(Editöre not: Yazı her başlık bir gün olmak üzere üç günlük olarak hazırlanmıştır) Toplumsal Dayanışma ve Dostluk Düzleminde MUHARREM AYI, EHL-İ BEYT VE HZ. HÜSEYİN Doç. Dr. İlyas Üzüm İnsanların birey olarak huzurlu olabilmesi toplumsal dostluk ve dayanışmanın gerçekleşmesi ile yakından ilişkilidir. Birbirleri hakkında önyargılı olan veya birbirlerine karşı olumsuz düşünceler besleyen kesimlerinin söz konusu olduğu sosyal yapılarda, bireysel huzurdan bahsetmek güçtür. Başka bir ifadeyle, bireyin kendi dünyasında huzurlu olabilmesi, içinde yaşadığı ve bir parçasını teşkil ettiği toplumun huzurlu olmasına bağlıdır. Bu bakımdan her birey, kendisini düşündüğü kadar toplumu düşünmek, kendi huzuru için çalıştığı kadar toplumsal huzur için çalışmak durumundadır. Bunun için en küçük toplumsal birim olan aileden, bütün bir insanlık alemine kadar her kademede dostluk ve dayanışmanın gerçekleşmesini önemsemek, sorumluluk duymak ve elden gelen katkıyı yapmaya çalışmak gerekir. Toplumsal dayanışma ve dostluk bireylerin ya da sosyal yapıların aynı renk, aynı anlayış yahut aynı dünya görüşüne sahip olmaları demek değildir. Bu mümkün de değildir aslında. Her toplum etnik yapı, inanç, anlayış ve kültür yönünden çeşitliliklerle doludur. Dayanışma ve dostluk çeşitliliklerin birbirlerini doğru tanımaları, birbirlerine saygı göstermeleri, birbirleriyle olumlu ilişkiler içinde bulunmaları ve aralarındaki ortak yönlerini öne çıkarmaları ile mümkündür. Bu sayede toplum ortak duyguların, ortak kaygıların, ortak sevinçlerin söz konusu olduğu organik bir bütünlüğe ulaşır. Herkes kendisi olarak, fakat başkalarını anlayarak ve saygı göstererek yaşar, böylece sosyal barış kalıcı unsurlarıyla birlikte gerçekleşmiş olur. Gerçekleşen bu barış, karşılıklı iyi ilişkilerle dayanışma ve dostluğa dönüşür. Bu bağlamda gerek ülkemizde gerek İslam dünyasında toplumsal barışa katkı yapmak üzere, detayda bazı farklılıklar olmakla birlikte, bütün kesimler arasında geniş bir ortak paydayı teşkil eden Muharrem ayı, ehli-i beyt ve Hz. Hüseyin hakkında bilgilerimizi tazeleyip güncelleştirmekte önemli yararlar bulunduğu açıktır. 1 Allah’ın Ayı: Muharrem Muharrem kameri takviminin ilk ayıdır. Hz. Peygamber bir hadisinde, saldırıya uğrama durumu hariç, savaşın haram olduğu ayları sayarken, bunlar arasında Muharrem ayını da zikretmiştir (Buharî, “Megâzî”, 77). Kur’anı Kerimde haram aylara saygı gösterilmesini emreden ayetle (Bakara 2/194) bu aya işaret edilmiştir. Ayrıca başka bir ayette “Şüphesiz Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır…” (Tevbe 9/36) buyrularak yine haram aylardan birisi olması bakımından Muharrem ayında işarette bulunulmuştur. Öte yandan Hz. Peygamber’in kendisine, “Allah’ım Kur’an’ı Kerimi ve yorumunu öğret” diye dua ettiği İbn Abbâs, Kur’an’ın 89. suresini teşkil eden Fecr suresinde ant içilen fecr ile Muharrem ayının, aynı surede yemin edilen “on gece” ile de bu ayın ilk on gününün kast edildiğini beyan etmiştir (Taberî, Câmiü’l-beyân, XXX, 107). Hz. Peygamber’in hadislerinde ise gerek Muharrem ayı gerekse bu ayın onuncu gününe karşılık gelen “aşura” ile ilgili birçok rivayet yer almıştır. Bunlardan birisinde Resul-i Ekrem, Muharremi “Allah’ın ayı” olarak nitelendirmiş, Ramazandan sonra en faziletli orucun bu ayda tutulan oruç olduğunu ifade etmiştir (Müslim, “Sıyam”, 202-103). Zamanın her dilimi, ayların her biri Allah’a ait olduğu halde Resulullah’ın bu ayı Allah’a izafe ederek anması, bu ayın faziletini ifade etmeye yeter niteliktedir. Muharrem ayının onuncu günü ifade eden aşura ile ilgili olarak ise hadis kaynaklarında çok sayıda rivayet bulunmaktadır. Bunlardan birisi şöyledir: “Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettiğinde Yahudilerin bu günde oruç tuttuğunu görmüş, sebebini sorduğunda kendisine, “Bu büyük bir gündür, Allah bu günde Musa’yı ve İsrail oğullarını düşmanlarından kurtarmış, Musa da bu vesileyle bu günde oruç tutmuştur” cevabı verilmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber “Ben Musa’ya sizden daha yakınım” buyurmuş, hem kendisi oruç tutmuş hem de müminlere oruç tutmalarını emretmiştir (Buharî, “Savm”, 69). İslam bilginlerine göre Ramazan orucu farz kılınıncaya kadar Müslümanlar bugünde oruç tutmuşlar, bu orucun farz kılınmasından sonra insanlar serbest bırakılmıştır. Ancak yine Hz. Peygamber’in beyanları çerçevesinde, Yahudilere muhalefet edilerek aşura ve bir gün öncesinde, yani Muharremin dokuz ve onunda yahut aşura ve bir gün 2 sonrasında, yani Muharremin on ve on birinde, yahut da öncesi ve sonrasıyla yani Muharremin dokuz, on ve on birinde üç gün oruç tutmanın sünnet veya müstehab olduğu belirtilmiştir (M. Kamil Yaşaroğlu, “Muharrem”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XXXI, 5). Başka bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “Bir kimse Hz. Peygamber’e gelip, “Ramazan’dan sonra ne zaman oruç tutmamı tavsiye edersiniz?” diye sormuş, bunun üzerine Peygamber, “Muharrem ayında oruç tut Çünkü o, Allah’ın ayıdır Onda öyle bir gün vardır ki, Allah o günde bir topluluğun tövbesini kabul etmiştir ve O dilerse aynı günde başka bir toplumu da bağışlar” (Tirmizî, “Savm” 40). Diğer bir hadiste ise şöyle buyrulmuştur: “Ramazan orucundan sonra en faziletli oruç Muharremde tutulan oruç, farz namazlardan sonra en faziletli namaz ise geceleyin kılınan namazdır” (Müslim, “Sıyâm”, 202). Bu hadisler çerçevesinde ülkemizde Ehl-i sünnet insanlarımızdan nafile ibadetlere düşkün olanlar Muharrem ayında iki veya çoğunlukla üç gün oruç tutmaktadırlar. Diğer taraftan Alevi ve Bektaşi vatandaşlarımız, ocaklara ve yörelere göre bazı küçük farklılıklar bulunmakla birlikte, Muharrem ayında on gün veya on iki gün oruç tutmaktadırlar. Bu oruç her ne kadar “matem orucu”, “yas u matem orucu”, “on iki imamlar aşkına muharrem orucu” gibi isimlerle anılırsa da temelde Allah için yapılan bir ibadet olduğunda şüphe yoktur. İslam kaynaklarında Muharrem ayında on gün oruç tutmanın müstehap yani sevaplı bir ibadet olduğu açıkça yer almaktadır (mesela bk. Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-din, Kahire 1356, III, 43). Görüldüğü gibi Muharrem ayı hem Ehl-i sünnet hem Alevi ve Bektaşi toplumu için kutsal aylardan birisidir. İster üç gün, ister on gün veya on iki gün oruç tutulsun, bunun Allah nezdinde kıymetli bir ibadet olduğu muhakkaktır. İki kesim arasında aşura günü ile ilgili ortak anlayışlardan birisi de bugünü aynı zamanda geçmiş on peygamberin kurtuluşu ile ilişkilendirmektir. Söz gelimi, Hz. Adem’in tövbesinin kabulü, Hz. Nuh’un gemisinin karaya çıkması, Hz. Musa’nın Firavn’ın zulmünden kurtulması aşura günü gerçekleşmiştir (bk. Aynî, Umdetü’l-kârî, V, 346; Derviş Tur, Erkânname, İstanbul 2002, 184-185). Bunlardan Hz. Musa’nın kurtuluşu ile ilgili olan ve Yahudilerce dile getirilen ancak Hz. Peygamber tarafından yalanlanmayan rivayet (Buhari, “Savm”, 69) hariç, diğerlerinin doğrulanma veya yanlışlanma imkanı yoktur. Fakat bu anlayışın 3 kültürlere intikal etmesi ve bugüne kadar kuşaktan kuşağa aktarılarak devam etmesi dikkate değerdir. Aynı şekilde bu olaylar bağlamında, Hz. Nuh’un inananlarla birlikte tufandan kurtularak gemisinin karaya çıkması ve kalan yiyecekleri aşure yapıp Allah’a şükretmeleri anısına kaynatılan aşura çorbası ya da tatlısı da ortak kültürün somut bir başka tezahürüdür. İçinde en az on veya on iki tür yiyecek bulunan bu tatlının Sünnilerde aşuraden sonra Muharremin her hangi bir gününde, Alevi ve Bektaşi toplumunda ise Muharremin on üçüncü gününden itibaren kaynatılarak dostluk ve dayanışmayı pekiştirme adına dağıtılması bugün de aynı sıcaklık ve samimiyet içinde devam ettirilmektedir. Ehl-i beyt: Peygamber’in kutlu aile bireyleri Temel inançlar bakımdan Allah’ın birliğine ve Hz. Muhammed’in O’nun tarafından gönderilmiş peygamberi olduğuna iman etmeye dayanan İslam dini, bütün mensuplarını bu inanç etrafında toplamıştır. Başka bir ifadeyle Allah’a ve Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanmak bütün Müslümanların ortak inancıdır. Uluhiyet inancı ve peygamber tasavvuru tarihi süreç içinde, detaylarda farklılıklar arz etmiş olmakla birlikte, kendisini İslam dini ile ilişkilendiren her kesim bu iki esasa gönülden iman etmiştir. Yine bütün İslamî çevrelerde Hz. Muhammed’e olan sevgi ve bağlılık onun aile bireylerini de içine almış, Ehl-i beyt en önemli ortak anlayışlardan birisini teşkil etmiştir. Dinî referanslar göz önünde bulundurularak bütün Müslümanlar onlara dua etmiş, onların isimlerini çocuklarına ad olarak vermiş, onlara özel ilgi göstermiştir. Genel çoğunluğun anlayışına göre Hz. Muhammed’in yönetim için kendisinden sonra her hangi bir kimseye görev vermeyişi, ilk dönemlerde meydana gelen siyasi ihtilaflar, bu ihtilaflarda ehl-i beyt mensubu olan Hz. Ali ve çocuklarının durumları “ehl-i beyt” tabirinin süreç içinde farklı yorumlara konu olmasına yol açmıştır. Detaydaki bu farklılıklar ne olursa olsun, temelde, ülkemizde mensubu bulunmayan tali gruplar hariç her kesim Peygamber ailesine candan muhabbet beslemiştir. Esasen, sözlükte “ev halkı” demek olan Ehl-i beyt bir terim olarak Hz. Muhammed’in aile bireyleri anlamına gelmektedir. Bu ifade Kur'ân-ı Kerîm'de " üç ayet geçmekte olup bunların birinde Hz. İbrahim'in hanımı (Hûd 11/73), birinde Hz. Musa'nın annesi (el-Kasas 28/12) kast 4 edilmekte, birinde Hz. Peygamber'in (el-Ahzâb 33/33) Ehl-i beyt'i anılmaktadır. Hz. Peygamber'in Ehl-i beyt'inden söz eden ayette şöyle buyrulmaktadır: “Ey Peygamberin ehl-i beyti! Allah sizden her türlü olumsuzluğu gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor” (Ahzab 33/33). Bu ayetin nüzulü ile ilgili olarak nakledilen bir rivayette, Resul-i Ekrem bir gün torunu Hasan ve Hüseyin ile kızı Fatıma ve damadı Hz. Ali’yi bir örtü altına alıp bu ayeti okuduğu ve Allah’a dua ettiği bildirilmiştir ((Tirmizî, "Menâkıb", 31). Diğer taraftan Kur’an-ı Kerim’in şu ayeti de Ehl-i beytle ilişkilendirilmiştir: “Ey peygamber de ki: “Ben yaptığım tebliğ görevine karşılık sizden, yakınlıkta sevgiden başka bir ücret istemiyorum. Kim güzel bir iş yaparsa, onun iyiliğini artırırız. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir” (Şura 42/23). Bazı alimler bu ayetteki “yakınlıkta sevgiden başka bir karşılık istemiyorum” ibaresinin “yakınlarıma sevgiden başka bir şey istemiyorum” anlamına geldiğini belirterek (Taberî, XXI, 528) Ehl-i beyte sevgi beslemenin ilahî bir emir olduğunu ifade etmişlerdir. Ehl-i beyt ile ilgili meşhur rivayetlerden birisi “sakaleyn” hadisidir. Zeyd b. Erkâm şöyle nakletmiştir: “Bir gün, Mekke ile Medine arasında Humm denilen yerdeki suyun yanında Rasulullah aramızda hitap etmek üzere kalktı ve Allah’a hamd ve senada bulundu, nasihat edip sonra da şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Dikkat edin! Ben de bir beşerim, Rabbimin elçisinin gelmesi ve benim de icabet edeceğim vakit yaklaşıyor. Ve ben size iki ağır şey (sakaleyn) bırakıyorum. Onlardan ilki Allah’ın kitabıdır ki, onda hidayet ve nur vardır. Allah’ın kitabını alın ve ona sımsıkı sarılın. Bu konuda hata eden dalalete düşer.” Böylece Hz. Peygamber insanları Allah’ına kitabına sarılmaya teşvik etti. Sonra da şöyle buyurdu: “Ve (ikinci olarak) ehl-i beytim; ehl-i beytim konusunda size Allah’ı hatırlatıyorum, ehl-i beytim konusunda size Allah’ı hatırlatıyorum, ehl-i beytim konusunda size Allah’ı hatırlatıyorum.” Bunun üzerine bir sahabi, Zeyd’e “Peygamber’in ehl-i beyt’i kimdir, onun hanımları da ehl-i beyt’ten değil midir, diye sordu. Zeyd de, “Peygamber’in hanımları da ehl-i beyt’indendir, fakat onun asıl ehl-i beyt’i, kendisinden sonra sadaka kendilerine haram kılınan kimselerdir” buyurdu. Sahabî de, “onlar kimlerdir”, diye sordu. Zeyd, “onlar; Ali’nin aile fertleri, Akîl’in aile fertleri, Ca’fer’in aile fertleri ve Abbas’ın aile fertleridir” diye cevap verdi. Sahabînin “bunların hepsi kendilerine sadaka almaları haram kılınmış 5 olanlar mıdır?” diye sorduğunda Zeyd “evet” diye cevap verdi (Müslim, “Fedâilü’s-sahâbe”, 4). Bazı İslamî muhitler Ehl-i beytle ilgili ayetin nüzulünü anlatan rivayetlerden yola çıkarak Ehl-i beyti Hz. Peygamber, Hz. Fatıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin olarak beş kişi ile sınırlarken, bazı muhitler de diğer rivayetlerden hareket ederek bunun kapsamı genişletmişlerdir. Bu konudaki tartışmalar ne olursa olsun sonuçta adı geçen beş kişinin ehl-i beytten olduğunda hiçbir ihtilaf, hiçbir farklı anlayış bulunmamaktadır. Ülkemizin dinî gerçekliği açısından ifade etmek gerekirse, denilebilir ki Sünnisi, Alevisi, Caferisi, Nusayrisi ile bütün kesimler temelde Ehl-i beyti sevip saymakta ve şefaatlerini ummak üzere onları dualarına katmaktadır. Esasen Hz. Peygamber’in; "Allah’ı size nimetler verdiği için sevin. Allah'ı sevdiğiniz için de beni sevin. Beni sevdiğiniz için de ehli beytimi sevin" (Tirmizî, “Menâkıb”, 31) hadisi dikkate alınırsa bütün Müslümanlar arasında bu sevginin varlığını ve kökleşmiş olmasını normal karşılamak gerekir. Burada önem taşıyan husus bu ortak anlayışın daha sık hatırlanması, Ehl-i beyt sevgisinin Allah ve peygamber sevgisinin bir uzantısı olduğunun bilinmesidir. Şunu unutmamak gerekir ki EHl-i beyt, faziletini Resulullah’a sadece kan bağı ile yakın olmasından almamaktadır. Her birinin hayatına dair verilen bilgiler, onların Hz. Muhammed’in getirdiği ilahî mesajlara iliklerine kadar bağlı olduğunu, imanda, ilimde, takvada ve ahlakta zirve şahsiyetler olduğunu göstermektedir. Sonuç olarak, gerek ülkemizde yaşayan gerekse İslam dünyasındaki kesimler diğer ortaklıkların yanında, Ehl-i beyt sevgisiyle ilgili olarak da ortak noktaları daha sık hatırlamalı, birbirleriyle dostluk ve dayanışmayı daha derinden gerçekleştirmelidirler. Ve hiç şüphesiz yorum farklılıklarını karşılıklı olarak anlamaya çalışmalı ve saygı göstermelidirler. Bu ne kadar güçlü biçimde gerçekleşirse o oranda sosyal dayanışma ve dostluk güçlenecek hem bireysel olarak hem de toplumsal olarak huzura aralanan pencereler artacaktır. 6 Hakkaniyet ve Fazilet Abidesi: Hz. Hüseyin Yüce Yaratıcı tarafından özel olarak yaratılıp gerekli donanıma sahip kılınarak Kendisine ibadet etmek üzere bu hayata gönderilen her insanın önüne; hayır-şer, iyilik-kötülük, hakkaniyet-haksızlık, adalet-zulüm gibi iki şık konulmuş, birincilerin tercih olunması, ikincilerden de uzak kalınması istenmiştir. İnsanlık tarihi ve bunun bir parçası olan İslam tarihi iyiliklerle kötülüklerin mücadelesi olarak akıp gelmiştir. Bu mücadele, tabii olarak, iyiliğe yönelenlerle kötülüğü tercih edenlerin açığa çıkmasına yol açmış; tarihin her döneminde iyilerden zirve yapanlar çıktığı gibi kötülerden dibe vuranlar da çıkmıştır. İşte Hz. Hüseyin hakkaniyette zirveye ulaşan abide şahsiyetlerden birisidir. Çünkü o kişiliğinin temellerinin atıldığı altı yaşına kadar dedesi Muhammed Mustafa tarafından terbiye edilmiş, onun vefatından sonra Peygamber kızı Fatıma’nın anneliği ve damad-ı Nebi Hz. Ali’nin babalığında yetişmesini devam ettirmiştir. Şehit edildiği 54 veya 55 yaşına kadar bütün bir ömrünü, Allah’ın dedesi vasıtasıyla insanlara gönderdiği mesajlara dayalı olarak geçirmiştir. Daha açık bir ifadeyle Hz. Hüseyin sadece kanı ile değil, bütün bir yaşamıyla hakkaniyet ve fazilette örnek olmuştur. Onun Kerbela’da acımasızca şehit edilişi, kimi zaman düşüncelerin sadece Kerbela dramına odaklanmasına yol açmış, onun kutlu hayatı ve faziletleri göz ardı edilmiştir. Kronolojik hayatı bakımından Hz. Hüseyin 10 Ocak 626 yılında Medine’de dünyaya gelmiş, ismi dedesi Hz. Muhammed tarafından “güzelcik” anlamında Hüseyin olarak konulmuştur. Doğumunun yedinci gününde yine dedesinin emriyle akika kurbanı kesilmiş, saçları kırpılarak ağırlığınca gümüş yoksullara sadaka olarak dağıtılmıştır. Dört yaşlarında iken, Hz. Peygamber Necran Hıristiyanlarıyla yaptığı ahitleşmeye diğer yakınları yanında onu da götürmüştür. Yine Ehl-i beyt ile ilgili olarak Ahzab suresinin 33. ayeti nazil olduğunda örtünün altına onu da almış ve dua etmiştir. Altı yaşına kadar Resul-i Ekrem’i yakından tanıyan Hüseyin kimi zaman secdede iken onun boynuna binmiş, kimi zaman ağabeyi Hasan ile birlikte onunla oyun oynamıştır. Altı yaşlarına gelince biricik dedesini kaybetmiş olan Hüseyin, annesi Fatıma ile babası Ali’in yürüttüğü kutlu evde, çocukluğunun bütün 7 safiyeti içinde İslam’ın inanç, ibadet ve ahlak güzelliklerini ruh dünyasının derinliklerine sindirmiştir. Birinci ve ikinci halife döneminde çocukluk ve delikanlılık dönemini yaşamış, üçüncü halife döneminde 650 yılında gerçekleşen Taberistan seferine katılmıştır. Hz. Osman’ın hilafetinin sonlarına doğru evi kuşatıldığında, babasının talimatı çerçevesinde ağabeyi ile birlikte halifeyi koruyanlar arasında yer almıştır. Babası hilafete geçtiğinde otuz yaşlarında olan Hüseyin, babası ile birlikte hareket edip Cemel, Sıffin ve Nehrevan olaylarında bulunmuştur. Babası Hz. Ali 661 yılında bir Haricî tarafından şehit edilip Kufeliler büyük oğlu Hasan’ın etrafında toplandığında, Hz. Hüseyin de ağabeyinin yanında yer almıştır. Hz. Hasan’ın İslam toplumunda daha fazla kan dökülmemesi için Muaviye ile anlaşıp hilafetten çekilmesinin ardından Medine’ye intikal etmiştir. 670 yılında ağabeyi Hasan zehirlenerek şehit edildiğinde çok üzülmüş ancak sesini çıkarmamıştır. Hz. Hüseyin bundan sonra hayatını, kaynakların verdiği bilgilere göre, genellikle Medine’de geçirmiş, her yıl hacca gitmiş, siyasi faaliyetlerden uzak kalmış, kendisini ilim ve ibadete vermiştir. Muaviye’nin 680 tarihinde ölümünden sonra oğlu Yezid, Emevi devletinin başına geçmiş ve Medine valisine gönderdiği yazılarla en büyük rakibi olarak gördüğü Hz. Hüseyin’in biatını almasını istemiştir. Durumun kritik bir seyir takip ettiğini gören Hz. Hüseyin Medine’den ayrılarak Mekke’ye gelmiştir. Bu esnada Kufelilerden, şehre gelip başlarına geçmesi için ısrarlı mektuplar almıştır. Bunun üzerine Hz. Hüseyin yerinde incelemeler yapmak ve durumu kendisine iletmek etmek üzere amcasının oğlu Müslim b. Akil’i Kûfe’ye göndermiştir. Müslim Kûfe’ye girdiğinde büyük bir ilgiyle karşılanmış ve Hz. Hüseyin adına binlerce kişiden biat almıştır. Ardından Hz. Hüseyin'e mektup yazarak Kufe'de lehine olan havayı tasvir eden bir mektup göndermiştir. Kûfe’de bu gelişmeler olurken siyasi hakimiyetini pekiştirmeye çalışan Yezid, burada aleyhine meydana gelen gelişmelerden haberdar olmuş, Kufe valisini görevden alıp yerine sertliği ile tanınan Ubeydullah bin Ziyad’ı tayin edip ondan bir an önce duruma el koymasını istemiştir. Vali İbn Ziyâd göreve gelir gelmez Müslim’i yakalatıp öldürtmüş, ardından da Hüseyin adına Müslim’e biat edenleri ağır bir şekilde cezalandırıp dağıtmıştır. 8 Kufe’deki bu yeni gelişmelerden ve Müslim’in öldürüldüğünden haberi olmayan Hz. Hüseyin, hazırlıklarını tamamlamış ve yakınlarını yanına alarak küçük bir birlikle yola çıkmıştır. Yolda bilahare Müslim’in öldürüldüğünü öğrenen Hz. Hüseyin beraberinde bulunanlarla istişare ederek durum değerlendirmesi yapmış, isteyenlerin dönebileceğini söylemiş, özellikle Müslim'in çocuklarının da ısrarıyla geriye dönmeyip, sefere devam kararı almıştır. Bu arada vali İbn Ziyad, Ömer bin Sa’d komutasında bir birlik hazırlatarak Hz. Hüseyin'in üzerine göndermiştir. Bu birlik Kerbelâ’da Hz. Hüseyin ve adamlarını kuşatmış, su almalarını engellemiştir. Yapılan görüşmelerde Hüseyin; Medine’ye geri dönmek, Şam’a giderek Yezid’le görüşmek yahut serhatlarda fetihlerle meşgul olmak gibi seçenekler sunmuşsa da Yezid’e biat etmesinde ısrar edilmiş, onun bunu reddetmesi üzerine de etrafındaki 70 kadar askeri ile hicri 10 Muharrem 61, miladi olarak 10 Ekim 680 yılında şehit olmuştur. Kerbela olayı yüzyıllarca kapanmayan yara olarak devam etmiş, sınırlı sayıdaki kesimler hariç bütün Müslümanlar Hz. Hüseyin’in yanında yer alıp Yezid ve ordusunu takbih etmiştir. Tarihsel süreç içinde bazı kesimler Kerbela olayını kurumsal mateme dönüştürmüş, çoğunluk ise başta babası Hz. Ali ve ağabeyi Hz. Hasan olmak üzere şehit edilen nice insanlar olduğunu, bunlara kendisinin de matem tutmadığını, esasen Kur’an ve sünnette matem tutmayı teşvik eden bir hüküm bulunmadığını düşünerek hareket etmişlerdir. Kerbela dramını kim nasıl anarsa ansın, şunda hiç şüphe yoktur ki Hz. Hüseyin gerek Peygamberin muazzez torunu olması gerek haksız yere şehit edilmesi gerekse de bütün bir hayatı boyunca İslam’ın iman, ihlas ve ahlakına dayalı erdemli bir hayat yaşaması sebebiyle -Harici zihniyetli küçük muhit dışında- bütün Müslümanların ortak sevgilisi olmuştur. Ülkemizde Sünni, Alevi-Bektaşi, Caferi tüm vatandaşlarımız çocuklarına onun ismini vererek, ona olan sevgilerini somut biçimde göstermiştir. Bugünün insanına düşen, hangi toplumsal yapıya mensup olursa olsun, Hz. Hüseyin’i sadece Kerbela’da akıttığı kanı ile değil, bütün hayatını üzerine kurduğu iman ve ahlakıyla tanıyıp yâd etmesi, uğruna canını verdiği değerleri hatırlaması, onun şefaatine nail olmayı niyaz etmesidir. Yine bugünün insanı Kerbela olayını sağlıklı şekilde değerlendirmeli, yeni acıların yaşanmaması için güçlü bir bilinç kazanmalı, farklılıklar etrafında değil ortak değerler etrafında kenetlenip geleceğe yürümelidir. 9