YENİ TÜRKİYE’DE MAKALEM YAYINLANDI... Türkiye’nin yakından tanıdığı siyaset ve kültür adamı Hasan Celal Güzel bir gün aniden telefonla aradı. Yeni Türkiye Dergisi’nin son sayısında konunun “Türk Dünyası” olduğunu ve bir makale yazmamı istedi. Ben de seve seve kabul ettim. “Güneydoğu Avrupa’(Balkanlar)da Türk İzleri” konulu bir makale yazdım. Ortaya iki cilt, 288 yazı ve 3000 sayfadan oluşan muhteşem bir yayın ortaya çıkmış. Mutlaka alın ve okuyun, kütüphanenizde bulunsun. Emeği geçenlere sonsuz teşekkürler... MAKALEM GÜNEYDOĞU AVRUPA’DA (BALKANLAR) TÜRK İZLERİ BALKAN ALGISI Günümüzde Güney Doğu Avrupa olarak adlandırılan ancak uluslararası terminolojide halen öztürkçe bir isim olan “Balkan” adı ile adlandırılan bu coğrafyanın sınırlarını öncelikle belirlemek gerekir. Balkan, sarp ve ormanlık sıra dağları anlamını taşıyan Türkçe bir kelimedir. Balkan kelimesi literatürde ilk kez 1809 yılında Alman coğrafyacısı A. Zevne tarafından kullanılmıştır. Balkan Yarımadası’nı Avrupa Kıtası’ndan ayıran sınır dağları yoktur. Yarımadanın doğal ve etnik bütünlüğü de bu sebeple bulunmamaktadır. Bu yüzden yarımadanın günümüze kadar kuzey hududu çizilememiştir. Bazı müellifler adı geçen yarımadanın kuzey hududunu Tuna – Sava – Kupa ırmakları üzerinden geçen ve batıda Riyeka, doğuda Karadeniz’e kadar uzanan 1183 km’lik çizgiyi kabul etmektedir. Doğal kuzey hududun söz konusu ırmakların veya daha kuzeyde Doğu Karpatlar ve Transilvanya Alpleri olduğu söylenebilirse de, etnoğrafya bakımından yarımada; Balkan milletlerinin meydana getirdikleri bir etnik müze veya konglomeradır. Bu topraklarda Türklerin dışında Arnavutlar, Ulahlar, Boşnaklar, Bulgarlar, Makedonlar, Sırplar, Hırvatlar, Yunanlar, Slovenler, Macarlar, Romenler ve diğer milletler yaşamaktadır. Yarımadanın Tuna, Sava ve Kupa ırmaklarının güneyinde bulunan toprakların yüzölçümü 490, kuzeyindeki topraklarla birlikte ise 800 bin km2’dir. Balkan Yarımadası’nın doğal zenginlikleri ve çok önemli bir siyasi ve stratejik konumu vardır. Yarımada’da Avrupa’dan Anadolu’ya, Yakın Doğu, Akdeniz ve diğer yerlere uzanan yollar geçmekte veya kesişmektedir. Bu yüzden tarih boyunca söz konusu yarımadaya hakim olmak için çok büyük savaşlar yürütüldü. Balkanlar, güneybatıda Adriyatik Denizi ve İyon Denizi, güneyde Akdeniz, güneydoğuda Ege Denizi, Marmara Denizi, doğuda Karadeniz ile çevrili bir yarımadadır. Kuzey sınırlarını Tuna, Sava ve Kupa nehirleri oluşturur. Kuzeybatıdan (Trieste Körfezi) güneye ve doğuya dek olan bölge sınırları denizlerle çevrilidir. Karadeniz kıyılarında ise bölge sınırları denizlerle çevrilidir. Karadeniz kıyılarında Tuna’nın döküldüğü yerden Tuna boyunca kuzey sınır Belgrad’a ulaşır. Burada Sava boyunca devam edip Hırvatistan – Bosna Hersek hattından batıya ilerleyen kuzey sınırı Slovenya’ya gider. Catez ob Savi köyünde Krka nehrinde devam eden kuzeybatı sınırı, nehrin ağzı Gradicek’in batısından Vipava nehri üzerinden ilerleyip İtalya’ya geçer. Gorizia yakınlarından Soca nehri ile birleşen sınır, Trieste Körfezi kıyısındaki Manfalcone yakınlarındaki Adriyatik’e bağlanır. Gördüğünüz gibi bir çoğumuzun bu güne kadar duymadığı denizler, nehirler, körfezler, köyler Balkan coğrafyasının içinde yer alıyor. Benim düşünceme ve iddialarıma göre bu coğrafyanın içine Ege’de bugün Yunan hükümranlığında olan başta Girit ve Rodos olmak üzere bütün adalarıda katmak gerekiyor. Balkan coğrafyasının yukarıda sınırlarını çizdiğimiz topraklarının yüz ölçümü ortalama 550.000 kilometrekare’nin üzerinde... Balkanlarda 50 – 55 milyon civarında insan yaşıyor. Nüfusa dair net rakamların verilememesinin en önemli nedeni siyasal nedenlerle sağlıklı nüfus sayımının yapılamamasıdır. Ancak toplam nüfusun % 25’inin Türk, Arnavut, Boşnak, Goralı, Pomak, Torbeş ve Çingenelerden oluşan müslümanlardan müteşekkil olduğunu söyleyebiliriz. Türkler açısından bakacak olursak, sayısı net olarak belirlenemesede 2 milyon Müslüman Türkün Balkanlarda değişik ülkelerde yaşadığını söyleyebiliriz. Bu sayıya hristiyan Türkler olan Gagavuzlar dahil değildir. Gagavuzlar Romanya, Bulgaristan, Yunanistan ve Makedonya başta olmak üzere dağınık bir şekilde Balkan ülkelerinde yaşamaktadır. Bu gün Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşadığı farz edilen 76 milyon vatandaşımızın önemli bir bölümü ki; bazılarına göre bu nüfusun % 50’sini karşılamaktadır. Ya ecdadı ya da kendisi Balkan topraklarından “anavatan” tabir edilen ülkemize gelmiştir. Bu insanların ve Anadolu insanlarının veya halen Balkan ülkelerinde yaşayan Türk ve Akraba Topluluklarının her birinin bilgi eksikliği ve dezenfarmasyon nedeni ile düşüncelerine etkili olan bir “Balkan Algısı” vardır. Aslında yukarıda bahsettiğimiz bu büyük coğrafya “Balkan”olarak anlaşılmalı, tarihi ve sosyolojisine bir bütünlük içinde bakılmalıdır. Günümüzde Balkan devletlerine (Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya, Kosova, Arnavutluk, Romanya, Karadağ, Sırbistan, Hırvatistan, Bosna Hersek, Slovenya) bakarak farklı bir “Balkan Algısı”na sahip olmak, Balkan coğrafyasının tarihi, sosyolojisi, jeopolitik ve jeostratejisi açısından bizi yanlış sonuçlara götürür. Balkan coğrafyası, tek ve bütün bir coğrafyadır. Devletler tarihinden bakınca belirlenmiş sınırlar sunidir. Bu suni sınırlar arasında halklara, kültürlere, geleneklere ve dillere dayalı kuvvetli geçişler vardır. Örneğin Türkçe ile bütün Balkan coğrafyasını gezebilir veya Slav kökenli dillerle çoğu Balkan halkı ile anlaşabilirsiniz. Türkler açısından bakılıncada Balkanlar tek ve bütün bir coğrafyadır. Mesela Rodopların bir eteği Bulgaristan sınırları içinde diğer eteğide Yunanistan’dadır. Ancak Türkler açısından Rodopların bir ve bütün bir coğrafi alan olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Türkiyemizde Balkanlar, bize oralardan Anadolu’ya göç etmiş insanların geldiği yer ile bir anlam ifade etmektedir. Örneğin çok yanlış bir şekilde Balkanlardan gelenlerin tümünü Batı Trakyalı veya Arnavut ya da Boşnak farz etmek gibi. Halbuki biz Türkler için Balkanlar denince 550.000 kilometrelik bir toprağı ve 55 milyon civarında insanı ve de bu toprakların Girit ve Rodos ile tüm Ege Adalarını kapsadığını, Marmara Denizinde yer alan kıyılarımızdaki Doğu Trakya’dan başlayıp ecdadın gidip yerleştiği en son nokta olan Estergon Kalesi’nde bittiğini, bilmemiz ve idrak etmemiz gerekiyor. BALKANLARDA TÜRK VARLIĞI Saka ve İskit Türkleri’nin M.Ö. 700 yılında kurdukları Bozkır İmparatorluğu veya Konfederasyonun sınırları içerisinde Makedonya dahil bütün Balkan Yarımadası, Macaristan, Bohemya, Ukrayna ve diğer bölgeler ve ülkeler bulunuyordu. Çin sınırından Tuna Irmağı’na kadar uzanan bu imparatorluk veya Konfederasyonda; kültür bakımından Türk atlı ve yarı göçebe kültürünü benimsemiş toplulukların yaşayışları, kıyafetleri, adet ve inançları tek bir kültürü yani Türk kültürünü ifade etmektedir. Bu nedenle H. Triedler ve bazı tarihçiler Saka, İskit ve Bozkır İmparatorluğu veya Konfederasyonu’na egemen zümrenin Türk olduğu kanısına vardılar. Büyük İskender İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonraki dönemde bölgede kurulan Greco – Baktria Devleti’nin sınırları, kuzeyde Hun Türkleri ile komşuydu. M.Ö. 140 yıllarında ise kuzey ve kuzeydoğudan Hun Türklerinden kaçan kavimlerin ki; bunlar; Yunan kaynaklarına göre Türk olan Peçenek, Saka ve Yüeçilerin Balkanları istila ettiklerini görüyoruz. Böylece tarihi belgeler açısından M.Ö. VI. yüzyılda başlayan Balkanlardaki Türk varlığı, Büyük Hun kültürü ve onun bütün Avrupa’yı titreten, büyük yayılış ve atılımı kendini göstermeye başlamış oldu. Tarih, arkeoloji, dil, edebiyat, sosyoloji ve diğer bilim dallarının tespit ettiği gerçekler ise, müşahhas bir Türk varlığının bu bölgede M.S. IV. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Hun Türklerinin eliyle yerleşmeye başladığını gösteriyor. Balkanlardaki Türk varlığı ve kültürü Hun Türklerinden sonra bu coğrafyaya gelen Avar, Proto Bulgar, Peçenek, Oğuz, Kuman, Selçuklu ve Osmanlı Türkleri’yle devam etti. Bu sebeple Balkanlarda Türk varlığını üç ayrı dönemde incelemek daha doğru olacaktır. 1. Birinci dönem 372 – 1370 yılları arasında geçmiştir. 2. İkinci dönem 1371 – 1912 yılları arasında Osmanlı – Türk Hükümranlığı altında geçen dönem 3. Üçüncü dönem ise 1912 – 2013 yılları arasında Türk hakimiyetinin sona ermesinden günümüze kadar geçen süredir. Balkan Yarımadası en büyük etnik değişikliklere Hun, Avar ve diğer Türk kavimleri ile Slavlar ve Osmanlı Türklerinin yerleşmesiyle uğradı. Hun ve Avar Türkleri 372 ile 803 yılları arasındaki dönemde Balkan Yarımadası’nda ve Avrupa’da büyük devletler kurdular. Devletleri tasfiye edildikten sonra bir kesimi diğer kavimler ve dinler tarafından eritildi. Bir kesimi ise Göktanrı’ya inanmaya ve Türkçe konuşmaya devam etti. 679 yılından sonraki dönemde Hun ve Avar Türklerinden geriye kalan Proto Bulgar, Oğuz, Peçenek ve Kuman Türkleri’nin önemli bir kısmı İslam Dini’ne geçti. Bunlar 1352 yılından sonra Anadolu’dan gelen Türklerle Balkan topraklarının fetihlerine katıldı. Yine 679 yılında Tuna Nehri’nin sağ tarafında bulunan Mizya’ya veya bugün Kuzey Bulgaristan dediğimiz bölgeye geçen Asparuh Han komutasındaki Proto Bulgar Türkleri, Balkanlarda imparatorluklar kurdular. Onların müslüman olmayan kesimi IX. yüzyılın ikinci yarısında Doğu Roma İmparatorluğu tarafından yapılan baskının neticesinde önce Ortodoks Hristiyanlığı daha sonra Slavlığı ve Slavca’yı kabul etti. Slavlar, Hun ve Avar Türkleri’nin köleleri olmasına rağmen, bu Türk kavimlerinden Balkan topraklarında kalan Türk grupları, İlirleri, Trakları, Antik Makedonları, Romalıları ve Peonları göçe zorladıktan sonra Balkan Yarımadası’na yerleştiler. Balkanlardaki coğrafi ortam; tarihin akışını ve yönünü, kültürlerin dağılımını, göçleri, etnik farklılıkları, yerleşim yerlerinin durumunu ve tipini etkilediği kadar, oralarda yaşayan milletlerin manevi nitelik ve değerlerini de etkiledi. Bu sebeple Balkan Yarımadası’nın tarih boyunca çok karışık etnik ve dini bir yapısı vardır. Günümüzde de bu durum devam etmektedir. Ayrıca burada belirtilmesi gereken diğer bir önemli hususda; Balkanlarda Osmanlı Türkleri öncesi dönemden bu yana yaşamını sürdüren Goralı, Pomak, Torbeş gibi toplulukların tamamının Hun, Avar, Peçenek, Kıpçak, Kuman, Uz, Oğuz gibi Türk boylarının torunları olduklarıdır. Ancak Türk bilim adamları bu konunun üzerine yeterince eğilmedikleri için özellikle Yunan, Makedon, Bulgar ve Sırp tarihçiler başta olmak üzere neredeyse tüm batılı tarihçilerin, bu grupları, farklı ırk ve etnisitelere bağlama çabaları vardır. Osmanlı – Türk İmparatorluğu’nun, Balkanlara hakim olduğu dönemde, Balkanlar’da yaşayan Türklerin yanında, Türk’e benzemeye çalışan “reaya” denilen bir topluluk bulunuyordu. Bunlar Türk gibi giyiniyor, başına kırmızı fes takıyor, Türklerin hareketlerini taklit ediyor, Türkçe konuşuyor, çarşıda ve diğer yerlerde Türkler’den fark edilmiyordu. Reaya’nın bu dış görünüşü, onu her türlü dış taarruzdan koruyarak, İslam’ı kabul etmeye ve Türkleşmeye kadar gitmiştir. Osmanlı – Türk Devleti’nin 1699 Karlofça Anlaşması’nın imzalanmasına kadar süren Yükseliş Devri’nde, Türk göçleri doğudan batıya ve güneyden kuzeye doğru gerçekleşti. Devlet, yeni feth edilen Balkan topraklarına Anadolu’nun değişik yerlerinden onbinlerce Türk ailesi yerleştirdi. Yerleşme oldukça planlı ve düzenli bir şekilde yapıldı. Anadolu’dan getirilen Türk aileleri en çok Sava ve Tuna ırmaklarının güneyinde ve Drina Irmağı’nın doğusunda bulunan topraklara yerleştirildi. Belirlenen sınırların dışında kalan topraklara sadece ordu birlikleri, akıncılar ve memurlar gitti. Osmanlı Devleti’nin duraklama, gerileme ve dağılma devirlerini ihtiva eden son 200 yılda Türk ve diğer Müslüman göçü, kuzeyden güneye ve batıdan doğuya doğru gerçekleşti. Bu göç genelde elden çıkan Macaristan, Hırvatistan, Dalmaçya, Lika, Krayina, Bosna, Banat, Baçka, Sirem, Slavonya, Eflak, Boğdan, Moldova, Kırım ve diğer bölgelerden yapıldı. Osmanlı Devleti, Deliorman civarında kalan eski Türk gruplarını ve Anadolu’dan getirdiği Türkleri, Makedonya, Sırbistan, Hırvatistan, Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan ve Arnavutluk’un değişik bölgelerine iskân ettirdi. XIV. – XVII. yüzyılların arasındaki bu dönemde Balkan Yarımadası’na kitleler halinde gelen Anadolu Türkleri, bu yarımadanın Sava ve Tuna ırmaklarının güneyinde ve Drina Irmağı’nın doğusunda bulunan topraklarda nüfus çoğunluğunu oluşturdu. Türk yerleşmesi genelde Anadolu ve Akdeniz ikliminin olduğu güney ve güneydoğu Balkan bölgesinde yapıldı. Oraların etnik ve din yapısı Türklerin ve İslâm’ın lehine değiştirildi. Türklerin, Balkanlarda makus talihinin oluşmaya başladığı hadisenin, 1683 yılında gerçekleştirilen 2. Viyana Kuşatması olduğunu söyleyebiliriz. Başarısızlıkla sonuçlanan bu muhasaradan sonra, Türkler ve Türk gibi görünenler halen Balkanlardan, Türkiye’ye veya dünyanın her hangi bir köşesine göç hüznünü yaşadılar ve yaşamaya devam ediyorlar. Bu durum 2013 yılı itibarı ile benzerlikler içerir bir şekilde sürmektedir. Türklerin başına Balkanlarda meydana gelen bu olayların sadece siyasi ve insani boyutu yoktur. Bunların yanında dil, kültür, tarihi eserler Türklere ait her türlü arkeolojik ve etnografik argümanlar, Balkan coğrafyasından silinmye çalışılmaktadır. Bütün bunlara rağmen Balkanlar o kadar Türktür ki; ICOMOS’un üyesi Nikos Agriatonis’in 2005 yılında İstanbul’da söylediği bir sözden bunu bir kez daha anlıyoruz: “Yunanistan’da 1830 tarihini esas alarak 2300’e yakın tarihi eserin envanterini çıkarttık. Bunlardan bir kısmı kamuya ait yapılar, bir kısmı da ticaret ve sosyal amaçlı binalar. Yani imaretler, medreseler, camiler, köprüler, minareler, evler, kaleler, limanlar, hisarlar ve su sistemleri Osmanlı dönemine kaydedildi. Bu envantere aynı dönemde inşa edilen kiliseleri, manastırları kısaca Hristiyanlıkla ilgili yapıları dahil etmiyoruz. Ayrıca, 8500’e yakın, Osmanlılar zamanında kullanılmış içinde şimdi kimsenin yaşamadığı ve yıkılmamış ev tespit ettik”... Düşünün bir kere; bu sadece Yunanistan açısından saptanan bir durum... Yunanistan’da böyleyse acaba öteki Balkan ülkelerinde ayakta kalan Türk izleri nelerdir? BALKANLARI YAKIN TARİHTEN GÜNÜMÜZE GETİREN BAŞLICA OLAYLAR : 1699 Karlofça Anlaşması, Balkan Yarımadasının modern tarihinin başlangıcı için bir dönüm noktası teşkil eder. Bu anlaşma ile Osmanlı-Türk İmparotorluğu önemli bölgeleri kalıcı olarak Hıristiyan güçlere bıraktı. Bu dönemde Habsburg İmparotorluğu Erdel, Hırvatistan,Slavonya ve başka toprakları ele geçirirken; Venedik’te Dalmaçya ve Mora’yı aldı. Osmanlı – Türk Devleti 18.yüzyıl boyunca Avrupalı güçlerle, özelliklede bu güçlerle genelde ittifak içinde olan Rusya ve Habsburg İmparotorluğu ile sürekli savaştı. Fransız Devrimi ve Napolyon’un mücadelelerine Balkan toprakları da dahil oldu. 1775 yılında Habsburg İmparotorluğu Bukovina’yı ele geçirdi. 1797’de de Dalmaçya ve İstriya’yı elde etti. Bu ilhaklar 1815 Viyana Anlaşması ile teyit edildi. Rusya 1812 Bükreş Anlaşması ile Besarabya’yı yani bugünkü Moldovya ve Romanya topraklarının büyük bir bölümünü aldı. 1815’te İngiltere, günümüzde Yunan Adaları olarak adlandırılan adaların hakimiyetini ele geçirdi ve bu hakimiyetini 1863 yılına kadar sürdürdü. Yakın Doğu’daki hadiselere Avrupalı büyük güçlerin yani İngiltere, Fransa, Rusya, Habsburg İmparotorluğu ve bazı konularda Prusya’nın karışmasının Balkanlara da olumsuz sonuçları oldu. Bu devletler zaman zaman ortak hareket ederken birçok kez de aralarında büyük menfaat çatışmaları yaşıyordu. Bir çoğu Osmanlı – Türk İmparotorluğu’nun geniş toprakları üzerinde çok şiddetli bir nüfuz rekabeti halindeydi… İstanbul yani Osmanlı – Türk İmparatorluğu’nun merkez yönetiminin zayıfladığı 18.yüzyılın sonu ve 19.yüzyılın başlarında, Balkanlarda anarşi ve kanunsuzluk hüküm sürüyordu. Bu nedenle özellikle Balkanlardaki nüfuzunu artırmak için Avrupalı devletler tarafından devamlı tahrik edilen hıristiyan nüfus; diğer nedenler sebebiyle de, Fransız Devrimi ile özdeşleştirilen pek çok fikir ve bilhassa liberalizm ve milliyetçilik Balkanları adeta bir kan gölüne çeviriyordu… Osmanlı – Türk İmparotorluğu’nun karşı karşıya kaldığı ilk isyan 1804’te gerçekleşen ve devletin bölgedeki karışıklıkları dizginleyememesinden kaynaklanan Sırp isyanıdır. İkinci isyan ise 1821’de Hrıstiyan alemi ve Avrupalı devletlerce de büyük çapta desteklenen Mora İsyanı’dır. Bu güçlerin müdahalesinden sonra 1829’da bağımsız bir Yunan devleti kuruldu. Ancak ne gariptir ki; bu devlete tahsis edilen bölge Rumların meskun olduğu toprakların sadece dörtte birini oluşturuyordu. Yunanistan, Ortodoks Hristiyanlığın bağlı olduğu kiliseler tarafından Avrupalı devletlerin desteği ile kurulmuştur. Yunanistan’ın kurulmasında bir devlet geleneğinden ve millet yapısından söz edilemez. Öyle ki; bu devletin kurulmasına destek olanlar, devletin yönetim biçimini de monarşi olarak belirlemiş ve dışarıdan Bavyera Kralının ikinci oğlu Otto’yu kral olarak başa geçirmiştir. Üçüncü önemli isyan ise Eflak ve Boğdan’daki Rumen hareketidir. Diğer Balkan topraklarında görülen dışarıdan müdahaleler burada da görülmüştür. Zamanın hiçbir büyük gücü, kontrollerine almak istedikleri bu toprakları başıboş bırakmak istememişlerdir. Yine Eflak ve Boğdan’da 1866 yılında Orta Avrupalı Prusya Kraliyet ailesinin Katolik koluna mensup Hohenzollern – Sigmaringenli Carol’un hükümdar seçildiğini daha doğrusu hakim güçler tarafından atandığını görüyoruz… Bu süreçte içeriden direniş ve ayaklanmayla, büyük güçlerden de saldırılar ve müdahaleyle karşı karşıya kalan Osmanlı-Türk İmparotorluğu, devletin daha fazla parçalanmasını ve Balkanlardaki isyanları önlemeye yönelik kararlı girişimlerde bulundu. Sened-i İttifak’la başlayan bu süreç Tanzimat Fermanı (1839), Islahat Fermanı (1856), Kanun-i Esasi ve 1.Meşrutiyet (1878) nihayetinde de 2.Meşrutiyet (1908)ile devam etti. Balkanları bugüne taşıyan en önemli olaylardan biri de; 1875’te Bosna – Hersek’te çıkan isyandı. Bu isyan bastırılamadı. Akabinde 1876 yılında Sırbistan ve Karadağ bu isyandan faydalanarak OsmanlıTürk İmparotorluğu’na karşı savaş açtı. Büyük bir uluslararası kriz çıktı. Balkanlara inmek, Boğazları ele geçirmek ve de Akdeniz’e Ege yoluyla çıkmak isteyen Ruslar bunu fırsat bilerek 1877 yılında tarihimizde “93 Harbi” olarak bilinen savaşı Osmanlı – Türk Devletine karşı ilan etti. Savaş; Balkanlarda büyük güçler arasındaki dengeyi alt üst eden Ayastefanos Anlaşması (1878) ile nihayetlendi. Ancak büyük güçler buna çok şiddetli bir tepki gösterdi. Bunun üzerine aynı yıl Berlin Kongresi toplandı. Berlin Kongresi, Balkan Devletlerinin kurulmasında bir dönüm noktasıdır. Daha önce bağımsızlığını kabul ettirmiş olan Yunanistan’a; bu kongrede alınan kararlarla Romanya, Sırbistan ve Karadağ eklenmiştir. Avusturya – Macaristan İmparotorluğu’da Bosna – Hersek’i ve Yeni Pazar Sancağı’nı ilhak etti. Ayrıca bu sonuçlar, Müslüman ve Hrıstiyan Arnavutlar arasında da ayrılık düşüncesinin başlangıcına neden teşkil etti. 18. ve 19. Yüzyıllarda dikkatini Balkanlara toplayan büyük güçler, 1887’den sonra dünyanın diğer bölgeleri ile daha fazla ilgilenir oldular. Bu sırada, bu güçlerin hiç biri bir Balkan krizi çıkmasını istemiyordu. Bu sessizlik 1912 yılında patlak veren Balkan Savaşları’na kadar sürdü. Günümüzde de benzer olaylar ve uygulamalar; Türk ve Türk gibi görülen Müslümanlara uygulanan zorunlu göçler, asimilasyon hareketleri ve Çamerya, Makedonya, Kosova ve Bosna – Hersek’te meydana gelen ve soykırım niteliği taşıyan katliamlarla sürüyor. Balkanlarda meydana gelen olayların, toprakla ilgili hedefleri olmasına rağmen, aciliyet gerektiren en önemli husus iç ekonomik kalkınma gerekliliği ve halkların yaşam koşullarının iyileştirilmesi ile de ilgiliydi. Bölge siyasetçileri, geri kalmışlığı çok iyi idrak ediyor ve köklü değişikliklerin olması gerektiğini savunuyorlardı. Ancak ne gariptir ki; Balkanlarda yaşanan bu olayların üzerinden uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen benzer sorunlar artarak bu coğrafyada devam etmektedir. BALKANLARDA TÜRK KİMLİĞİNİN AYRILMAZ BİR PARÇASI: SOYKIRIM Günümüzde Balkanlara nasıl bakıldığını anlamak için Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın “… 1912 felaketinden sonra Anadolu’ya gelen Balkanlılar, Rumeli göçmenleri dediğimiz kesimdir. Bir toplantıda Türkkaya Ataöv tarihi meselelere hep “ileriye bak, geçmişi unut, kimseye kin tutma” felsefesi ile yaklaştığımızı söylemişti. Aslında bizden başka kimsenin geçmişini unuttuğu yok ve bu şekilde geçmişi unutarak ileriye yürünmesi de mümkün değildir. Nitekim bu savaş ne mektep kitaplarında ne matbuatta, ne de filmlerde yer alıyor ve Balkan Savaşı nedir, nasıl bir faciadır bilmiyoruz. Vaktiyle büyük anneler olanları anlatırmış bir müddet sonra ise mesele “Ne diyor bu ihtiyar ?” yakınmasına dönüşmüştür. Halbuki Balkan Savaşı yakın Türk tarihinde bir faciadır ve bu faciayı yaşayanlar da bazı Türklerdir.” diyerek belirttiği görüşleri üzerinde düşünmek gerekir. Balkanların 1800’lü yılların başından itibaren yazılı tarihi; Türklerin ve Türk olarak görülenlerin başına gelen, milyonlarca ölümle sonuçlanan soykırımların ve zorla göç ettirilmelerin tarihi niteliğindedir. Balkanlarda 1821 ile 1922 yılları arasında beş milyondan fazla Müslüman Türk, ülkelerinden sürülüp atılmıştır. Beş buçuk milyon Müslüman Türk’te kimi savaşlarda öldürülerek, kimi de sığıntı durumunda iken açlıktan ve hastalıklardan canını yitirerek ölmüştür. Balkanlarda uğranılan bu soykırımlar neticesinde Türk nüfusu önemli bir kayba uğramıştır. Bu sebeble Balkanların tarihi, Türklerin uğradığı soykırımlar göz önüne alınmaksızın gereği gibi anlaşılamaz. Osmanlı – Türk İmparatorluğu; kendini yenilemek ve çağdaş bir devlet kimliğiyle varlığını sürdürmek için çabaladığı bir dönemde, önce sınırlı kaynaklarını, Müslüman Türk nüfusun düşmanlarınca kıyımdan geçirilmesini önlemek; sonra da bu düşmanlar üstüne geldiğinde, İmparatorluk merkezine akın akın gelen göçmenlerin gereksinmelerini karşılamak için harcamak zorunda bırakılmıştır. Türkler, Balkanlardaki bu badireden yok edilemeden çıktı ama Türk Milleti Balkanlarda başına gelen olaylardan derinlemesine etkilendi ve bu etkiler günümüzde de sürmektedir. Türklerin Balkanlarda uğradığı bu kayıplar, Türk tarihi açısından büyük önem taşımasına rağmen bu kayıplara ders kitaplarında değinilmez. Bulgarların, Sırpların, Rumların uğradığı kıyımları anlatan ders ve tarih kitapları, Türklerin uğradığı kıyımları anmamıştır. Bu durum Türklerin başına gelen ölüm ve sürgünlerin, tarihsel önemini anlamamızı engellemiştir. Balkanlarda Türklerin uğradığı ilk toplu soykırım 1821 Mora İsyanı olarak tarihe geçen Yunan ayaklanmasıyla gerçekleşmiştir. Yunan ayaklanması, Balkanlarda Türklerin topluca öldürülmesi ve sürülmesi ile ilgili süreci başlatan ilk harekettir. Burada izlenen yöntem, daha sonra yapılacak olanlara bir model olarak ortaya çıkmıştır. Tarihçi George Finlay 1861 yılında “1821 Nisanında, 20000 kişiye yakın bir Müslüman Türk nüfus Yunanistan’da (Finlay, burada Yunanistan derken bu günkü Yunanistan’ın anakarasındaki güney kısmını yani Mora’yı kast ediyor. Çünkü 1861’de Yunanistan krallığının toprağı o kadardı. Yunanistan kurulduğu tarihten bu yana Türk topraklarını işgal ede ede Türkiye’nin aleyhine olmak üzere üç misli büyümüştür.) dağınık olarak yaşıyor ve tarımda çalışıyordu. Ayaklanmanın üzerinden iki ay geçmeden bunların çoğu kıyımdan geçirildiler. Adamlar, kadınlar, çocuklar, hiç acımadan ve sonra da pişmanlık duyulmadan öldürüldüler.” demektedir. Mora İsyanında Yunanlı çeteciler ve köylüler, buldukları her Türkü öldürmüşlerdir. Hatta Kalavryta ve Kalamata’dakiler kendilerine öldürülmeyecekleri sözü verilen Yunanlılara teslim oldu ancak bunlarda öldürüldü. Yunanlılar yarımadanın her bölümünde Türklere saldırdı ve hepsini öldürdü. Kalelere sığınanların geriye dönüş umudunu yıkmak için Türklerin evleri yakıldı. İsyanın başladığı Mart’ın 26’sından Nisan’ın 22’sindeki paskalya Pazar’ına kadar göz kırpmadan 15000 Türk can verdi. Yunanlı Başpiskopos Germanos “Hristiyanlara huzur, Konsoloslara saygı, Türklere ölüm” diye emir veriyordu. Yunanlılar yakaladıkları Türkleri erkeği, kadını ve çocuklarıyla kıyımdan geçirmek suretiyle “Hiçbir Türk kalmayacak / Ne Mora’da, ne dünya da !” şarkısını da ağızdan ağıza yayarak soykırımı adeta alay edercesine tamamlamışlardı. Ayaklanmanın başlamasından itibaren üç hafta içinde Mora’da bir tek Türk bırakılmamıştı. Tripolitza’daki olay ise vahşetin boyutunu çok iyi anlatmaktadır. Kolokotrones isimli birinin anlatımına göre kasabaya girdiğinden itibaren “yukarı hisar kapısından başlayarak atımın ayağı hiç yere değmedi. İlerlediğim zafer kutlama töreni yolu cesetlerden bir örtüyle döşenmişti.” demektedir. Bu soykırım değilde nedir? Mora’da başımıza gelenler Türk Milletine anlatılmışmıdır? Soykırımın hesabı sorulmuşmudur? Bunlar tarihçiler ve siyasetçiler tarafından cevaplanması gereken önemli sorulardır. Balkanlarda 1821 Mora ayaklanması ile başlayan Türk soykırımları; Balkanlardan Türk nüfusu arındırmak politikasına dayanıyordu. Bu politika Avrupa devletleri ve Rusya ile haçlı zihniyetinin bir eseriydi. Bu durum 1877 – 1878 Osmanlı – Rus, 1912 – 1913 Balkan ve 1919 – 1923 Kurtuluş Savaşlarında kendini yeniden göstermiştir. Bir Bulgar devletinin yaratılmasıyla ve Bulgaristan Türklerinin soykırım ve yurtlarından sürülmesiyle sonuçlanan Bulgar ayaklanması hareketi, Osmanlı – Türk İmparatorluğuna karşı birbirleri ile bağlantısız eylemlerle başladı. Küçük Bulgar grupları, Sırp ve Yunan ayaklanmalarında Osmanlıya karşı savaştılar. Ruslar; 1806,1811 ve 1829’da Balkanları istila ettiklerinde Bulgar gönüllüleri Ruslara katılarak onların yanında yer aldı. Tarihe 93 Harbi olarakta geçen 1877 – 1878 Osmanlı – Rus savaşının, Bulgaristan Türklerinin kıyımdan geçirilmesi ile yaşanan dehşet olaylar üzerine başladığı söylenebilir. Ayaklanmanın elebaşlarından Benkovski’nin konuşmalarında “Türklerin ele geçirilebilen her yerde öldürülmeleri” emrediliyordu. Bunun üzerine hemen 1000 civarında Türk köylüsü katledilmiştir. 1877 – 1878 Osmanlı – Rus savaşında Türklerin ölümleri dört sınıfa ayrılabilir: a) Taraflar arasındaki çatışmalarda meydana gelen ölümler b) Bulgar ve Ruslar tarafından öldürülmeler c) Yaşam içim zorunlu gereksinmelerin sağlanmasının engellenmesiyle açlıktan ve hastalıktan ölümler d) Bulgaristan Türklerinin sığıntı durumda yaşadıkları koşullardan kaynaklanan ölümler Savaşın korkunç bilançosu sonucunda Müslüman Türklere ait nüfusun %17’sine tekabül eden 261.937 kişinin katledildiği görülmektedir. Bu savaşa ilişkin bir belge henüz ortaya konamamış olsada, olayların gelişmesine bakılarak çıkarılabilecek en mantıklı sonuç, Rus askerlerin yaptığı insan öldürmelerinin, yıkımın ve ırza geçmelerin, Rus askeri komutanlığının emirleri çerçevesinde gerçekleştiğidir. Rusların sivil halkı kıyımdan geçirmeye girişmelerinin altında yatan temel amaç; Türk köylüler arasında dehşet salmak ve ilerleyen Rus ordularının önünde onları kovalayarak Osmanlı ordusunu harp dışı konularla ilgilenmeye itmekti. Nitekim Ruslar bunu gerçekleştirmekte başarılı oldular. Sürüler halinde Osmanlı – Türk İmparatorluğu’nun merkezine doğru kaçan Türkler, yolları kapadılar, cepheye asker ve malzeme taşınmasında kullanılabilecek tren vagonlarını doldurdular. Bu savaş döneminde Bulgaristan’da Türklerin varlığına son vermek için kullanılan yöntemler yani cinayet ve dehşet saçmanın kullanılması binlerce yıl önce keşfedilmişti. Bu yöntemler çerçevesinde Türkler ya hemen öldürülecek ya da öldürülme korkusu içinde yurdundan kaçırılacaktı. Eski Zağra Müftüsü Hüseyin Raci Efendi’nin yayınlanmış hatıralarından bu planların nasıl yaşama geçirildiği çok iyi anlaşılmaktadır. Bu savaş sonucu; ülkenin yani Bulgaristan’ın Türklerden temizlenmesi ve ezici çoğunluğu Slavlaşmış Bulgarlardan oluşan bir Bulgaristan’ın ortaya çıkması sağlandı. Bulgaristan Türklerine saldırılması, Rusların askeri politikasının pratik, bilinçli ve acımasız bir amacı idi. Ruslar, amaçlarını tahakkuk ettirmek için kirli savaşlarda usta ve uzman olan Don – Volga / Rus Kazaklarından faydalandılar. Kazaklar, kimse kaçmasın diye köyleri kuşatmaya alıyor, sonra da Bulgarlar köye dalıp talana ve kıyımdan geçirmeye girişiyorlardı. Örneğin Hıdır Bey köyünde Rus Kazakları Türklerin elindeki silahları toplayıp Bulgarlara verdiler. Bulgarlarda köyün 70 erkeğinden 55’ini orada öldürdüler. Yine Büklümbük’te aynı yöntemle silahsızlaştırdıkları köyün erkeklerini bir saman ambarına, kadınları ve çocukları evlere yerleştirdikten sonra ateşe verdiler. Kaçmaya çalışanlara da Bulgarlar ateş ettiler. Kaçabilenler bunu diğer Türklere anlattılar zaten Ruslarda korku yaratmak için bunu istiyordu. Bunun gibi bir çok olay Müderrisli, Yeni Mahalle, Usturumca, Kadisle, Binpınar gibi Türk yerleşim birimlerinde yaşanmıştır. Filibe ve Edirne’de İngiltere’nin konsolos yardımcısı olarak görev yapan Edmund Calvert yazdığı 16 Eylül 1878 tarihli raporda “… bu yörenin Türk erkek nüfusunun toptan ve duygusuz kıyımdan geçirmelerle kökünden kazımak amacını güden hesaplı ve kısmen de başarılı olmuş girişimler…” diye ifade edilen soykırım 1990’lı yıllarda Haçlı zihniyeti tarafından Türk olarak görülen Boşnaklara’da çoğunlukla erkekleri öldürmek sureti ile uygulanmıştır. Avrupa eğer böyle utanç verici işleri Türkler yapmış olsaydı, bütün Türkleri kolayca lanetlerdi. Ancak aksine bu soykırımlar diplomatik raporların varlığına rağmen gizlenmiş ve planlı olarak olayların üstü örtülmüştür. Balkan Savaşı öncesindeki soykırım ve göçlerin önemli bir bölümünün Girit ve Oniki Ada olarak bilinen Türk adalarında olduğu görülür. Başta Girit olmak üzere Türk egemenliğindeki adalar uluslararası ayak oyunları ile Yunanistan’a verilmiştir. Sadece Girit Adasındaki Nüfus oranları takip edildiğinde Rumlar tarafından gerçekleştirilen katliamların korkunç boyutu ortaya çıkar. Girit Adasından 1878 – 1898 yılları arasında 175.900 müslüman Türk’ün göç etmek zorunda kaldığı göz önüne alınırsa Türklerin Girit’te hangi akibetle karşılaştıkları pek fazla tartışılır bir konu olmaktan çıkar. Birinci Balkan Savaşında, Osmanlı – Türk İmparatorluğu 1877 – 1878 Osmanlı – Rus Savaşından çok daha hızlı bir yenilgiye uğradı. Sadece iki ay süren çatışmalar sonunda hemen hemen bütün Avrupa Türkiye’si yitirilmişti. Çatalca savunma çizgisi, Bulgarların saldırısına karşı direnmiş ve başkent İstanbul kurtulmuştur. İkinci Balkan Savaşı da yitirilen toprakların küçük bir bölümünü kurtarmaya neden olmuştur. Balkan Savaşlarında 1877 – 1878 Osmanlı – Rus Savaşında görülenlere benzer tablolar yaşanmıştır. Öldürme, ırza geçme ve soygunlar, Türkleri evlerinden barklarından söküp ayırmış, Osmanlı’nın merkezine yani elde kalan Türk topraklarına göç etme sonucunu doğurmuştur. Balkan Savaşlarında Türklere karşı ön saldırıları yapma işlevini Sırp, Bulgar, Makedon, Rum çeteleri üstlenmiş ve bunlar kendilerini himaye eden devletlerden destek görmüşlerdir. Balkan Savaşları sırasında işlenen cinayetler; bir ırkı yani Türkleri yok etmeye yönelik türden cinayetlerdir. Yapılan soykırımlar Balkanlarda daha önce yapılmış olanlara çok benziyordu. Nüfus çoğalmasının önüne geçilmesi yolu ile demografik dengelerin bozulmasına yönelik katliamların yapıldığı rahatlıkla söylenebilir. Örneğin diplomatik misyon üyesi Morgan adlı birinin 28.12.1912 tarihinde Kavala’da yazdığı bir raporda “Kavala bölgesinde Kavala Türklerinin komitacılar tarafından daha önceki raporlarda bildirildiği üzere, öldürülmelerinin yanı sıra Pravista’da yaklaşık 200 Türkün ve Sarı Şaban’da bir o kadarının kıyımdan geçirildiği haber alınmıştır. Drama bölgesinde, Çatalca, Doksat ve Kırlık Ova’da Türkler öldürülmüşlerdir.” demektedir. Yabancı misyon şefleri ve görevlileri ile ticaret için bölgede bulunan yabancıların buna benzer rapor ve mektupları Batı ülkelerinin arşivlerinde bulunmaktadır. Batılı gözlemciler haksız ve hukuksuz bir şekilde katledilen Türk sayısını 200.000’in üzerinde olarak hesaplamışlardır. Bu soykırım değil de nedir ? Türk Milletinin başına gelen kötü şeyleri anlatmakta zorluk çektiği ve bu konularda bir ketumiyet içinde bulunduğu genelde kabul gören bir anlayıştır. Bu nedenle Balkanlarda meydana gelen soykırım ve karşılaşılan kötü muameleler bir türlü Türk toplumuna yansıtılamamıştır. Selanik’te görevli olan İngiliz Konsolosu Lamb “Kılkış, Doyran ve Gevgili ilçelerinin tamamında bütün ileri gelen Türkler öldürülmüş, malları talan edilmiş ya da kullanılmaz hale getirilmiş, çiftlikleri ve evleri yakılmış, hanımları pek çok olayda aşağılanmış ve hatta çoğu kez daha beter davranışa uğramışlardır” diye Türklerin başına gelenlerin bir kısmını rapor etmiştir. Hatta olaylar daha da ileri gitmiş ve Müslüman Türklerin zorla din değiştirmesi için çeşitli ağır baskılar uygulanmıştır. Amerikalı araştırmacı yazar Justin McCarthy; Balkan Savaşları ve sonrasında ölen Müslüman Türk sayısını 632.408 kişi olarak veriyor.Bu bir insanlık dramıdır. Bu katliamlar ve soykırımlar Yunanlıların Anadolu’yu işgalinde de sürmüştür. Örneğin 1919 yılında 3000 nüfuslu Menemen halkının 1300’ ü Yunanlılar tarafından iki üç gün içinde öldürülmüştür. Günümüzde Menemen halkı 1919 yılının Mayıs ayı içersinde gerçekleştirilen bu katliamdan halen habersizdir. En azından soykırım niteliği taşıyan bu katliam bir anıt dikilmek sureti ile hatırlanmalı ve gelecek nesiller soykırımdan bu şekilde haberdar edilmelidir. İngiliz, Fransız, İtalyan İşgal Güçleri ve Kızılhaç tarafından kurulan Soruşturma Komisyonları incelemelerine ve Bab-ı Ali raporlarına göre Yunanlıların Anadolu’da yaptıkları soykırım; bunları Fransızcadan çeviren Dr. Necdet Ekinci’nin “Türkiye’de Yunan Vahşeti” isimli kitabında çok iyi bir şekilde resmi belgelere dayanılarak anlatılmaktadır. Yunanlıların 1919 – 1922 yılları arasındaki Anadolu işgalinde yaptıkları, Haçlı zihniyetinin Balkanları Türklerden arındırma planının, Anadoluyu Türklerden arındırma haline dönüşmüş şeklidir. Bu katliamlar Balkanlarda günümüze kadar süregelmiştir. Kronolojik sıraya göre de bunlardan biri de Yunanlılar tarafından yapılan Çamerya katliamıdır. Almanlarla işbirliğine giden Yunanlı General Napoleon Zervas, daha sonra İngilizler tarafından desteklenmiş ve Haziran 1944’de ayında Çamerya’da geniş çaplı bir katliam ve etnik temizlik hareketi gerçekleştirmiştir. Bu olay aynı zamanda, Yunanistan tarihinde ilki 1821 İsyanı’nda, sonrada Balkan Savaşları ile Anadolu işgalinde yaşanan ve Yunanlıların giriştiği çeşitli katliam hareketlerinden biri olarak anılmaktadır. Çamerya bölgesindeki Müslüman Arnavut halka karşı katliam hareketi 27 Haziran 1944'de başladı. İnsanların çeşitli uzuvlarının kesilip parçalandığı, hamile kadınların, bebeklerin katledildiği bir vahşetin söz konusu olduğu kayıtlara geçmiştir. Göz çıkarma, burun, kulak kesme ve benzeri vahşet sonucunda ilk 24 saat içinde sadece Paramiti’de 600'den fazla insan katledilmişti. 27 Haziran 1944 ile Mart 1945 arasında Filat’ta 1286 kişi, Gümenice ve çevresinde 192 kişi, Margelliç ve Parga’da ise 626 kişi öldürülmüş, meçhul kayıplar ve başka vakalarda ise yüzlerce insan daha yok olmuştu. Belgelere göre, Haziran 1944 – Mart 1945 arasında Yunanlılar bütün Çamerya’da sivil halktan 3242 kişiyi katletmişlerdir. Ayrıca 745 kadına tecavüz edilmiş, 76 kadın kaçırılmış, 3 yaşından büyük 32 bebek katledilmiş, 68 köy yerle bir edilmiş, 5800 ev ve ibadethane (camiler dahil) yakılmış ve tahrip edilmiş, evler talan edilmişitir. Bütün bu vahşetin ardından, hayatta kalabilen Müslüman Arnavutlar Mart 1945’den sonra anayurtlarını terk etmek zorunda kalmışlardır. Çoğu Arnavutluğa,bir kısmı da Türkiye’ye göçmüşlerdir. SON SOYKIRIM ÖRNEKLERİ VE TÜRK VURGUSU 20. yüzyılın son dönemecinde dünya çok büyük bir soykırıma daha sahne oldu. 1992 yılında Bosna’da başlayan bu soykırım boyunca yüzbinlerce insan topraklarından sürüldü, hayatını kaybetti, toplama kamplarına kapatıldı, insanlık dışı işkencelere maruz kaldı. Önce Bosna sonra da Kosova’da yürütülen bu büyük soykırımın özelliği ise, Balkanlarda 1821’den beri süre gelen önceki katliamlar gibi tüm dünyanın gözleri önünde, Avrupa ülkelerinin hemen yanıbaşında ve onların da desteğiyle 1992 – 1995 yılları arasında devam etmesiydi. Sırplar tarafından Türk olarak görüldükleri için öldürülen Bosnalı müslüman sayısı 200 bini aştı, 2 milyon insan evlerinden sürüldü, 50 bine yakın müslüman kadına tecevüz edildi. Benzer olaylar Makedonya ve Kosova’da da tekrarlanarak yaşandı. Balkanlar da soykırım, sadece Türklerin değil soykırımcılar tarafından Türk olarak görülen Boşnak ve Arnavutlarında Sırp General Karadziç Srebrenica’da soykırım emrini verirken “Tek Türk kalmayıncaya kadar öldürün” ifadesinden de anlaşılacağı üzere makus talihi olmuştur. Yüzyıllardır soykırımlarla sahneye konulan oyun Türkler üzerinde ve daha sonra da Türk gibi görülen müslüman topluluklar için uygulanmaya başlamıştır. Her ne kadar Balkanlarda soykırım denilince akla Türkler gelse de, Türklerin yaşadığı her coğrafyada neredeyse benzer bir durum karşımıza çıkmaktadır. Büyük bir sürgüne ve soykırıma uğrayan Kırım ve Ahıska Türkleri, Irak Türkleri, Kıbrıs Türkleri ve nihayetinde Hocalı’da Azerbaycan Türkleri değişik metod ve yöntemlerle aynı akibete uğratılmışlardır. Milli Şair Mehmet Akif Ersoy; “İlahi, altı yüz bin Müslüman birden boğazlandı… Yanan can, yırtılan İsmet, akan seller bütün kaldı Ne mâsum ihtiyarlar süngüler altında kıvrandı ! Şu küllenmiş yığınlar hep birer insan, birer candı” derken aslında soykırımın şiir diliyle tarifini yapıyordu. İfade ettiklerimizden görülmektedir ki, Müslüman Türkler Balkanlarda soykırıma uğramıştır. 1821 – 1923 arası katledilen ve tek çare olarak ölüme zorlanan Türk sayısı 5.5 milyonun üzerindedir. Bu nedenle Balkanlarda Türk denilince akla hemen soykırım gelmekte ve ölüm duygusu çağrışım yapmaktadır. Türklere ve Türk gibi görünenlere yüzyıllardır insanlık suçu olan bu muameleyi reva görenlerin değişmez amacı Balkanlardan Türk ve Müslüman varlığını arındırmak ve Balkanlardan Türk izlerini silmektir. İnsanlık aleminin üzerine düşen; yine bir insanlık ayıbı olan bu soykırımların üzerindeki karanlık perdeyi kaldırmak, suçlularını deşifre etmek ve imkan varsa cezalandırmaktır. Türk milleti de Balkanlarda başına gelen bu soykırımdan ders almalı ve bir nasihat şeklinde bu olayları gelecek nesillere objektif olmak kaydıyla aktarmalıdır. GÜNÜMÜZDE BALKANLAR VE BALKANLARIN TÜRKİYE AÇISINDAN ÖNEMİ : Balkan bölgesi geçmişte olduğu gibi günümüzde de Türkiye açısından büyük önem arz etmektedir. Bu durum hem jeopolitik hem de jeostratejik açıdan böyledir. Balkanları Türkiye açısından bu kadar önemli kılan pek çok tarihsel, sosyal, ekonomik ve politik neden mevcuttur. Hatta daha da ileri giderek modern Türkiye Cumhuriyeti devletinin doğuşunda ve kuruluşunda Balkanların ve Balkanlardan Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmış insanların dolaylı etkisi vardır diyebiliriz. Türkiye sadece coğrafi açıdan değil, aynı zamanda tarihsel ve sosyokültürel anlamda bir Balkan ülkesidir. Bu nedenle de Türkiye, Osmanlı – Türk İmparotorluğu’nun mirasçısı olarak bu coğrafyada yaşayan Türkler ve diğer milletlerle derin tarihi ve sosyokültürel bağlara sahiptir. Dolayısıyla, Türkiye ile Balkan ülkeleri arasında yaşayan Türk ve Akraba Toplulukları arasında sıkı ilişkiler mevcuttur. Bu ilişkiler günümüzde de hızla artan bir şekilde devam etmektedir. Balkanlar, ekonomik ve bunun getirdiği politik ilişkiler bakımından da Türkiye için göz ardı edilemeyecek önemde bir bölgedir. Özellikle soğuk savaşın sona ermesi ile birlikte eskiden sosyalizmle yönetilen Balkan ülkeleri ile Türkiye arasındaki ekonomik ilişkiler büyük bir hızla gelişmiştir. Bölge ülkeleri ile karşılıklı ilişkiler artmış ve anlaşmalar yapılmıştır. Türk özel sektörünün de yakın pazar niteliği taşıyan Balkanlara yönelmiş olması, doğrudan sermaye yatırımlarını ve karşılıklı ticareti geliştirmiştir. Ancak karşılıklı ticaretin henüz istenilen seviyeye ulaştığını söylemek mümkün değildir. Bunu gerçekleştirebilmek için gerçekçi ve uygulanabilir stratejilerin varlığına ihtiyaç vardır. Balkanlar, Türkiye’nin Avrupa ile olan ilişkileri bağlamında da büyük bir önem arz eder. Balkanlar Türkiye’nin Avrupa’ya açılan yoludur. Türkiye ile Avrupa arasındaki bağlantıyı sağlayan karayolları bu bölgeden geçer. O sebeple Türkiye’nin kara ticaretinde Balkan coğrafyasının çok özel bir yeri vardır. Balkanlarda barış ve istikrar ortamının sürekliliği, hem Türkiye’nin güvenliği hem de Türkiye’nin Avrupa ile olan ekonomik ve politik ilişkilerin aksamadan devamı açısından önem taşır. Bu nedenle Türkiye son yıllar hariç 1923’ten bu yana Balkan coğrafyasının istikrar ve barış içinde olmasına yönelik bir dış politika izlemiştir. Balkanlarda son yıllarda görülen diğer bir önemli gelişme; Avrupa Birliği ile bir entegrasyon sürecine girilmiş olmasıdır. Slovenya 2004’te, Bulgaristan ve Romanya 2007’de şimdi de Hırvatistan Avrupa Birliği’ne tam üye olarak katıldılar. Türkiye ise halen sonu belirsiz de olsa AB’ye girme çalışmalarını sürdürmektedir. Bunun yanında Arnavutluk, Sırbistan, Makedonya, Karadağ, Bosna – Hersek ve Kosova ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler “İstikrar ve Ortaklık Anlaşmaları” çerçevesinde yürütülmektedir. AB’ye 1981 yılında tam üye olan Yunanistan’ın, bu konuda diğer Balkan devletleri ile paylaşabileceği önemli tecrübeleri bulunmaktadır. Balkanların son iki yüzyıllık tarihinde yaşanmış ve ardından gözyaşı ve acı bırakan kanlı savaşların kötü anıları halen yaşanmaya devam ediyor. Bu durumda mevcut sorunların çözümünü zorlaştırıyor. Daha doğrusu “Büyük Güçler” ellerini halen Balkanlardan çekmediği için huzur ve mutluluk getirici istikrar için samimi gelişmeler sağlanamamaktadır. Bu sorunu çözmek ve potansiyeli iyi değerlendirebilmek için Balkan ülkeleri arasında sosyo – ekonomik işbirliğini geliştirmek ve kalkınma sürecini sağlıklı bir biçimde sürdürmek gerekir. Sosyo – ekonomik işbirliği ve kalkınma; Balkanlarda sürdürülebilir barış, demokrasi ve istikrarın temel önkoşuludur. Son günlerde daha belirginleşen bir durum da; Balkan ülkelerinde yatırım ve üretim azlığı, üretim teknolojisinde gerilik, sermaye yetersizliği, alt yapı eksikliği, işsizlik, yoksulluk ve beyin göçü gibi artan ekonomik ve sosyal durumlardır. Bu sebeple Balkan ülkelerinden önemli bir nüfus göçü söz konusudur. Balkanların huzuru bulmasında ve sosyo – ekonomik gelişmeleri sağlamasında etkili olan negatif faktörler; politik istikrarsızlık, yolsuzluklar, organize suç örgütleri, demokrasi eksikliği, azınlık meseleleri, ülkeler arasındaki anlaşmazlıklar, bölge dışı aktörlerin bölgeye hakim olma çabaları ve benzerleridir… Bütün bu yazdığımız küçük özetin yanı sıra önemli olanın, Balkan coğrafyasını tanıma ve anlama yönünde gösterilecek objektif çabalar yanında, Balkanlara bir Türk tarafından “Türk Bakış Açısı” ile bakmayı başarabilmenin, gelecek açısından çok önemli olduğunu düşünüyorum. Av. Özcan PEHLİVANOĞLU Rumeli Balkan Stratejik Araştırmalar Merkezi (RUBASAM) KAYNAKÇA : Balkan Türklüğü 1. Cilt, Yusuf Hamzaoğlu, Logos-A, Üsküp – 2010 Balkan Türklüğü 2. Cilt, Yusuf Hamzaoğlu, Logos-A, Üsküp – 2010 Balkan Türklüğü 3. Cilt, Yusuf Hamzaoğlu, Logos-A, Üsküp – 2010 20.Yıl Kocaeli Uluslararası Rumeli – Balkan Sempozyumu, Kocaeli – 2011 2. Uluslararası Balkan Kongresi, TASAM Yayınları, İstanbul – 2010 Yunanistan’da Osmanlı Mimarisi – 1, Neval Konuk, Stratejik Araştırmalar Merkezi(SAM), Ankara – 2010 Balkan Tarihi 20.Yüzyıl 1. Cilt, Barbara JELAVICH, Küre Yayınları, İstanbul – 2009 Balkan Tarihi 20.Yüzyıl 2. Cilt, Barbara JELAVICH, Küre Yayınları, İstanbul – 2009 Avrupa Türkiyesini Kaybımız, Yılmaz Öztuna, BKY yayınları, İstanbul – 2006 Balkanlarda İsyan, Mithat Aydın,Yeditepe Yayıncılık, İstanbul – 2005 Balkanlara Veda, Haluk Harun Duman, Duyap Yayıncılık, İstanbul – 2005 Bir Mübadilin Anıları, Kobakizade İsmail Hakkı, YKY, İstanbul – 2008 İstip ve Köprülü Hatıraları, Burhaneddin Zaim, Şehir Yayınları, İstanbul – 2005 Kartpostallarla Balkan Savaşı, Güney Dinç, YKY, İstanbul – 2008 Osmanlı Mirası ,Taha Akyol – İlber Ortaylı, Timaş, 2010 Ölüm ve Sürgün, Justin McCarthy, İnkilap, İstanbul – 1998 Paylaşılamayan Balkanlar, Halil Akman, IQ Yayıncılık, İstanbul – 2006 Türkiye’de Yunan Vahşeti, Dr. Necdet Ekinci, Yeniden Anadolu ve Müdafai Hukuk Yayınları, İstanbul – 2006 Yunan Mezalimi, Murat Özcan, IQ Yayıncılık, İstanbul – 2003 Zağra Müftüsünün Anıları, Hüseyin Raci Efendi, Tercüman 1001 Temel Eser,