SAKARYA ÜNİVERSİTESİ Çevre Ekonomisi Ve Mali Politikalar Hafta 5 Öğr. Gör. Hakan YAVUZ Bu ders içeriğinin basım, yayım ve satış hakları Sakarya Üniversitesi’ne aittir. "Uzaktan Öğretim" tekniğine uygun olarak 1 hazırlanan bu ders içeriğinin bütün hakları saklıdır. İlgili kuruluştan izin almadan ders içeriğinin tümü ya da bölümleri mekanik, elektronik, fotokopi, manyetik kayıt veya başka şekillerde çoğaltılamaz, basılamaz ve dağıtılamaz. Her hakkı saklıdır © 2013 Sakarya Üniversitesi 5.HAFTANIN İÇERİĞİ 1.Çevre Politikasının Amaçları 2.Çevre Politikasının Genel İlkeleri 2.1. Sürdürülebilir Kalkınma İlkesi 2.2. Kirleten Öder İlkesi 2.3. İhtiyat İlkesi 2.4. Önleme İlkesi 2.5. Entegrasyon İlkesi 2.6. Katılım İlkesi 5. HAFTANIN ÖĞRENME HEDEFLERİ Bu üniteyi çalıştıktan sonra; Çevre politikasının teorik çerçevesini genel hatlarıyla değerlendirebilecek, Çevre politikasının temel amaçlarını değerlendirebilecek, Çevre politikasının temel ilkelerini değerlendirebilecek. 2 ÇEVRE POLİTİKASININ TEORİK ÇERÇEVESİ: ÇEVRE POLİTİKASININ AMAÇLARI ve GENEL İLKELERİ 1.Çevre Politikasının Amaçları Çevre sorunları dünyanın geleceğinin tehdit edecek boyutlara gelmesine karşın çevre felaketlerinin büyüklüğü ve etkileri 1980’li yılların sonlarına kadar yeterince ciddiye alınmamıştır. Birçok ülke bu sorunu kendi sorunu değil daima “öteki ülke” sorunu olarak değerlendirmiştir. Ancak atmosferin koruyucu ozon tabakasının incelmesi, sera gazlarının etkisiyle iklim sistemlerinin değişime uğraması ve dünya ısısının görülmemiş ölçülerde artması, asit yağmurları, okyanusların kirlenmesi, tropikal ormanların yok edilmekte olması gibi gelişmeler, çevre sorunlarının sınırlarının çizilemeyeceğinin ve küresel çevre sorunlarının tüm ülkeleri ilgilendirdiğinin anlaşılmasına neden olmuştur. Bu durum çevre sorunlarının çözümüne ilişkin politika arayışlarının artmasını sağlamıştır (Dağdemir, 2003: 135-136). Bilindiği gibi çevre sorunlarının temelinde insan davranışları/eylemleri bulunmaktadır. Bu durum doğal kaynaklar üzerindeki baskıyı arttırmakta ve buna karşı ekonomi teorisince geliştirilen konulardan yararlanılarak çevre politikası şekillenmektedir. Çevre politikasının şekillenmesinde kentleşmenin doğurduğu düzensizlik ve çarpıklığın da önemli düzeyde etkisi bulunmaktadır. Dolayısıyla geliştirilecek bir çevre politikası insan davranışlarını “çevre dostu” olarak etkilemeli ve kentleşmeden doğan sorunlara çözüm üretebilmelidir. Temelde insan davranışları ve kentleşme hareketlerinin etkisiyle şekillenen çevre politikalarının ekonomik olarak benimsenen sektörel politikalara uyumu/entegrasyonu da son derece önemlidir. Diğer taraftan bir çevre politikası genel olarak şu amaçları içerir; Çevrenin korunması, kollanması ve çevre kalitesinin yükseltilmesi, İnsan sağlığının korunması, Doğal kaynakların akılcı ve dikkatli bir biçimde kullanılması. Çevre sorunları karşısında çözüm arayışları, ekolojik sistemin ve bu sistemin bir alt sistemi olarak tanımlanan ekonomik sistemin karşılıklı etkileşim içinde oluşturdukları düzenin, bütünleşik bir yaklaşımla analiz edilmesi üzerinde yapılandırılmaktadır. İklim, yağış, toprak ve su dengesinin bozulması ve bunlara bağlı olarak orman tahribatı, erezyon, çölleşme, biyolojik çeşitliliğin yok olması ve küresel ısınma sürecinin hızlanması ekonomik sistemin dolaylı olarak yarattığı çevre sorunlarıdır. Ekonomik sistem aynı zamanda artan kirletici atık madde ve emisyonların suya, toprağa ve havaya bırakılması ile oluşan çevre kirlenmesinin de doğrudan kaynağı durumundadır. 3 Özetle çevre sorunları, ekonomik sistemin faaliyet hacmi ve etki alanının ekolojik sistemin kendini yenileme kapasitesini aşan bir hızla genişlemesinden kaynaklanmaktadır (Dağdemir, 2003: 136). Ekonomik sistemin faaliyeti önemli düzeyde çevre sorunlarına neden olsa da çevre sorunlarıyla mücadele etmek için ekonomik sistemin faaliyet alanının sınırlandırılması yeterli olmaz. Hatta ekonomik sistemin faaliyet alanını sınırlandırmadan çevre dostu teknolojiyle ve çevre bilincinin geliştirilmesiyle ekonomik sistem genişletilebilir. Ancak böyle bir durumun özellikle çevre dostu teknoloji- ekonomik olarak ek maliyetler getireceği de göz ardı edilmemelidir. Ekonomik ve diğer faaliyetlerin çevre sorunlarını minimize edecek şekilde geliştirilmesi bağlamında (Dağdemir, 2003: 137); Üretim birimi başına kaynak kullanım miktarını azaltacak teknolojileri kullanmak, Nihai malların geri dönüşüm oranı arttırılarak kaynak kullanımında tasarrufa gitmek, Kaynakların daha uygun ve verimli ikamelerini bulmak ve buna göre teknolojiler geliştirmek, Ekolojik sistemi destekleyen uygulamalara başvurmak (ağaçlandırma faaliyetlerinin hızlandırılması, tarımsal faaliyetlerin verimli arazilerde, kentleşmenin yoğunluğunun tarımsal açıdan verimsiz bölgelerde olacak şekilde planlanması), Nüfus planlaması yoluyla altyapı için gereksinim duyulan alanları azaltmak, Tarımsal faaliyetlerde verimi arttıracak üretim faaliyetlerine hız vermek, Çevreyi daha az kirleten ürünleri üretim sürecinde kullanmak, Ekonomik ve diğer faaliyetlerin çevre sorunlarını minimize edecek şekilde geliştirilmesinin yanı sıra atık madde ve emisyon üretiminden kaçınmak amacıyla belli maddeleri üretmemek veya üretimini sınırlandırmak, zararsız atıkları olan üretim yöntemlerini benimsemek, tüketim sürecini yeniden düzenleyen bir takım önlemler alınabilir. Özellikle enerji üretiminde fosil yakıtların kullanımından vazgeçilmesi ve alternatif enerji sağlayacak alanlara yönelinmesi de bu duruma örnek olarak gösterilebilir. 2. Çevre Politikasının Genel İlkeleri Özellikle 1980 sonrasında dünya genelinde çevre sorunlarına karşı duyarlılığın artması sonucunda bu alandaki ülkeler arasındaki anlaşmalar, çalışmalar, ortaklıklar, vb. de hız kazanmıştır. Bununla birlikte çeşitli uluslararası kuruluşların bu alandaki çalışmaları da hız kazanmıştır. Bütün bu gelişmeler çevre geliştirilmesinde etkili olmuştur. 4 politikası açısından bir takım ilkelerin 2.1. Sürdürülebilir Kalkınma İlkesi Çevre ile barışık bir kalkınma modelini öngören sürdürülebilir kalkınma ilkesi, esasen geleneksel kalkınma yöntemlerinin çevre üzerinde yarattığı tahribata bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Sürdürülebilir kalkınma kavramı, ilk defa Birleşmiş Milletler’in Ortak Geleceğimiz (1987) adlı raporunda detaylı bir şekilde ele alınmıştır. Bu raporda, çevre sorunlarının insan refahını ve dünyadaki yaşamı tehdit ettiği, bu bakımdan sürekli ve dengeli bir kalkınmaya ihtiyaç duyulduğu, ancak bu kalkınma politikasında bugünün ihtiyaçları karşılanırken gelecek nesillerin ihtiyaçlarından taviz verilmemesi gerektiği vurgulanmıştır. Bunun için ise, sürdürülebilir kalkınmaya dayanan bir adalet anlayışının gerekli olduğuna dikkat çekilmiştir (Güneş, 2012: 113-114). Bilindiği gibi, sürdürülebilirlik daimi olma yeteneği olarak adlandırılabilir. Ekoloji bilimindeki anlamı üretkenliğinin devamlılığının sağlanmasıdır. ise biyolojik sistemlerin çeşitliliğinin ve Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Komisyonu’nun 1987 yılı tanımına göre: "İnsanlık, gelecek kuşakların gereksinimlerine cevap verme yeteneğini tehlikeye atmadan, günlük ihtiyaçlarını temin ederek, kalkınmayı sürdürülebilir kılma yeteneğine sahiptir." Sürdürülebilir kalkınma, ekonomik büyüme ve refah seviyesini yükseltme çabalarını, çevreyi ve yeryüzündeki tüm insanların yaşam kalitesini koruyarak gerçekleştirme yöntemidir (http://tr.wikipedia.org). Sürdürülebilir kalkınma insan ve çevre merkezli olmak üzere iki ana başlık altında değerlendirilmektedir. Doğal çevreninin korunması kadar ekonomik ve sosyal kalkınmanın da birbirinden ayrılmaz parçalar olduğunu kabul etmektedir. Çevresel, ekonomik ve sosyal sürdürülebilirlik sağlandığı takdirde sürdürülebilir gelişme gerçekleşebilmektedir. Yenilenemeyen enerji kaynakları yerine yenilenebilir enerji kaynaklarının verimli kullanımı ve doğaya karşı sorumlu davranılması çevresel sürdürülebilirliğin gereksinmelerini oluşturmaktadır. Doğal enerjinin verimli kullanımı sonucu ülke ekonomisinde gelişme gözlenir. Ekonomideki kalkınma sürdürülebilir ekonomi kavramını gerçekçi kılmaktadır. Çevreye duyarlı bir yaklaşımla yaşamanın sonucunda sağlıklı toplumlar oluşur. Sağlıklı toplumların ekonomik refah içinde yaşantısı sosyal sürdürülebilirlik olarak adlandırılmaktadır (http://tr.wikipedia.org). Sürdürülebilir kalkınma için temelde sürdürülmesi gerekene yönelik bir dizi hedefin belirlenmesi gerekmektedir. Uzun dönemde sürdürülebilirlik hedefine yönelik, farklı sermaye tipleri arasında ayırım gözetmeksizin, toplam sermaye yatırımlarının ekonomik değerini sabit tutmak gerektiği ileri sürülebilir. Bu görüşe göre doğal kaynakların gelecek kuşakların da yararlanacağı üretken yatırımlara dönüştürülmesi gerekmektedir; bu da “sürdürülebilir büyüme”yi sağlayacaktır. Bu durumda kirlenmenin ve doğal kaynakların tüketiminin belli sınırların üzerinde seyretmesinin çevrede onarılamaz tahribata yol açacağı ileri sürülmüştür. 5 Dolayısıyla, sürdürülebilir kalkınma ilkesi çerçevesinde, sabit sermaye stoku artırılması ilkesinin yanı sıra, çevre tahribatının önlenmesi ve doğal kaynakların kullanımına ilişkin bazı kısıtların da getirilmesi gerekmektedir (Yıkmaz, 2011: 15-16). Çevre ve doğa ile barışık bir kalkınma modelini öngören sürdürülebilir kalkınma, geleneksel kalkınma yöntemlerinin doğa ve çevre üzerinde yarattığı tahribata bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Sürdürülebilir kalkınma kavramına ilk defa BM Dünya Doğa Şartı’nda (1982) yer verilmiş, BM’nin Ortak Geleceğimiz raporunda (1987) ise bu ilke ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. Ortak Geleceğimiz raporunda, çevre sorunlarının insan refahını ve dünyadaki yaşamı tehdit ettiği, bu bakımdan sürekli ve dengeli bir kalkınmaya ihtiyaç duyulduğu, ancak bu kalkınma politikasında bugünün ihtiyaçları karşılanırken gelecek nesillerin ihtiyaçlarından taviz verilmemesi gerektiği vurgulanmıştır. Bunun için ise, sürdürülebilir kalkınmaya dayanan bir adalet anlayışı gerekli olduğuna vurgu yapılmıştır (cezahukuku.istanbul.edu.tr). Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun aldığı kararlara bakıldığında, çevre ve kalkınma politikalarının sürdürülebilir kalkınma bağlamında şekillenmesi için altı temel önceliğin kapsanması gerektiği görülmektedir (Yıkmaz, 2011: 18); Dünya barışının sürdürülmesi, Büyümenin gözden geçirilmesi ve kalitesinin iyileştirilmesi, Yoksulluk problemine ve insan ihtiyaçlarının karşılanmasına çare aranması, Kaynakların korunması ve zenginleştirilmesi ve nüfus artış probleminin çözülmesi, Teknolojiye yön verilmesi ve risklerin yönetimi, Çevre ve iktisadın birleştirilerek karar alma süreçlerine entegrasyonu. Bu önceliklere bakıldığında sürdürülebilir kalkınmanın amaç ve hedeflerini ekonomi, insan, çevre ve teknoloji açısından değerlendirmek uygundur. Ekonomik anlamda yaşam tarzının değiştirilerek verimliliğin artırılması, enerji ve doğal kaynakların kullanımında daha dikkatli davranılması, kaynak kullanımını minimize edecek temiz üretim teknolojilerinin kullanımı, dengesiz gelir dağılımının düzeltilmesi ve sağlık koşullarının iyileştirilmesi, eğitim ve sosyal hizmetleri ulaşımda adaletin sağlanmasıdır (Aksu, 2011: 7). İnsani açıdan nüfus artışının dengelenmesi, kırsal kalkınmayı sağlayarak şehirlere göçün engellenmesi, kentleşmenin yarattığı çevresel sorunların mümkün olduğunca azaltılması, eğitim standartlarının iyileştirilmesi, sağlık hizmetlerine ulaşılabilirliğin artırılması, kültürel çeşitliliğin korunması, sosyal durumun iyileştirilmesi, kadınların eğitimine ve sağlığına önem verilmesi, çevre koruma eğitiminin değerlendirilmektedir (Aksu, 2011: 7 (a)). 6 başlatılması/yaygınlaştırılması olarak Sürdürülebilir kalkınmanın çevresel açıdan hedefleri su kaynakları ile tarım arazilerinin kullanımında verimliliğe önem verilmesi, verimin artırılması amacıyla teknolojilerin geliştirilmesi, biyoçeşitliliğin korunması, doğal kaynakların korunması, sulama tekniklerinin daha dikkatli kullanılması, yüksek verimli tarım arazilerinin tarım dışı aktivitelerde kullanımının önlenmesi, dağ yamaçlarındaki steplerde bulunan tarım arazilerinin genişletilmesinin engellenmesi, ormanların ve sulak alanların yok edilmesinin durdurulması veya minimuma indirilmesi şeklinde ifade edilmektedir (Aksu, 2011: 7 (a)). Sürdürülebilir kalkınmanın teknolojik açıdan amaç ve hedefleri ise ekosistemi kirletmeyen, doğal kaynakların kullanımını en aza indiren, daha verimli ve temiz teknolojilerle mevcutların değiştirilmesi, küresel karbondioksit (CO2) salınımının sınırlandırılması amacıyla karbon emisyonunun azaltılması ve diğer sera gazlarının atmosferik seviyelerinin kısa süre içinde kararlı hale getirilmesi, zamanla fosil yakıt kullanımının azaltılarak enerji kaynaklarının sürdürülebilir hale getirilmesi, alternatif enerji kaynaklarının geliştirilmesi, ozon tabakasının korunması amacıyla kloroflorokarbonların (CFC) kullanımının hızla terk edilmesi, doğal sistemlerin desteklenmesi, geleneksel ve kirletici ihtiva eden teknolojilerin kullanımının terk edilmesi, geri dönüşüme önem verilmesi ve toplu taşıma sistemlerinin geliştirilmesidir (Aksu, 2011: 7 (a)). Sürdürülebilir kalkınmanın sağlanması yukarıdaki faktörlerle bağlantılıdır. Ancak bu faktörlerin tümünün her ülke için aynı anda gerçekleşmesinin mümkün olamayacağı düşünülmektedir. Çünkü sürdürülebilir kalkınmanın gerçekleşmesi önünde tüketim ve üretim kalıplarının değiştirilmesinin güçlüğü, ekonomik ve sosyal kalkınmanın gerçekleştirilebilmesi için doğal kaynakların doğru stratejilerle yönetilememesi, gerek ulusal gerekse uluslararası boyutlarda gelir dağılımının eşitsizliğindeki artış ve bu durumun küresel refah, huzur ve güvenliği tehlikeye düşürmesi gibi birtakım engeller yer almaktadır (Aksu, 2011: 7 (b)). Genel olarak ekonomik büyüme ile doğal kaynakların korunması arasında bir denge kurulmasını öngören sürdürülebilir kalkınma ilkesi, şimdiki kuşakların ihtiyaçlarının gelecek kuşakların kendi gereksinim ve beklentilerini karşılayabilme yeteneğini tehlikeye düşürmeden karşılanması düşüncesine dayanmaktadır. Sürdürülebilir kalkınma ilkesi bu bağlamda, ekosistemlerin taşıma kapasitesini dikkate alan bir ekonomik büyüme modelini hedeflemektedir. Sürdürülebilir kalkınma ilkesi ekonomik, ekolojik ve sosyal gelişmenin ayrılmaz bir şekilde bir bütün oluşturduğundan hareket etmektedir. Petrol gibi yenilenemeyen enerji kaynakları yerine yenilenebilir enerji kaynaklarının tercih edilmesi 7 sürdürülebilir kalkınma ilkesinin hayata geçirilmesini sağlayan yöntemlere örnek teşkil etmektedir (cezahukuku.istanbul.edu.tr). 2.2. Kirleten Öder İlkesi Kirleten öder ilkesi esas itibariyle çevrenin kirlenmesine yol açanların topluma ve çevreye yükledikleri bu maliyetlere katlanması gerektiğini ve oluşan bu maliyetin bu kişilerce tazmin edilmesini içerir. Bu ilke, 1970’lerin başında, çevre sorunlarının uluslararası platformda tartışılmaya başlandığı ve çözüm arandığı dönemde OECD tarafından gündeme getirilmiş, çeşitli toplantılarda alınan kararlarda da yer alarak yaygınlık kazanmıştır. Temel amaç ise ülkeler arasında koordinasyon sağlamak ve çevrenin korunması konusunda farklı politikalar uygulayarak oluşabilecek rekabet avantajlarını ve ticaret akımlarındaki sapmaları minimuma indirmektir (Ulucak, 2013: 3). OECD'nin bu tavsiye kararından sonra, kirleten öder ilkesi zamanla bölgesel ve uluslararası ölçekli çeşitli metinlerde (program, bildirge, sözleşme) kabul gördüğü gibi, ulusal ölçekteki hukuki metinlere de yansımıştır. Avrupa Topluluğu 1973'de hazırladığı birinci programında kirleten öder ilkesini, kirlenen yöreler, kirliliğin tipi ve kaynaklan gibi etkenlere göre uyarlamaya tabi tutarak kabul etmiş, daha sonraki tavsiye ve programlarında da ilkenin uygulanmasına ilişkin ayrıntılı kurallar getirmiştir (Turgut, 1995: 618). OECD'nin konuya ilişkin tavsiye kararları incelendiğinde kirleten öder ilkesinin kabul ediliş nedeni konusunda ipuçları bulunabilir. Bu bağlamda, çevresel kaynakların genelde sınırlı olduğu gerçeğinin farkına varılması ve bunların üretim ve tüketim faaliyetlerinde kullanılmasının bozulmalara yol açabileceğinin algılanması ilk göze çarpan noktadır. Bu gerçeğin kabulünün beraberinde getirdiği sonuç ise, bozulmanın maliyetinin fiyat sisteminde gerektiği şekilde dikkate alınmasının zorunluluğu; aksi halde piyasanın gerek ulusal, gerek uluslararası ölçekte çevresel kaynakların sınırlılığını yansıtmakta başarısız kalacağıdır (Turgut, 1995: 618). Kirleten öder ilkesinin uygulamada yol açacağı çeşitli sorunlar vardır. Çevresel zararların bir kısmı somut olarak tanımlanabilir ve maddi hasar tespit edilebilirken etkisi uzun dönemde ortaya çıkan ve kısa vadede anlaşılamayan zararların parasal değerini hesaplamak imkânsız olabilmektedir. Benzer şekilde bir diğer sorun ise sınır ötesi oluşabilecek tahribatlarda da zararın hesaplanması ve sorumlusunun belirlenmesidir (Dağdemir, 2003, 150). Uygulamada karşılaşılacak zorluklarına rağmen ilkenin taviz vermeden uygulanmasıyla kirliliğe yol açanların bunun sonucuna katlanmak zorunda kalması, bu kişileri yol açtıkları kirliliği 8 azaltmaya yönelik adımlar atmaya, daha az kirleten teknolojileri satın almaya ve daha bilinçli davranmaya zorlaması düşünülmektedir. Kirleten öder ilkesi basit gibi gözükmesine karşın aslında, açık ve belirgin bir tanımı verilemeyen ve uygulamada da yanlış anlaşılmalara konu olmuş bir ilkedir. İlk bakışta, sözcüklerin de çağrıştırdığı açık anlamdan hareketle, “yarattığı kirliliğin bedelinin kirletene ödettirilmesi” ya da “kirletenin kirliliğin maliyetine katlanması” şeklinde yapılabilecek bir tanımlama doğru olmakla birlikte, sorunun bu denli basit olmadığı da aynı ölçüde doğrudur. Hangi kirliliklerin ya da kirliliğin hangi sonuçlarının ve nasıl ödettirileceği, ödettirmenin nasıl olacağı, vb. gibi konunun özünü ilgilendiren sorular durumun karmaşıklığını ortaya koymaktadır. Karmaşıklık aynı ölçüde olmamakla birlikte, ekonomik temele dayanarak yapılacak “dışsallıkların içselleştirilmesi” tanımı için de geçerlidir. Burada da hangi dışsallıkların, ne ölçüde ve nasıl içselleştirileceği sorulan karşımıza çıkmaktadır. İşte tüm bu sorulara yanıt arama çabasında, kirleten öder ilkesinin geniş ve dar anlamları ile karşılaşıyoruz. Kirletenin yarattığı kirliliğin sosyal maliyetinin tümüne katlanmasının öngörülmesi halinde kirleten öder ilkesinin geniş anlamı söz konusu olmaktadır. Burada dışsallıkların tamamıyla içselleştirilmesi durumu ortaya çıkmaktadır. Çünkü kirleten, yalnızca kirlenmenin önlenmesi ve giderilmesi masraflarını yüklenmekle kalmamakta, aynı zamanda kirliliğin yol açtığı çevresel zararlardan da sorumlu olmaktadır. Diğer bir deyişle kirleten kirliliği hem önlemenin hem gidermenin maliyetlerine katlanmak, hem de kirliliğin yarattığı zararları tazmin etmek durumundadır. Kirliliğin yarattığı ve tazmin edilecek zararlar ise yalnızca insanlar ve onlara ait varlıklar üzerindekiler değil, aynı zamanda doğaya ilişkin olanlardır (Turgut, 1995: 619). Kirletenin, yol açtığı kirliliğin tüm sosyal maliyetine değil de esas itibariyle kirliliği önleme ve gidermenin masraflarına katlanması durumunda ise kirleten öder ilkesinin dar anlamı söz konusudur. Görüleceği gibi burada çevresel zararları tazmin boyutu ilkenin kapsamı dışında kalmıştır. Bu nedenledir ki dışsallıkların tamamen değil kısmen içselleştirilmesi söz konusudur. Burada esas olan tek bir kirleteni bulup ona yarattığı kirliliğin tüm sonuçlarını yüklemek değil, kirliliğin yarattığı maliyetleri kirletenlere yaymaktır. Nitekim OECD'nin ilkenin başlığının yanında kullandığı sözcük “maliyetlerin dağılımı”dır. Gerek OECD'nin tavsiye kararında yer alan, gerek bunu esas almaları nedeniyle çok sayıdaki ulusal ve uluslararası metinde bulunan tanımlar bu dar anlamı yansıtmaktadır (Turgut, 1995: 619-620). Kirleten öder ilkesinin kuramsal düzeyde yapılan bu geniş ve dar anlaşmışlarına ilişkin ayırım aslında pratikte belirgin olarak gözükmeyebilmektedir. Çünkü ilke bazında dar anlamı kabul edilse bile, bunu pratiğe aktarmak için kabul edilen yöntemlerin türüne göre değişmek üzere, 9 geniş anlaşılışa kayan uygulamalar ve sonuçlar doğabilmektedir. Nitekim OECD de çok daha sonraları aldığı bir tavsiye kararında, kirleten öder ilkesinin kazasal kirlilik durumlarındaki zararın tazmini için de uygulanacağını belirtmiştir (Turgut, 1995: 620). OECD'nin yukarıda değinilen çeşitli tavsiye kararlarındaki belirlemelere göre kirleten öder ilkesi, “kirletenin, çevrenin kabul edilebilir bir durumda olmasını sağlamak için kamu otoritelerince belirlenen kirliliği önleme ve kontrol önlemlerinin masraflarına katlanması” demektir. Böylelikle yetkililerin kirlilikle mücadele için belirledikleri önlemlerin maliyeti, tüketimi veya üretimi sırasında kirlilik ortaya çıkan mal ve hizmetlerin maliyetine yansıtılacak, yani dışsallıklar içselleştirilecektir. Kirliliğin sosyal maliyetini yüklenmek durumunda kalan kirleten sınırlı olan çevresel varlıkları bundan böyle rasyonel kullanacaktır. Diğer bir deyişle, maliyet-fiyat ilişkisi aracılığıyla çevresel kaynakların piyasada daha iyi dağılımı sağlanacak ve bunlar da diğer üretim araçları gibi ekonomik bir kullanıma kavuşacaktır (Turgut, 1995: 620). Kirleten öder ilkesinin karşıtı ise, kirlilikle mücadele nedeniyle oluşan bedellerin toplum tarafından karşılanmasını öngören toplum öder ilkesidir. Kirleten öder ilkesine yöneltilen başlıca iki eleştiri vardır (cezahukuku.istanbul.edu.tr): Parası olan kişiler kirlilikle mücadelenin maliyetini tüketiciye yansıtarak kirletme hakkını satın almış olurlar, bu durum çevrenin zarar görmesinin engellenmesi amacı ile bağdaşmamaktadır. Bu ilke kirlenmenin önlenmesi, sınırlanması ve kirlenme ile mücadelenin masraflarının kirletene yüklenmesine dayanmakta ise, fiyatı belirlenemeyen çevresel unsurların fiyatı nasıl belirlenecek? Kirleten öder ilkesinin hayata geçirilmesine yönelik yöntemlerin en önemlileri ise, kirlilik ücretleri, çevre vergileri, kirlilik sigortası ve teşviklerdir. 2.3. İhtiyat İlkesi İhtiyat İlkesi, 1970’lerde ilk defa Almanya’da uygulamaya aktarılmış bir ilkedir. İhtiyat ilkesi, bir faaliyetin çevre açısından olumsuz neticeler doğuracağı hususunda ciddi bir şüphenin var olması halinde bilimsel bir kanıtın ortaya çıkışı beklenmeden önleyici tedbirlerin alınmasını öngörmektedir. İhtiyat ilkesinin ortaya çıkmasındaki en önemli etken bilimsel belirsizliktir. Elde kesin bir delil bulunmadığından dolayı çevreye zararlı olduğu ispatlanana kadar bir faaliyetin zararsız olduğunu kabul etmek, çevrenin korunması hususunda alınması gereken tedbirler bakımından ciddi bir engel teşkil edecektir. Zira bir faaliyetin veya maddenin çevreye zararlı olduğunun ispatlanmasından sonra tedbir alınması, bu konuda geç kalınmış olması 10 sonucunu doğurabilecektir. İhtiyat ilkesi, bilimsel belirsizliğin ihtiyat ile risk arasında bir tercih yapılmasını gerektirdiği hallerde devreye girmekte, bilimsel belirsizliğin getirdiği riskin yüksek olduğu ve zarar tehdidinin giderilmez olduğu durumlarda, çevresel değerlere öncelik tanınarak çevresel riski oluşturan faaliyetlere söz konusu zarar ortaya çıkmadan önce engel olunmasını amaçlamaktadır. İhtiyat ilkesi bu bağlamda, bilimsel belirsizlik olgusunun çevreyi korumak için girişimlerde bulunmamanın bir gerekçesi olarak kullanılmasının önüne geçmeyi amaçlamaktadır (cezahukuku.istanbul.edu.tr). Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, zarar tehdidi, bilimsel belirsizlik ve koruma tedbirleri ihtiyat ilkesinin içeriğini belirleyen temel öğelerdir. İhtiyat ilkesinin uygulamaya aktarılmasına yönelik başlıca araçlar (cezahukuku.istanbul.edu.tr); Yasaklama, Sıkı koşullara bağlanmış izin sistemi, İspat yükün tersine çevrilmesi, Karar alma usullerinde değişikliktir. İhtiyat ilkesi, günümüzde bilhassa GDO’lu ürünlere izin verilmesi ve baz istasyonlarına ruhsat verilmesine ilişkin karar süreçlerinde önem kazanmaktadır. İhtiyat ilkesinde iki ana öğesi bulunmaktadır. Birincisi, bilimsel belirsizlik olgusu ikincisi ise potansiyel çevresel zarar riskidir. Bunlardan riskin varlığı bir kez saptandıktan sonra, çevre üzerinde oluşabilecek zararlarla bunlara sebep olarak gösterilen etkinlikler (veya kirleticiler) arasındaki sebep-sonuç ilişkisini gösterecek açık ve belirgin verilerin olmamasına karşın, sonucun gerçekleşmesi olasılığını önlemek için gerekli tedbirler alınacaktır. Bir başka deyişle, bilimsel açıdan belirgin sonuçların elde edilmesini beklemektense potansiyel zararın oluşmaması için ilk planda (çok geç olmadan) tedbirli hareket edilecektir. Kısacası risk ile ihtiyat arasında bir seçim yapılması söz konusudur. Riskin yeğlenmesinin sonucu çevrede geri döndürülemez büyük bir zarar ya da umulandan daha küçük bir zarar ortaya çıkabilir. Tercihin ihtiyattan yana yapılması halinde ise, zararın ortaya çıkması önlenebilir ya da beklenenden çok düşük olması sağlanabilir. Bunun maliyeti ihtiyat için alınacak önlemin niteliğine göre değişik olacaktır (Turgut, 1996: 76). Bu iki temel öge, ihtiyat ilkesine yer veren ulusal ve evrensel metinlerde değişik sözcüklerle vurgulanmıştır. İlkenin kapsamı ve ne şekilde algılandığı konusunda ipucu sağlamaları nedeniyle bu sözcüklerin neler olduğuna değinmek gerekiyor. Belirsizlik öğesi için, "bilimin tam olarak yanıt getirememesi", "hiçbir bilimsel verinin bulunmaması", "inandırıcı hiçbir kanıt olmaması", "bilimsel bulguların inandırıcı olmaması", "tam bir bilimsel bilgi noksanlığı, "uygun bilimsel bilgi ve belge eksikliği" ve "bilimin belirsiz, güvenilmez ve elverişsiz olması" gibi 11 ifadeler kullanılmıştır. Tehdit (veya risk veya tehlike) öğesi hakkında ise, "olası zararlı etkiler", 'potansiyel olarak zarar verici etkiler', 'makul dayanakları olan zararlar', 'ciddi veya geri döndürülemez zarar', 'önemli bir azalma veya kayıp tehlikesi', geri döndürülemez ve yüksek derecede maliyetli bir zarar' ve 'makul şekilde ve öngörülebilir önemli bir olumsuz etki' gibi ifadelere yer verilmiştir, ilk bakışta birbirinin aynısı gibi gözüken bütün bu sözcükler dikkatlice incelendiğinde, bir kısmının ihtiyat ilkesinin anlamını ve uygulamasını daraltıcı bir kısmının ise genişletici nitelik taşıdıklarını saptayabiliriz. Genişletici anlatımlar İlkenin mutlak, sıkı, güçlü ve katı diye nitelendirilen anlaşılışını temsil eder. Başta Yeşil Barış olmak üzere çevreci örgütlerin yakından destekledikleri bu durumda asıl ağırlık yapılacak faaliyetlerin çevrede yaratacağı etkilere verilmekte ve çok büyük bir zararın ufak olasılığının, sadece ufak bir zararın büyük olasılığından daha önemli olduğu kabul edilmektedir. Böylece, çevresel zararın ekonomik türdeki zararlardan daha büyük olduğu varsayılmak ve kuşku durumunda avantaj insan ve çevre sağlığına tanınmak yoluyla "çevresel refaha meşru bir statü verilmesinin güvenceye alınması sağlanmaktadır. Bu anlaşılışın mevzuata yansıtılmasının gereği ise 'sıfır deşarj' yaklaşımının benimsenmesi ve bu bağlamda kirletici madde ve faaliyetlere ilişkin birtakım yasakların getirilmesi şeklindedir. Daraltıcı nitelikteki ifadelere ilkenin dar, gevşek veya zayıf diye nitelendirilen anlaşılışını temsil eder. Bu durumda ağırlık ekonomik boyuta verilmekte ve hem tehdit öğesinin saptanmasında hem bu saptamaya göre alınacak önlemlerin neler olacağı konusunda bu boyut yönlendirici olarak- kullanılmaktadır. Dolayısıyla uygulamada, risk değerlendirilmesi yaklaşımından daha çok ileri gidememe olasılığının büyük olması ve hukuksal düzenlemelerde de yalnızca bazı sınırlı önlemlerin varlığının yeterli görülerek kirletici etkinliklere bu çerçevede izin verilmesi yüzünden, ihtiyat ilkesinden çevreyi korumada umulan sonucun elde edilmesi şansı zayıflamaktadır (Turgut, 1996: 77). 2.4. Önleme İlkesi Korumak tedavi etmekten iyidir şeklinde özetlenebilecek düşünceye dayanan bu ilke, çevre üzerinde olumsuz sonuçlar doğurabilecek faaliyetlerin olabilecek en erken aşamada engellenmesini amaçlamaktadır. Koruyucu hekim mantığına dayanan bu ilke uyarınca ilgili makamlar, henüz çevresel sorunlar ortaya çıkmadan harekete geçerek, çevresel tehditleri bertaraf etmelidir. Önleme ilkesi bu bağlamda, mevcut çevresel sorunların giderilmesi ile değil, aksine bu sorunlar henüz ortaya çıkmadan evvel öncelikle engellenmesi ile ilgilidir. Önleme ilkesi, çevre sorunlarının ortaya çıkmasından önce alınacak tedbirler bu sorunların ortaya çıkmasından sonra tedbir alınmasından daha akılcı ve ekonomiktir anlayışı üzerine kuruludur. Önleme ilkesi, bir bakıma ihtiyat ilkesinin çekirdeğini oluşturmaktadır. Bununla birlikte, önleme ilkesinin etkisi ihtiyat ilkesine göre daha düşüktür. Zira önleme ilkesi, mevcut bir çevresel tehlikenin söz konusu olması halinde uygulama alanı bulurken, ihtiyat 12 ilkesinde çevresel bir tehlikenin olması önemli olmayıp, potansiyel bir zarar riskinin öngörülebilmesi yeterlidir (cezahukuku.istanbul.edu.tr). 2.5. Entegrasyon İlkesi Bütünleyicilik ilkesi olarak da adlandırılan entegrasyon ilkesi, iki başlık altında ele alınabilir. Dış entegrasyon çevre koruma gereklerinin diğer politika alanlarının şekillenmesi ve yürütülmesinde dikkate alınmasını öngörmekte iken, iç entegrasyon bir madde veya bir faaliyetin yalnızca belli bir çevresel öğe üzerinde değil bir bütün olarak çevre bağlamında doğuracağı etkilerin göz önünde tutulmasını gerekli kılmaktadır. Dış entegrasyon bu bağlamda, diğer politikaların saptanmasında ve sektörel faaliyetlerin yürütülmesinde çevrenin korunmasının da dikkate alınmasını ve bu politika ve faaliyetlerde (tarım, ticaret, ulaştırma vb) çevre politikası ile ilgili uyumlulaştırma ve değişikliklerin yapılmasını öngörmektedir. İç entegrasyon ise, sadece belli çevresel öğelerin diğer öğelerden yalıtık bir şekilde korunmasını öngören sektörel yaklaşımın terk edilerek, çevrenin bütüncül bir şekilde korunmasını benimseyen bir bütüncül yaklaşımın uygulanmasını gerektirmektedir (cezahukuku.istanbul.edu.tr). 2.6. Katılım İlkesi Çevre hukukunun dayandığı diğer bir ilke olan katılım ilkesi, bireylerin çevresel yönetim sürecinde rol oynamaları, etkide bulunmaları ve böylece kendi yaşamlarını şekillendirecek bu süreci yönlendirmelerini öngörmektedir. Katılım, çevresel kararların demokratik meşruiyetini ve etkililiğini artırmanın yanı sıra, halka idari kararların alınması ve yürütülmesi sürecinde denetleme imkanı sağlamakta, devlet idaresinde şeffaflığı artırmakta, ayrıca ilgili idari birime kararlarına temel oluşturacak sağlam bilgilere erişme olanağı sağlamakta ve idari kararların yerel koşulların da göz önünde bulundurularak alınmasını sağlamaktadır. Katılım, halkın karar alım sürecine katılımı, planlama sürecine katılımı, yürütme ve uygulama sürecine katılımı, izleme sürecime katılımı, kontrol ve denetleme sürecine katılımı şeklinde gerçekleşebilir. Halkın katılımının hayata geçirilmesi ise, kişilere çevresel bilgiye erişim olanağının tanınması ile mümkündür. Çevresel bilgilere erişim hakkı, bu bağlamda katılım hakkının ön koşuludur. Aarhus Sözleşmesi, çevresel katılım bağlamında önem arz eden en önemli uluslararası antlaşmadır. Ülkemiz bu antlaşmaya henüz taraf değildir. ÇED Yönetmeliği, halkın katılımına ilişkin ayrıntılı hükümlere yer veren ulusal bir düzenlemedir. Bu bağlamda önem arz eden diğer bir düzenleme 2004 yılında yürürlüğe giren Bilgi Edinme Hakkı Kanunu’dur (cezahukuku.istanbul.edu.tr). 13 KAYNAKÇA Dağdemir, Özcan (2003), “Çevre Sorunlarına Ekonomik Yaklaşımlar ve Optimal Politika Arayışları”, Gazi Kitabevi, Ankara. Güneş, A. Mithat (2012), “Yeni Anayasa Yapım Sürecinde Çevre”, Tarih, Kültür ve Sanat Araştırmaları Dergisi, sayı: 1, no:4, ss. 107-119. Yaylalı (2009)’dan Aktaran, Aksu, Ceren (2011)(a), “Sürdürülebilir Kalkınma ve Çevre”, Güney Ege Kalkınma Ajansı, http://www.geka.org.tr/yukleme/dosya/f6574f6e6b0a8d70a27bfbde52c53a47.pdf, 08.03.2013. Alagöz (2007)’den Aktaran, Aksu, Ceren (2011)(b), “Sürdürülebilir Kalkınma ve Çevre”, Güney Ege Kalkınma Ajansı, http://www.geka.org.tr/yukleme/dosya/f6574f6e6b0a8d70a27bfbde52c53a47.pdf, 08.03.2013. Turgut, Nükhet (1995), “Kirleten Öder İlkesi ve Çevre Hukuku”, http://auhf.ankara.edu.tr/dergiler/auhfd-arsiv/AUHF-1995-44-01-04/AUHF-1995-44-01-04turgut.pdf, 08.03.2013. Turgut, Nükhet (1996), “İhtiyat İlkesi”, http://auhf.ankara.edu.tr/dergiler/auhfd-arsiv/AUHF1996-45-01-04/AUHF-1996-45-01-04-Turgut.pdf, 08.03.2013. Ulucak, Recep (2013), “İktisat Politikası Olarak Çevre Politikaları ve Araç Seçimi”, Akademik Bakış Dergisi, sayı: 34, Ocak-Şubat, Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi, http://www.akademikbakis.org/34/07.pdf, 08.03.2013. Yıkmaz, R. Fikret (2011), “Sürdürülebilir Kalkınmanın Ölçülmesi ve Türkiye İçin Yöntem Geliştirilmesi”, T.C. Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı, Uzmanlık Tezi, Şubat, Yayın no: 2820, Ankara. http://tr.wikipedia.org/wiki/S%C3%BCrd%C3%BCr%C3%BClebilirlik, 08.03.2013. cezahukuku.istanbul.edu.tr/ders.../cevrehukuku/cevre-hukuku.doc, 08.03.2013. 14