SAİD NURSÎ`NİN HAÇLILARLA İTTİFAKI VE AHİR ZAMAN

advertisement
SAİD NURSÎ’NİN HAÇLILARLA İTTİFAKI VE AHİR ZAMAN FİTNELERİ
Hz. Peygamberin haber verdiği ahir zaman fitnelerini ve deccallerin
gayretlerini idrak etmek her müslümanın vazifesidir.. Bu bağlamda Said
Nursi’nin Haçlı İttifakı’na dair beyan ve yaklaşımları elbette manidardır.
İşte onun görüşlerinden biri:
“Misyonerler ve Hıristiyan ruhanileri, hem nurcular çok dikkat
etmeleri elzemdir. Çünkü, her halde şimal cereyanı; İslam ve
İsevi dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle,
İslam ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak.” (Emirdağ
Lahikası, c. 1, s. 150)...
Önce Yüce Allah’ın, İslam dininin yegâne hak din olduğu konusundaki
tartışmasız ilahî hükümlerini hatırlayalım:
ALLAH KATINDA TEK DİN İSLAM’DIR
1- "Hiç şüphe yok ki, Allah katında yegâne din İslam’dır" (Âl-i İmran, 19)
2- “Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, size olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı
seçtim.” (Mâide, 3)
3- “Kim, İslam’dan başka bir din ararsa, bilsin ki; kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o ahirette ziyan
edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmran, 85)
İslam dini; 1- Tevhid akidesi, 2- Nübüvvet temeli üzerine bina edilir.
YAHUDİ VE HRİSTİYANLARLA İLGİLİ AYETLER:
1- “Yahudiler ‘Üzeyr Allah’ın oğludur’ demişler; Hıristıyanlar da, ‘Mesih Allah’ın oğludur’ demişlerdi. Bu,
onların kendi ağızları ile geveledikleri sözleridir ki, kendilerinden önceki kafirlerin sözlerine benzetiyorlar.
Allah onları kahretsin; nasıl da uyduruyorlar.” (Tevbe, 30)
2- “Rahman çocuk edindi, dediler, and olsun ki, siz pek kötü cürette bulundunuz! Neredeyse o (sözün
dehşeti)nden gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar yıkılıp dağılacaktı. Rahman için çocuk iddia
ettiklerinden ötürü. Çocuk edinmek Rahman’a yakışmaz.” (Meryem, 88-92)
3- “Şurası muhakkaktır ki, ‘Meryem’in oğlu Mesih, Allah’ın ta kendisidir’ diyenler küfre girmişlerdir.”
(Mâide, 17)
4- “Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem’in oğlu Mesih’i kendilerine Rab edinmişlerdir.
Halbuki onlar da tek ilaha ibadet etmekten başka bir şeyle emr olunmamışlardı.” (Tevbe,31)
5- “Allah’ın Meryem oğlu Mesih olduğunu söyleyenler, muhakkak küfre girmişlerdir. Halbuki Mesih, ‘Ey
İsrailoğulları, Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a ibadet edin! Zira her kim Allah’a şirk koşarsa, Allah ona
cenneti haram kılar ve varacağı yer de ateş olur. Zalimler için hiçbir yardımcı yoktur’ demişti. ‘Allah üçün
üçüncüsüdür’ diyenler elbet kafir olmuşlardır. Oysa yalnız bir Tanrı vardır, başka Tanrı yoktur. Bu
dediklerinden vazgeçmezlerse, elbette onlardan inkar edenlere acı bir azap dokunacaktır.” (Mâide, 72-73)
SAİD NURSİ’NİN HIRİSTİYANLAR HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ:
1- “Elbette şimdi fetret gibi karanlıkta kalan ve Hz. İsa’ya mensup Hıristiyanların mensuplarının çektikleri
felaketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir.” (Kastamonu Lahikası, 114-115)
2- “İşte bu günde meydana çıkan bu dehşetli cereyanı (komünizm) ancak ve ancak Hıristiyanlık aleminin
Müslümanlıkla ittihadı (birleşmesi) yani İncil Kur’an ile ittihad ederek…” (Emirdağ Lahikası, c. 1, s. 62)
3- “Misyonerler ve Hıristiyan ruhanileri, hem nurcular çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü, her halde
şimal cereyanı; İslam ve İsevi dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslam ve
misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak.” (Emirdağ Lahikası, c. 1, s. 150)
4- “Şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hıristiyanın dindar ruhanileriyle ittifak etmek ve
medar-ı ihtilaf meseleleri nazara almamak, niza etmemek gerekir. Çünkü, küfr-ü mutlak hücum ediyor.”
(Emirdağ Lahikası ,c. 1, s. 194)
FETULLAH GÜLEN, SAİD NURSÎ’NİN İTİKADI ÜZERE YÜRÜYOR:
KÜRESEL BARIŞA DOĞRU adlı eserin sayfa 131’inde Fetullah Gülen, Kelime-i Tevhid’in ikinci bölümünü
söylemeyenler için rahmet nazarıyla bakılmasını istiyor:
"... Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslah etmelidir.
Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü, yani ’Muhammed Allah’ın rasûlüdür’ kısmını söylemeksizin
sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır."
(Bkz. http://tr.fgulen.com/content/view/3759/5/)
Fetullah Gülen, Kur’an-ı Kerim’deki Hristiyan ve Yahudilerle ilgili ayetlerin bugünküleri içine almadığını
anlatıyor:
“Kur’ân-ı Kerim’de Hristiyanlık ve Yahudilik hakkında kullanılan ifadelerin çok sert olduğu söylenir…
Geçmiş dönemlerde, belli Hristiyan ve Yahudilerin apaçık gerçek karşısında gösterdikleri inat, ayak
direme ve düşmanlığı ifade için Kur’ân’ın kullandığı aynı üslûp, bugünün Yahudi ve Hristiyanları için de
kullanılacak diye bir şart, bir mecburiyet olamaz… O âyetlerin ilk günden bu yana her Yahudi ve
Hıristiyanı içine aldığı kesin değildir.”
(Fetulah Gülen, Fasıldan Fasıla 4, sayfa 95).
RİSALE-İ NUR’UN İÇİNDE YER ALAN "TARİHÇE-İ HAYAT" KİTABINDAN:
Said-i Nursi’nin hayatının anlatıldığı bu kitabın “ilk hayat” bölümünden 32. sayfa:
“Hazret-i Resul-i Ekrem (s.a.v.) ümmetinden sual sormamak şartıyla ilm-i Kur’an’ın talim edileceğini
tebşir etmişler. Aynen bu hakikat hayatında tezahür etmiş. Daha sabavetinde iken bir allame-i asır olarak
tanınmış ve katiyen kimseye sual sormamış, fakat sorulan suallere mutlaka cevap vermiştir.”
Bu kitaba göre, Peygamberimiz (s.a.v.), rüyasında Said-i Nursi’ye, kimseye soru sormaması şartı ile
Kur’an ilmini öğreteceğini buyurmuştur.
“Risale-i Nur gerçi zahiren sizin eserinizdir, fakat nasıl ki, Kur’an-ı Mübin Allah’ın kelamı iken Seyyid-i
Kainat, Eşref-i Mahlukat Efendimiz nasa tebliğe vasıta olmuştur, siz de bu asırda yine o Furkan-ı Azim’in
nurlarından bugünün karmakarışık sarhoş insanlarına emr-i hakla hitab ediyorsunuz.”
HZ. PEYGAMBERİN (S.A.V.) RÜYADA GÖRÜLMESİ VE SAİD’İN ÖVÜLMESİ KONUSU:
Risale-i Nur’da yer alan "Sikke-i Tasdik-i Gaybi" kitabında, Hz. Peygamberi (s.a.v.) rüyasında görenlerin
ağzından onun sahip olduğu iddia edilen makamla ilgili şunlar anlatılmaktadır:
1- Risale-i Nur şakirdlerinden Rıza görüyor:
“Hz. Peygamber (s.a.v.), camide Ebubekir Sıddık’a emrediyor: “Çık hutbe oku!” Ebubekir Sıddık koşarak
minberin en yukarı basamağına kadar çıkar, hutbe okur. Hutbe içinde cemaate der ki: “Bu söylediğim
hakikatlerin izahatı 29. sözdedir.”
2- Risale-i Nur’un Osman isimli şakirdi:
“Rüyamda Şemal-i Şerif’e muvafık, nurani bir surette Hazret-i Peygamberi (s.a.v.) oturduğu yere
dayanmış bir şekilde gördüm. Bu anda bir sada geldi ki, Hazret-i Peygamberin (s.a.v.) bir yaveri geldi,
kapılar birdenbire kendi kendine açıldı. Risale-i Nur naşilerinin üstadı olan zat içeri girdi. Hazret-i
Peygamber, üstadımıza şefkatkarane bir iltifat göstererek dayandığı vaziyetten doğruldu. Ben de
ağlayarak uyandım.”
3- Risale-i Nur şakirdlerine evini tahsis eden Şükrü efendidir.
Rüyada ona diyorlar ki: “Senin o köşküne Hazret-i Peygamber (s.a.v.) gelmiş, o da koşarak gidip, Hazreti Peygamberi çok nurani ve sürurlu bir halde bulup ziyaret etmiş.
4- Risale-i Nur şakirdlerinden Nazmi’dir. Rüyasında ona diyorlar ki:
“Rüyasında ona diyorlar ki, Risale-i Nur’un şakirdleri imansız ölmezler. Kabre imanla girerler.” (s. 21-22)
RİSALE-İ NUR’UN İLHAM YOLUYLA, BİR MANADA VAHİY İLE YAZILMASI KONUSU:
ŞUALAR KİTABINDAN s. 559, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 97:
"Risaletü’n-Nur sair te’lifat gibi ulum ve fünundan ve başka kitaplarda alınmamış. Kur’an’dan başka
me’hazı yok. Kur’an’dan başka üstadı yok. Kur’an’dan başka mercii yok. Telif olunduğu vakit hiçbir kitap
müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’an’ın feyzinden mülhemdir ve sema-i
Kur’aniden ve ayatın nücumundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.”
REHBERLER, s. 141:
"Risale-i Nur, 20. asrın Müslümanlarını ve bütün insanlarını koyu bir fikir karanlıklarından ve müthiş
delalet yollarından kurtarmak için müellifin kendi ihtiyari ile yazılmış değil, Cenab-ı Hakkın lisanı ile
yazılmış bir eserdir.”
MÜDAFAALAR, s. 300:
“Bu hakikatlerden anladım ki, Risale-i Nur, bu asırın insanları olan bizler için yazdırılmıştır.”
MÜDAFAALAR, s. 347:
“Ey Risale-i Nur! Senin Hakkın dili, Hakkın ilhamı olup O’nun izni ile yazıldığına şüphe yoktur. Ben
kimsenin malı değilim. Ben hiçbir kitaptan alınmadım, hiçbir eserden alınmadım. Ben Rabbani ve
Kur’aniyim. Bir layemut’un eserinden fışkıran kerametli bir Nur’um.”
KASTAMONU LAHİKASI, s. 233:
“Risale-i Nur’un mesaili, ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdi bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlaka ile,
sunuhat, zuhurat, ihtirat ile oluyor.”
MEKTUBAT, s. 362, 363:
“Kur’an’ın bir nevi tefsiri olan Sözler’deki hüner ve zarafet ve meziyet kimsenin değil; kimsenin ihtiyar ve
şuuru ile kesilmez, biçilmez; belki onların vücududur ki, öyle ister ve bir dest-i gaybidir ki o kamete göre
keser, biçer, giydirir. Biz ise, içinde bir tercüman, bir hizmetkarız.”
BARLA LAHİKASI s. 78-79:
“Risale-i Nur gerçi zahiren sizin eserinizdir; fakat nasıl ki Kur’an-ı Mübin Allah’ın kelamı iken Seyyid-i
Kainat, Eşref-i Mahlukat Efendimiz nasa, tebliğe vasıta olmuştur, siz de bu asırda yine o Furkan-ı Azim’in
nurlarında bugünün karmakarışık sarhoş insanlarına emr-i Hakla hitab ediyorsunuz. Hulusi.”
SAİD-İ NURSİ’NİN BÜTÜN İLMİNİN ALLAH’TAN OLMASI:
TILSIMLAR MECMUASI, s. 188:
“… Bu hadis-i şerif nurun tercümanına mutabık geliyor ki: İlminin ve kemalinin tahsil ve terbiye neticesi
değil, lutuf ve ihsan-i Rabbani olarak, bir harika-ı fıtrat halinde kısacık bir zamanda ihsan edileceğini
bildiriyor ki, şimdiye kadar kimse de vaki olmamış olan bu hal ancak bir büyük müceddidin alamat-ı
mahsusasındadır.”
Risalelerin yazılmasındaki ilmin "ledünni" olduğunun ispatı için şunu kullanmışlardır:
TILSIMLAR MECMUASI, s. 189:
“Kehf suresinin Hz. Musa (as) ile Hızır’dan (as) bahseden 65. ayetinin "tarafımızdan kendisine bir ilim
öğrettiğimiz" anlamına gelen bölümü ebced hesabına tâbi tutularak yukarıdaki iddia delillendirilmek
istenmiş, Said-i Nursi’ye verilen bu ilmin Resaili’n-Nur olduğu belirtilmiştir.”
RİSALELERİ YAZARKEN GAYBİ İHTAR ALMASI:
TARİHÇE-İ HAYAT, s. 45:
“Çoktan beri ruhuma ihtar edilmiş ki, Ziya namında birisi, Risale-i Nur namına büyük bir hizmet edecek.
Bu mesele gösterdi ki, o Ziya bu Ziya’dır.”
KASTAMONU LAHİKASI, s. 29:
“Birden bir ihtar-ı gaybi ile kat’i kanaat verecek bir surette kalbime geldi. Denildi ki: Ciddi bir alaka ile
senin eskiden beri tekrar ettiğin "bir ışık var, bir nur göreceğiz" diye müjdelerin tevili ve tefsiri ve tabiri;
sizin hakkınızda belki iman cihetiyle, Alem-i İslam hakkında dahi en ehemmiyetlisi Risale-i Nur’dur.”
RİSALELERDE YER ALAN İFADELER:
“Yazdırıldı” (Şualar, 219)
“Yazdırılmış” (Lemeat, 68)
“Yazdırılmadı” (Tarihçe-i Hayat, 398)
“İzin olmadığından yazılamadı” (Kastamonu Lahikası, 28)
“İrade ve ihtiyarım ile yazmadım” (Şualar, 83)
“Yazmaya izin verilmedi” (Sözler, 157)
RİSALELERİN FARKLI DİLLERDE YAZILMASI KONUSU DA İRADESİZ OLARAK YAZILMASINDANMIŞ!
“Şu fıkra Arabi geldiği için Arabi yazıldı…" (Sözler, 443)
“Şu 20. Pencerenin hakikati, bir zaman Arabi bir surette kalbe şöyle gelmişti…” (Sözler, 625)
“Yani bu münacat kalbe Farisi olarak tahattur ettiğinden Farisi yazılmıştır.” (Sözler, 193)
SAİD-İ KÜRDÎ’NİN EKÜMENİK PATRİK SEVDASI VE TEVARÜS EDEN AMERİKANCI MİSYON
Son dönemin "diyalogcu nurcuları"nın "ekümenik sevdalı patriğe destek misyonu” ve "Amerika’nın
bölgesel ve küresel planlarına taşeronluk hizmeti" son çeyrek asırla sınırlı değildir.
TEVARÜS EDEN AMERİKANCI MİSYON
Bu bağlamda günümüzün diyalogcu nurcuları, sarmaş dolaş pozlar vermek ve Ramazan sofralarında iftar
duaları yaptırmak suretiyle "ekümenik sevdalı Patrik Bartho"yu milletimizin nezdinde meşrulaştırma ve
ABD’nin planına taşeronluk yapma vazifesini Garibüzzaman Said Kürdî’den devralmışlardır.
İslam medeniyetinde hiç rastlanmamış biçimde "Hıristiyan şehit" gibi Haçlı itikadı hükümleri üreten ve
bunu İslam itikadı imiş gibi risaleler yoluyla pazarlayan Garibüzzaman Said Efendi’nin (Bkz. Bkz.
Kastamonu Lahikası, s. 75), risalelerini kaleme aldığında birer nüshasını Papa XII. Pie’ye gönderdiği,
Papa’nın da buna mukabele ettiği gözden kaçmamalıdır (Bkz. Küresel Barışa Doğru, Gazeteciler ve
Yazarlar vakfı yay. s 131; Köprü, s. 2, Kasım 1997, s. 110–116).
GARİBÜZZAMAN, EKÜMENİK PAPAZLA SARMAŞ DOLAŞ
Bu arada 1950’li yıllarda Garibüzzaman Said–i Nursî’nin sürpriz biçimde Fener semtinde ikamet etmesi
sebebiyle, Rum Patrik Athenagoras ile görüşmelerini sürdürmesi de önemli köşe taşlarıdır (Bkz. Küresel
Barışa Doğru, Gazeteciler ve Yazarlar vakfı yay. s 131; Köprü, s. 2, Kasım 1997, s. 110–116).
Cumhuriyet döneminin "ABD’den ithal ilk ekümenik sevdalısı" papaz Athenagoras’ın sicili ile
Garibüzzaman Said Kürdî’nin dostlukları, "nurculuğun ne idüğü"nü kavramak hususunda çok önemli bir
foyametredir.
PATRİK VE GARİBÜZZAMAN KUVAY-İ MİLLİYE’YE KARŞI
Ne ilginçtir ki; günümüzün diyalogcu nurcuları, Kuvay–ı Milliye’yi çetecilik olarak nitelendirerek
rahatsızlıklarını ifade ederlerken, Milli Mücadele yıllarında Fener Rum Patrikhanesi de Kuvay–ı Milliye
hareketini barbarlık olarak niteliyordu. (Bkz. Erol Cihangir, Papa Eftim’in Muhtıraları ve Bağımsız Türk–
Ortodoks Patrikhanesi, Turan Yay. İstanbul, 1996, s.5; Mesut Çapa, Pontus Meselesi / Trabzon ve
Giresun’da Milli Mücadele, TKAE Yay. Ankara, 1993, s.38).
Yine ne tesadüf ki, İngilizler tarafından kurdurulan ve yönetim kurulunda Garibüzzaman Said–i Kürdî’nin
de bulunduğu zamanın Cemiyet–i Müderrisîn namlı Teâl–i İslam Cemiyeti, 26 Eylül 1919’da İkdam
gazetesinde "fetva ilanatı" yayınlayarak, Türk milletini Kuvay–ı Milliye’ye destek vermemeye, hatta "hain,
eşkıya, katil canavarlar ve lanetlik" ilan ettikleri M. Kemal Atatürk önderliğindeki Kuvay–ı Milliye
kadrosuna karşı mücadele etmeye çağırıyor, kesinlikle İngiliz ve Yunanlılara karşı gelinmemesini tavsiye
ediyordu (Bkz. İkdam gazetesi, 26 Eylül 1919; Yücel Özkaya ’Ulusal Bağımsızlık Savaşı Boyunca Yararlı
ve Zararlı Dernekler’, Atatürk Araştırma Merkezi, Cilt IV, Sayı 10, (Kasım 1987); Genelkurmay Başkanlığı
Askeri Tarih ve Stratejik Etüd (ATESE) Arşivi, Klasör 86, Dosya 144 (1318), Fihrist 240; M. Latif, Yeni
Asya gazetesi, 11 Mayıs 2005).
Garibüzzaman’ın İngiliz patentli fetvasını örtmek isteyen Yeni Asya grubu, "Bediüzzaman bu cemiyetin
’sade’ bir üyesidir" (M. Latif, 11 Mayıs 2005, Y. Asya) deseler de; muteber tarihçilerden Tarık Zafer
Tunaya, adeta tarihe not düşercesine "26 Eylül 1919’da bu cemiyet, (Teali İslam’ın ilk adı olan Cemiyet–i
Müderrisin) İkdam gazetesinde, Anadolu hareketi aleyhinde ilk beyannamesini, daha sonra ikinci ve
üçüncüsünü yayınlamıştır. İlk yönetim kurulunda Mustafa Sabri (Başkan), İskilipli Mehmet Atıf (İkinci
başkan), Said–i Kürdî (İttihad–ı Muhammediye önderi olarak) bulunuyorlardı" (T. Zafer Tunaya,
Türkiye’de Siyasi Partiler, c. II, s. 384–396) tespitini yapıyor.
Diyalogcu nurcuların "milli duruş"a ve Kuvay–ı Milliye’ya karşı oluşları, sadece günümüzün AB sürecinin
gereği veya konjonktürel bir tavır değil, bilakis üstatları Garibüzzaman’dan devraldıkları bir mandacılık
mirasıdır.
SAİD NURSÎ’NİN YUNAN VE İNGİLİZLER YERİNE, KUVAY-I MİLLİYEYE TAARRUZU
Nitekim Teal–i İslam Cemiyeti 16 Eylül 1919’da İkdam gazetesinde bir bildiri yayınlayarak, Türk milletini
Kuva–yı Milliye’ye destek vermemeye, hatta onlara karşı mücadele etmeye çağırıyordu.
Bu bildirinin altında imzası bulunanlardan biri de Said–i Nursi idi. Bu bildiride şu satırlara yer verilir:
“Biçare millet! Bu yankesicilerin hilelerini, desiselerini hala tamamen anlayamamıştır. Yazık bin kere yazık
ki, gerek harb içinde, gerek mütarekeden sonra memleket bunların fitne ve fesadı uğruna milyonlarca
evladını telef ediyor da Enver, Cemal, Mustafa Kemal vesaire beş on eşkıyanın vücudunu ortadan
kaldırmak için icab eden küçük fedakarlığı göze almıyor.
Millet (...) hala kendisini aldatan bu heriflere niçin diyemiyor ki “Ey hainler, ey Allah’tan korkmayan ve
Peygamberden haya etmeyen mahluklar, muharebe ettiniz başımızı bin türlü belalara soktunuz, mağlup
oldunuz, şimdi niye tekrar, gücünüz yetmediğini ikrar ve imza ettiğiniz devletleri yeniden kızdırarak
üzerimize husumet ve gazaplarını davet ediyorsunuz?
İngilizleri kızdırdınız, üzerimize Yunanlıları musallat ettiler. Harpte mağlup olduktan sonra uslu oturmak
ve mağlubiyetin neticesine katlanarak telafisini sabr–u sükun ve akl–u tedbir dairesinde izale etmekten
başka çare var mıdır?
Düşünmüyor musunuz ki Yunanlılara fazla zayiat verdirmek bile bundan sonra bizim için hayırlı ve
menfaatli bir şey olmaz.
Hem sizler ey yalancı ve deni şâkiler!
(...) Kendinize ne hakla, ne yüzle Kuva–yı Milliye namını veriyorsunuz? Utanmaz hainler, artık yetişir,
yakamızı bırakın. Cenab–ı Hakk’ın gazap ve laneti sizin üzerinize olsun.”
SAİD NURSİ’YE GÖRE PATRİK ATHENAGORAS GİZLİ MÜSLÜMANMIŞ
Garibüzzaman Said Kürdî’nin bağrına bastığı ve hatta "gizli Müslüman" diye (M. İsmail Tezer, Mehmet
Emin Birinci ile ropartaj Yeni Asya, 23 Mart 2005,; Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal
Tarihçe–i Hayatı, İstanbul 1990, C.2, s. 1479.) etrafa yayıp temize çıkartmaya çalıştığı 1950’lerin
Ekümenik sevdalı Fener Patriği Athenagoras’ın sicili, Ekümenik sevdalı Patrik Bartholomeus’la sarmaş
dolaş olan günümüzün diyalogcu nurcularının da kimliğini ortaya çıkartması bağlamında önemli bir
işarettir.
PATRİK ATHENAGORAS RUM ÇETESİNİN BAŞI
Patrik Athenagoras, Milli Mücadele yıllarında Anadolu’daki Rum azınlıkları kışkırtmak üzere kurulan Mavri
Mira teşkilatının kurucusudur (Bkz. M. Kemal Atatürk, NUTUK, Vesika 1, Erzurum / 22 Ağustos 1919).
Athenagoras, yetkisi olmadığı hâlde kendisini "Konstantinopolis Ekümenik Patriği " ilân etme cüretinde
bulunmuştur (Bkz. Doç. Dr. M. Süreyya Şahin, Fener Patrikhanesi ve Türkiye, Ötüken Neşriyat, İstanbul
1996, s.309). Time ve Fortune dergileri, Kıbrıs meselesinde EOKA katilleriyle işbirliği yapmış baş
tahrikçinin Patrik Athenagoras olduğunu, Makarios ve beraber çalıştığı papazların Patrik Athenagoras’a
bağlı bulunduğunu, dolayısıyla ondan emir aldıklarını ilân etmişlerdir. (Doç. Dr. M. Süreyya Şahin, Fener
Patrikhanesi ve Türkiye, Sonuç böl. Ötüken Neşriyat, İstanbul 1996).
ABD BAŞKANI TRUMAN’IN TALİMATIYLA PATRİK OLAN
ÇETEBAŞI
Athenagoras’ın vaziyetini eski diplomat Oğuz Gökmen’den ve Necip Fazıl’dan dinleyelim:
Savaş sonrasında ABD, New York Metropoliti Athenagoras’ı Patrik yapmak istiyordu. Amerikalılar, 1948’de
"Rus yanlısı" olarak gördükleri Patrik Maksimos’un görevinden alınıp yerine Athenegoras’in getirilmesi için
yoğun bir faaliyet içine girdi. Maksimos’un sunduğu bazı şartlar kabul edildi ve 18 Ekim 1948’de istifa
etmesi sağlandı. Amerika’dayken Fener Rum Patrikliği’ne seçilen Athenegoras, Amerika’dan Başkan
Truman’ın özel uçağıyla 26 Ocak 1949 günü İstanbul’a geldi ve ertesi gün merasimle taç giydi. İsmet
Paşa olumlu, Büyükelçimiz eski Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu da bence haklı nedenlerle bu işe
karşı çıkıyordu. Sonunda İsmet Paşanın dediği oldu. Türk vatandaşı olmadığı için Patrik olması Lozan
anlaşmasına göre mümkün olmayan ABD vatandaşı Athenegoras, Başkan Truman’ın İnönü’den özel talebi
üzerine bir gecede ’fevkalade telsik’ yoluyla Türk vatandaşlığına kabul edildi. Daha sonraları Dışişleri
Bakanı olan İhsan Sabri Çağlayangil, Emniyette pasaport işleri yapıyordu. Ona demişler ki: "Bu işi hallet.
Athenagoras’ı Türk uyruklu göster". Çağlayangil de kitabına uydurmak için "Bu adam vaktiyle Selanik’te
doğmuş olsun. Selanik de önceden Türk toprağıydı" şeklinde bir kimlik ve köken ihdas etti. Neticede
Athenagoras, Fener’e Patrik oluverdi.
Yetinmedi tabii; Fener, Patriğe dar geliyor, Eyüp nahiyesinin tamamını istiyordu. Heybeliada Ruhban
Okulunun açılmasında da ısrarlı idi (Oğuz Gökmen, Türkiye, 24 Temmuz 2005; Akşam, Patrikhaneye ithal
ruhban, 4 Mart 2004; Necip Fazı, Büyük Doğu, Ördeklerden bir filo / Bir de Kazdan amiral).
ATHENAGORAS’I HAZMETTİRME İŞİNİ GARİBÜZZAMAN ÜSTLENDİ
Türk vatandaşı olmayan, Milli Mücadele yıllarında Rum azınlığı kışkırtmak üzere Mavri Mira derneğini
kuran, Kıbrıs’ta EOKA’cı katillerin baş tahrikçisi olan bir Amerikan vatandaşının truman’ın bir gece yarısı
"özel talep"iyle Fener’e Patrik yapılması elbette hazmedilecek türden bir iş değildi.
Topluma ve üst düzey muhafakâr çevrelere "Athenagoras’ın bir gece ansızın Patrik yapılmasını
hazzettirme işi"ni ise Garibüzzaman üstlenmişti. Derhal Fener’e kapağı atan Garibüzzaman’a göre
Athenagoras, tam bir "gizli Müslüman"dı. Öyle tepki verilecek bir adam değil, bilakis baştâcı yapılması
gereken bir papazdı (Bkz. M. İsmail Tezer, Mehmet Emin Birinci ile ropartaj Yeni Asya, 23 Mart 2005,;
Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal Tarihçe–i Hayatı, İstanbul 1990, C.2, s. 1479).
BAKIN ŞU GARİBÜZZAMAN MASALINA: PAPAZ MÜSLÜMANMIŞ
Garibüzzaman’ın talebesi Muhsin’in anlattıklarına kulak verin Allah aşkına, din namına dönen dolaplara
bakın…
"Birgün yine Muhsin’le Üstadın yanına geldiğimizde görüşürken farklı bir hâlet–i Ruhiye hissettim, merak
ettim ve sordum. Üstad Hazretleri o gün Fener Patrikhanesine giderek Patrik Athenagoras’ı ziyaret etmiş
ve ziyaret esnasında kendisine hitaben, ’Siz Kur’ân’ı Allah’ın kitabı, Hz. Peygamberi de peygamber kabul
etseniz ve Hıristiyanlığın da dini hakikîsiyle amel etseniz ehl–i necat olacaksınız’ demiş. O da ’Ben kabul
ediyorum’ diye cevap vermiş. Üstad tekrar ’Dünyadaki diğer ruhanî reisler de kabul ediyorlar mı?’ diye
sormuş. O, ’Onlar kabul etmiyorlar’ demiş. Üstad kendisini gayet hürmetle karşılamış olduklarını söyledi"
(Bkz. M. İsmail Tezer, Mehmet Emin Birinci ile ropartaj Yeni Asya, 23 Mart 2005,; Abdülkadir Badıllı,
Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal Tarihçe–i Hayatı, İstanbul 1990, C.2, s. 1479.)
Şimdi siz, imanî ve tarihî değerlendirmenizi yapıp kalbî hükmünüzü verin...
1950’lerde ABD’nin bir gece yarısı özel uçakla gönderip Fener’e ekümenik Patrik tayin ettirdiğinde onunla
sarmaş dolaş olan ve onu tezkiye etme misyonu üstlenen Garibüzzaman ile bugün aynı Amerikan zırhlı
ekümenik sevdalı Bartholomeus’la sarmaş dolaş haldeki diyalogcu nurcuların ve Amerika’da mukim
Rabbin aciz kulunun "aynı eksendeki" hizmetleri neye delalet eder?
Said Nursî’nin Amerika ile ilgili şu ifadeleri, aklı ve imanı olanlar için oldukça manidar olsa gerektir:
“…Küre–i Arz’ın şimdiki en büyük devleti Amerika’nın bütün kuvvetiyle din hakikatlerine taraftar çıkması
ve İslamiyetle Asya ve Afrika’nın saadet ve sükünet ve müsalaha bulacağına (barış bulacağına) karar
vermesi ve yeni doğan İslam devletlerini okşaması ve teşvik etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırkbeş
sene evvel olan müddeayı isbat ediyor, kuvvetli şahit olur.”
(Tarihçe– Hayat , 88, Arabi Hutba–i Şamiye Eserini tercümesi / Birinci Kelime / Haşiye, İçtima–i
Reçeteler II/101, Arabi Hutbe–i Şamiye Eserinin Tercümesi / Birinci Kelime/Haşiye)
Bu tarihi gerçekler, şifre kırmak ve kimin ne olduğunu tanımak için yeter de artar bile…
“HIRİSTİYAN NUR TALEBELERİ”
Diyalogcu nurcular, halvet halinde oldukları papaz ve hahamlarının yanlarında veya Batı lobilerinde
kendilerinin Müslüman rahip veya Hıristiyan nurcular olarak tanınmalarını iftihar vesilesi kabul ederler.
Ancak bu kimlik ve misyonlarının Müslüman Türk Milleti tarafından bilinmesine ise korkunç biçimde tepki
gösterirler. Adeta Pavlos’un öğretileri istikametinde "papaz ile papaz gibi, Müslüman ile Müslüman gibi
görünme"yi "hizmet şiarı" edinmişlerdir.
Başlıkta kullandığım "Hıristiyan nur talebeleri" nitelemesi, bana ait değil… Yeni Asya’cıların önde gelen
zevatından M. Emin Birinci’ye ait.
F. Gülen için ilk defa "Müslüman Rahip" nitelemesini, gazetesindeki makalesinde Ertuğrul Özkök yaptı
(Bkz. Hürriyet, 4 Eylül, 2000). Diyalogcu nurculardan hiç kimse tepki göstermedi, kınamadı, dava etmedi.
Hatta bir gün sonra Zaman gazetesi, sözkonusu nitelemeli ve "Mürteci mi, yoksa ’Müslüman Rahip’ mi?"
başlıklı makaleyi kendi sayfalarına aktardı, baş tâcı yaptı (Bkz. Zaman, 5 Eylül 2000).
PAPAZ VAVEYLASININ KOPTUĞU AN…
Ne zaman ki, Müslüman Türk Milleti, T. Üçal, Y. Kapusuz, S. Yüksek gibilerin "nurcu papaz" (Bkz. Milliyet,
15 Aralık 2001; Tempo, 28 Mart 2005; Zaman, 1 Nisan 2005) şeklindeki haberlerini okudu, pişmiş aşa su
katıldı, vaveyla koptu.
Ne zaman ki, Müslüman Milletimiz, "nurcu papaz" diye manşete çıkarılan bu gençlerin "diyalogcu
nurcuların öğrenci evleri"nde yetiştiklerini ve kendi kolejlerinde görev yaptıklarını (Bkz. Zaman, 1 Nisan
2005; Milliyet, 15 Aralık 2001) öğrendi ve böylece "diyalogcu nurcuların foyası"nı keşfetmeye başladı;
işte orada hesap bozuldu, vaveyla koptu, bu işe papazlar bile kızmaya başladılar (Bkz. Zaman, 1 Nisan
2005).
BİR PAPAZ MASALI…
Bütün bu "papazsal" gelişmeleri, ayne’l yakın, ilme’l yakın ve hakka’l yakın biliyorduk. Ancak, 1992
yılından bu yana diyalogcu nurculardan olan ve şimdi artık onlardan yakasını kurtardığı için şükreden
Ünye’den "adı bende mahfuz" bir kardeşimin beş–altı arkadaşla birlikte bir yemekte iken bizzat naklettiği
"sohbetlerde menkıbe olarak anlatılan bir papaz masalı", himmet toplantılarının ve kimi nur sohbetlerinin
"hangi tür papaz masalları" etrafında döndüğünün göstergesi oldu…
Ünye’deki eski bir şakirdin anlattığına göre, İstanbul’dan gelen üst düzey bir ağabey himmet toplantısında
konuştu bunu.
Masal şöyle; İstanbul’da papazın birisi Pazar ayinini yönetiyormuş. Tam ayinin ortasında öğle ezanı
okunmuş. Papaz, ayinini derhal yarıda keserek içeri girmiş. Kilisedeki ayine iştirak eden üç–beş kişi dona
kalmışlar. Papaz, 10–15 dakika sonra kolları, saçı–sakalı ıslak ve başı mesh edilmiş vaziyette tekrar
ayinini yönetmek üzere öne geçmiş. Niye ıslakmış biliyor musunuz? Papaz, gizlice öğle namazını kılmak
için içeri geçmiş, namazını kılmışmış, tekrar ayinin yönetmek için geri dönmüş. Bu da güya "gizli
Müslüman nurcu bir papaz"mış… Böyle çok papaz varmış; her papazı öyle küfürle itham etmek yanlışmış,
çok ağır bir vebalmış…
HIRİSTİYAN NUR TALEBELERİNİ YETİŞTİREN AŞK
Diyalogcu nurcuların Müslüman kılığına bürünerek güya hizmet adına sergiledikleri şu "vahim Haçlı
tiyatrosu" bile, Müslüman milletimizin tüylerini diken diken etmeye yetiyor, yetmelidir.
Diyalogcu nurcuların "derin papaz aşkı", sadece Vatikan’ın Türkiye temsilcisi Monsenyör Marotvich’in
"ekranlardaki Cevşen şov"ları ve diyalog toplantılarının demirbaşı Cizvit papazı Thomas Michel’in "Said–i
Nursi’nin İslam tarihinde ilk defa Hıristiyanlara şehadet mertebesi lütfettiğini keşif ve ilan ederek
kendisine methiyeler" düzmesiyle izah edilemez elbette… Bu aşk, "Papalık misyonunun bir parçası
olmak"tan (Bkz. Zaman, 10 Şubat 1998, F. Gülen tarafından Papa’ya sunulan mektup) gelmektedir.
Ve bu aşk, karşılıklı semeresini vermektedir; diyalogcu nurculardan "Müslüman rahip"ler ve "nurcu
papaz"lar türediği gibi (Bkz. Hürriyet, 4 Eylül, 2000; Milliyet, 15 Aralık 2001; Tempo, 28 Mart 2005;
Zaman, 1 Nisan 2005), Hıristiyanlar arasından da "Hıristiyan nur talebeleri" türemiştir (Yeni Asya, K.
Güleçyüz, Risale–i Nur ve Papalık, 10 Nisan 2005; Yeni Asya, M. İsmail Tezer, Mehmet Emin Birinci ile
ropartaj, 23 Mart 2005).
SAİD–İ NURSİ’DEN PAPAZ THOMAS MÜJDESİ…
Nitekim nurcuların önde gelenlerinden M. Emin Birinci’nin anlattığına göre, kadının biri rüya görmüş,
rüyasında Üstad "Thomas Michel Hıristiyan Nur Talebelerinin birincilerindendir" demiş… (Yeni Asya, M.
İsmail Tezer, Mehmet Emin Birinci ile ropartaj, 23 Mart 2005).
Bu, basit bir rüya hadisesi değildir şüphesiz. Bakınız, bu "nurcu papaz"a dair rüyanın hikmeti neymiş?
Mevta Papa’ya rahmet okuyan (Yeni Asya, K. Güleçyüz, Papa, 03 Nisan 2005) Yeni Asya’nın başyazarı
Kazım Efendi, bu hikmeti şöyle açıklıyor:
Muhterem Mehmet Emin Birinci’nin Yeni Asya’nın 23 Mart sayısında çıkan mülâkatında "Hıristiyan Nur
talebelerinin birincilerinden" olarak nitelenen Thomas Michel örneğinde görüldüğü gibi bizatihî Vatikan’ın
içine kadar nüfuz ettiğini gösteriyor (Bkz. Yeni Asya, K. Güleçyüz, Risale–i Nur ve Papalık, 10 Nisan
2005).
Yukarıda naklettikleri bir rüya ile bizzat Garibüzzaman Said–i Kürdî tarafından "Hıristiyan Nur
Talebelerinin birincilerinden" diye müjdelenen Cizvit papazı Thomas Michel ise "şifreyi çözüyor"; Kazım
Efendi de bu "özel papaz şifre"sini ballandıra ballandıra şöyle aktarıyor:
"Dünyadaki Katolik Hıristiyanların manevî lideri Papa II. John Paul’ün bütün sözleri, Risale–i Nur’da tarif
edilen medeniyeti işaret ediyor" (Bkz. Yeni Asya, K. Güleçyüz, Papa, 03 Nisan 2005; T. Michel, Hz. İsa’nın
Geri Dönüşü, İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 2004, s. 58).
Aynı Yeni Asya’da serdedilen "Samîmî bir dindar olan Monsenyör Marovitch’i, Bediüzzaman Hazretlerinin
’Müslüman İsevîleri’ dediği grupta zikretsek abartmış olmayız kanaatindeyim…" (Yeni Asya, M. İsmail
Tezer, Monsenyör George Marovitch ile röportaj, 30 Mart 2005) ifadesi ve yaklaşımı, oldukça dikkate
değer değil mi?
Bütün bu nurlu Hıristiyan meyvelerinin maalesef kimi "nurculuk ve diyalog" bahçesinde eşkin attığını
görmemek için, sadece kafa gözünün kör olması yetmez, kişinin aynı zamanda kalp gözlerinin de kör
olması, basiret ve iz’andan yoksun olması lazımdır…
Ne diyelim; Yüce Allah, "vazifesi Muhammed ümmetini peygamberinden kopartarak Hıristiyan ve
Yahudilerin itikadına sürüklemek” olan Deccallerin (Ebu Davud, Sünen, Fiten, 1, Melahim 3; İbn Mace,
Sünen, Fiten, 9) şerrinden ve ahir zaman fitnelerinden imanımızı muhafaza eylesin, encamımızı da
hayreylesin.
AHİR ZAMAN HADİSLERİNDE DECCALİZM VE HAÇLI İTTİFAKI
Fetullah Gülen de 9 Şubat 1998 günü Papa’yı ziyaretinde sunduğu mektubunda “Papalık misyonunun bir
parçası olmak üzere huzurda bulunduğunu” ilan etmiştir. Bu mektubu, 10 Şubat 1998’de Zaman
gazetesi, aynı haftaki Aksiyon dergisi yayınlamıştır.
Dinlerarası diyalog, Papalığın II. Vatikan Konsili’nin 4. oturumunda kabul edilen, “Nostra Aetate” diye
maruf Konsil metninde aktarılan ve 28 Ekim 1965’te Papa VI. Paul’un onayıyla ilan edilen, “Papalığın 3.
bin yıl hedefi olarak açıkladığı Asya’nın Hıristiyanlaştırılması projesi”nin bir yöntemidir. Papalığın “çağdaş
Hıristiyanlaştırma ve misyonerlik usûlü”dür. (Bakınız; John W. O’Malley, “Reform, Historical Conciousness
And Vatikan Ii’s Aggiornamento, Theological studies, 1971 XXXII/4; M. Raukanen, The Catholic Doctrin of
Non–Christian Religions According to the Second Vatikan Council, New york 1992, 35; The Second
Vatikan Council, Nostra Aetate, 1–4).
Müslümanların kalbinden ve kelime-i Tevhid’de İslam’ın temel rüknü olan Hz. Muhammed’e imanı sökme
gayreti, kişiyi İslam dairesinden çıkartır, küfre sürükler. (Muhammed b. İsmail er–Reşîd, Tehzib’ü
Risalet’il Bedri’r–Reşîd fi Elfâz’il Mükeffirat, vr 12, Yahya bin Ebi Bekr, Esir’ul–Melahide, vr 11b. A.Z.
Gümüşhanevî, Camî’ül Mütûn, c.1, Elfaz–ı Küfür, b. 2)
Alemlere rahmet Hz. Muhammed’in kıyametin büyük alameti olarak uyardığı, hatta tüm peygamberlerin
kendi ümmetlerini ikaz ettikleri Deccal, Müslümanlar arasından çıkacaktır (Ebu Davud, Sünen, Fiten, 1;
İbn Mace, Sünen, Fiten, 9).
Bu deccalların veya onun avanesinin gayretiyle Ümmet–i Muhammed’den gruplar halinde müşriklere,
Yahudi ve Hristiyanlara iltihaklar yaşanacaktır (Ebu Davud, Sünen, Fiten, 1; İbn Mace, Sünen, Fiten, 9;)
Bu süreç, aynı zamanda İstanbul’un Haçlı fitnelerine maruz bırakılacağı günler olacaktır (Ebu Davud,
Sünen, Melahim 3, (4294).
Bu hususta Rasulullah’ın şu ikazları elbette hayatidir:
“Şu bir gerçek ki, ümmetim adına korktuğum en önemli şeylerden biri de, dalalete saplanmış yöneticiler
ve önderlerdir. Ümmetimden… bazı gruplar (Hak din olan İslam’dan saparak) müşriklere katılacaklardır.
Kıyamete yakın zamanda deccallar türeyecektir. Bunların sayısı 30 (ilâ 70) civarında olacaktır. Bunların
kimi kendisini peygamber, (kimi de Mesih) zannedecektir… Ve lakin ümmetimden bir grup sürekli olarak
Hak üzere olacaktır. Onlar Allah’ın yardımını göreceklerdir. Allah’ın emri (olan kıyamet) gelinceye kadar,
bu kendilerine ters düşerek Hak’tan ayrılanlar onlara asla zarar veremeyecektir” (Ebu Davud, Sünen,
Fiten, 1; İbn Mace, Sünen, Fiten, 9).
Resulullah (sav) “Beytu`l Makdis`in imarı Yesrib`in harabıdır (yani Beyt’ul Makdis’in imarını müteakip
Medine bölgesinin harap edilmesi sözkonusudur). Yesrib`in harabı, melhamenin (katliamların yoğun
olduğu savaşların) çıkmasıdır. Melhame, İstanbul`un fethidir, İstanbul`un fethi Deccal`in çıkmasıdır!”
buyurdular. Sonra elini (Resulullah), konuşmakta olduğu kimsenin (yani Hz. Muaz`ın) dizine vurdular ve:
“Bu söylediğim kesinlikle hakikattir. Tıpkı senin burada oturman hak olduğu gibi” buyurdular.” Hz. Muaz
burada kendisini kasdetmektedir. [Yani Aleyhissalatu vesselam`ın konuştuğu ve dizine elini vurduğu
kimse Muaz İbnu Cebel (ra)`dir.]” (Ebu Davud, Sünen, Melahim 3, (4294)
Irak’taki vahşi işgallerin ahirzamanın hangi türden fitnelerin tezgahlayacağına ve onlara arka çıkanların
gerçekte kimlerle beraber olduğuna dair Rasulullah’ın tenbihleri de çok manidardır:
Hz. Ömer’in oğlu Abdullah anlatıyor:
Allah Rasulü, sahabeleriyle otururken, birden bire “Ey Allahım, Şam’ımızı bize mübarek kıl, Yemen’imizi
de…” diye dua etmeye başlar. Etrafındaki sahabe “Irak’ımıza da…” diye ekle istirham ederler. Efendimiz,
onların taleplerini duymazlıktan gelerek aynı şekilde “Ey Allahım, Şam’ımızı bize mübarek kıl, Yemen’imizi
de…” duasını tekrarlar. Sahabe, “Irak’ımızı da ilave et…” der.
Üç–dört kez bu iş böyle tekrar eder. Rasulüllah (SAV) Irak’ı ilave etmez.
Bir müddet durakladıktan sonra Allah Rasulü, “Hayır, oraya fitneler ve dünyayı sarsacak gelişmeler hakim
olacak. Şeytan’ın orduları –Deccal’in askerleri– oradan ortaya çıkıp (ümmet-i Muhammed’e) musallat
olmaya kalkışacaktır” buyurdular. (Buhari, Sahih, c. 2, İstiska, 28; c. 8, Fiten 16; Tirmizi, Sünen,
Menakıb, 50–3949).
Hz. Ömer’in oğlu Abdullah (ra) bu hadis–i şerifi sahabeye naklettiği esnada, birisi yanaşarak “Bu fitne
nedir?” diye sorduğunda sahabelerin bilginlerinden İbn Ömer (ra) adama, “Anası doğurmayasıca, bu
fitnenin ne olduğunu bilmiyor musun? (İslam’ı terk ederek müşriklerin, Hristiyanların ve Yahudilerin)
dinlerine iltihak etmektir fitne…” buyurur (Buhari, Sahih, c. 8, Fiten, 16).
Alemlere rahmet Hz. Muhammed’in bir başka ikazı ise şöyledir:
“Şu bir gerçek ki, ümmetim adına korktuğum en önemli şeylerden biri de, dalalete saplanmış yöneticiler
ve önderlerdir. Ümmetimden… bazı gruplar (Hak din olan İslam’dan saparak) müşriklere katılacaklardır.
Kıyamete yakın zamanda deccallar türeyecektir. Bunların sayısı 30 (ilâ 70) civarında olacaktır. Bunların
kimi kendisini peygamber, (kimi de Mesih) zannedecektir… Ve lakin ümmetimden bir grup sürekli olarak
Hak üzere olacaktır. Onlar Allah’ın yardımını göreceklerdir. Allah’ın emri (olan kıyamet) gelinceye kadar,
bu, kendilerine ters düşerek Hak’tan ayrılanlar onlara asla zarar veremeyecektir” (Ebu Davud, Sünen,
Fiten, 1; İbn Mace, Sünen, Fiten, 9).
Yüce Allah, Mü’minlerin, bu ahirzaman fitnelerinden korunması, insanlığın da rahmet ve barışa erişmesi
için durmaları gereken safı Maide Suresi’nin 51-55. ayetlerinde apaçık belirlemiştir; o saf, asla Haçlı safı
değildir. Allah, Rasulü ve mü’minlerin safıdır:
“51. Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirlerinin dostlarıdır.
İçinizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır (o da Yahudilerdendir, o da Hıristiyanlardandır).
Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu hak yoluna eriştirmez.
52. Kalblerinde hastalık bulunanların “başımıza küresel bir belanın gelmesinden korkuyoruz” diyerek o
(Yahudi ve Hıristiyanlar)ın arasında koşuşturduklarını görürsün... Umulur ki Allah, bir fütuhat yahut
katından bir emir getirecek de (Müslüman gibi görünen) onlar, içlerinde gizledikleri şeyden dolayı pişman
olacaklardır.
53. (O zaman) iman edenler: “Bunlar mıdır, sizinle beraber olduklarına bütün güçleriyle yemin edenler!?”
diyeceklerdir. Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir; ahirette de hüsrana uğrayacaklardır.
54. Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, kendisinin sevdiği ve kendisini seven,
Müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir topluluk getirecektir. (Bunlar)
Allah yolunda mücadele ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, Allah’ın, dilediğine
verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.
55. Sizin dostunuz, ancak Allah’tır, Resulü (Muhammed)dir ve iman eden mü’minlerdir; o (mü’minler)ki
Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazlarına devam ederler, zekâtlarını verirler.
56. Kim Allah’ı, Resûlü (Muhammed)ini ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki), üstün–galip gelecek
olanlar şüphesiz Allah’ın tarafını tutanlardır.”
Unutmayın Deccal ve avanesinin fitnesi, kıyamete dek hep hak din olan İslam ve hz Muhammed’in yolu
olan sırat–ı mustakim üzere bulunan bir topluluğa etki edemeyecektir. Deccal’in fitnesini, sayıları az da
olsa işte bu Hak ve haklı topluluk sona erdirecektir (Ebu Davud, Sünen, Fiten, 1; İbn Mace, Sünen, Fiten,
9)
SAİDİ NURSİ AMERİKANCIYDI
Günümüz Müslümanlarının bir kısmı, şu veya bu sebepten dolayı, Türkiye’nin AB’ye entegrasyonunu
hararetle savunuyor. Türkiye, Avrupa’ya tam olarak entegre olursa dini yönden daha özgür bir ortama
kavuşacaklarına inanıyorlar.
Müslümanların bu düşünceye itilmesinde, 28 Şubat’ı yapan “ABD güdümündeki post modern darbe
ekibinin”, Müslümanlara karşı sistematik bir baskı politikası uygulayarak, onlarda; “ bu ülkede bize fayda
yok, ancak AB’ye girersek dini özgürlüklerimize kavuşuruz” düşüncesi oluşturması yol açtı.
Bu zaten başlı başına bir oyundu.
Bu süreç sonunda, AB’ye “Haçlı Kulübü” diyen Erdoğan ve ekibi, önce mazlum ve mahkum rolüne itildi,
sonra iktidar payesine kavuşturuldu ve 28 Şubat’ın dehşetli generali Çevik Bir ile çok yüksek bir
samimiyet ve işbirliği içine sokularak, Türkiye’nin AB’ye sokulmasında baş rollerde oynatılmaya başlatıldı.
Diğer bir “AB’ci” kesimi ise Saidi Nursi’nin peşinden giden, gazeteleriyle, televizyonlarıyla onun
misyonuna sahip çıkan, Dinlerarası Diyalog denilen başbelası misyonerlik projesini bu ülkenin başına
musallat eden, “İsevi Müslümanlar” tabirine aşık bir grup oluşturuyor.
Bu kesimin gazetelerinde hemen her gün tam bir Avrupa ve Amerika imanı görürsünüz.
Bunların Türkiye’ye dair zerre bir “umutları” yoktur, bütün hayalleri, arzuları, özgürlük beklentileri, “AB’ye
entegrasyonu ve Amerika ile menfaat birliğine girme” üzerine kurguludur.
Zoru görünce hemen Amerika’ya koşar, CIA’nın kendilerine tahsis ettiği itihbarat elemanlarının
kontrolünde, çiftliklerde baron gibi yaşarlar.
Amerika ve Batı hayranlığının en üst düzeye ulaştığı bu kesimdeki bu “en üst düzet ecnebi hayranlığını”,
Saidi Nursi’nin kendilerine gösterdiği hedefte ve biçtiği misyonda aramak lazımdır.
Saidi Nursi, hayatı boyunca, Şimal’den yani Kuzey’den, yani Rus cenahından geleceğini iddia ettiği
dinsizlik cereyanına kaşı çıkmakla dikkat çekti. Bunu yaparken de müthiş bir Batı hayranlığına kapıldı,
Batı’nın Müslümanlara ve İslama büyük özgürlükler vereceği hayali ile hareket etti.
Başlıbaşına ele alınması gereken bu konuyu biz, yerimizin darlığı sebebiyle özü itibariyle aktaracağız.
Bakınız Saidi Nursi ne diyor:
“İsevilik dini ve o dinden gelen adat–ı müstemirresini muhafaza hesabına çalışan bir hükümet ile
(Hristiyanlığın sağlam kurallarını sürekli savunan hükümet, y.n) resmi ilanıyla, zulmetli pis menfaati için
dinsizliğe ve bolşevizme yardım edip terviç eden (destekleyen) bir diğer hükümet ki, yine hasis menfaati
için İslamlarda ve Asya’da dinsizliğin intişarına tarafdar olan (yayılmasını isteyen) fitnekar ve cebbar
(zorba) hükümetlerle muharebe eden evvelki hükümetin şahs–ı manevisi temessül etse ve dinsizlik
cereyanının bütün taraftarlarının şahs–ı manevisi tecessüm eylese ... (Kastamonu Lahikası 76–78,
Yirmiyedinci mektuptan)
Saidi Nursi burada sözümona Deccal ile ilgili ağdalı ve mesnetsiz iddialarla dolu bir bahiste bu ifadeleri
kullandığından konuyu sadece bizi ilgilendiren boyutuyla ele alacağız.
Burada, İkinci Dünya Savaşı yıllarından bahseden Saidi Nursi, savaşta “Hristiyanlığın sağlam kurallarını
sürekli savunan hükümet” diye vasıflandırdığı Batı hükümetlerine alkış yağdırıyor. Zorba ve dinsiz Şimal
hükümetlerine ise verip veriştiriyor.
Rusya pis, Batı temiz oluyor!
Bu satırları okuyanlar İkinci Dünya Savaşı’nın sanki bir din savaşı olduğunu zannedecekler. Almanya’nın
sanki Rus dinsizliğini yok etmek için Rusya’ya saldırdığını zannedecekler.
Elbette ortada bir din savaşı yok. Emperyalizmin paylaşım, sömürü ve yayılma savaşı var. Emperyalizmin
toprak ele geçirme savaşı var. Leningrad’ı kuşatan Alman orduları için “Hristiyanlığın sağlam kurallarını
sürekli savunan bir hükümet” ifadesinin kullanıldığını Hitler duysaydı, herhalde kahkahalar atardı.
Saidi Nursi’nin Amerika hakkındaki ifadeleri çok daha dudak uçuklatıcı bir hüviyet arzeder.
Yeniden risalelere dönelim. Saidi Nursi şöyle diyor;
“…Küre–i Arz’ın şimdiki en büyük devleti Amerika’nın bütün kuvvetiyle din hakikatlerine taraftar çıkması
ve İslamiyetle Asya ve Afrika’nın saadet ve sükünet ve müsalaha bulacağına (barış bulacağına) karar
vermesi ve yeni doğan İslam devletlerini okşaması ve teşvik etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırkbeş
sene evvel olan müddeayı isbat ediyor, kuvvetli şahit olur.”
(Tarihçe– Hayat , 88, Arabi Hutba–i Şamiye Eserini tercümesi / Birinci Kelime / Haşiye, İçtima–i
Reçeteler II/101, Arabi Hutbe–i Şamiye Eserinin Tercümesi / Birinci Kelime/Haşiye)
Ne diyor Saidi Nursi :
“Dünyanın şu anki en büyük devleti Amerika bütün kuvvetiyle dini hakikatlere sahip çıkıyor”
Başka?
“Amerika, Asya ve Afrika’da İslamiyetle beraber huzur ve saadet geleceğine karar verdi!!!”
Başka?
“Amerika yeni doğan İslam devletlerini okşadı ve onlarla ittifak etti”
Amerika bütün Asya’da, Afrika’da ve Ortadoğu’da, hülasa adım attığı her İslam beldesinde, kan ve
gözyaşı bırakırken, ırzına geçilmiş Müslümanlar bırakırken, Ebu Garipler, Samarralar bırakırken Said Nursi
, o “engin!” tesbitiyle, Amerika’nın İslam ülkelerine huzur ve saadet getirdiğini anlatıyor.
Bugün, O’nun yolunu takip edenler de, Amerika’nın ve Batı’nın getireceği huzur ve saadeti bekliyorlar.
Allah aşkına; Siz hiç işgale ve emperyalizme böylesine alkış tutan bir ifadeye rasladınız mı?
“Amerika yeni doğan İslam devletlerini okşamışmış!!!”
Hani ırzlarına geçti dese tamam da söze bak: “okşadı!”
Müslümanlara uyuz köpek muamelesi yapan, Irak’ta, Afganistan’da, Somali’de ve adım attığı her İslam
coğrafyasında yamyamca bir sapıklıkla katliam, ırza tasallut, işkence ve İslam düşmanlığı sergileyen,
“Küre– Arzın bu en büyük katiline” böylesine alkışlar yağdıran bir adama, böyle konuşma hakkını nereden
aldığını sormak gerekmiyor mu?
Ve Dinlerarası Diyaloğu savunan Said Nursi taraftarlarının Batıcı, Amerikancı bazı Nurcuların bu ilhamı
nereden aldıkları apaçık ortada değil mi?
İnşallah bir kısmını ayıktırabiliriz.
O zaman ne mutlu bize.
Biz bunları yazdıkça organize bir küfür edebiyatına başvuranlar yazılarımızı okumaya devam etsinler, çok
daha şok edici dosyaları açmaya karar verdim.
SAİDİ NURSÎ’DEN ASKERE GİTMEYİN ÇAĞRISI
Saidi Nursi’nin Hıristiyan ve misyonerlere olan yoğun ilgisini ele alarak, bu ilginin Nurculara misyonerlerle
ittifak halinde olunması çağrısında yapma noktasına gelmesinin temellerini irdelemeye çalışmıştık.
Bu irdelemelerimizde vardığımız ilginç bir sonuç ise, Saidi Nursi’nin, Birinci Dünya Savaşı’nda
Müslümanlara karşı savaşıp ölen Hırstiyanlar için söylediği, “Kafir de olsalar, onlar hakkında Rahmet–i
İlahiye’nin mükafatları vardır” şeklindeki dudak uçuklatan sözleri idi.
Bu yazılarımıza aldığımız tepkiler genellikle “Saidi Nursi’nin Kafkas Cephesi’nde Ruslara karşı savaşa
katıldığını niye unutuyorsunuz?” noktasında odaklanıyordu.
Hayır, unutmadık!
Uyduruk kerametler
Saidi Nursi taraftarlarının en çok övündükleri husus, onun Kafkas Cephesi’nde Ruslara karşı savaşa
katılmasıdır. Saidi Nursi’nin cepheye neden gitiği ya da gönderildiği daha sonra ayrıca ele alınıp
değerlendirilecektir. Acaba Saidi Nursi cephede Ruslara kurşun sıkmış mıdır, aktif olarak savaşa katılmış
mıdır? Bu konuda nurcu yayınlarda tam bir masalsılık ve efsane havası, uyduruk kerametlerle Saidi
Nursi’yi havalara uçurma mantığı hakimdir.
Kafkas Cephesine giden Said; burada yazdığı İşaratül İcaz’da yine Hıristiyanlara seslenir ve şöyle der:
“Kur’an size bütün bütün dininizi terk etmeyi emretmiyor. Ancak itikatınızı ikmal ve yanınızda bulunan
esasat–ı diniyye üzerine üzerine bina ediniz diye teklifte bulunuyor.” (İşaratül İcaz s.55)
Yüzde kaç müslüman olacaklar?
Halbuki Sadi Nursi’nin söylediğinin tam aksine “Kur’an, Hristiyanlar’a dinlerini tamamen terk etmelerini,
teslis yerine Tevhid’e koşmalarını, İncil’e değil Kur’an’a inanmalarını, Hz. Muhammed’i son peygamber
olarak kabul etmelerini emreder.
Saidi Nursi Hristiyanlar’a “bütün bütüne dininizi terk edin” diye çağrıda bulunan Kur’anı adeta tahrif
ederek, bunun tam tersini yansıtır risalelerine. Eğer Hristiyanlar dinlerini tam olarak terk etmeyeceklerse
yüzde kaç Müslüman olacaklardır? Yüzde on, yirmi, otuz?!!!!
Tam olarak dinlerini terk etmeyen, biraz Hristiyan, biraz Müslüman, biraz şundan, biraz bundan gibi bir
itikat anlayışı ne Kur’an’da, ne sünnette, ne fukahanın görüşlerinde var.
Böyle bir inanca sahip bir kişi hangi dine mensup olursa olsun o dinin adı İslam değildir.
’Askere gitmeyin’ çağrısı
Hıristiyanlara böylesine yoğun aşkı olan Saidi Nursi askerlik kurumuna ise hiç de öyle bakmaz. Risale–i
Nur talebelerine çağrıda bulunarak “askere gitmek yerine Kur’an çalışmak suretiyle zamanlarını daha iyi
değerlendireceklerini” ifade eder. (Lem’alar,100)
Oysa bir Müslüman pekala hem Kur’an çalışır hem de askere gidebilir. Kur’an öğrenmek askere gitmeye
mani değildir. Gerçi Kur’an– Kerim’de “ilimle uğraşanların savaşa katılmayabilecekleri” (Tevbe–9)
söylenmişse de yine Kur’anı Kerim’de “sizinle savaşanlarla savaşın”(Bakara–2) diye Müslümanlara
emredilmiştir.
Ülkenin her tarafında haçlı askerlerinin çizmesi dolaşırken Saidi Nursi ‘nin nur talebelerine “askere
gitmeyin!” diye fetvalar vermesi çok yadırganması gereken bir durumdur.
Cephedeki gerçek misyonu neydi?
Kur’an öğrenmenin yolu da öncelikle özgür bir vatana sahip olmaktan geçer. Ülkeniz düşman tarafından
istila edilmesine rağmen siz hala “Kur’an öğreneceğiz” diye gençleri askerden uzak tutacak fetvalar
veriyorsanız, yazık size.
O yıllarda Saidi Nursi’nin hafife aldığı tasavvuf erbabı ise başlarındaki hocaların arkasında, “suffe alayları”
olarak kurulan birliklerin başında, “Saidi Nursi’nin ‘onlar da cennete girecek’ dediği kafirlere karşı”
savaşmakla meşguldu.
Bütün bu gelişmelere bakınca Kafkas Cephesindeki savaşa sözümona katılıp, cephede yazdığı risalelerde
“Hristiyanlara dinlerini tamamen terk etmemelerini” söyleyen, bu zırvasına da “haşa” Kur’an–ı delil
gösteren Saidi Nursi’nin cephedeki gerçek misyonunu ayrıca incelemek gerekecektir.
YUNAN VE İNGİLİZİN SAFINDA SAİD-İ NURSİ
Bu ülkenin özgür ve egemen hale gelmesi kolay olmamıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrası parsel parsel
bölünmek istenen, tarih sahnesinden silinmek istenen Türkiye’nin yeniden dirilişini gerçekleştiren hareket
Kuva–yı Milliye hareketi olmuştur. Her tarafı işgal edilmiş, insan ve silah gücü tükenme noktasına gelmiş,
moral olarak perişanlık içinde olan bir ülkenin içinden Kuva–yı Milliye adıyla bir hareket filizleniyor,
insanüstü bir kararlılık ve inançla bu toprakların insanlarını yeniden örgütlüyor, savaşıyor, savaşıyor,
savaşıyor... Sonuçta da bugünkü Türkiye Cumhuriyeti Devleti ortaya çıkıyor. Kuva–yı Milliyecilerin yiğit
mücadelelerine destek verenler olduğu gibi, karşı çıkanlar da olmuştur. Karşı çıkanların en başta
gelenlerinden biri ise, Said–i Nursi ya da diğer ismiyle Said–i Kürdi!
Bugün Said–i Nursi’yi ihtişamlı törenlerle kutlayanlara, onun hatırasını yaşatmak için toplantı üstüne
toplantı düzenleyenlere bugün bir belge sunacağım. İtilaf devletleri 30 Ekim 1918’de Osmanlı Devleti’ne
Mondros Mütarekesi’ni imzalatmışlar, böylece Osmanlı’nın tasfiyesi fiilen yürürlüğe girmişti. Bu tasfiye
anlaşmasına karşı ülkenin bir çok yerinde örgütlenen ve yeni bir özgürlük savaşına girişen “Kuvvacılara”
karşı çıkan teşkilatlar arasında Teal–i İslam Cemiyeti vardı. Başındaki İslam kelimesi sizi aldatmasın, bu
cemiyeti kurduran İngilizlerdi. Teal–i İslam’ın yönetim kurulunda bulunan etkin isimlerden biri de Said–i
Kürdi idi. Teal–i İslam Cemiyeti 16 Eylül 1919’da İkdam gazetesinde bir bildiri yayınlayarak, Türk milletini
Kuva–yı Milliye’ye destek vermemeye, hatta onlara karşı mücadele etmeye çağırıyordu. Bu bildirinin
altında imzası bulunanlardan biri de Said–i Nursi idi. Oldukça uzun olan bu bildirinin bir bölümünü size
aktararak, Türk milletini Milli Mücadeleden uzak tutmaya çalışan bu şaşırtıcı ifadelerin yorumunu sizlere
bırakmak istiyorum: “Ey Anadolu’nun masum ve mazlum ahalisi! Bir zamanlar ne kadar şen ve bahtiyar
idiniz. Hemen hepiniz çoluğunuz ve çocuğunuzun yanında tarlalarınızın, bağlarınızın başucunda çiftinizle,
çubuğunuzla uğraşıp vaktinizi hoşça geçirir idiniz. Bir müddetten beri size ne oldu? Niçin böyle boynunuz
bükük, tıpkı bir yetim gibi mahzun duruyorsunuz.(...) Acaba şu halin neden ileri geldiğini biliyor
musunuz? Bunun için cümlemizin yani aziz milletimizin ve mukaddes vatanımızın bir vakitten beri başına
gelen belaların (...) esbabını size biraz anlatayım.(...) Selanik dönmeleriyle aslü nesli ve mezhep ve
meşrebi belirsiz ecnası muhtelife türedilerden mürekkep olan bu cemiyet, ‘istibdadı kaldıracağız,
meşrutiyet ve hürriyet getireceğiz, hükümet ahaliye zulmetmeyecek’ diye bizi aldattılar.(...) Bu hainler,
bu hinoğlu hinler memleketin başına kendi elleriyle getirdikleri her belada, her muharebede âlemi ölüme
teşvik etmek, halkı kırdırarak kendi canlarını beslemeyi çok iyi biliyorlardı. (...) Nitekim bu defa da
Anadolu’da Mustafa Kemal ve Kuva–yı Milliye maskaraları Yunan askerlerinin önünden nâmerdane bir
surette kaçarken, zavallı saf ve gafil ahali ve askerden cem ettikleri kuvvetleri düşmanla harbe
tutuşturarak (...) yalanlar ve hilelerle savuşup kaçtılar. Biçare millet! Bu yankesicilerin hilelerini,
desiselerini hala tamamen anlayamamıştır. Yazık bin kere yazık ki, gerek harb içinde, gerek mütarekeden
sonra memleket bunların fitne ve fesadı uğruna milyonlarca evladını telef ediyor da Enver, Cemal,
Mustafa Kemal vesaire beş on eşkıyanın vücudunu ortadan kaldırmak için icab eden küçük fedakarlığı
göze almıyor. Millet (...) hala kendisini aldatan bu heriflere niçin diyemiyor ki “Ey hainler, ey Allah’tan
korkmayan ve Peygamberden haya etmeyen mahluklar, muharebe ettiniz başımızı bin türlü belalara
soktunuz, mağlup oldunuz, şimdi niye tekrar, gücünüz yetmediğini ikrar ve imza ettiğiniz devletleri
yeniden kızdırarak üzerimize husumet ve gazaplarını davet ediyorsunuz? İngilizleri kızdırdınız, üzerimize
Yunanlıları musallat ettiler. Harpte mağlup olduktan sonra uslu oturmak ve mağlubiyetin neticesine
katlanarak telafisini sabr–u sükun ve akl–u tedbir dairesinde izale etmekten başka çare var mıdır?
Düşünmüyor musunuz ki Yunanlılara fazla zayiat verdirmek bile bundan sonra bizim için hayırlı ve
menfaatli bir şey olmaz. Hem sizler ey yalancı ve deni şâkiler! (...) Kendinize ne hakla, ne yüzle Kuva–yı
Milliye namını veriyorsunuz? Utanmaz hainler, artık yetişir, yakamızı bırakın. Cenab–ı Hakk’ın gazap ve
laneti sizin üzerinize olsun. Şimdi sulh imzalandı Kuva–yı Milliye belasının tevlid ettiği mecburiyetle galip
devletlere karşı yeniden taahhüt altına girdik. Devletler şimdi bize “Eğer Anadolu’da Kuva–yı Milliye
isyanını bastırmazsanız İstanbul’u da elinizden alacağız” diyorlar. Ey Anadolu’nun mazlum ve muhterem
ahalisi! Elinize aldığınız bu fetva–yı şerife göre, bu katil canavarları (Kuvvacıları kastediyor, M.B), daha
ziyade yaşatmamakla memur ve mükellefsiniz. (...) Allah’ını, Peygamberini ve padişahını seven bu tarafa
gelsin...” Altında Said–i Nursi’nin de imzası bulunan “Kuva–yı Milliye’yi yok edin” bildirisinden bir kesit
aktardım size. Adeta İngiliz istihbaratının kaleme aldığı bir bildiriyi andırıyor bu satırlar. Kuva–yı Milliye
ruhu ile ülkenin dört yanından toplanan, Yunan’a karşı savaşan Müslümanları “artık Yunanlıları
öldürmeyin, bu bizim aleyhimize” diyebilecek kadar ürkütücü ifadeleri şaşkınlıkla okuduk. Allah’ını ve
Peygamberini seven, “bağımsız bir vatanda, düşmanın çiğnemediği özgür bir ülkede” daha rahat
yaşamak, ibadetini daha güzel yapmak için mücadele eder. İngiliz’e boyun eğmeye, Allah’ı, Peygamberi –
haşa– alet etmez. İzmir Yunan işgali altında iken, Cuma namazı için camiye toplanan cemaate karşı
“İzmir Yunan’ın elinde iken size Cuma namazı kıldırmam” diye kükreyen Denizli Müftüsü Ahmed Hulusi
Efendi mi yanlış yaptı, yoksa “Aman Yunan’ı daha fazla öldürmeyin” diye bildiri yayınlayanlar mı? Bu
bildirinin ve Kuva–yı Milliye karşıtlığının perde arkasını aralamak ayrıca bir tarihî zorunluluk değil mi?
Said–i Nursi’nin bu boyutunu ortaya koymadan, sadece risalelere takılarak yön bulmaya çalışmak yanlış
olur diye düşünüyorum.
SAİDİ NURSİ İŞGALCİ KOMUTANDAN YARDIM İSTEDİ
Mondros Mütareke’siyle savaş sona erince İstanbul’da bulunan Kürt liderler, Kürdistan’ın ulusal
bağımsızlığını elde etmek amacı ile Kürdistan Teali Cemiyeti adıyla siyasi bir cemiyet kurdular. Bu
cemiyetin kurucuları olan Saidi Nursi, Müküslü Hamza, Botkili Halil Hayali Beyler, faaliyete geçerek
cemiyete üye kaydetmeye başladılar.
Kürdistan Teali Cemiyeti yönetim kurulunda ilginç isimler vardı:
“Birinci başkan: Şemdinanlı Seyyit ubeydullah’ın oğlu Seyyit Abdulkadir
Birinci başkan Vekili: Bedirhan Emin Ali,
İkinci Başkan Vekili: Süleymaniyeli Eski Dışişleri Bakanı Said Paşa’nın oğlu Fuat Paşa,
Üyeler, Dersimli Miralay Halil Paşa, Babanzade Şükrü, Tüccar Fethullah, Mehmet Şükrü v.d”
Kabarık listeden bir bölüm aktardım sizlere. Asıl gayem Kürdistan Teali Cemiyeti’nin kuruluşu değil, bu
cemiyette yönetim kurulu seçilen kişilerin İstanbul’da bulunan ABD, İngiliz, Fransız işgal komiserlerini
ziyaret ederek bazı taleplerde bulunmalarına dikkat çekmek.
ABD işgal komiseri ile yapılan bir toplantıya Seyyit Abdulkadir, Emin Ali Bedrihan, Prof. Mehmet Şükrü,
Emin Ali Bedirhan ve “kavmiyetçiliğe güya karşı olan!” Saidi Nursi de yer alıyor.
ABD işgal komiserinin karşısına çıkıp yalvar yakar “Kürt milli haklarının sağlanmasına yardımcı olmaları
“ricasında bulunan bu cemiyet üyeleri tarihe “kara bir leke olarak geçmiştir.”
Download