Uploaded by common.user18021

II. Abdülhamid: İsyanlar, Diplomasi ve Panislamizm

ABDULHAMİT-İ
ANLAMAK
İsyanlar, Diplomasi ve Panislamizm
Üzerine Bir Portre
Recep ARTUT
Reklam Ajansı
[1]
Reklam Ajansı
Abdulhamit-i anlamak , İsyanlar, Diplomasi ve Panislamizm
Üzerine Bir Portre
Genel Yayın no:
118
Yazan :
Recep ARTUT
Yayın Yönetmeni :
Mehmet OKUTAN
Düzelti:
Peyam BAŞER
Kapak Tasarımı:
Özgür Ceylan
Baskı :
İlay Reklam Ajansı Dünya Ticaret Merkezi
EGS Business Park B2 Blok No:8
Yeşilköy / İstanbul
1.Baskı : Ağustos 2017
İSBN : 978-625-96015-4-0
Her hakkı saklıdır.Bu yapıtın aynen yada özet olarak hiçbir
bölümü ,telif hakkı sahibinin yazılı izni alınmadan kullanılamaz.
Yayımlayan : İlay Reklam Ajansı
Yeşilköy Atatürk Havalimanı Kavşağı EGS Business Park BL.N.8
6 Nolu Bölme, 34149 Bakırköy/İstanbul
[2]
Recep ARTUT
Dusiburg Almanya doğumlu Koordinatör –Direktör
SPÇ-DER Yönetim Kurulu Başkan yardımcısı
Osman Artut ve Zekiye ARTUT’un oğlu olan Recep
ARTUT, 7 Mayıs 1977 'de Almanya'da doğdu.
İlköğretimini Basisschool Titus Brandsma da
bitrerek. Almanya Grimmschule de ortaöğrenim ve
lise dengi Real Schule 'dan mezun oldu. Türkiye ‘ye
gelerek Suluova Lisesi’nde tamamlama yaparak
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi
Sanatı bölümünden mezun oldu. 2001 yılında Namet
Et Entegre Firmasında Yönetici Yetiştirme Programı
ile iş hayatına başladı. 2004-2007 yılları
arasında Yörsan Süt A.Ş. Geliştirme Uzmanı olarak
çalıştı. 2008 'de Loreal Paris Firmasında Planlama
Grubu bünyesinde Yeni İş Geliştirme Koordinatörü
olarak çalışmaya başladı ve sonraki yıllarda üst düzey
görevlerde yer aldı. 2011 Yılında Marmarabirlik A.Ş.
‘nde İstanbul Bölge Sorumlusu ve sonrasında
Marmara Bölge Müdürü olarak görev yaptı. 20122015 yılları arasında Faruk Güllüoğlu şirketler
grubunda Batı Türkiye Satış müdürü ve Genel Müdür
yardımcılığı görevlerini yürüttü. 2016 ‘da Mermerler
Holding Bünyesinde Marmara Bölge Müdürü
görevini yürütmektedir.
[3]
2000 'de Derya ARTUT ile evlendi ve bu evlilikten 3
çocuk sahibi oldu. 2009 Yılı ve sonrasında SPÇDER Yönetim Kurulu Başkan yardımcılığı görevine
seçildi. 2011 'de Yalan Yazan Tarih Utansın grubuna
dahil olan Artut , Tarih alanında araştırma kuruluna
katılmış , Tarih tezleri ve makale uzmanlığı yapmıştır.
Artut aynı zamanda Mobetra Digital Panorama
eğitimi , Çözüm Edt Bilişim Yöneticilik eğitimleri ,
CCS Danışmalık bünyesinde Liderlik ve Yöneticilik
eğitimleri ,İstanbul Üniversitesi Tarih Araştırma etüt
dersleri alarak ve Tarih Blog org. Sitelerini geliştirip
tez ve kitap yazmıştır. , 2014 yılında Jön Türkler
Kahramanlık kitabının yazarıdır.
[4]
"Bir lideri anlamak, salt söylenenleri değil; yaşadığı
çağın karmaşasını, aldığı kararların yükünü ve
göremediğimiz gerçekleri okumaktır."
[5]
ABDULHAMİT-İ
ANLAMAK
İsyanlar, Diplomasi ve Panislamizm
Üzerine Bir Portre
Recep ARTUT
Reklam Ajansı
[6]
[7]
İçindekiler;
1. Bölüm: II. Abdülhamid’in Hayatı ve Tahta Çıkışı




1.1. Şehzade Abdülhamid’in Çocukluğu ve Eğitim Yılları
1.2. Abdülaziz’in İntiharı ve V. Murad Dönemi
1.3. 2. Abdülhamid’in Tahta Çıkış Süreci
1.4. İlk Yıllarda Osmanlı’nın İç ve Dış Durumu
2. Bölüm: İttihat ve Terakki Hareketi ile Siyasi Mücadeleler




2.1. Jön Türklerin Doğuşu ve İdeolojisi
2.2. İttihat ve Terakki’nin Yükselişi
2.3. Abdülhamid’in Muhalefeti ve İstihbarat Ağları
2.4. Meşrutiyetin İlanı ve Sonrası
3. Bölüm: Kaybedilen Topraklar ve Osmanlı’nın Dış Politikası





3.1. 93 Harbi ve Berlin Antlaşması
3.2. Tunus’un Fransızlara Kaptırılması
3.3. Mısır’ın İngiltere’nin Kontrolüne Geçişi
3.4. Girit ve Balkanlardaki Ayrılıkçı Hareketler
3.5. Filistin Politikası ve Siyonizm’in Yükselişi
4. Bölüm: İç İsyanlar, Komplolar ve 31 Mart Vakası




4.1. Ermeni İsyanları ve Tehcir Politikaları
4.2. Jön Türk Hareketinin Muhalefeti
4.3. 31 Mart Vakası ve Abdülhamid’in Rolü
4.4. Tahttan İndirilme Süreci
[8]
5. Bölüm: İttihat ve Terakki ile Mücadele: En Büyük Hatalar?




5.1. Abdülhamid’in İttihat ve Terakki’ye Bakışı
5.2. İttihat ve Terakki’nin Abdülhamid’i Devrinin Nedenleri
5.3. 1908 Sonrası Siyasi Kırılma
5.4. İlericiler mi, Batı Hayranı Darbeciler mi?
6. Bölüm: Eğitim, Modernleşme ve Altyapı Reformları




6.1. Maarif Politikası ve Eğitimde Reform
6.2. Demiryolu, Telgraf ve Teknolojik Atılımlar
6.3. Eğitimde Dinî Kimlik ve Ahlak Vurgusu
6.4. Modernleşme ile Muhafazakârlık Arasındaki İnce Çizgi
7. Bölüm: Panislamizm ve İslam Dünyasındaki Etkiler




7.1. Panislamizmin Temel İlkeleri
7.2. Halifelik Kurumunun Güçlendirilmesi
7.3. İslam Dünyasında Osmanlı’nın Liderliği
7.4. Panislamizmin Sınırlılıkları ve Etkileri
8. Bölüm: Abdülhamid’in Mirası: Tartışmalar, Efsaneler ve
Gerçekler




8.1. Otoriter Yönetici İmajı
8.2. Modernleşmeci Devlet Adamı Görüşü
8.3. İslam Dünyasındaki Mirası
8.4. Günümüz Perspektifinde Abdülhamid
9. Bölüm: Sonuç ve Değerlendirme



9.1. II. Abdülhamid’in Tarihî Rolü
9.2. Osmanlı’nın Son Dönemlerine Yönelik Yeni Bakışlar
9.3. Geçmişten Bugüne Abdülhamid’i Anlamak
[9]
[10]
Önsöz
Tarih, insanlığın ortak hafızasıdır. Geçmişin
derinliklerinde yaşananlar, bugünü anlamamızda ve
yarını şekillendirmemizde en önemli pusulalardan
biridir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemleri ise,
sadece Türk tarihinin değil, dünya tarihinin de en
kritik kesitlerinden birini oluşturur. Bu dönemin en
karmaşık, en tartışmalı figürlerinden biri de hiç
kuşkusuz Sultan II. Abdülhamid’dir.
“Abdülhamid’i Anlamak” adlı bu kitap, sadece bir
padişahın hayatını anlatmakla kalmayıp, onun
şahsında Osmanlı’nın son yüzyılındaki dönüşüm
sancılarını, imparatorluğun karşılaştığı zorlukları, iç
ve dış mücadeleleri, modernleşme çabalarını ve siyasi
çekişmeleri ele almayı amaçlamaktadır. Çünkü
Abdülhamid, saltanatı boyunca Osmanlı’nın çöküşünü
geciktirmeye çalışan, tarihsel şartların ona yüklediği
ağır sorumlulukları omuzlarında taşıyan bir liderdi.
Birçok tarih kitabında “Kızıl Sultan” ya da “İstibdatçı
padişah” olarak anılan Abdülhamid, aslında çok daha
derin ve çok katmanlı bir kişiliktir. Onu sadece
baskıcı yönetimiyle tanımlamak, gerçek hikayeyi
eksik bırakmak anlamına gelir. Bu yüzden bu eserde,
Abdülhamid’i anlamanın ön koşulu olarak onun
yaşadığı dönemin siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel
dinamiklerini de dikkatle ele aldık.
[11]
Sultan II. Abdülhamid, eğitimli, ileri görüşlü ve
stratejik bir devlet adamıydı. Onun vizyonu, Batı’nın
teknolojisini ve yönetim biçimlerini alıp, kendi
medeniyet değerleriyle harmanlayarak Osmanlı’yı
ayakta tutmaktı. Bu süreçte karşılaştığı iç isyanlar,
Jön Türk hareketi, dış müdahaleler ve toprak
kayıpları, onun yönetim anlayışını şekillendiren
zorluklar oldu. Modernleşme ile muhafazakârlık
arasında kurduğu denge, onun siyasetteki en belirgin
özelliğiydi.
Bu kitapta, Abdülhamid’in hayatı ve yönetimiyle ilgili
hem bilinenleri hem de çoğu zaman göz ardı edilen
gerçekleri bir araya getirmeye çalıştık. İttihat ve
Terakki ile mücadeleden Panislamizm politikasına;
eğitim ve altyapı reformlarından kaybedilen
topraklara kadar birçok açıdan analizler sunduk.
Böylece okurların, tarihe farklı bir pencereden
bakmalarını, ön yargılardan arınarak kendi
değerlendirmelerini yapmalarını hedefledik.
Aynı zamanda bu eser, sadece akademik bir inceleme
değil, aynı zamanda tarihî figürler üzerinden
günümüzü anlamaya yönelik bir çağrıdır. Çünkü tarih,
sadece geçmişi hatırlamak değil, geçmişten ders
çıkarmak, bugünümüze ışık tutmak ve geleceğimizi
şekillendirmektir. Abdülhamid’i anlamak, bu
bakımdan önemli bir adımdır.
Okuyucularımızın bu çalışmadan hem tarihî
gerçeklere dair bilgi edinmelerini hem de Osmanlı’nın
[12]
son dönemlerine dair daha derin ve nüanslı bir anlayış
geliştirmelerini umuyorum. Tarihin karmaşık ve
zengin yapısını göz önünde bulundurarak yazdığımız
bu eser, sadece bir liderin değil, bir dönemin ve bir
medeniyetin hikayesidir.
Son olarak, bu kitabın hazırlanmasında destek veren
tüm tarihçilerimize, arşiv çalışanlarına ve
okuyucularımıza teşekkür ederim. Tarihe ışık tutma
yolunda bu eser, bir küçük adımdır.
Recep Artut
[13]
[14]
Abdülhamid’i Anlamak Neden Zor?
Tarih, bazen olayları değil; olaylar üzerine yazılanları
hatırlar. Sultan II. Abdülhamid de işte böyle bir
zamanın adamıdır. Kimine göre Halife-i Müslimîn,
mazlum milletlerin hamisi; kimine göre baskıcı bir
istibdat rejiminin kurucusu. Kimine göre cihan
padişahı, kimine göre yalnız bir korkak. Fakat o ne
sadece bir kahramandır, ne de yalnızca bir otokrat.
Onun hikâyesi, devrin ruhu ve kırılgan bir
imparatorluğun kaderiyle iç içedir.
Bu
kitap,
klasik
anlatılardan,
ideolojik
değerlendirmelerden sıyrılarak gerçek Abdülhamid’i
arıyor. Onu sadece düşmanlarının değil, sevenlerinin
de ötesinde bir yerden ele almak niyetindedir. Çünkü
Abdülhamid’i anlamak, sadece bir padişahı değil,
dağılmakta olan bir imparatorluğu, buhrana
sürüklenen bir çağın ruhunu ve umudunu da
anlamaktır.
Bu bir tarih kitabı değil, bir hakikat arayışıdır.
Bilinmeyen yönlerini, kararlarının arka planını, bugün
neden hâlâ konuşulduğunu ve en önemlisi; neden bu
kadar çok yanlış anlaşıldığını anlatan bir çalışmadır.
Bu kitap, bir yargı kitabı değil, bir zihin açma
çabasıdır.
[15]
"Bazen bir imparatorluk, sessiz bir çocuğun
gözlerinde büyür."
[16]
Sessizliğin İçinde Büyüyen Taht Varisi
Giriş: Sessiz Bir Hayatın İçindeki Gürültü
Sultan II. Abdülhamid, doğduğu günden itibaren
gürültülü bir çağın içine düşmüş, fakat sessiz bir
kişilikle büyümeyi tercih etmişti. Ne bağırarak
konuşan, ne de toplum içinde sivrilen bir çocuktu.
Sarayın şaşalı salonlarında, altın varaklı koltuklarında
değil; çiftlikte toprağın içinde, marangoz atölyesinde
talaş kokuları arasında yetişti. Ama işte tam da bu
yüzden o, Osmanlı tahtına en çok hazırlanan, fakat
tahta çıkacağını en az uman padişahtı.
1842 yılında doğan Şehzade Abdülhamid, Osmanlı
tarihinin kritik bir kavşağında, Sultan Abdülmecid’in
oğludur. Ancak annesi Tirimüjgan Sultan, henüz 11
yaşındayken hayata gözlerini yumar. Bir çocuk için
bu yaşta annesini kaybetmek, sadece bir kişiyi değil,
bir dünyayı kaybetmektir. Onu büyüten kadın Piristû
Kadın Efendi olur, yani babasının çocuksuz
eşlerinden biri. Bu kadın, onun için anne rolünü
üstlenmekle kalmaz, aynı zamanda merhametin ve
disiplini bir arada veren bir figür olarak Şehzade
Abdülhamid’in kişiliğini biçimlendirir.
Bu dönem, Osmanlı sarayında büyük bir değişimin ve
dönüşümün de habercisidir. Tanzimat Fermanı ilan
edilmiş, Batı’ya yöneliş hız kazanmış, imparatorluğun
bir yandan modernleşmeye, diğer yandan da kimliğini
korumaya çalıştığı sancılı bir süreç başlamıştır. Küçük
[17]
bir şehzade olarak bunların farkında olması mümkün
değildir, ama bu atmosfer onun karakterini derinden
etkileyecektir.
Abdülhamid’in çocukluğu, aslında klasik bir saray
şehzadesinden çok farklıdır. Diğer şehzadeler oyun
oynarken, o marangozhane kurar. Diğerleri içki
âlemlerine dalarken, o çiftliğinde tavuk besler. Bu
onun sadece mizacı değil, tercihidir. Çünkü hayat, ona
erken yaşta şunu öğretmiştir: Gürültü içinde hakikat
görünmez.
Babası Abdülmecid’in 1861’deki ölümüyle birlikte
Abdülhamid’in siyasi kaderi şekillenmeye başlar.
Yerine geçen amcası Abdülaziz, onun eğitimiyle özel
olarak ilgilenir. Fransızca, Arapça, Farsça gibi dillerin
yanında, iki İtalyan müzisyenden musiki eğitimi alır.
Ama daha da önemlisi, ekonomi ve finansla tanışır.
Borsa, tarım, çiftlik yönetimi, ticaret... Osmanlı
tarihinde hiçbir padişah, bu konularda Abdülhamid
kadar donanımlı olmamıştır.
Bu yönü, onu ileride diğer tüm padişahlardan
ayıracaktır. Saraydan çıkıp Maslak’taki köşkünde,
Kâğıthane’deki çiftliğinde üretimle uğraşır. Bu
yalnızlığı kimileri "içe kapanıklık" olarak görür; ama
bu bir içe kaçış değil, bir içe yöneliştir. Abdülhamid,
çevresini değil; kendini inşa eder. İşte bu yüzden o,
iktidara hazır değildir ama yönetime çoktan hazırdır.
[18]
1867 yılında Sultan Abdülaziz ile birlikte çıktığı
Avrupa gezisi, onun dünyaya bakışını tamamen
değiştirir. Fransa, İngiltere, Belçika, Almanya,
Avusturya-Macaristan gibi ülkelerde saraylarda
ağırlanır, protokolleri öğrenir, teknolojik gelişmeleri
gözlemler.
Ama bu gezi, onun Batı’ya olan ilgisini artırmak
yerine bir soğuma yaratır. Çünkü gördüğü Batı, ahlaki
anlamda yozlaşmış, gösterişe düşkün ve hakikati
tüketmiş bir Batı’dır. Elbette, modernleşmeye karşı
değildir. Ama körü körüne bir taklitçiliği de reddeder.
Onun gözünde Batı’dan alınması gereken şey usuldür,
şekil değil.
O seyahatten dönerken şu fikri kafasına koymuştur:
“Osmanlı’yı Batılı gibi davranarak değil, kendi
ruhuna dönerek kurtarabiliriz.”
Bu dönemde Osmanlı çalkantı içindedir. Balkanlarda
isyanlar, içerde ekonomik krizler, bürokrasi içinde
hizip çatışmaları yaşanır. Abdülaziz’in ani ölümü –ki
hâlâ intihar mı, suikast mi olduğu tartışılır– bir
dönemin kapanışıdır.
Yerine geçen V. Murad’ın kısa süren hükümdarlığı
(93 gün) Osmanlı’nın yönetilemez hale geldiğinin
göstergesidir. Murad ruhsal bunalım geçirirken,
devletin koca koca adamları; sadrazamlar, paşalar,
şeyhülislamlar gözlerini Abdülhamid’e çevirir. Henüz
tahtı aklından bile geçirmeyen Abdülhamid, bu
[19]
süreçte meşrutiyetin ilanını kabul etmesi şartıyla
padişah yapılır.
İşte bu kritik dönemde, Abdülhamid hayatının en
büyük
sözünü
verir:
“Millete anayasa vereceğim.”
Ama bu sözle birlikte bir başka şeyi de içinden
geçirir:
“Ve milleti korumak için gerektiğinde devleti tek
başıma da yöneteceğim.”
Abdülhamid’in karakteri çok boyutludur. O bir
siyasetçi değildir, ama siyasetten çok iyi anlar. O bir
asker değildir, ama savaşın ne demek olduğunu çok
iyi bilir. O bir din adamı değildir, ama dini siyasetin
merkezine yerleştirir.
Bu onu “korkak bir muhafazakâr” değil, “temkinli bir
stratejist”
yapar.
Çünkü
onun
nesli,
bir
imparatorluğun yavaş yavaş çürüdüğünü görmüş,
fakat bunu açıkça dillendirememiş bir nesildir.
Abdülhamid ise bunu açıkça görür ve dillendirir:
“Osmanlı artık hasta adam değildir, hastalığı
kronikleşmiş bir yapıdır. Ya kökten değişecek ya da
yavaşça çökecektir.”
Abdülhamid, 1876 yılında tahta çıktığında sadece bir
padişah değil, bir devrin vicdanı olma yoluna girer.
Onun çocukluğu, annesizliğin ve yalnızlığın
gölgesinde geçmiştir. Gençliği, üretimin ve
[20]
öğrenmenin içinden geçmiştir. Ve şimdi bir tahtın
başına gelirken, taşıdığı şey saltanat değil; yüzyıllık
bir imparatorluğun kaderidir.
Ve o günden itibaren bu kaderle baş başa kalacaktır.
II. Abdülhamid dönemi, Osmanlı İmparatorluğu’nun
modernleşme sancılarının, iç ve dış tehditlerin yoğun
yaşandığı bir döneme denk gelir. Bu dönemde gençlik
kavramı, yalnızca biyolojik bir evre olarak değil, bir
milletin geleceğini inşa edecek potansiyel bir güç
olarak algılanmış; eğitim politikaları, kültürel
yapılanmalar, sosyal kurumlar ve devlet ideolojileri,
gençliğin şekillendirilmesi üzerine odaklanmıştır. Bu
nedenle II. Abdülhamid’in gençliğe yönelik yaklaşımı
yalnızca pedagojik değil; aynı zamanda siyasi,
kültürel
ve
sosyolojik
bir
perspektifle
değerlendirilmelidir. Bu yazıda, Abdülhamid’in
gençlik politikalarının temelleri, araçları ve uzun
vadeli etkileri detaylı şekilde ele alınacaktır.
II. Abdülhamid tahta çıktığında Osmanlı toplumu,
Tanzimat ve Islahat Fermanları’nın getirdiği
değişimleri sindirmeye çalışıyordu. Batı’dan ithal
edilen fikirlerle geleneksel yapının çatıştığı bu
dönemde, gençlik adeta bir kırılma noktası haline
geldi. Yeni nesil, klasik medrese eğitiminden
uzaklaşıyor; Mekteb-i Mülkiye, Mekteb-i Harbiye
gibi Batı tarzı eğitim kurumlarında yetişiyordu.
Abdülhamid, bu değişimi fark etti ve gençliği
[21]
anlamadan,
devleti
olmadığını kavradı.
dönüştürmenin
mümkün
Abdülhamid'in gençliğe yaklaşımı üç temel soruyla
şekillendi:
Bu gençler nasıl bir eğitimden geçiyor?
Hangi fikirlerle yetişiyor?
Devlete ve millete nasıl bir bağlılık taşıyor?
Bu sorulara yanıt bulmak için Maarif Nezareti’nin
raporları incelendi, eğitim kurumlarına müfettişler
gönderildi ve gençlik arasında yükselen eğilimler
saraya ulaştırıldı. Abdülhamid’in istihbarat ağı
yalnızca siyasi faaliyetleri değil, gençliğin
psikolojisini ve sosyolojik eğilimlerini de takip
ediyordu.
Abdülhamid döneminde eğitim, gençliğin hem ahlaki
hem siyasi yönden terbiye edilmesinin birincil aracı
olarak görülüyordu. Bu bağlamda şu adımlar atıldı:
İdadi ve Sultani Okullarının Yaygınlaştırılması:
Abdülhamid döneminde her vilayette en az bir idadi
açılması teşvik edildi. Bu okulların müfredatları, hem
Batı bilimlerini hem de İslam ahlakını bir araya
getiriyordu.
[22]
Darülfünun’un
Açılması:
Modern
üniversite
anlamında ilk ciddi adım olan Darülfünun, gençlerin
yüksek seviyede eğitim almasını sağladı.
Maarif
Nezareti’nin
Güçlendirilmesi:
Eğitim
politikaları merkezileştirildi. Eğitim müfredatı,
gençliği hem devlete sadık bireyler olarak yetiştirmeyi
hem de Batı’daki muadillerine denk bir entelektüel
seviye kazandırmayı hedefliyordu.
Dinî ve Millî Değerlerin Vurgulanması: Eğitimde
İslam ahlakı ön planda tutuldu. Ancak bu, dogmatik
bir yaklaşım değildi; aksine, din ile bilim bir arada
sunulmaya çalışıldı. Millî bir bilinç oluşturmak için
Osmanlı tarihinin okutulmasına önem verildi.
Gençliğin yükselen bir güç olduğunun farkında olan
Abdülhamid, muhalif fikirlerin önünü kesmek için
geniş bir gözetim sistemi kurdu. Özellikle yurtdışında
eğitim gören öğrencilerin faaliyetleri dikkatle izlendi.
Avrupa’ya gönderilen her öğrenciden düzenli raporlar
isteniyordu. Bu bağlamda:
Yurtdışına Öğrenci Gönderimi Sınırlandırıldı: Sadece
devletin onayladığı alanlarda ve kurumlarda eğitim
izni verildi.
Mecmualar ve Gazeteler Denetlendi: Gençler arasında
yaygın olan yayınlar sansürlendi, zararlı görülen
fikirler taşıyan dergiler yasaklandı.
[23]
İstihbarat Ağı Gençliği Takip Etti: Jurnalcilik sistemi
ile öğrenciler arasında kimlerin muhalif fikirler
taşıdığı belirlenmeye çalışıldı.
Abdülhamid, yalnızca bir padişah değil, aynı zamanda
gençlik için bir rol model olma çabası içindeydi.
Kendi hayatını ölçülü, disiplinli ve sadelik içinde
sürdürmesiyle gençlere örnek olmaya çalıştı. Ayrıca
gençlerin devlete olan sadakatini artırmak için şu
yollar izlendi:
Hilafet Vurgusu: Halifelik
artırılarak gençlerin İslam
güçlendirildi.
makamının
dünyasıyla
prestiji
bağları
İslam Birliği (İttihad-ı İslam) Politikası: Gençliğe,
sadece Osmanlı değil, tüm İslam dünyasına karşı
sorumluluk taşıdığı duygusu aşılandı.
Milli Kimlik İnşası: Osmanlıcılık fikri ile gençlerin
etnik köken fark etmeksizin devlete sadık bireyler
olması hedeflendi.
Her ne kadar Abdülhamid’in gençlik politikaları
dikkatle yürütülse de, bu dönemde gençlik içerisinde
ciddi bir muhalefet de yeşermiştir. Özellikle
yurtdışında okuyan öğrenciler arasında meşrutiyetçi,
anayasalı sistem isteyen gruplar oluştu:
[24]
Jön Türk Hareketi: Abdülhamid’in baskıcı
politikalarına karşı çıkan bu hareket, gençliğin
değişim talebinin bir sonucuydu.
İttihat ve Terakki Cemiyeti: Genç subaylar ve
aydınlar
arasında
örgütlenen
bu
cemiyet,
Abdülhamid’in gençlik politikalarının karşıt bir
refleksi olarak değerlendirilebilir.
Bu tepkiler, gençliğin tek tip olmadığını, farklı
fikirlerin ve yönelimlerin gelişebileceğini gösterdi.
Abdülhamid, her ne kadar gençliği kontrol etmeye
çalışsa da, bu kitle içerisinden güçlü muhalif
hareketler doğdu.
II. Abdülhamid'in gençlik politikaları, bir yandan
gençliği eğitip yönlendirmeyi hedeflerken, diğer
yandan sıkı bir denetim ve kontrol altında tutmaya
çalıştı. Bu yaklaşım, hem sadık ve nitelikli bireylerin
yetişmesine vesile oldu, hem de otoriterliğe karşı
çıkan fikir hareketlerinin doğmasına yol açtı.
Günümüzde bile eğitimdeki merkeziyetçilik, ahlaki
yönelimlerin vurgulanması, dinî-millî değerlerin ön
planda tutulması gibi politikalar; Abdülhamid
döneminin bir yansıması olarak değerlendirilebilir.
Gençliğe dair yürütülen politikalar, bir milletin
geleceğini belirlediği için, Abdülhamid'in bu
konudaki hassasiyeti tarihî bir örnek teşkil etmektedir.
Ancak aynı zamanda, gençliğin doğası gereği
[25]
sorgulayan ve
unutulmamalıdır.
dönüştüren
bir
güç
olduğu
1876 yılı, Osmanlı tarihinde yalnızca bir padişah
değişiminin değil, aynı zamanda imparatorluğun
kader çizgisinde sert bir kırılmanın yaşandığı yıl
olarak hafızalara kazınacaktır. II. Abdülhamid'in tahta
çıkışı, klasik anlamda bir halefiyet devriyesi olmaktan
çok, siyasi hesapların ve derin entrikaların
merkezinde şekillenen dramatik bir sürecin ürünüdür.
Abdülhamid’in yükselişi, yalnızca şehzadelikten
sultanlığa geçiş değil, aynı zamanda Osmanlı'nın
geleneksel yapısından modern dünyaya adım atmaya
çalıştığı bir çağın kırılganlığının ifadesiydi.
Sultan Abdülaziz, Batı’yla ilişkiler kurmak isteyen,
donanmayı büyüten ve saray mimarisine önem veren
bir padişahtı. Ancak son yıllarında hem mali krizler
hem de artan bürokratik hoşnutsuzluk nedeniyle baskı
altındaydı. 30 Mayıs 1876’da Meclis-i Vükelâ’nın
kararı ve Şeyhülislam’ın fetvası doğrultusunda tahtan
indirildi. Yerine, Batı hayranı ve anayasal düzene açık
olan Şehzade Murad (V. Murad) çıkarıldı. Bu
değişim, bazı tarihçiler tarafından bir darbe olarak
nitelendirilir.
Ancak V. Murad’ın tahta çıktıktan sonra hızla ruhsal
dengesini kaybetmesi, yalnızca hanedan içinde değil,
bütün devlette bir krize yol açtı. Tanzimat
bürokrasisinin desteklediği bu anayasal geçiş ümidi
daha başlamadan çökmüştü. Abdülhamid, bu kaos
[26]
ortamında dikkatli bir biçimde bekliyordu. Onun
gözünde saltanat yalnızca bir taht değil, devletin
bekâsının yükünü sırtlamaktı.
Abdülhamid, V. Murad'ın akli melekelerini kaybettiği
yönündeki söylentiler güçlendikçe, kardeşinin tahtta
kalamayacağını sezmişti. Fakat bunu aleni bir biçimde
dile getirmedi. Olayların doğal akışını beklemeyi
tercih etti. Bu bekleyişte, sarayda ve bürokraside olup
bitenleri dikkatle takip etti. Ayrıca İngiltere elçiliği
başta olmak üzere Avrupa’daki diplomatik çevrelerle
de dolaylı temaslar kurmaya başladı. Kimilerine göre
bu temaslar, ilerideki istibdat yönetiminin tohumlarını
atarken; kimilerine göre ise Abdülhamid’in siyasi
zekâsının ilk göstergeleriydi.
Meclis-i Has (Saray danışmanları ve üst düzey
bürokratlar), V. Murad’ın artık devlet yönetimini
sürdüremeyecek durumda olduğunu 31 Ağustos 1876
tarihinde resmen ilan etti. Hemen ardından,
Abdülhamid tahta çıkarıldı. Tahta çıkışı sırasında
yaptığı kısa konuşmada, halkın refahı ve devletin
bekâsı için çalışacağını vurguladı. Ancak bu
sözlerinin hemen ardından, devletin en çalkantılı
dönemlerinden biriyle yüzleşmek zorunda kalacaktı.
II. Abdülhamid’in tahta çıkışı, aynı zamanda
Avrupa’daki büyük güçlerin Osmanlı üzerindeki
etkisini artırdığı bir döneme denk geliyordu. Özellikle
Panslavizm politikası güden Çarlık Rusyası,
Balkanlar’daki Slav halkları Osmanlı’ya karşı
[27]
ayaklandırmak için elinden geleni yapıyordu. 1877-78
Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi), Abdülhamid’in henüz
yeni tahta çıkmışken büyük bir askeri ve siyasi krizle
baş başa kalmasına neden oldu.
Bu dönemde Abdülhamid, bir yandan anayasal düzeni
başlatmaya çalışırken bir yandan da savaşı yönetmek
zorunda kaldı. Meclis-i Mebusan 1876'da açıldı ve
Kanûn-ı Esâsî yürürlüğe girdi. Ancak savaşın ağır
seyri, bu anayasal deneyimi kısa sürede boşa çıkardı.
1878’de Meclis kapatıldı, anayasa askıya alındı ve
Abdülhamid artık tek başına karar alan, merkeziyetçi
bir yönetimin başı haline geldi.
Abdülhamid’in yükselişi, yalnızca olayların gidişatına
bağlı bir tesadüf değil, aynı zamanda onun sabırla ve
stratejiyle yürüttüğü bir sürecin sonucudur. Kardeşi
Murad’ın zaaflarını gözlemlemiş, siyasi boşluğu
sezmiş ve her ne kadar doğrudan güç kullanmamış
olsa da çevresinde oluşan beklentileri yönetmeyi
başarmıştır. Onun yükselişi, sessizlikle örülü bir
bekleyişin, derin gözlemlerin ve zamanı geldiğinde
alınan keskin kararların öyküsüdür.
Bu dönem, aynı zamanda Abdülhamid’in istibdat
yönetiminin ilk ipuçlarını verdiği, basını ve
muhalefeti nasıl kontrol altına alabileceğini tarttığı,
Batı’nın içyüzünü derinlemesine analiz ettiği bir
dönemdir. Henüz ilk yıllarında, halkın ve ulemanın
desteğini alırken Batılı güçlerin iç siyasetimize
[28]
müdahale
etmesini
sınırlamaya çalıştı.
diplomatik
manevralarla
II. Abdülhamid’in saltanat yılları, Osmanlı tarihinin
yalnızca siyasi değil, aynı zamanda zihinsel, kültürel
ve bürokratik bir dönüşüm süreci olarak da
okunmalıdır. O, yalnızca bir padişah değil; aynı
zamanda devletin yıkılmasını geciktirmek için her
detayı ince eleyip sık dokuyan bir mühendis gibi
çalışan, büyük bir stratejistti. Bu bölümde, II.
Abdülhamid'in devlet aklını nasıl şekillendirdiğini,
güvenlik
politikalarından
eğitim
sistemine,
istihbarattan iletişim altyapısına kadar uzanan geniş
bir yelpazede inceliyoruz.
II. Abdülhamid’in devlet yönetiminde en fazla öne
çıkan yönlerinden biri, bilgiye ve bilgi akışına verdiği
önemdi. Bu yönüyle, klasik anlamda bir padişahtan
çok bir modern devlet yöneticisini andırıyordu.
Saltanatının ilk yıllarından itibaren bilgiye ulaşma,
onu kontrol etme ve yorumlama üzerine kurulu bir
iktidar anlayışı benimsedi. Bu çerçevede ilk yaptığı
işlerden biri, Yıldız Sarayı'nda kurduğu istihbarat ağı
oldu. Bugünkü anlamıyla bir istihbarat teşkilatının ilk
tohumları bu dönemde atıldı.
Bu ağın görevi sadece siyasi rakipleri izlemek değil,
aynı zamanda toplumsal eğilimleri, halkın ruh hâlini,
aydınların düşüncelerini ve hatta taşradaki müftülerin
hutbelerde söylediklerini bile raporlamaktı. Yıldız
İstihbarat Teşkilatı, Abdülhamid’e her sabah yüzlerce
[29]
telgraf, mektup ve rapor sunar, o da bu belgeleri tek
tek okur, altına notlar düşerdi. Bazı kaynaklara göre,
günde on saatten fazla süreyle rapor okuduğu bile
söylenmektedir.
Bu bilgi akışının merkezi olan Yıldız Arşivi, yalnızca
bir yönetim aracı değil, aynı zamanda bir “hafıza
mekânı”ydı. Devletin en ücra köşelerinden gelen
haberler, burada sınıflandırılır, dosyalanır, analiz
edilir ve gerektiğinde geçmiş verilerle karşılaştırılırdı.
Bu yöntemle Abdülhamid, Osmanlı coğrafyasının dört
bir yanında olup bitenlerden doğrudan haberdar
olurken, bürokratlarına ve sadrazamlarına güvenmek
zorunda kalmadan karar verebiliyordu.
II. Abdülhamid’in devlet anlayışı yalnızca bugünü
kurtarma çabası değildi; geleceği tasarlamak da onun
ana hedeflerinden biriydi. Bu yüzden, özellikle eğitim
alanına büyük yatırımlar yaptı. 1876 yılında tahta
çıktığında Osmanlı’da modern anlamda lise sayısı bir
elin parmaklarını geçmiyordu. 1908'e gelindiğinde ise
imparatorluk genelinde yüzlerce rüştiye (ortaokul),
idadi (lise) ve sultani (lise düzeyinde ileri okul)
açılmıştı.
Üstelik bu okullar sadece sayıca artmamıştı; içerik
bakımından da modernleşmişti. Matematik, fen
bilimleri, coğrafya, tarih ve Fransızca gibi dersler
okutuluyor, öğrenciler modern bilimsel düşünceye
yönlendiriliyordu. Bu yönüyle II. Abdülhamid, bir
yandan İslamî değerlere sadık bir nesil yetiştirmeye
[30]
çalışırken, öte yandan da Batı’daki bilimsel
ilerlemeleri takip edebilecek kadrolar oluşturmayı
hedeflemiştir. Bu ikili yapı, onun “denge siyaseti”nin
eğitimdeki yansımasıydı.
En çarpıcı örneklerden biri, Mekteb-i Mülkiye ve
Mekteb-i Tıbbiye gibi yükseköğretim kurumlarının
yeniden yapılandırılmasıdır. Bu kurumlarda yetişen
bürokratlar, sadece Osmanlı'nın değil, Cumhuriyet'in
de temel kadrolarını oluşturmuştur. Yani II.
Abdülhamid’in eğitim politikası, yalnızca kendi
dönemine değil, kendisinden sonra gelen nesillere de
damgasını vurmuştur.
Devletin merkezi kontrolünü artırmanın bir diğer aracı
da ulaşım ve haberleşme altyapısıydı. II. Abdülhamid
bu alanlara büyük yatırımlar yaptı çünkü istihbarat ve
eğitim gibi alanların işleyebilmesi için hızlı bir
iletişim ve ulaşım ağına ihtiyaç vardı.
Telgraf hatları bu dönemde Osmanlı coğrafyasını
örümcek ağı gibi sarmaya başladı. 1876’da telgrafla
haberleşme ağı oldukça sınırlıyken, 1900’lere
gelindiğinde Musul’dan Edirne’ye, Şam’dan Bağdat’a
kadar çok geniş bir alan telgrafla kontrol edilebilir
hâle geldi. Bu hatlar sayesinde sadece bürokratik
emirler değil, aynı zamanda toplumsal olaylara
müdahale emirleri de çok hızlı şekilde iletilebiliyordu.
Demiryolları ise, hem ekonomik hem askerî hem de
idarî bir araçtı. Hicaz Demiryolu, sadece Mekke’ye
[31]
ulaşım sağlamıyordu; aynı zamanda Arap toprakları
üzerindeki Osmanlı hâkimiyetinin güçlenmesini
sağlıyordu. Aynı şekilde, Rumeli ve Anadolu
demiryolları da taşra ile merkez arasındaki bağı
kuvvetlendirmişti.
II. Abdülhamid’in dış politikadaki en önemli hamlesi,
Hilafet makamını aktif olarak kullanmasıydı.
Kendinden önceki padişahlar hilafeti daha çok
sembolik bir unsur olarak görürken, II. Abdülhamid
onu bir “jeopolitik silah” haline getirmiştir. Bu
çerçevede Panislamizm, yani tüm İslam dünyasını
Osmanlı halifesi etrafında birleştirme ideali, onun dış
politikasında temel bir strateji hâline geldi.
Panislamizm politikası sayesinde, İngiltere’nin
Hindistan’daki Müslüman tebaası, Fransa’nın Kuzey
Afrika’daki Müslüman halkları ve Rusya’nın Orta
Asya’daki Müslüman toplulukları üzerinde Osmanlı
Halifesi’nin etkisi artmıştı. Bu da Batılı devletlerin
her adımda II. Abdülhamid’i dikkate almalarını
sağladı. Örneğin, İngiltere Hindistan’daki isyan
tehlikesi nedeniyle Osmanlı’ya baskı uygularken daha
temkinli davranmak zorunda kaldı.
Hilafet politikası sadece dışarıya değil, içerideki Arap
vilayetleri için de bir tür “birleştirici kimlik” olarak
sunulmuştu. Halife, tüm Müslümanların lideriydi ve
bu kimlik, özellikle ayrılıkçı eğilimlerin arttığı
bölgelerde bir denge unsuru olarak kullanıldı.
[32]
Ancak II. Abdülhamid’in devlet mühendisliğinin belki
de en tartışmalı boyutu, düşünce kontrolüydü. Onun
döneminde sansür olağan bir devlet uygulaması hâline
geldi. Yalnızca gazeteler değil, tiyatro oyunları,
romanlar, hatta telgraflar bile denetimden geçiyordu.
Özellikle Avrupa’dan gelen yayınlar sıkı bir şekilde
kontrol ediliyor, “tehlikeli” görülen fikirlerin ülkeye
sızması engellenmeye çalışılıyordu.
Bu politika, bir yandan devleti dış tehditlere karşı
korumak için gerekli görülse de, diğer yandan
entelektüel çevrelerde ciddi bir rahatsızlık yaratmıştı.
Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa gibi pek çok
aydın bu politikaların hedefi oldu ya da yurtdışına
kaçmak zorunda kaldı. Bununla birlikte, Abdülhamid
dönemi basınının tamamen susturulduğu söylenemez.
Aksine, çok sayıda gazete ve dergi yayımlanıyordu;
ancak bu yayınlar çoğunlukla padişahın çizdiği
sınırlar içinde hareket etmek zorundaydı.
II. Abdülhamid'in devlet aklı, klasik Osmanlı
siyasetinden farklı olarak çok katmanlı ve çok
yönlüydü. O, sadece saray entrikalarıyla değil, dünya
siyasetiyle,
ekonomiyle,
teknolojiyle,
halk
psikolojisiyle
ve
bürokrasiyle
eş
zamanlı
ilgileniyordu. Bu bağlamda onun iktidarı, yalnızca bir
padişahlık değil; aynı zamanda bir “devlet
mühendisliği” süreciydi.
Kimi tarihçiler onun bu yaklaşımını despotluk olarak
değerlendirirken, kimileri de bu stratejilerin
[33]
Osmanlı’nın çöküşünü en az 30 yıl geciktirdiğini
savunur. Gerçek olan şudur ki: II. Abdülhamid,
Osmanlı İmparatorluğu’nun modern dünyaya ayak
uydurması için mümkün olan her aracı kullandı.
Düşmanlarını tanıyan, dostlarını tartan ve hepsinden
önemlisi halkını gözlemleyen bir hükümdar olarak,
yaşadığı çağın çok ötesinde bir zihin yapısına sahipti.
[34]
Toprak Kaybı Bir Sonuçtur, Sebep Değil
II. Abdülhamid’in en büyük mücadelelerinden biri,
devleti parçalanmaktan korumaktı. Ancak bu uğraş,
çoğu zaman savunmada kalmakla ve stratejik tavizler
vermekle sonuçlandı. Dış politikadaki ustalığına
rağmen imparatorluğun pek çok bölgesi elden çıktı.
Ancak bu kayıplar ne sadece onun şahsî zaaflarından
ne de askerî güçsüzlükten kaynaklanıyordu. Aksine,
bu kayıplar çok daha derin, tarihsel ve küresel
dönüşümlerin ürünüdür.
→ 93 Harbi (1877-78) ve Berlin Antlaşması
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı, tarihe “93 Harbi”
olarak geçti. Bu savaş, Abdülhamid’in tahta çıkışının
hemen ardından patlak verdi ve onun iktidarındaki ilk
büyük kriz oldu. Osmanlı ordusu, özellikle Balkanlar
ve Kafkasya cephelerinde büyük kayıplar yaşadı.
Savaş sonunda imzalanan Ayastefanos Antlaşması,
Osmanlı'yı neredeyse bir Balkan devleti olmaktan
çıkarıyordu. Ancak bu antlaşma, diğer büyük Avrupa
devletlerinin tepkisini çekti.
Bu noktada Berlin Kongresi devreye girdi. II.
Abdülhamid, bu kongrede diplomasisini devreye
soktu. Rusya’nın kazançları kısıtlandı ama Osmanlı
da çok şey kaybetti:
[35]
Bosna-Hersek
fiilen
Avusturya-Macaristan’a
bırakıldı (resmî ilhak 1908),
Batum, Kars ve Ardahan Rusya’ya verildi,
Bulgaristan, yarı bağımsız bir prenslik hâline geldi,
Sırbistan, Karadağ ve
bağımsızlıklarını kazandı.
Romanya
tamamen
93 Harbi, bir askerî yenilgiden çok daha fazlasıydı. O
savaş,
Osmanlı’nın artık
“Avrupa
devleti”
sayılmayacağı bir dönemin başlangıcıydı. Berlin
Antlaşması ise Abdülhamid’in bir daha savaş yerine
diplomasiyle ülkeyi ayakta tutmaya çalışacağı
politikanın temelini attı.
→ Tunus’un Fransızlara Kaptırılması
1881’de Fransız ordusu Tunus’a girdi ve bu bölgeyi
işgal etti. Bu olay, sadece coğrafî bir kayıp değildi,
İslam dünyasında büyük bir sarsıntıya yol açtı. Zira
Tunus, bir İslam toprağıydı ve Fransızlar bu işgali
"yerli kabilelerin sınır taşkınlıklarını engellemek" gibi
sudan sebeplerle meşrulaştırmıştı.
Abdülhamid bu işgale sert tepki veremedi. Çünkü
aynı yıllarda İngiltere ile ilişkileri düzeltmeye
çalışıyor, Rusya ile denge kurmaya uğraşıyor, iç
karışıklıkları bastırmakla meşguldü. Dolayısıyla
[36]
Tunus’un kaybı, "reaksiyon verilemeyen bir kriz"
olarak tarihe geçti.
Dahası, bu işgal Osmanlı'nın İslam dünyasındaki
halifelik iddiasını zedeledi. Abdülhamid, halifeliği
öne çıkararak Müslüman halklarda bağlılık
oluşturmaya çalışırken, bu tür işgaller onun söylemini
zayıflatıyordu.
→ Mısır’ın İngiltere’ye Geçişi
1882’de Urabi Paşa Ayaklanması sırasında İngiliz
donanması İskenderiye'yi bombaladı. Osmanlı devleti,
görünüşte bu isyana karşıydı ama Urabi Paşa, aslında
İngiliz karşıtı milliyetçi bir liderdi. Bu noktada
Abdülhamid'in içine düştüğü ikilem açıktı:
Bir yanda isyanın bastırılması, merkezî otoriteyi
koruyordu,
Diğer yanda İngilizlerin bölgeye
kontrolün tamamen kaybı demekti.
yerleşmesi,
Sonuç olarak İngiltere Mısır’ı işgal etti, ve 1914’e
kadar "sözde Osmanlı toprağı" olarak kaldı. Ancak
fiilî hâkimiyet tamamen Londra’ya geçti. Süveyş
Kanalı’nın önemi nedeniyle bu işgal, sadece bir
toprak kaybı değil, Osmanlı’nın doğrudan Asya ve
Afrika bağlantısının kopması anlamına geliyordu.
[37]
Bu işgal de yine sessizce geçiştirildi. Çünkü
Abdülhamid’in o sırada ne ekonomik gücü ne de
uluslararası desteği vardı. Devlet borç batağındaydı,
Donanma Haliç’e hapsedilmişti, ordu Balkanlar’da
meşguldü.
→ Girit
Hareketler
ve
Balkanlardaki
Ayrılıkçı
Girit, II. Abdülhamid döneminde en çok kriz yaşanan
bölgelerden biriydi. Ada, coğrafî olarak Yunanistan’a
çok yakındı ve nüfusun büyük çoğunluğu Rum idi. Bu
yüzden sürekli ayaklanmalar çıkıyor, Yunanistan’ın
ada üzerindeki talepleri artıyordu. 1897’de patlayan
Osmanlı-Yunan Savaşı aslında Girit’in geleceği
üzerindeydi.
Abdülhamid bu savaşta diplomatik bir başarı elde etti.
Osmanlı ordusu Yunanları yendi, Atina'ya kadar
ilerledi. Ancak Batılı devletlerin baskısıyla Girit’e
özerklik verildi ve kısa süre sonra ada fiilen
Osmanlı’dan koptu. 1908’de Yunanistan’a katıldığını
ilan etti, 1913’te de bu durum resmiyet kazandı.
Balkanlar’da ise Sırp, Bulgar, Arnavut ve Makedon
milliyetçilikleri birer birer ayaklandı. Bu hareketlerin
temelinde birkaç neden vardı:
Rusya’nın “Pan-Slavizm” politikası,
[38]
Avrupa basınının sürekli Osmanlı’yı şeytanlaştırması,
Ekonomik yoksulluk ve yerel beylerin Osmanlı’dan
koparak güç kazanma isteği.
Abdülhamid tüm bu süreçte baskıcı bir politika izledi.
İstibdat rejimiyle ayaklanmaları bastırmaya çalıştı.
Ancak bu bastırma girişimleri, Avrupalıların eline
yeni
propaganda
malzemeleri
veriyordu.
“Balkanlar’da
Hristiyanlara
zulüm”
söylemi,
Osmanlı’nın hem askerî hem diplomatik yalnızlığını
artırdı.
→ Filistin Politikası ve Herzl Meselesi
1896’da Theodor Herzl, “Der Judenstaat” adlı kitabını
yayımladı ve Siyonist hareketin liderliğini üstlendi.
Bu hareketin amacı, Yahudilere Filistin’de bir devlet
kurmaktı.
Herzl, 1897’de Dünya Siyonist Kongresi’ni
topladıktan sonra ısrarla II. Abdülhamid’le görüşmek
istedi. 1901’de bir aracı vasıtasıyla saraya ulaştı.
Yahudilerin, Osmanlı borçlarını kapatma karşılığında
Filistin’den yer talep ettiği söylendi. Abdülhamid’in
cevabı netti:
“Ben bir karış dahi toprak satmam. Bu topraklar bana
değil, milletime aittir.”
[39]
Bu tavır, onun Filistin konusundaki en dirayetli adımı
oldu. Ancak tarih burada ironik bir oyun oynadı.
Abdülhamid bu teklifi reddetti ama sonraki yıllarda
İttihatçılar döneminde Yahudi göçü artarak devam
etti. İngiltere, Siyonistlerle Balfour Deklarasyonu ile
anlaşmaya vardı (1917).
Abdülhamid, Filistin’i Yahudilere satmadı ama
bölgedeki göçleri de tam olarak durduramadı. Zira
Osmanlı, bölgede gereken nüfus kontrolünü ve
demografik dengeyi sağlayacak idarî kapasiteyi
kaybetmişti.
Abdülhamid döneminde kaybedilen topraklar sadece
savaşlarla ya da isyanlarla gitmedi. Bu kayıpların
ardında daha derin yapısal gerçekler vardı:
Merkezî otoritenin zayıflaması,
Ekonomik bağımsızlığın yitirilmesi,
Milliyetçilik akımlarına karşı yeterli “yeni anlatı”
üretilememesi,
Modernleşme çabalarının yarım kalması,
Uluslararası
çatışmaları.
diplomaside
yalnızlık
ve
çıkar
II. Abdülhamid, bu krizleri bazen büyük bir zekâ ve
sabırla yönetti. Ancak gücünün sınırlı olduğu yerlerde
[40]
ya diplomasiye başvurdu ya da sessizce kabullendi.
Kaybedilen her toprak parçası, aslında Osmanlı’nın iç
yapısındaki çöküşün dışa yansımasından başka bir şey
değildi.
I. 93 Harbi (1877–1878) ve Berlin Antlaşması:
Bir İmparatorluğun Kırılma Noktası
1877 yılına gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu,
zaten içeriden ekonomik krizlerle boğuşurken,
dışarıdan da Rusya’nın emperyal yayılmacılığına
karşı direnmeye çalışıyordu. 93 Harbi (Hicrî 1293),
Osmanlı tarihinin en sarsıcı savaşlarından biri oldu.
Savaş, yalnızca bir askerî çatışma değil; aynı zamanda
bir medeniyetin yıkılma, halkların kopma,
coğrafyanın yeniden şekillenme süreciydi.
a. Savaşın Başlangıç Noktası
Panslavizm
ideolojisini
benimseyen
Rusya,
Balkanlar’daki Slav halklarını Osmanlı’ya karşı
kışkırtarak hem Ortodoksları “kurtarıcı” rolüyle
yanına çekmiş hem de sıcak denizlere inme hedefini
adım adım uygulamaya koymuştu. Savaş başladığında
Osmanlı ordusu, teknolojik anlamda Ruslara kıyasla
oldukça geri kalmıştı. Mühimmat yetersizliği, askerî
eğitim eksikliği ve komuta kademesindeki tutarsızlık,
Osmanlı’yı daha savaşın başlarında savunma
pozisyonuna itti.
[41]
b. Batı Cephesi: Plevne Destanı
Gazi Osman Paşa’nın Plevne’deki destansı direnişi,
savaşın belki de en hatırlanan anlarından biridir.
Ancak kahramanlıklar bir yere kadar yeterli oldu.
Savaş stratejik olarak kaybedildi. Ruslar, Edirne’ye
kadar ilerledi. İstanbul’un düşmesi an meselesiydi.
Ancak İngiltere'nin diplomatik müdahalesi,
Osmanlı başkentinin Rus işgalinden kurtulmasını
sağladı.
c. Ayastefanos Antlaşması ve Berlin Kongresi
Savaş sonunda Osmanlı, Ayastefanos Antlaşması ile
büyük bir toprak kaybına uğradı. Ancak bu antlaşma
Avrupa’nın çıkarlarına ters düştüğü için, Almanya
Şansölyesi
Bismarck’ın
önderliğinde
Berlin
Kongresi toplandı. Berlin Antlaşması (1878),
Osmanlı’yı sözde rahatlatıyor gibi gözükse de, aslında
Balkanlar’daki çözülmenin resmîleşmesiydi.
Sırbistan, Karadağ ve Romanya tamamen bağımsız
oldu.
Bosna-Hersek,
Avusturya-Macaristan’a
verildi
(resmiyette Osmanlı toprağı kalmış görünse de fiilen
elden çıktı).
Bulgaristan, özerk bir prenslik hâline geldi.
[42]
Doğu Beyazıt, Kars, Ardahan ve Batum gibi doğu
vilayetleri Rusya’ya bırakıldı.
Bu antlaşma, Osmanlı'nın "hasta adam"
olduğunun ilanıydı. Abdülhamid için bu, artık bir
varoluş savaşıydı. Toprak kayıplarının sadece
savaşlarla değil, büyük güçler arasında oynanan
diplomatik satrançla gerçekleştiği bir dönem başladı.
Osmanlı, Berlin Antlaşması sonrası yeniden kendini
toparlamaya çalışırken Kuzey Afrika’daki topraklar
birer birer Batılı devletlerin ilgisini çekmeye
başlamıştı. Tunus, bu süreçte en kritik noktalardan
biri oldu.
a. Fransa’nın Emelleri
Fransa, Cezayir’i 1830’da işgal ettikten sonra gözünü
Tunus’a dikmişti. Tunus, Osmanlı’ya bağlı ama fiilen
özerk bir yönetime sahipti. Ancak Fransa, Tunus’un
güneyinde çıkan kabile çatışmalarını bahane ederek
1881’de Tunus’a askerî müdahalede bulundu ve
Bardo Antlaşması ile bölgeyi himayesi altına aldı.
b. Abdülhamid’in Tepkisi
II. Abdülhamid bu gelişmeden büyük rahatsızlık
duyduysa da, o dönemde Osmanlı’nın ne askerî gücü
ne de diplomatik manevra alanı vardı. Fransa’yla
doğrudan savaşmak, imparatorluğu büyük bir felakete
[43]
sürükleyebilirdi. Bu yüzden sessiz bir protestoyla
yetinildi.
Gerçekte ise, bu kayıp sadece bir toprak parçası
değil, İslam dünyasındaki Osmanlı otoritesine
vurulmuş bir darbeydi. Halife sıfatını taşıyan bir
padişahın, Müslüman halkların yaşadığı yerleri
Batılılara kaptırması, itibarı ciddi şekilde sarstı.
Mısır, her zaman Osmanlı için hem stratejik hem
ekonomik olarak en önemli vilayetlerden biri olmuştu.
Süveyş Kanalı'nın açılması (1869) bu önemi kat be
kat artırdı. Kanal, Hindistan’a giden en kısa deniz
yolu olduğundan, İngiltere için hayatiydi.
a. Hidivlik Rejimi ve Borçlanma
Mısır, Kavalalı Mehmed Ali Paşa ile birlikte fiilen
özerk bir yönetime geçmişti. Ancak zamanla Hidiv
İsmail Paşa ve ardılları, büyük projeler için Batı’dan
aldıkları borçları ödeyemez hâle geldiler. Bu borçlar,
Osmanlı’nın değil Mısır’ın iç işiydi ama sonuçları
tüm İmparatorluğu etkiledi.
1876’da Osmanlı Devleti borçlarını ödeyemediğini
ilan etmişti. Bu durum, Düyun-u Umumiye (Genel
Borçlar İdaresi) gibi kurumların kurulmasına yol
açtı. İngiltere, Süveyş Kanalı hisselerinin önemli bir
kısmını satın alarak Mısır üzerindeki nüfuzunu artırdı.
[44]
b. Arabi Paşa İsyanı ve İşgal
1881’de Mısırlı subay Ahmed Arabi Paşa, halkın
desteğini alarak Batı’nın ekonomik boyunduruğuna
karşı isyan etti. Ancak bu isyan, İngiltere’nin Mısır’a
askerî müdahalesi için bahane oldu. 1882’de İngiliz
donanması İskenderiye limanını bombaladı ve Mısır’ı
işgal etti. Osmanlı’nın bu işgale doğrudan bir
müdahalesi olmadı.
Resmen Osmanlı toprağı olarak kalmaya devam
eden Mısır, artık İngilizler tarafından yönetiliyordu.
Bu durum, Osmanlı İmparatorluğu’nun sözde
egemenlik - fiilî egemenlik ayrımının en trajik
örneklerinden biri oldu.
Girit Adası, Osmanlı’nın Akdeniz’deki en önemli
üslerinden
biriydi.
Ancak
Yunanistan’ın
bağımsızlığı sonrası burada yaşayan Rum nüfusun
Osmanlı yönetimine karşı ayaklanmaları arttı.
a. Girit İsyanları ve Avrupalı Müdahaleler
1866, 1889, 1897 yıllarında büyük Girit
ayaklanmaları yaşandı. Her biri Osmanlı tarafından
bastırıldı, ama her isyandan sonra Avrupalı devletler
barış gücü gönderme bahanesiyle adaya
nüfuzlarını artırdı. Girit, 1898’de fiilen Osmanlı’nın
kontrolünden çıktı.
Balkanlar’daki tablo ise daha da karışıktı:
[45]
Bulgarlar, özerkliklerini bağımsızlığa çevirmek için
sürekli isyan halindeydi.
Arnavutlar, hem Osmanlı’ya hem de Sırbistan’a
karşı bir tür denge politikası yürütüyorlardı.
Yunanistan, Epir ve Teselya’yı ilhak etmeye
çalışıyordu.
Her bölge, artık bir ulusal kimlik inşa etme sürecine
girmişti ve Osmanlı bu çok uluslu yapıyı yönetemez
hâle gelmişti.
1890’ların sonlarında Yahudi göçmenler, Filistin’e
yerleşmeye başlamıştı. Siyonist hareketin lideri
Theodor Herzl, 1901’de II. Abdülhamid’le doğrudan
görüşmek için İstanbul’a geldi.
a. Herzl’in Teklifi
Herzl, Osmanlı’nın dış borçlarını ödemeyi teklif etti.
Karşılığında, Yahudilere Filistin’de yerleşim izni
verilmesini istiyordu. Yani, “Sultan’ın borçlarını
ödeyelim, siz de bize toprak verin” diyordu.
b. Abdülhamid’in Kararlılığı
Abdülhamid’in cevabı çok netti:
[46]
“Ben bir karış bile toprak satmam. Bu topraklar bana
değil, milletime aittir. Milletim bu toprakları kanıyla
sulamıştır.”
Bu duruş, onun idealist lider profilinin en çok
hatırlanan örneklerinden biri oldu. Ancak zamanla
Yahudi göçleri gizli yollarla arttı. Filistin meselesi,
Osmanlı için sadece bir göç politikası değil, geleceğin
Ortadoğu krizinin tohumlarıydı.
Topraklar Neden Kaybedildi?
Osmanlı askerî olarak zayıftı.
Diplomatik olarak yalnızdı.
Ekonomik olarak iflas etmişti.
En önemlisi, içeride birlik yoktu.
Modernleşme çabaları yüzeyde kalmıştı.
Yerel halklar artık kendilerini “Osmanlı” değil,
“Sırp”, “Rum”, “Arap” olarak tanımlıyordu.
II. Abdülhamid bu tabloya rağmen, kalan toprakları
korumak için diplomasiyi silah gibi kullanmış,
“devletin bekasını” temel öncelik edinmiştir. Onun
stratejisi, kazanamasa da daha fazla kaybetmemek
üzerine kuruluydu.
[47]
Ermeni İsyanları ve Yıldız Suikastı:
Osmanlı’nın İçinden Yükselen Sarsıntılar
Ondokuzuncuyüzyıl
sonları,
Osmanlı’nın
iç
güvenliğinin en zor sınandığı dönemlerden biri oldu.
Balkanlar’daki milliyetçi isyanların yanı sıra, Doğu
Anadolu ve Suriye bölgesinde yaşayan Ermeni
halkının da gittikçe artan bir şekilde Osmanlı
yönetimine karşı ayaklanmaları, imparatorluğun iç
dengelerini zorlamaya başladı.
a. Ermeni Nüfusunun Durumu ve Talepleri
Osmanlı topraklarında yaşayan Ermeniler, 1800’lerin
ikinci yarısında ağır vergi yükü, toprak sorunları ve
merkezi yönetimden ayrımcılıkla karşı karşıyaydı.
1878’de Berlin Antlaşması’yla Ermeni reformları
yapılması kararlaştırılmış ancak bu reformların
uygulanması ya çok yavaş ya da fiilen engellenmişti.
Ermeni çeteleri kuruldu, bazen Rusya destekli, bazen
bağımsız hareket eden gruplar isyanlara başladı. Bu
durum Osmanlı’da hem güvenlik sorunu yarattı hem
de Batılı devletlerin Osmanlı üzerindeki baskısını
artırdı.
[48]
b. Yıldız Suikastı (1905)
Abdülhamid döneminde muhalefet ve iç isyanlar
öylesine artmıştı ki, 21 Temmuz 1905’te İstanbul’da
padişaha yönelik başarılı bir suikast girişimi yaşandı.
Bu suikast, Ermeni devrimci örgütü Taşnaklar
tarafından düzenlendi. Ancak girişim başarısız oldu;
suikastçılar etkisiz hale getirildi.
Suikast girişimi, Abdülhamid’in muhaliflerine karşı
güvenlik önlemlerini katılaştırmasına neden oldu. Bu
da hem istibdatın sertleşmesini hem de muhalefetin
daha gizli ve organize hareket etmesini beraberinde
getirdi.
II. Abdülhamid’in otoriter yönetimine karşı
1889’lardan itibaren çeşitli muhalefet hareketleri
ortaya çıktı. En bilineni Jön Türkler idi. Bu grup,
Batı'daki fikirlerden beslenmiş, meşrutiyetin ilanını ve
modernleşmeyi savunan aydınlardan oluşuyordu.
a. Jön Türklerin Doğuşu ve Amaçları
Jön Türkler, ilk olarak 1889’da Paris’te gizli bir örgüt
olarak kuruldu. Özellikle İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin çekirdeğini oluşturdu.
Amaçları; padişahın mutlak otoritesini sınırlamak,
meşrutiyet rejimini yeniden getirmek, anayasal
[49]
reformlar yapmak ve Osmanlı’yı modern bir devlet
haline getirmekti.
II. Abdülhamid, bu hareketi hem bir tehdit olarak
görmüş hem de çok sayıda Jön Türk liderini tutuklatıp
sürgün ettirmiştir.
b. İttihat ve Terakki'nin Yükselişi
1908 yılında Jön Türkler, II. Meşrutiyet’i ilan
ederek II. Abdülhamid’i anayasal monarşi rejimi
altında padişah olarak bırakmaya zorladı.
Meşrutiyet ilanı, özellikle ordu ve bürokrasi içinde
büyük destek buldu.
İttihat ve Terakki, kısa sürede devletin birçok
kademesine hakim oldu.
1909 yılının ilk aylarında yaşanan 31 Mart Vakası,
Osmanlı tarihinin en karmaşık ve tartışmalı iç
olaylarından biridir. Adı, hicri takvime göre 31 Mart
1325 tarihinden gelir ama Gregoryen takvime göre 13
Nisan 1909’a tekabül eder.
a. Olayın Arkasında Ne Vardı?
Meşrutiyet rejiminin ilanı, özellikle İstanbul’daki
muhafazakâr ve dinî kesimlerde huzursuzluk yarattı.
[50]
Ordu içinde, özellikle Süvari alaylarında ve bazı
mahallelerde meşrutiyet karşıtı hareketler güç
kazandı.
31 Mart gecesi başlayan ayaklanmada, meşrutiyet
yönetimi ve özellikle İttihat ve Terakki üyeleri hedef
alındı. Sadrazam, bazı bakanlar kaçmak zorunda
kaldı.
Ayaklanmayı bastırmak için Selanik’ten Hareket
Ordusu gönderildi.
b. Abdülhamid’in Olası İlişkisi
Tarihçiler
arasında
Abdülhamid’in
doğrudan
ayaklanmayı desteklediği veya planladığı görüşü
tartışmalıdır.
Bazıları padişahın olayları izlediğini ve gerektiğinde
müdahale etmeyerek isyanın başarı şansını artırdığını
iddia eder.
Diğerleri ise, Abdülhamid’in durumun kontrolden
çıkmasından rahatsız olduğunu, ancak gücünün kısıtlı
olduğunu savunur.
Her iki durumda da 31 Mart Vakası, padişahın
otoritesini zayıflatmış ve meşrutiyet yanlılarının
iktidarını pekiştirmesine yol açmıştır.
[51]
31 Mart Vakası’nın ardından İttihat ve Terakki’nin
gücü tamamen artmış ve Abdülhamid’in saltanatı
tartışmaya açılmıştır.
a. Meclis Kararı ve Tahttan İndirme
27 Nisan 1909’da toplanan Meclis, Abdülhamid’in
tahttan indirilmesini kararlaştırdı.
Bunun gerekçeleri arasında, meşrutiyet rejimine karşı
ayaklanmaya göz yumması ve devlet işlerini kötü
yönetmesi gösterildi.
Abdülhamid, 33 yıllık saltanatından sonra tahttan
indirilip, yerine V. Mehmed Reşad (Sultan
Mehmed V) getirildi.
Abdülhamid, tahttan indirildikten sonra Selanik’teki
Rumeli Ordu Komutanlığı’na götürülmek üzere
yola çıkarıldı, fakat yol üstünde İstanbul’a geri
çağrıldı.
b. Sürgün ve Hayatının Sonu
Tahttan indirilen padişah, İstanbul’da Çırağan
Sarayı’nda hapis hayatı yaşamaya başladı.
Burada 1918 yılına, yani vefatına kadar tutuldu.
Tahttan indirilmesi, Osmanlı’daki meşrutiyetçilerin
zaferi
olarak
görülse
de,
aynı
zamanda
[52]
imparatorluğun daha hızlı çözülme sürecinin de
başlangıcı oldu.
İç isyanlar, muhalif hareketler ve komplolar II.
Abdülhamid’in saltanatını zorlu ve karmaşık kıldı.
Padişah, devletin bekası için otoriter ve bazen sert
tedbirler aldı, ancak bu tedbirler hem iç muhalefeti
hem de dış baskıları artırdı. 31 Mart Vakası, onun
yönetimine olan güvenin sarsıldığı ve fiilen sonun
başlangıcı olan kritik bir dönüm noktasıydı.
Abdülhamid’in İttihatçılara Bakışı: “Evlatlarım
Ama…”
II. Abdülhamid, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin
doğuşunu başından itibaren izledi. Bu gençler çoğu
zaman devletin değişik kurumlarında okumuş, yurt
dışında bulunmuş, modern bilimin ve Avrupa'daki
siyasi akımların etkisinde kalmış kişilerdi. Bir kısmı
Meşrutiyet sevdalısıydı, bir kısmı ise saltanat
karşıtıydı. Ancak hepsini bir araya getiren ortak
nokta, Abdülhamid’in otoriter yönetimine ve
istibdat rejimine olan karşıtlıktı.
Abdülhamid, İttihat ve Terakki üyelerini “okumuş
ama heyecanlı ve aceleci gençler” olarak
nitelendiriyordu. Onlara karşı hem bir baba şefkati
hem de bir padişah kuşkusu taşıyordu. Bir yandan
onları anlamaya çalışıyor, diğer yandan saraya karşı
yürütülen gizli faaliyetlerden endişe ediyordu.
Nitekim birçok İttihatçı, Jön Türk geleneğinden gelen
[53]
kişilerdi; sürgünde, Fransa’da, Cenevre’de ve
Mısır’da örgütlenmişlerdi. Bu kişilerin yazdığı
gazeteler ve bildiriler İstanbul’a gizlice sokuluyor, el
altından dağıtılıyordu.
Abdülhamid onlarla doğrudan yüzleşmek yerine, zayıf
noktalarını tespit ederek etkisizleştirmeyi seçti. Ancak
bu strateji her zaman işe yaramadı. Cemiyet gizli
çalışıyor, hem askerî hem sivil bürokraside yandaşlar
kazanıyordu. Özellikle 3. Ordu’nun merkezi
Manastır, bu örgütün kalbi hâline gelmişti.
İttihatçıların Abdülhamid'i Neden Devirdiği?
İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin en büyük
motivasyonu, 1876’da ilan edilen ama 1878’de askıya
alınan Kanun-i Esasi’yi yeniden yürürlüğe koymak
ve Meşrutiyeti yeniden tesis etmekti. Onlara göre
Abdülhamid:
Halkı susturmuş, basını sansürlemişti.
Parlamentoyu feshetmişti.
Muhalif düşünceye tahammül etmiyordu.
Devleti bir kişi üzerinden yöneterek çürümeyi
hızlandırmıştı.
Bu genç idealistlere göre, çözüm anayasal düzendi.
Fransa’daki Üçüncü Cumhuriyet’in özgürlükçü havası
[54]
onları etkilemişti. Fakat burada önemli bir çelişki
vardı: Bu kişiler modernleşmeyi savunurken,
kendileri darbeci ve komplocu yöntemlere
başvuruyordu.
1908 Temmuz’unda Makedonya’daki askerî birlikler
ayaklandı. Talat, Cemal ve Enver gibi subaylar,
dağlara çıkıp Meşrutiyet için isyan çağrısı yaptılar.
Abdülhamid ise daha fazla kan dökülmesini istemedi
ve Kanun-i Esasi’yi tekrar yürürlüğe koydu, yani
II. Meşrutiyet ilan edildi. O an için sanki bir zafer
kazanılmış gibiydi ama aslında Pandora’nın kutusu
açılmıştı.
1908 Sonrası: Siyasi Kırılmanın Derinliği
1908 sonrası Osmanlı siyaseti, artık Abdülhamid’in
kontrolünden çıkmıştı. Meclis yeniden açıldı, siyasi
partiler kuruldu, fikir özgürlüğü geldi. Ama tüm bu
gelişmeler, beraberinde büyük bir kaosu da getirdi.
Herkes konuşuyordu, ama kimse uzlaşamıyordu.
Basın
alabildiğine
sertleşti.
Sosyalistlerden
İslamcılara kadar herkes meydanlara döküldü.
Cemaatler, etnik gruplar, azınlıklar kendi kimliklerini
daha da yüksek sesle talep etmeye başladı.
İttihatçılar kısa sürede, devleti yönetmenin
muhalefet etmekten daha zor olduğunu fark
ettiler. İçeride isyanlar, dışarıda savaşlar baş
göstermeye başladı. Meşrutiyetin vaadettiği refah bir
[55]
türlü gerçekleşmiyordu. Ekonomik kriz derinleşti,
ordu içindeki disiplin kayboldu.
1909’da patlak veren 31 Mart Vakası, aslında
Meşrutiyetin zayıflığını ve Abdülhamid’in hâlâ
toplum üzerinde etkisini gösterdi. Bu olay, Meşrutiyet
rejiminin sancılı doğumuydu. Ayaklanma bastırıldı
ama Abdülhamid bu süreçte tahttan indirildi.
İttihat ve Terakki’nin kendi padişahını devirmesi,
tarihte çok ender rastlanan bir kırılmadır.
İlericiler mi, Batı Hayranı Darbeciler mi?
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin tarihi bugünden
bakıldığında oldukça tartışmalıdır. Kimilerine göre
onlar:
Devleti çöküşten kurtarmaya çalışan ilericilerdi.
Modernleşmeyi, laikleşmeyi ve anayasal düzeni
savundular.
Eğitim ve kadın hakları gibi konularda reformist
idiler.
Ama aynı zamanda şunları da unutmamak gerekir:
Siyasi muhalifleri bastırdılar.
Basına yeniden sansür getirdiler.
[56]
1913 Bab-ı Âli Baskını ile yönetimi resmen darbeyle
ele geçirdiler.
Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı’na Osmanlı’yı
sürüklediler.
1915 Ermeni Tehciri gibi kararların altına imza attılar.
Abdülhamid’in en büyük hatası, belki de bu gençleri
tamamen karşısına almak yerine, onları kontrollü
biçimde
sisteme
entegre
etme
fırsatını
kullanmamasıydı. Ancak bu da kolay değildi; çünkü
bu iki anlayış birbirine taban tabana zıttı: Biri
gelenek, diğeri devrim; biri otorite, diğeri anayasa.
II. Abdülhamid ve İttihat ve Terakki arasındaki
mücadele, aslında Osmanlı’nın modernleşme
sancısının bir yansımasıdır. Gelenek ile değişim,
istikrar ile özgürlük, saray ile sokak arasında derin bir
yarılma yaşanmıştır. Bu kırılma, Cumhuriyet
dönemine giden yolun da taşlarını döşemiştir. Ancak
bu yolda hem Abdülhamid hem İttihatçılar, kendi
hatalarıyla tarihe yön vermiştir.
II. Abdülhamid’in Osmanlı tahtındaki yılları, bir
imparatorluğun yavaş yavaş çözülmeye başladığı ve
Batı’nın baskılarının yoğunlaştığı bir döneme denk
gelir. Bu dönemde karşısına çıkan en organize ve
etkili siyasi oluşumlardan biri şüphesiz İttihat ve
Terakki Cemiyeti (İTC) olmuştur. Bu bölümde,
Abdülhamid’in İttihatçılara bakışı, onların onu neden
[57]
devirdiği, 1908 sonrası yaşanan siyasi kırılma ve
İttihatçıların gerçekten ilerici mi yoksa Batı hayranı
darbeciler mi olduğu gibi sorulara derinlemesine
eğileceğiz.
Abdülhamid’in Onları Nasıl Gördüğü?
II. Abdülhamid, İttihat ve Terakki'yi devletin
bekasını tehdit eden bir yapı olarak görüyordu. Ona
göre bu oluşum, sadece genç ve heyecanlı
idealistlerden oluşan bir grup değil, dış güçlerin
oyununa gelmiş, Batılı değerlerle zehirlenmiş bir
klikti. Bu görüşünde haksız sayılmazdı: Cemiyetin
kurucu üyeleri arasında Fransa, İsviçre ve İngiltere
gibi ülkelerde eğitim görmüş, liberal ve pozitivist
fikirlerle yoğrulmuş kişiler vardı. Abdülhamid, bu
gençlerin “vatan” dedikleri şeyin gerçekte
Osmanlı’nın geleneksel yapısı değil, Batı'nın
şablonlarına uygun yeni bir düzen olduğunu çok net
bir şekilde kavramıştı.
Cemiyetin gizli çalışmaları, yabancı istihbarat
servisleriyle olan bazı bağları ve en önemlisi
Osmanlıcılığı değil, Türkçülüğü savunmaları,
padişah için alarm zillerinin çalmasına neden olmuştu.
Bu yüzden II. Abdülhamid, sadece fikirsel bir
mücadele yürütmedi; ajanlarıyla, istihbarat ağıyla,
sansürle ve tutuklamalarla İttihat ve Terakki’yi
sistemli biçimde bastırmaya çalıştı. Ama bu
mücadelenin sonunda, fikir tutuklanamadı.
[58]
İttihatçılar açısından Abdülhamid, “istibdatın
sembolü” idi. Onlara göre padişah, halkın iradesini
hiçe sayan, meşrutiyeti askıya alan, anayasal düzene
son veren bir otokrattı. Ancak mesele yalnızca politik
değildi. Ekonomik çöküş, toprak kayıpları, iç
isyanlar ve Avrupa’nın Osmanlı’yı bir “hasta adam”
gibi görmesi, genç subaylar ve aydınlar arasında
büyük bir öfke doğurmuştu.
İttihat ve Terakki’nin önemli bir hatası da buydu:
Abdülhamid’i bir kişi olarak değil, bir sistemin
temsili olarak görmeleri. Oysa Abdülhamid, Batı
karşısında her alanda çözüm üretmeye çalışan,
çağdaşlaşmayı kendi metoduyla ilerletmek isteyen bir
liderdi. İttihatçılar bu niyeti fark edemediler ya da
görmezden geldiler.
1908 yılında Meşrutiyet’in yeniden ilanıyla başlayan
süreç, onların politik üstünlüğü ele geçirmeleriyle
sonuçlandı. İttihatçılar için bu bir zaferdi ama aslında
Pandora’nın kutusunu açtıkları andı. Zira artık
sadece muhalefet değil, iktidarın gerçek sahibi
olmuşlardı ve bu güç onlara pahalıya patlayacaktı.
Meşrutiyet’in yeniden ilanı, Osmanlı’da yalnızca bir
anayasa dönüşünü değil, toplumun ruhsal yapısında
da büyük bir kırılmayı getirdi. Halk bir yandan
özgürlük şarkıları söylerken, diğer yandan düzenin
çöküşünün ayak seslerini duyuyordu. Devletin her
kurumu, adeta yeni düzene adapte olma sancısı
çekiyordu.
[59]
İttihat ve Terakki yönetimi, kısa sürede otoriterleşti.
Askeri gücü yoğun şekilde kullandılar, basını
sansürlediler,
muhalifleri
tutukladılar.
Yani
Abdülhamid’e yönelttikleri suçlamaların benzerini
onlar da iktidardayken yaptı.
1909’da II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi, belki
de Osmanlı siyasetinde yaşanmış en dramatik güç
değişimlerinden biridir. Sadece bir padişah
gitmemişti; aynı zamanda devletin dengeye dayalı
geleneksel idare sistemi de çökmüş, yerini genç,
aceleci ve dar bir kadronun yönetimine bırakmıştı.
İttihatçılar, tarih kitaplarında genellikle "ilerici",
"aydınlanmacı" ve "reformist" olarak anlatılır.
Gerçekten de içlerinde çok değerli idealistler, bilim ve
teknik düşkünleri, halkçılığı savunanlar vardı. Ancak
mesele, bu fikirlerin Osmanlı’nın o sosyopolitik
yapısına uygun olup olmadığıdır.
Zira her "ilerici" düşünce, her toplumda aynı etkiyi
yaratmaz. İttihatçılar, Batı’daki siyasi sistemleri örnek
alırken, Osmanlı'nın çok dinli, çok milletli, çok
kültürlü yapısını göz ardı ettiler. Bu nedenle
Balkanlar’da başlayan ayrılıkçılık dalgası, Arap
vilayetlerinde devam etti ve imparatorluk hızla
çözüldü.
Üstelik bu "ilerici kadro", demokrasi yerine bir tür
askerî vesayet rejimini tercih etti. Darbe yoluyla
iktidara geldiler, rakiplerini sindirdiler ve Tek Parti
[60]
benzeri bir yapı kurdular. Bu yüzden onları sadece
"aydınlar" olarak değil, aynı zamanda darbeyle gelen
devrimciler olarak da tanımlamak gerekir.
Bugün geriye dönüp baktığımızda, II. Abdülhamid’in
İttihat ve Terakki’ye yönelik korkularının birçoğu
gerçekleşmiştir. Cemiyet, ülkeyi modernleştirmek
adına yola çıktı ama sonuçta Osmanlı’yı Birinci
Dünya Savaşı'na sokarak büyük felaketlere
sürükledi. Balkanlar kaybedildi, milyonlarca insan
göç etti, Arap vilayetleri çözüldü ve son olarak
Osmanlı fiilen sona erdi.
Evet, Abdülhamid otokratikti. Ama onun otokrasisi,
yıkımı geciktiren bir çabaydı. İttihat ve Terakki ise
özgürlük adına yola çıktı ama istikrarsızlığı ve
dağılmayı hızlandırdı. Bu nedenle her iki taraf da
dönemin şartları içinde kendi doğrularıyla hareket etse
de, tarihin acı gerçeği şu oldu:
Bir imparatorluk, fikirlerle değil; denge, sabır ve
tarih
bilinciyle
ayakta
kalır.
Ne sadece baskıyla korunur, ne de sadece özgürlükle
büyür. Osmanlı, bu ikisinin arasında sıkışıp kaldı ve
sonunda kayboldu.
Yıldız Sarayı: Sadece Bir İkamet mi, Yoksa Bir
Sinir
Merkezi
mi?
Abdülhamid döneminde Yıldız Sarayı, sadece bir
padişahın evi değil, aynı zamanda bir gölge
hükümetin, alternatif istihbarat ağının ve psikolojik
[61]
savaşın merkeziydi. Dolmabahçe Sarayı gibi gösterişli
ve Avrupaî bir yapının aksine, Yıldız Sarayı daha
muhafazakâr, daha içe dönük ve daha güvenlik odaklı
bir yapıydı. Abdülhamid’in gözünde saray, onun
fiziksel koruma alanı değil; aynı zamanda
imparatorluğu algılarla yönetebileceği bir "üst akıl"
mekânıydı. Saraya gelen telgraflar, istihbarat
raporları, muhaliflerin izlenmeleri, basına sansür ve
dış ilişkilerle ilgili mikro yönlendirmeler hep burada
yapılırdı.
Yıldız Sarayı, görünmeyen bir yönetim aklının beyni
gibiydi.
Abdülhamid,
orada
sadece
tahtta
oturmuyordu; aynı zamanda Avrupa'nın nabzını tutan
bir editör, Arap dünyasında kimin halifeye bağlı
kalacağını planlayan bir stratejist, Balkanlardaki
Hristiyan azınlıklarla uğraşan bir kriz yöneticisi ve
hatta mason localarının gizli defterlerini analiz ettiren
bir karşı-istihbaratçiydi. Bu nedenle Yıldız Sarayı,
Osmanlı’nın son büyük istihbarat merkezi olarak da
okunabilir. Mabeyin Dairesi ve Mabeyinciler:
Abdülhamid
Kime
Güvendi?
Osmanlı’da padişahın iç çevresi, onun yönetim
tarzının aynasıydı. Mabeyin Dairesi, sarayın kalbi
gibiydi. Padişahın emirlerinin yazıya döküldüğü,
devlet adamlarının kabul edildiği ve dışarıya
sızmaması gereken bilgilerin havada uçuştuğu bu
dairede, Abdülhamid sadece sadakati değil, zekâyı da
gözetti. En çok güvendiği kişiler arasında Tahsin
Paşa, Müşir Osman Paşa, Arif Hikmet Paşa gibi
isimler vardı. Bu kişilerin ortak özelliği,
[62]
Abdülhamid’in sırlarını kimseyle paylaşmamaları,
politik söylemlerini sadece onunla sınırlı tutmalarıydı.
Mabeyinciler yalnızca birer bürokrat değildi; onlar,
aynı zamanda bir tür "fikir süzgeci" işlevi de
görüyordu.
Abdülhamid’in
kafasında
oluşan
düşüncelerin dışa yansımasında etkili olan, ama aynı
zamanda padişahı fazla uç fikirlerden uzak tutan bu
kişiler, hem danışman hem psikolojik filtre işlevi
görüyordu.
Entrikalar, Rüşvetler, İhbarlar: Yıldız'da Herkes
Herkesi
Gözlüyordu
mu?
Yıldız Sarayı’nın belki de en karanlık tarafı, sürekli
bir kuşku atmosferinin var olmasıydı. Herkesin
herkesi ihbar ettiği, mektupların açıldığı, gazetelerin
kesildiği, hatta saray içi notlaşmaların dahi şifreli
yapıldığı bir dönemdi. Abdülhamid, kendi içinde çok
iyi bildiği bir gerçekle hareket ediyordu:
“İmparatorluk, artık sadece kılıçla değil, bilgiyle
korunur.”
Bu nedenle, saray içerisinde kurulan muhbir ağı,
sadece dışarıya değil içeridekilere de gözdağı
veriyordu. Kendisine rakip olabileceğini düşündüğü
paşalar bir gece ansızın görevden alınıyor ya da
sürgüne gönderiliyordu. Bu durum, Yıldız’ı bir korku
merkezi hâline de getirmişti. Fakat Abdülhamid'e göre
bu korku, yıkılan imparatorluğun son çivisi
olmaktansa, ayakta tutan son sütunu olmalıydı.
[63]
Kadınlar, Harem ve Etki Alanları: Mit mi, Gerçek
mi?
Abdülhamid’in harem hayatı, Osmanlı tarih
yazımında en az tartışılan ama en fazla efsaneleşen
alanlardan biridir. Oysa ki Abdülhamid’in kadınlara
karşı özel bir zaafı olduğuna dair rivayetler
çoğunlukla abartılmıştır. Onun dönemi, daha çok
siyasetin kadınlar üzerinden değil, kadınların da
içinde bulunduğu bir psikolojik denge oyunuyla
şekillenmiştir.
Haremdeki kadınlar arasında, özellikle kendisine en
yakın olanlar, onun duygu dünyasına hitap edebilse
de, devlet işlerine doğrudan etkileri yok denecek
kadar azdı. Lakin, harem ağaları aracılığıyla dışarıya
bilgi sızdırılması ve bazı kadınların bu süreçte araç
hâline gelmesi, saray entrikalarının daha da görünmez
hâle gelmesine neden olmuştur. Abdülhamid için
harem, efsanelerdeki gibi şehvet dolu bir yerden çok,
kendi içine çekildiği ve güvenliğini sağladığı izole bir
dünyaydı.
Sarayda İstihbarat ve Şifreli Yazışmalar
Abdülhamid, istihbarat sistemini devletin temel
savunma mekanizması olarak görüyordu. Yıldız
Sarayı’nda görevli özel kalem personelleri
aracılığıyla,
şifreli
yazışmalar,
Avrupa
büyükelçiliklerinden gelen gizli notlar ve Arap
topraklarından alınan telgraflar özenle çözümlenir ve
bizzat padişaha sunulurdu. Padişahın bu sistemdeki en
[64]
büyük hedefi, olası bir darbeyi, isyanı ya da dış
müdahaleyi daha başlamadan öğrenmekti.
Sarayda kurulan bu istihbarat sistemi, modern
anlamda bir "devlet içinde devlet" gibiydi. Bir yanda
Hariciye Nezareti çalışırken, diğer yanda padişahın
bizzat oluşturduğu ağ çok daha etkili bilgiler
sağlıyordu. İşte bu yüzden birçok Osmanlı bürokratı,
devletin resmi kanallarından çok, padişaha doğrudan
rapor vermeyi tercih eder hâle gelmişti.
II. Abdülhamid ne Batı karşıtı bir “karanlık çağ”
hükümdarıydı, ne de Batı hayranı bir “aydınlanmacı.”
Onun modernleşme anlayışı, kontrollü, seçici ve
toplumun kültürel-dini dokusunu zedelemeyecek
biçimde bir ilerleme modeline dayanıyordu. Ona göre
Batı'dan alınacak şey teknoloji, bilim ve eğitim
metotlarıydı; ahlâkı, dini veya toplumsal yapısı değil.
Bu yaklaşım çerçevesinde:
Mekteb-i Hukuk, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane,
Mekteb-i Harbiye gibi kurumlardaki eğitim
programları
Batı’daki
benzerlerine
göre
modernleştirildi, ancak dinî içerikler ve Osmanlıcılık
vurgusu korunarak.
Telgraf, demiryolu, posta, telefon hatları, Batı’dan
transfer edilen teknolojik gelişmelerdi; bunlar halkın
yaşamını iyileştirmeli ama toplumu Batı'nın
“ahlâksızlık” dediği yapıya dönüştürmemeliydi.
[65]
Eğitimli ama sadık bireyler yetiştirilmeli, Batıcı ama
geleneklerinden kopuk kadrolar değil.
Onun zihninde modernleşme, devletin bekası için
gerekiyordu ama bunun "milli ve ahlakî sınırlar"
içinde olması elzemdi. Bu yüzden her açılan yeni
okul, hem fen hem din derslerini birlikte verir hâle
geldi. Hem bir tıp öğrencisi hem de Kur’an-ı Kerim’i
bilen bir Osmanlı aydını hayali buydu.
Abdülhamid’in sosyal politikalarında üç temel
ideolojik yönelim öne çıkar: Osmanlıcılık, İslamcılık
ve özellikle Panislamizm.
Osmanlıcılık, imparatorluğun çok milletli yapısının
korunmasına yönelikti: Arnavutlar, Ermeniler,
Yahudiler, Rumlar ve Araplar tek bir Osmanlı kimliği
altında birleşmeliydi.
Ancak 1876 sonrası yaşanan ayaklanmalar, bu
anlayışın hayal olduğunu gösterdi. 93 Harbi sonrası
Balkanlar’da yaşanan kopuşlar, Abdülhamid’in
yönünü İslamcılık fikrine çevirmesine neden oldu.
İslamcılık ise imparatorluktaki Müslüman unsurları
(Türkler, Araplar, Kürtler, Boşnaklar) bir arada
tutmanın yolu olarak düşünülüyordu.
Panislamizm ise bu yaklaşımın küresel ölçekteki
versiyonuydu. Abdülhamid, dünya üzerindeki tüm
Müslümanları halifelik etrafında birleştirme idealine
[66]
sahipti. Bu yüzden Hindistan’daki Müslümanlara
mektuplar gönderdi, Afrika’da İslam okulları açtırdı,
Rusya’daki Müslüman Türklerle ilişki kurmaya
çalıştı.
Ancak bu politikalar Batılı güçlerin tepkisini çekti.
İngilizler ve Fransızlar, sömürgelerindeki Müslüman
toplulukların
Abdülhamid’in
halifelik
propagandasıyla bilinçlendiğini fark ettiler ve onu
“İslamcı bir tehdit” olarak etiketlemeye başladılar.
II. Abdülhamid, yalnızca fiziksel altyapıyı değil,
toplumsal zihniyeti de şekillendirmek isteyen bir
liderdi. Bunu özellikle üç alanda gözlemleyebiliriz:
A) Eğitimde Ahlaklı Vatandaş Yetiştirme
Abdülhamid döneminde eğitim politikalarının temel
hedefi, “itaatkâr, ahlâklı, dindar ama bilgili”
bireyler yetiştirmekti. Okullarda din derslerinin
ağırlığı artırıldı. Öğretmenlerin kişisel yaşamları bile
denetlenir hâle geldi. Öğrencilere halifeye bağlılık
telkinleri yapılırdı. Lise ve üniversite düzeyinde
“devlet terbiyesi” dersi gibi ideolojik müfredatlar yer
aldı.
B) Basının Denetimi ve Yayıncılık
Sansür,
Abdülhamid’in
en
çok
eleştirilen
uygulamalarından biridir. Ancak o bunu yalnızca
baskı aracı değil, “kültürel filtrasyon” mekanizması
[67]
olarak görüyordu. Batı’dan gelen fikirlerin zararlı
yönlerini engellemek, faydalı yönlerini ise halka
uygun biçimde sunmak istiyordu. Bu nedenle:
Yabancı gazeteler sıkı sansürden geçerdi.
Osmanlıca yayınlar, genelde Osmanlıcılık, ahlâk,
halifelik ve sadakat temalarını işlerdi.
Çocuk dergileri, kadın mecmuaları dahi
Abdülhamid'in kültür politikası doğrultusunda
hazırlanırdı.
C) Ahlak Polisliği ve Toplumun Gözetimi
Kahvehaneler, meyhaneler, kıraathaneler düzenli
olarak denetlenir; kötü alışkanlıklar ve "ahlâk bozucu
unsurlar" engellenmeye çalışılırdı. Kadınların
sokaktaki varlığına dolaylı biçimde sınırlamalar
getirildi. Toplumun Batılılaşma adına yozlaşmasını
önlemek, Abdülhamid için hem dini hem de siyasi bir
görevdi.
II. Abdülhamid döneminde kadının toplumsal rolü,
Osmanlı geleneklerine uygun ama aynı zamanda
eğitimli bir birey olarak şekillendirilmek istenmiştir.
Nitekim:
Kız çocuklarının eğitimi için kız rüşdiyeleri
açılmıştır. Ancak bu okullar kadınları meslek sahibi
[68]
yapmaktan çok “iyi eş ve iyi anne” yetiştirmeyi
hedefler.
Aile yapısı “devletin temel direği” olarak korunur.
Boşanmalar azalmalı, evlilik teşvik edilmelidir.
Kadın dergileri, kadınların topluma katılımını değil,
ev içi rollerini kutsayan içerikler üretirdi.
Bu politikalarda Batı’daki feminist hareketlere karşı
bir tepki vardır. Abdülhamid için Batı'da “ahlâk
çöküntüsüne” yol açan şeylerden biri kadın-erkek
rollerinin tersine dönmesidir ve Osmanlı bu hataya
düşmemelidir.
II. Abdülhamid’in sosyal ve kültürel politikaları,
yüzünü tamamen Batı’ya dönen İttihatçılardan ya da
yüzünü tamamen içe çeviren fanatik çevrelerden farklı
olarak bir denge siyasetiydi. Onun ideali; Batı’nın
ilmini almak ama ahlâkını değil, Batı’nın teknolojisini
almak ama zihniyetini değil, Batı’nın gücünü almak
ama kimliğini değil şeklindeydi.
Bugünden bakıldığında bu yaklaşım ne tam anlamıyla
başarılı olmuş ne de tamamen başarısız sayılabilir.
Ancak şu çok açıktır: II. Abdülhamid, toplumu bir
anda değiştirmektense tedrici bir dönüşümü tercih
etmiş, kültürel sürekliliği bozmak istememiştir.
İttihat ve Terakki ile Mücadele: En Büyük
Hatalar?
[69]
II. Abdülhamid’in hükümdarlık yılları boyunca karşı
karşıya kaldığı en önemli siyasal meydan
okumalardan biri, hiç kuşkusuz İttihat ve Terakki
Cemiyeti olmuştur. Bu cemiyet, 19. yüzyılın
sonlarında
ortaya
çıkan,
başlangıçta
Genç
Osmanlıların etkisiyle şekillenen, sonrasında ise
Avrupa’daki pozitif bilim ve Fransız Devrimi’nden
ilham alan bir grup aydının önderliğinde gelişmiştir.
II. Abdülhamid, bu hareketin devletin varlığına ve
bütünlüğüne
yönelik
uzun
vadeli
tehditler
barındırdığını fark etmiş ve onların faaliyetlerini
bastırmak için geniş bir istihbarat ağı kurmuştur.
Ancak bu mücadelede sadece gizli cemiyet üyeleriyle
değil, aynı zamanda zamanla büyüyen bir ideolojiyle
savaşmak zorunda kalmıştır.
Abdülhamid’in Onları Nasıl Gördüğü
II. Abdülhamid için İttihatçılar yalnızca muhalif bir
grup değildi; onlar, devletin bekasını tehdit eden,
içerideki dini, mezhebi ve etnik çatışmaları
körükleyebilecek ölçüde sorumsuz bir kadrodan
ibaretti. Abdülhamid’in “devletin aklı” olduğu görüşü,
onun merkeziyetçi ve mutlakiyetçi yönetim
anlayışıyla örtüşüyordu. O, modernleşmenin ancak
güçlü bir merkezi idare ile mümkün olabileceğini
düşünüyordu. Bu nedenle Meşrutiyet fikrini
“denetimsiz özgürlük” olarak görmüş ve halkı temsil
ettiğini iddia eden grupların çoğunun Batı’nın
emellerine hizmet ettiğini savunmuştu.
[70]
İttihat ve Terakki mensuplarını çoğu zaman ‘devlet
terbiyesi görmemiş gençler’ olarak nitelendirmiş,
onların samimiyetten uzak, aceleci ve Batı’nın
hayranı olduklarını düşünmüştü. Onların özgürlük ve
anayasa taleplerinin arkasında, Osmanlı halklarının
bölünmesine ve gayrimüslim azınlıkların yabancı
devletlerin maşası haline gelmesine neden olacak bir
yıkıcılığın bulunduğunu hissediyordu.
Onların Abdülhamid’i Neden Devirdiği
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gözünde ise II.
Abdülhamid,
istibdat
rejiminin
temsilcisiydi.
Cemiyetin ilk kuşak liderleri olan İbrahim Temo,
Abdullah Cevdet, Ahmet Rıza ve başkaları için
Abdülhamid, Osmanlı’nın çöküşünü hızlandıran bir
otokrattı. Ona göre modernleşme ve ilerleme, ancak
bireysel hakların güvence altına alındığı, fikir
özgürlüğünün var olduğu anayasal bir düzenle
mümkündü. Dolayısıyla II. Meşrutiyet’in ilan
edilmesi ve Abdülhamid’in yetkilerinin sınırlanması,
bu aydınlara göre zaruri bir adımdı.
İttihatçılar, Abdülhamid’in baskıcı yönetimi yüzünden
bilim, eğitim ve ekonomi alanında ilerleyemediklerini
düşünüyorlardı. Hürriyetin ilanı, onların gözünde
sadece siyasi bir mesele değil; aynı zamanda Osmanlı
milletinin şahlanışıydı. Ancak zamanla Cemiyet’in
kendi içinde otoriter bir yapıya evrilmesi ve baskı
yöntemlerini miras alarak devam ettirmesi, onların
“ilerici” sıfatını tartışmalı hale getirdi.
[71]
1908 Sonrası Siyasi Kırılma
1908’de II. Meşrutiyet’in yeniden ilan edilmesiyle
birlikte II. Abdülhamid, anayasal düzene resmen
boyun eğmiş görünse de, gerçekte iktidarın tamamen
elinden alındığını anlamıştı. Bu dönem, Osmanlı
siyasetinde keskin bir kırılmaya işaret eder.
Abdülhamid artık sembolik bir figür haline gelmişti.
İttihat ve Terakki Cemiyeti, ordu içindeki desteği
sayesinde adeta gölge hükümet gibi hareket etmeye
başlamıştı.
Bu yeni dönemde yapılan bazı yanlışlar, İttihatçıların
öngördüğü ilerleme ideallerinin kısa sürede
otoriterliğe ve hatta maceracılığa dönüşmesine sebep
oldu.
Balkan
savaşlarındaki
fiyasko,
Arap
coğrafyasındaki hoşnutsuzluklar ve Türkçülüğe kayan
ideolojik yönelimler, Osmanlı toplumunun çok dinli
ve çok etnisiteli yapısını zedeledi. II. Abdülhamid’in
bu yapıyı korumak için yıllarca uyguladığı denge
politikalarının yerini, tepeden inme reformlar aldı. Bu
da toplumsal ayrışmayı hızlandırdı.
"İlericiler mi Yoksa Batı Hayranı Darbeciler mi?"
İttihat ve Terakki’nin gerçek karakteri tarihçiler
arasında hâlâ tartışmalıdır. Bir kesim onları ilerici,
halkın temsilcisi ve anayasal düzenin savunucusu
olarak görürken; diğer bir kesim ise onları darbeci,
askerî vesayet yanlısı ve Batı’ya hayranlık duyan bir
seçkinler kulübü olarak değerlendirir. II. Abdülhamid,
[72]
onları hiçbir zaman halkın içinden gelen bir hareket
olarak görmedi. Ona göre İttihatçılar, halkla bağlarını
koparmış, Batı’dan tercüme edilmiş fikirleri
Osmanlı’ya dayatmaya çalışan kişilerdir.
Öte yandan, bazı tarihçiler Abdülhamid’in de, eğer
daha erken bir reformcu adım atmış olsaydı, belki de
bu genç muhalif hareketin radikalleşmeyeceğini ve
devletin daha istikrarlı bir biçimde anayasal rejime
geçeceğini savunur. Bu açıdan bakıldığında, hem II.
Abdülhamid’in merkeziyetçi direnişi hem de
İttihatçıların radikal yöntemleri, Osmanlı’nın sonunu
hazırlayan kutuplar olarak değerlendirilebilir.
Sonuç olarak, bu mücadele Osmanlı Devleti’nin son
büyük iç hesaplaşmasıdır. İki taraf da devletin
geleceği için hareket ettiğine inanmış, fakat birbirini
anlamaya hiç yanaşmamıştır. II. Abdülhamid için bu
mücadele, hem tahtının hem de fikirlerinin yitip gittiği
bir çöküştür. İttihatçılar içinse bu, halk adına
kazanılmış bir zafer değil; yıkımı hızlandıran bir
yanlış yönelişin başlangıcıdır.
Modernleşme mi Muhafazakârlık mı: Gerçekten
Geri Kaldık mı?
II. Abdülhamid dönemi, Osmanlı tarihinin en çelişkili
ama bir o kadar da belirleyici dönemlerinden biridir.
Bu çelişkinin en temel kaynaklarından biri ise, onun
hem bir modernleşme öncüsü hem de muhafazakâr
[73]
bir padişah olarak aynı anda değerlendirilmesidir. Bu
bölümde şu temel sorunun peşine düşüyoruz:
Osmanlı gerçekten modernleşme trenini kaçırdı mı?
Yoksa Abdülhamid bilinçli bir tercihle Batı’nın
sömürgeci modernliğine karşı kendine özgü bir denge
politikası mı kurdu?
Abdülhamid
Padişahı
ve
Maarif
Devrimi:
Okulların
II. Abdülhamid’in eğitim alanında gerçekleştirdiği
reformlar Osmanlı tarihinde benzersizdir. Kendisi
döneminde yaklaşık 35 bin yeni okul açılmış,
rüşdiye (ortaokul), idadi (lise), darülfünun
(üniversite), kız okulları, meslek okulları ve askeri
okullar yaygınlaştırılmıştır.
1869’da yürürlüğe giren Maarif-i Umumiye
Nizamnamesi, Abdülhamid tarafından güçlü biçimde
uygulanmaya başlanmıştır.
Köylere kadar uzanan sıbyan mektepleri ve İslam
dünyasında örnek teşkil eden kız okulları, onun
eğitimdeki vizyonunu ortaya koyar.
Darülmuallimin ve Darülmuallimat gibi öğretmen
yetiştirme kurumları, kadınların eğitimine kapı
açmıştır.
[74]
Abdülhamid’in eğitimdeki amacı sadece modern
bilgileri öğretmek değil, aynı zamanda devlete ve dine
bağlı, sadık bireyler yetiştirmekti. Bu, onun
Panislamizm politikasıyla da uyumluydu. Ancak
burada bir gerilim ortaya çıkar:
Modern bilim ve eleştirel düşünce, dini gelenekle
çelişirse
ne
olur?
Abdülhamid, bu çelişkiyi sansür ve ideolojik
yönlendirme ile çözmeye çalıştı. Yani modern
okulları açtı ama içeriği kontrol etmeyi ihmal etmedi.
İletişim ve Ulaşım Devrimi: Telgraf, Demiryolu,
Harita
II. Abdülhamid, teknolojinin gücünü çok iyi anlamış
bir liderdi. İmparatorluk coğrafyasına dağılmış farklı
etnik, mezhebi ve kültürel grupları bir arada tutmanın
yolunun iletişim ve ulaşım olduğunu kavramıştı.
Telgraf hatları, Osmanlı’nın uzak köşelerini birbirine
bağladı. O, neredeyse her gün telgraf üzerinden gelen
haberlerle imparatorluğu takip ediyordu.
Demiryolları, sadece taşımacılık için değil, aynı
zamanda siyasi ve askerî denetim için de stratejik
öneme sahipti.
Hicaz Demiryolu, İslam dünyasını birleştirme
idealinin somut bir göstergesiydi. Mekke’ye kadar
uzanması planlanan bu hat, aynı zamanda Avrupa'ya
[75]
karşı “müslüman dünyayı tek bir rota üzerinden
birleştirme” projesiydi.
Harita yapımı ve coğrafi bilgi sistemlerinin
toplanması, Abdülhamid’in istihbarat ve denetim
arzusu ile doğrudan bağlantılıydı. Bu nedenle,
padişahın
kişisel
arşivinde
binlerce
harita
bulunuyordu.
Panislamizm ve Modernleşmenin Gerilimi
Abdülhamid’in en
büyük ideolojik
projesi
Panislamizmdi: yani tüm Müslümanları Osmanlı
halifeliği altında birleştirmek. Ancak bu ideal,
modernleşmenin evrensel ve seküler değerleriyle
çelişiyordu.
Batı, ulus-devlet ve seküler
modernleşmeyi savunurken;
eğitim
temelli
Abdülhamid, ümmet temelli, İslam şeriatına dayalı bir
toplumsal düzen kurmak istiyordu.
Bu noktada sormak gerekir:
Modernleşme
illa
Batılılaşma
mıydı?
Yoksa Abdülhamid alternatif bir modernlik inşa
etmeye mi çalıştı?
Bu soru hâlâ akademik çevrelerde tartışılmaktadır.
Kimilerine göre, Abdülhamid İslam'la barışık bir
[76]
modernlik kurguladı. Kimilerine göre ise bu bir
yanılsamaydı; çünkü modernlik, dinin özel alana
çekildiği bir zihniyet devrimidir. Abdülhamid bunu
hiçbir zaman istemedi.
Geri Kaldık mı? Yoksa Korunduk mu?
Ondokuzuncu yüzyıl sonu, Batı’nın emperyalist
baskıları, teknolojik atılımları ve ideolojik ihracatıyla
şekilleniyordu. Bu dönemde birçok Doğu toplumu
gibi Osmanlı da şu ikilemle karşı karşıyaydı:
Modernleşerek hayatta kalmak mı?
Gelenekleri koruyarak özgünlüğü sürdürmek mi?
Abdülhamid’in
tercihi
şuydu:
Batı'nın tekniğini al, ama ahlakını alma.
Yani tren yolu kur, fabrika aç, ama toplumu
bireyselleştirme. Üniversite aç, ama pozitivist
düşünceyi yayma.
Bu politikalar bazılarına göre Osmanlı’yı yavaşlattı.
Bazılarına göre ise Batı sömürüsüne karşı direnişin
temellerini attı. Ancak net olan bir şey var:
Abdülhamid, imparatorluğun iç dinamiklerini
parçalayacak kültürel bir dönüşümden kaçındı. Belki
bu yüzden Batı’ya “geri kalmış” gibi göründü; ama
halkın gözünde o bir “koruyucu” oldu.
[77]
Abdülhamid’in Zihnindeki Gelecek: Ne Tür Bir
Osmanlı?
Abdülhamid’in hayalindeki Osmanlı, hilafet merkezli,
teknolojik açıdan güçlü, ama ruhen ve zihnen İslam’a
bağlı bir imparatorluktu. O, Batı’nın özgürlükçü
değerlerini tehlikeli, yozlaştırıcı ve yıkıcı buluyordu.
Bu yüzden siyasi özgürlükler yerine istibdat, yani
sıkı
yönetim
ve
kontrolü
tercih
etti.
Bu yüzden laik hukuk yerine şeri hukuku savundu.
Bu yüzden milliyetçilik yerine ümmetçiliği
benimsedi.
Yani onun zihninde bir “Batılılaşma” değil, bir İslam
merkezli modernleşme vardı.
Geri Kalmadık, Kendi Yolumuzu Aradık
II. Abdülhamid dönemi, ne tam anlamıyla bir ilerleme
çağıdır, ne de mutlak bir gerileme dönemi. Aslında bu
dönem, Osmanlı'nın kendine özgü bir yol aradığı,
modernlikle geleneğin iç içe geçtiği sancılı bir geçiş
sürecidir.
Eğer Batılı kriterlerle bakarsak, evet geri kaldık
diyebiliriz.
Ama eğer bağımsızlık, kimlik, kültür ve inanç
değerleriyle bakarsak, belki de Abdülhamid’in
yaptığı en doğru şey, o trenin kaçmasına izin
vermekti.
[78]
Çünkü o tren, her yolcusuna Batılı gibi düşünmeyi
şart koşuyordu.
Eğitimde Sessiz Bir Devrim: Maarif Politikaları
II. Abdülhamid devri, eğitim açısından bir kırılma
noktasıdır. Genelde sansür ve istibdat rejimiyle anılan
bu dönem, aslında Osmanlı eğitim tarihinde köklü bir
reform
dönemidir.
Abdülhamid,
Osmanlı’nın
geleceğini eğitimli bir nesilde görüyordu. Bu inancını,
şu sözleriyle ifade ettiği aktarılır:
“Devlet, cehaletle değil, maarifle ayakta durur.”
Abdülhamid döneminde açılan idadiler (lise düzeyi),
rüştiyeler (ortaokul düzeyi), sultaniyeler ve
darülmualliminler (öğretmen okulları) ile taşrada dahi
ciddi bir eğitim seferberliği başlatılmıştır. 1900
yılında kurulan Darülfünun (bugünkü İstanbul
Üniversitesi), onun bu idealinin zirveye çıktığı andır.
Ayrıca Abdülhamid, kız çocuklarının eğitimi
konusunda da dikkat çekici bir adım atmıştır. 1879
yılında İnas Sanayi Mektebi (Kız Teknik Okulu)
açılarak, kadınların iş hayatına katılımının önü
açılmaya çalışılmıştır. Bu adım, Batılı anlamda
modernleşmenin çekirdeği olmasa bile Osmanlı
zihniyeti içinde büyük bir devrimdir.
Teknolojik Atılım: Telgraf ve Demiryolu Hattı
[79]
Bir başka dikkat çeken konu ise teknik altyapıdır. II.
Abdülhamid, imparatorluk topraklarının merkezle
bağlantısını güçlendirmek için demiryolu ve telgraf
ağlarını
yaygınlaştırmıştır.
Özellikle
Hicaz
Demiryolu, sadece bir ulaşım projesi değil,
Panislamist ideolojinin de bir sembolüdür.
Telgraf
hatları
da
devletin
reflekslerini
hızlandırmıştır. Sultan’ın Yıldız Sarayı’nda anlık
gelişmeleri öğrenebildiği telgraf sistemi, iç
güvenlikten dış politikaya kadar birçok alanda etkili
bir yönetim aracı olmuştur.
Ancak bu teknolojik ilerleme, Abdülhamid’in
merkeziyetçi yapısına da hizmet etmiştir. Telgraf ve
demiryolları, sadece ilerlemenin değil aynı zamanda
istihbaratın, kontrolün ve sansürün de aracı hâline
gelmiştir. Bu yönüyle modernleşme ile otoriter
yönetim iç içe geçmiştir.
Panislamizm: İdeolojik Koruma Kalkanı mı,
Gericilik mi?
Abdülhamid’in en dikkat çekici politikalarından biri,
Panislamizm’dir. Bu ideoloji, imparatorluğun farklı
milletlerini ortak bir din çatısı altında birleştirme
hedefi taşır. Batı'nın milliyetçiliğe karşı İslam birliği
ile karşılık verilmek istenmiştir.
[80]
Sultan, kendisini sadece Osmanlı padişahı olarak
değil, aynı zamanda Halife-i Rûy-ı Zemin
(Yeryüzünün
Halifesi)
olarak
görüyordu.
Hindistan’dan Endonezya’ya kadar geniş bir
coğrafyada halifeliğini tanıtmak için telgraflar
gönderiyor, İslam dünyasını Osmanlı etrafında
toplamak istiyordu.
Ancak bu yaklaşım, içerideki gayrimüslim tebaanın
tepkisini çektiği gibi, Batılılaşma isteyen elit sınıflar
tarafından da “gericilik” olarak görülmüştür. Zira
Panislamizm, sekülerleşme ve milliyetçilik karşıtı bir
ideolojiydi. Bu yönüyle modernleşmeyle çatışıyordu.
Geri Kaldık mı, Korunduk mu?
Bugünün gözlüğünden bakıldığında II. Abdülhamid
dönemi, modernleşme treninin kaçırıldığı bir dönem
gibi gösterilir. Ancak bu, eksik bir bakış açısıdır. Zira
Sultan, Batı’nın ilerleme araçlarını (eğitim, teknoloji,
ulaşım) benimsemiş, ama onun değer sistemine
(sekülerizm,
bireycilik,
liberalizm)
mesafeli
durmuştur.
Bu durumda sormamız gereken soru şudur: Geri mi
kaldık, yoksa yıkılmakta olan bir dünyayı korumaya
mı çalıştık?
II. Abdülhamid’in Batı karşısındaki temkinli tavrı,
yalnızca ideolojik bir duruş değil, aynı zamanda
jeopolitik bir savunma refleksidir. Çünkü
[81]
Osmanlı'nın Batı'yla olan her teması, ya bir toprak
kaybı ya da siyasi bir tavizle sonuçlanıyordu.
Dolayısıyla onun modernleşmeyi seçici biçimde
uygulaması, bazı tarihçilerin de söylediği gibi bir
"frenli ilerleme" politikasıydı.
Abdülhamid’in Zihnindeki Osmanlı Portresi
Abdülhamid’in aklındaki ideal Osmanlı toplumu;
Batı’nın teknik ilerlemesini kullanabilen ama
doğunun maneviyatını terk etmeyen, halifesine bağlı
ama fikir üretmeye açık, merkezî idareye itaat eden
ama vatanperver bireylerden oluşuyordu.
Bu, bir bakıma ütopyaydı. Çünkü dönemin
dinamikleri, milliyetçilikle parçalanmayı kaçınılmaz
kılıyor, Batı'nın değerleri ise sadece teknolojiyle değil
kültürel hegemonya ile de yayılıyordu.
Sonuç olarak II. Abdülhamid’in modernleşme
politikası, tam anlamıyla bir "arada kalmışlık"
örneğidir: Ne tam bir Batılılaşma ne de tamamen
geleneksel bir yönetim... Bu arada kalmışlık,
imparatorluğun hem en uzun ömürlü direnişine hem
de en sancılı çöküşüne sahne olmuştur.
[82]
Panislamizm’in Modernleşmeyle Çelişen Yanları
II. Abdülhamid’in en karakteristik ideolojik
duruşlarından biri kuşkusuz Panislamizmdir. Bu
ideolojik strateji, onun gözünde yalnızca bir dinî birlik
idealinden ibaret değildi; aynı zamanda emperyalizme
karşı hem iç hem dış cephede bir savunma
mekanizmasıydı. Ne var ki bu yaklaşımın, dönemin
Batı merkezli modernleşme süreçleriyle çelişen, hatta
zaman zaman frenleyici etkiye sahip yanları da vardı.
Bu bölümde Panislamizm'in modernleşme idealiyle
olan gerilimini ve sonuçlarını ayrıntılı biçimde ele
alıyoruz.
Panislamizm’in Tanımı ve Abdülhamid Yorumu
Panislamizm yani İslam Birliği düşüncesi, II.
Abdülhamid döneminin dış politikadaki ana
eksenlerinden biri olmuştur. Onun için İslam
dünyasının halifesi olarak Osmanlı sultanının siyasi
gücü yalnızca sınırlarla değil, inançla da ölçülmeliydi.
Ancak bu yaklaşım, modernleşme süreciyle derin bir
çatışma içerisindeydi.
Panislamizm'in birleştirici gücü Batı emperyalizmine
karşı bir kalkandır; fakat bu kalkan aynı zamanda çok
dinli, çok etnili Osmanlı tebaası içinde ayrışmalara da
neden olmuştur. Zira Müslüman olmayan unsurlar bu
politikadan dışlanmış hissetmiş ve zamanla kendi
milliyetçi reflekslerine sarılmışlardır.
[83]
Öte yandan, modernleşmenin laikleşmeyle birlikte
anlaşıldığı Avrupa karşısında, Panislamizm dış
politikada Müslümanları birleştirici bir ideoloji gibi
görünse de içerideki gayrimüslim nüfusla olan ilişkiyi
zorlaştırmıştır. Tanzimat sonrası “Osmanlıcılık”
fikrinden bir sapma olarak görülen bu eğilim, devletin
“ümmet” kavramı etrafında yeniden şekillenmesine
neden olmuştur. Bu ise Batı’nın istediği “seküler
hukuk devleti” modelinden oldukça uzakta bir
görüntü çizmiştir.
Panislamizm, İslam dünyasındaki bütün Müslüman
halkların siyasi, kültürel ve dini bakımdan bir araya
getirilmesini öngören bir ideolojiydi. Ancak II.
Abdülhamid bunu yalnızca bir hayal değil, aynı
zamanda pratik bir siyaset olarak uygulamaya koydu.
Halifeliği
etkin
biçimde
kullandı;
sadece
Osmanlı’daki Müslümanlara değil, Hindistan’dan
Cezayir’e, Endonezya’dan Fas’a kadar geniş bir
coğrafyada Müslüman topluluklara hitap etti.
Bu bağlamda, hilafetin Osmanlı hanedanı üzerinden
temsil edilmesi, İslam dünyasında Osmanlı’ya sadakat
oluşturmak için bir araçtı. Abdülhamid, Batılı
devletlerin sömürgelerinde yaşayan Müslüman
halkların gözünde bir lider, bir "İslam Sultanı" imajı
yaratmayı
başardı.
İngilizler
Hindistan’daki
Müslüman halkları kontrol ederken sürekli
Abdülhamid’in etkisinden şikâyet ediyor, onun
çağrılarına kulak verenlerin cezalandırılması için
çeşitli yollara başvuruyordu.
[84]
Panislamizm’in Eğitim ve Bilim Politikalarına
Etkisi
Ancak Panislamizm’in beraberinde getirdiği dini
ağırlıklı bakış açısı, özellikle eğitim reformlarının
niteliğini etkiledi. Abdülhamid döneminde her ne
kadar yeni eğitim kurumları açıldıysa da, bu
kurumların müfredatlarında İslamî unsurların ağırlığı
oldukça fazlaydı. Bu, pozitivist Batılı bilim
anlayışıyla bir gerilim yaratıyordu.
Örneğin, medreseler yeniden düzenlense de, Batı’daki
üniversite modelinden hâlâ çok uzaktaydılar.
Batı’daki gibi özgür düşünce, sorgulama ve eleştiri
temelinde değil; itaat, taklit ve aktarma üzerine kurulu
bir anlayış hakimdi. Bu da Osmanlı toplumunun
entelektüel dönüşümünü kısıtlıyordu.
Siyasal Modernleşme ile Panislamizm’in Gerilimi
Panislamizm ideolojisi, milliyetçiliğin yükseldiği 19.
yüzyıl sonlarında, Osmanlı'yı bir arada tutmak için
umut verici bir strateji gibi görünse de, özellikle
gayrimüslim unsurlarla ilişkileri daha da gerdi.
Hristiyan unsurlar bu politikayı bir dışlama olarak
algıladılar. Zira “ümmet” merkezli bir birlik fikri,
ulus-devlet arayışında olan Arap, Ermeni, Rum ya da
Sırp gibi halklar için cazip değildi.
Ayrıca Panislamizm, Batılı ülkelerde İslam’a karşı var
olan önyargıları besledi. Avrupalı gazetelerde
[85]
Abdülhamid çoğu zaman “Kızıl Sultan” olarak anıldı;
Panislamizm ise Batı’da bir tehdit olarak kodlandı. Bu
durum Osmanlı’nın Batı ile olan diplomatik
ilişkilerini de karmaşıklaştırdı. Batı'yla ticaret,
teknoloji transferi ve askeri iş birlikleri yapılırken;
aynı anda Batı karşıtı İslamcı propaganda yürütülmesi
ciddi bir ikilem yaratıyordu.
Basın ve Sansür
Panislamist bakış açısı, basın üzerinde uygulanan
sansürün
de
ideolojik
temelini
oluşturdu.
Abdülhamid, Müslüman halkların birlik içinde
kalmasını sağlamak için bilgi akışını kontrol altına
almaya çalıştı. Yabancı basın eserleri sınırlı
çevrilebildi. Bu nedenle birçok Batı klasiği, Osmanlı
entelektüel hayatına ancak geç dönemlerde girebildi.
Aydınlar, bilimsel gelişmeleri takip etmekte
zorlandılar ve bu durum Osmanlı’da düşünsel
modernleşmeyi engelledi.
Yurt Dışındaki İslamcı Hareketlerle Temas
Öte yandan Panislamist yaklaşım, Abdülhamid’i yurt
dışındaki bazı İslamcı hareketlerle temasa geçmeye
itti. Hindistan'daki Deobandi hareketi, Mısır’daki
Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh gibi
isimlerle kurulan ilişkiler; Panislamizmin küresel
ölçekte bir karşılık bulma arzusunu gösteriyordu.
Fakat bu isimlerin çoğu zaman daha liberal ya da
reformist eğilimleri, Abdülhamid’in merkezî İslam
[86]
anlayışıyla çelişiyordu. Özellikle Afgani ile ilişkiler
giderek soğudu.
Neticede: Birleşme mi, İzolasyon mu?
Sonuç olarak, Panislamizm ideolojisi kısa vadede
Osmanlı’daki Müslüman nüfusu mobilize etmiş,
özellikle Hac organizasyonu, halifelik sembolleri ve
İslam dayanışması üzerinden bir meşruiyet alanı
yaratmıştır. Ancak bu ideoloji, uzun vadede
Osmanlı’yı modern siyasal ve kültürel gelişmelerden
kısmen izole etmiştir.
Modernleşme, Batılılaşma ve sekülerleşme gibi
süreçlerle uyumlu olmayan bu çizgi, devletin kendi
içindeki farklı unsurlarıyla da çelişmiştir. Dolayısıyla
Panislamizm, Osmanlı’nın son döneminde hem
birleştirici hem de ayrıştırıcı bir unsur olarak tarihe
geçmiştir.
İşte belki de II. Abdülhamid dönemine dair en büyük
tartışma bu soruda düğümlenir: Osmanlı gerçekten
geri mi kaldı, yoksa çağın tehlikelerinden kendini
bilinçli olarak mı korumaya çalıştı?
Birçok
tarihçi,
Abdülhamid’in
politikalarını
modernliğe karşı bir reaksiyon olarak değil, onun
kendi anlayışı doğrultusunda seçilmiş bir yol haritası
olarak okur. Bu anlayışa göre Abdülhamid, Batı'nın
askeri ve teknolojik üstünlüğünü fark etmişti ama
Batı'nın ahlaki yozlaşmasından uzak durmak istemişti.
[87]
Eğitimde Batı bilimine yönelmiş, ancak kültürel
değerlerde geleneksel yapıyı muhafaza etmiştir.
Bu denge politikası, kısa vadede hem Batı hem de
içerideki reformist çevrelerce “gericilik” olarak
damgalanmıştır.
Oysa
bugün
bakıldığında,
Abdülhamid’in yaptığı şey bir anlamda ‘filtreli
modernleşme’ idi. Telgrafı, demiryolunu, haritayı,
matbaayı ve üniversiteyi memnuniyetle kabul
ederken; Batı’nın laikleşme, bireycileşme, kadınerkek eşitliği gibi toplumsal kodlarını sorgulamıştı.
Ona göre bir imparatorluk bu kadar hızlı
dönüşemezdi.
Ancak bu ihtiyatlı modernleşme politikası, 20.
yüzyılın hızına ayak uydurmakta zorlandı. Avrupa
orduları sanayileşmenin nimetlerinden faydalanırken
Osmanlı ordusu hâlâ bütçesiz, ekipmansız ve askeri
düşünce açısından reformdan yoksundu. Eğitim
sistemi yaygınlaştı ama hâlâ Batı’daki gibi bilimsel
devrimler yaratacak bir zihinsel özgürlük ortamı
oluşturulamamıştı.
Sonuç olarak; Osmanlı bir yandan Abdülhamid
sayesinde ayakta kalabildi, ama diğer yandan bu
temkinli yaklaşım yüzünden birçok yeniliği de
zamanında gerçekleştiremedi.
Abdülhamid’in Zihnindeki İdeal Osmanlı Portresi
Peki Sultan’ın aklındaki ideal Osmanlı nasıldı?
[88]
Bu portreyi anlamak için onun uygulamalarına değil,
en çok yasakladıklarına bakmak gerekir. Zira
yasakladığı yayınlar, düşünceler ve akımlar onun “ne
olmasını istemediğini”, dolayısıyla “ne olması
gerektiğini” gösterir. Fransızca gazetelere konulan
sansür, milliyetçilik içerikli romanlara getirilen
yasaklar,
pozitivist
düşünürlerin
kitaplarının
toplatılması… Bunların hepsi Abdülhamid’in bir tür
“korumacı entelektüel” anlayış içinde olduğunu
ortaya koyar.
O, Osmanlı’nın kurtuluşunu Batı’ya benzemekte
değil, kendi öz gücünü keşfetmekte görüyordu. Bu
güç ise İslam’ın birleştirici öğretileri, hilafet
makamının otoritesi ve geleneksel toplum yapısının
istikrarından geçiyordu. Modernleşmeyi; askerî
teknoloji, iletişim ve sağlık gibi alanlarda
desteklerken; toplumsal değişimi, kadın haklarını,
ifade özgürlüğünü ve çoğulculuğu tehlikeli buluyordu.
Bu,
bugünün
perspektifinden
bakıldığında
“muhafazakâr bir modernleşme” modelidir. Belki
Japonya benzeri bir kalkınma örneği hedefleniyordu
ama aynı başarı sağlanamadı. Çünkü Osmanlı
İmparatorluğu içindeki etnik, dini ve sınıfsal ayrımlar
çok daha karmaşıktı.
I. Abdülhamid döneminde Osmanlı Devleti sadece
fiziki olarak değil; bir “anlam haritası” olarak da
yeniden inşa edilmeye çalışıldı. Bu çabanın
merkezinde Panislamizm (İslam birliği) düşüncesi
[89]
yer aldı. Ancak aynı zamanda Panosmanizm
(Osmanlıcılık) ve Turancılık gibi başka eğilimler de
yavaş yavaş görünürlük kazandı. Bu bölümde,
Abdülhamid’in hangi ideolojik çizgiyi benimsediğini,
bu tercihin ne tür sonuçlar doğurduğunu ve bu mirasın
bugün hâlâ neden tartışıldığını çok boyutlu olarak
inceleyeceğiz.
Panislamizm: Hilafet Siyaseti Üzerinden Bir
İmparatorluğu Tutma Çabası
Abdülhamid, Osmanlı’nın “çok uluslu” yapısının
içten içe çatırdadığını çok iyi görüyordu. Balkanlar’da
Sırp, Bulgar, Yunan milliyetçiliği kıvılcım kıvılcım
ilerlerken, Arap yarımadasında da kimlik soruları
yükseliyordu.
Batılılaşma
akımları,
Fransız
devriminin milliyetçilik düşüncesiyle birleştiğinde
imparatorluk için en büyük tehdidi oluşturuyordu:
Parçalanma.
İşte tam da bu nedenle, II. Abdülhamid "ümmet"
kavramını Osmanlı siyasetinin merkezine taşıdı.
Panislamizm, yani İslam dünyasını bir halife
etrafında birleştirme ideali, sadece dinî bir inanç
değil; politik bir tutunma biçimi hâline geldi.
Halifelik vurgusu her diplomatik adımda ön
plandaydı. 93 Harbi sonrası kaybedilen Balkan
toprakları yerine, Arap vilayetleriyle, Kuzey
Afrika’daki Müslümanlarla bağ kurma yolları arandı.
[90]
Hindistan’daki Müslümanlar, Çin’deki Uygurlar, Orta
Asya’daki halklar, Afrika’nın iç bölgeleri: Her yere
telgraflar, davetler, hediyeler, elçiler gitti. Halifenin
adı hutbelerde okunmaya başlandı.
Dârü’l-Hilâfe kimliğinin güçlendirilmesi adına
İstanbul, dünya Müslümanlarının başkenti gibi
sunulmaya çalışıldı. Yıldız Sarayı, bu anlamda bir
"hilafet karargâhı" işlevi görüyordu.
Panislamizm’in bu dönemde hem bir dayanışma
ruhu, hem de Batı emperyalizmine karşı manevî bir
direnç stratejisi olarak yükseldiğini söyleyebiliriz.
Panosmanizm:
müydü?
Eşit
Vatandaşlık
Mümkün
Panislamizm öncesi dönemde, özellikle Tanzimat ve
Islahat Fermanları zamanında öne çıkan ideoloji
Osmanlıcılıktı (Panosmanizm). Yani din, etnisite ve
mezhep farkı gözetmeden, bütün Osmanlı tebaasının
eşit kabul edildiği, ortak bir “vatandaşlık bilinci”
oluşturma düşüncesi.
II. Abdülhamid’in başa geçişinden sonra, bu fikir
ikinci plana atıldı. Çünkü 1860’lardan itibaren
Balkanlarda çıkan isyanlar, Osmanlıcılığın idealde
kaldığını, pratikte işe yaramadığını gösterdi.
Abdülhamid’in gözünde artık “Osmanlılık” değil;
İslamî birlik öncelikliydi. Çünkü:
[91]
Gayrimüslimler dış destek alarak kopuyorlardı.
Etnik temelli isyanlar arttıkça, ortak Osmanlı kimliği
daha da zayıflıyordu.
Devletin idari merkezlerinde bile gayrimüslim
memurların sadakati sorgulanır hâle gelmişti.
Bu koşullarda Abdülhamid, “herkesi birleştiren ortak
payda” olarak dini görüyordu. Bu yüzden
Panosmanizm yerine Panislamizm’e yönelmesi, onun
açısından stratejik bir tercihti.
Avrupa’nın Panislamizm Korkusu: Neden Bu Kadar
Rahatsız Oldular?
Abdülhamid’in Panislamist politikaları sadece içeride
değil, dış dünyada da büyük yankı uyandırdı.
Özellikle İngiltere ve Fransa, bu düşüncenin
sömürgelerindeki
Müslümanları
etkilemesinden
korkuyordu.
İngiltere Hindistan’daki Müslümanların, halifenin
çağrısıyla ayaklanmasından endişe ediyordu.
Fransa ise Cezayir, Tunus ve Senegal gibi bölgelerde
İslamî bilincin yükselmesini istemiyordu.
Almanya, Abdülhamid’i bu konuda destekler gibi
görünse de, aslında Panislamizm’in kontrolden
çıkmasını istemiyordu.
[92]
Bu nedenle Avrupa basınında “kızıl sultan”,
“teokratik diktatör”, “şark despotu” gibi tanımlar sık
sık kullanıldı. Panislamizm, Batı için bir tür ideolojik
düşmanlık hâline geldi.
Turancılık ve Arapçılık: Panislamizm’in Alternatifleri
II. Abdülhamid döneminde henüz zayıf ama giderek
güçlenen başka ideolojik yönelimler de ortaya
çıkıyordu:
Turancılık (Pantürkizm): Özellikle Rusya’dan kaçıp
gelen Türk aydınları arasında yayılıyordu. Yusuf
Akçura, İsmail Gaspıralı gibi isimler “Türk
dünyasının birleşmesini” savunuyordu. Ancak
Abdülhamid bu fikre temkinliydi çünkü Arapları
kaybetmek istemiyordu.
Arap milliyetçiliği: Osmanlı’nın Arap vilayetlerinde,
özellikle Mısır, Suriye ve Hicaz’da, Arapçılık dalgası
yükselmeye başlamıştı. Bu da Panislamizm’i tehdit
eden başka bir milliyetçi dalgaydı.
Yani Abdülhamid, bir anlamda ideolojik fay hatları
arasında bir denge oyunu oynamak zorundaydı.
Bugüne Miras: Panislamizm Hâlâ Geçerli mi?
II. Abdülhamid’in Panislamist siyaseti günümüzde
bile hâlâ tartışılıyor:
[93]
Bazı kesimler onu bir “ümmetçi lider” ve “halifelik
bilincini canlandıran devlet adamı” olarak görür.
Bazılarıysa Panislamizm’in çok ütopik olduğunu,
Abdülhamid’in etnik ve mezhepsel farklılıkları yok
saydığını savunur.
Günümüz İslam dünyasında yaşanan mezhep
çatışmaları, etnik ayrılıklar ve devlet çıkarları
düşünüldüğünde, Panislamizm’in idealde kaldığı
yorumu da yapılır.
Ancak ne olursa olsun, II. Abdülhamid döneminde
dünyadaki Müslümanların ilk kez ortak bir bilinçle
İstanbul’a bakması, büyük bir tarihi dönüşümdü.
[94]
İki Uçlu Bir Miras: Abdülhamid’i Kimler Sever,
Kimler Yerer?
II. Abdülhamid’in ölümünden sonra ardında bıraktığı
miras, neredeyse yüz yıldır Türkiye’deki tarih
tartışmalarının en hararetli alanlarından biri olmayı
sürdürmektedir. Onu kimileri "Kızıl Sultan" diye
anarken, kimileri "Ulu Hakan" olarak yüceltmiştir.
Peki neden böyle derin bir kutuplaşma var? Bu
bölümde, bu kutuplaşmanın tarihsel, ideolojik ve
sosyolojik temellerini detaylıca inceleyeceğiz. Kimi
zaman bir diktatör, kimi zaman bir kahraman olarak
resmedilen Abdülhamid’in çok katmanlı imajı, aslında
Osmanlı sonrası kurulan yeni ulus-devletin kendi
kimliğini nasıl inşa ettiğine dair önemli ipuçları taşır.
Cumhuriyet Devrinde
İstenen Bir Dönem
Abdülhamid:
Unutulmak
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, özellikle Mustafa Kemal
Atatürk ve yakın kadrosu tarafından şekillendirilen
resmi tarih anlayışı, Abdülhamid’i baskıcı ve gerici
bir figür olarak tasvir etti. Bunun başlıca nedeni, onun
Meşrutiyet rejimini askıya alması ve otoriter
yönetimiyle özgürlükçü talepleri bastırmasıydı.
Cumhuriyet ise kendini özgürlük, akılcılık ve bilim
üzerine kuran bir rejim olarak tanımlıyordu.
Dolayısıyla Abdülhamid, bu rejimin "karşıt modeli"
olarak sunuldu. Onun dönemindeki Panislamist
politika, hilafet vurgusu ve merkezileştirme hamleleri;
[95]
modernleşmenin
değerlendirildi.
önünde
birer
engel
olarak
1930’lu ve 1940’lı yıllarda yazılan tarih kitaplarında
Abdülhamid dönemi, bir tür “karanlık çağ” olarak
resmedildi. Otoriter, komplocu, hatta paranoyak bir
padişah portresi çizildi. Bu yaklaşımda, onun Batılı
güçlerle ilişkileri sınırlaması ve basına sansür
uygulaması gibi unsurlar öne çıkarıldı.
Soğuk Savaş Döneminde Değişen Ton: Ulu Hakan
Geri Dönüyor
Ancak 1950’li yıllarla birlikte bu tablo değişmeye
başladı. Demokrat Parti’nin iktidara gelişiyle birlikte
muhafazakâr kesimlerin sesi daha gür çıkmaya
başladı. Bu kesim, Abdülhamid’i dini değerlere sahip
çıkan, Batı’ya karşı temkinli davranan, güçlü bir
Osmanlı savunucusu olarak yeniden gündeme getirdi.
Bu bağlamda II. Abdülhamid, adeta Kemalist
modernleşmeye karşı bir “alternatif tarih” figürü
haline geldi. Özellikle İslami hareketlerin yükseldiği
1970’li
yıllarda,
Abdülhamid’in
Panislamist
politikaları bir tür “ümmet vizyonu” olarak yeniden
yorumlandı.
Milli Türk Talebe Birliği, Akıncılar, Millî Görüş
hareketi gibi yapılar içinde Abdülhamid, Batı’ya karşı
direnişin ve İslam dünyasının birleşme idealinin
simgesi olarak anıldı. Bu dönemde "Ulu Hakan"
[96]
söylemi, tarihî bir değerlendirme olmanın ötesine
geçerek, bir siyasi kimlik beyanına dönüştü.
Sol ve Liberallerin Gözünden Abdülhamid
Sol ve liberal çevrelerde ise II. Abdülhamid genellikle
hâlâ otoriter bir yönetici olarak ele alınır. Onun
merkeziyetçiliği, sansür politikaları, muhalefeti
baskılaması ve istibdat rejimi; demokratikleşme
idealinin karşıtı olarak görülür. Bu kesimler, özellikle
1876’da ilan edilen Meşrutiyet’in askıya alınmasını ve
meclisin kapatılmasını "sivil siyasetin rafa
kaldırılması" olarak değerlendirir.
Fakat bazı liberal tarihçiler, son dönemlerde daha
dengeli bir portre çizmeye başlamıştır. Örneğin, bazı
akademisyenler onun eğitim yatırımlarını, teknolojik
modernleşme çabalarını ve dış politikadaki denge
stratejilerini
olumlu
yönde
değerlendirmeye
yönelmiştir. Böylece “Kızıl Sultan” anlatısı, yerini
zaman zaman “karmaşık ve stratejik bir lider”
figürüne bırakmaya başlamıştır.
IV. Abdülhamid Sinemada, Romanda ve Popüler
Kültürde
Son yıllarda II. Abdülhamid’in imajı sadece akademik
tartışmalarla
değil,
popüler
kültürle
de
şekillenmektedir. TRT dizisi "Payitaht Abdülhamid",
onun karizmatik bir lider, derin stratejiler kuran bir
akıl adamı ve dini değerleri ön planda tutan bir
[97]
hükümdar olarak yeniden inşa edilmesinin en güçlü
örneklerinden biridir. Bu yapım, Abdülhamid’in
tarihsel figüründen çok, bir ideolojik simgeye
dönüştürülmesinde önemli bir rol oynamıştır.
Aynı şekilde romanlarda, belgesellerde, hatıratlarda
da Abdülhamid imajı hem kutsanmakta hem de
eleştirilmektedir. Halide Edib’ten Yakup Kadri’ye,
Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Tarık Buğra’ya dek pek
çok yazar, Abdülhamid’e doğrudan veya dolaylı
olarak temas etmiştir.
Bugün Abdülhamid Üzerinden Tartışılanlar
Günümüzde II. Abdülhamid’in mirası, laikmuhafazakâr çatışmasından dış politikaya, eğitim
sisteminden İslamcılık tartışmalarına kadar pek çok
alanın ideolojik zemininde yeniden konuşulmaktadır.
Onu savunanlar, Batı’ya karşı onurlu bir direnişin,
kültürel bağımsızlığın ve İslam birliğinin savunucusu
olarak görür. Eleştirenler ise, onun halktan kopuk bir
saray yönetimini tercih ettiğini, modernleşmeyi
baskıladığını ve kişisel korkularıyla ülkeyi
yalnızlaştırdığını öne sürer.
Ancak gerçek şu ki: II. Abdülhamid, Osmanlı’nın son
direniş hamlesini temsil eden, dönemin koşulları
içinde pragmatik kararlar alan, ama aynı zamanda
çağın ruhuyla yeterince barışamamış bir hükümdardı.
Onu anlamak, sadece bir padişahı değerlendirmek
değil, aynı zamanda 19. yüzyıl Osmanlı’sının yaşadığı
[98]
büyük krizi ve modernleşme sancılarını da anlamak
demektir.
[99]
II. Abdülhamid'in İslam dünyasını birleştirme
stratejisi olan Panislamizm’in ideolojik temelini,
siyasi araçlarını, pratikteki yansımalarını ve
sınırlarını uzun uzun ele alacak. Yani sadece bir dış
politika stratejisi değil, aynı zamanda bir zihniyet
devrimi olup olmadığını da sorgulayacağız.
[100]
Hilafet Kurumunun Yeniden Yorumlanışı
II. Abdülhamid tahta oturduğunda, Osmanlı
İmparatorluğu çok dinli, çok milletli, çok dilli bir
yapıdaydı. İmparatorluk, Tanzimat ve Islahat
Fermanları ile beraber modernleşmeye çalışırken aynı
zamanda parçalanıyordu. Bu parçalanmayı durdurmak
adına çeşitli ideolojik çabalar öne çıktı. Bunlardan
biri, Abdülhamid’in tercih ettiği Panislamizm, yani
İslam ümmetini halifenin sancağı altında toplama
düşüncesiydi.
Abdülhamid bu noktada, halifelik makamını sadece
dinî değil, aynı zamanda diplomatik ve stratejik bir
araç olarak yeniden tanımladı. Ona göre halife sadece
İstanbul’daki bir sembol değil, dünyanın dört bir
yanında yaşayan Müslümanların da vicdanında ve
siyasetinde birleştirici bir lider olmalıydı.
Panislamizm’in Teorik Temelleri: Ümmetçilik mi
Strateji mi?
Panislamizm’in arkasındaki temel fikir, ümmetin
birliği
düşüncesidir.
Ancak
Abdülhamid'in
Panislamizmi tam anlamıyla bir iman hareketi değil,
bir devlet politikası olarak doğdu. Yani “dini bir
ideoloji” gibi görünse de gerçekte bir jeopolitik
hamleydi.
[101]
Bu ideolojiye göre:
Osmanlı halifesi tüm Müslümanların lideridir,
Batı sömürgeciliğine karşı Müslüman halkların
desteği Osmanlı’ya kaydırılmalıdır,
İslam ülkeleriyle eğitim, basın, diplomasi ve ulaşım
yoluyla bağ kurulmalıdır.
Abdülhamid’in en büyük hayali, İslam dünyasının
parçalanmaması ve Osmanlı’nın bu birliğin merkezi
olarak ayakta kalmasıydı. Bu yüzden Afrika’dan
Hindistan’a, Çin’den Cezayir’e kadar birçok bölgede
yaşayan Müslümanlarla bağ kurmaya çalıştı.
Pratik Uygulamalar: Gazeteler, Okullar, Telgraflar
Panislamizm sadece teoride kalmadı, uygulamaya da
geçti.
Sultan Abdülhamid, dünyanın dört bir yanına İslam
birliğini
anlatan
gazeteler
gönderdi.
Örneğin Takvim-i Vekayi, hem Arapça hem Farsça
hem
de
diğer
dillerde
basıldı.
Mısır, Hindistan, İran, Fas gibi bölgelere özel yayınlar
yapıldı.
Mekke’ye,
Medine’ye
yapılan
yatırımlar
(demiryolları, saat kuleleri, posta hatları) sadece hac
[102]
hizmeti değil, aynı zamanda siyasi bir mesajdı:
“Hilafet burada, biz ayaktayız.”
Eğitim kurumları kurularak İslam dünyasının
Osmanlı’ya kültürel bağlılığı pekiştirilmeye çalışıldı.
Suriye, Bağdat, Kudüs, Cezayir ve Yemen’de açılan
medreseler, “halifenin okulları” olarak hizmet verdi.
Telgraf hatları, sadece iç haberleşme değil,
Panislamizmin sinir sistemi gibiydi. Dünyanın dört bir
yanındaki Müslüman topluluklarla sürekli temas
kurulmaya çalışıldı.
İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Tepkisi
Elbette bu girişimlerden en fazla rahatsız olanlar
sömürgeci Batılı devletlerdi.
İngiltere, Hindistan’daki 100 milyon Müslüman’ı
kaybetmekten
korkuyordu.
Bu yüzden Abdülhamid’in Hindistan’daki etkisini
kırmak için casus ağları kurdu.
Fransa, Cezayir’deki Müslümanların Osmanlı’ya
bağlılık
yemini
etmesinden
kaygı
duydu.
Panislamizm’in en fazla karşı propaganda gördüğü
yerlerden biri de burasıydı.
Rusya, Kafkasya’daki Müslümanların halifeye
duyduğu bağlılığı “devrimci faaliyet” olarak kodladı.
[103]
Abdülhamid’in bu bölgelerdeki etkisini azaltmak için
Çarlık rejimi ağır baskılar uyguladı.
Panislamizm’in Sınırları ve Eleştiriler
Her ne kadar Panislamizm ideal bir birlik düşüncesi
taşısa da pratikte sınırlara çarptı. Bunlar arasında:
Etnik milliyetçilikler: Arap milliyetçiliği
Türkçülük, ümmetçiliğin önüne geçti.
ve
Farklı mezhepler: Şiilerle olan bağlar zayıftı.
Osmanlı'nın gücü: Halifelik fikri büyük olsa da,
Osmanlı’nın maddi gücü sınırlıydı.
İç problemler: Ermeni isyanları, ekonomik kriz, dış
baskılar nedeniyle Panislamizm hep savunma
pozisyonunda kaldı.
Ayrıca bazı Osmanlı aydınları da Panislamizmi
“hayalcilik” olarak görüp Batıcılık ya da Osmanlıcılık
gibi alternatif fikirleri savunuyordu.
Abdülhamid Ne Kadar Başarılı Oldu?
Panislamizm, II. Abdülhamid’in dış politikada en
yaratıcı ve özgün hamlelerinden biriydi. Gerçekten de
Hindistan’dan Endonezya’ya, Fas’tan Çin’e kadar
milyonlarca Müslüman onun adını saygıyla anıyordu.
[104]
Halifelik makamı, onun döneminde ilk kez bu kadar
evrensel bir kimlik kazandı.
Ancak Panislamizm, Osmanlı’yı kurtarmaya yetmedi.
20. yüzyılın başında İslam dünyası parçalanacak,
Osmanlı da yıkılacaktı. Ama yine de Abdülhamid’in
bu çabası, bugün hâlâ İslam birliği fikrinin temel
taşlarından biri olarak anılıyor.
Halifelik ve Panislamizm: Bir İmparatorluğun Son
Tutkusu
II. Abdülhamid’in siyasi hayatının merkezini
oluşturan en kritik stratejik doktrindir Panislamizm.
Bu yalnızca bir dış politika hamlesi değil, aynı
zamanda parçalanmaya yüz tutmuş Osmanlı
coğrafyasını bir arada tutmak için kurgulanmış derin
bir ideolojik koruma kalkanıydı. Abdülhamid’in
hilafet kurumunu yeniden parlatması ve bu makamı
yalnızca Osmanlı tebaasına değil, tüm dünya
Müslümanlarına seslenmek için kullanması; onun
hem bir devlet adamı hem de bir inanç lideri olarak
kurguladığı iki yönlü kişiliğini gösterir.
Halifelik Makamının Güçlendirilmesi
Osmanlı padişahları, Yavuz Sultan Selim’in Mısır
Seferi’nden (1517) bu yana halife unvanını
taşımaktaydı. Ancak bu unvan, uzun süre daha çok
sembolik düzeyde kaldı. II. Abdülhamid ise bu
makamı ilk kez aktif bir diplomatik araç olarak
[105]
kullanmaya başladı. Halifeliği yeniden tanımladı, onu
sadece bir ruhani görev değil, aynı zamanda politik
bir güç merkezi haline getirdi.
Hindistan, Endonezya, Fas, Cezayir, Çin gibi
Müslüman topluluklara halifenin gönderdiği selamlar,
fermanlar ve özel heyetler…
Müslüman gazetecilerin İstanbul’a davet edilmesi,
İslami yayınların desteklenmesi…
İslam coğrafyasının farklı noktalarındaki ulema
sınıfıyla kurulan ağlar…
Tüm bu hamleler, Osmanlı’nın fiziksel sınırlarının
ötesinde bir “ümmet coğrafyası” yaratma stratejisinin
parçasıydı.
Panislamizm: Birleştirici mi Yoksa Hayalci mi?
Panislamizm, temelde tüm Müslüman halkları
Halife’nin etrafında birleştirmeyi amaçlayan bir
ideolojidir.
Abdülhamid
bu
doktrini,
Batı
sömürgeciliğine karşı bir panzehir olarak görüyordu.
Fransa’nın
Kuzey
Afrika’daki,
İngiltere’nin
Hindistan’daki, Rusya’nın Orta Asya’daki işgallerine
karşı bir tür İslami enternasyonalizm inşa etmeye
çalıştı.
Ancak Panislamizm’in karşılaştığı zorluklar da çok
büyüktü:
[106]
Müslümanlar arasında etnik ve mezhebi farklılıklar
çok derindi. Araplar, Türkler, Hint Müslümanları,
Kürtler, Farslar, Berberiler… Hepsinin beklentisi
farklıydı.
Şiiler halifeliği meşru görmüyordu.
Bazı Arap milliyetçileri, hilafeti “Türkleşmiş bir
kurum” olarak dışlıyorlardı.
Sömürge altındaki Müslüman topluluklar, halifenin
etkisini yalnızca manevî olarak hissedebiliyordu;
siyasi olarak değil.
Bütün bunlar Panislamizm’i romantik ve kısmen
ütopyacı bir strateji haline getiriyordu.
Almanya ile İttifak ve Siyasi İslam'ın Güç Kartı
Abdülhamid döneminde Panislamizm, yalnızca
İngiltere ve Fransa’ya karşı değil, diplomatik
dengeleri Almanya lehine kurmak için de kullanıldı.
Özellikle Bağdat Demiryolu Projesi, hem ekonomik
hem de ideolojik anlamda büyük önem taşıyordu.
Halife’nin
otoritesi,
Almanya
ile
yapılan
işbirliklerinde “İslam dünyasına Almanya üzerinden
ulaşmak” gibi stratejik derinlikler taşıyordu.
Alman İmparatoru II. Wilhelm’in 1898’de İstanbul’a
yaptığı ziyaret sırasında, Halife’nin İslam âlemi
üzerindeki etkisi vurgulanmış ve bu bağlamda Alman
[107]
çıkarları için Müslüman kamuoyunun sempatisi
kazanılmaya çalışılmıştı.
Halifeliğin İçteki Rolü: Muhalefeti Susturmanın Aracı
mı?
Panislamizm dış dünyaya yönelik bir vizyondu; ama
iç politikada muhalefeti bastırma aracı olarak da
kullanıldı. Abdülhamid, meşrutiyet yanlısı aydınları
ve Batı’ya açık reformistleri “ümmeti bölenler” olarak
yaftalıyor, hilafete biat etmeyen her sesi fitne olarak
görüyordu.
Bu durumun doğurduğu başlıca sonuçlar:
Sansür rejiminin artması: Gazeteler, dergiler ve
kitaplar sıkı denetime tabi tutuldu.
Farklı fikirlerin bastırılması: Batıcı düşünceler, İslam
birliği karşıtı olarak lanse edildi.
İttihatçıların güç kazanması: Bu sert tutum,
muhalefeti yer altına itti ve daha radikal yapılar
doğurdu.
Mirası: Panislamizm Başarısız mı Oldu?
Abdülhamid’in Panislamist politikaları, kısa vadede
bazı başarılar sağladı:
[108]
Osmanlı’nın moral üstünlüğü Müslümanlar nezdinde
arttı.
Halife’ye mektuplar yazan, sadakat sunan halklar
vardı.
Avrupa devletleri bu politikadan rahatsız oldu; bazı
yerlerde Müslüman isyanları tetiklendi.
Ancak uzun vadede:
Osmanlı dağılmaya devam etti.
Müslüman halklar kendi bağımsızlıklarını aramaya
başladı.
Arap isyanları, hilafete değil milliyetçiliğe dayandı.
1924’te Cumhuriyet ile birlikte halifelik kaldırıldı.
Panislamizm, bir ideale duyulan inancın devlet
politikası haline getirilmesiydi. Gerçekçi sınırları aşan
yönleriyle, hem parlak bir entelektüel vizyon hem de
stratejik bir kırılma noktası oldu.
II. Abdülhamid dönemi, Osmanlı Devleti'nin hem en
karmaşık hem de en kritik eşiklerinden biridir. O,
yalnızca bir padişah değil; aynı zamanda bir
mühendis, bir hafiyeci, bir siyaset bilimci, bir
stratejist ve kimi zaman da bir filozof gibi hareket
eden bir hükümdardı. Bu bölümde Abdülhamid'in
[109]
ölümünün ardından kalan mirası, onu sevenler ve
nefret edenler arasındaki uçurum, tarih yazımında
nasıl algılandığı, imparatorluk sonrası Türkiye'de
etkileri ve bugüne kadar süregelen Abdülhamid
tartışmaları üzerinde duracağız.
Abdülhamid’in Ardında Bıraktığı İmparatorluk
Abdülhamid, tahttan indirildiğinde ardında kırılgan
ama hâlâ ayakta duran bir Osmanlı Devleti bırakmıştı.
Her ne kadar toprak kayıpları yaşanmış olsa da,
özellikle Anadolu ve Arap yarımadasındaki birlik ve
merkezî otorite güçlüydü. Maliye, eğitim ve iletişim
alanında büyük dönüşümler gerçekleştirilmişti.
Demiryolları,
rüşvetle
mücadelenin
kurumsallaştırılması,
yerel
idarelerde
denge
politikaları ve vilayet nizamnameleri sayesinde devlet
hâlâ işleyebilir durumdaydı.
Onun ardından gelenler, bu yapıyı ya dağıttılar ya da
mirası anlamakta zorlandılar. İttihat ve Terakki’nin
başlattığı
milliyetçi
modernleşme
süreci,
imparatorluğun
sonunu
hızlandırdı.
Oysa
Abdülhamid, imparatorluğu etnik kökenler üzerinden
değil, hilafet ve ümmet kimliği üzerinden
birleştirmeye çalışmıştı.
Sevenler ve Nefret Edenler: “Kızıl Sultan mı Ulu
Hakan mı?”
[110]
Abdülhamid'in adı, modern tarih yazımının en
tartışmalı figürlerinden biri olarak kalmaya devam
ediyor. Cumhuriyet döneminde bir süre "gericilik
simgesi" olarak yaftalanmış; sansürcü, baskıcı ve
reform karşıtı bir padişah olarak anlatılmıştır. Bu
anlatım özellikle 1930'lu ve 1940'lı yıllarda resmi
tarih kitaplarına da girmiştir.
Öte yandan, özellikle 1980 sonrası dönemde tarihî
belgeler ışığında yeni bir Abdülhamid okuması
gelişmeye başlamış, onu “Ulu Hakan” olarak gören
muhafazakâr bir tarih anlatısı yükselmiştir. Bu anlatı,
Abdülhamid'i Batı emperyalizmine karşı direnen, iç
isyanları zekâsıyla bastıran ve devleti korumak için
gecesini gündüzüne katan bir lider olarak yüceltmiştir.
Bugün hâlâ bu iki kutup –“Kızıl Sultan” ile “Ulu
Hakan”– arasındaki çekişme devam etmektedir.
Cumhuriyet Döneminde Abdülhamid Algısı
Cumhuriyet'in kurucuları için Abdülhamid, yeni
rejimin anti-tezlerinden biriydi. Onun döneminde
devletin içine kapanması, Batı ile kurulan temkinli
ilişki ve siyasal baskılar, Cumhuriyet elitlerinin
reddettiği bir mirastı. Bu yüzden uzun yıllar boyunca
tarih kitaplarında Abdülhamid olumsuz bir figür
olarak işlendi.
Ancak zamanla arşivlerin açılması, araştırmaların
derinleşmesi ve döneme farklı açılardan bakılmasıyla
[111]
birlikte, Abdülhamid dönemine dair yeni bir tarih
anlayışı doğdu. Bugün, özellikle siyasi İslamcılık,
Osmanlı nostaljisi ve muhafazakâr söylemler içinde
Abdülhamid idealize edilen bir lider haline gelmiştir.
Hakkında yazılan romanlar, çekilen diziler, yapılan
belgeseller onun mirasını farklı açılardan tekrar tekrar
tartışmaya açmıştır.
Abdülhamid ve Bugün: Ne Kadar “Güncel”?
II. Abdülhamid’in uyguladığı politikalardan bazıları,
günümüz siyasal tartışmalarında hâlâ referans
alınmaktadır. Özellikle:
Devletin merkezî kontrolü
Medya üzerindeki denetim
İstihbaratın öneminin kavranması
Eğitim yatırımlarıyla “sadık vatandaş” yaratma çabası
Dış politikada “denge” ve “bekleme” stratejisi
gibi unsurlar günümüzde de tartışılan, zaman zaman
uygulamaya da konan stratejilerdir.
Abdülhamid’in mirası, özellikle Türkiye'nin iç ve dış
politikadaki yönelimlerinde bir tür model olarak
anılmakta; kimileri için “kurtarıcı vizyon”, kimileri
içinse “otoriterleşmenin kökü” olarak görülmektedir.
[112]
Tarih mi Hak Verdi, Zaman mı Yanıltıyor?
Bugün geriye dönüp baktığımızda Abdülhamid’in en
büyük gücü, zamanının çok ilerisinde düşünme
yetisiydi. Ancak bu ileri görüşlülük, aynı zamanda
onun yalnızlığını da derinleştirdi. Ne saray çevresi, ne
bürokrasi, ne ulema, ne de halk onun bütün niyetini
tam olarak anlayabildi. O ise hepsine mesafeli kaldı.
Abdülhamid'in asıl savaşı, içerideki parçalanmışlık ve
dışarıdaki emperyal oyunlardı. Belki de bu yüzden bir
türlü net bir tanım içine konulamadı.
Bugün hâlâ şu soruların cevapları tartışılmaktadır:
Abdülhamid bir “otoriter yönetici” miydi yoksa bir
“kriz yöneticisi” mi?
Gerçekten özgürlüklerden korkuyor muydu, yoksa
dönemin şartları mı buna zorluyordu?
Onun fikirleriyle bir imparatorluk kurtulabilir miydi,
yoksa zamanın ruhu zaten parçalanmayı mı
getiriyordu?
Bu sorular, yalnızca II. Abdülhamid’i değil, tüm bir
Osmanlı tarihini, dolayısıyla bugünün Türkiye’sini de
anlamamıza yardımcı olacak sorulardır.
[113]
Efsane mi Gerçek mi? II. Abdülhamid’in Arkasındaki
Hikâyeler
Bir Padişah Üzerine Kurulan Mitler
II. Abdülhamid, Osmanlı tarihinin en tartışmalı, en
çok yazılıp çizilen, hakkında hem kahramanlık
destanları hem de hainlik ithamları uydurulan
figürlerinden biridir. Saltanatının üzerinden bir
asırdan fazla zaman geçmesine rağmen hâlâ bazı
çevreler onu “son büyük padişah”, “devletin ayakta
kalan son aklı” olarak yüceltirken, bazıları ise
“istibdatın babası”, “halkı ezen bir zalim” olarak
lanetlemektedir.
Bu bölümde amaç; Abdülhamid’i ne göklere çıkarmak
ne de yere sermektir. Aksine, onun arkasındaki gerçek
hikâyeleri, belgeler, hatıratlar ve dönemin tanıklıkları
üzerinden ayıklayarak, efsane ile gerçeğin sınırlarını
belirlemek,
tarihi
romantizmden
arındırarak
okuyucuya bir “hakikat penceresi” sunmaktır.
Hafiyelik Teşkilatı: Her Yerde Kulağı Var mıydı?
En çok bilinen mitlerden biri, II. Abdülhamid’in “her
yere kulak koyduğu”, “herkesi izlettirdiği” ve “tek bir
muhalif düşünceyi bile affetmediği” yönündedir. Bu
söylentiler halk arasında öyle yaygındı ki; bir odada
yüksek sesle Abdülhamid aleyhine konuşulması, kısa
[114]
sürede gözaltına
inanılırdı.
alınmaya
neden
olabileceğine
Gerçek
neydi?
Evet, II. Abdülhamid döneminde Yıldız Sarayı
bünyesinde oldukça gelişmiş bir istihbarat ağı
kuruldu. Yıldız İstihbarat Teşkilatı, dönemin en etkili
bilgi toplama sistemlerinden biri hâline geldi. Ancak
bu sistemin amacı çoğunlukla saraya karşı
yapılabilecek suikastları ve isyanları önlemeye
yönelikti. Abdülhamid’in muazzam bir dosyalama
sistemi kurdurduğu, yüz binlerce raporun her gün
önüne geldiği ve her birini dikkatle incelediği bilinir.
Ama bir efsane olarak anlatılan "herkesi dinliyordu"
miti, elbette abartılmıştır. Devlet görevlileri arasında
dahi korku atmosferi doğuran bu yapı, zamanla kendi
içinde çürümeye başlamış, bazı memurlar bu sistemi
kendi çıkarlarına hizmet eder hâle getirmiştir. Yani
sistem vardı, ama mutlak ve her yere ulaşan bir
kontrol mekanizması değildi. Bir otokontrol havası
vardı ama bu da bir tür psikolojik egemenlikti.
Abdülhamid ve Cinci Hocalar: Gerçek mi Hurafe
mi?
Bazı kaynaklar, II. Abdülhamid’in falcılara, cinci
hocalara, muskacılara danıştığını, kararlarını bu
kişilerin söylediklerine göre verdiğini öne sürer. Bu
özellikle Cumhuriyet sonrası kaleme alınan bazı sert
eleştirel metinlerde dile getirilmiştir.
[115]
Peki
bu
ne
kadar
doğru?
Dönemin belgeleri ve özellikle Sadrazam Said
Paşa’nın hatıratları incelendiğinde, bu iddiaların
büyük ölçüde temelsiz olduğu anlaşılmaktadır. Evet,
Abdülhamid dindar bir padişahtı, fakat kararlarını
daima rasyonel verilerle oluştururdu. Eğitimli bir
kişiliği vardı; Batı dillerini bilir, mühendislik ve tarih
kitapları okur, bilime meraklıydı. Gerek dış politika
gerekse iç yönetim konusunda danıştığı kişiler;
istihbarat başkanları, diplomasi kurmayları ve
sadrazamlarıydı.
Yıldız Sarayı’nda zaman zaman manevi kişilikler
(örneğin bazı tarikat şeyhleri) ile görüşmeler yaptığı
doğrudur, ancak bu mistik ilişkilerin devlet kararlarını
doğrudan etkilediğine dair ciddi bir kanıt yoktur.
Zehir Korkusu ve Takıntılar
Abdülhamid’in yemeklerinin özel kişilerce hazırlanıp
tadılmadan sunulmadığı, musluklardan gelen suyu
dahi içmediği, geceleri aynalara bakmadığı, tuvaleti
başka padişahlarınkinden ayrı kullandığı gibi
hikâyeler dilden dile dolaşır.
Bu iddiaların bir kısmı doğrudur ama bağlamı yanlış
anlaşılmıştır.
→
Evet,
suikastlardan
korkuyordu.
→ Evet, yemeklerini önce görevliler tadardı.
→ Evet, yalnız yaşardı, çok az güvendiği insan vardı.
[116]
Ama bu bir paranoyadan değil, yaşadığı gerçek
suikast girişimlerinden kaynaklanıyordu. 1905
yılında Ermeni Taşnak örgütünün gerçekleştirdiği
Yıldız Suikastı gibi örnekler onun bu hassasiyetlerini
açıklamaktadır. Yani bu “takıntılar” tarihî bağlamdan
koparıldığında “delilik” gibi gösterilse de, aslında tam
bir devlet refleksi ve hayatta kalma güdüsüydü.
II. Abdülhamid ve Masonluk
Bir başka tartışmalı mesele de, II. Abdülhamid’in
masonlar hakkındaki tavrıdır. Bazı iddialara göre,
kendi döneminde mason localarına göz yumduğu,
hatta bazı vezirlerinin mason olduğu dile getirilmiştir.
Gerçek?
Abdülhamid döneminde masonluk Osmanlı'da
tamamen yasaklanmamıştı ama oldukça dikkatle
izleniyordu. Kendi ifadesiyle, “Ben masonlara değil,
masonluğun
dış
bağlantılarına
karşıyım.”
Yani padişah, özellikle Fransız Grand Orient
masonluğunun Osmanlı iç işlerine karışmasını
istemiyordu. Bu nedenle bazı localar kapatıldı ama
tamamen bir savaş açılmadı.
Gizli Vasiyet, Kayıp Servet ve Meçhul Kayıtlar
Bir başka popüler efsane ise II. Abdülhamid’in
Osmanlı hazinesini gizlediği, servetini Almanya’daki
bankalara aktardığı ve “gizli bir vasiyet” bıraktığıdır.
[117]
→ Bu efsane yıllar sonra II. Abdülhamid’in torunları
tarafından
da
dile
getirilmiştir.
→ Hatta Türkiye Cumhuriyeti’nde zaman zaman bazı
hukukçular bu servetlerin takibine girişmiştir.
→ Fakat ne İsviçre ne Almanya bankalarından
bugüne kadar somut bir kayıt ortaya çıkmamıştır.
→ Dolayısıyla bu hikâye hâlâ tam olarak
çözülememiştir.
Yani servet var mıydı, yok muydu? Bu hâlâ
tarihçilerin kafasını kurcalayan bir “efsane” olarak
durmaktadır.
Tarihin Gölgesindeki Adam
II. Abdülhamid’in hayatı; hem devletin aklı hem de
halkın hafızası üzerinde derin bir iz bırakmıştır. Onun
hakkında konuşan her ağız ya onu göklere çıkarır ya
da yerin dibine sokar. Ama asıl önemli olan; bu büyük
hükümdarı tarihsel bağlamında anlamak, onu kendi
zamanı içinde değerlendirebilmektir.
Kimi zaman efsaneler gerçeklerden daha hızlı yayılır.
Fakat gerçeğin sesi, zamanla daha kalıcı olur. II.
Abdülhamid üzerine kurulan efsanelerin çoğu, o
dönemdeki çelişkilerden ve bilgi eksikliklerinden
doğmuştur. Fakat belgeler, tanıklıklar ve akıl
süzgeciyle yaklaşıldığında, efsanenin gerçeğe nasıl
büründüğü açıkça görülmektedir.
[118]
II. Abdülhamid’in 1909’da tahttan indirilmesi,
Osmanlı tarihinin sadece bir hükümdar değişikliği
değil, aynı zamanda bir dönemin kapanışı olarak
kabul edilir. Bu bölümde, onun saltanatından sonra
Osmanlı Devleti ve Cumhuriyet’in kuruluş sürecine
etkileri, mirası ve tarihî tartışmaları detaylı şekilde ele
alacağız.
Tahttan İndirilme ve Sonrası
1908’de II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte İttihat ve
Terakki’nin etkisi arttı. 31 Mart Olayı’ndan sonra
Abdülhamid tahttan indirildi ve yerine kardeşi V.
Mehmed geçti. Bu değişiklikle beraber Osmanlı’da
yönetsel ve siyasi anlamda radikal dönüşümler
yaşandı. II. Abdülhamid’in uyguladığı sıkı denetim,
istihbarat ağı ve merkezileştirilmiş yönetim yerini
daha liberal ve Batı yanlısı bir idareye bıraktı.
Ancak bu geçiş sancılı oldu. İttihat ve Terakki’nin
milliyetçi politikaları, Osmanlı’nın çok milletli
yapısını zedeledi ve Balkanlar’da kayıplar hızlandı.
Abdülhamid’in merkezî otoriteyi koruma çabası,
sonraki yıllarda yerini parçalanmaya bıraktı.
Eğitim ve Kurumsal Miras
Abdülhamid’in en kalıcı miraslarından biri eğitim
sistemindeki reformlarıdır. Onun döneminde kurulan
birçok okul, mühendislik fakültesi ve meslek okulları,
Cumhuriyet döneminde modern eğitim yapısının
[119]
temelini oluşturdu. Özellikle Darülfünun gibi
yükseköğretim kurumları, bilimsel ilerlemeyi teşvik
eden mekanizmalar haline dönüştü.
Eğitimdeki bu altyapı, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin
çağdaşlaşma adımlarına teknik ve bürokratik destek
sağladı.
Merkeziyetçilik ve Bürokrasi
Abdülhamid’in güçlü merkeziyetçi yönetim modeli,
Osmanlı bürokrasisinde kalıcı izler bıraktı. Vilayet
nizamnameleriyle vilayetlerin idari yapısı düzenlendi,
yerel
yönetimler
denetlendi.
Bu
sistem,
Cumhuriyet’in modern merkezi yönetimine evrildi.
Fakat bu modelin dezavantajları da vardı; yerel
farklılıklar göz ardı edildi, çoğulcu siyaset
geliştirilmedi, halkın yönetime katılımı sınırlı kaldı.
Panislamizm ve Halifelik Mirası
Halifelik
makamını
yeniden
güçlendiren
Abdülhamid’in bu çabaları, Osmanlı’nın çöküşünden
sonra da bir anlamda devam etti. Halifelik, 1924’e
kadar varlığını sürdürdü. Ancak Panislamizm
idealinin, Arap milliyetçiliği ve ulus-devlet hareketleri
karşısında etkisiz kaldığı görüldü.
[120]
Halifelik kaldırıldıktan sonra, Abdülhamid’in mirası
üzerinde tartışmalar yoğunlaştı: O, bir “ümmetçi”
miydi yoksa “muhafazakâr bir imparatorlukçu” mu?
Tarih Yazımı ve Abdülhamid
Cumhuriyet dönemi tarih kitaplarında genellikle
olumsuz anlatılan Abdülhamid, 1980’lerden sonra
farklı kesimlerin tarihi yeniden yorumlamasıyla farklı
bir portre çizildi. Onun güçlü liderliği, imparatorluğu
ayakta tutmaya çalışması, eğitim ve altyapı yatırımları
yeniden takdir edilmeye başlandı.
Ancak bu pozitif değerlendirmeler, Abdülhamid’in
baskıcı yönetim biçimi ve muhalefeti sindirmesi
gerçeğini gölgelememeli.
Günümüz Türkiye’sinde Abdülhamid Algısı
Bugün Türkiye’de II. Abdülhamid, kimi kesimlerce
“milli ve manevi değerlerin savunucusu”, “milli bir
lider” olarak anılmaktadır. Onun dönemindeki
devletçi politikalar, özellikle 21. yüzyıl Türkiye’sinin
otoriterleşme tartışmaları bağlamında tekrar gündeme
gelmektedir.
Bu durum, tarihî mirasın siyasal söylemde nasıl
kullanıldığının da bir göstergesidir.
[121]
Miras Tartışmalarının Ötesinde
II. Abdülhamid’in mirası, sadece onun politikaları ve
kararlarıyla değil; aynı zamanda Osmanlı’nın son
dönem krizleri, çağdaşlaşma sancıları ve emperyal
rekabetle de şekillendi. Onu sadece “iyi” ya da “kötü”
olarak
değerlendirmek,
tarihsel
gerçekliği
basitleştirmek olur.
Bu yüzden, Abdülhamid’i anlamak, Osmanlı’nın son
dönemini ve Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuş sürecini
anlamakla eşdeğerdir.
II. Abdülhamid, Osmanlı tarihinin en karmaşık ve
çelişkili figürlerinden biridir. Saltanatı boyunca attığı
adımlar, aldığı kararlar, dönemin olağanüstü koşulları
ve içeride-dışarıda yaşanan büyük krizler nedeniyle
farklı şekillerde yorumlanmıştır. Bu sonuç
bölümünde, tüm bölümlerde ortaya koyduğumuz
gerçekleri, tartışmaları ve analizleri derleyerek,
Abdülhamid’in bize bıraktığı mirası, tarihsel
perspektif içinde anlamaya çalışacağız.
Zamanının Çok Ötesinde Bir Lider
II. Abdülhamid, Avrupa ve Osmanlı’nın içinde
bulunduğu zorlu koşullarda, büyük bir devlet adamı
olarak tarihe geçti. Tahtta bulunduğu 33 yıl boyunca
Osmanlı’nın
parçalanmasını
engellemek
için
olağanüstü çabalar sarf etti. Kurduğu geniş istihbarat
ağı, eğitime verdiği önem, ulaşım ve iletişim
[122]
altyapısını geliştirmesi; onun sadece bir muhafazakâr
değil, aynı zamanda gerçekçi ve ileri görüşlü bir lider
olduğunu gösterir.
Bu yönüyle o, salt geleneksel bir padişah değil,
modern devlet anlayışının erken örneklerinden biri
olarak kabul edilebilir.
Muhafazakârlık ve Modernleşme Arasında İnce
Bir Çizgi
Abdülhamid’in en büyük başarısı ve aynı zamanda en
büyük eleştirisi, modernleşmeyi Batı’nın bireysel
özgürlüklerini ve siyasi demokratik gelişmelerini
almak yerine, devletin merkezi gücünü koruyacak
şekilde dizayn etmesiydi.
Bu durum, onun yönetim anlayışını “otoriter
muhafazakârlık” olarak tanımlamayı mümkün kılar.
Ancak bunu “geri kalmışlık” veya “despotluk” olarak
yorumlamak, tarihî gerçeklikleri göz ardı etmek olur.
Gerçeklik ve Efsaneler Arasında Kalan Figür
Tarih, Abdülhamid’i ne tamamen kahraman ne de saf
kötü adam olarak tanımlayabilir. Onun dönemine ait
efsaneler, mitler ve abartılar, gerçek tarihî verilerle
dikkatle ayrıştırılmalıdır. Çünkü ancak bu şekilde
onun döneminin ve kişiliğinin objektif portresi ortaya
çıkar.
[123]
Bugün ve Gelecekte Abdülhamid’in İzleri
Bugünün Türkiye’sinde Abdülhamid, özellikle devlet
ve millet kavramları üzerinden bir referans figür
olarak yeniden yorumlanıyor. Devlet otoritesi, milli
birlik ve dini değerlerin vurgulandığı siyasal
söylemlerde onun mirası sıkça dile getiriliyor.
Ancak tarih bize öğretiyor ki, bir lidere ait miras
sadece yönetim biçimiyle değil, o dönemin koşulları,
halkın beklentileri ve uluslararası dengelerle birlikte
değerlendirilmelidir.
Abdülhamid’i anlamak, sadece Osmanlı’nın değil,
modern Türkiye’nin de tarihini anlamaktır. Onun
dönemindeki çabalar, başarılar ve hatalar; günümüz
siyasi, toplumsal ve kültürel tartışmalar için bir rehber
niteliğindedir.
Onun hikâyesi, geçmişin yükünü sırtlanarak geleceğe
yürümeye çalışan bir medeniyetin öyküsüdür.
[124]
[125]
“Abdülhamid’i
Anlamak: Tarih, Mit ve
Gerçeklik Arasında Bir
Portre”
Yolun Sonuna Doğru – Kitabın Amacı ve Kapsamı
İnsanlık tarihi, güçlü liderlerin, karmaşık siyasal
yapılar ve toplumsal dönüşümlerle şekillendiği bir
süreçtir. Bu süreçte kimi figürler, tarihin akışını
belirlemiş ve ardında derin izler bırakmıştır. Sultan II.
Abdülhamid Han, Osmanlı tarihinin en önemli ve en
tartışmalı liderlerinden biri olarak, hem kendi
zamanında hem de sonrasında çokça konuşulan, çokça
yazılan bir karakterdir.
Bu kitap, tam da bu tartışmalı figürü anlamaya, onu
tarihi gerçekliği içinde değerlendirmeye, efsane ve
mitlerin gölgesinden çıkarıp gerçeğin ışığına tutmaya
yönelik büyük bir çabadır. Yıllar boyunca onun
hakkında anlatılan hikayeler, üzerine inşa edilen
kahramanlıklar ve kara efsaneler, gerçekleri
gölgelemeye çalışmış; oysa II. Abdülhamid’i anlamak
için yalnızca tarihî belgeler, dönemin koşulları ve
onun kararlarının arka planı değerlendirilmelidir.
[126]
Kitabın Amacı: Sadece Bir Padişahı Değil, Bir
Çağı Anlamak
Bu eserde, II. Abdülhamid’in saltanatının detaylarına,
aldığı kararlara, yaşadığı siyasi ve toplumsal krizlere,
iç ve dış politikadaki stratejilerine ve kişisel
özelliklerine uzunca yer verdik. Amacımız, onu ya
kahramanlaştırmak ya da yerden yere vurmak değil,
tarihsel koşullar içinde bütüncül bir portresini
çıkarmaktır.
Osmanlı’nın 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başındaki
çalkantılı dönemini, büyük güçler arasındaki denge
oyunlarını, yükselen milliyetçilik dalgalarını ve
içerideki muhalefet dinamiklerini anlamak için onun
bakış açısını ve aldığı kararları incelemek elzemdir.
Metodoloji: Kaynaklar, Yaklaşımlar ve Eleştirel
Tarih
Kitap boyunca kullandığımız kaynaklar; Osmanlı
arşiv belgeleri, dönemin gazeteleri, diplomat raporları,
sadrazam hatıratları, Jön Türkler ve İttihat
Terakki’nin yazılı anlatımları ve çağdaş tarihçilerin
analizlerini kapsamaktadır. Bu çeşitlilik, tek taraflı bir
tarih yazımından uzak durmamızı sağladı.
Ayrıca, efsane ile gerçeği ayırt etmek için eleştirel
tarih anlayışını benimsedik. Mitlerin ve klişelerin
neden ortaya çıktığını, hangi toplumsal ve siyasal
ihtiyaçların bu mitleri beslediğini sorguladık.
[127]
Böylece,
okuyucunun
kendi
düşüncesini
oluşturabilmesi için sağlam bir zemin hazırladık.
Abdülhamid’i Anlamak Neden Önemlidir?
Bugünün Türkiye’si, geçmişin karmaşık mirasları
üzerine inşa edilmiş bir ülkedir. Devletin
merkeziyetçiliği, eğitime verilen önem, milli ve
manevi değerlerin ön plana çıkışı, siyasi söylemlerde
Abdülhamid’e sık sık referans verilmesi boşuna
değildir.
Onu anlamak, sadece tarihsel bir meraktan öte, kendi
kimliğimizi, siyasi kültürümüzü, devlet anlayışımızı
daha iyi kavrayabilmek demektir. Tarihteki figürleri
objektif değerlendirmek, toplumsal barış ve tarih
bilinci için gereklidir.
Kitabın Okuyucuya Katkısı
II. Abdülhamid’in karmaşık kişiliği ve devlet
adamlığına dair derinlemesine bilgi sahibi olacak.
Osmanlı’nın son dönem siyasi, sosyal, ekonomik ve
kültürel yapısını daha iyi anlayacak.
Tarihteki mitler ve gerçekler arasındaki farkı
kavrayarak, eleştirel düşünme yetisini geliştirecek.
Günümüz siyaset ve toplum dinamiklerinde tarihî
figürlerin nasıl kullanıldığını fark edecek.
[128]
Bu girişten sonra, sıradaki bölümlerde Abdülhamid’in
kişisel özellikleri, iç-dış politikaları, eğitim ve
modernleşme çabaları, isyanlarla mücadelesi, İttihat
ve Terakki ile ilişkisi, onun hakkındaki efsaneler ve
mirasının günümüze etkilerini detaylı ve kapsamlı
biçimde işlemeye devam edeceğiz.
Abdülhamid’in Kişiliği ve Yönetim Anlayışı
I. Çok Yönlü Bir Şahsiyet: Eğitim, İnanç ve
Karakter
II. Abdülhamid’i anlamanın ilk adımı, onun kişisel
dünyasına girmektir. Tarih boyunca padişahların
kişisel özellikleri, yönetim biçimleri üzerinde
doğrudan etkili olmuştur. Bu anlamda, Abdülhamid’in
çok yönlü eğitim süreci, derin dini inancı, titiz
karakter yapısı ve güçlü iradesi, saltanatını
şekillendiren temel unsurlardır.
Eğitim ve Erken Yıllar
Abdülhamid, Osmanlı padişahları arasında eğitimine
en çok önem verenlerden biri olarak bilinir. Farsça,
Arapça, Fransızca’yı iyi derecede öğrenmiş; tarih,
hukuk, coğrafya, siyaset ve musiki gibi alanlarda
geniş bir donanım kazanmıştır. Onun bu donanımı,
yönetim anlayışının teorik ve pratik temellerini
oluşturur.
[129]
Özellikle Batı’yı tanıma ve onun yöntemlerini
öğrenme arzusu, genç yaşlarda yaptığı Avrupa
seyahatleriyle pekişmiştir. Ancak bu deneyim, Batı’yı
körü körüne taklit etme yönünde değil, onu anlamaya
ve kendi medeniyetine nasıl uyarlayabileceğini
düşünmeye yönelik olmuştur.
İnanç ve Maneviyat
Abdülhamid’in kişiliğinde dinin ve maneviyatın
önemi büyüktür. Dindarlığı, yaşamının her alanına
yansımış; yönetimde adalet ve ahlak kavramları onun
için vazgeçilmez olmuştur. Bu derin dini bilinç, onun
Panislamizm politikalarının ve halifelik makamına
verdiği önemin temelinde yer alır.
Dinî inançları, onun sadece kişisel bir tercih değil,
devlet yönetiminde ideolojik bir dayanak olarak da
kullandığı bir güçtür. Bu durum, onu hem halk
arasında saygın bir figür haline getirmiş hem de
özellikle
Batı
yanlısı
aydınlar
tarafından
eleştirilmesine neden olmuştur.
Karakter Özellikleri
Abdülhamid, titiz, detaycı ve kontrollü bir lider olarak
bilinir. İsyanlar, darbe girişimleri ve dış tehditler
karşısında gösterdiği sabır ve kararlılık, onun güçlü
karakterinin yansımalarıdır. Ancak bu kontrol isteği,
bazen aşırıya kaçmış; muhalefetin baskı altına
[130]
alınması, sansür ve istihbarat
yoğunlaşmasıyla sonuçlanmıştır.
faaliyetlerinin
Bununla birlikte, özel hayatında mütevazı, sanat ve
kültüre ilgili, marangozluk ve bahçecilikle uğraşan bir
yönü de vardır. Bu yanları, onun insanî ve samimi bir
portresini ortaya koyar.
Yönetim Anlayışı: Merkeziyetçilik ve Merhamet
Arasında
Merkeziyetçi Devlet Modeli
II. Abdülhamid, Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını
önlemek için güçlü bir merkezi otoriteye ihtiyaç
duydu. Bu anlayışla, yerel yöneticilerin denetimini
artırmış, vilayetlerde merkezi hükümetin kontrolünü
sağlamlaştırmıştır.
Bu model, imparatorluğun çok uluslu ve çok dinli
yapısı için hem bir dayanıklılık hem de bir baskı
mekanizması olarak işlev görmüştür. Merkeziyetçilik,
devletin hızlı karar almasını sağlarken, yerel
farklılıkların ve taleplerin bastırılmasına da yol
açmıştır.
Adalet ve Merhamet
Saltanatın başında ve ortalarında Abdülhamid’in
adalet anlayışı, halk arasında saygınlık kazandırmıştır.
Yerel
mahkemelerin
güçlendirilmesi,
halkın
[131]
şikayetlerini dinleme çabaları, adaletin herkese
ulaşması yönündeki girişimleri, onun yönetim
felsefesindeki merhamet unsurunu gösterir.
Ancak, devleti koruma adına bazı sert uygulamalara
da başvurmuştur. Bu dengeyi kurmak, onun en büyük
yönetim zorluklarından biri olmuştur.
İstihbarat ve Denetim
Abdülhamid’in belki de en çok bilinen yönlerinden
biri, kapsamlı istihbarat ağı kurmasıdır. Bu ağ, hem iç
muhalefeti takip etmek hem de dış tehditlere karşı
önlem almak için kullanılmıştır.
İstihbarat faaliyetleri, devletin güvenliğini artırırken,
özgürlüklerin kısıtlanmasına ve halkta korku iklimi
oluşmasına neden olmuştur. Ancak bu politikayı,
dönemin şartları ve Osmanlı’nın içinde bulunduğu
zayıflık göz önünde bulundurularak değerlendirmek
gerekir.
Modernleşme ve Muhafazakârlık Arasındaki İnce
Çizgi
II. Abdülhamid’in yönetim tarzı, modernleşme ve
muhafazakârlık arasında bir denge kurmaya
çalışmasıyla karakterize edilir. Avrupa’nın teknolojik
ve bilimsel gelişmelerini Osmanlı’ya adapte etmeye
çalışırken, Batılı liberal değerlerin tam olarak
benimsenmesini reddetmiştir.
[132]
Bu çaba, eğitim reformları, altyapı yatırımları, iletişim
ve ulaşım alanındaki gelişmelerle somutlaşmıştır. Öte
yandan, dinî değerlerin ve geleneksel sosyal yapının
korunması için sert önlemler alınmıştır.
Sonuç: Kendi Zamanının Ötesinde Bir Lider
II. Abdülhamid’i salt baskıcı bir figür olarak görmek,
onun çok yönlü kişiliğini ve karmaşık yönetim
anlayışını göz ardı etmek olur. Onun vizyonu,
Osmanlı’yı ayakta tutmaya dönük gerçekçi ve yaratıcı
bir çabaydı. Zorluklar ve sınırlamalar içinde, hem
geleneklere hem de çağın gereklerine uyum
sağlamaya çalıştı.
Onu anlamak, tarihî bağlamında değerlendirmek ve
sadece iyi ya da kötü olarak kategorize etmemek, bu
kitabın en temel sonuçlarından biridir.
II. Abdülhamid’in Dış Politikası: Realist ve
Stratejik Bir Figür
II. Abdülhamid’in dış politika anlayışı, Osmanlı
İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu zor coğrafi ve
jeopolitik koşullar göz önünde bulundurulduğunda
son derece gerçekçi ve stratejik bir profil ortaya
koyar. Onun saltanat dönemi, imparatorluğun
parçalanma sürecinin hızlandığı, büyük güçlerin nüfuz
mücadelelerinin yoğunlaştığı bir dönemdir. Bu
çerçevede, Abdülhamid’in dış politikası hem
imparatorluğun varlığını korumaya hem de
[133]
Osmanlı’yı uluslararası arenada saygın bir aktör
olarak tutmaya yöneliktir.
Kaybedilen Topraklar: Zorunlu Geri Çekilmeler
93 Harbi ve Berlin Antlaşması
1877-78
Osmanlı-Rus
Savaşı
(93
Harbi),
Abdülhamid’in tahta geçtiği dönemin hemen
öncesinde yaşanmış büyük bir kayıptır. Bu savaş,
Osmanlı’nın Balkanlar’daki gücünü ciddi şekilde
zayıflatmış, ardından imzalanan Berlin Antlaşması ile
toprak kayıpları resmi olarak tescillenmiştir.
Abdülhamid, bu savaş sonrası imzalanan şartların ağır
olduğunu bilmekle birlikte, imparatorluğun çıkarlarını
korumaya çalışmış ve yeni denge politikaları
geliştirmiştir.
Tunus’un Fransızlara Kaptırılması
1878’de Tunus’un Fransa tarafından işgali,
Abdülhamid’in politikalarını daha da dikkatli
yürütmesine neden olmuştur. Bu olay, imparatorluğun
Kuzey Afrika’daki etkisinin büyük ölçüde sona
erdiğinin göstergesiydi. Abdülhamid, büyük güçlerin
sömürgeci emellerine karşı diplomasi ve Panislamizm
gibi stratejilerle karşılık vermeye çalıştı.
Mısır’ın İngiltere’ye Geçişi
[134]
Mısır’ın İngiliz kontrolüne geçmesi, Osmanlı’nın
ekonomik ve siyasi anlamda önemli bir kaybı oldu.
Abdülhamid, Mısır üzerindeki Osmanlı otoritesini
sürdürmeye çalışsa da İngilizlerin bölgedeki
üstünlüğüne karşı koymakta zorlandı.
Panislamizm ve Halifelik Politikası
II. Abdülhamid, dış politikada Panislamizm fikrini
aktif bir araç olarak kullandı. Halifelik makamını
güçlendirerek,
özellikle
İngiliz
ve
Fransız
sömürgelerindeki Müslümanları Osmanlı’ya bağlı
tutmaya çalıştı. Bu politika, imparatorluğun
zayıflayan askeri gücüne karşı dini ve kültürel
bağlarla dayanma çabasıydı.
Bu doğrultuda Halifelik mesajları, İslam ülkelerine
gönderilen telgraflar, uluslararası İslam konferansları
gibi diplomatik araçlar kullanıldı. Ancak Panislamizm
politikası,
özellikle
Avrupa’nın
Müslüman
sömürgelerinde beklenen etkinliği tam olarak
sağlayamadı.
Büyük Güçler Dengesi ve Diplomasi
II. Abdülhamid, Osmanlı’nın karşısında yer alan
büyük güçler (İngiltere, Rusya, Fransa, Almanya,
Avusturya-Macaristan) arasında denge politikası
izledi. Almanya ile yakınlaşarak askeri ve ekonomik
destek almaya çalıştı. Bu strateji, imparatorluğun
bağımsızlığını korumasına önemli katkılar sağladı.
[135]
Öte yandan, Avrupa ülkelerinin Osmanlı toprakları
üzerindeki çıkarlarını dengelemek ve diplomatik
manevralarla imparatorluğu korumak için yoğun bir
diplomasi trafiği yürüttü.
İç ve Dış Baskılar Arasında Zorunlu Politikalar
Abdülhamid’in dış politikası, sadece imparatorluğun
dışındaki güçlere karşı değil, içerideki milliyetçi
hareketlere ve isyanlara karşı da şekillendi.
Balkanlar’daki ayrılıkçı hareketler ve Ermeni
isyanları, onun diplomasi ve istihbarat politikalarını
belirleyen unsurlar oldu.
Bu durum, Abdülhamid’in otoriter yaklaşımını
güçlendirdi ve dış politika ile iç güvenlik arasındaki
çizgiyi bulanıklaştırdı.
Zorluklarla Doluydu, Ama Stratejikti
II. Abdülhamid’in dış politikası, imparatorluğun
çökmekte olduğu bir dönemde, mümkün olan en iyi
sonuçları almaya odaklandı. Onun stratejileri,
Osmanlı’nın varlığını mümkün olan en uzun süre
korumayı amaçladı. Bu politika tamamen başarılı
olmasa da, imparatorluğun çöküşünü yavaşlatmada
etkili oldu.
İç İsyanlar, Komplolar ve 31 Mart Vakası
[136]
Osmanlı’nın Çok Katmanlı Krizi: İsyanların Arka
Planı
II. Abdülhamid saltanatı boyunca Osmanlı
topraklarının hemen her bölgesinde çeşitli isyanlar ve
ayaklanmalar yaşandı. Bunların temelinde ekonomik
sıkıntılar, milliyetçi hareketler, etnik ayrışmalar ve
siyasi baskılar vardı. Balkanlar’daki Slav, Arnavut,
Bulgar, Sırp ayrılıkçı hareketleri ile Doğu
Anadolu’daki Ermeni isyanları, devletin zayıflamasını
hızlandıran temel faktörlerdi.
Abdülhamid, bu isyanları bastırmak için güçlü
güvenlik önlemleri alırken, aynı zamanda diplomatik
çözümler ve yerel liderlerle anlaşmalar yapmayı da
denedi. Ancak bu yöntemler genellikle kısa vadeli
başarılar getirdi, uzun vadede sorunları çözemedi.
Ermeni İsyanları ve Yıldız Suikastı
Ermeni topluluğundaki bazı gruplar, Osmanlı
yönetimine karşı silahlı direniş ve terör faaliyetlerine
yöneldi. Bunlar, özellikle doğu vilayetlerinde artan
gerilimin sembolü oldu.
Bu süreçte, Ermeni militanlar Yıldız Sarayı’na
yönelik birkaç suikast girişiminde bulundu. 1905’te
gerçekleştirilen ve padişahın can güvenliğini tehdit
eden bu suikastlar, Abdülhamid’in otoriter yönetimini
daha da sertleştirmesine yol açtı. Bu baskılar,
[137]
özellikle
büyüttü.
muhalif
kesimlerin
hoşnutsuzluğunu
Jön Türk Hareketleri ve Muhalif Cephe
On dokuzuncu yüzyılın sonlarında ortaya çıkan Jön
Türkler, Osmanlı’yı modernleşme ve anayasal
yönetime çağıran bir hareketti. İttihat ve Terakki
Cemiyeti
etrafında
örgütlenen
bu
grup,
Abdülhamid’in mutlakıyetçi yönetimine karşıydı.
Abdülhamid, Jön Türk hareketini istihbarat ağıyla
takip etti, liderlerini tutukladı ya da sürgüne gönderdi.
Ancak bu baskılar, hareketin tamamen yok olmasını
engellemedi; 1908’deki Meşrutiyet ilanına kadar
faaliyetlerini sürdürdüler.
IV. 31 Mart Vakası: Abdülhamid’in Rolü ve Siyasi
İklim
31 Mart 1909’da gerçekleşen ve aslında Nisan
başında olan bu ayaklanma, daha çok Meşrutiyet
yanlısı ve Jön Türk karşıtı unsurların birleşimiyle
gerçekleşti. İsyan, İstanbul’da başlayıp tüm
Osmanlı’yı etkiledi.
Abdülhamid’in 31 Mart Olayı’nda doğrudan rolü
tartışmalıdır. Bazı tarihçiler onun bu isyanı
desteklediğini, bazıları ise pasif kaldığını iddia eder.
Kesin olan, bu olayın onun saltanatının sonunu
hazırladığıdır. 31 Mart Olayı’nın ardından Meşrutiyet
[138]
güçleri harekete geçti ve Abdülhamid 1909’da tahttan
indirildi.
V. Tahttan İndirilme Süreci ve Sonrası
31 Mart sonrası Meşrutiyet yönetimi, Abdülhamid’in
tahttan indirilmesiyle sonuçlanan siyasi bir dönüşüm
yaşadı. Onun yerine V. Mehmed geçti. Abdülhamid,
selamete ermesi için Sinop’a sürgün edildi ve burada
yaşamının son yıllarını geçirdi.
Bu süreç, Osmanlı’da mutlakıyetçi monarşiden
anayasal monarşiye geçişin simgesi olarak kabul
edilir. Ancak saltanatından sonra bile Abdülhamid’in
etkisi ve itibarı toplumda devam etti.
VI. Sonuç: İç İsyanlar ve Muhalefet Bağlamında
Abdülhamid
Abdülhamid, iç isyanlar karşısında sert ve kararlı bir
tutum aldı; ancak bu tutum bazen mevcut sorunları
derinleştirdi.
Muhalefete
yönelik
baskılar,
özgürlüklerin kısıtlanması ve istihbarat faaliyetleri,
onun hem güçlü hem de tartışmalı bir lider olarak
algılanmasına yol açtı.
Bu karmaşık tablo, onun saltanatının anlaşılmasında
önemli bir yer tutar; çünkü bir yandan devletin
dağılmasını önlemeye çalışırken, diğer yandan kendi
yönetim biçiminin eleştirilerine maruz kaldı.
[139]
İttihat ve Terakki ile Mücadele: En Büyük
Hatalar?
II. Abdülhamid’in İttihat ve Terakki’yi Görüşü
II. Abdülhamid, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni
devletin birliğine ve düzenine karşı en büyük
tehditlerden biri olarak gördü. Onun bakış açısına
göre, bu hareket sadece Osmanlı’nın iç düzenini
bozmakla kalmıyor, aynı zamanda Batı’nın Osmanlı
üzerindeki nüfuzunu artırmak için kullanılan bir araç
haline geliyordu.
İstihbarat örgütleri aracılığıyla takip ettiği İttihatçılar,
padişahın otoritesine karşı hareket eden, meşrutiyeti
dayatmaya çalışan ve devletin yapısını temelden
değiştirmeye çalışan unsurlar olarak değerlendirildi.
Bu nedenle, onları bastırmak için sert tedbirler aldı;
liderleri tutuklatıldı, faaliyetleri engellendi.
II. İttihat ve Terakki’nin
Devirmesinin Nedenleri
Abdülhamid’i
İttihat ve Terakki’nin temel gerekçeleri arasında,
Abdülhamid’in baskıcı yönetimi, özgürlüklerin
kısıtlanması, meşrutiyetin iptali ve devletin
modernleşme sürecinin yavaşlatılması vardı. Hareket,
özellikle genç subaylar ve entelektüeller arasında
destek buldu.
[140]
Ayrıca, Abdülhamid’in Panislamizm politikalarının
çok dinli Osmanlı yapısına zarar verdiği, ayrılıkçı
hareketlere engel olamadığı ve devletin yenilikçi
dönüşümünü engellediği eleştirileri öne çıktı. Bu
sebeplerle İttihatçılar, onun yerine daha liberal ve Batı
yanlısı bir yönetim getirmeyi amaçladılar.
1908 Meşrutiyet Devrimi ve Siyasi Kırılma
1908’de gerçekleşen Meşrutiyet ilanı, Abdülhamid’in
mutlakıyetçi rejiminin sona erdiği ve İttihat ve
Terakki’nin siyasi iktidarı ele geçirdiği önemli bir
kırılmadır. Bu dönemde Abdülhamid’in yetkileri ciddi
ölçüde kısıtlandı ve imparatorluk anayasal bir
monarşiye dönüştü.
Ancak, Meşrutiyet’in ilanı yeni sorunları da
beraberinde getirdi. İttihatçıların sert politikaları,
milliyetçi hareketlerin güçlenmesi ve siyasi
kutuplaşma, Osmanlı’yı yeni krizlere sürükledi.
İlericiler mi, Yoksa Batı Hayranı Darbeciler mi?
İttihat ve Terakki’nin karakteri, tarihçiler arasında
tartışma konusu olmuştur. Kimilerine göre, onlar
Osmanlı’nın modernleşmesi için gerekli reformları
getiren ilericilerdi. Diğer görüşlere göre ise, Batı’dan
ithal ettikleri siyasi modellerle Osmanlı toplumunun
kendi dinî ve kültürel yapısını göz ardı eden darbeci
bir elit oldular.
[141]
Bu tartışma, Abdülhamid ve İttihat ve Terakki
arasındaki çatışmanın temel dinamiklerini anlamak
için kritiktir. Her iki taraf da kendi perspektifinden
Osmanlı’nın geleceğini şekillendirmeye çalıştı.
Mücadele ve Hataların Tarihi
Abdülhamid’in İttihat ve Terakki ile mücadelesi, hem
onun yönetim tarzının sınırlarını gösterdi hem de
Osmanlı’nın son dönem siyasi karmaşasını ortaya
koydu. Her iki tarafın da yaptığı hatalar,
imparatorluğun çöküş sürecini hızlandırdı.
Bu mücadele, tarihin karmaşık akışında güç, idealizm
ve pragmatizmin çatıştığı bir dönemi simgeler. İki
tarafın da tarihsel perspektifte doğru ve yanlışlarının
olduğu, tek bir tarafı mutlak kahraman ya da kötü
yapmanın mümkün olmadığı bir süreçtir.
Modernleşme mi Muhafazakârlık mı: Gerçekten
Geri Kaldık mı?
II. Abdülhamid’in saltanatı, Osmanlı tarihinin en
karmaşık dönemlerinden biri olarak kabul edilir. Bu
dönemde, modernleşme çabaları ile geleneksel
değerler arasındaki çatışma ve uyum arayışı, onun
yönetim anlayışının temel taşlarından biri oldu. Peki,
gerçekten Osmanlı geri mi kaldı, yoksa Abdülhamid
farklı bir modernleşme modeli mi uyguladı? Bu
sorunun cevabı, derin bir analiz gerektirir.
[142]
Modernleşme Arayışları ve Altyapı Yatırımları
Abdülhamid döneminde demiryolları, telgraf hatları,
okullar, hastaneler gibi altyapı yatırımlarında büyük
ilerlemeler kaydedildi. Anadolu’nun birçok bölgesine
demiryolları ulaştırıldı; bu, hem ekonomik canlanma
hem de merkezi otoritenin güçlenmesi açısından
büyük önem taşıyordu. Hicaz Demiryolu projesi ise,
sadece ekonomik değil, aynı zamanda dini ve siyasi
bir semboldü.
Teknolojik yeniliklerin Osmanlı topraklarına girişi
hızlandı; telgraf ve telefon sistemleri yaygınlaştı.
Matbaa, elektrik ve diğer modern araçlar kullanıldı.
Ancak tüm bu gelişmeler, devlet otoritesinin
pekiştirilmesi için planlandı ve özgürlükçü bir ortam
yaratma amacından çok uzak kaldı.
Eğitimde Reform ve Kimlik İnşası
Eğitim alanında önemli reformlar yapıldı. Darülfünun
ve çeşitli meslek okulları açıldı; fen, matematik,
hukuk gibi modern bilimler öğretilmeye başlandı.
Ancak eğitim politikaları, aynı zamanda İslamî
kimliğin
korunmasına
ve
güçlendirilmesine
odaklandı. Bu, Batı’nın kültürel değerlerinin tam
anlamıyla benimsenmemesi anlamına geliyordu.
Abdülhamid, eğitimde ahlak ve din eğitiminin
önemini vurguladı; bu, modernleşmenin dinî temelden
kopmadan yapılabileceği anlayışını yansıtıyordu.
[143]
Muhafazakârlık ve Baskıcı Politikalar
Abdülhamid’in modernleşme anlayışı, sıkı bir kontrol
ve sansür rejimiyle desteklendi. Basın ve ifade
özgürlüğü büyük ölçüde kısıtlandı. Muhalefet baskı
altına alındı. İstihbarat ağı genişletildi; devletin bekası
için katı önlemler alındı.
Bu durum, Batı’da olduğu gibi bir demokratik
modernleşmenin önünde engel oluşturdu; ancak
imparatorluğun dağılmasını geciktirdi.
Panislamizm ile Modernleşmenin Sentezi
Abdülhamid,
Panislamizm
ideolojisini
modernleşmenin bir aracı olarak kullandı. Halifelik
kurumunu
canlandırarak,
İslam
dünyasında
Osmanlı’nın liderliğini pekiştirmeye çalıştı. Bu, onun
modernleşme çabalarının bir yandan da dini temeller
üzerine kurulu olduğunu gösterir.
Geri Kalmışlık mı, Alternatif Modernlik mi?
II. Abdülhamid döneminde gerçekleşen modernleşme,
Batı’nın doğrudan kopyalanması değil, Osmanlı’nın
kendine özgü şartları ve değerleriyle şekillenen bir
modeldi. Bu model, özgürlükleri sınırlayan ama
devletin varlığını koruyan, teknolojiyi ve bilimi
alırken kültürel kimliği koruyan bir yaklaşımdı.
[144]
Bu nedenle, Abdülhamid’in modernleşme anlayışını
basitçe “geri kalmışlık” olarak görmek doğru olmaz.
O, kendi döneminin şartlarında Osmanlı’yı yaşatmak
için alternatif bir modernlik modeli geliştirmiştir
II. Abdülhamid’in ideolojik ve siyasi politikalarının
merkezinde Panislamizm, yani İslam birliğini sağlama
ve Halifelik makamını güçlendirme düşüncesi vardı.
Bu politika, Osmanlı’nın zayıflayan gücünü yeniden
canlandırmak, özellikle de Avrupa’nın sömürgeci
güçlerine karşı İslam dünyasında bir dayanışma
oluşturmak amacıyla uygulandı. Peki, Panislamizm
gerçekte ne kadar etkili oldu? Bu soruya kapsamlı bir
bakış sunacağız.
I. Panislamizmin Temel İlkeleri ve Abdülhamid’in
Vizyonu
Abdülhamid, Halifelik makamını sadece dinsel bir
otorite olarak değil, aynı zamanda siyasi bir güç
olarak gördü. Ona göre, Osmanlı padişahının halifelik
sıfatı, sadece imparatorluğun sınırları içindeki
Müslümanlar için değil, tüm dünyadaki Müslümanlar
için birleştirici bir güçtü.
Bu anlayışla Abdülhamid, İslam dünyasında
Osmanlı’nın liderliğini pekiştirmek için çeşitli
girişimlerde bulundu:
[145]
Hilafet makamının aktif kullanımı: Cuma
hutbelerinde padişahın isminin okunması, dini
törenlerin önemi,
Müslümanlara yönelik telgraflar ve mektuplar:
Özellikle İngiliz ve Fransız sömürgelerindeki
Müslüman halklara gönderilen mesajlarla, onların
Osmanlı’ya bağlılıklarını artırma,
Müslüman öğrenci ve alimlerin İstanbul’a davet
edilmesi: İslamî eğitim ve kültürün merkez olarak
Osmanlı’nın güçlendirilmesi,
Dini konferanslar ve uluslararası İslam kongreleri
düzenlenmesi.
Panislamizmin Etkileri ve Sınırlılıkları
Panislamizm politikası, özellikle İngiltere’nin
sömürgesi altındaki Hindistan Müslümanları ve
Afrika’daki Müslüman topluluklar arasında bir miktar
sempati yarattı. Ancak bu politikaların somut siyasi ve
askeri bir karşılık bulması sınırlı kaldı.
Bunun birkaç nedeni vardı:
Büyük güçlerin baskısı: İngiltere ve Fransa gibi
sömürgeci devletler, Osmanlı’nın Panislamist
çağrılarına karşı sıkı önlemler aldı.
[146]
Müslüman toplulukların kendi iç dinamikleri: Her
Müslüman toplumun farklı tarihî, kültürel ve siyasi
koşulları vardı; bu da birliği zorlaştırdı.
Osmanlı’nın askeri ve ekonomik zayıflığı:
İmparatorluk, zaten kendi topraklarını korumakta
zorlanıyordu, dış dünya meselelerine aktif müdahale
gücü sınırlıydı.
Panislamizm ve İç Politika İlişkisi
Abdülhamid, Panislamizm’i sadece dış politika aracı
olarak değil, aynı zamanda iç politikada da birleştirici
unsur olarak kullandı. Osmanlı’nın çok etnili ve çok
dinli yapısında İslam birliği, imparatorluğun birliğini
koruma açısından önemliydi.
Ancak, bu durum gayrimüslim halklar arasında
huzursuzluk yarattı ve milliyetçi hareketlerin
büyümesini engellemekte yetersiz kaldı.
Panislamizmin Tarihsel Değeri
Panislamizm, Abdülhamid’in döneminde gerçek
anlamda bir siyasi güç olarak başarılı olamasa da,
Osmanlı’nın varlığını uzatan ideolojik bir araçtı. Aynı
zamanda İslam dünyasında bir aidiyet ve dayanışma
duygusunu yeniden canlandırdı.
Bugün bakıldığında, Panislamizm hem birleştirici
hem de sınırlayıcı bir unsur olarak tarihsel önem taşır.
[147]
Panislamizm İşledi mi?
Panislamizm, Abdülhamid’in Osmanlı’yı koruma
çabalarında önemli bir strateji oldu ancak sınırlı başarı
elde etti. İslam dünyasının farklılıkları, büyük
güçlerin müdahaleleri ve imparatorluğun zayıflığı, bu
politikanın tam anlamıyla başarıya ulaşmasını
engelledi.
Yine de, bu politika Abdülhamid’in hem iç hem de dış
siyasette farklı bir yaklaşım benimsediğini gösterir.
II. Abdülhamid, Osmanlı tarihinin en tartışmalı
padişahlarından biridir. Onun hakkında anlatılanlar,
kimi zaman efsanelerle, siyasi önyargılarla ve
dönemin karmaşık koşullarıyla iç içe geçmiştir. Bu
bölümde, Abdülhamid’in mirasının hangi açılardan
değerlendirildiğini,
nasıl
anlaşıldığını
ve
günümüzdeki algısını detaylıca inceleyeceğiz.
I. Abdülhamid Algısının Çeşitli Boyutları
Otoriter ve Baskıcı Yönetici İmajı
Birçok tarihçi ve yazar, Abdülhamid’i baskıcı,
sansürcü, istibdatçı bir padişah olarak tanımlar.
Muhaliflere yönelik sert tutumu, basın özgürlüğünün
engellenmesi, siyasi muhalefetin bastırılması bu
imajın temel taşlarıdır. Bu açıdan, Abdülhamid
genellikle “Kızıl Sultan” olarak anılır.
[148]
Devlet Adamı ve Modernleşmeci Lider Görüşü
Diğer taraftan, özellikle Osmanlı ve Türkiye’deki bazı
düşünürler ve tarihçiler, Abdülhamid’i devleti
koruyan, imparatorluğu modernleştirmek için ciddi
altyapı ve eğitim yatırımları yapan bir lider olarak
görür. Bu görüşe göre, onun otoriterliği, zorunlu
koşullar ve dış baskılar nedeniyle alınmış sert
önlemlerdi.
Panislamizm ve İslam Dünyasındaki Mirası
İslam dünyasında Abdülhamid, halifelik makamını
güçlendiren, Müslümanlar arasında birliği sağlamaya
çalışan bir lider olarak hatırlanır. Özellikle Arap ve
Güney Asya Müslümanları arasında saygı görür.
Abdülhamid’i Anlamanın Anahtarları
Tarihsel Bağlamı Doğru Kavramak
Abdülhamid’i değerlendirirken, yaşadığı dönemin
zorlukları, imparatorluğun içinde bulunduğu çöküş
süreci ve büyük güçlerin baskısını göz önünde
bulundurmak gerekir. Onun kararları, bu bağlamda
okunmalıdır.
Kişisel Karakter ve Eğitim
Abdülhamid’in çok yönlü ve disiplinli bir eğitim
aldığı, ileri görüşlü ve derin bir devlet adamı olduğu
[149]
unutulmamalıdır. Bu, onun devlet yönetiminde
gösterdiği sabır, strateji ve kararlılığı açıklar.
Çok Yönlü Yaklaşım
Abdülhamid’i sadece tek bir pencereden görmek
yetersizdir. Otoriter bir lider olarak eleştirilirken,
modernleşme ve devlet bütünlüğü açısından sağladığı
katkılar da göz ardı edilmemelidir.
Günümüz
Okumak
Perspektifi:
Abdülhamid’i Yeniden
Son yıllarda, özellikle Türkiye’de Abdülhamid’e
yönelik yeniden bir ilgi ve değerlendirme süreci
başlamıştır. Onun politikaları, mirası ve düşünceleri,
tarihçilerin, yazarların ve toplumun farklı kesimleri
tarafından yeniden tartışılmaktadır.
Bu süreç, Abdülhamid’in karmaşık ve çok katmanlı
kişiliğini anlamak için bir fırsat sunmaktadır.
Günümüz şartlarında onun denge politikaları,
modernleşme ve muhafazakârlık arasındaki çizgisi
daha iyi kavranabilmektedir.
Abdülhamid’i Anlamak Neden Önemlidir?
II. Abdülhamid’in hayatı ve yönetimi, Osmanlı’nın
son dönemlerini ve Türkiye’nin yakın tarihini
anlamak için kritik önemdedir. Onun izleri, hem
[150]
devlet yönetimi anlayışında hem de toplumun
modernleşme sürecinde derin etkiler bırakmıştır.
Abdülhamid’i anlamak, sadece tarihî bir figürü
anlamak değil, aynı zamanda modern Türkiye’nin
siyasi ve kültürel köklerine dair içgörüler kazanmak
demektir.
[151]
II. Abdülhamid’i
Anlamak ve Tarihe Not
Düşmek
II. Abdülhamid Han… Osmanlı tarihinin karmaşık,
tartışmalı ve bir o kadar da etkileyici figürlerinden
biri. Bu kitap boyunca onun hayatını, kararlarını,
başarılarını ve hatalarını derinlemesine incelemeye
çalıştık. Ancak, bir padişahı anlamak yalnızca tarihî
olayların kronolojisini bilmekle değil, aynı zamanda o
dönemin koşullarını, ruhunu ve zorluklarını
içselleştirmekle mümkündür.
Abdülhamid,
saltanatı
boyunca
Osmanlı’yı
parçalanmaktan korumaya, devletin bütünlüğünü
sağlamaya, halkın refahını artırmaya çalıştı. Onun
yönetim tarzı; modernleşme ve muhafazakârlık
arasında ince bir denge kurma çabasıydı. Bu denge
bazen onu eleştirilerin odağına koydu, bazen de
savunulacak bir lider yaptı. Onu sadece “istibdatçı bir
padişah” olarak görmek eksik ve haksız bir
değerlendirme olur.
Bu kitapta, Abdülhamid’in çok yönlü kişiliğini, onun
büyük stratejilerini, iç ve dış politika kararlarını,
eğitim ve altyapı reformlarını, Panislamizm
vizyonunu ve karşılaştığı zorlukları kapsamlı şekilde
ele aldık. Onun döneminde yaşanan iç isyanları, dış
[152]
baskıları, siyasi mücadeleleri ve nihayetinde tahttan
indirilme sürecini tarihsel bağlamıyla sunduk.
Bugün, Abdülhamid’in mirasını değerlendirirken,
onun devleti korumak için verdiği zor mücadeleyi,
karşılaştığı iç ve dış tehditleri, modernleşmeye dair
özgün yaklaşımını anlamak elzemdir. Tarih, bizlere
sadece zaferleri değil, aynı zamanda zorluklarla
verilen mücadeleleri de anlatır. İşte Abdülhamid’in
hikayesi de bu mücadelenin özüdür.
Onun yaşamı ve saltanatı, Osmanlı’nın son dönemini
ve Türkiye’nin başlangıç noktasını anlamak için bir
anahtar niteliğindedir. Abdülhamid’i doğru anlamak,
sadece bir padişahı anlamak değil, aynı zamanda bir
medeniyetin sancılarını, dönüşümünü ve direnişini
kavramaktır.
Bu nedenle, “Abdülhamid’i Anlamak” sadece tarihsel
bir inceleme değil, aynı zamanda geçmişten ders
çıkarmak,
bugünü
ve
geleceği
daha
iyi
değerlendirmek için bir çağrıdır.
Bu kitap, tarihin karmaşık sayfalarında kaybolan
gerçek Abdülhamid’i gün yüzüne çıkarmaya çalıştı.
Umarım okurlar için yeni bakış açıları, derinlemesine
düşünme imkanı ve tarihi daha geniş bir perspektiften
görme fırsatı sunmuştur.
Tarih, yalnızca geçmişi hatırlamak değil; aynı
zamanda bugünü anlamak ve yarına ışık tutmaktır. Bu
[153]
doğrultuda, II. Abdülhamid’in hayatı ve siyaseti
üzerine yaptığımız bu yolculuk, umarız siz değerli
okuyucular için anlamlı ve öğretici olmuştur.
Recep ARTUT
11.04.2017
[154]
Ekler
A. II. Abdülhamid Döneminden Seçme Belgeler
Bu bölümde, II. Abdülhamid’in saltanatı sırasında kaleme
alınmış veya döneme ait önemli devlet belgeleri, padişahın
hatt-ı hümayunları (resmi fermanları), diplomatik
yazışmalar ve dönemin siyasi kararlarına ışık tutan arşiv
metinleri yer almaktadır. Belgeler, kitabımızdaki ana
temalarla bağlantılı olarak seçilmiş ve özgün Türkçe
metinleri ile birlikte modern Türkçeye sadeleştirilmiş
halleriyle sunulmuştur.
Örnekler:




31 Mart Vakası sonrası padişahın emri
Panislamizm politikası ile ilgili uluslararası
yazışmalar
Berlin Antlaşması’na dair resmi belgeler
Eğitim reformlarına ilişkin ferman ve raporlar
B. Haritalar ve Görseller
Bu bölüm, II. Abdülhamid dönemi Osmanlı coğrafyasını,
kaybedilen toprakları, demiryolu hatlarını, siyasi krizlerin
yaşandığı bölgeleri gösteren haritalar ile dönemin önemli
olaylarını ve kişilerini anlatan nadir fotoğraflar,
karikatürler ve grafiklerden oluşmaktadır. Görseller
tarihsel olayların daha iyi anlaşılması için zengin görsel
destek sağlar.
[155]
Örnekler:




1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ve sınır değişiklikleri
haritası
Hicaz Demiryolu güzergâhı haritası
31 Mart Vakası’nın yaşandığı İstanbul bölgesi
haritası
II. Abdülhamid’in farklı dönemlerden portreleri ve
devlet adamları fotoğrafları
C. Önemli Kişiler ve Kavramlar Sözlüğü
Kitapta geçen tarihi kişilerin, hareketlerin, siyasi terimlerin
ve Osmanlı’ya özgü kavramların kısa tanımları ve
açıklamalarını içerir. Bu sözlük, okuyucuların metin
içerisindeki isimleri, terimleri ve olguları kolayca
anlamalarına yardımcı olmak için hazırlanmıştır.
Örnek maddeler:





İttihat ve Terakki Cemiyeti: Osmanlı’nın son
döneminde siyasi reform ve modernleşme isteyen
genç subaylar ve entelektüellerin kurduğu hareket.
Panislamizm: İslam dünyasını birleştirmeyi
amaçlayan siyasi ve ideolojik hareket.
31 Mart Vakası: 1909 yılında yaşanan gerici
ayaklanma
ve
Abdülhamid’in
saltanattan
indirilmesi sürecinde önemli bir dönemeç.
Mecelle: Osmanlı’da 19. yüzyılda hazırlanmış
modern İslam hukuku kitabı.
Darülfünun: Osmanlı’nın ilk modern üniversitesi,
günümüzde İstanbul Üniversitesi.
[156]
[157]
Referans ve Kaynakça
Kitaplar
1. Shaw, Stanford J. ve Ezel Kural Shaw. History
of the Ottoman Empire and Modern Turkey,
Vol. 2: Reform, Revolution, and Republic:
The Rise of Modern Turkey, 1808–1975.
Cambridge University Press, 1977.
2. Findley, Carter V. Turkey, Islam, Nationalism,
and Modernity: A History, 1789–2007. Yale
University Press, 2010.
3. Zürcher, Erik J. Turkey: A Modern History.
I.B. Tauris, 2004.
4. Hanioğlu, M. Şükrü. A Brief History of the
Late Ottoman Empire. Princeton University
Press, 2008.
5. Davison, Roderic H. Reform in the Ottoman
Empire 1856–1876. Princeton University
Press, 1963.
6. Aksan, Virginia H. Ottoman Wars, 1700–
1870: An Empire Besieged. Routledge, 2007.
7. Üngör, Uğur Ümit. The Making of Modern
Turkey: Nation and State in Eastern Anatolia,
1913-1950. Oxford University Press, 2011.
8. Hanioğlu, M. Şükrü. Preparation for a
Revolution: The Young Turks, 1902–1908.
Oxford University Press, 2001.
9. Göçek, Fatma Müge. Denial of Violence:
Ottoman Past, Turkish Present, and Collective
[158]
Violence Against the Armenians, 1789-2009.
Oxford University Press, 2015.
10. Zürcher, Erik J. Turkey: A Modern History.
I.B. Tauris, 2004.
Makaleler ve Akademik Çalışmalar
11. Lewis, Bernard. “The Emergence of Modern
Turkey,” Middle Eastern Studies, Vol. 1, No.
3, 1965.
12. Ahmad, Feroz. “The Ottoman Empire in the
Era of the Young Turks,” International
Journal of Middle East Studies, Vol. 17, No.
4, 1985.
13. Findley, Carter V. “The Ottoman Empire and
Its Decline: From the Fifteenth to the
Twentieth Century,” International Journal of
Turkish Studies, Vol. 7, No. 1-2, 1991.
14. Kuran, Timur. “The Economic Legacy of the
Ottoman Empire,” The Journal of Economic
Perspectives, Vol. 26, No. 4, 2012.
Arşiv ve Birincil Kaynaklar
15. Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), İstanbul.
16. Yıldız Sarayı Arşivi.
17. II. Abdülhamid’in Hatt-ı Hümayunları ve
Telgrafları.
[159]
Diğer Kaynaklar
18. Zürcher, Erik J. The Young Turk Legacy and
Nation Building: From the Ottoman Empire to
Atatürk's Turkey. I.B. Tauris, 2010.
19. Zürcher, Erik J. “Abdülhamid II and the
Ottoman Empire,” Encyclopedia of Islam, 2nd
Edition.
20. Çelik, Zeynep. The Remaking of Istanbul:
Portrait of an Ottoman City in the Nineteenth
Century. University of California Press, 1986.
1. II. Abdülhamid’in Hayatı ve Tahta Çıkışı



Shaw, Stanford J. ve Ezel Kural Shaw. History
of the Ottoman Empire and Modern Turkey,
Vol. 2.
Hanioğlu, M. Şükrü. A Brief History of the
Late Ottoman Empire.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA).
2. İttihat ve Terakki Hareketi ve Politik
Mücadeleler



Hanioğlu, M. Şükrü. Preparation for a
Revolution: The Young Turks, 1902–1908.
Zürcher, Erik J. The Young Turk Legacy and
Nation Building.
Göçek, Fatma Müge. Denial of Violence.
[160]
3. Kaybedilen Topraklar ve Dış Politika



Findley, Carter V. Turkey, Islam, Nationalism,
and Modernity.
Aksan, Virginia H. Ottoman Wars, 1700–
1870.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA).
4. Eğitim,
Reformları



Modernleşme
ve
Altyapı
Hanioğlu, M. Şükrü. A Brief History of the
Late Ottoman Empire.
Çelik, Zeynep. The Remaking of Istanbul.
Davison, Roderic H. Reform in the Ottoman
Empire 1856–1876.
5. Panislamizm ve İslam Dünyasındaki Rolü



Zürcher, Erik J. Turkey: A Modern History.
Lewis, Bernard. “The Emergence of Modern
Turkey,” Middle Eastern Studies.
II. Abdülhamid’in Hatt-ı Hümayunları ve
Telgrafları.
6. İç İsyanlar, Komplolar ve 31 Mart Vakası


Göçek, Fatma Müge. Denial of Violence.
Hanioğlu, M. Şükrü. Preparation for a
Revolution.
[161]

Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA).
7. Abdülhamid’in Mirası ve Günümüzdeki
Değerlendirmeler



Zürcher, Erik J. Turkey: A Modern History.
Findley, Carter V. Turkey, Islam, Nationalism,
and Modernity.
Türk Tarih Kurumu – Ottoman History Portal.
[162]
ABDULHAMİT-İ
ANLAMAK
İsyanlar, Diplomasi ve Panislamizm
Üzerine Bir Portre
[163]
[164]