Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası TÜRKIYE CUMHURIYETI’NIN ORTA DOĞU POLITIKASI* İlter TÜRKMEN** Son zamanlarda Türkiye’nin dış politikasında Orta Doğu’nun en önemli odak noktası haline geldiğini söylemek yanlış olmaz. Kuşkusuz bunun bir nedeni, AKP Hükümeti’nin, iktidara geldiğinden beri, dış politikasının genel eğilimi çerçevesinde, bölgede ağırlıklı bir rol oynamak istemesidir. Fakat koşulların da Hükümeti bu yöne ister istemez sürüklediğini kabul etmek gerekir. Seçimleri kazanır kazanmaz, AKP, ABD’nin Irak’a müdahalesi sorunu ile karşılaştı. Bu müdahalenin yaratacağı istikrarsızlık ve hatta kaosun bilinci ile hareket ederek bir savaşı önlemek amacı ile Irak’a komşu ülkeler ile bir seri toplantının inisiyatifini aldı. Savaşın önlenemeyeceği anlaşılınca, Hükümet ABD’nin Türkiye üzerinden Kuzey Irak’ta da bir cephe açmasına razı oldu, fakat TBMM’nim muhalefeti ile karşılaştı. Amerikan askeri operasyonları bittikten sonra ise çelişkili bir davranışla koalisyon güçlerine katılacak bir kuvveti Irak’a göndermeye girişti, fakat bu girişim Iraklıların ve özellikle Kuzey Irak Kürtlerinin muhalefeti yüzünden akamete uğradı. Kürtlerin Irak’ta ABD’nin en yakın müttefik haline gelmesi ile Türk-Amerikan ilişkilerinde zaman zaman oldukça ciddi gerilimler ortaya çıktı. Özellikle savaştan önce Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı operasyonlara girişebilen Türkiye uzun süre bu imkândan mahrum kaldı. Bugün dahi, Orta Doğu’da Türkiye için en çetin problem Irak’ın geleceği sorunsalıdır. Irak’taki gelişmeler ve bunların yansımaları şüphesiz Türkiye’yi Orta Doğu diplomasisinde daha faal rol oynamaya teşvik eden başlıca unsurlardan bi* Bu makale daha önce BİLGESAM tarafından 2010 yılında aynı başlıkla Bilge Adamlar Kurulu Raporu olarak yayımlanmıştır. ** E. Bakan/Büyükelçi, BİLGESAM Bilge Adamlar Kurulu Üyesi 1 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye ridir. Bu kapsamda Türk diplomasisinin Irak’ta çeşitli dini ve siyasi gruplarla temaslar yürütmesi, daha sonra Lübnan’da benzer faaliyetlere girişmesi, Filistinliler ile yakın ilişkiler geliştirmesi bir bakıma “makro” diplomasinin “mikro diplomasi” ile desteklenmesinin başarılı bir örneğini oluşturmuştur. Biraz iddialı olmakla beraber bütün komşularla “sıfır sorun” kavramı da aslında yaratıcı bir kavram sayılmalıdır. AKP Hükümeti’nin Orta Doğu siyasetinin daha geniş bir tahlili bu incelemede ileriki başlıklarda yer alacaktır. Fakat daha önce, Cumhuriyetin kuruluşundan beri birbirini izleyen Hükümetlerin politikaları arasındaki devamlılık ve ayrışma unsurları üzerinde durmakta yarar vardır. Böyle bir yaklaşım AKP’den önce Türkiye’nin Orta Doğu’da nispeten pasif bir politika izlediği yolunda arada sırada duyulan söylemlerin ne derecede gerçeği yansıttığına da bir derecede ışık tutabilir. Atatürk ve İnönü Devri Kurtuluş Savaşını takiben bir yandan harap ve fakir ülkenin imar ve kalkındırılması diğer yandan da çağdaşlığa dayalı Cumhuriyet rejiminin yerleşmesi için hem ülkede hem de dış çevrede bir barış ve istikrar çemberinin yaratılması gerekiyordu. Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” vecizesi de bu gerekliğinin ifadesidir. Atatürk devrinde Türkiye’nin bugünkünden çok farklı bir Orta Doğu karşısında olduğu hatırlanmalıdır. Irak’ta İngiltere ve Suriye’de Fransa esas itibarı ile Türkiye’nin muhatapları idiler. Lozan Konferansı’nda çözümlenemeyen Musul ve Hatay meseleleri bu devletlerle müzakere edilecek konulardı. Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere arasında çarpışmaların durduğu 31 Ekim 1918’de İngiliz ordusu Musul’dan daha 100 kilometre uzaktaydı. Fakat İngiliz Kuvvetleri Mondros mütarekesini ihlâl ederek Musul’u işgal ettiler. Daha sonra Musul bölgesi Misakı Milli sınırlarına dahil edildi. Lozan Konferansı’nda ise ihtilâfın Türkiye ve İngiltere arasında çözümlenmesine çalışılacağı, bunda başarılı olunamazsa Milletler Cemiyeti’ne havale edileceği kararlaştırılmıştı. İstanbul’da 1924 Mayıs ve Haziran aylarında yapılan müzakerelerde İngiltere yalnızca Musul’un değil, Hakkâri vilayetinin bir kısmının da kendisine 2 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası verilmesinde ısrar edince mesele Milletler Cemiyeti’ne havale edildi. Milletler Cemiyeti’nin tayin ettiği bir komisyon mahalli halk arasında yaptığı bir anketin sonuçlarına dayanarak Musul bölgesinin Irak’ın bir parçası olmasını tavsiye etti ve bu tavsiye Milletler Cemiyeti Konseyi tarafından onaylandı. Türkiye 1926’da Konseyin tavsiyesini kabul etti ve Türkiye, İngiltere ve Irak arasında imzalanan bir antlaşma ile bugünkü sınır tanınmış oldu. Bu antlaşma ayrıca Irak’ın Musul petrol gelirlerinin %10’nunu 25 yıl süresince Türkiye’ye ödemesini öngörüyordu. Musul meselesi o tarihteki koşulların etkisi ile Türkiye’nin hedeflediği şekilde çözümlenememişti. Ancak konuya “a posteriori - zaman mesafesinden” bakınca, bugünkü Kuzey Irak Kürt bölgesini ve Kerkük’ü de kapsayan Musul bölgesinin Türkiye’ye bağlanmasının ciddi bazı sorunlara da yol açabileceğini göz önünde bulundurmak gerekir. Musul bölgesini Irak’a kaptırdığımız için ifade edilen üzüntünün başlıca nedeni bölgenin enerji kaynaklarıydı. Fakat enerji kaynakları mutlaka bir istikrar temeli oluşturmuyor. Bunun en güzel teyidini yine Irak’ın hazin kaderi teşkil etmiyor mu? Musul bölgesi Türkiye’nin bir parçası olmaya devam etseydi Kürt sorununun boyutları çok daha büyük olmayacak mıydı? Bölgenin enerji kaynakları yüzünden Kürtlere uluslararası destek daha fazla güç kazanmaz mıydı? Bu sorulara tabii bugün cevap vermek ve geçerli bir değerlendirme yapmak o kadar kolay değil. Ne var ki, o tarihte, Atatürk’ün Lozan’da elde edilen temel kazançları tehlikeye atmak istememesi rasyonel bir davranıştı. Şartların çok daha elverişli olduğu bir zamanda ise Atatürk Hatay’ın ilhakının zeminini en iyi şekilde hazırlamıştır. 31 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandığı zaman Antakya ve İskenderun’u içeren Sancak da Musul gibi henüz işgal edilmiş değildi, fakat Müttefikler askeri operasyonlarını durdurmamışlardı. İngilizler, işgal ettikleri Suriye’yi Fransızlara bırakınca onlara karşı bir Arap mukavemet cephesi ortaya çıktı, fakat bu hareketin kısa sürede çökmesi sonucunda Fransızlar Suriye’yi ve Sancak bölgesini işgal ettiler. Fransızlar yalnızca Sancak’ı işgal etmekle kalmamışlar, İngilizlerden Maraş, Antep ve Urfa’yı da devralmışlardı. Bu bölgede halkın mukavemeti şiddetli çarpışmalara dönüşünce Fransızlar Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile temas aradılar. Yapılan görüşmelerin sonunda varılan anlaşma ile Fransa Sevr Antlaşması hükümlerinden 3 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye vazgeçiyor ve Sancak bölgesi hariç Türkiye ile Suriye arasında Misak-ı Milli sınırlarını kabul ediyordu. Sancak için ise özel bir rejim ihdas edilmekteydi. Sancağın Türk ırkından olan sakinleri kültürlerinin gelişmesi için her türlü kolaylıktan yararlanacak ve Türk dili resmi dil sayılacaktı. 1936 yılında Suriye’nin bağımsızlığının tanınması için Fransa ile Suriyeliler arasında müzakereler başladı. Eylül 1936’da imzalanan anlaşma ile Fransa üç yıl içinde Suriye’nin bağımsızlığını tanımayı taahhüt ediyor ve Sancak üzerindeki yetkilerini ona devrediyordu. Türk Hükümeti ise Sancak’ın ayrı bir anlaşma ile Fransa’ya bağlı egemen bir birim haline getirilmesini talep etmekteydi. Bu istek kabul edilmeyince sorun Milletler Cemiyeti’ne götürüldü. Fransızların olumsuz tutumu Türkiye’de ve Sancak Türkleri arasında infial uyandırmaktaydı. Antakya’da cereyan eden olaylar birkaç soydaşın ölümüne neden olmuştu. Kasım 1936’daki TBMM’ni açış nutkunda Atatürk, İskenderun ve Antakya’nın geleceğinin Türk milletini meşgul eden başlıca mesele olduğunu vurguluyor ve bunun üzerinde ciddiyet ve azimle durulacağını ifade ediyordu. Milletler Cemiyeti Konseyi’ndeki müzakereler sonunda Sancak için bir statü hazırlandı. Bu statüye göre Sancak, Konsey’in garanti ve gözetimi altında içişlerinde tamamen bağımsız olacak ve dışişleri alanında Suriye’ye bağlı bulunacaktı. Gerek statünün gerek Sancak Anayasasının hazırlanması için bir Uzmanlar Komitesi kurulacaktı. Bu Komitenin raporu ve hazırladığı tasarıların Konsey’e sunulması ile beraber Türkiye ile Fransa, Sancak’ın toprak bütünlüğünü ve Türkiye-Suriye sınırını garanti eden bir anlaşmayı 29 Mayıs 1937’de imzaladılar. Akabinde de Konsey Statü ve Anayasa taslaklarını onayladı. Anayasa gereğince 40 kişilik bir Yasama Meclisi kurulacaktı. Türkiye-Fransa anlaşması ve Milletler cemiyetinin kararı Sancak meselesini kökünden çözümleyememişti. Suriye’de Arapların eylemleri ve Sancak’taki Fransız makamlarının zaman zaman Arapları kışkırtan davranışları 1937’nin yaz aylarında yeni gerginliklere yol açmaktaydı. Bu olaylar Sancağa ilişkin Statünün uygulanmasını ve Anayasaya göre yapılması gereken seçimleri geciktiriyordu. Milletler Cemiyeti’nin kurduğu Komisyon tarafından hazırlanan seçim sistemi ise Türkler aleyhine sonuç verecek nitelikte olduğundan, Türk 4 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası Hükümeti 1937 yılı sonunda yine Milletler Cemiyeti’ne başvurdu ve 1930 Türkiye-Fransa Anlaşması’nı feshetti. Ocak 1938’de Milletler Cemiyeti Türkiye’nin itiraz ettiği seçim yönetmeliğini gözden geçirecek bir komite kurdu. Komite Mart 1938’de gerekli düzeltmeleri tamamladı, fakat bu defa yeni seçim sistemi gereğince Sancak’taki listelerin hazırlanmasında anlaşmazlık çıktı ve yeniden olaylar cereyan etti. Bu nedenle Türkiye Fransa ile imzalanmış olan 29 Mayıs 1937 Garanti Antlaşması çerçevesinde Sancak’ta güvenlik ve asayişin korunması sorumluluğuna doğrudan katılmak istediğini Fransa’ya bildirdi. Kararlılığını vurgulamak için de sınıra 30,000 kişilik bir kuvvet yığdı. Bu sıralarda Avrupa basınında Atatürk’ün ağır hasta olduğu yolunda haberler yayımlanıyordu. Atatürk gerçekten hastaydı, fakat bunun bir zaaf unsuru olarak algılanmasını önlemek amacıyla 20 Mayıs 1938’de Mersin ve Adana’ya giderek askeri birlikleri teftiş etti ve büyük bir geçit resminde hazır bulundu. 1938 yılında Avrupa’da yeni bir genel savaşın yaklaştığını gösteren ve gittikçe çoğalan olaylar Fransa’yı Türkiye ile ilişkilerinde uzlaşma aramaya sevk ediyordu. Nitekim Atatürk Mersin ve Adana’dan döndükten sonra, Fransa Türkiye’nin Sancak’ın güvenliği sorumluluğuna katılmak talebine olumlu cevap verdi. 3 Temmuz 1938’de iki taraf 2400 kişilik takviyeli bir Türk alayının Sancak’a konuşlanması konusunda anlaştılar. Türk alayı 4 Temmuz’da Hatay’a intikal etti. Aynı gün Ankara’da imzalanan bir Dostluk Antlaşması ile Türkiye ve Fransa Sancak’ı ayrı ve bağımsız bir varlık olarak tanıyor ve onun bütünlüğünü teminat altına alan 29 Mayıs 1937 tarihli anlaşma hükümlerini yerine getireceklerini teyit ediyorlardı. Türk-Fransız Antlaşması’nın imzasını takiben Ağustos 1938’de yapılan seçimlerde Türkler Sancak Meclisinde 40 milletvekilliğinden 22’sini kazandılar, Aleviler 9, Ermeniler 5, Araplar 2 ve Grek Ortodokslar 2 milletvekilliği elde ediyorlardı. 12 Eylül’de toplanan Meclis Sancak’a Hatay adını verdi. Hatay’ın bağımsız bir devlet olmasından sonra Türkiye ile bir ittifak peşinde koşan Fransa, Ankara’nın ısrarı karşısında İttifak akdi ile Hatay sorununun nihai çözümünün bir arada yürütülmesine razı oldu. 23 Haziran 1939’da Hatay’ı 5 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Türkiye’nin sınırlarına dahil eden anlaşma imzandı ve bir süre sonra da Milletler Cemiyeti’ne tescil edildi. Hatay Meclisi ise, anlaşma daha yürürlüğe girmeden, 29 Haziran’da oy birliği ile Türkiye’ye katılmak kararını almıştı. Hatay’ın Türkiye’ye katılmasının Cumhuriyet’in en büyük başarılarından biri olduğu kuşkusuzdur. Zamanın lehimizde olan koşulları en iyi şekilde değerlendirilmiş, baskı ve uzlaşma politikaları arasındaki denge ustalıkla ayarlanmış, safha safha kademe sonuca doğru ilerlenmiştir. Ne yazık ki daha sonraki yıllarda, özellikle Kıbrıs meselesinde, vahim zamanlama hatalarının birbirini takip ettiğini gördük, hep “en iyi”nin peşinde koşarken “iyi”nin kaybedilebileceği takdir edilemedi. Sorunlar arasındaki etkileşim çok kere gözden kayboldu. Türkiye’nin Orta Doğu bölgesinde en büyük komşumuz olan İran ile ilişkileri her zaman büyük önem taşımıştır. Bu ilişkilerin 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşması’ndan beri sürekli istikrarlı bir zemine dayandığı sık sık ileri sürülür. Sınırın 1639’dan beri, daha sonra yapılan bazı ayarlamalar dışında, fazla değişmediği doğrudur. Fakat o tarihten sonra iki ülke arasında ihtilâflar ve çatışmalar eksik olmamıştır. 1720 yılında iki ülke arasında 20 yıl süren bir savaş patlak verdi. 1821-23 yılları asarında yine karşı karşıya gelen iki devlet Erzurum Antlaşması ile sınırı aynen muhafaza ettiler, fakat sınırın işaretlenmesi açık olmadığından anlaşmazlıklar ve ihlâller devam etti. 1847’de, yine Erzurum’da imzalanan bir antlaşma ile sınır bir kere daha teyit edildi, fakat nihai işaretlenmesi ancak 1914’te gerçekleşebildi. İstiklal Savaşı’ndan sonra İran ile ilişkilerde zor bir devreye girildi. İran’da dini eğilimli gruplar Atatürk reformlarına karşı tepki gösterdiler. Musul ihtilâfı ve Doğu Anadolu’daki 1925 isyanı sırasında İranlı aşiretler sık sık sınırı ihlâl ederek eylemlerde bulundular. Sınır boyunca çatışmalar Musul meselesi çözüldükten sonra dahi devam etti. 1926’da ise iki ülke arasında bir Güvenlik ve Dostluk Antlaşması akdedildi. Bu antlaşma ile taraflar aşiretlerin iki ülkenin de güvenliğini tehdit eden eylemlerine son vermeye yönelik önlemler almayı taahhüt ediyorlardı. Gerektiği takdirde ortak önlemlere de başvurulabilecekti. Antlaşma ayrıca Türkiye ile İran arasındaki dostluğun ebedi olduğunu vurguluyordu. Fa6 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası kat bu antlaşmalara rağmen sınır olayları sürüyordu. 1926’da imzalanan bir yeni antlaşma ile olayların daha iyi önlenebilmesi amacı ile Ağrı bölgesinde Türkiye’nin lehine bir hudut tashihi yapıldı. Aynı tarihte bir Uzlaşma, Yargı Yöntemi ve Hakemlik Antlaşması da akdedildi. 1932’de ise 1926 tarihli Güvenlik ve Dostluk Antlaşması güncelleştirildi. Bütün bu gelişmelerden sonradır ki, Türkiye ile İran arasındaki ilişkiler istikrarlı ve gerçekten dostane bir eksene oturtulabildi. O tarihlerde Türkiye-İran ilişkileri üzerinde çok olumlu etki yapan bir gelişme İran’da Kacar hanedanının bir askeri darbe ile 1925 yılında sona ermesi ve darbeyi yürüten Albay Rıza Pehlevi’nin kendisini Şah ilan etmesiydi. Pehlevi Atatürk’ün ve reformlarının büyük hayranıydı. 1934 yılında Türkiye’ye bir ay süren bir ziyarette bulundu. Atatürk devrinde Türk-Afgan ilişkileri de sürekli çok dostane olmuştur. Afganistan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetini ilk tanıyan ülkelerden biriydi. Bu tarihten sonra Türkiye Afgan Ordusu’nun eğitimine büyük katkı sağlamaya başladı. Irak ile ilişkiler Musul meselesinin çözümlenmesinden sonra genellikle dostane bir yönde gelişmeye başlamıştı. Irak Kralı 1931’de Türkiye’yi ilk ziyaret eden Arap lideri oldu. Bu ziyaret vesilesi ile Atatürk, Türkiye’nin bütün komşuları ile ve özellikle karşılıklı önemli ekonomik menfaatleri bulunan Irak ile ilişkileri güçlendirmeyi istediğinin altını çiziyordu. Ancak, o devirde Irak içeride siyasi istikrarı sağlamakta sıkıntı çekmekteydi. Irak oligarşisi İngiltere ile ittifaka taraftar olanlarla bu ittifaka karşı olanlar arasında ikiye bölünmüştü. İkinci gruba mensup olanlar arasında Mahmut Şevket Paşa’nın kardeşi Hikmet Süleyman da bulunuyordu. 1936’daki General Bekir Sıdkı’nın gerçekleştirdiği askeri darbe sonrasında Hikmet Süleyman başbakanlığa getirildi. Her iki lider Atatürk reformlarının hayranıydı fakat uzun süre iktidarda kalamadılar. Bekir Sıdkı 1937’de ordudaki rakiplerinden biri tarafından öldürüldü. 1930’lu yıllarda Irak ile İran arasında daha uzun yıllar devam edecek olan Şattül-Arap ihtilâfı patlak vermişti. İran, Irak daha Osmanlı Devleti’nin bir eyaleti iken 1913’te imzalanan İstanbul Protokolü’nün bu suyolunda saptadığı sınırın hakkaniyete uygun olmadığını, sınırın uluslararası hukuka uygun 7 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye olarak Thalweg hattını takip etmesi gerektiğini savunuyordu. İran ile Irak arasında İran’ın Iraklı Kürtlere sağladığı destek, Irak’taki Şii ve Sünniler arasındaki gerginlikler ve İranlıların Kerbela’yı ziyaretleri konularında da ihtilâflar mevcuttu. İran ile o tarihlerde bir antlaşma peşinde koşan Irak ise Türkiye’nin arabuluculuğunu talep ediyordu. 1937 tarihinde Türkiye’nin arabuluculuğu ile iki devlet bir sınır anlaşması imzaladılar. Bu engel aşıldıktan sonra Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında Sadabad Paktı’nın akdedilmesi imkân dahiline girdi. Temmuz 1937’de imzalanan bu Pakt ile dört ülke birbirlerinin içişlerine karışmamayı, sınırlarını ihlâl etmemeyi, ortak menfaatlerini ilgilendiren uluslararası konularda görüş teatisinde bulunmayı, topraklarında diğer akit devletlerin kurumlarını çökertmeye, kamu düzenini ve güvenliğini sarsmaya, mevcut siyasi rejimleri devirmeyi hedef alan eylemleri engellemeyi taahhüt ediyorlardı. Görüldüğü gibi Atatürk devrinin Orta Doğu politikası ile bugünkü Orta Doğu politikası arasındaki ortak noktalar çoktur. O zaman da komşularla sıfır sorun politikası güdülüyordu, fakat bu bir slogan şeklinde ifade edilmiyordu. O zaman da komşular arasındaki sorunlarda arabuluculuk yapılıyordu. Tabii Orta Doğu o tarihte bugünkü Orta Doğu değildi. Filistin meselesi ve onun yansımaları yoktu. Orta Doğu devletleri birçoğu değişik ölçülerde İngiltere’nin veya Fransa’nın nüfuzu altındaydılar. Her ülkede politik dengeler bugünkünden çok farklıydı. Diğer taraftan Türkiye’nin, daha sonra, hiçbir devirde bölgede Hatay ve Musul ihtilâfları gibi çetin sorunlarla karşılaşmadığını hatırlamak gerekir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya Kafkasya üzerinden Orta Doğu’ya sarkamadığı için bölgede Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren olumsuz bir gelişme olmadı. Yalnızca Irak’ta vuku bulan bir Hükümet darbesi savaşın bir yansımasını teşkil etti. 2 Nisan 1941’de iktidarı Mihver taraftarı olan Raşit Ali ele geçirdi, Naip Abdülilâh ve Başbakan Nuri Sait Paşa Bağdat’tan Musul’a kaçtılar, fakat İngilizler Irak’a takviye kuvvetleri gönderince darbeciler uzun süre mukavemet gösteremediler ve İran’a gittiler. İngiliz vesikalarına göre Raşit Ali isyanı sırasında Türkiye arabuluculuk önermiş fakat İngiltere bunu reddetmişti. Diğer taraftan, Almanların Türkiye üzerinden Arap ülkelerine ve Süveyş Kanalı bölgesine sızma talepleri reddedildi. 8 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası İkinci Dünya Savaşı sona erince Türkiye Arap ülkeleri ile ilişkilerini geliştirmek yolunu tuttu. Arap Ligi’nin kurulmasını olumlu karşıladı. Arap Ligi de Türk-Arap dostluğuna önem veren açıklamalar yaptı. Eylül 1945’te Irak Kralı Naibi Abdülilah Türkiye’yi ziyaret etti. Mart 1946’da Türk-Irak Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşması imzalandı. Bunu 5 Ocak 1947’de Ürdün Kralı Abdullah’ın Ankara ziyareti sırasında Türkiye ile Ürdün arasında imzalanan Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşması takip etti. Orta Doğu’nun siyasi dengelerini altüst eden gelişme kuşkusuz Filistin’in taksimi ve onu izleyen İsrail-Arap savaşı oldu. 29 Kasım 1947’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda oya sunulan taksim kararına 33 ülke lehte, 13 ülke aleyhte oy veriyor, 10 ülke de çekimser kalıyordu. Çekimserler arasında İngiltere de vardı. Türkiye ile beraber aleyhte oy veren devletler ise bütün Arap ülkeleri ile Afganistan, Küba, Yunanistan, Hindistan ve Pakistan’dı. Fakat bundan sonra Türkiye’nin Orta Doğu politikası tedricen Batılı ülkelerin politikaları ile daha fazla örtüşmeye başladı. 12 Aralık 1948’de BM Genel Kurulu’nun bir Filistin Uzlaştırma Komisyonu kurulması kararına Arap ülkeleri muhalefet ederken Türkiye lehte ol kullandığı gibi ABD ve Fransa ile birlikte bu Komisyonun üyesi olmayı kabul etti. 28 Mart 1949’da ise İsrail’i tanıyan tek Müslüman ülke oldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Suriye ile ilişkiler sorunlu olmaya devam etti. Hatay Türkiye’ye 1939’da katıldıktan sonra Suriye henüz bağımsızlığını kazanmış değildi. Buna rağmen Suriye Meclis Başkanı Nasuhi Buharî Anlaşmanın imzalanmasından sonra, Fransız Hükümetine ve Milletler Cemiyeti Konseyi’ne başvurarak 1939 Anlaşması ile Fransa’yı Milletler Cemiyeti Manda’sının kendisine verdiği yetkileri aşmakla itham etmişti. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda bağımsızlığını kazandıktan sonra Suriye Hatay üzerindeki iddialarını yenilemekten ilk başta kaçındı. İlk Suriye Hükümeti’nin kurulduğu 5 Temmuz 1944’te, Suriye Dışişleri Bakanlığı, Şam’daki yabancı diplomatik misyonlara gönderdiği bir genelge nota’da Suriye Hükümeti’nin, Fransa’nın Suriye adına imzaladığı uluslararası antlaşma ve anlaşmalara ve şahısların ve toplulukların bunlardan doğan hukukuna saygı göstermeyi kararlaştırmış olduğunu bildirdi. Bu yükümlülük kuşkusuz Hatay’a ilişkin anlaşmaları da kapsamaktaydı. Ne var ki, 1946’da Fransa’nın bölgeyi tamamen terk 9 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye etmesinden sonra Suriye’nin tutumu değişti. Şam’dan yapılan açıklamalarda, Türkiye’nin Hatay üzerindeki egemenliğinin hukuk dışı olduğu vurgulanıyor ve diğer Arap ülkelerine Suriye ile bu konuda dayanışma içinde olmaları çağrısı yapılıyordu. Bu tutum karşısında Türkiye de Suriye’yi tanımayı geciktirmekteydi, fakat Irak Başbakanı Nuri Sait Paşa’nın arabuluculuğu ile bir uzlaşmaya varıldı. Türkiye Hatay’ın ilhakının Suriye’ce resmen tanınması için ısrar etmemeyi, Suriye de sorunu resmen ileri sürmemeyi kabul etti. Mart 1946’da Türkiye Suriye’nin ve Lübnan’ın bağımsızlıklarını tanıdı. Bağımsızlık Suriye’ye istikrar getirmemişti. İlk iktidara gelen Milli Blok ülkedeki yeni yapılanma ve reform ihtiyacına cevap vermekten uzaktı. Özellikle İsrail’e karşı gösterilen zaaf tepki çekmekteydi. Mart 1949’da kansız bir darbe ile iktidarı ele geçiren Albay Hüsnü Zaim otoriter bir rejim kurdu. Atatürk’e hayranlığı ile tanınan Zaim içeride Türkiye’deki reformlardan esinlenen bir icraata girişti. Dış politikada ise “Büyük Suriye” vizyonu doğrultusunda Irak ve Ürdün ile işbirliğine yöneldi, fakat daha sonra Suudi Arabistan ve Mısır’a yanaştı. ABD de Suudi Arabistan ve Mısır gibi Irak, Ürdün ve Suriye’nin siyasi birliğine karşıydı. Zaim’in siyasi ömrü uzun sürmedi. Ağustos 1949’da kendisine karşı darbe yapanlar tarafından kurşuna dizildi. Darbenin lideri Albay Sami Hinnavi Irak ile Suriye’nin birleşmesi projesine öncelik veriyordu. Bu politikası Aralık 1949’da Yarbay Edip El-Çiçekli liderliğinde yeni bir darbeyi tetikledi. Çiçekli’nin yaptığı darbe ile Türkiye’ye karşı politika da değişti. Hatay’ın Suriye’den zorla alındığı yolunda sloganlar atılmaya başlandı. Hatay’ı Suriye sınırları içinde gösteren haritalar basıldı. Suriye sınırın Hatay kesimin işaretlenmesine ve sınır taşlarının yenilenmesine yanaşmadı. 1963’te iktidara gelen Baas Partisi’nin tüzüğünde Hatay’ın ve Güney Anadolu’nun Arap vatanının bir parçası olduğunu belirten hükümler vardı. 29 Kasım Sancak günü olarak kabul edildi ve her yıl bu tarihte, dozu gittikçe artan gösteriler yapılmaya başlandı. Hafız Esed’in iktidara gelmesinden sonra, 1972 yılından itibaren resmi ve gayri resmi Sancak gösterilerine son verildi. Fakat Baas Partisi’nin tüzüğündeki ibareler muhafaza edildiği gibi okul kitaplarında ve resmi dairelerde Hatay’ın Suriye sınırları içinde gösterilmesi sürdürüldü. İlişkilerin çok olumlu bir yola girdiği 2010 yılında dahi bu durumun değiştiğine dair bir bilgi henüz yoktur. 10 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası 1950-1960 Yılları Savaş sonrası dünyanın özellikle Avrupa’nın siyasi manzarası değişmiş, Avrupa’da Demir Perde’nin inmesi ile bloklaşma hareketleri başlamıştır. O dönemde Türkiye hem askeri hem de ekonomik yönden zayıf ve yalnızdır. Savaş sonrası Avrupa’da doğan boşluklardan yararlanan Sovyetler Birliği’nin 1945 Mart’ında 1925 Türk-Sovyet Tarafsızlık ve Saldırmazlık Anlaşmasını fesh ederek bunun yenilenmesi için Türk Boğazları’nda üs ile Kars ve Ardahan’ı istemesi Türkiye’yi hayati bir güvenlik sorunu ile karşı karşıya bırakmıştır. Bu sorun o sıralarda ve ondan sonraki uzunca bir dönemde Türk dış politikasının ana sorununu teşkil etmiştir. 1950-1960 yılları arasında Türkiye’nin Orta Doğu politikası cüretli ve çok aktif olmakla beraber geleneksel dengeli ve basiretli çizgisinden bir hayli uzaklaşmıştır. Orta Doğu’nun Sovyetler Birliği’ne karşı güvenliğinin sağlanması Türk politikasının başlıca odak noktasını teşkil etmiş, fakat vahim değerlendirme hatalarına düşülmüştür. 9 Nisan 1949’da NATO kurulunca Türkiye’nin bu savunma örgütüne katılma amacıyla yaptığı girişimlere İskandinav ülkelerinin yanı sıra İngiltere de muhalefet etmekteydi. İngiltere Akdeniz ve Orta Doğu’yu kendi nüfuz alanı görüyor ve bu bölgede kendi liderliği altında Türkiye ile Arap ülkelerinin katılacağı bir savunma düzeni kurmak peşinde koşuyordu. Fakat ABD’nin de desteklemekten kaçındığı bu proje gerçekleşmedi. Bu arada Türkiye de, Yunanistan ile birlikte Eylül 1951’de NATO üyeliğine kabul edildi. Türkiye NATO’ya katıldıktan ve İngiltere’nin itirazları aşılarak NATO Komutanlıklarına doğrudan bağlandıktan sonra dahi Orta Doğu’da ayrı bir savunma sistemi kurmak çabaları devam etti. Başlangıçta böyle bir sisteme Arap ülkelerinin, özellikle Irak, Suriye, Mısır ve Ürdün’ün de dahil edilmesi öngörülüyordu. Fakat Irak hariç diğer ülkelerin hiçbiri böyle bir tertipte yer almak niyetinde değildi. Mısır 1952 Devriminden önce bile projeye karşı olduğunu bildirmişti. Devrimden sonra Mısır’ın tutumunun daha ılımlı olmasını bekleyecek kadar gerçeklere gözlerini kapatanlar olmuştu. Oysa devrimi takiben Mısır’ın başlıca önceliği İngiliz kuvvetlerinin Süveyş Kanalı bölgesinden çekilmesiydi. Bu yıllarda Türkiye ise Arap devletlerine karşı tamamen Batılı 11 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye ülkeler paralelinde bir politika izlemekteydi. Birleşmiş Milletler’de Cezayir meselesi konusundaki oylamalarda sürekli Fransa’yı destekliyordu. Mısır’da devrimden önce Kahire’ye gönderilen ve eşinin Mısır’daki topraklarının yeni rejim tarafından millileştirilmesine duyduğu tepkiyi gizleyemeyen bir Büyükelçiyi görevinde tutmaktan vazgeçmiyordu. 1953’te General Eisenhower’in Başkanlığa seçilmesinden sonra ABD Orta Doğu’nun güvenliği konusunda daha aktif bir rol oynamaya başladı. Dışişleri Bakanı John Foster Dulles bu maksatla Orta Doğu bölgesinde bir tura çıktı ve Mayıs’ta Ankara’da Başbakan Menderes ile görüştü. Bu görüşmede Menderes’in Kral’dan fazla Kral taraftarlığı göstermesi, komünizme karşı şahinliği ile ün salan Dulles’ı bile şaşırtmıştı. Örneğin Menderes Süveyş Kanalı bölgesinin hayati bir jeopolitik konumda olduğunu ve bu yüzden İngiliz kuvvetlerinin bu bölgeyi tahliye etmemesi gerektiğini belirtmiş. Ayrıca Fransa’nın Kuzey Afrika’daki konumunun devamının NATO savunması için son derece önemli olduğunu vurgulamış. Orta Doğu’nun savunmasına gelince, Menderes Arap devletlerinin bir ortak savunma sistemine katılmaları konusundaki umudunu artık kaybettiğini, fakat Türkiye’nin, savunma gücü takviye edildiği takdirde bu sistemin belkemiğini oluşturabileceğini ifade etmiş. Dulles ise belkemiğin etrafında et bulunması gerektiğini, Süveyş Kanalı’nın stratejik önemini kabul etmekle beraber, Mısır halkının arzusu hilâfına bu bölgede tutunmaya çalışmanın yerinde olmayacağını savunmuş. Yine de, Türkiye ziyaretinin sonunda Dulles Kuzey Zinciri konseptini açıklamaktan geri kalmamıştır. Kuzey Zincirinin gerçekleştirilmesinde inisiyatifi alan, beklenebileceği gibi, Türkiye oldu. İlk adımda Türkiye ile Pakistan arasında Nisan 1954’te bir Dostluk ve İşbirliği Antlaşması imzalandı. Şubat 1955’te ise Türkiye ile Irak Bağdat Paktı’nı imzaladı. Bu antlaşmaya imzasını koyan Başbakan Nuri Sait, Mısır’ın lideri Nasır’ın bütün bölgede derin destek gören Arap milliyetçiliği politikasına karşı açıktan cephe almakla büyük bir riske giriyordu. Bu hatasını 1958’de hayatı ile ödeyecekti. İngiltere Bağdat Paktı’na Nisan 1955’te katıldı. Onu aynı yıl Eylül’de Pakistan, Başbakan Musaddık’ın devrilmesinden hemen sonra da İran takip etti. Mısır’ın ve Yahudi lobilerinin tepkilerinden çekinen ABD ise, Pakt Konseyi’nin ve diğer organlarının toplantılarına katılmakla birlikte üye olmaktan kaçındı. 12 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası Bağdat Paktı’nın ömrü uzun olmayacak, bir askeri darbe ile Irak Krallığının devrildiği ve Nuri Sait’in de katledildiği 14 Temmuz 1958’de fiilen sona erecekti. Fakat üç yıllık ömrü içinde Pakt yalnızca Arap devletleri ile değil, Sovyetler Birliği ile Türkiye’nin ilişkilerini de olumsuz etkilemekten geri kalmayacaktı. Gerçekten de, Sovyetler Birliği, Pakt’ın yarattığı tepkilerden ve 1956 yılında Fransa, İngiltere ve İsrail tarafından Mısır’a karşı girişilen talihsiz askeri operasyondan yararlanarak bölgeye gittikçe daha fazla sızıyordu. Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesinin 1956’da tahrik ettiği krizde Türkiye’nin Orta Doğu politikasının çelişkileri iyice su yüzüne çıktı. Savaştan önce bir yandan direkt menfaati olmadığı halde Londra’da toplanan Süveyş Şirketi hissedarları toplantısına katılıyor, diğer yandan savaştan sonra bütün Arap ülkeleri ile savaşı kınıyor ve İsrail’deki Elçisini geri çekiyordu. İsrail ile ilişkiler bu tarihten sonra sürekli inişli çıkışlı bir seyir takip edecekti. Bu devirde Suriye ile ilişkilerde de büyük bir gerginlik yaşanmaktaydı. Suriye 1955’te Sovyetlerden gittikçe artan miktarda silah ve askeri malzeme yardımı alıyor ve Türkiye’ye karşı hasmane bir politika izliyordu. ABD de Suriye’ye Sovyet sızmasını ve bunun bölge ülkeleri için oluşturduğu güvenlik tehdidini kınıyordu. Ocak 1957’de açıklanan “Eisenhower Doktrini” ile ABD “uluslararası komünizmin dolaylı bir tecavüzü” ne karşı bölge ülkelerini korumayı taahhüt ediyordu. Suriye ise Türkiye’yi sınıra kuvvet yığmakla suçluyordu. Sovyetler Birliği Eylül 1957’de verdiği bir notada Türkiye’yi Suriye’ye saldırma niyeti beslemekle itham etmekteydi. Mısır Suriye’ye iki tabur gönderirken Suriye de ihtilâfı Birleşmiş Milletler Asamblesi’ne taşıyordu. Asamble’de tarafların sundukları iki karşıt karar önerisinin geri çekilmesi ile krizin daha fazla büyümesi önlendi ve Türkiye sınırdaki kuvvetlerinin bir kısmını geri çekti. Bu krizlerde Türkiye’nin tutumunun ters tepki yarattığı kabul edilmelidir. Türkiye zaten NATO’nun üyesiydi ve güvenliğinin en sağlam teminatı bu ittifaktı. Amerika’yı bölge ihtilâflarına daha fazla çekmeye ve Eisenhower doktrinine aslında ihtiyaç yoktu. O tarihlerde Orta Doğu’da sergilenen lüzumsuz gayretkeşlik Türkiye’nin bölgede ihtilâf halindeki devletler arasında taraf tutmamak yolundaki geleneksel politikası ile bağdaşmamaktaydı. Bu gayret13 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye keşlik problemler yaratmaktan geri kalmayacaktı. Irak’ta Temmuz 1958 devrimini takiben Lübnan, Mısır’ın lideri Abdülnasır’ın taraftarları ve hasımları arasındaki mücadele yüzünden bir sivil savaşın eşiğine gelmiş ve Cumhurbaşkanı Chamoun’un talebi üzerine ABD bu ülkeye deniz ve kara kuvvetleri göndermek kararını almıştı. İncirlik üssünde toplanan Kara birliklerinin Lübnan’a sevk edilmesi Türk Hükümeti’nin önceden rızası alınmamıştı. Diğer taraftan Türkiye ve Pakistan Irak devriminden sonra Bağdat Paktı’nın yaşamını sürdürmesi amacıyla ABD’nin Pakt’a üye olmasında ısrar ettiler. ABD Pakt’a katılmayı reddetmekle beraber Pakt’ın geri kalan üyeleri ile ikili anlaşmalar imzalamayı kabul etti. Türkiye ile 5 Mart 1959’da imzalanan anlaşmanın dibacesi “tarafların doğrudan veya dolaylı her türlü tecavüze karşı koymak azmini” vurguluyordu. Bu ibare iç politikada gerginlik yarattı, zira muhalefet iktidarın gerekirse kendisini tasfiye için anlaşmaya dayanarak ABD’nin desteğini isteyebileceğinden kuşku duydu. Mart 1959 anlaşması da gerçekte tamamen lüzumsuzdu. Türkiye’nin güvenliğine bir katkısı olmadığı gibi birçok Arap ülkesi ile ilişkilerini olumsuz etkiledi. Irak devriminden sonra Türkiye ile İsrail arasında da bir yakınlaşma teşebbüsüne girişildi. İsrail Başbakanı Ben Guryon ile Dışişleri Bakanı Golda Meir gizlice Ankara’ya gelerek Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile görüştüler. İki taraf Karşılıklı diplomatik temsilciliklerini Büyükelçilik seviyesine yükseltmeyi ve aralarındaki siyasi işbirliğini geliştirmeyi kararlaştırdılar. Fakat bu proje gerçekleştirilemedi. 1960-1970 Yılları 1960’lı yıllarda Türkiye’nin Orta Doğu politikasının temel yaklaşımlarında değişiklikler başladı. Türkiye Bağdat Paktı devrindeki gayretkeşliğinden uzaklaştı. 27 Mayıs askeri müdahalesinin liderleri tarafından yayınlanan bir bildiride Türkiye’nin bundan böyle ulusal bağımsızlık mücadelelerini ve özellikle Cezayirlilerin mücadelesini destekleyeceği açıklandı. Hatta Fransa ile Cezayir arasında arabuluculuk bile bir ara gündeme geldi. Ne var ki, isabetli olan bu yeni politikada yol kazaları her zaman önlenemedi. Eylül 1961’de Suriye, 1958’de Mısır’la kurulmuş olan Birleşik Arap Cumhuriyeti’nden ayrılma kararını alınca, Türkiye bu kararı derhal tanıdı ve buna tepki gösteren Mısır Türkiye ile diplomatik ilişkilerini kesti. 14 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası Irak’ta devrimden sonra iktidarı ele geçiren General Kasım’ın kurduğu yönetim ile de ilişkilerde rahatsızlık mevcuttu. Irak’ta Kürtlere yeni haklar tanınmasının Türkiye’ye de olası yansımaları konusunda kaygı duyuluyordu. Nisan 1962’de başlayan Molla Mustafa Barzani ayaklanması da ayrı bir endişe kaynağı teşkil etti, fakat bu ayaklanma, Irak savaş uçaklarının iki kere Türk hava sahasını ihlâl etmesinin yarattığı gerginlik dışında Türkiye’yi doğrudan etkilemedi. 1965 seçimlerinden sonra iktidara gelen Adalet Partisi Hükümeti Orta Doğu ülkelerine karşı bir açılım politikası güdeceğini programında belirtmişti. Bu mesaja ilk olumlu tepki Irak’tan geldi. Ankara’yı ziyaret eden Irak Başbakanı ikili ilişkilerin geliştirilmesini Irak’ın da arzuladığını belirtmekle yetinmeyerek Kıbrıs konusunda da Türkiye’ye destek verdiklerini ifade etti. Mısır’la bir ticaret anlaşması imzalandı. Cumhurbaşkanı Tunus’u ziyaret etti. Suudi Arabistan Kralı Türkiye’ye geldi ve ziyareti çok dostane bir hava içinde geçti. Mayıs 1967’de Ankara’da yapılan bir Büyükelçiler toplantısında Orta Doğu politikası bağlamında üç ilkenin altı çizildi: Bütün Arap ülkeleri ile ikili ilişkiler geliştirilecek; Arapların kendi aralarındaki anlaşmazlıklara karışılmayacak ve taraf tutulmayacak; Arapları bölecek paktlara ve bölge anlaşmalarının dışında kalınacak. 1967 yılında Mısır’la yakınlaşma politikası çerçevesinde Dışişleri Bakanı Çağlayangil Mısır’ı ziyaret etti ve Başkan Nasır tarafından kabul edildi. Bu görüşmede Nasır Türkiye’nin daha önceki yıkardaki Mısır aleyhtarı politikalarından duyduğu kırgınlığı çok açık bir şekilde dile getirmekten kaçınmadı. Hatta bir ara Türkiye’nin Kıbrıs’a olası bir müdahalesine karşı Mısır’da uçaklarının konuşlandırılmasına izin isteyen Yunanistan’a olumlu cevap vermeye meylettiğini, fakat son dakikada “Müslümanlığının” kendisini bundan vazgeçirdiğini söyledi. 1967’de Araplarla İsrail arasında yeni bir savaş tehlikesi ufukta belirmişti. Suriye ile İsrail arasındaki sınır çatışmalarına tepki olarak Mısır Başkanı Nasır, 1956 Savaşı’ndan sonra Sina Yarımadası’na yerleştirilmiş olan Birleşmiş Milletler Kuvvetlerinin çekilmesini talep ediyordu. Bu tutumun İsrail’in Mısır’a bir saldırısını tetikleyeceğinde şüphe yoktu. Türk Hükümeti tehlikeyi açıkça 15 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye gördüğünden Başbakan Demirel Nasır’a ivedi bir mesaj göndererek İsrail ile bir savaşın Mısır için neden olacağı çok ağır sonuçlara dikkat çekti. Fakat Nasır kararını değiştirmedi. İsrail sınırına 100,000 asker yığdı ve Tiran Boğazı’nı İsrail bandıralı gemilere kapattı. 5 Haziran tarihinde İsrail Mısır’a karşı önleyici bir saldırıya geçti. Mısır’ın bu sefer savaşı kazanacağını vehmiyle Ürdün de İsrail’e saldırdı. Savaşa Suriye de katıldı. Yalnızca 6 gün süren savaşın sonunda İsrail Sina Yarımadası’nı, Gazze’yi, Batı Yakasını ve Doğu Kudüs’ü ele geçirmişti. Sina Yarımadası hariç, İsrail 6 günlük savaşta işgal ettiği toprakların hepsini bugün de elinde tutmaktadır. Savaş Mısır için hüsranla bitince Başbakan Demirel Nasır’a yeni bir mesaj göndererek umutsuzluğa kapılmaması gerektiğini ve Mısır’ın bugün uğradığı kayıpları telâfi edeceğine inandığını vurguladı. 22 Haziran’da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun özel toplantısında da Dışişleri Bakanı Çağlayangil, yaptığı konuşmada, Türk Hükümeti’nin kuvvete başvurulması yoluyla toprak kazanılmasını kabul edemeyeceğini söyleyerek Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun İsrail’in 5 Haziran’dan önceki sınırlara çekilmesini isteyen karara Arap ülkeleri ile birlikte oy verdi. Mısır başta olmak üzere Arap ülkelerinin Türkiye’nin desteğine teşekkür etmeleri Türkiye’nin artık bölgede çok daha olumlu bir şekilde algılandığını kanıtlıyordu. Türkiye’nin 1970’li yıllarda İslam Konferansı Örgütü’ne (İKÖ) katılması da kendisini Müslüman bir ülke kimliğinde görmesinden çok o devirde Orta Doğu’da güttüğü “reel-politik” in bir unsuru olarak değerlendirilmelidir. Bu örgütün özellikle Arap üyeleri arasında büyük bir dayanışma olmadığı, aralarında sık sık ihtilâfa düştükleri, hatta birbirleri ile savaştıkları da unutulmamalıdır. Bir İslam Konferansı fikri 21 Ağustos 1969’da İsrail’in işgalinde bulunan Kudüs’te El Aksa Camisi’nin yanması sonucu doğan tepki nedeniyle gündeme gelmişti. Ürdün’ün inisiyatifi, Fas ve Suudi Krallarının desteği ile Rabat’ta toplanan Devlet Başkanları Konferansı’na Türkiye Cumhurbaşkanı da davet edilmişti. Konferansa katılma konusu Türkiye’nin laik bir devlet olması nedeniyle bazı tartışmalara yol açtı. Fakat Başbakan Demirel, Rabat’taki toplantının dini değil, siyasi bir toplantı olduğunu, bu toplantıya katılmanın laikliğe aykırı 16 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası olmayacağını açıkladı. Yine de toplantıya devlet başkanı değil, dışişleri bakanı düzeyinde iştirak edilmesi kararlaştırıldı. Mart 1970’de Cidde’de toplanan ve örgütlenmeye doğru ilk adımın atıldığı Dışişleri Bakanları Konferansı’nda Türkiye Heyeti Sekreterliğe yazılı olarak “konferans kararlarına anayasasının ve dış politikasının ilkeleri ile bağdaştığı ölçüde katılacağını” bildirdi: Zaten İKÖ’nün her toplantıda alınan çok sayıdaki siyasi kararların hemen hemen hepsi kağıt üzerinde kalmakta ve uygulanmamaktadır. İlk başlarda İKÖ hakkında Türkiye’de beliren tereddütler yavaş yavaş dağıldı. O kadar ki konferans Türkiye’nin daveti üzerine 1976’da İstanbul’da toplandı. Konferansa Cumhurbaşkanı Korutürk bir mesaj gönderdi ve Başbakan Demirel bizzat katılarak özellikle Filistin konusunda Türkiye’nin Arap ülkelerinin yanında yer alacağını vurguladı. Aynı toplantıda Türk delegasyonunun girişimiyle kültürel ve bilimsel işbirliği için iki merkezin kurulmasına karar verildi. Bu merkezlerden biri İstanbul’da İslam Tarih, Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi, diğeri ise Ankara’da İstatistik, Ekonomi ve Sosyal Araştırmalar ve Eğitim Merkezi olarak faaliyete geçecekti. 1970-1980 Yılları 1970’li yılların başlarında Orta Doğu’daki gelişmelerin bir kısmı Türkiye için problemler yaratıyordu. Özellikle Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri Sovyetler Birliği’ne müzahir politikalara yöneliyorlardı. Türkiye’de silahlı eylemlerde bulunan sol örgütlerin militanları Suriye üzerinden Lübnan’a geçerek Filistin kamplarında eğitim gördükten sonra Türkiye’ye dönüyorlardı. Irak ve Suriye ile ilişkiler bozulurken Türkiye ile Mısır’ın politikaları örtüşmeye başlıyordu. Nasır’dan sonra başkanlığa gelen Enver Sedat’ın liderliğinde Mısır’ın siyasetinde köklü bir değişiklik beliriyor, Mısır Temmuz 1972’de Sovyet askeri tesislerini kapatıyor ve Sovyet teknisyenlerine yol veriyordu. 6 Ekim 1973’te başlayan Arap-İsrail savaşında Türkiye Arapları destekleme politikasını devam ettirdi. Bir yandan ABD’nin İncirlik üssünü kullanarak İsrail’e yardım etmesine izin vermeyeceğini açıklarken, diğer yandan Araplara yardım götüren Sovyet uçaklarının hava sahasından geçmelerine göz yumdu. Araplar da bu desteği karşılıksız bırakmadılar ve OPEC üyeleri Türkiye’nin petrol ihracı kısıtlamalarından muaf tutulacağını açıkladılar. Daha önce, 17 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Ağustos 1973’te, Türkiye ile Irak arasında Kerkük-Yumurtalık boru hattının inşasına ilişkin bir anlaşma akdedildi. Ocak 1977 tamamlanan hattan Türkiye petrol ihtiyacının üçte ikisini karşılamaktaydı. Araplarla ilişkilerin geliştirilmesinin askeri alanda da olumlu sonuçları görülüyordu. 1974 Kıbrıs müdahalesinde, Libya harekâta katılan uçakların acil benzin ve lastik ihtiyaçlarını karşılamıştı. Türkiye 10 Kasım 1975’te Birleşmiş Milletler Asamblesi’nde “Siyonizm”in “ırkçılık” olduğunu ifade eden tartışmalı karara da olumlu oy verdi. Bu karar daha sonra iptal edilecekti. Türkiye 1970’li yıllarda Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile ilişkileri gelişmeye başladı. Ocak 1975’te FKÖ’yü tanıdı ve daha sonra Ankara’da bir büro açmasına izin verdi. Ne var ki, bu yakınlaşmaya rağmen Türkiye Orta Doğu politikasının temel çizgilerinden uzaklaşmadı. İsrail ile ilişkilerini devam ettirdi. 1977 Camp David mutabakatını takiben Mısır ile İsrail arasında barış antlaşması akdedilince tüm Arap dünyası Mısır ile ilişkilerini askıya aldı. Mısır’ın Arap Ligi üyeliğine de son verildi ve Arap Liginin merkezi Kahire’den Tunus’a nakledildi. Fakat Türkiye barış sürecini destekledi ve Mısır ile ilişkilerini devam ettirdi. Türkiye ile İran’ın ilişkileri de kuşkusuz Türkiye’nin Orta Doğu politikasının önemli bir öğesidir. Bu ilişkiler her iki ülke tarihlerinin farklı dönemlerinde inişli çıkışlı bir seyir gösterdi. Muhammed Rıza Pehlevi döneminde iki ülke genellikle aralarında dostane ilişkiler sürdürdüler, Orta Doğu’daki dramatik gelişmelerde benzer yaklaşımlar sergilediler. Ancak iki ülke arasında bir nüfuz rekabeti de daima seziliyordu. İran petrol kaynakları sayesinde gittikçe zenginleştikçe Türkiye ile ekonomi ve enerji alanında işbirliğini geliştirmek konusunda isteksizlik gösteriyordu. İki ülke arasındaki tarihi rekabet zaman zaman su yüzüne çıkıyordu. 1979 Devrimi, İran’da yerleşen yönetim sistemi ve din/devlet ilişkileri anlayışı Türkiye’nin yönetim sistemi ve laikliğinin anti teziydi. Her iki ülke de birbirlerine karşı kuşku ve güvensizlik duymaya başladılar. Türkiye Atatürk karşıtı yayınlardan rahatsızlığını belirtirken, İran da Türkiye’de kendi devrimlerine ve liderlerine yönelik olumsuz propagandalardan şikâyetlerini ortaya koyuyordu. İran’ın devrim ihracı çabaları ikili ilişkilerde ciddi bir sorun 18 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası haline geliyordu. İran Türkiye’yi kendi devrimini ihraç edeceği, Türkiye de İran’ı kendi anayasal düzenini yıkmayı hedef alan bir ülke olarak görüyordu. Ancak Türkiye açıkça İran karşıtı bir duruma girmekten imtina etmekteydi. Tahran’daki ABD Büyükelçiliği’nin işgalinin ardından İran’a ambargo koyan ABD’yi takip etmemişti. 1980-1990 Yılları 12 Eylül 1980 askeri müdahalesinden sonraki dönemde Türkiye geleneksel dış politika çizgisinden ayrılmadı. Yeni koşullarda Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ortaklık ilişkilerinin fiilen askıya alınması kaçınılmazdı, fakat Avrupa Konseyi ile ilişkilerin devam etmesi ve bu suretle Batı ile ilişkilerin önemli bir unsurunun korunması için büyük çaba harcandı ve bunda başarı sağlandı. NATO içinde de işbirliği aynı yoğunlukta sürdürüldü. Bu devirde Türkiye’nin Batı’dan uzaklaşarak Orta Doğu politikasına daha fazla ağırlık vermek yolunu tuttuğuna ilişkin iddialar geçerli değildir. Orta Doğu politikasında da, değişen koşulların gerektirdiği ayarlamalar hariç, geleneksel çizgide kalındı. Değişen koşulların başlıcası kuşkusuz İran-Irak Savaşı idi. 12 Eylül’den on gün sonra başlayan bu savaşta Türkiye tarafsızlıktan başka bir siyaset güdemezdi. Ayrıca savaşın durdurulması için İslam Konferansı Örgütünce kurulan arabulucu heyeti içinde yer aldı. İlkönce Dışişleri Bakanı, daha sonra da Başbakan bu heyetle birlikte Bağdat ile Tahran arasında sık sık mekik dokudular. Irak ve İran Türkiye’nin tarafsızlığına o kadar güvendiler ki karşılıklı olarak menfaatlerinin korunmasını Bağdat ve Tahran’daki Türkiye Büyükelçiliklerine bıraktılar. Bu devirde ayrıca Körfez ülkeleri ile daha sonra Türkiye’ye ekonomik yararlar sağlayacak ilişkiler de kuruldu. Irak-İran savaşı sırasındaki petrol kıtlığında Türkiye ihtiyaçlarını daha kolayca temin etti. 1981’de Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı’nın kapasitesinin arttırılması için Irak ile anlaşmaya varıldı. Bu boru hattına İran kuvvetlerinin zarar vermemesi için Tahran uyarıldı ve İran bu uyarıya uydu. Irak ile ilişkilerde karşılıklı menfaatler çerçevesinde işbirliği bir derecede de olsa mümkün iken, Suriye ile gerilim yaşanıyordu. 12 Eylül sonrasında Türkiye’den çeşitli sol gruplara mensup eylemcilerin ve Kürt ve Ermeni teröristlerin Suriye’de faal olmaları başlıca sorunu teşkil ediyordu. 1981’de 19 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye iki ülke arasında imzalanan “Suçluların İadesi ve Ceza İşlerinde Karşılıklı Yardım Anlaşması” siyasi mültecileri kapsam dışı bıraktığı için etkili bir şekilde uygulanamıyordu. Siyasi mülteci tarifinin teröristleri içermemesine rağmen fiiliyatta teröristlere de mülteci muamelesi yapılıyordu. Türkiye’ye yönelik terör eylemleri konusunda Türkiye’nin girişim ve uyarılarına Şam sürekli bu eylemlerle hiçbir ilgisinin bulunmadığı yolunda cevap veriyordu. Türkiye’nin tutumunu sertleşmesi karşısında Suriye 1983 sonunda ASALA ve PKK teröristlerini kendi topraklarından çıkararak İran’a, Kuzey Irak’a ve Lübnan’da Bekaa Vadisi’ne gönderdi. Ne var ki Bekaa Vadisi de fiilen Suriye’nin kontrolündeydi. PKK terör örgütünün Bekaa ve Irak’a yerleşmesi Türkiye’nin güvenliği için ciddi bir sorun yaratıyordu. Şubat 1983’te Türkiye ile Irak arasında “Sınır Güvenliği ve İşbirliği Anlaşması” imzalandı. Aynı yıl 10 Mayıs’ta Hakkâri Uludere’de PKK teröristlerince üç askerin öldürülmesinin ardından başlatılan operasyonda Türk kuvvetleri Irak topraklarında 5 kilometre kadar ilerledi. Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ve Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) operasyon sırasında en fazla kendilerinin zarar gördüklerini iddia ettiler ve Irak Hükümetini bu duruma imkân verdiği için itham ettiler. 1983’ten sonra PKK “profesyonel gerilla savaşı” başlatma kararını açıkladı. Ağustos 1984’te Eruh ve Şemdinli saldırılarını takiben Ekim 1984’te Irak ile bir ”Güvenlik Protokolü” imzalandı. Bu protokol iki ülkeye diğer ülke topraklarında 5 kilometreye kadar sıcak takip hakkı tanıyordu. Irak-İran savaşı bittikten sonra Irak tarafından sona erdirilecek olan bu protokol çerçevesinde 1986 ve 1987’de Kuzey Irak’ta operasyonlara girişilebilmişti. Bu operasyonlara karşı en büyük tepki İran ve onun desteklediği KYB ve KDP’den gelmişti. Türkiye bu yıllarda Kuzey Irak’ta operasyonlar yapmak imkânına sahipti fakat Suriye tam aksine PKK’ya en büyük desteği temin ediyordu. 1987’de, Başbakan Özal’ın Şam’ı ziyareti sırasında imzalanan protokolde taraflar kendi toprakları üzerinde karşı tarafa yönelik faaliyetlere izin vermemeyi ve silahlı eylemlere katılmış kişileri iade etmeyi kabul ediyorlardı. Fakat Suriye yine de PKK’lıların Suriye’den geçmelerine göz yummayı sürdürdü. 20 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası 1988’de Irak-İran savaşının sona ermesi ile Türkiye çok çetrefil bir sorunla karşılaştı. Irak savaş boyunca silahlı direnişte bulunan Kürtleri cezalandırmak için harekete geçti. 250.000 kadar Kürt göçe zorlandı. Ağustos’ta Irak kuvvetleri Türk sınırına yakın bölgelerde Kürtlere karşı kimyasal silah kullandılar. Kürtler, İran sınırını kapatınca Türkiye sınırına yığıldılar. Başlangıçta Türkiye Irak ile sınırı kapattığını ilan ettiyse de daha sonra sınıra yığılan Kürtlere geçici ikamet hakkı verileceğini, fakat mülteci statüsü tanınmayacağını açıkladı. Eylül 1998’de Türkiye’ye 63.000 Iraklı Kürt sığınmıştı. PKK terör örgütü ile mücadele o yıllarda Türkiye ile Suriye arasında ilişkilerin yeniden gerginleşmesine neden oluyordu. O kadar ki Suriye Başkanı Hafız Esed’in kardeşi bölgede bir Kürt devleti kurulmasının gerekli olduğunu, PKK’ya siyasal ve lojistik destek verildiğini açıkça ifadeden kaçınmadı. Türkiye-İsrail ilişkilerinde de 1980’li yıllarda olumsuzluklar yaşanıyordu. 1978’den beri Batı Şeria’da Yahudi yerleşim merkezleri kurmaya başlayan İsrail, Temmuz 1998’de Doğu Kudüs’ü ilhak ettiğini açıklamış ve BM Güvenlik Konseyi bu ilhakın hükümsüz olduğuna karar vermişti. Türkiye ise tepkisini bir adım ileri götürdü. Türkiye ve İsrail’in o tarihlerde karşılıklı diplomatik temsil seviyesi Büyükelçilik değil, Maslahatgüzarlıktı. Bu seviye aynı kaldı, fakat Maslahatgüzarların derecesi İkinci Kâtipliğe düşürüldü. Askeri ve İstihbarat ilişkileri ise yine bir şekilde devam etti. İstihbarat ilişkileri ASALA’ya karşı operasyonları da kapsıyordu. Yine 1980’li yıllarda Filistin ile ilişkiler gelişmekteydi. 15 Kasım 1988’de Filistin devletinin kurulduğu ilan edilince, Türkiye aynı gün, birçok Arap devletinden önce, yeni devleti tanıdığını açıkladı. 1980’li yıllarda Türkiye-İran ilişkileri ikircikli bir zemin üzerinde seyrediyordu. Bir yandan ideolojik nedenlerle zaman zaman sorunlar çıkıyordu. Örneğin, İran’dan gelen resmi kişiler Anıt Kabri ziyaret etmekten kaçınıyorlar, İran Büyükelçiliği 10 Kasım’da bayrağı yarıya indirmeyi reddediyor, iki taraf basını laiklik ve dincilik konusunda polemiğe tutuşuyor, İran Irak Kürtlerinin hamisi gibi hareket ediyordu. Diğer yandan iki ülke arasında ekonomik ve ticari ilişkiler gelişiyordu. Ticaret hacmi 1985’te 2 milyar dolara ulaşmıştı. 21 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye 1990-2000 Yılları Bu yıllar özellikle Türkiye bakımından Orta Doğu’da iç sorunlar ile dış sorunların yoğun bir etkileşim içine girdiği yıllardır. Özellikle Irak ve Suriye ilişkilerde PKK meselesi en öncelikli mesele haline geldi. 1990 yıllardaki gelişmeleri ilk tetikleyen 2 Ağustos tarihinde Kuveyt’in işgali ile yine Irak oldu. Gerek Orta Doğu petrollerinin gerek İsrail’in güvenliğini tehdit eden bu durum karşısında ABD derhal harekete geçti. Soğuk Savaşın bitmesiyle üzerindeki siyasi karar ipoteği kalkmış olan BM Güvenlik Konseyi hızla duruma el koydu. Konsey, Kuveyt topraklarını terk etmesini isteyen kararlarına Irak uymayınca yeni bir kararla 15 Ocak 1991’e kadar Bağdat’a mühlet tanıdı ve aksi takdirde, “bölgede uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması için gerekli her türlü yola başvurulacağı” uyarısında bulundu. Saddam bu karara itaat etmeyince ABD liderliğindeki bir koalisyon tarafından harekat başlatıldı. Koalisyona Arap devletlerinden Bahreyn, Mısır, Fas, Katar, Suudi Arabistan, Suriye ve Birleşik Arap Emirlikleri de katıldı. Batılı devletler arasında Yunanistan da vardı. Filistin liderliği ise aksine Saddam Hüseyin’i tuttu ve bu yüzden savaş sonunda uzun süre Arap ülkeleri tarafından boykot edildi. Birinci Körfez Savaşı sırasında Türkiye aktif olmakla beraber temkinli ve savaşa fiilen katılmayı başından beri öngörmeyen bir politika izledi. Cumhurbaşkanı Özal’ın aldığı başlıca tedbir savaşın hemen başında Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattının kapatılmasıydı. Özal’ın savaştan önce ve savaş sırasında Başkan George Bush ile en fazla temas eden liderlerden biri oldu. Bunu Başkan Bush ve onun Başkanlığı sırasında Milli Güvenlik Müşavirliğini yapan Brent Scowcroft beraberce yazdıkları “Değişen Dünya” başlıklı kitapta özellikle belirtiyorlar. Kitapta, Bush, Körfez Krizinin başından beri Özal ile sürekli temas halinde bulunduğunu vurguluyor. Irak’ın Kuveyt’e saldırmasından iki gün sonra telefonla aradığı zaman Özal’ın diplomatik temaslarına hemen başladığını öğreniyor. Özal o tarihte kesin bir durum takınmaktan kaçınan Suudi Arabistan Kralı Fahd ile görüşmüş ve Saddam’a bir ders verilmesi gerektiğini, aksi takdirde Irak diktatörünün Suudi Arabistan’ı da istila edebileceğini izah etmiş. Bu görüşmeyi Bush’a naklederken Özal Saddam’ın Kaddafi’den kat kat daha tehli22 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası keli gördüğünü de belirtmiş. Ayrıca olası bir Irak saldırısına karşı NATO’dan hemen Türkiye’nin yardımına geleceğini gösteren bir işaret beklediğini söylüyor. Bush hemen NATO Genel Sekreterini uyarıyor. 10 Kasım’da Bush Özal’dan “Çöl Fırtınası Harekatı” çerçevesinde Suudi Arabistan’a bir Türk zırhlı tugayının gönderilmesini telkin ediyor. Özal düşüneceğini söylemekle yetiniyor ve sonunda hiçbir kuvvet gönderilmiyor. Buna karşılık, caydırıcı bir güç olarak müttefik uçakların Türkiye’de konuşlandırılmalarını kabul ediyor, fakat bunların Türk üslerinden havalanarak savaş görevi yapmalarına karşı çıkıyor. 25 Kasım’da Özal ve Bush AGİK toplantısı vesilesi ile Paris’te buluştuklarında Özal yine doğru bir tahminde bulunuyor ve hava harekatının sonuç almaya yeteceğini ve savaşın kısa süreceğini öngörüyor. Irak’a hava saldırılarının başladığı 16 Ocak 1991’den sonra İsrail’in Scud füzeleri ile vurulması üzerine, ABD, Türkiye’nin de aynı akıbete uğrayabileceğinden endişe duyuyor ve NATO müttefiklerine danışıyor. Şansölye Kohl, Bush’u arayarak, Almanya’nın Türkiye’ye kuvvet göndermeye ve savaşmaya hazır olduğunu bildiriyor. Bunun üzerine NATO uçakları Türk üslerinde konuşlandırılıyor. Bush ayrıca, anılarında, savaş sona erdikten sonra, bir halk ihtilali veya askeri darbe ile Saddam’ın devrileceğini umduklarını, ancak ABD’nin olduğu kadar Türkiye’nin ve diğer bölge ülkelerinin Irak’ın parçalanmasını katiyen istemediklerini, Kürtlere self-determinasyon hakkı verilmesinin gerçekçi politika ile bağdaşmadığını vurguluyor. Daha sonra Birici Körfez Krizi’nde Türkiye’yi büyük ekonomik zararlara uğratmak ve Irak Kürtlerinin önünü açarak PKK terör örgütünün güçlenmesine yol açmakla suçlanan Özal Hükümeti, aslında Türkiye’nin çıkarlarını en iyi şekilde korumuş, İncirlik Üssü’nde müttefik uçakların konuşlanmasına izin vermiş, fakat bunların savaş görevlerine katılmalarını yasaklamış ve yalnızca Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını kapatmakla yetinmişti. Uğranılan ekonomik zararlara ve Irak Kürtlerinin ön plana geçmesine gelince, bunlar Türkiye hangi siyaseti güderse gütsün kaçınılmazdı. Bir sorumlu varsa o da Saddam Hüseyin’di. Savaş sona erdikten sonra, uzun zamandır baskı altında yaşayan Kuzeydeki 23 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Kürtlerle Güney’deki Şiiler ayaklandılar. Bu ayaklanma başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez Ülkelerinde ikinci bir Şii Devleti korkusunu yaratarak Saddam’ın iktidarda kalmasını sağlayan önemli bir gelişme oldu. Savaş öncesi ve sırasında Saddam’a bir alternatif bulamayan ABD’de de kayıtsız şartsız teslim olan Saddam’ın isyanı ağır silahlarla en acımasız ve kanlı biçimde bastırmasına göz yumma durumunda kaldı. Mart 1991’de isyan hareketinin şiddetle bastırılmasıyla yüz binlerce Iraklı Kürt ve Şii Türkiye ve İran sınırlarındaki dağlık bölgelere iltica ettiler. Bunun üzerine Türkiye ve Fransa’nın inisiyatifi ile toplanan BM Güvenlik Konseyi Irak’tan sivil halka karşı yürütülen şiddete derhal son verilmesini talep etti. Bu karar daha sonra Irak’ın kuzeyinde güvenli bölgeler kurulmasına, Irak’a 36. paralelin kuzeyinde uçuş yasağı getirilmesine, “Huzur Harekatı”na ve “Çekiç Güç”e mesnet teşkil etti. Türkiye bu çerçevede İncirlik Üssü’nün hava operasyonları için kullanılmasına izin verdi. 1991-1999 yılları arasında Kürt liderleri Celal Talabani ve Mesut Barzani ile ilişkiler kuruldu. Türk ordusu özellikle Mesut Barzani kuvvetleri ile işbirliği halinde PKK terör örgütüne karşı çok sayıda operasyona girişti. Bunların en önemlileri 1992, 1996 ve 1998 yıllarında yürütüldü. Bazı operasyonlarda 35.000 kişi ile Irak’a girildi. Barzani ve Talabani kuvvetleri arasındaki çarpışmalardan sonra Türk kuvvetleri ateşkesin uygulanmasında rol aldılar. O zaman gönderilen birliklerin bir kısmı hala Irak’ın kuzeyinde konuşlanmış durumdalar. Bu devirde “Ankara Süreci” çerçevesinde ABD ile çok yakın işbirliği kuruldu. 1998 yılında ABD’nin Kuzey Irak’ta Kürtleri Saddam’a karşı güçlendirmek politikasına yönelmesi ile başlatılan ”Washington süreci” ne ise Türkiye ithal edilmedi. Orta Doğu politikası bağlamında Necmettin Erbakan’ın Başbakanlık yaptığı 1996-97 dönemine de kısaca göz atmakta yarar vardır. Erbakan’ın politikası, özünde, Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırmaya ve İslam ülkeleri ile yakınlaştırmaya dayanıyordu. Erbakan dini referanslarının kendisi için bir koz olduğu düşüncesindeydi. Oysa Libya seyahatinde Kaddafi’nin aleni istiskaline uğradı. Mısır Başkanı Müslüman Kardeşlere yakınlığı dolayısı ile ona uzak durdu. Suudi Araplar bile ona güvenilir bir lider olarak bakmadılar. Müslüman 24 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası ülkelerin çoğunun bazı hallerde Batılı ülkelerle Türkiye’den bile daha yoğun ilişkiler ve menfaat bağları içinde olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır. 1998’de Abdullah Öcalan’ın Ankara’nın bütün uyarılarına rağmen hala Suriye’de ikamet etmesi ve PKK operasyonlarını oradan yönetmesi iki ülke arasındaki ilişkileri daha da gerginleştiriyordu. 16 Eylül 1998’de Kara Kuvvetleri Komutanı’nın Hatay’da Suriye’nin davranışını sert bir lisanla kınayarak “Türkiye beklediği karşılığı görmezse her türlü tedbiri almaya hak kazanacaktır” demesiyle yoğunluğu gittikçe artan ciddi bir kriz ortamına girildi. Genelkurmay Başkanı ile Cumhurbaşkanı da Türkiye’nin gerekirse Suriye’ye karşı kuvvet kullanılabileceği mesajını verdiler. Suriye sınırına yakın bölgelere kuvvet kaydırıldı. Bir askeri müdahalenin kaçınılmaz olduğunu gören Arap devletlerinin bir kısmı Türkiye’ye itidal tavsiye ederken Mısır Başkanı Mübarek ve İran Dışişleri Bakanı Harrazi ihtilâfın çözümü için mekik diplomasisine giriştiler. Türkiye’nin askeri baskısı ve bunun tetiklediği diplomatik baskı karşısında Suriye Hükümeti Öcalan’ı sınır dışı etmek mecburiyetinde kaldı. Öcalan Rusya üzerinden gittiği İtalya’da bir süre kalarak siyasi faaliyetlere girişmek istedi. Fakat Türkiye’nin ve ABD’nin baskısı ile orada barınamadı. Rusya, Hollanda ve İsviçre de kendisini kabul etmediler. Sonunda Yunanlılar bile Öcalan’ı kendi ülkelerinde tutamadılar ve onu Nairobi’ye naklederek oradaki Büyükelçiliklerinde misafir ettiler. Bir yıl önce Nairobi’deki ABD Büyükelçiliği teröristlerce bombalandığı için şehirde çok sayıda Amerikan istihbarat ajanı bulunuyordu. Onların yardımı ile Türkiye’den gelen bir ekip Öcalan’ı teslim aldı. Öcalan idama mahkum edildiği 29 Haziran 1999’da kısa bir süre sonra PKK eylemcilerine yılsonuna kadar Türkiye’yi terk etmeleri talimatını verdi. Eylemcilerin çok büyük kısmı bu talimata uyarak Kuzey Irak’a, Kandil bölgesine gittiler. Türkiye’de yalnızca 400 kadar terörist kalmıştı. Bunlarla başa çıkmak o kadar zor değildi. Genelkurmay Başkanı artık askerin işinin bittiğini ve bundan sonra sorunun çözümünün sivillerin elinde olduğunu zaten belirtmişti. Türkiye’nin eline Kürt meselesini çözümlemek için altın bir fırsat geçmişti. Bu fırsat penceresi neredeyse 2004 yılına kadar sürdü, çünkü terörist eylemler hemen tamamen durmuştu. “Demokratik açılım” o tarihte başlatılsaydı kuşkusuz bugüne nazaran başarı şansı çok daha yüksek olurdu. 25 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye 1990’lı yıllarda Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerde büyük gelişme kaydedildi. Orta Doğu barış sürecinin başlaması, Türkiye’nin, Amerika’daki Yahudi Lobisinin desteğine önem atfetmeye başlaması, İsrail’in Türkiye ile ilişkilerine Orta Doğu dengeleri açısından değer vermesi bu gelişmeyi destekleyen unsurlardı. İki ülke 1991’de diplomatik ilişkilerini ilk defa Büyükelçilik düzeyine çıkardılar. Yüksek düzeyde ziyaretler birbirini izledi. Askeri alanda çok kapsamlı bir işbirliğine girişildiği gibi ekonomik ve ticari ilişkilerde de büyük bir ilerleme kaydedildi. 1999’da İsrail’in depremden sonra yaptığı yardımlar özellikle Türk kamuoyunda İsrail’in dost bir ülke olarak algılanmasına yol açtı. Bu devrede Türkiye-İran ilişkileri ise ideolojik nedenlerden ve İran’ın PKK’ya destek verdiği inancından kaynaklanan istikrarsız bir dönemden geçiyordu. Özellikle Refah Partisi iktidarda iken İran’ın İslami kesime destek vermesi yüzünden bir hayli gerginlik yaşandı. Ecevit’in Başbakanlığı zamanında da krizler eksik olmadı, Hükümetler birbirlerini kınadılar, fakat her defasında bir müddet sonra ilişkiler normale dönebildi. 2000-2010 Yılları 11 Eylül 2001’de El-Kaide’nin ABD’ye karşı yönelttiği terör saldırısı Orta Doğu’nun daha sonraki yıllardaki kaderini de etkileyecekti. 11 Eylül saldırısından sonra El Kaide’nin konuşlanmış olduğu Afganistan’a karşı BM Güvenlik Konseyi’nin onayı ile ve ABD’nin liderliğinde uluslararası bir askeri operasyona girişilmesi kaçınılmazdı. Ne var ki Ocak 2001’de Başkanlığı devralan George W. Bush’un etrafındaki “yeni muhafazakârlar” olarak adlandırılan müşavirler, ideolojik bir yaklaşımla asıl hedef olarak Irak üzerinde yoğunlaşmışlardı. Baba Bush’un bütün Arap ülkelerinin desteği ile girişilen Birinci Körfez Savaşı’nın sonunda hangi rasyonel nedenlerle Saddam Hüseyin’i tasfiye için Bağdat’a gitmeyi reddettiğini unutmak işlerine geliyordu. Birdenbire Irak’ın kimyasal ve nükleer silahlara sahip olduğu ve radikal terörizmi desteklediği yolunda yapay istihbarat raporları ortaya çıktı. O kadar ki, Başkan Bush körü körüne destekleyen İngiltere Başbakanı Tony Blair, Irak’ın 45 dakikada kimyasal bir saldırı tertip edebileceğini bile iddia edebildi. Irak’a karşı savaş açmanın Orta Doğu’daki dengeleri altüst edeceği ve o zamana kadar radikal 26 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası terörizme kapıyı kapatmış olan Irak’ın El-Kaide teröristlerinin bir üssü haline gelebileceği tamamen göz ardı edildi. Kasım 2002’de iktidara gelen AKP çok çetin dış politika sorunları ile karşılaştı. Kıbrıs konusu bunların en önemlilerinden biriydi. AKP kendisini AB üyeliği ile çok yakından ilişkili Annan Planı konusunda siyasi platformda ve kurumlar arasında kesif bir tartışma içinde buldu ve açık seçik bir tutum tespitinde sıkıntı çekti. Daha da çetrefil diğer sorun Irak’tı. O tarihte artık ABD’nin ne pahasına olursa olsun Irak’a savaş açacağı belli olmuştu. Başkan Bush eskiden beri kader birliği yaptığı müşavirlerinin etkisinden kurtulamamıştı. Bunlar daha 11 Eylül’den çok önce üyesi bulundukları düşünce merkezlerinde “önleyici müdahale” ve “şer mihveri” gibi doktrinler geliştirmişlerdi, 11 Eylül onlara bu radikal fikirlerini adeta dini bir taassupla uygulamaya koymak fırsatını vermişti. Doktrinlerinde Orta Doğu’nun istikrarını güçlendirmek amacı ile Filistin sorununun çözümüne katkıda bulunmak gibi bir kavram mevcut değildi. ABD politikası akıl rayından çıktığına göre artık her devletin kendi çıkarlarını gözetmesinden başka çare kalmamıştı. Bazıları, örneğin Almanya gibi, savaşa karşı çıkmakla beraber ülkelerindeki üslerin kullanılmasına izin veriyorlardı. Yunanistan da üslerini açmıştı. Rusya ve Çin gayet dikkatli ve dengeli bir siyaset gütmeye çalışıyorlardı. Merkezi ve Orta Avrupa ülkeleri ise Sovyet hegemonyasından kurtuluşlarını geniş ölçüde ABD’ye borçlu olduklarını unutmuyorlar ve ABD’yi destekliyorlardı. İspanya ve İtalya da kamuoylarına rağmen ABD’yi desteklemekteydiler. Arap ülkelerine gelince, Mısır, Suriye ve Ürdün savaşın neden olacağı felaketlerin farkındaydılar, fakat savaşın artık önlenemeyeceğini anlamışlardı. Körfez ülkelerinden Bahreyn, Katar ve Kuveyt ülkelerini Amerikan askerlerine açmışlardı. Bu durumda AKP yine barış turları başlattı. Başbakan Mısır, Ürdün ve Suriye’yi ziyaret etti. İstanbul’da bazı toplantılar tertiplendi. Başbakan’ın girişim ve atılımlarının ve Saddam’a ulaştırılan tek taraflı veya çok taraflı mesajların takdir edilecek iyi niyetli bir yaklaşım yansıttıkları kuşkusuzdu. İç politikada Hükümetin barışı kurtarmak için elinden geleni yaptığı izlenimini yaratmaya çalışmak da anlaşılır bir amaçtı. 27 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Savaşa hazırlanan ABD’nin Türkiye’den başlıca iki isteği vardı. Kuzey Irak’tan da yapılması planlanan operasyon için Türkiye’nin limanlarını ve hava üslerini kullanmak ve Türkiye üzerinden Kuzey Irak’a asker gönderebilmek. Hükümet prensip itibarı ile bu talebin kabulüne taraftar olduğu intibaını veriyordu. Nitekim TBMM 6 Şubat 2003’te askeri üs, tesis ve limanlarımızın yenilenmesi amacı ile ABD teknik ve askeri personelinin Türkiye’ye gelmesini onayladı. Bu personel Türkiye’ye gelerek hazırlıklarına ve çalışmalarına başladığı gibi, TBMM’nin kararını Amerikan birliklerinin Türkiye üzerinden Kuzey Irak’a intikaline de yeşil ışık yakılacağının işareti gibi gören ABD askerlerini gemilere bindirmişti. Sonra 1 Mart tezkeresi reddedilince Güney’den operasyona katılmak üzere Kuveyt’e yönlendirildiler. 1 Mart tezkeresi Türkiye ile ABD arasında uzun süren çetin müzakerelerden sonra sağlanan bir mutabakata dayanıyordu. Bu mutabakatın Türkiye’ye sağlayacağı avantajları başlıca üç noktada toplamak mümkündür. Birincisi Arap, Türkmen ve Kürtlerin Irak’ın kurucu unsurları olduklarının belirtilmesiydi. İkincisi, sınırın Irak tarafında, PKK terör örgütünün tehdit potansiyelinin yoğunlaştığı 20-25 kilometre genişliğinde bir şerit içinde, PKK ile mücadele yetkisine de sahip 30 bin kadar Türk askerinin konuşlandırılması olacaktı. Üçüncüsü ise Iraklı Kürtlere verilecek silahlara ilişkindi. Bu silahların dağıtımında ve operasyonlar bittikten sonra toplatılmasında Türk ve Amerikan askeri makamları birlikte hareket edeceklerdi. 1 Mart tezkeresinin Türkiye’ye çeşitli avantajlar sağlayacağını düşünenler şu savları ileri sürüyorlardı: Tezkere Irak’ın kuzeyinde Kerkük’ün petrol ve gaz kaynaklarına da sahip bağımsız veya bağımsızlığa yakın bir Kürt oluşumunu engellemek fırsatını ve o bölgede yuvalanmış PKK gruplarının tasfiyesini sağlayabilecekti. Kürtler Amerikalıların vazgeçilemez müttefikleri haline gelemeyeceklerdi. Arap ülkelerinin Türkiye karşısında yer alacakları kaygısı da yersizdi. ABD kuvvetleri güneyde Kuveyt üzerinden Irak’a girmişlerdi. Amerikalıların Katar’da büyük bir karargâhları vardı. Arap ülkeleri onları eleştirmiyorlardı. Ancak şunu da belirtmek gerekir: Tarihin akışının o zamanki algılamaya mutlaka uyacağını söylemek mümkün değildi. Tezkere kabul edilseydi bile ABD ile ciddi ihtilâflar çıkabilirdi. Türkiye düş kırıklığına uğrayabilirdi. Iraklı Kürtlerle silahlı çatışmalara kadar varan sorunlar çıkabilirdi. 28 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası 2003 yılında bir çelişki daha yaşandı. 1 Mart tezkeresi kaçınılmaz olarak Türkiye ile ABD arasındaki ilişkileri etkilemişti. Özellikle ABD ordusu ve “Yeni Muhafazakârlar” gücenmişlerdi. Temmuz 2003’te Kuzey Irak’ta “çuval olayı” cereyan etti ve ilişkiler daha gerginleşti. 7 Ekim 2003’te ise TBMM, ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra BM Güvenlik Konseyi’nin de onayı ile kurulan “Koalisyon” kuvvetlerine katılmak üzere Irak’a önemli miktarda kuvvet gönderilmesini kabul etti. Oysa bu kararın uygulanması Irak’ta ABD müdahalesinden kısa bir süre sonra patlak veren şiddet ve terör olaylarından sonra 1 Mart tezkeresinin uygulanmasından kat kat daha riskli olacak ve Türkiye şehit tabutlarının gelmesi ile iç politikada ağır siyasi bunalımlara sürüklenecekti. Neyse ki Araplar ve Kürtlerin muhalefeti yüzünden TBMM’nin aldığı karar uygulanamadı. Irak Savaşı’nın Orta Doğu’da bir Pandora kutusu açacağı kehanetinde bulunanlar haklı çıktılar. Bush yönetimin inanılmaz basiretsizliği ABD’nin politik gücüne ve inandırıcılığına ağır bir darbe vurdu; bölgedeki dengeleri bozarak, Irak’ı zayıflatarak ve istikrasızlığa sürükleyerek, İran’ı kuvvetlendirerek ve kökten dinci cereyanları körükleyerek aleyhine çevirdi. Bu karmaşa ortamında, Türkiye, yürüttüğü aktif ve genelde yaratıcı ve isabetli politika ile Orta Doğu’daki jeopolitik ve ekonomik mevkiini perçinleştirdi. Ne var ki, bu politikanın zaman zaman tereddütler doğuran, eleştiri çeken yönleri de hiç yok değildi. Örneğin, Irak’ın toprak bütünlüğünü korumak amacı kuşkusuz yerindeydi, fakat bu amaç Kuzey Irak’ta özerkliklerine kavuşmuş olan ve Bağdat’ın zaafı yüzünden gittikçe daha bağımsız bir siyaset gütmek imkânına kavuşan Kuzey Irak Kürtleri ile 2009 yılına kadar gerçekçi bir ilişki kurulmasını engellememeliydi. Kuzey Irak’ta Kandil bölgesindeki Kürt teröristlere karşı yürütülmek istenen operasyonlar 2007 yılına kadar ABD ile olduğu kadar Kürt yönetimi ile de sürtüşmelere neden oldu. 2009 yılına kadar Kürt meselesinin çözümü için bir açılım politikası başlatılamaması da tabiatı ile bir zaaf unsuru oluşturuyordu. AKP Hükümeti’nin Orta Doğu ülkeleri ve hatta Afrika ülkeleri ile ikili ilişkileri geliştirmek konusundaki çabaları takdir edilmelidir. BM Milletler Güvenlik Konseyinin geçici üyeliğine seçilmek için sarf edilen gayretler başarıya ulaştı, Türkiye en iyimser tahminlerin bile ötesinde destek sağlayabildi. Suudi 29 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Arabistan ve diğer Körfez ülkeler ile de ilişkiler çok daha yüksek bir seviyeye çıkarıldı, bu ülkelerden Türkiye’nin ekonomik büyümesine özlü katkıda bulunabilecek düzeyde direkt yatırımlar temin edilebildi. Türkiye’nin bütün bölge ülkeleri ile hatta Kuzey Irak ile ticareti rekor düzeylere ulaştı. Bu politikanın bir özelliği de mikro diplomasinin iyi kullanılmasıdır. Bundan kasıt yalnızca Hükümetler arası ilişkiler ile yetinilmemesi ve bir ülkenin politik yelpazesinde yer alan bütün unsurlar ile diyalog kurulmasıdır; Irak’ta çeşitli Şii ve Sünni gruplarla ve aşiretlerle temas edilmesi gibi. Türkiye aynı yaklaşımı Lübnan’da da sergiledi. 2006 yılındaki İsrail saldırısından sonra Lübnan’daki Birleşmiş Milletler kuvvetine katkıda bulunurken iç politikada uzlaşma sağlanmasında da önemli rol üstlendi. Türkiye bugün Filistinlilere en fazla politik ve mali yardım sağlayan bir ülkedir. 2008 sonunda Gazze’ye saldıran İsrail’e karşı en şiddetli tepki yine Türkiye’den geldi. İsrail’in orantısız kuvvet kullanması genellikle reaksiyon doğurduysa da diğer Arap ve Müslüman ülkelerinden hemen hemen hiçbiri Türkiye kadar ileri gitmedi. Gazze ablukası konusunda da Türkiye’nin tutumu Gazze ile sınırını açmakta isteksiz davranan Mısır’ın tutumu ile çelişki teşkil etti. Mısır’ın sınırı açmakta ayak sürtmesi Müslüman Kardeşlerin bir uzantısı olarak gördüğü Hamas’a antipatisinden kaynaklanıyordu. Türkiye ise, Mısır’ın aksine, başından beri Hamas’a elini uzatmıştı. O kadar ki, 2006 Şubatında Hamas Gazze’de seçimleri kazanır kazanmaz daha Filistin Meclisi bile toplanmadan Hamas’ın sürgündeki lideri Halid Meşal Ankara’ya geldi. O tarihte çok tartışma yaratan bu ziyaretin zamanlamasında belki acele edildiyse de, sonradan Hamas gerçeğinin kabulünden başka çare olmadığı birçoklarınca anlaşıldı. Ancak Hamas ile diyalog kanallarını açık tutarak onu şiddetten vazgeçirip barışa yönlendirirken yanlış yorumları önlemek açısından Hamas’ın avukatlığı görüntüsünden ve din referanslı söylemlerden kaçınmanın önemi göz ardı edilmemelidir. Türkiye’yi bölgede saygın ve cazip kılan hususun halkının Müslüman olmasının yanında, beklide ondan daha önemli demokratik bir ülke olması ve başta AB ve NATO olmak üzere Batı ile kurduğu ve idame ettirdiği yakın ilişkiler olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Türkiye-Suriye ilişkilerinde son yıllarda sürekli gelişmeler kaydedildi. İki 30 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası ülke çeşitli alanlarda işbirliği öngören 40 küsur anlaşma imzaladılar ve karşılıklı olarak vizeyi kaldırdılar. İki ülke arasında bir Stratejik İşbirliği Konseyi kuruldu. Türkiye Netanyahu Hükümetinin iktidara gelmesinden önce İsrail ile Suriye arasında iki devletin talebiyle arabuluculuk girişiminde de bulundu, fakat bu süreç çok kısa sürede kesintiye uğradı. Netanyahu işbaşına geldikten sonra ise Türk-İsrail ilişkilerine gerginlik daha da arttığından Türkiye’nin arabuluculuk misyonu ifa etmesine pek imkân kalmadı. O kadar ki “Monde Diplomatique” dergisinde Ocak 2010’da yayımlanan bir söyleşisinde Beşar Esed, kendisine bu konuda sorulan bir suale cevaben Türkiye’nin İsrail ve Suriye arasındaki arabuluculuk rolüne gelince, “bence asıl Türkiye ve İsrail arasında bir arabuluculuk lâzım” diyordu. Bir noktayı açıklığa kavuşturmakta yarar var. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Türkiye’nin arabuluculuk yapmadığını, fakat kolaylaştırıcı bir rol oynadığını belirtti. Bakan haklıdır. Arabuluculuk bu görevi ifa eden kişi veya devletin çok ayrıntılı bir çözüm planı sunmasını gerektirir. Türkiye’nin ise rolü daha çok tarafları bir araya getirmek ve müzakere atmosferi yaratmak şeklinde oluyor. Dışişleri Bakanı bir noktaya daha açıklık getirdi. “Neo Ottomanism” tabirini hiçbir zaman kullanmadığını, bunun bir yakıştırma olduğunu belirtti. Medyanın ve bazı düşünce merkezlerinin kullandığı bu terim gerçekten bazı yanlış anlamalara ve çağrışımlara yol açabilecek nitelikteydi. Bakanın yaptığı düzeltme çok yerinde olmuştur. AKP Hükümeti’nin Orta Doğu politikasının yalnızca bölge ülkelerinin hükümetlerince değil, bu ülkelerin kamuoylarınca da takdir edildiği görülmektedir. Arap ülkelerinde basın hiçbir zaman Türkiye hakkındaki haberlere ve yorumlara bugünkü kadar yer vermemiştir. Türkiye’nin bugün Orta Doğu’daki rolünün ağırlığı ABD ve AB Hükümetlerinin, medyalarının ve düşünce merkezlerinin de dikkatinden kaçmış değildir. Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyenlerin büyük bir kısmı bu rolü ön plana çıkarıyorlar. Fransa’da da aynı görüşler mevcut. “Club des Vigilants” Grubu bir süre önce yayımladığı raporunda Türkiye’nin İran, Irak ve Suriye üzerinde önemli bir nüfuzu olduğunu ve İsrail’in tek Müslüman müttefiki olan Türkiye’yi kaybetmeyi göze alamayacağını vurguladı. Aynı raporda 31 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye Fransa’nın Orta Doğu’ya yaklaşımında Türkiye ile karşılıklı güvene dayanan bir diyalog eksikliğinden sıkıntı çektiği, bunun Fransa’nın Türkiye’nin AB üyeliği konusundaki çok katı tutumundan kaynaklandığı belirtilmekteydi. Türkiye’nin Irak Merkezi Hükümeti ile de ilişkileri oldukça yüksek düzeyde. Irak’la da çok sayıda çeşitli işbirliği anlaşmaları imzalandı. Türkiye Irak’ın toprak bütünlüğüne en fazla destek veren ülkelerden birisidir. Kuzey’de özerk Kürt bölgesi ile ilişkiler ise çok yakın zamanlara kadar karşılıklı güvensizlik üzerinde gerginliğini korudu. Irak Cumhurbaşkanı sıfatıyla Celal Talabani’nin Türkiye’ye 7-8 Mart 2008 tarihinde yaptığı ziyaret ve Büyükelçi düzeyinde temsilcilerin Mesud Barzani ile temasları tedricen ilişkilerin normalleşmesine yol açtı. Dışişleri Bakamı Davutoğlu’nun 30-31 Ekim 2009 tarihinde Erbil’e yaptığı ziyaret önemli bir dönüm noktası niteliğindeydi. Bu ziyaret sırasında Erbil’de bir Başkonsolosluk açılmasının kararlaştırıldığı açıklandı. Irak’ta Amerikan kuvvetlerinin 2011 yılında tamamen çekilmesinden sonra ülkeyi nasıl bir akıbetin beklediği konusunda kimse bugünden sağlıklı bir öngörüde bulunamıyor. ABD kuvvetlerinin Başkan Bush devrinde 35.000 ek askerle takviye edilmesinin güvenliğe yapacağı katkının abartıldığını süregelen terör ve şiddet olayları kanıtlamaktadır. Araplar ile Kürtler arasındaki sorunların kolay kolay çözülemeyeceği bellidir. Dolayısıyla büyük bir ihtimalle, sivil savaş önlenebilse dahi Kuzey Irak bugünkü geniş hareket serbestisini şu veya bu şekilde muhafaza edecektir. Türkiye’nin güvenlik menfaatlerinin Kuzey Irak ile istikrarlı ilişkiler gerektirdiği artık anlaşılmıştır. Aksi takdirde bu bölge üzerinde İran kolaylıkla en nüfuzlu devlet haline gelebilecektir. Irak Kürtleri de asıl bu olasılıktan çekindiklerinden Türkiye’ye gittikçe daha fazla yanaşmak ihtiyacını duyuyorlar. Türkiye’nin Kuzey Irak’a karşı son zamanlardaki açılımını daha da ileri götürmesinde herhalde yarar vardır. Türkiye’nin İran ile ilişkileri AKP Hükümeti devrinde süratle gelişti. 2008 yılı sonunda İran ile ticaret hacmi 8 milyar dolara varmış ve İran Türkiye’nin en büyük 8. ticaret ortağı olmuştur. Türkiye petrol ithalatının %36.4’ü İran’dan yapılmaktadır. Rusya’dan sonra Türkiye’nin en büyük gaz tedarikçi olan İran’a bağımlılık oranı %11 civarındadır. İki ülke arasında Türkmenistan doğal gazının İran üzerinden Türkiye’ye sevk edilmesine, İran doğal gazının 32 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası Türkiye üzerinden Avrupa’ya nakline ve Güney Pars gaz kaynaklarının belirli fazlarının TPAO tarafından işletilmesine imkân tanıyan bir mutabakat muhtırası mevcuttur. Türkiye’nin İran ile ekonomik ilişkilerine ve enerji alanındaki işbirliğine kuşkusuz kimse itiraz edemez. Ne var ki bir yandan İran’ın nükleer programları konusunda BM Güvenlik Konseyi üyelerinin, genellikle Batılı devletlerin, İsrail’in ve Körfez ülkelerinin duyduğu endişelere, diğer yandan İran’da bugünkü otokratik yönetime karşı İran halkının önemli bir kısmının gösterdiği tepkiye tamamen kayıtsız kalmanın ne kadar doğru bir tutum olduğu tartışılabilir. Ayrıca, ABD’nin İran’a uyguladığı ambargo kapsamının hatırdan çıkarılmaması uygun olur. Türkiye Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın İran’ın nükleer programları konusunda şeffaf davranmadığı yolundaki değerlendirmelerine katılmadığından Ajans Guvernörler Kurulu’nda yapılan oylamada İran’ı kınayan Batılı devletlerden ayrılarak çekimser kaldı. Bu tutum, ileride ABD’nin isteği yönünde BM Güvenlik Konseyi’nde bir oylama yapıldığı takdirde Türkiye’nin nasıl hareket edeceği sorusunu beraberinde getirdi. Mesele bundan da ibaret değil. Türkiye İran’ın nükleer güce sahip olmasının kendi güvenliği bakımından yaratacağı potansiyel tehdidi görmezden geldiği intibaını verdiği gibi, İran’ın nükleer programlarının nükleer silah imalini hedeflemediği yolunda yaptığı ve kimsenin inanmadığı beyanlara adeta kefil oluyor. Ayrıca İsrail’in nükleer silah sahibi olmasının İran’ın da aynı yola gitmesini haklı gösterdiğini ima ediyor. İyi de İsrail tâ 1960’ların başında Fransa’nın yardımı ile bu silahlara sahip olmuştu. Nükleer silahların yayılmasının önlenmesi antlaşmasının İran’ın aksine üyesi değildi. Kaldı ki, İsrail’in nükleer gücünün İran’a yönelik olduğu da iddia edilemez. İsrail’in nükleer silahlarından şikâyete haklı olan İran değil, Arap devletleridir. Onların birçoğu da İsrail’den çok İran’dan endişe duymaktadırlar. İran’daki teokratik ve otokratik devlet sistemi Ahmedinecad’ın tartışmalı seçimler sonunda tekrar Cumhurbaşkanı seçilmesinden beri sık sık büyük kalabalıkları seferber edebilen gösterilerle protesto ediliyor. Elbette İran’ın içişlerine karışmak uygun değildir. Fakat Türkiye’nin daha fazla demokrasi isteklerine karşı tamamen lâkayt kaldığı izlenimini vermesi de doğru sayılamaz. İran halkının Türkiye’deki gibi istedikleri Hükümeti seçme hakkı 33 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye için barışçı yollarda mücadelesine bir şekilde empati gösterilebilir. İran’ın özellikle genç kuşakları ileride Türkiye’nin mücadelelerine tamamen sırt çevirdiği izlenimine kapılmamalıdırlar. 11 Eylül 2001’i izleyen gelişmeler ışığında Afganistan ve Pakistan da Orta Doğu bölgesi kapsamında ele alınmalıdır. Türkiye geleneksel olarak dostane ilişkilerde bulunduğu bu iki ülkenin ortak sorunları ile de yakinen ilgilidir. Afganistan’da NATO Komutası altında Kabil bölgesinde sayısı 700 ile 1300 arasında değişen bir birlik bulundurduğu gibi ekonomik, sosyal ve kültürel alanda bu ülkeye özlü yardım yapmakta, Afganistan ve Pakistan liderlerini bir araya getirerek aralarındaki sorunların çözümüne katkıda bulunmaya çalışmaktadır. Gerçekten de Afganistan’daki El-Kaide ve Taliban terörüne Pakistan’ın işbirliği sağlanmadan son verilmesi imkânsız olduğu gibi, Afganistan’daki savaşın yansımaları Pakistan için hayati bir tehlike teşkil etmektedir. Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri son birkaç yıldır sorunludur. Hükümet haklı olarak İsrail’in Filistin halkına karşı baskı politikasına, Gazze’de orantısız kuvvet kullanmasına, kadınlar ve çocuklar arasında öldürülenlerin sayısının çok yüksek olmasına, Gazze’nin insafsızca ablukasına tepki göstermektedir. İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı’nın Türk Büyükelçisi’ne yaptığı kabalığa karşı gösterilen reaksiyon da tamamen yerindedir. Ancak İsrail’e karşı tepkilerde bir ölçü ve üslup sorunu olduğu da inkâr edilemez. Türkiye’nin son on yıldaki Orta Doğu politikasının en önemli başarılarından biri İsrail ile yakınlaşmasını Arap devletleri ile işbirliğinin geliştirilmesi ile bir arada yürütülebilmesi olmuştur. İsrail ile askeri ve savunma sanayi alanındaki işbirliğinin Türkiye için çok yararlı olduğu inkâr edilemez. Nihayet, ABD’de Yahudi lobisinin Türkiye’ye zor devirlerde önemli destek sağladığı unutulmamalıdır. İsrail aleyhtarı retoriğin ve televizyon dizilerinin Yahudi düşmanlığını ve genellikle ırkçılığı körüklediği de bir vakıadır. Hükümetin İsrail’e karşı tepkilerinde dikkati çeken bir nokta da diğer Arap ülkelerinin hemen hepsinden daha ileri gitmesidir. Oysa Filistin meselesi esasında bir İsrail-Arap ihtilâfıdır. Filistinlilerin bugünkü kaderlerinde Arap devletlerinin sorumluluğu göz ardı edilemez. Türkiye’nin zaman zaman Kral’dan 34 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası fazla Kral taraftarlığı yapması ister istemez yadırganmaktadır. Türkiye bugün İslam Konferansı Örgütüne de Arap ülkelerinden ve diğer Müslüman ülkelerden daha fazla önem veriyor. Oysa bu örgüt, yapısı ve kompozisyonu ile uluslararası alanda etkili bir rol oynayamaz. Türkiye’nin dış politikasının Orta Doğu üzerinde yoğunlaşması Türkiye’nin genel siyasetinde bir eksen kayması olup olmadığı sorusunu gündeme getirdi. Aslında Orta Doğu’da Türkiye’nin çok aktif gözüken dış politikasının, bazı üslup sorunları ve aşırı dini hassasiyet ifadelerine rağmen, NATO üyeliği ve AB ile üyelik müzakereleri yürüten bir ülke statüsü ile bağdaşmayan bir yönü yoktur. AB ile müzakerelerdeki durgunlukta AB ülkelerinin sorumluluğu Türkiye’nin sorumluluğundan daha fazladır. Kaldı ki şu anda dünyada en çetin ve çetrefilli sorunlar Orta Doğu bölgesindedir ve bu durumun Türkiye’yi Avrupalı ülkelerden daha fazla ilgilendirmesi şaşırtıcı olmamalıdır. Türkiye’nin Orta Doğu politikasının, şimdiki aşamada, ABD’nin politikası ile çatışmadığı da belirtilmelidir. Sonuç Cumhuriyet’in Orta Doğu politikasına başından beri genellikle sağduyunun, Türkiye’nin temel menfaatleri hakkında akılcı bir algılamanın, temkinin, bölgede istikrar arayışının hakim olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bunun başlıca istisnası kuşkusuz 1950-60 yılları arasında Orta Doğu’da Arap milliyetçiliğine karşı cephe alınması ve buna açıkça karşı gelen tek bir Arap devleti ile ittifak yapılmasına kadar gidilmesidir. Bunun dışında zaman zaman yanlış değerlendirmelerden hareketle bazı hatalar elbette yapılmış, fakat bunların hiçbiri sürekli olumsuzluk yaratacak boyutta olmamıştır. Unutulmaması gereken bir nokta da Orta Doğu’nun Soğuk Savaş devrinde olduğu kadar ondan sonra da en derin sarsıntıları geçiren bir bölge olduğudur. Filistin-İsrail ihtilâfı ve onun tetiklediği savaşlar, İran devrimi, İran-Irak savaşı, Birinci ve İkinci Körfez savaşları, Arap ülkeleri arasındaki ihtilâflar ve rekabetler, mezhepler arasındaki çekişmeler ve çatışmalar, enerji kaynaklarına sahip ülkelerle bunlardan yoksun ülkeler arasındaki ekonomik farklılıklar sürekli sarsıntılara ve istikrarsızlıklara çok müsait bir ortam yaratmıştır. Bunlara tabii Türkiye’nin direkt komşuları İran, Irak ve Suriye ile ortaya çıkan sorunları, PKK terör 35 Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye örgütünün komşu ülkelerde konuşlanmasını ve onlardan destek görmesini de eklemek gerekir. Bugün Orta Doğu’nun Türk dış politikasında öncelikli bir odak noktası teşkil etmesi doğaldır. Türkiye’nin AB politikasında, Kıbrıs meselesinde, Kafkasya’da, enerji güvenliği alanında karşılaştığı sorunlar elbette aynı derecede, hatta belki uzun vadeli olarak daha önemlidir. Ne var ki hiçbirinde Orta Doğu’daki şiddet ve tehlike potansiyeli mevcut değildir. ABD sonrası Irak’taki gelişmelerle ilgili öngörüde bulunmak son derece zordur. İran hariç bölge ülkelerinin hemen hemen tamamı ve ABD karşı olsa da Irak’ın parçalanması olasılığı tamamen yok sayılamaz. Türkiye’nin Irak politikasını bütün ihtimalleri göz önünde bulundurarak tasarlaması kaçınılmazdır. Bu bağlamda hem Araplardan hem de İran’dan endişe duyan Kuzey Irak Özerk Kürt bölgesine yönelik siyaset ön plana çıkmaktadır. Kuzey Irak’taki gelişmelerin Kürt meselesi ile etkileşimi de gözden kaçırılmamalıdır. İran’ın nükleer programından kaynaklanan sorunların barışçı bir şekilde çözümü yolunda Hükümetin sarf ettiği gayretler ancak takdir edilebilir. Fakat bu yapılırken İran’ın programlarının barışçı olduğu yolundaki iddialarına kefil olunduğu izlenimi yaratan söylemlerden de kaçınılması gerekir. İran’ın nükleer programlarının sadece İsrail’i değil, başta Körfez ülkeleri olmak üzere birçok Arap ülkesini tedirgin ettiği unutulmamalıdır. Belirtilmesi gereken bir husus da Türkiye’nin Orta Doğu politikasının, Ermenistan’a karşı güdülen politika ile birlikte ABD ile ilişkilerimizin artık kilit unsuru haline geldiğidir. İsrail’in politikasının çeşitli veçhelerine ve özellikle yarattığı oldubittilere ve Gazze’de geçen yıl olduğu gibi orantısız kuvvet kullanmasına karşı tepki ifade edilmesinden daha tabii bir şey olamaz. Ancak İsrail ile ilişkilerimizin ikili zeminin ötesindeki önemi gözden kaçırılmamalıdır. Türkiye’de Yahudi düşmanlığının yayılmasının yaratacağı tehlikeler küçümsenmemelidir. Bütün dış politikamızda olduğu gibi Orta Doğu politikamızda da dini temalardan ve referanslardan kaçınılmasında yarar vardır. Dış politikada duyarlılığa daima yer vardır, fakat duygusallığa yoktur. Sonuç olarak bir ülkenin dış politikasının o ülkenin iç gelişme ve sorunların36 Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası dan soyutlanması mümkün değildir. Türkiye, teröre son verilmesi, demokrasinin güçlendirilmesi, özgürlük alanlarının genişletilmesi, toplumsal şiddet ve ırkçılık eğilimlerinin önlenmesi, kurumlar arasında uyum sağlanması, kamuoyundaki kutuplaşmaların bertaraf edilmesi, AB üyelik sürecinde gerekli olan reformların tamamlanması, siyasi partiler arasında asgari bir diyalog ortamının oluşturulması gibi hayati sorunlarını çözme çabası içindedir. Bir ülkenin iç gelişmelerine ilişkin algılamaların o ülkenin dış politikası hakkındaki değer yargılarına tesir etmemesi düşünülemez. 37