelif mahiyette kuvvette kuvvetler ve muhtelif ve mütenevvi (türlü), menfi menabiden (kaynaklardan) muzır (zararlı) tesirler vardı” (Heper, 1994: 253) diyecektir. Tüm bu koşullar Atatürk’ün orduya değil, temelde sivil bir örgütlenme olan Anadolu hareketine yani millete dayanmasını kaçınılmaz kılmıştır. Konu hakkında Atatürk “muharebeye girdikten sonra da ordularımızın Romanya’da, Makedonya’da işgal olunmasına, İran vahalarında ve Kafkas dağlarında perişan edilmesine milletin iradesi taalluk ediyor muydu? Bittabi hayır! Fakat bunlar hep vaki oluyordu! Çünkü millet hâkimiyetini kendi elinde bulundurmuyordu, asıl olan millettir. Hâkimiyet onun olduğu gibi irade hakkı da onundur” demek suretiyle millete olan itimadını dile getirirken I. Dünya Savaşı’ndaki yenilgiyi mücadelenin millete dayanmamasına bağlamaktadır (İnan, 1996: 30-31). Bu bağlamda Kurtuluş Savaşı’nı başlatma arifesinde Atatürk, öncesinde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni sonrasında da Redd-i İlhak ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni milletin temsilcisi olarak kabul etmiş ve hareketini bu cemiyete dayandırmıştır43. Nitekim bu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri milli mücadelenin örgütlenmesinden, planlanmasından ve yürütülmesinden sorumlu bir savunma örgütü kimliği ile Kuvayı Milliye adı altında kendi direniş güçlerini subay ve eşraf öncülüğünde örgütlemişlerdi (Maxwell ve Johnson, 1982: 4). Gerek 3 Temmuz 1919 Erzurum, gerekse 4-11 Eylül 1919 Sivas’ta düzenlenmiş olan kongrelerde Atatürk, devletin ve milletin mukadderatında milli iradenin söz sahibi ve hâkim olduğunu, ordunun milli iradeye bağlı ve onun hizmetinde olduğunu, amacının milli bağımsızlığı korumak olduğunu belirtmiştir. Atatürk, söylemleriyle milli iradenin üstünlüğünü vurgularken Müdafaa-i Hukuk ve Redd-i İlhak Cemiyetlerinin de ulusal iradenin temsilci olduğunu kabul etmekte ve orduya ikincil destekleyici bir rol biçmektedir (Atatürk, 1984: 35). Atatürk konu hakkında “vaktiyle zaten birçoğumuz İttihat ve Terakki’nin müessis ve azasında bulunuyorduk. Son kongresi kararıyla tarihe intikal eden mezkûr cemiyetin müntesipleriyle bilahare teşekkül eden Teceddüt Fırkası mensuplarının kısm-ı küllisi büyük milletimizin azm-ı bülendinden doğan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne iştirak etmiş veya iltihak etmiş ve bu cemiyet’in programı kabul edilmiştir” (Atatürk, 1997: 85-86) demektedir. 43 101 Benzer düşüncelerini daha İttihat ve Terakki döneminde muvazzaf subay iken dillendiren Atatürk, askerin siyasetin dışında kalması gerektiğini vurgulamış olmasına rağmen dönemin koşulları gereği gerek I. Büyük Millet Meclisi’nde gerekse bu dönemin hükümetlerinde asker siyasetin içinde yer almıştır. Benzer durum II. Meclis’te de yaşanmıştır (Selek, 1976: 725). Bu durumu İnönü: “Millî Mücadelede (...) düşman istila etmiş, ondan kurtulmaya çalışıyoruz, Ordu var, ordunun muharebe etmesi lazım. O zaman ordu kumandanlarının milletvekili olması44 tabiî geliyordu bize” (İpekçi, 2004: 30) şeklinde ifade etmektedir. İnönü’nün bu sözleri iki açıdan önemlidir. Bunların ilki ülkenin savaş koşulları içerisinde olması, ikincisi ise ordu komutanları vurgusudur. Sıcak savaş koşullarında ordu komutanlarının Büyük Millet Meclisi’nde temsilci olarak bulunmaları doğal ve gerekli görülmüştür. Her ne kadar ordu komutanları mecliste yer alsa da toplam bileşime bakıldığında ağırlığın sivillerde olduğu göze çarpmaktadır. Ancak etkinliğinin ne oranda olduğu ise tartışmalıdır. Atatürk 22 Nisan 1920’de Meclis’in sistem içindeki yerini tanımlamıştır: “Büyük Millet Meclisi Türk milletinin müşahhas timsali, memleketin ana direği, Türkiye devletinin yegâne ve hakiki mümessili, memleketin idarei umumiyesine vazuülyed (el koyan) yegâne kuvve-i Âliye (yüce güç)” dir (Heper, 1994: 253). Zira 13 Eylül 1920 günü okunan Vekiller Heyeti Programında da ordunun Büyük Millet Meclisi’nin ordusu olduğu, emir ve komuta yetkisinin Meclis’in manevi şahsiyetinde bulunduğu ve komutaya ait işlerin Erkân-ı Harbiye Umumiye Vekâletince yürütüleceğini açıklamıştır (Öztürk, 2006: 52). Sonuçta Erkan-ı Harbiye Umumiye Vekâleti doğrudan doğruya Meclis’e karşı sorumlu tutulmuş, Huntinton’un “objektif kontrol” olarak tanımladığı sivil kontrol sağlanmıştır. Bununla İttihat ve Terakki döneminde yaşanan pretoryan fiili askeri diktatörlülüğün bir daha ortaya çıkmaması amaçlanmıştır. Daha çok muhalefetin atılmasını istediği bu adımla Atatürk, sadece sıcak savaş koşullarında ordu üst düzey komutanlarının karar sürecine katılmasını amaçladığı söylenebilir. Egemenliği ve orduyu kullanma hakkını Meclise veren Atatürk, Kurtuluş Savaşı sona erdikten sonra II. Meclis’te yapmış olduğu konuşmada ise orduyu “devletin bağımsızlığının, millet ve memleket hayatının yegâne bekçisi” (Parla, 1991: 167) olarak nitelendirmiştir. Asker’e olan itimadını benzer görüşlerle çok sonra 1938 yılında verdiği bir beyanatta sürdüren Atatürk, “Türk vatanının ve Türklük camiasının şan ve şerefini, Meşruiyet dönemleri Osmanlı Âyan Meclisinde de muvazzaf paşalara yer verilmiştir (Demirci, 2007: 152-153). 44 102 dâhili ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni her an ifaya hazır ve amade olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir inanç ve itimadımız vardır” (Atatürk, 1997: 331) demek suretiyle askerin sistemin içinde “muhafız” kimlikle var olması gerektiğine olan inancını dile getirmiştir. Seneler sonra eski MBK üyesi Erkanlı’nın “Türk subayının yetişme tarzı, diğer ordulara hiç benzemez. Diğer ordularda subaylık herhangi bir devlet hizmeti gibi, profesyonel meslektir. Bizde ise, bir mesleğin çok üstünde milli bir vazifedir, devlet muhafızlığıdır” tespiti bu bakış açısının bir izdüşümüdür (Erkanlı, 1972: 375). Pretoryan bir model içeren bu görüş, ileride orduya Atatürk’ün ordusu olduğu, devleti ve milleti koruma ve kollama görevinin Atatürk’ün bizzat kendisi tarafından orduya verildiği şeklinde yorumlanacak, seçkinci vesayetin referans noktasını teşkil edecektir. İlk başta Başkomutanlık konusu Meclis’te yoğun tartışmalar sonucunda karara bağlanmış ve 5 Eylül 1921’de kabul edilen 144 sayılı Başkumandanlık Kanunu ile belli bir süre için yetki Atatürk’e verilmiştir45. Bu düzenleme 1924 Anayasası’na kadar devam etmiştir. Konu 1924 Anayasası’nın 40. maddesiyle yeniden ele alınmıştır. Başkomutanlığın Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) manevi varlığından ayrılamayacağı ve Reisicumhur tarafından temsil olunacağı, başkomutanlık görevinin barışta Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi, savaşta da vekiller heyetinin önerisi üzerine Reisicumhurca tayin olunacak kimse tarafından yerine getirileceği kuralına yer verilmiştir (Kili ve Gözübüyük, 2006: 118). Meclis’te sadece başkomutanlık meselesi değil aynı zamanda sivil ve asker ilişkileri kapsamında sorunlu tartışmalar yaşanmıştır. Daha savaş sürerken dahi Büyük Millet Meclisi ile askeri otoriterler karşı karşıya gelebilmiştir. Merkez Ordusu Kumandanı Nurettin Paşa’ya çeşitli gerekçelerle eleştiriler yöneltilmiş, hakkında yasal soruşturmalara gidilmiştir. Konu hakkında Kâzım Karabekir Paşa’ya yazdığı bir mektupta Atatürk, mecliste komutanlara karşı bir oluşumun sezildiğini, sivil hükümetin istikrarının sürdürülmesi gerektiğini, askerlerin savaş görevleri dışındaki konularda müdâhil olmamaları gerektiğini ifade etmiştir. Bazılarının ise askerlerin siyasete karışması anlayışına sığınarak, askeri yıprattıklarını, konunun sadece bahsi geçen Bu kanunun 2. maddesine göre Atatürk, “ordunun maddi ve manevi gücünü en yüksek dereceye çıkarmak, yönetim ve güdümünü bir kat daha arttırmak amacıyla Büyük Millet Meclisinin yetkilerini Meclis adına kullanmaya yetkilidir”. Bu yetki Büyük Millet Meclisi tarafından üçer ay süreyle üç defa uzatılmış, 20 Temmuz 1922 tarihli 245 sayılı Kanun ile Atatürk’e verilen yetkilerden yasama ile ilgili olanları Büyük Millet Meclisi tarafından geri alınmıştır (Belen, 1983: 396). 45 103 paşalarla sınırlı kalmadığını Doğu Cephesinde Kâzım Karabekir, Batı Cephesinde İsmet Paşa’ya kadar karalama kampanyalarına yer verildiğinden bahsederek bu oluşumlarla mücadele edildiği ve bundan sonra da mücadele edileceği Atatürk tarafından Kâzım Karabekir’e ifade edilmiştir (Parla, 1991: 164-166). Diğer taraftan Atatürk aynı mektupta orduya da yer ayırmıştır. Orduların yalnızca kendi görevleri içinde kalmalarını, cepheleriyle uğraşmalarını Meclis açısından daha iyi olacağını belirtmiştir. Orduya karşı benzer tepkilerin savaş sonrasında gerek rütbe yükseltmelerinde gerekse maaş artışı konularında da yaşandığına dair bilgiler mevcuttur46. Tüm bu gelişmeler özellikle I. Meclis zamanında ordunun sivil siyasetten sonra geldiğini ortaya koymaktadır. Meclis ve ordunun karşı karşıya geldiği bazı durumlarda Meclis Reisinin devreye girmesiyle sorun ordu lehine çözülebilmiş, bazı durumlarda da sivil siyasetin son kararının etkili olduğu yine burada Meclis Reisinin inisiyatif almasıyla sağlanmıştır (Bora, 2006: 164). Bu doğrultuda ordunun konumu ile yetki ve sorumlulukları hakkında bir takım yasal düzenlemeler hayata geçirilmiştir. 3 Mart 1924 tarihli yasayla Erkan-ı Harbiye Umumiye Vekâleti ilga edilmiş (m.8) yerine görevi barışta reisicumhur adına orduyu emir ve komuta ile görevli en yüksek askeri makam olarak kabul gören Erkan-ı Harbiye Umumi Riyaseti kurulmuştur (m.9). Erkan-ı Harbiye Umumi Riyaseti Reisi başvekilin teklifi ile reisicumhur tarafından atanacak (m.10) ve görevi ile ilgili konularda tüm vekâletlerle doğrudan yazışabilecekti. Meclis ile ordu arasındaki ilişkilerin Milli Müdafaa Vekâleti tarafından yürütülmesinde Meclis ile ordunun karşı karşıya gelmemesi amaçlanmıştır (Bayramoğlu, 2006: 67-70). Bu kurumsal düzenlemeleri hayata geçiren Atatürk, yukarıdan aşağıya bir modernleşmeyi uygun görmüştür. Onun temel yaklaşımı egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olmasıydı. Ancak bu soyut bir millet anlayışıydı. Yani bir bakıma bu egemenliğin kime ait olduğunu değil kime ait olmadığını ortaya koymuştur. Egemenlik artık Padişah’a yahut tek bir kişiye ait olmayacaktı; ancak bunun hemen gerçekleşmesi mümkün değildir. Egemenlik, “kollektif şuuru” belirli bir düzeye ulaşıncaya kadar halka ait olamazdı. Halk tarafından biçimlendirildiği şekliyle milli irade, halkın medenileştiği oranda ortaya çıkacaktı. Atatürk, milletin daha uygar bir yaşam için gerekli olan aşamalardan geçebileceğini düşünmekteydi. Bu konuda seçkinlere düşen görev, gelişimin niteliğini belirlemek ve bu gelişme sürecini hızlandırmaktı. Atatürk bu konuda “benim elime büyük salâhiyet ve kudret geçerse ben sosyal yaşamımızda istenilen devrimi bir 46 Bkz. (Selek, 1976: 725). 104 anda bir "Coup" ile uygulayabileceğimi sanıyorum. Zira ben bazıları gibi halk anlayışını bilenlerin kavrayışlarını yavaş yavaş benim anlayışımın ölçüsünde düşünme ve tasarlamaya alıştırmak suretiyle, bu işin yapılabileceğini kabul etmiyor ve böyle harekete karşı isyan ediyorum” (Afet İnan, 1983: 43) diyerek dönüşümün henüz aydınlanmamış olan milletle değil, millet adına aydınlanmış, seçkinlerce yukarıdan aşağıya bir yöntemle gerçekleşeceğini ifade etmiştir. Kendisi, TBMM’nin bütün mensuplarının ve bütün diğer seçkinlerin halkı aydınlatmak ve onların gelişmesine yardım etmek sorumluluğunu taşıdığını düşünmekteydi (Heper, 2006: 98-99, Kahraman 2010: 133). Onun “daimî bir meclis teşkil etmeyi ve bu meclisle tasavvur ettiğim inkılâp safahatını beraber geçirmeyi düşündüm” (Atatürk, 1996: 425) sözleri de ilk başta meclisi bir siyasi katılım ve temsil organı olmaktan çok, seçkinlerin politikalarına meşruiyet sağlayıcı bürokratik bir kurum olarak gördüğünü göstermektedir. Atatürk bu yaklaşımıyla Jön Türk ve İttihat ve Terakki geleneğinin mirasını sürdürmektedir47. Atatürk’ün anlayışında parti de aynı yükümlülük altındaydı. Kendisi CHP’nin “alelade” bir siyasal parti olmadığını belirtmiş, ülkeyi korumayı ve millete önderlik etmeyi amaçlayan bir siyasal hareket olarak nitelendirmiştir. Atatürk, bu bütünlüğü sağlama adına ordunun siyasetten arındırılması için Milli Mücadele’den sonra tasfiyelere gitmiştir. Savaş bitimini belgeleyen Lozan Antlaşması’nın imza altına alınmasından sonra TBMM seçimleri yenilenmiş, Atatürk “münferit delaletlerin muhassalası kâfi değildir! Bütün bu delaletleri bir teşekkül dâhilinde yapmalıdır. Bunun için de benim düşündüğüm bade’s-sulh siyasi bir fırka yapmak ve ismine de Halk Fırkası demek (…) Siyasi fırka ale’ı-ıtlak bir mücadele fikri tazammum eder. Benim tasavvurum da milletin şu veya bu sınıfın manafi’ini te’min değildir” diyerek öncü bir kadronun ihtiyacını ortaya koyup Halk Fırkası’nı (Fırka daha sonra, 1931 yılında Cumhuriyet Halk Partisi adını alacaktır, daha çok asker ve sivil bürokratlardan oluşmaktadır) kurmuştur (İnan, 1996: 36). Akabinde, 25 Eylül 1923 tarihli ve 347 sayılı Kanunla ulusal kurtuluş hareketine katılmayan hareket-i milliye aleyhine teşkilata dâhil oldukları veya münferiden çalıştıkları sabit olan ordu mensupları emekli edilerek ordudan uzaklaştırılmıştır. Atatürk’ten başlayarak bütün kadrolar Jön Türk ideolojisinden etkilenmiştir. Atatürk’ün II. Abdülhamid döneminde geçen askeri okul yıllarında Namık Kemal’in şiirlerini okuduğunu hatırlarsak söz konusu etkilenmenin daha gerilere götürülebileceği görülmektedir. Buna ek olarak daha Harp Okulu öğrencisiyken gizli bir dernek kurma girişiminde bulunması ve yakalanması da oldukça önemlidir (Kahraman, 2010: 152). 47 105 Yine siyasetin sivilleştirilmesi kapsamında ordu, terhis edilip üç müfettişlik, dokuz kolordu biçiminde tekrar örgütlenmiştir. Kâzım Karabekir ve Ali Fuat Cebesoy, Birinci ve İkinci Ordu Müfettişliklerine atanmıştır. Bu atamaları Hale, (1996: 72) Cumhuriyete giden süreçte Atatürk’ün en önemli rakiplerinin siyasi sahnesinin merkezinden uzak tutulması olarak değerlendirmektedir. Köker de Hale ile benzer düşünceleri paylaşmaktadır. Ona göre Kemalist ideoloji, soyut millet kavramının geliştirilmesi ve soyut varlığının iradesi için, toplumdaki en üstün güç olarak devlette somutlaşmaktadır. TBMM’deki fiili durumda irade Meclis’in yani CHP’nin elindedir. CHP’nin de fiilen başta Atatürk olmak üzere partinin yönetici kadrolarının güdümünde olmasını prensip olarak ortaya koymaktadır. Köker’e göre bu durum, milli devletin ana özelliği olan millet-devlet-parti özdeşliğiyle özetlenebilir (1990: 79-84), burada ordu da Atatürk’ün kontrolü altında tutulmaktadır. Bu doğrultuda 1923 yılında ordu mensuplarından istifa hakkına sahip olmayanlarla, istifa ve emeklilik hakkına sahip olup da genel seçimlerin ilanından başlayarak on gün içinde usulüne uygun olarak istifa etmeyenlerin ya da emekliliklerini istemeyenlerin TBMM üyeliğine seçilemeyeceğini (m.1), veya seçilen ve o sırada mecliste bulunan ordu ve kolordu komutanlarının, komutanlık görevlerinden ayrılmadıkları sürece meclis görüşmelerine katılamayacaklarını öngören kanun48 Meclisten geçirilmiştir. 1924 Anayasası’nın 23. maddesi de söz konusu düzenlemeyi “hiç kimse aynı zamanda hem milletvekili hem de hükümete bağlı bir memuriyette bulunamaz” demek suretiyle anayasal düzeye taşımıştır. Atatürk’ün hâkimiyetine karşı muhalefet, eski İttihat ve Terakki üyelerinden değil bizatihi Ankara’daki siyasi ve askeri elit saflarından yükselmiştir. Kurtuluş Savaşı’nın ağırlıklı isimlerinden olan Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele gibi isimler Atatürk’ün ülke iktidarının tamamına hâkim olacağı kaygısıyla muhalefet edip Atatürk’ün yetkilerinin azaltılmasını talep etmişlerdir. Atatürk’ün isteği ve biraz da zorlamasıyla çoğu subay asker mesleklerinden ayrılıp siyasete atılmış ve TpCF’yi kurmuşlardır49. Atatürk’ün bu hamlesinin ana gerekçesi, muhalefeti ordunun dışına Bkz.Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne İntihab Edilen ve Edilecek olan Bilumum Mensubin-i Askeriyenin Tabi Ocakları Şerait Hakkında Kanun, Sayı.385, Tarih 19.12.1923. 49 Fahrettin Altay’a (1970: 377-378) göre ise Atatürk, yakın arkadaşlarının demokrasi idaresi nedeniyle kendisinden ayrılmaya başlamalarını ve muhalif bir partide görünmelerini hoş görmüyordu, Atatürk, Ali Fuat Paşa’nın “esasta bir ayrılık olmadığını meclislerin tek partili olmayacağını kendilerinin de tasdik edeceklerini ve Atatürk’ün partiler üstü kalmasını arzu ettiklerini” söylemesi karşısında “buna şüphe yok ama iş Cumhuriyetin ilanı ile bitmemiştir. Dünya medeniyet âlemine katılmak için bazı mühim inkılaplar 48 106 çıkararak ordunun kendisine olan bağlılığını devam ettirmektir. Bu iki grup arasındaki temel ayrım, ideal sisteme karşı olan bakış açılarındaki farktan kaynaklanmaktaydı. Bir bakıma Atatürk’ün başında olduğu grup; “Meşrutiyet’te gördük. Bu işler anayasayla, parlamenter sistemle falan olmaz. Biz bunu otokrat bir yönetimle yapacağız, İttihatçıların kurmuş olduğu eski sistemi devam ettireceğiz derken Kâzım Karabekir ve diğer grup ise biz bu sistemi tecrübe ettik. Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarını da bu yüzden yaşadık. Bu yöntemden tamamen vazgeçelim. Gerçek bir temsili sistem, parlamenter rejim kuralım. Siz modernizasyonu zorla yapacaksınız. Böyle bir modernizasyon kalıcı olmuyor demektedir (Düzel, Cemil Koçak röportajı, Taraf, 10 Kasım 2009). Atatürk’ün isteği doğrultusunda çok partili demokratik hayata geçiş için başlatılan girişimler de (TpCF ve Şeyh Said isyanı gibi nedenlerle), olumsuz sonuçlanmıştır (Kalafat, 1992: 134-151). Kurulu iktidarı tehdit eden (merkez-çevre mücadelesinin ortaya çıktığı) bu olaylar [koruyucu düşünceyi tetiklemiş] halkın yeni rejimi benimsemesi için daha bir süre hazırlanılması gereğini ortaya koymuştur (Köker, 1990: 73, Mardin, 2008: 130). Nitekim TpCF, yeni Cumhuriyetin siyasi hayatında önemli bir dönüm noktasını teşkil etmiş ve rejimin gereği olarak çok partili siyasal hayata geçilmiştir (Tunaya, 1986: 606). Fakat bu dönem fazla uzun süreli olmamış, yapılan devrimlerle uygulanan politikalar ve özellikle Mart 1924'te Hilafet’in kaldırılması Güney Doğu Anadolu'da çeşitli muhalefet odakları doğurmuş, çıkarları zedelenen ve eski düzeni yeniden geri getirmek isteyen çevreler, Doğuda önemli bir isyanın çıkmasına ön ayak olmuşlardır. Şeyh Said isyanı başlangıçta İslam şeriatının tesisi için başlatılmış, sonrasında bir Kürt isyanına evrilmiştir. İsyana karşı sıkıyönetim ilan edilmiş ve ardından isyan rejimin muhafızı ordu tarafından bastırılmıştır. Yaşanan olaylar bir süre önce çok partili yaşama geçiş yönünde atılan adımların kesintiye uğramasına yol açmış, ayaklanmaya karıştığı gerekçesiyle hakklarında soruşturma açılan TpCF hükümet kararıyla kapatılmıştır. Yanında İnönü ve Fevzi Çakmak gibi isimlerin yer aldığı Atatürk, muhalefetin orduyu kazanma ve denetlemesi çabası nedeniyle harekete geçmiştir50. Bu bağlamda ordunun siyasetten arındırılması ve siyasetin tamamen sivil unsurlar tarafından yapılması yapılması lazım gelmektedir. Bunun için de geçici bir müddet muhalif bir cephe yaratılmaması zaruridir” diyerek çok partili hayata geçmenin erken olduğunu düşünüyordu. 50 Atatürk Osmanlı’da yaşanan siyasi gelişmelerin farkındaydı. Abdülaziz’in tahttan indirilmesiyle başlayan bir dizi siyasi eylemi olmuştu ordunun; bunun tekrarlanmaması gerekiyordu. Bunu yapma görevi de Fevzi Çakmak’a verildi. Ama aslına bakılırsa yönetimde bulunan ve triumvira’yı oluşturan Atatürk, İnönü ve Çakmak’ın varlığı subay kadrolarının en saygı duyduğu isimlerdi. Onun için ordudan “darbe “tarzında bir hareket gelmesi hiç muhtemel değildi. Bu karşılıklı ilişkiyi Yakup Kadri; “o zamana göre denilebilir ki, Atatürk Paşa ordudaki nüfuzuna dayanmasa ne Meclis’e sözünü geçirmek ne de Ankara’da yaşamak imkânı bulurdu, (Karaosmanoğlu, 1983: 50, akt. Belge, 2011: 609). 107 için ciddi adımlar atılmıştır. Orduda gerçekleştirilen tasfiye hareketleri ve ordu komutanlarının siyasetten uzaklaştırılması, 1924 Anayasası ile başkomutanlığın düzenlenmesi, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekâletinin riyasete dönüştürülerek hükümet dışında bırakılması, Askeri Şura Kanunu, Bahriye Vekâletinin kurulması da bu konudaki gelişmeler olarak sıralanabilir. Atatürk ordunun siyasetten arındırılmasını isterken aslında kendisine karşı ortaya çıkan muhalefeti de bertaraf etmeyi, muhtemel saflaşmalarda ordunun kullanılmasınına engel olmayı, dolaylı olarak da ordu üzerindeki kendi egemenliğini sağlamlaştırmayı amaçlamıştır. Atatürk’ün ordu ile siyaseti ayırma çabasında İttihat ve Terakki yıllarındaki yaşanan olumsuz sivil-asker ilişkileri ile muhalefetin Atatürk’ün tek adamlığına vermiş olduğu tepki büyük rol oynamıştır. Zira eğer muhalefet, Atatürk’ün tek adamlığına karşı orduyu kendi saflarına çekme çabası yerine Atatürk’ü ordunun sivil siyasetin dışında kalması için sıkıştırsaydı, o takdirde Atatürk’ün aynı siyaseti güdüp gütmeyeceği tartışılabilirdi. Koçak’a göre Atatürk, ordu politikaya karışmasın diye bir ifade kullanmamıştır, bu bir uydurmadan ibarettir: “Atatürk bunu söyleyemez; çünkü bunu diyebilmesi için kendisinin de üniformasını çıkarması gerekiyor51. O dönemde ise üniformayı kimse çıkaramazdı. Çünkü bütün iktidar mücadelesi, ordu için de ve ordu aracılığıyla yapılıyordu. Hepsi de muvazzaf askerdi onların, isterlerse karargâhta oturuyorlar, isterlerse Meclis’e geliyorlar. Hiçbiri eski asker değil bunların. Mesela Atatürk (...) Hem cumhurbaşkanı hem muvazzaf askerdi. Maaşını Genelkurmay’dan, yani Millî Savunma Bakanlığı’ndan alıyordu. Diğerleri de öyle. Hiçbiri emekli asker değildi. Zaten buradaki asıl sorun üniforma değildi. Asıl sorun komuta yetkisiydi. Mesela Atatürk askerdi ama bir komutanlık görevi yoktu. Yani bir karargâha sahip değildi. İsmet Paşa da öyle. Ama Kâzım Karabekir’in Ali Fuat Cebesoy’un komuta yetkileri vardı. Atatürk, bunların, siyaset yaparken, askerliği değil, komuta yetkilerini bırakmalarını istiyordu. Bu yüzden de “Meclis’e kimse komutan olarak gelmesin” diyordu. Ama Meclis’e asker olarak gelebilirdi. Atatürk’ün amacı, askeri siyasetin dışına çıkarmak değil. Amaç, karşı grubun etkinliğini azaltmak. Dolayısıyla, “Atatürk orduyu siyasetten arındırdı askerin siyasete karışmasını kabul etmezdi” (Koçak, Taraf,10 Kasım 2009) gibi yaklaşımlar asla doğru değildir. Atatürk’ün subay mebusları, Meclis dışında tutmak istemesinin temel gerekçesi mecliste kendisine karşı oluşabilecek muhalefetin subay mebuslar çevresinde toplanıp, muhalefetin orduya sirayet etmesini ve dolayısıyla ordunun kendi denetimi dışına Üniforma konusu Milli Mücadele’nin ilk yıllarından ortaya çıkmış olan bir mevzudur. İlk olay Erzurum Kongresinde yaşanmıştır. Kongreye katılan bazı üyeler Atatürk’e karşı “paşalık üniformasını bırak, bizim gibi ol” diyerek tepki göstermişlerdir (Atay, 2004: 187). Söz konusu Kongre’de Karabekir de Atatürk için “Kongreye başkan seçiliyor riyaset kürsüsüne mirliva üniforması ve padişah kordonuyla çıkması, münasebetsiz bir muameleye kendilerini maruz bırakıyor: Gümüşhane delegesi Zeki Bey, başkanlık kürsüsünden ‘Paşa evvelâ arkanızdaki elbisenizi ve göğsünüzdeki kordonunuzu çıkarın da sonra başkanlığa başlayın. Tahakkümden korkuyoruz’ dediğini aktarmıştır (Karabekir, 1988: 78). 51 108 çıkmasını engellemek olduğu ileri sürülebilir52. Cizre (2006: 142), Cumhuriyet’in bu konudaki mirasını “1908’de II. Meşrutiyetin ilanını sağlayan “Genç Türk” darbesi ile başlayan, onun ardından İttihat ve Terakki ile ordunun iç içeliği üzerine inşâ edilen geç Osmanlı dönemini yıkacak bir kararlılık ve etkinlikte değildir” diyerek ifade etmektedir. Keza benzer düşünceleri Osmanlı zamanında bir İttihat ve Terakki üyesi olan İsmet İnönü de sarf etmiştir. İnönü, “İttihat ve Terakki Partisi ile aramızda bir mesele şudur: [ordunun] siyasetten ayrılması (…) Yani orduda subay olacak, aynı zamanda bir siyasi partinin azası olarak çalışacak, bu olmaz dedik biz. Atatürk bu fikirde idi. Ben o fikirdeydim, Karabekir’de o fikirdeydi. Bunun mücadelesini yapıyorduk. İttihat ve Terakki’nin, hükümetin başında bulunanlar ise ordunun politikadan ayrılmasına imkân görmüyorlardı” (İpekçi, 2004: 30). Kurtuluş Savaşı zamanında kumandanların Meclis’te olmalarını doğal karşılayan İnönü, bu ordu mensupları ile siyasetin ayrılmasını “ama muharebe bitince bunun mahzuru meydana çıktı. Mecliste bulunacak, elinde de olsa ordusu olacak (…) Nasıl olacak bu? Aramızda ihtilaflar olunca, bu durum tehlikeli neticeleri yaratabilecekti (…) Olmaz dedik ve hepimiz askeri vazifelerimizden ayrıldık, kolay olmuştu, biz çekildik ve mecliste bulunanları çektik kolay yaptık” diyerek ifade etmeye çalışmıştır (İpekçi, 2004: 30-31). Sonuç olarak, paşaların ordudan istifalarıyla ordu tam olarak Atatürk’ün hâkimiyetine girmiştir. Kendisine karşı direnebilecek veya rakip olabilecek komutan kalmamış, Cumhuriyet ordusunun her türlü siyasal akımın dışında tutulması yolunda önemli bir adım atılmıştır. Konuyla alakalı olarak Koçak değerlendirmesinde; “1926 yılında muhalefet bertaraf edilmiş, Atatürk ve İsmet Paşa kendi istekleriyle üniformalarını çıkarmışlar ve emeklilik maaşlarını alabilmek için Savunma Bakanlığına dilekçe vermişler ve askeriyeyle ilişkileri o andan itibaren kesmişlerdir. Kendilerini artık siyaseten güvende hissettikleri için bunu yaptılar. Tek adamlık onaylanmıştır. Atatürk şöyle diyordu: “Ordu bizim tarafımızda olduğu sürece, bu, ordunun politikanın içinde olduğu anlamına gelmez. Ama karşı taraf orduyu kendi yanına almaya çalışırsa, bu, ordu politikaya giriyor demektir ve biz buna karşıyız. Ordu politikanın dışında kalsın” demek, benim dediğimin dışına çıkmasın, karşı tarafın politikasını desteklemesin demekti onun için (Koçak, Taraf, 10 Kasım 2009). Komutanların meclisten uzaklaşmalarını tamamlamak üzere Atatürk önce Erkan-ı Harbiye Umumi Reisi Fevzi (Çakmak)’ın parlamentodaki görevinden istifa etmesini sağlamış, 3 Ekim 1924 günü de III. Ordu Müfettişi Cevat Paşa, I. Kolordu Komutanı İzzettin Paşa, II. Kolordu Komutanı Ali Hikmet Paşa, III. Kolordu Komutanı Şükrü Nail Paşa, V. Kolordu Komutanı Fahrettin Paşa ve VII. Kolordu Komutanı Cafer Tayyar Paşa’ya reisi cumhur kimliği ile telgraf çekerek mebusluktan istifa etmelerini istemiştir. Bunun gerekçesi olarak da komutanların aynı zamanda milletvekili olarak bulunmalarının orduda emir ve komutada beklenilen disiplinin sağlanamayacağını ifade etmiştir (Atatürk, Nutuk II, 1984: 579-582). 52 109 Atılan bir diğer önemli adım Bahriye Vekâleti’nin kurulması olmuştur. 29 Aralık 1924’te 539 sayılı kanunla Deniz Kuvvetleri, Milli Müdafaa Vekâletinden ayrılarak Bahriye Vekâletine geçmiş ve dolayısıyla vekâlet olarak TBMM’de temsil edilmiştir. Bu karar Erkan-ı Umumiye Reisi Fevzi Paşa’ya sorulmadan alınmış ve rahatsızlığa sebep olmuştur (Özdağ, 2006: 62). 26 Şubat 1925 tarihinde 638 sayılı kanunla hem TSK’nin sivil makamlarla ilişkisi düzenlenmiş hem de ordunun iç yapısının nasıl biçimleneceği şeklen belirlenmiştir. Kanun, Askeri Şura’ya savunma alanı konusundaki siyasal ve askeri konularda görüşme ve ilke kararına bağlama yetkisi vermekteydi. Söz konusu kanuna göre 16 üyeli Askeri Şura’da, başkomutanlığı temsil ettiği için Reisicumhur ile Milli Müdafaa ve Bahriye Vekilleri dışında Erkan-ı Umumiye Harbiye Reisi, ordu müfettişleri ve kolordu komutanlarından oluşan 13 asker yer almaktaydı. Bu düzenleme TBMM’de yoğun tartışmaların yaşanmasına neden olmuştur. Kanunun Alman İmparatoru ve Rus Çarında olmayan yetkileri Reisicumhura verdiğini savunan Kâzım Karabekir, kumanda ve siyasetin tek elde toplanmasını Napolyon’u örnek vererek açıklamaya çalışmış, Atatürk’ün özellikle atamalar aracılığı ile ordu üzerinde hâkimiyet kurmak istediğini dile getirmiştir (Bayramoğlu, 2006: 71-72). George Harris’e göre Atatürk, Askeri Şura Kanunu ile ordunun kendisine ve Cumhuriyete bütünüyle sadık kalmasını istemiştir (Hale, 2006: 63). Nitekim ordunun Cumhuriyete ve Atatürk’e sadakati bağlamında atılan bu adım, daha sonra tecrübe edilecek olan “çıkış güvenceleri” kavramının ilk örneği olarak nitelendirilebilir. Yapılan bu düzenlemelerle ordu siyasetin dışına itilmiştir. Bundaki temel gerekçe de, askeri de rahatlatan, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın ülkenin kontrolünü ele almasıdır. Emekli paşalar da etkili liderlik konumlarını partide devam ettirebilmişlerdir. Osmanlı’da 1908 yılında başlayan ve merkezi monarşiye karşı tavır alarak gelişimini sürdüren pretoryan dönem, Atatürk’ün etkili bir parti örgütü kurmasıyla başka bir sürece geçmiştir. Ordudan gelen generallerin askerlik mesleğinden istifa etmeleriyle Parti’de sivilleşme sağlanmış ve akabinde parti tamamen sivillerin kontrolünde varlığını sürdürmeye devam etmiş, ordu da Atatürk’ün kontrolünde bir güç olarak kalmıştır. Bu gücü elinde bulunduran Atatürk, demokratik bir sisteme geçmek için SCF’nin kurulmasını, birikmiş hoşnutsuzlukların giderilmesini sağlamak, hükümetim hem kusurlarını düzeltmeye hem de ekonomik sorunlara yeni çareler aramaya sevk edecek bir kontrol sistemini oluşturma maksadıyla desteklemiş, (Karpat, 2010: 61), ancak gerek kurucusu olduğu fırkanın gerekse Cumhuriyetin laiklik esasının tehlikede olduğunu gören Atatürk (Köker, 1990: 110 85-86) çok partili denemeden rejimi koruma gerekçesiyle bir kez daha vazgeçmiş, SCF dağılma kararı almıştır. SCF’nin dağılma kararı almasından otuz beş gün sonra 23 Aralık 1930'da İzmir'in Menemen kazasında askeri birliklere saldırı gerçekleştirilmiştir (Tanfer, 1990: 318). Yedek subay Kubilay’ın şehit edildiği olayın rejimin koruyucu unsuru ordu tarafından bastırılması sonucu 31 Aralık 1930'da Başbakan İsmet (İnönü) Paşa'nın başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, Menemen Olayını sosyal düzene karşı bir ayaklanma niteliğinde görerek, “suçun Cumhuriyete karşı geniş kapsamlı bir düzene dayandığı hakkında kesin belgeler olduğu” gerekçesiyle Menemen ile Manisa ve Balıkesir merkez ilçelerinde bir ay süre ile sıkıyönetim ilan edilmesine karar vermiştir. Atatürk de Menemen hadisesini “Terakkiperverler’in bir kısmı behemehâl bu siyasetin içindedir (…) Fethi Bey değildir (…) [Bu] hükümeti düşürmek için bir harekettir (…)” diyerek olaylardan muhalefeti sorumlu tutmuş, hadisede yer aldığı [İsmet İnönü tarafından] iddia edilen Nakşibendi tarikatı için de “(…) kumandanlar bilmelidirler ki bu tarikat yok edilecektir, siyasi irtibat aranacaktır (…)” (Altay, 1970: 435-437) ifadelerinde bulunmuştur. Bu muhalefetin bastırılmasıyla, “parti-devlet bütünlüğü eksiksiz biçimde sivil örgütlenmeleri de kullanmak suretiyle tamamlanmıştır. Katı, dışına çıkılmaz bir devlet ideolojisi, aşkınsallaştırılmış bir devlet-parti muhakemesi çerçevesinde hegemonik hale getirilmiştir” (Kahraman, 2012: 103). Yeni rejimde orduya biçilen rol ise 10 Haziran 1935 yılında 2771 sayılı “Ordu Dâhili Hizmet Kanunu” ile kesin olarak belirlenmiştir. Buna göre “Ordunun vazifesi, Türk yurdunu ve Teşkilatı Esasiye Kanunu ile tayin edilmiş olan Türk Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır” (m.35). Kanunun 41. maddesi ise askere kesin bir siyaset yasağı getirmiştir. Bu kanunun amacına göre Türk ordusu her türlü siyasi mülahaza ve tesirlerin üstündedir53. Dolayısıyla ordu mensuplarının, fırka ve cemiyetlere girmeleri ve siyasi faaliyette bulunmaları ile her türlü gösteri, toplantı, seçim işlerine karışmaları yasaklanmıştır. Selek’e göre bu hukuki yasaklar başka yasakları da beraberinde getirmiştir. Askeri okullarda öğrencilerin gazete okuması bile yasaklanmış, harp okullarında askeri dersler dışında hiçbir müfredata yer verilmemiştir. Böylece ordunun Ordunun her türlü siyasi mülahazanın üstünde oluşu kendilerine verilen eğitimle sağlanmaya çalışılmıştır. Nitekim Atatürk genç subayları, kendilerini devrimin bekçileri gibi düşünmeye teşvik etti, ona göre istikbalde Türk milletinin üstün ideallere ulaşması için kahraman asker evlatları en önde yürümeliydi. Radikal reformist bir bilinci yansıtan bu öğretiyle askerler Cumhuriyet ve kazanımlarının korunması amacına yönelik koruyuculuk ve kollayıcılık misyonu ile yüklü hale gelmişler bu ise askeri eğitim sistemi vasıtasıyla tahkim edilmiştir (Harris, 1965: 56. akt. Hale, 1996: 80). 53 111 yalnız politikayla değil ifrata kaçan aşırı bir inançla memleket meselelerinden uzak tutulması istenmiştir (Selek, 1976: 726). Atatürk bir yandan askerin siyasetten uzak kalması bağlamında bir takım tedbirler alırken diğer taraftan orduya da koruyuculuk vazifesini yükleyerek Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumak ülküsüyle rejime karşı ortaya çıkan olaylarda kullanmaktan çekinmemiştir. Zira Şeyh Said ve Dersim isyanları ile Menemen Olayına verilen cevap bu iddiamızı doğrular niteliktedir. Atatürk’ün bu yaklaşımıyla ordu, Kemalist ideolojiyi içselleştirmiş ve sonradan bu ideolojinin yeniden üretilip yorumlanmasında baş aktör rolünü oynamıştır. Ordunun bu tutumu Kemalizm’den aldığı güçle kendisini siyaset üstü olarak görmesini sağlamıştır. Bu ise Cizre’ye göre ordunun siyaset dışı ve üstü olarak sürekli siyasete müdahale edebilmesi için önemli bir kapasite ve alan yaratmıştır (Cizre, 2001: 156). Bir bakıma ordu gündelik siyasetin değil de “yüksek siyasetin” öznelliğine yönelmiştir. Fakat kabul edilen bu kanun, ilk başlarda ordu mensuplarını siyaset sahnesinin dışında tutmuş olsa da daha sonraları çok partili hayatta, ordunun siyaset sahnesindeki aktif yeri için temel dayanak noktasını teşkil edecektir. Dolayısıyla buradan şu sonucu çıkarmak yanlış olmayacaktır. O dönemde askeri, siyaset sahnesinin dışında tutan güç, TBMM’de kabul edilen kanunlardan değil bizzat ordu içinden gelmiştir. Bunda daha önce bahsedildiği gibi Atatürk ve İnönü’nün askeri geçmişleri yanı sıra uzun bir süre Erkan-ı Harbiye Umumi Reisliğini yürüten Fevzi Çakmak’ın rolü büyüktür. Keza Atatürk’e muhalif olarak görünen Ali Fuat Cebesoy, Kâzım Karabekir, Refet Bele, Cafer Tayyar Eğilmez’in yargılanmalarının ve ordunun Atatürk’e topyekûn sadakatini sağlamada sürekli bir etki yaratmasının da hissesi olduğu vurgulanmaktadır (Hale, 1996. 76). Bu süreçte orduya iç işleyişi hakkında özerklik tanınmakla birlikte gerek yukarıda sözünü ettiğimiz yasal düzenlemeler gerekse askerlik eğitiminin içeriği ve askerî harcamalardaki kontrol sayesinde ordunun siyasal alanda bir güç olarak ortaya çıkmasının önlenmesi amaçlanmıştır. Atatürk ve yakın arkadaşları için temel tercih ordunun siyaset dışında; ama “rejimin koruyucu bekçisi” olarak tutulması olmuştur. Atatürk’ün “ordumuz, vatanın ve rejimin koruyucusu olmakla kalmayıp en geniş ve hakiki mânâsiyle bir sulh âmili ve bir eğitim ve öğretim ocağı [olarak] Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir. Ordumuz; Türk topraklarının ve Türkiye idealini tahakkuk ettirmek için sarf etmekte olduğumuz sistemli çalışmaların, yenilmesi 112 imkânsız teminatıdır” (Küçük, 1969: 271,285) sözleri de bunu doğrulamaktadır. Onun döneminde parti ve ordu birbirinden ayrı değerlendirilmiştir. Rejimin liderleri siyasal iktidarın kaynağını ulusun iradesine dayandırmış, temel kurumlar olarak parti ve parlamento vurgulanmış, ordu da rejimin güvencesini sağlayacak bir araç olarak anlamlandırılmıştır (Kahraman, 2012: 40). Bir başka deyişle ordunun sivil denetim altında tutularak siyasetten arındırılması gerçekleştirilmiş, “sivil kontrol” sağlanmıştır. Siyasal iktidarın güçlenmesinde temel dayanak ise, ordudan gelen, kurucu karizmatik liderlik ve bu liderliğin denetimindeki parti ve parlamento olmuştur. Kısacası 1923-1938 döneminde ordu güçlü liderlik, güçlü parti, güçlü parlamento ve hükümetler karşısında kışlasında kalmayı yeğlemiştir. Özdağ ise Atatürk dönemine, “askersiz militarizm” demektedir. Çünkü bu dönemde TSK, siyasete siyasal iktidardan bağımsız olarak değil, kendisini özdeşleştirdiği siyasal iktidarın emrinde siyasal yaşamın içinde yer almıştır (Özdağ, 2006: 43). Keza yukarıda bahsedilen isyanlara karşı verilen cevaplar da Özdağ’ı doğrular niteliktedir. Siyasetin içindeki bu varoluş İnönü döneminde kendisini daha yakın hissettirecektir54. Keza bunun belirtileri Atatürk’ün ölümüyle İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanı seçildiği üç günlük arada kendisini göstermiştir. Atatürk’ün üst üste dört kez Cumhurbaşkanı seçilmesi ordu için gurur duyulacak bir ayrıcalık olmuş, asker daha sonra gerçekleştirilecek olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde karar koyucu olarak aynı ayrıcalığı yaşamak istemiştir. Atatürk’ün hastalığı zamanında ordu mensuplarının Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak başkanlığında toplantılar düzenleyip devletin geleceği ile ilgili görüş alışverişinde bulunmaları, ordunun siyaset üzerinde belirleyici olacağını göstermekteydi. Dönemin Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’a göre Atatürk kendisinden sonra Cumhurbaşkanlığı makamına Mareşal Fevzi Çakmak’ın geçmesini istemiştir (Özdemir, 2007: 99). “Elbette bunda söz ve seçim hakkı sadece milletin ve onun mümessili olan TBMM’nindir. Yalnız ben (Atatürk) bu meseledeki mütalaamı ifade edeceğim. Evvela akla İsmet Paşa gelir; evet! O, memlekete büyük hizmetler ifa etmiştir. Fakat nedense umumun sempatisi kazanamadığı görülüyor. Bu yüzden durumu pekte cazip olmasa gerek. Bir de Mareşal Çakmak var. O, hem memlekete büyük hizmetler etmiş hem de herkesle iyi geçinmiş, salahiyet prensiplerinin Hale (1996: 79-80) de Özdağ ile benzer düşüncelerden bahsetmektedir, ona göre tek parti dönemi Türkiye’sinde askeri bürokrasi siyasetin tamamen dışında kalmamıştır. Bu dönemde ele alınan devletçi sınaî kalkınma planlarının formülasyonunda askeri değerlendirmelerin de rol oynadığı görülmektedir. Bunda Mareşal Fevzi Çakmak’ın muhafazakâr tutumu çok etkili olmuştur. Nitekim Demir Çelik Sanayinin Karadeniz Ereğli’sine değil de Karabük’te kurulması, Doğu ve Güneydoğu illerine sanayi hamlelerine ve yol yapılmasına karşı çıkılması, yine doğu illerinde okulların açılmasına engel olunması gibi düşünceler sırf askeri savunma gerekçeleri yüzünden alınmış kararlardır. 54 113 mütalaalarına dair kıymet vermiştir. Kimse ile çekişme halinde değildir. Bu itibarla bence, devlet başkanlığı için en münasip arkadaş odur” (Özdemir, 2007: 99). Asım Gündüz ise anılarında Celal Bayar’ın Fevzi Çakmak’a teklifte bulunduğunu; ancak Mareşal’in “hayır Celal Beyefendi, ben politikadan uzak, ordumla sizlere yardımcı olacağım.” (Gündüz, 1973: 217) diyerek teklifi geri çevirdiğini belirtmiştir. Orduya göre kararı Atatürk’ün kurduğu Millet Meclisi vermelidir. Zira TBMM’den milletvekillerinden oluşan bir grup heyet, Atatürk’ün rejimi koruma görevini verdiği ordunun komuta merkezi Genelkurmay’a giderek ordunun cumhurbaşkanlığı konusundaki düşüncelerini öğrenmek istemişlerdir. Genelkurmay ise Meclisin üzerinde bir kuvvet tanımadığını, bunun için de herhangi bir tavsiyede bulunmayacaklarını, Meclisin en isabetli seçimi yapacağını ifade etmiştir” (Gündüz, 1973: 217). Cumhurbaşkanının kimin olacağına Meclisin karar vereceği beklenirken, Birinci Ordu Komutanı Fahrettin Altay Mareşal’in bu tavrına karşı çıkmış, gerekçesini de kolordu ve tümen komutanlarıyla yaptıkları toplantıda İnönü’nün Cumhurbaşkanlığının daha hayırlı olacağına karar verdiklerini söyleyerek, “Cumhurbaşkanlığı makamı rastgele bir kişinin getirileceği bir makam değildir” diyerek dile getirmiştir. Ona göre Türkiye, özellikle dış politikada çok ciddi sınavlarla karşı karşıyadır, her an bir savaşın patlama ihtimali vardır ve bu kritik zamanda Türkiye’nin başında kuvvetli birisinin olması gerekir, buna en uygun aday da İnönü’dür. Fahrettin Altay’ın bu düşünceleri Asım Paşa tarafından Fevzi Çakmak’a anlatılmış ve Çakmak da Altay’a hak vermiştir (Gündüz, 1973: 217218). Yani bir nevi Genelkurmay ikna edilerek askerin kurum olarak etkili tavrı ortaya konmuştur. Bu tecrübe kurucu ve koruyucu unsur olarak ordunun, Atatürk’ün yokluğunda, gerekirse siyasete müdâhil olacağını da ortaya koymuştur. Nitekim eski bir komutan ve Atatürk’ün yakın arkadaşı olan İsmet İnönü’ün cumhurbaşkanı olmasının ordunun onayıyla gerçekleşmesi, ordunun rejim üzerindeki somut ağırlığının en can alıcı göstergesidir. Fevzi Çakmak’ın İnönü’ye olur vermesinde Atatürk ile beraber geçmişteki birlikteliklerinin önemli bir rolü vardır. Cereyan eden bu olaylar sonucunda Mecliste yapılan oylamada 323 oyun 322’sini alan İsmet İnönü Türkiye’nin II. Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Hemen akabinde “Atatürk’e Türkün Atası unvanıyla verilen Ebedi Şefliğin yerine ikinci adam konumundaki İnönü’ye Meclis kararıyla “Milli Şef” unvanı verilmiştir” (İba, 1998: 154). 114 2.2.2- Koruyucu Anlayışın Oluşumunda İnönü’nün Rolü Cumhuriyet Türkiye’sinde Atatürk’den sonra siyasete yön veren İsmet İnönü’nün siyasi yaşamında, Atatürk’ün siyaset tecrübesini görmek mümkündür. Yönetimi boyunca farklı siyasi tercihleri ortaya koyan İnönü, bir taraftan demokrasiye olan bağlılığını dile getirirken diğer taraftan ordu ile ilişkisini “koruyucu bir bakış açısı” anlayışıyla sağlam tutmuş, ordu üzerindeki hâkimiyetini kaybetmek istememiştir. Onun bu düşüncesinde Osmanlı’nın son dönemlerindeki Batılılaşma çabaları ile İttihat ve Terakki düşüncesi daha fazla iz bırakmıştır. Her konuda ağırlığını koyma eğiliminde olan İnönü, zamanla bir “hükümet adamı” olarak belirmiştir (Aydemir, 1999: 21). Kendi damgasını otoriter bir biçimde bürokrasiye de vurmuş (Karaosmanoğlu, 1984: 166), devlet mekanizmasını bürokratlaştırmıştır. Bir Türkiye araştırmacısı, Atatürk’ün Cumhuriyet reformlarına giriştiği dönemde (1920’leri ikinci yarısı), İnönü’nün “reformların güçlü, fakat hassas makinasında[ki] temel dişli” olduğunu söylemiştir (akt. Heper, 1999: 122). Cumhuriyetin laboratuvarı sayılan II. Meşrutiyet döneminde yetişen İnönü, İttihat ve Terakki üyeliğinin kısa olması ve çok da bilindik bir üye olarak tanınmamasına rağmen İttihat ve Terakki’nin yönetim geleneğinden etkilenmiştir. Kendisini İttihat ve Terakki üyeliğine taşıyan ülke şartlarını ve örgütün gerekliliğini İnönü; “Umumi çöküntünün ıstırabı sâri (bulaşıcı) ve müstevli (salgın) bir halde idi. Genç Mülkiyeliler bizimle aynı kaygıyı paylaşıyorlardı. 1907 nihayetine doğru memleket endişesi yeni bir istikamette belirmeye başlamıştı. Bu istikamet kurtuluş ihtiyacı idi. Çare de Kanun-i Esasi’nin tatbik edilmesi idi. Bunlar gizli gizli; fakat her yerde her toplantıda konuşuluyordu (…) Memleketin farklı kesimlerinde aynı dertler ve ıstıraplar süratle, bir siyasi toplanış ve toparlanış niteliğini andırıyordu” (Atay, 2004: 42) sözleriyle dile getirmiştir. Duyulan bu ihtiyaç İnönü’nün İttihat ve Terakki üyeliğini getirmiştir. Üyeliğinde her rütbede subayın bu hareketin içinde görünmesi ve Fethi Bey’in Selanik’ten yazmış olduğu mektuplar İnönü’ye tesirli olmuştur. Konuyla ilgili olarak İnönü; “Benim İttihat ve Terakki üyeliğine girişim şöyle oldu: Bir gün Selanik’ten esas sınıfı süvari olan Refet Bey adında bir jandarma yüzbaşısı geldi, beni buldu. Fethi Bey’den bana bir mektup getirmişti. Mektupta Yüzbaşı Refet Bey’e güvenmem ve inanmam için ne lazımsa yazılı idi. Görüştük, Refet Bey bana İttihat ve Terakki hakkında izahat verdi. Cemiyet’e giriş usullerini anlattı. Cemiyet’in nizamnamesini verdi. Bundan sonra gizli bir cemiyet’in mensubu olarak çalışmalara başladım. Hayatımda ilgi kurduğum, mensup olduğum tek gizli ve kapalı cemiyet, İttihat ve Terakki olmuştur. Fethi Bey ile emniyetli bir şekilde mektuplaşabilmek için kısa bir şifre tespit etmiştik. ‘Padişah’ kelimesi ‘İhtilal’ manasına; ‘Sadakat’, ‘Meşrutiyet’; ‘Ubudiyet ’de ‘Hürriyet’ manasına geliyordu (Selek, 1992: 39) demiştir. 115 Orduda meydana gelen kıpırdanmalar ve vatan adına duyulan endişe, çoğu subay gibi İnönü’yü de endişeye sevk etmiş olacak ki kendisi İttihat ve Terakki’ye katılmıştır. Keza II. Meşrutiyeti getirenler köken itibariyle mektepli subaylardı ve İnönü’de mektepli bir subay olarak olaylara tarafsız kalamamıştır. Selanik’te gerek 1908 Devriminde gerekse 1909’da Hareket Ordusu bünyesinde yer almış olan Atatürk ile görüşmüş olan İnönü’nün “çok hareketli bir muhitten getirdiğim duyguları toplamaya ve düzene koyarak anlatmaya çalışıyordum. İşittiklerim ve yaşadıklarım İstanbul’da ve Edirne’de açığa vurulması mümkün olmayacak derecede taşkındı” (Selek, 1992: 42) sözleri heyecanını ortaya koymaktaydı. İnönü’nün gerek İttihat ve Terakki örgütüne karşı duyduğu heyecan gerekse muhaliflerin çıkarmış olduğu 31 Mart isyanına vermiş olduğu tepki55, onun sahip olduğu ruh halini özetlemektedir. İnönü hem Balkan Savaşlarının kaybedilmesini hem de “dini tahrikler üzerine uyandırılmış kanlı bir irtica vakası” (Cihan ve Tekin, 1998: 17) şeklinde tanımladığı 31 Mart Vakasının orduyu ikiye böldüğünü söylemiş bunu da; “31 Mart’ı her hatırladığım zaman bir büyük binanın yıkıldığını görürüm. Bu facia yeni kurulan büyük ümitlerle dolu Meşrutiyet rejimini, hemen sekiz ay sonra aksi istikamete yöneltmeye sebep olmuştur. İç idaremizde bir vehim ve emniyetsizlik havası girmiş, bu havayı tasfiye etmek bir daha mümkün olmamıştır. Kurulan Örfi İdare ve Divanı harpler sonuna kadar baki kalmıştır” (Selek, 1992: 54) diyerek ifade etmiştir. Ordunun siyasete karışması anlamında önemli bir hareket olan 31 Mart Vakası İnönü’nün hayatında olumsuz ve önemli bir yer edinmekle kalmamış, kendisinin sivilasker ilişkilerine dair düşüncelerinin de şekillenmesine katkıda bulunmuştur. Askerlerin siyasete karışmaları konusundaki soruna dikkat çekmeye çalışan ve Atatürk ile aynı fikirde olduklarını dile getiren İnönü, Atatürk ile İttihat ve Terakki’nin ileri gelenleriyle görüştüklerini, ordunun siyasetten ayrılmasının mutlaka lazım olduğunu anlatmaya çalıştıklarını, görüşmeye gelen kişilerin bu fikirlerden etkilendiklerini; ancak teşebbüslerinden bir netice alamadıklarını üzülerek ifade etmiştir (Selek, 1992: 55). Ordunun siyaset sahnesinin dışında kalması düşüncesini İttihat ve Terakki’nin 1909’da Selanik’te gerçekleştirmiş olduğu kongrede görmekteyiz. Kongrede bu konudaki önerileri muhatapları tarafından dikkate alınmayınca hem Atatürk hem de İnönü İttihat ve Terakki ile ilişiklerini kesmişlerdir (Turan, 2000: 19). 55 İsmet İnönü 31 Mart Vakası’nı bastıran Hareket Ordusunda görev almıştır (Demirel, 2009: 126). 116 İnönü, Atatürk’ün ölümünden sonra gerek demokrasi gerekse asker-sivil ilişkilerinde Atatürk’le benzer uygulamalar içerisinde olmuştur. İnönü bir yandan demokrasiye inanmış, ona olan güvenini vurgulamış, farklı mecralarda bu arzusunu dile getirmiş, diğer yandan da orduyu kendi tarafında tutmak istemiştir. Özellikle çok partili hayat tecrübesinde sergilemiş olduğu tutum ile 1960 darbesi ve 1971 muhtırasında orduya yakın durmuş ve ordu müdahalesinden sonra siyasal ve yönetsel alanda etkin rol üstlenmiştir56. İnönü-ordu ilişkisinde öne çıkan unsur güvendi. Öncelikle, İnönü ordudan geldiği için orduyu anlıyordu ve asker üzerindeki kişisel otoritesi ve saygınlığı vardı. Aradaki bu dayanışmayı sağlayan şeyin başında İnönü'nün devlet kuruculuğu özelliği gelmektedir. Bir askeri darbenin İnönü'ye karşı yapılacak olması, içinden ihtilale taraftar subayları bile vicdan muhasebesine itmesinin yanında, kışkırtma ve yönlendirmelerin etkisini olabildiğince azaltıyordu (Toker, 1992:119-120). Nitekim Heper’e göre İnönü, ordu için vazgeçilmez bir siyasi karakter olarak görülmüş, ordunun 1960 darbesinden sonra kışlasına dönmesinde İnönü’nün tutumu etkili olmuştur (Heper, 1999: 228). İnönü, 1960 darbesi sonrasında da koalisyon hükümetinin başbakanı iken Talat Aydemir'in 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963'de iki kez askerin niyetlendiği müdahale girişimini bizzat kendisi engellemiştir. Sergilemiş olduğu bu tavırlar onun demokrasiye olan bağlılığının bir sonucu olarak değerlendirilmektedir. Atatürk gibi İttihat ve Teraki’nin siyasi atmosferinden etkilenmiş olan İnönü, ordunun siyasetten ayrılması hususunda da Atatürk’le aynı fikre sahipti. Nitekim bu konuda sarfetmiş olduğu “biz beraber başbaşa kaldığımız zamanlarda Atatürk ile konuşur demokrasi hakkında çareler arardık. Devlet mekanizmasını tek insanın kaderine bağlayan sistemden mutlaka sıyrılmalıdır (…) tek parti rejimleri, normal demokrasi usulleri ile idare şekline intikal edmedikleri, hiç değilse bu zaruri olan intikali tam zamanında yapamadıkları için yıkılmışlardır” (Heper, 1999: 117) sözleri bunu doğrulamaktadır. İnönü, Atatürk gibi bir yandan demokrasiye olan ilgisini ortaya koyarken diğer taraftan da koruyucu, seçkinci bir anlayışa sahip olduğunu da dile getirmiştir. Nitekim demokrasi konusunda çeşitli denemelerin yapılabileceğini belirten İnönü, ortaya çıkabilecek olumsuz sonuçlardan etkilenilmemesi gerektiğini “çocuğumuzu iyi bir nişancı yapmak isteriz, ona yalnızca nazari bilgiler vermekle bu maksada ulaşamazsınız, eline silah verecek, nasıl nişan alacağını söyleyeceksiniz; attığı ilk kurşun, hedefin 1960 ihtilali sonrasında koalisyon hükümeti başbakanı olmuş, 1971 muhtırasından sonra da Nihat Erim'i destekleyerek Başbakan yapmıştır. 56 117 yanındaki canlı bir mahlûku öldürebilir. İkinci, üçüncü… beşinci kurşunlar bir komşusunun camını kırabilir yahut bir çatının bacasını yıkabilir. Ama eninde gecinde tam isabet yapacak ve iyi bir nişancı olacaktır. Halkı demokratik düzene alıştırmak için bu usulü kullanmaktan başka çare yoktur (Heper, 1999: 124-125) diyerek nişancı örneğiyle dile getirmiştir. İnönü’ye göre ülkeyi yönetenler genel çıkarlara dikkat ederek, halkın refahını gözetmenin önemini kavramalıdırlar. Genel çıkarlar halkın vicdanıyla özdeş olduğu için de devlet demokratik olmalıdır. Ancak ona göre halkın vicdanında yeşeren bu genel çıkar, ancak aydınlar tarafından gözetilebilecek bir genel çıkardır (Heper, 1999: 122). Koruyucu ve seçkinci bir ifade biçimi olan bu yaklaşımı İnönü, “bizler kurmay subaylardık, her şeyi aramızda konuşur, yargılara varır, sonra çevreye ve üsttekilere yukarıdan aşağı bakardık. Şimdi de yine kurmay subaylar vardır. Bizim bu işimiz onların arasında konuşulmaktadır ve yargılara varılmaktadır. Ülkenin bir aydın düşünürleri vardır, onları hesaba katmak zorundasın” (Heper, 1999: 122) diyerek Atatürk’e tavsiyelerde bulunmuştur. Merkeziyetçi ve devletçi seçkinci bakış, Atatürk gibi İnönü yönetimine de yansımıştır. Keza 1930'larda ekonomik tartışmalar, devletçilik temelinde gerçekleşmiştir. İnönü yönetiminin temel özelliği olan bu devletçiliğin İttihat ve Terakki'nin uygulamalarından kaynaklandığı ileri sürülebilir57. İnönü, Atatürk’ten sonra kendi çizgisini ülke yönetiminde hâkim kılmış, iktidarını sağlamlaştırmıştır. Bu amaçla, İnönü kendisine problem yaratanları dışlamış, Atatürk döneminde muhalefette kalan ve kapatılan TpCF’nın üyeleri ve İzmir Suikastı ile siyasal alandan tamamen uzaklaşmak zorunda kalan Millî Mücadele'nin önde gelen kişileriyle yeniden temas kurmuş, onları yeniden kazanarak uzlaşmaya çalışmıştır (Hanioğlu, 1985: 57). Parti, hükümet ve meclis içerisinde yakın çalışma grubunu kendisi kurarak onların bütün karar ve uygulamalarından haberdar olmuştur. Parti Meclis Grubunun çalışmaları, Milli Şef’ten bağımsız gerçekleşmemiştir. Müzakerelere İnönü de çok yakın alaka göstermiş ve onları takip etmiştir. "Döneme damgasını vuran İttihat ve Terakki savaşla birlikte ülke ekonomisiyle yakından ilgilendi. Ekonomiye müdahale etti, yönlendirdi. Devlet ilk kez bu savaşta ekonomiyle bütünleşti. Cihan Harbi'nin olağanüstü koşulları Osmanlı topraklarında da yaşandı. Osmanlı'da ilk kez devlet iktisadiyatı anlayışı doğdu. Türkiye'de devletçilik işte bu savaş yıllarında yeşerdi. İttihat ve Terakki devletçiliği ülkeye getirdi", bkz. (Toprak, 1982: 345-351). İttihatçılar modern anayasal ve merkeziyetçi bir devletten yana olmakla birlikte, devlet tekeli sistemini ve ekonomi üzerinde devlet denetimini de inançla savunuyorlardı (Ahmad, 1985: 32). 57 118 Atatürk döneminde olduğu gibi İnönü de tek karar alıcı pozisyonda olmuştur. Parlamentonun üstünlüğü ilkesi şekil olarak kalmış, parlamento dışında iktidarın bütünsel bir şekilde kullanılması “şeflik sistemiyle” sağlanmış, yürütmenin yasama organı üzerindeki hâkimiyeti sağlanarak, meclis hükümeti sistemi (kuvvetler ayrılığı prensibini reddederek) devam ettirilmiştir. Siyasi iktidarın icrası, rejimin kurucu ve kollayıcıları olan dar bir oligarşinin elinde toplanmıştır (Demirci, 2010: 115-119). “Bu açıdan İnönü dönemi seçkinci söylemin deposu” olarak görülmüştür. “Devleti biz kurduk, demokrasiyi de ancak biz idare ederiz bakışıyla karikatürize edilebilecek bir seçkinliktir bu” (İnan, 2015: 265). Bu dönemde TBMM’deki oylamalarda hiçbir aleyhte (kırmızı) ya da çekimser (yeşil) oy çıkmayacak, önemli, önemsiz bütün kararlar oybirliği ile alınacak ve bu hal Milli Şef döneminin yıllarca süren önemli bir karakteristiği olacaktır (Goloğlu, 1974: 9). İnönü sadece yasama alanında değil, devleti temsil eden her kurumda üstünlüğünü göstermiştir. Yapılan kimi atamalarda da bunun örnekleri görülmüştür. Koçak’a göre İnönü daha çok güven bunalımlarının yaşandığı durumlarda ‘kişi harcama’ modelini tercih etmiştir. Bu doğrultuda Cumhuriyet tarihinin değişmez Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak58 12 Ocak 1944’te, asli işini yapamadığı için, 68 yaşında emekliye ayrılmış, yerine Orgeneral Kâzım Orbay atanmıştır59. Aydemir bu tasarrufu Çakmak’ın bürokrasideki etkisine bağlamaktadır. Nitekim ona göre Mareşal Atatürk döneminde olduğu gibi İnönü döneminde de itibar görmüştür. Mesela Genelkurmay Başkanı olarak ziyaretleri kabul eder; fakat ziyaretleri iade etmezmiş, bir nevi devletin askerî başkanı gibi davranmıştır (Aydemir, 1999, C.2: 451). Bu tasarrufla İnönü ordu üzerindeki siyasi egemenliğini ve otoritesini arttırmıştır. Orduda meydana gelen bu değişimin taçlandırılması ise 7 Haziran 1944 tarih ve 4580 sayılı Genelkurmay Başkanlığının Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’yla yapılmıştır. Söz konusu kanunla Genelkurmay Başkanlığı kendi bağımsız konumunu kaybedip başbakana karşı (barışta) sorumlu hale getirilmiştir. Böylece asker, sivil otoritenin altına alınmış oluyordu. 1944 yılından sonra ordu Başkomutanlığı, 4550 no'lu kanunla, yeniden düzenlenmiş, özerkliği sona erdirilmiş DP ortada bir muhalefet partisi olarak belirince Mareşal bu partisinin listesinde yer aldı. Onun bu hareketini İnönü’ye karşı bir küskünlüğün ifadesi sayanlar haklıdırlar. Çünkü CHP’den de teklif almış; ancak bu teklifi nazikçe geri çevirmiştir (Aydemir, 1999, C.2: 449-450). 59 Belen, ordunun II. Dünya Savaşı sırasında asli işini yapamadığını, statik hale geldiğini bunun da Çakmak’tan kaynaklandığını belirtmektedir (akt. Cizre, 2006: 143). Orbay’ın ardından dört atama daha gerçekleştirilmiştir. Bu sayı bir istikrarsızlık gibi görünse bile, ordunun alt kademe komutanları açısından bakıldığında ordu içindeki terfi imkânının arttığını göstermekteydi. Orduda yükselme imkânı uzun yıllar sonra yeniden mümkün hale geliyordu (Koçak, 2015: 88). 58 119 ve Başbakanlığa bağlanmıştır (Özdemir, 1991: 53). 1949 yılından sonra ise Başkomutanlık 1960 yılına kadar Milli Savunma Bakanlığına bağlanmıştır. Ordu yapılan bu düzenlemelere tepki vermemiş, İnönü’nün Cumhurbaşkanı olarak devletin başında bulunmasını kendisi için yeterli görmüştür. Nitekim ordu için İnönü’nün ehemmiyeti dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Salih Omurtak’ın 1948 yılında yayımlamış olduğu “Çok sayın Cumhurbaşkanımız ve Yüce Bağbuğumuz, Kara, Deniz ve Hava ordularımızın komutan, subay ve aratı adına yeni yıllarını en derin tâzim ve itaatle kutlar, büyük Şefimizin, ordumuzun ve azizi Türk vatanının başı üstünde her zaman şan ve şerefle ışık vermelerini ulu Tanrı’dan dilerim” (Koçak, 2015:135) şeklindeki yeni yıl mesajından da anlaşılmaktadır. Orduyu sivil idare altına alma girişimine 1949'da çıkarılan 5398 Numaralı Kanun'la devam edildi. Genelkurmay Başkanlığı Millî Savunma Bakanlığı'nın bir dairesi konumuna getirildi. Genelkurmay başkanı artık Milli Savunma bakanı’nın teklifi ile atanabilecekti (Erdoğan, 1997: 277). Daha 1948 yılında CHP Seyhan Milletvekili Sinan Tekelioğlu, Hasan Saka Hükûmeti’nin programının görüşülmesi sırasında, Mecliste yaptığı bir konuşmada, MSB’den de söz etmiş ve bakanlığın adının değiştirilmesi gerektiğini “Bakanlığa Genelkurmay Bakanlığı adı verilmeliydi ya da Genelkurmay Başkanlığı MSB’ye bağlanmalıydı. Hiçbir devlette böyle bir teşkilât yoktu (…) Parayı sarf eden MSB, bütün mesuliyet onun omuzları üzerinde [idi]. Öteki yapacağını yapar [dı] ve hiçbir mesuliyeti yoktu.” Tekelioğlu, “Genelkurmay [Başkanlığı] kumandaya salâhiyetli midir?” diye soruyor ve ardından hemen yanıtını veriyordu: “Evet, anayasa böyle yazıyor. Tabiî bu yazı ile olmaz. Genelkurmay [Başkanlığı], yalnız eğitim vazifesi gören bir müessesedir [ve] o yalnız mütâlaa dermeyan eder. Fakat kumandayı ve icrayı yapan Millet Meclisi dolayısıyla MSB’dir (…) Biz de dostumuz olan Amerika devletine benzeyelim”60 sözleriyle ifade etmiştir. 1948 yılında Meclis’te tartışılan bu konu 1949’da da müzakare edilmiş ve Genelkurmay Başkanlığı’nın Millî Savunma Bakanlığı’na bağlanması hususundaki kanun teklifi Meclis’te görüşülerek yasalaşmıştır61 (30 Mayıs 1949/96. Birleşim). Yasa tasarısına Diyarbakır Milletvekili İhsan Hamit Tigrel, “(…) Millî Savunma Bakanı 60 Bkz.https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c006/mm__03006104ss0132.pdf (10.03.2016). 61 Bu değişiklikten önce savunma bütçesi Genelkurmay Başkanlığı tarafından saptanır ve TBMM’ye formalite olarak gönderilir üzerinde tartışma yapılmazken, 1949 yılında yapılan değişiklik sonrasında söz konusu bütçe hakkında yoğun tartışmalar yaşanmış, askeri konularda eleştiriler getirilmiştir (Koçak, 2015: 118). 120 intihabı bugünkü şekilde devam ettiği ve Millî Savunma Müsteşarının da sivil olması düşüncesi tahakkuk eylediği takdirde, orduya siyaset karıştırılmış olacağı ve bunun ise memleket için hayırlı olmayacağını62 [düşünmekteyim]” diyerek Genelkurmay Başkanlığının Millî Savunma Bakanlığına bağlanmasına karşı çıkmıştır. Milli Savunma Komisyonu Sözcüsü Hatay Milletvekili Eyüp Durukan; “Bir müddet Genelkurmay Başkanlığının Başbakanlığa bağlanması da yine arkadaşlarımın ve hepimizin bildiği gibi ortadaki ikiliği kaldırmamıştır, daima bir ikilik mevcut kaldı. Arzu edilen; bu ikiliği ortadan kaldırmak ve anayasamızın 40. maddesinin birinci fıkrası mucibince ordunun Başkumandanlık sıfatını haiz olan Büyük Millet Meclisine karşı hesap verecek bir sorumlu makama bağlanması düşünülmüş. Başbakanlığa bağlanması bunu temin etmediği için, nihayet Millî Savunma Bakanlığına bağlanmasının en elverişli bir şekil olduğu Askerî Âli Şûraca da tensip edilmiş, münasip görülmüş ve bu tensip üzerine Hükümetçe bu şekilde kanun tasarısı hazırlanmıştır (…) Biz, bunları [Kara, Hava, Deniz Komutanlıklarını] anayasa içinde ve ona uygun olarak Genelkurmay Başkanlığına ve Genelkurmay Başkanlığını da Millî Savunma Bakanlığına bağlıyoruz. Bu suretle Millî Savunma Bakanlığı iki koldan ibarettir. Birisi, Genelkurmay Başkanlığı, ona bağlı olarak da kara, deniz ve hava kuvvetleri Komutanlıkları. Diğer taraftan Millî Savunma Bakanlığı müsteşarlığı. Bunların her ikisinin de vazifesi; taksim edilmiştir. Her ikisi de Millî Savunma Bakanına karşı mesuldür. Millî Savunma Bakanı da bunların hepsinden Yüksek Meclise karşı sorumludur (…) Bu teşkilâtı kabul etmekle orduya ve memlekete büyük hizmet etmiş olacağız. Ve ordumuzu en modern ordular gibi bir teşkilâta mazhar edeceğiz. Ordunun Başkumandanı olan Meclis her an ordu hakkında hesap almak ve ona dair sual tevcih etmek imkânları temin edilmiş olacaktır”63 diyerek madde hakkındaki savunmasını yapıp önerge konusunda destek istemiştir. Milli Savunma Komisyonu Hatay Milletvekili Eyüp Durukan’ın bu düşünceleri sivil bir anlayışa geçiş bağlamında değerli olmakla beraber, daha çok uluslararası bağlamda dönemin şartlarını da göz önüne almak gerektiğini vurgulamaktadır. Söz konusu kanunun gerekçesi ise; “Bugün bütün devletler harp hazırlıklarını, topyekûn millî savunma esasına istinat ettirmektedir (…) Bizde, bugünkü topyekûn millî savunma çalışmalarına esas olan, 1931 tarihli Millî Seferberlik Yönetmeliği ile çoğu, İkinci Dünya Harbi başladıktan sonra bu konuda yapılmış olan yönetmeliklerdir. Bunlar tamamıyla eskimiş olup maksadı sağlamaktan uzak bulunmaktadırlar (…) Bütün Devlet teşkilatıyla özel kurumların topyekûn millî savunma çalışmalarını organize edecek ve bütün çalışmaları bir elden idare ve devamlı surette koordine edecek bir (Millî Savunma Yüksek Kurulu)’na olan kesin ihtiyaç sebebiyle ilişik kanun tasarısı hazırlanmıştır”64 62 Bkz. https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d08/c019/tbmm08019096.pdf (17.08.2015). 63 Bkz. https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d08/c019/tbmm08019096.pdf (17.08.2015). 64 Bkz.https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d08/c019/tbmm08019096.pdf (17.08.2015). 121 şeklinde ifade edilmiş, mevcut kanunun yetersizliğinden hareket ederek modern ülkelerin özellikle de 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki uygulamalarının söz konusu kanun tasarısına örnek teşkil ettiği vurgulanmıştır. Bu önemli değişikliğe karşı ordudan hiçbir tepki gelmedi. Bunun nedeni ise, ordunun değer verdiği İsmet İnönü'nün yönetimin başında olması kadar (Dursun ve Yurttaş, 2006: 229) İnönü’nün orduya olan bakışından kaynaklanmaktadır. Nitekim Cumhurbaşkanı İnönü’nün Harp Okulu konuşmasında sarf etmiş olduğu “ikinci sınıftaki Harbiyeli, birinci sınıfa nazaran cumhurbaşkanlığına bir yıl daha yaklaşmıştır” sözleri onun gözünde orduya verdiği değeri ifade etmektedir (Çelikoğlu, 2010: 17). Başgil’e göre, Milli Şef’in orduya karşı yakın duruşu, ordu içinde Fevzi Çakmak’a bağlı subaylar arasında memnuniyetsizlik uyandırmış ve siyaset Atatürk’ün ölümünden sonra ilk defa kışlaya sokulmuştur (Başgil, 2006: 157). İnönü’nün bu tavrının, yani Genelkurmay Başkanlığı’nın Savunma Bakanlığına bağlama düşüncesinin, iki nedeni olduğu düşünülebilir. Bunlardan ilki Türkiye’nin Batı Bloku’nu tercih etmesi ve sistemini ona göre reforme etmesi, diğeri ise Çakmak’ın emekliye ayrılmasından sonra ona bağlı olan subayların etkisini kırmak olabilir. Neticede ordu yapılan bu düzenlemeyle neredeyse elli yıl sonra hükümetin denetimine tabi kılınmıştır. Heper ise İnönü’nün bu tutumunu onun demokrasiye olan inancına bağlamaktadır. Ona göre İnönü, demokrasinin erdemlerine inanmış, Türkiye’nin demokratik bir siyasal sisteme sahip olmasını arzulamıştır. Onun içindir ki halkın, hakları ve sorumlulukları konusunda açık fikirlere sahip olmasını istemiş, yukarıdan aşağıya empoze edilen konsesusa dayalı bir siyasetten çok, rekabetçi siyaseti tercih ederek gerçeğin ancak karşılıklı görüş çatışmaları ve alışverişleriyle belirlenebileceğini belirtmiştir (Heper, 1999: 126-127). Başgil’e göre ise İnönü'nün her ne pahasına olursa olsun gerek yasama gerekse ordu üzerinde iktidarda kalma yöntemi, pragmatist ve rasyonel bir uygulama olarak görünse de davranış en genel anlamıyla o dönem için tek parti ve tek adamlık geleneğinin tipik bir örneğidir. CHP onun döneminde Atatürk ilkelerinde devletçilik, laiklik ve milliyetçilik olarak sadece üçüne itibar etmiştir. Devletçiliği sadece iktisadi alanda değil siyasi alanda da tatbik etmek istemiş, hükümet otoritesini arttırmayı tercih etmiştir. Laiklik ise sadece din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak görülmemiş, Allah aşkının insan kalbinden söküp atmak için mücadele eden bir nevi materyalizm şeklinde görülmüştür. Ona göre dine karşı yakınlık beslemek bir gercilik alametidir. Dine karşı olanlar ise onun döneminde ilerici ve aydın olarak itibar görmüştür. Milliyetçilik ise onda 122 dil ile sembolize edilmiştir. İnönü Türkçeyi müzik gibi ahenkli bir dil olarak kabul etmiş, dilin yabancı dillerin istilasına uğradığını ortaya koyarak, dilin saflaştırılmasını, bilhassa Arapça ve Farsça gibi misafirlerinden ayıklayıp temizleyerek dile milli bir karakter vermek istemiştir (Başgil, 2006: 38-40). Özetle II. Meşrutiyetten sonra yaşanan kısa süre içerisinde İttihat ve Terakki kendine özgü tutum ve uygulamalarıyla Cumhuriyet dönemine intikal eden önemli; ama sorunlu bir miras bırakmıştır. Kendisinden olanlarla birlikte hareket edip olmayanları dışlayan, bu uğurda parti kapatıp, tecrübeli isimleri görevden uzaklaştırıp rejim bekçiliğini koruyucu bir refleksle savunan bu anlayış, yakın zamana kadar Türk siyasetinde etkili olmuştur. Batılılaşma ve modernleşme amacıyla yola çıkan ve modern anayasal merkeziyetçi bir devlet anlayışını benimseyen tek parti sistemi, ekonomi de dâhil olmak üzere her alanda devlet tekeli sistemi, itirazsız, tartışmasız lidere bağlılık ve kendisi gibi düşünmeyen muhalefete karşı tahammülsüzlük içermektedir. Atatürk hem ülkede yerli burjuvazinin bulunmaması nedeniyle modernleşme misyonunu sivil bürokrasiye ve orduya emanet etmiş hem de diğer taraftan kendi iktidarını sağlamlaştırma ve kendisine karşı oluşabilecek askeri de içine alan bir muhalefeti önleme adına askeri siyasetten arındırmayı başarmış, “sivil kontrolü” sağlamıştır. Fahrettin Altay anılarında İnönü’nün ordu üzerindeki hâkimiyetinden söz ederken bazı konularda örneğin II. Dünya Savaşı sürecinde İnönü’nün askerle fikir alıverişinde bulunup onların fikirlerinden istifade ettiğini söylese de (Altay, 1970: 503) özellikle iç politikada Atatürk’ün tavrına benzer bir tavır izlediği görülmüştür. Yeni bir tek adam olarak ordu dâhil tüm siyaseti elinde toplamıştır. 1950 sonrasında çok partili hayatta daha açık yaşanacak olan ordunun siyasete etkisi, Milli Şef döneminin siyasi atmosferinden beslenmiştir. Ordunun iktidarın bir parçası olduğu korumacı tavrı, süreklilik ve alışkanlık kazanarak kısa bir dönem (1944-1960) hariç 2000’li yıllara kadar sürmüştür. 2.2.3- Çok Partili Hayata Geçiş Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan 1946’da çok partili siyasal hayata geçişe kadar TpCF ve bizatihi Atatürk’ün teşvikiyle hayat bulan SCF, ülkede sınırlı plüralizm tecrübesinin yaşanmasını sağlamış olsa da her iki parti de birkaç aydan fazla varlık gösterememiş, [koruyucu kaygılarla siyaset alanından çıkarılmış] ve “bir aydınlar vesayeti devresi olan” (Tanör, 2010: 52) CHP otoriter tek parti idaresi hâkim olmuş, “merkez” siyasal hâkimiyetini devam ettirmiştir. Aslına bakılırsa Türkiye’de çok partili düzene geçişin ilk adım Nuri Demirağ tarafından 7 Temmuz 1945 yılında kurulmuş olan 123 Milli Kalkınma Partisiyle atılmıştır. Ancak Türkiye’de çok parti düzenine geçişin başlangıcı DP’nin kurulduğu yıl olan 1945 sonu kabul edilmektedir. Söz konusu kabulün nedeni, Türk siyasi hayatına hâkim olan devletçi tek parti anlayışının DP kurulmasından sonra tedricen liberal anlayışla değişmeye başlaması ve DP’nin kısa sürede elde ettiği halk desteğiyle güçlü bir toplumsal zemine erişmiş olmasıdır. CHP, iktidarın fiili hâkimi olduğu yıllarda dini inanç ve geleneksel değerlerle beslenen taşra kesimini dışlayan politikalarıyla geniş; fakat sessiz bir muhalif kitle yaratmıştı (Yazıcı,1997: 52). Benzer bir muhalefet anlayışı, CHP’nin kuruluşundan itibaren parti içinde de varlık göstermiş; ancak geleneksel değerleri savunan muhalif üyelerin zaman zaman ortaya koymuş olduğu tepkilere rağmen lider kadrosunun kararlı ve otoriter tutumu, devrim programlarının yürütülmesinde başarılı olmuştu. II. Dünya Savaşı’nın müttefiklerin galibiyetiyle biteceğini gören Türkiye, Japonya ve Almanya ile ilişkilerini kesmiş, 23 Şubat’ta savaş ilân etmiş ve devamında müttefikler tarafından 5 Mart’ta San Francisco Konferansı’na davet edilmiştir. Bu davetle Türkiye aynı zamanda Birlemiş Milletler’in kurucu üyeleri arasında yerini almıştır (Ahmad, 1976: 12). Türkiye’nin bu tavrı aynı zamanda savaş sonundaki yeni dünya düzeninde kendisinin de demokrasiyle yönetilen ülkelerden biri olacağının göstergesiydi. Türkiye’nin bu hareketinde Sovyetler Birliği’nin 19 Mart 1945 tarihinde Türkiye’ye bir nota vererek, 7 Kasım 1945’te sona erecek olan Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması’nı, II. Dünya Savaşı sırasında meydana gelen değişiklikler nedeniyle feshedeceğini bildirmiş olması da etkili oldu. Sovyetler Birliği’nin bu politikası Türkiye’yi İngiltere ve ABD’nin desteğini kazanma yoluna sürüklemiş ve savaş sonunda Türk dış politikası buna uygun biçimde şekillenmiştir (Karpat, 2010: 126-127). Bu şekillenmede II. Dünya Savaşı’nda sonra tüm dünyada otoriter ve totaliter rejimlerin önemini kaybetmeye başlaması, bunun yerine liberal ve demokratik değerlerin daha çok kabul gördüğü yeni bir anlayışın etkilerini, 1945’lerden itibaren hissettirmeye başlamasının da rolü etkili olmuştur. Turan Güneş’e göre demokrasi olarak anlamlandırılan bu anlayış, tarih boyunca gerek doğuşu gerekse gelişmesiyle, teoriyle, sistemleşmesiyle Türk tarihine tümden yabancı ithal bir akımdır (Güneş, 1983: 69). Yabancı olmasına rağmen Türkiye de bu akıma kayıtsız kalmamış, CHP içinde aynı değerleri savunan, ülkenin otoriter hukuk düzeninin değiştirilmesi gerektiğine inanan muhalif üyeler düşünceleri daha cesaretle ifade etmiştir. Bunlar arasında daha sonra DP’yi kuracak olan Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan gibi 124 isimler gelmekteydi. Söz konusu bu dört kişi Meclis grubuna Ticaret Bakanlığının bütçesinin görüşüldüğü sırada, 7 Haziran 1945’te, bir takrir65 sundular. DP’nin bu Dörtlü Takrir’i hayata geçirmesinde ülkenin CHP iktidarı zamanındaki karşılaşmış olduğu sosyal ve ekonomik sorunların da ciddi etkisi vardı. Aslına bakılırsa CHP bu sorunlarla baş etmek için piyasa üzerinde sıkı denetim mekanizmasını kaldırma veya gevşetme politikasını uygulamaya yönelmişti. Örneğin 1942 tarihinde çıkarılan Varlık Vergisi ve 26 Nisan 1944 tarihli Toprak Mahsulleri Vergisi Kanunu gibi kanunlar gibi. Muhaliflerin sunmuş olduğu bu takrir, CHP meclis grubunda gizli olarak görüşülmüş, demokratik talepler kamuoyunda hemen karşılık bulmuştu. Halk ve basın daha demokratik ve liberal düzenin yaratılması düşüncesinde hem fikirdi. Özellikle Vatan Gazetesi hükümete açık bir muhalif tutum içine giriyor, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü’nün hükümeti hedef alan eleştirel yazılarına yer veriyordu. Menderes ve Köprülü söz konusu muhalif yazılar nedeniyle partiden ihraç edilmiş, ihraç işlemini demokratik bulmayarak eleştiren Koraltan da kendisi gibi düşünen arkadaşlarıyla aynı akıbete uğramıştır. Takrirde dördüncü imzanın sahibi Celal Bayar da Basın Kanunu’nun haberleşme hürriyetini sınırlayan 17. ve 50. maddelerinin değiştirilmesine yönelik teklifinin Parti Meclis Grubunda reddedilmesi üzerine önce İzmir milletvekilliğinden daha sonra da CHP’den istifa ederek arkadaşlarının arasına katılmıştır. İsmet İnönü ise partisinin takındığı anti-demokratik tutumun aksine ülkenin demokrasiye olan inancını çeşitli platformlarda vurgulamaya başlamıştı. İnönü Cumhuriyetin nihaî hedefini Atatürk’ü örnek vererek açıklamıştır. Ona göre; “Atatürk idaresi rejim bakımından şu devrelere ayrılır: 1919-1920’ye kadar, millet bünyesi içinde, heyet-i temsiliye şeklinde idare, 1920-1926’ya kadar tam manasıyla partiler murakabesi altında idare, 1926’dan 1930’a kadar suikastları, isyanları bastırma devri. 1930’da durum elverir vermez muhalefet partisinin bizzat Atatürk tarafından istenmesi. 1930’dan sonra tekrar muhalefetsiz rejim zaruriyeti”. İnönü devamında şunları belirtmektedir, “Atatürk eğer sağlığı müsaade etseydi, belki de İkinci Cihan Savaşı’ından önce bile eserini tamamlayacaktı. Çünkü Atatürk temel kanaatte cumhuriyetin ve milletin hâkimiyetinin, iktidar ve muhalefet partileri rejiminde olacağına yürekten inanmaktaydı. Demokratik rejim, Atatürk idaresinin amacı olmuştur. Atatürk idaresi demokratik rejimi hazırlama devridir”. Ona göre Atatürk “ömrünün sonuna kadar, demokratik rejimi kurmak Takrirde, 1924 Anayasası’nın aslında demokratik bir nitelik taşıdığı; ancak aynı zamanda da anayasanın hürriyetleri sınırlayan bir takım hükümlere yer verdiği ifade ediliyordu. Türk halkının demokrasiye hazır olduğundan bahsedilerek demokratik olmayan yasal ve anayasal hükümlerin yürürlükten kaldırılması gerektiğine olan inanç vurgulanmaktaydı. Takrir aynı zamanda anayasada yer alan özgürlüklerin uygulanır kılınması, birden fazla partiye dayanan siyasi faaliyetlerin gelişmesine izin verilmesi ve Millet Meclisi’nin hükümeti kontrol etmesine olanak tanınmasını savunmaktaydı (Karpat, 2010: 129-130). 65 125 için uğraşmış, güçlükleri yenmiş, tamamlanmasını da milletin diğer bazı ihtiyaçları gibi yeni nesillere bırakmıştır” (Aydemir II, 1999: 436). İnönü’nün beyanları açık ve kesindir. Bu beyanlara göre demokrasi, Atatürk hareketinde bir ülküydü. Ama Atatürk ve İnönü bu demokratik rejimden acaba ne anlıyorlardı? İnönü’nün beyanlarının diğer bir cümlesinde bu sorunun da cevapları belirtilmektedir. Ona göre “Devletin idare usulü milli hâkimiyet; yani tatbiki şekilde demokratik rejimdir” bu tatbikat şeklini de “Millet hâkimiyetinin iktidar ve muhalefet partileri rejiminde olacağına yürekten inanmak” şeklinde ifade etmektedir (Aydemir II, 1999: 437). Ancak yine yukarıda Aydemir’den alınan alıntıda zikredildiği gibi söz konusu milli hâkimiyetin uygulamaya konulması epey zaman almıştır. Atatürk iradesinin üç evrede incelenmesi de bu savı doğrulamaktadır. Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı sürecini milli iradeye dayandırması, savaşın Meclis tarafından yönetilmesi ve sonrasında teşebbüs edilen muhalefet denemeleri de bunun kanıtıdır. Ancak muhalefet tecrübelerinin nihayete ermemesi Atatürk’ün demokrasiye karşı olan düşüncesinden değil bizatihi rejime ve onun kuruluş ilkelerine olan inancından kaynaklanmıştır. İnönü, II. Dünya Savaşı daha başlamadan 6 Mart 1939 tarihinde İstanbul Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada da, çok partili hayata taraftar olduğunu belirten bir imada bulunmuştu. İnönü: “Halkçı bir idarenin bütün yüksek ve ileri tekâmülleri siyasi hayatımızda mütemadiyen tahakkuk ettirilecektir. Milletin murakabesi idare üzerinde hakiki ve fiili olmadıkça ve böyle olduğuna milletçe kanaat edinilmedikçe halk idaresi vardır denilemez. Onun için Büyük Millet Meclisi’nin vazife ifa etmesi en ufak bir tereddüde mahal vermeyecek selâbetle olacaktır.” (Toker, 1992: 16-17) demektedir. Güneş’e (1983: 69-70) göre İsmet İnönü, 19 Mayıs’taki meşhur nutkunda da çok partili hayata geçileceğini işaret etmiştir. Heper’e göre de İnönü, demokrasiye geçişin kendisi hayatta iken yapılmasını arzulamıştır. Nedenini ise “ben ömrümü tek parti rejimi ile geçirebilirim. Ama sonunu düşünüyorum. Benden sonrasını düşünüyorum. Bu sebepten vakit geçirmeksizin işe girişmeliyiz” sözlerine dayandırmıştır. Bu sözlerden de anlaşılacağı gibi aslında İnönü diğer liderlerin demokrasiye sempatiyle baktıklarından emin olmamıştır. Halkın sağduyusuna güvenen İnönü, “siyasi hilebazlar” tarafından yanıltılmadığı, eğitildiği ve gerekli bütün bilgilerle donatıldığı takdirde halkın en akla uygun kararı vereceğine inanmıştır (Heper, 1999: 117). Cemil Koçak ise İnönü’nün bu konuşmalarını bir “demokrasi müjdesi” olarak değerlendirilemeyeceği, sadece CHP’nin kendi yönetimi içinde bazı ciddi reformlar 126 düşünmüş olabileceği yorumunu yaparak (Koçak, 2003: 217) karşı çıkmaktadır. İsmet İnönü, benzer düşüncelerini 1 Kasım 1945’de Meclis açılış konuşmasında Celal Bayar ve arkadaşlarının bir parti kurarak muhalefete geçmeleri gerektiğini vurgulayarak da ortaya koymuştur66. Nitekim Dündar Seyhan’ın “İsmet Paşa siyasi hayatı boyunca bir muhalefetin mevcudiyetini daima arzu etmiştir. Ama ona göre, bu muhalefet hiçbir zaman iktidarı ele geçirebilecek güce erişir bir duruma gelmemelidir (…) Paşa Meclis’te muhalefete kürsüden rahatça sopa atabilmelidir” (Seyhan, 1966: 20) sözleri de aslında İnönü’nün kendisi ve iktidarıyla çelişmeyen cılız bir muhalefeti arzu ettiğini doğrulamaktadır. Gerek İnönü’nün düşüncesi gerekse Atatürk’ün yukarıda zikredilen demokrasi algısı onların hep kurucu ve koruyucu bir düşünceyle hareket etmelerinden kaynaklanmıştır. Sonuçta Dörtlü Takrir’de imzası bulunanlar 7 Ocak 1946’da Celal Bayar başkanlığında DP’yi kurdular. Başlangıçta bu yeni partinin kısa zamanda örgütlenip geniş halk kitlelerinin karşısına iktidarın alternatifi olacağına kimse ihtimal vermiyordu, belki de hem onun için hem de kurucularının CHP içinden çıkması nedeniyle partinin siyasi hayata girişine engel olunmadı. Celal Bayar ise DP’nin kuruluş amacını açıklarken; “DP’nin siyasi vechesini tayin eden ilk kısma göre hayatımızın, birbirine karşılıklı saygı gösteren partilerle idaresi lüzumuna inanan DP, Türkiye Cumhuriyeti’nde demokrasinin geniş ve ileri bir anlayışla gerçeklemesine ve umumi siyasetin demokratik bir görüş ve zihniyetle yürütülmesine hizmet maksadıyla kurulmaktadır. Parti, demokrasi esaslarına en uygun devlet şeklinin Cumhuriyet olduğuna kanidir (…) Dinin siyaset aleti olarak kullanılmasına, devlet işlerine karıştırılmasına, başka dinler aleyhine propaganda vasıtası yapılarak yurttaşlar arasındaki sevgi ve tesanütü bozmasına, serbest tefekküre karşı taassup duygularını harekete getirmesine asla müsamaha olunmamalıdır” (Eroğul, 1998: 12-13) diyerek partinin izleyeceği yolu ortaya koymuştur. Belki de böyle demek durumunda kalmıştı, zira aksi bir düşünce ülkenin çok partili hayata geçmesine engel teşkil edebilecek, en azından CHP kanadı tarafından olumlu karşılanmayacaktı. Nitekim TpCF ve SCF girişimlerinin sonuçları hâlâ belleklerde durmaktaydı. Bayar’ın açıklamasına rağmen Kahraman (2010: 101), DP’nin dini, siyasalın biçimlendirilmesinde kullanmaktan kaçınmadığını dile getirerek, 1946’da ortaya çıkan bu siyasal hareketin Kemalizm’in eleştirisini başlattığını ifade etmektedir. Ona göre Osmanlı-Türk modernleşmesinin reddettiği bir kavram olan din, geri gelmiş siyasal hayatın biçimlendirilmesinde etkinlik göstermiştir. 66 TBMM Tutanak Dergisi, 1.11.1945: s.3,7, bkz, http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d07/c020/tbmm07020001.pdf (17.02.2014). 127 Beklentilerin aksine DP, kuruluşundan birkaç ay sonra örgütlenme çalışmalarına başlayarak geniş halk kitlelerini etkilemeyi başarabilmişti. Muhalefetin kısa zamanda bu kadar büyümesinden endişe duyan CHP, Eylül 1946’da gerçekleşmesi gereken belediye seçimlerini daha erken bir tarihte yapmaya karar verdi. DP’li üyelerinin tepkisine neden olan bu tavır sonucunda DP, belediye seçimlerine katılmama kararı aldı (Eroğul, 1998: 16). CHP’nin tıpkı belediye seçimlerinde olduğu gibi öne çektiği bir diğer seçim 1947 yılında yapılması gereken genel seçimlerdi. 1946 yılında yapılması planlanan genel seçimlerde CHP, DP’nin kuruluşundan 6-7 ay gibi kısa bir süre sonra katıldığı seçim yarışında nispeten daha az sandalye elde etmesini hedeflemişti. Aynı CHP, seçimlere gitmeden önce halkta demokratikleşme izlenimi uyandırmak adına bir takım kanunları yürürlüğe koydu. Söz konusu kanunlar tek dereceli seçim usulünün benimsenmesi67, Basın Kanunu’nda yer alan ve hükümete gazete kapatma yetkisi veren hükmün kaldırılması68 ve üniversitelere özerklik tanınmasıydı69. CHP her ne kadar içerisinden çıkmış olan DP’nin muhalefetini engellememişse de tam anlamıyla benimsememiştir. Nitekim Hanioğlu’na göre, CHP siyaset yapmaya yetkili olarak yalnızca kendisini görmekteydi. CHP yönetim kadrolarının 1946-1950 arası dönemde muhalefet mitinglerine katılanlar için İttihatçılar’ın “sebükmağzan” (ayak takımı) sıfatını kullanmaları tesadüf değildir. “Tıpkı İttihatçılar gibi 1946 sonrası CHP liderleri de dar anlamıyla siyaseti kutsal bir aydınlanma görevinin yerine getirilmesi sonrasında ‘kazanılanların’ geri alınması için, saf ahaliyi kandırmaya çalışan kötü niyetli eşhasın faaliyeti olarak görüyorlar ve devleti bunun yaratabileceği zararlardan koruma görevini üstleniyorlardı” (Hanioğlu, 2006: 130-131). Bu ifade yukarıda Seyhan’ın (1966: 20) İnönü için zikretmiş olduğu “muhalefet hiçbir zaman iktidarı ele geçirebilecek güce erişir bir duruma gelmemelidir” tespitine paraleldir. 21 Temmuz 1946’da yapılan genel seçimler sonucunda Meclisteki toplam 456 sandalyenin 395’ini alan CHP, seçimlerden galip olarak ayrıldı. DP, 64 sandalye ile Mecliste temsil edilirken 6 sandalyeyi bağımsızlar kazandı (Ahmad, 2007: 32-34). Seçimlerde hile yapıldığını öne süren DP, bir taraftan seçim sisteminin açık oy gizli tasnif 05.06.2946 gün ve 4918 sayılı Milletvekilliği Seçim Kanunu, Resmî Gazete, 6 Haziran 1946, Sayı: 6326, bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/6326.pdf (20.12.2013). 68 13.06.1946 gün ve 4935 sayılı Matbuat Kanunu’nun 50. Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun, Resmî Gazete, 28 Haziran 1946, Sayı:6336, bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/6336.pdf (20.12.2013). 69 13.06.2013 gün ve 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu, Resmî Gazete, 18 Haziran 1946, Sayı:6336, bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/6336.pdf (20.12.2013). 67 128 ilkesinden şikâyet ederken diğer taraftan da daha liberal ve demokratik bir düzenin kurulması yönündeki mücadelesinden de geri adım atmayarak etkili siyasetini sürdürmekteydi. Öyleki bu yakınmalar İzmir, Bursa, Balıkesir, Adana gibi kentlerde yankı bulmuş, düzenlenen gösterilerle seçim sonuçları protesto edilmiş, DP’ye yakın basın kuruluşları da bu kampanyaya iştirak etmişti (Üskül, 1997: 104). İsmet İnönü, 24 Temmuz’da bir bildiri yayınlayarak seçimlerin bittiğini, milletin kutlamaya değer bir iş yaptığını belirterek Türkiye’nin siyasi hayatında yeni bir dönemin başladığını ifade etmiştir (Goloğlu, 1982: 66). Aslına bakılırsa her ne kadar bu muhalefetin içinde yer aldığı bir seçim olsa da ülkenin gerek seçim sistemi gerekse mevcut anayasanın varlığı nedeniyle demokrasi uygulamasına geçildiği söylenemez. Bu sadece demokrasiye geçiş için bir adım bir girişim olmuştur. Nitekim aynı gün İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı bir bildiri yayınlayarak seçim sonuçları hakkında vatandaşları şüpheye düşürecek yayınları yasaklamış ve bu doğrultuda Celal Bayar’ın seçimlerle ilgili çok sert protestosunu yayınlayan Yeni Sabah ve Gerçek gazeteleri kapatılmıştır (Eroğul, 1998: 1617). DP ise, II. Dünya Savaşı şartlarında dönemin Bakanlar Kurulu tarafından “umumi siyasi vaziyetin gösterdiği lüzum ve icapları mütalaa ederek”, 20 Kasım 1940 tarihinde İstanbul, Kırklareli, Edirne, Tekirdağ, Çanakkale ve Kocaeli’nde ilan edilen sıkıyönetim uygulamasını (Üskül, 1997: 101) bir bildiri70 ile protesto etti. Ancak bu protestonun zamanlaması dikkat çekiciydi. DP 7 Ocak’ta faaliyetine başlamış; ancak sıkıyönetim ilan edileli beşbuçuk yıl olmuştu. Ayrıca söz konusu sıkıyönetim Mayıs ayında Meclis tarafından uzatılmıştı71. 7 Ocak 1947’de DP’nin birinci kuruluş yıldönümünde yapılan ilk kurultayında “Hürriyet Misakı” adıyla anılan bir belge kabul edildi. Söz konusu belge yasalardaki demokratik olmayan hükümlerin yürürlükten kaldırılması, tam güvenceli bir seçim kanunun kabul edilmesi, İnönü’nün kişiliğinde birleşen parti başkanlığı ve devlet başkanlığının birbirinden ayrılması ile “devlet aristokrasisi” izlenimi veren anlayışın (Güneş, 1996: 80) terk edilmesi gibi konuları içermekteydi. Bütün bunların gerçekleşmemesi halinde de DP’nin Meclisi terk edeceği ve mücadeleye “sine-i millete” dönerek devam edeceği vurgulanıyordu. DP’nin sürdürmüş olduğu bu kararlı mücadele, İnönü’yü muhalefetin meşruiyetini teyit eden 12 Temmuz 1947’de tarihe “12 Temmuz Beyannamesi” olarak 70 71 Bildiri için bkz. (Üskül, 1997: 105). Detaylı bilgi için bkz. (Üskül, 1997: 101). 129 geçen bir beyanda bulunmaya zorladı72. İnönü’nün ortaya koymuş olduğu bu tutumda onun demokratik değerlere beslediği kişisel inanç önemli bir rol oynamışsa da, gerek II. Dünya Savaşı sonucunda otoriter ve totaliter rejimlerin yıkılması ve Batı’da demokratik değerlerin canlanarak yayılmaya başlamasıyla, uluslararası dış etkenler, gerekse de tek parti yönetimi süresince yaşanan ekonomik gelişmeler, yeni ekonomik sosyo-ekonomik gruplar yaratmış, sanayiciler, tüccarlar ve serbest meslek mensupları daha liberal ve demokratik taleplerde bulunarak iç etkenler anlamında rejimi değişmeye zorlayarak Türkiye’nin 1945’teki geçiş sürecini teşvik etmiştir. Demokrat Parti’nin İlk Dönemi DP, başta seçim kanunu olmak üzere daha demokratik düzenlemelerin yürürlüğe girmesi konusunda hükümete karşı kararlı mücadelesini sürdürmüş, bunu da 1948 ve 1949 yıllarında yapılan ara seçimlere katılmayarak ortaya koymuştur. Var olan muhalefetin önünü alamayan CHP ise gelen talepler doğrultusunda bir takım yasal düzenlemeleri hayata geçirmek zorunda kalmıştır. Demokratik hükümlere yer veren seçim kanunu 16 Şubat 1950 yılında yürürlüğe konarak gizli oy açık tasnif ilkesi benimsenmiş, seçim kurullarına parti temsilcilerinin alınmasının önü açılmış, yargıçların kurul başkanlığı kabul edilerek tüm seçimlerin hukuka uygunluğunu denetlemek üzere, yine yargıçlardan oluşan bir Yüksek Seçim Kurulu oluşturulması karara bağlanmıştır. Yeni kanuna göre düzenlenen 14 Mayıs 1950 genel seçimlerinde oyların % 53’ünü alan DP, Meclis’teki sandalyenin 408’ini elde ederek iktidara gelmiş, CHP ise % 39 oyla sadece 69 sandalye elde edebilmiştir. Millet Partisi’nin bir sandalye ile temsil edildiği 1950 Meclisinde Celal Bayar Cumhurbaşkanlığına, Refik Koraltan Meclis Başkanlığına seçilmiştir. Adnan Menderes ise yeni hükümetin Başbakanı olmuştur (Eroğul 1998: 118). Bu seçimle 1908 sonrasında neredeyse bir tunç yasa gibi hâkim olan ordu-bürokrasi-aydınlar ittifakı sona ermiş ve iktidar merkezden çevreye kaymıştır (Kahraman, 2010: 198). CHP seçimlerden ummuş olduğu sonucu alamamış, kendisinin geçici olarak nuhalefette olduğu iddiasını iktidarı kaybettikten sonra öne çıkarmış ve iktidar kaybının hazmedilmesini [seçim sistemiyle] kolaylaştırmaya çalışmıştır (Demirel, 2011: 49). Yapılan bu seçimlerle Türkiye 1945’te başlayan demokrasiye geçiş sürecini tamamlamış oluyordu. CHP büyük bölümünde kendisine meydan okuyan bir muhalefet Bildiri “muhalefetin isyancı bir örgüt değil, meşru bir siyasal parti olduğunu, Devlet Başkanı olarak kendisinin hem iktidara hem de muhalefete karşı eşit davranmak zorunda olduğunu” ifade etmiştir. Bu gelişmeler Türkiye’de çok partili siyasal düzenin geri dönülmez biçimde sindirildiğini ortaya koymaktadır (Eroğul, 1998: 117). 72 130 olmaksızın, neredeyse kesintisiz 27 yıllık iktidarının ardından iktidarı kaybetmiştir. Lewis (2008: 405) DP’in iktidara yükselişini “ülkenin ve bölgenin tarihinde eşi benzeri olmayan bu tarihsel an, Kemalist rejimin yapıcı çabasına ve onun himayesinde Türk halkının siyaseten olgunlaşmasına dair kayda değer bir kanıttır” şeklinde ifade etmiştir. Bir anlamda Halk Partisi’nin yenilgisi, onun en büyük başarısı ve önceki devrimi tamamlayan ikinci bir devrimdi. İlk kırılmayla çevrenin siyaset sahnesine çıkışını sembolize (Kahraman, 2010: 180) eden bu iktidar değişikliği, ülkenin mevcut kurumsal düzenlemelerinde herhangi bir çöküş ve kopma olmaksızın gerçekleşmesi bakımından karşılaştırmalı siyaset bilimi için çok istisnai bir durum olmuştur. Zira bu süreç, bizzat otoriter rejimin iktidar sahipleri tarafından yönlendirilen “değişme yolunun” saf bir örneğini teşkil etmektedir. Merkeze karşı çevrenin güç kazandığı bu dönemde ortaya çıkan tablo, yönetimde devamlı suretle seçkinlerin olması gerektiği tezini öne süren Schumpeter’in savını da çürütmüştür. Kahraman (2010: 174), 1950 yılında bir patlama şeklinde ortaya çıkan bu muhalefet hareketini, toplumda oluşmuş siyasal beklentiler ve muhalefet ihtiyacına bağlamaktadır. Ona göre 1950’de bu beklentiyi sağlayacak iki önemli unsur vardı. Bunların ilki siyasal merkezin (tarihsel blok ve iktidar) taşraya (çevre-muhalefet ve siyasal çevre) kaymasını sağlayan genel oy, ikincisi ise tek dereceli seçim ile gizli oy açık tasnifin benimsenmesidir. Bunlarla merkez parçalanmış ve siyaset taşraya yani çevreye doğru kaymaya başlamıştır (Kahraman, 2010: 174). Sonuçlar İsmet İnönü için bir hayal kırıklığı olurken tüm yurtta sevinçle karşılanmıştır. “DP’yi ‘Demirkırat’ olarak niteleyen halk, demokrasiyi jandarma zulmünün sona ermesi, zorla çalıştırılmanın kalkması, vergi tahsildarlarının hizaya çekilmesi olarak yaşamış ve anlamıştır” (Türköne, 2006b: 197). Asker ise seçimleri ihtiyatla karşılamıştır. Bu süreç içinde ordu içerisinde rejim adına farklı rezervleri olduğunu gösteren girişimler olmuştur73. Bu tavrın nedeni ise 1949 yılında Genelkurmay Başkanlığını Savunma Bakanlığı’na bağlayan düzenlemenin hafızalarda olması kadar İnönü-Bayar değişikliğiyle iktidarda elit değişiminin başlaması ve yönetimde etkinliğin kaybedileceği korkusudur. Çünkü askere göre İnönü ve CHP, Türk Devletinin temel siyasi aktörü olarak Atatürk’ün hizmet şerefini halkla paylaşmış, daima genç ve güçlü Ordunun bu korumacı tavrını Seyhan (1966: 21) “(…) Biz, ordu gençleri olarak Celal Bayar’ı İsmet Paşa’ya halef oldu diye pek sevmezdik” diyerek ortaya koymuştur, yani bir bakıma ordu kökenli İnönü’nün bu şekilde ayrılmasını hazmedememişlerdir. 73 131 kalıp “Büyük Parti” olarak varlığını sürdürmüştür. Erkanlı’ya göre “Türkiye’de daha kalabalık partiler olmuştur ve ileride de olacaktır; ancak büyüklük sıfatı Halk Partisi’nden ayrılmayacaktır” (Erkanlı, 1972: 34). Bu düşünceler doğrultusunda TSK içerisindeki üst rütbeli bazı unsurların, İnönü namına bir darbe yapma ve seçimleri iptal etme yönünde girişimleri74 olmuşsa da İnönü bu “seçkinci vesayetçi anlayışa” fırsat vermemiştir. Halkın infialinden çekinen İnönü, bu teklifi reddetmiş, iktidarı “milli irade”ye vermeyi uygun görmüştür75. Yalnız ordunun bu konuda yekpare hareket ettiğini söylemek güçtür. CHP’nin yanında olup DP’ye karşı darbe girişiminde olanlar kadar İnönü’ye karşıt olup DP’ye gelen ve İnönü’nün tasfiyesini teklif edenler de olmuştur (Başgil, 2006: 158). Ordunun bu tutumunda Atatürk, İnönü ve Çakmak’ın siyaset sahnesinden çekilmelerinin etkisi büyüktür. 1950 yılına kadar kışlasında kalan ordu, bu üç aktörün siyaset sahnesinden çekilmesiyle ilk defa başını kışlasından çıkarmış, generaller eski iktidara, albaylar yeni iktidara yakın durmuşlardır (Erkanlı, 1972: 132). DP’nin seçimden önce vaad ettiği icraatlar gerek CHP gerekse ordu içinde tepki çekmişti. Buna karşılık Menderes, İnönü ile ordu arasındaki diyaloğa76 tepki göstermiş, rahatsız olmuş, askerî bir müdahale girişiminden endişe duyduğu için ilk tavrını, dönemin Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve bazı generalleri emekliye sevk etme yönünde sergilemiştir.77 DP’nin bu tutumu, onun sivil kontrolü ikame etmek istemesini de göstermesi bakımından önemlidir. DP, bu tasarufuyla yönetimde Huntington’un belirtmiş olduğu orduyu askerileştirip devletin aracı yapmak suretiyle askerin siyasetin dışında tutulmasını öngören “objektif kontrol modeli” tercih edeceğini göstermiştir. Ancak sivil kontrolü ikame etmek isteyen bir partinin “Ordu Millet” anlayışını ortaya atan ve bazılarına göre yeni bir Enver Paşa olarak düşünülen Emekli Kurmay Albay Seyfi Seçimlerden sonraki yüksek rütbeli subayların girişimleri ve İnönü ile irtibatları için bkz. (Aydemir-3, 1999: 45-47). 75 Erkanlı’ya göre 1950 seçimleri sonrasında bazı kumandanlar grup halinde İsmet Paşa’ya gelerek: “Paşam ordu emrinizdedir (…)” dedikleri ve samimiyetle Paşa’dan emir bekledikleri, Paşanın bu teklifi reddettiği belirtilmektedir. Buna mukabil başka bir subaylar grubu adına bir heyetin Bayar ve Menderes ile görüşerek: “Genç subaylar sizinle beraberdir, biz sizi desteklemeye hazırız. Eğer iktidar devrilmezse müdahale edeceğiz, hiçbir şeyden korkmayın (…)” şeklinde teminat verdikleri de ayrı bir gerçektir (…) Türk ordusu Atatürk, İnönü ve Mareşal Çakmak’ın kuvvetli otoritesi ve onlara karşı duyulan derin sevgi ve saygı nedeniyle, 1950’ye kadar kışlasında kaldığı halde, bu üç devlet kurucusunun, sahneden çekilmesiyle ilk defa başını kışladan çıkarmış; generaller eski iktidara, albaylar yeni iktidara hizmetlerini arz etmişlerdir, karşıt tespitler için bkz. (Erkanlı, 1972: 5-6). 76 Asker ile ordu arasında bir bağ vardı. Öyle ki ordu mensuplarının birçoğu CHP’nin politikalarını beğenmiyor, karşısında yeni kurulan DP’ye sempati ile bakıyor; “Halk Partisi gitsin, D. Parti gelsin fakat İnönü yine başımızda kalsın” diyordu. Ordunun İnönü ile yakınlığı ve İnönü’ye bakışı için bkz. (Erkanlı, 1972: 309-310-343-344) ve (Başgil, 2006: 160). 77 Genelkurmay Başkanı Abdurrahman Nafiz Paşa yerine Orgeneral Nuri Yamut getirilmiş, Orgeneral Salih Omurtak, Kâzım Orbay, Hakkı Akoğuz emekliye sevk edilmişlerdir (Aydemir-3, 1999: 47-48). 74 132 Kurtbek’i Savunma Bakanlığına getirmesi bir çelişkidir. Nitekim onun İnönü’ye bağlı subayları emekli etmek için hazırlamış olduğu ordu reform tasarısının Bakanlar Kuruluna getirilmesi ve Bayar’ın “bu bir katî operasyondur. Muhalefet edenler olsa da bu plan muvaffak kılınmalıdır” sözleri ile Menderes’in “bu bir İkinci Nizam-ı Cedit planıdır. Tahakkuk ettirmek, iktidarımızın şerefi olacaktır” sözleri sivil siyaseti temsil eden DP için hayal kırıklığı olmuştur. Tasarı muhalefetin tepkisi, özellikle de İnönü’nün “hiç kimse kendine göre ordu yapamaz” (Aydemir, 1999c: 48-51) çıkışıyla uygulanamamıştır. İnönü’nün, DP iktidarına olan tepkisi, ordu reform tasarısıyla sınırlı kalmamıştır. Hürriyet Gazetesinde (30 Ekim 1951) yer alan 29 Ekim mesajında İnönü, “Devrimleri tehlikede görüyorum (…) Devrim aleyhine akımlar ve arzular olduğunu fark etmemek mümkün değil (…) Politika ihtirasları iktidar için dayanak olur zannedilerek irtica okşanmaktadır. Cumhuriyet’in bütün ıslahatı tehlikeye konmuştur. Haber veriyorum: Tehlikeli görüyorum” diyerek bir dizi gelişmeyi Cumhuriyet’in temel değeri gördüğü laiklikle ilişkilendirerek duyduğu endişeyi dillendirmiştir (İnan, 2015: 257). Nitekim DP, seçim vaatleri arasında yer alan Türkçe ezanın Arapça olarak eski haliyle okunması önündeki yasal engeli kaldırmakla muhtemelen ordunun hassasiyetine dokunan bir adım attı78. Yine seçimler öncesi DP, vaatleri arasında yer alan ve liberal bir ekonomik düzen kuracağı iddiasını gerçekleştirmek adına dış ticareti serbestleştiren, özel teşebbüs karşısındaki bürokrasi engelini kaldıran, girişim sahiplerine kredi olanakları yaratan uygulamalarıyla ticaretin gelişmesine katkıda bulunmuştur. Devlet elindeki boş toprakları çiftçilere dağıtmak, tarım alanlarında yaygın makineleşmeyi gerçekleştirmek, Ziraat Bankası’nın çiftçi ve köylüye vermiş olduğu kredi hacmini arttırmak ve tarım ürünlerinin depolanması için önemli hamleleri atmak suretiyle çiftçi ve köylülerin kalkınmalarını ve servetlerini büyütmelerini sağlamıştır. 1954 seçimlerine gelinceye kadar yürütülen ekonomik politikalarla “aktif modernleşme” temelinde sanayileşme ve hızlı kalkınmaya öncelik verilmiş (Kahraman, 2010: 175), tek parti düzenine hâkim olan devletçilik anlayışından özel girişimin desteklendiği liberal düzene geçilmiştir. DP’nin bu süreçte karşı karşıya kaldığı en önemli mesele, CHP zamanında ilk adımı atılıp sonuç alınamayan NATO’ya yapılan üyelik müracatı olmuştur. DP, Ezanın okunuşunun serbest bırakılması geniş halk kitleleri tarafından sevinçle karşılansa da orduda bazı rahatsızlıklara neden olmuştur. Nitekim Seyhan’ın (1966: 33) “Türkiye semalarında, gürül gürül kendi öz dilimizle okunan ezanın yeniden Arapça ’ya çevrilmesi, geriye gidiş hareketinin ilk ifadesi olarak, Atatürkçülerin bünyesini kökünden sarsmıştır” sözleri de ordudaki rahatsızlığı ortaya koyması bakımından değerlidir. 78 133 Türkiye’nin NATO’ya girmesini ülkedeki demokratik rejimin devamlılığı adına bir zorunluluk olarak görmüş ve bunu ülkenin iç politikası haline getirmişti. İsmet İnönü’nün II. Dünya Savaşı esnasında uyguladığı denge siyaseti amacına ulaşmış; ancak Türkiye’yi korumaya yetmemişti. Demokrasi ile yönetilen Türkiye Cumhuriyeti’nin sahip olduğu ilkeler nedeniyle kutuplaşan yeni dünya düzeninde Türkiye’ye pek de seçim şansı kalmamıştı. Tüm bu olanların üstüne SSCB’nin Ardahan, Kars ve Boğazlar üzerinde hak iddia etmesi ve bu konuda talepte bulunması, Türkiye’yi SSCB’nin uyguladığı yayılmacı politikalardan tedirgin olan Batı Avrupa ülkeleri ve ABD önderliğinde; 4 Nisan 1949’da Fransa, Hollanda, Danimarka, İngiltere, Norveç, Portekiz, Belçika, Kanada, İzlanda, Lüksemburg ve Kanada tarafından Washington Antlaşmasıyla kurulmuş olan NATO’ya başvurarak somut bir adım atmaya zorladı. Çünkü SSCB tehdidini bertaraf etmenin tek yolu NATO’nun “Washington Antlaşması’na göre NATO ülkelerine yönelik herhangi bir saldırıya karşı üye ülkeler beraber hareket edecek ve beraber mücadele edeceklerdi” dediği garanti maddesinden geçiyordu. DP iktidara geldikten kısa bir süre sonra patlak veren Kore Savaşı, NATO’ya girmek için gereken bir fırsat ya da diğer bir deyişle ödenmesi gereken bir bedel olarak görüldü. Dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in “NATO’ya kabul edilmemize de köprü olabilir” ibaresi Türkiye’nin Kore Savaşı’na katılacağını gösteriyordu. Sonuçta 20 Eylül 1951’de Ottowa’da gerçekleşen NATO Konferansı’nda, ABD’nin teklifi üzerine Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya üyeliği masaya yatırılmıştır. Kısa bir süre içinde 12 NATO ülkesinin onayıyla 1952 yılında Türkiye ve Yunanistan bu örgüte kabul edilmiştir79. DP iktidarı, yukarıda bahsedilen ekonomi politikalarının aksine, seçimlerden önce vaat etmiş olduğu demokratikleşmeye dönük adımları büyük ölçüde atmamıştır. İktidara gelmeden önce daha demokratik bir düzen kuracağı anlayışıyla seçimlere giren DP’nin demokratikleşmeye yönelik girişimleri, Af Kanunu80 ile liberal Basın Kanunu’nu81 yürürlüğe koymakla sınırlı kalmıştır. DP iktidarı ele geçirdikten kısa bir süre sonra muhalefetteki vaatlerin aksine baskıcı bir tutum benimsemiştir. 1951 yılında basın Detaylı bilgi için bkz. (Yüceer, 78-84), http://ucmaz.home.uludag.edu.tr/PDF/ataturk/20021(1)/pdf/b06.pdf (13.03.2016). 80 14.07.1950 gün ve 5677 sayılı Bazı Suç ve Cezaların Affı Hakkında Kanun, Resmi Gazete, 15.07.1950, Sayı: 7559, bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/7559.pdf (20.12.2013). 81 15.07.1950 gün ve 5680 sayılı Basın Kanunu, Resmî Gazete, 24.07.1950, Sayı: 7564, bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/7559.pdf (20.12.2013). 79 134 özgürlüğünü kısıtlayan bir kararnameyi yürürlüğe koydu. Türk Ceza Kanunu’nda 82 bazı suçlar için öngörülen cezaları arttıran değişikliğe gitmiştir. Nihayet muhalefeti sınırlamak adına Aralık 1953’te çıkarmış olduğu zoralım kanunuyla83 CHP’nin tüm mal varlıklarını hazineye devretmiştir (Eroğul, 1998: 120-121). Başgil (2006: 106-107) ise “İnönü iktidarda iken her sene hatırı sayılır milyonları Hazineden ve belediye bütçelerinden CHP kasasına aktarıyordu (…) Bu paraların bir kısmını kendi propagandası için harcıyordu, aynı maksada hizmet eden sayısız lokalleri vardı. Bu lokallerin resmi adı “Halk Evleri” olduğu halde, hemen her şehirde CHP bunların mülkiyetini elde etmişti” diyerek DP’nin bu tutumunun haksız olmadığını belirtmiştir. Demokrat Parti’nin İkinci Dönemi 2 Mayıs 1954 günü yapılan genel seçimler sonucunda DP 503 milletvekili ile büyük bir başarı elde etti. CHP sadece 31 milletvekili, Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP) 5, bağımsızlar da 2 milletvekili ile Meclis’te temsil hakkı elde etti.84 DP’nin 1954 seçimlerindeki başarısında hiç şüphesiz 1950-1954 yılları arasında uygulamaya koymuş olduğu politikaların ve Marshall yardımlarının önemli bir yeri vardı. DP ilk dört yıllık iktidarı döneminde kendisini destekleyen halkın istediği doğrultuda uygulamaları gerçekleştirmiş, tarımsal üretimin arttırılması için makineleşmeye önem vererek traktör kullanımı yaygınlaştırmıştı. Fakat hükümet göreve başladığında halktan büyük bir destek almış olmasına rağmen, önünde de önemli sorunlar bulunmaktaydı. Ekonomik manâda ilk dönemindeki başarılı politikalar yerini sıkıntılı bir sürece bırakmıştır. DP iktidarının ikinci döneminde bizzat Demokratlar arasında siyasal nüfuzlarını kullanarak büyük servetler edinen ve parti içindeki muhaliflerine baskı yapmaya başlayan hizipler ortaya çıkmış, her tür sosyal düzenleme ve ekonomik planlamaya karşı çıkmışlardır. 1956-57 yıllarına denk gelen bu gelişmelerden dolayı siyasal bilinci gelişen ve elde etmiş olduğu zenginliğin geçici olduğunu fark eden köylüler, Demokratlar’dan kısmen yüz çevirip CHP’ye yaklaşmaya başladılar (Karpat, 2011: 123). 03.12.1951 gün ve 5844 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 141 ve 142. Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun, Resmî Gazete, 11.12.1951, Sayı: 7979, bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/7979.pdf (20.12.2013). 83 14.12.1953 gün ve 6195 sayılı Cumhuriyet Halk Partisi’nin Haksız İktisaplarının İadesi Hakkında Kanun, Resmî Gazete, 11.12.1953, Sayı: 8584, bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/8584.pdf (20.12.2013). 84 Bkz.Türkiye İstatistik Kurumu, Milletvekili Genel Seçimleri 1923-2007, TÜK Yayınları, Ankara 2010, s.9. 82 135 DP hükümetine karşı yükselen muhalefet askerler arasında da yankı bulmaya başlamıştı. Bu bağlamdaki ilk cunta85 1954 yılında Dündar Seyhan ve arkadaşları tarafından oluşturulduğu iddia edilmiştir. Bunu 27 Mayıs hareketiyle iktidarı ele alacak komitenin bir çekirdeği olarak görmesek bile 1950’lerin başlarından itibaren subaylar arasında hükümet karşıtlığının büyük bir artış gösterdiği söylenebilir (Demirel, 2011: 228). Diğer taraftan DP, ikinci döneminde de halka söz verdiği ve savunduğu, demokratikleşme konularında gözle görülür değişiklikleri yapmamıştır. DP yetkilileri bu konuda isteksiz davranmıştır. Onlara göre halk, kendilerine ekonomik konularda destek vermiş olmasına rağmen, demokrasinin kurulması ve gelişmesi konusunda talepte bulunmamıştır. Zaten halk ekonomik açıdan gelişirse ve yoksulluk ortadan kalkarsa tüm siyasal, toplumsal ve sosyal sorunlar çözülmüş olurdu (Karpat, 2010: 356). Nitekim DP seçimlerde elde etmiş olduğu başarıdan aldığı cesaretle demokratikleşme alanında adımlar atmak yerine muhalefeti sınırlayan yasaları yürürlüğe koymuş; aynı zamanda muhalefetle sivil bürokrasinin dayanışmasını önleme adına hükümete geniş yetkiler veren yasaları da hayata geçirmiştir.86 DP iktidarının muhalefeti sınırlayan uygulamaları, bundan ibaret kalmamıştır. Gazeteciler tutuklanmış, CHP’nin yayın organı olan Ulus gazetesiyle birlikte dört gazetenin de yayın hayatı sonlandırılmıştı. Bu uygulamalar sadece muhalefet cephesinde değil aynı zamanda DP’nin içinde de yoğun eleştirilere neden olmuştur. Demokrasi vaadiyle iktidarı ele geçiren DP, uygulamalarıyla tek parti iktidarını aratmayan faaliyetler içinde girmiştir. Zira DP iktidarının ülkeye hâkim olan bu baskı politikaları, bazı DP’li üyelerin partiden istifa ederek Mayıs 1955 yılında Hürriyet Partisini kurmasıyla sonuçlandı. Yeni bir partinin kurulmasıyla muhalefetin güçlenmesinden endişe duyan hükümet, bu kez de seçim yasalarında değişiklik yaparak Söz konusu cunta ve teşkilatlanma üyeliği tıpkı İttihat ve Terakki’de olduğu gibi bir yemine sadık kalmayı gerektirmekteydi. Bu teşkilatta bünyesine kabul ettiği üyelere hazırlamış oldukları yemini okutmaktaydılar, söz konusu yemin için bkz. (Seyhan, 1966: 59). Koçak’a göre ise ilk cuntalaşma 1946 seçimlerinden hemen sonra CHP’ye karşı oluşmuştur. Bu “46 cuntası, kendisini her ne kadar 1950 seçimiyle birlikte tasfiye ettiyse de; aradan geçen beş yıldan sonra yeniden; ama bu kez de DP iktidarına karşı vücut” bulmuştur (Koçak, 2015: 715). 86 Bu maksatla daha önce herhangi bir yaş sınırlaması öngörülmeyen öğretim görevlilerinin sadece 65 yaşına kadar çalışabilecekleri hükme bağlamış, aynı değişiklikle hükümete 25 yıllık görev süresini dolduran Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay üyeleriyle öğretim görevlilerini re ’sen emekliye sevk etme yetkisi tanınmıştı. (21.06.1954 gün ve 6422 sayılı Türkiye Cumhuriyet Emekli Sandığı Kanunu’nun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesine Dair Kanun, Resmî Gazete, Sayı: 8738), bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/8738.pdf (20.12.2013). 5 Temmuz 1954 yılında yürürlüğe konan bir başka kanun ile de hükümete tüm memurlar için genel bir azil yetkisi tanınmıştı. Söz konusu kanuna göre hükümet istediği memurun görevine son verebilecekti; nitekim bu doğrultu da atılan adımlarla 3 yargıç ve 17 profesör emekliye sevk edildi. (05.07.1954 gün ve 6435 sayılı Bağlı Bulundukları Teşkilat Emrine Alınmak Suretiyle Vazifeden Uzaklaştırılacaklar Hakkında Kanun, Resmî Gazete, 08.07.2954, Sayı: 8749), bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/8749.pdf (20.12.2013). 85 136 partilerin ortak seçim listeleri oluşturmalarını engelleyecek kararları hayata geçirmiştir (Eroğul, 1998: 125). DP’nin uygulamış olduğu bu politikalara temel dayanak seçimlerde elde edilen sandalye sayısıyla ilgiliydi. Seçimleri kazanmakla tek başına iktidar gücünü kullanan hükümet meşruiyetini sayısal çoğunluğa dayandırmıştı. DP’nin demokrasi anlayışına göre meclisteki sayısal çoğunluk partiye gerekli gördüğü her şeyi yapmak için mutlak yetki ve meşruiyet vermekteydi (Zürcher, 2006: 323). Zürcher’in bu tespitini Samet Ağaoğlu “Demokrasi bir sayı rejimidir ve bu rejimler yığınlar ne derse o geçerli olmalıdır, iktidar mesulleri olarak biz bir avuç aydının tenkidi ve gürültüsüne değil halk yığınlarının isteklerine uymak zorundayız” (Akın, 2010: 351) sözleriyle adeta partisinin çoğunlukçu demokrasi anlayışını benimsediğine dikkat çeker. Batur’a (1972: 326) göre ise DP, milli irade sloganını kendine paravan ederek, sandıksal demokratik neticelerle anayasal organları ve seçkinleri Türkiye’nin sorunları ve çözüm yolları üzerinde birleştirememiştir. Belge de “DP işine gelen çeşitli konularda “çoğunluk desteğine” güvenerek demokrasinin ilkelerini çiğnedi. Herkese oy hakkını egemen kılarak ve çoğunluk iradesini siyasete yansıtarak Türkiye’yi demokrasiye yaklaştırdı; ama bir yere kadar gidebildi. Ondan ileriye geçmek, toplumun oraya geçmesine imkân tanımak, DP’nin programında ya da ufkunda değildi. Kendine yönelen eleştiriyi serinkanlılıkla dinleyecek siyasi terbiyesi yoktu” (Belge, 2011: 626) diyerek Samet Ağaoğlu’nun tespitine katılmıştır. DP iktidarının başını ağrıtan bir diğer önemli gelişme, İstanbul’da yaşayan Rum azınlıklara yönelik tahrip ve yağma hareketi olan 6/7 Eylül 1955 olaylarından sonra, DP’den 19 milletvekilinin parti içi ilk muhalefeti başlatmasıdır. 6 Ekim’de Fuat Köprülü başkanlığında DP Genel İdare Kurulu toplanarak basında gündeme gelen ve hakaretle suçuyla yargılananlara iddialarını mahkemede ispat hakkı tanınması isteği olarak bilinen “ispat hakkı” reddedildi. Bu milletvekilleri, kabul edilen söz konusu düzenlemeyi ağır şekilde eleştirdiler (Turan, 1999: 109-111). Başbakan Adnan Menderes, ispat hakkı konusundaki isteklere karşı olduğunu belirtti. Menderes’in bu konudaki olumsuz yaklaşımı DP içinde huzursuzluğu arttırdı. Sonucunda 12 Ekim’de on milletvekili DP’den istifa etti. Dokuz milletvekilinin ispat hakkı konusundaki önergeleri DP tarafından reddedildi ve bu milletvekilleri partiden atıldı. DP’nin 1954-1957 yılları arasındaki iktidarı dönemindeki ortaya çıkan diğer önemli bir gelişme de muhalefet oylarının yoğunlaştığı illerin bölünmesi veya statülerinin 137 değiştirilmesi olmuştur. Osman Bölükbaşı’nın seçim bölgesi olan Kırşehir ili DP’ye oy vermediği için ilçe yapılarak yeni oluşturulan Nevşehir’e bağlanmıştır (Eroğul, 1998: 114). Ana muhalefet partisi Başkanı İsmet İnönü’nün seçim bölgesi olan Malatya ili de ikiye bölünmüş ve Adıyaman diye yeni bir vilayet kurulmuştur (Turan, 1999: 95-97). Aynı şekilde Ulus gazetesinin başyazarlığını yapan CHP’nin etkili isimlerinden Nihat Erim’in seçim bölgesi Kocaeli de bölünerek Sakarya vilayeti kurulmuştur. Bu uygulamalar daha sonra Yassıada Duruşmalarında önemli bir dava konusu olmuştur. 1950’lerin ikinci yarısında toplumun geniş kesimlerinde huzursuzluğa sebep olan etkenlerden biri de uygulanmakta olan ekonomik politikaların özellikle sabit gelirliler üzerinde yaratmış olduğu enflasyonist baskılardı. Kalkınmaya yönelik ekonomik programlar nedeniyle toplumun dengeleri alt üst olmuş, sermaye ve toprak sahipleri zenginleşirken kentlerde yaşayan sabit gelirli memurlar sahip olmuş oldukları hayat standartlarını büyük ölçüde kaybetmişlerdir. Gelir dağılımında dengesizlik ortaya çıkan bu bozulma, sosyo-ekonomik prestijini kaybeden alt ve orta rütbeli subaylarla aydınları CHP ile bütünleşmeye sevk etmeye başlamıştı. Emekli Orgeneral Aytaç Yalman hatıralarında 1920’lerden 1950’lere kadar şehirli zümrelerin çocuklarını subay olarak okutma talebinin yüksek olduğu, 1950’lerde ise bu kesimlerde bu talebin azaldığını, buna karşılık kırsal kesim kökenlilerin askerliği daha çok tercih ettiğini yazar (Yalman, 2014: 97). DP ise kendine karşı gelişen bu ortaklığa engel olma adına, yaklaşan 1957 genel seçimleri öncesinde, tıpkı bir tek parti rejimi gibi muhalefeti sindirmeye yönelik önlemlerle iktidarda kalmayı garanti etmeye çalışıyordu. Nitekim muhalefetin radyodan halka seslenme olanağı ortadan kaldırılmış, basına hükümet aleyhine yazı ve haberlere yer verilmesini önleyecek sansür uygulamasına gidilmiştir. Şüphesis basının da 27 Mayıs’a giden süreçte iyi bir sınav verdiği söylenemez. Dönemin etkili yayın organlarından Akis Dergisi, 27 Mayıs’a giden süreçte darbeyi teşvik eden yayınlarıyla dikkat çeker. “27 Mayıs’ı gerçekleştirenlerden biri olan Orhan Erkanlı anılarında -Bize ihtilaki Akis Dergisi yaptırdı. Akis’i okuya okuya biz darbeyi yaptık demiştir”87. Batur’un (1972: 74) “bir gün bayiden Akis mecmuasını istedim, bayi verdikten sonra vazgeçti, bir dakika Albayım, kâğıda sarayım, elinizde açıkta görmesinler dedi” aktarımı, 1950’lerin sonlarına doğru toplumda saflaşmanın arttığını gösteren önemli bir anektottur. Muhalefetle halk arasındaki iletişimi engellemek maksadıyla toplantı ve gösterilerin Orhan Erkanlı, (Askeri Demokrasi 1960-1980), Güneş Yayınları, İstanbul, 1987, s.61’den akt. http://www.sde.org.tr/userfiles/file/SDE-RAPOR%2027%20MAY%C4%B1s-yeni-t.pdf (01.06.2017). 87 138 yasaklanması suretiyle iktidar, Meclis’te sahip olmuş olduğu ezici çoğunluğa dayanarak yürüttüğü demokratik olmayan uygulamaları devam ettirmiştir. Uygulamalar askerler arasında da büyük tepki çekmiş, var olan sorunlar karşısında asker içinde de bir arayış başlamıştır. Muhsin Batur’u ziyarete gelen Yüzbaşı Ruhi Köni’nin “Albayım, bu cereyan eden hadiseler karşısında ne düşünüyorsunuz? Biz hiçbir şey yapmadan böyle bekleyecek miyiz? Benim üç tane çocuğum var, bunlar büyüdükleri zaman baba İstanbul’da Ankara’da talebeler öldürülürken sen subaymışsın, bir şey yapmadın mı o zaman? derlerse benim vaziyetin ne olur?” ifadesi ordu içerisindeki bazı subayların arayış içinde olduklarını göstermektedir (Batur, 172: 76-77). Demokrasinin Son Dönemi 27 Ekim 1957 tarihinde bir yıl öne alınarak gerçekleştirilen ve basit çoğunluk sisteminin uygulandığı seçimler sonucunda, ilk kez iktidarın oy oranı, muhalefetin toplam oy oranının altında kaldı ve bu durum yeni bir tartışmanın da başlamasına neden oldu.88 . CHP oyunu arttırmasına rağmen sonuçlardan memnun olmamış, hatta orduyla yakın temas kurmak suretiyle bir müdahale seçeneğini de denemek istemiştir. Bu seçeneği Talat Aydemir: “1957 seçimleri yapıldı, Meclisin ilk açıldığı gün bir askeri müdahale yapılması için CHP’lilerden bizlere müracaatlar oldu. Fakat bir zümre ve hele CHP namına ihtilal yapamayacağımızı kendilerine bildirdik ve teklifi reddettik; ama biz ordu içi gizli faaliyetlerimizi devam ettirdik” diyerek ifade etmektedir (Aydemir, 2010: 249). 1957 seçimlerinde DP’liler oy kaybını hükümetin hatalarından ziyade, yapılanların yeterince anlatılamaması ve muhalefetin iftira ve tezvir kampanyası ile açıklama yoluna gittiler (Demirel, 2011. 286). Sonuçta Türkiye özellikle 1957 seçimleri sonrası sancılı bir döneme girdi. Bir yandan aydın-bürokratlarla DP arasında gittikçe büyük uçurumlar açan çekişme, diğer taraftan karşılaştığı sıkıntıların nedenini muhalefete yükleyip, elindeki yetkileri arttırmaya çalışan bir iktidar, siyasal hayatımızda mutabakattan eser bırakmamıştı (Güneş, 1983: 116). Genel olarak basındaki yasaklamalar, seçimlere itirazlar, hayat pahalılığı, toplumsal gösteriler, üniversite olayları, Harp Okulu öğrencilerinin gerçekleştirdiği 88 DP 4.497.811 oyla 424 milletvekili, CHP 3.825.267 oyla 178 milletvekili, CMP 604.087 oyla 4 milletvekili ve Hürriyet Partisi (HP) 321.471 oyla 4 milletvekili ile Meclis’te temsil edildi, Türkiye İstatistik Kurumu, Milletvekili Genel Seçimleri 1923-2007, s.28, bkz. http://www.tuik.gov.tr/IcerikGetir.do?istab_id=158 (30.12.2013). 139 yürüyüşler89, âdetâ DP’yi bir çıkmaza sürükledi. CHP halka, darbe sonrasında yürürlüğe girecek, 1961 Anayasası’nın temelini oluşturacak ve İlk Hedefler Beyannamesi adıyla anılan kararıyla; sosyal devlet, basın özgürlüğü, grev ve sendika kurma hakkı, ikinci meclis, anayasa mahkemesi, seçimde nispi temsil usulü, üniversite özerkliği, yüksek yargıçlar kurulu, devlet yayın araçlarının tarafsız olacağı gibi demokratik vaatler sunmaktaydı (Akşin, 1991: 220). 1957 genel seçimleri her ne kadar DP’nin yeniden iktidar olmasını sağlamışsa da muhalefetin oy oranındaki artışa paralel olarak DP’nin uygulamakta olduğu politikalar ve demokrasiyle uyuşmayan tutumları, geniş bir toplumsal muhalefetin oluşmasına neden olduğu gibi muhalefete de haklılık kazandırmıştı. Bu yüzdendir ki 1957 genel seçimlerinin hemen ardından iktidar, siyasi muhalefeti etkisiz kılacak sert tedbirleri yürürlüğe koymakta çekinmedi. 27 Aralık 1957’de Meclis İç Tüzüğü değiştirilerek sözlü soru hakkı haftada bir saate indirilmiş, bakanlara istemedikleri takdirde bu sorulara cevap vermeme hakkı tanınmış, dokunulmazlıkların kaldırılması kolaylaştırılmış ve milletvekillerine verilecek maaş kesme ve meclis oturumlarına katılmama cezalarının sınırları yükseltilmişti. Muhalefet bu durumu değerlendirmiş, hükümete yönelik eleştiri dozunu arttırmış; ancak hükümet de muhalefete karşı daha tehditkâr ve baskıcı tutum içine girmiştir. Bu doğrultuda 18 Nisan 1960 tarihinde DP milletvekilinden oluşan “Tahkikat Komisyonu” adında soruşturma komisyonu kurulması kararlaştırılmış ve 27 Nisan’da söz konusu komisyonun yetkilerini düzenleyen kanun yürürlüğe girmiştir. Bu kanunla ilgili iki farklı görüş vardır. Tanör’e (2012: 354) göre bu yasayla komisyona yasama, yürütme ve yargılama salahiyeti veren âdetâ bir “ihtilal organı” şekli verilmekteydi. Nitekim soruşturma komisyonu lüzumlu gördüğü tüm tedbir ve kararları alabilecek, savcı, sulh ve sorgu yargıçlarının ve askerî yargı mercilerinin tüm yetkilerini kullanabilecek, yayın yasakları koyabilecek ve her türlü toplantı ve gösteri faaliyetlerini yasaklama yetkisine sahip olabilecekti. Soruşturmalar sonucunda komisyonun soruşturma süreciyle ilgili koyduğu kuralları ihlal edenlerse herhangi bir itiraz hakkı verilmeksizin hapisle 27 Mayıs darbesinin şartlarını olgunlaştıran eylemlerden biri de Ankara'da gerçekleştirilen Harp Okulu öğrencilerinin yürüyüşüydü. Cuntacı subayların başını çektiği yürüyüş, askerin öğrencileri kullanarak DP aleyhtarı bir hareket oluşturma gayretiydi. Öğrenci yürüyüşü sırasında sert tedbirler alınmasını isteyen Erdelhun'u yine cuntacılar engelliyordu… Ordu içinde terfi edemeyen üst düzey subaylar, Harp Okulu öğrencilerini DP aleyhine kışkırtmıştı. Genelkurmay Başkanı Erdelhun el yazısı notlarında, öğrencilerin siyasi yürüyüşlerine müdahalenin gerektiği tarzda yapılmadığına değinerek, "Harp Okulu gösterilerine bu yumuşak muamele ile okul siyaset çukuruna düşürüldü." yorumunu yapıyor (Uğur ve Gürlek, 2012: 125). 89 140 cezalandırılabilecekti. Başgil (2006: 123-124) ise komisyon faaliyetleri için gizlilik kararının konması dışında anayasaya aykırı bir durumun söz konusu olmadığını, bu tür komisyonların bütün demokratik rejimlerde var olduğunu, alınan kararın anayasının lafzına ve ruhuna uygun olduğunu, TBMM’nin böyle bir yetkiyi verebileceğini ve bunun da meclis iç tüzüğünün 177. maddesiyle belirtilmiş olduğunu dile getirmiştir. Anayasanın pek çok hükmünü ihlal eden komisyon yetkilerini düzenleyen yasanın yürürlüğe girmesi, kamuoyunda ciddi bir huzursuzluğa sebebiyet verdi. Tahkikat Komisyonu aslında Meclis ve Devlet üstünde devlet gibi bir yapı arz etmekteydi. Hedeflenen ise CHP’nin ve basının yarattığı DP’nin hoş görmediği gidişatın önlenmesiydi (Aydemir, 1999: 395). Önergeye CHP karşı çıkmış, Genel Başkan İsmet İnönü kürsüye çıkarak iddiaları reddettikten sonra; “Buyurun kurun Tahkikat Encümenini, istediği araştırmayı yapsın. Ama bunların hiçbirinin tahakkuk etmediğini gördüğünüz zaman, ben sizi millete müfteri ilân edeceğim” (Bozdağ, 2002: 93) demişti. 18 Nisan 1960’da TBMM’de yaptığı konuşmasında da İnönü şu sözleri dile getirmişti: “Şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilal meşru bir haktır90. Fakat ihtilal aslında bir millet hayatının asla arzu etmeyeceği, çetin ve tehlikeli bir ameliyattır. Birçok memleketlerde görüyoruz. Çok iyi niyetlerle, vatanperver hislerle ihtilal yaparak idare kuranlar, kurdukları idarenin ertesi gününden itibaren kâbus içinde yaşarlar. Onlar muvaffak oldukları iktidar normal bir demokratik rejime devredebilmek için imkân bulamazlar. Bulabilenler tarihte nadirdir. Biz bulduk işte. Ama bunu bulamayan memleket çok zarar görür. İhtilal niçin yapılır? Eğer ihtilal vatandaş için başka çıkar yoktur, kanaati zihinlere ve bütün müesseselere yerleşirse, meşru bir hak olarak kullanılacaktır. Bundan içtinap kabil değildir. Basiretimiz yerinde ve aklımız başımızda ise normal bir demokratik rejimin icaplarını hulus ile takip ederek, eşit haklarla, dürüst bir seçimin neticelerini kabul ederek bu rejimi bu yola götürelim yoksa Meclis Tahkikat Encümeni şeklinde 3 aylık fevkalade bir idare kuracaksınız. Bu idare, muhalefet partisini ve basını her yerde takip edecek, şu kusuru var bu kusuru var diye her yerde takip edeceksiniz.” (İnönü’nün Konuşmaları, 1993: 300). İnönü bu süreçte DP’ye alternatif bir muhalefet partisinin liderinden ziyade, bir devlet adamı olarak görülmüştür. Yandaşlarına göre o bir siyaset adamı değil, devleti kurtaran ve kuran iki liderden biri olarak her türlü sıkıntıda fikrinin alınması gereken, o zamana kadar sürdürmüş olduğu büyük otoritesinin hışmından korunulması gereken, Kemalizmin inşa edilmesinde Atatürk’ten sonra en etkili rol oynayan partiler üstü bir MBK üyesi Erkanlı (1972: 310-311) darbeye İnönü’nün bu sözleri sonrasında hız verdiklerini “İsmet Paşa’nın Meclis’te “Şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilal meşru bir haktır” dediği günün gecesi İstanbul’da bulunan arkadaşlarla toplanarak bu sözün manasını değerlendirdiğimiz hatırlarım. Bizim için en önemli problemlerden birisi İsmet Paşa faktörü idi (…) O gece anlaşıldı ki: Paşa bizimle olmasa dâhi, ihtilâlin karşısında vaziyet almayacaktır (…) Bu sonuç bize güç ve hız verdi” sözleriyle ifade etmiştir. 90 141 devlet adamıdır (Demirel, 2009: 124-128). DP iktidarının bu uygulamalarına karşı muhalefetle beraber toplumun farklı kesimleri de tepkilerini ortaya koymaya başladılar. Bu doğrultuda gerçekleşen ilk olay 28 Nisan 1960 günü patlak veren öğrenci olayları olmuştur. İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde baş gösteren öğrenci olayları, ülkenin içinden çıkılmaz hale gelen durumunu daha da alevlendirdi. O zamanki siyasi atmosferi konusunda Toker’in anlatımıyla İnönü’nün düşünceleri dikkat çeker: “Asker ihtilal hazırlıyor. Bunu görmemek imkânsız. Fakat hareketi Mehmetçiği kullanmadan yapmak lazım. Bakalım onu nasıl tertipleyecekler?” (Aydemir III, 1999: 445). Sanki bu ifadesiyle İnönü, ordunun müdahalesine ses çıkarmamakta; ama diğer taraftan bunun bir muhtıra şeklinde olmasını da arzulamaktadır. 28 Nisan’da İstanbul Üniversitesi’nde başlayan gösterilerde binlerce genç “Menderes istifa, kahrolsun diktatörler!” sloganlarıyla yürüyüşe geçmişti. Hükümet bu olaylar üzerine “(…) Tahrikler ve önceden yapılmış tertipler neticesinde vuku bulmuş olan müessif hadiselerin yatıştırılması sırasında, devlet kuvvetlerine karşı vaki mukavemet hareketinin amme huzur ve asayişini ihlal edecek istidat göstermesi[ni]” (Üskül, 1997: 141) gerekçe göstererek Ankara’da ve İstanbul’da sıkıyönetim ilan edip tedbir alma gayretine gitmiştir. “Amme huzur ve asayişinin bozulması eğilimin ortaya çıkması” o dönemde yürürlükte olan 1924 Anayasası’na göre sıkıyönetim ilanını gerektiren gerekçeler arasında sayılmamaktadır. Üskül’e (1997: 142) göre gerek ortaya konulan gerekçe gerekse sıkıyönetim süresinin belirsizliği DP yönetiminin uzunca bir süredir anayasayı ihlal alışkanlığının bir sonucudur. Toplanan DP Meclis Grubunda konuşan Menderes, bütün olup bitenleri yine CHP’nin kışkırtması ile başlayan bir ihtilal, bir isyan olarak nitelemiş ve gerekirse üniversitenin temeline gireceklerini; “Bu üniversiteye gireceğiz, temeline gireceğiz. Bize vatan lâzımdır (…) Bugün fiilen ihtilâl içindeyiz. İhtilâlin kendine göre mantıklı, icapları vardır. Şimdi aziz arkadaşlarım, bu gazeteleri kapatacağız, bu adamları içeri tıkacağız. Girilemez mi! Emir verdik, derhal girin dedik. Üniversiteye girmek değil, temelinin altına gireceğiz! Belki bu akşam, belki yarın akşam hususi bir mahkeme derhal kuracağız” (Turan, 2000: 367) diyerek dile getirmiştir. Hükümete darbeyi vuran son olay ise yukarıda da bahsi geçen 21 Mayıs’ta gerçekleşen Harp Okulu öğrencilerinin planladıkları yürüyüş olmuştur. Buna subaylar da destek vermiştir. Bu yürüyüşün görünürdeki amacı tutuklanan bazı subayların serbest bırakılmasıydı. Ancak gerçek sebep Cumhurbaşkanı ve Hükümetin istifa etmesini sağlamaktı (Özdağ, 1997: 177-178; Uğur ve Gürlek, 2012: 125-126). Harp Okulunun bu 142 etkisi onun kurtarıcı misyonundan gelmekteydi. Kurmay Albay Dündar Seyhan’a göre “Harbiyeli daima ülkenin geleceğini düşünmüş ve Türkiye’nin mukedderatına o çatı altında düşünmeye alışmış kafalar yer vermiştir. Öyleki ona göre İmparatorluk otokrasisinde ilk hürriyet ışığının nuru o çatı altında parlamış, Türkiye her yeniliğin, her ileri hamlenin hızını Harbiye’nin potansiyelinden almıştır. [Subaylar da] Atatürk Harbiye’lisi olarak, büyük önderin ölümünden sonra, İnönü’nün [önderliğinde] Türkiye’nin tekmil meselelerinin en uygun teminatı bulduğuna inanmış, yarınlara ümitle baklamaya başlamıştır” (Seyhan,1966: 8). DP Genel İdare Kurulu’nda Başbakan Adnan Menderes, gösterilerin çok da önemli olmadığını ifade etti. DP Genel İdare Kurulu üyelerinin çoğu; Harp Okulu öğrencilerinin yürüyüşünü “Bu bir ihtilâl provasıdır” diye algıladılar ve Başbakan Menderes’i tedbir alması için ikna etmeye çalıştılar. Ancak Menderes, onları yatıştırmaya çalıştı ve konuyu iyimserlikle yaklaştı. Menderes: “Müsterih olunuz efendim, ordudan herhangi bir hareket gelmez ve gelmeyecektir. Kendileri ile konuştum. Mesele bir polisin, bir subayın yakasına sarılmasından ileri gelen bir tepkidir (…) Durmadan ihtilâl olacakmış diyorlar. Kim yapacakmış? Halk mı? Hayır, halk Demokrat Parti iktidarına karşı ihtilâl yapmaz. Asker mi? O da hayır. Asker siyasete karışmaz. Orduya karşı tam emniyetteyiz. Ordu bizimle beraberdir.” diyerek Genel İdare Kurulu üyelerini yatıştırmaya çalıştı. Erkanlı’ya göre, DP mensuplarının birçoğu ihtilalin olacağını tahmin etmişlerdi [tıpkı Sıtkı Yırcalı gibi]. “Onlara göre hele Harbiyenin yürüyüşünden sonra ihtilalin an meselesi olduğu iddia edilmekteydi (…) Hepsi bu işin altında İnönü’yü arıyor, İnönü’nün ihtilalcilerin akıl hocası olduğuna inanıyordu” (Erkanlı, 1972: 115). Ancak Menderes’e göre kesinlikle bir ihtilâl ihtimali yoktu. Genel İdare Kurulu üyesi Sıtkı Yırcalı ise durumun çok ciddi olduğunu belirterek derhal seçim yapılması, Tahkikat Encümeni’nin görevinin sona erdirilmesi, basına konan yasakların kaldırılması, yeni bir hükümetin kurulması gerektiğini dile getirdi. Ancak Başbakan Menderes, Sıtkı Yırcalı ve diğer DP’lilerin uyarılarını dikkate almadı. Harp Okulu öğrencilerinin meydana çıkmasıyla darbe süreci aslında fiilen başlamış oldu (Birand, Dündar, Çaplı, 1991: 158). Başbakan Menderes’in bu uyarıları dikkate almaması önemli bir hataydı. Bununla birlikte 1960 senesinde yaşanan olaylar bir yana TSK içinde birkaç sene önce bir darbe tasavvurunun canlandığını, meselenin DP’nin otoriterleşmesiyle ilgili olmadığını göstermektedir. MBK üyesi Orhan Erkanlı’nın 143 darbenin hemen akabinde Cumhuriyet gazetesine vermiş olduğu röportajda 1956’da bir ihtilal düşündüklerini belirtmiştir (Uğur ve Gürlek, 2012: 79). Aslına bakılırsa tüm bu yaşananların altında Türk siyasal sisteminin önemli bir özelliği yatmaktadır. Gerek Osmanlı’nın son döneminde gerekse belirgin bir ölçüde genç Cumhuriyet’in tek parti döneminde, yöneticiler arasında zihinsel manada bir fark yoktu. İlk başlarda özellikle İnönü’nün tavrı nedeniyle ordu, parlamentoya saygı göstermiş, milli hâkimiyet ilkesi benimsenmişti. Ortaya çıkan demokratik tablo Atatürk devrimlerinin son ve nihaî halkası olarak algılanmış, İnönü’nün varlığı bir emniyet sübabı olarak görülmüştü. Her ne kadar ordu içinde merkeze bağlı bir yapı olsa da demokrasi isteyip hâlihazırdaki statülerinden hoşnut olmayan genç subaylar, bir denge unsuru olarak ortaya çıkmıştı. Ancak akabinde yaşanan siyasi süreçte bir kısmı Atatürk bir kısmı İnönü döneminde gerçekleşen reformlardan vazgeçilmiştir. Bir kesime göre “devrimler tenkide uğramış, ithamlara maruz bırakılmış (...) Bazıları ise yerlerinde saydırılmıştır. Türkçe ezan, Halkevleri, Köy Enstitüleri kaldırılmış, kadın hürriyeti, tedrisin birliği, Türk dili hareketleri geriye götürülmüş[tür]” (Erdem, 2009: 453). Nitekim MBK üyesi Erkanlı’ya göre bu geriye gidişin önlenmesi adına yapılacak bir askeri müdahalede, Atatürk devrimlerinin müsamahasız uygulanması ile Kemalizmin ilmi bir doktrin olarak benimsenmesi kararlaştırılmış, dinin politikaya alet edilmesine karşı çıkılmış ve dinde reform yapma adına İslam konferansının toplanması planlanmıştır (Erkanlı, 1972: 14-15), bu 27 Mayıs darbesine yönelen kesim içinde seçkinci bir dönüşümü sağlamak isteyenlerin de olduğunu göstermektedir. Tanzimat’tan beri iktidarın etkin bir parçası olan aydın, asker ve sivil bürokrasiden oluşan “koruyucu entelijansiya”, Turhan’a (2000: 185) göre “1946’dan sonra hem toplum içindeki gücünü hem de iktidarını, derebeylik kalıntıları, eşraf ve burjuvaziden kurulu bir yapıya kaptırmıştır. İktidara gelen bu toplumsal güçler, asker ve sivil bürokratların yüzyıllık uğraşları sonunda çizdiği ‘şema’ nın tersine davranmışlardır. Koruyucu bir refleksle buna karşı duran aydın, asker ve sivil bürokrasiden oluşan seçkinci yapı, tavrını 27 Mayıs’ta bonapartist bir yöntemle ortaya koymuş, yeni ortaya çıkan sosyo-ekonomik gruplar önlenmeye çalışılmıştır. Yani bir bakıma “Tanzimat’tan beri topluma öncülük etmeye çalışan bürokratik kadro, II. Dünya Savaşı’ndan sonra yeni burjuvazinin önderliğinde ağırlığını koyan derebeylik kalıntılarının ve eşrafın iktidarına sınır koymak istemiştir (Turhan, 2000: 188). 144 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE ÇIKIŞ GÜVENCELERİ 3.1- 27 Mayıs Darbesi Demokrasi ve liberal fikirlerle iktidara gelmiş olan bir siyasi partinin otoriter tek parti rejimlerine zaman zaman yaklaşan uygulamaları büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı. DP bugüne kadar devam edecek olan merkez-çevre çatışmasını somutlaştırmış, çevre iktidarlarının zaaflarını da ortaya koymuştur. Bunların belki de en başında popülizmin bir siyasal araç olarak aşırı kullanımı gelmektedir. DP popülist politikalardan ödün vermemek uğruna muhtemel siyasal açılımların önünü tıkamış, siyasetin farklı toplumsal taleplerini biraraya getirerek oluşturduğu bir koalisyon olduğunu unutup, kendi popülist anlayışı doğrultusunda sadece kendisine destek veren toplum kesimleriyle ittifakını korumaya özen göstermiştir. İktidarının başlangıcında gerçekleştirmiş olduğu hamleleri devam ettirememiş, muhalefet yıllarında olduğu gibi aydınlarla olan bağını sürdürememiş, sonunda anti-demokratik uygulamalarıyla otoriterleşmiştir (Kahraman, 2012: 347-348). Neden olduğu huzursuzlukların sokak gösterilerine dönüşmesinin sonucunda sıkıyönetim kararlarına rağmen tansiyon düşmemiş, “Kemalist Cumhuriyetin koruyucu meleği olan” (Tanör, 2010: 54) TSK de 27 Mayıs 1960’da yönetime el koymuş (Toker, 1992: 329), Turhan’a (2000: 170) göre herhangi bir toplumsal grubu yok etmeden yönetimi devraldığı için “devrimci” değil “evrimci” bir değişim yaşanmıştır. Bu süreçte DP’nin yukarıda bahsedilen demokrasi kültürünün yetersiz olması kadar kurucu ideolojinin askeri kanat aracılığıyla siyasette ağırlık kazanmasının da payı olmuştur. Cizre’ye (2006: 146) göre, buna biraz da DP sebep olmuştur. DP, Kurtuluş Savaşı’nı yürüten ve rejimi kuran CHP’nin karşısında olmasının getirmiş olduğu kompleks ile askeri yapı ve zihniyetinden uzak durmaya çalışan bir tutum içine girmiş, tarafsız ordu geleneğini yıkarak orduyu CHP karşısında kendi partizan çıkarlarına alet edip tahrik ve mağdur etmiştir. Erkanlı’ya göre ise Menderes rejimi kendilerini kanunların üzerinde ve dışında görmüş, icra unsurları olan bürokrasiye de buna alıştırmışlardır (Erkanlı: 1972: 345). Keza DP’nin Atatürk’ün laik devrimlerinden sapması ve orduyu ihmal ederek demokrasiyi baskılaması da bu müdahelenin gerekçeleri arasında gösterilmektedir. Cizre, ordunun bu tutumunu, “İslam ve Kürt bölücüler tarafından tetiklenen, Cumhuriyet’in 145 bekçiliği” refleksine değil (Cizre, 2006: 153) daha çok Atatürk ve İnönü’nün kurucu siyasi ağırlıklarına bağlamaktadır. Ordunun bu müdahalesinde DP’nin hükümet döneminde cumhuriyetin kuruluşundaki aydınlanmacı pozitivist temelli, tepeden inmeci paternalist modernleşme anlayışının ortadan kaybolması ciddi etki etmiş, müdahale merkezi önceleyen, koruyucu bir yaklaşım çerçevesinde yapılmıştır. Kahraman’a göre Türk siyasetinde modernleşmeyi başlatan kurucu elit zümreyi oluşturan ordu-bürokrasi-aydınlardan oluşan olan merkez, 1950 sonrasında siyasal muhalefetle bütünleşmiş ve tarihsel modernleşme projesini geleneksel zihniyet kalıpları ve toplumsal davranışlarla bütünleştirmeye çalışan çevreye karşı bir iktidar mücadelesine girişmiştir. O tarihten itibaren Türk siyaseti sadece siyasetin iç sorunlarıyla değil, bu iki büyük odak (merkez-çevre) arasındaki iktidar çekişmesi tarafından tayin edilmiştir. Silahlı Kuvvetler bu çelişme içinde başat rolü oynamış ve 1950’de bırakılan iktidar 1960 askeri darbesiyle geri alınmıştır (Kahraman, 2010: 244). 27 Mayıs sadece DP iktidarına karşı değil, ordu içi iktidara karşı da gerçekleşmiş, hiyerarşi dışı bir yolla uygulamaya koyulmuştur. Kahraman’a (2012: 319) göre merkezin çevreye kaptırdığı iktidarı geri alması maksadıyla yapılan darbe, hem genç subaylar darbesi olarak gerçekleşmiş hem de etkilerini daha uzun bir süre devam ettirerek ordu içi hiyerarşinin çok sorunlu bir hale gelmesine yol açmıştır. Nitekim Emekli General Ali İhsan Sabis tarafından Başbakan’a iletilen bir mektupta muvazzaf komutanlara dönük tehditlerle beraber, yapılan değişikliklerin genç subayları tatmin etmekten çok uzak olduğu belirtilmiştir. Burada genç subayların hükümetten hızlı bir şekilde koptuğu gözlemlenmektedir. Keza Başbakan’a ulaşan beyannamelerden birisinde, “Biz Bab-ı Âli baskını yapan birkaç subaydan çok daha kudretliyiz” denmesi, alt kadroların kendi içlerinde işleri nereye kadar götürebileceklerini ortaya koymaktadır (Özdağ, 2006: 3233). Bu ifade, aynı zamanda ordunun zihniyet dünyasının başladığı kaynağa referans vermesi anlamında manidar ve kökü derinlerde olan bir anlayışın dışa yansımasıdır. Darbe sonrası Yassıada’da yargılanan dönemin Genelkurmay Başkanı Erdelhun’a göre ise darbenin dört nedeni vardı. Bunlar; ana muhalefet partisi CHP’nin kışkırtıcı tahrikleri, orduda istedikleri makama erişemeyen askerin tahrikleri, İstanbul ve Ankara’da sıkıyönetim ilan edilerek orduya politik görev ve inisiyatif verilmesi, sivil otoritenin böylelikle kontrolü kaybetmesi ve son olarak askerin maaş meselesi bakımından (ekonomik sıkıntı içinde olmaları) kışkırtılmasıdır (Uğur ve Gürlek, 2012: 40). Merkeze göre müdahale ile “çevre”nin vermiş olduğu tahribat son bulmuş ve 146 “merkez”in egemenliğinde restorasyon dönemi başlamıştı. Ş.S. Aydemir, ihtilali “27 Mayıs ihtilali, bizim yakın tarihimizin önemli bir hadisesidir. Bu hadise; lidersiz, teşkilatsız, programsız bir genç kurmaylar kadrosunun eseri görünmekle birlikte, bugünkü anayasayı ve bugün içinde yaşadığımız önemli müesseseleri getiren odur. Bu anayasa ve bu müesseselerle, onların yarattığı hava ise ekonomik ve politik sonuçları itibariyle; memleketimizin gidişatına gerçekten çok yönlü etkiler yapmaktadırlar (...)” (Aydemir III, 1999: 443) diyerek değerlendirmiştir. 27 Mayıs darbesi lidersiz ve teşkilatsız yapılmıştır. Dönemin Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’un yakın tarihte yayımlanan el yazması notlara göre darbeyi gerçekleştiren cunta, daha darbenin ilk günü kendisine “başımıza geç” teklifi yapmıştı (Uğur ve Gürlek, 2012: 38). Yargılanma pahasına bu teklifi reddeden Erdelhun’un yerine cunta, emekli Cemal Gürsel’e yönelmiştir91. Ordu öyle bir durumdaydı ki herhangi bir kişinin kibrit çakması yeterliydi. Darbeyi gerçekleştirenler sorgusuz sualsiz kendilerini işin içine atmış, başarısızlık halinde başlarına neler gelebileceğini düşünmek akılarına bile gelmemişti (Batur, 1972: 86). Ordunun bu plansız durumunu Erkanlı “ısmarlama lider, başsız cunta olmayacağını daha sonraları anladık, acısını çektik, belki de memleket bu hatanın neticeleri yüzünden bunalımlar içinde sallanıyor” (Erkanlı, 1972: 21) sözleriyle ifade etmiştir. Seyhan ise bu “Albaylar” müdahalesini “eğer biz o günlerde birer topçu yüzbaşısı olarak ihtilale teşebbüs etmiş isek bunun asıl sebebini başımızdaki kumandanların yakışıksız davranışlarında aramak lazımdır” (Seyhan, 1966: 48) diyerek meşrulaştırmaya çalışmıştır. 27 Mayıs’ta ordunun “demokrasiyi savunma ve baskıya karşı direnme” (Kapani, 1970: 6-7) adına siyasete müdahale etmesi, Cumhuriyet’in ilk günlerinde temel bir ilke olarak kabul edilen Silahlı Kuvvetlerin siyasal tarafsızlığını sona erdirdi 92. Bu müdahale geçmişte yaşanan tecrübelerle de çelişmekteydi. Zira yeniçeriler bile iktidara doğrudan el koymak yerine yönetici grubu değitirmeye yönelik bir baskı yapmakla yetinmişlerdi. Bu yönden 1960 müdahalesi, bu geçmişten ciddi bir kopuşu simgelemekte ve uzun vadede olumsuz etkilere yol açabilecek bir örnek teşkil etmekteydi (Karpat, 2011: 111). Bu darbe Seyhan’ın anılarında konu hakkında farklı bir bilgiye rastlamaktayız. Ona göre darbeyi gerçekleştiren kadro Erdelhun Paşa teklifi reddettikten sonra Gürsel’e yönelmedi. Daha önceden Sadi Koçaş aracılığı ile Gürsel ile temas kurulmuş, müdahale konusu kendisine açılmış ve destek olacağı vaadi alınmıştı (Seyhan, 1966: 73). 92 Erdelhun’a göre darbe orduda istedikleri rütbe ve makama erişemeyenlerin rol aldıkları bir cuntacı hareketti. Ona göre ordunun siyasete karışmasıyla darbe süreci başladı. Örfi idare ilan edilerek ordu politik görevlere sokuldu (Uğur ve Gürlek, 2012: 40). 91 147 tek başına askerin tasarrufunda yapılmış bir eylem değildi. Muhalefet partisi CHP bu süreçte sessiz; ama etkili bir rol oynamıştı. Ş.S. Aydemir bir değerlendirmesinde CHP ile ordu arasındaki ilişkiyi şöyle ifade etmektedir: 27 Mayıs darbesinden sonra darbenin başına getirilen Gürsel, İnönü’yü telefonla arayarak, “Size karşı kusurluyuz Paşam. Hareketimizi size önceden haber vermedik (…) Ama yapılacak başka başka bir şeyimiz kalmamıştı. Bizi affetmenizi rica ediyoruz. Sizi bir peygamber olarak tanıyor, işaretlerinizi bekliyorum” (Aydemir, 1999c: 450) sözleriyle kendisine olan bağlılığını bildirmişti93. Gürsel’in bu cevabı darbeyi gerçekleştiren ordunun İnönü’nün karizmasına ve Millî Mücadele dönemindeki etkin rolüne duyulan saygıdan kaynaklanmaktadır. İnönü de Gürsel’e cevaben “memleket ve millet için hayırlı bir iş yaptınız. Büyük bir iş yaptınız. Mutlu ve uğurlu olmasını dilerim. Başarınız için asıl ben sizin emrinizdeyim”. Bu sözler üzerine Aydemir, Cemal Paşa’nın teşekkür ettiğini belirtmektedir. İnönü hislerini şöyle beyan etmiştir: “gayet saygılıydı, nasıl bir havada olduklarına teşhis koymak henüz güç. Hem benim desteğime kendilerini muhtaç görüyorlar. Hem benimle açık münasebetleri olsun istemiyorlar. Bakalım göreceğiz? (…) Fakat kendilerine bütün yardımı yapacağım, iyi niyetlidirler ve işlerinin güçleştirilmemesi lazımdır” diyerek devam etmiştir (Aydemir, 1999c: 450-451). Bu çerçevede İnönü’nün darbe karşısında olmadığı bilakis, darbeyi beklediği ve darbe sonrasında da pasif kalmamayı tercih ettiği dikkat çeker. İnönü, 7 Haziran 1960’ta, darbeden hemen sonra, yurtdışında bulunan oğlu Erdal’a yazdığı mektupta: “Burada ve memlekette fevkalade hadiseler oldu. Artık tafsilatı bilirsiniz (…) Çok söyledim dinlemediler (…) Bir askeri darbeye varmamalıydı. Bu darbenin hiçbir surette tertibi ve tatbiki içinde değilim. Daha önceden tahmin edicisi ve bütün memlekete ve Meclisten açıkça söyleyicisiyim. Şimdi gerisini düzeltmek için çalışacağım” (Heper, 1999: 193) diyecektir. Ancak bu sözlerine rağmen gerek 27 Mayıs gerekse ondan önce ortaya çıkan cunta girişimlerine karşı kararlı bir tutum sergilememesi, “dahası bunun yanlışlığının sükûtunu da göstermemesi, onun 1960’ların özellikle sağ siyasetinde eleştirilmesine yol açmıştır” (İnan, 2015: 265). Darbe sonrasında İnönü’ye olan bağlılığını ifade eden Gürsel, atılacak olan siyasi kararlarda İnönü’nün düşüncesinin alınması gerektiğini işaret eden Komite üyesine “bıktık bu İsmet Paşa’dan (…) Kırk senedir bu zatın peşinden gittik, geldiğimiz yer belli (…) Yeter artık bundan sonra devleti biz idare edeceğiz. Paşa evinde otursun işlerimize karışmasın (…) Sizde Halk Partisine alet olmayın (…) Sorumluluk bizimdir” diyerek İnönü ve CHP’den bağımsız hareket etmeleri gerektiğini vurgulamıştır (Erkanlı, 1972: 301). 93 148 MBK üyesi olmakla birlikte 27 Mayıs Darbesi sonrası, Kara Harp Okulu Komutanlığına atanacak olan Kurmay Albay Talat Aydemir’e (2010: 377) göre “o andan itibaren İnönü [Cemal Gürsel’i] ve MBK’ndeki bazı CHP’ye yakın görünen şahısları hemen avucu içine alıvermiş ve ihtilal idaresi boyunca onları perde arkasından kukla gibi oynatmıştır. O nedenledir ki 27 Mayıs İhtilali de CHP namına İsmet Paşa kaprislerine feda edilerek dejenere edilmiştir”. Sivil Yönetimin Sonu 27 Mayıs 1960’da ülke yönetimine el koyan TSK aynı gün yayınlamış olduğu bildiride yapılan müdahalenin nedenlerini halka duyurmuştur (Aydemir, 2010: 440-441): "Sevgili Vatandaşlar, Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri, memleketin idaresini ele almıştır. Bu harekâta Silahlı Kuvvetlerimiz; partileri içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtarmak ve partiler üstü tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemliği altında, en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi, hangi tarafa mensup olursa olsun, seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzere girişmiş bulunmaktadır. Girişilmiş olan bu teşebbüs, hiçbir şahsa veya zümreye karşı değildir. İdaremiz, hiç kimse hakkında şahsiyata müteallik tecavüzkâr bir fiile müsaade etmeyeceği gibi, edilmesine de asla müsamaha etmeyecektir. Kim olursa olsun ve hangi partiye mensup bulunursa bulunsun, her vatandaş; kanunlar ve hukuk prensipleri esaslarına göre muamele görecektir. Bütün vatandaşların, partilerin üstünde aynı milletin, aynı soydan gelmiş evlatları olduklarını hatırlayarak ve kin gütmeden birbirlerine karşı hürmetle ve anlayışla muamele etmeleri, ıstıraplarımızın dinmesi ve milli varlığımızın selameti için zaruri görülmektedir. Kabineye mensup şahsiyetlerin, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne sığınmalarını rica ederiz. Şahsi emniyetleri kanunun teminatı altındadır. Müttefiklerimize, komşularımıza ve bütün dünyaya hitap ediyoruz. Gayemiz, Birleşmiş Milletler Anayasası'na ve insan hakları prensiplerine tamamen riayettir. Büyük Atatürk'ün 'Yurtta sulh, cihanda sulh' prensibi bayrağımızdır. Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO ve [Merkezi Antlaşma Teşkilatı] CENTO'ya inanıyoruz ve bağlıyız. Düşüncemiz 'Yurtta sulh, cihanda sulh'tur." (T.S.K adına Albay Alparslan Türkeş). Bildiride kullanılan ifadelerden müdahaleyi gerçekleştiren ordu mensuplarının uzun süreli bir askerî yönetim kurma niyetinde olmadıkları, aksine iktidarı en kısa sürede sivillere devretmek istedikleri, serbest seçimlerin bir an önce yapılması gerektiği anlayışından ortaya konmaktadır. Her ne kadar bildiri bu şekilde açıklansa da MBK üyeleri arasında tam bir uzlaşma yoktu. Aralarında Cemal Gürsel’in de bulunduğu ‘ılımlılar’, ordunun siyasi rolünü olabildiği kadar sınırlı tutmayı ve iktidarı en kısa süre içinde seçilmiş meşru bir hükümete devrederek “hakem rolünde” kalmayı amaçlamışlardır. Buna karşılık daha çok orta ve alt rütbeli subayların oluşturmuş olduğu 149 ‘radikaller’94, iktidarı hemen devretmek yerine Atatürk döneminde başlatılmış olan sosyal ve yapısal reformları tamamlamak maksadıyla en az dört yıl, ihtiyaç olursa daha uzun bir süre yönetimde kalarak “yönetici tipi” bir modeli savunmaktaydılar (Ahmad, 2007:194). Darbenin hedefinde olan Menderes ise darbe sonrasında “kumandan bey iktidarı çabuk bırakmayın, memlekette normal şartlar kısa zamanda geri gelmez ve seçim ortamı hazırlanmaz. Bir süre ordunun hakemliğine ihtiyaç vardır; sarsılan devlet otoritesini ancak ordu kurabilir, acele etmeyin” (Erkanlı, 1972: 349) diyerek tavsiyelerde bulunmuştur. Darbecilerin içindeki bu düşünsel farklılık, onların Türkiye tasavvurundaki belirsizliği de ortaya koymaktaydı. O kadar ki ihtilalin “fikirsiz” olduğunu söyleyenler bile vardı. Çünkü darbenin başlangıcındaki hedefi sadece DP hükümetini alaşağı etmek görünürken kısa süre içinde çehre değiştirerek başka farklı bir yol aldı. Harekâtın basit bir kabine değişikliğiyle sonlanamayacağı açığa çıktı (İnan, 2011: 303). Tarhan Erdem’e (2009: 449-451) göre o dönemin etkili aydınlarının çoğu, DP’nin Atatürk devrimlerine karşı göstermiş olduğu tutum nedeniyle yıkıldığını düşünmekteydi. Darbeyi gerçekleştirenler, politik misyonunlarını “Atatürk inkılâplarının savunulması ve demokratik katılım hakları temelinde; 1960’ların merkez-sol çizgisini de bu yönelim üzerine üzerine bina ederek” ve CHP’den tepki çekmemek adına “Atatürkçülüğü” genel siyaset anlayışı olarak ortaya koymak (Erdem, 2009: 450-451) olarak belirlemişlerdi. Keza Başbakanlık’ın yayınladığı Ak Devrim kitabında “O bahar sabahının ilk ışıklarıyla gözlerini açanlar, kendilerini bir sevinç fırtınası içinde buldular. Türk Ordusu vazifesini yapmış, milletin ve memleketin kaderini temiz ellere almıştı [r]. “Atatürk’ün aydın başı ve yalçın iradesiyle açılan ‘Koşan Tarih’ devrini, değil duraklatma, yavaşlatma bile bekamızın aleyhine işlenmiş bir cinayet sayılmalıdır” (Ak Devrim, 1960: 3-4) diyerek DP yönetimini Atatürk devrimlerine karşı çıkmakla, laikliğin yanlış ve politik amaçlar için kullanılmasını sağlamakla eleştirmişlerdir (Batur, 1972: 73). Dahası kendilerini destekleyen yazarlara kitapta özellikle yer vermeleri de müdahaleyi meşrulaştırma gayreti içinde olduklarını göstermektedir. Nitekim Sadi Irmak, 31.05.1960 tarihli Yeni Sabah’ta Radikallerin düşüncesine göre “böyle bir hareket halkın büyük kısmını ihtilâl idaresine ve dolayısıyla ihtilâlcilere karşı güvensizliğe yöneltecekti. İhtilâli, Paşa’nın (İsmet İnönü) iktidara gelmesi için yapıldığı inancını değişmez derecede kuvvetlendirecekti. Millet, ihtilâlciyi Paşa’nın maşası olarak görecek (…) 27 Mayıs’ı yapanları lanetleyecekti” bkz. (Seyhan, 1966: 95). Onlara göre eninde sonunda demokratik bir idareye çekilecekti; ama bu CHP’nin rakipsiz iktidara getirilmesi değildi. O nedenle CHP dışındaki vatandaş kitlesi belli bir siyasi organizasyonu destekler hale getirilmedikçe, iktidarın devri söz konusu olamazdı. Böyle CHP dışındaki farklı bir siyasi organizasyonda komite elemanları tarafından yerine getirilmesi amaçlanmıştı. 94 150 çıkan yazısında “Atatürk devrimleri denen medenileşme iradesi, bütünüyle korunmalıdır. Ondan taviz vererek gelecek bir iktidar, gayri meşru olacaktır” diyerek DP yönetimini Atatürk devrimlerine karşı zaaf gösterdiğini öne sürerek suçlamıştır (Ak Devrim, 1960: 252). Falih Rıfkı Atay ise 12.06.1960 tarihli, Dünya gazetesinde çıkan yazısında “Atatürkçülüğü köylere yayan Köy Enstitüleri perişan edilmiş (...) Halkevleri yıkılmış (...) Atatürk’ten kala kala tunç heykeller ve büstler kalmıştır” diyerek DP iktidarını eleştirmiştir (Ak Devrim, 1960: 155). Yönetime el koyan MBK üyeleri 12.06.1960’da kabul edilen 1 sayılı kanunla 1924 Anayasası’nın birçok hükmünü değiştiren geçici bir anayasa düzeni teşkil etti. Söz konusu kanunun geçici hükümler bölümünde, “İktidar Partisi idarecileri tarafından anayasanın çiğnendiği, Türk Milleti’nin bütün fert ve insanlık hak ve hürriyetlerinin ve masuniyetlerinin ortadan kaldırıldığı, muhalefet murakabesi işlemez hale getirilerek tek parti diktatoryası kurulmak suretiyle TBMM’nin fiilen bir parti durumuna düşürüldüğü ve meşruluğunu kaybettiği” ifade edilmiştir (Erkanlı, 1972: 22). Diğer taraftan Türk Ordusunun “Ordu Dâhili Hizmet Kanunu’nun” 35. maddesi ile Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun95 kendisine vermiş olduğu Türk yurdunu ve Türk Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumak vazifesini yerine getirdiğini ifade eden sözlere de yer verilmiştir. Buna göre “vatandaşı bir birine düşürmek suretiyle Türk Vatanını ve milli varlığı tehlikeye koymuş olan eski iktidara karşı bu mukaddes kanuni vazifesini yerine getirmek ve hukuk devletini yeniden kurmak için Türk Milleti adına harekete geçerek, Milleti temsil vasfını kaybetmiş olan Meclisi dağıtıp, iktidarı geçici olarak MBK’ye emanet etmiştir” (Yazıcı, 1997: 67). Böylece TSK, yönetime el koyma hareketinin yasal bir hakkın kullanılması anlamına geldiğini, darbeyi takiben kurulan MBK yönetiminin de meşru bir zemine oturduğunu ifade etmiştir. Aynı kanunun 8. maddesiyle de “MBK, genel seçimlerle kurulacak TBMM’nin göreve başlaması ile hukuki varlığını kaybeder ve kendiliğinden dağılmış olur” hükmüyle, MBK’nın uzun süreli bir askeri yönetim kurma hedefinde olmadığı belirtilmiştir. Kanunun 3. maddesi ise yasama yetkisinin MBK’ye ait olduğunu, yürütme yetkisinin de Devlet Başkanınca tayin ve komitece tasvip edilen Bakanlar Kurulu tarafından kullanılacağını düzenlemektedir. MBK’ye bakanları denetleme ve görevden 12.06.1960’da kabul edilen 1 nolu “1924 tarih ve 491 sayılı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun Bazı Hükümlerinin Kaldırılması ve Bazı Hükümlerinin Değiştirilmesi Hakkında Kanunun” tam metni için bkz: 14.06.1960 tarih ve 10525 sayılı Resmî Gazete, bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/10525.pdf (14.03.2015). 95 151 azletme yetkisi 4. maddeyle verilmiştir. Yargı erkini millet adına tarafsız ve bağımsız mahkemelerce ve kanunun çizdiği sınırlar içinde kullanılmasını düzenleyen 5. madde, yargı bağımsızlığını güvence altına alması bakımından olumlu görülmüştür. Ancak hemen akabinde yer verilen 6. madde “Sakıt Reisicumhur ile Başvekil ve vekilleri ve eski iktidar mensuplarını ve bunların suçlarına iştirak edenleri yargılamak üzere bir Yüksek Adalet Divanı kurulur” hükmüne yer vererek bir tür olağanüstü mahkeme teşkil etmiştir. Aynı maddenin 6. fıkrasıyla da, bu mahkemenin vereceği ölüm cezalarının, devlet başkanlığı ve başbakanlık yetkilerini uhdesinde toplayan MBK tarafından onaylanıp infaz olunacağı hükmüne yer vererek, askeri yönetimin yargı faaliyetlerinin en son aşamasında yetkili olduğu vurgulanmıştır. Bu ifade yukarıda bahsi geçen yargı bağımsızlığıyla çelişir (Yazıcı, 1997: 68). Darbenin ilk işi Silahlı Kuvvetlerin demokrasiyi kurtarmak için faydalanabileceği tek çare olduğu gerekçesiyle meşrulaştırılması olmuştur. Bu amaçla 27 Mayıs sabahından itibaren yeni bir anayasanın hazırlanması gerektiği düşüncesi ortaya atılmış ve gerekli çalışmalara başlanmıştır. İhtilâli gerçekleştirenler, üniversitelerin hukuk fakültelerinden bazı öğretim üyelerinden bir heyet oluşturdular ve 27 Mayıs İhtilâlinin gerekçelerini hukuksal açıdan tespit etmelerini istediler. Bu heyetin başkanı Ordinaryus Profesör Sıddık Sami Onar’dı.96 Bu İstanbul heyeti, ihtilâlin gerekçelerini belirtirken önce Türkiye’nin nasıl bu hale geldiğini ortaya koymaya çalışarak, ihtilale meşruiyet kazandırmayı amaçlamıştır. İhtilâlin gerekçesini hazırlayan heyete göre, DP iktidarı devletin kurumlarını ve insanları kendi şahsi çıkarları için birbirlerine düşürmekten çekinmemiş ve keyfi bir yönetim sergilemişti. İktidarın keyfi yönetimine karşı çıkan ordu, barolar, adliye, görevlerini layıkıyla yapan memurlar, üniversite ve basın mensupları o nedenle iktidarın boy hedefi haline gelmişti ki bu durum Türkiye’yi dünyada da küçük düşürmüş, iktidar Atatürk ilkelerinden de uzaklaşılmış, iktidar partisi istediklerini yapabilmek için yol gösterici olan üniversiteye ve üniversite hocalarına her türlü saldırıyı planlamış ve gerçekleştirmişti (Karpat, 2011: 111-112). Heyet iktidarın meşruiyetini şöyle izah etmektedir: “Bir hükümetin meşruiyeti sadece iktidara geldiğinde değil, iktidarda da kendisini bu mevkie getiren anayasaya riayeti ve millet, efkârı, ordu ve ilim müesseseleri gibi müesseselerle işbirligi yaparak, Heyette altı öğretim üyesi daha bulunuyordu. Bunlar; Profesör Naci Şensoy, Ordinaryüs Profesör Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Profesör Hüseyin Nail Kubalı, Profesör Ragıp Sarıca, Profesör Tarık Zafer Tunaya ve Doçent Doktor İsmet Giritli’ydi (Feridun, 1962: 68). 96 152 hukuk nizamı içinde yaşamasıyla ve devamı ile mümkündür. Hâlbuki hükümet ve siyasi iktidar, bir taraftan anayasaya tamamıyla aykırı kanunlar çıkarmış ve bunlara dayanmak suretiyle anayasayı ihlâl etmiştir.”97 MBK’ye göre ihtilâlin meşru olduğunun bir diğer göstergesi de hükümetin TBMM’yi kendi oyuncağı haline getirmesidir. Nitekim Komite’nin: “Türkiye'de iktidarda bulunan Demokrat Partinin takip etmekte olduğu hırslı politika, memleketin bütünlüğünü tehdit eden korkunç bir âfet halini almak üzere bulunmasından dolayı, Türk Silâhlı Kuvvetleri müdahalede bulunmak lüzumunu hissetmiş[tir]”98 diyen açıklaması da bunu tamamlamaktadır. O nedenle DP iktidarı artık devlet olma vasfını yitirmiş ve “Devlet müesseselerini, içtimai müesseseleri, siyasi kudreti ve meşru hükümeti yeniden kurmak hâsıl olmuştur.”99 27 Mayıs’ta ortaya çıkan MBK, kuruluş gerekçesini: “MBK’nin hareketini yani devlet müessese ve kuvvetlerinin idareyi ele almasını bu mecburiyetin, yani devlet nizamını bozan, halkı birbirine düşürerek anarşiye yol açan, sosyal müesseseleri işleyemez hale koyan ve bu müesseselerin dayandığı temelleri yok etmeye çalışan fiili bir durumu önleyerek meşru ve sosyal nizamı tekrar kurmak ihtiyacının bir neticesi sayıyoruz ”(Karpat, 2010: 312) şeklinde açıklamıştır. Bu müdahaleyle ülke demokrasisinin çöküntüye uğraması, Tanzimat’tan beri süre gelen siyasal kültür, ekonomik ve sosyal koşulların ağırlaşması gibi pek çok unsurla açıklanabilir. Fakat daha da önemlisi Cumhuriyet’in kuruluşunda tek parti yönetiminin ihtiyaçları dikkate alınarak toplumu dönüştürüp modernleştirme anlayışıyla yürürlüğe girmiş olan ve halkoyuna sunulmamış 1924 Anayasası’nın eksiklikleri, Türkiye’de demokrasi deneyiminin başarısızlıkla sonuçlanmasına etki etmiştir. Zira 1924 Anayasası otoriter bir dünya görüşünün ürünü olarak toplumu yukarıdan aşağığa paternalist bir anlayışla dönüştürmeye kararlı bir irade sahibine bunu gerçekleştirmek için gerekli olan bütün yetkileri veriyordu (Belge, 2011: 631). Eldeki anayasayla 1924’ten 1950’lere kadar tek parti iktidarı ile tecrübe edilen siyasal hayat, çok parti denemesiyle bocalama sürecine girmiştir. Zira ülke yönetimi “koruyucu entelijansiya”dan oluşan seçkinlerden eşraf ve burjuva seçkinliğine geçmiş, merkezin karşısında çevre, iktidarın yeni sahibi olmuştur. Devletin seçkinci kurucularına verilen yetkiler, zihniyet olarak onun karşısında yer alan, çevreyi temsil edenlerin eline geçmiştir. Benzer bir şekilde 1924 Anayasası’nın kuvvetler Resmî Gazete, S:10540, 1.7.1960, bkz: http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/10540.pdf (30.12.2013). Resmî Gazete, S:10541, 2.7.1960, bkz: http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/10541.pdf (30.12.2013). 99 Resmî Gazete, S:10541, 2.7.1960, bkz: http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/10541.pdf (30.12.2013). 97 98 153 ayrılığı ilkesine yer vermemesi, temel hak ve hürriyetlerin yeterli güvenceye sahip olmaması, yine kanunların anayasaya uygunluğunu denetleyecek bir mekanizmanın bulunmaması, hükümetle muhalefet arasında olması gereken uzlaşmaya dayalı diyalog kültürünün oluşmasını engellemiştir. Bütün bunlara ilaveten ortaya çıkan toplumsal huzursuzluklar da müdahale sürecinin hızlanmasına katkı sağlamıştır. Burada ilginç olan husus, askeri müdahalenin emir komuta bağlamında silsile yoluyla değil, alt rütbeli subaylar tarafından yapılmasıdır. Her ne kadar darbe sonrasında Silahlı Kuvvetler müdahaleyi sahiplenmiş olsa da ortada bir disiplin zaafiyetinin olduğu açıktır. Dönemin Genelkurmay Başkanı Erdelhun, anılarında ordudaki disiplinsizliği ve müdahaleci grubu, cuntacı ve hastalıklı bir yapı olarak tarif etmiştir. Bu cuntacıların darbe hazırlıkları sürerken Genelkurmay Başkanı Erdelhun, karargâhta yapmış olduğu konuşmada Silahlı Kuvvetlerin millet idaresi yetkisinde olduğunu seçimle iktidar olan hükümete itaat etmeye ve emirlerini yerine getirmeye mecbur olduğu vurgusunu yaparak (Uğur ve Gürlek, 2012: 97) sivil siyasete olan bağlılığını ifade etmiştir. Ne var ki gerçek olan şudur, 27 Mayıs 1960 askeri darbesi Türk siyasi hayatı açısından önemli bir dönüm noktasını ifade etmektedir. Bu müdahale ile birlikte ordu, siyasi yönetimi etkileme ve gerektiğinde yönetime el koyma geleneğini başlatmış, Atatürk döneminden beri korunan “sivil yönetim anlayışı”nı yıpratarak seçkinci, bürokratik vesayetçi yönetimin tohumları atılmıştır. Bundan başka ordu, koruyucu bir tavırla aşağıda detaylıca görüleceği üzere her müdahalenin ardından kendi yönettiği anayasa yapım süreçlerinde “çıkış güvenceleri” bağlamında yeni yetkiler elde etmiş ve zamanla sivil otoritenin askeri idarenin kontrolüne girmesine neden olacak vesayet yönetiminin kurumsallaşmasını sağlamıştır. Yine de şu unutulmamalıdır ki, asker içinde parlamentolu bir rejim isteyenler sayıca daha çoktu. Bunun yanında tekrar demokratik bir rejim kurmak isteyenler ise sayıca az değildi. Bu, çok önce ifade ettiğimiz üzere aydınbürokrat çevrelerle birlikte “rasyonalist bir demokrasi” anlayışıyla kurgulanacak olsa da bir otoriter rejim olmayacaktı. Bir ihtimal bunda Türkiye’nin 1952’de NATO’ya girmesinin de etkisi vardı. NATO ülkelerinde eğitim alan subaylar istisnaları olsa bile Batı demokrasisinden tamamen kopmak istemiyorlardı (Heper, 2011: 306). 154 3.1.1- Yeni Anayasanın Hazırlanması (İstanbul ve Ankara Tasarılarında Vesayet Unsurları) Ordunun yönetime el koymasının ardından ihtiyaçlara cevap verebilecek, ülkeyi 1924 Anayasası’nın meclis üstünlüğü ilkesinden uzaklaştıracak bir anayasanın hazırlanması çalışmalarına başlandı. Buradaki motivasyon, “bilgisiz köylü yığınlarının kandırılarak oy verdiği kötü niyetli bir partinin kentli aydınların hayat tarzına ve tabii Atatürk ilke ve inkılaplarına müdahalesine engel olacak bir anayasanın” hazırlanmasına dayanıyordu (Belge, 2011: 631). Nitekim 30 Mayıs 1960’da yayınladığı 13 sayılı tebliğ100 ile İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sıddık Sami Onar başkanlığında kurulan komisyonun amacı şu şekilde izah edilmiştir. “Bugün içinde bulunduğumuz durumu âdi ve siyasi bir hükümet darbesi olarak saymamız doğru değildir (...) Devlet kudreti Atatürk inkılâplarına karşı düşman durumuna düşmüştür (...) Siyasi iktidar anayasaya tamamen aykırı kanunlar çıkarmış ve bunlara dayanmak suretiyle anayasayı ihlal etmiştir (...) Demokrasi esaslarına uygun bir anayasa hazırlamak [ve] (...) bir seçim kanunu yapmak gerekecektir. Yeni anayasa[nın] (...) Fert hak ve hürriyetleri (...) Sosyal hakları teminat altına alması, Devlet organlarını, sosyal müesseseleri kuran ve koruyan bir muvazene âmili olması, kanunların anayasaya uygunluğunu sağlayacak müesseselere yer vermesi, bunun için de iktidarı teşkil eden bir Meclis çoğunluğunun meşrû hak ve yetkilerini aşarak yarınının iktidarı olabilecek bir Meclis azınlığını ezmemesi (...) Siyasi hayatı felce uğratmaması için gerekli bütün esasları ihtiva etmesi lazımdır (...) Bu prensipler üzerinde (...) Komisyon üyeleri, Milli Birlik Komitesi Başkanlığı ve Türk Silahlı Kuvvetleri Sayın Başkumandanlığı ile tamamen müttefiktir” (Ak Devrim, 1960: 65-66). Buradan da anlaşılacağı üzere anayasa hazırlık komisyonu çıkış güvencelerini de ihtiva eden genel ilkeler çerçevesinde MBK ile mutabakat birliğine varmıştır. Raporda siyasi partilere ve genel oy sistemine karşı duyulan güvensizlik belirtilmiştir. Bu nedenle genel oydan çıkmayan; ama bir denge mekanizması kurulması adına ikinci bir meclisin oluşturulması öngörülmekte, yürütmenin görev alanına giren birçok konuda da özerk veya yarı özerk kuruluşlar meydana getirilmek suretiyle siyasal iktidarın sınırlandırılması amaçlanarak (Özbudun, 1995: 13-14) halkın egemenliğine ortak yaratılmak istenmiştir. Demirci’ye (2010: 195) göre de 1961 Anayasası’nın hazırlanmasında “korporatif model beninsenmiş, “aydın sorumluluğuyla” hareket edecek, seçkinlerin sorumluluklarının gereğini yerine getirecek ve kurumsal işleyişi temin edecek bir model tercih edilmiştir. Anayasa hazırlama konusunda bir başka adım da Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden (SBF) gelmiştir. Ankara Üniversitesi SBF de tıpkı İstanbul Komisyonu gibi yeni anayasanın nasıl olması gerektiği konusunda çalışmalara başlamıştır. Gerek Resmî Gazete, (16.02.2014). 100 30.05.1960, Sayı:10515, bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/10515.pdf 155 İstanbul Komisyonu gerekse Ankara Heyeti’nin anayasa taslak çalışmaları KM’nin çalışmasına öncülük etmiş, çıkış güvenceleri konusunda önemli ipuçlarını bünyesinde barındırıp yasama, yürütme ve yargı başlıkları altında şu şekilde irdelenmiştir: Yasama Anayasa hazırlama komisyonlarında görev alan akademisyenlerin “aydın sorumluluğu” algısı, izlerini kadim zamanlardan 19. asra kadar giden Batı siyaset teorisindeki filozofların ve düşünürlerin görüşlerinde kendini bulan seçkinci bakış açısısının unsurlarını taşımaktadır. Bu bakış açısı, siyasetçi sınıfına ve onun kurumları olan partilere güven duymayan, aydınlara özgüveni yüksek ve misyon yükleyen bir tasavvura sahiptir. Bu anlayış, seçkinler ve aydınları devletin temel prensiplerinden uzaklaşmasına engel olacak koruyucu güçler olarak görerek, milletin egemenliğini yansıtan parlamentoya karşı sistemi koruyacak ve devletin çıkarına hizmet edecek bir ikinci meclis yapılanmasını önermektedir (Demirci, 2010: 194-196). Nitekim İstanbul tasarısı yasama konusunda çift meclisli bir yapı öngörmüş, kurumları TBMM ile Cumhuriyet Senatosu olarak tanımlanmıştır. Tasarının 60, 61, 62, 63, 64, 65, 70, 71, 72, 73 maddelerinde101 seçilme şartları ve görevleri konusundan geniş içeriklere yer verilmektedir. İstanbul tasarısının yasama bölümü için çift meclis sistemini getirmesinin yanında en büyük özelliği, bu tasarının o döneme kadar yanılmaz bir iradeye sahip olduğu ve milletin yegâne temsilcisi olduğu düşünülen meclise, bir başka ifadeyle genel oya karşı bir güvensizlik duymasıdır. Buna göre meclisin sonsuz bir yetkiye sahip olmasının sakıncalı olduğu düşünülmüş, bu nedenle meclisin yetkileri tek tek sayma yoluna gidilerek, yetkilere ilişkin bir çerçeve oluşturulmaya gayret gösterilmiştir. Ankara tasarısı da yasama yetkisini 5. maddede düzenlemiş ve İstanbul tasarısı gibi çift meclisli bir yapı önermiştir (Demirci, 2010: 177-181). Buna göre “Yasama yetkisi, milletçe seçilen Millet Meclisi ile Cumhuriyet Meclisi tarafından anayasaya göre kullanılır.” Söz konusu meclislerin nasıl ve kimlerden oluşacağı ile yasaların nasıl yapılacağı yine aynı tasarının 37, 39, 40, 53, 54. maddelerinde belirtilmiştir102. Bu meclislerden Cumhuriyet Meclisi’nin ilk meclise nazaran daha nitelikli kişilerden oluşturulmak üzere düzenlendiği göze çarpmaktadır. Daha çok bir fren mekanizması olarak öngörülen bu meclis, Millet Meclisi kadar kanun yapımına dâhil olmayacak; ancak Bkz. (Arıkan, 2008: 167-172). Siyasal Bilgiler Fakültesi İdari Bilimler Enstitüsü’nün Gerekçeli Anayasa Tasarısı, Ankara, Ajans Türk Matbaası, 1960’dan, akt, (Arıkan, 2008: 156-160). 101 102 156 onu denetleyen bir yapı olarak faaliyet gösterecektir. Bu yönüyle tasarıda üye profilindeki farklar ve kanun yapma yetkisi dışında iki meclis arasında benzerlik yoktur. Çift meclis sisteminin olumsuz tarafı çok başlılık yaratabileceği endişesidir. O nedenle ikinci meclisin sadece denetleme ve fren görevleriyle donatılması gerektiği görülmektedir. Bu açıdan, Ankara tasarısından farklı olarak, İstanbul tasarısı 89. ve 90. maddelerinde103 belirtildiği gibi kanun yapım sürecinde birinci meclis olarak Millet Meclisini öngörmektedir. Yine İstanbul tasarısı seçim sistemine ilişkin bir çerçeve çizmeyi de uygun bulmuştur. Bu düzenlemeye göre, çoğunluk sistemine göre seçimlerin yapılması yasaklanmış, anayasal bir norm olarak, seçimlerin nisbi temsil sistemine göre yapılmasının öngörülmesi hedeflenmiştir. Hiç kuşku yok ki bu hassasiyetin nedeni, çoğunluk sistemine göre DP döneminde yapılan seçimlerin getirdiği temsil adaletsizliğine karşı, yine çoğunluk sistemi öngören bir seçim kanunu yapılmasını önleme kaygısıdır. Burada nispi temsil sistemine göre seçilmesi öngörülen kanat, Millet Meclisi’ydi. Genel oya kuşkuyla bakan İstanbul Tasarısını hazırlayan komisyon, Cumhuriyet Senatosu’nu korporatif unsurları içerisinde barından bir meclis olarak düşünmüş ve Millet Meclisi’nin iradesini bir nevi, aklileştirmeye yarayacak bir süzgeç olarak görmüştür. Yürütme 1924 Anayasası’nda Cumhurbaşkanlarının her seçim döneminde seçilen ve tıpkı Başbakanlar gibi partiler ile sıkı bağları devam eden bir nitelik taşıması, tarafsız cumhurbaşkanına duyulan ihtiyacın dile getirilmesine neden olmuş, bu doğrultuda cumhurbaşkanının parlamenter sistemde tarafsız, yetkisiz ve sorumsuz olması gerekliliğine vurgu yapılmıştır. İstanbul tasarısı konuyu iki başlık altında toplanmıştır. Bunlar tarafsız cumhurbaşkanı ile özerk kurumlardır. Bunun yanında Silahlı Kuvvetler sivil-asker ilişkilerinin devamlı iş birliği bağlamında Milli Savunma Şurası düzenlenmiştir (m.125). Ankara tasarısı ise tarafsız bir cumhurbaşkanı öngörmek için düzenlemeler yapmış, görev ve yetkileri belirtilmiştir. Ankara tasarısı, İstanbul tasarısına benzer biçimde tarafsız, sorumsuz ve yetkisiz partiler üstü bir cumhurbaşkanı modeli öngörmüştür (m.56,59,60)104. İstanbul tasarısında Cumhurbaşkanının tarafsız devlet başkanı sıfatından Bkz. (Arıkan, 2008: 167-172). Siyasal Bilgiler Fakültesi İdari Bilimler Enstitüsü’nün Gerekçeli Anayasa Tasarısı, Ankara, Ajans Türk Matbaası, 1960, akt, (Arıkan, 2008: 160-162). 103 104 157 kaynaklanan yetkilerini kullanarak aldığı kararlar dışında kalan diğer tüm tasarruf ve kararlarını, Başbakan ile birlikte ilgili Bakan tarafından da imzalanması ve sorumluluğun onların üzerinde olması esası kabul edilmiştir105. Fakat Cumhurbaşkanı tamamen yargıdan muaf ve sorumsuz değildir. Tasarısının 100. maddesine göre, Cumhurbaşkanının anayasaya aykırı davranması ve vatan hainliği suçunu işlemesi hallerinde Anayasa Mahkemesi tarafından yargılanması mümkündür. Burada dikkat çekmek gereken husus, Cumhurbaşkanının yargılanması sırasında görevinden ayrılacağı ve Anayasa Mahkemesi önünde beraat ettiği takdirde Cumhurbaşkanlığı makamına geri döneceğidir. Bu durumda, yargılama devam ederken yeni bir Cumhurbaşkanı seçilemeyecek; ancak yargılanan Cumhurbaşkanı da görevine devam edemeyecektir. Yani bu süre zarfında Cumhurbaşkanlığı makamı boş bırakılacaktır. Tasarı ayrıca Cumhurbaşkanının seçilme prosedürü ile Ankara tasarısından da ayrılmaktadır. İstanbul Tasarısının getirmiş olduğu hüküm tıkanmaya sebebiyet vermemektedir. Keza adaylar elenerek en nihayetinde bir cumhurbaşkanı üzerinde uzlaşmaya varılması hedeflenerek, seçimin krize mâl olması engellenmiştir. Yine İstanbul tasarısına göre bir kişi üst üste iki defa Cumhurbaşkanı seçilemezken, Ankara tasarısında bir defa Cumhurbaşkanı seçilen kişi görevinin son bulmasından yedi yıl geçtikten sonra tekrar Cumhurbaşkanı seçilebilir ifadesine yer vermiştir. İstanbul tasarısının DP döneminde yapılan anayasa tartışmalarından etkilenerek getirmiş olduğu bir diğer düzenleme de idare içerisinde özerk kurumların oluşumuna yer vermesidir. Sivil otoriteye olan güven zaafını simgeleyen bu tasarruf, tasarının 143, 144, 145. maddelerinde106 vücut bulmuştur. Belirtilen kurumların en önemlileri üniversiteler, Türkiye Radyo-Televizyon ve Haber Ajansı Müessesesi, Milli Müze ve Kütüphaneler, Devlet Konservatuarları, Devlet Opera ve Tiyatrolarıdır. Yargı İstanbul tasarısı tıpkı yürütmede olduğu gibi yargı bölümünü de iki ayrı başlık altında düzenlemeye çalışmıştır. Bunlardan ilki tasarının107 ele alınmış olan ve hâkimlerin bağımsızlığını sağlamak ve korumak maksadıyla belli görevlere atanması, meslekte Tasarısının 99. maddesinin son cümlesine göre, “Cumhurbaşkanı, Hükümetin sorumluluğunu gerektirecek mahiyette olan beyanları, ancak Bakanlar Kurulunun uygun mütalaasını aldıktan sonra ve ilgili Bakanın huzuru ile yapabilir.” Bu düzenleme ile Cumhurbaşkanı siyasi nitelikte hiçbir beyan vermemekle anayasal olarak yükümlendirilmiştir (madde 99). 106 Bkz. (Arıkan, 2008: 173-174). 107 Bkz. (Arıkan, 2008: 175-180). 105 158 yükseltilmesi, görev yer değişikliğine gidilmesi ile disiplinleri ve görevleri konusunda fiillerinden dolayı yargılanmalarına gerek olup olmadığı hususunda karar vermekle yetkili olan Yüksek Hâkimlik Şurası108, ikincisi ise Anayasa Mahkemesidir (m.167,168,169)109. Hatta İstanbul tasarısı Anayasa Mahkemesini o denli önemsemiştir ki, 94. maddesinde Cumhurbaşkanının TBMM’de yemin etmesinin ertesi günü Anayasa Mahkemesinde de yemin etmesini öngörmüştür. Bu düzenleme bile, İstanbul tasarısını hazırlayan heyetin, kurulacak yeni düzende meclisi tek meşruiyet zemini olarak görmediklerini göstermekte, dahası yargı erkini sivil siyasetin üstünde bir konuma koymakla yargı vesayeti tesis etmeye meyilli olduğunu göstermektedir. Ankara tasarısının ise DP dönemi tartışmalarından etkilenerek düzenlediği iki önemli müessese vardır. Bunlardan ilki Adalet Şurası, diğeri ise Anayasa Mahkemesidir. Ankara tasarısı, Adalet Şurasının görevini sadece Yargıtay Başkanı ve üyelerinin seçilmesi ile sınırlı tutmuş, diğer hâkimler için ise güvence getiren çerçeve bir düzenleme yapmakla yetinmiştir. Hâkim teminatı ve Adalet Şurası ile ilgili olarak ilgi çekici bir diğer husus Adalet Şurasının üyeleridir110. Burada dikkat çeken konu, Adalet Şurası üyeleri arasında Cumhurbaşkanı ve Adalet Bakanı’nın bulunmasıdır. Ankara tasarısını hazırlayan ekip, çok güçlü ve zaman zaman hukuk dışına çıkan bir hükümetin darbe sonucu iktidardan indirilmesi ve tıkanan sistemin yerine yenisinin konması için yapılacak Anayasa tasarısında yürütmeyi denetleyecek mekanizmaları anayasaya yerleştirmekle beraber, yürütmeye yargı alanında önemli bir görev verilmesini de öngörmüştür. Ankara tasarısının gündeme taşıdığı bir diğer husus Anayasa Mahkemesinin Yüksek Hâkimler Şurası hâkimlere ilişkin her türlü işin yönetimini hâkimlere bırakmak üzere, bir başka ifadeyle kooptasyon yaratmak amacıyla düzenlenmiştir. Tarafsız Cumhurbaşkanı sembolik olarak Şuranın başkanıdır. Ancak, ondan başka bir görevli başkan seçilmektedir. Aynı şekilde, Adalet Bakanı toplantılara katılabilmekle beraber, oylamalara katılma hakkından yoksundur. Şuranın üç üyesi Millet Meclisi, üç üyesi Cumhuriyet Senatosu tarafından seçilmekte, o seçilen üyeler yine yüksek mahkeme hâkimliği yapmış ya da o yeterlilikte olan kişiler olmak, yani hâkim olmak zorundadırlar (Arıkan, 2008: 175-180). 109 171. maddede belirtilen Anayasa Mahkemesinin yapısı 15 kişiden oluşmakta, bunların dördü Yüksek Adliye Mahkemesi, üçü Yüksek İdare Mahkemesi, ikisi Yüksek Askeri Mahkeme Genel Kurullarınca kendi üyeleri arasından dördü Üniversiteler Senatolarının bir arada toplanmasıyla oluşacak olan kurulca, Hukuk, Siyasal Bilgiler ve İktisat Fakülteleri öğretim üyeleri arasından gizli oyla ve üye tam sayısının salt çoğunluğu ile seçilmektedir. Bunlara ilaveten iki üye Cumhurbaşkanı tarafından atanmaktadır. Üye olabilmek için ise, kırk yaşını bitirmiş olmak, yüksek mahkemelerden birinde en az beş yıl üyelik veya üniversitelerde hukuk, siyaset veya iktisat bilimleri alanlarında en az beş yıl Profesörlük veya en az yirmi yıl fiilen hukuk müşavirliği veya avukatlık yapmış olmak gerekmektedir. Mahkeme üyelerinin görevleri 173. madde ile üyelik görevinin sona ermesi ise 172. madde ile özel olarak düzenlenerek Anayasa Mahkemesi hâkimlerine özel bir güvence verilmesi amaçlanmıştır (Arıkan, 2008: 177). 110 Adalet Şurası Cumhurbaşkanının başkanlığında Adalet Bakanı, Anayasa Mahkemesi’nin ve Yargıtay’ın Başkanları ile Daire Başkanları, Başsavcı, Danıştay Başkanı ile Dava Daire Başkanları ve Başkanın Sözcüsü, Üniversitelerarası Kurul tarafından seçilecek Üniversite Hukuk dalları Profesörleri ile Barolar Birliği tarafından seçilecek tecrübeli avukatlardan kurulur” (Madde.94). 108 159 tesisidir (m.101-105)111. Tasarı, kuruma başvuru yollarını kısıtlı tutmuştur. Bu hak hükümete verilmiş; muhalefete ise şarta bağlı bir başvuru hakkı tanınmıştır. Hükümete şartsız bir hakkın verilmesi, kendi içinde bir çelişki barındırmaktadır. Zira güvenoyu almış olan hükümetin, Parlamentonun desteğini taşıyor olması beklenir112. Bir hükümetin Anayasa Mahkemesine, yapılan bir kanunun anayasaya aykırılığı ile ilgili olarak başvurması, kendisinin azınlık hükümeti olması halinde karşılaşılabilecek bir durumdur. Ancak, Parlamentoda azınlıkta olan muhalefetin, bir kanunun iptali için Anayasa Mahkemesine başvurması daha olağan ve beklenen bir durumdur. Diğer taraftan Ankara tasarısı, mahkemelerin bakmakta oldukları davalarda karşılaştıkları ve anayasaya aykırı olduğunu düşündükleri kanunlar için doğrudan Anayasa Mahkemesine başvurulması imkânını tanımamış, yüksek mahkemelerin yerel mahkemelerle aynı görüşü paylaşması şartı aranmıştır. Kurucu Meclis (KM) ve Nihai Anayasa Anayasanın hazırlık aşamasının uzaması ve somut bir sonuca ulaşılamaması Cemal Gürsel ve Cemal Madanoğlu’nun başını çektiği nispeten ılımlı grup tarafından KM ihtiyacını gündeme getirdi. Bunda Türkeş’in başını çektiği ve Gürsel grubuna kıyasla MBK yönetiminin uzamasını savunan grubun kamuoyunda fazlaca eleştirilmeye başlanması113 (Zürcher, 2008: 354) ve komite içindeki görüş ayrılıkları etkili oldu. Bu gergin ortam, Cemal Gürsel’in 31 Ekim’de Turhan Feyzioğlu’na gönderdiği bir yazı ile yirmi gün içinde KM’nin yetkilerini ve çalışma yöntemlerini belirleyen bir yasa taslağı hazırlaması isteğiyle son bulmuştur (Turan, 1999: 48)114 157 sayılı kanunla kurulan KM’ye bakacak olursak öncelikle dikkatimizi çeken husus, MBK’nin kurduğu KM’nin Fransız tipi115 (Gençkaya, 1998: 28) bir KM olduğudur. Buna göre KM, anayasa yapmanın yanında, en geç 29 Ekim 1961 tarihinde olağan seçimlerle iş başına gelecek Siyasal Bilgiler Fakültesi İdari Bilimler Enstitüsü’nün Gerekçeli Anayasa Tasarısı, Ankara, Ajans Türk Matbaası, 1960, akt. (Arıkan, 2008: 162-165). 112 İktidarın koalisyon ortakları tarafından paylaşılıyor olma ihtimali hariç ki 1974’te CHP-MSP koalisyonunda CHP tarafından başvuru oldu, bkz. http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/80295/Tarikatcilar_salinsin.html (28.06.2016). 113 Türkeş tarafından aşılanan Türkiye Ülkü ve Kültür Birliği planına göre; Millî Eğitim Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve basın ve radyonun yönetimine el koyacak ve böylelikle ülkenin tüm kültürel yaşamına askeri rejim nüfuz tesis edecekti. MBK’nin içindeki Türkeş kanadı, bu planı Ekim ayı içinde uygulamaya girişmişti (Zürcher, 2008:354). 114 Feyzioğlu ve arkadaşlarının hazırladığı bu taslak, MBK tarafından 13 Aralık’ta kabul edilmiş ve 157 sayılı Kanun olarak Resmî Gazete’de (RG) yayımlanmıştır. Bkz Resmî Gazete, 16 Aralık 1960, Sayı:1766, http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/10682.pdf (20.12.2013). 115 Fransız tipi kurucu meclisler ise, aynı zamanda hükümeti denetlemek, yasa yapmak gibi olağan yasama işlevlerini de yürütürler. Bu durum asıl işlevi anayasa yapmak olan kurucu iktidarın görevini aksatmasına yol açabilmesi açısından sakıncalar barındırmaktadır (Gençkaya, 1998: 28). 111 160 TBMM’nin seçimine kadar yasama yetkisine ve yürütme organını denetleme yetkisine sahiptir. Yukarıda bahsi geçen her iki taslakta da iki meclisli bir parlamenter yapının kurulması konusunda ortak bir tavır içinde olunduğu görülmüş ve KM de ele alınmıştır. Zira bu görüş, DP dönemi anayasa tartışmalarında da sıklıkla dile getirilmiş ve pek çok siyasi partinin yanı sıra bilim adamları tarafından da o dönemde karşı karşıya kalınan bazı siyasal sorunların çözümünde çıkış yolu olarak gösterilmiştir. Bu nedenle 1961 Anayasası var olan siyasi atmosfer içinde çift meclisli bir yapı öngörmüştür (Demirci, 2010: 163197). Eroğul (1977: 10) bunu bir etkiden çok kaçınılmazlık olarak ifade etmektedir. Ona göre DP çoğunluğunun baskısı artıp 1960’a gelindiğinde, çift meclis sistemi artık kamuoyu için geçerliliği ‘bedehat’ halini almış bir çözümdü. Nitekim yeni anayasaya taslak olmak üzere hazırlanan İstanbul Bilim Komisyonu ve SBF (Ankara) tasarılarının her ikisinde de çift meclis sistemi öngörülmüştü. İkinci meclis, bütçe konusunda tamamen yetkisiz, yasalarda yetkili, anayasa değişikliklerinde ise tam söz sahibi olarak fren ve denge sistemin ötesinde bir yapı olarak görülmüştür. Amaç ‘milletin’ eğilimini yansıtan Millet Meclisi ile ‘devletin’ çıkarına bekçilik eden Cumhuriyet Senatosu arasında ahenkli bir uzlaşma yaratmaktı (Eroğul, 1977: 10-11). Eroğul’un bu ifadesi her ne kadar o zamanki koşullarda çift meclisli bir yapının zorunluğunu ortaya koymuş olsa da milletin iradesine güven duymayan seçkinci bir yapıya ihtiyaç duyulduğu söylenebilir. Bu bir bakıma 1950’de iktidarı kaybeden tek parti diktatörlüğünün plebisiter otoritesi karşısında “koruyucularca” bir emniyet sübabı olarak değerlendirilmiştir. İkili meclis yapısının Temsilciler Meclisi görüşmeleri sırasında müzakerelerde söz alan Fahri Belen, ikinci meclise duyulan ihtiyacı ve meclisten beklenen fonksiyonu şu ifadelerle dile getirmektedir. “Muhterem arkadaşlar, Osmanlı Devleti’nin bir Âyan Meclisi vardı (...) Âyan Meclisinin kaldırılması bizi milli hâkimiyete götüren işlerin başındadır. Aradan elli sene geçtikten sonra tekrar bir ikinci meclise lüzum görmekteyiz (...) İkinci Meclis demokrasiyi frenlemek değil bilakis ışık tutan bir Meclis olmalıdır (Öztürk, 1966: 2248-2249). Bu konuşmasında Fahri Belen ikinci meclisleri, atanmışlardan oluşan, göreve gelen üyeleriyle demokrasiye ışık tutan ikinci meclis olarak kategorilendirmektedir. Sıddık Sami Onar da siyasi partilere ve genel oya karşı güvensizliğini dile getirerek ilerici seçkinler ile aydınların rejim içindeki sorumluluğuna yer vererek ikinci meclis hakkındaki görüşlerini “(…) memleketimizin, halkın arzularını, ihtiyaçlarını, 161 şikâyetlerini meydana koyan ve kayıtsız şartsız bir seçmen kitlesinin seçtiği, bu kitlenin içinden, onun temsilcisi olarak çıkan milletvekillerinin teşkil ettiği bir meclisin yanında (…) Meslek ve iş gruplarını temsil eden bir ikinci meclise ihtiyaç vardır” diyerek ortaya koymuş ve demokrasinin yarattığı olumsuzlukları dengeleme adına mesleki temsile dayanan korporatif nitelikli bir ikinci yasama meclisinin kurulması gerektiğine olan inancını belirtmiştir (Tanör, 2010: 48-49). Sonuçta MBK, bir KM vasıtasıyla anayasa çalışmalarının sonlandırılması fikrindeydi. MBK’nin yeni anayasa çalışması için yayınlamış olduğu 157 ve 158 sayılı kanunlarla kamuoyunu daha iyi temsil etmesi için, MBK üyeleri ile Temsilciler Meclisi’nden116 oluşan bir KM’nin kurulmasını sağlamış, “Anayasa ve Seçim Kanunu’nun en kısa zamanda tamamlanarak en geç 29 Ekim 1961 tarihinde iktidarı yeni seçilecek TBMM’ye devredinceye kadar yasama ve yürütme organını denetleme yetkisini kullanacağını hükme bağlanmıştır. KM’nin yeni anayasayı 29 Ekim 1961’den önce hazırlaması ve daha sonra yapılacak seçimler ile sivil yönetimin kurulması öngörülüyordu. Temsilciler Meclisi, Anayasa Komisyonu ilk toplantısında verdiği karar gereğince, İstanbul Tasarısını “etüd metni”, Ankara Tasarısını ise “yardımcı metin” olarak kabul etmiştir. Ayrıca Almanya ve İtalya Anayasalarının gözden geçirilerek, bu anayasalardan yararlanıldığı bilinmektedir (Özçelik, 1964: 48-49). Temsilciler Meclisi, genel oya dayalı bir seçimle kurulmuş olmamakla birlikte, temsil niteliğinin geniş tutulmasına çalışılmıştı. İllerin, siyasi partilerin ve çeşitli kuruluşların (barolar, basın, esnaf ve gençlik kuruluşları, sendikalar vb.) MBK müdahalesi olmaksızın doğrudan seçtiği üyeler, bu meclis içinde çoğunluğu oluşturmaktaydı. Anayasa yapımı süreci içinde Meclisin her iki kanadı arasında anlaşmazlık çıkması halinde de ağır basacak olan Temsilciler Meclisi'ydi. Ne var ki, KM yasasında yer alan bir kural uyarınca, mahkeme kararıyla kapatılmış olan DP üyelerinin bu mecliste temsil edilmeleri engellenmişti. Böylece ülkede önemli bir gücü temsil eden siyasal kadrolar, CHP ve Osman Bölükbaşı liderliğindeki Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi hariç, Temsilciler Meclisi'nden dışlanmış olmaktaydı. Bu durum demokratik anlayış açısından bir sakınca oluşturmakla birlikte, Temsilciler Meclisi'nin CHP eğilimli bir kentli-aydın üstünlüğüne sahne olmasına da olanak vermiştir. Temsil eksikliğinin anayasa bakımından ortaya çıkarabileceği sakıncayı önlemek için, KM’nin kabul edeceği 27 Mayıs Darbesi sonrası başta 1961 Anayasası'nı yapmak için 6 Ocak 1961-24 Ekim 1961 tarihleri arasında toplanmış özel yasama meclisidir. Başkanlığını Em. Orgeneral Kazım Orbay yapmıştır. 116 162 anayasa metninin bir de halkoyuna sunulması düşünülmüştü. Anayasanın belli bir tarihe kadar tamamlanamaması ya da halkoyunda reddedilmesi halinde ise, bu kez genel seçimle oluşacak bir Temsilciler Meclisi’nin göreve çağrılması öngörülmekteydi. MBK tarafından kullanılan yasama yetkisi KM’nin teşkilinden sonra Temsilciler Meclisiyle birlikte kullanacaktır. Böylece askeri yönetim, KM’nin teşkilinden itibaren yasama yetkisini sivil idareyle paylaşmış oluyordu. Aynı kanunun 20. maddesine göre “kanun tasarıları Temsilciler Meclisinde görüşülür ve MBK’ye gönderilir” demek suretiyle sivil idareyi daha etkili hale getirmiştir. Eğer bir kanun tasarısı üzerinde Temsiciler Meclisi ve MBK arasında bir ihtilaf doğarsa bu durumda her iki meclisin üyelerinden oluşan Karma Komisyon sözü geçen kanun tasarısını görüşüp son şeklini verecektir117. KM’nin çalışmaları sonucunda gerek İstanbul gerekse Ankara tasarılarının önerileri dikkate alınmış ve çift meclisli bir yapı ortaya konmuştur. Bu yapı Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu’ndan oluşmuştur. Bunlardan hangilerinin meclislerin birlikte toplantıları yerine getirileceği anayasada özel olarak düzenlenmiştir. Bu da göstermektedir ki, kural olarak meclisler ayrı ayrı toplantı yaparak birbiriyle iş birliği içerisinde hareket etmekle yükümlüdürler. Cumhuriyet Senatosu118 genel oyla seçilen 150 üye ile Cumhurbaşkanı tarafından seçilen 15 üyeden oluşan bir heyettir. Bunların yanı sıra, MBK üyeleri ve eski Cumhurbaşkanlarının Cumhuriyet Senatosunun tabii üyesi olduklarının altını çizmek gerekmektedir. Darbeyi yapan subayların kendi içlerindeki tasfiyeyi gerçekleştirdikten sonra oluşan MBK üyelerine ömür boyu senatörlük tanıyan bir hüküm anayasada dikkat çeker. 1961 Anayasası Cumhuriyet Senatosunu “merkez”in kontrolünde yani seçkinci bir yapı olarak düşünmüş, yasama alanında birinci meclisten güvenoyu almış hükümete ve dolayısıyla milli iradeye fren koyan bir kurum oluşturmuştur. Bu kurum yazarlar arasından da farklı ifadelerle yorumlanmaya çalışılmıştır. Örneğin Cem Eroğul Senatoyu 117 Bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1961anayasasi.htm (26.02.2014). Temsilciler Meclisi’nde tasarıda yer alan “Cumhuriyet Meclisi” ibaresi “Cumhuriyet Senatosu” olarak değiştirilmiştir. “Senato” kelimesi ile ilgili Hıfzı Veldet Velidedeoğlu bu duruma şu şekilde karşı çıkmaktadır. “Biliyorsunuz, köy enstitüleri kurduk, fakat halk buna “enistitü” dedi. Şimdi benim naçiz kanaatimce eğer bunlar köyde sempati ile karşılanmamışsa, enstitü ismi yüzünden, sanki köy bünyelerine yabancı bir şey giriyormuş hissi ile olmuştur. Enstitü yerine “Köy Öğretmen Okulu” denseydi böyle olmazdı. Bendeniz memlekette yalnız kendi kasabama kapanmadım. Milletvekilliği yapmadım; ama yurdun hemen her köşesini kendi hesabıma gezdim. “Senato” dersek, köylü buna “seneti” veya “senatu” diyecek. “Senatör”e de “Santur” diyecek” (Öztürk, 1966: 2248). 118 163 “devletin çıkarını koruyan bir meclis” olarak nitelerken Bülent Tanör ise Senatoyu 1961 Anayasası’ndaki diğer kurumlarla beraber, “genel oyun taşkınlıklarının barajlanması” isteğininin bir yansıması olan meclis olarak ifade etmektedir. (Tanör,1986: 22). İkinci meclisin korporatif yapıya sahip olması meselesi Anayasa Komisyonu sözcüsü Tarık Zafer Tunaya’nın konuşmasında da yer almaktadır. Tarık Zafer Tunaya, korporatif unsurları olan bir meclisin demokratik seçimle gelmiş bir meclisi frenlemesinin demokrasiye uygun olmadığını dile getirmiştir119. Anayasa yürütme konusunda da kayda değer adımlar atmıştır. Cumhurbaşkanlığı konusu bunun en önemli ve ilk ayağı olup yürütme anlamında bir “çıkış güvencesi” olarak düşünülmüştür. 1924 Anayasası döneminde Cumhurbaşkanının partisiyle ilişkili olması, tarafsız Cumhurbaşkanı kavramının elzemliğini ortaya çıkarmıştır. Bu ayrıca hem İstanbul hem de Ankara tasarılarında tartışılmış olan bir adım olarak da değerlendirilmektedir. Zira DP döneminde Bayar ve Menderes’in aynı partiden olmaları ve yürütme içinde partili olmayan bir otoritenin olmamasını bir mesele olarak görmüşler, yürütmeyi dizginleyecek bir yapının mevcut olmamasına çok büyük önem atfetmişler ve Cumhurbaşkanının tarafsızlığını hem özel olarak düzenlemiş hem de cumhurbaşkanlığı andında tarafsızlığa yer vermişlerdir. Ancak 1961 Anayasası’nda tarafsız, yetkisiz ve sorumsuz bir Cumhurbaşkanı düzenlenirken, bu Cumhurbaşkanının TBMM üyeleri arasından seçilme zorunluluğu getirdiğine ve TBMM salt çoğunluğu ile seçilebilmesini öngördüğüne dikkat çekmek gerekmektedir. Anayasanın 95. maddesine göre Cumhurbaşkanının TBMM üyeleri arasından seçilmesi ve bu seçime demagojik cereyanların karışmasını önlemek, tarafsız ve itibarlı bir organ olması gereken Cumhurbaşkanının seçiminin efkârı umumiyede polemiklere yol açmasına engel olmak maksadıyla kabul edildiği görülmektedir (Öztürk, 1966: 2847). Tarık Zafer Tunaya’nın korporatizm ile ilgili ifadeleri şu şekildedir: “Bir arkadaşımız ikinci meclisin korporatif bir seçimle teşekkül etmesinde fayda gördük dediler. Korporatif sistem demokratik ihtiyaçlara tam manasıyla cevap veren bir sistem olarak gözükmemektedir. Bir kere yeryüzünde iki meclisli korporatif sistemin kabul edildiği memleketler bugün yalnız Portekiz ve Yugoslavya’dır. Bu husus hakkında maddelerin müzakeresinde ayrıca mâruzatta bulunacağız. Fakat memleketimizde korporatif sistemin vücut bulması için gerekli organizasyonun yapılması fevkelâde zordur. Sonra, halkoyu ile gelmiş bir idare karşısında onu frenleyecek, onu cevap verecek diğer bir organın halkoyu ile gelmemesi bir tezat teşkil edecektir” (Öztürk, 1966, s.865). 119 164 Konu hakkında Alp Kuran120 şunları belirtmektedir: “(…) Bu husus (Cumhurbaşkanının Meclis dışından seçilmesi) parlamenter rejime aykırı telakki edilmemesi lazım gelir (…) Yeni seçim sistemimizde siyasi partiler aralarında anlaşamazlarsa, kolaylık temini bakımından, dışarıdan da bakan alınır dendiğine göre Cumhurbaşkanı hakkında üçte iki çoğunluğu anlaşamıyorsa, Meclis dışından bir zatın seçilebilmesi uygun olur kanaatindeyim” (Öztürk, 1966: 2876). diyerek aksi görüş belirtmiştir. Söz konusu Cumhurbaşkanlığı’nın tarafsızlığı ilkesinin sağlanması için 1961 Anayasası iki enstrümanı devreye sokmuştur (m.95-101). İlki seçilen Cumhurbaşkanının partisiyle ilişiğinin kesilmesi ve TBMM üyeliğinin sona ermesidir. İkincisi ise bir kişinin iki defa arka arkaya cumhurbaşkanı seçilmesinin önnün kapatılmasıdır. Bu nedenle her hangi bir parti ile ilişiği olmayan, seçim dönemi milletvellerinden farklı ve arka arkaya ikinci defa seçilemeyecek bir Cumhurbaşkanının tarafsızlığının sağlandığı düşünülmüştür. Anayasa Komisyonu Sözcüsü Tarık Zafer Tunaya ise Cumhurbaşkanının tarafsızlığının sağlanması amacıyla, Cumhurbaşkanının meclis dışından ve halk tarafından seçilmesi ile ilgili görüşlerin zikredildiğini; fakat kendilerinin parlamenter rejimden yana olduklarını, teklif edilen yapının kendilerini başkanlık sistemine (Tarık Zafer Tunaya’nın ifadeleri ile “predizansiyel sistem” veya “başbakanlık sistemi”) götüreceğini şu ifadelerle dile getirmektedir: “Cumhurbaşkanının Meclis dışından seçilmesi keyfiyetini biz kabule şayan bulmadık (…) Cumhurbaşkanına sadece ve bir parlamenter hükümet mekanizması içinde yer verdik. Cumhurbaşkanının meclisler dışından seçildiği takdirde tarafsızlığını temin etmek mümkün olabilecektir denildi. Fakat arkadaşlar, nihayet seçimler olacak, partiler kendi cephelerini kuracaklardır. Böyle olunca, partilerin tesirinden kaçmak düşünülüyor ve partilerin tesiri tarafsızlığa engel görülüyorsa, Cumhurbaşkanın halk tarafından seçilmesiyle bu hususu sağlamak imkânsızdır. Gene de partiler arası şiddetli çarpışmalar olacak, parti adaylarına veya partiler tarafından desteklenen adaya oy verilecektir” (Öztürk, 1966: 865-866). 1961 Anayasası genel oya dayalı olarak Cumhurbaşkanının TBMM üyeleri arasından seçileceğini söylese de, bu seçim sonucunda seçimle göreve gelmemiş bir Senato üyesinin Cumhurbaşkanı olmasının önünü açmaktadır. Zira 1961 Anayasası döneminde seçilmiş bütün cumhurbaşkanlarının senatör olduğuna dikkat çekilmekte fayda vardır. Bu uygulama arka planda darbeyi gerçekleştirenlerin gerek kendi düşüncelerinin gerekse vesayet sisteminin uygulamaya konulma çabası olarak dikkati çekmekte ve yürütme anlanında sağlanmış olan en önemli çıkış güvencesini Alp Kuran (1929-2006), Jöntürk tarihçisi Ahmet Bedevi Kuran’ın oğludur. Anayasa Hukuk Doçentidir. Kendisi Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı’nın iki dönem başkanlığını yapmıştır. 27 Mayıs darbesi öncesinde gençlik önderleri arasındadır (Demirci, 2010: 184). 120 165 oluşturmaktadır. 1961 Anayasası’yla sistemimize giren ve yine çıkış güvencesi olarak algılanan bir diğer kurum MGK’dir. DP dönemi anayasal tartışmaları arasında yer almayan kurum, yürütmenin sorumsuz kanadını oluşturan Cumhurbaşkanı ve sorumlu kanadı olan Bakanlar Kurulunun periyodik olarak Silahlı Kuvvetlerin üst düzey mensupları ile ilişki içinde olmasını öngörmektedir, bu aynı zamanda Kurul’un anayasada ayrıcalıklı bir konuma yerleştirildiğini de göstermektedir. Taha Parla’ya göre MGK ile “yarı-sivil ya da yarı-militer bir yüksek konsey yaratılmıştır” (Parla, 1993: 64). Anayasa’ya göre “yurt müdafaasının genel prensiplerini ve siyasetini tesbit etmek için ilgili Bakanlardan ve Genelkurmay Başkanın ile Kuvvet Temsilcilerinden müteşekkil yüksek bir kurul bütün modern devletlerde yer almış bulunmaktadır. Nitekim bizde de 5399 sayılı Kanunla121 bu müessese ihdas edilmiştir” (Öztürk, 1966: 3134) ifadeleriyle desteklenmiştir. Anayasa, yargı alanında da önemli unsurları bünyesinde barındırmaktadır. Hâkim güvencesi, Yüksek Hâkimler Kurulu ve Anayasa Mahkemesi, yargı bölümünün DP dönemi tartışmalarından etkilenilerek düzenleme yapma ihtiyacı hissedilmiştir. Anayasa gerekçesinde de hâkim teminatı bir bütün olarak ele alınarak Yüksek Hâkimler Kurulu’nun bir parçası olarak değerlendirilmiştir. Bu sayede yargının yönetimi yine yargı mensupları tarafından ele alınmış, bahsi geçen kurullar aracılığıyla yargı bağımsızlığının sağlanması amaçlanarak iktidarın yargı üzerinde vesayet elde etme şansı bırakılmamıştır. Bu alanda yapılan en büyük yenilik DP döneminde de sıklıkla gündeme gelen Anayasa Mahkemesi’nin teşkilidir (m.145-151). Mahkeme, Meclis iç tüzükleri ve kanunlar hakkında iptal veya itiraz davalarına bakmanın yanısıra Yüce Divan sıfatı ile de yargılama yapma göreviyle donatılmıştır. Öte yandan, iptal davası açma yetkisinin yüksek mahkemelere, Yüksek Hâkimler Kuruluna ve Üniversitelere de tanınmasının, Anayasa Mahkemesinin denetiminin yaygın bir şekilde sağlanmasının amaçlandığını göstermektedir. Hâkimlerin özlük işlerini vb. hususları takip edecek Yüksek Hâkimler Haziran 1949 gün ve 5399 sayılı Kanunla kurulmuş olan Millî Savunma Yüksek Kurulu, Başbakanın başkanlığında ve onun teklifi ile Bakanlar Kurulu tarafından seçilecek Bakanlarla, Millî Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanından oluşur. Cumhurbaşkanı bu kurulun tabii üyesidir. Bakanlar Kurulu'nun 1 Temmuz 1949 gün ve 3/9548 sayılı kararı ile Millî Savunma Yüksek Kurulu üyeliğine seçilecek Bakanlar; İçişleri, Dışişleri, Maliye, Bayındırlık, Ekonomi, Ticaret, Ulaştırma, Tarım ve İşletmeler Bakanları olup; seferde Harp Kuvvetleri Genel Komutanı Yüksek Kurulun tabii üyesidir. Kurul gerektiğinde Askeri Şura üyelerini ve her türlü uzmanları istişare için çağırabilir, bkz. http://www.mgk.gov.tr/index.php/kurumsal/hakkimizda (17.03.2016). 121 166 Kurulu ve her şeyden önce bir eğitim kurumu olan üniversitelere böyle bir hakkın verilmesi söz konusu kurumların rejim içindeki rolü açısından dikkat çekicidir. Anayasa Mahkemesi’nin teşkili yasa yapıcıların genel oy ilkesine ve meclis hâkimiyetine güven duymaması sonucudur ve fren ve denge mekanizması olarak düşünülmüştür. Söz konusu hükümlerle Anayasa Mahkemesi, Yüksek Hâkimler Kurulu, İkinci Meclis ve MGK siyasi hayatımıza girmiştir. Bu kurumlar daha çok DP iktidarı uygulamalarının ortaya çıkarmış olduğu siyasal tıkanıklığın ve 1924 Anayasası temelinde tek parti hâkimiyetinin bir sonucu olarak görülüp, siyasi iktidarı sınırlayan ve onu sadece kendi alanı içinde faaliyet göstermesini zorlayan uygulamalar olarak değerlendirilmelidir. Anayasa Mahkemesi, Yüksek Hâkimler Kurulu, İkinci Meclis gibi yapılar, genellikle 1950-1960 yılları arasında herkesin ilgisini çekmiş, birçok dergi ve makalede inceleme konusu olarak ele alınmıştır. Keza yine o dönemde dünyada yürürlükte olan anayasa uygulamaları da takip edilip Türkçe’ye çevrilmek suretiyle belli başlı çalışmalar yapılmıştır122. KM kısa bir zaman zarfında yeni anayasayı ve Seçim Kanunu çalışmalarını tamamladı. Anayasa 9 Temmuz 1961 tarihinde gerçekleştirilen halk oylamasında % 61,7 evet oyu alarak yürürlüğe girdi. 1961 Anayasası öncelikle 1924 Anayasası’nın egemenlik anlayışını değiştirmiştir. Yeni anayasayla, millet adına egemenliği sadece TBMM’nin kullanacağı benimsenmemiş, egemenliğin yasama, yürütme ve yargı organları tarafından kullanılması meşru kılınmış, ‘yetkili organlar’ ibaresiyle seçkinci, koruyucu ve vesayetçi bir çizginin oluşması için imkân sağlanmıştır123. 4. madde ile yürürlüğe giren yeni egemenlik anlayışına göre “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir. Millet, egemenliğini, anayasasının koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir suretle belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ, kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisini kullanamaz” demek suretiyle, millet iradesiyle seçilen yasama organına paralel yapılar oluşturarak, egemenliğin paylaşılması yolu tercih edilmiştir. Temel sebep halkın seçmiş olduğu siyasetçilere karşı duyulan güvensizliktir. 1950–1954 seneleri arasında sadece Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisinde Fransız, İtalyan, Danimarka, İngiliz, Amerikan, Japon, Çekoslovak, Macar, Hint Anayasalarının veya anayasal metinlerinin çevirileri ve bu anayasalar üzerine Türk hukukçularının görüşleri yayınlanmıştır, bkz. Yeni Fransız Anayasası Üzerine Bir Seminer, Ajans Türk Matbaası, Ankara, 1960, bkz. http://yenianayasa.tbmm.gov.tr/docs/Fransa-TR(4.10.1958).pdf (14.03.2015). 123 1961 Anayasası Anayasa Mahkemesi’nde, Danıştay’da, Milli Güvenlik Kurulu’nda, Yüksek Öğretim Kurulu’nda çalışan seçkinlere rejimin koruyuculuğu görevini vermiştir, bkz. (Heper, 2011: 216). 122 167 Ankara Milletvekili Hıfzı Oğuz Bekata söze konu olan maddenin ‘anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanır’ cümlesindeki ‘organ’ kelimesini kifayetsiz bulduğunu, bunlardan hangi kurumların kastedildiğinin anlaşılmadığını dile getirmektedir. Bekata, “milli hâkimiyetin ‘yetkili organlarca’ kullanılacağı ifadesi tatmin edici görünmüyor (...) Arkadaşlardan rica ediyorum, bunu hangi otorite kullanacak ise onun adını söylesinler (...) Türkiye Büyük Millet Meclisi desinler” diyerek sözlerini sürdürmüş ve yetkili organ ibaresinden Meclisi anladığını işaret etmiştir. CHP temsilcisi Mehmet Hazer de “(...) egemenliğin kullanılması hiçbir suretle belli bir kişiye, zümreye bırakılamaz’ (Öztürk, 1966: 1135) dedikten sonra geri kalan kısıma ihtiyaç olmadığı kanaatinde olduğunu dile getirerek bir bakıma yetkili organlar lafzına katılmadığını buyurmuştur. Referandumda anayasaya verilen hayır oylarının ciddi oranda yüksek olması bu anayasanın hazırlama aşamasında KM’de temsil edilmeyen DP’nin eski seçmen ve taraftarlarının askeri yönetime ve dolayısıyla onun kurmuş olduğu yeni anayasal düzene muhalefet etmiştir (Özbudun, 1995: 22-23). Ortaya çıkan bu tablo, iktidarı CHP’ye devretmek niyetinde olan MBK yönetimini kaygılandırmaya yetmişti. O nedenledir ki askeri yönetim 15 Ekim 1961 genel seçimlerinden önce seçim sürecini CHP’nin iktidara gelmesini sağlayacak şekilde yönlendirilen, bir bakıma süreci manipüle eden ve “çıkış güvenceleri”’nin de uygulanmasına zemin yaratan yeni bir takım önlemlere başvurmak durumunda kaldı. 31 Ağustos 1961 tarihinde parti liderleriyle bir araya gelen komutanlar, partilerden seçim kampanyalarında ordunun beklentilerine uygun davranacakları konusunda taahhütle bulunmalarını istediler. Siyasal iradeye seçimler öncesi ipotek koyan ve Nordlinger tarafından zikredilen “arabulucu” bir yöntem içeren bu toplantı sonucunda partiler, belki de Meclisin kapatılmaması adına Atatürk reformlarını koruyacaklarını, dini siyasete alet etmeyeceklerini, Yassıada Mahkemeleri’nin kararlarıyla 27 Mayıs’ı siyasi amaçlarla sorgulamayacak ve istismar etmeyeceklerini taahhüt eden ortak bir bildiri yayınlamak zorunda kaldılar (Ahmad, 2007: 170-171). 3.1.2- Asker ve Sivil Arasında Yeni Pazarlık (21 Ekim Protokolü) Çıkış Güvencelerinin Şekillenmesi 15 Ekim 1961 yılında gerçekleştirilen seçimlerin sonuçlarına göre124 yeni hükümeti toplamda 220 sandalye sayısına sahip Adalet Partisi (AP) ve Yeni Türkiye 15 Ekim 1961 yılında yapılan genel seçimler askerin beklentilerini boşa çıkardı. Mevcut partilerden hiç biri tek başına iktidar olabilecek çoğunluğu elde edememişti. Seçimlere rakiplerine oranla daha avantajı 124 168 Partisi (YTP) kurma imkânına sahipti, CHP ise sadece 173 sandalyeye sahipti. Üstelik güvenoyu verme yetkisi olmasa da 1961 Anayasası ile oluşturulan Cumhuriyet Senatosu’nda da sandalye dağılımında AP 71, YTP 27, CHP 36, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) ise 16 üyeyle temsil edilmekteydi. Bu dağılım muhtemel AP ile YTP’nin koalisyonuna meşruluk kazandıracak biçimdeydi. Ortaya çıkan tabloda her iki Meclis’te de sandalye dağılımının 27 Mayıs 1960 müdahalesi ile devrilen DP’nin mirasçısı olarak kabul edilen partiler lehine olması, sivil yönetime geçişi daha başında tehlikeye sokabilecek sonuçların doğmasına neden olmuştu. Ordunun bazı kademelerinde rahatsızlığa neden olan bu seçim sonuçları, bir grup subayın 21 Ekim’de seçim sonuçlarını iptal ederek yönetime el koyma amacıyla protokol imzalamasıyla sonuçlandı. 25 Ekim günü uygulamaya konması planlanan bu protokole göre, seçim sonuçları iptal edilecek, siyasi partiler kapatılacak ve MBK dağıtılacaktı. Talat Aydemir “Hatıratım” adlı anı kitabında 21 Ekim protokolünün, “Zabıt Varakası” adı altında imza altına alındığından bahsetmektedir. Söz konusu protolole göre; 1. Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları 21 Ekim 1961 günü saat 14.30’da toplanmış ve gündemlerinde mevcut olan konuları müzakere etmişler ve ittifakla aşağıdaki kararlara varmıştır: a. TSK 15 Ekim 1961 günü yapılmış olan seçimlerden sonra gelecek yeni TBMM toplanmadan evvel duruma fiilen müdahale edecektir. b. İktidar, milletin hakiki ve ehliyetli mümessillerine tevdi edilecektir. c. Bütün siyasi partiler faaliyetten men edilecek, seçim neticeleri ile MBK fesih edilecektir. d. Bu kararın tatbiki 25 Ekim 1961’den sonraki güne tehir edilmeyecektir. 2. İş bu Zabıt Varakası üç nüsha olarak tanzim edilmiş ve bütün üyeler tarafından aynı anda imza edilmiştir (Aydemir, 2010: 82). Böyle bir müdahale planının yürürlüğe konulmasıyla kurum olarak ordunun da zarar görebileceğine inanan üst rütbeli subaylar, Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay Başkanlığında toplanarak sivil yönetime kendilerince sağlıklı bir şekilde geçme adına “arabulucu bir yöntemle sivil siyaseti şekillendirme adına” bir uzlaşma planı hazırladılar. giren CHP toplam oyların sadece %36,7’sini alırken Adalet Partisi % 34,8’ini, Yeni Türkiye Partisi % 13,7’sini ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi % 14’ünü alabilmişti (Özbudun, 1995: 233). 169 Çıkış güvencelerinin birinin de seçim sürecinin manipülasyonu olduğu daha önce açıklanmıştı. 1961 seçimlerinde Çankaya Protokolüyle ordu bu alanda bir adım atmıştır. Bu uygulamayla subaylar, birtakım garantiler elde ederek yönetime müdahale etme fikrinden vazgeçmişlerdir. Aydemir, Çankaya protokolünü imzalayanların ve TSK’nın zoru ile tatbik ettirenlerin referandum ile kabul edilen 1961 Anayasası’nı ihlal etmiş olduklarını belirtmektedir (Aydemir, 2010: 253). Komutanların talepleri, 24 Ekim tarihinde siyasi parti liderlerine duyuruldu. Yapılan pazarlıklar sonucunda siyasi liderler MBK’nin emekliye sevk etmiş olduğu subayları görevlerine iade edecek yasal düzenlemeleri yürürlüğe koymamayı, Yassıada’da mahkûm bulunan DP’liler için genel bir af çıkarmamayı ve Gürsel’i cumhurbaşkanlığına seçmeyi kabul ederek hükümetin İsmet İnönü başkanlığında kurulmasına da destek vereceklerini taahhüt ettiler (Hale, 1996: 213-214). 1961’de geçiş süreci bizzat iktidarda bulunan MBK tarafından yönlendirilmesi nedeniyle “reform yolunun” tipik örnekleri arasında yer almaktadır. Fakat 21 Ekim protokolünün yaratmış olduğu darbe tehdidinden sonra askerler ve siyasi liderler arasında başlayan karşılıklı ödünleşme ve pazarlıklar sonucunda elde edilen Çankaya Protokolü uzlaşmasıyla sivil yönetime geçilmesi, 1961’deki geçiş sürecinde “mutabakat yolunun” unsurlarının da yer aldığını ortaya koymaktadır. Çankaya Protokolü’nün ilk sonucu cumhurbaşkanlığı seçimlerinde görülmüştür. Varılan uzlaşmada da görüleceği üzere müdahalenin lideri cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmuştur. Ancak Gürsel’in cumhurbaşkanı seçilmesi askerlerle siviller arasında varılan mutabakatla bağlansa da aslında süreç çok daha uzun bir süre önce ortaya çıkmış, hatta KM’nin çalışmaları sırasında da pazarlık konusu haline gelmişti. Gerçekten de Toker’in aktarmış olduğu şu satırlar Gürsel’in Cumhurbaşkanlığına olan arzusunun, müdahaleyi izleyen ilk aylarda mevcut olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. 17 Ekim 1960 tarihinde gerçekleştirilen bir basın toplantısında Gürsel Cumhurbaşkanlığı için “Milletim isterse vazife telakki ederim” ifadesini kullanmış adaylık konusunda sorulan bir soruya da “Millet bana zaten başvurarak Cumhurbaşkanlığını asla bırakmamamı, bu görevde kalmamı istiyor. Eğer Milletini arzusunu ciddi, samimi ve çoğunluğun isteği olarak kabul edersem vazifeden kaçmam (...)” (Toker,1992: 168-170) diyerek yanıt vermiştir. Nitekim 18 Ekim 1960 tarihinde MBK üyeleriyle gerçekleştirilen ve bizzat İnönü’nün de iştirak ettiği gizli toplantıda Gürsel, İnönü’den cumhurbaşkanlığı 170 konusunda kendisine destek vermesini talep etmiş, İnönü ise Gürsel’e verdiği cevapta partisi adına böyle bir taahhütte bulunamayacağını; fakat kendisinin hiç bir biçimde cumhurbaşkanlığına aday olmayacağını belirterek Gürsel’e kişisel anlamda teminat vermiştir (Hale, 1996: 133). Gürsel, anayasanın cumhurbaşkanlığı seçimini düzenleyen hükmü KM’de görüşülürken cumhurbaşkanı seçilme isteğini yinelemiştir. Anayasaya konulacak geçici bir madde ile cumhurbaşkanlığı seçiminin bir defaya mahsus olarak halk tarafından gerçekleştirilmesini sağlamak ve böylece sivil yönetimin ilk cumhurbaşkanı olma isteğini bir kez daha İnönü ile paylaşmış; ancak Temsilciler Meclisinde çoğunluğu sahip olan CHP lideri, Gürsel’in teklifine olumsuz yanıt vermiştir (Toker, 1992: 233). Gürsel, darbe lideri olarak Devlet Başkanlığından kaynaklanan fiili gücü de kullanarak halkın oyuyla cumhurbaşkanı olma konusundaki isteğini açıkça beyan etmiş olmasına rağmen 1961 Anayasası’nın Cumhurbaşkanının seçimini düzenleyen hükmü, bu konudaki seçme yetkisini Meclis’e bırakarak yürürlüğe girdi. Neticede askeri yönetim liderinin Cumhurbaşkanı seçilip seçilmemesi de 15 Ekim genel seçimleri sonucunda ortaya çıkacak Meclis kompozisyonuna bağlı olarak belirsiz bir biçimde ertelenmişti. Ancak asker kanadı yapılacak olan seçimlerden CHP’nin ezici bir çoğunlukla çıkacaklarını umdukları için Gürsel’in cumhurbaşkanı seçilmesi konusunda kuşku duymuyorlardı. Ne var ki yapılan genel seçimler sonucunda beklentinin aksine AP ve YTP’nin toplam sandalye sayısı CHP’den fazla çıkmış, Gürsel’in de olağan yollardan cumhurbaşkanı seçilmesi güçleşmişti. Ancak iktidarı CHP dışında bir partiye veya CHP’nin yer almadığı bir koalisyona devretmek niyetinde olmayan komutanların, anayasada öngörülenler dışında parti liderleriyle varılan mutabakat ve talep etmiş oldukları ek garantiler (çıkış güvenceleri) sayesinde Gürsel’in cumhurbaşkanı seçilmesi sağlanmıştır. Nitekim 25 Ekim 1961 tarihinde açılan TBMM’nin yerine getirmiş olduğu ilk görev 24 Ekim Çankaya Protokolünün bir gereği olarak Gürsel’i cumhurbaşkanı seçmek oldu. Siyasi liderlerin bu tavırlarının altında yatan temel gerekçe ise Meclis’in açık tutularak demokrasinin işler kılınması isteğidir, o nedenledir ki askerin bu Gürsel dayatmasına itiraz edilmemiştir. 3.1.3- 1961 Anayasası ve Askerin Elde Ettiği Çıkış Güvenceleri 1950 seçimlerinden sonra iktidarın uygulamalarından rahatsızlık duyan askerler, liberal demokrasiden ziyade Giovanni Sartori’nin kavramlaştırması düşünülecek olursa “rasyonel demokrasiye” değer vermişlerdir. Kendilerini Türkiye Cumhuriyeti’nin altı anayasal ilkesinin yani cumhuriyetçilik, milliyetçilik, laiklik, halkçılık, devletçilik ve 171 devrimciliğin bekçisi gibi görmüş ve bu ilkelerin korunup sürdürülmesini de ulusal çıkarlara uygun, yani akılcı bulmuşlardır. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra kabul edilen 1961 Anayasasına “Bu Anayasanın hiçbir hükmü Türk toplumunun çağdaş uygarlık seviyesine erişmesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin lâiklik niteliğini koruma amacını güden Devrim Kanunlarının, bu Anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz”125 ibaresini ekleyerek Atatürk devrimlerinin değişmez ilkeler olduğunu vurgulamışlardır. Bununla da kalmayıp sistem üzerindeki denetimi sağlamak ve seçilmiş üzerinde bir kontrol mekanizması kurmak suretiyle çeşitli yasak kazanımlara kavuşmuşlardır. Ordunun müdahalelerden elde etmiş olduğu ve çıkış güvenceleri olarak tanımlanan bu tarz kazanımlar, sadece askeri rejimlerde değil otoriter yönetimlerden demokrasiye geçiş aşamalarında da görülmektedir. Çıkış güvenceleri genellikle müdahale sonrasında gerçekleştirilerek yeni kabul edilen anayasaya dâhil edilmektedir. Bu güvenceler Özbudun tarafından beş başlık altında toplanmıştır. Bunlar; vesayet yetkileri, mahfuz alanlar, seçim sürecinin manipülasyonu, askeri rejimdeki kararların geri alınmazlığı ve genel af ya da sorumsuzluk yasaları olarak karşımıza çıkmaktadır (Özbudun, 2007: 97-98). Biz burada söz konusu güvenceleri yasama, yürütme, askeri yönetim tasarrufları başlıkları altında inceleyeceğiz. 27 Mayıs Müdahalesi sonrasında kurulan askeri idare, yeni bir anayasa ve seçim kanunu hazırlanmasının ardından iktidarı sivillere, “mutabakat modelinin” tipik bir örneği olan Çankaya Protokolü’nün gölgesinde, terketmiştir. Ancak MBK üyelerinin de yer aldığı bir KM tarafından hazırlanan 1961 Anayasası’nda askerler, iktidardan çekilme ve ülke yönetimini sivillere devretme karşılığında, aşağıda detaylıca irdelecek olan çeşitli çıkış güvenceleri elde etmiştir. Anayasanın MBK üyelerine tabiî senatörlük hakkını tanıyan (m.70), Genelkurmay Başkanlığını düzenleyen (m.110), MGK’yi düzenleyen Söz konusu Devrim Kanunları: 1. 3 Mart 1340 tarihli ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu; 2. 25 Teşrinisâni 1341 tarihli ve 671 sayılı Şapka İktisa'sı hakkında Kanun; 3. 30 Teşrinisâni 1341 tarihli ve 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına dair Kanun; 4. 17 Şubat 1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenîisiyle kabul edilen, evlenme akdinîn evlendirme memuru tarafından yapılacağına dair medenî nikâh esası ile aynı Kanunun 110'uncu maddesi hükmü: 5. 20 Mayıs 1928 tarihli ve 1288 sayılı Beynelmilel Erkamın Kabulü hakkında Kanun; 6. 1 Teşrinisâni 1928 tarihli ve 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki hakkında Kanun; 7. 26 Teşrinisani 1934 tarihli ve 2590 sayılı Efendi, Bey, Paşa gibi Lakap ve Unvanların Kaldırıldığına dair Kanun; 8. 3 Kânunuevvel 1934 tarihli ve 2596 sayılı Bazı Kisvelerin Giyilemiyeceğine dair Kanun, bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1961ay.htm (08.01.2017). 125 172 (m.111) ve askeri yöneticiler ile bunların altında çalışan kişilere yargı bağışıklığı sağlayan (geçici mad. 4/1-2) askeri yönetime dair her türlü tasarrrufu yargı denetimi dışında tutan (geçici 4/3) maddeleri söz konusu anayasal güvenceler arasında yer almaktadır. İlave olarak MBK yönetimi genel seçimler öncesinde de facto yetkilerini kullanmak suretiyle seçim sürecini yönlendirmiş, Çankaya Protokolü ile sivil siyasete müdahalede bulunmuştur. Öte yandan sözü geçen seçimlerin bekledikleri gibi sonuçlanmaması üzerine askerler, yukarıda belirtildiği gibi sivillerle yeni bir pazarlık süreci içerisine girerek Cemal Gürsel’in Cumhurbaşkanı seçilme garantisini de elde etmişlerdir. O yüzdendir ki Türkiye’nin 1960-1961 yıllarındaki geçiş sürecinde askerler, vesayet yetkileri, mahfuz alanlar, seçim sürecinin yönlendirilmesi, askeri rejim eylem ve işlemlerinin iptal edilmezliği, af ve bağışıklık yasaları şeklinde tasnif edilen çıkış güvencelerinin tamamını elde etmişlerdir. Yukarıda da görüldüğü üzere söz konusu çıkış güvencelerinin bir kısmı anayasa hükümlerinden kaynaklanmıştır. Askeri müdahalenin ilk gününden itibaren ordu, otoriter bir dikta rejimi kurma eğiliminde olmadığını her fırsatta dile getirmiştir. Ülkenin içinde bulunduğu siyasi bunalımın çözümünü sağladıktan sonra iktidarı seçilmiş sivil idareye bırakacağını taahhüt edip, diğer taraftan da etkisini siyasal sistem üzerinde korumak amacıyla, aşağıda detaylıca irdeleyeceğimiz çıkış güvencelerini elde etmiştir. Bu garantiler anayasanın yasama, yürütme organlarını düzenleyen hükümlerinde ve geçici maddelerinde yer alırken, askerin aslında sözde bir yetki devrini gerçekleştirdiğini, kendi tercihinin yanı sıra bu zihniyete ön ayak olan hukukçularla birlikte seçkinci, bürokratik, vesayetçi bir rejimin kurumsallaşması için ciddi adımlar atarak ülkenin geleceğinde kendisine de bir yer açtığını göstermektedir. 3.1.3.1- Yasama Alanında Elde Edilen Çıkış Güvenceleri 27 Mayıs askeri müdahalesiyle DP iktidarının sona ermesi, geçmişe dönük siyasi eleştirileri de beraberinde getirmiştir. Yaşanan siyasi deneyimlerden elde edilen sonuçlar, KM’nin dikkatini bir yandan iktidarın yetkilerini sınırlayan diğer yandan da kişi hak ve özgürlüklerini güvence altına alan demokratik ilkelerle, bu ilkeleri uygulanabilir kılacak hükümler üzerine çekmiştir. Bu doğrultuda parlementer sistem, pekiştirilip kuvvetler ayrılığı ilkesi benimsenmiştir. Diğer taraftan yasamanın yargı denetimine tabi tutulmasına olanak tanımak ve yürütmenin üzerinde yargı denetimini daha etkili hale getirmek maksadıyla hukuk devleti ilkesi güçlendirilerek yasama sürecinde seçilmişlerin keyfi kararlara yönelmemesi adına çift meclisli sistem kabul edilmiştir (Özbudun, 1995: 225- 173 230). Nitekim, KM’de yeni anayasanın tümü üzerinde görüşmeler yapılırken, Temsilciler Meclisi Anayasa Sözcüsü Tarık Zafer Tunaya, kamuoyunun bu eğilimini şöyle belirtiyordu: ‘Biz bu sistemi [çift meclisi] niçin (…) Kabul ettik? Her şeyden evvel umumi efkârın benimsediği bir mesele olduğunu nazara aldık.’ Gerçekten de görünüm odur ki, 27 Mayıs ortamında çift meclis sistemini içermeyen bir anayasayı kamuoyuna kabul ettirmek ya olanaksız ya da hiç olmazsa pek güçtü (Eroğul, 1977: 10). 1924 Anayasası sisteminde yer almayan ve fakat daha önce Osmanlı İmparatorluğu zamanında I. ve II. Meşrutiyet’te tecrübe edilmiş olan Cumhuriyet Senatosu da, bu yaklaşımın sonucu olarak 1961 Anayasası’nın Türk siyasi hayatına tanıştırdığı yeniliklerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Cumhuriyet Senatosu, genel oyla seçilen yüzelli üye ile Cumhurbaşkanınca seçilen onbeş üyeden kuruludur (m.70). 13 Aralık 1960 tarihli ve 157 sayılı Kanunun altında adları bulunan MBK Başkanı ve üyeleri ile eski Cumhurbaşkanları, yaş kaydı gözetilmeksizin, Cumhuriyet Senatosunun tabiî üyesidirler. Tabiî üyeler, Cumhuriyet Senatosunun diğer üyelerinin tabi oldukları hükümlere tabidirler. Tabiî üye olarak Cumhuriyet Senatosuna katıldıktan sonra bir siyasi partiye girenlerin tabii üyelik sıfatı, partiye girişlerinden sonraki ilk Cumhuriyet Senatosu üyeliği seçimi tarihinde sona erer (Öztürk, 1966: 2410) demek suretiyle Senato’nun yapısını şekillendirmiş; ancak maddenin kabulünden önce çok yoğun tartışmalar yaşanmıştır. Söz konusu maddenin gerekçelerinde ise: “Millet Meclisinden farklı bir seçim sistemi ile seçilen ve kamuoyunun istikametlerini daha nüanse hale getiren Cumhuriyet Senatosu fayda sağlayacaktır (...) Cumhuriyet Meclisi üyesi, parti disiplini bakımından daha fazla serbestliğe sahip olacaktır (...) Ayrıca 150 kişilik bir Meclisin havasının daha sükûnetli ve serinkanlı olacağı da düşünülmelidir (...) Meclisin uzmanlık bakımından zenginleşmesini sağlamak Cumhurbaşkanına Meclisin teşekkülünü değiştirmeyecek bir ölçüde üye ataması hakkı sağlanmıştır (...) Eski Cumhurbaşkanının Cumhuriyet Meclisinde yer alması iki sebebe dayanmaktadır. Bir kere uzun seneler Devletin başında bulunmuş olan şahsın, bilgi ve tecrübenin verdiği olgunlukla Meclisten beklenen faydaları çoğaltacağı düşünülmüştür. Ayrıca eski Cumhurbaşkanını siyasi endişelerin dışına çıkarmak ve kendisine ebedi bir şeref yeri temin edilmek istenmiştir (...) Yine Cumhuriyet Meclisinin fonksiyonlarından başlıcası kamuoyunun nüanslarına ve değişmelerine Hükümetin dikkatini çekmek olduğuna göre iki senede bir kısmi yenilenmenin bu gayeyi gerçekleştireceği düşünülmüştür” (Öztürk, 1966: 2411-2412) denilmiştir. Madde hakkında söz alan Haydar Tunçkanat “İnönü eski bir Reisicumhurdur. Aynı zamanda partinin adamıdır. Başkanıdır. Bir kimse partiye temayülü olabilir. Ama partizan olamayabilir. Partiye kaydı olanların tabiî üyeliği düşer” (Öztürk, 1966: 2419) 174 cümlesinin doğru olmadığını belirtmiştir. Temsilciler Meclisinin söz konusu maddenin Cumhurbaşkanının üyeliğiyle ilgili kısmında yoğun tartışmalar olmuş, yıl konusu gündemi meşgul etmiş olsa da yukarıdaki haliyle çıkması temin edilmiştir. Cumhuriyet Senatosu ve MBK Üyesi Suphi Gürsoytrak Senato’ya olan ihtiyacı: “1950’de gördük, niçin muvaffak olunamadı da ihtilal yapıldı? Sebeplerini inceleyecek olursak görürüz ki, iktidarla muhalefetin birbirlerine karşı giriştikleri muazzam mücadelelerdir. Siyasi liderler olgun olsalardı netice bu kadar fenaya varmayacaktı. Bu parti çalışmalarının neticesi, bir ihtilal yapılmasını icabettirecek bir durum doğurmuştur (...) O halde partilerin birbirine karşı girmesi muhtemel olan mücadelelerde nazım rolünü oynayacak bir müessese yaratacağız. Üzerinde çare aradığımız mevzu budur” (Öztürk, 1966: 2427) diyerek dile getirmiş, siyasi partilerin uzlaşmazlığa düştüğü durumlarda seçkinci, liyakatli bir zümrenin hakem rolüyle bu uzlaşmazlığı çözebileceğini ifade etmiştir. 27 Mayıs harekâtına kurmay binbaşı olarak katılan ve sonrasında MBK üyesi olan Kadri Kaplan ise ikinci meclisin zarureti için: “(...) Birinci Meclisten sonra, tampon vazifesi görecek ikinci bir Meclis kuruyoruz (...) Ama ikinci Mecliste de parti ekseriyetleri bulunacak. Bu partilerin disiplinleri işleyecek, parti hâkimiyeti tesir icra edecektir. Ama bir taraftan da iyi tarafları var. Bu hakikatler karşısında öyle bir grup gelmelidir ki, memleket menfaatlerini parti menfaatlerinden başka düşünen ikinci mecliste baskı yapmasın ve ona da tabi olmasın. Bu bulunur” (Öztürk, 1966: 2428) demektedir. Haydar Tunçkanat ise “(...) Biz istiyoruz ki Senato kâfi derecede kuvvetli olsun. Senatoya seçilecek üyeler 40 yaşını bitirmiş olacak, 150 üyesi olacak, bunların hepsi birinci Meclisteki ekseriyeti desteklemez, elbet fren vazifesi görecek” (Öztürk, 1966: 2430) diyerek, birinci meclise karşı ikinci meclise olan güvenini vurgulamış ve ikinci meclisin bir fren ve denge mekanizması gibi hareket etmesi gerektiğini söyleyerek bir anlamda rejimi koruyan bir sivil organ olarak gördüğünü ifade etmiştir. Darbe lideri Cemal Gürsel Devlet ve Hükümet Başkanı olarak konu hakkında söz alarak: “(...) Senato kanunları süzen bir mekanizmadır (...) Birinci Meclisten gelen her kararı hemen kabul edeceğini tahmin etmemeliyiz. Gelen tasarıyı müzakere edecek, yanlış tarafları varsa, tashih edilmek üzere iade edebilecektir. İşlemez bir mekanizma haline getirmeyelim. Öyle olursa Devletin işleri askıda kalır (...) Devlet Başkanına kontenjan verilirse, Senatoya kıymet bakımından daha istifadeli eleman getirilebilir. Devlet Başkanı tarafsız olacaktır. Memleketin kıymetlerini bulur. Partilerin dışında kalmış olan memleket kıymetlerini Senatoya sokar. Daha faydalı olmalarına yardım etmiş olur” (Öztürk, 1966: 2430) [demek suretiyle Senatoyu bir fren ve denge mekanizması olarak görmüş, Devlet Başkanına kontenjan verilmesini tarafsızlık ilkesi gereği savunmuştur. Gürsel kontenjan sayısı olarak da] “siz nasıl kabul ederseniz o muvafıktır. Fakat 15 olması uygun olur. Çünkü bağımsızlardan bu miktarda layık insan her zaman bulunamaz. 20 tane layık insan bulunamadı. Kanun öyle emrediyor diye rastgele seçmek mecburiyetinde kalırız” (Öztürk, 1966: 2430) 175 diyerek, Devlet Başkanı olarak ağırlığını koymuş, nihai karar üzerinde etkili olmuştur. CKMP temsilcisi Kenan Esengin daha çok Cumhurbaşkanlarının üzerinde durmuş ve CHP temsilcisi Cemil Sait Barlas’ın cumhurbaşkanı olmak için 3 sene Genelkurmay Başkanı yapması gerekir önerisini eleştirerek: “(...) Dünyanın muhtelif memleketlerinde Genelkurmay Başkanlığı yapmış insanlara pek çok imtiyazlar tanınmıştır, bazı ülkelerde ömür boyu resmi elbise giyerler, ölünceye kadar otomobili alınmaz, emir subayı verilir (...) Onun taşıdığı mesuliyeti her hangi bir şahıs taşımamaktadır. Çok rica ederim yanlış aksettirmeyelim. Genelkurmay Başkanlarına nasıl bir imtiyaz tanıyalım bu esaslar karma komisyonda görüşülecektir” (Öztürk, 1966: 2440) diyerek, ordu lehine tavır almış ve mecliste yoğun bir destek bulmuştur. Bu bakış açısı Genelkurmay başkanlarına verilen önemin bir göstergesidir. Adeta Genelkurmay Başkanlığı makamı Cumhurbaşkanlığı makamına geçişte varılması gereken son nokta olarak değerlendirilmiştir. Yalnız Cumhuriyet Senatosu’nun çalışma açısından önemi, Anayasanın ilgili maddesi gereğince MBK üyelerinin bu mecliste “tabiî senatör” olarak yer almasıyla ilişkilidir (m.70/2). Erkanlı’ya göre asker iktidardan çekildikten sonra şahsi güvenliklerini düşünmüş, Komite içindeki bazı şahıslarda “iktidarı bıraktıktan sonra ne yapacağız endişesi” başlamıştır. Formül “tabiî senatörlük” fikriyle bulunmuş, biz ne olacağız endişesi giderilerek parlamento ebediyen kendilerine açılmış (Erkanlı, 1972: 312) darbeci komutanların gelecek hayatları çıkış güvenceleri bağlamında garanti altına alınmıştır. Cumhuriyet Senatosunun genel oyla seçilecek üyelerinin seçilme şartlarına göre (m.73) ise “Cumhuriyet Senatosu üyeliğinin süresi altı yıldır. Süresi biten üyeler yeniden seçilebilir. Cumhuriyet Senatosunun genel oyla ve Cumhurbaşkanınca seçilen üyelerin üçte biri her iki yılda bir yenilenir. Cumhurbaşkanınca seçilen üyelerin süresi biter veya bu üyeliklerde herhangi bir sebeple boşalma olursa, Cumhurbaşkanı, bir ay içinde yeni üyeleri seçer126. Boşalan bir üyeliğe seçilen kimse, yerine seçildiği üyenin süresini tamamlar” (Öztürk, 1966: 2460) demek suretiyle daha değişken bir yapı öngörmüştür. Tabiî senatörlükte Cumhuriyet Senatosu’nun diğer üyelerinin bağlı bulunduğu seçilme ve üyeliğin yenilenmesi hükmüne bağlı kalınmamış, ömür boyu kazanılmış bir Bu üyelerden birisi de 12 Mart Muhtırasını kaleme alan Orgeneral Muhsin Batur’dur. Batur’un Tabiî Senatör olarak seçilmesi bir yazı ile Korutürk tarafından kendisine bildirilmiştir. Korutürk Batur’u geçmiş hizmetleri ve 12 Mart’ın bir temsilcisinin Meclis’te bulunmasını uygun gördüğü için seçtiğini belirtmiştir (Batur, 1972: 457). 126 176 hak olarak telaffuz edilmiştir. Tabii senatörlerin her hangi bir siyasi partiye girmeleri halinde ise daimi üyelik hakkını kaybedecekleri hükme bağlanmıştır. Konu Cumhuriyet Senatosu’nun diğer üyeleriyle karşılaştırıldığında tabiî senatörlerin bu görevi ömür boyu sürdürecek olmaları, anayasanın siviller karşısında askerlere tanımış olduğu önemli ayrıcalıklardan birisidir. Çünkü Senato’nun diğer üyeleri altı yıl gibi bir süreyle görev yaptığı ve bunlarında üçte birinin seçimi her iki yılda bir yenilendiği halde MBK üyelerinin ömür boyu senatörlük hakkına kavuşması ciddi bir ayrıcalıktır. Bütün bunlara 1961 Anayasası’nın yürürlükte kaldığı süre zarfında görev yapan ve tamamı asker kökenli olan Cumhurbaşkanlarının da görev sürelerini tamamladıktan sonra tabii senatör sıfatı kazanarak aynı statüyü ömür boyu korumuş olduğu hükmü eklenecek olursa, tabii senatörlük kavramının uygulamada askerlere sivillere oranla ciddi bir ayrıcalık verdiği tartışmasızdır. Söz konusu uygulamadan sağlık nedenleriyle Cumhurbaşkanıyken vefat edecek olan Cemal Gürsel yararlanamamış olsa da, gerek Cevdet Sunay gerekse Fahri Korutürk bu ayrıcalığı elde eden cumhurbaşkanları olmuşlardır. Bu iki şahsın TSK’den gelmesi, yürürlükte kaldığı sürece 1961 Anayasası’nın öngörmüş olduğu tabii senatörlüğün bu kesitinden, yalnızca askerlerin yararlandığı görülmektedir. Sivil yönetime geçtikten sonra MBK üyelerine tanınan yasama sürecine katılım olanağı sağlayan tabii senatörlüğe dair maddede değinilmesi gereken bir başka husus da anayasada yer alan “Tabiî üyeler, Cumhuriyet Senatosunun diğer üyelerinin tabi oldukları hükümlere tabidirler” (m.70/2) ibaresidir. Söz konusu bu ibare çerçevesinde MBK üyeleri, dokunulmazlıklardan da ömür boyu yararlanma hakkını elde etmişlerdir (M.79). İlgili maddeye göre; “Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri düşüncelerden ve bunları Meclis dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar. Seçimden önce veya sonra bir suç işlediği ileri sürülen bir Meclis üyesi, kendi Meclisinin kararı olmadıkça tutulamaz, sorguya çekilemez, tutuklanamaz ve yargılanamaz. Ağır cezayı gerektiren suçüstü hali bu hükmün dışındadır; ancak, bu halde, yetkili makam, durumu hemen ve doğrudan doğruya üyenin Meclisine bildirmek zorundadır. Bir Meclis üyesi hakkında seçiminden önce veya sonra verilmiş bir ceza hükmünün yerine getirilmesi, üyelik sıfatının sona ermesine bırakılır. Üyelik süresince zamanaşımı işlemez. Tekrar seçilen Meclis üyesi hakkındaki tâkibat, kendi Meclisinin yeniden dokunulmazlığını kaldırmasına bağlıdır. Meclislerdeki siyasî parti gruplarınca, yasama dokunulmazlığı ile ilgili görüşme yapılamaz ve karar alınamaz” (Öztürk, 1966: 2502). 177 Ancak yasama dokunulmazlığını ilgilendiren bu madde MBK’de görüşülmüş ve Meclis üyesi kavramına açıklık getirilmesi istenmiştir. Üyelerden Suphi Gürsoytrak 127 ve Mucip Ataklı128’nın dokunulmazlık konularındaki endişelerine Haydar Tunçkanat129 “Arkadaşlarımız endişe etmesinler. Bu madde, daimî üyeler içinde işleyecektir. Ağır cezayı gerektiren hallerde elbette dokunulmazlık kalkacaktır. Bunu usuller ayrıca tespit edilecektir. İçtüzükle tanzim edilecektir” (Öztürk, 1966: 2522) diyerek daimî üyeleri de dokunulmazlık kapsamına alındığını ifade edip, MBK üyelerinin endişelerini gidermiştir. MBK ayrıca bu maddeye yukarıda belirtilen sonuncu fıkrayı ekleyerek, siyasi parti gruplarında yasama dokunulmazlığıyla ilgili görüşme yapılamayacağı ve karar alınamayacağını sağlamak maksadını gütmüştür. Bu düşünce komisyon üyelerinin daha sonra alacakları kararlara itibar etmediklerini ve kendi dokunulmazlıklarıyla ilgili bu konuyu bir anayasa düzenlemesiyle ele almak suretiyle garanti altına almak istedikleri çok açık ortaya konmuştur. Özetle, 27 Mayıs darbesini gerçekleştiren subaylar, 1924 Anayasası’nın seçilmişlere tanımış olduğu geniş yasama yetkilerini fazla bularak, yasamayı kontrol eden, siyasi partilerin birbirleri arasında yaşanacak mücadelelerinde nazım rolü oynayacak, liyakat sahibi bir seçkinler grubundan oluşacak Senato’nun lüzumuna inanmışlardır. Senato, bir fren ve denge mekanizması olarak düşünülmüş, seçilmiş parlamenterlere karşı tampon vazifesi görecek bir kurum olarak tanzim edilmiştir. Burada asıl üzerinde durulması gereken husus, tabiî senatörlük görevinin darbeyi gerçekleştirilen subaylar için tahsis edilmiş olmasıdır. Yukarıda da görüleceği üzere Senato, seçkinleri temsil eden bir organ olarak seçilmiş siyaseti denetlemek için düşünülmüş olmasının yanında, askerlere tabiî senatörlük yolunu açmasıyla da seçkinlere ilave bir askerî gözün yasama üzerinde denetimini sağlamasını amaçlamıştır. 3.1.3.2- Yürütme Alanında Elde Edilen Çıkış Güvenceleri Askerler sadece yasama alanında değil bizzat icraatın gerçekleştirildiği yürütme alanında da 1961 Anayasası’nda bir takım yeni ayrıcalıklara kavuşarak vesayet sisteminin Kurmay Kıdemli Binbaşı, Temsilciler Meclisi MBK Üyesi, Ankara’da doğmuştur. Kore'de bulunmuştur. Harp Akademisi öğretmeni iken darbeye katılmıştır, bkz: http://www.turkcebilgi.com/ansiklopedi/milli_birlik_komitesi_%C3%BCyeleri (20.02.2014). 128 Tuğgeneral, MBK Daimi Üyesi, Erzurum'da doğmuştur. Devrim hareketine Eskişehir'de katılmış ve eski Başbakan Menderes'in tevkifinde önemli rol oynamıştır, bkz: http://www.turkcebilgi.com/ansiklopedi/milli_birlik_komitesi_%C3%BCyeleri (20.02.2014). 129 Hava Kurmay Albay, MBK Daimi Üyesi, Bandırma'da doğmuştur. Devrim hareketine fiilen katılmıştır, bkz: http://www.turkcebilgi.com/ansiklopedi/milli_birlik_komitesi_%C3%BCyeleri (20.02.2014). 127 178 kendileri adına daha sağlıklı işlemesini sağlamışlardır. Yürütme alanında elde edilen ayrıcalıkları genel olarak Cumhurbaşkanlığı, Genelkurmay Başkanlığı ve MGK olarak üç başlık altında incelemeye çalışacağım. 3.1.3.2.1- Cumhurbaşkanlığı Pek çok hükmü gereği çağdaş ve demokratik bir görüntü arz ettiği iddia edilen 1961 Anayasası askeri bir idare tarafından hazırlatılmasının doğal bir sonucu olarak normalde demokratik bir anayasada olmayacak kadar askeri otoriteye, gerek mevcut kurumları kendi lehine çevirmek gerekse de yeni kurumlar kurmak suretiyle, demokratik düzen içinde sahip olacağı bir takım güçlü yetkiler vermiştir. Bunlardan en önemlileri cumhurbaşkanlığı makamı ile anayasanın 111. maddesiyle vücut bulmuş olan MGK’dir. 1961 Anayasası’nın benimsemiş olduğu parlamenter sistemin bir gereği olarak yürütmenin sorumsuz kanadını temsil eden Cumhurbaşkanının asker kökenli birisinin olması söz konusu anayasanın herhangi bir hükmü ile düzenlenmemiş, önerilmemiştir. Ancak MBK Başkanı ve Devlet Başkanı sıfatıyla 27 Mayıs askeri müdahalesinin lideri Orgeneral Cemal Gürsel’in yeni anayasa döneminin ilk Cumhurbaşkanı olması, 24 Ekim tarihinde imza altına alınan Çankaya Protokolünün bir gereği olarak bizzat asker tarafından sivil yönetime geçiş için dayatılan koşullardan biri olmuştur. Böylece sivil yönetimin ilk parlamentosu, ordunun fiili gücüne boyun eğmiş Cemal Gürsel’i, Cumhurbaşkanı seçmiştir. Söz konusu bu hamle her ne kadar anayasa ile öngörülmüş bir husus olmasa dâhi, askerlerin sivil yönetime geçildikten sonra yedi yıl gibi uzun bir süre için yürütme gücünü sivillerle paylaşması mânâsına gelmektedir. Bu uygulama, Cemal Gürsel’in Cumhurbaşkanlığından çekilmesi sonrasında da değişmemiş, Cevdet Sunay ve Fahri Korutürk de aynı şartlarda Cumhurbaşkanlığı makamına seçilmişlerdir. Kısacası 1961 Anayasası, Cumhurbaşkanlığı makamına askerlerin seçilmesini teşvik edecek her hangi bir hükme yer vermediği halde, anayasanın yürürlükte kaldığı 19 yıl boyunca bu makama gelenler hep, Nisan 1980 ile 12 Eylül 1980 arasında Cumhurbaşkanlığı görevini vekâleten yürüten İhsan Sabri Çağlayangil istisnası dışında, asker olmuştur. Teamül halini alan bu uygulamayla ordu, cumhurbaşkanlığı makamını, sistemi tepede kontrol eden vesayetçi bir kurum olarak öngörmüştür. Erkanlı’nın “bugün Sunay’dan sonra kim gelecek sorusuna cevap arayanların ekserisi, kumandanların isimlerini saymaktadır (…) Adeta memlekette askerî bir hanedan mevcutmuş gibi, cumhurbaşkanının general olması geleneği yerleşmektedir” (Erkanlı, 1972: 372) ifadesi de bu öngörüyü doğrulamaktadır. 179 3.1.3.2.2- Genelkurmay Başkanlığı Ordunun anayasa marifetiyle elde etmiş olduğu çıkış güvencelerinin birisi de kendileri için sivil iktidar karşısında sahip olduğu özerkliği güçlendiren şekillendiren “mahfuz alanlardır”. 1961 Anayasası’nın ilgili maddesi (m.110) “Başkomutanlık, TBMM’nin manevi varlığından ayrılmaz ve Cumhurbaşkanı tarafından temsil olunur. Milli güvenliğin sağlanmasından, TBMM’ye karşı Bakanlar Kurulu sorumludur. Genelkurmay Başkanı, Silahlı Kuvvetlerin komutanıdır. Genelkurmay Başkanı, Bakanlar Kurulunun teklifi üzerine, Cumhurbaşkanınca atanır, görev ve yetkileri kanunla düzenlenir. Genelkurmay Başkanı, bu görev ve yetkilerden dolayı Başbakana karşı sorumludur” (Öztürk, 1966: 3039) diyerek evvelce Millî Savunma Bakanlığı’na bağlı olan Genelkurmay Başkanlığı’nı direkt Başbakana karşı sorumlu tutmuş, askeri otorite güçlendirilmiştir. Söz konusu madde Temsilciler Meclisinde iki defa görüşülmüş, üzerinde çok durulmuş ve nihaî şeklini almadan önce uzun tartışmaların yaşandığı bir madde olmuştur. Madde hakkında Kenan Esengin130, Fahri Belen131, Ferda Güley132, Cemil Sait Barlas133, Etem Boransü134, Hüseyin Ataman135, Enver Sökmen136, Halim Önalp137, İsmet Giritli138, Alp Kuran139 ve İhsan Kabadayı140 söz almışlardır. İlk sözü alan Kenan Esengin: “(…) Genelkurmay Başkanlığı’nın, memleketin savunmasının kabine içinde direkt usullerinden birisi olan Milli Savunmadan ayırarak Başbakanlığa bağlanması tehlikeli bir iştir ve öyle zannediyorum ki, geçirilen acı tecrübeler dolayısiyle Genelkurmay Başkanlığı’na bir hüviyet verilmesi düşünülmüştür (...) Başbakanlığı bağladığımız takdirde Başvekilin bununla meşgul olmasına imkân yoktur. (...) Genelkurmay Başkanlığını memleket müdaafası için gerekli tedbirleri alan ve zamanında gerekli planları hazırlayan bir makam olarak düşünelim” (Öztürk, 1966: 3041-3042) diyerek, Genelkurmay Başkanlığı’nın tamamen bağımsız olarak teşekkül edilmesinden yana tavır koyarak ordunun sivil kontrol dışında olmasını istemiştir. MBK temsilcisi Fahri Belen ise konu hakkında: 130 CKMP Temsilcisi. MBK Temsilcisi. 132 CHP Temsilcisi. 133 CHP Temsilcisi. 134 Eski Muharipler Birliği Temsilcisi. 135 Bakanlar Kurulu Üyesi. 136 CKMP Temsilcisi. 137 Eski Muharipler Birliği Temsilcisi. 138 Barolar Temsilcisi. 139 MBK Temsilcisi. 140 CHP Temsilcisi. 131 180 “(...) İçinde bulunduğumuz NATO camiasında Devlet başkanları başkumandandırlar. Genelkurmaylarda Milli Savunma Bakanlıklarına bağlıdırlar. Genelkurmayı dünyadaki gelişmelere uygun olarak planlama ve memleket savunması işleriyle başbaşa bırakmak, kuvvetlerin müşterek müdafaa işlerinde nazım bir hale getirmek lazımdır (...) Eğer bugünkü haliyle onu Başbakana bağladığımız takdirde Milli Müdafaa Bakanı siyasi bir müsteşar haline gelir, mesuliyeti ile ilgili bütün teşkilatı kurmak zorunda kalır. Bu hal bize muzaaf teşkilata, büyük karargâhlara götüreceği gibi ihtilatlara ve ihtilaflara yol açar” (Öztürk, 1966: 3043-3044), demek suretiyle Genelkurmay’ın Başbakanlığa bağlanmasına karşı çıkmış, özellikle dönemin uluslararası koşullarına ve NATO’ya vurgu yaparak Huntington tarafından ifade edilen “objektif kontrol” modeliyle ordunun sivil siyasetin kontrolünde olmaması gerektiğini dile getirmiştir. Ferda Güley ise geçmişte Fevzi Çakmak ve Atatürk’ten örnekler141 verdikten sonra konu hakkında: “(...) Genelkurmay Başvekâlete bağlı hale getirilince onun itibarını Başvekâlet veya bakanlar seviyesine yükseltiriz düşüncesinin realize edilmesi ancak Genelkurmayı Hükümetin içine oturtmakla mümkündür (...) Yapacağımız şey, Genelkurmayı doğrudan doğruya Milli Savunmaya bağlı hale getirmek yani aradaki müsteşarı kaldırmak ve biribirinden ayrı lojistik hizmetlerle harekât, istihbarat ve eğitim hizmetlerini Genelkurmay Başkanı’nın korgeneral rütbeli iki muavini tarafından tedvir edilir bir şekle sokmaktır ki, bu da teşkilat kanunu meselesidir” (Öztürk, 1966: 3045-3047), diyerek görüşlerini ifade etmiş ve Genelkurmayın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmasının daha uygun olacağını bildirmiştir. Cemil Sait Barlas ise Başkomutanlığın, sorumlu olmayan Cumhurbaşkanına değil, ülke idaresinden sorumlu olan ve parlamentoya hesap veren Başbakan’a bağlanması gerektiğini belirtirken Genelkurmay Başkanı makamının da Milli Savuma makamına bağlanması gerektiğini; “(...) Bunun hem dış hem de iç durumumuz bakımından zarureti vardır. Dış bakımdan: NATO’ya bağlıyız. NATO’ya Kara Kuvvetleri de Deniz Kuvvetleri kumandanları gidiyorlar. Fakat bunların yanında, siyasi toplantılarda bunların bağlı olduğu Milli Savunma Bakanları geliyor (...) Silahlı Kuvvetlerin hususiyeti bakımından ve paraların harcanması bakımından parlamentoya karşı bir mesul makama zaruret vardır. Başbakan; ziraat, milli savunma, milli eğitim politikasından topyekûn mesuldür. Fakat maarif politikası bakımından nasıl Milli Eğitim Vekili mesul ise milli savunma politikası bakımından ya Milli Savunma Vekili yahut da bir başka bakan mesul olur (Öztürk, 1966: 3048-3049), sözleriyle ifade ederek ordunun objektif kontrol modeliyle sivil siyasete tabi olmasını ifade etmiştir. Eski Muharipler Birliği Temsilcisi Etem Boransü ise; “NATO camiası içinde bulunuyoruz, NATO Devletleri içinde Amerika, İngiltere, Batı Almanya, İtalya gibi devletler var. Bunların Genelkurmay Başkanları Millî Savunma Bakanlığına bağlıdır.” (...) Şimdi bu tasarıda biz, Genelkurmay 141 Bkz. (Öztürk, 1966: 3045). 181 Başkanlığını Başbakan’a bağlıyoruz. Sonra, Genelkurmay Başkanlığının süresi meselesi geliyor. Bu mesele İstanbul tasarısında vardı, burada kaldırılmış, üç senelik müddet konmuştu. Bu üç senelik müddetin uzaması veya kısaltılması keyfiyeti de ele alınmalıdır (...) Bunda fayda mülahaza ediyorum” (Öztürk, 1966: 3050-3051), diyerek sürdürmüş ve süre konusuna vurgu yapmıştır. Bakanlar Kurulu üyesi Emekli General Hüseyin Ataman ise konuyu farklı bir açıdan ele almaktadır. Silahlı Kuvvetleri Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana üç devire ayıran Ataman, birinci dönemi Meclis’e bağlı, ikinci dönemi Başvekâlete bağlı, üçüncü dönemi de Millî Savunma Bakanlığına bağlı olarak ele almaktadır. Ona göre Silahlı Kuvvetler en rahat çalışmasını birinci devirde yapmış, ikinci devreyi kendisini müdafaa etmekle geçirmiş, üçüncü dönemde tazyik altına girmiş ve nihayet 27 Mayıs’ta infilak etmiştir. Ataman sözlerini; “(...) Arkadaşlar dünyanın ileri gidişine uyalım. İstiklal Harbini kazanan makamlar Erkânı Harbiye Vekâletidir. Bu vekâlet o zaman dünyanın hangi memleketinde mevcuttu? Biz kendi bünyemizin ihtiyaçlarına göre yürümek mecburiyetindeyiz (...) Birinci devrede (...) Ordu yalnız kendi işiyle uğraşıp hiç bir zaman siyaset ordunun safları arasında yer almamıştır. Buraya sızmamıştır. Fakat üçüncü devrede bunu hepimiz gördük. Kaldı ki bizim memleketimizde Milli Savunma terimi yanlış bir terimdir. Biz Millî Savunma Bakanlığı dememeliyiz, Ordu Bakanlığı demeliyiz” (Öztürk, 1966: 3051) diyerek sürdürmüş ve Türkiye’ye özgü bir modelin geliştirilmesini arzu ettiğini dile getirmiştir. Enver Sökmen ise Hüseyin Ataman’dan farklı olarak Genelkurmay Başkanlığı’nın Başbakanlığa bağlanmasını doğru bulmadığını, Millî Savunma Bakanlığı’nın idari ve siyasi salahiyetine tam olarak sahip olması gerektiğine olan inancını dile getirmektedir. Sökmen: “Genelkurmay Başkanını niçin Başbakanlığa bağlıyorlar, bunun faydası nedir, ben anlamıyorum (...) Bu şekilde olursa, Millî Savunma Bakanlığı bir nevi vesayet altında bir bakanlık halinde olacaktır (...) Genelkurmay Başkanı şu hizmetleri temin edeyim diye Başbakanın peşinde koşup duracaktır. Bu itibarla Genelkurmay Millî Savunma Bakanlığına bağlanmalıdır” (Öztürk, 1966: 3053-3054) diyerek sözlerini tamamlamıştır. Barolar Temsilcisi İsmet Giritli ise Genelkurmay Başkanlığı hakkındaki düşüncelerini; “(...) Bu memlekette artık bir Erdelhun faciası cereyan etmemelidir. Bunun Başvekâlete veya Milli Savunma Vekâletine bağlı olması neticede hiç bir şeyi değiştirmez. Esas mesele teminat sağlamak ve bütün Türk Ordusunun nefret ettiği, bir kimseyi sırf bir siyasi çoğunluğun lideri istiyoruz diye, ordunun başına getirmemek imkânını sağlamaktır (Öztürk, 1966: 3057). diyerek konuya daha zihinsel ve yapısal yaklaşmakta, asıl meselenin demokratik sınırlar içinde kalınması olduğunu, şekil itibariyle Genelkurmay Başkanlığının nereye 182 bağlanacağının bir öneminin olmadığını ifade etmeye çalışmaktadır. Alp Kuran ise Genelkurmay Başkanlığının Başbakana bağlanmasının ilgili kurumu takviye etmeyeceğini aksine zayıflatacağını, Başbakanın ordunun bütün meseleleriyle ilgilenemeyeceğini savunmaktadır. Kuran: “Millî Savunma Bakanlığına bağlanması daha münasip olur kanaatindeyim. Asıl mesele Genelkurmay Başkanının nasıl seçileceğidir (...) Bu ordunun başına bir daha Erdelhun gelecek midir? Ordu yarını düşünüyor. Biz ihtimal vermiyoruz; ama kötü bir zihniyetli iktidar kötü yollara gidebilir. Diktatörlüğe sapmak isteyebilir. 27 Mayıs İnkılabını göz önünde tutmak suretiyle, bir iktidar, ordu endişesinden kurtulmak için her şeyfen evvel orduyu za’fa uğratmak, kendisine körü-körüne tabi olacak şahısları Genelkurmay Başkanı seçmek temayülünde bulunabilir” (Öztürk, 1966: 3065-3066), demek suretiyle bir taraftan Genelkurmayın Milli Savunma Bakanlığına bağlanmasını önerirken diğer taraftan Genelkurmay Başkanının seçilme konusunu da gündeme taşımıştır. Kuran, ayrıca ordu mensuplarının özlük işleriyle ilgili olarak Yüksek Askeri Şura’nın ihdas edilmesini de gündeme getirmiştir. Komisyon adına söz alan Muammer Aksoy142 ise, “Genelkurmay Başkanlığının Başbakanlığı bağlanmasında daha ziyade psikolojik faydalar mülahaza edilmiştir, geçen hadiseler muvacehesinde bunu anlamak mümkündür” [demektedir] (Öztürk, 1966: 3069). [Aksoy ayrıca] “Ordu ve Genelkurmay Başkanlığı konusunda kabul edilmiş demokrasi esaslarına uygun bir hal suretinin bir Erdelhun’un yaratılmasıyla ilgisi yoktur. Tam aksine, demokrasinin tüm olarak, yani bütün müesseseleriyle kabul edilmemiş olmasıdır ki, bu gibi kişilerin türemesine sebep olmuştur” (Öztürk, 1966: 3070), diyerek sorunun bir ordu veya Genelkurmay Başkanı olmadığı, demokratik teamüllerin tam manasıyla işlememiş olmasından bu tür sıkıntıların yaşandığını ortaya koymuştur. Diğer bir komisyon sözcüsü Turan Güneş143 ise “komisyon bu tercihini yaparken ve Başbakanlığa bağlarken sadece hizmetin teknik icapları sebebiyle bir hata payı mümkün, mevcut ve belki de muhatab olmakla beraber bu istikametteki ileri sürülen fikirler daha doğru olduğu için bunu Başbakanlığa bağladık” (Öztürk, 1966: 3073) demektedir. MBK Temsilcisi Rauf Gökçen ise, “(...) Hepimizin bir tek gayesi vardır. Orduyu politikanın tesirlerinin dışında tutmak. Zira biz politikanın parmağının ordunun içine sokulduktan sonra kumandanlarımızın şahsiyetlerini nasıl kaybettiklerini ve ordunun nasıl isteklerin aksine bir hale geldiğini gayet iyi müşahade etmiş insanlarız. Bu bakımdan endişemiz vardır. Ve korkuyoruz. Acaba bunun hal çaresi nedir? Genelkurmay Başkanlığının her hangi bir siyasi makama bağlanması ile mesele halledilebilecek midir? Bu hususta çeşitli arkadaşların beyan ettiği fikirler dahi en uygun hal 142 143 İl Temsilcisi. Anayasa Komisyonu Üyesi. 183 çaresini ortaya koymuş değildir. Bütün bu mülahazalarla Sayın Komisyon, maddeyi geri alır ve burada ileri sürülen fikirlerin ışığı altında maddeyi yeniden tezekkür ederse hepimizi tatmin edecek bir hal çaresi bulurlar zannederim” (Öztürk, 1966: 3073), diyerek konunun daha sağlıklı bir zemine oturtulması için yeniden görüşülmesi isteğini dile getirmiştir. Yeniden söz alan Muammer Aksoy, “(...) İstanbul tasarısında (Genelkurmay Başkanlığı’nın) Cumhurbaşkanına bağlanacağı kaydı bulunduğundan, meseleyi parlamenter sisteme uygun olarak anayasada halletmek ve muhakkak suretle parlamentoya karşı mesul olan bir makama bağlamak lüzumunu hissettik, meselenin hallini kanunlara bırakmadık. Esasen parlamenter demokrasiyi kabul etmiş memleketlerde (...) Genelkurmay bir bakanlığa bağlanmıştır (...) Bu Millî Savunma Bakanlığıdır (...) Bu bizde de olabilir (...) Bizim için demokratik anayasa hukuku bakımından önemli olan, bu teşkilatın mesul bir makama bağlanmasıdır. O makamın neresi olacağını da yüksek heyetinize bırakıyoruz” (Öztürk, 1966: 3100) demek suretiyle kurumun bağımsız yapıdan ziyade bir organa bağlı olmasını; ama bunun neresi olduğu konusunun ise çok önemli olmadığını söylemektedir. Aslına bakılırsa İstanbul tasarısının Genelkurmay Başkanlığının Cumhurbaşkanlığı makamına bağlanması önerisi orduyu sivil iktidarın da üzerinde gören ve yürütmenin önemli parçası haline getiren bir tasarı olarak ifade edilmiş, orduya çok önemli bir çıkış güvencesi sunmuştur. Bu demokratik normlar açısından son derece sıkıntılı ve pretoryan bir modelin unsurlarını barındıran bir öneridir. Fahri Belen ise “(...) Öyle zannediyorum ki bu bağlantı meselesinden artık Yüksek Meclisinize gına geldi. Bu hususta çok şeyler söylendi. Hadise şundan ibarettir: Milli Birlik Komitesi, Genelkurmay Başkanlığının Başbakana bağlanmasını istiyor” (Öztürk, 1966: 3122) demektedir. Belen’in bu yorumu anayasanın hazırlanmasındaki güç dengesini açıkça ortaya koymaktadır. Tasarının MBK tarafından şekillendirilmiş olduğu çok açıktır. MBK bu tavırla çıkış güvencesi anlamında önemli bir ayrıcalık talep etmekte, siyasetteki hâkim konumunu direkt olarak Başbakana sorumlu olarak devam ettirmek istemektedir. Karma komisyon adına söz alan Ahmet Yıldız144 da, “Yüksek heyetiniz huzurunda müzakere edildi. Milli Savunma Bakanına bağlanmasını arzu edenler oldu, Başbakana bağlanmasını arzu edenler oldu (...) Millî Savunma Bakanlığına bağlanması ordu tarafından benimsenmemiştir. Onun içindir ki, Başbakana bağlanmasını tercih ettik. Fakat Başbakanlığa bağlanınca, Başbakanlık müsteşarının emrinde olacakmış gibi bazı şüpheler de izhar edildi ve eğer böyle olacaksa veya bir Devlet Bakanına bağlanacaksa Millî Savunma Bakanlığına bağlansın, orada kalsın daha iyi dendi. Arzu edilen Başbakana bağlanmasıdır. Başbakana bağlanması kelimesi amme hukuku bakımından uygun bir tabir değildir. ‘Onun için Başbakana karşı sorumludur’ tabiri kullanılmıştır” (Öztürk, 1966: 3123-3124) 144 MBK Üyesi, Kurmay Binbaşı (Ak Devrim, 1960). 184 diyerek nihayi noktaya vardıklarını ortaya koymuştur. Yıldız’ın sözlerinden de ordunun tasarrufları gözetilerek bir bakıma oradan gelen direktiflere bağlı kalınarak bu tasarıya şekil verildiği çok net görülmektedir. Tıpkı NATO ve diğer uluslararası örneklerinde olduğu gibi Millî Savunma Bakanlığı’na karşı sorumlu olan bir kurumun, anayasa değişikliği ile Başbakana bağlanması, devlet içindeki hiyerarşi içinde üstün bir konuma yükseltildiği anlamını taşımaktadır. Ancak diğer taraftan bu değişikliğe rağmen askerlerin sivil otoriteye karşı bağımlılığı esası değişmiş değildir. Anayasanın ilgili maddesi Silahlı Kuvvetlerin savaşa hazırlanması ve milli güvenliğin sağlanması konularında Bakanlar Kurulu’nu sorumlu tutmaktadır (m.110/2) ibaresi bunu doğrulamaktadır (Özbudun ve Yazıcı, 1996: 333). 3.1.3.2.3- Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Vesayet yetkisi oluşturmanın en önemli yollarından birisi de askerlerin denetiminde yeni ve kalıcı anayasal kurumlar oluşturmaktır. 1960 darbesinden sonra ülke yönetimini eline alan MBK’de bu imkânı kullanmaktan geri durmamıştır. Anayasa’nın 111. maddesiyle düzenlenmiş olan MGK, askerlere hükümetlerin izleyeceği temel politikaları her daim yönlendirebilecek ve denetleyebilecek bir organ olarak teşkil edilmiştir. Söz konusu madde “MGK, kanunun gösterdiği Bakanlar ile Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Temsilcilerinden kuruludur. MGK’ye Cumhurbaşkanı başkanlık eder; kendisi bulunmadığı zaman bu görevi Başbakan yapar. MGK, milli güvenlikle ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonun sağlanmasında yardımcılık etmek üzere gerekli temel görüşleri Bakanlar Kurulu’na bildirir” demek suretiyle askere yürütme bağlamında ciddi bir sorumluluk yüklemiştir. Konu şu çerçeve içinde müzakerelerde ele alınmıştır: Fahri Belen daha önce kanunla düzenlenen ve nadiren toplanan Milli Savunma Yüksek Kurulu’nun bir anayasa kurumu haline getirilmesinden duyduğu memnuniyeti; “Bu kurul bütün memleketlerde vardır. Fakat pek azında anayasaya girmiştir. Bizde de bir anayasa müessesesi haline gelmesi çok faydalı olacaktır. Biz de bir Milli Savunma Yüksek Kurulu mevcuttur (...) Bu kanunda her ay toplanması kaydı mevcut olduğu halde 8 ayda iki kere toplanabilmiştir. İşte bunun işleyebilmesi için anayasa müessesesi haline getirilmesindeki faideyi arz etmek için hatırlatmış oluyorum” (Öztürk, 1966: 3135), diyerek dile getirmiştir. Belen konuşmasını “Arkadaşlarım, bir Milli Savunma Bakanlığı vardır. Doğrudan doğruya Silahlı Kuvvetlerle ilgilidir. Bu gördüğümüz kurul daha şumullü bir kuruldur. Bunun isminin de Milli Savunma Kurulu değil, Milli Güvenlik 185 Yüksek Kurulu olması lazımdır. Bu diğer memleketlerdeki ismine de uygundur” (Öztürk, 1966: 3136) diyerek sürdürmüştür. Diğer taraftan Hüseyin Ataman kurula sadece Genelkurmay Başkanının değil ayrıca kuvvet kumandanlarının da dâhil edilmesi gerektiğini dile getirmiştir. Rauf Gökçen ise, “Milli Savunma Yüksek Kurulu’nun görevleri arasına giren bu işleri, bir tek askerin, Genelkurmay Başkanının, üzerine yüklemek bu şahsa oldukça ağır vazife tahmil etmek demektir. Bu bakımdan Genelkurmay Başkanının yükünü hafifletmek ve daha etraflı bir şeklilde, kurulun bu vazifelere hâkim olabilmesini sağlamak amacıyla maddeye bir ilave yapıp, Kuvvet Komutanlarının da bu kurula dâhil edilmesinin uygun olacağını” (Öztürk, 1966: 3137), belirterek Hüseyin Ataman’ı desteklemiştir. MBK Temsilcisi Abdülkadir Okyay da MGK’ye anayasada yer verildiği için kurula teşekkür etmiş ve bu kurulun, “(...) Yabancı devletlerden İngiltere’de İmparatorluk Savunma Komitesi (…) Japonya’da Başbakanlığa bağlı Milli Seferberlik Kurulu, Sovyet Rusya’da Polit Büro, İtalya’da Başbakanlığa bağlı Milli Seferberlik Yüksek Kurulu kurulmuş, Fransa’da Yüksek Milli Savunma Kurulu vücuda getirilmiş (...) ABD’de Milli Güvenlik Komitesi ve Savunma Seferberlik Ofisi olarak teşkil edildiğini” (Öztürk, 1966: 3137) hatırlatmıştır. Okyay, Türkiye’de 1949 yılında MSYK’nin teşkil edildiğini, bunun da çok isabetli olduğunu fakat pasif kaldığını ifade etmiştir. Ona göre bu kurul güzel işlerse milli savunmanın bütün ihtiyaçları çok iyi derecede karşılanacak ve seferberlikte kuvvetli bir orduya sahip olmamızı temin edecektir (Öztürk, 1966: 3138). Son olarak ilgili düzenleme komisyon mütalaasında son şeklini almıştır. Buna göre “MBK, bu maddede, ‘Milli Savunma Yüksek Kurulu (MSYK) terimini ‘MGK olarak tadil etmiş ve bu kurula Genelkurmay Başkanından başka kuvvetler temsilcilerini de dahil etmiştir” (Öztürk, 1966: 3142), böylece kurul tıpkı diğer ülkelerde olduğu gibi anayasal bir organ olarak sistemimize entegre edilmiş; ayrıca kuvvet temsilcilerini de bünyesine ilave ederek sivil unsurlar karşısında ordunun ağırlığını pekiştirmiştir. Nitekim bu kuruluş aracılığıyla ordu, kendi düşüncelerini hükümete bildirme fırsatını elde ederek sivil idarenin askeri idareye bağlı kılınması anlamında ciddi bir kazanım elde etmiş olmaktadır. Her ne kadar kurul anayasanın 111. maddesiyle şekillenmiş ise de 30.05.1949 yılında 5399 sayılı kanunla kurulmuş olan MSYK de benzer bir amaca hizmet etmekteydi. Bülent Tanör’e göre MSYK sadece yurt savunmasıyla ilgili konularda sivil iktidara yardımcı olmak ve mütaala vermek için öngörülmüştür. Yine yazara göre MSYK üç önemli özelliğiyle demokrasi açısından önem ihtiva etmektedir. Kurulun anayasal düzeyde değil; ama yasal düzeyde kalması, adının 186 sınırlı bir işlevi anımsatması anlamında milli savunma olması ve kurula barış zamanlarında sadece Genelkurmay Başkanı’nın katılması, kurulu özü itibariyle yeni oluşturulmuş olan MGK’den ayırmaktadır. Zira MSYK birçok demokratik ülkenin tecrübe ettiği ve daha çok savunma konularında görüş bildiren bir kurum olarak dikkati çekmekte, vesayet unsuru olarak görülmemektedir. Fakat yeni anayasa ile MGK, yasal düzeyden anayasal ağırlığa kavuşturulmuş, milli savunma kavramının yerine daha geniş ve ağırlıklı bir çerçeveyi kapsayan milli güvenlik ibaresi kullanılmış ki güvenlik sadece dış değil içi de kapsamaktadır ve askeri üyelerin sayılarıyla az olsa da etkinliği güçlendirilmiştir145 (Tanör, 1997: 83). Konu hakkında asıl üzerinde durulması gereken husus, MGK ile sivil otoritenin askeri otoriteye bağlı hale gelip gelmemesi, Kurulu oluşturan asker ve sivil üyelerin sayısal oranı ile kurul kararlarının vatandaşa karşı sorumlu, seçilmiş hükümetler tarafından bağlayıcı bir nitelik taşıyıp taşımadığıdır. Anayasa “Millî Güvenlik Kurulu, kanunun gösterdiği Bakanlar ile Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Temsilcilerinden kuruludur. Millî Güvenlik Kuruluna Cumhurbaşkanı Başkanlık eder; bulunmadığı zaman, bu görevi Başbakan yapar. Millî Güvenlik Kurulu, millî güvenlik ile ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonunun sağlanmasında yardımcılık etmek üzere temel görüşleri Bakanlar Kurulu’na bildirir (m.111)” demektedir. Görüleceği üzere kurula başkanlık eden makamın her halükârda sivil olması dikkate alınacak olursa kurul kararlarının alınmasında, sivil iradenin üstün ve etkili olduğu ve MGK’nin teşkil edilmesiyle sivil otoritenin askeri idareye bağlı hale gelmediği düşünülse de uygulamada askerin kendi tercihlerini hükümetlere dayattıkları tecrübe edilmiştir. MGK’nin almış olduğu kararların hukuki niteliğine baktığımızda alınan kararların hükümetler için mutlak bir bağlayıcılığı olmadığı hemen göze çarpmaktadır. Keza anayasa “MGK, milli güvenlikle ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonun sağlanmasında gerekli temel görüşleri Bakanlar Kuruluna bildirir” (m.111/3) şeklinde bir ifadeye yer vermiştir. Yani MGK kararlarının hükümetler açısından mutlak mânâda uyulması ya da dikkate alınmasının zorunlu kararlar olduğu yolunda bağlayıcı bir ifade kullanılmamış, bilakis “görüş bildirmek” gibi Bakanlar Kurulu’nun uygulama konusunda serbestçe hareket edebileceğini anlatan bir ifadeye yer verilmiştir. Aynı şekilde MGK’nin Millî Güvenlik Kurulu, 1961 Anayasası'nın 111’inci maddesi gereği olarak çıkarılan 11 Aralık 1962 gün ve 129 sayılı Kanunla kurulmuştur, bkz. http://www.mgk.gov.tr/index.php/kurumsal/hakkimizda (17.02.2014). 145 187 çalışma usullerini düzenleyen 129 sayılı Kanunda da alınan kararların hükümetler için bağlayıcılığı olduğuna dair bir hükme yer verilmemiştir. Kurul, özellikle güvenlik hususunda bir istişare organı şeklinde teşekkül etmiştir. Gerek anayasada gerekse kanunlarda kurulun kararlarının her hangi bir bağlayıcılığı olmadığı belirtilmişse de alınan kararları, hükümetlerin dikkate almamak veya bunlara uygun davranmamak konusunda ne ölçüde serbest oldukları da tartışılması gereken bir mevzudur. Keza uygulamalara bakılacak olursa her hangi bir yaptırım ve bağlayıcılığı olmamasına rağmen, hükümetler TSK’nin iradesiyle çelişecek veya onu açıkça karşısına alacak politikalar izlemek suretiyle ülkede herhangi bir rejim bunalımı açma yoluna gitmemiş, tersine bu alınan kararlara uygun davranmak durumunda kalmışlardır. MGK 1968 öğrenci olayları, üniversite boykotları, sağ sol çatışmasının toplumun tümüne yayılmasının ardından bir takım tedbirleri almıştır. Nitekim MGK üyesi Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur, Kurul’un 28 Mart 1970 günü yapılan toplantısına dair şu noktalara dikkati çekmektedir: “Olaylar artmaya [başlamış] buna karşın olayları önleme ve kontrol gücü zayıflamıştır. “Aylık yapılan Milli Güvenlik toplantılarından kamuoyu bir şeyler bekler haldeydi (…) 28.03.1970 günlü toplantı [da] (…) Özetle şu konuşmayı yaptım: (…) MGK’nin ne olduğu anayasamızda belirtilmiştir (…) İstişarî bir kurul olup iç ve dış güvenlik konularında hükûmete tavsiyelerde bulunur. Ancak bu teorik bir ifadedir. Hakikat şudur ki (…) Sağduyusu olan her Türk bu kuruldan başka şeyler beklemektedir (…) Bilhassa Silahlı Kuvvetler mensupları ile iç tehlikeler büyüdüğü (…) zaman er geç Silahlı Kuvvetlerin manevî baskısı ile bu tehlikenin önüne, bu kurul delalêti ile geçilebileceği ümit ve kanısı sağduyu sahibi sivil aydınlarda da yerleşmiştir (…) Yüksek kurulumuza beslenen ümitlerin yitirilmemesi için; Türk milletine, gençliğine, adalet mekanizmasına, Üniversite ve Basına hitaben dikkatle hazırlanmış bir bildirinin yayınlanmasını uygun ve elzem [dir]” (Batur, 1985: 173-177). Özetle anayasanın 111. maddesi MGK’nin düzenlenmesi ve hukuken sivil iradeyi askeri iradeye bağlı kılan bir sonuç ortaya koymamışsa da askeri iradeye devletin genel düzeni ve özellikle yürütme alanı içinde etkili olma fırsatı tanımıştır. Gerek 1971 askeri muhtırasından sonra ele alınan anayasa değişikliklerinde gerekse 12 Eylül askeri darbesinden sonra yürürlüğe giren 1982 Anayasası’nın ilgili maddelerinde, MGK’nin sivil irade üzerindeki bağlayıcılığı güçlendirilerek iktidardan çekilen askeri yönetimlere geniş çıkış güvenceleri sunulduğunu doğrulamaktadır. Böylelikle ordu, bir taraftan asli görevi olan yurt savunmasını yerine getirirken diğer yandan sivil iradeye ait olması gereken alanlara nüfuz etmek suretiyle bir takım ayrıcalıklı yetkileri de elde etmiştir. 188 3.1.3.3- Askeri Yönetim Tasarruflarına Sağlanan Çıkış Güvenceleri Bu ayrıcalıklar darbe sonrasında askerlerin kendi iradesiyle iktidardan çekilip yönetimi sivil insiyatife devrederken iktidarları süresince yürütmüş oldukları eylemlerden dolayı yargılanamayacaklarını öngören, askeri rejim eylemlerinin geri alınmazlığı olarak da ifadelendirilen, dokunulmazlık güvencelerini içermektedir. Sırf bu uygulamaların bir çıkış güvencesi olarak anayasal ve yasalar çerçevesinde uygulamaya sokulması bile askerlerin yapmış oldukları eylemlerin demokratik olup olmadığı konusunda şüphe uyandırmaktadır. Söz konusu uygulama 1961 Anayasası’nın ilgili geçici maddesinde (4/2) ele alınmıştır. KM, MBK ve Temsilciler Meclisinin hukuki varlıklarının sona ermesini ilgilendiren ve devrim tasarruflarını da içine alan madde; “(…) 27 Mayıs 1960 tarihinden itibaren Kurucu Meclis’in toplandığı 6 Ocak 1961 tarihine kadar yasama yetkisini ve yürütme görevini Türk Milleti adına kullanmış bulunan Milli Birlik Komitesi’nin ve Devrim Hükümetlerinin karar ve tasarruflarından ve bunların, idarece veya yetkili kılınan organ ve mercilerce uygulanmasından dolayı, karar alanlar, tasarrufta bulunanlar ve uygulayanlar hakkında cezai veya mali veya hukuki sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz. Normal demokratik rejimi bütün teminatı ile kurmak amacıyla gerçekleştirilen ve yürütülen 27 Mayıs 1960 Devrim tarihinden 6 Ocak 1961 tarihine kadar çıkarılan kanunlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin diğer kanunların değiştirilebilir veya kaldırabilir. Ancak bunlar hakkında anayasaya aykırılık iddiasıyla, Anayasa Mahkemesinde iptal davası açılamayacağı gibi, itiraz yoluyla dahi mahkemelerde anayasaya aykırılık iddiası ileri sürülemez. 27 Mayıs 1960’dan 6 Ocak 1961 tarihine kadar çıkarılan kanunların, yapılmış tasarrufların ve alınmış kararların değiştirilmesi veya kaldırılması hallerinde de 2’nci fıkra hükmü saklıdır” (Öztürk, 1966: 3845), diyerek, 1960 müdahalesini gerçekleştiren askerlere her türlü yargısal soruşturma ve takibatına karşı güvenceler koyarak MBK ve hükümet üyelerini ve bunların gözetimi altında çalışan memurların tümünü, cezai ve hukuki kovuşturmalardan korumuş ve hiçbir mahkemeye başvuru izni vermemiştir. Madde hakkında söz alan Temsilciler Meclisi üyesi Adana İl temsilcisi Kasım Gülek: “(…) Tarihi bir kanunun müzakeresini yapıyoruz. Hakikaten, bu memlekette 27 Mayıs Devrimini yapanların korunması bizim için bir borçtur. Bizim için bir vazifedir (…) Takipti, tacizdi; bu insanların bütün bunlardan barı edilmesini canı gönülden arzu ederiz,” (Öztürk, 1966: 3848-3849) derken maddenin ana fikrine katıldığını; ortaya koymuştur. Anayasa Komisyonu üyelerinden Nurettin Ardıçoğlu: “(…) Hakikaten normal bir devreye geçişi sağlamak için, bir ihtilal devresi içinde alınmış olan kararların, icra edilen tasarrufların münakaşa konusu olmamasını temin etmek lazımdır” (Öztürk, 1966: 3852) ifadesiyle maddeyi desteklemiştir. MBK Temsilcisi Hıfzı Veldet Velidedeoğlu da: 189 “(…) Anayasamız çok şükür bitmek üzeredir. Şimdi böyle bir devirde hayatlarını tehlikeye koyan, milletin arzı ve azmini görmüş, dile getirmiş ve gerçekleştirmiş olan bu subayların arkasından ‘filan tasarruf anayasaya aykırıdır’ deyip meseleyi Devlet Şurasına veya Anayasa Mahkemesine intikal ettirmek ve bu temiz ihtilali bu şekilde yıpratmak kimsenin hakkı değildir” (Öztürk, 1966: 3852), diyerek müdahaleyi gerçekleştirenlere ve onların yapmış oldukları tasarrufları onaylamakta, aksi davranışları da yerdiğini ifade etmektedir. Bir diğer MBK Temsilcisi Raif Aybar da: “(…) Anayasanın millet oyu ile kabulünden sonra, bir takım kimselerin, bazı fert haklarının şu veya bu şekilde ihlal edildiğini ileri sürmeleri suretiyle küçük taşlar atmalarına, yürümekte olan demokrasimize çamur sıçratmalarına müsaade edemeyiz (…) Bu anlayıştandır ki bundan önceki tasarruflarının teminat altına alınmasında, takririmizin muhteva bakımından, maksat bakımından, yüzde yüz, endişeye yer vermeyecek bir mahiyette olduğu kanaatindeyiz” (Öztürk, 1966: 3857), diyerek geçici 4. maddeye olan desteğini ortaya koymaktadır. Bu geçici madde ile MBK üyelerine iktidarları süresince bütün karar ve tasarruflarından dolayı cezai, mali veya hukuki açıdan kovuşturulmayacakları garantisi, bir yargı güvencesi oluşturulmuştur. MBK üyelerine sağlanmış olan bu dokunulmazlık güvencesi aslında, yukarıda bahsedilen anayasanın 70. maddesinin Komite üyelerine tabii senatör olmaları nedeniyle sunduğu güvenceyi pekiştirmektedir. Nitekim bir tabiî senatörün bir siyasi partiye girmesiyle senatörlüğünün düşmesi ve dokunulmazlığının sonlanmasına karşılık, söz konusu geçici maddede (4/2) yer alan hüküm, onu darbe dönemindeki işlemlerden korumaktadır. İlave olarak kanun, “MBK’nin ve Devrim Hükümetlerinin karar ve tasarruflarını” yürütenleri dâhil etmek suretiyle yeni bir güvence ortaya koymaktadır. Değinilmesi gereken bir başka husus da ilgili maddeye göre MBK döneminde çıkarılmış olan kanunların, yürürlükte olan diğer kanunlar karşısında ayrıcalıklı kılınmış olmasıdır (m.3/4). Nitekim 3. Fıkra, bir taraftan 27 Mayıs 1960’dan 6 Ocak 1961’e kadar çıkarılan kanunların, TC’nin diğer kanunlarının kaldırılmasını veya değiştirilmesini öngörmekteyken diğer taraftan “bunlar hakkında anayasaya aykırılık iddiasıyla Anayasa Mahkemesinde iptal davası açılamayacağı gibi itiraz yoluyla dahi mahkemelerde anayasaya aykırılık iddiası ileri sürülemez” hükmüne yer vererek, askeri yönetim tasarruflarını diğer hukuk kurallarından farklı olarak bir yargı güvencesine büründürmektedir. Askeri yöneticileri devletin genel düzeni içinde ayrıcalıklı konumda tutup, darbe hükümetleri döneminde çıkarılan kanunların anayasa yargısı dışında bırakılması, hukuk devleti ve anayasanın üstünlüğü ilkesiyle bağdaşmayan bir durumu ortaya koymaktadır. 190 3.2- 12 Mart Rejimi ve Çıkış Güvenceleri 3.2.1- 12 Mart Öncesi Siyasal Hayat 27 Mayıs sonrasındaki gelişmeler takip edildiğinde, askerin elde etmiş olduğu çıkış güvencelerinin ordu içerisindeki bazı subayları tatmin etmediği öne sürülebilir. 1961 Anayasası’nda yer alan bu koruyucu vesayetçi anlayış, sonraki süreçte kendisini aktif bir hareket olarak göstermiştir. Bunlar 21 Ekim Protokolü ve Talat Aydemir tarafından girişilen 22 Şubat 1962146 ve 21 Mayıs 1963 tarihli Bonapartist darbe teşebbüslerinden anlaşılmaktadır. Siyasi hayatın bu dönemde dalgalı bir seyir izlemesinin temelinde, 27 Mayıs darbesiyle başlayan siyasi mühendisliğin beklenen neticeyi vermemesi yatmaktadır. İnönü’nün 1964 yılının aralık ayında Parti Meclisinde yaptığı konuşmada “Sizin bildiğiniz iki darbe girişimi var; ancak biz on beş darbe girişimini daha hazırlık aşamasında engelledik”147 sözleri, dönemin siyasi havasını aksettirir. 15 Ekim 1961 genel seçimleri sonucunda oluşan Meclis dağılımı tek partili bir iktidarın oluşmasına fırsat tanımayarak bir koalisyon hükümeti kurulmasını kaçınılmaz kılmıştır. Ne var ki, parti liderlerinin 21 Ekim Protokolü’nde, İnönü’nün başında bulunacağı herhangi bir hükümete destek vereceklerini taahhüt etmeleri, siyasi bir krizin doğmasını engellemiş ve ilk hükümet İnönü başkanlığında CHP ve AP tarafından kurulmuştur. Toplumun zıt kesimlerini temsil eden CHP ve AP’nin koalisyon hükümetinin gerektirdiği uzlaşmayı başarabilmeleri oldukça güçtü. Nitekim bu ortaklık Talat Aydemir önderliğindeki bir grup subayın seçim sonuçlarından memnun olmayarak148 21-22 Şubat tarihlerinde hükümeti devirme adına darbe girişiminde bulunması sonucu sekteye uğradı. Aydemir, “Atatürk sağ olsaydı, o da böyle yapardı”, “Atatürk sağ olsa idi, bugünkü memleket gerçekleri karşısında tekrar Samsun’a ayak basar ve mücadeleye yeni baştan girişirdi” (akt. Akyaz, 2009: 181) diyerek darbe girişimini ideolojik bir temele, ülkenin kurucu önderine referans vererek oturtmak istemiştir. İnönü, darbe girişiminde bulunan bu cuntacı yapının affedilmelerini; fakat yeni Seyhan’a göre 22 Şubat olayı aslında hazırlıklı bir ihtilâl hareketi değildir. Harekât başladıktan sonra, memleketin yararına olacağı öngörülen bazı istekler ileri sürülmüş ve bir ihtilâlin ileri harekâtı olmaya ramak kalmıştı. Fakat harekâttan memlekete gelebilecek felaketleri önleme amacıyla vazgeçilmiştir. Söz konusu müdahale için bkz. (Seyhan, 1966: 196-197). 147 Milliyet, 14.12.1964, s.1. bkz. http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/L1v3_x2F_3sIhgwzmzjizyaEFw_x3D__x3D_ (24.06.2014). 148 Albay Talat Aydemir oluşacak parlamentonun milli birlik ruhunu sağlayacak ve milleti bir bütün haline getirecek, partiler üstü bir görüşe sahip organize edilmiş bir Silahlı Kuvvetleri meydana getirecek aynı zamanda memleketi iktisaden ve sosyal ve kültürel yönden kalkındıracak köklü reformları yapacak bir anlayıştan uzak olduğunu düşünüyordu (Aydemir, 2010: 255). 146 191 bir darbe girişiminde bulunmalarını önlemek amacıyla emekliye sevk edilmelerini önermekteydi. AP ise Aydemir ve ekibinin affını öngören kanuna DP’lilerin affını sağlayacak bir hükmün de eklenmesi koşuluyla destek vereceğini, aksi halde hükümetten çekileceğini öne sürmekteydi. Ancak koalisyon ortakları arasında yaşanan bu uzlaşmazlık, ordudan gelen baskılar sonucunda durulmuş ve sorun AP’nin artan baskılar neticesinde söz konusu isteğinden vazgeçmesiyle sona ermiştir149. İlk İnönü koalisyonu yetkilerini kullandığı kısa süre içerisinde ordunun beklentilerini karşılayacak kanunları150 yürürlüğe koymanın dışında önemli bir faaliyet içine girmedi. En önemli uygulama ise MBK tarafından görevlerine son verilmiş olan 147 öğretim üyesinin 27 Mart 1962’de yürürlüğe giren bir kanunla görevlerine iade edilmeleriydi. Koalisyon 30 Mayıs 1962’de İnönü’nün istifasıyla sona erdi (Ahmad, 1977: 212-216). Ancak ordu İnönü’nün dışında olan bir yönetimi kabullenmediği için yeni hükümeti kurma görevi Gürsel tarafından tekrar İnönü’ye verildi. İnönü ordunun da onayıyla 25 Haziran 1962’de CHP, YTP, CKMP ve bağımsızlardan oluşan II. koalisyon hükümetini kurdu. Bu tavır çıkış güvencelerinin de üstünde bir anlam içermekteydi. Ordu hükümetin İnönü tarafından kurulması gereğini onu ikinci defa görevlendirerek açık bir şekilde ortaya koymuştur. Ancak koalisyon yeni bir baskıya maruz kaldı. Başta AP ve DP taraftarlarının siyasi af kanununun yürürlüğe konulması konusundaki ısrarcı talepleri sonucunda Ankara da olaylar meydana gelmiş, AP Genel Merkezi saldırıya uğramış, 23 Mart 1963’de Kayseri Cezaevi’nde bulunan Celal Bayar koşullu olarak serbest bırakılmış, sonrasında da DP’liler için kısmı bir af yürürlüğe konulmuştur. DP’ye bağlılığı devam eden seçmende memnuniyet veren bu uygulama, ordu saflarında huzursuzluğu neden olmuştur. Nitekim emekliye sevk edilmiş olmalarına rağmen Talat Aydemir ve arkadaşları 21 Mayıs 1963 tarihinde yeni bir darbe girişiminde daha bulunmuş; ancak bu çabalarında başarısızlığa uğramıştır. Bu kez iktidardaki hükümet darbe girişimine karşı 1962’deki gibi hoşgörülü bir tavır sergilememiş, yargılanmalarının tamamlanmasından sonra 7 ölüm cezası ve çeşitli hapis cezaları verilmiş ve bu ölüm cezalarının ikisi Eylül 1963’te infaz edilmiştir151. Darbe girişiminde bulunan bu cuntacı yapının affedilmeleri için bkz. (Seyhan, 1966: 199). 5 Mart 1962’de 27 Mayıs’ın eleştirilmesini ve eski DP yönetiminin övülmesini yasaklayan “Anayasa Nizamını; Milli Güvenlik ve Huzuru Bozan Bazı Fiiller Hakkında Kanun”u, 26 Mayıs 1962’de de “27 Mayıs’ı Hürriyet ve Anayasa Bayramı” ilan eden kanunu kabul etti (Yazıcı, 1994: 102). 151 Her ne kadar bu darbe girişimi önlenmiş ve sebep olanlar idam edilmişse de ordu içindeki darbeci cuntacı yapı bu isteğinden hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Nitekim Seyhan’ın anılarında sarf ettiği “(…) siyasilerin kendi çıkarlar için dalavereci bir siyaset koğuşturmak, halkı aldatmaya ve avutmaya çalışmak, statükoyu savunarak avanta kaynaklarını işletmeye çalışmak maksadıyla bu ana fikre karşı faydasız kalacaktır. 149 150 192 Kasım 1963 yılında yapılan yerel seçimlerde oy kaybeden CHP, seçim yenilgisini koalisyonda yer almasına bağlayarak hükümetten çekilmeye karar verdi ve İnönü 2 Aralık 1963 tarihinde istifa etti (Eroğul, 2006: 141-142). Bu kez Gürsel, hükümeti kurmakla AP başkanı Ragıp Gümüşpala’yı görevlendirdi. Bu tercih ordunun Demokratların mirasçısı olan AP’yi artık bir tehdit unsuru olarak değerlendirmediğini ve sivil yönetimin yerleşmeye başladığını gösteren önemli bir işaret olarak algılandı. Fakat kısa bir zaman sonra Gümüşpala’nın hükümeti kuramayacağını açıklaması sonucunda İnönü, üçüncü kez hükümeti kurmakla görevlendirildi. CHP ve bağımsızlardan oluşan bu azınlık kabinesi 25 Aralık 1963’te görevine başladı. Dış politikada yaşanan sorunların ülke gündemini işgal etmesi, muhalefet partilerinin milli bir dayanışma içerisinde yeni azınlık hükümetine destek vermesini sağladı. AP ise hem yaşanan sorunlar nedeniyle muhalefette giderek güçlenmekte hem de kendisini dikkatlice takip eden ordunun güvenini kazanma noktasında ciddi mesafe katetmekteydi. 1964 yılının Haziran ayında Ragıp Gümüşpala’nın ani ölümü ve Süleyman Demirel’in parti liderliğine seçilmesi, AP’nin muhalefetteki rolünü daha da etkili hale getirmiştir. Nitekim yapılan bütçe görüşmeleri esnasında AP’nin sürdürmüş olduğu etkili muhalif tavır, İnönü Hükümeti bütçesinin reddine neden oldu ve bunun üzerine İnönü, 12 Şubat 1965 tarinde başbakanlıktan istifa etti (Eroğul, 2006: 142-144). Üç koalisyon hükümeti sonrasında AP’ye ortaya koymuş olduğu siyasi tavır nedeniyle güven duymaya başlayan ordu, bu kez içinde CHP’nin yer alacağı bir hükümet formülünü dayatma girişiminde bulunmadı. AP listesinden bağımsız senatör olarak seçilen Suat Hayri Ürgüplü, Gürsel tarafından hükümeti kurmakla görevlendirildi. YTP, CKMP ve MP nin içerisinde olduğu AP koalisyon hükümeti ülkeyi 1965’in Ekim ayında yapılacak olan genel seçimlere kadar idare etti. 1965 seçimlerin yaklaştığı sırada ülkenin içinde bulunduğu durum 27 Mayıs öncesinden oldukça farklıydı. 1950’den itibaren CHPDP ikileşmesi üzerinde biçimlenen siyaset sahnesi yerini 1960’ların ikinci yarısından itibaren ülkede sağ ve solun ideolojik çatışmasına bırakmıştır. Bu durum karşısında mevcut siyasi partiler kendi saflarındaki yerlerini almıştır. AP bir yandan komünizme karşı duruşunu açık bir dille ifade ederken diğer taraftan da dinî temalara yer veren söylemleriyle geleneksel çevrelerin desteğini kazanma noktasında çaba sarf etmekteydi. [Askerin fikirlerine karşı] diretme arttıkça, ihtilâlin fikri potansiyel gücü de baskısını arttıracaktır. Bu baskıyı yok etmeyi hedefleyenler, altında ezilecekler. Gayretleri; Türklerin yüz yıllar boyunca çektikleri çileyi bir süre daha uzatmaktan başka bir şeye yaramayacaktır” (Seyhan, 1966: 204) sözleri de bu düşünceyi doğrulamakta, 1971 askeri müdahalesi ile 1980 darbesinin fikirsel temellerini oluşturmaktadır. 193 CHP ise eskiden olduğu gibi kentlerdeki aydınlara hitap ederek ortanın solu söylemiyle destek bulmaya çalışıyordu. CHP, ortanın solu söylemiyle bir yandan sosyal adaletin temsilcisi olduğu vurgusunu işliyor, diğer yandan da seçmenlerine Türkiye İşçi Partisi’nden (TİP) farklı olduğunu ortaya koymaya çalışıyordu. Böylece TİP’in kentlerdeki CHP oylarını bölebileceği ihtimali bir ölçüde zayıflamış oluyordu (Yazıcı, 1997: 101-105). 10 Ekim 1965 yılında gerçekleştirilen seçimler, üçüncü İnönü Koalisyon Hükümeti’nin koymuş olduğu nispi seçim sisteminin aşırı biçimi olan milli bakiye sistemine göre yapılmış ve parlamentoya partiler ülke düzeyinde aldıkları oylara göre temsilci göndermişlerdi152. AP’nin açık zaferiyle sonuçlanan seçimler153 askeri yönetimin seçmen tercihlerinde etkili olamadığını göstermekteydi. Nitekim 27 Mayıs’tan önce DP’ye oy verenler bu kez de onun varisi konumundaki AP’yi iktidara taşımışlardı. Elde edilen bu sonuçlar bir taraftan 1961’de şeklen başlayan sivil yönetime geçişin tamamlandığını gösterirken, diğer taraftan ordunun parlamentonun üzerindeki fiili baskısının seçmende karşılık bulmadığını ortaya koymaktaydı. Ordu, 1965 seçimlerinden 12 Mart muhtırasına kadar geçen süre zarfında sivil yönetim üzerinde 1966’da gerçekleşen ve eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay’ın cumhurbaşkanlığına seçilmesi hariç bir baskı uygulamadı. O kadar ki övündüğü Atatürkçülük bile bu dönemde ordu tarafından fazla kullanılmadı. Akyaz’a (2009: 182) göre ordu o dönemde tek tehditi komünizm olarak görmüş, onunla mücadele edilmesi gerektiğini vurgulamış; ancak Atatürkçülük’ten hiç söz etmemiş, dahası askeri okullarda özel olarak Atatürkçülük ders olarak dâhi konulmamıştır. Ordunun bu tavrını P. Hughes, bir generalin kendisine aktardığı şu sözlerle belirtir: “1960 ihtilali’nden hemen sonraki senelerde Atatürkçülük hakkında fazla bir şey söylenmedi. Bunun sebebi, -tehdit ve bilhassa soldan gelen tehdit- o zamana kadar fazla büyük görülmemiştir. Onun için Atatürkçülüğün işlenmesi gerekli görülmedi” (akt. Akyaz, 2009: 184) diyerek ortaya koymaktadır, ancak kendi içlerinde özellikler genç subaylar arasında inandıkları 27 Mayıs darbesinden sonra, 1961, 1965, 1969, 1973 ve 1977 seçimlerinden sadece 1965 ve 1969 seçimlerinden tek başına iktidar olacak meclis aritmetiği çıkmıştır. Nitekim 1965 seçimleriyle 450 kişilik TBMM’de, aldığı % 52,87’lik oy oranıyla AP’nin, salt çoğunluk olan 226 rakamını ancak 14 sandalyeyle geçerek 240 milletvekilliği kazanabildiği düşünüldüğünde, seçim sonuçlarıyla, temsilde adalet olabildiğince sağlanırken; yönetimde istikrarı sağlayacak güçlü hükümetlerin ortaya çıkmadığı görülmektedir, bkz. http://www.konrad.org.tr/secim/ayrinti.php?yil_id=5 (03.10.2012). 153 Toplam oyların % 53’ünü alan AP meclisteki sandalyelerin 240’ını kazanarak tek başına iktidar olmayı başardı. CHP % 26 oyla 134 sandalye kazanabildi. MHP % 6, YTP % 4, TİP % 3 ve son olarak CKMP % 2 oy alarak mecliste temsil edilmeye hak kazandılar (Ahmad, 1977: 224-227). 152 194 reformların devrimci bir düzen değişikliği ile gerçekleştirebileceğini içeren radikal fikirler hızla yayılmaya başlamıştır. AP İktidarları 1965 ile 1971 arası AP iktidarları, “çevre” nin tekrar egemen olduğu demokratik bir tepkiyi gösterirken siyasi ortam bakımından 1960 öncesinden çok farklı bir durum arz etmektedir. Bu dönemde Türk siyasal yaşamın egemen aktörü olan merkez sağ ile aşırı milliyetçi kutup ve CHP’den türeyen merkez sol, TSK ile statükonun korunması temelinde anlaşmıştır (Cizre, 2006: 144). Her şeyden evvel yeni anayasal düzenin değişmesi ve kuvvetler ayrılığı ilkesi esasına dayanan yeni parlamenter rejim, genişleyen yasama yetkileriyle hükümet yetkilerini sınırlandırmıştır. Keza hukuk devletinin bir gereği olan yürütmenin tüm eylem ve işlemlerinin yargı denetimine tabi kılınması suretiyle kanunları ihlal etmesinin önü alınmıştır. Yine yasama tarafından çıkarılan kanunların anayasaya uygunluğunu denetlemek üzere Anayasa Mahkemesinin kurulması da hükümetlerin meclis çoğunluğuna dayanarak anayasaya aykırı kanunları çıkarmasını engellemiş, anayasanın üstünlüğü pekiştirilmiştir (Yazıcı, 1997: 106). Yeni anayasa ayrıca ülkenin siyasi görünümünü de değiştirmiştir. Çoğulcu demokrasinin hâkim olduğu bu dönemde sağ ve sol düşünceyi savunan gruplar oluşmuş, düşünce, basın yayın özgürlüğü, toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma hakkı, dernek, sendika, toplu sözleşme ve grev haklarını düzenleyen çeşitli hükümlere anayasada yer verilerek sivil toplumun canlanmasıyla çoğulcu demokrasinin pekişmesine katkı sağlanmıştır (Yazıcı, 1997: 107). Elde edilen bu haklar ve ülkenin geçirmiş olduğu sosyoekonomik gelişme, yeni sosyal grupların palazlanmasına neden olmuştur. Anayasanın kendilerine sağladığı haklardan yararlanan bu gruplar, ideolojik farklılıklarını keskinleştirerek siyasi gerginliğe neden olmuş, üniversite eylemlerindeki tırmanış, basın tahrikleri154, süren boykotlar, yaşamını kaybeden öğrenciler ve tatil edilen üniversiteler 1970’lere gelindiğinde ülkenin manzarası halini gelmiştir. Basın yoluyla yapılan tahriklerde YÖN dergisi önemli bir mecradır. Dünyanın sol bir eksende dönüştürülmesini isteyen dergi sosyalizmi benimsemiş ve bu düşünceye inanan aydınlarla bütünleşmişti. YÖN Kemalizm’i savunup onun devletçilik ilkesini benimseyerek Türkiye’nin ancak koyu bir devletçilik anlayışı içinde dışa kapalı bir ekonomi modeliyle kalkınabileceğine inanıyordu. Özellikle 1961-1965 yıllarında etkili olan YÖN katılımcı, parlamenter, çoğulcu ve temsili bir demokrasi anlayışından uzaklaşarak Kemalist devrimin sosyalizmle harmanlanması anlayışını savunmaya başlamıştır. Bu anlayışın hâkim kılınması için de aydınlar (devrimi hazırlayanlar), ordu (devrimi gerçekleştirenler) ve üniversite gençliğinden (devrimi taşıyanlardan) oluşan “zinde kuvvetlerin” etkinliği şarttı (Kahraman, 2010: 215). 154 195 Söz konusu dönemi 1960 öncesinden ayıran bir başka özellik de parti sistemlerindeki farklılıktır. 1950-60 arasındaki iki parti sistemi, yerini yeni anayasal düzende uygulanan seçim kanununun nispi temsil sistemine dayanmasıyla çok parti sisteminin aşırı derecede parçalandığı bir sisteme bırakmıştır155. Siyasi parti sistemindeki bu parçalanma, 12 Mart ara rejimi sonrasındaki sivil yönetime geçişte parlamento çoğunluğuna dayanan güçlü iktidarların oluşmasını engellemiştir. Bu ise sonunda, yoğunlaşan iktisadi ve siyasi meselelerle ülke düzeyinde yaygınlaşan terör ve şiddet eylemlerine karşı meclisin etkin önlemler almasını engelleyerek ordunun 1980’de yeniden ülke yönetimine el koymasına zemin hazırlamıştır. Üzerinde durmamız gereken bir diğer önemli konu, AP iktidarlarının yönetimde kaldığı süre zarfında ordu ile olan ilişkileridir. İlk yaşanan tecrübe 1966 cumhurbaşkanı seçimidir. Başta AP ve CHP olmak üzere mecliste çoğunluğu bulunan partiler, 1960 darbesinin etkilerinin hissedildiği bir ortamda aralarında uzlaşmış ve Cevdet Sunay’ı önce kontenjan senatörü seçip sonra cumhurbaşkanı adayı olarak kabul etmişlerdir. Diğer muhalefet partileri meclis dışından aday gösterilmesine karşı çıksalar da başta basın, ordu ve devleti oluşturan diğer kurumların da desteğiyle seçim sükûnetle atlatılmıştır (Yıldırım, 2010: 104-105). Sunay’ın seçilmesiyle ilgili olarak Demirel bu karara nasıl vardığını şöyle açıklamaktadır: “(…) Cumhurbaşkanı adayı arıyoruz. Cumhurbaşkanlığı hep oldum olası asker menşeli insanlarla gelmiş, Celal Bey dışında ve o zaman ne yapacağız biz? Biz, barış yapacağız. Barış yaparken o günkü asker nezdinde itibarlı olan kişi Sunay’dı. Bu üç-dört senelik tatbikatta da mülayim bir duruşu vardı. Biz, Sunay’ı Cumhurbaşkanı seçme kararı verdik, İsmet Paşa’ya haber gönderdim “Buna razı olur musun?” dedim, “Olurum.” dedi. Onu Cumhurbaşkanı seçtik, yatıştı ortalık. Sunay zaten ordunun içerisinde, Millî Birlikçilerin dışında, başka bir grubun da başkanıydı156. Sunay’a verilen bu desteğin siyasi partiler açısından bir diğer nedeni de Sunay’ın sivil-asker ilişkilerinde uzlaşmacı davranacağına dair beklentiydi. Ancak 12 Mart Mehmet Ali Aybar öncülüğünde kurulan TİP, CHP’nin ortanın solu söylemine tepki koyarak Turhan Feyzioğlu başkanlığında kurulan Güven Partisi (GP), Demirel yönetimine muhalefet eden bir grup milletvekilinin başkanlığını Ferruh Bozbeyli’nin yaptığı DP’yi kurması, Necmettin Erbakan başkanlığında MNP ve Alparslan Türkeş öncülüğünde vücud bulan öncesinde CKMP ve sonrasında Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) adını alan partiler söz konusu parçalanmışlığın somut neticelerini teşkil etmektedir (Hale, 1996: 176). 156 9’ncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 07.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 14.45–18.55], bkz. http://www.tbmm.gov.tr/arastirma_komisyonlari/darbe_muhtira/docs/tutanak_son/Süleyman%20Demirel -07.06.2012.pdf (24.06.2014). 155 196 1971’de ordunun yayınlamış olduğu muhtıranın yarı askeri bir dönemi başlatmasında Sunay’ın beklenildiği gibi önleyici bir tavrı olmadı. Ordu ile AP arasındaki ilişkinin boyutunu gösteren bir diğer önemli gelişme, DP’lilerin affı meselesinin gündeme gelmesiyle yaşanmıştır. Önce Celal Bayar serbest bırakılmış ardından da 1966’da Yassıada’da mahkûm bulunan DP’lilerin affı için genel bir af kanunu yürürlüğe konulmuştur. Söz konusu kanunla DP’lilerin mahkûmiyetleri son bulmuş; ancak haklarında verilen siyasi yasaklar uzunca bir süre daha devam etmiştir. Bu yasakları kaldırmaya yönelik kanun ise CHP’nin desteğiyle 1969’da Meclisten geçmiş; ancak ordudan gelen açık bir baskı neticesinde kanunun yürürlüğe girmesi engellenmiştir (Ahmad, 2007: 233-238). Mecliste yaşanan bu tecrübe, Nordlinder tarafından ifade edilen, askerin veto enstrümanıyla “arabulucu” bir rolle siyaset kurumunu nasıl etkilediği göstermektedir. Bu af sorununun iki önemli sonucu daha olmuştur. Birincisi, 12 Mart 1971 askeri müdahalesinin, resmen ifade edilmeyen nedenlerinden biri bu af konusu olacaktır. İkincisi, Celal Bayar'ın da desteğiyle AP bölünecek, Demirel bütçesine kırmızı oy veren 41 milletvekilinden 26'sı partiden ihraç edilecek ve bazı senatörlerle birlikte Demokratik Parti’yi (DemP) kuracaktır (Fincancıoğlu, 2000: 46). AP ile ordu arasında yaşanan asıl kırılma noktası ise 12 Mart 1971’de TSK’nin dolaylı olarak sivil yönetime müdahalesidir157. 1960’lı yılların sonlarına doğru başlayan terör ve şiddet eylemlerinin giderek yaygınlaşması karşısında AP hükümeti, huzur ve sükûneti sağlamaya yönelik gerekli tedbirleri alamamış ve ordu vermiş olduğu muhtıra ile iktidar ortağı haline gelerek parlamento üzerinde yönlendirici tek güç konumuna gelmiş, koruyucu tavırını sürdürmüştür. Ülkenin karşı karşıya kaldığı sorunlar karşısında bir yandan subaylar kışlalarda toplantılar yaparken diğer yandan da ordu, bazı kesimler tarafından göreve davet edilmekteydi. Dönemin Başbakanı Demirel bu beklentilere “TSK’yi idareyi devralmaya davet edenlere şunu sorarız: o zaman yurt savunmasını kim yapacaktır? TSK’nin Cumhuriyetin ve rejimin bekçiliği ve yurdun iç ve dış tehlikelere karşı savunulması görevlerini bırakıp memleket idaresini ele alması halinde, bizatihi korumakla yükümlü oldukları rejim, Cumhuriyet ne hale gelir? Kim bu oyuna gelecek?” diyerek cevap vermiştir (Birand, Dündar, Çaplı, 1994: 190-191)158. Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur'un, Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç'a yaklaşmaları sonucu bu grubun 8-9 Mart gecesi yapmayı düşündüğü müdahale engellenmiş, bunun yerine üç gün sonra bu kez "emir-komuta zinciri" içinde 12 Mart darbesi gerçekleştirilmiştir. 158 Bkz. (Birand, Dündar, Çaplı, 1994: 190-191). 157 197 12 Mart 1971 günü Genelkurmay Başkanı ile kuvvet komutanları tarafından imzalanan ve öğle haberleri sırasında radyodan okunan "muhtıra" ile Türkiye yeni bir dönemi girmiş, askerin siyasal sistemdeki etkisini pekiştirmiştir. Genelkurmay Başkanı ile üç kuvvet komutanının, unvanlarına “Milli Güvenlik Kurulu Üyesi” sıfatını eklemesi de (Gözübüyük ve Kili, 1985: 204) MGK’nin siyasetteki ağırlığını göstermesi bakımından oldukça önemli bir ayrıntıdır. Bildiri, bizzat Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur tarafından kaleme alınmıştır. Metin mevcut şikâyetleri sıralayarak, parlamento ve hükümetin ülkeyi toplumsal ve ekonomik huzursuzluk içine soktuğunu, anayasanın öngördüğü reformların gerçekleştirilmediğini ve Türkiye'nin geleceğinin ağır bir tehlike içine düşürüldüğünü söylemektedir. Bu durumda TBMM'nin partilernüstü bir anlayışla ve Atatürkçü bir görüşle gerekli reformları gerçekleştirilmesini zorunlu addeden muhtıra, yeni bir hükümetin oluşturulmasını da gerekli görmüştür. Bu hususların gerçekleştirilmemesi halinde kanunların TSK'ye vermiş olduğu "Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak" görevini yerine getirme adına idareye doğrudan doğruya el konulacağını, muhtıranın son maddesinde, “Silâhlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır” şeklindeki iç hizmet kanununa referans verilerek belirtilmiştir. Basın, muhtırayı, son maddesini öne çıkararak manşetlere taşımıştır: “Ordu Ültimatom Verdi: Hükümet Çekilsin, Milli Hükümet Kurulmazsa Ordu İdareye El Koyacak”159. Muhtıranın tam metni şöyleydi: 1. Meclis ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatlarıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk'ün bize hedef verdiği uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür. 2. Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetleri'nin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliğini giderecek çarelerin, partiler üstü bir anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılâp kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir. 3. Bu husus süratle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti'ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır. Bilgilerinize… 159 Bkz. Milliyet, 13.03.1971, bkz.http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/ODjQTVWHGnXkFzf_x2B_GCjYcw_x3D__x3D _ (24.06.2014). 198 Verilen muhtırayla ordunun, hükümet ve parlamentonun başta terör ve şiddet olayları olmak üzere iktisadi ve sosyal olaylara karşı çözüm ortaya koyamadığı için meşru bir zemine dayandığı düşünülebilir. Ancak parlamentonun feshedilmemesi, anayasal düzenin varlığını koruması, 12 Mart ara rejimini, hukuki yönden açıklamayı güçleştirmektedir. Nitekim yayınlanan muhtıra ordunun sivil yönetime müdahalesini, mevcut anayasanın herhangi bir hükmüyle açıklanmasına imkân tanımadığı gibi, anayasanın “hiçbir kimse veya organın kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisini kullanamayacağını” öngören 4. maddesiyle ve “anayasa hükümlerinin yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve kişileri bağlayıcı temel hukuk kuralları” olduğunu öngören 8. maddesiyle de açıkça çelişmektedir (Yazıcı, 1997: 111). Üzerinde durmamız gereken asıl husus ise muhtıranın ikinci ve üçüncü maddelerinde belirtilen, ordunun “kurucu” ve “koruyucu” anlayışla Meclis’e partiler üstü bir rol biçmesidir. Meclis ve onun güvenini alacak hükümetin 1961 Anayasasının öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüş içinde gerçekleştirmeyi, aynı anayasada zikredilen kanunlarını uygulamayı zaruri görmesidir. 3.2.2- Muhtıra ve Ordunun Tepkisinin Devamı 12 Mart müdahalesi, ordunun doğrudan doğruya yönetime el koymak yerine bir “muhafız” olarak arka planda durarak gerekli gördüğü uygulamaları, mevcut parlamento eliyle yürürlüğe koyan, yarı askeri bir darbe olarak tanımlanabilmektedir. İktidarda bulunan AP hükümetinin artan terör ve şiddet eylemleri karşısındaki başarısızlığı, askeri ve sivil bürokratların hükümete karşı olan güvensizliği ile bazı radikal subayların 1961 Anayasası’nın öngördüğü reformları yürürlüğe koyma adına yönetime doğrudan müdahalede bulunarak, uzun süreli bir askeri otoriter rejim kurma isteklerinde olmaları ve bu isteklerini Bonapartist bir yöntemle 9 Mart’ta denemeye kalkmaları, yapılan müdahalenin asıl nedenleri arasında sayılmaktadır (Hale, 1996: 185-186). 9 Mart hadisesi160, alttaki kaynamanın kısa bir müddet sonra hiyerarşiden çıkma ihtimaliyle, müdahaleci komutanları endişelendiren başlıca meseleydi. 27 Mayıs ve sonrasında 9 Mart hadisesi, sol Kemalizm olarak gelişen ve genel anlamda sosyalist görüşlerden beslenen, YÖN ve Devrim dergilerinin tahrik ederek meşrulaştırmaya çalışılan, silahlı kuvvet kullanılmasını öngören bonapartist darbe teşebbüsüdür. İktidara el konulması, bütün partiler ile parlamento kapatılması ve Devrim Konseyi’nin kurulması planlanmış; ancak bu girişim ordu üst kademesinde yankı bulmamış, komutanlar içine girilen sol süreci fazla ileri giden bir hareket olarak değerlendirmişlerdi. Onun yerine yüksek rütbeli subaylar muhafazakâr Kemalist çizginin benimsenmesi ve aynı zamanda kitleselleştirilmesi için fırsat aramışlardır. Müdahale sonrasında yüzlerce aydının tutuklanması bunu doğrulamaktadır. Bu aynı zamanda tarihsel bloğun kendi içinde kırılması ve aydınlarla ordunun artık birbirine ters düşmesidir. Ordu bu dönemde sol ve demokratik modellere tümüyle kapanmış ve o görüşleri savunun kesimle ilişkisini kesmiştir (Kahraman, 2010: 218-219). 160 199 meydana gelen hiyerarşiden sapmanın sonuçlarını bilen komutanlar durumun vahametini kavramışlardır. Ya bu kaynama karşısında sessiz durup inisiyatifleri dışında gelişecek bir darbenin dışında kalarak tasfiye edilecekler ya da sürece müdâhil olarak kendilerinin de rahatsız oldukları gidişat karşısında daha yumuşak bir geçiş dönemini tatbik edeceklerdi. Özbudun’a göre müdahale, “merkezi bürokratik elitle seçmen çoğunluğunu kontrol eden taşra güçleri arasında öteden beri mevcut olan uzlaşmazlığın hâlâ sürdüğünü göstermektedir” (Özbudun, 1995: 234). Rasim Cinisli ise 12 Mart Muhtırasını 9 Mart darbe teşebbüsü nedeniyle darbe içinde darbe olarak görerek; “12 Mart muhtırası siyasete müdahaledir amma sebepleri farklıdır. (...) 9 Mart olayını son derece açık, nasıl düzene konulduğunu açık açık ifade ediyor Faik Türün Paşa (...) “komünizmle yönetilen bir devlet şeklinin gündemlerinde olduğunu, Türkiye’yi 17 Ekim darbesi gibi bir darbeyle yönetmek istediklerini, bunun birkaç koldan yürüdüğünü, birinci kol, Cemal Madanoğlu 27 Mayıs’ı yapanlardan bir grup. Daha sonra, acı olan ve benim için de son derece acı olan şey, ordu kademelerinin en üst kademesine çıkmış Faruk Gürler Paşa gibi, Muhsin Batur Paşa gibi ordumuzu yönetenlerin böyle bir fikre kapılmış olmaları ve devleti bir Marksist yönetime doğru götürmeye temayül etmeleri. Genelkurmayda Marksist anayasa yapılmıştır. Onun kaleminden öğreniyorum ben bunları, Türk Genelkurmayında”161 şeklinde değerlendirmektedir. Komutanlar tarafından, hiyerarşi dışı bir darbenin önlenebilmesi için şöyle bir tedbir düşünülmüştür. Doğrudan müdahale yerine sert tonlu bir muhtıra verilmiş, işbaşındaki hükümet istifaya zorlanarak, tarafsız biri başbakanlığa getirilecek ve özlenen reformlar peyderpey yapılacaktı. Böylece 9 Mart 1971 günü, idareyi doğrudan ele almayı hedefleyen genç ekip frenlenerek hem gidişat karşısında hiçbir şey yapılmadığı yönündeki rahatsızlık giderilecek hem de rahatsızlıkların merkezi konumundaki hükümete işten el çektirilmiş olacaktır. Bir başka iddiaya göre 9 Mart günü Org. Batur’un evinde yapılan toplantıda müdahale kararı alınmıştı. Bu toplantıya Cumhurbaşkanı Sunay katılırken Genelkurmay Başkanı Org. Tağmaç katılmamıştır. Yüksek Askerî Şura Salonunda yapılan Genişletilmiş Komuta Konseyi toplantısında müdahale ile muhtıra tartışılmış ve Org. Batur ile Org. Gürler arasında darbeden sonra kimin Cumhurbaşkanı olacağı konusunda anlaşmazlık çıkması üzerine ittifak bozulmuştur. Bu iddiaya göre 12 Mart herhangi bir darbe olmaktan öte, 9 Mart cuntasına karşı girişilmiş bir operasyondur. Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Batur'un son anda saf değiştirmesi üzerine, 9 Mart 1971'de Rasim Cinisli’nin 11.10.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 18.02–19.05], bkz. http://www.tbmm.gov.tr/arastirma_komisyonlari/darbe_muhtira/docs/tutanak_son/27_mayıs_alt_komisyo nu/27_mayıs_alt_komisyonu/11.10.2012/Rasim%20Cinisli-11.10.2012.pdf (24.06.2014). 161 200 yapılması planlanan Bonapartist "sol darbe" önlenmiş, ipler tamamen Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ve Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç'ın eline geçmiştir (Esin, 2005: 276-278). Koruyucu bir refleksle verilen muhtıra, askeri seçkinler içindeki çekişmeyi, rekabeti ortaya çıkarmış, ordunun bir bütünlük içinde hareket etmeyerek çeşitli fraksiyonlara bölündüğünü göstermiştir. Genel Kurmay Başkanı Tağmaç, bir şey yapılacaksa bunun “emir-komuta zinciri” içinde yapılması gerektiğini bildirmiştir. Parlamentonun devam etmesi gibi durumlar, muhtemelen bu sayede mümkün olmuş, yani tasarlanan müdahalenin radikalizmi törpülenmiştir (Belge, 2011: 638). Muhtıranın verilmesinden sonra “dönemin Savunma Bakanı Ahmet Topaloğlu Genelkurmay’a gelerek ne yapalım diye nabız yoklamış, buna karşılık Genelkurmay’dan hemen istifa etmeleri gerektiği cevabı verilince” (Batur, 1972: 296) Başbakan Demirel, uzun uğraşlar sonunda Sunay ile görüşmüş; fakat umduğu desteği alamamış ve muhtırayı demokrasi anlayışıyla bağdaştıramadığı için istifa etmiştir. CHP'den istifa eden Nihat Erim, Cumhurbaşkanı tarafından başbakanlığa atanmıştır. Baskı altında bulunan ve muhtıranın idareye doğrudan el koymaya vesile olmasından çekinen AP ve CHP yeni hükümete bakan vermeyi ve desteklemeyi kabul etmişlerdir. Nitekim o desteği Demirel; “Şimdi, geliyor size kumanda heyeti muhtıra veriyor, diyor ki: parlamento ve hükûmet süregelen tutum ve davranışlarıyla memleketi uçurumun kenarına getirdiler, Atatürk’ün istediği reformları yapmadılar, anayasanın istediği şeyleri yapmadılar. En kısa zamanda bu hükümetin gidip yerine güvenilir kişilerden kurulu bir hükûmet gelmesi. Bu yapılmadığı takdirde İç Hizmet Talimatı’nın işleyeceği, [söylendi] (…) Şimdi, düşündük taşındık ki Cumhurbaşkanı dedi ki: ‘Beni aştılar’. Nereye gideceğiz? Hükûmet, gelin, kardeşim, bizim yapacağımız bir şey var: ‘Ey Genelkurmay Başkanı, gel, bizi al buradan’. O zaten almayı kafaya koymuş (...) Biz dedik ki: ‘Ya, bu Parlamentoyu biz kapattırmayalım. Parlamento açık dursun, biz burada birtakım işleri gene yaparız’. Benim yaptığım en önemli hadiselerden birisi o Parlamentoyu kurtarmaktır”162. 9’ncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 07.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 14.45–18.55], bkz. http://www.tbmm.gov.tr/arastirma_komisyonlari/darbe_muhtira/docs/tutanak_son/Süleyman%20Demirel -07.06.2012.pdf (24.06.2014). Erkanlı’ya göre Demirel 12 Mart’tan dersler çıkarmış, kendisini yeniden iktidara hazırlama imkânını elde etmiştir. TSK’nin memleket yönetimindeki ağrlığını anlamıştır. Eğer bir gün yeniden iktidar olursa Demirel ile 12 Mart’tan önceki Demirel arasında büyük fark olacaktır (Erkanlı, 1972: 365). Erkanlı haklı çıkmış, 28 Şubat’ta Demirel askerle birlikte hareket etmiştir. 162 201 şeklinde dile getirmektedir163. İnönü ise “memleketi boşlukta bırakmağa niyetimiz yok”164 sözleriyle hükümete hem güvenoyu hem de bakan vermiştir. Siyasilerin bu yaklaşımları demokrasiye olan inançlarını ortaya koysa da inisiyatifin orduda olduğunu Erkanlı “halen içinde yaşadığımız dönem bir askeri yönetimdir, başbakanların sivil olması veya olmaması hiçbir şey değiştirmez” (Erkanlı, 1972: 371) sözleriyle ifade etmiştir. Bazı çevrelerce başlangıçta desteklenen 12 Mart Muhtırasına ve yeni hükümetin kuruluş biçimine, TİP yanında, CHP Genel Sekreteri Ecevit de: “Hükümete katılmama kararı alınabilseydi bazı şeyler kurtarılabilinirdi” diyerek tepki göstermişti. Nitekim “Sayın Genel Başkan böyle düşünmüyor. Ona rağmen onunla karşı karşıya partiyi yönetemem. Ortanın Solu hareketinin ve benim, demokrasi kuralları içinde yenilemeyeceğimiz anlaşılmıştır. Demokratik kurallar dışına çıkılarak yenilgimiz sağlanmıştır. Hareket, hükümetten daha çok Ortanın Solu’na karşı (…)"165 sözüyle de görüş ayrılığını açıkça ifade etmiş ve partisinin Erim hükümetine katılmasını protesto ederek CHP genel sekreterliğinden istifa etmiştir. Bu olay İnönü ile Ecevit arasındaki ilişkilerin, bir daha düzelmemek üzere, bozulmasının başlangıcını oluşturacaktır. Demirel muhtırayı değerlendirirken konumuz açısından ilginç bir tespiti de gündeme getirmektedir; “(...) Devrimci-Yol vesaire gibi birtakım cereyanlar var, o cereyanlar ordunun içerisine girmiş. Bakın, burada çok önemli bir olay var. Bizim demokrasimizde elit, halkı beğenmiyor. Elit, sistemi de beğenmiyor. Yani daha pratik çözümler arıyor, yeni metotlar arıyor, yeni şeyler arıyor ve onları sistemden önce koyuyor orta yere. Şöyle beğenmiyor: Yassıada’da hâkim birisine dedi ki “Otur, otur, cahil oy çoğunluğunun mümessili!” Halkı beğenmiyor adam. Elit, halkı beğenmiyor. Bizim demokrasimizdeki sıkıntı o (...) Halk da eliti beğenmiyor, halk da beğenmiyor”166. Erkanlı’ya (1972: 362) göre Demirel 12 Mart müdahalesini büyük bir olgunlukla karşılamış, fiili bir müdahaleyi önlemek suretiyle; partisini, kendisini ve bir bakıma demokrasiyi kurtarmıştır… Bu Demirel’in bir başarısıdır. Eski Başbakan memleketinin gerçeklerini bilen, kaybettiklerini değil, kazanacaklarını düşünen adamdı. 164 Bkz: Milliyet, 19 Mart 1971 (2. Baskı), bkz. http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/ODjQTVWHGnXkFzf_x2B_GCjYcw_x3D__x3D_ (24.06.2014). 165 Bkz: Milliyet, 22.3.1971, s.11, bkz. http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/ODjQTVWHGnXkFzf_x2B_GCjYcw_x3D__x3D_ (24.06.2014). 166 9’ncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 07.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 14.45–18.55], bkz. http://www.tbmm.gov.tr/arastirma_komisyonlari/darbe_muhtira/docs/tutanak_son/Süleyman%20Demirel -07.06.2012.pdf (24.06.2014). 163 202 Demirel’in bu ifadesi Türk siyasetindeki merkez-çevre ayrışmasını ve seçkinlerle halk arasındaki çekişmeyi ortaya koyması bakımından oldukça önemli bir tespittir. 12 Mart’la başlayan ve 1973 genel seçimlere kadar devam eden bu ara rejim döneminde dört defa partiler üstü hükümet kurulmuştur. Bunlardan ilk ikisi Prof. Dr. Nihat Erim diğerleri ise Ferit Melen ve Naim Talu başkanlığında ve parlamento dışından atanan teknokrat ve bürokratların da içinde yer almış olduğu hükümetlerdir (Ahmad, 2007: 335-371). Ordunun bir “hakem rolüyle” bu hükümetlerden beklentisi, terör eylemlerini sona erdirmeleri, akabinde olayların meydana gelmesinde sorumlu gördükleri anayasa hükümlerinin değiştirilmesi ve anayasanın öngördüğü reformların bir an önce hayata geçirilmesidir. Nitekim hükümetler terör ve şiddet eylemlerini, sıkıyönetim uygulamalarını hayata geçirerek sona erdirmeyi başarmışlardır. Keza bir diğer beklenti olan ve aşağıda detaylıca tartışılacak anayasa değişiklikleri de yürürlüğe konulmuştur. 22 Eylül 1971’de 1488 sayılı ve 30 Mart 1973’te 1699 sayılı kanunlarla anayasanın temel hak ve özgürlüklerini düzenleyen hükümleri önemli ölçüde değiştirilmiştir. Söz konusu değişikliklerle beraber terör olaylarının artmasında sorumlu tutulan temel hak ve özgürlükler sınırlandırılmış, yürütme organına verilen yetkiler genişletilerek askeri otoritenin sahip olduğu yetkiler de arttırılmıştır. Anayasanın ilgili maddelerinde planlanan düzenlemeler salt 1971 ara rejiminden kaynaklanmamaktaydı. 1961’deki halk oylamasında hayır oylarının yüksek olması DP’nin varisi olan AP ve taraftarlarının tepkisiyle karşılandığını göstermekteydi. Unutulmamalıdır ki verilen tepkinin bir diğer somut göstergesi, anayasayı hazırlayan KM’de CHP ve CKMP üyelerinin yer almasına karşılık kapatılan DP’nin anayasa hazırlanma sürecinden dışlanmasıdır. Şüphesiz bu durum, DP taraftarlarının anayasaya red oyu kullanmalarında etkili olmuş ve anayasa toplumun önemli bir kesimini dışlayarak toplumun tamamının mutabakatını sağlanmasını engellemiştir. Tüm bunlar anayasanın yürürlüğe girdiği tarihten başlayarak eleştirilmesine ve özellikle AP iktidarları zamanında da anayasının değiştirilmesi gerektiği konusunda güçlü bir toplumsal zemin oluşmasına neden olmuştur. Yine 1960 sonlarından itibaren başlayan şiddet ve terör eylemlerinin nedenlerinin mevcut anayasada aranması da çeşitli çevrelerde anayasasının değiştirilmesi gerektiği anlayışını pekiştirmiştir. Sivil siyasetin anayasaya dair bu değişim talepleri her ne kadar açık olmasa da askeri kanatta da mevcuttur. Üstelik yapılması planlanan değişiklikler AP hükümetlerinin öteden beri savunmakta olduğu düşüncelerdi. Fakat bir takım kaynaklar 203 muhtırada açık olarak ifade edilmese de 12 Mart müdahalesiyle anayasanın değiştirilmesinin hedeflendiğini belirtmiştir. Bu savı güçlendiren en önemli ayrıntı TSK’nın 12 Mart’ta Meclis ve Senato Başkanlarına vermiş olduğu muhtıradan başka yine aynı gün dönemin Cumhurbaşkanı Sunay’a farklı bir içeriği olan bir başka muhtıranın sunulmasıdır (Tanör, 1986: 45-46). Söz konusu metnin önemli bir bölümü mevcut anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesi gerektiğine ayrılmıştır. Ayrıca müdahalenin yapıldığı akşam, Genelkurmay’da anayasa değişiklikleri üzerinde çalışacak üç kişilik özel bir çalışma grubunun teşkil edilmesi de TSK’nin anayasanın değiştirilmesi noktasında güçlü bir eğiliminin olduğunu göstermektedir (Yazıcı, 1997: 117). Amiral Celal Eyiceoğlu’nun “12 Mart muhtırasının yürürlükte olduğu unutulmamalıdır (…) İnönü her zaman olduğu gibi şimdi de memleketi kendisinin idare ettiğini ve dediğinin yapılacağını zannediyor. Gerekli anayasa değişiklikleri yapılmalıdır” sözleri de TSK’nin bu eğilimini belgelemektedir. TSK’nin bu konuda bir gayretinin olduğunu doğrulayan bir diğer husus da dönemin başbakanı Nihat Erim’in “(...) Eğer kumandanların üzerimde bir baskısı söz konusu ise, bu sadece anayasa değişikliklerinin bir an evvel yapılması, yeni kanun tasarılarının bir an evvel hazırlanması içindir. Böylelikle bir an evvel kendi asıl işlerine dönmek istemektedirler” (Cumhuriyet, 7 Haziran 1971, akt. Yazıcı, 1997: 117) şeklindeki ifadesidir. Bütün bu gelişmeler, ordu vesayetinin sivil siyaseti “muhafız rolüyle” nasıl etki altına aldığını göstermektedir. Ordunun anayasa hazırlığı sürecine girdiği farklı kaynaklarda yer alır. Tümgeneral Celil Gürkan 12 Mart’tan önce Hava Kuvvetlerinde “T.C Devrim Anayasası” başlıklı 65 maddeden oluşan bir tasarı hazırlandığını belirtmiştir. Keza Orgeneral Muhsin Batur’un söz konusu tasarıyı 12 Mart’tan sonra “Genelkurmay Karargâhındaki Anayasa Hazırlama Komisyonu’na başvuru belgesi olarak verdiğini” (Gürkan, 1986: 226-231) ifade eden sözleri de ordunun yapılması düşünülen anayasa değişikleri konusunda ne kadar hazırlıklı olduğu göstermektedir. Yine Kenan Evren’in 24 Ekim 1982 tarihinde sarf etmiş olduğu “1961’de meydana getirilen anayasanın 1971 sonlarında Silahlı Kuvvetlerin de temennileriyle gerçekleştirilen; fakat bir takım oyunlarla tam olarak yapılamayan değişikliklere rağmen bir türlü başarılı olamadığı görülmüş ve 1961 Anayasası’nın ortadan kaldırılmasına ve yeni bir anayasanın meydana getirilmesine kesin ihtiyaç hissedilmiştir” (Evren, 1990: 292) sözleri de 12 Mart dönemi anayasa değişiklikleri üzerinde ordunun ne kadar etkili olduğunu teyid etmektedir. 204 25 ve 27 Mayıs 1972 tarihlerinde yapılan MGK toplantılarında da, anayasa değişikliği konusundaki belirsizliğin bir an önce sona ermesi için parlamentonun hükümete destek vermesi gerektiği sonucuna varılmış, Cumhurbaşkanı Sunay’ın da söz konusu desteğin sağlanmasında aracılık etmesi istenmiştir. Toplantının ardından Sunay, ordunun parlamentodan beklentilerini, bir yazıyla167 parti liderlerine bildirmiştir (Yazıcı, 1997: 117). Bütün bu gelişmeler, yani ordunun “arabulucu” bir girişimle sergilemiş olduğu dayatmacı tavır ve 1961 Anayasası’yla elde edilen çıkış güvenceleriyle siyaseti yönlendirme çabası, anayasa değişikliklerinin çıkış güvenceleri bağlamında 12 Mart muhtırasının temel hedefleri arasında yer aldığını kanıtlamaktadır. Yalnız belirtilmesi gereken asıl ayrıntı, ordunun talep etmiş olduğu bu anayasa değişiklerinin AP’nin öteden beri dillendirdiği, kişi hak ve hürriyetlerine sınırlama getirilmesi konusundaki değişiklik talepleriyle örtüşen taraflarının bulunmasıdır. Keza AP ile ordu arasında düşünce bazındaki bu paralellik, parlamentoda çoğunluğu bulunduran bu partinin değişiklik tekliflerine olumlu oy vermesini sağlamıştır. AP’nin tersine CHP’nin söz konusu değişikliklere sıcak bakmadığı meclis tutanaklarında açıkça görülmektedir. İsmet İnönü’nün Çankaya Köşkü’nde askerlerin ve cumhurbaşkanının katılmış olduğu toplantıda anayasa değişklikleri hakkında “bu anayasa silahlı kuvvetlerin eseri mi? Bu anayasa ve demokrasiye inanıyor musunuz? Eğer böyle ise bu işlere niye karışıyorsunuz. Bunlar Meclis’e ait işlerdir” (Batur, 1972: 101) ifadesi de bunu doğrulamaktadır. Ne var ki, muhtıranın 3. maddesinin içermiş olduğu açık darbe tehdidi karşısında CHP, taraftar olmadığı bu anayasa değişikliklerine sivil yönetime bir an evvel geçme adına olumlu oy kullanmak durumunda kalmıştır. Özetle, ordu içindeki mücadelenin ordu hiyerarşisi lehine sonuçlanmasının bir ürünü olarak ortaya çıkmış olan 12 Mart Muhtırası ile başlayan süreç, sol çevrelere ve işçi hareketine yönelik baskılar biçiminde kendini göstermiştir. Reform yapma iddiaları, hızla arka plana düşmüş, 1971 yılının Aralık ayında Başbakan Erim kabinesinde yer alıp TBMM üyesi olmayan ve tekrokratlardan oluşan reformcu 11 bakanın istifası ile de tamamen terkedilmiştir. Yine aynı süreç içinde sivil hükümetin hareket alanı ve etkisi tamamen ortadan kalkmış, siyasal güç yapılmış olan anayasa değişiklikleriyle tümüyle Sözü geçen yazıda “Anayasada değişiklik yapılması geçici bir süre için, peşin olarak önceden verilecek bir genel yetki ile hükümetin teçhiz edilmesi ve yasa gücünde kararnameleri Bakanlar Kurulu’nun yürürlüğe koyulması olanağının yaratılması” (Arcayürek, 1985: 236-265) ifadesine yer verilmiştir. 167 205 ordunun üst kademelerinin eline geçmiş, sivil kontrol anlayışının uzağında pretoryan bir süreç içerisine girilmiştir. 3.3- 1971 ve 1973 Anayasa değişiklikleri Anayasa değişiklikleri konusu, 1961-1980 arası dönemde gündemi sürekli meşgul eden konuların başında gelmiştir. Özellikle 1965 seçimlerine kadar 1961 Anayasası’nın “meşruluğu”, temel devlet felsefesi ve sosyal adalet anlayışı ya da “Cumhuriyet Senatosu tabii üyeliği” gibi özellikleri zaman zaman açık ya da kapalı eleştirilere konu olmuştur. 1965 genel seçimlerinden sonra tek başına iktidara gelen AP, 1961 Anayasası’nın meydana getirmiş olduğu kurumları ve kuralları demokrasi açısından uygulanabilir görmemekteydi. 1969 genel seçimlerinin arkasından kamuoyundaki eleştirilerin artması, 68 olaylarının Türkiye’deki izdüşümü olan gençlik hareketlerinin Türkiye'deki koşullar içinde daha yaygın ve sert biçimlere bürünmesi, bütün bu gelişmeler karşısında yetersiz kalan iktidar sahiplerini, yavaş yavaş anayasaya “kabahat yükleme” yoluna sevketmiştir. Nitekim Mümtaz Soysal da “bu olup bitenler karşısında daha basiretli bir politika izlemek, gerektiğinde devlet otoritesini kullanarak sorunlara çözüm getirmek, hükümetteki sorumluların da düşünmedikleri şeyler değildi; ama 1961 Anayasası, yürütme organını, daha doğrusu Millet Meclisindeki çoğunluğu öyle etkisiz, öyle güçsüz duruma getirmişti ki, sorumluların eli kolu bağlanmış (...) Bu anayasayla devlet yönetilmez [duruma gelmişti]” (Soysal, 1979: 76) diyerek düşüncelerini ortaya koymuştur. Başbakan Süleyman Demirel’e göre 1961 Anayasası icrayı güçsüz kıldığı gibi, "çoklu idare düzeni getirmiş" ki burada 1961 Anayasası’nın 4. maddesi kastedilmektedir168 ve içerdiği hükümler yüzünden, "memleketi idare edenlerin sayısı çoğalmıştır” (Demirel, 1972: 114). 1969 seçimlerine giderken AP, yürütmenin güçlendirilmesi ve kanun hükmünde kararname yetkisiyle donatılması, parlamentonun toplanabilme ve karar alabilmesinin kolaylaştırılması, halkoylaması usulünün benimsenmesi, özerk kuruluşların yeniden düzenlenmesi, akademik özgürlüklerin sınırlanması, TRT'nin daha iyi denetlenebilmesi, yargı ve yürütme ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi ve savcıların hükümet tarafından atanması, "komünizm ve anayasa dışı cereyanlarla mücadele" için yeni "propaganda, telkin ve tahrik" yasakları getirilmesi, özgürlüklerin kötüye kullanılmasının önlenmesi 1961 Anayasası 4. maddesi: Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir. Millet, egemenliğini, anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması hiçbir suretle belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ, kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz, bkz. http://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa61.htm (17.03.2015). 168 206 adına "Anayasa Islahatı" programı hazırlamıştır (Tanör, 2012: 412). Nitekim bu çalışmalar sonucunda 1961 Anayasası ilk kez, 6 Kasım 1969 tarihinde kesinleşen 1188 sayılı yasa ile milletvekili seçilme yeterliğini düzenleyen anayasanın 68. maddesi değiştirilmiştir. 12 Mart Müdahalesinin ilk evrelerinde, anayasanın öngördüğü reformların gerçekleştirilmemiş olması eleştirilmiş169 kısa bir süre sonra muhtıracıların da ülkedeki bunalımın asıl suçlusunu 1961 Anayasası olarak görmekte oldukları açıklık kazanmıştır. Başbakan Erim tarafından 1961 Anayasası’nın Türkiye için lüks olduğu biçiminde dile getirilen bu görüşün temelinde, zamanın Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç tarafından ileri sürülen, sosyal gelişmenin ekonomik gelişmenin önüne geçtiği, yani toplumsal grupların demokratik siyaset yoluyla kendi çıkarlarını gerçekleştirme mücadelelerinin siyasal düzen bakımından bir tehdit oluşturduğu yolundaki inanç bulunmaktaydı170. Başbakan Nihat Erim’in yabancı gazetecilere 2 Mayıs 1971’de yapmış olduğu “Türkiye anayasası birçok Avrupa ülkesinin anayasalarından daha liberal bir anayasadır. Türkiye böyle bir lüksü kaldıramaz. Anayasa’da değişiklik yapılarak temel hak ve hürriyetlerin ortadan kaldırılmasını önleyecek hükümler getirilecektir”, “anayasalar değişmez metinler değildir ve ihtiyaç hâsıl oldukça, tüm dünyada olduğu gibi Türk anayasasında da değişiklikler yapılabilir” 171 açıklamaları da anayasanın değişmesi gerektiğinin işareti olarak algılanmıştır. Nitekim AP hükümetlerinin zamanında çok istediği; ancak elde edemediği bu değişiklikler, 12 Mart ara rejimi sırasında ve farklı tarihlerde yürürlüğe giren üç ayrı kanunla gerçekleştirilmiştir. Yapılan değişiklikler, 1971 ve 1973 yıllarında olmak üzere iki aşamada tamamlanmıştır. Bu değişikliklerle anayasanın yaklaşık dörtte birine ilişilmiş ve ayrıca 11 geçici madde getirilmiştir. On yıllık uygulama dönemi boyunca 1961 Anayasası’na yöneltilen eleştirileri genel çizgileriyle şöyle özetlenebilir: “a. Anayasa’nın özgürlükler düzeni, ileri Batı toplumlarının uyguladıkları kurallar kopya edilerek yaratılmıştır. Türk toplumu henüz o özgürlükleri “hazmedebilecek” düzeyde değildir. b. Batı toplumları bile özgürlüklerin kötüye kullanılmaması için gerekli sınırlamaları benimsedikleri halde, 1961 Anayasası bu bakımdan eksiktir. Özgürlükleri kötüye kullananlar anayasanın getirdiği düzeni bile yıkacak serbestliğe erişebilmektedirler. c. Yasaların yapılmasında benimsenen mekanizma çok yavaş işlemektedir. Çağdaş devletin yürütme organında sorumluluk yüklenenlerin daha çabuk ve daha etkin iş görme olanaklarına sahip olmaları gerekir. d. Yasama ve yürütme üzerinde Anayasa Mahkemesi ve Danıştay yoluyla kurulmuş olan denetim mekanizması iktidarları iş göremez duruma getirmiştir. e. Özerk kuruluşlar “devlet içinde devlet” niteliği kazanmışlar ve “devletin temeline dinamit koyacak” görüşlerin oluştuğu yerler haline gelmişlerdir (Soysal, 1979: 76). 170 Bunalımlı Yıllar 1971-1980, s.127, bkz. http://w2.anadolu.edu.tr/aos/kitap/IOLTP/1269/unite07.pdf (25.06.2014). 171 Milliyet, 2.5.1972, s.1, bkz.http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/82xxY2UZcThfMDlnj1DV2A_x3D__x3D_ (24.06.2014). 169 207 AP ve DemP’nin başından beri büyük oranda anayasa değişikliği taraftarı olduğu göz önünde bulundurulacak olursa, CHP’nin de bu sürece katılmaya ikna edilmesi ile birlikte parlamentonun anayasa değişikliklerine sahip çıktığını söylemek mümkündür. Sıkıyönetim durumunun yani ordu dahlinin de, bir anlamda daha önce düşünülen; ama gerçekleştirmeye fırsat bulunamayan değişiklikleri kolaylaştırmış olduğu da gözden kaçırılmaması gereken bir durumdur. Nitekim dönemin Genelkurmay Başkanı Tağmaç’ın, “ordu olarak sadece reformların yapılmasını istedik” sözleri de ordunun değişiklik konusundaki tutumunu doğrulamaktadır. Ayrıca 12 Mart Müdahalesi, 1961 Anayasası muhaliflerinin, aralarındaki anlaşmazlıkları bir kenara bırakarak, anayasa değişikliği programı çerçevesinde birleşmelerine de yol vermiştir (Tanör, 1986: 53-54). Sivil ve askeri aktörlerin anayasa değişiklikleri konusunda vardıkları bu uzlaşma farklı çıkarların ortak bir paydada birleşebileceğini göstermiş, Schiff’in (1995: 7-9) belirtmiş olduğu ordu ve sivil elitler arasındaki uyuma örnek oluşturmuştur. 3.3.1- Temel Hak ve Özgürlüklerin Kısıtlanmasına Yönelik Değişiklikler Siyasi partilerin ordunun taleplerini karşılayarak gerekli düzenlemeleri yapmasında partilerin temel hak ve özgürlükler konularında kısıtlamaya gidilmesine yönelik değişiklik taleplerinin katkısı olmuştur. Nitekim 1488 ve 1699 sayılı kanunların getirdiği bu değişiklikler üç grupta toplanmaktadır. Bunlar, Bakanlar Kurulu’na kanun hükmünde kararname yetkisinin tanınması (m.64), vergi, resim ve harçlar hakkında değişiklik yapmaya Bakanlar Kurulu’nun yetkili kılınması (m61), üniversite özerkliğinin zayıflatılması (m.120) ve TRT’nin özerkliğinin kaldırılması (m.121) gibi yürütme organının yetki alanına giren ve söz konusu yetkileri hükümet lehine genişleten maddeler ile temel hak ve hürriyetler için gerek genel bir sınırlamanın getirilmesi (m.11) gerekse de çeşitli hak ve hürriyetlerle ilgili anayasal ve yasal bir takım sınırlama nedenlerinin arttırılması, devlet memurlarının sendika kurma haklarının ellerinden alınması (m.119), tabiî yargı yolu ilkesinin yerine kanuni yargı yolu ilkesinin benimsenmesi gibi (m.32) genelde temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına yönelik değişiklikleri içermektedir. Yine Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açmak için “TBMM’de temsilcisi bulunan siyasi partiler” yerine “TBMM’de grubu bulunan siyasi partiler” ifadesini kullanmak suretiyle küçük partilerin iptal davası açma hakkından mahrum bırakılması (m.149), Anayasa Mahkemesi’nin anayasa değişikliklerini ancak şekil yönünden denetleyebileceğinin belirtilmesi (m.147) gibi değişiklikler de daha çok yargı denetimini zayıflatan unsurları içermektedir. 208 Erim, ana haklar ve hürriyetleri belirleyen maddelerde, bunları yok etmek isteyenlere karşı yeterince koruyucu hükümlerin bulunmadığı kanaatini belirtmektedir. Alman Anayasası’nın 18’nci maddesine atıf yapan Erim, anayasanın getirdiği özgürlükler rejimini yıkmak isteyenlerin, anayasanın tanıdığı özgürlüklerden yararlanamayacağı ilkesini, yapılması düşünülen değişikliklerle ihdas edeceklerini söylemektedir. Bu noktada Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 17’nci maddesi uyarınca hürriyetleri basamak yapıp, onları yıkmaya çalışmanın yasaklanması prensibinin, böylesi bir değişikliğe cevaz verdiğinin altını çizmekte, yapılacak değişikliklerle kesinlikle hürriyetler alanının daraltılmış olmayacağını; asıl yapılmak istenenin mevcut hürriyetlerden yararlanarak totaliter düzen kurmaya çalışacaklara mâni olunmak istendiğini belirtmektedir. Alman ve İtalyan Anayasaları’ndan esinlenerek yapılan 1961 Anayasası’nın bir noktada, bu anayasalarda belirtilen hak ve hürriyet teminatının eksik kaldığını belirten Erim, hürriyetlerden istifade ederek hürriyetleri yıkma imkânını önleyecek tedbirlerin 1961 Anayasası’nda bulunmayışından yakınmaktadır (Erim, 2007: 269-276). Konumuz açısından ordunun etkisi ile yürürlüğe girmiş ve anayasanın çok sayıdaki hükmünü ciddi oranda değiştiren çıkış güvenceleri temelindeki asıl değişiklikler, 22 Eylül 1971 tarihli 1488 sayılı Kanun ve 30 Mart 1973 tarihli 1699 sayılı Kanunla düzenlenmiştir. Söz konusu değişiklikler asker-sivil ilişkileri bağlamında ele alındığında askeri otoritenin sivil iktidarlar karşısında önemli ölçüde güçlendiğini göstermektedir. Bu değişikler yürütme ve yargı erklerinde yapılmıştır. 3.3.2- Yürütme Organına Tanınan Yetkilerin Genişletilmesi 1971 askeri müdahalesinin sonucunda yürütme organına tanınan yetkilerin genişletilmesi, 1961 Anayasası’nın 111. maddesiyle MGK’yi, 20.09.1971 tarih ve 1488 sayılı Kanunla da Anayasanın Sayıştay yetkilerini düzenleyen 127. maddesi ile Sayıştay’ı ilgilendirmektedir. 3.3.2.1- Milli Güvenlik Kurulu (MGK) İlk kez 1961 Anayasası’nın 111. maddesiyle askerler, hükümetin izleyeceği milli güvenlik politikaları üzerinde, MGK aracılığıyla etkide bulunma olanağı bulmuştur. Kurulun kararları istişari bir nitelik olarak belirtilmiş olmasına rağmen 111. maddede yapılan değişiklikler Kurul kararlarının hükümetler üzerindeki bağlayıcı rolünü güçlendirmiştir (Yazıcı, 1997: 121). “MGK, Kanunun gösterdiği Bakanlar ile 209 Genelkurmay Başkanı ve kuvvet temsilcilerinden kuruludur. MGK’ye Cumhurbaşkanı başkanlık eder; bulunmadığı zaman, bu görevi Başbakan yapar. MGK, milli güvenlik ile ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonun sağlanmasında yardımcılık etmek üzere gerekli temel görüşleri Bakanlar Kurulu’na bildirir” diyen 111. maddenin ilk şekli 1488 sayılı Kanunla yapılan değişiklikten sonra “MGK Başbakan, Genelkurmay Başkanı ve kanunun gösterdiği Bakanlar ile Kuvvet Komutanlarından kuruludur. MGK’ye Cumhurbaşkanı başkanlık eder; bulunmadığı zaman, bu görevi Başbakan yapar. MGK, milli güvenlik ile ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonun sağlanmasında gerekli temel görüşleri Bakanlar Kurulu’na tavsiye eder” şeklinde değiştirilmiştir. İlgili madde TBMM’de okunmuş ve her hangi bir değişiklik önergesi verilmeyerek 351 oyla kabul edilmiştir172 (28 Ağustos 1971/157. Birleşim). TBMM’de kabul edilen madde Cumhuriyet Senatosunda muhalefetle karşılaşmıştır. Konu hakkında söz alan Diyarbakır Senatörü Selâhattin Cizrelioğlu: “Anayasanın 111’nci maddesindeki, değişiklikle Millî Güvenlik Kurulu, anayasanın 111’nci maddesi ve Kurulun kendi kuruluş kanununun maksadı dışına çıkarılarak, istişarî organlıktan tavsiye organı haline getirilmekte ve bu suretle de siyasetten hoşlanmıyan ordu anayasa ile siyasetin içine itilmektedir (...) Orduyu tavsiye kurulu durumuna getirmek. Onu daimî olarak siyasetin içinde bulunmakla karşı karşıya bırakmaktır ki bu hem Atatürk'ün, ordu siyasetin dışındadır, görüşü ile hem ordunun bu görüşe tamamen uygun olarak ve 27 Mayıs-12 Mart hareketleriyle de açıkça göstermiş bulunduğu, siyasetten hoşlanmama tutumu ile hem de demokratik sistem anlayışı ile tezat teşkil eden bir durumdur (...) Bırakılsın, ordu, yine istişarî bir kurul olarak kalsın. Bu, memleketin iç meselelerinde de ordunun gerektiğinde ve zamanı geldiğinde görevini yerine getirmesine engel değildir (...) Anayasanın değiştirilmesi hususunda ordunun bir arzusunun ve bir isteğinin olacağı tahmin edilemez (...)” 173 diyerek sivil siyaset ve “objektif kontrol” anlayışı çerçevesinde ordunun siyasetin dışında kalmasını savunduğunu Senato’da dile getirmiştir. Görüldüğü üzere maddenin ilk fıkrasında yapılan düzenlemede başbakan, Genelkurmay Başkanı, bakanlar ve kuvvet komutanları şeklinde bir sıraya yer vererek sivil ve askeri hiyerarşi kuralları dikkate alınmış, sıralamada öncelik sivil üyelere verilmiştir. Değişiklikle ilk halinde kullanılan “kuvvet temsilcileri” ifadesi yerine “kuvvet komutanları” ifadesine yer verilmesi, Silahlı Kuvvetlerin kurulda en yüksek düzeyde temsilini sağlamış, Kurul kararlarındaki ağırlığı artmıştır. Maddede yapılan asıl can alıcı değişiklik, Kurul kararlarının içeriğini ve TBMM Tutanak Dergisi, (28.08.1971), 157’nci Birleşim, Cilt: 17, s.397-398, bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c017/mm__03017157.pdf (24.06.2014). 173 Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (29.09.1971), 116’ncı Birleşim, s.601-602, bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t10/c067/cs__10067116.pdf (24.06.2014). 172 210 hükümetler üzerindeki etkisini düzenleyen 3. fıkrayla ilgilidir. 1488 sayılı Kanunla “yardımcılık etme” ifadesi, “tavsiye etme” şeklinde değiştirilmiştir. Bununla kurul kararlarının hükümetler açısından daha bağlayıcı bir hale geldiği, bu kararların eskiden olduğu gibi istişari niteliğinin devam ettiği; ancak “tavsiye” ibaresiyle hükümetler üzerindeki bağlayıcılığının arttırılmış olduğu göz ardı edilmemelidir. Yapılan bu değişikliğe siyasetçilerin ses çıkarmaması, güvenlik hizmeti açısından onların bir kurula duydukları ihtiyaçla açıklanabilir. Nitekim Demirel, TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonuna vermiş olduğu ifade de bu yöndedir: “1971’de tek başına hükümeti bırakmışız, ondan sonraki dönem hep koalisyonlardır ve koalisyonlarda da biz zor dönemler yaşamışız. Devletin birinci meselesi, devleti ıslah etmek, düzeltmek değil, birinci meselesi anarşi olmuş, birinci meselesi terör olmuş, birinci meselesi güncel meseleler olmuş, bizatihi idarenin kendisi olmuş. Yani koalisyonlar gelmiş, koalisyonlar gitmiş hep bu olmuş. Üç-dört partiyi bir araya getirip koalisyon kurmuşuz, (...) Yani Millî Güvenlik Kurulunu hiçbir zaman düşünmedik, yani bunu kaldıralım, yüceltelim, vesaire çünkü Milli Güvenlik Kurulu ihtilallere karşı alınmış bir tedbir olarak ortadaydı. Şöyle bir tedbirdi: Yani Türkiye’de bir takım işler cereyan ediyor, askerin üst kademesi bunu bilsin ve taşın altına elini soksun ve sivil idare bir şey yapmaya kalktığı zaman buna itiraz etmesin, onu sağlayan bir mekanizma olarak almışızdır Millî Güvenlik Kurulunu. Onu düzeltmeyi hiç düşünmedik”174 Demirel’in bu sözleri aslında kendi siyaset anlayışıyla çelişen bir durumu ortaya koymaktadır. Nitekim parlamentonun ve sivil siyasetin yanında yer alan Demirel, bu tutumuyla sivil seçkinlerin almış oldukları kararlara askeri seçkinlerin de varlıklarıyla katkıda bulunmasını destekleyerek sistemin pretoryan bir yapıya bürünmesine katkı sağlamıştır. Hukukçular da söz konusu değişikliklerin Kurul kararlarının gücünü pekiştirmeyi amaçladığını; ancak yapılan değişiklikten sonra kurulun istişari niteliğinin devam ettiği konusunda birleşmektedirler (Yazıcı, 1997: 123). Yapılan değişikliği Soysal, MGK kararlarına daha fazla ağırlık verilmesi istikametinde yeni bir adım olarak değerlendirmekle beraber MGK’nin yeri ve yetkilerinin değişmediğini, kurulu hükümetin ve parlamentonun üzerinde sayacak bir yoruma, anayasanın getirdiği devlet felsefesine aykırı düşeceği için karşı çıkmaktadır (Soysal, 1979: 272-273). Tanör ise MGK’nin statüsünde yapılan bu değişikliği küçük fakat anlamlı olarak değerlendirmekte, genel anlamda MGK, özel olarak da TSK’nin hiyerarşik yapısının takviye edildiğini ve temsil 9’ncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 07.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 14.45–18.55], bkz. http://www.tbmm.gov.tr/arastirma_komisyonlari/darbe_muhtira/docs/tutanak_son/Süleyman%20Demirel -07.06.2012.pdf (24.06.2014). 174 211 ağırlığının bir önceki haline göre daha hissedilir olduğunu (Tanör, 1986: 55) ifade etmektedir. Duran da yapılan değişiklikle ifadesini bulan “tavsiye” ibaresiyle ordunun bir nevi hükümete direktif verme hakkını elde ettiğini, muhatabının serbestliğini az çok kısıtladığını dile getirmektedir. Ona göre yapılan bu değişiklikle MGK’nin alması muhtemel tavsiye kararlarının hukuki değilse de siyasi ve moral etkisinin olduğunu ifade etmektedir (Duran, 1982: 130). Nitekim Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur’un 28 Mart 1970 tarihli MGK toplantısında sarf etmiş olduğu “Kurul’a Genelkurmay Başkanlığı’ndan ve çeşitli badirelerden geçmiş bir Cumhurbaşkanının başkanlık etmesi, Başbakan dâhil kabinenin önemli Bakanlarının bulunması ve bilhassa komuta heyetinin de Kurul’da yer alması, Kurul’dan istişareden ziyade aktif kararlar istenmesinin sebepleridir (…) Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları MGK üyesi sıfatıyla yurt menfaatleriyle meşguldürler. Onlara itaat edin ve yalnız vazifenizi en iyi şekilde yapmaya çalışın (Batur, 1985: 157,173)” şeklinde emre kadar varabilen sert sözleri bir yandan TSK’nin MGK’ye icraî bir organ niteliği kazandırma eğiliminin mevcut olduğunu gösterirken, diğer yandan da sivil siyasetin karar almada askere tabi olması gerektiği anlayışını ortaya koymaktadır. Gerçekten söz konusu değişiklik, askeri üyelerin ağırlığını arttırmış, sübjektif kontrol anlayışının egemen olmasını sağlamış ve Kurul kararlarının hükümetler üzerindeki etkisini pekiştirerek, Kurul’un sivil otoritenin bir parçası değil, aksine askerlerin sivil otoriteyi kontrol edebilmeleri için donatılmış bir aygıt olduğu vurgulanmak istenmiştir. 3.3.2.2- Sayıştay ve Askeri Yargıtay 1488 sayılı Kanunun, anayasanın yürütmenin mali denetimiyle ilişkili kurumu olan Sayıştay’ın yetkilerini düzenleyen 127. maddesinde yapmış olduğu değişiklik de başlangıç bölümünde ifade etmeye çalıştığımız ordunun mahfuz alanını genişleten bir çıkış güvencesi olarak değerlendirilmektedir. Keza söz konusu madde “Silâhlı Kuvvetler elinde bulunan Devlet mallarının TBMM adına denetlenmesi usulleri, millî savunma hizmetlerinin gerektirdiği gizlilik esaslarına uygun olarak kanunla düzenlenir”175 demek suretiyle TSK’nın denetimini Sayıştay’ın elinden almıştır. Silahlı Kuvvetler harcamalarının Sayıştay denetimi dışında tutulmasını savunan Erim, ayrıca askeri mahkemelerde hâkim sıfatını taşımayan muharip subayların askeri TBMM Tutanak Dergisi, (29.08.1971), 158’nci Birleşim, Cilt: 17, s.499, bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c017/mm__03017158.pdf (24.06.2014). 175 212 sahada hizmet görmüş; tecrübe edinmiş olması nedeniyle yargılamanın sıhhatini güçlendirici bir etken olduğu söylemiştir. Askeri Yargıtay’daki hiyerarşiyi rütbeyi esas alan bir biçime sokacaklarını ifade eden Erim, askeri yargının sivil yargıdan ayrılmasına işaret ederek değişiklikler konusunda asker ile uyum içinde olduğunu ortaya koymuştur (Erim, 2007: 376-377). Tanör ise, söz konusu ilave maddeyi “askeri gücün sivil denetimden ayrılma isteği” olarak değerlendirmektedir (Tanör, 1986: 55). Özellikle bu değişiklik, 1971 muhtırasının sebebini teşkil eden 1961 Anayasası’nda temel hak ve özgürlüklerin geniş tutulmasından kaynaklanan, artan terör ve şiddet olaylarının bertaraf edilmesi için alınması planlanan önlemlerin çok uzağında bir düzenlemedir. Askeri otoritenin mahfuz alanını genişleten söz konusu düzenlemeye, sivil iktidarın razı olması zordur. Ne var ki iktidar, şiddet olaylarını bertaraf etme ve Meclis’in açık kalmasını temin etme adına ordunun bu talebini de kabul etmek durumunda kalmıştır. 3.3.2.3- Yüksek Askerî Şura Daha çok Silahlı Kuvvetler personelinin tayin ve terfi işleri konularını görüşmek üzere kurulmuş olan kurul176 Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Milli Savunma Bakanı, Kuvvet Komutanları, Ordu Komutanları, Jandarma Genel Komutanı, Donanma Komutanı ile Silahlı Kuvvetler kadrolarında bulunan orgeneral ve amirallerlerden oluşmakta ve istişari bir özellik taşımaktadır. Askeri stratejik konseptin tespiti ve gerektiğinde yeniden gözden geçirilmesi için görüş bildirmek, Silahlı Kuvvetlerin ana program ve hedefleri ile kendileriyle ilgili önemli görülen kanun, tüzük ve yönetmelik taslaklarını inceleyip görüş bildirmek, görevleri arasında sayılan hususlardır. Konumuz açısından kurulun asıl önemli görevi de ilgili kanunun 3. maddesinde ortaya konmuştur. Buna göre “Başbakan, Genelkurmay Başkanı veya Milli Savunma Bakanı’nın lüzumlu gördükleri hallerde Silahlı Kuvvetlerle ilgili diğer konular hakkında görüş bildirir” diyerek kurulun görev alanını genişleten hatta sivil siyasetin görev ve sorumluluk alanına müdahale etmeyi mümkün kılan bir ifadeye yer verilmiştir177. Yine toplantılarının gizli yapılması ve yapılan görüşmelerle alınan kararların kamuoyuyla paylaşılmasının yasaklanması, askeri seçkinlerin kurul üzerindeki ağırlığını ortaya koymaktadır. Kurulun almış olduğu kararların yargı denetiminin dışında olması da askerin mahfuz alanını 1612 Sayılı Yüksek Askeri Şûranın Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun ile 26.07.1972 tarih ve 14257 sayılı RG’de yayınlanarak kurulan kurul yalnız barış zamanlarından görev yapmak üzere kurulmuştur. Kurulduğu günden bugüne askeri vesayetin siyaset ve toplum üzerinde devamı konusunda önemli bir katkı sağlamıştır. 177 Bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/14257.pdf (24.03.2016). 176 213 genişleten ve onlara çıkış güvenceleri bağlamında önemli yetkiler veren bir düzenleme olup hukuk devleti ilkesiyle de çatışmaktadır. 3.3.3- Yargı Denetimini Zayıflatan Değişiklikler 12 Mart ara rejimi döneminde yürürlüğe giren ve TSK’nin mahfuz alanlarını önemli ölçüde genişleten hükümler, 1488 ve 1699 sayılı Kanunlarla düzenlenmiştir. Bunlar sırasıyla anayasanın tabiî hâkim ilkesini düzenleyen 32, sıkıyönetimi düzenleyen 124, DGM’leri oluşumunu düzenleyen 136, askeri yargıyı düzenleyen 138 ve Danıştay’ı düzenleyen 140. maddelerinin değiştirilmesi ve anayasaya geçici 21. maddenin eklemesiyle askerî yargı, sivil yargı aleyhine önemli ölçüde güçlenmiştir (Yazıcı, 1997: 125). 3.3.3.1- Sıkıyönetim Mahkemeleri Askerin dolaylı müdahale yönetimi olarak en çok başvurduğu yöntem, iktidara baskı yaparak sıkıyönetimi ilan ettirmeye çalışmasıdır. Sıkıyönetimin ilan edildiği yerlerde idare, sıkıyönetim komutanlıklarına dolayısıyla askerin eline geçmektedir. Türkiye’de 26 yıl gibi uzunca bir süre görülen sıkıyönetim uygulamaları, Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra başlamıştır. Olağan dışı bir yönetim biçimi olan sıkıyönetim, olağan yönetim biçimleri tarafından çözülemeyen sorunlarla karşılaşıldığı zamanlarda, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandığı, kimi zaman askıya alındığı bir rejimi uygulamaya koymaktadır (Yıldırım, 2010: 62-63). Özellikle 12 Mart döneminde uygulamaya geçmiş olan 1488 ve 1699 sayılı Kanunlar anayasanın tabiî hâkim ilkesi ve tabiî yargı yolunu düzenleyen 32, sıkıyönetimi düzenleyen 124. maddelerini değiştirmesi ve anayasaya geçici 21. maddeyi eklemesiyle askeri otoritenin mahfuz alanını genişletmiş, sıkıyönetim mahkemeleri aracılığıyla askerî otoritenin yargı alanındaki gücü etkili hale gelmiştir (Yazıcı, 1997: 125). “Hiç kimse tabiî hâkimden başka bir merci önüne çıkarılamaz. Bir kimseyi tabiî hâkimden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü merciler kurulamaz” diyen 32. maddenin ilk hükmü 1488 sayılı Kanunla kenar başlığı “kanuni yargı yolu” şeklinde değişerek “hiç kimse, kanunen tâbi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz. Bir kimseyi kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü merciler kurulamaz” şeklini almıştır. 214 Söz konusu madde Meclis’te görüşülmüş ve maddeye İstanbul milletvekili Mehmet Ali Aybar tarafından değişiklik teklifi verilmiştir (28 Ağustos 1971/157. Birleşim). “Hiç kimse, tabiî hâkiminden başka bir merci önüne çıkarılamaz. Bir kimseyi tabiî hâkiminden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü merciler kurulamaz. Herkesin tabiî hâkimi, kanunla, olaydan önce ve hâkim niteliğindeki ve hâkimlik teminatı olan kişilerden kurulmuş; Devletin yargı görevinin yerine getirilmesinde, mahkemeler arasındaki yetki ve görev taksimatında normal yeri bulunan bağımsız mahkemelerdir” diyen teklif, komisyon tarafından kabul edilmemiş, metin yukarıda görülen ilk haliyle oylanarak kabul edilmiştir. Maddenin kabul edilmesinden sonra tekrar söz alan Aybar: “Yürürlükteki anayasamızın 32’nci maddesi, tabiî yargı yolunu özellikle önermiş ve tanzim etmiştir. Yakın tarihimizde, tabiî yargının anayasa teminatı altında olmamasının acı tecrübeleri görülmüştür de onun için tabiî yargı yolu anayasa hükmü olarak tedvin edilmiştir. Şimdi, bundan geri dönüyoruz. Denilecek ki, bütün mahkemeler zaten kanunla kurulur, binaenaleyh “kanuni yargı yolu” demekte yadırganacak bir şey yoktur. Sayın milletvekilleri: Sıkıyönetim, mahkemeleri, tabiî yargı mercii değil. Olağanüstü yargıdır (…) Sıkıyönetim mahkemesinin baktığı suçlara, ya sivil adliyenin ağır cezası, asliye cezası filân bakar yahut da askerî mahkeme bakar, (…) Sıkıyönetim, olağanüstü bir hale karşı olağanüstü bir yönetim tarzı ihdas etmektir.178 diyerek maddeye karşı olduğunun gerekçelerini sıralamıştır179. Değişikliğin asıl gerekçesi 13.05.1971’de yürürlüğe girmiş olan 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’nun 11. ve 13. maddelerinde180 yer alan düzenlemelerin anayasanın 32. maddesinin öngörmüş olduğu tabiî hâkim ilkesi ile açık bir şekilde çelişmesidir (Yazıcı, 1997: 126). Nitekim 1402 sayılı Kanunun 11. maddesi “sıkıyönetim bölgelerinde (…) Milli Savunma Bakanlığınca lüzum görülen yerlerde yeteri kadar askerî mahkeme kurulur. Bunlar bulundukları yerin Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi olarak adlandırılır” şeklinde bir yargıya hükmetmektedir. Aynı kanunun 13. maddesi ise “Sıkıyönetim Mahkemeleri sıkıyönetim ilan edilen bölgelerde sıkıyönetim ilanına neden olan olaylara ilişkin sonuçları, sıkıyönetim ilanından en çok üç ay önce işlenmiş olmak şartıyla yargılayabilir” hükmüne yer TBMM Tutanak Dergisi, (28.08.1971), 157’nci Birleşim, Cilt: 17, s.334-336, bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c017/mm__03017157.pdf (24.06.2014). 179 Söz konusu madde 29.09.1971 tarihinde Cumhuriyet Senatosu’nun 116’ncı birleşiminde de kabul edilmiştir, bkz. Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (29.09.1971), 116’ncı Birleşim, s.586, http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t10/c067/cs__10067116.pdf (24.06.2014). 180 Bkz.http://www.uhdigm.adalet.gov.tr/uhamer/Ter%C3%B6rle%20M%C3%BCcadeleye%20%C4%B0l i%C5%9Fkin%20Ulusal%20Mevzuat/1402%20Say%C4%B1l%C4%B1%20S%C4%B1k%C4%B1y%C3 %B6netim%20Kanunu.pdf (20.6.2014). 178 215 vermektedir. Sıkıyönetim Kanunu’nun bu hükümleri, anayasanın 32. maddesi ile teminat altına alınan tabiî hâkim ilkesi ile açık bir şekilde çelişmektedir. Yani 1488 sayılı Kanunla yapılmış olan ve “tabiî hâkim ilkesi” ve “tabiî yargı yolu” ifadelerinin “kanuni hâkim” ve “kanuni yargı yolu” olarak değişmesi (Yazıcı, 1997: 126-127), sıkıyönetim mahkemelerinin sahip olmuş olduğu yargı yetkisinin anayasaya aykırılık sorununu ortadan kaldırmış, mahkemeler anayasaya uygun kuruluşlara dönüştürülmüştür. Söz konusu değişiklikle sıkıyönetim mahkemelerinde sivil kişilerin yargılanmasının önü açılmıştır. Bu ise aslında sivil mahkemelere ait olması gereken alanı, askeri mahkemelere açmak suretiyle genel olarak askeri gücü, sivil otorite karşısında güçlendirmektedir. Üzerinde durulması gereken bir başka husus da 1699 sayılı Kanunun anayasaya eklemiş olduğu geçici 21. maddesidir. Söz konusu madde “sıkıyönetimin kaldırıldığı tarihte sıkıyönetim mahkemelerinde görülmekte bulunan davalar sonuçlandırıncaya kadar bu mahkemelerin görev ve yetkileri devam eder. Kamu davası açılmamış dosyalar ile duruşmanın tatiline karar verilmiş davalar durumlarına, niteliklerine ve kanun hükümlerine göre görevli ve yetkili mercilere verilir” demek suretiyle, sıkıyönetim mahkemelerinin yetkilerinin sıkıyönetimin sona ermesinden sonra da devam etmesi sağlanmıştır (Yazıcı, 1997: 127-128). Bu geçici madde de tıpkı 32. maddede yapılan değişiklik gibi gerçekte sivil mahkemelere ait olması gereken bir alanı, askeri yargıyı yetkilendirerek açmayı hedeflemekte ve mahkemelerin yetkisi geleceğe doğru genişletmektedir. Bu madde hakkında iki değişiklik önergesi verilmiştir. Konu hakkında TBMM’de söz alan Aybar: “Sıkıyönetim kaldırıldıktan sonra, sıkıyönetim mahkemelerinin ellerindeki davaları sonuçlandırıncaya kadar vazifeye, göreve devam etmelerini öneren bu madde, anayasamızın açık metnine aykırı bir maddedir (…) Çünkü sıkıyönetim mahkemeleri normal kuruluşlar değil, bunlar ancak olsa olsa sıkıyönetimin devamı süresince varlıkları kabul edilebilecek müesseselerdir. Mesnedi kalmaz bu mahkemelerin. Sıkıyönetim bitti dediğiniz gün, bu mahkemeler mesnetsizdir, bu itibarla da bu mahkemeler göreve devam eder demek de hukuka ters düşen ve dolayısiyle anayasamıza ters düşen bir mahiyet, bir nitelik taşır.181 demiş; ancak komisyon Aybar’ın önerisine yine katılmayarak değişiklik teklifini reddetmiştir (15 Şubat 1973/58. Birleşim). Aynı madde hakkında bir diğer değişiklik önergesi Kırıkkkale Milletvekili Mehmet Atagün’den gelmiştir. “Sıkıyönetimin TBMM Tutanak Dergisi, (15.02.1973), 58’nci Birleşim, Cilt: 33, s.643, bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c033/mm__03033058.pdf (24.06.2014). 181 216 kaldırıldığı tarihte Sıkıyönetim Mahkemelerinde görülmekte bulunan davalar sonuçlandırılıncaya kadar bu mahkemelerin görev ve yetkileri devam eder. Kamu davası açılmamış dosyalar ile duruşmaların tatiline karar verilmiş davalar durumlarına, niteliklerine ve kanun hükümlerine göre görevli ve yetkili mercilere verilir”182 şeklinde hazırlanmış olan önerge bu defa komisyon tarafından kabul edilerek genel kurulda 312 kabul oyuyla yasalaşmıştır. Benzer tartışmalar Cumhuriyet Senatosu’nda da yaşanmış ancak önerge bir değişikliğe uğramadan kabul edilmiştir183. Askerî yargı alanını genişleten bir başka anayasa değişiklik, 1488 sayılı Kanunun sıkıyönetim ilanını gerektiren halleri düzenleyen 124. maddesine yeni ibareler ekleyerek söz konusu nedenleri genişletmesidir. Maddenin değişiklikten önceki ilk metni “savaş hali, savaşı gerektirecek bir durumun baş göstermesi, ayaklanma olması ya da vatan ve Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışma olduğunu gösterir kesin belirtilerin meydana çıkması” şeklindeyken, 22 Eylül 1971’de değişiklikle, bunlara “ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten veya dıştan tehlikeye düşüren veya temel hak hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelen yaygın şiddet hareketleri” ifadelerini eklenerek, madde genişletilmiş ve sıkıyönetimin ilanı kolaylaşmıştır. Sivil makamlara ait olması gereken kolluk ve yargı yetkileri sıkıyönetim ilanıyla beraber askeri makamlara devredildiğinde, sıkıyönetime geçişlerin kolaylaşması, askerin sivil yönetimlere güven duymadığını ortaya koyan, “sübjektif kontrol” modelini yansıtan bir gelişme olarak görülmüş ve bu da askeri yargının sivil yargı karşısında güçlenmesini beraberinde getirmiştir. Konuyla ilgili 124. maddenin müzakerelerinde184 yine Mehmet Ali Aybar son fıkra için “Sıkıyönetim veya savaş halinde hangi hükümlerin uygulanacağı ve işlemlerin TBMM Tutanak Dergisi, (15.02.1973), 58’nci Birleşim, Cilt: 33, s.644, bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c033/mm__03033058.pdf (24.06.2014). 183 Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (15.3.1973), 44’üncü Birleşim, s.302, bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t12/c010/cs__12010044.pdf (24.06.2014). 184 Savaş 'hali, savaşı gerektirecek bir durumun baş göstermesi, ayaklanma olması veya vatan ve Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli (bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin (bölünmezliğini içten veya dıştan tehlikeye düşüren veya anayasanın tanıdığı hür demokratik düzeni veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelen yaygın şiddet hareketleri hakkında kesin (belirtilerin ortaya çıkması sebebiyle Bakanlar Kurulu, süresi iki ayı aşmamak üzere, yurdun bir veya birden fazla bölgesinde Sıkıyönetim ilân edebilir ve bunu hemen, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin onamasına sunar. [Meclis, gerekli gördüğü zaman, sıkıyönetim süresini kısaltabileceği gibi, tamamıyla de kaldırabilir. Meclisler toplanık değilse, (hemen toplantıya çağrılır. Sıkıyönetimin her defasında iki ayı aşmamak üzere uzatılması, 'Türkiye 'Büyük Millet Meclisinin kararına bağlıdır). Bu kararlar Meclislerin Birleşik toplantısında alınır. Sıkıyönetim veya genel olarak savaş halinde, hangi hükümlerin uygulanacağı ve işlemlerin nasıl yürütüleceği, hürriyetlerin nasıl kayıtlanacağı veya durdurulacağı ve savaş veya savaşı 'gerektirecek bir durumun baş göstermesi halinde vatandaşlar için konulabilecek yükümler kanunla gösterilir, bkz: TBMM Tutanak Dergisi, (29.08.1971), 158’nci Birleşim, Cilt: 17,s.496497,bkz.http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c017/mm__03017158.pdf (24.06.2014). 182 217 nasıl yürütüleceği, özlerine dokunmadan temel hak ve hürriyetlerin nasıl kısıtlanacağı, savaş ve savaşı gerektirecek bir durumun başgöstermesi halinde vatandaşlar için konabilecek yükümler anayasanın ruhuna ve sözüne uygun olarak kanunla düzenlenir” şeklinde değişiklik önergesi vermiştir. Önergenin ardından söz alan Aybar, sıkıyönetim süresinin bir aydan iki aya çıkarılmasını gerekli görmediğini, demokratik haklara saygılı olunması gerektiğini, sıkıyönetimin ilanı için mevcut önergenin dört185 hal dışında bir takım yeni haller düşündüğünü; ama bunların da zaten metin içinde yer almasından dolayı ilgili hallere gerek olmadığını beyan etmiştir. Ancak Aybar’ın değişiklik önergesi komisyon tarafından kabul edilmemiştir. Senato’da da ele alınan bu madde186 hakkında aleyhte bir tavır konulmamıştır. Burada dikkat edilmesi gereken asıl husus, sıkıyönetim ilanı yetkisinin bakanlar kuruluna ait olmasıdır. O nedenle sıkıyönetim ilanıyla ordunun iktidar ortağı haline gelmesinde son söz sivil makamlara aittir. Ancak ordunun önemli bir çıkış güvencesi kurumu olan MGK aracılığıyla hükümete sıkıyönetim ilan etmesi noktasında telkinde bulunması, askerin de resmi olmasa da geri planda “muhafız rolüyle” bu süreçte etkili olduğu kanısını kuvvetlendirmektedir. 3.3.3.2- Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) Askerin mahfuz alanı DGM’lerle de genişletilmiştir187 (Kanun No: 1699, m. 136/2) Buna göre: “Devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğü, hür demokratik düzen ve nitelikleri anayasada belirtilen Cumhuriyet aleyhine işlenen ve doğrudan doğruya devlet güvenliğini ilgilendiren suçlara bakmakla görevli Devlet Güvenlik Mahkemeleri kurulur. Ancak, sıkıyönetim ve savaş haline ilişkin hükümler saklıdır. Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde bir başkan, dört asıl ve iki yedek üye ile bir savcı ve yeteri kadar savcı yardımcısı bulunur (…) Devlet Güvenlik Mahkemesi başkanlığı, üyeliği, yedek üyeliği, savcılığı ve savcı yardımcılığı atamalarında Bakanlar Kurulunca her boş yer için bir misli aday gösterilir. Bu adaylar arasından Devlet Güvenlik Mahkemesi hâkimlerinin atanması Yüksek Hâkimler Kurulunca, savcı ve yardımcılarının atanmaları Yüksek Savcılar Kurulunca, askeri hâkimlerden üye, yedek üye ve savcı yardımcılarının atanmaları ise özel yasaların da gösterdiği usule göre yapılır (…) Devlet Güvenlik Mahkemeleri kararlarının temyiz mercii Bunlar; savaş hali, savaşı gerektirecek bir durumun baş göstermesi, ayaklanma olması, vatan ve Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın, ülkenin ve milletin bölünmezliği halleridir, bkz: TBMM Tutanak Dergisi, (29.08.1971), 158’nci Birleşim, Cilt: 17, s.497, bkz.http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c017/mm__03017158.pdf (24.06.2014). 186 Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (29.09.1971), 116’ncı Birleşim, s.607, bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t10/c067/cs__10067116.pdf (24.06.2014). 187 Bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1961ay.htm (20.06.2014). 185 218 Yargıtay’da yalnız bu mahkemelerin kararlarına bakmak üzere kurulacak daire veya daireler; Genel Kurul ise, Yargıtay Ceza Daireleri Genel Kuruludur”188. DGM’lerinin kuruluşunu esas alan madde ile aynı gün görüşülmüştür (geçici 21. madde). Konu hakkında söz alan Aybar; “Bu değişiklik teklifiyle Türkiye Cumhuriyeti’ne ve 1961 demokratik anayasamıza yeni bir müessese eklenmek isteniyor. Bu, siyasî nitelikte olan bir mahkemenin kurulmasına taallûk eden bir teklif maddesidir (...) Siyasî mahkeme, baktığı iş niteliği itibariyle siyasî ise siyasî mahkeme olur bir, hâkimlerinin savcılarının seçimi eğer bağımsız bir mahkeme teminatının gerektirdiği usullere göre yapılmayıp da, icranın eline bırakılmışsa siyasî nitelikte olur, iki (...) Demokrasilerde siyasî nitelikte fiiller için ihtisas mahkemeleri kurulamaz (…) Devleti yıkmaya teşebbüs eden, bunun için silâhlı birtakım ayaklanmalara teşebbüs etmiş olan kimseler dünyanın her yerinde, bütün demokrasilerinde suç işlemişlerdir bunlar hakkında takibat yapılır, fakat teminatlı sivil mahkemelerde davaları görülür (...) Siyasî suçlara bakan özel bir mahkeme demokrasilerde kurulamaz. Nitekim Fransa hariç bir tane misal gösteremezsiniz (...) Demokraside bu olmaz. Bir de ayrıca kuruluş biçimi itibariyle karşısındayım. Bunları Hükümet kuracak. Hükümet mahkeme kurdu mu, anayasamızın yargı yetkisiyle yürütme görevi arasındaki kesin ayırımı da ortadan kalkacak ve bağımsız mahkemelerin yargıcı böylece Hükümetin kontrolü altıma verilmiş olacak”189 diyerek teklife karşı çıkmış, yapılan değişikliklerin demokratik düzeni sarstığını işaret etmiştir. Aybar’ın çıkışına Anayasa Komisyonu Başkanı Adana Milletvekili Cevdet Akçalı: “Kanunen daha önceden hangi işlere bakacağı bilinmeyen ve hâkimlerin meslekten olma şartı aranmayan ve sadece bir makamın arzusu ve isteği üzerine kurulan mahkemelere siyasî mahkemeler denir. DGM’lerde bu nitelik yoktur. Bu mahkeme, anayasamızın 32’nci maddesindeki hükme uygun olarak kurulmaktadır. Kanunîdir ve teminatlı hâkimler tarafından teşkil edilmektedir. Mahkemenin bakacağı suçların siyasî suçlar olması kriteri, bir mahkemenin siyasî mahkeme olduğu sonucunu doğurmaz”190 diyerek cevap vermiştir. Maddeye verilen bir önergeyle “ancak, sıkıyönetim ve savaş haline ilişkin hükümler saklıdır”191 hükmü de komisyon görüşmelerinde eklenmiştir. Madde Cumhuriyet Senatosu’nda da ele alınmıştır. Kars Senatörü Sırrı Atalay: “Devletin korunması, anarşinin önlenmesi için ciddî tedbirler alınmasından yanayız (...) Türkiye’nin geleceğini tehdit eden anarşik bütün olaylar ve bütün eylemler önlenebilir ve bu mümkündür (…) Getirilen değişiklikte; yani anayasa teklifinde, yürütme gücü yargı gücünü etkisi altına alabilecektir, dilediği kadar Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (01.03.1973), 39’uncu Birleşim, s.112, http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t12/c010/cs__12010039.pdf (24.06.2014). 189 TBMM Tutanak Dergisi, (09.02.1973), 58’nci Birleşim, Cilt: 33, s.634-636, http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c033/mm__03033058.pdf (24.06.2014). 190 TBMM Tutanak Dergisi, (09.02.1973), 58’nci Birleşim, Cilt: 33, s.637, http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c033/mm__03033058.pdf (24.06.2014). 191 TBMM Tutanak Dergisi, (09.02.1973), 58’nci Birleşim, Cilt: 33, s.637, http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c033/mm__03033058.pdf (24.06.2014). 188 bkz. bkz. bkz. bkz. 219 güvenlik mahkemeleri kurabilecektir ve bu mahkemelerin hâkimlerini yürütme organı kendi seçecektir. Mevcut anayasa siyasal düzeninde ise, kurumlar muvazenesi ve kuvvetler ayrılığının yumuşak prensibi içerisinde, yürütmenin siyasal anayasa düzeni içerisinde bu yetkisi mevcut değildir. Önemli değişiklik burada yapılmaktadır; yani anayasanın siyasî, hukukî, ekonomik ve sosyal temel düzenini tamamen ortadan kaldıracak bir değişiklikle karşı karşıyayız (...) Şimdi, 136. maddede yapılacak bu değişiklikleri yarın siyasî bir iktidarın tâyin edeceği hâkimlerin tatbik edeceği ve hangi suçlar için kurulacağı belli olmayan bu mahkemelere kimlerin gideceği ve yarın ileride bundan kimlerin şikâyet edeceğini şimdiden kestirmek mümkün değildir (…) Objektif kaideleri bulmaya mecburuz ve bütün bir dünyanın âdil sistemleri içerisinde kalmaya mecburuz. İhtisas mahkemeleri kuralım. Gerçekten Türk Ceza Kanunu’nun 141, 142 ve 163. maddelerini işletebilecek; bölücülük, anarşi ve aşırı cereyanları önleyecek ihtisas mahkemeleri kuralım, ama bu mahkemelerin hâkimleri mutlak bir şekilde, siyasî iktidarın dudakları arasında değil; kendilerini seçecek kurulların emrinde ve onların elinde olsun (…) Hürriyetçi demokraside bunu istemekten daha tabi bir şey var mıdır? (...) ”192 diyerek maddenin içeriğiyle alakalı çekincelerini ifade etmiştir. Akabinde söz alan Adalet Bakanı Artvin Milletvekili Fehmi Alparslan: “(…) Türkiye'nin içinde bulunduğu ortam, bir devlet güvenlik mevzuunu karşımıza çıkardığı içindir ki, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kurulmasını, yüce Parlâmentoda değerini bulsun diye siyasî parti liderlerinin takdirine götürdük (…) Bu maddeyi sevkederken Devleti düşünmüşüzdür; partileri değil (...) [bu mahkemeler] Fransa'da kurulmuştu Devlet Güvenlik Mahkemeleri ve Fransa'da bunun hâkimi asker kişidir (…) Yani doğrudan doğruya subaydır, generaldir. Fransa, Türkiye'den daha az demokratik bir ülke değildir. Fransa, hukuka saygı bakımından herhalde geri bir ülke olarak da mütalâa edilmez, ama Fransa'yı uçurumun kenarına kadar sürükleyen sebep, bizi de 12 Mart’a getiren sebebin aynıdır. De Gaulle gibi bir akıllı zat çıkmıştır ve Fransa'yı o uçurumun kenarından uzaklaştırmıştır ve işte bir tedbir olarak da Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ni getirmiştir. Tekrar ediyorum; Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kurulması Türkiye'nin kaderi bakımından. Devletin güvenliği bakımından zarurî görüldüğü için arz ve teklif edilmiş bulunmaktadır.”193 diyerek kurulacak olan DGM’lerin bir eksiklikliği gidereceğini, Fransa örneği üzerinden meşrulaştırmaktadır. Tartışmalar sonucunda madde 19 red oyuna karşılık verilen 130 kabul oyuyla Senato’da kabul edilmiştir194. Bu eklemeyle DGM’ler askeri yargının güçlenmesine katkı sağlamıştır. Keskin, Türkiye’de DGM oluşumunda Fransa’nın Beşinci Cumhuriyet ortamının siyasal çalkantılar ve Cezayir sorununun ortamında kurulan DGM (La Cour de Surete dê de Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (15.3.1973), 44’üncü Birleşim, s.277-279, bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t12/c010/cs__12010044.pdf (24.06.2014). 193 Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (15.3.1973), 44’üncü Birleşim, s.285-290, bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t12/c010/cs__12010044.pdf (24.06.2014). 194 Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (15.3.1973), 44’üncü Birleşim, s.307, bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t12/c010/cs__12010044.pdf (24.06.2014). 192 220 I’Etat) modelinden esinlenildiğini belirtmiştir (Keskin, 1987: 2-4). Bu mahkemelerin üye profili, “bir başkan, dört asil ve iki yedek üye ile bir savcı ve yeteri kadar savcı yardımcısı” olarak düzenlenmiştir. Başkan, iki asil ve bir yedek üye ile savcının birinci sınıfa ayrılmış hâkim, Cumhuriyet Savcıları arasından; iki asil ve bir yedek üyenin birinci sınıf askerî hâkimler arasından; savcı yardımcılarının, Cumhuriyet Savcıları ve askerî hâkimler arasından atanacağını hükme bağlanmıştır. Söz konusu bu düzenleme ile DGM’lerin kurulması, askerî idareye yargı alanında her zaman için etkin olma olanağı yaratmıştır. Yarı askerî nitelik taşıyan DGM’ler ayrıca sıkıyönetim mahkemeleri gibi dönemsel değil, olağan dönemlerde görev yapan sürekli mahkemeler olarak anılan, nitelikli suçlara ilişkin davalara bakmak üzere Ankara, Diyarbakır, Erzincan, İstanbul, İzmir, Kayseri, Konya ve Malatya il merkezlerinde ve bu illerin adlarıyla anılacak biçimde kurulmuşlardır. Bu mahkemelerin kurulmasına neden olan anayasa değişikliklerinin temelinde, ordunun sıkıyönetim dönemleri dışında da yargı alanında söz sahibi olma isteği yatmaktadır. Kunter, DGM’leri sıkıyönetim mahkemelerine oranla daha "ileri bir adım" olmakla birlikte "demokratik düzenlerin normal zamanlarının anormal mahkemeleri değildirler” şeklinde ele almaktadır (Kunter, 1989: 181). Nitekim Arcayürek’in belirtmiş olduğu üzere Orgeneral Faruk Gürler’in Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan Genelkurmay Başkanlığına atanmasının üzerinden bir ay geçtikten sonra Eylül 1972’de dönemin Başbakanı Ferit Melen’e yazmış olduğu resmi yazıda ordunun yargı alanında etkin olma isteğini; “DGM’lerin kurulmasına duyulan ihtiyaç çok yönlüdür (...) Sıkıyönetim hizmetleri Silahlı Kuvvetlerin önemli bir bölümünü asıl görev ve fonksiyonlarının gereği gibi yerine getirmelerine engel olmaktadır (...) Sorunun çözüm yolu sık sık sıkıyönetime (...) başvurulmaması biçiminde olabilir (...) İşte DGM’lerin kurulması normal düzende devlet otoritesinin sürat ve etkinlikle kurulmasına ve korunmasına yardımcı olabileceği inancını telkin ettiği içindir ki benimsenmiştir. O nedenle bu inancın anayasa ile güvence altına alınmasına gereksinim duyulmaktadır. Örneğin sivil ve asker yargıçlardan oluşacak bu mahkemenin ayrı bir yargı yöntemi uygulaması, sıkıyönetim hallerinde Sıkıyönetim Komutanlığı veya askerî mahkemelerle görev ve yetki uyuşmazlıklarına düşmeyecek biçimde görev ve yetkilerinin belli edilmesi, sıkıyönetim dönemi sonlarında Sıkıyönetim Askerî Mahkemelerinin dosyalarını devir [alması önemlidir] (...)” (Arcayürek, 1985: 414-416) şeklinde ifade etmektedir. Yine aynı konuda 1970’lerin ikinci yarısında Ecevit’in istifası sonrasında kurulan VI. Demirel hükümeti de programına DGM’lerin kurulması maddesini eklemiştir. Maddenin eklenmesinde, 15 Temmuz 1980 tarihli MGK toplantısında DGM’lerin bir an önce kurulmasına dair alınan karar büyük rol 221 oynamıştır.195 CHP anayasada yargı organlarının dengesinin bozulacağı endişesi ile söz konusu yapıya karşı çıkmış, DGM yerine ihtisas mahkemelerinin kurulması önerisini AP’ye sunmuştur. Ancak Demirel’in önce anayasa değişikliğini istemesi bu öneriyi tıkamıştır. Parti programının Senato’da görüşülmesi sırasında Demirel, DGM’lerin “demokratik otoritenin” sağlanması için bir zorunluluk olduğundan söz etmiştir.196 TBMM’de DGM’lerin kurulmasına karşı CHP sert muhalefet etmiştir. AP ise bu mahkemenin kurulması noktasında ısrarlı bir tutum sergilemiştir. MBK üyeleri ise AP’yi desteklemiştir. Bu tasarruf, asker kökenli bu grubun şiddetin önlenmesi ve devlet otoritesinin sürat ve etkinlikle kurulmasına ve korunmasına yardımcı olmak adına sert önlemler alma isteğinin bir göstergesidir. DGM’ler konusunda üzerinde durulması gereken bir başka önemli husus da bu mahkemelerde görev alacak hâkim ve savcıların atanmasında takip edilecek yol ve yöntemle ilgilidir. Nitekim ilgili madde “DGM Başkanlığı, üyeliği, yedek üyeliği, savcılığı ve savcı yardımcılığı atamalarında Bakanlar Kurulunca her boş yer için bir misli aday gösterilir. Bu adaylar arasından DGM hâkimlerinin atanması Yüksek Hâkimler Kurulunca, savcı ve yardımcılarının atanmaları Yüksek Savcılar Kurulunca, askerî hâkimlerden üye, yedek üye ve savcı yardımcılarının atamaları ise özel kanunlarında gösterilen usullere göre yapılır” (m.136/4) hükmüne yer vererek, aday göstermede Bakanlar Kurulu’nu yetkili kılması hâkimlerin atanmasındaki genel teamülden sapmış olduğunu göstermektedir (Özbudun, 1995: 24). Bu da anayasanın güvence altına almış olduğu, yargı bağımsızlığını zayıflatmaktadır. Özetle, yürütme gücünün yargı gücünü etkisi altına alabilecek bu düzenleme, evrensel demokrasinin ilkesi olan kuvvetler ayrılığıyla çelişmekte ve bağımsız mahkemelere siyaset aracılığıyla içinde askeri üyelerin de yer aldığı alternatif bir kurum oluşturmaktadır. Tamamen güvenlik gerekçesiyle, normal düzende devlet otoritesinin sürat ve etkinlikle kurulmasına ve korunmasına yardımcı olmak maksadıyla yapılan bu düzenlemede ordu, DGM yoluyla sivil yargıda söz sahibi olmuştur. 195 Milliyet, 16.7.1980, s.1, bkz. http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/wKF66_x2F_Fkc5ZZCLFg0sU7sQ_x3D__x3D_ (24.06.2014). 196 Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (23.11.1979), 8’inci Birleşim, s.198, bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t19/c044/cs__19044008.pdf (24.06.2014). 222 3.3.3.3- Askerî Yüksek İdare Mahkemesi Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin kurulması da ordunun mahfuz alanını güçlendiren önemli bir gelişmedir. Anayasanın Danıştay kurumunu düzenleyen 140. maddesine eklenen “Asker kişilerle ilgili idari eylem ve işlemlerin yargı denetimi Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin kuruluşu, işleyişi, yargılama usulleri, başkan ve üyelerinin nitelikleri ve atanmaları, disiplin ve özlük işleri; hâkimlik teminatı ve askerlik hizmetlerinin gereklerine göre, kanunla düzenlenir” fıkrası söz konusu yargı organının kurulmasını sağlamış ve daha önceden Danıştay’ın görev ve sorumluluğunda olan asker kişilerle ilgili idari işlem ve eylemlerin denetimi, Askerî Yüksek İdari Mahkemesine bırakılmıştır (Yazıcı, 1997: 132). Burada asker kişiler ile ilgili idarî davaların Danıştay’dan alınarak Askerî Yargıtay’da kurulacak özel dairede görüleceğine dair öneriden vazgeçilerek, ayrı bir Askerî Yüksek İdare Mahkemesi kurulması yolu tercih edilmiştir. Bu değişikliğin sebebi ise: “Adlî kaza ile idarî kazanın bünyesinden doğan farklılık” (Gözübüyük, 2005: 50) olarak açıklanmıştır. Asker kişilerle ilgili davaların Danıştay’ın görevi dışında bırakılmasının gerekçesi ise Askerî Yüksek İdare Mahkemesi Kanunu’nun gerekçesinde açıklanmış ve kısaca “Danıştay’ın askerlerin özlük işlerini sivil idareye paralel bir açıdan ele almasının, silâhlı kuvvetlerin hizmet gereklerine ters düştüğü”197 şeklinde ifade edilmiştir (Gözübüyük, 2005: 49-57). Müzakerelerde madde hakkında söz alan Maraş Milletvekili İbrahim Öztürk: “Maddenin son fıkrasında; “Asker kişilerle ilgili idari dâvalar Askerî Yargıtay’da kurulacak özel idarede [Askeri Yüksek İdare Mahkemesinde] görülür” denilmektedir. “Askerî Yargıtay” terimine bilhassa dikkatinizi çekmek isterim. Bu fıkra kanaatimizce bizim hukuk ve idare sistemimize uymamaktadır. Çünkü bizim sistemimizde bir adlî yargı, bir de idari yargı vardır (…) Askerî Yargıtay gibi hukukî nitelik itibariyle tamamen bir adlî kaza merciinde rüyet edilmesi, bizim sistemimize aykırıdır. Askerî işlemlerin özelliğini, ihtisası gerektiren niteliğini, kabul ediyoruz. Gerçekten bu işlemlerin bir özel mercide incelenmesi lâzımdır. Ancak bu, Danıştay’da kurulacak özel bir daire marifetiyle olmalıdır. Hattâ bu daireye seçilecek üyelerin meslek ve ihtisas niteliği de tesbit edilebilir. Fakat ne olursa olsun, askerî tasarrufların rüyet mercii, bir adlî yargı organı olan Askerî Yargıtay [da kurulması düşünülen Askeri Yüksek İdare Mahkemesi] olmamalıdır. Hattâ Danıştay dışında bir Askerî Danıştay’ı dâhi düşünmek mümkündür”, “Yüksek Askeri Şura’ca generalliğe veya bir üst rütbe generalliğe yükseltilmeyenler veya emekli edilenler, Danıştay’a müracaatla general oluyorlar veya emeklilikleri iptal ediliyordu. Orduda “Danıştay Paşası” adı ile yeni bir grup oluşuyordu” bu haliyle Danıştay orduya karşı bir kurum olarak çalışmakta TSK’nin düzenini bozmaktadır (Batur, 1972: 179). 197 223 diyerek ilgili değişikliğe karşı olduğunu belirtmiştir198. Fakat verilen değişiklik önerisi komisyon tarafından kabul edilmeyerek yasalaşmıştır. Söz konusu uygulama iki önemli hukuki sonucu beraberinde getirmektedir. Bunlardan ilki askeri gücün yargı alanında sahip olduğu mahfuz alanın genişlemesi, diğeri 140. maddenin son fıkrasına eklenen “Askerî Yüksek İdari Mahkemesinin kuruluşu, işleyişi, yargılama usulleri, başkan ve üyelerinin nitelikleri ile atanmaları, disiplin ve özlük işleri; hâkimlik teminatı ve askerlik hizmetlerinin gereklerine göre kanunla düzenlenir” ifadesiyle bu mahkemenin yapacağı yargı denetimine, “askeri hizmetlerin gereği” gibi hukuki olmayan ve yargı makamının takdir yetkisini arttıran bir unsurun eklenmiş olmasıdır. Oysa asıl olan hukuka uygunluk denetimidir. Askerî Yüksek İdare Mahkemesine verilen bu takdir yetkisiyle hukuka uygunluk denetiminden uzaklaşılmış, idarenin yargı denetimi zayıflamıştır (Yazıcı, 1997: 133). Sonuç olarak 12 Mart muhtırası ve sonrasında askerlerin inisiyatifiyle çıkış güvenceleri özelinde alınan kararlar, merkezi bürokratik elitle seçmen çoğunluğunu kontrol eden çevre arasında öteden beri mevcut olan uzlaşmazlığın hâlâ sürdüğünü göstermektedir. Batur’un “ayakların baş olduğu memleketin idaresinde bunlar mı söz sahibi olacak” (1972: 76) dediği çevre temsilcilerinin sergilemiş olduğu başarısız yönetim, “çıkış güvenceleri” anlamında şekillendirilen siyasi kurumlarla kontrol altında tutmaya çalışan koruyucu seçkinlere müdahalede bulunma seçeneğini açmıştır. Yapılan müdahale ile siyasi iktidar alaşağı edilmiş, gerçekleştirilen anayasa değişikleriyle asker, çıkış güvenceleri bağlamında ilave kazanımlar elde etmiştir. Ancak demokrasinin daha sağlıklı bir şekilde işlemesi adına koruyucu bir refleksle yapılan müdahale olumlu sonuç vermemiş, ülke yeni bir askeri darbenin eşiğine gelmiştir. 3.4- 1980 Öncesi Siyasal Hayat Türkiye 1971 askeri muhtırasından sonra yeni bir döneme girmiştir. Bu yeni dönem “Silahlı Kuvvetlerin anayasa yapmanın, yani kurucu iktidar olmanın ötesine geçip kurumlaştırıcı, yani yasa koyucu iktidar haline dönüştüğü bir dönemdir” (Bayramoğlu, 2006: 82). Asker, direkt müdahaleden demokrasiye sekte vurmamak adına kaçınmış olsa da yapılan yasal düzenlemelerle hem kendisini daha özerk bir konuma çekmiş hem de siyasal özgürlükleri sınırlamaktan kaçınmamıştır. 12 Mart yarı askeri rejimi yürütmenin güçlendirildiği, yargı bağımsızlığının sınırlandırıldığı, temel hak ve hürriyetlerin Bkz: TBMM Tutanak Dergisi, (29.08.1971), 158’nci Birleşim, Cilt: 17, s.502-505, bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c017/mm__03017158.pdf (24.06.2014). 198 224 sınırlandırılmasının kolaylaştığı ve en önemlisi askerin ilave çıkış güvenceleri almasıyla sonuçlanan anayasa değişiklikleri ve hemen akabinde yapılan 1973 genel seçimleriyle199 sona erdi. Seçime giren hiçbir parti tek başına iktidar olmayı başaramadı. Bunun en önemli nedeni sağda AP dışında DemP ve Milli Selamet Partisi (MSP) gibi alternatif partilerin yer almasıydı. Seçim sonuçları ve elde edilen sandalye sayıları, AP ve CHP gibi büyük partilerin koalisyon oluşturmasını gerekli kılmaktaydı. Gerçekten de bu iki partinin anlaşmaları halinde kurulacak hükümet her iki mecliste de sağlam bir çoğunluğa sahip olacak ve ülkeyi istikrarlı bir şekilde yöneterek, var olan sorunların üstesinden gelmesine yardımcı olacaktı. Nitekim bu anlaşmanın nasıl bir sonuç doğuracağı, 1973 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendisini göstermiştir. Ordu tarafından milletçe sevilen ve sayılan, tarafsız, Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı birisinin seçilmesi gerektiği düşüncesinin vurgulandığı bu seçimde (Akyaz, 2009: 184) siyasilerin göstermiş oldukları tavır, aralarında çok fazla bir problemin olmadığını da ortaya koymuş, Fahri Korutürk cumhurbaşkanı seçilmiştir. Ne var ki rejimi koruma adına meşru ve kalıcı bir yönetim modeli hedef alınsa da seçimlerden çıkan tablo hiç de iç açıcı olmamıştır. Meclis aritmetiği bir koalisyonu gerekli görmüş; ancak 1950’den beri iktidar olmak için birbirlerine karşı yarışan bu iki siyasi görüş, 1973 seçimlerinde de böyle bir koalisyonda yer almaya gönüllü olmamışlardır. Her iki partinin liderleri birbirlerini ülkenin en önemli sorunu görmüş ve bu siyasi ortam küçük uç partilere hizmet eder hale gelmiştir. Nitekim tek başına iktidar olma şansı bulunmayan Milliyetçi Hareket Paritisi (MHP) ve MSP, var olan sağ-sol çatışmasından yararlanıp oylarını arttırmış ve iktidarda yer alabilmek için pazarlık ve şantaj seçeneklerini de kullanarak iktidar olmanın hesaplarını yapmıştır. Siyaseten parçalanmış bu yapı, hükümeti ve meclisi hareket edemez durumda bırakmıştır. Uzunca bir süre devam eden hükümet kurma çabaları Cumhurbaşkanı Korutürk’ün sırayla görevlendirdiği Ecevit ve Demirel’in girişimlerine rağmen sonuçsuz kalmış, bunalıma neden olmuştu. Bu süreçten bir an önce kurtulma arzusunda olan Korutürk, siyasilere Milli Mutabakat Hükümeti kurulması önerisinde bulundu. Öneriye göre partiler üstü bir Başbakan’ın kuracağı kabinede CHP 9, AP 7, MSP ve DemP 2 ve son olarak Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP) 1 bakanla temsil edilecekti. Kurulması Oyların ve partilerin kazanmış olduğu sandalye dağılımı: CHP % 33.3, 185 sandalye; AP %29.8, 149 sandalye; DP % 11.9, 45 sandalye; MSP %11.8, 48 sandalye; CGP %5.3, 13 sandalye; MHP %3.4,3 sandalye; TBP %1.1, 1 sandalye, bkz. (Özbudun, 1995a: 231). 199 225 düşünülen bu hükümetin asıl görevi erken genel seçimlerine kadar ülkeyi yönetmekti. Cumhurbaşkanı tarafından söz konusu hükümeti kurmakla görevlendirilen Naim Talu’nun çabaları, partilerin bu modeli kabul etmemeleri nedeniyle sonuçsuz kalmış ve Talu, hükümeti kuramayacağını 10 Ocak’ta yapmış olduğu bir açıklamayla kamuoyuna bildirmiştir (Ahmad, 2007: 383-388). Bu açıklamadan sonra Ecevit bir kez daha hükümeti kurma görevini almış ve nihayet 7 Şubat 1974’te CHP-MSP koalisyonunun kurulmasıyla uzun süren hükümet bunalımı sona ermiştir. Fakat “aydınların, bürokratların, öğrencilerin, işçilerin ve diğer çalışanların desteğine dayanan sosyal demokrat CHP ile küçük esnaf, zanaatkâr ve tüccarların çıkarlarını bir araya getiren, İslami değerlerin savunucusu MSP arasındaki hükümet ortaklığının uzun sürmesi güçtü” (Yazıcı, 1997: 142). Nitekim ikili arasındaki ilk bunalım 1974 yılında yürürlüğe giren genel af kanunun kapsamıyla ortaya çıkmıştır. Af kanununun yürürlüğe girmesi, 12 Mart müdahalesinden sonra tutuklanan ve hüküm giyen sol eylemcilerin de serbest bırakılmasına neden olacağı için sadece koalisyon ortakları arasında değil, hükümetin silahlı kuvvetlerle olan ilişkilerinde de probleme neden oldu (Evren, 1990: 167). İkili arasındaki asıl bunalım ise Kıbrıs Barış Harekâtı’nda kendini gösterdi. Harekât sonucunda elde edilen başarı Ecevit ve CHP’nin kamuoyu desteğini güçlendirmiş, bu ise aynı başarıyı kendisine mâl etmek isteyen MSP’nin tepkisine yol açmıştır. Başarının sahiplenilmesindeki bu kargaşa, Ecevit’in erken seçim isteğiyle 18 Eylül’de istifa etmesiyle doruk noktasına ulaşmış ve CHP-MSP koalisyonu sona ermiştir (Hale, 1996: 216-219). Bu istifadan sonra CHP-AP koalisyonu bir kez daha zorlanmış; ama bir sonuç elde edilememiştir. Ardından Korutürk, kontenjan senatörü Sadi Irmak’ı hükümet kurmakla görevlendirmiş ve bu hükümet güvenoyu alamamasına rağmen mevcut siyasi tıkanıklık gereği 31 Mart 1975’e kadar görevde kalmıştır (Hale, 1996: 220). Arkasından Demirel tarafından AP’den 16, MSP’den 8, CGP’den 4 ve MHP’den 2 bakanın yer aldığı ve 9 bağımsız milletvekilinin desteğini alan ilk Milliyetçi Cephe Hükümeti kurulmuştur. 1977 seçimlerine kadar iş başında kalan bu hükümet de beklenilen başarıyı yakalayamamış, ülkenin şartları gün geçtikçe daha da ağırlaşmıştır. 5 Haziran 1977 yılında gerçekleştirilen 226 genel seçimlerde Meclis kompozisyonu değişmemiş, partilerin hiç biri tek başına iktidar olabilecek çoğunluğu elde edememiştir200. Bu meclis tablosu ülkeyi sağlam ve istikrarlı hükümetlere en çok ihtiyaç duyulduğu bir dönemde kısa süren azınlık ve koalisyon hükümetleriyle karşı karşıya getirdi. İlk teşebbüs azınlık hükümeti formülü ile Ecevit tarafından denenmiş; fakat bu çaba güvenoyu alamadan sonuçsuz kalmıştı. Ardından AP, MSP ve MHP ile birlikte 1977’de ikinci Milliyetçi Cephe Hükümetini kurdu. Ülkenin var olan sorunlarına çözüm olamayan bu koalisyon hükümeti de kuruluşundan birkaç ay geçtikten sonra yapılan 1977 yerel seçimlerinden AP’nin başarısızlıkla çıkmasının ve hemen arkasından 12 milletvekilinin Güneş Motel olayı olarak tarihe geçen ve bir bakanlık karşılığında partilerinden istifa etmesi neticesinde dağıldı. Demirel’in istifasından sonra hükümet kurma görevini tekrar alan Ecevit, DemP ve CGP ile bir azınlık hükümeti kurmuş; ancak sağ ve sol grupların arasında yaşanan çatışmalar, terör ve şiddet olaylarının yaygınlaşması, Alevi-Sünni, Kürt-Türk ayrılıklarının201 palazlanması, Ecevit hükümetini çaresiz bırakmış, sıkıyönetim ilan edilmişti. Sıkıyönetim ilanına rağmen gerek şiddet olaylarının sona ermemesi gerekse muhalefetin yoğun eleştirileri karşısında Ecevit, komutanların İstanbul’da yapılacak 1 Mayıs gösterilerini yasaklayan kararına katılmak zorunda kaldı. Ecevit’in bu tutumu radikal gruplarla sendikaların Ecevit’e vermiş olduğu desteğin sona ermesine neden oldu. Ecevit 14 Ekim 1979 yılında yapılan milletvekili ara seçimi ve kısmi Senato seçimlerinde partisinin oy kaybetmesi nedeniyle istifa etti (Özbudun, 1995a: 231-235). Ecevit’in istifası üzerine bir kez daha hükümeti kurmakla görevlendirilen Demirel, iş çevreleri ve Silahlı Kuvvetlerin AP-CHP koalisyonu kurulması yönündeki açık desteklerine rağmen azınlık hükümeti kurmayı tercih etti. MHP ve MSP’nin dışarıdan destek verdiği bu hükümet bir anlamda Milliyetçi Cephe hükümetlerinin devamı niteliğindeydi. Demirel hükümetinin göreve başlamasından kısa bir süre sonra 21 Aralık 1979’da İstanbul’da dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in başkanlığında yapılan toplantıda asker insiyatif almış ve ülkenin içinde bulunduğu siyasi Bu seçimlerde CHP %41.4oyla 213 sandalye; AP %36,9 oyla 189 sandalye; MSP %8,6 oyla 24 sandalye; MHP %6,4 oyla 16 sandalye; CGP %1,9 oyla 3 sandalye ve son olarak DemP %1,9 oyla 1 sandalye elde etmişlerdi (Ahmad, 2008: 169-170). 201 18/19 Nisan 1978’de Malatya’da, Eylül 1978’de Sivas’ta, Ekim 1978’de Bingöl’de Aleviler ve Sünniler arasından ortaya çıkan çatışmalar çok sayıda kişinin ölümü ve yaralanmasıyla sonuçlanmış, Kahramanmaraş olaylarında 100 kişinin ölmesi ve bir o kadar kişinin de yaralanması neticesinde Ecevit hükümeti 25 Aralık 1978’de 13 ilde sıkıyönetim ilan etmek zorunda kalmıştır (Üskül, 1997: 191-192). 200 227 şartlar değerlendirilerek askeri bir müdahalenin gerekli olup olmadığı, bir müdahale gerekiyorsa bunun ne zaman ve hangi koşullarda yapılacağı tartışılmıştı. Toplantıda Silahlı Kuvvetlerin yönetime el koymasından önce siyasilere son bir fırsat verilmesine karar verilmiş ve bu amaçla Meclis’teki iki büyük partinin lideri Demirel ve Ecevit’i birlikte hükümet kurmaya teşvik edeceği ümit edilen bir mektup hazırlanmıştı (Birand, 1985: 132-136). Siyasi tarihimize “Uyarı Mektubu” olarak geçen ve 27 Aralık 1979 tarihinde Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e Başbakan ve öteki siyasi parti liderlerine iletilmek üzere verilen, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülend Ulusu, Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya ile Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun’un imzalarını taşıyan ve ordunun “koruyucu” ve “muhafız” bir rolle tutum ve davranışlarını kamuoyuyla paylaşma amacını güden mektup, 12 Eylül’e giden süreçte önemli bir kilometre taşını oluşturmaktadır. Ülkede yaşanan siyasal gerginlik, şiddet olayları ve toplumsal bunalım ile ilgili olarak TSK’nin görüşünü içeren bu mektup, bir takdim yazısı ekinde Cumhurbaşkanı’na teslim edilmiştir (Yazıcı, 1997: 147). Mektupta şu açıklamalar yer almıştır: “Ülkemizin içinde bulunduğu son derece önemli siyasi, ekonomik ve sosyal ortamda her geçen gün hızını biraz daha artıran anarşi, terör ve bölücülüğe karşı milli birlik ve beraberliğin sağlanabilmesi için; Türk Silahlı Kuvvetleri, ülke yönetiminde etkili ve sorumlu anayasal kuruluşları ve özellikle siyasi partileri göreve davet etmek mecburiyetinde kalmıştır. Kahramanmaraş olaylarınn yıldönümünde henüz ilk ve orta-öğretim çağındaki evlatlarımızın örgütlü eylemciler tarafından zorla sürüklendikleri anarşik olaylar ibretle müşahade edilmektedir. Anayasamızın getirdiği geniş hürriyetleri kötüye kullanarak İstiklal Marşımız yerine komünist enternasyonali söyleyenlere, şeriat düzeni davetçilerine, demokratik rejim yerine her türlü faşizmi getirmek isteyenlere, anarşiye, yıkıcılığa ve bölücülüğe milletimizin tahammülü kalmamıştır. İktidar olan siyasi partilerin bütün devlet kademelerini kendi siyasi görüşleri doğrultusunda hareket edecek kişilerle doldurması, kamu görevlilerinin ve vatandaşların bölünmesini zorunlu hale getirmektedir. Siyasi partilerce yaratılan bu bölünme giderek anarşi ve bölücülüğü destekleyen iç kaynakların şekillenmesine, himayesine; polis, öğretmen ve diğer birçok kuruluşların birbirine düşman kamplara ayrılmalarına neden olmaktadır. Türk Silahlı Kuvvetleri; ülkemizin siyasi, ekonomik ve sosyal sorunlarına bir çözüm getiremeyen, anarşi ve bölücülüğün ülke bütünlüğünü tehdit eden boyutlara varmasını önleyemeyen, bölücü ve yıkıcı gruplara tavizler veren ve kısır siyasi çekişmeler nedeni ile uzlaşmaz tutumlarını sürdüren siyasi partileri uyarmaya karar vermiştir. Bölgemizdeki gelişmeler Ortadoğu'da her an sıcak bir çatışmaya dönüşebilecek durumdadır. İçte anarşist ve bölücüler yurt sathında genel bir ayaklanmanın provalarını yapmaktadırlar. Ülkede birlik ve beraberliğin, vatandaşın can ve mal güvenliğinin süratle sağlanabilmesi için gerekli kısa ve uzun vadeli tedbirlerin Yüce Meclislerimizde en kısa zamanda kararlaştırılması bugünkü ortam içinde hayati bir önem taşımaktadır. Diğer yandan Meclislerin açılışından bir buçuk ay sonra komisyonların ancak teşkil edilebilmesi ve ülkenin acilen çözüm bekleyen konuların müzakere için bugüne kadar müşterek 228 bir gündemin saptanamaması üzüntü ile izlenmektedir. Atatürk milliyetçiliğinden alınan ilham ve hızla vatandaşlarımızı kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde milli şuur ve ülküler etrafında toplamanın; iç barış ve huzurun sağlanmasında temel unsur olduğu apaçık bir gerçektir. Ülkenin içinde bulunduğu bu durumdan bir an evvel kurtulması hükümetler kadar diğer siyasi partilerimizin de görevleri arasındadır. Türk Silahlı Kuvvetleri; İç Hizmet Yasası ile kendisine verilen görev ve sorumluluğun idraki içinde ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizin bir an önce milli menfaatlerimizi ön plana alarak, anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi Devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir” (Evren, 1990: 330-332). Aslında bu mektubun bir hazırlık çalışması sürecinin sonunda “koruyucu” ve “muhafız” bir anlayışla kaleme alındığı, Temmuz 1979’dan itibaren ordu içerisinde bu yöndeki çalışmaların başlatıldığından anlaşılmaktadır. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’in kuvvet komutanlarıyla yaptığı görüşme sonrasında Genelkurmay 2. Başkanı Haydar Saltık başkanlığında bir çalışma grubu oluşturulmuş, askeri müdahaleye ilişkin hazırlık çalışmaları bu grup tarafından sürdürülmüştür. Yine bununla bağlantılı olarak, pek çok kaynakta askerlerin darbe yapma fikrini 12 Eylül 1980’den önce, işte bu çalışma grubunun oluşturulmasıyla paralel olarak Temmuz 1979 gibi erken bir tarihte oluşturdukları belirtilmektedir. Ordunun bu tavrı aslında “geçmişten gelen bir damara” işaret etmektedir. Ordu her siyasi krizde söz alarak korumacı bir anlayışla, sistemin bekasını sağlamak için siyasete müdahale etmekten geri durmamıştır. Verilen bu uyarı mektubu bir yandan ordunun kararlaştırmış olduğu bir müdahalenin gerekçesini teşkil ederken, diğer yandan da müdahalenin meşruiyeti için bir hazırlık oluşturmuştur. 3.5- 12 Eylül Askeri Darbesi Darbe öncesinde genel durumuna bakıldığında, halkın huzursuzluğu en üst seviyeye ulaşmış, can ve mal güvenliği ortadan kalkmış, yasa dışı terör örgütlerinin eylemlerinin önlenemediği, toplumsal barışın yok olduğu, vatandaşların Devlete olan güven duygularının azaldığı, temel tüketim mallarının piyasada bulunamadığı bir ortam hâkim olmuştur. Her ne kadar Silahlı Kuvvetlerin siyasi alana dönük bu bu çıkış bir müdahale imâsını akla getirmiş olsa da Demirel bu sava katılmamaktadır. Ona göre darbe söylentileri duyulmakla birlikte, dönemin havasının daha dikkatli bir gözle incelenmesi gerekir. Ne siyasi seçkinler arasında ne de basında darbe geliyor düşüncesi en azından 27 Mayıs ve 12 Mart ile kıyaslandığında çok yüksek değildir. Hissedilen şey umutsuzluk, kanıksama, bezginlik ve “ne olacaksa olsun” halidir. Aslında temel sorun vizyon ve 229 öngörü sahibi güçlü siyasal kadroların 1970’ler Türkiye’sinde olmamasıdır (Demirel, 1998: 393-394). Aslında durum hiç de Demirel’in ifade ettiği gibi değildi. Süreç içinde artan rahatsızlık özellikle 1979’un sonlarından itibaren siyaset cephesinde de askerlerin demokrasi dışı bir müdahalede bulunma ihtimali dillendirilmeye başlamıştı. En azından bu yönde bir kanaat oluşmuştu. Buna bir örnek oluşturması bakımından muhalefet lideri Ecevit’in İstanbul’da 6 Eylül 1980 günü Petrol-İş Sendikası Genel Kurulunda yaptığı konuşmada yer alan şu ifadeler dikkat çekmektedir: “Siyasi partiler, politikacılar sahada. Ama işçilerin de aralarında bulunduğu halk, tribünlerde. Sahada kavga, dövüş var. Bu bir gün çirkin bir oyuna dönüşür. Biri çıkar, ‘oyun bitti’ der ve düdük çalar, demokrasi de son bulur.”202 12 Eylül müdahalesi askerin 1960 darbesinden farklı olarak bir bütünlük içinde haraket ettiğini göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Uyarı mektubunun imzalandığı sırada Evren, bu uyarıdan umutlu olmadığını Kuvvet Komutanlarına “bu mektubun bir yarar sağlayacağı inancı içerisinde değilim. Göreceksiniz hiç bir şey değişmeyecektir. Ama biz bu görevimizi yerine getirelim ki, ileride tarih bizi bu yönde tenkit etmesin” (Evren, 1990: 330) diyerek ifade etmiştir. Nitekim Evren haklı çıkmış, siyasi partiler özellikle AP ve CHP, Silahlı Kuvvetlerin açık uyarısına ve ısrarlı talebine rağmen sağlam bir hükümet kurmayı başaramamışlar (Karpat, 2007: 274), dahası ülke sorunlarına çözüm üretmek bir yana Fahri Korutürk’ün görev süresinin sona erdiği 6 Nisan 1980’den 12 Eylül müdahalesine kadar geçen uzun süre zarfında, yeni cumhurbaşkanını seçmekte dahi başarı sağlayamamışlardır. 12 Eylül öncesi dönemde askerlerin bir başka talebi de AP ve CHP’nin işbirliği yaparak ülke sorunlarının çözümü için birlikte hareket etmelerini istemesi olmuştur. Arcayürek, daha önce çeşitli şekillerde dile getirilen bu talebin 14 Ekim 1979 ara seçimlerinden sonra gündeme gelmediğini, bunun da askerlerin yeni bir süreç içine girerek yönetime el koymaya karar verdiklerini gösterdiğini belirtmektedir. Arcayürek, yıllar sonra Ecevit’in kendisine “Eğer biz CHP-AP hükümetini kurabilseydik, cumhurbaşkanını seçebilseydik müdahale gelmeyebilirdi” dediğini aktarmakta, bu görüşün 14 Ekim’e kadar olan dönem için geçerli olduğunu, oysa daha sonrası için ordudan iki partinin ortak hükümeti yönünde bir talep gelmediğini, bu nedenle artık 202 Bkz. http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/newsDetail_openPrintPage.action?newsId=179 (26.08.2014). 230 müdahaleye doğru gidildiğini söylemektedir. Arcayürek’e göre “müdahale aşama aşama gelecekti. Önce uyarı mektubu gelecek, ardından 12 Eylül. Kararlaştırılan müdahale durmayacaktı. Nedenlerin biri kapansa diğeri ağır basacaktı” (Arcayürek, 1985: 296298). Aslında iki büyük parti arasındaki fark, bir koalisyon kurmaya engel olacak kadar büyük değildi. Bu iki partinin desteği üzerine kurulan bir hükümet devam eden siyasal şiddetle etkili; ama tarafsız bir şekilde mücadele edecek, siyasal kutuplaşmanın önüne geçecek ve kamu bürokrasinin tarafsızlığını onarabilecek kadar güçlü olabilecekti. Fakat bunda başarılı olunamamıştır. Ecevit, o günlerden bahsederken “AP-CHP koalisyonu kurulmuş ve Cumhurbaşkanı seçilmiş olsaydı ülke askeri darbeden kurtulabilirdi” (Özbudun, 2007: 45) fikrini yinelemiştir. Demirel ise bazı sorunların tabiatı gereği, uzlaşmaya müsait olmadığını, uzlaşamadıkları için de siyasi liderleri sorumlu tutup suçlamanın yanlış olacağını belirtmiştir. İki lider de 1966 ve 1973 yıllarında gerçekleşen Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yaptıkları iş birliğinden başarılı çıkmış; ancak aynı başarıyı koalisyon kurmada gösterememişlerdir. Eylül 1979’a gelindiğinde belli çevrelerde darbe yapılacağına dair söylentiler konuşulmuştur. Arcayürek’in Coşkun Kırca’dan aktardığına göre de askerler 14 Eylül’deki MGK sonrasında toplanmış ve siyasi istikrar anlamında arzu ettikleri CHPAP koalisyonu şıkkından iki partinin uzlaşmaz tavırları nedeniyle vazgeçmişlerdi (Arcayürek, 1985: 281). Evren’in not defterine aldığı şu ifadeler askerin bu düşüncesini doğrular niteliktedir: “Durum hiç de iyi değil (...) Partiler için mühim olan devletin bekası değil, her ne pahasına olursa olsun iktidar olmak (...) Hiçbir şeyin halledildiği yok. Galiba sonunda bu işe müdahale etmek zorunda kalacağız. Kuvvet Komutanları ile yaptığımız görüşmede önümüzdeki haftayı da beklemenin uygun olacağı neticesine vardık. Eğer durum böyle devam eder ve partiler bu anlayışsızlık içerisinde olurlarsa bir müdahaleden başka çıkar yol kalmıyor” (Evren, 1990: 44-166). Bu ifadelerle Evren, ülkenin içinde bulunduğu durumdan kurtulma adına siyasi partilerden ziyade, kurumuna olan güvenine vurgu yapmış ve fikrini “ulusun bölünmez ve temel unsuru olan TSK’nin üzerine düşen görevi Atatürk’ten aldığı ilhamla yerine getireceğine inancım tamdır” (Cook, 2008: 83) diyerek açıklamıştır. Bu sebeplerden ötürü darbenin yaşanmış olması şaşırtıcı bir şey değildir. Asıl şaşırtıcı olan darbenin tüm bu olup bitenlere rağmen geç gelmesi ve politikacıların darbeyi önlemek adına çok az şey yapmış olmalarıdır. 231 Sonuçta TSK, 12 Eylül 1980’de tam bir disiplin içinde ve olaysız bir şekilde “ülkenin bütünlüğünü korumak ve ulusal birlik ve beraberliği sağlamak, iç savaşı, kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini yeniden oluşturmak, devletin varlığını güvence altına almak ve demokratik sistemin düzgün işlemesinin önündeki engelleri ortadan kaldırmak adına” (Milliyet, 13-14 Eylül 1980, akt. Karpat, 2007: 280) ülke yönetimine bir kez daha el koydu. Kahraman’a (2010: 222-223) göre ordunun 12 Eylül darbesi, tarihsel blokla özellikle de içindeki müttefiki olan aydınlarla tarihsel bütün bağlarını kesecek biçimde bütün topluma karşı gerçekleştirilen bir müdahale olarak ortaya çıkmıştır. Müdahale 12 Mart’la birlikte başlayan merkezin muhafazakârlaştırılması sürecinin bir uzantısıdır. Bu doğrultuda 1961 Anayasası bütünüyle ortadan kaldırılarak, 12 Mart’ın yarım bıraktığı geriye çekilme/konsolidasyon işlemi bütünlenmiştir. Bu ordunun 1960-1980 arasındaki bütün toplumsal dönüşümleri yok sayması anlamına gelmekteydi. 12 Eylül demokratik, çoğulcu bir toplumsal yapının geriye işletilmesi ve onun yerine organik, dayanışmacı toplumsal yapıyı hedeflemiş, muhafazakâr, statükocu bir Atatürk anlayışını benimseyerek toplumun 1930’ların merkeziyetçi, otoriter Kemalist anlayışıyla bütünleşmesini arzu etmiştir. Müdahale ile 1973 ve 1977 seçimleriyle çevreye kaptırılan iktidar geri alınmış, TBMM lağvedilmiş, 28 Ekim 1980 tarihli Anayasa Düzeni Hakkında Kanun (Evren, 1990: 274-276) ile de 1961 Anayasası’nın bazı maddeleri değiştirilerek, TBMM’nin yetkileri Milli Güvenlik Konseyi’ne devredilmiştir. Böylece Türkiye, yaklaşık 3 sene 3 ay sürecek olan ve Nordlinger’in değimiyle “yönetici ordunun” hâkimiyetinin yaşandığı darbe rejimine girmiştir. Darbenin aktörlerine göre, müdahalenin sebebi ülke içinde vuku bulan düzensizlik ve terör ortamına son vermekti; yani meşruluk altyapısı “düzeni sağlama” söylemine dayanmaktadır. Yapılan müdahale, kamuoyuna Milli Güvenlik Konseyi’nin aşağıda görülen 1 nolu bildirisiyle duyurulmuştur. Yüce Türk Milleti: “Büyük Atatürk’ün bize emanet ettiği ülkesi ve milletiyle bir bütün olan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, son yıllarda, izlediğiniz gibi dış ve iç düşmanların tahriki ile varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik fikri ve fiziki haince saldırılar içindedir. Devlet, başlıca organlarıyla işlemez duruma getirilmiş, anayasal kuruluşlar tezat veya suskunluğa bürünmüş, siyasi partiler kısır çekişmeler ve uzlaşmaz tutumlarıyla devleti kurtaracak birlik ve beraberliği sağlayamamışlar ve lüzumlu tedbirleri almamışlardır. Böylece yıkıcı ve bölücü mihraklar faaliyetlerini alabildiğine arttırmışlar ve vatandaşların can ve mal güvenliği tehlikeye düşürülmüştür. Atatürkçülük yerine irticai ve diğer sapık ideolojik fikirler üretilerek, sistemli bir şekilde ve haince, ilkokullardan üniversitelere kadar eğitim kuruluşları, idare sistemi, yargı organları, iç güvenlik teşkilatı, işçi kuruluşları, 232 siyasi partiler ve nihayet yurdumuzun en masum köşelerindeki yurttaşlarımız dâhi saldırı ve baskı altında tutularak bölünme ve iç harbin eşiğine getirilmişlerdir. Kısaca devlet güçsüz bırakılmış ve acze düşürülmüştür. Aziz Türk Milleti: İşte bu ortam içinde Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanununun verdiği Türkiye Cumhuriyeti'ni kollama ve koruma görevini yüce Türk Milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur. Girişilen harekâtın amacı, ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mâni olan sebepleri ortadan kaldırmaktır. Parlamento ve Hükümet feshedilmiştir. Parlamento üyelerinin dokunulmazlığı kaldırılmıştır. Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiştir. Yurt dışına çıkışlar yasaklanmıştır. Vatandaşların can ve mal güvenliğini süratle sağlamak bakımından saat 05’den itibaren ikinci bir emre kadar sokağa çıkma yasağı konulmuştur. Bu kollama ve koruma harekâtı hakkında teferruatlı açıklama bugün saat 13.00’deki Türkiye Radyoları ve Televizyonun haber bülteninde tarafımdan yapılacaktır. Vatandaşların sükûnet içinde radyo ve televizyonları başında yayınlanacak bildirileri izlemelerini ve bunlara tam uymalarını ve bağrından çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne güvenmelerini beklerim” (Evren, 1990: 546-547). Yayınlanan bildiriyle birlikte TSK, emir komuta zinciri içerisinde ülke yönetimine el koyarak, parlamento ve hükümeti feshetmiş, bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiş, yurtdışına çıkışlar yasaklanmıştır. Aynı gün Kenan Evren Genelkurmay Başkanı ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı sıfatıyla radyo ve televizyondan yaptığı konuşmada ülke yönetimine neden el koyduklarını açıklamıştır (RG, 12.09.1980)203. Müdahaleye Giden Süreç ve Sonrası Türk siyasi hayatına üçüncü askeri müdahale olarak geçen darbenin nedenleri kısaca şiddet olaylarının yaygınlaşması, var olan siyasi çekişmelerin giderek ve derinleşerek çözümsüz kutuplaşmalara neden olması, özellikle iki büyük parti AP ve CHP’nin ülke geleceği için koalisyon oluşturmakta uzlaşamaması, parlamenter rejimin işleyemez hale gelmesi ve sonuçta devlet otoritesinin aşınması şeklinde ifade edilebilir. Bu aşınmanın temelinde yatan olaylar ise özellikle 1978-1980 yılları arasında daha da şiddetli boyutlara varan silahlı saldırılar, sabotajlar, adam kaçırmalar, banka soygunları, iş yeri işgalleri ve bombalı eylemlerdir (Evren, 1990: 549-555). Siyasi otoritenin tasarrufuyla yapılan sıkıyönetim uygulamaları da bahsi geçen sorunların çözümü için yeterli olmamış, aksine ordunun siyasileşmesi, siyasi kutuplaşmanın da askerileşmesi gibi 203 Bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?home=http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/17103_1.pdf&main =http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/17103_1.pdf (21.08.2014). 233 istenmeyen sonuçların meydana gelmesine neden olmuştur. Nitekim Türkiye’deki her üç askeri müdahale de sıkıyönetim uygulamalarının ardından gerçekleşmiştir (Özbudun, 1995a: 236). Müdahaleyi teşvik eden en önemli konu siyasi kutuplaşmanın derinleşmesiydi. Sağda yer alan ve milliyetçi temele dayanan MHP ile daha çok İslami değerleri referans kabul eden MSP, solda da çok sayıda irili ufaklı radikal gruplar var olan kutuplaşmanın siyasi karakterleriydi. Sağda ve solda meydana gelen bu bölünmeler iki büyük parti olan AP ve CHP’yi etkisine almış, CHP daha çok sol gruplara yaklaşırken AP’de daha sağa yönelmiştir. Bu onların kurmuş oldukları koalisyon hükümetlerinde de görünmekteydi. AP ve CHP’nin koalisyon kurmadaki lider kaynaklı gönülsüz tavırları, MSP ve MHP’ye kurulacak koalisyon hükümetlerinde yüksek bir pazarlık imkânı tanımıştır. Söz konusu bu siyasi tablo, Milliyetçi Cephe ve azınlık hükümetleri gibi formüllerin hayata geçmesine neden olup istikrarsız hükümetlerin hayat bulmasını sağlamıştır. Devlet otoritesinin zayıflamasına, dahası rejimin cumhurbaşkanını dahi seçemeyecek ölçüde tıkanmasına yol açan bu gelişmeler, ülkenin içinde bulunduğu iktisadi ve siyasi meseleleri çözecek, etkili tedbirleri yürürlüğe kayacak bir yapının oluşmasına da imkân tanımamıştır. Öyle ki mevcut siyasi ortamdan umudunu kesen birçok parlamenter ve bakan bu dönemde “Silahlı Kuvvetlerin en yüksek kademelerindeki komutanları ziyaret edip içinde bulunduğumuz durumu ancak siz düzeltebilirsiniz diyerek TSK’nin yönetimi eline almasını istemişlerdir” (Öztürk, 2006: 92). Askere göre bu ortamdan çıkmanın iki yolu vardır; birincisi yurttaşların temel değerlerine seslenecek, kitleleri ortak duygular ve simgeler altında birleştirecek bir siyasi yapılanma, ikincisi ise Ordu’nun yönetime direkt el koyması. Seçkinci ve korumacı bir anlayışla müdahale yolu seçilmiş, Cumhuriyetin temel ilkeleri perçinlenerek sivil bir düzene dönüş için gerekli olan kurumların korunması amaçlanmıştır. Darbe operasyonu “önceki iki müdahaleye göre çok iyi planlanmış, ordu içinde birlik sağlanarak özellikle 1960 müdahalesinden sonra ortaya çıkan radikal subayların darbe girişimlerine benzer bir olayın tekrar yaşanması önlenmiştir.” (Örs, 1996: 172). “Bayrak Planı” koduyla isimlendirilmiş harekâtın, şartların olgunlaşması beklenerek, hazırlıkları tamamlanmış, “müdahale sonrasında bütün ülkede sıkıyönetimin ilan edilmesi ve sıkıyönetim komutanlarına olağanüstü yetkiler verilmesi kararlaştırılmıştır” (Hale, 1996: 205). Söz konusu bu planlı müdahale, 12 Eylül’ün muhatabı olan siyasilerin 234 ordu komuta heyetine yönelttikleri en temel suçlama olmuş, kamuoyunda darbenin meşru görülmesini sağlayan koşulların askerler tarafından bilerek, planlanarak oluşturulduğuna kanaat getirilmiştir. Bu sava göre, askeri darbenin yapılabilmesi için o dönemde baş gösteren terör ve anarşi olayları, askerler tarafından yeterli çaba gösterilmeyerek planlı olarak önlenmemiştir. Bu şekilde ülkenin kötü koşullarından yakınan, şiddet olaylarıyla sokağa çıkamayacak hale gelen halk, adeta ordunun darbe yaparak yönetimi ele almasını ister hale gelmiştir. Ülkenin içinde bulunduğu sorunlara demokratik parlamenter sistem içinde çare bulunamayacağı inancı, kamuoyunda oluşturulmuştur. Kenan Evren de 12 Eylül sonrasında yaptığı bir konuşmada bu konuda halkın bakış açısını aynı şekilde ortaya koymuştur: “Artık vatandaş öyle bir hale gelecekti ki, lanet olsun, (…) Ne gelirse gelsin, yeter ki sokağa rahat çıkalım, rahat gezelim, rahat ticaret yapalım” diyecekti (Yetkin, 1995: 168-169). Başka bir ifadesinde Evren, “ordu durduğu yerde darbe yapmaz. Milletin çağrısıyla yapar. 12 Eylül’de millet istediği için büyük bir zorlama ile yapılmıştır. Eğer böyle olmasaydı 12 Eylül’e kadar beklenmezdi” diyerek müdahalenin halk tarafından istendiğini ifade etmiştir (Yazıcı,1997: 160). Ertunç, “Ordu, ülke şartları kötüleştiği için mi müdahale etmekte; yoksa sivil otoriteye müdahale edebilmek için müdahaleyi meşrulaştırıcı bir konuma mı girmektedir?” diye sormakta ve eğer ordu yönetimi ele geçirmek için koşulların oluşmasını bizzat sağlıyor veya teşvik ediyorsa, bunu gizleyecek önlemleri de titizlikle alıyordur demektedir. Bu yüzden ileri sürülen iddiaları kanıtlamak zordur, böyle kanıtlar bulunsa da kesinlik taşımayabilir. Askerlerin müdahaleyi kolaylaştıracak koşulları hazırladığına veya kolaylaştırdığına ilişkin hem darbeyi yapanların arasından hem de üst düzey siyasetçiler tarafından dile getirilen birçok iddia bulunmaktadır. Bu yöndeki en güçlü delil ise sıkıyönetime rağmen durmayan terörün darbeyle birlikte durmuş olmasıdır (Ertunç, 2007: 413-414). Çözümü askeri bir müdahalede gören ordu, darbenin hemen ardından oluşturulan ve yasama ve yürütme yetkilerini204 tek başına kullanan Milli Güvenlik Konseyi rejimiyle şiddet olaylarını ve siyasi kutuplaşmayı sona erdirecek, istikrarlı hükümetlerin 27 Ekim 1980’de 2324 sayılı Anayasa Düzeni Hakkında Kanun’un yürürlüğe girmesiyle birlikte Milli Güvenlik Konseyi’nin o güne kadar fiilen kullandığı yetkiler kanuni bir dayanak bulmuştur. İlgili kanunun 2. maddesi “Anayasa’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, Millet Meclisine ve Cumhuriyet Senatosuna ait olduğu belirtilmiş bulunan görev ve yetkiler 12 Eylül 1980 tarihinden itibaren geçici olarak, Milli Güvenlik Konseyince ve Cumhurbaşkanına ait olduğu belirtilmiş bulunan görev ve yetkiler de Milli Güvenlik Konseyi Başkanı ve Devlet Başkanınca yerine getirilir ve kullanılır” (Evren, 1990: 131) diyerek Milli Güvenlik Konseyi’nin uygulamaları yasal dayanağa kavuşmuştur. 204 235 kurulmasını teşvik edecek, parlamenter sistemin işlemesini kolaylaştıracak ve aşınan devlet otoritesini yeniden hâkim kılacak köklü bir hukuki ve siyasi yeniden yapılanmayı hedeflemişti. Gerçekten de bahsi geçen değişiklerin kapsamının neler olacağı hususunda da çeşitli tartışmalar yaşanmıştı205. Bu tartışmalarda siyasi solda ortaya çıkan egemen anlayış 1961 Anayasası’nın korunmasına dönüktü. Ağırlıklı olarak, anayasa değişikliği yönündeki önerilerin otoriter arayışları yansıttığı ve bunların temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması sonucunu doğuracağı görüşü işlenmekteydi (Balcıgil, 1982: 177-182). CHP yönetimi adına Bülent Ecevit, Tercüman gazetesinin düzenlediği seminerin ardından Sakarya’da açık hava toplantısında yaptığı konuşmada şunları söylemekteydi: “Anayasa değişikliği isteklerinin tam bu sıralarda yoğunlaşması bir rastlantı değildir. AP’nin öteden beri istediği, şimdi daha da çoğunu ister göründüğü, anayasa değişiklikleri iktidarın ve büyük sermaye çevrelerinin gücünü arttıracak, halkın, çalışanların gücünü, hak arama olanaklarını ise kısacak nitelikte değişikliklerdir. Cumhurbaşkanı seçiminin bütün iyi niyetli girişimlerimize karşın sürüncemede bırakılmasından da amacın, kurulu anayasa rejimini işlemez duruma getirmek (işte görüyorsunuz, bu anayasa ile bir cumhurbaşkanı seçilemiyor) deyip, anayasa değişikliklerini zorlamak olduğu artık anlaşılmıştır. İstedikleri anayasa değişikliklerini meşrû zeminler üzerinde gerçekleştiremeyeceklerini anlayanlar, belli ki şimdi bir takım oyunlar ve zorlamalarla amaçlarına ulaşmak istiyorlar. Meşru zeminleri yozlaştırarak amaçlarına ulaşmak istiyorlar. O yönde siyaset dışı çevrelerden de zorlamalar gelmesi için âdeta vesileler oluşturmaya uğraşıyor, âdeta çağrı çıkarıyorlar.” (Milliyet, 21.04.1980)206 Bu görüşlere paralel olarak, Cumhuriyet Senatosundaki Milli Birlik Grubu üyeleri, yayınladıkları bir bildiri ile görüşlerini şu şekilde açıklamaktaydılar: “Sürdürülen Anayasa değişikliği hazırlıkları, mevcut anayasa düzenini ortadan kaldırıp, yerine bir dikta rejimi getirmeyi amaçlamaktadır (…) Bu girişimlerle anayasa, ihlâl olgusuna getirilmiştir” (Balcıgil, 1982:174). Özetle anayasa tartışmaları bağlamında, sivil toplum ve siyasal elitler içindeki siyasal ayrışmada AP, merkez sağ eğilimli basın ve iş çevrelerinin, 1961 Anayasası’nın değiştirilmesini ana gündem olarak belirlediği; bunun karşısında CHP, sol eğilimli aydınlar ve basın organlarının ise, 1961 Anayasası’nı savundukları görülmektedir. Bu çerçevede, 12 Eylül darbesine uzanan süreçte, daha sonra 19 Nisan 1980’de Tercüman gazetesinin Tarabya Oteli’nde düzenlediği Siyasi Rejimin İşler Hale Getirilmesi, Anayasa ve Seçim Sistemimiz Semineri, 10 Mayıs 1980’de İstanbul Belediye Sarayı Meclis Salonu’nda İstanbul Barosu ve İ.Ü. Siyasal Bilimler Fakültesi’nin ortaklaşa düzenledikleri Demokratik Anayasal Düzenin İşlerliği, Anayasal Hak ve Özgürlüklerin Yaşama Geçirilmesi Semineri, Yeni Forum dergisinin 15 Mayıs 1980 tarihli sayısına ek olarak verdiği Rejim ve Anayasamızda Reform Önerisi metni, bkz. (Balcıgil,1982: 143-182). 206 Bkz. http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/xoaGAyhkq6KAnuLAmMek4g_x3D__x3D_ (21.08.2014). 205 236 ara rejimin ürünü olacak 1982 Anayasası’nın köşe taşlarının büyük ölçüde döşenmiş olduğu görülmektedir. Şöyle ki, anayasa değişikliğinden yana olan siyasal çevreler, bir yandan 1961 Anayasası’nın esas aldığı siyasal sistemin işlemediği tezini öne çıkarırken diğer yandan da güçlü yürütmeyi öngören bir anayasa hazırlığı yönündeki iradelerini ortaya koyarak, 1982 Anayasası’nda somutlaşan güçlü yürütmeye dayalı sistemin ilk işaretlerini vermişlerdir. Nitekim “Toplumsal ve siyasi özgürlüklere karşı hazırlanmış bilinçli bir komplo olarak değerlendirilen” (Doğan, 2007: 83) askeri darbe sonrasında kurulan Milli Güvenlik Konseyi, “yönetici ordu modeliyle” tüm yasama ve yürütme faaliyetlerini üstlenmiştir. Asker müdahale sonrası yayınladığı bildiride darbenin gerekçelerini açıklayarak siyasi liderleri ve partileri ülkenin düzlüğe çıkması konusunda defalarca uyardıklarını; fakat partilerin sırf siyasi menfaatlerini korumak adına yeterli sorumluluk almayarak ülkenin bu hale gelmesindeki yegâne unsurlar olduğunu belirtmiştir. Baransel, “giderek tırmanan siyasi çekişmelerin bir çözüme kavuşturulması için iki liderin dönemin Cumhurbaşkanı tarafından Çankaya köşküne davet edildiğini, mutabakat arandığını, Korutürk’ün ortak bir hükümet kurmaları konusunda teklifte bulunduğunu; ama sonuç alınamadığını” belirtmiştir (Baransel, 2006: 40). Müdahale sonrasında “cunta, emektar CHP de dâhil tüm siyasi partileri süresiz kapatıp liderlerini de on yıllığına aktif siyasetten yasaklayarak, siyasi sistemi yeniden yapılandırmak için elinden gayreti göstermiştir” (Tachau, 2008: 127). Aslında tüm bu yaşananlar sivil siyasetin içinde geri planda bir pretoryan anlayışın var olduğunu, bunun da ordu tarafından muhafız kimlikle temsil edildiğini ortaya koymaktadır. Bu amaçla Konsey, yayımladığı bir kanundan207 elde ettiği sorgulanmama güvencesiyle, yasama yetkisini kullandığı üç yıl boyunca yeni bir anayasa ve bu anayasaya uygun siyasi parti ve seçim kanunlarına ilave olarak polis örgütü, sıkıyönetim, olağanüstü hal, yerel yönetimler, üniversiteler, dernekler, sendikalar, meslek kuruluşları, basın (...) vb. gibi oldukça geniş bir alanı kapsayan 535 kanun ve 91 kanun hükmünde kararnameyi yürürlüğe koydu (Yazıcı, 1997: 154-155). Konsey istikrar ve güven ortamını oluşturmak için 1982 Anayasası’na önemli bir işlev yükledi. Var olan şiddet ve terör eylemlerinin kaynağını, 1961 Anayasası olarak gören Konsey, olayları sona erdirmek ve 2324 sayılı kanunun 3. maddesi: “Milli Güvenlik Konseyince kabul edilerek yayımlanan bildiri ve karar hükümleri ile yayımlanan ve yayımlanacak olan kanunların anayasaya aykırılığı iddiaları ileri sürülemez” (Evren, 1990: 131). 207 237 tekrarının önünü almak amacıyla temel hak ve özgürlükleri kısıtlama yoluna başvurdu. Böylece sınırlamaların asıl, özgürlüklerin istisna olduğu demokratik olmayan bir siyasi ortamda halkın siyasete katılımının engellendiği bu yeni anayasal düzende siyaset, tıpkı otoriter rejimlerde olduğu gibi devlet eliyle yönlendirilen bir süreç haline getirildi (Özbudun, 1995: 74-89). Bu sürecin en önemli adımı, Konsey’in parti sistemindeki parçalanmışlığın sebep olduğu bunalımları ortadan kaldırma adına sınırlı sayıda partinin varlığına müsaade etmesidir. Nitekim darbe sonrasında var olan partilerin siyasi hayatına son verilmesi ve anayasanın geçici 4. maddesiyle bu partilerin lider ve yönetici kadrolarının siyasetten yasaklanması, kurulacak olan yeni partiler için de Konsey’e veto hakkının tanınması gibi demokratik olmayan uygulamalar, söz konusu siyasi katılımı istikrar amacıyla engelleyen (Ahmad, 2008: 190) Nordlinger’in bahsettiği ordunun veto gücünün hâkim olduğu uygulamalardı. 12 Eylül düzenlemelerinin bir başka hedefi de parlamentonun 12 Eylül öncesinde olduğu gibi işleyemez hale gelmesini önlemekti. Bu yüzden 1982 Anayasası’nda parlamento çalışmalarını kolaylaştıracak ve hızlandıracak bir takım hükümlere yer verildi. Bunun en önemli uygulaması ileride çıkış güvenceleri bölümünde detaylıca irdelenecek olan cumhurbaşkanlığı makamına tanınan önemli ve etkili yetkilerle ilgilidir. Bir başka önemli adım ise 1961 Anayasası’nda vücut bulmuş olan Cumhuriyet Senatosunun kaldırılmasıdır. Ankara Üniversitesi SBF ile Hukuk Fakültesi, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Sayıştay gibi pek çok kurum ve kuruluş, sivil toplum kuruluşlarının aksine208, tek meclisli bir yapının benimsenmesini uygun görüp Danışma Meclisine tavsiyede bulunmuşlardı. Yasama faaliyetlerinin anayasaya uygunluğunu sağlamak maksadıyla kurulan Cumhuriyet Senatosu’nun, uygulamada yasama sürecinin ağır işlemesine neden olup yasama çalışmalarını ağırlaştırdığı hatta bazen engellediğine dikkat çekilmiştir. Bu yüzden 1982 Anayasası’nı hazırlayan KM, yasama organının tıpkı 1961’den önce olduğu gibi tek meclisten oluşmasını tercih ederek yasama faaliyetlerine sürat ve basitlik kazandırmıştır (Demirci, 2010: 249-252). KM yasama faaliyetlerini kolaylaştırma adına yukarıda uygulamaya koyduğu değişiklikleri hayata geçirirken kendisinin de sistem içindeki etkisini devam ettirme adına Sivil toplum kuruluşları ikinci meclis ya da benzeri yapılara yakınlık duymaktaydı. TİSK tek meclis sistemine karşı olmakla birlikte danışma görevi yapacak bir konsey modelini düşünmüş, TOBB, TÜSİAD, TİSK, TESK, TZOB gibi kuruluşlar da ikinci meclis tercihini istememekle birlikte istişare amaçlı bir heyetin oluşabileceğinden söz etmişlerdir (Gürbüz, 1982: 239-283, akt, Demirci, 2010: 251). 208 238 önemli bir tasarrufta bulunmuştur. Zira çıkış güvenceleri bağlamında da ele alınabilecek bu adım, 2324 sayılı kanunla kendisine verilmiş olan ve “yönetici” bir yaklaşımı ortaya koyan hükümeti denetleme yetkisidir. Diğer bir değişle “Milli Güvenlik Konseyi, KM teşkil edinceye kadar Anayasa Düzeni Hakkında Kanun gereğince tek başına kullandığı yasama yetkisini bu konudaki nihaî söz hakkı kendisinde kalmak kaydıyla Danışma Meclisi ile paylaştığı halde, hükümeti denetleme yetkisini tek başına kullanmaya devam etmektedir” (Yazıcı, 1997: 167). Yine Konsey, sadece yeni anayasanın hazırlanmasında değil aynı zamanda da bu anayasanın halkoyuna sunulmasında da önemli bir etkiye sahipti. Zira 5 Ağustos 1982’de yayınlanan 70 ve 21 Ekim 1982’de 71 sayılı kararlarıyla, yeni anayasanın halkoyuna sunulmasından önce kamuoyunda serbestçe tartışılmasını önleyen yasaklayıcı hükümleri hayata geçirmekten çekinmemiştir (Yazıcı, 1997: 170-172). Sonunda günümüze kadar vesayetçi anlayışın kurumsallaşıp hâkim olmasına neden olan yasal düzenlemeleri içinde barındıran 1982 Anayasası, Danışma Meclisi’nin katkısına rağmen son şekli Milli Güvenlik Konseyi tarafından verilerek 7 Kasım 1982 tarihinde halkoylamasına sunulmuş ve % 8,63 hayır oyuna karşılık % 91,37 evet oyuyla yürürlüğe girmiştir209. Yüksek Seçim Kurulunun, halkoylaması sonucunda Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın “Türk Milleti tarafından” kabul edilmiş olunduğunu duyurduğu kararında, anayasanın bir an önce yürürlüğe girmesi yönündeki isteklilik dikkat çekmektedir. Zira bu kararda, oyların tümü henüz sayılmamış olmasına karşın oylama sonucu açıklanmaktadır. Söz konusu kararda şu ifadelere yer verilmektedir: “Hava koşulları dolayısıyla zorunlu olarak Kurulumuza ulaşmayan toplam 730 (Yedi yüz otuz) sandıkta oy kullanabileceklerin en fazla toplam sayısı 219.000 (İki yüz on dokuz bin) olabilir. Bunların sonuçlarının ne zaman alınabileceği belli değildir. Beklenmesi hiç bir yarar sağlamaz. Bu oyların tümü ret oyu olarak kabul edilse bile bu halin geçerli tüm oylar içinde % 90’ı aşan kabul oylarının oranını ve böylece oluşan hukuksal sonucu etkilemeyeceği ve değiştirmeyeceği tartışma kabul etmez şekilde açık ve kesin bir gerçektir.”210 Ne var ki 1982 Anayasası’nın sağlam bir konsensus ile ortaya çıkmış bir toplum sözleşmesi olduğunu düşünmek mümkün değildir211. Çünkü bu anayasayı hazırlayan KM’nin sivil kanadını oluşturan Danışma Meclisi üyeleri serbest bir seçim yöntemiyle Bkz. Resmî Gazete, 17874, 20.11.1982, bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/default.aspx (21.08.2014). Bkz. Resmî Gazete, 17863 (Mükerrer), 9.11.1982, bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/default.aspx (21.08.2014). 211 Konsey rejimi devletin siyasi ve hukuki yapısındaki köklü değişiklikleri anayasanın hazırlanmasından önce yürürlüğe koyduğu kanunlarla gerçekleştirmiş, 1982 Anayasası’nın pek çok hükmü evvelce yürürlüğe giren bu kanunların anayasaya aktarılması yoluyla olmuştur (Yazıcı, 1997: 173). 209 210 239 seçilmemişlerdir. 160 üyesi bulunan Danışma Meclisinin 120 üyesi valiler tarafından seçilmiştir. Valilerin tespit ettiği isimler üzerinde nihaî seçme yetkisi ise Milli Güvenlik Konseyine verilmiştir. Geri kalan 40 üye ise zaten doğrudan doğruya Milli Güvenlik Konseyi tarafından seçilmiştir. Bu sonuç Mili Güvenlik Konseyinin temsil ettiği askerî idarenin sivil iradeden çok daha etkili olduğunu göstermektedir. Nitekim Orgeneral Kenan Evren’in şu sözleri de 1982 Anayasası’nın hazırlanmasında asıl iradenin askeri güce ait olduğunu göstermektedir: “12 Eylül 1980’den evvel milletçe yaşadığımız o korkunç dönemin sebeplerini araştırırken, birçokları gibi ben ve arkadaşlarım da başlıca sebebin (...) Mevcut Anayasa olduğuna gönülden inanmıştık (...) Anayasadan kaynaklanan birçok aksaklıkları tespit etmiş ve bu aksaklıkları giderecek bir anayasa taslağının hazırlanması direktifini Milli Güvenlik Konsey’i Genel Sekreterliğine vermiştik (...) Danışma Meclisi henüz anayasayı ele almadan Genel Sekreterlikte anayasa taslağı aşağı yukarı hazır durumda idi” (Evren, 1990: 274-276). Yine Evren, Afyonkarahisar’da yapmış olduğu “anayasayı tanıtma” konuşmalarında anayasayı hazırlama yöntemini olumlu bulmuş ve bu düşüncesini “1961 Anayasası’nın halkoyuna sunulması ile 1982 Anayasası’nın halkoyuna sunulması arasında büyük bir fark vardır. Bizim anayasamızın dayandığı yer partiler değildir. Eski anayasanın arkasında bir parti vardı. Biz arkamıza bir parti almadık. Biz, partilerin gücüyle değil, milletin gücüyle anayasayı sizin tasvibinizden geçirmek istiyoruz.” (Milliyet, 31.10.1982)212 diyerek ifade etmiştir. Evren’in sözlerinde de anlaşılacağı gibi Konsey rejimi, askere önemli çıkış güvenceleri imkânı sunan 1982 Anayasası’nın hazırlanmasında önemli bir rol oynadığı gibi, anayasanın halkoyuna sunulması aşamasında da seçmen iradesinin serbestçe oluşmasını engellemiştir. Bunu hem söz konusu anayasa hükümlerinin kamuoyunda serbestçe tartışılmasını yasaklayan 70 ve 71 sayılı kararlarla ortaya koymuş, hem de anayasanın geçici 1. maddesi213 ile Orgeneral Kenan Evren’in Cumhurbaşkanlığı adaylığının halkoyuna birlikte sunulmasıyla yerine getirmiştir. Bu hükümle seçmenin gerek anayasa gerekse Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı adaylığı sürecini sadece tek oy kullanarak ifade etmeye mecbur bırakılması, vesayetçi anlayışın devamının bir yansımasıdır. Nitekim kimin kime oy kazandırdığı 212 Bkz. http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/JQBLg8vLnZy3PVmoFC7X2w_x3D__x3D_ (21.08.2014). 213 Geçici 1. madde: “Anayasanın, halkoylaması sonucu, Türkiye Cumhuriyeti anayasası olarak kabul edildiğinin usulünce ilanı ile birlikte, halk oylaması tarihindeki Milli Güvenlik Konseyi Başkanı ve Devlet Başkanı, Cumhurbaşkanı sıfatı kazanarak, 7 yıllık bir dönem için, anayasa ile Cumhurbaşkanına tanınan görevleri yerine getirir ve yetkisini kullanır” bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (23.07.2014). 240 anlaşılamamıştır. Bundan başka halkoylamasında yüksek oranda hayır oyu kullanılması halinde ne olacağının, askeri yönetimin ne kadar süreyle devam edeceğinin belirsizliği de seçmeni evet oyuna teşvik eden önemli bir faktör olmuştur. Yazıcı’ya göre (1997: 174) “bu belirsizlik, seçmenlerin bir kısmını daha demokratik bir anayasa için askeri yönetimin uzunca bir süre devamına yol açmaktansa, demokratik olmayan bir anayasa ile bir an evvel sivil yönetime ve demokrasiye geçişin yolunu açmayı tercih ederek evet oyu kullanmaya yönlendirmiş olabilir”. Söz konusu anayasanın halkoyuna sunulması sırasında sivil iradenin serbestçe oluşmasını engelleyen bir diğer önemli faktör de anayasanın geçici 16. maddesinde214 belirtilmiştir. Halkoyuna katılmamayı ağır yaptırımlara bağlayan söz konusu madde “demokratik hukuk düzenleri için bir hak olan oy vermeyi, 6 Kasım 1982 tarihli halkoylamasında ödeve dönüştürmüştür” (Yazıcı, 1997: 175). Anayasanın kabulü öncesinde yaşanan tüm bu gelişmeler, 1982 Anayasası’nın yapım sürecinde sivil iradenin yeterince temsil edilmediği, dahası halkoylamasında da seçmen iradesinin serbestçe zuhur etmediğini göstermektedir. O sebeple halkoylamasında kullanılan kabul oylarının yüksek oluşu, bu anayasanın temelinde güçlü bir mutabakatın olduğu inancını yaratmamaktadır. 3.5.1- Vesayet Rejimin Kurumsallaşması, 1982 Anayasası ve Askeri Otoritenin Elde Ettiği Yeni Güvenceler 1980 askeri müdahalesi sağ ve sol grupların iktidar mücadelesine kilit vurmuş, 1960’lardan kalma vesayet rejimini kurumsallaştırmış ve ülke apolitik bir sürece girmiştir. Bu sürecin başarılı bir şekilde götürülmesinde kullanılan yegâne söylem, “1930'lu yıllarda şekillendirilmeye çalışılan ve değişik yorumları günümüze kadar ulaşan toplumumuzun resmî ideolojisinin temellerini oluşturmuş”215 olan Kemalizm’dir. Zira darbe lidri Kenan Evren’in 12 Eylül sabahı yapmış olduğu kanuşmasında; “Vatandaşlarımız kaderde, kıvançta ve tasada ortak bir bütün halinde milli şuur ve ülküler etrafında birleştirmenin iç barış ve huzurun sağlanmasında vazgeçilmez faktör olduğu düşüncesiyle, Atatürk milliyetçiliğinden hız ve ilham almanın, politikada yurtta sulh cihanda sulh ilkesine bağlı kalmanın, milli mücadele ruhunun, millet egemenliğine, Atatürk ilke ve devrimlerine olan bağlılığın tam Geçici 16. madde: Anayasanın halkoylamasına ilişkin oy verme kütüğünde ve sandık listesinde kaydı ve oy kullanma yeterliği bulunduğu halde hukuki veya fiili herhangi bir mazereti olmaksızın halkoylamasına katılmayanlar, anayasanın halkoylamasını takip eden 5 yıl içinde yapılacak genel ve ara seçimleri ile mahalli seçimlere ve diğer halk oylamasına katılamazlar” bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (23.07.2014). 215 HANİOĞLU, Ş.(2011). Yeni Anayasa ve Kemalizm, bkz.http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/hanioglu/2011/07/31/yeni-anayasa-ve-kemalizm (05.08.2014). 214 241 şuurunu yerleştirmekle ülkemize yönelik tehditlerin ulusca göğüsleneceğine inanıyoruz (...) Eğitim ve öğretimde Atatürk milliyetçiliğini yeniden yurdun en ücra köşelerine yaygınlaştıracak (...) Yarının teminatı olan evlatlarımızın Atatürk ilkeleri yerine yabancı ideolojilerle yetişerek sonunda birer anarşist olmasını önleyecek tedbirler alınacak (...) Her düzeyde öğrencinin amacı Atatürk ilkeleri ve milliyetçiliği ile pekişmiş olacaktır” (Karlıklı, 1994: 5-6)216 diyerek dile getirmiş olduğu bu ifadeler yeni rejimin kurucu iktidar ideolojisi temelinde ve Atatürkçü düşünce sisteminin etrafında şekilleneceğinin kanıtı olarak değerlendirilmiştir. Yine Atatürk’ün doğumunun 100. yıldönümü kutlamalarında yer verilen şu ifadeler de askeri müdahaleye meşruluk kazandırmanın yanısıra, yeni düzen oluşturulurken izlenecek yöntemin de ilhamını Atatürk’ten alınacağının bir göstergesidir: “Ülkemiz, yılların birikimi olan aksaklık ve eksikliklerin, hiç bir çıkar ve yan gözetilmeden giderilmesini müteakip, Cumhuriyet’e ve Atatürk ilkelerine sadık bir yönetime devir ve emanet edecektir. Atatürk yılı, bu konuda büyük bir inanç ve heyecanla sarfedilmekte olan çabalara, bir müstesna rastlantı, yeni bir anlam ve ayrı bir güç katacak; Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğine uzanan hızlı bir kalkınma köprüsü ve yaşamında yepyeni ve mutlu bir çağın müjdesi olacaktır.”217 Tıpkı 1960 askeri darbesi ve 1971 muhtırasında tecrübe edildiği gibi 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında kurulan Milli Güvenlik Konseyi rejimi, sistemin dejenere edilmesine ve tıkanmasına izin vermeyen bir demokrasi vaadiyle, 1982 Anayasası’nın hazırlanmasında bizzat rol almış ve koymuş olduğu muhtelif hükümlerle askerlerin sivil yönetime geçişten sonra da devletin genel düzeni içinde etkili olmasını sağlayan bazı çıkış güvencelerini elde etmiştir. Milli Güvenlik Konseyi’nin yeni anayasanın hazırlanmasında aktif görev verdiği Anayasa Komisyonu Başkanı Hâkim Tümgeneral Muzaffer Başkaynak’ın 118. birleşiminde; “Bir iç savaşın eşiğinde ve hatta ortamında bulunan Devleti kurtarmak için, demokrasiye inançlı Türk Silahlı Kuvvetleri, değişmez görevi ile karşı karşıya gelmiş bulunmaktadır; 12 Eylül 1980 Harekâtı bu görevin ifasından ibarettir. Millet yönetimini emaneten üstlenmiş bulunan Silahlı Kuvvetler, bu emaneti sahibine vermek için, Türk Milletinin bozulan demokrasisini, her türlü çarpık düşünce, tefsir ve uygulamaya açık bulunan anayasasını, demokrasi gereklerine ve gerçeklerine uygun olarak ihya etmek için Millî Güvenlik Konseyince Türk Milleti adına vücut verdiği Danışma Meclisine yeniden hazırlatmış bulunmaktadır. Anayasa Kanun Tasarısı metni, Millî Güvenlik Konseyince çok uzun, titiz ve hassas bir yöntemle incelemeye tabi tutulmuş bulunmaktıdır. Konsey, bu konuda, ayrıntılı bir biçimde, Genel Sekreterlik Hukuk Komisyonu ile çalışmış; ayrıca bu konuda Başbakanın KARLIKLI, M. Yücel, (1994). 1982 Anayasası Döneminde Kemalizm, T.C. İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Siyaset Bilimi Anabilim Dalı, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), s.5-6. 217 Atatürk’ün Doğumunun 100. Yıldönümü Kutlama Programı (1981), İstanbul, s.15. 216 242 başkanlığında ilgili bakanların görüşlerini ve önerilerini tespit etmiş, gerektiğinde de teorisyen ve uygulayıcı uzmanlardan bilgi almış bulunmaktadır”218 diyerek sarf etmiş olduğu sözlerinden anlaşılmaktadır. Askeri yönetim, gerek seçtirmiş olduğu Danışma Meclisi üyeleri gerekse Milli Güvenlik Konseyi üyeleriyle, bu düzenlemeleri yaparken kaybolan devlet otoritesini yeniden tesis etmeyi kendisine görev bilmiş ve bu görevde Atatürk adı yoğun biçimde kullanılmıştır. Zira "Atatürkçü düşünce" "Atatürk milliyetçiliği" "Atatürk ilkeleri" ve "Atatürk'ün manevî himaye"si gibi ifadelerle dile getirilen Kemalizm, 1982 Anayasında otoriter bir yorumla sıkça yer verilen kavram olarak dikkati çekmektedir219. 4 Ağustos 1982 tarihinde Danışma Meclisinin anayasa konulu birleşimde söz alan Meclis Başkanı Sadi Irmak220: “Türk Milleti ve Türk Yurdu hemen her sahada yaklaştığı iflasın eşiğinden, düşmek üzere bulunduğu uçurumun kenarından 12 Eylül Harekâtıyla kurtarılmıştır (…) Türk Silahlı Kuvvetleri, sarsılan ülke bütünlüğünü sağlamak, zedelenen millî birliği güçlendirmek, bir kenara itilen Atatürk İnkılâplarına ve İlkelerine sahip çıkmak, alevlenen kardeş kavgasına son vermek, kaybolan mal ve can güvenliğini geri getirmek, yok olan devlet otoritesini ihya etmek [için] (…) Türk Toplumunu dünyadaki mümtaz yerine tekrar kavuşturmaya muvaffak olmuştur. Anayasa Komisyonumuz çalışmalarını tamamlamış, Anayasa Tasarısını Meclisimize sunmuştur (…) Hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır ki, bu Meclis ve son kararı verecek olan Millî Güvenlik Konseyi Türk Milletinin beklediği en mükemmel anayasayı ona armağan edecektir”221 diyerek yeni anayasa konusundaki beklentilerini ifade etmiştir (08 Haziran 1974/120. Birleşim). Anayasa konusunda söz alan Anayasa Hazırlama Komisyonu Başkanı Orhan Aldıkaçtı222 ise; “(...) [Amacımız] demokrasinin temel kurallarını bozmadan milli bünyemizin gereklerine göre bir anayasa tasarısı düzenlemektir (...) 1971'de yapılan tadilat (…) yeterli olmamış[tır] (...) 1961 Anayasası’yla yürütme kuvveti zayıf bir organ olarak meydana getirilmiş ve Yasama Meclisine tabi bir kuruluş olarak faaliyet sürdürmüştür (...) 1961 Anayasası’nın bu sonuçlarını ortadan kaldırmak için Anayasa Komisyonu [olarak] (...) Atatürk ilkelerinin devletin temellerine oturtulması gereğini anladık. Fert hak ve hürriyetlerinin sınırlanması ve 218 Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MGK_/d01/c007/mgk_01007118.pdf (20.08.2014). 219 HANİOĞLU, Ş.(2011). Yeni Anayasa ve Kemalizm, bkz. http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/hanioglu/2011/07/31/yeni-anayasa-ve-kemalizm (05.08.2014). 220 VII. ve VIII. Dönem Konya Milletvekili – Cumhuriyet Senatosu Cumhurbaşkanınca Seçilen Üye (08.06.1974 – 08.06.1980) – 14. ve 15. Hükümet Çalışma Bakanı, 37. Hükümet Başbakan, bkz. http://www.tbmm.gov.tr/TBMM_Album.htm (28.08.2014). 221 Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007120.pdf (12.08.2014). 222 Kıbrıs Toplumlararası Görüşmeleri T.C. Hükümeti Temsilcisi ve Kıbrıs Türk Toplumu Başkanı Müşaviri, İstanbul Hukuk Fakültesi Esas Teşkilat Hukuku Kürsüsü Başkanı, Yazar – Danışma Meclisi İstanbul Üyesi, Anayasa Hazırlama Komisyonu Başkanı (15.10.1981 – İstifa: 16.06.1983), bkz. http://www.tbmm.gov.tr/TBMM_Album.htm (28.08.2014). 243 kayıtlanmasının daha açık, yani 1961 Anayasası’nda ve 1971 değişikliğinde yapıldığından daha açık ve tartışılmaz ilkelere bağlanması gereğini düşündük”223 diyerek anayasa taslağı konusunda kısa bir bilgi aktarmıştır. Bütün bu ifadelerden anlaşıldığı üzere Danışma Meclisi tarafından hazırlanan ve son şekli ufak redaksiyonlarla Milli Güvenlik Konseyi’nce verilen yeni anayasa, devletin temellerini Atatürk ilkelerine bağlarken yürütme erkini güçlendirmiş, müdahaleyi gerçekleştiren ordu, yeni anayasayla daha önceki güvencelere ilave “sivil kontrolün” uzağında yeni haklar elde etmiştir224. Tıpkı 1961 Anayasası’nda olduğu gibi Cumhuriyet’in nitelikleri zikredilmiş, ilave olarak bu niteliklerin değiştirilemeyeceğine dair bir madde ilave edilmiştir (m.4). Cumhuriyet’in nitelikleri arasında Atatürk milliyetçiliğine özel vurgu yapılmış, başlangıç bölümünde bu daha vurgulu bir şekilde zikredilerek Atatürk ilke ve inkılapları vurgulanmıştır. 1961 Anayasası’nda yer alan Devrim Kanunları, İnkılap Kanunları başlığı altında (m.174) anayasal güvenceye alınmıştır. Şimdi sırasıyla elde edilen bu çıkış güvenceleri maddelerine bakalım: 3.5.1.1- Cumhurbaşkanının Seçimi Askeri yönetimlerden demokrasiye geçişlerde iktidarı kendi istekleriyle sivillere devreden askeri otoriter yöneticilerin, sonraki süreçte söz sahibi olma adına elde etmiş oldukları en önemli güvence, liderlerini tarafsız225 ve sorumsuz226 olarak kurulacak yeni demokrasinin devlet başkanlığına getirmektir. Tıpkı Cemal Gürsel gibi Kenan Evren’in de Cumhurbaşkanı seçilmesi önemli bir çıkış güvencesi olarak görülmüş, Milli Güvenlik 223 Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007120.pdf (12.08.2014). 224 Nitekim Kenan Evren, “biz kimseye demokratik anayasa yapacağız diye söz vermedik (…) Devleti bireylerden koruyan bir anayasa yapıyoruz” (Belge, 2011: 644) sözleri de düşüncemizi doğrulamaktadır. 225 Parlamenter rejimde Cumhurbaşkanının tarafsızlığı esas teşkilat hukukumuzda tartışılmaz bir ilkedir. Bu ilkeye yine bağlı kalınmıştır ve Cumhurbaşkanının yine 7 yıllık bir süre için seçileceği benimsenmiştir; fakat Cumhurbaşkanının Türkiye Büyük Millet Meclisi içinden olduğu gibi dışından da seçilebileceği uygun görülmüştür. Çünkü Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Türkiye Büyük Millet Meclisi ise Cumhurbaşkanını seçen organdır. Demokrasi kurallarına göre nasıl her vatandaşın belirli koşullarla milletvekilliğine adaylığını koymak hakkı varsa, herhangi bir vatandaşın da Cumhurbaşkanlığı için Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yapılacak seçimde adaylığını koymasının demokratik ve doğal bir hak olduğunu kabul etmemiz gerekir [bkz. Anayasanın 110. maddesi Cumhurbaşkanının nitelikleri ve tarafsızlığı http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007120.pdf (13.08.2014)]. 226 Devlet Başkanının görevi sırasında Türkiye Büyük Millet Meclisi önünde vatan hainliği dışında herhangi bir sorumluluğu yoktur. Diğer taraftan parlamenter sistemde sorumsuz olan bir kişiye yetki verilemez. Bundan dolayı Devlet Başkanının kararlarının uygulanabilmesi için Türkiye Büyük Millet Meclisi önünde işlemin sorumluluğunu kabul edip savunacak birinin bulunması gerekir. Bu da Başbakan ve ilgili bakandır. Her ikisi veya gerektiğinde bütün Bakanlar Kurulunun Devlet Başkanının kararları imzalamaları gerekir. Esasen bu zorunluluktan dolayı kararlar Bakanlar Kurulu veya Bakan tarafından alınır ve Devlet Başkanı tarafından imzalanır. Cumhurbaşkanının sorumluluk getirmeyen kararlardan hangilerini tek başına imzalayarak uygulatabileceği, yani istisnalar, anayasada açıkça belirtilmiştir, bkz. bkz. Anayasanın 114. maddesi Cumhurbaşkanının sorumsuzluğu bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007120.pdf (13.08.2014). 244 Konseyi rejiminin iktidardan tamamen çekilmek yerine, devlet yönetimindeki ağırlığını sivil yönetime geçtikten sonra da devam ettirme isteğinden kaynaklanmıştır. Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi 1982 Anayasası’nın geçici 1. maddesiyle227 temin edilmiştir. Söz konusu bu hükümle yani geçici 1. maddenin son paragrafında belirtilen “İlk milletvekili genel seçimleri sonunda TBMM toplanıp göreve başlayıncaya kadar geçecek süre içinde, Cumhurbaşkanlığının herhangi bir surette boşalması halinde, Millî Güvenlik Konseyinin en kıdemli üyesi, TBMM toplanıp anayasaya göre yeni Cumhurbaşkanını seçinceye kadar, Cumhurbaşkanına vekâlet eder ve O’nun anayasadaki bütün görevlerini yerine getirir ve yetkilerini kullanır” ifadesiyle anayasanının Cumhurbaşkanının seçimi için öngörmüş olduğu kuraldan bir defaya mahsus vazgeçilmiş ve Cumhurbaşkanının anayasa halkoylamasıyla birlikte doğrudan doğruya halk tarafından seçilmesi sağlanmıştır. Seçim sürecini etkileyen ve önemli bir çıkış güvencesi olarak görülen bu uygulamayla Evren, 1982 Anayasası’nın Cumhurbaşkanına sunmuş olduğu yetkileri kullanarak kurulan yeni yönetimi denetleme ve yönlendirme yetkisine sahip olmuştur. Belge’ye (2011: 648) göre bunun için devlet yönetiminde yeri olan bütün atanmışların tayininde cumhurbaşkanının rolünü genişletmek gerekiyordu. Anayasa’da bunlar ilelebet cumhurbaşkanı kalacak bir Evren varmış gibi yapıldı. Nitekim 1982 Anayasası’nın 104. maddesiyle228, 1961 Anayasası’ndan farklı olarak, Cumhurbaşkanına “Anayasanın, halkoylaması sonucu, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası olarak kabul edildiğinin usulünce ilânı ile birlikte, halkoylaması tarihindeki Millî Güvenlik Konseyi Başkanı ve Devlet Başkanı, Cumhurbaşkanı sıfatını kazanarak, yedi yıllık bir dönem için, anayasa ile Cumhurbaşkanına tanınan görevleri yerine getirir ve yetkileri kullanır. 18 Eylül 1980 tarihinde Devlet Başkanı olarak içtiği and yürürlükte kalır. Yedi yıllık sürenin sonunda Cumhurbaşkanlığı seçimi anayasada öngörülen hükümlere göre yapılır. Cumhurbaşkanı, ilk genel seçimler sonucu Türkiye Büyük Millet Meclisi toplanıp, Başkanlık Divanı oluşuncaya kadar, 12 Aralık 1980 gün ve 2356 sayılı Kanunla teşekkül etmiş olan Millî Güvenlik Konseyinin Başkanlığını da yürütür. İlk milletvekili genel seçimleri sonunda Türkiye Büyük Millet Meclisi toplanıp göreve başlayıncaya kadar geçecek süre içinde, Cumhurbaşkanlığının herhangi bir surette boşalması halinde, Millî Güvenlik Konseyinin en kıdemli üyesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi toplanıp anayasaya göre yeni Cumhurbaşkanını seçinceye kadar, Cumhurbaşkanına vekâlet eder ve O’nun anayasadaki bütün görevlerini yerine getirir ve yetkilerini kullanır” bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (23.07.2014). 228 “Gerekli gördüğü takdirde, yasama yılının ilk günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde açılış konuşmasını yapmak, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni gerektiğinde toplantıya çağırmak, Kanunları yayımlamak, Kanunları tekrar görüşülmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne geri göndermek, anayasa değişikliklerine ilişkin kanunları gerekli gördüğü takdirde halkoyuna sunmak, Kanunların, kanun hükmündeki kararnamelerin, Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün, tümünün veya belirli hükümlerinin anayasaya şekil veya esas bakımından aykırı oldukları gerekçesi ile Anayasa Mahkemesinde iptal davası açmak, Türkiye Büyük Millet Meclisi seçimlerinin yenilenmesine karar vermek, Başbakanı atamak ve istifasını kabul etmek, Başbakanın teklifi üzerine bakanları atamak ve görevlerine son vermek, Gerekli gördüğü hallerde Bakanlar Kuruluna başkanlık etmek veya Bakanlar Kurulunu başkanlığı altında toplantıya çağırmak, Yabancı devletlere Türk Devletinin temsilcilerini göndermek, Türkiye Cumhuriyetine gönderilecek yabancı devlet temsilcilerini kabul etmek, Milletlerarası antlaşmaları onaylamak ve yayımlamak, Türkiye Büyük Millet Meclisi adına TSK’nin Başkomutanlığını temsil etmek, TSK’nin kullanılmasına karar vermek, Genelkurmay Başkanını atamak, Millî Güvenlik Kurulunu toplantıya çağırmak, Millî Güvenlik Kuruluna Başkanlık etmek, Başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu kararıyla 227 245 parlamenter bir rejimde olması gerekenin ötesinde önemli ve oldukça geniş yetkiler verilmesi, Evren’in Cumhurbaşkanı seçilmesiyle iktidardan çekilen askeri yönetimin elde ettiği garantinin önemini göstermektedir. Söz konusu 104. madde ilk taslak metinde 113. maddede ele alınmış ve Danışma Meclisi’nin 152’nci oturumunda bazı üyeler tarafından eleştirilmiştir. Nitekim M. Fevzi Uyguner229 “Cumhurbaşkanının görevleri burada tek tek sayılmıştır, diğer kanunlarda, hatta anayasamızda gözden kaçmış ve buraya girmemiş olan bazı görevleri olabilir, bulunabilir. O takdirde, burada bir genel madde konmak mümkün değil midir? Yani, “anayasada ve diğer kanunlarda verilen görevlerini yerine getirmek şeklinde” bir madde konulması gerekmez miydi?” diyerek verilen bu yetkilerin net olmadığını, daha kapsayıcı yetkilere sahip olması gerektiğini “anayasada ve diğer kanunlarda verilen görevlerini yerine getirmek”230 ifadesiyle dile getirmiştir. Nitekim Kasım Öztürk de “anayasanın çeşitli maddelerinde yetkileri düzenlenen Cumhurbaşkanı’nın, ayrıca yetkilerini bir liste halinde sunma; “Bundan başka yetkiniz yoktur” anlamına gelebileceği gibi, ayrıca teyiden bir liste halinde vermenin de tedvinle uyuşur tarafı yoktur. Neden bu yol tercih edilmiştir?”231 diyerek mevcut yetkilerin az olmasından yakınmaktadır. Bu tartışmalardan sonra söz alan Anayasa Hazırlama Komisyonu Başkanı Orhan Aldıkaçtı da söz konusu madde hakkında: “Anayasalarda Devlet Başkanının bazı yetkileri sayılır; 1961 Anayasası’nda olduğu gibi, 1924 Anayasası’nda olduğu gibi ve hatta bizim Tasarıda ilk önce size sunmuş olduğumuz 113’üncü maddede olduğu gibi. Biz, bu temel ilkenin etrafında bütün yetkilerin bir arada gösterilmesinin de yararlı olacağını düşündük ve bu sistemi getirdik (…) Sadece, belki ileri sürüldüğü gibi, bir tekrardır (…) Devlet Başkanına ait özelliklerini teşkil eder: “Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk milletinin birliğini temsil eder. Anayasanın uygulanmasını, devlet organlarının düzenini ve uyumlu çalışmasını gözetir. Bu amaçla, Anayasanın ilgili maddelerinde gösterilen şartlara uyarak (Görüyorsunuz ki asıl maddenin, asıl yetkinin anayasanın ilgili maddesinde olduğunu söylüyoruz) yapacağı görev ve kullanacağı yetkiler şunlardır” diyerek; yasama, yürütme ve sıkıyönetim veya olağanüstü hal ilân etmek ve kanun hükmünde kararname çıkarmak, Kararnameleri imzalamak, Sürekli hastalık, sakatlık ve kocama sebebi ile belirli kişilerin cezalarını hafifletmek veya kaldırmak, Devlet Denetleme Kurulunun üyelerini ve Başkanını atamak, Devlet Denetleme Kuruluna inceleme, araştırma ve denetleme yaptırtmak, Yükseköğretim Kurulu üyelerini seçmek, Üniversite rektörlerini seçmek, Anayasa Mahkemesi üyelerini, Danıştay üyelerinin dörtte birini, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcı vekilini, Askerî Yargıtay üyelerini, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi üyelerini, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerini seçmek Madde 104, bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (23.07.2014). 229 Adalet Bakanlığı Hukuk İşleri Genel Müdürlüğü Başmuavini, Müşaviri, Başmüşaviri ve Genel Müdürü, Türkiye – Suriye Emlak Komisyonu Üyesi, Türkiye – Irak, Türkiye – Yugoslavya Emlak Müzakereleri Türk Delegesi, Türkiye – Mısır Emlak Müzakereleri Delegesi, Yazar – Danışma Meclisi Ankara Üyesi (15.10.1981 – 06.12.1983, bkz. http://www.tbmm.gov.tr/TBMM_Album.htm (28.08.2014). 230 Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007120.pdf (13.08.2014). 231 Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007120.pdf (13.08.2014). 246 yargı diye üçe böldük ve bu suretle ortaya açık, anlaşılması çok kolay bir tablo çıkarttığımızı düşündük (…) Cumhurbaşkanının siyasî sorumluluğu olmadığına göre, biliyorsunuz ki, sadece vatana hıyanet halinde kendisine bir suç yüklemek mümkündür, bunun dışında yedi sene süreyle yapacağı bütün tasarruflardan dolayı sorumluluğu yoktur ve Cumhurbaşkanı, sorumlu olmadığından, bu sorumluluğu Parlamento önünde yüklenecek, Parlamento önünde Devlet tasarruflarından dolayı hesap verecek bir Bakanlar Kurulunun bulunması lazımdır. Bütün parlamenter sistemin özü budur (…)”232 diyerek madde hakkındaki gerekçesini ortaya koymuştur. Yine 104. maddeye ek olarak 1982 Anayasası’nın geçici 9. maddesi233 de Cumhurbaşkanına 6 yıllık bir süre için anayasa değişiklikleri üzerinde daha geniş bir denetleme yetkisi tanıyarak, anayasa hükümlerinin değiştirilmesini güçleştirmiştir. Ayrıca anayasının 175. maddesinin son fıkrasının “Cumhurbaşkanı anayasa değişikliklerini TBMM’ye geri gönderdikten sonra, Meclise geri gönderilen kanunu aynen kabul ederse Cumhurbaşkanı bu kanunu halkoyuna sunabilir”234 ifadesi de Cumhurbaşkanına anayasa değişikliklerini halkoyuna sunma yetkisini vermiştir. Bununla, Kenan Evren’in Cumhurbaşkanlığı süresi boyunca anayasanın iktidardan çekilmiş bulunan askeri yönetimin iradesine ters istikamette değiştirilmesini engelleyerek sivil siyasete ipotek konması amaçlanmıştır. Benzer bir şekilde anayasanın sonuç yönünden askeri otoriteyi güçlendirebileceği izlenimini uyandıran Cumhurbaşkanlığı ile ilgili bir başka hükmü de, bu anayasanın meclis dışından da Cumhurbaşkanı seçilebilmesine olanak tanıyan 101. maddesidir235. İlk taslakta 111. maddede ele alınan konu yine Danışma Meclisinde yoğun tartışmaların yaşanmasına neden olmuştur. Madde hakkında söz alan Şükrü Bağbuğ236; “Cumhurbaşkanı T. B. M. Meclisince, 40 yaşını doldurmuş, yükseköğrenim yapmış, daha önce hiçbir partiye kaydolmamış ve görev de almamış olan kendi 232 Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007120.pdf (13.08.2014). 233 Geçici 9. madde: İlk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Başkanlık Divanı kurulduktan sonra altı yıllık süre içinde yapılacak anayasa değişikliklerini Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne geri gönderebilir. Bu takdirde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin geri gönderilen anayasa değişikliği hakkındaki kanunu, aynen kabul edip tekrar Cumhurbaşkanına gönderebilmesi, üye tamsayısının dörtte üç çoğunluğunun oyu ile mümkün olabilir, bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (23.07.2014). 234 Madde 175, bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (23.07.2014). 235 Madde 101: (Değişik: 31.5.2007-5678/4 md.) Cumhurbaşkanı, kırk yaşını doldurmuş ve yükseköğrenim yapmış Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri veya bu niteliklere ve milletvekili seçilme yeterliğine sahip Türk vatandaşları arasından, halk tarafından seçilir. Cumhurbaşkanının görev süresi beş yıldır. Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir. Cumhurbaşkanlığına Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri içinden veya Meclis dışından aday gösterilebilmesi yirmi milletvekilinin yazılı teklifi ile mümkündür. Ayrıca, en son yapılan milletvekili genel seçimlerinde geçerli oylar toplamı birlikte hesaplandığında yüzde onu geçen siyasi partiler ortak aday gösterebilir. Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sona erer, bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (23.07.2014). 236 Tuğgeneral, 58. Topçu Er Eğitim Tugay Komutanı – Danışma Meclisi Çankırı Üyesi (15.10.1981 – 06.12.1983), bkz. http://www.tbmm.gov.tr/TBMM_Album.htm (28.08.2014). 247 üyeleri veya bu niteliklere ve milletvekili seçilme yeteneğine sahip Türk vatandaşları arasından 6 yıllık bir süre için seçilir. Cumhurbaşkanı adayı olabilmek için en az on yıldan beri Türk vatandaşı olmak şartı aranır” [önergesini sunmuş ve gerekçesini de] “Cumhurbaşkanının genişleyen yetkilerini ancak tarafsız olarak kullanması ile başarılı olması mümkündür. Parti kökenli bir Cumhurbaşkanından tarafsızlık beklemek ise hayaldir. Devleti temsil edecek olan bir Cumhurbaşkanının milletçe benimsenmesi ve sahip çıkılması gerekir. Seçimden bir partiyi temsilen seçilip gelen bir Cumhurbaşkanının milletçe benimsenmesi mümkün değildir” diyerek237 sivil siyasete dair endişesini dile getirip, cumhurbaşkanı seçilecek olan kişinin bir parti aidiyetinin bulunmaması gerektiğini söylemiştir. Madde hakkında söz alan bir diğer üye Süleyman Sırrı Kırcalı238’dır. Kırcalı; “Bugün “Başkanlık sistemi” dediğimiz yönetimi benimsemiş ülkelerin parlamentoları var. Başkanları halk tarafından ve doğrudan belli bir süre için seçiliyor. Öyleyse, bugünkü hali ile başkanlık sistemi, Türk Devletleri düzenine uygun, onda, yani Türk Devletleri düzeninde gereken gelişmeyi sağlamış, istenen güvenceyi vermiş bir sistem oluyor (...) Ayrıca, Türk halkı idarede, yönetimde dağılmayı, bölünmeyi değil, bir noktada, en üst noktada toplanmayı arzu ediyor, icra gücünü, onu kullanma hakkı ve yeteneği olmayan bir takım mercilere dağıtmanın, onu hangi noktalara getirdiği 1961- 1981 uygulamalarından görmüş bulunuyor. Aslında ülkemizin jeopolitik yapısının da bizi en iyiyi düşünmeye zorladığını bilmemiz gerekir (...) Biz Başkanlık sistemine geçersek, yıllardır bunu gerçekleştirmeye çalışıp bir türlü sonuç alamayan Avrupa devletlerinin de ilerisine geçmiş olacağız”239 diyerek başkanlık sisteminden yana olduğunu ortaya koymuştur. Yine Beşir Hablemitoğlu240 da Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi gerektiğini, “Türkiye'mizde parlamento da olacak, güçlü Cumhurbaşkanı da olacak. Bu, ne sadece parlamenterizmdir, ne sadece Başkanlık sistemidir, ne de Yarı Başkanlık sistemidir; Türkiye'mizin bünyesine uygun konfeksiyon bir elbise değildir (…) Onun için, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinde büyük bir zorunluluk vardır (...) Ben de inanıyorum ki, büyük halkımız, bu nitelikte bir Cumhurbaşkanını çıkarabilecek ve seçebilecek kudrettedir, bilinçtedir. Bunu gerçekleştirdiğimiz takdirde, yalnız memleketimize güçlü bir Cumhurbaşkanı, tarafsız bir Cumhurbaşkanı değil, büyük halkımıza olan güvenimizi de, inancımızı da pekiştirmiş oluruz”241 237 Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007122.pdf (12.08.2014). 238 Danıştay Yardımcısı ve Raportörü, Danıştay Genel Sekreter Yardımcısı ve Üyesi, Mülkiyeliler Birliği Başkanı – Danışma Meclisi Manisa Üyesi (15.10.1981-6.12.1983), bkz. http://www.tbmm.gov.tr/TBMM_Album.htm (28.08.2014). 239 Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007122.pdf (12.08.2014). 240 SBF Öğretim Üyesi, London School of Economics’te Misafir Profesör, Yazar – Danışma Meclisi Mardin Üyesi (15.10.1981 – 06.12.1983), bkz. http://www.tbmm.gov.tr/TBMM_Album.htm (28.08.2014). 241 Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007122.pdf (12.08.2014). 248 sözleriyle Kırcalı’ya katıldığını ifade ederek Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi gerektiğini zikretmiştir. Komisyon Başkanı Orhan Aldıkaçtı ise; “Devlet Başkanını Yasama Meclisi seçer. Yasama Meclisi millet içinden çıkacak adaylar arasından bu mevkiye layık olan insanı seçer. Bakın bu sistem bütün cumhuriyetlerde uygulanır; Fransa'da uygulanmıştır, bizde de uygulanmasında hiçbir mahzur yoktur. Çünkü Meclis, bazen öyle bir durumla karşılaşabilir ki, kendi içerisinden bir aday çıkartamaz; fakat dışarıda, memlekette sivrilmiş gerek kültürüyle gerek ahlakıyla gerek varlığıyla sivrilmiş bir kişi üzerinde birleşebilir, onu Cumhurbaşkanlığına aday gösterebilir. Biz parlamenter rejimlerde normal olan bu adaylık sistemini anayasamıza koyarken aynı zamanda geçmişimizi de düşündük. Geçmişimizde ne gibi güçlüklerle karşılaşıldığı, özellikle Cemal Gürsel Paşanın vefatından sonra yeni bir aday aranırken ne gibi güçlüklerle karşılaşıldığını düşündük ve hiç sunî yollara başvurmadan gösterilecek adaylar arasından Meclisin Devlet Başkanını seçmesini yararlı gördük” [demiş ve süresini de] “Yedi yıl olması çok yararlıdır; her bakımdan. Çünkü biraz evvel de arz ettiğim gibi, icra kuvveti iki başlıdır. Bir Cumhurbaşkanı, bir başbakan. Bunun istikrarlı unsuru Cumhurbaşkanıdır ve Cumhurbaşkanlık makamı, bizim memleketimizde özellikle 1961 Anayasası’ndan sonra sanıldığı gibi boş bir yer değildir. Cumhurbaşkanı olayları görecektir, politik hayatı yaşayacaktır ve icabında hükümete yol gösterebilecektir. Bunun için onun, icra kuvvetinin devamlı unsuru olmasını mümkün olduğu ölçüde sağlamak gerekir. Bundan dolayıdır ki, cumhurbaşkanlıkları parlamenter rejimlerde daima yedi sene olarak kabul edilmiştir efendim (...) Cumhurbaşkanının yedi yılda bir seçilmesinin bir önemli yanı daha vardır sistem bakımından; 35 senede bir ancak Cumhurbaşkanlığı ile Meclisin birden bire boşalması meydana gelecektir. Hâlbuki beş senede bir Meclis üyeleri seçilecek, Cumhurbaşkanı da seçilecek olursa, bu problem daha da fazla artacaktır, şiddetlenecektir efendim”242 diyerek yapılmak istenen düzenlemenin ne kadar isabetli olduğunu göstermek için gerek Fransa örneğini vermiş gerekse de Türk siyasetinde geçmişte yaşanan olumsuz tecrübelere işaret ederek açıklamıştır. Bu maddeyle hem geçmişte yaşanan olumsuz tecrübelerden kaçınma ihtiyacı hissedilmekte hem de “meclis dışından aday gösterilebilir” seçeneğiyle asker kişilerin doğrudan doğruya aday olması sağlayarak, halkın temsilcilerine güven duymayan seçkinci bir bakışı ortaya konulmaktadır. Oysa hatırlacağı gibi 1961 Anayasası’nda Cumhurbaşkanlığına meclis dışından adaylık çok dolaylı bir yolla mümkündü. Bu da ancak kontenjan senatörlüğüne atanmak suretiyle gerçekleşebilirdi. Nitekim dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay kontenjan senatörü seçilerek, cumhurbaşkanlığı adaylığının ön koşulunu elde ettikten sonra bu makama CHP ve AP’nin mutabakatıyla seçilmişti. Senato kurumuna yer vermeyen 1982 Anayasası, Meclis’e dışarıdan aday gösterme seçeneğini, 20 milletvekilinin yazılı teklifi formülüne bağlayarak çözmüştür. Kısacası 1982 Anayasası, cumhurbaşkanına sunmuş olduğu geniş 242 Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007122.pdf (12.08.2014). 249 yetkiler sayesinde parlamenter sistemi, yani yasamayı hem denetlemiş hem de yönlendirerek sivil siyaset üzerinde kalıcı bir vesayet kurumu tahsis etmiştir. Cumhurbaşkanının görev süresinin 7 yıl gibi uzun bir zaman olması ve dışarıdan da cumhurbaşkanlığına aday gösterilme seçeneklerinin de saklı tutulduğu bu yapıda yasamanın, en az 10 yıl kontrolü sağlanmış, asker kökenli adaylara yürütmede söz sahibi olabilecek en önemli yolu aralamıştır. 3.5.1.2- Milli Güvenlik Konseyinden Cumhurbaşkanlığı Konseyine Askerin 1982 Anayasası ile elde ettiği bir diğer önemli güvence, 243 “Milli Güvenlik Konseyi rejiminin sahip olduğu yasama yetkisini, 1982 Anayasası’nın yürürlüğe girmesinden bir süre sonra da devam edeceğini” belirten hükümdür (geçici m. 2/1). Geçici 2. maddenin Milli Güvenlik Konseyine tanımış olduğu söz konusu yetkinin önemi, “Anayasa ile kabul edilmiş olan yeni organ, kurum ve kurulların kuruluş, görev, yetki ve işleyişleriyle ilgili kanunlarla, anayasada konulması veya değiştirilmesi öngörülen diğer kanunlar, anayasanın kabulünden başlayarak KM’nin görev süresi içerisinde, bu süre içerisinde yetiştirilemeyenler, seçimle gelen TBMM’nin ilk toplantısını izleyen bir yıl sonuna kadar çıkartılır” diyen geçici 8. maddedenden de anlaşılmaktadır. Nitekim Yargıtay, Hâkimler ve Savcılar, Siyasi Partiler, Sendikalar, Kamulaştırma, TRT, Seferberlik ve Savaş Hali gibi kanunlar Milli Güvenlik Konseyi tarafından söz konusu maddenin öngörmüş olduğu yetkiye ve süreye uygun olarak yürürlüğe konmuştur (Yazıcı, 1997: 179-180). Yine geçici 2. maddenin, “TBMM toplanıp göreve başladıktan sonra, Millî Güvenlik Konseyi, altı yıllık bir süre için Cumhurbaşkanlığı Konseyi haline dönüşür ve Millî Güvenlik Konseyi üyeleri, Cumhurbaşkanlığı Konseyi üyesi sıfatını alırlar. Millî Güvenlik Konseyi üyesi olarak 18 Eylül 1980 tarihinde içtikleri and yürürlükte kalır. Cumhurbaşkanlığı Konseyi üyeleri, anayasada TBMM üyelerinin haiz bulundukları özlük hakları ile dokunulmazlığına sahip olurlar. Altı yıllık süre sonunda Cumhurbaşkanlığı Konseyinin hukukî varlığı sona erer”244 diyen hükmü de Perlmutter’in (1969: 390) bahsetmiş olduğu “yönetici ordu tipinin” izdüşümü olan Milli Güvenlik 12 Aralık 1980 gün ve 2356 sayılı Kanunla kuruluşu gösterilen Millî Güvenlik Konseyi, anayasaya dayalı olarak hazırlanacak Siyasî Partiler Kanunu ile Seçim Kanununa göre yapılacak ilk genel seçimler sonucu Türkiye Büyük Millet Meclisi toplanıp Başkanlık Divanını oluşturuncaya kadar 2324 sayılı Anayasa Düzeni Hakkında Kanun ve 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında kanunlara göre görevlerini devam ettirir, bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (23.07.2014). 244 Bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (23.07.2014). 243 250 Konseyine, önemli bir çıkış garantisi sağlamıştır. Bu hükümle Cumhurbaşkanlığı Konseyine dönüşen Milli Güvenlik Konseyi üyeleri, 6 yıllık bir süre için anayasanın TBMM üyelerine tanımış olduğu dokunulmazlık hükmünden yararlanma imkânına kavuşmuş (Evren, 1990: 285), asıl dokunulmazlık güvencesi ise ileride ele alınacak olan geçici 15. maddeyle verilmiştir. Diğer yandan geçici 2. maddenin 4. fıkrası 245; a) Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce kabul edilerek Cumhurbaşkanlığına gönderilen, anayasada yazılı temel hak ve hürriyetlere ve ödevlere, lâiklik ilkesine, Atatürk inkılâplarının, millî güvenliğin ve kamu düzeninin korunmasına, Türkiye Radyo-Televizyon Kurumuna, milletlerarası andlaşmalara, dış ülkelere silahlı kuvvet gönderilmesine ve yabancı kuvvetlerin Türkiye’ye kabulüne, olağanüstü yönetime, sıkıyönetim ve savaş haline dair kanunlar ile Cumhurbaşkanınca gerekli görülen diğer kanunları Cumhurbaşkanına tanınan onbeş günlük sürenin ilk on günü içinde incelemek; b) Cumhurbaşkanının istemi ve tespit edeceği süre içinde, Milletvekili genel seçimlerinin yenilenmesine, olağanüstü yönetim yetkisinin kullanılmasına ve alınacak tedbirlere, Türkiye Radyo-Televizyon Kurumunun yönetim ve gözetimine, gençliğin yetiştirilmesine ve Diyanet İşlerinin düzenlenmesine ilişkin konuları incelemek ve görüş bildirmek; c) Cumhurbaşkanının istemine göre, iç ve dış güvenlik ile gerekli görülen diğer konularda inceleme ve araştırma yapmak ve sonuçlarını Cumhurbaşkanına sunmak. gibi yetkiler tevdi ederek Cumhurbaşkanlığı Konseyine belirli konularda istişari yetkiler tanıyarak sistem içindeki icracı ağırlığını yasal anlamda kurumsallaştırmıştır. 3.5.1.3- Devlet Denetleme Kurulu İktidardan çekilen askeri yönetimin kazanmış olduğu bir başka çıkış güvencesi de Cumhurbaşkanının tasarrufunda kullanılmak üzere 1982 Anayasası’nın 108. maddesinde yer bulan Devlet Denetleme Kurulu’nun tesisidir. Kurul gerçekte Milli Güvenlik Konseyi tarafından 01.04.1981 tarih ve 2443 sayılı Kanunla kurulmuş, daha sonra anayasanın 108. maddesinde; “İdarenin hukuka uygunluğunun, düzenli ve verimli şekilde yürütülmesinin ve geliştirilmesinin sağlanması amacıyla, Cumhurbaşkanlığına bağlı olarak kurulan Devlet Denetleme Kurulu, Cumhurbaşkanının isteği üzerine, tüm kamu kurum ve kuruluşlarında ve sermayesinin yarısından fazlasına bu kurum ve kuruluşların katıldığı her türlü kuruluşta, kamu kurumu niteliğinde olan meslek kuruluşlarında, her düzeydeki işçi ve işveren meslek kuruluşlarında, kamuya yararlı derneklerle vakıflarda, her türlü inceleme, araştırma ve denetlemeleri yapar. Silahlı Kuvvetler ve yargı organları, Devlet Denetleme Kurulunun görev alanı dışındadır. Devlet Denetleme Kurulunun üyeleri ve üyeleri içinden Başkanı, kanunda belirlenen 245 Bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (23.07.2014). 251 nitelikteki kişiler arasından, Cumhurbaşkanınca atanır. Devlet Denetleme Kurulunun işleyişi, üyelerinin görev süresi ve diğer özlük işleri, kanunla düzenlenir” şeklinde yer alarak anayasal bir kurum haline getirilmiştir. Devlet Denetleme Kurulu hakkında Danışma Meclisinde yine yoğun tartışmalar yaşanmış ve kuruluş gerekçesi “Merkezî idarenin önemli bir görevi' olan denetim fonksiyonunun bugüne kadar, çeşitli nedenlerle, gereğince yerine getirilemediği bir gerçektir. Siyasî etkilerin dışında kalabilecek tarafsız ve etkin bir denetim organı olarak, Cumhurbaşkanlığına bağlı bir Devlet Denetleme Kurulu kurulmuştur. Hizmetin taşıdığı özellikler dolayısıyla TSK ve yargı organları dışında kalan tüm kamu kurum ve kuruluşlarının hukuka uygun, düzenli ve verimli işlemesini sağlayacak denetim mekanizması bu şekilde oluşturulmuş olmaktadır” 246diyerek açıklanmıştır. Konu hakkında söz alan Cahit Tutum247; “Şimdi, yanılmıyorsam 1947'lerde, 1948'lerde bir deneme yapıldı; Başbakanlığa bağlı bir Merkezî Teftiş Heyeti kuruldu (…) [ama] işlemedi, yürümedi ve kaldırıldı (…) Şimdi, yürütme organı olarak tasavvur ettiğimiz bakanlıklar ve kamu tüzel kişilerinin üzerinde bir denetim organı yaratılmaktadır, bu, Devlet Denetleme Kuruludur ve ayrıca Devlet Denetleme Kurulu, yalnız bakanlık, kamu tüzel kişileri ve resmî kuruluşları değil, bunların dışında, özel hukuk rejimine tabi olan kuruluşları da inceleyecektir (…) Dolayısıyla, Devlet Denetleme Kurulunun bu şekilde anayasada yer almasını doğru olmadığını düşünüyorum. Eğer mümkünse, onun yenine, belki Batı Avrupa'da ve İskandinav ülkelerinde rastlanan ombudsman, “Kamu denetçisi” adıyla bir organın ihdasında belki yarar olabilir (...) Bunun dışında, bugünkü haliyle, bu şekliyle anayasada yer almasının doğru olmadığımı düşünüyorum”248 diyerek kurula olan ihtiyaca karşı çıkmış, geçmişte yapılan denemelerin başarısız olmasından bahsederek, “kamu denetçiliği” organının alternatif olarak tartışmaya açmıştır. Bir diğer üye olan M. Fevzi Uyguner ise; “(…) Cumhurbaşkanı, buradaki gücünü kullanacaktır. Devlet Denetleme Kurulunu, başı sıkıştığı zaman harekete geçirecektir; git, bak diyecektir. Bir veya birkaç elemanını gönderecektir, ‘suiistimal var mıdır, doğru mudur, doğruluk derecesi nedir; bana bildir’ diyecektir. Bu, gayet basit bir şey. Burada, hem kendisi tatmin olacaktır, suiistimal varsa açığa çıkacaktır, hem de gerektiğinde kamuoyunu tatmin etmek yoluna gidecektir ve dolayısıyla Devletin varlığını ispat edecektir” 246 Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007120.pdf (13.08.2014). 247 Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü Öğretim Üyesi, Polis Enstitüsü ve Mali Yüksekokulu Öğretim Üyesi, Yazar – Danışma Meclisi Sakarya Üyesi (15.10.1981 – 06.11.1983), bkz. http://www.tbmm.gov.tr/TBMM_Album.htm (28.08.2014). 248 Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c010/dm__02010155.pdf (13.08.2014). 252 deyip üst üste devlet kavramına vurgu yaparak bir nevi hazırlanan anayasanının muhteviyatını seçkinci bir bakış açısıyla ortaya koymuş, Cahit Tutum’a karşı çıkıp kurula olan ihtiyacı dile getirmiştir. Komisyon Başkanı Orhan Aldıkaçtı ise; “Yalnız burada, “Ombudsman” müessesesinin benimsenmesine katılamıyoruz; Ombudsman, parlamentoyu temsil eden bir müessesedir, bir kişidir; ihtilafları çözer. Hâlbuki bizim burada düzenlenen Devlet Denetleme Kurulumuz, idarenin hukuka uygunluğunu, düzenli ve verimli şekilde yürütülmesinin ve gelişmesinin sağlanması amacıyla [düşünülmüştür]. Kurul doğrudan doğruya Cumhurbaşkanına bağlı; Cumhurbaşkanına, bahis konusu kuruluşların faaliyetleri hakkında bilgi vermek; Cumhurbaşkanını günü gününe haberdar etmek yahut ta yaptığı denetlemelerin sonucunu Cumhurbaşkanına vererek onu aydınlatmak amacına yöneliktir. Verdiği rapor sadece cumhurbaşkanınadır. Cumhurbaşkanı bu raporu alıp istediği gibi denetler; fakat bu rapora dayanarak esasen Cumhurbaşkanı herhangi bir bakana emir veremez, sadece durumu başbakana bildirir, gerekirse, hükümeti toplantıya çağırır orada konuyu müzakere eder, sorun burada biter”.249 diyerek kurul hakkında Danışma Meclisinde yapılan eleştirilere katılmadığını ifade etmiş, tasarının arkasında durmuştur. Orgeneral Kenan Evren de anılarında Devlet Denetleme Kurulu’na olan ihtiyacı: “12 Eylül’den beri kafamda Cumhurbaşkanlığında bir Denetleme Kurulu’nun bulunması fikri olmuştu. Zira her hangi bir Bakanlıkta veya kamu kuruluşunda Cumhurbaşkanının kendisine intikal eden bir konuyu tetkik ettirme imkânı yoktu. Böyle bir durum karşısında ya o bakanlığın müfettişlerine veya Başbakanlığın Yüksek Denetleme Kuruluna bu denetlemeyi yaptırabilecekti. Hâlbuki cumhurbaşkanı kendisinin seçtiği kişilerden teşekkül etmiş ve kendisine bağlı bir denetleme heyeti marifeti ile böyle bir denetleme yaptırmasında büyük yarar görüyorum. Silahlı Kuvvetlerde hem Kuvvet Komutanlıklarında ve hem de Genelkurmay Başkanlığında bulunan Denetleme Kurulları çok yararlı olmuştu. İşte bunu düşünerek Cumhurbaşkanlığına bağlı olacak bir Denetleme Kurulu kurulması hakkında bir kanun hazırlanması direktifini vermiştim” (Evren, 1990: 272) sözleriyle dile getirmekte olup geçmişte askeri kurumlarda fayda sağladığına inandığı denetleme müessesesini, kendi Cumhurbaşkanlığında da görmek istemiş, kurulun kurulmasına ön ayak olarak tesis edilmesini sağlamıştır. Bu kurumla “çıkış güvencesi” aktörü olarak oluşturulan sorumsuz cumhurbaşkanlığına yeni yetkiler tanınmıştır. Bu yetkilerle parlamenter sistemin kurumlarının askeri bir gözle denetlenmesinin yolu açılarak, sivil kontrol ilkesinden uzaklaşılmıştır. Konumuz açısından kurulun önemi, söz konusu kanun maddesinin 2. fıkrasında karşımıza çıkmaktadır. Zira fıkra TSK ile yargı organının Kurulun görev alanı dışında olduğunu hükme bağlamaktadır. Yazıcı’ya (1997: 184) göre “yargı organının kurulun 249 Bkz.http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c010/dm__02010155.pdf (13.08.2014). 253 denetim alanı dışında bırakılmasını, anayasanın yargının bağımsızlığını düzenleyen 9. maddesinin250 doğal sonucu olarak kabul etmek gerekir”. Fakat burada üzerinde durulması gereken asıl nokta TSK’nin kurulun denetim dışında tutulmasıdır. Yani 12 Mart ara rejimi döneminde yürürlüğe giren ve Silahlı Kuvvetleri Sayıştay denetimi dışında tutan düzenlemeden sonra bu kez de Devlet Denetleme Kurulu’nun denetimi dışında tutması, askeri gücün sivil otorite karşısında sahip olduğu mahfuz alanı genişletmiştir. Benzer bir mahfuz alan, yine anayasanın 125.maddesinin251 2. fıkrasında “Yüksek Askerî Şura252 kararlarının yargı denetimi dışında” olduğu ifade edilerek yaratılmaya çalışılmıştır. 3.5.1.4- Milli Güvenlik Kurulu (MGK) İktidarı terk eden askeri yönetimin elde etmiş olduğu en önemli çıkış güvencelerinden biri de ilk kez 1961 Anayasası’nda vücut bulmuş olan, alınan kararların gerektirdiği politikaları siyasi hesaplarla uygulamaktan kaçınan hükümetlerin iradelerinin askeri irade tarafından sınırlandırıldığını ileri sürdüğü MGK’dir253. Söz konusu kurulla TSK, sivil yönetim üzerinde bir tür kalıcı ve etkili vesayet yetkisi kazanmıştır. Ordu bu kuruldaki varlığıyla bir nevi sistem gerisinde hakem rolünü oynamaktadır. 1971 askeri müdahalesinden sonra kurul hakkında yapılan değişiklikten sonra kurul kararlarının bağlayıcılığı güçlenerek sahip olunan yetki daha da etkili hale gelmiştir. 1982 Anayasası ise kurulun asker üyelerine sayısal üstünlük sağlamak, kararlarının 9.Madde: Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır, bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (23.07.2014). 251 İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır. (Ek hüküm: 13.8.1999-4446/2 md.) Kamu hizmetleri ile ilgili imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerinde bunlardan doğan uyuşmazlıkların millî veya milletlerarası tahkim yoluyla çözülmesi öngörülebilir. Milletlerarası tahkime ancak yabancılık unsuru taşıyan uyuşmazlıklar için gidilebilir. Cumhurbaşkanının tek başına yapacağı işlemler ile Yüksek Askeri Şuranın kararları yargı denetimi dışındadır. (Ek cümle: 7.5.2010-5982/11 md.) Ancak, Yüksek Askerî Şûranın terfi işlemleri ile kadrosuzluk nedeniyle emekliye ayırma hariç her türlü ilişik kesme kararlarına karşı yargı yolu açıktır. İdari işlemlere karşı açılacak davalarda süre, yazılı bildirim tarihinden başlar. (Değişik birinci cümle: 7/5/2010-5982/11 md.) Yargı yetkisi, idarî eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlı olup, hiçbir surette yerindelik denetimi şeklinde kullanılamaz. Yürütme görevinin kanunlarda gösterilen şekil ve esaslara uygun olarak yerine getirilmesini kısıtlayacak, idari eylem ve işlem niteliğinde veya takdir yetkisini kaldıracak biçimde yargı kararı verilemez. İdarî işlemin uygulanması halinde telafisi güç veya imkânsız zararların doğması ve idarî işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının birlikte gerçekleşmesi durumunda gerekçe gösterilerek yürütmenin durdurulmasına karar verilebilir. Kanun, olağanüstü hallerde, sıkıyönetim, seferberlik ve savaş halinde ayrıca millî güvenlik, kamu düzeni, genel sağlık nedenleri ile yürütmenin durdurulması kararı verilmesini sınırlayabilir. İdare, kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür, [bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (23.07.2014).] 252 Bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/14257.pdf (24.03.2016). 253 Murat Belge’ye göre Kurul, “(...) en önemli, nihaî kararların verileceği bir yer ve asker-sivil arasındaki uzlaşmanın nasıl olması gerektiği sorusuna asker’in verdiği (ve sivil’in o tarihte itiraz etmediği veya edemediği) cevaptır” bkz. (Belge, 2011: 649). 250 254 bağlayıcılığını güçlendirmek ve nihayet kurulun karar yetkisini daha geniş bir alana yaymak suretiyle vesayet yetkisini daha da arttırmıştır. Buna göre “MGK, Cumhurbaşkanının başkanlığında, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Milli Savunma, İçişleri ve Dışişleri Bakanları, Kara, Deniz, Hava Kuvvetleri Komutanları ve Jandarma Genel Komutanından kurulur”.254 Böylece 5 asker üyeye karşı 4 sivil üyeye yer verilerek kurulun içindeki asker varlığı arttırılmıştır. Bu düzenleme baştan asker üyelere sayısal üstünlük sağlanmasıyla, kurul kararlarına yeni anayasa düzeninde askeri idarenin hâkim olacağı izlenimi vermektedir. Bunun sebep olabileceği en önemli sonuç kurulun yetkili olduğu hususlarda, sivil çözümler yerine askeri çözümlerin benimsenme olasılığının kuvvetlenmesidir. Kuruldaki askeri temsili, etkili hale getiren bir diğer önemli adım da 1961 Anayasası’ndan farklı olarak, Genelkurmay Başkanı dışında Kurula katılan asker üyelerin “Kuvvet Komutanları”dan oluşmasıdır. 1971 Anayasa değişikliğiyle ilk şeklini alan bu hükmün 1982 Anayasası’nda da devam ettiği görülmektedir. Değinilmesi gereken bir başka önemli husus da Kurulun siyasi ağırlığının 1982 Anayasası’nda da devam ettirilmiş olmasıdır. “MGK, Devletin milli güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulaması ile ilgili kararların alınması ve gerekli koordinasyonun sağlanması konusundaki görüşlerini Bakanlar Kuruluna bildirir. Kurulun, Devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve güvenliğinin korunması hususunda alınmasını zorunlu gördüğü tedbirlere ait kararlar Bakanlar Kurulunca öncelikle dikkate alınır” 255 diyen 118. maddenin 3. fıkrası “öncelikle dikkate alınır” ifadesiyle hükümetlerin kendilerine bildirilen görüşlere uygun davranıp davranmama noktasında özgür olmadıklarını ortaya koymakta ve istişarenin de ötesine geçmektedir. Bu ifadeyle asker, siyasi alandaki hâkimiyetini kuvvetlendirmiş, mahfuz alanını genişletmiş, sivil kontrolden ziyade “subjektif kontrol” temelinde ordunun aktif olduğu pretoryan bir yapı ortaya çıkmıştır. Bütün bu veriler gerçekte sadece milli güvenlikle ilgili konularda söz sahibi olması gereken MGK’nin, 1982 Anayasası’nın 118. maddesiyle 1961 Anayasası’ndan farklı olarak askeri iradenin Kurul kararları üzerindeki etkisini güçlendirdiğini, hükümetler açısından Kurul kararlarının daha bağlayıcı hale getirdiğini ve Kurul’un karar almaya yetkili olduğu konuları genişlettiğini ortaya koymaktadır. O nedenle askerlerin 254 255 118.madde, bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (24.07.2014). 118.madde, bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (24.07.2014). 255 1961 Anayasası’yla sivil yönetim üzerinde kazanmış olduğu vesayet yetkisini, 1982 Anayasası’yla daha da güçlendirmiş olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. 3.5.1.5- Olağanüstü Yönetim Usuller (Sıkıyönetim Uygulamaları) 1982 Anayasası’nın askeri otoriteye yeni yetkiler tanıyan bir başka hükmü de 122. maddede 256 düzenlenen “Olağanüstü Yönetim Usulleri” başlığı altında yer alan “Sıkıyönetim, olağanüstü hâl, Seferberlik ve Savaş Hali” konularıdır. İlk taslak metinde 127,128,129 ve 130 maddelerinde yer alan konu; “Tabiî afet ve ekonomik kriz hallerinde ve diğer hallerde hükümete yasama meclisinin denetimi altında kanun hükmünde kararname çıkartma yetkisi verilmiştir. Bugün sıkıyönetim diye nitelendirilen durum ikiye bölünmüştür: Daha az şiddetli olayların vuku bulduğu birinci kısımda Devlet olağanüstü hal ilan edip, kolluk kuvvetleriyle düzeni sağlamaya çalışacaktır. Savaş hali veyahut iç savaş hali gibi durumlarda ise, sıkıyönetim ilan edilip, idare Silahlı Kuvvetlerin yönetimine geçecektir ve bu iki halde de Bakanlar Kurulunun kanun hükmünde kararname çıkartma yetkisi olacaktır. Bütün tasarruflar yasama meclisinin denetimi altında düzenlenecektir”257 şeklinde açıklanmış ve kabul edilmiştir. 1961 Anayasından farklı olarak 1982 Anayasası sıkıyönetime geçişi güçleştirmiş; ancak sıkıyönetim ilan edildikten sonra askeri makamlara 1961 Anayasası’na göre daha geniş yetkiler tanımıştır. Yine 1982 Anayasası üç tür olağanüstü yönetim usulü öngörmüştür. Bunların ilki “Tabiî afet, tehlikeli salgın hastalıklar veya ağır ekonomik bunalım hallerinde, Cumhurbaşkanı başkanlığında Madde 122: Anayasanın tanıdığı hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelen ve olağanüstü hal ilânını gerektiren hallerden daha vahim şiddet hareketlerinin yaygınlaşması veya savaş hali, savaşı gerektirecek bir durumun baş göstermesi, ayaklanma olması veya vatan veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten veya dıştan tehlikeye düşüren şiddet hareketlerinin yaygınlaşması sebepleriyle, Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, Millî Güvenlik Kurulunun da görüşünü aldıktan sonra, süresi altı ayı aşmamak üzere yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya bütününde sıkıyönetim ilân edebilir. Bu karar, derhal Resmî Gazetede yayımlanır ve aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin onayına sunulur. Türkiye Büyük Millet Meclisi toplantı halinde değilse hemen toplantıya çağırılır. Türkiye Büyük Millet Meclisi gerekli gördüğü takdirde sıkıyönetim süresini kısaltabilir, uzatabilir veya sıkıyönetimi kaldırabilir. Sıkıyönetim süresinde, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu sıkıyönetim halinin gerekli kıldığı konularda kanun hükmünde kararname çıkarabilir. Bu kararnameler Resmî Gazetede yayımlanır ve aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin onayına sunulur. Bunların Meclisçe onaylanmasına ilişkin süre ve usul İçtüzükte belirlenir. Sıkıyönetimin her defasında dört ayı aşmamak üzere uzatılması, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kararına bağlıdır. Savaş hallerinde bu dört aylık süre aranmaz. Sıkıyönetim, seferberlik ve savaş hallerinde hangi hükümlerin uygulanacağı ve işlemlerin nasıl yürütüleceği, idare ile olan ilişkileri, hürriyetlerin nasıl kısıtlanacağı veya durdurulacağı ve savaş veya savaşı gerektirecek bir durumun baş göstermesi halinde vatandaşlar için getirilecek yükümlülükler kanunla düzenlenir. Sıkıyönetim komutanları Genelkurmay Başkanlığına bağlı olarak görev yaparlar, bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (24.07.2014). 257 Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007120.pdf (13.08.2014). 256 256 toplanan Bakanlar Kurulu, yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya bütününde süresi 6 ayı geçmemek üzere olağan üstü hal ilan edebilir” diyen Anayasının 119. maddesidir. Bir diğeri ilk defa 1982 Anayasası’yla konmuş olan ve 120. maddede 258 “şiddet olaylarının yaygınlaşması ve kamu düzeninin ciddi şekilde bozulması sebebiyle” şeklinde belirtilen olağanüstü haldir. Söz konusu madde ile 1982 Anayasası olağanüstü hal ilan edilmesini gerektiren nedenleri genişletmiştir. Bunun en önemli sonucu ise olağanüstü halin ilanına bağlı olarak yürürlüğe giren 2935 sayılı kanunla 259, idari makamların yetkileri olağan dönemlere oranla genişletilmiş ve sıkıyönetimin ilanına bağlı olarak yürürlüğe giren 1402 sayılı kanunla da260 kolluk veya yargı yetkileri askeri makamlara devredilmiştir (Yazıcı, 1997: 191). Anayasanın 119 ve 120. maddelerinde belirtilen gerekçelere bağlı olarak olağanüstü halin ilan edilmesi, 2935 sayılı kanunla yerine getirilmektedir. Bu kanunun 14. maddesi “olağanüstü halin uygulanmasında görev ve yetki olağanüstü hâl bir ili kapsıyorsa il valisine, bir bölge valiliğine bağlı birden çok ilde ilan edilmesi halinde bölge valisine, birden fazla bölge valisinin görev alanına giren illerde veya bütün yurtta ilan edilmesi halinde, koordine ve işbirliği Bakanlıkça sağlanmak suretiyle bölge valilerine aittir” diyerek olağanüstü hâlin ilanına bağlı olarak sivil makamların sahip oldukları yetkilerin diğer olağan dönemlere kıyasla genişlediğini, buna karşılık sıkıyönetimde olduğu gibi bir takım yetkilerin askeri makamlarla paylaşılmadığını göstermektedir. Yalnız söz konusu kanunun 21 ve 22. maddeleri; “(...) Bölge valileri; bölgelerinde çıkabilecek toplumsal olayları, emrindeki kuvvetler ve bu iş için tahsis edilen kolluk kuvvetleriyle önlemeye veya bastırmaya çalışırlar. Ancak olayları bu şekilde önleyemedikleri veya önlenmesini mümkün görmedikleri veya aldıkları tedbirleri bu kuvvetle uygulayamadıkları veya uygulanmasını mümkün görmedikleri takdirde, çevredeki bölge valilerine müracaatla, o bölgenin kolluk kuvvetleri ve bu iş için tahsis edilen kuvvetlerden yararlanmak için yardım isterler (...) Bütün bu önlemlerin de yeterli görülmemesi veya ani ve olağanüstü olaylarla karşılaşılması halinde bölge valisi, bölgedeki en büyük askeri komutanlıktan yardım isteyebilir” Madde 120: Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerine ait ciddî belirtilerin ortaya çıkması veya şiddet olayları sebebiyle kamu düzeninin ciddî şekilde bozulması hallerinde, Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, Millî Güvenlik Kurulunun da görüşünü aldıktan sonra yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya bütününde, süresi altı ayı geçmemek üzere olağanüstü hal ilân edebilir, bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (24.07.2014). 259 Bkz. Resmî Gazete,27.10.1983, Sayı, 18204, Cilt.22, Sayfa.815, bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (24.07.2014). 260 Bkz. Resmî Gazete, 15.05.1971, Sayı,13837, Cilt.10, Sayfa.2385, bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (24.07.2014). 258 257 diyerek ancak istisnai hallerde il veya bölge valilerinin askeri makamlara müracat edebileceklerine imkân vermektedir. Anayasada yer verilen üçüncü olağanüstü yönetim usulü 122. madde ile belirtilmiş olan “sıkıyönetim, seferberlik ve savaş hali” dir. “Anayasanın tanıdığı hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelen ve olağanüstü hal ilânını gerektiren hallerden daha vahim şiddet hareketlerinin yaygınlaşması veya savaş hali, savaşı gerektirecek bir durumun başgöstermesi, ayaklanma olması veya vatan veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten veya dıştan tehlikeye düşüren şiddet hareketlerinin yaygınlaşması sebepleriyle, Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, Millî Güvenlik Kurulunun da görüşünü aldıktan sonra, süresi altı ayı aşmamak üzere yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya bütününde sıkıyönetim ilân edebilir. Bu karar, derhal Resmî Gazetede yayımlanır ve aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin onayına sunulur. Türkiye Büyük Millet Meclisi toplantı halinde değilse hemen toplantıya çağırılır. Türkiye Büyük Millet Meclisi gerekli gördüğü takdirde sıkıyönetim süresini kısaltabilir, uzatabilir veya sıkıyönetimi kaldırabilir. Sıkıyönetim süresinde, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu sıkıyönetim halinin gerekli kıldığı konularda kanun hükmünde kararname çıkarabilir. Bu kararnameler Resmî Gazetede yayımlanır ve aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin onayına sunulur. Bunların Meclisce onaylanmasına ilişkin süre ve usul İçtüzükte belirlenir. Sıkıyönetimin her defasında dört ayı aşmamak üzere uzatılması, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kararına bağlıdır. Savaş hallerinde bu dört aylık süre aranmaz. Sıkıyönetim, seferberlik ve savaş hallerinde hangi hükümlerin uygulanacağı ve işlemlerin nasıl yürütüleceği, idare ile olan ilişkileri, hürriyetlerin nasıl kısıtlanacağı veya durdurulacağı ve savaş veya savaşı gerektirecek bir durumun başgöstermesi halinde vatandaşlar için getirilecek yükümlülükler kanunla düzenlenir. Sıkıyönetim komutanları Genelkurmay Başkanlığına bağlı olarak görev yaparlar”261 diyen maddede yer alan nedenlerden biriyle sıkıyönetim ilan edilmesi halinde, uygulanacak olan 13.05.1971 tarihli 1402 sayılı kanuna göre, bir kısım idari ve yargı hizmetlerinin askeri makamlara devredilmesi, askeri gücün sıkıyönetim dönemlerinde normal dönemlere kıyasla daha geniş yetkiler kazanmış olduğunu ortaya koymaktadır (Yazıcı, 1997: 194). Söz konusu kanunun ilgili maddeleri 261 262 , askeri birimlerin hangi 122. madde, bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (25.07.2014). (m.2) Sıkıyönetim altına alınan yerlerde genel güvenlik ve asayişe ilişkin zabıta kuvvetlerine ait görev ve yetkiler Sıkıyönetim Komutanlığına geçer. Zabıta kuvvetleri bütün teşkilatı ile Sıkıyönetim Komutanının emrine girer. Sıkıyönetim bölgesindeki zabıta kuvvetleri; Sıkıyönetim hizmetlerinin yapılmasından dolayı Sıkıyönetim Komutanlığına, bu hizmetler dışında kalan hizmetlerin yürütülmesinden dolayı da adli ve idari makamlara karşı sorumludur. Millî İstihbarat Teşkilâtı Sıkıyönetim Komutanlığı ile iş birliği yapar. Sıkıyönetim Komutanlığı, bu kanunla kendisine verilen görev ve yetkileri o yerin zabıta kuvvetleri ve tefrik edilecek askeri birlikler ile yürütür. Barışta ve zorunlu hallerde Sıkıyönetim komutanı o yer veya o yere en yakın Garnizon Komutanlarından yeteri kadar birliğin emrine verilmesini istiyebilir. Bu istek derhal yerine getirilir. Sıkıyönetim Komutanı, bölgesi içinde gerek zabıta kuvvetlerinin ve gerekse askeri personelin görev yerlerini değiştirebilir. Hizmet gereklerini dikkate alarak zabıta kuvvetlerinde askeri personel kullanılabilir. Bu takdirde müdür seviyesindeki personel Sıkıyönetim Komutanı emrinde müşavir olarak görevlerine devam ederler, bkz. www.uhdigm.adalet.gov.tr/.../1402%20Sayılı%20Sıkıyönetim%20Kanun (25.07.2014). (m.11) Sıkıyönetim bölgelerinde, 25 Ekim 1963 gün ve 353 sayılı Kanuna göre Millî Savunma Bakanlığınca lüzum görülen yerlerde yeteri kadar askeri mahkeme kurulur. Bunlar bulundukları yerin Sıkıyönetim askeri 262 258 durumlarda görevi üstleneceğini detaylıca vermektedir. Buna göre 1982 Anayasası’nın sivil yönetim esasını koruduğu olağanüstü halin kapsamını genişleterek, sıkıyönetimin ancak çok vahim şiddet olayları karşısında başvurulması gereken bir çözüm yönetimi olarak belirlemesi, sivil yönetim usulleri modelinin tercih edildiğini göstermesi bakımından kayda değerdir. Nitekim 12 Eylül müdahalesinden hemen sonra sıkıyönetim uygulaması terör olayları nedeniyle Güneydoğu illerinde yürürlüğe konmuştur263. Yazıcı’ya (1997: 196) göre yeni anayasa sivil yönetim usullerini belirlemiş olmasına karşın askeri makamların sıkıyönetim dönemlerinde görece daha geniş yetkiler elde etmesi, anayasanın 122. maddesiyle düzenlenmiş olan hükmünden değil, 1402 sayılı Kanunun Milli Güvenlik Konseyi Rejimi içinde geçirmiş olduğu köklü değişikliklerden kaynaklanmaktadır. Askeri makamların sıkıyönetim uygulamalarında söz sahibi olması yine 1982 Anayasası’yla elde edilmiş olan bir kazanımdır. Zira sıkıyönetim kararlarının alınmasında yetkinin Cumhurbaşkanlığı başkanlığında toplanan Bakanlar Kuruluna verilmiş olmasına rağmen Bakanlar Kurulu’nun bu kararı almadan önce MGK’nin görüşüne başvuracağı hükme bağlanmıştır. Bu hüküm hem Cumhurbaşkanlığı makamını parlamenter rejimin teamülleri ötesinde güçlendirmekte hem de sıkıyönetimin ilanında askeri makamların son karar verme noktasındaki etkinliğini ortaya koymaktadır. Özetle 1982 Anayasası olağanüstü yönetim usullerinde tercihini sivil yönetim usulünü korumaktan yana koyarken, askeri otoritelere bir takım idari ve yargısal yetkiler tanıyarak sıkıyönetim rejimini ancak çok vahim durumlarda son çare olarak görmüştür. O nedenle 1961 Anayasası’na kıyasla 1982 Anayasası, sıkıyönetim ilanının güçleştirilmesi ve sivil yönetim usulünü benimsemesi açısından daha makul olarak görülmektedir. Ne var ki 1402 sayılı Kanununa göre bu anayasa düzeninde sıkıyönetim uygulanması halinde askeri makamlar, hukukun evrensel ilkeleri ile mevcut anayasanın bir takım hükümleri ile örtüşemeyecek kadar geniş yetkiler elde etmiştir. 3.5.1.6- Milli Güvenlik Konseyi Rejimine Sağlanan Yargı Bağışıklıkları Askeri yönetimden sivil hayata geçerken ordunun elde etmiş olduğu bir diğer önemli çıkış güvencesi, askeri liderlerle onların emri altında faaliyet gösteren subaylar ve diğer görevliler için yargısal mânâda dokunulmazlık güvencesinin verilmesidir. Tıpkı mahkemesi olarak adlandırılır ve birden fazla olması halinde numaralandırılırlar www.uhdigm.adalet.gov.tr/.../1402%20Sayılı%20Sıkıyönetim%20Kanun (25.07.2014). 263 Sıkıyönetim dönemleri ve uygulamaları için bkz. (Üskül,1997: 60-70). bkz. 259 1961 Anayasası’nın geçici 4. maddesinde olduğu gibi 1982 Anayasası da geçici 15. maddesi de; “12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Başkanlık Divanını oluşturuluncaya kadar geçecek süre içinde, yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına kullanan, 2356 sayılı Kanunla kurulu Milli Güvenlik Konseyinin, bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin, 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kanunla görev ifa eden Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezai, mali veya hukuki sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz. Bu karar ve tasarrufların idarece veya yetkili kılınmış organ, merci ve görevlilerce uygulanmasından dolayı, karar alanlar, tasarrufta bulunanlar ve uygulayanlar hakkında da yukarıdaki fıkra hükümleri uygulanır”264 demek suretiyle Milli Güvenlik Konseyi üyeleri, Konsey döneminde kurulan hükümetlerin üyeleri ve Danışma Meclisi üyelerinin karar ve tasarruflarından dolayı sorumlu tutulamayacakları, bu kararları uygulayan personelin de aynı haktan yararlanacağı hükme bağlanmıştır. 1961 Anayasası’nın geçici 4. maddesine nazaran 1982 Anayasası geçici 15. maddesi 12 Eylül 1980’den, ilk genel seçimlerin yapıldığı 6 Kasım 1983’ten sonra toplanacak TBMM Başkanlık Divanı oluşturuluncaya kadar geçen süreyi kapsayarak söz konusu dokunulmazlık durumunun süresini uzun tutmuştur. Yine Milli Güvenlik Konseyi döneminde yürürlüğe giren kanun, kanun hükmünde kararname ve kararlar üzerinde anayasaya uygun olup olmadığı hususunda denetleme yapılmaması, sözü geçen dönemde yapılan düzenlemeleri yürürlükteki diğer hukuk kuralları karşısında üstün kılmaktadır (Tanör, 1986: 113). Bu sayede askeri iradenin sivil yönetime geçişten sonra da hukuk düzeni içerisinde etkisini sürdürmesi temin edilmiştir. Ancak söz konusu maddenin parlamento tarafından değiştirilmesi her zaman için mümkün kabul edilmiştir (Özbudun, 1995: 37). Nitekim geçici 15. maddenin Milli Güvenlik Konseyi’nin iktidarda kaldığı süre içinde yürürlüğe koyduğu kanun ve kanunlara süreklilik kazandırmak amacıyla bu tasarrufların iptalini önleyen “(...) Bu dönem içinde çıkarılan kanunlar, kanun hükmünde kararnameler ile 2324 sayılı Anayasa Düzeni Hakında Kanun uyarınca alınan karar ve tasarrufların anayasaya aykırılığı iddia edilemez” diyen 3. fıkrası Hüsamettin Cindoruk’un TBMM Başkanı olduğu dönemde değiştirilmek istenmiştir. Anavatan Partisi (ANAP), Doğruyol Partisi (DYP) ve Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP)’nin grup 264 15. Geçici madde, bkz. http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/anayasa.maddeler?p3=215 (25.07.2014). 260 başkanvekilleri ile 292 milletvekilinin imzasıyla Meclis’e sunulan metinde söz konusu ibare kaldırılmıştır. Meclis’te yapılan görüşmelerde bütün siyasi partiler değişikliğe olumlu baktıklarını dillendirerek, maddenin daha da genişletilmesi hakkında görüş beyan etmelerine rağmen, madde üzerinde yapılan oylamada oy sayısı nitelikli çoğunluğun altında kalarak madde reddedilmiştir265 Söz konusu maddenin ikinci görüşmesi aşamasında RP, MHP ve Büyük Birlik Partisi’ne (BBP) mensup milletvekillerinin söz konusu maddenin tümden kaldırılması yolunda vermiş oldukları önergeler reddedildiği gibi, CHP, ANAP ve RP’li milletvekillerinin ara rejim dönemine ait düzenlemeler hakkında iptal davası açabilecek kurumların arttırılması, dava açma süresinin uzatılması, ceza zaman aşımının maddenin yürürlük tarihinden itibaren başlaması yolundaki teklifi de kabul edilmemiş ve geçici 15. maddeyi değiştirmeyi amaçlayan teklif 200 kabul ve 5 çekimsere karşılık verilen 184 red oyuyla kabul edilmemiştir266. Silahlı Kuvvetlerin, maddenin değiştirilmesine tepki gösterdiği izlenimi verecek bir bilgi olmamasına rağmen, hukuk devleti ilkesine aykırı bir yargı yasağına yer veren bu hükmün önceden partilerin değişiklik anlamında olumlu görüş beyan etmelerine rağmen değiştirilememiş olması, şaşırtıcı bir tecrübe olarak Türk siyasi tarihine geçmiştir. Kısacası 27 Mayıs’la başlayan askerin siyasetteki hâkim konumu, elde edilen çıkış güvenceleriyle sağlanmış, 12 Mart Muhtırası sonrasında yapılan ilave düzenlemelerle güçlendirilmiş, 12 Eylül Müdahalesiyle de daha kesin ve sarih ifadelerle devlet teamüllerinin oluşturulması anlayışını öne çıkarıp kurumsallaştırarak sivilleşen dünyada, çağın gerekliliklerine ve Türkiye’nin demokratikleşme hedeflerine ters düşen bir yapı meydana getirmiştir. Askerin siyaset üzerindeki hâkim konumu yasalarla daha da kuvvetli vurgulanmış, sivil siyasetin sorumluluğunda olması gereken siyasi ve ideolojik tercihler askerî onaya bağlanmıştır. 12 Eylül sonrasında kurulan tek parti iktidarı, ülkeyi 1991’e kadar istikrarlı bir şekilde yönetmiş, 1987 referandumuyla siyasi özgürlüklerine kavuşan siyasi liderlerin aktif siyasete girmeleriyle de 1970-1980 arasında tecrübe edilen siyasetteki parçalanma tekrar gün yüzüne çıkmıştır. Bu parçalanmanın yaratmış olduğu siyasi bunalım, kendini 28 Şubat postmodern darbesiyle göstermiş; ülke yeniden sancılı bir sürece girmiştir. 265 Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d19/c090/tbmm19090132.pdf (21.08.2014). 266 Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d19/c093/tbmm19093146.pdf (21.08.2014). 261 3.6- 28 Şubat Süreci, Vesayette Paradigma Değişikliği (Eylem ve Söylemde Milli Güvenlik Siyaset Belgesi) 28 Şubat’ta ordu Cumhuriyet’in temel değerlerinin tehlikeye düştüğünü öne sürmüştür. Kendisi değil ama “silahsız kuvvetleri” organize ederek sisteme müdahalede bulunmuş, bu süreç literatüre post modern bir darbe olarak geçmiştir. Bu sefer ordu direkt yönetimi devralmamış, her hangi bir anayasa değişikliğine gitmemiş, bir “çıkış güvencesi” kurumu olan MGK’nin öncülüğünde siyasete müdahale etmiştir. Yapılan bu müdahale ile “çıkış güvenceleri” söylem ve yöntem değişikliğine uğramış, asker ve kamu yöneticilerinden oluşan “iktidar elitine” büyük holding ve medya patronları da dâhil olmuş (Vergin, 2006: 138), bir bakıma Mills’in (1957: 14) sözünü ettiği “iktidar üçgeni” ülkenin siyasal gidişatına yön vermiştir. Yargı, üniversiteler, medya gibi “sivil, silahsız kurum ve kuruluşların” ön saflarda yer alarak ordunun sütre gerisinden müdahale edip hakem rolünü oynadığı bu sürecin aslında çok uzun soluklu olması267 planlanmıştır. Bu tecrübeyi daha iyi kavramak adına olayları bu safhaya getiren siyasi sürece bakmakta fayda vardır. 3.6.1- 28 Şubat Öncesi Siyasi Hayat 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra Türkiye, Demir Perdenin son bulmasıyla başlayan uluslararası gelişmelerle birlikte yeni bir sürece girmiştir. 80'lerin sonunda, Sovyet bloğunun çöküşüyle tek kutuplu bir dünya düzeninin ortaya çıkması ile tüm dengelerin değişmesi söz konusu olmuştur. Sovyetlerin dağılmasının öncesinde ve sonrasında dış politikada yaşanan gelişmeler, orduyu ve askerleri doğal olarak öne çıkarmıştır. Bunun temel nedeni ise, ordu ve askerde evrensel bir olgu olarak gözlemlenen bürokratik muhafazakârlık ile Sovyetlerin dağılması ile başlayan süreçte ortaya çıkan gelişmelerin doğrudan ordunun ve askerin görev alanına girmesidir (Öztürk, 2006: 51). 1980 darbesinden sonra vesayetçi siyaset anlayışı ülkede egemen olmuş, ülke Kemalizm’in kurumsallaşmış yapısı ve çıkış güvenceleri bağlamında tüm siyasal sahneyi kapsamıştır.1983 sonrası siyaset, ekonomi alanında neo-liberal söylemin ağır bastığı, milliyetçi ve dindar muhafazakâr ideolojilerin sentezlendiği bir mecraya taşınmıştır. Oysa 1980 darbesiyle devlet seçkinleri Türkiye’nin siyasal hayatına akılcılığı, siyasiler 28 Şubat sürecinde dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’ydı. Ağustos 1998’de Genelkurmay Başkanlığına Hüseyin Kıvrıkoğlu atandı. Kıvrıkoğlu, o dönemde yaptığı bir açıklamada, “28 Şubat bin yıl sürecek” demişti, bkz. http://www.milliyet.com.tr/-bin-yil-surecek/siyaset/siyasetdetay/28.02.2012/1508576/default.htm) (24.03.2015). 267 262 arasında düşük düzeyde politizasyon eğilimini ve uzlaşmacı bir siyasi kültürü kazandırmaya çalıştılar. Bu nedenle belirli bir süre eski siyasetçilerin aktif politikaya girmeleri yasaklamış, marjinal partilerin parlamentoya girmelerini zorlaştırmak için seçim sistemi değiştirilmiştir (Heper, 2011: 221). Askerin kışlasına dönmesi Türkiye’nin demokrasiye geçişine yeni bir mecra açmış, yeni bir sermaye sınıfının yükselmiş, toplumsal ve siyasal grupların ortaya çıkarak yerleşik devletçi bürokrasiye alternatif oluşturmuştur. Türkiye’nin liberal demokrasi ve ithal ikameci siyaseti ile yeni ortaya çıkan teknokrat seçkinler, var olan siyasi seçkinlerin ve toplumsal aktörlerin yerini alarak çoğulcu demokrasinin güçlendirilmesine neden olmuşur. Demokrasi, devlet gibi kavramlar yerine halk sağlığı, turizm, çevre kirliliği gibi güncel ve acil sorunlara odaklanan teknokrat seçkinlerinin gayesi, geleneksel halk kültürü ile pragmatik akılcılığı bağdaştırmak, laik ve İslami düşünce biçimlerinin karşılıklı etkileşimini kolaylaştırmaktı (Heper, 2011: 217-225). Asker ise bir çıkış güvenceleri enstrümanı olan MGK aracılığı ile Heper’in deyişiyle bir taraftan monizmin ve çoğulculuğun bir arada yaşayabilmesine olumlu bakmış, hatta uzun vadede çoğulculuğu tercih ettiği izlenimini vermiş, ancak diğer taraftan toprak bütünlüğü ve milli birlik gibi hassas konularda da monizmin devamı yönünde tavır alarak, ülkeyi içeriden ve dışarıdan tehdit olarak gördükleri her konuda etkin bir rol oynama gayreti göstermiştir (Heper, 2011: 220). Dönemin siyasi aktörü Özal ise oluşmaya başlayan çoğulcu siyasi atmosfer içinde hem cumhurbaşkanına hem de MGK’ye karşı anayasanın kendine vermiş olduğu yetkileri kullanmaya başlayarak siyasetteki ağırlığını hissettirmeye başlamıştır. Evren’in desteklemiş olduğu üst düzey bürokratların alt görevlere atanması ile Genelkurmay Başkanlığı’na Necip Torumtay’ın getirilmesi “objektif kontrol” bağlamında sivil siyasetin ordu üzerindeki etkisini göstermesi bakımından önemli örnekler olarak görülmüştür. 1983’te Askerin siyaset sahnesine girmesine izin verip sonrasında kampanya sürecinde karşı olduğu Özal, özellikle muhafazakâr kesime vermiş olduğu mesajla resmî ideolojiden şikâyetçi olmuştur. Özal, devletin küçültüleceği, ekonomik gücünün azaltılacağı, tüm bunların sonucu olarak da devletin ideolojik baskısının otomatik olarak gerileyeceği (Mert, 14.06.2007, Radikal)268 bir politika şekillendirmiştir. Özal’ın özel sektörde ve bürokrasideki uzun tecrübesi siyasal başarısına ciddi katkı sağlamıştır. Dört 268 Bkz. http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=224086 (28.10.2014). 263 siyasi eğilimi (mukaddesatçı sağ, milliyetçi sağ, liberal sağ ve sosyal demokrasi) birleştirme iddiası, ANAP’ın bir geçiş dönemi partisi olma özelliğini fazlasıyla açıklayıcı niteliktedir. Öte taraftan kamusal alanda dinin daha görünür olmasına izin veren ve sayıları gittikçe artan dini tarikat ve cemaat kaynaklı etkinlikler, devletin ve kendilerini devletle özdeşleştiren siyasi seçkinlerin tepkisini çekmiş, laik kent grupları arasında kaygılara sebebiyet vermiştir. Ülkede siyasal İslam tehlikesini sezenler için, demokratik bir siyasi rejimde İslamcı hareketlerin ölçüsüzce artma tehlikesi bir ikilem oluşturmuştur (Heper, 2011: 230). 6 Eylül 1991’e kadar iktidarda kalan ANAP, muhalefetin yoğun baskısı karşısında çok fazla direnememiş ve 1987 yılında gerçekleştirilen halkoylamasıyla, fiili olarak da anlamını yitirmiş olan, 12 Eylül öncesi siyasi liderlerine yönelik siyasi yasaklar hukuken de kaldırılmıştır. Halkoylamasında sonuç, % 49.84 hayır oyuna karşın % 50.16 evet oyu ile yasaklı siyasi liderlerin lehine çıkmış ve Özal’da toplanan dört siyasi eğilim ait oldukları adreslere yönelmiştir. Bu durum, yasaklı siyasi liderlere aktif siyaset yapma hakkının yasal olarak da geri verildiği anlamına gelmiştir. Süleyman Demirel, 1987 yılının Eylül ayında yapılan olağanüstü kongrede DYP genel başkanlığını Hüsamettin Cindoruk’tan devralmış, yine Eylül ayında Bülent Ecevit de Demokratik Sol Parti’nin (DSP) genel başkanı seçilmiştir. Ekim ayında da önce Alparslan Türkeş Milliyetçi Çalışma Partisi’nin (MÇP), sonra da Necmettin Erbakan Refah Partisi’nin (RP) genel başkanları olmuşlardır (Arslan, 2003: 12). Yasakların kalkması etkisini 20 Ekim 1991 seçimlerinde göstermiştir. % 27 civarında oy alan DYP birinci parti olmuştur. DYP aldığı bu oy oranıyla 178 milletvekilliği kazanmış, onu % 24 oy oranı ve 115 milletvekilliği ile ANAP takip etmiştir269. Bu seçimlerde dikkat çeken bir diğer husus Erbakan ve başkanı olduğu RP ile ilgilidir. RP, MÇP ve Islahatçı Demokrat Parti (IDP) ile üçlü örtülü ittifak yaparak seçimlere girmiş, ittifak seçimlerde % 16,9 gibi çok yüksek bir oy desteği elde etmiştir. Bu oy oranı ile parlamentoda yaklaşık % 14’lük temsil gücüne ulaşan parti, toplam 62 milletvekilini Meclise sokmayı başarmıştır. RP’nin 1987 genel seçimlerinde % 7 civarında oy alarak meclise dahi giremediği ve 1991 genel seçimlerinde ise oy desteğini ciddi oranda arttırmış olduğu gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, seçimlerin en başarılı partisi siyasal İslamcı söylemleri ile dikkat çeken RP olmuştur. 269 20 Ekim 1991 yılı seçim sonuçları için bkz. http://www.secim-sonuclari.com/1991 (16.10.2014). 264 Türkiye, sahip olduğu bu yeni çoğulcu siyaset anlayışıyla genel seçimler havasında geçen 1994 yerel seçimlerine Güneydoğu, laiklik ve şeriat gibi üç temel konu ile girmiş, 13 parti ile iştirak edilen seçimden DYP birinci parti olarak çıkarken, RP oylarını artırmıştır. ANAP ise beklediği oyun çok altında almış, solda birleşme sağlanamamakla beraber genel olarak solun oy kaybı dikkat çekici boyutlarda olmuştur. Demokrasi Parti (DEP) milletvekillerinin tutuklanarak dokunulmazlıklarının kaldırılması ve Hasan Mezarcı olayının cereyan ettiği süreçte yaşanan 27 Mart 1994 yerel seçimleri, katılım oranının yüksek olduğu bir yerel seçim olmuştur. İl genel meclisi sonuçlarına göre bu seçimden DYP % 21,4’le çok az bir farkla birinci parti olarak çıkmıştır. ANAP açısından % 21,08'lik oy oranı başarısızlık olarak değerlendirilmiştir. RP % 19,13’le 3. parti olmuştur; ancak daha da önemlisi büyükşehirlerde gösterdiği başarıdır. 15 büyükşehirden 6'sında belediye başkanlığını RP almıştır. SHP toplamda almış olduğu % 13,52 oy oranıyla büyük illerde başarılı olmasına rağmen, il genel seçimlerinde başarılı olamamıştır.270 Hem büyükşehirlerde hem de Güneydoğu Anadolu Bölgesinde elde etmiş olduğu başarı, RP’yi Türkiye'nin gündemine taşımıştır. RP'nin elde ettiği bu başarı, yapılacak genel seçimler sonrası olası koalisyonlarda RP'nin iktidar olma ihtimalini ciddi olarak artırmış ve seçim öncesinde sistem dışı ilan edilen RP’ye karşı nasıl bir tavır alınacağı ciddi politik bir sorun haline gelmiştir. Nitekim Bayramoğlu (2007: 37) 24 Aralık 1995 genel seçimlerinin öncesindeki merkez sağdaki siyasi manzarayı, ANAP ve DYP’nin aynı cephe içerisinde yer almasına rağmen birbirlerini siyasi rakip olarak gören, karşı cephenin lideri RP’yi ise kendi aralarındaki çatışmalarda malzeme olarak kullanan, kazanmaktan çok kaybetmemeye yönelen, diğer bir ifadeyle arzu edileni talep etmekten çok arzu edilmeyeni uzak tutmaya yönelik garip bir demokrasi anlayışı olarak tanımlamıştır. Seçimlerde RP % 21,38 oy oranı ile birinci, % 19,6 oy oranıyla ANAP ikinci ve % 19,2 oy oranıyla da DYP üçüncü sırada yer almıştır. Seçimlere katılım, çok partili dönem Türkiye ortalaması olan 80,8’den daha yüksek bir seviyede % 85.20 olarak gerçekleşmiştir271. Arslan’a göre, oy oranı temel alındığında, ilk üç sırayı sağ partilerin paylaştığı bu seçimler, Türk siyaset ve toplum hayatında çok büyük bir önem taşımaktadır (2003: 30). Cizre’ye göre (2014:128-129) 1983’ten beri iktidarda olan Türk merkez 27 Mart Yerel Seçim sonuçları için bkz. http://secim.iha.com.tr/Bolgeler.aspx?il=0&ilce=0&belde=0&parti=0&skod=1060&stip=7& (16.10.2014). 271 24 Aralık Genel seçim sonuçları için bkz. http://www.secim-sonuclari.com/1995 (16.10.2014). 270 265 sağının gerek ekonomik liberalizm gerekse yapısal ve kültürel dokuda yaratmış olduğu hasar RP’nin yıldızının yükselmesinin temel unsurları olmakla beraber, bu yükselişteki asıl etki, Türkiye’nin Batı’dan çark edip İslam’ın yörüngesine girilmesini isteyen % 21,38’lik bir kitle desteğinin olmasıdır. Genelkurmay’da düzenlenen bir toplantıda bir üst rütbeli yetkilinin (Çandar, 2001: 118) “post modern darbe”272 olarak da nitelendirdiği 28 Şubat sürecini büyük ölçüde, seçim sonuçları ile ortaya çıkan bu siyasi tablo hazırlamıştır. 12 siyasi parti ve bağımsız adayların belirli oranlarda oy desteği elde ettiği bu genel seçimlerde, 5 siyasi parti % 10’luk genel oy barajını aşmış ve meclis çatısı altında temsil edilme hakkını kazanmıştır. Bu seçim sonuçları toplumda yaşanan tıkanıklığın doğrudan doğruya siyasete yansıdığını ortaya koymaktadır (Bayramoğlu, 2007: 45-47). Seçimlerde merkez sağ ve sol partiler küçülürken, kimlik hareketlerine ya da bu hareketlere gösterilen tepkilere endeksli siyasi partiler büyümüşlerdir. Bir başka deyişle, 24 Aralık seçimleriyle kök, köken, kimlik sorunları toplumsal sistemden sonra siyasal sistemi de kuşatmıştır. Ancak 1995 seçimlerinden birinci parti olarak RP’nin çıkmasına rağmen hükümeti kurma işinin, ikinci parti olarak sandıktan çıkan ANAP’a verilmesi, 28 Şubat sürecinin REFAHYOL hükümetinin kurulmasından önce oluşmaya başladığını göstermektedir. 3.6.2- Hükümet Pazarlıkları ve Ordunun Rolü Seçim sonrasında hükümet senaryoları üzerinde birçok tartışmalar yaşanmış; ancak seçimden birinci çıkan RP’nin hükümet kurma arzusu, sistemdeki rejim tartışmalarını hızlandırmıştır. Özellikle dönemin medyası bir yandan sandıktan çıkan sonuçlara göre formülün DSP destekli ANAYOL Hükümeti olduğunu topluma işlerken diğer yandan da liderlere RP’ye karşı ittifak çağrıları yapmıştır (Yüksel, 2004: 7). Cumhuriyetin tehlikede olduğunu düşünen birçok sivil toplum örgütü ve seçimlerden sonra türbana izin vermeyeceklerini açıklayan rektörler, “hepinizi dize getireceğiz” diyen RP’ye karşı büyük tepki göstermiştir. 273 Meclisin açıldığı gün Rektörler Komitesi YÖK başkanı Prof. Dr. Kemal Gürüz başkanlığında bir bildiri “28 Şubat süreci” adı verilen bu son askeri darbe “post-modern darbe” olarak nitelendi. Tarih kayıtlarına artık “post-modern darbe” diye geçen bu sonuncusunun isim babası Cengiz Çandar’dır, bkz. (Çandar, 2001:9). 273 Hükümetin türban affı hazırlığına karşı yayınladıkları deklarasyonla sert bir tepki gösteren rektörler için, bkz. http://www.hurriyet.com.tr/rektorlerden-96-hatirlatmasi-117241 (25.12.2015). 272 266 yayınlamış, RP’yi kınayarak rahatsızlıklarını dile getirmişlerdir (Akpınar, 2006: 24). Seçimlerden sonra ortaya çıkan bu refleks, hükümet kurma girişimlerinin ne kadar sancılı geçeceğinin habercisi olmuştur. 9 Ocak günü Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, liderleri Çankaya Köşküne davet ederek tek tek görüşmüş ve aynı gün hükümet kurma görevini seçimlerden birinci çıkan RP lideri Necmettin Erbakan’a vermiştir. Cumhurbaşkanı Demirel’in bu tavrı tıpkı 1960 darbesinden sonraki seçimlerde Türkiye’de asker ile siviller arasında imzalanan “21 Ekim Protokolü” modeline benzer bir mutabakat arama modeli olarak değerlendirilmiştir. İktidar olmak için yeterli sandalyesi olmayan Erbakan, koalisyon hükümeti kurmak için çalışmalara başlamış; ancak seçimlerdeki söylemlerinden dolayı başta DYP olmak üzere hiçbir siyasi partinin bu koalisyonda yer almak istemediğini belirtmesi üzerine Erbakan’ın hükümet kurma çalışmaları sonuçsuz kalmış ve Erbakan görevi Cumhurbaşkanı Demirel’e iade etmiştir. Ardından hükümeti kurma görevi DYP lideri Tansu Çiller’e verilmiştir. Sermaye çevreleri ve medya, o günlerde sol destekli DYP ve ANAP’ın kuracağı ANAYOL formülü üzerinde baskılarını arttırmış, ANAP’a ilk sıra kendisinde olmak üzere dönüşümlü başbakanlık koşulu ile giden Çiller, ANAP’ı başbakanlık konusunda ikna edememiştir. Diğer görüşmeler de sonuçsuz kalınca Çiller’in iade ettiği görevi, bu sefer Mesut Yılmaz almıştır. Yılmaz ilk temasını Çiller ile yapmış; ancak bir sonuç alamamıştır. İlk görüşmelerde umduğunu bulamayan Yılmaz, bunun üzerine yoğun bir görüşme trafiği sonrasında RP ile koalisyon kurmak üzere oldukça yakınlaşmıştır. Bu gelişmeler yaşanırken Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Teoman Koman, TBMM Başkanı Mustafa Kalemli üzerinden devreye girerek rahatsızlıklarını dile getirip bu koalisyonun gerçekleşmesini istemediklerini belirtmişler ve koalisyon görüşmeleri bıçak gibi kesilmiştir. (Yüksel, 2004: 11). Genelkurmayın geri planda aktif muhafız rolünü sürdürdüğünü gösteren bu hamlesi, seçim sürecini ve hükümet kurma girişimlerini manipüle eden ciddi bir çıkış güvencesi örneği olarak görülmelidir. Öyle ki Meclis Başkanı Kalemli’yi ziyaret sırasında açılan ANAREFAH koalisyon formülü Komutanlar tarafından hoş karşılanmamış, ANAP ve DYP’nin bir araya gelerek hükümet kurmalarını arzu ettiklerini açıklamışlardır274. Diğer taraftan benzer görüşmeler parti liderleri ile de yapılmıştır. Bunun en çarpıcı örneği Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ile Tansu Çiller 274 Bkz. http://www.milliyet.com.tr/karadayi-refah-la-kurmayin-dedi-siyaset-1556974/ (23.01.2017). 267 arasından gerçekleşen görüşmedir. Karadayı, Çiller’i ziyareti sırasında kendisine temennilerini dile getirerek RP’nin içinde olduğu bir hükümet formülüne mesafeli olduklarını dile getirmiştir. Ordunun bu girişimlerinin ardından ANAREFAH girişimi sonuçsuz kalmış ve ikinci alternatif olan ANAYOL seçeneği için görüşmelere başlanmıştır (Yüksel, 2004: 12). Ali Bayramoğlu 26 Şubat 1996 tarihli “RP-ANAP Koalisyonuna Asker Darbesi” başlıklı köşe yazısında yaşanan durumu şöyle özetlemektedir. “Silahlı Kuvvetler, siyasi partiler alanına böylece ilk ciddi ve ürkütücü müdahalesini yaptı. Nitekim bu durum, Mesut Yılmaz’ın kulislerde, “Ordunun temennisi ANAYOL’du” sözleriyle doğrulanmıştı. Ordunun siyasi partiler sistemi üzerindeki gölgesi, bir gölge olmaktan çıkmış, fiili bir varlığa dönmüştür (...) Siyaset oyunu belli ki uzunca bir süre silahların gölgesinde oynanacaktır. Nitekim askerlerin sivil replikleri her geçen gün çoğalıyor ve seslerini iyice yükseltiyorlar. Türkiye’nin merkez güçleri RP’li bir hükümeti, değil görmek, duymak bile istemiyorlar” (Bayramoğlu, 2007: 58-59). Bu gelişmelerin ardından 3 Mart 1996 günü ANAYOL hükümeti kurulmuş, ANAP lideri Mesut Yılmaz Başbakan olurken DYP lideri Tansu Çiller hükümet dışında kalmayı tercih etmiş, Nahit Menteşe hükümette Başbakan yardımcısı olarak görev almıştır. Çiller’in hükümet dışında kalması bile bu hükümetin zoraki bir şekilde kurulmuş olduğunu ve akıbetinin hassas dengeler üzerinde durduğunun kanıtıdır. Nitekim bürokrat atamalarındaki uzlaşmazlık, Çiller ile ilgili yolsuzluk iddiaları275 ve RP’nin Çiller’i köşeye sıkıştırmaya çalışan tavırları ile güven oylaması sonuçları için hukuksal inceleme başlatılması belirsizliklere neden olmuştur. Parlamentoda temsil edilen DYP, RP, ANAP, DSP ve CHP’nin birbirleriyle ilgili özellikle de parti liderlerinin Yüce Divanla sonuçlanmasını öngören mal varlıklarının soruşturulması konusu da, Meclis’te tam bir kargaşa ortamının yaşanmasına neden olmuştur. Nitekim Tansu Çiller’in örtülü ödenekten para çektiği iddiasının, ortağı ANAP tarafından basına sızdırıldığı düşüncesi koalisyonu tehlikeye düşürmüştür. RP’nin Çiller hakkında Meclis’e getirdiği dosyalar arasında en fazla tartışma yaratan TEDAŞ ve TOFAŞ önergeleri olur. Dosyalarda Çiller, dostlarına ihale, kendisine menfaat sağlamakla suçlanır. Özellikle TOFAŞ dosyasında görevini kötüye kullanarak, ihaleye fesat karıştırdığı ve devleti 1 trilyon liradan fazla zarara soktuğu savunulur. Bu gerekçelerle Çiller, Yüce Divan’a gönderilirse Türk Ceza Kanunu’nun görevi kötüye kullanmayı içeren 240 ve hükümet ihalelerinde baskı ile sonucu ertelemeyi içeren 366’ıncı maddelerini ihlalden bir yıldan üç yıla kadar hapis istemiyle yargılanacaktır (Yüksel, 2004: 15). 275 268 Yaşanan bu kargaşa ortamında sürpriz bir gelişme daha yaşanmıştır. 14 Mayıs’ta Anayasa Mahkemesi RP’nin yaptığı başvuruyu incelemiş ve güven oylamasını iptal etmiştir. Mahkeme kabul oylarının salt çoğunluğu karşılamadığına karar vermiş ve böylece hukuksal olarak yok sayılan ANAYOL hükümetinin çözülme süreci başlamıştır. Gensoruyla düşürülen Başbakan olmak istemeyen Yılmaz, 6 Haziran’da Köşke çıkıp istifasını Cumhurbaşkanı’na sunmuştur. Bu istifa ile zoraki nikâh bozulmuş ve Türkiye’de uzun bir süre konuşulacak ve tartışılacak bir dönemin kapıları aralanmıştır276. 3.7- REFAHYOL Hükümeti Yaşanan bu gelişmelerin ardından Cumhurbaşkanı Demirel yeniden hükümet kurma görevini Erbakan’a vermiştir. Gerek seçim kampanyası sırasında gerekse koalisyon çalışmaları esnasında Erbakan’a en fazla eleştiride bulunan Çiller, bu kez Erbakan başkanlığında kurulacak olan hükümete evet demiştir. Aslında Erbakan mal varlıkları hakkındaki dosyaların görüşüldüğü gün Çiller ile uzlaşma sağlamıştır. Hükümeti kurma yetkisini eline alan Erbakan, Çiller’le arasında yaşanan bu ateşkese güvenerek önce özelleştirme ile ilgili soruşturma önergesinden vazgeçmiş, ardından ilk kez kendisinin gündeme getirdiği örtülü ödenek soruşturma önergesi için ret oyu kullanmış ve bunun bir “devlet mahremiyeti” olduğunu belirterek Çiller’i savunmuştur. RP’nin bu desteği REFAHYOL’a ilk adımlar olarak yorumlanmıştır (Yüksel, 2004: 19). O dönemde Tansu Çiller ve ailesi hakkındaki yolsuzluk iddiaları kamuoyunda ciddi bir gündem oluşturmuş, RP de konularla ilgili olarak seri dosyalar hazırlamıştır. Mevcut koz yolsuzlukların üzerine gitmek ve hükümeti düşürmek için kullanılmıştır (Çelik, 2004: 49). Ancak bir başka amaç da Çiller’i hükümet kurmaya mecbur olma noktasına taşımak için bu dosyaların hazırlanmış olmasıdır. Nitekim Erbakan daha sonraları Tansu Çiller’in bütün dosyaları için, “bizimle hükümet kuran, sütten çıkmış ak kaşık gibi olur” beyanında bulunarak sıcak bir mesaj göndermiştir (Çelik, 2004: 59). Erbakan’ın bu “fırsatçı siyaset” hamlesi her ne pahası olursa olsun iktidar olma isteğinden kaynaklanmaktadır. Yolsuzlukları bahane edip hükümeti düşürme kararlılığında olan bir siyasi hareket, bu sefer hükümet kurma adına aynı nedene bel bağlamış, gerekirse 276 Bkz. https://www.tbmm.gov.tr/eyayin/GAZETELER/WEB/MECLIS%20BULTENI/2469_1996_0000_0048_0 000/0002.pdf (28.03.2016). 269 yolsuzlukların üzerinin örtülmesi konusundan şantaj yapmaktan çekince duymamıştır. Öztürk’e göre toplumun, RP’nin “Siyasal İslamcı” ya da “köktendinci” diye tanımlanan bir çizgiye sahip olduğu yolunda genel bir algılamaya sahip olması ve askerin Türkiye’deki kendine özgü konumu ve hassasiyetleri nedeniyle, o dönemde böyle bir hükümetin kurulmasının oldukça sıkıntılı bir siyasal süreci beraberinde getireceği daha başlangıçtan bellidir (Öztürk, 2006: 46). Her iki lider de hükümetin şekli konusunda uzlaşmaya varmıştır277. Buna göre iki yıl Erbakan’ın iki yıl da Çiller’in başbakanlık yapacağı, dönüşümlü başbakanlık sisteminde mutabakata varılmış, genel seçimlere Çiller’in başbakanlığında gidilmesi koşuluyla öncelik Erbakan’a verilmiştir. Buna göre ilk iki dönemde Erbakan başbakan, Çiller ise dışişleri bakanı ve başbakan yardımcısı görevlerini üstlenmişlerdir. Ayrıca iki lider, Çiller hakkında verilmiş olan soruşturma önergelerinin Meclis’te reddedilmesi konusunda anlaşmış, bunu da koalisyon protokolü dışındaki daha çok Çiller’in isteklerini taşıyan gizli bir protokol278 ile kayıt altına almışlardır (Akpınar, 2006: 51). Nihayetinde 29 Haziran 1996 günü Meclis’te yapılan güven oylaması sonucunda 265 ret, 1 çekimser oya karşı alınan 278 kabul oyuyla REFAHYOLhükümeti kurulmuştur279. Bu oylamada dikkat çeken husus DYP’nin 10 milletvekilinin280 güven oylamasında ret oyu kullanmasıdır. Bu milletvekilleri daha sonra Hüsamettin Cindoruk’un Genel Erbakan’ın temaslarında RP ve DYP arasındaki görüşmelerde ilerleme kaydedildiğinin ortaya çıkması üzerine, bazı DYP milletvekilleri partilerinden istifa ederek ANAP’a geçmiştir, Yaşar Dedelek, Şinasi Altıner, Tevfik Diker ve İrfan Demiralp bu milletvekilleri arasındadır, (bkz. TBMM, Meclis Araştırma Komisyonu Raporu, Cilt-2, s. 949-950). 278 Söz konusu gizli protokol TBMM Genel Kurulu’nun 10 Temmuz 1997 tarhinde gerçekleşen 119. birleşiminde de gündeme gelmiş ve Anavatan Partisi tarafından eleştirilmiştir, bkz. https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_b_sd.birlesim_baslangic?P4=283&P5=B&page1=46&pa ge2=46 (29.06.2016). 279 Hükümeti programında, özetle, mahalli idarelerin yetki, idari ve mali açıdan güçlendirileceği, eğitim ve sağlık alanlarına ayrılan kamu kaynaklarının artırılacağı, sosyal hayatta tahribata yol açan talih oyunları işletmelerinin cazibe merkezi haline gelmelerinin önleneceği, din hizmetlerine önem verileceği, din hizmeti sunan görevlilerin her türlü siyasi düşünce ve etkilerin dışında tutulması konusundaki hassasiyetin korunacağı, vakıfların çalışmalarının teşvik edileceği, kamu yatırımlarında sağlık ve eğitim sektörlerine, bölgesel gelişmişlik farklarının giderilmesine ağırlık verileceği, terörle mücadeleye önem verileceği, Olağanüstü Hal uygulamasının “gerekli tedbirler” alınarak kaldırılacağı, Türk Cumhuriyetleri ve İslam Ülkeleri ile ekonomik, ticari, sosyal ve kültürel ilişkilerin geliştirilmesi yönünde yürütülen faaliyetlere hız kazandırılacağı, İslam Konferansı Teşkilatı Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi (İSEDAK) çerçevesindeki ekonomik işbirliği faaliyetlerine etkin bir şekilde katılmaya devam edileceği, Avrupa ile İslam Konferansı Teşkilatı (İKT) üyesi ülkeler arasındaki ekonomik ilişkilerin geliştirilmesine çaba gösterileceği, AB’ye tam üye olması hedefi ile imzalanan Gümrük Birliği’nin sağlıklı bir biçimde gelişmesinin sağlanacağı vb. hususlar yer almıştır, bkz. (TBMM, Meclis Araştırma Komisyonu Raporu, Cilt-2, s. 949-950). 280 İsmet Sezgin, Cavit Çağlar, Emre Gönensay, Köksal Toptan, Mehmet Batallı, Mehmet Köstepen, Rıfat Serdaroğlu ve Refaiddin Şahin bu isimler arasındadır (Çelik, 2004: 46). 277 270 Başkanlığı’nda Demokrat Türkiye Partisi (DTP) adında yeni bir parti kurmuşlardır (Kongar, 1999: 275). 3.7.1- 28 Şubat’a Neden Olan Gelişmeler 74 yıllık Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez İslamcı referanslara sahip olan bir parti iktidara gelmişti. RP’nin iktidara gelmesi asker ve diğer Batı yanlısı seçkinlerde tedirginlik yaratmış, laik-demokratik devletin geleceğiyle ilgili olarak derin kaygılara sebep olmuştur. Ordu en başından beri RP’nin laiklik ve demokrasi konusundaki geçmiş yaklaşımı nedeniyle iktidar olmasını kabul etmemiş, “bir vatandaş, bir oy, sadece bir sefer (seçimle iktidara gelelim bir daha gitmeyiz) gibi bir düşüncede olmasından endişe duymuştur (Heper, 2011: 283-286). Söz konusu bu kaygıları hafifletmek adına belki REFAHYOL 10.07.1996 tarihinde ekonomik anlamda kamu personeline o güne kadar görülmemiş bir zam yapmış,281 bununla birlikte iktidar döneminde toplumun büyük kısmında bir güven oluşturmakta oldukça zorlanmıştır. Bunda da iktidarın daha ilk günlerinde vermiş olduğu imajın etkisi çok büyük olmuştur. Nitekim REFAHYOL hükümeti iktidara geldiği ilk günden başlayarak medya ile büyük bir çekişme içine girmiştir. İktidarın bu tutumunda gerek seçim öncesinde gerekse seçim sonrasında yaşanan medya kışkırtmaları ve manipülasyonlar etkili olmuştur. Bu tavırdan olsa gerek 10 Temmuz günü yayınlanan bir tebliğ282 ile gazete tirajlarını doğrudan ilgilendiren basında promosyona ilişkin kuralları yeniden düzenlemiştir. Geniş yankı uyandıran bu düzenlemeye göre gazeteler promosyonlar için artık Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’ndan izin alacak, ayda üçten fazla kampanya yürütülemeyecek ve verilecek armağanlar için önceden para yatırılması şartı aranacaktır. Bu hareket Erbakan’ın, seçim döneminde ve daha sonra kendi iktidarını engellemek isteyen bir kısım medyayı baskı altına alma hareketi olarak yorumlanmıştır.283 Gerek Türk modernleşmesinin simgeleşen meydanlarından Taksim’e câmi yapılma gayreti gerekse dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın Türkiye genelinde hâkim ve savcıların yaklaşık dörtte birini kapsayan atama ve yer değiştirme kararnamesi REFAHYOL iktidarının tepki çeken ilk uygulamaları olmuştur. Refahyol Para Musluklarını açtı, memura % 50 zam, [10.07.1996 tarihli Milliyet gazetesi, bkz. http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/Arsiv/1996/07/10 (29.06.2016)]. 282 Bkz. Yazılı basın ve kuruluşları promosyon kampanyaları hakkında tebliğ/TRKGM-96/91-92. 283 “Erbakan Dönemi”, Milliyet, 9 Temmuz 1996, bkz. http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/Oxrxl1TaKA3gtlw2e5uqFw_x3D__x3D_ (29.10.2014). 281 271 Hükümetin ordu ile ilk karşılaşması ise 23 Temmuz günü Genelkurmay Başkanlığı tarafından hükümet yetkililerine ülkenin iç ve dış konularda vermiş olduğu brifingle olmuştur. Bu brifingde Atatürkçü, laik demokratik düzenin ortadan kaldırılmasına dönük bölücü ve aşırı dinci faaliyetlerden duyulan endişeler dile getirilmiştir. Donat’a göre Genelkurmay karargâhı bu brifingle hükümete ve dolayısıyla RP’ye Türkiye’yi tehdit eden irticai faaliyetler hakkında dolaylı mesajlar vermiş, Erbakan hükümetinden duyulan rahatsızlık dile getirilmiştir284. RP ile Orduyu karşı karşıya getiren diğer bir olay, İsrail’le Savunma Sanayi Anlaşması’nın imza aşamasında yaşanmıştır. TSK açısından oldukça önemli olan bu anlaşmaya, muhalefette iken İsrail ile ilişkilerin sona erdirileceğini açıklayan RP karşı çıkmış, Devlet Bakanı Abdullah Gül böyle bir anlaşmanın yapılmayacağını açıklamıştır. Bunun üzerine hem MGK Genel Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç, ordunun talep ve beklentilerini hükümet kanadına iletmiş hem de askerlerin bu konudaki kararlılığını göstermek amacıyla 8 Ağustos’ta Başbakan’a bir brifing sunulmuş ve aynı gün Erbakan anlaşmayı kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu gelişme, yaşanan süreçte askerin önemli bir çıkış güvencesi kurumu olan MGK özelinde etkin bir tavır sergilediğini göstermesi bakımından önemlidir. Benzer bir çatışma Çekiç Güç konusunda da yaşanmıştır. Muhalefette iken Çekiç Güç’ün görev süresinin uzatılmasına karşı çıkan RP, Temmuz ayı sonunda gerçekleşen MGK toplantısında sürenin uzatılmasına ilişkin karara askerin de zorlamasıyla uymak zorunda kalmıştır. Bu son durum askeri otoritenin MGK aracılığıyla her geçen gün sivil siyaset üzerinde etkisini ve denetimini arttırmaya başladığının bir göstergesi olarak kabul edilmiştir (Akpınar, 2006: 75). Askerin hükümet üzerinde uygulamaya çalıştığı bu baskı politikasının tepkisi, 1 Eylül tarihinde gerçekleştirilmiş olan RP’nin Ankara İl Kongresinde ortaya konmuştur. Kongrede Erbakan’ın “işte komutan işte ordu” sloganlarıyla karşılanması, tabanın orduya verdiği açık bir mesaj olarak anlaşılmıştır285. “Genelkurmay bizi bağlamaz” diye demeç veren partinin yönetici kadroları da bu sloganları engellememiştir (Akpınar, 2006: 81-82). RP, 6 Eylül günü düzenlenen Adli Yıl Açılış Töreni’nde bu kez yargı cephesinden sert eleştirilere maruz kalmıştır. Törende konuşan Yargıtay Başkanı Müfit Utku, Yavuz Donat “Başbakan’a Brifing”, Milliyet, 23 Temmuz 1996, bkz. http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/Arsiv/1996/07/23 (28.03.2016). 285 Bkz. http://www.hurriyet.com.tr/saadet-partisinde-yuksek-tansiyonlu-kongre-26350394 (25.12.2015). 284 272 doğrudan Başbakan Erbakan’ı ve hükümeti hedef alarak “Türkiye’ye şeriatı getirmeye kimsenin gücünün yetmeyeceğini” dile getirmiştir. Onun ardından söz alan Türkiye Barolar Birliği Başkanı Eralp Özgen, daha sivri bir dil kullanmış ve “ülkemiz trafik kazalarını mevlüt okutarak ve kurban keserek önlemek isteyen, yağmurun çaresini duada bulan, bütçe açığını karşılamak için Allah’ın nimetlerini kaynak gösteren ve dini politikaya alet eden bir zihniyetle idare edilmektedir” diyerek hükümeti sert bir dille eleştirmiştir286. Komutanların adli yıl açılış törenine tam kadro katılmaları ise ordunun yargıya vermiş olduğu desteğin bir göstergesi olarak kabul görmüştür. Gerçekten de yargı, kurum olarak 28 Şubat sürecinde aktif görev almış ve silahsız kuvvetlerin en önemli aktörü haline gelmiştir. Belge’ye göre bu dönemde hukuk, bizzat yüksek yargı elinde (Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay) bir silaha dönüştürülmüş ve yargı rejimi koruma görevine bir numaralı oyuncu olarak katılmıştır (Belge, 2011: 658). "28 Şubat darbesini asker değil, yargı yaptı" diyen TBMM 20. Dönem Rize Milletvekili Şevki Yılmaz: "28 Şubat'ta asker darbesi olmadı, asıl darbe yargıdan geldi. Yargı, bizi tasfiye etti287 diyerek süreçte yargının almış olduğu vesayetçi role vurgu yapmıştır. Ahmet İnsel de yargının bir vesayet unsuru olarak rol aldığını, “Türkiye’de 1961’den itibaren daha kısmi biçimde, 1982’den itibaren ise hemen hemen bütün kurumlarının eksiksiz var olduğu dört dörtlük bir kurumsal vesayet rejimi yürürlüktedir. Bu rejimde kurumsal vesayet, asli olarak TSK’ya, tali olarak yüksek yargıya aittir” 288 diyerek tarif etmektedir. Anayasa Mahkemesi raportörlüğü de dâhil olmak üzere yargının her kademesinde görev alan ve son olarak emekliye ayrılan Yargıtay eski üyesi Dr. Ekrem Serim ise Genelkurmay Başkanlığı tarafından 12 Haziran 1997’de Yargıtay üyelerine verilen brifingi “Otobüsler dolusu yüksek yargı mensubunun, askerden brifing almak için Genelkurmay’a gitmesi yargı bağımsızlığı açısından hiç hoş bir durum değildi” diyerek izah etmektedir. Serim, o günlerde ülkede darbe havası oluşturulduğunu hatırlatarak, psikolojik baskı altında brifinge katılmak zorunda kaldıklarını ifade edip, “manevi baskı altındaydık. Darbe olursa üyelikten alınma endişesi vardı (…) Yüksek yargıçlar adeta emir alan kişiler durumuna sokulmuştu (...) Nitekim brifinglerin etkisi daha sonra parti kapatma davaları, Recep Tayyip Erdoğan’ın 312. maddeden mahkûm edilmesi gibi çeşitli dava ve kararlarda açıkça görülüyor (...) Hâlâ o brifinge katılmanın pişmanlığını 286 Bkz. https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt2.pdf (28.03.2016). Bkz.http://www.haberler.com/sevki-yilmaz-28-subat-darbesini-asker-degil-yargi-7016508-haberi/ (25.03.2015). 288 Ahmet İnsel, “Vesayet Rejiminin Sonu ve Sonrası”, Birikim Dergisi. (Sayı 251-252 - Mart-Nisan 2010), bkz. http://www.birikimdergisi.com/sayi/251-252/vesayet-rejiminin-sonu-ve-sonrasi (24.03.2015). 287 273 duyuyorum.” diyerek düşüncesini dile getirmiştir. Brifingde o dönemde görevde olan başbakan ve bakanlara ağır suçlamalar yöneltilirken, “Cumhuriyet tehlikede, baktığınız davalarda dikkatli olun, rejimi ve laikliği koruyun, kararlarınızı buna göre verin” mesajı verilmiş, Laiklik ilkesine aykırı faaliyette bulunanlara müsamaha gösterilmemesi istenmiştir. Serim düşüncelerini: “Anlatılanlara bakılınca bizden hukuka, adalete değil, rejimi korumaya öncelik vermemiz gerektiği ima ediliyordu. Sanki ihtilal olmuş, bunun haklılığını anlatan açıklamalar yapılıyordu” sözleriyle sürdürmüştür 289. Yani “merkez”i oluşturan askeri bürokratik seçkinci yapı, rejimi koruma görevini geri planda durarak yargıya yüklüyordu. Yargının bağımsız ama tarafsız olmadığını söyleyen Anayasa Hukuku Profesörü Mehmet Turhan da bir söyleşide durumu şöyle özetlemiştir: “Çağımızda askeri darbe tehlikesi artık çok zayıfladı. Bunun yerini şimdi yargı almaya başladı. Demokrasi vesayet altında. Vesayeti ordu ve yargı kurmuş (…) Türkiye’de demokrasi vesayet altında bir demokrasi. Bu vesayeti yerine getiren iki önemli yer var. Birisi ordu, askerler, öbürü de yargı organı. Bunlar kendilerine böyle bir görev edinmişler. Meclis üzerinde bir vesayet görevine sahip olduklarını düşünüyorlar (…) Halka güvensizlik olması nedeniyle asker ve sivil bürokratlar halk üzerinde bir vesayet rejimi kurmuşlar ve bunu sürdürüyorlar (…) [Bunu da Anayasa Mahkemesi en üst düzey kurum olarak] vermiş olduğu başörtüsü kararıyla “ben bundan böyle artık anayasa değişikliklerinin anayasaya uygunluğunu denetleyeceğim ifadesiyle en somut bir şekilde göstermiştir”290. Yasama yılı açılış konuşmasında bu sefer Cumhurbaşkanı Demirel, Cumhuriyet’in temel niteliklerini değiştirilemez olduğunu belirterek 291 uyarı niteliğinde bir konuşma yapmış ve bu konuşma askerler tarafından destek görmüştür. Cumhurbaşkanı bu sözlerle bir taraftan iktidara anlamlı bir uyarıda bulunurken diğer taraftan töreni izleyen komutanlara da rejim konusunda endişeniz olmasın, devletin sivil kurumları sistemi korumada kararlıdır mesajı vermiştir. Demirel’in bu tavrı 1982 Anayasası’nın cumhurbaşkanlığı makamını “çıkış güvencesinin” önemli bir parçası olarak gördüğünün somut bir sonucu olarak değerlendirilmelidir. Bu söylem aslında devletin en tepesinden koruyucu bir sıfatla askere ve topluma verilen bir mesajdır. Bundan başka dış politikada yaşanan sıcak gelişmeler de REFAHYOL hükümetini ciddi derecede etkilemiştir. Afganistan’da kökten dinci Taliban örgütünün 289 Bkz. http://www.idealhukuk.com/hukuk/hukuk.asp?mct=duyurudetay&x=haber&y=Hukuk%20D%FCnyas%F Dndan%20Haberler&id=75&tit=Yargi--28-Subat%92ta-bagimsizligini-koruyamadi--- (25.03.2015). 290 Seda Şimşek’in söyleşisi, bkz. http://gundem.bugun.com.tr/darbelerin-yerini-artik-yargi-aldihaberi/75382 (24.03.2015). 291 Bkz. http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=214181 (10.11.2014). 274 yönetimi ele geçirmesi, Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı tarafından “Afgan olayından alınacak dersler var” ifadesiyle din devleti ve laiklik konularındaki endişeler dile getirilmiştir (Yüksel, 2004: 35). Yine Erbakan’ın ilk yurt dışı gezisini İran’a gerçekleştirmesi ve akabinde yaşanan Mısır ziyareti sırasında Müslüman Kardeşler nedeniyle yaşanan sıkıntı ve Libya gezisinde Kaddafi ile yaşanan skandal da 28 Şubat sürecinin önemli kilometre taşlarıdır292. Bu yaşanan olay muhalefeti de hemen harekete geçirmiştir. 7 Ekim günü CHP, hükümeti düşürmek için Erbakan hakkında bir gensoru önergesi vermiş, DYP’li bazı milletvekilleri de hükümet ortağı RP’den duydukları rahatsızlıklarını dile getirerek gensoruya “evet” oyu vereceklerini ifade etmişlerdir. Bu da RP’siz hükümet formüllerini gündeme getirmiştir. Erbakan’a geziden döndükten sonra ilk uyarı partisindeki huzursuzluktan telaşa kapılan ortağı Çiller’den gelmiştir. Çiller Erbakan’dan dış politika konusunda daha uyumlu hareket edebilmek için ek protokol düzenlenmesini talep etmiştir (Akpınar, 2006: 103). Çiller, Meclis’teki grup toplantısında yaşanan son gelişmelere “AB’ye tam üyeliği bu koalisyon çerçevesinde dile getirmedik mi? Eğer başka şeyse, Olağanüstü Hal’se, Çekiç Güç’se bunların hangisi aksadı? Eğer terör davasıysa, bugün terördeki hassasiyetimizi kim değiştirdi? Ortadoğu’daki dengelerde, bizim ana politikamızda hangi değişiklik oldu? Ben, Libya’ya gitmedim mi? İran’a Cumhurbaşkanımız gitmedi mi? Eğer İtalya İran’dan doğalgaz alırsa, Almanya yeni ilişkilere girerse bu normal; ama Türkiye bunu yaparsa anti laik. Bunun akılla bağdaşır tarafı var mı?” (Bayramoğlu, 2007: 82-83) diyerek karşı çıkmıştır. Medya o günlerde hükümetin güvenoyu veya asker yoluyla indirilmesi haberlerine yer vermiştir. Genelkurmay’da darbe, muhtıra söylentilerine artık tepki göstererek, bir kısım medyada yer alan “Genelkurmay Başkanı tarafından Cumhurbaşkanı Demirel’e muhtıra şeklinde mektup verildi” haberleri yalanlamıştır. Yalanlamada böyle bir mektubun olmadığından bahisle şunlar yer almaktadır: “TSK, bugüne kadar iç politikanın dışında kalmaya özen göstermiş olup, bundan sonra da iç politikanın dışında kalmaya devam edecektir. TSK’yi iç politikanın içine çekmeye matuf Erbakan’ın, terörist ilan ettiği Müslüman Kardeşler Örgütü’nü övmesine misilleme olarak Mısır, karşılama töreninde göndere Türk bayrağı çekmemiş gezi skandala dönüşmüş, Tunus ise Erbakan’ın muhalif lider Gannuşi’yi Türkiye’ye davet etmesine tepki göstermiştir. Keza Libya gezisi de “yerleşik devlet” bürokrasisinin muhalefetine karşın gerçekleştirilen bir gezidir. Libya Büyükelçisinin üç kez gönderdiği “bu ülkeye siyasi bir gezinin sakıncalı olduğunu” belirten kripto tanınmamıştır (Akpınar, 2006: 92-95). 292 275 bu gibi haber ve yorumlar, maksatlı ve hayal mahsulüdür. Kamuoyuna saygıyla duyurulur293.” Fakat gelişmeler bu şekilde cereyan etmemiştir. 20 Ekim’de Ankara Kocatepe Camii’nin avlusunda eli asalı kara cübbeli Aczimendilerin yapmış oldukları zikir gösterisi gibi küçük çaplı olaylar, medyada abartılı bir dille teşhir edilerek manipüle edilmiştir. Dış politikada D-8 olarak nitelendirilen Türkiye, İran, Pakistan, Malezya, Endonezya, Mısır, Nijerya ve Bangladeş’ten oluşan bir zirvenin düzenlenmesi gibi adımlar da medyada olumsuz manada geniş yer bulmuştur294. 28 Şubat’ı etkileyen ve ülke gündemini uzun süre meşgul eden bir diğer gelişme, Erbakan tarafından “fasa-fiso” tepkisiyle dile getirilen Susurluk skandalıdır. Devletin içinde oluşan ve “devlet-mafya-siyaset üçgeni” etrafında şekillenen yapıyı vahim olarak niteleyen Demirel, “olayların ucu nereye gidiyorsa oraya kadar götürülmeli” açıklamasından sonra Başbakan Erbakan da Adalet Bakanı Şevket Kazan’a talimat vererek Ankara ve İstanbul DGM’lerini harekete geçirmiştir. Susurluk skandalı sebebiyle TBMM’de harekete geçmiş, 13 Kasım 1996’da üç ay süreli “siyasetçi-polis-mafya” ilişkisini araştırmak için “Meclis Susurluk Komisyonu” kurulmuştur. Fakat bunlar Hükümetin olayın üzerine yeterince gittiği izlenimini vermemiş ve bir çözüm yolu bulamaması birçok kesimde tepkiye neden olmuştur.295 Çandar, iktidarın Susurluk’un üzerine gitmeyerek, hatta üstünü örtmeye çalışarak, özgürlükçü ve dürüst imajlarına zarar verdiğini ve intiharı seçtiğini belirtmiştir (Çandar, 2001: 68). Bir başka önemli gelişme 10 Kasım’da yaşanmıştır. RP’li Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Şükrü Karatepe’nin kent meydanında düzenlenen Atatürk’ü anma törenine katıldıktan sonra partililerine sarf ettiği “İnancımıza saygı duyulmadığı bu dönemde, içim kan ağlayarak bugünkü törene katıldım (…) Bu zulüm düzeni yıkılmalıdır (…) Müslümanlar içinizden bu hırsı, bu kini, bu nefreti, bu inancı eksik etmeyin.” sözleri sert tepkilere neden olmuştur296. Şükrü Karatepe’nin bu sözleri medyada günlerce yer 293 Milliyet, 7 Ekim 1996, bkz.http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/Oxrxl1TaKA3gtlw2e5uqFw_x3D__x3D_ (29.10.2014). 294 Milliyet, 5 Ekim 1996, bkz,http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/Oxrxl1TaKA3gtlw2e5uqFw_x3D__x3D_ (29.10.2014). 295 Milliyet, 13 Kasım 1996, bkz. http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/Oxrxl1TaKA3gtlw2e5uqFw_x3D__x3D_ (29.10.2014). 296 Bkz. http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=-268177 (10.11.2014). 276 almış, sadece bu konuşma değil özellikle o günlerde medyada RP’yi iktidardan uzaklaştırmak amacıyla, partinin bazı radikallerinin geçmişte yaptığı konuşmalar da gündeme getirilerek yayınlar yapılmıştır. Ardından bunlara bakarak “laiklik, rejim, vatan elden gidiyor” söylemleri ile hükümete yüklenilmiştir. Nitekim hükümete karşı başlatılan toplumsal muhalefetin “ilk gövde gösterisi”, Atatürk’ün 59’uncu ölüm yıldönümü olan 10 Kasım günü gerçekleşmiştir. Başını Atatürkçü Düşünce Derneği ile DİSK, KESK ve TÜRK-İŞ’in çektiği sivil toplum örgütlerinden 50 bin kişinin Anıtkabir’e yürüyerek hükümeti protesto etmesi, hükümete karşı başlatılan toplumsal muhalefetin örgütlü bir biçimde kurumsallaşmasının simgesi olarak yorumlanmış (Akpınar, 2006: 118), silahsız kuvvetler ağırlığını iyiden iyiye hissettirmeye başlamışlardır. Siyasi ortam iyiden iyi gerilmiştir. Bunun en ciddi emaresi 20 Aralık 1996 tarihli Hürriyet gazetesinin manşetidir. Gazetenin manşeti REFAHYOL Hükümeti’nin yıkılmasına dönük siyasal stratejisini net ifadelerle ortaya koyması açısından önemlidir. Hürriyet gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, köşesinde ismini açıklamadığı Genelkurmay’dan üst düzey bir Komutan’ın görüşlerine yer vermiştir. Komutan, Özkök’ün “Askerler huzursuz. Silahlı Kuvvetler bir darbe hazırlığı içinde mi?” sorusuna 28 Şubat sürecinin karakterini belirleyecek olan şu unutulmaz yanıtı vermiştir: “Bu defa işi Silahsız Kuvvetler halletsin (…)”297. Bu cevapla ordunun rahatsızlığı ciddi bir biçimde ortaya konmuş, ordunun perde arkasından hareket edeceği net olarak ifade edilerek sorumluluk “silahsız kuvvetlere” yüklenmiştir. Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı da “hem fikri ilerlemenin, vicdan hürriyetinin ve demokrasinin özü olan laikliğin hem de özgür uygar ve çağdaş bireylerin yaşam tarzı olan liberal demokrasinin, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel özellikleri olduğunu belirtmiş” (Heper, 2011: 290) ancak bu düşünce hükümet yetkilileri tarafından dikkate alınmamıştır. 1997 senesinin dışında da RP’ye tepkiler sürmüştür. Başbakan Erbakan 11 Ocak Cumartesi akşamı Başbakanlık Konutu'nda bir iftar yemeği düzenlemiştir. Televizyon ekiplerinin ekranlara yansıttığı ziyaretçiler, kulisleri bir anda hareketlendirmiştir. Sarıklı, cübbeli tarikat ve cemaat liderleri, Başbakan'ın davetlileri arasındadır. 298 Genelkurmay Başkanı Karadayı, 16 Ocak Çankaya Köşkündeki haftalık görüşmesinde, irtica tehdidi Ertuğrul Özkök, “Bu Defa İşi Silahsız Kuvvetler Halletsin”, Hürriyet, 20 Aralık 1996, bkz. http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=-261924 (29.10.2014). 298 Murat Yetkin, bkz. http://www.radikal.com.tr/yazarlar/murat_yetkin/28_subat_dersleri-823165 (20.10.2014). 297 277 dolayısıyla endişeli olduklarını dile getirmiştir. Komutanlar REFAHYOL Hükümeti’ni ve RP’yi istemediklerini artık açıkça dile getirmişlerdir. Genelkurmay, hükümetin demokratik yollardan, sivil toplum örgütlerinin baskısıyla iş başından uzaklaştırılmasını istemiş ve bu strateji ilerleyen günlerde adım adım uygulamaya geçmiştir (Akpınar, 2006: 141-142). 3.7.2- Askerin Tepkisi Ordu süreci “silahsız kuvvetlere” bırakmış olsa da kendisi de koruyucu bir refleksle adım atmaya başlamıştır. Nitekim iktidarın gerek icraatları gerekse irtica konularındaki uyarılara karşı sergilemiş olduğu isteksiz tutum, orduyu somut bir eylem planı üzerinde çalışmaya itmiştir. Bu plan içinde ordu bünyesinde gerekli istihbarat faaliyetlerini yürütecek ve eylem planını somut hale getirecek Batı Çalışma Grubu’nun (BÇG) kurulması kararlaştırılmıştır299. Söz konusu yapı, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya’nın öncülüğünde tesis edilmiş ve Silahlı Kuvvetlerin hemen her kademesinde birer bürosu oluşturulmuştur. Bu kurumla yapının istihbarat faaliyetleri çerçevesinde hazırlanan raporlar ilk etapta komutanlara aktarılmakta sonrasında ise MGK’de gündeme alınmaktadır. Erkaya, BÇG’nin kuruluş gerekçesini “-bir yerde tehdit varsa (…) Asker önlemini alır. Türkiye için alır. Yunan tehdidi varsa Yunanistan’a karşı alır. O zaman kimse yasal dayanak diyor mu? Silahlı Kuvvetler, Türkiye Cumhuriyeti’nin rejimini değiştirmeye yönelik bir irtica tehdidi gördü ki BÇG’yi kurdu” sözleriyle ortaya koymuştur (Donat, 1999: 613). Hasan Celal Güzel tarafından ordu içindeki cuntacı yapılanma olarak tarif edilen300 BÇG’nin çalışma biçimi, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya tarafından ilgili birimlere gönderilen bir talimatta açık olarak şöyle verilmiştir: “İl ve ilçelerdeki tüm dernekler, vakıflar, meslek kuruluşları, işçi ve işveren sendikaları, yükseköğrenim kurumları, öğrenci yurtları, vali, kaymakam, belediye başkanları ve diğer mülki makamlarda bulunan görevlilere ait biyografiler ve anılan şahısların siyasi görüşlerinin tespit edilmesi, il genel meclis ve belediye meclis üyeleri, siyasi parti il ve ilçe teşkilatları yönetim kurulları, yerel TV, radyo, gazete, dergi basın yayın kuruluşlarına ilişkin temin edilen tüm bilgilerin yazılı ve anketlere kayıtlı olarak Deniz Kuvvetleri 28 Şubat raporu TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı, 10/236 (28 Şubat) 11.10.2012 bkz. https://www.tbmm.gov.tr/arastirma_komisyonlari/darbe_muhtira/docs/tutanak_son/28_subat_alt_komisy onu/28_subat_alt_komisyonu/11.10.2012/Necati%20%C5%9Eent%C3%BCrk-11.10.2012.pdf (25.12.2015). 300 Bkz. http://www.kure.tv/izle/haber-belgesel-28-subat-derin-darbe (20.10.2014). 299 278 Komutanlığı’nda toplanacaktır”301. Görüldüğü gibi BÇG bir haber alma teşkilatı olarak tasarlanmış, sadece ordunun iç bünyesinde değil, sivil hayatı da kontrol eden bir mekanizma kurarak siyasal alanın daraltılması amaçlanmıştır. Gazeteci-yazar Ali Bayramoğlu’na göre, “Batı Çalışma Grubu aslında Türkiye’de sadece kamusal alanda görev alan değil, kamusal alan ile teması olan sektörlerdeki insanların da tek tek kimliklerine, eğilimlerine, özel hayatlarına kadar fişlenmesi mekanizmasıdır (...) Bu bakış açısını dikkate konu sadece askerin fişlemesi değil, askerin ailelerinin yapmış olduğu fişlemeler, askerin ilişkiye girmiş olduğu tüm kişilerin yapmış olduğu fişlemeler. Türkiye’de aslında kabul edilir ve kabul edilmez gibi vatandaşları iki gruba ayıran bir uygulama ortaya çıkarır ki, bu fişleme sistemi inanılmaz Stalinist bir dönemi akla getiren bir düzeni ifade eder”302. 28 Şubat sürecinin önemli isimlerinden dönemin Genelkurmay Genel Sekreteri Emekli Tümgeneral Erol Özkasnak bir gazeteye verdiği röportajda “BÇG Çevik Bir’in fikriydi, adını da o koydu” demektedir. Özkasnak, “O günlerde ülkede irticai faaliyetleri izleme, takip ve karışanların adalete rapor edilmesi adına bir çalışma grubuna ihtiyaç duyuldu. Daha sonraki hükümet döneminde feshedildi. Görev Başbakanlık Takip ve İzleme Kurulu’na devredildi” demektedir303. Ordu bünyesindeki bu yapılanma daha önce yaşanan direkt darbelerin geleneğinden gelen; ama yöntem olarak farklılaşan bir hareketin devamı niteliğindedir. Nitekim 1980 darbesinin arkasında Milli Güvenlik Konseyi yer alırken bu süreçte nihai aşamada MGK bulunurken hazırlık aşamasında BÇG aktif görev almıştır. Atılan bir diğer somut adım, Türkiye'nin anayasal düzeninin baştanbaşa değiştirildiği Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi (BKYM) Yönetmeliği’dir304. BKYM Yönetmeliği’nin yürürlüğe konması 30 Eylül 1996 tarihinde kararlaştırılmış ve yönetmelik, 9 Ocak 1997 tarihinde 22872 sayılı RG’de yayınlanmıştır305. İnsel’e göre bu yönetmelikle Başbakanlık neredeyse BKYM aracılığıyla MGK’ye bağlanmıştır. İnsel’in konuyla ilgili tespitleri önemlidir: [Öyle ki] “BKYM’yi Meclis’in sorumluluk alanı dışında bırakan, fiilen Başbakan’ı BKYM’ye ve askeri hiyerarşi içinde Genelkurmay Başkanı’na karşı sorumlu kılan, Meclis’in olağanüstü hal ve sıkıyönetim konusunda karar verme yetkisini elinden Bkz. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın 5 Mayıs 1997 tarihli ve İsth. 3429-3, 97/İKK.Ş. numaralı yazısı, http://arsiv.sabah.com.tr/1997/07/10/p01.html (20.10.2014). 302 Bkz. http://www.kure.tv/izle/haber-belgesel-28-subat-derin-darbe (20.10.2014). 303 BÇG Çevik Bir’in Fikriydi, bkz. http://arsiv.sabah.com.tr/2006/02/12/gnd105.html (20.10.2014). 304 Mustafa Erdoğan, “'28 Şubat'ın ahlaki sorumlusu Demirel'dir” bkz. http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/diger/377474/_28_Subat_in_ahlaki_sorumlusu_Demirel_dir_.html (28.08.2015). 305 Bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/22872.pdf (20.10.2014). 301 279 alan bu yönetmelik, Türkiye’de 12 Eylül benzeri bir askeri darbeye başvurmadan, ordunun gerekli gördüğünde duruma el koymasının “yasal” kılıfını oluşturmaktadır. 12 Eylül’ün askeri cunta hükümeti sistemini bir şekilde yasallaştıran, MGK’nin gerçek hükümet gibi işlev gördüğü, MGK Genel Sekreterinin bir ikinci başbakan olarak faaliyet gösterdiği askeri demokrasimiz, bu yönetmelikle beraber, tüm devlet teşkilatı içinde yönetime sessizce ve yasal biçimde el konulmasına uygun zemin hazırlanıyor. Ülkenin en küçük merkezi idare birimine kadar ulaşan ve kendine bağlı bir özerk hiyerarşi içinde, devletin ihtiyaç duyduğu tüm kurumlarını mobilize etme yetkisine sahip bulunacak bu sivil görevli örfi teşkilatın varlığıyla, Türkiye’nin önümüzdeki siyasal düzeninin, 12 Eylül rejimini pekiştiren bir “örfi demokrasi” olacağını iddia etmek zor değil” (İnsel, 1997: 15-17). İnsel, bu yönetmelikle ordunun koruyucu bir kimlikle sisteme müdahale edebileceğini ortaya koyarken sistemin pretoryan bir yapıya kaydığının altını çizmiştir. Nitekim REFAHYOL hükümetinin, 31 Ocak 1997 tarihli gizli bir kararname ile MGK Genel Sekreterliğine bir yazı göndererek BKYM’nin 1997 faaliyetlerini MGK Genel Sekreterliğine devrettiğini belirtmiş olması da söz konusu pretoryan yapının somut bir göstergesidir. Bu yönetmelikle sadece kriz hallerinde değil, olağan durumlarda da sürekli faaliyette bulunacak organlar oluşturması kararlaştırılmış, üstelik bu kurumların yönlendirilmesi ve koordinasyonu görevi de, süreçte etkin bir rol oynayan MGK Genel Sekreterliği’ne verilmiştir. Olağan ve olağanüstü yetkilerle donatılmış MGK Genel Sekreteri’nin, o dönemde neredeyse bir ikinci Başbakan haline geldiğini söylemek çok yanlış olmayacaktır. Siyasal karar mekanizmaları içinde bu derece rol alan; ancak seçimle gelmediği için siyasal sorumluluğu da olmayan bu gibi yönetim aygıtlarının anayasa sayesinde devlete sokulmuş olmalarını Tanör (1986: 80), “bir tür vesayet sisteminin unsuru olarak” görmektedir. Ali Bayramoğlu’na göre de; 28 Şubat askeri vesayet sistemine yönelik, olağan dönemlere ilişkin kalıcı etkiler bırakacak en keskin yasal adım, “altında Erbakan ve Çiller’in imzası bulunan dehşetengiz bu yönetmelik” olmuştur. “Darbe kuvvetinde olarak tanımlanabilecek bu yönetmelik bir Başbakanlık genelgesiyle uygulamaya konduğu andan itibaren MGK üzerinden devlet işleyişini tümüyle askere teslim edecek bir mantık içermektedir (...) Bu yönetmelikle yasal ve toplumsal hareketler kriz tanımı içine sokulmuş, hangi hareketlerin ne zaman krize işaret ettiğinin tespitini askere bırakmış, kriz halinde denetimi ve idareyi tümüyle askere devretmiştir. Aşırı yetkili ve sorumsuz askeri otorite modelinde ve askerin özerk alanının genişlemesinde BKYM yönetmeliği bir zirve noktadır” (Bayramoğlu, 2007: 114-115). Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Mustafa Erdoğan’da ilgili yönetmelik için; “(...) Anayasaya göre (md.112/1), bakanlıklar arasında hükümet işlerinin koordinasyonunu yapabilecek olan sadece Başbakan’dır ve bu yetkinin bir 280 yönetmelikle başka bir makama (…) devri mümkün değildir. Böylece aslında kendisi karar yetkisine haiz icrai bir kurum olmayan MGK’nin bir tür özel kalemi olan ve anayasa hukuku anlamında da idare hukuku anlamında da bir “kurum, organ veya merci” statüsüne sahip bulunmayan dolayısıyla hiçbir biçimde “yetki sahibi” sayılamayacak olan bir memurluk, hükümet düzeyinde bir yetki kullanabilir duruma getirilmektedir. Şimdi manzara şudur: MGK zaten çoktandır “paralel hükümet” durumundaydı, artık MGK’nin Genel Sekreteri de “paralel başbakan” konumundadır. Bu durumun hükümet içinde pek çok yeni yetki sorun ve tartışmaları ortaya çıkarması kaçınılmazdır” (Erdoğan,2012: 12-14), ifadesini kullanmıştır. Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere MGK’nin konumu yasal ve anayasal dayanağı olmayan ve neredeyse sürekli bir yarı askeri yönetime yol açabilecek yeni bir çıkış güvencesi anlayışına sahip BKYM Yönetmeliği ile daha da güçlendirilmiştir. Askerler adeta devlet içinde devlet haline getirilmiş, Türk siyasal geleneğine yerleşmiş olan askeri müdahalelerin yönetim ve etkisini olağan zamanlara yayma amacını gerçekleştirmeye yönelmiştir. Sadece askeri alanlarda değil toplumsal, siyasal, ekonomik konularda da görüş bildiren, görüşleri ve önerileri ivedilikle görüşülen, uygulamayı da kendisi takip eden ve ulusal çıkarların gerek tanımını gerekse korunmasını tekeline almak isteyen bir örgütlenmenin, artık açık bir askeri müdahaleyi de gereksizleştirdiği söylenebilir. Gerek oluşturulan BÇG gerekse BKYM yönetmeliği, ordunun RP iktidarına karşı yaklaşımını ciddi şekilde ortaya koymuştur. İktidara güven duymayan ordu, silahsız kuvvetleri harekete geçirecek unsurları devreye koymadan önce gerekli yasal adımları atarak işi şansa bırakmak istememiştir. Cumhurbaşkanı Demirel’i tarafına çekmek için de gayret göstermiştir. Bu amaçla Genelkurmay Başkanlığı ilk kez 11 Ocak günü Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i davet ederek kendisine irtica tehdidini konu alan bir brifing sunmuştur. BÇG’nin hazırladığı raporların sunulduğu brifingde RP’nin iktidarı ile gündeme gelen aşırı dinci akımlar, RP’li belediyelerde ve bürokraside değişmeye başlayan memur profili ve silahlanma konularına dikkat çekilmiş, türban yasağının okullarda ve resmi dairelerde kaldırılması, Taksim meydanına cami yapılması gibi tartışmalara yer verilmiştir. Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak emekli olduktan sonra yaptığı bir açıklamada 28 Şubat sürecinin başlangıç tarihinin bu brifing olduğunu ifade etmiştir (Cevizoğlu, 2001: 60-63). Brifingde komutanlar Demirel’e “irticai faaliyetler bölücülükle eşit ve birinci derecede öncelikli iç tehdit haline gelmiştir, Genelkurmay tehdit önceliklerinde bu değişikliğe göre gerekli iç düzenlemelerini başlatacaktır” diyerek, tehdit değerlendirmelerinin yer aldığı Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin uygulama esasları bakımından önemli bir resmi enstrümanı 281 olan Milli Askeri Stratejik Konsept’te (MASK) tanımlanan “iç tehdit” tanımının değiştirilmesi gerektiğine işaret etmişlerdir. “Genelkurmay’ın irtica tehdidinin etkisiz kılınması için hazırlıklara başlayacağı” sözlerinin ardından komutanlar kendilerini rahatsız eden 55 tane olayı Demirel’e iletmişler; Demirel de “Söylediğiniz şeylerin bazıları doğru olmayabilir. Bunları tahkik etmem gerekir. Doğru olan bölümleri üzerinde muamele yapacağım” diye cevap vermiştir. Demirel askerleri rahatsız eden bu 55 olayı inceleterek bunların 30 kadarının yanlış ya da üzerinde durulmayacak bilgi olduğunu görmüş, geri kalanı için gereğini yapacağını, Başbakan’a ileteceğini Genelkurmay Başkanı’na söylemiştir (Yüksel, 2004: 55-56). Ordu bu tavırla, 1982 Anayasası’nda önemli bir “çıkış güvencesi” kurumu olarak tasarlayıp yetkilendirdiği, cumhurbaşkanlığı makamını harekete geçirmek istemiş, bir anlamda sürece sivil unsuru dâhil ederek sivil ve askeri kurumların birlikte uyum içinde hareket ettiğini göstermeye çalışmıştır. 28 Şubat sürecinde öne çıkan gelişme 31 Ocak tarihinde Ankara’nın Sincan ilçesinde yaşanmıştır. Dönemin medyasının gayet atak bir rol üstlendiği, RP teşkilatlarının ve belediyelerinin her türlü faaliyetini teşhir ederek aleyhte kamuoyunun oluşmasına yardımcı olduğu bir ortamda Sincan’ın RP’li Belediye Başkanı Bekir Yıldız, İran İslam Devrimi lideri Ayetullah Humeyni’nin, işgal altındaki Kudüs’ü anmak için başlattığı bir geleneği Türkiye’de uygulayarak bir “Kudüs Gecesi” düzenlemesi, siyasi ortamı germeye yetmiştir. Yaklaşık bin kişinin katıldığı geceye İran Büyükelçisi Muhammed Rıza Bagheri de davet edilmiş, ilçe meydanına Mescidi Aksa benzeri bir çadır kurulmuş, Belediye’ye ait bir salonda düzenlenen geceye Filistinliler adına temsilî bir oyun da sergilenmiştir. Gecede yapılan konuşmalar ve sergilenen oyun, Genelkurmay Karargâhında huzursuzluk yaratmış, Karadayı komutanlarla yaptığı değerlendirmede RP’li Başkanı suçlayarak “işte gerçek yüzleri. Söyleyecek söz bulamıyorum. Amaçları, Türkiye’yi çağdaş dünyanın dışladığı İran yapmak” (Akpınar, 2006: 156) diyerek tepkisini göstermiştir. Geceye katılan İran Büyükelçisi Rıza Bagheri’de diplomatik teamülleri aşan, genel anlamda şeriatı övücü bir konuşma yaparak, Hamas ve Hizbullah’ı desteklediklerini açıkça belirtmiştir. Gecede yaşanan olayların ve konuşmaların kamuoyuna yansıması üzerine toplumun her kesiminden tepkiler yükselmiş, Ankara Cumhuriyet Savcılığı ile DGM Başsavcılığı geceyi düzenleyenler hakkında soruşturma başlatmıştır. ANAP ve CHP, TBMM Başkanlığı’na soru önergeleri vermiş, İran Büyükelçisi Bagheri Dışişleri Bakanlığa çağrılarak sert bir notayla uyarılmış, DYP 282 milletvekilleri de yaşanan gelişmelerden duydukları rahatsızlıkları dile getirmişlerdir (Akpınar, 2006: 156). Düzenlenen bu geceye ordunun tepkisi sert olmuştur. Genelkurmay Başkanlığı’nda 3 Şubat günü tüm kuvvet komutanlarının, Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir’in ve MGK Genel Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç’ın katıldığı bir toplantı düzenlenmiş ve tank geçişini içeren bir tatbikat planı hazırlanmıştır306. Tankların geçişi kamuoyunda darbe söylentilerine neden olduysa da Genelkurmay Başkanlığı bu geçişin tatbikat olduğunu duyurmuştur. Tankların geçiş yaptığı gün Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız görevinden alınmıştır. Tankların geçişiyle ilgili olarak Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir, daha sonraki günlerde yaptığı bir ABD gezisi sırasında 28 Şubat 1997’de “Demokrasiye balans ayarı yaptık”307 sözleriyle Sincan’daki tatbikata açıklık getirmiştir. Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir'in sözlerinin ardından bu deyim, post-modern darbe deyimi çıkana dek, yaygın biçimde kullanılmıştır. Bu sözler askerin tankları Sincan’dan geçirmelerinin “tatbikat amaçlı” olmadığının kanıtıdır. Bu arada ANAP lideri Mesut Yılmaz Türkiye’nin önünde büyük bir tehlikenin söz konusu olduğunu söyleyerek, “RP’nin tabanı militanlaşıyor, hatta silahlanıyor” açıklamasında bulunmuştur308. Ülkedeki silahlı vatandaş sayısının, TSK’nin asker sayısını geçtiği iddia edilmiş, Genelkurmay, Dışişleri Bakanlığı’na Bagheri’nin “istenmeyen adam” ilan edilerek sınır dışı edilmesi isteğini bildirmiştir. Dışişleri bürokrasisine bu mesajı veren Orgeneral Çevik Bir’dir. Genelkurmay Başkanlığı da yaşanan olayların ardından sivil toplum örgütleri ile görüşmelere başlayarak, “silahsız kuvvetleri” harekete geçirip bu örgütlerden parlamento üzerinde baskı kurmalarını istemiştir. Aynı zamanda Genelkurmay Başkanı 6 Şubat günü Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden’i makamında ziyaret ederek “Meselenin TBMM zemininde ve sivil destekle çözümlenmesi gerektiği üzerinde durulduğunu” açıklayarak, yargıya verdiği önemi vurgulamıştır. Sincan’daki gelişmelerden sonra 14 Şubat günü bir Bu toplantının sonrasında tatbikat bünyesinde Sincan’ın bir kaç kilometre dışındaki Etimesgut Zırhlı Birlikler ve Tümen Komutanlığı’ndan hareket eden 15 tank ve 20 kariyer, tam teçhizatlı bir bölük piyade eşliğinde Sincan’dan geçerek 10 kilometre ilerideki Yeni kent Akıncı 4. Ana Jet Üssü’nün tatbikat alanına gitmişler, İki tank ise “arızalandığı” gerekçesiyle olayların yaşandığı Sincan Meydanı’nda akşam saatlerine kadar bekletilmiştir, bkz. http://www.radikal.com.tr/ekonomi/o-tanklar-sincanda-nasil-yurudu-1173052/ (31.03.2016). 307 Bkz.http://blog.milliyet.com.tr/cevik-bir--e--gozalti----28-subat-icin-demokrasiye-balans-ayari-yaptik-demisti--/Blog/?BlogNo=358087 (20.10.2014). 308 Bkz. http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/newsDetail_openPrintPage.action?newsId=32339 (20.10.2014). 306 283 araya gelen komutanlar, Sincan gösterisinin toplumda “kıpırdanma” yaratması bakımından olumlu bir gelişme olduğuna dikkat çekmişlerdir. 15 Şubat’ta ise bu kıpırdanma büyük bir gösteriye dönüşmüş ve Ankara’da yaklaşık 20 bin kadının katılımıyla “Mollalar İran’a”, “Türkiye laiktir laik kalacak”, “Hükümet istifa”, “Ne şeriat ne darbe” sloganlarıyla “Şeriata Hayır Yürüyüşü” düzenlenmiş, yürüyüşe birçok sivil toplum örgütü de destek vermiştir309. Toplumun diğer sivil kesimleri de olaylara duyarsız kalmamıştır. İstanbul’da ilk kez 6 Şubat 1997’de asılan bir afiş, İşçi Partisi’nin (İP) kendini hatırlatma kampanyası olarak görüldüğünden pek dikkat çekmemiştir. Afişin üstünde “Cumhuriyet Devrimi Kanunları Uygulansın” ibaresi yer almıştır. 28 Şubat 1997’de MGK’de alınan kararların bu talebin izdüşümü olduğu öne sürülmüştür. İmam Hatiplerin orta kısmının kapatılması, öğrencilerin 8 yıllık eğitimi tamamlanmadan Kur’an kurslarına gidemeyeceği hükmünden, türban yasaklarına kadar bu çıkışla arasında ilişki kurulmuştur310. Doğu Perinçek “ordunun, siyaset ve iktisadın mafyalaşmasının üzerine giden İP ile aynı konumda yer aldığını” belirterek RP’nin kapatılma gerekçelerinin de tamamen kendi kitaplarından alınarak yazıldığını ifade etmiştir. Doğu Perinçek, bir basın mensubunun tankların Sincan’a girmesine ne diyorsunuz sorusuna, Türkiye’de hangi güç, Cumhuriyet yıkıcılarının üzerine gidiyorsa, iyidir, onu alkışlarız diye cevap vermiştir. Bu cevabın ardından bunun İP’nin siyasi görüşüne aykırı olduğunun belirtilmesi üzerine ise tankların işçinin, köylünün üzerine yürümesi durumunda göğsünü yine siper edecek olanın İP olacağını; ancak şeriatçılığın üzerine yürüdüğü takdirde onları alkışlayacaklarını belirtmiştir.311 Yaşanan bu gelişmeler belirli bazı sivil çevrelerin de sivil-asker uyumu bağlamında 28 Şubat sürecinde TSK ile aynı paralellikte hareket ettiğini göstermektedir. 27 Ocak 1997’de, 28 Şubat Kararlarının alındığı MGK’den bir önceki MGK’de, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya, REFAHYOL hükümetinin uygulamalarının toplumda yarattığı tedirginliği ve endişeyi dile getirmek ve gerekli önlemlerin alınması için MGK’yi uyarmak amacıyla; demokratik, laik cumhuriyete yönelik tehditlerin tehlikeli boyutlara ulaştığı, laik demokratik cumhuriyete yönelik bu tehditlerin en kısa zamanda gündeme alınması ve gerekli önlemlerin belirlenerek 309 Bkz. http://www.cumhuriyetarsivi.com/katalog/4932/sayfa/2007/3/27/11.xhtml (28.03.2016). Bkz. http://www.milliyet.com.tr/1997/09/08/siyaset/perincek.html (29.12.2016). 311 Bkz. http://www.milliyet.com.tr/dogu-perincek/ (20.10.2014). 310 284 uygulanması için hükümete tavsiye edilmesi şeklinde özetlenebilecek bir konuşma yapmıştır. Yine 28 Şubat tarihindeki olağan MGK toplantısından önce dönemin MGK Genel Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç, Cumhurbaşkanı’na giderek yapılacak MGK toplantısına askeri kanadın 18 maddeden oluşan bir hazırlıkla geleceğini bildirmiş, bu hazırlığın bir örneğini de Cumhurbaşkanına vermiş, Cumhurbaşkanı da bunu dönemin Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller’e iletmiştir. Sonradan yapılan açıklamalardan ve yayınlanan eserlerden, dönemin Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller’in, yapılacak MGK toplantısı öncesinde, ordunun komuta kademesinin hem emekliye sevk edilmesini hem de darbe girişimi suçlamasıyla yargı önüne çıkarılması hazırlığı yaptığı ancak, hükümet ortağı Erbakan’ın buna yanaşmaması ve uzlaşmacı bir tavır sergilemesi nedeniyle, Çiller tarafından yapılan hazırlığın gerçekleşmediği anlaşılmıştır312. 3.8- 28 Şubat MGK Toplantısı ve Kararları Toplantı öncesinde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Erbakan, Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller ve Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ile kısa bir görüşme gerçekleştirmiştir313. Toplantı OHAL’in uzatılması ve dış güvenlik raporunun okunmasından sonra Genelkurmay İstihbarat Dairesi Başkanı Korgeneral Çetin Saner tarafından hazırlanmış olan irtica ile ilgili ayrıntılı raporun takdim edilmesiyle devam etmiştir. Konu hakkında söz alan Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya, irticai akımların giderek güçlendiğini ve RP’nin bu akımlarla iç içe olduğunu söyleyerek laik Cumhuriyet’in, Atatürk ilke ve inkılaplarının ciddi bir tehdit Fikret Bila “DYP’nin Ağır Topları 28 Şubat Döneminde Erbakan’ın Tavrını Eleştirdi” başlıklı köşe yazısında Çiller’in: “Başbakan Sayın Erbakan ile görüştüm ve Milli Güvenlik Kurulu kararlarının tavsiye niteliğinde olduğunu, bu kararların, Bakanlar Kurulunda ve Meclis'te görüşülerek şayet uygun bulunursa uygun bulunacak olanların uygulamaya konulabileceğini; ancak asıl tercihimin ve doğru olanın, bu kararlar görüşülmeksizin Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarını emekliye sevk etmemiz gerektiğini söyledim ancak Erbakan kabul etmedi” açıklamalarına yer vermiştir, bkz http://www.milliyet.com.tr/ciller-karadayi-yi-emekli-edecekti-erbakan istemedi/siyaset/siyasetyazardetay/19.04.2012/1529944/default.htm (12.05.2016). 313 Tam sekiz saat kırk beş dakika sürecek olan toplantıya, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Necmettin Erbakan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller, Milli Savunma Bakanı Turhan Tayan, İçişleri Bakanı Meral Akşener, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hikmet Köksal, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Ahmet Çörekçi, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Teoman Koman ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya’nın yanı sıra, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Onur Öymen, MİT Müsteşarı Sönmez Köksal, Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Necdet Seçkinöz, MGK Genel Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç, Emniyet Genel Müdürü Alaattin Yüksel, Olağanüstü Hal Bölge Valisi Necati Bilican, Genelkurmay İstihbarat Dairesi Başkanı Korgeneral Çetin Saner ve MGK Genel Sekreter Başyardımcısı Korgeneral Necdet Timur katılmışlardır. 312 285 altında olduğunu belirtmiştir. Erbakan’ı hedef alan Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hikmet Köksal da; “Bende dindar bir aileden geliyorum. Bizim de annelerimizin başında başörtüsü var. Ama biz, dine değil, dinin istismar edilmesine karşıyız” sözleriyle eleştirerek, ordunun bazı çevreler tarafından dinsizmiş gibi gösterilmesinden duydukları rahatsızlığı dile getirmiştir. Kuvvet Komutanlarından sonra Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı askerlerin duyarlılıklarını anlatan toparlayıcı bir konuşma yaparak özetle; “Laiklik bizim için demokrasi kadar önemlidir. Dindarlıkla siyaset karıştırılmamalıdır. Din ahlaktır, ahlaksız adamın dini de olmaz” diyerek irticai hareketlerde tırmanma olduğunu ve bazı vakıfların da bu hareketlerin ana kaynağını teşkil ettiğini ve son zamanlarda yaşanan gelişmelerden ordunun duyduğu rahatsızlıkları açıkça dile getirmiştir (Akpınar, 2006: 181). Konuşmaların ardından askerler, laikliğin korunması için uygun gördükleri bazı kararların, hükümet tarafından derhal uygulamaya sokulmasını isteyerek bu konuda hazırlanan 22 maddelik taslak tedbirler paketini hükümet yetkililerine sunmuşlardır. Erbakan taslakta yer alan 8 yıllık kesintisiz eğitim, özel Kuran kurslarının kapatılması ve Millî Eğitim Bakanlığına bağlanmasına yönelik çalışmalar, kılık kıyafet yasası, 163. maddenin kaldırılmasının yarattığı hukuksal boşlukların doldurulması için yasal düzenleme yapılması ve irticai-dinci akımlara karışan kişiler hakkında yeni yasa çıkartılması gibi bazı maddelerden rahatsızlık duyduğunu belirterek bu düzenlemelerin parti tabanında tepki yaratacağını düşünmüş ve kararların tek tek maddeler halinde verilmemesini ve toplantıda deklare edilmemesini, daha sonra ele alınmasını talep etmiştir. Erbakan’ın istekleri ve Demirel’in arabuluculuğu neticesinde kararlar 18 maddeye indirilerek, bazı ifadeler yumuşatılmış ve MGK kararlarının birkaç gün içinde hükümete gönderilmesi konusunda uzlaşma sağlanmıştır (Akpınar, 2006: 184-185). Toplantının ardından 1982 Anayasası’yla oluşturulan çıkış güvencelerinin, MGK özelinde nasıl çalıştığı alınan kurul kararlarıyla ortaya konmuş, 28 Şubat MGK toplantısının basın bildirisi MGK Genel Sekreterliği tarafından medya organlarıyla paylaşılmıştır. Toplantıda ayrıca alınan kararların uygulanıp uygulanmadığının denetimi için, MGK bünyesinde bir birim oluşturulmasına karar verilmiş, bu birimin çalışmalarının MGK Genel Sekreterliği tarafından koordine edilmesi üzerinde anlaşmaya varılmıştır. Toplantının gece yarısına kadar uzaması nedeniyle bildiri metni ve kararların ertesi gün MGK Genel Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç tarafından kurul üyelerine dolaştırılarak imzalanması kararlaştırılmıştır (Yüksel, 2004: 78). 286 Söz konusu toplantının ardından MGK Genel Sekreterliği’nin yapmış olduğu açıklamayla çıkış güvencelerinden birinin yani MGK’nin vesayet odağı olarak nasıl çalıştığı, rejimin muhafızı olarak muhafızlığın çerçevesini nasıl somutlaştırdıkları aşağıdaki kararlarla görülmektedir314: 1. Milli Güvenlik Kurulu; 28 Şubat 1997 günü Sayın Cumhurbaşkanı başkanlığında Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı, Milli Savunma Bakanı, İçişleri Bakanı, Kuvvet Komutanları, Jandarma Genel Komutanı ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterinin iştirakleri ile Çankaya Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nde aylık olağan toplantısını yapmıştır (2. ve 3. maddelerinde devam eden iç ve dış günelik konuları ele alınmıştır)315. 4. Toplantıda, bilhassa, anayasa ile Atatürk milliyetçiliğine bağlı demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olarak belirlenen Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı, çağ dışı bir kisve altında zemin oluşturmaya yönelik rejim aleyhtarı faaliyetler de gözden geçirilmiş, a) Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığını, Atatürk İlke ve İnkılapları doğrultusunda çağdaş medeniyet yolunda, demokratik sistem içerisinde ilerlemesini teminat altına alan anayasa ve Cumhuriyet yasalarının uygulanmasından asla taviz verilmemesi gerektiği, b) Anayasanın tanımladığı Cumhuriyetin demokratik, laik ve sosyal hukuk devlet ilkelerinin sağlıklı bir şekilde düzenlenmesine imkân sağlayacak güvenlik, huzur ve toplumsal barışın önem ve öncelik taşıdığı, c) Cumhuriyet ve rejim aleyhtarı yıkıcı ve bölücü grupların laik ve anti-laik ayırımı ile demokratik ve sosyal hukuk devletini güçsüzleştirmeye yeltendikleri, d) Türkiye'de laikliğin sadece rejimin değil, aynı zamanda demokrasinin ve toplum huzurunun da teminatı ve bir yaşam tarzı olduğu, e) Devletin yapısal özünü oluşturan sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleri anlayışından vazgeçilemeyeceği, yasalarla belirlenmiş kuralların göz ardı edilerek yapılan çağdışı uygulamaların da hukukun üstünlüğü ilkesiyle bağdaşmayacağı, f) Türkiye'nin 1997 yılı içinde, AB'ye tam üye olacak ülkeler listesine girmeyi öncelikli bir hedef olarak sürdürdüğü böyle bir dönemde resmi ve sivil kurum ve 314 Bkz. (Çiçek, 1997: 29–31). Madde-2 Kurulun bu toplantısında; bölücü terörle mücadelede şimdiye kadar alınan tedbirler ve elde edilen sonuçların genel bir değerlendirmesi yapılmış, bu mücadelenin devletimizin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne gönülden inanmış, bu inancı sonsuza dek sürdürmeye azimli halkımızın, basınımızın, devletin bütün kurum ve kuruluşları ve milli iradenin sembolü olan yüce parlamentonun destekleriyle çok olumlu bir noktaya ulaştığı müşahede edilmiştir. Elde edilen bu sonuçların bundan sonra halkımızın huzur ve güvenliğine, ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal yaşamına olumlu olarak yansıması için bu konuda alınacak tedbirlerin bir plan dâhilinde süratle yürürlüğe konulması gerektiği hususunda görüş birliğine varılmıştır. Alınacak olan bu tedbirlerin güvenlik içinde gerçekleştirilebilmesi bakımından halen 9 ilde devam etmekte olan Olağanüstü Hal uygulamasının 30 Mart 1997 tarihinden itibaren 4 ay daha uzatılması uygun bulunmuş ve bu görüşün Bakanlar Kuruluna bildirilmesine karar verilmiştir. Madde-3 Toplantıda, Kıbrıs sorunu ve Yunanistan'la ilişkilerle ilgili durum değerlendirilmesi yapılmış, bu konuda Türkiye'nin ve KKTC'nin hak ve menfaatlerini korumayı amaçlayan siyasi, ekonomik ve askeri tedbirler uygun bulunarak Bakanlar Kuruluna bildirilmesine karar verilmiştir, [bkz. (Çiçek, 1997: 29-31)]. 315 287 kuruluşların bu sürece katkıda bulunmasının gerekli olduğu, bu sebeple; demokrasimiz hakkında kuşkulara yol açacak, Türkiye'nin yurt dışındaki imajını ve itibarını zedeleyecek, her türlü spekülasyona son vermek gerektiği, Türkiye Cumhuriyeti'nin laik, demokratik, insan haklarına saygılı, sosyal bir hukuk devleti olduğu yönündeki temel ilkelerinin anayasamızın ve devletimizin teminatı altında olduğu, rejimin; kendisine ve geleceğine yönelik tartışmaların, içinde bulunduğumuz ortamda Türkiye'ye yarardan çok zarar verdiği, g) Açıklanan bu esaslar aksine davranışların, toplumumuzda huzur ve güveni bozarak yeni gerginliklere ve yaptırımlara neden olacağı değerlendirilmiş, h)Bu konularda alınacak ve alınması gereken tedbirler uygun bulunarak bu tedbirlerin Bakanlar Kuruluna bildirilmesine karar verilmiştir. Erbakan'ın MGK'de kabul ettiği irtica ile mücadele programını hükümetten geçirmesi geciktikçe ülkedeki siyasi atmosfer gerginleşmiştir. Erbakan’ın Meclis desteği arayışı istediği gibi sonuçlanmamış, ANAP'tan beklediği desteği görememiştir. “DSP lideri Bülent Ecevit ve CHP lideri Deniz Baykal ise ortak bir açıklamayla, “ya imza ya istifa” demişlerdir. Çiller, 5 Mart'ta Erbakan'a giderek konunun hassasiyetine dikkat çekmiş, netice itibariyle Erbakan, kararları imzalamıştır. İrtica ile mücadele için Başbakanlık Takip Kurulu Erbakan ve bakanlarının imzasıyla kurulmuştur” (Öztürk, 2006: 49). MGK toplantısından çıkan karar ve sonrasında yapılan açıklama yeterli görülmemiş, “bu durum toplantıyı hemen izleyen günlerde ordunun ve askerlerin görüş ve düşüncelerinin, altında Başbakan’ın imzasının yer alacağı bir MGK Genel Sekreterliği yazısı ile yürütmeye ve yönetime yansıtılması girişimine neden olmuştur” (Öztürk, 2006: 53). 28 Şubat'taki MGK zirvesinde alınan, 5 gün gecikmeli imzalanması sebebiyle sıkıntıya yol açan ve sonunda Başbakan Necmettin Erbakan'ın imzalamasıyla sonuçlanan 406 sayılı MGK Kararı'nın tam metni şu şekildedir316: 1) Milli Güvenlik Kurulu, 28 Şubat 1997 günü Sayın Cumhurbaşkanı Başkanlığında Başbakan, Genelkurmay Başkanı. Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı, Milli Savunma Bakanı, İçişleri Bakanı, Kuvvet Komutanları, Jandarma Genel Komutanı ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri'nin iştirakleri ile aylık olağan toplantısını yapmıştır. 2) Kurul'un bu toplantısında, esasları ve nitelikleri Anayasa'da belirlenmiş Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik, laik ve sosyal hukuk devletimizi ve Cumhuriyet rejimimizi yıkmak, onun yerine bir siyasal dini düzen kurmak amacıyla yürütülen yıkıcı faaliyetler ve yapılan beyanlar ile bunların oluşturduğu tehdit ve tehlikeler gözden geçirilerek değerlendirilmiştir. 3) Yapılan bu değerlendirmeler sonucunda: 316 Bkz. http://www.milliyet.com.tr/1997/03/27/siyaset/iste.html (21.10.2014). 288 a) Ülkemizde şeriat hukukuna dayalı bir İslam Cumhuriyeti kurmayı hedefleyen grupların, Anayasa'nın tanımladığı demokratik, laik ve sosyal hukuk devletimize karşı çok yönlü tehdit oluşturduğu, b) Cumhuriyet ve rejim aleyhtarı aşırı dinci grupların laik ve sosyal hukuk devletini güçsüzleştirmeye yeltendikleri, c) Türkiye'de laikliğin sadece rejimin değil, aynı zamanda demokrasinin ve toplum huzurunun da teminatı ve bir yaşam tarzı olduğu, d) Devletin yapısal özünü oluşturan sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleri anlayışından vazgeçilemeyeceği, yasalar göz ardı edilerek yapılan çağdışı uygulamaların takipsiz kalmasının hukukun üstünlüğü ilkesiyle bağdaşmayacağı hususlarında görüş birliğine varılmıştır. 4) Bu görüş ve değerlendirmeler sonucunda: a) Türkiye'de şeriat hukukuna dayalı bir İslam cumhuriyeti kurmayı amaçlayan aşırı dinci grupların, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan Cumhuriyetimize karşı oluşturdukları çok yönlü tehdidin önlenmesi amacıyla aşağıda 18 madde ile belirtilen tedbirlerin kısa, orta ve uzun vade içerisinde alınmasının Bakanlar Kurulu'na bildirilmesine, b) 2945 Sayılı MGK ve MGK Genel Sekreterliği Kanunu'nun 9'uncu maddesine uygun olarak, MGK Genel Sekreterliği tarafından; aşağıda belirtilen tedbirlere ilişkin Bakanlar Kurulu Kararları ile Bakanlar Kurulu Kararı haline getirilmeyen uygulamaların, sonuçları hakkında belli süreler içerisinde Başbakan, Cumhurbaşkanı ve MGK'ye bilgi verilmesi kararlaştırılmıştır. Alınmış olan bu kararlarla muhtemel bir darbe ihtimali, meşru zeminde bir kontrol mekanizması kurulmasıyla azalmıştır. MGK’nin 28 Şubat 1997 tarihli ve 406 sayılı kararına ek olarak sunulan ve 18 maddelik “Rejim aleyhtarı irticai faaliyetlere karşı alınması gereken tedbirler” ise şunlardır317: 1- Anayasamızda cumhuriyetin temel nitelikleri arasında yer alan ve yine anayasanın 4'üncü maddesi ile teminat altına alınan laiklik ilkesi büyük bir titizlik ve hassasiyetle korunmalı, bunun korunması için mevcut yasalar hiç bir ayrım gözetmeksizin uygulanmalı, mevcut yasalar uygulamada yetersiz görülüyorsa yeni düzenlemeler yapılmalıdır. 2- Tarikatlarla bağlantılı özel yurt, vakıf ve okullar, devletin yetkili organlarınca denetim altına alınarak Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereği Millî Eğitim Bakanlığı'na devri sağlanmalıdır. 3- Genç nesillerin körpe dimağlarının öncelikle cumhuriyet, Atatürk, vatan ve millet sevgisi, Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyine çıkarma ülkü ve amacı doğrultusunda bilinçlendirilmesi ve çeşitli mihrakların etkisinden korunması bakımından: a- 8 yıllık kesintisiz eğitim, tüm yurtta uygulamaya konulmalı. b-Temel eğitimi almış çocukların, ailelerinin isteğine bağlı olarak, devam edebileceği 317 Bkz. (Çiçek, 1997: 29-31). 289 Kuran kurslarının Millî Eğitim Bakanlığı sorumluluğu ve kontrolünde faaliyet göstermeleri için gerekli idari ve yasal düzenlemeler yapılmalıdır. 4- Cumhuriyet rejimine ve Atatürk İlke ve İnkılaplarına sadık, aydın din adamları yetiştirmekle yükümlü, milli eğitim kuruluşlarımız, Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun özüne uygun ihtiyaç düzeyinde tutulmalıdır. 5- Yurdun çeşitli yerlerinde yapılan dini tesisler belli çevrelere mesaj vermek amacıyla gündemde tutularak siyasi istismar konusu yapılmamalı, bu tesislere ihtiyaç varsa, bunlar Diyanet İşleri Başkanlığı'nca incelenerek mahalli yönetimler ve ilgili makamlar arasında koordine edilere gerçekleştirilmelidir. 6- Mevcudiyetleri 677 sayılı yasa ile men edilmiş tarikatların ve bu kanunda belirtilen tüm unsurların faaliyetlerine son verilmeli, toplumun demokratik, siyasi ve sosyal hukuk düzeninin zedelenmesi önlenmelidir. 7- İrticai faaliyetleri nedeniyle Yüksek Askeri Şura kararları ile Türk Silahlı Kuvvetleri'nden ilişkileri kesilen personel konusu istismar edilerek TSK'yi dine karşıymış gibi göstermeye çalışan bazı medya gruplarının silahlı kuvvetler ve mensupları aleyhindeki yayınları kontrol altına alınmalıdır. 8- İrticai faaliyetleri, disiplinsizlikleri veya yasadışı örgütlerle irtibatları nedeniyle TSK’dan ilişkileri kesilen personelin diğer kamu kurum ve kuruluşlarında istihdamı ile teşvik unsuruna imkân verilmemelidir. 9- TSK’ya aşırı dinci kesimden sızmaları önlemek için mevcut mevzuat çerçevesinde alınan tedbirler; diğer kamu kurum ve kuruluşları, özellikle üniversite ve diğer eğitim kurumları ile bürokrasinin her kademesinde ve yargı kuruluşlarında da uygulanmalıdır. 10- Ülkemizi çağdışı bir rejimden ve din istismarının sebep olabileceği muhtemel çatışmalardan korumak için İran İslam Cumhuriyeti’nin ülkemizdeki rejim aleyhtarı faaliyet, tutum ve davranışlarına mâni olunmalı, bu maksatla İran’a karşı komşuluk münasebetlerimizi ve ekonomik ilişkilerimizi bozmayacak, fakat yıkıcı ve zararlı faaliyetlerini önleyecek bir tedbirler paketi hazırlanmalı ve yürürlüğe konmalıdır. 11- Aşırı dinci kesimin Türkiye'de mezhep ayrılıklarını körüklemek suretiyle toplumda kutuplaşmalara neden olacak ve dolayısıyla milletimizin düşmanca kamplara ayrılmasına yol açacak çok tehlikeli faaliyetler yasal ve idari yollarla mutlaka önlenmelidir. 12- T.C. Anayasası, Siyasi Partiler Yasası, Türk Ceza Yasası ve bilhassa Belediyeler Yasası'na aykırı olarak sergilenen olayların sorumluları hakkında gerekli yasal ve idari işlemler kısa zamanda sonuçlandırılmalı ve bu tür olayların tekrarlanmaması için her kademede kesin önlemler alınmalıdır. 13- Kıyafetle ilgili kanuna aykırı olarak ortaya çıkan ve Türkiye'yi çağdışı bir görünüme yöneltecek uygulamalara mâni olunmalı, bu konudaki kanun ve Anayasa Mahkemesi kararları taviz verilmeden öncelikle ve özellikle kamu kurum ve kuruluşlarında titizlikle uygulanmalıdır. 14- Çeşitli nedenlerle verilen, kısa ve uzun namlulu silahlara ait ruhsat işlemleri polis ve jandarma bölgeleri esas alınarak yeniden düzenlenmeli, bu konuda 290 kısıtlamalar getirilmeli, özellikle pompalı tüfeklere olan talep dikkatle değerlendirilmelidir. 15- Kurban derilerinin, mali kaynak sağlamayı amaçlayan ve denetimden uzak rejim aleyhtarı örgüt ve kuruluşlar tarafından toplanmasına mâni olunmalı, kanunla verilmiş yetki dışında kurban derisi toplattırılmamalıdır. 16- Özel üniforma giydirilmiş korumalar ve buna neden olan sorumlular hakkında yasal işlemler ivedilikle sonuçlandırılmalı ve bu tür yasadışı uygulamaların ulaşabileceği vahim boyutlar dikkate alınarak, yasa ile öngörülmemiş bütün özel korumalar kaldırılmalıdır. 17- Ülke sorunlarının çözümünü "Millet kavramı yerine ümmet kavramı" bazında ele alarak sonuçlandırmayı amaçlayan ve bölücü terör örgütüne de aynı bazda yaklaşarak onları cesaretlendiren girişimler yasal ve idari yollardan önlenmelidir. 18- Büyük Kurtarıcı Atatürk'e karşı yapılan saygısızlıklar ve Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkındaki 5816 sayılı kanunun istismar edilmesine fırsat verilmemelidir. Söz konusu 28 Şubat kararları ve 18 maddeden oluşan eki, siyasi iradeye uyarı niteliğinde bir muhtıra olup, sistemin Cumhuriyetin temel değerlerini koruma adına almış olduğu ve anayasada belirtilen çıkış güvencelerinden gücünü alan bir dizi tedbiri içermektedir. Ordunun daha önceden darbeler ve hemen sonrasında uygulamaya koymuş olduğu anayasa değişiklikleriyle elde edilen çıkış güvencelerinin şekillendirdiği kurumlar ve yapılar devreye sokulmuş, bunlar anayasal bir kurum olan MGK üyelerinin tümünün imzası ile hayata geçirilmiştir. Ancak bildirinin ve açıklanan 18 maddelik tedbirlerin esas itibariyle askerler tarafından önceden hazırlanmış olduğu ve bu tedbirlere toplantı esnasında bir kaç küçük revizyondan sonra son şeklinin verildiği bilinmektedir. Keza “yaptırım” gibi ağır bir ifade tavsiye niteliği taşıması gereken MGK kararında kullanılmıştır. Zaten 28 Şubat tarihli toplantının gündeminin, anayasanın emrettiği gibi Cumhurbaşkanı tarafından değil, günler öncesinde askerlerce hazırlanmış olduğunu medyaya yansıyan bilgiler göstermiştir. Dikkat çeken bir diğer husus da anayasal açıdan kurulun üyesi olmayan MGK Genel Sekreteri’nin toplantıya katılmış olduğunun resmi bildiride özellikle belirtilmiş olmasıdır. Toplantıyı takiben MGK tarafından hükümete verilecek talimatların yani tedbirlerin hükümetçe yürütülmesini gözetmek üzere MGK Genel Sekreteri’nin yetkilendirilmiş olması, onun daha önce kriz yönetimini Başbakan adına koordine etmekle görevlendirilmiş olmasıyla birlikte düşündüğümüzde, ilerleyen dönemde MGK Genel Sekreteri’nin adeta “de facto Başbakan” olma ihtimalini akla getirir. “Bildirinin tüm metni 28 Şubat toplantısında yansıyan iradenin sistemin gerçek hâkimi olduğunu ve 291 bu iradenin bir bakıma anayasal-kurucu iradeyi yansıttığını alenen ilan etmektedir. Bu bildiri bize normal anayasal dönemin dışında olunduğunu hatırlatmak ister gibidir. Bunun çok belirgin bir kanıtı, bildirinin birçok yerinde, çeşitli konularda gerekli görülen tedbirlerin Kurulca “uygun bulunduğu” belirtilmek suretiyle, hükümete herhangi bir takdir yetkisi bırakılmadığının ima edilmiş olmasıdır”. Bunun gibi, yurttaşların ve muhtemelen hükümetin, bildiride istendiği şekilde davranmamaları halinde bir takım “yeni yaptırımların” gündeme geleceğinin vurgulanmış olması da bildirinin arkasındaki iradenin kendini neredeyse anayasanın üstünde saydığını gösterir niteliktedir (Erdoğan, 2012: 57-59). 3.8.1- 28 Şubat Koalisyonları: Ordu, Cumhurbaşkanı, Medya, Yargı, Sivil Toplum 28 Şubat müdahalesinde birçok kesim, ordunun da teşvikiyle aktif görev almıştır. Ancak süreç içinde 12 Eylül darbesiyle yeri iyice sağlamlaştıran ve bir “çıkış güvencesi” kurumu olarak şekillendirilen MGK en etkili yapıdır. Erbakan MGK’de alınmış olan kararlara imza atmada direterek ordu vesayetini kabullenmek istememiştir. Öncesinde MGK’ye karşı siyasi bir platform oluşturma çabasına girerek, “hükümet MGK’de değil TBMM’de kurulur (...) MGK ne Meclis’e ne de hükümete kanun dayatamaz (...) Söz ve yetki, Türkiye’nin güvenliğinin korunmasından mesul olan hükümettedir318” dese de bu düşüncelerine Meclis’ten gerekli desteği alamamış ve Çiller’in ikna çabaları sonucunda kararların imzalanmasını sağlamıştır. 28 Şubat 1997 müdahalesinin, önceki askeri müdahalelere nazaran daha hafif olmasının en temel nedeni ise iki askeri müdahaleye maruz kalmış olan dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in “arabulucu” bir role bürünerek, yeni bir müdahalenin gelmiş olduğunu önceden sezmesi ve devreye girerek, askerlere, olayın Mecliste çözüleceği güvencesini vermiş olmasıdır. Çiller, Erbakan’ın kararları imzaladığını MGK Genel Sekreteri’ne bildirdikten sonra, alınan kararların Meclis’te tartışılmasını istemiş; ancak muhalefet partileri kararların TBMM’ye getirilmesine karşı çıkarak sorumluluğu iktidara bırakmayı uygun görmüşlerdir. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı da TSK ile Meclis’i karşı karşıya getirecek bu fikre karşı olduğunu, Tansu Çiller’e iletmiştir. Tüm 318 Milliyet, 4 Mart 1997, bkz. http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/Oxrxl1TaKA3gtlw2e5uqFw_x3D__x3D_ (29.10.2014). 292 bunlara sivil toplum örgütlerinin ve medyanın baskısı da eklenince hükümet, kararları da, bildiriyi de TBMM’ye getirememiştir. MGK’nin aktif olarak rol aldığı 28 Şubat müdahalesi, RP’ye karşı başlatılmış olan bir mücadelenin açık dille ortaya konulmasıdır. Bu mücadele her ne kadar irticaya karşı bir girişim olsa da karar aşamasının RP’nin yükselişiyle belirlendiği ve iktidardan gitmesini hedefleyen bir müdahale niteliği taşıdığı vakadır. Ancak bu ifadenin salt MGK kararlarıyla başarıya ulaşması zor görünmekteydi. O yüzden MGK kararlarının açıklanmasından sonra REFAHYOL hükümeti iktidarda kalma mücadelesi verirken ordu da “silahsız kuvvetleri” devreye sokarak, hükümeti uzaklaştırma çabası içine girmiştir. Bunlardan ilki cumhurbaşkanlığıdır. Murat Yetkin, “Cumhurbaşkanı Demirel, Genelkurmay Başkanı Karadayı'nın kendisine gelip rahatsızlığını bildirmesiyle askeri darbe ihtimalini ciddiye alıp, bunu önleyerek gerilime son vermek için yöneticilik yapmamış olsaydı, 28 Şubat olmayacaktır. Bambaşka bir tarih konuşuluyor olacaktır. O başka tarihin aktörleri de başta olacaktır” demektedir319. Erdoğan’a göre 28 Şubat sürecinin ahlaki sorumluğu Demirel’in üzerine düşmüştür. Ona göre eğer Demirel, içinden geldiği geleneğe sahip çıksaydı 28 Şubat yaşanmayacaktı320. Demirel, 17 Ocak'ta Genelkurmay'da aldığı brifingin ardından 27 Ocak MGK'si öncesinde Erbakan'a yazılı bir uyarı yapmış, ülkede yaşanan rahatsızlığı dikkate almasını istemiştir. Anayasa'nın 120, 121, 122. maddeleri, devletin korunması ile ilgili tedbirler öngörmüştür ibaresini de mektubuna eklemiştir. Cumhurbaşkanı, Başbakan'a açıkça olağanüstü dönem koşullarının kapıda olduğunu söylemiştir321. Nitekim Erbakan istifa ederek başbakanlığı Çiller’e devretmeyi düşünmüş; ancak Demirel hükümeti kurma görevini Yılmaz'a vermiştir. Bu kuvvetlerden bir diğeri süreç içinde aktif rol alan medyadır. Medya, ordunun da yönlendirmesiyle darbe söylentilerini gündeme getirmiş ve ülkeyi askeri müdahale ortamına daha doğrusu askeri müdahalenin şartlarının doğduğu kanısına sokmuştur. “Andıç olayı” da bir medya manipülasyonu olarak burada zikredilebilir. Ordu siyasal 319 Murat Yetkin, 26.02.2007, Radikal, bkz. http://www.radikal.com.tr/politika/10_yilinda_28_subat_2807044 (29.10.2014). 320 Mustafa Erdoğan “'28 Şubat'ın ahlaki sorumlusu Demirel'dir” bkz. http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/diger/377474/_28_Subat_in_ahlaki_sorumlusu_Demirel_dir_.html (28.08.2015). 321 Murat Yetkin, 18.08.2007, Radikal, bkz. http://www.radikal.com.tr/yazarlar/murat_yetkin/28_subat_dersleri-823165 (29.10.2014). 293 İslamcılara ve Kürt meselesinde devletin tezlerine uzak duran yazarlardan rahatsız olup onları bir andıç kapsamında kamuoyunun önünde teşhir etmiştir322. Nitekim ordu bazı yazarlara karşı açık tavır göstermiştir. Bu süreçte Mehmet Barlas, Nazlı Ilıcak, Yalçın Özer, Fehmi Koru, Ali Bayramoğlu, Cengiz Çandar, Mehmet Ali Birand gibi birçok gazeteci işlerinden olmuşlardır. Andıç kelimesi, 28 Şubat 1997’den sonra Cengiz Çandar ve Mehmet Ali Birand’ın köşelerini kaybettiği, İnsan Hakları Derneği eski Başkanı Akın Birdal’ın ise suikasta uğradığı olaylar zinciriyle özdeşleşmektedir. Cumhuriyet gazetesi yazarı Oral Çalışlar bu dönemi, “gazetecilerin ve çeşitli kurumların (...) tetikçiler olarak da kullanılabildiği (...) Kimsenin birbirinin derdini anlamak konusunda gayret göstermediği bir dönemdi” diyerek açıklamaktadır (Çalışlar, 2006: 158)323. Ordu’nun hükümeti “silahsız kuvvetlerle” iş başından uzaklaştırma girişimine ilk ses verenler, işçi sendikaları temsilcileri olmuştur. Türk-İŞ, DİSK ve TESK hükümete karşı mücadele vermişlerdir. Cumhuriyet tarihinde ilk kez sendikalar, çıkar birliği yerine “siyasal bir amaç için” aynı platformda buluşmuş, tüm milletvekillerine birer mektup göndererek, laiklik ve Cumhuriyet adına ettikleri yemine sadık kalmalarını isteyerek parlamento üzerinde baskı kurmuşlardır. Bir yandan ordu, MGK üzerinden hükümeti sıkıştırırken diğer taraftan sendikacılar milletvekillerine REFAHYOL hükümetinin yıkılması için baskı yapmaya başlamışlardır. En örgütlü ve sol kanatta yer alan sendikalardan biri olan Eğitim-Sen, 28 Şubat Muhtırasının temel talebi olan 8 yıllık 1993 yılında 33 erin şehit edilmesi olayından sorumlu olan Şemdin Sakık’ın 10 Nisan 1998 tarihinde ele geçirildikten kısa bir süre sonra vermiş olduğu itiraflar, 25-26 Nisan 1998 tarihli Hürriyet ve Sabah gazetelerinin manşetinde yer almış, Sakık’ın “PKK İşbirlikçilerinin” adını verdiği öne sürülmüştür. Hürriyet Gazetesi yazarlarından Oktay Ekşi, söz konusu “PKK işbirlikçileri” konusunda “Alçakları tanıyalım” başlığıyla bir makale kaleme almıştır, bkz. Oktay Ekşi’nin Komisyon Tutanağı, bkz. (TBMM, Meclis Araştırma Komisyonu Raporu, Cilt-2, s. 975-976). 323 O dönem Sabah Gazetesinde çalışan gazeteci Can Ataklı, bu haberlerin Org. Çevik Bir’in talimatıyla yayımlandığını belirtmiş; bu olaydan dolayı yaşadığı pişmanlığı birçok defa ifade etmiştir (Ilıcak, 2001: 14). Sabah Gazetesi Genel Yayın Müdürü Zafer Mutlu Cengiz Çandar’a, söz konusu haberleri Genelkurmay 2’nci Başkanı Org. Çevik Bir’in talimatıyla yayımladıklarını, Bir’in kendilerini “sizi batırırım” şeklinde tehdit ettiğini, onların da “ne yapalım bankamız var” diyerek bu baskıya boyun eğdiklerini ifade etmiştir. 3 Ekim 2012 tarihinde Komisyona açıklamalar yapan Hürriyet Gazetesi yazarı Ertuğrul Özkök, Andıç olayı ile ilgili olarak “Dolduruşa geldik. Kendi arkadaşları olduğu için bunları vermiyor diyorlardı. Ama verdik. Onun benim vicdanımda bıraktığı yarayı, acıyı hiçbir şey vermedi. Ama bu uygulamalar halen yürüyor” demiştir. Özkök, Andıç belgesi gibi manşet haberlere konu olan bilgilerin kendilerine nasıl geldiğine ilişkin sorulara da, “Bugün bunlar nasıl geliyorsa bazı gazetecilere, öyle geliyordu. Nereden geldiği belli. Nazlı Ilıcak çıkardı yazdı, 'bu Andıç'tır' dedi ve ben de 30 kez özür diledim” demiştir. Komisyonda görüşüne başvurduğumuz Oktay Ekşi de, “Alçakları tanıyalım” adlı makalesi ile alakalı olarak, “yanlış yaptığını anladığını; ancak o günün psikolojik ortamında haber niteliği taşıdığını düşündüğünü” ifade etmiş ve çeşitli kereler özür dilediğini” belirtmiştir, bkz. (TBMM, Meclis Araştırma Komisyonu Raporu, Cilt-2, s. 975-977). 322 294 eğitim için mitingler düzenlemiştir. Sonrasında Atatürkçü Düşünce Derneği ve Türk Tabipler Birliği ve Türkiye’nin en büyük kitle ve merkez sağın ekonomik ve siyasi zemini sayılan Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği de bu mücadeleye katılma kararı almışlardır (Akpınar, 2006: 198-200). Medyada özellikle RP’ye mensup bazı yöneticilerin, MGK kararlarının uygulanmayacağına dair haber ve yorumlar yapması ve TSK’yi hedef alan bazı açıklamalarda bulunulması üzerine Genelkurmay Genel Sekreterliği 8 Mart günü bir bildiri324 yayımlamaya karar vermiştir. Komutanlar yayımladıkları bildirinin ardından, kendilerine yakın hissettikleri bakanlar aracılığıyla hükümete mesaj göndermeye karar vererek, MGK kararlarının kesinlikle uygulanması gerektiği belirtilmiştir. 28 Şubat kararlarında öngörülen tedbirler alınmazsa, askerin bir dizi tedbir alacağı, bu konuda brifingler vereceği ve basın toplantıları düzenleyerek basına ciddi bilgiler sunulacağı vurgulanmıştır. Görüldüğü gibi asker planlı bir politika izleyerek çıkış güvencelerinin en önemli mekanizması olan MGK kararlarını uygulatmak için bizzat siyasetin içine eylemli olarak girmekte ve sivil siyasi arenanın etkin bir unsuru gibi davranmaktadır. Ordunun bu baskısına sessiz kalmayan koalisyon ortağı Çiller, alınan kararların üç aşamada hayata geçmesi konusundaki önerisini Erbakan’a iletmiş ve daha çok DYP’li bakanlardan oluşacak bir izleme komitesiyle kararların uygulanmasının takipçisi olunacağı ortaya konmuştur. İlk teşebbüsler325, İçişleri, Adalet, Kadın ve Aileden Sorumlu bakanlıklar eliyle yapılmıştır. MGK sürecinde aktif rol alan Cumhurbaşkanı Demirel de “MGK karar almış, hükümet uygulanacak demiş, bundan sonrası için diyeceğim bir şey olamaz” açıklamasında bulunurken Genelkurmay Başkanı Orgeneral Karadayı MGK’nin anayasal bir kurum olduğunu belirterek, “Burada alınan kararlar, herkesin riayet etmesi gereken kararlardır” (Yüksel, 2004: 83) diye konuşmuştur. Görüldüğü gibi Demirel ve Karadayı’nın bu açıklamaları etkin bir çıkış güvencesi unsuru “28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısından beri TSK’yı hedef alan bazı beyan, yorum ve açıklamalar yapılmaktadır. TSK anayasal bir kuruluştur, görev ve sorumlulukları yasalarla tespit edilmiştir. TSK geleneksel bir görev bilinci ve vazife anlayışı gereği, emrinde olduğu yüce milletimizin güvenliği ile anayasamızın temel niteliklerinin korunmasında ve yasaların kendisine verdiği yetki ve sorumluluğun hudutlarının tayin ve tespitinde fevkalade hassastır. Bu hassasiyet TSK’nın özünde var olan demokrasiye bağlılığından doğmaktadır. Yüce Türk Milleti, Atatürk’ün kendisine emanet ettiği, laik ve demokratik Cumhuriyet’in tüm imkânlarından istifade ederek, çağdaş medeniyet yolunda azimle ilerleyecektir. Buna hiç kimse mâni olamaz ve olamayacaktır. Hal böyle iken, zaman zaman TSK’yı siyasi polemiklere konu etmek veya şu veya bu şekilde Silahlı Kuvvetleri siyasetin içindeymiş gibi göstermek üzüntü vericidir. MGK yasal bir platformdur. Komutanlar görüş ve düşüncelerini MGK’nin bir üyesi olarak, burada özgür bir şekilde dile getirmektedir. Kamuoyuna saygıyla duyurulur”, bkz. (Akpınar, 2006: 203). 325 Bkz. (Yüksel, 2004: 83-84). 324 295 olan MGK’ye ciddi vurgu yaparken Silahlı Kuvvetler’in daha da siyasallaştığını göstermektedir. Ordu kararlılığını gösterme adına, 2 Nisan günü bir açıklama yaparak hükümetin oyalama taktiği içine girdiğini ve sabrının taştığını ifade etmiştir. Geniş yankı bulan bu ifade, değişik partilere mensup 51 milletvekilinin Milli Mutabakat Hükümeti kurulması noktasındaki çağrısıyla karşılık bulmuştur (Yüksel, 2004: 85). Ordu toplumda ağırlığı olan çeşitli kanaat önderlerine verilecek brifinglerle kendi görüşlerini empoze etme gayreti içine girerek hükümet üzerindeki baskısını arttırmak istemiştir. Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak’ın aktif görev aldığı brifinglerin gerekçesi; “TSK, yapısı gereği kamuoyu ile sürekli iç içe olan bir kurum değildir. Ancak yapılan kimi çalışmalar hakkında da kamuoyunun bilgisi olması gereklidir. TSK demokrasiye saygılıdır. Demokrasinin ilkelerinin ödünsüz korunmasından yanadır. Toplumun çok önemli bir kesiminin de bu konuda herhangi bir şüphesi yoktur. Ancak TSK’nın bu konudaki kararlılığının tüm kesimlerce bilinmesi gereklidir”326 diyerek ifade edilmeye çalışılmış, medya, yargı, üniversite üyeleri, işçi ve işveren kuruluşlarına bilgilendirmeler yapılarak, Türkiye’de yükselen ve rejimi tehdit eden irticai hareketlerin önlenmesi için duyarlı tüm kesimler göreve çağırılıp bu ortamda ordunun yanında olmaları istenmiştir. İrticanın Türkiye'nin bir numaralı tehdidi haline geldiği saptamasının basına duyurulduğu brifing, 29 Nisan tarihinde düzenlenmiştir. İkinci önemli adım, aynı brifingin Başbakan Erbakan'a da verildiği 26 Mayıs tarihli YAŞ toplantısı olmuştur. Görüldüğü üzere askerin terfi işlemleriyle ilgili kararların alındığı YAŞ toplantısı bir anlamda MGK’nin bir alt organı gibi hizmet görmüş, alınması gereken tedbirler burada da görüşülmüştür. Bunu 10 Haziran'da önce Yüksek Yargı'ya, basın327 ve ardından iş çevrelerine verilen ve talep üzerine tekrarlanan brifingler serisi 326 Bkz.http://www.sabah.com.tr/gundem/2013/09/24/28-subat-brifingleri-bilgilendirme-icin-yapilmis (22.10.2014). 327 28 Şubat sürecinde Genelkurmay tarafından düzenlenen ‘irtica brifingleri ’ne gazeteciler de katılmıştır. 11 Haziran’da düzenlenen brifingde, “Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmaya çalışan irticaya karşı mücadelede gerekirse silah kullanılacağı” açıklandı. Brifingde darbelere zemin teşkil eden İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesine de atıfta bulunulmuş, komutanların irticaya karşı ‘BÇG’yi kurduğu da kamuoyuna resmen yansımış ve bu isim BÇG şeklinde kısaltılarak irtica kelimesinin geçtiği her cümlenin içine girmiştir. Genelkurmay’ın brifingi gazetelerde ve köşe yazarlarında şöyle değerlendirilmiştir: Milliyet: Ordudan son uyarı. Hürriyet: Gerekirse silah bile kullanırız. Sabah: Muhtıra gibi brifing. Yalçın Doğan: İhtilal bildirisi. Fikret Bila: Durumdan vazife. Fatih Çekirge: Yolun sonu. Ertuğrul Özkök: Nereye kadar? İsmet Berkan: Siviller kına yaksın. Fehmi Koru: Önümüzdeki günlerden itibaren bambaşka bir kavram kendini hissettirecek: ‘Aydın Bunalımı’ Böylesine yumuşak bir yazı bile büyük bir korkuyla yazıldı; anlasanıza! Hasan Cemal: İrtica ve siyasal İslam’la mücadele konusunda tarafsız kalacak kadar da avanak değilim, bkz. http://www.idealhukuk.com/hukuk/hukuk.asp?mct=duyurudetay&x=haber&y=Hukuk%20D%FCnyas%F Dndan%20Haberler&id=75&tit=Yargi--28-Subat%92ta-bagimsizligini-koruyamadi--- (25.03.2015). 296 izlemiştir.328 Bayramoğlu’nun da belirttiği üzere, bu brifinglerle Silahlı Kuvvetler’in İç Hizmet Yasası’nın 35. maddesi uyarınca, Cumhuriyet’i içte ve dışta koruma ve kollama görevi çerçevesinde silaha başvurabileceğini açıklaması, süreç içerisindeki aktörlerin birisinin imkânlarını ve kararlılığını ortaya koymaktadır (Bayramoğlu, 2007:172-174). Bu dönemde toplumun tüm kurum ve kuruluşları mercek altına alınmış, üniversiteler, siyasi partiler, ilk ve orta öğretim kurumları, radyo-televizyon ve gazetelerin üzerinde ciddi baskılar olmuştur. Söz konusu brifingleri, “hükümetin demokratik yolla sona ermesi için kullandıkları yöntemlerden biri” olarak niteleyen dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya: “(...) Bu brifinglerle kamuoyunu bilinçlendiriyoruz. Tabii çalışmalarımızın çoğu milletvekillerini ikna etmeye yöneliktir. Rejimin içine düştüğü tehlikeyi öncelikle onların görmesi gerekir (...) Biz bu yola çıkarken Genelkurmayda toplandık. Muhtemel olumsuzluklara karşı köklü, alternatif planlar hazırlamaya koyulduk. Her olumsuzluğun bir karşı koyma tedbirini aldık. Planlar cebimizde. Ama meselenin demokratik yollardan çözülmesini istiyoruz ve bekliyoruz. Parlamento üyelerinin meseleyi siyaseten halletmeleri için bekledik. Verdiğimiz mesajları almadılar veya almak istemediler. Şimdi ikinci maddeyi uyguluyoruz. Sivil kesimde kamuoyu oluşturuyoruz” demiştir329. Nitekim baskılar Meclis’te de yankı bulmuş ve DYP sandalye sayısı 117’ye düşmüştür. Salt brifingler değil aynı zamanda ordunun çeşitli kademelerinde görev alan komutanlar da zaman zaman basına verdikleri demeçlerde konunun takipçisi olduklarını ortaya koymuşlardır. Örneğin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir, Washington Post gazetesinin muhabirine 5 Nisan 1997 tarihinde vermiş olduğu demeçte; “Biz Silahlı Kuvvetler olarak anti-laik akımları yok etmeye birinci öncelik veriyoruz. Bu akımlar, Ordu’ya bile sızmaya çalışıyor. Laiklik karşıtı tehdit, 12 yıldır süren PKK tehdidinden daha ciddi duruma gelmiştir. MGK kararları üzerinde, MGK’nin bütün üyeleri görüş birliğine varmıştır. Bunlar mutlaka uygulanmalıdır. Aksi halde ülkenin geleceği çok olumsuz etkilenecektir. Askeri darbelerin olumsuz sonuçlar yarattığını biliyoruz. Demokratik kurumların baskısı ile MGK kararlarının uygulanacağına inanıyoruz” (Akpınar, 2006: 211) diyerek ordunun kararlı olduğunu ortaya koymuş ve MGK kararlarının bağlayıcı olduğunu işaret etmiştir. Erzurum Bölge Jandarma Komutanı Tuğgeneral Osman Özbek de; Sedat Ergin, 02.11.1997, Hürriyet, bkz. http://webarsiv.hurriyet.com.tr/1997/11/02/14568.asp (29.10.2014). 329 Bkz. TBMM, Meclis Araştırma Komisyonu Raporu, Cilt-2, s. 1086-1087. 328 297 “Ama sen kalkıp da, ‘Hayır efendim, ben devleti yıkacağım, ben demokrasi tanımam, ben laiklik tanımam’ dersen o zaman olmuyor. Ve ‘Ben dediğimi yapacağım.’ Yap da görelim o zaman. Hazır Cumhuriyet’e gel kon. Kalk de ki, ‘Ben bu düzeni değiştireceğim.’ Değiştiremezsin. Atatürk ve arkadaşlarına, dedelerimize kalkıp sor. Sana tükürürler. Belki de şimdi kemikleri sızlıyordur. Demokrasiden istifade ederek baskıcı, dayatmacı, yerine göre, Cezayir’deki gibi keserek iktidar olmaya çalışıyor (...) Ben bunu kabul etmiyorum. Başbakan değil bilmem ne bakanı olursa olsun. 13 sene PKK ile mücadele etmişsem, bunlarla da mücadele edeceğim” (Akpınar, 2006: 219-220) demiş ve bu konuşma ülke gündemine oturmuştur. Genelkurmay Başkanlığı’da ses çıkarmayarak komutanının yanında olduğunu göstermiştir. Ordu, bir taraftan medya, yargı, üniversite üyeleri ile işçi ve işveren kuruluşlarına baskı yaparken diğer taraftan da kendisi MGK kararları çerçevesinde bir takım adımlar atmıştır. Bunlardan ilki daha önce de bahsedilmiş olan ve irticai tehdidin Türkiye resmini ortaya koymak adına kurulmuş olan BÇG’dir. Daha sonra bu grubun çalışması Başbakanlık Takip Kuruluna devredilmiştir. Ordu tarafından inisiyatif kullanılarak atılan bir diğer önemli adım “Toplantı ve gösteri yürüyüşü gibi toplumsal olayların şekil değiştirerek birçok bölgede, geniş halk kitlelerine yaygınlaşması, şiddete, katliama veya anayasal düzeni bozmaya yönelmesi durumunda; il/ilçe güvenlik koordinasyon komisyonu, olağanüstü ve ivedilikle toplantı kararı alındığı”330, Emniyet Asayiş Yardımlaşma Birlikleri (EMASYA)331 hakkındaki düzenlemedir. Bland tarafından ifade edilen ve “uyum teorisini” çağrıştıran bu düzenlemeye göre; Valiler asayişinden sorumlu oldukları illerdeki asayiş olaylarını, emirlerindeki polis ve jandarma kuvvetiyle önleyemezler veya önleyemeyeceklerini anlarlarsa en yakın askeri birlikten yardım isterler ve askeri birlik komutanı, polis ve jandarmayı da emrine alarak duruma el koyar. Bu görev askeri birliklere kanunlarla emredilmiştir. Olayın polis ve jandarmanın baş edemeyeceği bir boyuta ulaştığı anda görev alan komutanın, bu görevi, olay daha da büyümeden başarabilmesi için önceden plan hazırlamasının ve bu planı hazırlayabilmesi için il veya ilçede doğabilecek çok çeşitli olaylar hakkında bilgi toplamasının, bu bilgilere göre teşkilat, teçhizat, muhabere irtibatları ve eğitim çalışmaları yapmasının zorunluluğu vardır332. Bu protokolle ordu 330 Bkz. https://www.tbmm.gov.tr/arastirma_komisyonlari/darbe_muhtira/docs/ek1.pdf (26.12.2015). EMASYA Protokolü 28 Şubat sürecinde Genelkurmay Başkanlığı ile İçişleri Bakanlığı arasında 7 Temmuz 1997’de imzalanmıştır. Protokolün altında İçişleri Bakanlığı adına dönemin Müsteşarı Teoman Ünüsan ile yine dönemin Genelkurmay Harekât Daire Başkanı Çetin Doğan’ın imzası vardır. Şehirlerde meydana gelen toplumsal olaylara askerin müdahale etmesine imkân tanıyan bir düzenlemedir. 332 Bkz. http://tesev.org.tr/wpcontent/uploads/2015/11/Almanak_Turkiye_2005_Guvenlik_Sektoru_Ve_Demokratik_Gozetim.pdf (12.05.2016). 331 298 toplum içinde istihbarat faaliyetlerinde bulunabilecek, önlenemez olaylar baş gösterdiğinde yönetimi devralabilecektir, yani bir nevi sıkıyönetim uygulaması mantığı çerçevesinde oluşturulmuş olan bir tasarruftur. Atılan bir diğer önemli adım, MGK toplantısında kabul edilen ve irtica tehlikesini Türkiye'ye dönük bir numaralı tehdit olarak tanımlayan Bakanlar Kurulunun MGK'nin görüşleri dâhilinde tespit ettiği esasları ihtiva eden, çerçevesi MGK Genel Sekreterliği tarafından oluşturulan yeni Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi’dir333. Bir çıkış güvencesi yapısı olan MGK’nin siyasal iktidarı sınırlayarak karar almaya zorlayan bu belge, ordunun siyaset kurumu üzerindeki tahakkümünü gösteren ciddi ve etkin bir belgedir. Bundan önceki Milli Güvenlik Siyaset Belgesi, 1992 tarihini taşımaktadır. DYP-SHP koalisyonunun başlangıç döneminde kabul edilen metin, Soğuk Savaş'ın sona ermesinin ardından ortaya çıkan yeni ve karmaşık güvenlik ortamını değerlendirmiştir. MGK'den çıkan bu yeni metin, 1992 belgesinden farklılık gösteren bir güvenlik ortamına yanıt vermektedir. Metnin özelliği, bu nitelikteki bir belgede, ilk kez irticanın Türkiye'nin öncelikli tehdidi haline geldiğinin vurgulanmış olmasıdır. Söz konusu belge, REFAHYOL döneminde başlayan bir sürecin uzantısı niteliğindedir. Yapılan tüm bu müdahalelerle silahsız kuvvetlerin, Erbakan hükümetini düşürmesi amaçlanmıştır. Meclis operasyonları belirgin bir seviyeye çıkmış, siyasi hayata meclisin parçalı yapısı ve onun üzerindeki askeri vesayet hâkim olmuştur. 3.8.2- 28 Şubat’ın Sonuçları 27 Mart 1994 seçimleriyle başlayan RP’nin yükselişine cevap, 28 Şubat’ta çıkış güvenceleri bağlamında anayasal bir mekanizma olarak görülen MGK bildirisiyle verilmiştir. Bildiri demokrasi, laiklik ve çağdaşlık vurgusu yaparak iktidarın bu hususlarda hassas bir tavır içinde olmadığını ortaya sermektedir. Ancak bildirinin kendi içinde bir çelişkiyi de barındırdığı açıktır. Bildiri bir taraftan demokrasimiz hakkında kuşkulara yol açacak, Türkiye’nin yurt dışı imajını ve itibarını zedeleyecek her türlü spekülasyona son vermesini istemekte, diğer taraftan devletin demokrasi imajını ve Bu belgenin hazırlığını Bakanlar Kurulu değil, MGK Genel Sekreterliği yapmaktadır. Oysa ne anayasanın 118 inci maddesi, ne de MGK Kanunu'nun herhangi bir maddesi MGK Genel Sekreterliğine açıkça böyle bir yetki vermektedir (Arslan,2005: 24-25), bkz. http://tesev.org.tr/wpcontent/uploads/2015/11/Almanak_Turkiye_2005_Guvenlik_Sektoru_Ve_Demokratik_Gozetim.pdf (12.05.2016). 333 299 itibarını askeri bir vesayet rejimine geçildiğini ifade eden bir ifadeyle zedelenebileceği düşünmemektedir. 28 Şubat’ta alınmış olan kararlar hakkında ordu, yoğun bir takip sürecine girmiştir. Bir yandan alının kararları takip etmekte, diğer taraftan da silahsız kuvvetlere yapılan baskılarla REFAHYOL iktidarının sona ermesini sağlamaktadır. Bu manada ilk hareket 21 Mayıs 1997 günü Meclis’ten gelmiş ve ANAP, DSP ve CHP grup başkan vekilleri Meclis’e “halkın inananlar ve inanmayanlar diye bölündüğü, kardeş kavgası ortamı yaratıldığı ve Cumhuriyetin temel niteliklerinin tehlikede olduğunu” ifade eden bir gensoru vermişler; ancak gensoru iktidar oylarıyla reddedilmiştir. Aynı tarihte Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, Türkiye’de ilk kez iktidardaki bir partinin kapatılması için Anayasa Mahkemesine dava açmıştır. Diğer taraftan RP’ye kapatma davasının açıldığı gün sivil toplum örgütleri cephesinde de hükümetin hemen iş başından uzaklaştırılması için ortak bir bildiri yayımlanmış, TİSK, TOBB, TESK, TÜRK-İŞ ve DİSK başkanlarının imzasını taşıyan bildiride laik, çağdaş ve Atatürkçü çizgideki bir hükümet isteği dile getirilmiştir. Ordu da bir taraftan hükümetin demokratik yöntemlerle sona ermesi için özellikle yargı ve basın mensuplarına yönelik brifinglere devam etmiş, diğer taraftan da kamuoyu oluşturarak ve Meclis’i baskı altına alarak adil bir seçim kanununun yasalaşmasını talep etmiştir (Yüksel, 2004: 104-105). Nitekim yapılan baskılar sonuç vermiş, brifinglerin etkisi ve darbe söylentilerinin baskısı altında hükümet ortakları Erbakan, Çiller ve BBP lideri Yazıcıoğlu bir araya gelmişlerdir. Bu birliktelik öncesinde Çiller, Karadayı ile görüşmüş ve kurmak istediği azınlık hükümetini desteklemesini istemiştir. Karadayı’dan bunun Meclis’in işi olduğu karşılığını alan Çiller, Erbakan’a giderek “ordu baskısının dayanılmaz hale geldiğini, bu yüzden Erbakan ile kendisinin görevleri değiş tokuş etmeleri gerektiğini söylemiştir” (Heper, 2011: 294). Görüşmede Erbakan, Başbakanlığı Çiller’e devretmeyi kabul ederek liderler arasında “ittifak zaptı” imzalamış, çözüm sivil siyasette aranmıştır. Bu sivil kontrol için önemli bir örnek teşkil etmiştir. Buna göre Çiller’in başbakanlığında kurulacak hükümete BBP de güvenoyu desteği verecek ve üç partinin katılımı ile ulaşılan 282 milletvekili sayısı ile 276 olan güvenoyu sınırı aşılacaktır. Görüşmenin ardından DYP lideri Çiller; “Milletin dışında hiçbir organa teslim edemeyiz ülkeyi. Çözüm halktır, halkın iradesidir. Demokraside bütün kurumların kendi işlevlerini yapma gereği vardır. Her kurum kendi işini bilecek” diye konuşmuştur. BBP lideri Yazıcıoğlu ise Demirel’e 300 liderler zirvesi yapması çağrısında bulunarak Silahlı Kuvvetleri siyasi parti gibi davranmakla suçlamıştır (Yüksel, 2004: 112). Hükümet ortaklarının “havada ikmal” şeklinde izah ettikleri bu girişimin aksine, 20 Haziran günü sürpriz bir kararla Cumhurbaşkanı Demirel, hükümeti kurma görevini Çiller’e değil, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a vererek REFAHYOL Hükümeti’ni sona erdirmiştir. 1982 Anayasası’nda çıkış güvenceleri özelinde, güçlü ve etkili yetkilerle donatılan cumhurbaşkanlığı makamı askerin beklentisi doğrultusunda karar alarak süreci yönetmiş, sivil siyaset çözümü sekteye uğramıştır. “Ben görevimi yaptım” diyerek kendisini savunan Demirel’in yanında, Yılmaz, “Bir devlet krizi yaşanıyor, hükümet ile ülkenin kurumları savaş halinde. Türkiye bu sınavı demokrasi içinde ve Meclis çatısı altında aşmalı” diyerek düşüncelerini ifade etmiştir. Kendisine görev verilmeyen Çiller ise bunun bir “Çankaya darbesi” olduğunu savunmuştur. Medyanın bir kısmında Erbakan’ın istifası üzerine sevinç gösterisi olan “Hoca Devri Bitti”, “Refahsız Arayış” gibi başlıklar atılarak REFAHYOL’un TSK’nin çabalarıyla yıkıldığı, Ordu’nun yeni bir RP’li hükümeti istemediğinden bahsedilmiştir. İlerleyen günlerde de özellikle medyada, DYP milletvekillerinden Tansu Çiller’in Başbakanlığında kurulacak yeni bir RP’li hükümete güvenoyu vermemeleri, istifa ederek Mesut Yılmaz Başbakanlığında kurulması planlanan Anasol-D hükümetini desteklemeleri açıkça istenmiştir (Yüksel, 2004: 115-116). Nitekim ilerleyen günlerde ANAP ve DSP milletvekilleri ile DYP’den ayrılan milletvekillerinin kurdukları DTP ortaklığında, CHP’nin de dışarıdan desteği ile Mesut Yılmaz Başbakanlığında kurulan ANASOL-D Hükümeti334, 256 ret oyuna karşın, 281 oyla güvenoyu alarak görevine başlamış ve ordu, çıkış güvenceleri özelinde MGK ve onun yönlendirdiği “silahsız kuvvetlerin” görev aldığı bu dönem orduya göre başarıyla sona erdirilmiştir. Dönemle ilgili Emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’nın Yavuz Donat’a vermiş olduğu demecindeki “son aylarda biz grup olarak, yani komuta kademesi olarak bir misyon üstlendik (…) Bizim üstlendiğimiz misyonun iki ayağı vardı: Birincisi, irticanın bir tehlike olduğunun Türk toplumu farkına varmalıydı. İkincisi, bu işi Yeni Başbakan Yılmaz, iktidar olduktan sonra çözümü demokraside aramış, “siyasi İslam sorununu çözmenin ordunun değil hükümetin sorumluluğunda olduğunu” vurgulamış; ancak ordu “bu önemli meselenin bekçiliğini yapmanın ordunun anayasal görevi olduğu” karşılığı vermiştir (Heper, 2011: 295). 334 301 asker değil, siviller çözmeliydi. Sivil toplum (…) örgütler (…) siyaset (…) Yani silahsız kuvvetler”335 ifadesi de bu iddiayı doğrulamaktadır. Son bir hamle ise Anayasa Mahkemesi vasıtasıyla gerçekleştirilmiştir. Anayasa Mahkemesi, sekiz aylık yargılama sonunda RP hakkında merakla beklenen kararını, 16 Ocak 1998 günü açıklamıştır. Ahmet Necdet Sezer’in başkanlığında kapatma davasını görüşen mahkeme, ikiye karşı dokuz oyla, “RP, laik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri saptandığından kapatılmıştır” kararını almıştır. Toplam yedi ay 25 gün süren yargılama sonunda alınan karara göre RP, “laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı eylemleri nedeniyle anayasanın 68 ve 69. maddeleriyle, 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın 101. maddesinin (b) bendi ve 103’üncü maddenin birinci fıkrası gereğince” kapatılmış, bununla birlikte beyan ve eylemleri nedeniyle partinin kapatılmasına neden olan Necmettin Erbakan, Şevket Kazan, Ahmet Tekdal, Şevki Yılmaz, Hasan Hüseyin Ceylan ve İbrahim Halil Çelik’in milletvekillikleri, anayasanın 84’üncü maddesinin son fıkrası hükmü gereğince sona erdirilmiştir. Kapatma kararının gerekçesi daha sonra RG’nin 21 Şubat 1998 tarihli sayısında yayımlanmıştır (Yüksel, 2004: 139). Gazeteci-yazar Ali Bayramoğlu’na göre; 28 Şubat ve özellikle MGK bildirisi, hükümet ile askeri bürokrasinin ortak iradesini ifade etmemektedir. Bu bildiri askeri kanadın bir yaptırım tehdidi altında hükümete dikte ettirdiği görüşlerdir. “Hepsinden önemlisi, MGK bildirisi, sadece askeri bürokrasinin bağımlı olması gereken Bakanlar Kurulu’na değil; aynı zamanda parlamentoya verilmiş bir uyarıdır, bir tehdittir. Ve böyle bir tehdidi, böyle bir uyarıyı hiçbir gerekçeyle, hiçbir şekilde savunmak mümkün değildir. Sorun RP, laiklik meselesi değildir; demokrasi meselesidir” (Bayramoğlu, 2007: 131132). Heper’e göre 28 Şubat’ta ordu, yasal sınırlar içinde kalıp demokratik güçleri harekete geçirerek müdahale seçeneğini kullamış, müdahale Cumhuriyet’in iç ve dış tehlikelerden koruma sorumluluğu yüklenen Anayasa hükümlerine ve İç Hizmet Yasası’na dayanarak gerçekleştirilmiştir, MGK süreçte baş rol oynamıştır (Heper, 2011: 296). Erdoğan’a göre de “28 Şubat, demokrasisiz, özgürlüksüzlük rejimiydi. Yani hem özgürlükler budanıyordu hem de demokrasi budanıyordu. Vesayet sistemi vardı, Milliyet, 11 Ağustos 1997, bkz.http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/Oxrxl1TaKA3gtlw2e5uqFw_x3D__x3D_ (29.10.2014). 335 302 parlamento kapatılmamıştı; ama demokratik olmayan bir bürokratik örgütün vesayeti altında faaliyet göstermek durumundaydı. Kimlerin hükümet olacağı, kimlerin başka bir politik pozisyona gelecekleri bu irade tarafından belirleniyordu. Yani, halk tarafından belirlenmiyordu.”336 28 Şubat’la Erdoğan’ın tabiriyle gündeme sokulan militan demokrasi ve irtica gibi konular yakın zamana kadar siyasi gündemi belirledi. Militan demokrasi kavramı ile istenmeyen partiler tasfiye edildi, medya ve üniversiteler aktif rol alarak sürece dâhil oldu. ''Üniversitelerde fetva veren hocalar çıktı”. 28 Şubat "kamuoyunda ''5'li çete'' diye adlandırılan kooperatif örgütler ile medya, üniversite ve yargının desteği olmadan başarılamazdı''337. Ona göre 28 Şubat Türkiye'nin darbeler ve muhtıralar tarihinde farklı görünse de arkasındaki saik aynıdır. Türkiye'de anayasal, hukuki düzen ile yazılı olmayan bir arka plan düzeni vardır. Erdoğan’a göre, ''anayasa, yapılan düzenlemelerle arka plana uydurulmaya çalışıldı. Epeyce uydurdular. Toplum, temel arka plandan uzaklaşınca o gücün buraya müdahale edip yeniden rayına sokma isteği var. Türkiye'deki darbeler aslında rejimin orijinal halinin restorasyonuna yöneliktir''338. Cengiz Çandar ise 28 Şubat tarihli MGK bildirisiyle, Silahlı Kuvvetlerin bundan böyle Türkiye’deki karar alma sürecinin doğrudan doğruya içinde olduğunu belirtmiştir. MGK ile artık askeri bir darbe yoluyla çıplak askeri yönetim ihtimali devre dışı kalmıştır. Türkiye’deki sistem şeklen bütün kurumlarıyla işler kalacaktır; ama tümünün üzerinde anayasal statüsü ile MGK’nin yer aldığı da ortadadır. Ayrıca bu bildiriyle Erbakan hükümetinin bağımsız hareket edemediği ve MGK ile sınırlı olduğu, Erbakan’ın alınan kararlara verdiği tepkiyle kesinlik kazanmıştır. Bildiri Refah’a atıldığı söylenmeden atılmış bir dayaktır ve bu dayağı atan da yiyen de bunun böyle olduğunu biliyor. RP’nin iktidardaki mevcudiyeti hoş karşılanmamış, iktidar meşruiyetini yitirmiş ve sona erme sürecine girmiştir (Çandar, 2001: 67-68). Bedri Baykam ise süreci; Mustafa Erdoğan, “"28 Şubat’tan kurtulduğumuza sevinecek halimiz yok" bkz. http://www.yeniasya.com.tr/gundem/28-subat-tan-kurtuldugumuza-sevinecek-halimiz-yok_323623 (28.08.2015). 337 Mustafa Erdoğan “'28 Şubat'ın ahlaki sorumlusu Demirel'dir” bkz. http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/diger/377474/_28_Subat_in_ahlaki_sorumlusu_Demirel_dir_.html (28.08.2015). 338 Mustafa Erdoğan “28 Şubat'ın ahlaki sorumlusu Demirel'dir” bkz. http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/diger/377474/_28_Subat_in_ahlaki_sorumlusu_Demirel_dir_.html (28.08.2015). 336 303 “RP’nin midesinin gazını alan, rejime ‘rot balans ayarı’ yapan ordu, istese filen de duruma el koyardı ve kamuoyu desteğini de çoktan arkasına almıştı. Ancak bu sefer bulunan formül en dâhi stratejistlerin bile aklına getiremeyeceği mükemmellikte bir sanal devrimdi. Kimseye ve demokrasiye müdahale etmeden MGK’ye ağırlığını koyan Genelkurmay, şeriatçıların durumdan en umutlu oldukları anda, kimilerine göre 1946, kimilerine göre 1980’den beri süregelen yükselişlerini birden durdurmayı bildi.” Baykam’ın deyişiyle, “bu dâhiyane satranç hamlesinde ordu’nun kalesi, karşı tarafın vezirini, hem de kendi onayı ve imzasıyla almayı başarıp, yoluna devam etmiştir” (Baykam, 2001: 76) diyerek ifade etmiştir Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya ise süreci, “Türkiye’de artık darbeler dönemi kapanmıştır. İleride de kimse bunu düşünmeyecektir” (...) Türkiye demokrasi sınavından geçmiş ve bu sınavı kazanmıştır. “Bu medyasıyla, askeriyle, üniversitesiyle, sendikasıyla, işveren kuruluşlarıyla, esnafıyla, akşam saat 21.00’de ışıkları söndüren halkıyla, Atatürkçü dernekleriyle, irticaya karşı yürüyüş yapan kadınlarıyla kazanılmış bir sınavdır” ve “sivil toplumun zaferidir” (Donat, 1999: 614) diyerek özetlemiştir. İnsel de “28 Şubat şakşakçıları var. Örneğin Genelkurmay kapılarında brifing almak için sıra kavgası veren kurumlar, sendikalar, STK’lar. 5 Mart 1997’de TÜSİAD, KESK, DİSK, TİSK ve TÜRK-İŞ, MGK kararlarına tam destek verdiklerini açıklamışlar, Üç emekçi sendikasının başkanı “Laik ve çağdaş demokrasi tehlikede” demeci vermişlerdir. Silah zoruyla konuşmuyorlardı. Hepsi yaptığından heyecan ve onur duyuyordu. Genelkurmay’da 29 Nisan 1997’de verilen brifinge koştura koştura giden yüksek mahkemelerin üyeleri, rektörler ve gazeteciler gibi”339 diyerek “silahsız kuvvetlerin” söz konusu süreçte öne çıkmalarına atıf yapmış, ileride bir yargılanma olacaksa bunun sadece orduyla sınırlı kalmamasını, onlara destek veren bu kurumların da siyasal anlamda teşhir edilmesi gerektiğini ortaya koymuştur. 28 Şubat sürecinde en kritik rolü alan dönemin Cumhurbaşkanı Demirel ise, “28 Şubat’ın kesinlikle bir darbe olmadığını (...) 28 Şubat’ta kimseye ve hiçbir kuruma dokunulmadığını, hiç bir hükümetin görevden alınmadığını” ifade ederek “Erbakan Hükümeti, görevi 28 Şubat’tan 3,5 ay sonra, 18 Haziran’da bırakmıştır. 28 Şubat, o yüzden bir darbe değildir. MGK’nin anayasa gereği aldığı bir tavsiye kararıdır. MGK’de, hükümette yer almış ve bu karara imza atmıştır. Hiç bir hükümet darbe kararına imza atar mı? Onlar darbenin ne olduğunu görmemişler, gelsinler bana sorsunlar. Bu ülkeye iyi Ahmet İnsel “28 Şubat sorgulamaları vesilesiyle sol” bkz. http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ahmet_insel/28_subat_sorgulamalari_vesilesiyle_sol-1085149 (28.08.2015). 339 304 sahip olmamız lazım. İniş-çıkışlar, dalgalanmalar hep olagelmiştir. Yine de biz bu ülkeye sevgiyle sarılmalıyız”340 diyerek konuya son noktayı koymuştur. Bize göre de 28 Şubat daha önceki darbelerle kıyaslandığı zaman farklılıkları göze çarpmaktadır. Daha önceki müdahalelerde yönetime el konulmasına karşın, bu kez siyasi yaşam kısırlaştırılmış, daraltılmıştır. Ordu, ülkenin bozulan siyasi hayatını rayına oturtmak için bir süre iktidarda kalıp uzaklaşacağını söylememiştir. Nitekim önceki müdahalelerde ordu, demokrasiye dönüleceği taahhüdünde bulunarak duruma müdahale etmiştir. 28 Şubat’ta ise sokağa çıkma yasağı ilan edilmemiş, mevcut anayasa yürürlükten kaldırılmamıştır. Genel manada bakıldığında halkın tercihleriyle iş başına gelen bir parti, ilk başta iktidar yapılmak istenmemiş, iktidarda kaldığı süre boyunca da rahat bırakılmamış, önce iktidardan uzaklaştırılmış, ardından kapatılmıştır. REFAHYOL’un iktidardan gitmesinden sonra başa gelen hükümetlerden de, RP’nin iktidardan gidişini hızlandıran 28 Şubat 1997 tarihinde MGK’de alınan kararların uygulanması istenmiş, bir nevi siyasi hayat denetim altına alınmıştır. Özetle 28 Şubat’ın kökleri, 27 Mart 1994 seçimlerine gider, süreç irtica tehlikesi ve laiklik ile demokrasi hassasiyeti üzerine bina edilmiştir. Ordu direkt müdahalede bulunmamış; ancak bir çıkış güvencesi kurumu olan MGK, anayasal meşruiyeti çerçevesinde ön safta yer almış; 12 Eylül Anayasası’na konulan hükümlerle siyasal alana girmiş, ona yargı, üniversiteler, medya, iş ve işçi çevreleri ile sivil toplum kuruluşları gibi silahsız kuvvetler de katkıda bulunmuştur. Son aşaması itibariyle 28 Şubat süreci doğrudan doğruya demokratik kurumları örseleyen, demokratik kuralları aşındıran, sivilasker ortaklığıyla gerçekleşmiş bir post modern ordu müdahalesidir. Bir anlamda 12 Eylül’de kurulan “pretoryan rejimin” sağlamasıdır. Sistem “sübjektif kontrol” temelinde kendisine aykırı gelen şeyi hemen tespit etmiş, ona karşı teyakkuza geçmiş, tepki göstererek bünye dışına atmıştır. Ordu bu sefer daha önceki kazanımlarını ve anayasal süreçlerle elde ettiği MGK, Cumhurbaşkanlığı, İç Hizmet Kanunu gibi koruyucu vesayetçi çıkış güvenceleri unsurlarını kullanarak ve etkin bir kamuoyu çalışması yaparak planlı bir şekilde sisteme müdahalede bulunmuş, sonrasında da bu plan dâhilinde silahsız kuvvetler devreye sokulmuştur. Süreçle çıkış güvencesi anlayışında söylem ve eylem “Demirel: 28 Şubat bir darbe değildir”, bkz. http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=146266 (29.10.2014). 340 305 farklılığı yaşanmış, rejimi koruma görevinde ordunun desteğini alan bu silahsız kuvvetler de inisiyatif almıştır. 3.9- Yeni Teşebbüslere Karşılık Sivil Refleks Uzun bir tek parti hayatından sonra 1946 yılında gerçekleştirilen seçimlerle demokrasi tecrübesiyle tanışan Türkiye, İkinci Cumhuriyet dönemine girmiş; fakat karşılaşmış olduğu üç askeri müdahale ile demokratik pekişmesini gerçekleştirememiş, askeri vesayet, çıkış güvenceleri temelinde elde edilen yasal kazanımlar, rejimin biçimlenmesinde etkili olmuştur. Çağdaş ve demokratik değerlerle bağdaşmayan, halkın kendi kendisini yönetebilmesinin söz konusu olmadığı; yönetimi asker ve sivil bürokratlardan oluşan devletçi seçkinlerin elinde olduğu bu yönetim biçimi, 27 Mayıs darbesinden sonra etkisini daha da hissettirmeye başladı. “Seçimsel demokrasi modeli” olarak da anlamlandırılabilen bu düzen, kendini Cumhuriyet'in kurucusu, ideallerinin taşıyıcısı ve koruyucusu olarak gören ordunun, sistem içerisinde özerk ve imtiyazlı bir konuma sahip olmasını sağlamıştır. Böylece ordu, hem gerekli gördüğü zamanlarda toplumsal ve siyasal yaşama müdahale etme hem de kendi düşüncesi doğrultusunda sistemi düzenleme kudretine kavuşmuştur. Ülkedeki demokratik geleneklerin ve kurumların yerleşip güçlenmesinin önündeki engellerden biri olarak duran askeri vesayetin, Türkiye’nin tam anlamıyla ideal bir demokrasiye ulaşamamasında hissesi az değildir. Tıpkı 1961 Anayasası’nda olduğu gibi, 1971 Anayasa değişiklikleri ve 1980 askeri darbesinden sonra yürürlüğe giren 1982 Anayasası da rejimin otoriter, devletçi ve vesayetçi özünü muhafaza etmesine destek vermiştir. Öngörülen demokrasi anlayışının sorunlu olması, seçimle göreve gelmiş iktidarların manevra alanını önemli ölçüde daraltmıştır. Bu nedenle Türk siyasi hayatında siyasi iktidarlar için sıklıkla dillendirilen “iktidar olmalarına rağmen muktedir olamama” biçiminde yakıştırmalar yapılmıştır. Çünkü anayasanın demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları gibi değerlerini sınırlandıran vesayetçi yapısı kolay kolay tasfiye edilememiştir. 1961 Anayasası’yla başlayıp 1982 Anayasası’yla doruk noktasına ulaşıp kurumsallaşan, 28 Şubat 1997 post modern darbesiyle yöntem değiştirip silahsız kuvvetleri sahneye süren ve son hamlesini 27 Nisan 2007 e-muhtıra girişimiyle gösteren ordunun bu yasal imtiyazlı konumunda çıkış güvencelerinin payı, oldukça etkili olmuştur. 306 Türkiye’de rejimin uzun yıllar boyunca bu vesayetçi anlayışla yönetilmesi, gerek ülke içerisinde gerekse uluslararası düzeyde ciddi eleştirileri de beraberinde getirmiştir. Demokrasi standartının yükseltilmesi bağlamında bugüne kadar ki süreçte özellikle tek parti iktidarları tarafından önemli reformlar hayata geçirilmeye çalışılmışsa da hedeflenen amaca ulaşılamamıştır. Bunda yasal çerçeveye oturan çıkış güvencelerinin neden olduğu vesayetçi seçkinci bürokratik yapının varlığı kadar, ekonomik sorunlar ve siyasi istikrarsızlıkların yaşandığı koalisyon hükümetlerinin de payı olduğu ortadadır. Nitekim Türkiye, 1980 sonrasında güçlü demokratikleşme hamlelerini, Bülent Ecevit’in kurmuş olduğu 57. koalisyon hükümeti hariç, genellikle tek parti iktidarlarında elde etmeyi başarmıştır. Bu bağlamda iki dönemden bahsedilebilir. Birincisi 1983 – 1991 arası ANAP iktidarları, ikincisi ise 2002 – 2012 arası Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) iktidarlarıdır. Birinci dönemde daha çok ekonomik alandaki değişim ve dönüşüm üzerinde durulmuş, demokratikleşmeye ikinci sırada önem atfedilmiştir. Ancak ikinci dönemde hayata geçirilen demokratikleşme adımlarının ki aşağıda göreceğiz, en az ekonomik alanda gerçekleştirilenler kadar etkili olduğu vakadır. Demokratikleşme konusunda atılan bu adımlar önemli olmakla birlikte uluslararası demokratik standartlara ulaşma anlamında yeterli değildir. 3.9.1- Demokrasi Alanında Atılan Adımlar (Çıkış Güvencelerinin Bertarafına Dönük Adımlar) Türkiye’nin AB’ye 14 Nisan 1987 tarihinde tam üyelik başvurusu yapması ve sonrasında gerçekleştirmek zorunda olduğu Kopenhag Kriterleri, Türkiye’nin demokratikleşmesine katkı sağlamıştır. İnsan hakları standartlarının yükseltilmesi, vesayetten kurtulmuş sivil demokrasi ve serbest piyasa ekonomisi gibi üç başlığı içinde barındıran bu kriterlerin, esasında Türkiye’deki demokratikleşme sürecinin vazgeçilmezleri olarak görülmektedir. Konu hakkında yapılacak tek eleştiri, Türkiye’nin bu hamleleri kendi iç dinamikleri yoluyla değil daha ziyade uluslararası dinamiklerin baskısıyla yerine getirmeye çalışmasıdır. 2000’li yıllara gelindiğinde ise kurulan güçlü istikrarlı tek parti hükümeti sayesinde demokratikleşme sürecinde yalnız dış unsurların değil aynı zamanda e-muhtıra ve parti kapatma davası örneklerinde yaşandığı gibi iç dinamiklerin de etkili olduğu tespit edilmektedir. Bunda 1961 Anayasası’ndan bu yana siyaset üzerindeki temel sorun olarak görünen koruyucu askeri vesayet olgusunun koalisyon hükümetlerinden farklı olarak tek parti iktidarları döneminde de kendisini hissettirmesinin payı büyüktür. Daha çok MGK’yle hatırlanan vesayet kavramı, 2000’li 307 yıllardan sonra farklı bir boyuta taşınmış, yargı kurum olarak vesayet bağlamında sürece dâhil edilerek, askeri müdahale son seçenek olarak saklı tutulmuştur. Nitekim bu vesayet, 1961 Anayasası’ndan bu yana kendisini en yoğun biçimde 28 Şubat sürecinde ve 2000’li yıllarda göstermiştir. 1982 Anayasası’na göre anayasa değişikliklerini sadece şekil bakımından denetleme yetkisi olan Anayasa Mahkemesi 341, TBMM’nin yasamanın takdir alanı içerisinde olan konularda çıkardığı kanunları, yerindelik denetimi yaparak aktivist bir tavırla iptal etmiş, siyasi iktidarın sosyal güvenlik, demokratikleşme ve hukuk devleti gibi değişik konulardaki tasarruflarına karşı durmuş, gerçekleştirilen anayasa değişiklikleri esas açısından denetleyerek iptal etmeye kadar taşımıştır (Hakyemez, 2012: 63-171). Öte yandan Danıştay, hükümetlerin yine anayasaya uygun tasarruflarını hukuka uygunluk denetiminin ötesine geçerek iptal etmiş342, hükümetin manevra alanını daraltmaya çalışmıştır. Hukuk devleti açısından düşünüldüğünde yargı denetimi gerekli olmakla birlikte sahip olduğu yetkilerin ötesine geçerek verdiği, bu biçimdeki tartışmalı kararlarla Anayasa Mahkemesi ve Danıştay yoğun biçimde eleştirilere tabi tutulmuştur343. Süreç içerisinde karşılaşılan yargı temelli bu vesayetçi bürokratik elit direnci üzerine çok önemli anayasa değişikliği gerçekleştirilerek gerek yargı gerekse askeri vesayetin direnci kırılmaya çalışılmıştır. Fakat AK Parti, bu süreç içerisinde ciddi iki önemli tehditle karşı karşıya kalmıştır. Bunlar cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde ordu tarafından ve bizzat dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt tarafından kaleme alınan 27 Nisan 2007 tarihli e-muhtıra ile AK Parti hakkında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın Anayasa Mahkemesi'ne 14 Mart 2008 tarihinde açmış olduğu kapatma davasıdır. Aslında AK Parti’nin iktidara geldiği Kasım 2002’den 2006 yılı sonlarına kadar ordunun laiklik ve üniter devletin korunması gibi temel konularda baskı yaptığı, buna Anayasa Mahkemeleri 2. Dünya Savaşına neden olan nasyonal sosyalist ve faşist iktidarların kurulmasının, parlamento çoğunluğunun da katkısıyla gerçekleştiği görülünce, artık savaş sonrası hazırlanan anayasalarda bireyin anayasal özgürlüklerini çoğunluk oyuna karşı güvence altına almak amacıyla kurulmuşlardır, bkz. Yusuf Şevki Hakyemez, “Anayasa Mahkemelerinin Geleneksel İşlevi Bağlamında Günümüzde Ortaya Çıkan İki Sorun: Yerindelik Denetimi Tartışmaları ve Ulusal üstü Örgüte Üye Devletlerdeki Anayasa Yargısının Konu Bakımından Sınırlandırılması”, s.527, bkz. http://www.anayasa.gov.tr/files/pdf/anayasa_yargisi/hakyemez.pdf (08.04.2015). 342 Danıştay kararları için bkz. http://www.danistay.gov.tr/upload/yayinlar/17_12_2014_031645.pdf (07.04.2016). 343 Bu yönde bir makale için bkz. Ergun Özbudun, “Türk Anayasa Mahkemesinin Yargısal Aktivizmi ve Siyasal Elitlerin Tepkisi”, AÜSBFD, Cilt: 62, Sayı: 3, Prof. Dr. Yavuz Sabuncu’ya Armağan, TemmuzEylül 2007. 341 308 karşılık politika belirleme konusunda hükümetin kısmen etkili olduğu kontrollü bir anlaşmazlık dönemi yaşanmıştır. Heper (2011: 318-325) bu dönemi, ordu ve AK Parti arasındaki hasmane ilişkilerin, dostça olmasa da iş birliği ilişkilerine dönüştüğü bir dönem olarak tanımlamakta ve Türkiye’de sivil-asker ilişkilerinin bu dönemde liberal demokratik modele her zamankinden daha çok yaklaştığını, bazı generallerin muhalefetine rağmen yüksek komuta kademesinin kararlarının geçerli olduğu şeklinde izah etmektedir. 2007 yılı ise ordu yönetiminin AK Parti’nin İslamcı ya da benzeri bir sistem kurma yolunda gizli bir gündemi olduğu gerekçesiyle hükümet otoritesine açıkça meydan okuduğu ikinci ve çok tehlikeli bir dönem olmuştur (Özbudun ve Hale, 2010: 141-160). Belge’ye (2011: 657) göre bu dönemde “takiye” kavramı Türkiye siyaset terminolojisine girdi. Bu Kemalistlerin AK Parti nasıl davranırsa davransın onun şeriatçı parti olduğunu iddia etmesini mümkün kılan bir araçtı. Bunun ilk belirtisi Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanlığı devir teslim töreninde görülmüştür. 28 Ağustos 2006 tarihinde yapılan ve ulusal televizyon kanallarından canlı olarak yayınlanan devir teslim töreninde Büyükanıt, Cumhuriyet’in temel ilkelerini dolaylı olarak da laikliği korumanın ordunun görevi olduğunu açıkça beyan etmiştir. Bu tavır Genelkurmay Başkanının hükümeti tehdit edip uyarması kadar emri altındaki askerlere güvence verme amacını da taşıyordu (Özbudun ve Hale, 2010: 152). Türkiye 2007 yılına sıcak bir tartışmayla girmiş, AK Parti iktidarı ilk engelle karşı karşıya kalmıştır. Çıkış güvencelerinin bir diğer önemli ayağı olan “seçim sürecinin manipülasyonu”, bu sefer bir diğer güvence olan Cumhurbaşkanlığı makamı için yapılan seçim sürecinde yaşanmış, siyasi iktidarla ordu arasındaki önemli bir kırılma yaşanmıştır. Ordu ve katı laik çevreler Cumhurbaşkanı Sezer’in yerine bir AK Parti’linin seçilme ihtimaline, başörtülü bir cumhurbaşkanı eşinin köşke çıkabileceği gerekçesiyle şiddetle karşı çıktılar. Bu görüşe Atatürkçü Düşünce Derneği ve diğer birçok sivil toplum örgütü destek vererek Ankara, İstanbul ve İzmir gibi metropollerde kitlesel mitingler düzenleyerek, laikliğin savunulması çağrısında bulunarak katkı sağladılar. Silahsız kuvvetler bir kez daha sahne almıştır. Orgeneral Büyükanıt da 12 Nisan 2007 tarihinde düzenlemiş olduğu basın toplantısında “Cumhuriyet’in temel değerlerine sözde değil özde sahip bir kişinin seçilecek olmasını ümit ediyoruz” diyerek cumhurbaşkanlığı konusundaki tavrını ortaya koymuş ve kitle mitinglerini dolaylı yoldan desteklediğini göstererek, TSK’nin Erdoğan ya da Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesine karşı olduğunu 309 belirtmiştir. Söz konusu karşı tutum sadece ordudan değil bir başka vesayet unsuru olan yüksek yargıdan da gelmiş, eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun "367 kuralını" ortaya atması ve seçimin Anayasa Mahkemesine taşınması seçim sürecini kilitlemiştir344. Bu tavır kendisini 27 Nisan 2007 günü Mecliste cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk tur oylamasından hemen sonra tarihe e-muhtıra olarak geçen Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinden bir duyuruyla göstermiştir: “Türkiye Cumhuriyeti devletinin, başta laiklik olmak üzere, temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin, bu gayretlerini son dönemde artırdıkları müşahede edilmektedir. Uygun ortamlarda ilgili makamların, sürekli dikkatine sunulmakta olan bu faaliyetler; temel değerlerin sorgulanarak yeniden tanımlanması isteklerinden, devletimizin bağımsızlığı ile ulusumuzun birlik ve beraberliğinin simgesi olan milli bayramlarımıza alternatif kutlamalar tertip etmeye kadar değişen geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. Bu faaliyetlere girişenler, halkımızın kutsal dini duygularını istismar etmekten çekinmemekte, devlete açık bir meydan okumaya dönüşen bu çabaları din kisvesi arkasına saklayarak, asıl amaçlarını gizlemeye çalışmaktadırlar. Özellikle kadınların ve küçük çocukların bu tür faaliyetlerde ön plana çıkarılması, ülkemizin birlik ve bütünlüğüne karşı yürütülen yıkıcı ve bölücü eylemlerle şaşırtıcı bir benzerlik taşımaktadır. Bu bağlamda; Ankara’da 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamaları ile aynı günde Kur’an okuma yarışması tertiplenmiş, ancak duyarlı medya ve kamuoyu baskıları sonucu bu faaliyet iptal edilmiştir. 22 Nisan 2007 tarihinde Şanlıurfa’da; Mardin, Gaziantep ve Diyarbakır illerinden gelen bazı grupların da katılımı ile, o saatte yataklarında olması gereken ve yaşları ile uygun olmayan çağ dışı kıyafetler giydirilmiş küçük kız çocuklarından oluşan bir koroya ilahiler okutulmuş, bu sırada Atatürk resimleri ve Türk bayraklarının indirilmesine teşebbüs edilerek geceyi tertipleyenlerin gerçek amaç ve niyetleri açıkça ortaya konulmuştur. Ayrıca, Ankara’nın Altındağ ilçesinde “Kutlu Doğum Şöleni” için ilçede bulunan tüm okul müdürlerine katılım emri verildiği, Denizli’de İl Müftülüğü ile bir siyasi partinin ortaklaşa düzenlediği etkinlikte ilköğretim okulu öğrencilerinin başları kapalı olarak ilahiler söylediği, Denizli’nin Tavas ilçesine bağlı Nikfer beldesinde dört cami bulunmasına rağmen, Atatürk İlköğretim Okulunda kadınlara yönelik vaaz ve dini söyleşi yapıldığı yolunda haberler de kaygıyla izlenmiştir. Okullarda kutlanacak etkinlikler, Millî Eğitim Bakanlığı’nın ilgili yönergelerinde belirtilmiştir. Ancak, bu tür kutlamaların yönerge dışı talimatlarla yerine getirildiği tespit edilmiş ve Genelkurmay Başkanlığınca yetkili kurumlar bilgilendirilmesine rağmen herhangi bir önleyici tedbir alınmadığı gözlenmiştir. Cumhurbaşkanlığı seçim süreci için bkz. http://www.haberturk.com/gundem/haber/977543-abdullahgul-367-sarti-ve-27-nisan-engelini-asa-asa-cankaya-koskune-cikti (07.04.2015). 344 310 Anılan faaliyetlerin önemli bir kısmının bu tür olaylara müdahale etmesi ve engel olması gereken mülki makamların müsaadesi ile ve bilgisi dâhilinde yapılmış olması meseleyi daha da vahim hale getirmektedir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Cumhuriyet karşıtı olan ve devletimizin temel niteliklerini aşındırmaktan başka amaç taşımayan bu irticai anlayış, son günlerdeki bazı gelişmeler ve söylemlerden de cesaret almakta ve faaliyetlerinin kapsamını genişletmektedir. Bölgemizdeki gelişmeler, din ile oynamanın ve inancın siyasi bir söyleme ve amaca alet edilmesinin yol açabileceği felaketlerin ibret alınması gereken örnekleri ile doludur. Kutsal bir inancın üzerine yüklenmeye çalışılan siyasi bir söylem veya ideolojinin inancı ortadan kaldırarak, başka bir şeye dönüştüğü, ülkemizde ve ülke dışında görülebilmektedir. Malatya’da ortaya çıkan olayın bunun çarpıcı bir örneği olduğu ifade edilebilir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin çağdaş bir demokrasi olarak, huzur ve istikrar içinde yaşamasının tek şartının, devletin anayasamızda belirlenmiş olan temel niteliklerine sahip çıkmaktan geçtiği şüphesizdir. Bu tür davranış ve uygulamaların, Sn. Genelkurmay Başkanı’nın 12 Nisan 2007 tarihinde yaptığı basın toplantısında ifade ettiği “Cumhuriyet rejimine sözde değil özde bağlı olmak ve bunu davranışlarına yansıtmak” ilkesi ile tamamen çeliştiği ve anayasanın temel nitelikleri ile hükümlerini ihlal ettiği açık bir gerçektir. Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz yöndeki yorumların kesin olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir. Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır. Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir. Kamuoyuna saygı ile duyurulur”345. Bu metin açıkça laiklik konusuna vurgu yaparak ordunun tavır ve davranışını ortaya koymuş, o tarihte adaylığını ilan etmiş olan Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçildiği takdirde bir tür askeri müdahale tehdidi yaşanabileceğini göstermiştir. Bu tavır içerdiği bütün unsurlarla birlikte bakıldığında, siyasal merkezin ve “koruyucu entelijansiyanın” çevreye dönük açık bir tepkisi şeklinde algılanmış, ordu elde ettiği güvencelerden vazgeçmek istemeyerek siyaseti bir kez daha tanzim etmek istemiştir. Bkz. Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinden (www.tsk.mil.tr) alınan metin, 27 Nisan 2007, akt. (Özbudun ve Hale, 2010: 154). 345 311 Müdahale çok ciddi ses getirmiştir. Ertuğrul Özkök “demokrasi kaygısıyla sadece askeri eleştirmek, ne adilane, yararlı ne de sonuç verici bir girişim olacaktır. Çünkü o bildiri de savunulan görüşler, toplumun önemli bir bölümü tarafından paylaşılmaktadır. Şurası bir gerçektir: Siviller bu süreci iyi yönetemediler. Emin olunuz ki, bunda herkesin yanlışlığı rol oynamıştır. Tabii her şeyden önce iktidarın” diyerek ordunun müdahalesini desteklemiştir. Oktay Ekşi ise “asıl sorun, ülkeyi yöneten siyasi partinin Atatürk ilkelerine, dolayısıyla Cumhuriyet’in anayasada yer alan temel değerlerine, aykırı faaliyetlerini korumasında, hatta teşvik etmesinde” diyerek AK Parti’yi sürecin baş sorumlusu olarak işaret etmiştir. Fikret Bila ise “Genelkurmay’dan sert açıklama” manşetiyle müdahaleyi “TSK’nin sarsılmaz kararlılığı” olarak sunmuş ve bildirinin ucunun açık olduğunu savunarak bunun devamının geleceğinin altını çizmiştir. Konu hakkında orduya en önemli destek CHP’den Onur Öymen’den gelmiştir. Öymen “Genelkurmay’ın tespitleri bizim tespitlerimizden farklı değildir (...) Laikliğe hakaret edeceksiniz ve sonra diyeceksiniz ‘ben değiştim’ ve bu ülkenin cumhurbaşkanı olacaksınız (...). Türkiye’yi Atatürk düşmanlarına teslim etmeyeceğiz” diyerek iktidarın hatalı davrandığını ortaya koymuştur. ODTÜ eski rektörü Ural Akbulut ta “(...) Bekleniyordu. Bu ikinci 28 Şubat’tır (...) Bütün uyarılara rağmen bugüne gelindi. Hükümet ipleri gerip son noktasını bulmaya çalıştı (...) TSK her şeye rağmen soğukkanlı davranmıştır. Yaşanan bu olay öncesinde Genelkurmay Başkanı ve Cumhurbaşkanı açıklamalarıyla gerekli uyarıları yaptılar; ama kimse dikkate almadı” diyerek müdahaleyi beklediğini belirtmiştir346. Fakat bu sefer siyasi iktidar ordunun tutumu karşısında pasif kalmamış, o güne kadar pek görülmeyen türde sert bir karşılık vermiştir. Hükümet adına Adalet Bakanı Cemil Çiçek, anayasaya göre genelkurmay başkanının başbakana karşı sorumlu olduğuna işaret ederek “hukukun üstünlüğüne dayalı, demokratik bir devlette, genelkurmay başkanlığının hükümet aleyhine konuşması anlaşılır gibi değildir”347 diyerek tepkisini ortaya koymuştur. Her ne kadar 27 Nisan e-muhtırası cumhurbaşkanının seçim yöntemi konusunda referanduma sebebiyet vermiş ve seçim yöntemini değiştirmiş olsa da ardından başlatılan 27 Nisan sürecinde kim ne yazmış? Bkz. http://www.aktifhaber.com/27-nisan-surecinde-kim-neyazmisti-593804h.htm (12.05.2016). 347 Bkz.(Özbudun ve Hale, 2010: 154). 346 312 darbe soruşturmalarında bu sürecin çok az zikredilmesi348 bir çelişki olarak değerlendirilmektedir. Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Darbe Araştırma Komisyonu’nda sarf ettiği: “2007 yılında 16 Nisan’da adaylık başvurularının başlamasıyla start alan Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde yaşanan olaylar, Türk demokrasi tarihine hem utanç hem de ibret vesikası olarak kazınmıştır (...) 27 Nisan bildirisi sonrasında yaşananlar [da], Türkiye’de samimi ve kararlı bir sivil irade bulunması hâlinde, demokrasiye yönelik tehlikelerin demokratik sistemin kendi dinamikleri ile bertaraf edilebileceğini göstermiştir349 sözlerinin aksine eski Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın Meclis Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’na, Başbakan'la Dolmabahçe'de yaptığı ve detayları gizli kalan görüşmenin ayrıntılarını aktarırken "Muhtıra değildi. Bu, laiklik hassasiyetini ortaya koyan bir metindir (...) Başbakan Erdoğan da bu bildiriyi bir e-muhtıra olarak görmedi''350 diye bahsetmesi de bu çelişkiyi haklı çıkaran bir açıklama olarak yorumlanmıştır. Askerin bu müdahalesinin etkisiz kalması sonucunda bir başka girişim daha yaşanmıştır. Yargıtay eski Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu tarafından Türkiye’de Cumhurbaşkanı seçmek amacıyla TBMM’nin toplanabilmesi için TBMM Genel Kurulunda en az 367 milletvekilinin bulunması gerektiğini iddia edilmiştir351. Nitekim bu düşünce dönemin ana muhalefet partisi lideri Deniz Baykal tarafından iktidar partisinin uzlaşma olmadan kendi adayını çıkarması durumunda, oylamalara katılmayacaklarını ve 367 tartışmalarının ciddiye alınması gerektiğini söylemesiyle destek bulmuştur352. İlk tur oylama 27 Nisan'da yapılmış toplam 361 oy kullanılırken, Abdullah Gül 357 oy almıştır. Oylamanın hemen sonrasında CHP, toplantı yeter sayısının 367 olması gerektiği iddiasıyla seçimi Anayasa Mahkemesine taşımıştır. Anayasa Mahkemesi 1 Mayıs'ta verdiği kararla, 367 iddiasını kabul ederek yapılan birinci tur oylamayı iptal etmiştir353. Yaşanan bu süreç 28 Şubat’ta aktif olarak etkisini gösteren “silahsız kuvvetlerin” yeni bir müdahale girişimi olarak görülmelidir. Ancak Özbudun’a göre Anayasa Mahkemesinin vermiş olduğu bu karar, 1982 Anayasası’nın 96 ve 102’nci maddeleriyle uyuşmamaktadır. Zira 1982 Anayasası’nın 102’nci maddesinde öngörülen Anakara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından başlatılan 27 Nisan E-muhtıra soruşturması için bkz. http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/448051/iste_Yasar_Buyukanit_in_evinde_verdigi_ifade.htm l# (07.04.2016). 349 Bkz. http://www.aksiyon.com.tr/dosyalar/27-nisan-demokrasinin-direkten-dondugu-gun_535303 (17.09.2015). 350 Bkz. http://t24.com.tr/haber/yasar-buyukanit-ifade-veriyor,216916 (17.09.2015). 351 Bkz. Sabih Kanadoğlu, “AKP Tek Başına Seçemez”, Cumhuriyet, 26 Aralık 2006. 352 Bkz. http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=208685 (07.04.2016). 353 Bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2007/06/20070627-17.htm (07.04.2016). 348 313 yetersayılar, “toplantı yetersayısı” değil, “karar yetersayısı”dır. 102’nci maddede TBMM’nin kaç milletvekili ile toplanacağına ilişkin bir özel hüküm olmadığına göre, toplantı yetersayısı, anayasanın 96’ncı maddesinin “anayasada başkaca bir hüküm yoksa TBMM üye tam sayısının en az üçte biri ile toplanır” diyen birinci fıkrası hükmüne göre belirlenir. Yani Cumhurbaşkanının seçimi amacıyla TBMM’nin toplanabilmesi için en az 184 milletvekilinin Genel Kurulda bulunması yeterlidir354. Gözler’e göre de (2007: 19) TBMM Genel Kurulunun Cumhurbaşkanı seçme kararı, bir “kanun” değil, “parlâmento kararı”dır ve anayasanın 148’inci maddesi Anayasa Mahkemesine parlâmento kararlarını üç istisna (TBMM İçtüzüğü, yasama dokunulmazlığının kaldırılması kararı, TBMM üyeliğinin düşmesi kararı) dışında denetleme yetkisi vermektedir. Bu havayla girilen 22 Temmuz 2007 genel seçimlerini AK Parti ezici bir çoğunlukla kazanmış ve 28 Ağustos 2007 tarihinde de Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçilmiştir355. Bir daha aynı sıkıntılı süreçlerle Türk demokrasisini karşı karşıya bırakmak istemeyen AK Parti iktidarı, ordunun çıkış güvenceleri bağlamında üzerinde hassasça durduğu cumhurbaşkanlığı makamının seçilme şekliyle ilgili radikal bir karara imza atmıştır. 2007 yılında TBMM’nin on birinci Cumhurbaşkanının seçimi sürecinde Anayasa Mahkemesi’nin “anayasayı ihlal etmesi pahasına verdiği” 367 kararı sonrasında gerçekleştirilen anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanının halkın oyu ile seçilmesi esası getirilmiştir. 1982 Anayasası’nın öngördüğü ve koruyucu bir tavırla çıkış güvencesi bağlamında geniş yetkilerle donattığı vesayetçi modelin önemli bir aktörü konumundaki Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi esasının getirilmesi ile artık Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde, 1961 yılından beri değişik zamanlarda yaşanan baskı, tehdit, hukuk dışına çıkma, kriz ve benzeri olumsuzluklar bertaraf edilmiş, ordunun bir vesayet unsuru olarak gördüğü cumhurbaşkanlığı makamı bu özelliğini kaybetmiştir. Bu sayede halka yönelik vesayet kuşatması kırılmış ve egemenliğin asıl sahibi konumundaki millet unsuru dikkate alınmaksızın oluşturulan hükmedici devlet anlayışına son verilerek, Türkiye’nin 1950’lerde başlayan; ancak yarım kalan demokratikleşme sürecine önemli katkı sağlanmıştır. Yalnız bu katkının demokrasiye ne derece olumlu etki edeceği Bkz. Ergun Özbudun, “Cumhurbaşkanı Seçimi ve Anayasa”, Zaman, 17 Ocak 2007. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı seçimi için bkz. http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=231368 (07.04.2015). 354 355 314 belirsizliğini korumaktadır356. AK Parti iktidarının bu süreçte karşılaşmış olduğu ikinci tehdit, kapatma davasıdır. Yargıtay Başsavcısı Yalçınkaya, “laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği” iddiasıyla AK Parti’nin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi’nde dava açmıştır. AK Parti kapatma davası, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın, AK Parti'nin "laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği" gerekçesiyle, partinin kapatılması ve ilgili Başbakan Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dâhil 71 kişinin 5 yıl süre ile siyasetten uzaklaştırılması istemiyle hazırladığı iddianame, Anayasa Mahkemesi'ne 14 Mart 2008'de sunulmuş, Anayasa Mahkemesi iddianameyi 31 Mart 2008 günü kabul etmiştir. 16 Haziran günü AK Parti esas hakkındaki savunmasını vermiştir. 30 Temmuz 2008 tarihinde kamuoyuna yapılan açıklamada, partinin temelli kapatılmaması; fakat hazine yardımının belirli bir oranda kesilmesi kararına 6’ya karşı 5 oyla varılmış, kapatma istemi reddedilmiştir357. Dava sürecinde içerisinde Taraf gazetesi, ABD Ankara siyasi memuru Janice G. Weiner tarafından kaleme alınan kriptoyu yayımlayarak Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt’ün 4 Mart’ta kapatma davası başlamadan önce Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nda Orgeneral İlker Başbuğ’a yapmış olduğu gizli ziyareti gündeme taşımış, buluşma ciddi söylentilerin ortaya çıkmasına ve ordu ile yargının birlikte hareket ederek vesayetçi bir eylemin içinde olduğu şüphelerini uyandırmıştır. Görüşme liberal medyada “Başbuğ-Paksüt patırtısı, ordunun gizli tertipler içinde olduğuna dair son dört yıldır ortaya çıkan bilgilerin devamı niteliğinde [olup] 27 Nisan muhtırasından sonra bir süre susan ordunun adı, ciddi entrikalar döndüğünü düşündüren bir dizi siyasi skandala karıştı diye”358 geçmiştir. Ancak bu iddia kanıtlanmamış, sadece ordunun kapatma davası ile 5 Haziran’da Anayasa Mahkemesinin başörtüsü hakkındaki anayasa değişikliğini iptal ettiği davada Anayasa Mahkemesine baskı yaptığı hissiyatını uyandırmıştır. Murat Yetkin konu hakkında “eğer ordu gerçekten AK Parti’nin kapatılmasını destekleseydi her şey Bu değişikliğin hükümet sistemi açısından yaratacağı problemlere Gözler, “Cumhurbaşkanının halka seçtirilmesi Türkiye’de Cumhurbaşkanı-Hükümet çatışması sorunun çözmeye yetmez; tersine Cumhurbaşkanı ve Hükümet ayrı partilerden olduğu takdirde bu çatışmanın şiddetini dahi arttırabilir. Zira yeni sistemde Cumhurbaşkanı, kendisini de halkın seçtiği ve demokratik meşruluktan yararlandığını ve anayasanın 104’üncü maddesi tarafından kendisine verilen yetkileri tek başına kullanabileceğini iddia edebilir. O nedenle Cumhurbaşkanının Başbakan ve bakanların karşı-imzası olmadan tek başına kullanabileceği yetkilerin neler olduğunun anayasada ayrıca ve açıkça belirtilmesi, anayasal sistemimizin krizsiz bir şekilde işlemesi açısından uygun olur” diyerek işaret etmiştir (Gözler, 2007: 22). 357 Bkz. http://www.milliyet.com.tr/karar--font-color-red-bugun-mu---font--aciklanacak/siyaset/siyasetdetay/30.07.2008/972729/default.htm (07.04.2016). 358 Bkz.http://t24.com.tr/haber/basbug-paksut-gorusmesi-derin-devletin-resmidir-turk-ordusu-siyasientrika-pesinde,134849 (08.04.2015). 356 315 daha farklı olacaktı” diyerek ordunun bu süreçte yargıya müdahalede bulunmadığını öne sürmüştür359. Gerek 27 Nisan e-muhtırası gerekse AK Parti aleyhine Anayasa Mahkemesinde açılan parti kapatma davası, hükümeti yüksek yargı ve askeri bürokrasinin vesayetine karşı tedbir almaya itmiştir360. Bu doğrultuda hayata geçirilen 2010 anayasa değişiklikleri361 yasalarla hayat bulan çıkış güvencelerinin bertaraf edilmesine ve vesayetçi anlayışın kırılmasına ciddi katkılar sağlamıştır”362. On yıllık dönemde demokratikleşme, insan hakları ve hukuk devleti ile ilgili gerçekleştirilen ve burada ele alınacak olan reformların bir kısmı anayasa değişikliği şeklinde, diğer kısmı ise yasal düzeyde ele alınmıştır. Sivilleşme ve askeri vesayetin sindirilmesi bağlamında atılan en önemli adımlardan biri de belli sebeplerle ilan olunan, geçici olarak temel hak ve hürriyetlerin kısmen veya tamamen durdurulmasına veya vatandaşlar için para, mal ve çalışma yükümlülüklerinin getirilmesine imkân veren, yönetimde ordunun söz sahibi olduğu, bu nedenle de sivil otoriteyi devre dışı bırakan olağanüstü halin kaldırılmasıdır. Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu bölgesindeki illerinde seksenli yıllarda ortaya çıkan terör eylemleri nedeniyle 1987 yılında geçici olarak başlatılan ve 46 kez uzatılan bu olağanüstü hal uygulaması tedricen il bazında aşamalı olarak kaldırılmış, son olarak 30 Kasım 2002’de uygulamanın tamamına son verilmiştir. Bir diğer önemli adım güvenlik-özgürlük dengesinde güvenliğin öne çıkartılmasının bir göstergesi olarak 1973 anayasa değişiklikleriyle yargı sistemimize dâhil olan DGM’yle ilgilidir. İlk olarak DSP-MHP-ANAP Hükümeti döneminde (1999) yapılan anayasa değişikliği ile mahkemede askeri hâkim bulunmasına son verilmiş363, Murat Yetkin, “Asker kapatılsın deseydi”, Radikal, 1 Ağustos 2008, bkz. http://www.radikal.com.tr/yazarlar/murat_yetkin/asker_kapatilsin_deseydi-891221 (07.04.2015). 360 “İktidarının altıncı yılında AK Parti’ye karşı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının açtığı kapatma davası ve Anayasa Mahkemesinin bunun üzerine davalı partiyi laikliğe aykırı eylemlerin odağı olarak görmesi nedeniyle devlet yardımından kısmen yoksun bırakma yaptırımı ile cezalandırması, Anayasa Mahkemesinin 2008 yılında anayasanın 10. ve 42. maddelerinde gerçekleştirilen değişiklikleri esas açısından denetleyerek iptal etmesi, hükümetin icraatlarının ve kimi idari tasarrufların idari yargı mercileri tarafından hukukilik denetiminin ötesine geçilerek iptal edilmesi, özellikle Ergenekon Davası başta olmak üzere ağırlıklı olarak adli yargıdaki kimi ceza davaları ve soruşturmalarına yönelik olarak HSYK’nin yüksek yargıdan gelen üyelerle birlikte verdiği kararlar ve takındıkları tutumun siyasal iktidarın 1982 Anayasası’ndaki yargı ile ilgili değişiklikleri yapmasının temel gerekçesini oluşturduğu söylenebilir” bkz. (Hakyemez, 2010: 387). 361 Bkz. http://www.anayasa.gen.tr/5982.htm (24.12.2014). 362 Bkz. (Sessiz Devrim…2013: 57). 363 Bkz. (Sessiz Devrim…2013: 45-46). 359 316 ardından 2004 yılında bu mahkemeler tümden kaldırılmıştır. DGM’lerin kaldırılması ile bunların yerine “özel yetkili ağır ceza mahkemeleri” kurulmuş, bu mahkemeler de milli güvenlikle ilgili davalar başta olmak üzere örgüt şeklinde işlenen davalara bakmışlardır. On yıllık süre boyunca ortaya çıkan aksaklıklar nedeniyle 02.07.2012 tarih ve 6352 sayılı Kanun ve kabul edilen üçüncü yargı paketinde yapılan yenilikle “özel yetkili mahkeme” uygulamasına da son verilmiştir364. Yapılan bir diğer değişiklik MGK’nin genel yapısıyla ilgilidir. Türkiye’de vesayetçi modelin en önemli kurumlarından birisi olarak görülen MGK, 1961 Anayasası ile anayasaya girmiş ve o tarihten bu yana sürekli olarak konumu sivil iktidarlar karşısında güçlendirilmiştir. 30 Temmuz 2003 tarihinde ele alınan yedinci uyum paketinde, MGK Genel Sekreterliği ile ilgili hususları da kapsayan değişikliğe gidilmiş 118. madde elden geçirilmiş, askerlerin ağırlığı kırılmaya başlanmıştır365. Maddenin ilk fıkrasında yapılan değişiklikle kurul üyeleri arasına Adalet Bakanı ve Başbakan Yardımcıları da eklenmiş, askeri cenahın sayısal üstünlüğü siviller lehine bozulmuştur. Bunun yanında maddenin ikinci fıkrasındaki, MGK’de alınacak kararların “Bakanlar Kurulu’nca öncelikle dikkate alınacağı” şeklindeki ifade yerini “Bakanlar Kurulu’nca değerlendirilir” ibaresine bırakmıştır. Bu değişiklikler ile MGK kararlarının Bakanlar Kurulu üzerindeki bağlayıcılığı azaltılmaya çalışılmıştır. Ancak belirtmek gerekir ki, 1982 Anayasası’nın 118. maddesinde yapılan değişiklikler, asker-sivil dengelerinde fiili durumunda ciddi bir değişikliğe yol açmamıştır. MGK’nin üst kurulunda sivil sayısının arttırılması, oylamadan çok tarafların ve dengelerin esas olduğu kurulda kararların niteliğini etkilememiş, kurulun askeri cenahı siyasi kararlara dâhil eden ana yapısı değişmemiştir (Bayramoğlu, 2007: 107). Yine yapılan düzenlemeyle MGK Genel Sekreteri’nin siviller arasından da seçilebileceği ortaya konmuştur. Bu yolla Genel Sekreterliğin yönetim olarak orduya fiili bağımlılığının ortadan kaldırılması öngörülerek MGK Genel Sekreteri’nin atama koşulları değiştirilmiştir. Eski düzenlemede Genel Sekretere ilişkin olarak Genelkurmay Başkanı’nın seçimi ve onayıyla yapılan atama şekline son verilmiş, yeni düzenlemede yetki Başbakan’ın önerisi ile Cumhurbaşkanı’nın onayına bırakılmıştır (Kardaş, 2006: Özel yetkili Mahkemelerin yerine Sulh Ceza Hâkimlikleri kurulmuştur. Uyum paketi ile ilgili 4963 sayılı Kanun için bkz: 07. 08. 2003 tarih ve 25192 sayılı Resmi Gazete, bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2007/04/20070403-16.htm (24.12.2014). 364 365 317 302-303)366. 2003 yılında yapılan değişiklikle Kurulda sivil siyasetin gücünün artırılması ikinci önemli adım olarak görülmektedir. Aynı çerçevede kurulun ayda bir yapılan toplantıları iki aylık periyodlara çevrilmiş ve MGK’nin gündem belirlemedeki ağırlığı hafifletilmiştir. MGK yasasının kurulun yetkilerini düzenleyen 4. maddesi ile MGK Genel Sekreteri’nin yetkilerini düzenleyen 13. maddesi değiştirilmiş, MGK Kanunu’nun 9, 14 ve 19. maddeleri iptal edilmiş ve böylece kurulun ve Genel Sekreterin yetkileri ciddi olarak sınırlandırılmıştır. MGK’nin, milli plan ve programlar hazırlamak, ülkenin siyasi, sosyal, iktisadi, kültürel ve teknolojik durum ve gelişmelerini sürekli takip ederek değerlendirmek, bu konuda politikalara referans olacak temel esasları tespit etmek, toplumu Atatürkçü düşünce, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda ve milli ülkü ve değerler etrafında birleştirerek milli hedeflere yönlendirici gerekli tedbirleri belirlemek gibi icracı yetkilerinin kaldırılması sivilleşme istikametinde önemli bir adımdır (Bayramoğlu, 2007: 110). Bu değişiklikler sonrası MGK’nin yetkileri, devletin milli güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulanması ile ilgili konularda sınırlı tutularak, kurul istişari bir organ görünümüne getirilmiştir. Bu değişikliklere paralel olarak Genel Sekreter’in kendisine gizli Başbakan rolü veren, “MGK kararlarının uygulamasını takip ve kontrol etmek, yönlendirmek; milli güvenlik siyasetini tayin, tespit, uygulama ve gerektiğinde düzeltme ve değiştirmek için planlar hazırlamak ve bu konudaki uygulamaları takip ve yönlendirmek, denetlemek, bu çerçevede Cumhurbaşkanı ve Başbakan adına yetkili olmak, bakanlıklar, kamu kurum ve kuruluşları ile özel hukuk tüzel kişilerinden açık ve her derecede gizli bilgi ve belgeleri talep etmek” gibi yetkileri tarihe karışmıştır. Askeri yargının yetki alanının daraltılması, bir başka önemli demokratik adımdır. İlk olarak, 4963 sayılı kanunla Askerî Ceza Kanunu’nun sivil şahıslara uygulanma alanı daraltılmış, ikinci olarak da asker kişilerin işlemiş olduğu suçlardan özellikle darbe girişimi ya da darbe suçlarının doğrudan adliye mahkemelerinde yargılanması esası getirilmiştir. Söz konusu düzenlemenin Anayasa Mahkemesi tarafından anayasanın 145. Nitekim değişiklik sonrasında atanan tüm MGK Genel Sekreterleri sivil kişiler olmuştur. (Mehmet Yiğit Alpogan, Büyükelçi 01.10.2004-16.07.2007, Tahsin Burcuoğlu, Büyükelçi 01.11.2007-25.01.2010, Serdar Kılıç, Büyükelçi 01.04.2010-26.04.2012, Muammer Türker, Vali 27.04.2012- 25.09.2014), bkz. http://www.mgk.gov.tr/index.php/kurumsal/makam/eski-genel-sekreterlerimiz (07.04.2016). 366 318 maddesi gerekçe gösterilmek suretiyle iptal edilmesi üzerine367 2010 anayasa değişikliği ile konu anayasal düzeyde ele alınmıştır. Bir başka adım da 28 Şubat sürecinde askerin sistem içindeki yetkisinin artmasına paralel olarak ele alınmış olan ve 7 Temmuz 1997’de İçişleri Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı arasında imza altına alınarak kurulan “Emniyet-Asayiş-Yardımlaşma” diye geçen EMASYA protokolüdür. Askerin valilerin daveti olmaksızın, şehirlerde meydana gelen toplumsal olaylara müdahale edilebilmesinin önünü açan bu protokol, orduya gerekli gördüğü durumlarda müdahale yetkisi vermekteydi. Sivil hayattaki olayları önleme adına askere doğrudan yetkiler sunan ve yoğun tartışmalara sebebiyet veren bu düzenleme de 04.02.2010 tarihinde İçişleri Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı arasında imzalanan mutabakat ile yürürlükten kaldırılmış368 ve 28 Şubat’ın bu olumsuz mirası sivil siyasetin lehine sonuçlandırılmış, sivil kontrol bağlamında ciddi bir kazanım elde edilmiştir. Yine bu bağlamda devlet kurumlarının bazılarında asker üyelerin yer almaması hususunda önemli adımlar atılmıştır. İlk olarak anayasanın 131. maddesinde 07.05.2004 yılında yapılan değişiklikle Yükseköğretim Kuruluna Genelkurmay Başkanlığı’nca üye seçilmesine son verilmiş ve aynı doğrultuda 5218 sayılı Kanunla, Yüksek Öğretim Kanunu’nda değişiklik yapılarak Yükseköğretim Kuruluna Genelkurmay Başkanlığı tarafından bir üye seçilmesine ilişkin hüküm yürürlükten kaldırılmıştır (Özbudun ve Hale, 2010: 149). İkinci olarak 5218 sayılı Kanunla Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanunda yapılan değişiklikle Radyo ve Televizyon Üst Kuruluna MGK Genel Sekreterliği’nce aday gösterilmesine dair hüküm yürürlükten kaldırılmış, aynı kanunla MGK Genel Sekreterinin Haberleşme Yüksek Kurulu üyeliğine de son verilmiştir369. Önemli bir diğer yenilik de 2010 anayasa değişikliği ile Yüksek Askerî Şura kararlarının yargısal denetimi hususunda yapılmıştır. Önceki halde Yüksek Askeri Şuranın tüm kararları yargı denetimi dışında iken 2010 anayasa değişikliği ile Yüksek Askeri Şuranın terfi işlemleri ile kadrosuzluk nedeniyle emekliye ayırma hariç her türlü İptal edilen kanuni düzenlemeye ilişkin karar için bkz. Esas Sayısı: 2009/52, Karar Sayısı: 2010/5 (Yürürlüğü Durdurma), Karar Günü: 21.1.2010, bkz.http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2010/01/20100127-8.htm (25.12.2014). 368 “EMASYA Protokolü Kaldırıldı”, 04.02.2012, Hürriyet, bkz. http://www.hurriyet.com.tr/gundem/13684829.asp (29.12.2014). 369 Bkz. (Sessiz Devrim…2013: 60). 367 319 ilişik kesme kararlarına karşı yargı yolu açılmıştır (1982 Anayasası, madde: 125).370 Yasalaşan bu düzenleme ile ordudan ihraç edilen subay/astsubayların başvuru hakkı teminat altına alınmış; özlük haklarının emsalleri ile aynı seviyeye çıkarılması ve talep edenlerin kamuda araştırmacı kadrosu ile istihdamları sağlanarak hukuk devleti önündeki önemli bir engel daha ortadan kaldırılmıştır. Fakat YAŞ mağdurlarına göre hâlâ özlük haklarıyla ilgili bir takım eksiklikler devam etmektedir.371 Ele alınabilecek önemli bir adım da 2010 anayasa değişiklikleriyle 1982 Anayasası’nın geçici 15. maddesinin kaldırılmasıdır. Kaldırılan hüküm 12 Eylül 1980 askeri darbesini gerçekleştiren Milli Güvenlik Konseyi üyelerinin yargılanmasına engel getirmekteydi. Bu maddenin benzeri bir hükmü 1961 Anayasası’nın geçici 4. maddesinde 27 Mayıs 1960 askeri darbesi’ni gerçekleştiren MBK üyeleri için de mevcuttu. 1980 askeri darbesinden 30 yıl sonra geçici 15. maddenin kaldırılması sembolik açıdan önemli bir adım olarak görülmekle beraber, askerin darbe gerekçesini ortadan kaldırması ve pretoryan yapının izlerinin silinmesi anlamında da ciddi bir kazanımdır. Zira 1960 yılından bu yana bu biçimdeki denetim yasaklarının olduğu düşünüldüğünde, gerçekleştirilen reformların hiç birinde böyle bir adım atılmamış olmasına rağmen, 2010 yılında bunun yapılması demokrasi bağlamındaki duyarlılığın ortaya konması açısından önemlidir. Nitekim bu adımın bir sonucu olarak Milli Güvenlik Konseyi üyelerinden sağ kalanların, 12 Eylül soruşturması kapsamında mahkeme önüne çıkması da Türk siyasetinin kendisiyle yüzleşmesi anlamında oldukça önemlidir. Bu süreçte Millî Savunma Bakanlığının konumunda bir ilerleme yaşanmamıştır. AB, Genelkurmay Başkanlığının anayasanın 117. maddesinde belirtildiği üzere başbakana değil Milli Savunma Bakanına karşı sorumlu olması gerektiğini ısrarla öne sürmekteydi. Bu, Millî Savunma Bakanlığını yalnızca silahlı kuvvetlere lojistik destek sağlayan bir organ olmaktan çok, savunma planlarını da yapan ve silahlı kuvvetler üzerindeki sivil denetimi güçlendirme yolundaki genel girişimin bir parçası olarak görülmekteydi. Fakat ordu, mevcut sistemin savunma yönetiminin siyasallaşmasına engel teşkil ettiği gerekçesiyle bu öneriye ısrarla karşı çıkmış, hükümet de bu değişiklikte ısrarcı olmamıştır (Özbudun ve Hale, 2010: 149). 370 371 Bkz. http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (25.12.2014). Söz konusu eksikler için bkz. http://www.yaszedeler.org/ (17.09.2015). 320 Çıkış güvencelerinin neden olduğu vesayetçi anlayışın kırılmasını sağlayan 2010 anayasa değişiklikleri372” ülkenin demokratikleşmesine ciddi katkı sağlamışsa da, son yıllarda ele alınan; ancak başarıya ulaşamayan Güneydoğu bölgemizi özellikle ilgilendiren “çözüm süreci” ve sonrası yaşanan sıcak gelişmeler, AK Parti hükümetini aldığı kararlardan geri adım atmaya zorlamıştır. Nitekim Genelkurmay Başkanlığı’nın uzun süredir talep ettiği, operasyon bölgelerinde görev yapan askerlere güvence getiren ve askerin yargılanma iznini Başbakan’a bağlayan 6722 sayılı ‘Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’ Meclis’ten geçerek yasalaşmıştır. Tasarının 12. maddesine göre çözüm süreci sırasında Valilerde olan operasyon yapma yetkisi TSK’ye verilmiş, Güneydoğu’da operasyona katılan asker, memur ve köy korucularına, bu yasa çıkmadan önceki faaliyetleri de dâhil, yasal koruma getirilmiş, operasyonlarda görev alan askerlerin muhtemel yargılanma görevi ise askeri mahkemelere bırakılmıştır373. Yine bu bağlamda, İl İdaresi Kanunu'nda yapılan değişiklikle de genel kolluk kuvvetlerinin imkân ve kabiliyetlerini aşan durumlarda terörle mücadele için gerekli olması veya terör eylemlerinin kamu düzenini ciddi şekilde bozması halinde, İçişleri Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulu kararıyla TSK görevlendirilebilecek, görevlendirmenin kapsamı ise Genelkurmay Başkanlığı tarafından belirlenecektir. Askeri birliklerin belirli görevleri genel kolluk kuvvetleriyle birlikte yapması halinde komuta, sevk ve idare askeri birliklerin en kıdemli komutanı tarafından üstlenilecektir. Askere “sübjektif kontrol” temelinde yasal zırh veren söz konusu düzenleme, sivil siyasetin başarısızlığını da ortaya koymuştur. Bu düzenlemeler hakkında açıklama yapan AK Parti Karabük Milletvekili Mehmet Ali Şahin, değişikliklerin demokratik olmadığını, bir zaruretten doğduğunu, operasyonların son bulmasıyla askere verilen bu yetkilerin tekrar askerden alınacağını belirtmiş ve söz konusu değişkliklerin meşruiyetini Fransa’da yaşanan terör olayları sonrasında ele alınan kararlarla açıklamıştır374. 372 Bkz.http://www.anayasa.gen.tr/5982.htm (24.12.2014). Bkz.http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?home=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/07/2 0160714.htm&main=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/07/20160714.htm (14.07.2016). 374 Paris’ten meydana gelen terör olayları sonrasında Fransa yönetimi, Avrupa Konseyi’ne bir yazı yazarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni geçici olarak askıya aldıklarını duyurmuştur, bkz. http://www.milliyet.com.tr/ak-partili-sahin-askerden-bu-yetki-siyaset-2268848/ (04.07.2016). 373 321 SONUÇ Türkiye, demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla tam manasıyla pekiştiği bir sisteme geçememiş olsa da bu yönde mücadelesine ağır aksak devam etmektedir. Demokrasi girişimlerine, Osmanlı’nın son döneminde devleti kurtarma adına dönemin aydın, bürokrat ve kendilerini reformun ve aydınlanmanın klavuzu gören asker zümrelerin öncülüğünde hayata geçen modernleşme hamleleriyle başlayan Türkiye, kontrollü bir demokrasi modeli ile günümüze kadar gelmiştir. Osmanlı’da yukarıdan aşağıya usullerle gerçekleştirilen modernleşme hareketlerinin kaynağını teşkil eden ve toplum çıkarlarını savunma konusunda kendilerini sorumlu gören seçkinci ve koruyucu anlayış, Cumhuriyet’e miras kalmış, rejim ve toplum, burjuvazinin yokluğunda söz konusu seçkinler tarafından dönüştürülmek istenmiştir. Küresel anlamda ikinci dalga olarak adlandırılan ve 20.yüzyılın ikinci yarısından sonra Orta ve Güney Avrupa’da ortaya çıkan demokrasi hareketleri, ülkemizi de etkisi altına almış; ancak Türkiye’deki gelişimini sürdüremeyerek Batı standartlarının gerisinde kalmış, Türk demokrasisi pekişmemiştir. İktidar mücadelesi, siyasi yapının ordu, aydın ve bürokrasiden mürekkep bir genel ittifakın temsil ettiği merkez ile onun karşısında yer alan geniş halk kitleleri ve taşra burjuvazisinin oluşturduğu çevre arasında cereyan etmiştir. Merkezin seçkinci anlayışının tezahürü olarak vesayet sistemi kurulmuştur. Bütün bunların neticesinde askeri müdahaleler ortaya çıkmıştır. Merkezde seçkinci bir aktör konumunda olan ordunun, ulus devlet hassasiyeti, devletin bölünmez bütünlüğüne olan bağlılığı ve laikliğe yaptığı vurgu nedeniyle, “kurucu ve koruyucu bir aktör” olarak kurumsallaşmış demokrasilerde olduğundan çok daha fazla siyasal yetkiye ve prestije sahip olması, bu vesayet sisteminin esasını oluşturmaktadır. Bu kapsamda ordu, ulusal çıkarların savunucusu ve modernleştirici kurucu iktidar özelliğiyle, sistem üzerinde korumacı bir tavır ortaya koymuş, gerekli gördüğü zamanlarda siyasete müdahalede bulunmaktan geri durmamıştır. Halaskâr Zabitan’dan Babıâli Baskını’a, 27 Mayıs’a, 12 Mart’tan, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan’a kadar giden müdahaleler hep bu “koruyucu tavrın” bir tezahürü olarak ortaya çıkmıştır. Siyasal hayatta demokrasinin işleyebilir hale getirilmesi için yapılan bu müdahaleleri ordu, geri planda “muhafız” rolünü uygulayarak yerine getirmiştir. Yasal dayanağını ise reform yolunun en sık rastlanan biçimi olan askeri yönetimlerden demokrasiye geçerken elde ettikleri “çıkış güvenceleriyle” sağlamış, 322 sistem üzerindeki gücünü ve etkisini pekiştirmiştir. Bu ise Türkiye’de demokrasinin güçlenip pekişmesinin önünü almıştır. Tıpkı Şili, Brezilya ve Portekiz örnekleri gibi Türkiye’de de askeri yönetimler, iktidarı sivillere devretmeden önce yürürlüğe koymuş oldukları anayasal hükümlerle, bu güvenceleri elde ederek sistem üzerinde koruyucu vesayetçi düzenleri devam ettirmeyi hedeflemişlerdir. Daha çok geri planda sivilleri yönlendirerek, dilediği işlemleri yaptırmayı hedef alan bu anlayışta gerçek güç, askerlerdedir. Burada asıl olan demokrasi görüntüsünün altında, askerlerin çeşitli kurumsal mekanizmalar yoluyla hukuki veya fiili denetimi altında işleyen bir rejimin var olmasıdır. Ordunun sistem üzerindeki bu tutumunda Osmanlı modernleşme döneminden beri kendisini her şeyin üstünde gören anlayış yatmaktadır. Osmanlı tarihi içindeki en kapsamlı demokrasi tecrübesi II. Meşrutiyet yıllarıdır. Bu dönemde seçkinci bir anlayışla, temelde laik bir toplum projesini yukarıdan aşağıya tesis etmeyi amaçlayan ordu içinde zümreler vardır. Pozitivist düşünce temelinde gelişen bu anlayışta rol alan yeni nesil asker ve sivil bürokrasi, modern eğitimin kazandırdığı formasyon neticesinde, içinde yer aldıkları kurumların asıl görev alanının çok ötesine geçerek kendilerini kapsayıcı reformların öncüleri, Aydınlanmanın taşıyıcı unsurları, devletin muhafızı, kamu menfaatlerinin koruyucusu ve hamisi olarak görmüşlerdir. Devlet nasıl kurtulur anlayışı çerçevesinde ortaya çıkan ve parlamento hedefiyle somutlaşan bu hareketin aktörü olan İttihat ve Terakki, kendisini orduyla özdeşleştirmiş, geleneksel Babıâli bürokrasisi ve padişahın etkin olmadığı bir ortamda siyasi iktidarın yeni sahibi olmuştur. I. Dünya Savaşı’na girerken Osmanlı siyasi hayatında bütün meşruti kurumların Cemiyet’in de ötesinde askeri bir dikta yönetiminin kontrolüne girmesi, büyük ümitlerle şekillendirilen ilk kapsamlı demokrasi tecrübesini, uzun yıllar kendini toparlayamayacak ölçüde zaafa uğratmıştır. 31 Mart Vakası, Halaskâr Zabitan ve Bab-ı Âli Baskını gibi, askerin aktif yer aldığı siyasi olaylar da bu zaafa ciddi etki etmiştir. Osmanlı modernleşmesi içinde başlayan koruyucu seçkinci anlayış, Cumhuriyet’e intikal etmiştir. Cumhuriyet’i kuran ve onun koruyucusu rolünü üstlenen ordu, bürokrasi ve aydınlardan mürekkep “koruyucu entelijansiya”, yine tepeden inmeci paternalist modernleşme anlayışıyla ülkeyi modernleştirerek dönüştürmek istemiştir. Bu anlayış demokrasiyi popülist izdüşümleri olan bir rejim olarak algılamıştır. Bu zümre demokratik rejimi üretebileceği olumsuzluklarla düşünmeye meyilli durmuş, tecrübeyle kendini olgunlaştırabileceğine dair bir beklentisi olmamıştır. Seçkinci anlayış, demokrasinin 323 liderin kişisel amaçlarına hizmet eden ve toplum kesimlerinin özel çıkarlarını ön planda tutan popülist özellikleriyle şekillenmesine müsamaha göstermeye taraftar olmamıştır. Atatürk, nihaî hedef olarak gördüğü demokrasiye geçmek için TpCF ve SCF gibi somut bir takım siyasi teşebbüslere yol vermişse de ortaya çıkan tablonun rejimi tehdit ettiği anlayışı ağır basmış, Şeyh Said isyanı ve Menemen Olayı gibi yaşanan başkaldırılar nedeniyle bu demokrasi girişimlerinden “koruyucu gerekçelerle” vazgeçmiş, ordu bu süreçte “muhafız” bir kimlikle olayları bastırmada kullanılmıştır. Atatürk hem karizmatik kişiliği hem de kendisine sadık güçlü bir komutan olması hasebiyle Çakmak’ın ordu içindeki güçlü konumundan faydalanarak, iç siyasi mücadelede ordunun rakipleri tarafından kullanılmasına mâni olmak adına yine ordu içindeki muhalefeti önlemiştir. Atatürk, İnönü ve Çakmak üçlüsü, Millî Mücadele’nin diğer askeri önderlerini tasfiye etmek suretiyle rejim ve ordu üzerindeki mutlak hâkimiyetini tesis etmişlerdir. “Subjektif kontrol anlayışının” hâkim olduğu bu sistemde Atatürk’ün asıl amacı, orduyu siyasetin dışında tutmak değil kendisine ve Cumhuriyet’e bütünüyle sadık kalmasını güvenceye almaktı. Ordunun rejime bağlılığı Atatürk’ün ölümünden sonra iktidarı devralan İnönü döneminde devam etmiştir. Her ne kadar bu dönem içinde Genelkurmay Başkanlığı Millî Savunma Bakanlığına bağlanmış olsa da rejimin kontrolünün Cumhurbaşkanı İnönü’de olması askeri tereddüte düşürmemiştir. Gerek İkinci Dünya Savaşı’nın sonuçları gerekse iç siyasette ortaya çıkan toplumsal talepler demokrasiye geçişin yolunu açmış, ülke 1946 seçimleriyle demokrasiye tedricen yönelmiş, tek parti dönemi sona ermiştir. 1950’de ise TpCF ve SCF miraslarının sahibi çevreyi temsil eden DP, iktidarı devralmıştır. Süreç içerindeki DP politikalarından rahatsız olan merkez ve Türk siyasetinde modernleşmeyi başlatan kurucu seçkin zümre olarak ordu, 1950 sonrası siyasal muhalefetle bütünleşmiş ve tarihsel modernleşme projesini geleneksel zihniyet kalıpları ve toplumsal davranışlarla bütünleştirmeye çalışan çevreye karşı bir iktidar mücadelesine girişmiştir. O tarihten sonra Türk siyasetini sadece siyasetin gündelik sorunları değil, bu iki büyük odak arasındaki iktidar çekişmesi tayin etmiştir. 1950-60 arasında Silahlı Kuvvetler, İnönü’nün demokrasi projesine uymuş ve iktidarın kendi tekelinden çıkmasına müsaade etmiştir. Fakat akabinde DP uygulamalarından duyulan rahatsızlık ve rejim kaygısı, “muhafız rolüne” sahip askeri, harekete geçirmiş ve 1950’de kaybedilen iktidar, 1960 darbesiyle geri alınmıştır. Pretoryen bir anlayışla ordunun gözetiminde hazırlanan ve kabulü sağlanan 1961 324 Anayasası, egemenliği Meclis dışındaki diğer organlarla paylaşarak, seçilmiş hükümetlerin elini kolunu devlet kurumlarıyla bağlayan ve denetim altına alan çeşitli fren mekanizmaları getirmiştir. Anayasa, vesayetçi bir demokrasi tasavvuru üzerine kurulmuş, seçkinci kaygılar nedeniyle çoğunluk idaresine duyulan kuşku ve korkudan beslenerek devletçi seçkinlere temel siyasi değerlerini ve çıkarlarını kollamak adına milli iradenin kullanımını sınırlayacak çeşitli ayrıcalıklar sunmuştur. “Çıkış güvenceleri” temelinde kabul gören ve askere siyasete müdahale etme imkânı tanıyan bu mekanizmalar sayesinde, kurucu iktidar olan ordu, koruyucu bir sıfatla sistem üzerindeki ağırlığını arttırarak vesayetçi bir yapının ortaya çıkmasına neden olmuştur. 1965 seçimlerini DP’nin mirasçısı konumunda yer alan AP’nin kazanması ve TSK’nin bu sonuca tepki göstermemesi ve aleyhine bir girişimde bulunmaması, sivil yönetime geçişin tamamlandığını akıllara getirmiş olsa da bu dönem uzun sürmemiştir. 1970’lerin başlarında başlayan terör olaylarının kamu düzenini tehdit edecek boyutlara ulaşması ile sivil iktidarların söz konusu olayları sona erdirecek tedbirleri alamaması ve 9 Mart darbe girişimi, orduyu 12 Mart’ta bir kez daha müdahaleye sevk etmiştir. Sivil siyasetin sona ermediği, Meclis’in kapatılmadığı, askerlerin doğrudan doğruya idareyi ele almak yerine, perde arkasından idare etmeyi tercih ettiği bu süreçte ordu, öngördüğü politikaları Meclis dışından atanan teknokrat ve bürokratların yer aldığı partiler üstü hükümetler aracılığı ile anayasanın çok sayıda hükmünü yeniden düzenleyen anayasa değişiklerini parlamentoya dayatmışlardır. 1971-1973 yıllarında yapılan bu değişiklerle temel hak ve özgürlükler sınırlandırılmış, yürütme organının yetkileri güçlendirilmiş, 1961’de elde edilen askerin sistem üzerindeki otoriter yetkileri genişletilmiştir. Yapılan değişikliklerin AP’nin siyasi felsefesine uygun olması ile muhtırada ifade edilen parlamentoyu dağıtma tehdidi ve sıkıyönetim rejiminin üretmiş olduğu aşırı baskıcı uygulamalar, anayasa değişikliklerine muhalif olan kesimlerin cesaretlerini kırmış, askeri otorite 1961 Anayasası’nda elde ettiği çıkış güvencelerine ilave yeni kazanımlar elde etmiştir. Söz konusu güvencelerle yürütme erkine tanınan yetkiler genişletilmiş, yargı alanında yapılan düzenlemelerle yeni bir takım haklar elde edilmiştir. Askeri alanın belli özerklikler kazandığı, askerin kısmen de olsa siyasi iktidarın denetiminden sıyrıldığı bütün bu değişiklikler neticesinde, askerlerin siyasi alana karşı kendi alanını genişletici yönde kazanımlar sağladığı görülmektedir. Akabinde yaşanan siyasi gelişmeler, artan terör olayları ve siyasilerin ülke sorunları karşısında birbirlerini suçlamaları, siyasi belirsizliğin giderek daha da artmasına 325 sebep olmuştur. Yaşanan olaylar karşısında siyaset kurumu çözüm üretememiş, geri planda “muhafız” rolüyle bekleyen TSK, 12 Eylül 1980’de ülkenin bütünlüğünü korumak ve ulusal birlik ve beraberliği sağlamak, devlet otoritesini yeniden oluşturmak, devletin varlığını güvence altına almak ve demokratik sistemin düzgün işlemesinin önündeki engelleri ortadan kaldırmak adına yönetime yeniden el koymuştur. Söz konusu müdahale sonrasında 1961 Anayasası kaldırılarak ordunun kontrolünde hazırlanmış olan 1982 Anayasası yürürlüğe konulmuştur. Kemalist söylemin ağırlık kazandığı anayasada askere sunulan yetkiler daha da genişletilmiş, askeri vesayetin kurumsallaşması sağlanmıştır. Müdahale sonrasında yetkileri eline geçiren Milli Güvenlik Konseyi rejimi, önceki askeri rejimlere kıyasla ülkenin hukuki ve siyasal yapısında çok daha köklü ve kapsamlı değişiklikler öngörmüştür. Selefine kıyasla daha uzun süre yönetimde kalmış, iktidarını sivillere devretmeden önce de kurulacak yeni demokratik rejimde yetkilerini sürdürebileceği yasama, yürütme ve yargı alanında elde edilen kazanımlarla önemli “çıkış güvencelerini” elde etmiştir. 1983 sonrası yaşanan siyasi sıkıntıların temelinde 12 Eylül’ün getirdiği kurumlarla egemen kıldığı vesayetin etkisi büyüktür. 1983 yılıyla yeniden demokrasiye geçen Türkiye, 1995’e kadar demokratikleşme ve ekonomik kalkınma yolunda ciddi mesafeler almış olsa da 1995’te meydana gelen iktidar değişikliği, rejimin koruyucusu konumunda yer alan orduyu bir kez daha harekete geçirmiştir. Bu sefer ordu, bilinen biçimde yeni bir müdahalede bulunmaksızın etkin olduğu MGK aracılığıyla, sivil toplumla yakın iş birliği içinde iktidarı yerinden etmeyi başarmıştır. 28 Şubat 1997 tarihinde gerçekleşen MGK toplantısında alınan kararlarla REFAHYOL hükümeti iktidarı terk etmiştir. Bu müdahalede ordu, direkt müdahalede bulunmamış, cumhurbaşkanı, üniversiteler, yargı, medya, sivil toplum gibi silahsız unsurlar devreye sokularak iktidarın alaşağı edilmesi sağlanmıştır. “Çıkış güvencelerine” ait yapı ve mekanizmaları kullanan ordu darbe yapmış, sivil silahsız kurum ve kuruluşlarla işbirliği yapmış, sütre gerisinden müdahale ederek “hakem” rolünü oynamıştır. 1961 Anayasası’yla siyasal sistemimize girmiş olan “çıkış güvenceleri”, 1971 ve 1973 anayasa değişiklikleriyle askerin “mahfuz alanını” daha da genişletmiş, 1982 Anayasası’yla da kurumsallaşarak vesayetin ağırlığını arttırmıştır. 28 Şubat post modern darbesiyle yöntem değiştirip silahsız kuvvetleri ön safa süren bu anlayış, 27 Nisan’da emuhtıra girişimiyle kendisini bir daha göstermiştir. “Çıkış güvenceleri” açısından önemli bir makam olan Cumhurbaşkanlığına AK Partili Abdullah Gül’ün aday olması, 28 326 Şubat’ta etkin rol üstlenen silahsız kuvvetlerin vermiş olduğu tepkiye yargı, parti kapatma davasıyla, ordu da yakın tarihimize e-muhtıra olarak geçen bir bildiri ile destek vererek katılmıştır. Bu sefer sivil siyaset müdahale karşısında sessiz kalmamış, bir refleks gösterip ordunun sivil inisiyatifin emrinde olduğunu vurgulamış ve orduya karşı referanduma giderek siyasi krizi aşmıştır. 15 Temmuz 2016’da Fethullahçı Terör Örgütünün (FETÖ) askeri kanadı, cuntacı bir yapılanma olarak kendisini göstermiş, ülke askeri darbenin güncelliğini koruduğu gerçeğiyle bir kez daha yüzleşmiştir. Darbe girişimi sonrasında önemli bir çıkış güvencesi kurumu olan MGK tavsiyesi ile ilan edilen olağanüstü hâl, iktidarı Kanun Hükmünde Kararnamelerle bir takım radikal önlemleri almaya itmiş, cuntacıların bertarafı için ciddi düzenlemeler hayata geçirilmiştir. Söz konusu kararnamelerle TSK’nın yapısında ciddi değişiklikler yapılmıştır. Bu bağlamda Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı İçişleri Bakanlığına bağlanmış, Jandarma Genel Komutanı, Jandarma Genel Komutan Yardımcıları ile il jandarma komutanlarının atamaları müşterek kararnameyle yapılması kararlaştırılmış, diğer subaylar, astsubaylar ve uzman jandarmaların atama ve terfi işlemleri İçişleri Bakanlığına bırakılmıştır375. Bu kurumların personel ihtiyacını karşılamak üzere İçişleri Bakanlığına bağlı Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi kurulmuştur376. Genelkurmay Başkanının atama usûlünde değişikliğe gidilmiş, Genelkurmay Başkanının daha önce olduğu gibi, Bakanlar Kurulu'nun teklifi ile Cumhurbaşkanı tarafından atanması uygulamasına devam edilmiş; ancak ataması yapılacak ismin kuvvet komutanı olması şartı kaldırılmıştır377. 6756 sayılı kanunla Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlıkları Milli Savunma Bakanlığına bağlanmış, Cumhurbaşkanı ve Başbakanın gerekli gördüklerinde Kuvvet Komutanlarından doğrudan bilgi alıp, emir verebilmesi yasal hale getirilmiştir. Yine Kara, Deniz, Hava Harp okulları, kurmay subay yetiştirmek ve lisansüstü eğitim vermek amacıyla kurulan enstitüler ile askeri liseler ve astsubay hazırlama okulları Millî Savunma Bakanlığı bünyesinde kurulmuş olan Milli Savunma Üniversitesi’ne bağlanmıştır. Gülhane Askeri Tıp Akademisi ve ona bağlı tüm hizmet birimleri Sağlık Bakanlığına bağlanmış, Savunma Bakanlığı teşkilat yapısında değişikliğe gidilmiştir. 668 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/07/20160727M2..htm (30.01.2017). 376 Bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/11/20161124-3..htm (30.01.2017). 377 671 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler//2016/08/20160817-18..htm (07.04.2017). 375 327 Yapılan düzenlemeyle Yüksek Askeri Şura’nın yapısı değişmiş, Şura Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Başbakan Yardımcıları, Adalet Bakanı, Dışişleri Bakanı, İçişleri Bakanı ve Milli Savunma Bakanı ile Kuvvet Komutanlarından oluşturularak, sivillere ağırlık verilmiş, sekretarya hizmetleri de Genelkurmay Başkanlığından alınarak Millî Savunma Bakanlığına devredilmiştir. Şura’nın yönetimi ve çalışma usulleri ile sekretarya hizmetlerine ilişkin iş ve işlemler ise Başbakanlık tarafından çıkarılacak yönetmeliklere bırakılmıştır378. 12 Aralık 2016 tarihinde ise AK Parti ve Milliyetçi Hareket Partisinin uzlaşmaya vardığı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılması Hakkındaki 6771 sayılı Kanun Teklifi Meclis Genel Kurulunda kabul edilerek referanduma sunulmuştur379. 16 Nisan 2017’de oylanarak kabul edilen anayasa değişikliği paketinin gerekçesinde, 1961 ve 1982 anayasaların bir toplum mühendisliği projesi ve seçkinci bir anlayışına dayandırıldığından bahsedilmiş, anayasaların millete, milli iradeye ve seçimle oluşan iktidara güvensizlik üzerine bina edildiği zikredilmiş, milli iradeyi kontrol eden “vesayet” sistemine vurgu yapılmıştır. Son olarak, 15 Temmuz 2016’da millet iradesiyle oluşan iktidarı hazmedemeyen bu anlayışın, başka bir kisve ile başını kaldırdığı, o nedenle değişiklik talebinin demokrasi ve hukukun gereği olduğu vurgulamıştır. Daha çok bir sistem değişikliği öneren söz konusu kanun, yasama, yürütme ve yargı erklerini yeniden düzenlemeyi amaçlamakta ve “çıkış güvencelerinin” bertarafına dönük adımları içermektedir. Bu bağlamda Milli Güvenlik Kurulu üyelerinde değişikliğe gidilmiş, Kurulun Cumhurbaşkanının başkanlığında, Cumhurbaşkanı yardımcıları, Adalet, Milli Savunma, İçişleri, Dışişleri Bakanları ile Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz ve Hava komutanlarından oluşacağı belirtilmiş, Jandarma genel komutanı kurul üyeliğinden çıkarılarak mevcut yapıda çoğunlukta olan sivillerin ağırlığı pekiştirilmiştir. Milli güvenlik siyasetinin tespiti ve kararı ise Cumhurbaşkanına bırakılmıştır. Cumhurbaşkanına bağlı olarak faaliyet gösteren Devlet Denetleme Kuruluna mevcut görevlerinin yanında idari soruşturma görevi de verilmiş, Silahlı Kuvvetlerin kurul tarafından denetlenmesinin önü açılmış, sadece yargı organları, kurulun görev alanı dışında tutulmuş, kurulun işleyişi, üyelerinin görev süresi ve diğer özlük işlerinin 6756 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Tedbirlerin Alınması ve Milli Savunma Üniversitesi Kurulması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul edilmesi Hakkında Kanun, bkz. http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/11/20161124-3..htm (30.01.2017). 379 Bkz. https://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k6771.html (06.04.2017). 378 328 Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenleneceği belirtilmiştir. Aynı kanunla Askeri Yargıtay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi ve askeri mahkemeler kaldırılmış, bu kurumlarda çalışan yargı mensupları sivil yargıya, geri kalan kamu görevlileri ise sivil kurumlara atanacak olup, atama işlemlerinin Millî Savunma Bakanlığınca yapılması kabul edilmiştir. Ancak, savaş halinde asker kişilerin görevleri ile ilgili olarak işledikleri suçlara ait davalara bakmakla görevli askeri mahkemelerin kurulabilmesi hakkı saklı tutulmuştur. Yapılan düzenlemeyle Askeri Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesinden Anayasa Mahkemesine üye seçilmesi uygulamasına son verilmiştir. Kanun, olağanüstü hâl yönetimini ise tek maddede düzenlemiştir. Düzenlemeyle vesayetçi anlayışın izini taşıyan sıkıyönetim uygulaması anayasadan çıkarılmış; ancak olağanüstü hâl uygulamasına ise yer verilip, yürütülmesi Cumhurbaşkanının inisiyatifine bırakılmıştır380. Türk siyasî sisteminin demokratikleşmesinde AB’ye uyum süreci daha etkili olmuştur. Demokratikleşme sürecinde Türkiye, askeri vesayetin oluşmasına neden olan çıkış güvencelerinin bertaraf edilmesi yönünde ciddi mesafeler almış, sivil siyasetin önü açılmıştır. Ne var ki atılan bu ciddi adımlar Türkiye’nin Batı standartlarında bir demokrasiye sahip olması için yeterli değildir. Türkiye tüm alanda özellikle AB’ye uyum sürecinde ele almış olduğu yapısal reformları nihayete erdirmiş değildir. Çünkü demokrasinin pekişmesi için askeri otoriteye sağlanan yetkilerin tasfiyesi kadar, demokratik bir düzen için gerekli olan ilke ve kurumların işletilmesi ve demokratik bir siyasi kültürün yönetilenler ve elitler arasından geniş bir kabul görmesi önemlidir. Bu nedenle devlet örgütlenmesinin, seçilmişlerin üstünlüğü ilkesinin gerekleri ile uyumlu olarak yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Bu değişikliklerin içinde sivil-asker ilişkileri yeniden gözden geçirilmeli, demokratik anlayışa önem verilmelidir. Bu doğrultuda hürriyetçi bir dünya görüşü temelinde, devlet değil birey eksenli, resmî ideolojiden ve vesayetçi ruhtan arındırılmış, tümüyle sivil, özgürlükçü ve demokratik bir anayasa hazırlanmalıdır. Genelkurmay Başkanlığının yapısı yeniden gözden geçirilmeli ve tıpkı Batı örneklerinde olduğu gibi kurum, Millî Savunma Bakanlığına bağlanmalı, askeri politikaları belirleme sorumluluğu tamamen sivil hükümetlere bırakılmalıdır. YAŞ sadece bir istişare kurumu olarak yeniden ele alınmalı, 2010 anayasa değişikliğiyle YAŞ kararları için getirilen kısmî yargı denetimi genişletilip denetim dışı hiçbir işlemin kalmaması sağlanmalıdır. Askeri alanda siyasi özellik taşıyan tüm kararlar Millî Savunma 380 Bkz. https://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k6771.html (06.04.2017). 329 Bakanlığı ve hükümet tarafından alınmalıdır. Bugün daha siyasi bir karar organı olarak faaliyet gösteren MGK, anayasal bir kurum olmaktan çıkarılmalı, iç siyaset konularındaki etkinliğine son verilmeli, sadece dış tehditlere karşı bir istişare organı olarak yeniden düzenlenmelidir. Kanunlara konulacak hükümlerle askerin siyasete müdahale etmesi anlamına gelen fiil, beyan, tutum ve davranışlarına yönelik ağır yaptırımlar getirilmelidir. Bütün bu adımlar atılsa da Türk ordusu kendisini Cumhuriyetin ve onun Kemalist mirasının koruyucusu olarak gördüğü sürece müdahale ihtimali her zaman mevcuttur381. Bu anlayışı ortadan kaldırmak için cumhurbaşkanı makamını kendilerine ait gören, cumhurbaşkanı olmayı, nihaî hedef olarak belirleyen, kendilerini resmî ideolojinin koruyucusu ve kollayıcısı olarak görmeleri sağlanan subayların temel eğitimi konusunda esaslı değişikliklere gidilmelidir. Nitekim ordunun demokrasi içerisinde kalamamasının ve demokratik ilkeleri zorlayarak siyasete müdâhil olmasının temel sebebi, askeri okullarda verilen ideolojik eğitimdir. Silahlı Kuvvetler sahip olduğu özerklik ve topluma şekil verme isteğinin bir neticesi olarak tatbik etmiş olduğu eğitimin içeriğini kendisi belirlemektedir. Yurt savunmasına hazırlayıcı yönde teknik bilgi, beceri ve donanım kazandırmaya yönelik eğitimin yanında rejimin kurucusu ve koruyucusu anlayışı genç subay adaylarına işlenmektedir. O nedenle hukukun üstünlüğü, demokrasi ve evrensel insan hakları değerlerine önem veren bir eğitim modeline öncelik verilmeli, askeri eğitimler sadece yurt savunmasına dönük ele alınmalı ve ordu içinde köklü bir zihniyet dönüşümü sağlanarak yeni cuntacıların oluşmasına fırsat verilmemelidir. Bütün bu öneriler yerine getirildiği takdirde hem silahlı kuvvetler kendi ana görevlerinde daha etkin hale gelecek, yükü hafifleyecek, rahatlayacak, caydırıcılığı yüksek bir yapıya kavuşacak hem de siyaset kurumunun özgüveni artacaktır. Türk demokrasinin pekişmesi elbette sivil-asker ilişkilerindeki meselenin çözümüyle ilişkili değildir. En az bunlar kadar atılması gereken bir diğer önemli adım da sivil siyasetin kendine yönelik reformları hayata geçirmesidir. Bu doğrultuda Batı standartlarında demokrasiye dayanan, tüm vesayetçi unsurları dışlayan, bireyin temel hak ve hürriyetlerini güvence altına alan, modern ve çağdaş yeni bir anayasa hazırlanmalı, Genelkurmay eski Bakanı Işık Koşaner’in: “Hani diyorlar ya 35. maddeyi kaldır da bilmem ne madde koy. İster koy ister koyma. Biz Silahlı Kuvvetler olarak bunun için varız. Bu bizim doğal tarihi görevimiz. Kimse bunun aksini bize söyleyemez sözleri de bunu doğrulamaktadır, bkz. Bugün Gazetesi, Işık Koşaner itiraflarında 2. Perde,26.08.2011, bkz. http://www.bugun.com.tr/gundem/gundem-167308.html (16.10.2015). 381 330 kuvvetler ayrılığı ilkesi bütün unsurlarıyla içselleştirilmelidir. Yargı bağımsızlığı güvence altına alınıp yasama ve yürütme erklerine karşı etkinliği korunmalı, denge ve denetleme sağlanmalıdır. Partiler yasası parti içi demokrasiyi etkin kılacak bir anlayışla hayata geçirilmelidir. Seçim kanununda değişikliğe gidilip, toplumsal uzlaşmaya katkı sağlayacak, seçmen iradesinin adaletli bir şekilde parlamentoya yansıtan ve temsil kabiliyetini en üst seviyeye çıkaran bir seçim sistemi üzerinde mutabık kalınmalı, demokratik temsile gölge düşüren seçim barajı Batı standartlarına çekilmelidir. 331 KAYNAKLAR KİTAPLAR Ahmad, Feroz. (2008). Modern Türkiye’nin Oluşumu, Kaynak Yayınevi, İstanbul. Ahmad, Feroz. (2007). Demokrasi Sürecinde Türkiye, Hil Yayınevi, İstanbul. Ahmad, Feroz. (1985). İttihatçılıktan Kemalizm’e, Kaynak Yayınları, İstanbul. Ahmad, Feroz. (1977). The Turkish Experiment in Democracy 1950-1975, London: C. Hurst and Co. Ltd. Ahmad, Feroz. (1976). Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamaları Kronolojisi 1945-1971, Bilgi Yayınevi, Ankara. Ak Devrim. (1960). Başbakanlık Devlet Basımevi, Ankara. Akın, Rıdvan. (2010). Türk Siyasal Tarihi, On İki Levha, İstanbul. Akpınar, Hakan. (2006). 28 Şubat Postmodern Darbenin Öyküsü, Birharf Yayınları, İstanbul. Akşin, Sina. (1991). Çağdaş Türkiye 1908-1980, Cem Yayınevi, İstanbul. Akşin, Sina. (1987). Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, Remzi Kitabevi, İstanbul. Alkan, Ahmet Turan. (2006). Ordu ve Siyaset, Ufuk Kitap, İstanbul. Altay, Fahrettin. (1970). 10 Yıl Savaş 1912-1922 ve Sonrası, Görüp Geçirdiklerim, İnsel Yayınları İstanbul. Arcayürek, Cüneyt. (1985). Çankaya’ya Giden Yol, Bilgi Yayınevi, Ankara. Arıkan, Halil Volkan. (2008). Demokrat Parti Dönemi Anayasa Tartışmalarının ve Sorunlarının 1961 Anayasasının Oluşumuna Etkileri, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Hukuku Anabilim Dalı, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul. Arslan, Ali. (2007). Elit Sosyolojisi, Phoenix, Ankara. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri. (1997). 3 Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara. Atatürk, Mustafa Kemal. (1996). Nutuk, Cilt I-II, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul. Atatürk, Mustafa Kemal. (1984). Nutuk, Zeynep Korkmaz (Yay. Haz), Başbakanlık Basımevi, Ankara. Atay, Agâh Sabri. (1998). Çok Partili Dönemde Türkiye’de Ordunun Siyasal Rolü ve Devlet Yapısı İçindeki Yeri, Anadolu Üniversitesi Yayınları, İstanbul. Atay, Falih Rıfkı. (2004). Çankaya, Pozitif Yayınları, İstanbul. Aydemir, Şevket Süreyya. (1999). İkinci Adam I(a), II (b), III (c), Remzi Kitabevi, İstanbul. Aydemir, Talat. (2010). Hatıratım, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. Balcıgil, Osman. (1982). İki Seminer ve Bir Reform Önerisinde Tartışılan Anayasa, Birikim Yayınları, İstanbul. Baransel, Ali. (2006). Bıçak Sırtında, Remzi Kitapevi, İstanbul. Başgil, Ali Fuat. (2006). 27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul. Batur, Muhsin. (1985). Anılar ve Görüşler “Üç Dönemin Perde Arkası”, Milliyet Yayınları, İstanbul. Baykam, Bedri. (2001). Ordu Satranç Oynarken, Piramit Yayıncılık, İstanbul. Bayramoğlu, Ali. (2007). 28 Şubat Bir Müdahalenin Güncesi, İletişim Yayınları, İstanbul. Belen, Fahri. (1983). Türk Kurtuluş Savaşı, Kültür ve turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara. Belge, Murat. (2011). Militarist Modernleşme, İletişim Yayınları, İstanbul. Berkes, Niyazi. (2013). Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. Black, C. E. (1986). Çağdaşlaşmanın İtici Güçleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara. Birand, M. Ali. (1985). 12 Eylül Saat: 04: 00, Karacan Yayınları, İstanbul. Birand, Mehmet Ali. Dündar, Can. Çaplı, Bülent. (1994). 12 Mart İhtilalin Pençesinde Demokrasi, İmge Kitapevi, Ankara. Birand, Mehmet Ali. Dündar, Can. Çaplı, Bülent. (1991). Demirkırat Bir Demokrasinin Doğuşu, Doğan Kitap, İstanbul. Bottomore, T. B. (1997). Seçkinler ve Toplum, (Çev. Erol Mutlu), Gündoğan Yayınları, Ankara. Bozdağ, İsmet. (2002). Bir Darbenin Anatomisi-Celal Bayar Anlatıyor, Emre Yayınları, İstanbul. Cevizoğlu, Hulki. (2001). Generalinden 28 Şubat İtirafı: Postmodern Darbe, Ceviz Kabuğu Yayınları, Ankara. 332 Cihan, Ali Rıza. Tekin, Abdullah. (1998), Çağdaş Devlet Adamı İsmet İnönü, Tekin Yayınevi, Ankara. Cizre, Ümit. (2014). Muktedirlerin Siyaseti Merkez Sağ-Ordu- İslamcılık, (Çev. Cahide Ekiz), İletişim Yayınları, İstanbul. Cizre, Ümit. (2001). Egemen İdeoloji ve Türk Silahlı Kuvvetler: Kavramsal ve ilişkisel Bir Analiz, Kemalizm, ed. Ahmet İnsel, İletişim Yayınları, İstanbul. Cook, Steven. (2008). Yönetmeden Hükmeden Ordular, Hayy kitap, İstanbul. Crick, Bernard. (2012). Demokrasi, Dost Yayınevi, Ankara. Çalışlar, Oral. (2006). 12 Eylül ve Andıçlanan Gazetecilik, Güncel Yayıncılık, İstanbul. Çandar, Cengiz. (2001). 28 Şubat Postmodern Darbe Geçidinde (1996-2000) Çıktık Açık Alınla, Timaş Yayınları, İstanbul. Çaylak, Adem. (1998). Osmanlı’da Yöneten ve Yönetilen, Vadi Yayınları, Ankara. Çelik, Seydi. (2008). Osmanlı’dan Günümüze Devlet ve Asker, Salyangoz Yayınları, İstanbul. Çelik, Necati. (2004). 28 Şubat ve İrtica Tehdidi, Sinemis Yayınları, Ankara. Çiçek, Hikmet. (1997). İrticaya Karşı Genelkurmay Belgeleri, Kaynak Yayınları, İstanbul. Çelikoğlu, Adnan. (2010). Bir Darbeci Subayın Anıları 27 Mayıs Öncesi ve Sonrası, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. Dahl, Robert. (2010), Demokrasi Üzerine, Phoenix, Ankara. Dahl, Robert. (1993). Demokrasi ve Eleştirileri, (Çev. Levent Köker), Türk Siyasal İlimler Derneği TDV Yayını, Ankara. Dağcı, Gül Tuba. (2006). Osmanlı’dan Günümüze Ordu ve Siyaset İlişkisi, İlgi Yayınları, İstanbul. Demirci, H. Aliyar. (2010). Türk Siyasal Hayatında Senato, Düşünce, Tecrübe ve Arayışlar(1876-2009), Orion Kitapevi, Ankara. Demirel, Süleyman. (1972). 12 Mart ve Sonrası, Ayyıldız Matbaası, Ankara. Demirel, Tanel. (2011). Türkiye’nin En Uzun On Yılı Demokrat Parti İktidarı ve 27 Mayıs Darbesi, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul. Demirel, Tanel. (1998). Political Party Elites and Breakdown of Democracy: The Turkish Case 1973-1980 (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Bilkent Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü. Donat, Yavuz. (1999). Öncesi ve Sonrasıyla 28 Şubat, Bilgi Yayınevi. Duran, Lütfi. (1982). İdare Hukuku Ders Notları, Fakülteler Matbaası, İstanbul. Duverger, Maurice. (1998). Siyaset Sosyolojisi, Varlık Yayınları, İstanbul. Duverger, Maurice. (1993). Siyasi Partiler, Bilgi Yayınevi, İstanbul. Duverger, Maurice. (1965). Diktatörlük Üstüne, (Çev. Bülent Tanör), Dönüm Yayınevi, İstanbul. Erdoğan, Mustafa. (2012). 28 Şubat Günlüğü Post Modern Darbenin Anatomisi, Orion Kitapevi, Ankara. Erdoğan, Mustafa. (1997). Anayasal Demokrasi, Siyasal Kitapevi, Ankara. Erim, Nihat. (2007). 12 Mart Anıları, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. Erkanlı, Orhan. (1972). Anılar, Sorunlar, Sorumlular 27 Mayıs 1960-12 Mart 1971 Türkiyesi, Baha Matbaası, İstanbul. Eroğul, Cem. (1998). Demokrat Parti Tarih ve İdeolojisi, İmge Kitapevi, Ankara. Eroğul, Cem. (1977). Türk Anayasa Düzeninde Cumhuriyet Senatosunun Yeri, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yay, 1977, Ankara. Ertunç, Ali Cemil. (2007). Çankaya Nöbeti, Pınar Yayınları, İstanbul. Eryılmaz, Bilal. (2002). Bürokrasi ve Siyaset-Bürokratik Devletten Etkin Yönetime, Alfa Yayınları, İstanbul. Esin, Numan. (2005). Devrim ve Demokrasi Bir 27 Mayısçının Anıları, Doğan Kitap, İstanbul. Evren, Kenan. (1990). Kenan Evren’in Anıları, Milliyet Yayınları, İstanbul. Feridun, Server. (1962). Anayasa ve Siyasal Bilgiler, Büyük Kervan Matbaası, İstanbul. Fincancıoğlu, Yurdakul. (2000). Demirel Demokrasinin Duraklama Yılları, Büke Yayınları, İstanbul. Finer, Samuel E. (1975). The Man on Horseback: The Role of Military in Politics, Penguin Books, Middlesex, England. Goloğlu, Mahmut. (1982). Demokrasiye Geçiş 1946-1950, Kaynak Yayınları, İstanbul. 333 Goloğlu, Mahmut. (1974), Milli Şef Dönemi, (1939-1945), Kalite Matbaası, Ankara. Göle, Nilüfer. (1991). Modern Mahrem, Metis Yayınları, İstanbul. Göze, Ayferi. (1987). Siyasal Düşünceler ve Yöntemler, Beta Yayınları, İstanbul. Gözübüyük, Şeref. (2005) Yönetsel Yargı, Tuhan Kitapevi Yayınları, Ankara. Gözübüyük, Şeref. Kili, Suna. (1985). Türk Anayasa Metinleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul. Gündüz, Asım. (1973). Hatıralarım, Kervan Yayıncılık, İstanbul. Gündüz, Mustafa. Bardak, Musa. (2011). Eğitimci Bir Jön Türk Lideri Ahmet Rıza Bey ve “Vazife ve Mesuliyet” Eserleri, Divan Kitap, İstanbul. Gündüz, Yaşar. (1982). Anayasa Görüşler Taslak (Anayasa Komisyonunca Sunulan Görüşler ve Komisyonunca Hazırlanan Taslak Metin), Ekin Yayınları, İstanbul. Güneş, Turan. (1996). Türk Demokrasisinin Analizi, Ümit Yayıncılık, Ankara. Güneş, Turan. (1983). Araba Devrilmeden Önce, Kaynak Yayınları, İstanbul. Gürkan, Celil. (1986). 12 Mart’a Beş Kala, Tekim Yayınevi, İstanbul. Hanioğlu, M. Şükrü. (2006). Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Zihniyet Siyaset Tarih, Bağlam Yayıncılık, İstanbul. Hanioğlu, M. Şükrü. (1989), Kendi Mektuplarında Enver Paşa, Der Yayınları, İstanbul. Hanioğlu, M. Şükrü. (1985). Bir Örgüt Olarak Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük (1889-1902), İletişim Yayınları, İstanbul. Hanioğlu, M. Şükrü. (1981). Bir Siyasal Düşünür Olarak Abdullah Cevdet ve Dönemi, Üçdal Neşriyat, İstanbul. Hale, William. (1996). Türkiye’de Ordu ve Siyaset: 1789’dan Günümüze, Hil Yayınları, İstanbul. Heper, Metin. (2011). Türkiye’nin Siyasal Hayatı, Doğan Kitap, İstanbul. Heper, Metin. (2006). Türkiye’de Devlet Geleneği, Doğu-Batı Yayınları, İstanbul. Heper, Metin. (1999). İsmet İnönü- Yeni Bir Yorum Denemesi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul. Heper, Metin. (1994). “Atatürk’te Devlet Düşüncesi” Kalaycıoğlu ve A.Y. Sarıbay (Der), Türkiye’de Siyaset: Süreklilik ve Değişim, Der Yayınları, İstanbul. Heper, Metin. (1973). Modernleşme ve Bürokrasi, Sosyal Bilimler Derneği Yayınları, Ankara. Huntington, Samuel. (2007). Üçüncü Dalga 20.yy. Sonlarında Demokratlaşma, Türk Demokrasi Vakfı Yayınları, Ankara. Huntington, Samuel. (1968). Political Order in Changing Societies, Cambridge Massachusetts, England. Ilıcak, Nazlı. (2001).12 Mart Cuntaları Demokrasi’nin Sırtındaki Hançer, Timaş Yayınları, İstanbul. İnan, Afet Ayşe. (1983). Mustafa Kemal Atatürk’ün Karlsbad Hatıraları, Türk Tarih Kurumu, Ankara. İnan, Arı. (1996). Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir – İzmit Konuşmaları, Türk Tarih Kurumu, Ankara. İpekçi, Abdi. (2004). İnönü Atatürk’ü Anlatıyor, Dünya Kitapları, İstanbul. Kalafat, Yaşar. (1992). Şark Meselesi Işığında Şeyh Said Olayı, Karakteri, Dönemindeki İç ve Dış Olaylar, Boğaziçi İlmi Araştırmalar Serisi 11, Ankara. Kahraman, Hasan Bülent. (2012). Türk Siyasetinin Yapısal Analizi-II Kavramlar, Kuramlar Kurumlar, Agora Kitaplığı, İstanbul. Kahraman, Hasan Bülent. (2010). Türk Siyasetinin Yapısal Analizi-1 Kavramlar, Kuramlar Kurumlar, Agora Kitaplığı, İstanbul. Kapani, Münci. (1987). İnsan Haklarının Uluslararası Boyutları, Bilgi yayınevi Ankara. Kapani, Münci. (1970). Kamu Hürriyetleri, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Ankara. Karabekir, Kazım. (1988). İstiklâl Harbimiz, İstanbul. Karaosmanoğlu, Yakup Kadri. (1984). Politikada 45 Yıl, İletişim Yayınları, İstanbul. Karlıklı, Mehmet Yücel, (1994). 1982 Anayasası Döneminde Kemalizm, T.C. İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Siyaset Bilimi Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Doktora Tezi. Karpat, Kemal H. (2011). Osmanlı’dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji, Timaş Yayınları, İstanbul. Karpat, Kemal H. (2010). Türk Demokrasi Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul. 334 Karpat, Kemal H. (2007). Türkiye’de Siyasal Sistemin Evrimi, İmge Kitapevi, İstanbul. Keskin, O. Kadri. (1987). Devlet Güvenlik Mahkemelerinin Yapısı, Görevleri ve Yargılama Usulleri, Kazancı Hukuk Yayınları no: 59, İstanbul. Kışlalı, Ahmet Taner. (2003). Siyasal Sitemler, Siyasal Çatışma ve Uzlaşma, İmge Kitapevi, Ankara. Kışlalı, Ahmet Taner. (1994). Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi, İmge Kitabevi, Ankara. Kili, Suna. ve Gözübüyük, Şeref. (2006). Türk Anayasa Metinleri Sened-i İttifaktan Günümüze, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul. Koçak, Cemil. (2015). Türkiye’de İki Partili Siyâsî Sistemin Kuruluş Yılları Dönüşüm Ordu, Din, Hukuk, Ekonomi ve Politika, İletişim Yayınları, İstanbul. Koçak, Cemil. (2003). Türkiye'de Milli Şef Dönemi (1938-1945) Cilt 2, İletişim Yayınları, İstanbul. Kongar, Emre. (1999). 21.Yüzyılda Türkiye, Remzi Kitabevi, İstanbul. Koliopoulus, John. S. ve Veremis, Thanos. M. (2010). Modern Grecee Since 1821, Wiley Blackwell.http://5595mg.s3.amazonaws.com/Modern-Greece-History.pdf (04.02.2015). Köker, Levent. (1990). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İletişim Yayınları, İstanbul. Kunter, Nurullah. (1989). Ceza Muhakemesi Hukuku, Beta Yayınevi, İstanbul. Lewis, Bernard. (2008). Modern Türkiye’nin Doğuşu, Arkadaş Yayınevi, Ankara. Linz, Juan J. (2008). Totaliter ve Otoriter Rejimler, Liberte Yayınları, Ankara. Lijphart, Arend. (2002). Çağdaş Demokrasiler, (Çev. Ergun Özbudun-Ersin Onulduran), Yetkin Yayınları, Ankara. Mardin, Şerif. (2008). Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, İstanbul. Mardin, Şerif. (1994). Jön Türklerin Siyasal Fikirleri (1895-1908), İletişim Yayınevi, İstanbul. Meydan Gazetecilik. (1987). Meydan Larousse, cilt. 3, İstanbul. Mills, Wright. (1974). İktidar Seçkinler, (Çev. Ünsal Oskay), Bilgi Yayınevi, Ankara. Moore, Barrington. (2012). Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri, İmge Kitapevi, Ankara. Mosca, Gaetano. (1939). The Ruling Class, New York: McGraw- Hill Book Company. Mouffe, Chantal. (1994). Radikal Demokrasi: Modern mi, Post-Modern mi? Der. M. Küçük, Vadi Yayınları, Ankara. Nordlinger, Eric. (1977). Soldiers in Politics, Military Coups and Governments, (Englewood Cliffs: New Jersey Prentice Hall). Ortaylı, İlber. (2013). İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Timaş Yayınları, İstanbul. Öke, Mim Kemal. (2002). Din Ordu Gerilimi: Küresel Toplumda Dışlanan Demokrasi, Alfa Yayınları, İstanbul. Örs, Birsen. (1996). Türkiye’de Askeri Müdahaleler Bir Açıklama Modeli, Der Yayıncılık, İstanbul. Özbudun, Ergun. (2010). Türk Siyasal Hayatı, Anadolu Üniversitesi Yayınları, 7. Basım, Eskişehir. Özbudun, Ergun. Hale, William. (2010). Türkiye’de İslamcılık, Demokrasi ve Liberalizm, AKP Olayı, Doğan Kitap, İstanbul. Özbudun, Ergun. (2007). Çağdaş Türk Politikası Demokratik Pekişmenin Önündeki Engeller, Doğan Kitap, İstanbul. Özbudun, Ergun. (1995). Türk Anayasa Hukuku, Yetkin Yayınlar, Ankara. Özbudun, Ergun. (1995). Türkiye’de Demokratik Siyasal Kültür, Türk Demokrasi Vakfı Yayınları, Ankara. Özbudun, Ergun. (1993). Demokrasi Sürecinde Anayasa Yapımı, Bilgi Yayınevi, Ankara. Özçelik, Ahmet. S. (1964). 1961 Anayasası Ders Notları, Nuruosmaniye Matbaası, İstanbul. Özdağ, Ümit. (2006). Ordu Siyaset İlişkisi, Bilgioğuz Yayınları, İstanbul. Özdağ, Ümit. (1997). Menderes Döneminde Ordu-Siyaset İlişkisi, Boyut Yayınları, İstanbul. Özdemir, Hikmet. (2007). Cumhurbaşkanlığı Seçimleri: Atatürk’ten Günümüze, Remzi Yayınevi, İstanbul. Özdemir, Hikmet. (1991). Sivil Cumhuriyet, Boyut Yayınevi, İstanbul. Öztürk, Kâzım. (1969). Cumhurbaşkanlarının T. Büyük Millet Meclisini Açış Nutukları, Ak Yayınları, İstanbul. 335 Öztürk, Kâzım. (1966). Türkiye Cumhuriyeti Anayasası İzahlı, Gerekçeli, Ana Belgeli ve Maddelere Göre Tasnifli Bütün Tutanakları İle, Cilt-I, II, III, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara. Öztürk, Osman Metin. (2006). Ordu ve Politika, Fark Yayınları, Ankara. Pareto, Vilfredo. (2005). Seçkinlerin Yükselişi ve Düşüşü-Kuramsal Bir Sosyoloji Uygulaması, (Çev. Merve Zeynep Doğan), Doğu Batı Yayınları, Ankara. Parla, Taha. (1993). Türkiye’de Anayasalar, İletişim Yayınları. Parla, Taha. (1991). Türkiye’de Siyasal Kültürü Resmi Kaynakları, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, İletişim Yayınları, İstanbul. Peri, Yoram. (1982). Between Battles and Ballots: Israeli Military in Politics, Cambridge University Pres. Przeworski, Adam. (2012). Kapitalizm ve Sosyal Demokrasi, Phoenix, Ankara. Runciman, W. G. (1986). Toplumsal Bilim ve Siyaset Kuramı, (Çev. Erol Mutlu), Teori Yayınları, Ankara. Sartori, Giovanni. (1996) Demokrasi Teorisine Geri Dönüş, (Çev. T. Karamustafaoğlu, M. Turhan), Yetkin Yayınları, Ankara. Schmidt, Manfred. G. (2001). Demokrasi Kuramlarına Giriş, Vadi Yayınları, Ankara. Schumpeter, Joseph. A. (2014). Kapitalizm Sosyalizm ve Demokrasi, Alter Yayıncılık, Ankara. Selek, Sabahattin. (1992). İsmet İnönü Hatıralar I, II, Bilgi Yayınevi, Ankara. Selek, Sabahattin. (1976). Anadolu İhtilali, Cem Yayınevi, İstanbul. Serra, Narcis. (2011). Demokratikleşme Sürecinde Ordu, Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Reformu Üzerine Düşünceler, İletişim Yayınları, İstanbul. Seyhan, Dündar. (1966). Gölgedeki Adam, Hürdağıtım, İstanbul. Sessiz Devrim, (2013). Türkiye’nin Demokratik Değişim ve Dönüşüm Envanteri 2002-2012, Güncelleştirilmiş 2. Baskı, T.C. Başbakanlık Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı. Shively, W. Phillips. (1991). Power and Choice An Introduction to Political Science, University of Minnesota, United States of America. Shils Edward. (2002). Center and Periphery Essays in Macrosociology, Chicago and London: University of Chicago Press. Soyak, Hasan Rıza. (1973), Atatürk'ten Hatıralar, C. I-II, Yapı ve Kredi Bankası Yayınları, İstanbul. Soysal, Mümtaz. (1979). 100 Soruda Anayasa’nın Anlamı, Gerçek Yayınevi, İstanbul. Tanör, Bülent. (2012). Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. Tanör, Bülent. (2010). Anayasal Gelişme Tezleri, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. Tanör, Bülent. (1997). Türkiye’de Demokratikleşme Persfektifler, Tüsiad Raporu, Ajans Mediya Reklamcılık A.Ş, İstanbul. Tanör, Bülent. (1986). İki Anayasa 1961-1982, Beta Basım Yayın, İstanbul. TDV Ansiklopedisi (2010). Tekeli, İlhan. (2001). Modernite Aşılırken Kent Planlaması, İmge Kitabevi, Ankara. Tilly, Charles. (2007). Demokrasi, Phoenix, Ankara. Toker, Metin. (1992). Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları Yarı Silahlı, Yarı Külahlı Bir Ara Rejim, Bilgi Yayınevi, İstanbul. Toprak, Zafer. (1982). Türkiye’de Milli İktisat, Yurt Yayınları-2, Ankara. Tunaya, Tarık Zafer. (2004). Hürriyetin İlanı İkinci Meşrutiyet’in Siyasi Hayatına Bakışlar, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul. Tunaya, Tarık Zafer. (1986). Türkiye'de Siyasi Partiler, Cilt II. Hürriyet Vakfı Yay. İstanbul. Tunaya, Tarık Zafer. (1984). Türkiye'de Siyasal Partiler, Cilt: I İkinci Meşrutiyet Dönemi, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul. Tunaya, Tarık Zafer. (1982). Siyasal Kurumlar ve Anayasa Hukuku, Etkin Yayınları, İstanbul. Touraine, Alain. (2011). Demokrasi Nedir, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. Tunçay, Mete. (1981). Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), Yurt Yayınları, Ankara. Turan, Şerafettin. (2000). İsmet İnönü, Yaşamı, Dönemi ve Kişiliği, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara. 336 Turan, Şerafettin. (1999). Türk Devrim Tarihi (14 Mayıs 1950-27 Mayıs 1960) Çağdaşlık Yolunda Yeni Türkiye, Bilgi Yayınevi, Ankara. Turhan, Mehmet. (2000). Siyasal Elitler, Gündoğan Yayınları, Ankara. Türköne, Mümtazer. (2006a). Siyaset, Lotus Yayınları, Ankara. Türköne, Mümtazer. (2006b). Türk Modernleşmesi, Lotus Yayınları, Ankara. Uğur, Fatih. Gürlek, Mustafa. (2012). 50 Yıllık Sır, Genelkurmay Başkanı Erdalhun’un 27 Mayıs Cuntasını Deşifre Eden Günlükleri, Zaman Kitap, İstanbul. Ülken, Hilmi Ziya. (2001). Türkiye’de Çağdaş Düşünce, Ülken Yayınları, İstanbul. Ünsaldı, Levent. (2008). Türkiye’de Asker ve Siyaset, Kitap Yayıncılık, İstanbul. Üskül, Zafer. (1997). Siyaset ve Asker, İmge Kitapevi Yayınları, Ankara. Vergin, Nur. (2006). Siyaset Sosyolojisi, Bağlam Yayınları, İstanbul. Yalman, Aytaç. (2015). Zorlu Yılların Sessiz Tanığı I-II, Kastaş Yayınevi, İstanbul. Yazıcı, Serap. (1997). Türkiye’de Askeri Müdahalelerin Anayasal Etkileri, Yetkin Yayınları, Ankara. Yetkin, Çetin. (1995). Türkiye’de Askeri Darbeler ve Amerika 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül’de Amerika’nın Yeri, Ümit Yayıncılık, Ankara. Yıldırım, Mutlu. (2010). Türkiye’de Sivil Asker İlişkileri Bağlamında 1966-1973 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri, Pamukkale Üniversitesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Denizli. Yılmaz, Aytekin. (2003). Çağdaş Siyasal Akımlar, Vadi Yayınları, İstanbul. Yüksel, Erkan. (2004). Medya Güvenlik Kurulu; 28 Şubat Sürecinde Medya, MGK ve Siyaset Bağlantısı, Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimler Fakültesi Yayınları, Eskişehir. Zürcher, Eric Jan. (2008). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul. MAKALELER VE KİTAP BÖLÜMLERİ Akşin, Sina. (1988).” D.P. Kurulması”, Tarih ve Toplum, Mayıs, Sayı.53. Akyaz, Doğan. (2009). “Ordu ve Resmi Atatürkçülük”, Modern Türkiye’de Siyasi DüşünceKemalizm, ed. Tanıl Bora, Murat Gültekingil, İletişim Yayınları,6. Baskı, İstanbul. Albright, David. (1980). “Comparative Conceptualization of Civil-Military Relations”, World Politics, Volume 32, July, Isuue 4.s.553-576. Alkan, Haluk. (2016). “15 Temmuz’u Anlamak: Parametreler ve Sonuçlar”, Bilig, Sayı: 79, s.253272. Arnwine, Selin Esen. (2003). “İspanya’da Diktatörlükten Demokrasiye Geçiş Süreci: 19751982”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt 36, Sayı-4, s.103-126. Arslan, Ali. (2003). “Eşitsizliğin Teorik Temelleri”, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, s, 2003/2, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Kocaeli. Arslan, Ali. (2003), “Elit Teorisi Işığında Günümüz Türk Toplumunun Genel Bir Değerlendirmesi”, Sosyoloji Araştırmaları Dergisi, Cilt: 6, Sayı: 2, Güz, Ankara, s. 5–30. Bağce, Emre. H. (2004). “Türkiye’de Siyaset ve Resmi İdeoloji: Temel Yaklaşımlar”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Cilt.2, Sayı.1, s.197-224. Bayramoğlu, Ali. (2006). “Asker ve Siyaset”, Bir Zümre Bir Parti: Türkiye’de Ordu, Der. Ali Bayramoğlu, Ahmet İnsel, Birikim Yayınları, İstanbul. Birinci, Ali. (2002). “31 Mart Vakasının Bir Yorumu, Türkler”, C 13, s 193-211, Genel Türk Tarihi, Ankara. Bland, Douglas. (1999) “Managing the ‘Expert Problem’ in Civil-Military Relations”, European Security, Vol. 8, No. 3. Bora, Tanıl. (2006). “Ordu ve Milliyetçilik”, Bir Zümre Bir Parti: Türkiye’de Ordu, Der. Ali Bayramoğlu, Ahmet İnsel, Birikim Yayınları, İstanbul. Burk, James. (1993). “Morris Janowitz and the Origins of Sociological Research”, Armed Forces and Society, Vol. 19, No.2.s.167-185. Chittick, WO. (1988). “The Politicization of Security Policy”, The Journal of Politics, Vol. 50, Issue 1. 337 Cizre, Ümit. (2006). “Egemen İdeoloji ve Türk Silahlı Kuvvetleri Kavramsal ve İlişkisel bir Analiz”, Bir Zümre Bir Parti: Türkiye’de Ordu, Der. Ali Bayramoğlu, Ahmet İnsel, Birikim Yayınları, İstanbul. Çongar, Yasemin. (2010) “Ordu Nasıl Demokratikleriş-3, Askeri Vesayeti Bitirmenin Yolları” http://www.haberform.com/yazi/ordu-nasil-demokratiklesir-3-1647.htm (21.05.2013). Dandeker, Christopher. (2001). , “The Military in Democratic Societies”, Society, Vol. 38, Issue 6. Demirci, H. Aliyar. (2015). “Enderun’dan Mülkiye’ye Osmanlı İmparatorluğunda Mülki İdarecinin Eğitimi”, Geçmişten Günümüze Küresel ve Ulusal Persfektifler, (ed.M. Okçu, B. Parlak, E. Akman). Demirci, H. Aliyar. (2013). “Tarihi ve Kültürel Boyutlarıyla Türkiye’de Siyasal Liderlik”, Başkanlık Sistemi Karşılaştırmalı Bir İnceleme ve Türkiye için Değerlendirmeler, Der. Murat Aktaş, Bayram Coşkun, Nobel Yayın, Ankara. Demirci, H. Aliyar. (2007). “Osmanlı Meşrutiyet Dönemi”, Yakın Dönem Türk Politika Tarihi, Ed. Süleyman İnan, Ercan Haytoğlu, Anı Yayınları, Ankara. Demirel, Ahmet. (2009). Cemil Koçak “Tek Parti Yönetimi, Kemalizm ve Şeflik Sistemi: Ebedi Şef / Milli Şef”, (içinde), İsmet İnönü, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-Kemalizm, Der. Ali Bayramoğlu, Ahmet İnsel, İletişim Yayınları,6. Baskı, İstanbul. Desch, Michael. (1998). “Soldiers, States, and Structures: The End of the Cold War and Weakening U.S. Civilian Control” Armed Forces and Society, Vol.24, No.3. Diamond, Larry. (1996). “Is The Third Wave Over?”, Journal of Democracy, 7(3), July 1996, Ss. 20-37. Doğan, İlyas. (2007). “Türkiye’de Çok Partili Dönemde Sivil Toplum Gelişimi (1945-2000)”, Gazi Üniversitesi, Eylül, s.83-97. Dursun, Davut. ve Yurttaş, Fatma. (2006). "Türkiye'de Demokrasiye Geçişlerde Askerin Elde Ettiği Çıkış Garantisi Olarak Milli Güvenlik Kurulu", Muhafazakâr Düşünce, Yıl 3, Sayı 9-10, Yaz-Güz, ss. 223-246. Erdem, Taha. (2009). “CHP’de Parti İçi Mücadele “Kemalizm ve Devrimler” Tartışmaları Üzerine, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-Kemalizm, İletişim Yayınları, 6. Baskı, İstanbul. Eroğul, Cem. (2006). “Çok Partili Düzenin Kuruluşu: 1945-71”, Geçiş Sürecinde Türkiye, Der. Irvin C. Schink, E. Ahmet Tomak, Belge Yayınları, İstanbul. Etzioni-Halevy, Eva. (1996). “Civil-Military Relations and Democracy: The Case of the MilitaryPolitical Elites’ Connection in Israel”, Armed Forces and Society, Vol. 22, No. 3 Gözler, Kemal. (2007). “Cumhurbaşkanının Seçimi Konusunda Bir Açıklama", Türkiye Günlüğü, Sayı 89, s.17-23. Hakyemez, Yusuf Şevki. (2012). “Anayasa Mahkemesinin Yargısal Aktivizmi ve İnsan Hakları Anlayışı” Stratejik Düşünce Enstitüsü, s.63-171. Huntington, Samuel. (1996). “Reforming Civil-Military Relations”, Journal of Democracy, Vol. 6, No. 4. Huntington, Samuel. (1965). “Political Development and Political Decay”, World Politics, Vol. XVII, April, ss. 386-430. Huntington, Samuel. (1956). “Civilian Control and the Constitution”, The American Political Science Review, Vol L. İnan, Süleyman. (2015). “Sakıt İnönü-Muhalefette İsmet İnönü”, Türkiye’nin 1950’li Yılları, Haz. Mete Kaan Kaynar, İletişim Yayınları, İstanbul. İnan, Süleyman. (2011). “1960 Sonrası Türkiye”, İnkılap Dersleri, Gökçe Yayınevi, Denizli. İnsel, Ahmet. (1997). “MGK Hükümetleri ve Kesintisiz Darbe Rejimi”, Birikim, Sayı:96, Ankara, Nisan, s.15-18. İsmet İnönü’nün TBMM’deki Konuşmaları, (1993), TBMM Kültür Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları, No: 57, Ankara. Gençkaya, Ömer Faruk. (1998) “Türk Siyasal Sisteminde Kurucu Meclis: 1961 ve 1982 Deneyimlerinin Karşılaştırılması” içinde Suna Kili (ed) 27 Mayıs 1960 Devrimi, Kurucu Meclis ve 1961 Anayasası, Boyut, İstanbul, 15-31. 338 Kardaş, Ümit. (2006). “Askeri Gücün Anayasal bir Yargı Alanı Yaratması ve Yürütme Erkini Etkin bir Şekilde Kullanması”, Bir Zümre Bir Parti: Türkiye’de Ordu, Der. Ali Bayramoğlu, Ahmet İnsel, Birikim Yayınları, İstanbul. Kelly, George A. (1963). “The Global Civil-Military Dilamma”, Cambridge University Pres, Vol. 25, No.3, July, s.291-308. Keyder, Çağlar. (2010). “Türkiye Demokrasisinin Ekonomi Politiği”, Geçiş Sürecinde Türkiye, Belge Yayınları, Der. Irvin C. Schink, E. Ahmet Tonak, İstanbul. Laçiner, Ömer. (2006). “Türk Militarizmi-I-II”, Bir Zümre Bir Parti: Türkiye’de Ordu, Der. Ali Bayramoğlu, Ahmet İnsel, Birikim Yayınları, İstanbul. Mardin, Şerif. (2004c), “Türk Devrimi’nde İdeoloji ve Din” (Çev. G. A. Tosun) Der. M. Türköne ve T. Önder (2004), Türkiye’de Din ve Siyaset (Makaleler 3), İstanbul: İletişim (10. Baskı)] içinde: 145-167. Mardin, Şerif. (2003a), “Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri” Der. M. Türköne ve T. Önder (2003), Türkiye’de Toplum ve Siyaset (Makaleler 1), İstanbul: İletişim (11. Baskı) içinde: 35–77. Martin, Maryvonne. L. (1994). “National Security and Democracy: The Dilemma from a French Perspective”, Armed Forces and Society, Vol. 20, No. 3. Maxwell, Major. Johnson, Orme. (1982). “The Role of the Military in Turkish Politics”, Air University Review, January-February. O’Donnel, Guillermo. (1992). “Transitions, Continuities, and Paradoxes.” In Mainwaring, Scott, Guillermo O’Donnell, and J. Samuel Valenzuela., Issues in Democratic Consolidation, Notre Dame, pp. 17-56. Özbudun, Ergun. (2007). “Türk Anayasa Mahkemesinin Yargısal Aktivizmi ve Siyasal Elitlerin Tepkisi”, AÜSBFD, Cilt: 62, Sayı: 3, Prof. Dr. Yavuz Sabuncu’ya Armağan, TemmuzEylül. Özbudun, Ergun, Yazıcı, Serap. (1996). “Military Regimes Extraction from Politics: Exit Guarantees”, Alexandra Jasinskakonia and Jacek Raciborski, eds. Nation, Power, Society, Warszawa: Scholar, pp.325-340. Perlmutter, Amos. (1969). “The Praetorian State and the Praetorian Army”, Comparative Politics, Vol. 1, No. 3, s. 382-404. Powell, Jonattan. M. and Thyne, Clayton. L. (2011). “Global Instances of Coups from 1950 to 2010: A New Dataset”, Journal of Peace Research, 48 (2), pp. 249-259. Schiff, Rebecca. (1995) “Civil-Military Relations Reconsidered: A Theory Of Concordance”, Armed Forces & Society, Vol.22, No.1.s.7-24. Semin, Ali. (2012). “Arap Baharı Süreci, Mısır Seçimleri Türkiye –Suriye Krizi”, Doç. Dr. Atilla Sandıklı ile Söyleşi, Bilgesam, Bilge Söyleşi-12. Tachau, Frank. (2008). “Bülent Ecevit”, Türkiye’de Liderler ve Demokrasi, Ed. Metin Heper, Sabri Sayarı, Kitap Yayınevi, İstanbul Tanfer, Vehbi. (1990). "İrtica Olayları Karşısında Atatürk", Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. VI, No. 17, s. 307-319. Treacher, Adrian. (2000). “A Case of Reinvention: France and Military Intervention in the 1990s”, International Peacekeeping, Vol.7, No.2, pp: 23-40. Tsarouhas, Dimitris. (2005) “Explaining an Activist Military: Greece until 1975”, Southeast European Politics, Vol. VI, No. 1, pp. 1-13. Tunçay, Mete. (2000). “Siyasal Tarih 1908-1923”, Türkiye Tarihi-4 Çağdaş Türkiye 1908-1980, Cem Yayınevi, İstanbul. Tüysüzoğlu, Göktürk. (2012). “Mısır’da Sivil-Asker İlişkilerini Değişen Niteliği ve Anayasa Referandumu”, http://politikaakademisi.org/?p=3678 (15.03.2013). Varol, Ozan, O. (2012). “The Democratic Coup d’Êtat”, Harvard International Law Journal, Vol.53, No.2, pp.292-356. Valenzuela, Samuel. (1992). “Democratic Consolidation in Post Transitional Settings”, University of Notre Dame Press, s.55-92. Weiner, Myron. (1987). “Emprical Democratic Theory, Competetive Elections in Developing Countries, Washington D.C: American Enterprice Institute”, Duke University Press, s.262. 339 Yost, David. (1991). “France in the New Europe”, Foreign Affairs, Volume 69, Number 5. Yüceer, Saime. “Tarihsel Perspektif içinde Türkiye’nin NATO’ya Girişi ve Meclisteki Yankıları, bkz. http://ucmaz.home.uludag.edu.tr/PDF/ataturk/2002-1(1)/pdf/b06.pdff (13.03.2016). Zannoni, Paolo. (1978). “The Concept of Elite”, European Journal of Political Research, 6 March,1-30. Zürcher, Eric Jan. (2009). “Kemalist Düşüncenin Osmanlı Kaynakları”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-Kemalizm, Der. Ali Bayramoğlu, Ahmet İnsel, İletişim Yayınları, 6. Baskı, İstanbul. ELEKTRONİK KAYNAKÇA 9’ncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 07.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 14.45–18.55], http://www.tbmm.gov.tr/arastirma_komisyonlari/darbe_muhtira/docs/tutanak_son/Süley man%20Demirel-07.06.2012.pdf (24.06.2014). 27 Nisan sürecinde kim ne yazmış? http://www.aktifhaber.com/27-nisan-surecinde-kim-neyazmisti-593804h.htm (12.05.2016). Almond, Gabriel and Verba, Sidney. Civic Culture, http://academic.regis.edu/jriley/205civiculture (04.02.2015). Atatürk’ün Doğumunun 100. Yıldönümü Kutlama Programı (1981), İstanbul, s.15. Bila, Fikret. “DYP’nin Ağır Topları 28 Şubat Döneminde Erbakan’ın Tavrını Eleştirdi” http://www.milliyet.com.tr/-ciller-karadayi-yi-emekli-edecekti-erbakan istemedi/siyaset/siyasetyazardetay/19.04.2012/1529944/default.htm (12.05.2016). Bunalımlı Yıllar 1971-1980, s.127, http://w2.anadolu.edu.tr/aos/kitap/IOLTP/1269/unite07.pdf (25.06.2014). Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (01.03.1973), 39’uncu Birleşim, s.112, http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t12/c010/cs__12010039.pdf (24.06.2014). Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (15.3.1973), 44’üncü Birleşim, s.277-279, http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t12/c010/cs__12010044.pdf (24.06.2014). Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (15.3.1973), 44’üncü Birleşim, s.285-290, http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t12/c010/cs__12010044.pdf (24.06.2014). Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (15.3.1973), 44’üncü Birleşim, s.302, http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t12/c010/cs__12010044.pdf (24.06.2014). Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (15.3.1973), 44’üncü Birleşim, s.307, http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t12/c010/cs__12010044.pdf (24.06.2014). Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (29.09.1971), 116’ncı Birleşim, s.586, http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t10/c067/cs__10067116.pdf (24.06.2014). Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (29.09.1971), 116’ncı Birleşim, s.601-602, http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t10/c067/cs__10067116.pdf (24.06.2014). Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (29.09.1971), 116’ncı Birleşim, s.607, http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t10/c067/cs__10067116.pdf (24.06.2014). Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, (29.09.1971), 116’ncı Birleşim, s.607-608, http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t10/c067/cs__10067116.pdf (24.06.2014). Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi,( 23.11.1979), 8’inci Birleşim, s.198, http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/CS__/t19/c044/cs__19044008.pdf (24.06.2014). 340 Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın 5 Mayıs 1997 tarihli ve İsth. 3429-3, 97/İKK.Ş. numaralı yazısı, http://arsiv.sabah.com.tr/1997/07/10/p01.html (20.10.2014). Donat, Yavuz. “Başbakan’a Birifing”, Milliyet, 23 Temmuz 1996, http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/Arsiv/1996/07/23 (28.03.2016). “EMASYA Protokolü Kaldırıldı”, 04.02.2012, Hürriyet, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/13684829.asp (29.12.2014). “Erbakan Dönemi”, Milliyet, 9 Temmuz 1996, http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/Oxrxl1TaKA3gtlw2e5uqFw_x3D__ x3D_ (29.10.2014). Erdoğan, Mustafa. “28 Şubat'ın ahlaki sorumlusu Demirel'dir” http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/diger/377474/_28_Subat_in_ahlaki_sorumlusu_De mirel_dir_.html (28.08.2015). Erdoğan, Mustafa. “28 Şubat'ın ahlaki sorumlusu Demirel'dir” http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/diger/377474/_28_Subat_in_ahlaki_sorumlusu_De mirel_dir_.html (28.08.2015). Erdoğan, Mustafa. "28 Şubat’tan kurtulduğumuza sevinecek halimiz yok" http://www.yeniasya.com.tr/gundem/28-subat-tan-kurtuldugumuza-sevinecek-halimizyok_323623 (28.08.2015). Erdoğan, Mustafa. “28 Şubat'ın ahlaki sorumlusu Demirel'dir” http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/diger/377474/_28_Subat_in_ahlaki_sorumlusu_De mirel_dir_.html (28.08.2015). Ergin, Sedat. 02.11.1997, Hürriyet, http://webarsiv.hurriyet.com.tr/1997/11/02/14568.asp (29.10.2014). Esas Sayısı: 2009/52, Karar Sayısı: 2010/5 (Yürürlüğü Durdurma), Karar Günü: 21.1.2010, bkz.http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2010/01/20100127-8.htm (25.12.2014). Göktürk, Gülay. “Orduya Kültür Devrimi Lazım”, Bugün Gazetesi 31.08.2011, http://www.bugun.com.tr/orduya-kultur-devrimi-lazim-yazisi-167753 (16.10.2015). Hanioğlu, M. Şükrü. (2011). “Yeni Anayasa ve Kemalizm”, http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/hanioglu/2011/07/31/yeni-anayasa-ve-kemalizm (05.08.2014). Hanioğlu, M. Şükrü, (2016). “Darbe ve Toplum”, Sabah Gazetesi, 24.07.2016, http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2016/07/24/darbe-ve-toplum (10.12.2016). Hanioğlu, M. Şükrü. (2016). “Ordu-siyaset, cunta-darbe” Sabah Gazetesi,31.07.2016, http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2016/07/31/ordu-siyaset-cunta-darbe (10.12.2016). http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=-261924 (29.10.2014). http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=-268177 (10.11.2014). http://arsiv.sabah.com.tr/2006/02/12/gnd105.html (20.10.2014). http://blog.milliyet.com.tr/cevik-bir--e--gozalti----28-subat-icin-demokrasiye-balans-ayariyaptik--demisti--/Blog/?BlogNo=358087 (20.10.2014). http://confinder.richmond.edu/admin/docs/Chile.pdf (26.03.2014). http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/JQBLg8vLnZy3PVmoFC7X2w_x3D__x3D _ (21.08.2014). http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/xoaGAyhkq6KAnuLAmMek4g_x3D__x3D_ (21.08.2014). http://gundem.bugun.com.tr/darbelerin-yerini-artik-yargi-aldi-haberi/75382 (24.03.2015). http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=146266 (29.10.2014). http://secim.iha.com.tr/Bolgeler.aspx?il=0&ilce=0&belde=0&parti=0&skod=1060&stip=7& (16.10.2014). http://setav.org/tr/karsilastirmali-2012-ve-2014-misir-anayasalari/yorum/14350 (27.03.2014). http://t24.com.tr/haber/basbug-paksut-gorusmesi-derin-devletin-resmidir-turk-ordusu-siyasientrika-pesinde,134849 (08.04.2015). http://t24.com.tr/haber/yasar-buyukanit-ifade-veriyor,216916 (17.09.2015). 341 http://tesev.org.tr/wpcontent/uploads/2015/11/Almanak_Turkiye_2005_Guvenlik_Sektoru_Ve_Demokratik_ Gozetim.pdf (12.05.2016). http://webcache.googleusercontent.com/search?q=cache:acNsVRy9Iq8J:akademikperspektif.co m/2014/06/21/turkiye-ve-yunanistandaki-askeri-darbelerin-sivil-asker-iliskisineetkileri-2-bolum/+&cd=1&hl=tr&ct=clnk&gl=tr (26.01.2015). http://www.aa.com.tr/tr/ozel-haberler/202642--darbe-anayasasini-1982-anayasasina-benzettiler (15.02.2015). http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/newsDetail_openPrintPage.action?newsId=179 (26.08.2014). http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/newsDetail_openPrintPage.action?newsId=32339 (20.10.2014). http://www.aksiyon.com.tr/dosyalar/27-nisan-demokrasinin-direkten-dondugu-gun_535303 (17.09.2015). http://www.aljazeera.com.tr/haber-analiz/misiri-yoneten-guc-yuksek-askeri-konsey (07.05.2014). http://www.anayasa.gen.tr/1961anayasasi.htm (26.02.2014). http://www.anayasa.gen.tr/1961ay.htm (20.06.2014). http://www.anayasa.gen.tr/1961ay.htm (08.01.2017). http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (23.07.2014). http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (24.07.2014). http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (25.07.2014). http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (25.12.2014). http://www.anayasa.gen.tr/5982.htm (24.12.2014). http://www.anayasa.gov.tr/files/pdf/anayasa_yargisi/hakyemez.pdf (08.04.2015). http://www.bugun.com.tr/gundem/gundem-167308.html (16.10.2015). http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/80295/Tarikatcilar_salinsin.html (28.06.2016). http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/448051/iste_Yasar_Buyukanit_in_evinde_verdigi_ ifade.html# (07.04.2016). http://www.cumhuriyetarsivi.com/katalog/4932/sayfa/2007/3/27/11.xhtml (28.03.2016). http://www.danistay.gov.tr/upload/yayinlar/17_12_2014_031645.pdf (07.04.2016). www.freedomhouse.org (29.02.2016). http://www.haberler.com/sevki-yilmaz-28-subat-darbesini-asker-degil-yargi-7016508-haberi/ (25.03.2015). http://www.haberturk.com/gundem/haber/977543-abdullah-gul-367-sarti-ve-27-nisan-engeliniasa-asa-cankaya-koskune-cikti (07.04.2015). http://www.hurriyet.com.tr/rektorlerden-96-hatirlatmasi-117241 (25.12.2015). http://www.hurriyet.com.tr/saadet-partisinde-yuksek-tansiyonlu-kongre-26350394 (25.12.2015). http://www.idealhukuk.com/hukuk/hukuk.asp?mct=duyurudetay&x=haber&y=Hukuk%20D%F Cnyas%FDndan%20Haberler&id=75&tit=Yargi--28-Subat%92ta-bagimsizliginikoruyamadi--- (25.03.2015). http://www.konrad.org.tr/secim/ayrinti.php?yil_id=5 (03.10.2012) http://www.kure.tv/izle/haber-belgesel-28-subat-derin-darbe (20.10.2014). http://www.mgk.gov.tr/index.php/kurumsal/hakkimizda (17.02.2014). http://www.mgk.gov.tr/index.php/kurumsal/hakkimizda (17.03.2016). http://www.mgk.gov.tr/index.php/kurumsal/makam/eski-genel-sekreterlerimiz (07.04.2016). http://www.milliyet.com.tr/1997/03/27/siyaset/iste.html (21.10.2014). http://www.milliyet.com.tr/-bin-yil-surecek /siyaset/siyasetdetay/28.02.2012/1508576/default.htm) (24.03.2015). http://www.milliyet.com.tr/dogu-perincek/ (20.10.2014). http://www.milliyet.com.tr/karar--font-color-red-bugun-mu---font--aciklanacak/siyaset/siyasetdetay/30.07.2008/972729/default.htm (07.04.2016). http://www.milliyet.com.tr/ak-partili-sahin-askerden-bu-yetki-siyaset-2268848/ (04.07.2016). http://www.radikal.com.tr/ekonomi/o-tanklar-sincanda-nasil-yurudu-1173052/ (31.03.2016). http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=208685 (07.04.2016). 342 http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=214181 (10.11.2014). http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=224086 (28.10.2014). http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=231368 (07.04.2015). http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/14257.pdf (24.03.2016). http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/22872.pdf (20.10.2014). http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2007/06/20070627-17.htm (07.04.2016). http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?home=http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/17103_1. pdf&main=http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/17103_1.pdf (21.08.2014). http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?home=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/07 /20160714.htm&main=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/07/20160714.htm (14.07.2016). http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler//2016/08/20160817-18..htm (07.04.2017). http://www.sabah.com.tr/gundem/2013/09/24/28-subat-brifingleri-bilgilendirme-icin-yapilmis (22.10.2014). http://www.sde.org.tr/userfiles/file/SDE-RAPOR%2027%20MAY%C4%B1s-yeni-t.pdf (01.06.2017). http://www.secim-sonuclari.com/1991 (16.10.2014). http://www.secim-sonuclari.com/1995 (16.10.2014). http://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa61.htm (17.03.2015). http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/anayasa.maddeler?p3=215 (25.07.2014). https://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k6771.html (06.04.2017). http://www.tbmm.gov.tr/TBMM_Album.htm (28.08.2014). http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007120.pdf (12.08.2014). http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007120.pdf (13.08.2014). http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007122.pdf (12.08.2014) http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c007/dm__02007122.pdf (12.08.2014). http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/DM__/d02/c010/dm__02010155.pdf (13.08.2014). http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MGK_/d01/c007/mgk_01007118.pdf (20.08.2014). http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d19/c090/tbmm19090132.pdf (21.08.2014). http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d19/c093/tbmm19093146.pdf (21.08.2014). https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_b_sd.birlesim_baslangic?P4=283&P5=B&page 1=46&page2=46 (28.06.2016). http://www.timeturk.com/m/haber.asp?id=693079 (09.04.2014). http://www.tuik.gov.tr/IcerikGetir.do?istab_id=158 (30.12.2013). http://www.turkcebilgi.com/ansiklopedi/milli_birlik_komitesi_%C3%BCyeleri (20.02.2014). http://www.uhdigm.adalet.gov.tr/uhamer/Ter%C3%B6rle%20M%C3%BCcadeleye%20%C4% B0li%C5%9Fkin%20Ulusal%20Mevzuat/1402%20Say%C4%B1l%C4%B1%20S%C4 %B1k%C4%B1y%C3%B6netim%20Kanunu.pdf (20.6.2014). http://www.yaszedeler.org/ (17.09.2015). https://www.tbmm.gov.tr/arastirma_komisyonlari/darbe_muhtira/docs/ek1.pdf (26.12.2015) https://www.tbmm.gov.tr/eyayin/GAZETELER/WEB/MECLIS%20BULTENI/2469_1996_000 0_0048_0000/0002.pdf (28.03.2016). https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt2.pdf (28.03.2016). https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c006/mm__03006104ss0132.pdf (10.03.2016). https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d08/c019/tbmm08019096.pdf (17.08.2015). 343 http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/07/20160727M2..htm (30.01.2017). http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/11/20161124-3..htm (30.01.2017). www.uhdigm.adalet.gov.tr/.../1402%20Sayılı%20Sıkıyönetim%20Kanun (25.07.2014). https://yenianayasa.tbmm.gov.tr/docs/Brezilya-EN(5.10.1988).pdf (26.03.2014). https://yenianayasa.tbmm.gov.tr/yabanciulkeler.aspx (26.03.2014). İnsel, Ahmet. “28 Şubat sorgulamaları vesilesiyle sol” http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ahmet_insel/28_subat_sorgulamalari_vesilesiyle_sol -1085149 (28.08.2015). İnsel, Ahmet. “Vesayet Rejiminin Sonu ve Sonrası”, Birikim Dergisi. (Sayı 251-252- Mart-Nisan 2010), http://www.birikimdergisi.com/sayi/251-252/vesayet-rejiminin-sonu-ve-sonrasi (24.03.2015). Kanadoğlu, Sabih. “AKP Tek Başına Seçemez”, Cumhuriyet, 26 Aralık 2006. Mısır’da Askeri Darbe Sonrası Süreç ve Yeni Anayasa, http://file.setav.org/Files/Pdf/20140307193613_misir%E2%80%99da-askeri-darbesonrasi-surec-ve-yeni-anayasa-pdf.pdf (23.06.2016). Milliyet, 22 Haziran 2012, http://www.milliyet.com.tr/karadayi-refah-la-kurmayin-dedi-siyaset-1556974/ (23.01.2017) Milliyet, 11 Ağustos 1997, http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/Oxrxl1TaKA3gtlw2e5uqFw_x3D__ x3D(29.10.2014). Milliyet, 13 Kasım 1996, http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/Oxrxl1TaKA3gtlw2e5uqFw_x3D__ x3D(29.10.2014). Milliyet, 13.03.1971, http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/ODjQTVWHGnXkFzf_x2B_GCjYc w_x3D__x3D_ (24.06.2014) . Milliyet, 14.12.1964, s.1, http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/L1v3_x2F_3sIhgwzmzjizyaEFw_x3D__x3D _ (24.06.2014). Milliyet, 16.7.1980, s.1, http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/wKF66_x2F_Fkc5ZZCLFg0sU7sQ_ x3D__x3D_ (24.06.2014). Milliyet, 19 Mart 1971 (2. Baskı) http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/ODjQTVWHGnXkFzf_x2B_GCjYc w_x3D__x3D_ (24.06.2014). Milliyet, 2.5.1972, s.1, http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/82xxY2UZcThfMDlnj1DV2A_x3D_ _x3D_ (24.06.2014). Milliyet, 22.3.1971, s.11, http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/ODjQTVWHGnXkFzf_x2B_GCjYc w_x3D__x3D_ (24.06.2014). Milliyet, 4 Mart 1997, http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/Oxrxl1TaKA3gtlw2e5uqFw_x3D__ x3D_ (29.10.2014). Milliyet, 5 Ekim 1996, http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/GununYayinlari/Oxrxl1TaKA3gtlw2e5uqFw_x3D__ x3D_ (29.10.2014). Milliyet, 7 Ekim 1996, http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/Arsiv/1996/10/07+&cd=1&hl=tr&ct=clnk&gl=tr (29.10.2014). Milliyet, 10 Temmuz 1996, http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/Arsiv/1996/07/10 (29.06.2016). Milliyet, 8 Eylül 1997,http://www.milliyet.com.tr/1997/09/08/siyaset/perincek.html (29.12.2016). Özbudun, Ergun. “Cumhurbaşkanı Seçimi ve Anayasa”, Zaman, 17 Ocak 2007. Özkök, Ertuğrul. “Bu Defa İşi Silahsız Kuvvetler Halletsin”, Hürriyet, 20 Aralık 1996, 344 Rasim Cinisli’nin 11.10.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 18.02–19.05] http://www.tbmm.gov.tr/arastirma_komisyonlari/darbe_muhtira/docs/tutanak_son/27_m ayıs_alt_komisyonu/27_mayıs_alt_komisyonu/11.10.2012/Rasim%20Cinisli11.10.2012.pdf (24.06.2014). Resmi Gazete, S: 8738, (21.06.1954 gün ve 6422 sayılı Türkiye Cumhuriyet Emekli Sandığı Kanunu’nun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesine Dair Kanun), http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/8738.pdf (20.12.2013). Resmi Gazete, S: 8749, 08.07 1954. (05.07.1954 gün ve 6435 sayılı Bağlı Bulundukları Teşkilat Emrine Alınmak Suretiyle Vazifeden Uzaklaştırılacaklar Hakkında Kanun), http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/8749.pdf (20.12.2013). Resmi Gazete, S: 10515, 30.05.1960, http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/10515.pdf (16.02.2014). Resmi Gazete, S: 10525, 14.06.1960, http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/10525.pdf (14.03.2015). Resmi Gazete, S: 13837, Cilt.10, Sayfa.2385, 15.05.1971, http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (24.07.2014) Resmi Gazete, S: 1766, 16.12.1960, http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/10682.pdf (20.12.2013). Resmi Gazete, S: 17863 (Mükerrer), 9.11.1982. http://www.resmigazete.gov.tr/default.aspx (21.08.2014). Resmi Gazete, S: 17874, 20.11.1982, http://www.resmigazete.gov.tr/default.aspx (21.08.2014). Resmi Gazete, S: 18204, Cilt.22, Sayfa.815. 27.10.1983, http://www.anayasa.gen.tr/1982ay.htm (24.07.2014). Resmi Gazete, S: 25192, 07. 08. 2003, http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2007/04/2007040316.htm (24.12.2014). Resmi Gazete, S: 2766, 16.12.1960, 157 Sayılı Kanun madde 2; http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/10682.pdf (20.12.2013). Resmi Gazete, S: 2767, 16.12.1960, http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/10682.pdf (20.12.2013). Resmi Gazete, S: 6326, 06.06.1946, (05.06.2946 gün ve 4918 sayılı Milletvekilliği Seçim Kanunu, http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/6326.pdf (20.12.2013). Resmi Gazete, S: 6336, 18.06.1946, (13.06.2013 gün ve 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu), http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/6336.pdf (20.12.2013). Resmi Gazete, S: 6336, 28.06.1946,(13.06.1946 gün ve 4935 sayılı Matbuat Kanununun 50. Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun), http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/6336.pdf (20.12.2013). Resmi Gazete, S: 7559, 15.07.1950, (14.07.1950 gün ve 5677 sayılı Bazı Suç ve Cezaların Affı Hakkında Kanun), http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/7559.pdf (20.12.2013). Resmi Gazete, S: 7564, (24.07.1950, 15.07.1950 gün ve 5680 sayılı Basın Kanunu), http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/7559.pdf (20.12.2013). Resmi Gazete, S: 7978, 11.12.1951, (03.12.1951 gün ve 5844 sayılı Türk Ceza kanunu’nun 141 ve 142. Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun), http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/7979.pdf (20.12.2013). Resmi Gazete, S: 8584, 11.12.1953, (14.12.1953 gün ve 6195 sayılı Cumhuriyet Halk Partisi’nin Haksız İktisaplarının İadesi Hakkında Kanun), http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/8584.pdf (20.12.2013). Resmi Gazete, S:10540, 01.07.1960, http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/10540.pdf (30.12.2013). Resmi Gazete, S:10541, 02.07.1960, http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/10541.pdf (30.12.2013). TBMM Tutanak Dergisi, (28.08.1971), 157’nci Birleşim, Cilt: 17, s.397-398, http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c017/mm__03017157.pdf (24.06.2014). 345 TBMM Tutanak Dergisi, (09.02.1973), 58’nci Birleşim, Cilt: 33, s.634-636, http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c033/mm__03033058.pdf (24.06.2014). TBMM Tutanak Dergisi, (15.02.1973), 58’nci Birleşim, Cilt: 33, s.643, http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c033/mm__03033058.pdf (24.06.2014). TBMM Tutanak Dergisi, (15.02.1973), 58’nci Birleşim, Cilt: 33, s.644, http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c033/mm__03033058.pdf (24.06.2014). TBMM Tutanak Dergisi, (28.08.1971), 157’nci Birleşim, Cilt: 17, s.397-398, http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c017/mm__03017157.pdf (24.06.2014). TBMM Tutanak Dergisi, (29.08.1971), 158’nci Birleşim, Cilt: 17, s.497, http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c017/mm__03017158.pdf (24.06.2014). TBMM Tutanak Dergisi, (29.08.1971), 158’nci Birleşim, Cilt: 17, s.499, http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c017/mm__03017158.pdf (24.06.2014). TBMM Tutanak Dergisi, (29.08.1971), 158’nci Birleşim, Cilt: 17,s.496-497, http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c017/mm__03017158.pdf (24.06.2014). TBMM Tutanak Dergisi, (29.08.1971), 158’nci Birleşim, Cilt: 17,s.502-505, http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/MM__/d03/c017/mm__03017158.pdf (24.06.2014). TBMM Tutanak Dergisi, 1.11.1945: s.3,7. http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d07/c020/tbmm07020001.pdf (17.02.2014). TBMM, Meclis Araştırma Komisyonu Raporu, Cilt-2, s. 1086-1087. Türkiye İstatistik Kurumu, Milletvekili Genel Seçimleri 1923-2007, TÜK Yayınları, Ankara 2010, s.9. Yeni Fransız Anayasası Üzerine Bir Seminer, Ajans Türk Matbaası, Ankara, 1960, http://yenianayasa.tbmm.gov.tr/docs/Fransa-TR(4.10.1958).pdf (14.03.2015). Yetkin, Murat. 26.02.2007, Radikal, http://www.radikal.com.tr/politika/10_yilinda_28_subat_2807044 (29.10.2014). Yetkin, Murat. “Asker kapatılsın deseydi”, Radikal, 1 Ağustos 2008, http://www.radikal.com.tr/yazarlar/murat_yetkin/asker_kapatilsin_deseydi-891221 (07.04.2015). Yetkin, Murat. 18.08.2007. Radikal, http://www.radikal.com.tr/yazarlar/murat_yetkin/28_subat_dersleri-823165 (29.10.2014). Yetkin, Murat. http://www.radikal.com.tr/yazarlar/murat_yetkin/28_subat_dersleri-823165 (20.10.2014). Yüceer, Saime. “Tarihsel Persfektif İçinde Türkiye’nin NATO’ya Girişi ve Meclisteki Yankıları, s. 78-84, http://ucmaz.home.uludag.edu.tr/PDF/ataturk/2002-1(1)/pdf/b06.pdf (13.03.2016). 346 ÖZGEÇMİŞ Adı Soyadı: Mutlu Yıldırım Anne Adı: Azize Baba Adı: Mehmet Doğum Yeri ve Tarihi: Uşak-1977 Lisans Eğitimi: Bilkent Üniversitesi İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Mezuniyet Tarihi: 2001 Yüksek Lisans Eğitimi: Pamukkale Üniversitesi İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Mezuniyet Tarihi: 2010 Yabancı Dil: İngilizce(İyi)