1 İçindekiler 2 Ömürde bir defa üç ayları (Recep, Şaban, Ramazan) tam olarak oruç tutmak gerekir, ya da çok faziletlidir, diyorlar. Peygamberimiz'in böyle bir sünneti var mıdır? Üç aylar peşpeşe oruç tutmak diye bir şey yoktur. Rasûlüllah ne kendisi böyle bir oruç tutmuş ne de ümmetine tavsiye etmiştir. Ancak Şaban Ayında oruç tutmanın faziletlerinden söz edilmiş, hattâ Şaban'ı Rasûlüllahın tamamen tuttuğu olmuştur. (Buharî, savm 52) Fakata, Ramazan dışında hiçbir ayı tam tutmadığı rivayetleri daha güçlüdür. (Buharî, savm 53; Müslim, siyam 34; Ibn Mâce, siyam 30; Tirmizî, savm 57) Ayrıca, özellikle zorlanacak olanlar için, Şaban'ın son yarısında oruç tutmamak tavsiye edilmiştir. Tâ ki, Ramazan'a güçlü girilsin ve Ramazan orucu şevkle ve zevkle tutulsun. (bk. Fıkıh Ansiklopedisi) 3 Cezanın verilmesinin nedeni suçluyu ıslah etmek, caydırmak içinse sonsuz cehennem azabı nasıl ıslah ve caydırıcı özelliği olabilir? Bir daha suç işlemeye imkan bulamayacaklardır. Azabın amacı nedir? “Suçlunun ıslahı, başka insanların ibret alma“ meselesi gibi bir takım hususlar, cezanın ikinci, üçüncü derecede bir hikmetidir, asıl illeti değildir. Cezanın asıl nedeni, kötülüğü yapan kimsenin Allah’a yaptığı isyanın karşılığını görmesidir. Şimdiye kadar Türkiye dahil bir çok ülkede idam cezası vardı. Ve hala bir çok ülkede idam cezası vardır. İslam hukukunda da idam cezası vardır. İdama mahkûm olan ve hükmü infaz edilen bir suçlunun neresi ıslah olur? Keza, İslam hukununda şartları tahakkuk ettiği takdirde, zina eden evli kimselerin cezası recimdir, hırsızlık eden kimsenin cezası elinin kesilmesidir. Bu cezaların suçluyu ıslah etme yönleri nasıl tahakkuk eder? Cezanın öncelikli amacı suçlunun yaptığı suçun karşılığını görmesidir. Bu dünyevi cezalar için geçerli olduğu gibi ahiretteki cezalar için de geçerlidir. Aşağıda meallerini verdiğimiz ayetlerde de cezanın asıl maksadının yapılan suçun karşılığını görmesi olduğunu görmekteyiz. “Onlar, Mescid-i Haram’ın yanında sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla orada savaşmayın, Fakat onlar size savaş açarlarsa siz de onlarla savaşın. İşte kâfirlerin cezası böyledir”(Bakara, 2/191) “Allah ve Resulüne savaş açanların, yeryüzünü ifsad etmek için koşuşanların cezası; öldürülmeleri veya asılmaları yahut sağ elleri ile sol ayaklarının kesilmesi yahut da bulundukları yerden sürülmelerinden başka bir şey olmaz.Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Âhirette ise onlara başkaca müthiş bir ceza vardır.Ancak kendilerini ele geçirmenizden önce tövbe edenler, bu hükmün dışındadır. Biliniz ki Allah gafurdur, rahimdir/affı ve merhameti boldur” (Maide, 5/33) “Hırsız erkek ile hırsız kadının irtikâb ettikleri suça bir karşılık ve Allah tarafından insanlara ibret verici bir ukubet olmak üzere ellerini kesiniz. Allah azîz ve hakîmdir/mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir” (Maide, 5/38). Kaldı ki, ahiretin varlık hikmeti, dünyada yapılan iyilik ve kötülüklerin karşılığının verilmesidir. Ahiret, iyilik edenlerin mükâfat yeri, kötülük yapanların da mücazat(ceza çekme) yeridir. Aslında bir İslam terminolojisi olan "CEZA” kavramı, karşılık manasına gelir. Bu karşılık adalet ölçüsüne göre verilir. İyilik edene, iyilik etmek/mükâfat vermek, kötülük yapana kötü karşılık/ceza vermek. Aşağıdaki ayetlerde bu husus açıkça vurgulanmıştır: “Şu kesindir ki Allah kullarına zerre kadar bile zulmetmez. Ama kulun zerre kadar bir iyiliği bile olsa, onu kat kat artırır ve ayrıca Kendi tarafından büyük bir mükâfat verir” (Nisa, 4/40) 4 “Biz kıyamet gününe mahsus, öyle doğru ve hassas teraziler koyacağız ki, hiçbir kimseye zerre kadar haksızlık edilmez. Hardal tanesi ağırlığınca da olsa, yapılan iyi veya kötü işi oraya getirip tartarız. Hesap görücü olarak Biz fazlasıyla yeteriz.” (Enbiya, 21/47) “... Kim kötü iş yaparsa onun cezasını bulur ve Allah’tan başka, kendisini o azaptan kurtaracak ne bir hâmi, ne de bir yardımcı bulamaz. Erkek olsun kadın olsun kim mümin olarak iyi ve yararlı işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar bile hakları yenmez” (Nisa, /4/123-124) “İşte onların mükâfatları, Rab’leri tarafından büyük bir af ile, kendilerinin ebedî olarak kalacakları, içinden ırmaklar akan cennetler olacaktır. Güzel iş yapanların mükâfatı ne de güzel!” (Ali İmran, 3/136) İlave bilgi için tıklayınız. En'am Suresi 28. ayette cehennemlikler, tekrar dünyaya gelmeleri halinde inanıp salih amel işleyeceklerini söylemektedirler. Tekrar dünyaya gelseler inanacaklar mıdır? Bu ayeti açıklar mısınız? 5 Ümmetime Cehennemin sıcaklığı, hamam sıcağı gibi olacaktır hadisi sahih midir? İmam-ı Rabbani hazretleri küfür pisliği olmayan müminlerin günahkar olsa da Cehenneme hiç girmeyeceğini söylemiş midir? Taberanî de (el-Evsat’ta, 6/354) aynı hadisi rivayet etmiştir. Hafız Heysemî, “senedinde yer alan bir ravinin çok zayıf olduğunu” söylemek suretiyle bu hadis rivayetinin zayıf olduğunu belirtmiştir(bkz Mecmauz’Zevaid, 10/360). İmam-ı Rabbani Hazretleri küfre bulaşmayan günahkarların Cehenneme hiç girmeyeceğini ifade etmemiştir. Ancak küfre girmediği halde terazide günahları ağır gelen kimseleri de Rabbimiz dilerse affedeceğini belirtmiştir(bkz.Mektubat-ı Rabbani, 266. Mektup) Ehl-i sünnetin cumhuruna göre, bu ümmetin mü'minlerinden de cehenneme gidenler olur. Kâfir olanların mutlaka cehenneme girip orada ebedî kalacakları, mü'minlerin de cehennemde günahlarından temizlendikten sonra Cennete gideceği, Cehennemde ebedi kalacak olanlar ise sadece kafirler olacağı belirtilmiştir. 6 İslam tarihinde herhangi bir protesto olayı görülmüş müdür? İslamda protestonun yeri nedir? Filistin yürüyüşleri gibi eylemler doğru mudur? Dinimizin islami bir hareket olsun olmasın protestoya bakışı nedir? İslam tarihinde protestoların yapıldığı meşhur herhangi bir protesto olayını bilemiyoruz. Yalnız ilk defa Hz. Osman (r.a)’a karşı yapılan ayaklanmanın ilk hareketleri bir nevi protesto hareketleri sayılabilir. Bu konuda İslam alimleri arasında farklı görüşler vardır: Muasır bazı İslam alimlerinin fetvalarına göre, -ister izinli, ister izinsiz olsun-protestoların yapılması caiz değildir. Şeyh Useymîn, Şeyh Mukbil b. Hadi el-Vadiî bu görüştedir. Bunların gerekçeleri özetle şöyledir: a. Asr-ı saadet başta olmak üzere, -selef-i salihin devri- denilen ilk üç asırda bu tür protestoların olmaması bu işin doğru olmadığını göstermektedir. b. Protestolar genellikle başkalarına zarar verecek şekilde cereyan edebiliyor. Bunların arasında anarşiye meyilli, aklı başında olmayan, haram-helali düşünecek durumda olmayanlar da vardır. Bunların yaptıkları tamamen tahribattan ibaret kalıyor. c. Özellikle başka masum insanların mallarına verilen zararlar gözle görülen gerçeklerdir. Bu ise, “İslam’da ne zarara uğramak, ne de zarar vermek vardır” manasındaki hadis, bir İslamî kural olarak ortadadır. Buna muhalif olan davranışlar kabul edilemez. Protestonun caiz olduğunu söyleyen diğer bazı alimlerin gerekçeleri ise şöyle özetlenebilir: a. Protestolar, çağdaş dünyanın kabul ettiği bir hak talep etme sistemidir. Bunun asıl hedefi, toplumun ihtiyaç duyduğu, arzu ettiği bazı meselelerin meşru dairede yerine getirilmesi, bir kısım sosyal problemler konusunda yetkililere seslerini duyurmak ve bu yolla onları çözüme kavuşturmaktır. Bu meşru bir hedeftir. b. Özellikle, belli bir kesimi değil de, bütün İslam ümmetini ilgilendiren bir konuda yapılan protestolar İslam tarafından sadece caiz değil, aynı zamanda bir cihad manasında değerlendirilir. c. Müslümanların bu tür protestoları, onların birlikteliğini, aynı hedefe doğru hareket ettiklerini göstermekle, din düşmanlarının kalbine bir korku da salar, daha onlara zulmetmeye cesaret edemezler. Bu husus çok önemlidir. “Onların/Müslümanların kâfirleri öfkelendirecek tarzda bir yere ayak basmaları ve düşmana karşı kazandıkları hiç bir başarı yoktur ki, o sebeple kendilerine güzel bir iş ve sevap yazılmış olmasın. Çünkü Allah iyi davrananların mükâfatlarını zayi etmez” (Tevbe, 9/120) mealindeki ayetten bu hususun teşvik edildiğini sezinlemek mümkündür. Bizim kanaatimize göre, aşağıda maddeler halinde sıralayacağımız şartlar dahilinde yapılacak protestolar caizidir; akis takdirde caiz olmaz. 1. Yapılan Protestoların maksadı, bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek olmalıdır. Yani, maksat devlet ricaline karşı düşmanca tavırlar koyup intikamcı bir tutum içerisine girmek değil, onları hakka davet etmek, doğru kararlar almalarına yardımcı olmak olmak olmalıdır. Yoksa, şahsi garazların içine girdiği bir protestodan sağlam bir sonuç almak mümkün olmayabilir. “Sizin Mescid-i Haram’ı ziyaretinizi engellediler diye birtakım kimselere karşı beslediğiniz kin ve öfke, sakın sizin onlara saldırmanıza yol açmasın. Siz iyilik etmek, fenalıktan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlaşın, günah işlemek ve başkasına saldırmak hususunda birbirinizi desteklemeyin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir” (Maide, 5/2), 7 “Ey iman edenler! Haktan yana olup vargücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin ve adalet numunesi şahitler olun. Bir topluluğa karşı, içinizde beslediğiniz kin ve öfke, sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil davranın, takvâya en uygun hareket budur.Allah’a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah yaptığınız her şeyden haberdardır” (Maide,5/8) mealindeki ayetten bu gerçeği anlamak mümkündür. 2. İslam ülkelerinin dahilinde yapılan protestoların maksadı savaş değil, barış olmalıdır. Çünkü, Bediüzzaman hazretlerinin belirttiği gibi, dahilde kılınç kullanılmaz. Binaenaleyh, Müslümanların kendi ülkelerinin dahilinde yapacakları protestolar kesinlikle maddî, silahlı eylemlerden arınmalıdır. “ Allah’ın nimetlerini düşünün de, bozgunculuk yaparak dünyada karışıklık çıkarmayın” (Araf, 7/74), “... Halka haksızlık etmeyin, ülkede düzen sağlanmışken fesat çıkarıp huzuru bozmayın. Böyle yapmanız sizin için daha iyidir. Tabiî eğer inanırsanız” (Araf, 7/85) mealindeki ayetlerden ve “İslam’da ne zarara uğramak, ne de zarar vermek vardır”(Ahmed b. Hanbel; İbn Mace ) manasına gelen hadisten bu hususu anlayabiliriz. 3. Maddî zararlara ve tahribata yol açana protestoların, tamirci bir din olan İslam tarafından tasvip edilmesi beklenemez. Şu bir gerçektir ki, başka insanların mallarına zarra vermekle yapılan tahribat hiç bir tamirata katkı sağlamaz, hiç bir hakkın kazanılmasına yardımcı olmaz, bilakis haklı iken insanı haksız duruma, mazlum iken zalim duruma düşürür. 4. Maddî, silahlı eylemlerde, zalimlerden çok masumlar zarar görür. Bu ise, iman şuuruyla, iman şefkatıyla bağdaşmaz. Asrın söz sahibi Bediüzzaman hazretlerinin şu ifadeleri konumuza ışık tutmaktadır: “Sâniyen: Şefkat, vicdan, hakikat, bizi siyasetten(maddî mübarezeden) men'ediyor. Çünki tokada müstehak dinsiz münafıklar onda iki ise, onlarla müteallik yedi-sekiz masum, bîçare, çoluk-çocuk, zaîf, hasta ve ihtiyarlar var. Bela, musibet gelse, o masumlar o belaya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz, daha az zarar görecek. Onun için, siyaset yoluyla, idare ve asayişi ihlâl tarzında neticenin husulü de meşkuk olduğu halde girmekten; Risale-i Nur'un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak ve hakikat şakirdlerini men'ediyor” (Tarihçe-i Hayat, s. 312; Kastamonu Lahıkası,s. 240 -Envar Neşriyat-). “Risale-i Nur'daki şefkat, hakikat, hak, bizi siyasetten(maddî eylemlerden)men'etmiş. Çünki masumlar belaya düşerler, onlara zulmetmiş oluruz. Bazı zâtlar bunun izahını istediler. Ben de dedim: Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş'et eden hodgâmlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumî harbden gelen istibdadat-ı askeriye ve dalaletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadat meydan almış ki, ehl-i hak hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak, o halette o da azlem(en zalim) olacak veyahud mağlub kalacak. Çünki mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir-iki adamın hatasıyla yirmi-otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlub vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zalimanesiyle, o ehl-i hak dahi bir-ikinin hatasıyla yirmiotuz bîçareleri ezseler, o vakit hak namına dehşetli bir haksızlık ederler” (Tarihçe-i Hayat, s. 426 ). İbn Teymiye de bu konuda şunları söylemiştir: “Ehl-i sünnet alimlerinin en meşhur görüşüne göre, hükümdar zalim de olsa ona karşı başkaldırmak caiz değildir. Bu görüş bir çok hadis-i şerif tarafından desteklenmektedir. Çünkü, silahlı çatışmadan meydana gelen fitne, fesat ve haksızlıklar, karşı çıkılmadığı takdirde söz konusu olan zulüm ve fitnelerden daha fazladır. Tarih gösteriyor ki, 8 hükümdaralara karşı başkaldırarak silahlı çatışma içerisine girenler yüzünden meydana gelen haksızlıklar ve fitne-fesatlar, izalesine çalıştıkları zulüm, fitne-fesatlardan hep büyük olmuştur. (Yani bu durumda “ehven-i şer değil, eşedd-i şer vardır). Allahu Teala şekli ne olursa olsun zalim hükümdara karşı ayaklanmayı ön görmemiştir. “Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle vuruşursa, onların aralarını bulun. Buna rağmen biri öbürüne saldırırsa, bu saldıran tarafla, Allah’ın emrine dönünceye kadar siz de vuruşun. Döndüğü takdirde aralarını hakkaniyetle düzeltin ve hep âdil olun, çünkü Allah âdil davrananları sever” (mealindeki) ayette bu husus açıkça ortaya koymaktadır. Allah, hükümdarlara kaşrı salihalı mücadeleye nasıl izin verir?” (bk. Minahcu’s-sünneti’n-nebeviye, 3/391) Şunu da unutmamak gerekir ki, eğer -herhangi bir İslam ülkesinde-müslüman halk -silahlı eylemlerden, tahripten haksızlık yapmaktan uzak-barışçıl protestolar yaptığı halde, müstebit hükumetler onlara silah doğrultsa, elbette bütün sorumluluk o faşist devlet ve hükümetlere ait olacaktır. Hûlasa; emr-i bilma'ruf, maruf dairesinde olmalı, münkeri defetmek de münker yoldan olmamalıdır. 9 -İnsanlar arasında öyle kimseler vardır ki, dış görünüşe göre, cennet ehline yaraşır hayırlı işler yaparlar; halbuki kendileri cehennemliktir.- Hadisini açıklar mısınız? Cündüb b. Abdullah'tan Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Sizden önceki ümmetlerden yaralı bir adam vardı. Yarasının acısına dayanamayarak, bir bıçak aldı ve elini kesti. Ancak kan bir türlü kesilmediği için adam öldü. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak; kulum can hakkında benim önüme geçti, ben de ona cenneti haram kıldım, buyurdu" (Buhârî, Enbiyâ, 50). Hayber Gazvesi sırasında büyük fedakârlıklar gösteren Kuzman adındaki birisinin, sonunda cehenneme gideceği Hz. Peygamber tarafından haber verilmişti. Bunun üzerine Ashab-ı kiramdan Huzâî Eksüm, Kuzman'ı izlemiş ve O'nun, aldığı yaralara sabredemeyip, kılıcı üzerine yaslanarak intihar ettiğini görmüştür (Buhârî, Kader, 5, Rikâk, 33, Meğâzî, 38, Cihâd, 77; Müslim, İman, 179; Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih, X, 266 268). Kuzman'ın ölüm şekli Allah Resulu'ne iletilince şöyle buyurmuştur: "İnsanlar arasında öyle kimseler vardır ki, dış görünüşe göre, cennet ehline yaraşır hayırlı işler yaparlar; halbuki kendileri cehennemliktir. Öyle kimseler de vardır ki, cehennemliklere ait kötü işler yaparlar, halbuki kendileri cennetliktir" (Buhâri, Kader, 5, Rikâk, 33; Müslim, İman, 179). İlave bilgi için tıklayınız: Allah, bileklerini keserek intihar eden bir kişi için, kulum bana gelmekte acele etti ama ben ona cenneti haram kıldım, buyurmuş. Buna göre intihar eden kimseye cennet haram mıdır? 10 Hac Suresinde özellikle neden develerle hacca gidin deniyor. Allah ulaşım araçlarının icat edileceğini bilmiyor muydu? İlgili ayetin meali şöyledir: ”Biz vaktiyle İbrâhim’e Beytullahın yerini belirlediğimiz zaman(şöyle demiştik): “Sakın Bana hiç bir şeyi ortak koşma ve Ben’im Mâbedimi tavaf ederken, kıyamda, rükûda veya secdede olarak ibadet edenler için tertemiz tut! Hem bütün insanları hacca dâvet et ki gerek yaya, gerek uzak yollardan gelen yorgun argın develer üzerinde sana gelsinler. Gelsinler de bunun kendilerine sağlayacağı çeşitli faydaları görsünler ve Allah’ın kendilerine rızk olarak verdiği kurbanlık hayvanları, belirli günlerde Allah’ın adını anarak kurban etsinler. Siz de onların etinden hem kendiniz yiyin, hem de yoksula ve fakire yedirin” (Hac, 22/26-28). Görüldüğü üzere, bu ayetlerde, yaklaşık 3-4 bin yıl önce Hz. İbrahim’e verilen bir emir sözkonusudur. O dönemde en yaygın olan binit develer olduğu için ona vurgu yapılmıştır. Ayette develerin yanında yayalara da yer verilmiştir. Çünkü bazı kimselerin devesi olmayabilir veya deveye binmeye ihtiyaç duymayacak kadar Kâbe’ye yakın olabilir. O günkü şartların göz önünde bulundurlarak yapılan bu çağrıya itiraz edenlerin hikmetten zerre kadar anladıkları yoktur. O devirde gemi de vardır; ondan da söz edilmemiştir. Hz. Nuh’tan beri insanlık camiasında bilinen gemilerden sözedilmemesi, “gemilere de binip hac ziyaretinizi yapın” denilmemiş olmasını, -Haşa- Allah’ın gemilerden haberdar olmadığını hangi deli söyleyebilir? Halbuki Kur’an’da defalarca gemiden bahsedilmiş ve Allah’ın kudret mucizelerinden biri olup insanlara hediye edilen bir nimet olduğuna defalarca vurgu yapılmıştır. Hacla ilgili ondan sözedilmemesi, -varlığından habersiz olunduğu için değilonun yaygın bir ulaşım vasıtası olmamasından kaynaklanmaktadır. Daha elli-yüz yıl öncesine kadar varlığı sözkonusu olmayan, özellikle İslam aleminde yaygın bir ulaşım vasıtası olarak kullanılması elli yıldan da az olan bu günkü ulaşım vasıtalarından nasıl söz edilebilirdi? İnsan gerçekten merak ediyor..! Bırakın Hz. İbrahim devrinde, Hz. Muhammed devrinden itibaren yaklaşık 14 asır boyunca taksi, otopüs, uçak gibi ulaşım vasıtalarından eser yokken, “uçağa binerek hac yapınız." "Klimalı arabalarla haccınızı yapın..!” denseydi, bunun hikmetle bir alakası olur muydu? Allah’ın bu emrine muhatap olan insanlar bunun ne demek olduğunu anlayabilirler miydi? Yok olan/var olmayan bir vasıtaya binmeye insanlara davet yapılsaydı; hayal mahsulü bir demagoji olmaz mıydı? Türkiye ve diğer İslam ülkeleri daha elli yıl öncesine kadar, -bazen yaya, bazen deve üzerinde- bir yıllık veya altı aylık yolculuk yaparak hac ziyaretini yaptıkları hepimizin malumudur. Var olan gemi ve trenlerden bile çok az kimse istifade edebilirdi. Bu realite ortada iken, üç bin yıllık bir realiteyi göz ardı ederek, bir kaç yıllık son realiteyi göz önünde bulundurmadığı için Kur’an’ın üslubuna itiraz eden yerden göğe haksızdır; bu itirazı yapan kimse, kendi vicdanına sorsa o da -akıl, gönül ve iz’anına- aynı gerçeği seslendirecektir. 11 Buhari'nin İmam-ı Azam hakkında "o güvenilmez insandır. Tövbeye davet edildi. Etti mi etmedi mi bilmiyorum. O günahkardır dediği doğru mudur? İmam Buharî, Sahih'inde isim vermeden İmam-ı Azam'ın bazı görüşlerini tenkit ettiği, sahih hadis rivayetine aykırı olduğunu belirttiği söz konusudur. Ancak sorudaki şekliyle İmamı Azamı eleştirdiğine dair elimizde herhangi bir bilgi yoktur. Özellikle, “o güvenilmez insandır. Tövbeye davet edildi. Etti mi etmedi mi bilmiyorum, o günahkardır” şeklindeki bir eleştiriyi yaptığına dair elimizde sağlam bir bilgi olmamakla beraber, bunun doğru olmadığını gösteren emareler de vardır. Örneğin; “tövbeye davet edildi..” ifadesinden, İmam Buharî’nin İmam-ı Azamı tevbe etmeye davet etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Halbuki, İmam Buharî’nin İmam Azam'ı görmediği kesindir. İmam Azam hicrî 150’de, Buharî ise, hicrî 256’da vefat etmiştir. Bu iki zatın birbirini görmesi mümkün değildir. Bir kimsenin kendisinden çok önce ölmüş bir kimseyi tövbe etmeye davet ettiğini düşünmek bir hezeyan-ı aklidir. 12 Bazen uygun ortam olmadığı halde yararlı ve zararlı bakteriler oluşabiliyor. O zaman ilk canlı da tesadüfen olmuş olabilir mi? Bir canlının oluşması için, onun meydana gelmesine sebep olacak bir başka canlı mutlaka olmalıdır. Uygun ortam olunca her hangi bir canlının teşekkül edeceğini ileri sürmek yanlıştır. Bilindiği gibi, önceleri, uygun ortam olunca canlı teşekkül ediyor, şeklinde bir kanaat vardır. Ancak, on yedinci yüzyılda Pastör, ağzı kapalı kavanozlarda canlıların teşekkül etmediğini gözleyerek, bir canlının mutlaka bir başka canlıdan meydana gelebileceğini gösterdi. Allah, isterse mu’cize olarak hiçbir canlı olmadan yeni bir canlıyı yaratabilir. Nitekim ilk yaratılışlar böyle olmuştur. Hz. Âdem’in ve Hz. Havva’nın yaratılışları gibi. Ancak, dünya imtihan dünyası olduğu için, Allah her şeyi bir sebebe bağlamıştır. Çocuğun meydana gelmesi için anne ve baba sebep olarak gereklidir. Bu kuzu için de böyle, kuş içinde böyle, bakteri için de böyledir. Dolayısıyla canlıların meydana gelmesini Allah, sebep olarak bir başka canlıya bağlamıştır. Ortama değil. Prof. Dr. Adem Tatlı 13