İçindekiler 4• 7• 12 • 17 • 23 • 27 • 35 • 43 • 54 • 58 • 66 • Altıya Kadar Mustafa Aplay Son Lokma Mehmet Ali Kaba Ukde Merve Can Apaçık Aynur Dilber İmgeler Sûretler Yıldız Ramazanoğlu Kayıkçı Billy O’Callaghan Kısacık Bir Aşk Hikayesi V. M. Garşin Âşık Şeytan Kör Talih Emin Gürdamur İnsan ve Gülşen Funda Çelik Borges, Bolaño ve Epiğin Dönüşü Aura Estrada Söyleşi Hemad Jevadzade Kim Var imiş Biz Burada Yoğ iken 71 • İnsan Çiftliği ya da Dünya mı Deseydik... Güray Süngü 76 • Kusurlarım Olmadan Asla ya da Dokuz Başlangıç Aykut Ertuğrul 80 • Salah Bey Tarihi ve Kirazın Tadı Furkan Çalışkan 83 • 86 • 92 • 96 • 102 • 106 • 112 • 115 • Dinozorların Son Günü Ali Yağan Beton Kamil Erol Yıldırım Sürgün Ersin Yılmaz Pişdar Esmahan Devran İnci Takıntı Kenan Yusuf Taşkın Hırkamı Getirdin mi Mehmet? Sebahat Meraki Bir Şey Hakkında Üç Şey: Tanpınar Seval Şahin Kırkıncı Oda Güven Adıgüzel 120 • 123 • 127 • 130 • 136 • 139 • 141 • 144 • 146 • 147 • 149 • Post Kitap Çevirmen Diyor ki Beyza Fırat Söyleşi Betül Ok Hüzünlü Bir Gülümseme Betül Sezgin Şeyma Koç’un Öykü Atmosferi... Ali Oktay Özbayrak Sıradan Tuhaflıkların Öyküsü Mustafa Aplay Öykülerin Homologu Var mıdır? Onurhan Ersoy İkinci Dünya Savaşı’ndan Geç Kalmış Bir Ağıt Murat Murat İki Rüya Arasındaki Tanıklık Gülşen Funda Çelik Bir Samur Kürk Olarak Delilik Ahmet Kırtekin Tamamen Kahverengi Biraz da Turuncu Yelda Sözdemir Dükkan Yıl: 5 Sayı: 31 Kasım - Aralık 2019 ISSN: 2148-8932 İmtiyaz Sahibi Ketebe Kitap ve Dergi Yayıncılığı A.Ş. adına Mustafa Albayrak Yayın Yönetmeni Aykut Ertuğrul Editörler Ertuğrul Emin Akgün Remzi Şimşek Mahmut Sami Yıldız Son Okuma İsmail Pelit Grafik Tasarım Ömer Faruk Demirel Kapak Görseli Hemad Javadzade İllustrasyonlar Hemad Javadzade Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Burhan İstenci İletişim postoyku@gmail.com / postoyku.com / /postoyku Yönetim Yeri Maltepe Mah. Fetih Cad. No:6 34010 Topkapı / Zeytinburnu / İstanbul 0212 467 65 15 Baskı Matsis Matbaa Hizmetleri San. ve Tic. Ltd. Şti. Tevfikbey Mah. Dr. Ali Demir Cad. No:51 Sefaköy 34290 Küçükçekmece / İstanbul Reklam Genel Müdürü Abdullah Hanönü Reklam Rezervasyon Cenk Kahraman 0212 467 65 65 / 17 27 cenk.kahraman@reklampiri.com Satış - Pazarlama - Abone ve Dağıtım Birlikte Dağıtım A.Ş. 0212 467 67 17 www.birlikte.com.tr / iletisim@postoyku.com Kurumsal Dağıtım Turkuvaz Dağıtım Pazarlama A.Ş. Samandıra / İstanbul 0216 585 90 00 Her hakkı mahfuzdur. Dergideki yazıların izin alınmadan veya kaynak gösterilmeden her türlü ortamda çoğaltılması yasaktır. Çocuk 8 8 CM KASIM CMT PZ CMT 22 23 24 / / 20:00 15:00 KASIM / 15:00 20:00 KASIM 15 KASIM 7 Cuma 19:00 SU N AN Perşembe 19:00 KASIM 19 8 KASIM 20 14:00 Şiirle Gelenler “İki Şair İki Deneme” ALİ AYÇİL Çarşamba 19:00 Gelenekselden Çağdaşa Cuma 19:00 KASIM 27 KASIM 26 Salı 19:00 Edebiyat Ne Söyler? “Sinemanın Metafizikle İlişkisi” SU N AN AYŞ E TA Ş KENT KO N U K İ HS A N KA Bİ L S U NA N Çarşamba 19:00 MY LI TTLE PONY FİLMİ CMT PZ PZT ÇRŞ SL PRŞ CM 1 2 3 4 5 6 7 / / / 16:00 / / KASIM / “Edebiyat Sosyolojisi” CEMAL Ş AK AR KO NU K KÖ KS AL ALV ER KASIM 29 Cuma 19:00 K EDİ L ER CMT PZ PZT ÇRŞ SL / / / 13:30 / 16:00 / CM / KASIM RENKL İ PENGUENL ER CMT H ASAN AYCIN Karikatür Sergisi 20 - 20 / Etkinlikleri Nağmedâr 2 PZT / 16:00 / 16 KASIM SÜPER AYI / PZ PZT / / 13:30 PRŞ ÇRŞ SL 16:00 / / CM / KASIM Salı 20:00 KASIM 12 KASIM 30 ARALIK PZT / / / KASIM 26 Salı 20:00 MEŞK HALKASI KASIM 3 10 17 24 / / / Pazar 13:00 S A N AT G I DAL AR Ç O C U K L AR B AK I M ÇOCUKLAR S A N AT BİTKİLER G I DA L A R Tıbbi Çaylar Slime Çiçek Yapımı (3-7 yaş) Doğal Parfüm Besin Pir amidi (8-12 yaş) Taş Boyama Bitki Tanıma ve Yetiştir me Şer bet ve Hoşaflar F u nda C İ HA NS EVDİ 9 Cumartesi 13:00-15:00 M e h met Ş İ r İ n YALVAÇ KASIM 13 Çarşamba 13:00-15:00 ZTBB KASIM 15 Cuma 13:00-15:00 Ber k ay KOCATÜR K KASIM 16 Cumartesi 13:00-15:00 M ürüvvet A LT IOKKA Zt b b KASIM 22 Cuma 13:00-15:00 M erve zENGİN T INM A Z T uğçe AĞB A SEVENCA N KASIM 23 Cumartesi 13:00-15:00 / 19:00 Mak rame Bitk i Ask ısı Yapımı KASIM PRŞ ÇRŞ SL 1 2 3 4 5 16:00 İstanbul Devlet Türk Halk Müziği Korosu Salı 20:00 Cumartesi 14:30 PZ / 13:30 NAĞME-İ HARPUT Cumartesi 14:30 CMT 29 30 19:00 İstanbul Devlet Modern Folk Müzik Topluluğu Gençlerin Hikâyesi 5 CMT 22 23 24 25 26 27 28 19:00 NEŞET ERTAŞ ESERLERİ KASIM CM / Filistin Mülteci Kamplarında KASIM Cumartesi 14:30 PRŞ ÇRŞ SL / Hayata Müzik ve Ritim ile Tutunan t a ri hl eri a ra sı nda KASIM / 13:30 ARALIK KLASİK SAZ ESERLERİ PZ 15 16 17 18 19 20 21 19:00 Çizginin Ötesinde Sergi PRŞ 8 9 10 11 12 13 14 19:00 KASIM ZEYTİNBURNU / 14:00 7 CM KASIM 13:30 TIBBİ BİTKİLER BAHÇESİ PZ 9 10 11:00 EKREM D EMİR Lİ Salı 19:00 “Düşünce Tarihi” A S I M Ö Z KO N U K S ÜLEY MA N S EY FI Ö ĞÜN YARAMAZLAR TAKIMI: ZAMANDA YOLCULUK Sinema KASIM Kavramların İzinde BEŞIR AYVAZOĞLU KO N U K CMT KASIM PRO F. D R. Ö MER TÜRKER Çarşamba 19:00 SAM ED KARAGÖZ 7 Tasavvuf ve Şiir “Kelam Geleneğinde Akıl Meselesi” PRO F. D R. A Lİ Bİ Rİ NC İ 100 Yüze İmza ve Söyleşi SUNAN İslâm Düşüncesi ve Çağdaş Sorunlar Dünden Kalanlar ÇİZGİNİN ÖT ES İNDE 20 15:00 Müzik Söyleşi Seminer 20:00 KASIM PZ 29 30 15:00 “San atın ın 4 1. Y ılın da Has an A y c ın ” S İ Z NE D ER S İ Nİ Z ? Tiyatrosu D Ü D Ü K L Ü D E K I Y M A L I B A M YA KASIM 2019 Tiyatro K E N D İ G Ö K KU B B E M İ Z KASIM 27 NAĞMEDÂR ve TIBBİ BİTKİLER PROGRAMLARI HARİÇ BÜTÜN ETKİNLİKLER ZEYTİNBURNU KÜLTÜR VE SANAT MERKEZİNDE YAPILACAKTIR. Çarşamba 10:00-17:00 Rukİye ŞENGÜN KASIM 30 Cumartesi 13:00-15:00 zeytinburnukultursanat.com Altıya Kadar Mustafa Aplay Bunu herkes bilir efendim herkes bilir bana bilmediğim şeyler söyleyin. “Yukarıda verilenlere göre x kaçtır?” gibi mesela x’i ararken birtakım sesler gelmiş de matematik denen şeyi toptan unutmuşum gibi. Henüz altıncı sorudaydım işlem yapamadığımı fark ettiğimde ne kadar acıklı değil mi? 1. soru bir pastayı 12’ye bölmüşler bir kısmını Ali’ye vermişler bir kısmını Ayşe’ye bir kısmını da Ahmet’e. Eşitlik adalet değildir elbette efendim ama Ayşe’ye biraz haksızlık edilmiş sanki ulan bütün pastayı yediniz efendiler yiyin yiyin tıksırıncaya kadar yiyin. Saymaya başlıyor. Bir... İşaretledim geçtim 12. soruya. İndir yukarıdan dikmeyi. İki... Sayma Allah aşkına sayma diyorum çemberin çevresini bulunuz üç.... Karışık çözüyorum belki sayamaz da farkında olmadan atlarız altıncı soruyu diyorum ama nafile efendim nafile. Dört beş derken çözdüğüm altıncı soruda, yani 38. soruda bak ne diyor. Yukarıda verilenlere göre x kaçtır ve ardından pat diye aynı şey peki dünyada verilenlere göre... Sınavdan çıktım. Yine olmadı ama umurumda değil artık. Böyle yaşanır mı ulan diye düşünüyorum başka bir düşüncem yok. Para kazanmak, evlenmek gibi şeyler artık çok gülünç geliyor. Eve dönüyorum. Çok bir beklenti yok zaten ama yine de bir umut bakıyorlar yüzüme. Olmadı diyorum yine olmadı. Başlarını öne eğiyorlar ne yapsınlar üzülüyorlar. Bir tanesi de yine mi ulan deyip elindeki kumandayı duvara... Hep çok üzülmekten bunlar. Karnım çok ağrıyor. Herhalde stresten. Ya stresten değilse ya başka bir şeydense terliyorum hızlı hızlı soluk alıp veriyorum yine mi ulan yine mi. “Evet yine.” diyor biri. Kim konuşuyor demiyorum daha önce çok dedim susuyorum ve telefonu çıkarıyorum hızla cebimden, kontrol edemiyorum yine yine kendimi yine. Üç kere yine. Dört, beş... Bana yaptıracak mısın bunu sen kimsin tanrı mısın ruh musun kötü ruh musun şeytan mısın ne karın ağrısısın ulan sen? Karın ağrısı hangi hastalıkların belirtisi olabilir sevgili Google daha önce çok benzer sorular sordum biliyorum ama cevaplar da hep aynı. 4 • Post Öykü ö y k ü ■ Karın ağrısı deyip geçmem tamam biliyorum uzun süreli karın ağrısı ciddi hastalıkların belirtisi olabilir ama bunu kaç defa söyledin Allah senin de belanı versin. Şu durumuma bakın her türlü hastalığı bana layık görüyorsun senden nefret ediyorum Google. İçinden say. Bir, iki, üç... Hassiktir bir sivilce tam çenemin ortasında duruyor ne kanseri oldum yine derken sakin olun diyor efendim hiçbir şeyiniz yok sizin. Google mı diyor? Yok lan hayat diyor. Bunu herkes bilir efendim bana bilmediğim şeyler söyleyin. Yukarıda verilenlere göre x kaçtır gibi mesela ya da tüm 6. sorular gibi ama o kadar can acıtıcı olmasın. Dünyada verilenlere göre... Say lan. Kaç oldu diyor. Sayarım ulan ne var diyorum. Komutandan damada bir tekme ne kuvvetli adammış şerefsiz. Say ulan say. “Bir... İki... Üç...” Saysana ulan. “Dört... Beş... Al...” Niye durdun oğlum saysana hadi devam devam diyor ben şınav pozisyonundayken. Saysana ulan derken bir tekme daha ama nafile. Devam et ulan saymaya. Bir yerden sonra, yani ölmek üzere olduğumun farkına vardıktan sonra pes ediyor artık. Revire götürüyorlar beni. Hala tepemde bir adam. Say ulan say. Sıra sende İbrahim diyor Almancacı. Çok kötüyüm elim ayağım titriyor. Birden ona kadar say bakalım diyor. Ama birden sayma. Gülüyor sonra. Sınıftan birkaç kişi eşlik ediyor. Ben gülmüyorum. Kalıyorum öylece. Kekeliyorum. Olmayacak hocam vallahi olmayacak en ön sırada Nazlı var ona bakıyorum. Nazlı’nın gözleri çok güzel ve dışarıda yağmur var. Söylesene oğlum başlıyorum eins zwei drei... Vier, fünf... Nutkum tutuluyor. Öylece kalıyorum tahtanın önünde. Cık cık yapıyor hoca. Oğlum o kadar dedim çalışın diye. Nazlı sen say kızım diyor ve elbette Nazlı sayıyor. Ne güzel sayıyor be diyorum yağmurun sesi de güzel ama seninki kadar değil. Bu kısmı hiç sevmiyorum. Nazlı ben sana karşı... Bir.. Hani böyle insan bazen birini gördü mü kalbi farklı atmaya başlar ya... İki diyor. Deme ulan işte deme. Üç... Çok farklı hissediyorum Nazlı. Dört... Sen farklı bir kızsın. Ben galiba seni... Beş... Galiba mı? Kitlenip kalıyorum yine. Yüzüme bakıyor. Bu kısmı çok seviyorum. İbrahim diyor, biz sınıf arkadaşıyız. Böyle bir şey düşünmen bile... Ne alakası var sınıf arkadaşı olunca ne oluyor diye düşünüyorum canımın yandığı gerçeğini diyorum nereye kaçırsak biraz daha büyürüz? Sana diyorum Nazlı. Nazlı... Üç ı daha üstüne ve acınası bir haykırış. Nazlıııı. Altıya Kadar •5 Karnım çok ağrıyor. Senelerdir böyle. Google’ın cevapları beni tatmin etmiyor. Cennette insanlar anne babasını görebilecek mi? Bunu da soruyorum Google’a. Bir... Yer sallanıyor. Görebilecek miyiz? Eğer o da cennete girerse... İnşallah İnşallah. Oğlum diye bir çığlık sesi burayı keşke sürekli tekrarlasak ne kadar kötü bir an da olsa en azından sesini duyabilirim İnşallah Allah cennetine alırsa... İki... Hep beraber sayıyoruz. Çığlık sesinden sonrası yok. Taşlar duvarlar devrilmeye başladı. Annem yetişemedi göremedim bile onu ama babam tam karşımda kaldı. Göz göze kaldık onunla öyle. İnsanın babasıyla göz göze gelmesi ne ilginç şeymiş. Daha önce ne kadar az yaşamışım bunu. Bunu düşündüm. Üç, dört, beş... Saniyeler, dakikalar falan değil. Tam yirmi saat birbirimize baktık. Babamın gözlerinin rengini o gün fark ettim. Babamın gözleri elaymış. Elleri büyükmüş. Çok yumuşak bakarmış baktığı zaman. Ve çok güçlü adammış Allah var. Benim üzerimdekinden kat be kat fazla yığının altında... O kadar saat ayakta kaldı adam. Baba karnım çok ağrıyor diyorum. Sen erkek adamsın oğlum hiçbir şey olmaz sana diyor. Türkü söylüyor. Bilmece soruyor. Ama hep en kolaylarını soruyor. Bunu herkes bilir baba bana bilmediğim şeyler sor diyorum. Yenisini soruyor. O da çok kolay. Bilmece bildirmece diye başlayan. En klişe olanları yani. Dua ediyoruz beraber. O söylüyor, ben tekrar ediyorum. Allah’ım sen her şeye gücü yeten... Gözlerini kapat İbrahim. Kapatmıyorum. Kapat gözlerini İbrahim. Say bakalım birden başlayarak. Benimle birlikte bir ses daha... Bir... İki... Üç... O ses de sayıyor. Usul usul... Dört, beş, altı dediğim anda babamın nefes veriş sesinden ürkerek açıyorum gözlerimi. Afallıyorum önce. Sonra öylece duruyorum bir süre. Babama bakıyorum. Karnım ağrıyor baba diyorum. Babam cevap vermiyor zira biraz önce ben altı dediğim anda duyduğum nefes... Altı dediğim anda babam son nefesini... Sonra kitlenip kalıyorum. Acaba cennette görebilecek miyim babamın yüzünü yani canlı yüzünü ama burası önemli ve annemin sesini... Böyle şeyler düşünüyorum. Bir... İki... Üç... 6 • Post Öykü ö y k ü ■ Son Lokma Mehmet Ali Kaba 1700’lerin ortalarına doğru bir akşam vakti, Japonya’nın ücra bir dağ köyünde peş peşe tam on yedi eve yıldırım düştü. O geceden dokuz ay sonra on yedi evde de doğum sancıları başlamış, köyün tek ebesi olan yaşlı kadın hangi birine koşacağını şaşırmıştı. Doğan çocukların hepsi erkekti. Fakat içlerinden birinin sağ omzundan başlayıp kürek kemiğine kadar uzanan ve insan bedenini andıran bir doğum lekesi vardı. Köyün ileri gelen ihtiyarları dokuz ay önce düşen yıldırımların tanrılardan bir işaret olduğunu düşünmüşlerdi. Bu çocukları diğer insanlardan farklı bir şekilde yetiştirmeliydiler. Omzundaki doğum lekesiyle doğan çocuk diğerlerinden daha gürbüzdü. İhtiyar heyeti bunun da bir işaret olduğuna hükmetti ve bu on yedi çocuğu köyün ardındaki dağda bulunan bir manastıra gönderdiler. Doğum lekesi olan çocuk muhakkak diğerlerinin lideri olmalıydı. Anaları çocuklardan ayrılmak istemese de onları ikna etmek kolay olmuştu. Çünkü köylülerin hiçbiri tanrılardan gelen ne idüğü belirsiz bu işaretleri yakınında bulundurmak istemiyordu. Manastırdaki rahipler zamansız gelen bu sorumluluktan kurtulmak için çocukları samuray olarak yetiştirip derebeyinin emrine vermeyi kararlaştırdılar. Manastırdaki yaşamları on yedi sene sürdü. Her birine karakterleri ve yetenekleri doğrultusunda isimler verilmiş, tek isim alamayan doğum lekeli doğan olmuştu. Çocuğun iyi bir samuray olması için bulabildikleri en iyi ustaya öğrenci olarak verdiler. Kılıç işinde çuvallayan çocuk daha sonra ok atma ve binicilikte de dikiş tutturamadı. Belki de iyi bir keşiş olur temennisiyle budist öğretileri ile yetiştirmeye çalıştılar. Fakat çocuk meditasyonu bile beceremedi. Rahipler, çocuğu içine budist dualar yazılmış kağıtları cahil köylülere ilaç diye satarken yakaladı. Çocuğun tek yetenekli olduğu şey rahiplerin taklitlerini yapmak ve onları dolandırmaktı. Bir rahibi diğerine derebeyinin oğlu olarak bile yutturmuştu. Bu ufak şakalar yüzünden bolca dayak da yemişti. Başrahip dahi doğum lekeli çocuk hakkında tek bir şeyden emindi. O çocuk şeytanı bile kandırabilirdi. O yüzden kimse ona güvenmiyor, arkadaşSon Lokma •7 lık kurmuyordu. Manastırdan ayrılacakları gün ona kendi ismini kendin bul deyip, tabiri caizse işin içinden çıkmışlardı. Diğer çocuklardan kimisi silah kullanmada, kimisi binicilikte, kimisi de zekasıyla değişik değişik isimler alarak manastırı terk etmişlerdi. Ayrılışlarının ertesi günü içlerinden biri duruma isyan etti. On yedi yaşındaydı ve kimse ona hayatını nasıl yaşamak istediğini sormamıştı. Bu isyanını diğerlerine söylediğinde her biri hak verdi ve derebeyinin emrine girmekten vazgeçerek Japonya’ya dağılma kararı aldılar. Dördü uğradıkları ilk köyde yağmacı zannedilip köylüler tarafından linç edildi. İkisi manastırdan sonra dışarıdaki hayata uyum sağlayamayıp geri döndüler ve derebeyinin emrine girmedikleri öğrenilince, idam edildiler. Diğer onunun ne yaptığını kimse öğrenemedi. İçlerinden sadece doğum lekeli olan diğerlerine uymadı. Bu hayata geliş amacının ve aldığı eğitimin bir sebebi olduğuna inanarak derebeyinin yanına gitmeye karar verdi. Derebeyinin ona yaptığı sınavda yanlışıkla bir kâtibi öldürünce ceza olarak sürgüne gönderildi. Sürgün zamanlarında katıldığı tek savaşta kendisine verilen ulaklık görevini yanlış anlayıp derebeyinin ordusuna ulaştırması gereken haberi düşman komutanına bildirdi. Bu hatası yüzünden koca bir köy katledildi. Hainlikle suçlanıp idam cezasına mahkum edilince çareyi kaçmakta buldu. Gittiği ülkelerde kendini iyi bir samuray gibi göstererek para karşılığı tüccarlara ve soylulara muhafızlık yapmaya başladı. Efendisini her müdafaa etmeye kalktığında başarısız olduğu için aç biilaç sokaklarda avare gibi gezinmeye başladı. Soğuktan donmak üzere olduğu bir gecede ölüm tanrısı Şinigami canını almaya geldi. Onurlu bir samuray olarak yaşamayıp bushido ilkelerini çiğnediği için ondan seppuka yapmasını istedi. Çarnâçar,zavallı adam kozukasını kınından çıkarıp kendini infaz etmek için kimonosunu beline kadar sıyırdı. Şinigami, onu izlerken ince bir çubuğa dizilmiş Japonların geleneksel dango tatlısını iştahla yemeye başladı. Adam kabzayı sıkıca kavrayıp gözlerini kapadı. Kozukasını işkembesinin sol yanına saplayıp sağa doğru çekmeye başladı. Bağırmamak için çenesini sıkıca kenetledi. Isırdığı dudaklarının kanamaya başladığının farkında değildi. Kozukasını yukarı doğru çekmeye hamle ettiğinde Şinigami şişteki son dangoyu da yiyip ağzından şerbetini akıta akıta ölümcül darbeyi indirmek için üstüne eğildi. Tam o esnada adamın omzundaki doğum lekesini görüp nasıl bir yanlış yaptığının farkına vardı. İlahi bir damgaya sahip olan bu adamı yanında götüremezdi. Adamın bu zamanda tekrar var olması imkansızdı. Hatasının telafisi olarak eğer isterse ona farklı bir zamanda tekrar bir şans verebileceğini söyledi. Fakat kolay 8 • Post Öykü ö y k ü ■ olmayacağını da ekledi. Yeniden doğmayacak, anadan üryan bir şekilde ve hiçbir şeye sahip olmadan birden bire peydah olacaktı. Geçmiş hayatının her anını hatırlayacaktı. İsimsiz olması daha da üzmüştü Ölüm’ü. Ona Subutay ismini verdi. Yeni hayatında talih getireceğini düşünmüştü. Tarihte ün kazanmış bir savaşçının adıydı. Doğum lekeli Subutay, şartları kabul etti. Ölüm onu 2010’lu yılların ortalarına doğru Asya ile Avrupa’nın tam ortasında bir yerde, Ankara’da yeniden canlandırdı. İlk üç yılı dilencilikle geçti. Doğduğu toprakların dilini ve kültürünü bilmiyordu. Üstelik kendi zamanına ait hiçbir şey yoktu. İçlerinde yaşadığı insanların dilini öğrendiğinde harflerini de öğrenmişti. Bu insanlar onun kim olduğunu bilmese de onun önceki hayatında yaptığı mesleği biliyordu. Artık okuyabildiği için yavaş yavaş da olsa öğrenmeye başlamıştı. Burada bir derebeyi yoktu. Samuraylar yahut ninjalar da yoktu. Herkes rengarenk giyinip her gün bir yerlere gidiyor, sonra çıkıp evlerine dönüyordu. Sonra içine girip hızla hareket ettikleri, kükreyen şeyler vardı. Bunların hiç birini anlayamıyordu. Bir gün ince bir kağıt parçası buldu. Üzerinde bir sürü yazı vardı fakat sadece biri onun dikkatini çekmişti. Uzakdoğu Film A.Ş. diye biri samuray arıyordu. Daha doğrusu bu şirket, yeni dizisindeki samuray rolü için figüranlar arıyordu fakat Subutay yanlış anlamıştı. Ne yapıp edip yeri buldu ve seçmelere gitti. Hiçbir şeyi usulüne uygun yapamıyordu. Bekle dedikleri yerde sinirleniyor, beline katana diye taktığı incecik sopayla millete vurmaya kalkıyordu. Ekip görevlileri deli olduğunu düşünerek onu uzaklaştırmaya çalıştı. O ise aradıkları samuray olduğunu söyleyip duruyor, senede iki kat kumaşa ve karın tokluğuna çalışacağını haykırıyordu. Bağırışmalara gelen oyuncu yönetmeni Subutay’a bir şans vermeye karar vermiş ve sonuçtan ziyadesiyle memnun kalmıştı. İçerideki bütün figüranları sopadan geçirmiş, kimseye aman vermemişti. Subutay resmen samuray olmak için doğmuş gibiydi. Beden hareketleri, sahte de olsa kılıcı tutuşu ve bakışları muazzamdı. Hele o gür sesi ve bağırışı direktörü mest etmişti. Halbuki önceki hayatında çok yeteneksiz bir samuraydı. Bazen doğru zamanda doğru yerde olmak gerekirdi. O günden sonra Subutay hayatı daha hızlı öğrenmeye başlamıştı. Para kazanmaya başladıktan sonra küçük bir dairede, şöhreti arttıkça da daha büyük evlerde yaşadı. Artık dünyaca ünlü bir aktördü. Efsane aktör Toshiro Mifune’nin reankarnasyonu olduğuna inananlar bir hayli fazlaydı. Figüranlıktan başrol oynadığı filmlere geçişi çok hızlı olmuştu. İnsanlar ise onun oyunculuğunu o kadar gerçek bulmuştu ki, sevmeseler bile samuray filmlerini izlemeye başlamışlardı. Kadınlar onun hayalini kuruyordu. Son Lokma •9 Subutay Derebey -soyadını özellikle seçmişti- artık önceki hayatını pek de hatırlamıyordu. Oynadığı dizilerin ve filmlerin hakkını dönemin en güçlü film ve dizi şirketlerinden biri olan Netflix satın almıştı. Artık bütün dünya onu tanıyordu. Para içinde yüzerken zamanın su gibi aktığını fark etmemişti. Fakat sette geçirdiği ve ölümün kıyısından döndüğü bir kaza sonucu o melun düşünce içini kemirmeye başlamıştı. Ölüm ona bir şans daha vermeyeekti. Ölümden olabildiğince kaçmalı ve bu sefa içinde yüzdüğü hayatı olabildiğince uzatmalıydı. Gittikçe paranoyaklaştı. Evi için üst düzey güvenlik önlemleri aldırdı. Küçük bir koruma ordusuyla gezmeye başladı. Yemeklerini önce başka insanlara denettirdi. Giyeceği kıyafetleri bile iyice temizlettiriyordu. Yeni bir film teklifi almıştı. O zamanın çok ünlü diğer bir aktörüyle başrolü paylaşacaktı. Korkuları yüzünden kabul etmedi. Bu kariyerindeki gerilemenin başlangıcıydı. Evinden dışarı çıkmaya korkuyordu. Bütün şoförlerini işten çıkardı. Araba koleksiyonunu sattı. Evinin etrafındaki tüm arsaları satın alıp tarlalara dönüştürdü. İçtiği suyu bile en az yedi kere filtreden geçirtiyordu. Fakat bu paranoyaklık daha da ilerlemişti. Bir gece rüyasında öldüğünü ve tekrar Japonya’daki hayatına döndüğünü gördü. Rüyasından o kadar etkilendi ki, uyumamaya başladı. Uykusuzluk onu daha asabi ve dengesiz yaptı. Tomarla ilaç kullanıyor, özel cihazlar yardımıyla vücudunu dinlendirmeye çalışıyordu. Ne zaman uyursa kabuslar görerek uyanıyordu. Şinigami’nin gelmesindense sonsuza kadar hareketsiz ve yatalak kalmaya razıydı. Şinigami bir gün onu ziyarete geldi. Amacı götürmek değil, sadece hayatını nasıl kurduğunu görmekti. Subutay, Şinigami’yi gördüğü anda emri altındaki bütün imkanlarla ona saldırdı. Tabii ki boşunaydı fakat Şinigami buna çok içerlemişti. Subutay’ın vakti gelmişti. Subutay’ın o akşam yemeğinde yiyeceği lokma tatlısının içine ilahi bir zamk koydu. Bu zamk sadece Subutay için özel yapılmıştı. Subutay’dan önce deneyen üç kişiye de bir şey olmamış, dahası; o kadar beğenmişlerdi ki işten atılma pahasına da olsa birer tane daha almışlardı. Bir tehlike olmadığını gören Subutay yemeğini yiyip de tatlıya geçtiğinde olanlar olmuştu. Bir ısırık aldığı lokmadan sonra bir daha ağzını açamadı. Bir hafta içinde iki ameliyat geçirdi. Yüzünün şekli bozuldu. Şinigami onu götürmek için ertesi hafta tekrar geldiğinde Subutay ona omzundaki doğum lekesini gösterdi ve bir tabak lokma tatlısı ikram etti. Tabağı uzatırken konuşmaya çalışsa da zamktan dolayı ağzını açamadı. Uşaklarına el hareketiyle kalem kağıt istedi. Kağıda hiragana alfabesiyle şu sözleri yazıp gösterdi: “Bu gurbet ellerde bana evimi hatırlatan bu tatlıyı senin de tatmanı 10 • Post Öykü ö y k ü ■ istiyorum. Sence de tadı Dango’ya benzemiyor mu?” Lokma tatlısını dikkatle inceleyen Şinigami’nin, benzerliği fark edince gözleri açıldı. Bütün tabağı bir hamlede ağzına attı. Az sonra Subutay’ın bütün rahatsızlıkları son bulmuştu. Subutay film setlerinde gördüğü kötü karakterler gibi gülmeye çalışsa da sadece sırıttı. Subutay hala fark etmemiş olsa da, Şinigami onun neden seçilmiş kişi olduğunu o an anlamıştı. Başrahip haklı çıkmıştı. Son Lokma • 11 Ukde Merve Can Belini doğrulttu, öne, sağa, sola meyletti, gözlerini kıstı. İleride, sokağın sonundaki siluete odaklanmıştı. Sokak lambalarının çoğu kırıktı, hava sisli. İlerideki, kadın mı erkek mi belli olmayan şey, kendine mi bakıyordu yoksa arkası mı dönüktü? Dudaklarının kenetlenmiş olduğunu fark etti, biraz gevşemeye zorladı kendini. Ona doğru bir adım atmak istedi, yapamadı. Ayakları mı, kolları mı beli mi bir yerlerinden bağlıydı sımsıkı ama neresinden bilemiyordu. Kaldırım kenarındaki rögar kapağından sular dışarı fışkırıyordu. Kapkara, kokuşmuş sular kendini sokağa kusuyordu. Bir süre öylece kaldı. Öylece kalıvermek hiçbir zaman bu kadar kasvete bulanmamıştı. Rögardan gelen kokunun ağırlaşmasıyla irkildi. Trafonun karşısındaki ufak mıknatıs dükkanının ışıkları yanıyordu. İrili ufaklı, renk renk, şekil şekil bir dünya mıknatıs doluydu burada. Gecenin kömürsülüğüne inat ışıklar saçan dükkana döndü yüzünü. Anlamaya çalışıyordu. Başını hafifçe yana eğdi. İçeride küçük utangaç bir çocuk, mahzun. Saçları kendininkiler gibi dalgalı ve koyu, gözleri kendininkiler gibi çakır, teni kendininki gibi esmer, üstündeki ucuz askılıdan dışarı taşmış, insanların kendilerini doğum haberine alıştırdığı ama bir de ölüm haberi aldıkları, o günden geriye kalan, köprücüğündeki zeytin izi kendininki gibi. Göğsünün inip kalkışlarını fark etmiyordu. Etseydi... Gitgide ağırlaşan kokuyu dağıtmak istercesine kafasını sallayıp gözlerini kapadı. Geri geri gitti. Damarları derisini yırtıp aşacakmış gibi atmaya başladı. Sırtında birinin gövdesini hissetti. Hızla arkasını döndü. Göz göze geldiler. Siluetin sahibi burnunun dibindeydi. Bu bayat kokulu eski elbise ve bu elindeki şişe; oydu. Cesaret edip yüzüne baktı, damarları çılgınca gümlemeye başladı. Şapkanın altında, kendi dalgalı saçlarını ve çerçevesiz gözlüklerini gördü. Kan ter içinde gözlerini açtı. Yatağında doğruldu. Yatağın yanındaki, yerdeki prizden telefonunu çıkarıp saate baktı. Bu saate kadar zıbarmakla iyi 12 • Post Öykü ö y k ü ■ halt etmişim dedi kendisine sitem ederek. Yastığına dokundu, ıpıslaktı. Betona dönmüş boynunu tutarak lavaboya gitti. Elini yüzünü yıkadı. Sürekli damlatan çeşmeyi sıkmak için artık eskisi kadar uğraş göstermiyordu. Periyodik olarak damlamasına ve sinir bozucu bir ses çıkarmasına izin verdi. Üst kattaki bunağın köpeği artık çok olmaya başlamıştı, pıt pıt pıt oraya buraya gezinip duran, susmayan pati sesleri, gece gündüz yankılanan boğuk havlamalar artık sabrını taşıracaktı. Sırf babasına yalan söylememiş olmak için ayaküstü bir şeyler atıştırdı ve üstünü giyindi. Çantasını da aldıktan sonra evden çıktı. Uykuda ona dehşet veren rüyasını sanki unutmuş gibiydi. Rutubet kokulu apartmanın merdivenlerinden hızla indi. Apartman kapısına vardığında birinci kattaki dairenin kapısı açıldı, yaşlı adamın kel kafası cilalanmış gibi parıldıyordu. “Oooo, hayırlı sabahlar, nereye böyle, iyi iyi okuyun, okuyun da biz gibi olmayın” muhabbeti yine uzayıp gitti. İhtiyar elini uzattığı sırada genç, apartman kapısına yönelmiş olduğundan görmemiş gibi yaparak paçayı zor sıyırdı. Onun elini asla tutmaz ona asla sarılamazdı, çünkü bir kez apartman boşluğunda bir kere de sokak konteynerinin yanındaki sığ aralıkta apış arasını kaşırken görmüştü. Acelesi olduğunu söyleyip arkasını dönmeden apartmandan çıktı. Etraftaki insanların görme ihtimalini hesaba katmadan elini apış arasına götürebilen bir morukla el sıkışmadığı için kendini çok büyük bir şey yapmış ya da bugün çok şanslıymış gibi hissetti. Eski Yunanca dersini kaçırmamak için acele acele yürümeye koyuldu. Okulda yine bakışmaktan ileri gidemediler. Dört beş ay boyunca bir insan başka bir insana her fırsatta bakıyorsa bunun adı da ne yapılması gerektiği de bellidir. Ama beyin denilen icat ya gerçeği çarpıtmaya çalışıyorsa? Ya birbirinden farklı yüzlerce senaryo yazıp çiziyorsa durduğu daracık yerde? İşte o zaman yapılması ve söylenmesi gerekenler, hayal etmesi zor bir şekilde imkânsızlaşır. Böylesine güzel hissettiren hatta bir tür esriklik yayan duygular dışarı akıtılamadığı zaman kişiyi zehirlemeye ve içten içe kemirmeye başlar. İnsan, dilinin ucunda kırıp öğüttüklerinin maktulü olur. Hava kararmaya başlamıştı. Eve dönüşte kafa dağıtmak için ağır ağır yürüdü. Gündüz giyindiği, öğlen elinde taşıdığı montunun içine pısmış, ceplerinden ellerini hiç çıkarmıyordu. Mahallelerinin girişindeki hayratın önünden geçti. Çocuklar bu sert havaya ve insanın derisini kurutan rüzgâra aldırış etmeden koşuşturuyor, çığlıklar atıyorlardı. Erkekler futbol oynuyorlar zaman zaman hırpani bir şekilde aniden kavganın eşiğine geliyor, o sırada babacan tavırlar ve yürüyüşler sergiliyor iki üç dakika sonra eski yeni yetme havalarına dönüp bir topun etrafında Ukde • 13 boğaz damarları çıkana kadar bağırarak zıplıyorlardı. Kız çocukları ise bazıları evlerinden getirdikleri, hiç gerçekçi olmayan bebekleriyle oynuyor, onların saçlarını tarayıp elini kolunu hareket ettirerek evcilik oynuyorlar, kimileri de örme kaldırıma diz çökmüş, taşlarla ufak hareketler yaparak müsabakaları takip ediyordu. Köşede ise bir iki ufaklık, ÖÖTD. Ötekileştirilmiş, örselenmiş, titrek dudak, dolu göz tayfası. Bunların oyunlarda ne istedikleri belli olmaz, her hâlükârda mızmızlanıp ağlamaya meyillidirler, dertlerini ağlamadan asla anlatamaz her yarım saatte bir, evde yemek yapan ya da komşuya gidip dedikodu yaparak vakit değerlendiren annelerine gidip bacağı kopmuşçasına zırlamadan yaşayamazlar. Kendi hallerine bırakıldıklarında, oyuna kaldıkları yerden yavaş yavaş sızarlar. Bu curcunanın içinde birden bir alana girdiğini hissetti. Özel bir alan ya da özel bir his. Etrafına bakındı. İşte, oradaydı. Elinde şişesiyle yine gidiyordu. Çocukların taşkın çığırtıları yavaş yavaş azalıp kesildi. Rüzgâr, binalara sürtünerek bıçakla kesilmiş gibi durdu. Ferdane. Her gün iki kez buradan geçer, aksayarak, sol ayağını kendinin gerisinden sürüyerek. Elbiseleri mevsim değişikliklerine rağmen pek değişmez. Evi nerde bilinmez. Etrafına zararı dokunmayan kendi halinde bir deli. Ferdane şimdi ona doğru yürüyordu, sanki her an yere kapaklanacak gibi öne meylederek yürürken gözlerinin tam olarak nereye baktığı belli olmuyordu. Nedense, bir yay gibi gerildiğini hissetti. Bu kadının manyetik bir alanı vardı ve etrafındaki her şeyi etkisi altına alıyordu. Heyecanla karışık gerginlik, kadın yaklaştıkça arttı. Artık kendisi yürümeyi bırakmış sadece kadına bakıyordu, ama şu an bunun ayırdında değildi, sonradan fark edecekti. Kendini çekip kurtarmak, hızla yürümek istese de bunu yapamadı. Kalakalmıştı. Bir senedir bazı öyle anlar olmuştu ki, kadının varlığına bile tahammülü olmadığını hissetmişti. Her yerde karşısına çıkıyordu, o sinir bozucu yürüyüşü ve buyurgan havasıyla yürüyerek yanından, önünden, ileriden, sokak aralarından geçiyordu. Çevresini etkileyen bir virüs gibi ortalıkta sürünüp duruyordu. Ferdane yanına kadar geldiğinde bir an duraksadı, sonra kafasını kaldırıp ona baktı, yoluna devam etti. Tüm dengesi altüst oldu. Kimdi bu? O gözler neydi? O yüzün ifadesiz ifadesi, o hareketsizlik neydi? Dışardan fazlaca durağan görünen ama çırpınan duyguları vardı sanki. Mahalledeki kadınların bölük pörçük konuşmalarından topladığı kadarıyla talihsiz bir yaşam hikayesi vardı. Bir insan hiç konuşmadan nasıl başka bir insanın adını bilmediği 14 • Post Öykü ö y k ü ■ duygularını kabartırdı? Nasıl zihnini darmadağın edebilirdi, aklı almıyordu. Demek bu ismini bilmediği duyguları aynı anda yaşamak bir çeşit tepkimeye yol açıyordu. Sersemlemiş şekilde eve yürümeye devam etti. Gece olduğunda hâlâ kadının etkisindeydi. Babası erken yattı, ertesi gün nöbeti vardı. Düşünmeden edemiyordu. Bu sinir ve itici kadında bir şey vardı dikkatini çeken, kendine yakın hissettiği. Ama zihninin çeperlerini zorlayarak düşündüğünde bu kadınla hiçbir ortak yanı olamayacağından da emin oldu. O bir düşkündü, sahipsiz fakir evsiz kimsesiz biriydi. Kitap okumaya daldıkça bunların hepsini unuttu, gevşedi ve sadece okuduğu sayfaya odaklandı. On birden sonra yukarıdaki köpeğin de sesi kesilmişti mahalledeki köpeklerin sesi de. Gece saat iki civarında alıntılar defterine bir alıntı ekleyip garip duygular içinde yatağına geçti. Kaydettiği kısım şöyleydi; evren, birbirine benzeyen kaderlerin yollarını birbirine kırar. Hayat hikayelerini, birbirlerinin gözyaşında yıkar. Sabah babasını uyandırmadan evden çıktı. Çarşamba, okuldaki en yoğun günüydü ve bu sınıf ortamı bu bilgi tomarları en son isteyeceği şeydi. Derslere girip çıkarak günü bitirdi. Okul çıkışı eve döndü. Üstünü değiştirip oyalanmadan apartmanlarının karşısındaki eski gecekondunun kapısını çaldı. Dul kadın kapıyı güler yüzlülükle açtı, içeri davet etti. Merak ettiği bir şey olduğunu, öğrenip gitmesi gerektiğini söylese de kahve içmek zorunda bırakıldı. Kahvenin gelmesini beklerken yaşlı evi olduğunu belli eden halı kokusu ve soğuk fayanslar dikkatini çekti. Konsoldaki eski düğün fotoğraflarına baktı, kadının şimdiki haline hiç mi hiç benzemeyişine şaşırmadı. Vitrindeki yemek ve bardak takımlarını inceledi. Yaşlı kadının evde yalnız yaşadığı hesaba katılırsa fazlaca temiz ve tertipli olduğu gerçekti. Kahveler geldiğinde direkt konuya daldı. On on beş dakikalık sohbetten ve acı kahveden sonra allak bullak olmuş halde evine dönüp kendini yatağa gömdü. Demek ukde ortaklığı ha? Demek boş bir rastlantıdan ibaret değilmiş hayat. Demek insanın hayatına her şey dokunabilir tesir edebilirmiş. Eşi inşaat çalışanıymış. Kavurucu bir yaz gününde Ferdane’den ertesi gün işe götürmek için soğuk su hazırlamasını istemiş. Ferdane unutmuş. Adam pek ses etmeden işe gitmiş. İskeleden düşmüş çok geçmeden de ölmüş. O zamandan beri Ferdane her Allah’ın günü mezarlığa soğuk su götürürmüş. Kendisini suçladığı muhakkak. Bir hayatı söndürüp kendi hayatının titrek ışığının yanmaya devam etmesi. Kaderlerinin nerede kesiştiği ortaya çıkmıştı. Yorulmuş beyni kendini uykuya bıraktı. Ukde • 15 Güneşin turuncusunu akıttığı duvarları gördü gözleri. Seri şekilde bir şişeye su doldurdu. Kıyafetlerini değiştirip pencerenin önüne dikildi. Ferdane’yi görür görmez şişesini alacak o da mezarlığa gidecekti. Anlam veremediği halde kaderini kendisine yakın bulduğu bu kadınla konuşup tanışmak istiyordu. Hava kararmaya başladı, gök buğulandı. Artık gitmekten vazgeçmeye karar verdiği anda sokak dönüşünde bir gölge gördü. Cama yapışıp gelene dikti gözlerini. Gelen Ferdane’ydi! Hızla montunu giydi, şişesini kaptığı gibi merdivenlere yöneldi, koşarak indi. Apartman kapısını açarken bir an duraksadı. Sanki böyle olmaması gerektiği gibi saçma bir his beliriverdi içinde. Aniden hantallaşmış hareketleriyle apartmandan dışarı çıktı, Ferdane’nin yolunun üstünde durdu. Kadın sol ayağını sürüyerek yaklaştı. Boğazındaki demirden yumağı zor bastırarak biliyorum dedi. Hayat hikayeni, ukdeni, derdini. Kadın başını kaldırıp ona baktı. Bakıştılar. Söylediğinin gereksiz olduğunu anladı ve kendini aptal gibi hissetti. Kadına bakmak tiksinç bir nefret uyandırmasına rağmen gözlerini ondan ayıramıyordu. Kadının gözlükleri yoktu diye geçirdi içinden. Kafasını biraz eğdi, kendi doğum lekesini gördü. Gerçeklik o anda bölündü. Kulaklarında bir ses uğursuz bir uğultu gibi dolaşıyordu: “Hâlâ anlamıyorsun değil mi? Ben sen ayrımı yok. Şu haline bak! Zavallı.” Yırtıcı bir kahkaha atarak yoluna devam etti. Genç dehşete kapılarak geriye sıçradı. Bu solgun ten, morarmış bacaklar, kuru dudaklar, rengi kaçmış gözler... bu kadın.. bu kadın! Dehşet yayan uğursuz bir kaltak! Gerçek değildi. Olamazdı. Etrafına hastalık yayan bir sürtük! Mıknatıs dükkanının tüm ışıkları yanıp sönmeye başladı. Aynı anda kulak tırmalayan bir müzik son sesle... . Zonklayan başını tuttu. Şişe yere düşüp yuvarlandı. Aksayarak giden kadının arkasından baktı. Rögar kapağı fokurduyordu. Hemen eve koştu. Birinci kattaki kel onu görüp sırtına dokundu ve iyi akşamlar diledi. 16 • Post Öykü ö y k ü ■ Apaçık Aynur Dilber Ölen ağabeyimin yerine doğmuşum. Onun ismini okumuşlar kulağıma. Hayatımın yanlışlar mesnevisini başlatan, içime doğru acıyla kafiyelenen hikayemin, o ilk domino taşının devrildiği yer tam da burası. En başı. Ortası olsaydı her şey bu kadar yanlış gitmeyebilirdi, düzeltilebilirdi belki. Ama başlangıç alınımın kara yazısı. Yıkasan da çıkmayan leke. Bulutlar kararınca yağmur yağardı. Olgunlaşan elma çürümeye dururdu. İlmek kaçtıysa kazak sökülürdü. Kararıp yağdım, olgunlaşmadan çürüdüm, ilmeklerim tek tek söküldü. Ben Murat. Murat bulamadan vakti tükettim. Yanlış ata binip yanlış yollara düştüm. Atlardan da yollardan da yoruldum. Gök dersen ırak, yer dersen katı. Öylece pencere önünde kalakaldım. İşaretleri görmezden gelemeyecek yaştayım. Bahçenin avuç içi kadar yerinde erik ağacı var. Baharda dalları yeşermiyor artık. Bazı sarmaşıklar temelli kurudu gitti. Şimdi ne yapıyordur? Boş kalan ellerine bakıyor mudur benim gibi? Ağabeyim de olsa başka birinin yokluğunu doldurmak için vardım ben. Dünyaya kim birinin yerine geçmek için gelmek ister ki? Varlığım sadece onu gösteren, hatırlatan bir işaret, iz, gölge idi. Bir şeyin aslı değil. Onun taklidi, yansıması. Onu neden bu kadar sevdiler? Hepi topu dört yıl yaşamış bir çocuk gönüllerini nasıl böyle fethetti? Kaf dağına mı eriştiler onunla? Cennetten mi kovuldular onu kaybettiklerinde? Ermiş, insan üstü ruhlardan mıydı ağabeyim? Oğuz Kağan mıydı anamın sütünü bir içince bir daha içmeyen? Beşiğinde konuşan Hazreti İsa mıydı ya? Ondan görünmeyen bir ışık, bir aura mı yayılıyordu çevresine herkesi tesiri altına alan? Ağabeyim belki sandıkları gibiydi. Gökseldi, göğe gitti; bense topraktandım, toprakta kaldım. Fakat benim ne derece yaralandığımı hiç görmediler. Gözyaşlarımın bu toprağı çamura dönüştürdüğünü görmediler. Çünkü ben yoktum ki. Ben bir kaybın yerine geçip onu telafi edememiş olandım. Akılları ondaydı. Apaçık. Bana baktıklarında ona benzeyen yüzümü gördüler. Apaçık. Derimin altı ona hiç benzemiyordu oysa ki. Apaçık. Apaçık • 17 Yalnızca ağabeyimin ismini almadım. Odasını, yatağını, giysilerini... Ne var ki benim hamurumu başka türlü yoğurmuştu Yaradan. Ben onlara ulvî, ermiş, bilge, kutlu ruhlardan gelmedim elbette. Her normal bebek, çocuk gibi olmalıydım ki ağabeyimin bebekliğinden gözleri derin bir hüzünle ama kaybedilmiş bir mucizeyi anlatır gibi bahseden annem sıra bana geldiğinde üstünden şöyle bir geçiverirdi hikayemin. Oysa bilirsiniz, insanın en sevdiği hikaye kendi hikayesinin bu faslıdır. Hatırlayamadığı bebeklik, çocukluk dönemi. Kendini bir yabancıdan söz ediliyormuş gibi müthiş bir merakla, hazla, heyecanla hep ilk kez duyuyormuşçasına dinler. Ya, öyle miymişim? Kendisine olan merakı insanın en hak edilmiş duygularından biri değil midir? Dağlarda açan ters lalelerin belgeselini izledim dün gece. Daha bir yumrulaştı boğazımda bir şeyler. Eskiler içim ölmüş de dışım bilmiyor öldüğünü içimin, dermiş. Belki ben söyledim bunu. Bilmiyorum. Eskidim, eskidiğimi biliyorum; içimin öldüğünü de. Biri olsun yoktu ki içlerinde boynu aşağı düşmemiş olsun, toprağa değil de göğe bakadursun. Öyle. Annem, pek sık ölen ağabeyimden bahsederdi bana. Benden dört yaş büyük olan ağabeyim, öyle sebepsiz, durup dururken ölü bulunmuş yatağında. Ben ölümle ilk kez yolda bir güvercin ölüsünü görünce karşılaşmıştım. Ürpermiştim. Geceleyin kopkoyu bir ormanda kaldığımı hayal etmek gibiydi. Niye geldiyse aklıma. Ağabeyim böyle şeyler hayal etmezdi kesin. Ölümü görse üzerine yürürdü. Yaşasaydı kim bilir nasıl biri olacaktı? Bense duygulu biriydim. Bilge değildim, olağanüstü alâmetler taşımıyordum. Bebekliğim, çocukluğum zır zır ağlamakla geçmiş. Annem ağabeyimi anlatırken sormuştum dayanamayıp. Anne ben nasıldım? Sen çok ağlardın evladım. Hiç susmazdın. Elini yanağıma şefkatle dokundurmuştu. Daha eli yanağımdayken söylemişti. Ağabeyin başkaydı. Ruhum bir anda bulanmaya başlamıştı. Yanağımdaki el çoktan inmişti. Ağabeyim asla aşılamazdı. Yaşasaydı hep hayır dua alan bir evlat olacaktı. Bense annemi babamı benden çaldığı için hem kızgın hem kırgın yaşadım ağabeyime. Gölgesi hep üzerimdeydi. Ruhuma sinen bir marazdı. Ondan kurtulamayacağımı biliyordum. Adım onun değil miydi? Onun ayakkabılarını giymedim mi? Kızıyorum kendime. Sanmayın ki bir ölüyü kıskandığım için azarlamıyorum, didiklemiyorum kendimi. O benim aynı zamanda derdimi yandığım, halimden şikayet ettiğim ağabeyimdi çünkü. Beni anlayandı hayallerimde, rüyalarımda, dalgınlıklarımda. O gerçekten bilge biriydi. Bunu ben bile onu hiç görmediğim hâlde sezmiştim. Hareketlerimi izliyor, aklımdan geçenlere karışıyor, bazen ne yapmam gerektiğini fısıldıyordu. Sahiden onun fısıltılarına kulak verdiğim zaman babamın, arkadaşlarımın gözüne giriyor18 • Post Öykü ö y k ü ■ dum. Onun mükemmel varoluşu bana kendimi bildim bileli suçlu hissettirse de gerçekten farklı olduğunu; zamanı, mekânı aşabilen özel ruhlardan biri olduğunu ben de annem kadar biliyordum. Yine de onu affedemiyordum. Hayatımın yıkılan ikinci domino taşı yanlış okula gitmem oldu. Bu faslı uzun etmeyeceğim. Annem babam beni hep dev aynasında gördüler. Ağabeyime hiç benzemeyişimi anlamadılar. O kırık, çatlamış aynaya bakmayı bile bile istemediler. Bile isteye kendilerini evcilik oyunundaki sahiciliğe kaptırdılar. Perdeyi kaldırıp da kendi adını dahi kendine sesli söyleyemen bu çocuğa bakmadılar. Derslerimden çok zeki bir çocuk olmadığım, sınıf öğretmenimden içe kapanık olduğumu anladıklarında liseyi bitirsin hele, dediler. Aslında ailem beni yüzüme karşı hiçbir zaman incitmedi. Haklarını yiyemem. Ağabeyim öldüğünden üzerime titrediler. Ama serin serin akan suların insana apayrı bir dokunuşu vardır. Ben perdelerin arkasında gizleneni hissediyordum. Zarfların içinde ne var tahmin edebiliyordum. Beni incitmeyişleri beni zayıf bellediklerindendi. Ya da tüm bunlar bir zandı ve ben kendime av oluyordum. Ama kime insanın içindeki o karanlık fısıldamaz ki? Özel hocalarla, zorun zoruyla tıbbı kazandım ama okuyamadım. Bırakmak zorunda kaldım, ite kaka bankacı oldum. Babam rahmetli, göremedi bankacı olduğumu. Küçük lokantımızı da satmak zorunda kaldık böylece. Hayatımın yıkılan domino taşlarından üçüncüsü ise yanlış kadını sevmem oldu. Yanlış bazen doğrunun elbiselerini giyer, gizlenirdi. Perihan’la doğruymuş gibi geldiğinden evlendim. Perihan’ın saçları öyle güzeldi ki onları öremezsem içime dert olacaktı. İçime dert olan büyüyüp dağ olacaktı. Büyüyüp dağ olan beni ezip geçecekti. Perihan benim saçlarımı okşasın istedim. Benim kaba tenime, onun narin elleri değsin istedim. Yorganın altında soluğum soluğuna aksın istedim. Benim kederli gözlerime onun kehribar gözleri şifa olsun istedim. Çok mu şey istedim? Çok istedim. Ona Peri’m dedim. Peri’m beni severse o zaman var olacaktım. Bir adım olacaktı anlıyor musunuz? Kendi adım. Üzerini örttüğüm yaralar çürümelerini durdurup anca böyle iyileşecekti. Belki abartılı buluyorsunuz, biliyorum. Ama insan annesinin babasının gözünde adam olmayınca bir daha adam olacağına zor ikna olur. Bir kadın. Ancak bir kadın sevgisi onu yeniden ikna edebilir. Bir adamı bir kadın severse dünyayı bile karşısına alır bir adam. Annemi karşıma henüz Peri beni sever mi, sevmez mi bilmeden aldım. Peri’nin etekleri rüzgârda savrulurdu, bilirdim. Bir gülüşü vardı ki herkesin içini gıcıklardı, bilirdim. Mahalleden birkaç kişiyle Manolya Park’ta oturduApaçık • 19 ğunu da, Hayri abinin pastanesinde bazen akşamı ettiğini de bilirdim. Bilirdim pişti, tavla oynarken Perihan’dan bahsederdi o dümbelekler. Her şeyi bilirdim. Perihan da bilir ya benim her şeyi bildiğimi. Başka şeyleri de bilirdi o. Onu görünce kızaran yüzümden, ayak ucuma eğilen bakışlarımdan bilirdi. O yüzden öyle bir kahkaha atardı ki. Hem aklımı başımdan alan hem beni mahcup bırakan. O da bilir ya aramızdaki olmazlığı, başını bir cilveyle omzunun üzerinden sana bakmam ben der gibi çevirip salınıp giderdi. Manavda ilk kez göz göze gelmiştik. Dip dibe, burun burunaydık. Kalbimin atışını duyacaktı neredeyse. Elim dolaşmıştı, dilim sürçmüştü. İlk kez bu kadar yakından. Yine gülmüştü de alaylı alaylı ama bu defa alayına hüzün karışmıştı. İşte ben o hüznü fark edince, var bir şey onda da, dedim. O cesaretle, o gözlerin afsunuyla anneme, ben Perihan’dan hoşlanıyorum anne, dedim. Kıyametler kopmadı ama annem bana öyle buruk baktı ki yetti. O bakışlarda benim onun için en başından beri hayal kırıklığı olduğumu okudum bir kez daha. Özenle koruduğu vazo en sonunda yaramaz bir çocuk tarafından tuzla buz olmuştu. Perihan’la evlendim. Onu annemle yaşadığımız evimize getirdim. Ağabeyim de zamanla daha az anılır olmuştu ama mevlitleri hiç atlanmaz, komşular çağrılır, Yasin’i okutulurdu. Annem o karanlık diyarlarda ağabeyimin onun kurtarıcısı olacağına inanıyordu bence. Elbette o kara toprağın altına girer girmez, hemen yanı başında kim bilir sekizinde, on sekizinde bir oğlan olarak, ayın on dördü gibi parlayan yüzüyle belirecek, annemin ihtiyar buruşuk elinden tutup ona; korkma, ben buradayım, diyecekti. Günahtan çok korkan annem o bilinmezler aleminde, bilinen alemde işlediği zerre kadar suçların dahi hesabını vereceği korkusuyla tir tir titremeyecekti. Velev ki cehenneme atılacak olsa ağabeyim öyle feryat figan edecekti ki asla annesinin o ateş ülkesine gitmesine izin vermeyecekti. Hazreti Allah bu masum, ay yüzlü yavrunun figanına sessiz kalmayacak, dileğini yerine getirecekti. Mevlitlerde yüzündeki bu rahatlığı okurdum. Benim ona hiçbir faydam dokunamayacağını düşündükçe yüzüm kararır, kendimi işe yaramaz hisseder, ağabeyimin o bilinmez diyarlardan dahi dünyamıza karışmasına içerlenip, sinirlenirdim yine. Ama yanımda artık Peri vardı. Adam olmuştum, adamıydım Peri’nin. Apaçık. Koluma giriyordu, yatağıma giriyordu, ellerimden poşetleri alıp mutfağa geçiyordu, annemin gönlünü ediyordu. Apaçık! Ağabeyimi annem onu hatırlatmasa unutup gidecektim neredeyse. Yemekten sonra kahvelerimizi de içiyorduk. Annemin yüzündeki memnuniyet içimde ılık rüzgârlar estiriyordu. Perihan sıcak ekmek gibi gel20 • Post Öykü ö y k ü ■ mişti evimize. Yemyeşil sesi duvarları neşelendirmişti. Her şey güzel gidiyordu ki çocuğumuz olmadığını fark ettik üç yılın sonunda. Peri’yle çocuk için yollara düştük. Gitmediğimiz doktor kalmadı. Sorun Peri’deymış. Bir üç yılı da derdimize deva arayarak geçirdik. Sonunda yorulup pes ettik. Bir gece ellerini tuttum. Olsun dedim, ne var ki olmasa çocuk! Ellerini hışımla çekti. Kötü mü dedim? Anlamadan incittim herhâlde. Hafife aldım duygusunu. Ağırdı elbette hiç anne olamayacak olması. Hiç meyveye duramayacaktı dalları. Ama Peri’yi seviyordum. Baba olmasam da olurdu ama Peri’siz olamazdım. Bencillik mi? Hayatım düzelir gibi olmuştu. Kendime ettiğim haksızlıklar sanki son bulmuştu onunla. Geçer sandım durgunluğu, geçmedi. Her şey kötüye gitmeye böyle başladı. Peri sanki bir evcilik oyunundaymış da artık evli kadın rolünden sıkılmıştı. Evlenmeden önceki yaşantısını özlemiş olmalıydı ki aylarca pencereden durup izlediği mahalleyi, öteleri, en sonunda eteğini dalgalandıra dalgalandıra gezmeye başladı. Bir üç yıl da böyle geçti. Annem huysuzlandı her geçen gün. En sonunda yüzümü yere düşürdün oğul, dedi. Apaçık. Konu komşuya gidemez oldum, dedi. Son gittiği Hatice teyzelerde Perihan için imalı imalı laflar etmişler de kalkıp gelmiş sinirinden. Ne diyorsun anne, dedim. Meşrebinde yok muydu, dedi mosmor bir sesle. Annem ilk kez bu kadar açık konuştu. Apaçık! Ben konuşmak istedim Peri’yle ama nasıl konuşulur ki! Perihan çok geziyorsun, gezme, dedim. Kızınca ona Peri demezdim. Gezmeme karışamazsın, dedi. Perihan bak, beraber gezeriz, dedim. Tüm hafta boyunca annenle oturayım da içim mi şişsin, dedi. Eskiden otururdun, dedim. O eskidendi, dedi. Çarşafını hışımla çekip sırtını döndü, yattı. Uzatmayayım. Beni terk edip gidince dünya başıma yıkıldı. Hayatımın yıkılan domino taşlarından dördüncüsü Perihan’ın beni terk etmesi oldu. Annem ben sana ondan sana yar olmaz yavrum dememiş miydim, dedi. Apaçık. Mahalleli bir ay boyunca bizi konuşup durdu. Ben Perihan döner diye bekledim, dönmedi. Çamaşırları balkona astım. Dönmedi. Rüzgârlar esti, kurudu, topladım. Dönmedi. Yemeğin buğusu camları kapladı. Dönmedi. Annem iyice yürüyemez oldu artık. Koluna girip abdestine götürdüm. Dönmedi. Annemin vefatından beş ay sonra duydum. Tam üç kez daha evlenmiş. Anladım ki ille de çocuk ister. Çöl olan rahmini ille de vahaya dönüştürmek ister. Karşı binada rüzgârda dalgalanan çamaşırlara bakarken kendi kendime mırıldandım sapsarı bir sesle: Ben Murat, murat bulamadan bir ömrü tükettim. Apaçık. Apaçık • 21 İmgeler Sûretler Calvino kendi kurmaca dünyasında en çok tekrar eden imgenin kent olduğunu söylüyor; Borges’e sorsalardı (belki de sormuşlardır) labirent cevabını verirdi. Biz Atay için bunun “oyun”, Tanpınar içinse pekala “zaman” olabileceğini düşünüyoruz. Yeterince ısındıysanız artık sorumuzu soralım: Ya sizin? Sizce neden? Yıldız Ramazanoğlu: Boşluk ve baloncuk Çocukken masanın altına veya balkona saklanıp hayal kurardım. Boşluk arzusu insanın en temel insiyaklarından. Nasıl yaşayıp nasıl tüketeceğimizin, neye ihtiyaç duyup duymayacağımızın buyurgan bir edayla dikte edildiği kuşatma. Geriye ve ileriye sakince bakmayı, verili olmayan bir boşluğa girmeyi özlemeyenin edebiyatla işi olmaz. Yazmak belki de “tuttuğunu koparan” diye övdüğümüz insandan “tuttuğunu esirgeyen ona hürmet eden” insana doğru bir yol açma dürtüsü. Şiir, hikaye, roman yazmanın hatta film çekmenin mahiyeti doğru dürüst açıklanabilmiş değil. Tarkovski filmleriyle insanları ölüme hazırlamak ister de başka biri, hiçbir amacım yok sadece sevdiğim için ya da başka bir şey elimden gelmediği için yazıyorum der. Umberto Eco’nun edebi metin aşk Post Öykü • 23 mektubu gibidir karşılık bekler demesi de dursun şurada. Sanırım boşluğa bakmaya çalışıyorum. Gerçeklik diye önümüzde duran varolma ve görmeyi kurguya bulayarak bozmak, ana yoldan sapmak heyecan verici. Bilinmeyenin taşlı çiçekli patikası açılıyor. Boşlukta ilerleyince el değmemiş haklılık payları yükseliyor. Yazar istediği kadar benim anlam arayışım amacım beklentim yok öylesine yazıyorum desin, bir şey kırılır, bir şeye ulanır, anlam sis gibi yükselir ve metne kıymetini verir. Edebiyatın amacından söz etmek başöğretmenliği çağrıştırıyor, sivri saçma ve sıkıcı. Yazarken bir takım sonuçlar çıkarılmasını hedeflemesem de okuyanlardan farklı bir hissiyata, gücünü kaybetmiş duyguların parlamasına, solgun ihtimallere, mümkün olduğu unutulmuş, gözden düşmüş yaklaşımlara sürüklendiklerine dair geri bildirimler almak iyi geliyor. ‘Daha hızlı’ motosuyla sürekli daralan bir çemberin içinde boşluk ve baloncuk varedip, yaşadığımız şeyin başımızdan geçenin ne olduğuna dönüp bakmak. Bu benim için sadece yazarken mümkün. Kaçış planı, halvet der encümen ne dersek diyelim yazmak işgal edilmiş duygu dünyasında boşluk yaratma sanatı. Bilim adamlarının kat’iliği, akademinin tarifleri, toplumsal değerler, inandığım şeye nasıl inanmam gerektiğine dair bile kesin, kaçışı olmayan açıklamalar. Ha bir de sosyoloji gücüyle içine yerleştirildiğimiz güvenli temkinli tedbirli akıllı küçük kutular var. Tanımlamanın suç olduğu bir dünya mı kursak. Nasıl ki nefes almak için edebiyat okuyoruz, nefes almanın bir başka yolu olarak da yazıyoruz. Belli anlarda taşa dönüşen dünya karşısında zamana mekana an’a ve eşyaya kalp yerleştirme istenci var yazmada. Ağırlığı sezdirmeyle nazara verip hafiflemenin yolunu açan bir işlev. Bu ağırlığı kaldırmak, insanın yükünü azaltmak için yazdığını söylüyordu Calvino hafiflik ilkesini açıklarken. Edebiyat sanıldığı gibi elitist bir yazı alanı değil. Fakat doğası gereği bilgiden daha fazlasına, misal hayallere, boşluklara, sezgilere saçmalıklara imkansızlıklara ihtiyaç duyan kişilere sesleniyor. Mesela üniversiteye gidecek bir genci anlatmaya çalışmıştım “Köprüdeki Kız” hikayemde. Delikanlı tıpkı Dostoyevski’nin gençlik romanı “Beyaz Geceler”deki kahramanın köprüde ağlayan bir kızla karşılaşması gibi karşılaşmalar hayal ediyor, birlikte yüce idealler peşinde koşabileceği arkadaşlar istiyor, buna göre şehir tercihleri yapıyordu. Meslek şu bu çok sonra. Ailesi ise -her zaman deriz ya, haklı olarak- kendini kurtarabileceği bir mesleği ve bol kazancı olmasını önemsiyordu oğulları üzerine hayal kurarken. Oysa ne kadar dünyevi hedeflere odaklansak da her insanın kalbinin bir kuytusunda kişisel çıkarlardan daha fazlasına dair 24 • Post Öykü i m g e l e r s û r e t l e r ■ insani bir yükseliş saklı. Dünyevi olanla bağdaşmayan büyük bir boşluk. Peki delikanlı kızla ilgili hikayenin gerisini biliyor mu, bilmiyor, ya da unutmuş. Yazarken bir edebi kamu içinde olabilirsin fakat meş’aleni yalnız taşırsın. Ne yazmak istediğimi tahmin ediyorum elbette, üzerimde kendini yazdıran bir anın, yüzün, atmosferin halesi vardır. Fakat hiçbir zaman nasıl anlatacağımı bilemem. Her hikayede aynı başa dönme, kaygı ve tekinsizlik. Nasıl yazacağımı biliyorum desem yazıcıya dönüşme tehlikesi var. Kırmızı hikayesini yazarken bilmiyordum ki yere göğe koyamadığımız hoşgörü, eşitsizliğin, kibrin şahikası olabilir. Gece Sahnesi’nde Beyoğlu’nun bir gecesinden söz ederken elde yaşanan gerçeklik vardı, ama kurgularken iş, boşluklardan yol bulup nerelere gitti. Çiçekli Bir Boşluk fikri hikayelerime iyi geldi. Bu zamanla edebiyatın sevincine dönüştü. Herkesin her şeyi bildiği ve haklılığından zerre kadar kuşku duymadığı zamanda belirsizliklere, kuşkulara, muğlaklıklara, doldurulmamış boş sayfalara ihtiyacımız var. Yaşanan toplumsal fırtınalarla edebiyatın ilişkisi de kaygan bir zeminde. Olayların bayrağını estetikten yoksun biçimde dalgalandırmak edebiyatı kemaliyle çağının tanığı yapmaz, görmezden gelmek de daha iyi edebiyatın ilkesi olamaz. Bırakalım da birileri bizi hür bir kalple tanımlı dünyanın dışına doğru tuhaf şarkılar mırıldanarak, kelimelerin işe yarayacağına inanarak sürüklesin. Mırıldanmak evet, bağıran metinler algı eşiğimi aştığından sanırım, okuyamıyorum. İnsanın yaratılışı sırasında meleklerin hayreti boşuna değil. Kan dökücü birinin yaratılması yetmezmiş gibi bir de yazması katmerli tuhaflık. Kelimelerin deneyimlerimizi taşıma ve iletme gücüne inanmamız ise çılgınlık. Ama mecburuz. Post Öykü • 25 ç e v i r i Kayıkçı Billy O’Callaghan Çeviren: Selma Aksoy Türköz Margaret’in erkek kardeşi omzunda iki kürek ve kazma ile engebeli yoldan ilerleyerek saat dördü biraz geçe bahçeye geliyor. Ağır botlarının çakıllı yolda çıkardığı ses, teknedeyken duyduğum kafamın içindeki sesin aynısı... ta kendisi, dalgaların arasında inleyen yaşlı teknenin sesi. Sol elimin yanında duran küçük bir bardağa kamburu çıkmış bir halde eğilmiş, mutfak masasında bekliyorum; koyu, yeniden doldurulmuş küçük bir bardağa. Son iki gece viskiyle geçti şimdi ise daha çok ev yapımı zehire düştüm. Yine de sıkıntı yok, burada sert tatlara alışkınız ve ateşe. Pencerenin ötesindeki yaprak döken ağaçlarının katmerli kara silüetleri ufka doğru uzanıyor. Bardağı boşaltıyorum, tekrar dolduruyorum ağzına kadar, sıvı berrak ve kanunsuz... sabahın erken saatlerinden şu ana kadar... sonra kayınbiraderimin beklentisini fark edip masanın üzerinden ona doğru kaydırıyorum bardağı. Bir dakika geçiyor ve saat tıklamalarını bırakıyor. Michael dışarıda her zaman olduğundan daha uzun kalıyorsa biliyorum ki gökyüzüne bakıyor, yıldızlara... şakımaya başlayan kuşların ilk notalarını dinliyor. Esintisiz eşsiz bir sabahın dinginliğini hissetmek, sanki dünya bunu bekliyormuş gibi. İçeri girdiğinde holde aheste adımlar atmaya çabalıyor, durgunluğunun ayarı değişiyor. Bir süre sonra kapı aralığında durup pervaza yaslanıyor. İkimiz de konuşmak istemiyoruz, ihtiyaç duyduğumuz kelimelerin eksikliği... öfke dolu sözlerin ötesinde söylenecek az da olsa bir şeylerin olduğunu umuyorum, bunun için ikimiz de fazla hırpalandık. Bardağa doğru hamle yapıyorum, o da birkaç adım ilerliyor, kalın parmaklarının arasına aldığı bardaktan yavaş yavaş içiyor. Onu izliyorum, şişede geriye kalan ne varsa yudumluyorum. “Uyuyor mu?” diyor, başımı sallıyorum evet anlamında. Onu kontrol altında tutacak birşey verdiler çünkü uyanık kaldığı tüm o günlerden sonra ayaklarının üstünde ancak durabilecek. Bu ev, bizi saran bir hücre gibi. Düşmüştü, hâlâ düşüyor, bir kenara tutunuyorum. Giden her şey anlamsız Kayıkçı • 27 ö y k ü ■ görünüyor şimdi, hayatta kalma çabalarımız, aşk, boşa giden kahkahalar... Beth’in ölümü paramparça etti bizi. Margareth ve ben, onsuz beş para etmez korkuluktan başka bir şey değiliz. Hastaneye yattığı ilk günden beri yapmak istediğim şey, tek başıma oturup ağlayabilmekti. Yirmi sekiz yaşındayım, çocukluğumdan beridir göz yaşı dökmedim ve bunun böyle devam etmesine izin veremezdim. Margaret ağlıyor, neredeyse kanlı gözyaşları döküyor, bense sadece orada dikilip kalıyorum, çaresiz, ne ona ne de uzaklara bakar halde... adam gibi adam olsaydım onu kollarımın arasına alır, gözlerini ve dağınık saçlarını, benimkilerin aksine ıslak ve ateşli yanaklarını yüzüme sürerdim. Yaralı yüreğinden çıkıp narin bedenini adeta delip geçen iç geçirmeleri... Fakat bu hâlâ başa çıkabileceğimin ötesinde bir şey. Onun için güçlü olmak istiyorum, ikimiz de biliyoruz ki ihtiyacı olan şey bu ve belki benim ihtiyacım olan şey de... fakat yüreğine su serpecek sözler boğazımda tıkanıp kalıyor. Beraberken iç içeyiz, etrafımdaki dünya dokunulmaz olduğunu düşünüyor. Sanki denizin ortasındaki kayalıklara bırakılmış gibiyim, dipsiz sular ve sert kayalıklar her yöne bir adım uzakta, yapabileceğim hiçbir şey yok sadece ayağa kalkıp etrafımdakilere bakmaktan başka; su üstünde kalmaya çabalayan insanlara ve kıymetlilerimin suya batıp boğulmalarına. Dışarıda, bu saatte, sabahı iyi biliyorum. Eğer yağmurun tehdidinden henüz kurtulmadıysam, gün boyunca teknemi yükleyeceğim. Saat dört benim için erken değil. Bu sabah şafaktan uzaklaşmak yerine yürüyoruz, yürüyoruz tepedeki eski mezarlığa sahile inmek yerine... ve karanlığın ağırlığını taşıyan yeni renkleriyle al al olmuş başka bir yüzünü görüyorum zamanın. Başımı kaldırdığımda yıldızlar tepelerin doruklarından çıkıp geliyor, biz onlara doğru tırmandıkça kayboluyorlar, gökyüzü eriyor her nefeste her adımda ince bir mavinin gölgesine dönüşüyor. “Doktorların daha fazlasını yapabileceğini düşünmüştün” diyor Michael. Sonrasında boğazına bir şeyler düğümleniyor, mahrem bir şeyi yanlışlıkla sesli düşünmüş gibi mahcup bakışlarını ayaklarına dikiyor. Nefes alıp verişlerini dinliyorum yürürken, nefesi çevrilen sayfaların hışırtısı gibi. Sağ omzunda kazma asılı. Kürekleri taşıyan benim. “Gencecikti” diye ekliyor devamının gelmesine engel olamayarak, “o kadar da kötü görünmüyordu. Üşütmüştü belki de, nezleden bile kötü değildi. Nasıl bu derece geç kalınmış olunabilir ki! Nasıl bilebirdik!” Acısını çok görmüyorum, bana meydan okuyan bir tarafı olsa da. Michael ve Beth sadece bir amca-yeğen olmanın ötesinde çok yakındılar, arkadaş 28 • Post Öykü ç e v i r i gibi. Hemen hemen bize benziyordu fakat bir tarafı inatla çocuk kalmıştı. Belki başından hiç evlilik geçmediği için. Belki de bu kadar rahat olmasının sebebi buydu. Her şekilde sırf onun için aptalı oynadı benim yapamayacağım şekilde, böyle oyunlara ayıracak vaktim hiç olmamıştı zaten. Yapabileceğimi yaptım, beraber olduğumuz zamanlarda çokça güldük ama bana düşen çalışmak ve kazanmaktı. Michael’in sahip olduğu özgürlüğe hiç sahip olmadım, istemedim de. Bunun ötesinde biz biriz, aynı kumaştan. Benden birkaç yaş büyük o kadar, bu da mühim değil, kafatasındaki gri benekleri ortaya çıkaracak kadar saçları kırpılmış. Otuzların başı burada orta yaş ifadesidir özellikle erkekler için. O zamanlar cildimiz gergindi, vücudumuz, özellikle omuzlar ve göğüs kısmımız ağları çekmek ve toprağı alt etmek için mukavemet kazandı. Az konuşuruz sükunet içinde, büyüdükçe rüzgârla kıvrılıp bükülmeye alışarak. “Kimse bizi suçlamıyor” diyorum, sesim alçak ve boğuk. “Kimsenin suçu değildi.” “Hayır” diyor. “Ama gencecikti.” Tepeye çıkan yolu takip ediyoruz telaşsız, bayıra yaslanarak; acımızın ağırlığı bizi yere seriyor. Havada aşinası olduğumuz bir serinlik var, ağızlarımıza doluyor, bu konuşmaktan daha iyi ve zihnimizi tazeliyor. On on beş dakika sonra mezarlığa varıyoruz. Kapı geçmemize yetecek kadar açılıyor, iki haftalık kuraklık ve batıdan esen rüzgârın taşlaştırdığı çamurun içine giriyoruz. Kayarak düşmüş taşların arasından, öbek öbek püsküllü çimlerle kaplı patikadan geçerek onu doğu duvarına, eski mezarların uzandığı yere götürüyorum. Kafam babamla ilgili hatıralarla dolu, onu gömdüğümüz günle, aydınlığın nasıl olduğuyla, üzerimize dökülen tozlu ışıkla, ıslak Ekim’le, pederin mırıldandığı duaları etrafımızda savuran rüzgârla... Hatırlıyorum; gözyaşlarımın dar bir kanaldan çıktığını fakat istememe rağmen akmadığını, tabutunu aşağıya kirli yerlere indirme vakti geldiğinde nefes almanın ve yutkunmanın ne kadar da zor olduğunu, acıttığını. Diğerleri, arkadaşlar, erkekler, kadınlar, babamın hayatta iken tanıdığı herkes, sadece ritüelin bir parçasıydı, parlayan çam ağacından yapılmış tabut, var oluşun üstüne kapanıyordu, adamızın örtüsüne dikilen yeni bir dikiş gibi. Aklım, daha kelimelerin ne anlama geldiğine dair bir fikriminin bile olmadığı zamandan beri dünyadaki en çok sevdiğim adamla doluydu. Gitmesine izin vermek kolay değildi. Onu yanımda hissediyordum, benimle, etrafımda... Yüzünü, hikayesini, kalbini bilmem için onu görmeme gerek yoktu. İşte bunlardı beni yakıp kavuran. Kayıkçı • 29 ö y k ü ■ Şimdi onun mezarının başında bunca yılın ardından gömleğimin düğmelerini açıp belime kadar sıyırıyorum. Etrafımızı saran karanlık hafiflemiş, tepeye yürüdükten sonra tenimi saran soğuk iyi hissettiriyor. Michael sessizlik içinde beni izliyor, geriye birkaç adım atıyor, ne kadar yere ihtiyacım olduğunu anlıyor. Onun yerine geçiyorum, kazmayı sağ omzumun üstünden kaldırıp, çamura saldırmaya başlıyorum. Okumaktan her zaman hoşlandım, son yıllarda bu iyice derinleşen bir şeye dönüştü. Uyumak zor geliyor bana, üç saat uyuyabilirsem bunu iyi bir gece sayacağım. Margaret yattıktan sonra ışığımdan rahatsız olmasın diye bir süreliğine mutfakta dalıyorum kitaba kendimi kaybetmek için. Evlenmeden önce de bu şekilde yaşadım, her zaman bir cep kitabım vardı yanımda. Sanırım yaşantılar arasındaki boşluğu ya da kendi boşluklarımı doldurmak adına. Bazen tekneye çıktığımda ağlarımı fırlatıp beklerim, sakinleşmek için vaktim olur, sadece oturup gökyüzünü seyretmek, kızıla boyanan suyun yanıp sönen renklerinin keyfini çıkarmak ve düşünüp taşınmak için de. Yaz günleri erken başlar, denizden iki ya da üç mil ötede duyulan tek şey tekneye çarpan dalgaların sesidir, belki arada bir duyulan martı ya da sümsük kuşlarının çığlıkları ya da yüzeyden kaçan kayıp dalgaların alta giden çarpışları... Sonra bir nefes alıp başımı sayfadan kaldıracağım, hem evde gibi hissedeceğim hem evin dışında çünkü zihnim uzak diyarlarda olabilme yolu bulmuştur hep. Binlerce hikaye üşüşüyor beynime belki de yüz binlerce, onlar hakkında düşünmek, içinde öykülerin olduğu her bir parçası yaratıcıları gibi tükenmekte olan kelimelerden bir dünyaya götürüyor beni. Onları hayatın müziğiyle, kokusuyla dolduruyorum ve sesleriyle. Benim Teksas topraklarım, Tartar steplerim, Toplum Adalarım, ayaklarının altındaki toz, toprak, çamur, çimeni hissedecek kadar canlı ve benim için varlar. Hikayeler, gerçekliği bir madalyonun kaosuna çevirir, aynı anda herşey doğrudur ve de yanlış. Etrafımızda olup biten herşey algıladığımız gibidir, ölülerimiz bir anda yok olur ya da her yerdedirler. Yaşlandıkça kendimi mutlu sonla biteceğini bildiğim romanlardan ve hikayelerden yana buluyorum, bu onları daha inanılır kıldığından değil gerçeği ters yüz ettiklerinden. Sayfaları arasında yaşarken, gösterdiği dünyadan daha fazla anlama gelen bir efsanenin içinde yaşamama fırsat veriyorlar. Sonunda her zaman ölüm ve kırık kalpler var ama en azından tutunduğun büyülü atmosfer elinin altında. Birkaç yıl önce Çinli bir kayıkçı hakkında bende derin etkiler bırakan bir şeyler okudum. O zamandan beri sabahın erken vakitlerinde kendi 30 • Post Öykü ç e v i r i teknemde oturduğumda onu düşünürüm hep, iki üç günden beridir zihnimi meşgul edip duruyor hikayenin adını hatırlayamasam da hatta hikaye mi yoksa roman mı olduğunu da. Bana romanmış gibi geliyor sanki konusunu bir kaç cümleyle özetleyebilecek gibiyim. Bu kayıkçı bende ses buluyor. Birçok yönden ruhen ve bedenen babam gibi hissediyorum yani çalışmaktan ve dalgalardan başka dünya hakkında çok az şey bilen, birdenbire kendini kırk bir yaşında yaşlı ve kamburu çıkmış bir hâlde bulan. O zamanlar cildi güneşten sararmış, yanmış ve havanın etkisiyle kutsal meşe ağacının kabuğuna dönmüştü. Gözleri, sabahları gölge oyunu meraklısı günün ilk ışıklarına maruz kalışı, hemen yanıbaşındaki ufukta bitecek kendi sonunun farkındalığı ve yılların yıpranmışlığıyla iyice zayıflamıştı. Aynı stoacı sabrı, sessizliğe meyili, on yıllardır acılara göğüs geren dik duruşu fark ettim. Hayatları dipsizlikle dengeleyen, dingin bir yalnızlıkla çoşkusu kabaran ve düşüşü korkuyla bekleyen bir büyü halidir bazılarının sahip olduğu tek şey. Bunlarla benim aramda yapılan her türlü karşılaştırma büyük ölçüde yüzeysel kalacaktır. Farkın cesaretle ilgisi var. Okuduğum kadarıyla kayıkçının tek kızı ölür. Bir çeşit ateşli hastalığa yenik düşer. Acıları çok derindir çünkü o ve karısının evlilikleri gecikmeli olarak aşağı yukarı yirminci yılında kutsanmıştır. Uzun süren bir haftalık yastan sonra kayıkçı, bir pazartesi günü aile barakalarını terk edip gitmeyi seçer. Tüle sarılmış küçük kızın cansız bedenini kayığa taşır ve sazlıkların arasından demir alır. Yol boyunca onları çepeçevre saran karanlıkta şafağa doğru kürek çekmeye başlar sessizce. Toprak batı göğünün altında ince siyah bir şerit olduğunda, güneşin krallığı kırmızı paslı bir kan lekesi gibi yükselirken kızını göğe doğru kaldırır, ince kollarıyla bir an kucaklar, soğuk yüzünü öper, gözlerini ve ağzını kapatır, teknenin yanına doğru indirir, böylelikle deniz, onun mezarı olabilecektir. Gelgitin içinde kaybolup ya da eriyip oranın bir parçası olduğunda her zaman babasının etrafında olduğu anlamına gelecektir aynı zamanda. Her sabah ağlarını çekip yayarken ve kürek çekerken onu düşünüp yanında olduğunu hisseder. Kızı dalgaların içindedir, derinlerin yaratıkları ile. Okyanustan her damla, okyanusun ta kendisidir aynı zamanda. Cesaretim olsaydı ipuçlarını takip ederdim. Babam da aynısını yapardı, eğer ölümden korkmazsan hiçbir şeyden korkmazsın, yaşamak hariç. Varlığınızın basitliği... kendi dünyanızı tamamen kabul edişiniz... işte o zaman sonsuz olursunuz. Korku bizi alaşağı eden ve parçalayan şeydir. Doğruyu söylemek gerekirse kendi adıma ölümden korkmuyorum, hiçbir yer bize yeterince yakın değil ve ben babam değilim. Kayıkçı • 31 ö y k ü ■ Çinliler reenkarnasyona inanırlar; bu, onun aklına ya da başına gelseydi hoşuna giderdi. Kiliseye katıldı, çünkü böyle yetiştirildi adamızdaki geriye kalan herkes gibi. Ezbere bildiğimiz Katolik duaları, dua edenlerin mırıltıları, anlam ve değerden sıyrılan iki dildeki kelimeler...Babamı tanıyan herkes bilirdi ki onun kalbi dinden çok başka şeyler için atardı; batıl inançlar, her yerde okunabilen işaretler, yılın belli zamanlarında belirli kuş türlerini saymak, hendeklerdeki kurbağaları ya da geceleri tilki iniltilerini dinlemek, kumdaki izleri takip etmek, bir işaret beklentisiyle daima havayı koklamak... bütün bunların arasında dünyadaki güzelliklere dalardı sessizce, nasıl hayat bulduklarına, insanlardaki belli özelliklerin ve yeteneklerin nerden geldiğine. Aklına kazınmış denizi biliyordu, gelgitleri, sığ kayalıklardaki akıntıları, uskumru ya da ringa balığı sürülerinin ne zaman sulara geleceğini, ona bahşedilen bilgiyle, yazıya dökülmemiş bir hakla, kanla, dalgaları öğrendi santim santim ve yüzlerce şeyi. Mezarın üstü sert ve kuru ama iki ya da üç metre aşağısı geçen ilk bahardan kalma nemle örtülü. Topuzu ölçülü bir çılgınlıkla vuruyorum toprağa, her vuruşta toprak, yığınından ayrılıyor, duyulan tek ses ritmik topuz vuruşları ve benim hırıldayan nefesim. Michael geride durup izliyor sonra küreklerle yanıma geliyor, tekrar kazıyoruz. Bundan daha az önemli şeylerle başa çıktığımız zamanlardaki gibi sürekli ve peş peşe bir uyum içinde çalışıyoruz. Havayı içimize çekiyoruz ara sıra yüzlerimizdeki teri silmek için duruyoruz. Hayat çamuru tadıyor, ölü... ciğerleri kum ve çakılla dolu, dili ve dişleri de... boğazının arkasını ağrı gibi tutan kum ve çakıl. Başımızın üstündeki gökyüzü kirli, bulanık değil ama ışığın yükselmesi kolay değil ya da karanlığın yok oluşu. Henüz erken yine de yarıdan fazlası bitti. Cenaze töreni on birde, rahiplerin bizi bekleyeceğini biliyoruz, herkes bekleyecek beklemek bu işin bir parçası, dualar da. Burada, bu adada kazmak bir çeşit dua gibi, yorgunluk yere seriyor bizi, kemiklerimiz sızlıyor, bitirinceye kadar durmayacağız. “Çürümez” demişti birisi babam için uyanışının gecesinde. Bir kuzen ya da komşu tam olarak hatırlamıyorum kim olduğunu, bir başkasının hayatına adım atan tanınmış samimi biriydi. Hak edilen ölümsüzlük için bir umudun, kaba olmayan bir şekilde iyi niyetin göstergesiydi. “Şüphesiz ki artık etten ve tuzdan daha fazlasıydı.” Muhtemelen alkolle gevşemiş konuşmacı sadece yüksek sesle düşünüyordu ve o gece evimizdeki herkes başlarını sallıyordu. Ağzımı bir şişe Jameson viski ile doldurduğumu hatırlıyorum, söylenenlerin beni incitmesini arzuladım, öfkelendirmesini ya da sadece üzmesini gururlandırmanın yerine... daha önce hiç böyle olmamıştım ki o, ben değil32 • Post Öykü ç e v i r i dim, biz değildik. Orada konuşulan şeylerin gerçek olması umuduyla dolu olarak babamla gurur duydum ve onun hakkında düşündüklerimle. Böyle bir gerçeğin var olmadığını bilmek... bunun mezarlıkta onaylanmasına gerek olmadığını bilmeme rağmen gidenden geriye kalan bir şeyin olmadığını anlamış bulunuyorum hem de yarı beline kadar toprağa batmış ter ve çamur kokar bir halde. Tabutun pirinç parçaları bile on bir yıl yağmurlarıyla eriyip gider ya da toprağın derinliklerinde yok olur, istese de kimse ulaşamaz artık. Çinli kayıkçıyı bir yanılsama olarak düşünüyorum çünkü bu daha güvenli ve kabulü kolay bir düşünce. Babam hikayelerden ibaret değildi. Başından çok şey geçmişti, karısının erken ölümü, bebeklikten itibaren beni neredeyse yardım almadan büyütmek zorunda kalışı, adanın güney ucundan üç mil uzaklıkta denizde iki gün bir gece kalışı, bir keresinde fırtınaya kapıldıktan sonra dalgaların onu uzaklara atışı, sadece bir odun parçasına tutunuşu ve savaştan daha kötü böylesine mücadelelerin ardından mide kanserinin onu yere serişi... esasen biri gerçek diğeri kurmaca olsa da babamın ve kayıkçının ruhu bir gözüküyor bana. Şimdi onu hatırlamak incitiyor beni, kanatıyor, yine de zaman çoğu yaraları sardı, babamı düşünmek Beth’in başına gelenlerle yüzleşmekten daha kolay ve onun için ne kadar az şey yapabildiğim gerçeğiyle. Hasta yatağında, ayakta onun elini tutarken üzgün ve küçülmüş görünüyordu, gözlerini son kez kapatmadan az önce onunla aramızda kilometrelerce mesafe olduğunu anladım. Tıpkı Margaret konusunda başarısız olduğum gibi onun hakkında da başarısız oldum, daha önce hiç olmadığı şekilde bana ihtiyacı olmasına rağmen. Onun için herşeyden vazgeçeceğime inanmak istiyorum çünkü bana hayat veren oydu. Sorun şu ki bir şeylerin rüzgârına kapıldım ve eskiden olduğum kişi değilim. Görünüşte hâlâ gözyaşı dökemiyorum, uzaktan hoş görünen bir sakinlik havası içindeyim. Fakat kafam sellerle silip süpürülmüş gibi gerçeklerle ve inanmak istediklerimle dolu. Kayıkçı ve kızı hakkındaki bu hikayeyi ne kadar çok düşünürsem onun gerçekliğini, gerçeklik algısını o kadar çok anlayabilir ve değerlendirebilirim. Çünkü binlerce kez ölmüş hissediyorum ve bunun ötesinde binlerce hayat biliyorum. Belki de hepimiz aynıyız, birbirimizi anlayana kadar bir dönüş yakalarız her şeyde. Babam gitmiş olsa bile, esamesi kalmasa bile yine de burada. Okyanustan her damla okyanustur aynı zamanda. Bir kaç saat sonra Beth ona kavuşacak. Ulaştığımızda huzur içinde olacağımız bir yerde. Kayıkçı • 33 ö y k ü ■ Sonunda Michael kazdığımız delikten tırmanıyor, kenardan aşağıya doğru eğilip elini uzatıyor. Kazmayı durdurup yukarı bakıyorum yükselen güneşe karşı kirli ellerimi gözlerime siper ederek. “Hadi!” diyor sert ve yorgun bir sesle. “Yeterince derin. Biraz daha kazarsak petrol bulacağız” Birkaç saniyeliğine herşey kararıyor sonra altın rengine bürünüyor, devam etmem neredeyse imkansız. Başımı sallıyorum, uzanan eli tutup beni yeniden dünyaya çekmesine izin veriyorum. Billy O’Callaghan İrlanda’nın Cork şehrinde doğan Billy O’Callaghan, In Exile (Sürgünde), In Too Deep (Çok Derinde) ve The Things We Lose, the Things We Leave Behind (Kaybettiğimiz Şeyler, Arkamızda Bıraktığımız Şeyler) olmak üzere, üç kısa öykü derlemesinin ve The Dead House (Ölü Ev) adlı bir romanın yazarıdır. 2013 Bord Gais Energy İrlanda Kitap Ödülü sahibi ve Arts Council ve Cork County Council edebiyat bursları sahibi olmasının yanı sıra, The Boatman (Kayıkçı) 2016 Costa Kısa Öykü Ödüllerinde ikincilik ödülü almıştır. Kısa hikayeleri, Absinthe: New European Writing, Bellevue Literary Review, Chattahoochee Review, Confrontation, Fiddlehead, Hayden’s Ferry Review, Kenyon Review, Kyoto Journal, London Magazine, Los Angeles Review, Ploughshares, Salamander ve Saturday Evening Post da dahil olmak üzere, dünya çapında yüzü aşkın dergi ve edebiyat dergilerinde yer almıştır. 34 • Post Öykü ç e v i r i Kısacık Bir Aşk Hikayesi V. M. Garşin Çeviren: Esra Arı Ayaz, soğuk... Ocak kapıda ve her zavallı insanı, burunlarını sıcak bir yere sokamayacak olan kapıcıları, memurları, gelişinden haberdar ediyor. Tabii ki gelişinden beni de haberdar ediyor. Kendime sıcak bir köşe bulamadığımdan değil, hayal gücüm yüzünden. Gerçekten ne için bu ıssız dere kenarında geziniyorum? Rüzgar içlerine dolup gaz alevlerini dans ettirse de dörtlü fenerler parlak bir şekilde yanıyor. Onların parlak ışığı, sarayın lüks ve karanlık gövdesini, özellikle de pencerelerini daha da kasvetli gösteriyor. Kocaman parlak camlarda tipinin ve karanlığın aksi beliriyor. Rüzgar Neva Nehri’nin buz çölü üzerinden uluyarak inildiyor. “Din-don! Din-don!” sesi kasırganın içinden duyuluyor. Katedralin kulesindeki çanlar çalıyor ve çanın her iç karartıcı darbesi, bendeki odun parçasının buz tutmuş granit döşemeye vuruşuna ve hasta kalbimin sıkışık odacıklarının duvarlarına atmasına denk düşüyor. Okura kendimi tanıtmalıyım. Tahta bir bacağa sahip genç bir adamım. Dickens’a özendiğimi söyleyebilirsiniz; Müşterek dostumuz romanındaki tahta bacaklı Silas Wegg’i hatırlar mısınız? Hayır, özenmiyorum; gerçekten tahta bacaklı genç bir adamım. Ancak böyle olalı çok olmadı... “Din-don! Din-don!” Çanlar önce iç karartıcı “Tanrı bağışlasın” tonunu çalıyor sonra da saat biri vuruyor. Daha ancak bir! Gün ağarmasına daha yedi saat! O zaman bu kara, sulu karla dolu gece, yerini gri bir güne bırakacak. Eve mi gitsem? Bilmiyorum, umurumda da değil. Uykuya ihtiyacım yok. İlkbaharda da sabahlara kadar bu nehir kıyısında gezinmeyi severdim. Ah, ne gecelerdi! Onlardan daha güzel ne olabilir ki? Tuhaf kara gökyüzü ve bakışları bizi takip eden büyük yıldızlarıyla güneyin bunaltıcı geceleri gibi değil. Burada her şey aydınlık ve zariftir. Renk renk gökyüzü soğuk ve güzel, «bütün gece şafak» olarak bilinen aydır; doğu ve kuzey altın rengine bürünür, hava taze ve keskindir; aydınlık ve mağrur Neva akar, küçük dalgalar sakince nehrin taşlı kıyılarına sıçrar. Ve ben de bu nehir kenarında dururum. Ve genç bir kız koluma yaslanır. Ve bu kız... Kısacık Bir Aşk Hikayesi • 35 ö y k ü ■ Ah sevgili hanımefendiler, beyefendiler! Neden size kendi yaralarımı anlatmaya başladım ki? Ah zavallı insan kalbinin budalalığı... Yaralandığı zaman her karşısına çıkanla tanışmak için dört döner ve bir kurtuluş arar. Ve bulamaz. Malumunuz, delik bir tek çorap kime lazımdır. Herkes onu kendinden uzağa atmaya çalışır. Kalbimin bu yılın ilkbaharında Maşa’yla tanıştığımda yamaya ihtiyacı yoktu; sanırım dünyadaki bütün Maşa’ların en iyisi. Onunla tam da şimdiki gibi soğuk olmayan bu nehir kenarında tanışmıştık. Ve bu iğrenç tahta parçası yerine gerçek bir bacağım vardı; kalan sol bacağım gibi gerçek, muntazam bir bacak. Bir bütündüm ve tabii şimdiki gibi paytak paytak yürümüyordum. Çirkin bir kelime ama şimdi bunun için zamanım yok... Böylece Maşa’yla tanıştım. Çok basit bir şekilde gerçekleşti; yürüyordum. O da yürüyordu (hiç çapkın değilimdir yani değildim şimdi zaten bir tahta parçasıylayım)... Ne olduğunu bilmediğim bir şey beni itti ve konuşmaya başladım. Öncelikle elbette küstah heriflerden biri olmadığımı vesaire anlattım, sonra da ne kadar iyi niyetli olduğumu filan. İyi niyetli (artık burun kemiğinin üstünde kalın bir kırışık, çok kasvetli bir kırışık olan) yüzüm onu rahatlatmıştı. Galernaya Caddesi’ndeki evine kadar onunla yürüdüm. Yaz Bahçesi yakınlarında yaşayan, her akşam kitap okumak için ziyaret ettiği yaşlı büyükannesinden dönüyordu. Zavallı büyükannesi kördü! Şimdi büyükannesi öldü. O yıl birçok yaşlı büyükanne öldü. Ben de ölebilirdim, hatta sizi temin ederim bunun olması ihtimali çok yüksekti. Ama dayandım. Beyefendiler, bir insan ne kadar acıya katlanabilir? Bilmiyor musunuz? Ben de bilmiyorum. *** Harikulade. Maşa bir kahraman olmamı emretti ve bu yüzden orduya katılmam gerekti. Haçlı Seferi zamanları geçti, şövalyeler artık yok. Ama eğer sevdiğiniz kız size “Bu yüzük benim!” diyip yüzüğü alevlerin içine atsaydı, çok büyük bir yangın da olsa, diyelim ki Feyginsk Değirmeni’ndeki gibi (ne kadar da uzun zaman önceydi!) onu kurtarmak için kendinizi alevlere bırakmaz mısınız? “Ah ne tuhaf adam, tabii ki hayır” diye cevap vereceksiniz “tabii ki hayır! Gidip ona on kat daha değerli yeni bir tane alırım.” O da bunun aynı yüzük olmadığını söyler ama pahalı olup olmadığını sorar. Hiç inanmıyorum. Ancak; sizi yargılamıyorum, okuyucu. Sizin hoşlandığınız kadın da böyle bir şey yapabi36 • Post Öykü ç e v i r i lir. Yüzden fazla hisse senediniz hatta “Gregor ve Ortakları’nda” payınız olabilir. Sırf eğlencesine yurt dışından dergi getirtiyor da olabilirsiniz. Çocukken ateşe uçan kelebeği izlediğinizi hatırlayabiliyor musunuz? Sırt üstü düşmüş, yanmış kanatlarını sallayarak çırpınıyordu. Bunu ilginç bulmuştunuz, sonra kelebekten sıkılıp onu parmağınızla ezmiştiniz. Zavallı yaratığın eziyeti sona ermişti. Ah, merhametli okur! Acım dinsin diye beni de parmağınızla ezebilseniz! Tuhaf bir kızdı. Savaş patlak verdiğinde birkaç gün içine kapanıp sessizliğe gömülmüştü, ne yaptıysam onu eğlendiremedim. -Bakın; dedi bana bir gün, onurlu bir insan mısınız? -Öyle olduğumu kabul edebilirim, diye cevap verdim. -Onurlu insanlar sözlerini yerine getirirler. Siz savaş taraftarıydınız, savaşmalısınız. Kaşlarını çattı ve küçük eliyle elimi sıkıca tuttu. Maşa’ya baktım ve ona tüm ciddiyetimle şöyle söyledim: -Evet! -Döndüğünüzde karınız olacağım; dedi bana istasyonda. Geri dönün! Gözyaşlarım boğazımı düğümledi, neredeyse ağlayacaktım. Ama sağlam durdum ve gücümü toparlayıp Maşa’ya cevap verdim: -Hatırlayın Maşa, onurlu insanlar... -Sözlerini yerine getirirler; diye tamamladı cümleyi. Onu son kez göğsüme bastırıp vagona atladım. Savaşmaya Maşa için gitmiştim ama vatani görevimi onurlu bir şekilde yerine getirdim. Sıcak ve soğukta, yağmur altında, toz içinde Romanya’ya cesurca yürüdüm. Özveriyle “azığıma” düşen peksimeti kemirdim. Türklerle ilk karşılaşmamızda korkaklık etmedim, bu yüzden bana bir haç verildi ve astsubaylığa yükseltildim. İkinci karşılaşmamızda bir şeyler çarptı ve yere düştüm. İnleme, bulanıklık... Beyaz önlüğünün içindeki doktorun elleri kan içinde... Merhametli hemşireler... Dizden aşağısı kesilen doğum lekeli bacağım... Hepsi rüya gibi. Nezaketli hanımefendinin sorumlu olduğu rahat yataklı sıhhiye treni beni hemen Petersburg’a getirdi. Şehirden, olması gerektiği gibi, iki bacağınla ayrılıyorsun ve bir bacak, diğerinin yerine de bir tahta parçasıyla dönüyosun; inanın bana, bazı şeyler için değer. Hastaneye kaldırıldığımda Temmuz’du. Adres Masası’ndan Mariya İvanovna G.’nin adresini bulmalarını istedim, iyi kalpli nöbetçi asker onu bana getirdi. İşte bu o, Galernaya’da!.. Mektup yazıyorum bir tane, bir tane daha, üçüncüyü de ve cevap alamıyorum. Kısacık Bir Aşk Hikayesi • 37 ö y k ü ■ Sevgili okurum, size her şeyi anlattım. Siz bana, tabii ki, inanmadınız. İnanılmaz bir hikaye; bir şövalye ve sinsi bir hain. “Kelimesi kelimesine eski bir aşk hikayesi.” Benim zeki okurum, bana boş yere inanmadınız. Benden başka da böyle şövalyeler var... *** Nihayet tahta parçasını taktılar ve Maşa’nın sessizliğinin sebebini öğrenebildim. Paytonla Galernaya’ya kadar gittim, sonra uzun merdivende topallamaya başladım. Sekiz ay önce nasıl çıkmıştım bu merdivenleri! İşte sonunda, kapı. Yüreğim ağzımda kapıyı çalıyorum; kapının ardından ayak sesleri duyuluyor; yaşlı hizmetçi Avdotya, bana kapıyı açıyor ve onun sevinç çığlıklarını duymadan koşuyorum (farklı uzunluktaki bacaklarla koşmak ne kadar mümkünse) misafir odasına, Maşa! Yalnız değil; uzaktan bir akrabasıyla oturuyor, üniversitede bir dersi benimle bitiren, iyi yerlere gelmesi beklenen hoş bir delikanlı. Her ikisi de şefkatle (sanırım ağaç parçası nedeniyle) beni selamladılar ama ikisi de mahcuptu. Onbeş dakika sonra her şeyi anladım. Onların mutluluğunun önünde durmak istemedim. Zeki okur pis pis gülüyor; bütün bu masallara inanmamı mı istiyorsunuz? Kim sevdiği kızı bir hiç uğruna haytanın birine bırakır? Birincisi, hiç de haytanın biri değil; ikincisi... İkincisini size söylerdim... Ama anlamazsınız... Anlamazsınız çünkü; günümüzde iyinin ve doğrunun var olduğuna inanmıyorsunuz. Üç kişinin mutsuzluğunu, bir kişinin mutsuzluğuna tercih ederdiniz. Bana inanmıyorsunuz, zeki okur. İnanmayın, Tanrı sizinle olsun! İki gün önce düğün yapıldı; ben sağdıçtım. Tören sırasında, dünyada benim için en değerli varlığı bir başkasına verirken görevimi gururla yerine getirdim. Maşa arada bir bana ürkek bakışlar atıyordu. Kocası da bana özenli ve mahcup bir şekilde davranıyordu. Düğün neşeliydi. Şampanya içildi. Alman akrabalar “Hoch!”*1diye bağırıyorlardı, bana “der russische Held”**2adını takmışlardı. Maşa ve kocası Lüteriyendi.***3 * ** *** * Yaşasın (Almanca) ** Rus Kahraman (Almanca) *** Bir Hristiyan mezhebi. 38 • Post Öykü ç e v i r i “Aha,” diye haykırıyor zeki okur “işte; kendinizi ele verdiniz, kahraman beyefendi! Lüteriyen mezhebinden ne için bahsetmeniz gerekiyordu? Çünkü; Ortodoks düğünleri Aralık ayında yapılmaz! İşte bu kadar. Bütün anlattıklarınız uydurma.” İstediğinizi düşünün, zeki okur. Kesinlikle umurumda değil. Bu Aralık gecelerinde Saray Meydanı’nda nehir kenarında benimle birlikte dolaşsaydınız, fırtınayı, çanları, tahta parçamın tıkırtılarını benimle dinleseydiniz; bu kış gecelerinde ruhumda neler olup bittiğini hissetseydiniz inanırdınız... “Din-don! Din-don!” Çanlar saat dördü vuruyor. Eve gidip, tek başıma soğuk yatağıma atlayıp uykuya dalma vakti. Hoşça kalın,okur! 1878 Kısacık Bir Aşk Hikayesi • 39 ö y k ü ■ Rusya’da Bir Kırmızı Çiçek: Garşin V. M. Garşin’in aristokrat ataları, Çar III. İvan döneminde Hıristiyanlığı kabul eden Altın Ordu mensubu Mirza Garşa’nın soyundandır. Çocukluk dönemi zorluklar içinde geçer. Annesinin isteği doğrultusunda başlatılan hukuki mücadele sonucu henüz beş yaşındayken ailesi parçalandığı için sevdiği iki kişinin kavgaları arasında kalır. Önce annesiyle, sonra babasıyla ve son olarak yine annesiyle yaşayan küçük çocuğun ilk anımsadıkları, tüm mevsimlerde kupalarla yapılan o uzun yolculuklardır. Özgeçmiş adlı kısa yazısında kendisinin de işaret ettiği gibi, bu olayların karakterine yansıması kaçınılmazdır. Beş yaşından sekiz yaşına kadar babasıyla yaşayan Garşin’in üzerinde herhangi bir kontrol söz konusu değildir. Bu nedenle de Garşin, hiçbir zaman okumadığı kadar dergi ve yaşına uygun olmadığından anlaması imkânsız olduğu için daha sonra zararlı olarak değerlendirdiği V. Hugo, N. G. Çernişevskiy, N. V. Gogol, A. S. Puşkin, M. Yu. Lermontov’un vb. yazarların birçok eserini okur. 1863 yılında eski kocasıyla yıllarca sürdürdüğü hukuk savaşını kazanan annesi V. M. Garşin’i son olarak babasından aldığında Petersburg’a götürür ve bundan sonra bazı aralıklar dışında yazar, yaşamını başkentte sürdürür. V. M. Garşin, edebiyata olan ilgisini üniversitede de sürdürür. 1876 yılında Molva dergisinde Enskiy Belediye Meclisinde Gerçek Bir Hadise başlıklı belgesel nitelikli 40 • Post Öykü mizahi öyküsünü R. A. takma adıyla yayımlatır. Ancak yapılan hata sonucu bu denemesi R. A. yerine L. A. imzasıyla çıkmıştır. Aynı zamanda bazı genç ressamlarla tanışıp arkadaşlık kuran V. M. Garşin, Novosti gazetesinde bu sanatçıların resim sergileriyle ilgili yazılar da yayımlamaya başlar. Nisan-Ağustos 1877 döneminde Osmanlı-Rus Savaşı’na katılan V. M. Garşin’in cephede yazmaya başladığı ve tedavi gördüğü hastanede tamamladığı Dört Gün öyküsü, büyük yazar M. E. Saltıkov-Şçedrin’in yönetiminde çıkan ünlü Oteçestvennıye Zapiski dergisinde yayımlanır. Eser, o zamana kadar kimsenin tanımadığı genç yazara büyük ün kazandırır. Kısa bir süre için katıldığı savaş V. M. Garşin’i öylesine etkiler ki, yalnızca Dört Gün’de değil bundan sonraki eserlerinde de savaş, insanoğluna zarar veren bir unsur olarak sık sık yer alacaktır. Rusya’nın güncel sorunlarını ortaya koyan Vaka öyküsünden sonra Korkak adlı eserinde yeniden savaş konusuna döner. Bunun dışında yazmayı planladığı İnsanlar ve Savaş öykü dizisinin ilk ve tek bölümünü oluşturan Emir Eri ve Subay ve Er İvanov’un Hatıralarından eserleri de Osmanlı-Rus Savaşı ile ilgilidir. Bu arada, 1879 yılında yeniden alevlenen hastalığı kontrol edilemez hale gelince, 1880 yılında yine psikiyatride tedavi görür. Tedaviden sonra 1882 yılına kadar yakın bir akrabasının yanında yaşar; doktorların tavsiyesi üzerine yazarlıktan kendini uzak tutmaya çalışır. Genç sanatçı bu dönemde artık Rusya’nın en ünlü yazarları arasında yerini almıştır. Bunun sonucunda Tolstoy’la tanışma imkânı bulur ve Turgenyev tarafından da bir yaz boyunca malikânesinde kalması için davet edilir. 1883 yılı, Garşin’in hem özel hayatı hem de sanatı açısından büyük önem taşır. Bu yılda evlenir ve sanatına büyük önem verdiği Turgenyev’in anısına ithaf ettiği en ünlü öyküsü olan Kırmızı Çiçek adlı eserini yayımlar. Ancak sağlık durumu gittikçe kötüleşen V. M. Garşin, bir türlü iç huzuru bulamamakta ve büyük bir ümitsizliğe kapılmaktadır. Çok duygusal olan sanatçı yaşarken de, yazarken de öylesine büyük acılar çekmektedir ki hassas yapısının daha fazla dayanması mümkün değildir. Yeniden bunalımda olduğu 1888 yılında intihar ederek hayatına son verir. Post Öykü • 41 e l e ş t i r i ■ Âşık Şeytan Kör Talih Emin Gürdamur hikayenin başına gidecek olursak, orada, meleklerin üstadı bir varlığın, kıskançlık ve kibir yüzünden sorun çıkardığını görürüz. Şeytanın bir kalbi var mıdır? Yoksa o kalpsizin, duygusuzun teki midir? Semavi dinler, şeytanın kıskançlık yüzünden cennetten kovulduğunu söylerken aynı zamanda mecazen bir kalbe sahip olduğuna işaret ederler. Bu, geçiştirilemeyecek bir ayrıntıdır. Çünkü özgür iradeye sahip bir varlığın geçirdiği kıskançlık krizi, oralarda bir yerlerde pek de örtülü olmayan bir aşkın varlığından söz edilmesine olanak sağlayacaktır. Peki, böylesi bir aşk hakkında kim konuşacaktır? Egemen anlatıların dikenli telleri buna ne kadar izin verecektir? Kötülüğün kaynağı olarak görülen şeytan hakkında pek de kötücül sayılmayacak bu nevi yorumlar, o dikenli teller tarafından hırpalanmayı da beraberinde getirmeyecek midir? Ya da şöyle soralım: Hangi semavi dinin mensubu satanizmin karanlık balçığına düşmeden, aşağılık şeytanı aşk gibi yüce bir duyguyla ilişkilendirebilecektir? Bunun cevabını peşinen verebiliriz: Şeytanı düalist bir denklemin unsuru olarak konumlandırmayanlar. Şu hâlde rotamızı İsÂşık Şeytan Kör Talih • 43 lam dünyasına çevirmemiz gerekiyor. Çünkü İslam düşüncesinde şeytan, düalist bir indirgemeciliğin tarafı değildir. Kötülüğün ontolojik şahsiyeti onda kristalize olmaz. Hatta kötülük bile Tanrı karşısında özerk bir alan işgal etmez. Kötülüğün karşısında ancak iyilik yer alır ve her ikisi bir ihtimal olarak Tanrı’nın iznine, başka bir ifadeyle iradesine tabidir. Şeytan da hikmet-i ilahinin bir enstrümanıdır ve bu hâliyle kendinden büyük bir kurguya hizmet eder. Hristiyanlık ve Yahudilikte olduğu gibi Tanrı karşısında savaşarak elde ettiği müstakil bir alanı, imkânı veya kudreti rüyasında bile göremez. Bu rahatlatıcı arka plan, Müslüman düşünürlerin onun hakkında daha kolay yorum yapmalarına olanak sağlamıştır. Hikayenin başına gidecek olursak, orada, meleklerin üstadı bir varlığın, kıskançlık ve kibir yüzünden sorun çıkardığını görürüz. Her şeyi bilen, kadiri mutlak bir Tanrı’ya isyan etmenin gerçekte mümkün olup olmadığı, üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Böylesi bir isyanın sınırları nereye kadar genişleyebilir? Şeytanın bunlar üzerinde ne kadar kafa yorduğunu bilmiyoruz ama tepkisinin fevri olmadığını az çok kestirebiliyoruz. Âdem, Tanrı’nın eliyle şekillendirilmiş fakat henüz can verilmemiş bir hâlde yatarken, cenne44 • Post Öykü tin bekçilerinden olan iblis, ikide bir onun cansız heykeline yaklaşıp ayağıyla vurmakta, bir kamışa üfler gibi içine üflemekte, ağzından girip arkasından çıkmaktadır. Sonra da o kıpırtısız, kupkuru heykele, “Sen bir hiçsin. Eğer sana musallat olsam seni mahvederim. Eğer sen bana musallat olsan, seni dinlemem.” demektedir.1 Düşünülmüş, bilenmiş ve son olarak iddiacı bir üslupla ortaya konmuş isyanının ona mevcut statüsünü ebediyen kaybettireceğinin farkında olmalıdır şeytan. Bilge bir varlık olarak Tanrı’nın sonsuz egemenliğinin dışına çıkmak diye bir seçeneğe sahip değildir. Zaten bu yüzden sırtını dönüp gitmez. Bilir ki gidilecek bütün yerler Tanrı’nındır. Huzurdan kovulduğunda son bir ricada bulunarak mühlet ister. Bu, Tanrı’yla ilişkisinin devamına yönelik bir niyet beyanıdır aynı zamanda. Yaşamını, Âdem’in “secde etmeye değer bir varlık olmadığını” ispata adayarak aslında kurallarını Tanrı’nın koyduğu oyunun içinde kalmayı seçer. Şeytanın misyonu belirgin çizgilerle ortadadır. O, vesvese vermek suretiyle insanları kötülüğe, şerre ve inkâra meylettirerek kendisi gibi Tanrı’dan uzaklaştırmak ister. Müslümanların gündelik yaşamlarında sü1 Prof. Dr. Lütfullah Cebeci, Kur’an’a Göre Melek, Cin, Şeytan, İstanbul: Şule, 1998, s. 224. e l e ş t i r i ■ rekli kaçınmak, sakınmak ve ilginçtir ki anmak durumunda kaldıkları bir varlıktır. Müslümanlar dünyanın her yerinde işlerine başlarken, bir iyi niyet beyanı ve ilahi yardım temennisi olarak, kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırlar. Buna karşın kimi düşünürler onun kötücül kimliği hakkında, bilinenin aksine yorumlar geliştirmekten geri durmazlar. Şeytana dair geleneksel anlamın esnetildiği eserlerin başında Hallac-ı Mansur’un (ö. 922) Kitab’üt-Tavasin’i gelmektedir. Görüşleriyle İslam dünyasında ortaya çıkan tasavvufi düşünceyi önemli ölçüde etkileyen2, hatta belirleyen Hallac-ı Mansur, günümüze kadar ulaşan pek çok ekolün felsefi anlamda kurucusu sayılır. Hallac-ı Mansur, Kitab’üt-Tavasin’de Hz. Muhammed’le iblisi isyan ve iddia sahibi olmak bakımından birbirine hizalar. Bu ontolojik bir hizalamadır: Nar ve nur nazariyesi. Hallac, iblisin önce niyaz edip hak yoluna çağırdığını lâkin sonunda kendi kuvvetine sığındığını; Hz. Muhammed’in ise önce iddia ettiğini fakat neticede kendi gücüne bel bağlamaktan vazgeçtiğini; bu durumun ikisine de yaraştığını belirtir. Ayrıca şeytanın Âdem’e secde etmemesinin 2 Süleyman Uludağ, “Hallac-ı Mansur”, İslam Ansiklopedisi, İstanbul: TDV, 1997, c. 15, s. 378. arka planında tevhit inancının saklı olduğuna dikkat çeker. Hallac’a göre gök sakinleri içinde İblis gibi muvahhit (birleyen) yoktur. Fakat sonra tefrite varınca lanetlenmiştir. Bu aşırılık aşktır. İblis, Allah’tan başkasına secde etmeyerek kendince bu aşka sadık kalmıştır. İblis, sevgi konusunda gerçek bağlılardan olduğunu iddia etmektedir. Seven için ayrılığın mümkün olamayacağını vurgular. Yaptığına pişman değildir. Hallac, şeytana tercüman olur: “Bana ebetler boyu ateşiyle azap etse de ondan gayrısına eğilmem. Ne bir kişi önünde secde ederim ne de bir ceset huzurunda diz çökerim. Ne oğul tanırım ne zıt. Davam sadıklar davasıdır.”3 Kitab’üt-Tavasin’de Hz. Musa ile iblis arasında geçen bir diyalog da aktarılır. Hz. Musa, Tur Dağı’nın yamacında karşılaştığı iblise, Âdem’e neden secde etmediğini sorar. İblis, tek Tanrı inancı yüzünden Allah’tan başkasına secde etmediğini söyler. Buna karşın Hz. Musa, ona emre karşı gelmiş olduğunu hatırlatır. Şeytan’ın cevabı felsefidir: “O bir imtihandı, emir değil.”4 Allah’ın emri ile iradesi arasındaki farka dikkat çeken şeytan, vuku bulan sürecin Allah’ın 3 4 Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Hallac-ı Mansur ve Eseri (Kitab’üt-Tavasin), İstanbul: Fatih Yayınevi, 1976, s. 114. Öztürk, age, s. 112. Âşık Şeytan Kör Talih • 45 iradesi çerçevesinde gerçekleştiğinin altını çizer. Hz. Musa bu defa iblisin büyük yarasını deşercesine, “Onu hâlâ hatırlar, anar mısın?” diye sorar. İblis, “Ey Musa, oluşturduğu hadiseyle birlikte yaratılan düşünce hatırlanmaz, hatırlanamaz. Aynı anda hem ben anılıyorum hem o.” diye cevap verir.5 Şeytanın şerrinden sakınıp Allah’a sığınanlar, onu Allah’la aynı söz içinde anmış olacaklardır. İblis için bu, ezelî düşmanı insana karşı kazandığı ikinci zaferdir. Aşkın nevrotik yankısıyla karşı karşıyayız. Şeytan kör değildir, cahil hiç değildir. Davetçidir ve bu konuda uzmanlaşmıştır. Eskiden gök ehli arasındayken meleklere iyilikleri, güzellikleri gösterirken şimdi yerde insanlara çirkinlikleri, kötülükleri göstermektedir. Cehenneme gidecek olması onun Allah’a âşık olmasına mani değildir. Kaldı ki bu hastalıklı tutku, kıskançlıkla daha da derinleşecektir. Annemerie Schimmel, Hallac’ın şeytan üzerine çok kafa yorduğunu, bir zamanlar meleklere öğretmenlik yapan bu varlığın trajedisini kendisine benzettiğini söyler: “Özünde şeytanın itaatsizlik etmesini isteyen Tanrı idi; yoksa o kendi iradesiyle emre itaatsizlik edemezdi. Gerçek âşık, sevgiliye itaatkârdır ve sevgiliden yüz çevirmek yerine, onun lânetini bir şeref nişanesi olarak kabul eder. Hallac’ın bazen kendine de atfettiği şu mısralar, şeytanın çıkmazını tasvir etmek açısından dikkate şayandır: Elleri bağlı denize attı ve seslendi: Dikkat et, su ıslatmasın seni.”6 Hallac-ı Mansur uzmanı Fransız Lois Massignon da bu bahiste emir ile irade ayrımını, Hallac’ın orijinal buluşu olarak nitelendirir. Aşk Kahramanı Olarak Şeytan İ lk olarak Hallac tarafından yüksek sesle dile getirilen yorum, şeytanın anlamını, Allah’tan başkasına secde etmeyen bir aşk kahramanı 5 derinleştirmiştir. Öztürk, age, s. 113. olarak 46 • Post Öykü Feridüddin Attar da (ö. 1221) şeytanın insan karşısında elde ettiği bu mevzinin farkındadır. İlahiname adlı eserinde şeytanı vefalı bir sevgili, sadık bir âşık olarak betimler. Allah’ın iblise kahırdan bir elbise giydirdiğini, 6 Annemarie Schimmel, Hallac, Çev. G. Ahmetcan Asena, İstanbul: Pan, 2011, s. 25. e l e ş t i r i ■ böylece onu avamın gözlerinden gizlediğini söyleyen Attar, şimdi iblisin elinde Allah’ın kahrından bir cirit olduğunu, ilahi huzurun kapısında beklediğini, oraya ayak basmak isteyenlerin evvela euzu çekerek iblisi anmaları gerektiğini vurgular. Attar, ünlü eseri Tezkiretü’l-Evliya’nın “Ebu Hüseyn Nuri Bahsi” bölümünde, Nuri’nin bir gün bir adamla oturup hüngür hüngür ağladığını, adam gittikten sonra Ebu Hüseyn Nuri’nin, “Bu iblisti. (Allah’a asi olmadan evvel) İfa ettiği hizmetleri hikaye edip başından geçen macerayı anlattı ve hicran derdinden sızlandı durdu. Gördüğünüz gibi, o ağlayınca dayanamayıp ben de ağladım.” dediğini aktarır.7 İbn Arabi’nin (ö. 1240) iblis yorumu da yerleşik yaklaşımlardan farklıdır. Onun yorumu, iblisi Hz. Muhammed’le değil Hz. Âdem’le karşılaştırmasıyla Hallac-ı Mansur’dan ayrılır. İblis emre itaat etmemiş, Âdem yasağa riayet etmemiştir. Zaten ilahi teklif iki kısımdan oluşur: Emir ve yasak. Âdem hatasını kabullenip pişman olmuş, iblis ileri giderek cehennemliklerden yazılmıştır. Allah Âdem’e yapma derken ona âdeta “aslından ayrılma” demiştir. 7 Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliya, Çev. Prof. Dr. Süleyman Uludağ, Bursa: İlim ve Kültür Yayınları, 1984, s. 505. Mümkünün hakikati yapmamaktır. Emir ise yapmayı içerir, “aslından çık” anlamına gelir. Emir nefse yasaktan daha ağır gelir. Çünkü o aslın üzerinde bir değişim teklifidir. İblisin yaratılış amacı, insanları saptırmaktır. Allah’ın ona bahşettiği özellik yüzünden gururlanmıştır. Bu yüzden onun günahı, bahtsızlığın ebediliğini gerektirmez. Yine de bahtsızlardan yazılmıştır. Her ne kadar şirke düşmemiş olsa da şirk ehline özgü özelliklere sahiptir. Zaten yeryüzüne, şirke düşsün diye indirilmiştir. Kendisi muvahhittir fakat insanları inkâra teşvik ettiği için şirk suçu işlemiş, müşrik olmuştur. Hatta sebep olduğu bütün günahlar ona yazılacaktır.8 İlk olarak Hallac tarafından yüksek sesle dile getirilen yorum, şeytanın anlamını, Allah’tan başkasına secde etmeyen bir aşk kahramanı olarak derinleştirmiştir. O hem en büyük muvahhit hem de en büyük kâfirdir. Kibirden de kaynaklanmış olsa Allah’tan başkasına secde etmediği için muvahhit, onu var eden kudretin emrine karşı geldiği için kâfir olmuştur. Âşık şeytan nazariyesi daha sonra İmam-ı Gazali’nin kardeşi Ahmed Gazali (ö. 1126) tarafından geliştirilecektir. Gazali, iblisin ebedî cehennemi göze alarak Allah’tan baş8 Suad el-Hakîm, İbnü’l Arabî Sözlüğü, Çev. Ekrem Demirli, İstanbul: Kabalcı, 2005, s. 313. Âşık Şeytan Kör Talih • 47 kasına secde etmemesini, ona olan yüce aşkına bağlar. Aşk ve sadakat birinden öğrenilecekse o kişi şeytandır. Bu görüş Ahmed Gazali’nin öğrencisi Aynülkudat (ö. 1131) tarafından teorik bir zemine oturtulacaktır. Hz. Muhammed’e nispet edilen hidayet ile iblise nispet edilen delaletin mecazi olduğunu dile getiren Aynülkudat, gerçekte ilahi aşkın ikiye bölündüğünü, birbirini tamamlayan parçaların “bu iki yiğit” arasında paylaştırıldığını savunur. Allah birini rahmet diğerini cebbar sıfatından yaratmıştır. İkisi beyazla siyah, yerle gök, araz ve cevher gibi birbirinin tamamlayıcısıdırlar.9 Bu yorumlar daha sonra Yezidilerin iblise hürmetkâr akidesinin gelişmesinde önemli rol oynayacaktır. Vahdet görüşü ile nur ve nar nazariyesi, Goethe’nin Faust’unda da Mefistofeles tarafından benzer şekilde dile getirilecektir: “İnsan, bu küçük delilik âlemi, kendisini bütün sayıyorsa, ben başlangıçta her şey olan parçanın bir parçasıyım. Aydınlığı doğurmuş karanlığın parçasıyım. O mağrur aydınlık ki kendisini doğurmuş olan karanlığın elinden yerini ve fezasını almak ister; ama başaramaz. Çünkü ne kadar uğraşsa cisimlere yapışır kalır.”10 9 10 Süleyman Uludağ - Nurettin Bayburtlugil, “Aynülkudât el-Hemedânî” İslam Ansiklopedisi, İstanbul: TDV, 1991, s. 281. Goethe, Faust, Çev. Ord. Prof. Dr. 48 • Post Öykü Mutasavvıfların konu üzerinde konuşma rahatlıkları dikkat çekicidir. Zaten İslam düşüncesinde her şey kadiri mutlak Allah’ın iradesiyle gerçekleştiği için şeytan ve ondan sadır olan kötülük de Hristiyanlıktaki gibi ontolojik bağlama sahip değildir. Daha çok metaforiktir. Zaten İslam itikadına göre her şeyi bilen Allah, bu hikayenin de sonunu bilmiş olacağı için Kur’an’da Allah ile şeytan arasında geçen diyalog, literal anlamının ötesinde sembolik bir yorumla da okunacaktır. Buna göre bir metafor olan şeytanın yapıp ettiklerini insan, kendi psikolojik deneyimleriyle anlayabilir. Şeytan insanı yaratıcısından uzaklaştıran hataların kişileştirilmiş anlamıdır.11 Şeytan, gururu ve kıskançlığı yüzünden Allah katındaki yüksek değerini kaybetmiştir. Lanetlenmiş ve insanların “apaçık düşmanı” olarak ilan edilmiştir. Artık onun görevi, imtihan edilen insanı yoldan çıkarmaktır. Şeytan bunu yaparken hiç de gönülsüz davranmayacak, Tanrı’nın huzurundan kovulmasına neden olan insana var gücüyle saldıracaktır. Bununla birlikte o sadece aşkın ve küfrün değil, firakın da üstadıdır. 11 Sadi Irmak, İstanbul: İstanbul Kitabevi, 1960, s. 52. Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Kıssaların Dili, Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2013, s. 112. e l e ş t i r i ■ Ayrılığın ne olduğunu en iyi şeytan bilir. Çünkü vaktiyle varlığın ve yokluğun sahibi Allah’ı müşahede etmiş, onun iltifatına mazhar olmuştur. Kıskançlığın Burcunda Mevlana’nın (ö. 1273) Mesnevi’sinde geçen “Muaviye ile İblis” hikayesinde ise şeytanı, geçmiş günleri özlemle yâd ederken görürüz. Orada âdeta Attar’ın Tezkiretü’l-Evliya’sında Ebu Hüseyn Nuri’yle ağlaşan şeytanın sesini duyar gibi oluruz: “Biz de sarhoşlarındandık bu şarabın. Onun dergâhının âşıklarındandık. Göbeğimiz onun sevgisi üzerine kesilmiştir. Onun aşkı canımıza ekilmiştir. Zamandan güzel günler görmüştük. Baharda rahmet suyu içmiştik. Ekmedi mi bizi onun faziletli eli? Bizi yoktan alıp çıkaran o değil mi? Ondan çok okşamalar gördük. Rıza bahçesinde (biz de) dolaştık. Rahmet eliyle başımızı okşardı. Bizden lütuf pınarları akıtırdı. Süt arayan bebeklik zamanımda beşiğimi kim salladı? (Elbette) O. Onun sütü dışında kimin sütünü içtim? Onun tedbiri dışında beni kim büyüttü?” 12 Tanrı’yla bu kadar yakınken bir anda lanetlenen ve huzurdan ko12 Mevlana Celâleddin Rûmî, Mesnevi, Çev. Derya Örs-Hicabi Kırlangıç, Konya B. Belediyesi, 2010, s. 298, 299. vulan şeytan, aşkın en ateşli makamını yaşamaktadır: Kıskançlık. Ahmed Gazali, “Kıskançlık parlayınca acımasız bir kılıç kesilir.” der.13 Dönüp sahibini yani âşığı kahreder. Aşk bu yüzden ilmeği kendi boynuna geçirmektir. Zaten sefalet, zillet, zaaf, fakirlik, çaresizlik âşığın; kudret, azamet ve büyüklenme maşukun sıfatlarıdır. Bu felsefeye göre âşıkla maşuk zaten birbiriyle dost olamaz, olmamalıdır. Onların düşmanlıktan ve ayrılıktan ödün vermemeleri icap eder. Fakat ne bu düşmanlık bildik düşmanlıklara benzer ne de ayrılık bildik ayrılıklara. Düşmanlık dostluğun, ayrılık vuslatın temelidir: “Aşk ayrılığı da kavuşmayı da yutar. Vuslatın gerçekliği aşkın kursağında olduğundan, ayrılık imkânı ortadan kalkar. Bunu herkes anlayamaz. Vuslat ayrılığın, ayrılık  13 şık şeytan, kaderini değiştiremeyeceğinin farkındadır. Kör talih onu tercihinin sonuçlarıyla baş Ahmed Gazali, Âşıkların Hâlleri (Sevânih’u-l Uşşâk), Çev. Turan Koç başa bırakmıştır. – Mehmet Çetinkaya, Ankara: Hece, 2009, s. 88. Post Öykü • 49 da vuslatın bizatihi kendisi olunca, ayrılık kavuşmanın ta kendisi olur.”14 Şeytan için Âdem rakiptir. Divan edebiyatında âşık ve maşukun yanı sıra rakip de temel karakterlerden biridir. Şiirden şiire sıçrar, umutsuzluk aşılar, kahra sebep olur. Ne var ki Âdem’i kendisine rakip gören şeytan, divan şiirinde kendisi rakibe benzetilir. Sevgilinin nurunu çalmaya çalışan kim varsa onunla özdeşleştirilecektir.15 Hiçbir şey iblisin vuslat ehline özenerek bakmasına sebep olmaz. O, aşkın yüce niteliğinin ayrılıkta ve nefrette saklı olduğundan emindir. Bu bahiste Ahmed Gazali, Sa’d suresinde Allah ile iblis arasında geçen konuşmanın ayrıntılarına dikkat çeker. Orada Allah, iblise “Lanetim üzerine olsun!” derken iblis ona, “İzzetine yemin olsun ki” diye cevap vermektedir. Gazali bu cevabı şöyle tefsir eder: “İşte ben, sendeki bu izzet ve istiğnayı seviyorum; zira senin hiç kimseye ihtiyacın yoktur; hiçbir şey sana uygun ya da denk değildir. Öyle ki eğer denk olsaydı, o zaman tam bir izzet ve istiğna olmazdı.”16 Bir yerde aşk varsa kaçınılmaz olarak orada rakip ve kıskançlık da olacaktır. Hatta bir görüşe göre kıs14 15 16 Gazali, age., s. 18. İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, İstanbul: Kapı, 2016, s. 431. Gazali, age., s. 84. 50 • Post Öykü kançlık aşkın arızi bir çıktısı değil bizatihi annesidir. İspanyol düşünür ve yazar Miguel de Unamuno, Sis romanında bahtsız âşık Augusto’ya şunları söyletir: “Aşk, kıskançlıkla beraber doğuyor galiba; aşkı açığa vuran kıskançlıktır. Kadın erkeğe yahut erkek kadına istediği kadar âşık olsun; erkek, kadının bir başka erkeğe, kadın da erkeğin bir başka kadına baktığını görmedikçe, ikisi de bu aşkın farkına varamazlar; birbirlerine âşık olduklarını, kendi kendilerine bile itiraf edemezler; hatta sahiden âşık bile değildirler. Bütün dünyada bit tek erkekle bir tek kadın olsaydı da bu ikisinden başka kimse bulunmasaydı, bunların birbirlerine âşık olmaları imkânsız olurdu.”17 Kıskançlık, âşığın zihnine köz gibi sıçrar. Yangın, bütün duyguların doluştuğu odanın başköşesine kurulmuştur artık. Tutku kanser gibi cömertçe büyüyecektir. Bu şeytani ateşten âşık da maşuk da payını alacaktır. Othello’yu zehirleyen şüphe, aşkı var eden, besleyen hayati damarlar sayesinde onun bütün hücrelerine yayılmayı başarmıştı. Mesnevi’de şeytan isyan sebebini kıskançlıkla gerekçelendirir. Onu ilahi rızadan kıskançlık uzaklaştırmıştır. Bundan ötürü sebebi değil, sebebin öncesindeki mazhar 17 Miguel de Unamuno, Sis, Çev. Behçet Necatigil, İstanbul: Can Yayınları, 2019, s. 127 e l e ş t i r i ■ olduğu lütfu esas alır: “Sebep sonradan olma bir şey olduğundan ben sebebe bakmam. Çünkü sonradan olan şey sonradan olan başka bir şeye yol açar. Önceki lütfa bakarım, sonradan olan her şeyi iki parça kılarım. Diyelim ki secdeyi terk etmem kıskançlıktandı. (Ancak) o kıskançlık, inat değil, aşk yüzündendi. Her kıskançlık elbette aşktan doğar. Sevgiliyle bir başkası olmuştur çünkü.”18 Bana Bak Yeter Tanrı’m Modern İslam düşüncesinin önemli temsilcilerinden biri olan Muhammed İkbal (ö. 1938), sadece kendi kültür havzasından değil bütün dünyadan beslenmiştir. Bilgisi ve eğitimiyle özel biridir İkbal. Hindistan’dan Almanya’ya, İran’dan İngiltere’ye, Arap ülkelerinden Fransa’ya pek çok kültürel birikimle dil zenginliği sayesinde doğrudan irtibat kurmuştur. Batı’yla yoğun etkileşim içinde olan Muhammed İkbal, Cavidname’yi (Sonsuzluk Kitabı), Dante’nin İlahi Komedya’sına nazire olarak yazmıştır. Eserde, Zinderud adlı bir kişi Mevlana’nın rehberliğinde feleklere, yıldızlara seyahat eder, karşılaştığı kimi kişilerle dinî, felsefi konuşmalar yapar. Bir tür İkbal’in miracı denilebilecek eser, genel olarak onun felsefesiyle yoğrulmuştur.19 İkbal, Hallac ve Mevlana’nın açtığı yoldan kendine özgü bir ses inşa etmiştir. Şeytan lanetlendikten sonra aşk kadar firakın da pençesindedir. İkbal, “Ayrılık Ehlinin Üstadı İblis’in Görünüşü” şiirinde bundan söz eder. Şeytan, karanlıkta beliren bir ateşin içinden ihtiyar biri olarak çıkagelir. Rumi, gelenin kim olduğunu bilmektedir. “Rumi dedi ki: İşte ayrılık ehlinin üstadı! Tepeden tırnağa suziştir, bardağı kanla doludur!”20 Şeytan’ın şiire masum bir imajla girişi sürpriz değildir. Çünkü İkbal, kişileri ve olayları yerleşik bağlamlarının dışında yorumlayabilen, bu şekilde düşünce evrenini alabildiğine esnetebilen, evrensel bir dil kuran, ortaya koyduğu bilinç düzeyiyle Hallac, Mevlana, Dante, Milton, Goethe gibi şahsiyetlerle ruhsal akrabalık kurabilen bir şairdir. İblisin konuşmaları da bu bilinç düzeyinden nasibini alacaktır: “Ey habersiz! Ben secdeden vazgeçtim - ben, iyi ve kötünün orgunu çalıyorum! Hakkın varlığını inkâr et19 20 18 Mevlana Celaleddin Rumi, age. s. 299. Gönül Yonar, “Bir Medeniyet Tasavvuru Olarak Zinderud’un Tılsımlı Kapısı” Hece Dergisi, Muhammed İkbal Özel Sayısı, Ankara: 2013, s. 431. Muhammed İkbal, Câvidnâme, Çev. Prof. Dr. Annemarie Schimmel, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1989, s. 331. Âşık Şeytan Kör Talih • 51 tim sanma! Gözünü batına aç, zahiri bırak! Eğer, o yoktur, deseydim aptallıktan olurdu; çünkü onu gördükten sonra nasıl, o yoktur, diyebilirim? Ben lâ perdesinden belâ söylemişimdir; söylediğim, söylemediğimden daha hoştur.”21 Reddedişinin arkasında saklı onaya dikkat çeken iblis, gene irade meselesine göndermede bulunur. Âdeta, Tanrı’nın emrini reddettim çünkü dilediği bu yöndeydi, demeye getirir. Bununla da kalmayıp insanın, iradesine ve özgürlüğüne şeytanın büyük fedakârlığıyla kavuştuğunu söyler. Muhammed İkbal şeytanın temsil ettiği yerin hürriyet ve irade ile ilişkisini Cebrail Kanadı’nda yer alan “Cebrail ile Şeytan” başlıklı şiirinde açar. Orada vahiy meleği, eski dostu şeytana, her zaman göklerde ondan bahsedildiğini söyler ve bu yırtık eteğin dikilmesinin mümkün olup olmadığını sorar. Şeytan hiçbir şeyin asla eskisi gibi olmayacağının farkındadır. Secde etmeyerek ilahi gazabı üzerine çekmiştir. Cebrail bu defa şeytana, yaptığı şey yüzünden bütün meleklerin ününe gölge düşürdüğünü söyler. Çünkü gök ehli isyanı ilk onunla tanımıştır. Bunun üzerine şeytan, göz alıcı ifadelerle yeni rolünün kritik öneminin farkında olduğunu ortaya koyar: “O cüretim sayesindedir insandaki gelişme zevki. Fitnelerimdir akıl ve bilgi elbisesinin ilmekleri. Sen hayır ve şer savaşını sadece sahilden izliyorsun. O fırtınanın şamarlarını yiyen kim? Sen mi ben mi? Hızır da çaresiz, İlyas da çaresiz bu durumda. Fırtınalarım doldurdu dere, nehir ve denizleri! Eğer görüşme nasip olursa Allah’a bir sor. İnsanoğlu kıssasını kimin kanı renklendirdi? Sen sadece Allah hû, Allah hû, Allah hû çekersin. Ben ise o ezelî yaratıcının kalbine batarım diken gibi.”22 İkbal’in felsefesinde şeytan Tanrı’nın değil insanın düşmanıdır. Bu düşmanlık aynı zamanda yaşamın kaynağıdır. Kötü, iyiliğin sınırlarını belirler. Kötünün olmadığı yerde iyilikten söz edilemez. İnsanoğlu kıssası, iradenin sınanmasıdır. Bu sınamada kötülüğün sınırlarını esneten, kişileştiren aktör şeytandır. Burada İkbal’in şeytanıyla Goethe’nin şeytanı arasında benzerlik söz konusudur. Her ikisi de Tanrı tarafından insanı aktif iyiliğe kışkırtmak için vardır. Annemarie Schimmel, İkbal’in şeytan hakkında bu kadar cesur bir düşünce geliştirebilmesinin arka planında Hallac’ın görüşlerinin yattığını söyler ve Ruzbihan Baklî’nin tefsirinde Hallac’ın görüş22 21 İkbal, age, s. 333, 334. 52 • Post Öykü Muhammed İkbal, Cebrail Kanadı, Çev. Celal Soydan, Ankara: Hece, 2015, s. 164, 165. e l e ş t i r i ■ lerinin yer aldığı diyalogu hatırlatır. Âdem’e secde etmemesi üzerine Allah, iblisi ebedî azapla tehdit etmiş, bunun üzerine iblis, “Azap ederken bana bakacak mısın?” diye sormuştur. Allah’tan “Evet.” yanıtını alınca da “Senin bana bakman, azaba tahammül etmeme kâfidir. Dilediğini yap bana.” demiştir.23 Bütün coşkusuna karşın şeytan yorgun gözükmektedir. Bu yorgunluğun iki sebebi vardır. Biri aşktan diğeri musallat olduğu insanın kendisi için çok zayıf bir av olmasından. Nitekim İkbal, “İblis’in Feryadı” şiirinde onun bu duygularına da tercüman olur: “Ey sevap ve günahın Rabbi. Âdem’in sohbeti harap etti beni! Emrimden asla yüz çevirmedi. Benliğine gözünü kapattı, bulmadı kendini! Toprağı, isyan zevkine yabancı. Uluların kıvılcımlarına yabancı. Av olmuş, avcıya tut diyor beni. Yazık! İtirazsız uygular emirlerimi! Hatırla da geçmiş ibadetlerimi. Böyle bir avdan sen koru beni! Yüce azmim bu sebeple alçaldı ya! Vay bana, vay bana, vaylar bana! Yaratılışı ham, zayıf düşmüş azmi. Bu rakip kaldıramaz benim darbemi! Gönül gözü açık bir kul lazım bana. Daha olgun bir rakip gönder bana!”24 23 24 Muhammed İkbal, Câvidnâme, Çev. Prof. Dr. Annemarie Schimmel, Ankara: Kültür Bakanlığı, 1989, s. 332. Muhammed İkbal, Cavidname, Çev. Halil Toker, İstanbul, Kaknüs, 2008, Âşık şeytan, kaderini değiştiremeyeceğinin farkındadır. Kör talih onu tercihinin sonuçlarıyla baş başa bırakmıştır. İnsanı kötülüğe sürüklemek için yoğun mesai harcamasına da gerek yoktur. Muhammed İkbal’in, “Şeytanın Dilekçesi” şiirinde şeytan, kâinatın yaratıcısına şöyle seslenir: “Haberin yok mu senin; cennetteki huriler cennetin boş kalacağı düşüncesiyle kederlenirler? Siyaset adamları toplumların şeytanlarıdır; göklerin altında artık bana ihtiyaç kalmamıştır!”25 25 s. 189. Muhammed İkbal, Cebrail Kanadı, Çev. Celal Soydan, Ankara: Hece, 2015, s. 189. Âşık Şeytan Kör Talih • 53 İnsan ve Gülşen Funda Çelik İch kann nict träümen Niemand traäumt.1 Thomas Bernhard, In Hora Mortis Rüya Çünkü ilerlemek, ilerlediği halde gerilere düşmek insan olmanın, insanca yürümenin bir göstergesidir. 54 • Post Öykü İnsan bir rüyanın içine uyanır. Bir rüya içre olduğunu anlaması, rüyanın başka rüyalara açımlanacağını bilmesi, görünümlerin (vision) bir anlamının olduğunu fark etmesi beklenir. “İnsanın bu kocaman çuvaldaki, evrenin bu göbeğindeki, bu gelecek şeylerin rahmi ve geçmiş şeylerin kabrindeki, bu bitmeyen hikayedeki bütün diğer her şeyle nasıl bir ilişki içinde olduğunu tanımlamaya çalışmanın bir yolu2” olarak kurgu, yani hikaye; rüya bilincini, asıl hikayeyi görebilme yetisini insana hatırlatacaktır. Daha doğrusu hatırlatmalıdır. 1 2 Rüya göremiyorum / Hiç kimse rüya görmüyor. Kadınlar Rüyalar Ejderhalar, Ursula K. Le Guin, Metis Yay., 2011. e l e ş t i r i ■ Aykut Ertuğrul, “modernlik öncesi dünyanın rüyalarla aynı maddeden” yapıldığını söyler. Fakat modernizmle birlikte insan, ...kolektif bilinçten kopmuş, kendi benliğine bulanmış, toplumdan ve toplumsallıktan kaçan kusurlu rüyalar görmeye başlamıştır.”3 Büyülü olan insandan çekilip alındığında, Yaradan ile insan arasında bir haberci olarak rüya atı sahihliğini yitirip kurumuş bir deriye döndüğünde, hikaye geçmiş zamanın ruhunu ve bilge insanın nefesini getirmediğinde insan aynasına, yani rüyasına bakar fakat ne gördüğünü anlamaz. Hatta hatırlamaz bile. “Rüya dilinin evrensel bir dil olduğunu” söyleyen Erich Fromm, bu evrensel dilin tarihin akışı içinde oluşan tüm kültürler için aynı olduğunu savunur. Ona göre “mitlerin, masalların ve rüyaların dilini anlayabilmek için bu sembol dilini çözmek gerekmektedir.4” İnsan da içine doğduğu rüyayı, içinde kendini oluşturup bozduğu rüyayı sözlü yahut yazılı dilin duvarlarına çarpa çarpa anlatmaya, anlamaya, tabir yerindeyse “okunmamış bu mektubu yorumlamaya” çalışır. Fakat “derya içre olup deryayı bilmemesi” bir yandan, deryayı her anlattığında onu yeniden 3 4 Kusurlu Rüya, Aykut Ertuğrul, Ketebe Yay. 2019 Rüyalar, Masallar, Mitler. Erich Fromm, Say Yay., 2017 yaratması bir yandan, deryayı anlatacak çalgı aletlerinden yoksun olması bir yandan, deryayı anlayacak kalpten uzaklaşması bir yandan. “İnsanlar kavrayamıyorlar onu Duymadan önce de Bir kez duyduktan sonra da. Ötekilerse Bilmiyorlar yaptıklarını uyanıkken Uykudayken yaptıklarını Unuttukları gibi.” 5 Yol İnsan bir yolu yürür. Bir yol üzere olduğunu görmesi, yolun başka yollara eklemleneceğini bilmesi, yolda karşılaştıklarının bir anlamının olduğunu fark etmesi beklenir. İnsan bilincinin yahut varoluşunun anahtarı konumundaki yol; kapının ötesinde olan’ı, erinçli bir yaşam için yürüyor olma’yı yani bir oluş’u imler. İnsan yaşam yolunu yürüyen bir gezgin, avare, yolcu olarak her adımda bir önceki adımından -hatalara düşse yahut kaybolsa da- daha ileridedir. Çünkü ilerlemek, ilerlediği halde gerilere düşmek insan olmanın, insanca yürümenin bir göstergesidir. İnsan bir yol üzere olduğunu fark edince yol da yürünmek üzere olduğunu 5 Kırık Taşlar, Herakleitos, Bordo Siyah Yay. 2003. İnsan ve • 55 fark edip kendini, kendi dilini insana açacaktır. Daha doğrusu açmalıdır. Peki, yol öncesi? Nerede başlar bir yol ve nerede biter? Adorno, “Ev yoktur” der, “Dönmek için de, kaçmak için de.” İnsan “ev bilinci”ne sahip midir, bir başlangıç noktasına, yoldan önceki yuva olarak eve yahut mekâna? “Ev bilinci” yolu yürümeyi farklı kılabilir mi, ev’den çıkmak yahut ev’e dönmek bağlamında. Bir hikaye anlatarak yaşadığımız, yaşayarak anlattığımız o yolu kendimizce yürüdüğümüz düşüncesi zamansal, uzamsal ve dilsel ayrımlar getirdiğinden her hikayenin biricik oluşu ile karşı karşıya kalırız. Peki, bu yol, insan bağlamında ortak paydada nasıl birleşir? Gezginlik ile hakikat arasındaki ilişki, Oysseus’un “Gezgin adamlar aldatıcı şeyler söylemezler, hakikati söylemeyi isterler.” sözüyle Homerosçu şiirde kendini gösterir. 6 Kapı kapı açılan bir sır ancak beklemekle, adım adım genişleyen yol ancak yürümekle gerçekleşir. Bernhard’ın “Artık dışarı açılan bir sokak bilmiyorum” demesi yolun, “Sabahın veya da akşamın artık ne olduğunu bilmiyorum”7 demesi yol ile birlikte bilincin de yitebileceğine işaret eder. 6 7 Arkaik Yunan’da Adlandırma ve Hakikat, Erman Gören, 2015 In Hora Mortis, Thomas Bernhard, Edebi Şeyler Yay., 2017 56 • Post Öykü Sonu Le Guin, “Everest” adlı şirinde geçmiş ile şimdinin farkını dil ile anlatır. Böylece rüyayı, yolu ve insanı aynı toprakta birleştirir: “Değişti kayaların dili, bilirdim bir zamanlar ne dediklerini.” İnsan; asıl hikayeyi görmekle kadim bir rüyaya gebe olduğunu, zaman kadar eski bu yolu ev bilincine sahip bir biçimde yürümekle güzelleşeceğini anlar. Bundan sonra yapacağı tek eylem, “güzel bir şeyi uzaya fırlatıp sonra da onun yanarak düşmesini seyretmek” 8 olacaktır. 8 Kadınlar Rüyalar Ejderhalar, Ursula K. Le Guin, Metis Yay., 2011. Borges, Bolaño ve Epiğin Dönüşü*1 Aura Estrada**2 Çeviren: Selma Aksoy Türköz Jorge Luis Borges ve Roberto Bolaño yaşamları boyunca kibre, her türlü yapmacıklık, gösteriş, sıradanlık ve zorlamalara karşı mücadele ettiler. Edebiyat dünyasının kendilerini reddettiği tuhaf vakalar olarak bakılabilir onlara. Edebiyatın kalıplara sığmayan tipleridir onlar. Bestseller değillerdi. Hayatlarının önemli * ** bir bölümünde ya kamusal reddin ya da saklı sanatsal ihlallerin gölgesinde var oldular. “Kendi zamanları” ve o zamanın yazarlarıyla sürdürdükleri ilişki çetrefilli ve sancılıydı. Edebiyattan anladıkları şey herhangi bir sanatsal (sosyal, ahlâki, siyasi, felsefi) kabule hitap etmek değil kendi kabulleriyle hareket etmekti. Edebiyat- https://www.wordswithoutborders.org/article/borges-bolano-and-the-return-ofthe-epic Ph.D, Colombia Üniversitesi 58 • Post Öykü e l e ş t i r i ■ la ilişkilerini neredeyse kutsal olarak tanımlayabiliriz. Çok az şeye inandılar, edebiyatı adeta bir ölüm kalım meselesiymiş gibi ele alıp öyle kabul ettiler. Flaubert veya Kafka’da olduğu gibi edebiyat onlar için ne saygınlık, tanınma, kişisel tatmin sağlama yolu ne de sosyal ya da ekonomik merdivenleri tırmanma aracı idi. Onlar için edebiyat, acı çekme, kutsal yolculuk ya da başka bir deyişle komple bir ilgaya varan kutsal acı çekme yoluydu: Edebi Nirvanaya. “İnsan hiçbir şeydir, yaratı her şeydir!” Flaubert arkadaşı romancı George Sand’a böylesine yüce anlam taşıyan bir iddiasını yöneltti. Buna karşılık Barselona’da ölümünden bir yıl önce yaptığı bir konuşmada Bolaño, “Edebiyat zırhlı bir araçtır. Yazarları önemsemez. Bazen hayatta olduklarından bile habersizdir.” açıklamasında bulundu. Borges, “Herşey ve Hiçbir şey”, “Kişiden Kişiye”, Şahsiyetin Yokluğu”, “Arjantinli Yazarlar ve Gelenek” adlı birçok makalesinde sanatsal yaratı bağlamında bir “hayal gönüllüsü” olarak bu düşünceyi işledi. Bununla birlikte Borges ile Bolaño’nun çalışmalarını edebiyata dindar adanmışlık paydasının dışında ortak bir paydada toplamak çok zordur. İspanyol eleştirmen Ignacio Echevarria, “Borges’in Yazacağı Türden Roman” adlı yazısını Şili’li yaza- ra iltifat olarak kaleme aldı. Borges’in çok kısa öykülerindeki hikemî meseleler ile Bolaño’nun hacimli romanları ve talih-talihsizlik içeren sagalarının ortak noktası nedir? Bolaño’yu okuduğumuzda ilk akla gelen doğal olarak Borges değildir. II. Yirminci Yüzyıl Latin Amerika Edebiyatı’nın nadir şahsiyetlerindendir Borges. Carpentier, Lezama Lima, Asturias, Rulfo, Cortazar, Fuentes, García Márquez, Vargas Llosa ve diğerlerinin arasında Borges’in çalışmalarının ayrı bir yeri vardır: o asla roman yazmamıştır. En uzun öyküsü, “The Congress” on dört sayfadır. Çalışmaları biyografik, psikolojik ve yerel değildir. Onun hikayeleri gerçeğin doğasını sorgulayan mistik düşüncelere, denemelere ve alegorilere dönüşen felsefi bir nüansa sahiptir. Dünyayı yok etmek ya da düzeltmek için yeteneklerini kullanmaya çoktan gönüllü yazarların sayısı bildiğimiz kadar bir elin parmaklarını geçmez: Kafka ve Joyce bu listenin başında gelir. Borges, realist ve psikolojik romanı reddedip, macera öykülerinden yana tavır almıştır. Bu reddediş, yirminci yüzyılın ilk yarısındaki Arjantin ve Latin Amerikan Edebiyatı ile yirmili, otuzlu ve kırklı yılların tüm “izmler”i karşısında Borges’in kendiBorges, Bolaño ve Epiğin Dönüşü • 59 ne has tarzıyla ortaya çıkan zekice bir mola gibi okunabilir. Borges için şair ya da romancı olsun fark etmez bir yazar, aynı zamanda bir yapımcıdır, öykü anlatıcısıdır, bestecidir ve onun için sanatın en üst dalı epiktir. III. Bolaño yazarlığını ispat ettikten sonra Borges’in öğrencisi olduğunu deklare etmek için hiçbir fırsatı kaçırmadı ve “tüm insanlar gibi, tüm canlılar gibi” çalışmasını Diari de Girona’da yazdı. Borges y los cuervos (Borges ve Kargalar) adlı eserini Borges’in gömüldüğü Cenevre’deki mezarlığına yaptığı hüzünlü ziyareti hakkında yazdı. El bibliotecario valiente (Cesur Kütüphaneci) eserinde, kendinden önce gelenleri övüyor: B orges için şair ya da romancı olsun fark etmez bir yazar, aynı zamanda bir yapımcıdır, öykü anlatıcısıdır, bestecidir ve onun için sanatın en üst dalı epiktir. 60 • Post Öykü “açık yazım, Whitman üzerine bir okuma (...) tarihten önce bir monolog ve diyalog, İngiliz nazımına dürüst bir yaklaşım. Bize kimsenin dinlemediği edebiyat dersleri ve henüz kimsenin anlamadığını düşündüğü mizah dersleri veriyor.” Borges ve Paracelsus, Borges and the Crows ve Valiant Librarian, Bolaño’nun açıkça Borges’in sembolik şahsiyetine ithaf ederek yazdığı makalelerdir. Şimdi Entre parentesis (In Parentheses) adıyla toplanan Latin Amerika ve İspanya’da değişik versiyonları yayınlanan ortak çalışmalarda da adına yer verilmiştir. Bu yayımlarda çağdaşı diğer Latin Amerikan yazarları gibi Borges’e duyduğu derin minnettarlık açıkça ortaya konulmuştur. Bolaño 1977’de bir Madrid öğleden sonrasında olumsuz bir hava içindeyken Collected Poetry of Jorge Luis Borges adlı çalışmasını derledi ve bu da “hatıralarda olmayan bir çalışma” şeklinde In The Book that Survives’in içinde yer aldı. Oradayken, “zekanın yanı sıra cesaret ve çaresizliği keşfetti ki bunlar aslında şiiri canlı tutan kışkırtıcı unsurlardır. Poetic Works, Bolaño’nun Avrupa’dayken satın aldığı ilk kitaptır (Meksika’da bulunduğu süre zarfında kitap almamıştır, çalmıştır.). Derivas de la pesada (Weighty Digressions) kitabında The Collected Poetry of Jorge Luis Borges e l e ş t i r i ■ (Borges’in Toplu Şiirleri) çalışmasını Arjantin edebi kanonunun merkezine yerleştirdi ki bu pozisyonu Borges, Macedonio Fernandez, Bioy Casares, Julio Cortazar ve Roberto Arlt ile paylaşmıştır. Bolaño’ya göre Arjantin edebiyatı kör şairin ölümüyle şirazesinden çıkmış, hoş bir rüyanın sakin sularından kabusların çalkantılı kaosuna dalmıştır. Borges’in Arjantin edebi kanonunun merkezindeki yeri, Bolaño’ya göre, ilkelerinin mütevazi bir göstergesidir. IV. İspanyol romancı ve eleştirmen Eduardo Lago, Bolaño’nun Borges’e olan borcunun ödenemez olduğunu ancak Bolaño’nun peripatik hikaye örgüsünden ziyade Arjantin’nin bölük pörçük entelektüel kurmacalarını daha üst bir hayalin ötesine geçirmenin güçlüğünü makalesinde ortaya koyuyor. Borges, veciz ve açık düşüncenin ifadesi olan bir nesir geliştirdi, bu bir matematiksel denklem tadındaydı neredeyse. Psikolojik anlamda “ben” vurgusunun ortadan kaldırılması zamansız bir düzlemde var olur ve bazı değişikliklere uğramazsa kendisini ebedi olarak gerçekleştirir. Bu değişiklikleri Borges, Man on the Pink Corner’de dile getirir, bu aynı zamanda sonsuzluğun formlarındandır. Bunlardan biri de şahsiyettir. Her insan bir Shakespeare’dir ve Shakespeare herkestir. Şahsiyet, Borges tarafından kınanan zihni bir serap ya da mittir. Egonun yok sayılması Borges’in eserlerinin karakteristiklerinden biri hâline gelen edebi bir numaradır nihayetinde. Onun “hikaye-denemeleri” yıkıcı bir kısalık arz ediyor. Yazıları, edebi Nirvana uğruna herhangi bir biyografik izlenimi bastırır veya bastırma amacı taşır. Bolaño’nun romanlarındaki anlatının kısa ve saldırgan tarzı, ilk eserlerinden başlayıp ölümünden sonra yayımlanan bin sayfalık devasa hacimdeki romanı 2666’ya kadar uzayan bir süreçte varlığını korur. Nesir tarzı ise Here and Now’da ortaya çıkar. Tam da şimdinin yakınlığının içine gömülmüş bir tarzı olan, içinde kütüphanecilerin, şairlerin, katillerin, pezevenklerin, delilerin, ümitsizlerin ve kırgınların yani daimî karakterlerin yer aldığı nesir. Tuhaf anlatım tarzı, itici olduğu izlenimi verir ama sonuçta ayrı ayrı parçalarla tek bir motorun çalıştığının ayrımına varılır. Antonio Porta ile birlikte yazdığı ve 1984 yılında yayımlanan ilk romanı, Consejos de un discípulo de Morrison a un fanático de Joyce (A Morrison disciple’s advice for Joyce fans)’a dönecek olursak, tarzında çocukça bir eğilim olduğu görülür. Borges, Bolaño ve Epiğin Dönüşü • 61 Onun isyankâr tabiatı, kuralsız kişiliği “bir yere bağlı kalmaya” olan gönülsüzlüğü kendisini koymak istediği yerle alâkalıdır. Bolaño bağırsaklarıyla yazmıştır, Borges kafasıyla. Peki neden Borges öncü olarak seçilmeli? Neden Onetti, Cortazar, Puig, Vargas, Llosa, García Márquez veya Boom’un açılan şemsiyesinin altında toplanmaya zorlanan herhangi bir yazar değil? Neden Bolaño’nun hayranlıkla, ilgiyle, merakla ve bazen de nefretle okuduğu yazarlar değil? Cevabı bir röportajda kendisi veriyor: “Benim neslimi işaret eden alan kırılgan bir niteliktedir. Son derece kırılgan bir nesil, öyle ki sadece infilâkı değil, infilâkın yol açtıklarını da arkasında bırakmayı isteyen bir nesil, daha çok ticari yazarların nesli. Bir yandan ana-baba katili, diğer B olaño’ya göre seleflerinin yazıları bir dereceye kadar sekülerdi. Bu tür yazıların en belirgin özelliği öngörülemez ticari başarılarıydı. 62 • Post Öykü yandan Borgesçi. Borges’in arkasında bıraktığı her taşın altını araştırması gereken bir nesil.” Bolaño’ya göre seleflerinin yazıları bir dereceye kadar sekülerdi. Bu tür yazıların en belirgin özelliği öngörülemez ticari başarılarıydı. Kafka gibi Bolaño da edebiyatı katıksız bir dua alanı olarak gördü. Bazen düzyazılarında kilise cemaatinin ayinlerde pedere yönelttiği cevabî ilahiler gibi hipnotize edici bir ahenk duyulur. Onun sanatsal değeri “iyi yazma” ile alâkalı değildir. Anlatısıyla ortaya koymaya çalıştığı şey güzellik sınırını aştı ya da iyi üslubunu geride bıraktı. “Güzellik” ve “İyilik” adına yapılan zulümlerin maskesini düşürmeye çalıştı. Onun dünyasında bunlar Medeniyet’in ve Güç’ün takma adlarıydı. Sonunda çizgilerini kaybeden ümitsiz insanlar ve marjinalleşen karakterler... Güzellik, mükemmellik ve doğruluk onu çok az ilgilendirdi, onun ‘aşkın’ olarak algıladığı şey, kurmaca ve karakterlerinin kaderiydi. Bu “stil yokluğu” kırılmanın diğer bir şekliydi ve seleflerinden García Márquez’in şeffaf, ayarlı düz yazılarından, Vargas Llosa’nın aşırı gerçekliğinden uzak kıldı, aynı zamanda eserlerinde nesir akustiğinin etkisi ve güzelliği ön planda olan Flaubert gibi dönem olarak ona daha uzak olan kalemdaşlarından kopmasına sebep oldu. e l e ş t i r i ■ “The Superstitious Ethics of the Reader” adlı notunda Borges, “stil kibri”ni ve “mükemmellik” arzusunu hedef alır ve Cervantes’in dağınık şekilde kaleme aldığı kapak yazısına atıf yapar: “Dildeki değişiklikler yan anlamları ortadan kaldırır ve anlamı gölgeler. “Mükemmel” yazı daha kolay eskiyebilen bu hassas değerlerden oluşur. Buna karşılık ölümsüz anlam taşıyan herhangi bir yazı, ispatların arkasına sığınmayan özü sayesinde yazım hatalarının ateşine, anlaşılmazlığa, dikkatsiz okumalara ve yanlış sürümlere dayanabilir.” Borges’in savunduğu nihai şey, onun tarzında, şeklinde bulunamaz, onun var olduğu yer anlamın derinliklerindedir. Gizemin var olduğu yer, tüm bu dillerin ifade edemediklerini vuzuha kavuşturamaz. Zaman, insan tecrübesi zamanıdır. V. Borges gibi o da Latin Amerika edebiyat geleneğinde bir şair olarak çeşitli vesilelerle hak arama teşebbüslerinde bulundu. Bolaño kariyerine şair olarak başladı fakat tam anlamıyla maudit bir şair1 oldu. 1 “Maudit Şair”, bir zamanlar kâhin ve peygamber olarak görülen şairlerin artık konumlarını yitirdiğini, aşağı bir konuma itildiğini anlatan bir “İnfarealism” denilen kısa ömürlü ve ayakları yere basmayan bir akım kurdu. Bolaño’nun yazar olarak yeni bir yola girmesi iyi bildiği ve yakînen takip ettiği şiire olan tutkusunu kaybetmesine yol açmadı. Bir keresinde Joyce’dan alıntı yaparak yirminci yüzyılın en iyi şiirinin nesirle yazılmış olduğunu ortaya koymaya çalıştı. Şair, romanlarında hemen hemen efsanevi ve merkezi bir konumda yer alır. Romanları sarih ve cesur bir dille kaleme alınmıştır. La mejor banda (The best gang) adlı makalesinde kendi büyük romanlarından biri olan Los detectives salvajes (The Savage detectives) hakkında kurmacasını desteklemek için şu satırları yazmıştır: “Avrupa’nın en güvenli bankasını soymak zorunda kalsaydım ve bunu için suç ortaklarımı seçme özgürlüğüm olsaydı, kesinlikle beş şairden oluşan bir grup seçerdim. Beş gerçek şair, Apollon veya Dionysos ekolü fark etmez, değişmez olan şairin hayatı ve kaderidir. Dünyada şairlerden daha cesur hiç kimse yoktur. Yine dünyada felaketlere daha büyük bir onur ve netlikle göğüs gerebilecek kimse yoktur, gezegenlerde kaybolmuş kurtulma ihtimali olmayan astronotlar gibi, editör veya okuyucuları olmayan sürgündeki yazarlar kavramdır. Borges, Bolaño ve Epiğin Dönüşü • 63 gibi, insanların değil hayaletlerin söylediği aptal şarkılar ya da sadece konuşmak için konuşan kişiler gibi. Yazarlar kendi camialarında en fazla ödül alan ama para için pek de can atmayan insanlardır. On altısında ya da on yedisinde bir çılgın genç, şair olmaya karar verirse bu, kaçınılmaz bir aile felaketi demektir.” Bu paragrafta, yirminci yüzyılın başlarında edebiyat sahnesinden çekilen gizemli, avangard Meksikalı şair Cesárea Tinajero’yu aramak için bir grup şairin yola çıkmasını anlatan Vahşi Hafiyeler romanının olay örgüsü kodlanmıştır. Aramaları sırasında bazıları deliye döner, bazıları kötü yola düşer, bazıları ölür fakat hepsi iştiyakla okur, yazar, hayranlık duyar veya şiirden tiksinir. Bolañesk mitolojisinde şairler kaybedecek bir şeyi olmayan varlıklardır. Sadece bu çerçeveden hakiki edebiyat doğabilir. Bir Uyarı: Bolaño şairlerden bahsederken saygın Pablo Neruda’yı veya korkunç Octavio Paz’ı düşünmüyor, Borges, Roque Dalton’u, Gabriel Mistral’ı, Enrique Lihn’i, Rodrigo Lira’yı ve hepsinden öte antonomasia’nın şairi Nicanor Parra’yı düşünüyor. Tüm bu şiir aşkına rağmen Bolaño, romanlarında anlatıyı asla geri plana atmaz. Bu anlamda Borges ile ortak noktası, romancının klasik bakış açısını bir hikaye anlatıcısı olarak paylaşmasıdır. 64 • Post Öykü 1967’de Harward Üniversitesinde yaptığı ünlü altı konuşmasının birinde Borges, romanın geleceği hakkında şöyle konuştu: “Her zaman devam edecek bir masal ve hikaye vardır. İnsanoğlunun hikaye anlatmaktan veya dinlemekten bıkacağına inanmıyorum. Eğer hikaye anlatmanın verdiği memnuniyetle birlikte satırlardaki onur da bize ayrı memnuniyet katarsa o zaman muhteşem bir şey gerçekleşmiş olacak. Belki de ben, on dokuzuncu yüzyıldan kalma geri kafalı bir adamım fakat bir iyimserim. Umudum var. Gelecek, birçok şeyi elinde tutuğu için -gelecek olduğu için belki de her şeyi elinde tutuyor- epiğin bize geri döneceğini düşünüyorum. Şairin bir kez daha inşa eden olacağına inanıyorum. Yani bir hikaye anlatacak ve bir hikaye bestesi seslendirecek ve biz hikaye ile şiirin farklı olduğunu düşünmeyeceğiz, bu ikisinin Homer ve Virgil’de farklı olmadığını düşündüğümüz gibi.” Borges ‘67’nin sonbaharında tüm iyimserliğiyle kendini içinde bulunduğu zamana ait hissetti. Bolaño’ya gelince o, 90’larda epik yazarken birçok çağdaşı, ustaca ve avangart oyunlar kullanarak post modernite gemisiyle yelken açmıştı. Bolaño bu iki akıma tam anlamıyla adapte olamadı. Ancak sürgün, savaş, iyi ile kötü arasındaki mücadele e l e ş t i r i ■ gibi eski temalara geri dönmek için tüm imkanlarını seferber etti. En iddialı romanlarında (Vahşi Dedektifler, 2066) Latin Amerika maceralarını dile getirdi, çünkü trajediyi o kıtaya özgü bir unsur olarak değil, dünyayı, talihi ve talihsizliği keşfetme aracı olarak gördü. Borgesin yanı sıra Bolaño’nun nesri bize edebiyatın ilham verici olmadığı zaman, edebi gerçeklik işlevini görmediğini, değerlerin sekülerleştiği başka bir edebiyata evrildiğini hatırlatıyor (Yani bazı istisnai durum- larda sosyal, ekonomik, politik, ideolojik veya kişisel bir sisteme (kamu veya gizli) hizmet etmek amaçlı yapılmadığı durumlarda). Satmayan bir edebi Nirvana paketi için dünyevi başarıyı küçümsemek adına ne yapmalıyız? Bu bir intihar görevidir, bunu da ancak birkaç yazar, şair veya romancı yapmaya gönüllü olur. Yine de bunlar literatürü yenileyen, yeni paradigmalar açan oluşumlardır. Onlarınki takip edilecek değil okunacak örneklerdir. Borges, Bolaño ve Epiğin Dönüşü • 65 Hemad Jevadzade: “Sanat eseri bir sonuç olarak varolmaz; yaratım esnasında meydana gelir. ” 66 • Post Öykü Sanat görüşünüzü nasıl tanımlarsınız? Sanat benim için bir meslek değil, daha çok hayat tarzıdır. Sanat özgürlüktür, ben ona odaklanarak ayrı bir dünya yaratmaya çalışırım. Orada bir kral gibi istediğim yere istediğim şeyi yaparım, bütün kuralları ben belirlerim, istediğim yaratıklarla çılgınca sınırsız bir yaşam biçimi sunarım. Eserlerimle inşa ettiğim bu hayali dünya öyle bir yer ki, çoğu zaman gerçek hayattan kaçıp oraya gitmek isterim. Kim bilir belki de oradaki hayat gerçektir. Çalıştığım resimler, illüstrasyonlar ya da görsel ifadeler hayalimdeki uçsuz bucaksız dünyanın sadece küçük bir parçasıdır. Peki neden özgün ve özgür hayattan bir şeyler çizip ve göstermek istiyorum, Net bir cevabi yok, belki içten bir duygu yaratmak istiyorum, belki de bir iz bırakmak... Varlığımı ispatlamak gibi bir şey, bir anne gibi doğurmak ve doğurdun çocuğun yetişmesini izlemek gibi... O yetişme süresi bana tam olarak bir sanat eserin başlangıcı ve yapım sürecini andırıyor. Bana göre sanat eseri bir sonuç olarak var olmaz; yaratım esnasında meydana gelir. Çizmeye ne zaman başladınız? Hikayeniz? Çok küçükken görsellere ilgim başladı, o zamanlar daha çok çizgi filim karakterleri çizmek için çabalıyordum. Bu süreçte aile ve arkadaşlarımdan çok ilgi gördüm, bu beni ziyadesiyle motive etti. Lisedeyken grafik tasarım bölümünü seçtim. Sanat yolculuğuma böylece akademik disiplini de dahil ettim; grafik tasarıma devam ederken resim ve illüstrasyonu bırakmadım; yarışmalar ve sergilere katıldım, farklı tecrübelerim oldu. Üniversite bittikten sonra mecburen grafik tasarım mesleğine girdim. O dönemde resimden baya uzaklaştım, ta ki 2013 yılında eşimle beraber İstanbul’a yerleşene kadar. Burada resim ve illüstrasyon yapmaya yeniden başladım. Eserlerinizde geleneksel motiflere, simgelere sıkça yer veriyorsunuz. Minyatür gibi geleneksel formlarda üretimler yapıyorsunuz. Şüphesiz bu bir tercihtir. Sebebini öğrenebilir miyiz? 68 • Post Öykü Resimlerimin bir kimliği olmasını istiyorum her zaman. Hayal gücü ve sezgilerimden faydalanıyorum ve bu eserlerime bilinç dışımın yansımasına da sebep oluyor. İşte orada, bilinçaltımda yaşadığım kültür ve geçmişimiz kayıtlıdır. Bir şekilde Ortadoğu’dan Batı’ya; geçmişten geleceğe bir köprü kurmak istiyorum. Geleneksel sanatlar üzerine severek araştırmalar yapıyorum, aynı zamanda ve aynı keyifle çağdaş sanat dünyasını da takip ediyorum. Uzun bir süredir, Türkiye’de ikamet ediyorsunuz, Türkiye ve İran’ı görsel sanatlar geleneği ve çağdaş sanatçıların verimleri açısından kıyaslama şansınız oldu mu? Nasıl buluyorsunuz? Sanat her ne kadar bireysel bir faaliyet olsa da, toplumsal olaylardan çok etkilenir, o yüzden her ülkenin kendine has yaşantısı da orada üretilen sanata damgasını vurur, iz bırakır: Savaşlar, ekonomik durumlar siyasi olaylar vs. dahil. Burada bir karşılaşma ve kıyaslama yapmak bu yüzden pek doğru sayılmaz. Ama çok belli ki iki toplumun sanat kültürünün pek çok benzerlikler ve ortakları vardır. Belki Türkiye sanatının Batı’ya yöneliminin İran’a göre daha fazla olduğu söylenebilir. s ö y l e ş i ■ Etkilendiğiniz sanatçılar kimler? Neden? Eski hocaları her zaman incelemeye değer buluyorum, yeni ressamlar ve sanatçılardan da çok önemli bulduğum birkaç isim vardır. Ama bir dönem özellikle Zdzisław Beksinski’den çok etkilendiğimi söyleyebilirim. Edebiyata ilginiz var mı? Favori 5 kitabınızı yazar mısınız? Maalesef pek okumak fırsatım olmuyor. Olsa da sanat hakkında özel araştırmalar ve makaleleri okuyorum, ama Kafka, Stefan Zweig ve Paulo Coelho romanlarını okumaktan çok keyif aldığımı söyleyebilirim. Hemad Jevadzade 1984 doğumlu, İran kökenli sanatçı yaşamını İstanbul’da sürdürmektedir. Hemad Javadzade, Tebriz Ucna Üniversitesi Grafik Tasarım bölümünü 2007’de bitirdikten sonra profesyonel kariyerine 2001’de Bujnurd’ta Belediye Kültür Evinde açtığı ilk kişisel sergiyle başladı. Birçok ulusal yarışmada resim, heykel ve grafik dallarında ödüle layık görüldü. Beş kişisel sergi açtı, aralarında Mamut Art Project’in de olduğu 10’dan fazla karma sergiye katıldı. Hemad Jevadzade • 69 k i m v a r i m i ş b i z b u r a d a y o ğ İnsan Çiftliği ya da Dünya mı Deseydik ama Birilerinin Gözü Üstümüzde Güray Süngü Bütün sanat eserleri politiktir. Bazıları daha politiktir. Bütün sanat eserleri felsefidir. Bazıları daha felsefidir. Bu yazı neden mi böyle başladı? Çünkü Hayvan Çiftliği’nde hayvanların bir anayasası vardır ve bu anayasanın ilk maddesi “Bütün hayvanlar eşittir,”dir. Zaman geçip bazı şeyler değişince, ilk maddeye ekleme yapmak gerekir. Zannediyorum ki bu eklemenin ne olduğunu söylemeye gerek yok. Bir romanın anlatabilecekleri bahsinde ne çok soru var; Bir roman ne anlatır? Ne anlatabilir? Ne anlatmalıdır? Neler anlatılabilirdir? İnsan Çiftliği ya da Dünya mı Deseydik... • 71 i k e n ■ Neler nasıl anlatılabilirdir? Neleri nasıl anlatmalıdır? Her roman yazan düşünür zaten bunları. Okur olarak da meseleye baksak bu sorular yine sorulmaya değer. Elbette durup dururken bu soruları kendimize sorabileceğimiz gibi (pek kolay olmasa gerek durup dururken sormak), okuduğumuz bir romanın açtığı yoldan ilerlerken de bu soruları kurcalayabiliriz. Çünkü okumanın bize kazandırdığı en önemli şeylerden birisi muhtemelen “bir şeyin, sadece o şey olmadığı”nı idrak ettirmesidir. Daha iyi ifade etmeliyiz bunu elbette; bir apartmanda yaşanan üç günü anlatan bir roman, sadece bir apartmanda yaşanan üç günü anlatıyor değildir. Tema özdür diyelim, özü ortaya çıkaran sosyal olaylardır, psikolojik durumlardır, insana özgü hallerdir, fıtrata dair çıkarımlardır, vs. Tema mı özdür? Bu fazla iddialı oldu. Öz, temanın da ötesindedir aslında diyelim, zira tema vicdan ise, roman vicdanı anlatmak için o kadar çok şey anlatır ki, roman sadece vicdanı anlatmaz. Misal Suç ve Ceza elbette insan denen yaratılmışın vicdan sahibi olmasıyla alakalı bir büyük romandır ama Suç ve Ceza sadece vicdan hakkında bir romandır demek pek uygun düşmez. Zira hakiki sanat, kendisidir, bir şeye işaret etse de kendisidir, sadece işaret ettiği şey değildir. Çünkü işaretler mesela tabela gibidir, bazen demirden, bazen kartondan. Karton karakter, kukla karakter, karton olay filan da deriz ya kötü eserin kötü işareti, kötü önermesi, mesajı hakkında konuşurken. Bunları neden söylediğime gelince, metafor, allegori, modern roman, postmodern roman, avangardist roman, (roman kelimesinin önüne hangi sıfatı koysak olur) hangi tür, hangi biçim sözkonusu olursa olsun, bir roman sadece anlattığı şey değildir. Hayvan çiftliği romanı zaten hayvanların yaşadığı bir çiftlik romanı değildir de, daha ötesi de şu; Hayvan Çiftliği romanı Stalin’in kurduğu düzeni eleştiren bir roman da değildir. Stalin’den hareketle, o düzene bir eleştiri diye yazılmıştır diye bir bilgi var elimizde. Ama daha ötesidir. Bunu biraz açsak. Aşktan bahseden bir roman okurken aşkın kendi gönlümüzdeki karşılığı ile kendi tecrübemizdeki halleri birleşir ve romanı anlamlandırırız. Bu sebeple bazen romanlar için “tam da hissettiğim ama dile dökemediğim şeyleri anlatıyor” denir. Ruh halleri için de beni anlatıyor dediğimiz vakidir. Fedakarlık, kahramanlık içeren romanlarda da zihnimiz ve gönlümüz benzer şekilde davranır. Bizde olduğu için (bizde zerresi bile olsa) fark ederiz romandaki fedakarlığı. Bu yüzden bazı romanlar bize yazılmış gibi gelir ve onları çok severiz 72 • Post Öykü k i m v a r i m i ş b i z b u r a d a y o ğ zaten, bizdeki bir şeylere karşılık geldiği, ya da bizdeki örtülü bir şeyleri açığa çıkardığı için. Bu tanımlama ve tarifler belirli bir estetik düzeyin var olduğu eserler için geçerli elbette. Kavramlar çoğaltılabilir. İktidar bu kavramlardan birisidir. Adalet. Eşitlik. Hak. İktidar kavramından bahis açıldığında zihin çağrışımlar yöntemiyle bir muktediri oraya yerleştirir ve söylemi muktedirin eylemleri üzerinden anlamlandırır. Bu sebeple bazı politik eserler günceli değil sosyolojiyi ve felsefeyi esas alarak metafor, allegori ya da eğretileme yoluyla kurgulandıklarında sadece o devrin güncel sosyolojisi ya da siyasetini anlatmak-eleştirmek-deşmek-kurcalamakla kalmaz, okuyanın zihnindeki güncel sosyoloji ve siyaset algısıyla anlamlanır, algılanır. Bu ne demek; Siz Hitler hakkında onun adını anmadan bir roman yazarsınız, Hitler’in yapma saikleri ve sonuçlarını esas alarak ve dönemi, karakterleri, mekanları ve yani her şeyi eğretileyerek, onu okuyan okurlardan birisi Trump’un anlatıldığı bir roman gibi okur, diğeri ise lisedeki sınıf başkanı hakkında yazılmış bir roman gibi. Elbette buradan hareketle olguları, kavramları neden sonuç ilişkileri içinde sosyoloji ve felsefeyi kullanarak (ki onları kullanmak demek bile tuhaf zira onlar olmadan bir eser nasıl olsun; ayrıca kullanmak demek elbette araçsallaştırmak kabilinden bir şey de değil) yazdığınızda muhakkak ki bu bir olaya, bir karaktere, bir döneme işaret eder, çünkü inşayı yapan zihin yapıyı çatar ama inşayı onun alımlayıcısı olan okur kendi algı ve bilinç düzeyine göre tamamlar. Alımlama estetiği mi? O kadar kurama girmeyelim, zira bir çiftlikten bahsediyoruz sadece. Çiftliğimizde hayvanlar yaşar. İnsanlar zalimdir. Hayvanlar başkaldırır. İnsanlar çiftlikten kaçarlar. Hayvanlar kendi idarelerini ellerine alırlar. Olaylar gelişir. Hayvan Çiftliği romanı Orwel’in bu olay örgüsü minvalinde kurduğu bir allegori. Öte yandan Orwel’in bir de 1984’ü var. O roman da bu yazının konusu olabilir zira 1984 de iktidar, hak, eşitlik, özgürlük gibi konular hakkında kurulmuş bir roman. O da bir allegori. Derler ki bazı şeylerden bahsetmenin zor olduğu dönemlerde büyük sanatçılar, “söylesem öldürürler söylemesem öldüm” diyerek anlatılarını eğretiler ve söylemek istedikleri şeyleri hikayenin zaman ve mekan ve kurgu belirsizliğinin güvenli alanına inşa ederlermiş. İçinde bulunulan rejimin baskıcı unsurları, özgürce konuşmanın ve yazmanın mümkün olmaması böyle bir yol açmış sanatçıların önünde, bu bilinir. Zorlayıcı şartlar bazen müthiş imkanlara yol açar. (Elbette allegori taa Platondan beri var). (Hatta daha öncesi de vardır da referans gereği milat İnsan Çiftliği ya da Dünya mı Deseydik... • 73 i k e n ■ oymuş gibi konuşmakta beis yok.) Sefiller nasıl ki dönemi, insanları, yoksunluğu, fedakarlığı son derece sahih bir biçimde, gerçek dünyanın ve gerçek zamanın içinden aktarıyorsa, allegoriler de temalarını kurgu zaman-kurgu mekan-gerçek üstü karakter ve olaylar ile son derece sahih bir biçimde anlatırlar. Orwel’in eserlerine dönersek; Hayvan Çiftliği’nde hayvanlar idareyi ellerine aldıktan sonra muktedir ve muktedirin politikaları ile yavaş yavaş insanlaşırlar. İnsanlaşmak burada ironi tabii. (İroninin ironi olduğunu ifade etmek de başka bir ironi olsa gerek.) Bu insanlaşma muktedirin işin sonunda iki ayağı üzerine kalkıp insan gibi yürümesi ile zirveye ulaşır. Bunun bir olumsuzlama (çünkü düşmana dönüş) olduğunun anlaşılması için önceki evrelerde neler olduğuna bakmalı. Olay örgüsünü basitçe verelim; hayvanlar başkaldırmıştı, insanlar çiftlikten kaçmıştı. Sonra bir lider seçilir. Napolyon. Bir anayasa hazırlanır. Bu anayasaya göre bütün hayvanlar eşittir. Hayvanlar asla insanlar gibi olmayacaktır, onlar gibi davranmayacak, onlar gibi uyumayacak, onların yattıkları yerlerde yatmayacaktır. Hiçbir hayvan öldürülmeyecektir. Burada idarenin elde tutulması için ilk düşman (zaten “doğal düşman” olan insan) yaratılmıştır ve ona has bütün özellikler de kötü addedilerek yasalaşmıştır. Akabinde adil bir iş bölümü yapılır. Hayat güzel başlar. Snowball adlı bilge bir hayvan okumayı öğrenir ve diğer hayvanlara öğretir. Napolyon bir müddet sonra Snowball’ın hayvanlar üzerindeki etkisinden korkmaya başlar zira eğitimli ve eğiten, düşünen ve düşündüren birisi idare için (hayır idare için değil, iktidar için) tehlike arzedebilir, bu sebeple Napolyon, karşısında olduğunu düşündüğü güce karşı (aslında herhangi bir şeyi kendisinin karşısında konumlanan bir güç olarak vehmetmek iktidar kompleksidir, evrenseldir. Zira öncesinde yaratılan düşman “doğal düşman”dı ve iktidar için değil hayvanlar ve hayvanların doğal hakları için tehditti ama yeni düşman hayvanlar ve hayvanların hakları için değil, iktidar için tehdittir.) köpekleri bir düzen denetleyicisi olarak (romanda polis denir) istihdam eder ve örgütler. Yeterli güce ulaştığını hissettiğinde (yani polislerin kendi yanında olduğunun ve güçlü olduğunun çiftlik sakinleri tarafından idrak edilmesinin akabinde) Snowball’ı hain ilan eder ve çiftlikten atar. Karşısında bir güç olduğunu vehmeden bir muktedir, onu bertaraf da edince doğal olarak kendi gücünün de sarhoş ediciliğine kapılır ve güçlü olmanın kendisine verdiği “özel” olma inancıyla diğer hayvanların sahip olduğu hakların ötesinde haklar talep etmeye başlar. (Türkiye’nin en büyük dolandırıcılarından birisinin karısı, dolandırıcı olan kocası için, benim kocam yedi dil biliyor, dünyada tanımadığı insan yok, belli bir refah düzeyini hakkediyor demişti.) 74 • Post Öykü k i m v a r i m i ş b i z b u r a d a y o ğ Anayasanın maddelerinde minik oynamalar yapılır. “Bütün hayvanlar eşittir, bazıları daha eşittir.” Çünkü çiftlik için çok çalışan özel hayvanlar insanların yattıkları yerde yatmak isterler artık. Yatarlar da. Ama “Çarşaf kullanmamak kaydıyla” ibaresiyle “doğal düşman” ve ona karşı olma saiki de güçlü tutulur. (Bu saike hiç ihtiyaç kalmayana kadar.) Buna rağmen çiftlikte rahatsızlıklar baş göstermeye başlar. Mırın kırınlar duyulur hale gelince Napolyon medyayı keşfeder. (Abartmayalım çiftliğe bir televizyon getirir sadece.) Hayvanları oyalamak, onları ikna etmekten kolaydır zira. Televizyonun oyalayıcılığı eşliğinde çiftlikte olan her kötü gelişmeyi kovulmuş Snowball’a, her iyi gelişmeyi kendi lider dehasına yontacak şekilde propaganda üretir. Bu propagandaya kapılmayacaklar için seslerini yükseltmelerine engel olacak eğitimli köpekler de çiftlikte huzuru sağlamaktadır aynı esnada. Mesela çiftlik ekonomik darboğaza girdiğinde tavukların yumurtalarına el koyar. Tavuklardan itiraz edenleri ölüm cezasına çarptırır. Anayasaya bir madde daha eklenir bunun için; hiçbir hayvan öldürülemez, hainler hariç. Sesler kesilince Napolyon artan konfor ihtiyacını “doğal düşman” olan insanlar ile anlaşmalar yaparak karşılama yoluna gider. Nihayetinde Napolyon’un çiftliği ellerinden kurtardığı “doğal düşman” olan insana dönüşümünün simgesi “iki ayağının üzerine dikilmesi” sahnesi gelir ve final. Sonra ne mi olur; mesela insan doğal düşmanken çiftliği kurtaran Napolyon’un “doğal düşman” olması ile yeni bir kurtarıcı, yeni bir lider, tıpkı Napolyon’un “İnsan”laşması gibi yeni liderin “Napolyon”laşması ve döngünün devamı. Çünkü nedir? Çünkü mesele Napolyon, Hitler, Stalin değildir. Mesele iktidar, adalet, hak, eşitlik, özgürlük ve bunların yanında fıtrat, hırs, nefs, ego, kibirdir. Orwel’in kurduğu allegori her dönem ve her iktidar için bu olguyu önümüze koyar. 1984 mü? O, bu olguya ulaşmaya yarayan olay örgüsünde kullanılacak benzer kavramların daha modern aygıtlar ile bu kez bir distopya halinde canlanışı. Ayrı bir yazı olsa daha iyi. İnsan Çiftliği ya da Dünya mı Deseydik... • 75 i k e n ■ Kusurlarım Olmadan Asla ya da Dokuz Başlangıç Aykut Ertuğrul 1. Başlangıç: Uzun peşrevler olmadan yazı yazamadığım için üzgün ya da pişman değilim. Hatta onları, sonraki okumalarımda silmem gerektiğini bildiğim halde çoğu zaman silmeye kıyamadığım için de... Üstelik yazı yazmakla ilgili bendenizden tavsiye isteyenlere “iyi bir girişe sahip olmalısınız, iyi bir giriş cümlesi bulana kadar korkmadan yazın, onu bulduğunuzda da dönüp öncekileri silecek cesaretiniz olsun” demişliğim çoktur. Vallahi inanarak söylüyorum palavra değil, bu işten anlayan herkes de aynı şeyi tavsiye ediyor. Ama bazen -benim durumumda çoğu zaman- ihtiyacım olan son tahlilde iyi bir duygu yakalamak oluyor. Gelgelelim, gereksiz görünen “peşrev”lerin taşıdığı duyguyu, atmosfer yaratmaya olan katkısını feda etmeye gönlüm elvermiyor. Acemilik. Bitmeyen bir acemilik. Ya da bir çeşit küstahlık! (Bugünlerde bitirebilirsem, yazmış olmaktan gurur duyacağım uzun süren bir suskunluğun bitişi anlamına gelen bir öykü üzerinde çalışıyorum. Tam da sözünü ettiğim bu küstahlığı bir anlatım tekniği olarak benimsiyorum öyküde. Bakalım kim kazanacak? Burnundan kıl aldırmayan okur mu, küstah yazar mı?) Her halükârda bir kusuru/küstahlığı kucaklamaktan büyük bir haz aldığımı işte şimdi burada yeniden itiraf ediyorum. Ben öyleyim diye demiyorum ama olgunlaşma, büyüme, ustalaşma denilen tam da budur: Yol boyunca kendi kusurlarınla boğuşup, onlardan arınmaya çalışıp sonunda elinde kalanlarla kucaklaşabilme, mücadelenin yönünü değiştirme kabiliyeti. En azından deniyorum ha? 76 • Post Öykü k i m v a r i m i ş b i z b u r a d a y o ğ 2. Başlangıç: Aykut Ertuğrul’un “Inception” filminden etkilenme biçimini “kusur” kavramı üzerinden anlattığı yazısını okumaya başlamak üzeresin. Rahatla. Toparlan. Zihnindeki bütün düşünceleri kov gitsin. Seni çevreleyen dünya bırak belirsizlik içinde yok oluversin! 3. Başlangıç: İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar romanını hatırla. “Kusur, benim imzamdır. Bir ismim olduğu sürece bir kusurum da olacak ve olmalı.” diyen üstadın sesini duyuyor musun? Tamam ben o değilim. Ki zaten adına üslup denilen ve bir yazarı ötekinden farklı ve tanıdık kılan şey de önünde sonunda kusurdan başka nedir ki? Estetize edilmiş, ehlileştirilmiş kusurdur üslup. Abartalım, belki de yazının, insanoğlunun bu mucizevi icadının bizatihi kendisi kusurdur. Uçsuz bucaksız muhayyileyi zapt etme denemesi olarak yazı; pürüzsüz bir zemine işaretler bırakarak anlamı orada hapsetme uğraşı olarak yazı; sözün hapishanesi olarak yazı, ilahi olanla bağ kurabilmek için gerekli olan, acziyetini kabul etme biçimi olarak yazı kusurun ta kendisi değil de nedir? Kusursuz bir şey imal ya da inşa etmenin imkansızlığı bir yana, zaten bir “şey”i, eseri, fikri.. kavrayabilmek için de onu pürüzlerinden yakalamaya ihtiyaç duymaz mıyız? Çünkü pürüzsüz bir yüzeyde tutunamazsınız. Pürüzsüzlük düşüştür. Bir çeşit boşluk halidir. Peki nedir varlığımızı anlamlandıran uçsuz bucaksız zamanda ve uzamda tutunma biçimi olan bu pürüz? Pürüze dönüşen kusur: Aşk, olağan gidişatı bozan bir kusurdur örneğin, görmek eylemi renklerin kusurudur, duyma eylemi -sessizliğin- kusurudur, inanç eylemi bir bakıma kusurdur; boşluktan, pürüzsüz düşüşten kurtaran sıçramadır. Byung Chul Han, işi daha da ileriye götürüyor; pürüzsüzlük arzusunun yaşadığımız hastalıklı çağın güzellik tasavvuruna yerleşmiş olmasının büyük bir hata olduğundan dem vurarak, insan ruhunun yok oluşunun alametlerinden biri olarak görüyor pürüzsüzlüğü. 4. Başlangıç: “Dünyanın bir yanılsama olması, onun kökten kusurluluğundan kaynaklanır. Eğer her şey kusursuz olsaydı, açıkçası dünya var olmazdı ve kötü bir rastlantıyla kusursuzluk niteliğine yeniden kavuşsaydı, varlığı açıkça son bulurdu. Cinayetin özü budur: Kusursuz olursa iz bırakmaz. Dünyanın varlığı konusundaki inancımızı pekiştiren şey, onun suçlu, kusurlu niteliğidir. O zaman birden bize kendisini ancak bir yanılsama olarak açar.” Böyle diyor Baudrillard Kusursuz Cinayet’te. Kusurlarım Olmadan Asla ya da Dokuz Başlangıç • 77 i k e n ■ 5. Başlangıç: Uyanmak. Gözlerini açmak. Sadece benim en derin korkularımdan biri olamaz değil mi? Düşünsenize, birden uyanıyorsunuz ve yaşadıklarınızın aslında yaşanmadığını, olduğunuzu sandığınız kişinin siz olmadığını fark ediyorsunuz. Başka bir dünyadaydınız, başka biri olarak yaşarken derin bir uykuya daldınız; bir türlü uyanamadığınız bir rüyaya hapsoldunuz ve uyuyor olduğunuzdan habersiz u-yu-yor-su-nuz. Etrafınızda sizi izleyen, rüyalarınızı, hatalarınızı, zaaflarınızı, en karanlık yanlarınızı gören insanların olduğu bir odadasınız. Gözlerinizi açıyorsunuz ve gözlerinizi açıyorsunuz ve... O siz değilsiniz. Hiç aşık olmamışsınız, hiç baba olmamışsınız, hiç inanmamışsınız, hiç inandıklarınız uğruna savaşmamışsınız, sizi siz yapan her şey, onca acı, onca sevinç aslında bir düşmüş; canınızı bile emanet edeceğiniz arkadaşınız bir hayalin ürünü; yıllar boyunca çalışıp didinip aldığınız o ev, bir yanılsamadan ibaretmiş. Bir yataktasınız, hatta belki sadece beş yaşında bir çocuksunuz, belki de bir bebeksiniz, kederle ağlayacaksınız, bir uzun rüya boyunca yaşadığınız yetmiş yılın acısı zihninizde hâlâ taze ama konuşamıyor; anlatamıyor, ayağa kalkamıyorsunuz, anneniz uykulu gözlerle size bakıp ağzınıza biberon tıkıştırıyor. Bu belki de iyi haberdir, kim bilir? Öyle mi? Rüyada sizin sanıp gözyaşı döktüğünüz acılar aslında yok, kayıplar kaybedilmedi (kazanılmadı da), önünüzde uzun bir yaşam var. Uzun, belirsizliklerle dolu bir yaşam. Uzun, belirsizliklerle dolu ve öncekinden daha iyi mi daha kötü mü olduğunu kestiremediğiniz bir yol. Öyle sanıyorum ki, insan, doyasıya yaşadığı kederi bile belirsizliğe tercih eder, acının en katmerlisini, yaşanma ihtimali olan mutluluğa... Geride bırakılanın acısı daima tuzak kurmuş bekleyenden daha katlanılırdır. Bilemiyorum belki de kişisel korkularımı ele vermiş oldum. Yine de bütün büyük sanatçıların ortak noktalarından birinin insanın en derin korkularını keşfetmeleri olduğunu söylemekte bir beis yok. Derin bir korku ya da derin korkuyla yüzleşmek için atılmış cesur bir adım, soru sorabilme kabiliyeti. İşte “Her şeyin aslında bir rüya” olup olmadığı korkusu -haklıysam- insanın bu en ilkel korkusu, “Inception” filmini etkileyici yapan temel dinamik olmalı. Başlangıçtan beri insanı takip eden azap ya da ezeli bir umut: “Ya hepsi rüyaysa?” 6. Başlangıç: Kusursuz taklit içinden çıkılmaz bir kuyu, sonsuz bir hapishanedir, Inception filmindeki Cobb’a göre. Yeni, parlak öğrencisi Ariadne’ye bir rüya inşa ederken asla kendi anılarını kullanmamasını ısrarla bu yüzden tekrar ediyordu Caprio’nun canlandırdığı kahramanımız. Kusursuz bir taklidin, aslından farkını, mimarı bile fark edemeyebilir. Kusursuz taklit, taklitçiyi yavaş 78 • Post Öykü k i m v a r i m i ş b i z b u r a d a y o ğ yavaş kuşatır ve onun gerçeklik duygusunu yutar. Artık “mimar”ın / taklitçinin / yazarın uyanması imkansızdır. Gerçek ile rüya arasındaki fark ortadan kalkmıştır. Uyuduğundan haberi olmayan biri nasıl uyanabilir? Başa dönelim, tam da bu yüzden, aslında bir rüyada ancak ölümle uyanacağımız bir yanılsamanın içinde yaşayadurduğumuzu anlayabilmek için kusurluyuz. Kusur yer, kusur içer, kusurlu durur, kusur inşa eder, kusurların üzerinde otururuz. Kusurlarımız bize fani olmaklığımızı hatırlatır. Cobb’un topacı, yazının ta kendisidir. Yazı, kusurdur. Yazının tarihi, kusurlu insanın destanıdır. Yazıyoruz öyleyse yalan dünyadayız. Yazıyoruz öyleyse varız, yazıyoruz öyleyse yanılıyoruz. 7. Başlangıç: Sanatın taklit (mimesis) olduğu konusunda anlaşabiliriz. Peki taklit ettiği şey ne? Bütün tartışma işte bu “taklit edilen”in ne’liği konusunda. En azından 19. yüzyıla kadar böyle. Dünyayı taklit mi? Platon, zaten ideaların taklidi olan dünyanın taklit edilmesini anlamsız buluyordu. Gölgenin gölgesi. Yanılsamanın yanılsaması. Bugün de her sanatçının kendisine sorması gereken soru budur. Bütün teorilere, eleştiri tarihine, söylenip yazılan onca şeye (gölgelere) rağmen, o ilk soruyu, -aradaki bütün zamanı bir adımda kat edip- muhatap alabilmeli ve kendi cevabını bulabilmelidir sanatçı. Taklit ettiğim ne? Doğa mı? İnsanlar arasındaki ilişkiler mi? İnsanla tanrı arasındaki ilişki mi? Duygular mı? Sesler mi? İdealar mı? Gökler mi? Rüya gören insan, bütün bu anlam arayışının neresinde duruyor peki? Doğadan ve doğa yasalarından, gölgeler ve gölgelerin hapsinden sıyrılan ruh ne görüyor? Ne ile karşılaşıyor? Sanatçının peşinde olduğu yaratım anı, tam o an mı? Borges bu yüzden mi, rüya gibi öyküler yazmanın en büyük hayali olduğunu söylüyordu? 8. Başlangıç: Tek insan rüya gördüğü gibi toplumlar da rüya görür. Peki tek insana etkili hikayelerle fikir ekebilen hırsızlar, toplumlara hangi hikayelerle nasıl fikirler ekiyorlar? İnsanlığın başından beri kendi toplumunun rüyalarını nesilden nesile aktaran, kendi anılarını zinhar kullanmayıp kolektif bilince teslim olan ve oradan rüya devşiren ve muhataplarına fikir eken hikayecilerin, ozanların bugünkü karşılığı kim, ne? Bugünün hikaye anlatıcıları, kadim anlatılardaki Franco Moretti’nin deyimiyle “epik yabanıllığa” nasıl ulaşabilirler? 9. Başlangıç: “Bir fikir, virüs gibidir. Esnektir. Oldukça bulaşıcıdır. Ve ufacık bir fikir tohumu bile büyüyebilir. Seni tanımlamak ya da yok etmek için büyüyebilir.” Kusurlarım Olmadan Asla ya da Dokuz Başlangıç • 79 i k e n ■ Salah Bey Tarihi ve Kirazın Tadı Furkan Çalışkan Çengelköy’den bir kese kâğıdı dolusu kiraz alıp, avara kasnak yürüyerek Kuzguncuk’a kadar giderken hafif bir takip ediliyormuşum hissi kapladı içimi. İçimi derken çekirdeklerin geçemediği ama kirazın, ekşinin içine saklı tatlı aromasının kendine yol bulduğu yeri kastediyorum. Yalıların arasında bir görünüp bir kaybolan saltanat kayığından denize dökülen kiraz çekirdekleri ile benim yola bıraktıklarımın belli zikzaklar ve kavisler yaptıktan sonra aynı doğrultuda birleşmesi Boğaziçi’nin sosyoekonomik düzleminin geometrik bir çıktısından başka bir şey değil elbette. Arada omzumun üzerine geriye bakıyorum. Bir an ama küçük bir an için Salah Bey’in kendisini bir duvarın arkasına attığını görüyorum. Belki de zihnim beni yanıltıyor. Ağzıma bir kiraz daha atıp yola devam ediyorum. Dördüncü Mehmed’in tahta cülusu üzerinden ne kadar zaman geçtiğini bilmemekle birlikte Kız Kulesi’nin en serin odasında serili bir geyik postunu süsleyen boynuzların üzerindeki hale sayısı ve boynuzun renk tonu bize bir takvim hediye ediyor. Böylece bu av ganimetinin cülusun onuncu yıl dönümüne ait olduğunu biliyoruz. Yani Salah Bey olsa böyle söylerdi. Sultan Mehmed’in kirazın tadına olan düşkünlüğünü de o haber vermişti zaten. Ah Salah Bey, okurlarının gönlünde kirazlar açtıran Salah Bey. Senin bu eski akıncılıkların yok mu. Hepsi aynı mızıkadan. Geçmiş gün, hatırası zayıfladı ama Sırp asilzadesi Lazareviç’in sadık koruması Nemanja’nın halen Belgrad Kapı civarlarında saklandığını anlatan bir hikayeye başlamıştım senin yüzünden. 80 • Post Öykü k i m v a r i m i ş b i z b u r a d a y o ğ Ne var ki gündelik hayatın şiiri beni senden sık sık koparıyor. “Salah Birsel’in Son Maceraları” gibi şiirler de yazmıyorum ben. Bu ayrı bir mevzu. Şimdi müsaadenle Mehmed’e dönelim tekrar. Gerçi Beylerbeyi’ne vardığımızda bir görünür gibi oldun ama yine yakalayamadım seni. Düşüncelerimi takip ediyorsun, bu yüzden ben kiraz yemeye devam edeceğim. Evet Mehmed demiştim ama ben olsam aslında Süleyman ile ilgilenirim. Çünkü şairlik bunu gerektirir. Hayır, muhteşem olan değil. Muhteşem talihsiz olan. Süleymanların ikincisi. Ocakta değil Nisan’da doğma talihsizliği yüzünden kırk yıl kafeste kalan. Kiraz sever miydi acaba? Ben böyle şeyleri merak ediyorum Salah Bey. Hem biliyor musun Süleyman kırk yıl boyunca aynı geceyi yaşamış. Hani validesinin koynunda koridorda bir uzayan bir kısalan gölgelerin çıkardığı tuhaf sesleri dinleyerek geçirdiği, Büyük Valide’nin boynundan kopan incilerin o koridorda yuvarlana yuvarlana ayaklarının dibine kadar geldiği o gece. Kırk yılını bir inci kolyeden arta kalan incilere bakarak geçirmek için uygun bir sözcüğün var mı Salah Bey? Var tabi; hurdalanmak. Kız Kulesi’nin önüne varınca duruyorum. Kirazlar bitti. Süleyman tahta cülus etti. Kirazın tadı ölümü hatırlatıyor. Salah Bey Tarihi ve Kirazın Tadı • 81 i k e n ■ ö y k ü ■ Dinozorların Son Günü Ali Yağan Söylenecek bütün sözler söylenmiş, yeniden söylenmeğe değer söz kalmamıştır. Ben de sana bunlardan birisini söyleyeyim. Şehname, Firdevsi Zeki Bey 1 Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı’nın Ruhu suların üzerinde dalgalanıyordu. Tanrı, “Işık olsun” diye buyurdu ve ışık oldu. Ve bir sabah elli üç yıl, dört ay, üç gün, bir saat, on sekiz dakika, yirmi iki saniye evvel annesi Perihan’ın rahminde ağlayan emekli polis memuru Zeki Bey uyandı. Ağlayarak. Yine. Ölümün rahmindeydi. Korkuydu. Özlemdi. İçinde büyüyen. Bir de hatırlayamamak. Hangi ses kime ait. Hangi yüz eski, hangi yüz yaralı. Elleri neden hep buz. Uzaktan. Issızlıktan. Bu mağaramsı eve. Büyük vadiden. Hatırası yıllar yılı silinen Şeref ’in ormanından. Duyduğu insan sesleri. Birkaç saniye sürüyor. Burgaçlanarak. Zihninde. Kesik kesik soluyan bir bebek doğuyor. Çorak bir avuca. Ağaçsız. Çiçeksiz. Çimensiz. Elleri nasırlı emekli polis memuru Zeki Bey. Bir intihar olarak anılıyor. Artık. Elli üç yıl, dört ay, üç gün, bir saat, on sekiz dakika, yirmi iki saniye sonra. Her daim. Başkalarının onu anlattığı kısa hikayelerde. Dinozorların Son Günü • 83 Tanık 2 Zeki’nin başına gelenleri ben gördüm görmesine de intihar diyormuş polisler. Karadul 3 Ve adam dedi: yanıma verdiğin kadın o ağaçtan bana verdi. Ve yedim. Ve Rab Allah kadına dedi: bu yaptığın nedir? 4 Devlisigün. Durmadım Emine’ye de anlattım gördüklerimi. Yüzü allak bullak oldu. Sustu. Uzun sürmedi. Toparlandı. Umarsızca “akşam bana gel” deyiverdi. Büyü, düş, tılsım, masal, zehir, kan her neyse bu adını koyamadığım o vardı gözlerinde. Dondum kaldım. Devasa bir göktaşı o anda bizim mahalleye, bizim mahallede ise tam benim tepeme düşmüş gibiydi. Bakışlarındaki her şey kanıma karışmıştı bile. Arzu ölüm korkusundan üstün geldi. Gittim ve kör oldum tıpkı bir yıl evvelki Zeki gibi. Yazar 5 Tanrıyı gördüğüm göz, onun beni gördüğü gözle aynıdır. 6 Ne yedinci gündü ne de yorgun elli bir adam vardı. Ben bir kadının hasretiyle şuursuzca adımlıyordum. Güzdü. Yazı kendini sarının koynuna bırakmıştı. Göğsümde tılsımını yitirmiş ağıtlar birikiyordu. Boğazımda hıçkıran ölümler düğüm düğüm. “Ben öldürdüm Zeki’yi ve onu.” Buna rağmen kimse solgun değildi. O kadın gecenin zembereğine doğru haykırıyordu. Bir kükreme diyemezdim buna. Daha çok bir çakalın pavkırmasıy84 • Post Öykü ö y k ü ■ dı. Onun emrindeydim ve yok olmak arzusuyla dolu bir neferdim. Pabucunu ters giydiriyordum şeytana bile. Bildiğimse Zeki ve ötekinin izindeydim. İçimde. Yak şu siyah göğü ve kurtul bu halden diyen fısıltılar vardı. Olmadı. Güçsüzdüm. Kör ve şuursuzdum. Bulamadım yazarın dilinden dökülen yalanları. 7 Ama yapıtın içinde, bir şekilde, arzularım yazarı: yazar figürüne gereksinim duyarım, ve o da benim figürüme gereksinim duyar. Aranır durur yazar kitabi günlerini. Oysa insanlar artık ümmi. Yitirildi onun kelimeler savaşı. Bir kurum olarak yazar ölmüştür artık: sivil kimliği, tutkuları, yaşamöyküsü silinmiştir... Kıyâm bi-nefsihî 8 Kadın bedenini binlere bölerek yürüdü ormana. Alaf oldu. Gök oldu. Mır mır okudu ninnisini. Onu duyanlar sur sandı. Beklediler ki gökten ölüm yağsın üzerlerine. Fakat sesler ağıyordu, kelimeler sonra... Bir bir çarpışıp yok ettiler kendilerini. Geriye kalan külleri geçmişin. Çaldım külleri yüzüme. Yüzüm çürüdü. Çürüdüğüm gün rahminde ağlayan oğlunu doğurdu rahmetli Perihan. Mustafa’dan olmaydı. Zeki olsun dediler bunun adı. Kıyamet 9 Oldu ve öldü Zeki. Yağmursuz günlerdeydi insanlık. Dinozorların Son Günü • 85 Beton Kamil Erol Yıldırım Kahvenin demir kapısı gıcırdamaya bile fırsat bulamadan sertçe açıldı. Kahvedekilerin ölgün bakışları birkaç saliseliğine canlanıp oraya doğru kaydı. Koca göbeği, pis sakalları ve elinde bir poşet dolusu market malzemesi ile hastabakıcı Kamil –yani daha çok bilinen lakabıyla Beton Kamil- kısık gözlerindeki umursamaz bakışlarıyla içeriyi süzüyordu. Beton Kamil; ağır vücudunun ezdiği tahta döşemenin çığlıkları eşliğinde köşedeki boş masaya oturdu. Daha doğrusu onun geldiğini görünce tırsılan ve boşaltılan masaya... Gözlerini televizyondan ayırmadan kalın ve hırıltılı sesiyle kükredi. “Mahmuut... Bana bir orta yap. Kumandayı da getir.” Aslında adı Murat olan ocakçı, bu kasıtlı yanlışlığa hiç itiraz etmedi. Gıkı bile çıkmadı... Hatta “Tamam abim” diye cevaplayıp, işlerini bırakıp, telaşlı bir şekilde cezveyi ocağa sürdü. Peki ya kumanda... Ocakçının garson çocuğa yaptığı bir göz hareketi ile kumanda Beton’un masasına anında ulaştı. Sadece kumanda değil, üzerinde sadece “Beton Kamil” yazan beyaz bir zarf... Zarfı gören Beton’un, o kocaman iri cüsseli adamın, bir anda tüyleri ürperdi, gözleri büyüdü, yüzü kıpkırmızı oldu. Bu öyle korkunç bir görüntüydü ki, zavallı garson çocuk güldür paldır kaçıp, ocakçının yanına bir kedi yavrusu gibi sokuluverdi. Peki, bu zarf bu kadar can sıkacak ne ifade ediyordu? Mahallenin esnafı alacaklarını genellikle böyle zarflar göndererek hatırlatırdı. Son günlerde Beton’un evine bu tür zarfların geliş sayısı artmaya başladığından mahalle postacısına talimat vermiş ve zarflar artık evine uğramadan kahveye bırakılmaya başlanmıştı. Beton Kamil’in dünyada belki de tek çekindiği -korktuğu demeyelim- görüntü, karısının baykuş gibi patlattığı gözleri ile sorgulayan yüz ifadesiydi. Ve şimdi masanın üzerindeki bu beyaz zarfa her baktığında sanki karısının o nahoş yüz ifadesi gözünde canlanıyordu. Moralini alt üst eden zarfı masanın bir kenarına doğru fırlatıp televizyon kumandasını kavradı. 86 • Post Öykü ö y k ü ■ “Mahmuut... TRTspor kaçta?” “On yedide abi.” Reklamlar vardı... Ama bu onun için sürpriz sayılmazdı. Sonuçta başlama saatine uygun şekilde bir futbol maçının devre arasıydı. Matematik bilgisi ilkokul seviyesinde olsa da, bir maçın başlama saatini bildikten sonra beyni otomatik olarak devre arasını ve bitiş zamanını hesaplayabiliyordu. Üstelik uzatma dakikalarını bile ekleyerek... Bu şaşırtıcı yeteneğini amatör ligde oynadığı futbolculuğu sayesinde edinmişti. Zaten “Beton” lakabı da ona futbolculuk zamanlarından mirastı. Defansta her zaman ayakta kalan, geçit vermeyen, beton bir duvar gibi sağlam kalmasına ithafen... Futbola geçen yıl veda ettiğinde, arkasında birkaç kırık kemik, üç-beş çatlak, on-onbeş kadar çıkık ile sayılamayacak kadar küçüklü büyüklü sakatlık bırakmıştı. Tabi ki hepsi rakip futbolcular adına... Futbolu bıraktığı duyulduğunda bütün amatör lig oyuncuları koca bir “oh” çekmiş, yöneticilerin sevinçten bir kurban kesmediği kalmıştı. Hadi onlar tamam da, onu asıl işkillendiren yıllarca top koşturduğu kendi takım yöneticilerinden hiç kimsenin çıkıp daha fazla oynaması için ısrar etmemesiydi. Şimdi onlara okkalı bir küfür göndermenin yeriydi ama... Neyse... Gözü tekrar masanın diğer köşesinde sinsice duran beyaz zarfa kaydı. Bu kısacık bakışma dahi midesine kramp sokmaya yetmişti. Ah bu alacaklılar... Ne kadar da gaddar insanlardı. Biraz daha anlayışlı olamazlar mıydı? Hiçbir zaman borcunu inkâr etmez, geç de olsa mutlaka öderdi. Sonuçta evinde üç küçük çocuk ve müsrif bir kadın barındırıyordu. Hastabakıcılıktan kazandığı asgari ücret maaşıyla ne kadar geçinebilirdi ki? Son sınıfına kadar ite-kaka geldiği Sağlık Meslek Lisesini bitirebilseydi en azından sağlık memuru olur, iki üç kat daha fazla maaş eline geçer, rahat rahat geçinirdi. Hayat işte... Lise son sınıftayken yaşadığı olay aklına geldi. “Keşke sinirlerime hakim olup müdür muavinine o kafayı atmasaydım” diye düşündü. Böylece okuldan atılmaz birkaç ay sonrada mezun olabilirdi. Devamsızlıklarını silmek için bir ufak rakı isteyen o muavini belki de hemen dövmemeliydi. Diplomasını aldıktan sonra bir köşede kıstırır istediği kadar dövebilirdi nasıl olsa... “Lan! Sen bize örnek olacaksın, hoca bozuntusu” diyerek çaktığı kafa ve muavinin kan çanağına dönen burnu gözünde canlandı. Keyiflendi birden... “Ne olduysa oldu, iyi ki yapmışım” diye mırıldandı. Kocaman göbeğine bağladığı elleri ile geriye yaslanıp, sandalyenin ön ayaklarını hafiften havaya kaldırdı. Gözleri televizyondaydı ama düşünceleri Beton Kamil • 87 geçmişindeki mutlu günlerini arıyordu. Hayatında en mutlu olduğu günleri, futbol oynadığı zamanları... On küsur yıllık amatör futbolculuk hayatında bir elin parmaklarını geçmeyen gollerini hatırladı. Orta sahadan rastgele vurduğu ama doksana giren golü... Topun havada süzülüşünü nasıl unutabilirdi ki? Ya kornerden gelen topa ceza sahası dışından kafayla vurup attığı gol... Gerçi o zaman topun ağlara gittiğini görememiş, gol olduğunu arkadaşları söylemişti. Ve en güzeli, hala rüyalarına giren... Kullandığı bir serbest vuruşta topun önce baraja sonra kaleciye ve en son yan direğe çarpmasıyla attığı gol... Bilardo topu musun mübarek? Sonra... Futbolculuğunu bitiren olay... Mutlu anılarına tuz biber eken, futbol topunu her düşündüğünde bir karabasan gibi anılarına hücum eden o olay... İçi burkuldu, midesi yandı birden. Kahvesi de nerede kalmıştı? “Mahmuut... Bizim kahve ne oldu?” “Geldim abi.” Ocakçı bizzat kendi getirmişti kahveyi ve bir bardak suyu. Beton, bir dikişte suyu yarıya indirmiş, ağzını şapırdatarak kahvesinden küçük bir yudum almıştı. Ama ne kadar kafasından atmaya çalışsa da içini burkan anılar birbiri ardına üşüşüyordu zihnine. Peki, ne olmuştu? Kaptanlığını yaptığı amatör takım o yıl hiç olmadığı kadar iyi gidiyordu. Tarihlerinde bir ilk yaşanacak ve belki de birinci amatörde şampiyon olacaklardı. Takımın kaptanı ve abisi olarak, kendini bir komutan gibi görüyordu. Gerek kulüp başkanı, gerek teknik direktörü, gerekse taraftarlar, onlar sadece figüran, kendisi başroldü. Çevresini saran hevesli, pire gibi gençlerle önlerine geleni deviriyorlardı. Defansta lakabına yakışır şekilde tam bir beton kale gibiydi. Ligin ilk yarısını en az gol yiyen takım olarak açık ara lider bitirmişlerdi. O yıl müthiş keyif alıyordu, futboldan... Ve hayattan... Kafası futbolla ve şampiyonlukla o kadar meşguldü ki, ne geçim sıkıntısı, ne alacaklılar, ne karısının somurtkanlığı, ne çoluk çocuğun mızıldanmaları... Hiç biri umurunda değildi. Ligin ikinci yarısı başladığında ilk birkaç maç teklemişlerdi. Bu birazda rehavetten kaynaklanıyordu, telafi edilebilirdi. Ama asıl tehlike bambaşkaydı. En yakın takipçileri olan rakip takım devre arasında yeni bir transfer yapmış88 • Post Öykü ö y k ü ■ tı. Ahmet Suphi adındaki bu genç transfer tam bir deli fişekti. Hızına kimse yetişemiyor, çalımları ile baş döndürüyor, şutları neredeyse ağları deliyordu. Her maç üç dört tane gol atıyor, bir o kadar da attırıyordu. Çocuğun namı almış yürümüş, tüm amatör lig onu konuşur olmuştu. Beton Kamil de onun birkaç maçını gizlice izlemişti. Bu ufak tefek, çelimsiz ama gözleri fıldır fıldır çocuğun oyununa hayran kalmıştı. Hayran kalmanın yanında, kıskanmıştı... Çocuk futbolu kendisinin yaptığı gibi kaba bir güçle değil, teknik ve hızıyla oynuyor, topla güreşmeyip adeta dans ediyordu. Top sanki bu çocuğa sevdalanmış, âşık olmuş gibi ayağından hiç ayrılmak istemiyor, sımsıkı sarılıp sarmalanıyordu. Şampiyonluk kaçıyor muydu yoksa? Tamam, puan olarak hala öndeydiler ama rakip takım averaj yönünden avantajlıydı. Ligin son maçı iki takım arasındaydı ve puan farkı sadece üçtü. Yani beraberlik bile şampiyon olmaları için yeterliydi. Ama ya yenilgi... Bay bay hayaller, kupa, şampiyonluk... Maçtan bir gün önce tüm maç planları hazırlanmıştı. Teknik direktörleri oyun taktiğini Ahmet Suphi’yi durdurmak üzerine kurmuştu. Sağlam ve kalabalık defans, uzun paslar, uzaktan şutlar, kontra ataklar... Takımın oyun kurgusu ve planı kağıt üzerinde tamamdı. Ama kendisinin de gizli bir planı vardı. O akşam kullanılması yasak olan çivili kramponlarını çıkarmış, çivilerini eğelemiş, anlaşılmaması için siyaha boyamıştı. Amacı belliydi. Maçın başında Ahmet Suphi’yi sakatlayacak ve oyun dışında kalmasını sağlayacaktı. Kırmızı kart görme pahasına... Rakibin yıldız oyuncusu olmadığı zaman, nasıl olsa maçı en azından berabere bitirirlerdi. Ömrü hayatında ilk kez yakaladığı şampiyonluk şansını bir çocuk yüzünden kaybedemezdi. Maç başlamıştı. Henüz ilk dakikalarda Ahmet Suphi’den yediği bacak arası çalım ve ardından attığı gol... Bütün takım elleri bellerinde, başlar önde kalakalmıştı. Takımı ateşlemeye çalışmış, bir yandan da gizli planını uygulamak için acele etmeye karar vermişti. Ahmet Suphi’nin peşinden sahanın her yanına, hatta rakip cezasahasına kadar gidiyor, taban giriyor, kayıyor, tekme sallıyordu. Ama çivili kramponlarını bir kez bile isabet ettiremiyordu. Bu çocuk lastik top misali hoplayıp zıplıyor bütün faullü hareketlerden bir şekilde kurtuluyordu. Devre bittiğinde tabelada rakip takım adına üç gol vardı. Ve tabi ki üçünü de Ahmet Suphi atmıştı. Devre arasında soyunma odasında yapılan tüm telkinler, bağrışmalar, moral vermeler boşunaydı. Biliyorlardı... Maç kaybedilmiş, şampiyonluk kaçBeton Kamil • 89 mıştı. İkinci yarı kendileri biraz daha hırslı başlasa da, rakip defansa çekildiğinden, bir sonuç elde edememişlerdi. Bam güm giden maçta artık kendisinin tek hedefi kalmıştı. Ahmet Suphi denen çocuğu bir şekilde yakalayıp, dövercesine sakatlamak... Ümitlerin tükendiği maçın sonlarına doğru, bir korner atışında gözüne kestirmişti onu. Marke ediyormuş gibi yakınına kadar sokulmuştu. Kendilerine doğru gelen topa bir kedi gibi zıplamıştı Ahmet Suphi. O da bunu fırsat bilmiş, topu bahane ederek peşinden zıplayarak tüm ağırlığı ile çocuğun üzerine öyle bir yüklenmişti ki zavallı çocuk çarpmanın etkisiyle havada savrulmuştu. İkisi de yere düşmüşler, top bir şekilde uzaklaştırılmıştı. Takımı ani bir atağa kalkmıştı. Kaleci bile topun peşinden rakip alana doğru fırlamıştı. Ayağa kalktığında sahanın dışına savrulmuş yerde yatmakta olan Ahmet Suphi’yi görmüştü. Büyük bir rahatlama hissetmişti. Üç gol atıp takımını şampiyonluktan eden adama gereken cezayı kesmenin rahatlığı... Rakip sahaya doğru birkaç adım ilerlemişti ki, gayri ihtiyari tekrar geriye bakmıştı. Ahmet Suphi hala yerde kımıldamadan yatıyordu. Hareketsiz, öylece... Sanki... Ölü gibi... Bir anda içinde patlayan devasa bir yangın tüm vücudunu kaplamıştı. Aklına gelen o korkunç düşünce büyük bir vicdan azabıyla beynine saplanmıştı. Korkudan uyuşmak üzere olan ayaklarını sürüyerek geri dönmüş, kale direğinin yanında boylu boyunca yatan zavallı çocuğun yanına gelmişti. Gördüğü manzaranın dehşeti karşısında adeta tüm vücudu buz kesmişti. Ahmet Suphi’nin kafasından fışkıran kan yüzünün yarısını kırmızıya boyamıştı. Gözleri yarı açık olmasına rağmen sadece gözakları görünüyordu. Hafiften seslenip, birkaç tokat vurmasına rağmen yanıt alamadı. O an fark etti. Nefes almıyordu... Telaşla çevresine bakındı. Oyun devam ediyor, hakemler, teknik heyetler, seyirciler, herkes heyecanla rakip sahada oynanan oyunu seyrediyordu. Hiç kimse onların farkında değildi. Korkusunun kuşattığı vicdan azabı bağırıp yardım istemesine engel oluyordu sanki. Kimden yardım isteyecekti ki? Şoförden bozma amatör ligin çakma sağlıkçılarından mı? Kendisi onlardan daha eğitimli bir sağlıkçıydı sonuçta. Evet, sağlıkçıydı... Okulda öğrendiklerini hatırlamaya çalıştı. Öncelikle sakin olmalıydı. Başını çarpınca bayılmıştı, tamam. Neden nefes almıyordu? Dili... Tabi ki dili dönmüş olmalıydı. Kanlara aldırmadan çocuğun ağzını açtı. Evet, tahmin ettiği gibi dili boğazına kaçmıştı. Hiç düşünmeden parmağını 90 • Post Öykü ö y k ü ■ soktu. Tükürüklerin, salyaların arasından diline ulaştı ve çekti. Ciğerlere dolan havanın boğuk ve hırıltılı sesini duymuş ve ardından istemsiz öksürükler eşliğinde tekrar nefes almaya başlamıştı çocuk. Büyük bir sevinçle farkına varmadan attığı çığlık çevredeki birkaç kişinin dikkatini çekmiş ve yanlarına toplanmıştı. Hala baygın olan Ahmet Suphi alelacele hastaneye kaldırılmıştı. Birkaç gün sonra Ahmet Suphi’nin taburcu olduğu haberini almıştı. Ama bir daha görüşmediklerinden bir özür dileme fırsatı bile bulamamıştı. İyi de olmuştu. Suçluluk duygusu hala içini kemiriyordu. Yaşadığı vicdan azabı nedeniyle futbolu bırakmıştı. Şimdi sadece televizyondan maç izleyen bir seyirciydi artık. Kahvesinden şapırtılı bir yudum daha aldı. Televizyondaki maçın ikinci yarısı başlamak üzereydi ve yapılacak bir oyuncu değişikliği için tabela kaldırılmıştı. Televizyonun altında beliren yazıda giren oyuncunun numarası ve adı yazılıydı. “10- Ahmet Suphi” Bir yandan da spiker oyuncuyu övüyordu. “Genç yetenek Ahmet Suphi, ilk profesyonel maçına çıkıyor.” Beton Kamil’in beklediği buydu işte. Sevinçten kahkaha atmış, kahvedekilerin meraklı bakışları bir an için ona çevrilmişti. “Hey koçum be! Sen ikinci yarı girecek oyuncu musun?” Beton Kamil’in içini kıpır kıpır yapan sevinç dalgası, yüzünde çirkin bir gülümsemeye neden olmuştu. Göbeğini gerdirerek maça odaklandığı sırada masa üstündeki beyaz zarf gözüne ilişti. Moralini bozmak istemese de zarfı alarak hızlıca açtı. İçinden ikiye katlanmış sarımtırak bir kağıt ve küçük bir not kağıdı çıkmıştı. Alacaklıların borç isteme şekli giderek değişiyordu anlaşılan. Kağıdı açtığında gözlerine inanamadı. Kendi adına düzenlenmiş bol sıfırlı bir çekti bu. Bir hata olabileceğini düşünerek ister istemez not kâğıdını okudu. “Hayatımı borçlu olduğum Beton abime... Lütfen kabul buyur abi. Ahmet Suphi.” Boğazı düğümlenmiş, eli ayağı boşalmıştı. Mahcubiyet içinde başı öne düşmüştü. Onunla göz göze gelecekmiş gibi televizyona bakamıyordu artık. Karakterine ve cüssesine yakıştıramadığı gözyaşlarını kimsenin görmemesi için hızlıca elleriyle sildi. Çeki ve not kâğıdını yavaşça cebine yerleştirirken tüm utancını yenip, bakışlarını televizyona çevirdi. Ahmet Suphi, o meşhur bacak arası çalımlarına başlamıştı. Beton Kamil • 91 Sürgün Ersin Yılmaz Sabahın köründe, renklerin silikleştiği, havanın soğuktan çatırdadığı vakitte bir hâkim, kasabadaki tüm evlerin önünden ve bütün sokakların içinden aynı anda geçerek kasabanın meydanına geldi. Heybesi kanla dolu atından yavaşça indi ve cübbesini özenle yere serdi. Ellerini gökyüzüne kaldırıp rengârenk bir çığlık attı. Çığlığı ilk önce erkenden kalkıp işlerini kolaylamaya çalışan kadınlar duydu. Yürekleri ağızlarında yaptıkları işleri olduğu gibi bırakıp çocuklarını kucakladılar ve kocalarını uyandırdılar. Kimi adam uyandı, kiminin alnı zaten yerde, arş-ı âlâya fısıldıyordu, kimi akşamdan kalma uykusunu böldü diye karısını çocuğunu evire çevire dövdü, sonra yine yattı uyudu. Hâkim’in kopardığı gürültüden sonra güneş, dağların ardından bir türlü çıkmadı. Kasabanın üzerini örten gökyüzüne ise kirli bir dumana benzeyen yığınla bulut doluştu, gök yarılırcasına gürledi ama yağmur yağmadı. Hava aydınlanmadı ama kadınlar yine de kahvaltıları hazırladılar, bellerini büküp işlerine koyuldular, bebeklerini emzirdiler. Elbette içlerinde zift gibi bir korku, külçe gibi ağırlaştı. Hâkim, atını bağlayıp yere serdiği cübbenin üzerine oturdu ve beklemeye koyuldu. Kahvaltı edip çaylarını içen adamlar, kasabanın sıkıntısından bunaldılar, yerdeki titreme, gökteki gürültü nedir diye telaşa düştüler. Kimi duvara astığı, kimi yatakların arasına sakladığı tüfekleri gövdelerine asıp meydana çıktılar. Hâkim onları görünce kaşlarını çattı, iyice yaklaşsınlar diye bekledi. O beklerken simsiyah atı debelendi, şahlandı, gök patlar gibi yandı söndü, dağları bir titreme aldı. Hâkim ayağa kalktı, atının yularından tutup sakinleştirdi ve elini heybesine daldırıp çıkardı. Avucuna doldurduğu kopkoyu kanı meydana toplanan adamların üzerine savurdu. Önce herkes ürküp kaçıştı. Kimi tüfeğin tetiğine dokunmuş bulundu. Silah seslerini işiten kadınlar evlerinde eyvahlar içinde çocuklarını gövdelerine sıkı sıkı bastırdılar. Sonra Hâkim, parmaklarını şöyle bir silkeledi de birdenbire nehirlerin yönü değişti, güneşi saklayan dağlar şöyle bir kıpırdandı, bulutlar 92 • Post Öykü ö y k ü ■ bambaşka bir maviye büründü ve meydana toplanan ahalinin vicdanına minik bir kıvılcım ilişti. Hepsi engelsiz, perdesiz, aydınlık bir şüpheye düştüler. Önce kendilerine sonra birbirlerine söylendiler, sonra şaşırdılar. Hayretten kaşları kalktı, kendi içlerine bakıp bu hayret de nereden çıktı şimdi, deyip bir daha şaşırdılar. Ayakları üzerinde durduklarını, kollarının gövdelerine bağlı olduğunu, başlarının ne ağır olduğunu ve aman ne kadar da ağır olduğunu fark ettiler. Aralarından bazıları dizlerinin üzerine çöküp tüfeklerini çenelerinin altına dayadılar, kiminin hayreti gökleri aştı da alnı toprağa bulaştı, kimi de gözlerini sinsice kısıp cehennemî bir fısıltıyla dilini eğip büktü. Onlar, kalabalığın içinde gizli gizli öbürlerini taklit ettiler. Hâkim olan bitenden razı olmamış gibi kanla boyanmış elini çenesine koyup gözlerini döndürmeye başladı. Hâkimin etrafına toplanan erkeklerin hepsi yapacaklarını yaptıktan sonra tekrar hâkime dönüp bakmaya başladılar. Hâkim başını kaldırıp hepsinin yüzüne teker teker baktıktan sonra dişlerini gıcırdatarak cüppesini yerden aldı, sırtına geçirdi, kalabalığın arasına daldı. Gözleri felfecir okuyan bir tanesini bulup boğazından yakaladı. Onu çekip kalabalığın önüne çıkarıp yere çaldı. Yere savurduğu adamın önünde ardında gidip gelmeye başladı. O gidip geldikçe yerde yatan adamın dili çatallandı, yeşile döndü. Avuçlarına simsiyah bir duman doldukça doldu. Hâkim hepsini gördü. Gördükçe kızdı, delirdi “Nasıl olur! Nasıl olur!” diye söylendi durdu. Köyün erkeklerinden biri tüfeğini kaldırıp bir adım öne çıktı, yerde çatal diliyle kıvranıp duran adama “Melun!” diye bağırıp tetiğe bastı. Aynı anda patlayan gök gürültüsünden, rüzgârın dağları eteklerinden tutup kanırtmasından silah sesi duyulmadı. Akan kanın şarıltısı ve ölümün ıhıltısı da arada kaynadı gitti. Hâkim durdu, namlusu tüten tüfeğe baktı, sonra o tüfeği tutan dişlerinin yarısı dökülmüş, kendini Tanrı ilan eden adama baktı. Ağzına alaycı bir kıvrım ekleyip ellerini arkasında bağladı. “Razı değil misin?” diye kükredi. Birden tüm evlerin duvarları çatırdadı. Kadınların nefesleri daraldı, çocuklarını kalın kalın giydirip üzerlerine okuyup üflemeye başladılar. Hâkim, adamın gözlerinde pişmanlık görünsün, diye baktı ama yoktu. Belki bir parça gafletin sopasını görürüm diye baktı, yoktu. Adam, tüfeğini indirip muzafferane burnunu yukarıya kaldırdı. Kalabalığın içinde birkaç kişinin eyvah’ları duyuldu. Onlar çoktan beri titriyorlardı. Hâkim gelmezden evvel gece vakti onları bir huzursuzluk tutmuştu zaten. Hâkim adamı yakalayıp nereden bulduysa bir halat bulup bir ucunu ayaklarına bir ucunu kendi taşkın atının gövdesine bağlayıp atına şaplağı indirdi. Sürgün • 93 Hâkimin atı başını öne ata ata koştururken meydanda toplanan tüm erkekler gözleriyle onu takip ettiler. At koştukça adam parçalandı, adam parçalandıkça atın önünden geçtiği ağaçlar birdenbire kurudu, çiçekler soldu, rüzgâr hızlandı, bulutlar tuhafça kıvrıldılar, büküldüler... Hâkim kaşlarını çatıp eline bir ağaç dalı aldı. Kalabalığa doğru sallamaya başladı. Rüzgârın uğultusundan hâkimin söylediklerini kimse duymadı ama herkes korkudan tüfeklerini bir yana bırakıp ellerini önlerinde bağlayıp amenna dediler, başlarını eğdiler. O sırada at, arkasından sarkan ipin ucunda yarım yamalak bir cesetle çıkıp geldi. Hâkim onun alnını okşadı, tekrar bağladı. Atını bağlarken güneşin arkasına sığındığı dağın ortasında parlak bir ışık gördü. Işığı görünce içine bir korku düştü ve kalabalığa dönüp “Şu dağdaki ışık nedir?” diye sordu. Kimse Hâkimin sesindeki korkuyu sezemedi. Yalnız merakından evinin çatısına çıkıp meydanı izleyen bir kadın “Korkak!” diye bağırdı. Kalabalıktan biri “Ali’dir” dedi. O Ali der demez hâkim küplere bindi. Tuttuğu dalı ortasından kırdı. Ağzına dolan köpükleri saklamadan köyün erkeklerinden rasgele beş kişi seçip Ali’yi getirsinler diye dağa yolladı. Adamlar çoluk çocuk var, karımız evimiz, tarlamız, hasta anamız babamız var dediler de hâkim her bahaneye bir şaplak indirdi, arkalarından tekme tokat, küfür kıyamet onları dağa gönderdi. Yavaş yavaş başlarını pencerelerden balkonlardan uzatan kadınlar, ağızlarında dualarla birbirlerine baktılar, korktular, giden gelmedi diye söylendiler, yine korktular sonunda kimi çocuğunu sırtına bağladı, kimi yatağına bastırıp eve kilitledi, hep beraber onlar da meydana indiler. Baktılar ki bir dağ güneşi saklıyor, gökte bereketsiz bir sancı, meydanda köyün erkekleri hâkimin etrafında halka olmuşlar, el pençe divan bekleşiyorlar. Gençten bir kadın, erkeklerin halkasını kırıp hâkimin dizinin dibine oturdu ve “Seni buraya kim tayin etti?” dedi. Aralarında fısıldaşan kalabalığa ters ters baktıktan sonra hâkim kararlı gözlerle kadına bakıp sakince “Sizin günahlarınız” dedi. Kadın pervasızca “Sen bizi başsız mı sandın?” deyip hâkimin cübbesini çekiştirince kadının kocası bulundu geldi, onu kolundan çekiştirdi ama nafile. Hâkim ciddiyetini bozmadan “Hele bir Ali gelsin” buyurdu. O sırada dağın ortasında beş pırıltı yandı söndü. Oracığa toplanan ahali, giden beş kişiye yas tutmaya başladı. Hâkim hışımla ayağa kalkıp “Siz”, dedi, “Kahkahanın doğurduğu, kalbi sapmış kimselersiniz. Şimdiye kadar kimin derdiyle titrediniz de şimdi ağıt yakıyorsunuz. Utanmazlar!” Atının heybesinden kana bulanmış uzun bir kırbaç çıkarıp havaya doğru savurdu çekti. Kırbaç havada şaklar şaklamaz 94 • Post Öykü ö y k ü ■ toplanan herkesin göğsünde kalın bir yara açıldı. Erkekler ve kadınlar, acı bir çığlık koyup yere yığıldılar. Hâkim de olduğu yerde bükülür gibi oldu, ıhladı ama düşmedi. Gök hepsinden farklı gürledi. Ağzında kutsal kelimeler taşıyan bir adam, sürüne sürüne tüfeğini buldu. Yerinden kalkamadan başında kırbaç şaklayıverdi. “Ne oluyor size!” diye bağırdı hâkim. Acıdan olduğu yere yığılan insanlar bir şey diyemedi. Yalnız evinin çatısından olayları seyreden kadın, elini alnına siper edip “Geliyor!” diye bağırdı, “Ali geliyor!” Ali ardında beş atlıyla beraber, tozu dumana katarak, geçtiği yolları yeşerterek, dağın ardındaki güneşi yükselterek gelip meydanda durdu. Onunla beraber gelen beş adam, yerde ıstırap çeken insanların yanına koşturdu. Ali hâkimin karşısında durdu ve “Senin burada işin yok!” dedi, “bu insanların karanlıkları da aydınlıkları da benimdir.” Hâkim siyah cübbesinin üzerine dizlerini kırdı oturdu. Ali’ye yer gösterdi. Ucundan kan damlayan kırbacını ikisinin arasına yerleştirip ellerini dizlerine yapıştırdı. Ali, Hâkimin göğsünden akan kanı görünce “Sen haddini çoktan aşmışsın” dedi. Hâkim ciddiyetle “Aştım” dedi. “Bu insanların duvarları artık yıkılmaz olmuş, iyiliği bilmiyorlar, burada yıkım icap etti” dedi. O sırada yükselen güneş dağı aştı, rüzgâr duruldu, bulutlar dağıldı, hâkimin ağzından incecik kanlar sızmaya başladı. Ali, ışığın altında kıvranan erkeklere ve kadınlara baktı, Dişlerini sıktı, bir hışımla Hâkimin yakasına yapışıp “Seni buraya kim gönderdi!” dedi, “Senin bu karanlıktan ne alacağın var?” diye kükredi. Hâkim kanlı dişleriyle gülümseyerek “Sen gönderdin” dedi, “Bu aydınlığın anlamı olsun, gerçeğin hikmeti ne ise bu insanlar ölümden bilsinler diye sen gönderdin!” Ali hâkimin yakasını bırakıp insanlara baktı. Onların kalın yaralarını örtmeye çalışan beş kişiye baktı, sonra döndü saklandığı dağa baktı. O dağın içini oyarken döktüğü gözyaşlarını, dilinde döndürdüğü duaları ve bedduaları, tırnakları her koptuğunda içindeki yangını salıverdiği yerde yatan insanların duvarlarını, alaylarını düşündü. Huzurla eğilip kalktığı pek ender zamanlarda bu kasabaya doğru işte o geniş parıltıyla “Siz bilmiyor musunuz!” diye haykırdığını hatırladı. Ali ayağa kalktı. Yavaşça atının heybesinden bir halat çıkarttı. Bir ucunu hâkimin ayaklarına diğer ucunu atına bağladı. Kanlı kırbacı alıp atının gövdesine indirdi. Kırbaç atın gövdesinde şaklayınca sırtında ölü bebeğiyle kıvranan kadın, bebeğinin ağlamasıyla doğruldu. Sürgün • 95 Pişdar Esmahan Devran İnci Yine toplanıyorlar, duyuyorum. Ne kadar, “Panik yapmayın!” desek de korkuyorlar, anlıyorum. Girdiğim yol, birbirinden beter seçenekler arasından en hâllicesiydi, nereden bilebilirdim işlerin bu hale geleceğini. Gerçi, bilseydim de pek bir şey değişmezdi herhalde. İlk günlerde hikayemi sadece merak edenlere anlatıyor, olabileceğini görsünler istiyordum. Sonra baktım ki, anlattıklarım beni yavaş yavaş olmadığım şeylere dönüştürüyor, sustum. Ben susunca daha önce anlattıklarım bire bin katılarak yayıldı. Sıradan birinin, tesadüfen seçtiği yolda, kutsalları, zamanla kutsallaşan kuralları, tartışmasız düzeni sorgulayarak ilerlerken, isteği dışında kutsal bir kahramana dönüşümünü yaşadım... Vakit daralıyor, yeni savaş kapıda. Bu savaştan çıkıp çıkamayacağım meçhul. Yaşlı ve yorgunum. Ama temelli göçüp gitmeden yapmam gereken son bir iş var. Hikayenin doğrusunu yazmalıyım. Bir nevi vasiyet... Hayat, çoğu kez yaşarken fark etmediğimiz bir noktada kırılıp bambaşka yönlere akabiliyor. Benimki de öyle oldu. Her gün yaptığım gibi sabah erkenden kalkmış, diğer öncülerle beraber yiyecek arıyordum. Henüz üç günlük öncüydüm. Temkinli davranıp önümdekini takip etmem gerekirken, aldığım sinyallerin peşine takılarak yolumdan saptım. Arkamdaki hemen seslendi: “Z1110 rotana dön.” Feromen akışını kesmiştim, bu asla kabul edilemezdi, ceza garantili bir akşam beni bekliyordu. “Hemen geliyorum,” deyip yoluma devam ettim. Genç ve hassas duyargalarım yanılmamıştı, yaşlı zeytin ağacının gölgesinde bir aile yemek yiyordu. Ayağımıza gelen bu fırsatı, hep beraber değerlendirmediğimize sinirlenerek sofrayı kolaçan ederken, bizimkilere henüz sinyal yollamaya başlamıştım ki neye uğradığımı şaşırdım; bir anda katlanmış bezin arasında buluverdim kendimi. Seslere bakılırsa kalabalık iyice arttı. Yazmaya yoğunlaşmak zor. Yukarıdakiler benim de korkabileceğimi akıllarına dahi getirmiyorlar, oysa korkuyorum; en çok da onların akıbetinden... Yaşlılıkla birleşen gereksiz nice savaş görmenin 96 • Post Öykü ö y k ü ■ bıkkınlığı; hep beraber barış içinde yaşayabileceğimizi bir türlü anlatamamanın üzüntüsüne karışıyor. Bir gün tüm bu yaşananlara değdiğini görmek isterdim, umarım yukarıdakiler görürler. Sarsıntılara bakılırsa külüstür bir arabadaydım ve içinde olduğum sofra bezinden hemen çıkmazsam, havasızlıktan ölecektim. Ayağımın takıldığı yerde oluşan minicik boşluğun çevresindeki ilmekleri, güçlü çenemle kemirip ne kadar sürdüğünü tam olarak kestiremediğim bir süre uğraştıktan sonra, bezin en üst katmanına ulaştığımda, kan ter içinde kalmıştım. Biraz dinlenip sepetin ilmekleri boyunca yukarı tırmanarak yere atladım. Bu yoğun çaba, benim gibi sağlıklı ve genç biri için bile çok ağırdı. Yorulmak nedir bilmeyen çalışkanlığımızla ün yapmış olsak da, sarsılmaz bir düzen içinde çalışmaktır bizim sırrımız. Arabanın zemininde uzun uzun soluklanıp biraz kendime gelince, hemen yanı başımdaki çocuğun ayaklarının, her an tepeme inebileceğini fark ederek koltuğa tırmandım. Arabanın ufacık bir çukurda bile dağılacakmışçasına tangırdayan saclarına, boğuk hırıltılı titremelerle cevap veren motor sesi eşliğinde yol alıyorduk. Vaziyetimi daha iyi algılamak için sağ cama tırmanınca derin bir hayal kırıklığına uğradım. Ne görmeyi umuyordum? Yarı kör gözlerim, belli belirsiz ışıktan bir sis içinde akan yolu ancak fark edebiliyor, adapte olamadığım hızla birleşen gürültü beni serseme çeviriyordu. Az evvel hissettiğim, oysa şimdi çok uzak zamanlarda kalmış gibi gelen kıvancım, yerini yalım yalım yakan bir vicdan azabına bırakmıştı. İçimde git gide büyüyen panikle, nereye gittiği belirsiz bir yolda, benim için ışık hızı sayılabilecek bir hızla, tek başıma, her geçen dakikayla beraber ailemden, geçmişimden ve yaşamdan uzaklaşıyordum. Karnımdan tüm vücuduma yayılan korkuyla ayaklarım boşalıverince tekrar koltuğa düştüm. İyi ki düşmüşüm; yattığım yerde hemen kendimi toplayıp bir plan yapmam gerektiğini kavrayarak konuşulanları dinlemeye başladım. Daha çok yolları olduğunu, deniz kenarında bir yere gittiklerini öğrendim. Sadece kendi yuvam, toprağım ve iklimimle sınırlı küçücük dünyamda, benim için zaten her yer uzaktı. Yine de zararın neresinden dönsem kârdır hesabı, bu yol sarmalından bir an önce kurtulmam gerekiyordu. Büyüklerimiz bazı insan yavrularının bizden korktuğunu söylerdi. Çocuğun şortundan açıkta kalan çıplak bacağında dolaşmaya başladım. Hemen fark etti. Beni işaret parmağına alıp incelemeye başladı. Ben telaşla parmağından inmeye çalıştıkça hızla öbür parmağına geçiriyor, bir aşağı bir yukarı indirip kaldırıyor, duyargalarımla oynuyordu. Duyargama her dokunuşunda vücudum kuvvetli bir akıma Pişdar • 97 kapılmışçasına zangırdıyor, aşağı yukarı inip çıkmak dengemi alt üst ettiğinden zar zor ayakta duruyordum. Sıkıntıdan patlayan çocuğa oyuncak olmuş, kendi kazdığım kuyuya düşmüştüm. Yuvada anlatılan başka şeyler geldi aklıma; çocukların bazen sadece eğlence olsun diye antenlerimizi, bacaklarımızı kopardıklarını hatırlayıp korkuyla ürperirken, çocuk ne ara sepetten aldığını fark etmediğim bir ekmek kırıntısını zorla ağzıma sokmaya başladı. Korkunun canlandırdığı zihnim hızla planlar üretiyordu. Bütün gücümü toplayarak çocuğu ısırdım. Yukarıdan gelen sesler arasında en çok tezahüratlar dikkatimi dağıtıyor. Normalde bizim adımız olmaz, numaralarımız vardır. Zamanla yolumuza katılanlar kendilerine bir isim seçtiler. Benimkiyse, kardeşlerimin hayatımdan esinlenerek uygun gördüğü bir hediye. Her şeyi çözecek sihirli güçlerim varmışçasına, onları yaklaşan savaştan koruyabileceğimi sanıyorlar. Ne yanılgı ama... Çocuk aniden bağırınca telaşlanan babası arabayı durdurdu. Bense çoktan koltuğa atlayıp hızla yürümeye başlamıştım. Bir insan için iki karışlık mesafe, benim için bin adıma yaklaşan çok uzun bir yoldu. Kapı açıldığında yolu ancak yarılamıştım. Neyse ki canhıraş bir ağlama tutturan çocuk “Isırdı,” diye bağırmaktan başka bir şey söyleyemediğinden epey zaman kazandım. Koltuğun sonuna geldiğimde gözümü karartıp aşağı atladım. Öyle hızlı gidiyordum ki, her bir eklemimin takırtısı kulağımda çınlayarak, görüş mesafesinden ve tekerlek hizasından kurtulduğuma emin oluncaya kadar durmadım. Sonra bir otun arkasına saklanarak gitmelerini bekledim. Araba büyük bir gürültüyle, tozu dumana katarak uzaklaştıktan epey sonra çıkıp kendimi toprağa bırakabildim. Orada ne kadar kaldım bilmiyorum. Bacağımdan ve karnımdan sızan siyah kanımı görünce çok şaşırdım, arabadan atlarken olmuştu herhalde. Sağ arka bacağım, ağır şekilde yaralanmış olmasına rağmen umurumda değildi, asıl yaralı olan ruhumdu. Yattığım yerde, çaresizlikle içimi dinliyor, artık çok uzaklarda kalan evimin yönünü algılamaya çalışıyordum. Bizim oralarda karayel eser, buradaysa lodos sıcak nefesiyle toprağı toz bulutuna döndürürken, tepeyi henüz aşmış güneş ortalığı yakıp kavuruyordu. Beynim, evimin çoktan uzak bir hatıraya dönüştüğünü söylüyor, kalbimse ümitsiz bir çabayla, bir yolu olmalı, diyordu. Uzun süren bu didişmeden bunalarak “Yok, yok işte!” diye bağırıp ağlarken içgüdüsel olarak kendimi toprağın şifalı ellerine bıraktım. Uyuyakalmışım. Uyandığımda sızıntıların durduğunu, yaralı bacağımı daha rahat oyna98 • Post Öykü ö y k ü ■ tabildiğimi fark ettim. Güneş iyice aşağı inmiş, feci derecede acıkmıştım. Kolayca ayağa kalktıysam da zor yürüyordum. Az ilerideki ekinlere ulaşabilsem bir güzel doyardım ama bunu yapacak halde olmadığımdan, etraftaki yaprakları kemirip bulabildiğim birkaç yaprak bitini emerek, az da olsa karnımı doyurunca kafam daha iyi çalışmaya başladı. Acilen geceyi geçirecek bir yuva yapmalıydım. Toprağı kazarken yalnızlığımı daha iyi kavrıyordum. Hiç tek başıma çalışmamıştım. Bizim dünyamızda birimiz hepimiz içindi; tıkır tıkır işleyen düzenimizde herkes kendine verilen görevi sorgusuz sualsiz yapar, bir problemimiz olursa büyüklerimiz çözerdi. Oysa o gün, ilk geceyi atlatıp atlatamayacağım bile meçhuldü. Belli ki Tanrı beni lanetlemiş, “Sen misin düzene karşı gelen, al sana!” demişti. Güneş battığında, tüm çabama rağmen bedenimin ancak yarısını sığdırabildiğim yuvamda, yarı aç yarı tok uykuya daldım. Uyandığımda henüz sabah olmamıştı. Geceyi birine yem olmadan geçirebildiysem tamamen şanstı. Kardeşlerim şimdi huzurlu yuvalarında en derin uykularındayken; bense yapayalnız, aç susuz, kafamın içinde panik ve korkuyla vızıldayan bin bir düşünceden bunalmış, hayatın uzun adımlarla benden uzaklaştığını hissediyordum. Alıştığım her şey, evim, ailem, bir su lekesi gibi kuruyup solan geçmişte kalmıştı. Zavallılığına acımakla meşgul karamsar ruhumun, durumu kabul etmekten başka çaresi yoktu. Geçmişle gelecek, hayatla ölüm arasında bir seçim yapmam gerekiyordu. Seçeneklerimi gözden geçirmeye başladım. Bir koloni bulup beni köle olarak almalarını isteyebilirdim. Kendi isteğiyle köle olan bir karıncaya pek rastlanmadığından, büyük ihtimalle beni hemen oracıkta öldürürlerdi. Düşük bir ihtimal, eğer kabul ederlerse çok çalışacağım fakat güvenli bir hayatım olurdu. Köleliğe razıydım ama ya reddederlerse... İçimdeki ümitsizlikle diğer seçenek gözüme daha iyi gözüktü, zehir kesemdeki zehirle hak ettiğim yeri boylamak... En azından onurlu bir ölüm olurdu. Biraz düşününce ne ölüm tehlikesini göze alabilecek, ne de intihar edebilecek cesareti olmayan bir korkak olduğuma karar verdim. Geriye son bir yol kalıyordu, tek başına yaşamak... Az da olsa böyle karıncalar olduğunu duymuştum. Tehlikeler ilk iki seçenekle aynıydı. Bir koloni tarafından yakalanıp köle olursam, zaten istediğim güvenli hayata kavuşurdum. Bir böceğe yem olacaksam, zehir kesem ne güne duruyordu. Kısacık ömrümü, sadece hayatta kalmaya çalışarak geçirmek... Zor bir serüvendi. Özgürlük diye bir şey duymuştum ama tam olarak bu muydu bilmiyordum. Pişdar • 99 Rahatlamıştım. Güneş doğmak üzereydi. Yapacak çok işim vardı. Doğru dürüst korunaklı bir yuva yapmam, yemek ve su bulmam lazımdı. Hemen işe koyuldum... Kafamı kaldırınca, çoktandır beni izlediği belli yoldaşımı görüp şaşırıyorum, geldiğini duymamışım. “Çok kalabalık oldu, seni bekliyorlar.” “Az kaldı Işık, bitirmek üzereyim, biraz sonra geleceğim.” Ömrünü benimle yoldaşlığa adayan sevgili arkadaşım, “Tamam,” deyip yavaşça uzaklaşırken, gözlerindeki korkuyu fark edince üzüntüm iyice artıyor. Tamamen tesadüf bir yolculukla önüme açılan yollardan en zorunu seçtiğimi o zamanlar bilmiyordum. İlk günler pes etmeyi çok düşündüm; ipi kopmuş başıboş bir uçurtma misali geçmişle bağları kesilmiş, gelecekten habersiz, sadece hayatta kalmaya çalışıyordum. Zamanla bu yoğun uğraşı, yalnızlığımı unutarak yaşama sımsıkı bağlanmamı sağladı. Hatta günlük işlerimi düzene oturtunca bu başıboşluk, bu aidiyetsizlik, beni zamandan yakasını sıyırmış bir özgürlüğe taşıdı. İhtiyacım olan yiyeceği bulduktan sonra tüm zamanım bana aitti. Yaşamın sadece çalışmaktan ibaret olduğunu sandığım eski hayatımı düşünüyor, etrafımdaki çevresinden ve birbirinden kopuk karıncaları gözlemliyor, onlar adına üzülüyordum. Yeni tatlar, mutluluklar aramak akıllarından bile geçmiyordu. Toprak kokusuyla sarhoş, güneşin sıcaklığıyla mahmur anlarımın tadını çıkarırken, çiçeklerin altında yalnızca kokularını içime çekerek tembellik ediyor, her gün yuvama giden yeni yollar keşfediyordum. Sanki gözlerim bile fark ettiği güzelliklerle açılmış, daha iyi görüyordu. Tabii bu başıboş karınca diğerlerinin dikkatini çekmişti. İlk başta önemsemediler, belli ki ölüp gideceğimi düşünüyorlardı. Zamanla, beklentilerini boşa çıkarınca kolonileri için kötü örnek olduğumu düşünerek, beni yakalayıp köle yaptılar. Kısa bir süre önce can attığım kölelik, özgürlüğü tattıktan sonra aklımın almadığı bir imkânsızlığa dönüşmüştü. Her defasında ölüm pahasına kaçıp yeni yerlere yuva kurdum. Gittiğim yerlerde, özellikle gençler arasında tanınır olmuştum. Tek tek kopup yanıma gelmeye başladılar. Merak içindeydiler. Oysa benim kimseyi yanıma çekmek gibi bir niyetim yoktu. Yol benim yolumdu. O zaman fark ettim, kendi yolunu arayan ama bulmaya cesaret edemeyenlerin çokluğunu. Soranlara hikayemi anlatıyor, zorluklara katlanabilirlerse mümkün olduğunu söylüyordum. Kimisi kendiliğinden bana katıldı, kimisi ayrı yollara düştü. Tehlikeli yolculuklar ve gerçek serüvenler güçlü yoldaşlıklar yaratır, Işık’la da o zamanlar tanıştık. Gençler arasında hızla yayılan özgürlük fısıltısının yarattığı beklenmedik kopuşlar, kolonilerin beni anarşist 100 • Post Öykü ö y k ü ■ ilan etmesi için yeterliydi. Zamanla bambaşka rotalara bağlanan yolumda, yıldırma amaçlı basit saldırılarla başlayıp tüm çabama rağmen engellemeyi başaramadığım, hayal dahi edemeyeceğim acımasızlıkta savaşlar gördüm. Çok kayıplar verdik. Her savaşla beraber, önce azalıp sonra arttığımızı görmek, onları daha da biledi. Sonrası malum. İşte şimdi en büyüğü kapıda, artık beni yok etmeden vazgeçmeyeceklerini biliyorum. Yorgunum; acı, yalnızlık ve mücadeleyle yoğrulmuş uzun yollardan geçtim. Zamanım doldu biliyorum. Ama geriye dönüp baktığımda asla pişman değilim. Yine olsa yine bu hayatı seçerdim. Yolun başında cezalandırıldığımı sanırken, aslında mükâfatlandırıldığımı fark edeli çok oldu; sıradan bir işçi karınca olarak başladığım hayatımı, bir kraliçe karıncadan daha çok hürmet görmüş ve binlerce evlat yetiştirmiş olarak kapatmak üzereyim. Çoktandır kuşatılmış haldeyiz. Özellikle saldırmıyorlar. Bu bitmeyen bekleyişle, korkunun cehennemini yaşayarak birbirimizden kopacağımızı sanıyorlar. Tam tersine kenetleniyoruz. Her günü aynı olan kısır bir hayatı yaşamaktansa, tattığımız sevgi ve özgürlüğün bir tutamının bile ömre bedel olduğunu bilmiyorlar. Tek üzüntüm siz evlatlarım için. Bu satırlar ne kadarınıza ulaşır, bu savaş nasıl biter bilmiyorum, bildiğim; Hayat, seçtiğimiz, seçemediğimiz, genellikle seçmediğimiz yollardır; değil mi ki yolunuzu seçtiniz, o halde yürüyeceksiniz... Sanki hafifledim, yüreğimi sıkıştıran acı anlatınca azalmış gibi. Artık yukarı çıkıp, benden bekleneni yapmalıyım. Nice savaşlar görmüş iki topal bacağımı sürüyerek yavaşça yukarı çıkıyorum. Kalabalık beni coşkun tezahüratlarla karşılıyor: “Pişdar, Pişdar...” Sonrası tüm yükünü bu yorgun yüreğe yükleyen derin bir sessizlik... Pişdar • 101 Takıntı Kenan Yusuf Taşkın Seyran hoca döneminin ünlü ressamlarından değildi. Akrilik boya ile yaptığı peyzajların çok iyi olduğu söylenebilirdi ancak elle tutulur bir övgüye mazhar olmamıştı. Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Çağdaş Türk Resmi derslerine giren, kendi halinde bir akademisyendi sadece. Akademi dünyasında tanınmasına vesile olansa gerçekliğe olan tutkusu; romantizmi ve hayalperestliği saf dışı bırakan takıntısıydı. Dekanımız Muhsin Bey onu obsesif olmakla suçluyor lakin ondan da öğreneceğimiz şeyler var diyerek aceleci davranmıyor, arkasında durmayı tercih ediyordu. Seyran Hoca’nın bölüm başkanımız Rasim Hoca ile kantin masasında giriştiği kavga bardağı taşıran son damla oldu ve dekanımızın zoruyla bir hafta izne ayrıldı. Bu nasıl ceza demiştik biz, oysa cezanın büyüğü zorunlu iznini geçirmek için gittiği Foça’daki yazlığında bulacaktı onu. Benim de şahit olduğum bu kavganın o denli büyütülecek bir yanı yoktu esasında. Rasim Hoca öğle yemeğini yemek için kantine gelmiş, her zamanki inceliğiyle sıraya girmiş, tabldotunu alıp Seyran Hoca’nın masasına oturmuştu. Yemeğini yerken bir resim çalışmasından bahsettiklerini işittim lakin konuya hâkim olamıyordum. Rasim Hoca ‘öyle bir resme nasıl zayıf not verirsiniz havsalam almıyor doğrusu’ diyordu. Hatta bir ara sitem etmeye başladı. Böyle giderse bölümün adının kötüye çıkacağından, bundan da bölüm başkanı olarak en çok kendisinin zarar göreceğinden dem vuruyordu. Seyran hoca konuşmaya başlayınca sesler daha net duyulmaya başladı. Kantinin kasvetli havası yerini tartışmanın heyecanlı atmosferine bırakmıştı. Hoca savunmaya geçmişti. Bahsi geçen resimde realizm adına hiçbir şey olmadığını, resmin bir fanteziden ibaret olduğunu ama yine de resme “C” verdiğini söylüyordu. Anladığım kadarıyla Yasemin’in resminden bahsediyorlardı. Eğilip bükülmüş insanlarla, şehri ele geçirmiş buldozerler ihtiva eden yağlı boya bir 102 • Post Öykü ö y k ü ■ tabloydu bu. Aynı resmi Picasso yapsa milyonlar edecek bu resmin hocanın gözünde tuvalet kâğıdı kadar kıymeti yoktu. Üstelik lafı uzatıyor da uzatıyordu. Sesini yükseltmesine ise kimse anlam veremiyor, bir deliyi seyreder gibi seyrediyordu herkes. Bense Rasim Hoca’nın bu deli adama haddini bildirmesini sabırsızlıkla bekliyordum ki Rasim Hoca kalkıp hem masayı hem de kantini terk ediyordu. Kantin ölüm sessizliğinden bir süre çıkamadı. Sonra mırıldanmalar başladı, bir süre sonra da söylenmeler duyuldu. Bizim bilmediğimiz ama dekanın bildiği şeyi ben aylar sonra öğrendim. Meğer Seyran Hoca Çorum’un Salur köyünde bir rençperin oğluymuş. Çocukluğu tarlada çalışmakla, babasına yarenlik etmekle geçmiş. Yokluk içinde okuyup bugünlere gelmiş. Evin büyük oğlu Mercan kafayı sinemaya takıp yönetmenliğe meyledince babasından fena bir dayak yemiş. O dayak kalıcı bir hasar bırakmış Seyran’ın körpe zihninde. Zaten oyun nedir bilmeden büyümüş çocuklar, babaları ne derse o olmuş hep. Ne vakit bir hayalin peşine düşseler babalarının kızgın yüzlerinde soldurmuşlar düşlerini. Gerçekliğin duvarlarına çarpıp durmuşlar hep. Kalpleri morarmış, zihinleri katılaşmış yavrucakların. Yoksa kanayacakmış dimağları. Aylar sonra Mercan hastalıktan ölünce boğazına düğüm olup durmuş babanın. Bu erken gidiş aileyi öylesine harap etmiş ki, yıllar boyu kapanmayacak bir yara peyda olmuş ruhlarında. Neşe ve mutluluk bir daha gelmemek üzere terk etmiş bu haneyi. Zorunlu iznini geçirmek için Foça’daki yazlık evine gittiğini duyduk Hocanın. Dönünce konuştuk biraz. Foça için “tam da bir insanın marazlarını terk edip, yamacı aşıp gelen yele bırakacağı yer” diye bahsediyordu. Rüzgârla konuştuğunu söyledi bana. Bütün yaralarımı yıldızlı gecelerde iyi ettim, dedi. Bu efsunlu yer onun tedavi olduğu üstelik bolca resim çizdiği, eşsiz manzaraları ölümsüzleştirdiği bir yer olmuş. Tek tek gösterdi bana eserlerini. Hayran olmamak elde değil doğrusu. O kadar gerçekçiydi ki bir an Foça’ya gidip gelmiştim. “Balıkçı Teknesi” adını verdiği bir resim vardı ki içinde hem deniz hem kasaba hem de bulutlar vardı. Bu sefer öncekilerinin aksine deniz manzaraları çoğunluktaydı. Denizlere gitmek istiyorum dedi, uçsuz bucaksız sularda kaybolmak istiyorum. Bana yağmur yağarken denizin ortasında olmaktan bahsetti. Bunu mutlaka yaşamalısın, o kadar güzel ki diyordu. Sonra başından geçen ilginç bir hadiseden bahsetti. Belli ki orda da rahat duramamış, başına iş almıştı, yüzündeki yaramaz ifadeden hemen anladım bunu. Takıntı • 103 Üzerinde sekiz tane servinin bulunduğu bir tepeyi resmetmiş. Eteklerinde sarı çiçeklerin açtığı kanolalar varmış. Fonda da Foça’nın safir rengi mavisi. Tepe boylu boyunca yeşil çimlerin hâkim olduğu bir düzlükten ibaretmiş. Güneş de öyle bir ışık vermiş ki hocaya, bu kadar cömert olduğunu hatırlamam bu yıldızın diyordu. Ancak hoca tam da işini iyi yapmış olmanın huzur ve rahatıyla yürürken servilerin sayılarının sekiz değil dokuz olduğunu anlamış. Gözlerini ovuşturup tekrar saymış, yine yeniden saymış ama rakam bir türlü değişmemiş. Hep dokuz. Takıntısının katı ve yüksek duvarına bu sefer öğrencileri değil kendisi çarpmış. Kalbinde bir çarpıntı hissetmiş. Eli ayağına dolanmış ama işin içinden çıkamamış. Bu ruh haliyle evin yolunu tutup düşüncelere dalmış. Sanki evde onu azarlamak için babası bekliyormuşçasına geri geri gidiyormuş ayakları. Bir yasağı delmiş olmanın heyecanından çok üstünü örttüğü çukura düşmüş olmanın acısını duyuyormuş her adımda. Eve nasıl girip ne ara uyuduğunu hatırlamıyor ama sabah olmadan uyanmış ve elinde baltaya resmi yaptığı o yere, servilerin olduğu yamaca doğru gitmiş. Ve sabaha yakın o en karanlık zaman diliminde ağaçlardan birini baltasına yem etmiş. Resmi doğaya değil, doğayı resme benzetmiş böylece. Gerçeklik takıntısı olan birinin yapmayacağı iş değil ama bu kadarını da ondan duymasam inanmazdım açıkçası. İşin kötü tarafı balıkçılardan biri görmüş Seyran Hocayı serviye kıyarken. Hemen gidip “Orman Bölge Müdürlüğü’ne” bildirmiş hocanın gafletini. Ormancılar gelip almışlar hocayı. Milli Park bölgesinde ağaç kesmenin bedelini ödetmek için çıkartmışlar hâkim karşısına. Olayı duyan belde sakinlerinin tepkisi de cabası. Hâkim, iki yıl altı ay hapis cezası, on yedi bin lira da para cezası vermiş. Allahtan Hoca tecil yasasından faydalanmış da denetimli serbest bırakmışlar. Bir daha yaparsa katlanacakmış cezası ama Hâkim Bey bu kadarla bırakmamış meseleyi. Savunmasından hocanın takıntılı olduğunu öğrenince onu kendi yöntemleriyle de cezalandırmak istemiş zira biliyormuş hapis yatmayacağını. Ona bin adet palamut fidesi dikme cezasıyla içinde hayal unsuru barındıran yirmi adet soyut resim yapmasını, en ufak bir gerçekliğe yer vermemesini, daha inandırıcı olması açısından da bu eylemi yaparken kendini kameraya çekmesini istemiş ve eserleri de adliyeye ücretsiz bağışlayacağı konusunda söz almış. Yoksa “yakarım hoca” diye de tehdit etmiş. Hâkimin taklidini bir yapışı vardı ki sormayın. Hoca koyulmuş resimleri yapmaya. Bu arada dekanı arayıp yıllık izninden on gün daha kullanmak istediğini söylemiş. Dekan da ne kadar geç 104 • Post Öykü ö y k ü ■ gelirse o kadar iyi diye düşünmüş olacak ki hiç ikiletmeden vermiş izni. Önce çok zorlanmış Hoca. Öğrencilerinin resimleri gelmiş aklına. Bunca yıldır hayal kurmayan adamın tahayyülüne mi bu iş. Kolay değil tabi. Sancılanmış, başı ağrımış hocanın. Ama başa gelen çekilir deyip öğrencilerinin resimlerini yapmaya başlamış. İlk resmi bitirdiğinde kendine inanamamış. Meğer daha kolaymış rüyaların dehlizlerinde dolaşmak. Üstelik orası yanlış mı oldu, burası eğri mi oldu derdi de yok. Sadece boya almak için çıkmış dışarıya. Ve bir haftada o yirmi resmi çizmiş. Adliye yönetimine teslim etmiş eserlerini ve mahkeme duvarlarını bizim hocanın resimleri süslemiş. Hâkim en çok da eğilip bükülen insanlarla, şehri ele geçirmiş buldozerlerin olduğu resmi beğenmiş ve imzalamış belgelerini hocanın. Seyran Hoca eskisi gibi değil artık. Hatta UFO’ların dünyayı istila etmekten nasıl vazgeçtiklerini anlatan bir yağlı boya tablosu var ki, sadece fakültede değil, tüm kampüste fırtınalar kopardı. Gerçekliğin katı, renksiz dehlizlerinden, hayal gücünün engin denizlerine açılan bir maceracının serencamı olarak tarihe geçti bizim Hoca. Artık hem öğrencileriyle hem de üniversite yönetimiyle arası çok iyi. Tıpkı kendisiyle olduğu gibi... Takıntı • 105 Hırkamı Getirdin mi Mehmet? Sebahat Meraki Esneyerek açtı kapıyı. Paltosunu çıkarıp portmantoya astı. Rafların arasından arka bölmeye geçti. Tezgâhın köşesindeki çaydanlığa su koyup altını açtı. Köşedeki bezi alıp içeri girdi ve kitapları silmeye başladı. Her şey her sabahki gibiydi. Rüzgâr bile aynı vakitte esiyordu. Ustası da her sabah olduğu gibi girecekti şu kapıdan ama günün devamı eskisi gibi olmayacaktı. Gece kesin kararını vermişti. Günlerdir içini kemiren o soruyu bugün soracak ve ne olursa olsun cevabını alacaktı. Mehmet ahdinin düşüncesiyle kitaplara dalmışken ustası göründü. Ardında bıraktığı su izleriyle geldi kapının önüne. “ Selamünaleyküm.” dedi. Kolundan birkaç damla aktı, içeri girdi. Kupkuru oldu. Hiç ıslanmamış gibiydi. Mehmet selamını almadı, usta umursamadan oturdu yerine. Başını öne eğip mırıldanmaya başladı. Elinde toz beziyle kalakalan çırak, bir iki adım atıp geri çekildi. Sonra soracaktı. En iyisi böyleydi. Sonra kesin soracaktı. İçeri geçip çayı demledi. Öğlene kadar dükkân sakindi. Çok gelen giden olmadı. Üç beş öğrenci, bir kaç kitap sordu ve çıktı. Aradıkları yine yoktu. Az kitaplı bir dükkândı burası. Birinci el ve ikinci el hatta beşinci ele kadar kitap vardı dükkânda. En kalabalık raf ise tarih bölümüydü. Ustası her akşam eli arkasında bağlı, tarih bölümünün önünde volta atardı. Sonra da çıkıp giderdi. Mehmet de öğle yemeğinden sonra tarih bölümünün önüne geçip aynısını yapmaya karar verdi. Böylece muhabbetin zeminini hazırlar sonra da sorusunu sorardı. Ayaklarını sürüyerek geçti rafların önüne. Gözünü kitaplara dikip volta atmaya başladı. Ustası bakmıyor, görmezlikten geliyordu. Belki de gerçekten görmüyordu. Sabırsızlanıyordu, bir kaç defa öksürdü ama usta oralı olmadı. Dayanamayacaktı artık. Ne olursa olsun, ister in çıksın ister cin. Konuşmalıydı. Derin bir nefes alıp hiç duraksamadan “ Usta sen her sabah sırılsıklam çıkıyorsun evden, yürüdükçe su damlıyor ama dükkândan içeri girer girmez kupkurusun.” Mehmet “Oh be!” dedi. Sonunda söylemişti. Nefesini tutup bekledi. Ustası bir cevap vermeden önündeki kitaba bakmaya devam etti. “Usta niye 106 • Post Öykü ö y k ü ■ bir cevap vermiyorsun?” dedi. Adam başını kitaptan kaldırıp gülümsedi. “ Bir soru mu sordun ki? ” dedi. Çırak düşündü, sahiden de soru yoktu. Daha çok “İşte gördüm seni, saklanamazsın benden.” der gibiydi ya da bir sırrı aşikâr eder gibi. “Haklısın ustam.” dedi. “Soruyorum o zaman. Sen her sabah evden buraya ıslak geliyor adım attıkça kuruyorsun nasıl oluyor?” -“Keramet” dedi usta. Bu cevabı beklemiyordu. Oldu deyip geçemezdi ya devam etti Mehmet “Kimsin ki sen?” Usta gülümseyip kitabını okumaya devam etti. “Ustam, bir şey demeyecek misin?” dedi. Adam çırağa dönüp “ Senin gördüğünü başka kimler görüyor? Bul. O zaman alacaksın cevabını” dedi. Sahiden de neden kimse bir şey sormadı bu zamana kadar? Burası küçük bir çarşıydı, esnaf da azdı ama yine de birilerinin görmesi, şaşırması lazımdı. Gidip sorsa muhabbetleri yok. Kimseyi doğru düzgün görmüyordu. O geldiğinde herkes dükkânındaydı. Erkenden geliyor ve geç çıkıyorlardı, gelişini gidişini gördüğü tek kişi ustası. Bir şey demeden gitti Mehmet. Sorusuna cevap alamamış yetmezmiş gibi yeni sorular çıkmıştı. Bir gariplik vardı o kesin. Dükkâna çekilip kendi halinde işine bakan bir saf mıydı bunca zaman! Akşam olunca ustası “Eyvallah.” deyip gitti. O da yarım saat sonra dükkânı kapatıp giderdi ama bu sefer bekledi. Görmek istiyordu. Dükkânlar ne zaman kapanıyor, öğrenecekti. Küçük bölmeye geçip demlediği çaydan bir bardak aldı, kapının önüne sandalye çekti. İzlemeye başladı. Tam karşılarında bir antikacı vardı. Oranın ustası da kendi ustası gibi bir garipti. Adı, Mansur. Selam verip selam alıyor bir şeyler okuyordu. Çırak da kendi gibi bir delikanlı. Düşündü ama adını hatırlamadı. Dükkânın işi bitince bir tabure çekip geçti ustasının karşısına. Ustası anlattı, o dinledi. Belli ki araları iyiydi. Bardağı ağzına götürdü, baktı ki çayı bitmiş. İçeri geçti ama çaydanlıkta da çay bitmiş. Hangi ara içmişti bir demlik çayı bilemedi. Geri döndü, saate baktı gece bir. Esnaf hala dükkândaydı. “Olacak iş değil.” dedi esneyerek. Seyretmek istiyordu ama gözlerine söz geçiremedi Mehmet. Uyandığında karşı dükkânın önünü süpürüyordu çırak. Mansur Usta yoktu. “Konuşmak için tam sırası.” dedi. Hızlıca çıktı kapıdan. Aniden esen rüzgârla oluşan toz bulutunun içinde kaldı Mehmet. Ortalık yatışınca bir adım daha atıp antikacının önüne geldi. Mansur Usta masasındaydı. Hangi ara gelmişti de oturmuştu yerine, sadece yarım dakikalık bir zaman geçmişti. Üstelik o tozların arasında kapıyı açıp yerine geçecek. Olur, şey değildi. Çırağın kendisine gülümsediğini geç fark etti. Zoraki bir karşılık verip dükkâna geçti. Artık sadece ustasının gizemini değil, büsbütün çarşıyı düşünüyordu. Hırkamı Getirdin mi Mehmet? • 107 Çayı koydu, toz bezlerini elini aldı. Uzunca bir süre aynı kitabı temizledi. Ustası göründü kapıda, yine ardında su izleri vardı. Görmezden geldi Mehmet. Akşama kadar kitaplarla ve müşterilerle ilgilendi. Hiç konuşmadı. Usta, akşam olunca çırağı Allah’a emanet edip çıktı kapıdan. Mehmet üç bardak kahve içmiş, dördüncüsünü de elinde tutuyordu. Bu gece kapının önünde durmak yoktu. Paltosunu giyip çarşıyı dolanmaya başladı. Esnafı tek tek inceleyecekti. Çarşının başıyla sonunu yürümek beş dakika sürüyordu. Ustaların birbirine benzediği az dükkânlı bir handı burası. Dükkânlarda eşya da azdı, haliyle müşteri de azdı. Etrafına bakarken zihni bulandı Mehmet’in. Uzun zamandır buradaydı ama ne kadar zamandır bilemiyordu. Bir şeyler vardı, kendisiyle ve ustasıyla ilgili. Dahası kendisinin dışında herkesin bildiği şeyler. Bir aşağı bir yukarı düşünerek yürürken saat gece iki oldu. Çarşı esnafı ağız birliği etmiş gibi dışarı adım atmıyordu. Pes edip gidiyordu ki antikacının çırağı çıktı dükkândan. Mansur Usta yoktu, çıktığını görmemişti. Acele bir kararla çırağı takip etti. Hızla yürüyor bir o köşeden bir bu köşeye dönüyordu. Döndüğü son sokakta gözden kayboldu. Biraz gezinip aradı ama bulamayınca söylenerek çarşıya döndü. Herkes gitmişti. “bu kadarı da fazla” dedi. Ağlamak istedi, tuttu kendini. Elini yüzünde gezdirdikten sonra derin bir iç çekip dükkâna girdi. Uyandığında ustası çoktan gelmişti. Özür dileyip kalktı. Aldırış etmedi usta. “dinlenebildin mi Mehmet?” dedi tebessümle. “dinlendim usta” dedi. Çay koymak için arka tarafa geçti. Demliğin yanında eski bir kitap vardı. Suyun kaynamasını beklerken öylesine açtığı sayfadan bir yer okudu. “Abdal, toz bulutuyla beraber kayboldu. Bunu gören askerler medet dileyerek oldukları yere yığıldı. Bir daha kendisini gören olmadı.” Kapatıp tezgâha attı kitabı, çay kavanozuna uzanacaktı ki birden durdu. Açıp aynı sayfayı tekrar okudu. “tabi ya, antikacı usta,” dedi. Bir hışımla çıktı arkadan. Ustası “Mehmet, hırkamı getirdin mi?” diye seslenince durdu. “ Ne hırkası usta?” dedi. Usta, “ Hatırlarsın elbet.” deyip göz ucuyla baktı çırağına. Bu soruyla uğraşacak değildi şimdi “Ben bir karşıya uğrayacağım.” deyip çıktı Mehmet. Selam verip Mansur Ustanın karşısına geçti “Sen toz bulutuyla kayboldun.” Dedi. Usta elindeki kalemi bıraktı, sandalyeyi işaret ederek gülümsedi. “ Otur anlat bakalım. Ben kimmişim, toz neymiş?” dedi. Mehmet oturdu. Lafı uzatmaya niyeti yoktu. “ Toz bulutuyla gelip toz bulutuyla gidiyorsun işte. Şu çırak da biliyor bir ben bilmiyorum.” dedi. Elindeki kitabı masaya attı. Bak işte yazıyor burada. Bu sensin” dedi. Paragrafı sonuna 108 • Post Öykü ö y k ü ■ kadar okudu. “Askerlerden biri dilini yutmuş, köyüne dönmüş. Bir daha onu da gören olmamış.” Sustu Mehmet. Herkes sessizdi. Çırağa dönüp “Sen de bir şey desene!” dedi. Çırak gülümsedi. “O konuşamaz, lal o,” dedi usta. Ayağa kalktı “ En iyisi ustana sor, o bilir.” dedi. Mehmet kitabı alıp çırağı süzerek çıktı dükkândan. Rafları temizlerken tekrar edip durdu. “Toz bulutu, ortadan kaybolmak, lal asker, lal çırak...” Zihninde asla birleşmiyordu. Bir de ustanın sorduğu hırka vardı. Biraz sakinleşmek için arka tarafa geçti. Elini yüzünü yıkadı. Bir bardak su alıp, geri döndü. Sandalyeye oturup, açtı kitabı. En baştan okumaya başladı. Bütün bunlar ne demekse ancak bu kitap sayesinde bilebilirdi. İki- üç saat içinde bitirdi kitabı ama bir şey bulamadı. Ustası kalktı, dükkândan çıkacaktı ki Mehmet’e dönüp “ Hırkamı buldun mu?” dedi. Ne hırkasıydı bu gelip gidip soruyordu. Hatırlayamadı. “Hangi hırka usta?” dedi. “Hani ağaçta bıraktığım hırka.” dedi ustası. Mehmet sustu. Delirdiğini düşündü, ya ustası bir manyaktı ya da o. “ Bilemedim usta,” dedi. “Peki, beni görenleri buldun mu?” dedi. Çırak yine sessiz kaldı. Ustası gülerek “Ne zaman geldiğini hatırladın mı?” dedi. Cevabını beklemeden çıktı dükkândan. Verilecek bir cevap da yoktu zaten. Zihninde parça parça beliren sahneler vardı o kadar. Hiçbiri sorularına cevap değildi. Ustanın arkasından biraz baktıktan sonra kapattı dükkânı. Çarşıdan ne kadar uzağa giderse o kadar iyiydi. Bir banka geçip oturdu. Ustasının söylediklerini düşündü. Sahi ne zaman gelmişti yanına, sanki bu kitapçıdan öncesi yok gibiydi. Saçmalıktı bu. Hafızasını kaybetmiş olsa kaybettiğini bilirdi ama bu daha da vahim. Delirecek gidi oldu, saatlerce yürüdü. Tepeye vardığında hava kararmıştı. Evler azalmış, bir bozkır çıkıvermişti karşısına. Uzakta tek başına bir çınar ağacı vardı. Yakınlaştı, ağaca yaslanıp gözlerini kapadı. Çınar ağacına doğru koşuyordu, dalda asılı hırkayı gördüler, az ilerde yürüyen Piri. “Buradan.” diye bağırdı arkadaşı. Nefes nefese koştu Mehmet, yer ayaklarının altından kayıyordu. Ne kadar uğraşsa da yetişemedi. Pir köprüye vardı, üstüne çıkıp “Eğil köprü” dedi. Dalgalandı nehir, bir rüzgâr çıktı. Eğilmeye başladı köprü. Kısacık bir andı Pirin batışı. Suda kaybolup gitti. “Rüya bu” dedi Mehmet. Bağırmaya başladı. Kendine bakan göz oldu. Askerdi. Elinde tüfekle kalakaldı Biraz sonra dereden biri çıktı. Yaklaştı, yaklaştı. Ustasıydı, Pir’di. Ustası Pir miydi? “ Hırka mı getirdin mi Mehmet?” dedi. Sıçradı, nefes nefeseydi. Etrafına bakındı. Üstüne başına baktı. “Gerçek olamaz.” dedi. “Ben o asker olamam.” Ter içinde kalmıştı. Uyumamış Hırkamı Getirdin mi Mehmet? • 109 gibiydi. Ağaca baktı, o ağaç gibi. “Aman be” dedi. Yürüdü, Pir de kendisi de gitmedi gözünün önünden. Koştu, suya girdiği an geldi gözünün önüne. Daha hızlı koştu. Hanın girişinde durdu, “Rüya değil.” dedi. Gerçek gibiydi hepsi. Elinde tüfek koşuşu, pişman olup geri dönüşü. En gerçeği de, hırkayı daldan alıp nehre koştuğu o andı. “Buldum hırkayı.” Dedi. Handan içeri girdi. Üstüne baktı sırılsıklam, elleri ayakları her yanı ıslak. Korkmuyordu, şaşkın da değildi. Anlaması gerekmiyordu, teslim olmuştu. Dükkâna geldi, ışıklar yanıktı. İçeri girince karşı karşıya geldiler. “ Hırkamı getirdin mi Mehmet?” dedi. Mehmet’in eli portmantoya uzandı. Onu oraya ne zaman astığını bilmiyordu ama hırkanın o olduğunu iyi biliyordu. “Getirdim.” dedi. Hırkayı Pire uzatırken kolundaki son damlalar düştü yere. Kupkuru oldu Mehmet. “Suyun içinde, kuru kalmak keramet mi?” dedi. Güldü ustası. “ Su nerede evladım?” deyip masaya geçti. Gece bitmiş yeni bir gün doğmuştu. “ zaman nasıl geçti?” dedi Mehmet. Bir cevap almak için sormamıştı. Yine de bekledi, ustası konuşmayınca işe başlamak için arka tarafa geçti. Bezleri alıp döndüğünde kapıda bir genç vardı. “ Burada sizden başka sahaf var mı? Hacı Emmi diye birini arıyorum.” Dedi. Mehmet “Yok.” demek için nefes almıştı ki, ustası girdi araya “ Var, yolun sonunda evladım.” Dedi. Genç adam selam edip gitti. Mehmet kapıya yaklaştı, önce kafasını uzatıp süzdü etrafı sonra bir adım atıp çıktı dışarı. Burası dükkânın bol olduğu, kalabalık bir handı. Karşıdan gelen gözleme kokusuyla, antikacının yokluğunu fark etti. Gözlemeciyi süzerken sacın başındaki adama takıldı gözü. Tanıdık gibiydi, gelip gidenlerin arasından, gözlerini kısarak baktı adama. Hatırladı, çarşıya geldiği ilk gün sahafı sorduğu adamdı bu. Ustasının sesiyle döndü dükkâna, gözleme kokusu içeri kadar gelmişti. Alışmak lazımdı, biri daha hatırlayana kadar her şey bu sabahki gibi devam edecekti. 110 • Post Öykü Bir Şey Hakkında Üç Şey: Tanpınar Seval Hanım, öncelikle Talih Tesadüf ve İrade hayırlı olsun. Sorumuz şu: Tanpınar’ı anlamak en iyi ihtimalle onu anlamak üzere doğru bir giriş yapmak için bize ve okurlarımıza sebepleriyle birlikte “üç şey” önerebilir misiniz? Bir kitap, film, çalışma alanı, bir şarkı, bir resim, eser, kişi fark etmez. Tanpınar’a açılan üç kapı hangileridir sizce? Seval Şahin: 1. Gaston Bachelard’ın Ateş’in Psikanalizi’nde kullandığı bir kavram var: Piromen. Piromen, ateşin yol açtıklarına verdiği isim. Ateş, yakarak bir şeyi tamamen yok etmiyor, eskiden geriye kalanla yeni bir şekil yaratıyor. Ateşin sonrasındaki küller gibi. Ateş ile birleşmiş önceki halini de içinde barındıran bir yeni şekil bu. Tanpınar’ın metinlerinde sürekli kendini yok etmeye çalışan ancak bunu yaparken eskiyi de yenide muhafaza etmek isteyen bir tavır var. Ben bunu piromen ile ilişkilendiriyorum. 112 • Post Öykü 2. Hieronymus Bosch’un “Dünyevi Zevkler Bahçesi.”: Bu tablo üç panelden oluşur. Dış paneller kapandığında dünya ve içindekine dair bir görünüm vardır. Dış kapananlar açıldığında ise iç dünyayla karşılaşırız. Burada, dünyanın yaradılışı resmedilmiştir. Muazzam bir hayal gücünün eseri olan bu tablodaki iç-dış panellerle kurulmuş kökensel ilişkinin, Tanpınar’ın Huzur’da Mümtaz’a söylettiği ilk’ten başlayarak bir destan yazma düşüncesinin nüvelerinden olduğunu düşünüyorum. 3. Sigmund Freud: Freud’un bilinçaltı ve rüyalar üzerine yaptığı çalışmalar, dönemindeki tüm aydınlar gibi Tanpınar’ı da derinden etkiliyor. Rüyaların bireyin hayatının gerçekliği üzerine gölge düşmesi kadar zaman düşüncesini başka bir boyuta taşıması da Tanpınar metinlerinde önemli bir yer kaplıyor. Onun edebiyatının temellerinden olan “uyanıkken rüya görmek”te Freud’un da bir etkisi var. Post Öykü • 113 Kırkıncı Oda Güven Adıgüzel Don Juan Kederli midir? Ergani’de geceler uzarken, Ergani’de geceler kalbine doğru bir merdiven gibi uzanırken; tek başına bir hikayenin ortasında batıyla hesaplaşmak isteyen güneyli bir çocuk! Doymak bilmeyen bir kurt, o keskin ve uğultulu dişlerinin üzerinde demirden pençelerini ağır ağır gezdirirken... Açlığını bastırmak için, evet. Pençesinde kıvranan avlarını düşündükçe hatıralarını bembeyaz dişlerine doğru sıkı sıkıya bastırması mesela, bir ceylanın gözlerinde gövdesini seyretmesi ya da avının kalbini sıkarak yeniden doğurması kendini. Sayısız mümkünlerin içinde, sayısız haz ve avcı. Bir savaş belki bu. Sonu, galibi ve mağlubu olmayan bir savaş. Ve ihtiraslı bir arayışın içinden tüm parlaklığıyla görünür Don Juan. Aşkı arıyor olabilir miydi, yani sevseydi bu iş biter miydi mesela? Ermişin ahlakına karşı nicelik ahlakı! Camus’nün Juan’ı konuşsun şimdi; “Sevmekle iş bitseydi, her şey fazlasıyla basit olurdu. İnsan ne kadar çok severse, uyumsuz o ölçüde sağlamlaşır. Don Juan’ın kadından kadına gitmesi hiç de aşk yokluğundan değildir. Onu eksiksiz aşkı arayan bir kara sevdalı gibi göstermek gülünçtür. Ama her Post Öykü • 115 kadını eşit bir taşkınlıkla ve her seferinde tüm benliğiyle sevdiği için bu yeteneği ve bu derinleştirmeyi yinelemesi gerekir. Her kadının ona hiç kimsenin hiçbir zaman vermediğini getireceğini umması bundandır. Kadınlar her seferinde derinden derine aldanır, yalnız ona bunu yineleme gereksinimi duyurmayı başarırlar. ‘En sonunda sana aşkı verdim’ diye haykırır içlerinden biri. Don Juan’ın buna gülmesinde şaşılacak bir şey var mı?” Kendini duymak istemiyor Don Juan. Hep yeni bir sese ihtiyacı var. Varoluşun başka bir yolunu bilmiyor zaten, sığınmak istiyor bu yüzden fethedişlerine. Ruhunu yüceltmenin peşinde koşarken, ardında bıraktığı yüzlerce kadın cesedi. Öyleyse biriktirdiği bir lanet gibi, her seferinde yeniden öldürerek yaşatmaya çalışacaktır kendini. Esaretine inanmış bir kölenin özgürlüğü için bedenlerce dolaşarak bulmaya çalıştığı anlam ve aşk’ın sınırlarını hiç durmadan ihlal eden merhametsiz bir kaçak. Kendini avutmanın çiçeği. Don Juan. Eros’un lanetlisi. Kalbi kırık melekler bahçesinden geçerken şeytanına yenilecek ve kanatları ebediyen yerinden sökülecektir. Peki bütün bunlara rağmen kederli midir Don Juan? Camus’nün söylediğidir; “Kederlilerin kederli olmaları için iki neden vardır: Ya bilmezler ya umut ederler. Don Juan bilir ve umut etmez. Sınırlarını bilen, bu sınırların dışına çıkmayan, varlıklarının yer aldığı bu iğreti aralıkta, ustalarının o çok güzel rahatlığını gösteren oyuncuları düşündürür. Deha da budur işte: sınırlarını bilen us. Bedensel ölümün sınırına kadar Don Juan kederi bilmez.” Doymak bilmeyen bir kurt, o keskin ve uğultulu dişlerinin üzerinde demirden pençelerini ağır ağır gezdirirken... Açlığını bastırmak için, evet. Mutlak açlık, doyma arzusuyla bir araya geldiğinde başa çıkılamaz bir hal alır. Şurası kesin; mutlak açlık bastırılamaz. Bana öyle geliyor ki Don Juan, çırılçıplak bir ruhun varoluş aşkına kendi hiçliğiyle savaşmasıdır. Kederli değildir elbette. İhlal ettiği sınırlarda beklemez çünkü. Bilir ve umut etmez. Şimdi buraya bir İsmet Özel dizesi o halde; “yüzüme bak / ve rahmini bana doğru tekrarla” Zaman’a Yenilen Zaman Ayasofya Camii’nde muvakkit olarak görev yapan Alaeddin Bey, muvakkithanesinde 13 akçe yevmiye ile zamanı kurcalıyordu,1489 yılında. Zembereksiz bir uğraştı bu. Akrebin yelkovanı sokmadığı bir evvel zamanın içinde, kalbur üstü bir vazifeye atanan Alaeddin Bey’in işi buydu; gökyüzüne 116 • Post Öykü k ı r k ı n c ı bakarak vakti tayin etmek. Saatleri ayarlayan bir enstitü fikri, pek eski ve çok parlak bir fikirdi aslında. Böyle bir fikre mekân olan muvakkithâneler, yani zaman odacıkları, bazen küçük bir astronomi üssü bazen de bir rasathane gibi, düşen cemrelerin, kopan fırtınaların, uğuldayan rüzgarların içinden geçerek, bir bakıma gelmiş-gelecek tüm zamanları selamlıyordu sanki. Şimdilerde mekanik gölgeleri, saat kuleleri ve takvim yapraklarıyla üzeri örtülmüş olsa da muvakkithâneler bir dönemin nabzının attığı yerlerdi. Zaman eskiydi insandan. Alaeddin Bey her sabah, muvakkitlerin piri olan Ali Kuşçu’ya dua ederek başlardı vazifesine. Tam karşısında asılı duran hat yazılı levha’daki beyitin esrarıyla tamamlardı gününü. Ne içindeydi zamanın ne de büsbütün dışında. Levha’daki beyit, rub’u tahtası, gök küresi, kadran, oktant, usturlap, sekstant ve kum-güneş saatiyle birlikte muvakkithanenin demirbaşları arasındaydı. Muvakkit Alaeddin Bey, bilirim elbet dedi bir gün. Karşısındaki levha’ya uzun uzun baktıktan sonra derin bir iç geçirdi, zaman durdu sanki o an. Ne yazıyordu levhada; “Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkit ne bilur / Müptela-yı gama sor kim, geceler kaç saat” Geleneğin İcadı Hobsbawm şöyle der; “İcat edilmiş gelenek, alenen ya da zımnen kabul görmüş kurallarca yönlendirilen ve bir ritüel ya da sembolik bir özellik sergileyen, geçmişle doğal bir süreklilik anıştırır şekilde tekrarlara dayanarak belli değerler ve davranış normlarını aşılamaya çalışan bir pratikler kümesi anlamında düşünülmelidir. Aslında mümkün olan her yerde bu pratikler, hemen kendilerine uygun düşen bir tarihsel geçmişle süreklilik oluşturmaya girişirler. “ Kıyamet Aşısı ve Issız Kalabalık Dicle kıyısında bir parasız yatılı. Nereye bakarsan bak hep aynı yoksulluk. Yüzleri birbirine benzeyen memleket çocukları, aynı geminin içinde, aynı kaderi omuzlamışlar. Mum ışığına yaslanmış umutlar. O umutlardan biri. Gülan mevsiminde gelmiş dünyaya, kızıl güllerin söylediği. Ninnilerle değil belki ama Gazavâtnâmeler, Siyer-i Enbiyalar ve Hazreti Ali Cenkleriyle uyumuş ve uyanmış. Toprakla, yağmurla, erguvan çiçekleriyle, ağıtla, öfkeyle, ufukla, kederle ve kavgayla büyümüş. Ergani’de geceler uzarken, Ergani’de Post Öykü • 117 o d a ■ geceler kalbine doğru bir merdiven gibi uzanırken; tek başına bir hikayenin ortasında batıyla hesaplaşmak isteyen güneyli bir çocuk! Karakoç’un durduğu yeri, en ilkelle en modern arasında diyerek tarif eden Cemal Süreya şöyle bir portre çizecektir; ‘‘Karakoç bir yerde inancının çılgınıdır. Onunla delici bir ideolojiye ulaşmak ister. Bunun için her şeyi bilmesi gerektiği kanısındadır. İnancı hem silahı, hem çocuğudur’’ Sezai Karakoç’a göre; çırpınan medeniyetin çığlıklarını kulaklar işitmez olmuştur. Ne yazık ki, gelen vahşetin gürültüsü, insanî feryadı bastırmaktadır. Kalemini eline aldığı günden beri bu feryada kulak verir Karakoç. Bu feryadın ıstırabına kalbini yaslar. Direnişin değil dirilişin peşindedir. İslam’ın, insanlığın ve adaletin dirilişi. Dergisine, derdine, partisine, düşüncesine aynı ismi verir. Mevziine amblem olarak seçtiği güller açan gül ağacı ile kâinatı selamlayacaktır. Gül Devri’ni bekleyenlerden değil, o devri bizzat ümit ve gayretle çağıranlardandır el hak. Bunu ömrünce bir kurşun gibi göğsünde taşır. Taşır ve o kurşun yarada büyür. Sözleri beşik gibi sallanmanın ninnisi değil, kıyamet aşısı gibi damarlarda dolaşmanın şarkısıdır çünkü. Sezai Karakoç. Issız kalabalık. Doğu’nun 7. Oğlu. Gölgesi de aynı kalbi gibi Türkiye’de. Ağıt yazmayı sevmez, gül ve şiirden yana. Ölümden değil hep dirilişten yana. Ölümden değil, ölüm sonrasından yana. Hızır’dan ve Taha’dan, Kudüs’ten, Şam’dan, İstanbul’dan ve Buhara’dan yana! İslam’dan yana, Resûl-i Ekrem’den, gül medeniyetinden, evlerden ve evleri balkonsuz yapan mimarlardan yana. İnsan’dan yana, dirilişten, merhametten, adaletten yana! Parmaklarından süt içmeye çağırdığı karayılanların, sürgün ülkeden başkentler başkentine yazdığı mektupların ve koşu bittikten sonra da koşan o atların söylediğidir. Sezai Karakoç yaşıyor! 118 • Post Öykü Çevirmen Diyor ki Bu sıralar üzerinde çalıştığınız, yeni bitirdiğiniz yeni başladığınız metin ve yazarlardan bahseder misiniz? Her çeviri yeni bir deneyimdir her yeni günün olduğu gibi. Bizimle paylaşmak istediğiniz herhangi yeni bir bilgi var mı? Beyza Fırat: Çeviri, yazar ve eserin bilinçaltına yaptığım anlamlar yolculuğunda en saf olana yaklaşma çabası benim için. Aslında bir anlamda manevi bir çalışma, çünkü işim sözcükler aracılığıyla yazarın düşünce deryasına dalmak. Kapısını araladığım her yazar ise yaşantıma etki eden yeni birer sıfat. Son çevirim Meksikalı yazar Juan Pablo Villalobos’un Profil Kitap’tan yeni yılda çıkacak olan “Kimseden Bana İnanmasını Beklemiyorum” isimli romanı. Ketebe Yayınları’ndan basılan Isabel Mellado, Miguel de Unamuno ya da Cesar Vallejo çevirilerime bakacak olursak, yazarların psikolojik karakter analizini kullanım biçimleri Villalobos’ta dil ve kurgunun küreselliğinde başkalaşım geçirip onun mizahi yönünü ortaya koyuyor. Yazar birtakım anlatımsal stratejiler ile okurun karşısına çıkıp bu süreci tamamlamayı yine okura bırakıyor. Ayrıca itinayla seçilmiş konuşma 120 • Post Öykü p o s t k i t a p ■ tarzları, kişilik analizinde okurun her bir karakteri daha yakından tanımasına da imkân sağlamakta. Yazarın trajikomik mizah anlayışıysa okuru beklenmedik bir meydan okumayla karşı karşıya bırakıyor: Psikolojik manipülasyonun karakterler üzerindeki görünür etkileri ile yazarın düşsel gücü karşısında hissedeceğiniz çaresizlik. Romanın başkahramanı ile yazarın isim benzerliği, her ikisinin de Avrupa bursu ile karşılaştırmalı edebiyat doktorası için Barselona’ya gidişi, Guadalajara-Jalapa-Barselona yolunu takip edişleri gibi ortak özellikler otobiyografik olmanın ötesinde olay örgüsüne parodik özellikler yüklüyor. Yazar kitabın daha ilk bölümünde, “Her şey espriyi kimin yaptığına bağlı” diyerek ne anlatıldığından ziyade nasıl anlatıldığının önemli olduğu argümanına dikkat çekip okuru anında üstkurmaca bir oyuna dâhil ediyor. “Yazıyorum çünkü en nihayetinde ben, hep roman yazmak istemiş bir yüzsüzüm,” diyen edebiyat fakültesi öğrencisi Juan Pablo; olayların gidişatını tuttuğu günlükten takip ettiğimiz Valentina; kendisine üçüncü tekil şahıstan hitap eden bir anne; kestirme yoldan zengin olma arzusuyla sadece kendini değil etrafındakileri de yararsız işlere bulaştırıp geleceğe mektuplar gönderen bir kuzen ve dünyanın dört bir yanından gelip Barselona’da yolları çakışan karakterlerle roman tam anlamıyla edebi türlerin iç içe geçtiği, komedi ve trajedinin yoğun olarak işlendiği bir atmosferde ilerliyor. Meksikalı, duymaya alışık olmadığımız türden bir narkotrafik suç örgütü ile Katalonya’nın üst düzey politik hayatını kesiştiren bu roman, mizah yönünün ağır basmasının yanı sıra oldukça hassas konulara da değinmekte. Bazı karakterler yolsuzluktan, gücün kötüye kullanımından, ırkçılıktan nasiplerini alırken; oldukça önemli üniversitelerde doktoralarını tamamlamış diğer karakterlerin, çıkarları doğrultusunda makyavelik bir yaklaşım sergilemekten kaçınmadığı bir kurgu bu. Aslında yazarın günümüz Meksika’sı ve hatta dünyasında süregelen suç ve şiddetin bireysel boyuttaki etkilerini ele aldığı metaforik bir yaklaşım da denebilir. Çevirmen Diyor ki • 121 Diğer taraftan, aile faktörünün bireyin gelişimi ve hayati seçimleri üzerindeki rolünü alt konu olarak işleyişiyle de yazar başka bir soruna dikkat çekmekte. Anne karakterinin samimiyetsiz endişeleri okuru güldürüp düşündürürken aslında tek kaygısı bilinçsiz bir ego tatmini olan bu kahramanda; kuzen karakterinin ipsiz sapsız tavırlarının altında yatan psikolojik nedenlerde; Juan Pablo ile Valentina arasında hüküm süren sessiz savaşta ve romanda yer alan tüm kahramanların birbirleriyle etkileşiminde gözlemleyeceğiniz tüm davranışlar, esasen yazarın kalitesini ortaya koyan önemli detaylar. Monterroso, Pitol, Eduardo Mendoza gibi mizah alanında eser vermiş önemli yazarlardan alıntılara sıklıkla rastlayacağınız bu romanda yazarın edebi yol haritasını kolaylıkla çıkaracak ve her iki Juan Pablo’yu da tanıma şansına erişeceksiniz. Sözlerimi, Saramago’nun çeviri ve çevirmen üzerine bir düşüncesinin bende bu kitabı değerlendirirken yarattığı etkiyi sizlerle paylaşarak tamamlamak istiyorum. “Yazarlar ulusal çevirmenlerse evrensel edebiyat yaparlar,” diyor Saramago. Son çevirim öylesine evrensel bir roman ki ben yalnızca üzerime düşen görevi yapmış gibi hissediyorum. Kimseden Bana İnanmasını Beklemiyorum. 24.09.2019 122 • Post Öykü p o s t Betül Ok: “Bunaldığım zamanlarda hayalimde yağız bir atla, gümrah ağaçlar altında son sürat koştuğumu hayal ederdim. insan kendisine hep bir kurtarıcı arar. Beni sıkıştığım andan kurtaran oydu. ” k i t a p ■ Merhabalar Betül, ilk kitabın hayırlı olsun. Yüreğine sağlık demek istiyorum. Çünkü kitabı okurken, elleri kalbinin üzerinde olan karakterleri okuduğumu hissettim. Merhaba, çok teşekkür ederim. Var olasın Betül. Ne mutlu benim için bu intiba. Öykülerdeki karakterler bana iki tipi ele aldığını hissettirdi. İlk olarak fiziksel yönden eksik yanı bulunan insanlar ve ikinci olarak da yaşadıkları toplumsal zorluklar ve savaşlar nedeniyle bir yanı her an eksilebilecek insanların hayatlarıyla karşı karşıya olduğumu. Bu hayatları anlatmayı bile isteye mi tercih ettin? Yoksa eureka eureka dediğin bir şey mi oldu? Ya da ilahi bir güç mü seni bu hayatları tahkiye eden anlatıcı yaptı? Haklı bir tespit. İlahi güce ve yeteneğe inanıyorum. Ruhumuzda hissettiğimiz eksiklikleri gözümüzle gördüklerimizde tasvir etmede daha başarılıyız zannediyorum. Bir insana acıyarak bakmakla kendindeki eksikliği hissederek bakmak farklı şeyler. Fiziksel eksiklikler aslında öze işaret eden “tam olamama” durumunu ifade ediyor kitapta. Savaş mağdurları hem şahit olduğum hem de okuduğum dünyanın bir parçası. Edebiyatın gerçek olanı dile getirmede en etkili aracılardan biri olduğunu Betül Ok • 123 düşünüyorum ve bu sebeple –son dönem- yazdıklarımda olabildiğince gerçeği işaret etmeye çabalıyorum. Anlatıcının bu gerçeklik durumunda işi çok zor. Ayarı iyi tutturmalı ki ajitasyon yapmasın, samimi olmalı ki riyakâr görülmesin. Bazı öyküler bile isteye bazılarıysa ilahi bir sebeple diyeyim. Özellikle tek kelimelik cümlelerin beni şu düşünceye sevk etti: şiirsel bir dil. Bunu tüm öykülerinde görebiliyorum. Öykülerdeki tek kelimelik cümlelerin ardıl olduğu satırlar, bu hissi kuvvetlendirdi. Kitabın sonlarında yer alan öykülerde her ne kadar bu etki azalıyor gibi olsa da, ritmin hep aynı ahengi taşıdığı için öykülerinde bu enerji devam ediyor. Bir öykücü olarak bu havayı neye borçlu olduğunu düşünüyorsun? (Kadimden gelen bir iç ses?) Aslında bunu gören okur. Yazarken böyle bir çabam olmadı, olmuyor. Kitap boyunca, tüm karakterlerin samimi olmalarını amaçladım. Çünkü okur bunu hissediyor. Yani ahlaksız bir adamı anlatırken o adam gerçekten ahlaksız, yabancı bir ülkedeki hasta kişiyi anlatırken gerçekten hasta. Bu sebeple savaşı ele alan öykülerde de sanat ve gerçek birbiriyle kaynaştı. Her şeyi apaçık söylemek bazen yaralayıcı olabiliyor. Sanatlı söyleyiş ve üslup ince bir tül örtüyor 124 • Post Öykü üstüne. Tülü açıp, içeriye kafa uzatmak okurun işi. Şiirselliğin öyküye çok yakıştığını düşünüyorum. Her şeyde olduğu gibi abartmadan. Öykülerin mekânı var, ama belli bir mekân da hissedemiyoruz aslında. Şehir, kasaba ya da mahallenin belli bir silueti yok. Karakterler her an bulundukları yeri terk edebilir. Bu kaçış mı, yoksa başka bir yere kavuşmanın başlangıcı mı? Aslında bilinçli olarak yaptığın bir hamle mi diye sormak istiyorum. Evet, terk etmek aslında ana temalardan diyebilirim. Mekân, belli bir aidiyeti de beraberinde getirir. Bu aidiyet biraz da köşeye sıkışmadır ve toplumsalı yöneten de budur. Yani olması gerekendir. Öykülerde, başlıktan da anlaşılacağı üzere olmayan şeyler çıkış noktası. Konuşan, susan, yaşayan, hareket eden, duraksayan karakterlerin hepsi bir aidiyete sahip olup, bunun yanında “başka” aidiyetler oluşturmak, dönüştürmek isteyen kişiler. Bilinçli bir hamle denebilir, karakterlerin özgür olmasını istedim. Bir de açık söylemek gerekirse roman yazıyor olsaydım mekân ve şehir tasvirinde daha cesur olabilirdim. Çünkü mekân; insan ve yaşantıyla bütünleşiktir. Öyküde mekânı ya da bir şehri anlatmaya kalkıştığımda eksik kaldığını hissediyorum. Bunu Samsun’da dolaşan bir karakter üzerinde denemiştim. p o s t Öyküler sanki yarım kalmışlar ülkesinden karakterlerin hayatından bir sahne sunuyor gibi. Ama bu okuyucuyu rahatsız etmiyor, en azından ben olmadım. Bunu neye bağlayabilirsin? Öykünün ritmine mi, yoksa öykü dilindeki lirik havaya mı, en önemli noktalardan biri olan üslubunun kendine özgü tonuna mı? Ya da içimden geldiği gibi yazdım, mı? Öykü yazarken dikkat ettiğim şeylerden ilki öykünün başlangıcı ve bir ahenge sahip olması. İyi bir son için de kendimce kriterlerim var. Öykü bittiğinde ben ya da okur “Eee yani şimdi ne oldu?” diyorsa benim için başarısızdır. Elbette her şeyi anlatmak, açık etmek ya da onu örtülemek zorunda değiliz ama yazarın öykünün parçası olması gerekiyor. Kendini hikayeye dâhil ettiğinde yarım kalan o şey de aslında seninle beraber yaşamın bilinmedik anlarında yavaş yavaş tamamlanıyor. Teknik, yöntem, kuram için bir şey diyemem ama okur olarak da yazar olarak da en haz etmediğim şey öykünün sonuna geldiğimde bir yere çıkamamış yahut kaybolmamış olmak. Ya tam olarak kaybolmalısınız ya da belli bir sona ulaşmış olmalısınız. Tabii bu derinlik ve üslupla alakalı. Yazarı özgün kılan üslubu ve bakış açısı oluyor. Yarım kalmışlıkların da kendi içinde anlamlı bir bütün oluşturması k i t a p ■ gerekiyor ki rahatsızlık vermesin. Bu çizgiyi gözetmeye çabalıyorum. Son zamanlarda anlatıcıların öykülerine sızan başka dünya var: fantastik. Senin öykülerin ise tamamen gerçek hayatın içinden. Fantastik öyküyle, hadi edebiyat diyelim, aran nasıl? Aslında evet, gerçek hayatın içinden ama masalsı, destansı anlatışı, ögeleri çok seviyor ve kullanıyorum. Özellikle ilk öyküde anlatı bir geleneksel zeminde ilerliyor. Fantastik deyince aklıma Dede Korkut Kitabı, Binbir Gece Masalları, Hz. Ali Cenkleri geliyor. Fantastik algım daha çok kültüre ve milli değerlere dayanıyor. Son dönem ve daha çok yabancı merkezli fantastik filmlere de kitaplara da özel olarak eğilme imkânım olmadı. Büyülü gerçekçiliği ve kelimelerle üstün, şaşalı, eğlenceli, korkutucu, bilinmeyen ve merak uyandıran dünya yaratımını seviyorum. Sözlü kültürün yazılı kültürle olan birlikteliği, geçişliliği hoşuma gidiyor. Bir mesele sende öykü kisvesine bürünecekse, bunun çıkış noktası neresi olur? Olayı ya da durumu fark edince dur bundan öykü çıkarayım mı diyorsun ya da o sana beni yaz mı diyor? Sen mi öyküyü buluyorsun, öykü mü seni buluyor? Birini birine tercih etmiyorum. Bazen işte bu yazılmalı diyorum Betül Ok • 125 bazense masa başına oturduğumda hiç düşünmediğim bir öyküye başlamış buluyorum kendimi. Bu ikisini epeyi düşündüm aslında. Yazmaya ilk başladığımda “dur bundan öykü çıkarayım” anlayışını tehlike olarak görürdüm. Yani o insan olayı yaşarken öyküsünü yazmak doğru gelmiyordu. Fakat şimdi aslolan hikayeyi anlatmak ve bunu yetkinlikle yapabilmekse “tam öykülük durum, bunu yazmak isterim” demek özgünlüğe zarar getirmez diye düşünüyorum. Öykü aranıp bulunan bir şey mi bilmiyorum. Bildiğim şey ise öykü yazmak için çokça emek vermek gerektiği. Sona yaklaşırken öykülerini bir kitap içinde bütünlüklü olarak görmek, onlara başka bir gözle bakmanı sağladı mı? Ya da böyle bir şey olması gerekli mi? Kesinlikle evet. Başka fikirlerim de oluştu sonrasında nasipse ikinci kitaba. Öyküleri bütünlüklü görmek, karakterleri ve üslubu daha net anlamak açısından çok faydalı oluyor. 126 • Post Öykü Öykülerin yarısından bir tık azında at görüyoruz. Ya bir yerden geçip gidiyor ya da asıl görülmesi gereken şey o oluyor. Son olarak neden at? Bu sorunun geleceğini biliyorNeden öykü der gibi oldu. dum Bir şey olur ve o andan sonra bazı şeylerin hayatınıza eklendiğini görürsünüz. Bende de at böyle oldu. Bunaldığım zamanlarda hayalimde yağız bir atla, gümrah ağaçlar altında son sürat koştuğumu hayal ederdim. İnsan kendisine hep bir kurtarıcı arar. Beni sıkıştığım andan kurtaran oydu. O atın duran halini düşlediğim tek an ise ilk öyküdeki solgun yüzlü at. Tabi ki Türk kültüründe önemli bir yeri de var. Zihinsel arka planımızda bize sevdirilen ve güzel gösterilen imgeler, semboller zamanla oluşuyor. İnsanı var eden de bunlar değil mi? Çok teşekkürler Betül, tekrardan yüreğine sağlık olsun... (Betül Sezgin) p o s t k i t a p ■ Hüzünlü Bir Gülümseme OLMAYAN ŞEYLER YÜZÜNDEN BETÜL OK - HECE YAYINLARI Betül Sezgin Betül Ok’un geçen zamanın yaşantılarını anlattığı 15 öyküyü barındıran Olmayan Şeyler Yüzünden adlı kitabı yayımlandı. Öykülerin hepsinde gerçek dünyada yarım kalmış hayatlar yer alıyor, ama bunlar okuyucunun yüreğini sıkmıyor. Çünkü yazıya geçirilen hayatlar her ne kadar fiziksel ve duygusal yönden eksik olsa da, ellerini kalplerinin üzerinden çekmeden yaşamaya devam ediyorlar. Umutsuzluğa ve pişman olacağı şeyler yapmaya itilmeyen karakterleri tanımak, okuyucuyu başka bir cinin şişesinin içinden çıkan sözleri okumaya devam ettiriyor. Peki karakterler nasıl yarım kalmış? İlk olarak fiziksel yönden eksik yanı bulunan temel ya da yan karakterlerle çoğu öyküde tanışmak mümkün. “Solgun Atlar Ülkesi”nde bir kaza sonucu bacaklarını ve dilini kaybetmiş bir hastayla, “Tanık Kalp”te konuşamayan, yürüyemeyen ve yatağa bağlı Melahat Hanımla muhatap oluyorsunuz. Ve dahası da var tabii. Yarım kalmışlar ülkesindeki insanların hayatından sunulan sahneleri okumak kalbinizi yormuyor. Çünkü tüm öykülerde enerjisi düşmeyen dilin ritmi, gözlerinizin rahat bir şekilde sayfalar arasında gezinti yapmasına devam ettiriyor. En çok da yazar herkesin her şeyi yapmasında özgür olmadığını hatırlatıyor ya, o yüzden “Yaratılmışların dertlerinden yaratıcıya sığınırken” varolduğunuzu hissetmek tebessüm ettiriyor. İkinci olarak yaşadıkları toplumsal zorluklar ve savaşlar nedeniyle bir yanı her an eksilebilecek insanların hayatları okuyucuyu savaş, göç gibi evrensel sorunlarla karşı karşıya getiriyor. Yazar bu problemler üzerinden tanıttığı hayatları tahkiye etmeyi neden istedi bilinmez. Ama her parkın masalının başHüzünlü Bir Gülümseme • 127 ka mecralarda da dile gelmesini istediği düşünülebilir. “Bu coğrafyanın kaderinde ölüm çok etkileyici bir şey değil gibi geliyormuş”, cümlesi geçiyor bir öyküde. Bir başka anlatıda da “Sonu gelen bir tarih değil, sonu gelen bir acı söylemelisin bana diyeceğim. ... Suriyeli bir Türkmen olmak.” İşte bu satırları okuduğunuz cümlelerin önünde ya da arkasında mesela bir bomba düşüp, şiirsel dilin lirikliğine trajik bir hava katabiliyor. Bu noktadan sonra öncelikle yarım kalmış hayatların ne şekilde tedavi edilebileceği ve lirik dil ifadesini açmak öncelikli hedef olsun. Hüzünlü öykülerden bahsediliyor, ama onları bırakan ellerin olduğundan söz edilmiyor. Zannedilirse bu nokta fark edildi. Yazar, gerek şifahi gerek modern tıp ile nasıl düşen bir bedeni yattığı yerden kaldırabilecek el olunurun reçetesini de veriyor. “Cezayir Menekşesi” adlı öyküde Lavinia adlı tatlı bir hanım kızla tanışıyorsunuz. Karakter ve babaannesi, taşın suyunun, otun kökünün nasıl şifa vereceğini öğretirken, çiçeğin de kimi zaman ayrılık nişanesi olduğunu hatırlatıyor. “Lavinia da babaannesinden el almak üzereydi. Bir bitkiye dokunacağı zaman “Şifa Allah’tan dert dünyadan, kurtar bizi düştüğümüz kuyudan” derdi.” Ya da şifa doğrudan bir ayetin yürek yakan sıcaklığı içerisinde okuyucuya sunuluyor. Bu şekilde hem maddi hem de manevi elin gücünün aslında oralarda bir yerlerde olduğu bir kez daha anımsatılıyor. “Geçen sefer camiden gelen ses öyle diyordu, biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?” Bunlar ne mi hissettiriyor? Sevmek ve istemek zor değil, yazar sanki bunu söylüyor. Buradan hemen lirik havaya geçilebilir. Amaç konudan konuya atlamak değil, belirtilen yönlerin nasıl gemici düğümü gibi birbirine bağlı olduğu ve birbirini tuttuğunu göstermeye çalışmak. Öykü kitabında lirik hava nasıl fark edilebilir? Bu muhtemelen yazarın dili ile alakalı bir şey, öyle düşünülebilir. Tek kelimelik cümlelerin ard arda geldiği paragraflarda, hareketli bir ritim oluşuyor. Omuzlarınızı hafiften sağa sola getirip götürüyorsunuz ve ritmin ahenginde sarsılıyorsunuz. Hüznün de dansı olur mu diye sormayın, Meşhur filmdeki batmak üzere olan geminin müzisyenlerini ve son sahnesini hatırlayın. İşte onun gibi bir şey. Bu ritmik küçük cümleleri burada vermekten ziyade okuyucunun bulması daha hoş olur, gibi. Farklı öykülerden küçük satırları bir araya getirerek, öyküler içinde şiir bağlamı kurmak da hadi burada olsun. “Gecenin elleri büyümüş, dağların üzerinde sallanıyor. ... Yalnız aşılan bir dağı ne bilsin kalabalıklar. ... Dağ seslerine karışan ince bir ıslık duydu. ... Hangi şehri dolaşan kuş gelip dinlendi dalında.” 128 • Post Öykü p o s t k i t a p ■ Sona yaklaşırken bir husus daha... Bu noktayı belirtmeden önce Walter Benjamin’den küçük bir alıntı: “Kenti yeniden bulabilmek için kaybolması gerektiğini bilir.” Bu ifadeye yer vermekteki amaç, mekânın önemli olduğuna işaret etmek. Öyküleri okurken farklı yerlere girip çıktığınızı hissediyor, ama bu yerin tam olarak nasıl bir görünüme sahip olduğunu zihninizde görselleştiremiyorsunuz. Yani mekânın fotoğrafının gözde canlandırılamadığı bilinsin. Belki mekân var ama belirtildiği üzere görülemedi. Bunu bir eksiklik olarak işaret etmiyorum. Şehir, kasaba ya da mahallenin belli bir siluetinin olmamasını, karakterlerin her an bulundukları yeri terk edebilir tavırda olduklarından dolayı verilmediği düşünüldüğü için belirtildi. Ya da tam tersi, yaşadığınız mekân sizi her an terk edebilir. Peki bu terk etme ya da arkada bırakılma, yeni bir buluş mu yoksa gerçekten kaybediş mi? “Gözlerimi duvardaki deliklere diktiğim, onları saydığım, onlardan koca bir ev oluşturduğum anda uykuya dalmışım.” cümlesini içinden döken karakteri kucağınıza almak istediğinizde sorunun cevabını verebilirsiniz. Çünkü aslında i n s a n l ı k “Coğrafyanın farklı yerlerine serpiştirilmiş birer tohumdan ibaretti”, önemli olan kaybedilen bu değeri bulabilmekti, sanki. Yazar bize unuttuklarını hatırla diyor, gibi. Son olarak kitabı bitirip de öykülere bütünlüklü bakınca karşılaşılan manzaranın sunduğu; öyküler hüznü barındıran bir atmosfere sahip olmasına rağmen, yürek yakıcı değil. Okuduğunuz şu; tebessümleri barındıran, hüzne ve acıya farklı isimler ve duygular yükleyen bir anlatı kitabı. Yazar bir öyküde “Bana dünyanın gizli kalmış köşelerinden şarkılar söylüyordu” cümlelerini sarf ettiriyor karakterine. İşte öyküler şarkı söyleyerek hüznü gülümsettiriyor (mu?) Hüzünlü Bir Gülümseme • 129 Şeyma Koç’un Öykü Atmosferi: Öyküde Ses ve Ölümün Tiz Çığlığı BEN BİR UÇURUM İNCİSİYİM ŞEYMA KOÇ - İTHAKİ YAYINLARI Ali Oktay Özbayrak Bundan bir önceki yazımda da “İyi edebiyat, okurun belkemiğindeki ürpertidir.” Diyen Nabokov’a bir selam yollamıştım. Son beş senede çıkan öykü kitaplarını aklıma getirmeye çalıştığımda genellikle karanlık bir atmosferde geçen öyküleri anımsıyorum. Yaşadığımız çağ, okuduğumuz metinleri direkt olarak etkiliyor ve ona bir değer atfetmemizi sağlıyor. Okurun, zihnine çakılıp kalmak! Bir yazar için en büyük başarı bu olsa gerek. Atmosferin iyi kurulması kadar, yazarın meselesinin kitabın bütününe yayılması bence son derece önemli. Bu konuda eleştirmenler ve okurlar arasında bir kavga var. Kimi, kitabın tematik bir biçime bürünmesine şiddetle karşı çıkarken kimi bu meseleyi nitelikli bir eser ortaya koyma bakımından bir öncül sayıyor. Ben, her daim yazarın meselesini, odaklandığı noktayı önemseyen taraftayım. Peki, edebiyat bir sınır, böyle bir öncül kabul eder mi? Elbette ki sınırlara, kriterlere, düzene karşı çıkarak kendini var edebilen eserler, mihenk taşı olur. Hatta çoğu eleştirmen, ortaya konan şahesere göre yeni tespitlere girişmek durumunda kalır, akademi de yeni kuramlar ortaya koyar. Ancak her eserin bir şaheser olmayacağını unutmamamız lazım. Bu durumda bir kitabı diğerinden farklı kılan nedir, okur neden daha fazla etkilenir sorularına cevap ararken eleştirmen kendine bir zemin, eleştireceği metne de belli kriterler getirmek durumunda. Bir yazar başarısını kurgusuyla, meselesiyle ve bunları destekleyen diliyle yakalar. Bu sacayakları öykü atmosferini katman katman inşa ederken okura da nefeslenme alanı bırakıyorsa, estetik olarak öne çıkar. Şeyma Koç, 94 doğumlu, genç bir yazar. İlk kitabı Ben Bir Uçurum İncisiyim, Eylül ayında İthaki Yayınları’ndan çıktı. Edebiyat dünyasının sıkı 130 • Post Öykü p o s t k i t a p ■ takipçileri yazarı başta Varlık ve Psikeart dergileri olmak üzere dönemin birçok nitelikli dergisinden hatırlayacaktır. SindhPedia, İnFocus, Eneken ve Trafika Europe gibi yabancı dergilerde de yer alan yazar; Yunanca, Urduca, Flamanca ve İngilizce’ye çevrilerek yurtdışında da kendine bir okur kitlesi yaratmayı başarmıştı. Ayrıca üç öyküsüyle Amerikan Yazarlar Müzesi’nin düzenlediği “The Creative Process” isimli fuara kabul edilmişti. 2017 yılında ise hem Sennur Sezer Emek ve Direniş Öykü Ödülü hem de Şerzan Kurt Öykü Ödülü’nü aldı. Genç bir yazarın bu yoğun yolculuğu, 2019 yılında bir kitapla taçlanmış oldu. Şeyma Koç’un öykü evreni ölüm meselesi üzerine kurulu. Öykülerin tamamında kendini belli ediyor. Duyularını kaybederek hissizleşmeye başlayan insanın bir arayışı da atmosferinin bir diğer tabakası. Yazar, bu meselelere birçok farklı pencereden yaklaşmayı başarmış. Mahşer gününü kurarken, içindeki mahşeri de öykü evrenine taşımış. İnsanın yeniden dirildiğinde bile, kötülüğünden yahut intikamından vazgeçmediğini göstererek çağının toplumsal meselelerini de öyküsüne yedirmiş. Kötülükler, tecavüzler, şiddet, ürkü ve gazap kendini hiç unutturmuyor. Ama tüm bunlara rağmen coşku ve hesaplaşma da öyküleri sarmış durumda. İlk kitap için oldukça nitelikli öykülerde yazar ne yapmak istediğinin farkında. Öyküde Sesi Yükseltip Alçaltma Denemesi ve Ölümün Tiz Çığlığı Modern çağda insan ancak yatak odasında, uyumaya başlamadan hemen önce dışarının tüm gürültüsünden, telaşından ve bitmek tükenmek bilmeyen yaşamak çabasından bir nebze sıyrılma şansı yakalar. Uyku, yarım ölüm halidir derler. Bu yüzden ölüme de öyküde yaklaşabilmek adına, Şeyma Koç öyküleri genellikle uykuda, düşüncelerin bilinçaltına en haşin saldırdığı zamanda, rüyalarda dile gelir. “Et” öyküsü, “Ölülerimizi gömmeliyiz.” Sözü üzerinde yükselir ve kendi doğal atmosferini oluşturur. Okurun zihninde, gece karanlığında tam bir mahşer karmaşası oluşan kasaba inşa edilir. İnsan soluğunu zehirleyen kokular, ayağa takılan kemikler, kızıl yas elbiseleri içinde dizlerine vurup kayıp ölüler için ağıt yakan kadınlar, boşalmış mezarlar, kürek kürek kusan adamlar’la atmosferi olabildiğince iyi yaratır. Mahşer, aynı zamanda bir hesaplaşma günüdür. Yazar bu kurgusuyla, öyküsünde birçok toplumsal meseleyle ve baba figürü ile de hesaplaşmaya başlar. Böylece öyküsüne hayat kadınlarını, salyalarını akıtarak kadınlara hayatı zindan eden adamları, soyŞeyma Koç’un Öykü Atmosferi... • 131 gun- hırsızlık gibi meseleleri sokar. Kötülüğün, ölüm sonrasında bile bitmediğini mahşer günü bile kötülüğe devam eden tecavüzcüleri gösterir. Rüyasında kurduğu bu mahşerde, babasına iki kemiği bile çok görecek bir kızgınlık içerisindedir. Babayla, toplumla, tanrıyla hesaplaşma öyküsüdür. Bu öyküde içerikten ziyade dikkatimi çeken farklı bir nokta var. Öykü atmosferinin bu kadar güçlü olmasında dilin işlevi. Mahşer telaşını Şeyma Koç, dil olarak da çok iyi aktarır. “Ölülerimizi gömmeliyiz.” “Mahşer! Mahşer kuruluyor!” “Yükseliyordu... Geceyi kürek kürek kat eden bizler, kokunun korkunun, geçmişin ve günahların nöbetini tutmuş, sürgüler arkasındaki evlerimize dağılırken, kimliksiz kemiklerin üzerinde mezar taşları yükseliyordu.” “Aman demeye kalmadan bir çığlık koptu.” “Tanrı birdi. Ve bu kasaba o biricik Tanrı’yı yenmişti.” “Sıçrayarak uyandım.” Gibi cümlelerle öykü daima bir mahşer gürültüsüne sahiptir. Yazar, bu gürültülerle okuru öykü boyunca diri tutmayı başarır ve istediği noktalara yönlendirir. Öykülerdeki tüm bu yükselişlerin ardından sesini biraz daha kısıp hikayesini genişletir. Dili, kurgusu ve toplumsal meseleleri ile güçlü bir öyküdür. Ses frekanslarını gördüğümüz bir diğer öykü de Kan Tohumları. Bu öyküde yazar karakteri oluştururken, anlatısını dil ile istediği gibi hızlandırıp yavaşlatır. “ Şifranın yüzünde iki beni var. Gülümsediği zaman bu benlerden biri bir kırışıklığın içine girip kayboluyor. Tıpkı şu an olduğu gibi. Çünkü Şifra az önce çiçekçiden kırmızı bir gloksinya aldı. Hem de nasıl bir gloksinya! Kırmızı, kıpkırmızı, ölümcül kırmızı...” “Bir adım atıyor Şifra. Bir adım. Son bir adım daha derken, yanından hızla geçen bir panzer, yolunun üzerine kan tohumları saçıyor.” “Sonra da önüne kanlı bir et yumağı yuvarlanıyor: Bir ayak! Kara lastik içinde bir ayak!” “Bu o! Ablası! Mâra!” “Git artık! Beklediğin nedir? Git” “....bileğinden tutup yere çalıyor. Dişlerini sıkıyor. Hırlıyor. Gök vahşi ve yırtıcı bir hayvan oluyor.” Öykü atmosferinde farklı noktalardan aldığım bu cümlelerle okurun dikkatini toplar ardından sakinleşmiş anlatımıyla öyküsünü genişletir. İsminden mülhem olarak diliyle de sert, karanlık bir atmosfer daha kurar. Her şeye rağmen hayata bağlanmak için çiçekçiden çiçek alan, gülümseyen Şifra, yanından geçen panzerle karanlık atmosfere geri döner. Elindeki çiçek düşüp kırılır. Önüne ablasının ayağı fırlar. Alev alev yanan bir yazma görür. Acı, korku, gazap, keder gibi duygular sıkıyönetim gibi kasvetli bir ortamda okura sunulur. Yiten canlar, ölenler önemsizdir. Şiddet ve şiddet dili hüküm sürer. Bu ürkü ve gazap ortamında Şifra ne olursa olsun hep hayatı 132 • Post Öykü p o s t k i t a p ■ değiştirmek gayesiyle mücadeleden vazgeçmeyen bir karakter olarak okurun karşısındadır. Ölülerin değersizleştirilmesi; ortaya saçılmış cesetlerle, cesetlerin konulduğu poşetler ve hoyrat adamların umursamazlığıyla verilir. Kurgu, coşkulu bir dille desteklenmiş kara bir anlatı oluşturulmuştur. Öykü sesinin yükselip alçalmasına bir de Bonita öyküsünden bakmak istiyorum. “Bonita, coşkulu bir kadın; acısı bile coşkulu!” cümlesiyle başlayan öykü Nabokov’un “Lolita, hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi. Günahım, ruhum, lo-li-ta”sı gibi güçlü. Aşk demeden aşkı anlatmayı başaran, umacı masalları anlatarak küçük kızı kendine hayran bırakan, komşu Bonita’nın hikayesi de dili alçaltıp yükseltmeyle verilir ve Bonita’nın ölümüne dek hatıralar, anılar üzerinden ilerler. Bu öyküye de ölüm temi hâkimdir. “Yalnızca çiçeklerini sularken şarkı söylediğini duyardım; şebboy kokulu şarkılar. Aynı toprağın içinde, ayrı renklerdeydi şebboylar. Asla beceremediğim bir biçimde karıştırırdı iskambil kâğıtlarını. Tütün sarardı güneşte ısıttığı elleriyle...... Elektrikler kesildiğinde, yaktığı mumun buğusuyla karışan turuncu bir hava içinde, insan kusurlarını da paylaşan tanrıların olduğu umacı masalları anlatırdı. Gözleri şimşeklerle dolardı! İnce tül bulutlarının altındaki ve korkunç nehirlerin üstündeki tanrılar... Kalbimi büyülerdi!” Yukarıda verdiğim örneklerle Şeyma Koç’un öykü dilini açıklamaya çalıştım. Yazar ölümü merkeze alarak oluşturduğu kara atmosferde öykünün dilini yükseltip alçaltarak okuru her daim diri tutuyor ve isyanının ortasına çekiyor. Böylece hem atmosferini koruyor hem de kendisine sağladığı güvenli bölgede toplumsal meseleleri işliyor. Bunu yaparken heyecanı körükleyen dili, en büyük artılarından! Yalnız zaman zaman bu dili öykü yapısını da zedeleyebiliyor. Güçlü bir anlatıda aforizmaya kaçan bazı sözler, yanlış kullanılan ifadeler ve şiirselliğe kaçan cümleler güçlü öykü atmosferinde sırıtmış durumda. Bazı örnekler vermek gerekirse; Et öyküsünde “ Herkes Tanrı için bir dakikalık saygı duruşuna geçti.” “Sonra bir yılan daha gördüm. İkiyken üç oldu. Derken, dünya kahır doldu.” Cümleleri, Galya öyküsünde “Başlarına böylesi hiç gelmemişti! Olacak gibi değildi! Bu ne tuhaf şeydi! Yoksa bu Galya’nın kaderi ve laneti miydi? İş çıkmaza girince, uçan kuştan medet umar hale gelmişlerdi.” gibi birbiri ardına sıralanmış cümleler, Sıcak Karanlıklar öyküsünde “Kalbim küt küt ediyordu.” gibi yanlış kullanılan ifadeler ve “ Hayır babam ölmemişti. Belki de ölmüştü. Bilmiyordum. O kaybolmuştu! Ölüme yakın bir derinlikte yaşıyordu. Dedim ya belki de yaşamıyordu.” Dilsel bocalamalar metni aksaŞeyma Koç’un Öykü Atmosferi... • 133 tıyor. Diliyle öykü atmosferini bu kadar iyi yaratabilen, kurgusunu yükseltip alçaltabilen bir yazarın bu sendelemeleri ilk kitapta hoş karşılanabilir. Ama yer yer metinleri aksattığını söylemekte fayda var. Hislerini Kaybeden İnsanın Anlam Arayışı ve Bir Hesaplaşma Olarak Tanrı Anlatısı Şeyma Koç’un öykü evreni ‘ölüm’ üzerine kurulur. Ölüm; bir yok oluş, mutlak son olarak değil bitti denilen yerde bile yeniden başlanılan/ hatırlanan acı üzerinden sunulur. Ve ölüm temini besleyen bir diğer olgu olarak duyularını yitirmeye başlayan insan verilir. Bu durumu birçok öyküde görebiliriz. Babasının kezzap atarak kör ettiği gözleriyle kör geceye bakan anne (Et) ; gözleri artık görmeyen, kulakları pek işitmeyen, burnu koku almayan, ağzının tadı iyice kaçan, tüm duyularından yalnız küçük bir parça kalan Galya (Mutlu Bir Ölüm), doğum yeteneği elinden alınmış bir kadın (Hayatta Kalma Alışkanlığı) ve ölüm karşısında acıya karşı hissizleşen diğer karakterleri örnek gösterebiliriz. Acının en yoğun olduğu, en yakınlarının kaybında/ ölümünde doruk noktaya ulaşarak acıyı son noktada yaşayacak olan karakterlerin sakinleştiğini, doğal hareket ettiğini hatta bazen coşkulu tavırlara büründüğünü görürüz. Bu noktada ölüm; bir his kaybı yahut his karmaşası üzerinden okunabilir. Bu his kaybı/ karmaşası/ anlam arayışı genellikle bir hesaplaşma olarak Tanrı anlatısı üzerinden kurulur. Mahşer gününde Tanrı için saygı duruşuna geçen insanlar, varlığından kuşku duyulmayan ama ona rağmen hâlâ kötülükten de vazgeçilmeyen bir Tanrı anlayışı, günden güne hislerini kaybeden ama canı bir türlü alınmayan / birnevi yaşamakla cezalandırılan bir kadın üzerinden çığlıkla beklenen bir Tanrı’ya kavuşma durumu, ürkü ve gazap ortamında gökler altından silip atan, var ettiğini yok eden bir Tanrı neredeyse her öyküde kendini belli eder. Kimi zaman Acı Bir Söz-cüktür öyküsünde çocuğu ısınsın diye kendini yakan bir anne üzerinden bu acıya nasıl kayıtsız kaldığı sorgulanır, kimi zaman da Tanrı’nın beşinci gün yarattığı kuşlar üzerinden bir övgü anlatısı kurulur ve insanlık sorgulanır. Neredeyse her öyküde Tanrı ile hesaplaşılır. Tanrı kavramına; yaratılan dünyanın kötülüğü, ölüm, hastalık, keder, ürkü ve gazap üzerinden bakılmaktadır. Yaşanan her anın bir kıyamet olduğu gösterilir ve bundan dolayı bir hesaplaşma anlatısı üzerinden okunabilir. 134 • Post Öykü p o s t k i t a p ■ Son Söz Olarak Şeyma Koç Öyküne Dair Bir Evrenselleşme Meselesi Metnin, çevrildiğinde tüm dünyada etki yaratabilecek bir biçimde oluşturulması, son birkaç senedir üzerine fazlaca kafa yorduğum konulardan. Genellikle bu görüşlerimde; nitelikli bir öykü için düşündüğüm birçok kıstas es geçilerek salt evrensellik üzerinden tartışmalar yapıldı ve bu konuda sıkça eleştiriler aldım. Şeyma Koç; kurduğu öykü evreninde evrensele bir adım daha yaklaşmış. Bu yönden seçtiği karakter isimleri, evrenin yaratılışına ve sonuna dair kurduğu öyküler, mekânın kimi öykülerde Sevilla kimi öykülerde içinde bulunduğumuz topraklar oluşu, değişik kültürlere ait göstergeler, yabancı öykü isimleri, ve yer yer oluşturulan/ kullanılan kutsal sözlerle ölüm meselesine farklı açılardan bakmaya çalışmış. Katedral de çan sesi de sala da öykülerden duyuluyor. Tüm coğrafyaların, insanların tek gerçeği “ölüm” tüm öykülerin çatısı durumunda ama bu çatının altında çok farklı göstergeler var. Bu çeşitlilik kurgusunu yükseltirken, öykü evrenini genişletmiş. Bu çeşitliğin içerisinde toplumsal meseleleri, görüşlerini dikte etmeden yerleştirmesi de ilk kitap için başarılı hamleler. Öykü atmosferini dil ile desteklemesi, kendine ait bir anlatı tarzı oluşturması da ilk kitap adına umut vaat edici. Anlatı sesini yükseltip alçaltarak okurun dikkatini diri tutmayı başarmış. Öykülerde bazı aforizmaya kaçan sözleri ayıklamak gerektiğini düşünüyorum zira anlatının yükseldiği noktalarda bazı sözler kurguyu zayıflatmış ancak öykü dilinde gerçekleştirdikleri bir ilk kitap için olumlu bir intiba bırakıyor. Öyküler çok katmanlı okumalara da açık. “Tapılmak değil anlaşılmak istenen bir Tanrıça...” ifadesi kullanıyor bir öyküsünde. Şeyma Koç tapılacak değil ama eminim ki okundukça kendini açarak anlaşılacak öyküler yazıyor. Şeyma Koç’un Öykü Atmosferi... • 135 Sıradan Tuhaflıkların Öyküsü BURAYA BAKARLAR M. FATİH ÖZBEY - KOÇ ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI Mustafa Aplay Mehmet Fatih Özbey’in ilk kitabı Buraya Bakarlar raflardaki yerini aldı. Koç Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan ve 11 öyküden oluşan kitap “İnsanı en çok acıtan şey yaşanması mümkünken yaşayamadığı mutluluklardır.” mottosuyla çıktı. Dostoyevski’nin bu sözü de pekala öykülerle ilişkilendirilebilir ve kitabın bir okuması da bu şekilde yapılabilir. Fakat “Sayeban” adlı öyküde karşılaştığımız şu cümle bence Buraya Bakarlar hakkında bize daha sarih bir fikir veriyor. “Rutin olan hiçbir mucize insan için değerli sayılmıyor.” diyor Mehmet Fatih Özbey’in karakteri. Sonra kitap boyunca rutin olanın mucizesi, sıradanın arkasındaki tuhaflık -zaman zaman da tuhaflığın arkasındaki sıradanlık- işaret ediliyor okura. Zaten hikaye anlatıcılığı bundan başka nedir ki? Buraya Bakarlar’daki öyküler futbol tabiriyle direkt kaleye giden, topu çevirmeyi sevmeyen öyküler. -Öyküde yan ve geri paslar zaman zaman kullanışlı olsa da dozu ayarlanamadığında öyküyü iki zayıf Bundesliga takımının maçı kadar sıkıcı hale getirebilir.- Kurulan her cümlede ileriye, iyi kurgulanmış bir finale doğru bir adım atıyor okur. Yazar “Oysa cehennem otobüste başlar. Tanrı büyük ihtimalle yolları trafiğe kapatır.” derken uzun ve bıkkınlık verici bir şekilde anlatılabilecek bir durumu hızlı ve çarpıcı biçimde anlatıveriyor. Oyunun -hikayenin- bu denli hızlı olması elbette öykülerin de uzamamasını sağlıyor. Bu noktada “Dedem Bir Uzaylı” adlı öykü öne çıkarılabilir. Çünkü bahsettiğim iki niteliğe de sahip iyi bir öykü “Dedem Bir Uzaylı.” Dünyayı Kurtaran Adam filmini izleyen dede ve torunuyla tanışıyoruz öykünün giri136 • Post Öykü p o s t k i t a p ■ şinde. Sıradan bir durum. Torunun maç izlemek istemesi ama dedesinin ısrarı nedeniyle mecburen filmin olduğu kanalı açması da hepimizin yaşadığı türden bir olay. Peki bu sıradan olayın arkasındaki o tuhaflık ne? Dünyayı Kurtaran Adam’ı izleyen herkes hikayeyi bir ucundan yakalayabilir. Filmde yaratık rolünü oynayan insanların şimdi nerede ne yaptığını düşündüğünüz noktada ise artık başka bir hikaye başlamıştır. O başka hikayeyi anlatıyor Buraya Bakarlar. Kitabın arka kapağında yazdığı şekliyle “beşikten mezara tuhaflıklar” geziniyor sayfalar arasında ama hikayenin gerçekliğinden eminiz. -En az Dedem Bir Uzaylı’ya çok benzeyen hikayelerle Türkiye’nin her yerinde karşılaşabileceğimizden emin olduğumuz kadar.- Tuhaf ama gerçek. “Dedem Bir Uzaylı” da diğer 10 öykü gibi oldukça kısa. Ve öyküde üç kez “***” işaretiyle karşılaşıyoruz. Yani iki buçuk sayfalık öykü dört bölümden oluşuyor. Tedirgin edici bir görüntü ve “Dedem Bir Uzaylı” örneğinden ilerlesek de aslında hemen bütün öykülerde karşılaşıyoruz bu durumla. Bu olumsuz bir şey mi peki? Aslında değil. Öykülerin top çevirmeden kaleye gitmesinin etkisi var öykülerin bölümlere ayrılmasında. Uzun bir hikayeyi kısaca ve etkili biçimde anlatmak istiyor Mehmet Fatih Özbey. Zamanda ve mekanda yapılan sıçramaları öykünün temposunu düşürmeden okura aktarmayı amaçlamış. Ve nihayetinde öykülerin birçoğunda top ağlarla buluşmuş. Örnek olarak verdiğim “Dedem Bir Uzaylı”da ise tam 90’a gitmiş. O halde belki de “*” ların tedirgin edici olup olmadığını tartışmaya açmak gerekiyor. Cortazar “Öykünün tek şansı nakavt etmektir.” diyor. Öykücüler olarak sayıyla kazanma şansımız yok. O halde sağlam birkaç yumruğa ihtiyacımız var. Mehmet Fatih Özbey’in anlattığı hikayeler okuru sarsmaya yetiyor ama nakavt edebilmek için bu kadarı yeterli değil. İyi bir son yazmak, okurun hikayenin sonuna duyduğu arzuyu etkileyici bir cümle ile karşılamak da önemli. Bir başka deyişle, ilk cümle kadar son cümleyi de önemsemek gerekir diye düşünüyorum. Bazen hikaye çok iyi sonlanır ama o son cümle olmadan öykü yarım kalmış gibidir. Mehmet Fatih Özbey’in bunu da önemsediğini öykülerin sön cümlelerine bakarak anlayabiliyoruz. Buraya Bakarlar adlı öykünün “Anne,” diyorum, “Meneviş ne de güzel... bir isim.” cümlesi bence kitabın zirve noktalarından biri. Aynı şekilde dokunaklı, vurucu ya da zekice son cümleler için diğer öyküleri de inceleyebiliriz. Okur bence bu yumruklar karşısında fazla direnemeyecektir. Öykülerde dikkat çeken kavramlardan biri “Anne”. Buraya Bakarlar’ın evlat penceresinden bakarak üzerine düşündüğü bir kavram anne ve annelik. Sıradan Tuhaflıkların Öyküsü • 137 “Fındık Ezmesi” öyküsünde terk edilmişlik üzerinden temas ediliyor annelik mefhumuyla. Baba oğul ilişkisini işleyen birçok öyküde çatışma ve gerilim kolayca oluşturulabilir. Ama işin içine anne girdiğinde bir gerilim oluşturmak ve hatta bunu anneye duyulan kin, nefret üzerinden yapmak çok aşina olduğumuz bir durum değil. Mehmet Fatih Özbey “Fındık Ezmesi” ve “Zaman Çizelgesi” adlı öykülerinde başarmış bunu. Hüzünlü bir atmosfer de oluşturabilmiş böylelikle. Bu atmosferin bütün öykülere sirayet ettiğini, zaman zaman gülümsesek de bu gülümsemelere hüznün de eşlik ettiğini söyleyebiliriz. Hani şöyle denir ya acı bir tebessümle okuyoruz birçok öyküyü. Okuru etkisi altına alan hüzünlü atmosferin bir diğer nedeni de yazarın işaret ettiği mümkün ya da gayrimümkün absürtlüklerin hayatın gerçekleriyle ironik şekilde çatışması. Bu noktada da öne çıkarılabilecek öykü kitabın en dikkat çekici öykülerinden olan “Buraya Bakarlar.” “Mutsuz musunuz? Dert etmeyin. Mutsuzluğunuzu alıyoruz. Yerine gıpgıcır, sonsuz bir mutluluk veriyoruz” yazılı ilan tüm tuhaflığıyla gerçekliğine inanmakta hiç güçlük çekmeyeceğimiz karakterlerin önünde duruyor. “Çok saçma abi, bu çok saçma. Biz salak mıyız? Sonsuz mutluluk olur mu hiç?” diyen Cengiz hem bir çatışmayı doğurup hikayeye duygu katarken hem başarılı bir karakter nasıl yaratılır’ın, bir başka deyişle ‘bir karakter kurmacanın içinde nasıl yaşatılır’ın iyi bir örneği olarak göze çarpıyor. İsmail adlı karakterin gözlerini ayırmadan panoyu seyretmesi de yaşanan tüm tuhaflıklara rağmen okuru sahici bir atmosferin varlığına ikna ediyor. Kitaba ismini veren bu öykünün sıradanın arkasındaki tuhaflığı değil, tuhaflığın arkasındaki sıradanlığı anlattığını söyleyebiliriz. Son öykü “Rüyalarda Buluşuruz” da aynı tarzda bir öykü fakat tesiri bende “Buraya Bakarlar” kadar güçlü olmadı. Belki öykü absürtle gerçek arasında bir çatışma doğuramayacak kadar kısa olduğundan, belki de önceki on öykünün yaşattığı hisse bağışıklık kazandığımdan... Hülasa, Buraya Bakarlar dikkat çekici bir ilk kitap. Biz “Buraya bakın.” dememiş olsak da gözden kaçırılabilecek gibi değil. Buraya Bakarlar’ın hak ettiği karşılığı bulacağına inanıyor, Mehmet Fatih Özbey’in öyküsünün bu ilk kitap başarısından sonra nereye doğru evrileceğini heyecanla bekliyorum. 138 • Post Öykü p o s t k i t a p ■ Öykülerin Homologu Var mıdır? HOMOLOGLAR EVİ FATMA NUR KAPTANOĞLU - DEDALUS KİTAP Onurhan Ersoy Homologlar Evi, Fatma Nur Kaptanoğlu’nun ikinci öykü kitabı. İlk kitabı Kaplumbağaların Ölümü’nde girmiş olduğu yolun izlerini bu kitapta da başarıyla sürüyor. Biçimsel arayışlar ve dil üzerine düşünceler öykülerde yoğun bir şekilde karşımıza çıkıyor. Biçimsel yenilikler, ilk kitap söz konusu olsaydı arayış, deney gibi kavramlarla açıklanabilirdi fakat bu kitapta yoğun, bilinçli ve kendinden emin bir şekilde tercih edildiği gün gibi ortada. Öykülerin temel meselesinin bir hikaye anlatmak değil, hikayeyi uygun biçimi bularak anlatma çabası olduğunu söyleyebiliriz. Biçimsel yenilikler dediğimizde öykünün içinde karşımıza çıkan qr kodlar, screenshotlar, tablolar, istatistiksel veriler ilk göze çarpan unsurlar olsa da, bunlardan ibaret değil. Kullanılan dil, hikaye edildikçe kendi kendini kuran, inceldikçe derinleşen bir dil. Aslında tüm bu kullanımlar, anlatılan hikayeye en uygun düşecek buluşlar olduğu için kıymetli. Biçim ve içerik uyumu önemli bir yer tutuyor. Örneğin, “Ada’ya Geleceği Hakkında Bir Şey Söylemeyin” öyküsüne bakabiliriz. Parçalı kurgu, Ada’nın tüm geleceğine ve geçmişine dair ipuçları sunuyor bizlere. Ada’nın geleceğinden farklı kesitlerle karşılaştıkça, öykünün asıl zamanındaki, 6 yaşındaki Ada’yı okuma biçimimiz değişiyor. Bu kurgu tercihi, aynı hikayeyi anlatabilecek olan diğer muhtemel öykülerden ayırıyor ve biricik bir öykü haline getiriyor hikayeyi. Ada’nın geleceğinden verilen detaylar, karakterin daha doğal ve daha canlı olmasını sağlıyor. Yazar, karakter yaratırken detayları başarılı bir şekilde kullanıyor. Kitabın ilk öyküsü olan “Giardino di Rose, Bu Sabah Kalbinin Eskisi Gibi Atmayacağını Öğrendi”ye bakalım örneğin. Öykülerin Homologu Var mıdır? • 139 Öykü bir epigrafla başlıyor. “Giardino di Rose tahmin ettiğinizden daha özel bir kadın değil. Sadece, tahmin ettiğinizden daha çok sevildi.” Giardino di Rose, İtalyanca Gül Bahçesi demek. Gül bahçesi ismi, çok sevilmiş birine dair önemli bir simge. Böyle başlıyoruz. Öykü içinde verilen detaylar da karakterler hakkında önemli bilgiler veriyor. Anlatıcı, “Spor ayakkabılarımı sıkıntıyla sallıyorum, rastlantıya bakın, kırmızı çorap günüm bugüne denk gelmiş.” gibi cümleler kurduğunda, karakterin nasıl bir insan olduğuna dair fikirlerimiz biraz daha netleşiyor. Bu netleşme durumu, karakteri daha belirgin, daha sade değil, daha canlı kılıyor. Bir öykü için yaratılmış karakterler olmaktansa, hayatın herhangi bir anında karşımıza çıkan alelade insanlar gibiler. Beraber metro beklediğimiz, karşı balkonda gördüğümüz (ya da görmediğimiz) insanların, hayatlarından muhtemelen bize anlatmayacakları kesitlerle karşılaşıyoruz. Bu kesitler pekala sıradan hikayeler olabilir, onları biricik kılan yazarın dille ve biçimle kurduğu ilişki oluyor. Giardino di Rose öyküsünden devam edersek, anlatıcının hastane duvarlarındaki tablolara baktığı sahneyi ele alabiliriz. Öykünün en önemli kısımlarından birini oluşturuyor bu kısım. Kitabın sayfaları da birer duvara dönüşüyor ve her sayfada resimlerden birini görüyoruz, resmin üstünde de anlatıcının resme dair düşüncelerini. Klasik bir metinde resimlerin anlatıyı bu kadar bölmesine şahit olamayız. Fakat burada resimlerin varlığı anlatıyı daha da güçlendiriyor, hatta temelini oluşturuyor. Bu tarz deneysel hamlelerin öykülere bu kadar yakışmasının en önemli sebeplerinden biri yazarın dil ile ilişkisi. Anlatıcıların soyut varlıklarla ve kavramlarla ilişkisi alışıldığın dışında olduğu için, arka kapakta da denildiği gibi ince bir okuma yapmak gerekiyor. Bu mühim. Dil ile kurulmuş farklı ilişkiler söz konusu olduğu için, biçimsel farklılıklar öykülerde eğreti durmuyor, olması gerektiği gibi olmuş izlenimi veriyor. Belki bu değişik denemeler olmadan da anlatılabilirdi bu hikayeler. Fakat aynı öyküler olmazdı ve bu öykülerin yerini tutmazdı. Çünkü homolog, bir başkasının yerini birebir tutan demektir. Öykülerin homologu var mıdır? Yoktur. Yoktur. Yoktur. 140 • Post Öykü p o s t k i t a p ■ İkinci Dünya Savaşı’ndan Geç Kalmış Bir Ağıt KIZIL SAÇLI KIZ MEŞA SELİMOVİÇ - KETEBE YAYINLARI Murat Murat Çoğu zaman itiraf etmekte zorlanıyor olsak da hemen hepimizin içinde güçlü bir şiddet eğilimi var. Hem de uyukladığı yerden tüm ihtişamıyla doğrulmak için gereken o ufacık kıvılcımı bekleyen güçlü bir şiddet eğilimi. Bilhassa pozitivizmin ölümü dahi insani hasletlerinden mahrum bırakırcasına daha iyi, daha çok ve daha etkili öldürme enstrümanları yarattığı yirminci yüzyılın başından bu yana bir bakıma faili olduğumuz organize kötülük, yarının zalimlerinin dünün mazlumları olduğunu söyleyen Cioran’ı haklı çıkarıyor. Zira “iyi ile kötü” , “zalim ile mazlum” ve “güzel ile çirkin” arasına çekilen o belli belirsiz ve perspektife dayalı sınırın doğru şartlanmalarla kolayca aşılabildiğini biliyoruz. Kuşkusuz Adorno’ya “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” gibi çarpıcı bir cümle kurduran ya da yakın dostu Benjamin’i Gestapo’nun eline geçmektense canına kıymaya ikna eden 2.Dünya Savaşı, bu sınırın paramparça edildiği karanlık bir dönemdi. Şiddet, korku ve dehşetin zihnimizce kuşatılabilecek anlamları yitirdiği, tanımların buharlaştığı ürkütücü bir dönem. Savaşın insan ruhunda açtığı derin yaranın -bir anlam çerçevesine oturtularak – yağmalanması, akıl almaz dehşetin zihnimizi uyuşturmayacağı bir seviyeye indirgenerek kabullenilmesi manasına geleceğini söyleyen Adorno’nun bu karamsar teklifine rağmen savaşı merkezine alan şiirler, romanlar ve öyküler yazılmaya devam etti. Özellikle Derviş ve Ölüm ile Balkan edebiyatının en önemli isimleri arasında sayılan Meşa Selimoviç’in Kızıl Saçlı Kız’ı da bunlardan biri. Nazi zulmünü doğrudan tecrübe eden, kendisini faşizm karşıtı Partizan hareketine konumlandıran Boşnak yazarın 1945 – 1951 arasında İkinci Dünya Savaşı’ndan Geç Kalmış Bir Ağıt • 141 kaleme aldığı öykülerden oluşan Kızıl Saçlı Kız’ın neredeyse her kelimesine nüfuz eden -gizli- kahramanı hiç kuşkusuz 2. Dünya Savaşı’nın ta kendisi. Kronolojik olarak sıralanmış öyküler boyunca siperler, ıssız demiryolları, yozlaşmış kamu kurumları, tasasız ancak tedbirli dağ köyleri veya perişan kent banliyöleri, nerede olursa olsun bir şekilde savaşın hayatlarını alt üst ettiği insanların hikayelerini dinlerken Selimoviç’in meseleyi anlama ve anlatma biçimindeki değişimi de gözlemlemek mümkün. Erken dönem öykülerde daha baskın hissedilen propaganda etkisi özellikle 1950 ve sonrası metinlerde bir adım geri çekilerek yerini daha soğukkanlı, olup bitenleri daha objektif ve geniş bir açıdan görebilen bir tavra bırakıyor. Önceleri -anlaşılabilir bir refleksle- iyi, güzel ve doğru olan tüm hasletler sadece partizanlara yakıştırılırken kitabın yarısından itibaren anlatının izleğinin, tarafı veya rolü ne olursa olsun savaşın, ona maruz kalan herkesin üzerinde bıraktığı yıkıcı etkilere dikkat çeken bir yöne evrildiğini görebiliyoruz. Nihayetinde gerçekten acı çeken, aşağılanan ve utanç duyacakları işler yapanlar aslında hiçbir şeyin kaderini tayin edemeyen sıradan, yalnız, eksilmiş ve benliklerinden geriye kalan bölük pörçük parçalardan ibaret kalmış insanlar. İster doğrudan cephede, sıcak çatışmanın içinde olsunlar isterse daha edilgen bir konumda bulunsunlar, öykülerde karşılaştıklarımızın hemen hepsi aslında mağlup olmuş, korku, dehşet ve çaresizliği iliklerine kadar hissetmiş karakterler. Bu noktada neredeyse 75 yıl önce kurgulanmış bu karakterlere haksızlık yapmayı göze alarak çoğu zaman benzer mevzuları zihinlerinde evirip çevirdikleri oldukça uzun monologlarına şahit olduğumuz öykü kişilerinin bir noktadan sonra aynılaştıklarını söyleyebilirim. Öyle ki, zaman zaman hikaye üzerinde hayati bir etkisi olmayan figürlerin dahi geniş geniş anlatılmaları, onlara ilişkin sayısız detayın deyim yerindeyse üzerimize boca edilmesi okur olarak hikaye boyunca ilerleyişimizin duraklamasına neden olabiliyor. Elbette bu, günümüz öyküsünün ritim ve dinamiklerine aşina okurun bir nebze haksız ve öznel bir yorumu olarak görülebilir. Ancak kendi adıma bu durumun biraz da Selimoviç’in romancı kimliğinden kaynaklandığını düşünüyorum. Yazarın çoğu öyküsüne çok sevdiği ülkesinin pastoral güzelliklerini uzun uzun tasvir ederek başladığı, tıpkı karakterlerde olduğu gibi kurguyu sererken de pek aceleci davranmadığı hatta zaman zaman asıl merak unsurunu dayandıracağı düğümleri atmakta geciktiği dikkate alınırsa esasen bir roman yazarının öykülerini okuduğumuz söylenebilir. Zira hikayeye girişteki bu ağır kanlılık, taşıyabileceğinden fazlasını yüklenmiş, uzun soluklu bir anlatının 142 • Post Öykü p o s t k i t a p ■ tercih edilmesi gerilimin her adımda biraz daha zayıflamasına neden olarak öykünün asıl alametifarikası olan finalinin vuruculuğundan çalıyor. Dolayısıyla yazarın güçlü gözlem yeteneği, insan ruhunun en girift gizlerini açık eden dehası ya da -romanlarını okuyanları büyüleyen- kişilik sahibi üslubu öykünün imkanları ya da imkansızlıkları içinde yerini bulamamış görünüyor. Üslup demişken, edebi bir eserden okurun alacağı lezzeti doğrudan etkileyen çeviriye de özellikle değinmek gerek. Öyle sanıyorum ki, edebi eserlerin çevirisinde, çevirmenin de belli bir üsluba en azından kendi içinde tutarlı bir metin diline sahip olmasının veya hedef dilin imkanlarını yazarın özgün dilde yaratmak istediği etkiyi yakalayabilecek şekilde kullanabilmesinin ne derece elzem olduğu tartışma götürmez. Bahsini ettiğim unsurlardan öte hatalı kelime tercihleri, öznesi kayıp cümleler, fiil çekimlerinin hatta doğrudan anlatıcının beklenmedik şekilde değişiyor olması göz önünde tutulduğunda Kızıl Saçlı Kız’ın çevirisinin başarılı olduğunu söylemek ne yazık ki pek mümkün değil. Çeviri yönünden ufak bir talihsizlik yaşamış olsa da Kızıl Saçlı Kız, Meşa Selimoviç gibi bir ustanın edebiyat sahnesine çıkışını temsil etmesi bağlamında son derece önemli bir eser. Tecrübe edilen acının büyüklüğü ne olursa olsun 2.Dünya Savaşı’nı -sadece- Yahudi soykırımı çerçevesine daraltan genel kabulün bir adım ötesine savaşın balkan topraklarındaki istisnasız her insan üzerindeki yıkıcı, yıpratıcı etkilerini gözlem ve tahlil yeteneği bu derece güçlü bir yazarın dilinden dinlemek, şüphesiz kayda değer bir deneyim. İkinci Dünya Savaşı’ndan Geç Kalmış Bir Ağıt • 143 İki Rüya Arasındaki Tanıklık BALYOZLA BALIK AVI CEMİL KAVUKÇU - CAN YAYINLARI Gülşen Funda Çelik Balyozla Balık Avı Cemil Kavukçu’nun Can Yayınları etiketiyle çıkan son kitabı. Kavukçu, taşradan şehre, çocukluktan yaşlılığa Türkiye’yi ve insanların içsel dönüşümünü sakince anlatma yolunu seçmiş. Yer yer sorguladığı, anlam vermeye uğraştığı konuları; köy-şehir, aşk-yalnızlık, rüya-gerçek, yaşam-ölüm gibi ikili kavramlar ile sorguluyor. Hikayelerini kurgularken özellikle hikayelerin başlangıcına ve sonuna dikkat ediyor, anlatma eylemini böylece güçlü kılıyor. İç muhakemenin ötesinde; geçen yaşam, görülen rüyalar ve anlatılan hikayelerin ne’liğine dair bir süreç tüm hikayelere siniyor. Yaşamı yeniden kurarken yaşamdan uzaklaşmadan hatta yaşamı, insanı, mutluluğu ve acının katman katman büyüyen varlığını anlatmak üzere yola çıkıyor. Çünkü rüyalar, geçmişe dönüşler, aynalar, sorular, tekrar eden konuşmalar, parça parça hatırlamalar şimdi’nin hikayesini çok güzel anlatıyor. Palavracı Ramazan Dayı, kasabanın tek orkestrasının solisti Şugır Hilmi, dilsiz ve kadersiz Gangan Teyze, otoriter Kur’an öğreticisi Atiyanım, zulmünden korunmak için karısına daima “he” diyen Kolonyacı Hidayet, eski konsol için meydan muharebesi yapan iki elti: Nezihe ve Pakize, alternatif tıbbın sınırlarını zorlayan Mustafa Aga, Elifba sufarasına abdestsiz dokunup çarpılmaktan korkan Emin kitapta kendi dilleri ve hikayeleriyle yer alıyor. Yolda Murat 124, fonda Erkin Koray, ekranda Hülya Koçyiğit ve Kartal Tibet; cepleri leblebi, kalpleri kahır yüklü gençlerin “Füsun, evinin önünden kahırla geçenin Necip olduğunu anlayacak illaki.” tesellisi duyuluyor. Kitaba adını veren ilk öykü “Balyozla Balık Avı”; toprakla bağ kuran, mekânın kokusunu duyan, taşra dilinden anlayan, “tavukkarası geceyi” gören, 144 • Post Öykü p o s t k i t a p ■ “dörtlerce ayağın koşturmasını” seyreden, yanı sıra şehri bilen, şehirle kavgalı kışlar geçiren bir adamın öyküsünü anlatıyor. Akşam, tarlada demlenirlerken Ramazan Dayı’dan balyozla balık avına çıkan iki Bulgar muhacirini dinliyor anlatıcı. Balyozun kayaya inmesiyle balıklar suyun üzerine çıkıyor; gecenin ilerlemesiyle hikayesi anlatılan iki muhacir, anlatıcının rüyasında beliriyor. Balyoz kafasına indikçe ağzından balıklar çıkıyor. Rüyanın bitmesiyle hikaye de sona eriyor. Kitabın son öyküsü “İprik”in ilk cümlesi oldukça dikkat çekici: “İkinci rüya şöyle başlıyordu:” Bu, ikinci rüya olduğuna göre birinci rüya da olmalı diye düşündürüyor. Rüya, rüya, evet! İlk öyküye götürüyor zihnimizi. Kirpi olmak isteyen adam, kendini kirpi olarak bulduğunda, iki Bulgar muhaciri ve balyozu da karşısında buluyor. Öyküler rüya ile birbirleri arasında bağlantı kuruyor. Sondan bir önceki öyküye ne demeli peki. Ne diyordu ayna, yaşlı adama:“Bütün rüyalar birbiriyle ilintilidir.” Kitabın ilk öyküsü, yazarın ilk rüyası; kitabın son öyküsü yazarın son rüyası. Diğer öyküler bu iki rüya arasında geçiyor yahut gerçekleşiyor. Dil, coğrafyanın rengi ve sesiyle yer alıyor hikayede. Dilin ritmi, sözün derdi, sesin rengi hikayeyi yer yer yontuyor . Kahve fallarını anlatan, uzun ve karmaşık rüyalar gören, hastane odasında bir ömrün muhakemesini yapan dil ile Türkiye’nin taşrasında yaşayan Ramazan Dayı’nın dili bir değil. Kavukçu da bunun farkında, dil ve hikayeyi koşut ilerletmekte mahir olduğu kadar hikayeye can verenin dil olduğunu da bilmekte. Başka bir deyişle, kitapta yer alan öyküler dilinin, coğrafyasının ve zamanının bilincinde. Hikayesi anlatılanlar bir arka mahallemizde oturan, köyümüzde yaşayan insanlar. Duyduğumuz, bizim hikayemizden kalanlar. Korkutulan kendi çocukluğumuz. Sayıklarken hasta odasındayız. Âşık olduğumuzda Erkin Koray dinleriz. Hiç yadırgamıyoruz, hiç şaşırmıyoruz. Bazen metroda gördüğümüz bir aile ile karşılaşıyoruz, bazen bilincini, gideceği yolu yitirmiş bir adam ile. Borges’in “Günümüzün ozanı çağına sırt çeviremezdi.”1 dediği gibi, Kavukçu da, yaşam’a dair neyi görüp neyi yaşatmak, neyi hikaye kılmak istiyorsa çağına ve çağının insanına, onu anlamak ve anlatmak için bakıyor. 1 Kum Kitabı, J.L. Borges, İletişim Yay., 2015 İki Rüya Arasındaki Tanıklık • 145 Bir Samur Kürk Olarak Delilik BİR KÜÇÜK DELİLİK ARZU UÇAR - İTHAKİ YAYINLARI Ahmet Kırtekin “Delilik” sadece kelime olarak bile bir hikaye olabilir, hikayecilerin binlerce yıl başka şekillerde anlattığı ve dinleyenlerin hiç bıkmadan dinlediği. Romanları da yazılır, tarihi de. Hatta bilimsel çalışmalara konu olur. Türleri tasnif ve tarif edilir. Oysa kabahate benzer, samur kürk olsa kimse sırtına almak istemez. Övülse de eski çağlardan beri artık çağımızın kendisine tahammülü yoktur. Ne var ki şairin sözünü biraz eğecek olursak “nasıl olsa çıkaramazsın deliliği içinden”. Toplumsal yaşamın aşamalarından biri de makul orandaki deliliği kabul edip görmezden gelmek ve kendi bireysel deliliğini de yine makul sınırlarda tutmaktır. Peki, makul sınır nerede? Hepsi arka arkaya sıralanınca sanki böyle bir sınır varmış gibi oluyor. Gerçekten var mı böyle bir sınır ve varsa da makul mü? Elbette kitap bunların hiçbiri hakkında değil. Hikayelerinde deliliğin sınırlarında gezen modern, kentli insanları anlatıyor Arzu Uçar. “Bedduası Tavşanın” bunlardan ayrı tutulabilir belki. Ne de olsa hapisten çıkınca köyüne, evine, tüfeğine dönen bir avcıyı anlatıyor. “Tavşan”ın konuk olduğu her anlatı gibi şaşırtıcı ve beklenmedik bir sona ya da başlangıca sahip. Avcının köylü olduğunu, kentli ve modern olmadığını kabul edebiliriz, tabi her fırsatta birbirlerinin etlerine ve ruhlarına dişlerini ve pençelerini geçirmekten geri durmayan milyonlarca insanı yok sayabilirsek. Anlatılardaki karakterlerin hemen hepsi bu koca güruhun eseri. Arzu Uçar günlük hayatın sıradan olaylarını ve yüzlerini karanlık bir eşikte anlatıyor. Hikaye ilerledikçe karakterlerin sınırın hangi tarafında durduğunu ve hangi tarafın makul olduğunu karıştırmak mümkün. 146 • Post Öykü p o s t k i t a p ■ Tamamen Kahverengi Biraz da Turuncu NEDEN UCUZ SAAT TAKIYORSUN? HANS FALLADA - CAN YAYINLARI Yelda Sözdemir Bir film izlerken, ona hâkim olan rengi bariz şekilde görürüz. Örneğin; film savaş yıllarında geçiyorsa gri tonlar, romantik-dram ağırlıklıysa daha sıcak, canlı renkler kullanılır. Tıpkı filmlerde olduğu gibi kitaplarda da renk ararım. Faulkner’ın Ses ve Öfke’si mesela, siyaha yakın bordodur. Jane Austen kitapları soft bir yeşil. Herman Hesse’nin Bozkırkurdu oldukça koyu bir lacivert. Kitapları okurken özellikle rengi bulmak için uğraş vermem ama kendini bir şekilde belli eder. Hans Fallada’nın bu kitabında ise kahverengiyi gördüm. Yoksulluğun, işsizliğin, yaşam mücadelesinin, geçim derdinin, yer yer dramın, acıların kendine yer bulduğu hikayelerde; kahverenginin yanında canlı bir turuncu da kenardan köşeden göz kırpıyor. Bunun sebebi ise yazarın temelde acıyı ve zorlukları ele aldığı metinleri mizâhi bir üslupla, muzip bir şekilde yazması olsa gerek. Dilin ustalıkla kullanılması her şeyden önce ritmi arttırmış. Kasvetli sayılabilecek hikayeleri akıcı -hatta eğlenceli- hâle getirmiş. Nilay Kaya çevirisi olan ve altı ayrı hîkayeden oluşan Neden Ucuz Saat Takıyorsun? isimli kitap geçtiğimiz eylül ayında Can Yayınları’nın #Kısamodern serisi dahilinde çıktı. Serinin çıkış mottosu “...bir oturuşta okunabilecek, hızlı ve vurucu metinler...” Fallada’nın bu eseri zannediyorum ki daha iyi özetlenemezdi. Kitaba adını veren hikayede; babası zengin bir saatçi olmasına karşın iki mark seksen beş feniklik ucuz saatle dolaşan bir hukuk öğrencisinin yaşamına tanık oluyoruz. “Neden ucuz saat takıyorsun?” sorularına: “Bu ucuz saati takıyorum çünkü benim babam pinti, huysuz, çekilmezin önde gideni. Bir tanecik oğluna verecek altın bir saati yok” şeklinde cevap verse de esasen bunun bir şımarıklık olduğunu görüyoruz. Tamamen Kahverengi Biraz da Turuncu • 147 “Evlilik Yüzüğü” isimli ikinci hikaye ise kitabın en acıklı hikayesi belki de. Patates toplamak için tarlaya giden Martha Utesch’in alyansını düşürmesiyle başlıyor. Tarlaya giden işçilerin başı Wrede ise borç batağında olduğundan, bir dakika bile düşünmeden alyansı saklayıp Martha ile kocası Wilhelm’in âdetâ talihsiz bir sona doğru sürüklenmelerine sebep oluyor. “Bir İşe Giriyorum” isimli üçüncü hikayede ise ümitsizliğe gark olmuş şekilde, yalnızca ağaçtan topladıkları elma ve civardan bulabildikleri ekmekle yola devam etmeye çalışan, hayatlarını sürdürmek için kapı kapı dolaşan, iş uğruna şehir değiştiren iki arkadaşla karşılaşıyoruz. Ardından “Büyük Benzin Anıtı”nda tek bir gazete haberiyle; şehrini kalkındırmak için benzin istasyonu kurmak isteyen ve halkı karşısına alan bir belediye başkanı ve meclisi görüyoruz. Kitabın beşinci hikayesi “Sevinç ve Üzüntü” ve ardından gelen son hikaye “Elli Mark ve Mutlu Bir Noel Kutlaması” ile keyifli bir okuma süreci nihayete eriyor. Hans Fallada’nın biyografisine şöyle bir göz atınca, ortaya çıkan ürünlerin yaşamından çok uzak olmadığını görüyoruz. Büyük bir kurgusal zekanın tezahürü olan metinler olduğu da şüphesiz. Beklenmedik sonlarla dolu hikayelerden birinin son cümlesiyle bitireyim ben de yazımı: “Şimdi gecenin içinde kayboluyor Wrede, sadece rüzgârın sesini duyurabildiği ya da bir hayvan hışırtısının duyulduğu tarlaların sessizliğinde. Tek bir insan evladı yok. Ama sessizlik var, uzun bir sessizlik. Ve ışıklar beliriyor şimdi, insanlar ve polis.” 148 • Post Öykü CAN’LI YOLCULUK CAN GÖKNİL - CAN YAYINLARI AŞK YAKIŞIR İNSANA HALİL GENÇ - ALAKARGA YAYINLARI p o s t k i t a p ■ Aşk Yakışır İnsana kitabında yer alan öykülerinde; insanların geçmişlerini, acılarını, aşklarını, zorluklarla mücadele etmelerini ve hayata dair yaşanmışlıkları yalın ve etkili bir anlatımla kaleme alıyor Halil Genç. Diğer kitaplarında da karşımıza çıkan insanı anlama çabasının ön planda tutulması bu kitabındaki öykülerde de karakterlerin iç dünyalarını daha gerçekçi bir şekilde gözler önüne sermeye yarıyor. Okurken sanki mahallemizde geziyormuşuz hissi veren, hayatlarımızdan kesitlerin gözümüzde canlanmasına sebep olan öykülerin karakterleri içimizden, bizden insanlar: komşumuz, arkadaşımız, esnafımız, mahallemizin delisi... Yazar; hüznün, umudun ve yaşama sevincinin ilmek ilmek işlendiği öykülerdeki naif, samimi anlatımı ve yalın dili ile okurun öyküye sımsıkı tutunmasını sağlıyor ve ekliyor: ”Tüm kavgalar, tüm aşklar, yoksulluklar bittiğinde, yalnızca sevginin kalıcı olduğunu anlayacağız.” (Uygar Atasoy) Can’lı Yolculuk üç bölümden oluşan bir kitap: önce, şimdi ve sonra. Can Göknil’in genelde kısa tuttuğu anlatıların merkezinde birbirini tutkuyla seven bir çift ve onların kıtalara, şehirlere yayılmış yolculukları var. Yolculuk ifadesi yanıltıcı olabilir. Ressam Can Göknil yol maceraları anlatmıyor, küçük anlara ve duygulara yoğunlaşmayı tercih ediyor. Şimdi adlı anlatıda bunun bilinçli bir tercih olduğu açıkça görülüyor: Bazen tek sözcük bile bir öyküdür, sanat eserine uzanan ışıktır. Yeter ki o sözcüğü sezgilerinle algıla, içtenlikte yansıt. Tam da bu noktada kitabın başında yer alan “öyküler ve resimli anlatılar” ifadesi anlam kazanıyor. Bu iki tanım bu kitap hakkında yazılacak her tanıtım ve eleştiride büyük ihtimalle yer alacaktır. Sanat ve daha dar anlamda edebiyata bakışını bu iki ifadede bulmak mümkün. (Ahmet Kırtekin) Dükkan • 149 DÜNYANIN ORTASINDA DEMET ÇİZMELİ - ALAKARGA YAYINLARI Kaleme aldığı tiyatro oyunları ve ödüllü öyküleriyle tanıdığımız Demet Çizmeli’nin ilk kitabı olan Dünyanın Ortasında, okuyucuyu tarihin koridorları arasında gezdiren öykülerden oluşuyor. Tiyatronun izlerine sıkça rastlanan öykülerde oluşturulan tarihi atmosferlerde, o zamana ait şartları, insanların yaşam tarzlarını başarılı bir şekilde kaleme alan yazar, okuru etkileyici bir yolculuğa çıkarıyor. Doğup büyüdüğü şehrin kültüründen de beslenen Çizmeli, öykülerinde yöresel ağızlara ve geleneklere de yer vermiş. Kimi zaman bir nesnenin kimi zaman ise yurdundan uzakta, vatan hasreti ile yanan bir kahramanın anlatıcı olduğu öykülerde en göze çarpan özellik; yazarın gerek mekân detaylarını gerekse karakterlerin iç dünyalarını başarılı bir şekilde ortaya koyan betimlemeleri. Öykülerinde yer verdiği betimlemeleri aktarmasındaki büyülü dil okurda farklı heyecanlar yaşanmasına ve okurun öyküyü adeta yaşamasına sebep oluyor. Füruzan’ın yazar hakkında söylediği gibi; birikimli, çalışkan, yetenekli bir yazarın edebiyatımıza getirdiği yeni bir soluğun meyveleri olan öyküler, yazarın ülkesine duyduğu aydınlık bakışı gözler önüne seriyor. (Uygar Atasoy) HER ŞEY MÜMKÜN - TUNCAY GÜNAYDIN TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI Edebi hayatına şiirle başlamış, rotasını hikayeye çevirmiş bir yazar Tuncay Günaydın. İlk öykü kitabı Her Şey Mümkün Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları’ndan çıktı. On üç öyküden oluşan kitap, tahkiyenin gücüne dayanıyor. Tuncay Günaydın, güçlü bir soluk, iyi bir hikaye anlatıcısı. İlk kitap için umut vaat ediyor, ancak tahkiye sınırlarından öykü evrenine geçebilmesi lazım. Yer yer kendisini anlatının akışına kaptırıyor, kendi görüşlerini de yüklüyor. Bu da bana göre öykü yapısını zedeleyen bir unsur. Yazarın anlatı gücü, şiirle olan ilişkisin150 • Post Öykü p o s t k i t a p ■ PARÇALAR VE ZERRELER SEDEF BETİL - İLETİŞİM YAYINCILIK den geliyor. Dili şiirsel değil ama cümleleri oldukça güçlü. Okurla konuşur gibi anlattığı hikayelerde okuru öykü atmosferine sokmayı başarıyor. Yazar, kurgusunda toplumsal meseleleri başarıyla işlemiştir. “Kara Yol” öyküsünde Bademler adı verilen bir beldede makinaların bir gün ansızın badem ağaçlarını dinamitler patlatarak sökmeleri, halkın parasızlıktan dolayı fabrikalarda çalışmaya başlaması, köylülerin toprağı terk etmesini anlatır. Atmosferi, kurgusu ve yerleştirilen imgelerle yazarın en güçlü öykülerindendir. Özellikle son dönem coğrafyamızdaki doğal tahribata bir karşı duruş öyküsü olarak da okunabilir. Tuncay Günaydın, öykülerinde geleneği, mahalleyi, arkadaşlığı, mahallede yaşanan çocukluk aşklarını, futbolu merkeze alır. Genellikle bir hatırlayış üzerinden hikayesini açar, büyütür ve okura sunar. “Renksiz Bacak”, “Arjantin’in Geleceği”, “Kör Sedefkâr” öyküleri atmosferleriyle öne çıkaran öykülerdendir. Ufak bir tavsiye; “Arjantin’in Geleceği” öyküsündeki Rodrigo karakterine dikkat. (Ali Oktay Özbayrak) Kısa Karanlıklar ve Kırgınlığın Kuytusunda öykü kitaplarının ardından Parçalar ve Zerreler ile karşımıza çıkıyor Sedef Betil. Birbirinden farklı öyküler gündelik hayatın akışı içinde çok da hatırlamadığımız acılarımıza dikkat çekiyor. Hemen hemen tüm öykülerinde hissedilen yabancılık duygusu hikayenin sonunda ayrılıklara kapı aralıyor. Öykünün çoğu kahramanı, unuttuğunu sandığı kederlerini geçmişine tanıklık eden nesnelere çarparak hatırlıyor. Bu hatırlayış, kitabın başlığındaki kelimeler ile bütünleşerek okuyucuya toparlanması gereken bir masa, kırılan bir bardak, dağılan bir oda bırakıyor... Yazarın dili duru ve akıcı olsa da hep aynı ritimde giden öyküler sonlara yaklaştıkça Dükkan • 151 okuyucuyu zorlayabiliyor. Bununla birlikte bitmediğini düşündüren öykü sonları geçişi hızlandırıp meraklı sonlarla okuyucusunu selamlıyor. (Betül Yavuz) SARHOŞ MARTI DEFNE MORGÜL - KANON KİTAP Defne Morgül’ün ilk novellası olan Sarhoş Martı geçtiğimiz Eylül ayında raflarda yerini aldı. Kitapta geçişli bir anlatım şekli mevcut. Bu sebeple çeşitli karakterler bir anda tek bir karaktermiş hissi uyandırıyor ve adeta tek bir ağızdan dinliyormuşçasına hikayeye kulak veriyoruz. “Bir hikaye kurmak için geldim dünyaya” diyen anlatıcının kurduğu hikayenin kıyısından geçiyoruz okurken. Hüzün oturuyor yüreğimize hikayeye devam ederken. Yazarın kendine özgü, oldukça dağınık ve toparlamakta güçlük çekilebilecek kurgusuyla karşı karşıyayken dahi hikayenin içinde geçen duyguları bir bir hissetmeye başlıyoruz. Anlatıcının hikayesine olan isteksizliğine, umutsuzluğuna, hayal kırıklığına, hayata dair cesaretini yitirişine, aidiyetsizliğine, vazgeçişlerine ve de vazgeçilmişliğine şahit oluyoruz. Ancak Sarhoş Martı, ucundan kıyısından geçtiğimiz ve göz göze gelip bizde yalnızca bir bakış bırakmışların izi nasılsa aynı öyle bir hikaye. Kitabın başında da söz edildiği gibi: “birileri ve diğerleri yollarda karşılaşacaklarından habersiz, kendi hikayelerine yol alırmış. Kimse kimseye değmeden geçer gidermiş sonra.” Hikayeyi okuyor, değmeden geçip gidiyoruz sonra. (Nursena Yıldız) 152 • Post Öykü Bunu herkes bilir efendim herkes bilir bana bilmediğim şeyler söyleyin. 1700’lerin ortalarına doğru bir akşam vakti, Japonya’nın ücra bir dağ köyünde peş peşe tam on yedi eve yıldırım düştü. BELINI DOĞRULTTU, ÖNE, SAĞA, SOLA MEYLETTI, GÖZLERINI KISTI. Ölen ağabeyimin yerine doğmuşum. Margaret’in erkek kardeşi omzunda iki kürek ve kazma ile engebeli yoldan ilerleyerek saat dördü biraz geçe bahçeye geliyor. AYAZ, SOĞUK... Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Kahvenin demir kapısı gıcırdamaya bile fırsat bulamadan sertçe açıldı. Sabahın köründe, renklerin silikleştiği, havanın soğuktan çatırdadığı vakitte bir hâkim, kasabadaki tüm evlerin önünden ve bütün sokakların içinden aynı anda geçerek kasabanın meydanına geldi. Yine toplanıyorlar, duyuyorum. Seyran hoca döneminin ünlü ressamlarından değildi. Esneyerek açtı kapıyı. ISSN 2148-8932 9 772148 893004 FİYATI 14₺ KKTC FİYATI 16₺