ABDULHAMİT-İ ANLAMAK İsyanlar, Diplomasi ve Panislamizm Üzerine Bir Portre Recep ARTUT Reklam Ajansı [1] Reklam Ajansı Abdulhamit-i anlamak , İsyanlar, Diplomasi ve Panislamizm Üzerine Bir Portre Genel Yayın no: 118 Yazan : Recep ARTUT Yayın Yönetmeni : Mehmet OKUTAN Düzelti: Peyam BAŞER Kapak Tasarımı: Özgür Ceylan Baskı : İlay Reklam Ajansı Dünya Ticaret Merkezi EGS Business Park B2 Blok No:8 Yeşilköy / İstanbul 1.Baskı : Ağustos 2017 İSBN : 978-625-96015-4-0 Her hakkı saklıdır.Bu yapıtın aynen yada özet olarak hiçbir bölümü ,telif hakkı sahibinin yazılı izni alınmadan kullanılamaz. Yayımlayan : İlay Reklam Ajansı Yeşilköy Atatürk Havalimanı Kavşağı EGS Business Park BL.N.8 6 Nolu Bölme, 34149 Bakırköy/İstanbul [2] Recep ARTUT Dusiburg Almanya doğumlu Koordinatör –Direktör SPÇ-DER Yönetim Kurulu Başkan yardımcısı Osman Artut ve Zekiye ARTUT’un oğlu olan Recep ARTUT, 7 Mayıs 1977 'de Almanya'da doğdu. İlköğretimini Basisschool Titus Brandsma da bitrerek. Almanya Grimmschule de ortaöğrenim ve lise dengi Real Schule 'dan mezun oldu. Türkiye ‘ye gelerek Suluova Lisesi’nde tamamlama yaparak Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Sanatı bölümünden mezun oldu. 2001 yılında Namet Et Entegre Firmasında Yönetici Yetiştirme Programı ile iş hayatına başladı. 2004-2007 yılları arasında Yörsan Süt A.Ş. Geliştirme Uzmanı olarak çalıştı. 2008 'de Loreal Paris Firmasında Planlama Grubu bünyesinde Yeni İş Geliştirme Koordinatörü olarak çalışmaya başladı ve sonraki yıllarda üst düzey görevlerde yer aldı. 2011 Yılında Marmarabirlik A.Ş. ‘nde İstanbul Bölge Sorumlusu ve sonrasında Marmara Bölge Müdürü olarak görev yaptı. 20122015 yılları arasında Faruk Güllüoğlu şirketler grubunda Batı Türkiye Satış müdürü ve Genel Müdür yardımcılığı görevlerini yürüttü. 2016 ‘da Mermerler Holding Bünyesinde Marmara Bölge Müdürü görevini yürütmektedir. [3] 2000 'de Derya ARTUT ile evlendi ve bu evlilikten 3 çocuk sahibi oldu. 2009 Yılı ve sonrasında SPÇDER Yönetim Kurulu Başkan yardımcılığı görevine seçildi. 2011 'de Yalan Yazan Tarih Utansın grubuna dahil olan Artut , Tarih alanında araştırma kuruluna katılmış , Tarih tezleri ve makale uzmanlığı yapmıştır. Artut aynı zamanda Mobetra Digital Panorama eğitimi , Çözüm Edt Bilişim Yöneticilik eğitimleri , CCS Danışmalık bünyesinde Liderlik ve Yöneticilik eğitimleri ,İstanbul Üniversitesi Tarih Araştırma etüt dersleri alarak ve Tarih Blog org. Sitelerini geliştirip tez ve kitap yazmıştır. , 2014 yılında Jön Türkler Kahramanlık kitabının yazarıdır. [4] "Bir lideri anlamak, salt söylenenleri değil; yaşadığı çağın karmaşasını, aldığı kararların yükünü ve göremediğimiz gerçekleri okumaktır." [5] ABDULHAMİT-İ ANLAMAK İsyanlar, Diplomasi ve Panislamizm Üzerine Bir Portre Recep ARTUT Reklam Ajansı [6] [7] İçindekiler; 1. Bölüm: II. Abdülhamid’in Hayatı ve Tahta Çıkışı 1.1. Şehzade Abdülhamid’in Çocukluğu ve Eğitim Yılları 1.2. Abdülaziz’in İntiharı ve V. Murad Dönemi 1.3. 2. Abdülhamid’in Tahta Çıkış Süreci 1.4. İlk Yıllarda Osmanlı’nın İç ve Dış Durumu 2. Bölüm: İttihat ve Terakki Hareketi ile Siyasi Mücadeleler 2.1. Jön Türklerin Doğuşu ve İdeolojisi 2.2. İttihat ve Terakki’nin Yükselişi 2.3. Abdülhamid’in Muhalefeti ve İstihbarat Ağları 2.4. Meşrutiyetin İlanı ve Sonrası 3. Bölüm: Kaybedilen Topraklar ve Osmanlı’nın Dış Politikası 3.1. 93 Harbi ve Berlin Antlaşması 3.2. Tunus’un Fransızlara Kaptırılması 3.3. Mısır’ın İngiltere’nin Kontrolüne Geçişi 3.4. Girit ve Balkanlardaki Ayrılıkçı Hareketler 3.5. Filistin Politikası ve Siyonizm’in Yükselişi 4. Bölüm: İç İsyanlar, Komplolar ve 31 Mart Vakası 4.1. Ermeni İsyanları ve Tehcir Politikaları 4.2. Jön Türk Hareketinin Muhalefeti 4.3. 31 Mart Vakası ve Abdülhamid’in Rolü 4.4. Tahttan İndirilme Süreci [8] 5. Bölüm: İttihat ve Terakki ile Mücadele: En Büyük Hatalar? 5.1. Abdülhamid’in İttihat ve Terakki’ye Bakışı 5.2. İttihat ve Terakki’nin Abdülhamid’i Devrinin Nedenleri 5.3. 1908 Sonrası Siyasi Kırılma 5.4. İlericiler mi, Batı Hayranı Darbeciler mi? 6. Bölüm: Eğitim, Modernleşme ve Altyapı Reformları 6.1. Maarif Politikası ve Eğitimde Reform 6.2. Demiryolu, Telgraf ve Teknolojik Atılımlar 6.3. Eğitimde Dinî Kimlik ve Ahlak Vurgusu 6.4. Modernleşme ile Muhafazakârlık Arasındaki İnce Çizgi 7. Bölüm: Panislamizm ve İslam Dünyasındaki Etkiler 7.1. Panislamizmin Temel İlkeleri 7.2. Halifelik Kurumunun Güçlendirilmesi 7.3. İslam Dünyasında Osmanlı’nın Liderliği 7.4. Panislamizmin Sınırlılıkları ve Etkileri 8. Bölüm: Abdülhamid’in Mirası: Tartışmalar, Efsaneler ve Gerçekler 8.1. Otoriter Yönetici İmajı 8.2. Modernleşmeci Devlet Adamı Görüşü 8.3. İslam Dünyasındaki Mirası 8.4. Günümüz Perspektifinde Abdülhamid 9. Bölüm: Sonuç ve Değerlendirme 9.1. II. Abdülhamid’in Tarihî Rolü 9.2. Osmanlı’nın Son Dönemlerine Yönelik Yeni Bakışlar 9.3. Geçmişten Bugüne Abdülhamid’i Anlamak [9] [10] Önsöz Tarih, insanlığın ortak hafızasıdır. Geçmişin derinliklerinde yaşananlar, bugünü anlamamızda ve yarını şekillendirmemizde en önemli pusulalardan biridir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemleri ise, sadece Türk tarihinin değil, dünya tarihinin de en kritik kesitlerinden birini oluşturur. Bu dönemin en karmaşık, en tartışmalı figürlerinden biri de hiç kuşkusuz Sultan II. Abdülhamid’dir. “Abdülhamid’i Anlamak” adlı bu kitap, sadece bir padişahın hayatını anlatmakla kalmayıp, onun şahsında Osmanlı’nın son yüzyılındaki dönüşüm sancılarını, imparatorluğun karşılaştığı zorlukları, iç ve dış mücadeleleri, modernleşme çabalarını ve siyasi çekişmeleri ele almayı amaçlamaktadır. Çünkü Abdülhamid, saltanatı boyunca Osmanlı’nın çöküşünü geciktirmeye çalışan, tarihsel şartların ona yüklediği ağır sorumlulukları omuzlarında taşıyan bir liderdi. Birçok tarih kitabında “Kızıl Sultan” ya da “İstibdatçı padişah” olarak anılan Abdülhamid, aslında çok daha derin ve çok katmanlı bir kişiliktir. Onu sadece baskıcı yönetimiyle tanımlamak, gerçek hikayeyi eksik bırakmak anlamına gelir. Bu yüzden bu eserde, Abdülhamid’i anlamanın ön koşulu olarak onun yaşadığı dönemin siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel dinamiklerini de dikkatle ele aldık. [11] Sultan II. Abdülhamid, eğitimli, ileri görüşlü ve stratejik bir devlet adamıydı. Onun vizyonu, Batı’nın teknolojisini ve yönetim biçimlerini alıp, kendi medeniyet değerleriyle harmanlayarak Osmanlı’yı ayakta tutmaktı. Bu süreçte karşılaştığı iç isyanlar, Jön Türk hareketi, dış müdahaleler ve toprak kayıpları, onun yönetim anlayışını şekillendiren zorluklar oldu. Modernleşme ile muhafazakârlık arasında kurduğu denge, onun siyasetteki en belirgin özelliğiydi. Bu kitapta, Abdülhamid’in hayatı ve yönetimiyle ilgili hem bilinenleri hem de çoğu zaman göz ardı edilen gerçekleri bir araya getirmeye çalıştık. İttihat ve Terakki ile mücadeleden Panislamizm politikasına; eğitim ve altyapı reformlarından kaybedilen topraklara kadar birçok açıdan analizler sunduk. Böylece okurların, tarihe farklı bir pencereden bakmalarını, ön yargılardan arınarak kendi değerlendirmelerini yapmalarını hedefledik. Aynı zamanda bu eser, sadece akademik bir inceleme değil, aynı zamanda tarihî figürler üzerinden günümüzü anlamaya yönelik bir çağrıdır. Çünkü tarih, sadece geçmişi hatırlamak değil, geçmişten ders çıkarmak, bugünümüze ışık tutmak ve geleceğimizi şekillendirmektir. Abdülhamid’i anlamak, bu bakımdan önemli bir adımdır. Okuyucularımızın bu çalışmadan hem tarihî gerçeklere dair bilgi edinmelerini hem de Osmanlı’nın [12] son dönemlerine dair daha derin ve nüanslı bir anlayış geliştirmelerini umuyorum. Tarihin karmaşık ve zengin yapısını göz önünde bulundurarak yazdığımız bu eser, sadece bir liderin değil, bir dönemin ve bir medeniyetin hikayesidir. Son olarak, bu kitabın hazırlanmasında destek veren tüm tarihçilerimize, arşiv çalışanlarına ve okuyucularımıza teşekkür ederim. Tarihe ışık tutma yolunda bu eser, bir küçük adımdır. Recep Artut [13] [14] Abdülhamid’i Anlamak Neden Zor? Tarih, bazen olayları değil; olaylar üzerine yazılanları hatırlar. Sultan II. Abdülhamid de işte böyle bir zamanın adamıdır. Kimine göre Halife-i Müslimîn, mazlum milletlerin hamisi; kimine göre baskıcı bir istibdat rejiminin kurucusu. Kimine göre cihan padişahı, kimine göre yalnız bir korkak. Fakat o ne sadece bir kahramandır, ne de yalnızca bir otokrat. Onun hikâyesi, devrin ruhu ve kırılgan bir imparatorluğun kaderiyle iç içedir. Bu kitap, klasik anlatılardan, ideolojik değerlendirmelerden sıyrılarak gerçek Abdülhamid’i arıyor. Onu sadece düşmanlarının değil, sevenlerinin de ötesinde bir yerden ele almak niyetindedir. Çünkü Abdülhamid’i anlamak, sadece bir padişahı değil, dağılmakta olan bir imparatorluğu, buhrana sürüklenen bir çağın ruhunu ve umudunu da anlamaktır. Bu bir tarih kitabı değil, bir hakikat arayışıdır. Bilinmeyen yönlerini, kararlarının arka planını, bugün neden hâlâ konuşulduğunu ve en önemlisi; neden bu kadar çok yanlış anlaşıldığını anlatan bir çalışmadır. Bu kitap, bir yargı kitabı değil, bir zihin açma çabasıdır. [15] "Bazen bir imparatorluk, sessiz bir çocuğun gözlerinde büyür." [16] Sessizliğin İçinde Büyüyen Taht Varisi Giriş: Sessiz Bir Hayatın İçindeki Gürültü Sultan II. Abdülhamid, doğduğu günden itibaren gürültülü bir çağın içine düşmüş, fakat sessiz bir kişilikle büyümeyi tercih etmişti. Ne bağırarak konuşan, ne de toplum içinde sivrilen bir çocuktu. Sarayın şaşalı salonlarında, altın varaklı koltuklarında değil; çiftlikte toprağın içinde, marangoz atölyesinde talaş kokuları arasında yetişti. Ama işte tam da bu yüzden o, Osmanlı tahtına en çok hazırlanan, fakat tahta çıkacağını en az uman padişahtı. 1842 yılında doğan Şehzade Abdülhamid, Osmanlı tarihinin kritik bir kavşağında, Sultan Abdülmecid’in oğludur. Ancak annesi Tirimüjgan Sultan, henüz 11 yaşındayken hayata gözlerini yumar. Bir çocuk için bu yaşta annesini kaybetmek, sadece bir kişiyi değil, bir dünyayı kaybetmektir. Onu büyüten kadın Piristû Kadın Efendi olur, yani babasının çocuksuz eşlerinden biri. Bu kadın, onun için anne rolünü üstlenmekle kalmaz, aynı zamanda merhametin ve disiplini bir arada veren bir figür olarak Şehzade Abdülhamid’in kişiliğini biçimlendirir. Bu dönem, Osmanlı sarayında büyük bir değişimin ve dönüşümün de habercisidir. Tanzimat Fermanı ilan edilmiş, Batı’ya yöneliş hız kazanmış, imparatorluğun bir yandan modernleşmeye, diğer yandan da kimliğini korumaya çalıştığı sancılı bir süreç başlamıştır. Küçük [17] bir şehzade olarak bunların farkında olması mümkün değildir, ama bu atmosfer onun karakterini derinden etkileyecektir. Abdülhamid’in çocukluğu, aslında klasik bir saray şehzadesinden çok farklıdır. Diğer şehzadeler oyun oynarken, o marangozhane kurar. Diğerleri içki âlemlerine dalarken, o çiftliğinde tavuk besler. Bu onun sadece mizacı değil, tercihidir. Çünkü hayat, ona erken yaşta şunu öğretmiştir: Gürültü içinde hakikat görünmez. Babası Abdülmecid’in 1861’deki ölümüyle birlikte Abdülhamid’in siyasi kaderi şekillenmeye başlar. Yerine geçen amcası Abdülaziz, onun eğitimiyle özel olarak ilgilenir. Fransızca, Arapça, Farsça gibi dillerin yanında, iki İtalyan müzisyenden musiki eğitimi alır. Ama daha da önemlisi, ekonomi ve finansla tanışır. Borsa, tarım, çiftlik yönetimi, ticaret... Osmanlı tarihinde hiçbir padişah, bu konularda Abdülhamid kadar donanımlı olmamıştır. Bu yönü, onu ileride diğer tüm padişahlardan ayıracaktır. Saraydan çıkıp Maslak’taki köşkünde, Kâğıthane’deki çiftliğinde üretimle uğraşır. Bu yalnızlığı kimileri "içe kapanıklık" olarak görür; ama bu bir içe kaçış değil, bir içe yöneliştir. Abdülhamid, çevresini değil; kendini inşa eder. İşte bu yüzden o, iktidara hazır değildir ama yönetime çoktan hazırdır. [18] 1867 yılında Sultan Abdülaziz ile birlikte çıktığı Avrupa gezisi, onun dünyaya bakışını tamamen değiştirir. Fransa, İngiltere, Belçika, Almanya, Avusturya-Macaristan gibi ülkelerde saraylarda ağırlanır, protokolleri öğrenir, teknolojik gelişmeleri gözlemler. Ama bu gezi, onun Batı’ya olan ilgisini artırmak yerine bir soğuma yaratır. Çünkü gördüğü Batı, ahlaki anlamda yozlaşmış, gösterişe düşkün ve hakikati tüketmiş bir Batı’dır. Elbette, modernleşmeye karşı değildir. Ama körü körüne bir taklitçiliği de reddeder. Onun gözünde Batı’dan alınması gereken şey usuldür, şekil değil. O seyahatten dönerken şu fikri kafasına koymuştur: “Osmanlı’yı Batılı gibi davranarak değil, kendi ruhuna dönerek kurtarabiliriz.” Bu dönemde Osmanlı çalkantı içindedir. Balkanlarda isyanlar, içerde ekonomik krizler, bürokrasi içinde hizip çatışmaları yaşanır. Abdülaziz’in ani ölümü –ki hâlâ intihar mı, suikast mi olduğu tartışılır– bir dönemin kapanışıdır. Yerine geçen V. Murad’ın kısa süren hükümdarlığı (93 gün) Osmanlı’nın yönetilemez hale geldiğinin göstergesidir. Murad ruhsal bunalım geçirirken, devletin koca koca adamları; sadrazamlar, paşalar, şeyhülislamlar gözlerini Abdülhamid’e çevirir. Henüz tahtı aklından bile geçirmeyen Abdülhamid, bu [19] süreçte meşrutiyetin ilanını kabul etmesi şartıyla padişah yapılır. İşte bu kritik dönemde, Abdülhamid hayatının en büyük sözünü verir: “Millete anayasa vereceğim.” Ama bu sözle birlikte bir başka şeyi de içinden geçirir: “Ve milleti korumak için gerektiğinde devleti tek başıma da yöneteceğim.” Abdülhamid’in karakteri çok boyutludur. O bir siyasetçi değildir, ama siyasetten çok iyi anlar. O bir asker değildir, ama savaşın ne demek olduğunu çok iyi bilir. O bir din adamı değildir, ama dini siyasetin merkezine yerleştirir. Bu onu “korkak bir muhafazakâr” değil, “temkinli bir stratejist” yapar. Çünkü onun nesli, bir imparatorluğun yavaş yavaş çürüdüğünü görmüş, fakat bunu açıkça dillendirememiş bir nesildir. Abdülhamid ise bunu açıkça görür ve dillendirir: “Osmanlı artık hasta adam değildir, hastalığı kronikleşmiş bir yapıdır. Ya kökten değişecek ya da yavaşça çökecektir.” Abdülhamid, 1876 yılında tahta çıktığında sadece bir padişah değil, bir devrin vicdanı olma yoluna girer. Onun çocukluğu, annesizliğin ve yalnızlığın gölgesinde geçmiştir. Gençliği, üretimin ve [20] öğrenmenin içinden geçmiştir. Ve şimdi bir tahtın başına gelirken, taşıdığı şey saltanat değil; yüzyıllık bir imparatorluğun kaderidir. Ve o günden itibaren bu kaderle baş başa kalacaktır. II. Abdülhamid dönemi, Osmanlı İmparatorluğu’nun modernleşme sancılarının, iç ve dış tehditlerin yoğun yaşandığı bir döneme denk gelir. Bu dönemde gençlik kavramı, yalnızca biyolojik bir evre olarak değil, bir milletin geleceğini inşa edecek potansiyel bir güç olarak algılanmış; eğitim politikaları, kültürel yapılanmalar, sosyal kurumlar ve devlet ideolojileri, gençliğin şekillendirilmesi üzerine odaklanmıştır. Bu nedenle II. Abdülhamid’in gençliğe yönelik yaklaşımı yalnızca pedagojik değil; aynı zamanda siyasi, kültürel ve sosyolojik bir perspektifle değerlendirilmelidir. Bu yazıda, Abdülhamid’in gençlik politikalarının temelleri, araçları ve uzun vadeli etkileri detaylı şekilde ele alınacaktır. II. Abdülhamid tahta çıktığında Osmanlı toplumu, Tanzimat ve Islahat Fermanları’nın getirdiği değişimleri sindirmeye çalışıyordu. Batı’dan ithal edilen fikirlerle geleneksel yapının çatıştığı bu dönemde, gençlik adeta bir kırılma noktası haline geldi. Yeni nesil, klasik medrese eğitiminden uzaklaşıyor; Mekteb-i Mülkiye, Mekteb-i Harbiye gibi Batı tarzı eğitim kurumlarında yetişiyordu. Abdülhamid, bu değişimi fark etti ve gençliği [21] anlamadan, devleti olmadığını kavradı. dönüştürmenin mümkün Abdülhamid'in gençliğe yaklaşımı üç temel soruyla şekillendi: Bu gençler nasıl bir eğitimden geçiyor? Hangi fikirlerle yetişiyor? Devlete ve millete nasıl bir bağlılık taşıyor? Bu sorulara yanıt bulmak için Maarif Nezareti’nin raporları incelendi, eğitim kurumlarına müfettişler gönderildi ve gençlik arasında yükselen eğilimler saraya ulaştırıldı. Abdülhamid’in istihbarat ağı yalnızca siyasi faaliyetleri değil, gençliğin psikolojisini ve sosyolojik eğilimlerini de takip ediyordu. Abdülhamid döneminde eğitim, gençliğin hem ahlaki hem siyasi yönden terbiye edilmesinin birincil aracı olarak görülüyordu. Bu bağlamda şu adımlar atıldı: İdadi ve Sultani Okullarının Yaygınlaştırılması: Abdülhamid döneminde her vilayette en az bir idadi açılması teşvik edildi. Bu okulların müfredatları, hem Batı bilimlerini hem de İslam ahlakını bir araya getiriyordu. [22] Darülfünun’un Açılması: Modern üniversite anlamında ilk ciddi adım olan Darülfünun, gençlerin yüksek seviyede eğitim almasını sağladı. Maarif Nezareti’nin Güçlendirilmesi: Eğitim politikaları merkezileştirildi. Eğitim müfredatı, gençliği hem devlete sadık bireyler olarak yetiştirmeyi hem de Batı’daki muadillerine denk bir entelektüel seviye kazandırmayı hedefliyordu. Dinî ve Millî Değerlerin Vurgulanması: Eğitimde İslam ahlakı ön planda tutuldu. Ancak bu, dogmatik bir yaklaşım değildi; aksine, din ile bilim bir arada sunulmaya çalışıldı. Millî bir bilinç oluşturmak için Osmanlı tarihinin okutulmasına önem verildi. Gençliğin yükselen bir güç olduğunun farkında olan Abdülhamid, muhalif fikirlerin önünü kesmek için geniş bir gözetim sistemi kurdu. Özellikle yurtdışında eğitim gören öğrencilerin faaliyetleri dikkatle izlendi. Avrupa’ya gönderilen her öğrenciden düzenli raporlar isteniyordu. Bu bağlamda: Yurtdışına Öğrenci Gönderimi Sınırlandırıldı: Sadece devletin onayladığı alanlarda ve kurumlarda eğitim izni verildi. Mecmualar ve Gazeteler Denetlendi: Gençler arasında yaygın olan yayınlar sansürlendi, zararlı görülen fikirler taşıyan dergiler yasaklandı. [23] İstihbarat Ağı Gençliği Takip Etti: Jurnalcilik sistemi ile öğrenciler arasında kimlerin muhalif fikirler taşıdığı belirlenmeye çalışıldı. Abdülhamid, yalnızca bir padişah değil, aynı zamanda gençlik için bir rol model olma çabası içindeydi. Kendi hayatını ölçülü, disiplinli ve sadelik içinde sürdürmesiyle gençlere örnek olmaya çalıştı. Ayrıca gençlerin devlete olan sadakatini artırmak için şu yollar izlendi: Hilafet Vurgusu: Halifelik artırılarak gençlerin İslam güçlendirildi. makamının dünyasıyla prestiji bağları İslam Birliği (İttihad-ı İslam) Politikası: Gençliğe, sadece Osmanlı değil, tüm İslam dünyasına karşı sorumluluk taşıdığı duygusu aşılandı. Milli Kimlik İnşası: Osmanlıcılık fikri ile gençlerin etnik köken fark etmeksizin devlete sadık bireyler olması hedeflendi. Her ne kadar Abdülhamid’in gençlik politikaları dikkatle yürütülse de, bu dönemde gençlik içerisinde ciddi bir muhalefet de yeşermiştir. Özellikle yurtdışında okuyan öğrenciler arasında meşrutiyetçi, anayasalı sistem isteyen gruplar oluştu: [24] Jön Türk Hareketi: Abdülhamid’in baskıcı politikalarına karşı çıkan bu hareket, gençliğin değişim talebinin bir sonucuydu. İttihat ve Terakki Cemiyeti: Genç subaylar ve aydınlar arasında örgütlenen bu cemiyet, Abdülhamid’in gençlik politikalarının karşıt bir refleksi olarak değerlendirilebilir. Bu tepkiler, gençliğin tek tip olmadığını, farklı fikirlerin ve yönelimlerin gelişebileceğini gösterdi. Abdülhamid, her ne kadar gençliği kontrol etmeye çalışsa da, bu kitle içerisinden güçlü muhalif hareketler doğdu. II. Abdülhamid'in gençlik politikaları, bir yandan gençliği eğitip yönlendirmeyi hedeflerken, diğer yandan sıkı bir denetim ve kontrol altında tutmaya çalıştı. Bu yaklaşım, hem sadık ve nitelikli bireylerin yetişmesine vesile oldu, hem de otoriterliğe karşı çıkan fikir hareketlerinin doğmasına yol açtı. Günümüzde bile eğitimdeki merkeziyetçilik, ahlaki yönelimlerin vurgulanması, dinî-millî değerlerin ön planda tutulması gibi politikalar; Abdülhamid döneminin bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Gençliğe dair yürütülen politikalar, bir milletin geleceğini belirlediği için, Abdülhamid'in bu konudaki hassasiyeti tarihî bir örnek teşkil etmektedir. Ancak aynı zamanda, gençliğin doğası gereği [25] sorgulayan ve unutulmamalıdır. dönüştüren bir güç olduğu 1876 yılı, Osmanlı tarihinde yalnızca bir padişah değişiminin değil, aynı zamanda imparatorluğun kader çizgisinde sert bir kırılmanın yaşandığı yıl olarak hafızalara kazınacaktır. II. Abdülhamid'in tahta çıkışı, klasik anlamda bir halefiyet devriyesi olmaktan çok, siyasi hesapların ve derin entrikaların merkezinde şekillenen dramatik bir sürecin ürünüdür. Abdülhamid’in yükselişi, yalnızca şehzadelikten sultanlığa geçiş değil, aynı zamanda Osmanlı'nın geleneksel yapısından modern dünyaya adım atmaya çalıştığı bir çağın kırılganlığının ifadesiydi. Sultan Abdülaziz, Batı’yla ilişkiler kurmak isteyen, donanmayı büyüten ve saray mimarisine önem veren bir padişahtı. Ancak son yıllarında hem mali krizler hem de artan bürokratik hoşnutsuzluk nedeniyle baskı altındaydı. 30 Mayıs 1876’da Meclis-i Vükelâ’nın kararı ve Şeyhülislam’ın fetvası doğrultusunda tahtan indirildi. Yerine, Batı hayranı ve anayasal düzene açık olan Şehzade Murad (V. Murad) çıkarıldı. Bu değişim, bazı tarihçiler tarafından bir darbe olarak nitelendirilir. Ancak V. Murad’ın tahta çıktıktan sonra hızla ruhsal dengesini kaybetmesi, yalnızca hanedan içinde değil, bütün devlette bir krize yol açtı. Tanzimat bürokrasisinin desteklediği bu anayasal geçiş ümidi daha başlamadan çökmüştü. Abdülhamid, bu kaos [26] ortamında dikkatli bir biçimde bekliyordu. Onun gözünde saltanat yalnızca bir taht değil, devletin bekâsının yükünü sırtlamaktı. Abdülhamid, V. Murad'ın akli melekelerini kaybettiği yönündeki söylentiler güçlendikçe, kardeşinin tahtta kalamayacağını sezmişti. Fakat bunu aleni bir biçimde dile getirmedi. Olayların doğal akışını beklemeyi tercih etti. Bu bekleyişte, sarayda ve bürokraside olup bitenleri dikkatle takip etti. Ayrıca İngiltere elçiliği başta olmak üzere Avrupa’daki diplomatik çevrelerle de dolaylı temaslar kurmaya başladı. Kimilerine göre bu temaslar, ilerideki istibdat yönetiminin tohumlarını atarken; kimilerine göre ise Abdülhamid’in siyasi zekâsının ilk göstergeleriydi. Meclis-i Has (Saray danışmanları ve üst düzey bürokratlar), V. Murad’ın artık devlet yönetimini sürdüremeyecek durumda olduğunu 31 Ağustos 1876 tarihinde resmen ilan etti. Hemen ardından, Abdülhamid tahta çıkarıldı. Tahta çıkışı sırasında yaptığı kısa konuşmada, halkın refahı ve devletin bekâsı için çalışacağını vurguladı. Ancak bu sözlerinin hemen ardından, devletin en çalkantılı dönemlerinden biriyle yüzleşmek zorunda kalacaktı. II. Abdülhamid’in tahta çıkışı, aynı zamanda Avrupa’daki büyük güçlerin Osmanlı üzerindeki etkisini artırdığı bir döneme denk geliyordu. Özellikle Panslavizm politikası güden Çarlık Rusyası, Balkanlar’daki Slav halkları Osmanlı’ya karşı [27] ayaklandırmak için elinden geleni yapıyordu. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi), Abdülhamid’in henüz yeni tahta çıkmışken büyük bir askeri ve siyasi krizle baş başa kalmasına neden oldu. Bu dönemde Abdülhamid, bir yandan anayasal düzeni başlatmaya çalışırken bir yandan da savaşı yönetmek zorunda kaldı. Meclis-i Mebusan 1876'da açıldı ve Kanûn-ı Esâsî yürürlüğe girdi. Ancak savaşın ağır seyri, bu anayasal deneyimi kısa sürede boşa çıkardı. 1878’de Meclis kapatıldı, anayasa askıya alındı ve Abdülhamid artık tek başına karar alan, merkeziyetçi bir yönetimin başı haline geldi. Abdülhamid’in yükselişi, yalnızca olayların gidişatına bağlı bir tesadüf değil, aynı zamanda onun sabırla ve stratejiyle yürüttüğü bir sürecin sonucudur. Kardeşi Murad’ın zaaflarını gözlemlemiş, siyasi boşluğu sezmiş ve her ne kadar doğrudan güç kullanmamış olsa da çevresinde oluşan beklentileri yönetmeyi başarmıştır. Onun yükselişi, sessizlikle örülü bir bekleyişin, derin gözlemlerin ve zamanı geldiğinde alınan keskin kararların öyküsüdür. Bu dönem, aynı zamanda Abdülhamid’in istibdat yönetiminin ilk ipuçlarını verdiği, basını ve muhalefeti nasıl kontrol altına alabileceğini tarttığı, Batı’nın içyüzünü derinlemesine analiz ettiği bir dönemdir. Henüz ilk yıllarında, halkın ve ulemanın desteğini alırken Batılı güçlerin iç siyasetimize [28] müdahale etmesini sınırlamaya çalıştı. diplomatik manevralarla II. Abdülhamid’in saltanat yılları, Osmanlı tarihinin yalnızca siyasi değil, aynı zamanda zihinsel, kültürel ve bürokratik bir dönüşüm süreci olarak da okunmalıdır. O, yalnızca bir padişah değil; aynı zamanda devletin yıkılmasını geciktirmek için her detayı ince eleyip sık dokuyan bir mühendis gibi çalışan, büyük bir stratejistti. Bu bölümde, II. Abdülhamid'in devlet aklını nasıl şekillendirdiğini, güvenlik politikalarından eğitim sistemine, istihbarattan iletişim altyapısına kadar uzanan geniş bir yelpazede inceliyoruz. II. Abdülhamid’in devlet yönetiminde en fazla öne çıkan yönlerinden biri, bilgiye ve bilgi akışına verdiği önemdi. Bu yönüyle, klasik anlamda bir padişahtan çok bir modern devlet yöneticisini andırıyordu. Saltanatının ilk yıllarından itibaren bilgiye ulaşma, onu kontrol etme ve yorumlama üzerine kurulu bir iktidar anlayışı benimsedi. Bu çerçevede ilk yaptığı işlerden biri, Yıldız Sarayı'nda kurduğu istihbarat ağı oldu. Bugünkü anlamıyla bir istihbarat teşkilatının ilk tohumları bu dönemde atıldı. Bu ağın görevi sadece siyasi rakipleri izlemek değil, aynı zamanda toplumsal eğilimleri, halkın ruh hâlini, aydınların düşüncelerini ve hatta taşradaki müftülerin hutbelerde söylediklerini bile raporlamaktı. Yıldız İstihbarat Teşkilatı, Abdülhamid’e her sabah yüzlerce [29] telgraf, mektup ve rapor sunar, o da bu belgeleri tek tek okur, altına notlar düşerdi. Bazı kaynaklara göre, günde on saatten fazla süreyle rapor okuduğu bile söylenmektedir. Bu bilgi akışının merkezi olan Yıldız Arşivi, yalnızca bir yönetim aracı değil, aynı zamanda bir “hafıza mekânı”ydı. Devletin en ücra köşelerinden gelen haberler, burada sınıflandırılır, dosyalanır, analiz edilir ve gerektiğinde geçmiş verilerle karşılaştırılırdı. Bu yöntemle Abdülhamid, Osmanlı coğrafyasının dört bir yanında olup bitenlerden doğrudan haberdar olurken, bürokratlarına ve sadrazamlarına güvenmek zorunda kalmadan karar verebiliyordu. II. Abdülhamid’in devlet anlayışı yalnızca bugünü kurtarma çabası değildi; geleceği tasarlamak da onun ana hedeflerinden biriydi. Bu yüzden, özellikle eğitim alanına büyük yatırımlar yaptı. 1876 yılında tahta çıktığında Osmanlı’da modern anlamda lise sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. 1908'e gelindiğinde ise imparatorluk genelinde yüzlerce rüştiye (ortaokul), idadi (lise) ve sultani (lise düzeyinde ileri okul) açılmıştı. Üstelik bu okullar sadece sayıca artmamıştı; içerik bakımından da modernleşmişti. Matematik, fen bilimleri, coğrafya, tarih ve Fransızca gibi dersler okutuluyor, öğrenciler modern bilimsel düşünceye yönlendiriliyordu. Bu yönüyle II. Abdülhamid, bir yandan İslamî değerlere sadık bir nesil yetiştirmeye [30] çalışırken, öte yandan da Batı’daki bilimsel ilerlemeleri takip edebilecek kadrolar oluşturmayı hedeflemiştir. Bu ikili yapı, onun “denge siyaseti”nin eğitimdeki yansımasıydı. En çarpıcı örneklerden biri, Mekteb-i Mülkiye ve Mekteb-i Tıbbiye gibi yükseköğretim kurumlarının yeniden yapılandırılmasıdır. Bu kurumlarda yetişen bürokratlar, sadece Osmanlı'nın değil, Cumhuriyet'in de temel kadrolarını oluşturmuştur. Yani II. Abdülhamid’in eğitim politikası, yalnızca kendi dönemine değil, kendisinden sonra gelen nesillere de damgasını vurmuştur. Devletin merkezi kontrolünü artırmanın bir diğer aracı da ulaşım ve haberleşme altyapısıydı. II. Abdülhamid bu alanlara büyük yatırımlar yaptı çünkü istihbarat ve eğitim gibi alanların işleyebilmesi için hızlı bir iletişim ve ulaşım ağına ihtiyaç vardı. Telgraf hatları bu dönemde Osmanlı coğrafyasını örümcek ağı gibi sarmaya başladı. 1876’da telgrafla haberleşme ağı oldukça sınırlıyken, 1900’lere gelindiğinde Musul’dan Edirne’ye, Şam’dan Bağdat’a kadar çok geniş bir alan telgrafla kontrol edilebilir hâle geldi. Bu hatlar sayesinde sadece bürokratik emirler değil, aynı zamanda toplumsal olaylara müdahale emirleri de çok hızlı şekilde iletilebiliyordu. Demiryolları ise, hem ekonomik hem askerî hem de idarî bir araçtı. Hicaz Demiryolu, sadece Mekke’ye [31] ulaşım sağlamıyordu; aynı zamanda Arap toprakları üzerindeki Osmanlı hâkimiyetinin güçlenmesini sağlıyordu. Aynı şekilde, Rumeli ve Anadolu demiryolları da taşra ile merkez arasındaki bağı kuvvetlendirmişti. II. Abdülhamid’in dış politikadaki en önemli hamlesi, Hilafet makamını aktif olarak kullanmasıydı. Kendinden önceki padişahlar hilafeti daha çok sembolik bir unsur olarak görürken, II. Abdülhamid onu bir “jeopolitik silah” haline getirmiştir. Bu çerçevede Panislamizm, yani tüm İslam dünyasını Osmanlı halifesi etrafında birleştirme ideali, onun dış politikasında temel bir strateji hâline geldi. Panislamizm politikası sayesinde, İngiltere’nin Hindistan’daki Müslüman tebaası, Fransa’nın Kuzey Afrika’daki Müslüman halkları ve Rusya’nın Orta Asya’daki Müslüman toplulukları üzerinde Osmanlı Halifesi’nin etkisi artmıştı. Bu da Batılı devletlerin her adımda II. Abdülhamid’i dikkate almalarını sağladı. Örneğin, İngiltere Hindistan’daki isyan tehlikesi nedeniyle Osmanlı’ya baskı uygularken daha temkinli davranmak zorunda kaldı. Hilafet politikası sadece dışarıya değil, içerideki Arap vilayetleri için de bir tür “birleştirici kimlik” olarak sunulmuştu. Halife, tüm Müslümanların lideriydi ve bu kimlik, özellikle ayrılıkçı eğilimlerin arttığı bölgelerde bir denge unsuru olarak kullanıldı. [32] Ancak II. Abdülhamid’in devlet mühendisliğinin belki de en tartışmalı boyutu, düşünce kontrolüydü. Onun döneminde sansür olağan bir devlet uygulaması hâline geldi. Yalnızca gazeteler değil, tiyatro oyunları, romanlar, hatta telgraflar bile denetimden geçiyordu. Özellikle Avrupa’dan gelen yayınlar sıkı bir şekilde kontrol ediliyor, “tehlikeli” görülen fikirlerin ülkeye sızması engellenmeye çalışılıyordu. Bu politika, bir yandan devleti dış tehditlere karşı korumak için gerekli görülse de, diğer yandan entelektüel çevrelerde ciddi bir rahatsızlık yaratmıştı. Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa gibi pek çok aydın bu politikaların hedefi oldu ya da yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. Bununla birlikte, Abdülhamid dönemi basınının tamamen susturulduğu söylenemez. Aksine, çok sayıda gazete ve dergi yayımlanıyordu; ancak bu yayınlar çoğunlukla padişahın çizdiği sınırlar içinde hareket etmek zorundaydı. II. Abdülhamid'in devlet aklı, klasik Osmanlı siyasetinden farklı olarak çok katmanlı ve çok yönlüydü. O, sadece saray entrikalarıyla değil, dünya siyasetiyle, ekonomiyle, teknolojiyle, halk psikolojisiyle ve bürokrasiyle eş zamanlı ilgileniyordu. Bu bağlamda onun iktidarı, yalnızca bir padişahlık değil; aynı zamanda bir “devlet mühendisliği” süreciydi. Kimi tarihçiler onun bu yaklaşımını despotluk olarak değerlendirirken, kimileri de bu stratejilerin [33] Osmanlı’nın çöküşünü en az 30 yıl geciktirdiğini savunur. Gerçek olan şudur ki: II. Abdülhamid, Osmanlı İmparatorluğu’nun modern dünyaya ayak uydurması için mümkün olan her aracı kullandı. Düşmanlarını tanıyan, dostlarını tartan ve hepsinden önemlisi halkını gözlemleyen bir hükümdar olarak, yaşadığı çağın çok ötesinde bir zihin yapısına sahipti. [34] Toprak Kaybı Bir Sonuçtur, Sebep Değil II. Abdülhamid’in en büyük mücadelelerinden biri, devleti parçalanmaktan korumaktı. Ancak bu uğraş, çoğu zaman savunmada kalmakla ve stratejik tavizler vermekle sonuçlandı. Dış politikadaki ustalığına rağmen imparatorluğun pek çok bölgesi elden çıktı. Ancak bu kayıplar ne sadece onun şahsî zaaflarından ne de askerî güçsüzlükten kaynaklanıyordu. Aksine, bu kayıplar çok daha derin, tarihsel ve küresel dönüşümlerin ürünüdür. → 93 Harbi (1877-78) ve Berlin Antlaşması 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı, tarihe “93 Harbi” olarak geçti. Bu savaş, Abdülhamid’in tahta çıkışının hemen ardından patlak verdi ve onun iktidarındaki ilk büyük kriz oldu. Osmanlı ordusu, özellikle Balkanlar ve Kafkasya cephelerinde büyük kayıplar yaşadı. Savaş sonunda imzalanan Ayastefanos Antlaşması, Osmanlı'yı neredeyse bir Balkan devleti olmaktan çıkarıyordu. Ancak bu antlaşma, diğer büyük Avrupa devletlerinin tepkisini çekti. Bu noktada Berlin Kongresi devreye girdi. II. Abdülhamid, bu kongrede diplomasisini devreye soktu. Rusya’nın kazançları kısıtlandı ama Osmanlı da çok şey kaybetti: [35] Bosna-Hersek fiilen Avusturya-Macaristan’a bırakıldı (resmî ilhak 1908), Batum, Kars ve Ardahan Rusya’ya verildi, Bulgaristan, yarı bağımsız bir prenslik hâline geldi, Sırbistan, Karadağ ve bağımsızlıklarını kazandı. Romanya tamamen 93 Harbi, bir askerî yenilgiden çok daha fazlasıydı. O savaş, Osmanlı’nın artık “Avrupa devleti” sayılmayacağı bir dönemin başlangıcıydı. Berlin Antlaşması ise Abdülhamid’in bir daha savaş yerine diplomasiyle ülkeyi ayakta tutmaya çalışacağı politikanın temelini attı. → Tunus’un Fransızlara Kaptırılması 1881’de Fransız ordusu Tunus’a girdi ve bu bölgeyi işgal etti. Bu olay, sadece coğrafî bir kayıp değildi, İslam dünyasında büyük bir sarsıntıya yol açtı. Zira Tunus, bir İslam toprağıydı ve Fransızlar bu işgali "yerli kabilelerin sınır taşkınlıklarını engellemek" gibi sudan sebeplerle meşrulaştırmıştı. Abdülhamid bu işgale sert tepki veremedi. Çünkü aynı yıllarda İngiltere ile ilişkileri düzeltmeye çalışıyor, Rusya ile denge kurmaya uğraşıyor, iç karışıklıkları bastırmakla meşguldü. Dolayısıyla [36] Tunus’un kaybı, "reaksiyon verilemeyen bir kriz" olarak tarihe geçti. Dahası, bu işgal Osmanlı'nın İslam dünyasındaki halifelik iddiasını zedeledi. Abdülhamid, halifeliği öne çıkararak Müslüman halklarda bağlılık oluşturmaya çalışırken, bu tür işgaller onun söylemini zayıflatıyordu. → Mısır’ın İngiltere’ye Geçişi 1882’de Urabi Paşa Ayaklanması sırasında İngiliz donanması İskenderiye'yi bombaladı. Osmanlı devleti, görünüşte bu isyana karşıydı ama Urabi Paşa, aslında İngiliz karşıtı milliyetçi bir liderdi. Bu noktada Abdülhamid'in içine düştüğü ikilem açıktı: Bir yanda isyanın bastırılması, merkezî otoriteyi koruyordu, Diğer yanda İngilizlerin bölgeye kontrolün tamamen kaybı demekti. yerleşmesi, Sonuç olarak İngiltere Mısır’ı işgal etti, ve 1914’e kadar "sözde Osmanlı toprağı" olarak kaldı. Ancak fiilî hâkimiyet tamamen Londra’ya geçti. Süveyş Kanalı’nın önemi nedeniyle bu işgal, sadece bir toprak kaybı değil, Osmanlı’nın doğrudan Asya ve Afrika bağlantısının kopması anlamına geliyordu. [37] Bu işgal de yine sessizce geçiştirildi. Çünkü Abdülhamid’in o sırada ne ekonomik gücü ne de uluslararası desteği vardı. Devlet borç batağındaydı, Donanma Haliç’e hapsedilmişti, ordu Balkanlar’da meşguldü. → Girit Hareketler ve Balkanlardaki Ayrılıkçı Girit, II. Abdülhamid döneminde en çok kriz yaşanan bölgelerden biriydi. Ada, coğrafî olarak Yunanistan’a çok yakındı ve nüfusun büyük çoğunluğu Rum idi. Bu yüzden sürekli ayaklanmalar çıkıyor, Yunanistan’ın ada üzerindeki talepleri artıyordu. 1897’de patlayan Osmanlı-Yunan Savaşı aslında Girit’in geleceği üzerindeydi. Abdülhamid bu savaşta diplomatik bir başarı elde etti. Osmanlı ordusu Yunanları yendi, Atina'ya kadar ilerledi. Ancak Batılı devletlerin baskısıyla Girit’e özerklik verildi ve kısa süre sonra ada fiilen Osmanlı’dan koptu. 1908’de Yunanistan’a katıldığını ilan etti, 1913’te de bu durum resmiyet kazandı. Balkanlar’da ise Sırp, Bulgar, Arnavut ve Makedon milliyetçilikleri birer birer ayaklandı. Bu hareketlerin temelinde birkaç neden vardı: Rusya’nın “Pan-Slavizm” politikası, [38] Avrupa basınının sürekli Osmanlı’yı şeytanlaştırması, Ekonomik yoksulluk ve yerel beylerin Osmanlı’dan koparak güç kazanma isteği. Abdülhamid tüm bu süreçte baskıcı bir politika izledi. İstibdat rejimiyle ayaklanmaları bastırmaya çalıştı. Ancak bu bastırma girişimleri, Avrupalıların eline yeni propaganda malzemeleri veriyordu. “Balkanlar’da Hristiyanlara zulüm” söylemi, Osmanlı’nın hem askerî hem diplomatik yalnızlığını artırdı. → Filistin Politikası ve Herzl Meselesi 1896’da Theodor Herzl, “Der Judenstaat” adlı kitabını yayımladı ve Siyonist hareketin liderliğini üstlendi. Bu hareketin amacı, Yahudilere Filistin’de bir devlet kurmaktı. Herzl, 1897’de Dünya Siyonist Kongresi’ni topladıktan sonra ısrarla II. Abdülhamid’le görüşmek istedi. 1901’de bir aracı vasıtasıyla saraya ulaştı. Yahudilerin, Osmanlı borçlarını kapatma karşılığında Filistin’den yer talep ettiği söylendi. Abdülhamid’in cevabı netti: “Ben bir karış dahi toprak satmam. Bu topraklar bana değil, milletime aittir.” [39] Bu tavır, onun Filistin konusundaki en dirayetli adımı oldu. Ancak tarih burada ironik bir oyun oynadı. Abdülhamid bu teklifi reddetti ama sonraki yıllarda İttihatçılar döneminde Yahudi göçü artarak devam etti. İngiltere, Siyonistlerle Balfour Deklarasyonu ile anlaşmaya vardı (1917). Abdülhamid, Filistin’i Yahudilere satmadı ama bölgedeki göçleri de tam olarak durduramadı. Zira Osmanlı, bölgede gereken nüfus kontrolünü ve demografik dengeyi sağlayacak idarî kapasiteyi kaybetmişti. Abdülhamid döneminde kaybedilen topraklar sadece savaşlarla ya da isyanlarla gitmedi. Bu kayıpların ardında daha derin yapısal gerçekler vardı: Merkezî otoritenin zayıflaması, Ekonomik bağımsızlığın yitirilmesi, Milliyetçilik akımlarına karşı yeterli “yeni anlatı” üretilememesi, Modernleşme çabalarının yarım kalması, Uluslararası çatışmaları. diplomaside yalnızlık ve çıkar II. Abdülhamid, bu krizleri bazen büyük bir zekâ ve sabırla yönetti. Ancak gücünün sınırlı olduğu yerlerde [40] ya diplomasiye başvurdu ya da sessizce kabullendi. Kaybedilen her toprak parçası, aslında Osmanlı’nın iç yapısındaki çöküşün dışa yansımasından başka bir şey değildi. I. 93 Harbi (1877–1878) ve Berlin Antlaşması: Bir İmparatorluğun Kırılma Noktası 1877 yılına gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu, zaten içeriden ekonomik krizlerle boğuşurken, dışarıdan da Rusya’nın emperyal yayılmacılığına karşı direnmeye çalışıyordu. 93 Harbi (Hicrî 1293), Osmanlı tarihinin en sarsıcı savaşlarından biri oldu. Savaş, yalnızca bir askerî çatışma değil; aynı zamanda bir medeniyetin yıkılma, halkların kopma, coğrafyanın yeniden şekillenme süreciydi. a. Savaşın Başlangıç Noktası Panslavizm ideolojisini benimseyen Rusya, Balkanlar’daki Slav halklarını Osmanlı’ya karşı kışkırtarak hem Ortodoksları “kurtarıcı” rolüyle yanına çekmiş hem de sıcak denizlere inme hedefini adım adım uygulamaya koymuştu. Savaş başladığında Osmanlı ordusu, teknolojik anlamda Ruslara kıyasla oldukça geri kalmıştı. Mühimmat yetersizliği, askerî eğitim eksikliği ve komuta kademesindeki tutarsızlık, Osmanlı’yı daha savaşın başlarında savunma pozisyonuna itti. [41] b. Batı Cephesi: Plevne Destanı Gazi Osman Paşa’nın Plevne’deki destansı direnişi, savaşın belki de en hatırlanan anlarından biridir. Ancak kahramanlıklar bir yere kadar yeterli oldu. Savaş stratejik olarak kaybedildi. Ruslar, Edirne’ye kadar ilerledi. İstanbul’un düşmesi an meselesiydi. Ancak İngiltere'nin diplomatik müdahalesi, Osmanlı başkentinin Rus işgalinden kurtulmasını sağladı. c. Ayastefanos Antlaşması ve Berlin Kongresi Savaş sonunda Osmanlı, Ayastefanos Antlaşması ile büyük bir toprak kaybına uğradı. Ancak bu antlaşma Avrupa’nın çıkarlarına ters düştüğü için, Almanya Şansölyesi Bismarck’ın önderliğinde Berlin Kongresi toplandı. Berlin Antlaşması (1878), Osmanlı’yı sözde rahatlatıyor gibi gözükse de, aslında Balkanlar’daki çözülmenin resmîleşmesiydi. Sırbistan, Karadağ ve Romanya tamamen bağımsız oldu. Bosna-Hersek, Avusturya-Macaristan’a verildi (resmiyette Osmanlı toprağı kalmış görünse de fiilen elden çıktı). Bulgaristan, özerk bir prenslik hâline geldi. [42] Doğu Beyazıt, Kars, Ardahan ve Batum gibi doğu vilayetleri Rusya’ya bırakıldı. Bu antlaşma, Osmanlı'nın "hasta adam" olduğunun ilanıydı. Abdülhamid için bu, artık bir varoluş savaşıydı. Toprak kayıplarının sadece savaşlarla değil, büyük güçler arasında oynanan diplomatik satrançla gerçekleştiği bir dönem başladı. Osmanlı, Berlin Antlaşması sonrası yeniden kendini toparlamaya çalışırken Kuzey Afrika’daki topraklar birer birer Batılı devletlerin ilgisini çekmeye başlamıştı. Tunus, bu süreçte en kritik noktalardan biri oldu. a. Fransa’nın Emelleri Fransa, Cezayir’i 1830’da işgal ettikten sonra gözünü Tunus’a dikmişti. Tunus, Osmanlı’ya bağlı ama fiilen özerk bir yönetime sahipti. Ancak Fransa, Tunus’un güneyinde çıkan kabile çatışmalarını bahane ederek 1881’de Tunus’a askerî müdahalede bulundu ve Bardo Antlaşması ile bölgeyi himayesi altına aldı. b. Abdülhamid’in Tepkisi II. Abdülhamid bu gelişmeden büyük rahatsızlık duyduysa da, o dönemde Osmanlı’nın ne askerî gücü ne de diplomatik manevra alanı vardı. Fransa’yla doğrudan savaşmak, imparatorluğu büyük bir felakete [43] sürükleyebilirdi. Bu yüzden sessiz bir protestoyla yetinildi. Gerçekte ise, bu kayıp sadece bir toprak parçası değil, İslam dünyasındaki Osmanlı otoritesine vurulmuş bir darbeydi. Halife sıfatını taşıyan bir padişahın, Müslüman halkların yaşadığı yerleri Batılılara kaptırması, itibarı ciddi şekilde sarstı. Mısır, her zaman Osmanlı için hem stratejik hem ekonomik olarak en önemli vilayetlerden biri olmuştu. Süveyş Kanalı'nın açılması (1869) bu önemi kat be kat artırdı. Kanal, Hindistan’a giden en kısa deniz yolu olduğundan, İngiltere için hayatiydi. a. Hidivlik Rejimi ve Borçlanma Mısır, Kavalalı Mehmed Ali Paşa ile birlikte fiilen özerk bir yönetime geçmişti. Ancak zamanla Hidiv İsmail Paşa ve ardılları, büyük projeler için Batı’dan aldıkları borçları ödeyemez hâle geldiler. Bu borçlar, Osmanlı’nın değil Mısır’ın iç işiydi ama sonuçları tüm İmparatorluğu etkiledi. 1876’da Osmanlı Devleti borçlarını ödeyemediğini ilan etmişti. Bu durum, Düyun-u Umumiye (Genel Borçlar İdaresi) gibi kurumların kurulmasına yol açtı. İngiltere, Süveyş Kanalı hisselerinin önemli bir kısmını satın alarak Mısır üzerindeki nüfuzunu artırdı. [44] b. Arabi Paşa İsyanı ve İşgal 1881’de Mısırlı subay Ahmed Arabi Paşa, halkın desteğini alarak Batı’nın ekonomik boyunduruğuna karşı isyan etti. Ancak bu isyan, İngiltere’nin Mısır’a askerî müdahalesi için bahane oldu. 1882’de İngiliz donanması İskenderiye limanını bombaladı ve Mısır’ı işgal etti. Osmanlı’nın bu işgale doğrudan bir müdahalesi olmadı. Resmen Osmanlı toprağı olarak kalmaya devam eden Mısır, artık İngilizler tarafından yönetiliyordu. Bu durum, Osmanlı İmparatorluğu’nun sözde egemenlik - fiilî egemenlik ayrımının en trajik örneklerinden biri oldu. Girit Adası, Osmanlı’nın Akdeniz’deki en önemli üslerinden biriydi. Ancak Yunanistan’ın bağımsızlığı sonrası burada yaşayan Rum nüfusun Osmanlı yönetimine karşı ayaklanmaları arttı. a. Girit İsyanları ve Avrupalı Müdahaleler 1866, 1889, 1897 yıllarında büyük Girit ayaklanmaları yaşandı. Her biri Osmanlı tarafından bastırıldı, ama her isyandan sonra Avrupalı devletler barış gücü gönderme bahanesiyle adaya nüfuzlarını artırdı. Girit, 1898’de fiilen Osmanlı’nın kontrolünden çıktı. Balkanlar’daki tablo ise daha da karışıktı: [45] Bulgarlar, özerkliklerini bağımsızlığa çevirmek için sürekli isyan halindeydi. Arnavutlar, hem Osmanlı’ya hem de Sırbistan’a karşı bir tür denge politikası yürütüyorlardı. Yunanistan, Epir ve Teselya’yı ilhak etmeye çalışıyordu. Her bölge, artık bir ulusal kimlik inşa etme sürecine girmişti ve Osmanlı bu çok uluslu yapıyı yönetemez hâle gelmişti. 1890’ların sonlarında Yahudi göçmenler, Filistin’e yerleşmeye başlamıştı. Siyonist hareketin lideri Theodor Herzl, 1901’de II. Abdülhamid’le doğrudan görüşmek için İstanbul’a geldi. a. Herzl’in Teklifi Herzl, Osmanlı’nın dış borçlarını ödemeyi teklif etti. Karşılığında, Yahudilere Filistin’de yerleşim izni verilmesini istiyordu. Yani, “Sultan’ın borçlarını ödeyelim, siz de bize toprak verin” diyordu. b. Abdülhamid’in Kararlılığı Abdülhamid’in cevabı çok netti: [46] “Ben bir karış bile toprak satmam. Bu topraklar bana değil, milletime aittir. Milletim bu toprakları kanıyla sulamıştır.” Bu duruş, onun idealist lider profilinin en çok hatırlanan örneklerinden biri oldu. Ancak zamanla Yahudi göçleri gizli yollarla arttı. Filistin meselesi, Osmanlı için sadece bir göç politikası değil, geleceğin Ortadoğu krizinin tohumlarıydı. Topraklar Neden Kaybedildi? Osmanlı askerî olarak zayıftı. Diplomatik olarak yalnızdı. Ekonomik olarak iflas etmişti. En önemlisi, içeride birlik yoktu. Modernleşme çabaları yüzeyde kalmıştı. Yerel halklar artık kendilerini “Osmanlı” değil, “Sırp”, “Rum”, “Arap” olarak tanımlıyordu. II. Abdülhamid bu tabloya rağmen, kalan toprakları korumak için diplomasiyi silah gibi kullanmış, “devletin bekasını” temel öncelik edinmiştir. Onun stratejisi, kazanamasa da daha fazla kaybetmemek üzerine kuruluydu. [47] Ermeni İsyanları ve Yıldız Suikastı: Osmanlı’nın İçinden Yükselen Sarsıntılar Ondokuzuncuyüzyıl sonları, Osmanlı’nın iç güvenliğinin en zor sınandığı dönemlerden biri oldu. Balkanlar’daki milliyetçi isyanların yanı sıra, Doğu Anadolu ve Suriye bölgesinde yaşayan Ermeni halkının da gittikçe artan bir şekilde Osmanlı yönetimine karşı ayaklanmaları, imparatorluğun iç dengelerini zorlamaya başladı. a. Ermeni Nüfusunun Durumu ve Talepleri Osmanlı topraklarında yaşayan Ermeniler, 1800’lerin ikinci yarısında ağır vergi yükü, toprak sorunları ve merkezi yönetimden ayrımcılıkla karşı karşıyaydı. 1878’de Berlin Antlaşması’yla Ermeni reformları yapılması kararlaştırılmış ancak bu reformların uygulanması ya çok yavaş ya da fiilen engellenmişti. Ermeni çeteleri kuruldu, bazen Rusya destekli, bazen bağımsız hareket eden gruplar isyanlara başladı. Bu durum Osmanlı’da hem güvenlik sorunu yarattı hem de Batılı devletlerin Osmanlı üzerindeki baskısını artırdı. [48] b. Yıldız Suikastı (1905) Abdülhamid döneminde muhalefet ve iç isyanlar öylesine artmıştı ki, 21 Temmuz 1905’te İstanbul’da padişaha yönelik başarılı bir suikast girişimi yaşandı. Bu suikast, Ermeni devrimci örgütü Taşnaklar tarafından düzenlendi. Ancak girişim başarısız oldu; suikastçılar etkisiz hale getirildi. Suikast girişimi, Abdülhamid’in muhaliflerine karşı güvenlik önlemlerini katılaştırmasına neden oldu. Bu da hem istibdatın sertleşmesini hem de muhalefetin daha gizli ve organize hareket etmesini beraberinde getirdi. II. Abdülhamid’in otoriter yönetimine karşı 1889’lardan itibaren çeşitli muhalefet hareketleri ortaya çıktı. En bilineni Jön Türkler idi. Bu grup, Batı'daki fikirlerden beslenmiş, meşrutiyetin ilanını ve modernleşmeyi savunan aydınlardan oluşuyordu. a. Jön Türklerin Doğuşu ve Amaçları Jön Türkler, ilk olarak 1889’da Paris’te gizli bir örgüt olarak kuruldu. Özellikle İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin çekirdeğini oluşturdu. Amaçları; padişahın mutlak otoritesini sınırlamak, meşrutiyet rejimini yeniden getirmek, anayasal [49] reformlar yapmak ve Osmanlı’yı modern bir devlet haline getirmekti. II. Abdülhamid, bu hareketi hem bir tehdit olarak görmüş hem de çok sayıda Jön Türk liderini tutuklatıp sürgün ettirmiştir. b. İttihat ve Terakki'nin Yükselişi 1908 yılında Jön Türkler, II. Meşrutiyet’i ilan ederek II. Abdülhamid’i anayasal monarşi rejimi altında padişah olarak bırakmaya zorladı. Meşrutiyet ilanı, özellikle ordu ve bürokrasi içinde büyük destek buldu. İttihat ve Terakki, kısa sürede devletin birçok kademesine hakim oldu. 1909 yılının ilk aylarında yaşanan 31 Mart Vakası, Osmanlı tarihinin en karmaşık ve tartışmalı iç olaylarından biridir. Adı, hicri takvime göre 31 Mart 1325 tarihinden gelir ama Gregoryen takvime göre 13 Nisan 1909’a tekabül eder. a. Olayın Arkasında Ne Vardı? Meşrutiyet rejiminin ilanı, özellikle İstanbul’daki muhafazakâr ve dinî kesimlerde huzursuzluk yarattı. [50] Ordu içinde, özellikle Süvari alaylarında ve bazı mahallelerde meşrutiyet karşıtı hareketler güç kazandı. 31 Mart gecesi başlayan ayaklanmada, meşrutiyet yönetimi ve özellikle İttihat ve Terakki üyeleri hedef alındı. Sadrazam, bazı bakanlar kaçmak zorunda kaldı. Ayaklanmayı bastırmak için Selanik’ten Hareket Ordusu gönderildi. b. Abdülhamid’in Olası İlişkisi Tarihçiler arasında Abdülhamid’in doğrudan ayaklanmayı desteklediği veya planladığı görüşü tartışmalıdır. Bazıları padişahın olayları izlediğini ve gerektiğinde müdahale etmeyerek isyanın başarı şansını artırdığını iddia eder. Diğerleri ise, Abdülhamid’in durumun kontrolden çıkmasından rahatsız olduğunu, ancak gücünün kısıtlı olduğunu savunur. Her iki durumda da 31 Mart Vakası, padişahın otoritesini zayıflatmış ve meşrutiyet yanlılarının iktidarını pekiştirmesine yol açmıştır. [51] 31 Mart Vakası’nın ardından İttihat ve Terakki’nin gücü tamamen artmış ve Abdülhamid’in saltanatı tartışmaya açılmıştır. a. Meclis Kararı ve Tahttan İndirme 27 Nisan 1909’da toplanan Meclis, Abdülhamid’in tahttan indirilmesini kararlaştırdı. Bunun gerekçeleri arasında, meşrutiyet rejimine karşı ayaklanmaya göz yumması ve devlet işlerini kötü yönetmesi gösterildi. Abdülhamid, 33 yıllık saltanatından sonra tahttan indirilip, yerine V. Mehmed Reşad (Sultan Mehmed V) getirildi. Abdülhamid, tahttan indirildikten sonra Selanik’teki Rumeli Ordu Komutanlığı’na götürülmek üzere yola çıkarıldı, fakat yol üstünde İstanbul’a geri çağrıldı. b. Sürgün ve Hayatının Sonu Tahttan indirilen padişah, İstanbul’da Çırağan Sarayı’nda hapis hayatı yaşamaya başladı. Burada 1918 yılına, yani vefatına kadar tutuldu. Tahttan indirilmesi, Osmanlı’daki meşrutiyetçilerin zaferi olarak görülse de, aynı zamanda [52] imparatorluğun daha hızlı çözülme sürecinin de başlangıcı oldu. İç isyanlar, muhalif hareketler ve komplolar II. Abdülhamid’in saltanatını zorlu ve karmaşık kıldı. Padişah, devletin bekası için otoriter ve bazen sert tedbirler aldı, ancak bu tedbirler hem iç muhalefeti hem de dış baskıları artırdı. 31 Mart Vakası, onun yönetimine olan güvenin sarsıldığı ve fiilen sonun başlangıcı olan kritik bir dönüm noktasıydı. Abdülhamid’in İttihatçılara Bakışı: “Evlatlarım Ama…” II. Abdülhamid, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin doğuşunu başından itibaren izledi. Bu gençler çoğu zaman devletin değişik kurumlarında okumuş, yurt dışında bulunmuş, modern bilimin ve Avrupa'daki siyasi akımların etkisinde kalmış kişilerdi. Bir kısmı Meşrutiyet sevdalısıydı, bir kısmı ise saltanat karşıtıydı. Ancak hepsini bir araya getiren ortak nokta, Abdülhamid’in otoriter yönetimine ve istibdat rejimine olan karşıtlıktı. Abdülhamid, İttihat ve Terakki üyelerini “okumuş ama heyecanlı ve aceleci gençler” olarak nitelendiriyordu. Onlara karşı hem bir baba şefkati hem de bir padişah kuşkusu taşıyordu. Bir yandan onları anlamaya çalışıyor, diğer yandan saraya karşı yürütülen gizli faaliyetlerden endişe ediyordu. Nitekim birçok İttihatçı, Jön Türk geleneğinden gelen [53] kişilerdi; sürgünde, Fransa’da, Cenevre’de ve Mısır’da örgütlenmişlerdi. Bu kişilerin yazdığı gazeteler ve bildiriler İstanbul’a gizlice sokuluyor, el altından dağıtılıyordu. Abdülhamid onlarla doğrudan yüzleşmek yerine, zayıf noktalarını tespit ederek etkisizleştirmeyi seçti. Ancak bu strateji her zaman işe yaramadı. Cemiyet gizli çalışıyor, hem askerî hem sivil bürokraside yandaşlar kazanıyordu. Özellikle 3. Ordu’nun merkezi Manastır, bu örgütün kalbi hâline gelmişti. İttihatçıların Abdülhamid'i Neden Devirdiği? İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin en büyük motivasyonu, 1876’da ilan edilen ama 1878’de askıya alınan Kanun-i Esasi’yi yeniden yürürlüğe koymak ve Meşrutiyeti yeniden tesis etmekti. Onlara göre Abdülhamid: Halkı susturmuş, basını sansürlemişti. Parlamentoyu feshetmişti. Muhalif düşünceye tahammül etmiyordu. Devleti bir kişi üzerinden yöneterek çürümeyi hızlandırmıştı. Bu genç idealistlere göre, çözüm anayasal düzendi. Fransa’daki Üçüncü Cumhuriyet’in özgürlükçü havası [54] onları etkilemişti. Fakat burada önemli bir çelişki vardı: Bu kişiler modernleşmeyi savunurken, kendileri darbeci ve komplocu yöntemlere başvuruyordu. 1908 Temmuz’unda Makedonya’daki askerî birlikler ayaklandı. Talat, Cemal ve Enver gibi subaylar, dağlara çıkıp Meşrutiyet için isyan çağrısı yaptılar. Abdülhamid ise daha fazla kan dökülmesini istemedi ve Kanun-i Esasi’yi tekrar yürürlüğe koydu, yani II. Meşrutiyet ilan edildi. O an için sanki bir zafer kazanılmış gibiydi ama aslında Pandora’nın kutusu açılmıştı. 1908 Sonrası: Siyasi Kırılmanın Derinliği 1908 sonrası Osmanlı siyaseti, artık Abdülhamid’in kontrolünden çıkmıştı. Meclis yeniden açıldı, siyasi partiler kuruldu, fikir özgürlüğü geldi. Ama tüm bu gelişmeler, beraberinde büyük bir kaosu da getirdi. Herkes konuşuyordu, ama kimse uzlaşamıyordu. Basın alabildiğine sertleşti. Sosyalistlerden İslamcılara kadar herkes meydanlara döküldü. Cemaatler, etnik gruplar, azınlıklar kendi kimliklerini daha da yüksek sesle talep etmeye başladı. İttihatçılar kısa sürede, devleti yönetmenin muhalefet etmekten daha zor olduğunu fark ettiler. İçeride isyanlar, dışarıda savaşlar baş göstermeye başladı. Meşrutiyetin vaadettiği refah bir [55] türlü gerçekleşmiyordu. Ekonomik kriz derinleşti, ordu içindeki disiplin kayboldu. 1909’da patlak veren 31 Mart Vakası, aslında Meşrutiyetin zayıflığını ve Abdülhamid’in hâlâ toplum üzerinde etkisini gösterdi. Bu olay, Meşrutiyet rejiminin sancılı doğumuydu. Ayaklanma bastırıldı ama Abdülhamid bu süreçte tahttan indirildi. İttihat ve Terakki’nin kendi padişahını devirmesi, tarihte çok ender rastlanan bir kırılmadır. İlericiler mi, Batı Hayranı Darbeciler mi? İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin tarihi bugünden bakıldığında oldukça tartışmalıdır. Kimilerine göre onlar: Devleti çöküşten kurtarmaya çalışan ilericilerdi. Modernleşmeyi, laikleşmeyi ve anayasal düzeni savundular. Eğitim ve kadın hakları gibi konularda reformist idiler. Ama aynı zamanda şunları da unutmamak gerekir: Siyasi muhalifleri bastırdılar. Basına yeniden sansür getirdiler. [56] 1913 Bab-ı Âli Baskını ile yönetimi resmen darbeyle ele geçirdiler. Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı’na Osmanlı’yı sürüklediler. 1915 Ermeni Tehciri gibi kararların altına imza attılar. Abdülhamid’in en büyük hatası, belki de bu gençleri tamamen karşısına almak yerine, onları kontrollü biçimde sisteme entegre etme fırsatını kullanmamasıydı. Ancak bu da kolay değildi; çünkü bu iki anlayış birbirine taban tabana zıttı: Biri gelenek, diğeri devrim; biri otorite, diğeri anayasa. II. Abdülhamid ve İttihat ve Terakki arasındaki mücadele, aslında Osmanlı’nın modernleşme sancısının bir yansımasıdır. Gelenek ile değişim, istikrar ile özgürlük, saray ile sokak arasında derin bir yarılma yaşanmıştır. Bu kırılma, Cumhuriyet dönemine giden yolun da taşlarını döşemiştir. Ancak bu yolda hem Abdülhamid hem İttihatçılar, kendi hatalarıyla tarihe yön vermiştir. II. Abdülhamid’in Osmanlı tahtındaki yılları, bir imparatorluğun yavaş yavaş çözülmeye başladığı ve Batı’nın baskılarının yoğunlaştığı bir döneme denk gelir. Bu dönemde karşısına çıkan en organize ve etkili siyasi oluşumlardan biri şüphesiz İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) olmuştur. Bu bölümde, Abdülhamid’in İttihatçılara bakışı, onların onu neden [57] devirdiği, 1908 sonrası yaşanan siyasi kırılma ve İttihatçıların gerçekten ilerici mi yoksa Batı hayranı darbeciler mi olduğu gibi sorulara derinlemesine eğileceğiz. Abdülhamid’in Onları Nasıl Gördüğü? II. Abdülhamid, İttihat ve Terakki'yi devletin bekasını tehdit eden bir yapı olarak görüyordu. Ona göre bu oluşum, sadece genç ve heyecanlı idealistlerden oluşan bir grup değil, dış güçlerin oyununa gelmiş, Batılı değerlerle zehirlenmiş bir klikti. Bu görüşünde haksız sayılmazdı: Cemiyetin kurucu üyeleri arasında Fransa, İsviçre ve İngiltere gibi ülkelerde eğitim görmüş, liberal ve pozitivist fikirlerle yoğrulmuş kişiler vardı. Abdülhamid, bu gençlerin “vatan” dedikleri şeyin gerçekte Osmanlı’nın geleneksel yapısı değil, Batı'nın şablonlarına uygun yeni bir düzen olduğunu çok net bir şekilde kavramıştı. Cemiyetin gizli çalışmaları, yabancı istihbarat servisleriyle olan bazı bağları ve en önemlisi Osmanlıcılığı değil, Türkçülüğü savunmaları, padişah için alarm zillerinin çalmasına neden olmuştu. Bu yüzden II. Abdülhamid, sadece fikirsel bir mücadele yürütmedi; ajanlarıyla, istihbarat ağıyla, sansürle ve tutuklamalarla İttihat ve Terakki’yi sistemli biçimde bastırmaya çalıştı. Ama bu mücadelenin sonunda, fikir tutuklanamadı. [58] İttihatçılar açısından Abdülhamid, “istibdatın sembolü” idi. Onlara göre padişah, halkın iradesini hiçe sayan, meşrutiyeti askıya alan, anayasal düzene son veren bir otokrattı. Ancak mesele yalnızca politik değildi. Ekonomik çöküş, toprak kayıpları, iç isyanlar ve Avrupa’nın Osmanlı’yı bir “hasta adam” gibi görmesi, genç subaylar ve aydınlar arasında büyük bir öfke doğurmuştu. İttihat ve Terakki’nin önemli bir hatası da buydu: Abdülhamid’i bir kişi olarak değil, bir sistemin temsili olarak görmeleri. Oysa Abdülhamid, Batı karşısında her alanda çözüm üretmeye çalışan, çağdaşlaşmayı kendi metoduyla ilerletmek isteyen bir liderdi. İttihatçılar bu niyeti fark edemediler ya da görmezden geldiler. 1908 yılında Meşrutiyet’in yeniden ilanıyla başlayan süreç, onların politik üstünlüğü ele geçirmeleriyle sonuçlandı. İttihatçılar için bu bir zaferdi ama aslında Pandora’nın kutusunu açtıkları andı. Zira artık sadece muhalefet değil, iktidarın gerçek sahibi olmuşlardı ve bu güç onlara pahalıya patlayacaktı. Meşrutiyet’in yeniden ilanı, Osmanlı’da yalnızca bir anayasa dönüşünü değil, toplumun ruhsal yapısında da büyük bir kırılmayı getirdi. Halk bir yandan özgürlük şarkıları söylerken, diğer yandan düzenin çöküşünün ayak seslerini duyuyordu. Devletin her kurumu, adeta yeni düzene adapte olma sancısı çekiyordu. [59] İttihat ve Terakki yönetimi, kısa sürede otoriterleşti. Askeri gücü yoğun şekilde kullandılar, basını sansürlediler, muhalifleri tutukladılar. Yani Abdülhamid’e yönelttikleri suçlamaların benzerini onlar da iktidardayken yaptı. 1909’da II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi, belki de Osmanlı siyasetinde yaşanmış en dramatik güç değişimlerinden biridir. Sadece bir padişah gitmemişti; aynı zamanda devletin dengeye dayalı geleneksel idare sistemi de çökmüş, yerini genç, aceleci ve dar bir kadronun yönetimine bırakmıştı. İttihatçılar, tarih kitaplarında genellikle "ilerici", "aydınlanmacı" ve "reformist" olarak anlatılır. Gerçekten de içlerinde çok değerli idealistler, bilim ve teknik düşkünleri, halkçılığı savunanlar vardı. Ancak mesele, bu fikirlerin Osmanlı’nın o sosyopolitik yapısına uygun olup olmadığıdır. Zira her "ilerici" düşünce, her toplumda aynı etkiyi yaratmaz. İttihatçılar, Batı’daki siyasi sistemleri örnek alırken, Osmanlı'nın çok dinli, çok milletli, çok kültürlü yapısını göz ardı ettiler. Bu nedenle Balkanlar’da başlayan ayrılıkçılık dalgası, Arap vilayetlerinde devam etti ve imparatorluk hızla çözüldü. Üstelik bu "ilerici kadro", demokrasi yerine bir tür askerî vesayet rejimini tercih etti. Darbe yoluyla iktidara geldiler, rakiplerini sindirdiler ve Tek Parti [60] benzeri bir yapı kurdular. Bu yüzden onları sadece "aydınlar" olarak değil, aynı zamanda darbeyle gelen devrimciler olarak da tanımlamak gerekir. Bugün geriye dönüp baktığımızda, II. Abdülhamid’in İttihat ve Terakki’ye yönelik korkularının birçoğu gerçekleşmiştir. Cemiyet, ülkeyi modernleştirmek adına yola çıktı ama sonuçta Osmanlı’yı Birinci Dünya Savaşı'na sokarak büyük felaketlere sürükledi. Balkanlar kaybedildi, milyonlarca insan göç etti, Arap vilayetleri çözüldü ve son olarak Osmanlı fiilen sona erdi. Evet, Abdülhamid otokratikti. Ama onun otokrasisi, yıkımı geciktiren bir çabaydı. İttihat ve Terakki ise özgürlük adına yola çıktı ama istikrarsızlığı ve dağılmayı hızlandırdı. Bu nedenle her iki taraf da dönemin şartları içinde kendi doğrularıyla hareket etse de, tarihin acı gerçeği şu oldu: Bir imparatorluk, fikirlerle değil; denge, sabır ve tarih bilinciyle ayakta kalır. Ne sadece baskıyla korunur, ne de sadece özgürlükle büyür. Osmanlı, bu ikisinin arasında sıkışıp kaldı ve sonunda kayboldu. Yıldız Sarayı: Sadece Bir İkamet mi, Yoksa Bir Sinir Merkezi mi? Abdülhamid döneminde Yıldız Sarayı, sadece bir padişahın evi değil, aynı zamanda bir gölge hükümetin, alternatif istihbarat ağının ve psikolojik [61] savaşın merkeziydi. Dolmabahçe Sarayı gibi gösterişli ve Avrupaî bir yapının aksine, Yıldız Sarayı daha muhafazakâr, daha içe dönük ve daha güvenlik odaklı bir yapıydı. Abdülhamid’in gözünde saray, onun fiziksel koruma alanı değil; aynı zamanda imparatorluğu algılarla yönetebileceği bir "üst akıl" mekânıydı. Saraya gelen telgraflar, istihbarat raporları, muhaliflerin izlenmeleri, basına sansür ve dış ilişkilerle ilgili mikro yönlendirmeler hep burada yapılırdı. Yıldız Sarayı, görünmeyen bir yönetim aklının beyni gibiydi. Abdülhamid, orada sadece tahtta oturmuyordu; aynı zamanda Avrupa'nın nabzını tutan bir editör, Arap dünyasında kimin halifeye bağlı kalacağını planlayan bir stratejist, Balkanlardaki Hristiyan azınlıklarla uğraşan bir kriz yöneticisi ve hatta mason localarının gizli defterlerini analiz ettiren bir karşı-istihbaratçiydi. Bu nedenle Yıldız Sarayı, Osmanlı’nın son büyük istihbarat merkezi olarak da okunabilir. Mabeyin Dairesi ve Mabeyinciler: Abdülhamid Kime Güvendi? Osmanlı’da padişahın iç çevresi, onun yönetim tarzının aynasıydı. Mabeyin Dairesi, sarayın kalbi gibiydi. Padişahın emirlerinin yazıya döküldüğü, devlet adamlarının kabul edildiği ve dışarıya sızmaması gereken bilgilerin havada uçuştuğu bu dairede, Abdülhamid sadece sadakati değil, zekâyı da gözetti. En çok güvendiği kişiler arasında Tahsin Paşa, Müşir Osman Paşa, Arif Hikmet Paşa gibi isimler vardı. Bu kişilerin ortak özelliği, [62] Abdülhamid’in sırlarını kimseyle paylaşmamaları, politik söylemlerini sadece onunla sınırlı tutmalarıydı. Mabeyinciler yalnızca birer bürokrat değildi; onlar, aynı zamanda bir tür "fikir süzgeci" işlevi de görüyordu. Abdülhamid’in kafasında oluşan düşüncelerin dışa yansımasında etkili olan, ama aynı zamanda padişahı fazla uç fikirlerden uzak tutan bu kişiler, hem danışman hem psikolojik filtre işlevi görüyordu. Entrikalar, Rüşvetler, İhbarlar: Yıldız'da Herkes Herkesi Gözlüyordu mu? Yıldız Sarayı’nın belki de en karanlık tarafı, sürekli bir kuşku atmosferinin var olmasıydı. Herkesin herkesi ihbar ettiği, mektupların açıldığı, gazetelerin kesildiği, hatta saray içi notlaşmaların dahi şifreli yapıldığı bir dönemdi. Abdülhamid, kendi içinde çok iyi bildiği bir gerçekle hareket ediyordu: “İmparatorluk, artık sadece kılıçla değil, bilgiyle korunur.” Bu nedenle, saray içerisinde kurulan muhbir ağı, sadece dışarıya değil içeridekilere de gözdağı veriyordu. Kendisine rakip olabileceğini düşündüğü paşalar bir gece ansızın görevden alınıyor ya da sürgüne gönderiliyordu. Bu durum, Yıldız’ı bir korku merkezi hâline de getirmişti. Fakat Abdülhamid'e göre bu korku, yıkılan imparatorluğun son çivisi olmaktansa, ayakta tutan son sütunu olmalıydı. [63] Kadınlar, Harem ve Etki Alanları: Mit mi, Gerçek mi? Abdülhamid’in harem hayatı, Osmanlı tarih yazımında en az tartışılan ama en fazla efsaneleşen alanlardan biridir. Oysa ki Abdülhamid’in kadınlara karşı özel bir zaafı olduğuna dair rivayetler çoğunlukla abartılmıştır. Onun dönemi, daha çok siyasetin kadınlar üzerinden değil, kadınların da içinde bulunduğu bir psikolojik denge oyunuyla şekillenmiştir. Haremdeki kadınlar arasında, özellikle kendisine en yakın olanlar, onun duygu dünyasına hitap edebilse de, devlet işlerine doğrudan etkileri yok denecek kadar azdı. Lakin, harem ağaları aracılığıyla dışarıya bilgi sızdırılması ve bazı kadınların bu süreçte araç hâline gelmesi, saray entrikalarının daha da görünmez hâle gelmesine neden olmuştur. Abdülhamid için harem, efsanelerdeki gibi şehvet dolu bir yerden çok, kendi içine çekildiği ve güvenliğini sağladığı izole bir dünyaydı. Sarayda İstihbarat ve Şifreli Yazışmalar Abdülhamid, istihbarat sistemini devletin temel savunma mekanizması olarak görüyordu. Yıldız Sarayı’nda görevli özel kalem personelleri aracılığıyla, şifreli yazışmalar, Avrupa büyükelçiliklerinden gelen gizli notlar ve Arap topraklarından alınan telgraflar özenle çözümlenir ve bizzat padişaha sunulurdu. Padişahın bu sistemdeki en [64] büyük hedefi, olası bir darbeyi, isyanı ya da dış müdahaleyi daha başlamadan öğrenmekti. Sarayda kurulan bu istihbarat sistemi, modern anlamda bir "devlet içinde devlet" gibiydi. Bir yanda Hariciye Nezareti çalışırken, diğer yanda padişahın bizzat oluşturduğu ağ çok daha etkili bilgiler sağlıyordu. İşte bu yüzden birçok Osmanlı bürokratı, devletin resmi kanallarından çok, padişaha doğrudan rapor vermeyi tercih eder hâle gelmişti. II. Abdülhamid ne Batı karşıtı bir “karanlık çağ” hükümdarıydı, ne de Batı hayranı bir “aydınlanmacı.” Onun modernleşme anlayışı, kontrollü, seçici ve toplumun kültürel-dini dokusunu zedelemeyecek biçimde bir ilerleme modeline dayanıyordu. Ona göre Batı'dan alınacak şey teknoloji, bilim ve eğitim metotlarıydı; ahlâkı, dini veya toplumsal yapısı değil. Bu yaklaşım çerçevesinde: Mekteb-i Hukuk, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane, Mekteb-i Harbiye gibi kurumlardaki eğitim programları Batı’daki benzerlerine göre modernleştirildi, ancak dinî içerikler ve Osmanlıcılık vurgusu korunarak. Telgraf, demiryolu, posta, telefon hatları, Batı’dan transfer edilen teknolojik gelişmelerdi; bunlar halkın yaşamını iyileştirmeli ama toplumu Batı'nın “ahlâksızlık” dediği yapıya dönüştürmemeliydi. [65] Eğitimli ama sadık bireyler yetiştirilmeli, Batıcı ama geleneklerinden kopuk kadrolar değil. Onun zihninde modernleşme, devletin bekası için gerekiyordu ama bunun "milli ve ahlakî sınırlar" içinde olması elzemdi. Bu yüzden her açılan yeni okul, hem fen hem din derslerini birlikte verir hâle geldi. Hem bir tıp öğrencisi hem de Kur’an-ı Kerim’i bilen bir Osmanlı aydını hayali buydu. Abdülhamid’in sosyal politikalarında üç temel ideolojik yönelim öne çıkar: Osmanlıcılık, İslamcılık ve özellikle Panislamizm. Osmanlıcılık, imparatorluğun çok milletli yapısının korunmasına yönelikti: Arnavutlar, Ermeniler, Yahudiler, Rumlar ve Araplar tek bir Osmanlı kimliği altında birleşmeliydi. Ancak 1876 sonrası yaşanan ayaklanmalar, bu anlayışın hayal olduğunu gösterdi. 93 Harbi sonrası Balkanlar’da yaşanan kopuşlar, Abdülhamid’in yönünü İslamcılık fikrine çevirmesine neden oldu. İslamcılık ise imparatorluktaki Müslüman unsurları (Türkler, Araplar, Kürtler, Boşnaklar) bir arada tutmanın yolu olarak düşünülüyordu. Panislamizm ise bu yaklaşımın küresel ölçekteki versiyonuydu. Abdülhamid, dünya üzerindeki tüm Müslümanları halifelik etrafında birleştirme idealine [66] sahipti. Bu yüzden Hindistan’daki Müslümanlara mektuplar gönderdi, Afrika’da İslam okulları açtırdı, Rusya’daki Müslüman Türklerle ilişki kurmaya çalıştı. Ancak bu politikalar Batılı güçlerin tepkisini çekti. İngilizler ve Fransızlar, sömürgelerindeki Müslüman toplulukların Abdülhamid’in halifelik propagandasıyla bilinçlendiğini fark ettiler ve onu “İslamcı bir tehdit” olarak etiketlemeye başladılar. II. Abdülhamid, yalnızca fiziksel altyapıyı değil, toplumsal zihniyeti de şekillendirmek isteyen bir liderdi. Bunu özellikle üç alanda gözlemleyebiliriz: A) Eğitimde Ahlaklı Vatandaş Yetiştirme Abdülhamid döneminde eğitim politikalarının temel hedefi, “itaatkâr, ahlâklı, dindar ama bilgili” bireyler yetiştirmekti. Okullarda din derslerinin ağırlığı artırıldı. Öğretmenlerin kişisel yaşamları bile denetlenir hâle geldi. Öğrencilere halifeye bağlılık telkinleri yapılırdı. Lise ve üniversite düzeyinde “devlet terbiyesi” dersi gibi ideolojik müfredatlar yer aldı. B) Basının Denetimi ve Yayıncılık Sansür, Abdülhamid’in en çok eleştirilen uygulamalarından biridir. Ancak o bunu yalnızca baskı aracı değil, “kültürel filtrasyon” mekanizması [67] olarak görüyordu. Batı’dan gelen fikirlerin zararlı yönlerini engellemek, faydalı yönlerini ise halka uygun biçimde sunmak istiyordu. Bu nedenle: Yabancı gazeteler sıkı sansürden geçerdi. Osmanlıca yayınlar, genelde Osmanlıcılık, ahlâk, halifelik ve sadakat temalarını işlerdi. Çocuk dergileri, kadın mecmuaları dahi Abdülhamid'in kültür politikası doğrultusunda hazırlanırdı. C) Ahlak Polisliği ve Toplumun Gözetimi Kahvehaneler, meyhaneler, kıraathaneler düzenli olarak denetlenir; kötü alışkanlıklar ve "ahlâk bozucu unsurlar" engellenmeye çalışılırdı. Kadınların sokaktaki varlığına dolaylı biçimde sınırlamalar getirildi. Toplumun Batılılaşma adına yozlaşmasını önlemek, Abdülhamid için hem dini hem de siyasi bir görevdi. II. Abdülhamid döneminde kadının toplumsal rolü, Osmanlı geleneklerine uygun ama aynı zamanda eğitimli bir birey olarak şekillendirilmek istenmiştir. Nitekim: Kız çocuklarının eğitimi için kız rüşdiyeleri açılmıştır. Ancak bu okullar kadınları meslek sahibi [68] yapmaktan çok “iyi eş ve iyi anne” yetiştirmeyi hedefler. Aile yapısı “devletin temel direği” olarak korunur. Boşanmalar azalmalı, evlilik teşvik edilmelidir. Kadın dergileri, kadınların topluma katılımını değil, ev içi rollerini kutsayan içerikler üretirdi. Bu politikalarda Batı’daki feminist hareketlere karşı bir tepki vardır. Abdülhamid için Batı'da “ahlâk çöküntüsüne” yol açan şeylerden biri kadın-erkek rollerinin tersine dönmesidir ve Osmanlı bu hataya düşmemelidir. II. Abdülhamid’in sosyal ve kültürel politikaları, yüzünü tamamen Batı’ya dönen İttihatçılardan ya da yüzünü tamamen içe çeviren fanatik çevrelerden farklı olarak bir denge siyasetiydi. Onun ideali; Batı’nın ilmini almak ama ahlâkını değil, Batı’nın teknolojisini almak ama zihniyetini değil, Batı’nın gücünü almak ama kimliğini değil şeklindeydi. Bugünden bakıldığında bu yaklaşım ne tam anlamıyla başarılı olmuş ne de tamamen başarısız sayılabilir. Ancak şu çok açıktır: II. Abdülhamid, toplumu bir anda değiştirmektense tedrici bir dönüşümü tercih etmiş, kültürel sürekliliği bozmak istememiştir. İttihat ve Terakki ile Mücadele: En Büyük Hatalar? [69] II. Abdülhamid’in hükümdarlık yılları boyunca karşı karşıya kaldığı en önemli siyasal meydan okumalardan biri, hiç kuşkusuz İttihat ve Terakki Cemiyeti olmuştur. Bu cemiyet, 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan, başlangıçta Genç Osmanlıların etkisiyle şekillenen, sonrasında ise Avrupa’daki pozitif bilim ve Fransız Devrimi’nden ilham alan bir grup aydının önderliğinde gelişmiştir. II. Abdülhamid, bu hareketin devletin varlığına ve bütünlüğüne yönelik uzun vadeli tehditler barındırdığını fark etmiş ve onların faaliyetlerini bastırmak için geniş bir istihbarat ağı kurmuştur. Ancak bu mücadelede sadece gizli cemiyet üyeleriyle değil, aynı zamanda zamanla büyüyen bir ideolojiyle savaşmak zorunda kalmıştır. Abdülhamid’in Onları Nasıl Gördüğü II. Abdülhamid için İttihatçılar yalnızca muhalif bir grup değildi; onlar, devletin bekasını tehdit eden, içerideki dini, mezhebi ve etnik çatışmaları körükleyebilecek ölçüde sorumsuz bir kadrodan ibaretti. Abdülhamid’in “devletin aklı” olduğu görüşü, onun merkeziyetçi ve mutlakiyetçi yönetim anlayışıyla örtüşüyordu. O, modernleşmenin ancak güçlü bir merkezi idare ile mümkün olabileceğini düşünüyordu. Bu nedenle Meşrutiyet fikrini “denetimsiz özgürlük” olarak görmüş ve halkı temsil ettiğini iddia eden grupların çoğunun Batı’nın emellerine hizmet ettiğini savunmuştu. [70] İttihat ve Terakki mensuplarını çoğu zaman ‘devlet terbiyesi görmemiş gençler’ olarak nitelendirmiş, onların samimiyetten uzak, aceleci ve Batı’nın hayranı olduklarını düşünmüştü. Onların özgürlük ve anayasa taleplerinin arkasında, Osmanlı halklarının bölünmesine ve gayrimüslim azınlıkların yabancı devletlerin maşası haline gelmesine neden olacak bir yıkıcılığın bulunduğunu hissediyordu. Onların Abdülhamid’i Neden Devirdiği İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gözünde ise II. Abdülhamid, istibdat rejiminin temsilcisiydi. Cemiyetin ilk kuşak liderleri olan İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, Ahmet Rıza ve başkaları için Abdülhamid, Osmanlı’nın çöküşünü hızlandıran bir otokrattı. Ona göre modernleşme ve ilerleme, ancak bireysel hakların güvence altına alındığı, fikir özgürlüğünün var olduğu anayasal bir düzenle mümkündü. Dolayısıyla II. Meşrutiyet’in ilan edilmesi ve Abdülhamid’in yetkilerinin sınırlanması, bu aydınlara göre zaruri bir adımdı. İttihatçılar, Abdülhamid’in baskıcı yönetimi yüzünden bilim, eğitim ve ekonomi alanında ilerleyemediklerini düşünüyorlardı. Hürriyetin ilanı, onların gözünde sadece siyasi bir mesele değil; aynı zamanda Osmanlı milletinin şahlanışıydı. Ancak zamanla Cemiyet’in kendi içinde otoriter bir yapıya evrilmesi ve baskı yöntemlerini miras alarak devam ettirmesi, onların “ilerici” sıfatını tartışmalı hale getirdi. [71] 1908 Sonrası Siyasi Kırılma 1908’de II. Meşrutiyet’in yeniden ilan edilmesiyle birlikte II. Abdülhamid, anayasal düzene resmen boyun eğmiş görünse de, gerçekte iktidarın tamamen elinden alındığını anlamıştı. Bu dönem, Osmanlı siyasetinde keskin bir kırılmaya işaret eder. Abdülhamid artık sembolik bir figür haline gelmişti. İttihat ve Terakki Cemiyeti, ordu içindeki desteği sayesinde adeta gölge hükümet gibi hareket etmeye başlamıştı. Bu yeni dönemde yapılan bazı yanlışlar, İttihatçıların öngördüğü ilerleme ideallerinin kısa sürede otoriterliğe ve hatta maceracılığa dönüşmesine sebep oldu. Balkan savaşlarındaki fiyasko, Arap coğrafyasındaki hoşnutsuzluklar ve Türkçülüğe kayan ideolojik yönelimler, Osmanlı toplumunun çok dinli ve çok etnisiteli yapısını zedeledi. II. Abdülhamid’in bu yapıyı korumak için yıllarca uyguladığı denge politikalarının yerini, tepeden inme reformlar aldı. Bu da toplumsal ayrışmayı hızlandırdı. "İlericiler mi Yoksa Batı Hayranı Darbeciler mi?" İttihat ve Terakki’nin gerçek karakteri tarihçiler arasında hâlâ tartışmalıdır. Bir kesim onları ilerici, halkın temsilcisi ve anayasal düzenin savunucusu olarak görürken; diğer bir kesim ise onları darbeci, askerî vesayet yanlısı ve Batı’ya hayranlık duyan bir seçkinler kulübü olarak değerlendirir. II. Abdülhamid, [72] onları hiçbir zaman halkın içinden gelen bir hareket olarak görmedi. Ona göre İttihatçılar, halkla bağlarını koparmış, Batı’dan tercüme edilmiş fikirleri Osmanlı’ya dayatmaya çalışan kişilerdir. Öte yandan, bazı tarihçiler Abdülhamid’in de, eğer daha erken bir reformcu adım atmış olsaydı, belki de bu genç muhalif hareketin radikalleşmeyeceğini ve devletin daha istikrarlı bir biçimde anayasal rejime geçeceğini savunur. Bu açıdan bakıldığında, hem II. Abdülhamid’in merkeziyetçi direnişi hem de İttihatçıların radikal yöntemleri, Osmanlı’nın sonunu hazırlayan kutuplar olarak değerlendirilebilir. Sonuç olarak, bu mücadele Osmanlı Devleti’nin son büyük iç hesaplaşmasıdır. İki taraf da devletin geleceği için hareket ettiğine inanmış, fakat birbirini anlamaya hiç yanaşmamıştır. II. Abdülhamid için bu mücadele, hem tahtının hem de fikirlerinin yitip gittiği bir çöküştür. İttihatçılar içinse bu, halk adına kazanılmış bir zafer değil; yıkımı hızlandıran bir yanlış yönelişin başlangıcıdır. Modernleşme mi Muhafazakârlık mı: Gerçekten Geri Kaldık mı? II. Abdülhamid dönemi, Osmanlı tarihinin en çelişkili ama bir o kadar da belirleyici dönemlerinden biridir. Bu çelişkinin en temel kaynaklarından biri ise, onun hem bir modernleşme öncüsü hem de muhafazakâr [73] bir padişah olarak aynı anda değerlendirilmesidir. Bu bölümde şu temel sorunun peşine düşüyoruz: Osmanlı gerçekten modernleşme trenini kaçırdı mı? Yoksa Abdülhamid bilinçli bir tercihle Batı’nın sömürgeci modernliğine karşı kendine özgü bir denge politikası mı kurdu? Abdülhamid Padişahı ve Maarif Devrimi: Okulların II. Abdülhamid’in eğitim alanında gerçekleştirdiği reformlar Osmanlı tarihinde benzersizdir. Kendisi döneminde yaklaşık 35 bin yeni okul açılmış, rüşdiye (ortaokul), idadi (lise), darülfünun (üniversite), kız okulları, meslek okulları ve askeri okullar yaygınlaştırılmıştır. 1869’da yürürlüğe giren Maarif-i Umumiye Nizamnamesi, Abdülhamid tarafından güçlü biçimde uygulanmaya başlanmıştır. Köylere kadar uzanan sıbyan mektepleri ve İslam dünyasında örnek teşkil eden kız okulları, onun eğitimdeki vizyonunu ortaya koyar. Darülmuallimin ve Darülmuallimat gibi öğretmen yetiştirme kurumları, kadınların eğitimine kapı açmıştır. [74] Abdülhamid’in eğitimdeki amacı sadece modern bilgileri öğretmek değil, aynı zamanda devlete ve dine bağlı, sadık bireyler yetiştirmekti. Bu, onun Panislamizm politikasıyla da uyumluydu. Ancak burada bir gerilim ortaya çıkar: Modern bilim ve eleştirel düşünce, dini gelenekle çelişirse ne olur? Abdülhamid, bu çelişkiyi sansür ve ideolojik yönlendirme ile çözmeye çalıştı. Yani modern okulları açtı ama içeriği kontrol etmeyi ihmal etmedi. İletişim ve Ulaşım Devrimi: Telgraf, Demiryolu, Harita II. Abdülhamid, teknolojinin gücünü çok iyi anlamış bir liderdi. İmparatorluk coğrafyasına dağılmış farklı etnik, mezhebi ve kültürel grupları bir arada tutmanın yolunun iletişim ve ulaşım olduğunu kavramıştı. Telgraf hatları, Osmanlı’nın uzak köşelerini birbirine bağladı. O, neredeyse her gün telgraf üzerinden gelen haberlerle imparatorluğu takip ediyordu. Demiryolları, sadece taşımacılık için değil, aynı zamanda siyasi ve askerî denetim için de stratejik öneme sahipti. Hicaz Demiryolu, İslam dünyasını birleştirme idealinin somut bir göstergesiydi. Mekke’ye kadar uzanması planlanan bu hat, aynı zamanda Avrupa'ya [75] karşı “müslüman dünyayı tek bir rota üzerinden birleştirme” projesiydi. Harita yapımı ve coğrafi bilgi sistemlerinin toplanması, Abdülhamid’in istihbarat ve denetim arzusu ile doğrudan bağlantılıydı. Bu nedenle, padişahın kişisel arşivinde binlerce harita bulunuyordu. Panislamizm ve Modernleşmenin Gerilimi Abdülhamid’in en büyük ideolojik projesi Panislamizmdi: yani tüm Müslümanları Osmanlı halifeliği altında birleştirmek. Ancak bu ideal, modernleşmenin evrensel ve seküler değerleriyle çelişiyordu. Batı, ulus-devlet ve seküler modernleşmeyi savunurken; eğitim temelli Abdülhamid, ümmet temelli, İslam şeriatına dayalı bir toplumsal düzen kurmak istiyordu. Bu noktada sormak gerekir: Modernleşme illa Batılılaşma mıydı? Yoksa Abdülhamid alternatif bir modernlik inşa etmeye mi çalıştı? Bu soru hâlâ akademik çevrelerde tartışılmaktadır. Kimilerine göre, Abdülhamid İslam'la barışık bir [76] modernlik kurguladı. Kimilerine göre ise bu bir yanılsamaydı; çünkü modernlik, dinin özel alana çekildiği bir zihniyet devrimidir. Abdülhamid bunu hiçbir zaman istemedi. Geri Kaldık mı? Yoksa Korunduk mu? Ondokuzuncu yüzyıl sonu, Batı’nın emperyalist baskıları, teknolojik atılımları ve ideolojik ihracatıyla şekilleniyordu. Bu dönemde birçok Doğu toplumu gibi Osmanlı da şu ikilemle karşı karşıyaydı: Modernleşerek hayatta kalmak mı? Gelenekleri koruyarak özgünlüğü sürdürmek mi? Abdülhamid’in tercihi şuydu: Batı'nın tekniğini al, ama ahlakını alma. Yani tren yolu kur, fabrika aç, ama toplumu bireyselleştirme. Üniversite aç, ama pozitivist düşünceyi yayma. Bu politikalar bazılarına göre Osmanlı’yı yavaşlattı. Bazılarına göre ise Batı sömürüsüne karşı direnişin temellerini attı. Ancak net olan bir şey var: Abdülhamid, imparatorluğun iç dinamiklerini parçalayacak kültürel bir dönüşümden kaçındı. Belki bu yüzden Batı’ya “geri kalmış” gibi göründü; ama halkın gözünde o bir “koruyucu” oldu. [77] Abdülhamid’in Zihnindeki Gelecek: Ne Tür Bir Osmanlı? Abdülhamid’in hayalindeki Osmanlı, hilafet merkezli, teknolojik açıdan güçlü, ama ruhen ve zihnen İslam’a bağlı bir imparatorluktu. O, Batı’nın özgürlükçü değerlerini tehlikeli, yozlaştırıcı ve yıkıcı buluyordu. Bu yüzden siyasi özgürlükler yerine istibdat, yani sıkı yönetim ve kontrolü tercih etti. Bu yüzden laik hukuk yerine şeri hukuku savundu. Bu yüzden milliyetçilik yerine ümmetçiliği benimsedi. Yani onun zihninde bir “Batılılaşma” değil, bir İslam merkezli modernleşme vardı. Geri Kalmadık, Kendi Yolumuzu Aradık II. Abdülhamid dönemi, ne tam anlamıyla bir ilerleme çağıdır, ne de mutlak bir gerileme dönemi. Aslında bu dönem, Osmanlı'nın kendine özgü bir yol aradığı, modernlikle geleneğin iç içe geçtiği sancılı bir geçiş sürecidir. Eğer Batılı kriterlerle bakarsak, evet geri kaldık diyebiliriz. Ama eğer bağımsızlık, kimlik, kültür ve inanç değerleriyle bakarsak, belki de Abdülhamid’in yaptığı en doğru şey, o trenin kaçmasına izin vermekti. [78] Çünkü o tren, her yolcusuna Batılı gibi düşünmeyi şart koşuyordu. Eğitimde Sessiz Bir Devrim: Maarif Politikaları II. Abdülhamid devri, eğitim açısından bir kırılma noktasıdır. Genelde sansür ve istibdat rejimiyle anılan bu dönem, aslında Osmanlı eğitim tarihinde köklü bir reform dönemidir. Abdülhamid, Osmanlı’nın geleceğini eğitimli bir nesilde görüyordu. Bu inancını, şu sözleriyle ifade ettiği aktarılır: “Devlet, cehaletle değil, maarifle ayakta durur.” Abdülhamid döneminde açılan idadiler (lise düzeyi), rüştiyeler (ortaokul düzeyi), sultaniyeler ve darülmualliminler (öğretmen okulları) ile taşrada dahi ciddi bir eğitim seferberliği başlatılmıştır. 1900 yılında kurulan Darülfünun (bugünkü İstanbul Üniversitesi), onun bu idealinin zirveye çıktığı andır. Ayrıca Abdülhamid, kız çocuklarının eğitimi konusunda da dikkat çekici bir adım atmıştır. 1879 yılında İnas Sanayi Mektebi (Kız Teknik Okulu) açılarak, kadınların iş hayatına katılımının önü açılmaya çalışılmıştır. Bu adım, Batılı anlamda modernleşmenin çekirdeği olmasa bile Osmanlı zihniyeti içinde büyük bir devrimdir. Teknolojik Atılım: Telgraf ve Demiryolu Hattı [79] Bir başka dikkat çeken konu ise teknik altyapıdır. II. Abdülhamid, imparatorluk topraklarının merkezle bağlantısını güçlendirmek için demiryolu ve telgraf ağlarını yaygınlaştırmıştır. Özellikle Hicaz Demiryolu, sadece bir ulaşım projesi değil, Panislamist ideolojinin de bir sembolüdür. Telgraf hatları da devletin reflekslerini hızlandırmıştır. Sultan’ın Yıldız Sarayı’nda anlık gelişmeleri öğrenebildiği telgraf sistemi, iç güvenlikten dış politikaya kadar birçok alanda etkili bir yönetim aracı olmuştur. Ancak bu teknolojik ilerleme, Abdülhamid’in merkeziyetçi yapısına da hizmet etmiştir. Telgraf ve demiryolları, sadece ilerlemenin değil aynı zamanda istihbaratın, kontrolün ve sansürün de aracı hâline gelmiştir. Bu yönüyle modernleşme ile otoriter yönetim iç içe geçmiştir. Panislamizm: İdeolojik Koruma Kalkanı mı, Gericilik mi? Abdülhamid’in en dikkat çekici politikalarından biri, Panislamizm’dir. Bu ideoloji, imparatorluğun farklı milletlerini ortak bir din çatısı altında birleştirme hedefi taşır. Batı'nın milliyetçiliğe karşı İslam birliği ile karşılık verilmek istenmiştir. [80] Sultan, kendisini sadece Osmanlı padişahı olarak değil, aynı zamanda Halife-i Rûy-ı Zemin (Yeryüzünün Halifesi) olarak görüyordu. Hindistan’dan Endonezya’ya kadar geniş bir coğrafyada halifeliğini tanıtmak için telgraflar gönderiyor, İslam dünyasını Osmanlı etrafında toplamak istiyordu. Ancak bu yaklaşım, içerideki gayrimüslim tebaanın tepkisini çektiği gibi, Batılılaşma isteyen elit sınıflar tarafından da “gericilik” olarak görülmüştür. Zira Panislamizm, sekülerleşme ve milliyetçilik karşıtı bir ideolojiydi. Bu yönüyle modernleşmeyle çatışıyordu. Geri Kaldık mı, Korunduk mu? Bugünün gözlüğünden bakıldığında II. Abdülhamid dönemi, modernleşme treninin kaçırıldığı bir dönem gibi gösterilir. Ancak bu, eksik bir bakış açısıdır. Zira Sultan, Batı’nın ilerleme araçlarını (eğitim, teknoloji, ulaşım) benimsemiş, ama onun değer sistemine (sekülerizm, bireycilik, liberalizm) mesafeli durmuştur. Bu durumda sormamız gereken soru şudur: Geri mi kaldık, yoksa yıkılmakta olan bir dünyayı korumaya mı çalıştık? II. Abdülhamid’in Batı karşısındaki temkinli tavrı, yalnızca ideolojik bir duruş değil, aynı zamanda jeopolitik bir savunma refleksidir. Çünkü [81] Osmanlı'nın Batı'yla olan her teması, ya bir toprak kaybı ya da siyasi bir tavizle sonuçlanıyordu. Dolayısıyla onun modernleşmeyi seçici biçimde uygulaması, bazı tarihçilerin de söylediği gibi bir "frenli ilerleme" politikasıydı. Abdülhamid’in Zihnindeki Osmanlı Portresi Abdülhamid’in aklındaki ideal Osmanlı toplumu; Batı’nın teknik ilerlemesini kullanabilen ama doğunun maneviyatını terk etmeyen, halifesine bağlı ama fikir üretmeye açık, merkezî idareye itaat eden ama vatanperver bireylerden oluşuyordu. Bu, bir bakıma ütopyaydı. Çünkü dönemin dinamikleri, milliyetçilikle parçalanmayı kaçınılmaz kılıyor, Batı'nın değerleri ise sadece teknolojiyle değil kültürel hegemonya ile de yayılıyordu. Sonuç olarak II. Abdülhamid’in modernleşme politikası, tam anlamıyla bir "arada kalmışlık" örneğidir: Ne tam bir Batılılaşma ne de tamamen geleneksel bir yönetim... Bu arada kalmışlık, imparatorluğun hem en uzun ömürlü direnişine hem de en sancılı çöküşüne sahne olmuştur. [82] Panislamizm’in Modernleşmeyle Çelişen Yanları II. Abdülhamid’in en karakteristik ideolojik duruşlarından biri kuşkusuz Panislamizmdir. Bu ideolojik strateji, onun gözünde yalnızca bir dinî birlik idealinden ibaret değildi; aynı zamanda emperyalizme karşı hem iç hem dış cephede bir savunma mekanizmasıydı. Ne var ki bu yaklaşımın, dönemin Batı merkezli modernleşme süreçleriyle çelişen, hatta zaman zaman frenleyici etkiye sahip yanları da vardı. Bu bölümde Panislamizm'in modernleşme idealiyle olan gerilimini ve sonuçlarını ayrıntılı biçimde ele alıyoruz. Panislamizm’in Tanımı ve Abdülhamid Yorumu Panislamizm yani İslam Birliği düşüncesi, II. Abdülhamid döneminin dış politikadaki ana eksenlerinden biri olmuştur. Onun için İslam dünyasının halifesi olarak Osmanlı sultanının siyasi gücü yalnızca sınırlarla değil, inançla da ölçülmeliydi. Ancak bu yaklaşım, modernleşme süreciyle derin bir çatışma içerisindeydi. Panislamizm'in birleştirici gücü Batı emperyalizmine karşı bir kalkandır; fakat bu kalkan aynı zamanda çok dinli, çok etnili Osmanlı tebaası içinde ayrışmalara da neden olmuştur. Zira Müslüman olmayan unsurlar bu politikadan dışlanmış hissetmiş ve zamanla kendi milliyetçi reflekslerine sarılmışlardır. [83] Öte yandan, modernleşmenin laikleşmeyle birlikte anlaşıldığı Avrupa karşısında, Panislamizm dış politikada Müslümanları birleştirici bir ideoloji gibi görünse de içerideki gayrimüslim nüfusla olan ilişkiyi zorlaştırmıştır. Tanzimat sonrası “Osmanlıcılık” fikrinden bir sapma olarak görülen bu eğilim, devletin “ümmet” kavramı etrafında yeniden şekillenmesine neden olmuştur. Bu ise Batı’nın istediği “seküler hukuk devleti” modelinden oldukça uzakta bir görüntü çizmiştir. Panislamizm, İslam dünyasındaki bütün Müslüman halkların siyasi, kültürel ve dini bakımdan bir araya getirilmesini öngören bir ideolojiydi. Ancak II. Abdülhamid bunu yalnızca bir hayal değil, aynı zamanda pratik bir siyaset olarak uygulamaya koydu. Halifeliği etkin biçimde kullandı; sadece Osmanlı’daki Müslümanlara değil, Hindistan’dan Cezayir’e, Endonezya’dan Fas’a kadar geniş bir coğrafyada Müslüman topluluklara hitap etti. Bu bağlamda, hilafetin Osmanlı hanedanı üzerinden temsil edilmesi, İslam dünyasında Osmanlı’ya sadakat oluşturmak için bir araçtı. Abdülhamid, Batılı devletlerin sömürgelerinde yaşayan Müslüman halkların gözünde bir lider, bir "İslam Sultanı" imajı yaratmayı başardı. İngilizler Hindistan’daki Müslüman halkları kontrol ederken sürekli Abdülhamid’in etkisinden şikâyet ediyor, onun çağrılarına kulak verenlerin cezalandırılması için çeşitli yollara başvuruyordu. [84] Panislamizm’in Eğitim ve Bilim Politikalarına Etkisi Ancak Panislamizm’in beraberinde getirdiği dini ağırlıklı bakış açısı, özellikle eğitim reformlarının niteliğini etkiledi. Abdülhamid döneminde her ne kadar yeni eğitim kurumları açıldıysa da, bu kurumların müfredatlarında İslamî unsurların ağırlığı oldukça fazlaydı. Bu, pozitivist Batılı bilim anlayışıyla bir gerilim yaratıyordu. Örneğin, medreseler yeniden düzenlense de, Batı’daki üniversite modelinden hâlâ çok uzaktaydılar. Batı’daki gibi özgür düşünce, sorgulama ve eleştiri temelinde değil; itaat, taklit ve aktarma üzerine kurulu bir anlayış hakimdi. Bu da Osmanlı toplumunun entelektüel dönüşümünü kısıtlıyordu. Siyasal Modernleşme ile Panislamizm’in Gerilimi Panislamizm ideolojisi, milliyetçiliğin yükseldiği 19. yüzyıl sonlarında, Osmanlı'yı bir arada tutmak için umut verici bir strateji gibi görünse de, özellikle gayrimüslim unsurlarla ilişkileri daha da gerdi. Hristiyan unsurlar bu politikayı bir dışlama olarak algıladılar. Zira “ümmet” merkezli bir birlik fikri, ulus-devlet arayışında olan Arap, Ermeni, Rum ya da Sırp gibi halklar için cazip değildi. Ayrıca Panislamizm, Batılı ülkelerde İslam’a karşı var olan önyargıları besledi. Avrupalı gazetelerde [85] Abdülhamid çoğu zaman “Kızıl Sultan” olarak anıldı; Panislamizm ise Batı’da bir tehdit olarak kodlandı. Bu durum Osmanlı’nın Batı ile olan diplomatik ilişkilerini de karmaşıklaştırdı. Batı'yla ticaret, teknoloji transferi ve askeri iş birlikleri yapılırken; aynı anda Batı karşıtı İslamcı propaganda yürütülmesi ciddi bir ikilem yaratıyordu. Basın ve Sansür Panislamist bakış açısı, basın üzerinde uygulanan sansürün de ideolojik temelini oluşturdu. Abdülhamid, Müslüman halkların birlik içinde kalmasını sağlamak için bilgi akışını kontrol altına almaya çalıştı. Yabancı basın eserleri sınırlı çevrilebildi. Bu nedenle birçok Batı klasiği, Osmanlı entelektüel hayatına ancak geç dönemlerde girebildi. Aydınlar, bilimsel gelişmeleri takip etmekte zorlandılar ve bu durum Osmanlı’da düşünsel modernleşmeyi engelledi. Yurt Dışındaki İslamcı Hareketlerle Temas Öte yandan Panislamist yaklaşım, Abdülhamid’i yurt dışındaki bazı İslamcı hareketlerle temasa geçmeye itti. Hindistan'daki Deobandi hareketi, Mısır’daki Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh gibi isimlerle kurulan ilişkiler; Panislamizmin küresel ölçekte bir karşılık bulma arzusunu gösteriyordu. Fakat bu isimlerin çoğu zaman daha liberal ya da reformist eğilimleri, Abdülhamid’in merkezî İslam [86] anlayışıyla çelişiyordu. Özellikle Afgani ile ilişkiler giderek soğudu. Neticede: Birleşme mi, İzolasyon mu? Sonuç olarak, Panislamizm ideolojisi kısa vadede Osmanlı’daki Müslüman nüfusu mobilize etmiş, özellikle Hac organizasyonu, halifelik sembolleri ve İslam dayanışması üzerinden bir meşruiyet alanı yaratmıştır. Ancak bu ideoloji, uzun vadede Osmanlı’yı modern siyasal ve kültürel gelişmelerden kısmen izole etmiştir. Modernleşme, Batılılaşma ve sekülerleşme gibi süreçlerle uyumlu olmayan bu çizgi, devletin kendi içindeki farklı unsurlarıyla da çelişmiştir. Dolayısıyla Panislamizm, Osmanlı’nın son döneminde hem birleştirici hem de ayrıştırıcı bir unsur olarak tarihe geçmiştir. İşte belki de II. Abdülhamid dönemine dair en büyük tartışma bu soruda düğümlenir: Osmanlı gerçekten geri mi kaldı, yoksa çağın tehlikelerinden kendini bilinçli olarak mı korumaya çalıştı? Birçok tarihçi, Abdülhamid’in politikalarını modernliğe karşı bir reaksiyon olarak değil, onun kendi anlayışı doğrultusunda seçilmiş bir yol haritası olarak okur. Bu anlayışa göre Abdülhamid, Batı'nın askeri ve teknolojik üstünlüğünü fark etmişti ama Batı'nın ahlaki yozlaşmasından uzak durmak istemişti. [87] Eğitimde Batı bilimine yönelmiş, ancak kültürel değerlerde geleneksel yapıyı muhafaza etmiştir. Bu denge politikası, kısa vadede hem Batı hem de içerideki reformist çevrelerce “gericilik” olarak damgalanmıştır. Oysa bugün bakıldığında, Abdülhamid’in yaptığı şey bir anlamda ‘filtreli modernleşme’ idi. Telgrafı, demiryolunu, haritayı, matbaayı ve üniversiteyi memnuniyetle kabul ederken; Batı’nın laikleşme, bireycileşme, kadınerkek eşitliği gibi toplumsal kodlarını sorgulamıştı. Ona göre bir imparatorluk bu kadar hızlı dönüşemezdi. Ancak bu ihtiyatlı modernleşme politikası, 20. yüzyılın hızına ayak uydurmakta zorlandı. Avrupa orduları sanayileşmenin nimetlerinden faydalanırken Osmanlı ordusu hâlâ bütçesiz, ekipmansız ve askeri düşünce açısından reformdan yoksundu. Eğitim sistemi yaygınlaştı ama hâlâ Batı’daki gibi bilimsel devrimler yaratacak bir zihinsel özgürlük ortamı oluşturulamamıştı. Sonuç olarak; Osmanlı bir yandan Abdülhamid sayesinde ayakta kalabildi, ama diğer yandan bu temkinli yaklaşım yüzünden birçok yeniliği de zamanında gerçekleştiremedi. Abdülhamid’in Zihnindeki İdeal Osmanlı Portresi Peki Sultan’ın aklındaki ideal Osmanlı nasıldı? [88] Bu portreyi anlamak için onun uygulamalarına değil, en çok yasakladıklarına bakmak gerekir. Zira yasakladığı yayınlar, düşünceler ve akımlar onun “ne olmasını istemediğini”, dolayısıyla “ne olması gerektiğini” gösterir. Fransızca gazetelere konulan sansür, milliyetçilik içerikli romanlara getirilen yasaklar, pozitivist düşünürlerin kitaplarının toplatılması… Bunların hepsi Abdülhamid’in bir tür “korumacı entelektüel” anlayış içinde olduğunu ortaya koyar. O, Osmanlı’nın kurtuluşunu Batı’ya benzemekte değil, kendi öz gücünü keşfetmekte görüyordu. Bu güç ise İslam’ın birleştirici öğretileri, hilafet makamının otoritesi ve geleneksel toplum yapısının istikrarından geçiyordu. Modernleşmeyi; askerî teknoloji, iletişim ve sağlık gibi alanlarda desteklerken; toplumsal değişimi, kadın haklarını, ifade özgürlüğünü ve çoğulculuğu tehlikeli buluyordu. Bu, bugünün perspektifinden bakıldığında “muhafazakâr bir modernleşme” modelidir. Belki Japonya benzeri bir kalkınma örneği hedefleniyordu ama aynı başarı sağlanamadı. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu içindeki etnik, dini ve sınıfsal ayrımlar çok daha karmaşıktı. I. Abdülhamid döneminde Osmanlı Devleti sadece fiziki olarak değil; bir “anlam haritası” olarak da yeniden inşa edilmeye çalışıldı. Bu çabanın merkezinde Panislamizm (İslam birliği) düşüncesi [89] yer aldı. Ancak aynı zamanda Panosmanizm (Osmanlıcılık) ve Turancılık gibi başka eğilimler de yavaş yavaş görünürlük kazandı. Bu bölümde, Abdülhamid’in hangi ideolojik çizgiyi benimsediğini, bu tercihin ne tür sonuçlar doğurduğunu ve bu mirasın bugün hâlâ neden tartışıldığını çok boyutlu olarak inceleyeceğiz. Panislamizm: Hilafet Siyaseti Üzerinden Bir İmparatorluğu Tutma Çabası Abdülhamid, Osmanlı’nın “çok uluslu” yapısının içten içe çatırdadığını çok iyi görüyordu. Balkanlar’da Sırp, Bulgar, Yunan milliyetçiliği kıvılcım kıvılcım ilerlerken, Arap yarımadasında da kimlik soruları yükseliyordu. Batılılaşma akımları, Fransız devriminin milliyetçilik düşüncesiyle birleştiğinde imparatorluk için en büyük tehdidi oluşturuyordu: Parçalanma. İşte tam da bu nedenle, II. Abdülhamid "ümmet" kavramını Osmanlı siyasetinin merkezine taşıdı. Panislamizm, yani İslam dünyasını bir halife etrafında birleştirme ideali, sadece dinî bir inanç değil; politik bir tutunma biçimi hâline geldi. Halifelik vurgusu her diplomatik adımda ön plandaydı. 93 Harbi sonrası kaybedilen Balkan toprakları yerine, Arap vilayetleriyle, Kuzey Afrika’daki Müslümanlarla bağ kurma yolları arandı. [90] Hindistan’daki Müslümanlar, Çin’deki Uygurlar, Orta Asya’daki halklar, Afrika’nın iç bölgeleri: Her yere telgraflar, davetler, hediyeler, elçiler gitti. Halifenin adı hutbelerde okunmaya başlandı. Dârü’l-Hilâfe kimliğinin güçlendirilmesi adına İstanbul, dünya Müslümanlarının başkenti gibi sunulmaya çalışıldı. Yıldız Sarayı, bu anlamda bir "hilafet karargâhı" işlevi görüyordu. Panislamizm’in bu dönemde hem bir dayanışma ruhu, hem de Batı emperyalizmine karşı manevî bir direnç stratejisi olarak yükseldiğini söyleyebiliriz. Panosmanizm: müydü? Eşit Vatandaşlık Mümkün Panislamizm öncesi dönemde, özellikle Tanzimat ve Islahat Fermanları zamanında öne çıkan ideoloji Osmanlıcılıktı (Panosmanizm). Yani din, etnisite ve mezhep farkı gözetmeden, bütün Osmanlı tebaasının eşit kabul edildiği, ortak bir “vatandaşlık bilinci” oluşturma düşüncesi. II. Abdülhamid’in başa geçişinden sonra, bu fikir ikinci plana atıldı. Çünkü 1860’lardan itibaren Balkanlarda çıkan isyanlar, Osmanlıcılığın idealde kaldığını, pratikte işe yaramadığını gösterdi. Abdülhamid’in gözünde artık “Osmanlılık” değil; İslamî birlik öncelikliydi. Çünkü: [91] Gayrimüslimler dış destek alarak kopuyorlardı. Etnik temelli isyanlar arttıkça, ortak Osmanlı kimliği daha da zayıflıyordu. Devletin idari merkezlerinde bile gayrimüslim memurların sadakati sorgulanır hâle gelmişti. Bu koşullarda Abdülhamid, “herkesi birleştiren ortak payda” olarak dini görüyordu. Bu yüzden Panosmanizm yerine Panislamizm’e yönelmesi, onun açısından stratejik bir tercihti. Avrupa’nın Panislamizm Korkusu: Neden Bu Kadar Rahatsız Oldular? Abdülhamid’in Panislamist politikaları sadece içeride değil, dış dünyada da büyük yankı uyandırdı. Özellikle İngiltere ve Fransa, bu düşüncenin sömürgelerindeki Müslümanları etkilemesinden korkuyordu. İngiltere Hindistan’daki Müslümanların, halifenin çağrısıyla ayaklanmasından endişe ediyordu. Fransa ise Cezayir, Tunus ve Senegal gibi bölgelerde İslamî bilincin yükselmesini istemiyordu. Almanya, Abdülhamid’i bu konuda destekler gibi görünse de, aslında Panislamizm’in kontrolden çıkmasını istemiyordu. [92] Bu nedenle Avrupa basınında “kızıl sultan”, “teokratik diktatör”, “şark despotu” gibi tanımlar sık sık kullanıldı. Panislamizm, Batı için bir tür ideolojik düşmanlık hâline geldi. Turancılık ve Arapçılık: Panislamizm’in Alternatifleri II. Abdülhamid döneminde henüz zayıf ama giderek güçlenen başka ideolojik yönelimler de ortaya çıkıyordu: Turancılık (Pantürkizm): Özellikle Rusya’dan kaçıp gelen Türk aydınları arasında yayılıyordu. Yusuf Akçura, İsmail Gaspıralı gibi isimler “Türk dünyasının birleşmesini” savunuyordu. Ancak Abdülhamid bu fikre temkinliydi çünkü Arapları kaybetmek istemiyordu. Arap milliyetçiliği: Osmanlı’nın Arap vilayetlerinde, özellikle Mısır, Suriye ve Hicaz’da, Arapçılık dalgası yükselmeye başlamıştı. Bu da Panislamizm’i tehdit eden başka bir milliyetçi dalgaydı. Yani Abdülhamid, bir anlamda ideolojik fay hatları arasında bir denge oyunu oynamak zorundaydı. Bugüne Miras: Panislamizm Hâlâ Geçerli mi? II. Abdülhamid’in Panislamist siyaseti günümüzde bile hâlâ tartışılıyor: [93] Bazı kesimler onu bir “ümmetçi lider” ve “halifelik bilincini canlandıran devlet adamı” olarak görür. Bazılarıysa Panislamizm’in çok ütopik olduğunu, Abdülhamid’in etnik ve mezhepsel farklılıkları yok saydığını savunur. Günümüz İslam dünyasında yaşanan mezhep çatışmaları, etnik ayrılıklar ve devlet çıkarları düşünüldüğünde, Panislamizm’in idealde kaldığı yorumu da yapılır. Ancak ne olursa olsun, II. Abdülhamid döneminde dünyadaki Müslümanların ilk kez ortak bir bilinçle İstanbul’a bakması, büyük bir tarihi dönüşümdü. [94] İki Uçlu Bir Miras: Abdülhamid’i Kimler Sever, Kimler Yerer? II. Abdülhamid’in ölümünden sonra ardında bıraktığı miras, neredeyse yüz yıldır Türkiye’deki tarih tartışmalarının en hararetli alanlarından biri olmayı sürdürmektedir. Onu kimileri "Kızıl Sultan" diye anarken, kimileri "Ulu Hakan" olarak yüceltmiştir. Peki neden böyle derin bir kutuplaşma var? Bu bölümde, bu kutuplaşmanın tarihsel, ideolojik ve sosyolojik temellerini detaylıca inceleyeceğiz. Kimi zaman bir diktatör, kimi zaman bir kahraman olarak resmedilen Abdülhamid’in çok katmanlı imajı, aslında Osmanlı sonrası kurulan yeni ulus-devletin kendi kimliğini nasıl inşa ettiğine dair önemli ipuçları taşır. Cumhuriyet Devrinde İstenen Bir Dönem Abdülhamid: Unutulmak Cumhuriyet’in ilk yıllarında, özellikle Mustafa Kemal Atatürk ve yakın kadrosu tarafından şekillendirilen resmi tarih anlayışı, Abdülhamid’i baskıcı ve gerici bir figür olarak tasvir etti. Bunun başlıca nedeni, onun Meşrutiyet rejimini askıya alması ve otoriter yönetimiyle özgürlükçü talepleri bastırmasıydı. Cumhuriyet ise kendini özgürlük, akılcılık ve bilim üzerine kuran bir rejim olarak tanımlıyordu. Dolayısıyla Abdülhamid, bu rejimin "karşıt modeli" olarak sunuldu. Onun dönemindeki Panislamist politika, hilafet vurgusu ve merkezileştirme hamleleri; [95] modernleşmenin değerlendirildi. önünde birer engel olarak 1930’lu ve 1940’lı yıllarda yazılan tarih kitaplarında Abdülhamid dönemi, bir tür “karanlık çağ” olarak resmedildi. Otoriter, komplocu, hatta paranoyak bir padişah portresi çizildi. Bu yaklaşımda, onun Batılı güçlerle ilişkileri sınırlaması ve basına sansür uygulaması gibi unsurlar öne çıkarıldı. Soğuk Savaş Döneminde Değişen Ton: Ulu Hakan Geri Dönüyor Ancak 1950’li yıllarla birlikte bu tablo değişmeye başladı. Demokrat Parti’nin iktidara gelişiyle birlikte muhafazakâr kesimlerin sesi daha gür çıkmaya başladı. Bu kesim, Abdülhamid’i dini değerlere sahip çıkan, Batı’ya karşı temkinli davranan, güçlü bir Osmanlı savunucusu olarak yeniden gündeme getirdi. Bu bağlamda II. Abdülhamid, adeta Kemalist modernleşmeye karşı bir “alternatif tarih” figürü haline geldi. Özellikle İslami hareketlerin yükseldiği 1970’li yıllarda, Abdülhamid’in Panislamist politikaları bir tür “ümmet vizyonu” olarak yeniden yorumlandı. Milli Türk Talebe Birliği, Akıncılar, Millî Görüş hareketi gibi yapılar içinde Abdülhamid, Batı’ya karşı direnişin ve İslam dünyasının birleşme idealinin simgesi olarak anıldı. Bu dönemde "Ulu Hakan" [96] söylemi, tarihî bir değerlendirme olmanın ötesine geçerek, bir siyasi kimlik beyanına dönüştü. Sol ve Liberallerin Gözünden Abdülhamid Sol ve liberal çevrelerde ise II. Abdülhamid genellikle hâlâ otoriter bir yönetici olarak ele alınır. Onun merkeziyetçiliği, sansür politikaları, muhalefeti baskılaması ve istibdat rejimi; demokratikleşme idealinin karşıtı olarak görülür. Bu kesimler, özellikle 1876’da ilan edilen Meşrutiyet’in askıya alınmasını ve meclisin kapatılmasını "sivil siyasetin rafa kaldırılması" olarak değerlendirir. Fakat bazı liberal tarihçiler, son dönemlerde daha dengeli bir portre çizmeye başlamıştır. Örneğin, bazı akademisyenler onun eğitim yatırımlarını, teknolojik modernleşme çabalarını ve dış politikadaki denge stratejilerini olumlu yönde değerlendirmeye yönelmiştir. Böylece “Kızıl Sultan” anlatısı, yerini zaman zaman “karmaşık ve stratejik bir lider” figürüne bırakmaya başlamıştır. IV. Abdülhamid Sinemada, Romanda ve Popüler Kültürde Son yıllarda II. Abdülhamid’in imajı sadece akademik tartışmalarla değil, popüler kültürle de şekillenmektedir. TRT dizisi "Payitaht Abdülhamid", onun karizmatik bir lider, derin stratejiler kuran bir akıl adamı ve dini değerleri ön planda tutan bir [97] hükümdar olarak yeniden inşa edilmesinin en güçlü örneklerinden biridir. Bu yapım, Abdülhamid’in tarihsel figüründen çok, bir ideolojik simgeye dönüştürülmesinde önemli bir rol oynamıştır. Aynı şekilde romanlarda, belgesellerde, hatıratlarda da Abdülhamid imajı hem kutsanmakta hem de eleştirilmektedir. Halide Edib’ten Yakup Kadri’ye, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Tarık Buğra’ya dek pek çok yazar, Abdülhamid’e doğrudan veya dolaylı olarak temas etmiştir. Bugün Abdülhamid Üzerinden Tartışılanlar Günümüzde II. Abdülhamid’in mirası, laikmuhafazakâr çatışmasından dış politikaya, eğitim sisteminden İslamcılık tartışmalarına kadar pek çok alanın ideolojik zemininde yeniden konuşulmaktadır. Onu savunanlar, Batı’ya karşı onurlu bir direnişin, kültürel bağımsızlığın ve İslam birliğinin savunucusu olarak görür. Eleştirenler ise, onun halktan kopuk bir saray yönetimini tercih ettiğini, modernleşmeyi baskıladığını ve kişisel korkularıyla ülkeyi yalnızlaştırdığını öne sürer. Ancak gerçek şu ki: II. Abdülhamid, Osmanlı’nın son direniş hamlesini temsil eden, dönemin koşulları içinde pragmatik kararlar alan, ama aynı zamanda çağın ruhuyla yeterince barışamamış bir hükümdardı. Onu anlamak, sadece bir padişahı değerlendirmek değil, aynı zamanda 19. yüzyıl Osmanlı’sının yaşadığı [98] büyük krizi ve modernleşme sancılarını da anlamak demektir. [99] II. Abdülhamid'in İslam dünyasını birleştirme stratejisi olan Panislamizm’in ideolojik temelini, siyasi araçlarını, pratikteki yansımalarını ve sınırlarını uzun uzun ele alacak. Yani sadece bir dış politika stratejisi değil, aynı zamanda bir zihniyet devrimi olup olmadığını da sorgulayacağız. [100] Hilafet Kurumunun Yeniden Yorumlanışı II. Abdülhamid tahta oturduğunda, Osmanlı İmparatorluğu çok dinli, çok milletli, çok dilli bir yapıdaydı. İmparatorluk, Tanzimat ve Islahat Fermanları ile beraber modernleşmeye çalışırken aynı zamanda parçalanıyordu. Bu parçalanmayı durdurmak adına çeşitli ideolojik çabalar öne çıktı. Bunlardan biri, Abdülhamid’in tercih ettiği Panislamizm, yani İslam ümmetini halifenin sancağı altında toplama düşüncesiydi. Abdülhamid bu noktada, halifelik makamını sadece dinî değil, aynı zamanda diplomatik ve stratejik bir araç olarak yeniden tanımladı. Ona göre halife sadece İstanbul’daki bir sembol değil, dünyanın dört bir yanında yaşayan Müslümanların da vicdanında ve siyasetinde birleştirici bir lider olmalıydı. Panislamizm’in Teorik Temelleri: Ümmetçilik mi Strateji mi? Panislamizm’in arkasındaki temel fikir, ümmetin birliği düşüncesidir. Ancak Abdülhamid'in Panislamizmi tam anlamıyla bir iman hareketi değil, bir devlet politikası olarak doğdu. Yani “dini bir ideoloji” gibi görünse de gerçekte bir jeopolitik hamleydi. [101] Bu ideolojiye göre: Osmanlı halifesi tüm Müslümanların lideridir, Batı sömürgeciliğine karşı Müslüman halkların desteği Osmanlı’ya kaydırılmalıdır, İslam ülkeleriyle eğitim, basın, diplomasi ve ulaşım yoluyla bağ kurulmalıdır. Abdülhamid’in en büyük hayali, İslam dünyasının parçalanmaması ve Osmanlı’nın bu birliğin merkezi olarak ayakta kalmasıydı. Bu yüzden Afrika’dan Hindistan’a, Çin’den Cezayir’e kadar birçok bölgede yaşayan Müslümanlarla bağ kurmaya çalıştı. Pratik Uygulamalar: Gazeteler, Okullar, Telgraflar Panislamizm sadece teoride kalmadı, uygulamaya da geçti. Sultan Abdülhamid, dünyanın dört bir yanına İslam birliğini anlatan gazeteler gönderdi. Örneğin Takvim-i Vekayi, hem Arapça hem Farsça hem de diğer dillerde basıldı. Mısır, Hindistan, İran, Fas gibi bölgelere özel yayınlar yapıldı. Mekke’ye, Medine’ye yapılan yatırımlar (demiryolları, saat kuleleri, posta hatları) sadece hac [102] hizmeti değil, aynı zamanda siyasi bir mesajdı: “Hilafet burada, biz ayaktayız.” Eğitim kurumları kurularak İslam dünyasının Osmanlı’ya kültürel bağlılığı pekiştirilmeye çalışıldı. Suriye, Bağdat, Kudüs, Cezayir ve Yemen’de açılan medreseler, “halifenin okulları” olarak hizmet verdi. Telgraf hatları, sadece iç haberleşme değil, Panislamizmin sinir sistemi gibiydi. Dünyanın dört bir yanındaki Müslüman topluluklarla sürekli temas kurulmaya çalışıldı. İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Tepkisi Elbette bu girişimlerden en fazla rahatsız olanlar sömürgeci Batılı devletlerdi. İngiltere, Hindistan’daki 100 milyon Müslüman’ı kaybetmekten korkuyordu. Bu yüzden Abdülhamid’in Hindistan’daki etkisini kırmak için casus ağları kurdu. Fransa, Cezayir’deki Müslümanların Osmanlı’ya bağlılık yemini etmesinden kaygı duydu. Panislamizm’in en fazla karşı propaganda gördüğü yerlerden biri de burasıydı. Rusya, Kafkasya’daki Müslümanların halifeye duyduğu bağlılığı “devrimci faaliyet” olarak kodladı. [103] Abdülhamid’in bu bölgelerdeki etkisini azaltmak için Çarlık rejimi ağır baskılar uyguladı. Panislamizm’in Sınırları ve Eleştiriler Her ne kadar Panislamizm ideal bir birlik düşüncesi taşısa da pratikte sınırlara çarptı. Bunlar arasında: Etnik milliyetçilikler: Arap milliyetçiliği Türkçülük, ümmetçiliğin önüne geçti. ve Farklı mezhepler: Şiilerle olan bağlar zayıftı. Osmanlı'nın gücü: Halifelik fikri büyük olsa da, Osmanlı’nın maddi gücü sınırlıydı. İç problemler: Ermeni isyanları, ekonomik kriz, dış baskılar nedeniyle Panislamizm hep savunma pozisyonunda kaldı. Ayrıca bazı Osmanlı aydınları da Panislamizmi “hayalcilik” olarak görüp Batıcılık ya da Osmanlıcılık gibi alternatif fikirleri savunuyordu. Abdülhamid Ne Kadar Başarılı Oldu? Panislamizm, II. Abdülhamid’in dış politikada en yaratıcı ve özgün hamlelerinden biriydi. Gerçekten de Hindistan’dan Endonezya’ya, Fas’tan Çin’e kadar milyonlarca Müslüman onun adını saygıyla anıyordu. [104] Halifelik makamı, onun döneminde ilk kez bu kadar evrensel bir kimlik kazandı. Ancak Panislamizm, Osmanlı’yı kurtarmaya yetmedi. 20. yüzyılın başında İslam dünyası parçalanacak, Osmanlı da yıkılacaktı. Ama yine de Abdülhamid’in bu çabası, bugün hâlâ İslam birliği fikrinin temel taşlarından biri olarak anılıyor. Halifelik ve Panislamizm: Bir İmparatorluğun Son Tutkusu II. Abdülhamid’in siyasi hayatının merkezini oluşturan en kritik stratejik doktrindir Panislamizm. Bu yalnızca bir dış politika hamlesi değil, aynı zamanda parçalanmaya yüz tutmuş Osmanlı coğrafyasını bir arada tutmak için kurgulanmış derin bir ideolojik koruma kalkanıydı. Abdülhamid’in hilafet kurumunu yeniden parlatması ve bu makamı yalnızca Osmanlı tebaasına değil, tüm dünya Müslümanlarına seslenmek için kullanması; onun hem bir devlet adamı hem de bir inanç lideri olarak kurguladığı iki yönlü kişiliğini gösterir. Halifelik Makamının Güçlendirilmesi Osmanlı padişahları, Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi’nden (1517) bu yana halife unvanını taşımaktaydı. Ancak bu unvan, uzun süre daha çok sembolik düzeyde kaldı. II. Abdülhamid ise bu makamı ilk kez aktif bir diplomatik araç olarak [105] kullanmaya başladı. Halifeliği yeniden tanımladı, onu sadece bir ruhani görev değil, aynı zamanda politik bir güç merkezi haline getirdi. Hindistan, Endonezya, Fas, Cezayir, Çin gibi Müslüman topluluklara halifenin gönderdiği selamlar, fermanlar ve özel heyetler… Müslüman gazetecilerin İstanbul’a davet edilmesi, İslami yayınların desteklenmesi… İslam coğrafyasının farklı noktalarındaki ulema sınıfıyla kurulan ağlar… Tüm bu hamleler, Osmanlı’nın fiziksel sınırlarının ötesinde bir “ümmet coğrafyası” yaratma stratejisinin parçasıydı. Panislamizm: Birleştirici mi Yoksa Hayalci mi? Panislamizm, temelde tüm Müslüman halkları Halife’nin etrafında birleştirmeyi amaçlayan bir ideolojidir. Abdülhamid bu doktrini, Batı sömürgeciliğine karşı bir panzehir olarak görüyordu. Fransa’nın Kuzey Afrika’daki, İngiltere’nin Hindistan’daki, Rusya’nın Orta Asya’daki işgallerine karşı bir tür İslami enternasyonalizm inşa etmeye çalıştı. Ancak Panislamizm’in karşılaştığı zorluklar da çok büyüktü: [106] Müslümanlar arasında etnik ve mezhebi farklılıklar çok derindi. Araplar, Türkler, Hint Müslümanları, Kürtler, Farslar, Berberiler… Hepsinin beklentisi farklıydı. Şiiler halifeliği meşru görmüyordu. Bazı Arap milliyetçileri, hilafeti “Türkleşmiş bir kurum” olarak dışlıyorlardı. Sömürge altındaki Müslüman topluluklar, halifenin etkisini yalnızca manevî olarak hissedebiliyordu; siyasi olarak değil. Bütün bunlar Panislamizm’i romantik ve kısmen ütopyacı bir strateji haline getiriyordu. Almanya ile İttifak ve Siyasi İslam'ın Güç Kartı Abdülhamid döneminde Panislamizm, yalnızca İngiltere ve Fransa’ya karşı değil, diplomatik dengeleri Almanya lehine kurmak için de kullanıldı. Özellikle Bağdat Demiryolu Projesi, hem ekonomik hem de ideolojik anlamda büyük önem taşıyordu. Halife’nin otoritesi, Almanya ile yapılan işbirliklerinde “İslam dünyasına Almanya üzerinden ulaşmak” gibi stratejik derinlikler taşıyordu. Alman İmparatoru II. Wilhelm’in 1898’de İstanbul’a yaptığı ziyaret sırasında, Halife’nin İslam âlemi üzerindeki etkisi vurgulanmış ve bu bağlamda Alman [107] çıkarları için Müslüman kamuoyunun sempatisi kazanılmaya çalışılmıştı. Halifeliğin İçteki Rolü: Muhalefeti Susturmanın Aracı mı? Panislamizm dış dünyaya yönelik bir vizyondu; ama iç politikada muhalefeti bastırma aracı olarak da kullanıldı. Abdülhamid, meşrutiyet yanlısı aydınları ve Batı’ya açık reformistleri “ümmeti bölenler” olarak yaftalıyor, hilafete biat etmeyen her sesi fitne olarak görüyordu. Bu durumun doğurduğu başlıca sonuçlar: Sansür rejiminin artması: Gazeteler, dergiler ve kitaplar sıkı denetime tabi tutuldu. Farklı fikirlerin bastırılması: Batıcı düşünceler, İslam birliği karşıtı olarak lanse edildi. İttihatçıların güç kazanması: Bu sert tutum, muhalefeti yer altına itti ve daha radikal yapılar doğurdu. Mirası: Panislamizm Başarısız mı Oldu? Abdülhamid’in Panislamist politikaları, kısa vadede bazı başarılar sağladı: [108] Osmanlı’nın moral üstünlüğü Müslümanlar nezdinde arttı. Halife’ye mektuplar yazan, sadakat sunan halklar vardı. Avrupa devletleri bu politikadan rahatsız oldu; bazı yerlerde Müslüman isyanları tetiklendi. Ancak uzun vadede: Osmanlı dağılmaya devam etti. Müslüman halklar kendi bağımsızlıklarını aramaya başladı. Arap isyanları, hilafete değil milliyetçiliğe dayandı. 1924’te Cumhuriyet ile birlikte halifelik kaldırıldı. Panislamizm, bir ideale duyulan inancın devlet politikası haline getirilmesiydi. Gerçekçi sınırları aşan yönleriyle, hem parlak bir entelektüel vizyon hem de stratejik bir kırılma noktası oldu. II. Abdülhamid dönemi, Osmanlı Devleti'nin hem en karmaşık hem de en kritik eşiklerinden biridir. O, yalnızca bir padişah değil; aynı zamanda bir mühendis, bir hafiyeci, bir siyaset bilimci, bir stratejist ve kimi zaman da bir filozof gibi hareket eden bir hükümdardı. Bu bölümde Abdülhamid'in [109] ölümünün ardından kalan mirası, onu sevenler ve nefret edenler arasındaki uçurum, tarih yazımında nasıl algılandığı, imparatorluk sonrası Türkiye'de etkileri ve bugüne kadar süregelen Abdülhamid tartışmaları üzerinde duracağız. Abdülhamid’in Ardında Bıraktığı İmparatorluk Abdülhamid, tahttan indirildiğinde ardında kırılgan ama hâlâ ayakta duran bir Osmanlı Devleti bırakmıştı. Her ne kadar toprak kayıpları yaşanmış olsa da, özellikle Anadolu ve Arap yarımadasındaki birlik ve merkezî otorite güçlüydü. Maliye, eğitim ve iletişim alanında büyük dönüşümler gerçekleştirilmişti. Demiryolları, rüşvetle mücadelenin kurumsallaştırılması, yerel idarelerde denge politikaları ve vilayet nizamnameleri sayesinde devlet hâlâ işleyebilir durumdaydı. Onun ardından gelenler, bu yapıyı ya dağıttılar ya da mirası anlamakta zorlandılar. İttihat ve Terakki’nin başlattığı milliyetçi modernleşme süreci, imparatorluğun sonunu hızlandırdı. Oysa Abdülhamid, imparatorluğu etnik kökenler üzerinden değil, hilafet ve ümmet kimliği üzerinden birleştirmeye çalışmıştı. Sevenler ve Nefret Edenler: “Kızıl Sultan mı Ulu Hakan mı?” [110] Abdülhamid'in adı, modern tarih yazımının en tartışmalı figürlerinden biri olarak kalmaya devam ediyor. Cumhuriyet döneminde bir süre "gericilik simgesi" olarak yaftalanmış; sansürcü, baskıcı ve reform karşıtı bir padişah olarak anlatılmıştır. Bu anlatım özellikle 1930'lu ve 1940'lı yıllarda resmi tarih kitaplarına da girmiştir. Öte yandan, özellikle 1980 sonrası dönemde tarihî belgeler ışığında yeni bir Abdülhamid okuması gelişmeye başlamış, onu “Ulu Hakan” olarak gören muhafazakâr bir tarih anlatısı yükselmiştir. Bu anlatı, Abdülhamid'i Batı emperyalizmine karşı direnen, iç isyanları zekâsıyla bastıran ve devleti korumak için gecesini gündüzüne katan bir lider olarak yüceltmiştir. Bugün hâlâ bu iki kutup –“Kızıl Sultan” ile “Ulu Hakan”– arasındaki çekişme devam etmektedir. Cumhuriyet Döneminde Abdülhamid Algısı Cumhuriyet'in kurucuları için Abdülhamid, yeni rejimin anti-tezlerinden biriydi. Onun döneminde devletin içine kapanması, Batı ile kurulan temkinli ilişki ve siyasal baskılar, Cumhuriyet elitlerinin reddettiği bir mirastı. Bu yüzden uzun yıllar boyunca tarih kitaplarında Abdülhamid olumsuz bir figür olarak işlendi. Ancak zamanla arşivlerin açılması, araştırmaların derinleşmesi ve döneme farklı açılardan bakılmasıyla [111] birlikte, Abdülhamid dönemine dair yeni bir tarih anlayışı doğdu. Bugün, özellikle siyasi İslamcılık, Osmanlı nostaljisi ve muhafazakâr söylemler içinde Abdülhamid idealize edilen bir lider haline gelmiştir. Hakkında yazılan romanlar, çekilen diziler, yapılan belgeseller onun mirasını farklı açılardan tekrar tekrar tartışmaya açmıştır. Abdülhamid ve Bugün: Ne Kadar “Güncel”? II. Abdülhamid’in uyguladığı politikalardan bazıları, günümüz siyasal tartışmalarında hâlâ referans alınmaktadır. Özellikle: Devletin merkezî kontrolü Medya üzerindeki denetim İstihbaratın öneminin kavranması Eğitim yatırımlarıyla “sadık vatandaş” yaratma çabası Dış politikada “denge” ve “bekleme” stratejisi gibi unsurlar günümüzde de tartışılan, zaman zaman uygulamaya da konan stratejilerdir. Abdülhamid’in mirası, özellikle Türkiye'nin iç ve dış politikadaki yönelimlerinde bir tür model olarak anılmakta; kimileri için “kurtarıcı vizyon”, kimileri içinse “otoriterleşmenin kökü” olarak görülmektedir. [112] Tarih mi Hak Verdi, Zaman mı Yanıltıyor? Bugün geriye dönüp baktığımızda Abdülhamid’in en büyük gücü, zamanının çok ilerisinde düşünme yetisiydi. Ancak bu ileri görüşlülük, aynı zamanda onun yalnızlığını da derinleştirdi. Ne saray çevresi, ne bürokrasi, ne ulema, ne de halk onun bütün niyetini tam olarak anlayabildi. O ise hepsine mesafeli kaldı. Abdülhamid'in asıl savaşı, içerideki parçalanmışlık ve dışarıdaki emperyal oyunlardı. Belki de bu yüzden bir türlü net bir tanım içine konulamadı. Bugün hâlâ şu soruların cevapları tartışılmaktadır: Abdülhamid bir “otoriter yönetici” miydi yoksa bir “kriz yöneticisi” mi? Gerçekten özgürlüklerden korkuyor muydu, yoksa dönemin şartları mı buna zorluyordu? Onun fikirleriyle bir imparatorluk kurtulabilir miydi, yoksa zamanın ruhu zaten parçalanmayı mı getiriyordu? Bu sorular, yalnızca II. Abdülhamid’i değil, tüm bir Osmanlı tarihini, dolayısıyla bugünün Türkiye’sini de anlamamıza yardımcı olacak sorulardır. [113] Efsane mi Gerçek mi? II. Abdülhamid’in Arkasındaki Hikâyeler Bir Padişah Üzerine Kurulan Mitler II. Abdülhamid, Osmanlı tarihinin en tartışmalı, en çok yazılıp çizilen, hakkında hem kahramanlık destanları hem de hainlik ithamları uydurulan figürlerinden biridir. Saltanatının üzerinden bir asırdan fazla zaman geçmesine rağmen hâlâ bazı çevreler onu “son büyük padişah”, “devletin ayakta kalan son aklı” olarak yüceltirken, bazıları ise “istibdatın babası”, “halkı ezen bir zalim” olarak lanetlemektedir. Bu bölümde amaç; Abdülhamid’i ne göklere çıkarmak ne de yere sermektir. Aksine, onun arkasındaki gerçek hikâyeleri, belgeler, hatıratlar ve dönemin tanıklıkları üzerinden ayıklayarak, efsane ile gerçeğin sınırlarını belirlemek, tarihi romantizmden arındırarak okuyucuya bir “hakikat penceresi” sunmaktır. Hafiyelik Teşkilatı: Her Yerde Kulağı Var mıydı? En çok bilinen mitlerden biri, II. Abdülhamid’in “her yere kulak koyduğu”, “herkesi izlettirdiği” ve “tek bir muhalif düşünceyi bile affetmediği” yönündedir. Bu söylentiler halk arasında öyle yaygındı ki; bir odada yüksek sesle Abdülhamid aleyhine konuşulması, kısa [114] sürede gözaltına inanılırdı. alınmaya neden olabileceğine Gerçek neydi? Evet, II. Abdülhamid döneminde Yıldız Sarayı bünyesinde oldukça gelişmiş bir istihbarat ağı kuruldu. Yıldız İstihbarat Teşkilatı, dönemin en etkili bilgi toplama sistemlerinden biri hâline geldi. Ancak bu sistemin amacı çoğunlukla saraya karşı yapılabilecek suikastları ve isyanları önlemeye yönelikti. Abdülhamid’in muazzam bir dosyalama sistemi kurdurduğu, yüz binlerce raporun her gün önüne geldiği ve her birini dikkatle incelediği bilinir. Ama bir efsane olarak anlatılan "herkesi dinliyordu" miti, elbette abartılmıştır. Devlet görevlileri arasında dahi korku atmosferi doğuran bu yapı, zamanla kendi içinde çürümeye başlamış, bazı memurlar bu sistemi kendi çıkarlarına hizmet eder hâle getirmiştir. Yani sistem vardı, ama mutlak ve her yere ulaşan bir kontrol mekanizması değildi. Bir otokontrol havası vardı ama bu da bir tür psikolojik egemenlikti. Abdülhamid ve Cinci Hocalar: Gerçek mi Hurafe mi? Bazı kaynaklar, II. Abdülhamid’in falcılara, cinci hocalara, muskacılara danıştığını, kararlarını bu kişilerin söylediklerine göre verdiğini öne sürer. Bu özellikle Cumhuriyet sonrası kaleme alınan bazı sert eleştirel metinlerde dile getirilmiştir. [115] Peki bu ne kadar doğru? Dönemin belgeleri ve özellikle Sadrazam Said Paşa’nın hatıratları incelendiğinde, bu iddiaların büyük ölçüde temelsiz olduğu anlaşılmaktadır. Evet, Abdülhamid dindar bir padişahtı, fakat kararlarını daima rasyonel verilerle oluştururdu. Eğitimli bir kişiliği vardı; Batı dillerini bilir, mühendislik ve tarih kitapları okur, bilime meraklıydı. Gerek dış politika gerekse iç yönetim konusunda danıştığı kişiler; istihbarat başkanları, diplomasi kurmayları ve sadrazamlarıydı. Yıldız Sarayı’nda zaman zaman manevi kişilikler (örneğin bazı tarikat şeyhleri) ile görüşmeler yaptığı doğrudur, ancak bu mistik ilişkilerin devlet kararlarını doğrudan etkilediğine dair ciddi bir kanıt yoktur. Zehir Korkusu ve Takıntılar Abdülhamid’in yemeklerinin özel kişilerce hazırlanıp tadılmadan sunulmadığı, musluklardan gelen suyu dahi içmediği, geceleri aynalara bakmadığı, tuvaleti başka padişahlarınkinden ayrı kullandığı gibi hikâyeler dilden dile dolaşır. Bu iddiaların bir kısmı doğrudur ama bağlamı yanlış anlaşılmıştır. → Evet, suikastlardan korkuyordu. → Evet, yemeklerini önce görevliler tadardı. → Evet, yalnız yaşardı, çok az güvendiği insan vardı. [116] Ama bu bir paranoyadan değil, yaşadığı gerçek suikast girişimlerinden kaynaklanıyordu. 1905 yılında Ermeni Taşnak örgütünün gerçekleştirdiği Yıldız Suikastı gibi örnekler onun bu hassasiyetlerini açıklamaktadır. Yani bu “takıntılar” tarihî bağlamdan koparıldığında “delilik” gibi gösterilse de, aslında tam bir devlet refleksi ve hayatta kalma güdüsüydü. II. Abdülhamid ve Masonluk Bir başka tartışmalı mesele de, II. Abdülhamid’in masonlar hakkındaki tavrıdır. Bazı iddialara göre, kendi döneminde mason localarına göz yumduğu, hatta bazı vezirlerinin mason olduğu dile getirilmiştir. Gerçek? Abdülhamid döneminde masonluk Osmanlı'da tamamen yasaklanmamıştı ama oldukça dikkatle izleniyordu. Kendi ifadesiyle, “Ben masonlara değil, masonluğun dış bağlantılarına karşıyım.” Yani padişah, özellikle Fransız Grand Orient masonluğunun Osmanlı iç işlerine karışmasını istemiyordu. Bu nedenle bazı localar kapatıldı ama tamamen bir savaş açılmadı. Gizli Vasiyet, Kayıp Servet ve Meçhul Kayıtlar Bir başka popüler efsane ise II. Abdülhamid’in Osmanlı hazinesini gizlediği, servetini Almanya’daki bankalara aktardığı ve “gizli bir vasiyet” bıraktığıdır. [117] → Bu efsane yıllar sonra II. Abdülhamid’in torunları tarafından da dile getirilmiştir. → Hatta Türkiye Cumhuriyeti’nde zaman zaman bazı hukukçular bu servetlerin takibine girişmiştir. → Fakat ne İsviçre ne Almanya bankalarından bugüne kadar somut bir kayıt ortaya çıkmamıştır. → Dolayısıyla bu hikâye hâlâ tam olarak çözülememiştir. Yani servet var mıydı, yok muydu? Bu hâlâ tarihçilerin kafasını kurcalayan bir “efsane” olarak durmaktadır. Tarihin Gölgesindeki Adam II. Abdülhamid’in hayatı; hem devletin aklı hem de halkın hafızası üzerinde derin bir iz bırakmıştır. Onun hakkında konuşan her ağız ya onu göklere çıkarır ya da yerin dibine sokar. Ama asıl önemli olan; bu büyük hükümdarı tarihsel bağlamında anlamak, onu kendi zamanı içinde değerlendirebilmektir. Kimi zaman efsaneler gerçeklerden daha hızlı yayılır. Fakat gerçeğin sesi, zamanla daha kalıcı olur. II. Abdülhamid üzerine kurulan efsanelerin çoğu, o dönemdeki çelişkilerden ve bilgi eksikliklerinden doğmuştur. Fakat belgeler, tanıklıklar ve akıl süzgeciyle yaklaşıldığında, efsanenin gerçeğe nasıl büründüğü açıkça görülmektedir. [118] II. Abdülhamid’in 1909’da tahttan indirilmesi, Osmanlı tarihinin sadece bir hükümdar değişikliği değil, aynı zamanda bir dönemin kapanışı olarak kabul edilir. Bu bölümde, onun saltanatından sonra Osmanlı Devleti ve Cumhuriyet’in kuruluş sürecine etkileri, mirası ve tarihî tartışmaları detaylı şekilde ele alacağız. Tahttan İndirilme ve Sonrası 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte İttihat ve Terakki’nin etkisi arttı. 31 Mart Olayı’ndan sonra Abdülhamid tahttan indirildi ve yerine kardeşi V. Mehmed geçti. Bu değişiklikle beraber Osmanlı’da yönetsel ve siyasi anlamda radikal dönüşümler yaşandı. II. Abdülhamid’in uyguladığı sıkı denetim, istihbarat ağı ve merkezileştirilmiş yönetim yerini daha liberal ve Batı yanlısı bir idareye bıraktı. Ancak bu geçiş sancılı oldu. İttihat ve Terakki’nin milliyetçi politikaları, Osmanlı’nın çok milletli yapısını zedeledi ve Balkanlar’da kayıplar hızlandı. Abdülhamid’in merkezî otoriteyi koruma çabası, sonraki yıllarda yerini parçalanmaya bıraktı. Eğitim ve Kurumsal Miras Abdülhamid’in en kalıcı miraslarından biri eğitim sistemindeki reformlarıdır. Onun döneminde kurulan birçok okul, mühendislik fakültesi ve meslek okulları, Cumhuriyet döneminde modern eğitim yapısının [119] temelini oluşturdu. Özellikle Darülfünun gibi yükseköğretim kurumları, bilimsel ilerlemeyi teşvik eden mekanizmalar haline dönüştü. Eğitimdeki bu altyapı, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaşlaşma adımlarına teknik ve bürokratik destek sağladı. Merkeziyetçilik ve Bürokrasi Abdülhamid’in güçlü merkeziyetçi yönetim modeli, Osmanlı bürokrasisinde kalıcı izler bıraktı. Vilayet nizamnameleriyle vilayetlerin idari yapısı düzenlendi, yerel yönetimler denetlendi. Bu sistem, Cumhuriyet’in modern merkezi yönetimine evrildi. Fakat bu modelin dezavantajları da vardı; yerel farklılıklar göz ardı edildi, çoğulcu siyaset geliştirilmedi, halkın yönetime katılımı sınırlı kaldı. Panislamizm ve Halifelik Mirası Halifelik makamını yeniden güçlendiren Abdülhamid’in bu çabaları, Osmanlı’nın çöküşünden sonra da bir anlamda devam etti. Halifelik, 1924’e kadar varlığını sürdürdü. Ancak Panislamizm idealinin, Arap milliyetçiliği ve ulus-devlet hareketleri karşısında etkisiz kaldığı görüldü. [120] Halifelik kaldırıldıktan sonra, Abdülhamid’in mirası üzerinde tartışmalar yoğunlaştı: O, bir “ümmetçi” miydi yoksa “muhafazakâr bir imparatorlukçu” mu? Tarih Yazımı ve Abdülhamid Cumhuriyet dönemi tarih kitaplarında genellikle olumsuz anlatılan Abdülhamid, 1980’lerden sonra farklı kesimlerin tarihi yeniden yorumlamasıyla farklı bir portre çizildi. Onun güçlü liderliği, imparatorluğu ayakta tutmaya çalışması, eğitim ve altyapı yatırımları yeniden takdir edilmeye başlandı. Ancak bu pozitif değerlendirmeler, Abdülhamid’in baskıcı yönetim biçimi ve muhalefeti sindirmesi gerçeğini gölgelememeli. Günümüz Türkiye’sinde Abdülhamid Algısı Bugün Türkiye’de II. Abdülhamid, kimi kesimlerce “milli ve manevi değerlerin savunucusu”, “milli bir lider” olarak anılmaktadır. Onun dönemindeki devletçi politikalar, özellikle 21. yüzyıl Türkiye’sinin otoriterleşme tartışmaları bağlamında tekrar gündeme gelmektedir. Bu durum, tarihî mirasın siyasal söylemde nasıl kullanıldığının da bir göstergesidir. [121] Miras Tartışmalarının Ötesinde II. Abdülhamid’in mirası, sadece onun politikaları ve kararlarıyla değil; aynı zamanda Osmanlı’nın son dönem krizleri, çağdaşlaşma sancıları ve emperyal rekabetle de şekillendi. Onu sadece “iyi” ya da “kötü” olarak değerlendirmek, tarihsel gerçekliği basitleştirmek olur. Bu yüzden, Abdülhamid’i anlamak, Osmanlı’nın son dönemini ve Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuş sürecini anlamakla eşdeğerdir. II. Abdülhamid, Osmanlı tarihinin en karmaşık ve çelişkili figürlerinden biridir. Saltanatı boyunca attığı adımlar, aldığı kararlar, dönemin olağanüstü koşulları ve içeride-dışarıda yaşanan büyük krizler nedeniyle farklı şekillerde yorumlanmıştır. Bu sonuç bölümünde, tüm bölümlerde ortaya koyduğumuz gerçekleri, tartışmaları ve analizleri derleyerek, Abdülhamid’in bize bıraktığı mirası, tarihsel perspektif içinde anlamaya çalışacağız. Zamanının Çok Ötesinde Bir Lider II. Abdülhamid, Avrupa ve Osmanlı’nın içinde bulunduğu zorlu koşullarda, büyük bir devlet adamı olarak tarihe geçti. Tahtta bulunduğu 33 yıl boyunca Osmanlı’nın parçalanmasını engellemek için olağanüstü çabalar sarf etti. Kurduğu geniş istihbarat ağı, eğitime verdiği önem, ulaşım ve iletişim [122] altyapısını geliştirmesi; onun sadece bir muhafazakâr değil, aynı zamanda gerçekçi ve ileri görüşlü bir lider olduğunu gösterir. Bu yönüyle o, salt geleneksel bir padişah değil, modern devlet anlayışının erken örneklerinden biri olarak kabul edilebilir. Muhafazakârlık ve Modernleşme Arasında İnce Bir Çizgi Abdülhamid’in en büyük başarısı ve aynı zamanda en büyük eleştirisi, modernleşmeyi Batı’nın bireysel özgürlüklerini ve siyasi demokratik gelişmelerini almak yerine, devletin merkezi gücünü koruyacak şekilde dizayn etmesiydi. Bu durum, onun yönetim anlayışını “otoriter muhafazakârlık” olarak tanımlamayı mümkün kılar. Ancak bunu “geri kalmışlık” veya “despotluk” olarak yorumlamak, tarihî gerçeklikleri göz ardı etmek olur. Gerçeklik ve Efsaneler Arasında Kalan Figür Tarih, Abdülhamid’i ne tamamen kahraman ne de saf kötü adam olarak tanımlayabilir. Onun dönemine ait efsaneler, mitler ve abartılar, gerçek tarihî verilerle dikkatle ayrıştırılmalıdır. Çünkü ancak bu şekilde onun döneminin ve kişiliğinin objektif portresi ortaya çıkar. [123] Bugün ve Gelecekte Abdülhamid’in İzleri Bugünün Türkiye’sinde Abdülhamid, özellikle devlet ve millet kavramları üzerinden bir referans figür olarak yeniden yorumlanıyor. Devlet otoritesi, milli birlik ve dini değerlerin vurgulandığı siyasal söylemlerde onun mirası sıkça dile getiriliyor. Ancak tarih bize öğretiyor ki, bir lidere ait miras sadece yönetim biçimiyle değil, o dönemin koşulları, halkın beklentileri ve uluslararası dengelerle birlikte değerlendirilmelidir. Abdülhamid’i anlamak, sadece Osmanlı’nın değil, modern Türkiye’nin de tarihini anlamaktır. Onun dönemindeki çabalar, başarılar ve hatalar; günümüz siyasi, toplumsal ve kültürel tartışmalar için bir rehber niteliğindedir. Onun hikâyesi, geçmişin yükünü sırtlanarak geleceğe yürümeye çalışan bir medeniyetin öyküsüdür. [124] [125] “Abdülhamid’i Anlamak: Tarih, Mit ve Gerçeklik Arasında Bir Portre” Yolun Sonuna Doğru – Kitabın Amacı ve Kapsamı İnsanlık tarihi, güçlü liderlerin, karmaşık siyasal yapılar ve toplumsal dönüşümlerle şekillendiği bir süreçtir. Bu süreçte kimi figürler, tarihin akışını belirlemiş ve ardında derin izler bırakmıştır. Sultan II. Abdülhamid Han, Osmanlı tarihinin en önemli ve en tartışmalı liderlerinden biri olarak, hem kendi zamanında hem de sonrasında çokça konuşulan, çokça yazılan bir karakterdir. Bu kitap, tam da bu tartışmalı figürü anlamaya, onu tarihi gerçekliği içinde değerlendirmeye, efsane ve mitlerin gölgesinden çıkarıp gerçeğin ışığına tutmaya yönelik büyük bir çabadır. Yıllar boyunca onun hakkında anlatılan hikayeler, üzerine inşa edilen kahramanlıklar ve kara efsaneler, gerçekleri gölgelemeye çalışmış; oysa II. Abdülhamid’i anlamak için yalnızca tarihî belgeler, dönemin koşulları ve onun kararlarının arka planı değerlendirilmelidir. [126] Kitabın Amacı: Sadece Bir Padişahı Değil, Bir Çağı Anlamak Bu eserde, II. Abdülhamid’in saltanatının detaylarına, aldığı kararlara, yaşadığı siyasi ve toplumsal krizlere, iç ve dış politikadaki stratejilerine ve kişisel özelliklerine uzunca yer verdik. Amacımız, onu ya kahramanlaştırmak ya da yerden yere vurmak değil, tarihsel koşullar içinde bütüncül bir portresini çıkarmaktır. Osmanlı’nın 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başındaki çalkantılı dönemini, büyük güçler arasındaki denge oyunlarını, yükselen milliyetçilik dalgalarını ve içerideki muhalefet dinamiklerini anlamak için onun bakış açısını ve aldığı kararları incelemek elzemdir. Metodoloji: Kaynaklar, Yaklaşımlar ve Eleştirel Tarih Kitap boyunca kullandığımız kaynaklar; Osmanlı arşiv belgeleri, dönemin gazeteleri, diplomat raporları, sadrazam hatıratları, Jön Türkler ve İttihat Terakki’nin yazılı anlatımları ve çağdaş tarihçilerin analizlerini kapsamaktadır. Bu çeşitlilik, tek taraflı bir tarih yazımından uzak durmamızı sağladı. Ayrıca, efsane ile gerçeği ayırt etmek için eleştirel tarih anlayışını benimsedik. Mitlerin ve klişelerin neden ortaya çıktığını, hangi toplumsal ve siyasal ihtiyaçların bu mitleri beslediğini sorguladık. [127] Böylece, okuyucunun kendi düşüncesini oluşturabilmesi için sağlam bir zemin hazırladık. Abdülhamid’i Anlamak Neden Önemlidir? Bugünün Türkiye’si, geçmişin karmaşık mirasları üzerine inşa edilmiş bir ülkedir. Devletin merkeziyetçiliği, eğitime verilen önem, milli ve manevi değerlerin ön plana çıkışı, siyasi söylemlerde Abdülhamid’e sık sık referans verilmesi boşuna değildir. Onu anlamak, sadece tarihsel bir meraktan öte, kendi kimliğimizi, siyasi kültürümüzü, devlet anlayışımızı daha iyi kavrayabilmek demektir. Tarihteki figürleri objektif değerlendirmek, toplumsal barış ve tarih bilinci için gereklidir. Kitabın Okuyucuya Katkısı II. Abdülhamid’in karmaşık kişiliği ve devlet adamlığına dair derinlemesine bilgi sahibi olacak. Osmanlı’nın son dönem siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel yapısını daha iyi anlayacak. Tarihteki mitler ve gerçekler arasındaki farkı kavrayarak, eleştirel düşünme yetisini geliştirecek. Günümüz siyaset ve toplum dinamiklerinde tarihî figürlerin nasıl kullanıldığını fark edecek. [128] Bu girişten sonra, sıradaki bölümlerde Abdülhamid’in kişisel özellikleri, iç-dış politikaları, eğitim ve modernleşme çabaları, isyanlarla mücadelesi, İttihat ve Terakki ile ilişkisi, onun hakkındaki efsaneler ve mirasının günümüze etkilerini detaylı ve kapsamlı biçimde işlemeye devam edeceğiz. Abdülhamid’in Kişiliği ve Yönetim Anlayışı I. Çok Yönlü Bir Şahsiyet: Eğitim, İnanç ve Karakter II. Abdülhamid’i anlamanın ilk adımı, onun kişisel dünyasına girmektir. Tarih boyunca padişahların kişisel özellikleri, yönetim biçimleri üzerinde doğrudan etkili olmuştur. Bu anlamda, Abdülhamid’in çok yönlü eğitim süreci, derin dini inancı, titiz karakter yapısı ve güçlü iradesi, saltanatını şekillendiren temel unsurlardır. Eğitim ve Erken Yıllar Abdülhamid, Osmanlı padişahları arasında eğitimine en çok önem verenlerden biri olarak bilinir. Farsça, Arapça, Fransızca’yı iyi derecede öğrenmiş; tarih, hukuk, coğrafya, siyaset ve musiki gibi alanlarda geniş bir donanım kazanmıştır. Onun bu donanımı, yönetim anlayışının teorik ve pratik temellerini oluşturur. [129] Özellikle Batı’yı tanıma ve onun yöntemlerini öğrenme arzusu, genç yaşlarda yaptığı Avrupa seyahatleriyle pekişmiştir. Ancak bu deneyim, Batı’yı körü körüne taklit etme yönünde değil, onu anlamaya ve kendi medeniyetine nasıl uyarlayabileceğini düşünmeye yönelik olmuştur. İnanç ve Maneviyat Abdülhamid’in kişiliğinde dinin ve maneviyatın önemi büyüktür. Dindarlığı, yaşamının her alanına yansımış; yönetimde adalet ve ahlak kavramları onun için vazgeçilmez olmuştur. Bu derin dini bilinç, onun Panislamizm politikalarının ve halifelik makamına verdiği önemin temelinde yer alır. Dinî inançları, onun sadece kişisel bir tercih değil, devlet yönetiminde ideolojik bir dayanak olarak da kullandığı bir güçtür. Bu durum, onu hem halk arasında saygın bir figür haline getirmiş hem de özellikle Batı yanlısı aydınlar tarafından eleştirilmesine neden olmuştur. Karakter Özellikleri Abdülhamid, titiz, detaycı ve kontrollü bir lider olarak bilinir. İsyanlar, darbe girişimleri ve dış tehditler karşısında gösterdiği sabır ve kararlılık, onun güçlü karakterinin yansımalarıdır. Ancak bu kontrol isteği, bazen aşırıya kaçmış; muhalefetin baskı altına [130] alınması, sansür ve istihbarat yoğunlaşmasıyla sonuçlanmıştır. faaliyetlerinin Bununla birlikte, özel hayatında mütevazı, sanat ve kültüre ilgili, marangozluk ve bahçecilikle uğraşan bir yönü de vardır. Bu yanları, onun insanî ve samimi bir portresini ortaya koyar. Yönetim Anlayışı: Merkeziyetçilik ve Merhamet Arasında Merkeziyetçi Devlet Modeli II. Abdülhamid, Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını önlemek için güçlü bir merkezi otoriteye ihtiyaç duydu. Bu anlayışla, yerel yöneticilerin denetimini artırmış, vilayetlerde merkezi hükümetin kontrolünü sağlamlaştırmıştır. Bu model, imparatorluğun çok uluslu ve çok dinli yapısı için hem bir dayanıklılık hem de bir baskı mekanizması olarak işlev görmüştür. Merkeziyetçilik, devletin hızlı karar almasını sağlarken, yerel farklılıkların ve taleplerin bastırılmasına da yol açmıştır. Adalet ve Merhamet Saltanatın başında ve ortalarında Abdülhamid’in adalet anlayışı, halk arasında saygınlık kazandırmıştır. Yerel mahkemelerin güçlendirilmesi, halkın [131] şikayetlerini dinleme çabaları, adaletin herkese ulaşması yönündeki girişimleri, onun yönetim felsefesindeki merhamet unsurunu gösterir. Ancak, devleti koruma adına bazı sert uygulamalara da başvurmuştur. Bu dengeyi kurmak, onun en büyük yönetim zorluklarından biri olmuştur. İstihbarat ve Denetim Abdülhamid’in belki de en çok bilinen yönlerinden biri, kapsamlı istihbarat ağı kurmasıdır. Bu ağ, hem iç muhalefeti takip etmek hem de dış tehditlere karşı önlem almak için kullanılmıştır. İstihbarat faaliyetleri, devletin güvenliğini artırırken, özgürlüklerin kısıtlanmasına ve halkta korku iklimi oluşmasına neden olmuştur. Ancak bu politikayı, dönemin şartları ve Osmanlı’nın içinde bulunduğu zayıflık göz önünde bulundurularak değerlendirmek gerekir. Modernleşme ve Muhafazakârlık Arasındaki İnce Çizgi II. Abdülhamid’in yönetim tarzı, modernleşme ve muhafazakârlık arasında bir denge kurmaya çalışmasıyla karakterize edilir. Avrupa’nın teknolojik ve bilimsel gelişmelerini Osmanlı’ya adapte etmeye çalışırken, Batılı liberal değerlerin tam olarak benimsenmesini reddetmiştir. [132] Bu çaba, eğitim reformları, altyapı yatırımları, iletişim ve ulaşım alanındaki gelişmelerle somutlaşmıştır. Öte yandan, dinî değerlerin ve geleneksel sosyal yapının korunması için sert önlemler alınmıştır. Sonuç: Kendi Zamanının Ötesinde Bir Lider II. Abdülhamid’i salt baskıcı bir figür olarak görmek, onun çok yönlü kişiliğini ve karmaşık yönetim anlayışını göz ardı etmek olur. Onun vizyonu, Osmanlı’yı ayakta tutmaya dönük gerçekçi ve yaratıcı bir çabaydı. Zorluklar ve sınırlamalar içinde, hem geleneklere hem de çağın gereklerine uyum sağlamaya çalıştı. Onu anlamak, tarihî bağlamında değerlendirmek ve sadece iyi ya da kötü olarak kategorize etmemek, bu kitabın en temel sonuçlarından biridir. II. Abdülhamid’in Dış Politikası: Realist ve Stratejik Bir Figür II. Abdülhamid’in dış politika anlayışı, Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu zor coğrafi ve jeopolitik koşullar göz önünde bulundurulduğunda son derece gerçekçi ve stratejik bir profil ortaya koyar. Onun saltanat dönemi, imparatorluğun parçalanma sürecinin hızlandığı, büyük güçlerin nüfuz mücadelelerinin yoğunlaştığı bir dönemdir. Bu çerçevede, Abdülhamid’in dış politikası hem imparatorluğun varlığını korumaya hem de [133] Osmanlı’yı uluslararası arenada saygın bir aktör olarak tutmaya yöneliktir. Kaybedilen Topraklar: Zorunlu Geri Çekilmeler 93 Harbi ve Berlin Antlaşması 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi), Abdülhamid’in tahta geçtiği dönemin hemen öncesinde yaşanmış büyük bir kayıptır. Bu savaş, Osmanlı’nın Balkanlar’daki gücünü ciddi şekilde zayıflatmış, ardından imzalanan Berlin Antlaşması ile toprak kayıpları resmi olarak tescillenmiştir. Abdülhamid, bu savaş sonrası imzalanan şartların ağır olduğunu bilmekle birlikte, imparatorluğun çıkarlarını korumaya çalışmış ve yeni denge politikaları geliştirmiştir. Tunus’un Fransızlara Kaptırılması 1878’de Tunus’un Fransa tarafından işgali, Abdülhamid’in politikalarını daha da dikkatli yürütmesine neden olmuştur. Bu olay, imparatorluğun Kuzey Afrika’daki etkisinin büyük ölçüde sona erdiğinin göstergesiydi. Abdülhamid, büyük güçlerin sömürgeci emellerine karşı diplomasi ve Panislamizm gibi stratejilerle karşılık vermeye çalıştı. Mısır’ın İngiltere’ye Geçişi [134] Mısır’ın İngiliz kontrolüne geçmesi, Osmanlı’nın ekonomik ve siyasi anlamda önemli bir kaybı oldu. Abdülhamid, Mısır üzerindeki Osmanlı otoritesini sürdürmeye çalışsa da İngilizlerin bölgedeki üstünlüğüne karşı koymakta zorlandı. Panislamizm ve Halifelik Politikası II. Abdülhamid, dış politikada Panislamizm fikrini aktif bir araç olarak kullandı. Halifelik makamını güçlendirerek, özellikle İngiliz ve Fransız sömürgelerindeki Müslümanları Osmanlı’ya bağlı tutmaya çalıştı. Bu politika, imparatorluğun zayıflayan askeri gücüne karşı dini ve kültürel bağlarla dayanma çabasıydı. Bu doğrultuda Halifelik mesajları, İslam ülkelerine gönderilen telgraflar, uluslararası İslam konferansları gibi diplomatik araçlar kullanıldı. Ancak Panislamizm politikası, özellikle Avrupa’nın Müslüman sömürgelerinde beklenen etkinliği tam olarak sağlayamadı. Büyük Güçler Dengesi ve Diplomasi II. Abdülhamid, Osmanlı’nın karşısında yer alan büyük güçler (İngiltere, Rusya, Fransa, Almanya, Avusturya-Macaristan) arasında denge politikası izledi. Almanya ile yakınlaşarak askeri ve ekonomik destek almaya çalıştı. Bu strateji, imparatorluğun bağımsızlığını korumasına önemli katkılar sağladı. [135] Öte yandan, Avrupa ülkelerinin Osmanlı toprakları üzerindeki çıkarlarını dengelemek ve diplomatik manevralarla imparatorluğu korumak için yoğun bir diplomasi trafiği yürüttü. İç ve Dış Baskılar Arasında Zorunlu Politikalar Abdülhamid’in dış politikası, sadece imparatorluğun dışındaki güçlere karşı değil, içerideki milliyetçi hareketlere ve isyanlara karşı da şekillendi. Balkanlar’daki ayrılıkçı hareketler ve Ermeni isyanları, onun diplomasi ve istihbarat politikalarını belirleyen unsurlar oldu. Bu durum, Abdülhamid’in otoriter yaklaşımını güçlendirdi ve dış politika ile iç güvenlik arasındaki çizgiyi bulanıklaştırdı. Zorluklarla Doluydu, Ama Stratejikti II. Abdülhamid’in dış politikası, imparatorluğun çökmekte olduğu bir dönemde, mümkün olan en iyi sonuçları almaya odaklandı. Onun stratejileri, Osmanlı’nın varlığını mümkün olan en uzun süre korumayı amaçladı. Bu politika tamamen başarılı olmasa da, imparatorluğun çöküşünü yavaşlatmada etkili oldu. İç İsyanlar, Komplolar ve 31 Mart Vakası [136] Osmanlı’nın Çok Katmanlı Krizi: İsyanların Arka Planı II. Abdülhamid saltanatı boyunca Osmanlı topraklarının hemen her bölgesinde çeşitli isyanlar ve ayaklanmalar yaşandı. Bunların temelinde ekonomik sıkıntılar, milliyetçi hareketler, etnik ayrışmalar ve siyasi baskılar vardı. Balkanlar’daki Slav, Arnavut, Bulgar, Sırp ayrılıkçı hareketleri ile Doğu Anadolu’daki Ermeni isyanları, devletin zayıflamasını hızlandıran temel faktörlerdi. Abdülhamid, bu isyanları bastırmak için güçlü güvenlik önlemleri alırken, aynı zamanda diplomatik çözümler ve yerel liderlerle anlaşmalar yapmayı da denedi. Ancak bu yöntemler genellikle kısa vadeli başarılar getirdi, uzun vadede sorunları çözemedi. Ermeni İsyanları ve Yıldız Suikastı Ermeni topluluğundaki bazı gruplar, Osmanlı yönetimine karşı silahlı direniş ve terör faaliyetlerine yöneldi. Bunlar, özellikle doğu vilayetlerinde artan gerilimin sembolü oldu. Bu süreçte, Ermeni militanlar Yıldız Sarayı’na yönelik birkaç suikast girişiminde bulundu. 1905’te gerçekleştirilen ve padişahın can güvenliğini tehdit eden bu suikastlar, Abdülhamid’in otoriter yönetimini daha da sertleştirmesine yol açtı. Bu baskılar, [137] özellikle büyüttü. muhalif kesimlerin hoşnutsuzluğunu Jön Türk Hareketleri ve Muhalif Cephe On dokuzuncu yüzyılın sonlarında ortaya çıkan Jön Türkler, Osmanlı’yı modernleşme ve anayasal yönetime çağıran bir hareketti. İttihat ve Terakki Cemiyeti etrafında örgütlenen bu grup, Abdülhamid’in mutlakıyetçi yönetimine karşıydı. Abdülhamid, Jön Türk hareketini istihbarat ağıyla takip etti, liderlerini tutukladı ya da sürgüne gönderdi. Ancak bu baskılar, hareketin tamamen yok olmasını engellemedi; 1908’deki Meşrutiyet ilanına kadar faaliyetlerini sürdürdüler. IV. 31 Mart Vakası: Abdülhamid’in Rolü ve Siyasi İklim 31 Mart 1909’da gerçekleşen ve aslında Nisan başında olan bu ayaklanma, daha çok Meşrutiyet yanlısı ve Jön Türk karşıtı unsurların birleşimiyle gerçekleşti. İsyan, İstanbul’da başlayıp tüm Osmanlı’yı etkiledi. Abdülhamid’in 31 Mart Olayı’nda doğrudan rolü tartışmalıdır. Bazı tarihçiler onun bu isyanı desteklediğini, bazıları ise pasif kaldığını iddia eder. Kesin olan, bu olayın onun saltanatının sonunu hazırladığıdır. 31 Mart Olayı’nın ardından Meşrutiyet [138] güçleri harekete geçti ve Abdülhamid 1909’da tahttan indirildi. V. Tahttan İndirilme Süreci ve Sonrası 31 Mart sonrası Meşrutiyet yönetimi, Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle sonuçlanan siyasi bir dönüşüm yaşadı. Onun yerine V. Mehmed geçti. Abdülhamid, selamete ermesi için Sinop’a sürgün edildi ve burada yaşamının son yıllarını geçirdi. Bu süreç, Osmanlı’da mutlakıyetçi monarşiden anayasal monarşiye geçişin simgesi olarak kabul edilir. Ancak saltanatından sonra bile Abdülhamid’in etkisi ve itibarı toplumda devam etti. VI. Sonuç: İç İsyanlar ve Muhalefet Bağlamında Abdülhamid Abdülhamid, iç isyanlar karşısında sert ve kararlı bir tutum aldı; ancak bu tutum bazen mevcut sorunları derinleştirdi. Muhalefete yönelik baskılar, özgürlüklerin kısıtlanması ve istihbarat faaliyetleri, onun hem güçlü hem de tartışmalı bir lider olarak algılanmasına yol açtı. Bu karmaşık tablo, onun saltanatının anlaşılmasında önemli bir yer tutar; çünkü bir yandan devletin dağılmasını önlemeye çalışırken, diğer yandan kendi yönetim biçiminin eleştirilerine maruz kaldı. [139] İttihat ve Terakki ile Mücadele: En Büyük Hatalar? II. Abdülhamid’in İttihat ve Terakki’yi Görüşü II. Abdülhamid, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni devletin birliğine ve düzenine karşı en büyük tehditlerden biri olarak gördü. Onun bakış açısına göre, bu hareket sadece Osmanlı’nın iç düzenini bozmakla kalmıyor, aynı zamanda Batı’nın Osmanlı üzerindeki nüfuzunu artırmak için kullanılan bir araç haline geliyordu. İstihbarat örgütleri aracılığıyla takip ettiği İttihatçılar, padişahın otoritesine karşı hareket eden, meşrutiyeti dayatmaya çalışan ve devletin yapısını temelden değiştirmeye çalışan unsurlar olarak değerlendirildi. Bu nedenle, onları bastırmak için sert tedbirler aldı; liderleri tutuklatıldı, faaliyetleri engellendi. II. İttihat ve Terakki’nin Devirmesinin Nedenleri Abdülhamid’i İttihat ve Terakki’nin temel gerekçeleri arasında, Abdülhamid’in baskıcı yönetimi, özgürlüklerin kısıtlanması, meşrutiyetin iptali ve devletin modernleşme sürecinin yavaşlatılması vardı. Hareket, özellikle genç subaylar ve entelektüeller arasında destek buldu. [140] Ayrıca, Abdülhamid’in Panislamizm politikalarının çok dinli Osmanlı yapısına zarar verdiği, ayrılıkçı hareketlere engel olamadığı ve devletin yenilikçi dönüşümünü engellediği eleştirileri öne çıktı. Bu sebeplerle İttihatçılar, onun yerine daha liberal ve Batı yanlısı bir yönetim getirmeyi amaçladılar. 1908 Meşrutiyet Devrimi ve Siyasi Kırılma 1908’de gerçekleşen Meşrutiyet ilanı, Abdülhamid’in mutlakıyetçi rejiminin sona erdiği ve İttihat ve Terakki’nin siyasi iktidarı ele geçirdiği önemli bir kırılmadır. Bu dönemde Abdülhamid’in yetkileri ciddi ölçüde kısıtlandı ve imparatorluk anayasal bir monarşiye dönüştü. Ancak, Meşrutiyet’in ilanı yeni sorunları da beraberinde getirdi. İttihatçıların sert politikaları, milliyetçi hareketlerin güçlenmesi ve siyasi kutuplaşma, Osmanlı’yı yeni krizlere sürükledi. İlericiler mi, Yoksa Batı Hayranı Darbeciler mi? İttihat ve Terakki’nin karakteri, tarihçiler arasında tartışma konusu olmuştur. Kimilerine göre, onlar Osmanlı’nın modernleşmesi için gerekli reformları getiren ilericilerdi. Diğer görüşlere göre ise, Batı’dan ithal ettikleri siyasi modellerle Osmanlı toplumunun kendi dinî ve kültürel yapısını göz ardı eden darbeci bir elit oldular. [141] Bu tartışma, Abdülhamid ve İttihat ve Terakki arasındaki çatışmanın temel dinamiklerini anlamak için kritiktir. Her iki taraf da kendi perspektifinden Osmanlı’nın geleceğini şekillendirmeye çalıştı. Mücadele ve Hataların Tarihi Abdülhamid’in İttihat ve Terakki ile mücadelesi, hem onun yönetim tarzının sınırlarını gösterdi hem de Osmanlı’nın son dönem siyasi karmaşasını ortaya koydu. Her iki tarafın da yaptığı hatalar, imparatorluğun çöküş sürecini hızlandırdı. Bu mücadele, tarihin karmaşık akışında güç, idealizm ve pragmatizmin çatıştığı bir dönemi simgeler. İki tarafın da tarihsel perspektifte doğru ve yanlışlarının olduğu, tek bir tarafı mutlak kahraman ya da kötü yapmanın mümkün olmadığı bir süreçtir. Modernleşme mi Muhafazakârlık mı: Gerçekten Geri Kaldık mı? II. Abdülhamid’in saltanatı, Osmanlı tarihinin en karmaşık dönemlerinden biri olarak kabul edilir. Bu dönemde, modernleşme çabaları ile geleneksel değerler arasındaki çatışma ve uyum arayışı, onun yönetim anlayışının temel taşlarından biri oldu. Peki, gerçekten Osmanlı geri mi kaldı, yoksa Abdülhamid farklı bir modernleşme modeli mi uyguladı? Bu sorunun cevabı, derin bir analiz gerektirir. [142] Modernleşme Arayışları ve Altyapı Yatırımları Abdülhamid döneminde demiryolları, telgraf hatları, okullar, hastaneler gibi altyapı yatırımlarında büyük ilerlemeler kaydedildi. Anadolu’nun birçok bölgesine demiryolları ulaştırıldı; bu, hem ekonomik canlanma hem de merkezi otoritenin güçlenmesi açısından büyük önem taşıyordu. Hicaz Demiryolu projesi ise, sadece ekonomik değil, aynı zamanda dini ve siyasi bir semboldü. Teknolojik yeniliklerin Osmanlı topraklarına girişi hızlandı; telgraf ve telefon sistemleri yaygınlaştı. Matbaa, elektrik ve diğer modern araçlar kullanıldı. Ancak tüm bu gelişmeler, devlet otoritesinin pekiştirilmesi için planlandı ve özgürlükçü bir ortam yaratma amacından çok uzak kaldı. Eğitimde Reform ve Kimlik İnşası Eğitim alanında önemli reformlar yapıldı. Darülfünun ve çeşitli meslek okulları açıldı; fen, matematik, hukuk gibi modern bilimler öğretilmeye başlandı. Ancak eğitim politikaları, aynı zamanda İslamî kimliğin korunmasına ve güçlendirilmesine odaklandı. Bu, Batı’nın kültürel değerlerinin tam anlamıyla benimsenmemesi anlamına geliyordu. Abdülhamid, eğitimde ahlak ve din eğitiminin önemini vurguladı; bu, modernleşmenin dinî temelden kopmadan yapılabileceği anlayışını yansıtıyordu. [143] Muhafazakârlık ve Baskıcı Politikalar Abdülhamid’in modernleşme anlayışı, sıkı bir kontrol ve sansür rejimiyle desteklendi. Basın ve ifade özgürlüğü büyük ölçüde kısıtlandı. Muhalefet baskı altına alındı. İstihbarat ağı genişletildi; devletin bekası için katı önlemler alındı. Bu durum, Batı’da olduğu gibi bir demokratik modernleşmenin önünde engel oluşturdu; ancak imparatorluğun dağılmasını geciktirdi. Panislamizm ile Modernleşmenin Sentezi Abdülhamid, Panislamizm ideolojisini modernleşmenin bir aracı olarak kullandı. Halifelik kurumunu canlandırarak, İslam dünyasında Osmanlı’nın liderliğini pekiştirmeye çalıştı. Bu, onun modernleşme çabalarının bir yandan da dini temeller üzerine kurulu olduğunu gösterir. Geri Kalmışlık mı, Alternatif Modernlik mi? II. Abdülhamid döneminde gerçekleşen modernleşme, Batı’nın doğrudan kopyalanması değil, Osmanlı’nın kendine özgü şartları ve değerleriyle şekillenen bir modeldi. Bu model, özgürlükleri sınırlayan ama devletin varlığını koruyan, teknolojiyi ve bilimi alırken kültürel kimliği koruyan bir yaklaşımdı. [144] Bu nedenle, Abdülhamid’in modernleşme anlayışını basitçe “geri kalmışlık” olarak görmek doğru olmaz. O, kendi döneminin şartlarında Osmanlı’yı yaşatmak için alternatif bir modernlik modeli geliştirmiştir II. Abdülhamid’in ideolojik ve siyasi politikalarının merkezinde Panislamizm, yani İslam birliğini sağlama ve Halifelik makamını güçlendirme düşüncesi vardı. Bu politika, Osmanlı’nın zayıflayan gücünü yeniden canlandırmak, özellikle de Avrupa’nın sömürgeci güçlerine karşı İslam dünyasında bir dayanışma oluşturmak amacıyla uygulandı. Peki, Panislamizm gerçekte ne kadar etkili oldu? Bu soruya kapsamlı bir bakış sunacağız. I. Panislamizmin Temel İlkeleri ve Abdülhamid’in Vizyonu Abdülhamid, Halifelik makamını sadece dinsel bir otorite olarak değil, aynı zamanda siyasi bir güç olarak gördü. Ona göre, Osmanlı padişahının halifelik sıfatı, sadece imparatorluğun sınırları içindeki Müslümanlar için değil, tüm dünyadaki Müslümanlar için birleştirici bir güçtü. Bu anlayışla Abdülhamid, İslam dünyasında Osmanlı’nın liderliğini pekiştirmek için çeşitli girişimlerde bulundu: [145] Hilafet makamının aktif kullanımı: Cuma hutbelerinde padişahın isminin okunması, dini törenlerin önemi, Müslümanlara yönelik telgraflar ve mektuplar: Özellikle İngiliz ve Fransız sömürgelerindeki Müslüman halklara gönderilen mesajlarla, onların Osmanlı’ya bağlılıklarını artırma, Müslüman öğrenci ve alimlerin İstanbul’a davet edilmesi: İslamî eğitim ve kültürün merkez olarak Osmanlı’nın güçlendirilmesi, Dini konferanslar ve uluslararası İslam kongreleri düzenlenmesi. Panislamizmin Etkileri ve Sınırlılıkları Panislamizm politikası, özellikle İngiltere’nin sömürgesi altındaki Hindistan Müslümanları ve Afrika’daki Müslüman topluluklar arasında bir miktar sempati yarattı. Ancak bu politikaların somut siyasi ve askeri bir karşılık bulması sınırlı kaldı. Bunun birkaç nedeni vardı: Büyük güçlerin baskısı: İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci devletler, Osmanlı’nın Panislamist çağrılarına karşı sıkı önlemler aldı. [146] Müslüman toplulukların kendi iç dinamikleri: Her Müslüman toplumun farklı tarihî, kültürel ve siyasi koşulları vardı; bu da birliği zorlaştırdı. Osmanlı’nın askeri ve ekonomik zayıflığı: İmparatorluk, zaten kendi topraklarını korumakta zorlanıyordu, dış dünya meselelerine aktif müdahale gücü sınırlıydı. Panislamizm ve İç Politika İlişkisi Abdülhamid, Panislamizm’i sadece dış politika aracı olarak değil, aynı zamanda iç politikada da birleştirici unsur olarak kullandı. Osmanlı’nın çok etnili ve çok dinli yapısında İslam birliği, imparatorluğun birliğini koruma açısından önemliydi. Ancak, bu durum gayrimüslim halklar arasında huzursuzluk yarattı ve milliyetçi hareketlerin büyümesini engellemekte yetersiz kaldı. Panislamizmin Tarihsel Değeri Panislamizm, Abdülhamid’in döneminde gerçek anlamda bir siyasi güç olarak başarılı olamasa da, Osmanlı’nın varlığını uzatan ideolojik bir araçtı. Aynı zamanda İslam dünyasında bir aidiyet ve dayanışma duygusunu yeniden canlandırdı. Bugün bakıldığında, Panislamizm hem birleştirici hem de sınırlayıcı bir unsur olarak tarihsel önem taşır. [147] Panislamizm İşledi mi? Panislamizm, Abdülhamid’in Osmanlı’yı koruma çabalarında önemli bir strateji oldu ancak sınırlı başarı elde etti. İslam dünyasının farklılıkları, büyük güçlerin müdahaleleri ve imparatorluğun zayıflığı, bu politikanın tam anlamıyla başarıya ulaşmasını engelledi. Yine de, bu politika Abdülhamid’in hem iç hem de dış siyasette farklı bir yaklaşım benimsediğini gösterir. II. Abdülhamid, Osmanlı tarihinin en tartışmalı padişahlarından biridir. Onun hakkında anlatılanlar, kimi zaman efsanelerle, siyasi önyargılarla ve dönemin karmaşık koşullarıyla iç içe geçmiştir. Bu bölümde, Abdülhamid’in mirasının hangi açılardan değerlendirildiğini, nasıl anlaşıldığını ve günümüzdeki algısını detaylıca inceleyeceğiz. I. Abdülhamid Algısının Çeşitli Boyutları Otoriter ve Baskıcı Yönetici İmajı Birçok tarihçi ve yazar, Abdülhamid’i baskıcı, sansürcü, istibdatçı bir padişah olarak tanımlar. Muhaliflere yönelik sert tutumu, basın özgürlüğünün engellenmesi, siyasi muhalefetin bastırılması bu imajın temel taşlarıdır. Bu açıdan, Abdülhamid genellikle “Kızıl Sultan” olarak anılır. [148] Devlet Adamı ve Modernleşmeci Lider Görüşü Diğer taraftan, özellikle Osmanlı ve Türkiye’deki bazı düşünürler ve tarihçiler, Abdülhamid’i devleti koruyan, imparatorluğu modernleştirmek için ciddi altyapı ve eğitim yatırımları yapan bir lider olarak görür. Bu görüşe göre, onun otoriterliği, zorunlu koşullar ve dış baskılar nedeniyle alınmış sert önlemlerdi. Panislamizm ve İslam Dünyasındaki Mirası İslam dünyasında Abdülhamid, halifelik makamını güçlendiren, Müslümanlar arasında birliği sağlamaya çalışan bir lider olarak hatırlanır. Özellikle Arap ve Güney Asya Müslümanları arasında saygı görür. Abdülhamid’i Anlamanın Anahtarları Tarihsel Bağlamı Doğru Kavramak Abdülhamid’i değerlendirirken, yaşadığı dönemin zorlukları, imparatorluğun içinde bulunduğu çöküş süreci ve büyük güçlerin baskısını göz önünde bulundurmak gerekir. Onun kararları, bu bağlamda okunmalıdır. Kişisel Karakter ve Eğitim Abdülhamid’in çok yönlü ve disiplinli bir eğitim aldığı, ileri görüşlü ve derin bir devlet adamı olduğu [149] unutulmamalıdır. Bu, onun devlet yönetiminde gösterdiği sabır, strateji ve kararlılığı açıklar. Çok Yönlü Yaklaşım Abdülhamid’i sadece tek bir pencereden görmek yetersizdir. Otoriter bir lider olarak eleştirilirken, modernleşme ve devlet bütünlüğü açısından sağladığı katkılar da göz ardı edilmemelidir. Günümüz Okumak Perspektifi: Abdülhamid’i Yeniden Son yıllarda, özellikle Türkiye’de Abdülhamid’e yönelik yeniden bir ilgi ve değerlendirme süreci başlamıştır. Onun politikaları, mirası ve düşünceleri, tarihçilerin, yazarların ve toplumun farklı kesimleri tarafından yeniden tartışılmaktadır. Bu süreç, Abdülhamid’in karmaşık ve çok katmanlı kişiliğini anlamak için bir fırsat sunmaktadır. Günümüz şartlarında onun denge politikaları, modernleşme ve muhafazakârlık arasındaki çizgisi daha iyi kavranabilmektedir. Abdülhamid’i Anlamak Neden Önemlidir? II. Abdülhamid’in hayatı ve yönetimi, Osmanlı’nın son dönemlerini ve Türkiye’nin yakın tarihini anlamak için kritik önemdedir. Onun izleri, hem [150] devlet yönetimi anlayışında hem de toplumun modernleşme sürecinde derin etkiler bırakmıştır. Abdülhamid’i anlamak, sadece tarihî bir figürü anlamak değil, aynı zamanda modern Türkiye’nin siyasi ve kültürel köklerine dair içgörüler kazanmak demektir. [151] II. Abdülhamid’i Anlamak ve Tarihe Not Düşmek II. Abdülhamid Han… Osmanlı tarihinin karmaşık, tartışmalı ve bir o kadar da etkileyici figürlerinden biri. Bu kitap boyunca onun hayatını, kararlarını, başarılarını ve hatalarını derinlemesine incelemeye çalıştık. Ancak, bir padişahı anlamak yalnızca tarihî olayların kronolojisini bilmekle değil, aynı zamanda o dönemin koşullarını, ruhunu ve zorluklarını içselleştirmekle mümkündür. Abdülhamid, saltanatı boyunca Osmanlı’yı parçalanmaktan korumaya, devletin bütünlüğünü sağlamaya, halkın refahını artırmaya çalıştı. Onun yönetim tarzı; modernleşme ve muhafazakârlık arasında ince bir denge kurma çabasıydı. Bu denge bazen onu eleştirilerin odağına koydu, bazen de savunulacak bir lider yaptı. Onu sadece “istibdatçı bir padişah” olarak görmek eksik ve haksız bir değerlendirme olur. Bu kitapta, Abdülhamid’in çok yönlü kişiliğini, onun büyük stratejilerini, iç ve dış politika kararlarını, eğitim ve altyapı reformlarını, Panislamizm vizyonunu ve karşılaştığı zorlukları kapsamlı şekilde ele aldık. Onun döneminde yaşanan iç isyanları, dış [152] baskıları, siyasi mücadeleleri ve nihayetinde tahttan indirilme sürecini tarihsel bağlamıyla sunduk. Bugün, Abdülhamid’in mirasını değerlendirirken, onun devleti korumak için verdiği zor mücadeleyi, karşılaştığı iç ve dış tehditleri, modernleşmeye dair özgün yaklaşımını anlamak elzemdir. Tarih, bizlere sadece zaferleri değil, aynı zamanda zorluklarla verilen mücadeleleri de anlatır. İşte Abdülhamid’in hikayesi de bu mücadelenin özüdür. Onun yaşamı ve saltanatı, Osmanlı’nın son dönemini ve Türkiye’nin başlangıç noktasını anlamak için bir anahtar niteliğindedir. Abdülhamid’i doğru anlamak, sadece bir padişahı anlamak değil, aynı zamanda bir medeniyetin sancılarını, dönüşümünü ve direnişini kavramaktır. Bu nedenle, “Abdülhamid’i Anlamak” sadece tarihsel bir inceleme değil, aynı zamanda geçmişten ders çıkarmak, bugünü ve geleceği daha iyi değerlendirmek için bir çağrıdır. Bu kitap, tarihin karmaşık sayfalarında kaybolan gerçek Abdülhamid’i gün yüzüne çıkarmaya çalıştı. Umarım okurlar için yeni bakış açıları, derinlemesine düşünme imkanı ve tarihi daha geniş bir perspektiften görme fırsatı sunmuştur. Tarih, yalnızca geçmişi hatırlamak değil; aynı zamanda bugünü anlamak ve yarına ışık tutmaktır. Bu [153] doğrultuda, II. Abdülhamid’in hayatı ve siyaseti üzerine yaptığımız bu yolculuk, umarız siz değerli okuyucular için anlamlı ve öğretici olmuştur. Recep ARTUT 11.04.2017 [154] Ekler A. II. Abdülhamid Döneminden Seçme Belgeler Bu bölümde, II. Abdülhamid’in saltanatı sırasında kaleme alınmış veya döneme ait önemli devlet belgeleri, padişahın hatt-ı hümayunları (resmi fermanları), diplomatik yazışmalar ve dönemin siyasi kararlarına ışık tutan arşiv metinleri yer almaktadır. Belgeler, kitabımızdaki ana temalarla bağlantılı olarak seçilmiş ve özgün Türkçe metinleri ile birlikte modern Türkçeye sadeleştirilmiş halleriyle sunulmuştur. Örnekler: 31 Mart Vakası sonrası padişahın emri Panislamizm politikası ile ilgili uluslararası yazışmalar Berlin Antlaşması’na dair resmi belgeler Eğitim reformlarına ilişkin ferman ve raporlar B. Haritalar ve Görseller Bu bölüm, II. Abdülhamid dönemi Osmanlı coğrafyasını, kaybedilen toprakları, demiryolu hatlarını, siyasi krizlerin yaşandığı bölgeleri gösteren haritalar ile dönemin önemli olaylarını ve kişilerini anlatan nadir fotoğraflar, karikatürler ve grafiklerden oluşmaktadır. Görseller tarihsel olayların daha iyi anlaşılması için zengin görsel destek sağlar. [155] Örnekler: 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ve sınır değişiklikleri haritası Hicaz Demiryolu güzergâhı haritası 31 Mart Vakası’nın yaşandığı İstanbul bölgesi haritası II. Abdülhamid’in farklı dönemlerden portreleri ve devlet adamları fotoğrafları C. Önemli Kişiler ve Kavramlar Sözlüğü Kitapta geçen tarihi kişilerin, hareketlerin, siyasi terimlerin ve Osmanlı’ya özgü kavramların kısa tanımları ve açıklamalarını içerir. Bu sözlük, okuyucuların metin içerisindeki isimleri, terimleri ve olguları kolayca anlamalarına yardımcı olmak için hazırlanmıştır. Örnek maddeler: İttihat ve Terakki Cemiyeti: Osmanlı’nın son döneminde siyasi reform ve modernleşme isteyen genç subaylar ve entelektüellerin kurduğu hareket. Panislamizm: İslam dünyasını birleştirmeyi amaçlayan siyasi ve ideolojik hareket. 31 Mart Vakası: 1909 yılında yaşanan gerici ayaklanma ve Abdülhamid’in saltanattan indirilmesi sürecinde önemli bir dönemeç. Mecelle: Osmanlı’da 19. yüzyılda hazırlanmış modern İslam hukuku kitabı. Darülfünun: Osmanlı’nın ilk modern üniversitesi, günümüzde İstanbul Üniversitesi. [156] [157] Referans ve Kaynakça Kitaplar 1. Shaw, Stanford J. ve Ezel Kural Shaw. History of the Ottoman Empire and Modern Turkey, Vol. 2: Reform, Revolution, and Republic: The Rise of Modern Turkey, 1808–1975. Cambridge University Press, 1977. 2. Findley, Carter V. Turkey, Islam, Nationalism, and Modernity: A History, 1789–2007. Yale University Press, 2010. 3. Zürcher, Erik J. Turkey: A Modern History. I.B. Tauris, 2004. 4. Hanioğlu, M. Şükrü. A Brief History of the Late Ottoman Empire. Princeton University Press, 2008. 5. Davison, Roderic H. Reform in the Ottoman Empire 1856–1876. Princeton University Press, 1963. 6. Aksan, Virginia H. Ottoman Wars, 1700– 1870: An Empire Besieged. Routledge, 2007. 7. Üngör, Uğur Ümit. The Making of Modern Turkey: Nation and State in Eastern Anatolia, 1913-1950. Oxford University Press, 2011. 8. Hanioğlu, M. Şükrü. Preparation for a Revolution: The Young Turks, 1902–1908. Oxford University Press, 2001. 9. Göçek, Fatma Müge. Denial of Violence: Ottoman Past, Turkish Present, and Collective [158] Violence Against the Armenians, 1789-2009. Oxford University Press, 2015. 10. Zürcher, Erik J. Turkey: A Modern History. I.B. Tauris, 2004. Makaleler ve Akademik Çalışmalar 11. Lewis, Bernard. “The Emergence of Modern Turkey,” Middle Eastern Studies, Vol. 1, No. 3, 1965. 12. Ahmad, Feroz. “The Ottoman Empire in the Era of the Young Turks,” International Journal of Middle East Studies, Vol. 17, No. 4, 1985. 13. Findley, Carter V. “The Ottoman Empire and Its Decline: From the Fifteenth to the Twentieth Century,” International Journal of Turkish Studies, Vol. 7, No. 1-2, 1991. 14. Kuran, Timur. “The Economic Legacy of the Ottoman Empire,” The Journal of Economic Perspectives, Vol. 26, No. 4, 2012. Arşiv ve Birincil Kaynaklar 15. Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), İstanbul. 16. Yıldız Sarayı Arşivi. 17. II. Abdülhamid’in Hatt-ı Hümayunları ve Telgrafları. [159] Diğer Kaynaklar 18. Zürcher, Erik J. The Young Turk Legacy and Nation Building: From the Ottoman Empire to Atatürk's Turkey. I.B. Tauris, 2010. 19. Zürcher, Erik J. “Abdülhamid II and the Ottoman Empire,” Encyclopedia of Islam, 2nd Edition. 20. Çelik, Zeynep. The Remaking of Istanbul: Portrait of an Ottoman City in the Nineteenth Century. University of California Press, 1986. 1. II. Abdülhamid’in Hayatı ve Tahta Çıkışı Shaw, Stanford J. ve Ezel Kural Shaw. History of the Ottoman Empire and Modern Turkey, Vol. 2. Hanioğlu, M. Şükrü. A Brief History of the Late Ottoman Empire. Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA). 2. İttihat ve Terakki Hareketi ve Politik Mücadeleler Hanioğlu, M. Şükrü. Preparation for a Revolution: The Young Turks, 1902–1908. Zürcher, Erik J. The Young Turk Legacy and Nation Building. Göçek, Fatma Müge. Denial of Violence. [160] 3. Kaybedilen Topraklar ve Dış Politika Findley, Carter V. Turkey, Islam, Nationalism, and Modernity. Aksan, Virginia H. Ottoman Wars, 1700– 1870. Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA). 4. Eğitim, Reformları Modernleşme ve Altyapı Hanioğlu, M. Şükrü. A Brief History of the Late Ottoman Empire. Çelik, Zeynep. The Remaking of Istanbul. Davison, Roderic H. Reform in the Ottoman Empire 1856–1876. 5. Panislamizm ve İslam Dünyasındaki Rolü Zürcher, Erik J. Turkey: A Modern History. Lewis, Bernard. “The Emergence of Modern Turkey,” Middle Eastern Studies. II. Abdülhamid’in Hatt-ı Hümayunları ve Telgrafları. 6. İç İsyanlar, Komplolar ve 31 Mart Vakası Göçek, Fatma Müge. Denial of Violence. Hanioğlu, M. Şükrü. Preparation for a Revolution. [161] Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA). 7. Abdülhamid’in Mirası ve Günümüzdeki Değerlendirmeler Zürcher, Erik J. Turkey: A Modern History. Findley, Carter V. Turkey, Islam, Nationalism, and Modernity. Türk Tarih Kurumu – Ottoman History Portal. [162] ABDULHAMİT-İ ANLAMAK İsyanlar, Diplomasi ve Panislamizm Üzerine Bir Portre [163] [164]