Mirac 2 - WordPress.com

advertisement
Arz'dan Arş'a Mi'rac 2
The Course of ... In the name of ALLAH
Trabsscientific ... The most Beneficent AL-RAHMAN
ZIG-ZAG Lehre ... The most Merciful AL-RAHİM
THE MIRACLE OF ALLAH
The assencion miracle upto parallel universies
Authorized by
HANS von AIBERG
"BLACK HOLES"
HANS von AIBERG
ARZ'dan
ARŞ'a
Mİ'RAC
ARZ-ARŞ Dizisi
İkinci Band / İkinci Cild / Dördüncü Kitap
Dizgi-Baskı: İstanbul / 1988
Kapak Kompozisyonu: Hans von Aiberg
Grafik: Mustafa ÖZER KÖSE
Birinci Baskı
Dr. AIBERG








Kapak
Arkakapak
Yankapak
İçkapak 1
İçkapak 2
İçkapak 3
İçkapak 4
Sunuş
***
[*] BLOG notu: Bknz. AÇIKLAMALAR ( https://ardzarch.wordpress.com/not/ )
***
SUNUŞ
Geçmişte askerî fetihlerin yapamadığını, günümüzde İSLAM, "Bilim" yoluyla başarmakta,
eski haçlı ve ateistleri "Yepyeni müslümanlar" olarak saflarımıza gönüllüler olarak
katmaktadır.
Böylece Batılı Müslüman Bilim adamlarının "Bilim-akıl-kalem cihadı" ile "İslamın Batı
Cephesini" açtıklarını sezmekteyiz.
Sadece bilimle ilgili bu ekibin "Cemaat çalışmalarının toplu bilimsel sonuçlarından" ZİGZAG Öğretisi ortaya konmuştur.
21. yüzyıl bilimi sayılan bu öğretinin "Arz-Arş Dizisi" Skandinav asıllı Alman teorik fizikçi
Hans von Aiberg'in payına düşmüştür.
Aynı zamanda düşünür, yazar ve gazeteci olan Prof. Dr. von Aiberg, müslümanlığın yanında
Türk'lüğe de gönül verdiğinden, dünyada ilk ve tek olarak, bu eserlerini yayınevimiz
aracılığıyla, öneelikle TÜRK okuyucuya sunmaktadır. Beceri bizden, beğeni sizden, başarı
ALLAH'tan...
KİT-SAN
"Eserimin sevabını, sayesinde MÜSLÜMAN-TÜRK olduğum MÜFİDE ATALAY'a
ALLAH rahmetine vesile olması umuduyla ithaf ediyorum..."
H.Ayberg
"Arz-Arş dizisinin kitapları Kur'an'ı Kerim'in Teorik Fizik ilmi ışığında bir yorumu
mahiyetinde... Bu güne kadar binlerce kitap okudum. Böylesini görmedim. Böylece bütün
"Bilinmezler" çözülüyor, bütün "İzm"ler iflas ediyor, "Tek doğru" ortaya çıkıyor. İlk
okuyuştan altı ay sonra ikinci defa başladım. Sanki 21. yüzyılın bilgilerini veriyor, hayatımızı
yeniden "Dizayn" ettiriyor. M.Hans von. Aiberg'e ve onu bize ulaştıran KİT-SAN'a minnet ve
şükran duygularımı bildiririm. Bu kitapları okumayan kişi, kim olursa olsun dünyadaki
yüklerini hafifletmekte güçlük cekecektir."
Prof. Dr. Sacit ADALI
"Bu güne kadar bir çok kitap okudum ama, benim hayatımın akışını değiştiren kitap Prof. Dr.
Hans von Aiberg'in "Arz'dan Arş'a Sonsuzluk Kulesi" adlı kitabı oldu. Şimdi bambaşka bir
insanım..."
Bay H.İZ/ANKARA
ÖNSÖZ
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM: OKU
ARZ'dan ARŞ'a Mİ'RAC bandımızın bu ikinci cildiyle yeniden huzurlarınızdayız, sevgideğer
okurlarım...
İlk bandımız ARZ'dan ARŞ'a SONSUZLUK KULESİ, bir genel ve kısa özet olarak ARZARŞ dizimizin girişini oluşturmak üzere yayınlanmıştı.
İkinci bandımız olan ARZ'dan ARŞ'a Mİ'RAC ise -adı üzerinde- Dünyadan havalanan insanın
"Gizli iç güdüsü olan yükselişin" ve yükselişlerin son durağı olan ARŞ'ın Mİ'RAC'ını dört cilt
halinde sunmaktadır. Önceki cildimiz, insanın uçma ve uzay serüvenini, bunun yanında bir
KUR'AN mucizesi olan "Gök Mekaniğini" yorumlamış, kapalı bir sistem olan Evrenin dışına
olağan yollarla çıkamayacağını göstermişti.
Tam kendimizi tutkulu hissettiğimiz bu aşamada gökten bir kapı, "Görünmeyen bir kara kapı"
aralanmış, böylece evrenin dışına çıkacağımız tek çıkış yolunu keşfetmiştik.
Bu gök kapıları "Karadelik"lerdir. Şimdiki eserimiz işte, bu "Karaboşluk Mekaniğini"
dünyada ilk ve tek, hatta eşsiz olarak, en geniş kapsamlı olarak ele almaktadır. "Karadelik"
konusu, inanmak isteyen ve mü'min okuyucum için büyük bir silah olacaktır. Çünkü karadelik
gibi inanılmaz bir bulguyu ortaya koyan ve ayrıntılayan ekibin % 80 kadarı Zig-Zag öğretisi
mensuplarıdır.
Karadelikler konusunda sadece mini broşürler, birkaç sayfayı geçmeyen makalelerden başka
hiçbir bilgi yoktu.
1974'te Profesör John Taylor, bu konuda bir kitap yazmak istediğini belirterek bütün
karadelik uzmanlarına ve ünlü Astrofizik teorisyenlerine davet vermişti. Bu değerli bilim
adamının hatırını kırmayarak 29 kişiden kurulu bir ekip oluşturduk. Bunlardan onyedisi
isimlerinin önsözde geçmesini istediler. Ekibimizden olanlar ise prensip üzerine isimlerinin
geçmesine karşı çıktılar.
Söz konusu prensip "İslâmın Ruhunu" yansıtmaktadır. Çünkü Zig-Zag öğretisi mensupları
ilke olarak reklam, propaganda, bilim aristokrasisi ve resmî bilim burjuvazisinin
protokolcülüğünü peşinen reddetmişlerdir. İslâm bir cemaat, bir ümmet, bir şûra (Hey'et) dini
olduğundan; icmâi ümmet yöntemi bilimde de geçerlidir. Dolayısıyla sivri uçlara yer vermeyi
önceden reddederek, bilimsel bencillik olan "BEN" yerine "Biz" denen cemaat olmayı ilke
edindik. Gerçek müslüman bilim adamları olarak şunu benimsedik:
BEN YOK, BİZ VARIZ!..
Ayrılıklar böyle çözümlenir. Uzlaştırıcı, birleştirici islâm ancak böyle temsil edilir.
İsmimi kitaba korken ya da üstlendiğim bir şeyi, yaşadığım bir olayı anlatırken, normal
"Özne" olan "Ben"i kullandım. Fakat hiçbir zaman nefsimin baştacı, şeytanın kovulmasının
nedeni olan azameti "BEN" ile hitap etmeyi hiç düşünmedim!..
Çünkü BİZ bir cemaat dini olan İSLÂM mensuplarıyız. Benlik ve bencillik kavgamızı
peşinen bırakarak, soytarı benliğimizi "Bilgimizin" içinde erittikten sonra Kelime-i Şehadet
getirip, MÜSLÜMAN olduk. Biz "Benci" değil; tam tersine "SENCİLİZ".
BEN müslümanım ama BİZ CEMAAT VE MİLLETİZ; BİZLER ise ÜMMETİ
MUHAMMEDİZ. Bunun için sırayla BEN, Türk ve müslümanım demekle, aslında
"BİZLER" kavramına nasıl ulaşmamız gerktiğini anlatmak istedim. Bencillik ve onun "Ben"
kibiri doğrudan şeytana aittir. Önceleri meleklerden bile melek olduğuna inanılan Şeytan,
ebedi kaybedişini "Ben secde etmem" dediği için başına sarmıştır. "İN ORADAN, ORADA
BÜYÜKLÜK TASLAMAK SANA DÜŞMEZ, DEFOL, SEN AŞAĞILIK BİRİSİN!" diye
Rabb'inden hitap bulmuştur. İşte "Ben" demek, bu kadar korkunç bir fecaat olup, onu özne mi
yoksa "KİBRİYA" için mi kullandığımıza, yani ard niyetimize bakar, masûm ya da şeytandan
oluşumuz...
***
Bütün Zig-Zag öğretileri eserleri şu ayet doğrultusunda kaleme alınmıştır:
"DOĞRUCULAR (Sadık yazarlar) İSENİZ BİLİME DAYANARAK HABER VERİN. (Eğer
okurlar iseniz) BİLİME DAYANMAYANA İNANMAYIN, İNCEDEN İNCEYE
DÜŞÜNÜN!"
Bilmek boynumuzun borcudur:
"O HALDE SAKIN BİLMEYENLERDEN OLMA!" (En'am-35)
Çünkü bimeyenler, bilenlerle iki atrı sınıf oluşturular:
"HİÇ BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?" (Zümer-9)
Bunun ne anlama geldiğini bize Hûd-46. ayet açıyor:
"SENİ BİLMEZLERDEN OLMAKTAN BİLHAKKIN MEN EDERİM!"
Hatta bilmeyenlerle ilişkimizin kesilmesi istenmektedir:
"SEN KOLAYLIĞI TUT, İYİLİĞİ EMRET, CAHİLLERDEN YÜZ ÇEVİR" (A'raf-199)
Buradaki cahillerden artık bilim talep etmeyen, öğrenmek istemeyen, öğrenimi reddeden,
bilimin gereksizliğini savunan, cahilliğin eseri gerçek yobazlardır. İrtica lafını onlar hak
etmişlerdir. Onlar BİZDEN de değildir. Onlar ALLAH buyruğuna karşıdırlar. Çünkü
Rabbimizden bilim istememiz, bilimimizi arttırmasını istememiz "RABBİM İLMİMİ
ÇOKCA ARTTIR" (Ta-Ha-114) ayeti uyarınca ve Resulullah'ın iki hadisiyle [*] sabittir.
"İbadetin efdâli (En yararlısı) bilim talep etmektir."
"Cenâb-ı Hak bir kulunu rezil etmek isterse bilimden yoksun kılıp, cahillerden eder."
Cehalet (bilgisizlik) Resulullah'ın yerdiği İslâm dışı ya da İslâm'ın yüz karası bir beyin
tembelliğidir. Çünkü "Cahil yoktur"; Cahil kalmak isteyen vardır. Resulullah (sas) cehaleti
kâfirlikten şiddetli saymıştır:
"Cehalet küfürden; yoksulluk ateşten daha şiddetlidir."
"Cahiller arasında bilim talep eden bir kimse ölüler arasında diri gibidir."
Bizleri "Haksız biçimde" geri bıraktıran şeytan, tek kelimeyle cehalettir:
"Başka ümmetleri geçmeyen ümmetime şefaat etmiyeceğim."
"İlim tahsil etmeyi kadın-erkek her müslümana farz kılan, ilimi nerede bulursak almamızı
isteyen, bilimin mü'minin kaybolmuş malı olduğunu, Çin'de bile olsa arayıp almamızı, her
fiile yasak konulabileceğini, fakat bilime asla
yasak konulamıyacağını, bilimin bir sonu olmadığını, bilimin bir saatinin yetmiş yıllık ibadete
bedel olduğunu, bilginin mürekkebinin şehit kanından da üstün olduğunu" sahih olarak
söyleyen Resulullah bilimsiz bir Kur'an düşünülemiyeceğini bildirmiştir. Kendisine birisi
"Bilim öğrenmeyi tavsiye ediyorsunuz. Bilim Kur'an'dan da efdâl midir?" sorusuna şu cevabı
verdi:
"Hiç bilimsiz Kur'an olur mu?"
Hazreti Ali (r) ilmin kapısı olmasının sırrını şöyle açıklıyor:
"Rütbelerin en âlâsı iiim rütbesidir."
Yâhya bin Halit'in özdeyişi de çok anlamlı bir öğüt:
"Oğlum ilmin her türlüsünü öğrenmeye çalış. Kişi bilmediğine düşman olur."
[*] Lütfen okuyunuz: AÇIKLAMALAR
***
Gerçekten de insan bilmediğini, anlayamadığını yok etmeye çalışır. Yok etme işlemini, ya o
şeyi öldürerek ondan kurtulmayı seçer; (Bunu yapamıyorsa, örneğin korktuğu şey soyut ve
güçlüyse) ona esirce tapınarak kendini güvenceye alan müşrik biri olur. Oysa aydın mü'min
açıklanamayanı bilimle açıklayıp, onu öldürmeden yok etmiş olur.
Dolayısıyla bilim, maddeciler gibi inkara saptırmaz, müşrikler gibi taptırmaz. Bilmek yoluyla
açıklanan şey çözüme kavuşur. Kur'an dolusu olarak bilimin maddeci ve müşriğe bu
tartışılmaz üstünlüğü hep istenmiştir.
Bilim kısıtlanamaz. Bilim en kocaman bir bütündür. Onun dallarından biri "Bilim sayılıp",
diğer dallar (ve gövde ile kökler) inkar edilemez. Örneğin, "Yalnız fıkıh bilimdir" demek,
evrenin doğasına aykırıdır. Çünkü evren, insan ve fıkıhı olmadan da "FİZİKOMATEMATİK" YASALARLA YÖNETİLİYORDU; kıyamete kadar yönetilecektir!.. Bu
nedenle fiziko-matematiği 1400 yıldan beri ilk kez öğretimizde işlemeye çalışıyoruz.
Bir önceki cildimizde gök mekaniği yasalarını ele almıştık. Şimdi bir başka evrene kapı olan
karadelik ya da siyahboşluk konusuyla birlikte relativiteyi sunacağız. Karadelikler konusunda
daha önce "BEN yerine BİZ olarak" ve John Taylor adına ünlü "Black Holes=Karadelikler"
kitabı bahanesiyle bir türlü icmâi ümmet oluşturmuştuk. Elbette içimizde başta Prof. John
Taylor olmak üzere birçok inançsız vardı. Fakat Karadelikler olayının onları da imana
getirdiğini gördük. John Taylor aslen matematikçi olmasına rağmen, bu nedenle parapsikolji
alanına kaymış ünlü bir Zig-Zag öğretisi mensubudur. Dolayısıyla "Ekibin bilginlerinin" toplu
sonuçlarının öncelikle Türk okuyucuya bu kitap aracılığıyla verilmesine karşı çıkmamıştır.
***
ARZ-ARŞ dizisini belki daha sonra yayınlayacaktık. Fakat "Bir an önce" yazmamı sağlayan
itici güçlerin, yapıcı dostların basıncı ile dizimiz ortaya çıktı. Büyük manevi ve maddi
katkıları olan iki can kardeşime çok şey borçluyum. Bu uğurda gazeteci kardeşim Fatih
Böhürler, kendince çok değerli olan tüm sermayesini "Bilim ideali uğruna harcamakta"
tereddüt etmedi.
Yine gazeteci ve sanatçı dostum RAGIP DERİN, çocuğumun süt parasını bile finanse ederek,
başka işlerde çalışmamı engelleyip, bu eserleri şûmûllendirmemi sağlayan zamanı bana
lütfetti. Bu arada evsahipliğini üstlenen yine gazeteci ve sanatçı dostum Erol ARISAL
olmasaydı, bu eserler de olmazdı. Teşviklerin en büyüğü ise, bana "Evladım" diyen, değerli
gazeteci ve sanatçı Nezih DÜNDAR ağabeyimden geldi.
Bir yazar ve bilgin için gerekli ideal çalışma ortamını sağlayan ve beni uzun süre evinde
kusursuz ağırlayan Güneş GÜRSEL'e benimle beraber bu kitabın da borcu vardır.
Ve kitaplarımı yayınlayan cesur, ilerici mü'min ESER ve GÖKNAR ailelerine teşekkür
ötesinde minnet doluyum.
Yazarı
SEKİZİNCİ BÖLÜM
ZAMANSIZ EVREN
"O (ALLAH) İŞLERİNİ GÖK'TEN YER'E DOĞRU (Arş'tan Arz'a, tümden gelimli) YÖNETİR.
O'NA DOĞRU YÜKSELENLER, SİZİN ÖLÇÜLERİNİZE GÖRE BİN YIL SAYDIĞINIZ BİR
TEK GÜNDE VARIRLAR." (Secde-5)
KESİM : 29
SOMUT UZAYLAR
SEZGİNİN BOYUTLARI
Matematik bir şiir, geometri onun resmidir. Fizik ile bu resim canlı bir hayal oluverir. Evren
fiziko-matematik yasalar topluluğudur. Her şey sayılarla anlatılır. Öyle ki "Sezgini boyutları"
matematiğin sonucudur.
Bir varlığın evrendeki konumunu, matematiğe dayanarak belirleriz. Canlı biri önce kendini
idrak ederek anlar, sonra çevreye yönelir. Kendi konumunu tespit ederek diğer konumlarla
bilgi alış-verişinde bulunur. Bu mekanizmanın radarı "Göz"; değerlendirme merkezi
beynimizdir. Dolayısıyla yorumlarımızda şartlanmalarımız vardır. Derinlik duyumuz uzayı üç
boyutlu gösterdiğinden, (İlk insanların bilginlerinden) Öklid uzayı düz saymıştı. Bir yanda
greko-romen düşünce, diğer yanda Horasanlı Cabir ve İbn-i Sina gibi Türklerin ayrık
düşünceleri vardı. Şimdiki bilim, doğu ve batının ortaklaşmasından doğmuştur.
İslâmi pozitif bilimleri temel aldığında Rönesans ve İslâm alemini yakalayan Galile'nin batı
âlemi, doğulu El Cabir'in cebirini tanıdı. (*)
(*) Modern fiziğin babası Galile'dir. Descartes Galile Cebirini geometrik bir şekil çizmeksizin
cebirle birleştirip düzlem geometri yapılabileceğini, hız ve zaman süreklilik kavramları
koordinatlarını "ivmeyi=hızlanmayı" tanımlamasına imkan veren çözümler buldu.
(Kartezyanizmin üç elemanları)
Ancak her çağın en büyük matematikçisi, aynı zamanda fizikçisi olan Gauss, öğrencisi
Reimann ve izdaşı Lobatçevski, daha sonra Wundt, Hilbert, uzayın düz olmadığını,
astronomik bir üçgende iç açıların toplamının 180°'den büyük ve küçük olduğunu sırayla
gösterdiler.
Reimann modeli uzay bir küre yüzeyidir (Pozitif jeodezi). Gauss uzayı semer biçimi bir
jeodeziyle negatif eğrilik gösterir. Bir çapı yoktur ama eğrilik gösterir. Gauss'un açtığı bu
uzaylar çığırı matematik genişleme ve derinleşmenin sonucuydu. Uzay hakkında artık sezgiye
değil; saf matematiksel denklemlere inanan uzaylara dayanılıyordu.
Uzayın kendisi relativ=göreceli olduğundan söz konusu uzaylar göz önünde canlandırılamaz
ancak denklemlerle tasarlanabilir. Örneğin biz "Semer küre" derken "iki boyutlu" anlatıyoruz.
Ama (Gerçekte var olan) üçüncü boyutla anlatamayız. Descartes'in SAYI (Cebir) - ŞEKİL
(Geometri) ilişkisi birbirinden koptuğundan dönüştürülemez. (*)
(*) Fakat Öklid, Descartes sezginleri de şaşmıştı. Örneğin bir küre yüzeyi bize üç boyutlu gibi
görünür. Ama onu düzelttiğimizde iki boyutlu olarak anlarız. İşte bunun gibi aslında dört
boyutlu olan uzayı üç boyutlu görüyor, gözlemle de anlaşılamayacak biçimde sezgi ile uzayı
düz sanıyorduk. Bu nedenle Arşimed, Descartes, Galile, Leibniz ve Newton, Öklid'e karşı
çıkmayı düşünmemişlerdi.
Dolayısıyla soyut uzaylar Öklid'inki gibi düz esnek değil; esnek, elastiki, kâh çukurlu kâh
yüksekli bir indi-çıktı yapıya sahiptir. İşte böyle distorsiyon bozukluğu olan uzaya geodezik
yüzey demekteyiz. Bu yüzeyde dağlar ve deniz çukurları olduğu halde aslında yükseklik,
derinlik yoktur; onlar da iki boyutlunun tepeleri ve çukurlarıdır.
İşte evren de böyle iki boyutludur. Öklid'in sandığı gibi en, boy ve yükseklikten oluşmamış;
sadece en ve boyla dokunmuş bir alandır.
Evren eğridir ve eğrilik çapı o kadar büyüktür ki sezgimiz onu bize düz gösterir.
ŞEKİL - 14 ve 15
Öklid/De Sitter uzayı: İki nokta arasında en kısa yol doğru parçasıdır. Bir üçgenin iç açıları
toplamı 180°'dir. Bir doğruya dışındaki noktadan bir tek paralel çizilebilir. Sonsuzdur, yola
çıktığımız noktaya hiç dönemeyiz. De Sitter uzayı ise "maddesiz"dir.
Lobatchevsky uzayı: Öklid'in paralelinden sonsuz tane çizilebilen Lobatchevsky uzayında iki
nokta arasındaki en kısa yol negatif bir eğridir ve buradaki üçgenin iç-açıları toplamı
180°'den küçüktür. Sonsuzdur, yola çıktığımız noktaya hiç dönemeyiz.
ŞEKİL - 16
REİMANN UZAYI
Bir üçgenin iç açılarının toplamı 180°'den büyüktür. Örneğin şekildeki jeodezik üçgenin
icatları toplamı 270°'dir. Küre yüzeyinde sürekli paraleller çizilemez, iki nokta arasındaki en
kısa yol ise bir paralel çizilemez, iki nokta arasındaki en kısa yol ise bir yay parçasıdır. Ya da
çıktığımız noktaya geri dönebiliriz. (Sonlu bir sonsuzdur.) Maddi evrenimiz bu biçimdedir.
Daha çok boyutlu olarak (5 boyutlu) uzay modeli ise HİLBERT uzayıdır.
KESİM : 30
RELATİVİTE GELİYOR!
MODERN FİZİĞİN ÇIKIŞ UCU
Modern Fiziğin kurucusu Galile ise eylemsizlik ilkesini tanımlamıştır. Eylemsizlik kısaca
şudur:
"Bir cismi uzayda kendi haline bırakırsanız ya durur ya da (Düzgün doğrusal bir rotada en
küçük uzay aralığını aşmak üzere) ilerler."
Fizik'te ikinci üstad ise Newton'dur. Galile kütlesinin "Kendini harekete geçiren kuvvetlere
direncini" yani "KUVVET" kavramını ortaya koyarak, bunu Kartezyanizm ile (Hızın da hızı
olan) ivmeye uyarlanıp, hız-zaman "Süreklilik=Continuum" fenomenini çözümledi. Böylece
kuvvet ve evrensel çekim ilk kez belirlenmiş oluyordu:
"Kütle, bir cismin kendini harekete zorlayan kuvvetlere geri tepmesi (olan) ağırlığıdır. Kuvvet
ise gravitation denen çekimin ta kendisidir!"
Newton, "Principia" isimli eserinde evrenin bu genel çekim etkisinde olduğunu bulmuş,
hareketleri de "Mutlak=Absolü" ve "Göreceli=Relativ" olarak ikiye ayrılmıştır. Newton,
"Mutlak dayanacak sabit bir nokta" bulamadığından "Kendi gözlemlerine" dayanmak zorunda
kalmış, ilk kez Relativite ilkesinin isim babası olmuştur. Bu ilkeye düzgün doğrusal hareket
eden bir cismin hareket hâlinde olduğunu gösteren bir deney yapılamamaktadır.
Locke, Newton'un relativitesini ele alarak, bir dayanak noktası olmaksızın "Kimin hareket
ettiğinin tespit edilemeyeceğini" gösterdi. Locke örnek olarak, bir gemi içindeki bir insanın
(sarsılmadığı sürece) hareketi algılamayacağını ileri sürdü. Gemideki insan, sadece denize
bakarak gidip-gitmediğini anlayamaz. Bir gemi içindeysek ve bize bitişik bir gemi daha varsa,
gemilerden biri hareket ettiğinde, içinde bulunduğumuz geminin mi, yoksa öteki geminin mi
hareket ettiğini hemen anlayamayız. Kimin hareket ettiğini anlamak için "SABİT" iskeleye
bakarız. İskeleden uzaklaşmıyorsak öteki gemi hareket etmiştir. Eğer iskele bizden
uzaklaşıyorsa hareket eden bizim gemimizdir.
Locke de örneğinde bir gemideki yolcunun denizde hareket edip etmeyeceğini anlamak için
"Sabit bir referans (Gözlem dayanağı, başvurusu sistemi) olarak bir "Ada"yı gözlemler. Ne
var ki bu "Ada" aslında, dünya çevresinde saniyede 1670 km hızla hareket etmektedir. Dünya
ise saatte 180 bin km hızla güneş çevresinde hareket eder. Güneş de saatte 160 bin km hızla
galaksi içinde hareket etmektedir. Galaksimiz ise saniyede 300 km hızla evrende yol
almaktadır.
Görüldüğü gibi, dinamik evrende herşey birbirine göre rotasyon, projeksiyon, nütasyon yapar.
Dolayısıyla biz asla "Mutlak=Absolü" değişmez bir referans bulamayız. Bunun yerine
kendimizi sabit referans olarak sayarız. O zaman da uzay bize düz gelir. Herkese göre aynı
akan EŞ bir ZAMAN düşünürüz.
KESİM : 31
EİNSTEİN OLAYI
BÜYÜK UZLAŞIMCI
Newton'un kuvvet kavramı, (O zamanki inanç olan mekanik) Esîr ortamında yayılmalıydı!
Amerikalı Michelson ve Morley ikilisi "Esîr"i ararken dayanılacak bir referans noktası
buldular: Bu da hiçbir zaman değişmeyen ışığın hızıydı. Yani değişen evrende değişmeyen
tek şeyin ışık hızı olduğu anlaşımıştı.
Işık hızının bu değişmezliği bulununca, Einstein ortaya çıktı: Relativite ismini Newton'dan,
düşünsel (İdealize) deneylemelerini ise Galile, Newton ve Locke'den aldı. Böylece özel
relativite taslağı hazırladı.
Daha sonra (Yalnızca düzgün ivmeli doğrusal hareketli değil) bütün hareketleri kapsayan
"Genel relativite teoremini" oluşturmaya koyuldu. Sınıf arkadaşı Grossmann bu konuda
kendisine Gauss matematik uzayını öğretti. Dolayısıyla Einstein, eğri uzayını "Reimann
modeli"nden almış oldu. Einsten'in lisedeki matematik öğretmeni Hermann Minkowski de
ona "Hayali bir zaman boyutundan" söz ettiği için, dördüncü boyut "zamanı" da öğretmeninin
√-1 (karekök içinde -1) sayısından aldı.
Bununla kalmayarak, Fitzgerald ve Lorenz dönüşüm formüllerini de dağarcığına kattı.
İşte relativite bu alıntıların tümüdür. Buna rağmen Einstein büyük bir uzlaşımcı, büyük
teorisyen ve büyük kuantumcu ve genelleme uzmanıdır. Ne var ki Kozirev, Einstein'ı art
niyetli olarak tanımlamaktadır: Çünkü Kozirev'e göre Einstein, hiçbir şeyin ışıktan hızlı
gidemeyeceğini söyleyerek, relativiteyi sadece maddî fizik ile kısıtlanmıştır. Yani Einstein'a
göre sadece madde ve enerji ikilisi vardır; madde ötesi yoktur.
Maddendin ışık hızıyla gidemeyeceği doğrudur ama yalnızca ışık hızıyla! Yani bu hızın
altında ve daha üstünde bir hızla gidebilir.
Feinberg göstermiştir ki, ışık hızına hiç değmeden bir kütle ışık hızı ötesine
sıçrayabilmektedir. Bu nedenle Kozirev, Einstein'ın insanların manevi alemle ilişkisini
kesmek istediği doğrultusunda artniyet taşıdığında ısrar eder.
Einstein'a karşı çıkan gruptan birçok bilimci, fiziko-matematik yollar ile ışık hızının
aşılabileceğini hep kanıtlamışlardır.
İLERİ BİGİLER - 32 (32a)
IŞIK HIZI AŞILIR MI?
Okuyucu burada şuna dikkat etmelidir: Einstein'in muhteşem başarısı iki yöndedir: Biri
Kuantum teoremi; diğeri Relativite teoremidir.
Einstein, Kuantum teoremiyle (tam tersine) determinizmin yanında yer almıştır; kesinsizlik ve
istatistike (Evrenin kör rastlantılar sonucu ortaya çıktığına) karşıdır. "Gizli değişkenler" ve
"Büyük Birleşik Alanlar teoremi", gerçekten MADDECİ FİZİĞİN karşısındadır.
Fakat Relativite formüllerinde ise, tamamen MADDECİLERİN yanında yer almıştır.
Einstein'ın içindeki bu çelişkiyi onun biyografisinde bu satırlarda görüyoruz:
"Einstein paranoya derecesinde Alman düşmanı ve Alman fizik tekeline karşı pasifist ve
sosyalist idi.
Bu, yahudi katliamının [?] söz konusu olmadığı ve Enstein'ın Almanlarca çok sevildiği
dönemde kaleme alınmıştı. Kozirev ise Einstein'ı doğrudan karşısına alarak şunları yazmıştır:
"Einstein, Almanların bütün bilimi ve fiziği tek başına temsil etmelerine çok içerliyordu. Bir
yahudi fiziği kurmak ve bunu maddeleştirmek için bağlı olduğu ırkçı kuruluşların direktifiyle
bilgi yanıltmaya çalışıyordu. Örneğin, uzayın saf vakum (boşluk) olduğunu, sırf Esîr'e yer
vermemek için zoraki belirtmişti. Oysa din duyguları çok yüksek bir museviydi. Esîr'e
inanıyordu. Taktiğe göre, yalnızca MADDE vardı; uzay HİÇ BİR ŞEYDİ. Fakat, uzayın tıka
basa enerji alanlarıyla ve elektromagnetik dalgalardan oluştuğu anlaşılınca; bu yahudi
abidesi ve efsanesi çökmesin diye, yine yahudi fizikçi ve çetenin öteki üyelerinden 'Velikowski'
devreye girdi ve sözde 'Einstein'ı yalanladı: Uzayın vakum (boşluk) değil, enerjetik
alanlardan oluştuğunu, yeni bir buluşmuş gibi sunarak, güya bir rekabet yarattı. İki taraf da
yahudiyse başarı yine yahudinindir. Tıpkı demokrasilerdeki iktidar ya da muhalefet adayı
parti başkanlarının ikisinin de kendilerinden seçmek üzere ve hangisi seçimle iş başına
gelirse, yine kazananın yahudi politikacı olması için uygulanan klasik çift alternatif taktiğidir
bu...
Einstein, uzayın genişlediğini bizzat bulmuş, fakat bu ölü (statik) uzayın canlanmasından
ideolojisi nâmına ürkmüştü. Gerçekten de durağan evren yerine dinamik bir evren, baş-son
veya yaradılış-kıyamet DİNLERE yönelik postulatlardı. Bu, maddî dünya yatırımını tekzip
etmekti; materyalizmi kendi ırkları dışında her millete yayma politikaları ve protokolleri
sarsılacaktı. Einstein, aldığı talimat üzerine, bir kozmolojik sabit uydurup formüllerine ekledi
ve uzayı durdurmaya kalkıştı. Fakat yakın arkadaşım Friedmann (Friedmann ve Kozirev, her
ikisi de Rusya'da doğmuş Almanlardır), onun foyasını ortaya çıkardı ve uzayın genişlediğini
bildirince Einstein "hata yaptığını" kabul ederek, özür diledi. Evren genişliyordu. Öyle ki
uzak galaksiler ışıktan da hızlı olarak bizden kaçıyordu. Aynı kozmolojik sabiti, çömezleri
"Hiçbir şey ışıktan hızlı olamaz" diye galaksi hızlarında da kullanıyorlar halen...
Einstein, E=mc² formülünü nasıl sadece madde-enerji eşdeğerliliği üzerine kurarak,
vakumdaki enerji alanlarının da bir kütlesi olduğunu ve bunların da formüle eklenmesini es
geçmişse, birçok şeyi maksatlı yarım bırakmıştır. Zamanın ve çekimin tensorunu ölçümleme
güçlüklerini bildiğinden, kurnazlığa kalkmıştı. O tekzip edilene kadar "Efsane" olacaktı, bunu
çok iyi biliyordu.
Esîr'e mutlaka inanıyordu. Fakat ideolojisi uyarınca Esîr inancını saklaması gerekiyordu.
Esîr'e zoraki karşı çıkışını "Michelson-Morley" deneyini bahane ederek başlatmıştı. Amerikalı
ikilinin ışığın hızını bir masada aynalarla ölçmeleri, ışık hızının bulunması için harikaydı
ama, Esîr adına tam bir skandal idi. Çünkü ışık gibi süper bir hız, bir deney masasında değil;
uzaya çıkıp uzayda dağılmayan bir ışık huzmesiyle çok geniş en azından 186 bin millik bir
mesafe içinde ölçümlenmelidir. O zaman iki ışık demeti arasındaki FAZ farkının interferensi
olup olmadığı anlaşılır. Einstein hep, denenmeyecek ya da denenmesi ileri yüzyıl teknikleri
gerektirenleri ortaya atar ve namının yürümesi için zaman kazanır. Bir başka kurnazlığı da,
mevcutları uzaklaştırıp bünyesinde toplaması hatta hırsızlığıdır.
Einstein bu kez de Fitzgerald ve Lorenz dönüşüm formüllerini Relativite için istismar ederek,
kendine mâl etmeye kalkıştı. Nasıl ki Gauss ve Reimann'ın matematik uzayını, Minkowski'nin
zaman boyutunu çalıp birleştirip, uzay-zamanını ileri sürdüyse, bu kez de Lorenz'in
omuzlarına basmaya çalıştı... Başaramayınca da evreni kısıtladı. Işık hızıyla giden bir
cetvelin boyunu sıfırladı, zamanı ebediyen durdurdu, kütlesini sonsuzlaştırdı ve
denklemlerinin sonucu hep sonsuz çıktığı için, matematik tekilliğin çözümsüzlüğüne bıraktı.
Oysa, bu sonsuzun çözümsüzlüğünün üçü de aşılabilir. Yakın bir gün "Yeni dünyanın
fizikçilerine madde-enerji arasında tutsaklık kampından kurtulmaları için aklî özgürlükler
diliyorum..."
Einstein'a geldiğimizde, bir takım çevrelerin onu ırkından dolayı tabulaştırmalarına karşıyım.
Çünkü bilim binlerce kuşağın sürgit ve alın teridir. Bilim isimsiz kahramanlarıyla da güzeldir.
Bilim "Aria fiziği" ya da "Yahudi fiziği" diye lanse edilmekten de beridir. Bilim hiçbir
üniversite aristokrasisinin, beynelmilel sermaye çevrelerinin ya da en masum kemikleşmiş
kafaların malı değildir. Bilime politikanın iğrençliğini sokmak, maddeyi yüceltmek fakat
enerjiyi küçültmek bir çözüm değildir. Bilimi, çıkarcı ve tekelci bir ırkın, tıpkı tahrif edilen
Tevrat gibi tahrif edilmesinden korumak için, aramızda bu uğurda akademik kariyerlerini terk
ederek, aramıza girmiş ve totemleşmek istemeyen gerçekten idealist kişileri barındırmak ve
onlarla koordine olmaktan başka çıkar yok!.. Bu kişiler için Relativity teoremi de zincirin
sonuncu halkası değildir; evrenin de bilimin de sınırları olmadığı için, bu zincir de sürüp
gidecektir.(Nitekim saniye başına bir buluş veren çağımızda, teorik fiziğin, relativity gibi bu
yüzyılın başındaki bir görüşe tıkanıp kalması, insanlık adına üzüntü vericidir. Nasıl ki
Newton-Einstein arasında 230 yıl beklemeyle geçmişse, Einstein'dan bu yana da 75-80 yıl
geçmiş ve Relativity üzerine bir arpa boyu bile yol alamamışız!..)"
Kozirev'in yazdıklarını sadece "Einstein"ın yanlışları olup olmayacağına ilişkin bir tartışma
açmak için yazmaktan kendimi alıkoyamadım sevgideğer okurlarım...
Gerçekten de Feinberg, Geinberg, Bilaniuk, ışıktan hızlı gidilmesinin madde için bile
mümkün olduğunu matematikle gösterdiler. Geinberg ve Bilaniuk takyonlara başvurdu ve işin
MADDE yanını ele aldı. Feinberg ise Enerji yanını ele alarak, enerjinin bir durumdan diğerine
sıçrayabileceğini göstermiş, ispatlamıştır.
KESİM : 32
GENEL RELATİVİTE
GEOMETRİK ÇEKİM
Şimdiye kadar sunduklarımızdan anlaşılacağı üzere uzay eğridir. Işık da bu eğri yolu izler.
Uzayın genişlemesi ve (Çekim şoku olan) karadelikler gibi özel çözümler, üç boyutlu uzay ve
dördüncü boyut zamanın bileşiminden oluşan uzay-zaman birliği altındaki çekim, geometrik
bir özellik olarak ortaya çıkar ve evrenin yapısını çarpıtıp, ışığın yoğunluğunu eriterek ışığın
ulaşımını geciktirir.
Hareket denen şey, hem uzay hem zamanda alınan bir yol, bir mesafe kat ediştir. Eylemsizlik
kütlesini barındıran her şey cisimdir ve kendine eşdeğer çekim uygulanır. Kendini hareket
ettiren kuvvetlere kütlesiyle direnir. İşte kısaca genel relativite budur.
Cisimler uzayda ağırlıksız olsalar bile kütlesiz olmadıklarından hızlanmayıp kendilerini
harekete zorlayan kuvvetlere kütleleriyle direnirler. "Kütle" bir cismin hızlandırılmasının
kolaylığıyla ilgilidir: Hareket ettirici (Kinetik) güç, hareket eden cismin hız ve kütlesine bağlı
bir enerji miktarı ile katılır. İttiğimiz cisme katılan bu enerji artışı hem hızda hem de kütlede
büyümeye neden olur, cisim daha hızlanır ve kütlesi büyür.
Düşük ve olağan hızlarda kütle artışı gözlenemeyecek kadar küçüktür. Bu bakımdan klasik
anlayışla bir cismi ittiğimizde, onun hızının arttığını, kütlesinin sabit kaldığını sanıyorduk.
Oysa relativite teoremi bize, "Hızı arttıkça kütlesi büyüyen bir cisme, bu kez daha büyük bir
atalet kütlesinin engel olmasıyla daha çok itici kuvvet gerektiğini" söylüyor. Hız ile kütle
arasındaki bu geri tepme bağlantısı nedeniyle, hızın artması, ona engel olan kütleyi de arttırır.
Işık hızı eşiğinde (Işık hızına erişmeye ramak kala) itme gücümüz hızdan çok kütleyi
büyütmeye başlar. Artık, itme gücü, hızlandırmaya değil; kütlenin artmasına etkili olur. Kütle
böyle büyüdükçe, o cismi itmemiz için gereken enerji ihtiyacı ve açığı da büyür. Bu kez, o
büyük enerji de kütleye katılır.
Tam ışık hızında artık hız artmaz, böylece ışık hızı sabit kalmış olur.
İzleyen formülden anlaşılacağı üzere, bir cismin hızı ışık hızı ile eşitlenirse kütlesi
sonsuzlaşır. Bu demektir ki madde ışık hızıyla gidemez, ışık hızıyla gitmek enerjinin hakkı ve
harcıdır.
Dolayısıyla bir cismi hızlandırdığımızda onun kütlesinin ne kadar arttığını formülden
değerlendirebiliyoruz:
Hareketsiz durumda 1 kg gelen bir cisim (m0) eğer saniyede otuz bin km (ışık hızının ondabiri) bir hızla giderse bu bir kiloluk okka 1005 gram olur. Aynı okka ışık hızının yarısı hızla
giderse 1150 gram olur. Işık hızının % 99'u hızla giden bu okka 2290 gram'a yükselir. Eğer
ışık hızının % 99,9 hızıyla gidiyorsa 1 kg SONSUZ kilogram'a büyür. Sonsuz kg derken,
örneğin evrenin bütün ağırlığını söylemek isteriz. Bu "Kütle sonsuzlaşması" kitabımızın
"Karadelik" bölümlerinde ayrıntılanacaktır.
Bu arada Einstein'ın ışık hızı yasağının aslında var olmadığını belirtmek isterim:
Kütlenin artması formülü şudur:
ŞEKİL - 17
m0 = Hareket öncesi cismin kütlesi
m = Hareket bitimi cismin kütlesi
V = Cismin hızı
C = Işık hızı
Formülden görüldüğü üzere, madde asla ışık hızında gidemez, çünkü kütlesi sonsuz büyür ve
bu büyüyen kütle de hareket etmeye direnir ve madde, kendini enerjiye çevirir. Enerji ise
özkütlesi sıfır olduğundan, zaten ışık hızıyla giden bir araçtır. Maddenin ışık hızıyla
gidemeyeceği doğrudur ama maddenin ışık hızına ulaşmadan ışık hızını aşabileceğini de
Feinberg göstermiştir. Böylece sonucun sonsuz değil "Belirsiz" olduğu anlaşılmaktadır. Oysa
Einstein bizi kısıtlamış, maddeyi, asla ışık hızına erişemez göstererek "Öteki manevi alemle"
ilgimizi kesmek üzere maddî fiziğe yönelmiştir.
KESİM : 33
RELATİVİTY ARDINDAKİ EVREN
HANGİ KÜTLE?
Konuya (Klişesini sunduğumuz) denklemin "Sonucu sonsuz" çıkan dolayısıyla bize ışık hızı
yasağı koyan Einstein formülünden girmiştik. Bu formülle hareketsizlik (Mutlak soğuk) ile
(hareketin sonu olan) ışık hızı (0 ilâ 300 000 km/sn) arasında sınırlanmış maddî bir evren
"Gerçeğimiz" sayılmıştır. "Sıfır hız-ışık hızı" ile şartlandığımızdan bu hız dışında kalan, engin
ve sonsuz iklimleri ise "Tekillik" veya anlamsız diye reddediyoruz. Çünkü tekillik demek, tek
boyut, imajiner (Hayalî, kompleks) Anomali (Anlam verilemeyen, karmaşık) sayılar demektir.
(*)
(*) Uydurma [?] Türkçe'de buna imgesel sayı diye de rastlayabilirsiniz. Bu kadar çok ismi
olan sayıya aslında "Soyut=Mücerret sayı" ya da düşsel sayı demek en doğrusu olacaktır.
İşte tekillik denen bölge, sıfırdan küçük soyut sayıların sonsuz matematiğidir: Bir şeyin
matematik anlatımı varsa bunu geometrik boyutlara geçirebilir, bundan da fizik dinamizm ile
söz edebilirsiniz.
Soyut bir sayı, "Soyut boyutlar" ve "Soyut kütle" demektir. Dolayısıyla soyut (Yani
nedenselliği ters-yüz edilmiş) ilkeleri, eksili denklemleri ve negatif fizik yasaları olan bir
kavramdır. Elbette bu yapının da bir uzayı yani mücerret (Esîrî) evreni vardır.
Tekillik, madem ki soyut sayıların başladığı, reel (gerçek) sayıların da bittiği yer olup limiti
ışık hızı diye belirlenmiştir; madem ki Feinberg bizim, ışık hızına hiç değmeden, ışık hızının
berisinden ötesine dolaysız sıçrayabileceğimizi ispatlamıştır, o halde Einstein formülünü bir
kez daha ışıktan hızlı olarak yazabiliriz: V = Aracın hızı, saniyede 1 600 000 km ve bizim de
ağırlığımız 70 kg olsun. Işık hızını kat kat aşacağımız için, bedenimizi tamamen enerjiye
çevirmeden, birden ışık hızının eşiğinden ışık hızının katları olan bölgeye sıçrarız!
Bu demektir ki, örneğin 70 kg ışık hızına ulaşırsak ağırlığımız sonsuz olur ve gerçekten bu
duvar (ya da ip) üzerinde sıkışır kalır, yani enerji oluruz. (Enerji de madde gibi Kuant denen
boyutsuz noktasal yapıdan oluşur.)
Ama bu ışık hızının "kıldan ince" ipine cambaz olarak çıkmak zorunda değilsek, Feinberg
uzayı sıçramasıyla öte yandaki ağırlığımız sıfırdan da küçük (-70 kg) ağırlığa ulaşacaktır. İşte
bu, takyonların yani esîrin, yani soyut kütlenin ispatıdır. Çünkü kök içindeki eksi bir (-1) 'den
çıkan sayı iki (2) olmuş; sonuç, kök içinde eksi bir (√-1) kalmıştır. Bu sayı ise ZAMAN
BOYUTU'nun bizzat Einstein'ca benimsenmiş soyut değeridir. Böylece bir soyut sayıyı,
SOYUT VE TEKİLLİK ÖTESİ olmasına rağmen, Einstein niçin kabullenmiş, kullanmıştır?
Bilindiği gibi relativitenin dördüncü boyutu olan zaman, kök içinde eksi bir (√-1) 'dir. Üstelik
gizli değişkenler de Einstein'ın önermelerinden biridir ve %50 gibi bir Soyut ANOMALİ ile
tanımlanmaktadır. Einstein bu soyut sayıları TEKİL olduğu halde eleman olarak kullanıyor,
fakat sonuçta benimsemiyor, yani ışık hızı ötesini durduruyor!.. (*)
(*) Feinberg-Geinberg bu ışık hızı yasağını aşmışlardır. Fakat resmî(!) bilim bunu hiç mi hiç
yorumlamak istememiş, belirsizliğe terk etmiştir. Öğretimizin görevi unutturulanın, örtülenin,
akla gelmeyenin, yorumlanamayanın, cesaret edilemeyenin üzerine gitmek, KUR'AN tefsirine
yönelik pozitivist sonuçların da altını çizmektir. Bir kısım okurlarımın şahsımı "Mekanik"
bulmalarını önlemek üzere, ÖZELLİKLE mekanizm ile vitalizmi başabaş sunmayı ilke
edindim. Yine okuyucunun isteklerinden biri de, ARZ bölümünü, yeniden ve Kur'an'ı KENDİ
ŞİFRESİ ve ifadeleriyle tefsir etmem istendiği için Arz'dan Arş'a Mi'rac 4 cilt halinde bir bant
olarak hazırlandı. Sunduğumuz bu ikinci cilt ardından paralel evrenler ve kuantum teoremleri
soyut kütle, Süper uzay ele alınacaktır. Son cilt ise buradan Arş'a türlü evren katlarını
işleyecektir.
KESİM : 34
HANGİ BOYUT?
HANGİ UZUNLUK?
Lorenz formüllerine göre, bir cisim, hareketi yönünde (Esîrde) kısalmaktadır. Kısalmanın
miktarı cismin hızının ışık hızına yakınlığı oranında artmaktadır. Bunu Fitzgerald-Lorenz,
Einstein'dan önce (1893) fark etmişlerdir. Bir cismin giderken, durduğundan daha kısa
geldiğini ispatlamaktadır. Örneğin saatte 30 bin km ile giden Apollo serisi bir roketin boyu %
3 x 10^19 oranında (Hareket doğrultusunda) kısalmaktadır.
Işık hızına ulaştığımızda ise boyu "Kuant" denen boyutsuz küçük noktacıklara eşit olur.
ŞEKİL - 18/A
V = Cismin hızı
C = Işık hızı
L = Cismin haketli uzunluğu
L0 = Cismin durduğunda uzunluğu
Formül bize, bir cismin giderken, durduğundan daha kısa geldiğini açıklamaktadır. Işık hızına
yaklaşıldıkça bir cismin boyu hareket doğrultusunda kısalmaktadır. Bir metre boyundaki bir
cetvelin, ışık hızına iyice yaklaştıkça boyu sırayla 80 cm, 70 cm, 50 cm olur; yani ışık hızının
% 90'ında bir metre, yarım metreye iner.
ŞEKİL - 18/B
Hareketli cisim hareketi doğrultusunda ve hareket hızıyla orantılı olarak bir kısalıma uğrar.
Hareket doğrultusuna dik gelen doğrultuda kütlesi sonsuzlaşan cismin boyu ışık hızında
SIFIR değerine eş olur. Kütlenin sonsuzluğu, cismin enerjiye dönüşmüşlüğünü getirir. Kütle
gibi uzunluk da mutlak ve değişmez değildir. Kütle hareket doğrultusuna dik yönde yayılırken,
hareket doğrultusunda cismin boyu büzüldüğünden, uzunlukta kısalma ortaya çıkar. Işık
hızının % 90'ı hızla giden 1 kg ağırlığında ve 1 m boyundaki cisim, 1275 gram'a büyürken
boyu da 50 cm'ye kısalır. Işık hızında boyu SIFIR uzunluk olurken eni SONSUZ İPLİK gibidir.
Dolayısıyla ışık hızında bir cismin ENİ ve BOYU yer değiştirmiş, zamanı da durmuş olur.
Çekim dalgaları, hızlı hareket eden cismin içine sıkıştığından, cisimden kaçamazlar ve bu
nedenle cismin atomik yapısında sıkışma basıncı (Yoğunluk) oluştururlar. Kısalma sürdükçe,
içbasınç etkinliğinin artmasıyla cismin atomları hareket doğrultusundan çıkmaya zorlanır.
Böylece cismin hareket doğrultusuna dik doğrultuda "Enine kütle yayılması" olayı doğar. (*)
(*) Nasıl ki kütlenin "Yarı-Ömür" süreci yani zaman olarak yarılanması varsa ve ağırlığını
YARIYA indiriyorsa, aynı durum "Uzunluk yarılanması" diye de belirlenebilir. İşte bu önemli
konuyu bilim adamları gözden kaçırmışlardır (ki, ileride "Süper-Relativite" bölümünde
değerlendireceğiz). Işık hızının eşiğinde bu kısalma iyice belirginleşir. Magnetosferimizin
yapısı nasıl ki "Güneş yönünde" basılmış, arkada ise tam serbest ise, aynı durum yine
konumuzla benzeşen ve gözden kaçmış evrensel olaydır.
Tam ışık hızında ise daha önceki kütle formülünde olduğu gibi kök içinde sıfır (yani sonsuz
sonucu) çıkar ve tekilliğe terk edilir. Bu, "Cismin boyunun sıfır olması" demektir.
Cismin boyunun sıfır olduğunu daha söyleyemeden, cismin kütlesi sonsuz değerine ulaşacak,
yani cisim maddeyi çözüp enerjiye dönüşecektir ki, işte bu belirsizlik anında maddî cisimden
değil; enerjiden söz etmek gerekiyor.
Konuyu bilim-islam verilerine kaydıralım: Kuantum teoremi cisimlerin önceki ve sonraki
durumlarıyla ilgilenip, (Çarpışma, ışık hızı gibi) DALGA DAVRANIŞLARINA geçtikleri an
ile ilgilenmez. Orada bizi "Esîrî Rezonans" davranışları beklemektedir ki onların maddeyle
ilgisi yoktur. Çünkü TAM IŞIK HIZI'na ulaşan madde, birden enerji olur. Bunun dinimiz
verilerindeki yeri "Toprağın (Kriltal yapının) Nâr (Enerji)" olmasıdır. Toprak ise bir anlamda
insandır ve ateş (Nâr) da Cindir!..
Kütlenin sonsuz olmasıyla boyunun sıfır olması gerçeklerinde sanki bir çelişki sezilmektedir.
Oysa bu cismin hareket doğrultusunun kaybı, ENİNE biriktirmesiyle dengelenmektedir. Hızı
ne kadar artırırsak hareket doğrultusu o kadar kısalır, enine doğrultuda (UFUK) genişleme
olur. (Şekil-18)
Tam ışık hızında aktif madde dalgalarının iç tutunumu sarsılır ve dışarı kaçma eğilimi
doğarken bir yandan da güçleri iyice artar. Fakat hem kendi hızları (v) hem de gittikleri hız
(Işık hızı=c) eşitlendiğinden, bu aktif dalgalar kaçamayıp hapsedilirler. Bu öylesine bir iç
potansiyel enerji birikimi oluşturur ki, bu aktivasyon cismi imha etmeye ya da parçalamaya
kullanılır. Madde de böylece parçalanarak enerjiye dönüşür. O anda "Cismin kütlesinin
sonsuz olduğunu" söylemekteyiz. Yine aynı anda (bir DUALİTE sonucu) cismin kütlesi
enerjiye dönüştüğünden SIFIR olmaktadır. Sonsuz ve sıfır aynı anda vardır. Bu değer, eğer
madde için kullanılıyorsa sonsuz; enerji için kullanılıyorsa sıfır ağırlık demektir.
Cismin boyutunun hareket doğrultusunda kısalması, (Bu kaybını hareket doğrultusuna dik
olarak) enine kaydırmasında da fark edilmemiş, gözden kaçmış sırlar vardır. Kaybolan (yani
kısalan) uzunluk, cismin burnunun ucundan enine genişlemeye aktarılır. Cismin boyu sıfır
uzunluk olduğunda ise eni SONSUZ olur ve artık eni, (İleride göreceğimiz uzay-zaman
çizelgesinin sağ ve sol yanında kalan) PARALEL evrenlere geçer. Biz artık onu nokta olarak
görürüz. Önceki ciltlerimizde, kuantların nokta olmasına karşılık, buna dik bir düzlemden
bakıldığında "Kalem=Tünel" gibi "TEK BOYUT = Uzunluk boyutu" olduğunu ele almıştık.
Yine, karadelik tekilliğine çekilen bir cismin boyunun uzadığını [söylemiş], makarna gibi
çekildiğinden söz etmiştik. Çünkü, cismin eni ne kadar kalın olursa olsun, bir TEK BOYUT
İPLİĞİ halinde çekilir ve böylece karadeliğe, sonra arkadaki PARALEL EVRENE değmiş
olur. (Bu konuyu 3. cildimizde şematik olarak sunacağız.)
Cismin boyunun hareket doğrultusunda kısalması demek, buna dik doğrultuda uzay-zaman
standart grafiğinin (Tren rayının) dışına çıkıp iki yanında kalan engin yerlere ulaşması
demektir. Eğer bu trenin kalınlığı raydan (Uzay-zamandan) daha geniş olursa, rayın iki
yanında kalan türlü paralel evrelere değeriz. Hareket doğrultusunda kaybettiğimizi sandığımız
uzunluk farkı, aslında bizim enimize eklenmektedir. Biz bu durumdayken hiçbir şey fark
etmeyiz. Çünkü içinde bulunduğumuz bütün sistemi oluşturan atomlar, "Eşit" büzülmüşlerdir.
Bizim hareket doğrultusunda kısaldığımızı, enine şişmanladığımızı söyleyen, "Dışarıdaki"
gözlemcidir. Biz de onun boyunun kilometrelerce uzadığını fakat eninin bir çizgiden kalın
olmadığını görürüz. Enerji-insanların (Örneğin cinlerin) bizi böyle gördüğünü söyleyebiliriz.
Tam ışık hızında ise yine sonsuz sonucu ortaya çıkar. Bu demektir ki bizim bir metrelik
cetvelin boyu sıfır cm'ye yani boyutsuz bir noktaya inmiştir. Artık o bir KUANT noktacığıdır.
Çünkü evreni şimdiki düzlemiyle noktasal kesit olarak algılıyoruz.
KESİM : 35
ABSTRE VE ABSÜRT
KAYIP ÂLEM
Fakat buna dik doğrultuda ise cetvelin boyu SONSUZ BİR İPLİK GİBİ ÇEKİLİR UZAR.
İşte biz o dik DOĞRULTUYU GÖREMİYORUZ, İŞTE UNUTULAN BUDUR!.. ORASI
İSE "EVRENİN KAYIP ÜÇÜNCÜ DÜZLEMİ"dir.
Böylece bir metre boyundaki cetvel ışık hızının %90'larında yarılanır, ışık hızında bir tek
enerji noktası olur. Fakat eğer ışık hızının iki misli bir hızla gidiyorsak, bu kez ötede karekök
içinde eksi bir (√-1) metrelik bir SOYUT CETVEL olarak ortaya çıkacaktır. O cetveli
tutamayız (ama rüyâda görebiliriz).
Bizim terazilerimiz, ne sıfırdan küçük bir ağırlığın kütlesini ölçebilirler ne de böyle sıfırdan
küçük bir uzunluğu...
Çünkü terazilerimizin en küçük sayısı "SIFIR"dır. (Ahıretteki Mizan=Günah-sevap tartan
terazi gibi sıfırdan küçük değerleri gösteremezler. Mizan soyut ve gerçek sayıların 4 işlemini
yapan 5. işlem aracıdır.)
Cetvellerimizde de "Sıfırdan küçük bir sayı eşeli" yoktur; çünkü anlamsızlaşmaktadır. Hiçbir
kimse "Bana eksi bir metre kumaş kes, eksi bir kg elma tart, eksi bir dönüm arazi sat, eksi üç
metreküp kereste ver" diyemez.
Zaten bu fark bizim takyon âlemine (Ahıret) vakıf olmamızı önlüyor. "Ahıret inancı" bunun
için için çoğunluğa saçma, anlamsız, hayalî geliyor. Çünkü soyut kütlenin matematiği bu
imajiner=anlamsız, hayalî , saçma (!) sayılara dayanıyor. Oysa bu anlamsız soyut şeyler
maddemizi doldurmuştur. Beynimizdeki düşünce kaç gramdır? Kalbimizdeki aşk ne kadar
büyüktür?
"Rüyamda sabaha kadar kilometrelerce koştum durdum" ne demektir? Gökkuşağı kaç
gramdır? Melekler kaç kilodur? Ruhumuzun uzunluğu nedir? Esîrden koparılmış bir parça kaç
metreküp tutar? Günahım-sevabım kaçar kilo acaba? Kabirim öteki âlemde ne kadar
genişleyecek ya da daralacak?
Bu tür soruların anlamı nedir? Ne anlam verilebilir, bunu yaşar görürüz. Eğer kör isek ölür,
ötede görürüz!.. Sonra dirilir, bir kez daha görürüz.
Dünyada bir kez görmemiş olsak bile ölümden sonra ve kıyamette olmak üzere İKİ KEZ
göreceğiz. Önemli olan onu ÜÇE TAMAMLAMAK! Dünyada da şehâdet getirmektir.
Amentü budur, kulluk borcu da budur!..
Somut "Gerçek" ve soyut "Hâyâl" ise, o zaman varlığımız daha çok hayalle iştigal ediyor
demektir: Çünkü düşüncesiz bir anımız bile yok. Ömrümüzün üçte birini(Örneğin 25 yılı)
uyuyarak geçiriyor ve rüyalarla, hülyalarla, hayallerle, sanrılarla, vesveselerle, pek çok beşerî
duyguyla da her salisemizi geçiriyoruz; sürekli düşünce üretiyoruz, sürekli heyecanlanıyor,
seviyor, öfkeleniyor, hüzünleniyor, neşeleniyor, ve analık gibi daha pek çok beşerî duyguyu
"kalbimizde" taşıyoruz; "Beynimizde" yaşıyoruz:
Kalbimiz ve beynimiz belli: Birer kilodan az et parçaları!.. Ya içindeki eksi trilyarlarca tonluk
duygular?
Niçin hemen "KALBİ" duygusallığın kaynağı; beynimizi mantıksallığın kaynağı olarak
belirliyoruz? Oysa bir mekanist olarak şöyle demek gerekirdi:
- "Ben beyin salatasına bayılırım, köpeğim de dana kalbi yer!"
Bütün bunların "Anlamı ne?"; niçin insanlar özel "Hayalî" dünyalarında yaşıyor, bir de
"Gerçek dünyadan" söz ediyorlar.
Dünya ne kadar gerçek? Dünya demek, şu adam (Kim) ve şu nesne (Ne) demektir. Fakat şu
adama öfke ya da antipati duyuyorum. Bu nesne benim olunca seviniyorum; vitrindeyse onu
almayı düşünerek, ileride elde edeceğimi hayal ederek coşku duyuyorum, alamazsam
hayıflanıyorum, üzülüyorum.
- "Onu çok seviyorum. Aşk öyle bir duygu ki, intihar etmekten başka çıkarım yok!"
Pek çok intihar mektubunda benzeri sözü duymuş olmalıyız. İnsanı öldürecek kadar güçlü bu
duygu nedir?
- "Geçmişimden utanıyorum!"
Geçmişi geçmiştir, hâlâ niçin yüzü kızarıyor? Önce geçmişe uzanabiliyor, daha sonra
utanabiliyor demek ki!
- "Yarın bir otomobil satın alıyorum!"
Söyleyene bakıyorum, coşku dolu. Çünkü bilinci geleceğe uzanmış, hatta söylediği gelecekte
gerçekleşiyor. Aklen "Geleceğe" gitmiştir.
Biz somut muyuz; soyut muyuz? Varlığımızın nedeni, işe yaramaz çevre cisimlerini
anlamlandırmak mıdır? Beslenmek için süt de yeterli serum da!.. Fakat bir takım lezzetler
peşindeyiz, tatlar yanında kokular da arıyoruz: Serum kötü kokuyor ama, eninde sonunda
serum olup kanımıza karışacak olan "Biftek" nefis kokuyor.
Biftek nefis mi? Hani o et parçası!.. Bayatlayınca kokuyor, çiğken de çok feci. Ama bir şey
var ki, ateş azabı bile değince bir lezzet geliyor, bir koku ki nefsi galeyana getiriyor, tokken
bile yine yediriyor. (Oburluk budur!)
İLERİ BİLGİLER - 32 (32b)
ZAMAN BOYUTU
Zamanın bir boyut olduğunu, diğer boyutlar gibi bir mekan çizgisi olarak temsil edildiğini,
fakat diğer üç boyut (Örneğin en, boy ve yükseklik) gibi somut yani elle tutulur değil SOYUT
bir boyut olduğunu ilk olarak 12 yüzyıl önce "Müslüman-Türk El-Cabir" öngörmüştür. Gauss
ekolü ise uzayın tanımını yapmışlardı. Minkowski "El-Cabir önermesini" kullanarak zaman
boyutunu cT=√-1 biçiminde gösterdi. Artık Einstein'a uzay ve zaman birleşmesini göstermek
kalmıştı. Bu sırada Zig-Zag öğretisinin mensuplarından Kozirev, zamanın hem boyut hem
enerji olduğunu belirtti.
Mekân boyutları SABİT; fakat zaman boyutu DEĞİŞKENDİR. Mekân bir "YER"dir.
Zamanın "Yeri" gösterilemez, bir mekânı yoktur. Zaman bağımlı değildir. Doğanın dört temel
kuvveti de "Zamana" bağımlı değildir.
Zaman boyutu, diğer bütün boyutlar (Mekân) küçüldükçe, aynı oranda küçülür. Zerreler
evreninde (Atom-altı ölçekte) boyutların küçülmesi sürdükçe zaman hızlanır.
Bir ışık işâretinin 1 cm uzaklığı aşması için geçen zaman "birimi" 0,000 000 000 003
saniyedir. Uzay aralıkları bu minicik birimde, kısmen zaman aralıklarına ve/veya zaman
aralıkları uzay aralıklarına dönüşebilir. Birbirlerine tam bir dönüşme Karadelik tekilliğinde
gerçekleşir.
Çok "Mini mekânlarda" zaman sıfır olur. Zamanın akma hızı olan ivmesi ve tensoru sabit ve
belli değildir. Yeryüzünde, atomda, uzayda, kuantik yapılarda türlü, farklı esnek ve değişken
akması vardır. Ayrıca zaman bir olayın başında (Neden) ve sonunda (Sonuç) eşit akmaz,
farklı akar.
Yine çağlar boyunca "Zaman" tensor gösterip farklı akabiliyor. Örneğin şimdiki "Zaman
akışı" hızıyla ölçümlersek, Güneş ve Dünyanın oluşumunun beş milyar yıl öncesine
uzandığını sanıyoruz. Fakat dinazor gibi dev hayvanların çağındaki oluşumlar, bize bu 5
milyar yıllık sürenin, gerçekte yüz bin yıl önce olduğunu göstermektedir. Çünkü bize
yutturulan çağ hesaplarımız termodinamik soğuma gibi yanlış bir dayanağa dayanan izafî ve
ampirik ölçümlerdir.
İLERİ BİLGİLER - 33
RELATİVİTE
Uzayda düzgün ivmeli ve doğrusal hareket eden (Uydu gibi) cisimleri kapsayan "Özel
(Kısıtlı) Relativite"den sonra Einstein, 1915'de "Genel Relativite"yi oluşturmaya yönelerek,
"Evrendeki bütün hareketleri içine alan" genellemeye koyuldu.
Einstein, "Tüm cisimler eşit hızda düşerlerse, onlara etkiyen çekim kuvvetinin, düşen
cisimlerden bağımsız olarak var olduğunu" tespit etti. Çekim, uzay-zaman dört boyutlu
birleşiminin özünde var olan olağan bir davranıştır. Yani uzay, "İçinde barındırdığı ağır
yıldızlardan etkilenerek" kavisleşir. Bu kavis, uzay bükümü olduğundan, çekim ile eşleşip bizi
de etkilemektedir.
Genel relativite, bize, madde ve enerjinin birinden diğerine hız değerine bağlı olarak
dönüşebileceğini, hızlı gidenin yavaş olandan daha yoğun gözüktüğünü, bir cismin
uzunluğunun hareket doğrultusunda kısaldığını, zamanın farklı yerlerde farklı hızlarla
aktığını, ışığın çekim alanında eğilip geciktiğini, bir enerjinin eylemsizlik kütlesine itici
olarak katılmasıyla bu kütlenin suskun kalamayacağını, (Böyle bir kütleyi ister ısıtalım, ister
hızlandıralım ister karadeliğe itelim) büyüyeceğini göstermektedir.
Genel relativitenin saydığım bu toplu etkileri günlük yaşantımızda fark edilmeyecek kadar
küçüktür. (Bu etkiler iki km öteden bir madeni parayı gören açıdan da küçüktür, ama bu açı
astronomik ve kozmik boyutlara uzatılırsa büyüdüğünden çok önemli olur.)
Uzay düzdür, fakat bir yıldız (Güneş) yöresinde çukurlaşır. Gezegenler de bu çukurun konik
yolu üzerinde plak iğnesi gibi dolanırlar. Dolayısıyla zaman boyutu da genel yapıya uyum
sağlar.
Uzay ile zaman aynı şey değillerdir ama birbirlerinden ayrılmayan bir birlik, bir birleşim
örgüsüdür. Karadelikler gibi aşırı hallerde ise birbirleriyle yer değiştirebilirler, fakat asla
birbirinden ayrılamazlar.
Uzayın türlü katlarında "Yarı-ömür" kavramının değiştiği fark edilince relativitenin olayda
yer almadığı, fizik evren şartlarında var olduğu ortaya çıkmıştır. Yani değişken olan mekân
dilimlerindeki zamanın akışıdır. Zamanın uzayıp kısalması (Ömrün büyüyüp küçülmesi)
varlıkların boyutları ile orantılıdır: Örneğin evrenin ömrü on milyarlarca yıl; fakat mini mini
bir atomaltı taneciğin ömrü milyarda-bir saniyedir.
Zamanın bir boyut enerjisi, yani statik bir enerji olup, varlıkların bu enerjiyi soğurduğunu
(Absorbe ettiğini) ilk ve tek olarak Kozirev göstermiştir. Varlığın tüketim enerjisi olan
ZAMAN, diğer boyutlarla da enerji iletişimi yapabilmektedir. Zaman enerjisini kaybeden bir
varlık ömrünün sonuna gelir. (Sayılı nefes budur!)
Zaman enerjisinin değişkenliği (tensörü) olması, zaman enerjisinin olaylara ve yüksek frekans
ışımalarına enerji katıp, bir kalıp halinde yayıldığını ortaya kor. Bunu fark eden Kozirev, bir
olayın başında ve sonunda zamanın aynı hızla akmadığını gösterdi. Ayrıca varlıkların
geometrik yapısının zaman enerjisini mümkün olan en çok olabilecek, maksimal ideal
biçimler, moleküler yapıların DNA helisleri gibi organik, yaşayan biyogeometrik bir şekil
oluşturduğunu bize yine KOZİREV açıklamıştır.
Böylece zamanın matematik-fizik bir niteliği olduğunu, bu niteliğinin zamanı bir yazgı cetveli
yaptığını, böylece kaderin kazasını, karmaşık koordinatlar biçiminde gerçekleştiğini anlamış
bulunuyoruz. Kozirev, nasıl ki elektrik akımı için bir iletken gerekiyorsa, "Canlının iletimi
için" de kuşaklar boyu genetik (Kalıtım) birimlerine ihtiyaç duyulduğunu, bu birimlerin ise
zaman enerjisine adapte olmuş sarmal bir merdiven biçimini almasını varlıkların biyolojik
yazgısı olarak öngörmüştür. Yani varlıkların en küçük birimi ve yapısı olan kromozomların
"Niçin bu biçimi aldıkları" sorulduğunda, cevabını "Zaman enerjisi kalıbına uyum" ile
verebiliyoruz.
KESİM : 36
HANGİ ZAMAN?
ŞEKİL - 19
Bir önceki cildimizin son bölümünde, zamanın relativite teoremleri içinde yer alan
çelişkilerini kısmen sunmuştuk. Özellikle Asimov ve Gamow'un ünlü iki makalesinden
alıntılar vermiştik. Zamanın bir kozmik engel olduğunu, milyonlarca yılı bulan sonu gelmez
yolculuklara rağmen evrenin ışık hızıyla sınırlandığını öğretimiz boyunca hep vurgulamıştık.
Relativitenin en inanılmaz sonuçları, zaman boyutuyla ortaya çıkmıştır. Uzay-zaman ölçme
sistemini kullandığımızda "Mutlak" "AYNI-ANDA"lık (senkronizasyon) kaybolur. Yani aynı
olan iki olay arasını "Zaman aralığı" ayırmaktadır. Cinleri, enerjiyi, Yecüc-Mecüc ırklarını
göremeyişimizin nedeni de bu asenkronizasyon (Zaman Seddi) 'dir.
Zamanın yüksek hızlarda genleşip pesleştiğini (yani yavaş aktığını) sağlıklı deneylerle artık
biliyoruz. Işık hızıyla sınırlanmasına rağmen, yarı-ömrü çok kısa ışınlar, iki gök cismi
arasında diğerine ulaşamadan yolda ölmeleri gerekirken, Güneşten bize ulaşan Pi (π) ve Eta
(η) mezonları genç kaldıkları için dünyamıza ulaşabilmektedirler. Bu demektir ki, değişen
ömür değil; uzaydaki zaman akışıdır. Çünkü yarı ömür kavramı sabit matematik bir gerçektir.
Değişen yarı ömür olmadığına göre değişen uzaydaki zamanın akışı olmalıdır.
Gravitational geç yaşlanmayla, ışık hızına çok yakın hızlardaki geç yaşlanma birbirlerine
özdeştir. Çünkü gravitation da ışık hızına yakın bir ivme ile bizi etkilediğinde "Hız" değeri
kaale alınır. Işık hızının % 99'unda zaman yedi kat hızlanır. Tam ışık hızının yüzbinde-bir
eksiği hızda ise MİLYONLARCA KAT daha ağır yaşlanılır. Daha yüksek bir hızda ise, biz
gidip gelene kadar dünyada insanın soyu çoktan kurumuş olabilir.
İhtimal hesaplarına dayanılarak süpernova patlamalarından gelen enerjetik protonların
(Atmosferimiz moleküllerinde çarpışmalarından doğan yan ürünlerinden biri olan) muonların
denize varmadan bozunmaları gerekirken, bunların zamanları 7 kez daha genleşmektedir.
Yani hareketsiz zamanlarından 7 kez daha gençtirler. Enerjetik muonların deniz seviyesine
varan mezonlardan neden fazla olduğunun tek açıklaması zamanın genleşmesi ile anlatılabilir.
Yüksek hızda Maser saatlerinin yerdekinden 50 000 kat daha yavaş ilerlediği, proton ve
nötronların ivmelendirilmesinde ve hızlı jetlerdeki ölçüm ile (Saniyenin yüz milyonda biri
süre) doğrulanmıştır. Bu paradoksa (İkiz çelişkiye) göre dünyada kalan, ikizinin kendinden
genç geri döndüğünü görür.
"Uzay ikizine göre dünya ikizi de hareket etmektedir." Öyleyse her ikisi de birbirine göre
daha az yaşlanmalıdır. Ama bu durum yasaklanmıştır. Çünkü uzayda seyahat eden çeşitli
zamanlarda hızlandırılıp, yavaşlatılır. Ama evren böyle değildir. Fotonların hızı değişmezdir;
bunlara baktığımızda hareketsizliği kavrayamamaktayız. Hızlı değişken (yani hareketli) genç
kalmaktadır.
Sunduğumuz formüller bize ışık hızına yaklaştığımız ölçüde "Öz zaman kısalmasını" yani
zamanın yavaşlama oranına ilişkin değerleri ölçmemizi sağlamaktadır.
Daha önceki ciltlerimizde zamanı iyiden iyiye başlı başına bir konu olarak açmıştık. Şimdi
sadece bize gereken hatırlatmaları kısaca gündeme getireceğiz.
Genel Relativite teoremi, mevcut üç mekân boyutu üzerine, soyut bir boyut olan zamanı da
dördüncü boyut olarak eklemektedir. Böylece evrenin "Uzay-zaman birleşimi" olduğunu
anlıyor ve çekim etkisiyle eğrildiğini anlatıyor. Cisimler kütlelerinin artması oranında bu
"ÖRÜMCEK AĞI" benzerindeki uzay-zaman eğrilerine batarlar, yani düz olanı eğerek
çukurlaştırırlar. Gerçekten de uzay-zaman çizgileri, bir örümcek ağı gibi, hemen esneyebilen,
yırtılabilen bir yapıdır. Ankebut suresine adını veren "Ankebut=Dişi örümcek"in yaptığı
yuvayı anlatan âyet, aynı zamanda uzay-zamanın tanıtımıdır.
Zamanı ise "Işık hızına" göre tanımlarız. Yani ışıktan ne kadar yavaş isek, zaman da o kadar
hızlı akar. Fakat ışık hızına ne kadar limit yaklaşırsak, "Zaman" da o kadar yavaşlar ve biz
"Genç" kalırız.
Relativite formülleri bize ZAMAN, BOYUT ve KÜTLENİN ışık hızına yaklaştıkça sabit
kalmadığını, değiştiğini anlatır.
Çabuk giden bir araçta, yavaş gidene oranla zaman daha yavaş akmaktadır. Işık hızının % 87
kadarıyla gitmeyi başardığımızda, astronotların zamanı yerdekilerden iki kat daha yavaş
akacaktır. Işık hızının % 99'unda giden bir araçta geçen bir yıla karşılık; dünyadakiler 10 yıl
yaşlanmış olacaklardır. Roket içinde zaman on kez yavaşladığında, dünyada geçen bir yıla
karşılık rokette bir ay geçecektir. Böylece uzay yolcusu yurduna dönecek, fakat asla kendi
çağına dönemeyecektir. Çünkü 14 yıl sonra dünyaya döndüğünde, dünyada 100 yıl geçecektir.
Işık hızının % 99,999 gibi ondalıklarında bu kez roketteki bir saate karşı dünyada 18 yıl;
ondalığı daha yürüttüğümüzde roketteki 1 dakikaya karşılık bir yüzyıl geçmiş olacaktır.
Böylece bir saniyemizin karşılığında dünyamızda bin yıl, milyon, milyar... sonsuz yıl
geçecektir.
Bir güne karşılık "BİN YIL"ın geçtiği kozmik bir takvim, göksel kitapların tamamında yer
almaktadır:
Üç göksel kitabının da aynı anlatımla verdiği bu "asenkronize relativite" imanın
şartlarındandır. Kur'an hep âyetlerde, zaman ile ilgili değişkenliği ve mekân ile ilgili
geçiciliği, iğretiliği vurgulamıştır. Daha önce de Tevrat ve İncil'de de kısmen tahrif edilmemiş
Allah kelamına rastlıyoruz:
* "Çünkü senin gözünde BİN YIL, dünkü gün ve bir gece süresi nöbet gibidir."
(Tevrat/Mezamir)
* "Ancak, ey sevgililer, şunu unutmayın ki Rabbinin katında BİR GÜN, BİN YILdır." (İncilII, Peter-8)
* "ANCAK ŞU DA BİLİNMELİ Kİ RABBİNİN İNDİNDEKİ BİR GÜN, SİZİN
ÖLÇÜLERİNİZE GÖRE SAYDIĞINIZ (Hesabını tuttuğunuz) BİN YIL GİBİDİR." (Hacc47)
* "O (Allah) İŞLERİNİ GÖKTEN YERE DOĞRU YÖNETİR. O'NA DOĞRU YÜKSELEN
GÖREVLİ (Kimse) SİZİN ÖLÇÜLERİNİZE GÖRE SAYIP HESAPLADIĞINIZ BİN YIL
SÜREN BİR GÜNDE O'NA ÇIKAR." (Secde-5)
* "BU YÜKSEKLİKLER, YÜKSELİŞLER SAHİBİ ALLAH'TANDIR. MELEKLER VE
RUH, ELLİ BİN YIL SÜREN BİR GÜNDE O'NA YÜKSELEREK VARIRLAR." (Mearic4)
Böylece Rabbin 6 günde yaratımının karşılığı 6 bin yıl ve diğer âyete göre 300 bin yıl
tutmaktadır.
Dünyamız saniyede ortalama 30 km hızla bir yılda 1 milyar km'lik bir yolu yörüngesinde kat
etmektedir. Bu rakam bin yılda 1 trilyon km tutmaktadır. Bir görevli (Örneğin melek)
saniyede 11 milyon km hızla "Arş'a yükseliyor" denebilir. 50 bin yıl hesabı üzerinden de
dünyamız 5 000 000 000 000 km kat edince, bu, saniyede 550 milyon km hız yapan bir
görevlinin varlığını ortaya çıkarır.
Bunları ilerleyen ciltlerde açarak Arş'ın uzaklığının, evrendeki (Bin yıl, elli bin yıl gibi türlü
hyperrelativistik) takyon hızlarının ne anlama geldiğini göstereceğiz.
Feinberg, Dış uzay (Enine) ve iç uzay (Dikine) yolculukların farkını, uzay yürüyümüyle yani
bir enerjik hız durumundan öteki enerjik hız durumuna, oradaki ardışık basamaklara gerek
kalmadan sıçrayabileceğini gösterdi. Enerji, örneğin ışık hızının % 90, % 91, % 92... % 99, %
100 gibi değerlerinde bir sıra izlemeden, örneğin ışık hızının % 65'inden birden ışık hızının %
135'ine sıçrayarak, sıra izlemeksizin, dolaysız da faz atlıyordu!.. O halde ışık hızı yasağı lafta
kalıyordu.
Örneğin, eğer biz [siz] böyle sıçrayan bir enerji olmaksızın, madde olarak ışık hızının %
80'inden birden % 120'sine sıçrayabilirsiniz. Yani bir hız durumundan diğer bir hız durumuna,
aradaki ışık hızı yasağı duvarına hiç değmeden geçebilirsiniz. Örneğin illa ki bir duvara taş
atacağınıza, arkadaki bahçeye duvarı aşırtarak taşı geçirebilirsiniz. Mutlaka duvara nişan
almak gerekmez, duvara hiç değdirmeden de attığımız taş "Arka bahçeye" geçebilir.
KESİM : 37
RELATIVITY
İKİZLER ÇELİŞKİSİ
Zamanın bir boyut yani lineer (doğrusal) bir uzunluk olduğunu Türklerden Al Câbir bulmuş,
Cebirin "Eksi" sayısıyla tarif etmiştir. Ondan yüzlerce yıl sonra Einstein, zamanın dördüncü
boyut olduğunu fark etmiştir. Avusturyalı öğretmeni Minkowski de bu boyutun eksi değer ile
√-1 (karekök içinde -1) yazılacağını göstermiştir. Böylece Reimann'ın "Uzay" modelini
Minkowski "Zaman" değeriyle Lorenz dönüşüm formülleri üzerinde kullanarak, "Relativite"
teoremini oluşturan Einstein'a bu ilham "Işık hızının değişmez yegâne sabit olduğu
anlaşılınca" gelmiştir.
Artık, evrendeki bütün hareketlerin, bu sabit bir başvuru (Referans) sistemi olan ışık hızına
dayanarak genellenebileceği anlaşılmıştır. Evrendeki bütün hareketler, ışık hızı değişmezine
"Göre=İ'zâfet'en" değerlendirilebiliyordu. Bu nedenle teorem,
"Relativite=İ'zâfiyet=Görecelik" adını aldı. (İsim babası Newton'dur.)
Relativite, bize, bir evrende oluşan tek bir olayın, aradaki mesafelere bağlı olarak, "Başka
başka zamanlarda algılanan, ayrı ayrı olaylar" gibi gözüktüğünü ortaya kor. Bu ayrık olayları
gözlemleyen herkes haklıdır; çünkü gördüğü kendi doğrusu ve gerçeğidir, hayal değildir.
Güneş sönseydi biz bunu 8 dakika sonra ve en yakın öteki güneşten 51 ay sonra;
Andromeda'dan da 3 milyon yıl sonra görecektik.
Genellenmiş relativite teorisi ise, bütün evrenin çekim etkisiyle düzlüğe yer vermediğini,
uzay-zaman dört boyutlusunun çekim etkisiyle geometrik olarak büküldüğünü anlatır.
Evrende hiçbir şey doğrusal, düz ve sonsuz değildir. Evren maddesiz düzdür; fakat içine
madde girdiğinde, bu madde kendi atalet(Eylemsizlik) kütlesine eşdeğer bir çekim alanı
yaratır. Bu çekim alanı da uzayı çukurlaştırır. Işık (Enerji) da bu yolu izlemek zorunda
kaldığından, engebelerde zaman kaybederek gecikip bize ulaşır.
Çekimin hızı ışık hızına eşittir: Dolayısıyla hızlanan bir cisim, çekime daha az bağımlı olur.
Fakat çekime ne kadar az bağımlı olursa, o kadar da "Madde" özelliğini yavaş yavaş
yitirmeye başlar. Hız çekim-zaman-boyutlar ve kütle arasında bir orantı vardır.
Hızlı olan bir şey, yerdeki ikizinden daha "GENÇ" kalmaktadır. Çünkü zamanın akma hızı
olan ışık hızına ne kadar yaklaşırsa, o kadar da zaman pesleşmekte, yavaş akmaktadır. Aynı
gün doğmuş bir çiftten (ikiz) birisi evinde dursa, diğeri dünyayı bir saniyede 7 kez dolanacak
bir hıza ulaşsa, hızlı olan yerdeki ikizine göre 14 kez genç kalmaktadır. Yani hareketli olan 1
yıl yaşlandığında, ikizi 14 yıl yaşlanmaktadır. Bu yolculuk on yıl sürerse, yerdeki ikizin yaşı
140 olacaktır. Dolayısıyla hızlı olan, hareketsiz olanın "GELECEĞİNE GEÇMEKTE"dir.
"Çekimsiz alan"da da bu "Genç kalma" özelliği ortaya çıkmaktadır. Çok uzun bir direğin
dibindeki ikizin zamanının normal geçmesine karşılık; direğin tepesindeki ikizin zamanı daha
yavaş akmakta, dolayısıyla daha genç kalmaktadır.
Hızlı olanın boyu da "Hareket doğrultusunda" kısalmakta, buna dik doğrultuda ise iplik gibi
çekilmekte, yayılmaktadır.
Hareketli olanın ağırlığı üç misline çıkmaktadır. (Çay sıcakken, soğuduğundan daha ağırdır.)
Relativitenin bütün tespitleri ispatlanmış olduğundan, rahatlıkla zaman, kütle, boyut ve
değişmez sandığımız diğer mutlak değerlerin, "HIZLANMA" oranında değiştiğini görebiliriz.
Çünkü enerji çok hızlı bir maddedir (veya madde çok yavaş hızda bir enerjidir). Enerji çok
seyrek bir madde; madde ise çok yoğun bir enerjidir. (E=mc²)
İkisi aynı şey olduğuna ve aynı teklikten ve tekillikten (Vahdaniyetten, Ehadiyetten) geldiğine
göre, aradaki fark HIZ FARKIDIR. Enerjiyi yavaşlattığımızda madde oluverir. Bu da
(formüle göre) maddenin asla enerji (ışık) hızıyla gidemeyeceğini, (kütlesinin ARTI değerden
SIFIRA küçüleceğini) ağırlığının ortadan kalkacağını gösterir.
Kur'an'da en çok tekrarlanan âyetlerden biri de "Her şeyin çift yaratıldığıdır". Gerçekten de
evren, bir tek asıldan (Paydadan) çift çift payların oluştuğunu gösterir. Evren iki kutupludur.
(Elektrik yükleri, mıknatıs kutupları vb.) Matematik iki kefeli bir terazidir. (Pozitif (Artı) ve
Negatif (Eksi) sayılar...)
Madde de bu yasaya göre "Çift çift" yaratılmıştır: Madde ve bunun simetriği (Aynadaki
bakışıklığı) olan anti-madde... Ayrıca bunlar da çift-çift birer takımdır (Tardyon-Takyon).
Madde "Artı" değerlidir: Sıfırdan ağır, uzun ve dolayısıyla YAVAŞTIR.
Enerji ise SIFIR değerlidir: Enerji tam ışık hızında akmakta olduğundan hiçbir madde
kütlesini bu hızda koruyamaz, enerjiye yani kuant denen ağırlıksız, boyutsuz noktacıklara
dönüşerek ağırlığını (özkütlesini) yok eder, sıfırlanır.
Artıdan sıfıra ve bundan öteye EKSİYE doğru bir başka MADDE'nin "evren çiftleri ve
matematiği" Kur'an haberidir.
Eğer bizler, dünyanın çevresini 7,5 kez SANİYEDE dolanacak bir hıza ulaşabilseydik, ARTI
(örneğin +70 kg) bedenimiz ENERJİYE DÖNÜŞECEK, yani SIFIR grama inecekti. Böylece
BEDENİMİZİ KAYBETMİŞ olacaktık. (Beden kaybetmek, bilinçsiz ve ölü olmak değildir.)
Eğer dünyanın çevresini saniyede 15 kez dolanabilseydik, bu kez bedenimiz (Sıfırdan da
küçük olan) -70 kg ağırlığında yeniden görünecekti.
Sıfırdan küçük olan bu bedeni ölçemeyiz: Çünkü terazilerimiz sıfırdan küçük bir sayıyı
ölçemez. Cetvellerimiz de sıfırdan küçük bir boyutu ölçemez. O halde -70 kg olan bir
VARLIĞI göremeyiz, hissedemeyiz. Bu varlığa bir örnek, BİLİNCİMİZ (Beşinci boyutumuz)
olup, kendi gibi EKSİ bir uzay-zamanda (Mücerret=Soyut âlemde Takyonik, Esîrî bir)
Nur=Sonsuz özenerji olarak bedenlenmektedir.
KESİM : 38
TRİPLEX PARADOX
ÜÇÜZLER ÇELİŞKİSİ
Demek ki evrende BİR TEK GÖVDE, çeşitli hızlara göre; MADDE, ENERJİ ve SOYUT
MADDE olarak bedenlenebiliyor (Kütleleşiyor).
Bunu bir üçüzler deneyi olarak da test edebiliriz. Aynı saat içinde doğmuş üçüzlerin üçüne de
değişik hızlar verebiliriz: Biri test olarak dünyada "İNSAN" olarak kalırken, diğerlerini başına
gelenleri izleyelim:
Üçüzlerin her biri tıpatıp birbirinin benzeridir. Örneği üçü de tastamam 70 kilodur, boyları
170 cm'dir ve saatleri de aynıdır: 12:00. Aslında bunlardan biri bildiğimiz insan olup, TEST
gereği dünyada kalacaktır. Adı da İNSAN'dır. İkincisi ışıktan bir gemiye binecek, üçüncüsü
bundan da hızlı Takyon gemisine binecektir.
Işık hızına erişen ikizimiz, maddenin bu hızda kütlesinin sonsuz olması dolayısıyla enerjiye
dönmesi yüzünden bir ENERJİ İNSAN OLACAKTIR. Saati ise zamanı genleşeceğinden
EBEDİYEN DURACAK ve saat 12.00'de kalmış olacaktır. Oysa dünyadaki ikizimizin bu
süre zarfında saati aylar boyu, yıllar boyu her gün 12.00'yi kat etmiştir.
Işık hızına erişen ikizimiz artık "MADDE" değil "ENERJİ"dir. Maddeyi tutarız ve biçimi
olduğunu biliriz. Ama enerjinin ne olduğunu bilmeyiz. Yani bir biçimi yoktur, seyyal (akıcı)
ve cevvaldir (dinamik).
Bu aşamadaki ikizimiz, artık bizim gibi MADDE insan değil; ENERJİ İNSAN olmuştur.
Özkütlesi sıfıra inmiştir, artık o 70 kilo değildir. Boyu ise cetvelin hareket doğrultusunda
boyunun kısalması yüzünden "Işık noktacığına" inmiştir.
Artık ikizimiz, yine bir CANLI ve BİLİNÇLİ olmasına rağmen, boyu sıfır, zamanı sıfır ve
çekimi sıfır olan enerji yaratığıdır.
Aslında şimdi ikizimizin nasıl olduğuna bakabiliriz: Eğer onun yerine biz ışık hızıyla gitmiş
olsaydık, bir anormallik fark etmeyecektik. Her şey bize aynı gibi gelecekti. Ama bu arada
dünyada bıraktığımız ikizimizin boyunun beş on kat uzadığını, ağırlığının ise sıfıra
yaklaştığını ve saatinin deli gibi dönüp bütün ömrünü bitirdiğini görecektik.
Aslında bizim hareket doğrultusunda boyumuz kısalmaktadır ama bunun tersine (Yatay
doğrultuda) kütlemiz yayılıp büyümektedir. Karadeliğe düşen birinin boyunun "Hareket
doğrultusunda" kısalması sonucu "İplik gibi ince bir biçimde" aşağı çekildiğini önceki
bandımızdan hatırlayalım.
Dolayısıyla enerjinin bizim bıraktığımız doğrultuda noktasal (Sıfır boyda) olduğunu görürüz.
Kalem ile yaptığımız deneyi okuyucu hatırlarsa, bu tek noktanın bir kalemin kesiti olduğunu
bildirmiştik. Aslında başka bir doğrultudan (Örneğin eksenden bakan biri için) bu noktanın bir
kalem olduğunu anlatmıştık. Öyleyse enerji bize ışık noktaları gibi gelmekle birlikte, buna dik
doğrultuda bir ışık ipliği gibi upuzun olmaktadır. Yani ışık hızına erişen kimse, bizim
baktığımız doğrultuda bir ışık noktası (Kuant), fakat bizim bakamadığımız buna dik
doğrultuda ise upuzun bir çizgidir (10 boyutlu iplik). Başka bir doğrultuda bu CİN ikizimizin
aslında kalemin, kitabın sırtı olması gibi "bir çizgi değil; bir resim olduğunu" görecektik. Yani
ikizimiz iki boyutlu bir uzaya yapışmış, kalınlıksız, derinliksiz, bir dergi sayfasındaki resim
gibidir. O halde enerjiden yapılmış (CİN) İNSANLARIMIZIN bir RESMİ vardır!..
Yine doğrultu değiştirdiğimizde, bu kitabın, bir sandık kapağı örneği gibi, resmin kalınlığının
yani eni boyu ve yüksekliğinin olduğunu görecektik. Dolayısıyla bu CİN İNSANI ikizimizin
bir biçimi vardır.
Ama onu biz, evrenimizde bir ışık noktası gibi görüyorduk. Oysa onun bir uzunluğu, bir
fotoğraf sûreti ve heykel gibi üç boyutlu yapısı olduğunu anlıyoruz. Bu konu bize, CİNLERİN
konumunu ve kurgusunu bilim ışığında öngörmektedir.
Bilim, "Bir insanı ışık hızına hızlandırdığımızda bu insan enerji-insan olur" diye
tanımlamaktadır. (*)
(*) Önemli olan çocuğun adını koymak ise o çocuğun ismini veren tarafından Cin, İnsan ve
Melek diye ayırt edilmiş olmasıdır. Öğretimiz konan ismin sözcülüğünü yapmaktadır.
Okuyucu isterse "CİN" yerine "Enerji-insan" diye resmî bilim diliyle düşünmekte serbesttir.
KESİM : 39
SUR-VİTES BEDENLER
ÜÇ BEDEN - DÖRT UNSUR
Nasıl ki madde denen "Şey" CANSIZ sandığımız atom kurgusundan oluşup, cansızdan canlı
türemiş ise, biz akıllı madde insanların var edilmesi gibi enerji insanlar da söz konusudur.
Örneğin, insanoğlu karbon kimyasına bağlıdır. Karbon elementi atomundan kömür, grafit
(Kalem) sıkıştırılarak elmas, yakarak kül, dönüşüm sonucu petrol türer. Bu cansız şeyleri
oluşturan Karbondan, aynı zamanda bitki, hayvan, insan gibi canlılar da yaratılmıştır. Kısaca
biz, BİLİNÇLİ MADDEYİZ. Peki, maddenin özü enerji değil midir?
Karbon enerjisi, hem kömür ısısı hem nükleer enerji gibi cansız, hem de ENERJİ-İNSAN
(CİN) gibi karşımıza çıkacaktır. BİLİMİN VAR DEDİĞİ HER ŞEY ZATEN VARDIR! Ama
"yok" dediğinde aynı şeyi söyleyemiyoruz.
Mübârek kitabımızda, cinlerin NAR denen bildiğimiz enerjiden yaratıldığı, Hicr-27'de "Cannı
da her mesammata (Her mini-uzay aralığına) girgin dumansız-zehirli-yalın bir ateşten
yarattığı" bildirilmiştir. Cinlerin atası ve çoğulu olan, saklı anlamına gelen "Cann"ın
yaratılışında; dumansız bir ateş olarak elektriği, zehirli olarak radyoaktiviteyi sezmekteyiz. En
ufak uzay aralığına girginliği de kozmik ışınlardan oluştuğunu doğrulamaktadır. Örneğin
gamma ışınları (Kurşun dışında) her kristal yapıya girebilirler. Daha girgin yalın bir ateş ise
Kozmik (Primer ve sekonder) ışınların yapısında vardır. Yani cinlerin yapısında yüksek
radyoaktif kozmik ışınlar, girgin enerji yer almıştır!..
Örneğin, "Hayatın sulardan" başladığını âyetle bildiren Rabbimiz, insanın da "Kurutulmuş
süzülmüş bir balçık olan toprak kökeninden yaratıldığını" haber vermiştir.
"Toprak", içinde kimyanın 114 elementini barındıran katı yapımızdır. Kur'an'ın indiği çağda,
insanların Hidrojen, Azot, Karbon ve Oksijenden (ile diğer toprak-alkali metallerden)
yaratıldığı ismen verilseydi, örneğin bir KARBON sözü geçseydi, kimbilir ne sanırdık? Allah
(cc) bu bilgiyi insanların bulacağı günlere (Kur'an'ın her çağa hitabı dolayısıyla) bu biçimde
bildirmiştir. Bugün toprakta hemen her elementer bileşik vardır ve insan biyolojisinin
bünyesinde yer almaktadır. "Topraktan gelip toprağa dönmek" de, parçalanan (dezentegre)
bedenimizden dağılan bu atomların, başka bir çocuğun doğmasında ya da mezarlıkta otların
bitmesinde ya da bizim aldığımız bir vitaminde yer alması anlamındadır. Toprak, en başta C,
H, O, N dört unsurunun simgesidir.
Rabbimiz, bizim "Kurutulmuş bir balçıktan" yaratıldığımızı bildirmekle, öncelikle hayatın
sulardan başladığını, daha sonra karaya geçtiğimizi, içimizde sıvı sitoplazmik sıvıların (%98)
yer aldığını ipucu veriyor.
Balçık sözünü ele alırken, "Denizi kurutulmuş" gibi düşünmeliyiz. Geride bir "Balçık" yani
bataklık çamuru süzülmüş olur. Bu bileşimde, başta su olmak üzere metan, amonyak ve
karbondioksit vardır (C, H, O, N dört unsuru).
İşte bu dört unsuru bir araya getiren MİLLER, bu karışımı (yıldırım yerine geçen) bir elektrik
akımıyla şarj etti. O zaman bu dört cansız maddeden çekirdek asitleri dediğimiz "Adenin,
Guanin, Sitosin ve Timin" denen dört hayat unsuru kendiliğinden ortaya çıktı.
Genetiğimizde ve bütün canlıların yapısında yer alan protein, bu dört maddenin bir helix
merdiven gibi DNA-RNA fermuarı biçiminde şifrelenip dizilmesinden doğmuştur.
Bu dört ana madde, birbiriyle öyle dizilişler yapmaktadır ki, bunlardan ister fil, ister bir
mikrop, ister bir çınar ağacı, isterse bir insan çıkmaktadır. Öz birdir, subje birdir, yüzeysel
görünüm farklıdır.
İşte yaratılışın bu BALÇIKTAN gelmesi, Allah'ın bir hikmetidir ve ayetlerin açıklanması
şimdiki BİLİMİN bir zaferidir. Ama Miller bunu bulmakla birlikte, inançsız olduğu için yani
insanın topraktan geldiğini -İncil'de de yazdığı halde- yorumlama gücü olmadığından öylece
bıraktı (Urey-Miller deneyleri).
Bilim aynı zamanda yorumlamaktır. Yorumsuz bilim olmaz. Aksi halde bu kitapta sözünü
ettiğimiz birçok terim "Havada" kalırdı. Birçok buluşa yorumda bulunmazsa insan, bilim
adamı da olsa "Kâfir" olarak kalabilir. Yorum, Allah çağrısıdır ve hidayetin sesidir. Yorum
olmazsa bilim yolunu kaybeder, amaçsızlık içinde karanlıkta kalır. O zaman da bu tür
insanların üniversite aristokrasisi, bilim burjuvazisi oyunu oynamaktan başka çıkarları
kalmaz.
ALLAH, bilimini yorumsuz kimselere de verir ama yorumlu kimseler elinde bilim sıkıcılıktan
zevke dönüşür ve insana hayat felsefesini verir. Yani felsefeden bilim değil; bilimden felsefe
doğmalıdır.
Bilim Allah'ın yolundadır ve istesek de istemesek de, inançsız da olsak olmasak da bilim,
doğruyu, düşüp-kalkarak bulur. Zaten resulullah efendimiz bu konuda şöyle buyurmamış
mıdır?
"Gereğinde her fiile yasak konur ama BİLİME asla!.."
Bilim isterse "Enerji-insan" desin, cin cindir ya da onların dediği gibi enerji insandır.
Can, Cin ve Cenin öz olarak saklı demektir. Maddenin neye benzediğini biliriz ama
enerjininkini değil. Onlar saklı birer nokta gibi dururken, dik başka bir doğrultuda uzunluk,
öteki dik bir doğrultuda resim ve üst doğrultuda "Varlık, biçimli bir enerji kalıbı" olarak
durmaktadır.
Tıpkı ikimiz gibi: Işık hızıyla giden ikizimiz böyle bir "Cin" olmuştur. İstesek de istemesek
de, onun hızı madde olarak kalmasına elverişli değildir ve o enerji olarak kalacaktır. Ama bir
adım öne çıkarak, yani ışıktan daha da hızlanarak NUR bölgesinde MELEKLEŞEBİLİR!..
KESİM : 40
TACHYONS
"TAHAYYÜL"ÜN ADI
Şimdi yeniden o NUR enerjisinden yaratılmış TAKYON konusuna yani üçüncü kardeşimizin
evrenine geçiyor, soyut kütleye geri dönüyoruz. Yüz milyar kilometre uzunluğunda ve eksi
yüz milyar ton ağırlığında bir meleğin sıfırdan küçük, kumdan hafif olduğu evrenimiz
burası!..
Üçüncü kardeşimiz (Üçüzümüz) ışıktan hızlı hareket etmiştir. Fakat yola çıkarken +70 kg. bir
ağırlığı vardı. Işık hızında bu ağırlığı sıfıra inmiş, kendisi madde kütlesini yitirerek enerjiye
dönüşmüştü. Işık hızını aşınca, bu kez yeni bir kütle kazandı: Sıfırdan küçük eksi yönde (-) 70
kilo oluverdi. (Bakınız Sayfa 33 Şekil-17)
Boyu da eksi yönde (-) 170 cm. oldu yani bir daha kendi biçimiyle belirdi ve kıyamete kadar
ölümsüzleşti. Artık maddenin dar bölgesinden yani 7 renkten çıkarak 777777 milyar renkten
birine büründü.
Bu yeni uzaydaki her şey ışıktan hızlı titreştiği için bizim âleme gözükmüyordu. Ama şimdi o
evrenin tıkabasa dolu olduğunu görüyor: Her yer soyut (Esîrî) olan TAKYONLARDAN
kuruludur.
Evren de dünyamız da çevremiz de neye baksanız (Canlılara, ormanlara, denize ve başka
nesnelere, gök cisimlerine vb.) akla gelecek her şey atomlardan kuruludur.
Aynı durum "Öteki" uzayda da vardır. Takyon denen yapılardan kurulu dopdolu simetrik
evrendir burası. Her nokta sahiplidir. Zaten hangi evren olursa olsun "İğne ucu kadar
sahipsiz" hiç bir boşluk ya da ihmal edilmiş yer yoktur.
Çünkü böyle bir ihmal (hâşâ) Yaratanın o bölgeden habersiz olduğu anlamına gelir ve
Rabbimizin vahdaniyetine aykırı olur.
Takyonların dünyasında Esîr denen bir yordam vardır. Bu, ciltler boyunca sözünü ettiğimiz
tünellerin dokusudur ve Süper Uzay denen Misal Âlemi buraya açılmaktadır.
Çünkü evrenin SOMUT dediğimiz yanıyla SOYUT dediğimiz yanı arasında SINIR bölgesidir
burası!..
İslâm verilerine göre burası Melekler-ruhlar âleminin en alt tabakasıdır. Burası cisimler
âlemine en yakın, en yoğun ve en teğet bölgedir.
İslâm inançlarında ve din verilerinde buraya MÜCERRET (Soyut) Âlem denmektedir. İşte
Takyonlar bunun kanıtıdır. Öteki isimleriyle de bu Âlem "Berzah" veya "Misal" âlemidir.
Böylece buranın canlılarına "Melekler" diyebiliriz. Çünkü bizim +70 kg. diye ölçtüğümüz
bedenimiz, geçici emanetimiz olan hücre yığını tuğlaların biçimlendiği bir yeryüzü elbisesi,
zarfıdır.
Ama Einstein eşdeğerlilik formüllerine göre (E=mc²) enerji, maddeye hâkimdir. Biz canlıların
bir enerji bedeni, cinlerinkine çok benzer bir enerji kalıbı olduğu, KİRLİAN (Yüksek
biyoelektromagnetik alan) fotoğraflarında bulundu. Bu beden yüksek alanda filme alınabiliyor
ve psikolojik davranışlardan etkileniyor. Bedenimiz ile bilincimiz arasında bir TEĞET ya da
TAMPON olarak davranan bileşke gövdedir.
Enerji maddeye hükmediyor ve enerjiye de bizim Akıl boyutu (Takyon) dediğimiz BEŞİNCİ
BOYUT = BİLİNÇ hükmediyor.
Eksi 70 kg'lık bir soyut bedenimiz var: Bu beden şimdi bildiğimiz maddî bedenimizi yöneten
yasaların TAM TERSİ yasalar ile yönetiliyor. Örneği, itince hızlanmıyor. Soyut bir elma yere
değil; buna dik doğrultuda göğe, havaya düşüyor.
Evrende boyutlar tablosuna bir daha göz atalım: En, boy ve yükseklik bize yer=uzay=mekan
koordinatlarını oluşturur.
Dördüncü boyut "ZAMAN" ise SOYUT bir koordinat olarak, ışık hızına değin bize teğet
oluyor.
Evren böyle dört boyutlu ile yönlendiriliyor. Oysa bir de BİLİNÇ yani akıl, zihinsel olaylar
boyutu olduğu da fizik tarafından ortaya kondu.
Böylece varlığımızın üç boyutlu bir mekânda, dördüncü boyut "Zaman" içinde hareket eden
ÜST BOYUT akıl ile yönlendirildiği açıklandı.
Bugün "AKIL-BİLİNÇ-ZİHİN" denen psikolojik boyutun varlığını fizik talep etmiş,
bilgisayar zekâsını yaratanlar da kanıtlamışlardır. Elbette 3 boyuttan sonraki her bir boyut
sonsuz artsa da artık soyuttur.
Beynimiz somuttur ama onun içindeki duygular, rüyalar, ilhamlar ve hayaller soyuttur. Onlar
sıfırdan küçüktür ve ölçülemeden kendini hissettirmektedir. Rüya, beynimizde ne kadar yer
tutar? Aşık olmak kalbimizde ne kadar yer tutar?
Görüldüğü gibi SOYUT dediğimiz her şey bizi etkilemekte, yani önce o PSİKOLOJİK ve -70
kilo ağırlığındaki beden yönlendirmektedir. O beden ZAMAN VE MEKÂN DIŞI olarak
istediği yere ulaşabilir. Rüyamızda bilmediğimiz yerlere gideriz. Ya da geçmişteki bir utanç
verici olayı hatırlayarak geçmişteki bir zamana gideriz. Bu olay bizim arada kalan "Cin
bedenimizi" (Kirlian nefis bedenimiz) etkiler ve ışınları renk-karakter değiştirir.
Sonra soyut beden ile teğet olduğundan enerji bedene algı olarak geçer. Aslında bir ceset olan
şimdiki +70 kg'lık bedenimiz üzerinde kan basıncı gibi değişiklikler yapar. O zaman utançtan
kızarırız, yüzümüzü kan basar. Ya da korkudan kan çekilir, sararırız.
Laboratuar deneyleriyle anlaşıldığı gibi aslında soyut bedenimiz, şimdiki fizik bedenimizi
yönlendirmekte ve bir araç, bir alet olarak kullanmaktadır. Zekâ beynin bir fonksiyonu
değildir. Eğer bizde bir beşinci boyut yani akıl olmasaydı, "Ölü" gibi ifadesiz, kaskatı düşüp
kalacak ve bir süre sonra çürüyecektik. Bizi organize eden, elektrik alanımız, (Cesedimizi)
hayat harikasına kavuşturan MAGNETİK ALAN bedenimizdir. Beşinci boyutumuz, aklımız,
idrakimiz dediğimiz her şey odur!..
Akıl boyutu ile Takyon kuramı aynı şeydir.
Elektrik alanı anlamış anlatmışızdır ama magnetik alanı hiç bir zaman anlamamışızdır. Neye
benzediği bilemiyor, sadece onu mıknatısın büzdüğü uzay-zaman çizgilerine dizilmiş demir
tozlarının nedeni olarak fark etmişizdir.
Magnetik alan bir AKIL olayıdır ve dolayısıyla Takyon teoremidir. Işıktan hızlı hareket eden
BİLİNÇ/ŞUUR olayları ise Takyon-Esîr dinamiğine girer.
Bu arada evrenin DÜALİTE'sini yani İKİCİLLİĞİNİ savunmak gerekir. Çünkü çift çift
yaratılış ve zıtların birbirini göstermesi (Eşleniklerin ötekine gösterge olması) Kur'an ve
tasavvuf içinde temel kavramlardandır. Batılı buna Diyalektik de der. Ama sözünü ettiğim
kavram DÜALİTE'dir; diyalektik değildir.
Işığın bir parçacık mı yoksa dalgacık mı olduğu, Einstein'a kadar hep tartışıldı. Örneğin
Newton'a göre ışık, korpüskül dediği bir parçacık akımıdır.
Ama dalgaları bulan Maxwell'e göre ışık dalgacıktır ve parçacıkla ilgisi yoktur.
Einstein ışığın hem parçacık hem dalgacık olduğunu buldu. İşte bu ikicilliğe biz DÜALİTE
(Duality) diyoruz. Dolayısıyla o güne kadar birbirine düşman kamplar gibi bölünmüş bilim
adamları UZLAŞMAK durumuna girdiler. Uzlaşmak ise ikinin bire inmesi ve BİRLENMEK'
tir. Kuantum teoremi çözümü bulmuştur: Schrödinger dalgaları ile Broglie'nin madde
dalgaları (Duran, yerleşik dalga) aynı şeydir.
En başta madde ve enerji ayrı ayrı şeyler sanılıyordu. Dolayısıyla ayrı ayrı yasalar
oluşturulmuştur. Örneğin Maddenin sakınımı (Korunum, konservation) ile Enerjinin sakınımı
yasaları vardı. Ama E=mc² formülüyle enerji ile maddenin birbirine eşdeğerliği (Maddenin
çok yoğun bir enerji; enerjinin çok seyrek bir madde olduğu) ortaya çıktı. Birbirinden ayrı
ayrı düşünülen "Enerji ve Maddenin korunumu yasaları" birleştirildi ve tek yasa haline geldi.
İşte bu tüme varmaya, TEKLİĞE (Ehaddiyete) yöneliş, bilimin kaçınılmaz bir gidişidir. Ama
bilim bir üst sistemde UZLAŞIM, birleşim sağlayınca, bu kez yepyeni bir ufuk açılıveriyor.
Bugün en yoğun çabalardan biri de "Birleşik Alan" kuramını ispatlamaktır. Ama bunu
yapanlar "Ateist, yani Allahsız" bilim adamlarıdır. Bilimin bu güzel teorisine onların hizmet
ettirilmesi kendileriyle çelişiyor. Çünkü Birleşik Alanlar Teorisi, evrenin dört temel
kuvvetinin "Aynı teklikten" geldiğini açıklayan harika bir kuramdır. Bu ise
"VAHDANİYET'İN, EHADDİYET'İN" açıklaması değil de nedir?
Birleşik alanlar kuramını Zig-Zag bilginleri yorumlamıştır. Weinberg ve Abdüsselam eğer
"Zayıf kuvvet ile Elektromagnetik kuvveti birleştiren Bozonları" ortaya koymasaydı, teori
başlamadan bitmiş olacaktı. Çünkü iki kuvvet de kendi başlarına "Sonsuz" gözüküyorlardı.
Bütün denklemlerin sonucu sonsuz çıktığı için birleştirme ve ayar getirilemiyordu. İki
sonsuzun birbirini sınırladığını fark eden ikili, Bozonları ortaya atarak Vahdaniyet yolunda ilk
adımı atmışlardı. Güçlü nükleer kuvvetin birleştirilmesi için de Murray Gell-Mann'a atom'un
kendinden daha ağır ÜSTÜN BİR KÜTLE içerdiğini, bu kütlenin eksi yönde (Takyonik)
olduğu için atomdan hafif gözüktüğünü, dolayısıyla soyut sayıların kullanılması gerektiğini
Bilaniuk, Jessup tavsiye etmiş, böylece Kuark teoremi ortaya atılmıştı. Sonra kuarklar da
bulunmuştu. Bugün bilim Vahdaniyet'in yani Allah tekilliğinin hizmetçisidir. Bu,
yorumlayabilen müslüman bilim adamlarının yani Zig-Zag öğretisinin zaferidir.
DOKUZUNCU BÖLÜM
YILDIZ YERLERİ
"AND OLSUN YILDIZLARIN (Çöktükten sonraki çekim odağı) YERLERİNE..."
(Vakıa-75)
KESİM : 41
COLLAPSAR
YILDIZ İNTİHAR EDİYOR
Yıldızlar da evrenin her üyesi gibi doğar, erginleşir, yıpranır ve ölürler. Onların da "Cesedi"
evren mezarlığında kalır. Yıldızlar iki etkinin altındadırlar. Birincisi onların dev kütlesidir ki,
çekim ile temsil edilir ve yıldızı bir tek noktaya büzmek isteyen kuvvettir. İkincisi de bu
kuvvete karşı gelen "Hayat enerjisinin ışıması"dır. Yıldızlar enerjisini "Hidrojen bombasını"
oluşturan güçlü kuvvetten alırlar. Yıldızların bu doğuşu ise hidrojen yakıtlarının tükenmesine
kadar onmilyarlarca yıl sürecektir.
Yüzeydeki yakıtı biten yıldız, ömrünün sonuna gelmiş demektir. Yaşamını sürdürmek için
(Tıpkı aç olan bir canlının vücudundaki yağ stokunu eritmesi gibi) gövdesindeki hidrojeni
yemeğe başlar. Bu işlem sırasında yıldızın çapı yüz katına kadar genişler ve bu hacim
büyümesi akkor ışımanın "Kırmızı" gibi soğuk bir ışımaya dönmesine neden olur. Bu
bakımdan son demlerini yaşayan yıldızlara "Kırmızı dev" denmesi âdet olmuştur. Sırada
yıldızın son nefesi vardır: Süpernova denen intihar sonucu, yıldızın pek az bir kütlesi dışa
püskürtülürken, asıl önemli olan kütlesi ise görülmemiş bir sıkışma biçiminde içe doğru
patlar. Artık yakıtı bitmiş olan yıldız kendini savunamaz durumda olduğu için kendini ortada
kalan yegâne kuvvete, çekimin öldürücü cazibesine teslim eder. Yıldızın nereye kadar
çökeceğine "Kütlesi"nin ağırlığı karar verir. Eğer bu kütle bir karadelik çökmesine
elverişliyse, işte o zaman konuya girmiş oluyoruz:
Arap alfabesini bilenler, "Noktalı" ilk harf olan B harfinin klâsik sırlarını bilirler. Yepyeni
anlamda ise Hz. Ali'nin "Ben B harfinin noktasıyım" derken şimdi konuya gireceğimiz "Kara
Noktaları" öngördüğünü serimizin ilk cildinde açıklamıştım.
Bu satırlardaki herhangi bir noktayı ele alalım: O "Kara-nokta"dır. Ancak onu
küçümsememek gerekiyor. Öylesine ağırdır ki, uydumuz Ay bile ona düşer. Ve o nokta içinde
nokta olmak üzere yutulup gözden silinir.
Bir bilyayı ele alalım: Bu bilya eğer bir karadelik ise dünyadan da ağır olduğu için, onun geri
dönülmez çekimine koca dünyamız çaresiz yenilecek ve o bilya üzerinde bir nokta kadar yer
bile tutmayacak kadar basılıp, küçülecek, bir başka deyişle yok olacaktır.
Şimdi bir başka karadeliği ele alalım: Bu, futbol topu kadar olsun: İşte güneşimizi de o yiyip
bitirecektir.
Yumurta kadar bir karadeliğe yakalanan bir insan ona yüz kilometre uzakta durduğunda, tek
başına yüz milyon insanın ağırlığına eşit bir kütle kazanır. Dolayısıyla karadelikler
"Dönüşsüz" olup, çekmelerinden asla kurtuluş yoktur. Çünkü bir elma daima "Yere" düşer,
bunun aynısı karadeliğe düşen için de geçerlidir. (Çekim evrenseldir.)
Aynı insan, yumurta kadar karadeliğin yüzeyine on kilometre yaklaştığında, kendi ağırlığı, tek
başına beş milyar insanın (Dünya nüfusunun tamamının) ağırlığına eşit olacaktır.
Yüzeye birkaç kilometre kala, aynı bir tek insan, (Şimdiye kadar gelmiş geçmiş dünya nüfusu
olarak tahmin edilen ölü ve sağ) 150 milyar insan ağırlığına ulaşır ki bu da 9 milyar tondur.
Bir insanın dokuz milyar ton ağırlığında olması ve yumurta kadar bir karadeliğe kurban
olması, tek sözle resmî bilimin şoku olmuştur. Bu öyle bir şoktur ki "Resmî bilimcilik ve
akademik maddecilik" oynayanların iplerini pazara çıkarmıştır.
Bir noktacığın, bütün evrene meydan okuması gerçekten akıl almaz ve inanılmaz bir olaydır.
Astrofizik ve Kozmolojinin en yeni konuğu ve konusu olan "SİYAH BOŞLUKLAR" tam
anlamıyla resmî bilimin başının belası ve iflası olmuştur. Öyle ki siyah delikler yüzünden;
bilim, kurguya; hayal gerçeğe; fizik yasaları meta-fiziğe dönüşmüştür. Gerçekten de bilim,
tarihi boyunca böylesine ciddi bir kriz, kozmik bir sürpriz yaşamamıştır. Karadeliği onaylayan
resmî bilim kendi inancını sarpa sardırmıştır. Öyle ki, geriye dinî inançlarımız kalmıştır.
KESİM : 42
HİYERARŞİ
BOY SIRASI
Karadeliklerin oluşumuna girmeden önce kısaca evrenin temel ilkelerine göz atmamız
kaçınılmaz oluyor. Bu ilkelerin en önünde gelen kuşkusuz "Hiyerarşi" kavramıdır.
Hiyerarşi, evrenin alt yapıdan üst yapıya (Tüme) varması ya da tersine "Tümden gelmesine"
ilişkin sıralanmadır. Her bir "Etap" bağımsız davranır ama bir üst disiplin sistemine muhtaç
olması nedeniyle aynı zamanda bağımlıdır. Her sistem bütünü içinde kendi muhtar
fonksiyonunu (Özerk işlevini) sürdürür: Atomaltı parçacıklar atomu; atomlar molekülü;
moleküller hücreleri; hücreler canlıları oluştururlar. Evren düzeyinde ise atomlardan yıldızlar;
yıldızlardan galaksiler; galaksilerden meta-galaksiler kurulur.
Temelde her şey kuantlardan yapılmıştır. Dolayısıyla evren tek bir bütün, yaşayan canlı bir
organizmadır. Evren de her canlı organizma gibi doğmuştur, gelişmektedir (Genişleme) ve
ölecektir (Kıyamet). Evrenin de her canlı organizma gibi hiyerarşik dizilimi vardır. Hiyerarşi
küçükten büyüğe doğru sıralanmadır.
Boyutlar büyüdükçe, ömür kavramı da bununla orantılı olarak büyür. Örneği saat başı doğup
ölen mikroorganizmalar vardır. Yirmi milyar yıl yaşayan galaksilerin ömrüyle saniyenin
milyonda birinde doğup ölen parçacıklar birbirine özdeştir, her ikisi de "Bir koca ömür"
sürdüklerine inanırlar. Evrende, beşyüz ila bin yılda bir yıldız ortaya çıkar. Topluca, her
saniyede milyonlarca yıldız oluşurken, bir o kadarı da çökerek ölür.
Evren bir tek hidrojen (DUHAN) bulutunun ayrık-bölük bulutlara bölünmesiyle (Tekliğin
kesirlenerek çokluk haline gelmesiyle) şimdiki görünümünü kazanmıştır. Söz konusu bulut
bütün uzayda çok seyrek olarak bulunmakta olan gaz-toz materyali (Nebulae) biçiminde her
zaman mevcuttur. Birçok seyreltik DUHAN'ın sıklaştığı yerlere "GÖK CİSİMLERİ" diyoruz.
Bu bulut, küçük bir çekim çekirdeği bulursa oraya doğru yoğuşur, milyonlarca yıl boyunca
giderek kalınlaşmaya başlar.
İşte bu bulut, yıldızları doğuran "Kuluçka makinesi" gibidir. Bir "Yıldız yeri"nin belirlenmesi
için geçen bu belirlenme süresi 500.000 yıl sürer. Gök cisimlerinin embriyo süreleri oldukça
uzun olduğundan, onların tohumuna Vakıa-75'te "Yıldız yerleri" ismi verilmiştir. Bu
evrendeki yıldız adayında CO molekülleri radyo dalgaları yaymaktadır.
Yıldızlar arası seyrek madde yoğuştukça büzüşmeye; büzüştükçe sıkışıp, üst üste bastırılmaya
ve iç çatışmalarla ısınmaya başlar. Böylece yıldız adayı olan odak iyice toparlanıp, daha fazla
madde çeker. Bu süre ise 25.000 yıl sürer.
Bu ışıma merkezi önce kızıl-ötesi sonra da kızıl ışık dalga boyunda ışımaya başlar. İşte yıldız
kuluçka makinesinden çıkan bu civcive KIZILCÜCE denir. Civcivlik süresi 25.000 yıldır.
"Palazlanma" evresinde çökmenin verdiği aşırı ısı yükselmesi sonucu termonükleer
reaksiyonlar (Çekirdek tepkimeleri) başlar. 25.000 yıl kadar sonra yıldız oluşumunu
tamamlamıştır. Bu evrede bize mor-ötesi ışınlar gönderir.
Bu mor-ötesi ışık yayınması buluttaki hidrojen moleküllerini çözerek hidrojen atomlarına
çevirir. Böylece ortaya bir bulut kuşağı çıkar ve 30 bin yıl boyunca itmeye başlar (H-II
bölgesi). Biz o bulutun ardındaki ışımayı henüz göremeyiz. Çünkü kalın bir sis ardında kalan
yıldızın ışığı bize ulaşamaz. İşte bu olgu da Kur'an'da "Gecenin gündüzü bürümesi, sarması"
sırrından bir tecellidir.
Yıldızın çevresindeki sisli H-II bölgesi 500.000 yıl boyunca çevresindeki gaz bulutunu dışa
iterek genişler ve sisi yok ederek çıplak gözle görülecek biçimde parlamaya başlar. Bu kez
"Gündüz, geceyi" sarmış, bürümüştür...
2 milyon yıl süresince H-II bölgesi itme işini genişlemeyle yapmakta, fakat soğuduğu için gaz
bulutunun içine karışmaktadır. Dört milyar yıl sonra tamamen bu bölge genişleyip buluta
karışır. Bu hareketler sonucu çevredeki toplaşma "Gezegenler sistemi" oluşturmaya adaydır.
6 milyon yıllık bu serüven sonucu yıldız, kızıl cüceden turuncu yıldıza, sonra sarı dev ve en
sonunda akkor yıldıza (Güneşe) evrimleşir. Çevresindeki saf-tavaf bulutlarından da
gezegenler ortaya çıkar.
Örneğin güneşimizin henüz kızılcüceyken merkez olduğu bu yoğunluklu gaz bulutu aslında
Pluton gezegenine kadar 6 milyar km. genişliğinde devasa bir çapı kapsıyordu.
Söz konusu ani çökmeden ötürü yüksek yoğunluğun getirdiği aşırı ısınma başlar. Isınma,
zamanla fusion denen nükleer ışımaya dönüşür.
Fusion (Çekirdek erimesi, hidrojen bombası) ve fission (çekirdek bölünmesi ve atom
bombası) olayları Kur'an'da "Sevakib" terimiyle bildirilmiştir ki, anlamı, yıldızların tandırı'dır.
"Fusion" olayı dört temel kuvvetten biri olan "Güçlü kuvvetin" ta kendisidir. Bu kuvvet,
yıldızın büzüşmesini engeller. Çünkü çekim (Hunnes) yıldızı büzmek isterken güçlü nükleer
kuvvet tandırı yıldızı dışa fırlatmaya çalışır (Künnes).
Sonuçta Hunnes-Künnes dengelenir ve yıldız artık boyutlarına oturur. Güneş de bir yıldız
olup, aynı mekanizmayla doğmuştur.
Artık erginleşmiş ve akkor ışımalı yıldıza ASAL YILDIZ denir. Ergin yıldız, ortalama elli
milyar yıl yaşayacaktır. Onun yaşaması, içindeki sevakib (Hidrojen güç santrali) aracılığıyla
olur. Ergin bir yıldız artık kırmızı, turuncu ya da sarı değil; akkordur. Rüştünü ispat eden
yıldıza "Asal dizi" üyesi denir.
Asal dizi evresindeki yıldızlar kendilerini büzmek isteyen çekime karşı, "Hidrojen yakıtı
tüketimiyle" karşı korlar. Bu işlem sırasında, sürekli olarak dört hidrojen çekirdeğinden bir
helyum çekirdeği üretirler. Buna, yıldızların "Hidrojen soluyarak Helyum vermesi" diyoruz.
Tıpkı canlıların oksijeni alıp karbondioksit vermesi gibi kozmik bir artık olan helyum, yıldızın
işine yaramayan bir elementtir. Yıldıza çevre kirlenmesi uygular, ağırlaşır ve soğur.
Yıldızlar atmosferindeki temiz hava ve gıda olan hidrojeni tüketene kadar "Asal dizide" kalır.
Günün birinde soluyacağı bir hidrojen bulamayınca artık "Emekli" olmuş, ölümünü
beklemektedir.
KESİM : 43
YILDIZLARIN ÖLÜMÜ
KIRMIZI CÜCE'DEN KIRMIZI DEV'E
"Kırmızı bebek" olarak doğan yıldızın emeklilik döneminde sayılı nefesi olan "Hidrojeni
tükenince" artık bitkisel hayata başlayıp gövdesindeki hidrojeni tüketmeye yönelir. Kendi
kendini yemeye başlayan yıldız binlerce kat genişlemeye başlar. Öyle ki, bütün gezegenlerini
yutacak kadar seyrelerek genişlemiştir. Bu çözünerek büyümesi nedeniyle "Akkor" ışıması
"Kırmızı" gurup zamanına benzemeye başlar. Artık asal dizide olmayan yaşlı yıldız giderek
sönükleşip silikleşir ve solar. Artık akşam hüznünü, güz dönemini yaşamakta, hiç ısıtmamakta
ve bir akşam güneşi olarak kalmak zorundadır. Ölüm halindeki bu kırmızı yıldız o kadar
genişlemiştir ki, ona en uygun isim hemen verilmiştir: KIZIL DEV!..
Bu birkaç yüzbin yıllık yozlaşıp-çürüme "Enerji" tükenene kadar sürer. Artık o, madde
biçiminde donmaya başlamış bir helyum yıldızıdır. Ona kadar cansız davranan Helyum da
tepkimeye girer. SÜPERNOVA denen bir intiharla son nefesini verir.
Süpernova denen alev devi, küçük kıyamet, infilâk, yıldızı iki katmana ayırır. Yıldızın çok az
bir dış yüzeyi çevreye püskürürken; iç düzeyi de içe büzülmüş olur. Buna yürek ya da
çekirdek de denir. Ne denirse densin artık "Tıkanmış yıldız artığı"dır ki, bu kelimenin
karşılığı "Collapsar"dır.
Süpernova denen bu infilâk ne kadar uzakta olursak olsun, bize en yakın yıldız olan Güneşin
bile "Gündüz aydınlığından" daha parlaktır. Süpernova ile birlikte demirden ötedeki
elementlerle birlikte elektromagnetizmayı temsil eden fotonlar ve zayıf çekirdek kuvvetini
temsil eden nötrinolar akım halinde uzaya fırlayarak yayılırlar.
SEKİL - 20
KIYAMET PROVASI: SÜPERNOVA
Yengeç bulutsusu (Crebb Nebulae) [Crab Nebula], bir süpernova patlaması ardından
oluşmuştur. Söz konusu süper nova patlaması 1054 yılında Çinliler tarafından gözlenmiş ve
kayıtlara geçirilmiştir. Gündüz patlamasına rağmen güneşten 100 kez daha parlak plan bu
patlama, birkaç ay sonra bu gücünü kaybetmiştir. Buluna ilk pulsar, bu patlamanın
kalıntısıdır. Patlayan dış kısım uzayda trilyarlarca km. yayılırken, asıl madde ise büzüşüp, on
km. bir çapa hapsolmuştur.
KESİM : 44
PAULİ YILDIZI
BEYAZ CÜCE'DEN SİYAH CÜCE'YE
Collapsar, yani çökmekte olan yıldızın, eğer Güneşimiz kadar kütlesi varsa onun öyle ahım
şahım bir yoğunluğu olduğu söylenemez. Çünkü Güneşimiz sıradan ve küçük bir yıldızdır.
Dolayısıyla içe çökmesine neden olan çekimi dengeleyecek ve daha çok çökmeyi önleyecek
bir elektromagnetik kuvveti vardır. Bu direnci, sonuna kadar tamamen çökmeyi sürdürmesini
önler.
Elektromagnetik kuvvet; doğanın dört temel kuvvetinden biri olup, çekirdeklerin birbirine
bastırılmasını önleyen bir iç tutunum kuvvetidir. Net ve özdeş elektrik yükleri çekime
direnecekleri bir çapa kadar çökmeye izin verirler. Böylece tamamen çökmeyi önleyen bir
elektron gazının basıncı ortaya çıkar. Bunu bulan kuantum fizikçisi Wolfgang Pauli olup,
kuantum fiziğinde bulgusuna "Dışarlama" ilkesi denilmektedir. (*)
(*) W. Pauli'nin Exculision=Dışarlama, ihraç formülü beyazcüce denen yıldızların çapını
belirler.
Böylece Güneşimiz kadar (ya da Güneşin 0,6 ilâ 1,3 kadarı arasında kütlesi olan) bir çöken
yıldızın kaderi "BEYAZ CÜCE" olmaktır.
Güneşimizin ömrü 50 milyar yıldır. Bu süre boyunca yapısındaki hidrojeni helyuma çevirip,
"KIRMIZI DEV" sürecine ulaşarak helyumu da yakar ve süpernova ile intihar eder. Dış
azınlık katmanlar uzaya; iç asıl katmanlar da "İçe" patlayarak çöker. Bu çökme dünyadan
1.300.000 kez büyük olan Güneşimizi, "Dünyamız" çapına sıkıştırır. "Çekim kuvveti" yıldızı,
merkezdeki bir tek noktada toplamak ister. Ancak, çökmenin ardından "Eş yüklerin birbirini
itip, sokulmalarını önleyen" elektromagnetizmanın direndiği bir çapa ulaşana kadar süren
büzüşme, bu çapta durdurulur. Elektronların basıncının çökmeyi engellediğini bize "Pauli
ilkesi" öngörmüştür.
Dünyadan 1.300.000 kez büyük olan Güneş'in, dünya kadar bir hacıma sığışması sonucu bu
madde çok ağırlaşır. Beyaz cüceden yapılmış bir bilya BİN TON tutar.
İşte, çökmenin bu noktada durmasıyla elektronlar kararlı hâle geldiklerinden, Güneş'ten bin
kat daha parlak ve keskin ışıma yaparlar. Hem böylesine bir küçülme hem de bu aşırı parlak
ışıması yüzünden, böyle yıldızlara "AK-CÜCE=Beyaz cüce" ismi verilmiştir.
"Beyaz cüceler", yapılarındaki bütün elementleri "Demir elementine" çevirene kadar yakarak,
çekirdekleri birleştirip, daha ağır yeni elementler oluşturup, ışımalarını sürdürürler.
Ak cücelerin bu ışıması yüz ilâ ikiyüz milyon yıl boyunca sürer. Yapılarındaki elementlerin
tümü demire dönüşünce, "Bir çift demir elementi çekirdeği" artık birleşemediğinden, yakıtı
biten Beyaz cüce, ışıyamaz, kararıp söner. O artık, temelli karanlık bir "DEMİR-YILDIZ"dır.
Bu nedenle onun adına "KARACÜCE=Siyah cüce" denmiştir.
Bir kara-cüce, ışıma yapamadığından, artık, görünmeyen evren üyeleri arasına katılır.
Karacüceler, evrende ışımayan "Kara üyelerin" ilki ve en hafifidir.
İster görünen bir akcüce, ister görünmeyen bir karacüce olsun, Güneşimizden geriye kalacak
olan bu ceset, yine Güneş ağırlığında olduğundan, kendine bağlı dünya ve gezegenleri
çekmesini sürdürür. Çünkü bir yüksük (cm³) dolusu karacüce maddesi bin ton çekmektedir.
Elbette bunun daha beteri çekimler de vardır: Nötron yıldızlar...
KESİM : 45
PİON YILDIZLAR
NÖTRON YILDIZLAR
Eğer bu çöken yıldızın kütlesi güneşimizin 1,3 ila 2,9 katı arasındaysa, çekim, Pauli ilkesinin
direncini kırarak elektron gazının basıncını deler. Süpernova patlamasından hemen sonra
şiddetle çöken yıldızın çekimi, elektromagnetizmal kuvveti de yenerek çekimsel çökmesini
sürdürür. Bunu 1930 yılında Chandra Saghar akıl etmiştir. Landau ise 1932'de daha çok
yoğuşma eğiliminin sonucu atomlarında kırılarak sıkışması ve nötrinolar haline gelmesi
gerektiğini öngörmüştür. Zwicky-Baade ikilisi ise bir süpernova patlamasından 16^-20 km.
çapına büzüşmüş böyle bir "Nötron yumağı" olduğunu doğruladılar.
Yaklaşık güneşten üç kez büyük bir yıldızın çökmesinde dünya kadar bir beyazcüce
aşamasında kalamayıp yirmi km. çapında bir küreye küçülürler.
Çünkü atomlar üst üste bastırılıp elektromagnetik gücün üstesinden gelinir. Elektronlar
çekirdeğe bastırılınca elektronları yutan protonlar yüksüz nötronlara dönüşür. Bu tepkime
şöyle gösterilir:
Yüksüz nötronlar birbirine tıka basa yapıştığından yıldız artığının tümü nötronlardan
kurulduğu için onlara "NÖTRON YILDIZI" demek akla gelebilecek ilk isimdir.
Yüksüz nötronlar yüzünden bir Angström (10^-8 cm) olan atom boşluğu, bir Fermi'ye (10^13 cm) bastırıp indirilir. Böylece yıldız "Demir aşaması"nda kalamayarak saf nötronlardan
kurulu inanılmaz bir sıkışmayla ve küçülmeyle ortaya çıkar.
Bu yıldızın yoğunluğunu Oppenheimer ve öğrencileri Synder ile Volkof 1939'da özellikleriyle
birlikte ölçümlediler. Örneğin "İki güneşe eşdeğer" kütlesi olan bir yıldız 10 ila 16 km.
çapında bir küreye büzüşür. Dolayısıyla yoğunluğu (Yoğunluk birimi olan) suyun
yoğunluğunu milyon kat aşar. Bu demektir ki bir yüksük dolusu nötron maddesi 4,5 milyar ile
on milyar ton tutarındadır (cm3'de 10U^14 ila 10^18 gram). Bunun anlamı, "Bir çay kaşığı
dolusu nötronun" orta büyüklükte bir dağ ağırlığına eşit olmasıdır.
Elbette bu durum büyük çelişkilere gebedir: Çünkü nötron yıldızda genel ve özel relativitenin
bütün açmazları gözlemlenir. Uzay zaman kargaşası, elektromagnetik fırtınalar ve türlü aşırı
biçimsizlikler gözlenir.
16 km. çapında bir nötron yıldız üzerinde, en yüksek dağ bir santimetre yüksekliğinde
olabilir. Bu "Bir cm."yi tırmanmaya kalkışan bir dağcı, bütün ömrünün toplam enerjisini (Yüz
milyar Joule!) sarf etmek zorunda kalır. Çünkü çekim alanı dünyanın on milyar katıdır. Bu
öylesine bir çekimdir ki, çekime meydan okuyan hür ışığı bile yakalarsa bırakmaz; kendi
çevresinde yörüngeye oturtur. Dolayısıyla orada yaşayan biri olsaydı, "Güneşin hem doğudan
hem batıdan doğduğunu" görürdü.
Çünkü ışık kendini kurtaramayıp bir yörünge turu atarak kaynağına geri döner. Bu
biçimsizliğe kozmoloji literatüründe "Aynaya bakan bir insanın hem yüzünü hem de ensesini
görmesi" örneklenir.
Relativitede ise bir santimetre yukarıdaki "Dağcı" ikizin ovadaki ikiz kardeşine oranla genç
kaldığı daha geç yaşlandığı belirtilir.
Bu ölümcül çekim nedeniyle bir nötron yıldız, beyaz cüce gibi çok ağır bir cismi bile yutup
kendine katabilir. Eğer sistemimizde bir nötron yıldızı olsaydı, güneş ve gezegenler onun
çekimine yenilecek ve sistemimiz 16 km. çapındaki nötron yıldıza katılmak üzere bu kozmik
süpürge tarafından yutulacaktı.
Nötron yıldızlar da "Karacüceler" gibi optik (Gözle görünen) ışıma yapamadığından, evrenin
karanlık üyelerinden birini oluştururlar. Dolayısıyla en başta sadece hipotetik (Varsayımsal)
olarak öngörülmüşlerdi. 1967 yılına kadar bir varsayım sayılırken, aynı yıl bayan radyo
astronom Bell'in kurduğu basit bir radyo astronomi düzeneğine şanslı bir rastlantı olarak
sinyaller göndermeye başladılar. Bu sinyallerin yorumunu yapan Gold, sinyallerin kaynağının
"Dönen bir nötron yıldız" olduğunu söyledi. Böylece bir taşla iki kuş vurulmuş oldu: Hem
varsayım halindeki nötron yıldız, hem de dönen nötron yıldızların varlığı kanıtlanmış
oluyordu.
Ancak bir nötron yıldız dönse bile; çevresinde magnetik alan yoksa yine de görülemez. Radyo
astronom J.Bell'in aldığı sinyaller saniyede otuz kez tekrarlanmaktadır. Saniyenin %3'ündebir gelen tek bir sinyalin yaydığı enerji, güneşin ömrünce yaydığı enerjiden bile fazladır.
Bu nedenle Rabbimiz kendi azamet ve büyüklüğüne gösterge olsun diye "Başımızı göğe
kaldırıp bakmamızı ve düşünmemizi" istemektedir.
Çevresinde magnetik alan bulunan dönen bir nötron yıldız, bizimle düzenli ve sık sık yanıp
sönen sinyallerle haberleşir. Fizikte bu olaya Pulsation yani "Nabız gibi atmak, zonklamak"
denmektedir. Bu nedenle dönen nötron yıldızlara PULSAR adı verildi. Ülkemizde bunun
Türkçe karşılığı "Atarca yıldız" olarak benimsenmiştir.
İLERİ BİLGİLER - 34
PULSARLAR
Bir süpernovadan sonra iki güneş büyüklüğündeki bir yıldızın "Saniyeden kısa bir zamanda"
ve birdenbire 16 km. çapa büzüşmesi sırasında kutur=çapın küçülmesiyle, (Açısal
momentumunun sakınılmasından doğan bir fark nedeniyle) çılgınca bir dönme başlar. Bu
inanılmaz içe çekilme inanılmaz bir peryod (Kendi çevresinde dönme) ile telâfi edilmek
zorundadır. Dünyadan yüz bin kat büyük bir yıldızın, birden bire dünyanın çapının yüzbinde
birine küçülmesi onun kendi çevresinde dolanım süresini kısaltır. Bunu dengelemek için
yıldız kendi çevresinde delice bir hızla dönmeye başlamıştır.
Dünyamız, kendi çevresinde dolanımı olan "Gece gündüzü 24 saatte bir" oluşturur. İlk
bulunan pulsar ise bir saniyede otuz kez gece-gündüz yapabiliyordu. Daha sonra gözlenen
PSR-1937-214 kollu pulsar ise bir saniyede 642 kez dönmektedir. Pulsarların bu inanılmaz
dönmesi sırasında, çok sık ve düzenli yanıp-sönen sinyaller alınır.
Pulsarlar böyle çılgınca dönerken, çevrelerindeki magnetik alan geometrsini de sürüklerler ki,
bunu çok çabuk dönen bir mıknatıs olarak düşünebiliriz. Dünyamızın magnetik alanı sadece
bir pusula ibresini oynayacak kadardır. Bir pulsarda ise Gauss alanı 10 milyar kat büyüktür.
Pulsar oluşurken yani kollapsarın çökmesi sırasında, magnetik alan bu elektromagnetik aşırı
değere erişince, pulsar yüzeyindeki nötronları bile koparabilen, güçlü bir elektromanyetik alan
oluşturur.
ŞEKİL-21
BİR NÖTRON YILDIZ SEMASINDAKİ YOĞUNLUK KATMANLARI
Çizenekte çapı 16 km. olan bir pulsar ve/veya nötron yıldızın dıştan içe doğru matematiksel
değerleri sunulmuştur: En dışta bir nükleon-elektron atmosferi bulunmaktadır. Asıl yıldız ise
ince, katı demir bir kabuk ya da demir zırh içindedir. Bu zırhın yoğunluğu cm3'de 10 kg'dır.
Bu demir zarftan 11 km. içeriye kadar olan katmanda süper akışkan nötronlar bulunur ki,
bunların (Bir yüksük dolusu ya da bir çay kaşığı dediğimiz) santimetreküpünün ağırlığı
milyar tonu bulur. Merkeze doğru yoğunluk iyice artar, cm3'de 2 milyardan 4,5 milyar kg'a
ulaşır. Bu durumda nötronlar, "Nötron olmaktan" da çıkarak, Pion mezonları denen süper
akışkan bir sıvı kristal oluştururlar. Ancak öğretimiz nötronların bileşenlerinin Pimezonlarından da asal olarak "Kuarkları" benimsediğinden, en içteki katmana "Kuark
yoğuşması" diyebiliriz. Pulsarlar döndüklerinden dışındaki demire hapsolmuş bu süper
akışkan sıvı da sıvılar dinamiğine uyarak içerde dönmeye başlar ve artık durmak bilmez.
Fakat bir "Yalpa" oluşturur. Bu da bazı pulsarların yavaşlayacakları yerde niçin
hızlandıklarını açıklar. Çünkü kozmik yasalara göre gökcisimleri zamanla dönme
enerjisinden kaybederek, yavaşlamak ve bir milyon yıl içinde durup "Nötron yıldız" haline
gelmek zorundadır. Dolayısıyla yavaşlayacağına, tam tersine hızlanan bir yıldızı açıklamak
için, onun içinde "Süper akışkan" bir sıvı olması gerekiyor. Bunun yanında, pulsarın yutup da
kendine kattığı bir kütle de hızını arttırıyor olabilir. Örneğin iki nötron yıldızın birbirine
rastlayıp yapışıp iç içe eriyerek birleşmeleri sonucu hızlanmaları da akla gelebilir. Vega
pulsarındaki dönmelerde "Milyonda-bir saniyelik" değişme, bize büyük ipucu vermiştir:
Merkezkaç kuvvet pulsarı elips biçimine sokmaya zorlamış ve sert demir kabuğu çatlatmıştır.
Bu deprem bize pulsarın içyapısını anlatmaktadır.
ŞEKİL-22
PULSAR PERYODU FORMÜLÜ
Pulsar'ı dışa savuran kuvvetin dağıtma etkisini dengeler.
ŞEKİL-23
BİR PULSAR'IN MAGNETİK ALANI
Dünyamızın magnetosferi benzerinde bir pulsarın da "Magnetik alanı" vardır. Dünyamızın
ağır dönmesine karşılık bir pulsar çok hızlı döner. Aynı hızla çevresindeki "Magnettk alanı"
da kendisiyle birlikte dönmeye zorlar. Bir pulsar çok hızlı dönen bir mıknatıs gibi davranır.
10^13 Gauss değerindeki bu magnetik alan (ve ona eşlik eden elektrik alan) nedeniyle yüklü
parçacıklar Sinkrotron ışıması denen her doğrultuda bir ışıma yayarlar. Ancak odaklaşma
kutup ekseni boyunca oluştuğundan, bu ışın demeti fener gibi uzayı tarar. Bir başka görüş ise
pulsar yüzeyindeki sıcak bir lekenin radyo yayımı nedeniyle pulsarların yanıp söndüğünü ileri
sürer. Eğer ışıma mekanizması "Yavaşlamanın" dönmesinden kaynaklanıyorsa X ışını
biçiminde algılanır. Bazı pulsarlar hem görünen hem de (X ışını biçiminde) görünmeyen
ışıma yaparlar. Örneğin 30 km. çaplı bir pulsar kendi çevresinde saniyede 60.000 km. hızla
(Işık hızının beşte-biri hızla) dönerken, saniyenin yüzmilyonda-altısı kadar bir değerde dönme
hızını kaybedip yavaşladığında güçlü X ışıması sinyalleri satar. Pulsarların yaşları dönme
hızının yavaşlamasıyla ölçülür. Pulsarlardan pek azı "Süpernova patlamasının olduğu yerde"
kalırsa da bazı "Biçimsizlikler" ortaya çıkar! Örneğin, süpernovanın artığı olan bir
Nebula'nın yaşı yirmibin yıl fakat orada bulunan bir pulsarın yaşı (Dönme hızına göre) ikibin
yıldır. İlk bulunan "Yengeç pulsarı" bin yıllık olup, Çin kayıtlarına geçmiştir. Bir Nebula ile
oradaki pulsarın yaşının birbirini tutmayışı, pulsarların gezindiğini ortaya koymuştur.
Saniyede 642 kez dönen bir pulsarın yaşı, yirmi yıl olmasına rağmen yirmi yıl içinde hiçbir
süpernova patlaması gözlenmemiştir. O halde pulsarlar, süpernova patlamasının şiddetiyle
bulundukları yerden ayrılarak bir milyon yıl boyunca gezinirler ve giderek yavaşlayarak
dönmelerini durdururlar; böylece nötron yıldıza dönüşürler. Aslında süpernova ve galaksi
soğuma süreleri göreceli ve amprik olduğundan, rakamlar çelişmektedir. Günümüzde
bulunan pulsar sayısı 350'yi aşkındır.
ONUNCU BÖLÜM
"SİYAH BOŞLUKLAR"
"AND OLSUN HÛNNES VE KÜNNES'E..."
(Tekvir-15/16)
İLERİ BİLGİLER - 35
DOĞANIN DÖRT TEMEL KUVVETİ
Pulsarlar karadeliklere geçişin bir öncesidir. Bu bakımdan önbilgilerimizi hatırlamanın yararı
olacaktır: Daha önceki bilgilerimizden biliyoruz ki Fizik (Maddî) Evren "Dört temel kuuvet"
etkisindedir:
1. GÜÇLÜ NÜKLEER KUVVET (Güçlü etkileşim)
Asal dizideki yıldızların içindeki akkor fusion mekanizması, "Güçlü nükleer kuvvet"in
eseridir. Bu kuvvet, asal yıldızın en büyük otoritesidir. Maddenin "Binde yedisini" enerjiye
dönüştürerek yaşamını sürdürür.
2. ZAYIF NÜKLEER KUVVET (Zayıf etkileşim)
Yıldız enerji üretiminin % 7'sinden sorumludur. Süpernova patlamalarından fışkıran zayıf
nötr dalgaları, bu kuvveti salmaktadır.
3. ELEKTROMAGNETİK KUVVET
Bir yıldızın nükleer bir çift kuvveti tükendiğinde eloktromagnetizma işbaşına geçer. Yıldız
"Kırmızı dev aşamasında" iken güçlü kuvvet onu terk etmeye başlar. Süpernovayla birlikte
zayıf çekirdek kuvveti de yıldızı terk eder. Böylece çöken bir yıldıza elektromagnetizma tek
başına karşı koyarak çekimsel çökmeyi frenlemeye çalışır. Beyaz cüce, elektromagnetik bir
yıldızdır. Eğer çekim elektromagnetizmayı da yenmişse, yıldız "Demir" olmaya yönelir. O
zaman nötronların zayıf nükleer kuvveti sayesinde demir protonları "Nötron" olmaya zorlanır.
Bu durumda yıldız "Nötron yıldız-pulsar" haline geçer.
4. ÇEKİM KUVVETİ
Evrenin bu "En zayıf" kuvveti eğer güneşin üç katı büyüklükte bir kütle tarafından temsil
ediliyorsa, yıldızın diğer üç iç tutunum kuvveti çekime yenilir. Yerel olarak çok zayıf görünen
çekim kuvveti, kütleler üst üste eklendikçe büyür ve evreni tek başına etkileyecek boyutlara
varır. Uydular gezegenlere eklenir. Gezegenler yıldızlara, yıldızlar da galaksilere eklenince;
evren, çekim etkisiyle bir bütün halinde kalır.
Çekim=Gravitation "Hacım" genişliğiyle, yoğunlukla değil; kütle ağırlık büyüklüğüyle artar.
Bu nedenle (Pulsarlarda olduğu gibi) çok küçük bir hacıma büzüşen dev bir yıldızın, tüm
kütlesi "Hacımdan bağımsız olarak" çekimci kuvvetini uygular. Bilindiği gibi çekim cisimler
arasında ortaya çıkar. Çekim, cisimlerin kütlesi ile doğru; uzaklığın karesi ile ters orantılıdır.
"Çekim mesafesi"; ana cismin, uydu cisimlerin merkezine uzaklığı ile belirlenir. Deniz
seviyesinde 60 kg. gelen bir insan, Everest tepesinde 120 gram daha hafifler. Dünyanın çapı
olan 6370 km. yukarıda ise 15 kg. gelir. Dünya ve Ay çekimlerinin sıfırlandığı bölgede ise
çekimsizlik, ağırlıksızlık demektir. Cisimler ağırlıksız olabilirler ama asla kütlesiz olamazlar.
Uzayda ağırlıksız olan fakat dünyada 60 kg. olan birine, kendi kütlesini harekete geçirmek
kadar yakınlaşırsak kütlemiz artmaz. Jules Verne'nin "Dünyanın merkezine yolculuğunu"
yapmaya kalkışırsak, ağırlığımız derinlerde artmayacaktır. Çünkü biz yer altına indikçe,
dünya kütlesinin en büyük bir kısmı üstümüzde kaldığından, tam tersine dünya merkezi
çekimsizdir. Dünyanın tam merkezinde uzaydaki gibi ağırlıksız kalırız. Çünkü her yönden eşit
çekiliriz. Dışımızda kalan dünya bizi çektiğinden, yeniden indiğimiz kuyudan geri ve dış
dünyaya fırlatılırız.
O halde bir kuyu kazarak değil; dünyayı nötron yığını olabilecek biçimde büzülmeye
zorlayarak merkeze yakınlaşmalıyız. Dünyanın yarıçapı 590 km. olsaydı, çekim 16 kat daha
şiddetlenirdi ve 60 kg. ağırlığındaki bir insan bir ton ağırlığa ulaşırdı. Yıldızlar bu yüzden
ölümcül çekime yenilerek çökerler.
ŞEKİL-24
GEOMETRİK ÇEKİM
Genel relativity (Kısıtsız görecelik) bize bütün evrenin tüm cisimlerin serbest düşmeleri
dışında bağımsız bir çekim etkisinde olduğunu söyler. "Öklid'in uzayı ile Newton'un çekimi",
relativite'de Gauss uzayı; Minkovski zaman yapısı olarak dört boyutludur. Bu dört boyutlu
bileşime uzay-zaman denir ki, çekim, uzay-zamanı kavisleştirir. Relativity, hızlı olanın (Hızlı
hareket eden, hızlı düşen, hızlı kaçanın) daha yoğun, daha genç, hareket doğrultusunda daha
kısa olduğunu anlatır. Galile'nin klasik kütlesi, hızlandırdığında ağırlıkça büyür; atalet
kütlesi artar, hız ile kütle arasında bir geri tepme bağıntısı oluşur. Hız arttıkça ona engel olan
kütle de artar ve son hız olan ışık hızı eşiğinde, itme gücü enerjisi, ortak hızı değil; kütleyi
artırmaya doğru katma değer oluşturur. Kütle sonsuz olunca da hız limiti ışık hızında donar.
Gerek hız artışı, gerek çekimsel geç yaşlanma, gerek mutlak soğuk derecede bir "Hareket"
özdeş olup, zamanın yavaşlamasıyla sonuçlanır. Çünkü zaman boyutu değişkendir.
Yukarıdaki ilüstrasyon PM dergisinden Einstein'ın anısına alınmıştır. Einstein bir karadelik
tekilliği çukuruna çekilirken, yörede kıvrılan ışık ise zaman ve yoldan kaybeder. Böylece
gözlemlediğimiz bir yıldız, aslında orada değil; daha farklı yerdedir. "Yıldızların yerleri"
âyetinin bir diğer sırrı da budur!..
İLERİ BİLGİLER - 36
ALT ORBİTAL HIZ
Önceki cildimizde "Sultan kuvvet" diye nitelendirilen "Dünyanın çekiminden kaçma" ya da
"Kurtulma hızı"nın fizik adı "Alt orbital hız" olarak tanılanmıştır.
Geometrik" çekim, uzay-zamanın yapı özelliği olup, bir cismin kendi kütlesi yörüngesindeki
uzay-zamanı büzerek, kendi çekim alanını oluşturması diye de anlatılabilir. Görecelik
(Relativite) uyarınca "Çok uzun bir direğin altındaki ve tepesindeki ikizler" arasında çelişki
doğmaktadır. Direğin tepesindeki, direğin dibindekinden daha hafif ve gençtir (Yavaş
yaşlanır); bir "Çekini alanından" kolayca kurtulabilir.
Kurtulma hızı, bir çekim alanından kaçma hızı demektir. Bu kaçma hızı, ışık hızına kadar her
zaman mümkündür. Ancak relativite, "Işıktan hızlı kaçmayı" yasaklamaktadır. Kütlesiz hiç
bir cisim yoktur. Hızlandıkça kütle artar. (Örneğin ışık hızının % 99'u bir hızda giden bir kilo
okka üç kilo çeker.) Dünyada bir metre sıçrayan bir insan, (Çekimi az olan) Ay'da 6 metre;
bunun tersine çekimi çok güçlü olan Güneş'de ancak 6 cm. sıçrayabilir. Fakat bir beyaz cüce,
nötron yıldız (ve karadelikte) sıçramak hiç mümkün değildir. Bizi çekim alanından
uzaklaştıran, yani sıçramamızı o cismi temelli terk ettirecek biçimde sürdüren hıza "Alt
orbital hız ve/veya kritik kurtulma hızı" diyoruz. Bu kaçma sür'ati dünyamız için saniyede
11,23 km; Güneş için saniyede 617 km, bir karadelik için üçyüz bin km'dir ki bu, evrendeki
en son hızdır. Ne ışık, ne roket, ne de evrenin (Uzay ve zamanın) bizzat kendisi bu çekimden
kurtulamadıklarından, geriye dönerek kendilerini çeken karacisme düşerler.
İLERİ BİLGİLER - 37
GÖZLEM UFKU/OLAY UFKU
Evrenin görebildiğimiz, bize görünen en uzak ufuk çemberi bizlerin "GÖZLEM UFKU"dur.
Biz evrenle ışık aracılığıyla haberleşiriz. Buna göre gözlem ufkumuz on ilâ yirmi milyar yıllık
"Evren tarihini" kapsar. Kur'an'da "Ufuklardaki kudretimizi göstereceğiz" bildirimi iki
anlamdadır. Bunlardan birincisi, bizim rasat mesafemizin bulduğumuz optik, radyo
astronomik metrik ölçümlerimizle genişlemektedir. Evrenimizin bu gözlem ufkunun
"Gözlemleyebildiğimiz her yer olduğu" anlaşılır.
Âyetin ikinci anlamı, bu gözlem ufku değil; bu ufkun arkasında (veya nefsinin içinde) saklı
bulunan, gözetleyemediğimiz başka bölgeleri anlatmaktadır. Gözlemleyemediğimiz engin
ufuklar ardında neler olduğunu gözlemle bilemeyiz. İşte, rasat ufku dışında kalan her yere
OLAY UFKU demekteyiz.
Karadeliklerin bulunmasıyla "Gözlem ufkumuz" içinde "Enfüsi ufuklarına" tanık olduk! Olay
ufku, aynı zamanda "Işıma yapmayan karadeliklerin" de adı olmuştur. Eski inançlarımıza göre
evren "Bir tek bütün" idi. Resmî bilim bu kurala sımsıkı sarıldığından, mevcut gözlem
ufkumuz içinde bir "delik" gibi ufku beklenmiyordu. Karadelikler bir sürpriz olarak ortaya
çıkınca, yanıbaşımızda olduğu halde gözlemleyemediğimiz (Gözlem ufkuna kapalı) olay ufku
bulununca "Evrenin bütünlüğü" denen kutsal ilke delindi.
Çünkü karadelikler bir olay ufku ardına gizlenerek bizden ayrı-gayrı bölük-pörcük evrenler
oluşturur. Bu nedenle de fizikçilerin "Evrenin bütünlüğünden" söz eden ilkenin delik-deşik
olduğuna değiniyorum. Karadelikler "Evrenin bütünlüğünün sakınımına" son vermişlerdir.
Gözlemleyemediğimiz bir karaboşluk, kendini ışıma ile değil; "Çekim" ile hissettirir. Yani
karadelik yöresi bir gözlem ufku değil; olay ufkudur. Artık görmediğimiz bir yerden "Gözlem
ufku" diye söz edemeyiz. Görmediğimiz ufuklar "Olay ufku"dur. Olay ufku bizi bir
karadelikten saklayan kara örtü ve sınırdır. Çekim etkisiyle uzayın statik çizgileri öylesine
bükülmüştür ki böyle yerler artık başka bir evrendir.
Pulsarlar bu evrenin gözlem ufku içindedir ama, karadelikler gözlemlenmezler. Dolayısıyla
onlar gözlem ufkumuzun sınırları ardındaki "OLAY UFKU" varlıklarıdır.
ŞEKİL-25
GÖZLEM VE OLAY UFKU
Gözlem ufku, çerçevesiz bir resim olan evreni kısmen çerçeveleyen yöremizi kapsar. Fakat bu
çerçeve içinde "DİK" sayısız OLAY UFKU bulunur. Şekildeki kuyulaşmış karaboşluk
dikmesini yani çukuru göremeyiz.
KESİM : 46
TARIK YILDIZI
KARA GÜNEŞ!..
Bilimin en yeni konusu, konuğu ve bulgusu olmasına rağmen, eski uygarlıkların bilgelerinin
ve göksel kitapların da tanımladığı "Karadelikler" adeta, dolaylı olarak biliniyordu. Sanki
kıyamet korkusuyla birlikte, insan beyninin saklı kanallarında bir "Siyah boşluk" kaygısı
örtülü olarak hep vardı. Gerçekten de (İleride göreceğimiz gibi) Karadelikler = Siyah
boşluklar, evrensel kıyametten sorumlu tek mekanizma, bir "Kıyamet makinesi"
niteliğindedir.
Hz. Musa'dan bin yıl önceki Eski Mısır'da "Tek tanrılı din" uygulaması yardı. Göksel bir din
("Lâ ilahe illallah" diyebilen her din gibi) olduğu anlaşılan bu dönemin kralı bilgesi (Belki de
peygamberi) Hor(Horus)'un gökleri gezmesinde inanılmaz bir ifade belgelenmiştir.
"... Yıldızların yuvarlanıp, yok edildiği lânetli uçurumlar gördüm."
İnanılmaz diyorum, çünkü, Bilge Hor'un tanımı günümüzün karadeliklerinin en yalın, en eski
olduğu kadar, EN YENİ tanımıdır: Karadelikler, uzayı öylesine bükerler ki, bir dipsiz uçurum
oluştururlar. Bu lânetli uçuruma düşen güneşler=yıldızlar da orada yok olurlar!..
Karadelikler ile kıyamet ve alâmetleri arasında DİREKT İLİŞKİ olduğu, başka antik
uygarlıkların belgelerinde de yer almaktadır: Hint kökenli antik din yazıtlarında "Jüpiter'den
ötede olan, görünmeyen, karanlık bir RAJA=Kral güneşinden" söz edilir. Bu GÜNEŞ
"Söndürülmüş" olup, kıyamete doğru dünyaya etkilerini yaklaşarak, hissettirecektir. Güney,
Güneydoğu Asya ve Uzakdoğu inanışlarında da İslâm inancına benzer "Kıyamet alâmetleri"
bulunmaktadır: Hinduların "Maitreya" (Mitra) dediği bir Mehdi, Mesih vardır. (Bu aynı
zamanda Hz. Muhammed'in [Mehdi'nin] de ileride çıkacağının işareti olan Mahatma'nın da
adıdır.)
Maitreya, "Sönmüş Güneş"in ortaya çıkacağı gelecekte yeniden dünyaya dönmek üzere (Tıpkı
Hz. İsa gibi) gider ve dönüşte karanlık demir çağına (Kali Yuga) son vererek insan refahına
ve barışa yönelik "Altın çağı başlatacak" olan kişidir.
Aynı "Maitreya"nın beklentisi bilindiği gibi, hıristiyanların ve müslümanların beklediği
Mesih ve ayrıca müslümanların beklediği "Mehdi" için de geçerlidir: Hz. Mesih İsa'dan az
önce Mehdi inecek ve İslâm'ın ilâhî düzenini yeryüzüne yerleştirecektir. Hint inanışlarındaki
hain yılan Kali ile Maitreya'nın mücadelesi aynı anlamda İslâm inancında Mesih ile
Deccal'inkine çok benzemektedir. Gelecekteki kıyamet öncesine yönelik bütün bu alâmetlerin
başlangıcı ise "Karanlık Güneş"in görünmesiyle sökün edecektir. Bu karanlık güneş "Jüpiter"
sanılmaktaydı. Dolayısıyla sözkonusu karanlık güneşin "Bizim Güneş sistemimiz dışında
kaldığı" anlatılmak istenmiştir. Günümüzde bilim, Güneş'in bir "Karanlık ortağı" olan
karadeliğin varlığına ilişkin ipuçları bulmuştur.
Öte yandan, Hint belgelerindeki "Güneş" hem de "Karanlık bir güneş" tanımı kullanılması
çok ilginçtir. Çünkü "Karanlık ve Güneş" kelimeleri birbirine tam zıttır. Bağdaşmaları,
uzlaşmaları için geriye tek mantıklı açıklama kalıyor: Bu "Güneş" bir karadeliktir.
Budizm (Özellikle Tibet budizmi) ile şamanizm efsane ve belgelerinde de "Tişya" denen,
"Dünyaya yaklaşan bir karanlık gök cisminden" söz etmektedir. İnsanlığa yeni bir çağ açacak
olan bu cisim, "Görünmeden dünyaya yaklaşan karanlık bir komet = Kuyruklu yıldız"dır.
Benzeri bir efsane de Orta Amerika yerlilerinin "Cuculcan = Tüylü yılan yıldız tanrısı"dır.
Görünmeyen bir kuyruklu yıldız ya da Yılan, Deccal gibi anlamlar yanında, günümüzdeki
astronomik yorumlar iki ihtimal içermektedir:
• Ya gezgin bir karadeliktir ve Güneş sistemimize girecektir;
• Ya da o bizi çeken bir karadeliktir ki, etkilerini iyice yaklaştığımızda ilerde hissedecek
olabiliriz. Bu karanlık yıldızın etkisinin yüzyıllarca süreceği Lama metinlerinde yazılı
bulunmaktadır.
Şaman dinlerinde ve diğer özgün budizm verilerinde "Güneşi yutup söndürecek" Tişuta,
Targa, Darga, Durağ, Tarka, Arka isimli karanlık yıldızlardan söz edilmektedir. Arkaik
Sibirya Bahşilerinden biri (Dolgan'lı Turgut) sözlü edebiyat olarak "Tarık"tan söz etmiştir.
Eğer çok büyük bir isim benzerliği yoksa Kur'an'ı Kerim'deki sureye ismini veren "Tarık" ile
özdeş bir gök cismidir. Tarık suresinin ilk üç âyetinde Rabbimiz, "Uzay'a ve Tarık'a yemin
ederek, Tarık'ı bize bildiren işaretin bir gece yıldızı" olduğunu belirtir. Kur'an mealcilerimiz
ise bir "Karanlık yıldız" kavramından ve "Karadelik"ten bihaber oldukları için, Tarık
suresindeki çeviriyi genelde şöyle yapmışlardır: "O geceleri gelen ve parlayan bir yıldız
(Kuyruklu yıldız) dır." Bazı mealcilerimiz de bu yıldızın "Erke" yıldızı olduğuna
hükmetmişlerdir. Tevrat'ın yan kitaplarından biri olan Kabala(Gabbalah)'daki 7 başka
dünyadan biri "Arqa=Arka" dünyasıdır. O dünyada bir çift güneş bulunmaktadır. Bir [biri]
kırmızı dev, bir [biri] karadelik adayıdır. Bu Erke yıldızı ve Şaman Targa ile Arka yıldız
isimleriyle benzeşir.
Tevrat ve İncil'de de "Kıyamet sahneleri" uzun uzadıya yer alır. (*)
(*) Bu konuları yazarın "Çeyrek kala/Çeyrek gece Kıyamet" isimli seri dışı eserinde
bulabilirsiniz.
İncil ve Tevrat anlatımı kıyamet bahsinde (Apocolypse), "Gökler bir tomar parşömen (Kağıt
tabakası, defter) benzerinde kıvrılacak, dürülecek, yukarı toplanıp çekilecektir" ifadesi vardır.
Aynı tıpatıp anlatım Kur'an'da Enbiya suresi 104. âyette de yer almakta, "Kıyametle göklerin
bir kitabın sayfaları gibi durulup, burulacağı" anlatılmaktadır.
Gökleri (Uzay-zamanı) düren, buran, kıvıran mekanizmadan sadece "Karadelik çekim
astronomisinin" sorumlu olduğunu hep vurgulamıştım. Öğretimiz boyunca geçmişte
sunduklarım ve bu bantta anlatacaklarımdan anlaşılacağı üzere kıyamet makinesi
"Karadelikler" olup, bunlar gökleri dürtmekte, uzay-zamanı bükmekte ve evreni yutmaktadır.
O halde dolaylı ve örtülü olarak, karadeliklerin "Göksel kitaplarda" bildirildiğini, tıpkı
Kur'an'daki "19" sayısının esrarını yeni yeni anladığımız gibi, Karaboşluklar da henüz yeni
bulunmuş bir Kur'an mucizesidir.
Kur'an'da "Göklerin nice görünmez kapıları" olduğu, bunların bir "Zulmet hicabı=Karanlık
olay ufku örtüsü" ile gizlendiği ayrıca belirtilmiştir.
Tekvir-15/16. âyetlerde Hûnnes=Karadeilkler ve Künnes=Kuazar denen akdelikler sunulmuş
ve bunlara yine yemin edilmiştir.
Kollapsar dediğimiz "Çökmekte olan" yıldızlar ve (gaz-toz bulutu) Nebulae odağından
türeyecek "Kızıl cüce" yıldız adaylarından ise Kur'an'da "Yıldızlar" olarak değil; "YILDIZ
YERLERİ" olarak söz edilmiştir.
"... İŞTE YILDIZLARIN (düştüğü) YERLER(in)E AND EDİYORUM. BİLSENİZ BU NE
BÜYÜK YEMİNDİR!" (Vakıa-75,76)
Horus'un "Yıldızların düştüğü lânetli uçurumlar gördüm" diye anlattığı mükaşefesi ile tam
benzeşen bu ayette, Rabbimizin "BÜYÜK YEMİN ETMESİ"nin nedeni, kıyametten sorumlu
olan mekanizmanın yalnızca "KARADELİKLER" olduğunu özellikle vurgulamasıdır. Bu
nedenle Kur'an'daki "EN BÜYÜK YEMİN" Vakıa suresinde verilerek, evrendeki "Vakî" olan
en büyük olay = Vakıa'dan yani kıyametten sorumlu olan "Yıldız yerleri" olan Karadelikler
açıklığa kavuşturulmuştur. Oraları bir SÜPERNOVA ile "KIYAMET PROVASI" yapan
yerlerdir:
Vakıa-75'deki "Mevakiin nücûm = Yıldızların yerleri" iki kategoridir. İlki bütün
KOLLAPSARLAR'ı yani çökme ardındaki yıldız kalıntılarıdır. Bunlar beyazcüceler,
karacüceler, nötron yıldızlar, pulsarlar, karadeliklerdi. İkinci kategori, sonucu değil doğumu
yani başlangıcı anlatır: Nedensel "Yıldız yerleri" aynı zamanda yıldızların doğduğu "Nebulea
ve Nebülözlerin" Kızıl cücelerin türediği yerlerdir.
Birinci kategori "Sonucu = ölümü" anlatan Kollapsar artığı beyaz-kara cüceler, nötron-pulsar
yıldızlar, karadelikleri içermektedir. Hatırlanırsa, nötron yıldızlarda "Işığın yörüngeye
oturduğunu", o yıldızdaki bir insanın elindeki aynada hem yüzünü hem ensesini iki yanlı
görebileceğini sunmuştuk. Bunun nedenini de "Işığın bir tur atarak Güneşin batıdan
doğmasını gerçekleştirdiği" biçiminde açmıştık. Ayrıca öğretimizin önceki ciltlerinde de
"Uzay-zaman denen göğün, karadelik gibi çekimi en güçlü bir bölgeyi büküp
uçurumlaştırdığına" değinmiş, "Göklerin dürüleceği, yıldızların bulanıp düşeceği, Güneşin
söndürüleceği, göğün yarılacağı ve ardındakini göstereceği" tarzındaki Kur'an âyetlerinin,
sözün tam anlamıyla bir karadelik kıyameti olduğunu, dolayısıyla çekim dengesizlikleri
nedeniyle "Dağların atılacağı ve yürüyeceği, yerin dümdüz uzatılacağı, denizlerle ateşin
birbirine karıştırılacağı" ayetlerinin de desteğiyle sunmuştum.
Bundan daha ileri kozmik sırlar, örneğin "Nur"dan (Akdelik) ve "Zulmet"ten (Karadelik)
perdeler (Olay ufukları) olduğuna ilişkin sırlara değinmiştim. Bunların en önemlisi, "Gökteki
yarık" (İnşikak ve infitar) sırrıdır. Arapça "Zulmet = Mutlak ışıksızlık" tanımı, "Işığın bile
kaçamadığı karadeliklerin" ta kendisidir. Bu sık biçimde "Zulmet hicabı" olarak kullanılmakta
olan bu terimdeki "Hicap", aktüel anlamıyla "Örtü, perde"; Kur'an anlamıyla "Karanlık
engeller ve geçitler"; bilim diliyle de "Olay ufkudur".
KESİM : 47 (A)
LAPLACE YILDIZI
TARİHÇE
Önceki bölüme ilişkin bilgilerimiz "Bir karadeliğin oluşumuna" geçişi sunmaktaydı.
Güneş kadar bir yıldız beyaz cüce;
İki güneş büyüklüğünde bir yıldız Pulsar;
Üç güneş büyüklüğünde bir yıldız ise KARADELİK aşamasına gelir.
Newton dönemindeki inançlar, ağırlığı yoğunluğu ne kadar büyük olursa olsun, bir yıldızdan
kaçma hızı "Sonlanmadığı için" her zaman ondan ışık alınabileceği, ışığın bize ulaşacağı
biçimindeydi. 1798 yılında Laplace "Evren düzeninin açıklanması" isimli eserinde çok ağır ya
da çok sıkıştırılmış bir yıldızdan ışığın kaçamayacağını, dolayısıyla onun görünmez karanlık
bir yıldız olacağını yazmıştı.
Söz gelimi dünyamız kadar yoğun fakat çapı güneşten 250 kez büyük olan bir dev yıldızın
cehennemî çekiminden ışık dahil hiç bir şey kendini kurtaramayacağı öngörülmüştü.
Böylece Laplace'ın "Karanlık yıldızı" konumuz olan karadeliklere ilk modern ve bilimsel
yaklaşımı oluşturur. Gerçekten de 1901'de kuantum fiziğinin babası "Planck"ın mekaniği ile
1917 SCHWARZSCHILD metrikleri, Laplace'ın ışımayan yıldızını doğrulayıp, haklı
çıkarmıştır.
Karl SchWarzschild, relativite teoreminin "Çok özel çözümleri" olduğunu görerek, daha
beyaz cüceler, nötron yıldızlar, pulsarlar bilinemezken "Karadelikleri" hipotetik olarak
keşfetmek başarısını göstermiştir.
Hatırlanırsa güneşin 1,4 kütledeki çökmekte olan bir yıldız (Kollapsar) elektron basıncıyla
durdurulabiliyordu.
Eğer bu kollapsar, güneşin 1.4 ila 2,95 katı kütleye sahipse, çökme elektron basıncını da
aşarak kırar ve nötronların minimum sıkışması sınırına kadar sürer.
Eğer bu kollapsar, güneşin yaklaşık üç katı ya da bundan büyüğü ise, onun çökmesini hiç bir
şey durduramaz; artık ona, "Karadelik=siyah boşluk" (Black hole, Schwarzes loch) denmesi
âdet olmuştur.
1807'de Schwarzschild böylesi bir çökmenin hangi kritik yarıçap altında büzüleceğini
hesapladı. "SCHWARZSCHİLD kritik yarıçapı" diye bilinen bu tanım, büyük yıldızların
"Kara boşluk olarak" sonuçlanmasının değerini belirler. Çökmekte olan yıldız, birden, ışık
hızıyla, söz konusu kritik yarıçap altında büzüldükten sonra, bir daha beyaz cüce, pulsar gibi
sabit kalamaz, çünkü doğanın üç kuvveti birden dördüncü kuvvete yani çekim kuvvetine
yenilmiştir.
Artık tek otorite, yegane iktidar çekim kuvvetinin eline geçmiştir. (Her nefis mutlaka ölümü
tadar!)
Çekim, doğası gereği bütün kütleyi bir tek noktada toplamak ister. Bu noktaya tekillik denir.
Böylece üç güneş kütleli yıldız tekilliğe doğru toplanırken, çökmeyi hiç bir kuvvet
durduramaz ve "Karadelik" denen olgu ortaya çıkar. Yıldızın çökmesi (Schwarzschild kritik
yarıçapı diye bilinen) bir noktadan sonra, artık "Bizim uzayımızda" değildir.
Yıldızın varlığı kendi dışına sığışmış, kendi hacmini aşıp, soyut bir başka uzaya gitmiş,
evrenimizin dışına yol almış, imkânsızlığın ötesine geçmiştir.
Geometrik çekim yasaları uyarınca, bir cismi uzaya koyduğunuzda, zaman ve uzay, bu
kütleye eşdeğer biçimde eğrilmektedir.
Bu eğrilme karadelik olayında "Sonsuz" uçurum haline gelir. Işık, evren, zaman, tümü bu
uçurum tarafından başaşağı alınırlar. Böylece Laplace'ın dediği gibi büyük kütleli çok
sıkıştırılmış bir yıldızdan "Işık" alamaz oluruz.
Çünkü cehennemî çekimin hızı ışık hızına erişmiştir; ışık bile kendini ondan kurtaramaz.
O halde Schwarzschild yarıçapı, kaçma hızının ışık hızına erişmesi halinde yıldızın sahip
olması gereken kritik hacmi anlatır.
Elmayı yere düşüren tek yönlü çekim kuvveti, kara-uçuruma tutsak ettiği kurbanlarını "Öteki"
evrene götürür ve onların "İmdat mesajları" bize artık ulaşamaz. Onlar sonsuza kadar orada
kalmak zorundadırlar. Çünkü öteki dünyaya gidilir, ama asla geri gelinemez. Bizi baş aşağı
çeken kuvvet de, dünyanın çapının milyarda-biri kadar bir karadelikten ibarettir. Bu
gözükmez karadeliğin çevresinde bütün gezegenler dönmeye devam eder. Eğer yolu üzerine
dünyamız çıkarsa, bu bilye kadar karadelik onu da yutar ve dünyayı zamanından önce
öldürüp, "Vakitsiz ölüm" denen kaderin KAZASINI gerçekleştirir. Çekim=Toprak çekmesi
ölümün ta kendisidir.
Çekim kuvveti öğretimiz boyunca her zaman değindiğimiz "Hûnnes" olup, doğası gereği bir
kütleyi en küçük noktada (B'nin noktasında) toplamak ister. Bir çöken yıldız (Kollapsar) bir
kez Schwarzschild yarıçapının altına küçüldükten sonra, yıldızın tüm kütlesini merkezdeki
sıfır hacımda ve sonsuz yoğunluktaki bir düşsel tekillik noktasında toplamaya çalışır.
Hunnes'in tersine Künnes kuvvetleri (Güçlü ve zayıf çekirdek kuvvetleri ile
elektromagnetizma) ise yıldızı dışa açmaya çalışır. Yıldız asal dizide iken bu iki zıt kuvvet
dengededir. Fakat yıldızın çökmesiyle "Ölümü ve geldiği yere dönüşü" temsil eden Hunnes
tarafı ağır basar, çekim "KARATOPRAK" denen "Kara kabiri" gerçekleştirir.
Kur'anı Kerim'de "Topraktan gelip toprağa döneceğimizi, Allah'a döndürüleceğimizi, nasıl
yaratılmışsak öylece iade edileceğimizi, aslımıza rücû edeceğimizi" bildiren bütün ayetler, bu
Hunnes'in sözcüleridir.
Gerçekten de toprak çekimi anlatır. Çünkü gaz, sıvı ateş'e en YOĞUN madde KATI =
TOPRAK halidir.
Topraktan gelip toprağa dönmek, eninde sonunda çekime yenilmek, sırası gelen diri, canlıçansız her asal özün bir ceset olarak sonuçlanması demektir.
Zaten Newton "Gravitation" yani ÇEKİM deyimini "Grave=Toprak" ve "Grabe=Mezar"dan
esinlenerek koymuştur!..
ŞEKİL - 26/A
Bir yıldızın içindeki saklı türlü gizli çaplar:
AKTARISSÂMAVAT
Yukarıdaki çizenekte merkezi karadelik dışı ise yıldızın kendi büyüklüğü olan iki limit
arasında doğanın dört temel kuvvetinin türlü direnme çapları sembolik olarak gösterilmiştir.
Büyük kesitli çizgiler dışında kalan bölge uzaya püskürür. Küçük kesitli çizginin içi ise bizim
evren değil başka bir evrendir. İzleyen formülde başka evrene geçiş bölgesini belirleyen kritik
yarıçapın formülü sunulmuştur:
ŞEKİL - 26/B
Schwarzschild kritik yarıçapın formülü.
KESİM : 47 (B)
SCHVVARZSCHİLD YILDIZI
GEREKÇE
Çekim kuvvetinin "Hunnes işlevleri" çok farklıdır:
1. Çokluğu yok ederek, bir çift çoku, aslı olan tekliğe dönüştürmek üzere, bir tek noktada
toplamak ister.
2. Hunnes, hacım ne olursa olsun, onun kütlesel ağırlığını bozmadan en küçük noktaya
sığıştırabilir. Örneğin, dev güneşimiz kalem ucuyla konulmuş bir nokta kadar bir yere,
ağırlığından hiç bir şey kaybetmeden sığabilir. (B harfinin noktasının sırrı.)
Evrende önemli olan hacım değil; kütledir. Bir şey ne kadar hacımca büyük olursa olsun, eğer
kütlesi seyrekse (Az yoğunsa) kendinden daha yoğun fakat çok küçük bir kütlenin çekimine
kapılmak zorundadır.
Güneşimiz ister şimdiki gibi olsun, ağırlığından hiç bir şey kaybetmez. O zaman dünyanın da
içinde bulunduğu bütün gezegenler, yine onun çevresinde dönmeye devam ederler.
İşte, bu bir tek noktada toplanma eğilimi, sıfır hacımda, sonsuz yoğunluk oluşturmak
demektir. Çünkü bir nokta zaten boyutsuzdur. Uzay-zaman sanki bir bulutmuş gibi o ağır
fakat boyutsuz noktaya akmaya başlar. Yani uzay zaman çizgileri sonsuza doğru bir fırtına
hortumu gibi anaforlar yaparak bükülmeye başlar.
Hatırlanacağı üzere, relativite bize, uzay ve zamanın dört boyutlu akılar olduğunu, bunların
bükülebilen çizgileri olduğunu ve bu çizgilerin bükülmesinin cismin kütlesine bağlı olduğunu
anlatır. Sanki uzay gergin bir çarşaftır; bunun içine konan bir "Top güllesi" onu
çukurlaştırmaktadır. Eğer bu çarşafın ortasına bir karadelik konsaydı, o gülleden milyonlarca
kez ağır olduğu için, çarşafı yırtacak ve görmediğimiz çarşafın ötesine (Bir başka evrene)
geçecektir. Kısaca, karadelik, bir uzay yırtığıdır.
İşte Schwarzschild "Riemann uzayının" böyle bir huni oluşturduğunu ayırt ederek, Einstein'ın
relativitesi'nin açıklanmasından birkaç ay sonra (Einstein'ın bile fark etmediği) çok özel bir
çözümü buldu. Schwarzschild 1907 yılında bile birden bire 1967 yılına aşama yapmış bir ZigZag öğretisi üyesidir. Bu 60 yıllık aşama çok önemlidir: Çünkü 1939'da Oppenheimer'in
nötron yıldızları ile ilişkili formülden öteye en başta geçmiştir. Oysa kozmik bulguların sırası
şöyle olmalıydı: Önce beyaz cüceler, sonra nötron yıldızlar, daha sonra karadelikler
bulunmalıydı. Schwarzschild üç etabı birden aşmak başarısını göstermiştir.
Uzay ve zaman çizgileri, Schwarzschild'in tanımladığı gibi konik bir boynuz biçiminde
sivrileşir. Boynuzun en ucunda ya da huninin dibindeki karadelikte, uzay ve zaman çizgileri
yer değiştirmek üzere tam bükülüp, yer değiştirirler.
Yani uzay, "Zaman"; zaman ise "Uzay" olur. Kabaca bir örnekle, elimizdeki "Cetvel" bir "Kol
saati"; kol saatimiz ise cetvele dönüşürler.
Statik bu uzay bükülmesi nedeniyle, siyah boşluklar, evrenimizi "Isırdıkları yerden itibaren"
yemeye başlarlar.
Uzay uçurumundaki uzay-zaman, bizim karakteristiğimizden olmadığından, tekillik engelinin
kendine özgü yasalarıyla yönetilir.
Karadelik tekilliğinin kara odağı uzayın çizgilerini burgulayarak burup, kozmik bir anafor
gibi emer. Bu şelaleden aşağı akan akıları izleyen ışık, ses, madde, enerji dahil, evren adına ne
varsa, Schwarzschild çapının altındaki "Boyutsuz mekâna" kurban verilerek, gözden ve elden
çıkarılır: Bunun anlamı, evren yok ediliyor demektir.
Bunun anlamı, maddenin yoktan var edilmediğini, varken yok edilemeyeceğini söyleyen
klasik fiziğin iflasıdır!
Schwarzschild özel çözümü "İki boyutlu uzay" için yalınlaştırılıp sâde modelle açıklanabilir:
Kendimizi bu düz kitap sayfası olan uzayda "Resim" gibi kalınlıksız insan olarak
düşünebiliriz. Çekim etkisiyle bu sayfa hafifçe kıvrılıp, eğri uzayı oluşturur. Eğer bu söz
konusu çekim karadelik çekimi ise, bu yoğun çekim düz sayfamızı kağıt bir külah gibi kıvırır.
Düz uzayımız konik biçiminde dürülünce, artık bir de çap'a kavuşur. İşte bu basit külah uzay
anlatımı Schwarzschild uzayı ya da hunisini anlatır.
Bu huniye yakalanan "Derinliksiz" resim insanlar halen kendilerinin "Düz" sandığı uzay
boyunca baş aşağı çekildiklerini fark etmezler ve Schwarzschild kritik yarıçapının altına
doğru yol alırlar. Bu kritik çap, 3 güneş kütlesi büyüklüğündeki bir çöken yıldızdan, "Kaçma
hızının ışık hızına eşitlendiği" yıldızın maksimal çapıdır.
Bunun altına büzüşen "Yıldız konsantrasyonu", artık kendi varlığını kendi dışına sığıştırmış,
bizim evrenimizden dışarı çıkmış demektir! Orada ise bir karaboşluk oluşmuştur!
Schwarzschild hunisinin en dar noktasında yer alıp da görünmeyen bu karadelikten, ancak
"Işık hızını aşarak" kurtulup, kaçabilirdik. Ama ışık hızını olağan koşullarda aşmak maddeenerji için yasaklanmıştır. Uzay-zaman, ışık bile bunu başaramaz ve o, öldürücü cazibenin
odağına tek yönlü olarak akıp, orada kalırlar. Böylece biz, o tutsaklardan, gözükür ve
gözükmez hiç bir radyasyon, işaret, mesaj, haber alamayız. Sinyaller bize kurtulup
ulaşamadığından, o kara noktayı göremeyiz. Bu yüzden John Wheeler'in koyduğu ad olan
"Siyah delikler", o noktalar için uygun bir isim olur. Çünkü biz, yıldızlar ile sadece "Işıma"
sinyalleri ile haberleşiriz. Bize ışımayan bir şeyi asla fark edemeyiz.
Işık bile kendini çekimin tek başına iktidarından kurtaramadığından, bize ulaşamaz.
Dolayısıyla karaboşluklar, bir yıldızın kendi ışığını bile yutması demektir. Bir kuyunun,
uçurumun dibini nasıl ki göremezsek, o kuyudaki karaboşluk, uzay çizgilerini sonsuz eğerek,
evrenimiz dışına çıkan bir uçurum oluşturmuştur.
ŞEKİL - 27
ESİR'DE ARŞİMED PRENSİBİ Mİ?
Nasıl ki cisimler suda ağırlıkları oranında batar ve hacimleri kadar su taşırırlarsa, aynı şey
uzay-zaman denen Esîr için de geçerlidir. Şekil, bir uzayın cisimlerin kütlesi oranında nasıl
batarak eğrildiğini anlatıyor. Bu geometrik çekim nedeniyle uzayın distorisyonu bozuluyor.
Kütlesi çok olan şey uzay çarşafını daha çok çukurlaştırır.
Uzayın eğriliği, yer koordinatları denen "Apsis, ordinat ve eksenlerle" anlatılır. Bunlara x, y,
z denir. Çekim ise kendi çevresinde kendi kütlesi kadar yarattığı eşdeğer cazibe kuvvetine
eşittir. Örneğin, bir mıknatısın çekimi, kendi kütlesinin çevresindeki uzayı büzerek yarattığı
çekim alanından kaynaklanır. Demir tozları bu çukur uzaya yakalanarak, bir magnetik akı
dizisi halinde kuvvet çizgilerine yakalanırlar.
ŞEKİL - 28
UZAYIN UÇURUM BİÇİMİNDE EĞRİLMESİ
Çizenekte, uzay çok yumuşak bir yatağa benzetilmiştir. Cisimler külteleri (Ağırlıkları)
oranında bu yatağa batmaktadırlar. Böylece düz uzay, gömüldüğü ölçüde eğrilmekte,
distorsiyonu bozulmaktadır. Yatağın üstü bildiğimiz dış uzayı, aktüel evrenimizi gösteriyor.
Ama uçurum haline gelmiştir. Bu kuyulaşmaya "Tekillik" adı verilmektedir ve artık dış uzaya
dik bir iç uzay (Çap doğrultusunda) bir başka uzay görünümü vermektedir. Artık karadelik
evreni, bizim evrenimiz değil; bambaşka bir evrendedir. Işık, bu kuyuyu zorunlu olarak da
izlediği için, bir daha geri dönemez. Kıyı ağzında da pusuya yakalanmış bir güneş görülüyor.
KESİM : 48
KOZMİK YAMYAM
EVREN KEMİRİLİYOR!..
Uzay ve zaman bu tek noktada birleşip yer değiştirir ve uzay-zamanın sonsuz bir eğimle
bükülmesine neden olurlar. Uzay ve zaman çizgilerinin BİRLEŞTİĞİ bu noktaya artık
"Tekillik" diyoruz: Oradan sonsuza kadar tutsak olan fizik evren etkilerinden bize hiç bir şey
geri dönemez.
Tekillik (Singularity), fizik yasalarımızın yani imkansızlığın ötesi, fiziğin ötesi olup, oraya
yalnızca çekimsel çöküntü geçmeyi başarır. Bu çöküntü ise tek kelimeyle "Ölüm" dür...
"En az Üç güneş kütlesindeki yıldızın kendi içinde çökmesini hiç bir şeyin durduramaması"
demek, artık onun bizim uzayımızın ve gözlem ufkumuzun dışında başka bir evrene yol
alması demektir. Schwarzschild yarıçapının altında kalan o başka evren, artık bizim evrenimiz
değildir. Orası bir başka evrene ait bir hacımdır. Bir başka deyişle, "Bir yıldız kendi hacmına
sığışamayıp, kendi varlığı dışına sığışmak üzere beraberindeki maddeyi yok ederek gözden
kaybolursa"; resmî bilim şaşkınlıktan küçük dilini yutmak zorunda kalır! Çünkü, maddeye
tapınan, yalnızca gördüğüne inanan "Resmî" bilimsel düşünce ilk kez bir "Hayalet kavramı"
ile yüzleşmek zorunda kalmıştır. Bu bir soyutlanma olayıdır; ölümsüz diye bildiğimiz
maddemiz, evrenimiz dışındaki soyut bir evrene, adetâ ahirete intikal etmiştir. Resmî bilim,
çaresiz karadelikleri kabul ederken, kendini de "Gözden geçirmek" zorunda kalmıştır.
Çünkü çekimsel özellikleri alt-üst olan bir uzay-zaman da ters-yüz olur. Yıldız kalıntısı olan
bir siyah boşluk, uzay ve zamanı kopararak (Kendisi de evrenimizden koparak) başka geri
planlardaki "Paralel evrenlere" yol alarak, "Gözükmeme" durumuna ulaşır. Yıldızın kendisi
göz ardı olur ve ayetteki "Yıldızların yeri" olarak bir olay ufku bırakır. Artık ortada bir yıldız
değil; "Yıldız yeri" vardır.
Yıldızın kendisi ise, cebirin "sıfırdan küçük SOYUT uzayına" mâl olmuştur. Orasının adı
tekilliktir; orası dünya olmadığı için o tekillik bölgesine yalnızca gidilir, asla oradan geri
dönülmez. İçeride olup bitenlerden hiç bir etki (Işın, ses, enerji, madde vb.) dışarı iletilmez.
Kısaca her şey, orada yok edilmiştir. Işığı bile yutup bize göndermeyen bir karadelik, bize
varlığını sadece çekim dalgalarıyla belli eder. Ölen bir yıldızdan geriye kalan tek şey, onun
öldürücü çekimidir. Bu çekim biz "Dirileri" de yakaladı mı, tutsak alıp dönüşsüz ve tersinmez
tek yönlü akıntısına kaptırarak götürür.
Bir "Karadelik" içinde her şey yok olur. Bu soyut hayaletin vurucu gücü "Çekim" kuvvetidir.
Onu gözle fark etmezsek bile bizi saptırıp, yolumuzdan çevirir ve düşürüp yutar. (*)
(*) Söz konusu çekimi sadece Gravitation astronomisi ayırt edebilir. Çok özel olarak da
ileride sunacağımız "Çıplak tekillik" bize öteki evrenin yapısını gösterebiliyor.
Dev yıldızları bir yakaladı mı, itip-kakar ve her önüne çıkan gibi kesinkes yutar. Ona ne
rastlarsa rastlasın, tutsağı olur. Daha da kötüsü (Bir hidrojen atomundan daha küçük olduğu
için, görünmesi mümkün olmayan ve bu nedenle adına KARANOKTA denen) mini-mini
karadelikler, saniyede yüz km. hızla evrende gezindikleri için, "Her an sistemimize
girebilirler"; Güneşe rastlayıp onu söndürebilirler; bütün Güneş sisteminin ve dünyanın çekim
dengesini bir kalemde bozabilirler. Bu "Kara-gezginin" noktaya sığışmış konsantrasyonu,
kütle olarak "Bin dünya ağırlığında" olabilir. Dolayısıyla, önüne çıkan ne olursa olsun bu kara
kuyuya yakalanırsa, ona doğru hızlanarak yutulur ve gözden kaybolur. Artık ona ne olupbittiğinden haberimiz olmaz.
BERZAH ÂLEMİ de böyledir, tek yanlı yutar ve hiç bir "Ruh" yeniden dünyaya doğmaz;
ölene ne olup bittiğinden de asla haberimiz olamaz.
KESİM : 49
ALARM VE PANİK
KARA MÜJDE
Bir tek noktanın trilyon ton ağırlığında olmasından daha şaşırtıcı hiç bir fizik konusu olamaz.
Hele uzay-zamanın delinmesi, evrenin bütünlüğünün olmadığının anlaşılması, gök
fizikçilerini adetâ tokatlamıştır. Yer fizikçileri ise tapındıkları madde ve enerjinin göz göre
göre, gözlerinin önünde (Düşündüklerinin tersine) yok olmasını asla sindirmiş değillerdir.
Dizimizin ilk cildindeki resimlerimizden sunduğumuz "Kalınlıksız insanların uzay-zamanı"
"İki boyutlu"dur. Aslında uzay dört boyutlu olup, çizimle anlatılamaz. İki boyutlu uzay, şimdi
okuduğunuz bu sayfa gibi düzdür. Üstünde de derinliksiz türlü resimler vardır. Örneğin
buradaki her harf bir yıldız ya da galaksi olabilir. Birden bire çok şiddetli bir çekim alanı bu
sayfayı kağıt bir külah gibi durup kıvırır. Bu konik kıvrılma Schwarzschild hunisi olup Kur'an
ve diğer göksel kitaplardaki "Defter gibi dürülmek"tir.
Dolayısıyla böyle bir konik kıvrılmanın bir çapı vardır. İşte bu çap, eğer "Bir karadeliğe ait"
ise, onun adı karaçaptır. Bu karaçap, Rahman-33. ayetteki "Aktarıs Semâvât=uzayların
çapları" olarak bildirilmiştir. Her şey kendini bu ölümcül çekimden kurtaramamak üzere
uzay-zamanın dipsiz kuyusuna tepe taklak düşer. Bu pusu-kuyuyu bizzat karadelik kazmış
olup, avını beklemekte, kendini de hiç göstermemektedir.
İster görünen (Optik) ışık, ister karanlık diye görmediğimiz (Elektromagnetik türlü
radyasyonlar) ve elektromagnetik olmayan süper ışıklar, kendilerini bu tek yönlü cazibeden
kurtaramaz, zorunlu olarak kara odağa yapışırlar.
Bu odak, işte o sözünü ettiğimiz kara boşluğun ta kendisidir. O kara odak bizden kopmuş,
gitmiş, başka bir uzayın giriş kapısı rolünü üstlenmiştir. "Kağıt külah" örneği verdiğimiz
"Schwarzschild hunisi içinde yaşayıp da uzaylarını düz zanneden bütün insanlar" ve cisimler
baş aşağı çekilir, yok olup, temelli gözden kaybolurlar.
Karadeliklerden ancak ışık hızını aşan biri kurtulabilir. Bu aşma işi madde ve enerji için
imkânsızdır. (Fakat ışıktan hızlı giden takyonlar ve bunlardan yaratılmış melek gibi canlılar
istisnadır.)
Karadeliğe yakalanmış bir tutsağı kurtarmak için evrendeki en büyük enerjiyi bulsak bile,
bulduğumuz bu enerjinin de bir kütlesi olduğundan, o enerji kütlesi tutsak cisme eklenecektir
ve tutsağımız normalden üç milyon kat daha ağırlaşacaktır.
Onu bu haliyle kurtarmaya çalışmak için bulacağımız "Sonsuz bir enerjinin" de kütlesi
olacağından, kurtarma işlemine hiç bir enerji yetmeyecektir: Bir ışık zerresini (Kuant, foton)
oradan kurtarmak için, değil dünyanın; evrenin toplam enerjisi bile yetersiz kalacaktır. Tek
kelimeyle "Evrensel kıyametten" kaçınılamıyor! Evren bile ölümü tadıp, kıyamete kurban
gitmekten kendini kurtaramıyor.
Halk masallarımızdaki "Fili yuttu bir yılan..." diye bilinen tekerleme, adetâ karadelikler için
biçilmiş kaftandır. Karadelik, evreni yavaş yavaş, yuttukça daha güçlenen, kozmik bir
hortumdur. Bu hortumun olay ufku enindeki çapından yüzbin kat uzakta durup, saatte [sn'de]
yüzbin km. hızla gidebilen biri güvenlikte olup, tehlikeden korunmuştur. Yanlışlıkla o çap'a
biraz yaklaşırsak, 60 kilo olan bir insanın yüzelli milyon ton çektiği yani otuz milyar insanın
toplu ağırlığının bizde yani bir tek insanda toplanmış olduğunu fark edecektik.
Schwarzschild yarıçapı (Formülle orantılı olarak) "Kütleden kütleye" değişmektedir. İleride
de göreceğimiz gibi evrende her şey, içinde bir karadelik barındırır. Ölüm, bu kişisel
karadeliğe yenilmektir. Dünyamızı, şimdiki ağırlığını koruyarak, bir karadeliğe çökertip
büzebilseydik, şimdiki çapının milyarda-biri olan "Bir bilyaya" sıkıştırabilirdik. Aradaki fark
(Suyun yoğunluğu santimetreküpte 1 gram olduğunda) dünyanın 5 olan yoğunluğunun trilyar
kez artmasıdır. Dünya böyle bir mini misket de olsaydı, Ay yine onun çevresinde dönmesini
sürdürecekti. Aydaki bir insan, bu bilyayı asla göremez ama çekimini algılayabilir.
Bir karadelik, eğer "Nokta" biçiminde "KIYAMET TEKİLLİĞİ"ne sahipse, yuttuğu maddeyi
"BİLEŞENLERİNE" ufalar. Varlık önce moleküllerine, sonra atomlarına, sonra atomaltı
parçacıklarına ayrılan bir "İPLİK" olur ve bu öldüren noktaya çekilir. Atomaltı parçacıklar da
kendi bileşenlerine (Kuark, rişon vb.) ayrılır. Sonunda her şey "En küçük bileşen" olan
kuantlara ayrışır. Bunların da sonu gelir ve "Madde-enerji"nin son kırıntısı da yutulup
tüketilince, yerine "Mevakiin nücûm" denen "Mekân boşluğu" yani "SİYAHBOŞLUK" gelir.
Karaboşluklar bir cazibe (Çekim ve magnetizma) alanı yani üreteç ve kaynağıdır. O boşlukta
soyut bir yoğunluk vardır. Buna rağmen somut her şeyi (Işık, madde, enerji kütleleri, uzayzaman) tutsak alarak, kendi evrenine götürür.
Bu dehşetli götürülüş bir girdap biçiminde tecelli eder. Girdap geniş başlar ve giderek
derinleşirken, iyice daralır ve kuyu, hortum, burgu çizer. Uzay-zamanın soyut çizgileri,
eğrileri, akıları bu burguya paralel olarak, tutsak ne varsa sürükler ve onları tekillik denen
"Boyutsuz mekâna" ulaştırır. Böylece evren ile içerdiği madde "Kalıcı" değil; fanî=ölümlü
olur.
"Madde ve enerjinin yok edilemeyeceğini" söyleyen madde uyducusunun, karadelikle başı
gerçekten belâdadır!
Evrendeki bütün olayları birbirine bağlayan ve anlamlandıran "ZAMAN BOYUTU"nun
etkisiz kaldığı tek yer yalnızca karaboşluktur. Tam tersine karadelik "Zamanı" yutar,
hapseder, zamanı somut bir varlık olarak ortaya çıkarır.
Öğretimiz, kara boşlukları, "Ölen yıldızı yeniden var eden, sonuçsuz neden ve/veya nedensiz
sonuç" olarak benimsemiştir: "Nedenselliğin" tersine çalıştığı ya da neden ve sonucun
aynılaştığı, neden ve sonucun bir karadelik tekilliğinde birleştiği özel durum ileride ele
alınacaktır. Şimdilik karadeliklerin arkasını yani paralel evrenleri bilmemezlikten gelerek,
karadeliklerin, bizi VAR EDEN ve gelecekte de YOK EDECEK zorunlu geçiş kapısı
olduğunu önceden belirtelim.
Evren, mini bir aknoktadan yaratıldı; mini bir karanoktada da yok olacaktır. Yani
yaratıldığımız gibi iade edileceğimizi söyleyen Enbiya-104. ayetteki kozmik sır
gerçekleşecektir. Çünkü madde, mini karadeliklerin içinden doğmuştur; evren ise
karaboşluktan üretilmiştir!..
Galaksilerin tohumunu karanoktacıklar ekmiştir. Bu "Hayat tohumu" gelecekte ölüm
nedenimiz olacaktır ve maddi evren olarak şimdikine benzer ikinci bir yaşam
yeşeremeyecektir.
Karaboşluklar türlü türlüdür: Noktasıyla, deliğiyle, halkasıyla, seyreğiyle, yoğunluğuyla,
kopmuşuyla, çıplak olanıyla, dönmeyeni ve döneniyle, elektrik yüklüsü ve yüksüzüyle,
yarığıyla, çatlağıyla bu evrenin % 95'i ölü karadeliklerle doludur. Bu kara kabristan içinde
halen yaşıyor olmamız gerçekten büyük şans!..
KESİM : 50
"ZULMET HİCABI"
"KAPALI KAPILAR ARDINDAKİ ÜÇ KARANLIK"
Büyük kütleli bir yıldızın kendini aşıp baş aşağı içine çekilmesi demek, kara merkez
çevresinde uzay-zamanın çizgilerinin 360 derece kavisleşip, kendini bizim evrenimizden
koparması ve kapalı karakapılar ardında kalması demektir.
Böylece kollapsar uzayın geri kalan kısmına kendini kapatarak, gözükmeyecek biçimde çöker
ve gözlem ufkumuz dışında kalır. Kendi kendini kapatarak, gözükmeyecek biçimde çöker ve
gözlem ufkumuz dışında kalır. Kendi uzay-zamanını bir koza gibi örmüş olay ufku bize
kapılarını kapamıştır. Arkadaki yıldızdan bize ışık kaçamadığı için, karadeliğin "Olay ufku
içini" rasat edemeyiz. Dolayısıyla onun için bir gözlem ufku olduğunu söyleyemeyiz.
Gözlemleyemediğimiz "Kara koza" bizimle çekimi aracılığıyla haberleşir. Yani ona çekilince
orada olduğunu anlarız. Ona düşen bir cismin kendine değdiği yerde de şiddetli X-ışıması
yaptığından, dolaylı olarak orada olduğunu söyleyebiliriz.
"Olay ufku" bizi karadelikten saklayan, tıpkı ipekböceği kozası ya da bir yumurta gibi içini
göstermeyen kara kamuflajdır. Kozanın içi başka evren; dışı bildiğimiz evrenimizdir. İki
evrenin de kıyı zarları birbirine teğet olduğundan, bu iki evrenin farklı olduğunu anlamamıza
imkan veren şiddet olayları oluşur. İşte bunu gözlediğimizde, görmeden orada bir karadelik
olduğunu anlarız.
Mucize kitabımız Kur'an'ın, "Zulmet hicapları=Kara örtü" ve "görünmez gök kapıları" diye
bildirdiği "OLAY UFKU"nun ardı, (Kesinlikle çevremizdeki evren değil) bize yabancı, uzay
ötesi başka bir âlem, diğer evrendir.
Burada uzay-zaman tek şey olmuştur. Burada bildik yasalar, tekillik (Matematik imkansız
bölge) denen soyut yasalarla yer değiştirir. O halde bizden ayrı yasalarla yönetilen başka bir
evren, bizim evrenimiz değildir!..
O halde (Resmî bilimcilerin kutsal ilkelerinden biri olan) "Evren'in bütünlüğü" suya
düşmüştür. Evrenimiz ne kadar geniş olursa olsun, karadeliğin kara evrenciği ne kadar küçük
olursa olsun bu ikisi ap-ayrı, bambaşka evrenlerdir.
Orası "Schwarzschild kritik çapının" altına saklanmış, uzayı üstüne katlayarak kendi içine
çekilmiş "Öteki" âlemlerden, evrenlerden biridir. Karadeliğin oluşması için en küçük limit, o
gök cisminin 2,95 güneş kütlesi büyüklüğü içermesidir. Eğer (Tesadüfen tam bu değerde
olan) böyle bir yıldızın çökmesiyle, karadeliğin çapı, olay ufkunun çapıyla EŞİT olur. Çünkü
bu limit (Eşik) bir değerdir. Nötron yıldızlarda ve beyazcücelerle bütün ASAL yıldızlarda
olay ufku yıldızın içinde kaldığından, bir "Olay ufku" yoktur.
Ne var ki karadelikte, olay ufku (Yukarıdaki istisna dışında) kendisini çepeçevre
kuşattığından içeriğini ve içerideki olup biteni göstermektedir.
Karadelik adayı yıldızların merkezlerine ışık hızıyla çökmesi sonucu, her şey salisenin bindebirinde olur-biter. Bu ani oluşu gözle izleyemeyiz ama, eğer "Ağır bir çekimle"
izleyebilseydik, yıldızın (sırayla) beyaz cüce, sonra demir yıldız, sonra nötron yıldız, en
sonunda da karadelik haline geldiğini fark edecektik.
Karadeliğin kütlesiyle orantılı olarak "Olay ufku çapını da aşarak" içe çekilmesi
Schwarzschild kritik çapı, karadeliğin kendi çapı ve olay ufkunun çapı ayrı ayrı çaplardır.
Aktarıs Semavat = Uzayların çapları burada yine karşımıza çıkıyor: Gerçekten de üç değişik
çap değeri (3 kuturu) olan "3 KARANLIK" içinde kalmış bir karadelik yapısı ile
karşılaşıyoruz.
Bu kuturlar=çaplar sırasıyla kritik çap, dış olay ufku ve iç olay ufkunun 3 KARANLIĞININ
çaplarıdır.
Karadeliğin olay ufku ise, ayetlerdeki "UFUKLARDAKİ KUDRETİMİZİ
GÖSTERECEĞİZ" sırının bir başka tecellisidir.
Yine, karanlık örtü anlamına gelen bu olay ufku evrenimizi bir zar ile kendinden ayıran
"Ölüm atmosferi"dir. İçeride kalan "Birinin" evreni bu koza ile sınırlanmış olduğundan onun
da bizden haberi yoktur. Bizim de ondan asla haberimiz olmaz. İçerideki ve dışarıdaki ayrı
ayrı ÂLEMLERİN varlıklarıdır. Buna karşılık, kara delik "Hep çektiği" için, içerdeki kişi
bizim mesajımızı alır; fakat o da bize mesaj gönderemez. Dolayısıyla bizden haberi olması
bile anlamsızdır. Tıpkı ölülerin bize mesai gönderememesi gibi...
Bizim telsizimizin verici sinyalleri oraya ulaşır ama, telsizimiz alıcı görevini yapamaz. Oraya
gidilebilir, girilebilir; fakat asla oradan geri dönülemez, çıkılamaz.
Bu, "Tek yönlü bir ok doğrultusunda" zorunlu tersinmez gidiştir. Hâl böyle olunca "Karaevren" içinde olup-bitenleri bize iletememiş olur.
Bizim "Gözlem ufkumuz" onun "Olay ufkuna" kadar olan bölgedir. Ne kara-kozayı, ne
içindeki karadeliği göremeyiz, ölçümleyemeyiz. Çünkü ölçü sistemimiz, soyut (İmajiner)
sayılarla ölçülen matematik tekilliği ölçemez. Çünkü orası "Boyutsuz" dediğimiz noktaya,
yani sıfıra indirgenmiştir.
Arapça'da "Sıfır" sayısı nokta ile yazılır. B harfinin noktası aynı zamanda SIFIR'dır!
Bu sıfırlanmış "Hacım", noktayı da aşmış, nokta ötesindeki soyut sonsuza doğru büyüyen,
sıkışık-yoğun bir kütlenin boyutsuz ağırlığıdır.
İşte bunun için tekilliğe, matematik imkansız bölge diyoruz.
Tekillik aynı zamanda VAHDANİYET ve EHADİYET'in göstergesidir!..
KESİM : 51
ACCRETION DISC
YAKALAMA/TUTULMA DİSKİ
"Karadelikler" en başta, varsayımsal=hipotetik olarak öngörülmüş; gözlenemeyeceği ve
dolayısıyla ispat edilemeyeceği maddeci bilim adamlarınca ileri sürülmüştü. Çünkü
karadelikler ışığı hapsettiğine göre ışınlamaktadırlar. Bu görünmezlik onların "Yek sayılması"
anlamına gelemez. Olmadıkları iddiasına karşı tutulamaz. Nitekim var olma hakkı günümüzde
dolaysız ve dolaylı tanıtlarla (Delillerle) gösterilebilmektedir.
Onları ispat için ilk aklımıza gelen, "Göklerdeki bir kollapsar çökmesini yakalama şansı"
aramaktır. Bu ise, hem kozmik bir sabır gerektirir, hem de "Çöken göksel bir cismin saniyenin
milyarda-bir zamanında yok olması" nedeniyle, artık onu göklerde gözlemleme umudumuz
suya düşer.
Işık hızıyla "Kendi çapından merkezine büzüşen bir yıldız", güneşimizden on kez büyük olsa
bile, bir saniyenin dört milyonda-biri zamanda gözlerimizden birden silinir.
Astronomik, daha doğrusu kozmik boyutlu bir yıldız çökmediği sürece, karadelik uzunuzadıya gözlemlenemez! Gerçekten de çöken bir yıldıza rastlamak için kozmik sabır yanında
"Şans" da gerekir. Çökmekte olan bir yıldızın nerede, ne zaman çökeceği; çökmüşse, yerinin
tahmin edilmesi vb. bize güçlük getirmektedir. En iyisi bu iş için elverişli bir "Kırmızı dev"
yıldızın çökmesini kuşaklar boyu beklemek bahasına sabırlı olmaktır.
O halde "Dolaysız" tanıtlar yerine onu "Dolaylı" gözlemlemek daha az sabır ister. Böyle bir
olguyu izlememize "X-ışını astronomisi" imkan vermiştir. Çünkü karadeliğe tutsak cismin
"Elektronlarının" geriye kavislenmesiyle sağlanan "Radyant enerji" tasarrufu "Çok yoğun Xışınlarıyla" telafi edilir ve o zaman karadelik olay ufkundaki bir "Çanak" aydınlanır. X-ışını
astronomisi bize istediğimiz tanıtı bu "Çanak" ile sağlar. Bir karadeliğin varlığını, eğer
yakınındaysak, çekilmemizden; eğer uzağındaysak, dolaylı etkilerden hissederiz. Onun
pusuya yatmış olay ufku zarı, kendisine bizden bir madde değmediği sürece suskundur. Fakat
evrenimizin malı olan tutsak bir cisim bu görünmez kozanın bir noktasına değerse, o yerde
aktif şiddet olaylarının canhıraş feryadı olan X-ışıması oluşur. Bizler bu aktif tepkimeleri
izleyerek karadeliklerin yerini keşfedebiliyoruz.
Tutsak olmak üzere karadeliğe yönlenmiş, ister büyük ister atomdan küçük bir cisim,
kendisini eski model bir gramofon saçağının ağzında yakalanmış bulur. Tabii, biz bu saçağın
hunisi kara evrende kaldığı için onu göremeyiz. Buna rağmen çıplak tekillik denen görünür
bir karadelik bulabilseydik, o antika gramofon saçağının fotoğrafını çekebilirdik. Bu saçak
Kur'an'ı Kerim'de (Kıyametle ilgili ayette) "GÖK ERGİMİŞ BAKIR RENGİ BİR GÜL GİBİ
OLACAKTIR" diye tanıtılmıştır. Söz konusu saçak, gerek renk açısından (Kırmızı, pembe,
turuncu, ve kayısı-gül) gerekse katmerli biçimiyle gül çiçeğiyle tam bir benzeşme gösterir.
Sözünü ettiğimiz bakır rengindeki katmerli gül ya da gramofon saçağı, giderek iyice daralan
bir hortumla karanoktaya bağlanır ve/veya tersine oradan açılarak dışa genişlemiş olur.
Eğer bir çıplak karadelik bulsaydık, onunla haberleşebilirdik. Çünkü kara-evren "Müzik
yayınını" bu gramofon saçağından bize kaydettirebilirdi.
Olay ufku zarının her neresi aktifleşirse, orada bu disk biçimli saçak, girdap, gül katmeri
oluşur. İşte bu diskin astronomideki adı "Eklips kursu=yakalama diski"dir. Tutsak madde bu
diskten tutulmaya uğrar. Girdapta döne döne tekilliğe gider. Evrensel anafor teorisi burada da
yürürlüktedir.
Tutulan madde bu olay ufku diskine nereden yakalanmışsa, oradaki kozmik bir kasırga
hortumu deniz girdabına kapılır. Karadelik onun kara-odağını emmeye başlar. Biz bu hortumu
(Sunacağımız resimdeki gibi) kuş bakışıyla bir girdap olarak görürüz.
Bu obur ağız, dev güneşleri bile önce yumrulaştırarak, bir meyveyi bıçakla soymamız gibi
giderek darlaşan burgulu helisler biçiminde soyar. Sonra sıra meyve kabuğunun altındaki iç
katmanlara gelir. Bu gövde de helezonlar (Sarmallar) çizerek geride hiç bir şey bırakmadan
emilip yok olur. Yani, bu olayı gözlemleyen biri, dev bir göksel cismin, gözleri önünde "Hiç
yaratılmamışçasına" yok olduğunu, kara güneşin yerinde yeller estiğini görür. İşte bu olgu,
maddenin yok oluşudur. Maddecinin de korkulu düşüdür...
Yıldızın tutulması boyunca yakalama diski öyle şiddetle ısınır ki, artık çıplak gözle de
görünür hâle gelir!
Diske yakalanan yıldız materyali yakalama diskine eklenerek onu güçlendirip, aydınlatır. İşte
burası aktif bir bölge olup, karaboşluk görünmediği halde, bu aktif çatışmadan çıkan
radyasyonla yerini belli eder.
Bir yıldız, bir karadeliğe yakın geçişte ya "geçer-gider", ya yakalanıp yörüngeye oturur. Ya da
onun tuzağına yakalanarak, vakitsiz ölüme doğru yumru vererek meyleder. Bu üç durumda da
çok şiddetli X ışıması yayarak "Yerini" belli eder.
Okuyucu izleyen şekillerden sunduklarımızın ayrıntısını edinebilir.
ŞEKİL - 29
Şekil - 29'un açıklaması:
(1) Bu dev mavi yıldız güneşten 30 kat; ortağı karadelikten de 3 kat kütlece büyüktür.
(2) Karadeliğin yörüngesine giren dev mavi yıldızın aşırı sıcak gazları yıldızı terk etmeye
başlıyor. Daha sonra yıldızın gövdesi yumrulaşacak, karadelik yakalama diskine emilecektir.
(3) Karadelik yakalama diski "Fil'i yutan bir yılan" misali pusudadır. Mavi dev yıldız
yumrusundan akan gaz ve materyal, yakalama girdabında helisler çizerken milyonlarca
derece ısınıp, X ışını biçiminde açığa çıkar. Bu arada diski görünür biçimde aydınlatır.
(4) Ölümün plağı giderek daralan Helislerle plağın merkezine doğru yakaladığı cisimleri
evire çevire toplar.
(5) TEKİLLİK: Yani "Tek boyut" resimde gösterilmekle birlikte aslında bu sayfanın ardındaki
bir başka sayfada sayılmalıdır. Tekillik kuyusuna düşen tutsak eğer şansı varsa paralel
evrende ölmeden ortaya çıkacaktır.
(Lütfen devamına/aşağıdaki açıklamaya bakınız)
ŞEKİL - 29
ÖLÜMÜN GRAMOFONUNDAN CENAZE MARŞI
Bir gramofon çiçeğine ya da bir kasırga hortumuna benzeyen "Yakalama diski" karadelik
olay ufkunun bir cisme değdiği herhangi bir yerde kendiliğinden oluşur. Burası yutma-emme
girdabıdır. Yutulan nesne isler bir yıldız ister bir gaz-toz bulutu olsun, ana materyali hidrojen
ve helyumdan oluştuğu için çok kolay çözülür. Bu spiral çözünme yakalama diskine
eklendikçe disk daha da güçlenir. O zaman karadelik, yıldızı daha kalın spirallerle yutmaya
başlar. Akışın oluşturduğu sürtünme ısısı milyonlarca ısı derecesine ulaşınca, elektronlara
şiddetli bir uyarma etkisi yapar. Uyarılan elektronlar önce kaçmak üzere ivmelenir, fakat
kendilerini kurtaramadıklarından, kavis (Radyant) çizerek geri dönerler. Çünkü ışık hızında
tutulduklarından, bu magnetik-aşırı alandan kurtulamazlar. Bu geriye dönme sırasında
"Kendilerini izleyebildiğimiz" ışımayı salarlar. Tutulma diski tutsağının bütün radyant
enerjilerini teslim aldığından, tutsak cismin bu hafiflemesinden ve elektronların yeniden geri
dönmelerinden elde edilen çifte kazanç X ışınları ışıması salınarak telafi edilir. Bilindiği gibi,
X ışınlarının diğer adı Röntgen ışınlarıdır. Röntgen astronomisi bize tutulma diskinin
aydınlandığını gösterir. Dönen ve elektrik yüklü (Yükü nötr olmayan) karadeliklerin yakalama
diski, aynı zamanda "Fırlatma diski" görevini de üstlenir (Desaccretion Disc). Dönen
karadelik, kendisiyle birlikte magnetosferini de sürüklediğinden bir cisim yakalama diskinin
dönme yönünde yakalanırsa geri fırlar; ters yönde ise yutulur.
ŞEKİL - 30
ASİMETRİK BOZUNMA
Karadelik bazen de kendine yakın geçen bir dev yıldızı tam yakalayamaz, materyalini
çalmakla yetinir. Eğer yıldızı biraz daha iyi yakalarsa, onu kendi çevresinde yörüngeye
oturtur ve yıldızın dönme hızını artırır. Bir karadeliğin türlü çapları = Aktarı içinde;
ergosfer, litosfer, iç olay ufku, dış olay ufku, Schwarzschild yarı çapı, halka-disk çapı gibi 7
gök katmanı olan Aktarıssemavat'ı vardır. Litosfer (Kaya-küre) çapı da uzaktan etkili olan bir
dış atmosfer gibidir. Bu kritik bölge karadeliğin kütlesiyle orantılıdır. Örneğin yüzmilyon
güneş kütlesi ağırlığında çok yoğun bir karadeliğin kendi yarıçapı litosfer çapından daha
büyüktür. Yakın geçen bir yıldız bu litosferin sınırını aşarsa, yuvarlaklığını kaybederek yufka
(Kurs) biçimini alır. Bu sırada iyice yassılaşarak sıkışan yıldızın hem biçimsel hem kimyasal
doğası değişir. Yaklaşmanın kozmik sürtüşmeleri onun iyice ısınmasına yol açtığından, bu
yufkalaşmış yıldız aşırı sıcak ve yoğun bir yapıya ulaşır. Saniyenin onda-birinde yapısındaki
elementler patlayarak yeni tepkimelere ve izotop üretimine başlar. Bu işlem boyunca
inanılmaz büyük bir enerji açığa çıkar ve karadeliğin çevresindeki tüm gaz-toz materyalini
milyonlarca km. uzağa üfler. Yıldız, karadelikten kurtulsa bile, tüm gazını yitirecek biçimde
çekildiğinden, hayatının kalanını yufka biçiminde sürer. Bu yıldızın ileride çökme sırası
geldiğinde, (Kütlesi karadelik oluşturmaya elverişliyse) gelecekte iplik veya gök yarığı
biçiminde bir karadelik olarak GÖZÜKECEKTİR (Çıplak tekillik).
ŞEKİL - 31
EVİRE ÇEVİRE YOK ETMEK
Yukarıdaki büyük resimde bir dev yıldızı çekim kuyusuna düşürmüş karadeliğin işlevi
gösterilmektedir. Dev yıldız sonsuz küçük bir noktaya doğru girdaplar, sarmallar çizerek
çözülmeye başlamış; yıldızın yapısını oluşturan hidrojen ve helyum gazları, kendilerini çeken
görünmeyen odağa doğru, gittikçe daralan bir halat gibi, bir daha dönmemek üzere yol
alıyorlar. Okuyucu ortadaki yuvarlağı karadelik sanarak resimde görmeye çalışmalıdır.
Aslında karadelik bu sayfanın arkasında yani bir başka evrendedir. Fotoğraf ve şekilde, bir
karadelik, görünen yıldızı yutmakladır. Bu durum, yıldızın "Vakitsiz Ölümü"dür. Çünkü
yıldızın ölüm sırası henüz gelmeden (Henüz kollapsar olmadan), gençliğinin baharında
karşısına çıkan bir karadelik kazasına uğrayarak ölüm komasına girmiştir. Bir yıldız saniyede
500 km. üzerinde bir hızla karadeliğe yakalanırsa, çok sert bir kırılmaya uğrar. Bundan daha
düşük bir hızla yakalandığında ise, karadeliğin yakalama diskine bakan yanında bombe
vererek yumru oluşturur. Yıldız yumru denen uzantıyı oluşturduğunda, buradan itibaren
karadeliğe doğru yıldız kan kaybına uğrar. Çünkü karadelik çekim gel-git kuvvetleri, yıldızın
iç tutunum kuvvetlerini yener. O zaman da, önce yıldızın dış atmosfer katmanlarındaki hafif
katmanlardan itibaren "Kaçak" başlar. Kaçak bu katmanlar, eğriler çizerek, görünmeyen
karanokta çekimine doğru uzantı oluştururlar. Bu giderek darlaşan sarmalların en uçtaki
kayboldukları yerde "Bir karadelik var" demektir. Atmosferden sonra sıra yıldızın kabuğuna,
dış katmanlarına gelir: Bir meyvenin kabuğunun soyulması gibi, dış katmanlar yıldızdan
ayrılıp burgular çizerek kara odağa yol alırlar. Sırayla yıldızın bütün iç katmanları da
helezonlar çizerek kalın bir emiliş ile çözülürler. Çözülmenin tam sonunda o hayalet noktaya
emilen güneşler, hiç bir iz bırakmadan gözden silinir. Koca yıldız yok olduğunda, karadelik,
suskun fakat daha güçlenmiş olarak yeni kurbanlarını bekler.
ŞEKİL - 32
RÖNTGEN ASTRONOMİSİ
Sözünü ettiğimiz karadeliğe tutulma olaylarını röntgen astronomisi yakalamıştır. Dünyadan
6000 ışık yılı ötedeki (Cygnus) "Kuğu X-1" kodlu gök cisminin analizlerinin sonucunda; biri
görünmeyen bir "Karanlık ortak", diğeri Güneşten 20 kat büyük bir "Dev mavi yıldız"ının
(MDE 22.868), binary=ikili etkileşimi keşfedilmiştir. Görünen yani optik süper mavi yıldıza
eşlik eden "Kara ortağın" 3.5 Güneş kütleli bir karadelik olması gerekir. Çökmeden önce ise
(Asal dizideyken) on Güneş kütlesi büyüklüğünde olması gerekmekte olan bu dev karadelik,
dev mavi yıldızı hortumuyla emmektedir. Tutulma diski şiddetle "X=ışını" yaymaktadır.
Satelitlerimiz, Cygnus X-1'in röntgen ışınlarının saniye ile saniyenin onda-biri arasındaki
periyot değişimleri olduğunu ortaya koymuştur. Dev mavi yıldızın hızının da 5,5 günlük sinüs
dalgaları biçimindeki periyodu tespit edilmiştir. Bu tespite bir "Beyaz cüce" uyamaz. (Ak cüce
sisteminin yayınması saniyede 30.000 km'yi bulmasına rağmen, asla X ışıması yapmaz.)
Öyleyse bu gök cismi doğrudan bir karadeliktir.
İkinci bir gözlem de yine ikili (Binary) olan sigma-Aurigoe sistemidir. Bunlar da eş merkezli
dönüşü olan optik (Aydınlık) ve karanlık bir çift cisimdir: Görünen üye, 25 Güneş kütleli dev
bir yıldız olmasına rağmen, karanlık ortağına doğru emilirken, yayma diskinden bize, başta X
ışınları olmak üzere kızıl ötesi (IR) ışınları ve ultraradyo dalgaları radyasyonu
göndermektedir. Analizler, karanlık ortağın 20 Güneş kütleli bir karadelik olduğunu ve beyaz
ortağının yamyamlığını yaptığını göstermiştir. Ayrıca aynı gözlemler V861 Scorpii Circinus
X1 GX 339-4 karadeliğe yakalandığı ispatlanan diğer yıldızlardandır. Fotoğrafta yoğun
çekirdek aslında karadeliğin aktif şiddet olaylarının merkezidir. Cygnus-X-1 yıldızı şiddetle
karadelik etkisine girmiş ve X ışımasıyla imdat istemektedir.
KESİM : 52
KARADELİK GRAVİTATİON ASTRONOMİSİ
KARA ORTAKLAR
Karadeliklerin X astronomisinden sonra "İkinci dolaylı gözlemlerinden biri" de
"Çekim=Gravitation" astronomisidir. Görünmeyen "Siyah boşluk" kendisini ışık olarak
göstermez, fakat elektromagnetik olmayan radyasyon (Çekim dalgaları, nötrino akımları,
aksiyon, gölge madde vb.) ile hissettirir.
Gravitasyon astronomisi, çok şiddetli göksel olaylardan ancak alınabilmektedir. Çok zayıf
olan çekim dalgaları normalde kaydedilemez. Fakat iki karadeliğin birleşmesinde ya da bir
yıldızın süpernova patlamasından salınan çekimci dalgaların gel-git ışıması biçiminde
alınabilmektedir. Bu tespiti ilk kez 1969'dan itibaren Weber detektörleri, yılda bin uyarılma
halinde yakalamaktadır. (*)
(*) Weber saniyede 1660 Hertz değerindeki müthiş bir süpernova patlamasını kaydetmiştir.
Bu öylesine bir şiddet olayının simgesidir ki, bilinen elektromagnetik radyasyon
enerjilerinden bambaşka ve milyonlarca kat daha enerjetik, daha sık impulslu, 180 km. dalga
boyunda bir çekimci dalganın enerji boşalımıdır. Bu tespit, Güneşten 20 kez büyük dev bir
mavi yıldızın bir karadeliğe çökmüş olması anlamına gelir. Söz konusu karadelik 100 km'den
de küçüktür.
Galaksilerdeki yıldızlar, Güneşimiz gibi tek başına (Tekil) değil; ikili, üçlü, beşli... gibi
gruplaşmış sistemler olup, çoğul biçimde kümeleşirler. Tüm yıldızlarda, tek başına olan
Güneş gibi bir yıldız daha yoktur. İkili (Bineer) alanlar ise evren yıldızlarının onda-birini
oluşturur. Bineer (İkili) gruplaşmalarda, üyeler "Birbiri çevresinde" dolanırlar yani eş
merkezlidirler. Fakat bu iki üyeler farklı büyüklükte yıldızlardır. Üyelerin büyük olanı erken
çökerek asal diziden çıkar. (Beyaz cüce, pulsar ya da karadelik olur.) Diğer çökmemiş asal
yıldız, bu çekimden "Aynen eskisi gibi" etkilenmesini sürdürür. Fakat önceden çöken, eğer bir
beyaz cüce, pulsar gibi görünen yıldız değil de, "Nötron yıldız ve Karadelik gibi" karanlık bir
yıldız olduğunda (Onu göremeyen, fakat asal yıldızı gören) bir gözlemci, görünen yıldızın
anormal hareketlere zorlandığını anlayarak şaşırır.
Bu "Ortaklar" birbirlerine çekim dalgaları uyguladığından, enerji yutmak zorunda kalırlar.
Böylece "Sistemin toplam enerjisi" azalır. Enerji azaldıkça, ortak cisimler birbirine yaklaşır.
Böyle "Peryod kısalmaları" sayısız gözlemle ayırt edilmiştir.
Söz konusu çekim dalgaları, görünen bir yıldızın "Karanlık ortağına doğru hızlanması"
sırasında oluşmaktadır. Çekim, doğası gereği cisimleri birleştirmek istemektedir. İşte
karadeliklerin dolaylı kanıtlarından biri de "Görünmeyen" ortağın bizi saptırması tanıtıdır.
Eğer bir cismi hiç bir iz bırakmadan ortadan kaldırsaydık, onun "Uzay eğriliği" de ortadan
kalkardı. Onun çevresinde dönen gezegenleri ve uyduları dümdüz bir yolda başlarını alıp
giderlerdi. Sözgelimi Güneşimizi bir anda "Hiç" ederek çekip götürseydik, Dünyamız 4
dakika daha yörüngesinde kalır, sonra diğer gezegenlerle birlikte düz bir çizgi üzerinde ileri
savrulup, uzayda yörüngesiz dümdüz yol alırdı.
Oysa karadelikler (Ay örneğimizdeki gibi) BİRDEN YOK OLMAZLAR! Onlar kendi olay
ufuklarının ardında, görünmeyen bir çekim merkezi olarak var olmalarını sürdürdüklerinden,
(Keppler yasası uyarınca) çekme etkilerini sürdürürler. Söz konusu Keppler yasası bize,
"Güneş düzleminin elips odaklarından birinde, bir karadelik bulunduğunda, onun çekimine
uyarak, sistemin gezegenlerinin dönmeye ve ikili sistemlerin birbiriyle etkileşmelerini
sürdürdüklerini" söyler. Keppler'in bu modern yorumuna uygun bir kanıt bulunmuştur: 1967
yılı uydularımız Scorpion (Akrep) takımyıldızında böyle bir bineer (ikili) sistemin varlığını
kanıtlamıştır. Sistemin görünen yıldızı, görünmeyen karanlık ortağınca hırpalanmakta,
düzensiz bir yörüngede ite-kaka dönmeye zorlanmaktadır.
Yine, çekimci dalgaların şiddetlendiği, ikisi de karanlık olan bir çift yıldız daha bulunmuştur.
Ayrıca 1913-16 pulsarına bir karadeliğin eşlik ettiği, her ikisinin de ortak bir çekim
merkezinde dönmelerinden anlaşılmıştır. Bu "Karadelik" öylesine güçlüdür ki, ortağı olan
pulsar, her sekiz saatte-bir onun çevresinde "milyon km. hızla" dolanmaktadır. Bu durum
çekimci dalgaları yakalayabilmek için ideal ortam, doğal bir laboratuar ortaya koymuştur.
Şiddetli çekim, bu yıldız çiftlerinin periyotlarını (Dolanım süreçlerini) giderek kısaltmaktadır.
Öyle ki, er-geç, bu iki arkadaş birleşeceklerdir.
Bir "Beyaz cüce" kozmik bir hortum gibi önüne çıkan bir yıldızı siler süpürür.
Bir nötron yıldız (Ya da pulsar) ise bir beyaz cüceyi kolayca emip, yok ederek kendine katar.
Bir karadelik ise, bir pulsarı bir lokmada yutar.
Görülüyor ki göksel olaylarda "Küçük balık büyük balığı yutmaktadır".
Kara üyelerin (Yıldız artıklarının) optik üyeleri (Işıyan yıldızları) itip-kakma örneği, evrende
çok yaygın olup, kara üyelerin şimdi tahmin ettiğimizin on ila yüz katı daha çok olması
beklenmektedir: Karadelik uzmanı Kipp Thorne'a göre en ihtiyatlı bir ölçümle, yalnız
Samanyolu kollarında bir milyon karadelik bulunmaktadır. O halde evren, tasavvurumuzdan
çok fazla karadelik ile tıkbas doludur.
KESİM : 53
BİNEER İNTİHARLAR
GÜNEŞİN İKİZİ
Güneşimiz niçin bir istisna olarak tek yıldızdır? Gökbilimciler için, Güneşin de bir ortağı daha
bulunması gerekir. Fakat, bize ışıyan bir başka yakın Güneş daha yoktur.
Öte yandan son üç gezegenimizde (Uranüs, Neptün, Plüton) yörünge düzensizliği vardır.
Bunun nedeni, önceden sekiz milyar km. ötedeki bir "Onuncu gezegenin varlığına"
yorumlanmıştı. Ancak bu süper dev bir gezegen olmalıdır ki, böyle bir gezegen
bulunamamıştır.
Dolayısıyla, geriye bir başka alternatif kalıyor:
Son üç gezegeni etkileyen bu "Güçlü çekim", Güneşten 80 milyar km. ötedeki "Bir karadelik
zanlısı"dır. Eğer bu "Zanlı" on güneş kütlesine eşdeğer bir karadelik ise, bizden 160 milyar
km. ötede bulunmalıdır. İşte bu, varsayım olmaktan çıkmış, korktuğumuz başımıza gelmiştir:
Gerçekten de Güneşimiz, galaksideki normal yörüngesine direnerek, şelaleden yukarı
tırmanırcasına, "Aslan burcu yönünde" "Özel bir yönlenme" ile çekilmektedir. Bu çekimin
sorumlusu, cüce bir yoldaş yani Güneşin ikincisi olan çökmüş bir yıldız olmalıdır.
Samanyolu galaksisi uzayda saatte iki milyon km. bir hızla yol almaktadır. Uçak ve uydularla
sağlanan presizyon ölçümleri sonucu kozmik arka fon ışımasının (Artık-ışıma) şiddetinin
Aslan burcuna doğru, yavaş da olsa arttığı saptanmıştır. Aynı mantıkla tam karşıda (arkada)
kalan Kova burcundan ise Güneşimiz uzaklaşmaktadır. Tam tersine, Dünya zıt yöne yani
Aslan burcuna doğru saniyede 400 km. hızla özel olarak hareket etmektedir.
Güneş sistemi ise galaksi merkezine doğru hareket eder. Oysa bunda bir aykırılık vardır.
Aykırılığı telafi etmek için bizi çeken bir başka karanlık yani ışımayan bir yıldız artığı
olmalıdır. Eğer bu bir beyaz cüce olsaydı görünürdü. Pulsarlar da görülür!
Eğer bu bir kara cüce ya da nötron yıldız olsaydı uzun süreçler gerektirirdi. Bu çok zayıf
ihtimal göz ardı edilirse tek bir açıklama kalıyor geriye... Bu kara arkadaş mutlaka bir
karadelik olmalıdır. Güneşin bir arkadaşı olmasa bile bu kara çekim merkezi uzayın başka bir
bölümünden gelen gezgin görünmez bir karadeliktir.
İster güneşimizin ortağı, ister yabancı bir gezgin olsun, bu karadelik Güneş sistemini
kendisiyle birlikte sürükleyip götüren bir "Karanlık arkadaş"tır.
ŞEKİL - 33
GÜNEŞ'İN GİZLİ YOLDAŞININ ROTASI
Güneş sistemi, bağlı olduğu Güneş ile birlikte saniyede 400 km. hızla "Karanlık yoldaş"a
sürüklenmektedir. Gözlemler, onun bir "KARADELİK" olduğunu ve Güneşten 5 Kat büyük
olduğu için erken çöken bir "İKİZİ" ya da sisteme giren rasgele gezgin bir karadelik
olduğunu göstermektedir. Oklar, Güneşin kural dışı olarak galaksi merkezine çekildiği yönü
gösteriyor. Bu çekilmenin nedeni belki kara arkadaş, belki de galaksi merkezindeki dev
karadelik'tir. Fakat âyetlerde (Yasin suresi gibi) "GÜNEŞİN BELLİ BİR GÜNE KADAR
TAKDİR EDİLEN YÖRÜNGESİNDE YÜZECEĞİ" daha sonra bu yörüngenin saptıralacağı
bitirilmiştir. Bu mesaj ışığında karaortağa inanmak caiz düşmektedir.
KESİM : 54
KOZMİK KARABASAN
KARADELİK PUSUDA
Bir "Karadelik" ya da "Mini mini bir kara nokta" her zaman, her yerde, birden karşımıza
çıkabilir; birden burnumuzun dibinde ya da yanıbaşımızda bitebilir!
Ama o bizim evrenimizin malı değil; başlı başına, kendi başına "Bambaşka bir evren"dir.
Onun varlığı kendi hacmına değil, kendi dışına sığışmış; yani soyut sayılarla anlatılan
"TEKİLLİK=Singularity" denen imkansızlığın ötesindeki bir bölgeye aittir. O bölgeyi
çekimsel çöküntü bulur ve "varlık" imkansızlığın ötesine geçmeyi başarır. O zaman da,
bugüne kadar özenle biriktirdiğimiz ve oluşturduğumuz "Fizik yasaları" ile kozmik ilkeler ve
"Doğal" dediğimiz her prensip, kısaca bilim gelenekselliğimiz iflas eder!
Karaboşluklar hiç bir "Kozmik sansür" tanımazlar. Karşılarına çıkan bir yıldız ne kadar büyük
olursa olsun, sürekli kabuğu soyulan bir elma gibi kat be kat çözünüp karadelik içinde yok
olur, evrenimizin dışına çıkar! İşte bu olgu, bilimi "Hayal ve hayalet" ile uğraştırmaya zorlar!
Karaboşlukları yalnızca teorik akıl yürütmelerle (İdealize edilmiş analizlerle sentezleyen)
aklımızla çözümlemeye çalışırken, bilimsel yetersizlik ortaya çıkmış, klasik bilimin revizyonu
gerekmiştir.
Aklımız evrenden de geniş olduğu için, zekamız çevremizle anlaşmaya yetkin ve yatkındır.
İnsanın ısrarlı sabrı bu uzatmalı zinciri çağlar boyu kendi payına düşen çabalarla sürdürür.
Hiç bir araştırman ölmeden sınırlandırılmayı kabul edemez!
Maddeci astronomun kâbusu, kaosu ve karabasanı haline gelen karadelikler, gerçekte
şimdiden bir alarm konusudur. Fakat "Görünmez düşman" henüz kapımızı çalmadığı için,
erken bir alarm vermek istenmemektedir.
Oysa riskin boyutları çok büyüktür: İnsanoğlu bilime "Çok az yetenek" gösterdiğinden, böyle
tehlikeleri umursamaz gözükerek günlük geçim telaşası içinde, daha "Gerçekçi saydığı
şeylerle" uğraşır:
İnsanoğlu bilinmeyen ve açıklanamayandan ürker ve korkar. Korktuğunu ya reddederek
yakasını sıyırır ya da tersine tutsakça ona tapınmaya başlar. İnsanlığın şimdiki genel
görüntüsü ise, sanki "Üstüne ölü toprağı serpilmişçesine pervasız" bir tutum izlemesidir. Oysa
düşman çok ciddidir, düşman görünmemektedir, düşman pusu kurarak şimdiye kadar
milyarlarca yıldız (Necm), gezegen (Kevkeb) ve hatta galaksileri bitmez tükenmez bir iştahta
oburca yemiş bitirmiştir. Dev evren, milyarlarca yamyam karadelik tarafından kemirilmekte
tüketilmektedir.
Evrenin % 90'ı şimdiden ölüdür. Bizler ise bu ölümün son kalıntıları ve uzantıları olan son
dirileriz... Son demlerimizi yaşıyoruz, artık bir geleceğimiz yok! Geleceğimiz tek kelimeyle
bellidir: KARADELİK KIYAMETİ!..
ONBİRİNCİ BÖLÜM
KARABOŞLUK İÇİNDE
"GÖK AÇILMIŞ KAPI KAPI OLMUŞ, DAĞLAR YÜRÜ TÜLMÜŞ BİR SERAB
HALİNE GELMİŞTİR..." (Nebe 19-20)
KESİM : 55
DONMUŞ YILDIZ
ÖLESİYE GİDİŞ
Karadelik olmaya elverişli kütlesi olan bir yıldız, zamanı gelince, kendi çekimine yenilerek,
kendisini "Olay ufku" ardına büzer. Hemen ardından Schwarzschild çapının da içine çekilir ve
böylece "Işık hızıyla, başka bir evrene" yol alır.
Üç güneş kütleli bir kollapsarın çökmesi, saniyenin 67 milyonda-biri zamanda olup biter:
Yani yıldız, aniden yok olur!
Güneşimizden "On kat" kütlesi olan bir yıldız, saniyenin 4 milyonda-biri zamanda
gözlerimizden silinir.
Milyon güneş kütleli süper dev yıldız toplulukları "Saniyenin dörtte birinde" kararıp,
kaybolur.
Yüz milyar yıldız içeren galaksimiz ise, on günde merkezî noktaya çöker.
Üç güneş kütleli bir karadeliğin içine düşecek olursak, yakalama diskinden merkezine,
saniyenin "20 milyonda-biri" zamanda varırız.
Milyon güneş ağırlığındaki bir karaboşluğun merkezine ise on saniyede ulaşırız.
Milyar güneşe eşdeğer bir karadeliğin merkezine üç saatte düşeriz.
Galaksimize eşit (Yüz milyar güneş kütlesi) bir karadelik merkezine de iki hafta boyunca
düşerek erişiriz.
O halde biz, karadelikleri, küçük değil de büyük (Astronomik) boyutlu bir yıldızın çökmesi
sırasında, uzun-uzadıya gözlemleyebiliriz: Çünkü saniyenin 67 milyonda-biri kadar bir an çok
kısa bir zaman olup, karadeliğin merkezine düşmemiz akıl almaz kadar kısa zaman
dilimlerinde gerçekleşir.
Karadeliğe, olay ufkundan yakalanan biri, onun ölüm merkezine kısa ya da uzun fakat "Sonlu
bir zamanda" düşer. Bu "Sonlu düşme süresi" vurguladığım gibi karadeliğin kütle
büyüklüğüyle orantılıdır. Normalde her şey "Göz açıp kapayamadan" olup biter. Dolayısıyla
oraya yakalanan ne olup bittiğini anlayamaz...
Şimdi "Çok yavaş bir çekimle" idealize deney eşliğinde, bir karadeliğe düşmenin
mekanizmasını anlamaya çalışalım: Bu andan itibaren, anlatacaklarımın daha anlaşılır olması
için, bir "İkizimiz" olduğunu varsayalım.
İkizimiz, bir karadeliğin olay ufkunun bize değdiği yerde oluşan yakalama diskine kadar,
bizimle her türlü haberleşmeyi sürdürür.
Eğer bu ikizimiz çöken bir yıldız üzerinde ise, yıldız kritik yarıçapı altına çökene kadar
ikizimiz, yıldız üzerinde yürüyebilir, hatta bir kaya parçası "Numuneyi" alıp, roketiyle hemen
kaçabilir.
Çöken bir yıldızı dışardan izleyen bir gözlemci, yıldızın aniden çöktüğünü, fakat bu "Çökme
hızının" giderek yavaşladığını görerek şaşıracaktır. Oysa evrende "İVME" giderek
hızlanmaktadır. Karadelikte ise negatif bir ivme vardır sanki...
Yıldız gerçekten çok küçüldüğü halde, çok süratli olan çökme hızı olay ufkuna erişince
yavaşlar. Tam olay ufkunda da öyle yavaşlar ki artık "DURMUŞ" olur. Artık kaskatı
hareketsiz "Donmuş" gibi kalır. Çünkü yıldızın çökmesi (Schwarzschild çapına ulaşması)
dışarıdan bakan birisi için, sonsuza kadar sürmüş gibidir. Bunun nedeni, zamanın donması,
kolumuzdaki saatin durmasıdır. Çünkü, "İkizler arasına relativistik özel zaman farkı"
girmiştir. Olay ufku dışında kalan ikizine "Göre" olay ufkunun içindeki ikizin zamanı sonsuz
genleşmiş, uzamış, geç yaşlanmakta ve gene kalmaktadır.
Oysa içerideki ikizimiz için bu çöken yıldız donmamış; tam tersine hızlı çekilmiş bir film gibi
hareketlidir.
Şimdi, "İkizlerden birini" karadeliğe doğru gönderelim. Diğeri, onu dışarıda güvenceli bir
bölgeden izlesin: Çekime tutsak olan ikiz, olay ufkuna doğru son hızla baş aşağı düşmeye
başlar. Onun daha da hızlanması gerekirken, tam tersine yavaşlayıp, sonunda durma noktasına
geldiğini, bu arada kolundaki saatin "İyice yavaşlayıp" sonunda durduğunu ve zamanın
durduğu bu anda, onun "Temelli donup kaldığını" fark edecektir.
Tutsak olan ikizimizin, hiç bir zaman olay ufkuna erişemediğini, ebediyen oraya varamamak
üzere donmuş, hareketsiz, kıpırtısız, sonsuza kadar bir askıda, sanki örümcek ağına
yakalanmış böcekler gibi sonsuza dek asılı kaldığını görecektir.
Relativite ile ilgili kesimlerimizde bu ikizler çelişkisine sürekli yer vermiştik. İkizler arasına
giren fark "Zaman farkı"dır. Zamanın sonsuz durmasının nedeni, karadeliğin "Tutsağını" ışık
hızıyla çekmesidir. İşte bu ışık hızıyla eşleşme sonucu zaman da hapis olur. "Zaman",
çalışamaz, saat durur. Dolayısıyla hareket de durmuş olur. Böylece biz, karadeliğe yakalanan
birini orada "Sonsuza dek heykelleşmiş" gibi görürüz:
• "BİZ DİLESEYDİK ONLARI(n zamanını) DONDURUVERİRDİK DE, NE (zamanda)
İLERİ NE DE (zamanda) GERİ GİDEBİLİRLERDİ. (Bununla birlikte) KİMİN ÖMRÜNÜ
UZATIYORSAK, YARATILIŞTA ONU TERSİNE ÇEVİRİYORUZ. HÂLÂ
AKILLANMAYACAKLAR MI?.." (Yasin-67/68)
Benzeri bir durum da Kehf suresi 13. ayette yer alır:
• "BİR DE ONLARI (Ashabı kehf, yedi uyurları) UYANIK SANIRDIN (Kaskatı öylece
dondurulmuşlar sanırdın) HÂLBUKİ ONLAR UYKUDADIRLAR VE BİZ ONLARI SAĞA
SOLA ÇEVİRİRİZ. KÖPEKLERİ DE, MAĞARANIN GİRİŞİNDE, İKİ KOLUNU UZATIP
(Sfenks) YATMAKTAYDI. EĞER DURUMLARINI GÖRSEYDİN, MUHAKKAK, YÜZ
GERİ DÖNER, KAÇARDIN VE ONLARDAN DEHŞET İÇİNDE KALIRDIN."
Ashabı Kehf'in durumları "Yaşayan fakat 309 yıl boyunca hiç kıpırdamayan heykeller"
gibidir. Çünkü insan ya ölüdür ya diridir. İkisinin arası olamaz. Ölüden beklenen "Ölü" gibi
davranması; diriden beklenen de canlılığı, hareketliliğidir. Doğal olan bu ayrımdır. Fakat ölü
ile diri arasında "Canlı heykel olmak" herhalde göreni "Dehşet" içinde bırakır!
Karadelik olay ufkundakine benzeyen bu donmaya, ayet "GÖRSEYDİN SANIRDIN" diyerek
dışarıdaki bir gözlemciye "Görecelik" tanımaktadır. Bu hitap apaçık RELATİVİTE
TEOREMİNİN HABERCİSİDİR. Özellikle "309" yıl geçmiş fakat "Ashabı Kehf" için sadece
bir günden az bir zaman geçmiştir.
Karadelik tekilliğini kuşatan olay ufkunu örümcek ağına boşuna benzetmedik. Sonsuza kadar
tutsak olmuş cisimlerin tekillikte hareketsiz kalması "Ankebut" suresi 41. ayette
şifrelendirilmiştir:
• "ALLAH'TAN BAŞKASINA TAPINANLARIN DURUMU, KENDİNE YUVA EDİNEN
(dişi) ÖRÜMCEK GİBİDİR. OYSA YUVALARIN EN GEVŞEĞİ ÖRÜMCEK
YUVASIDIR. BUNU BİLSELERDİ PUTLARA TAPINMAZLARDI."
Ayet, Allah'a asi olanların "Kara ölümlerinde" nasıl bir "Zaman eziyeti" çekeceklerini
anlatmaktadır. Çünkü insan, ana rahmi olan, gün ışığını gören bir akdelikten doğar ve
kollapsarlardaki gibi bir karadeliğe defnedilir, bir kara kabir de ölür. İnsanın gençliği asal
yıldız; yaşlılığı kırmızı dev; son nefesi süpenova ve cesedi karadelik gibidir.
Ölen insan kendi olay ufkuna kapanmış olup, dünyaya hiç bir sinyal verememektedir. Fakat
dışarıdan sinyaller (Fatiha, evlâtların durumları, mezarın başucuna gelenlerin ayak sesleri gibi
mesajlar) alabilmektedir.
KESİM : 56
DÖNÜŞSÜZ TEKİLLİK
KARA EVRENE GİRİŞ
Sunduğumuz ayet, dikkat edilirse, "Sonsuza kadar donmayı" dışarıdaki gözlemciye göre
anlatmıştır: Oysa "İçeride tutsak olan ikizimiz" için zaman durmamıştır. "Sağa-sola
çevrilmeleri" demek "Çekimsel gel-gitlerle" aşağı yukarı uzatılacağımız bir zaman
genleşmesini haber vermektedir.
Bunun anlamı, karadelik olay ufkuna saniyenin milyonda-birinde varmış olan ikizimizin
(Orada donmuş olarak ebediyen beklemekte olduğunu sanmamıza rağmen) çoktan, bir daha
geri dönmemek üzere evrenimizin dışına yol almasıdır. Bu olayı, "Çökmekte" olan bir yıldız
üzerinde yeniden sınayalım: Çöken bir dev güneşin üzerindeki bir gözlemci, yıldızın
Schwrarzschild çapına göçmesinde hiç bir anormallik sezmez iken, bu güneşe bağlı bir
dünyadaki diğer "İkiz gözlemci", güneşin saniyenin milyonda-biri zamanda birden söndüğünü
görür. Fakat (Artık karadelik olmuş, eski güneş) çevresindeki cisimleri çekimle
etkilediğinden, gezegenler onun çevresinde dönmeyi sürdürürler.
Karaboşluk kendi olay ufku içinde, bize donmuş görünür. Oysa "Olay ufku içinde" aslında
gerçek bir ışıma olmayan çok silik bir ışıma vardır. Bu silik ışıma, çökme sırasında
Schwarzschild çapı ile olay ufku arasında kalan bölgede hapis olmuş "Artık" bir ışımadır. Bu
aldatıcı ışıma, karaboşluğun olay ufkuna girdiğimizde bizi kandırarak, sanki karaboşluk
"Oradaymış" gibi gösterir. Oysa biz bu donmuş hayale tam çarpacağımızı hesaplarken, o
kaybolur. Çünkü bu çökme artığı sentetik bir ışımadır, gerçekte yoktur!..
Bu ilk tuhaflığı aşınca, "Donmuş sandığımız yıldız" birden hareketlenip, dinamik bir göksel
varlık oluverir. İşte bu "Hareketlenme", bizim başka bir evrene geçtiğimizin ilk belirtisidir.
Bu aşamayı izleyerek, bu yeni evrenin, yani olay ufku denen kürenin keşfine çıkalım.
Biz, bu sırada, merkezdeki kara noktaya düşmekteyiz: Olay ufku küresi, gittikçe yoğuşan
katmanlardan, iç-içe giderek, daha farklı katmerli tabakalardan oluşmuştur. "Her tortul
tabakadan, bir diğer tabakaya bindiğimizde", derinliklerine işlediğimizde, karaboşluk daha
etkin (Aktif, dinamik) olur.
Tek yönlü düşüşümüz nedeniyle, bulunduğumuz tabakanın yüksekliğine bağlı olarak, yine tek
yönlü haberleşme yapabiliriz.
Diğer ikizimizin de bizimle birlikte yanımıza geldiğini, fakat bir üst tabakada olduğunu
varsayarsak, onun telsiz mesajını alırız ama karşı cevap gönderemeyiz. Bizim altımızdaki
tabakada bir üçüzümüz varsa, o, her ikimizin de mesajını alır, fakat bize mesaj gönderemez.
Çünkü radyo dalgaları kavis çizerek (Radyant) yıldıza geri döner ve üst katmanlara ulaşamaz.
Karadeliğin "Ölüm merkezine" zorunlu olarak, tek yönlü çivileme düşme ile çekiliriz. Her
aştığımız tabakada, kütlemiz sonsuza doğru büyümeye, ağırlığımız artmaya başlar. Her
tabakayı geçişimizde ağırlığımız bin, milyon, milyar... katlanarak artar. Çekimin gel-git etkisi
de bununla orantılı olarak çok artar.
Ölüm merkezine düşmekten kurtulmak için aradığımız "Enerji ihtiyacı açığı" büyür. Çünkü,
enerjinin de kütlesi olduğundan o da ölüm merkezine tutsak olmak zorundadır.
Kısaca, hiç bir biçimde madde ve/veya enerji kütlesi geri dönemez. Sözünü ettiğimiz
"Karadelik" mutlak ölümle sonuçlanan ve dönmeyen (Statik noktasal tekilliği olan) bir
türdedir. Onun ölüm merkezi olan "Dönüşsüz tekillik", tastamam ortasında yer alan, boyutsuz
bir noktadan ibarettir. Bu karanoktanın görevi, yuttuğu maddeyi bileşenlerine çözerek
ufalamaktır.
Biz önce işkence aletinde çekilen biri gibi kopup parça parça oluruz. Sonra moleküler yapımız
dağılır. Daha sonra et ve kandan eser kalmayacak biçimde atomlarımıza ayrılırız. Bununla da
kalmayarak, atomlarımız "Atomaltı Subatomal" yapıya ufalanırlar. (*)
"Yok olmak", bir karadelik içinde, bileşenlerin en küçüğüne ayrılarak oraya sıkışmaktır. Bu
sıkışma basıncı çökmekte olan yıldıza daha çok enerji ekler ve çöküşü hızlandırır. Çöküş,
"Hilbert uzayı denen" en küçük uzay aralığına kadar sürer. Eğer maddenin "Bileşenlerinin
bileşenleri" böyle bir uzayla sınırlandırılmasaydı, her tür karadelik içinde ölüm kaçınılmaz
olurdu. Maddenin bileşenleri sınırlı olmasaydı, yutulan tutsak nesne, tekillik içinde daima
yeni bir alt bileşenini bulup, sonsuza kadar bir iplik gibi yol alırdı.
(*) "Atom", proton, nötron ve elektron üçlüsünden yapılmıştır. Proton ve nötron ise pion
denen Pi-mezonlarından kuruludur. Pion yoğuşmasını daha önce nötron yıldızlar konusunda
sunmuştum. Aslında pionlar da kendilerini oluşturan "Kuarklardan kurulu" olduğu için,
çözülme süregelir. Bir anlamda, karadelikler küçük kütleliyse "Kuark" yıldızlardır. Eğer daha
büyük kütleli ise Rishon, Leptokuark ve bunları da oluşturan en küçük kuantlara dönüşür.
Böylece karadelikler "BİRLEŞİK ALAN" makinası oluverirler. Her şey, temelde
birlenmektedir. Bir karadeliğe ne ilâve edilirse edilsin, her şey "En küçük bileşeni" neyse ona
dönerek temelde birlenir (Vahdaniyete rücû) ve karamaddede her şey özel ve kişisel kimliğini
kaybeder (Vahdaniyette yok olmaya rücû). Atom-altı yapı, bir "Sür-git" biçiminde
bileşenlerinin en temeli neyse ona çözünür. Karadelik tekilliğinde 10^-14 cm.den sonra çekim
etkisi sıkışmanın sonu geldiği için yok olur. Aynı mantıkla, kuantlaşmanın bittiği madde ötesi
madde olan ve 1,4x10^-13 cm. diye gösterilen "Mini Hilbert uzayı" başlar. Hilbert uzayı akla
gelebilecek en küçük uzay aralığı (Esîr) olup, bunun yanında hiçlik denen sıfır bile "Kocaman
bir varlık" oluverir. İşte bu olgu, bütün nefisleri (Yani özel kimlikleri) ortadan kaldırıp,
"BÜTÜNLÜK" denen Kuantik ilkeyi gerçekleştirir. Bu aşamada, her şey boyutsuzdur. Özler
arasında "Hiç bir mesafe ve ayrılık" yoktur, her şey bitişik ve birbirinin aynıdır. Bundan
ölürü İslam'da birlenmek olan Vahdaniyetten söz ediyoruz.
KESİM : 57
SİNGULARİTE
"PERÇEMDEN VE TOPUKTAN YAKALANMAK"
Karadeliğin ölüm merkezi olan noktasal tekilliğin görevi, maddeyi bileşenlerine çözerek onu
enerjiye çevirene kadar öğütmektir. Böylece, maddenin imhası (ölümü) ortaya çıkar. Enerji de
burada yutulduğu için onun da ölümsüzlüğü lafta kalır. Uzay ve zaman da aynı yere ütüldüğü
için "Evrenin ölümsüzlüğü" de bir masal olur.
İşte, bu nokta tekillik, yuttuğu şeyin dört boyutunu önce üç boyuta, sonra iki boyuta ve tek bir
uzunluğa indirger. Cismin hacmi, preslenerek önce yüzey olur, sonra da lineer uzunluk
oluverir. Bu uzunluk, bir İPLİK biçiminde karadeliğin iğne deliğinden; kalınlıksız, fakat
sonsuz uzunlukta çekilmeye başlar. İşte buna "Boyut yitmesi" denir. Hacım ve mekan
çözülür, her şey bir iplik gibi tekillik merkezine çekilir. (*)
(*) Bir cismin hızlandırılması sırasında boyunun hareket doğrultusunda kısaldığını
sunmuştuk. Şekil 18'den hatırlanırsa, düzgün küp biçiminde bir cisim, ışık hızına doğru
hızlandırıldığında, hareket doğrultusu yönünde boyu kısalırken, buna karşılık, eni zıt yönde
yayılmaktadır. Işık hızı eşiğinde, bir metre boyundaki cetvelin boyu yarıya iner. Buna karşılık
cetvelin eni kalınlaşır. Tam ışık hızında bir cismin boyu sıfır uzunlukta, eni (Yani hareket
doğrultusuna dik yöndeki uzunluğu) sonsuz bir tek boyutlu iplik haline dönüşür. Biz,
kuantları, ensiz (Sıfır kalınlıkta) noktalar olarak görürüz. Oysa onlar gerçekte sonsuz
uzunlukta bir makarna ipliği gibi çekilmiş on boyutlu mini-tünellerdir. Çünkü, ışık hızında,
bir kuant "Tekillik" denen sonsuz bir uzunluk haline gelir ve ucu karadeliğe değerek
yakalanır. Eğer evrenin üçüncü düzlemine geçseydik, kuantların "noktasal (Boyutsuz) değil;
tek boyutlu iplikler olduğunu görecektik. (İleri ciltlerde izleyeceğimiz gibi kuantlar, on
boyutlu iplikçiklerdir. Karadeliklerin asimetrik çıplak tekillikleri olan türünde "Gök yarıkları"
doğar ki, kuantın dev bir iplik görüntüsünden başka bir şey değildir. Bu konudaki ileri
bilgilerimizi, "Çıplak tekillik" konusunda okuyabilirsiniz.)
Bu iplik olup iğne deliğinden geçmenin sorumlusu, elbette çekim kuvvetidir. Karadelik
olayında, doğanın en zayıf kuvveti olan çekim, kendinden trilyarlarca kez güçlü, diğer
görkemli üç doğa kuvvetini alt ederek, üstesinden gelir. (*)
(*) Çekim kuvveti, iki cismin birbirine yanaşması sırasında ortaya çıkan ve kendini "Gel-Git"
biçiminde hissettiren bir "Çekimci dalga"dır. Çekimci dalgalar, bir cisimden kaçarak,
çekimci özellik gösterirler. "Süper çekim teorisi" ile çekimci dalgaların "Gravitino" adlı bir
kuantik parçacığı olduğu öngörülmüştür.
Yüzmilyar güneş ağırlığındaki bir galaktik karadeliğin merkezinden 200 km. dışarıda (Yani
olay ufkundan 1,5-2 km. uzakta ya da Schwarzschild yarıçapından milyon kat uzakta)
güvencedeyizdir.
Ama olay ufkuna değdiğimiz anda, çekim gel-git dalgalarının ölümcül etkisine gireriz. Çekim
dalgaları, bizi uzatmaya başlar. Normal boydaki bir insanın başı ile ayakları üzerinde çekim
farkı çok büyümüş olarak ortaya çıkar. Ayaklarımızda çekim çok etkilidir ve ayakları
birleştirip, boyunu bir kaç misli uzatmaya başlar.
Tutsak olmuş insanın iki omuzu da merkeze paralel inmediğinden, omuzlar birbirine
bitişmeye zorlanır. Bu çifte etki nedeniyle tutsak olan insan, görülmemiş biçimde uzayıp,
incelmeye başlar. Sonra ayaklarındaki çekim katmerli arttığından, ayakları yüz misli uzarken,
omuzları bir "Yüksek atlama sırığı" kalınlığında darlaşır.
Çekim, tutsağını bir iplik halinde uzatmaya başlar. Bu tek boyutlu (Eni, derinliği olmayıp,
sadece tek bir uzunluk boyutu haline gelen) tutsak, artık kimliğini kaybetmeye başlar ve
ayaktan itibaren kendini oluşturan atomaltı bileşenlerin bileşenlerinin bileşenlerine küçülmeye
başlar.
Çekimin dayanılmazlığını, daha önce, bir cm. yükseklikteki Nötron yıldız dağına tırmanmaya
çalışan bir dağcı örneğinde sunmuştuk. Karadeliklerde ise bu çaba imkansızlaşmıştı. Çünkü
hiç bir kalori, enerji ve kuvvet karadelikten kaçmamıza izin veremez. Kaçabilecek tek nesne
olan ışık bile karadeliğe yenildiği, yutulduğu için, madde çoktan karadeliğin yemi olmak
zorunda kalır.
Gel-git etkisinin bu işkencesini, karadeliğe en yükseklerden düşerken hissederiz. Bu çekim
osilasyonundan ötürü karadeliğe yutulan her şeyin, bir "İPLİK" gibi çekildiği görüntüsü
ortaya çıkar.
Gel-git dalgalarına olan direncimizi formülize edebiliyoruz: Olay ufkundan itibaren bu direnç
giderek kırılmakta ve yutulan her nesne, kimliğini kaybederek, tek tip bir "İPLİK" görüntüsü
vererek, karadeliğin "İĞNE DELİĞİNE" girmektedir.
Bir kez tutsak olduk mu, artık bizi (ve her maddeyi) iplik gibi çeken-uzatan bu çekimsel
gravitik osilasyon gel-git'i bizi önce atomlarımız düzeyinde "TESBİH" gibi "TEK
BOYUTLU" olarak dizer. Daha sonra atomaltı parçacıklarımız daha ince bir tesbih gibi
dizilmeye başlar. Sonra da bileşenlerimizin bileşenleri neyse ona doğru daha küçük
"TESBİH" gibi diziliriz. Bütün kuantlar tam bir "TEŞBİH" görüntüsüyle peşpeşe dizilerek
tekilliğe yutulurlar. Tekillik "İğnenin deliği" olup oraya uzay-zaman boşluğu denmektedir.
Orada madde, kendisini oluşturan enerji paketçiklerine, kuant denen tesbih taneciklerine
dönüşerek "Aslına rücü" eder.
Bu zorunlu bir gidiştir. Çünkü karadelik, sadece yutar ve çeker. Kaçamama limitinde,
ağırlığımız milyar katına çıktığından, 1.80 cm. olan boyumuz da milyonlarca km. uzunluğa
"İplik" gibi uzar.
Ayaklarımızda çok şiddetli, başımızda daha düşük bir çekim gel-git'i hissederiz. Boyumuz
uzadığından, çekim çekilmesiyle düştüğümüz sürece ayak tabanımız ile başımız arasında
"Sınırsız bir uçurum" doğar. Bu da Rahman-41. ayetin ledünnî (Örtülü) sırlarındandır:
* "SUÇLULAR SİMÂLARINDAN (Yani farklı görüntülerinden) TANINIRLAR DA,
PERÇEMLERİNDEN VE AYAK TABANLARINDAN YAKALANIRLAR."
Bu ayet açıkça, "Çekim gel-gitinin" yakalamasını karadelik düzeyinde açıklamaktadır. İnsanın
en üst limiti, özellikle saçları, en alt limiti de bilindiği gibi ayak tabanlarıdır.
Sözünü ettiğimiz iplik gibi çekilme burada da en üst ile en alt arasındaki uçurumu
sunmaktadır.
Bu sınırsız uçurum, tekilliğe doğru, vücudumuzu "Sonsuz" uzatır. Öyle ki kaslarımızın kanı,
eti ve organik izlerini bile göremeden "Hiçliğe doğru" un-ufak tozumsu tek bir uzunluk olarak
ölürüz.
Böylece bütün vücut kütlemiz, çok kısa bir anda ve TEK BOYUT olarak, sonsuz sıkıştırılma
etkisiyle hacmını sıfıra küçültmektedir.
Bu serüven "İğne deliği" olan tekillik noktasında sonlanınca, artık biz de karadeliğin bir
parçası haline geliriz. Oradaki mezarımız "Öteki dünyaya" uzatılmış olur. Burada
sunduğumuz karadelik, örneğin bir "Karanokta" gibi kesinkes öldüren karadelik tipidir. Böyle
bir karadelik, ölüm merkezine bizi sonlu bir anda mâl ederek, mutlaka öldürmüş olur. Çünkü
sıkışma bizi en küçük bileşenlerimize ayırmış, karadelik maddesiyle "Eşit" yapıya
ulaştırmıştır.
KESİM : 58
KOZMİK SIRLAR
"GÖĞSÜN VE KALBİN DARALMASI"
Her insanın "Kişisel" tüneli, kalbinin ardındaki saklı uzaydadır. Beynimiz "Süper uzay denen
misâl âlemine"; fakat kalbimiz, kendi ölüm-doğum (Kara ve akdeliğimizin hortumu olan)
"Tüneline" açıktır. Bu tünel; ya Arş'a Mi'rac yolu olan dosdoğru = Sıratal müstekiym =
İlliyyin âlemine, yükselir; ya da tersine, esfeli safilin olan Siccin'e aşağılanır. Seçim ise
nefsimizin muhtar iradesindedir.
Kalbimiz, Kirlian fotoğraflarında ve "Suptil duble" denen saydam bedenimizde "Sağda"
görünmekte ve paranormal kalp atışları aygıtlarda kayıtlanmaktadır. Kalbin, niçin öteki vücut
organları gibi Suptil dublede aynı yerde kalmayıp, yer değiştirdiği anlaşılamamıştır.
Sözünü ettiğimiz kalp, bildiğimiz organik kalp değil; onun "Sağa" geçmiş olan KEHF denen
mağaraya benzer boşluğudur. Bu boştuk, "Suptil duble" denen "Enerjik ikizimiz" ruhsal
durumlarımıza göre genişleyip daralmaktadır. Kederli iken darlaşmakta olan bu kalp
boşluğuna uygun olarak, akciğer dublesi de omuzlardan basılarak darlaşmakta ve psikolojik
(ya da alerjik bir nefes darlığı) astma ortaya çıkmaktadır.
Kalp ve akciğerler, ayetlerde, birlikte "Göğüs=Sadrek" adını almaktadır. "Göğsün
genişletilmesi, göğsün yarılması, göğsün sıkıntıya düşmesi" biçimindeki ayetlerde, tıpkı
"Karadelik tekilliğine" çekilen birinin omuzlarından içe bastırılıp preslenmesi gibi bir
"Daralma" duygusu doğmaktadır.
• "ALLAH KİMİ DOĞRU YOLA (Sıratal müstakiym ki, iplik gibi dümdüzdür) KOYMAK
İSTERSE, ONUN KALBİNİ İSLÂMİYETE AÇAR. KİMİ DE SAPTIRMAK İSTERSE,
GÖĞE YÜKSELİYORMUŞ GİBİ (Karadelik tekilliğine çekiliyormuş gibi) KALBİNİ DAR
VE SIKINTILI KILAR."
Ayette, "Göğe yükselmek" ile "Gök kapılarından" yani karadeliklerden geçtiğimiz
anlatılmıştır. Bu nedenle "Karadeliğe çekilmek" ile "Göğe yükselmek" arasında bir aykırılık
yoktur. İkisi de aynı şeydir. Çünkü bir karadelik daima "Gökte"dir; yerde veya burada bir
yerde değildir.
Ayetin "Arz=Yer" anlamı, atmosferin yukarı tabakalarında oksijen olmayışını önceden haber
vermektedir. (Özellikle, dağ başlarından itibaren bu oksijen yetersizliği bilindiği gibi
hissedilmektedir.) Aynı ayetin "Gök = Sema" anlamı da, insanın "Tünelini" kullanarak (ya da
bir kaza sonucu kendi tüneline yakalanarak) kendi varlığını "Uzaya taşıması"dır. Bu konuda
bedensiz astronomi dediğimiz önceki bilgilerimizi hatırlayabilirsiniz.
Bedensiz astronomi, kozmik rastlantılar sonucu ya da çok güçlü bir elektromagnetik alanda
"Bedenle birlikte" dış uzaya iç uzayımızı taşımaktır. Elektrik ve magnetik alanlar dipole
olduğunda, yerdeki bir beden ile yukarıdaki bilinç, birbirini çekebilmekte, "Yukarıda"
yeniden birleşerek, vücudu uzaya ve/veya uzayı vücuda getirebilmektedir. Kendiliğinden
yananların (Yani uzaydan "Şıhab" denen kozmik ışınları isabet alanların) ve ünlü
"Philadelphia deneyi" tayfalarının "Uzaylarının donmaları" ve alev almalarından bu
mekanizma sorumludur. Yine elektromagnetik şeytan üçgenleri fırtınalarında insan ve taşıt
kaybolmaları da bu mekanizmanın doğada kendiliğinden olan biçimidir. İster kendiliğinden
ister bir deneyle isterse (Piri Reis'in haritalarında olduğu gibi) bir din disiplini ile "Tünelden
yukan uzaya kısa bir mi'rac" mümkündür.
Burada, kişisel tünelimizi yani bizi doğuran, ruh üfleten ve hayat boyunca SAMED'den
besleyen "Rızk kablomuzu" kullanmaktayız. Aynı kablo, bizim vâdemiz dolunca, karakabire
çeken kara-tüneldir.
Bu kozmik tüneller vücudumuzda kalın halatlar (Aku-atlas) biçiminde izlenebilmektedir.
Tünellerden en önemlisi ise, kalbimize giren ve ŞAHDAMARINI TIPATIP İZLEYEN ANA
TÜNELDİR. Buradan kalbe ve kalbin içindeki "SIR" perdesi ardından ALLAH'a Mİ'RAC
EDEN "En kısa İlliyyin tünel" ile bağlantı kurulur. Kalp tüneli mühürlendiğinde yani kapı
yasaklandığında ise, tünel ters yöne, "SİCCİN"e yönelmektedir. Çünkü tüneller dinamiktir ve
mutlaka bir yukarı ya da aşağı irtibatlanmak zorundadır.
Doğru yolu seçenler (İlliyyin doğrultusu) için "Öteki evrene yol veren" karadelik kapıları
vardır. Fakat aykırı yoldakiler için "Mutlak bir daralma, sıkıntı" vardır. Bu durumu, maddenin
ölmesi yanında, maddenin efendisi olan akıl boyutunun (Bilincimizin) maddeye (Cesede)
bağımlılığı nedeniyle "Ruhsal sıkıntı=Kabir azabı" olarak da algılarız. Çünkü bilinç
boyutunun uzayının "Kuant=Madde bölgesi" uzayından KÜÇÜK olması nedeniyle, bilinci
oluşturan yapıyı maddenin "Bileşenlerinin bileşenlerinin" sonuçlanmadığı, sonsuza uzadığı
gibi düşünmeliyiz. Böylece ölüm sonrası mekanizma da açığa çıkmış, kabir sefası veya kabir
cefası biçiminde ölümden sonraki kaderimiz ortaya çıkmış olacaktır. Madde ile beraber tutsak
olan ruh, zamansız bir yolculuğa çıkar. Nasıl ki karadelîk, aslında bir yıldızın "Cesedi" ise,
karadeliğin yuttuğu bir canlı da ceset olmak zorundadır. Bilinç bu cesede bağlı kalır, ceset
ufalandıkça (Yani karadelik içinde yol aldığı sürece) daima bir alt bileşen bulur ve bu
bileşenin mutlaka zaman olarak bir karşılığını bulur. Dolayısıyla "Kıyamet" karadelikleri yok
edene kadar, sonu gelmeyen zamanın sonsuz olduğu bir yolculuğa çıkmış olur.
"İYİ" dediğimiz bir insan için, bu durum (Belki de Cennetten açılan bir müjde kapısı olarak
gösterilen mekân) bir kapı olarak sonlanırsa, adına "Kabir sefası" denmektedir.
Gerçekten de dönen bir karadelikte, başka bir evrene (Ya da âleme) açılabilen 565 metre
boyunda "Nurlu" bir kapı vardır. Nitekim İslâm verileri ve özellikle hadisler, "GÖKLERİN
GÖRÜNMEZ KAPILARININ NURDAN BİR HALKASI OLDUĞUNU" bildirmektedir.
Öğretimizin gök fizikçileri bu halkayı bulmuş ve ona "HALKA TEKİLLİK" adını vermiştir.
"Göklerin kapısının görünmez olmasının" nedeni, olay ufku denen "Zulmet hicabının"
arkasını göstermemesi yani onunla haberleşmemizi sağlayan ışığın çıkmasına izin vermeyip
karanlıkta kalmasıdır. Fakat "Dönen" bir karaboşluğun "Olay ufkunun içindeki" biri, bu
"Nurlu halka tekilliği" görecektir. Oysa dönmeyen (Statik) bir karadelik tekilliği nokta
biçiminde olduğundan "Kapılar" iptal edilmiştir. Dolayısıyla bir "Nurdan kilidi" yoktur.
Dışarıda kalan biri, olay ufku ardındaki bu halkayı göremediği için onu fark edemez. Oysa
gerçekte orada "Görünmeyen bir gök kapısı" vardır. Dışarıdaki birine göre, nasıl ki çökmekte
olan yıldız donup kalmışsa, bunun yuttuğu bir varlık da sonsuza dek erişemediği tekillikte
ebedi bir askıda kalmış gözükür. Oysa o varlık saniyenin yüz milyonda-biri zamanlarda, ölüm
merkezine çoktan girmiştir.
Dışarıda kalan gözlemci, aslında ne yıldızın donduğunu, ne tutsak ikizinin heykelleşip asılı
kaldığını gerçekte göremez. Bu ancak (Olay ufuksuz) çıplak bir karadelikte görülebilir. Çünkü
olay ufkundan dışarı (Haberleşmemizi sağlayan) ışık geri dönemez.
Sunduklarımı, "Dışarıdaki ikizin" olay ufkunu gördüğünü varsayarak anlatıyorum. Bu
gözlemlerden en tuhafı da "İplik gibi çekilmek" görüntüsüdür. Bu bir teşbih değil; sözün tam
anlamıyla, tam bir ipliktir. Dolayısıyla noktasal biçimdeki bir tekilliğe de "İĞNE DELİĞİ"
diyebiliriz. Aslında bu tespitimizi 1400 yıl önce söyleyen bizzat Rabbimizdir. Bunu bir
sonraki kesimde izleyebiliriz.
Arz'dan Arş'a Miraç 2
***
[*] BLOG notu: Bknz. AÇIKLAMALAR ( https://ardzarch.wordpress.com/not/ )
***
ONBİRİNCİ BÖLÜM
KESİM: 59
NOKTA TEKİLLİK
"DEVE İĞNE DELİĞİNDEN GEÇMEDİKÇE"
"Nokta tekillik" yani kesinkes dönüşsüz, "SİCCİN" (Vakıa Suresi) biçimindeki tekillik
mübarek kitabımızda A'raf Suresi 40. ayette geçmektedir:
• "AYETLERİMİZİ" (delillerimizi, göstergelerimizi, ibretlerimizi, derslerimizi)
YALANLAYANLARA VE ONLARI KABULLENMEYİ KİBİRLERİNE
YEDİREMEYENLERE, (*) GÖKLERİN KAPILARI (Sonsuz küçük bir nokta olan karadelik
tekilliği ki bu kapı değildir, asıl kapı halka biçiminde tekilliktir) ELBETTE AÇILMAZ VE
DEVE İĞNENİN DELİĞİNDEN (Noktasal tekillikten) GEÇİNCEYE KADAR ONLAR
CENNETE GİREMEZLER. BİZ SUÇLULARI İŞTE BÖYLE (Tek boyuta indirgeyerek de)
CEZALANDIRIRIZ."
(*) Monşercilik oynayan güya septik, sözde radikal, kimi ateist kimi münafık resmi bilim
entelleri burodaki tanıma uyuyor.
[*] Lütfen okuyunuz: AÇIKLAMALAR
Rabbimizin "İğne deliğinden" söz etmesi, örtülü anlamda "İPLİK" tanımını da beraber
getirmektedir. Çünkü iğne ile iplik birbirinden ayrılmazlar, fonksiyon olarak birbirlerini
tamamlarlar.
"DEVE" terimi de hem bir bilimsel orantı; hem de devenin eğri biogeometrisinin çekim
osilasyonuna benzemesi nedeniyle verilmiş bir şifredir. (*)
(*) Burada sunduğumuz noktasal yani iğne deliği biçimindeki tekillik "Siccin" denen gök
kapısını anlatmaktadır. Daha sonra ele alacağımız ve ardından başka alemlere geçeceğimiz
"İlliyyin" tipi karadelik ise ulvî gök kapılarıdır.
Nurlu bir halka biçiminde olan bu halka tekillik, dönen bir karadeliğin çökmesi sonucu ortaya
çıkar. Sunduğumuz ayete ilişkin yorumuma okuyucu bir tepki göstermemelidir. Çünkü Kur'an
(Bilimsiz düz mantıkla) sadece hukuk ve sosyal içeriği bakımından "Apaçık bir kitaptır";
bunun dışında özellikle "Âlimleri muhatap" alan sırlar, ancak bilim mantığıma anlaşılır. Yani
bilim bulur ve ayet'e hizmet etmiş olur. Hem bilimi hem cifiri bilmek ise çifte avantaj olup
Ankebut-40. ayetin sırrına ulaşmaktır. Sunduğumuz ayetin ikizi "Vâkıa" suresidir.
Dolayısıyla, ayetin cifir devamı "Rahman 41"de saklıdır. Devenin iğne deliğinden geçmesi,
"Felâ" diye yasaklanmamış, tersine "Hattâ" biçiminde desteklenmiştir. "Felâ" "Kesinkes
mümkün değil" demektir. "Hatta" isa "Ta ki" anlamında olabilirliği sunmaktadır. Rahman 41.
ayeti "Gökyüzüne çekiliyormuş gibi, kalbin dar ve sıkıntılı kılınmasından" hatırlayınız.
Cifir matriks geometrisinde "Deve" terimi, tipik bir elektromagnetik duran dalga biçimidir.
Cifir biliminde, üç boyutlu bir cisim (Matrix) en yalın biçimde, iki boyutlu vefk denen (Kare
Matris) cebiri ile gösterilir. En basit ve ilk kare matris 3x3'lük (dokuz kutulu) sayılardır. Bu
sayıların hiç biri tekrar edilmeksizin nereden toplanırsa toplansın aynı sayıyı vermektedir.
(Şekil-34)
ŞEKİL-34/A-B
ŞEKİL-35
"DEVE=GAMMA DALGASI"
Bu Matris dalga mekaniğine "Ardışık" grafik edilirse şu biçim çıkar: Buradaki dalgada çift
hörgüçlü boynuzlu olan bir deve grafiği saklıdır: Bu grafiğin özgün adı
"Gimmci=Cemel=Gamma=Deve" dalgasıdır.
Grafik çizilirken, en üstteki eşelde yeralan ardışık (Sıralı) sayılar matriste (Vefkte) hangi
sıraya (I, II, III) rastlıyorsa orası işaretlenip, dalga mekaniğine göre şekil sinüsoidal
eğriltilir.
Örnekteki kare matris, kolon, sıra ve köşegen olarak simetrik toplama sonucu aynı sayıyı
veren ayetteki Cemel=Deve'nin EBCeD'i değeri olan 3+40+30=73'ün determine
yazılmasıdır.
ŞEKİL-36
ŞEKİL-37
Böylece deve heykeli, önce deve resmi sonra da "İĞNE DELİĞİNDEN GEÇEN İPLİK"
oluveriyor. Tıpkı ayetteki gibi:
"AYETLERİMİZİ YALANLAYANLARA VE ONLARI KABUL ETMEYİ KİBİRLERİNE
YEDİREMEYENLERE GÖKLERİN KAPILARI ELBETTE AÇILMAZ VE DEVE İĞNE
DELİĞİNDEN GEÇİNCEYE KADAR ONLAR CENNET'E GİREMEZLER. BİZ SUÇLULARI
İŞTE BÖYLE CEZALANDIRIRIZ."
(Â'raf-40)
İLERİ BiLGiLER - 36
ZAMANIN DOĞASI/ZAMAN KÜRE
Şu ana kadar kesimlerde, karaboşlukların, sadece çekimsel etkilerini vurgulamaya çalışırken
(Relativitenin 4. Boyutun olan) zaman çarpıklıklarına, elektromagnetik zaman fırtınalarına
değinmedik. Öğretimiz ciltlerinde relativite teoremini (Bir diğer adıyla ikizler çelişkisini)
olduğunca anlatmaya çalışmıştım. Şimdi ise, bir karadelikteki zaman açmazlarını, akıl almaz
"Zaman kavşaklarını" va "Nedensellik" denen "Yobaz" fiziğin en kutsal ilkesinin
karadeliklerde nasıl alaşağı edildiğini göstermek bakımından zaman ile ilgili hatırlatma ve
tazeleme kabilinden kısa bir özet veriyorum:
Relativite uyarınca "Uzay ile zaman bir bileşim"dir. Uzay yani mekan 3 boyutludur (En, boy,
yükseklik).
Zaman dördüncü bir başka üst boyuttur. Bu dört boyutlu birbirlerinden asla ayrılmazlar. Ettırnak gibi yapışıktırlar ama, birbirinin aynısı değillerdir.
Evrendeki bütün olayların arasında yer alan, olayları birbirine bağlayan "Zaman" koordinatı
"Soyut"tur. Müslüman Zig-zag bilgini Prof. Kozirev, "Zamanın" aynı anda, bir enerji
olduğunu bulmuştur. Biri boyut, diğeri enerji olan iki teoremi birbiriyle uzlaştırmak için, "Üç
boyutlu zaman" teorisini oluşturmuştum. Buna göre, mekan (Yer) boyutlarında, "Örneğin (a)
uzunluğu" eğer bir karadelik tekilliği ardına geçerse (-a) ismini alır.
Birincisi somuttur (Örneğin bir cetveldir). İkincisi soyuttur (Örneğin saattir).
Kozirev, zamanın (Einstein'in tek boyutundan öte) bir enerji olduğunu söylediğinde, "Zaman
boyutunun" yalnızca lineer=doğrusal olamayacağını, bunun bir alanı olduğunu varsaydım.
Nasıl ki bir "Arsa" en ve boy çarpımı olan "iki boyutlu yüzey" ya da alan kavramıysa, zaman
denen boyut-enerjisinin de "İki boyutlu" olabileceğini varsaydım. Özellikle "Işık hızının
karesi" derken (km2 gibi) "Saniye kare" üzerinde düşünerek, zamanın bir "Enlemi" ve bir de
"Boylamı" olduğunu kanıtladım. Zaman enlemi ve zaman boylamı demek, (a) x (b) alanının,
ötede (Örneğin ahirette) (-a) x (-b) 'den oluşmuş, "Sıfırdan küçük bir mekan boyutu"
olduğunun sezdim. Gerçekten bu bulgu, Kozirev'in "Zaman enerjisini" açıklamıştır.
Bununla da yetinmeyerek, ayrıca "Zaman yüksekliği" yani (-c) boyutunu öngördüm. Demek
ki "Bir zaman küpün, bir zaman küresi=Chronosphere" söz konusuydu.
Nasıl ki bu evrende, bir şeyin hacmı varsa, soyut bir evrende de soyut bir hacım vardı. İşte biz
bunu ZAMAN diye algılıyorduk. Aslında, ZAMAN, öte alemin (Sıfırdan küçük esîrî,
takyonik alemin) mekan boyutlarıydı. Bu bulgum, madde (Tardyon) ve mana (Takyon)
birbirine bakışık (x, y, z, -x, -y, -z) diye sayılan altılı koordinattan oluşan iç-içe yaşayan "Altı
mekan boyuttu bir bileşik evren"in ispatı olarak benimsenmiştir.
Mekan koordinatları sabit, zaman koordinatı değişkendir. Bir mekanın "Geometrik boyutları"
ne kadar küçülürse ve bir cisim ne kadar hızlıysa zaman da bunlarla orantılı olarak
değişkenleşir. Mekan boyutlarının uzamda sabit bir yeri (En, boy, yüksekliği) olduğu halde,
zaman boyutunun mekanda sabit bir durağı yoktur. Zaman, kuantları etkiler; fakat çekim
akılarından (Gravitik gel-gitlerden) etkilenir. Mekan dilimlerinde değişken olan zaman
akışları "Her yerde aynı hızla" akmaz. Boyut ya da statik enerji olan "Zaman" diğer her
boyuta teğettir.
"Uzay-zaman kenetlenmesi" ile oluşan evren, madde yaratılmasaydı dümdüz olacaktı. Fakat
içine madde yaratılıp konduğundan, maddenin "Kütlesine eşdeğer" bir çekim alanı "Uzayzaman örümcek ağını" bozar yani çukurlaştırır. Hız artışı "Özel görecelik", Çekimsel geç
yaşlanma "Genel görecelik" demektir ki; ikisi de birleşmiş olur.
Özel görecelik "Evrende şaşmaz ve değişmez tek hızın ışık hızı sabiti olduğunu, ışığın
kaynağının kendinden hızlı gitmesiyle bile ışığın hızının değişmeyeceğine" ilişkin aksiyom
sunar. Böylece mutlak ve değişmez bildiğimiz değerler, hız arttıkça, değişip artmaktadır.
Çünkü cismi hızlandırmaya katılan (İvmelendiren ya da ısıtan) enerji, cismin sabit kütlesini
büyütür. Dolayısıyla bu durumda "Durgun kütle"den söz edilemez. Bir bardak çayı
ısıttığımızda ya da onu hızlandırdığımızda, "Soğuk ve hareketsiz" halinden daha ağır olur.
(Durgun kütle budur.)
Hızı arttıkça büyüyen bu kütle, kendisini hareket etmeye zorlayan güçlere direnmesi olan
eylemsizliğini de büyültür. Hız ile kütle arasındaki bu geri tepme bağıntısı, hızın artmasıyla,
ona engel olan kütlenin de artmasının "Doğru orantılı olduğunu" ispatlar.
Kütle, tam ışık hızına erdiğinde, verdiğimiz itme enerjisi, attık onun hızını değil; kütlesini
sonsuza doğru arttırmaya harcanır. Böylece, "Maddenin hızı, ışık hızında" SONLANIR.
Bu nedenle evrende, her platform sistem bir diğerine göre olarak rotasyon, osilasyon,
nütasyon, prosesyon yaptığından, bütün hız çeşitleri birbirine göre farklı ve göreceli
(Relativistik) olur.
Bu nedenle dinamik evrende "Işık hızından" başka hiç bir referans (Başvuru, dayanak,
nirengi) bulamayız.
Evrende tek bir yerde oluşan "Tek bir olay" oradaki mesafeye bağlı olarak, başka
"Zamanlarda" yaşanmış gibi gelir bize...
Örneğin, Güneş'in "Şimdi" söndüğünü düşünürsek, bu dünyada 8 dakika sonra, en yakın bir
yıldızda 50 ay sonra, en yakın galakside 3 milyon yıl sonra "Fark edilir". Olay bir tanedir.
Fakat sunduğumuz yerlerdeki gözlemciler bu tek olayı, üç ayrı zamanda görmüş olurlar.
O halde her birimizin ayrı bir öz zamanı, "Kolunda özel bir saati" vardır. Aynı hızla giden
saatler özdeş; farklı hızla giden saatler ise birbiriyle görecelidir (Relatiftir). Işık hızının %
89'u hızla giden bir saatin bir yıl çalışmasına karşılık; Dünyada kalan ve diğeriyle aynı ayarda
olan saat, 14 yıl yaşlanmış olur.
KESİM : 60
ZAMAN ÇEKMECESİ
EVREN TARİHİNİ DONDURMAK
Yeniden karadeliklerle ilgili "ZAMAN" kavramına döndüğümüzde, tekilliğin uzay ve zamanı
tamamen birleştirip, rollerini değiştirerek hapsetmesi sonucu zamanın, karareliği
etkileyemediği anlaşılır. Zaman boyutu da (Diğer dört boyutlunun bütün faktörleri gibi)
"İplik" biçiminde tek boyut, doğrusal tekillik olarak evrenimiz dışına çıkar. Karadelikler
ZAMANI da YUTAR. Zaman da bir enerji olduğundan diğer enerji türleri gibi karadeliklerce
emilip, yok edilir.
Relativite teoremi bununla birlikte kısaca; "HAREKETLİ OLANIN DAHA YOĞUN, DAHA
KISA, BUNA DİK DOĞRULTUDA İPLİK OLMAYA DOĞRU YÖNELDİĞİNİ" de ortaya
koymuştur.
Yine relativite teoremi; "Çekim yoğunluğu ile hız artışı"nın ikisinin aynı şey olduğunu "Eşdeğerlik" ile açıklar. Buna göre, "Işık hızıyla yolculuk neyse bizi ışık hızıyla çeken karadeliğe
düşmek aynı şey" oluyor.
Karadelik gibi bir yoğun çekim alanından "Kaçmaya çalışmak" ile ona düşmek ve yıldız
çökmesine uğramak özdeştir. İster ışık hızıyla uçalım, ister aynı hızla karadeliğe düşelim: Her
ikisi de aynı şey olduğundan, öz-zamanımız kısalmakta, genleşmekte yani saatimizi geri
bıraktırdığından dünyadaki ikizimize göre daha geç yaşlanmaktayız.
Çekim yoğunluğu ile hız artması aynı şey olduğundan relativistik çelişkilere düşeriz.
Çelişkilerin hepsi de doğrudur. Çünkü relativistik etkiler ve çekim yoğunluğu bize "Her bir
nesnenin ayrı bir öz zamanı olduğunu, hareketli olan ya da karadelik gibi çok yoğun bir çekim
alanına yaklaşanın özel saatinin yavaşladığını" söyler.
Çok uzun bir direğin tepesindeki ikizin, direğin dibindeki ikize oranla daha yavaş akan bir
zamanı vardır. Çekimsiz alanda zaman yavaş akar. Dolayısıyla direğin üstündeki (Gökteki)
ikizin, direğin dibindeki (Yerdeki) ikizinden daha genç kaldığını anlarız.
Genel relativite teoremi, çekim yoğunluğu ile hız artmasını birleştirdiğinden, iki durumda da
"İkizler çelişkisini" yaşamamız gerekmektedir.
Schwarzschild, "Geometrik çekim yoğunluğunun karadelik çökmesine ulaşması halinde, bu
çekim alanından asla kurtulamayacağımızı" belirtir: Çökme hızının ışık hızına eşitlenmesiyle,
zamanda da ikizler çelişkisi baş gösterir.
Karaboşlukların evreni, bizden farklı olduğundan, olay ufku dışında serbestliği önlenemeyen
zaman akışı, çekim altında hapsolur. Uzay-zamanın bu hapsolması, düz (Öklid) uzayın
düzlüğünün "Schwarzschild hunisi" biçiminde dürülmesi demektir.
Işığın da bir kütlesi vardır. Dolayısıyla ışık da bu dürülmeden etkilenerek enerji kaybeder
(Mecali kalmaz soğur). Bu soğumanın "Kaybı" zamanın uzaması ile telâfi edilir.
Madde ışık hızı yasağını, olağan durumlarda olduğundan, her madde kütlesi karaboşluk
çekiminin tutsağı olmadan kaçınamaz. Kütlenin (Örneğin bir insanın) bu tutsaklıktan kaçması
için, ışıktan hızlı gitmesi gerekmektedir. Madde olarak ışık hızını aşamadığımıza göre bizim
kaçmamız için, dostların verdiği (Kurtulma hızına katkı olacak) her enerji, bizi daha
ağırlaştırdığından, saplandığımız batağa çeker. Dolayısıyla aklımıza ilk gelen "Enerji bulup da
kurtulma umudumuz" aldatıcı olur.
Karadeliklerdeki zaman faktörünü anlatmak için bir karadeliğe yolculuğu idealize edelim.
Fakat öncelikle bir karadeliği bulmanın zor olduğunu belirtelim. Çünkü, eğer onu, "Yakalama
diskindeki" bize teğet etkilerden tanıyamazsak, rastgele bulmamız zordur. Onu tanımamızda
iki güçlük vardır. Adı üzerinde karadeliktir: Işığı bırakmadığından onu göremeyiz. İkinci
güçlük ise onun çok küçük olmasıdır. (*)
(*) On güneş kütlesindeki bir karadeliğin yakalama yarı çapı 29 km. olup, eğer bize uzaklığı
güneşinki kadar olsaydı bu bir bilyeyi 110 km. öteden görmek kadar imkansız olduğundan
fark edilemeyecekti.
Daha önce birçok kez olay ufkunun biraz dışındaki gözlemci-ikizin, tutsak-ikizini izlemesi
halinde, onun karadelikle birlikte sonsuza dek donmuş olduğunu, hiç bir zaman merkeze
düşmemek üzere sonsuz bir süreyle askıya alındığını fark edeceğini belirtmiştik. Oysa, tutsak
ikize sorarsanız, saniyenin milyonlarda-birinde çoktan merkeze çekilmiştir.
Buradaki bizi şaşırtan çelişki ve püf noktası, o "Kara evrenle" bizim evrenin zaman
kavramıyla yapılan ölçümünü karıştırmamızdan kaynaklanır. Olay ufku ardındaki kara
evrende saat ile metre (Zaman ile uzay çizgileri) yer değiştirdiğinden, zaman artık serbest
değildir. Dolayısıyla evrenimizin bildik "Zaman kavramıyla yapacağımız bir ölçme" orada
geçersiz olduğundan "İkizler çelişkiye" düşmektedirler.
Deneyin başında ikizlerin saatleri dosdoğru olarak birbirine ayarlanmıştır. (Bire-bir
eşdeğerlilikle eşit çalışmaktadır.) İkizlerden biri olay ufkuna girince, dışarıda kalan ikizi,
onun hızlanacağını umarken, tam tersine yavaşladığını görerek şaşırır. Olay ufkundaki ikizden
gelen saniye başı sinyaller bire-bir senkronizasyonunu (Eş zamanlılığını) kaybeder.
Tutsak ikizden gelen sinyaller bire-bir saniyeden, bire iki, bire-yirmi, bire-ikiyüz, bire-ikibin,
bire-iki milyon olarak seyrelmeye başlar. (Tekabül bozulur.)
Oysa gerçekte her ikisi de bire-bir eşit sinyal vermektedirler. Ne var ki, tutsak olan ikizi, ışık
hızıyla kendine düşüren karaboşluk, tutsak ikizin saatini geri bıraktırmıştır. İşte bu zaman
farkı, serbest ikizin, tutsak ikizinin giderek yavaşlayıp sonunda, durup, sonsuza kadar
donduğunu yani merkeze hiç bir zaman düşmeyeceğini sanmasına yol açar.
"Her saniye çakan ışık sinyaliyle zamandaş" olan ikizlerden "Hangisi hareketliyse" onun
zamanı yavaşlamıştır. İşte bu zaman yavaşlamasını, bire-bir sinyallerin, örneğin bire-milyar
"Uzamasıyla" anlamış oluruz. Öyle ki, iki sinyal arası birer saniye iken, karadelik merkezine
yakın bir yerde iki sinyal arası torunların bile ömrünü aşacak kadar genleşir. Zamanın sonsuz
uzamasıyla, serbest ikiz, tutsak ikizin saatinin ebediyen durduğunu sanır.
Gelecekte kıyametle birlikte evren bir tek karadelik halinde çöktüğünde, eğer dışarıdan biri
bizi gözlemiş ofsaydı, evrenin ebediyen donmuş olduğunu ve sonsuza kadar evrenin
zamanının durmuş olduğunu söyleyecekti.
Evren bu haliyle (Davranış dinamizmi yerine statik durum donmasıyla) konserve edilerek,
sonsuzluk çekmecesinde saklı duracaktır. Böylesine donmuş zamanı durmuş bir evrenin asla
geleceği olmaz. Çünkü zaman akarsa "Gelecek ya da geçmiş" vardır.
KESİM : 61
RELATİVİTENİN YÜKSELMESİ
EVREN TARİHİNİ TÜKETMEK
Şimdi de ikizler çelişkisine "Tutsak ikizin" gördükleriyle bakalım: Karadeliğe tutsak olan
ikiz, dışarıdaki ikizini görebilseydi, onun kolundaki saatin ibrelerinin delice bir hızla dönmeye
başladığını fark edecektir. İşte tam bu an o, olay ufku sınırındadır. Bizi ışık hızıyla çeken
karaboşluk çekimi, saatimizi geri bıraktırdığından, dışarıda kalan ikizinin kendisinin bir
saniye ara ile verdiği bir sinyale, bu bir saniye içinde milyarlarca sinyal tekrarı verdiğini
görecektir. Pulsarların saniyede 622 kez dönmesi gibi bu sinyaller bir saniyede çok
sıklaşacaktı.
* Olay ufkuna doğru biz, alçaldıkça, saatler önce saniye kadar kısalır. Düşmemiz sürdükçe,
"Bîr saniyemiz" dışarıda kalan evrenin "Bir haftasına eşit" olur. Düşmemiz daha da sürdükçe
saniyelerimiz "Dışarıdaki bir ay, bir yıl, bir asır, bin yıl gibi" karşılık atmaya başlar. Öyle ki
evrenin geriye kalan bütün gelecekteki tarihi, bizim bir saniyemize eşitlenir. Bir saniyede
bütün evrenin gelecek zamanını bitiriveririz.
* Olay ufkuna sadece bir adım kala, "Geleceğin" bizi bekleyen milyonlarca yıl sonraki
derinliklerine işlemiş oluruz. Bu dönemin sonunda artık evrenin kıyameti, insan soyunun yok
oluşu vardır.
* Olay ufkuna değdiğimiz an ise EVRENİN KALAN BÜTÜN ÖMRÜ, GÖZLERİMİZDEN
SANİYELER İÇİNDE AKIP GİDER. BÖYLECE EVREN TARİHİ HEPTEN
TÜKETİLMİŞ, BİTİRİLMİŞ OLUR.
* Bizim "Geleceğimiz olmadığı" izlenimine kapılmış biçimde donduğumuzu gören dışarıdaki
ikizimize inat, EVRENİN KALAN GELECEĞİNİ BİR ANDA YAŞAYIP TÜKETMİŞ"
OLURUZ.
Nasıl ki çekim gel-gitleri (Çekimci dalgalar) maddeyi ve mekanı iplik gibi çekip
uzatıyorlarsa, zamanı da bir iplik olarak çekmekte ve zaman gel-gitleri oluşturmaktadır. Nasıl
ki, çekim saçta ve topukta "Uçurum yaratıyorsa", baş ve ayağın "Zamanları" da farklılaşır.
Yani karadeliğe çekildiğimizde, el bileğimizdeki saat ile ayak bileğimizdeki iki saat arasına
(Merkeze yakınlık oranında) yüzyıl fark girer. İşte bu da zamanın iplik gibi çekilmesi (Lineer
tekillik) olayıdır.
Einstein'ın "Zaman boyutu" aslında bu biçimdir. Ama bu biçim yalnızca karaboşluk
tekilliğinde geçerlidir.
Kozirev'in "Zaman enerjisi" de, bu zaman ipliğinin "Perçem" denen NEDENİNDE hızlı;
"Topuk" denen "SONUCUNDA" ise yavaş harcanır. Böyle bir tutsağın başı çok yaşlı, ayağı
ise çok gençtir.
Bir ara öyle bir durum oluşur ki, baş hücreleri ile ayak hücreleri arasına BİN YIL YAŞ
FARKI girer.
Saç hücreleri bin yıl önce ölürken, topuk hücreleri henüz sağdır!.. Böyle bir insanın vücudu
"Standart eş zamanlı" olamaz. Böyle bir insan, örneğin "Ben 25 yaşındayım" diyemez. Kafası,
gövdesi, ayakları için "Ayrı ayrı" yaşlar söyleyebilir. Örneğin "Başım bin yaşında, ayağım 25
yaşında" diyebilir.
Rabbimiz tümümüzü "Başından ve topuğundan yakalananlardan" olmaktan korusun
sevgideğer okurlar. Çünkü böyle azaplarda, komplike eşzamanlı bir azap yoktur. Günahkâr
organlar "BİN YIL" yanarken, diğeri saatlerle beraat edecektir. Örneğin hırsızın eli için ayrı;
günaha yürüyen ayağı için ayrı bir takvim vardır. (*)
(*) Baş ve topuk arasındaki zaman farkının çekimle nasıl oluştuğunu daha önce KESİM-57'de
sunmuştuk.
KESİM : 62
RELATİVİTENİN ÇÖKMESİ
TARİHİ TERS-YÜZ ETMEK
"Karadeliğin olay ufkuna değdiğimizde, bizim tarihimiz ve geleceğimiz tükenir" dedik. Olay
ufkuna girince, artık başka bir evrene, dolayısıyla bir başka evren tarihine mâl oluruz. Eğer
dışarıdaki ikizimiz astronotun kol saatini görseydik (dijital değilse) akrep ve yelkovanın
"TERSİNE ÇALIŞTIĞINI" fark edecektik. Bu demektir ki, o giderek gençleşiyor, evren
tarihine, gerisin-geriye oynayan bir film gibi "TERSİNE" yaşıyor. Daha aşağıya düşen
ikizimiz gençleşecek, çocuklaşacak ve bebeklikten öteye geçerek "Cenin=Embriyon" olacaktı.
En sonra, hiç yaratılmamış olacaktı. Onun ardından "Kendinden önceki" nesiller yani "Ölüler"
mezardan kalkarak ölmemiş olacaklardı. Bu kez onlar da kuşaklar boyunca bir cenin olana
kadar gençleşmeye başlayacaklardır. Böylece ilk insana (Adem a.s) kadar tarihe geri
gidecektik.
Eğer gözlemlerimizi sürdürseydik, insan öncesi döneme ve dünyanın bir ateş top olduğu
(Cinlerin zamanı) çağlara, sonra, güneş sistemi öncesi döneme, galaksilerin oluş dönemine,
evrenin dünya büyüklüğünde olduğu (Galaksi öncesi) döneme ve son olarak "İğne ucundan
küçük bir Akdelik" içinde "Ol" emriyle yaratıldığımız tarihin en başına, zamanın çıkış ucuna
ulaşacaktık.
İşte, "Evren tarihini tüketmek" derken "Zamanın geriye çalıştığı, nedensellik ilkesinin tersine
döndüğü" bu geriye sayısı kastediyorum.
Tersine oynayan film, bu kez evreni büzerek bir aknoktada kaybettirir. İşte bu durum,
relativite teorisinin çöküşüdür. Bunun da anlamı, "Maddeci kuantum teorisyenlerinin"
tapındığı "Nedensellik ve belirsizlik ilkelerinin" yerle-bir edilmesidir. Kuantum ve Relativite
gibi muhteşem bir çift teoreme inat ve ihanetle dolu "Karadelik evreninde" bildiğimiz bütün
yasalar geçersiz kalır. "Resmî bilim" adına özenle oluşturulan ve kutsal diye ilan ettiğimiz
ilkeler darbe alarak ölür.
* "Madde ve enerjinin yok olmadığını" söyleyen sakınım ilkelerinin terk edilmesi gerekir.
Çünkü madde ve enerji, yutulursa evrenimizin dışına yol alır.
* Evren dışına yol almak ise, "Evrenin bütünlüğü ilkesini" mahveder. Çünkü Evren "Bir tek"
iken ÇİFTLEŞİR. Daha doğrusu milyarlarca karadelik olduğundan, milyarlarca evren ortaya
çıkar.
* Saatin tersine çalışması ise "Olasılık, kesinsizlik, nedensellik" ilkelerini rafa kaldırıp, bunlar
ürerinde yeni bir bilim kurulmasını gerektirir.
* Relativite abidesi belki evrenimiz çapında geçerlidir ama, Karadelik bu abideyi de çökertir.
Einstein'ı bile yutar götürür!..
* Işığın yutulması açıkça bizim "IŞIKTAN HIZLI GİTMEMİZ" mantığıyla bağdaşır. Çünkü
madde, "Enerjinin hızı" ile eşleşmeliydi. Fakat çok hızlı dönen bir kara gezegenin (Işık hızına
yakın dönen karaboşluk) üzerindeki iki nokta arasında yüksek bir hızla giden bir uzay aracı
"Işık hızını aşmış" olmaktadır. Böylece "Einstein hanedanı" yıkılmaktadır. Hızların
toplanmayacağını söyleyen "İvme formülleri" de iflas eder.
* Daha sonra göreceğiz ki ışıktan hızlı giden etki, "Takyon"lardır. Takyonlar ışığın
kaynağıdır, ışıktan hızlı giderler. Fakat kendilerinden kaynaklanan ışık, kaynağından daha
yavaş kalır.
Bildiğimiz madde, öz kütlesi sıfırdan ağır, ışık hızından düşük hareket eden, çevremizdeki
fiziksel ve aktüel evrendir (Tardyonlar).
Öz kütlesi sıfır olup, ışık hızıyla giden etkiye ise enerji adını veririz (Luksonlar).
Takyonlar ise ışıktan hızlıdırlar. Dolayısıyla madde ve enerji ötesindedirler. Beşinci boyut
(Akıl boyutu) ile anlatılan (Soyut kütle mimarı) Takyonlar ışıktan milyonlarca kez hızlıdırlar.
Buna rağmen madde, ışık hızını aşabileceği "Karadelikleri" bulmuştur:
Bir karadelik üzerinde toplam hız olarak ışık hızını aşan bir astronot (Takyon olmasına gerek
kalmadan) "Relativite teoreminin arkasına" geçer. Oysa takyonlar relativiteye aykırı
olmaksızın kendi işlevlerini yürütürler. Ne var ki maddenin ışıktan hızlı gitmesini sağlayan
yukarıdaki örneğimiz relativiteye aykırıdır. Örnek doğru olduğuna göre, relativite karadelik
düzeyinde işlememektedir.
Gerçekten de, ışık kaynağının kendi ışığından hızlı olması yasaklanmış değildir. Feinberg,
"Hız"ın da metrik kanunları olduğunu, her hızdan bir başka hız fazına "Dolaysız"
geçilebileceğini ortaya koymuştur. Böylece ışık kaynağı takyonlardır. Işığın kendisi kuantları;
kuantlar da enerji ve maddeyi oluşturmaktadır.
Ötedeki kütle soyut; bu taraftaki kütle somut madde olup, ikisi arasında "Işık hızı duvarı"
vardır.
Neo-klasik ve de "Resmiyetli" bilimin kutsal yasalarının baş konuğu "Nedensellik İlkesi"nin
karaboşluklarda iflas ettiğini, daha sonra da relativite teoreminin "Işık hızı yasağının"
çöktüğünü sunduk.
Şimdi ise bir başka "İlke"nin intiharına değineceğiz: Bu "maddenin sakınımı = Maddenin
korunumu" ilkesidir. Söz konusu ilke, "Maddenin yoktan yaratılmayacağını, varken yok
edilemeyeceğini, toplam atom çekirdek sayısının hiç değişmediğini, ne yeni madde
yaratılacağını ne de yok olacağını, kendinden bozunma ve kararlılık süreçleri içinde sabit
madde sayısının değişmeden korunacağını" söylemektedir.
KESİM : 63
MADDE SAKINILMIYOR
MADDENİN İNTİHARI
Gerçekten de madde, temelindeki "Kararlı Proton" düzeneğinden oluşur. "Kararlı" derken,
anlatmak istediğimiz; güneşimizin şu an beş milyar yaşında olduğu, proton denen yapı
taşlarımızın bundan milyar kez uzun ömürlü olmasıdır. Yani madde ölümsüz sayılagelmiştir.
Protonun bu kez kararlılık inadı sayesinde atomlar bozulmazlar, yok olmazlar (Aksi halde
bunu gözlemlerdik). Ne var ki karadelikler proton ve nötronu "En çabuk yolla" evrenden yok
etmektedirler. Karadelikler madde adına her şeyi yutup, yok ettikleri için, kutsal (!)
"Maddenin sakınılması" ilkesi, ders kitaplarında öğrencilere "Resmî bilim yutturmacası"
olmaktan öteye geçemez.
"Sonsuz ömürlü ve mutlak değişmez yasalarla yönetildiği" sanılan hazreti maddenin "Sakınım
ilkesini" karadelikler tekzip etmişlerdir.
Böylece, "Maddenin toplam ve değişmez Nükleon (Çekirdekteki proton ve nötron) sayısının
sakınılmasından" söz etmek artık cehalete girer. Çünkü karadelikler maddeyi yeni bir tür sona
ulaştırmak üzere bu evrenden alıp götürürler. Materyalist görüş daha "Karadelikler"
bulunduğu anda iflas etmiştir. Halen materyalist olanlar varsa bile onlar "Resmî cehalet"
erbabıdır.
Karadeliklerin maddeyi sakındırmayan bu yapısından, en başta onlara "Karadelik=Black
Hole" adını veren Wheeler paniğe kapılmıştır. Ünlü karadelik uzmanı ve isim babası Wheeler,
vaftiz ettiği karadelikleri için, "Bilim adamlarının karşılaştığı, her çağların en büyük
bunalımı" diye alarm vermiştir ve eklemiştir:
"Maddenin bu kadar kısa ömürlü olabileceğini düşünmemiştik."
"Resmî bilim" böylece, ilk kez kendi ilkelerinin kutsallığından kuşku duymuştur. Yeni tanıma
göre madde, karadeliklerde "Magnetik alanlara ve gravitation enerjisine" dönüşür. Bu enerji
de tekillik ardında yok olur. O zaman "Maddenin ölmeyeceği, ancak biçim değiştirip enerjiye
dönüşeceği ve enerjinin de korunacağı" kuyruklu bir yalan oluvermiştir. Böylece resmî
bilimden kopmalar olmuş ve yeni tespitler getirilmiştir.
Şimdiki bilim, "Ölümümüze neden olan karaboşlukların geçmişte de doğum nedenimiz
olduğunu yani maddenin karadeliklerden türeyip yine ona döndüğünü" söyleyerek dönüş
yapmıştır.
Yapılan son ve hassas gözlemler, duyarlı ölçümler, "Maddenin % 98'inin ölü
karaboşluklardan; % 2'sinin de ölümün ortasında yaşayan optik (Işımalı, asal) evrenden
oluştuğunu" kesinleştirmiştir.
Bu sayılı bir avuç yaşayan (Işıyan) madde de, gelecekte karadeliklerce yutulacaktır. Geleceğin
de geleceğinde bütün karadelikler birbiriyle birleşecek, bir kozmik karaboşluk olmak üzere
karamerkezde nokta biçiminde toplanacaktır.
Bu durum, yaradılış patlamasının bir tek (Ak) noktada başlaması ile hem özdeş hem
eşleniktir. Nasıl ki kuazarlar karadelikler içinde geziyorsa, işte (Yaratılış patlamamızın odağı
olan) akdelik, kendi geleceğinin odağı olan kıyamet karadeliği içinde gezmekteydi. Burası
OLUŞ ile ÖLÜŞ'ün AYNI olduğu, yani mekan ve zamanı temsil eden nedenselliği olmayan
Süper uzay=Misâl âlemidir. (*)
(*) İzleyen üçüncü cildimiz, "Süper uzay ve Misâl âlemi"ni tanımlayacaktır. Öğretimiz şimdiki
evrenin önceden çöken "Kendisinin" karşıt evrimi olduğunu benimsemiştir. İki evren, çift
evrim düşüncesi Pulsative=Oscilationic=Sürekli açılıp kapama evren modeli benzerindedir.
Ancak bu sürekli açılıp kapanan bir evren değil; zamanı "Tersindirerek", nedenselliği ters-
yüz ederek kendi kendini ödeyen (Compansating) başı ve sonu kavuşmuş bir evrim modelidir.
Öğretimiz nedenselliği reddettiğinden "Satharow" [Sacharow / Sakharov] modeli
"Zonklayan=Pulsativ" nedensellikli teoremden ayrılmaktadır. Yine öğretimiz özellikle
Kur'an'da sayısız kez tekrarlanan "Çift çift yaratım" şifresine göre evrenin de bir çift
yaratıldığını benimsiyor. Bu evrenlerden biri bildiğimiz evren olup, şimdi olduğu gibi
zamanda ileri gider. Diğeri de bunun polarize olanıdır. O çiftimiz de zamanda geri
genişlemektedir. Dolayısıyla evren toplam olarak 30-40 milyar yaşındadır. Bu rakam da
ampiriktir. Yani evrenin gerçek yaşadığı yaş bu değildir. Bu sayıyı şimdiki zaman
takvimimizle ölçüyoruz. Bu "Süpernovaların soğuma süreçleri ve termodinamik verilerle"
hesaplanıyor. Aslında zaman başlangıçta "Yavaş" akıyordu. Dolayısıyla insan ömrü bin yılı
bulabiliyordu. Bu bin yıllık ömür, şimdiki 70 yıllık ömürle ölçülemez.
KESİM : 64
ENERJİ DE KORUNULMUYOR
ENERJİNİN İNTİHARI
E=mc2 ile gösterilen ünlü madde ile enerjinin eşdeğerliliği olduğunu anlatan formülden
anlıyoruz ki enerji, pek seyrek bir madde; madde de çok yoğun bir enerjidir. Dolayısıyla her
ikisinin de bir kütlesi vardır. Her ikisi de aynı TEK yapıdan "Kuantlardan" kurulmuştur.
Önceki bilim anlayışıyla, madde ve enerji için iki ayrı sakınım yasası yapılmıştı. Günümüzde
bu yasa "Kütlenin korunumu" yasası olarak birleşmiş, tekleşmiştir.
Bu demektir ki, karaboşluklarda "Maddenin yok edilmesi yanında enerjinin yok edilmesi"
aynılaştığından, karaboşluklar bir kez daha akılcılığımızı alt-üst eder. Çünkü karadeliğe
yutulan madde, kendi eşdeğerinde "Magnetik alan ve çekim dalgalarına" dönüştürülüp,
"Enerjiye" çevrilir.
Genel bir kıyamette, bir tek karadeliğe çökecek olan evrenin bu çekimsel ışıması
eşdeğerliliğine bulucusunun ismi ile SCHWARZSCHİLD GRAVİTİK IŞIMASI denmektedir.
Evren bir tek karadeliğe çökünce, çöken maddenin eşdeğeri olan Schwarzschild ışıması, olay
ufku ve tekillik ardında kaldığından pek az bir kısmı bu evrene, daha çoğu ise evrenin dışına
(Paralel başka evrene) yayılır. Böylece dev bir termos olan evrenin "Toplam enerjisi"
korunamadığından, tekillik ardındaki hiçliğe (ya da başka âlemlere) doğru bir enerji kaybı
oluşur.
Dev evren bir kıyametle kendi karadeliğine çökeceği zaman (Schwarzschild yarıçapına kadar
olan bölgede) bu gravitik eşdeğer çekim dalgalarını yine bu evrende bırakır. Fakat
Schwarzschild kritik yarıçapının altında kalan enerji, bu evrene değil; tekilliğe "Kaçak" olarak
yol alır.
Dolayısıyla evrenin sürekli açılıp kapandığını söyleyen (Yaratılış-kıyamet-yeniden yaratılışyeniden kıyamet-üçüncü yaratılış-üçüncü kıyamet...) pulsativ evren modelleri sürekli enerji
kaçırarak, sonunda enerjisiz kalırlar.
Dolayısıyla pulsativ evren modeli açmaza düşmüştür. Oysa sunduğumuz nedensel olmayan
modelim (Aiberg Cosmo-Osmos), enerjinin yitmesini önlemekle Schwarzschild kaçak
ışımasının, geleceğimizden geçmişimize hiç kaybedilmeden nakledilmesini (Transmision)
sağlamaktadır.
Fakat bu mekanizma yeniden "Burada" yaratılıştan bağımsızdır. Yani gelecekten geçmişe
nakledilen ikmal ile kayıp yine evrende kalmaktadır.
Evren gelecekte yok edileceği için geçmişte yaratılmıştır. (*)
(*) Bu ileri bilgileri bu bandın dördüncü cildinde açacağız.
KESİM : 65
ENTROPİNİN İFLASI
TERMODİNAMİK DELİNİYOR
Evrenimiz, genişlemekte ve genişlerken de kararmakta, soğuyup donmaktadır. Bu nedenle
evren, buz tutmamak için ışık, alev, bir pırıltı, biraz ısı adına ne bulursa, bir enerji oburu gibi
yutmaktadır. Çünkü "Canlı bir varlık olan evren" de, uzun bir ömür sürmekte, her canlı gibi
"Rızık" almaktadır. Evrenin rızkı enerji olduğundan insanın da rızkı enerjidir. Yediğimiz her
şey "Joule, kalori" denen iş ve hareket enerjisine dönüşür.
Aç bir varlık rızkını yer, rızkı onu yemez. İşte evrende de böyle tek yollu bir gidiş vardır. Bu
gidişi kısaca hatırlayalım:
Sıcak uçtan soğuk uca akarak termik dengelenme yapmak, bu tek yöne gidişin en genel
tanımıdır. Bir metali bir ucundan ısıtırsanız, soğuk ucu da kendiliğinden ısınır. Buna termik
(Isıl) dengelenme deniyor. Daha önceki ciltlerimizde termodinamik hakkında açıklamalar
sunmuştum:
Termodinamik, duran (Statik) bir şeyin, bir ucunun ısıtılmasıyla, bu ısı akımının soğuk tarafa
koşması sonucu ortaya çıkan hareket (Dinamizm) akışının ismidir.
Hareket ise, bir düzensizlik yaratır. Bu düzensizliğin ölçümüne "Entropi" deriz
(Termodinamik ikinci yasa). Böylece ısı dengesinden hareket doğar; hareketten de hayat
doğar.
Kozmik "En sıcak uç", evrenin patladığı (Trilyarlarca kez trilyarlar santigrat değerindeki
ısının yer aldığı) "Big-Bang Aknoktası"dır. Güneşin sıcaklığı altı bin derece olduğuna göre,
verdiğimiz değerin gerçek bir cehennemden farksız olmadığını düşünebiliriz.
Evrenin en soğuk kozmik ucu ise (eksi) -273,16 santigrat derece olup, buna sıfır Kelvin
derece, ya da MUTLAK SOĞUK DERECE denmektedir.
Kısaca evrenin patladığı sonsuz (Cehennemi) sıcaklıklardan, en soğuk derece olan mutlak
soğuğa doğru (Zemherir) soğuması söz konusudur. Çünkü evren genişlemekte olduğundan
ısıtmak güçleşmektedir. Bir sobanın bir odayı ısıtması yeterlidir. Ama bu oda genişliyorsa,
örneğin bir kapalı spor salonunu ısıtıyorsa yetersizdir. Hele bu bir kent büyüklüğündeyse,
göğü ısıtmak imkansızlaşır.
Evrenimizdeki bu ısı ölümü ve düzensizliği daima mutlak soğuk dereceye doğru
soğumaktadır.
Termodinamik yasalar düzeyinde ısı düzensizliğinin ölçümünü "Entropi" ile ölçeriz.
Enerjinin her çeşidi zorunlu olarak sıcaktan soğuğa akar. Fakat tek istisna enerji çeşidi
çekimdir. Çekim entropisinde ısı hareketlerinin düzensizliği yoktur. Çekim "Sıcak uçtan
soğuk uca" değil; bundan bağımsız olarak tek yönlü bildiğimiz doğrultuda akar. Elmayı yere
düşürür, havaya düşürmez.
Karadelikler bulunana kadar "Çekim entropisi" DOKUNULMAZ ilan edilmişti. Ne var ki
karaboşluklar bu ilkeyi de yerle bir etmiştir!..
KESİM : 66
İNDİRGENEMEZ YÜZEY ENERJİSİ
KARABOŞLUK ENERJİLERİ
Karadeliklerde entropi düzenlidir. Yani evrenin tümünün tersine hiç bir ısı düzensizliği
yoktur.
Oysa karadeliklerin yuttuğu cisimlerin "Entropisi düzensiz" olduğundan, onları da düzene
sokar ve bu arada Anti-Entropi (Entropi kaybı) oluşturur.
Böylece karaboşluk entropisine, tutsak cisim entropisi eklendiğinde termodinamik yasaya
TERS düşen bir anormallik ortaya çıkar. Bundan kaçınmak için karadeliklerin de bir entropisi
bulunması gerektiği önerilmek zorundadır.
Sibernetik dille konuşulursa, normal bir cismi yutan karadelik, onu evren dışına
yolladığından, bir "BİLGİ KAYBI" oluşur; ki bu kayıp, entropik düzensizliğin nedeni olur.
İşte bu bilgi kaybını karaboşluğun çekim enerjisinden alarak, başka bir enerji türüne
dönüştürmek üzere asla kullanamayız. Bu nedenle "Termodinamik ikinci yasayı korumak
için" karadelik entropisini kabulleniriz.
(Dönmeyen ve yüksüz) karadeliklerin olay ufukları, küresel olup, içeriği ve tutarı olan toplam
madde niceliğinin göstergesi, bu olay ufkunun toplam yüzeyidir. Çünkü madde miktarı ve
yüzeyin alanı kütlenin karesiyle artar. Sözgelimi, on güneş kütlesindeki bir karadeliğin olay
ufkunun yüzey alanı 10.000 km2'dir. Bu yüzey ne yutarsa yutsun, yuttuğuyla orantılı olarak
genişler, asla büzülmez. İster bir tek atom, ister bir başka birleştiği karaboşluk olsun, yüzey
daima büyür, toplam entropi de asla azalmaz. Karaboşluk birleşmelerinde entropi azalması
söz konusu olamaz!.. Sadece bir istisna olarak, TAM 2,95 güneş kütleli bir "En küçük"
sayılan karadelik geçici bir "SIZINTI" bırakır. Bu son derece özel bir durumdur. Çünkü
"Karaboşluğun çapı" ile orjinal "Olay ufku" çapı birbiriyle eşittir.
Bu özel durumda, karaboşluk, "Dağılmamak için" çekim dalgası (Gravitation radyasyonu)
sızdırmak zorundadır. Böylece bir istisna olarak, enerji kaybeder. Çünkü tüm karadeliklerde
(ve de küresel elektrik yüklenmiş cisimlerde, dinamonun armatür halkasında olduğu gibi)
gravitation enerjisi karaboşluğun içinde değil; yüzeyindedir.
Karar kılarak yuvarlanmış bir su damlasının "Yüzey gerilim enerjisi" neyse, bu durum "özel
karadelik"de de aynıdır. Her ikisi de fazla enerji aldıklarında, yüzeylerini
arttıramayacaklarından, dağılmak üzere salınım (Ossilasyon) yaparlar.
Ancak karaboşluk, dağılmamak (Gerisin geriye evrenimize çıkmak için, olay ufkunu
aşmamak) üzere, limitini korumak için bir salınım (Enerji) bırakır. Bu istisna, yalnızca yüzey
alanının sıfır olduğu 2,95 güneş kütleli karadelik için geçerlidir. Bu özel istisna dışında, asla
karadeliklerden çekim ossilasyonu salınmaz.
* Böylece "Yüzey enerjisi" asla azaltılamaz. Bu olguya "İNDİRGENEMEYEN
KARADELİK YÜZEY ENERJİSİ" denir. Belli bir alana sahip olarak bir kez karadelik oluştu
mu, yüzeyde depolanmış indirgenemeyen enerji, orada sonsuza (Zamanın sonuna) kadar kalır.
İşte karadeliğin enerjisi, bu yüzeyde yer alır. Yüzey enerjisi, aynı zamanda "Kaçış hızının,
ışık hızına eşleştiği" SCHWARZSCHİLD IŞlMASI'dır.
* Dönen bir karadelikte, bundan başka, dönme hızıyla orantılı bir dönme enerjisinin de katkısı
vardır. (Ama bu enerji karadelik dönmesinin yavaşlayıp-hızlanmasına bağlı olduğundan,
entropinin karadelikte bu enerjiden oluşmadığını anlarız.)
Üçüncü bir enerji türü de yüklü (Elektrik Şarjlı) karaboşluktaki elektrik enerjisi olup,
karadelik entropisiyle ilgisi yoktur. Çünkü yük nötral olunca elektrik enerjisi ortadan kalkar.
Öyleyse bir karaboşluğun entropisi yalnızca onun indirgenemez yüzey enerjisinden oluşur.
* "Hawking analizi" sonucu bir karadelik girdabının, dönme yönüne düz ve ters yakalanan
"Bir çift cismin radyant enerjilerinin birbirine ters iki akıntı yaptığı" anlaşılmıştır. Dönen
girdaba ters yönde giren bir tutsağın orada terk ettiği radyant enerji, birleşmek üzere
karaboşluğa akarken; tutulma diskinin girdabına "Düz yönde" giren tutsak ise yutulmayıp,
karaboşluğun içinden, öndekinden daha fazla enerji yüklenerek fırlamaktadır. Bu katma
enerji, karaboşluk kütlesinden karşılanan bir kütle azalması olup, bunun sürekli olması
halinde, en sonunda karaboşluğun patlayıp açılmasını ve yok olmasını gerektirir. Özellikle
kütlesi çok küçük olan mini kara noktalarda, tünel, karanoktayı imha eder.
* Schwarzschild ışıması evren dışına; fakat Aiberg ışıması "Evrenin yaratılışının başına"
(Parite ile) aktarılır.
* Bu sekme ve sızıntılara ek olarak, "Kuazarların, aynı zamanda karadelik odaklarındaki
ışıma olduğunu" da hesaba katarak, karaboşlukların "çoğunlukla yutmalarına karşın; az bir
sızıntı kaçırdıkları" bulunmuştur.
KESİM : 67
FUSİON İLE BÜYÜYEN RİSK
KARA NİKAH
Karaboşluklar, bir atomdan küçük ve bir evrenin kendisi olacak kadar büyük, türlü çaplarda
çeşitlenmiştir. Bir hiyerarşileri (Küçükten büyüğe doğru dizilmeleri) olmakla birlikte, onların
hiyerarşisi evren hiyerarşisi gibi tümden gelimli (Künnes) değil; tüme varmaya çalışan
(Hûnnes) bir işleve sahiptir. Milyarlarca karadelik tek bir kozmik karadelik içinde toplanmak
ve bütünleşmek eğilimi gösterir. Karadelikler "Hûnnes"in yani birlenmenin en genel
sembolüdür. "Hûnnes" aslına dönmek, çokluktan tekliğe bütünleşmek ve bu uğurda ÖLMEK
demektir. Nasıl ki, "Bir ölüyü bir daha öldüremezsek" ya da "Yanmış bir kağıdı" bir daha
yakamazsak, evren var olduğu sürece, karadelikler yok edilemez, küçültülemez,
parçalanamaz. Tam tersine onlar bizi yok ederler, parçalarlar ve büyürler. Ne bulurlarsa
yuttuklarından, iyice semirir ve güçlenirler. Semirdikçe de daha çok sömürürler. Dev
güneşleri yutarak yolları boyunca ilerlerler. Sonunda birbirlerine rastlayarak akıl almaz bir
dehşetli etkileşme ile birleşirler. Bu birleşmeler sonucu içinde bulundukları "Galaksi"yi de
yutarlar.
Kıyamete çeyrek kala, bütün madde karadeliklere dönüşmüş olur. Bunlar da aralarında
birleşerek hep "Hûnnes'e=Birlenmeye" yönelirler. Sonunda hepsi, bir tek "KIYAMET
KARADELİĞİ" olarak evreni tümüyle yutarlar.
Bu "Final" ile evren, kara kabiri olan tekilliğe, ardında hiç ağlayanı, yas tutanı olmamak üzere
gömülür. İşte bu kıyamet senaryosu Enbiya-104. ayetteki yaratılışın senaryosuyla "İadeli" ve
aynıdır: Evren yaratıldığı aknoktanın tersine, karanoktada yok olur. Önce yutulan yıldızlar
kimliğini kaybeder, sonra atomlara bölünür. Bu kez atomlar da bileşenlerine bölünerek atomik
kimliklerini kaybederler. Böylece evren enerjiye dönüşüp, geleceğinin sonuna ve/veya
geçmişteki aknoktasında yaradılış patlamasının en başına iade edilir. (Nedensellik ilkesini
Kur'an'a dayanarak evren dışında sınırlayan öğretimiz, bir şeyin en sonunun aynı şeyin en
başına nakil olunduğunu benimsemiştir.)
Karadeliklerin indirgenemeyen yüzey çekim enerjisi, onların küçülmelerini önler. (Bundan
mini-karanoktalar ve mutlak soğuk derecedeki karadelikler muaftır.)
Böylece küçülmeyen, tam tersine onları büyüten, birbirleriyle birleştiren "Hunnes" işlevi bir
mezarcı görevini üstlenmiştir. Birbirine rastlayan karadelikler kütlelerini, olay ufuklarını
birleştirip, dev boyutlara erişirken, toplam entropileri de azalmaz. Karadelikler yöresinde
"Uzay-zaman" sonsuz bir kuyu (Tekillik) olarak büküldüğünden, karadelik birleşmeleri, aynı
zamanda bu kuyuların birleşmeleridir. Onların rastgele kaynaştığı kümelerin de yani çoğul
sistemlerin tek bir karadelik içinde erimeye gitmesine KARA FUSİON denmektedir.
Fusion'un anlamı iç-içe erimek, çekirdek birleşmesi demektir. Ayetlerde "Sevakib" diye
zikredilmiştir.
Karadelik fusionu denen bu rastgele kaynaşmalardan ortaya çıkacak yeni karadeliğin
tanımlanmasında; birleşmeye katılan karadelik sayısı, çekim, dönme, elektrik enerjileri gibi
faktörler rol oynar. (Bu birleşmelerin disiplinize edilmesi için en basit örnek: İkili=bineer (İki
karadelik) çiftinin birleşmesini kıstas (Ölçüt) olarak kullanırız.)
Karadelikler birleştiğinde, olay ufku ardında kaldığı için, "Görünmeyen çekimsel
Schwarzschild ışıması" ortaya çıkar. En sonunda tüm karadelikler birleştiğinde bütün evrene
eşdeğer en genel Schwarzschild ışıması (Tüm karadeliklerin bir tek kozmik karadelik olarak
birleşmelerinden) ortaya çıkar.
Dolayısıyla, Evren'in % 98'i karadelikte kalırken, geriye kalan % 2'si Schwarzschild ışıması
biçiminde evrenimizin dışına yayılır. (Aslında bu % 2'lik ışıma, kıyamette en sondan en başa,
"Ölümden-doğuma" nakledilen Schwarzschild ışımasıdır.)
Bu ışımanın içinde milyonlarca ışık yılı süren patlamalar oluşur. Böyle patlamalardan biri de,
bizi yaratan Big-Bang idi. Big-Bang'ın enerji tutarı (Patlama şiddeti, enerji sakınımı yasası
uyarınca) Schwarzschild ışımasına eşittir.
ONİKİNCİ BÖLÜM
KARABOŞLUKLARIN TASNİFİ
"GÖKLERİN NİCE NİCE KAPILARI VARDIR Kİ, ASLA GÖREMEZSİN..."
KESİM : 68
AIBERGSCHE DIAGRAMM
KARABOŞLUKLARIN TASNİFİ
Bu bölüme kadar, karadeliklerden ve onların türleri, çeşitleri olduğundan zaman zaman söz
etmemize rağmen, bir açıklama getirmedik. Oysa karadeliklerin beş kategoride tasnifi
yapılabilir. Bu orijinal tasnif tarafımca ilk ve tek olarak yapılmıştır:
1. KRONOLOJİK TASNİF
Zamanda en önce yaratılan "Karanoktalar" ve daha sonra bir yıldız çökmesinden oluşan
karadelikler.
2. HİYERARŞİK TASNİF
Küçükten büyüğe doğru, yani karanoktalardan evren birleşik karadeliğine kadar, yıldız artığı
ve galaktik dev karadelikler.
3. YOĞUNLUKLU TASNİF
Yoğunluğuna göre seyreltik ve sıkışık karaboşluklar.
4. KLASİK TASNİF
Dönen, dönmeyen, elektrik yüklü, yüksüz, türlü siyah delikler.
5. TEKİLLİĞE GÖRE TASNİF
Biçimi nokta, halka, disk, orbital biçimi olan tekillikler ile bunlara ek olarak görünen
karadelikler (Çıplak tekillikler) türleri ve gök yarıkları.
***
Kronolojik tasnif, mini karanoktalar ile sonradan bir yıldız çökmesinden olan büyük
karadelikleri "Zaman" içinde ayırmaktadır. Karadelikler, yalnızca yıldız çökmeleri sonucu
oluşmamışlardır: Evrenin ilk patlamasında yani 20 milyar yıl önceye dayanan "Karanoktalar"
da vardır.
Dolayısıyla karanoktalar, dolaysız, dönüşümsüz ve ilk olarak zaman içinde önce
yaratılmışlardır.
Karanoktalar, aynı zamanda "Hiyerarşik tasnifin" de en küçük birimleri olduğundan, bunları
şimdiki kesimde ele alacağız.
Daha sonra ise çap ve büyüklük sırasına göre sonradan olan, yıldız artığı diğer karaboşlukları
inceleyeceğiz.
KESİM : 69
KRONOLOJİK-HİYERARŞİK TASNİFİN TABANI
"MİNİ KARANOKTALAR"
Karadeliklerin keşfi "Onların yıldız artığı" olmalarının fark edilmesiyle olmuştur. Fakat ZigZag öğretisinin mensuplarından ve karadelik kozmogonisi konusunda en önemli uzman olan
Müslüman İngiliz Profesör Hawking, "Maddenin nasıl yaratıldığı" üzerine zihin yorarken,
evreni yaratan büyük patlamanın kudret etkinliklerinin, magnetik aşırı şiddet olaylarının her
boy "Mini karanokta" oluşturmaya elverişli olduğunu bulmuş ve "MADDENİN NEREDEN
GELDİĞİNİ" bize açıklayarak, Kozmogoni (Yaratılış) biliminin EN BÜYÜK KEŞFİNİ
gerçekleştirmiştir.
Büyük patlama, bütün evren çapında inanılmaz kudretli bir "Dev süpernova" (Hypernova)
'dır. Bu yaratıcı patlamanın şiddeti ve kudreti, bir santimetrenin on trilyonda birinden (Bir
protondan) küçük "Mini-mini noktacıklar" oluşturmaya elverişliydi.
Büyük patlamanın enerji miktarındaki dalgalanmalar ve gel-git (Osilasyon) dolayısıyla,
Schwarzschild ışıması ile birlikte "Mini karanoktalar" ortaya çıkmıştır. Bunlar dolaysız ve
yıldız artığı olmadan (Direkt ve dönüşümsüz) yaratıldıklarından zaman içinde en başta var
edilmişlerdir.
"Hawking karanoktaları" bir atomdan küçük (olabileceği gibi, bundan büyük, fakat mutlaka
nokta olan) türlü boylarda ortaya çıkmıştır. Bunlar karaboşluk tasnifinin en küçük üyeleridir.
Onlar da karadelik olduklarından, bir atomdan da küçük olsalar bile, önlerine çıkan bir trilyon
atomu bir lokmada kendilerine yem yaparlar.
Mini karanoktaları bu konudaki tek uzman olan Profesör Stephen Hawking bulmuştur.
Hawking yaradılışı (Kozmogoniyi) araştırırken, yaradılış patlamasının "Bir atomdan binlerce
kez küçük karanoktacıkları" oluşturabileceğini matematikle ispatladı. Hawking'in en baştaki
amacı, evrenin oluşumu üzerine "Başlangıç noktasına" bir çözüm getirmekti. Matematikçi
arkadaşı Penrose ile düet oluşturarak, zamanın bir başlangıcı olduğunu ortaya koydu. Çünkü
"Karadeliklerin oluşumu yalnızca yıldız çökmelerine" bağlanıyordu. Oysa evrenin
başlangıcında ortaya çıkan muazzam güçler sonucu, ufacık karanoktalar yaratılması
gerekiyordu. Bu karanoktalardan çoğu "Bir protondan küçük"; fakat Himalaya dağları kadar
ağırdır.
İşte bu "Mini karanoktalardan" en az 200 milyar tane yaratılması gerekiyordu.
Böylece Hawking, yaradılışı (Kozmogoni) relativite teoremiyle bağdaştırmış, daha sonra
inanılmaz bir şeyi fark etmişti: "Karadeliklerin hep yuttuğu" ve "Çekim dalgası dışında hiç bir
şey yayımlamadığı" sanılırken, bu mini karanoktaların bir "İstisna sızıntısı" olduğunu
hesaplarında fark etti.
Bu mini karanoktalar, uzay ve zamanı daha küçük dilimlere ayırarak, bir sızıntı biçiminde
iade edebiliyorlardı. Her şey bu mini karanoktalara akıyor; fakat karşılığında bir "Ters akıntı"
da evrene geri fırlıyordu.
Oysa "Dönüşsüz tekillik" bunu yapmamalıydı. Demek ki karanoktalar ve karadelikler,
zamanın dışında kalıyordu.
Öyleyse sabit yıldız bozunumları artığı diğer karaboşluklar çözümlenemezdi. Çünkü bu
çözüm, evrenin ömrünü aşmaktadır. Orta büyüklükte bir karadelik en az on milyar yaşındadır.
Daha büyüğü ise evrenden de yaşlıdır. Öyleyse EVRENİN ÖNCESİNE ışık tutabilecek tek
şansımızdı!..
Bu konuya girmeden önce, mini karanoktaların yapısına değinelim:
Yaradılışın ilk patlamasındaki etkinlikler, gravitation denen çekime karşı genişleyebilecek
kadar kudretli olduklarından, türlü biçim ve çaplarda karanokta olabilecek biçimde madde
sıkışmak zorundadır. Erken dönemde oluşan bu karaboşluklar, "Kendi bileşenlerinden birinin
boyutlarından küçük olması" beklenmediğinden, bir atom boyutundan başlayarak (Noktalı bir
harfin noktası kadar) boy-boy olabilirler. Ağırlıkları da kabaca gramın on milyonda birinden
onbinlerce tona kadar değişebilir. Bunlar saniyede bin km hızla hareket ederek, gezen ve
boşlukta saniyede milyon kez çevrelerinde dönerek, milyon yılda dönmeleri giderek yavaşlar
ve sonunda dururlar (Pulsarların nötron yıldız olmaları gibi). Herhangi bir nedenle başlayan
dönmeleri (Spinleri) normal olarak milyon yıl sürer. İlk oluştukları yerden itibaren
gezgindirler.
Karanoktalar, elektrik yüklü de olabilirler. Bir karaboşluğun yüzeyi ne kadar küçükse o kadar
aç ve oburdur. Karanoktalar bu nedenle pek çok madde tarafından "Ancak" yavaşlatılabilirler.
Karanoktacıklar, "Hawking ışıması" denen bir sızıntı yapmaktadırlar. Bu sızıntı, parçacık
ışıması ve nötrino akımları olup, karadeliklerin kütle kaybetmelerine neden olur. Bu kayıp en
sonunda karanoktanın içeriğini boşaltıp, "Patlayarak serbest kalmasına" neden olur.
"Ay" kadar kütlesi olan bir karanoktanın, içini boşaltıp patlayarak açılması için geçen süre 1620 milyar gibi, neredeyse, evrenin ömrüne eşit çok uzun bir dönemi kapsar.
Fakat "Onbin ton ağırlığındaki atomdan küçük bir karanokta" için bu süre kısalır ve bir
milyon yılı bulur. Böylece sırası geldikçe, mini karanoktalar patlayarak açılmaktadır. Halen
de bu patlamalar sürmektedir. Patlayıp açılma (Karanoktanın tünelinin karanoktayı imhası)
süreci; karanoktanın kütlesiyle orantılıdır.
Karadelikler ve karanoktalar da sırası gelince "İmha" olacaklardır. Çünkü karadeliğin
yönetmeni "TÜNEL" sürecidir. Tüneller, Kıyamete çok az kala, karadelikleri de imha
edeceklerdir.
Karanoktaiarı da imha ederek patlatan kendi "Tünelleri"dir. Dolayısıyla karanoktalar
"Radyoaktif dezentegrasyonun benzeri" imha sürecine yenilirler.
İLERİ BİLGİLER - 37
KARA MUSİBET
"Mini karanoktaların varlığını" Kur'an'da "Şıhab, Nuhas, Şuvaz kelimeleri" şifreleri
vermektedir. Bunların "Ayrı ayrı isim" almasının nedeni, bir kısmının kozmik ışın primer ve
sekonderi; bir kısmının ise "Mini karanokta" olmasındandır.
Mini karanoktalar, ayette "Zerre ağırlığınca ve BUNDAN KÜÇÜK hiç bir şey olmasın ki,
Allah'tan saklı değildir" sırrına da girerler.
Elektrik yüklü olduklarından, kozmik ışınlardaki "Enerjetik protonlar" olan nuhaslar gibi
davranırlar. Bu nedenle karanokta olması gereken bazı gizemli izler, kozmik ışın
fotoğraflarında yakalanmıştır.
Mini karanoktaların kütlesi arttıkça, "Yük değeri ve alan duyarlığı" da artmaktadır.
Bu karanoktaların "Olay ufukları", kozmik ışınların "Parçacık olay ufku" kadardır (10^-16 cm
olup mikroskop bile göremez).
Fakat, eğer, bunlardan biri dünyaya düşerse, türlü anormalliklere neden olduktan sonra,
dünyayı boydan boya geçerek, dünyanın öbür ucundan çıkarak, daha güçlü bir çekim alanı
olan "Güneş"e giderler.
Çünkü dev dünya kütlesi bile onları frenlemeye yetmez. Eğer onlardan biri dünya merkezince
yakalanmış olsaydı, şimdi hayat olmazdı. En azından bir dizi afetler, korkunç tufanlar baş
gösterirdi. (Hatta bazı karanokta uzmanları, Nuh tufanını bile böyle bir kazaya
yorumlamışlardır. Elbette bunun böyle olduğunu kimse söyleyemez.)
Karanoktacıkların, dünyayı delip-geçmesi ve öbür ucundan çıkarak, yollarına devam ederek,
güneş tarafından yakalanmaları sırasında türlü sürpriz kazalar oluşur. Örneğin bazı
paranormal uzay kazaları, krater izi bırakmayan meteor gibi dünya felaketleri oluşabilir. Bazı
amaçlarımız, kozmik ışınların en şiddetlisinden bile kat kat dehşetli gücü olan "Mini
parçacıklar" kaydetmektedirler.
Oysa kozmik ışınlar, ne kadar güçlü olursa olsun hızla törpülendiğinden (Yan ürüne
dönüştüğünden) kalıcı değildir. Fakat öyle parçacıklar vardır ki bunların "Kozmik geçişini"
bütün dünya almaçları aynı anda kaydedebilmektedir. 1957 yazında 8 km2 bir alan içinde
1500 sayıcıyı (Almaç, detektör) aynı anda etkileyen tek bir tanecik kaydedildi. Bu tanecik,
orta boy bir atom bombasının 50 milyar katı kadar (10^18 eV gücünde) inanılmaz bir enerji
taşıyordu!
Elektrik yüklü olduğu için, bir simyager gibi önüne çıkan bütün atomları tarumar ederek
geride muazzam bir atom enkazı ve madde kalıntısı bırakmıştı. Belki de bu inanılmaz türden
bir "ŞIHAB" idi. Fakat Sibirya'daki "Tunguska felaketi" tam anlamıyla, bir karanokta geçişine
benzemektedir. Milyonlarca hektar çam ormanı, binlerce sürülük ren geyiği kavrularak kül
oldu. Olayın şiddeti Kanada'yı bile aydınlattı. Bunun sorumlusunun bir meteor (Göktaşı)
olması halinde mutlaka bir krater açması gerekiyordu. Ortada krater olmayışının sonucunda,
Tunguska'ya düşen "Görünmez mini minnacık nesnenin" tek açıklaması, onun mini bir
karanokta olduğudur!
Dünya onu kendi içinde tutmaktan acizdir. Bu enerjetik elektrik yüklü karanoktalar çok
miktarda madde tarafından yavaşlatılabildiklerinden, dünyanın tüm kütlesi, çapı, çekim değeri
ve yoğunluğu frenleme etkisi uygulayamaz. Dolayısıyla, Tunguska felaketini hazırlayan
"Mini karanokta" dünyanın içinden geçerek, öte taraftan çıkıp, güneş çekimine yönelerek,
güneşe doğru yol almak zorunda kalır.
İstatistiksel fiziko-matematik hesaplara göre, 200 milyarı aşkın karanoktacıklardan (Henüz
patlayarak açılmamış olanların) en az sekiz tanesi "Güneş tarafından yakalanmış" olmalıdır.
Güneşe düşen bir karanokta, eğer onu delip geçemeyecek kadar küçükse, "Tam güneş
merkezine" yerleşip kalır. Tıpkı, bir ulu çınar ağacını için için kemirerek yere deviren
"Kurtçuklar" gibi, güneşi yiyip bitirmeye başlarlar.
Güneşin bırakamadığı, yani "Karadeliklerce" yenilmiş bir takım noksan "Işınlar" tespit
edilmiştir. Bunlar, güneş tayfının (Spektral analizinin) metrik radyasyon gamında "Eksik
bölgeler" oluşturmakla kendilerini belli ederler. Bu demektir ki, bir karanoktanın körlettiği ve
soğurduğu o ışınlar dünyaya ulaşamadığından, tayfta "Karanlık bölge" olarak gözlenirler.
Bu karanlık tayf çizgilerinin biri hariç, diğerlerinin nedenini biliyor ve açıklayabiliyoruz.
Birini ise bugüne kadar açıklamak mümkün olmamıştır. İŞTE BU AÇIKLANAMAYAN
kayıp ışımanın nedeni ÇOK MUHTEMEL OLARAK, "Minikaranoktacıklar" olmalıdır.
Aksi halde güneşin bazı enerjetik radyasyonlarının üretim ve iletim noksanlığı açıklanamaz!..
Güneşin beklenen ömrü 50 milyar yıl daha sürecektir. Ne var ki, "Merkezindeki bir
karanoktacık" onu içeriden "On milyon yılda" yutup, söndürebilecek güçtedir. "Güneşin
söndürüleceğini" bildiren ayet uyarınca, böyle bir risk Kur'an'da haber verilmiştir.
Eğer bu karanoktacıklar, güneş merkezinde "Birden fazla ise" o oranda "Dar vakitler"
içindeyiz, demektir!..
Dolayısıyla güneşimiz 50 milyar yıl sonra değil; her an gezegenleriyle birlikte vakitsiz
ölmeye adaydır.
İLERİ BİLGİLER - 38
OLUŞ VE ÖLÜŞ NEDENİ KARANOKTALAR
Mini karanoktalar hakkında söylenecek önemli üç konudan ilki; onların, tutsaklarını
"MUTLAKA YOK ETTİKLERİ"dir. Çünkü karanoktaların, diğer büyük karadelikler gibi bir
çapı ve onun içinde düşsel bir tekillik noktası yoktur. Karanoktalar, doğrudan doğruya hem
bir karadelik hem de BİZZAT TEKİLLİKLERİN KENDİLERİDİR.
* Dolayısıyla bu noktasal tekillik aynı zamanda karadeliktir ve kurbanını yakaladı mı,
KESİNKES ÖLDÜRÜR.
* Karanoktaların, karadeliklerden ikinci farkı ise; karadeliklerin dışarıya hiç bir sızıntı
bırakmamasına karşılık karanoktaların "Sızıntı" vermeleridir.
Karanoktanın bizi öldürmesi, çekip yok etmesindendir. Fakat evrende hayatın var olmasının
nedeni ise "KARANOKTALARIN SIZINTISI"dır. Bu sızıntıdan hayat doğmuş, yer ve gök
ayrılmıştır. (*)
(*) Karanoktaların bu hayat kaynağı sızıntılarına, bir kez daha hatırlatalım ki, "Hawking
ışıması" ya da "Karanokta buharlaşması" demekteyiz.
* Karanoktalar yutar öldürür. Fakat EN BAŞTA bu sızıntıyı yaparak HAYATI
OLDURMUŞLARDIR.
Stephen Hawking, evrenin çok yoğun olduğu dönemde "Mini karanoktacıkların yaratıldığını"
öngörerek, yaradılışı çözümlemiştir. Daha sonra ise bu karanoktaların, sürekli ısınım ve
nötrino yayarak kütle kaybetmeleri sonucu varlığını boşaltarak, öteki evrenden bu evrene geri
fırlayıp, burada patladığını bulmuştur. Bu halleriyle mezardan dirilen hayalet gibidirler.
Karanoktaların patlayarak serbest kalmalarını bulan Hawking "MADDE NEREDEN
GELDİ?" sorusuna beklenen cevabı da bulmuştur. Bu cevabın bulunması yüzyılımızın en
önemli bulgusudur. Relativite teoremini bile aşan bu inanılmaz buluş sayesinde Hawking,
yüzyılın bilim adamı durumuna yükselmiştir.
"Hawking ışıması" sayesinde, "Karadelik dinamiği içinde" evrenin oluşumu
BİRLEŞTİRİLMİŞTİR. Atomaltı parçacıkların nasıl oluştuğu ve oluşum aşamasında
birbirleriyle nasıl etkileştikleri çözümlenmiştir. Bu arada Hawking, bir başka darbe yaparak,
aynı zamanda relativite ve kuantum teoremlerini kendi "KARANOKTALAR" teoremiyle
birleştirerek, 21. yüzyıl bilimini başlatmıştır.
Zig-Zag öğretimize bağlı kozmogonisitler, evrenin yoktan varolduğunu (Yaratılış tekilliğini)
ortaya koyan Big-Bang teoremi ve Hawking kozmogonisini, "Birleşik alanlar teoremi" ile ele
alarak yaradılışı kanıtlamışlardır. Bu "Süper Big/bang" teoremine göre: Kararsız boşlukta
oluşan kozmik anaforlar ve çalkantılar, farklı bölgelerde "Enerji değişimleri" yaratmış,
bunlardan birisi kritik enerjiyi üretince parçacık oluşumu ortaya çıkmıştır. Bu olay hızlanıp
bütün boşluğa yayılmış, önce leptokuarklarla, anti-leptokuarklar oluşmuştur. Bunlar da lepton
ve kuarklara ayrılmışlardır. Böylece atomlar oluşmuştur. Daha sonra da, bildiğimiz
senaryosuyla evren ortaya çıkmıştır.
Evren en başta bir "HİDROJEN BULUTU", yani bir önceki cildimizde değindiğimiz, "YER
VE GÖĞÜN BİTİŞİK=RATK" olduğu bir DUHAN halindeydi.
* Eğer bu bulut (Hiç bir galaktik buluta çökmeden) öylece kalsaydı, bugün hayat olmayacak,
evren öylece sonsuza kadar bekleyecekti (Heterojensizlik).
* Eğer evren-bulut tek bir noktaya çökseydi, yine evren olamayacaktı. Çünkü bütün evrenbulutunun bir tek noktaya çökmesi demek, "KOZMİK BİR KARANOKTAYA ÇÖKMEK"
yani yaratıldığımız gibi çabuk yoldan yok olmak demekti.
Evren ne "Yer ve gök bitişik" halde kalmıştır; ne de bir tek noktaya çökerek bütünüyle "YER"
olmuştur. Evren, tam tersine, 200 milyar ayrı ayrı odağa bölünmüştür. Evrenin bu tek bulutu
200 milyar alt buluta, (Galaksi oluşturacak olan) ayrık bulutlara parçalanmıştır. Böylece bu
ayrık bulutlar, "YER=Arz" ve kalan boşluk "GÖK=Sema" olarak İKİYE AYRILMIŞTIR.
Ratk=Bitişik, Fatk=Ayrık olmuştur ki, Kur'an'ımız bu yeni bulguyu 14 yüzyıl önce
bildirmiştir.
Pekiyi, bu ayrılma nasıl olmuştur? Hangi etki evreni hem öylece bırakmamış, hem de bir tek
merkezi karadeliğe çöktürerek yok ettirmemiştir?
Bütün bilim adamlarının bu 200 milyar çekim odağının nasıl oluştuğunu düşündükleri sırada,
Hawking, karadeliklerin bir kısmının sonradan değil; en başta var olduklarını ispatlamıştı.
Diğer bilim adamlarının, bu önemli olgunun önemini anlayamadan başka varsayımlar peşine
düşmeleri gafleti işime yaramıştı. Hawking'in bile fark edemediğini sezinlemiştim:
Hawking'in en başta büyük patlamanın etkisiyle sayısız mini-minnacık karanoktalar
oluştuğunu kanıtlaması gerçek olduğuna göre, acaba bu karanoktalar evrenin (Yeri-göğü
bitişik, tek homojen evren bulutunu) 200 milyar galaksiye bölünmesine neden olan ÇEKİM
ODAKLARI olabilir miydi?
Çünkü bu dev evren-bulutunda en başta süper denge vardır. Her şey birbirini eşit biçimde
çektiğinden, ÇEKİM kuvveti hissedilmez. Bu bulutun içinde yer alan hidrojen (ve pek az
helyum) atomunun hiç biri bir çekim odağı olamaz.
Oysa, bu mini karanoktacıklar, böyle bir evren bulutunu parçalayıp, koparıp, çevrelerine
toplayacak çekim merkezi yapısına sahiptirler.
Fakat karşımda büyük bir problem ve bana yöneltilen "Haklı" bir soru vardı:
"Bir karanokta, böyle bir çekim merkezi olarak bir galaktik bulutun içinde duruyorsa, bu
dehşetli karanoktanın içinde bulunduğu bulutu yiyip bitirmesi gerekirken, yememiştir, bu
nasıl oluyor?"
Sorunun cevabını 3 yıl sonra bilmeden, yine Hawking bulmuştu: Karanoktalar, kütleleriyle
orantılı olarak, (Örneğin bir milyon yılda) sızıntıları nedeniyle patlayarak açılıyorlardı.
Böylece o karanoktalar, galaksi odaklarında çekme görevlerini yaptıktan sonra, serbest kalıp,
izlerini kaybettiriyorlardı.
Böylece mini karanoktalar, bir tür karatohumlar olarak, galaksi çekirdeklerini oluşturup,
HAYATI VAR ETMİŞLER, gök ve yeri ayırarak, YERDE HAYATI oluşturmuşlardır.
Onlar önce hayatı var etmişlerdi, şimdi de ölümü!.. Hayatımızı karaboşluklara borçlu
olduğumuzu anlıyoruz. Fakat hayatımızı aynı anda, müstakbel ecdadımıza borçlu olmanın
kozmik karayaslarını tutmaktayız.
Hayatımızı oluşturan, doğmamızı sağlayan: Yaratılış patlamasında çekime karşı
genişleyebilecek yoğunluktaki türlü biçimde 200 milyar kadar karanoktanın, birleşik-yekpare
bulutunu, ayrık galaktik bulut-adalara parsellemeleridir. Onların tohumunu oluşturduğu
galaktik bu bulutlar, sonradan soğudu ve yüz milyonlarca yıldız doğdu. Bunlardan biri de
"Güneş" idi. Güneşin gezegenlerinden birinin de adı "Dünya" idi...
Galaksiler bu karatohumların merkezi olduğu çevrede yeşerdiler. Daha sonra bunlar
"Hawking sızıntısından" dolayı patlayarak açıldılar ve yerlerini aknokta dediğimiz kuazarlara
bıraktılar.
Galaksiler ise kuazarların enerji yumaklarının genişlemesiyle (Galaksi yoğunluk çizgileri
olarak) ortaya çıktılar.
Sonradan (Dolaylı ve dönüşümlü yani yıldız artığı olarak) ortaya çıkan karaboşluklar kendi
çekimsel çökmelerinin sıkışması sonucu oluşurlar. Aralarında öncelik ve sonralık sıralaması
alan bu iki karadelik türünün, ilki (Hawking karanoktaları) Künnes sırrındandır (Tekvir-15).
Çünkü evrenin yaratılması "Künnes=Ol" emri uyarıncadır. Bu etkiye karşılık "Hûnnes=Öl"
emri uyarınca "Karanoktalar tepkisi" meydana gelmiştir.
Bunlar en başta yaratılmasaydı, "Kütlenin nereden geldiğinin cevabını" hiç bir zaman
bulamayacaktık. Fakat Hawking bize, "KÜTLENİN KARABOŞLUKLARDAN
GELDİĞİNİ" söylemiştir.
Künnes bir "Doğum" olayı olup, bir "Doğan" doğduğu andan itibaren ölmeye aday olur.
Hûnnes ise ölüm olup, ölüm ise yaşamaya nedendir. Hiç "Yaratılmamış birinin" ölmesi
gerekmez. Ama yaratılmış (Yaşayan) birinin ölmesi kaçınılmaz olur.
Bir gün evren, maddecilerin umutlarını boşa çıkararak, mü'minlerin inancı doğrultusunda bir
kez daha sonradan var edilmek için "KIYAMETLE" yok edilecektir.
Bu, "RABBİM BİZİ İKİ KEZ ÖLDÜRDÜN, İKİ KEZ DİRİLTTİN..." ayetinin tecellisidir.
Bu sayede "Nedensel olmayan" ve "Gelecekten geçmişe" yaratılışı ve yeniden doğumu iade
eden "Yaratılışın sırrını" çözüyoruz.
Rabbimizin kozmik yaratma tekilliğine uzanacak kadar büyük bir dehâ olan Hawking'e,
"İnsan nankördür" ayetine rağmen insanlık olarak borcumuz vardır. Bu tamamen felçli
MÜSLÜMAN KARDEŞİMİZ'den "Doğulu islam aleminin" hiç haberdar olmaması çok
acıdır. Müslüman ülkelerin din kurumları ve Diyanet başkanlarının "ALLAH" bilimine
hizmetkar olan "Batılı müslüman âlim kardeşlerinin" bu olağanüstü çabalarına karşı değil
takdir ve tavsiye etmek, onlardan tamamen bihaber olması şayanı hayrettir. Böyle kuruluşlar,
"Anladıklarını" tavsiye eser saymakta, anlamadıklarını ise sonsuza kadar "Askıya" almak,
hatta şaibeyle baskıya almak yanlışını yapmakta ve sinsi islam düşmanlarının "Burunlarının
dibindeki cevheri görmekten acizler" diye alay hedefi olmaktadırlar.
Bu nedenle Stephen Hawking'in bilim ve islam dünyasındaki "SAKLI" önemini, seçkin yerini
vurgulamak ve onu okuyucuya tanıtmak istiyorum. Gerek kendisi gerek "İkili" oluşturan
Penrose'un yaratılış tekilliğini yani ALLAH'ın oluşturduğunu MATEMATİK-FİZİK ile ispatı
İLK KEZ gerçekleşmiştir.
Müslüman Zig-Zag öğretisinin değerli bir cemaat üyesi olan İngiliz asıllı Prof. Dr. Stephen
Hawking, evren-bilim ve yaratılış-bilim konularında inanılmaz buluşlar yaparak, sayısız batılı
bilginin ALLAH'a yakınlaşmasını, kitleler halinde müslüman olmasını sağlamıştır. Yaratılışın
tekil olduğunu (ALLAH'tan geldiğini), maddenin "Karadeliklerin sızıntısından" türediğini
göstererek, mini karanoktaların ve karaboşlukların astronomisini oluşturmuştur. Bu astronomi
sayesinde, ilk kez "Relativite ve Kuantum teoremilerini" birleşmiştir. Evrenin komplike
yaratılışı çözümlenmiştir. Allah'ın saklı bir hazine olup kendisinin bilinmesini (özellikle
BİLİM yoluyla) istemesine yönelik en büyük çaba Hawking'den gelmiştir. Nasıl ki "Bilim
müminlerin kayıp malı" ise, müslüman bilim adamları da "Müminlerin kaybedilmiş öksüz
kardeşleri" durumuna sokulmuştur. Dünyada resmî bilim kurumları ve islam ülkelerinde
resmî diyanet kurumları ile "müslüman geçinen basının" gafletine rağmen, islam'ın medarı
iftiharı müslüman bilim adamları Allah'ın nimeti olarak hep vardır. Günümüzde, bilim konulu
dergilerde evren bilim ve yaratılışı ile ilgili makalelerde yazılanların tamamına yakını
Hawking'in bulgularından türemiştir. Çağımızın hatta her çağın en büyük kozmogoni uzmanı
olan Hawking teoremleri, hâlâ aynı hayret ve hararetle güncelliğini korumaktadır. Hawking
ve Penrose'un "Birlikte" oluşturduğu bu başarı, maddeciye en büyük darbeyi indirmiştir.
ŞEKİL - 38
TEKERLEKLİ SANDALYEDE BİR DEHA
Stephen Hawking
Ünlü İngiliz fizikçi ve matematikçisi Stephen Hawking seyrek rastlanan bir hastalık nedeniyle
felç olarak hayatının geri kalan kısmını tekerlekli sandalyede sürdürmek zorunda kaldı. Ancak
bu, bilim dünyasını göz kamaştıran teorileriyle aydınlatarak, bilime yepyeni boyutlar
kazandırmasını engellemedi. Onun fısıldamalarıyla en zor problemler çözülebilecek aşamaya
geldi.
TEKERLEKLİ SANDALYEDEKİ DEHA
Yukarıdaki (Şekil-38) kupür, "Zamanda ZİG-ZAG" dergisinin Aralık 1984 basımı, ikinci
sayısının 7. sayfasından alınmıştır. Yazıyı kaleme alan İngiliz Profesör John Taylor olup,
Hawking sayesinde müslüman olmuştur. Bu yazıyı kaleme aldığı sırada Taylor ateist olduğu
için "Hawking'in müslümanlığı" konusuna hiç değinmemiştir. Bu yazıyı aynen iktibas ederek
sunuyoruz. Daha önce de "Arz'dan Arş'a Sonsuzluk Kulesi"nin ikinci cildinin son ek
bölümünde [Referans-III, Bozonların Bulunuşu], yazarımız hakkında John Taylor'un bir
yazısını sunmuştuk. [*] John Taylor, Zig-Zag öğretisi mensuplarıyla toplu müşavere ve
seminer yaparak, ünlü "Black Holes=Kara boşluklar" kitabını oluşturan, dahî bir matematik
profesörüdür. Hawking'i tanıyınca manevi aleme dönüş yapmış, "Parapsikoloji" öğrenimine
kendini adamıştır. 50 yaşına kadar maddeci ve ateist olan Taylor, doğruyu bularak, bilimin
gerçeğinin ta kendisi olan ALLAH'a yönelmiştir.
[*] Ayrıca bknz. Arz'dan Arş'a Evrenin Sırları Sınırları-2 Kesim-16 Elektro-Zayıf Kuvvet
John Taylor, Hawking ile yazarımız Aiberg arasında, nedensel olmayan benzerlikler olduğunu
da bulmuştur. Hawking ve Aiberg her ikisi de yıl farkıyla aynı gün doğmuş, aynı gün felç
geçirerek, aynı hastanede yatmış ve tanışmış, müslümanlığı sonradan benimseyerek, Zig-Zag
Öğretisi'ne katılmışlardır. Her ikisinin de branşı kozmoloji olup, her ikisi de "Alternatif Nobel
ödülüne aday" gösterilmiş, fakat "Müslüman" oldukları için, beynelmilel Resmî (!) bilim
mafyasınca ödülden geri bırakılmışlardır.
[*] Lütfen okuyunuz: AÇIKLAMALAR
Yan sayfada, Zig-Zag dergisinin "Stephan Hawking" ile ilgili ve John Taylor tarafından
kaleme alınmış makalesini okuyucuya aynen naklediyorum:
APENDIX - 1
TEKERLEKLİ SANDALYEDE BİR DEHA: STEPHEN HAWKİNG
Cambridge Üniversitesi'nde Stepnen Hawking'in özel bir çalışma odası vardır. Hemen hemen
bütün gününü bu odada geçirir. Gelen ziyaretçileri çelik telli gözlüklerinin ardında parlayan
mavi gözleriyle selamlar. Çünkü konuşmak onu çok yormaktadır. Üstelik söylediklerini
anlamak da imkansız gibidir.
Yüzünde masum bir çocuğun ifadesi vardır. Oysa yüzyılın en büyük matematik dehalarının
başında gelen Hawking 42 yaşındadır. Bütün bu engellere rağmen Albert Einstein'dan sonra
fizik ve matematik alanlarında adeta devrim yaratmıştır. Hatta ona son yüzyılın ikinci
yarısının Einstein'ı denmektedir. Bazı fizikçiler için bilim tarihinin en önde gelen ismidir.
Hawking için bugünkü fizik-fantastik fizik ikilisini bir köşe pervazıyla birleştirmek hiç de zor
olmamıştır. Bir yanda gezegenlerin, sabit yıldızların, galaksilerin ve tüm evrenin kütle
çekimiyle açıklanan davranışları (Einstein'ın "Genel relativite" teorisi); diğer yanda
maddenin atomsal düzlüklere göre hesaplanması mümkün olmayan davranışlarını
açıklayamayan quantum teorisi. Yaşamının son 10 yılını doğal olayların birbirleriyle olan
çelişkisine hasreden Einstein, quantum mekaniğinin olasılığıyla kafasını karıştırmayı göze
alamamıştı.
Her iki teori için birleştirici bir köprü atmak, ortak bir dil oluşturmak yıllar boyu bir çok
bilim adamının rüyası olmuş, ama hiçbiri bunu gerçekleştirememişti. Evrenin temel yapısı
için bir kaftan uydurmak Hawking'in en büyük emeliydi. Hayat hikayesi dikkat, sabır ve biliç
gerektiren çalışmalarıyla dopdoluydu.
SÜRÜNDÜREN HASTALIK
Hawking entelektüel çok zeki anne-babanın dört oğlundan en büyüğüydü. Babası bir doğa
araştırmacısıydı. 1959 yılında Oxford Üniversitesi'nde yüksek öğrenimine başladığında
disiplinsiz bir öğrenci olarak tanınmıştır. Şehrin belli başlı eğlence yerlerinde onu tanımayan
yoktu. Ancak çok zeki, içine kapalı, ruhsal açıdan zengin bir kişiliği vardı. Bu nedenle çok
seviliyordu.
Profesörler onun ihmalciliğine pek ses çıkartmıyorlardı. Çünkü çözülmesi çok zor matematik
problemlerini önceden çalışmamış olsa da kısa sürede çözüyordu. Daha sonra öğreniminde
derinleşmek amacıyla Cambridge Üniversitesi'ne geçti. Ancak aradan bir kaç ay geçmişti ki,
onu süründürecek hastalığının ilk belirtileri başladı. Kolları ve bacaklarına hakim
olamıyordu. Zaman zaman dili sürçüyor, konuşmakla güçlük çekiyordu. Bu az tanınan
hastalık istemli kasları felç ediyor ve çoğu kez ölüme götürüyordu. Amyotrofik, yan tarafa
inen katılaşma henüz 25 yaşında onu bastonsuz yürüyemez duruma getirince depresyon
geçirerek kendini içkiye verdi.
1963 Ocak ayında Londra'daki St. Albans'da tanıdıklarının verdikleri partide yabancı diller
öğrencisi olan Jane Wilde'ı tanıdı. Hawking'in gizemli kişiliği onu çok etkilemişti. İki yıl
arkadaşlıktan sonra 1965 yılında evlendiler.
Evlilik Hawking'in hayatında bir dönüm nokrası olmuştu. Artık ölümü düşünmüyordu ve
kendini bilime vermişti. Bugün üç çocuk babasıdır.
ZAMANIN BAŞLANGICI
Evlendikten kısa bir süre sonra ilk tezlerini oluşturmaya başladı. "Evrenin oluşu" konusu 60'lı
yılların üzerinde en çok konuşulan konularından biriydi. Bilim adamları evrenin düzenli
olarak genişlediğini düşünüyor, başlangıç noktasına bir çözüm getiremiyorlardı.
Hawking o dönemde evrenin sonsuz yoğunlukta bir noktadan yaşamına başladığını buldu ve
fikrini o zamanlar Londra Üniversitesi'nin tanınmış matematikçisi Roger Penrose'a açtı. 1969
yılında birlikte çalışarak Einstein'ın relativite teorisiyle bağdaşan teoremlerini ortaya
koydular. Einstein'ın zamanı ve mekanı bu noktada birleşiyorlardı. "Daha başka bir deyişle"
diyor Hawking, "zamanın da başlangıcı oldugünü gösterdik."
70'li yıllarda sağlığı öyle bozuldu ki, tekerlekli sandalyeye oturmak ve hayatının geri kalan
kısmını orada geçirmek zorunda kaldı. Ama durumuna eskisi kadar üzülmüyordu. Çünkü
geliştirdiği her teori onu ruhsal açıdan besliyor, yaşam sevinci aşılıyordu. "En büyük
zaferim" dediği "karadelikler" teorisi ilgiyle karşılanınca "Nihayet kendimi temize çıkardım"
demişti.
Eğer büyük bir yıldız yanıcı termonükleer maddesini tüketmişse, kendi yerçekiminden
yararlanır. Bu büyük bir güçtür. Yıldız materyali belirli şartlar altında top halini alarak
öylesine ufalarak yoğunlaşır ki, artık öz maddesi yıldızdan kaçamaz olur. Hatta kendi ışığını
bile emen yıldızın farkına varmak mümkün olmaz.
1971 yılında teoremini daha da ileriye götürerek, kara deliklerin sadece ölü yıldızların bir
aşaması olmadığını, evrenin başlangıcında oluşan muazzam güçlere bağlı olarak ufacık kara
deliklerin de oluştuğunu açıkladı. Hawking'e göre sadece bizim galaksimizde en fazla bir
proton büyüklüğünde, ama en az Everest dağı kadar ağır bir milyona yakın karadelik
yaşamaktadır.
GİZEM DUVARI
1973 yılında Hawking materyal davranışlarının kara deliklerle ortak yönlerini araştırdı. Bir
kalemi tutacak kadar bile güç yoktu ellerinde. Bu nedenle tüm hesapları kafasından
yapıyordu; düşündüklerini mümkün olduğu kadar grafik şekillere dönüştürerek asistanına
anlatmaya çalışıyordu.
Bir gün böyle bir dikte seansında delirdiğini sanmıştı. Çünkü vardığı sonuç inanılmaz bir
teorinin başlangıcı olmuştu. Kara delikler sürekli olarak bazı parçacıklar gönderiyorlardı. O
zaman da kara delikler zamanın dışında kalıyordu. Bu ne demekti?
Sabit yıldız bozunumlarında veya astronomların galaksi çekirdeklerinde bulacaklarını tahmin
ettikleri çözüm, şimdiki dünya yaşının çok gerilerine sürüklüyordu teoriyi. Hawking orta
büyüklükte bir kara deliğin ortalama 10 milyar yaşında olduğunu ortaya koydu. Evrenin
yaşından biraz daha genç olduklarını düşünecek olursak, kara deliklerin evreninin öncesine
de ışık tutabileceği ortaya çıkmış olur. Küçük bir karadellk içeriğini yitirse, ışınlarından
oluşan enerji deposu patlayarak serbest kalır.
Bu teoriyi şimdiye kadar bilinenlere öylesine ters düşüyordu ki, Stephen Hawking uzun süre
defalarca kontrol etmek zorunda kaldı. Eğer söyledikleri yanlış olsaydı, kendine olan güvenini
tekrar kazanmak yıllar alacaktı. Ama teorisinde en ufak bir uyumsuzluk bulamadı.
1974 yılında, tam 32 yaşındayken Rutherford Enstitüsü'nde "Karadelikler yoluyla parçacık
oluşumu" adını verdiği bir çalışmasını ışıklı tabelalar aracılığıyla tanıttı. Dinleyiciler onun
bilinmezliğin sınırına dayandığının farkındaydılar ve yetersiz kaldıklarını hissediyorlardı.
Ancak "Anlaşılmaz" damgası yemesine rağmen Hawking tüm gayretiyle çalışmalarına devam
ediyordu. Bir ay sonra çalışmaları haftalık bilimsel "Nature" dergisinde yayınlandı ve
teorileri tüm dünyaya yayılarak tartışılmaya başlandı. Bu gerçekten bir dönüm noktasıydı. Bu
arada karadeliklerin parçacık ışıması yapabilecekleri ve patlayabilecekleri matematiksel
olarak kanıtlandı. Bugün karadeliklerin parçacıkları yayımladığını anlatmak için "Hawking
ışıması" deyimi kullanılmaktadır.
Hawking'in bulduğu kara delik dinamiği evrenin oluşumuyla büyük paralellik ve benzerlik
göstermektedir. Bu nedenle teori, atom-altı parçacıkların nasıl oluştuğu ve evrenin oluşum
aşamasında birbirleriyle nasıl etkileştikleri konusunda fizik uzmanlarına yardımcı olacaktır.
Her şeyden önce, relativite teorisiyle quantum teorisinin karadeliklerde bir araya gelmiş
olması yepyeni ufukların ilk adımı olacaktır.
Hawking'le birlikte bilim fabrikası haline gelen Cambridge Üniversitesi tarafından kendisine
tahsis edilen odada halen çalışmalarına ve fısıltılarına devam eden Hawking, bilim
alanındaki son gelişmeleri de yakından takip etmektedir. Felçli olması, onu eskisi kadar
üzmüyor. Çünkü Hawking "İçimde beni şaşkın bırakan güçler buldum" diyor. (İslâmiyet[?])
KESİM : 70
SIDERAL-ASTRAL KARADELİKLER
"Hawking karanoktaları", sonradan değil; büyük patlamayla ve "Evrenle birlikte" aynı anda
en başta yaratılmışlardır. (*)
(*) Bunlara "Kara kuant" ismini de vermiştim. İzleyen cildimizde bu önemli konu
sunulacaktır.
Oysa hep sunduğumuz "Karaboşluklar" (Üç güneş kütleli bir yıldızın, ömrünün sonuna
gelmesiyle) çekim çöküntüsü olarak ortaya çıkmış; "Sonradan olma" ve sıralamada "İkinci
büyüklükte" olan kategoriye giriyorlar.
Hiyerarşik sıralamanın en küçüğü "Karanoktalar" olup, onu izleyerek "Yıldız artığı" olan
Sideral=Astral karaboşluklar gelmektedir ki, bunların oluşumu ile ilgili bilgileri önceki
bölümde sunmuştuk.
Karanoktalar, bir atomdan küçük ya da kum tanesi kadar türlü boylarda karalekeler
olabilmektedir.
Oysa Sideral yani "Yıldız artığı" karadeliklerin en küçüğünün oluşması için, çöken bir yıldız
şartı vardır. Bu şartın da şartı, yıldızın güneşimizden 2,95 kat daha büyük kütleli olmasını
gerektirmektedir. Bu "Taban" değerine sahip ender bir karadeliğin çapı ile orijinal olay ufku
çapı birbirine eşitlendiğinden yüzeyi aynı zamanda "Olay ufku"dur. (Yüzey alanı sıfır
kalınlıktadır. Onun olay ufkuna girdiğimizde, aynı anda yüzeyine ayak basmış oluruz.)
Bu taban ve limit sayıdan başlayarak, yıldızların "Kütle" büyüklüklerine göre değişen
çaplarda "Sideral" karaboşluklar, "Yıldızın mezarı" olarak kazanılmış, ceset konmuş ve mezar
dış dünyaya açılmamak üzere gömülmüştür.
Sideral karaboşluklar, süpernova patlamasının çekim şoku kalıntıları olup, cazibe aşırı (Çekim
ve elektromagnetizma fırtınaları) etkilerinden oluşan dehşetli enerji farkının telafi edilmesi
için yaratılan "Kara-unsur"lardır. Bunlar bildiğimiz 4 hâli olan madde kimyasına değil;
maddenin beşinci hâli olan SİMYA olgusuna girerler.
Bir karaboşluk, yuttuğu maddelerin tümünü tek tip "En küçük bileşenlerine" doğru ufalar.
Yani madde TABAN ya da ALT YAPI olan kuantlara doğru indirgenmek zorunda kalır.
Madde ve enerji, kendilerini oluşturan fundamental öze (Aslına-astarına) dönüşür. Bu
dönüşüm, Planck uzayı denen "En mini minnacık maddî mekan" aralığının tabanına kadar
sürer. Bu da nötron yıldızların kuarklaşmasıdır. Fakat kütle çekimi çok büyükse, bu mini
aralık da "Çekim baskısıyla" sıkışıp tutunamaz ve daralır.
Kuantlar, "Eylem aralığının tabanını" aşınca, artık (Yıldızın kendisi ve tutsağı olan) enerji ile
madde de yenilip bitirilmiş olur. Yerine "MEKAN BOŞLUĞU" denen SİYAH BOŞLUKLAR
gelir.
Burayı ne uzay ne de zaman boyutları etkileyemez olur. O halde orası "Uzay-zaman
boşluğu"dur!..
İşte Vakıa-75 ve 76. ayetler, 14 yüzyıl önce AYNEN bu olguyu haber vermiş, "Mevakiin
nücum=Yıldızların boş yerleri" ifadesini kullanmıştır. Okuyucu dikkat ederse, biz bilimciler
de AYNI ANLAMDA "Karaboşluk" demekteyiz.
Gerçekten de orası; görünmez yıldız boşluğu, uzay-zaman deliği, yıldızdan boşalan ve bu
evrene ait olmayan bir başka "Uzay, evren" bölgesidir.
"Mevakiin nücûm" ifadesinin önemine dizimizin bantları boyunca hep değinmiş, çöken yıldız
artıkları olan, beyaz cüce ve nötron yıldızları da aştığını vurgulamıştık. Çünkü beyaz cüce (ya
da kara cüce) ile nötron yıldızlar (ya da pulsarlar) yıldızın BOŞALAN YERİ değildir, yıldız
orada yani evrenimizdedir. Ama evrenimiz dışına yollanmak yalnızca KARABOŞLUKLARA
özgüdür.
Çekim ve elektromagnetizmanın şarj ettiği aşırı bir enerji birikiminin patlak vermesiyle ortaya
çıkan çekimsel ve elektromagnetizmal fırtınalar, cüce ve nötron yıldızları da aşarak,
"Siyahdelik" olma şiddetine ulaşıp, karaboşluk eğilimine tırmandığı zaman, yıldız, kendini ve
beraberindeki uzay ile zamanı da yutmuş olur.
Uzay demek "Mekan" demektir ki, yıldızın kendi mekanını yutması ilk kez başımıza gelen,
inanılmaz bîr olgudur. Kendini, kendi ışığını, kendi hacım, yer ve zamanını yutan bir yıldız;
(Kendini ve tutsaklarını) bir başka magnetik alana, paralel evrenlere göndermiş olduğundan,
yerine bir UZAY-ZAMAN BOŞLUĞU bırakmıştır.
İşte "Yıldız yerleri" diye geçen ayet, bu maksimal çökmenin habercisidir. Çünkü
karaboşluklarda, yıldız gider, yerine "Sonsuz bir kuyu" olan uzay-zaman tekilliği gelir.
"Yıldızların yeri" derken, bu uzay-zaman uçurumunu anlatırız.
Yıldız, o uçurumdan düşerek intihar etmiş, öteki dünyaya intikal etmiş, yerine sadece "YERİ,
BOŞLUĞU, DELİĞİ" kalmıştır. Dolayısıyla Kur'an'da "Sideral karaboşlukların" ismi
doğrudan "YILDIZ BOŞLUKLARI" diye verilmiştir:
Vakıa-75. ayet, "Felâ" diye başlamaktadır. Bu Allah ifadesi, mecaz anlamda, "Hiç kuşku yok,
başka türlüsünün olamayacağı tek biçim ve kesinkes gerçek" demektir. Edebî anlamda ise
"Artık bir başka söze, iddiaya gerek yok" demektir. Batınî (Gizli bilimler) anlamında ise
"Artık yerinde olmayan..." yani bir yıldızın kollapsar olarak çökmesiyle, orada yok
olmasından doğan "Boşluğu" anlatmakta, yıldızların ebedi ASAL olmadığını, gene doğup,
yaşlanıp, sonunda KOLLAPSAR olarak çökeceklerini ve artlarında kara cesetler bırakacakları
bildirilmektedir.
Şimdi sozkonusu Vakıa-75,76. ayetleri belleğimize iyice yerleştirmek üzere bir kez daha
yorumlayalım. Çünkü Vakıa suresi Resulullah'ın kuşaklar boyu ebeveynden evlatlarına
VASİYET etmeleri emredilmiş bir ayrıcalıklı suredir. Bunun nedeni iki türlüdür. İlki
kozmolojik olup, "Mevakiin nücûm" ve buna edilen yemindir. Diğeri ise "Sosyolojik"tir.
* "FELÂ" (Artık bir başka söze gerek yok, şimdi o yıldızlar yerlerinde yok) UKSİMU (And
ederim ki) "Bİ MEVÂKI'UN NÜCÛMİ" (Yıldızların mevkileri üzerine yani karaboşluklar
denen yıldız yerleri, yıldız kalıntıları, teşekkül halindeki yıldızlar, cüce ve nötron yıldızlar,
ışığı geldiği halde aslında çoktan yok olan ya da var edildiği hâlde henüz ışığı bize ulaşmadığı
için göremediğimiz yıldız yerleri).
İzleyen ayet ise "BUNUN NE BÜYÜK BİR YEMİN OLDUĞUNU BİLSEYDİNİZ..."
biçimindedir. Rabbimizin böyle bir ifade kullanması üzerinde çok-çok-çok düşünmek gerekir.
Üstelik Resulullah kendi dönemi ümmetine, "Vakıa suresini çocuklarına öğretmeyi, onların da
kendi çocuklarına öğretmesini" önemle tavsiye etmiştir.
Vakıa suresinin sosyolojik önemi ise içinde gelecekteki ekonomik-politik ye sosyolojik büyük
fitne olan SOLCULUĞU, MARKSİZMİ, insanı köleleştiren, hürriyet düşmanı ve ahlâk ile
manevi değerler yoksunu komünizmi önceden haber vererek uyarmasıdır.
[*] Lütfen okuyunuz: AÇIKLAMALAR
Vakıa suresinin "Kozmik önemi" ise "Büyük yeminden de anlaşıldığı üzere", yıldızların
yerleri üzerine yapılan katmerli vurgudur. İşte bu vurgunun ağırlığı, karadeliklerdedir. Çünkü
ayette yıldızlardan değil; yıldız yeri olan karaboşluklardan söz edilmiştir.
Çağımız karaboşluklarla artık tanıştığı için kıyametle aşina olmuştur. Dolayısıyla mevâkiîn
nücûm manevi olarak tecelli etmiştir. Maddi olarak da "KIYAMET" sorumlusu karadelik
yutmalarıyla tecelli edecektir.
İLERİ BİLGİLER - 39
KARA-EVREN "KUTURUSSEMA"SI
Önceki ciltlerimizde önemle üzerinde durduğumuz "Aktarıssemavat = Göklerin ÇAPLARI"
"Karaboşluklar = Mevakiin nücûm" ile dolaysız bağlantılıdır.
"Göklerin, ülkeleri [?], başka uzay-zamanların, öteki alemlerin, paralel evrenlerin" de
habercisi olan "Aktarıssemavat"; gök ve yer çizgilerinin KAPALI bir uzayı dışında kalan
"BAŞKA UZAYLARI" da bildirmiştir. Karadeliklerin olay ufuklarının ardına saklanarak
bizim evrenimiz "DIŞINDA" kalmaları "Aktarıssemavat" üzerine bilimsel tefekkür
yapıldığında ortaya çıkar.
Daha önceki kitaplarımızda da çokça değindiğimiz Rahman-33. ayet şöyledir:
* "EY (Birleşik) CİN VE İNSAN TOPLUMLARI, YER VE GÖKLERİN AKTAR
(Kutur=Çap) 'INDAN DIŞARI (Üst boyuta) ÇIKMAYA GÜCÜNÜZ YETERSE ÇIKIN!
FAKAT ÇIKAMAZSINIZ! VELEV Kİ SULTAN (Kurtulmaya elveren) BİR KUVVET
OLMAZSA."
Karadelikler, bizim evrenin "Aktarıssemavat"ı olan kapalı sistem dışına kaçabilen SULTAN
KUVVET'tir. Çünkü, uzaydan sadece kaçabilen tek nesne KARADELİK'tir. Bir karadelikten
kaçmak için de gerçekten ışık hızının üstünde SULTAN BİR KAÇMA KUVVETİ
gerekmektedir.
"Yıldızların yerleri ile göklerin çapları" Kur'an ifadesiyle özdeşleşmiştir. Yıldızların kendileri
yerine, birer "Yerleri" varsa; onların göklerinin (Uzay-zaman limitlerinin) de bir çapları,
eğrilik kuturları bulunmalıdır.
Karadelikleri kuşatan kara evrenlerin gerçekten de türlü çapları bulunmaktadır. Bu çaplar,
hem karadeliklerin hiyerarşik büyüklük çapları, hem de bir karadeliğin "Kara örtüsü"nün
içinde ve dışında yer alan türlü katman ve tabakaların iç-içe çaplarıdır.
Öncelikle bu çapların kollapsar düzeyinde ne anlama geldiğine ilişkin bilgilerimizi
tazeleyelim:
* Bir yıldız dört kuvvet dengesini kurmuşsa, ona asal yıldız demekteyiz. Bu yıldızın yüzey
çapıdır. Bunu kuşatan çekim çapı ve küresel bulut olduğunu erken dönemdeki "Sistem çapı"
(Güneş düzlemi) vardır.
* Eğer güneş gibi bir küçük yıldız, çökmesi ardından, çökmeyi sonuna kadar götürecek yeterli
kütle çekimine sahip değilse, elektromagnetizmanın karşı koyduğu bir BEYAZ/KARA CÜCE
çapında karar kılmış görürüz.
* Eğer çöken yıldızın kütlesi elektromagnetik çapı bile delip geçecek kadar büyükse, yıldız
nötron yıldız çapına büzüşür.
* Eğer kütle bunu da açacak kadar büyükse karadelik olmak üzere mümkün olan en küçük
çapa (Tekilliğe) büzüşür.
Bir başka anlatımla, bir yıldızın "Olay ufku" ve kritik yarıçapı, yıldızın içinde kalıyorsa,
(Yıldız bu "Çaplardan" GENİŞ ise) o yıldız cüce ya da nötron yıldızdır.
Ama yıldızın çapı, olay ufku ve Schwarzschild çapından küçükse ona "Karadelik" deriz.
Sideral bir karadeliğin limit çapının oluşması için 2,95 güneş kütlesindeki bir yıldızın çökmesi
yeterlidir. Bu limit tastamam bu değerdeyse, karadeliğin çapı ile olay ufkunun çapı birbirine
eşitlenip "Yüzey alanı" sıfır olur. Böyle özel bir kara yıldızın olay ufkuna girdiğimiz anda
aynı zamanda yüzeyine ayak basmış oluruz.
Görüldüğü gibi karadelik oluşması için "Eşik değer" olarak 2,95 kütleli bir yıldızın çökmesi
gerekir. Tastamam bu değerdeki bir yıldızın, olay ufku ile yüzeyi birbirine eşit olduğundan
böyle bir karadelik son derece özel sayılır.
Bu değer aşıldıkça, olay ufku büyümeye başlar. Böylece Schwarzschild yarıçapından başka,
bir de "Olay ufku" denen "ÇAP" ortaya çıkar.
Karadeliğin niteliğine göre, olay ufku ikiye ayrılır. Bunlar "İç olay ufku" ile "Dış olay ufku"
çaplarıdır.
Eğer bu karadelik dönüyorsa, onun döndüğünü dış olay ufkunda değil; iç olay ufkunda
görürüz. Bu iç olay ufkuna ERGOSFER denmekledir. Ergosfer, olay ufku ile karadelik çapı
arasında bir tampon çaptır.
Eğer, bir karadeliğe yakın geçişi sırasında bir yıldız dış olay ufkuna tam yakalanmadan
kısmen kendini kurtarabilmişe, o zaman onların bir yufka ya da puro biçiminde çekildikleri
bir "Litosfer=Taşküre" çapı olduğundan söz ederiz.
Evrende her yapı "Tabaka tabaka" kuturlardan yani çaplardan oluşmuştur. Bu da "Tabakadan
tabakaya bindirilmek" sırrının tecellisidir (İnşikak suresi).
"Tabakadan tabakaya bindirilmek" gravitik yorumla, birbirini çeken "Kara ortakların" giderek
birbirine yaklaşması, birbiriyle birleşmeye eğilim göstererek, tabakalarını birbirine
BİNDİRMESİ demektir.
Güneşimizin de böyle bir KARADELİK ORTAĞI bulunduğundan söz etmiştim.
İşte bu kara-ortak, güneşin göbeğindeki karanoktalardan sonra, güneşe en yakın ikinci
tehlikedir. Güneşin ömrünün normal olarak 50 milyar yıl olması, bize hiç bir güvence
veremez. Vakitsiz ölüm evrensel bir yasadır!
KESİM : 71
TRANSFERRO OLAYLAR
GALAKTİK DEV KARABOŞLUKLAR
Hiyerarşik tasnifi sunarken mini karanoktalar ile başlayıp, yıldız kalıntısı "Sideral=Astral"
kara boşluklara uzandık. Şimdiki disiplin konumuz ise, bunların daha büyüğü olan yıldız
boyutunda değil de, galaksi boyutunda olan "Üçüncü" türde felaket müjdesi olan galaktik
karaboşluklardır.
Galaksilerle ilgili, öğretimizin önceki bilgilerinden galaksilerin "İKİ ANA YAPI"dan
oluştuğunu hatırlarız:
* Birincisi, merkezdeki topaklaşma yani galaksi merkezi olan dev çekirdektir.
* İkincisi ise galaksiyi kuşatan ve genellikle sarmal kollar halindeki ÇEVRE bölümüdür.
Galaksilerin merkezleri çevrelerinden daha yaşlı olduğundan, yıldız oluşturacak malzemeden
günümüzde eser kalmamıştır. Genç çevre, gaz-toz malzemesi bakımından çok zengin
olduğundan, yeni yıldızlar hep galaksi çevresinde oluşur. Bu öylesine zengin bir malzemedir
ki, bir anda milyarlarca yıldız doğar. Oysa en önce yani galaksi tarihi başlangıcında galaksi
merkezi yıldız üretirken, çevrede henüz hiç bir yıldızdan eser yoklu. (Sadece yıldız yerleri
vardı.)
Dolayısıyla galaksinin soğuduğu bu erken evrelerde, önce merkezde ilk yıldızlar oluştular. Bu
zengin malzeme, çok sıkışık olarak, galaksi çekirdeğine bir toplanma merkezi, çekim odağı
olarak topaklaşmıştı.
İşte bu evrede, çevrede henüz bir yıldız yokken, merkezde tam tersine, güneşten 50 ilâ 5000
kez kütleli "MAVİ DEV" denen çok parlak, çok büyük yıldızlardan milyarlarcasının hemen
seri üretimi başladı. Bu milyarlarca dev mavi yıldız hem çok büyüktüler, hem birbirine çok
yakındılar, hem de çok sıkışık kümelerdi...
Öte yandan, bir yıldız ne kadar BÜYÜKSE, o kadar çabuk söner. Örneğin küçük bir yıldız
olan güneşimizin elli milyar yıl yaşamasına karşılık, bin güneş büyüklüğündeki bir mavi dev
yıldız milyon yıl sonra "Karadelik" olarak çöker. Dolayısıyla galaksi merkezi kısa vadede
milyonlarca dev karadeliklerle doluşmuş ve dokunmuştur.
Galaksi merkezi o kadar yoğundur ki, aşırı sıkışıklıktan bütün yıldızlar neredeyse birbirlerine
değerler. Bu yıldızlar kısa zamanda kendi dev çekimlerine yenilerek karadelikleşirler.
Karadelikler, aynı zamanda birbirlerini de çektiklerinden birleşirler.
Böylece birleştikleri oranda güçlenerek, "Diğer yıldızların normal çökmesini beklemeden"
önlerine çıkanı yiyip bitirirler. Böylece çekirdekte muazzam bir dev karadelik oluşur.
Sonra merkezi karadelik daha da güçlenmiş olarak, hem öteki karadelikleri, hem bütün dev
yıldızları, hem de gaz-toz bulutlarını siler süpürürler. Bu nedenle ilk yıldızların galaksi
merkezinde oluşan mavi devler olduğunu, dolayısıyla galaksi merkezinin çevresinden çok
daha yaşlı olduğunu en baştan belirttim.
Buna eş anlamda, galaksi çekirdeği bir yıldız kabristanıdır. Bu kara mezarlığın üzeri,
yutulmaya aday yıldızlarla kaplanmıştır. Ölü evren bir yana, içinde yaşadığımız galaksinin %
90'ı ÖLÜ MADDE'dir.
Ölü maddeden kasıt, "Karadelikler"dir.
Canlı madde ise asal yıldızlar olup, bunların sayısı galaksimizde yüzmilyarı aşmaz. O halde
evrende, hayal ettiğimizden daha çok katrilyonlarca karadelik olduğunu "Transferro" olaylar
ortaya koymuştur.
Bunlar "Demir-ötesi" ağır elementler olup, bizim için bir göstergedir: Yıldızlar galaksi
düzleminde yer aldıklarından, "Demirden ağır elementlerce" zengin çevreleri kendilerine
katarlar.
Ama merkezdeki yaşlı yıldızlar bünyesinde asla demir ötesi elementler olmamalıdır.
Çünkü yıldız reaksiyonlarının en son durağı "Demir" elementiyle sonlanır. Dolayısıyla, demir
ötesi elementler en baştan beri var olamazlar. Ancak, daha sonra süpernovaların şiddetli
basınçlarıyla oluşup çevreye püskürtülürler.
İşte bu "Transferro güçlüğü" telafi etmek için, günümüzden on milyon yıl önce "Yeterince
süpernova patlamaları" öngörülmektedir. Yıldızlar daha devleştikçe ömürleri de o kadar
kısaldığından, merkezdeki bu ilk dev yıldızların oluşturduğu galaksi çekirdeği, demir
aşamasında da kalamayıp, karadeliğe dönüşür ve fonksiyonunu bitirir.
Galaksi "Ayla=Hale"si içindeki yıldız artıklarının istatistiksel sayılması sonucu, galaksimizin
% 90'nın çoktan ölmüş madde olduğunu, özellikle "Galaksi merkezinin tamamen dev siyah
boşluk" hâline geldiğini görerek, feci sonumuzdan ürkmekteyiz.
Galaksimiz merkezinde "DEV GALAKTİK KARABOŞLUK" var mıdır? Bu konudaki
gözlemlerimizi, başta çekim ve elektromagnetik astronomi olmak üzere her tür veriyle
destekleyebiliyoruz.
Elektromagnetik yani radyasyon astronomisi, görünen (Optik) ve görünmeyen (Röntgen,
radyo dalgası kızıl ötesi-mor ötesi) ışımaların tümüdür. Fakat çekimci dalgalar
elektromagnetik değildir. Buna onların çok zayıf olan güçleri de eklenirse, çekim
astronomisinin zorluğu anlaşılır. Bu güçlüğe rağmen, çekim astronomisini Joseph Weber'in
detektörü ile başlatmış bulunuyoruz. Konuyla ilgilenen okuyucular, şimdiki ileri bilgilerimizi
okuyabilirler.
İLERİ BİLGİLER - 40
KOLLEKTİF İNTİHARLAR
Weber detektörünü galaksi merkezimize yönelttiğimizde; sinyal, frekans ve duyarlığı en
yüksek düzeyde olan bu duyarlı aygıt, süpernova ve karadelikleri "Çekim astronomisi"
yöntemiyle yakalayabilmektedir. Weber 1660 devir/cycle şiddetinde bir tek dehşetli atışı
kaydetmiştir. Sinyal şiddetinin değişimi 12 saat kadardır. "Atış" dört gün boyunca, birer kez,
yarım saniyeden daha kısa değerlere sahiptir. Bunun anlamı "Güneşten iki yüz kez büyük bir
kütleyi içeren bir karadeliğin" çekim ışımasının bize ulaşmasıdır. Burada şaşırtıcı olan,
sinyallerin dört gün arayla yayınlanmasıdır. Oysa bu sinyaller bir süpernova'dan gelseydi, dört
yüz yılda-bir kez ulaşırdı.
Görecelik (Relativite) teoremi doğru olduğuna göre, geriye tek alternatif kalmıştır: Sinyalin
kaynağı yüzmilyon güneş kütlesinde ve çapı üçyüz bin km olan bir merkezi karadelik
tehdididir. Yani "Galaksimizin merkezinde dev bir karadelik" olduğuna ilişkin ilk kanıttır.
Galaktik karaboşluğumuz, Samanyolu'nun tam göbeğinde, bir ışık saniyesi (300.000 km)
çapında olup, her yıl üç ilâ 40 güneş kütlesi yutarak daha da güçlenmekledir.
Böyle bir "Galaktik karadelik", içinde bulunduğu bütün galaksinin tüm madde tutarına ve
niceliğine hakimdir. Zamanla içinde bulunduğu galaksiyi de peyderpey yutacaktır.
Söz konusu "Galaktik karadeliğimiz" hem dönmekte hem bir magnetik alan oluşturmakta hem
de saniyede 50 km hızla bize yaklaşmaktadır. "Kol"a ya da bir çift "Yumruk güllesine"
benzetilen bu yapının, 9 ışık yılı ötesinde, hidrojen atomundan oluşan 21 cm radyo dalgalı
yayın aktifliği "merkezindeki şiddetli olayın" bir karadelikten yayınlandığı kanıtlanmıştır.
Güneşin Neptün gezegenine olan çekim etkisi neyse, galaktik karadeliğin on ışık yılı öteye
etkisinden doğan bağımlılık tehdidi de odur. Güneşin yerine eğer güneşi gökte gördüğümüz
büyüklükte bir karadelik olsaydı; 9,5 trilyon km ötedeki (En uzak gezegen olan Plüton'un
1610 katı uzaklıkta) bir gezegeni yörüngesinde tutabilirdi. Böyle bir "Karadelik" Güneş'in
Merkür'ü saptırmasının 10.000.000.000.000.000.000 katı olarak bizi saptırırdı.
Samanyolumuzun halesindeki "Üç küresel uydu galakside" de birer karaboşluk çekirdeği
olduğu artık anlaşılmıştır. Çünkü bu yoğun yıldız gruplarının iç kesimlerindeki yıldızlar,
dışarıdakiler gibi ağdalı, alışılmış yavaşlıklarıyla hareket edeceklerine, sanki bir çekim
merkezince uyarılmışçasına, hızlı, düzensiz ve itilip-kakılarak hareket etmektedirler. Bunu
ancak binlerce güneş kütleli dev merkezî bir karadelik başarabilir.
En yakın galaksi "Komşumuz Andromeda"nın çekirdeği de, açıkça bizimle paralel hareketler
yapmakta yani, bir galaktik merkezî karaboşluğu çekirdeğinde saklamakladır. Tüm
galaksilerde bir merkezî karadelik koleksiyonu vardır. NGC 6251 Galaksisinde merkezî
karaboşluğun uyguladığı olağanüstü kabarmalar yaygındır.
"Elips" biçimli galaksilerde bulunan, güneşten 60 kat büyük yıldızlar arasında olağanüstü
şiddet ve etkileşim alışverişleri, külle spektrogramıyla ölçümlenmektedir.
Karadeliklerin galaksi çekirdeğine yerleşmelerinin nedeni, bu merkezdeki dev yıldızların
kesinkes karadelik adayı olmalarından kaynaklanır.
Galaksiler ilk yaratıldığında bu kara tohumlar, tam merkeze ekilmiş, orada büyüyüpgüçlenmiş ve bir kaç milyar yılda kütlesini bir milyon ila bir trilyon kadar arttırmışlardır;
sürekli birbirleriyle buluşup, kaynaşmışlardır.
Böylece bütün karadelikler birleşip devleşmişler ve (Galaksi merkezindeki) on milyon güneş
ağırlığındaki 300.000 km yarıçapındaki "Merkezî karadelik" oluşmuştur. Burası hem
galaksimizin "Manyetik kalbi" hem de kızılötesi astronominin yayın kaynağı olduğundan, IRS
15 kod numarası almıştır. Bağlı olduğumuz ve yeri kesin bilinen en yakın galaktik karadelik
burasıdır.
Bu yüzden gözlemlenmesi kolay olduğundan onun uçurumuna düşen maddenin can
çekişmesinden bu merkezî karadeliğimizin varlığından kuşku duyulmamaktadır.
Çünkü bütün galaksiler aynı yaşta olduğundan, merkezî karadeliğimiz samanyolumuzun
çekirdeğini tamamen kaplamıştır. Muhtemel çapı 300 bin km olup, delice dönmektedir. Bizi
yutması ise saniyede 50 km hızla artmaktadır. Yani her saniye onun ölüm tuzağına 50 km
hızla yaklaşmaktayız.
Galaksi merkezlerindeki dev karadelikler yalnız bize ve komşu Andromeda galaksisine özgü
değildir. Gözlenen tüm galaksilerin merkezlerinde bu olağanüstü kabarmalar yani karadelik
paralelliği belirgindir.
Çevreye aşırı enerji vererek gözlemlememize neden olan bu olguların, gaz-toz materyali
olmayan yani çevresini de merkeze çekmiş olan elips küresel galaksilerde gözlenmesi,
anormaldir: NGC 4486 galaksisinden, içinin % 98'i küreleştiği için içini göstermemesine
rağmen, komşu cisimlere aşırı bir enerji uygulanır ki, bunun kaynağı açıkça "Karadelikler"
oluşmasına bağlanmaktadır.
Bütün elipsoid galaksilerin merkezi, çökmüş yıldızlar olup, bu ilk yıldızlar kısa ömürlü mavi
devlerdir. Dolayısıyla bu galaksilerin milyarlarca yıl boyunca çekirdekleri iyice
"Karadelik"ten ibaret olmalıdır.
Messier-87 galaksisi, bütünüyle intihar ederken, olağanüstü dozda X-ışını yaymaktadır. Bu
yayımın galaktik karaboşluğa gerisin geriye düşen ya da yutulan yıldızların sıcak gaz
emisyonundan kaçtıkları anlaşılmıştır.
Öte yandan, Başak (Kız, Virge) galaksisinde eksik kaybolan madde (Kütle) açığı vardır. Bu
açığın karadelik çökmesine uğrayan "Üye" galaksilerden olduğu kesinlenmiştir. (Bu kütle
açığını tüketen, başka bilinmedik bir mekanizma yoksa) kaybolan maddenin, "Karadeliklere"
dönüştüğünü söyleriz. Başka bir açıklayıcı mekanizma henüz bulunamamıştır.
Galaksilerin minyatürü olan "Küçük ve cüce galaksilerde" de merkezî-dev karadelikler
bulunmuş; Samanyolu aylasında üç küresel uydu galaksisinin de çekirdeğinde uydu-galaktik
karadelikler ayırt edilmiştir. Bir başka deyişle, fark edelim ya da fark etmeyelim, her galaktik
sistem, merkezinde kesinkes bir "Galaktik karaboşluk" barındırmaktadırlar.
KESİM : 72
KOZMİK KABABOŞLUK
KIYAMET KARADELİĞİ
Karanoktalar, Sideral karadelikler ve Galaktik merkezi karaboşluklardan sonra, sıraya;
dördüncü ve EN BÜYÜK karaboşluğu, yani bütün evrenin içine sığabileceği, sıkışıp bir tek
nokta gibi bastırılacağı "KOZMİK KARADELİĞİ" bir başka deyişle "KIYAMETİ" alıyoruz:
En küçük ile en büyüğün aynı yerde olduğunu, ikisi arasında (Nedensellik kalktığında) hiç bir
fark olmadığını öğretimiz tesbitlerinden biri olarak sunmuştuk. (*)
(*) Arz'dan Arş'a Sonsuzluk Kulesi'nin ilk ve ikinci ciltlerinde okurlar, gereken bilgilenmeyi
sağlayabilirler.
Dolayısıyla, Hawking karanoktaları ile bütün evrenin bir tek karadelik halinde iç-içe eriyip
birleşeceği "KOZMİK KARABOŞLUK", "Başlangıcın sonu ve/veya sonun başlangıcında"
BİRLENMEKTEDİR.
Kıyametin nedeni ve bütün diğer karadelikleri kendi bünyesinde toplayarak tek bir karaboşluk
oluşturacak bu büyük birleşmenin adı "KIYAMET KARADELİĞİ" olacaktır.
Kıyamete çeyrek kala, bütün evrenin içe çökmesiyle bütün karadelikler, birbirine bastırılıp,
birbiriyle birleşip, sonunda "MERKEZİ KOZMİK TEK BİR KARANOKTA" olarak
birleşeceklerdir.
O kozmik kıyamet karanoktasının ağırlığı, bütün evrene eşittir! Çünkü bütün evren kütlesi
onun içine çökmüştür!
Onun sıcaklığı, Big-Bang denen yaratılış patlamasının ışıma sıcaklığına eşittir. Kozmik
karadelik için kıyamete özgü "Yabancı dilde terminolojiler" türetilmiştir: Genelde Big-
Bang=Büyük patlama'nın tersine, DOOM DAY=Patlama günü; bilim dilinde "BİGGROUNCH=Büyük çökme; semavî kitaplarda Apocalypse=Kıyamet ve Germen
efsanelerinde "Götterverhaengnis=Tanrıların kahrettiği gün" diye isimler verilmiştir.
Bu evrensel kozmik kıyamet karadeliği, diğer bütün küçük karadeliklerin (Son kıyamete
doğru katostrofik patlamalarının son anında) birbiriyle birleşerek Doom Day karadeliği
oluştururlar. Bu da Big-Bang akdeliğinin ödenmesidir.
Kıyamet bilimin de konusudur. Ne kadar değişik "Evren modeli" oluşturulursa oluşturulsun,
kıyamet karadeliği her evren modelinde hazır ve nazırdır.
Sürekli açılıp kapanan evren modellerinin senaryoları uyarınca, daha önce çöken bir evren
vardı. Bu evren çökerken Schwarzschild çapının içinde hapis kalan çekim ışımasının şimdiki
evrenimizin sonundan en başına kaçarak yayılmış olduğunun öngörüldüğü türlü modeller
vardır.
Sürekli açılıp-kapanan yani yaratılış-kıyamet-patlamalarını benimseyen pulsativ modellerde,
Schwarszchild ışıması bu evrenin dışına kaçar. Işımanın tutarı, evrenin patladığı tutar ile
özdeş olup, bu ışıma içinde milyarlarca ışık yılı süren patlamalar olmaktaydı.
Evrenin finalinde de madde, yine karadeliğe geri yürüyecektir.
Sürekli genişleyen bir evren modelinde de, sonuç kozmik karadeliğe dönüşmekle
sonlanacaktır.
Kuantum teoremine ait "Belirsizlik ilkesi"; karadeliğin ardında "Tünel süreci"ni öngörür.
Finalde bu tüneller uzandıkları bütün karadelikleri tahrip eder, evren radyasyona dönüşür. Bu
sızıntı Hawking'in sızıntısının en genelidir.
Sızıntı tünelin ucundaki bir akdelikten ışıyarak, evrene yayılır. Sızıntı arkaya (Paralel evrene
ya da en doğrusu başlangıcımıza) doğru olur.
Böylece karadelikler evreni yutar. Tünel de karadelikleri yutar, madde enerjiye dönüşür.
Enerji giderek mutlak soğuğa doğru soğur ve burada buz tutar.
Kapalı bir evren modelinde de bütün karadelikler bir tek DOOMDAY karadeliği olmak üzere
yine çökerek birleşeceklerdir.
Şimdi sunacağımız izleyen konu bu karadelik birleşmelerinin ayrıntısını sunmaktadır.
İLERİ BİLGİLER - 41
KARA NİKAH
Karadelik birleşmeleri (fusionları) iki karadeliğin birleşmesi halinde şu dört biçimde ortaya
çıkar:
1. İKİ KARADELİK DE DÖNMÜYOR, ELEKTRİK YÜKSÜZ VE EŞİT BÜYÜKLÜKTE
İSE; birleşmelerinde kütleleri toplanır, açığa çıkan Schwarzschild ışıması % 30'dur.
2. İKİ KARADELİK AYNI HIZLA VE BİRBİRLERİNE TERS YÖNDE
DÖNÜYORLARSA; birleştiklerinde kütle iki misli olmaz, tek karadelik olurlar. Yani birinin
kütlesi ortadan kalkarken diğerinin kütlesi % 50 Schwarzschild ışıması biçiminde yayımlanır.
(Daha fazla ışıma için karadelik çiftinin momentleri ve yükleri artırılamaz, aynı durum
aşağıdaki iki sunu için de geçerlidir.)
3. KARABOŞLUKLARIN İKİSİ DE DÖNMÜYOR, FAKAT ZIT ELEKTRİK YÜKÜ
TAŞIYORLARSA; elektrik yükleri nötrlenir (Yüksüzlük) kütlenin % 50'si enerjiye dönüşür.
4. İKİ SİYAH BOŞLUK DA ELEKTRİK YÜKLÜ, DÖNÜYOR, KÜTLELERİ EŞİT,
DÖNME HIZLARI AYNI, DÖNME YÖNLERİ VE ELEKTRK YÜKLERİ ZIT İSE; bu
birleşmenin % 65'i Schwarzschild enerjisine dönüşür.
Dönmeleri, elektrik yükleri yukarıdaki dört maddede eşlenik (Anti paralel) olarak
sunulmuştur. Fakat bu bir çift karadelik özdeş ise birleşmeleri sonucu, enerjinin % 30'u
Schwarzschild çapının içinden geçer. Birleşmede dönme şiddetle hızlanır ve elektriksellik
artar.
Söz konusu birleşme ikili değil de; dört, sekizli ise, tablodaki [Şekil-39A] oranlarda
SCHWARSZCHİLD IŞIMASI yayınlar.
Böylece bileşen karadeliklerin sayısı 16-32-64... gibi geometrik artışlarla, dev birleşmeler
olarak anlatılırsa, kütleyi ışıtan, görünmez Schwarzschild yayını % 100'e yakın değerlere
ulaşır.
ŞEKİL - 39_A
Bütün evren tek bir karadelikte toptansa (birleşse); evrenin % 98'inin KARADELİKTEN
İBARET, KALAN % 2'SİNİN EVREN DIŞI KAÇAK OLDUĞU ANLAŞILIR.
Pulsatif evren modeli teorisi (*) şimdiki evrenin, işte bu % 2'lik kaçaktan yaratıldığını ileri
sürer. "Nedenselliğe inanan" bu teoriye göre, bizden önce bir evren daha vardı. O çökünce,
onun % 2'sinden şimdiki evren, bu tarafa kaçarak var oldu. Dolayısıyla "Büyük patlama" öte
taraftan bu yana kaçan % 2'nin infilâkıdır.
(*) Evren modellerine izleyen cildimizde (3. kitap) yer verilecektir.
İLERİ BİLGİLER - 42
HÜNNES'E VARMAK, KÜNNES'TEN GELMEK...
Kapalı bir evrende yaşıyoruz. Evrenin "Açık, değişmez, durağan" olduğunu söyleyen bütün
maddeci teoriler terk edilmiştir. Çünkü bilimin gidişi, bulguların sonucu, maddeciyi pes
ettirmiştir.
Kapalı bir evrendeyiz ama, "Sürekli açılıp kapanması gereken, gerçekten mantıklı bir başka
evren modeli" daha vardır: Bugün yaratılan, yarın kıyamet ile yok edilen, öbür gün yeniden
yaratılıp, izleyen ertesi gün yeniden yok olacak "PULSATİF=OSİLASYONİK" bir evren
modeline "Enerji sakınımı" izin vermez! Çünkü, her bir kıyametle, evrenin tüm tutarı olan,
enerjinin bir kısmı, Schwarzschild çapının altında kalacağı için, "Öteye" nakil olur. Sonunda
pilin bu enerjisi bittiğinde evren artık açılıp kapanamaz ve temelli durur.
Buna rağmen bu model gerçekten "İdeal"dir. Fakat bilim olarak açmazdadır.
Şimdi bu açmazı "Gerçek bir çözüme, Kur'an'ın imâ ettiği" biçime getirmeden önce ön bilgi
donanımı gerekecektir.
İlk tartışılması gereken, resmî bilimin "NEDENSELLİK ŞARTLANMASI'nın açmazları"
olacaktır. Çünkü resmî bilim "TÜME VARMAYI" amaçlarken, öğretimiz de "TÜMDEN
GELİMLİ MUHAKEMEYİ" benimsemiştir.
Oysa resmî bilimin tuttuğu yol, yani "Tüme varmak", insanoğlunun bütün kuşaklarının da
ömrünü aşar; milyonlarca yıl sürecek "Gözlemlere" ihtiyaç duyar.
Oysa kuantum teoremi ve evrenin türdeşliğini söyleyen diğer teoremler, birleşik alan
teoremleri, bize her şeyin aslının TEKLİKTEN, TEKİLLİKTEN (Ehadiyetten ve
Vahdaniyettan) geldiğini söyler. Dolayısıyla "Bilim", çağımızda "HER ŞEY TEOREMİNİ"
içeren tek teorem olan TÜNELLER" kuantumuna ulaşmıştır.
İşte bu zorunlu gidişin anlamı, artık "TÜMDEN GELİMLİ" bilime talep doğduğudur.
"Tüme varmak", alt yapıdan üst yapıya ve nedensellik ilkesini baş tacı yapmayı gerektirir.
Evren sabitleri ve relativite gibi ışık hızına dayanan teoremler de bizi kısıtlar. Dolayısıyla
tüme varmamız için ölümsüz olmamız gerekir.
İşte bu sinir bozucu, ağır kalınlığın, yapay tembelliğin bizi çürütmesini beklemektense;
Tümden gelmeyi yani "İŞ BİTİRİCİ" olmayı seçmek zorundayız. Bu kestirme yol, tümden
yani ALLAH'ın yaratımından, teklikten çokluğa ufalanarak, kesirlere bölünerek geldiğimizi
söyler. Oysa "Tümevarım"da gereksiz partizanlık, yaratılma ihtiyacının reddine yönelik art
niyetler yatar. Bu özellikle maddeci ve çıkarcı çevrelerin yatırımıdır.
Öğretimiz boyunca izleyeceğiz ki, "Neden" ile "Sonuç" iki ayrı uç değil; tek bir nokta ve aynı
şeydir. Neden ve sonucu oluşturan "Zaman boyutunun işlerlik kazanmasıdır".
Zaman ise, bir varlığın hızı ışıktan küçük olunca, kendiliğinden ortaya çıkan "Sınırlı bir
ömürdür".
Sebep-tehir ya da neden-sonuç ilkesi, kısaca; ÖNCE doğmamız, SONRA ölmemizdir. Önce
bugündür, sonra yarındır. Yani zaman içinde bir sıralama vardır ki bu nedensellik ilkesidir.
İlkeyi oluşturan zaman boyutudur. Oysa "Zaman boyutu" ışık hızında (ya da eş anlamda
karadeliğe hızla çekilmekle) sonsuza kadar kalkar. Dolayısıyla relativistik hızlarda artık
"Zaman" yoktur. Zamanın olmadığı yerdeki bir varlık, zamandan münezzeh olur (Arınır).
Zaman boyutundan soyutlandığımızda bir şeyin nedeni ile sonucu, bir şeyin etkisi ile tepkisi,
bir şeyin oluşu ile ölüşü, yaratılışıyla yok oluşu, AYNI VE TEK ŞEY olarak BİRLEŞİR. Bu
durumda "Zaman içinde bir sıralama" olmaz!..
Yaratılışı, zamanın hükümsüz olduğu bu noktada ele alalım: Evreni yaratan etki, daha sonra
kıyamet denen tepkiyi oluşturur. Varlık yok olunca, artık "Zamandan bağımsız olduğundan",
geçmişinin en başına "Sıfır saniyede" dönebilir.
Evrenin ömrü 20 milyar yıl olsun. Bu süre sonunda evren kıyametle yok olunca geçmişinin en
başına "Sıfır saniyede" dönerek, kendini "Geçmişte var etmiş" olur. Yani zaman içinde tersine
bir yolculuk yaparak, yaşlılıktan bebekliğe dönmüş olur.
Evrende bir hiyerarşi (İç içe anaforlar denen döngüler, platformlar denen dizgeler) olduğu için
alt varlıklar da ömürlerinin başına dönerler. Söylediklerim bir fantazi değil; son derece önemli
bir "KUR'AN SIRRI"dır sevgideğer okurlar...
Kurgumuzu önce evren düzeninde ele alalım: Evren sonsuz küçük bir "AKNOKTACIK"tan
yaratılmıştır.
Kıyametle, aynı evren, sonsuz küçük bir karanoktacıkta toplanıp yok olacaktır.
Yok olduğu için var olması ışık hızı aşıldığında mümkündür. Çünkü ışık hızı, zamanın da
akma hızı olup, bu maksimal limitte zaman kavramı yoktur: Dün, bugün ve yarın "BİR"dir.
Dolayısıyla evrenin, "Geçmişte yaratılma nedeninin, kıyametle sonuçlanması" ile "Gelecekte
yok olan bir evrenin yok olma nedeniyle ve etkisiyle geçmişte kendini var etmesi" BİLİM
OLARAK ÖZDEŞ VE AYNI ŞEYDİR.
Işıktan hızlı giden bir nesnenin nedenselliği tersine işler: Önce ölür, sonra doğar. Işık hızında
ise öncelik-sonralık kalkar, geçmiş-hâl-gelecek aynı şey olur. Yani sonuçsuz neden ve/veya
nedensiz sonuç denen "MONOPOLARİTE" ortaya çıkar ki, bunu dünyada ilk kez öğretimiz
akıl etmiştir.
Evreni bir akdelik var etmiş; karadelik yok edecektir. Aynı olayı "Galaktik düzeye
indirgeyerek" şöyle diyebiliriz:
"Galaksileri bir Kuazar (Akboşluk) var etmiştir; bir Karaboşluk yok edecektir."
Bir karadelik GELECEKTE yutar; sonra yuttuğunu, ardındaki tünelden geçirerek tünelin çıkış
ucundaki akdeliğe ulaştırır. Akdelik ise hep püskürttüğünden, yutulan materyal (Nesne):
* Ya paralel evrene gönderilir;
* Ya da geçmişin en sonundan, geleceğin en başına nakledilir. Çünkü evren çekim etkisiyle
yuvarlaktır, tam deyimiyle kısır döngü=Fasid daire denen felek biçimindedir. Bunun anlamı
"Maddî evrenin başı ile sonunun" birleşmiş, kavuşmuş olmasıdır.
Çünkü madde, evreni çevresinden çemberleştirip, neden ile sonucu, başlangıç ile finali,
doğum ile ölümü, var oluşla yok oluşu, etki ile tepkiyi, dede ile torunu, dün ile yarını, Hûnnes
ile Künnes'i, Yin ile Yang'ı birleştirir.
Neden ve sonuç kategorileri aynı yerde buluştuklarından, aynı TEK şey olurlar. Dolayısıyla,
ölümden sonraki birinci saniye ile doğumdan önceki birinci saniye AYNI ANDIR.
O halde bir galaksi, ömrünün sonunda merkezdeki karadeliğe yutulur; tünelden geçerek,
geçmişteki doğumuna (Akdeliği olan kuazara) ulaşıp geçmişte var olur. Yaratılışımız buydu!
Tesadüfen biçimlenmemiştik!
Bütün gözlemler, istisnasız olarak "KARABOŞLUKLARLA AKBOŞLUKLARIN, İÇ İÇE,
AYNI YERDE, AYNI ANDA VE AYNI ŞEY OLARAK BİR ARADA
BULUNDUKLARINI" göstermektedir.
Böylece bir deve iğne deliğinden yani karanokta tekilliğinden tek boyut olarak iplik gibi
çekilerek, geçmişte doğumuna ulaşmakta, deve yavru olarak doğma nedenine
döndürülmektedir. Ceninin (Embriyonun) evrimi demek, onun tek boyutken (Tek hücreyken)
yeniden biçim kazanması demektir. Çünkü bir "Karadelikte" uzay ve zaman çizgileri tek çizgi
olduğundan, yutulan varlık da bu çizgilere benzemek zorunda kalmakta, sonra onu akdelik
üflediğinde uzay-zaman çizgileri yeniden serbest kaldığından varlık doğmaktadır.
Bunun bir diğer tanımı da Kur'an'ın "Aslına rücû ettirmek" ilahi yasası uyarınca "Nasıl
yaratıldıysanız öylece aynen iade edileceksiniz" diye bildirilmiştir.
Dolayısıyla, "Tümden gelimli olarak" galaktik karaboşluklar ve galaktik akboşluklar
(Kuazarlar) bu nedenle ve önceden "Belli kozmik biçimlerle ve şablonlarla" (Klişe) "Tesadüfe
yer verilmeksizin" bir bilinçli plan içinde yaratılmışlardır.
"Deve biçiminde" bir galaksi düşünelim: Bunu, merkezindeki karadelik yutsun. Bu "Devegalaksi" hacımdan olana, alandan uzunluğa yani ipliğe dönüşecek, iğne deliğinden geçerek,
gelecekteki bu ölümün ardından, geçmişle yeniden doğmak üzere "Bir yavru deve" olarak var
olacaktır (Kuazar).
Daoha sonra büyüyecek (Seyfert galaksisi), sonra yaşlanıp (Galaksi) en sonunda kendi
karadeliğinde yok olacaktır (Karadelik).
"Tümevarımlı muhakeme" ise, alt yapının, kör tesadüflerle "Olasılık" denen ihtimallerden
birinden, belirsiz ve nedensel, rastgele ortaya çıktığını savunarak, şans serilerini ve
nedensellik ilkelerini put edinmeye zorlar. O zaman aklımızı şartlandırarak, beynimizi
yıkayarak bir takım rastlantıların bileşkesi olarak maddenin, galaksilerin ortaya çıktığını
kabullenir.
Bu tarzda ikinci tür galaktik karaboşluklar oluşmaktadır. Ne var ki bunlar "Şablon teoremi"
sonucu ortaya çıkar. Yani nasıl ki bir deve iğne deliğinden geçip, öte yandan fil olarak
çıkmazsa, söz konusu "Göksel varlıklar" da bir değişime uğramamalıdır. Sanki bir hologram,
gelecekte yutulanı geçmişte "AYNEN-TIPKI" bir daha oluşturmak üzere "Geriye" yayar.
Levhi Mahfuz, yani varlıkların biçim geometrisi sabitliği de budur.
İster "Tümdengelsin; ister tümevarsın", bir galaktik karaboşluk önce galaksi merkezinde
oluşur.
Önceki cildimizde "Seyfert galaksileri"nin, yarı-kuazar yarı-madde olduğunu, soğumayla
birlikte galaksi evriminin "Kuazar-Seyfert galaksisi-asal galaksi" biçiminde üç aşamada
ortaya çıktığını savunmuştuk.
* Dolayısıyla kuazarlar, saf enerji halindeki "Bebek galaksi" adaylarıdır.
* Seyfert galaksileri ise, merkezdeki kuazar, çevresi gaz-toz bulutu olan "Çocuk galaksiler"dir
* Ergin galaksi örneğin Samanyolu'dur. Artık merkezinde bir kuazar bulunmaz, bunun yerine
"Karadelikleşme" eğilimi başlar.
Her galaksi çekirdeğinde mutlaka birleşmiş dev bir merkezi galaktik karadelik bulunmaktadır.
Çünkü galaksiler oluşum evresinde çok muhtemelen birer "Karanoktadan" yani Hawking'in
öngördüğü ilk kara tohumdan kümelenmişlerdir. Bu kara tohum sızıntı verdiğinden daha
sonra patlayarak açılmış ve kendini yok etmiştir.
Öğretimiz boyunca göreceğiz ki, karadelikler ve (Kuazar da dediğimiz) akdelikler, bir tünelin
iki ucu olup bitişiktirler. Galaktik karadeliğin karşılığı ve karşıtı "Galaktik akdelikler" olan
henüz soğuma sürecine girmemiş kuazarlardır.
Hawking ile birlikte çalışmalarımız sırasında onun bulguları üzerine geliştirdiğim yan
çözümlerden biri, "Evren tek bir bulut iken, onu en az 200 milyar galaktik buluta bölen çekim
merkezlerinin yaratılış patlamasıyla ortaya çıktığı anlaşılan mini karanoktacıklar olduğuydu".
(*)
(*) Arz'dan Arş'a Mi'rac isimli bu bandın ilk cildinde evrenin homojensizliklerini ve
heterojensizliklerini okuyabilirsiniz.
Yan çözümlerden ikincisi de, bu karanoktacıkların, "GELECEKTE ÖLECEK OLAN"
galaksilerin planını "GEÇMİŞE" taşıyan "Meyvenin çekirdekleri" olmasıdır. Meyvenin bu
tohumu onun planı, klişesi, şablonu ya da kalıp (Matriks) denen kozmik hologram ile
sonuçtan nedene taşınmasıdır.
Evren hep çift çift takım halindedir. (Ayetler) İki takım madde, yanında, biri zamanda ileri,
diğeri geri giden "Madde-Antimadde" bir çift evren DAHA komplike yaratılışta yer almıştır.
Evrende ışımayan madde ve Levhi Mahfuz'un şablonu olan AKSİYONLAR vardır.
Bütün bunların, "Gelecekte çürüyen cesedi" (Dezentegrasyon) geçmişte var edilecek olan
"Embriyonun gelişmesi" (Entegrasyon) için GİZLİ DEĞİŞKENLER ile, varlığın geçmişi ve
geleceği arasında "GİZLİ İLETİŞİM, TERS NEDENSEL BİLGİ GERİ-TEPMESİ
OLDUĞUNU" Kur'an'dan anlamıştım.
Zaten, yaratılış da budur!..
KESİM : 73
YOĞUNLUKLU TASNİF
SEYRELTİK CÜCE-EVREN
Bu kesime kadar karaboşlukların büyüklükleriyle orantılı hiyerarşik bir tasnifini yaptım.
Bunlar kozmik evren karaboşluğu, galaktik karadelik, astral (Yıldızsal, sideral) karadelik ve
karanoktalarıdır.
* Kozmik karadeliğin en az 200 milyar galaktik karadelik şubesi vardır.
* Galaktik karaboşluğun 200 milyar sideral kara üyesi vardır.
En büyük karadelik, bütün evrenin bir tek karadelik halinde toplanacağı "KOZMİK
KARANOKTA" yani Kıyamet odağıdır.
En küçük karaboşluk üyeleri ise küçük mini mini karanoktacıklardır. Bunlar bir atomdan
küçüktür fakat bir trilyar atomu bir lokmada kendilerine yem ederler.
Yalnızca galaksimiz içinde milyonlarca yıldız artığı karadelik vardır. Bunların bir çoğu
gezgindir, birden güneş sistemine girebilir ve bizim sistem göğünü bir defter yaprağı gibi
dürer götürür.
Hiyerarşik tasnif ardından şimdi sunacağımız "Yoğunluklu" tasnife giren bu "Geniş ve seyrek
karadelik" tipi, aslında bir "KARA-EVREN"dir ve belki de EVRENİMİZ doğrudan budur!..
Ünlü karadelik uzmanı ve John Wheeler'in öğrencisi, ekibimizin ve öğretimizin üyesi Kip
Thorne, "EVRENİMİZİN BİZZAT KARADELİK EVRENİ" olduğunu matematiksel olarak
göstermiştir.
Bir kütlenin eğer Schwarzschild çapı içinde yeterli yoğunluğu yoksa, yıldız kütlesinin %
100'ü enerji olsa bile bu kütle KARADELİK olarak ÇÖKEMEZ!..
Hatırlanırsa, "Kritik Schwarzschild metrik çapı" bütün göksel cisimlerin, karadelik olarak
sonsuza kadar tuzağa düştükleri çökmüş bir yıldızın kritik kütle büyüklüğüdür. Bu değere
uygun bir yıldızın karaboşluk olarak çökmesinin anlamı "Hapis olmuş yüzey" demektir.
Ne var ki "Hapis olmuş bir yüzey oluşturmak" için illâ ki yüksek sıkışma gereği olmayabilir.
Eğer Schwarzschild çapının içinde kalan madde yeterince yoğun değilse, karaboşluk gibi
davranan fakat karaboşluk olmayan bir "CÜCE EVREN" yaratılmış olur. Bu, bir karadelik
gibi sıkışık değil; gevşek bir Karakoza'dır.
Söz gelimi yüz milyon güneşi bir hapsolmuş yüzeye çökerttiğimizde, onların Schwarzcshild
çapı içindeki yoğunluktan suyun yoğunluğuna (cm3'de 1 gram) göre ince bir gazdır. İşte
Kur'an'da bu ince gaz "Yer ve Göğün" bitişik olduğu DUHAN=Duman'dır.
Ayırım buradan başlamaktadır. Oysa normal bir karadeliğin 1 cm3'ü (bir çay kaşığı dolusu
maddesi) trilyar ton ağırlığındadır. Bu nedenle başlığımıza "Yoğunlukla tasnif" disiplinini
önerdim.
Schwarzschild yarıçapı içinde karşılıklı çekimin kısıtlandığı bu cüce, kara evren bizim
evrenimiz gibi olağandır. Yani bu evrende yaşayan varlıklar normal hayatlarını sürdürürler,
anormallik fark etmezler. Bu evrende ışık yine kaçamaz. Dolayısıyla bu "Evrenin hapsolmuş
yüzeyi", "Olay ufkunun ardında" kalır.
Kısaca, çok aşırı büyük bir yıldız (Ya da yıldızlar kümesi) için Schvnarzschild yarıçapı
zorunlu olarak çok büyük olduğundan, bu çap içinde kalan madde yoğunluğu yeterli ise
karadelik çökmesi oluşur.
Fakat yoğunluk yüksek değilse, sözünü ettiğimiz "Hapsolmuş cüce bir evren" ortaya çıkar.
* Thorne, her biri 10^24 atomdan oluşan yüz milyar güneşin, bizim güneş sistemimizin 50
katı kadar bir bölgeye sığışabileceğini, fakat yoğunluğunun yine bir su yoğunluğu kadar
olacağını hesaplamıştır.
* Perspektif büyütüldüğünde yüz milyar yıldızdan oluşmuş galaksimizin tümü, üçyüz milyar
km çapında bir küreye indirgenebilir. Verdiğimiz sayı uzayda çok küçük bir değer olup,
kozmik bir adım gibidir. Bu bir adım, Güneş-Plüton arası mesafenin elli katı ya da üçyüz ışık
saniyesi dediğimiz çapa eşittir. Işık bu mesafeyi 5 saat zarfında alırken, Samanyolu
galaksimizi yüz ışık yılında kateder.
* Evrende yüz milyar galaksi var ise, bu bütün maddî evrenimizin kütle tutarı olan yüz milyar
galaksi, yine yoğunluğu suyunkine eşit olmak şartıyla, on milyar ışık yılı bir çapa
sığdırılabilir. Bu çap ise evrenimizin Schwarzschild çapına eşittir!..
Evrenimiz 10^28 cm yarıçapındaki gözlem ufkumuzu kapsamakta ve içinde 10^30 göksel
cisim saymamıza fırsat vermektedir. Eğer bu rakam iki katı değerde olsaydı (Yoğunluğu suya
eşit olmak şartıyla) yüz milyar ışık yılı içinde bir dev "Karakoza" ya da seyreltik karadelik
evreni içinde yaşıyor olabilirdik. Sunduğumuz yoğunluk ve nicelik yine de Schwarzschild
çapının öngördüğü değerden uzaktır. Böylece evrenimiz bu çap içinde, olağan bir evrendeki
gibi yine karşılıklı çekimle tüm cisimleri bir arada tutan fakat bu çap dışına kaçamayan "Işığın
sınırladığı hapsolmuş bir yüzey" oluverirdi.
Şimdiki EVREN, ÇOK GENİŞ OLAY UFUĞU OLAN SEYRELTİK BİR KARA EVREN de
olabilir!..
Evrenimiz böyle ise biz çok seyreltik bir kara çap içinde yaşıyor olabiliriz.
Çevremiz bir karadelikse "Yasalarımız" neden farklıdır?.. Göğe baktığımızda gördüğümüz
bütün çevre böyle bir karadelik ise, artık evrenin sonsuza kadar genişleyeceğini söyleyen
kıyametsiz modellerin anlamı nedir?
Böyle "Su yoğunluklu = Gevşek bir evrenin" "Schwarzschild çapından dışarı" ışık
kaçamadığından, bu evren ışık vermez ve dolayısıyla gözümüze gözükmez.
Böyle bir evren, seyreltik bir karaboşluk olduğundan, kendi olay ufkunun arkasına saklanır,
yani başımızda olsa bile apayrı bir evren oluverir. Biz böyle bir evrende yaşamasak bile, şu
koca uzayda hemen yanı başımızda ışımayan bir cüce evrenin olmadığını söylemek yüreklilik
ister...
İLERİ BİLGİLER - 43
KARABOŞLUK FURYASI
Karaboşluk tasnifini sürdürerek, şimdiki konumuz olan "Klasik" (Ya da fizik) tasnife
ulaşıyoruz. Söz konusu tasnif, "Yıldız kalıntısı" (Yani Kollapsar artığı olan Sideral=Astral)
karaboşlukları dört kategoride toplamaktadır.
En baştan beri sunduğumuz "Yıldız artığı" karadelikler, bilinen en statik, durağan ve
kurbanını kesinkes öldüren, nokta biçiminde düşsel tekilliği olan DÖNMEYEN "KATİL
KARABOŞLUKLAR" idi.
Genel olarak sunduğumuz bu dönmeyen yüksüz (Statik) kara-katiller, aslında sükûnet bulmuş
sinsi ölüm infaz makineleri olup, "Nötron yıldızlar gibi" statiktir.
Fakat, aslında bir "Süpernova geri tepmesiyle oluşan taze karadelik" inanılmaz bir hızla
döner. Ve bulunduğu yerden fırlar. (*)
(*) Pulsarlar da böylece dönmeye başlamakla, milyon yıl kadar sonra giderek dönme
enerjilerini yitirdiklerinden, sonunda "Nötron yıldız" olmak üzere durup, sükûnet
bulmakladırlar.
Kaldı ki "Karaboşluklar" pulsarlardan da delice dönen, gezgin ve elektromagnetik
niteliklidirler. Bu demektir ki genelde karaboşlukların kendileriyle birlikte çılgınca döndürüp
sürükledikleri magnetosferi ve elektrik yükleri bulunmaktadır.
Dolayısıyla, statik (Dönmeyen ve yüksüz) karadeliklerden farklı olarak; "Dinamik
karadeliklerin" (Çekim enerjisinden başka) dönme enerjisi, elektrik enerjisi gibi ekstra
enerjileri bulunmaktadır.
"Dönmeyen karadelikler" için ölüm makinesi deyimini sevimsizliğine rağmen tercih ettik.
Fakat dönen ve elektrik yüklü karaboşluklarda ölmeyeceğimizi, tam tersine bir başka alemde
yaşamaya devam edeceğimizi ilerleyen kesimlerde kavrayacağız.
* Dönmeyen karadeliklerin öldürmemesi için, "Çok büyük kütle içermesi" gerekmektedir ki,
böyle bir karaboşluk galaktik karadeliğimizden de büyük olmalıdır.
* Dönmeyen karadelikler içinde bizi öldürmeyecek olan ikincisi ise "Elektrik yüklü
dönmeyen karaboşluklar"dır.
Şimdi dönmediği halde elektrik yüklü olan bir karaboşluğu inceleyelim: Daha önce yüksüz
(Nötral) bir dönmeyen karadeliğin yüzeyine ayak bastığımız anda, bu yok etme makinesinde
ölümle buluştuk. Ne var ki ölüme karşı çıkmak için bir fırsatı, "Elektrik yüklü, dönmeyen bir
karadelik" vermektedir.
Bilindiği gibi Yük (Şarj) kütle ile ilgili değildir. Yükler pozitif (Artı) ve negatif (Eksi) iki
eşlenik işareti olan belirli parçacıkların eşit sayıda patlayışlarıdır ki bu, elektromagnetik
kuvvetin tanımıdır! Elektromagnetizma yalnızca yükü olan parçacıklara etkir. (İster yüksüz
ister yüklü bütün parçacıklar çekim etkisindedir.)
Eşit yükler özdeş ise birbirini iter; eşlenik ise çekerler. (Mıknatısta aynı kutupların birbirini
itmesi, karşıt kutupların birbirini çekmesi.) Burada yükçe eşitlik aranır. Kütle önemli değildir.
(Örneğin proton +1 yüklü olup, elektronun -1 yükünün tam eşiti, fakat kütlece 18^36 katıdır.)
KESİM : 75
ŞARJLI KARABOŞLUKLAR
KARABOŞLUK ELEKTRİĞİ
Gerek kütlesi gerekse elektrik yükü olan kurbanlar, bir karadeliğe tutsak olduklarında, "En
küçük bileşenlerine ufalandıklarından" kimliklerini kaybetmek zorundadırlar. Karaboşluğun
kendisi ise madde değildir. Çekim merkezi olup ne yutarsa yutsun, kendi bünyesinde hiçbir
değişiklik peydah olmadan yuttuğunu kendine ekler. 1963'de Roy Kerr, bulduğu bu analizi
şöyle açıklamıştır:
"Karaboşluklara, ister bir kilo cıva, ister bir kilo organik madde ekleyin, onun kütlesini asla
değiştiremezsiniz."
Karaboşlukça tutsak edilen "Enerji" de olsa, karadeliğin karakterindeki diğer enerjilere
(Çekimsel indirgenemez yüzey enerjisi, dönme enerjisi, elektrik yükü enerjisi) katılamaz,
toplanamaz. Çünkü karadelik, yolu üstünde topladığı cisimlerle, kendi karakterini baştan
belirlemiştir. Bu sabit karaktere, enerji türlerimizin hiç bir katkısı olmaz.
Madde ve enerjinin kütleleri bu hayalet kütleye ne eklenebilir, ne de ondan eksiltilip
azaltılabilir. Karaboşluklar, hiç bir zaman kütlesi azalmadan, tam tersine çoğalarak birleşip
büyüyebilirler. Bu birleşme aslında bir tek karadelik olmaya yönelişin ilk işaretleridir.
(Hûnnes budur.)
Bir karadelik, eğer elektrik yüklü ise, kendinden bağımsız bir elektrik enerjisi alanı kuvvetine
sahiptir. Kütlesi büyüdükçe tutacağı elektrik yükü ve elektrik alan duyarlığı o oranda artar.
Karadelik birleşmelerinde zıt yüklü karadelikler birbirlerinin yükünü giderirler. (Karadelik
nötralize olur.)
"Elektrik yüklerinin sakınımı ilkesi" evrende ne kadar eksi (-) yük varsa, tastamam aynı
miktarda artı (+) yük yaratıldığını söyler. Bu ilke uyarınca "Yüklü karadelikler" tüm elektrik
yüklerini "Sıfır" yapmakla sorumludurlar. Aksi halde kendi yüklerinden hiç vermezler.
Yüklü karadelikler, ister tutsağını kendine katsın, ister sonradan oluşsun, bütün elektrik
yüklerini YUTAR. Yük toplamını sıfır (0) yapmadan, elektrik yükünü kütlesine katmaz.
Çünkü önce tutsağın yükünü yok etmelidir ki, onu sonra yutsun...
Yükü sıfırlama yani tutsağın yükünü yok etme işlemini, bu yüke zıt başka bir tanecik
soğurarak başarır. Yutulan tutsağa göre daha fazla enerji vermek zorunda kalmak pahasına,
böyle bir karadelik, zıt yüklü karşıt-tanecik toplayarak yok etmeyi gerçekleştirmektedir. Bu
işlemi yaparken de yüklü parçacıkların elektriksel alanlarının birbirini itmesi sonucu fizikteki
"İş" oluşur. Bu durum, yüklü parçacıkların biraraya gelmek için gösterdikleri direncin enerji
birikimine yol açmasıyla aktifleşme demektir.
Elektrik enerjisinin şarjı nötralleşmek zorundadır. Yüklerin sıkıştırılmasıyla üretilen elektrik
enerjisi "Sürekli toplam elektrik yükünü" sıfırlamak istemi yüzünden rahatsızdır. Yüklü bir
karadelik bu rahatsızlığını gidermek üzere kendine zıt yüklü tutsaklar arar. Yüklü tutsağına
karşı gelen başka bir tutsak bulup, onun yükünü soğurup nötralleşmek ile yükümlüdür.
Bu arada çekim kuvvetinin güdümünde olan yükler, yüzeyden olay ufkuna kadar olan
bölgeden "Uzak" tutulur. Eğer karadeliğinkiyle aynı olan yükler fazla birikirse, bu yüklerin
elektriksellik çatışmaları da birikir.
Zıt yüklü tutsaklar olay ufku içinde barınamaz biçimde yitmişse, bu kez elektromagnetizma
kuvveti umulmadık biçimde gravitation'u aşmış olur ve o zaman olay ufku kalkar; karadelik
gözükür.
Sözün tam anlamıyla, artık yükü olay ufkunda tutmak kıyametten farksızdır. Böyle bir çıplak
tekillik, artık kendini kuşatan "Doğal ayna" olan olay ufkunun soğurma kozasından çıkarak;
evrenimize veriler, bilgiler gönderir. Olay ufku kalkınca, rasat ufkumuz içinde bu örtülmemiş
tekillik "Görünür bir karadelik" oluverir. Fakat bize "CEHENNEMİ" gösterir ve alevler o
cehennemden evrenimize fırlayarak göğü tutuşturur!..
Elektrik yükünün bu alev devi olarak patlaması, bin süpernova patlamasından da dehşetlidir.
Çünkü o elektrik cehenneminin tandırı patlamıştır, evrenin bir kısmı alev almıştır.
Çünkü elektrik şarjı ne kadar fazla olursa olsun bu şarj, karadelikte çekime yenildiği sürece
güvencededir. Yani karadelik olay ufku, oradaki aşırı enerji birikimini bir AYNA gibi geriye
yansıtarak, o cehennemi bizden soyutlamış; bu evrene sızmasını, görünmesini, kaçmasını
engellemektedir.
Fakat "Aşırı elektrik yükünün ön plana çıkmasıyla" karadeliklerin diktatör gücü olan çekim
kuvveti, elektromagnetizma kuvvetine yenilir. O zaman "Ayna" parçalanır, ya da kazan
patlar; yani olay ufku ortadan kalkar!.. O zaman da bir "Kozmik Cehennemle" yüz yüze
geliriz. Bu tür "Görünür karadelikleri" daha sonraki "Tekillik tasnifi" kesiminde "Çıplak
tekillikler" başlığıyla yeniden ele alacağız.
* Dönmeyen bir karadelikte, sadece "İndirgenemez yüzey enerjisi" dediğimiz çekim enerjisi
vardır.
* Eğer bu dönmeyen karadelik, "Elektrik yüklü" ise, buna ek olarak, bir de elektrik enerjisi
vardır. Çekim enerjisi yalnızca "Karadelik yüzeyinde" olup, buna karşılık elektrik enerjisi,
yüzeyden olay ufkuna kadar olan bölgede yer alır. Bu kuturussema'da inanılmaz, akıl almaz
büyüklükteki elektriksel gerilim, evrenin bir bölümündeki kıyamete yeterli bir hanedir.
* Eğer bu karadelik, hem elektrik yüklüyse ve hem de DÖNÜYORSA, bu kez ÜÇ KATLI
enerjiye sahiptir. Birincisi, her karadelikte olan indirgenemez yüzey enerjisi; ikincisi, yüklü
karadeliklerde olan elektrik enerjisi ve sonuncusu da DÖNME ENERJİSİ'dir.
Sadece elektrik yüklü bir karadelikte, yüklerin sıkışmasıyla üretilen elektrik enerjisi vardır.
Bu karadelik, toplam yük sayısını eşitleyip sıfırlamak zorundadır. Dolayısıyla ona yutulan bir
tutsağın elektrik yükünün tam zıttı yükteki bir başka tutsak bulup, soğurmak zorundadır.
Eğer bu zıt tutsakları hiç bulamazsa, o zaman bu elektrik yükündeki aşırı birikim "Aynayı"
kıracaktır.
Eğer bir zıt yüklü tutsak bulup da ondan zıt yük alırsa, aslan kükremeyecek yine uykuya
devam edecektir.
Bu elektrik yüklü karadelik dönüyorsa, mutlaka bir "Zıt kurban" şartı gerekmez; yüklü ya
da yüksüz olsun bir tutsağın "Aks hızını" yani dönme enerjisini devir alarak, yeniden
rahatlayabilir. Zıt elektrik yükü ihtiyacı yerine, dönme enerjisini kendine kattığı bir kurbanı
da ona yeterlidir.
Fakat, eğer bu elektrik yüklü karadelik dönmüyorsa, "Artık yükünü" yani fazlasını gidermek
için çok rahatsız olur. Hele bu fazlalar büyürse, o zaman kıyamet kopacaktır.
Karadeliğin elektrik enerjisinden yararlanmak için böyle bir "Balistik yöntem" karadelik
enerji seminerinde önerilmiştir. Buna göre, kara enerjiyi evcilleştirmek için, birbirine zıt
yüklü iki "Mermi" oluşturulur. Eğer karadelik nötral değilse, bu mermilerden biri nötr olmak
zorundadır. Zıt yüklü olan balistik araç (Mermi) karadelik tarafından çekilip yok edilir. Fakat
nötr yüklü diğer mermi, çekim etkisiyle önce karadeliğe gider; karadelik onun yükünü
reddedince, ilkinden daha fazla enerji yüklenmiş olarak bize GERİ FIRLATIR!
YUTMAYI REDDEDER!
Elektrik yükümüz nötral ise, böyle bir karadelik bizi yutmayıp, tam tersine güçlendirip
iade ettiğine göre, biz intihar edemeyiz. Çekim etkisi yerine elektriksel reddiye enerjisi bize
etkili olur. Nötr yüklü bir astronot, ne yaparsa yapsın, elektrik yüklü bir karadeliğe giremez!..
(*)
Elektrik yüklü dönen bir karadelikteki toplam enerji içinde yer alan bu elektriksel katkıya
karşı gelen terim, "Tıpkı elektrik yüklenmiş bir metal küre üzerindeki enerjiyi tanımlayan
terime" eşit olup, tutsağın siyah deliğe zıt yükü "Eksen hızı da denen" dönme enerjisine
eşdeğer olur.
(*) Elektrik katkıya karşı gelen iki unsur vardır: Birincisi ya zıt yüklü bir tutsak bulmak;
ikincisi de rasgele dönen bir tutsağın dönme enerjisini (Eksen hızını) teslim almak...
Dolayısıyla dönen bir karadeliğe giren kimse nötr yüklü olsa bile "Bir dönme momenti"
olmamalıdır.
KESİM : 76
UMUT VEREN DÖNÜŞ
DÖNEN KARABOŞLUKLAR
İster yüklü ister yüksüz olsun genelde ve yaygın olarak bir karadelik DÖNER. Duran bir
karadeliği nötron yıldızlara; dönen karadeliği ise pulsarlara benzetebiliriz. Elbette bir
karadelikten pulsarlarda olduğu gibi ışık alamayız.
Karadelik dönmesi, tıpkı pulsarlarda olduğu gibi, ışık hızıyla tek noktaya çökmenin şok
etkisiyle ortaya çıkar. Bu şoka, klasik bilim diliyle açısal (Angular) momentum ya da impuls
sakınımı ilkesi denir. Bu konuya daha önceki cildimizde galaksi bulutlarının ve yıldız
bulutlarının çökmesi sırasında değinmiştik.
Buna göre, çöken bir yıldız, açısal momentumunu korumak üzere, görülmemiş biçimde
dönme momentini arttırır. Bu dönü, o cismin çapıyla ilgilidir. On km çap içine birden büzüşüp
pulsar haline gelen dev yıldız yüreğinin saniyede 642 kez kendi çevresinde döndüğünü önceki
bölümlerde yazmıştık.
Oysa karadeliklerin çapları (değil kilometrelerle) metre ve santimetre ile ölçülebilecek kadar
küçüldüğünden, saniyede onbinlerce, yüzbinlerce kez dönerler.
Normal bir yıldızın ekseninin, merkeze uzaklığı arttıkça dönme hızı azalır. Ne var ki
dönmesini normal sürdüren bir yıldız, birden karadelik çöküntüsüne uğrarsa, merkezine bu
kadar yaklaşması onun eksen (Aks) hızını büyültür. Çok verilen bir örnekte olduğu gibi, "Buz
patenajcısının hızlanmak için önce ellerini açması sonra da kapaması, yani bir tür büzüşmesi"
hızlanmaya neden olur. Hızlanma da dış yüzeyinin salınım yapıp savrulmaya (Fırlatmaya)
yöneltmesine nedendir.
Bu aynı zamanda bir süpernovanın da anlatımıdır. Süpernovanın patlama şiddeti faktörü
ile erişim uzaklığı faktörü "DÖNEN KARADELİĞİ" oluşturur. Dönme hızı kütlenin
büyüklüğüyle sıkı sıkıya ilişkilidir.
Karadeliklerde indirgenemez yüzeysel çekim enerjisi varlığından ve bunun azalmadığından;
bu enerjinin tutsak cismin entropisine katıldığından söz etmiştik.
Fakat elektrik yükünün ve dönme enerjisi çiftinin, tutsak cismin entropisine katılmadığının
altını çizmiştik. Çünkü dönen bir karadeliği yavaşlatmak, yükünü nötralleştirmek
mümkündür.
Dönme ve elektrik enerjileri tutsak cismin entropisine etkimez; bunlar indirgenebilir
enerjilerdir. Asıl olan "İndirgenemez yüzey enerjisinin" katkısıdır. Yüzey enerjisi de kaçış
hızının ışık hızıyla eşleştiği "SCHWARZSCHİLD IŞIMASI"dır.
Tutsağın zıt elektrik yükünün eşdeğer karşılığı bir başka tutsak cismin "Eksensel dönüş hızı"
olan dönme enerjisinden de sağlanabilir.
Dönen bir karaboşluğa eklenen her kütlenin (Madde-Enerji) bedeli, karadelik dönme
momentinden alınır. Tutsak cisme geçen "Dönme momenti kaybı" karadeliğin "Dönü"sünü
güçlendirir.
Siyah deliğin iç-dönme enerjisinin üçte-birinden biraz azı, dönme sınırı içinden geçerek, yolu
üstündeki gaz-toz astroid, yıldız, cüce yıldız ve pulsarları hatta mini karadelikleri bünyesine
katarak süpürürken, "Dönme karakterlerini" de değiştirir. Yani tutsağın momentini devir
aldığından, dönmesi daha da hızlanır.
Karadeliklerin birbirleriyle birleşmesi söz konusu olduğunda, bileşenler dönüyorsa, bu dönüş
hızı ışık hızına yaklaşır.
Fakat pulsar ve ak cücelerde olduğu gibi eninde-sonunda "Siyah boşluklar" da durmak
zorunda kalırlar. Artık dönme enerjisinin tümünü yitiren bir karadelik tam anlamıyla saniyede
100 km hızla giden, kütlesine, elektrik yüküne ve karakterine katkı yapılamayan bir hayalet
olarak kalır. (Çok özel durumlarla yeniden döndürülebilir, elektriksel uyarılabilir.)
KESİM : 77
GÜÇLENMİŞ BOOMERANG
FIRLATMA DİSKİ
Biz genel olarak dönmeyen (Statik) karaboşluklar üzerinde kaldık. Fakat genelde
karadeliklerin çökmeden sonra ve süpernova geri tepmesiyle inanılmaz bir hızla döndüklerini,
milyonlarca yıl sonra dönme enerjilerinin ancak tükenebileceğine ve duran karadelik haline
gelebileceklerine değindik.
"Doğuştan dönmeyen bir karadelik", en başta "Tekilliğinden" fark gösterir. Tekilliği
"NOKTA" biçimindedir.
Dönmeyen bir karadeliğin (Eğer dev bir kütle içermiyorsa) kesinlikle yuttuğunu,
öldürdüğünü; eğer elektrik yüklüyse bizi yutmayıp, geri fırlattığını belirtmiştik. Dönmeyen
bir karadeliğin tekilliği; olay ufkunun tamamen küresel olduğu, karadeliğin tam göbeğindeki
düşsel bir merkezdir (Karanokta gibi).
Dönen bir karadelik, dönmeyen karadelik gibi noktasal değil; bir halka, simit gibi
"Ekvatoral kemer formu" biçiminde TEKİLLİĞE sahiptir.
Klasik anlatımla, galaksilerin daha bir küre iken çöküp, spiralli ya da disk biçimli olmalarını
sağlayan (Merkezkaç-Merkezcil kuvvet dengelenmesi) biçimi ya da Satürn gezegeninin
halkasına benzemesidir.
Karaboşluk, kendini büzmekle yükümlü çekim kuvvetine DÖNMESİYLE
DİRENDİĞİNDEN, ekvatoru kuşatan bu HALKA tekillik oluşur.
"Durma tutulma diski", yine bir gramofon saçağındaki girdap biçiminde işlevini sürdürür.
Fakat girdabın dönme yönü vardır ve bizim için bir sürpriz getirecektir.
Durma diskine yakalanan tutsak cisim, "Dönme girdabına zıt yönde" (Akıntıya karşı)
yakalanırsa mevcut enerjisi frenajla azalacak ve kendisi halka tekillikte yok olacaktır,
ölecektir!..
Fakat tutsak cisim "Dönme girdabıyla aynı yönde" sürüklenirse, ilk girdiği enerji
düzeyinden daha fazla enerji kazanarak, "Yakalama diskinden" bize GERİ FIRLATILMIŞ
olur.
Şu şartla diske girersek, yakalama diski bizi yutacağına; "Fırlatma görevi" yapar. (*)
(*) Bir karadeliğin enerjisini balistik yöntemle yani ikiye ayrılabilen bir füzeyle geri
alabiliriz: Füzelerden biri yutulurken ötekisi çok daha enerji kazanmış olarak geri fırlar ve
karadelikten dönme enerjiyi çalmış oluruz.
Ölümcül çekime rağmen, merkezkaç kuvvet halka tekillikte bu çekime direndiğinden,
halkaya düzlemden yaklaşan biri artık çekimi hissedemez ve ölmesi gerekmez. Girdabın
dönme yönüne paralel olan biri, artık tutsak sayılmaz.
Öylesine bir fırlatılma kazanır ki karadeliğe düşmez. Hatta, dönen bir karadeliğin dönme
yönüne zıt giderek, ZAMANI DENETLEME şansını kazanır. Bu sayede "Geleceğe" uzun
ömürlü bir yolculuk yapabilir.
İşte bu aşamada relativite ve nedensellik yasaları yıkılır:
Çünkü biz AYRILDIĞIMIZ YERE, TERK ETTİĞİMİZ TARİHTEN DAHA ERKEN BİR
ZAMANDA GERİ DÖNERİZ. HALKA TEKİLLİK BOYUNCA KENDİ
KOPYALARIMIZLA KARŞILAŞIRIZ. (*)
(*) Bu sürprizlere ilerleyen konularda değineceğiz.
Dönen karadeliklerin pek azı ışık hızıyla dönerler.
Dolayısıyla çekim dalgalarının hızıyla eşleştiklerinden, parçacıklar, ışık hızıyla dönen bu
karaboşluktan bağımsız olarak hareket ederler.
O zaman, "Olay ufku" ORTADAN KALKAR. Halka biçiminde tekilliği görürüz. İşte
böyle olay ufuksuz karadeliğe "ÇIPLAK VE DÖNEN TEKİLLİK" deriz.
Aynı olgu aşırı yüklenmiş elektrikli karadeliklerde de ortaya çıkıyordu!..
Bu iki durumda çıplak (Örtülmemiş, olay ufuksuz, yalın gözle görünen) tekillik gökte belirir
ve bize aynasız, dolaysız, olay ufuksuz olarak "Cehennemi" gösteriverirler!..
KESİM : 78
ERGOSFER
ZAMAN MAKİNESİ-1
Dönmeyen bir karadelikte ve olay ufkunun ardını görebilseydik, çökmesi olay ufkuna kadar
varan bir kollapsar'ın (Çöken yıldız) olay ufkunda donup kaldığını fark edecektik. Aslında
yıldız çoktan tekilliğin ardına düşmüş, orada sonsuza kadar süren görüntüsü kalmıştır.
Şimdi dönen bir karadeliği aynı biçimde gözlenmeyelim: Bu kez onun olay ufku içinde
sonsuza dek donduğunu değil; döndüğünü görecektik. İşte yıldızın donduğu değil de döndüğü
bölgeye ERGOSFER denmektedir.
Dışarıdan bakıldığında Ergosfer, karadeliğin donmuş yüzeyiyle olay ufku arasındaki bölgedir.
Yani Ergosfer donan bölgeden daha içerideki küredir.
Olay ufkunun hayati tehlikesine karşılık, Ergosfer hem tehlikesizdir hem de uygun bir
uzaklıkta durulduğunda zamanın akış hızını denetlememizi sağlar.
Karadelik ne kadar büyük ise, Ergosfer de merkeze o kadar uzaktır. Dolayısıyla dönen büyük
bir karadelikte Ergosfer bulunduğundan, kendimizi güvenceye almış oluyoruz.
Karadeliğin büyüklüğüyle orantılı olarak, Ergosfer'in ara katları relativite etkisiyle bizi bir
zaman çekmecesine saklar ve geleceğin içlerine kısa yoldan iletir.
Ergosfer'in içine daha da işlediğimizde, orada kalınacak bir yılımıza karşılık, bin ila milyon
yıl geleceğe geçmiş oluruz. Dolayısıyla "Zamanda ileriye yolculuk" yapabiliriz.
Ne var ki Ergosfer'den karaboşluk yüzeyine kadar sokulursak, yakalanma rizikomuz o kadar
büyür.
Bu tehlikeyi göz ardı edebilirsek, orada kaldığımız bir kaç saate karşılık bin milyon yıl
geleceğe geçebiliriz.
ŞEKİL - 39/B
KARABOŞLUK "KUTUR"LARI: Ergosfer'in basit gösterimi:
Tekillik ile olay ufku arasında katmerli tabakalar vardır. Bunlardan biri de Ergosfer'dir ve
dönen her karaboşlukta kendiliğinden oluşur.
Ergosfer'in tabakaları arasında sürekli indi-çıktı hareketi yapabilseydik, "Zaman makinesini"
çalıştırmış olurduk. Ergosfer'in bir tabaka altına inerek zamanı denetler, geleceğe yolculuğu
dilediğimiz kadar ileri götürür, sonra yeniden dünyanın (Örneğin BİN yıllık sonraki)
geleceğine geçmiş olurduk.
Eğer Ergosfer'de uygun bir katman seçip orada sürekli kalsaydık, bu bir tür ÖLÜMSÜZLÜK
olurdu. Çünkü evrenin bile ömrünü aşardık!..
Fakat biz evrenle var olduk, onunla öleceğiz. Yani kıyametle öleceğiz demektir. Gerek ışık
hızındaki gerekse bir karadelikteki "ZAMANIN DONMASI" Allah'ın zamandan
münezzehliğine kesin bir göstergedir. Kaldı ki varlıklar bile (Cennet ve Cehennemlerinde)
EBEDİ, sonsuza dek yaşayacaklardır.
Rabbimiz "Öncesiz bir ezelden" başlayarak, "Sonrasız bir ebediyete" kadar Kıdem ve Beka
sıfatlarıyla mutlak sonsuz ömürlüdür.
Oysa onun varlıkları, ezelî olamazlar; ancak ebedî olabilirler. Ebedî olmalarında da "Allah ile
iddialaşmamaları için" Kıyamet tüm varlıkları, hatta ölümsüz ruhları bile geçici öldürür.
Böylece daha sonra insanların, Allah'ın izniyle "Ölümsüz ebedî olmaları" gerçekleşir.
KESİM : 79
HALKA TEKİLLİKTE ZAMAN
ZAMAN MAKİNESİ -2
Ergosfer'den başka, halka tekillik de bir "ZAMAN MAKİNESİ" görevi görebilmektedir: Eğer
bir karadeliğin "Dönmekte olduğu çizginin" çevresinden, dönme yönüne zıt dairesel bir
hareketle tersten bir halka biçiminde tur atarsak, karadeliğin dönme değeriyle orantılı olarak
zaman uzamasına sahip oluruz. (Dilersek bu zaman tasarrufunu, arkaya geçerek, oradaki
paralel evrende de harcayabiliriz.)
Dönen karadelikler, bize "Geçmişe yolculuk" izni de vermektedir: Yani karadeliğin içinden
geçmeden, yakınında; zamanda ileri ya da geri gidebiliriz. Eğer halka tekilliğin dönmekte
olduğu yöne zıt ve o hızla eşlenerek biraz daha hızlanıp, ters yönde gidebilseydik, kendi
kopyalarımıza rastlardık.
Önca biz, "Düz yönde" gitmekteydik, sonra ters dönmüştük. Dolayısıyla, biraz önce "Düz
yönde gelmekte olan" BİRAZ ÖNCEKİ KENDİMİZE RASTLARDIK. Ya da eş anlamda, o
bize, yani geleceğine rastlamış olurdu!.. Aramızdaki tek fark, o geleceği bilmemekte, biz ise
onun geçmişimizde kaldığını yani mazisini bilmekteyiz.
Bu da gösteriyor ki, dönen karadeliklerde; bildiğimiz relativite teoremi, nedensellik ilkesi ve
kuantik belirsizlik ilkeleri GEÇERSİZ kalır!..
Saniyede 250 bin km hızla dönen bir karadeliğin üzerindeki iki uzak nokta arası "NORMAL
DÜNYADAKİ UZAY" gibi davranır. Böyle bir dünyanın iki şehri arasında saniyede 55 bin
km hızla giden bir uzay aracıyla yolculuk yaparsak, "Hızların ivmelerin toplanmasını
yasaklayan" formülleri deleriz. Çünkü (Takyon olmadan) MADDE olarak, geçmişe gitmek
zorunda kalırız.
Bir hava limanından ötekine gittiğimizde, orası (Örneğin) bir yıl önceki hava limanı olup,
"Bizden henüz haberleri" yoktur. Oysa, biz bu yolculuğa çıkmadan önce onlarla "Sözleşmiş"
idik; bizden haberleri vardı ve bekliyorlardı!
Böylece relativite bu olayda yıkılır. Biz ışıktan hızlı gitmediğimiz halde, IŞIKTAN HIZLI
GİTMİŞ etkilere uğrarız.
Eğer bir dönen karadeliğin dönme yönünde hızlanırsak "Geleceğe geçeriz"; eğer ters yönde
hızlanırsak GEÇMİŞE YANİ TARİHE GİTMİŞ OLURUZ. Bu gidiş sırasında da geçmişten
geleceğe normal olarak giden "Kendimize" rastlarız. Böylece bir iken ikileşmiş oluruz!
Sonra bu "İkimiz" ile birlikte yolculuk ederek yine gider-gelir ve yine kendimiz olan "Karşıt
ikiliye" rastlayarak "Dertleşiriz". Böylece dörtlüler sekizleşir, sonunda sonsuz adet oluruz. Bu
en genelde, "Evrenlerin ÇİFT ÇİFT SONSUZ olduğunu" bildiren ayetlerin sonucudur.
Bir evren, kıyametinin ardından (Karanoktası tarafından yutulup, tünelin ucundan akdeliğe ve
onun açıldığı) başka bir UZAY bölgesine fırlar.
Eğer bu naklolmuş evren geri dönebilseydi, yok olmakta olan kendine rastlayacaktı. Sonra
ikisi birden yok olacak ve eğer yeniden geri dönebilselerdi, dörtleşmiş dörtyüzleşmiş
olacaklardı... (*)
Toplu bir sonuç olarak, dönen bir karadeliğin; hem bir ZAMAN hem de MEKAN
MAKİNESİ olduğunu anlıyoruz. Şu ana kadar, dönen bir karadeliğin Ergosfer ve halka
tekilliğinde oyalandık: Eğer dönen bir karadeliğin içine girseydik ne olurdu?
Kördöğüşü girseydik, rastgele bir intihar ile ölürdük. Ancak, halka tekilliğin (Yani düzlemin)
kesitinden girseydik yaşamamız için bir şans doğardı!
Bu şans daha önce "Elektrik yüklü bir dönmeyen karadelikte" de karşımıza çıkmıştı: Bu
karadelik bizi önce öldürür, sonra cesedimizi PARALEL bir evrene fırlatırdı.
(*) Rahman suresinde "İki Cennet" ve bu iki Cennetten başka "İki Cennet" ve bunlardan
başka "Dört Cennet" ve "8 Cennet" daha zikredilmesinin nedenine yaklaşmış oluyoruz:
Cennet demek, ebediyen bıkmamak, doymamak, bezmemek, sıkılmamak, her saniye
görülmemiş orijinal 70 bin nimetle şaşırmak, daha onları keşfedip, sıkılmaya zaman
bulamadan, yeniden yepyeni hiç bilinmedik nimetler enflasyonuna ebediyen mahkûm (!)
olmaktır. Nice Cennetlerle buluşmak ve bunun ebediyen sonunu getirememek. Cennet üzerine
Cennet ve bunlar üzerine katmerli çift, dördüz ve "Çerçevesiz sonsuz bir resim gibi"
Cennetler edinmektir. Cenneti tek düze sınırlı bir yer sanan biri, Rabbini "Acze düşürmeye"
kalkışmış olur. Çünkü Rabbimiz, ebediyetin her salisesinde Kur'an'da bildirdiği "Akla hayale
gelmeyen güzellikteki Cennetinden" sonsuz tane yaratacak, hiç biri diğerine benzemeyecek
sınırsız büyüklükte Cennet oluşturabilecek kadar KUDRETLİDİR! Okuyucu Cenneti umut
etsin fakat sıkılacağını gına getireceğini hiç sanmasın!..
KESİM : 80
PARALEL EVREN EŞİĞİNDE
MADALYONUN ÖTEKİ YÜZÜ
Dönmeyen elektrik yüklü bir karadeliğin tutulma diskine özdeş yüklü olarak girersek geri
fırlarız. Ama yükümüz özdeş değilse, o bizi "Halka tekilliğine" çekim gel-gitleriyle buyur
edip, ölüm noktasındaki iğne deliğinden bir iplik olarak bizi çekip öldürür, sonra da
cesedimizi "Paralel evrene" fırlatırdı. (Elektrik yükümüz nedeniyle bizi öteki aleme reddetmiş
olurdu.) Bir ceset olarak öteki evrene fırlamanın pratik bir yararı yok.
Oysa, dönen bir karadelikte, hiç ölmeden, öteki paralel evrene bir mekan yolcusu olarak gitme
şansımız var: Fakat yine de her dönen karadelikte değil! Örneğin, bin güneş kütlesine eşdeğer
bir dönen karadelikte çekim o kadar güçlüdür ki, bütün kurtulma şanslarımızı sıfıra indirir.
Bu durumda, elektrik yükümüzün ya da halkadaki pencereden geçmemizin verdiği avantajlar
çekim tarafından iptal edilir. Söz konusu avantajları normal büyüklükteki bir dönen
karaboşlukta sınayabiliriz:
Halka tekilliğe dik olan dönme ekseni (Kuzey-Güney gibi dik alındığında) biz ekvator
düzleminde tutunan bir noktadan karadeliğe düşersek ÖLMEYİZ! Çünkü bu noktada (Klasik)
merkezkaç kuvvet çekim kuvvetiyle dengelenmiş, öldürücü çekim bu noktada sıfırlanmıştır.
Bizi iptik gibi çeken ve azalıp-çoğalan çekim gücünün yok etmesinden kurtuluruz.
Halbuki ekvator düzlemi dışında hangi noktadan karadeliğe düşersek düşelim; bizi kesinlikle
iplik gibi çekerek öldürür.
Karadeliğin bu halka tekilliği; Satürn, Uranüs gezegeni halkaları, bir galaksi düzlemi ya da
"Güneş sistemi düzlemi" ile aynı yasalara sahiptir.
Bu halka, bir eksen çevresinde yani mihvere dik olarak dönmektedir. Dönme ekseni ile ilgili
kozmik bilgileri bir önceki cildimizde özellikle sunmuştum. Ekvator düzlemleri çekimi
hissetmez ve dolayısıyla çökmez, çevrede kalırlar.
Oysa ekvator düzleminde, çekim kuvvetinin öldürücü etkisini dengeleyerek, çekimi bize
hissettirmeyen bir "Merkezkaç kuvveti" direnmesi vardır.
Dolayısıyla biz, en büyük korkumuz olan çekimi bir nebze bile hissetmeden dönen
karadeliğin halkasına sokulabiliriz. Karahalkanın dönme hızıyla eşleşirsek, o zaman gökte
565 metre boyunda NUR'DAN, ışıklı bir KAPI açıldığını hayretle görürüz.
Oysa o hızla eşleşmeden önce böyle bir kapı hiç yoktu! İşte "Görünmez gök kapısı" açılmış,
arkasındaki paralel evreni göstermektedir!.. İster oradan "Arka alemleri seyredersiniz",
isterseniz oradan dalar-geçer ve PARALEL BİR EVRENE ÇIKARSINIZ.
"Rabbimizin alemlerini kalp gözüyle" yani bedensiz astronomi yaparak, bir karadelik
penceresinden seyreden mükâşefeciler okuyucuya "SAÇMA" gelmemelidir. Onlara "Kara
evrenlerin" gizli kapıları açılmış ve gök-sema olayları gösterilmiştir. Onların tek farkı,
bedensiz durugörü yapmalarıdır. Bu kapıları sıradan bizler de "Rüyalarımızda" görebiliriz.
Böyle bedensiz fakat saf bilinçle "Gezici duru-görü" astronomisi insanda en azından "Rüya"
görmesiyle doğal bir yetenek olarak verilmiştir.
Gerekirse o kapılar, "Resulullan'ın mi'rac'ında" olduğu gibi, BEDENİYLE, bedenli
astronomiyle de madden görülebilir, içinden geçilebilir, ardından çıkılabilir.
O "Görünmez gök kapıları" uygun fizik şartlarla ve eşleşmelerle görünür bir hâle gelebilir.
Onlar elektriksel, optik görünür enerji ve görünürleşen sonsuz öz-enerjetik takyon ışımasıyla
"NURLANIR".
Halka bir tekillik, rastgele gökte görünmez. Çünkü onu örten "Kara örtü=Olay ufku=Zûlmet
hicabı" vardır. Onun ardına geçilirse, ya da o kendini bu kara örtüden sıyırarak "Çıplak
tekillik" diye gösterirse, o zaman, "Göklerin görünmez nice kapıları olduğunu" bildiren ayetin
"Görünürlük" limitine erişiriz.
Dönen bir karadelikteki görünen bu NURDAN halka tekillik, gerçekten de, bu gök kapılarının
NURDAN KİLİDİ oluverir.
Kimi yerde gök çatlar ve ardındaki cehennemi gösterir!
İLERİ BİLGİLER - 44
EVCİLLEŞTİRİLMİŞ KARA ENERJİ
Şimdi, karadelikLerin tasnifindeki "Tekillik" tiplerine geçmeden önce, bir "Ara bölüm"
vererek; "İnsan denen tek hakimin emrine" karadelik kara enerjilerinin (Çekim, dönme ve
elektrik enerjileri) alınıp-alınamayacağına, onu evcilleştirebileceğinize ilişkin "Karadelik
enerjileri semineri"ndeki "Fantastik önerilere" yer vererek, okuyucunun kıyamet ürküntüsü
ardından rahatlamasını sağlayabilirim.
Evrende her şey madem ki insan emrine verilmiştir, acaba karadeliklerin bu enerjisi uygarlık
adına kullanılabilir mi? Astında bir katil olan karadelik enerjisini yararlı kılmak (Barbarı
evcilleştirmek) düşüncesinden yola çıkılarak türlü bilimsel fantaziler, karadelikler için
düzenlenen bilimsel kongre ve seminerlerin gündeminde tartışılmıştır. Bu bilimsel seminerler
dünyanın en ünlü karadelik uzmanları yanında enerji teknisyenlerini bir bir araya getirmiştir.
İnsanın hayali "Karadelik çiftlikleri" kuracak kadar ileri gitmiştir.
Bir karadelikten elde edilecek enerji türlerinin en başında onun indirgenemez çekim enerjisi
sürekliliği gelmektedir.
* Eğer bu karadelik bir de dönüyorsa, dönme enerjisi elde edilir.
* Ayrıca bu elektrik yüklü bir karadelik ise o zaman elektrik enerjisini de ayrıca elde ederiz.
* Bunların yanında tutulma diskindeki girdabın ters yönünden giren bir cismin yutulacağına,
eskisinden daha güçlü enerji kazanarak fırlamasından alınan enerji ve yapay mini karadelik
enerjileri insanın halifeliğine tahsis edilmiştir. (Maymun ve Cinler bunu kullanamaz!)
Enerji istismarımız şimdilik teorik olarak önerilmiş, altı yöntemle belirlenmiştir:
GRAVİTASYON ENERJİSİ
Çöplük yöntemi:
Bu enerji karadelik birleşmelerinde açığa çıkan enerjinin uygarlığa nakli yöntemidir.
Dönmeyen bir karadeliğin indirgenemez yüzey enerjisi yüzeyde hapis olduğundan, bunu asla
alıp, kullanamayız. Fakat olay ufkundaki sınır çarpışmalarından (Daha az riskli ama daha az
verimli) enerji sağlayabiliriz. Bunun için tutulma diskine bir çöplük maddeyi attığımızda
karadelik onu enerjiye çevirir. Attığımız çöp Helisler (Sarmallar) çizerek diske [diskte]
düşerken % 5 randımanlı (Hidrojen bombasının 5 katı) bir enerji sağlar. Eğer geciktirmeli ve
eğilimli bir yollama tarzı bulabilirsek çöplük maddesinin % 40'ını umduğumuz enerjiye
çevirebiliriz.
DÖNME ENERJİSİ
Kablo, Balistik ve Karadelik bombası yöntemleri:
Çekim enerjisinden, dönen bir karaboşluk bulabilseydik, başka dönme enerjisini de elde
edebilirdik. Dönen bir karadeliğin enerjisi bu karadeliğin açısal momentumu enerjisinin
transferi amacına yönelik olup dönen bir karadelikten % 50 randıman alabiliriz. Fakat
alacağımız her enerji, dönmeyi yavaşlatmaya neden olacağından randıman düşer. Çünkü
tutulma diskinden transfer edilen bir saçılma dalgası, dönme enerjisinin kaybına karşı gelir.
* Dönen karadelik ergosferine bir maddeyi asılı bıraktığımızda ondan bir KABLO ile enerji
salınımını alırdık. (Ne var ki kablo yöntemi bu cehennemi kuvvete dayanamadığından pratik
değildir.)
* BALİSTİK YÖNTEM, yine dönen bir karadeliğin sonsuza dek döner gözüktüğü bölgeye
(ki buraya Ergosfer denmektedir) fırlatılan bir füzenin ikiye ayrılmasıdır: Füzelerden birinin
olay ufkuna düşerken patlaması, ötekinin de dışarı fırlatılması, başlangıcındaki miktardan çok
daha fazla enerji yüklenip, bize geri dönmesiyle sonuçlanır. Ancak bunun için bize özel olarak
olay ufkunun sıfır olduğu çok özel (2,95 güneş kütleli) bir karadelik gerekiyor. (Üstelik düşen
mermiler karadeliğe indirgenemez çekim enerjisi kazandırdığından katmerli bir güçlük
yaratır.)
* KARADELİK BOMBASI yöntemi ise binde-bir randıman alan daha gerçekçi yöntemdir.
Yine karadeliğin fırlattığı bir maddenin daha çok yüklenmiş enerji yayınımı bir kollektöre
yansıtılıp amplifikasyon ile güçlendirilerek geri alınır. Verimi çoğaltmak için yansıtıcı aynalar
ile aşırı birikim dönme enerjisinden çalınır. (Zaten bu aynalama yöntemi doğa tarafından
yapılmaktadır: Plazma haline gelmiş tutsaklardan yansıyan ışığın, yine karadeliğe düşüp
yükselmemesi için doğa, radyasyon basıncı ile kendi aynasını oluşturmuştur. Aksi halde bu
çok yüksek güçler dünyamızı yerle bir edecek çatapatları engellemektedir.)
ELEKTRİK ENERJİSİNİN TRANSFERİNDE
BALİSTİK YÖNTEM
Yine balistik yöntemi bu kez elektrik yükiü bir karadeliğe uyguladığımızda elektrik enerjisi
transfer ederiz. Füzelerden biri yüksüz olduğundan çok daha enerji kazanarak bize geri
fırlatılır. Karadeliğin yüküne zıt yüklü olan ikinci mermi derhal karardelik ergosferince
parçalanır. Bu elektrik enerjisinin alan kuvveti karanoktadan bağımsız olduğundun,
karaboşluğun kütlesi ne kadar büyükse o kadar elektrik yükü biriktirip, elektrik alana
duyarlılaşır. Santimetre küp başına 100.000 Volt değerinde bir alan oluşturulup korunabilirse
ve boşluk izolasyonu (Yalıtım) sağlanabilirse enerji transferi mümkün olur.
YAPAY KARANOKTALAR
Aynı seminerde ünlü karadelik uzmanı Kip Thorne yapay mini karadelikleri önermiştir.
Güneşimiz kadar bir kütle; beyaz cüce olarak çöker, iki katı pulsar, üç katı karadelik olur.
Böyle bir kütle bulamayacağımızdan (Fusion reaktörleri yapımı gerçekleşirse) 1600 ton
demiri alıp bir cm'nin yüz binde-biri hacıma sığıştırarak basınç oluşturup, atom boyutunda bir
yapay (Suni) karadelik imal etmiş oluruz.
Bu karadelik eğer dünyada imal edilirse, dünyayı yerle-bir eder. Bu nedenle onu "Güvenceli
ve uzak bir uzay bölgesinde" oluşturmalıyız. Bu elverişli yörüngeden dünyanın kalan tüm
ömrünün gereksinimi olan enerjiyi ondan bedava elde edebilirdik. (Hatta elektrik yüklü yapay
karaboşluk da yapabilirdik.)
Bu yapay karanoktaya yine süprüntü atarak karşılığında radyasyon (Enerji) iadesi elde
ederdik. (Güvenceli bir yörünge derken karadeliklerin küçüldükçe yüzeylerinin daha aç ve
obur olduğunu anlatmak istedik.)
Bu atomik büyüklükteki yapay karadeliğin hem görünmez hem de çok küçük olduğu için
ikinci kez görünmez olduğunu da ekleyelim.
Sunduğumuz bu kara fantazilerin kaynağı unutmayalım ki yine o uzak durulması gereken
karadeliklerdir. On milyon yılda güneşi bile yok edecek bir karanoktanın tehdidini taşıyan
karadelik imal etmektense, "Böyle enerji eksik olsun!" demek daha güvencelidir.
Bu yöntemlerden en akla yatkını (Hidrostatik basınç örneği) bir uzaklık ayarlamasıyla bir
karadeliğe komşu olmak pahasına onun olay ufkundan çekim enerjisi devşirmektir.
İLERİ BİLGİLER - 45
TEKİLLİK TASNİFİ
Karadeliklerin merkezlerinin birer biçimi olduğunu ve onlara tekillik adını verdiğimizi bir kez
daha hatırlatarak; bu tekilliklerin biçiminin nokta, halka, eliptikli disk (kurs), düzensiz yarık,
iplik, çatlama olarak tasnif edildiklerini önbilgi olarak sunalım.
Şu ana kadar karaboşlukların türlü tasniflerinden sonra son olarak tekilliklerinin tasnifini
gündeme alıyoruz. Tekilliğin tanımından sonra, inanılmaz bir konuya, "Çıplak tekilliklere"
değineceğiz.
Evrenimizi ye çevremizi, uzay-zaman dört boyutlusu ölçü sistemleriyle kavrarız ve ölçeriz.
Ama "Karadelikler evrenimiz dışında olduklarından" ölçüm sistemimiz dışına da çıkmış
olurlar. Oradaki "Başka evrende" uzay ile zaman yer değiştirmiş, varlıkların hacmı sıfır'a
indirilmek üzere kütleleri sonsuz sıkıştırılmıştır.
Bu boyutsuz noktada ve onun iplik örneğindeki tek boyutlu evrenin "Uzay-zaman sonsuz
bükülüp bir uçurum oluşturduğundan", oradaki uzay-zaman'ın tanımı ve ölçümü yapılamaz:
Nokta boyutsuzdur. Boyutsuz bir noktanın akıl almaz ağırlığı çelişki oluşturur. Uzay-zaman
bu noktada normal evrendeki gibi açılıp yayılamaz, bunun yerine toplanıp burulup orayı
kapar. Uzay ve zaman "TEK BOYUT İPLİĞİ" olurlar ki, bu da ÖLÇÜMLENEMEZ!..
Evreni dört boyutlu matematik denklemlerle belirleyen bilim adamı, karadeliklerde şok
geçirir. Çünkü bir yıldız tümüyle kendi çekimine yenilmiş, kendi uzayına sığmadığı için
başka bir uzaya, eksi bir hacımdaki başka bir evrene kaçmıştır. Kendi varlığını kendi dışına
taşımış ve uzay-zamanı orada hapsetmiştir.
İşte tekillik budur: Zaman-mesafe kavramı ortadan kalkar, saat keyfi olarak hapsedilir, düz
uzaya düğüm atılır, uzayı zamana, zamanı uzaya dönüştürür. Böyle olunca da bildiğimiz
evren yasaları işlemez ve bilim orada terk edilir!
En, boy, yükseklik ve zamandan oluşmuş uzay-zaman dört boyutlu dokusu, çevremizi
matematik denklem, örümcek ağı gibi geometri ve fizik anlatımla ölçer. Ne var ki bu örümcek
ağı yani statik uzay çizgileri burulup, tek boyut olup bizden kopunca, evrenimizi ölçen cetvel
ve saat orayı ölçemediğinden, "Tekillik denen imkansızlığın ötesi" bölgede fizik yasalarımız
alt-üst olur. Yani doğa ilkelerimiz doğaüstü ilkelere, keşfedilmemiş yasalara ve hatta fizik
"metafiziğe" dönüşür.
Bütün bunlardan anlıyoruz ki, tekillik nitelik olarak dönüşsüz ve düşsel bir kara merkez
olayıdır. Fakat tekillik biçim olarak türlü türlüdür:
* En başta tekillik tasnifi, olay ufuklu (Görünmez)
* Ve olay ufuksuz (Görünür) olmak üzere ikiye ayrılır.
Bir olay ufku (Zulmet hicabı) ardına saklanmış tekillikler biçim olarak nokta, halka ve iplik
biçiminde görünmez tekilliklerdir.
* Dönmeyen karadeliğin tekilliği küresel olay ufkunun tam merkezindeki sonsuz küçük bir
NOKTA'dır. Aynı şey mini karanoktalar için de geçerlidir.
* Dönen bir karadeliğin tekilliği Ekvator'u kuşatan bir SİMİT biçimindedir.
* Elips biçiminde bir yıldızın çökmesinden basık DİSK=KURS biçimi bir tekillik oluşur.
Kuzey-güney kutupları basık bir yıldızın çökmesi sonucu ortaya disk biçiminde tekillik
çıkmaktadır.
Böylece örtülü tekillikler "Nokta, halka ve disk" biçiminde olmak üzere üçe ayrılır. Bunları
sunmuş bulunuyoruz. Şimdi ise "Çıplak tekillik türlerini" ele alacağız.
KESİM : 81
ÖRTÜLMEMİŞ TEKİLLİKLER
ÇIPLAK KARADELİKLER
Bir karadelik genelde olay ufkunun ardına saklandığından yani zulmet çarşafını giydiğinden
görünmez. Ama ayetler defalarca "Kıyamette göğün kapı kapı açıldığını, göğün yarıklığını,
gökte çatlaklar oluştuğunu, gökte kızarmış bakır gibi bir gül görüneceğini" (Özellikle amme
cüzünde 19. ayette) [*] [Nebe-19] anlatmaktadır. İşte bu ilahi anlatım, Rabbimizin bizden 14
yüzyıl önce ÇIPLAK KARADELİK olayını bildirdiğine ilişkin Kur'an mucizesidir. Kıyamet
senaryolarında çıplak tekilliklerin görev alacağı, Kur'an'da açıkça belirtilmiştir. Bilimin bunu
anlaması ise ancak 15 sene öncesine dayanır.
[*] Bknz. AÇIKLAMALAR ( https://ardzarch.wordpress.com/not/ )
Kıyamette rol alan bu görünür karadelikleri kozmik önemlerinden dolayı ve Kur'an tefsirini
amaçladığımızdan yazmadan geçemeyiz.
"Çıplak" yani görünen ile "Karadelik" yani görünmeyen arasında bir çelişki vardır:
Karaboşluk görünmediği için bu adı almıştır. Oysa şimdi görünür olunca ona bundan sonra
"Çıplak tekillik" ya da "Örtülmemiş tekillik" ya da "Olay ufuksuz" yani "Görünen tekillik"
demek uygun düşer. Çünkü o artık bir "Aydınlık boşluk"tur.
Örtülmemiş bu tekilleri 3 başlık altında inceleyebiliriz:
1. NOKTA ÇIPLAK TEKİLLİK
Bu aşırı durum, dönmeyen fakat yüklü bir karadeliğin çevresindeki olay ufkunu tutan çekimin
elektromagnetik kuvvete yenilmesinden ortaya çıkar.
Yani ortada nokta biçimi bir karadelik vardır ve o olay ufku içine saklanmıştır. Fakat elektrik
yüklü olduğundan elektrik yüklerini devamlı sıfırlamak zorundadır. Fakat bu elektriksel
nötralizasyonu anında yapamazsa ya da elektrik yüklerinin aşırı birikiminden oluşan
elektromagnetik kuvvetin çekimi alt etmesinden dolayı, olay ufku ortadan kalkar.
O zaman da "Kara çarşaf" ardındaki hortlak birden gözükür. O hortlak yeniden evrenimize
dönmüş ateş kusan bir ejderha biçimindedir. "Ejderha deyimini" bir benzetme olarak değil,
doğrudan biçimi öyle olduğu için yazdığımı okuyucu bilmelidir.
Böylece çekim gücü, elektrik yükünün dağılmasını önleyemediğinden olay ufku (Zulmet
örtüsü) ortadan kalkar ve biz öbür evreni görmüş oluruz. Bu görünürlüğü, karadeliği geri
almak tekrar kurtarmak gibi yorumlamamalıyız. Sadece öteki evrenden bir pencere açılmıştır.
Görünen "Ejderha ağzı" tastamam bir gül gibi katmerlidir. İç-içe küçülerek dürülen,
katreciklerden oluşmuştur.
Gülün rengi ise "Göğün tutuşması rengindedir". İşte kıyametle ilgili ayetlerde "Göğün ergimiş
bakır renginde ve gül gibi" çıplak tekilliği ortaya koyması budur.
Rabbimiz Kur'an'da talep edilmediği halde, kendinden verdiği ipuçlarını, mutlaka insanlığın
araması, soruşturması için yeminle vermektedir.
Dolayısıyla Zig-Zag öğretimiz, o günden bugüne ayetleri dünyada ilk ve tek olarak
keşfedebilmektedir.
Nasıl ki 1400 yıldan beri 19 mucizesi (Müddesir suresi) saklı tutulmuş ve ancak son 25 yıl
içinde bunun matematiğini anlamak nasip olmuşsa, işte çıplak tekillikler de bu dönemin
keşiflerinden birisi olup, dünyada ilk olarak bu kitaplarımız aracılığıyla sunulmaktadır.
Görüldüğü gibi artık keramet "Allah Bilimi"nin aracılığıyla gerçekleşmektedir. Bu tecelliler
hep soyut olarak düşünülmüştür. Örneğin "Başımıza taş yağması" bir gök mekaniğidir.
Meteor bilgisidir.
Gök yarılması, göğün gül gibi açılması yine bir astrofizik bilimidir.
Bilimi ve bilim yasalarını evrene koyan Rabbimizdir. Kur'an'ımızda geçen bu veriler
doğrudan ALLAH İPUÇLARI'dır. Bilimi yalnızca fıkıh sananlar artık bu kaçınılmaz
dönüşüme uymak zorundadırlar.
2. HALKA ÇIPLAK TEKİLLİK
Dönen ve elektrik yüklü bir karadeliğin halka biçimindeki tekilliği, bundan önceki tekillikte
olduğu gibi aşırı elektrik yüklenmeye uğrarsa, çekim, olay ufku tutmaya yetmez ve ortaya
elektromagnetizmanın aydınlattığı halka biçiminde tekillik çıkar. (Ayetlerdeki gök kapılarının
anahtarlarının açtığı Nur'dan kilit halkası.)
Burada asıl anlatmak istediğim, elektriksel olmayan dönen bir karaboşluktaki ikinci bir tür
çıplak halka tekilliğin ortaya çıkmasıdır:
Bir karadelik (İleride değineceğimiz nedenlerle ve) uyarılarla dönmesini hızlandırır. (Örneğin
elektrik şarjı ilavesiyle dönme hızını arttırma.)
Eğer bu uyarma karaboşluğu ışıktan hızlı dönmeye zorlarsa, olay ufku tutunamaz, dağılır.
O zaman da perde kalkmış, ardındaki kamufle edilmiş halka görünür.
Eğer o halkaya dönme yönünden ters yönde gelirsek, bu kilidin 565 metre boyunda bir
anahtar deliği olduğunu görürüz. Gözümüzü anahtar deliğine diktiğimizde, ARKADAKİ
PARALEL EVRENİ DE GÖRÜRÜZ.
İşte o anda "ÂLEMLER'İN RABBİ'nin paralel evrenlerinden biri" tecelli etmiş, karşımıza
dikilmiştir.
ALLAHÜEKBER!.. [ ALLAHKEBİR ]
3. ASİMETRİK ÇIPLAK TEKİLLİKLER
Nokta ve halka tekillikler tam küresel yani eş merkezli yıldızların çökmesinden ortaya çıkar.
Fakat tam küresel olmayan beyzi (Puro biçimindeki bir elips küre, deyimi yerindeyse yumurta
biçiminde) bir yıldız asimetriktir. Dolayısıyla bir uzun bir kısa iki çapı vardır. Oysa küresel
yıldızların her noktada çapı eşittir.
Küre eş merkezlidir (İzotop ve simetriktir), asimetrik bir yıldızın kesitinde de elipsteki gibi iki
odak vardır ve merkez yoktur.
Dolayısıyla bir karadelik çökmesi hep merkeze doğrudur.
Asimetrik bir yıldızda bu "Tek merkez" olmadığından, yıldız odaklara çöker ve geride küresel
değil beyzi (disk) karadelik oluşturur.
Bu kurs biçimindeki tekillik kutup ve ekvator çapları farklı olan çökmenin sonucudur.
Eğer bu çökme biçimi çok karmaşık durumlarda gerçekleşirse, olay ufku oluşamaz ve disk
biçiminde tekillik görülür.
O zaman "Gökteki ejderin vücudu" da görünür!..
İşte bu olgu, Kur'an'ın kıyametle ilgili hemen her ayetinde yer alan "Gökteki çatlak"
fenomenidir.
KESİM : 82
GÖK YILANI
GÖK'DEKİ ÇATLAK
Şimdi sunacağımız yine asimetrik bir yıldızın çökmesi sonucu ortaya çıkan ve disk biçimi
alamayan kıyamet karadeliği olan gök yılanıdır.
Daha önce bazı yıldızların karadelik taş küresine girdiğinde yufka biçiminde yuvarlaklığını
kaybettiğini sunmuştum. Bu yufka biçimi bazen tam anlamıyla bir "Puro" biçimi olur. İşte
böyle bir yıldızda, yüksek bir asimetri vardır. Bu bir tavuk yumurtasından çok rugby topuna
benzer.
Eğer yıldız yatık duran bu rugby topu gibiyse disk=kurs biçiminde çökmeye çalışır. Fakat
dikine bir rugby topu gibiyse iplik biçiminde garip bir tekillik ortaya çıkar. Bunun biçimi
sanki bir kuyruklu yıldızın kalın başı ve kilometrelerce uzunlukta kuyruğu gibidir. İşte "Gök
yılanı" derken bu biçimden esinleniyoruz.
Çökme mekanizması yüksek asimetrisi olan bir yıldız da ışık hızıyla oluşur. Çökmenin hızı
Schwarzschild sınırına ulaşınca, bir çökme merkezi aramaya başlayan yıldız, bunu bulamaz.
Toplam kütlesinin çökebileceği bir disk alanı bulamayan yıldızda kütle bölüm bölüm çözünür.
Her bölüm aslında var olmayan birçok noktaya doğru çökmeye başlar. Bu noktalar bir iplik
gibi peşpeşe dizilmiştir. Yani iplik, yer çekimi gel-gitlerinin azalıp-çoğalan farklarının çekipuzattığı bir bölgesi olur. Bu iplik sonsuz bir yoğunluk kazanıp çekim ışıması yaymaya başlar.
Çekim ışıması ise olay ufkunu oluşturduğundan, çekimin olmadığı yerde olay ufku da
barınamaz. Asimetrik yıldız izotrop olarak çekemediğinden ortaya çıkan bu anizotrop tekillik
dolayısıyla nerede olay ufku tesis edileceğine karar verilemez.
Böylece olay ufuksuz bu çıplak tekillik bize ışık göndermeye başlar. Böyle bir çıplak tekilliği
çıplak gözle görürüz.
Kuyruklu yıldız gibi başı olan ve kuyruğu giderek incelen bu iplik biçimindeki tekillik
uzadıkça sonsuza uzar. Çiğnenmiş bir sakızın çekilip uzatılması gibi uzamanın sonuna kadar
giderek incelmesi sürer. Cikletin kopmasıyla ipliğin sonradan boyu büzülür. Fakat bu
büzülme onun kalınlığı yanında önemsiz kalır. (*)
(*) (Bu büzülme 10 boyutlu kuant-tünellerinin yani Süper-ip, süper sicim teorisinin en dev
biçimidir. Bu konuyu izleyen ciltte ele alacağız.) Bu iplik biçimindeki çıplak tekillik işte
Kur'an'da göğün yarılmasının ta kendisidir. Örtülmemiş böyle bir tekillik artık, kara üyelerden
değildir. Gözün bütün dehşetiyle gördüğü tam bir cehennemdir. Aslında yaratılışın sırrı bu
iplik biçimindeki tekilliklerde yatmaktadır. Daha önce karadeliklere düşen bir maddenin iplik
gibi çekildiğini ve buna eşdeğer olarak ışık hızıyla giden bir cismin boyunun hareket
doğrultusunda iyice kısalıp sıfır boyda olduğunu, buna dik doğrultuda ise eninin sonsuz bir
iplik gibi tek boyut halinde uzadığını sunmuştuk. Daha sonra göreceğiz ki kuantlar bize nokta
gibi görünmekle birlikte aslında on boyutlu, sonsuz uzunluktu "Süper sicimler" gibidir. Eğer
dümdüz bir iplik olsalardı bu 27 boyutlu olurdu. 27 boyutu on boyuta indirmenin tek yolu onu
ucundan kıvırmak, büzmek, düğümler gibi dolamaktır.
KESİM : 83
BİLİM DİN DEĞİŞTİRİYOR
VE GÖK ÇATLADI
Çıplak tekillikler için John Taylor "Sanki cennet ve cehennem aniden yeryüzüne taşınmış da,
biz ona bakıyor gibi olacağız" demekten kendini alamıyor.
Böyle bir çıplak tekillik, ardındaki başka bir evrene de aynı büzme etkisini yaptığından,
aradan kozmik sansür kalkar ve öteki dünyayı gökte görmüş oluruz.
Kısaca uzay yarılmış, evrenin gözlem ufku çatlamış, gök yırtılmış ve aralığından "Öteki
alem" resmen görülmüştür.
Simsiyah gökte başı kalın kuyruğu sonsuz incelen bu gök yılanı ayetlerde bildirilen gökteki
çatlağın ta kendisidir.
* "GÖĞÜ KAPANMIŞ TAVAN YAPTIK." (Enbiya-32)
* "GÖZÜNÜ BİR ÇEVİR (Göğe) BAK, BİR ÇATLAK GÖREBİLİR MİSİN?" (Mülk-3)
* "O GÜNÜN (Kıyametin) ŞİDDETİYLE GÖK BİLE PARÇALANIR." (Müzemmil-18.)
* "GÖK YARILIP DA GÜL GİBİ KIZARDIĞI YAĞ GİBİ ERİDİĞİ ZAMAN
DURUMUNUZ NE OLACAK?" (Rahman-37)
* "GÖK YARILIP, O GÜN ZAAFA DÜŞER." (Hakka-16)
* "GÖK YERİNDEN KOPARILDIĞI ZAMAN." (Tekvir-11)
* "GÖK YARILDIĞI ZAMAN." (Mürselât-9)
* "GÖK YARILDIĞI ZAMAN... YILDIZLAR DAĞILIP DÖKÜLDÜĞÜ ZAMAN" (İnfitar1,2)
* "GÜNEŞ DÜRÜLDÜĞÜ ZAMAN... YILDIZLAR DÜŞTÜĞÜ ZAMAN..." (Tekvir-1,2)
* "GÖK YARILDIĞI, RABBİNİN DİLEĞİNE BOYUN EĞDİĞİ ZAMAN... Kİ GÖK
ZATEN BU GÖREVLE YARATILMIŞTIR..." (İnşikak-1)
Görüldüğü gibi kıyamet, bir çıplak ve yarık tekillik biçiminde kendini gösterecektir!
Diğer tekillik türleri de ayrıca Kur'an'da bildirilmiştir:
* "GÖK KAPI KAPI AÇILACAKTIR." (Nebe-19)
* "GÖKLERİN VE YERİN (kapılarının) ANAHTARLARI O'NUNDUR." (Zümer-63)
* "DOĞRUSU AYETLERİMİZİ YALAN SAYIP BÜYÜKLÜK TASLAYANLARA
GÖĞÜN KAPILARI AÇILMAZ. DEVE İĞNENİN DELİĞİNDEN GEÇMEDİKÇE DE
CENNETE GİREMEZLER." (Araf-40)
Artık "Anlayan için" karadelikler, örtülü ya da örtüsüz tecelli etmiş Kur'an mucizesidir.
Kur'an'ın gelecek zamandan da genç olduğunun "Anlayan için" gerçekten bir mucizesi vardır.
Din verileri, (Örneğin tahrif olunan) Tevrat ve İncil'de insan havsalasına uymayan yerlerde
temelli yok edilmiştir. Bu tahrif ve eleme sonucu "Kilise ile bilim çatışmaya" başlamış; bilim
gerçeği göz ardı edilemediğinden, din adına cahil ruhbanlar kısır kesişler haklı olarak
suçlanmıştır.
Rönesans'ı olduran neden, sadece "İslam bilimi"dir.
Orta çağ karanlığındaki batı cehaleti ile aynı anda orta çağ nur'unu yaşayan islam bilimi,
birlikte vardılar. Haçlı seferlerinde ve ticari ilişkilerde bunlar takas edildi. Batılı islam
bilimini götürüp, kiliseye baş kaldırdı.
Batı için geçerli olan bu başkaldırı, islam için geçersizdir. Çünkü islam doğuda ve batıda
bilimi yüceltmiştir, kitap tahrif olmamış, saklanmış korunmuştur.
Kiliseyi "Diskalifiye eden batı", Gaile'den bu yana resmî bilimini oluşturmaya başladı. Fakat
"Din"i iyice uzak tutalım derken, din verilerinin kılavuzluğundan yoksun kaldılar. Batılı
taklitçisi ve çevirmeni hatta hayranı olan doğulu, sözde müslüman ve ateist bazı bilim
adamları ise, sanki "Batıda bilimin geri kalmışlığının sorumlusu olan kilise" ile çağrışım
yaptığından, "Mübarek Kur'an'ı" haksız olarak suçlamak üzere "TAM TAKLİT"
uyguluyorlar.
Aslında, "Batı bilimi" de karadelikler gerçeğinde iflasa girmiştir. Çünkü, karadelikler
bulunmadığı sürece dinsiz bir bilim mümkündü. Fakat bir tek karadelik bulgusu günümüzün
bilimini kurgu-bilime çevirmiştir. Üstelik bilim-kurgunun hayal ettiğinden daha fazlasını
resmî bilim bulmuştur.
KESİM : 84
RESMİYETE İTHAF
VE "KARAKUTU" AÇILDI...
Karadelikler özenle biriktirilen, tüm "Bilimsel ve kutsal" diye nitelendirdiğimiz ilkeleri
çürütüp, ayıklamıştır. Çünkü, "Yaşadığımız evreni yöneten yasalar" kara evreni ve paralel
evrenleri tanımamıza, kavramamıza ve anlamamıza izin vermez. Bu demektir ki, "Resmî
bilimin dokunulmazlığı" ortadan kalkmaktadır.
Karadeliklerle birlikte bilimi yeniden gözden geçirmek, hatta ayıklayıp, yeniden kurmak
gerekiyor. Dolayısıyla bir anlamda "Kitap ortadan kalkmıştır".
Örtülmemiş bir tekillik gözlendiği anda, "Ahiret, Cennet, Cehennem benzeri yasalar" da bu
aralıktan görülecektir. Böyle bir "Kıyamet öncesi" bilim adına her şey bitmiş, bilim adamının
yapacağı tek şey seyirci kalmak olacaktır.
Karadelikler yıldızları itip-kakar, vurup-devirir, örseler, parçalar, kemirip yer, tüketir ve
güven vermez. Resmî bilimi de böyle yapmıştır. Çünkü "Karaboşluklar" bir tutsağı da, evren
kanunlarını da "Orman kanununa" çevirirler. Sanki bu barbarlık için var olmuşlardır. Resmî
bilim, "Dinsizliği" baştaçı ettiğinden "Karaboşlukları" BARBAR ilân etmiştir.
Karaboşluklar, "Din"i bilimle buluşturmuşlardır. Bu gerçeği bütün kozmolojistler ittifakla
itiraf etmişlerdir. Karadelikler varoluşun, hayatın, aklın ve bütün evrenin anlamını çözmeye
çalışan bilim adamlarını, "Teolog=din adamı" yapmışlardır.
Çünkü karadelikler, mistik bir yola uzanmaktadır: Başka alemler, öte evrenler ve ahiret
kavramı, hiçbir zaman böylesine deney masalarına inmemiş, laboratuarlarda sınanmamıstır!..
Karadelikler bilimin belkemiği ilkelerini de yutmuşlardır:
* Madde ve enerji, yani kütle sakınımı geçersizdir.
* Kütlenin sonsuz kalıcılığı, mutlak kararlılığı, süreç tanımayışı geçersizdir. Çünkü
karadelikler de vakitsiz ölmekte, yani "Süreç=ömür" kazanmakta ve ölümlü olduğu ortaya
çıkmaktadır. İşte "Her nefis mutlaka ölümü tadacaktır" ayetinin sırlarından biri de madde ve
enerjinin vakitsiz de olsa mutlaka fâni olduğudur.
* Karadelikler, evrenin sonsuz bir tek bütün oluşunu savunan kutsal bütünlük ilkemizi
bitirmişlerdir. Bir karadelik iki ayrı evreni büzdüğünden evrenler çiftleşmekte ve çift çift
çoğalmaktadır. Evren bir tane iken sonsuz taneye çoğalmaktadır. (ALLAH, bunun için Rabbil
alemin= Alemlerin Rabbi'dir.)
Karadelik olay ufku, bu çiftleşen evrenlerin aramızdaki farkını ortaya koymuştur. Evren tekil
ve sonsuz iken şimdi sonsuz tane tekil evren bilmecesi ortaya çıkmıştır. Karadelikler bu
evrenleri öyle düğümler ki, trilyarlarca yıl uzaktaki bir başka evren, birden yanıbaşımıza gelir.
Dolayısıyla karadelikler evrenleri yürütmektedir. Relativitenin ışık hızı yasağından bağımsız
olarak bir anda bizi yüz milyarlarca yıl ötedeki başka evrenlere bitiştirmektedir. "En uzaklar",
aynı zamanda en yakınımızda komşumuz oluvermiştir.
Kuantum kesinsizlik ve ihtimal (Probability) yasaları uyarınca hiç bir madde (Örneğin evren)
sonlu bir uzayda kalmamakta, sonu gelip bir tünel aracılığıyla paralel evrenine fırlatılmakta,
orada doğmaktadır (*)
(*) Gelecek cildimizde göreceğimiz gibi, "Tünel sürecini" kuantum fiziği öngörmüştür. Bu
tüneller, ihtimal aralığı ya da fizik adıyla "Bükümlü delikler=Worm hole"dur. Sonsuz sayıda
tüneller ise "Süper uzayın dokusunu" oluştururlar. Oraya, Hilbert uzayına ya da Elif noktası
düzeyindeki birisi ulaşır. Dört boyutlu fizik uzay Süper uzayda sonsuz boyutlardan oluşur,
sonsuz ötesi matematik ile yönetilir.
Günü gelince, bildiğimiz bütün fizik ilkeleri, gökteki bir çatlakta intihar edecektir. Kozmik
büyücü Deccal, "O dönemin değişkenliklerini" istismar ederek kendine mâl edecektir.
Örneğin hadislerde "Güneşi hapsedeceği, zamanı istediği gibi yavaşlatıp-hızlandıracağı, bir
günü kırk güne eşitleyeceği ya da tersine bir günü bir saman alevinin yanışı süresince uzatıpkısaltabileceği" bildirilen Deccal, aslında karadelik kıyametinin etkilerini göz boyamaya
kullanacak, ilim yoksunlarını peşine takacaktır.
Karadelik ışığı bırakmayıp, bir tur attırabildiğinden, "Güneşin batıdan doğması"
gerçekleşecektir.
Nötron yıldızlarda ışığın yörüngeye oturması ve aynadan hem yüzümüzü hem ensemizi
görmemiz, doğudan doğan güneş ışığının kurtulamayarak bir yörüngeye oturup, dolanıp, geri
gelmesi ile ortaya çıkan "Güneşin batı'dan da doğması" olayı aynıdır.
Her üç göksel din kitabı da kıyamet senaryolarını aynı biçimde söz birliğiyle anlatırlar.
Örneğin İncil, "Göklerin bir tomar parşömen kâğıdı gibi durulup büküleceğini, dağların
atılacağını, denizlerin ateşle karıştırılacağını ve göğün yarılmasını" (İnsan kalemi
oynatılmasına rağmen) bildirmektedir.
Kur'an'da Enbiya-104, "Nasıl yaratıldığımızı ve aynen iade ile nasıl yok olacağımızı" net
anlatmaktadır:
* "(Kıyamet olan) O GÜN Kİ, (Karadelikle) GÖĞÜ KİTAPLARIN SAYFASINI DÜRER
GİBİ DÜRECEĞİZ. İLK YARATILIŞTA (Aknokta) BAŞLADIĞIMIZ GİBİ YİNE ONU
İADE EDECEĞİZ. (Karanokta) BU ÜSTLENDİĞİMİZ BİR VAÂDDİR, KUŞKUSUZ BİZ
ONU YAPARIZ."
Yukarıdaki ayette uzay-zaman bükülmesi, Big-Bang, kıyamet açıkça sezilmektedir. Bütün
paralel evrenler bir kitabın sayfası gibi bükülecektir. İşte bu çekim boşlukları yıldızları,
galaksileri bulandırıp dökecek, güneşleri söndürecektir.
Kıyameti oluşturacak olan etki ise Kur'an'da "SUR BORUSU-CORN HOLE ya da HORN
HOLE"dur. Sur borusu, izleyen ciltlerde ele alacağımız "Tüneller" dokusunun bileşkesinden
oluşur. Bilimde bizler "Boğumlu, bükümlü, kıstaklı, berzahlı tünel" demekteyiz. (*)
(*) Yazarın çeyrek kala-çeyrek gece KIYAMET adlı eserinde ve bu bandın izleyen ciltlerinde
konular işlenecektir.
KESİM : 85
KARABAHTIMIZ
KARAYAZGI
% 95'i karadelik halinde olan bir evrenin ortasında yaşıyoruz. Daha doğrusu sayılı günlerimizi
bekliyoruz. Mümin bilimciler olarak, "Kıyametin yaratıldığımız aknoktanın tersine bir
karanoktayla kapıda beklediğini" biliyoruz.
* Ve diyebiliyoruz ki, güneşin içinde mini karanoktalar var, günün birinde o feneri de
söndürecek!
* Güneşin ikizi olan bir karadelik az ilerde güneşi kendi kuyusuna sürüklüyor.
* Ondan kurtulmayı umsak, bu kez Samanyolunda devriye gezen milyon karadelikten biri,
birden karşımıza dikiliverir.
* Bütün bunları aştığımızı varsaysak bile her an günlük turuna çıkmış bir karanokta "Dünyayı
kalbinden" vurup devirebilir.
* O badireyi de atlatırsak, galaksi merkezindeki karadeliğin bizi saniyede 400 km hızla
kendine çekmesinin önüne geçemeyiz.
* Bütün bu rizikolar bizi şans eseri bulmasa da, kaçınılmaz sonumuzu biliyoruz: Karadelik
kıyameti bizzat koparacaktır! Evrenin kozmik karadeliği ardındaki "SUR BORUSU" ölüm
marşını üfleyecektir. Kısaca Allah'ın vaadi, bilimin de ona katıldığı gibi HAK olacaktır.
Çünkü kıyameti hak ediyoruz!..
Sunduğumuz karakanıtlar (Deliller) ve bilimsel tanıtlar (Aksiyomlar) kara yazgımızı
belirtiyor. Nereye kaçarsak kaçalım, görünmez düşmanın karagüçleri bizi yutmaya
hazırlanıyor. Görüldüğü gibi karadeliklerle dolu, karanlık, soğuk, ıssız, karamsar bir evrende
yaşıyoruz. Evren bizi gözetliyor!..
Karanlığın gözleri, karanlığın prizması burnumuzun dibinde kazılı bir siyah mezarı, bir kara
kabiri görüyor. O mezar taşı üzerinde evrenimizin adı yazılı!..
Demiştik ki, "Biz evrenle birlikte varız, biz onun bir parçasıyız, ondan soyutlanamayız.
Yaşayan bir varlık olan 'Evren de ölümlüdür'. O ölürse biz de ölürüz, birlikte ölürüz!"
Ayetlerde anlatıldığı gibi, bu "Tehditten" kaçınamayız. Dönüş yalnız Allah'adır. Biz istesek
de istemesek de evimiz olan evren Rabb'ine döndüğünde, biz kiracılarını da götürecektir!..
Karadelik telâşası içindeki sayısız tutsaklardan ve kurbanlardan kurulu evren koleksiyonunun
önemsiz bir parçasıyız: İnsan bu dünyasında güvencede değildir!
Bunun, "Kaza ve kaderden başka" insanın katılımıyla da ilgisi vardır. Örneğin hayvanlar yüz
milyonlarca yıl boyunca güvenle yaşadılar, insanlar da... Fakat günün birinde Atom bombası
ilk kez yapıldığında "Dünya"da da güvence kalmadı!
Biz, önce kendimizi tehdit ediyoruz. Üniformalı sabırsız parmakların devletleşmiş terörün
çömezleri, dünyayı her an nükleer felaketin içine çekmeyi ve şu güzelim dünyayı yaşanmaz
kılmayı amaçlamışlar! Silahlar savunmak ve caydırmak için değil; saldırmak ve sindirmek
için bilenmiş!..
Nükleer tehditten başka kozmik tehditler için açık hedefiz! Dünya denen şövalyenin ozondan
yapılmış zırhındaki gedikten güneş fırtınaları, kozmik-şıhab ışınlar, atomik boyutlarda
karanoktalar gibi mermiler bizi kalbimizden vurmak için bekliyor!
Karadelikler de işin tuzu-biberi oluverdi!...
Biz hangi yıldıza kaçsak, hangi galaksiye göçsek, mutlaka, bizi pusuda bekleyen bir
"Karadelik gardiyanımız" orada hazır olacaktır. Bir süre sonra da gardiyanımız "Cellat" olarak
sonumuzu belirleyecektir.
Söz konusu ölüm, maddenin ölümüdür, kutsal yasalarımızın ölümüdür!
Aslında bu ölüm, zaten yedi iklim-dört bucağı sarmıştır. En iyimser bilimsel hesaplamalarla
evrenin tümünün % 90'ı tıkanmış, yoz karadelik maddesidir. Gördüğümüz iki yüz milyar
kadar ışık merkezi olan yıldız ve galaksi bizi aldatmasın. Çünkü Evrenin % 98'i "ARTIK
ÖLMÜŞ"tür!
Biz canlılığın son pırıltı ve kırıntılarıyız, bütün evrenin % 2'sini temsil ediyoruz. % 98'i ise
ölü kara kabir!
Çepeçevre ölülerle, yaşlılarla, yaslılarla kuşatılmış, karakapanların bizi de kapacakları o anı
bekliyoruz. Bir gün evrenin başını kıyamet yiyecektir. Evrenin enkazından geriye sadece
uçaklardaki "Kara-kutu" gibi bir karadelik kalacaktır. O kara kutu, yeniden diriliş için açılınca
"Evrenin hakimi geçinen aciz insanın" içyüzü ortaya çıkacaktır.
Karamsar olan ben değilim, bizzat evrenin ta kendisi sevgideğer okurlarım...
ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM
BU EVRENDEN/ ÖTE EVRENLER E/ MİRAÇ
"O (Allah) YERE GİRENİ, YERDEN ÇIKANI, GÖKTEN İNENİ, GÖĞE ÇIKANI
(Tüneller trafiğini) BİLİR." (Sebe-2)
KESİM : 86
DETERMİNİZM
KESİN OLUŞUM
Evren'in yaratılışı ve "Evren-öncesi" yaratılışlar, soyut var oluşlar hep bir kargaşa halinde
başlamıştır. Kargaşadan kasıt, eski Yunanlıların "Kaos" dediği primitif ilkel plazmalardır.
Aslında bunların kargaşası, düzensizlikten düzenlilik oluşturan ilahi tavaflardır.
Bir önceki ciltteki "Anafor teoremini" okuyucu hatırlarsa, gaz-toz bulutu olan biçimsiz bir
yapısı, belirsiz kurgusu olan bir başlangıcımız vardı.
Evren, kısaca, biçimsizlikten biçimliliğin çıkmasıdır. Çevremizdeki doğa böyle bir biçimsiz
geodeziyle ve evren de topoloji denen "Biçimsizlik" geometrisiyle dokunmuştur.
Fakat biçimi yakıştıran BİZİZ! Çünkü beşinci boyutumuz olan akıl, idrak, sezginin
şartlanması belirsizlikten belirlilik aramak biçiminde zuhur eden bilinç boyutumuzun
işlevidir.
Bilinç boyutu AKIL, dört boyutlu evreni algılamak için var edilmiştir. Ruhun anlamı budur!
Eğer Ruh, cesedimiz gibi dört boyutlu evren içinde kalsaydı, kendisi dördüncü boyut olsaydı,
altta kalan üç boyutu algılar, kendini algılayamazdı! Fakat bilinç, beşinci bir boyut
olduğundan, dört boyutlu evreni kavramaktadır.
Buna karşılık içinde bulunduğu kendi beşinci boyutunu algılayamaz. (Doğumdan önceyi
bunun için hatırlamayız.)
Bilinç, kendinden üstteki boyutları da hiç algılayamaz. Dolayısıyla onları, dolaylı olarak
bilimle algılamaya çalışır. Eğer buna yetersiz kalıyorsa ve kötü niyetli ise, doğrudan ve kısa
yoldan inkara saparak sıyrılmaya çalışır. Sıyrılması ona ömrü içinde bir kazanç olabilir ama,
ebediyet boyunca hüsranda kalır!
"Dört boyutlu evreni" böylece kavrıyor, düzensizlikten düzenlilik oluşturarak çözümlemeye
çalışıyoruz.
Düzensizlik aynı zamanda kesinsizlik ve belirsizlik demektir. Bunun "İlkel" adı kaos=kargaşa
ve bilimdeki adı "İndeterminizm"dir.
Bu terim, "Belirliliği, kesinliliği ve biçimliliği"... bu birbirine zıt iki kelimeyi şimdiden
hafızasına nakşetmelidir. Çünkü KUR'AN, kesinlilik ve kesinsizlik denen kavramlarla
dopdoludur. Bu zor kavram ise yine "Alimlerin anlayabileceği" ve anlatabileceği özel
sırlardandır.
Sezgi ve idrakimizin biçimsizlikten (İndeterminizm) biçim araması (Determinizm) nedeniyle,
bilim hep Determinizm'e alet olmak zorunda kalmıştır.
Determine bir şey "Kesin, belirlenmiş, sonuçlanmış" anlamına gelir. Dolayısıyla klasik bilim,
nedenini bildiği bir olayın nasıl sonuçlanacağını her zaman önceden bilmekteydi.
Örneğin fizik yasalarının içine bulgular yerleştirilirse bir olayın gelişimi ve davranış biçimi
önceden kestirilebilir.
En genelde determinizm (Makrofizik dediğimiz) gözün görebildiği evren için biçilmiş
kaftandı.
Günün birinde Rutherford atomun varlığından söz etti. Böylece insanoğlu ilk kez mikroalemle teorik de olsa yüz yüze gelmişti. İlk atom modeli sanki ortada dünya ve çevresinde
dönen, belli bir yörüngesi olan Ay örneği gibiydi.
Dünya çekirdek; Ay ise düzgün bir yörüngede izlenebilen elektrondu. Böyle bir tek yörünge,
bir tek ihtimal demekti. Bu da Fatalist (Cebri) kaderciliğin kayıtsız şartsız tek ihtimali gibiydi.
Determinizm eski bir felsefe olup Buchner, Melescot, Ekil gibi fatalistlerce güçlenmişti.
Onlara göre olaylar, doğanın madde yasalarıdır. İnsan da bir eşya olduğundan belli fizik
yasalar onu etkilemektedir. İşte bu aşırı maddeci bir fatalizmdir. Bu görüş "İrademizi devre
dışı" bırakır.
İşte maddeci determinizm doğa yasalarını (Natüralizmi) her şey saymıştır. Oysa doğa yasaları
o kadar azdır ki, (Determinist, yani) düzgün nedensel bir tespit yapılamaz. Zaten evren
yasaları pek yalın, çok sadedir. Sosyal ve psikolojik yasalar ise çok karmaşıktır.
Bu nedenle fatalist görüş kendini daha ılımlı maddeci olan "Cehdiye" görüşü ile hafifletmiştir.
Cehdiyeciliğe göre "İnsan iradesi" de olaylara katılıp onu yürütür. Cehdiyecilik, "İnsanın
kaderini, kendi zeka ve iradesiyle oluşturduğunu" söyleyerek yaratıcı tanımaz. Oysa insan
biyolojik etki ve psikolojik davranışlarıyla kaderine hakim gibi görünmekle birlikte, kaza
geçirmek, koma gibi bilincin çekildiği, yönetimi iç tepkilerin ele aldığı kritik anlarımızı
açıklayamaz, göz ardı eder.
Deterministler, fatalistler, ateistler ve materyalistler "KADERİN BELİRLENMESİNDEN"
yanadırlar.
"Bilimde DOĞA yasalarının olayların akısına katkısı olmadığını" benimsemişlerdir. Bu görüş
(Eşyalar fizik kaderini yaşadığından) bize önce doğru gibi gelir. Örneğin bir ışık tanesi olan
foton bir elektrona çarpar ve onu koparır. Burada atom, fizik kaderini yaşamaktadır.
Ama foton ve elektronun YARATICISI KİMDİR? Böyle bir davranışı yani KADERİ KİM
OLUŞTURMAKTADIR? İşte materyalizm ve bilimsel determinizm burada haklılığını yitirir.
Mikro (Zerreler) fiziğinin tek teorisi olan kuantum teoremi bile, parçacıkların kadersiz ve
kazasız durumuyla ilgilenir. Fakat iki parçacığın yani maddî bir çift çarpışmanın birbiri ile
tam çarpışma anında, maddenin çözülüp yerine DALGA DAVRANIŞI gösterdiği kısacık
kader ve kazası anıyla ilgilenmez. Çünkü kuantum teoremi, evreni dalgacık değil parçacık
görmek üzerine kurulmuştur. Bu nedenle parçaların çarpışma anında teorem etkisiz kalır.
Kuantum teoremi parçacıkların çarpışma öncesi ve sonrası durumuyla ilgilidir.
Öyleyse parçacıkların (Eşya, nesne, nefis, özler) kaderinde fizik yasalar vardır. Bu tespitten
sonra iki görüş ortaya çıkar:
* Evren kör rastlantılardan ortaya çıkmıştır.
* Evren bir bilinçli organize ile yani yaratıcıyla ortaya çıkmıştır.
Yine öğretimiz boyunca değindiğimiz nedenselliğin mekanizmasının bu iki görüşten hangisi
olduğunu ileriye erteleyeceğiz.
Bilimde "Determinizm" (Hiç bir insan lâfı araya girmeden) doğrudan "KADER"i bilimin
gündemine getirmiştir. Çünkü bir mesafeden ve zamandan ne kadar uzak kalırsak, kesinlilik
(Determinizm) o kadar bulanıklaşıp yerini kesinsizliğe (İndeterminizm) bırakır. Relativite
teoreminin bir sonucu olarak "KADERİN EKRANİZASYONU" ortaya çıkar.
Evren ile ışık yoluyla haberleşiriz. Işık yoluyla evrene yansıyan tek bir olay, (Işığın hızı hiç
değişmediğinden) aradaki mesafelere bağlı olarak ayrı ayrı ve bir çok olay gibi gözükür.
Örneğin Resulullah'ın hadislerinde "Çelişkiler ve belirsizlikler", "İnsan eliyle"
oluşturulmuştur. Halbuki bize 1400 ışık yılı mesafedeki bir yıldızda olan gözlemci (Eğer
dürbününü ya da çok özel ekranını) ŞİMDİ DÜNYAYA ÇEVİRSEYDİ, günümüzü değil
RESULULLAH dönemini görecekti. Tek bir olaydan uzaklaştıkça, görüldüğü gibi olaylar ve
değerler determinize (Belirginlilik) gösterir. Zaman da bir mesafe olduğundan, onun da gerisi
belirgindir. Bunun anlamı, zamanın bir yazgı eşeli ve alanı olduğu ve kaderin değişmezliğinin
ispatıdır.
KESİM : 87
İNDETERMİNİSM
KESİNSİZLİK, BELİRSİZLİK
1900 yılı Aralık ayı, Planck'ın ısı ışıması yasası sonucu, elektronların sıçramalı yani sabit
olmayan yörüngeleri olduğunu, her şeyin kuant denen mini enerji-paketçikleri olarak
salındığının anlaşıldığı tarihtir. Beş yıl sonra, ışığın dalga özelliğinin yanında bir de parçacık
özelliği bulunduğu "Düalite" anlaşıldı. Işık, bir parçacık olduğu an noktasal bir uzaya hapis
ediliyordu.
Fakat aynı zamanda dalgacık olduğundan, elimizin altından uzayın sonsuzluğuna kaçıyordu.
Oysa bu bulgudan önce parçacık ve dalgacık ayrı ayrı özlerin özelliği sayılıyordu. Örneğin
Newton'a göre ışık "Corpuscle" denen parçacık akımıdır. Maxwell'e göre ışık sadece
dalgaydı. Oysa gerçekte ışık, bunlardan hangisiydi?
Sorunun cevabını (Zaman zaman yermekle beraber, hayranı olduğum) Einstein verdi: "Işık
hem parçacık; hem dalgacıktır!" Böylece düalite de gündeme alınarak, mikrofîzik dönemi
başlatılmıştı.
İşte bu ikilem yani ikili davranış=düalite aynı paranın iki yüzü gibiydi. Yazı ve tuğra'nın, her
kişinin de % 50 ihtimalle eşit şansı vardı. İşte determinizm'i (Düzenli ve tek ihtimalli görüşü)
ilk kez bu düalite yaraladı. Çünkü ilk kez ortaya Probability=İhtimal (Türkçe'deki olabilirlik)
kavramı ortaya çıkmıştı!.. Bu durum kesinlilik, belirlilik yerine (İhtimale dayanan
İndeterminizm denen) belirsizliği ortaya çıkardı: Makro fizik determinist; mikro fizik
indeterminist idi. Bunda bir ayrılık vardı: Alt yapı (Mikro fizik) belirsizlikle yönetilirse, üst
yapı (Makro fizik) nasıl "Belirgin" olurdu?
Kuantum fiziğinin büyük dâhilerinden Louis de Broglie maddenin dalga yapısını
soruşturmuştu. Çünkü kendinden öncekiler hep "Dalganın madde yapısını" ele almışlardı. Bu
yeni eşdeğerlilik sonucu "Lineer Cebir'in biçimler arası matris denklemleri"nin determinist
olamayacağı anlaşıldı.
Çünkü determinizm'de konum (Cismin mekandaki yeri) ve hareket momentumu matrisleri
değiş-tokuş edilebilir. Fakat indeterminizm'de bu matris alışverişi mümkün değildir.
Boltzmann da gazların istatistik mekaniğinde "İhtimal" yolunu bomba gibi açmıştı.
Broglie, aynı yöntemle maddenin "İhtimal dalgası" diyebileceğimiz yeni bir tanımını yaptı.
Böylece determinizm'in geleneksel sınırlarının dışına itelendiğimizi anlayan Heisenberg,
"Belirsizliğin bir evrensel yasa olduğunu" açıkça formüle etti.
O günkü aşamada bir parçacığın aynı zamanda ihtimal dalgası olduğunu, örneğin bir fotonun
(Kuant) paranın yazı-tuğra gelmesi gibi ya parçacık ya dalgacık olarak ortaya çıkacağını
anlamıştı. İşte hem bu işi bozan hem de işin aslı BELİRSİZlİK=İndeterminizm idi.
Yine radyoaktif elementlerin yarı-ömür dediğimiz bir bozulma sürecinde, yarılanmalarında da
aynı belirsizlik vardı. Örneğin bir kilo uranyum 1620 yıl sonra yarım kiloya iner. Yani
atomlarının yarısı enerji olur, kalan yarısı madde olarak durur. Biz maddeyi tutarız ve onun
"YARIYA" indiğini söylerken, bu yarılanma sürecini de biliriz. Fakat hangi atomun
bozunacağını, hangisinin kalacağını BELİRSİZLİK nedeniyle bilemeyiz.
Heisenberg de bir elektronun herhangi bir anda kesin olarak nerede olduğunu ve hızını
belirleyemeyeceğimizi ortaya koydu. Böylece "Yörüngeli atom modeli" yerine "İndeterminist
atom modeli" oluşturuldu.
Determinizm, elektronun bir yörünge çizerek tek bir çizgi (yol) üzerinde, çekirdek çevresinde
çember biçiminde döndüğünü söyler. Fakat indeterminizm, böyle kesin bir yol yerine "Bir
ihtimal aralığı" olan "Küre zarf" tanır. Bu durumda bir elektronun konumunu, yerini
belirlediğimiz anda, "Ne zaman orada olduğunu" kaybederiz.
Bunun tersine, zamanını tespit edersek, konumunu kaybederiz. Çünkü ikisi aynı anda
belirlenemez. Birini belirlediğimizde öteki kaybolur.
Bunun yerine yörüngesel bir elektron yolu fikrinden vazgeçilerek "Bir ihtimal küresi"
öngörüldü. Böylece elektronun yörüngesi değil; bir küresel zarf ya da buluttan oluşan "İhtimal
aralığı" modeli bulundu. Elektron bu ihtimal küresinin herhangi bir yerinde, her an, herhangi
bir hızda olabilirdi. Fakat bu ihtimal küresi dışında bir yerde olması ihtimali sıfırdır.
E=mc2 formülü bir parçacığın ve bir durumun anlatımıdır. E=hf ise aynı şeyin dalgacık ve
davranış anlatımıdır. Buna göre, "Parçacığın belirli bir konumda bulunması ihtimalinin" sahip
olduğu dalga karakterince belirlendiği anlaşıldı.
Kısaca belirsizlik ilkesi, bir mikrokozmos çekirdeğinin herhangi bir noktasında, herhangi bir
zamanda ortaya çıkacak fizik bir olayın, önceden hesaplanacağını anlatmıştır.
Buna rağmen kesinsizlik (İndeterminizm), nedensellik ilkesinin bir mekanizmasıdır. Evren
dinamiktir. Onun da her noktasında her an değişen bir fizik vardır. Dolayısıyla evren,
belirsizlik ilkesince yönetilmektedir. Ne var ki bu belirsizlik, "Zaman boyutunun olduğu
yerde" geçerlidir.
Çünkü nedensellik ilkesi, zaman içinde bir öncelik-sonralık sıralamasıdır. İleride
değineceğimiz gibi, ışık hızı aşıldığında nedensellik ters döner ve belirsizlik de ters bir matris
gösterir.
Fizik evrende belirsizlik, fakat fizik-aşırı evrende belirlilik; ikisi birden vardır. Yani iki tarafın
da belirsizliklerinden bir belirlilik ÜST SİSTEMDE denetlenir. (Allah ğaybına kimseyi ortak
etmez.)
KESİM : 88
PROBABILITY AND CHANCE
İHTİMAL VE ŞANS SERİLERİ
Kendini düzeltmeye giren determinizm "Parity" kuramını, fakat asi indeterminizm
"Probability" ilkesini savunur. Biz bunların her ikisini de inceleyeceğiz. İlk olarak
belirsizliğin sonucu olan "İhtimal" yani şans, rastlantı istatistik serisini izliyoruz.
Determinizm'i yıkan ilk darbe "Zayıf kuvvet bozanları"dır. Radyoaktif elementler beş tür
bozunma halinde (Alfa, beta ikiye bölünme iki protonlu yarı ömür denen bir süreç içinde)
ağırlıklarını yarıya indirirler. Bu huzursuzluk atomların yarısının "Dezentegre" olmasıyla
biter.
Matematik bir gerçek olan "Yarı-ömür kavramı" değişmez. Çünkü mekan sabit, zamanın akısı
değişkendir.
Radyoaktif elementlerin "Mutlak kalıcı olmayışı" sonucu, biz onların yarı-ömürlerini (Bir
süre zarfında ne kadar atomun bozunacağını ve bu süre içinde bu atomların yarısının
bozunacağını) biliriz. Artık, hangi özel kimlikli ne zaman bozunacağını (Tekil-bireysel
olarak) bilemeyiz. Sadece, belirli bir zaman aralığında, ne oranda eksileceğini anket yapar,
asla belirti bir atomun bu süre içinde eksilenlerden biri olup olmadığını bilemeyiz. Bu durum,
ölçme tekniğimizin yetersizliğinden değil; şans-rastlantı yasaları uyarınca doğan
kesinsizliktendir.
De Broglie'nin madde dalgaları, Boltzmann'ın gazları istatistik eden mekaniği, Heisenberg
matrisleri, böylece bir "İhtimal aralığı" diyebileceğimiz "şansı" gündeme getirdi. Matematik
dilinde ihtimal neyse, istatistik de aynıdır.
İhtimal, bir durumun gerçekliğiyle ilgili bilgimizin derecesini belirtir. Belirli bir olayın
gerçekleşme eğilimini, imkan ile realite arasındaki bir yeri anlatan "İhtimal" kavramı; özel
bireylerle değil, genel çoğul ile ilgilenir. Bilinen bir örnekle bunu açarsak; bir sigorta şirketi,
yılda ortalama kaç kişinin öleceğini hesaplar. Kimlerin öleceğiyle hiç ilgilenmez.
Maddeci için evren şudur: İhtimal dalgası diye tanımlanan "Madde" ile ilgili ihtimallerin tüm
gelişmelerini "Evren" diye tanımlar. Atomaltı dünyanın ihtimal tertipleri üzerinde kurduğu
evrende deneme-yanılma olunca, madde de böylece tesadüflerin bileşkesi bir ihtimal dalgası
olur. İhtimal kavramı bu limit içinde her yerde var olup, ihtimal asla sıfır değildir.
Determinizm(in atoma yörünge tanıması gibi) iki nokta arasında en kısa ve belirgin tele
yoldan gidileceğini öngörür.
Belirsizlik ilkesi ise iki nokta arasının "Sonsuz yoldan" aşılacağını" söyler. Öyle ki her yolu
deneyebiliriz: Dünyayı ters dolaşarak da öteki kente gideriz. Dünyada muhtemel her yoldan
bir ileri ya da geri tur atarak gideceğimiz noktaya yine gideriz. Hatta göğe taşınıp uçakla
sonsuz bir yoldan kente döneriz. Ya da uzaya taşınıp önce Satürn'e, oradan Andromeda
galaksisine gider ve kentimize geri döneriz. Uzay dışına çıkar, üst boyuttan da öteki kente
gidebiliriz!
Öyleyse iki nokta arasında zig-zaglı ve indili-çıktılı sonsuz yol vardır. Ancak ihtimal giderek
zayıflamaktadır. Örneğin bir bebeğin tek hücreden olma şansı bin milyar kere milyar kere
milyarda bir ihtimal (10^-30) ile gerçekleşir.
KESİM : 89
KOZMİK KUMAR MI?
İHTİMALİN YORUMLANMASI
İhtimale yer vermeyen fatalizmi şimdilik soruşturmadan; ihtimalin en az iki ihtimal ile
başlamasına değinelim. Biz yazı-tuğra atıyoruz; onun bir kez atıldığını ve "Yazı" gelmişse,
bunun evrenimizde gözlendiğini söyleriz. Ne var ki aynı eşit şansa sahip "Tuğra" gelmesi,
başka bir paralel evrende de gerçekleşmelidir. Parite teoremi ikilinin aynı anda iki ayrı
kozmosda gerçekleşeceğini öngörür.
Ama kesinsizlik ilkesi ya bu tek paranın "Sayısız" kez atılmasıyla ya da sayısız parayı bir tek
kez (veya daha çok sayıda) atarak ihtimali anket etmek ister. Dolayısıyla ihtimal kavramı çok
sayıda tekrarlanan olaylara uygulanır.
Bir zar atınca istediğimiz sayının gelmesi ihtimali altıda-bire iner ve çok yüzlü bir zarda
yüzey sayısıyla orantılı olarak ihtimal sonsuza doğru azalır.
İhtimalin sıfır olması için sonsuz sayıda yazı-tuğra, zar vb. atarsak, hep istediğimiz gelirse bu
gerçekleşir. "Determinizm bu olgudur."
Ya da kesin ihtimalin bulunması için, bir tek paranın sayısız kopyasını çıkarıp çok sayıda
atarak "İhtimalin" kesin sonucunu bulurduk!
Bu şans serileri evrene uygulandığında evrenin görüntüsü değişir. İhtimal kavramı yıkılırsa,
fizik yasaları da sarsılır. Başlangıcı olmayan bir evrenden gelmiş oluruz. "Dışarıda hiçbir şey
kalmaksızın ve dışarıdan bir şey eklenmeksizin burada ne görüyorsak o tüm evren oluverir.
Temel parçacıkların derinliğinde de ihtimal olmayınca da başsız-sonsuz bir evren, tek evren
olmak" zorunda kalırız.
Ama temel parçacıklar ihtimalli tertipler üzerine kurulmuşsa, karşımıza kozmik bir
karadeliğin ardındaki ihtimal aralığı olan "Tünel" ve hatta "Süper-uzay" dolusu sayısız,
sonsuz "Evrenler" olduğu ortaya çıkar.
En az ihtimale indirgenen "Parite" teoreminde "Yukarıdaki ile aşağıdakinin" aynı olduğu
görüşü vardır. Maddenin eşleniği (Cebirin negatif sayıları olan antimadde) ve cebirin soyut
sayıları takyon kütlesi ve bunun "anti"si madde-enerji ikilisi, parçacık-dalgacık dualitesi vb.
evrenin ikilemi olduğunu ortaya kor. Parite kavramı da "Her şeyin çift yaratıldığı"
görüşündedir. Bu çiftleri de "Bir tünel" bağlar.
Schwarzschild tüneli böyle bir "Kanal=Tünel" olayıdır. İkilem dolayısıyla birbiriyle "% 50'şer
eşit şansa sahip" iki olay birden oluşur. Aralarındaki belirsizlik, netsizlik, bireysel ince
ayırımlar ve gizli değişkenlerle kanal olayını yaratır. "Karşı kanal" ile aramızdaki değiş-tokuş,
"Eşlenik karakterli" iki şey arasında oluşur. Buradan yapılan bir nakli, oradaki eşleniği
dengeler ve böylece "Rosen ödemeler tüneli" fikri ortaya çıkar.
Parite kavramı iki % 50 ihtimali; indeterminizm de sonsuz sayıda ihtimali öngörür: Sonsuz
boyutlarımız olduğundan, sonsuz mekanlardaki sonsuz boyutların kurduğu sonsuz evrenler
gündeme gelir. Böyle olsa bile "Paralel evrenler" hep çift parite göstermelidir. Yani her iki
evren alındığında bunlar birbirinin aynadaki yansısı olmalı, aynı karakteristiği taşımalıdır.
İhtimal dalgası böylece bize belirsizlik sonuçları getirir; "Tek ihtimal, mutlak kalıcı ve
nedensel değerler" yerine, net-absolü olmayan, belirsiz-kesinsiz bir evren sunar. Kuantum
teoremi de hiçbir parçacığın, sonlu bir uzay içinde sonsuza kadar kalamayacağını, öteye
fırlayacağını öngörür.
Bir sonraki cildimizde bu kargaşanın "Kur'an" ile nasıl çözümlendiğini, "Negatif anomali
ihtimaller" konusunda sunacağım. Böyle bir ihtimal de Takyonik ya da Soyut (Esîrî) 'dir.
Örneğin paranın yazı gelmesi % 50 ihtimaldir (Nomali).
Fakat soyut bir evrende bir paranın yazı gelmesi % -50 ihtimaldir (Anomali). Yani
SIFIRDAN KÜÇÜK (Eksi) ihtimaldir!..
Bunun ne anlama geldiğini ve ALLAH'ın yaratmasının "İHTİMALİN SIFIR" olduğu, "Levhi
Mahfuz"da önceden ve kumara yer verilmeksizin nasıl başladığını izleyen cildimizde
sunacağım.
Rabbin "Kumar oynamadığını", İHTİMALİN SIFIR OLDUĞU DETERMİNE bilinçli bir
yaratılışla evreni var ettiğini anlayacağız. Her şey çift yaratıldığından ve Allah "İki doğu
(Yazı) ve, iki batı'nın (Tuğra) Rabbi olduğundan" % 200 ihtimalin ASIL olduğu ve dörde
bölündüğü (% 50, % 50, % -50, % -50) yaratılışı ve Rabbin BİR=EHAD olan sayısının +1, -1,
+√-1, -√-1 dörtlüden oluştuğunu açacağım.
KESİM : 90
TÜNEL-KANAL SÜRECİ
SON ŞANS ARALIĞI
Önceki bilgiler ışığından ve Kur'an'ın "Çift çift yarattık" sırrı uyarınca, her tekil varlık ardında
bir eşleniğinin yani zıt paraleli ve polarizesi olan kendinin de yaratıldığını anlıyoruz. Bu
demektir ki her varlıktan "Bir çift takım" vardır.
Dolayısıyla TEKİLLİK'de tek değil; karşıtı olan cinlerden biridir. Böylece (İki kendi başına)
tekillik çifti, bir tünel aracılığıyla birbirleriyle gizli değişkenler bilgisini takas ederek, çift
kutuplu davranabilirler.
Karadelikleri sunarken "TEKİLLİKLERİYLE BİRLİKTE" ele almıştık. Karadelikleri bir
ölüm makinesi olarak tanımlamış ve kuantum teoreminin kesinsizlik ile ihtimal aralıkları
kavramlarını görmemezlikten gelmiştik. Çünkü karadeliklerin öngörülüşü, bu kavramların
bulunmasından öncedir.
O zamanki inanca göre bir karadelik mutlaka öldürürdü. Yani hiçbir biçimde yaşama şansı
bırakmaz. Çünkü "Tekillik kesin ölüm makinesi" sayılmaktaydı.
Karadelikleri test ederken hep bir ağır çekim ile anlattık. Oysa karadeliğe düşen biri,
saniyenin yüz milyonda-biri zamanda tekilliğin kara kalbine gömülüverir.
Yüzeydeki çekim enerjisi bizi iplik gibi germekte ve etsiz-kansız noktalar halinde en küçük
bileşenlerimize ayırıp, varlığımızı silerek, enerjiye dönüştürür.
Ancak kuantum fiziği, bu ölümlü noktada, birden imdadımıza yetişip ölüm infazı emrini
durdurur. Kesinsizlik etkisi devreye girer. Söz konusu bağıntı ya da etki, "Hiçbir parçacığın
sonlu bir uzayda kalıcı-mutlak özellik göstermeyeceğini" bildirir. O zaman karadelik tekillik
noktası, gerçek bir nokta değil; bir ihtimal boşluğu, bir ihtimal kanalı olan TÜNEL
SÜRECİNİN girişidir.
Günlük hayatta yani makrofizik evrenimizde rastlamadığımız tünel süreci kendini mikro-fizik
atomik süreçlerde hemen ortaya kor. Bir radyoaktif bozunmada, her iki atomdan birine bir
tünel uzanır ve onu yutar. İşte bu tünele yakalanma olayını deneylerle saptıyoruz. Örneğin
Beta bozunmalı radyoaktiflenmede, tünel, atomlardan birini elimizden çekip-kaçırır.
İhtimal hesabı kavramının bu sonucuyla, bir karadeliğe yakalananın (Hatta karadeliğin kendi
kütlesi) bu kesin ölüm sahnesinde, mezar dekorundaki son zemine ayak bastığımız anda,
sahne ardında bir kulis gibi tünel var olur ve bu da başka bir sokağa (Paralel evrene) açılır.
Böyle bir tünelin varlığını zaten Schwarzschild hunisi denen uzay konusundan sezebiliriz.
Determinizm'in baştacı olduğu dönemde Schwarzschild metrikleri için ölümün kaçınılmazlığı
şart koşulmuştu. Determinizm'e göre "Karadelik olay ufku, bir cismi sıfır hacme kadar ezerek
öldürmek" zorundaydı.
Sonradan, indeterminizm (Kesinsizlik) ve probabilite (İhtimal, istatistik, anket, olasılık, şans
serileri) kavramları ortaya çıkınca ve karadeliklerin tek tip olmayışı sonucu, ölümden dönüş
beratı verdiği anlaşılmıştır.
1917 yılında Schwarzschild kendi adıyla anılan metrikleri açıklamakla kalmayıp, Laplace
karanlık yıldızını doğrulamış, tutsak çökmüş bir yıldızın kritik büyüklüğünü ölçüp, uzayın
bükümünü ayrıntılı olarak tanımlamış, karaboşluk yörelerinde eğrilen uzay-zaman kuyusu ya
da uçurumu olan koniyi ortaya koymuştu.
Daha önce ayrıntılı sunduğumuz Schwarzschild hunisi, hacmı sıfıra indirgenmiş bir karadelik
tekilliğini oluşturup, Riemann uzayını ve Minkowski zaman yapısını buruyor, duruyor ve
hapsediyor. O tekil noktada uzay ile zaman da yer değiştiriyordu.
Üç boyutlu (Kutu gibi) bir uzay içine madde konduğunda, kütlesiyle eşleştirerek eğriliyordu.
En güçlü kütle olan karaboşluk, eğer bu kutuda yer alırsa, bu kutu ortasından sıkılı bir kum
saati gibi bir görüntü verir.
Önceki anlayışla Schwarzschild'in çukuru bu bir tek boyut (Zülkarn) biçimindeydi. Fakat çok
yönlü bilim teorileri ışığı altında, bir karadeliğin yalnız bu tarafta bir huni, bir boynuz
oluşturmayıp, arkadaki başka bir evreni de yine boynuzlaştırıp, her iki boynuzu sivri uçları
birbirine değmek şartıyla birleştirdiği ispatlanmıştır.
İki boyutlu üzerinde bir örnek verirsek, evrenimizi çok büyük bir sayfa olarak düşünüp,
üzerindeki varlıkları da kalınlıksız, derinliği olmayan fotoğraflar gibi düşünmeliyiz. Bu
dümdüz evren, bir karadeliğe yakalandığında, kağıt bir külah gibi kıvrılmaktadır. Fakat
üzerinde yaşayan "Resim insanlar" yine de uzayı düz gördüklerinden, böyle bir tuzağa
yakalandıklarının farkına varmazlar. Oysa kağıt uzay külah biçiminde bükülüp kendi üstüne
katlanmış ve bir de hesapta olmayan eğrilik çapı ortaya çıkmıştır.
Bu eğrilik çapı içinde gittikçe daha daralan türlü çaplar bulunmaktadır. Yolun sonunda,
Schwarzschild kritik çapı bulunur ki, orası artık başka evrendir. Böylece "Resim insanlar" bu
kritik çap içine girdiğinde dış uzaydan koparlar. İşte bu çaplar-kuturlar bir önceki cildimizde
sunduğumuz "Aktarıs semavat (Rahman-33)" ayetinin sayısız yorumundan biridir.
Bu çaplardan (Aktar=Kuturlar) biri de, kaçma hızının (Yani yıldızın çekmesinde kurtulma
hızının) ışık hızına eriştiği maksimal çap olan Schwarzschild çapıdır. O çapın ardındakiler
bizimle haberleşemezler. Çünkü haberleşmeleri için gereken radyo mesajları tastamam ışık
hızıyla bize ulaşmaktadır. Dolayısıyla "Bu mesajlar" oradan kaçamadıklarından, bize
ulaşamazlar. Karadelik kendi ışığını ve kendi mesajlarını da yutmaktadır.
Eğer Schwarzschlid hunisi "Zülkarn=tek boynuz" olsaydı, "Kritik aktarıs semavat" içine
düşen tutsaklar, "Sıfırlanana kadar" ezilip yok olacaklardı. Ancak Schwarzschild hunisinin tek
boynuz (Zülkarn) olmayıp, çift boynuz (Zülkarneyn) olmasıyla, hem ölümden kurtulma şansı
bulundu, hem de BİR BAŞKA EVRENİN daha var olduğu anlaşıldı.
KESİM : 91
İKİ BOYUTLU DÜNYALAR
EVRENLER ÇİFTLEŞİYOR
Schwarzschild uzayın boynuzlaştığı Zülkarn=Tek boynuzu ile o evreni de büzmelidir. İşte
ROSEN, bu "Zülkarneyn=İki boynuzlu" soyut uzay geometrisini buldu: Uzayda bizim
kesimin hunileşmesine neden olan karadelik, öteki kesimdeki başka bir ortamda da aynı etkiyi
yaptığından, bu bir çift huni, tekillikte birbirleriyle boğazlaşıyorlar ve bir KUM SAATİNİ
andıran biçimi oluşturuyorlardı.
Bu demekti ki, karadelik, birbirine çok uzak iki evreni, bu boğaz ya da köprü geçit ile
birbirine bağlıyordu. Böylece evren tek iken çiftleşiyordu!..
Bir huniden başaşağı çekildiğimizde tekilliğe varır, oradan da "KARŞI BİR EVRENE"
fırlatılırız. Karşı evren mutlaka bildiğimiz uzay-zaman karakteristiğini taşıyan ve bizimkine
tıpa tıp benzeyen "PARALEL BİR EVREN" olmalıdır.
Karadelik hortumunda yer değiştirip hapsolan uzay-zaman eğrileri, bu "Karakteristiğimizi
taşıyan evrende" yeniden serbest kalıp açılır. Uzayın serbest kalmasıyla "Zaman" normal
olarak aktığından, göz açıp kapayana dek öteki evrene fırlamış oluruz.
"Karşı evreni" öngören ve söyleyen bizim hayalciliğimiz ya da kurgu-bilim romancılığımız
değildir. Doğrudan bilim "Karşı evreni" öngörmektedir.
Zaten Kur'an'daki "ÇİFT ÇİFT YARATILIŞ" mealindeki sayısız ayet, bu Zülkarneyn
boynuzlarının (Yani boynuzun iki yanındaki çiftleşmiş evrenlerin) kozmik haberciliğini
yapmaktadır.
Schwarzschild'in bu bir çift hunisi, bir tünelle birbirine yapışınca, uzay-zaman çizgilerinin
statik bükülmesini o noktada kontrol edemediğimizden, "Tünel sürecinde" kalır, Berzah
aleminin "Aktarıs Semavat" çizgilerine hapsoluruz, Ankebut-dişi örümcek yuvasına tastamam
benzeyen statik uzay-zaman bükümüne yapışırız.
"Ölüm, süresiz tünelde kalmak"tır. Fakat ölüm kaderimiz değilse, bu tünel sürecinden
milyarda-bir saniyede geçer ve milyonlarca yıl uzaktaki, en uzak paralel evrenlerimizden
birine aniden sıçramış oluruz. Evrenin bu ani değişmesi öylesine birdenbiredir ki, tekilliğe
yakalanan bir tutsak, daha beyninde anlama (idrak intikal sürecini) oluşturamadan, birden
karşıda başka bir gök manzarası görüverir!
Evrenin bir iken ikiz olması "Evrenin bütünlüğü ilkesini" sarstığından, Schwarzschild'in bu
ikiz hunilerinin düzleştiği ve en geniş yuvarlak yanlarının birleştiği görüşü getirilmişti.
Ancak probability (İhtimaliyet=olasılık) ve indeterminizm (Kesinsizlik=belirsizlik) olgusu
ortaya çıkınca, yeniden evrenin bütünlüğü ilkesi yıkıldı. Kuantum teoremi, bu iki kavramı
mikroskobik düzeyde kaçınılmaz şart koşmaktadır.
En küçük ile en büyük birbirlerinin yansısı olduklarından, (Nasıl ki kuantum teoreminde
"SONSUZ İHTİMAL" varsa) evrenlerin de sonsuz sayıda olması gerekiyordu. Böylece bir
çift yerine, sayısız Schwarzschild hunisi, bir karadelik yöresinde dışa bakan sayısız
hoparlörden oluşmuş bir küre gibi görünüm sergiliyordu. Her bir hoparlör kendinin temsil
ettiği bir evrene açılıyordu.
Çekimin başardığı bu inanılmaz olay ortaya çıkınca, bir kısım kozmolojistler "Evrenin tek
olduğunu, fakat sonsuz ihtimal taşıdığını" savundular. Bu tarz öneriler evrenin bütünlüğü
ilkesini "Hâlâ" korumak üzere yapılan, tutucu zorlamalardır.
Enbiya suresi 104. ayette bu alemler (Yani paralel evrenler) "Bir kitabın sayfaları" biçiminde
anlatılmıştır. Kıyametle birlikte bu kitabın sayfaları dürülecek yani uzay-zaman bükümüne
uğrayacaktır. Kitabın sayfa adedi verilmediğinden, gerçekten evrenin "SONSUZ
İHTİMALLERDEN" kurulu, sonsuz sayıda olduğu hükmüne varabiliriz.
Öte yandan tünellerin yani boynuzların "BİR ÇİFT=ZÜLKARNEYN" olduğu da
bildirilmiştir.
Öğretimiz bu iki görüşü uzlaştırmak için, bütün evrenin "BİRER ÇİFTTEN KURULU
SONSUZ ÂLEMLERDEN TERTİPLENDİĞİNİ" benimsemiştir.
Herhangi bir tekillik ile bu evrenler arası bağlantı sağlanabilmektedir. Hatta bir çıplak tekillik
ardında, paralel evren bu yandan bakınca ortaya çıkmaktadır.
Bir tek karadeliğin sayısız evrene açılıp herbirine teğet olup değmesi, belirsizlik ve ihtimal
hesapları sonucu ortaya çıkmış ilginç bir görüntüdür. Yani sonsuz sayıda birleşmiş evrenler
içinde hep o aynı bir tek karadelik vardır.
Bu bir tek karadelikten de milyarlarcası olduğuna göre, uzayın birbiriyle dolaysız bağlanmış
bir tüneller yumağı olduğunu anlayabiliriz.
Bu kozmik bir "Labirent" benzeridir. Fakat sezgi ile canlandırılamayıp, sadece saf matematik
denklemlerle anlatabilmektedir. (*)
(*) Yazarın oluşturduğu bu parakozmolojik uzay modeli, "Aiberg Uzay Modeli" olarak tescil
edilmiştir. Bu modelde her bir evren çiftine açılan tünellerden sonsuz tanesi bir üst disiplin ve
boyut sistemi olan SÜPER UZAY=AŞAĞI MİSAL ÂLEMİ'ne açılmaktadır. Böylece mesafe
ortadan kalkar, zaman sıfırlanır ve hiç bir adım atmadan hiç bir salise geçmeden, bütün
paralel alemlerle dolaysız ve her noktayla bağlantı kurularak ilişkiye geçilebilir. Buna
yazarımız, uzayın yürütülmesi ya da "UZAY YÜRÜYÜMÜ" adını vermiştir.
Biz bir karadelik aracılığıyla paralel evrene salisenin milyonlarda biri zamanda aniden
geçebiliriz. Peki sonra aynı yolla dönebilir miyiz? Bunun 3 alternatifli 3 cevabı var:
* Determinizm, öleceğimizi ve hiçbir zaman dönemeyeceğimizi söyler. Oysa bu "Tek
boynuz" görüşü terk edilmiştir.
* İndeterminizm, evreni bir çift (Pariter dublex) gibi iki ihtimale dayandırdığında, biz
gerçekten evrenimize geri dönebiliriz. Yani buradaki bir karadelik bizi yutar ve paralel evrene
verir. Sonra aynı karadeliği kullanırız, bir daha yutuluruz ve yeniden bu evrende var oluruz,
aynı yoldan evrene geri döneriz...
* Ancak sonsuz ihtimale dayanan (Yani sonsuz tane Zülkarn'lardan söz eden) istatistiksel
matematik ise bizim aynı evrene geri dönmemizin "Sonsuzda-bir" ihtimal olduğunu söyler.
Dolayısıyla bir karadelik bulursak, bunun ardındaki paralel evrene gidebilir, ancak yeniden
dönmeyi istediğimizde, buranın ne ilk ne ikinci evren değil; üçüncüsü olduğunu görürüz.
Kendi evrenimizi aramayı sürdürürken böylece dördüncü, beşinci... ve sonsuzuncu evrene
girer-çıkar, asla kendi evrenimize dönemeyiz.
Bu yolculuk boyunca "Zaman HİÇ akmayacağından", yaşlanmadan sonsuza dek kozmik bir
yurttaş gibi evrenler labirentinde kaybolmuş bir "Evrenler-arası-gezmen" oluveririz.
"Sonsuzluk" derken dönen bir karadeliğin dönmekte olduğu çizginin çevresinde, dönme
yönüne zıt yönde giden birinin, yaşlanmasının sonsuza kadar durduğunu ve dolayısıyla
ölümsüzleştiğini" kastederiz.
KESİM : 92
KARADELİĞİN İÇİNDE
HAYALET BOŞLUĞU
Şimdi öyle bir noktaya geldik ki, aklımıza şöyle bir soru geliyor:
"Göz açıp kapayana dek içine düşüp başka paralel evrene fırlatıldığımız karadeliğin kendisine
niçin çarpmıyoruz?"
* İlk anlayış bize karadeliğe çekilen birinin un-ufak bir madde yani enerji tozu olacağını
öngören determinizm idi.
* Fakat kuantum fiziğinin "Olasılık" kavramı bize, karadeliğin olduğu yerde "Bir madde yani
çarpacak bir yüzey ve engel olmadığını", bunun yerine bir tünel boşluğu olduğunu söyleyen
indeterminizm'den türemedir. Kuantum fiziği sayesinde, hiçbir şeye çarpmamız gerekmez:
Tutsak cisim hiçbir darbe hissetmeden, saydam bir karadelik kapısından geçecek biçimde
değiştirilmiştir.
Karaboşluğun öldürücü çekimi yalnızca yüzeyindedir.
Çünkü yalnız yüzey limitindeki indirgenemez yüzey enerjisi birden yok olur. Böylece hiçbir
çarpma sadmesi hissetmeksizin ve karşımızda hiçbir madde yığını hissetmeksizin adeta
saydam bir kapı buluruz.
Zaten doğanın dört kuvvetinde de bu geçirgenlik vardır.
* Güçlü nükleer kuvvet birimleri soyut sayılara sıkıştırılmıştır.
* Elektromagnetizma yalnızca bir cismin yüzeyinde bulunur. (Örneğin dinamo çekirdeği olan
armatürlerde ve elektroskop küresi içinde yükler bulunmaz, buraları nötr davranır.)
* Zayıf çekirdek kuvvetinin zayıf nötr akımları olan nötrinolar da madde ile etkileşmez,
maddeden hiç tedirgin olmadan içinden geçerek yoluna devam ederler.
* Çekimci dalga birimleri (Gravitonlar) da nötrinolar kadar seyyal ve hayalet davranışlarda
bulunurlar.
Böylece doğanın dört kuvvetinin maddeyi taciz ve tedirgin etmediği karadelikler gibi aşırı
oluşlar vardır. Dolayısıyla biz de örneğin bir nötrinoya ve karadeliğe hiçbir engel
oluşturmadan, karşımızda engel bulmadan onları aşabiliriz!
Biz karadelik yüzeyine ayak basıp, onu aşınca birden "Çekim" vok olur ve tünel süreci başlar.
Orada madem ki madde yoktu, neden karadeliğin etkisi devam etmektedir? Kütlesine ne
olmuştur? Merkezinde çöken bir yıldız olmadan olay ufku nasıl oluşmuştur?
Madde tamamen yok olduysa, etkilerinin de yok olması gerekirken, böylesi bir karadeliğin
çevresindeki cisimlerin yörüngelerini neden bozduğunu, onları oraya niçin çektiğini sormak
hakkımızdır.
Çöken yıldızın, maddesinin ardında kalan "Uzayın bükülmesi" öylesine sonsuz büyüktür ki,
maddeye sonradan ne olursa olsun, bu büzgü ardındaki olay ufku bize hiçbir bilgi iletmez.
Dışarıdan bakan birine "Karadelik", kendisiyle birlikte avlarını da sabitleştirip, dondurmuş
görüntüsü verir. Yani hem karadelik yüzeyi, hem de yuttuğu avlar sabitleşmiş, hâlâ
oradaymışlar gibi gösterilmektedir. Çünkü orada zaman durmuştur, tutsaklar ve yıldız
donmuştur.
Oysa dışarıdan seyreden biri değil de olay ufkuna giren bir gözlemci, birden donan ve sabit
olanların hareketlendiğini görüyordu.
Yüzeyin çekim enerjisi kabuğu ile olay ufku arasında saat geriye çalışır. Bunun ötesine
geçilemediğinden, işte etkiler de bu etkinliğini sürdürmektedir. Vakıa-75. ayetteki
"Yıldızların yeri" bu sırrın ve kudretin nişanesidir. Ayette YILDIZLARDAN DEĞİL;
YILDIZLARIN YERİNDEN SÖZ EDİLMEKTE, artık orada bir yıldız değil de onun yeri adı
altında (Örneğin bir karadelik) ETKİSİ bildirilmiştir.
Bu büyük anlam için Rabb'imiz hiç mecbur olmadığı halde "Yıldızların yerlerine" yemin
etmiş ve bu yeminin ne büyük bir yemin olduğunu 76. ayette vurgulamıştır. İnsanoğlu Rabb'i
tarafından yemin edilmeye, yeminle ikna edilmeye layık görüldüğü için, yaratıcısı tarafından
yemin edilerek önemsenmiştir. Eğer bizatihi Rabb'imizin bu yeminini şuradaki açıklamama
rağmen halen anlamamışsak, o zaman da Rabb'imizin bize "İnsan gerçekten nankördür"
dediği kader, aşağılık ve zeliliz demektir.
Yücelmek O'na mi'rac'dır. Aşağılanmak ise şeytan ve onun ebedi yurdu olan Esfelissafilin
cehennemine, Haviye denen, Arş'a en uzak noktaya, Cehennemin karaboşluğu olan Gayya
kuyusu aracılığıyla düşmek demektir. İşte bu kuyu Zülkarneyn'in en uzağındaki ve en
sonuncu karaboşluk kuyusudur.
Olay ufkunun altına büzüşen ve karaboşluk olmuş dev yıldızın aldatıcı bir ışıması olduğundan
ve orada karadeliği varmış gibi göstermesinden söz etmiştik. Böylece biz, orada karadeliği bir
kütlesi varmış gibi sanmaktayız. Oysa karadeliğin kendisi dahil, bütün tutsakları ve yuttukları,
çoktan başka evrene naklolmuştur.
Karadelik bile kendi varlığını ardındaki tünele sığdırmıştır. Fakat yüzeydeki çekimsel enerji
ile olay ufku arasına bütün etkiler hapsolunduğundan, o bölgede yalnızca çekim dalgaları
(Yani görünmez Schwarzschild etkisi) ışımaktadır.
Öyleyse siyah boşluklar "Gerçekte çekirdeksiz otay ufkudur".
Çekimin kendisi bir çekirdek gibi davranıp, ışıktan hızlı gidemeyen herşeyi tüneline tutsak
alır!..
O zaman, içinde "Karadelik" barındırmayan yani "Çekirdeksiz" bir olay ufku görüntüsü var
demektir. Orası çekim şokunun ve magnetik aşırılaşmanın bir "Mekan boşluğu" içindeki
ESÎRÎ etkisi durumuna ulaşmıştır.
KESİM : 93
HAWKİNG OLAYI
ÇEKİRDEKSİZ OLAY UFKU
"Çekirdeksiz olay ufku", çekim ve magnetik aşırı şokun, çekim kalıntısı yıldızın nötronlarını
da kendi alanında çözmesiyle ortaya çıkan mekan boşluğu olup, oradaki etkinlikler zaman
faktörünü de yener.
Burası artık başka planlardaki evlerin giriş kapısıdır. Buradaki magnetik alanlar ve
gravitational kuvvetler çekirdeksiz olay ufkunun oluşmasına neden olmuş, tünel yolunu
açmıştır.
Tünel süreci, atomik boyutlardan evren boyutuna kadar her yere "Kanal" gibi uzanır ve
"Çekip alır". Karaboşlukların bu sırrını Stephen Hawking'in çözdüğünü sunmuştuk.
Karaboşluk yöresindeki uzay vakumu büyük bir enerji potansiyeline sahip olup, dönen
karaboşlukta girdap yönünde ve buna ters iki akıntı oluşturuyordu. Birincisi karaboşluğa akıp,
onunla birleşirken; diğeri de eskisinden daha güçlü olarak karaboşluk içinden fırlamışçasına
uzaklaşıyordu.
Bu ikincisi "Enerji durumunu" karadelik kütlesinden karşıladığından, kütle kaybına uğrayan
karadelik bu sızdırmasını tüketince büyük bir patlamayla açılıyordu. Bu patlamalar halen de
sürmektedir (Hawking buharlaşması).
Karadelik patlaması kendisinin bile kalıcı olmadığını anlatmakta, (ve olasılık uyarınca kendini
bu biçimde) "Kendi tüneline" terk ettiğini göstermektedir.
Evren sonsuza dek genişleyecek bile olsa durum değişmez. Çünkü karadelikler asal maddenin
% 98'ini yutacaklar, birbiriyle birleşecekler; karadeliğe yakalanan her madde tünelin ucunda
ışıyan enerjiye (AKDELİK ışıması) dönüşecek, bunlar da yeniden bir karadeliğe
yakalanacaktır.
Sonra karadelikler de tünele yakalanıp imha edileceklerdir. Böylece tünelin tahrip ettiği
karadelikler de "Akdelik" biçiminde patlayarak açılacak ve evren yeniden radyasyona
dönecektir.
Radyasyon bir kuasar tarafından karadelikten sızdırılıp, serbest bırakılır. Evren salt ışımaya
döner. Ancak sürekli genişleyip kararmaktadır ve mutlak soğuk dereceye ulaşıp buz tutunca,
son ışımalar da son gücünü harcayacak, onlar da artık ışımayacak ve evren mutlak karanlığa
gömülecektir. (*)
(*) Gerçekte evren için düşünülen bu değildir. Açık bir evrenin tersine kapanan bu evren için,
bizden önceki kaybolan bir evrimin karşıt evrimi olduğunu ileri süren teoriler de vardır. Bir
başka görüş da PARİTE'deki durumdur. PARİTE'ye inananlar, iki evrenin birbirinin aynadaki
hayali olduğunu savunur: Bizden önceki evren bir karadeliğe çöker ve tünel ardından
"Akdelik" (Yani Big-Bang patlaması) olarak "Bu tarafa" çöker ve bu sür-git biçiminde gider.
Ancak bu osilasyonik modelin "Schwarzschild ışıması" denen sürekli enerji kaybıyla durması
gerekmektedir. Öğretimiz bu güçlüğü gidermek üzere, nedensellik ilkesinin ters yüz edildiği ve
Schwarzschild ışımasının evrenin başına ışıdığı, "Bir kez öldüğü için" dün doğan evrende
"Şimdiyi yaşadığımız" görüşünü savunur. O zaman eğri doğasıyla "Çember" olan evrenin
başı olan "Big-Bang" Akdelik kaderi olan yörüngeyi izleyerek çıktığı noktaya yani kıyamete
dönen Doomday (Karadeliği) ile birleşir; neden ve sonuç aynılaşır ve böylece evren, "Süper
uzaya" tünel aracılığıyla alınır ve geçmişe "Yeniden serbest" bırakılır.
KESİM : 94
İNSANSIZ BÖLGE
EVREN KAPILARI
Tünel sürecine yani tekillik yöresine "İnsansız bölge" adı verilir. Bu bölge, herhangi bir
paralel evrene ya da bize ait değil; doğrudan Süper Uzay'a aittir. Tünel süreci ardında
fonksiyonsuz, geodezi-üstü ve gri-esîrî hiçlik denen bir mekan sardamı vardır. Burası ne bu
evrene ne paralel evrenlere aittir. Doğrudan Süper Uzay'a yani "Aşağı misâl alemine" ait
uzay-üstü uzaydır.
Bir "Kıyamet makinesi" gibi davranan karadelik tekilliğinin, öldürücü cazibesi gözardı
edilirse, aynı zamanda bir "Zaman makinesi" gibi davranması nedeniyle "Yaşama" şansımız
doğmuş olur. Dışarıda kalan ikizimiz bizim sonsuza dek donmuş olarak tekilliğe yapıştığımızı
düşünüp yasımızı tutarken, biz milyarda bir saniyede çoktan bu insansız bölgeyi geçmiş ve bu
kısacık sürede evrenin kalan bütün tarihini tüketmiş oluruz.
Elektrik yüklü, dönen ve aşırı istisnalaşmış karadeliklerde, uygun şartlarda tekilliğe girilirse,
yaşama şansımız doğar, ölmeyiz. Kısaca hatırlarsak, duran karadeliklerde sadece çekim etkisi
vardır ve bu nokta tekillikli karadelik karakabir adını alır ve kesinlikle bizi öldürür.
Fakat dönen bir karadelikte çekim etkisine karşı çıkan bir dönme kuvveti enerjisi ile
dengelenme vardır. Dolayısıyla bu Satürn halkası gibi bir halka ya da simit biçimi tekillik
oluşturur. Çünkü galaksi düzlemindeki çökmeyi önleyen bir yapay çekim kuvveti (Merkezkaç
kuvvet) daha ortaya çıkmış ve halka düzleminde çekim kuvvetiyle dengelenip sıfırlanmıştır.
İşte bu sıfırlanmış noktadan yani ekvator halkasının dışındaki düzlemdeki bir noktadan
karadeliğe girersek, bizi öldürecek olan çekim gelgitlerini hissetmeyiz. Böylece baş aşağı
çekildiğimiz huninin boğazın açıldığı, ikinci bir huniden geçerek paralel evrene fırlamış
oluruz. Bütün bu anlattıklarımız saniyenin milyarlarda birinde olup bitmiş olur.
İşte böyle bir yaşama şansı için (Beş ila yüz güneş kütlesinde) dönen bir karadelik bulup,
onun ekvator yönünde dönme eksenine aykırı girmemek şartıyla daldığımızda karaboşluk
"Uzay yürüyümünü" gerçekleştirip, bizi bu evrenin en uzak bir bir noktasına çıkarır.
Bu kütle değeri ne kadar büyürse o kadar evrenin en uzak bölgesine fırlarız. Sıfır saniyede ve
bir adımda bu mesafeyi geçmiş ve ışık hızı yasağını delmiş oluruz.
Dikkat edilirse bu olguda biz yol almayız, biz durduğumuz halde UZAYIN KENDİSİ
YÜRÜR.
Dönmeyen fakat 1000 güneş kütlesi büyüklüğündeki süper dev bir karadelik, "Karadelikaşırı" bir özellik taşıdığından yine bizi öldüremez, uzayımızı en sonuna kadar yürütür. Bu da
yetmezse bitişik paralel evrene yürür ve bizi "Başka evrene fırlatır".
Bu dev karadelik gibi, elektrik yüklü ve çıplak tekillik dediğimiz karaboşluk türleri de başka
bir evrenle birleşmeye açıktır.
Bir evren gezmeni dönen karadeliğin (Döndüğü çizgi) kuzey-güney dikmesine göre, bu
eksenin dönüş yönüne zıt bir yörüngesel yol izlerse ÖLÜMSÜZLEŞİR. Karadeliğin dönme
periyoduna (Dolanım süresi) orantılı olarak sözünü ettiğimiz adaptasyonu uyguladığımız
oranda "ZAMAN KAZANIR" ömrümüzü kontrol altında tutarız. Çünkü yaşlanmamız
durdurulur, relativite'deki sonsuz zaman genleşmesi mekanizması iş başına geçer.
Daha önce sözünü ettiğimiz ergosfer katmanlarında da zaman denetimi yapabildiğimizi
hatırlayalım:
Karadelik tekillik merkeziyle ergosfer arasında ne kadar uzaklık varsa o kadar güvenceli
olarak zamanı denetleyebiliriz. Ergosferde kalacağımız bir yıla karşılık geleceğin ufuklarına
bin ila milyon yıl daha girer ve uzun ömürlü yolculuklar yapabiliriz. Riskine rağmen
ergosferde biraz daha aşağı indiğimizde, örneğin bir ay kalınacak bir süre karşılığında zaman
öylesine genleşir ki dünyada insan soyu tükenmiş bile olur.
Böylece bir yok etme makinesi olan karadelikleri de Allah'ın lütfuyla ve ilmiyle emrine
alacak insanoğlu onu zaman makinesi olarak kullanabilecektir.
Gaybi bilimler düzeyindeki "Hz. Hızır"ın zaman denetimi ile karadelik zaman makineleri
AYNI YÖNTEMLE çalışmaktadır.
KESİM : 95
HZ. HIZIR'IN ZAMAN MAKİNESİ
NEDENSELLİK TERS-YÜZ OLUYOR
"Zaman makinesi gibi davranan bir karadeliğin halka tekilliği boyunca dolandığımızda,
zaman içinde geri yolculuğa çıkar, kendi kopyalarımıza rastlarız" dedik. Çünkü saatimiz
tersine çalışmaktadır. Gördüğümüz "Kopyalarımızın" her biri kendini gerçek sanır. Bu durum
ve görüntü nedensellik ilkesinin çöküşüdür.
Ayrıca, karadeliğe çekilen biri, eğer olay ufkunun ardını görseydi, orada saatinin tersine
çalıştığını, ikizinin gençleştiğini izleyecekti. Saatin bu geri sayması, yine nedensellik ilkesini
çöktürür.
Eğer bir karadeliğe girip, yine aynı yoldan geri dönebilseydik, ayrıldığımız yere terk ettiğimiz
tarihten daha erken bir zamanda geri döner ve yola çıkmadan amacımıza ulaşmış olurduk.
Dönüşte yola çıkmaya hazırlanan kendimize rastlar, kendi yolculuğumuzu anlatırdık. (*)
(*) Sonrası da var: Bu "İkimiz birden" yeniden yolculuğa çıkar ve dönüşte yolculuğa çıkmaya
hazırlanan "İkimizle" dörtleşiriz. Böylece katlanarak 8-16-32-64 ve sonsuz sayıda olabiliriz.
Bu mültikopya olayı, soyut varlıklar olan ve din verilerinde Melek adıyla geçen varlıklar ile
paylaştığımız özdeş bir yasadır. Arz'dan Arş'a Sonsuzluk Kulesi adlı bandımızın ikinci
cildinde melekleri sunmuştuk. Işıktan hızlı giden saat geriye çalışmakta ve üreme ile değil;
lineer bir kopyalanma ile çoğalmaya "Cinsiyetsiz" tıpatıp kopya olmakta ve öz-enerjili
fantastik gerçeğe uyarlı bir Nur termodinamiği oluşturmakladır.
* "Zaman yolculuğunun ileriye" doğru mümkün oluşunu anlattığımız kesimlerden çıkan
sonuca göre geleceğin içlerine girerek, her zaman bir geleceğimiz olduğunu kavrayabiliyoruz.
Biz şu an yaşayan bir "Geleceğimiz", orada torunlarımız olduğunu düşünüp, bunları saçma
bulurken; bir karadelik ergosferi aracılığıyla "Geleceğe" doğru hızlanıp, henüz "Doğmamış"
torunlarımızın orada var olduğunu görürüz. Artık onlarla birlikte bu gerçeği yaşarken
"Geçmiştekiler", yüzlerce yıl önce "Ölmüş" olurlar. Eğer geri dönseydik, bu kez onlarla
buluşurduk ve "Öldü" bildiklerimiz dirilmiş olurdu. Göreceliğin bu sonuçları her zaman bir
geleceğimizin "KESİN belirli" olduğunu ve bizi beklediğini anlatır.
Zamanın görecelikteki yapısı "Kader"i kanıtlar. Zamanın ekranize olmasıyla kaderin
"Kazaları" da belirginleşir.
* Oysa maddeci ve resmî bilim, geçmiş ile geleceği özdeş kılar. "Şimdi yaşayan birinin"
geleceğinin bilinemezliğini savunur. Böyle biri, olmayan bir geleceğe yolculuk yapamaz; bin
yıl öncesine de gidemez. Çünkü geçmişte var olamaz inancındaki bu görüş, "Geçmişe gidilse
bile (Örneğin) atalarının evlenmesini engellerse, o zaman kendisi hiç doğmamış olurdu. Ve
doğmamış biri geçmişteki ölü ile buluşamaz" diye savunma yapar.
* Bunun böyle olmadığını relativite teoremi ile artık yüksek hızlarda, çekimin yüksek
yoğunluklarında, sıvı azot hiberasyonu gibi mutlak soğuk yöntemi teknolojilerinde, zamanın
milyonlarca faktör yavaşlayıp, bir günümüzü dünyadaki bin yıl ile eşitlemesinden anlıyoruz.
Bu demektir ki istikbalimizde her zaman hazır-kurulu bir gelecek hazır beklemektedir! Oraya
gidersek bu hazır gelecek ile yüzleşiriz.
* Tümdengelimli muhakemeye göre, uzayda, örneğin bir karadelik çevresinde ileri giderek,
zamanda geri gidebileceğimiz; tarih değiştirme çizgisinin "Dününe" ulaşacağımız lineer bir
yolculuk yapmamız demek, yola çıkmadan amacınıza ulaşmamız demektir. Bu görüş ise
geçmişin asla yeni bir biçime sokulamayacağını, ancak geçmişe giderek orada var
olunabileceğini savunur.
* Olasılık=İhtimal hesabı yasalarının öngördüğü zaman gezmenliği, bizi her türlü geçmiş ve
geleceğin olduğu garip bir evrene götürür. Sonsuz sayıda her türlü gelecek ve geçmişimiz
vardır. Geçmişe gidince atalarımızın buluşmasını önleyip, tarihin akışını değiştirsek bile her
türlü geleceğimiz olduğu için bir başka gelecekte var oluruz.
Bu dört görüşten üçü "Kader"i kanıtlar ve yazgımızın özelleşmesine izin verir. Zamanın
yalnızca doğrusal olmadığını, "Yolları çatallanan bir bahçe gibi" bir noktadan yeni bir zaman
çizgisi daha çıkabileceğini, "Zaman içinde zaman" çekmecelerinde yaşayabileceğimizi,
bedensiz astronomi örneği başarabileceğimizi anlıyoruz. Bütün bunlar, kaderi zorluyor
görünse bile, tüm değişiklikler ve zaman yolculukları yine "Kader" sonucu olan yazgılardır,
kaderdendir! Zaman yolculuğunda, geriye gitmek yani zaman okunun geriye dönmesi,
nedensellik ilkesini yerle bir ediyor!
Nedenselliğin kalkmasıyla kuantum teoreminin "Belirsizlik matrisleri" de darmadağın
oluverir.
KESİM : 96
"BÜTÜN YÜKSELİŞLER O'NA VARIR" (Ayet)
NASIL Mİ'RAC?..
Zaman yolculuğu ile birlikte "EVREN" yolculuğu da yaptığımızı okurlar fark etmiş olmalılar.
Fakat bu cilt boyunca paralel evrenlere girebileceğimizi anlayarak, bu geçişe bilendik. İzleyen
cilt boyunca da paralel evrenlere "Mi'rac" edecek, daha sonra bunların da dışına çıkarak
Rabb'imize "Mİ'RAC" yolunu inşallah sunacağız.
Işığın hızı sabittir, saniyede 300 bin km'dir. Fakat "UZAY-ZAMANIN YÜRÜME HIZI" ışık
sabitinin milyarlarca, trilyarlarca katıdır. O zaman:
* Ya biz, ömrümüz elverdiğince en uzak bildiğimiz bir cisme "Az gider uz gider" ve bir de
arkamıza bakarız ki "Arpa boyu yol bile gitmemişiz!"
* Ya da bir karakapı buluruz ve oradan geçerek, ömrümüzün en kısa bir anında, bin milyon
ömür boyunca gidemeyeceğimiz öteki alemlere bir anda ulaşırız!
En uzaklar, bir bakarız ki EN YAKIN olmuş!..
Ufukların ardındaki kudreti görmüş oluruz! (Ayet)
Ufuklar bize gelir! Biz o bitmez tükenmez ufuğun ardına gitmeyiz. Çünkü her ufuğun ardında,
bir başka engin ve geniş ufuk bulunacağından, bize trilyarlarca ömür verilseydi, ışığın hızını
da trilyarlarca kez aşmamıza izin verilseydi, yine o ufukların ardını getiremezdik.
ALLAH BUNUN İÇİN ÇOK BÜYÜKTÜR!
Bizim, o ufuklara gitmemiz yerine; (Bir rastlantı sonucu, biz evimizde dururken) dünyaya bir
karanokta düşseydi, oturduğumuz yerde milyarda bir saniyede başka bir evrene geçmiş
olurduk. "Göğü üzerinize düşmekten o tutuyor" ayetinin sırrı uyarınca alem değiştirirdik!
Allah hem bize ARŞ kadar uzak; hem de evimizde otururken isabet aldığımız bir
karaboşluğun burnumuzun dibine getirdiği bir paralel evren kadar, hatta ayetteki gibi
"ŞAHDAMARIMIZDAN" da yakındır.
"O şahdamar" ki, bir nabız gibi atarak genişleyen evrenin ANA SUR SORUSUDUR. O bizim
kozmik ve özel tünelimiz, rızkımızın gönderildiği ilahi kablodur!
Bizim, Rabb'imize ulaşmamız için, gidilmeyecek uzaklara, ömrümüzü hatta evrenin ömrünü
aşan UFUKLARA gitmemiz gerekmez. Ufuklar bizim için sadece bir ALLAH KUDRETİ
göstergesi ve vesilesidir. Onları uzaktan seyredebiliriz!..
Bizim Enfus'umuzda da bize "Şahdamarından yakın ALLAH" vardır. Bu kestirme gidişi
bulup O'na mi'rac etmek gerektiğinde, insanın içine dönmesi, şahdamarı simgesindeki
"ENFUSÎ TÜNELİNDEN" kalbe, oradan kalbin içindeki SIR tabakasına ve sonra onun
ardındaki ALLAH'a ulaşması yeterlidir. Pekiyi bu nasıl başarılacaktır? Biz sadece niyet
edeceğiz, biz değil; O bize yürüyecek: ALLAH BİZE ULAŞIR, İLAHİ UZAY YÜRÜR VE
BİZE GELİR...
KESiM: 97
ASCENCION MIRACLE
HANGİ Mİ'RAC?
Çünkü biz sadece "Maddemizi" asıl yapı gibi düşünüyor, asla eksi maddemizi, bilinç denen
RUH yapımızı hesaba katmıyor, rüyalardaki gibi TAM SERBEST kaldığımızı düşünemiyor,
sadece lâfta "MÂNÂCI" geçiniyoruz. Üstelik "Namaz mü'minin mi'racıdır" ilahi kelamının
"Mânâ"sından da milyarlarca ışık yılı uzağız!
Mi'rac odur ki, bilimin (Bu öğreti çerçevesinde) verdiği ŞUUR ve İDRAK ile, evrenin ve
evren biliminin ve yaratılış biliminin (Kozmoloji ile kozmogoninin) KİME HİZMET
ETTİĞİNİ, KİMİN GÖSTERGESİ OLDUĞUNU ANLAMAK, AKLEN ALLAH'I
BULMAKTIR!..
Pekiyi "ALLAH"ı nasıl buluruz?
Burada bir örnek vererek, Allah'ı bulmanın, yani hedefe kilitlenmesinin bilinçli, planlı ve
gittikçe daha karmaşık olduğunu sunmak istiyorum:
Örneğin aradığınız "ŞEY" Amerika'da yani öteki kıtadadır.
"Amerika'ya gitmeye" niyetlendiniz. Dümeni sizin elinizde olan bir de açık deniz tekneniz
var. Eski dünyadan Yenidünya'ya açılıyorsunuz. Fakat Atlantik ortasında, "Kuzey, Güney ve
Orta Amerika'dan hangisine" gideceğinizin gündeme geldiğini görüyorsunuz. Artık Amerika
anlamını yitirir ve yeni bir hedef belirlemesi yaparsınız. Çünkü dümeninizi ona göre
kıracaksınız.
O'NA DOĞRU" rotanızı ÇEVİRECEKSİNİZ!..
Diyelim ki seçtiğiniz rota "Güney Amerika"dır.
Fakat, bu rota üzerinde Atlantik kıyısında yer atan Panama'dan Şili'ye kadar türlü ülke var.
Bunlardan BİRİNİ seçeceksiniz. Çünkü "Varmak, buluşmak istediğiniz ŞEY bu ülkelerden
birinde" bulunmaktadır. (Örneğin burası Arjantin'dir.)
O zaman rotanızı "O'NA" çevireceksiniz. Bu kez karşınıza yeni bir rota ayrıntısı gerekiyor:
Arjantin'in hangi limanına demir atacaksınız?
İşte bu limanın adı "O=Hüve"dir!.. Vuslat, kavuşmak, rücû etmek, "O'NA DOĞRU, O'NA
gitmek" ve sonunda "O"nun ile buluşmaktadır.
Mi'rac da budur. Allah'ı hedef almak yetmez: Kitabımızın kapak kompozisyonunun mesajı,
alttaki dördüncü satırdan üste doğru sırayla şunları anlatmaktadır:
Önce ALLAH'a... (Abit'in imanı)
"O'NA DOĞRU" (Arif'in imanı)
"O'NA.." (Alim'in imanı)
"O!" (İlmel yâkin iman)
İKİNCİ CİLDİN SONU
Arz'den Arş'a Mİ'RAC isimli bu bandımızın, dört cildinden ikincisini tamamlamış okuyoruz.
Birinci cildimizde; insanın arz denen dünyadan yakın gök olan gezegenlerine başlayan "Mini
Mi'rac" olan teknolojik yükselişini sunmuş, evrenin hiçbir zaman dışına çıkılamayacağına
karar vermiştik.
Bu ikinci cildimizde de evrenin dışına çıkmak gitmek sürpriziyle karşılaşıp, uzayı yürüterek
ayağımıza getiren KARADELİK kapılarıyla tanışıp, içli-dışlı olduk!..
Üçüncü cildimizdeki konular şöyle olacak:
Akdelikler denen çıkış ucundan, paralel evrenlere ve bunun niteliklerine, tanımlarına
ulaşacağız. Daha sonra, bütün "Paralel evren sayfalarının" bir tek kitap halinde ciltlendiği
"SÜPER UZAY=Aşağı Misâl Alemi" denen yedi göğün üstünde ve dışında ALT
ÖRNEKSEME KÂİNATINA, sonra bunun bir üstündeki MUTLAK MİSÂL ALEMİ olan
HYPER UZAY'a Mi'rac ederken, bu arada Esîr, soyut kütle ve takyon mekaniğiyle birlikte
YENİ KUANTUM teoremini keşfedeceğiz. Bunun ardından, MÂNA alemine çıkacağız.
Böylece izleyen ciltler boyunca Arş'a yani Rabb'in bize "Bilim" ile izin verdiği sınıra
ulaşacağız.
Allah ilminizi sürekli artırsın sevgideğer okurlarım!..
Download