Ehl-i beyt - WikiLeaks

advertisement
(Editöre not: Yazı her başlık bir gün olmak üzere üç günlük olarak hazırlanmıştır)
Toplumsal Dayanışma ve Dostluk Düzleminde
MUHARREM AYI, EHL-İ BEYT VE HZ. HÜSEYİN
Doç. Dr. İlyas Üzüm
İnsanların birey olarak huzurlu olabilmesi toplumsal dostluk ve
dayanışmanın gerçekleşmesi ile yakından ilişkilidir. Birbirleri hakkında
önyargılı olan veya birbirlerine karşı olumsuz düşünceler besleyen
kesimlerinin söz konusu olduğu sosyal yapılarda, bireysel huzurdan
bahsetmek güçtür. Başka bir ifadeyle, bireyin kendi dünyasında huzurlu
olabilmesi, içinde yaşadığı ve bir parçasını teşkil ettiği toplumun huzurlu
olmasına bağlıdır.
Bu bakımdan her birey, kendisini düşündüğü kadar toplumu
düşünmek, kendi huzuru için çalıştığı kadar toplumsal huzur için çalışmak
durumundadır. Bunun için en küçük toplumsal birim olan aileden, bütün
bir insanlık alemine kadar her kademede dostluk ve dayanışmanın
gerçekleşmesini önemsemek, sorumluluk duymak ve elden gelen katkıyı
yapmaya çalışmak gerekir.
Toplumsal dayanışma ve dostluk bireylerin ya da sosyal yapıların
aynı renk, aynı anlayış yahut aynı dünya görüşüne sahip olmaları demek
değildir. Bu mümkün de değildir aslında. Her toplum etnik yapı, inanç,
anlayış ve kültür yönünden çeşitliliklerle doludur. Dayanışma ve dostluk
çeşitliliklerin birbirlerini doğru tanımaları, birbirlerine saygı göstermeleri,
birbirleriyle olumlu ilişkiler içinde bulunmaları ve aralarındaki ortak
yönlerini öne çıkarmaları ile mümkündür. Bu sayede toplum ortak
duyguların, ortak kaygıların, ortak sevinçlerin söz konusu olduğu organik
bir bütünlüğe ulaşır. Herkes kendisi olarak, fakat başkalarını anlayarak ve
saygı göstererek yaşar, böylece sosyal barış kalıcı unsurlarıyla birlikte
gerçekleşmiş olur. Gerçekleşen bu barış, karşılıklı iyi ilişkilerle dayanışma
ve dostluğa dönüşür.
Bu bağlamda gerek ülkemizde gerek İslam dünyasında toplumsal
barışa katkı yapmak üzere, detayda bazı farklılıklar olmakla birlikte,
bütün kesimler arasında geniş bir ortak paydayı teşkil eden Muharrem
ayı, ehli-i beyt ve Hz. Hüseyin hakkında bilgilerimizi tazeleyip
güncelleştirmekte önemli yararlar bulunduğu açıktır.
1
Allah’ın Ayı: Muharrem
Muharrem kameri takviminin ilk ayıdır. Hz. Peygamber bir
hadisinde, saldırıya uğrama durumu hariç, savaşın haram olduğu ayları
sayarken, bunlar arasında Muharrem ayını da zikretmiştir (Buharî,
“Megâzî”, 77). Kur’anı Kerimde haram aylara saygı gösterilmesini
emreden ayetle (Bakara 2/194) bu aya işaret edilmiştir. Ayrıca başka bir
ayette “Şüphesiz Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah
katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır…” (Tevbe
9/36) buyrularak yine haram aylardan birisi olması bakımından
Muharrem ayında işarette bulunulmuştur.
Öte yandan Hz. Peygamber’in kendisine, “Allah’ım Kur’an’ı Kerimi
ve yorumunu öğret” diye dua ettiği İbn Abbâs, Kur’an’ın 89. suresini
teşkil eden Fecr suresinde ant içilen fecr ile Muharrem ayının, aynı
surede yemin edilen “on gece” ile de bu ayın ilk on gününün kast
edildiğini beyan etmiştir (Taberî, Câmiü’l-beyân, XXX, 107).
Hz. Peygamber’in hadislerinde ise gerek Muharrem ayı gerekse bu
ayın onuncu gününe karşılık gelen “aşura” ile ilgili birçok rivayet yer
almıştır. Bunlardan birisinde Resul-i Ekrem, Muharremi “Allah’ın ayı”
olarak nitelendirmiş, Ramazandan sonra en faziletli orucun bu ayda
tutulan oruç olduğunu ifade etmiştir (Müslim, “Sıyam”, 202-103).
Zamanın her dilimi, ayların her biri Allah’a ait olduğu halde Resulullah’ın
bu ayı Allah’a izafe ederek anması, bu ayın faziletini ifade etmeye yeter
niteliktedir.
Muharrem ayının onuncu günü ifade eden aşura ile ilgili olarak ise
hadis kaynaklarında çok sayıda rivayet bulunmaktadır. Bunlardan birisi
şöyledir: “Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettiğinde Yahudilerin bu
günde oruç tuttuğunu görmüş, sebebini sorduğunda kendisine, “Bu
büyük bir gündür, Allah bu günde Musa’yı ve İsrail oğullarını
düşmanlarından kurtarmış, Musa da bu vesileyle bu günde oruç
tutmuştur” cevabı verilmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber “Ben
Musa’ya sizden daha yakınım” buyurmuş, hem kendisi oruç tutmuş hem
de müminlere oruç tutmalarını emretmiştir (Buharî, “Savm”, 69).
İslam bilginlerine göre Ramazan orucu farz kılınıncaya kadar
Müslümanlar bugünde oruç tutmuşlar, bu orucun farz kılınmasından
sonra insanlar serbest bırakılmıştır. Ancak yine Hz. Peygamber’in
beyanları çerçevesinde, Yahudilere muhalefet edilerek aşura ve bir gün
öncesinde, yani Muharremin dokuz ve onunda yahut aşura ve bir gün
2
sonrasında, yani Muharremin on ve on birinde, yahut da öncesi ve
sonrasıyla yani Muharremin dokuz, on ve on birinde üç gün oruç
tutmanın sünnet veya müstehab olduğu belirtilmiştir (M. Kamil
Yaşaroğlu, “Muharrem”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XXXI, 5).
Başka bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “Bir kimse Hz. Peygamber’e
gelip, “Ramazan’dan sonra ne zaman oruç tutmamı tavsiye edersiniz?”
diye sormuş, bunun üzerine Peygamber, “Muharrem ayında oruç tut
Çünkü o, Allah’ın ayıdır Onda öyle bir gün vardır ki, Allah o günde bir
topluluğun tövbesini kabul etmiştir ve O dilerse aynı günde başka bir
toplumu da bağışlar” (Tirmizî, “Savm” 40).
Diğer bir hadiste ise şöyle buyrulmuştur: “Ramazan orucundan
sonra en faziletli oruç Muharremde tutulan oruç, farz namazlardan sonra
en faziletli namaz ise geceleyin kılınan namazdır” (Müslim, “Sıyâm”, 202).
Bu hadisler çerçevesinde ülkemizde Ehl-i sünnet insanlarımızdan
nafile ibadetlere düşkün olanlar Muharrem ayında iki veya çoğunlukla üç
gün oruç tutmaktadırlar.
Diğer taraftan Alevi ve Bektaşi vatandaşlarımız, ocaklara ve yörelere
göre bazı küçük farklılıklar bulunmakla birlikte, Muharrem ayında on gün
veya on iki gün oruç tutmaktadırlar. Bu oruç her ne kadar “matem
orucu”, “yas u matem orucu”, “on iki imamlar aşkına muharrem orucu”
gibi isimlerle anılırsa da temelde Allah için yapılan bir ibadet olduğunda
şüphe yoktur. İslam kaynaklarında Muharrem ayında on gün oruç
tutmanın müstehap yani sevaplı bir ibadet olduğu açıkça yer almaktadır
(mesela bk. Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-din, Kahire 1356, III, 43).
Görüldüğü gibi Muharrem ayı hem Ehl-i sünnet hem Alevi ve
Bektaşi toplumu için kutsal aylardan birisidir. İster üç gün, ister on gün
veya on iki gün oruç tutulsun, bunun Allah nezdinde kıymetli bir ibadet
olduğu muhakkaktır.
İki kesim arasında aşura günü ile ilgili ortak anlayışlardan birisi de
bugünü aynı zamanda geçmiş on peygamberin kurtuluşu ile
ilişkilendirmektir. Söz gelimi, Hz. Adem’in tövbesinin kabulü, Hz. Nuh’un
gemisinin karaya çıkması, Hz. Musa’nın Firavn’ın zulmünden kurtulması
aşura günü gerçekleşmiştir (bk. Aynî, Umdetü’l-kârî, V, 346; Derviş Tur,
Erkânname, İstanbul 2002, 184-185). Bunlardan Hz. Musa’nın kurtuluşu
ile ilgili olan ve Yahudilerce dile getirilen ancak Hz. Peygamber tarafından
yalanlanmayan rivayet (Buhari, “Savm”, 69) hariç, diğerlerinin
doğrulanma veya yanlışlanma imkanı yoktur. Fakat bu anlayışın
3
kültürlere intikal etmesi ve bugüne kadar kuşaktan kuşağa aktarılarak
devam etmesi dikkate değerdir.
Aynı şekilde bu olaylar bağlamında, Hz. Nuh’un inananlarla birlikte
tufandan kurtularak gemisinin karaya çıkması ve kalan yiyecekleri aşure
yapıp Allah’a şükretmeleri anısına kaynatılan aşura çorbası ya da tatlısı
da ortak kültürün somut bir başka tezahürüdür. İçinde en az on veya on
iki tür yiyecek bulunan bu tatlının Sünnilerde aşuraden sonra
Muharremin her hangi bir gününde, Alevi ve Bektaşi toplumunda ise
Muharremin on üçüncü gününden itibaren kaynatılarak dostluk ve
dayanışmayı pekiştirme adına dağıtılması bugün de aynı sıcaklık ve
samimiyet içinde devam ettirilmektedir.
Ehl-i beyt: Peygamber’in kutlu aile bireyleri
Temel inançlar bakımdan Allah’ın birliğine ve Hz. Muhammed’in
O’nun tarafından gönderilmiş peygamberi olduğuna iman etmeye
dayanan İslam dini, bütün mensuplarını bu inanç etrafında toplamıştır.
Başka bir ifadeyle Allah’a ve Hz. Muhammed’in peygamberliğine
inanmak bütün Müslümanların ortak inancıdır. Uluhiyet inancı ve
peygamber tasavvuru tarihi süreç içinde, detaylarda farklılıklar arz etmiş
olmakla birlikte, kendisini İslam dini ile ilişkilendiren her kesim bu iki
esasa gönülden iman etmiştir.
Yine bütün İslamî çevrelerde Hz. Muhammed’e olan sevgi ve bağlılık
onun aile bireylerini de içine almış, Ehl-i beyt en önemli ortak
anlayışlardan birisini teşkil etmiştir. Dinî referanslar göz önünde
bulundurularak bütün Müslümanlar onlara dua etmiş, onların isimlerini
çocuklarına ad olarak vermiş, onlara özel ilgi göstermiştir.
Genel çoğunluğun anlayışına göre Hz. Muhammed’in yönetim için
kendisinden sonra her hangi bir kimseye görev vermeyişi, ilk dönemlerde
meydana gelen siyasi ihtilaflar, bu ihtilaflarda ehl-i beyt mensubu olan
Hz. Ali ve çocuklarının durumları “ehl-i beyt” tabirinin süreç içinde farklı
yorumlara konu olmasına yol açmıştır. Detaydaki bu farklılıklar ne olursa
olsun, temelde, ülkemizde mensubu bulunmayan tali gruplar hariç her
kesim Peygamber ailesine candan muhabbet beslemiştir.
Esasen, sözlükte “ev halkı” demek olan Ehl-i beyt bir terim olarak
Hz. Muhammed’in aile bireyleri anlamına gelmektedir. Bu ifade Kur'ân-ı
Kerîm'de " üç ayet geçmekte olup bunların birinde Hz. İbrahim'in hanımı
(Hûd 11/73), birinde Hz. Musa'nın annesi (el-Kasas 28/12) kast
4
edilmekte, birinde Hz. Peygamber'in (el-Ahzâb 33/33) Ehl-i beyt'i
anılmaktadır.
Hz. Peygamber'in Ehl-i beyt'inden söz eden ayette şöyle
buyrulmaktadır: “Ey Peygamberin ehl-i beyti! Allah sizden her türlü
olumsuzluğu gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor” (Ahzab 33/33). Bu
ayetin nüzulü ile ilgili olarak nakledilen bir rivayette, Resul-i Ekrem bir
gün torunu Hasan ve Hüseyin ile kızı Fatıma ve damadı Hz. Ali’yi bir örtü
altına alıp bu ayeti okuduğu ve Allah’a dua ettiği bildirilmiştir ((Tirmizî,
"Menâkıb", 31).
Diğer taraftan Kur’an-ı Kerim’in şu ayeti de Ehl-i beytle
ilişkilendirilmiştir: “Ey peygamber de ki: “Ben yaptığım tebliğ görevine
karşılık sizden, yakınlıkta sevgiden başka bir ücret istemiyorum. Kim
güzel bir iş yaparsa, onun iyiliğini artırırız. Şüphesiz Allah, çok
bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir” (Şura 42/23). Bazı alimler bu
ayetteki “yakınlıkta sevgiden başka bir karşılık istemiyorum” ibaresinin
“yakınlarıma sevgiden başka bir şey istemiyorum” anlamına geldiğini
belirterek (Taberî, XXI, 528) Ehl-i beyte sevgi beslemenin ilahî bir emir
olduğunu ifade etmişlerdir.
Ehl-i beyt ile ilgili meşhur rivayetlerden birisi “sakaleyn” hadisidir.
Zeyd b. Erkâm şöyle nakletmiştir: “Bir gün, Mekke ile Medine arasında
Humm denilen yerdeki suyun yanında Rasulullah aramızda hitap etmek
üzere kalktı ve Allah’a hamd ve senada bulundu, nasihat edip sonra da
şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Dikkat edin! Ben de bir beşerim, Rabbimin
elçisinin gelmesi ve benim de icabet edeceğim vakit yaklaşıyor. Ve ben
size iki ağır şey (sakaleyn) bırakıyorum. Onlardan ilki Allah’ın kitabıdır ki,
onda hidayet ve nur vardır. Allah’ın kitabını alın ve ona sımsıkı sarılın. Bu
konuda hata eden dalalete düşer.” Böylece Hz. Peygamber insanları
Allah’ına kitabına sarılmaya teşvik etti. Sonra da şöyle buyurdu: “Ve
(ikinci olarak) ehl-i beytim; ehl-i beytim konusunda size Allah’ı
hatırlatıyorum, ehl-i beytim konusunda size Allah’ı hatırlatıyorum, ehl-i
beytim konusunda size Allah’ı hatırlatıyorum.” Bunun üzerine bir sahabi,
Zeyd’e “Peygamber’in ehl-i beyt’i kimdir, onun hanımları da ehl-i
beyt’ten değil midir, diye sordu. Zeyd de, “Peygamber’in hanımları da
ehl-i beyt’indendir, fakat onun asıl ehl-i beyt’i, kendisinden sonra sadaka
kendilerine haram kılınan kimselerdir” buyurdu. Sahabî de, “onlar
kimlerdir”, diye sordu. Zeyd, “onlar; Ali’nin aile fertleri, Akîl’in aile
fertleri, Ca’fer’in aile fertleri ve Abbas’ın aile fertleridir” diye cevap verdi.
Sahabînin “bunların hepsi kendilerine sadaka almaları haram kılınmış
5
olanlar mıdır?” diye sorduğunda Zeyd “evet” diye cevap verdi (Müslim,
“Fedâilü’s-sahâbe”, 4).
Bazı İslamî muhitler Ehl-i beytle ilgili ayetin nüzulünü anlatan
rivayetlerden yola çıkarak Ehl-i beyti Hz. Peygamber, Hz. Fatıma, Hz. Ali,
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin olarak beş kişi ile sınırlarken, bazı muhitler de
diğer rivayetlerden hareket ederek bunun kapsamı genişletmişlerdir. Bu
konudaki tartışmalar ne olursa olsun sonuçta adı geçen beş kişinin ehl-i
beytten olduğunda hiçbir ihtilaf, hiçbir farklı anlayış bulunmamaktadır.
Ülkemizin dinî gerçekliği açısından ifade etmek gerekirse, denilebilir
ki Sünnisi, Alevisi, Caferisi, Nusayrisi ile bütün kesimler temelde Ehl-i
beyti sevip saymakta ve şefaatlerini ummak üzere onları dualarına
katmaktadır.
Esasen Hz. Peygamber’in; "Allah’ı size nimetler verdiği için sevin.
Allah'ı sevdiğiniz için de beni sevin. Beni sevdiğiniz için de ehli beytimi
sevin" (Tirmizî, “Menâkıb”, 31) hadisi dikkate alınırsa bütün Müslümanlar
arasında bu sevginin varlığını ve kökleşmiş olmasını normal karşılamak
gerekir.
Burada önem taşıyan husus bu ortak anlayışın daha sık
hatırlanması, Ehl-i beyt sevgisinin Allah ve peygamber sevgisinin bir
uzantısı olduğunun bilinmesidir.
Şunu unutmamak gerekir ki EHl-i beyt, faziletini Resulullah’a sadece
kan bağı ile yakın olmasından almamaktadır. Her birinin hayatına dair
verilen bilgiler, onların Hz. Muhammed’in getirdiği ilahî mesajlara
iliklerine kadar bağlı olduğunu, imanda, ilimde, takvada ve ahlakta zirve
şahsiyetler olduğunu göstermektedir.
Sonuç olarak, gerek ülkemizde yaşayan gerekse İslam dünyasındaki
kesimler diğer ortaklıkların yanında, Ehl-i beyt sevgisiyle ilgili olarak da
ortak noktaları daha sık hatırlamalı, birbirleriyle dostluk ve dayanışmayı
daha derinden gerçekleştirmelidirler. Ve hiç şüphesiz yorum farklılıklarını
karşılıklı olarak anlamaya çalışmalı ve saygı göstermelidirler. Bu ne kadar
güçlü biçimde gerçekleşirse o oranda sosyal dayanışma ve dostluk
güçlenecek hem bireysel olarak hem de toplumsal olarak huzura
aralanan pencereler artacaktır.
6
Hakkaniyet ve Fazilet Abidesi: Hz. Hüseyin
Yüce Yaratıcı tarafından özel olarak yaratılıp gerekli donanıma sahip
kılınarak Kendisine ibadet etmek üzere bu hayata gönderilen her insanın
önüne; hayır-şer, iyilik-kötülük, hakkaniyet-haksızlık, adalet-zulüm gibi iki
şık konulmuş, birincilerin tercih olunması, ikincilerden de uzak kalınması
istenmiştir.
İnsanlık tarihi ve bunun bir parçası olan İslam tarihi iyiliklerle
kötülüklerin mücadelesi olarak akıp gelmiştir. Bu mücadele, tabii olarak,
iyiliğe yönelenlerle kötülüğü tercih edenlerin açığa çıkmasına yol açmış;
tarihin her döneminde iyilerden zirve yapanlar çıktığı gibi kötülerden
dibe vuranlar da çıkmıştır.
İşte Hz. Hüseyin hakkaniyette zirveye ulaşan abide şahsiyetlerden
birisidir. Çünkü o kişiliğinin temellerinin atıldığı altı yaşına kadar dedesi
Muhammed Mustafa tarafından terbiye edilmiş, onun vefatından sonra
Peygamber kızı Fatıma’nın anneliği ve damad-ı Nebi Hz. Ali’nin
babalığında yetişmesini devam ettirmiştir. Şehit edildiği 54 veya 55
yaşına kadar bütün bir ömrünü, Allah’ın dedesi vasıtasıyla insanlara
gönderdiği mesajlara dayalı olarak geçirmiştir.
Daha açık bir ifadeyle Hz. Hüseyin sadece kanı ile değil, bütün bir
yaşamıyla hakkaniyet ve fazilette örnek olmuştur. Onun Kerbela’da
acımasızca şehit edilişi, kimi zaman düşüncelerin sadece Kerbela dramına
odaklanmasına yol açmış, onun kutlu hayatı ve faziletleri göz ardı
edilmiştir.
Kronolojik hayatı bakımından Hz. Hüseyin 10 Ocak 626 yılında
Medine’de dünyaya gelmiş, ismi dedesi Hz. Muhammed tarafından
“güzelcik” anlamında Hüseyin olarak konulmuştur. Doğumunun yedinci
gününde yine dedesinin emriyle akika kurbanı kesilmiş, saçları kırpılarak
ağırlığınca gümüş yoksullara sadaka olarak dağıtılmıştır.
Dört yaşlarında iken, Hz. Peygamber Necran Hıristiyanlarıyla yaptığı
ahitleşmeye diğer yakınları yanında onu da götürmüştür. Yine Ehl-i beyt
ile ilgili olarak Ahzab suresinin 33. ayeti nazil olduğunda örtünün altına
onu da almış ve dua etmiştir. Altı yaşına kadar Resul-i Ekrem’i yakından
tanıyan Hüseyin kimi zaman secdede iken onun boynuna binmiş, kimi
zaman ağabeyi Hasan ile birlikte onunla oyun oynamıştır.
Altı yaşlarına gelince biricik dedesini kaybetmiş olan Hüseyin, annesi
Fatıma ile babası Ali’in yürüttüğü kutlu evde, çocukluğunun bütün
7
safiyeti içinde İslam’ın inanç, ibadet ve ahlak güzelliklerini ruh dünyasının
derinliklerine sindirmiştir. Birinci ve ikinci halife döneminde çocukluk ve
delikanlılık dönemini yaşamış, üçüncü halife döneminde 650 yılında
gerçekleşen Taberistan seferine katılmıştır. Hz. Osman’ın hilafetinin
sonlarına doğru evi kuşatıldığında, babasının talimatı çerçevesinde
ağabeyi ile birlikte halifeyi koruyanlar arasında yer almıştır. Babası
hilafete geçtiğinde otuz yaşlarında olan Hüseyin, babası ile birlikte
hareket edip Cemel, Sıffin ve Nehrevan olaylarında bulunmuştur.
Babası Hz. Ali 661 yılında bir Haricî tarafından şehit edilip Kufeliler
büyük oğlu Hasan’ın etrafında toplandığında, Hz. Hüseyin de ağabeyinin
yanında yer almıştır. Hz. Hasan’ın İslam toplumunda daha fazla kan
dökülmemesi için Muaviye ile anlaşıp hilafetten çekilmesinin ardından
Medine’ye intikal etmiştir. 670 yılında ağabeyi Hasan zehirlenerek şehit
edildiğinde çok üzülmüş ancak sesini çıkarmamıştır.
Hz. Hüseyin bundan sonra hayatını, kaynakların verdiği bilgilere
göre, genellikle Medine’de geçirmiş, her yıl hacca gitmiş, siyasi
faaliyetlerden uzak kalmış, kendisini ilim ve ibadete vermiştir.
Muaviye’nin 680 tarihinde ölümünden sonra oğlu Yezid, Emevi
devletinin başına geçmiş ve Medine valisine gönderdiği yazılarla en
büyük rakibi olarak gördüğü Hz. Hüseyin’in biatını almasını istemiştir.
Durumun kritik bir seyir takip ettiğini gören Hz. Hüseyin Medine’den
ayrılarak Mekke’ye gelmiştir. Bu esnada Kufelilerden, şehre gelip
başlarına geçmesi için ısrarlı mektuplar almıştır.
Bunun üzerine Hz. Hüseyin yerinde incelemeler yapmak ve durumu
kendisine iletmek etmek üzere amcasının oğlu Müslim b. Akil’i Kûfe’ye
göndermiştir. Müslim Kûfe’ye girdiğinde büyük bir ilgiyle karşılanmış ve
Hz. Hüseyin adına binlerce kişiden biat almıştır. Ardından Hz. Hüseyin'e
mektup yazarak Kufe'de lehine olan havayı tasvir eden bir mektup
göndermiştir.
Kûfe’de bu gelişmeler olurken siyasi hakimiyetini pekiştirmeye
çalışan Yezid, burada aleyhine meydana gelen gelişmelerden haberdar
olmuş, Kufe valisini görevden alıp yerine sertliği ile tanınan Ubeydullah
bin Ziyad’ı tayin edip ondan bir an önce duruma el koymasını istemiştir.
Vali İbn Ziyâd göreve gelir gelmez Müslim’i yakalatıp öldürtmüş,
ardından da Hüseyin adına Müslim’e biat edenleri ağır bir şekilde
cezalandırıp dağıtmıştır.
8
Kufe’deki bu yeni gelişmelerden ve Müslim’in öldürüldüğünden
haberi olmayan Hz. Hüseyin, hazırlıklarını tamamlamış ve yakınlarını
yanına alarak küçük bir birlikle yola çıkmıştır. Yolda bilahare Müslim’in
öldürüldüğünü öğrenen Hz. Hüseyin beraberinde bulunanlarla istişare
ederek durum değerlendirmesi yapmış, isteyenlerin dönebileceğini
söylemiş, özellikle Müslim'in çocuklarının da ısrarıyla geriye dönmeyip,
sefere devam kararı almıştır.
Bu arada vali İbn Ziyad, Ömer bin Sa’d komutasında bir birlik
hazırlatarak Hz. Hüseyin'in üzerine göndermiştir. Bu birlik Kerbelâ’da Hz.
Hüseyin ve adamlarını kuşatmış, su almalarını engellemiştir. Yapılan
görüşmelerde Hüseyin; Medine’ye geri dönmek, Şam’a giderek Yezid’le
görüşmek yahut serhatlarda fetihlerle meşgul olmak gibi seçenekler
sunmuşsa da Yezid’e biat etmesinde ısrar edilmiş, onun bunu reddetmesi
üzerine de etrafındaki 70 kadar askeri ile hicri 10 Muharrem 61, miladi
olarak 10 Ekim 680 yılında şehit olmuştur.
Kerbela olayı yüzyıllarca kapanmayan yara olarak devam etmiş,
sınırlı sayıdaki kesimler hariç bütün Müslümanlar Hz. Hüseyin’in yanında
yer alıp Yezid ve ordusunu takbih etmiştir. Tarihsel süreç içinde bazı
kesimler Kerbela olayını kurumsal mateme dönüştürmüş, çoğunluk ise
başta babası Hz. Ali ve ağabeyi Hz. Hasan olmak üzere şehit edilen nice
insanlar olduğunu, bunlara kendisinin de matem tutmadığını, esasen
Kur’an ve sünnette matem tutmayı teşvik eden bir hüküm bulunmadığını
düşünerek hareket etmişlerdir.
Kerbela dramını kim nasıl anarsa ansın, şunda hiç şüphe yoktur ki
Hz. Hüseyin gerek Peygamberin muazzez torunu olması gerek haksız yere
şehit edilmesi gerekse de bütün bir hayatı boyunca İslam’ın iman, ihlas
ve ahlakına dayalı erdemli bir hayat yaşaması sebebiyle -Harici zihniyetli
küçük muhit dışında- bütün Müslümanların ortak sevgilisi olmuştur.
Ülkemizde Sünni, Alevi-Bektaşi, Caferi tüm vatandaşlarımız çocuklarına
onun ismini vererek, ona olan sevgilerini somut biçimde göstermiştir.
Bugünün insanına düşen, hangi toplumsal yapıya mensup olursa olsun,
Hz. Hüseyin’i sadece Kerbela’da akıttığı kanı ile değil, bütün hayatını
üzerine kurduğu iman ve ahlakıyla tanıyıp yâd etmesi, uğruna canını
verdiği değerleri hatırlaması, onun şefaatine nail olmayı niyaz etmesidir.
Yine bugünün insanı Kerbela olayını sağlıklı şekilde değerlendirmeli, yeni
acıların yaşanmaması için güçlü bir bilinç kazanmalı, farklılıklar etrafında
değil ortak değerler etrafında kenetlenip geleceğe yürümelidir.
9
Download