yeni şafak

advertisement
AKŞAM
OSMAN CAN
Paris Saldırıları-Analitik Tutum
İhtiyacı
Charlie Hebdo adlı karikatür dergisi çalışanlarına yönelik
saldırılara yönelik tepkiler devam ediyor.
Bu tepkilerin bir kısmı İslam dünyasını, hatta İslam dinini
suçlama boyutuna ulaşıyor. Yine İslam dünyasında da
Batı’nın bu saldırıları hak ettiğine yönelik söylemler
dolaşıma giriyor. Bunlar kamuya açık alanda
gerçekleşiyor. Sosyal medya bu konuda da başı çektiği,
bir nefret ve kin deryası, bir faşizm mecrası olarak işlev
görüyor. Sosyal medya hareketliliğini gerçek gündem
olarak gören ve orada beslenen kimi kalem erbabı da
benzer tutum alıyor.
Hollande ve Merkel ile birlikte pek çok Batılı lider,
Erdoğan ve Davutoğlu’nun isabetle vurguladığı gibi
mesele bir terör faaliyeti. Bir cinayet gerçekleşti.
Cinayetin işlenmesinin saiki dergide Hz. Muhammed’e
hakaret mahiyetindeki karikatürlerin yayınlanması olarak
gösteriliyor. Dolayısıyla cinayet dini saiklerle işlenmiş
görünüyor.
Cinayetler çok farklı saiklerle işlenebilir. Antikapitalist bir
ideoloji de aynı saikle adam öldürmeye yol açabilir.
“Barbarlığa karşı haçlı seferi” ifadeleri de aynı sonuca
yol açabilir. Yüz binlerin canına mal olabilir.
Bu nedenle cinayeti “Batı medeniyeti”, “İslam”,
“Hıristiyanlık”, “Yahudilik” veya ideolojiler işlemez.
Cinayetleri işleyenler eylemlerini meşrulaştırmak,
vicdanlarının sesini susturmak için “yüce”, “kutsal”,
“aydınlanma”, “çağdaşlık” gibi meşruiyet kaynakları
arayışına girerler.
Eli kalem tutanlar bu konularda biraz daha dikkatli
davranmalı. Aynı şey siyasetçiler için de geçerli.
Zira Paris cinayetini İslam ile anlamlandırmak, caniler ile
aradaki mesafenin kaybolmasına yol açar. Caniler tam
da bir kültürü, bir yaşam biçimini veya bir inanç sistemini
hedefe koyarak bu cinayeti işlediler. İslam’ı ve
Müslümanları bu nedenle suçlu ilan etmek, ahlaken
caniler ile aynı düzlemde ve kulvarda buluşmak
demektir.
Sürece analitik bakılırsa, bu hatalara düşülmeyebilir.
Cinayetlerin İslami saiklerle işleniyor olmasının nedenleri
üzerinde durmak zorunlu. Bunun hem Batı dünyasından,
hem de İslam dünyasından kaynaklanan nedenlerine
eğilmek, cinayetlerin sosyo-ekonomik, sosyo-politik
zeminini anlamak bakımından önemli. Bu
anlaşıldığında, gerçekten bu cinayetleri sonlandırma
iradesi var ise, bu iradenin nelere dikkat etmesi
gerektiği ortaya çıkar. Eğer bu irade yoksa da, neden
Batı'da veya İslam dünyasında gerekli tedbirler alınmaz
sorusuna geçilebilir. Ki bu sorgulamanın yararlı
olacağından hiçbir kuşkum yok. Başta İslam
coğrafyasında olmak üzere, radikalizmlerin ezici
çoğunluğunun, Batı hegemonyasının uygulama ve
sonuçlarına cevap verme ihtiyacından kaynaklandığının
altını çizmek gerek.
Diğer bir nokta, Charlie Hebdo dergisinin yayın
politikasının ve karikatürlerinin düşünce özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi zorunluluğudur. Dergide
yayınlananlar ile yayın politikası hakkında yapılacak bir
değerlendirme, cinayeti yargılamada çok anlamlı
değildir. Cinayetin muhtemel saiki olması, o derginin
yayın politikasını mahkûm etmeye yeterli olmadığı gibi,
cinayet nedeniyle derginin yayın politikasını
kahramanlaştırmak ve dergi içeriğini kutsamak da
doğru değildir.
Cinayeti işleyenlerin eylemlerini de ceza hukuku
bağlamında değerlendirmek daha sağlıklıdır.
Canilerin eylemindeki hukuki kötülük, eylemlerinin
bireylerin yaşamında ve kamu düzeninde yol açtığı
tahribat ile ölçülebilir. Toplumda veya kamuoyundaki
infial bu eylemlerin hukuki kötülüğünün ölçülmesinde
tek başına kriter olamaz.
Ayrıca eylemin İslami saik ile işlenmiş olması, ne
İslam’ın mahkûmiyetinin gerekçesi ne de İslam’ın
yüceliğini kanıtlayacak bir etkiye sahiptir.
Bu yüzden özgürlüğe sahip çıkmak ama herkesin
özgürlüğüne sahip çıkmak ve analitik tutum almak çok
önemlidir.
Volter’in “düşünceni paylaşmıyorum ama onu ifade
edebilmeni canım pahasına savunurum” ifadesini yargı
terazimize koyduğumuz herkes için savunalım. Akıl ve
insaftan ayrılmayalım.
AKŞAM
Batı’da yükselen ırkçılık ve İslam-karşıtlığı
VEDAT BİLGİN
Sadece ırkçı partilerin yükselmesinden, PEGIDA gibi
ırkçı hareketlerin yaygınlaşmasından bahsetmiyorum.
Neredeyse Avrupa’nın her ülkesinde görülen yabancı
Köşe Yazıları – 14/01/2015
düşmanlığı, İslam-karşıtlığı, göçmen aleyhtarlığında
ciddi bir artış söz konusudur. Bu düşmanlığı yaymaya
çalışan partiler, siyasetçiler, fikir kulüpleri, neo-faşist
toplulukların varlığı giderek genişlemekte, sokaklarda kol
gezmektedir.
Peki mesele nedir? 90’ların ortasında Avrupa’da
yaşayan, bulundukları ülkeye göçmen olarak gitmiş,
önceleri işçi olarak çalışmış, daha sonra müteşebbis,
işadamı olmuş Türkler üzerine bir araştırma yaptığım
esnada “yabancı düşmanlığı”nın başladığına dair birçok
şey duymuştum. O zaman bunların her yerde
rastlanabilecek, münferit olaylar olduğunu
düşünmüştüm. Daha sonra, benzeri bir araştırma için
tekrar belli başlı Avrupa ülkelerinde çalışırken, bu
şikayetlerin arttığına tanık oldum. Öyle ki Almanya’nın
birkaç büyükşehrinde Türk işadamları, daha o zaman
yani 2000’li yılların başında tanıdıkları, bildikleri
insanların evlerinin, işyerlerinin kundaklandığını,
yakınlarının karşılaştığı birçok olaydan bahsedip bu tür
“saldırılardan endişe duyduklarını” söylemişlerdi.
Irkçılığın rengi
Meselenin derinliği şimdi daha iyi görülüyor.
Hatırlanacağı gibi birçok Avrupa ülkesinde yaşayan
göçmenler daha yakın zamanda Avrupa başkentlerinin
sokaklarını doldurdular, çeşitli eylemler yaptılar ve bu
hareketlerin birçok ülkede, birçok şehirde şiddete
dönüştüğüne tanıklık ettik. Özelikle şu noktayı belirtmek
istiyorum: Batı ülkeleri göçmenlerle, yabancılarla,
Müslümanlarla (ki bunların büyük çoğunluğu eski
sömürgelerden gelmiştir), kendi vatandaşları ile bu tür
sorunlar yaşaması ciddi bir konudur. Sorunun iki
boyutundan bahsedebiliriz: Birincisi, Avrupa
toplumlarıyla alakalı; ikincisi ise, göçmen topluluklarının
yaşam tarzları, uyum kapasiteleri ve içinde bulundukları
problemlerle ilgilidir.
Avrupa toplumlarının, Soğuk Savaş sonrası dönemde
tam da “refah toplumlarının sonu” tartışmaları
yaşanırken, “klasik sanayi toplumunun üretim tarzının”
değişip bir başka aşamaya geçtiği bir dönemde,
‘yabancılar-göçmenler’ sorunuyla yüz yüze gelmesi,
önemle üzerinde durulması gereken bir konudur. “Sosyal
Avrupa’nın krizi” diyebileceğimiz bu süreçte, yaşanan
diğer bir problem daha derinde yatan bir başka krizin
olduğunu göstermektedir. Bu ise, Avrupa toplumunun
“entegre etme, etkileşim kurma, kültürleşme”
kapasitesinin güç kaybıyla ilgilidir. Bu meseleyi “postmodern dönemde” Avrupa’nın “değer üretme gücünü
yitirmesi” olarak yorumluyorum. Esas olarak Avrupa’da
çokça konuşulmaya başlanan “entelektüeller nereye
gitti” tartışması bu problemin bir parçasıdır.
Sorunu şöyle ortaya koyabiliriz: Avrupa’nın
sömürgeciliğin politik belirleyiciliğinin bittiği dönemde
dahi “ideolojik-kültürel hegemonya” yoluyla kurduğu
üstünlük sayesinde, Batı’ya göçmüş yabancılardan
rahatsız olmak bir tarafa, onları oldukça fonksiyonel
bulmaktaydı. Bunun en temel sebepleri arasında,
batının ideolojik üstünlüğü sayesinde kendine “duyduğu
güven duygusu”, modernliğin dönüştürücü gücünden
bahsedebiliriz.
Güven kaybı sorunu
Meselenin diğer boyutu da önemlidir. Batı’ya göç etmiş
nüfusun birkaç kuşak içinde yaşadığı sorunlar,“üçüncü
nesilden” sonra göçmen ailelerin gençlerinin yaşadığı
entegrasyon problemleri toplumsal ve ekonomik
bakımdan ortaya çıkan sıkıntılarla birleşen, yeni göç
hareketleriyle ciddi bir “kimlik krizine” yol açmaktadır.
Filistin sorunu, 11 Eylül’den sonra iyice görünürlük
kazanan terör olayları, Afganistan ve Irak işgalleri, PKK
terörü, Arap Baharı ve Suriye’deki vahşet tablosundan
beslenen IŞİD terörü, tam da bu alanda Avrupa’da “yeni
bir algıya” yol açmıştır.
Batı kamuoyunu oluşturan merkezler, “kendi
dünyalarının dışında” yaşanan olaylarla kendi
toplumlarının yaşadığı “entegrasyon, kültürel etkileşim
kurma yetersizliği, ayrımcılık ve çatışma sorunlarının”
sonuçlarını “dışa yansıtarak” bir İslam karşıtlığı
dalgasına yönelme eğilimindedirler. Bu sorunların
büyümesi, Avrupa açısından çözümsüzlük demektir ve
ancak daha büyük bir krizin habercisi olabilir.
HABERTÜRK
Hangisinin tarihinde 16 devlet var?
Murat Bardakçı
Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nda önceki gün Filistin Devlet
Başkanı Mahmud Abbas için alışılmışın dışında bir
karşılaşma töreni yapıldı ve sarayın içerdeki
merdivenlerinde , tarihteki 16 Türk Devleti'nin askeri
üniformalarını giymiş 16 asker yer aldı.
Bu görüntü benim otuz yıldan fazla bir zamandan
hayalimdi ve son yirmi -yirmi beş senedir defalarca
yazmıştım .Karşılaşma törenlerindeki askerler
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Köşe Yazıları – 14/01/2015
geleneksel giysiler içerisinde olmalı ; yani yeniçeri ,
levend ve hatta daha eski Türk devletlerini sembolize
eden tarihi elbiseler giymeli idiler. Türkiye Cumhuriyeti
böyle yapmakla hem geçmişini unutmuş olan bazı
vatandaşlarına , hem de memlekete gelen yabancı
liderlere binlerce senelik tarihini rahatça hissettirebilirdi
ve bu tantanalı giysiler amatörce dizayn edilmiş ibrişim
ilikli firuze renkli üniformalardan ve beyaz kasklardan
daha cazip idi!
Askeri giysiler konusunda Cumhurbaşkanlığı ile bu işin
öncülerinden olan Muhafız Alayı görüşü paylaşmış
olacaklar ki, resmi karşılaşma törenlerinde bundan
böyle 16.Türk Devleti de üniformalarla temsil edilecek.
TARİHÇİLERDEN GÖRÜŞ İSTENDİ
AVRUPA'DA TARİHİ ÜNİFORMA GİYMEYEN TÖREN
BİRLİĞİ YOKTUR
Şimdi üç günden buyana büyük tantanaya sebep olan ,
hakkında bilen bilmeyen herkesin bir şeyler söylediği,
hatta bazılarının da işi mizah adına işi saygısızlığa kadar
götürdükleri bu ''16 Türk Devleti'nin askeri giysileri''
konusunun birazda arka planından bahsedeyim:
Karşılaşma törenlerinde görev alacak Muhafız Alayı
askerlerine eski Türk devletlerinin üniformalarının
giydirilmesi konusu birkaç ay önce gündeme gelmiş ve
Cumhurbaşkanlığı konuya yakın olanlardan görüş
istemişti.
Önceki hafta hem TV'de ki programa arkadaşım, hem de
yakın dostum Prof. Erkan Afyoncu ile beraber
Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nı yakından görmemiz için
Beştepe'ye davet edildik. Gittik ve öğleden akşama
kadar saatlerce sarayın hemen her tarafını gezdirildik.
SARAYI GEZDİM, BEĞENDİM
Cumhurbaşkanlığı Sarayı hakkında ne düşündüğümü
merak etmiş olabilirsiniz ; Çankaya'da Atatürk'ün
yaptırdığı köşk büyük bir restorasyona ihtiyaç
gösteriyordu ,1990'larda inşa edilen bina da artık
yetmiyordu ve yeni bir mekan lazımdı.
Sarayı ziyaretimizde Muhafız Alayı'nın önceki günkü
törende ilk defa giydiği 16 Türk Devleti'ne ait üniformaları
da konuştuk.Erhan şimdilik sadece Osmanlı giysileri ile ,
yani yeniçeri elbiseleriyle sınırlı kalınmasını, zira eski
devletlerin askeri giysileri hakkında elimizde tam bir bilgi
olmadığını söyledi ama ben karşı çıktım.
Cumhurbaşkanlığı Forsu' ndaki 16 adet yıldızın sadece
Osmanlı İmparatorluğu'nu değil , geri kalan 15 devleti de
temsil ettiğini ve Osmanlılar dışındaki devletlerin
üniformalarının da eldeki bilgilere dayanılarak dikilmesi
gerektiğini ve ileri başka bilgiler elde edildiği taktirde
değişikliğe gidebileceğini söyledim.
GİRİŞTE ATLILAR KARŞILAYACAK
Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nda yeni başlayan
uygulamanın Avrupa'da asırlardan buyana devam eden
benzerlerini de yine bu sayfada okuyabilir ,
fotoğraflarını da görebilirsiniz.
Avrupa'ya gitmiş iseniz mutlaka görmüşsünüzdür:
Sadece krallıklar, yani İngiltere, İsveç, Norveç yahut
Danimarka gibi memleketler değil, en ileri demokrasinin
var olduğu cumhuriyetler bile protokol törenlerinde
asırlar öncesinin üniformalarını giymiş askerlere yer
verirler.
Üstelik, bu ülkelerin cumhurbaşkanlarının ofisleri de,
krallık zamanlarına ait saraylardır ve Paris'teki
Cumhurbaşkanlığı Sarayı Elysee'nin, başbakanlık
binası Hotel Matignon'un, Senato'nun, Meclis'in ve
Adalet Sarayı'nın önünde Napolyon devrinin
üniformaları içerisindeki miğferli ve kılıçlı muhafızlar
nöbet tutarlar. İtalyan Cumhurbaşkanlığı Sarayı olan
Roma'daki Quirinale'nin atlı muhafızları, geçmişi 14.
asıra uzanan ve Savoy Prensliği'ne mahsus
"Corazzieri" yani "Haçlı" üniforması giyerler. Bulgarlar'ın
protokol birlikleri Osmanlı'ya karşı mücadele eden
"çeteci" lerin üniformaları içerisindedir. Kremlin'deki Rus
tören birliği de Çarlık döneminin, 18. yüzyılın
üniformalarını giyer. Yunanistan'daki Başkanlık
Sarayı'nın, Meclis'in ve Meçhul Asker Anıtı'nın önünde
etekli ve ponponlu ayakkabılı "efzun"lar baleyi andıran
hareketlerle nöbet beklerler. Moğolistan'da yabancı
konukları Cengiz Han zamanının giysileri içerisindeki
atlılar, Hindistan'da da Babür Şah'ın askerleri karşılar!
Buradaki fotoğrafları gördükten sonra "Avrupa'nın tarihi
giysileri genellikler tek tip oluyor, bizde neden 16 çeşit?"
diye sorabilirsiniz...
Neden mi? Hiçbirinin geçmişinde 16 devlet olmadığı,
milli devletlerini ancak 19. asırda kurabildikleri için!
SABAH
MEHMET BARLAS
Üzülmeyin
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Köşe Yazıları – 14/01/2015
Kendi toplumunuzu, halkınızın eğilimlerini, inançlarını,
siyasi tercihlerini beğenmiyorsanız... Kendinizi onlardan
farklı ve üstün görüyorsanız, üzülmeyin. Ülkenizde
azınlıkta olsanız da, siz ve mahalleliniz dünyada yalnız
değilsiniz... Türkiye dışındaki dünyada da sizin gibi
olanlar var. Sizin "Yerli düşmanlığı"nız dışarıda da
"Yabancı düşmanlığı" zemininde devam ediyor.
Bu süreçte bırakın içeriyle uğraşmayı. Bunu yapan
benzerleriniz zaten fazlasıyla var. Halktan oy almayı
başaramayan muhalefet partileri bile siyaset yaptıklarını
zannederek, kendi bindikleri dalı kesmeye çalışmıyorlar
mı? "Seçilmişlik" ve "Demokratik meşruiyet" olgularına
saygı göstermek yerine, hakaret ve iftiralarla,
seçilmişlere laf yetiştirmekten başka ne yapıyorlar ki?
Avrupa'nın da faşistleri, militaristleri, kökten dincileri,
Hıristiyan mukaddesatçıları, ırkçıları fazlasıyla mevcut...
Sizin Türk demokrasisi ve İslam dini üzerindeki
düşüncelerinizin benzerlerini, bazı Avrupalılar da başka
mekânlardan ama aynen seslendirmiyor mu?
Dışarıya dönün
Geçen yıllardan birinde BBC'nin internet sitesindeki
"Forum"a Türkiye'nin AB üyesi olması ihtimaline yorum
gönderenlerden bazılarının neler dediklerini,
bilgisayarımın belleğine almıştım.
Türkiye'ye hayır!
Üç tanesini özetleyerek hatırlatayım:
Siz dışarıya dönün... Gerek dış medyaya, gerek sosyal
medyaya ülkenizi jurnal edin, kötüleyin. Dünyadaki
bütün yanlışlıkların Türkiye'den kaynaklandığını
anlatın... Terörün her türünün üretim merkezinin Türkiye
olduğunu, iyi insanların Türkiye'de barınamadıklarını,
en iyilerin de Pensilvanya'ya falan sığındıklarını yazın,
söyleyin...
Sonuçta kendi toplumunuza ve ülkenize karşı
beslediğiniz nefretinizden ve kininizden başka
kaybedecek neyiniz var ki?
Türkiye'nin Suriye'den Irak ve İran'a uzanan sınırları
elek gibi. Bent kapakları açılınca akış bir daha
kesilemez. Türkiye'nin üyeliğinden sonra İran gelir ki
onlar da Arap değil. Aynı şey Irak ve Suriye için de
geçerli. Bir çizgi çekmek gerek. Peter Erlangen, Almanya
MİLAT
Ağır insan hakları ihlalleri (işkence, yargısız infaz,
'kayıplar'), etnik temizlik (Kürt ve Ermenilere karşı), dini
baskı, tüm sınırlarda sorunlar, yoğun bir askeri yapı,
yoksulluk ve hükümetin büyük borçları... Evet, AB
Türkiye'yi almalı (tabii başına ciddi dertler sarmak
istiyorsa). Aris Beligiannis, Selanik, Yunanistan
ALİ ŞAHİN
Türkiye'nin AB'ye katılmasına izin vermek feci bir hata
olur. AB ülkelerinin Müslüman Türkiye ile ne kültür ne de
din açısından ortak bir yanı var. Türkiye kendisini
modern hoşgörülü, laik bir toplum olarak yansıtmaya
çalışıyor. Bence bu AB'ye girince düşecek bir maske.
Paul Bastier, Windermere, İngiltere
Yalnız değilsiniz
Gerçekten ülkeniz Türkiye'ye ve halkınızın çoğunluğuna
karşı beslediğiniz olumsuz düşüncelerinizi hatırlayıp,
yalnız olduğunuzu zannetmeyin. Türkiye dışında da sizin
gibi olanlar var. Bence onlarla birleşip iletişime girin...
Nefretinizden ve korkunuzdan başka kaybedecek neyiniz
var ki?
CHARLIE HEBDO'NUN GÖR
DEDİKLERİ
Charlie Hebdo'nun Paris ofisine düzenlenen saldırı ile
dünya kamuoyu adeta yeni bir 11 Eylül şoku ve
psikolojisi yaşadı. Saldırının yaşandığı aynı saatlerde
ise Nijerya'da Boko Haram örgütünün 2000'i aşkın
Müslümanı katlederek haritadan sildiği kasabanın
üzerinde dumanlar hâlâ tütmekteydi.
Ne var ki, kimse fakir Afrika'daki siyah Nijerya'nın
acısını duymadı. Herkes zengin Avrupa'nın beyaz
Fransa'sında Yemen El Kaidesine bağlı meşkuk
teröristlerin saldırılarında hayatlarını kaybeden 17
Avrupalı'nın yasını tuttu. Yeryüzünün nerdeyse tüm
liderleri bir araya gelerek Doğunun ve Afrika'nın
sömürülmüş zenginlikleriyle inşa edilmiş Paris'in
muhteşem cadde ve sokaklarında kol kola yürüdüler.
Kimse Afrika'da bir günde katledilen 2000 insan için
yürümedi. Bırakın yürümeyi aklından dahi geçirmedi.
Kimse 3 yıl içinde Suriye'de kimyasal silahlarla, varil
bombalarıyla katledilen 30 bini çocuk 250 bin Suriyeli
Müslüman için yürümeyi önermedi, gündeme bile
taşımadı...
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Köşe Yazıları – 14/01/2015
Yerkürenin Doğu yakasında patlayan her bomba yüklü
araçla birlikte hayatlarını kaybeden yüzlerce insanı
kimseler hatırlamıyor bile...
Mısır'da bir gün içinde özgürlük isteyen 5000 insanın
meydanlarda katledilişi bir aksiyon filmi gibi izlendi...
Şimdi gelelim saldırı üzerinde şüphe uyandıran diğer
sorulara. Öncelikle saldırı ile ilgili video görüntülerini ilk
izlediğim anda zihnimde uyanan algı bir film platosu
algısı oldu. Sanki saldırı için geniş bir bölge boşaltılıp
sinema platformu haline getirilmiş ve setler
oluşturulmuştu.
Ölüm ve katliam, her türlü silahla yok edilen yüzlerce
Gazzeli çocuk için sıradan bir yazgıydı sanki...
Video görüntülerini izledikçe zihnimde oluşan soruların
sayıları da artmaya başladı:
Pakistan'da okul baskını sonucu öldürülen 148 öğrenci
zihinlerden çoktan silindi bile...
1- Paris çeşitli vesilelerle onlarca kez ziyaret ettiğim bir
şehir. Dergiye saldırının gerçekleştiği sokak Paris'in en
yoğun araç ve yaya trafiğinin olduğu sokaklardan biridir.
Saldırı esnasında bina ile kesişen sokaklardan saldırı
sokağına araç giriş ve çıkışı hiç yok! Sanki özellikle giriş
çıkışlar kapatılmış ve sokaklar boşaltılmış gibiydi. Oysa
saldırının başladığı anlarda olaydan habersiz araç ve
yayaların sokakta seyir halinde olmaları gerekirdi.
İslam coğrafyasında her gün patlayan bombalarla
gerçekleşen yüzlerce ölüm kanıksandı, rutinleşti ve
Doğu'nun kaderi haline geldi.
Kısacası Charlie Hebdo, zengin ve beyaz dünyanın iki
yüzlülüğünü ortaya koyan önemli bir dramdı. Ancak
insani dramı bir yana, Charlie Hebdo çok önemli soru
işaretleri ve şüpheler barındıran yeni bir 11 Eylül vakası
aynı zamanda..
Peki neydi tüm dünyanın hipnoz edildiği Charlie Hebdo
baskının içyüzü?
Güney Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi (GASAM)
olarak yıllardır El Kaide ve Taliban'dan Eş Şebab ve
Boko Haram'a kadar terör örgütlerine odaklanıyoruz.
Terör örgütlerinin yer küredeki ekonomik ve siyasi
şekillendirmeler için küresel derin güçler tarafından post
modern savaş enstrümanları olarak kullanıldıklarını
defalarca yazdım çizdim.
Charlie Hebdo saldırısını gerçekleştirdiği iddia edilen
Yemen El Kaidesi de bu bağlamda analiz ettiğimiz
örgütlerden biriydi. Aslında Charlie Hebdo baskını ile
ilgili şüphe ve sorular zinciri de Yemen El Kaidesinin
kuruluşuna ve kurucusuna kadar uzanıyor. Şöyle ki,
Yemen El Kaidesinin kurucusu Suudi asıllı Said Ali El
Shihri'dir. Shihri 2001 yılında Pakistan'da yakalandıktan
sonra 2002 yılında ABD makamlarına teslim edilir ve
Guantanamo'ya götürülür. Yaklaşık 6 yıl Guantanamo'da
tutulan Shihri her ne hikmetse "Sosyal Rehabilitasyon"
adı altında Suudi Arabistan'a gönderilir. Bundan sonra
Shihri 2009 yılında youtube'da yayınlanan ve Yemen El
Kaidesini kurduğunu ilan eden bir videoda görünür. Yani
Charlie Hebdo saldırısını düzenleyen Yemen El
Kaidesinin lideri Guantanamo çıkışlı biridir. Bence,
Charlie Hebdo saldırısının üzerindeki ilk soru işareti de
bu noktadır.
2- Saldırganların şehir içinde seyir halinde iken
araçlardan inerek polisi vurmaları ve bu rahatlıkları
ikinci önemli soru işareti. Ana hedef Charlie Hebdo idi
ve eylem teröristler tarafından başarı ile icra edilmişken
kaçmak yerine seyir halindeki aracı durdurup tek kişi
olan polisi vurmak neden?
3- Tekbir sesleri özellikle üretilmiş bir mizansen. Tekbir
sesi ile terör saldırısı doğrudan İslam'a linkleniyor,
yönlendiriliyor.
4- Araçtan inip yerde yatan polise ateş anı
düşündürücü. Namlunun doğrulduğu ve ateş noktası
polis değil. Polisin ön tarafı. Tek el ateş ediliyor ve
merminin isabet ettiği zeminden toz kalkıyor. Yerde
yatan ve kıvranırken görünen polisin ilk vurulma anı da
yok. Vurulduğu yerde polis dönerek ilerlerken yerde kan
izine rastlanmıyor.. Ve vurulan polis silahına nedense
hiç davranmıyor!
5- Polisi vuran teröristler yeniden araca bindikten sonra
kayıt sona eriyor. Vurulmuş ve yerde yatan polise
yönelik kayıt neden devam etmiyor?
6- Polis Ankara'da helikopterle hırsız kovalarken, Paris
polisi şehir içinde araçtan inip otomatik silahlarla polisi
vuracak kadar rahat zaman geçiren saldırganları
helikopterle neden takip etmiyor?
7- Araçla şehir içinde seyir eden ve her köşe başında
Fransızlar tarafından kayda alınan teröristler şehrin
içinde nasıl kaybediliyor?
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Köşe Yazıları – 14/01/2015
8- Paris mobese kameraları ile donatılmış bir kent.
Mobese takibi neden yapılamadı ve teröristler
kaybedildi?
9- Teröristler kimliklerini araçta gerçekten unuttular mı?
Yoksa o kimlikler araca daha sonra birileri tarafından mı
konuldu?
10- Diplomatik kırmızı pasaportumla Fransa'ya giriş çıkış
yaparken polisler tarafından nerdeyse MR'ım çekilirken
uluslararası terörist listesinde isimleri olan saldırganlar
Paris sokaklarında nasıl rahat gezindiler. İstihbarat açığı
tek başına açıklayıcı değil.
11- Charlie Hebdo saldırısını araştırmakla
görevlendirilen Fransız Başkomiser Helric Fredeo'nun
intihar gerekçesi nedir?
Kısacası Charlie Hebdo baskını gerek zamanlaması,
gerekse gerçekleşme usulü ve yöntemi, gerekse
rahatlığı ile içinde son derece derin kuşkular barındıran
şüpheli bir terör saldırısı.
Ve Charlie Hebdo saldırısı ile birilerinin İslam karşıtı yeni
bir küresel 11 Eylül psikolojisi yaratma çabası içinde
oldukları çok açık.
STAR
AHMET TAŞGETİREN
Camiayı Türkiye Aleyhtarlığına
Taşımak
Bir ara, bir cemaatin, ANAP’ın liberal çizgideki genel
başkanının Antalya mitingini kalabalıklaştırmak için
otobüslerle taa Trakya’dan çoğu başörtülü kadın olmak
üzere topluluklar taşımasını eleştirmiştim. Eleştirimin özü
şu soruda somutlaşmaktaydı: Bir liberal siyasetçiyi
alkışlatmak Cemaat misyonu olabilir mi?
Bugün bir başka Camia’nın, “Tayyip Erdoğan
düşmanlığı”ndan yola çıkıp, bağlılarını, “Türkiye
düşmanlığı” diye nitelenebilecek bir alana sürüklemesine
tanıklık etmekteyiz.
Camianın bağlıları o alana taşınabilir mi taşınamaz mı
ayrı konu. Belki de bu hadise “Biz nereye savruluyoruz?”
gibi ciddi bir bağlılık sorgulamasına yol açacak ve
saflarda çözülmeler gerçekleşecek. Bu tür itirazların da
pek çok örneği bulunduğunu biliyorum.
Ama Gülen camiasının gerek medya dilinin gerekse
uluslararası plandaki örgüt mensuplarının Tayyip
Erdoğan düşmanlığını Türkiye karşıtlığı halinde ete
kemiğe büründürme noktasında son derece fütursuzca
hareket ettiği, kıyıcı bir lobi çalışması yaptığı
muhakkaktır.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun hadiseyi bir tür
“diaspora” olarak nitelemesi boşuna değildir.
Amerika’da, Avrupa’da, Afrika’da ve İslam ülkelerinde,
her birinde ayrı temalar üzerinden yürüyen bir diaspora
çalışması var.
Türkiye’yi, Tayyip Erdoğan’ı ve Ahmet Davutoğlu’nu
İsrail’in-Benyamin Netanyahu’nun yanına koymaya
varıncaya kadar insaf ve iz’an çizgisinden çıkmış bir
diaspora çalışması bu. Hoş, onların İsrail’i ve
Netanyahu’yu, Türkiye ve Erdoğan’ı suçladıkları kadar
suçlayabilecekleri de pek ihtimal içinde görülmüyor ya.
Amerika’nın Guantanamo ya da Ebu Gureyb
günahlarını yazmazlar. Mısır’da darbeyi yazmazlar.
Camianın uluslararası planda yürüttüğü propagandanın
en başta Ak Parti Hükümeti’nin Suriye ve Irak’ta
teröristlere yardım ettiği gibi bir noktada odaklaştığı
gözleniyor. Bu, özellikle Batı kamuoyunda bolca alıcısı
bulunan bir propaganda. Camia bu propaganda ile
Batı’da bir yandan Erdoğan düşmanlığını beslemek
isterken, diğer yandan da “Sizin aradığınız Müslümanlar
biziz” karşılığı oluşturmaya çalışıyor. Camianın bu
propagandayı İhvan-ı Müslimin, Hamas, IŞİD, Boko
Haram, El Kaide ve Tahşiye harmanlaması yaparak
yürüttüğü de bir vakıa.
Aynı propagandanın bir ayağında ise Selam-Tevhid
örgütü üzerinden yürütülen “İran’la işbirliği” teması var.
Bu tema, Batı’da olduğu kadar, İran alerjisi yaşayan
kimi İslam ülkesinde de ciddi alıcı buluyor. Suudi
Arabistan, Körfez ülkeleri ve Mısır’da, Tayyip Erdoğan
isminin “İrancı” kampanyası ile birlikte tedavül ettirildiği
gözleniyor.
Aslında Ak parti hükümeti şahsında Türkiye’ye karşı
yürütülen “terörü destekleme kampanyası”nın, Mavi
Marmara olayında uluslararası planda sıkışan İsrail’in
beklentilerine denk düştüğü açıktır. Ah bir Türkiye,
“terörü desteklemek”ten dolayı Uluslararası Ceza
Mahkemesine düşse ve Tayyip Erdoğan orada diz
çöktürülse... Erdoğan’ın açıktan desteklediği Hamas’ın
El Kaide ve Boko Haram gibi terör örgütleri ile birlikte
anılmasının arkasında da, Türkiye’ye karşı bir komployu
görmemek, ancak gözleri kapatmakla mümkün.
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Köşe Yazıları – 14/01/2015
Yine Camia medyasına yansıyan boyutlarına
baktığımızda 2015 yılında Ermeni diasporasının
yürüteceği “Türkiye aleyhtarı” eylemlerle paralellik
kurmakta beis görmeyen bir “Camia dili” oluşacağı kesin
gibi gözüküyor. Dün Camia mensubu bir yazar, “vatan
haini” diye suçlanma ihtimalini de var sayarak
Independent gazetesinin Netanyahu ile Davutoğlu’nu
birlikte zikreden, “devleti 20. yüzyılın ilk islamcı
vahşetinden -bir buçuk milyon Ermeni’nin soykırımla
katledilmesinden- sorumlu olan, hükümetinin de IŞİD’in
Suriye ve Irak’ta güçlenmesinde suç ortağı olan Türkiye
Başbakanı Ahmet Davutoğlu” şeklindeki bir yorumunu
sütununa kısmen paylaşarak taşımaktan kaçınmadı.
Düşeceği tek not, burada Ahmet Davutoğlu’nun ismi
yerine Tayyip Erdoğan isminin yer almasıydı.
Anlaşılıyor ki, Camia’nın karar merkezlerinde, pazar
günkü yazımda ifade ettiğim gibi içeride halk oyu
geriletilemediği için Türkiye’yi ve Erdoğan’ı uluslararası
bir kuşatma ile dize getirme hesabı yapılıyor. Bu hesap,
evet, Türkiye’yi vurmaya kadar uzanıyor.
Benim derdim, samimi halk topluluklarının kalbi bağlılık
sebebiyle böyle bir hesabın malzemesi haline
getirilmemesi arzusunda toplanıyor. Dün Liberal parti
başkanının mitingine cemaat mensuplarını taşımak da
yanlıştı, bugün Türkiye aleyhtarı lobi faaliyetlerine
cemaatten insan ve para kaynağı aktarmak da.
TÜRKİYE
MELİH ALTINOK
Şu Maskeli Balo Ve Nazlı
Hanımgillerin Sahte Yüzleri
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Filistin Devlet
Başkanı Mahmud Abbas’ı karşılama töreninde kadraja
giren tarihî üniformalı askerler konuşuluyor.
Mevzu şu. Bildiğiniz üzere Cumhurbaşkanlığı forsunda
tarihte kurulduğu söylenen 16 Türk devletini temsilen
aynı sayıda yıldız var. Dünkü Hürriyet’in haberine göre,
Muhafız Alayı Komutanlığı da bu 16 devletin askerlerinin
kıyafetlerini aslına uygun olarak hazırlamış. Hatta eski
askerî kıyafetlerin görücüye çıkması önerisini ilk olarak
30 Ağustos’ta yapmışlar. Ancak bugün hayata
geçirilebilmiş.
Her devlet ve ordu geçmişini mümkün olduğunca eskiye
tarihlemeye çalışır. Böylelikle ne kadar köklü bir
geçmişe sahip olduklarını göstereceklerini düşünürler.
Örneğin modern Türkiye Cumhuriyeti 1923’te
kurulmuştur. Ama devletin posta teşkilatı 175., polis
teşkilatı da 169. kuruluş yıl dönümünü kutlar. Kara
Kuvvetleri Komutanlığı armasında ise kuruluş tarihi
M.Ö. 200 gösterilir. Büyük Hun İmparatoru Mete Han’ın
tahta çıkış tarihi.
Britanya’sından Japonya’sına, Kanada’sından
Avustralya’sına kadar pek çok devlet de benzer
gelenekleri devam ettiriyor. Norveç’teki bazı törenlerde
Viking kıyafetleriyle ortada dolaşan askerler
görürsünüz. Vatikan’ı 16. yüzyıldan beri kıyafetlerini
Raphael’in (kimileri Michalengelo diyor) tasarladığı
İsviçre Muhafızları korur. Britanya’daki karşılama
törenlerinde Kraliçenin arkasında yer alan askerler,
krallığın geleneksel giysileriyle kuşanmışlardır.
Yunanistan’da, fustenella (bir çeşit etek) ve siyah
ponponlu kırmızı deri pabuç giymiş Evzon kıtası
törenlerin demirbaşıdır.
Dolayısıyla ortada bize özgü bir durum yok. Ne var ki
öyleymiş gibi konuşuluyor. Kimileri çok daha ileri gidip,
ciddi ciddi Türkiye cumhurbaşkanın "otoriterleşme"
eğiliminin bir kanıtı olarak sunuyor. Yardımlarına da,
yüzlerce yıllık geçmişimizi modern cumhuriyete engel
olarak gören taassubun klişeleri yetişiyor.
Sonrasında gelsin yeniyi fetişleştiren kompleksin ürünü
zorlama karanlık-aydınlık metaforları. Çağdaş
demokrasilerin devamlılığın ve kurumsallaşmasının
göstergesi saydığı ritüellerinden, tıpkı köylü ebeveynini
gizlemeye çalışan Türk filmi karakterleri gibi utananların
inkâr nöbetleri.
Karpuz kabuğundan gemiler yapmak
Benzer tepkiyi birkaç yıl önce Erdoğan ATO’nun iftar
yemeğinde verilen kalpağı başına geçirince de
vermişlerdi. Hasan Cemal Kendisini Baasçı ve ittihatçı
ilan etmiş, Ahmet Altan ise “Din ve ırk milliyetçiliğine
dönüş işareti” saymıştı. Diğer örnekleri geçelim, kimse
üzülmesin.
İşte “kalpağından Baasçılık çıkartılan o adam” Irak ve
Suriye’deki faşizan Baas rejimlerinin en sert düşmanı
oldu. Irkçılığa ve milliyetçiliğe sert kayışını ise, 90 yıllık
Cumhuriyet’in tabusu Kürt sorunu için Çözüm Sürecini
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Köşe Yazıları – 14/01/2015
başlatarak gösterdi. Allah her partiye, şehit cenazelerinin
ertesi günü ekrana çıkıp “Çözüm için Adaya müsteşarımı
gönderdim yine gönderirim” deme cesareti gösterecek
“Türk milliyetçisi” nasip etsin. Amin!
92 yıllık Cumhuriyet tarihinde Erol Dora dahil 24
gayrimüslim Milletvekilimiz oldu. Bunlara 27 Mayıs’ta
Kurucu Meclis ve Cumhuriyet Senatosu üyesi olarak
atanan 4 isim dahil.
Yani geçiniz. Ve geliniz konunun tartışılabileceği yegâne
alana. Aynen, hakaramakaraya.
Aslında birçok kötülüklerin anası olan 27 Mayıs,
gayrimüslim vatandaşlarımızın seçilerek parlamentoda
temsilinin önünü de kesti.
Dün sosyal medyada dönen esprilerden bir ikisi çok
sağlamdı. Örneğin bornozu andıran kıyafetli askerin
“Duşakabinoğulları” beyliğinden olduğu twitine çok
güldüm. Ha unutmadan, ilk çöken beylik de yine
onlarmış.
Ama yine siz siz olun ancak mizah konusu olacak bir
durum karşısında siyasi husumetinizle ciddileşip,
hırsınıza kurban olmayın. Yoksa Sevgili Nazlı Hanım
gibi, bir twitter kullanıcısıyla gireceğiniz diyalog
sonucunda, ciddi olayım derken espri konusu olursunuz.
Nazlı Ilıcak: “Torunlarım bayıldı. Biz de maskeli baloya
katılalım diyorlar. RTE’yi yalnız bırakılmayalım.”
@SalimOzdemir: “Hangi maskenizle katılacaksınız?”
27 Mayıs’tan 1996 yılına kadar gayrimüslim
vatandaşlarımızı Meclis’te göremedik.
Oysa olduğu 1946’dan bu yana 2’si CHP’den 10’u DP
listelerinden olmak üzere Rum, Ermeni ve Musevi
kökenli 12 milletvekilimiz olmuştu
1957-60 arasında DP’nin gayri Müslim kökenli 4
milletvekili vardı. Temsil noktasındaki eksikliği
yansıtması açısından verdim bu sayıları.
Hoşgörü toplumuyuz diyoruz, Yeni Türkiye’den söz
ediyoruz. Hatta Başbakanımızın çok sevdiği bir deyimle
restorasyon sürecinden, medeniyetimizin inşasından
söz ediyoruz. Bunların bir yolu da gayrimüslim
vatandaşlarımızın parlamentoda temsili olmalı.
Yerinde bir soru
YENİ ŞAFAK
ABDÜLKADİR SELVİ
AK Parti’den gayrimüslim
milletvekilleri
DYP’nin Musevi kökenli Milletvekili Jefi Kamhi ile iktidar
kulisinde sohbet ediyorduk.
Hoşgörüden söz edince Kamhi itiraz etmişti.
Kamhi, “Benim hoş görülmesi gereken bir eksikliğim mi
var. Tam tersine eşit vatandaşlık temelinde konuya
yaklaşılmalı” demişti.
Hoşgörüden maksadın ne olduğu anlatıldı,
gayrimüslimlerin parlamentoda daha fazla temsilinin
üzerinde duruldu.
Ama 90’lı yıllardan sonra yeni bir kesinti oldu. Ta ki
HDP’nin Süryani kökenli Milletvekili Erol Dora
Parlamentoya girene dek.
Başbakan, yeni yılın ilk toplantısını azınlık cemaatlerinin
temsilcileriyle yaptı. Edindiğim bilgiye göre bu
toplantılar devam edecek. Şimdilik iki ayaklı olarak
yapılması planlanıyor.
1-Azınlık Cemaatlerinin ruhani liderleriyle
2-Azınlık cemaatlerinin sivil toplum temsilcileri,
aydınları, yazarları ve sanatçılarıyla.
Şimdi hemen 2015 yılı soykırım iddialarının yüzüncü yılı
olması nedeniyle gayrimüslim vatandaşlarımızın ağzına
bir parmak bal mı çalınacak diye düşünmeyin. Hatta
bunu istismar etmek isteyen diaspora da düşünmesin.
Çünkü Başbakan bu konuda çok samimi. Bu toplantıları
sürdürecek. 2015 gelip geçecek ancak biz bu ülkenin
vatandaşları olarak burada yaşamaya devam edeceğiz.
Ahmet Davutoğlu benim başbakanım olduğu kadar
Rum, Ermeni, Musevi ve Süryani vatandaşlarımızın da
Başbakanı. Bu ülke benim ülkem olduğu kadar
gayrimüslim vatandaşlarımızın da ülkesi.
Toplantıya ilişkin bir ayrıntıyı paylaşmak istiyorum.
Başbakan’la azınlık cemaatlerinin buluşmasında bir
eksik dikkati çekiyor. Protestanların temsilcisi o
toplantıda yok. Çünkü Protestanların çok parçalı yapısı
nedeniyle bir temsil sorunu yaşanıyor. Cemaatin kendi
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Köşe Yazıları – 14/01/2015
içindeki temsil tartışmalarına girmemek için hepsine eşit
davranılıyor. Ama geniş kapsamlı ilk toplantıda
Protestan cemaatinin temsilcilerinin de davet edileceğini
söyleyebilirim.
Başbakan o toplantıda azınlık cemaatlerinin
temsilcilerine, ”Niye siyasete daha yakın ilgi
duymuyorsunuz, niye siyasete girmiyorsunuz?” diye
soruyor. Siyasete girmeleri için teşvik ediyor.
Ayrıca gayrimüslim vatandaşlarımızın Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nde temsil edilmek için çalışmaları,
sorunlarının çözüm yeri olarak parlamentoyu ve
Ankara’yı görmeleri yararlı.
Eğer kendilerini dışlanmış olarak hisseder ve çareyi
Ankara’da ve parlamentoda değil başka yerlerde
ararlarsa ondan endişe etmek lazım.
Edindiğim izlenime göre AK Parti, 7 Haziran 2015
seçimlerinde gayrimüslim vatandaşlarımızdan milletvekili
adayı gösterecek. Hem de bir değil. Birkaç ismin
seçilecek yerlerden milletvekili adayı olarak
gösterilmesini bekliyorum. Bu iç barışımız ve kültürel
zenginliğimiz açısından gecikmiş ama daha fazla
geciktirilmeden atılması gereken adımlardan biri.
Aynı ülkenin vatandaşlarıyız. O zaman 550 kişilik
parlamentoda birkaç gayrimüslim vatandaşımızın temsil
edilmesinin kime ne zararı var?
Osmanlı’da 1877 Meclis-i Mebusan’ında 115
milletvekilinden 69 Müslüman’a e karşılık 46 gayrimüslim
milletvekili vardı. Ayrıca Osmanlı’yı oluşturan tüm etnik
kökenlerin temsil edildiği bir Meclis’ti.
92 yıllık Cumhuriyet tarihinde ise topu topuna 24...
Azınlık cemaatleriyle toplantıda Başbakan Davutoğlu,
Süryani cemaatine bir de müjde vermişti. Yeşilköy’de
yapmayı planladıkları kiliseydi bu. Cumhuriyet tarihinde
ilk kez bir kilise yapılacak. Allah’a şükür bu ülkede 86 bin
camimizin minarelerinden günde 5 defa Ezan-ı
Muhammedi okunuyor. Allah ezan seslerini bu
semalardan eksik etmesin. Ama bu arada Süryani
cemaati bir kilise yapmak istemiş, bundan endişe
edilecek ne var? Bizim dinimizden bir korkumuz yok.
1600 yıllık Mor Gabriel Kilisesi Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde Süryani Cemaatine
iade edildi. Ne oldu, kıyamet mi koptu? Tam tersine farklı
dinlere saygı kapsamında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı
olan bir cemaate haklarını iade etmiş olduk. Biz aynı
avluya açılan Cami, Kilise ve Havra ile övünen bir millet
değil miyiz?
Ayrıca AK Parti döneminde 2 Milyar doların üzerinde
gayri Müslim cemaatlerine vakıf malları iade edildi. Ve
bu süreç devam ediyor.
Davutoğlu, Dışişleri Bakanı olduğu dönemde azınlık
cemaatlerinin temsilcilerinin havaalanlarındaki VİP’i
kullanmalarını sağlamıştı. Dolmabahçe’deki toplantıda
cemaat temsilcileri bundan dolayı duydukları
memnuniyeti ifade ediyorlar. Cemaat temsilcileri
yurtdışına çıkışlarda kolaylık sağlanması için
kendilerine “Yeşil pasaport” verilmesini talep ediyorlar.
Bu istek başbakan tarafından olumlu karşılanıyor.
Pasaport kanununun incelenmesi için talimat veriyor.
Azınlık cemaatlerinin temsilcilerine yeşil pasaport
verilmesi konusunun üzerinde çalışılıyor. Bu sayının 20
civarında olduğu tahmin ediliyor.
Bu kapsamda paylaşabileceğim bir bilgi de Dink
suikastıyla ilgili. Ankara, sonu nereye giderse gitsin
Dink suikastiiin aydınlatılması konusunda kararlı. Hrant,
altı delik ayakkabısıyla Agos’un önünde kanlar içinde
yatarken, bir yanımız eksik kalmaya devam ediyor.
YENİ ŞAFAK
İBRAHİM KARAGÜL
Erdoğan O Töreni Yapmasa,
Davutoğlu Paris’e Gitmese...
Paris saldırısı dünyayı terör konusunda suçüstü
yakalarken, ikiyüzlüleri açığa çıkarırken, İslam
dünyasındaki yüz binlerce kurban için parmağını
kımıldatmayanların terör konusunda yapmacık tavırları
dünyayı rehin alırken Türkiye yine meselenin esasından
kaçmayı, işi sulandırmayı, bu mesele üzerinden bile
kişisel hesaplaşma çıkarmayı becerebildi!
Hiçbir meseleyi esaslı, derinden sorgulamayı
beceremeyen, sorumsuz ve sığ Türk medyasından;
Paris saldırılarından hareketle son yirmi yıldır
merkezinde bulunduğu coğrafyadaki büyük kıyımları, bu
kıyımlarda o ülkelerin rollerini sorgulamasını beklemek
elbette mümkün olmayacaktı.
Ama yine de insan, “bu bir fırsat, birkaç söz söylensin”
beklentisi içine giriyor. Paris’teki saldırıları kınarken,
“Suriye’de öldürülen üç yüz bin insan için de bir şeyler
söylensin, Lübnan’da donan mülteci çocuklar için de bir
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Köşe Yazıları – 14/01/2015
şey söylensin, işkence için Cenevre Sözleşmesi’ni bile
askıya alanlar hakkında bir şeyler söylensin, Mısır’da
sadece demokrasi dedikleri için öldürülen beş bin insan
için de bir şeyler söylensin” istiyor.
Israrla “ama”lı cümle kuracağız!
Bunlar gibi, daha haklarında söz söylememiz, bir şeyler
yapmamız gereken sayfalar dolusu bir liste var. Avrupa
“ağla” dediği zaman ağlayan, “öfkelen” dediği zaman
öfkelenen, “sevin” dediği zaman sevinen medya ve
entelektüel kimlik teröre karşı “ama”lı cümlelerden son
derece rahatsız.
Biz de çok rahatsızız bundan. Paris cinayetlerini
kınarken, olayın karmaşıklığını sorgulamanın, bu fırsatla
bir şeylere itiraz etmenin “ama”lı cümle olmadığının da
pekala farkındayız. 11 Eylül saldırıları sonrası bütün
“Müslümanlar özür dilemeli” yaygarası koparanların, bu
saldırılardan sonra iki milyona yakın insan öldürülürken
“ama”lı da olsa bir itiraz cümlesi kurmadıklarını gördük.
Bizim “ama”larımız, ortada böyle bir konu varken
söylemek istediğimiz, canımızı yakan gerçekleri dile
getirme telaşıdır. Yoksa kimsenin şiddeti ve terörü
zımnen dahi olsa onayladığı yoktur.
Paris’te teröre karşı yürüyenler arasında Benjamin
Netanyahu’yu görmek bir “ama” cümlesini hakediyor.
Dünyayı “İslam’a karşı savaşa” çağıran elleri kanlı bir
lider üzerinden terör kınaması yapmak kimseye
inandırıcı gelmeyecektir. Birçok ülkenin terör
konusundaki sicilini iyi biliyoruz. O ülkelerin Afrika’da,
Ortadoğu’da, Güney Asya’da yüzlerce insanı örtülü
operasyonlarla öldürdüğünü, devlet terörü uyguladığını,
örgütleri silahlandırıp bu ülkelere gönderdiğini çok iyi
biliyoruz.
Artık dünyanın nasıl döndüğünü biliyoruz
“Ama”larımız bu çirkinlikleredir ve bunu her fırsatta dile
getireceğiz. Avrupa, Müslümanlarla birlikte ağlamayı
öğrenene kadar bu cümleleri kurmaya devam edeceğiz.
Çünkü bizim hiçbir zaman onların gözüne girme, onlar
nezdinde değer kazanma derdimiz olmadı. Biz,
insanlığın ortak iyiliğine katkıda bulunurken kendi
haritamızda yer alan acılara son vermeyi önceleyeceğiz.
Terör mağduru olan ülkelerin terörizm sicillerini
sorgulayacak, onlara öfke duyacak, onların iki
yüzlülüklerini suratlarına çarpmaya devam edeceğiz.
Bunları yaparken, Türkiye gibi, müttefiklerine bile terör
ihraç edenlerin, bize dayattığı dili kullanmayacağız. O
dönem geride kaldı, 20. yüzyıla ait bir zihinsel
kuşatmaydı. Artık çok şey biliyoruz, dünyanın nasıl
döndüğünü görüyoruz, kimlerin ne haltlar karıştırdığını
da. İşte bu yüzden kendi gerçeklerimizle, kendi
cümlelerimizle konuşmayı bileceğiz. İşte bu yüzden
üzerine basa basa “ama”lı cümleler kuracağız.
Asıl kıyamet Davutoğlu gitmese kopacaktı..
Paris saldırıları çerçevesinde bunları tartışmamız
gerekirken Türkiye kamuoyu iki konuya kilitlendi.
Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Paris’teki yürüyüşe
katılması sorgulandı, bir de Cumhurbaşkanı Tayyip
Erdoğan’ın Mahmud Abbas’ı karşılarken 16 Türk
devletinin askeri üniformalarını giyen askerlerin
bulunduğu töreni düzenlemesi..
Türkiye, Paris’te verilen fotoğraf karesindeki liderlerin
temsil ettiği ülkelerin terör konusundaki sahtekarlıklarını
bilmiyor mu? Davutoğlu’nun Netanyahu ile aynı kareye
girmekten rahatsız olduğunu biz bilmiyor muyuz?
Onlarca yıldır teröre kurban veren bir ülke olarak böyle
yapmalıydık. Başbakan orada olmalıydı ve Türkiye’nin
Avrupa Müslümanlarının yanında olduğunu
göstermeliydi. Çünkü Avrupa, İslam’ı ve Müslümanları
tehdit kategorisinin en üst sırasına çıkarmaya, onlar
üzerinden dışlayıcı bir mülteci stratejisi uygulamaya
çalışıyor. Türkiye’den başka hangi ülke onlara sahip
çıkabilirdi.
Yıllardır terör konusunda her türlü işbirliği yapan
Türkiye’nin taleplerini karşılamayan ülkeler vardı orada.
Verilen listeleri hasıraltı edenler, evlerine kadar
adresleri verilen teröristleri teslim etmeyenler, bu
konuda ikili anlaşmalara uymayan ülkeler vardı. Böyle
olunca da terör konusunda en net tavrı gösteren ülke
Türkiye idi.
Asıl kıyamet Davutoğlu Paris’e gitmese çıkacaktı. MİT
TIR’ları örneğinde olduğu gibi, Türkiye’yi “teröre destek
veren ülke” ilan ettirmeye çalışanlar bunu kullanacak,
“Türkiye IŞİD’in arkasında” kampanyaları
düzenleyecek, paralel örgüt ve etrafındaki koro başkent
başkent dolaşacak, Türkiye’de medya üzerinden
kampanyalar yürüteceklerdi. Umutları suya düştü.
Ellerindeki bir koz daha boşa çıktı.
Bu hazımsızlık kimler için
Erdoğan’ın Mahmud Abbas’ı karşılama biçimi onları
rahatsız etti. Hazımsızlıktan çatlayacak duruma geldiler.
16 Türk devletinin sembollerinin o törende bulunması,
bunun Abbas’ı karşılamada gösterilmesi kimleri rahatsız
etti sizce? İsrail adına hazımsızlık çekiyorlar. Doğru,
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Köşe Yazıları – 14/01/2015
Türkiye bunu İsrail’e ve dünyaya bilinçli olarak gösterdi.
“Filistin’in en büyük destekçisi biziz” demek istedi.
Bakıyorsunuz Avrupa basını, Türkiye’de bazı medya
çevreleri ve paralel çevrelerden ortak reaksiyon geliyor.
Neden?
ömrü kadar tarihi bize yüzyıllarmış gibi unutturanlar,
bize ders vermeye kalkışmasın.
Ezberleri bırakın da, siz bu büyük mücadelede kimlerin
cephesinde savaşıyorsunuz, önce onun cevabını verin.
İngiliz Gurka”lardan hiçbir farkınız kalmadı!
Türkiye gibi bir ülkenin Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nı alaya
alan, küçümseyen, horlayan medya dilini kim sipariş
ediyorsa, bu törene karşı reaksiyonu da onlar sipariş
ediyor. Ve biz onları biliyoruz.
Avrupa ülkeleri hala monarşi sembolleriyle ayakta
dururken, Türkiye’nin geçmişine sahip çıkmasından
rahatsızlık duyuyorlar. Kendileri emperyal geçmişlerine
yeniden sarılırken Türkiye’yi dar ulusçu bir hapishaneye
mahkum etmek istiyorlar. 21. yüzyıl merkez ülkelerin
geçmiş birikimlerini bugüne taşıdıkları yüzyıldır. Tarih
yapıcı her millet, dikkat edin, aynısını yapıyor.
Türkiye’nin de bu yüzyılda en büyük mücadelesi,
Selçuklu ve Osmanlı başta olmak üzere, geçmişin
birikimlerini bugüne taşıma, tarihiyle barışma ve buradan
bir gelecek inşa etme mücadelesidir. Bunu yaparken de,
kendi coğrafyasını tanımaya, komşuları ve kardeşleriyle
yeniden kucaklaşmaya çalışıyor.
Peki bu kimleri rahatsız ediyor sizce? Bulunduğumuz
coğrafyada kaos teorisi uygulayıp, ülkeleri şehirlere
bölme stratejisi yürüten herkesi. Bu coğrafyaya bir yüz
yıl daha ayağa kalkacak mecal bırakmak istemeyenleri.
İşte Türkiye bunun meydan okumasını yapıyor. Bu
meydan okumaya karşı içeride cephe olanlara dikkat
edin, kimlerin dilini kullandığına, kimlerin sözlerini
tekrarladığına, kimler adına Türkiye’yi hedef alıp
yıpratmaya çalıştıklarına iyi bakın.
21. yüzyılın Gurka’ları onlar!
Güçlü devletlerin sembolleri vardır. Devlet dediğimiz şey
sembollerden oluşur. Gücün, adaletin, refahın görüntüsü
bu sembollerdedir. İngiltere’nin, Almanya’nın, Rusya’nın,
Çin’in, Fransa’nın 21. yüzyıla dönük politikalarına,
önceliklerine bakanlar Türkiye’nin ne yapmaya çalıştığını
pekala anlayacaktır. Almanya Afganistan/Kunduz’da ne
arıyordu. Aynı Almanya Kuzey Irak’ta ne arıyor? ABD ve
müttefikleri Mezopotamya’nın kalbine neden yerleşti?
Güney sınırlarımızda Türkiye’yi çevreleme haritasını
kimler çiziyor? Türkiye’nin Araplarla, Kürtlerle
barışmasını kimler engelliyor?
Bizim Gazze ile, Kut-ul Amare ile, Kudüs ile, Şam ile,
Yemen ile kardeşliğimiz 1917 kadar yakın. Bir insan
AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ
Download