1 Metinsel Diyalog: İslâmiyyât1 Yrd.Doç.Dr. İsmail Albayrak/SAÜ İlahiyat Fakültesi 30 Ekim-5 Kasım 2000 tarihli Mısır’ın Londra’da basılan yarı resmi İngilizce yayın organı el-Ehrâm gazetesinde, bir Üniversite hukuk profesörü ve avukat olan Nebîl Hilmî’nin otuz dört asır önce Hz. Musa’yla birlikte Mısır’dan kaçan yahudilerin Mısırlılara ait kıymetli altın ve gümüş eşyaları da çaldıklarından dolayı yapmış olduğu suç duyurusu yayınlandı. Hilmî bu iddiasını Tevrat’a dayandırmaktaydı. (bk. Çıkış 12:35-36). Ona göre, Tevrat İsrailoğullarının hırsızlıklarını gösteren sayısız deliller içermektedir. Ayrıca onların Mısırlılardan çaldıkları eşyaların hiçbirisini geri getirmediklerini de kaydetmektedir. Sonuç olarak Hilmî’nin tesbitine göre, yıllık %5 faiz de eklenirse, bugün yahudiler Mısırlılara yaklaşık dokuz milyon ton altın borcu vardır. Bu tarihi bir olaydır ve Mısırlıların hakkı boşa gitmemelidir. El-Ehrâm’ın da bildirdiği gibi Hilmî’nin açtığı davayı kazanma oranı % 0 (sıfır)dır. Prof. Hilmî de bunun farkındadır, fakat bu davanın sembolik değeri onun için son derece önemlidir. Nasıl yahudiler Tevrat’a dayanarak Filistin’in vadedilen topraklar olduğunu söylüyorlarsa, Mısırlılar da aynı kaynağa başvurarak gaspedilen haklarını aramalıdırlar. Yine ilgili gazetenin yorumuna göre bu dava İsviçre’de yaşayan Mısırlıların yahudilerin Nazi mağdurları için açtıkları davaya karşı zekice ürettikleri bir reaksiyondan ibarettir. Mısır’lı avukatın bu ilginç girişimine yahudilerin tepkisi fazla gecikmedi. Bir hafta sonra İsrail’de yayınlanan Jerusalem Post gazetesinde Moshe Kohn (Moşe Kon) 16 Aralık 2000 tarihli yazısında yeni bir davayla karşılık vermekteydi. Tarihi bir olayı aktardıktan sonra Kohn Tevrat’ın Çıkış bölümünde (12:40’) geçen İsrailoğulları’nın Mısır’da kaldıkları sürece (430 yıl) Mısırlılara kölelik yaptığını söylemektedir. Kohn 600.000 erkeğin 430 yıl boyunca sarfettiği ücretsiz iş gücünün Hilmî’nin çıkarttığı borçla karşılaştırılmasının gerektiğini belirtmektedir. Ayrıca, bu işgücüne % 5’de faizin eklenmesini istemeyi de ihmal etmemektedir. Kohn’a göre, gündeliği bir dinardan hesapladıklarında Mısırlıların sadece 100 yıllık verecekleri para iflaslarına yetecektir. Böylece Prof. N. Hilmî’de davasını geri çekmek zorunda kalacaktır. Kohn makalesinin sonunda Hz. Musa’nın Mısır’dan çıkışıyla ilgili Kur’ânî verileri, özellikle de vadedilen topraklarda oturmalarını ifade eden âyetleri zikretmeyi ihmal etmemektedir.2 İlk bakışta okura bir komediymiş gibi gelen bu yazılarda gözardı edilmemesi gereken iki önemli nokta vardır. Birincisi, müslüman bir avukatın Tevrat’ı kullanarak açtığı dava, ikincisi ise yahudi bir gazetecinin iddiasını hem Tevrat’ı hem de Kur’an’ı kullanarak temellendirmesidir. Bu makale özellikle son dönemlerde Batı’da bazı yazarlarca ele alınan önemli bir sorunu konu edinmektedir. Acaba, İslâmî literatürü Yahudi ve Hıristiyan geleneğinin açılımında kullanabilir miyiz? Ya da Kur’an ve diğer İslâmî kaynaklardan kaybolmuş bazı Yahudi-Hıristiyan geleneğine ait malzemeleri Burada islâmiyyât ifadesi isrâîliyyât kavramının karşıtı olarak kullanılmaktadır. Metinsel diyalog ise bize ait bir konu başlığıdır. 2 Kohn, Irak’lı yahudi mütercim N.J. Dawood’un Kur’an çevirisini kullanarak Yûnus ve İsrâ sûrelerinden âyetler aktarmaktadır. Tam olarak tesbit edemediğimiz bu alıntılar tahminimizce Yûnus/10:93 ile İsrâ/17:104 âyetleridir. 1 2 yeniden inşa etmek mümkün müdür? Bu tür bir yaklaşım başarıldığında müslümanyahudi ve müslüman-hıristiyan diyaloğuna katkısı ne olacaktır? Biz İslâmî kaynakların Yahudi-Hıristiyan geleneğinin tefsirinde kullanımını islâmiyyât teknik terimiyle açıklayacağız. Fakat ilgili soruyu detaylandırmadan önce kendi geleneğimizde islâmiyyât’ın karşıtı olarak bilinen isrâîliyyât kavramına kısa da olsa değinmekte fayda görmekteyiz. Teknik bir terim olarak Isrâîliyyât, en geniş anlamıyla bazı hadis ve tefsir rivâyetlerinin içerdiği Yahudi, Hıristiyan, eski Fars ve yakın doğu kültür havzasına ait efsanevi ve dinî literatürün adıdır. Dar anlamda ise yahudi kültüründen gelen haberlerin toplamıdır.3 Geleneksel İslâmî kaynaklara bakıldığında müslüman ilim adamları isrâîliyyât rivâyetlerinin içeriği hakkında farklı yorumlarda bulunmuşlardır. Tartışma genelde bir müslümanın kitap ehlinin kaynaklarını okuyup okumaması ya da onlardan haber nakledip edemeyeceği üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bazıları onlardan nakilde bulunmayı uygun bulmadıklarını söylerken, bir grup rivâyet ise gayr-i müslimlere soru sormakta bir beis olmadığını belirtmektedir. Başka bir grup ise tarafsız bir tavır takınarak, gayr-i müslimlerin söylediklerinin ne reddedileceği ne de kabul edileceğini 4 bildirmektedir. Değişik ve çelişik haberlerin varlığı da aralarını telif etme imkanını güçleştirmektedir. Ayrıca bu rivâyetler bize isrâîliyyât’ın ne zaman, nerede, nasıl ve kimler tarafından ortaya çıkarıldığı konusunda çok yardımcı olmamaktadır. Bunlara, ilgili rivâyetlere ciddi anlamda tepki gösterildi mi (?) sorusunu da ilave edebiliriz. Öncelikle belirtilmelidir ki, Kur’an’ın hedefi, Şahhata’nın da söylediği gibi, hidâyet ve uyarıdır, yoksa kıssa anlatmak değildir.5 Bununla birlikte insanlar özellikle Kur’an kıssalarında geçen bir çok olay ve karakterler hakkında daha detaylı bilgileri merak etmişlerdir. Biraz Kur’an’ın yapısından, biraz da sonradan müslüman olan Yahudi ve Hıristiyan asıllı kişilerin eski kültürlerini yeni inanç dünyalarına taşımalarından kaynaklanan bir etkileşimle, bu tür rivâyetler özellikle tefsirlerde sıklıkla görülmeye Gordon Newby, ‘Tafsir Isrâîliyyât’, Journal of the American Academy of Religion, 47/4 (1979) 686; Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrailiyat, Ankara: Beyan Yayınevi 1985, 29; Remzi Na’nâ’î, Dâru’lMeârifi’l-Karni’l-İşrîn basım evine ait bir kaynağı göstererek, İbranice’de isrâ kelimesinin ‘kul’ ve ‘duru’, îl kelimesinin de Tanrı olduğunu söylemektedir. (Remzi Na’nâ’î, el-İsrâîliyyât va Eseruhâ fî Kütub elTefsîr, Beyrut-Şam: Dâru’l-Kalem ve’d-Diyeh 1970, 72). Bununla birlikte Na’nâ’î’in bu tanımı çok ikna edici görünmemektedir. s’rh kökü Kitab-ı Mukaddes’te sadece üç defa geçmekte ve hepsi de (Tekvin 32’de geçtiği gibi Yakub’un Tanrı’yla yaptığı güreşi belirtmektedir. Bu nedenle s’rh kökünün anlamı, bazılarının da onayladıkları gibi, mücadele etmek, kararlı olmaktır. Îl kelimesinin Tanrı’yı tanımlayan genel bir isim olduğu konusunda consensus vardır. (John M. Bracke, ‘Israel’, in Willem A. VanGemeren (ed.), New International Dictionary of Old Testament Theology & Exegesis, Cumbria: Paternoster Press 1991, III.1273; Hebrew and English Lexicon of the Old Testament, Francis Brown, S. R. Driver and Charles A. Briggs (ed.), Oxford: Clarendon Press 1929, 975; Terence E. Fretheim, ‘El’, in Willem A. VanGemeren (ed.), New International Dictionary of Old Testament Theology & Exegesis, Cumbria: Paternoster Press 1997, I.400); Bazı Batı’lı yazarlar isrâîliyyât’ı kısasu’l-enbiyâ başlığındaki eserlerin bir alt birimi olarak algılarken, diğerleri isrâîliyyâtı ortak literatür ve kısasü’l-enbiyayı onun bir alt birimi kabul etmektedirler. Bazıları ise, bu haberlerin hem isrâîliyyât hem de kısasü’l-enbiyâ literatürüne ait olabileceğini belirtirler. (Camilla Adang, Muslim Writers on Judaism and the Hebrew Bible: From Ibn Rabbân to Ibn Hazm, Leiden: E. J. Brill 1996, 9; G. Vajda, ‘Isrâ’îliyyât,’ Encyclopeadia of Islam (2. Baskı), IV.211) 4 Bkz. Ahmed İbn Hanbel, Müsned, İstanbul: Çağrı Y. 1992, III.338, 387; Abû Abd Allâh Muhammed b. Ismâîl el-Buhârî, Sahîh el-Buhârî, Beyrut: Dâr-u İhyai’t-Türâsi’l-Arabî ts., II.493 (Bab 50, no. 3461); Ahmed b. Hanbel, II.202; Buhârî, IV.374 (Bab 25, no: 7362) 5 Abdullâh Mahmûd Şahhâta, el-Kur’ân ve’t-Tefsîr, Mısır 1974, 248 3 3 başlandı. İsrâîliyyâtla ilgili bilgiler için kendilerine en çok danışılan önemli kişiler arasında zikredilen Abdullah b. Selâm, Ka’bu’l-Ahbâr ve Vehb b. Münebbih’in ilmi derinlikleriyle ilgili geleneğimizde hayli malzeme vardır.6 İsrâîliyyâtın yayılmasında rol üstlenen önemli bir diğer grup arasında kıssacılardır (kussâs) zikredilmektedir. Fakat çoğu araştırmacı bugün isrâîliyyât malzemesinin büyük bir bölümünün Kitab-ı Mukaddes’ten çok tefsirlerine (Midraş) ya da doğu Hıristiyanlığının Apokrafik yazılarına dayandığı kanısındadırlar.7 Ayrıca isrâîliyyâtla ilgili tartışmalara bakıldığında müslüman ve gayr-i müslim araştırmacılar arasında değişik görüşlerin varlığına şahid olunacaktır. Müslüman ilim adamları bu rivâyetlerin klasik tefsirlerde çok kullanıldığını belirtseler de isrâîliyyât olarak adlandırılan bir tefsir rivâyetinin gerçekten Yahudi ve Hıristiyan geleneğinden geldiğini gösteren yeterli deliller sunmamaktadırlar. Ayrıca teknik anlamda isrâîliyyât kelimesinin tarihsel kullanımı üzerinde de pek fazla durulmadığı görülmektedir. 8 Batı’lı yazarlar her zaman olduğu gibi mesajın kendisinden çok kökeniyle ilgilenmekte ve kendi geleneklerini çağrıştıran en küçük bir rivâyet biriminden hareketle onun kökenini tespit etmeye çalışmaktadırlar. Bu tür yaklaşımlar da konuyu bulandırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Bununla beraber bireysel de olsa bazı araştırmacıların isrâîliyyâtın tarihi serüveniyle ilgili ilginç yaklaşımları da vardır. Mesela Newby bu kelimenin ilk dönemlerde çok sık kullanıldığını ve çok sayıda isrâîliyyât malzemesinin toplandığını belirttikten sonra bu rivâyetlerin sonraki yüzyıllarda hukukçular tarafından sünnete yeni bir tanım getirilmesi sonucu meşruiyyetlerini kaybettiğini söylemektedir.9 Taylor ise, hadislere olan aşırı ilgi ile yahudi ve hıristiyanlara olan düşmanlığın Abbâsî devletinin kurulması ya da sünnî İslam’ın ortaya çıkmasıyla izah etmektedir.10 Batı’lı araştırmacılar Abbasi dönemini isrâîliyyâta bir reaksiyon olarak algılarken müslümanlar da ilgili malzemenin düşmanlıklarından dolayı ehli kitap tarafından İslam’ı yaralamak üzere uydurulduğunu söylemektedirler. Fakat her iki yaklaşımda kaynakları göz önüne alırsak isrâîliyyâtın anlaşılmasında çok yardımcı olmamaktadır. Konuyu akademik bir düzeyde inceleyenler de yok değildir. Mesela Johns ve Calder, isrâîliyyâtın ilk defa teknik anlamda İbn Kesîr tarafından kullanıldığını ve sadece kabul edilemez anlatımları içeren (özellikle peygamberlerin ismetiyle ilgili) rivâyetleri reddettiğini bildirmektedir.11 Bkz. Buhârî, IV.374, (Bab 25, no: 7361); Ibn Sa cd, Kitâb-u Tabakâti’l-Kebîr, Leiden: E. J. Brill 1905, V.395); İlgili şahıslardan yapılan nakillerde klasik alimler fazla tereddüt göstememektedir. Fakat isrâîliyyâtla ilgili tartışmaların daha da önem arzettiği 19. ve 20. yüzyıl reform hareketlerinin önemli isimleri bu şahısları şiddetli bir şekilde eleştirmektedir. Özellikle Reşîd Rızâ ve Ebû Reyye’nin eleştirilerini burada hatırlatmakta fayda vardır. Getirilen eleştiriler isrâîliyyâtın kökeniyle ilgili bir ilmi çalışmadan çok siyasi bir hüviyet arzetmektedir. Genel tartışmalar için bkz. (R. L. Nettler, ‘Early Islam, Modern Islam and Judaism: The Isrâ’îliyyât in Modern Islamic Thought’, Nettler, R. L. and Taji-Faruki Suha (eds.), Studies in Muslim-Jewish Relations: Muslim-Jewish Encounters; Intellectual Traditions and Modern Polities, Oxford: Harwood Academic Publications 1998, 1-14) 7 Ilse Lichtenstadter, ‘The Qur’an and Qur’an Exegesis’, Humaniora, 2 (1972) 12 8 Konuyla ilgili ilk ve detaylı bilgili İbn Kesîr’den gelmektedir. (Ibn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Kahire: Turâs ts., I.7-8) 9 G. Newby, a.g.e., 1979, 694-5 10 W. R. Taylor, ‘Al-Bukhârî and the Aggada’, The Moslem World, 33 (1943) 195 11 A. H. Johns, ‘David and Bathsheba: A Case Study in the Exegesis of Qur’anic Story-telling’, Mélanges 6 Institut Dominicain d’Études Orientales du Caire, 19 (1989) 263; N. Calder, ‘Tafsîr from Tabarî to Ibn 4 Bununla birlikte ilgili yazarlar İbn Kesîr’in isrâîliyyât hakkındaki gayretlerini sadece dogmatik bir alana sıkıştırmaktalar ve İbn Kesîr öncesi tefsirleri de ihmal etmektedirler. Halbuki Endülüs’lü müfessir Ebû Bekr İbnü’l-Arabî’nin (v.543/1148) daha önceden ilgili teknik kelimeyi bazı rivâyetleri eleştirmek için kullandığı bilinmektedir.12 Böylece uzun süredir kabul edilen bir tez çürütülmüş olmaktadır. Bütün bu tartışmalar bize tefsirlerde isrâîliyyâtın büyük bir yekün teşkil ettiğini göstermektedir. Bunlara eleştirel yaklaşan müfessirler de vardır, fakat müfessirlerimizin bu rivâyetlerin kaynağı ile ilgili ciddi bir sorunlarının olduğu da çok fazla hissedilmemektedir. Son dönemler de ise İslam dünyasında yapılan bir çok çalışmada isrâîliyyât’la ilgili hoşnutsuzluklar dile getirilmiştir. Bunların bazıları geliştirilen yeni Kur’an okuma metoduyla, bazıları da araştırmacıların siyasi görüşleriyle yakından ilgilidir. Özellikle bu gün ellibeş yaşına giren İsrail Yahudi devletinin varlığını çok yakından hisseden bir çok müslüman için tefsirde isrâîliyyât güzel şeyler çağrıştırmamaktadır. Bu nedenle halihazırda isrâîliyyât nosyonu, modern müslüman düşünür için İslam ile diğer Sâmi gelenekler arasında köprü vazifesi görecek sihirli bir güce şimdilik sahip değil gibidir. İslâmiyyât (ve isrâîliyyât) ise bazı Batı’lı araştırmacılar için farklı bir değere sahiptir. İslamîyyâtla ilgili tartışmalara geçmeden önce şunu belirtmeliyiz ki, ciddi bir analiz ve ihtiyata ihtiyaç duyan islâmiyyâtla ilgili bu yaklaşımları tipik oryantalist çalışmalardan bıkmış bir avuç akademisyenin İslâmî çalışmalara yeni bir açılım getirme çabası olarak algılamamaktayız. Konuyu daha çok isrâîliyyât sınırları içinde ortaya atılan metinsel diyalog temellerinin düşünülebilirliğinin islâmiyyât çerçevesindeki düşünülemezliğini ölçme ve değerlendirme şeklinde sunmaya çalışacağız. Öncelikle belirtilmelidir ki, bu tür yazarların islâmiyyât konusundaki görüşleri prensipte benzerse de, detaylar da bir hayli farklılık arzetmektedir. Şimdilik konuyu diğerlerine göre daha açık ele alan Glaser’in genel görüşleriyle başlamayı uygun görüyoruz. Glaser, çok sayıdaki Batı’lı araştırmacının Kur’an’ın içerdiği mesajdan çok devamlı köken sorunuyla ilgilenmelerinden dolayı onlar tarafından Kur’an’ın diğer dinî metinlere, özellikle de Kitab-ı Mukaddes’in anlaşılmasına yardımcı bir kaynak (tefsir) olma özelliğinin ihmal edildiğini belirtmektedir.13 Aslında bu ihmal onların köken merakıyla sınırlı da değildir. Çünkü bir Kitab-ı Mukaddes araştırmacısı için Kur’anî verinin tefsir olarak kullanılması oldukça yabancı bir nosyondur. Halbuki Glaser’e göre, İslâmî kaynaklara kulak vermek onların Eski ve Yeni Ahit okumalarını etkileyebilecek güçtedir.14 Glaser bunu Kur’an ve Kitab-ı Mukaddes’teki ‘yaratılış/tekvin’ kıssalarıyla ilgili anlatımları karşılaştırarak yapmaya çalışmaktadır. Glaser iki anlatımın da farkedilir bir şekilde benzer karakterler ve olaylar üzerinde olmasına rağmen yaratılış kıssasının söz konusu metinlerde çok farklı kullanıldığını, bu nedenle karakterlerin durumu, olaylar, Tanrı ve insan anlayışı konularında birbirlerinden Kathîr: Problems in the Description of a Genre, Illustrated with Reference to the Story of Abraham’, G. R. Hawting and Abdul-Kader A. Shareef (eds.), Approaches to the Qur’an, London: Routledge 1993, 137 12 Bkz. İsmail Albayrak, Qur’anic Narrative and Isrâ’îliyyât in Western Scholarship and in Classical Exegesis, Leeds Üniversitesi 2000 (Basılmamış Doktora Tezi), 114-132 13 Ida J. Glaser, ‘Qur’anic Challenges for Genesis’, Journal for the Study of the Old Testament, 75 (1997) 3-4 14 A.g.e., 3 5 tamamen ayrıldıklarını belirtmektedir.15 Bununla birlikte Glaser, Kur’an’î anlatımı müslümanların okuduğu ve anladığı şekilde algılamaya çalışarak onu Kitab-ı Mukaddes’in tefsirinde kullanmanın yeni açılımlar getireceğini önermektedir. Glaser, her ne kadar Kur’an Vahiy ürünü bir Kitapsa da tıpkı insan ürünü olan Eski Ahit tefsirleri gibi Kur’an’ın da farklılıklarına rağmen bir çeşit İslâmî midraş (tefsir) olarak görülmesi gerektiğini savunmaktadır.16 Ona göre, Kur’an’ın sade bir zihinle okunması, dinlenmesi ve mütalaa edilmesi iki önemli vazife görmektedir: O’nun Kitab-ı Mukaddes’le ya da bir hıristiyanın kendi metinlerini okuyuşuyla diyaloğa geçmesini sağlayacaktır. Bu diyalogla, Glaser’in de belirttiği gibi, bir hıristiyan’ın Kitab-ı Mukaddes’i okuyuş tarzındaki belirleyici ön kabullerinin hangilerine meydan okuduğu ve dolayısıyla bu tür bir okur aynı metnin İslâmî versiyonuyla karşılaştığında müzakere konusu yapmayacağı alanlar nelerdir gibi soruların çözümünü daha rahat bulabilecektir.17 Başka bir ifadeyle söylemek gerekirse, karşılaştırmalı bir metinsel diyalog hıristiyan okura kendi kitabını nasıl okuduğunu farkettirecektir. Diğer taraftan da ötekinin kendi kitabını nasıl okuduğunu ve aradaki farklılıkları daha iyi anlayacaktır. Bu nedenle sadece benim kitabımın anlatımı gerçektir ve ben haklıyım gibi bir yargı yanılgıdan öte bir şey değildir. Ayrıca bu metinsel diyalog, şâyet taraflar samimi bir şekilde ötekine ait anlatımı okuyorsa farklı inanç sahiplerini gereksiz tartışmalardan kurtaracaktır. Kulağa hoş gelen bu yaklaşımda Watt’ın mutlak doğrunun bilinemeyeceği varsayımından hareketle kendini doğru tanımlayan her dini geleneğin sahihliğine hükmetme gibi bir indirgemecilik de söz konusu olabilir. Glaser göre, Kur’anî bilgiler ve İslâmî tefsirler Kitab-ı Mukaddes’in anlaşılmasında üç ana işlev görmektedir: i. Kitab-ı Mukaddes anlatımındaki boşlukları doldurmaktadır. ii. Bazı kapalı bölümlere açıklamalar getirmektedir. iii. Düzeltmeler önermektedir.18 Aslında bu işlevler isrâîliyyâtın tefsirdeki konumuyla fazlasıyla örtüşmektedir. Glaser bu önerilerini ‘yaratılış’ kıssası çerçevesinde örneklendirmektedir. Ona göre, Kitab-ı Mukaddes bize Havva’nın aldatıldığında Hz. Adem’in nerede olduğunu, Hz. Adem ve Havva’nın daha sonra tövbe edip etmediklerini ve Tekvin 1:26. âyetinde19 kime hitap edildiğini belirtmemektedir. Tekvin’de kapalı kalan önemli bir konu da Şeytan’ın konumudur. Kur’an ise bunların durumunu açık bir şekilde anlatmaktadır. Kur’an’a göre Şeytan insanoğlunu kıskanmaktadır. Kur’an’ın Kitab-ı Mukaddes’i düzeltmesiyle ilgili de Glaser şunları söylemektedir. Tekvin’e göre Adem bizatihi kendi hayvanları isimlendirmektedir, halbuki Kur’an Allah’ın Hz. Adem’e isimleri öğrettiğini bildirmektedir. Bir başka konu da Adn cennetinin bulunduğu yerle ilgilidir. Tekvin’e göre Adn cenneti yeryüzündedir, Kur’an’a göre ise söz konusu yerin cennette olduğu -ki burasının da dünya olmadığı- kıssadan anlaşılmaktadır.20 Bu ek bilgiler ona Kitab-ı Mukaddes’i yorumlarken ciddi katkılar sunmaktadır. Fakat Glaser için önemli olan bu iki 15 A.g.e., 4 A.g.e., 4 17 A.g.e., 7, 10 18 A.g.e., 10 19 ‘Ve Tanrı dedi: Sûretimizde, benzeyişimize göre insan yapalım; ve denizin balıklarına, ve göklerin kuşlarına, ve sığırlara, ve bütün yeryüzüne, ve yerde sürünen her şeye hakim olsun.’ 20 Glaser, a.g.e., 10 16 6 benzer anlatımın derûnunda bulunan farklılıkların görülmesidir. Başta da belirtildiği gibi o, ötekinin kıssasını bizatihi ötekinin bakış açısıyla değerlendirmeye çalışmayı önermektedir. Bundan sonra ise ötekine kendi bakış açısıyla kendi kıssasını sunmalıdır21 ki gerçek diyalog burada başlamaktadır. Özetle Glaser Kur’an’î anlatımla Tekvin’de geçen ‘yaratılış kıssası’ arasında temel bazı farklılıklar görmektedir. Kur’an’a göre insan Allah’ın halifesidir ve yeryüzünde O’nun adına liderlik yapacaktır. Glaser, Kur’an’ın böyle bir fonksiyonu insan üzerine yüklediğini fakat Kitab-ı Mukaddes’in yaratılış bahsindeki anlatımda insan Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi olarak takdim edilmediğini söylemektedir. Ona göre Kitab-ı Mukaddes’te insan Tanrı’nın sûretinde yaratılan bir varlıktır. İnsan, Tanrı’dan ihtiyacı olan bilgiyi alıp uygulayan değil, bilakis Tanrı gibi kendi kanunlarını üreten ve yeryüzünü idare etmeye çalışan küçük bir tanrıdır. Bu nedenle Glaser Kur’an’da Hz. Adem ve Hava’nın yasak ağaçtan yedikten sonra hatalarını anlayıp tövbe ettiklerini, Kitab-ı Mukaddes’te ise böyle bir tövbenin olmadığını kaydetmektedir. Çünkü onlar Kitab-ı Mukaddes’e göre Tanrı’nın sûretinde yaratılmışlardır, böylece kendilerini işledikleri hatayla doğrudan Tanrı’nın karşısına koymaktadırlar. Glaser’in de işaret ettiği gibi yapılan hatanın gerçek müsebbibi kendileridir. Halbuki Kur’ân’î anlatım, hatanın kaynağının Şeytan olduğunu söylemektedir. Kur’an’a göre Adem (ve Havva) halifesi olduğu Allah’ın adına hareket etmek üzere tövbe ediyor, tövbeleri kabul ediliyor, sonra da İlâhî bir plan üzere yeryüzüne gönderiliyorlar. Kitab-ı Mukaddes’in ilk insanı ise, Tanrı’nın sûretinde yaratıldığı için tövbe etmiyor böylece geri dönülmez bir ayrılıkla karşılaşıyor.22 Özetle, Glaser bu tür bir okuyuşla iki inanç arasındaki peygamber, günah ve tövbe gibi bir çok konunun daha iyi anlaşılacağını vurgulamaktadır. Buna ilaveten bir hıristiyan olan Glaser, müslüman ve hıristiyan diyaloğu önündeki en büyük engelin iki inanç grubunun birbirlerini anlamaması olduğunu öne sürmektedir. Bu nedenle bu tür kısa anlatım parçalarıyla karşılıklı anlayışa kapılar açılacağını bildirmektedir. Başka bir ifadeyle Glaser, ötekinin dinî metin anlayışını kavramayı ya da her bir dinî metnin farklılığını farkedebilmeyi diyaloğun olmazsa olmaz şartı görmektedir. Metinsel diyaloğun önemli bir parçası da yahudi-müslüman kaynakları arasındaki etkileşimdir. Her ne kadar üzerinde duracağımız şahıslar metinsel diyaloğun önemine inansalar da, genelde her biri konuyu kendisi için önemli olan bir bakış açısıyla değerlendirmektedirler. Konuyla ilgili yazılarıyla dikkatleri çeken iki önemli isim vardır; Halperin ve Newby. Halperin ‘Müslüman kaynaklarındaki anlatımlar yahudi geleneğinin yorumu gibi kullanılabilir mi?’23 başlıklı makalesinde, Glaser gibi bir örneklemeyle konuyu açıklamaya çalışmaktadır. Halperin müslüman-yahudi diyaloğunda önemli bir köprü rolü gördüğüne inandığı metinsel ilişkiyi örneklemeden önce takip edeceği metodolojinin mahiyetini şu şekilde ortaya koymaktadır: ‘Ben yahudi anlatılarıyla ondan kaynaklanan müslüman kıssaları arasındaki bağı bu iki anlatım tarafından ortaklaşa 21 A.g.e., 16 A.g.e., 11-16 23 David J. Halperin, ‘Can Muslim Narrative Be Used as Commentary on Jewish Tradition?’, Medieval and Modern Perspectives on Muslim-Jewish Relations (ed) Ronald L. Nettler, Oxford: Horwood Academic Pub. 1995 22 7 paylaşıldığını varsaydığım gizli (sessiz) mesajda (anlam) arıyorum.’24 Böylece bu tür bir iletişime ilk adımını atmaktadır. Bununla beraber Halperin’in metinsel diyaloğunda müslümanlar tarafından gözardı edilemeyecek önemli bir problem vardır. O da yahudiliğin kronolojik önceliği, sonradan gelmiş Semitik bir dinî geleneği zorunlu olarak yahudi geleneğine bağımlı kılma ısrarı ki, bazan kavramlarla oynayarak bunu aşmaya da çalışsa Halperin bu ön kabulle metinsel diyaloğa her zaman avantajlı başlamayı garanti altına almaktadır. Halperin’in şu ifadeleri bu durumu daha iyi somutlaştırmaktadır: ‘(yahudilerle ilgili anlatımların) İslamî metinlerdeki farklılaşması (tahrif), aslında onların kaynaklarının gizli anlamlarının doğru ve kaydadeğer yorumudur’.25 Böylece Halperin, İslâmî geleneğin Yahudilikten aldıklarının Yahudilikte nerede durduğuna bakmaktan ziyade onun İslâmî gelenekte ne anlam ifade ettiğine önem verilmesi gerektiğini söylemektedir. Bu ön kabullere rağmen Halperin, hem yahudi hem de müslümanlara ait malzemeyi yanyana getirip beraber okumayı da ihmal etmemektedir. Hatta bazan birinin yerine diğerini kullanmaktadır. O bu tür bir yaklaşımın olumlu ve olumsuz yanlarının farkında bir araştırmacıdır. Bu nedenle geliştirdiği metodolojinin söz konusu geleneklerin oluştuğu tarihi şartları gözardı ettiğini söyleyerek yöntemin spekülasyonlara açık olduğunu kabul etmektedir.26 Özetle o, kıssaların kökeninden çok onların insanlar üzerindeki etkisiyle ilgilenilmesini vurgulamaktadır. Halperin’in seçtiği örnek İsrailoğulları’nın Hz. Musa’nın yokluğunda taptıkları icl (buzağı) ile ilgilidir. Halperin konuya ilginç bir gözlemle başlamaktadır. Ona göre, Kur’anî anlatımdaki bir çok detay İsrailoğulları’nı destekleyen diğer kıssalarla uyum içerisindedir. Çünkü Kur’an’î anlatımda İsrailoğulları’nın durumu biraz hafifletilmektedir. Mesela metal buzağının ses çıkarması27 onların onu ilah zannetmelerindeki günahı hafifletmektedir. Kıssada Sâmirî’nin de yer alması ve asıl suçu yüklenmesi İsrailoğulları’nın günahını azaltan bir vesile oluşturmaktadır.28 Bu genel gözlemden sonra Halperin Tâ-Hâ sûresinde anlatılan Sâmirî kıssasıyla çok sayıdaki haggadic (yahudi anlatımların genel adı) arasında ciddi benzeşmeler görmektedir. Mesela, müslüman müfessirlere göre; Cebrail (Firavun’un atının denize girmesini sağlamak için) kendi atını denize sürüyor.29 Neşîdeler üzerine yapılan bir yahudi tefsirinde ise; Tanrı’nın kendisi atı denize sürüyor. Yine müslüman alimlere göre Sâmirî’ye belli bir yaşa gelinceye kadar Cebrail bakıyor, yahudi tefsirlerine göre ise Tanrı bütün İsrailoğulları’na bakıyor.30 Bir başka benzer konu da, Sâmirî’nin Cebrail’i, Hz. Musa Sina dağına çıkarken görmesi, yahudi tefsirlerine göre ise, Hz. Musa Sina’ya 24 Halperin, a.g.e., 73 A.g.e., 73 26 A.g.e., 74 27 Geniş bilgi için bk. Tûsi, Ebû Ca’fer Muhammed b. el-Hasen, el-Tibyân fî Tefsîr’l-Kur’ân, Necef: elMekteb el-Kasîr 1960, VII.199; İbn Atiyye, el-Muharreru’l-Vecîz fî Tefsîr-i Kitâbi’l-Azîz, Beyrut: Dâru’lKütübi’l-İslâmiyye 1993, IV.57. 28 Halperin, a.g.e., 78; Kitab-ı Mukaddes’e göre İsrailoğullarına altın buzağıyı yapan kişi Hz. Harun’dur. 29 Kurtubî, Ebû Abdullâh Muhammed b. Ahmed, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Kahire: Mektebetu’lArabiyye 1967, XI.239 30 Halperin, a.g.e., 82 25 8 gittiği zaman Tanrı’yı dört hayvanın taşıdığı tekerlekli araba üzerinde görüyor. Bu hayvanlar soldan bakılınca öküz yüzünü andırıyor ve ayakları da buzağı ayağı gibidir.31 Bu benzerliklerden sonra Halperin, yukarıda kendilerinden alıntı yapılan bazı midraşların İslam öncesi döneme ait, bazılarının da İslam geldikten sonraki döneme ait olduklarını söylemektedir. Başka bir ifadeyle bunlar Yahudi’liğe İslam’dan geçmiş malzemelerdir, islâmiyyâttır. Fakat Halperin bu malzemenin kronolojik olarak İslam sonrası olmalarını kabul etmekle beraber, mantıkî açıdan önceliğin yahudiliğe ait olduğunu düşünmektedir. Böylece geliştirmekte olduğu metinsel diyalogta mensubu olduğu dinî geleneğin kronolojik önceliğini bir avantaj olarak algılamaktadır. Halperin, kıssanın tefsiriyle ilgili çok sayıda İslam sonrası midraştan alıntı yapmaktadır. Bu alıntılar, müslüman tefsir geleneğinin verdiği bilgilerle bir çok noktada kesişmektedir. Bu midraşlardan birisinde Tanrı’nın İsrailoğullarına mükemmel tekerlekli arabaları gösterdiği ve onları şaşırttığını ifade etmektedir. Onlar denizi geçtiklerinde bu arabaları taşıyan bir öküzün ayaklarının altından toprak aldılar ve o topraktan da buzağı meydana gelmiştir. Halperin midraşta buzağının canlı olduğunu ve öküzün de Cebrail’in atıyla karşılaştırıldığını söylemektedir.32 Yine tarihi bilinemeyen iki midraş Kur’an’î Sâmirî’yle karşılaştırılabilecek Micah33 adında bir kişiden bahsetmektedir. XIV. yy. yazarlarından Menahem Siyyoni, Halperin’e göre, kayıp bir midraştan alıntı yapmaktadır. Bu alıntıda İsrailoğulları denizi geçerken Micah devamlı bir bineği ‘merkabah’ hayal etmekte ve zihninde onu hep canlı tutmaktadır. Halperin, ilgili midraşta geçen Micah’ın bir öküzün ayağının altından toprak aldığını da kaydetmektedir.34 Halperin’in söz konusu kıssayla ilgili müslüman ve yahudi geleneğinden bulduğu benzerlikler bir hayli fazla ve son derece ilginçtir. Bu tartışmada bizim için çok daha önemli olan nokta ise onun bir çok İslam sonrası midraşlardaki verilerin problem arzetmesi ve bunların da sadece müslüman tefsirleri vasıtasıyla çözüleceğiyle ilgili yaklaşımıdır. En azından Sâmirî kıssasıyla ilgili midraşlarda geçen Micah’ın kimliğinin açığa kavuşturulması için müslüman tefsirlere olan ihtiyaç gözardı edilmeyecek kadar fazladır. Bu nedenle Halperin iki geleneğin birbiriyle olan ilişkisini sadece müslümanların yahudi tefsirlerinden istifadesi (isrâîliyyât) şeklinde anlaşılmaması gerektiğini, bilakis bu ilişkinin iki taraflı olduğunu, bu sebeple bir araştırmacının devamlı iki gelenek arasında gidip gelebileceği şeklinde algılanmasının daha uygun olacağını önermektedir. Aslında Halperin, bu karşılıklı ilişki neticesinde iki gelenek arasındaki sınırların kalktığını, böylece birinin özel bir neden olmadan kolaylıkla karşı tarafa geçebileceğini, bu geçişinde meşruluğunun aranmasının gerekmediğini belirtmektedir. Özetle, İslâmî gelenek Yahudi geleneğinin izahında tefsir (islâmiyyât) fonksiyonu görebilir, aynı şekilde Yahudi geleneği İslam geleneğinde tefsir aracı olarak kullanılabilir35 (isrâîliyyât). Zaten ona göre metinsel diyalog da bu şekilde başlamaktadır. 31 A.g.e., 82 A.g.e., 83 33 Beğavî, Sâmirî’nin isimleri arasında Mîhâ’nın da olduğunu zikretmektedir. Bazı müfessirler ise Mîhâ’yı Mincâ olarak okumaktadır. (Beğavî, Meâlimu’t-Tenzîl, Beyrut: Daru’l-Mearif 1983, I.72; Âlûsî, Mahmûd Şihâbu’d-Dîn, Rûhu’l-Meânî fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut (h.) 1270, XVI.244) 34 Halperin, a.g.e., 83 35 A.g.e., 84-85 32 9 Yahudi-müslüman metinsel diyaloğunun banilerinden olan Newby ise bu alanda Halperin’e göre çok daha üretken bir yazardır. Newby, Halperin gibi, İslâmî kaynaklarda geleneksel, dogmatik ve ideolojik eğilimlerin varlığını belirtse de bu tür eserlere güvenilmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu nedenle aşırı şüpheci bazı yazarlarla, Newby arasında ciddi farklar vardır. Newby’nin islâmiyyât hakkındaki aşırı ilgisi ise, onun daha önce bazı yazarların yahudilik dışı kaynakları, özellikle de ilk dönem hıristiyan yazarların eserlerini kullanarak kaybolmuş yahudi malzemelerini yeniden inşasının olabilirliğini tartıştıklarını kaydederek benzer bir inşanın da Arapça kaynakları kullanarak yapılabileceği varsayımında yatmaktadır.36 Kısaca Newby’in hedefi İslâmî kaynakları kullanarak kayıp midraşları inşa etmektir. Böylece İslam’ın doğuşu esnasında Arabistan’daki yahudilerin geleneklerini, dinî yaşantılarını öğrenmeye çalışmaktır. Bunu gerçekleştirmek için de yapılmasını önerdiği en önemli konulardan birisi, Kur’an ve tefsirde (siyer-meğazi ve tarih kitapları da dahildir) geçen malzemeye benzer ve onlardan önce olduğu bilinen yahudiliğe ait metinler bulmaktır. İkincisi ise, paralel pasajların yokluğunda doğrudan İslâmî kaynaklardaki verilerden hareketle dönemin yahudilerinin yaşam biçimlerini keşfetmektir.37 Böylece islâmiyyât’ın küçük alanda da olsa yahudiler hakkında bilgi edinilmesinde kullanılacağı vurgulanmaktadır. Dolayısıyla bu yaklaşım yahudi-müslüman diyaloğuna yol açacak önemli bir oluşumun da habercisi olacaktır. Newby’nin islâmiyyât’ı kullanarak açmaya çalıştığı önemli bir konu Hendek savaşından sonra Hz. Peygamber’in, Hayber’li İslam düşmanı yahudi Sellâm b. Ebû’lHukayk Ebû Râfi’ye karşı düzenlediği küçük bir operasyondur. Değişik kaynaklarda geçen olayın özeti şöyledir: Hz. Peygamber Benî Selâme’den beş kişi seçer (Abdullâh b. Atîk, Abdullâh b. Uneys, Ebû Katâde, Esved b. Huzâî ve Mesûd b. Sinân) ve başlarına annesi bir yahudi olan ve yehûdiyyece38 konuşan İbn Atîk’i lider olarak görevlendirir. İbn Atîk’in annesi Hayber’in çok iyi korunduğunu söylemesine rağmen onlar mutlaka oraya girmeleri gerektiğini belirttiler. Bunun üzerine İbn Atîk’in annesi de onlara geceleyin gelmelerini, yahudilerin arasındaki yemek trafiği duruncaya kadar içeri girip bir yerde saklanabileceklerini, çünkü o gece misafirler geldiğinde evlere rahatça girip bir şey yemelerini sağlamak için yahudilerin kapılarını kilitlemediklerini söyler. Ayrıca Gordon D. Newby, ‘The Sirah as a Source For Arabian Jewish History: Problems and Perspectives’, Journal of Jerusalem Studies in Arabic and Islam, 7 (1986) 127 37 Gordon D. Newby, ‘The Drowned Son: Midrash and Midrash Making in the Qur’an and Tafsir’, Studies in Islamic and Judaic Traditions (eds) William M. Brinner-Stephen D. Ricks, Georgia: Scholars Press 1986, 22 38 Newby’e göre, yehûdiyye (Judaeo-Arabic) bir çeşit Arapça diyalektir, yoksa İbranice veya Aramice gibi farklı bir dil değildir. Yukarıdaki rivâyette de görüleceği üzere Esved b. Huzâî yahudi değildir fakat buna rağmen Ebû Râfi’nin ölüp ölmediğini kontrol için saklandıkları yerden geri dönüyor ve yahudilerin içerisine karışıyor. Sonra da Ebû Râfi’nin eşinin ‘Hz. Musa’nın Rabb’ine yemin olsun ki o ölmüştür’ sözünü anlayabiliyor. (Gordon D. Newby, ‘Observations About an Early Judaeo-Arabic’, The Jewish Quarterly Review, 61 (1969-1970) 218-221); Bu olayı bize anlatan Vâkidî, Abdullâh b. Atîk hakkında ‘o yehûdiyyece konuşuyordu, ratene bi’l-yehûdiyyeti’ cümlesini kullanmaktadır. Ratene kelimesinin semantik örgüsü yehûdiyye dilinin mahiyeti hakkında bizlere kaydadeğer ipucu sunmaktadır. İbn Manzûr elmurâtene’yi et-tekellüm bi’l-acemiyyeti şeklinde izah ediyor ve ilgili fiilin bir başka kullanımı için de ve hüve kelâmun lâ yefhemuhü’l-arabu manasını zikretmektedir (İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, Beyrut: Dâru’sSadr 1990, III.181) Bu nedenle Newby’nin yehûdiyye dilini basit bir Arapça diyaleği olarak görmesi konuyu sığ bir şekilde ele aldığını göstermektedir. 36 10 insanların yemekten sonra birbirlerine içki içmeye gittiklerini hatırlatır. Beş kişi, denilen vakitte Hayber’e girerler, İbn Atîk, Ebû Râfi’nin eşiyle konuşarak Ebû Râfi’ye hediye getirdiklerini söyler, o da onları hemen içeri alır, içeri girer girmez bu beş kişi hemen Ebû Rafi’nin yerini öğrenerek ona saldırırlar ve onu öldürürler (rivâyete göre onu Abdullâh b. Uneys öldürmüştür.)39 Sonra hemen çıkıp bir su deposuna saklandılar. Esved, Ebû Râfi’nin ölüp ölmediğini merak ettiği için tekrar kalabalığın içine girer. Orada Ebû Râfi’nin eşinin Tanrı’ya yemin ederek onun öldüğünü bildirmesi üzerine tekrar arkadaşlarının yanına döner ve bir süre daha Hayber’de kaldıktan sonra Medine’ye giderler.40 Değişik versiyonlarının varlığı bilinen bu olaya Newby ayrı bir önem atfetmektedir. ‘Siyer malzemesinin Arap-Yahudi tarihinin inşası için kaynaklığı’ başlıklı makalesinde olayın kullanılmasıyla az da olsa yahudilerin geçmişteki bazı inanç ve yaşam tarzlarının ortaya çıkarılacağını söylemektedir. Yukarıdaki rivâyeti kullanan Newby, Ebû Râfi’nin öldürülmesiyle ilgili düzenlenen beş kişilik seriyyenin Fısıh 41 kutlamaları zamanında gerçekleştiğini düşünmektedir.42 Ona göre, Vâkidî’nin bu olayı hicretten 46 ay sonra gerçekleştiğini söylemesi bu tür bir çıkarsamada önemli bir delildir. Temmuz 622’yi hicrettin başı kabul edersek, Ebû Râfi’nin öldürülme zamanının Nisan ayında olması çok muhtemeldir. Bu dönem ise kesinlikle Fısıh bayramının kutlandığı vakitlere rastlamaktadır.43 Newby bu verilerden şu sonuçları çıkarmaktadır: i. Hayber ve diğer Hicaz yahudileri Fısıh bayramını kutlamaktadırlar. ii. Onların Fısıh kutlamalarındaki bazı adetleri etraftaki diğer yahudiler tarafından bilinmekteydi. iii. Yemeği yaslanarak yiyorlardı. iv. Misafirperverlikle ilgili emirlere riâyet ediyorlardı. v. Babil yahudiliğinde yasak olan paskalya yemeğinden sonra komşular arası içki partileri düzenliyorlardı. Son madde, Newby’ye göre, yemeğin sonuna ayrılan ve tatlı olarak yorumlanan epikomanın da orijinal anlamını yansıtmaktadır.44 Newby bir dedektif gibi ilgili rivâyetlerin Hicaz yahudilerinin hangi özelliklerini yansıttığını zihninde geliştirdiği kurguyla kuvvetlendirmeye çalışmaktadır. Özetle, İbn Atîk’in annesi onlara yahudilerin birbirlerini ziyaret ettikleri, iyi dileklerde bulundukları ve hızlı bir yemek trafiğinin yaşandığı bir anda Hayber’e girmelerini söylemektedir. Daha spesifik bir ifadeyle bu an Newby müslüman kaynaklarda Abdullâh b. Atîk’in gözlerinin iyi görmediğinin zikredilmekte olduğunu söylemektedir. (Newby, a.g.e., 1986, 131) Halbuki Vâkidî bize gözleri iyi görmeyen kişinin Abdullâh b. Uneys’in olduğunu haber vermektedir. (Vâkidî, Kitâbu’l-Meğâzî, (th) Marsden Jones, Beyrut: Âlemu’lKütüb 1966, I.393) 40 Newby, a.g.e., 1986, 131-133; Newby, a.g.e., 1969-1970, 217-219 41 Fısıh (Passover) yahudilerin Mısır’daki esaretlerinden kurtuluşunun anısına 15 Nisan’da başlayan ve 7 gün (İsrail dışındaki yerlerde 8 gün) süren bir kutlamadır. Seder, Fısıh bayramının ilk (bazan ikinci) gecesi düzenlenen akşam yemeği ve bazı ilahi ve dilekleri içeren aktivitelerin adıdır. (Jonathan Z. Smith (ed.), ‘Seder’, Harper Collins, London: Harper Collins Pub. 1996, 971-972; Louis Jacobs, ‘Passover’, The Encyclopedia of Religion, USA: Macmillen 1995, XI.204-205) 42 Newby, a.g.e., 1986, 133 43 A.g.e., 135 44 A.g.e., 135 39 11 üçüncü ve dördüncü şarap bardağının doldurulduğu zamandır. Bu da yanlışlıkla tatlı yiyecekler (apikoman) olarak yorumlanan fakat asıl anlamının birbirlerinin evlerinde düzenledikleri içki partileri saatidir.45 Her ne kadar Newby in islâmiyyâtı bu denli ısrarlı kullanması onun İslâmî geleneğin önemli bir parçası olan siyer ve meğâzî kitaplarına güvenini gösterse de onun sık sık müslüman kaynaklardaki verilerin anlaşılması konusunda mudahil tavırlar sergilediği de bir gerçektir. Bu uzun örnekden sonra tekrar metinsel diyaloğun iki unsuruna (isrâîliyyât ve islâmiyyât) baktığımız da Semitik havzanın üç büyük dininin sahip olduğu kitâbiyâtın arasındaki ilişkinin çok basit olmadığı görülecektir. Maalesef müslüman araştırmacıların kahir bir çoğunluğunun ötekinin klasik literatürünü okuyacak yeterli linguistik donanıma sahip olmaması ve ötekinin müntesibi olduğu dinî geleneğin kronolojik olarak İslam’dan önce gelmesi isrâîliyyât nosyonunu tek taraflı olarak işlenmesine zemin hazırlamıştır. Batı’lı düşünür de ikinci dünya savaşının sonlarına kadar İslam geleneğini devamlı Yahudi ve Hıristiyanlık verileriyle beslenen pasif bir tufeyli konumunda görmüştür. Halbuki isrâîliyyât en genel anlamıyla metinsel diyaloğun bir başlangıcı kabul edilmeliydi. Nettler’in de belirttiği gibi isrâîliyyât birbirinden farklı canlıların ortak yaşamasını sağlayan en önemli örneği teşkil etmektedir.46 İslâmiyyât da benzer bir fonksiyonu icra etmektedir. İslâmiyyât, isrâîliyyât’a göre terim olarak yeni fakat olgu olarak hayli eski bir nosyondur. Gerçekten bilimsel anlamda bir metinsel diyaloğa kapı açılmak isteniyorsa Batı’lı yazara bu alanda çok iş düşmektedir. Karşılıklı etkileşimin sözel ya da metinsel literatürdeki temellerini görmek ve gösterebilmek fazlasıyla sağduyu, objektivizm ve bilimsel anlayışa saygı duyan dürüst yazarlara ihtiyaç vardır. İslam’ın ilk dönemlerinde bir çok yahudi ve hıristiyan’ın müslüman olduğu ve önceki dinî inanç ve kültürlerini bir anda unutmadıkları doğrudur. Bununla birlikte çok sayıdaki yahudi ve hıristiyan gruplar da müslümanların idaresi altında yaşamlarını idame ettirmişlerdir. Öyleki bu grupların çoğu hakim kültürün (İslam) etkisiyle hem konuşma hem de din dillerini bile değiştirdikleri inkar edilmez bir gerçektir. Bütün bunlar isrâîliyyât kadar islâmiyyât’ın da varlığını gösteren önemli unsurlardır. Sözgelimi, hicri 2. asırda gelişen Karaite Yahudi mezhebinin İslâmî gelenekle girdiği metinsel diyalog ilim adamlarınca müsellem bir konudur. Kurucusu Anan b. Dâvud’un Ebû Hanife’yle aynı hücreyi paylaştığı ve ondan kıyası (analogy) öğrendiği bilinen bir gerçektir.47 Yine Sa’adyah Gaon’un (882-942) Mutezile mezhebine ait sayısız argümanı kullandığı herkes tarafından söylenmektedir.48 Mesela islâmiyyâtın somut bir örneğini teşkil eden B.M. Wheeler’in önemli bir bulgusunu da burada zikretmenin faydalı olacağı kanısındayım. Wheeler, ünlü oryantalist Wensinck’in Kehf sûresinde geçen (18:65-82) Hz. Musa ve Allah’ın katından kendisine ilim verdiği kulu (Hızır) arasındaki diyaloğun kökeniyle ilgili teorisini incelediği makalesinde ilginç bir tesbitte bulunmaktadır. Wheeler, Wensinck’in ilgili âyetlerin bir yahudi kıssasından 45 A.g.e., 135 R.L. Nettler, a.g.e., 3 47 Michael Cook, ‘Anan and Islam: The Origins of Karaite Scripturalism’, Journal of Jerusalem Studies in Arabic and Islam, 9 (1987) 173; Leon Nemoy, ‘Karaism’, The Encyclopaedia of Islam, IV.603-608; Leon Nemoy-Heller Joseph Elijah, ‘Karaite’, Encyclopaedia Judaica, X.762-781). 48 Sa’adyeh ben Yosef el-Feyyumi, uzun süre Babil’de yaşayan ve ilk defa Kitab-ı Mukaddes’i Arapça’ya çeviren etkin bir yahudi alim. 46 12 (Rabbi Joshua –Yeşu’- b. Levi ve Elijah –İlyas arasındaki diyalog)49 kaynaklandığını söylediğini belirttikten sonra kendi araştırmalarına göre durumun tam tersi olduğunu ifade etmektedir. Wheeler’e göre yahudi kıssası (Rabbi Joshua b. Levi-Elijah) Kur’an’ın 18:65-82. âyetleri üzerine yapılan müslüman tefsirlerden kaynaklanmaktadır.50 Wheeler hem Wensinck’in hem de Wensinck’ten sonra gelen çok sayıdaki oryantalistin (Yeşu’İlyas) kıssasının XI. yy’da yaşayan Nissim b. Şahin’e nisbet edilen Arapça bir eserde geçtiğinden haberdar olduklarını ve yine onların bu eserin XI. yy’dan geriye gitmediğini bildikleri halde ısrarla Kur’an’ın 18:65-82. âyetlerinin XI. yy’a ait bir eserden aldığını iddia ettiklerini söylemektedir.51 Wheeler’in bir başka önemli tesbiti de bu kıssanın (Yeşu’-İlyas) geçtiği ve XI. yy’da yaşayan bir yahudiye ait olduğu belirlenen eserde ortodoks yahudi geleneğine uymayan ve kökleri sadece İslâmî gelenekte bulunan çok sayıda anlatı olduğu görüşüdür.52 Görüldüğü üzere islâmiyyât gerçekten üzerinde durulması gereken bir konudur. Şâyet metinsel diyalog sadece isrâîliyyâtla gerçekleştirilecekse bu eksik bir iletişim olacaktır. Metinsel diyaloğun bu aşamadaki tamamlayıcısı kesinlikle islâmiyyâttır. Fakat başlangıç için kayda değer de olsa yaklaşımlarını incelediğimiz yazarlar çoğunlukla konuyu istenilen açıklıkta sunmamaktadır. Acaba islâmiyyât onlar için Yahudi ve Hıristiyan gelenekleri dışındaki malzemenin sağlamasını yapmak için kullanılan hermenötik bir araç mıdır? Yoksa Halperin’in de ifade ettiği gibi, kronolojik kaygıların bir tarafa bırakılarak müslümanların yahudi haggadah’ından almaktan ziyade iki farklı geleneğin sıkı bir şekilde örtüştüğü yerlerde sınırların ortadan kalkması ve bu sıkı ilişkiden dolayı araştırmacıların her hangi bir meşruluk zemini arama ihtiyacı hissetmeden iki gelenek arasında gerçekleştirdikleri geçişlerden mi ibarettir? Daha pratik bir ifadeyle söyleyecek olursak farklı din mensupları arasındaki diyaloğa metinsel okumalar ne gibi bir fayda sağlayacaktır. Glaser, yahudi ilim adamlarına göre konuya daha somut bir şekilde yaklaşmaktadır. Kısaca, ötekinin metnini ötekinin gözüyle okuma, bir taraftan ötekinin dini metinlerini daha iyi anlamayı sağlarken öte taraftan kendi metinleriyle ötekinin metinleri arasındaki temel farklılıkları görebilme imkanı vermektedir. Böylece katılımcı kendi metnini daha iyi anlama fırsatı bulurken aynı zamanda da farklı din mensupları bir araya geldiklerinde aynı kavramlarla konuşsalar da Yahudi kıssasına göre Yeşu’ (Joshua b. Levi) İlyas’la (Elijah) karşılaşır ve ona yaptıkları konusunda hiç soru sormayacağını söyler. İkisi birlikte fakir bir adamın misafiri olurlar, sonra da oradan ayrılırken İlyas fakir adamın sahip olduğu tek ineğini öldürür. Yeşu’ bunu niçin yaptığını sorar ve İlyas da ona sormamasını söyler. İkinci gün zengin bir adamın yanına uğrarlar fakat misafir edilmezler. Oradan ayrılırken İlyas zenginin bahçesinde bulunan ve yıkılmak üzere olan bir duvarı düzeltir. Oradan bir Havraya gelirler. Orada çok zengin insanlar vardır, hepsi de altın ve gümüş sandalyelere oturmaktadırlar. Onlar da Yeşu’ ve İlyas’a konukseverce yaklaşmazlar. Sabah ayrılırken İlyas Tanrı’dan onların hepsini lider yapmasını niyaz eder. Bir sonraki konaklarında ise fakir insanlar vardır ve onları güzel bir şekilde misafir ederler. İlyas Tanrı’dan onların içinden birisini idareci yapmasını diler. Bütün bunlara şaşıran Yeşu’ İlyas’a tekrar sorar. İlyas’ta ona ineği o fakir adamın karısı (o gece ölecekti) yerine öldürdüğünü, duvarı ise altında hazine olduğu için düzelttiğini, şâyet düzelmeseydi yakışmayan bir adama kalacağını, dualarla ilgili de bir idareci herkesin idareci olduğu bir yerden çok daha iyi olduğunu söyledi. (Brannon M. Wheeler, ‘The Jewish Origins of Qur’an 18:65-82? Re-examining Arent Jan Wensinck’s Theory, Journal of American Oriental Society, 118 (1998) 154) 50 Wheeler, a.g.e., 153-171 51 A.g.e., 155-156 52 A.g.e., 156 49 13 her biri farklı dini geleneklerde bu kavramların içlerinin nasıl doldurulduğunu çok iyi bileceklerdir. Bu da diyalogta önemli bir süreç olan karşılıklı anlayışa zemin hazırlayacaktır. Ayrıca Glaser farklılıkların bilinmesinin dindar insanları öteki hakkında yargıdan kurtaracağına da inanmaktadır. Yalnız Glaser bütün bu açıklığına rağmen ötekinin metnini okurken yaşanılacak öznellik sorununun nasıl aşılacağı konusunda bizlere tatminkar cevaplar sunmamaktadır. Newby ise, daha çok Hicaz yahudilerinin kullandıkları kayıp midraşları inşa etme kaygısıyla meşbu olması onun metinsel diyaloğuna gölge düşürmektedir. Hıristiyanlara göre diyalog konusunda daha az enerji harcayan yahudi ilim adamlarının bu tutumla aşırı pragmatizmi dikkatleri çekmektedir. Newby, İslâmî kaynaklara güvenine rağmen islâmiyyâtı tıpkı isrâîliyyât gibi sadece kişinin bağlı olduğu geleneğin boşluklarını dolduran bir araç olarak görmektedir. Bununla birlikte onun Kur’an’î verilerin farklı şekillerde kullanılsa da kendisine has özelliklerinin olduğu, bu nedenle Kur’an’ın bu farklılığının kabulü Newby’nin yukarıda bahsi geçen duruşunu biraz daha esnekleştirmektedir. Yine de Newby’de islâmiyyâtla aşılmaya çalışılan diyaloğun gerçek gayeleri çok açık değildir. Halperin’de de benzer sıkıntıları müşahede etmekteyiz. Özellikle müslüman-yahudi diyaloğu başlığında tahkik edilen bir kitapta makalesini yayınlayan Halperin metinsel iletişimle iki geleneği birbirine yaklaştırırken, Yahudiliğin önceliği olgusunu devamlı ajandasında tutarak kapalı da olsa her hangi bir etkileşimde peşinen İslam geleneğini alıcı konumunda görmektedir. Bu tür yaklaşımlar ise daha başlangıçta diyalog önüne bir set çekilmesi anlamına gelmektedir. Sonuç olarak, etkileri, gayeleri ve diyaloğa katkıları konusunda henüz çok net birşeyler söyleyemeyeceğimiz bu tür yaklaşımların artık gözardı edilmemesi gereken bir alan olarak araştırmacıların ilgi ve katktısını beklediği kanısındayım. Bu arada sizce Prof. Hilmî mi, yoksa Moshe Khon mu davayı kazanacak? Bence ikisi de...