II. Abdülhamid ve Filistin Meselesi Mehnet DURMUŞ Bu makalede, II. Abdülhamid Dönemi’nde (1876–1909) Filistin meselesinin ortaya çıkışı ve gelişimi incelenmektedir. Öncelikle Theodorl Herzl’in, sultan II. Abdülhamid’i ikna etmek için göstermiş olduğu diplomatik çabalar, II. Abdülhamid’in Siyonizm’e ve Siyonist hareket karşısındaki politikaları ve son olarak da güç dengesi ve çıkar çatışması bağlamında Büyük Güçlerin meseleye dâhil olmasını anlatıldıktan sonra, sonuç bölümünde ise genel bir değerlendirmede yapılacaktır. Giriş 1789 yılında Fransız Devrimi’nin patlak vermesinden sonra, “milliyetçilik” tüm dünyada etkili olmaya başladı. Özellikle bünyesinde birden fazla milleti barındıran büyük AvusturyaMacaristan ve Osmanlı gibi imparatorluklar, bu ayrılıkçı hareketten çok fazla etkilendi. Osmanlı Devleti, 19. yy boyunca sık sık bu problemlerle uğraşmak zorunda kalacaktı. 1829 Edirne Anlaşması’yla bağımsız bir Yunan devletinin kurulması, imparatorluğun bünyesindeki diğer azınlıklar için de bir ilham kaynağı olmuştu. Bu azınlıklar içersinde yer alan Yahudiler de Filistin’de (arz-ı mevud=vaad edilmiş yurt) bağımsız bir devlet kurmanın hayaline kapılmışlardı. Sultan II. Abdülhamid zamanında, Yahudilerin Filistin’e olan geri dönüş çabaları hızlanmıştı. Çünkü o zamanlar imparatorluk ekonomik olarak zor durumdaydı. 1881 yılında yabancıların borçlarını tahsil etmek için kurulan Duyun-u Umumiye, Osmanlı Devleti’nin tüm gelirlerin kontrol ediyor ve önemli bir kısmına el koyuyordu. Aslında bu durum, ulusal egemenlik ve bağımsızlık açısından kabul edilemezdi. Yahudi cemaatinin önde gelenleri padişahın içinde bulunduğu bu mali krizin farkındaydı ve sultana “dış borçların” ödenmesi konusunda yardım teklif ettiler. Birçok kez İstanbul’a gelen ve Avrupa’daki Osmanlı bonolarının ödenmesi için yardım önerenlerin başında Avusturyalı gazeteci Theodorl Herzl gelmekteydi. Theodorl Herzl 1886 ile 1892 yılları arasında beş defa İstanbul’u ziyaret etti. Fakat çabaları zaman kaybından başka bir şey değildi. Ne Osmanlı yöneticilerinden ne de Sultan II. Abdülhamid’in kendisinden herhangi bir cevap alamadı. Daha sonra Newlinski ve Herzl, Filistin’de Yahudi yerleşim yerlerinin açılması konusunda Abdülhamid’i ikna edebilmek için birlikte hareket etme kararı aldılar. Abdülhamid için Polonya’da muhbirlik yapan Newlinski, Herzl ve sultan arasında bir elçi gibi hareket ediyordu. Newlinski Herzl ile görüştükten sonra İstanbul’a giderek, Filistin’de oluşturulacak Yahudi yerleşim merkezleri karşılığında sultana 20.000.000 pound önerdi. Fakat beklendiği gibi Abdülhamid bu cömert teklifi elinin tersiyle itti. Sultanın cevabı oldukça net ve açıktı. Hiçbir surette, Filistin’de Yahudi yerleşim merkezleri oluşturulamazdı. Abdülhamid han şöyle demiştir: “Bu toprakların bir karışını bile satmam, çünkü bu topraklar bana değil, halkıma aittir. Halkım bu toprakların her karışı için kanını feda etmiştir… Türk imparatorluğu bana değil Türk halkına aittir. Bu yüzden onun hiçbir parçasını geri veremem. Bırakın Yahudiler paralarını kendilerine saklasınlar. İmparatorluğum çöktüğünde Filistin’e para ödemeden sahip olacaklar. Cesetlerimiz paylaşılabilir fakat yaşayan bir vücut üzerinde herhangi bir operasyon yapılmasına izin veremem”. Yahudiler sahip oldukları mevcut imkânlarıyla padişahı ikna edebileceklerini zannediyorlardı. Birincisi, Yahudiler Avrupa basını üzerinde önemli bir etkiye sahipti. Ermenilerin Osmanlı yönetimini karalamaya yönelik faaliyetleri devam ederken, bir yandan da 1829 öncesinde Yunan örneğinde olduğu gibi, bu kez de Ermeniler Büyük Güçlerin desteğini kazanmaya çalışmaktaydı. Yahudiler, Avrupa basınında yer alan Osmanlı aleyhtarı yazıları durduracaklarını, bunun karşılığında ise Filistin’de yerleşme hakkına sahip olabileceklerini ümit ediyorlardı. İkincisi, Yahudi bankerler Avrupa mali piyasalarında oldukça etkiliydiler. Osmanlı borç bonolarının önemli bir kısmı Avrupalıların elindeydi. Bu bonoları geri alabilmenin yegâne yolu ise Yahudilerin yardımına başvurmaktan geçmekteydi. Kısacası, Filistin toprakları karşılığında tüm Yahudi mali kaynakları ve basın organları Osmanlı devletinin emrine amadeydi. Philipp de Newlinski’nin ölümünden sonra aslında bir Yahudi olan Prof. Arminus Vambery Herzl’in yeni elçisi oldu. Bir defasında Theodorl Herzl, II. Abdülhamid’le yüz yüze konuşma fırsatı buldu ve Osmanlı Devleti sınırları içersinde yaşayan Yahudilere göstermiş olduğu şefkatten dolayı kendisine şükranlarını sundu. Bu görüşme esnasında Herzl, Büyük Güçlerin Osmanlı Devleti için ne kadar önemli bir tehdit olduğu konusunda sultanı ikna etmeye çalıştı. Herzl’e göre, Mezopotamya’nın tüm zenginlikleri İngilizler, Almanlar ve Fransızlar tarafından sömürülmekteydi. Osmanlı Devleti’ni Batılı devletlerin ekonomik zincirinden kurtarmanın yegâne yolu Filistin’de Yahudi yerleşim merkezlerinin kurulmasına izin vermekten geçmekteydi. Yahudilerin diğer yardımı ise Avrupa’daki borç bonolarının toplanması konusunda yapılacaktı. Bu bonoları geri almak Yahudiler için oldukça kolaydı, çünkü Yahudiler için “paranın efendisi” sözü boşuna söylenmemişti. Ve son olarak da sultandan, Türkiye’de tarım, endüstri ve ticaretin geliştirilmesi için Osmanlı-Yahudi Şirketi’nin kurulmasını istedi. Takvimler 5 Şubat 1982’yi gösterdiğinde, II. Abdülhamid Herzl’i saraya çağırdı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun kapılarını Yahudilere açmaya hazır olduğunu söyledi ama bazı şartları vardı. i) Gelecek olan Yahudiler Osmanlı İmparatorluğuna gelmeden önce “Osmanlı uyruğunu” kabul edeceklerdi. ii) Yahudi halkı nereye isterse oraya yerleşebilecekti fakat Filistin toprakları hariç. Yahudiler bu şartları kabul ettikleri takdirde, Yahudi bankerler Osmanlı borçlarını yeniden yapılandıracaklar, bunun karşılığında ise madenlerin işletilme hakkına sahip olacaklardı. Mevcut madenler ve yeni maden ocakları Yahudiler tarafından işletilebilecekti. Fakat anlaşmanın maddeleri her iki tarafı da memnun etmemişti. Herzl’e göre, Sultanın bahşettiği ayrıcalıklar Yahudi toplumunu ikna etmek için yeterli değildi. Aradan biraz zaman geçtikten sonra II. Abdülhamid Theodorl Herzl’i tekrar saraya davet etti ve borçların yapılandırılması konusunda Fransızlarla devam etmekte olan görüşmelerden kendisini haberdar etti. Yani “eğer siz bize mali yönden destek olmazsanız, bu işi Fransızlara vereceğim” diyordu. Ama Yahudi bankerlerin daha iyi bir teklif vermesi halinde, bu projeyi Fransızlar yerine, tebaası olan Yahudilere vermeyi tercih edecekti. Bu iyiliklerine karşın, sultan şefkatli kanatlarını Yahudi tebaasının üzerinden eksik etmeyecekti. Herzl bu teklife, yeni bir teklifle karşılık verdi. Öncelikle ödenmemiş borçların faiz tutarı olan 1.500.000 pound ödemeyi ve daha sonra da 30.000.000 pound değerindeki Osmanlı borçlarının Yahudi bankerler tarafından ödenmesini teklif etti. Böylece, Osmanlı Devleti hem Duyun-u Umumiye’den hem de Büyük Güçlerin baskısından kurtulacaktı. Tabii ki bu kadar hizmet karşılıksız ol(a)mazdı. Ödül olarak Akka’yı ve Hayfa’yı istemekteydi. Fakat Herzl de bu teklifinin kabul olmayacağını adı gibi biliyordu. Çünkü II. Abdülhamid “Yahudi yerleşimi” konusunda oldukça hassastı. Yahudilerin yerleşim yeri konusunda ısrarcı olması ve toprak talebinde bulunması sonucunda, dış borçların yeniden yapılandırılması projesi Fransa’ya verildi. Aslında, II. Abdülhamid bu görevi Fransızlar yerine elbette Yahudi bankerlere vermek istiyordu. Çünkü Fransa borçlardan dolayı Osmanlı Devleti üzerinde baskı oluşturabilirdi fakat Yahudi bankerlerinin (yani kendi tebaasının) böyle bir şey yapması söz konusu olamazdı. Abdülhamid’in Filistin konusundaki hassasiyeti projenin Fransa’ya verilmesinde önemli rol oynamıştı. Fakat petrol gibi önemli yeraltı kaynaklarının işletilmesi gene Yahudilere verilmişti çünkü Osmanlı Devleti’nin ne teknolojisi ne de yetişmiş insan gücü bu yeraltı kaynaklarının işletilebilmesi için yeterli değildi. O zamanlar, Osmanlı vatandaşları arasında yabancı düşmanlığı oldukça yaygındı. Müslüman tebaa, Büyük Güçlerin tüccar ve zanaatkârlarına şüphe ile bakıyor ve madenlerin yönetiminin yabancı insanlara verilmesini hoş karşılamıyordu. Madenlerin işletilmesi Yahudilere verilirse, zaten Osmanlı uyruğunu kabul ettikleri için, halkın bu olaya tepki göstermesi beklenemezdi. II. Abdülhamid, konu devlet harcamaları olduğunda oldukça cimriydi. Dış borçların ödenmesi, bütçe açığının azaltılması, askeri giderlerin karşılanması ve demiryollarının yapılmasını sağlamak zorundaydı. Fakat Duyun-u Umumiye devletin tüm gelirlerini kontrol ederek bunları borç ödemelerine yönlendiriyordu. Bu kurum bir nevi Batılı devletlerin tahsil merkezi gibiydi ve vergiler üzerindeki hâkimiyeti tartışılmazdı. II. Abdülhamid’in asıl korkusu, dış borçların ödenmemesi halinde askeri bir yaptırıma maruz kalmaktı. Aslında bu endişesi hiç de yersiz değildi. 1982 yılında Mısır, borçlarını ödeyememesinden dolayı işgal edilmişti. Büyük Güçler neden bir kez daha aynı sebebi işgallerini meşrulaştırmak için kullanmasınlardı? Bu korku, II. Abdülhamid’i hiç hazzetmese de Theodorl Herzl’le işbirliği yapmaya yöneltti. Yahudilerden gelecek ekonomik yardım dış borçların etkisini bir nebze olsun azaltabilirdi. Aslında II. Abdülhamid ve Herzl aynı frekansta buluşmuyorlardı. Her ikisinin de birbirinden beklentileri farklıydı. II. Abdülhamid hiçbir zaman Herzl’i Siyonizm hareketinin temsilcisi olarak kabul görmedi. Ona göre Herzl, imparatorluğun borçlarının ödenmesinde faydası dokunabilecek alelade birisiydi. Aslında olaya II. Abdülhamid’in gözünden baktığımızda, Yahudi bankerlere borçlu olmak, Büyük Güçlere borçlu olmaktan kat be kat daha iyiydi. Duyun-u Umumiye borçları bahane ederek sık sık devletin iç işlerine karışıyordu ve bir an önce bu kurumdan kurtulmalıydı. Yahudiler herhangi bir devletin koruması altında olmadığından ya da bir devletleri olmadığından, Yahudi bankerlere borçlu olmak Osmanlı Devleti açısından bir tehdit oluşturamazdı. 1903 yılında İngiltere ilginç bir teklifte bulundu ve “Uganda”yı Yahudi yerleşimi için alternatif bir yer olarak gösterdi. Yahudilerin şimdiye kadarki tüm girişimleri boşa gitmişti. II. Abdülhamid’ e kalsa Filistin’in bir çakıl taşını dahi vermeyecekti. Herzl tarafından kabul edilmeyen bu teklif Yahudiler arasında fikir ayrılığına sebep oldu. Bir grup, çok uzun zaman sonra ilk defa kendilerine ait bir ülkeye sahip olabilmenin hayaliyle Uganda teklifine sıcak baktı. Öte yandan daha dindar olan grup ise ana yurtlarının Filistin olması konusunda ısrar etmekteydi. Uganda’daki yaşam koşullarının araştırılması için bu ülkeye bir araştırma grubu gönderildi. 1905 yılında Basel’de toplanan 7. Siyonist Kongre’de, Uganda’nın anavatan olması reddedildi. Bu kongre esnasında red kararının çıkmasında Chaim Weizmann’ın büyük katkısı olmuştur. Theodorl Herzl 1944 yılında öldü. Kısa bir zaman sonra, muhalefet grubundan “diplomasi yöntemini” hedef alan protestolar yükselmeye başladı. Muhalefet grubuna göre diplomasi “zaman” ve “enerji” kaybından başka bir şey değildi. En kısa zamanda kolonileştirme hareketleri başlatılmalıydı. Filistin bölgesinde başlatılacak olan kolonileştirme hareketi ve Yahudi göçmenler sayesinde, gelecekte özerk bir Yahudi Devleti kurmak mümkün olacaktı. Mümkün olan en kısa zamanda, dünyanın her yerinden Filistin’e göç başlatılmalıydı. Bu projeler devam ederken, Dünya Siyonist Örgütü’nün başkanın kim olacağı da önemli bir problem haline gelmişti Yeni lider kim olabilirdi? Bu kişi, Litvanya doğumlu David Wolfson’dan başkası değildi. Kısa bir zaman sonra Wolfson tüm Yahudileri ortak bir amaç etrafında toplayacaktı. Filistin! Wolfson da kutsal amaçlarına ulaşmak için diplomasi yolunu tercih etti. Filistin’e giden yolun İstanbul’dan geçmek zorunda olduğunun farkındaydı. 25 Ekim 1907 tarihinde Wolfson yeni bir teklifle İstanbul’a geldi. 50.000 Yahudi aile Filistin’e yerleştirilecekti fakat Kudüs’e herhangi bir yerleşim yapılmayacaktı. Buna ilaveten, göç eden Yahudiler Osmanlı vatandaşlığını kabul edecek ve askeri görevlerini yerine getireceklerdi. Yerleşimlerin nerelere yapılacağına ise hükümet karar verecekti. Bunun karşılığında ise Osmanlı Devleti’ne 2.000.000 pound yardımda bulunacaklardı. Osmanlı gibi büyük bir devlet için bu miktar oldukça azdı. Fakat padişah iyi niyetini göstermek için “Anglo-Levantine British Company” nin kurulmasına izin vermişti. II. Abdülhamid döneminin diğer önemli bir sorunu ise “Kapitülasyonlardı”. Yabancılara verilen bu imtiyazlar iki cihetten çok zararlıydı. Birincisi ekonomik, ikincisi ise siyasi. Yabancı tüccarlar herhangi bir gümrük vergisi ödemiyorlardı, yani vergiden muaflardı. Bu muafiyet devletin gümrük gelirlerinin her geçen gün biraz daha azalması ve küçük ölçekli yerli esnafın güç kaybetmesi demek oluyordu. Fakat olayın siyasi boyutu ekonomik boyutundan daha önemliydi. Kapitülasyonlar himaye (protegé) sistemini de beraberinde getirmişti. Örneğin, eğer bir kişi kapitülasyonlardan faydalanan devletlerden birisinin vatandaşlığına geçerse, Osmanlı Devleti içersinde belirli ayrıcalıklara sahip olabiliyordu. İlk zamanlar bu hak kutsal yerlerde yaşayanlara verildi. Daha sonra bu haktan faydalananların sayısı giderek arttı. Fetihlerin durmasından sonra devlet temel gelir kaynağını kaybetti ve gelirler düşmeye başladı fakat devletin harcamaları durmuyordu, giderler bir şekilde karşılanmalıydı. Bunun da yegâne yolu “reaya”dan daha fazla vergi alınmasıydı. Müslüman kesim gelirlerinin önemli bir kısmı vergi olarak devlete gitmekteydi. Diğer tarafta ise Büyük Güçlerin vatandaşlığında bulunanlar kapitülasyonlardan dolayı vergi vermemekteydi. Sonuç olarak, Müslüman olmayan diğer vatandaşlar da bu ayrıcalıktan faydalanma yoluna gideceklerdi. Batılı devletlerin vatandaşlığını seçen azınlıklar vergi yükünden kurtuluyorlardı. Farklı bir perspektiften bakarsak, himaye sisteminin Osmanlı tarafından kabulü, azınlıkların bağımsızlığına giden yolda önemli bir basamak olmuştur. Rusya Slavları, Fransa Katolikleri, İngiltere de Protestanları ve Dürzîleri himayesine almıştı. Büyük Güçler bu koruma ve kollama işine oldukça hevesliydi. Bu şekilde Osmanlı Devleti’nin içişlerine istedikleri gibi müdahale edebilirlerdi. Zaten, Osmanlı Devleti’nin son iki yüzyılına bakacak olursak, yabancı devletlerin azınlık haklarını bahane ederek devamlı surette Osmanlının içişlerine karıştıklarını görürüz. Özellikle Fransa, Kanuni Sultan Süleyman’dan (1520–1566) beri Kutsal yerler üzerinde önemli ayrıcalıklara sahip olmuştu. Kutsal mekânların ve ibadet yerlerinin tamiri gibi işler Fransa tarafından yapılmaktaydı. Fransa bu şekilde diğer Hıristiyan Avrupa devletleri nezdinde daha önemli bir ülke haline gelmiş oluyordu. 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması’yla Rusya da Osmanlı sınırları içersinde yaşayan Ortodoksların koruyucusu haline geldi. Azınlıkların koruyucusu haline gelen devletlerarasındaki mücadele kendisini teşkilatlanmada da gösterdi. Osmanlı Devleti ve Rusya arasında vuku bulan Kırım Savaşı’ndan (1856) sonra, İtalyanlar ve Almanlar, Hıristiyanlığın “Kutsal Mekânları” kabul edilen önemli dini merkezlerin bakım ve onarımı için bir takım ayrıcalıklar elde etti. Buna ilaveten, İngiltere 1840 yılında “Society of London Jews” ve “London Missionary Societ” adlı iki kurum kurdu. Filistin’de hastane, yurt ve kütüphaneler inşa etti. İngilizlerin hedefi Filistin topraklarında Protestan bir koloni oluşturmaktı. Almanlar ise benzer çalışmalarda bulundular ve “Tempelgemein Society” i kurdular. Almanların görünürdeki amacı ise Wurtlembengli’den göç eden tüccar ve çiftçilerin güvenliğini sağlamaktı. Almanlar, Katolik dünyası üzerindeki Fransız nüfuzunu kırmak için büyük çaba sarf etmişlerdi. Rusya’da bu güç mücadelesinden uzak kal(a)mamıştır. Küçük Kaynarca Anlaşması’yla Ortodoks Hıristiyanların koruyucusu haline gelen Rusya, Suriye Ortodokslarını da himayesine almaya çalışmıştır. Aynı zamanda Filistin’de de yoğun misyonerlik faaliyetlerinde bulunuyordu. Büyük Güçler önce birbirlerine karşı daha sonra da Osmanlı Devletine karşı çetin bir mücadele vermekteydiler. Asıl mücadele ise İngiltere ve Rusya arasında yaşanmaktaydı. Çar’ın amacı Protestanları Ortodoks yapmaktı. Benzer bir mücadele ise Fener Rum Patrikhanesi ile Rusya arasında görülmüştür. Yukarıda bahsettiğimiz din merkezli güç mücadelelerini göz önüne aldığımızda, Yahudi halkının Filistin’e yerleşmesi yeni problemlerin (daha doğrusu müdahalelerin) başlamasına neden olacaktı. Sultan II. Abdülhamid düşmanlarına böyle bir koz vermeyecek kadar zekiydi. Osmanlı uyruğuna geçmemekte direnen Yahudiler, yabancı güçlerin güvenlik şemsiyesi altında kalmaya devam etmek istiyorlardı. Bunun yanında kapitülasyonların getirmiş olduğu ticari ayrıcalıkları da kaybetmeyi göze alamıyorlardı. Siyonist hareketi destekleyen ve sorunun bugünkü çetrefilli haline gelmesinde en fazla katkısı olan Batılı devlet hiç şüphe yok ki İngiltere olmuştur. 1847 tarihinde, İngiltere elçiliği, Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde yaşayan Yahudilerin korunması Saray’a için bazı yazılı başvurularda bulunmuştu. II. Abdülhamid’in yönetimi esnasında Girit ve Ermeni sorunu devleti yeterince meşgul etmişti. Bu gelişmeler yaşanırken bir de Yahudi sorunuyla başını ağrıtmak istemiyordu. 1897 Basel Konferansı’nda yapılan Siyonist Kongresi’nde alınan karar şöyleydi; Siyonistler bir devlet kurmak istemiyorlardı onun yerine kanunların korumasına tabi olan bir Yahudi vatanı oluşturmaya karar vermişlerdi. Fakat Osmanlı Devleti açısından bakıldığında bu oluşum, devletin toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı açısından oldukça tehlikeliydi. Aslında mevcut durum ve gelişmeler Yahudilerin “ Yahudi Devleti” kurmaya istekli olduğunu gösteriyordu. Bunu başarabilmek için de öncelikle bütün dünyadan Filistin’e ya da yakın bölgeler Yahudi göçünün başlatılmasını sağlamaya çalışıyorlardı. Özellikle Avrupa’dan gelenler tarımla uğraşan mültecilerdi. Fakat II. Abdülhamid Yahudilerin gerçek niyetini çok bilmekteydi. Gerisini II Abdülhamid’in kendisinden dinleyelim: “Siyonistlerin lideri olan Theodorl Herzl sözleriyle beni ikna edemedi. Onların amacı sadece tarımsal faaliyetler değil bunun yanında siyasi temsilciliklere ve kendi hükümetlerine sahip olmak istiyorlardı. Eğer benim buna izin vereceğimi zannediyorlarsa, Yahudiler gerçekten çok saf olmalılar. Yahudileri, Osmanlı tebaasının bir parçası olarak düşündüğümde seviyorum fakat onların Filistin hakkındaki planlarını düşündüğümde onlardan nefret ediyorum” Hem Türkler hem de Araplar Müslüman’dı. Devlette önemli mevkilere ve kilit görevlere gelebilmek için Müslüman kimliğine sahip olmak önemli bir avantajdı. Osmanlı Devleti nezdinde Hıristiyan Araplar Müslüman Araplar kadar değerli değildi. Daha sonra da görüleceği gibi bu ayrımın da etkisiyle, “Arap Milliyetçiliği”nin bayraktarlığını yapanlar Hıristiyan Araplar olacaktı. Örneğin Lübnan’da kurulan “Beirut Secret Association” derneği çoğunlukla Hıristiyan Araplardan oluşuyordu. Türkler uzun bir zaman İslam’a hizmet etmiş ve bu yüce dinin sancaktarlığını yapmışlardı. Aslında Türkler hem İslam’ın uzak coğrafyalara yayılmasını sağlamış hem de Araplara karşı herhangi bir asimile hareketinde bulunmamışlardı. Fakat dalga dalga yayılan milliyetçilik rüzgârından Araplar da nasibini almıştı. II. Abdülhamid, aslında Arap tebaasına daha çok önem veriyordu. Bu önem de yukarda da bahsettiğimiz gibi onların Müslüman olmalarından ileri gelmekteydi. Örneğin önceki dönemlerde Araplar devlet kademesinde önemli görevlere getirilmişlerdi. Meclis-i Mebusan’a ve Meclis-i Ayan’a temsilciler göndermişlerdi. Hatta padişahın en önemli danışmanı ve yardımcısı konumunda olan sadrazamlık makamında bile yer almış Arap kökenli sadrazam vardı. II. Abdülhamid, artan milliyetçilik akımları karşısında İslam dünyasını ayakta tutabilmek için halifelik makamını çok iyi kullanmıştır. Özellikle Büyük Güçlerin sömürgelerinde yer alan Müslümanları kullanma kozu zaman zaman işini kolaylaştırmıştır. İslamcılık akımını güçlendirmek için belirli projeler hayata geçirilmişti. Örneğin Hicaz demiryolu projesi bunlardan bir tanesiydi. Bu proje sayesinde İstanbul ve Kutsal topraklar arasındaki mevcut gönül bağı, demiryolu ağı ile daha da sağlamlaştırılmıştı. Özellikle Mekke ve Medine’deki Müslümanların sempatisini kazanabilmek için bu projeye çok önemli miktarda harcamalar yapılmıştı. İslamcılık, batı sömürgeciliği karşısında direnebilme gücü sağlayan önemli bir dayanak noktası idi. Fakat Cezayir (1830) ve Mısır (1882) gibi Müslüman ülkeler tek tek Batılı devletlerin sömürgesi haline gelmekteydi. Sultan II. Abdülhamid gerçekten mütedeyyin bir insandı. Takip ettiği İslamcılık politikaları sayesinde, Müslümanlar arasında işbirliği ve dayanışmanın olabileceği kanısı oluşmaya başlamıştı. İşte böyle bir dayanışma ortamında Hıristiyanlara ve de Yahudilere (öteki algılaması bağlamında) kuşku ile bakılmaktaydı. Zaten Kuran’da da Yahudiler hakkındaki mevcut ifadeler, Yahudilere karşı bir antipati oluşmasına neden olmuştu.[i] Bütün olumsuzluklara rağmen Araplar ve bölge yerlisi olan Yahudiler (Sefardim) mutlu ve huzurlu bir şekilde birlikte yaşıyorlardı. Bu durum birbirlerinin dinlerine ve geleneklerine saygı göstermeyi sürdürebildikleri sürece de devam etti. Fakat Avrupa’dan göç eden Aşkenazi Yahudileri için aynı şey söylenemezdi. Dışardan gelip misafir konumunda olmalarına rağmen ev sahibi Filistinli Arapların varlığından rahatsız oldular. Herzl’in şu ifadesi bu durumu gayet iyi açıklamaktadır: “Size, milletsiz bir vatan vermeye söz veriyorum”. Avrupa’dan özellikle de Rusya’dan göç eden Yahudiler, Filistinli Arapların haklarına gerekli saygıyı göstermediler. Kendi gelenek ve inançlarını Müslüman bir toplumda egemen hale getirme çabasına girişmeleriyle bu iki kültür arasındaki sürtüşme başlamış oldu. Siyonistlerin kolonileştirme politikasına göre Araplar Filistin’i terk etmeliydi ve Araplar burada yaşamayı hak etmiyorlardı. Uzun bir zaman vatansız halde yaşamak zorunda kalmış olan Yahudilerin, aynı şeyi bu defa Filistinli Araplar için istemesi ne kadar garipti. Bu aslında bize bir zamanlar “köleyken” daha sonra “kral” olan birisinin hikâyesini anımsatıyor. Belleğini yitiren bir kral! Artan Yahudi göçü, Filistin bölgesine beraberinde huzursuzluk ve çatışma getirdi. Kısa zamanda Yahudilerin ekonomik hayata hâkim olması sonucunda birçok Arap işsiz kaldı. Organize bir şekilde hareket eden ve teknolojinin nimetlerinden yararlanan Yahudiler karşısında, küçük ölçekli Arap işletmeleri kısa zamanda geriledi. Fakat göçün ilk zamanları göz önüne alınacak olursa aslında ilk Yahudi yerleşimcilerin tarımdan falan anladığı yoktu. Rothschildler gibi varlıklı Yahudi aileler olmasa hayatta kalmaları bile mümkün olmayabilirdi. Kısacası Yahudiler kısa zamanda bölge ekonomisinin efendileri olmuşlardı. Diğer bir ifade ile Filistinli toprak zenginleri kendi anavatanlarında ekonomik yönden köle durumuna düşmüşlerdi Filistin’deki Arap tebaasının fakirleşmesinden rahatsız olan Sultan II. Abdülhamid, Arap ümmetinin yaşam koşullarını daha iyi hale getirmek için bir takım önlemler aldı. Araplara Osmanlı İmparatorluğu’ndaki boş alanlardan faydalanabilmek için gerekli olan başvurma hakkı verildi fakat tahmin edileceği gibi bu hak Yahudiler için geçerli değildi. Yahudi sorununun ciddiyet boyutunu çok iyi bir biçimde kavrayan Sultan II. Abdülhamid, Yahudilerin Filistin’de toprak satın almasını engellemeye çalıştı. Bu engellemeleri yaparken “Yıldız” gizli servisinden çok faydalandı. Bu servis, hiç zaman kaybetmeden Yahudiler tarafından atılan her adımı anında saraya rapor ediyordu. Bunun yanında Viyana, Paris, Londra ve Berlin’deki büyükelçilikler Siyonistlerin Filistin’le ilgili planlarını detaylı ve düzenli bir şekilde Yıldız Sarayı’na aktarıyorlardı. Sultanın hafiyeleri dergi ve gazetelerde konuyla ilgili olan yerlerin kopyalarını anında saraya iletiyorlardı. Abdülhamid Han’ın en büyük kozu olan “Güçler Dengesi” politikasının bir sonucu olarak, Büyük Güçlerin Siyonist hareketi desteklemeleri belirli bir süre engellenebilmişti. Fakat alınan tüm karşı tedbirlere rağmen, Yahudiler bir şekilde Filistin’e yerleşmeyi başardılar. Bab-ı Ali’nin politikası ise Yahudi milletini Osmanlı tebaasına dâhil etmeye çalışmaktan ibaretti. II. Abdülhamid’in kendisine bir nevi yakın gördüğü Almaya da Siyonist oluşumu desteklemekteydi. Burada bir ikilem göze çarpmaktadır. Almanlar, bir yandan Yahudi ırkından nefret ederken diğer yandan Yahudi politikalarına destek veriyorlardı. Aslında olay oldukça basitti. Tek amaçları aşağı bir ırk olarak gördükleri Yahudileri Almanya’dan def etmekti. Gittikleri yer o kadar da önemli değildi. Sultan Abdülhamid II, Dışişleri Bakanı Tevfik Paşa’yı II. William’a Yahudilere verdiği desteği sonlandırması için gönderdi. Tevfik Paşa bu görevinde başarılı olmuştu. Osmanlı Devleti, Alman İmparatorluğu’nun güçlü bir müttefiki idi ve Ortadoğu’ya nüfuz edebilmesi için bu ülkenin desteğine muhtaç idi. Başta destek verdikleri Siyonist hareketin aslında Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğüne ve bağımsızlığına zarar vereceğine kanaat getirdiler. Berlin Anlaşması’yla Avrupalı devletler Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü garanti etmişlerdi. Siyonist hareketi destekleyen bir diğer ülke ise Rusya’ydı. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi aslında tüm olup bitenler güç dengesi ve çıkar çatışmalarının bir ürünüydü. Rusya’nın en büyük korkusu Almanların- Yahudilerin hamisi gibi davranarak- Filistin üzerinden Ortadoğu’da söz sahibi olmalarıydı. Almanlar Yahudileri desteklemeyi bırakınca, Ruslar da vermiş olduğu desteği çekmişti. Fransa ise Siyonist hareketi hiçbir zaman desteklememişti. Ortadoğu’da istikrar ve barış ortamının hakim olması Fransız çıkarları açısından hayati önem taşımaktaydı. Theodorl Herz tüm Avrupa ülkelerini ziyaret etmesine rağmen, destek için, Fransa’yı ziyaret etmemişti. Hatta Fransa Avrupa devletlerine şöyle bir nota göndermişti: Eğer bir Avrupa devleti Filistin’de kurulacak Yahudi devletini destekleyecek olursa karşısında Fransa’yı bulacaktı.” Hatta Fransa, Filistin’e alternatif olarak “Uganda”yı yerleşim yeri olarak gösterecekti. Amerika Birleşik Devletleri ise Yahudi sorununa tamamen farklı bir boyuttan bakmaktaydı. Amaç Osmanlı Devleti’ni parçalanmak değil, temsil ettikleri (ya da en azından öyle zannettikleri) savundukları değerleri hayata geçirmekti. Yahudi halkının, Osmanlı Devletinin baskısı altında yaşadıklarına ve bu halkın korunması gerektiğine inanmaktaydılar. Hatta sırf bu anlayıştan dolayı ilerde “Ermeni halkını” da destekleyeceklerdi. Dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta ise, İstanbul’a gelen Amerikan elçilerinin genellikle Yahudi kökenli olmasıydı. Devletlerin Yahudi sorunlarına yaklaşımları bu şekilde iken, Osmanlı Devleti de Filistin’e yapılan yasadışı göçü engellemenin uğraşı içersindeydi. Osmanlı Devleti büyükelçiliklerine gönderdiği bir emirle şüpheli görünen şahıslara vize verilmemesini emretmişti. Örneğin Yahudiler, Hayfa ve Yafa’ya gitmek istediklerinde vizelerini Osmanlı elçiliklerinde onaylatmak zorundaydılar aksi takdirde Filistin’e girmeleri yasaklanmıştı. Sultanın hafiyeleri gerçekten çok iyi çalışıyorlardı ve bu kişileri anında saraya bildiriyorlardı. Haber alma teşkilatı o kadar iyi çalışıyordu ki, Filistin’e kaçak gelecek yolcuların hareket saatini, varış noktasını ve hangi gemiyle geleceklerini dahi biliyorlar ve bunu telgraf vasıtasıyla gizli kod şeklinde gönderiyorlardı. 1882 yılında, Osmanlı Devleti hacılar hariç tüm Yahudilerin Filistin’e girişini yasakladı. Fakat bu önlem Yahudi göçünü durdurmak için yeterli değildi. Kendilerini hacı gibi gösterip giriş yaptıktan sonra kolonileştirme faaliyetlerine devam ettiler ve geri dönüş yapmadılar. 1884 yılına gelindiğinde Dâhiliye Nazırı yeni bir yasa çıkardı. Yasaya göre, hacılar da dâhil olmak üzere vizelerini yetkili Osmanlı şubelerine onaylatmayan Yahudiler, Filistin’e kabul edilmeyecekti. Fakat bu önlem de soruna tam bir çare olmadı. Yahudiler sahte pasaport kullanmak suretiyle bu engeli de aşmayı başardılar. 1887 yılına geldiğimizde Osmanlı Devleti daha ciddi önlemler alma yoluna gitti. Yeni kanunlara göre, Yahudiler Filistin’de sadece bir ay kalabileceklerdi ve Filistin’e girerken depozit olarak büyük bir meblağ ödemek zorundaydılar. Ödemiş oldukları depozit ise Filistin’den çıkarken kendilerine iade edilecekti. Fakat bu önlemlerle de istenen sonuç elde edilemedi. Yahudiler Almanya, Avusturya-Macaristan ve İngiltere gibi ülkelere başvurarak bu ülkelerin vatandaşları haline geliyorlardı. Daha sonra ise Osmanlı Devleti Yahudilerle değil de yabancı ülkelerin vatandaşlarıyla uğraşmak zorunda kalıyordu. Batı Avrupa devletlerinin vermiş olduğu pasaportlarda “din” veya “mezhep” diye bir bölüm yer almamaktaydı. Bundan dolayı kimin Yahudi olup olmadığını anlamak da zorlaşıyordu.1898 tarihinde Filistin’de bulunan yabancı devlet temsilcilerine Filistin idarecisi tarafından bir bilgilendirme yapıldı. Buna göre, Filistin’in kapıları uyruğunu farklı gösteren tüm Yahudilere kapalıydı. Bu önlem göçü önleme konusunda bir nebze etkili olmuştu. Göçü engellemek için alınan bir diğer önlem ise Siyonistlere toprak satışının engellenmesiydi. 1867 tarihli “Arazi Kanunnamesi” Yahudilere toprak satışını engellemiyordu. Osmanlı yönetimi 5 Mart 1883 tarihinde yeni bir toprak kanunu çıkardı. Bu yeni kanun şöyle diyordu; Osmanlı Devleti’nin izni olmadan milliyetini değiştiren Yahudilere ve diğer yabancı güçlerin vatandaşı olan Yahudilere toprak satılamaz. Bu kanundan sonra, Avrupa ve Amerikan vatandaşı olan Yahudiler Filistin’de torak satın alma haklarını kaybettiler. Fakat Osmanlı Yahudileri üzerinde böyle bir sınırlama yoktu. Osmanlı Yahudileri toprak alımı konusunda yabancı uyruklu Yahudilere yardım ettiler. Görünürde senetler Osmanlı vatandaşı olan Yahudiler adına düzenlenirken, gerçekte mülkiyet yabancı uyruklu Yahudilere ait oluyordu. Bu şekilde kolonileştirme süreci devam ediyordu. Sonuç: Özetlemek gerekirse, II. Abdülhamid döneminde alınan tüm önlemlere rağmen Siyonist hareket oldukça etkili olmuştur. Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik çöküntüden faydalanmak isteyen Yahudiler, imparatorluğu dış borç batağından kurtarmayı teklif edip karşılığında da Filistin’de yerleşim hakkı elde etmeyi amaçlamışlardır. Fakat Sultan II. Abdülhamid Kudüs konusundaki hassasiyeti, Yahudilerin emellerine ulaşmasını geciktirmiştir. Aslında II. Abdülhamid dönemi Siyonistler ve sultan arasında geçen bir mücadeleye sahne olmuştur. Filistin’e yapılan Yahudi göçünü önlemek için sultan tarafından alınan tüm tedbirler bir şekilde-Avrupa ve Amerika’nın da yardımıyla- Yahudiler tarafından etkisiz hale getirilmiştir. Sonuç olarak resmin geneline baktığımızda kim ne derse desin, Sultan II. Abdülhamid elinden gelenin en iyisini yapmıştır. Fakat Yahudilerin Filistin’e göçünü engelleyememiştir. KAYNAKÇA Ahmed Akgündüz, II. Abdülhamid Han'ın Yahudiler'in Filistin’e Yerleşmesini Yasaklayan Bir İradesi. (www.osmanli.org.tr) A. C. Eren, Türkiye’de Göç ve Göçmen Meseleleri (İstanbul, 1966). A. L. Tibawi, “Russian Cultural Penetration of Syria-Palestine in the Nineteenth Century”, Central Asian Journal, Vol. LII, Parts II and III, 1986. II. Abdülhamid, Siyasi Hatıratım, İstanbul, 1975 E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, Cilt:8, Ankara, 1956 Hasan Karaköse, “Yahudiler’in Filistin’e Yerleşme Girişimleri ve Süleyman Fethi Bey’in Layihası (1911)”, G.Ü Kırşehir Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt:5 Sayı:1, 2004. ss. 43-57. İ.H. Yeniay, Yeni Osmanlı Borçları Tarihi, İstanbul, 1964. Kadir Mısıroğlu, “Filistin Dramı”, Yenişafak. Mim Kemal Öke, Siyonizm’den Uygarlıklar Çatışmasına Filistin Sorunu, İstanbul, Ufuk Kitapları, 2002. Oral Sander, Siyasi Tarih: İlk Çağlardan 1918’e, Ankara, İmge Kitabevi, 2000 Mustafa Armağan, “II. Abdülhamid’in Filistin Hassasiyeti”, Zaman (23.04.2002) Tufan Buzpınar, 'II. Abdülhamid Döneminin İlk Yıllarında Filistinde Yahudi İskanı Girişimleri', Türkiye Günlüğü, No. 30, Ekim 1994, ss. 58-65