a TÜRK TİYATROSUNUN ANADOLU ÖYKÜSÜ TURNELI TİYATRO TARIK DURSUN K. Dünya savaşa tutuşmaya hazırlanırken İstanbul şehremini Dr. Cemil Topuzlu Paşa, bir tiyatro için paçaları sıvıyor ve Darülbedayi silkinişini hazırlıyordu Bir kabadayı: Muhsin Ertuğrul ı ve Vasfı Rıza, ilk tu rn e le ­ rind en birin de, Samsun' daki kabadayılar o te lin ­ de nasıl beli bıçaklı dolaş­ tığ ın ı an latıyo r KİNCİ Meşrutiyetken sonra OsmanlI imparatorluğu’nun durumu da, güttüğü politika da büyük bir değişiklik gös­ terir. Padişah II.Abdülhamid’in son günlerinde çok önemsediği Alman dostlu­ ğu, yerini Ingiliz ve Fransız dostluğuna bırakır. Padişahın baskıcı yöne­ timinden Batı’ya kaçan Jön Türkler de özel­ likle Fransız ve İngiliz hayranıdırlar, iktidarı elinde tutan ittihat ve Terakki Partisi, eskinin Alman dostluğuna döner. Bu dönüşte ana et­ ken, İngilizlerle Fransızların desteklediği Bal­ kan milletlerinin çıkardığı Balkan savaşlarıdır. 1914 yılında patlak veren Birinci Dünya Savaşı, ülkeyi bir anda Almanya’nın yanına iter. . . . Ve turnedeler Darülbedayi oyuncu­ larından bir grup Karadeniz turnesinde. Yıl 1927’dir. Çok güç ve çok ilkel koşullara kar­ şılık, bu turneler ülkede tiyatro zevkini ve “ adab"ını yaymaya çalışmaktadır. “ 1340 Haziran 19 (2 Temmuz 1924) günü Sirkeci'den kalkan Millet vapuruyla İstanbul’ dan ayrıldık. Daha hayattaysa, Allah selâmet versin, hayli yaşlı bir vapurdu bu. Sekiz-dokuz mil yapıyor demişlerdi. Daha gencine, daha hızlısına pek alışık olmadığımız o devirlerde yadırgamamıştık bunu. “ Boğaz’dan biraz açıldıktan sonra şiddetli yağmur ve rüzgâr üstümüze üstümüze gelip etrafımızı sardı. Vapurun sallantısı Kozlu önünde son haddindeydi. Zonguldak bizim için bir selamet durağı oldu. H CEMİL TOPUZLU PAŞA U arada İstanbul Şehremini (Belediye Başkanı) doktor Cemil Topuzlu Paşa, dünya savaşa tutuşurken bir konservatuvar kurmayı düşünür. Bu konservatuvarın bir tiyatro bölümü de olacak, kuramsal bir eğitim yoluyla genç tiyatro oyuncuları yetiş­ tirecektir. Cemil Paşa bu tasarısını gerçek­ leştirmek için Belediye M eclisi’nden üç bin lira sağlar. Paris’teki ünlü Odéon Tiyatrosu Müdürü André Antoine’la anlaşır. Amaç, bu tiyatro adamının bilgi ve görgüsünden yarar­ lanmaktır. André Antoine, 25 Haziran 1914’ten 25 Ey­ lül 1914 tarihine kadar üç ay kalmak üzere İs­ tanbul’a gelir. Ne var ki, Temmuz ayının son haftasında büyük savaş başlayacaktır. Orta­ lık büyük bir kargaşa içindedir, fakat Topuz­ lu Paşa ile André Antoine el ele verir, yılmadan çalışırlar. Konservatuvar, müzik ve tiyatro olarak iki bölümde düzenlenir; tiyat­ ro bölümünün başına eski şehreminlerinden Rıdvan Paşa’nın “tiyatro delisi” oğlu Reşat Rıdvan getirilir. Şehzadebaşı’ndaki Letafet apartmanı kiralanıp, okula dönüştürülür. Oku­ la başlangıçta 197 aday başvurur ve içlerin­ den ancak 63 kişi seçilir. Öğretmenler, Mınakyan (kuramsal dram) ve Burhanettin Tepsi (duygusal dram)dir. Güldürü dalında Ahmet Fehim Bey, yardımcısı da Celal Tah­ sin’dir. Tiyatro tarihini Halit Fahri (Ozansoy), edebiyat tarihini filozof Rıza Tevfik (Bölükbaşı), Türkçeyi Arif Hikmet, adab-ı muaşereti Sa­ dık, makyaj ve mimiki Riyolti, trajediyi Salih Fuat okutacaktır. Muhsin Ertuğrul, bu ders­ lerin çoğunda yardımcı öğretmen olarak gö­ rülür. B DÂRÜLELHAN'IMIZ İR de Edebi Heyet kurulur. Abdülhak Hâmid “ fahri başkan” yapılır. Yahya Kemal (Beyatlı) başkan olur. Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), Rıza Tevfik, İzzet Me­ lih (Devrim), Abdullah Cevdet, Müfit Ratip, Emin Bülent, Ahmet Haşim, Mehmet Rauf, Tahsin Nahit ve Hüseyin Rahmi (Gürpınar) de kurulun öbür üyeleridirler. Namık Kemal’in B Oyunculuk sanatı üzerine... "Oyuntuluk sanatı genellikle kitaplarda öğretilmez. Seyir sanatı da öyle. Sevir sanatı, sanattan bile sayılmaz hatta. Böyle bir sanattan söz açınca şu karşılığı alırsınız hemen; 'Oyuncularınız ne kadar kötü oynuyor olmalı ki, oyunlarıyla seyirciyi etkilemeleri seyir sanatı diye bir şeyin varlığını zorunlu kılıyor' derler, ya da öyle sanılır ya; bir oyunda ne kadar oyunculuk sanatı varsa, bir seyir sanatına da o kadar az gereksinme duyulur. Ne kadar yanlış bir inanış!" BertOlt BRECHT ("Oyunculuk Sanatı üzerine") "Milyonlarca kişi kitap okuyor, müzik dinliyor, tiyatro ve sinemaya gidiyor. Neden? Oyalanmak, dinlenmek, eğlenmek istiyorlar da ondan... Demek, soruyu pekiştirmekten başka bir şeye yaramaz. Eğer yetersiz bir yaşayıştan daha zengin bir yaşayışa, tehlikelerden uzak yaşantılara kaçmak istiyoruz dersek, o zaman yeni bir soru çıkıyor ortaya: Yaşamamız niçin yeterli değil? Neden gerçekleşmemiş yaşamlarımızı başka görüntülerle, başka biçimlerle gerçekleştirmek istiyor, karanlık bir salonun aydınlatılmış sahnesinde yalnızca oyun olduğunu bildiğimiz bir herifi kavrayınca k a p ıd a n ... M u h sin 'in , İzmir'de Yıl, yine 1927’dir. Sanayl-i Nefi­ se Birliği, “mektepli" tiyatroyu yerleştirmek için çaba harcıyor. Turne, İzmir turnesidir; oyun da “Hamlet". Fotoğraftakiier (soldan sa­ ğa): Ercümend Behzat, Dr.Emin Beliğ, Küçük Kemal, Hüseyin Kemal ve Morali Mahmut’tur. rı yerlerinde duruyordu. Bu ormanın ortasın­ dan geçerken, biraz meyilli bir yerde, lokomo­ tif son nefesini verir gibi birkaç kere pufla­ dıktan sonra takatsiz bir halde durdu, kaldı. Belki odunla işliyordu. Zaten buralara kadar da nefes nefese, adi adımla gelebilmişti. Yol­ cular bu duraklamadan sıkılmışa benzemiyor­ lardı. Trenden inen incir ormanına dalıyor, ağaç üstünde gözüne kestirdiği en olmuşu­ nu kemal-i iştaha ile yiyordu. Mal sahibi köy­ lüler de bu iştahlı yağmacıları sükûnetle seyrediyorlardı. “ Reşadiye istasyonunda aktarma yapmak için dört saat kadar bekledikten sonra akşam geç vakit Söke’ye varabildik. Yunanlıların bu­ rasını da harap etmesine rağmen bizi barın­ dıracak bina bulundu, ismi de ‘Zafer Oteli’ idi. “ O gece istirahat edip ertesi gece de tem­ sil verdikten sonra aynı minval üzre İzmir’e döndük.” KABADAYILAR OTELİ’NDE ş e y e s o lu ğ u m u z k esilirce sine kapılıyoruz?" Ernst FISCHER ("Sanatın Gerekliliği") oğlu Ali Ekrem (Bolayır) kuruluşa konserva­ tuvar yerine Dârülbedayi denilmesini önerir. Sonraları bu, yalnızca tiyatro bölümünü çağ­ rıştırır, müzik bölümünün adı Dârülelhan’dır. O yılın Ağustos başında, André Antoine, savaşa tutuşan ülkesine geri döner. Buna kar­ şılık çalışmalar aksamaz, gönüllülerce sürdü­ rülür. Erkeklere Madam Araksi, Roza, Mina ve Mari gibi kadın oyuncular da katılır. Bu ara­ da tiyatro için bir de yönetmelik hazırlanır. Te­ mel ilkeleri, “Halkta zevk-i temaşa artırılması ve Türk tiyatro yazarlarının çoğalmasına hiz­ met edilmesi” üzerinedir. Aynı yılın aynı Ağustos ayının son gün­ leri, Dârülbedayi’nin uygulama sahnesinde Hüseyin Suat’ın “Çürük Temel” adlı uyarla­ ma oyununun çalışmalarıyla geçer. Oyuncu­ lar için üç sınıf saptanmıştır. En çok para alan, o günlerin gözdesi Madam Minemeciyan(Eliza)dırveaydaoniki lira alacaktır. Ma­ dam Kınar on, Madam Adrien dokuz; Muhsin Ertuğrul, Madam Beatris, Raşit Rıza, Nuret­ tin Şefkati, Şadi ve Muvahhit de sekizer lira aylığa bağlanmışlardı. ...V E VASFİ RIZA ZOBU Kabadayılar oteli'nde BEĞEN BEĞEN AL KARDEŞİM ASFİ RızaZobu, o günleri hâlâ çok iyi hatırlayanlardandır. Alman Ticaret Mektebi’nde öğrenci iken 1917’de “ Dârülbedayi-I Osmani Tiyatro Mektebi” ne başvurur, öğrenciliğe kabul edilir ve figüran­ lığa başlar hemen. Arada okulu da kapanmış­ tır zaten. Öğrencilik sıralarında kendini göstermesini bilir Zobu, başrollere bile çıkar ve böylece 57 yıl sürecek oyunculuk serüve­ ni başlar. “...Eski Rüya temsilinden iki gün sonra, 27 Ağustos 1339 Pazartesi (14 Ağustos 1923) günü İzmir’den trenle Söke’ye hareket ettik. “ Geçtiğimiz istasyonların arkasındaki ka­ sabalar birer facia sahneleriydi. Her taraf yan­ mış, yıkılmış, harabe olmuştu. Kayaş, Torbalı adeta taş ve toz yığınıydı. Yalnız Selçuk ya­ kınlarındaki bir orman halinde, incir ağaçla- İR gün Behzat Butak ‘Samsun’dan ti­ yatro istiyorlar, gelir misin?’ dedi. Şar­ tını şurtunu sormadan gelirim dedim. Bir-iki gün sonra yapılan toplantıda buluşun­ ca kadroyu da öğrendim: Muhsin, Muvahhit, Nurettin Şefkati, Behzat, Hâzım, Küçük Ke­ mal, Cemal Sahir, Abdülkadir (idare memu­ ru), Zeki (suflör) ve ben... Hanımlarda; Kınar, Neyyire Neyir, Bedia Muvahhit, Nermin Hül­ ya... Bir Galip Arcan eksikti. B æ STANBUL’dan perşembe günü çık­ mıştık yola, pazar günü Samsun’a var­ dık. Mavnanın küçüğü kayıklarla bizi karşıladılar. Sahili sığmış, yolcuları kayıkla boşaltıyorlar. Bize iki otel ayırmışlar. Biri, temsil vereceğimiz sinemaya yakın. Önünde bahçemsi bir boşluğu olduğu için daha kon­ forlu! Şöhretli kabadayılardan birinin idare­ sinde. Eee, hem yakın, hem konforlu, hem kabadayı idaresinde... Burasını hanımlar için münasip gördüler. Kıdem sahibi olan erkek sanatkârlardan bir kısmı da bu otele yerleş­ ti. Bizlere de ‘Buyrun İkinci otele...’ dediler. Şöyle bir meydanda belediyenin arkasında bir sokak içinde; harap olmuş bir binanın oda­ larına ikişer üçer yerleştik. O ara akşam ka­ ranlığı bastı, gaz lambalarının ışığına sığındık. Aşçı dükkânına kılavuzla gittik. “ Bir de geldik ki... Bizim sokak, alan ta­ lan olmuş. Birinin diğerine garezi varmış, kar şımızdaki meyhanede buluşmuşlar; birbirleri nin sağlıklarına kadeh kaldırıp ölümüne de bı çak çekmişler. “ Şehre ayak bastığımızın ilk gecesiydi bu Meğer bu ve bunun gibi daha dehşetlileri ta bil ahvaldenmiş. Sanki bizim sokak cinaye meşheri... Hiçbir gece hadisesiz geçmiyor Altımızdaki kahveden, karşımızdaki meyha neden, ekmek fırınından, kunduracı dükkâ­ nından, herhangi bir yerden sarhoşların cıvordıkları kavgaları seyretmeden.uyumak ’TıasijD'ö’.'rnadı Bize. Harpten yeni çıktığımız­ dan mıdır nedir, karşımızda düşman kalma­ yınca birbirimize saldırmaya koyulmuşuz. İnsan öldürmek, tavuk kesmek kadar ehem­ miyetsiz geliyordu artık hepimize. İnsan alış­ maya görsün!” MUHSİN ERTUĞRUL, KABADAYI B İR gece, dekorun arkasında sıramı beklerken sahanlıktan Muhsin Ertuğ------‘ rul’un yüksek, asabi bir sesle “Çık dı­ şarı!” diye bağırdığını duydum. “ içerde temsil verilirken, tiyatro içinde her zaman fısıltıyla konuşan Muhsin’in böy­ le bağırması için mühim bir sebep olmalıy­ dı. “ Meğer o devrin, ele avuca sığmaz, şunu bunu bıçaklar, ama hapse girmez azılıların­ dan filancazade imiş bu. Karadeniz kıyafetli ve tabii, pür silah İki muhafızıyla körkütük de sarhoş... "Temsilin yarısında kapıya dayanmışlar. Aksi tesadüf olacak, Muhsin’le karşılaşmış­ lar. Bu halde içeri giremezsiniz demiş. ‘Vay anam! Sen! Bana! İçeri giremezsin mi de­ din?’ “ Bu sualine cevap beklemez bu adam. Ya kendisi, ya muhafızları tabancayı patlatır ya­ hut bıçağı saplar! Muhsin’in, herifi kavrayın­ ca kapıdan fırlattığını gördüm. Yalnız muhafızların o anda ne olduğunu anlayama­ dım. Sonradan onların da sokakta, karşı du­ varın dibinde, efendilerinin yanında nöbet tuttuklarını farkettim. Muhsin’in beline sarı­ lıp içeri çektik ve sokak kapısının da arkadan kol demirini vurduk. “ Şimdi anladınız mı hanımları bir ‘kaba­ dayının otelinde misafir etmenin faydasını? Ve yine hak verdiniz mi, her birimizin bıçak, tabanca taşımamızın sebebine? “ Bugünkü tiyatrocular, rahat ve gönül hoşluğuyla yapabildikleri turnelerinden do­ layı şükretmeleri için, bu hikâye aklıma gel­ di işte...” YARIN: ANADOLU SANSÜRÜ Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi 0 0 1 5 0 8 7 8 5 0 0 6