İlkeler Mesleğe başladığım günden bu yana şundan eminim ve biliyorum ki, kimse, dost ya da düşman kimse ama hiç kimse, seyircim olsun, oyuncu olsun, yıllar boyunca hiç kimse mesleğime olan inancıma, saygıma, çalışmalarımdaki titizliğe, kulis terbiyeme, seyirci - oyuncu ilişkilerime, teknik arkadaşlarımla saygılı işbirliğime, ayrıca tanınmış bir oyuncu olmamın getirdiği sorumluluklarım hakkında kötü konuşamaz, eleştiri getiremez ve hakkımı teslim eder. Birlikte oynadığım arkadaşlarla sahneyi oyunun gerektirdiği ölçüde, hatta çoğu kez ondan yana, cömertçe paylaşırım. İki sıraya da oynasam, dolu bir salona oynuyormuş gibi eksiksiz ve candan oynarım. Zaten bu marifet değil, görevimizdir. Hele soğuk ve karlı havalarda sıcacık evini terkedip gelen ve çoğu kez ısıtılmamış buz gibi salonda oyunu paltosuyla izleyen o sevgili seyircimi buldum mu içim titrer, daha bir coşkulu oynarım. Oyunun sonunda, o iki sıra seyircinin coşkulu alkışı, altın değerindedir. Hiç unutmam bir keresinde -çok soğuk ve karlı bir kış günüydü- Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu'nun üst katındaki Oda Tiyatrosu'nun salonunda 15 kişi vardı. Aşk Mektupları'nı oynuyorduk. Toron Karacaoğlu ve ben, seyircimizin azlığına hiç aldırmadan, öylesine candan ve güzel bir oyun çıkardık ki... O gün unutulamaz. Salondaki seyirci - oyuncu beraberliği şahaneydi. Oyunun sonunda deli gibi alkışladılar ve gitmediler. Beklediler bizi; elimizi sıkıp teşekkür ettiler. Salon boş diye oyunu kısa kesmek, en güzel sahneleri oynamadan özetleyip adeta kuşa çevirmek, tam bir tiyatro ihtikârıdır. Eksik gramajlı ekmek satmak ya da hileli mal sokuşturmak gibi bir suçtur. Bazen de bunun tam tersi olur. Salon tıklım tıklım doludur; halk coşkulu ve neşelidir. Ölçüsüz bir oyuncu daha fazla alkış alabilmek uğruna oyuna olmadık ilaveler, sululuklar ve yersiz gevezelikler katarak, sorumsuz ve çirkin oyunculuğun en kötü örneğini verir. Bence bütün tiyatrolarda bunun devamlı kontrolü yapılmalı... Belediye zabıta ekipleri esnafı naslık kontrol ediyorsa, bozuk veya eksik mal satanı cezalandırıyorsa, seyirciye eksik ya da bozuk oyun oynayan oyuncu da elenmeli, cezalandırılmalı... Şimdi beni iyi dinle ve sakın unutma: Bir tiyatro oyuncusu ağır işçidir. Onun işi lüks değildir. Ve dünyanın her yerinde bu böyledir. Sahne kapısı, sınav kapısı... Girerken azimli ama korkulu, çıkarken huzurlu, rahat ama yine de eleştiriye açık olunmalıdır. Başarılı bir oyunun üstüne yatıp uyumak, gaflettir. Kuşkusuz, oyun sonrası tiyatrodan çıkınca ohh..! ..temiz hava, gökyüzü, yıldızlar, belki sevdiğin bir lokal, bir kadeh içki, iyi bir yemek, oyun konuşmak, iyi kötü tartışmak, içini döküp boşalmak senin hakkın. O yorgunluktan sonra, fazlasıyla hakettin bunu. Ama gece başını yastığa koyduğun zaman, oynadığın oyunun gerçeğini, en doğrusunu sen bilirsin. Bu konuda en kolay şey, kendini aldatmaktır. Bundan kaçın; kusurlarını ara; aksayan yerlerini düşün, bul ve 'her oyun bir öncekinden daha kusursuz olmalı' ilkesini devamlı kolla. Şimdi dinle: Sabahtan geceyarısına kadar yaklaşık 18 saat tiyatroya kapanan oyuncu, oyundu, provaydı, giysi, aksesuvar, müzik, dans... Yorgunluk, yorgunluk, heyecan, kalp çarpıntısı ve sonsuz bir telaş içinde çırpınır durur. Kendisi, rolü, arkadaşları, o ne dedi..? Bu ne düşünüyor..? Çay, ıhlamur, aspirin... Gırtlağım kurudu... O laf neydi..? O repliği hep unutuyorsun..! Ya ayağım kayarsa..? Tanrım eyvah! Ya bu fermuar açılıverirse... Derken, son zil. Dua et... Sahneyi son kez gözden geçir... Çekil oradan, perde açılıyor... Oh, neyse oyun başlayabildi... Seyirci nasıl? Çok güzel... Sus, yavaş konuş... Ah, bu sahne alkış aldı. Demedim mi sana, bak... Çok iyiydin. Allah kahretsin, sürçtüm! Dilim kopsun! Yarın o cümleyi 150 kez tekrarlayacağım. Ah Murathan, nereden bulursun bu çetrefilli kelimeleri, cümleleri... "Vakta ki Fasla kadının gönlündeki sevdası, yüreğindeki efsununu çözemedi..." Yüreğindeki efsununu... Efsununu çözemedi...Aman aman şimdi düşünme bunu. Sonra, oyundan sonra... İşte böyle. Sana daha bin çeşit zorluk sayabilirim. Yani, ağır işçidir tiyatrocu dedim ya, gerçekten öyledir. Sinema oyunculuğuna, gazino şarkıcılığına falan pek benzemez. Bir sebepten daha benzemez... Gerçi her iş kutsaldır ve hakkı verilmelidir ama benim için sahne, her açıdan kutsaldır; yani bir din ve inanış kadar kutsaldır. Tiyatroya giderken, tıpkı camiye gider gibi için dışın temiz olmalı. Tertemiz. Bunu bilen, bilir... Ama gene de yıllar yılı sahneye giriş kapısının yanındaki çöp tenekelerini kaldırtamadım (Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu). Kime söyledimse, aldırmadı. Bilmiyorum, şimdilerde o çöp tenekeleri hâlâ orada mı? Tam da sahneye çıkan yolun üstünde çöp tenekesi, olacak şey değil... Camiye girerken pabuçlarımızı çıkarıyoruz da, insanlık adına tüm güzelliklerin sergilendiği, tüm kötülüklerin, iyi kötü bütün gerçeklerin irdelendiği o mihrabın, sahnenin üzerinde, aynı titizliği neden savunmayalım? Yanılmıyorsam, sene 1954... Dram Tiyatrosu'nda Yavru Kartal'ı oynuyoruz. Oyunun bir yerinde Cahide Sonku'ya gıcık geldi. Perde açıldı, açılacak... Cahide hemen koştu, sahnenin iyice arka taraflarında bir köşeye mecburen tükürdü; gırtlağını temizledi. O sahneyi birlikte oynuyorduk. Yanıma geldi ve "Allah beni affetsin, istemeden sahneye tükürdüm" dedi. İşte bu, sahneye duyulan sonsuz saygının çok güzel bir göstergesidir. Oysa... Sene yanılmıyorsam 1960; gene Dram Tiyatrosu'nda Dövme Gül oynanıyor. Baş rolde Şirin Devrim. Şirin hanım, herhalde oynun perde arasında kulise çıkamıyordu ki, sahneye lazımlık getirtmiş; mecbur kaldığı zaman o lazımlığı sahnenin gerisinde bir yerde kullanırmış... Buna sahne terbiyesi diyemiyorum. Osmanlı terbiyesi desem, asla olmaz. Sosyete terbiyesi mi desem, yoksa Amerikan pratiği mi? Sen ne dersen o olsun. EZBER CANAVARI Bir tiyatro oyuncusu için işin en zor, en zevksiz ama son derece zorunlu ve sorumluluk taşıyan yanı, ezberdir. Ezber konusunda her oyuncunun kendine göre bir yöntemi vardır. Kimi kuru kuruya ezberler; kimi elinde metin, mizansenle ezberler; kimi yüksek sesle çalışarak, bazıları da sessizce okuyarak ezberler. Ben yazarak daha kolay ezberlerim. Rolü iki kere, üç kere, bazen dört kere dikkatlice yazarım. Böylece kelimelere, oyun yazarının cümle yapısına, en önemlisi, kelimelerin ve cümlelerin altındaki anlamlara alışırım. Zaten önemli olan, o anlamların ezberlenmesidir. Yani, dramatik doku içinde neyi, niçin, neden ve kime söylediğim... Anlamları iyice tanıdıktan sonra kelimeleri ve yazarın cümle yapılarını aklında tutmak gerekir ki, o da provalar boyunca ve evde kendi kendine yaptığın çok sıkı çalışmalarla yavaş yavaş belleğe geçer. Anlamsız, kuru kuruya, tepeden dolma ezber, iyice zordur. Cebir dersindeki formülleri bilmeden kuru kuruya ezberleyerek yazmak gibidir. Gerçi bazı uzun ve çetrefilli ya da manzum, çok farklı yapıda veya kakofonik cümleler vardır ki, onları hemen her gün yüksek sesle ve papağan gibi defalarca tekrarlayarak çalışmak gerekir. Yani, dilini, dudaklarını, ağzının içinde konuşmana yardımcı olan bütün organlarını o kelimelere iyice alıştırmak gerekir. Bir tarihte, Jean Canolle’den Asude Zeybekoğlu’nun çevirdiği Kralın Kısrağı adlı oyununda, bir Alman prensesini oynuyordum. Oyunun bir yerinde prenses, Orta Çağ Avrupası’nda kullanılan bütün armaların isimlerini ve özelliklerini, renklerini ve ayrıntılarını sıralayarak okuyordu. Yaklaşık üç sayfa süren büyük tiradda onlarca arma ezberlediğimi hatırlıyorum. İşte küçük bir misal: “... Yarı belinden aşağısı gemi şeklinde biten leoparla, aslan kuyruğu şeklinde biten leopardan tutun da ağzı açık, dili çıkmış, kuyruğu vücuduna paralel kalkmış, ucu dışa çevrileceğine içine çevrilmiş tek arslanla, yüz yüze gelmiş, sırt sırta gelmiş çift arslana, babasının tek mirasçısı olmak için anasını zina suçuyla damgalayıp öz kardeşini piç ilan eden Fransız şövalyesi Jean Daves’nin armasındaki kuyruksuz arslana kadar, bir bakışta hepsini ayırt ederim...” En sağlıklı ezber çalışması, sabahın erken saatlerinde ev halkı uyurken, ortalık sessiz ve trafik başlamamışken, tabii iyi bir uykudan sonra, kafan dinlenmişken yapılır. Saat 6 ile 8 arası çok iyidir. Ama bu ezber çalışmasını pekiştirmek için tiyatroda günü gününe yapılan toplu provalar şarttır. Yani ezberlediğin kelimeleri, cümleleri provalar boyunca, oyun içinde defalarca mizanseniyle birlikte yerine oturtman şarttır. Provalar genellikle bir veya bir buçuk ay sürer. Bunun en fazla ilk 15 günü, hadi diyelim ilk 20 günü ezber canavarını ortadan kaldırmaya yeter. Böylece oynadığın karakteri bütünlemek için provalardan rahatça yararlanmaya başlayabilirsin. Yönetmen sana mizansenlerini ve giderek oyundaki rolünün anlamını ve kendi yorumunu verirken, bir de senin bozuk ezberinle uğraşmak zorunda değildir. Ama maalesef bu ezber keşmekeşi içinde çoğu yönetmen istediği yorumu alamaz, bas bas bağırır, sinirler gerilir. Ancak eninde sonunda oyuncular işi kotarır. Son provalara kadar seni uğraştıran bazı repliklerin olur ama, sonunda mecburen ezber canavarının hakkından gelinir... mi? Sen öyle san! Onuncu, yirminci, hatta ellinci oyunda bile belleğin sana tuzaklar kurabilir. Hiç beklemediğin bir anda, oyunun en heyecanlı yerinde, o hınzır kelime dilinin ucundan kaçar, seni ve rol arkadaşını zor durumda bırakır. Gerçi karşılıklı bir gayretle o tuzak giderilir ama çok kısa bir süre de olsa sizi oyun dışına iter; uyandırır. O yüzden, hemen her oyundan önce sanatçı rolünü okumalı, özellikle zayıf olduğu repliklerin ezberini tazelemeli, iyice ve dikkatle, hatta yüksek sesle tekrar yapmalıdır. Bir oyuncunun sahne üzerine ezberinden ve oyunundan son derece emin ve sağlam çıkması, bir pilotun uçağın tüm motor aksamından ve kendi moralinden tamamıyla emin olarak havalandırmasına benzer. Onun dayanağı, dikkati ve motorlarıdır. Sahnedeki oyuncunun dayanağı ise belleği ve sinir sistemidir. Kimi oyunu ezberlemek son derece kolaydır; çünkü Türkçesi rahat ve akıcıdır. Hele rol genellikle uzun cümlelerden ve tiradlardan oluşuyorsa -ekseriya klasik oyunlarda, Yunan tragedyalarında olduğu gibi- rahatça ezberlenir. Ama bazı oyunlar, kısa kısa cümlelerden oluşan diyaloglara dayanır ki, ezberi çok zordur. Bir de üstelik replik ezberi gerektirir. Replik, tiyatroda karşındaki oyuncunun cümlesinin son iki veya üç kelimesidir. Repliğinizi aldınız mı, konuşma sırası size gelmiş demektir. Onu almadan lafa girerseniz, rol arkadaşınızın konuşmasını kesmiş olursunuz ki, hatadır. Bu yüzden rol arkadaşınızdan sitemler, devamı halinde kavgalar ve misillemeler gelir ki, dikkat! Sonuçta sadece kendi sözlerini değil, karşındaki oyuncunun repliğini de ezberlemek gerekmektedir. Bazı yazarlarımız vardır ki, onları ezberlemek çok zordur. Örneğin, Turan Oflazoğlu... 4. Murat’tan Sultan Murat’ın deyişi: “Derim ki, kullarım, kıyamet günü gergin bir davul kesilip gümbür gümbür ötmeden, yeryüzünü karanlık yankılar, kanlı çığlıklarla titretmeden Derim ki, gecenin sarp doruklarından öfke yangınları kopmadan, yamaçlardan inen som ateşten süvariler tüm kentleri köyleri kasıp kavurmadan, Derim ki, kara elmas tolgalı başbuğ, o yağız yokluk sultanı, suçlu suçsuz bütün canları şimşek bakışlarıyla eritmeden, güzel çirkin tekmil bedenleri kül etmeden, kullarım, derim ki, kendinize gelin iş işten geçmeden.” Murathan Mungan’ı ezberlemek iyice zordur. Kelime mozayiği çok çeşitli, çok renkli ve uğraştırıcıdır. Örneğin, Taziye oyunundan Başağıtçı’nın sözleri: “Kara mavzeri Kara Rüso’nun kara poşisine sarmışlar idi. Ve de poşi kan yüzü görmüş idi. Ve de gayrı kan rengi almış idi. Bu yüzdendir ki öçlü bir poşi idi. Bedirhan ağa mavzeri kucağına yerleştirdi ve ovaya, bozkıra, ıssızlığa dikti gözlerini. Toprakları gözüne sığmıyordu. Arap kısraklarıyla bir gün bir gece gidilecek yolu var idi. Gücünü çoğaltıyordu toprakları ve de kuşkularını büyütüyordu. Ve sonra oğlunu, Heje’yi çağırdı huzuruna.” Ama Reşat Nuri, Haldun Taner, Necati Cumalı gibi yazarlarımızı ezberlemek son derece rahattır çünkü Türkçeleri iddiasız, özden yana, akıcıdır ve sanki senin gibi konuşurlar. Çeviriye gelince... Çoğu kez iyi oyun yazarları iyi çeviri yapar. Çünkü sahne dilini iyi bilirler. Kazara acemi bir çevirmene düştün mü, yandın demektir. Üstelik onlar çok da heyecanlıdırlar; onları çalışırken oyunun aslıyla çevirisi arasında didişir durursun ve oyunu adeta yeniden çevirirsin. Üstelik o acemi çeviriler kelimenin aslına uyar ama oyuna anlam getirmez. Onları ezberlemek son derece tatsızdır. Çünkü güzelim Türkçemiz’in şiirselliğinden tamamen uzak, habersizdirler. Böyle bir çeviriye düşenlere, Allah kolaylık versin! Sahnede en güzel Türkçe’yi, güzel bir telaffuz ve ahenkle konuşmak, Türkçe’nin hakkını vermek, mesleğimizin en zevkli mecburiyetidir. Seyirci buna layıktır. Kuşkusuz, bu güzelliğin yolu da, sakın unutma, çok sıkı bir ezber gerektirir. Sabri Esat Siyavuşgil’in, Çetin Altan’ın, Recep Bilginer’in, Oktay Rıfat’ın şahane Türkçeleri, Necati Cumalı’nın, Melih Cevdet’in, Kutsi Tecer’in şiirsel tümceleri, konuşan için de, dinleyen için de olağanüstü bir zevktir. İşte sahne üzerinden tüm bu güzelliklerin hakkını vermek ve tadını çıkartmak için o ezber canavarının kafasını daha başından kesmek gerekir. Göreyim seni, hücum! OYUNDAN ÖNCE Tiyatromuzun yönetmeliği oyuncunun perde açılmadan en az bir saat önce tiyatroda bulunmasını emreder. Bütün sanatçılar, isterse son perdede rolü olsun, bir saat önceden gelmek mecburiyetindedir. Ama ben, en az iki saat önce gelmeyi severim. Rahat, telaşsız, soyunup dökünüp kulis kılığımı giyerim. Kulis kılığım çok rahat bir giysi olmalıdır. Hatta esprili olmalı, sizi neşeli ve hoşgörülü bir havaya sokmalıdır. Hafif bir vücut ve ses ısıtma çalışmasından sonra , zevkle, keyifle makyaja başlarım. Bir tiyatrocunun yüz sağlığı önemlidir. Yüz en önemli ifade merkezidir ve çok kıymetlidir. Bu nedenle makyaj malzemelerine önem veririm. Piyasanın en iyi ve sağlıklı malzemelerini kullanırım. İstediği kadar pahalı olsun; her şeyden kısar, o makyaj malzemelerini kullanırım. Bu nasihati zamanında Suavi Tedü'den almıştım. "Unutma, yüzün senin en kıymetli sahne malzemendir. Ona çok önem vermeli ve korumalısın" demişti. Bu ağabey nasihatini ömrüm boyunca hiç unutmadım. Nur içinde yatsın... Makyaj yapmaktan çok zevk alırım. Çünkü yüzümü severim. Ayrıca makyaj yaparken yavaş yavaş oynadığım kişiliğe girmeye başlarım. Makyaj esnasında mutlaka hafif, yormayan, güzel, hatta romantik bir müzik dinlerim. Dedikodudan, stres verici düşüncelerden uzak durmak şarttır. Aman ha! Güncel olaylar, kafa karıştırıcı konular, bazı tatsız tartışmalar oyunun ve oyuncunun düşmanıdır. Yani oyundan önce demek istiyorum... Bu rahat ve asude ortam içinde yavaş yavaş kendimi sahnedeki oyuna adapte etmeye başlarım. Oyundan önce çok yemek yenmez; hele hele içki, asla alınmaz. Sinirlerim ne kadar sakin ve dingin olursa, az sonra sahnede yaşayacağım çeşitli duyguları, stresleri, gerginlikleri, mutlu ya da mutsuz olayları o kadar iyi idare edebilirim. Neyse, sadede geleyim: Oyundan önce tiyatroya biraz erkence gelmek iyidir. Perdenin açılmasına beş on dakika kala nefes nefese gelen ne oyuncular bilirim... Hatta sahneye biraz geç çıkacağı için, perde açıldıktan sonra gelenini bile gördüm ben. Boya küpü gibi bir makyaj, üstünkörü giyinip, besmelesiz huzursuz atarlar kendilerini sahneye. Böyleleri için hiçbir güzellik, hiçbir ayrıntı fark etmez. Zaten bir süre sonra seyirci de onları fark etmez. Kulis ve Prova Terbiyesi Kulis terbiyesi... Prova esnasındaki kulis terbiyesi... Oyunun temsili esnasındaki kulis terbiyesi... Bir başka oyunun kulisindeyken, kulis terbiyesi... Şimdi bana, bu kadar çok ve çeşitli terbiye de ne oluyor deme ve dinle: Hepsinin ayrı ayrı özelliği vardır da, ondan. Gerçi terbiye terbiyedir ve yerine göre hepsi aynı kapıya çıkar ama, mekân tiyatroysa, bazı farklı hassasiyetler göstermek gerekebilir. Amaç başarılı bir oyunsa, her davranış ona yönelik olmalıdır. Gelelim, prova terbiyesine... Prova benim için mesleğin en zevkli dönemidir. Aramak, bulmak, buldukça sevinmek, daha derinlemesine arayışlara yönelmek dönemidir. Sanatçı yaratıcılığının zevki provalarda çıkar. Tıpkı şaire ilham geldiği anlar gibi. Oynayacağın karakterin ipuçlarını prova esnasında araya deneye, yavaş yavaş bulmaya başlarsın. O karakteri bütünlemek için role hazırlandığın süre içinde, her provada yeni bir şeyler eklersin. Sabah, akşam, gece, sokakta, uyurken, uyanıkken, banyoda, her yerde, her zaman, sevişirken bile... Yok daha neler! Sen bana bakma. Abartıya başladım mı, sonu gelmez. Ama gene de, her abartının tortusunda gerçekler vardır. Yani, devamlı bir arayış içinde olman şart. Tiyatro bu yüzden kıskançtır. Seni senden ve çevrenden alır. Seni en iyi, yine bir tiyatrocu anlar; çünkü tiyatrocu milleti bir klan gibidir. Bir araya gelince konuşulan konu gene tiyatrodur. Provaların tadı genel prova haftasına kadar sürer. Sonra öyle bir teknik keşmekeşin içine düşersin ki, kostümdü, dekordu, ışıktı, müzikti... Seni bu kaostan ancak zamanında çok sağlam prova yapmış, vaktini hiç israf etmeden değerlendirmiş, rolünü bütünlemiş olman çıkartır. Yani her yol, sıkı bir çalışma disiplininden geçer. Sağlıklı bir prova, sakin bir kulis ister. Çok rahat bir prova kılığın olmalı. Bu önemli. Rahatlık getiren herşey çok önemli. Evindeki gibi rahat ve zinde olmalısın. Sahnedekileri tedirgin etmeden, sıranı beklemelisin. Herkesin birarada oturduğu o kafeteryadan, oyun dışı konuşmalardan, telefon zilleri, günlük gazete ve dedikodulardan aman uzak dur... Hepsi bir olur, seni provadan ederler. Sonra, çok önemli bir başka durum var ki, bu kişinin huyuna, suyuna ve iradesine bağlı bir tutumdur: Unutma o ekiple, provalar dahil uzun bir süre, bir oyun süresi birlikte olacaksın. Yani aynı vagonda seyahat edeceksin. Günler ve geceler boyunca hep burun buruna, aynı çatı altında olacaksın. Geçinmek, geçimli olmak zorundasın. Pek çok şeyi paylaşmak zorundasın. Kaprisler, sürtüşmeler, kıskançlıklar... Zaten insanın günü gününe uymaz. Bu nedenle her zaman ölçülü ve dikkatli ve tetikte olmalısın. İnsan ilişkilerinin en zor sürdürüldüğü yerlerin başında tiyatro kulisleri gelir. İster istemez senli benli olabilirsin. Birlikte yiyip içer, birlikte oturup kalkar, birlikte düşünür ve didişip durursun. Ne kadar kontrollü olursan ol, sen de insansın yani... Bu yüzden, çoğu zaman beni üzen, hiç istemediğim kırgınlıklarım olmuştur. Ama geçer, hepsi geçer; yeter ki kulisin şamatası oyunu etkilemesin. En önemlisi Sonuçta, dediğim gibi, prova kulisinde elinden geldiğince herkesten uzak durup, zamanı değerlendirmek gerekir. Evde kendi başına yaptığın çalışmaları değerlendiremezsen, hepsi boşa gider. Yani provada zaman, çok önemlidir. Ayrıca sakın unutma: Her ne kadar herkesten uzak dur, sakin sakin çalış diyorsam da, tiyatro bir birliktelik sanatıdır. Tiyatroda 'ben' değil 'biz' vardır. Dengesini bulmak, tamamen sana kalmıştır. Zor. İnan ki, çok zor. Üstelik tiyatronun manevi kazancı tamam da, maddi kazancı pek yoktur. Yani zengin etmez ama, aç da bırakmaz. Muhsin Hoca'nın insanın içini ürperten, son derece gerçekçi bir sözü vardır ve ne yazık ki haklıdır: "Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin." Eğer bu söylediklerim seni ürküttüyse, yol yakınken gel, vazgeç... Oyun kulisi, son derece sessiz olmalıdır. Birbirine alışan oyunculardan ve teknik ekipten başka, yabancı bir yüz, bir renk ya da ses, şahsen beni oyun dışına iter; uyandırır. Hele de oyunun ilk gecesiyse... Oyun öncesi insan sinirli olur, gergin olur. Ayrıca 40 kere de oynasa, 140 kere de oynasa, durum pek değişmez. Her yeni seyirci aynı gerginliği ve titizliği ister. Son zil seni oyuna çağırınca, işin şakası yoktur. Role hazırlanmak Bir role hazırlanırken, ilk hedefim oyun yazarıdır. Onu iyice tanımaya bakarım. Onu yaşadığı çağın içinde değerlendirir, ancak günümüzün gerçekleriyle de karşılaştırıp bir senteze ulaşırım. Yapıtın evrensel olduğu nokta, budur. Yazarın oyunu, yazarlığının hangi döneminde yazdığı da önemlidir. Ayrıca, yazara bu oyunu yazdıran dürtüleri anlayabilmem için onun sosyal ve politik kişiliğini de bilmem gerekir. Oyunu defalarca okurum; araştırmalarım için notlar alırım. Oyundaki her karakterin ifade ği fikir çok önemlidir; onları iyice saptamak gerekir. Oyunun geçtiği dönemi ve ortamı tanımak için araştırma yapmak şarttır. Örneğin, "Danton'un Ölümü"ndeki rolümü (Lucille) gözü kapalı çalışmamak için tarih kitaplarından bütün bir Fransız ihtilalini, sebeplerini ve sonuçlarını okuyup, öğrenmem gerekmişti. Bu her oyun için geçerli. Böylece her oyun, oyuncu için ayrı bir eğitim süreci haline de gelebiliyor. Zamanımı dengeleyebilmek için kendime mutlaka bir program yaparım. Okuma ve tahlil provalarından sonra hemen halledilmesi gereken ilk kaba çalışma, ezberdir. Bana verilen prova süresini asla ezber için harcamam. Ancak, kru kuruya ezber de sakıncalıdır. Provalar başlayınca herşey çok değişebilir. Bu konuda kısmen esnek olmakta yarar var. Provalar boyunca, oynayacağım karekteri bütünlemeye ve yönetmenle yorum birliğine varmaya çalışırım. Çelişkilerin üzerine giderim. Bu arada, karşılıklı oynadığım arkadaşlarımla ortak bir uyum ve biçem elde etmeye çalışırım. Arayışlarım, yapabildiklerim ve yapmam gerekenlerin denetimi, gece gündüz, provalarda ve sonrasında hata uyurken bile bilinç altı sürer. Bu uğraş, kendime çizdiğim program içinde, oyun başlayıncaya kadar sürer. Ancak, oyun başladıktan sonra herşey bitmez. Kuşkular, korkular, acabalar, seyirciyle birlikte gelen yeni durumların nedenleri, niçinleri hep devam eder. Hiçbir zaman, tam olarak emin olunmaz. İlk gün, oyunun ilk haftası, birinci ayın sonu... Tabii biliyorsunuz, bu arayışın sonu yoktur ve her zaman yapılmamış birşey bulmak mümkün. Ayrıca şunu da hiçbir zaman unutmamak gerekir ki, her zaman sizden daha iyisini yapan biri mutlaka çıkacaktır. OYUNCUNUN SORUMLULUĞU Tiyatro profesyonel bir iştir. Madem ki gişe açıyoruz, seyirci verdiği paranın karşılığını almalı. Seyirci tiyatroya gelip yerine oturduktan sonra, salon ışıkları sönüp perde açılınca, artık bize ait demektir. Onunla aramızda duygusal bir akım başlar. Bu akım bizden ona, ondan bize gider gelir, gider gelir... Oyun boyunca rolümün gereği yaşadıklarımı onunla paylaşırım. Böylece o, giderek rahatlar ve oyunu sevmeye başlar; bu paylaşımdan hoşlanır. Kendinden memnun olur. Güler, ağlar, düşünür veya coşup alkışlar. Bu karşılıklı iletişim içinde seyirci - oyuncu beraberliği ve sevgisi oluşur. Böylece o, oyundaki karakterleri, oyunun niteliğini, niceliğini, oyunun mesajını, oyundaki tüm gelişmeleri ve oyunun içinde sergilenen olayları, anlar; tüm farklı gerçekleri izler ve sonunda kendi gerçeğine ulaşır. Bunu da bize, farklı reaksiyonlarla ifade eder. Biz onun sessiz kalarak dinlemesini, gerginliğini, rahatlamasını, sıkılınca öksürüp kıpırdanmasını ya da coşarak alkışlamasını dikkatle izleriz. Oyun boyunca seyirciyle kurulan bu karşılıklı iletişimi hep kollarız ve duygusal bir senkron tutturmaya çalışırız. Sonuçta, eğer birbirimizden memnun kalırsak, başarıyı 12'den vurduk demektir. Seyirci tiyatrodan çıktıktan sonra eğer hâlâ oyunun etkisindeyse, mutlaka beraberinde birşeyler götürüyor demektir. Aslında -bilinç altı veya bilinç üstütiyatrodan çıkan herkes beraberinde birşeyler götürür; kişiliğine birşeyler ekler. Dünya görüşü daha bir aydınlanır. Yavaş yavaş, tiyatro alışkanlığı başlar. Kendisinde ya da çevresinde bulamadıklarını tiyatronun yardımıyla bulmayı sever; çünkü bunu eğlenerek yapar. İşte ben, ona bu bilinci vermekle sorumluyum. Meslektaşlara karşı sorumluluklara gelince... Büyük Muhsin'in eski Dar-ül Bedai'den bu yana hiç unutulmayan bazı keskin ve katı ilkeleri vardır. Tiyatro kitapları yazar; burada onları tekrarlamama lüzum yok. Genelde hepsinin ortak anlamı "ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin" gerçeğine çıkar. Bu ilkeler, biz Şehir Tiyatrolular için Musa Peygamber'in 10 emri gibidir. Hepimiz çok iyi biliriz onları... Belki de bu yüzden, şu asırlık Dar-ül Bedai, içeriden ve dışarıdan gelen bunca çelme ve hıyanete rağmen, hâlâ ayakta ve perde açabiliyor. O halde, nur içinde yat, koca Muhsin! O ilkelerden biri de -sanırım en önemlisi- bir yangınla kaybettiğimiz eski Dram Tiyatrosu'nun sahne içindeki yüksek duvarlardan birinde, herkesin kolayca görebileceği bir yükseklikte, kocaman siyah harflerle yazılıydı. O yazıyı ilk gördüğümde henüz 16 yaşındaydım ve okuyunca, olduğum yerde donakalmıştım: VAZİFENİ BİL BAŞKA ŞEYE KARIŞMA! Kuşkusuz bu, oyuncu, yönetmen, yazar, teknisyen, asistan, butafor, kostümcü, kapıcı, büfeci, gişeci, programcı... herkes için geçerliydi. İşte bu genelge, bizim meslekte çok önemli bir ilkedir. Kişiye kendi sorumluluğunu ve tiyatroda iş bölümünün önemini anlatır. İşlerin hep birlikte ve sağlıklı yürütülmesini sağlar. Kargaşayı önler. Çünkü, her kafadan bir ses çıkarsa oyun curcunaya döner ve oyun, ölü doğar. Herkesin kendini kolaylıkla bir dahi sanabileceği şu heyecanlı ve ihtiraslı tiyatro ortamında böylesi katı tedbirler şarttır. İşte bu ilkeden yola çıkınca, herkes birbirine karşı olan sorumluluğunu mesleki bir sevgi, saygı ve terbiye içinde tanırsa, işler yolunda gider. Kuşkusuz, birlikte çalıştığım arkadaşlarımdan en önemli beklentim budur. Ayrıca ben, sahnede paylaşmayı severim. PAYLAŞMAK, en önemli sahne ilkelerinden biridir. Ancak paylaşırken de, karşımdakinden aynı şeyi beklerim. Eğer, boşu boşuna bekliyorsam, oyun mutlaka bir şekilde aksar. Aslında, kusursuz uygulanırsa, en tutarlı sosyal adalet tiyatro salonlarında gerçekleşebilir. Oyun olsun, prova olsun çalışırken zaman hepimizindir (ve çok önemlidir; sonuna kadar değerlendirilmelidir). Seyirci, hepimizindir. Alkış, hepimizindir. Sahne üzerinde ya da gerisinde çalışmak, hiç farketmez. Bu paylaşım masa başı çalışmalarında başlar, gişeden büfeye, yer göstericiden yönetmene ve perdeyi açıp kapayan arkadaşa kadar herkesi kapsar. İşte bu paylaşma sorumluluğunu ben, seyirci dahil, birlikte çalıştığım herkesten beklerim Modern Oyunculuk Artık kitle iletişim araçları o kadar gelişti ki tiyatro, ülkemizde olsun, yurt dışında olsun, oyuncuya devamlı bir sorumluluk yüklüyor. Oyunculuğa başlarken belli bir eğitim gereklidir ama, yetmez. Bakalım bu oyuncu yeterince araştırıyor mu? Günlük gazeteleri muntazaman okuyor mu? Kendi ülkesinin ve halkının gerçeklerini biliyor mu? Gidişatı takip ediyor mu? Çağ nereden nereye gidiyor, farkında mı? Dünya durmadan değişiyor. Kavramlar değişiyor. Para kavramı, ahlak kavramı, zaman kavramı değişiyor. Ve bütün bu değişikliklerin getirdiği durumlar, olaylar, yazarın kaleminden çıkıp sahnelere geliyor. Toplumlar çalkalanıyor, insanlar durmadan savaşıyor, bu savaşlar neler götürürken neler bırakıyor... Kuşkusuz, toplumlar ve olaylar adına daha pek çok şey sayabiliriz. Günümüz oyuncusu, bu değişkenliğin ve gelişmelerin dışında kalmamalı ve sebeplerini de devamlı araştırmalı. Dünyadaki ve özellikle ülkesindeki herşeyi, ama herşeyi gözetlemeli. Nedenleri, niçinleri, acabaları hiç bitmemeli. Açıkçası, çağını gözetlemeli ve yaşamalı. Hatta, açıkgöz bir oyuncu, çağının birkaç adım ötesine geçip, yeni gerçekleri, ilerlemeleri ve gerilemeleri farkedip, onları göğuslemeli. Tiyatro dediğimiz bu yüce sanatın gerçek işlevi, dünyanın, toplumsal ya da kişisel, sosyolojik ya da psikolojik tüm gerçeklerini, olanca değişkenliğiyle vurgulamaksa; burada baş rol, yönetmene, hatta yazara rağmen, oyuncunun olabilir.