BİR DÜNYA MÜZİK Türkiye’de Konservatuvar Müzik Eğitimine 2020’den Bakmak… Hazırlayan: Dr. Öğretim Üyesi Murat GÖK muratgoek@gmail.com Cumhuriyetin ilanı ve ardından yaşanan kültürel devrimlerin bir uzantısı olarak müzik eğitiminin kurumsallaşması yolunda önemli adımlar atıldı. Alman ve Macar besteci/müzik eğitimcilerinin ülkemize bu amaçla davet edilmesi, Ankara’da ve İstanbul’da ilk konservatuvarların açılması, yetenekli gençlerin evrensel türde müzik besteleme, düzenleme ve icra edebilmeleri için yurt dışına eğitim amaçlı gönderilmesi gibi okurlarımızın çoğunun zaten bilgi sahibi olduğu tarihsel süreci bu yazımızda elbette tekrarlayacak değiliz. Cumhuriyetin ilanının 100. yılına yaklaştığımız bir süreçte hem dünyanın hem de ülkemizin nesnel ve öznel koşulları o kadar değişti ki meselelere sadece cumhuriyetimizin kuruluş paradigmaları üzerinden bakmak ne yazık ki iyi niyetli olsa bile gerçekçi çözüm önerileri sunamıyor. Ülkemizde mesleki müzik eğitimi veren kurumlar diğer meslek alanlarında olduğu gibi üniversite çatısı altında kurumsallaşmıştır. Akademik diyebileceğimiz bu teşkilatlanma devlet ve vakıf üniversitelerine bağlı konservatuvar, güzel sanatlar fakültesi, müzik ve sahne sanatları fakültesi, Türk müziği konservatuvarı gibi programlarda gerçekleşmiştir. Bilindiği gibi Türkiye’de mesleki müzik eğitiminin önemli bir ağırlığını konservatuvarlar üstlenmektedir. Konservatuvarları müzik öğretmeni yetiştiren eğitim fakültesi müzik öğretmen- 22 liği anabilim dallarından ayıran temel özellik sanatçı yetiştirmeye yönelik bir amaç farklılığında yatmaktadır. Ülkemizde özellikle 2006 yılından itibaren hemen hemen her ile bir üniversite açılması süreciyle mesleki müzik eğitimi veren program türlerinde de inanılmaz bir artış yaşanmıştır. Bugün İstanbul’dan Artvin’e, Adana’dan Samsun’a, İzmir’den Iğdır’a kadar tüm illerimizde, neredeyse haritada temas ettiğimiz her yerde mesleki müzik eğitimi veren bir üniversite lisans programı ile karşılaşmak mümkün. 2018 yılında Yüksek Öğretim ve Bilim dergisi için kaleme aldığım bir makalede Türkiye’de mesleki müzik eğitimini yeni açılan üniversiteler, fakülteler ve bölümler bağlamında incelenmeye çalışmıştım. Bu araştırmada müzik öğretmenliği programlarıyla beraber Türkiye’de 116 farklı müzik lisans programı saptanmıştı. Şu anda o yılların verilerinin bile eskidiğini ve eksik kaldığını ifade edebilirim. “Bu kadar çok müzik eğitimi programı açılmasında ne var?” diyenleri duyabiliyorum. Hatta mezun olduğum Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar Eğitimi Müzik Öğretmenliği bölümünde de Türkiye’de akademik müzik eğitimi programlarının yaygınlaştırılmasının savunucusu birçok değerli hocalarım oldu. Ancak hem çeşitli taşra üniversitelerindeki mesleki gözlemlerim, hem de bu yazıya sığdırması güç bazı sosyolojik veriler bu işin yolunun, yönteminin böyle olmaması gerektiğini en azından bana gösterdi. MURAT GÖK Konservatuvarlar bir vitrin mi? Ülkemizde üniversite açılmasına ilişkin bir tür anomali diyebileceğimiz yüksek artış sürecinin önemli bir dönüm noktası 2006 yılı ve sonrasıdır. Oturan’a göre “bunların bir kısmının uluslararası akademik ölçütlere göre gerçekten üniversite niteliğini taşıdığını söylemek zor. Politik nedenlerle her vilayete yeterli altyapı ve yetişmiş akademik kadro oluşturmadan bir üniversite kurmak akademik alanda görünürde gelişmişliğe rağmen gerçekte bir gerilemedir. Üniversiteleri lise seviyesine çekmektir. Bir karşılaştırma yaparsak 2019 yılı itibarıyla Fransa’da 75 devlet üniversitesi bulunuyor. Özel yükseköğretim kurumlarının sayısı ise sadece 9. Türkiye’de ise sadece İstanbul’daki üniversite sayısı Fransa’daki toplam üniversite dayısı kadar” (Prof. Mehmet Ali Oturan, Birgün Pazar, 26 Ocak 2020 s.10). Üniversite sayısındaki artışın bir yansıması da doğal olarak mesleki müzik eğitimi veren lisans programlarına olmuştur. Üniversite düzeyinde eğitimin yaygınlaşması noktasında belki iyi niyetli olarak yürütülen bu süreç günümüzde mercek altına alındığında farklı problemlerin de beraberinde geldiğini ve yaygınlaştığını görmekteyiz. Günlük hayatta akademilerde ‘Güzel Sanatlar bölümleri üniversitelerin vitrinidir’ yakıştırmasını sıkça duyarız. Yani “bir üniversitemiz var, neden bir resim/ müzik bölümü ya da konservatuvarımız da olmasın ki?” Evet, yeni üniversitelerde genelde idareciler/yöneticiler tarafından çakılan ilk kıvılcım genelde bu oluyor. Ardından bir lisans programı açılması için gereken asgari öğretim üyesi şartı olan 3 sayısına ulaştığınızda, birkaç derslik ve çalışma odası, birkaç piyano temin ettiğinizde bürokratik sürecin neredeyse %70’ini aşıyorsunuz. Bu sürece bir takım eksiklerle deyim yerindeyse ‘kervan yolda dizilir’ denilerek başlanıyor. Sonrası eldeki kaynaklarla mucize yaratmaya çalışmaktan ibaret. Farklı branş hocalarına, nitelikli enstrüman envanterine, mini dinleti salonlarına, profesyonel konser salonlarına, akustik olarak yalıtılmış çalışma odalarına, dersliklere, piyano ve diğer çalgıların bakımı için gerekli luthiyelere gereksinim arttıkça alelacele bir konservatuvar açmanın pek de kolay olmadığı görülüyor. Bugün binasıyla, çalgısıyla, donanımlı bir konservatuvar kurmanızın maliyeti belki bir diş hekimliği fakültesi açma maliyetinize yakındır. Ancak bu gerçeği müzikçi olmayan yöneticiler kimi zaman da müzikçi meslektaşlarımızın onlara süreci tam olarak aktaramaması nedeniyle baştan öngöremeyebiliyorlar. Plansız açılan bir konservatuvar, müzik ve sahne fakültesi veya güzel sanatlar fakültesi müzik bölümü bir süre sonra bağımsız bir bina, daha fazla demirbaş çalgı, daha fazla hoca için kadro talep eden ve nedense üniversite içerisinde meşruiyetini kanıtlamaya çalışan bir birime dönüşebiliyor. Açıldığı gibi nitelikli konserler verip, iyi temsillerle vitrin olması beklenen bir birim, sonuç almanın yıllara yayıldığı, maliyetli ve sıkıntılı bir şeye dönüşebiliyor. Konservatuvar Müzik Bölümlerde Temel Sorunlar Konservatuvarlarımızın sorunları elbette türlüdür ve bir nokta da kendine özgüdür. Kökleşmiş, kurumsal kimliğini çoktan oluşturmuş eski konservatuvarlarımızın sorunları birinden diğerine farklılık gösterebilir. Ancak yazımıza sığdırabileceğimiz ve genellenebilir so- 23 BİR DÜNYA MÜZİK runları birkaç alt başlıkta özetleyebileceğimi sanıyorum. Bu sorunlar daha çok yeni kurulan üniversiteler bağlamında gözlemlenmekle beraber deyim yerindeyse Türkiye’deki tüm konservatuvar habitatını da etkilemektedir. Eğitim Süresi 2000 yılından sonra açılan konservatuvarlarda dikkat çeken en ilginç noktalardan biri eğitim süresi. 2000’li yıllara kadar bir konservatuvar müzik bölümü öğrencisi olmanız için 15-16 yaşlarında bile treni kaçırmış sayılıyordunuz. Bu duruma müzikoloji ana bilim dalı, şan ana sanat dalı ve yarı zamanlı olarak öğrenim gördüyseniz klasik gitar ana sanat dalı istisna olabiliyordu. Bunlar dışındaki tüm ana sanat dalları için ilkokulun 5 yıllık periyodundan sonra 10-11 yaşlarında programa başlamanız gerekiyordu. Bu, dünyanın birçok yerinde de böyledir. Bir enstrumanistin tam anlamıyla yetişebilmesi için en az 10 yıllık bir süreye ihtiyaç duyulur. En azından batı müziği çalgılarında yetkinleşebilmek bu süreyi mecbur kılar. Bu süre zarfında kaslarınız, fizyolojiniz seçtiğiniz çalgıya göre şekillenir; seçtiğiniz çalgının gerektirdiği tüm teknik becerileri hazmedersiniz ve nitelikli bir repertuvar oluşturabilirsiniz. Ancak 2000’li yıllardan sonra Türkiye’de ilginç bir şekilde lisans düzeyinde girebileceğiniz 4 yıllık konservatuvarlar türemeye başladı. Afyon Üniversitesi Devlet Konservatuvarı, Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi Devlet Konservatuvarı, Ordu Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi gibi. Türk Müziği konservatuvarları için 4 yıllık lisans süresi belki yeterli olabilir. Çünkü geleneksel çalgılarımız halen daha geleneksel yöntemle öğrenilebiliyor. Yani Türk Müziği konservatuvarına eğitim almak için gelen bir gencimiz daha baştan kavalında, bağlamasında yöresel tavırları bilen; bu müziğin icrasına dair fikir sahibi olan ve hazır bulunuşluk düzeyi yüksek bireyler olabiliyor. Lisans eğitimi süresinde çalgısına dair aldığı yeni teknik bilgiler ve kuramsal bilgiler çerçevesinde pekâlâ belli bir yetkinlikle mezun olabiliyor. Ege Türk Müziği Konservatuvarı pratikte bunun iyi bir örneğidir. Kurumdan mezun bir genç TRT, Kültür Bakanlığı gibi kurumlarda veya çeşitli musiki derneklerinde rahatlıkla boy gösterebiliyor. Ancak lisanstan öğrenci alan bir batı müziği konservatuvarı mezununun 4 yılda kendi çalgı literatürünün başat eserlerini çalabilmiş olması neredeyse imkânsızdır. Klasik müziğin çok geniş bir repertuvarı olduğu gibi eserlerin virtüözite düzeyi de oldukça yüksektir. Alt yapısı olmayan bir yaylı, üflemeli ya da piyano öğrencisinin 4 yılda 8-10 sonat, birkaç süit, 5-6 konçerto, konser etütleri veya kaprisler hazırlaması imkânsızdır. Kaldı ki çeşitli 24 oda müziği eserlerini ve orkestrada çalmayı öğrenmek adına tanınması gereken orkestra eserlerini saymıyorum bile. Batı eğitimi veren 4 yıllık konservatuvarların öğrenci kaynağı büyük oranda o şehrin veya yakın şehirlerin güzel sanatlar liseleri mezunları ile kimi zaman da profesyonel müzik eğitimi hiç almamış öğrencilerden oluşuyor. Hatta çoğu 4 yıllık konservatuvarın giriş yaş limiti dahi bulunmuyor. 18-20 yaşında bir gençte genel fizyolojik süreç çoktan şekillenmiş olduğu için seçilen çalgıya göre bir fiziksel adaptasyon çoğunlukla maalesef düş kırıklığı ile sonuçlanıyor. Kadrolu Öğretim Elemanı Temini Yeni açılan konservatuvarların bir başka önemli problemi de öğretim elemanı kadrosunda yaşanıyor. Çoğunda yaylı sazlar ana sanat dalları için istihdam bekleyen öğretim elemanı bulmak kolay olduğundan ilk yapılanma bu yönde oluyor. Ancak iş üflemeli sazların hocalarına, vurmalı saz hocalarına geldiğinde bir taşra üniversitesine giderek öğrenci yetiştirip akademik çalışma yapmak isteyen profilde bir öğretim elemanı bulmakta zorlanılıyor. Kurumsallaşmış büyük şehir konservatuvarları bile daha marjinal çalgıların hocalarını Opera-Bale ya da Senfoni orkestralarından ücretli olarak temin edebiliyor. Ancak yeni bir konservatuvarın açıldığı Anadolu şehirlerinde okulun bu anlamda bir dış paydaşı yok ise genelde yaylı çalgılar ve piyanodan ibaret bir kadro yapılanmasına gidiliyor. Bu da öğrenci orkestralarının repertuvar çeşitliliğine kadar başka sorunları doğuruyor. Konservatuvarların bir başka genel problemi de mezuniyet sonrası istihdam. Bu, dünyanın genelinde de büyük bir sorun. Herhangi bir orkestraya daimi kadroda giren bir sanatçı, nereden baksanız 3035 yıl o orkestraya hizmet ediyor. Yeni açılan devlet orkestraları ya da opera-bale kurumları olmadığı sürece bu durum yeni mezunların maalesef kapıda yığılması anlamına geliyor. Özellikle keman, viyolonsel, yan flüt, klarnet, klasik gitar gibi daha popüler çalgıların ana sanat dallarından mezun öğrencilerde belli bir enflasyondan söz edebiliriz. Bu da mezun gençlerin aldıkları yoğun eğitimi tam karşılamayan sektörlere yönelmelerine, formasyon eğitimi alıp öğretmen olmaya çalışmalarına, özel müzik kurumlarında öğretmen olmalarına ya da eğlence sektöründe enstrümanist olmalarına yol açıyor. Konservatuvar gibi zorlu bir eğitim sürecinden geçen gençlerin yan meslek gruplarına yönelmeleri ya da işsiz olmaları maalesef insan, zaman, emek ve kaynak israfı olarak değerlendirilebilir. Bir başka kısır döngüyü de işsiz kalan konservatuvar mezunlarının akademiye yönelmelerinde yaşıyoruz. Bırakın Türkiye’yi, dünyanın en MURAT GÖK saygın konservatuvarlarında yüksek lisans, doktora, sanatta yeterlik alıp ülkesine dönen; solistlik düzeyinde diplomalara sahip değerli gençlerimiz maddi kaygılardan bunalarak güvenli bir liman olarak akademilere demirlemeyi tercih etmek durumunda kalıyorlar. Bu insanların akademiye katkıları elbette çok değerlidir ve dünyada da sanatçı öğretmen diyebileceğimiz birçok virtüöz mevcuttur. Örneğin Janos Starker, Yehudi Menuhin, Rostropovich, Yuri Başmet ve niceleri konservatuvarlarda öğrenci yetiştirmişlerdir. Ancak dünyada solistlerin konservatuvara katkı sunmaları ya çok yoğun solistlik kariyerlerinin sonlarında ya da masterclass denilen ustalık sınıflarında düşük periyodlu olarak gözleniyor. Henüz yeni mezun ve deyim yerindeyse fişek gibi bir solistin 25-30’lu yaşlarda üniversitede tam zamanlı öğretmenliğe yönelmesinin ardında ülkemize özgü ya da ülkemizin sanat dinamizmine özgü başka sorunlar olduğunu düşünüyorum. Usta çalıcılar asıl olmaları gereken sektörde kendilerini ekonomik olarak güvende hissetmeyince doğal olarak akademilere yöneliyor. Başka usta çalıcıları akademiye girmek üzere yetiştirmek üzere. Bu, sanatın yalnızca akademik fanusa hapsolmasına neden olan acı bir kısırdöngü. Konservatuvarlar Arasında Eşgüdüm Konservatuvarları mercek altına aldığımızda karşımıza çıkan bir başka problem de aralarında bir eşgüdüm bulunmaması. Örneğin birbirlerine çok yakın Anadolu şehirlerinde kurulan konservatuvarlar arasında bir eşgüdüm var mıdır? Analiz ettiğimiz zaman pek de öyle olmadığını rahatlıkla görebiliyoruz. Bir ilginçlik de aynı ismi taşımasa bile benzer amaca hizmet eden lisans programlarında karşımıza çıkıyor. Örneğin konservatuvar, müzik ve sahne sanatları fakültesi, güzel sanatlar fakültesi müzik bölümü gibi. Bu üç okul türünün de (eğer lisans düzeyinden öğrenci alıyorlarsa) aralarında amaç bakımından pek fark olacağı söylenemez. Üniversitelerin bu birimlerinin internet tanıtım sayfalarını incelediğinizde bile bölüm olanakları, amaçlar, öğrenci çıktısı ve istihdam olanakları bakımından benzer olduklarını görebilirsiniz. Durum böyleyken aralarında en fazla 150 km olan şehirlere benzer programlar açmak niye? Bir örnek vermek gerekirse; daha önceleri konservatuvarlara bağlı bir anabilim dalı olan müzikoloji, şimdilerde benim de görev yaptığım program adıyla Güzel Sanatlar Fakültesi Müzik Bilimleri bölümü olarak karşımıza çıkıyor. Sinop Üniversitesi, Kastamonu Üniversitesi ve Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi’ne bu bölüme müzikoloji ya da müzik bilimleri adıyla rastlayabilirsiniz. Her birinin 30 öğrenci kontenjanı olsa bu yılda 90 müzik bilimci mezunu anlamına gelir. Yan yana 3 şehirde. Türkiye’deki tüm benzer programları da düşünürseniz senede yüzlerce müzik bilimci mezun edeceğiz demektir. Eşgüdümden kastım bu. Hâlbuki bölge üniversitelerinin güçlenmesi ve eşgüdüm fikrinin YÖK tarafından uygulanıp bu yönde karar alınması doğru reçete olacaktır. Örneğin Trakya Üniversitesinde Balkan Araştırma Enstitüsü bulunmaktadır ve Balkan kültürü, müziği, Anadolu-Balkan müziklerinin etkileşimi gibi ana başlıklarda çalışmalar/araştırmalar gerçekleştirmektedirler. Bunu yapmak için illa ki 4 öğretim üyesi bir araya gelip 40 kontenjanlı bir bölüm açmanız gerekmez. Bir araştırma enstitüsü de pekâlâ bu amaca hizmet edebilir. Konservatuvarlara günümüzde çok daha detaylı, verilere dayanan ve sosyolojik boyutu da olan bir bakış açısıyla bakmamız gerektiği kanısındayım. İşletme ya da iktisat fakültesi mezunu bir genç belki hayal ettiği bir iş olanağını tam olarak yakalayamasa bile sektörel anlamda mezun olduğu ve bilgi birikimini kullanabileceği yakın iş sahalarında yönelebilir. Ancak konservatuvar eğitimi fazlasıyla kendine özgü olduğu için bir yaylı çalgılar ana sanat dalı mezununun yapabilecekleri istihdam anlamında çok sınırlıdır. Ya da müzikoloji mezu- nu bir insana ‘en iyisi sen bankacı olmayı dene’ diyemeyiz. Yaşamın ekonomik gerçekleri bu nedenle çoğu konservatuvar mezununu ‘formasyon’ alıp öğretmen olmaya itiyor. Bu da iki boyutlu bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Birincisi, konservatuvar mezunlarının aldığı eğitimin hedefleri ile uyuşmayan bir mesleğe yönelmeleri; ikincisi ise baştan itibaren müzik öğretmeni olmayı hedefleyen ve bu yönde eğitim alan müzik öğretmenliği programı mezunu gençlerin bir anlamda rakiplerinin artması. Sonuç ve Öneriler Konservatuvarların ve genelde mesleki müzik eğitimimizin genel sorunlarına yönelik çözüm önerilerini olgusal sorunlar düzleminde ele aldığımızda çözüm önerileri sıralamak elbette mümkün. Bunlardan ilki gelişigüzel ve birbirleri ile eşgüdümü bulunmayan yeni konservatuvarlar, müzik bölümleri, sahne sanatları, icra sanatları gibi lisans programlarını çoğaltmak yerine, bunları Anadolu’nun tüm bölgelerinde başat şehirlerde ve daha köklü üniversitelerde toplayıp güçlendirmek olmalı. Ortaöğrenim kademeleri açılamayan batı müziği konservatuvarlarının kuruluş gayesine hizmet edemeyecekleri ortadadır. Bunların orta öğrenim birimlerinin ivedilikle açılarak kendi öğrenci kaynağını sağlayan kurumlar haline getirilmeleri gerekmektedir. Aksi takdirde kapatılıp kadrolarının ve imkânlarının bölgenin daha köklü üniversitelerine kaydırılmaları ve orada büyümeleri, kökleşmeleri daha rasyoneldir. Türkiye’de kökleşmiş, yetiştirdiği ve mezun ettiği öğrencileri ile kendisini dünyaya kanıtlamış Ankara Devlet Konservatuvarı, İstanbul Devlet Konservatuvarı ya da Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuvarı gibi başarılı örnekler model alınarak 7 bölgede birer bölge konservatuvarı oluşturulması, ülkemiz koşullarında daha gerçekçi olacaktır. Çünkü şu an izlenen nicel büyüme politikasının nitel düşüşten başka bir getirisi olmayacağı bellidir. Mesleki müzik eğitimini yaygınlaştırmak yerine amatör müzik eğitimini yaygınlaştırmak hem daha ekonomik hem daha işlevsel olacaktır. Örneğin Almanya bu anlamda iyi bir örnek olarak hâlihazırda önümüzde bulunmaktadır. Almanya’da belediyelerin çatısı altında açılan Musicschule’ler ile müzik eğitiminin yaygınlaşması sağlanmıştır. Bu şekilde toplumun tümü bu amaç için inşa edilmiş binalarda, çok geniş bir öğretim elemanı kadrosu ile farklı müzik türlerinde eğitim alma olanağı bulmaktadırlar. Türkiye’de belediyeler vasıtasıyla, işsiz birçok müzik bölümü mezununa da istihdam sağlayan; merdiven altı müzik kursları yerine kurumsal kimliği olan, diploma değil sertifika veren, eskinin Halk evleri veya belediye konservatuvarlarının daha yeni, modern biçimi yaratılabilir. Bu şekilde belediyelere bir tür döner sermaye de sağlanabilecektir. Müzik toplumun geneline yayılacak, her şehirde küçüklü büyüklü amatör orkestralar artacak ve toplumun müzik kültürü de gelişecektir. 25