Word olarak kaydet

advertisement
İslam Peygamberinin Biyografisi, Karen
Armstrong
Apr 13, 2011
KAREN ARMSTRONG: Yedi yılını Roma Katolik rahibesi olarak
geçirdi ve bu dönemde Through the Narrow Gate (Dar Kapıdan Geçerken) adlı kitabı için önemli malzemeler topladı. Dünya çapında başarıya
ulaşan A History of God (Tanrı'nın Tarihi; otuzdan fazla dile çevrildi), büyük takdir toplayan İslam: A Short History (İslam: Kısa Bir Tarih) ve
yakın zamanda Weidenfeld & Nicholson Lives serisinde Buddha adlı kitaplarıyla büyük bir başarıya kavuştu. Leo Baeck Koleji'nde Musevilik
Araştırmaları konusunda ders vermektedir ve 1999 yılında Müslüman Halkla İlişkiler Konseyi Basın Ödülü'ne layık görülmüştür.
“Hazreti Muhammed Mekke'de Söz'ü yaymaya başladığında bütün Arabistan
kronik bir karmaşa içindeydi. Yarımadadaki tüm Bedevi kabilelerinin
kendilerine ait kanunları vardı ve her biri diğeriyle savaş halindeydi. Arapların
birleşmesi imkânsız gibi görünüyordu ve bu da, dünya sahnesindeki yerlerini
almalarına izin verecek bir uygarlık kuramayacakları anlamına geliyordu. Hicaz
tam anlamıyla vahşi bir barbarlık görüntüsündeydi ve medeniyetten nasibini
almamıştı. Ama yirmi üç yıl sonra Hazreti Muhammed 08 Haziran 632'de
öldüğünde, neredeyse tüm kabileleri yeni bir Müslüman toplum olarak
birleştirmeyi başarmıştı. Doğru, bu belirsiz bir dönemdi. Hazreti Muhammed'in
de bildiği gibi birçok Bedevi, gizlice eski putperestlik inancına bağlıydı. Ama
bütün zorluklara rağmen, bu Arap birliği varlığını sürdürmeyi başardı. Hazreti
Muhammed büyük politik becerilere sahipti: İnsanlarının durumunu tamamen
değiştirmiş, onları şiddetin ve kavganın verimsizliğinden kurtarmış, hepsine yeni
ve gururlu bir kimlik kazandırmıştı. Artık yeni eşsiz kültürlerini kurmaya
hazırlardı ve Hazreti Muhammed'in yaydığı öğreti yüz yıl içinde inanılmaz bir
gücü serbest bırakarak Cebelitarık'tan Himalayalar'a kadar tüm Arapları etkisi
altına almıştı.”
“Hazreti Muhammed, politik olanların yanı sıra güçlü ruhsal yeteneklere de
sahipti -ikisini genellikle aynı insanda bulamazsınız- ve tüm dindar insanların iyi
ve adil bir toplum meydana getirmekten sorumlu olduğuna kesinlikle
inanıyordu. Buna karşılık, öfkeden kendini kaybedebilir, uzlaşmaya
yanaşmayabilirdi, ama aynı zamanda şefkatli, kırılgan ve son derece nazik bir
insandı. İncil'i okuduğunuzda, İncil’in güldüğü bir sahneye rastlayamazsınız,
ama Hazreti Muhammed'in sık sık gülümsediğini, kendisine en yakın kişilerle ve
ailesinden insanlarla zaman zaman şakalaştığını görebilirsiniz. Tarihsel
kayıtlarda onu çocuklarla oynarken, eşleriyle tartışırken, bir dostu öldüğünde
acıyla ağlarken, sevinçten sarhoş olmuş herhangi bir baba gibi yeni doğmuş
oğlunu gururla etrafındakilere gösterirken görebiliriz.”
“Hz. Muhammed'in başarısının en önemli yönlerinden biri, izolasyondu.
Musevilik ve Hristiyanlık dinlerinden haberi vardı ama bilgisi çok sınırlıydı.
İsrailoğuIları'nın peygamberlerinin aksine, Hz. Muhammed, kendi ivmesine,
görüşlerine sahip, asırlar boyunca biçimlenmiş ahlak değerleri sunabilecek
kurulu bir geleneğin desteğiyle tek tanrıcı bir çözüme yönelik çalışmıyordu. İsa
ve Aziz Pavlos, Musevilik ile yetişmişlerdi ve ilk Hristiyanlar, sinagoglarda tek
Tanrı'ya taparak yetişmiş Museviler idi. Hristiyanlık, Musevi toplumların yolu
açtığı ve putperest zihinleri hazırladığı Roma İmparatorluğu’nda kök salmıştı.
Ama Hz. Muhammed, tamamen sıfırdan başlamak ve radikal tek tanrıcı inanç
sistemini oluşturmak için tek başına mücadele etmek zorundaydı. Görevine
başladığında, dışarıdan bakan biri ona kesinlikle şans vermezdi. Araplar
kesinlikle tek tanrıcılığa hazır görünmüyordu; bu sofistike vizyon için yeterince
gelişmemişlerdi. Aslında, bu şiddet eğilimli, ürkütücü toplum içinde böyle bir
kavramı yaygın biçimde tanıtmak, olağanüstü tehlikeli bir işti ve Hz.
Muhammed bu girişiminden sağ kurtulursa bile yeterince şanslı sayılırdı.”
“Gerçekten de Hz. Muhammed sürekli bir ölümcül tehlike altındaydı ve hayatta
kalması mucizeydi. Yine de başardı. Hayatının sonuna geldiğinde, kabileler
arasındaki şiddetin kronik köklerini baltalamayı başarmıştı ve putperestlik artık
endişe kaynağı olmaktan çıkmıştı. Araplar artık tarihlerinde yeni bir sayfa
açmaya hazırdı.”
“Ama Hz. Muhammed yirmi beş yaşına geldiğinde, bu büyüklüğüyle ilgili hâlâ
çok az işaret vardı; hatta çok becerikli bir genç adam olmasına rağmen
Mekke'de, "güvenilir olan" anlamında, “El-Emin” adıyla tanınıyordu: Hayatı
boyunca insanlarda hep güven uyandırmıştı. Yakışıklı, gürbüz, güçlü vücutlu ve
orta boyluydu. Saçları ve sakalı gür, kıvırcıktı ve bütün kaynaklarda belirtildiği
gibi, son derece çarpıcı ve aydınlık bir yüzü vardı. Kesin tavırlı, yürekli bir
gençti; ne yaparsa yapsın, tüm dikkatini yaptığı işe verirdi ve vücudunun
duruşundan da bunu belli ederdi. Giysisi dikenlere takılsa bile asla omuzunun
üzerinden bakmazdı; sonraki yıllarda onunla birlikte yürüyenler arkasında
rahatlıkla gülüşüp şakalaşabilir, asla dönüp onlara bakmayacağını bilirlerdi.
Biriyle konuşurken asla vücudunun bir kısmıyla değil, daima bütünüyle döner ve
yüz yüze konuşurdu. Tokalaştığında asla elini karşısındakinden önce çekmezdi.
Amcaları onun iyi bir askeri eğitim almasını sağlamışlardı; bu yüzden becerikli
bir okçu, yetkin bir kılıç adamı ve güçlü bir güreşçiydi.”
“Ona inanan ilk insanların çoğunun Mekke'deki ezilenler olması şaşırtıcı değildi;
köleler ve kadınlar, bu yeni dinin kendilerine bir umut ışığı olabileceğini hemen
anlamışlardı. Göreceğimiz gibi, daha sonraları daha zengin kabilelerden de
İslam dinine girenler oldu ama en güçlü ve aristokrat Kureyşliler uzak kaldılar.
Müslümanlar Kâbe’de toplandıklarında, büyük Abdülmuttalib’in torununun bir
araya gelmeyi sevdiği ayak takımına küçümseyerek bakıyorlardı. İslam daha da
güçlendiğinde, Hz. Muhammed'in en yakın yandaşları üst sınıf zengin
Müslümanlar değil, Kureyş'in daha yoksul kabilelerinden gelen kişilerdi.
Bunların hiçbiri kişisel tercih meselesi değildi. Hz. Muhammed ilk Müslümanlar
için bir örnek oluşturması gerektiğini ve Allah'ın adaletsizlikten ve sömürüden
nefret ettiğini biliyordu. Tanrı’nın iradesini yansıtan saygın bir toplum, tamamen eşitlikçi bir yaşam tarzı geliştirmeliydi.”
“Hz. Muhammed artık tanınan biri olmuştu. Yıllar süren zulüm ve yenilgilerin
ardından, artık kendi ülkesinde kabul görmeyen bir peygamberdi. Bu, Hristiyan
gelenekleriyle yetişmiş olan bizler için anlaşılması ve kabullenilmesi kolay bir
imajdır. Ama Hicret'ten sonra Hz. Muhammed gerek ruhsal ve gerekse politik
anlamda muazzam bir başarıya kavuşmuştur ki bu da Hristiyan Batılı'nın onun
peygamberlik yaşamıyla ilgili her zaman şüphesini çekmiştir. Sadece Arabistan'ı
değil, tüm dünya tarihini değiştirmiş zeki ve karizmatik bir politik lider
olduğundan, Avrupa'daki eleştirmenler onun dini, güç için kullanan birisi
olduğunu söylemişlerdir. Hristiyan dünyasında çarmıha gerilmiş ve kendi
krallığının bu dünyada olmadığını söyleyen bir Isa figürü hakim olduğundan,
başarısızlığı ve aşağılanmayı bir dinî liderin en önemli özelliği olarak görmeye
alışmışızdır. Ruhsal kahramanlarımızın dünyevi anlamda muhteşem başarılar
kazanmasını beklemeyiz.”
“Belirttiğimiz gibi, Hristiyan geleneklerinde, politik faaliyetleri dinî yaşamın
dışında tutmak gibi bir eğilim vardır; Hristiyanlar, dünyevi başarıları genellikle
ruhsal zaferler olarak görmemektedirler. Avrupa'da, Kilise'yi ve devleti ayıran
bir ideal geliştirdik ve sık sık, temelde ayrı olarak algıladığımız bu iki alanı
birleştiren İslam inancını suçladık. Ama Hristiyan deneyimi, bize farklı şartlar
içinde oluşup gelişen diğer kültürel ve dinî geleneklere ön yargıyla yaklaşma
hakkını vermez. Hz. Muhammed yeni dini insanlarına getirdiğinde, Arabistan
uygar dünyanın dışındaydı ve gerek politik gerekse sosyal yapısı yıkılmak
üzereydi. Öte yandan, Hristiyanlık, şiddet uygulanarak korunsa bile belli bir
barış ve sosyal güvenlik ortamının sürdüğü güçlü Roma İmparatorluğunda
doğmuştu. İsa ve Aziz Pavlos, sosyal ve politik düzen için endişelenmek zorunda
değillerdi, çünkü zaten böyle bir gerek yoktu. Gerçekten de, Pavlos'un uzun
misyoner yolculukları, pax Romana dışında imkânsız olurdu; Arabistan'da
koruma altında olmayan bir adam sokakta kim vurduya giderdi. Hristiyanlık
dördüncü yüzyılda imparatorluğun resmi dini haline geldi, ama yeni Hristiyanlık
kurumu, tamamen yeni bir politik düzen kurması gerektiğini düşünmüyordu;
sadece eski Roma kanunlarını ve kurumlarını vaftiz etmeleri yetmişti.
Dolayısıyla politika, hâlâ farklı bir arenaydı.”
“Diğer yandan, peçe veya örtünme şartı, Hz. Muhammed'in eşlerini aşağılamak
için değil, tam aksine, yüceltmek için getirilen bir protokoldü. Hz. Muhammed’in
ölümünden sonra, eşleri çok güçlü insanlar haline geldiler: Dinsel konularda
saygı duyulan otoritelerdi ve sık sık Hz. Muhammed'in sünnetleri ya da görüşleri
hakkında onlara danışılırdı.”
“İslam kültürü son derece eşitlikçiydi ve Peygamber’inin bu şekilde
onurlandırılarak seçkin kılınması uygun görülmüyordu. Dolayısıyla ilk örtünen
Müslüman kadınlar, bunu bir güç ve etki simgesi olarak görmüşlerdi, erkek
baskıcılığının bir rozeti olarak değil. Haçlıların eşleri Müslüman kadınlara
gösterilen saygıya tanık olduklarında, kendi erkeklerine de aynı saygı kavramını
öğretmek amacıyla peçe giymeye ve örtünmeye başladılar. Ancak, başka bir
kültürdeki sembolleri ve uygulamaları anlamak daima zordur. Avrupa'da, eski
sömürgelerimizdeki diğer kültürleri sık sık yanlış anladığımızı ve onlara zarar
verdiğimizi ancak yeni yeni anlamaya başlıyoruz. Çoğu din, erkeklere önem
vermiş ve erkek temelli yapılar geliştirmiştir. Ama İslam'ın bu konuda
hepsinden daha katı olduğunu düşünmek yanlıştır. Örneğin Orta Çağ'da durum
bunun tam tersiydi: Müslümanlar, Batılı Hristiyanların kadınlarına
davranışlarını gördüklerinde dehşete kapılıyorlardı. Üstelik Hristiyan aydınlar,
kölelere ve kadınlara çok fazla özgürlük ve değer verdikleri için Müslümanları
eleştiriyorlardı. Bugün birçok Müslüman kadın kapandığı zaman bunun nedeni
katı bir din tarafından beyinlerinin yıkanması değil, bunun kendi kültürel
kökenlerine bir dönüş olarak algılamalarındandır. Bu, diğer uluslara kendi
geleneklerini kendilerinden daha iyi anladığını iddia eden Batılı Emperyalizm'e
karşı bir reddediştir!”
“Özellikle çocuklar ona bayılıyordu. Bir araya geldiklerinde çocukları kucağına
alıp ve öpüyordu. Bir seferden döndüğünde, çocukların onu karşılayıp bir zafer
alayı şeklinde vahaya getirmesi gelenek haline gelmişti.”
“Hz. Muhammed 622 yılında Hicret ettiğinde, küçük İslam toplumu politik güce
doğru ilk adımını atmıştı: On yıl sonra neredeyse tüm Arabistan'ı hâkimiyeti
altına almıştı ve Müslümanların bin yıldan uzun süre ayakta kalacak dev bir
imparatorluk kurması için gerekli temelleri atmıştı. Bu politik başarı, sürekli bir
çaba ve gerilim gerektirmiş, Medine'de geçen yıllar insan toplumunu Tanrı'nın
ilahi planına göre yeniden yapılandırmanın ne kadar zor ve tehlikeli
olabileceğini göstermişti. Hz. Muhammed sözlerle açıklanması zor “İlahi Kelam”ı
almış, bazen ilahi etkinin ağırlığı altında ezilmişti. “Tanrı Kelamı”nı insan toplumuna uygulamaya çalışmak Müslümanların da dayanıklılık ve algı sınırlarını
zorlamış, hatta bazen umutsuzluğa kapılmış ve Hz. Muhammed'i tamamen terk
etmenin eşiğine gelmişlerdi. Ama başarısı, sıra dışı ve tartışmalı politikalarının
en güçlü savunucusu olmuştu. Hz. Muhammed Bedir'de savaşma, Musevi
kabilelerini kovma ya da yok etme veya Hudeybiye'deki anlaşmayı yapma
kararını verdiğinde, doğrudan Tanrı'dan vahiy ya da ilham almamış, istişare
etmiş ve kendi zekâsını kullanmıştı.”
“Kur’an Müslümanların kendi doğal sağduyularını bir kenara atmalarını veya
arkalarına yaslanıp Tanrı'nın bir mucize yaratarak onları kurtarmasını
beklemelerini önermiyordu. İslam dini, insan zekâsının ve ilahi yardımın omuz
omuza çalışması gerektiğini savunan gerçekçi bir inanç sistemiydi. 632 yılına
gelindiğinde, Tanrı'nın isteği Arabistan'da gerçekleşecek gibi görünüyordu.
Kendisinden önceki birçok peygamberin aksine, Hz. Muhammed sadece erkek ve
kadınlara bireysel bağlamda yeni bir kişisel umut görüşü getirmemiş, aynı
zamanda insan tarihini düzeltmek ve insanoğlunun gerçek potansiyelini ortaya
koyabileceği adil bir toplum meydana getirmek görevini de üstlenmişti.
Dolayısıyla Medine'deki Müslüman toplumun başarısı, İslam dini için kutsal bir
görev haline gelmişti; bu olağanüstü başarı, Tanrı'nın aramızdaki görünmez
varlığının bir kanıtıydı. Politik faaliyetler kutsal bir sorumluluk olmaya devam
edecekti ve Müslüman imparatorluğunun daha sonraki başarısı da insanoğlunun
kendini topyekûn kurtarabileceğinin bir delili olacaktı.”
“İncil'deki İsa'nın yaptığı gibi dağlarda vaazlar vererek ve şifa dağıtarak
dolaşmak yerine, Hz. Muhammed toplumunu yeniden biçimlendirmek için zorlu
bir politik mücadelenin ortasına atılmış, ona inananlar da bu mücadeleyi
sürdürmüşlerdi. Bütün çabalarını Roma İmparatorluğu'ndaki gibi kendi
bireysel yaşamlarını yeniden yapılandırmak üzere kullanmak yerine, Hz.
Muhammed ve yandaşları toplumlarına ruhsal ve ahlaki gelişim getirebilecek
toplu bir kurtarma operasyonuna girişmişlerdi. Kur’an, kişinin bireysel
yazgısının her şeyden daha önemli olduğunu ve Müslümanların sosyal
görevlerinin üzerine çıktığını vurgulamaktadır. Tarih ve politik faaliyetler asla
kendi başlarına akan olaylar değildir; tam aksine, ilahi düzen tarafından
yönlendirilmektedir. Bireyin sonsuz yazgısı, sosyal reformdan çok daha
önemlidir ve Kur’an'daki Son Yargı, Cennet ve Cehennem kavramları bunu
açıkça göstermektedir. Kur’an bununla kendini Arabistan'da yeni yeni
hissettirmeye başlayan yeni bireysellik ruhuna karşılık vermektedir ve sosyal
yasaları da bu endişeyi yansıtmaktadır. Kabile sisteminin gerilemesine rağmen,
eski komün idealleri hâlâ normları oluşturuyordu ve bunun farkında olan Hz.
Muhammed, bizim Batılı liberal ideallerimizi doğrudan uygulamaya koyamazdı;
ama en azından bir başlangıç yapmıştı. Ama sonsuz kan davaları ve sömürüler
Arabistan'da devam ettiği sürece, bireysel kurtuluş mümkün olamazdı, çünkü
soysuzlaşmış, ahlaksızlaşmış bir toplum düzeni kaçınılmaz bir şekilde
ahlaksızlıkları, kötülükleri ve umutsuzluğu beslerdi. Dolayısıyla yedinci yüzyılın
başlarında Arabistan'daki şartlar, bireysel olduğu kadar sosyal bir kurtuluş
planını da gerektiriyordu.”
“Hz. Muhammed, Medine'de güçlü ve çevresel kaostan etkilenmeyen bir toplum
meydana getirmeyi başarmıştı. Diğer kabileler de onlara katılmaya başlıyordu,
ama henüz dinî vizyonlarını paylaşmaya hazır değillerdi. Eğer Müslüman
toplum ayakta kalmak istiyorsa, gücünü korumak zorundaydı, ama Hz.
Muhammed'in öncelikli amacı politik bir güç değil, iyi bir toplum meydana
getirmekti.”
“Hz. Muhammed'in başarısı, Kur’an'ın bu düzeni reddeden toplumların yok
olmaya mahkûm olduğu yönündeki iddiasını doğrulamaktadır. Ama mücadele
henüz bitmemişti. Müslümanlar Tebük'ten döndüklerinde, bazıları kılıçlarını bir
kenara atmışlardı, ama Hz. Muhammed onlara mücadelenin henüz bitmediğini,
yeni bir çabaya hazır olmaları gerektiğini söylemişti. Tanrı'nın insan tarihindeki
isteğini gerçekleştirme mücadelesi asla bitmeyecekti; daima üstesinden gelinmesi
gereken yeni tehlikeler, aşılması gereken yeni sorunlar olacaktı. Müslümanlar
bazen savaşmak zorunda kalacaklardı; diğer zamanlarda ise barış içinde yaşayabilirlerdi. Ama bireysellik kavramıyla birlikte insanlık tarihini de yeniden
yapılandırmak için dev bir projeye başlamışlardı ve Müslümanlar bugüne kadar
bu projeyi fazlasıyla ciddiye almışlardır.”
“Taif’in istemeden teslim olması, birçok Arap'ın hâlâ yeni düzeni kabullenmekte
gönülsüz olduğunu gösteriyordu. Bedevi müttefiklerin Hz. Muhammed'e karşı
sadakatleri sadece yüzeyseldi ama yine de, ne yapmaya çalıştığını her zaman
anlayamasalar da, mesajın özünü kavradıklarını zaman içinde gösterecek olan
sadık Müslümanlardan oluşan bir çekirdek grup meydana getirmeyi başarmıştı.
Ebu Bekir, Ömer ve Osman İbni Affan, evlilik yoluyla Peygamberin akrabaları
olmuşlardı ve bu da yeni ruhsal yakınlıklarını mühürlüyordu. Dinin bir öncelik
olduğunu hepsi anlıyordu: Araplar öncelikle İslam'ın beş "sütununu" uygulayarak kendilerini değiştirmeli ve Tanrı'yı hayatlarının merkezi haline
getirmeli, bunu yaparken de toplumun daha zayıf üyelerini korumalıydılar.”
(Karen Armstrong, İslam Peygamberinin Biyografisi Hz. Muhammed, Koridor, 2005)
Download