İSLAM`DA EŞİTLİK VE İTİBAR TALEBİNİN TEOLOJİK DİLİ

advertisement
İSLAM’DA EŞİTLİK VE İTİBAR TALEBİNİN
TEOLOJİK DİLİ *
-Mukallidin İmanı ve İmanda İstisna
Tartışmalarının Sosyo-Politik ve Kültürel
BağlamıProf. Dr. Mehmet EVKURAN
Özet
Büyük dünya dinlerinin tarihsel süreç içinde fırka ve mezheplere ayrışması olgusal bir
gerçektir. Temel kutsal kaynaklar her ne kadar ayrışmayı onaylamamış ve bağlılarını
tefrikaya karşı uyarmış ise de yaşanan tarihsel ve sosyal gerçekler, sakındırılan durumun
ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir. Bu tablo, dinin evrenselleşmesinin sonucu ve bir
bakıma bedelidir. Öyle ki günümüzde din, daha çok mezhepler ve fırkalar üzerinden
yaşamaktadır.
Tarihte ortaya çıkan ve geniş kitleler arasında kabul gören teolojik akımlar, sadece dinsel
inanç olarak sınırlandırılamazlar. Onlar ait oldukları inanç ve kültür havzasında
derinlerde yatan sosyal taleplerin de temsilcisi ve taşıyıcısıdırlar. İslam’ın en büyük
mezhebi sayılan Sünnîliğin teolojik iki ekolünden biri olan Maturidilik, kökenleri ve
görüşleri açısından diğer Sünni ekol Eşarilikten farklı bir seyir izler.
Maturidilik üzerine yapılan araştırmalarda son dönemde gözle görülür bir artış vardır. Bu
ilgi ve yönelim, günümüzde İslam’ın, var olandan daha farklı bir yorumunu talep eden bir
arzuyla birleşmektedir. Bu arzu aynı zamanda dinsel düşüncede yeniden yapılanma
ihtiyacıyla da yakından ilgilidir. Müslüman kitleler, çağın getirdiği problemler karşısında
yaşanabilir ve reel karşılığı bulunan bir İslam anlayışını özlemekte ancak bunun nasıl elde
edilebileceğine dair belirsizliği aşma sorunu yaşamaktadırlar. Tarihsel ve teolojik
gerçeklere dayanan bilimsel ve akademik çalışmaların bu konuda yaşanan belirsizliği
gidermesi mümkündür.
Maturidi kelam anlayışının İslam geleneğinde temsil ettiği değerler, sadece teolojik
okumalarla sınırlı kalan yaklaşımlarla ortaya konulamaz. Sosyolojik ve kültürel
değerlendirmelerle teolojik araştırmaların temellendirilmesi gerekir.
Bildiride mukallidin imanı ve imanda istisna tartışmaları üzerinden Maturidi ekolün
gerisinde yatan sosyo-kültürel motivasyon ortaya konulacak, Hanefilik ve Mürciilik ile olan
ilişkisi ışığında eşitlikçi ve akılcı/reyci akımın, tutucu ve gelenekçi akıma karşı olan tutumu
tartışılacaktır. Ardından günümüzde daha akılcı ve insancıl bir İslam anlayışının inşası
bağlamında çözüm önerileri getirilecektir.
Anahtar Kavramlar: Maturidilik, kültür-din ilişkisi, taklit, imanda istisna.
Yöntem Problemi
Günümüzde İslam ekollerinin geleneksel dinsel dilin ötesinde bir kavrayışla ele
almanın gerekliliği çok net olarak ortaya çıkmıştır. Zira 73 fırkacı bir anlayışla tarihe ve
mezheplere bakan geleneksel dışlayıcı perspektif, mezhepleri ve onların ürettikleri değerleri
anlamamıza yardımcı olmak bir yana en büyük zihinsel engeli oluşturmaktadır.
Bu makale, 28-30 Nisan 2014 tarihinde Eskişehir’de düzenlenen ‘Uluslarası İmam Maturidî
Sempozyumu’nda bildiri olarak sunulmuştur.
*
1
İslam geleneği boyunca ortaya çıkıp kurumsallaşmış her anlayış, mezhep olarak
kendini inşa etme başarısı göstermiş olup-olmaması bir kenara bırakıldığında dinsel düşünce
üzerinde bir etki bırakmıştır. Her anlayışın incelenmeye ve anlaşılmaya değer bir yanı
bulunmaktadır. Tevil ve yorum farklılıklarını tekfir ve dışlama nedeni olarak görmekten
vazgeçmek ve gerisinde yatan duygu ve düşünceyi anlamaya çalışmak gerekir. Mezheplerin
geliştirdiği görüş ve öğretiler ya dinî hamaseti ve duyarlılığı ifade etmekte ya da insanî ve
sosyal bir arzuyu ve özlemi temsil etmektedir. Her iki halde de bizim için ortada anlaşılmayı
bekleyen yapılar duraktadır. Ancak böyle bakıldığında tarih yol gösterici ve öğretici olur ve
ondan önemli dersler çıkarılabilir. İslam dünyasının güncel durumu hala eski tehlikeli
alışkanlıkların ısrarla devam ettirildiğini, zihinsel bir sıçrama yapılmadığını net biçimde
göstermektedir. Geçmişin ve bugünün tıkanmışlıklarını aşmak için, tarihi ve güncel dünyayı
anlamayı sağlayacak yeni anlama modelleri geliştirme zorunluluğu vardır.
Bir teolojik yapının nasıl ele alınması gerektiği, temelde metodolojik bir problemdir.
İslam teolojisi söz konusu edildiğinde bizzat dinin kendisini araştıran kapsamlı bir
metodolojinin yanında bağımsız olarak kelam ekollerini (teolojik yapı ve süreçleri) konu alan
çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Ve bu çalışmaları bilimsel olarak destekleyecek nitelikte
metodolojiler geliştirmek gerekir. Bu metodolojinin, teolojik kavram ve görüşlere dayanması,
hiç olmazsa bunlardan yararlanması kaçınılmazdır.
Sosyolojik yaklaşım sosyal hayata etkisi açısından bir kurum olarak dini ve dinsel
yapıları inceler. Kendi kavram ve yöntemleriyle olgusal olarak bunları ele alır. Betimleyici bir
yöntem izleyen sosyolojik yaklaşım, dinî yapı ve oluşumların din açısından geçerliliğini
sorgulama görevini üstlenmez. Buna karşılık teolojik yaklaşım, dinin öğretisini ve ilk ortaya
koyduğu özgün pratiği esas alır. Sonradan ortaya çıkan inanç ve düşüncelerin buna
uygunluğunu tespit eder. Farklılaşmaların teolojik anlamını ortaya koymayı amaçlar. Teolojik
çözümleme, dinî anlayışların içsel işleyişlerini izler, dinî kavramların özgün dinî öğretiye
uygun kullanılıp kullanılmadığını ölçer. Savunulan görüşlerin nasslar karşısındaki
geçerliliğini tartışır.
Sosyal bilim açısından mezhepler sosyolojik ve tarihsel birer olgudur. Onların teolojik
anlamı ve yorumu doğrudan sosyal bilim konusu değildir. O nedenle dinsel açıdan hangi
mezhebin hak ve doğru olduğu hangisinin de sapkın olduğu bilimin konusu olamaz. Bu
teolojik bir soruşturmanın konusudur. Ancak anlamlandırma ve değer üretme mekanizması
olarak mezheplerin nasıl çalıştığı bilimsel bir çalışmanın alanına girer. Mezhebî kimlikler ve
mezhep aklı hala yaşayan canlı ve dinamik birer olgu olarak günümüz siyasal bilimleri ve
uluslararası ilişkiler disiplinlerinin de konusudur.
Mezhepler arasındaki ilişkilerin başından bu yana aynı şekilde süregeldiğini düşünmek
hatadır. Bu tarz düşünceler aslında İslam dünyasında yaygındır. Günümüzde bir Müslüman
kendi mezhebinin sonradan teşekkül ettiğini, belirli uzlaşımlar ya da çatışmalar sonucunda
belirginlik kazandığını düşünmek yerine, henüz Hz. Peygamber dönemindeyken bile var
olduğuna inanma eğilimindedir. Bunda mezheplerin kendi din anlayışlarını rakiplerinin
tezlerine karşı savunurken başvurdukları ikna ve inandırma yöntemlerinin etkisi büyüktür.
Ekollerin kendilerinin dine uygunluğunu nasslara dayandırmaları hususu, bağlılarının
zihinlerinde daha ciddî sonuçlar doğurmuş görünüyor. Bir dönemde yapılan ilmî ve
entelektüel tartışmalar, zamanla mezhebî kimliklerin iyice sertleşmesiyle bir imân meselesi
haline gelmiştir. Kelamın inanç oluşturma işlevi bu tarzda işlemektedir. Bu nedenle teolojik
tartışmaları, sonuçları ve etkilerinin yanında yer aldıkları dönemi dikkate alarak çözümlemek
gerekir.
İslam’da teoloji ekolleri, en başından bu yana kendi vadisinde yetişen bağımsız birer
bitki ya da birbirlerinden bağımsız akan nehirler değildir. Aralarında sanıldığının ötesinde
2
karmaşık bir etkileşim vardır. Bu etkileşim, sadece çatışma değildir. Dayanışma ve destek
ilişkileri ekoller arasında eksik olmamıştır. Ehl-i Sünnet anlayışı da, oluşum sürecinde tabiî
olarak diğer ekollerle çatışma ve dayanışma ilişkisi içinde olmuştur. Bunu en çok ircâ fikri ile
ilgili durumlarda görürüz. Mâturidî, Irak’ta Hanefî-Murciî-Sünnî sentezini gerçekleştirmeye
çalışan bir girişim temsilcisi olmuş, bunun yanı sıra bölgedeki etkinliği gittikçe artan
Eşarîlikle de mücadele etmiştir. Ancak Eşarî ile olan teolojik mücadelesi Mutezile’ye karşı
verdiği entelektüel-teolojik savaşın gölgesinde kalmıştır. Mutezile ile olan karşıtlığının, Sünnî
takipçilerinin onu saygı ile karşılamaları ve buna karşılık Eşarî ile olan tartışmasını
yumuşatmalarında büyük oranda etkili olduğu ileri sürülebilir. Onun Ka’bî ile olan
mücadelesinin özünde Hanefîliğin Mutezile tarafından içselleştirilmesine karşı, onu Sünnîliğe
çekme çabası vardır.
Maturidî’nin Teolojik Eğilimi ve Yöntemi
Maturidî’nin yaşadığı coğrafya Semerkant, Buhara ve Seyhun-Ceyhun nehirlerinin
oluşturduğu Maveraünnehir bölgesidir. Bu bölge kültürel ve coğrafî açıdan kapalı değil açık
bir özellik taşır. En önemli özelliği bir buluşma ve kaynaşma alanı olmasıdır.
Bölge İran’a yakınlığı nedeniyle İran’ın eski dinlerinden olan Mecusilik ve Manihezim
inançlarının etkisi altındadır. Bu noktada Mâturidî’nin İslam inanç esaslarını ele aldığı ve
savunduğu kelam kitabı olan Kitabu’t-Tevhîd’de, Mani dinine ve Mecusiliğe ait fikirlere
değindiğini görürüz. † Bu durum, sözü geçen inançların yaygınlığının göstergesidir. Bizans,
Hint, Çin uygarlıklarının da buluşma noktası olan bölge bu kültürlerin inançlarına da aşinadır.
Ticaret yollarının kesiştiği bir yer olması nedeniyle nüfus hareketliliği yoğundur. Ayrıca
merkezî yönetimler tarafından desteklenen inanç ve düşüncelere muhalefet eden akımlar
sığınacak bir aradıklarında bölge onlara kucak açmıştır. Merkez tarafından dışlanan ve baskı
gören âlimler, düşünce ve inanç farklılığının özgürce yaşandığı bu bölgede kendilerini
güvende hissetmiş ve çalışmalarını burada sürdürmüştür. Dolayısıyla bölge tarihsel olarak da
çok kültürlü ve çoğulcu özelliğini korumuştur. Mâturidî’nin döneminde Buhara ve Semerkant,
Hanefîliğe bağlı Samânîlerin yönetimi altında bulunmaktaydı. Bu dönem siyasî açıdan
istikrarlıydı ve bilim, kültür, sanat ve düşünce açısından da oldukça zengin ve hareketliydi. ‡
Mâturidî’nin düşünce yapısı, büyük oranda Hanefî âlimler tarafından aldığı eğitimle
şekillendi. O, Semerkant’taki Hanefî âlimlerin elinde yetişti. Bazı eserlerde onu yetiştiren
Hanefî hocalarının Ebu Hanife’ye kadar uzanan listelerine yer verilir. § Bu gerçek
Maturidiliğin kökeni hakkında en azından onun ehl-i rey çizgisinden beslendiğini söyleme
imkânını bize verir. O nedenle gerek fıkıhta Hanefî ve gerekse kelamda Maturidî sisteme
yönelik eleştiri ve dışlayıcı tavırların her iki düzeyde ehl-i hadis ve ehl-i eser geleneğinden
yönlendirildiği görülmektedir.
Bir düşünürün düşünsel ve entelektüel kimliği, onun karşı ve taraf olduğu fikirlere ve
bunların sahiplerine yönelik tutumuna bakarak tespit edilebilir. Önemli soru şudur:
Mâturidîlik, Sünnîliği temsil konusunda diğer ortağı olan Eşarîliğe oranla nerede
durmaktadır?
Mâturidî tevhid, nübüvvet, ahiret gibi temel inanç konularında muhaliflerinin
iddialarını rasyonel bir tutumla çürütmeye çalışmıştır. Uzun uzadıya yaptığı açıklamalar,
onun, rasyonel özelliği belirgin bir teolojik sistemden yana olduğunu ve akla önem verdiğini
ihsas ettirir. Ancak bildiğimiz gibi o, akla belirgin bir önem atfeden Mutezile kelamına da
karşı çıkar. Kitâbu’t-Tevhîd’inde sıkça görüşlerini eleştirdiği Ebu’l Kasım el-Ka’bî (ö.
†
Mâturidî, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 48, 203 vd.
Hasan Kurt, Orta Asya’nın İslamlaşma Süreci- Buhara Örneği, s. 219 vd.
§
Talip Özdeş, Mâturidî’nin Tefsir Anlayışı, s. 43, 44.
‡
3
319/931) bir Mutezile kelamcısıdır. Akılcılığıyla bilinen bir teolojiden kendini ayrı tuttuğuna
göre Mâturidî’nin hangi sınıra kadar akla önem verdiği ve yetki tanıdığı, buna karşılık nassın
otoritesini ne şekilde uyguladığı açıklığa kavuşturulması gereken önemli konulardandır.
Mâturidî’nin düşünsel kaynakları ve referansları nelerdir? Mâturidî’nin Hanefî
ekolünden geldiği bilinmektedir. O, Hanefî hocaların elinde yetişmiştir. Eserlerinde Evzâî
(157/774), Ebu Yusuf (ö. 182/798), Şeybânî (ö. 189/804) gibi meşhur Hanefî âlimlerinin
görüşlerine yer verir. Şafiî’nin görüşlerine de atıfta bulunan Mâturidî onu ve kelam alanında
Şâfiî’nin yöntemine bağlı kalan Eşarî’yi eleştirir.
Mâturidî’nin nassa yaklaşımı ve kelamî konularda nassı nasıl uyguladığı meselesi, en
çok hadis üzerinden anlaşılabilir. Zira kelam konularında Kur’an’a yer verilmesi hususunda
tüm kelamcılar ortaktır. Yorumlarda birbirlerinden ayrılırlar. Asıl hadislerin nasıl anlaşıldığı
ve bir bütün olarak hadislerin otoritesinin nasıl algılandığı konusu ayırt edici bir nitelik
gösterir. Mâturidî, eserlerinde hadislere ve bilgi kaynağı olarak haberlere elbette yer verir. **
Ancak bunları veriş biçimi onun şekilden çok anlama odaklandığını ortaya koyar. Hadislerin
rivayet zincirini çoğu zaman zikretmez. Bazı isimlere atıfta bulunurken belirsiz ifadeler
kullanır. Öyle ki okuyucu kimin kast edildiği konusunda zaman zaman kuşku içine düşer.
Yine hadisleri ve rivayetleri değerlendirirken cerh ve ta’dîl bilgilerine değinmez. Diğer tefsir
eserleriyle, örneğin Taberî’nin tefsiriyle karşılaştırıldığında Tevîlât, rivayetlerin kullanımı
açısından geleneğin dışına çıkar ve şekil şartı bakımında hayli eleştiri alabilir. Özensizlik
olarak nitelendirilen bu durum †† bizce ilmî yetersizlikle açıklanamaz. Bunun ardında
metodolojik bir tercih ve nassa dair belirli bir bakış açısı yatar. Mâturidî’nin rivayetlere
bakışını Ehl-i Hadis’inkinden farklı olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Mâturidîliğin Sünnîlik İçinde Konumlandırılması
İslam dünyası tarihsel süreç boyunca sürekli olarak istikrar ihtiyacı içinde olmuştur.
Gerek içteki iktidar mücadeleleri gerek Moğol istilası ve Haçlı Seferleri gibi dışsal etkenler
yüzünden bir türlü düzen, huzur ve istikrar sağlanamamıştır. Düşünce, bilim ve sanat gibi
yüksek toplumsal yapılar, kurumsal gelenekleri güçlü, istikrarı sağlamış, çoğulculuğa imkân
tanıyan yerleşik toplumlarda daha hızlı gelişir ve kökleşir. İslam dünyası ise kuruluşundan bu
yana kurumsallaşma sorunlarını bir türlü çözememiştir. İstikrar ve güven ihtiyacından dolayı
da siyaset diğer kurumlardan daha belirleyici olmuştur. İslam toplumunun aşırı politik
gelişimi diğer gelişmeleri baskılamış ve kendine tabi kılmıştır. Bu çerçevede siyasal
öncelikler ilmî ve hatta dinî önceliklerin de önüne geçmiştir. Bu durum, bağımsız bir ilmî
kurumsallaşmayı da önlemiştir. Tarihte kurulan güçlü devletler ve bunların yöneticilerinden
ilim ve düşünceye önem verenler, ilim adamlarına destek vermişler ve onlara imkânlar
hazırlamışlardır. Aslında bir açıdan övülen bu tutumlar diğer yandan ilim hayatının zayıf
kalmasına da neden olmuştur.
Maveraünnehir ve Semerkant bölgesi, bilim ve siyaset merkezlerinin kenarında yer
almaktadır. Burada egemen olan yönetimler çok güçlü olmadıklarından düşünce hayatı
üzerinde düzenleyici ayrıca bir güç kullanma durumunda olmadıkları düşünülebilir. Bunun
yerine bölgede egemen olan inanç akımları arasında bir denge politikası gütmüş ve saygın
âlimlerin desteğini kazanmaya çalışmışlardır.
Ancak yine de bölgede bir ilmî rekabetin yaşandığı dikkatlerden kaçamaz.
Mâturidî’nin eserinde sıkça görüşlerine atıfta bulunduğu ve görüşlerini tenkit ettiği Ebu’lKasım el-Belhî el- Ka’bî (ö. 319/931) aslında Hanefi kökenlidir. Kelamî görüşleri açısından
ise Hanefîlik ile Mutezile’yi uzlaştırmaya çalışır. Ka’bî Irak ulemasındandır. Bağdat
**
††
Şükrü Özen, “Mâturidî” md., DİBİA, s. 161.
Talip Özdeş, Mâturidî’nin Tefsir Anlayışı, s. 69.
4
Mutezilesinin önde gelenlerindendir. Irak o tarihlerde Mutezilî fikirlerin yaygın olduğu bir
bölgedir. Bu nedenle Irakta Ebu Hanife’nin görüşleri ile Mutezile’yi birbirine yaklaştırmaya
çalışan yaklaşımlar eksik olmamıştır. İşte Mâturidî bu yaklaşıma karşı Hanefîliğin Sünnî
temellerine sahip çıkmış ve bu temellerden yola çıkarak teolojik bir sistem geliştirmeyi
hedeflemiştir. Bazı ilim adamları Mâturidî’nin fıkıhta Şâfiî’yi kelamda ise Mutezile’yi
karşısına almasını, bölgede yaygın olan ve birbiriyle rekabet eden mezhepler arasındaki
çekişme bağlamında ele alır. ‡‡
Olaya Mürcie’nin ayrı mezhep olarak varlığını sürdürmesinin imkânsızlığı karşısında
başka ekollerin teolojilerine sızarak entelektüel bir tarzda yaşamaya devam etmesi olarak da
bakılabilir. Bu bakış hiç de temellerden yoksun değildir. Zira aradan uzun zaman geçmiş
olmasına rağmen ircâ fikrinin taşıdığı teolojik ve sosyal mesaj geçerliliğini korumaktadır. İrcâ
fikrine diğer ekollerin kayıtsız kalamayışının iki nedeni olabilir.
İlki ircâ doktrinin kendisine alternatif olarak çıktığı tekfîr ideolojisinin aşırılığı ve
keskinliğidir. Tekfîr İslam toplumunda salt bir anlayış ve görüş değil uygulamaya konulmuş
etkin bir politikadır. Bu yüzden Müslümanların tekfîr ideolojisi karşısındaki duygusu oldukça
köklü ve güçlüdür. Korku ve nefret ile karışık olan bu duygu ircâ ile dengelendi. İşte ircâ
doktrininin gücü buradan kaynaklanmaktadır.
Diğer neden toplumsaldır. Dinin en temel toplumsal işlevlerinden biri olan “dünya
kurma” ve “dünya koruma” görevi §§ tekfîrden çok ircâ görüşünün tutunmasına yol açmıştır.
Tekfîr ideolojisi ile bir dünya kurmak ve onu geliştirmek mümkün değildir. Dolayısıyla tekfîri
bastırıp ircâyı öne çıkaran etken her şeyden önce toplumsaldır. Bu etken tarih boyunca da
işlevselliğini korumuş görünmektedir. Çoğulcu bir medeniyet kurmayı hedefleyenler,
katılıktan çok gevşeklik ideolojisini benimsemek durumundadır. Semerkant ve
Maveraünnehir bölgesinin kültürel ve siyasî özellikleri göz önünde bulundurulduğunda ikinci
nedenin daha geçerli olduğu anlaşılır. İrcâ doktrini sonradan Müslüman olan toplumların,
doğal olarak benimseyecekleri bir anlayıştır.
Mâturidî’nin Referansları: Ebû Hanife ve İrcâ
Mâturidî’nin düşünsel ve teolojik referansları doğal olarak bölgede hâkim olan ilmî
zihniyet çerçevesinde aranacaktır. Bazı yazarlar Mâturidî’yi koruma adına onun Mürcî
kaynaklarını örtbas etmektedirler. Bizce bu gereksiz bir kollamadır. Bir düşünürün beslendiği
kaynakların neler olduğunu saymak, onun düşünsel kimliğinin tümüyle bunlara
indirgenmesini gerektirmez. Düşünce tarihinde çoğu düşünür, kendini besleyen kaynakları
aşmış ve daha ileri düzeyde bir anlayış geliştirmeyi başarmıştır. Bu bakımdan köken
araştırması önemli olmakla birlikte nihaî çıkarımları vermekten uzaktır. Ancak buradaki
rahatsızlık 73 fırka söyleminin yazarlarda oluşturduğu baskıdır. Mürcüe’yi sapık fırkalar
arasında sayan müellifler, Maturidîlik-Mürcie ilişkisini tevil etmeye çalışmıştır. Sonuçta
kültürel ve sosyolojik kökenlerinden kopuk bir Maturidîlik algısı ile karşı karşıya kalınmıştır.
Mâturidî Tevhid’inde Mürcie’den söz eder. Mürcie’nin iman-amel ilişkisi, Allah’ın
fiilleri ve insanın sorumluluğu hakkındaki görüşlerini tartışır, diğer mezheplerin görüşleriyle
karşılaştırır. Onun Mutezile, Batıniye, kaderiye, cebriye ve Şia’nın görüşlerini ele alırken sert
ve hırçın bir dil kullanırken, Mürcie’den söz ederken daha çok tanımlayıcı ve betimleyici bir
üsluba başvurması dikkat çekicidir. Hatta bir yerde “Ümmetimden şu iki gruba şefaatim
erişmez, Kaderiyye ve Mürcie’dir.” ve “Mürcie’nin yetmiş dilde lanetlendiği” sözünü Hz.
Bekir Topaloğlu, “Ebû Mansûr el-Mâturidî’nin Kelâmî Görüşleri”, İmâm Mâturidî ve Mâturidîlik içinde, s.
241.
§§
Dinin iki temel sosyal işlevi olan dünya kurma ve dünya koruma görevleri hakkında bkz. Peter L. Berger,
Dinin Sosyal İşlevleri, çev. Ali Coşkun, İnsan Yayınları, İstanbul, 1993, s. 29, 61.
‡‡
5
Peygamberden gelen bir rivayet olarak nakleder. Ancak bu rivayetlerin farklı şekillerde
yorumlanabileceğini söyleyerek, burada kasd edilenin gerçek Mürcie değil Cebriyye
olduğunu söyler. Aslında Cebriyye ve Kaderiye karşıt iki gruptur. Ancak içine düştükleri
sapkınlık dolayısıyla kınanmada birleştirilmişlerdir. Kaderiyye, fiillerdeki kudreti insana
münhasır kılmıştır. Cebriyye ise tersine fillerdeki çirkinlikleri bile Allah’a nispet etmiştir.
Böylece bu iki grup aşırılıkta örnek oluşturmuşlardır. Mâturidî’nin Mürcie’yi aklamaya ya da
savunmaya yönelik bu tarz yorumlarına eserlerinde rastlamak mümkündür. ***
Mürciî görüşler, mevâli bölgesi olarak nitelenebilecek olan Horasan ve Maveraünneir
bölgesinde öteden beri bilinmekteydi. Sadece bilinmekle kalmamış Şia ve Mutezile’nin
yanında Ehl-i Sünnet’in bölgedeki temsilciliğini yapan Hanefîlikle paralel bir görüntü
sergilemiştir. Ebu Hanife’nin yanında ondan yararlanan ve görüş alışverişinde bulunduğu
Mürciî görüşleri savunan kimseler de bulunmaktaydı. ††† Teolojide yöntem olarak Ebu
Hanife’ye bağlı olan Mâturidî’nin de bu etkiye açık olduğu anlaşılır bir durumdur.
Mâturidî’nin Mürcie ile olan ilişkisinin Ebu Hanife’den geldiği anlaşılıyor. Ayrıca bölgenin
sosyo-kültürel yapısının bu görüşe ihtiyaç duyduğunu gözden uzak tutmamak gerekir.
Mezheplere dair söylemlerin iyice keskinleştiği ve aradaki teolojik sınırların daha
rahat biçimde gösterilmeye başlandığı dönemlerde Mürcie’ye olan atıflar ve kurulan ilişki
Sünnî ulema tarafından bir suçlama olarak algılandı. Ve bu durum önceden var olan ilişki ve
iletişimin reddedilmeye başlanmasına yol açtı. Ancak günümüzde bu ilişkiyi daha soğukkanlı
biçimde değerlendirebilecek durumundayız.
Fitne ve iç savaş, korku ve dehşete yol açmasının yanında çözüm arayışlarına da hız
verdi. Mürcie’nin rolünü bu noktada aramak gerekir. Mürcie’nin ircâ görüşü, sosyolojik
olarak toplumu mümkün kılan bir formüldü. İmanı amelden ayıran Mürcie günahlarında
dolayı kimsenin İslam dışına itilemeyeceğini, bu konuda hüküm verme yetkisinin Allah’
bırakılması gerektiğini savundu. Bu görüş dinî olmaktan çok toplumsal ve kültürel imâları
açısından çok önemlidir. Bir arada yaşama ve farklılıklara hoşgörü mesajı taşıyan ircâ görüşü,
zamanla Ehl-i Sünnet tarafından da dikkate alındı ve bazı revizyonlarla benimsedi. ‡‡‡
Yeni Müslüman olmuş toplulukların ircâ fikrine yakınlık duymalarının arka planında,
başka olumsuz niyetler aramak yerine, bu kitlelerin ihtiyaç duyduğu kabul edilme ve tanınma
ihtiyaçlarının etkilerini araştırmak gerekir. İnsanların davranışlarından dolayı onları dinî
açıdan yargılamamak ve hükmü Allah’ a bırakmak, bir arada yaşamanın teolojik gerekçesini
ve garantisini sunuyordu. Dinin sadece Allah ile kul arasındaki manevî bağ olduğunu ileri
süren görüş, büyük ihtimalle ircâ görüşünden gelmektedir.
Kimlikler netleştikçe bunların tanımlarındaki keskinlik de o oranda belirginleşmekte,
dışlayıcılık öğesi de güçlenmektedir. Bu nedenle Ehl-i Sünnet ile Mürcie arasındaki teolojik
yakınlaşmayı anlamak için İslam’ın erken dönemlerine geri dönmek gerekir. Haricîliğe karşı
oluşan tepki nedeniyle oluşan tepki henüz bir teolojik bilinç değil premature teolojik yapıdır.
Hatta bu bile değildir. “Amel imandan bir cüz değildir, büyük günah sahibi kâfir değildir,
onun durumunu Allah’a bırakmak gerekir” demek bir sistemin değil bir yönelimin ifadesidir.
Bu yönelimin ne gibi bir teolojik yapıya dönüşeceği bir sistemleşme sorunudur. Hangi akımın
onu sahiplenip kendine mal edeceği sorunudur. Bu bakımdan amel imandan cüz değildir,
mürtekib-i kebîre kâfir değildir, onun durumunun ne olacağını bilmeyiz, Mü’min olduğunu
düşünürüz, önermelerine dayanan ircâ görüşü, kendinden daha sert ve kesin hükümler içeren
teze karşı değillemelerle ilerleyen rahatlatıcı bir işlev üstlenmişti. Saldırgan ve müdahaleci bir
***
Mâturidî, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 429, 442, 443, 499, 500, 501.
Sönmez Kutlu, “Mâturidîliğin Arka Planı”, İmam Mâturidî ve Mâturidîlik içinde, s. 130 vd.
‡‡‡
Mehmet Evkuran, Sünnî Paradigmayı Anlamak, s. 76, 77.
†††
6
görüşü dengelemeye çalıştığı için tam da bu nedenle, doğası gereği ılımlı olmak
durumundadır.
Aşırı müdahaleci din anlayışı peşinde koşanlar, gündelik sivil ve sosyal hayata
müdahalede bulunmayı görev olarak görenler açısından ircâ yaklaşımı, dinin indirilişi
amaçlarına ters düşer. Bu, negatif teolojik yöntemdir ve çoğunlukla görme ve düşünme
fazlalığının, her şeyi ve herkesi yargılama arzusunun yol açtığı teolojik ve politik tansiyonu
düşürme, sosyal hayatı dengeleme ve yatıştırma ihtiyacını karşılar. Bu tarz bir görüşün, sıkı
temellendirilmiş dogmalara göre değil de daha çok hayatın gereklerine göre yaşamaya
eğilimli kesimler tarafından benimseneceği kolaylıkla tahmin edilebilir.
Teoloji ve Kültürel Tahakküm Sorunu
İslam dini yayıldığı coğrafyada kültürleri yok etmek ve bastırmak gibi bir amaç
gütmedi. Aksine kültürel ve dinsel farklılıktan rahatsız olmadılar. Bunu giderilmesi gereken
bir sorun olarak algılamadılar. Elbette İslam öğretisinde ve Hz. Peygamberin uygulamasında
Müslümanları yayılmacılığa ve hükmetmeye teşvik eden bir mesaj vardır. Ancak bu mesaj,
otoritesini kabul ettirmekle sınırlıdır. Tektipleştirmeyi içermez. Müslümanlar hükmettiği
yerlerdeki farklı inanç ve yaşam biçimlerinin varlığını, adaletlerinin bir gereği ve göstergesi
olarak gördüler.
İslam yayıldığı coğrafyaya kendi rengini verdiği kadar çeşitli kültürlerin renklerinden
de bünyesine kabul etmiştir. Şu halde İslamlaşma adı verilen süreç, din ve metafizik olarak
İslam kabul etmenin yanında kültürel olarak da farklı bir sentez oluşturmayı ifade eder. Zira
her şeyden önce İslam dini, insanlara bu genişliği tanımaktadır. Müslümanlar İslam dinine
mensubiyetin ölçülerini ortaya koymuşlardır. İnanç esasları inanılması zorunlu olan ilkelerdir.
Bunlara inandıktan sonra bir kimsenin hayatını tümüyle ters yüz etmesi gerekmez. İslam’ın
duyarlı olduğu konularda bir uzlaşı sağlandıktan sonra pekâlâ yeni Müslümanlık versiyonları
mümkündür. Ancak bu farklılaşma teolojik değil sosyolojiktir. Bu nedenle de sosyolojik
açıdan araştırılmalıdır.
İslam dini belirli bir kültüre diğerlerinin önünde üstünlük sağlamak amacıyla gelmedi.
Kültürler arası ilişkiler insanların serbest dünya işleri arasında yer alır. Dolayısıyla İslam
dinini belirli bir kültürü ebedîleştirecek tarzda yorumlamak kadar onun mesajına ters bir
yaklaşım olamaz. Bugünkü sıkıntıların İslam’ın bir kültüre aidiyetini temel alan
yaklaşımlardan kaynaklandığı söylenebilir. Doğrusu asabiyete dayalı bir mücadele olarak
niteleyebileceğimiz bir üstünlük takıntısı, İslam dininin yerleştirmeye çalıştığı değer odaklı
erdeme ve adalete dayalı bir insan ve toplum anlayışına zarar vermiştir. Geçmişte klasik
dönem eserlerine kadar sızabilmeyi başarmış olan bu tür asabiyet söylemleri, Hz. Peygambere
nispet edilebilmiştir. Arap kavminin diğerlerine üstünlüğünü teolojik olarak vurgulayan
rivayetler Müslüman milletler arasındaki ilişkileri sürekli baskı ve gerilim altında tutmuştur,
bugün de tutmaya devam etmektedir.
İslam öncesinde oldukça kaba ve alenî biçimde yapılan üstünlük mücadelesi,
İslam’dan sonra dinî kavram ve açıklamalar üzerinde yapılmakta, Müslümanlar arasında ortak
bir aklın ve vicdanın oluşmasını önlemektedir. Geçmişte aleni ve kaba biçimde sürdürülen
asabiyet mücadelesi bu kez daha donanımlı farklı bir sürümüyle/versiyonuyla karşımıza
çıkmaktadır. Müslümanların peygambere olan düşkünlüğünü ve geleneğe olan saygısını
arkasına alan bu anlayış, dinî görünümler altında asabiyet ve ırkçılık politikası yapmakta ve
bizlerden ona boyun eğmemizi istemektedir. Teolojik ve toplumsal açıdan sorunlarla dolu bu
manevrayı ve kurnazlığı açığa çıkaracak, onun anlayışlarımız üzerindeki zararlarını
tanımlayacak ve alternatif bir yaklaşımın temellerini atacak bir teolojiye ihtiyacımız vardır.
7
Kültürel asabiyet eğilimlerinin ilimlere ve ilim anlayışlarına da yansıdı. Burada
konumuzla sınırlı tutacak olursak şunu belirtmemiz gerekir: Dinî ilimlerdeki farklı
metodolojik yönelimlerin ardındaki öğeler incelendiğinde, kültürel öğelerin de önemli ölçüde
rol oynadığı görülecektir. Eşarî-Şafiî geleneğinin nass anlayışında Arap-merkezli bir kültür
anlayışının yansımalarını okumak mümkündür. §§§
Şâfiî’nin ortaya koyduğu sünnet merkezli nass anlayışında bu husus etkindir. Sünneti
yeniden tanımlayan Şafiî, sonraki kuşakların uygulamalarını sünnetin kapsamından çıkararak
daha aslında sünnetin nass olarak etkinliğini artırmış ve ona dogmatik bir anlam vermiştir.
Şafiî’nin geleneksel sünnî din anlayışının oluşumundaki etkisi üzerinde çalışmalar yapılmış
ve onun metodolojisi farklı açılardan ele alınmıştır. ****
Müslümanlar tarih boyunca İslam’ın mesajıyla ve toplumsal hedefleriyle asla
uyuşmayan bu türden asabiyet eğilimlerinin ilim, düşünce ve siyaset alanlarındaki
tezahürlerine karşı koydular ve buradaki aşırılıkları dengelemeye çalıştılar. Sünnîlik içinde de
bu dengeleme çabalarına rastlamak mümkündür. İşte Ebu Hanife ile başlayan ve Mâturidî
tarafından kelam alanında daha da sistemleştirilmeye çalışılan anlayışın ardındaki kültürel
niyet araştırıldığında, bizce İslam’ın Arap-merkezli kültür anlayışı tarafından tüketilmesine
itiraz eden, bunu yanlış bulan, İslam’ın getirdiği hakikatin diğer tüm milletler için de geçerli
olduğuna yürekten inanan bir anlayış bulunacaktır. Bu bağlamda farklı din anlayışları
arasındaki çekişmenin temelinde politik amaçların yattığını fark etmek önemli olmakla
birlikte, bu rekabetin bazı spesifik alanlarda da yürüdüğü görülmektedir. Buna göre her kesim
kendi geliştirdiği nass anlayışı üzerinden dinî hakikati sahiplenme mücadelesi verdi ya da en
azından karşıt söylemlerin etkisini hafifletme çabası içinde oldu.
Peygamberin sünnetinin diğer kültürleri baskı altında tutacak ve onları tümüyle içinde
eritecek biçimde genişletildiği bir nass anlayışına karşı itiraz, önce Ebu Hanife tarafından
yöntemleştirilmeye çalışıldı. Elbette bu konu tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de
oldukça hassas ve bir o kadar da yanlış anlamalara açık bir problem alanıdır. Ancak İslam’ın
mesajının çarpıtmalardan uzak biçimde yeniden anlaşılması ve yanlış tarihsel anlayışların
tasfiye edilmesi de elzemdir. Gelenek ve bu arada sünnet yorumları, İslam’ın öğretisini doğru
yansıttığı ölçüde görevini ifa etmiş olur. Aksi halde nassın yerine ikame edilmeye çalışılan
çarpık bir gelenek ve sünnet anlayışı, büyük bir problem olmaya devam edecektir. ††††
Müslümanların zihninde yer alan peygamber anlayışını koruyan, korurken onu tashih de eden
bir ilim anlayışına duyulan ihtiyaç, öyle görünüyor ki sadece bizim değil tarih boyunca da
yaşamış Müslüman kuşakların ana gündemi olmuştur.
İslam toplumu içinde oluşan hiyerarşik yapılar, esasında toplum bizatihi doğal
olmadığı gibi toplumsal yapı ve ilişkiler de doğal ve zorunlu değildir. İnsanın doğası gereği
medenî olması (hemcinsleriyle birlikte yaşamak zorunda olması) ile belirli bir toplumsal
yapının kendini doğal ve zorunlu bir varlık olarak dayatması ayrı bir şeylerdir. Hiyerarşilerde
yaşanan sorun da budur. İktidarın kimde bulunacağı, gücü kimin kullanacağı, servet
dağılımına kimin karar vereceği tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de büyük bir sorundur.
Kurulum aşamasında yeniden tanımlanan iktidar ilişkileri, servetin dağılımını ve kullanımı
gibi sorunlar ilk İslam toplumunun da sarsıcı gündemi olmuştur.
Dil ile kültür arasında büyük bir bağ vardır. Şafiî’nin Arapça hakkındaki görüşleri için bkz. Er-Risâle, s. 46;
Türkçe çeviri ve karşılaştırma için şu esere bakılabilir. Muhammed bin İdris eş-Şafiî, er-Risâle, çev. Abdulkadir
Şener, İbrahim Sarıçam, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s Ankara 1996, s. 27, 28.
****
Mehmet Paçacı, “Şafiî’nin Metodolojisinde Öznenin Rolü: Hermeneutik Bir Eleştiri”, Sünnî Paradigmanın
Oluşumunda Şafiî’nin Rolü içinde, s.179.
††††
M. Hayri Kırbaşoğlu, “er-Risâle’nin Şekil ve Muhtevâ Açısından Eleştirisi”, Sünnî Paradigmanın
Oluşumunda Şafiî’nin Rolü içinde, s.217 vd.
§§§
8
Hz. Muhammed’den sonra siyasal iktidara kimin getirileceği konusu İslam
toplumundaki ilk yarılmayı oluşturdu. İktidarın ve ganimetin tanımlandığı ilk pratikten
sapmalar görülmeye başlandı. Sünnetten sapma olarak nitelenen bu uygulamaların toplumda
oluşturduğu rahatsızlık sonradan mezhep/fırka adı verilen kurumsal ayrışmalara yol açtı.
Gücü ve serveti elinde bulunduran kesimler, ayrıcalıklı konumlarını sonsuza kadar
sürdürebilmek için yeni düzenin terminolojisine başvurdular.
İktidarın meşruiyeti için referans oluşturma çabaları İslam toplumu içinde İslam’ın
kavramlarıyla ancak İslam öncesinin zihniyet kalıplarıyla yapıldı. İslam öncesi dehr inancı
İslamî dönemde karşımıza kader ve cebr olarak çıktı. Esasında Kur’anî bir terim olan ve
evrenin şaşmayan bir düzen ve denge üzere yaratıldığını vurgulayan kader kavramı, yeni
düzenin sahipleri tarafından içeriğinde boşaltıldı ve dönüştürüldü. Alın yazısı ve önceden
belirlenme anlamında tanımlanan kader kavramı, siyasal iktidar ve ganimet için bir
dokunulmazlık sağlamaya başladı. İslam geleneğinde kelam akımını başlatan alimlerin ilk
olarak kader ve insan özgürlüğü konusunu ele almaları boşuna değildir. Onlar kaderi
reddettiler ve iktidarın yaptıklarının bir ilahî karar olmadığını, herkesin yaptığından sorumlu
olduğunu ilan ettiler.
Şurası çok ilginçtir ki, Kelam karşıtı tutucu akımların tamamı, iktidarın kaderci
politikasının ağzıyla konuşarak, kelamcıları sapık ilan etmişlerdir. Ehl-i hadis hareketinin
daha çok Arap kökenli alimlerden, kelam hareketinin ise mevali alimlerinden oluştuğu bir
kenara yazıldığında çatışmanın sosyal ve kültürel görüntüsü açığa çıkmaktadır.
Mevalinin eşitlik ve itibar arayışının sadece politik bir mücadele olarak değil aynı
zamanda düşünsel ve entelektüel bir mücadele olarak sürdüğü görülmektedir. Kelam
geleneğinde reyci ekol daha çok itirazcı kesimlerin bir sığınağı ve kendini ifade alanı
olmuştur. Kültürel olarak Arap paradigması içinde yer alan kesimler ise esere, rivayetlere,
hadise ve sünnet kavramına vurgu yaptılar.
Taklit ve imanda istisna tartışmalarında bu ayrışmanın izlerini bulmak mümkündür.
Özellikle Emevîler döneminde Arap kavminin ve Kureyş’in üstünlüğünü o kadar doğal bir
şekilde vurgulandı ki, bu durum Arap olmayan Müslümanlar üzerinde rahatsızlık yarattı.
Nitekim eşitlikçi düşüncelerin fıkıh ve kelam alanında ortaya çıkması bu çerçevede
düşünülmelidir.
Taklide dayalı iman kelamcılar tarafından başlangıçta reddedildi. Mutezile
kelamcıları, insan tanımları ve ilahî adalete yükledikleri anlamdan yola çıkarak imanın taklide
dayandırılamayacağını savunarak bireysel sorumluluk vurgusu yaptılar. Maturidî ve Eşarî de
aynı şekilde bu kelam geleneğine uyarak taklidî imanı kabul etmediler. Ancak İmam
Maturidî’den sonra gelen Maturidî kelamcılar bu tavrı yumuşattılar. Mukallidin imanının
geçerli oluşunu temellendirmeye çalıştılar.
Bir fıkıh ve kelam terimi olan taklit her iki ilim dalında da farklı bir algıya sahiptir.
Fıkıhta olumlu bir anlama sahip olan taklit, kelamda aynı şekilde algılanmaz. Yapılan
tartışmalarda bu kavramsal kargaşanın zaman zaman aşılamadığı göze çarpmaktadır. Taklit ile
ilgili geleneksel tartışmaları aynıyla bugüne taşımak ve deliller üzerinden bir sonuca ulaşmaya
çalışmak pek doğru bir yöntem değildir. Bunun yerine çözümleme yapmak ve görüşlerin
temsil ettiği duyarlıkları anlamaya çalışmak gerekir.
Bu açıdan bakıldığında iman-taklid ilişkisine dair söylenebilecek ilk şey, mukallidin
imanının geçerli olduğunu savunan kelamcıların teolojik olmaktan çok sosyal gerçeklerden
hareket ettikleridir. Buna göre aslında mukallid, Arap gibi Kur’an’ın indirildiği dilin kültürü
olan Arap evreninin dışındaki Müslümanlardır. Daha doğrusu İslamlaşma süreci içinde olan
kitlelerdir. Onların Araplar gibi İslam’ın öngördüğü yaşam biçimini bir anda hayata
9
geçirmeleri pek de mümkün değildi. Zamana ihtiyaçları vardı. İşte taklidî imana cevaz
tanınması mevalinin imanına ve İslam’ına bir meşruiyet sağlıyordu.
İmanda istisna tartışmalarının da benzer bir yanı vardır. Bilindiği gibi imanda istisna
tartışması Ehl-i Hadis ile Mürcie arasında başlamıştır. Zamanla Maturidîler ile Eşarîler
arasında da sürdürülmüştür. Temelde imanın tanımından kaynaklanan bu tartışma nassların
karşılıklı kullanılması ile de teolojik bir görüntüye kavuşmuştur.
Tartışmanın teolojik-kelamî görüntüsü kısaca şöyledir: Ehl-i hadis bir insanın, “Ben
kesin olarak müminim.” Ya da “Ben gerçekten müminim.” Sözünü söylemesini tehlikeli
bulmuştur. Onlara göre bir insan iman ifadesinde kesinlik iddiasında bulunamaz. İmanın
içeriği ve geçerliliği konusunda daha mütevazi bir ifade kullanabilir ve “Ben inşallah
müminim” demelidir. Bu konuda pek çok aklî ve naklî delil getirirler. “Ben inşallah
müminim” demek imanda istisna yapmak demektir.
Buna karşılık Mürciî âlim ve düşünürler, ardından Maturidî kelamcılar imanda istisna
fikrini kabul etmediler. Onlara göre bu ifade kişinin kendi fiilinden gafil olması anlamına
gelir ve kuşku ifade eder. Oysa imanın özünde kesinlik, güven ve şüpheden uzak olma
durumu vardır. Diğer yandan imanda istisnaya giden kişi
İmanda istisna tartışmasında tarafların hareket noktalarını göz önünde
bulundurmaksızın tutumlarını anlamak mümkün değildir. Temel ayrım noktası imanın
tanımından kaynaklanmaktadır. Ameli imanın bir parçası olarak gören ve iman tanımlarında
ameli ayrılmaz bir unsur olarak sayan Ehl-i hadis taraftarları, istisnayı zorunlu görmüşlerdir.
Buna karşılık Ehl-i rey geleneğine dayanan kesimler imanda istisnayı kabul etmemişler ve
insanın yeteneklerini teslim eden bir yaklaşım sergilemişlerdir. Ancak neden böyle bir hareket
noktasını seçmiş olduklarının cevabı ise kültürel ve sosyal kimliklerin içinde gizlidir. İnsanı
eylemlerinin ve hayatının sorumlusu sayan özgür iradeci anlayış burada etkilidir.
Asıl ayrışma noktası ise mevalînin Araplar karşısındaki dezavantajlı konumunu
dengeleme ihtiyacıdır. Mevâli İslam içinde eşitlik ve itibar arayışını her düzeyde canlı
tutmuştur. Bu çabanın teolojik-kelamî alandaki karşılığı ise imanın yüceltilmesidir. Amele
bağlanmış bir iman her zaman bir eleştiri zemini oluşturmaktadır. Dolayısıyla amelin imandan
sayılmaması önemli ve temel ilk adımdır. İmanın artıp-eksilmesinin reddi, tüm akıl
sahiplerinin (meleklerin, peygamberlerin, günahkâr müminlerin vs.) imanda eşit olması, kötü
amelinden dolayı insanın hükmünün Allah’a bırakılması bu çabanın bir devamıdır.
Tüm bu tartışmaların ve teolojik akıl yürütmelerin gerisindeki mantık, adalet ve eşitlik
arayışıdır. Mevalî özlediği ve hedeflediği eşitliği amel üzerinden giderek elde edemezdi. Zira
kendilerini profesyonel Müslümanlar olarak gören Araplarla bu konuda (amel) boy
ölçüşmeleri mümkün değildi. Eşitliği ancak iman üzerinden sağlayabilirlerdi. İmanı
yüceltmek ve tartışma dışı bir yere yerleştirmek, amelden etkilenmeyeceği bir tarzda onu
tanımlamak bu arzunun teolojik alana yansımaları olarak görülebilir.
KAYNAKLAR
-
Atay, Hüseyin (haz.) Tabsıratu’l-Edille fî Usûli’d-Dîn, Ebu’l-Muîn en-Nesefî,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1993.
-
Evkuran, Mehmet, Sünnî Paradigmayı Anlamak-Bir Ekolün Politik ve Teolojik
Yapılanması, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2003.
-
Gusdorf, Georges, İnsan ve Tanrı, çev. Zeki Özcan, Alfa Yayınları, İstanbul, 2000.
10
-
Iblâğ, Inayetullah, Ebû Hanîfe el-Mütekellim, 2. Baskı, Kahire, 1987.
-
İmamoğlu, M. Ragıp, İmam Ebû Mansûr el-Maturidî ve Te’vilâtu’l-Kur’an’daki
Tefsir Metodu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1991.
-
Kılıçlı, Mustafa, Arap Edebiyatında Şuûbiyye, İşaret Yayınları, İstanbul, 1992.
-
Kurt, Hasan, Orta Asya’nın İslamlaşma Süreci (Buharâ Örneği), Fecr Yayınları,
Ankara, 1998.
-
Kutlu, Sönmez (hazırlayan), İmam Maturidî ve Maturidîlik- Tarihî Arkaplan,
Hayatı, eserleri, Fikirleri ve Maturidîlik Mezhebi (Seçki), Kitabiyât Yayınları,
Ankara 2003.
-
Maturidî, Ebû Mansûr, Te’vîlâtu’l-Kur’an, yayına haz.: Ahmet Vanlıoğlu, I-XIII,
Mizan Yayınevi, İstanbul, 2005.
-
Maturidî, Ebû Mansûr, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, ter. Bekir Topaloğlu, İSAM
yay., İstanbul 2002.
-
Ebû Mansûr Semerkandî Maturidî, Yay. Ahmet Hulusi Köker, Erciyes
Üniversitesi Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü, Kayseri, 1986.
-
Özen, Şükrü, “Mâturidî” md., Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
XXVIII, Ankara 2003.
-
Şerif, M. M. (Editör), İslam Düşüncesi Tarihi, I-IV, Türkçe Baskının Editörü:
Mustafa Armağan, İnsan Yayınları, İstanbul, 1990.
-
Şahin, Hasan, Maturidî’ye Göre Din, Kayseri, 1987. Taftazânî, Kelam İlmi ve
İslam Akâidi, Şerhu’l-Akâid, 3. Baskı, Haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları,
İstanbul, 1991.
-
Ünver, Mustafa, “Klasik İslam Geleneğinde Taklidî İmanın Değeri”, Kelam
Araştırmaları Dergisi, yıl 10, sayı 1, 2012
-
Bulut, Zübeyir, “Kelam’da İmanda İstisnâ Tartışmaları”, İslamî İlimler Dergisi
Kelam Özel Sayısı, yıl 4, sayı 1-2, 2009
-
Yavuz, Yusuf Şevki, “Mâturîdiyye” md., Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, XXVIII, Ankara 2003.
-
Yeprem, M. Saim, İrade Hürriyeti ve İmam Maturidî, Şamil Yayınevi, İstanbul,
1980.
11
Download