sunuş Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı Terör ve Şiddetin Kökeni Teopolitik Değil Jeopolitik! Tüm dünya bir kez daha anlaşılması da çözümü de zor devasa bir sorunla karşı karşıya. Kendisini Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) olarak tanıtan amorf siyasi yapı, bir anda Suriye ve Irak’ın Sünni kesimlerinin yaşadığı alanlarda fiili bir teritoryal hakimiyet kurdu ve başkanını Halife ilan ederek Müslümanlara biat çağrısında bulundu. Sözde Emirul Müminin adına had cezaları uygulamaya, gayri Müslimlerden kelle vergisi (cizye) toplamaya başladı. En çok da kendisini ele geçirdiği yabancıların infaz görüntülerini sosyal medya üzerinden yayınlayarak tanıttı. Öldürenin İngiliz vatandaşı, öldürülenin ise Amerikan vatandaşı olmasına pek dikkat edilmedi. Herkes IŞİD’in davranışlarının arkasında yatan dini ve ideolojik arka plana, yani işin teopolitiğine odaklandı. Oysa IŞİD, ta başından beri jeopolitik bir konudur ve örgütün davranışlarının kime hizmet ettiği maalesef pek tartışılmıyor. Kimse şu soruların cevabını merak etmiyor: Orta Doğu’da ortaya çıkan her ciddi örgütün mutlaka temel ajandasının başında İsrail ve Filistin konuları yer alırken, bu yeni yapılanma neden Gazze savaşında dahi tavır alamadı? Musul’un işgali sonrasında örgütün güneye yönelip Bağdat’a gitmesi gerekirken, neden aniden Kuzeye yönelip Kürt bölgesine saldırmıştır? IŞİD, Suriye’de neden Esad rejimine karşı değil de, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve Kuzeydeki PYD kontrolündeki alanlara saldırmaktadır? Amaç yalnızca petrol kaynaklarının kontrolü müdür yoksa bölgedeki tüm aktörleri ABD yardımına muhtaç etmek midir? Arap Baharı sürecinde Suriye’deki iç çatışmalarda 200 bin kişinin hayatını kaybetmesine rağmen kılı- nı kıpırdatmayan NATO, ABD, Rusya, Çin ve elbette İran, bir anda barbarlığa karşı uygarlığı kurtarmak adına harekete geçtiler ve IŞİD’e karşı ortak askeri cephe oluşturdular. Diktatör Esad’ın bazen kimyasal silahları, bazen varil bombalarını ve bazen de açlık yöntemlerini kullanarak yaptığı vahşi katliamlar yeterince barbarca değil miydi acaba? Türkiye yıllardır tüm dünyaya Suriye’deki insanlık dramını anlatmak için çok uğraşmasına rağmen yaptığı her çağrı Batılı ülkelerinin sağır kulaklarına takıldı. Gerçeği görmek ve duymak istemediler. Şimdi Türkiye’nin de anti-IŞİD koalisyonuna kayıtsız şartsız katılması için akla hayale gelmedik baskı yöntemleri kullanıyorlar. Evet bugün en başta ABD başkanı Obama olmak üzere tüm dünya liderleri ciddi bir samimiyet sınavından geçiyor. IŞİD gibi örgütlerle tüm dünya elbette birlikte mücadele etmelidir. Ama onun kadar önemli olan bir şey ise, ortak koalisyonun aynı zamanda Esad rejiminin zulmüne son vermek için de harekete geçmesidir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, BM’de yaptığı tarihi konuşmasında dile getirdiği “Dünya beşten büyüktür” mesajı, bu bağlamda küresel sistemdeki sessiz çoğunluğun vicdanının hissiyatına tercüman olmuştur. Zira El Kaide, IŞİD, El Şebap ve Boko Haram gibi örgütler bir sebep değil, sonuçtur. Önemli olan Müslüman coğrafyasında bu patolojik yapıları ortaya çıkaran sosyo-ekonomik ve politik şartları düzeltmek için samimice çaba harcamaktır. İnsanlığın kalıcı barışı ancak daha adil bir dünya kurulduğu zaman mümkündür. Saygılarımla. icindekiler STRATEJIK DUSUNCE • Sayı: 59 • Ekim 2014 Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı İktisadi İşletmesi Adına Sahibi Dr. Nurol Canbolat Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Birol Akgün Yayın Kurulu Prof. Dr. Yasin Aktay Doç. Dr. Mehmet Şahin Dr. Murat Yılmaz Dr. Cemil Ertem Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca Orhan Miroğlu Aydın Bolat Alper Tan Prof. Dr. Muhsin Kar Prof. Dr. Murat Çemrek Doç. Dr. Yusuf Tekin Doç. Dr. Bekir Berat Özipek Bülent Orakoğlu Dr. M. Levent Yılmaz Danışma Kurulu Prof. Dr. Sacit Adalı Prof. Dr. Mustafa Aydın Prof. Dr. Şaban H. Çalış Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu Prof. Dr. Haluk Alkan Prof. Dr. Talip Özdeş Prof. Dr. Ali Şafak Prof. Dr. Mehmet Şişman Prof. Dr. Osman Can Doç. Dr. Yaşar Akgün Doç. Dr. Caner Arabacı Dr. Zafer Aydın Ecemiş Mehmet Akif Ak Bayram Girayhan Veli Şirin Sinan Tavukcu Yazı İşleri Müdürü Mehmed Cahid Karakaya Yayın Asistanları Adem Karaağaç İbrahim Kaya Reklam Sorumlusu Gamze Kılıç Yönetim Yeri Stratejik Düşünce Enstitüsü Çetin Emeç Bulvarı A. Öveçler Mah. 4. Cad. 1330 Sokak No: 12 Çankaya / Ankara Tel: 0 312 473 80 45 Faks: 0 312 473 80 46 Tasarım-Baskı Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti. Anadolu Bulvarı Meka Plaza No: 5/15 Gimat Yenimahalle - Ankara Tel: 0 312 397 16 17 Faks: 0 312 397 03 07 www.basakmatbaa.com Fotoğraflar AA, İHA, ShutterStock Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü temsil etmemektedir. 94 6 IŞİD ve Yeni Türkiye’nin Politik Paradigması Prof. Dr. Yasin Aktay 11 ABD Öncülüğünde Anti-IŞİD Koalisyonu Doç. Dr. Mehmet Şahin 14 “11 Eylül” Sendromu Gündem IŞİD Aydın Bolat 19 IŞİD Küresel Güçlerin Sopası mı? 24 IŞİD Karışıklığı 29 Batı Kendi Elleriyle Kendi Sonunu Hazırlıyor! Bülent Orakoğlu Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca Alper Tan 32 Nobel Barış Ödüllü Obama Nasıl Savaşçı Yapıldı? Prof. Dr. Birol Akgün 36 NATO’nun Arayışları ve Türk Dış Politikası Öner Buçukcu 40 Rusya ile Batı Arasında 44 Filistin’de Gazze Savaşı: Kazananlar ve Kaybedenler Zeynep Songülen İnanç Doç. Dr. Cevher Şulul 48 Gazzeli Misafirler 51 Türkiye ve Şanghay İşbirliği Örgütü 56 23 Haziran 1919 Tarihli Osmanlı Muhtırası Orhan Miroğlu Doç. Dr. Erkin Ekrem Sinan Tavukcu 61 İran’da Rehber Değişir mi? 64 Arap Ülkelerinin Türkiye’ye Bakışı Hayati Ünlü Dr. El-Sadık El-Fakih Röportajı 70 Ahmet Davutoğlu Hükümeti ve Hükümet Programı Dr. Murat Yılmaz 75 Yeni Türkiye’nin Kodları 78 Yeni Dönemde Yürütme Yapısında Değişim 81 Yeni Türkiye 84 CHP: Yeni Paradigma İhtiyacı 88 Militer Kolluktan Demokratik Güvenliğe Jandarma Teşkilatı Sığınmacı Sorununun Ekonomi-Politiği: Tarihsel Güncel Bir Yaklaşım Dr. Cemil Ertem 98 Yeni Bir Ekonomik Model Gerekli mi? Dr. M. Levent Yılmaz Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş Prof. Dr. Haluk Alkan Prof. Dr. Murat Çemrek Doç. Dr. Vahap Coşkun Yasin Turna 102 107 Dinin Siyasal İdeolojilere Teolojik Temel Oluşturması - II 108 Dünden Bugüne Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi (ATCOSS) Prof. Dr. Talip Özdeş Türkiye - Somali İlişkileri Konferansı SDE Haber SDE Haber 110 Bir Meslek Olarak Akademisyenlik Sempozyumu ve Sertifika Töreni SDE Haber 111 SDE Akademi Başvuruları Başladı 112 SDE 2014 Yaz Stajları Tamamlandı SDE Haber SDE Haber DIŞ POLİTİKA IŞİD ve YENİ TÜRKİYE’NİN POLİTİK PARADİGMASI Prof. Dr. Yasin AKTAY SDE Onursal Başkanı Ö ncelikle kabul etmeliyiz ki, IŞİD adıyla ortaya çıkan hadise basit birkaç nefret cümlesiyle karşılık verilebilecek veya ‘gerçek, ılımlı, hakiki’ sıfatlı İslamlara müracaat edilerek çözümlenebilecek bir hadise değil. Olay sanıldığından çok daha karmaşıktır. Kuşkusuz ideolojik çerçevesi İslam dünyasında tarihte her zaman çıkabilecek bir aşırılıktan besleniyor. Hz. Peygamber zamanında bile İslam’ın bizzat Allah Resulü tarafından sergilenen mükemmel örnekliğinden tatmin olamayıp daha fazlasını yapmanın daha doğru olduğunu zannedenler olurdu. Bir Ramazan günü gerçekleşen Bedir Savaşı şartlarında Peygamber orucunu açıp ashaba da açmayı tavsiye ettiğinde, takva adına buna direnenlerin olduğu rivayet edilir. Yine ashab arasında bütün günlerini oruçla geçirmenin, kadınlara yaklaşmamanın daha takvalı bir davranış olduğunu sananlar olmuştu da Allah Resulü’nün meşhur uyarısına, insan fıtratına, bedenin arzularına da saygı duymayı vaazeden uyarısına muhatap olmuşlardı. İslam dünyasında Harici temayül her zaman potansiyel bir sorun olmuştur. Görünürde son derece basit doğrulardan hareket ederek Müslümanlar ara- 6 EKİM 2014 Burada bast br soru soralım stersenz: IŞİD’n Irak’ta öldürdüğü nsan sayısı Mısır’da Raba meydanında 14 Ağustos 2013 tarhnde sadece br gün çnde öldürülen Mısırlı gösterclern sayısını geçt m? Mısır’da gerçekleşen bu nsanlık dışı hadselere veya Esad’ın hçbr şeklde karşılaştırılamayacak katlamlarına hçbr tepk göstermeyenlern bugün IŞİD’n tahrklerne büyük br seferberlk başlatarak gelmeler geçştrleblecek br soru değl. sındaki tartışma zeminini de felç eden mutlakçı sonuçlara ulaşan bir yaklaşım sergiler. Hz. Ali’ye karşı ‘hüküm Allah’ındır’ diyerek, tartışılamayacak bir ilkeyi yükselttiklerinde, Emir’ül Mü’minin’in neredeyse yürüyen Kur’an haline gelmiş varlığına vandalca saldırıda bulunmuş oluyorlardı. Hz. Ali bu çıkışı ‘onlar doğru söylediler ama doğruyu yerinden ettiler’ diyerek tabir etti. ‘Doğruyu söyleyip bâtılı kast etmek’ veya doğruyu tartışılamayacak, düşünülemeyecek, konuşulamayacak hale getirmek... Harici tutumun İslam tarihinde her zaman düşünceye ve siyasete karşı böylesi bir vandalizmi temsil ettiğini görüyoruz. İlk anda bir siyasal tutumun daha fazlasını, daha sıkısını, daha radikalini talep eder görünür. Oysa insan fıtratına karşı duran radikalizm, dîni hayattan koparır, zeminini kurutur, manasını tahrip, iradesini felç eder. Daha da kötüsü, bu radikalizmin kitlesel bir rağbet görmesidir. Günümüzün kitle iletişim aygıtlarıyla her türlü mesajın aşırı derecede çoğaltılabildiği ve etkisinin de yine aşırı derecede artırılabildiği bir ortamda sözün veya mesajın hiçbir anlamı kalmaz. IŞİD eliyle aşırı derecede gözün içine sokulan ‘İslam’, ‘İslam Devleti’, ‘Allahu Ekber’, ‘Resulullah’, ‘selef’, ‘cihad’ gibi kavramları, bunlara eşlik eden ölüm ve şiddet pornografilerinin etkileriyle bir kez daha tasavvur edin isterseniz. IŞİD’in tahrip etmeye yöneldiği, İslami siyasetin bütün kavram setinden ve siyasal meşruiyetinden başkası değil. Her biri bir popüler kültür nesnesine dönüşen bütün bu semboller, küresel ölçekteki pazarda mutlaka ciddi bir müşteri kitlesi bulur. Pazarda talep yaratıldığında başarılı bir sunuma bile gerek kalmaz, müşteri aradığını bulur. Kuşkusuz IŞİD gibi yapıların bu alanda faaliyet gösteren firmalar olarak parlamasına yol açan bu pazarın yönetimi bir tarafıyla Orta Doğu’da izlenmekte olan Batılı politikalarla yakından ilgilidir. İşin o yanına gelince, 11 Eylül saldırılarının hemen ardından George W. Bush’un, olaya olduk- ça naif karşılanan bir tepkiyle şu soruyu soruşunu unutamıyoruz: ‘Bizden neden nefret ediyorlar?’ Bu sorunun altında ABD’nin Orta Doğu’nun kalkınması için ne kadar büyük fedakârlıklar yapmakta olduğuna dair detaylı bir muhasebe vardı. Bu detaylar arasında ne ABD’nin soğuk savaş yıllarının başından beri Orta Doğu halklarına musallat olmuş uzun ömürlü diktatörlere verdiği koşulsuz desteklere ne de İsrail’in bölgenin bağrına bir hançer gibi saplanmış varlığına, Filistinlilere karşı işlemekte olduğu insanlık suçlarının her şeye rağmen ABD’nin sonsuz şefkatiyle hoş görülmesine dair en ufak bir değini vardı. Bugün IŞİD’in veya El-Kaide’nin veya faaliyetlerinin bir yerlerde planlanmış olma ihtimalini yok saysak bile, Orta Doğu’da sürekli beslenen bir şiddet ortamının ürettiği bir nefretin sonucu olduğunu kimse görmezden gelemez. Aslında Bush’un sorusunun cevabından ziyade bu soruyu gerçekten inanarak sormuş olması daha fazla hayreti mucipti. O kadar ki, Bush’un gerçekten bu sorunun cevabını merak ettiğine inanmak mümkün değildi. Çünkü Orta Doğu’da ABD’nin hem mevcut rejimlerle hem de İsrail ile varolan ilişkisinin ona karşı nefretten başka bir şey üretmiyor olduğunu görmemek mümkün değil. İnsanların kendi hayatlarını iyileştirmeye dönük çabalarının ve arayışlarının bir ifadesi olarak siyasal zemin felç edildiğinde kynizm, radikalizm ve şiddet içerikli tepkilerin ortamı belirleyici tutumlar haline gelmesi gayet doğaldır. Bu tutumların belirlediği ortamda siyaset şu veya bu gerekçelerle askıya alınır ve olağanüstü haller süreklilik kazanır. IŞİD benzeri yapıların İslam kültüründen yanlış-beslenme sonucu olarak görülebilecek bir yanları elbette ki var ancak bugün bu şekilde ortaya çıkışında İslam kültürünün patoloji performansını çokça aşan başka bir boyut var. IŞİD ne kadar bu kültürün ürünü ve ne kadar onu araçsallaştıran aklın bir sonucudur? Bu soruya ihtimamla eğilmek gerek. EKİM 2014 7 Bzzat kend halklarını kendne tehdt gören Muhaberat tarzlarına alışık olan esk Türkye’nn ve bölgesel şbrlkçlernn MİT yardımlarını teröre yardım olarak yansıtmaya çalışmasına bu açıdan bakılmalı. Onlar yaşatmaya, nsan hayatını kurtarmaya odaklanmış br sthbarata bell k çok yabancılar. Ona da alışacaklar. IŞİD’e Hayat Verenler, Onu Öldürmeye Çalışıyor Şimdi 11 Eylül 2001’in 13. yıldönümünün arifesinde, Obama’nın teröre karşı ilan ettiği yeni savaşın ardından büyük bir hızla başlayan hareketlilik bölgemizde uzun süreli bir savaşın cereyan edeceğini işaret ediyor. ABD bölge ülkelerinden müteşekkil bir koalisyon oluşturarak IŞİD’e karşı baştan itibaren uzun süreceği öngörülen bir mücadelenin planlamasını yapıyor. ABD’nin önce savunma bakanı, ardından Dışişleri Bakanı John Kerry bölge ülkelerinin yanı sıra Türkiye’ye de ziyaretlerde bulundu. Bu ziyaretlerde Türkiye’nin de bu koalisyona mümkün olan bütün gücüyle ve desteğiyle katılması bekleniyor. Ancak baştan itibaren karaya ayak basmayacağını ilan eden ABD’nin bölge ülkelerinden ve bilhassa Türkiye’den beklentisine dair sergilediği niyet, bu savaşın mahiyetini ve kapsamını da ortaya koyuyor. Bütün görüşmeler ve bilhassa Türkiye’ye yönelik trafik, Irak’a karşı 2003 yılında girişilen işgal öncesi temasları andırıyor. Ama bu sefer iş biraz daha farklı... Saddam’a karşı kampanya oldukça kuşkuluydu, uydurma olduğu sonradan iyice kesinleşen deliller bahane edilerek Irak’ın işgaline yol açılıyordu. Oysa şimdi IŞİD’in öyle veya böyle tehlikeli ve herkese zararlı bir terör örgütü olduğunda kimsenin kuşkusu yok. IŞİD’in varlığının ve faaliyetlerinin birinci dereceden zarar verdiği ülke hiç kuşkusuz Türkiye. O yüzden IŞİD belasının def edilmesi her şeyden önce Türkiye’nin arzusudur. Ancak bu belanın defedilmesi için harekete geçen koalisyonun ne kadar güvenilir olduğu ve gerçekten bu belanın defedilmesini ne kadar istediği konusunda tablo o kadar net değil. IŞİD’i bitirmeye mi çalışıyorlar yoksa IŞİD sayesinde farklı planlar mı uygulanmaya çalışılıyor? IŞİD’in video şovları kimi neye davet ediyor? Bir defa IŞİD’i def etmek için öncelikle iyi tanınması, onu doğuran şartların iyi tahlil edilmesi gerekiyor. Bunun tespitine dairse ne ABD’nin ne de ABD’nin davetiyle koalisyona katılan ülkelerin dişe dokunur bir yaklaşımı sözkonusu. Daha 8 EKİM 2014 önce de söyledik. IŞİD her şeyden önce Suriye’de Esad’ın bir terör ve entrika örgütüne dönüşen varlığının ortaya çıkardığı bir sonuç. 3,5 yıldır bizzat kendi halkının iki yüz binden fazlasını en feci şekillerde katleden Esad’ın bir türlü harekete geçiremediği uluslararası hümanizmin, IŞİD’in video şovlarıyla gerçekleştirdiği cinayetlerle hızla harekete geçiyor olması gerçekten çok manidar. IŞİD’in Türkiye için son derece zararlı bir tehdit ve tehlike oluşturduğunda kuşku yok. Ama IŞİD nedir? Daha bunun cevabını veremeden ona karşı yürütülecek bir savaş en iyi ihtimalle karanlığa yumruk sallamak olmaz mı? Kuşkusuz daha kötü ihtimal, birilerinin bizi bu sefer IŞİD dolmuşuna bindirerek bölgede uzun süre devam edecek bir istikrarsızlığın birincil hedefi haline getirmeye çalışması. Bölgede Mısır’ın darbeci yönetimi, Esad ve Maliki uzantılı örgütler var olmaya devam ettikçe IŞİD ve benzeri yapıların altyapısı hiçbir zaman çökmez. Bir IŞİD biterse mutlaka başka IŞİD’ler çıkar. ABD’nin kurmaya çalıştığı koalisyon içinde Körfez ülkeleri de var ki, zaten IŞİD’i doğuran bu siyasi koşulların birincil sorumluları onlar. Üstelik onların özellikle Mısır’da yürüttükleri siyasete başta ABD olmak üzere Avrupa ülkelerinin de bir itirazı yok. Burada basit bir soru soralım isterseniz: IŞİD’in Irak’ta öldürdüğü insan sayısı Mısır’da Rabia meydanında 14 Ağustos 2013 tarihinde sadece bir gün içinde öldürülen Mısırlı göstericilerin sayısını geçti mi? Mısır’da gerçekleşen bu insanlık dışı hadiselere veya Esad’ın hiçbir şekilde karşılaştırılamayacak katliamlarına hiçbir tepki göstermeyenlerin bugün IŞİD’in tahriklerine büyük bir seferberlik başlatarak gelmeleri geçiştirilebilecek bir soru değil. Türkiye IŞİD belasını mutlaka en iyi şekilde analiz etmeye çalışıyor ve ona karşı alınacak daha sağlıklı tedbirler hususunda kendi tezlerini ortaya koyuyor. O yüzden apar topar, yangından mal kaçırır gibi oluşturulmaya çalışılan bu koalisyona ihtiyatla yaklaşıyor. Diğer taraftan, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu şimdiye kadar hükümete karşı hiç göstermediği bir ‘olumlu muhalefet’ yaklaşımını bir anda IŞİD’e karşı koalisyona katılım konusunda sergiliyor. IŞİD’e karşı savaşılacaksa desteğe hazırız diyor. Bu göz yaşartıcı destek açıklamasının sebebi ne acaba? Hani bayram değil seyran değil ya! Sen IŞİD’in ne olduğunu gerçekten çok mu biliyorsun? Kesinlikle IŞİD’e karşı bir mücadele gerekiyor, ama ya bu mücadele biraz da Esad’la daha fazla karşı karşıya gelmeyi gerektiriyorsa Kılıçdaroğlu bu desteğine devam edecek midir? Bu da cevabını merakla bekleyeceğimiz bir başka soru. Türkiye’nin İnsan Odaklı Dış Politikası ‘Operasyon denilince akla sadece silahla, havadan uçaklarla bombalayarak yapılanı gelmez. Diplomasiyle, görüşerek ve sonuç almayı hedefleyen operasyon da vardır’. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu ifadeleri, Yeni Türkiye’nin yeni operasyon anlayışını da tasvir ediyor. Gerçekten de kendi çözüm süreci de dâhil olmak üzere son zamanlarda Türkiye bu operasyon anlayışıyla daha iyi sonuçlar aldığını cümle âleme gösteriyor. Konuşarak, anlamaya çalışarak, diplomasiyle veya siyasetle sonuç alıyor. Hedeflenen sonuç nedir? Tabii ki o da yeni devletin yeni anlayışını işaret ediyor: ‘İnsanı yaşatmak’. Türkiye gencecik insanları ölmesin, analar, babalar ağlamasın diye devletin bütün imkânlarını seferber ederken, savaşmak yerine çözümü, siyaseti, diplomasiyi, konuşmayı tercih ediyor. Sadece kendi insanını önemsemiyor Türkiye. Etrafımızda yangın yerine dönmüş her noktadan insanların hayatlarını kurtarmak için bir sığınak rolü oynuyor. 101 gündür, dünyanın en kanlı terör örgütü ilan ederek karşısında seferber olmaya hazırlandığı IŞİD’in elinde rehin bulunan 49 konsolosluk görevlisini bu anlayışla sağ salim kurtardı. Kurtarma operasyonu silah kullanılarak, çatışarak, zor kullanarak yapılmadı. Aksine bu mutlu sonuç, 101 gündür büyük bir hassasiyetle devam eden ince diplomasi ve istihbarat işçiliğiyle elde edildi. Bütün dünyada IŞİD’e karşı sert bir kampanyanın harekete geçtiği esnada Türkiye bu kampanyaya daha hamasi ve işgüzar bir üslupla katılmak yerine önceliğini IŞİD’in elinde bulunan vatandaşlarının sağ salim kurtulmasına verdi. Yanlış bir söz ve hareket, şimdiye kadar alışık olduğumuzdan çok farklı bir zihniyete ve karaktere sahip olan IŞİD’çilerin elindeki vatandaşlarımızın hayatını tehlikeye atabilirdi. Va- EKİM 2014 9 DIŞ POLİTİKA ABD ÖNCÜLÜĞÜNDE ANTİ-IŞİD KOALİSYONU tandaşının hayatını koruma konusunda Türkiye’nin sergilediği bu hassasiyet son zamanlarda AK Parti hükümetinin Yeni Türkiye dediği anlayışın tipik tezahürü. Yeni Türkiye çözüm sürecini de bu ilkesel düzeyde temellendiriyor. Bu ilkesel anlayışa göre bir devleti devlet kılan sadece kullandığı güç üzerindeki tekeli değil, o gücü kendi vatandaşlarının hayatını, güvenliğini korumakta ne kadar başarılı olduğudur. İnsanını koruyamayan, hatta bizzat kendi vatandaşlarının hayatına bir tehdit haline gelmişse o devletin bir meşruiyeti yoktur. Ne yazık ki, Orta Doğu tam da bu anlamda meşruiyetini kaybetmiş, yani kendi vatandaşının hayatına karşı tehdit oluşturmakta olan devletlerle dolu. Bu tezahür etrafındaki birçok ülkenin kendi vatandaşının hayatına karşı sergilediği cömertlik veya lakaytlıkla bir arada düşündüğümüzde nasıl bir fark oluşturduğunu daha iyi takdir ederiz. Türkiye, kendi vatandaşının hayatına karşı sergilediği bu hassas tutumu her biri kendi vatandaşları için bir cehenneme dönüştürülmüş olan bölge ülkelerinin 10 EKİM 2014 hepsinden kaçmak durumunda kalanlara karşı da sergilemek suretiyle insani yaklaşımını evrensel bir çerçeveye kavuşturuyor. Türkiye’nin farkı istihbarat örgütlerinin yaklaşımına da aynı şekilde yansıyor. Etrafındaki ülkelerin muhaberatları kendi halklarını kendine düşman olarak seçip, kendi halklarına karşı sinsi bir muhaberat düzenini kurmaya çalışırken, Hakan Fidan yönetimindeki Türk İstihbaratı, bütün zekâsını ve performansını insanı yaşatmaya adamış durumda. Bölge tarihinin gördüğü en karmaşık örgütün elindeki rehineleri sağ salim kurtarmaya çalışırken, bir yandan da bu ülkelerin muhaberatları altında ölümlerden ölüm beğenmek durumunda kalan halklara ölüm dışında hayat yardımları ulaştırmakla meşgul oluyor. Bizzat kendi halklarını kendine tehdit gören Muhaberat tarzlarına alışık olan eski Türkiye’nin ve bölgesel işbirlikçilerinin MİT yardımlarını teröre yardım olarak yansıtmaya çalışmasına bu açıdan bakılmalı. Onlar yaşatmaya, insan hayatını kurtarmaya odaklanmış bir istihbarata belli ki çok yabancılar. Ona da alışacaklar. Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN SDE Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü N ihayet, Eylül ayı başında Suriye ve Irak siyasal olarak çöktükten sonra Amerika Birleşik Devletleri harekete geçme kararı aldı. IŞİD, Irak’ta doğup, Suriye’de güçlenene ve Irak’ın başta Musul olmak üzere önemli Sünni kentlerini ele geçirene kadar hareket edilmedi. Neredeyse, Suriye ve Irak’ın Sünni bölgelerinin tamamen IŞİD’in kontrolüne geçmesi beklendi. Ne zaman, IŞİD örgüt olmanın ötesine geçip Erbil ve Bağdat’ı tehdit etmeye başlayınca ABD harekete geçme gereği duydu. Tabi, bu arada IŞİD’in kafa kesme görüntüleri başta olmak üzere yapmış olduğu eylemlerle uluslararası kamuoyu IŞİD karşıtı bir koalisyonun oluşturulması için hazır hale getirilmiş oldu. Anti-IŞİD koalisyonu için ilk adım NATO’nun 4 Eylül 2014 tarihindeki Galler toplantısında atıldı. NATO’nun söz konusu Galler toplantısında en önemli gündem maddesinin Ukrayna’daki gelişmeler olması bekleniyordu fakat beklenildiği gibi olmadı. Toplantının en önemli maddesi IŞİD oldu. ABD Başkanı Barack Obama yaptığı konuşmada IŞİD’e karşı harekete geçmenin zamanının geldiğini beyan ederek yeniden teröre karşı bir savaş sürecinin başlayacağını duyurdu. ABD’nin IŞİD Stratejisi Obama yaptığı açıklamada IŞİD’e karşı uygulanacak stratejinin nasıl olacağının işaretlerini verdi. Buna göre; EKİM 2014 11 IŞİD’e karşı yürütülecek olan ABD öncülüğündek planın y kurgulanmadığı, sonuç odaklı br yaklaşımla yürütülmedğ açıkça anlaşılmaktadır. IŞİD neden değl, sonuçtur. Surye ve Irak’tak durum IŞİD’ ortaya çıkarmıştır. Bu nokta göz önünde bulundurulmadığı sürece, yan sonuç değl de neden olarak görüldüğü sürece, çözüme yanlış yerden başlanmış olacağından sonuç alınması zorlaşacaktır. 1) IŞİD’e karşı sistematik hava saldırıları düzenlenecek. Bugüne kadar yürütülen politikadan farklı olarak, Irak’taki hava saldırıları sadece Amerikan personelini korumanın ve insani yardımların ötesine geçecektir. Kısaca, ABD, IŞİD’e karşı olan koalisyonun öncülüğünü yapacak ve bunun için hava harekatına ağırlık verecektir. 2) IŞİD’e karşı ABD stratejisinin ikinci ayağı ise, sahada IŞİD’e karşı mücadele edecek güçlere var olan desteklerinin artırılacak olmasıdır. ABD, bu kapsamda, Bağdat ve Erbil’e bağlı güçlerin eğitim, istihbarat ve askeri ekipmanlarının artırılmasını planlamaktadır. Obama, Amerikan güçlerinin geçmişte olduğu gibi Irak’ta bir daha muharip misyon üslenmeyeceğini ve yeni bir kara harekatına girmeyeceklerini açıkça beyan etti. Bunun yanında, Obama Suriye’de de Esad karşıtı ılımlı muhaliflere askeri yardımların artırılacağını belirterek bu konuda muhaliflere daha fazla ekipman ve eğitim verilmesi için Kongre’ye kaynak sağlanması için çağrıda bulundu. 3) Stratejinin üçüncü ayağı olarak, Obama yaptığı açıklamada IŞİD’in saldırılarını önlemek ve teröre karşı etkili olabilmek için ortaklarıyla birlikte çalışacaklarını söyledi. Obama, ortak hareket ederek IŞİD’in fon kaynaklarını kesileceğini, istihbaratın artırılacağını, savunmalarını güçlendireceklerini ve IŞİD’in yabancı savaşçılarını önleyeceklerini beyan etti. 4) Son olarak, ortaklarla birlikte hareket edilerek insani yardımların artırılacağı vurgulandı. 12 EKİM 2014 Obama’nın açıklamalarından da anlaşıldığı üzere, ABD teröre (IŞİD) karşı savaşında yalnız hareket etmeyeceğini, ortaklarıyla birlikte hareket edeceğini açıkça ortaya koymuş oldu. Bunun için, ilk önce bu savaşın sadece ABD’nin, Batı’nın değil tüm dünyanın savaşı olduğu anlatılarak işe başlandığı görülmektedir. Bu uğurda, IŞİD’in yapısı, ideolojisi ve eylemleriyle herkes ve her ülke için tehdit olduğu anlatımı başladı ve IŞİD’e karşı ilk çekirdek grup NATO’nun Galler’deki toplantısında şekillenmeye başladı. IŞİD’e Karşı Koalisyonda Bölgesel Koalisyon: Cidde Toplantısı ABD Başkanı Obama’nın IŞİD’e karşı planını açıkladıktan sonra koalisyonu genişletme yönünde ilk somut adım Suudi Arabistan’ın Cidde kentinde atıldı. Cidde’deki toplantıya ABD, Suudi Arabistan, Irak, Mısır, Ürdün, Lübnan, Katar ve Türkiye dahil 5 Körfez ülkesi olmak üzere 10 Arap ülkesi katıldı. ABD ile Arap ülkeleri arasında ortak bir bildiriye imza atıldı. Türkiye, söz konusu bildiriye imza koymadı. ABD ile 10 Arap ülkesi arasında imzalanan bildiriye göre; İmzacı Ülker 1) IŞİD’e karşı askeri mücadeleyi uygun görüyorlar ve bunun için birçok alanda yer alacaklarını kabul ediyorlar. 2) IŞİD’e finansal desteği engellemek için çaba göstereceklerini ve komşu ülkelerden yanabcı militan akışını engelleyeceklerini beyan ediyorlar. 3) IŞİD’den zarar gören gruplara ve örgüt tehdidi altındaki devletlere yardım edecekleri taahhüdünde bulunuyorlar. ABD, S. Arabistan’ın Cidde kentinde 10 Arap ülkesi ile İŞİD karşıtı bir bildiriye imza koyarak NATO’nun Galler toplantısında NATO ülkelerinden almış olduğu IŞİD karşıtı desteğe bölgesel bir boyut katmış oldu. Sünni Arap ülkelerinin desteğini alarak IŞİD karşıtı koalisyona bölge ülkelerini ekleyerek IŞİD karşıtı koalisyonu güçlendirmiş oldu. IŞİD Karşıtı Koalisyonu Genişletmede Yeni Girişim: Paris Toplantısı 15 Eylül’de 40’a yakın ülkenin destek verdiği IŞİD’e karşı oluşturulan koalisyonun temsilcileri örgüte karşı ortak stratejinin belirlenmesi için Fransa’nın başkenti Paris’te bir araya geldi. Paris toplantısında, IŞİD’in sadece Irak ve Suriye için değil aynı zamanda bölge ve küresel bir tehdit olduğu vurgulandı ve bu uğurda ortak hareket etmenin gereği üzerinde duruldu. Orta Doğu’nun ve Batı’nın önemli ülkeleri IŞİD’i ortak bir tehdit olarak tanımladılar ve bu ortak tehdide karşı birlikte hareket etmek gerektiği konusunda iradelerini beyan ettiler. Paris toplantısıyla birlikte IŞİD karşıtı koalisyon yaklaşık olarak 40 kadar ülkenin desteğiyle önemli oranda şekillenmiş oldu. Birleşmiş Milletler 69. Genel Kurulu toplantısının ana gündem maddesi beklenildiği üzere IŞİD oldu. Hem BM çatısı altında yapılan toplantılarda hem de bu toplantı için New York’a gelen devlet temsilcileri arasında IŞİD meselesi en çok konuşulan konuların başında geldi. Türkiye örneğinde olduğu gibi IŞİD’e karşı oluşan koalisyona yeni katılan ülkeler oldu. Anti-IŞİD Koalisyonunun Başarı Şansı Anti-IŞİD koalisyonuna katılan ülkelerin sayısı her geçen gün artsa da ABD tarafından ortaya konan ve sürdürülen planın IŞİD’e karşı başarılı olma şansı kolay gözükmemektedir. Niye mi? İlk önce, IŞİD’e karşı yürütülecek olan ABD öncülüğündeki planın iyi kurgulanmadığı, sonuç odaklı bir yaklaşımla yürütülmediği açıkça anlaşılmaktadır. IŞİD neden değil, sonuçtur. Suriye ve Irak’taki durum IŞİD’i ortaya çıkarmıştır. Bu nokta göz önünde bulundurulmadığı sürece, yani sonuç değil de ne- IŞİD’e karşı yapılacak olan operasyonlardan sonuç alınmak stenyorsa mutlaka Irak ve Surye’dek Sünn Araplar IŞİD’den ayrı tutulup, IŞİD karşıtı plana dahl edlmeldr. Aks takdrde, IŞİD karşıtı yapılan operasyonları Sünn Araplar kendlerne karşı yapılan grşm olarak algılayacaklardır. Bu durum, IŞİD’ zayıflatmaz, onun tabanını daha da genşletr. den olarak görüldüğü sürece, çözüme yanlış yerden başlanmış olacağından sonuç alınması zorlaşacaktır. İkinci olarak, Irak ve Suriye’deki Sünni Araplar IŞİD’den ayrı tutulup onların desteği alınmadıkça IŞİD’e karşı kaç ülke hangi kapasiteyle katılırsa katılsın, IŞİD’i ortadan kaldırmak kolay olmayacaktır. IŞİD’in güç kazandığı hem Irak’ta hem de Suriye’de Sünnilere onurlu bir çıkış sağlanmadığı ve tüm diğer gruplar gibi eşit siyasal katılım sağlanmadığı sürece IŞİD’e karşı şaşalı bir şekilde hazırlanan planların sonunda yapılan operasyonlar sadece çimleri biçmek olacaktır. Bu yüzden, IŞİD’e karşı yapılacak olan operasyonlardan sonuç alınmak isteniyorsa mutlaka Irak ve Suriye’deki Sünni Araplar IŞİD’den ayrı tutulup, IŞİD karşıtı plana dahil edilmelidir. Aksi takdirde, IŞİD karşıtı yapılan operasyonları Sünni Araplar kendilerine karşı yapılan girişim olarak algılayacaklardır. Bu durum, IŞİD’i zayıflatmaz, onun tabanını daha da genişletir. ABD, bölgedeki Sünni Arap ülkelerini IŞİD karşıtı koalisyona dahil ederek söz konusu bu algıyı (Sünni karşıtlığı) kırmak istese de, Suriye ve Irak Sünnileri IŞİD karşıtı koalisyonun içinde olmadığı sürece, ABD’nin girişimi sonuç vermeyecektir. EKİM 2014 13 DIŞ POLİTİKA “11 EYLÜL” SENDROMU GÜNDEM IŞİD Aydın BOLAT SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı ABD , 13 yıl aradan sonra tam da “11 Eylül 2001”in yıl dönümünde dünyaya “ya bizimlesiniz ya da teröristlerle” çıkışını yineledi! Kendisinden beklenmedik bir şekilde Barack Hüseyin Obama, aynen selefi George W. Bush gibi seslendi: “Ülkemizi tehdit eden teröristleri nerede olurlarsa olsunlar, vuracağız. Eğer Amerika’yı tehdit ediyorsanız, sığınacak güvenli bir yer bulamayacaksınız. Ama bu sadece bizim savaşımız değil. Bu terörist tehdidi etkisiz hale getirmek için geniş bir koalisyona liderlik edeceğiz. Hedefimiz; 14 EKİM 2014 kapsayıcı ve sürdürülebilir bir terörle mücadele stratejisiyle IŞİD’in gücünü azaltmak ve tamamen yok etmektir.” Yani 13 yıl sonra yine “11 Eylül”. Dün “Batı ittifakı”, bugün “Çekirdek Koalisyon”; dün Bush, bugün Obama; dün El Kaide/Taliban, bugün IŞİD; dün ikiz kuleler, bugün iki Amerikalı gazeteci; dün Afganistan, bugün Irak/Suriye. Vurulan kim Müslümanlar! Tarih tekerrür ediyor, senaryo yeniden yazılıyor… Obama’nın dünyayı pek heyecanlandırmayan IŞİD ile mücadele stratejisi dört aşamalı. IŞİD’e yönelik sistematik hava saldırıları, sahada teröristlerle mücadele eden güçlere (Irak ordusu, Kürt güçleri) destek ve ekonomik ambargo, istihbaratın artırılması ve yabancı savaşçıların katılımının önlenmesi, insani yardımlar. Ayrıca ABD güçleri muharip misyon üslenmeyecek, kara savaşına girmeyecek. Suriye’de IŞİD’e karşı kendi halkına terör saçan ve meşruiyetini yitiren Esad rejimine bel bağlanamayacağı ve muhaliflerin güçlendirilmesi dile getirildi. Obama’nın başkanlığı sırasındaki “en Amerikan yanlısı ve en vatansever” tondaki konuşması olarak nitelendirdikleri duruşunu Cumhuriyetçiler de desteklediler. Obama’nın “Çekirdek Koalisyon” olarak isimlendirdiği ittifakta 10 ülkenin (ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Danimarka, Polonya, Kanada, Avustralya ve Türkiye) adı geçmişti. Galler’deki NATO zirvesinde başlatılan süreç Suudi Arabistan/Cidde’de Sünni devletler (Arabistan, Mısır, Ürdün, Katar, BAE, Türkiye) ve ABD arasında yapılan terör zirvesinde olgunlaştırılmaya çalışıldı. Türkiye, Cidde’deki anlaşmaya kendine özgü hassasiyetlerinden dolayı imza koymadı. Öncesi ve sonrasında ABD Savunma Bakanı Hagel ve Dışişleri Bakanı Kerry’nin çabaları da sonuçsuz kaldı. Ankara, ABD’nin IŞİD Planı’nı yetersiz, hatta tehlikeli buluyor. Türkiye’nin bölgeye insani yardım bağlamında kısıtlı destek verebileceği öngörülüyor. ABD ve Batı böyle bir koalisyonda Türkiye’nin ne kadar ileri gidebileceğini test ederken, Türkiye’nin etkin rol alması için de bütün güçlerini kullanıyorlar. Tıpkı Malatya/Kürecik Füze Kalkanı’nda olduğu gibi... Ancak Türkiye-ABD ilişkileri 2003 Teskere Krizinde olduğu yerde duruyor. Türkiye artık bağımsız bir ülke, ABD’nin anlamak istemediği de zaten bu. Cidde toplantısında Kerry’nin cebinden çıkartıverdiği kâğıdı imzalamaması işte bundan. Bölgeyi kuru gürültüyle yapıverilen oldu-bittiler bu hala getirdi zaten. İşin özeti Irak ve Suriye ABD’nin bildiği ve görmek istediği gibi de değil. Dünya eski dünya değil; Türkiye de eski Türkiye hiç değil! Batı Operasyonlarının Hedefindeki İslam Coğrafyasının Acıklı Tablosu Afganistan’da önce Sovyet sonra ABD ve Batı işgalindeki savaşlarda 3,6 milyon insan katledildi. 7,2 milyon insan sakat kaldı, milyonlarca mülteci mem- 13 yıl sonra yine “11 Eylül”. Dün “Batı ittifakı”, bugün “Çekirdek Koalisyon”; dün Bush, bugün Obama; dün El Kaide/Taliban, bugün IŞİD; dün ikiz kuleler, bugün iki Amerikalı gazeteci; dün Afganistan, bugün Irak/Suriye. Vurulan kim Müslümanlar! Tarih tekerrür ediyor, senaryo yeniden yazılıyor… leketlerini terketti... Irak’ta işgal öncesi ambargo döneminde 900 bin bebek ilaç ve aşı olmadığı için öldüler. ABD işgalinden sonra 1,2 milyon insan katledildi. Bir bu kadar insan sakat kaldı, bir o kadarı mülteci oldu yerini yurdunu terk etti. Suriye’de üç yılda 200 bin insan Esad’ın zalim saldırılarıyla katledildi. 5 milyon mülteci var. Daha dün Gazze’de üç ayda 2000 masum sivil dünyanın gözünün önünde İsrail bombalarıyla can verdi. 11 bin insan yaralandı. Mısır’da, Libya’da, Tunus’ta, Yemen’de, Pakistan’da, Somali’de, Sudan’da, Lübnan’da, Arakan’da, Urumçi’de, Çeçenistan’da ve Bosna’da 1979 yılından itibaren 11 milyon Müslüman ABD, Batı, İsrail, Rus, Çin ya da onların taşeronu, tetikçisi ve kukla işbirlikçileri tarafından katledildiler, milyonlarcası da sakat bırakıldılar, tecavüze uğradılar, işkence gördüler, sürüldüler, mülteci oldular, ezildiler ve hapsedildiler… Savaş, terör, işgal, sürgün, mülteci, ateş, yangın, ölüm, katliam, zulüm, işkence hep İslam coğrafyasında… Bu durumun çok şeyleri anlatıyor olması gerekiyor. Bütün bunların sebepleri nelerdir, failleri kimlerdir? Bu korkunç tablo neyin neticesidir? IŞİD Sebep Değil Bir Sonuçtur! IŞİD; ABD, Batı, İsrail işgallerinin, zulümlerinin, cinayetlerinin, sömürülerinin, istismarlarının sonucudur. Zalim Esad rejiminin katliamlarının, kendi halkına tecavüzlerinin, dışarıyla işbirliğinin ve desteğinin sonucudur. Eski Irak Başbakanı Nuri El Maliki’nin ayırımcı şiddetinin, yanlış ve mezhepçi politikalarının sonucudur. Adaletsiz, ikiyüzlü, ilkesiz ve değersiz uluslararası küresel sisteme isyanın bir sonucudur. İnsanlık dışı EKİM 2014 15 üretilen, neo-oryantalist stratejiler geliştirilen, saldırılarına gerekçeler yaratılan silahlı terör grupları; her şeyden önce Batı küresel sisteminin; günahlarının bedeli, adaletsizliklerinin isyanı, işgallerinin, katillerinin, zulümlerinin tepkisi, emellerinin Truva atı, korkularının frankeştaynı ve amaçlarının hedef tahtasıdır. Bugünah keçisi dün El Kaide, Taliban, Hamas, El Fetih, İhvan idi bugün IŞİD. baskıların, çaresizliğin, umutsuzluğun, psikolojisini ve kimyasını kaybedenlerin daha doğrusu kaybedecek hiçbir şeyi kalmayanların cinnet sendromudur. IŞİD; ABD, Batı, İsrail merkezli adaletsiz, köhnemiş ve emperyalist küresel uluslararası sistemin; ikiyüzlü, çifte standartlılığının yüzkarası, İslam düşmanlığının şamar oğlanı, insanlık vicdanındaki radikal tepkisidir. Düşmanını, muhalefetini kendisinin yarattığı, bataklığını kendisinin yaptığı, virüsünü kendisinin yaydığı, mücadelesini de kendisinin başlattığı bir küresel projesidir IŞİD. Kurarken de, yaşatırken de, öldürürken de tükettiği, çıkar devşirdiği ve alçakça istismar ettiği sahte ve kahpe savaşının kum torbasıdır IŞİD. Saldırı gerekçesi, savaş figüranı ve hedef tahtasıdır. ‘Arap Baharı’nda Türkiye’nin Duruşu, Tezleri ve Çağrıları Paylaşılsaydı Tepkiler ve İsyanlar Radikalleşmezdi “Arap Baharı”nda Türkiye ne dedi, neyi savundu ve destekledi? ABD, Batı ve İsrail nasıl baktı, nerede durdu ve kimleri tercih etti? Türkiye; Arap dünyasındaki barışçıl hak taleplerine, özgürlük çığlıklarına, halkın despot rejimlere isyanına, demokrasi isteklerine; Tunus, Libya, Mısır, Filistin, Suriye ve Irak’ta destek verirken, demokratik ve barışçı muhalefete yardım ederken, Batı’yı ve bütün dünyayı bu haklı talebi desteklemeye davet ederken bu çağrıya dudak bükenler, itibar etmeyenler hatta tam tersi seçilmiş yönetimlerin darbelerle yıkılmasına arka çıkanlar, özgürlük arayanların karşısındaki zalim diktatörleri kollayanlar, onlara zaman ve fırsat kazandıranlar daha da öte seçim, demokrasi, özgürlük diyenleri ‘terörist’ olarak yaftalayanlar, onların demokratik kazanımlarını hor gören, küçümseyen ve ezenler şimdi IŞİD’le savaş, teröre karşı ittifak ve “Çekirdek Koalisyon” diyerek Bush gibi ‘haçlı seferi’ düzenliyorlar. Bunu ABD, İngiltere, Fransa, Alman- 16 EKİM 2014 ya ve İsrail yapıyor. Haçlı-Yahudi ittifakı yapılıyor. İhvan’ı, Hamas’ı, El Fetih’i, Özgür Suriye Ordusu’nu samimi bulmayanlar, terörist yapılanmalar olarak ezmeye kalkanlar şimdi radikalleşen muhalefeti, zıvanadan çıkan tepkisel şiddeti, IŞİD’i, El Nusra’yı tepeleyelim diye Batılı müttefiklere, Türkiye’ye, İslam Dünyasına seferberlik çağrıları yapıyorlar. Ne kadar samimiyetsiz, ne kadar çıkarcı ve değersiz, herkesi aptal zanneden kibirli bir tavır... Çünkü onlar mahallenin kabadayısı, raconu onlar keser, kararı onlar verir, dövüleceği, sövüleceği, öldürüleceği onlar bilir. Ne diyorlarsa o. Oyunu onlar kuracak, kuralları onlar koyacak, herkes de ona uyacak. İşte artık Türkiye buna hayır diyor, buna ‘one-minute’ çekiyor ve dur bakalım diyor. “Buyurun, hadi yürüyün bir görelim” diyor. Bugün gelinen konjonktür gösteriyor ki, “Arap Baharı” sürecinde değerler siyaseti yapan, hak taleplerinin, özgürlüklerin, demokrasinin ve barışçı tepkilerin yanında duran; diktatörlere, despotlara, darbecilere karşı duran Türkiye haklı çıktı. Kendi değerlerini yiyen, çıkarlarını önceleyen, dürüst davranmayan ve çifte standart uygulayan Batı haksız çıktı, yanlış yaptı ve kaybetti. Şimdi ‘yavuz hırsız’ rolü oynuyor. Batı, Çıkarlarıyla İlgisi Olmayan Hiçbir Yere İnsani Nedenlerle Müdahale Etmemiştir Zalim diktatörlere karşı halkı temsil eden muhalefeti, Müslüman Kardeşler’i, Hamas’ı, Özgür Suriye Ordusu’nu desteklemeyen, özgürlüklere ambargo koyan Batı; şimdi ortaya çıkan IŞİD belası için Afganistan ve Irak işgalleri öncesine benzer gerekçelerle “Çekirdek Koalisyon” kurma çabasında… Oluşmalarına zemin hazırlanan, kurulmaları desteklenen, istihbarat örgütlerince kontrolde tutulmaya çalışılan, üzerlerinden psikolojik operasyonlar yapılan, markaları üstünden vekâleten savaşılan ve İslamofobi ABD, Batı ve İsrail, “özgürlüklerin düşmanı” olarak suçladıkları örgütler ve patlayan olaylar konularındaki tez ve iddialarında samimi değillerdir, ikiyüzlü ve çifte standartlıdırlar. Esas amaç küresel terörizmle savaş değil, küresel hegemonya, İslam’la savaş, Müslümana düşmanlıktır. Terör bahane asıl amaç işgal, menfaat, hesap, emperyalizm ve global hegemonya… Muvazaalı şiddet ve kontrollü terör hegemon hedeflerin kılıfı ve gerekçesidir. IŞİD Küresel Bir Tehdit mi? Pentagon açıklamasında, IŞİD için Amerika’nın dünya üzerinde karşılaştığı en büyük tehdit diyor. Hareket Irak’ı ve Suriye’yi perişan ediyorsa neden ABD’yi tehdit ediyor? Batı kamuoyunu etkilemek için kullanılan bir iletişim stratejisi ve kamu diplomasisi olduğu çok belli olan IŞİD’in yayınladığı Amerikalı gazetecilerin infaz videoları bir mesaj veriyor. Batı sistemine, “Bu coğrafyada ne oluyorsa sizi de ilgilendiriyor” diyorlar. ABD yönetimi böyle algılıyor ve kamuoylarına böyle algılatmak istiyor. Türkiye de sahada. Biz de oyun kuruyor, oyun bozuyoruz artık. Bizim Suriye ile 910 km., Irak’la 300 km. sınırımız var. Yangın bizim kapımızda, komşumuzda. Dostu düşmanı biz de biliyoruz. Müttefik isek, beraber olacaksak bizi de dinleyeceksiniz, bize de itibar edeceksiniz. Bizim de hesaplarımız ve kaygılarımız var. Bu oldu-bittileri Afganistan’da, Irak’ta yaptınız. Pakistan, Mısır, Filistin/Gazze’de yaptınız. Sadece oraları yaktınız, yıktınız, işgal ettiniz, zulmettiniz ve öldürdünüz yeter durun dinleyin artık! Bu böyle gidemez burası bizim bölgemiz, İslam Coğrafyası, medeniyet çevremiz, dünkü yurdumuz ve yaşayanlar akrabamız, Müslüman kardeşimiz. Batı sisteminin bölgesel statükosunu yaşatmak için döktüğünüz kanlara, yaktığınız canlara yeter artık deyince Batı basını Türkiye’ye vurmaya başlıyor: “Artık müttefikimiz değilsiniz.” Wall Street Journal “Türkiye’den Irak ve Suriye’ye terörist taşıyan minibüs hatları var.” Newsweek “IŞİD’in para kaynakları Türkiye’ye bağlı. Bazı Türk yöneticileri IŞİD’in petrol satışından pay alıyor. Ankara Hacı Bayram Camisi IŞİD’e terörist gönderen önemli merkezlerden biri…” New York Times Verilen mesaj açık, “Dediğimi yapmazsan seni terörü destekleyen ülke ilan ederim, PKK’yı da terör örgütü olmaktan çıkarırım.” Batılı küresel ekonomik vesayetin araçları olan kredi değerlendirme kuruluşları ‘belirsizlik’ var diyerek Türk ekonomisinin notlarını düşürmeye çalışarak bir ekonomik kriz beklentisi yaratıyorlar. Yani hem siyasi hem de ekonomik yönden Türkiye’yi köşeye sıkıştırmaya, zora sokmaya ve çökertmeye çabalıyorlar. Türkiye’yi uluslararası camiada mahkûm etmek, olağan şüpheli olarak damgalamak ve çökertmek Bugün gelinen konjonktür gösteriyor ki, “Arap Baharı” sürecinde değerler siyaseti yapan, hak taleplerinin, özgürlüklerin, demokrasinin ve barışçı tepkilerin yanında duran; diktatörlere, despotlara, darbecilere karşı duran Türkiye haklı çıktı. Kendi değerlerini yiyen, çıkarlarını önceleyen, dürüst davranmayan ve çifte standart uygulayan Batı haksız çıktı, yanlış yaptı ve kaybetti. Şimdi ‘yavuz hırsız’ rolü oynuyor. EKİM 2014 17 DIŞ POLİTİKA çabaları sadece basın ve kredi kuruluşlarıyla sınırlı değil. Saldırıların siyasi ve devlet boyutları da var. “11 Eylül”de olduğu gibi ‘ya bendensin ya da değilsin’ yargısıyla, IŞİD canavarı üzerinden büyük bir psikolojik harekâtı, küresel bir algı operasyonunu ellerindeki bütün iletişim kanallarıyla güçlendirerek sürdürüyorlar. Olup olmadığı bile tam bilinmeyen münferit bazı olayları abartarak, bazı sembolik mizansenleri tekrar tekrar yansıtarak kamu diplomasisi ve iletişim stratejisiyle Irak-Suriye eksenindeki IŞİD gerekçeli küresel operasyonunun haklılığına dünyayı ikna etmek istiyorlar. İt izinin at izine karıştığı, kimin ılımlı kimin radikal olduğunun, neyin dost Türkiye, IŞİD’i bir terör örgütü olarak kabul etmiştir. IŞİD ile ilgili söylenen her şey doğru da olabilir, İslam ve insanlık adına mahkûm edebiliriz ancak; insanları, toplumları; hayvanları bile iğrendirecek noktada kriminalize eden koşulları ve nedenleri de sorgulamamız gerekmez mi? 18 EKİM 2014 neyin düşman olduğunun bilinemediği bu karambol ortamından ABD liderliğindeki koalisyon bir siyasi harita yaratmak istiyor. Tekrar ediyorum ama işin özeti şu: Bataklığı oluşturuyorlar, mikrobu üretiyorlar, sonra buradan yayılan hastalığı yok etmek için karantinaya aldıkları bölgeye saldırıyorlar. Ölen de, öldürülen de Müslüman, ellerinde maşalar var, piyon, tetikçi ve robotlar kullanıyorlar. Havadan vuruyorlar, bir terörist için onlarca sivil ölmüş umurlarında değil. Afganistan, Pakistan, Irak, Filistin, Gazze’de hep böyle oldu, böyle de devam edip gidiyor. Bunun neresi özgürlük, demokrasi ve barış getirmek Allah aşkına, neresi insanlık? IŞİD KÜRESEL GÜÇLERİN SOPASI MI? Sonuçlar Sebeplerin Ürünüdür / Kral Çıplaktır İşgaller, zulüm ve katliamlar radikalizmi besliyor. Afganistan cehennemi El Kaide’yi, Taliban’ı, Filistin mahşeri El Fetih ve Hamas’ı doğurduysa, Irak zindanları ve katliamları da IŞİD’İ yarattı. İlk vuran kim, saldıran kim, zalim kim? Nefsi müdafaa, nesli muhafaza için sınırları zorlayarak ölümüne direnenler kim? Gözlerimizi silip iyice bakmak gerekiyor. Türkiye IŞİD’i bir terör örgütü olarak kabul etmiştir. IŞİD ile ilgili söylenen her şey doğru da olabilir, İslam ve insanlık adına mahkûm edebiliriz ancak; insanları, toplumları; hayvanları bile iğrendirecek noktada kriminalize eden koşulları ve nedenleri de sorgulamamız gerekmez mi? Bülent ORAKOĞLU SDE Başkan Danışmanı T ürkiye, Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi ve sonrasında, ülkede Kaos ve istikrarsızlık yaratacak, AK PARTİ, Başbakan Erdoğan ve Çözüm sürecini hedef alabilecek iç ve dış Manüplasyon, provokasyon ve ajitasyon eylemlerine karşı tüm tedbirleri almışken, Lice’de klasik bayrak provokasyonu, derin PKK’nın çözüm sürecini bozmaya yönelik eylemleri ve Kandil’in Öcalan’ın otoritesine karşı kademeli başkaldırı stratejisi, Doğu ve Güneydoğu’da Kürtçe eğitimin engellendiği iddiasıyla, okulların molotof kokteyli saldırıları ile yakılması sonrasında, Çözüm Sürecine asıl tehdit Orta Doğu’da IŞİD terör örgütü üzerinden tasarlanan küresel bir proje ile hayata geçirilmek istendi. Yaklaşık bir asır önce, I. Dünya Savaşı sonrasında Almanya’nın başını çektiği İttifak devletleri içinde EKİM 2014 19 Türkiye’de çözüm sürecinin getirdiği olumlu ve pozitif psikolojik ortamın, Orta Doğu’ya taşması veya yansıması sonucu, Barzani Petrollerinin, Türkiye üzerinden taşınması ve pazarlanması, Barzani ve Erdoğan arasındaki iyi ilişkiler, Orta Doğu’da Kürt-Türk ittifakının siyasi ve ekonomik alanlarda başlayarak her alanda gelişme potansiyeli göstermesi, Batı’lı sömürgeci ülkeleri ve ülke içindeki uzantılarını rahatsız ettiği o kadar belirgin ki ülke içinden ve Orta Doğu üzerinden yapılan provokasyonların aynı zaman dilimine ve cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi ve sonrasına denk gelmesi tesadüf olmasa gerek. yer alan Osmanlı İmparatorluğu itilaf veya müttefik devletlere mağlup olduğu için, kontrolündeki Orta Doğu’yu kaybetmişti. Orta Doğu, Müttefik Kuvvetler içinde yer alan İngiltere ve Fransa arasında masa başında kolonyalist amaç ve stratejilerle, gizlice imzalanan Sykes-Picot anlaşmasıyla paylaşılmıştı. yük bir bölümünü işgal etmiş ve önemli bir direnişle karşılaşmamıştır. Hatta Irak Ordusu’nun büyük bir bölümü savaşmadan mevzilerini terk ederek kaçmışlardır. Irak’ta Paralel Yapı’nın Benzeri Kesnizani Tarikatı Bu durum, 11 yıl önce ABD’nin müttefik koalisyon güçleri birlikte Irak’ı işgal ettiği ikinci körfez savaşında, o zamanlar dünyanın beşinci büyük kara gücüne sahip Irak Ordusu’nun önemli bir direniş göstermeden, Irak ve Bağdat’ı ABD’ye teslim etmesi ile benzeşmesi açısından dikkat çekici görünüyor. Gazeteci Yazar Celal Kazdağlı bu durumu Irak’ta Saddam döneminde ilk Körfez harekâtı yıllarında ordu, istihbarat, parti ve devlet mekanizmasına sızarak ele geçiren CIA ve MOSSAD bağlantılı Kesnizani tarikatına bağlıyor. Ordu ve parti mekanizmaları içinde yadsınamayacak ağırlığa sahip olan Kesnizani tarikatı, ikinci Körfez harekâtı döneminde, tek kurşun atmadan Irak ve Bağdat’ı nasıl altın tepsi içinde ABD’ye sunmuşsa, 11 yıl sonra Musul’u IŞİD’e direnmeden teslim eden gücün aynı tarikat olduğu belirtiliyor. Türkiye’deki paralel yapı ile Irak’taki Kesnizani tarikatının devlet kurumlarına sızarak ele geçirme stratejileri ve taktikleri ile dış bağlantılarının neredeyse bire bir örtüşmesine dikkat çekiliyor. ABD, Irak’tan çekilmeden önce Irak ordusunu yeniden organize ederek yapılandırmış, Irak ordusuna 27 milyar dolarlık modern teçhizat bırakmıştı. Sayısı 2 bin civarında olan IŞİD terör örgütü, sayısı 15 binin üzerinde olan ve ABD’nin son model savaş teçhizatlarına sahip Irak Ordusuna rağmen, kısa süre içinde Musul başta olmak üzere Irak’ın bü- IŞİD’in kısa süre içinde Irak’ın yarıdan fazlasını işgal etmesinin; Irak’ın fiilen 3 ayrı devlete bölünmesine, Orta Doğu’da mezhep çatışmasına ve Sünni bir devlet kurulmasına zemin hazırladığı iddia ediliyor. Ayrıca Irak’ın toprak bütünlüğünün bozulması gibi bir sonuç doğması gibi ihtimaller de Orta Doğu’da kritik ve kaotik bir sürece işaret ediyor. IŞİD’in yaklaşık 100 yıl önce İngiltere ve Fransa arasında gizlice imzalanan, ABD tarafından da onaylanan Sykes- Picot anlaşmasını, Irak ve Suriye sınırını buldozerlerle yıkarak delmesi ve bu anlaşmayı geçersiz kıldıklarını açıklaması, Irak’taki IŞİD saldırıları ile ilgili gelişmelerin, bölgenin sınırlarını, haritasını ve güç dengelerini değiştirebilecek bir dinamiğe sahip olması açısından, Batı’nın örtülü onayı ve desteği alınmadan gerçekleştirilmesi mümkün görülmemektedir. İŞİD’in küresel güçlerin sopası olarak, Orta Doğu’nun yeniden şekillendirilmesi ve dizayn edilmesi amacına ve planına uygun olarak gizli ve yeni ikinci Sykes-Picot planı ve stratejisi doğrultusunda faaliyete geçirildiği yönünde ciddi iddialar ve kuşkular söz konusu. 20 EKİM 2014 Almanya Dış İstihbarat Servisi BND’nin Türkiye’ye Yönelik Dileme Faaliyetlerinin Amacı Orta Doğu’daki Kürt grupları Sykes-Picot’tan bu yana ABD, İngiltere, Almanya ve İsrail tarafından oryantalist politika ve stratejilerle yönlendirilmiş ve kullanılmışlardı. Bu nedenle Orta Doğu’da gelişen KÜRT-TÜRK İttifakını, kendi çıkarları için bir tehdit olarak algılayan bu ülkeler, AK Parti iktidarını ve Erdoğan’ı alaşağı edebilmek için, Türkiye içindeki yerli işbirlikçilerini de devreye sokarak hükümete yönelik operasyonlara hız vermişlerdi. Almanya Federal İstihbarat örgütü BND’nin Türkiye’ye yönelik dinleme faaliyetlerinin en önemli hedefinin Çözüm Süreci olduğu anlaşılıyor. Bu anlamda, Almanya’nın Türkiye’yi dinlemesinin iki önemli nedeni var. Oslo görüşmelerinin tahrif edilmiş dinleme tutanaklarının basına sızdırılması sonucu sürecin akamete uğratılması gibi çözüm sürecini de aynı şekilde sabote ederek akamete uğratmak suretiyle Türkiye’nin Orta Doğu’da sözü geçen bir ülke olmasının engellenmek istenmesi ilk neden olarak karşımıza çıkıyor.. İkinci neden ise, IŞİD ile Türkiye’yi ilişki içinde göstererek, Türkiye’nin teröre destek veren ülkeler kategorisinde değerlendirilmesini sağlamak ve bu şekilde Yeni Türkiye’nin imajı ve itibarını menfi yönde etkilemek suretiyle AK Parti’nin iktidardan uzaklaştırılmasına veya oy kaybettirilmesine yönelik eylem planlarına ve algı operasyonlarına meşruiyet kazandırmaktır. BND ve MOSSAD arasındaki sıkı-fıkı iyi ilişkiler tarihsel gerçekler ışığında günümüzde de ideolojik eksen etrafında devam ediyor. Almanya’da kontrgerilla hareketinin adının “Gehlen Harekâtı” olması şüphesiz rastlantı değil. BND’nin bağlantılarının, Yahudi Finans Lobisi Trilateral ve Rockefeller’a kadar uzanması sanırım ilişkilerin derinliği hakkında önemli bir kanıt özelliği taşıyor. IŞİD, Çözüm Süreci ve Orta Doğu’da Kürt-Türk İttifakına Yönelik Bir Tehdit Mi? Orta Doğu’da IŞİD ile başlatılmak istenilen yeni dönemin, Ankara’nın çözüm sürecine ve Orta Doğu’da, Kürt-Türk ittifakına karşı potansiyel tehdit oluşturup oluşturmadığı konusunda Türkiye’de yetkililerce alınacak karar ve tedbirlerin, ABD’nin bu konuda açıklayacağı yeni yol haritasına göre değerlendirileceği anlaşılıyor. Türkiye, ABD’nin IŞİD ile mücadele stratejisi ile ilgili çekincelerini, Galler’de yapılan NATO zirvesinde Obama’ya ve kısa aralıklarla Türkiye’yi ziyaret eden, ABD savunma ve dışişleri bakanlarına iletmişti. IŞİD’e karşı yapılacak hava harekâtının kara harekâtı ile desteklenmesi durumunda, Kara savaşında, Irak’ta Bağdat ile müşterek hareket edilirken, Suriye’de Şam ile birlikte hareket edilmeyeceği hususu, ABD yetkililerince açıklanmıştı. Irak’ta, IŞİD’e karşı, Irak ordusuyla beraber Peşmerge ve YPG ile birlikte savaşacağı iddia edilirken, Suriye’de IŞİD ile mücadelenin rejim muhaliflerinin güçlendirilmesi suretiyle yapılacağı belirtiliyor. (Silah, eğitim ve lojistik destek). Başbakan Davutoğlu’nun hükümet programında yer alan “çözüm süreci, bölünmenin değil birleşme- IŞİD’n kısa süre çnde Irak’ın yarıdan fazlasını şgal etmesnn; Irak’ın flen 3 ayrı devlete bölünmesne, Orta Doğu’da mezhep çatışmasına ve Sünn br devlet kurulmasına zemn hazırladığı dda edlyor. Ayrıca Irak’ın toprak bütünlüğünün bozulması gb br sonuç doğması gb htmaller de Orta Doğu’da krtk ve kaotk br sürece şaret edyor. EKİM 2014 21 Başbakan Davutoğlu’nun hükümet programında yer alan “çözüm sürec, bölünmenn değl brleşmenn, küçülmenn değl büyümenn, parçalanmanın değl bütünleşmenn ve kalıcı bölgesel güç olablmenn yegâne anahtarı konumundadır” fadeler hükümetn çözüm sürecndek kararlığını ve perspektfn ortaya koyuyor. nin, küçülmenin değil büyümenin, parçalanmanın değil bütünleşmenin ve kalıcı bölgesel güç olabilmenin yegâne anahtarı konumundadır” ifadeleri hükümetin çözüm sürecindeki kararlığını ve perspektifini ortaya koyuyor. Öcalan’ın çözüm sürecinin hükümet programında yer almasını kalıcı barış için tarihi bir adım olarak nitelemesi, çözüm sürecine yönelik ülke içinden ve Orta Doğu’dan gelen ve gelebilecek tehdit ve provokasyonlara karşı sağlam durabilmenin her iki tarafın da özverili çalışması ve kırmızı çizgilerini zorlamasıyla mümkün olabileceği gerçeğini ortaya koyuyor. SDE Başkan danışmanı Orhan Miroğlu’nun Star Gazetesi’nde son köşe yazısında belirttiği Yeni Türkiye’nin ve restorasyonun yolu, Erbil, Rojava ve Diyarbakır’dan geçer tespiti, hükümet ve Öcalan tarafından yapılacak karşılıklı olumlu ve pozitif hamlelerle, KÜRT-TÜRK kardeşliğini ve gücünü pekiştirecek çok doğru bir yaklaşım olarak görünüyor. Hükümet kaynakları tarafından, Haziran 2015 Genel Seçimleri öncesinde, çözüm sürecinde büyük finalin yapılacağı yönündeki kulis bilgileri doğrultusunda, Yeni Türkiye, Batı’nın, Orta Doğu’da Kürt gruplar üzerinde IŞİD ile mücadele bahanesiyle yeniden inisiyatif alma stratejisi ve taktiklerini boşa çıkaracak hamleleri yaparak, bu yönde inisiyatifi kendi lehine çevirebilecek, Orta Doğu’da KÜRT-TÜRK ittifakını sağlamlaştıracak kararlı adımları bir an önce atmalıdır. Bu konuda şüphesiz 62. hükümetin bir yol haritası var ancak karşılıklı atılacak adımlar için bir örnek verilmesi gerekiyorsa, PKK Türkiye içinde silah bıraktığını açıklayacak, Türkiye de Orta Doğu’daki Kürt gruplara ağabeylik yapacak. 22 EKİM 2014 ABD medyasının, IŞİD ile ilgili, Türkiye’ye yönelik Asparagas haberlerine karşın, IŞİD ile mücadelesinin PKK’ya prestij kazandıracağına ve hatta PKK’nın terör örgütleri listesinden çıkarılabileceğine ve İncirlik’teki ABD 39. Kanat Hava Üssü’nün, Erbil’e taşınacağı yönünde manşetten verilen haberler kuşkusuz bir yönü ile taktiksel, diğer yönü ile kasıtlı ve asparagas haberler olarak görünüyor. Ancak Fransa ve Almanya’nın bu sıralar sıklaştırdıkları Erbil ziyaretlerine de dikkat edilmesi gerekiyor. Türkiye’nin IŞİD örgütüne silah yardımı yaptığına yönelik kara propaganda, bugünlerde Türkiye’nin IŞİD’ten petrol aldığı, sınırdan geçiş kolaylığı sağlandığı ve yaralı militanların Türkiye’de tedavi edildiği yalanı ve iftirası bir ucu içeride diğer ucu dışarıda olan şer koalisyon tarafından bütün hızıyla sürdürülüyor. Bu çirkin ve asparagas iddialar, ABD medyası ve CHP Hatay milletvekilleri tarafından yazılıyor ve dillendiriliyor. ABD medyasının başını çektiği bu iddiaların Türkiye’nin IŞİD ile mücadelede çekirdek koalisyona aktif destek yerine sınırlı insani destek vereceğini açıklaması sonrasına denk gelmesi ise oldukça manidar görünüyor. Ancak, Türkiye’yi IŞİD ile ilişkilendirmeye yönelik uluslararası kumpasın, arka planında bu örgüte destek veren ve yöneten ülkeleri kamufle etme amacının olduğu aşikar. Galler’deki NATO Zirvesi’nde yapılan toplantıda alınan kararlarda ortak düşman olarak Rusya ve IŞİD’in öne çıkmasının dışında, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a karşı gösterilen ilgi ve alaka ile itibarın şüphesiz ilk nedeni, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Türk kamuoyunun % 52’lik desteğidir. Liderlere verilen yemekte Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ABD Başkanı Obama’nın yan yana oturması en çok dikkati çeken detaylar arasında yer aldı. İki lider arasında yapılan görüşmelerin yaklaşık 1,5 saat sürmesi son yarım saatteki görüşmelerin ise baş başa yapılması, Obama’nın, “Türkiye’nin Avrupa ile Orta Doğu arasındaki köprü görevi dolayısıyla NATO’daki önemini vurgulaması, Cumhurbaşkanı Erdoğan, ittifakımız için önemli bir lider tespiti ile birlikte, iki ülke arasında yabancı savaşçılar konusunda istihbarat paylaşımının önemine” dikkat çekmesi çok önemli açıklamalar olarak tarihe geçti. Özellikle, bu açıklama ile Türkiye’nin IŞİD’e ve teröre destek verdiği iftirası çökmüş bulunuyor. Yeni Türkiye’nin teröre destek veren ülkeler kategorisine alınması, itibar ve imajının zedelenmesi amacıyla ülke içinde ve dışında yapılan kara propaganda amaçlı haberler ve paralel yapının Adana’da MİT TIR’larına yönelik eylemleri ile Alman dış İstihbarat Servisi BND’nin, Türkiye’yi dinlemenin meşruiyeti olarak göstermeye çalıştığı IŞİD ilişkisi iddiası, ABD Başkanı Obama tarafından dolaylı bir şekilde yalanlanmış oldu. Ayrıca Obama’nın, Türkiye’nin Avrupa ve Orta Doğu arasında bir köprü görevini gördüğü açıklaması ise Türkiye’nin, Orta Doğu politikalarının, haklı ve doğru olduğunu ortaya koymuş oldu. ABD, IŞİD İle Mücadelede Ne Kadar Samimi? Türkiye, ABD Başkanı Obama’nın Irak ve Suriye’de, IŞİD ile mücadele stratejisinin temel noktasını teşkil eden ‘çekirdek koalisyon’dan uzak durma ve operasyonlara sınırlı destek verme yönünde bir karar almıştı. Örgüt’ün elinde rehin bulunan diplomat ve sivillerin hayatlarının riske girebileceği endişesi, ulusal güvenliğimize yönelik tehdit oluşturabilecek diğer çekinceler, ülke ve bölgesel çıkarlar birlikte değerlendirilerek bu yönde bir dış politika stratejisi belirlendiği gözlemleniyor. Türkiye, Musul Konsolosluğu’nun, IŞİD tarafından ele geçirilerek aralarında üç çocuğun da bulunduğu 49 diplomat ve sivilin rehin alınması sonrasında vatandaşlarımızın burnu dahi kanamadan sağ salim kurtarılmaları amacıyla uluslararası camia ile birlikte, arka kapı diplomasisi de devreye sokularak yapılan çalışmalar sonuç verdi ve rehineler kurtarıldı. Bu süreçte, IŞİD’in uzun süre rehineleri serbest bırakacağı yönündeki, Türkiye’yi oyalamaya yönelik psikolojik harekât kokan asparagas haberlerin medyada yer alması da ilginçti. Zira karşımızda sosyal medya platformlarını ve Cihadist propaganda yöntemlerini çok iyi kullanan ve bu sayede 40 ülkeden örgüte katılımları sağlayan Orta Doğu’daki dengeleri altüst eden esrarengiz bir örgüt var. 12 Eylül’de ABD Dışişleri Bakanı Kerry ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasında Çankaya’da yapılan ikili görüşmede “bölgedeki tüm terör örgütlerine karşı bugüne kadar olduğu gibi bundan sonraki süreçte de ortak mücadele etme yönündeki kararlılık, istihbarat paylaşımı, Suriye muhalefetine lojistik destek ve insani yardıma devam etme kararı alındı”. Ancak Türkiye, IŞİD’in askeri yöntem ve taktiklerle bitirilemeyeceğini, bu örgütü ortaya çıkaran siyasal ve sosyal sorunlara çözüm bulmadan sorunun çözülemeyeceğini, ABD, İran ve Maliki’nin Irakta Sünni aşiretleri dışlayarak, Şiileri desteklemeleri sonucu uyguladıkları yanlış strateji ve politikaların, IŞİD veya MİŞİD türü örgütlerin bu coğrafyada doğmasına gelişip büyümesine zemin hazırladığı tezini ABD’li yetkililere en üst düzeyde ilettiği biliniyor. Ankara’nın tezlerine göre bölgede mutlak siyasi çözümün iki ayağı var. Irak’ta yeni kurulan hükümetin etnik, dinsel ve mezhepsel açıdan birleştirici bir rol üstlenerek tüm unsurları kapsamasının gereği ve Suriye’de 2011 tarihinden bu yana yaşanan iç savaşın bitirilerek Esad rejiminin iktidardan uzaklaştırılması siyasi çözümün olmazsa olmaz iki şartı olarak değerlendiriliyor. Türkiye’nin önemli çekincelerinden bir diğeri ise, ABD’nin IŞİD ile savaşan gruplara silah desteğini gündeme getirmiş olmasıdır. Türkiye, bu silahların yanlış ellere geçerek Suriye’de rejimi dolaylı bir şekilde güçlendirebileceğini düşünüyor ve bu sebeple karşı çıkıyor. Türkiye, ABD’nin IŞİD’e karşı yapacağı hava saldırılarında yeni sığınmacılar sorunu ile karşılaşmak istemiyor, bu nedenle Suriye ve Irak sınırlarına yakın bölgelerde sığınmacılar için tampon bölgelerin tesis edilerek mülteci kamplarının kurulması ve güvenliğinin sağlanması amacıyla uçuşa yasak bölgeler ihdas edilmesinin gereğine de işaret ediyor. IŞİD’in insanlık dışı eylemleri, durumun İslamiyet ile bağdaşmadığı gerçeğini ortaya koyarken, dünyada İslamofobinin artarak devam etmesini sağladığı da diğer bir gerçek olarak karşımızda duruyor. NSA ajanı Snowden’in, IŞİD’i ABD, İngiltere ve İsrail’in Orta Doğu’da denge ve tehdit unsuru olarak kurduklarını açıklaması ve kamuoyuna intikal etmiş bazı gerçekler ve kanıtlar, ABD’nin IŞİD ile mücadelede samimi olmadığı konusunda güçlü kuşkuların doğmasına neden oldu. Snowden IŞİD’in amacının bölgede İsrail’in güvenliğini tesis etmek ve korumak olduğunu da açıklamıştı. EKİM 2014 23 DIŞ POLİTİKA hallerine tavırlarına ve yapmak istediklerine kadar her şeyi anlamlandırmak için sağlam bir tarih bilgisi lazım bu yüzden. Şunu da belirtmek gerekir ki sanılanın aksine doğu dünyası batıya kıyasla çelişkilerle yaşamakta daha fazla zorlandığı için hakikate daha yakındır. Türkiye’nin konumu ise, Batı’nın analitik keskinliği ve Doğu’nun kuralsızlığına bulanmayan, çelişkilerin arasında kalmaktan dolayı hep huzursuzluk duymuş bir yer olarak anlama açısından özel bir durum sunuyor. Doç. Dr. Ahmet Erkan KOCA SDE Savunma ve Güvenlik Programı Koordinatörü IŞİD KARIŞIKLIĞI IŞİD , neye hizmet ederse etsin, karmakarışık bir dünyayı, insanlığın yerlerde sürünen halini ve karanlık geleceğini temsil eden bir örgüt. Uzun yıllar zulme maruz kalan insanın nasıl insanlığını kaybedeceğini ve artık insanı tanıyamaz hale geleceğini gösteren sarsıcı bir tecrübe. Büyük güçlerin insanı ne denli küçülttüğünün resmi belki de. Ve bu küçülen, zulm altında kendini bilemeyecek hale gelen insan, bir kere insanın neye benzediğini unutunca, onu boğazlamak da hiç zor olmasa gerek. oyunlarının, milyonlarca insanın hayatı pahasına yaptıkları çıkar hesaplarının ve doymak bilmez iktidar hırslarının ürünüdür. Burada İslam, Batılı ülkelerin yüzleşemediği günâhlarının, üstesinden gelemedikleri insanlığın örtüsü... Yakılıp yıkılan, diktatörlerin zulmüne maruz kalan, baskılanan, kaynakları elinden alınan ve inançları sürekli sorgulanan, çocuklarını kaybedip eşlerine tecavüz edilen insanların hala bir dine inanabileceklerini savunmak ve sonra bir kez daha bunun üzerinden vurmak çelişkilerle yaşamaya alışık batılı zihnin zavallılığı aslında. Biliyoruz ki IŞİD, görünürde köktenci İslamla modern dünyanın bir çatışması gibi görünse ve gösterilse de asıl olarak büyük güçlerin bitmeyen siyasi Bu kadar karışık, karmakarışık bir meseleyi anlamak için analitik düşünmenin keskin ayrımları ve net sınır çizgileri yetmez, bu yüzden batılı analist- 24 EKİM 2014 IŞİD kendn chadçı br hareket olarak sunsa ble bu artık lah ve kutsal anlamlarından uzaklaşmış, materyalst br chadtır ve ötek syasal şddet bçmlernden farkı olmadığı gb bunu dn adına yaptığından çok daha günâhkardır. lerin -ve tabii kafası batıyla yıkanmış ‘yerli’ batıcılarımızın- çözümlemelerinden bir süre uzak durmak, İslam örtüsü altında gizlenen ayak oyunlarını, çıkar hesaplarını ve gizli ittifakları ışığa tutmak gerekir; ortaya bakamayacağımız kadar kanlı ve insanlık dışı bir manzara çıkabilme ihtimali olsa da biliyoruz ki hakikat her zaman acılardan daha güçlüdür. Ve çelişkilerle yaşamaya alışık zihinlerden hakikat adına bir şey çıkmayacağını da buna eklemek gerekir. IŞİD insanlığın binlerce yıldır barışık yaşadığı çelişkilerinin, hakikat sandığı yanılsamalarının ve geçer sandığı acılarının vahşi bir dışavurumu... İçinde sayısız çelişki, anlaşılmazlık ve karışıklık yüklü... Adından başlayarak, eylemleri yapanların kimliklerine, IŞİD’in açılımı, Irak Şam İslam Devleti. Peki, ama neden Irak-Suriye, Bağdat-Şam değil de Irak-Şam? Örgütün Arapça adı, ‘Al Dawla al İslamiyye f’il Iraq W’al Sham’. Kimilerine göre Al Sham, Suriye’nin bütününü kastediyor, kimilerine göreyse ‘Levant’ denilen ve içerisine Kıbrıs, İsrail, Ürdün, Lübnan, Suriye ve Türkiye’nin Güney/Güney Doğu taraflarını alan çok daha geniş bir alanı kapsamakta. IŞİD aslında 2003’te Amerika’nın Irak’ı işgal etmesinin ardından oluşmaya, ortaya çıkmaya başlayan bir örgüttü ve ilk adı Irak İslam Devleti idi. Sonra Suriye meselesi ortaya çıkınca buna Şam da eklendi. Amerikan işgalinin yarattığı rahatsızlıkla katılanlara Saddam Hüseyin’in ordusundan yetişmiş subaylar, Baas rejiminden isimler eklendi. Hemen hepsi de bir biçimde işgal dönemi hapishanelerinde yatmış, kaçmış ya da serbest bırakılmış kişiler. İşgalcilerin insana neler yapabileceğini ilk elden tecrübe etmiş, her halükarda artık ancak kaybederek hayatta kalabileceklerini bilen kimseler. Aslına bakılırsa kendisinin fundementalist İslami bir örgüt olarak nitelenmesinden hoşlanan IŞİD, seküler Baas rejiminin sivil ve askeri kanadından çok şeyler devşirdi. Saddam döneminin muktedirleri elbette Batılı ülkelere kızgın ve öfkeliydi ama belki de çok daha fazla olarak rejimin yıkılmasını bayram havasında karşılayan içerideki Müslümanlara kızgındılar. Hele ki bunu İslam’a dayanarak yapanlara özel bir kin biriktirmişlerdi. Onlara İslam ve Müslümanlık neymiş göstermek gerekliydi. IŞİD lideri Abu Bakr al-Baghdadi’nin kurulacak İslam devletinde Allah’a inanmayan hiç kimseye yer olmayacağını ve en katı İslami kuralların geçerli olacağını söylemesi bu manada ironik ve anlamlı. Bu çekirdek oluşuma sonrasında yeni durumdan beklediklerini bulamayanlar, gelecekten beklentisi kalmayanlar, kısacası bütün memnuniyetsiz ve EKİM 2014 25 IŞİD ne yapmaya çalışıyor peki? söylemine bakılırsa, Orta Doğu coğrafyasında tek hakimin İslam olmasını istiyor ve bunun için gerektiğinde her şeyi yapacağını, bunun dışında bir ihtimali aklına getirenlerin kalbine büyük bir korku salmaya çalışıyor. Güya İslam’ı ve Müslüman coğrafyasını savunmak için yola çıkıyor ama bilerek ve isteyerek öldürdüğü Müslüman sayısı Batılılardan fazla. Tek silahı vahşi şiddet ve aşırılık... O kadar ki El Kaide’nin kınamak zorunda kaldığı aşırılıkta taktiklere başvurabiliyor, Müslüman kadınlara tecavüz edip çocukları doğrayabiliyor. Müslüman olmalarına rağmen Kürtlerle özel bir alıp veremediği var belli ki. mutsuzlar ve hatta madde bağımlısından kimlik bunalımındakilere pek çok genç de eklendi. Buna bir de Batı’da doğup büyümüş, Batılı kültürün içinde giderek sertleşen bir İslami çizgiyi kendisine rehber seçmiş ve hayata geçiremediği hareket ihtiyacına, doyuramadığı ruhsal inancına ‘kutsal’ bir mecra arayan genç Müslümanlarla, Batı’nın savaşla yeni bir dünya kurulabileceği inancına karşı çıkan yine Batılı, biraz maceraperest, biraz da insani vicdanı temsil eden kesimleri eklemek gerekir. Biraz ‘kaybedenler kulübü’ aslında. IŞİD görülen o ki, herkesin kendine ve meşrebine göre sahip olduğu farklı isyan duygularından ve bir şeylere karşı koyma ihtiyacından önemli ölçüde beslenen bir örgüt. Bununla ilgili, ‘tesadüflerle bir araya gelmiş bir topluluk mu yoksa organize bir terör örgütü mü?’ sorusu sormak abesle iştigal aslında. Yüzyıllar içinde oluşan her şey son derece organizedir. Yeni olan, ‘organize mi, tesadüf mü?’den ziyade, IŞİD’in gerilla savaşıyla askeri bilgiyi birleştiren bir örgüt oluşur. Bu da ana insan kaynağını açıklıyor aslında; eski ordu mensuplarıyla yeni katılan sivil isyancılar. Dolayısıyla gerektiğinde ordu gerektiğinde gerilla taktiğine başvurabiliyorlar ve bu onları her durumda kolay alt edilemez kılıyor. Kararları daha yerel düzeye bıraktığı için çökertilme- 26 EKİM 2014 si oldukça zor ve aynı zamanda kontrolü de. Buna karşın örgüt üyeleri tam olarak ne istediklerini bilmeseler de neye karşı olduklarını iyi biliyorlar. Bu yüzden benzer biçimde hareket edebiliyorlar ve ne istediklerini ise merkezdeki tepe yöneticiler, özellikle de kendisini aynı zamanda Halife ilan eden Bağdadi dile getiriyor. Ve şu artık herkesçe dile getirilen bir gerçek ki IŞİD, Batılı da bir örgüt; ortaya çıkış nedeni, hizmet ettiği çıkarlar ve köktenci ve radikal tutumuyla Batılı güçlerin içinden çıkılmaz hale getirdikleri Orta Doğu’da her istediklerini kolaylıkla meşrulaştırabilmelerini sağlayan bir ortam sunmasıyla Batılı. Tıpkı Batılı ülkelerin yüzyıllarca bu coğrafyada ustalıkla ve incelikle yaptıkları gibi, İslam adına İslam kültürünü, tarihini, eserlerini ve bütün bir inanç sistemini hiçe sayacak, yok edecek kadar ilkel bir zihne sahip oluşuyla Batılı. Kendinden başkasını göremeyecek kadar vahşi oluşu, milyonlarca insanın hayatını gözü dönmüş şekilde yok edebilecek kadar acımasız oluşuyla Batılı, her olumsuz durumun İslam’la ilişkilendirilmesine neden olmasıyla Batılı. Batı’ya bir tepki olarak doğmasıyla Batılı. Batı’nın elini hiç çekmediği bir coğrafyayı faaliyet alanı seçmesiyle Batılı… IŞİD’in yarattığı bütün bu karışıklıklardan süzülen gerçekler de epey fazla ve bu şerrin pek çok hayra yol açabileceği ihtimali insanlığın karanlık geleceğinden yayılan kasveti bir nebze de olsa dindirmekte. Bu gerçeklerden ilki İslam’a ya da bir başka dine ya da inanç sitemine referans versin ya da vermesin hiçbir aşırılık ve şiddete dayalı eylem dini olamaz. Görüldü ki, Müslüman coğrafyasında IŞİD’e yönelik yaygın bir nefret oluştu ama bu Batı’ya duyulana henüz tam olarak baskın gelemediği için büyük bir patlamayla dışa vurulmuyor, içten içe bir buğz haliyle yaşatılıyor. Adı ne olursa olsun bu, araştırmacı Marc Segman’ın gayet isabetle dile getirdiği gibi “siyasal bir şiddet’tir ve siyasal şiddet, Fransız Devrimi’nden günümüzde aldığı şekliyle İslami Cihad hareketlerine kadar özünde aynıdır”. İkinci olarak İslam dininin bu türden aşırı terörist eyleme dayalı örgütlerin dayanağı ve çıkış kaynağı değil meşrulaştırıcısı ve rasyonalizasyon kaynağı olduğu görülmüş oldu. En büyük meşrulaştırıcı yalan, hakikate dayalı olandır ve İslam dini, insanı her yönüyle ele alandır. İslam dini, bir direniş dinidir aslında ve gerçek anlamda Müslümanlık, dünyevi olana direnerek hayat bulur. İslam, insanın sefaletine ve dünyanın zulmüne karşı bir isyan, Müslümanlıksa isyanın ibadete dönüştüğü bir ruh halidir. İslami bir hayat giderek maddenin dünyasından uzaklaştırarak ruhsal bir âlem yaratır. Müslüman isyanı kesin olarak ruhsal bir isyandır; materyalist olan her türlü arzu ve talebi dışlayarak dünyanın ötesine geçme hamlesinin harekete dönüşmüş halidir. Gerçek anlamda cihad, bu türden bir harekete geçmedir ve bilindiği gibi öncelikle insanın kendi içindeki mücadelede başlar. IŞİD kendini cihadçı bir hareket ola- Blyoruz k IŞİD, görünürde köktenc İslamla modern dünyanın br çatışması gb görünse ve gösterlse de asıl olarak büyük güçlern btmeyen syas oyunlarının, mlyonlarca nsanın hayatı pahasına yaptıkları çıkar hesaplarının ve doymak blmez ktdar hırslarının ürünüdür. rak sunsa bile bu artık ilahi ve kutsal anlamlarından uzaklaşmış, materyalist bir cihattır ve öteki siyasal şiddet biçimlerinden farkı olmadığı gibi bunu din adına yaptığından çok daha günâhkardır. Oysa her türlü aşırı şiddet, isyanın materyalist halidir. İyi bir Müslüman öldürmeyi değil ölmeyi iyi bilen kimsedir. Savunmak söz konusu olduğunda ise teslim olmak diye bir şey yoktur, Şehitlik, ulvi ve ali olanı bu dünyanın hiçbir maddi karşılığına feda etmediği için ölebilmek ve tam da bu yüzden ölümsüzleşmektir. Bütün bunlardan hareketle İslam dini, içinde güçlü bir karşı koyma gücü ve enerjisi taşır. Bu karşı koyma gücünü Batının hegemonik zulmüne karşı bir direnç kaynağı olarak kullanmak ve enerjisini buradan almak terörist ya da değil, mücadeleye girişen örgütler için oldukça işe yarar ve anlaşılırdır ancak anlaşılır olmayan kullanılan yöntem ve başvurulan taktiklerdir. Örneğin İslam’da kadınlara, çocuklara, aciz ve zayıflara ve masumlara her ne sebeple olursa olsun bilerek ve isteyerek kasdetmek diye bir şey kesinlikle yoktur, en temel yasaktır. Karşı konulacak olan ancak ve sadece, gücü ve iktidarı elinde bulunduran ve bunu zulüm aracı haline getirenlerdir; bunu yapanlar ister Müslüman ister başkaca bir dinden ya da coğrafyadan olsunlar farketmez, zulüm yapan ve insanları ezen herkes İslam’a göre aynıdır. Bir Müslüman için içine düşülebilecek en kötü durum, masumların ve sıradan insanların kendisinden korkması ve zalimlerin kendisinden güç almasıdır. IŞİD’le ilgili Batı’daki tartışmalar, yaptığı kanlı eylemlerin aslında ideolojik olduğu ancak bu ideolojinin neye dayandığı sorusunun sorulması gerektiğidir. Kastedilen IŞİD siyasal şiddeti bir ideolojiye dayanmakta ancak o da temelindeki İslami inanç algısına. Oysa IŞİD ideolojisi dine dayanmamakta, IŞİD dini kanlı siyasal eylemleri uğruna ideolojileştirmektedir EKİM 2014 27 DIŞ POLİTİKA ve İslam dininin ideolojileşritilmesi, kaçınılmaz bir dünyevi Müslümanlığa davetiyedir. O andan itibaren isyan yerini iktidar arzusuna, ruhani olan materyalist olana bırakır ve din adına gibi yapılan her kanlı eylem döner dolaşır yapanların bu dünyadaki cehennemini ortaya çıkarır. Bu yüzdendir ki IŞİD’çiler yaptıkları eylemlere, cımbızla çekilmiş ve duruma uygun parçaların birbirine eklenmesiyle oluşturulmuş Kur’an’dan referanslar verirler ve bu türden dayanak ve meşrulaştırıcı ayet ya da hadis bulamadıklarında ise fetvalara başvururlar. Bir kez ideolojiye dönüştürüldüğünde fetvaların sonsuz bir meşrulaştırıcı gücü ve etki alanı vardır. Her şey için her an dayanak olacak bir fetva bulunur ve IŞİD dini, her ideolojik dinde olduğu gibi iktidara ulaşma adına her türlü kutsalı feda etmeye hazır militanlardan oluşan bir cemaat kurar. IŞİD’in İslamafob, dnn deolojk hale gelerek kanlı syasal şddet eylemlernn meşrulaştırıcısı olmasının yarattığı korkudur ve Batılı zhnlern bunu İslamla özdeşleştrmes, haklı nedenlere dayanıyor gb gözükse ble, aslında poltk ve çelşklerle dolu maraz br tutumdur. 28 EKİM 2014 ideolojik dinden aldığı kanlı gücü, Batı’daki sıradan insanların kafasında alttan alta yer eden İslam korkusuyla birleşerek kendisini yeniden ve her defasında daha güçlü bir şekilde üretir. İslamafobi, dinin ideolojik hale gelerek kanlı siyasal şiddet eylemlerinin meşrulaştırıcısı olmasının yarattığı korkudur ve Batılı zihinlerin bunu İslamla özdeşleştirmesi, haklı nedenlere dayanıyor gibi gözükse bile, aslında politik ve çelişkilerle dolu marazi bir tutumdur. IŞİD gibi, El Kaide gibi aşırı ve kanlı terör örgütleri, evet İslam coğrafyasının hastalıklarından türemiştirler ama kesinkes İslami değillerdir. Batılı büyük güçlerin yüzyıllardır üzerlerinde uyguladığı çıkar hesapları ve siyasi oyunların, politik baskı ve sürekli iç karışıklık çıkarıp insanları birbirine düşürmekten güç devşirme siyasetinin, ezilen ve zulüm altında inleyen Müslümanların ellerinde kalan tek güç olan dinlerine sarılmaları sonucu onu bir karşı koyma ve hayatta kalma ideolojisine dönüştürmelerinin hastalıklı sonucudur. Bundaki büyük günâh, ana müsebbib olarak, hiç kuşkusuz Batı’nındır. Son tahlilde, İslam’ı IŞİD’e göre tanımlamak, sağlıklı insanı hastalıklı haline göre tanımlamaktır ve bu çelişkiyle yaşamak bizatihi hakikate yapılabilecek en büyük saldırıdır. IŞİD Batı’nın günâhlarıdır. BATI KENDİ ELLERİYLE KENDİ SONUNU HAZIRLIYOR! Alper TAN SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi SD ’nin Ağustos 2014 sayısında “Yeni Dünya savaşında başkomutan kim olacak?” başlığı ile yayınlanan makalede bugüne kadar hiç dillendirilmeyen bazı gerçeklere değinmiş, dünyanın büyük bir savaşa giriştiğinden, önümüzdeki üç-beş yılda bu savaşın daha şiddetli devam etmesi ihtimalinden söz etmiştik. Ezberci, ideolojik veya romantik anlayışların manşetleri ve zihinleri işgal ettiği ülkemizde, farklı konulara dikkat çekmenin ne kadar zor olduğunun farkındayız. Ama bunları paylaşma sorumluluğu da bizleri zorluyor. O yazıda “Müslüman ülkelerde başlayan savaşların Batı’ya ve Doğu’ya yayılma” durumundan da söz etmiştik. Şimdi bunu biraz daha açabiliriz. Sıkça vurguladığımız bir konu var. Batı’nın Birinci Cihan Savaşı sonrası oluşturduğu “Dünya Düzeni” artık bozuluyor. Çünkü Batı’nın tezleri iflas etti. İnandırıcı bir iddiası kalmadı. İnsanlık için, özellikle Müslümanlar için olumlu bir gelecek vaad etmiyor. Batı, Müslümanlar için sadece ölüm, şiddet, sömürü, sefalet, cinayet ve yalan üretiyor. EKİM 2014 29 Peki, Batı nereye gidiyor, Doğu nereye gidiyor? Bu konuda maddeler halinde kabaca şöyle bir mukayese yapılabilir. vaşı kazanmak için yeterli gelmiyor. Bu konuda Afganistan ve Irak’ta olanlar, en sıcak örnekler olarak önümüzde duruyor. Batı özgürlük ve demokrasi vaad ettiği Afganistan ve Irak’a sadece ölüm, yıkım, şiddet, istikrarsızlık ve fakirlik getirdi. Ülkeleri yerle bir etti ve parçaladı. “El Kaide terörünü” sonlandıracağını söyledi. Ama uyguladığı yöntemlerle çok sayıda silahlı örgütün doğmasına zemin hazırladı. Batı’nın maaş karşılığı savaşan ölüm makinesi askerleri Doğu’nun iman ve ideal sahibi savaşçıları karşısında artık zafer elde edemez durumdalar. Dünyanın iki süper gücünden biri olan SSCB, dünyanın en fakir ülkelerinden Afganistan’a yenik düşmüş ve dağılmıştır. Dünyanın diğer süper devleti ABD, Afganistan ve Irak’ta bir zafer kazanamamıştır. Batı kendi halklarını da artık memnun ve tatmin edemiyor. Çünkü fakir halkları, Orta Doğu’yu, Afrika’yı sömürme üzerine kurulu gayrimeşru yollarla elde edilen refah sürdürülemez durumda. Kolay kazanma ve kolay harcama dönemi kapanıyor batılılar açısından. Afganistan ve Irak’ta Taliban ve El Kaide’yi yok etmek iddiasıyla işgal yapan ABD ve Haçlı koalisyonu, Afganistan’da Taliban ile hükümet ortağı olmuş, El Kaide ise ABD Başkanı Obama’nın iddiasının aksine güçlenerek daha geniş bir siyasi ve sosyal coğrafyaya yayılmıştır. Rahata ve rehavete alıştırılmış olan Batı toplumları, sömürülen halkların sırtından geçinmeye alıştıkları için keyfine Doğu’nun Batı’ya düşkün nesillere dönüştüler. Batıda nüfus artışı bazı ülkelerde durma noktasında, bazılarında ise eksi seyir izliyor. Genç nüfus azalıyor, yaşlı ve üretim kabiliyetini yitirmiş nüfus artıyor. Bu da Batı’daki sosyal güvenlik harcamalarının maliyetlerini devletlerin üzerinde ağır bir kambura dönüştürüyor. ABD ve ortakları Saddam Hüseyin’i idam etmiş ama Saddam’ın askerleri ve istihbarat kurumunun kurduğu IŞİD bugün karşı uyku halinin devam ABD dâhil tüm Batı için etmesi ve direncinin kırılması daha şedit bir tehdit haliiçin Doğu’da düzenli olarak ne gelmiştir. içerde ve dışarda savaş, çatışma ve istikrarsızlık üretildi. Yaklaşık bir asırdan beri bölgede rehine veya esir durumunda, gücü boşa harcanmış yüz milyonları oluşturan Müslüman halklar artık hızla uyanmaya başladılar. İslam dünyasında ise hızlı bir nüfus artışı var. Bu durum dinamik bir nesle işaret ediyor. Bu dinamik nesil sömürgeci ve istilacı Batıya karşı iyice bilenmiş intikam duygularıyla büyüyor. El Kaide, Taliban ve IŞİD gibi örgütler bu ortamda gelişiyor. Sömürülen halkların sırtından elde edilen imkânlarla bol keseden harcamalar ve yükselen hayat standartları üretim maliyetlerini de yükselttiği için sanayi yatırımları ve üretimleri işgücünün düşük olduğu doğu ülkelerine kayıyor. Yani üretim de Batı’dan Doğu’ya taşınıyor. Batının çok sofistike, teknolojik savaş silahları, düşmanı, askeri olarak yenmeyi becerse bile artık sa- 30 EKİM 2014 Doğu son bir iki asırdan bu yana Batı tarafından sistematik olarak sömürüldü. Genel hatlarıyla ifade etmek gerekirse sadece sömürülmedi. Batı ülkelerinin vekili manda idareleri ile yönetildi. Yerüstü ve yeraltı kaynakları Batı’ya taşındı, Batı’da paylaşıldı. Doğu’nun Batı’ya karşı uyku halinin devam etmesi ve direncinin kırılması için Doğu’da düzenli olarak içerde ve dışarda savaş, çatışma ve istikrarsızlık üretildi. Yaklaşık bir asırdan beri bölgede rehine veya esir durumunda, gücü boşa harcanmış yüz milyonları oluşturan Müslüman halklar artık hızla uyanmaya başladılar. Bu bir asırlık dönemde Batı’nın hegemonyası altında birbirleri ile savaşan Müslümanlar ister istemez müthiş bir savaş tecrübesi kazandılar. Batılı devletlerin orduları ise çoğunlukla teknolojiyi tercih ettikleri için rahatlığa ve rehavete alıştılar. Batının en becerikli olduğu psikolojik savaş taktikleri ise uyanan Müslümanlarca etkisiz hale getiriliyor. Daha da önemlisi Müslümanlar artık en az Batılılar kadar etkili psikolojik savaşlar yürütebiliyorlar. Bunlara şimdilik örnekler vermeyeceğiz. IŞİD’e karşı kurulan koalisyon içinde Türkiye başta olmak üzere Müslüman ülkelerin yer almasını ısrarla istiyor. Maksatları geçmişte olduğu gibi yine Müslümanlar arasına fitne ve fesat sokmaktır. Müslümanları bölmektir. Belki bunların içinde en önemli şey özgüven konusudur. Bugüne kadar Batı’nın büyük bir özgüven inancı vardı. Doğu’nun ise özgüveni tamamen kırılmıştı. Batı üst üste aldığı hezimetlerle artık özgüvenini kaybediyor. Doğu ise ardı ardına elde ettiği başarılarla her gün özgüvenini tazeliyor ve daha büyük hedeflere yöneliyor. Türkiye ve diğer Müslüman ülkelerin, kendi bölgelerindeki olumsuz hareketlere karşı kendi çözümleri ile çare bulmaları gerekir. Haçlı Batının yöntemleri hiçbir zaman çözüm üretmeyecek aksine çözümsüzlüğü derinleştirecek ve arttıracaktır. Batının, Müslüman ülkelerde müdahale ettiği her yer daha istikrarsız hale gelmiştir. Batılıların Vatikan ve kiliselerin de etkisiyle kurdukları uluslararası kurumlar ve bazı gizli örgütlenmeler üzerinden sağladığı ortak harekât ve ittifakları etkili oluyordu. Müslümanlar ise özellikle Hilafetin kaldırılmasından sonra tamamen başıboş hale gelmişti. Batının bu ittifakları itibarını yitirdiği ve gerçek amaçları deşifre edildiği için eskisi kadar etkili olamıyor. Müslümanlar ise her türlü kafa karıştırıcı ve olumsuz görüntüye rağmen, birlik ve bütünlük içinde hareket etmek için yeni bir çaba içine girmiş durumda. Bu durum ilerleyen süreçlerde kurumsal ittifaklara da dönüşecektir. Batı medeniyeti yükseliş çağının son yıllarını yaşamaktadır. Haçlı zihniyetindeki Batı, bundan sonra siyasi, askeri ve ekonomik yönden hızlı bir daralma, küçülme ve inziva sürecine girecektir. Batı’yı en çok korkutan ve düşündüren ve Batı’yı önümüzdeki süreçte en fazla uğraştıracak olan, bu durumdur. Batı bu durumun farkında olduğu için Fakir ve maddeten çaresiz Afganistan halkının dünyanın süper devleti Sovyetler Birliği’ni darmadağın etmesi gibi, şimdilerde çok geniş bir coğrafyada savaşlar yürüten ABD’yi ve Avrupa’nın muktedir devletlerini de Orta Doğu halkları darmadağın edecektir. Bu bir kehanet değil. Rasyonel veriler bunu anlatıyor. Görünen köy kılavuz istemez. Çok değil önümüzdeki beş yıl içinde bunların önemli bir kısmını izleyeceğiz. Bu gerçekleri görerek gelecek planlarımızı ona göre yapmak durumundayız. EKİM 2014 31 DIŞ POLİTİKA ekonomik krizin etkisi birleşince, Amerikan kamuoyunda barış arayışları güç kazanmaya başlamıştı. Belki de bu nedenledir ki, Amerikan Cumhuriyetinin 220 yıllık siyasi tarihinin bize öğrettiği, yalnızca beyaz Amerikalıların (WASP) başkan seçilebileceği miti yıkıldı ve ilk kez Afrika asıllı siyahi bir siyasetçi Amerikan Başkanı seçilerek tarihe geçti. Afrika kökenli oluşu, orta isminin Hüseyin olması ve bir şekilde çocukluğunda Müslüman bir toplum içinde yaşama tecrübesi ve nihayet onun barışçıl tutumu başta Müslüman halklar olmak üzere tüm dünyada ciddi bir iyimserlik havası doğurdu. NOBEL BARIŞ ÖDÜLLÜ OBAMA NASIL SAVAŞÇI YAPILDI Prof. Dr. Birol AKGÜN ? SDE Başkanı B arack Obama, Demokrat Parti adına 2008 seçimleri için Başkan adayı olduğunda Amerikan kamuoyunda kendisini rakibi John McCain’e karşı ön plana çıkartan ve seçimi kazanmasını da sağlayan en belirgin özelliklerinin başında onun “savaş karşıtı” bir senatör olması geliyordu. Çünkü, 11 Eylül olaylarının yarattığı travma son- 32 EKİM 2014 rasında ABD’de kabaran öç alma duygularına ve neo-con cephenin attığı savaş naralarının dayanılmaz psikolojik baskısına rağmen Obama ABD’nin Afganistan ve özellikle de Irak işgallerine açıktan karşı çıkmış; sorunun savaşla çözülemeyeceğini iddia etmişti. 2008’e gelindiğinde iki uzun savaşın ABD halkında yarattığı bezginlik ve yorgunluk ile Başkan Obama verdiği sözü tutma adına, ilk kararlarından biri olarak Irak savaşını bitireceğini ve en uygun zamanda da Afganistan’dan çekileceğini açıkladı. ABD gerçekte Irak’tan 2011’de ve Afganistan’dan ise 2014’te çekilecek olmasına rağmen, Başkan Obama daha iş başına geldiği yıl savaş karşıtı duruşu ve uluslararası alanda diplomasi ve işbirliğine verdiği önem nedeniyle 2009 yılı Nobel Barış ödülüne layık görüldü. Barış ödülünü Obama’ya veren Nobel komitesi yaptığı açıklamada, ödülün ona verilmesinde yeni ABD Başkanının özellikle “İslam dünyasına” yönelik yakınlaşma politikasının etkili olduğunu özellikle zikretmişti. Gerçekten de Obama Başkanlık görevini aldığının 75. gününde Ankara’yı ziyaret etti ve Irak savaşı nedeniyle zedelenen Washington-Ankara ilişkilerini tamir etme sinyali verdi. Daha çok ses getiren ziyaretini ve açıklamasını ise başkanlığının 90. gününde ziyaret ettiği Mısır’da yaptı. Meşhur Kahire konuşmasında Obama, ABD’nin İslam’la bir sorunu olmadığını ve Müslümanlarla savaşta olmadıklarını açıklayarak İslam dünyası ile yeni bir başlangıç sözü verdi. Aslında Obama yalnızca İslam dünyasıyla değil; Çin, Rusya ve İran dahil dünyadaki tüm güçlerle ilişkilerini yeniden tanımlama anlamında reset politikasını da ilan etmişti. Böyle bir politikanın arkasında ise, Obama ve onu destekleyen siyasi elitlerin ABD’nin dünyadaki gücüyle ilgili farklı bir okumaya ve dolayısıyla da farklı bir dış politika vizyonuna sahip olmaları yatıyordu. Obama daha seçim kampanyasına başlarken Fraeed Zakariya’nın çok ses getiren Amerikan Sonrası Dünya başlıklı kitabıyla basının karşısına çıkmıştı. Zakariya burada özetle ABD’nin mevcut ekonomi-politik yapısıyla Bush döneminin Burada sorulması gereken temel soru, Beyaz Saray’ın neden yeniden savaş stratejisine geri döndüğüdür. Barışın öncüsü sayılan ve Nobel ödülü sahibi biri nasıl olup da savaşın kara şahinine dönüşmüştür? askeri enstrümanlara dayalı dış politikasının yükünü daha fazla taşıyamayacağını, savaş yöntemleri ile dünya barışını kuramayacağını ve dolayısıyla Çin başta olmak üzere yükselen güçlerle küresel sistemin işleyişinde işbirliğinin zorunluluğunu dile getiriyordu. Hegemon güç olan Amerika için önerdiği dış politikanın temeli, dış politikada tek taraflılığın (unilaterity) terk edilmesi, çok taraflı diplomasiye, işbirliğine ve diyaloga öncelik verilmesiydi. Newsweek dergisi onu Post-Imperial President (emperyal dönem sonrasının başkanı) olarak tanımlıyordu. Kabul etmek gerekir ki, Obama neo-con çevrelerin tüm eleştirilerine rağmen Bush döneminin savaşçı diline hiç geri dönmedi. Ancak ABD’nin küresel terörle mücadele stratejisini de farklı yöntemlerle sürdürdü. Özellikle Pakistan, Somali ve Yemen gibi ülkelerde bir yandan mevcut yönetimlerin askeri kapasitesini artırırken (eğitim ve silah yardımı), diğer yandan insansız hava araçları (Drone) ile terörist avına girişti. Örneğin 11 Eylül 2001 olaylarının müsebbibi sayılan Bin Ladin Pakistan’da bu şekilde öldürüldü. Obama İslam ülkelerinde silah kullanmama stratejisini Arap baharı sürecinde ortaya çıkan Libya müdahalesinde aldığı “perde arkasından yönetme” stratejisiyle devam ettirdi. Benzer şekilde, Fransa öncülüğündeki Mali operasyonunda da Obama müttefiklerine istihbarat sağlamakla yetindi. Obama’nın askeri angajmanlardan kaçınma stratejisinin en çok eleştirildiği yer ise Suriye oldu. ABD, Esad rejimine karşı direniş için özgür Suriye ordusunun kurulmasına öncülük etmesine rağmen, hiçbir zaman tam olarak güçlü destek vermedi. Bir taraftan açıkça “Esad gitmelidir” derken, diğer yandan muhalefete gerekli askeri desteği vermede çok mütereddit davrandı. Özellikle Esad’ın Guta’da EKİM 2014 33 kimyasal silah kullandığına ilişkin çok ciddi deliller ortaya konulmasına ve bu bizim kırmızı çizgimizdir demesine rağmen, Obama yönetimi Esad’a karşı hiçbir askeri yönteme başvurmadı ve gelişmeleri Rusya’nın ve İran’ın yönlendirmesine isteyerek razı oldu. Pek çok uzman, haklı olarak ABD yönetiminin Suriye’deki kararsızlığının Rusya’yı cesaretlendirdiği ve Ukrayna krizine yol açtığını düşünmektedir. Obama’nın Kabaran Savaşçılık Ruhu Bazı strateji uzmanları Obama’nın hem bir siyasetçi olarak, hem de Amerikan başkanı olarak kullandığı savaş karşıtı retoriğe rağmen son altı yılda dış politika alanında bıraktığı mirasına bakıldığında içeriğinin çok da barışçıl olmadığının altını çiziyorlar. Zira Obama işbaşına geldiği günden bu yana düzenli ordularla işgal politikasından vazgeçilse bile, ABD’nin terörle mücadele politikasında hiçbir değişiklik olmadı. Değişen şey, bu mücadelenin içeriği ve kullanılan taktiklerdi. Örneğin onun İslam dünyası ile barışma politikası dahi, ABD güvenliği için potansiyel tehdit kaynağı olarak görülen İslam dünyasından ABD’ye karşı yeni terör saldırılarını önlemek için geliştirilmiş farklı bir siyasi strateji olarak okunmaktadır. İkincisi, onun çok taraflı diplomasi ve işbirliğine önem vereceğine ilişkin açıklamalarına rağmen, başta en yakın Avrupalı ortakları Almanya ve Fransa olmak üzere kimseye güvenmediği ve bu ülkelerin başbakan düzeyinde sürekli olarak dinlenilmesine Obama, Amerika’daki müesses nizamın dışından gelen biri (outsider) olarak sistemle çatışarak onu değiştirme yerine, derin yapıyla uzlaşmayı tercih etmek zorunda kalmaktadır. Zira Obama, Türkiye’deki Tayyip Erdoğan’ın tersine, iç politikada da dış politikada da risk alan (risk taker) değil, riskten kaçınan (risk avoider) bir lider profili sergilemektedir. 34 EKİM 2014 izin verdiği Snowden tarafından açıklanan gizli belgelerle ispat edilmiştir. Üçüncüsü, Bush döneminde ABD’nin başlattığı küresel terörle mücadele stratejisi Obama döneminde silahlı insansız hava araçları (İHA) ve örtülü CIA operasyonları kullanılarak Pakistan, Yemen, Somali, Libya ve nihayet Afrika ülkesi Mali’nin derinliklerine kadar genişletilmiştir. Bu bağlamda, çoğu orijinal Afganistan El-Kaide’si ile ideolojik olarak bağlantılı olan El-Şebap (Somali), Toareg Hareketi (Mali), Boko Haram (Nijerya) ve İŞİD (Suriye ve Irak) ABD’nin hedefi olan örgütlerdir. Esasen bu çerçevede değerlendirildiğinde, Obama’nın dış politikasının Bush döneminde başlatılan emperyal politikaların düşük yoğunlukta ve yeni araçlarla devamı olarak da okunabilir. Nitekim ironik bir şekilde tam da, 11 Eylül’ün 13. yıldönümünde bizzat Obama tarafından yapılan sert bir açıklama ile dünyaya duyurulan, havadan bombalamalar ve yerli muharipler ortaklığında Suriye ve Irak’taki IŞİD örgütünü bitirmeye yönelik yeni strateji ise zaten yürürlükte olan savaşın eskalasyonundan başka bir anlam taşımamaktadır. Burada sorulması gereken temel soru, Beyaz Saray’ın neden yeniden savaş stratejisine geri döndüğüdür. Barışın öncüsü sayılan ve Nobel ödülü sahibi biri nasıl olup da savaşın kara şahinine dönüşmüştür? Öncelikle biraz septik bir okumayla, Obama’nın Başkan seçilmesi de zahirdeki barışçıl siyasi retoriği de esasen Bush döneminin “kara davudi” savaşçılığının zayıflattığı Amerika’nın küresel hegemonyasının restorasyonuna dönük olduğu söylenebilir. Başka deyişle, aslında ABD açısından önemli olan dünyadaki ayrıcalıklı gücünü sürdürmesidir. Gemi aynı gemidir, istikameti aynı istikamettir ama yolcuların güvenini kaybeden kaptan yerine halkın isyanını önlemek için zahiren kendilerine daha yakın olan başka bir kaptan seçilmiştir. Şimdi IŞİD gibi daha korkunç bir rakip ortaya çık(artıl)tığı için, kaptan gerçek yüzünü dosta düşmana göstermek zorunda kalmıştır. Tarihin Geri Dönüşü başlıklı kitabın da yazarı olan ve hem Cumhuriyetçilere hem de Demokrat Obama yönetimine danışmanlık yapan stratejist Robert Kagan’ın 2011’de yayınladığı The World That Amarica Made (Amerika’nın Yarattığı Dünya) başlıklı kitabında Amerika’nın ekonomi politik gücünün giderek zayıfladığını ve siyasi elitlerin de son yarım asırda kendi yarattıkları küresel sistemi yönetme anlamında motivasyonunu kaybettiğini söyleyerek, Amerika’nın küresel yönetim sisteminden elini çektiği bir dünyada ortaya çıkacak sorunlara dikkat çekmektedir. Yazar, üstü örtülü bir şekilde İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya ve Çin gibi aktörlerin yöneteceği dünyada ortaya çıkacak kargaşa ve kaos ortamında, dünya halklarının ve siyasi elitlerinin Amerikan yönetimine olan özlemlerini nasıl artıracağını ima etmektedir. Arap Baharı sürecinin özellikle Orta Doğu’da ve Akdeniz’in güneyinde yarattığı ve hala devam eden siyasi dalgalanmaların, çatışmaların ve karmaşa ortamının tam da Kagan’ın öngördüğü (veya kurgulandığı) üzere, bugün ABD’nin bölgeye olan dönüşü için çok ciddi bir meşruiyet temeli yarattığı açıktır. Türkiye’deki siyasi elitler dahil pek çok kişi, ‘ABD neden Suriye’de Esad’a karşı harekete geçmiyor?’ sorusunu sıkça sorduğuna göre, ‘belki de arzulananın tam da böyle bir sonuç muydu?’ sorusu ister istemez zihinlerimizi meşgul etmektedir. Yaratıcı Kaos ve Obama Liderliği Aslında reel politik açıdan belki de daha gerçekçi bir okuma şu olabilir. Obama şahsi olarak gerçekten de ABD ile İslam dünyasını barıştırma misyonuna inanmaktadır. Aksi halde geçmiş altı yılda bu kadar gerçekçi bir rol oynayamazdı. Ama aynı zamanda Obama, Amerika’daki müesses nizamın dışından gelen biri (outsider) olarak sistemle çatışarak onu değiştirme yerine, derin yapıyla uzlaşmayı tercih etmek zorunda kalmaktadır. Zira Obama, Türkiye’deki Tayyip Erdoğan’ın tersine, iç politikada da dış politikada da risk alan (risk taker) değil, riskten kaçınan (risk avoider) bir lider profili sergilemektedir. Amerikan derin oyun kurucularının Başkan Obama’nın bu zaaflarını kullanarak, onu özellikle Orta Doğu’da kendi istedikleri pozisyona çekmiş olmaları çok zor olmasa gerektir. Suriye ve Irak’ta aniden ortaya çıkarak bölgede ve dünyada neredeyse gerçekten yakıcı bir ateş topuna ve siyasi olarak ise medya üzerinden adeta bir deccale dönüş(türül)en IŞİD örgütü, bugün hem bölgenin yeniden dizaynı ve hem de ABD liderliğinin küresel düzlemde yeniden inşası adına adeta bir “yaratıcı kaos” yaratma aracı olarak kullanılmaktadır. Üstelik İslam coğrafyasında ilk kez halkların özne olma bilinciyle hareket etmeye başladığı bir konjonktürde, isteksiz bir ABD başkanını bölgeye ve savaş alanına geri çekerek ve bunun maliyetini de yüreklerine iktidarlarını kaybetmek gibi ölümcül bir korku salınan zengin Arap monarşilerine ödeterek. Hakikaten bugün IŞİD üzerinden yaratılan büyük tehdit ile ABD, Suudi Arabistan’ı yabancılaştırmadan İran’la yakınlaşma stratejisine devam edebilmekte; Sünni monarşilerle II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan siyasi ittifakları ortak operasyonlara dönüştürerek silah arkadaşlığına yükseltmekte; Irak’ta İran’ın Bağdat üzerindeki etkisini dengeleyecek ve Sünni kesimin şikayetlerini azaltacak biçimde yeni hükümet kurabilmekte; Kuzeydeki Kürt bölgesinin bağımsızlık arayışlarına ket vurabilmektedir. Özetle yaratıcı kaos Obama’yı barışçı bir liderden savaşçı bir konuma çekmiş ve Orta Doğu siyasetini yeniden Amerikan merkezli hale getirmeyi başarmıştır. EKİM 2014 35 DIŞ POLİTİKA TÜRK DIŞ POLİTİKASI Ukrayna’da yaşanan gelşmeler lk planda AB yanlıları le Rusya yanlıları arasındak mücadele görünümündeyd. Ancak Kırım’da yaşanan gelşmeler sonrasında Avrupa’nın güvenlğ ve NATO’nun fonksyonu yenden gündeme geld. Bu tartışma Soğuk Savaş sonrası kendsne yen br alan tanımlayan NATO’nun IŞİD gb örgütlerle savaşıp savaşmaması üzernden de yoğun bçmde devam edyor. Öner BUÇUKCU SDE Uzmanı U krayna’da yaşanan gelişmeler sonrası Kırım Meclisi’nin aldığı Rusya’ya bağlanma kararı ve Rusya Meclisi’nin bu kararı onaylaması Soğuk Savaş sonrası Avrupa’daki en ciddi sınır değişikliklerinden birisi oldu. Yaşanan bu sınır değişikliği ilk değildi. 1990’lı yıllar hatırlanacak olursa Yugoslavya’nın dağılma süreci oldukça zor ve kanlı olmuştu. Avrupa’da siyasal dengenin oluştuğu düşünülürken Kosova’nın bağımsızlık kararı ile Rusya’nın karşı çıkmasına rağmen Batılı ülkelerin bu kararı tanıması ard arda geldi. Sırbistan ve Karadağ’ın ayrılma kararının ardından yaşanan bu gelişme Sırbistan’ın siyasî sınırlarının yeniden değişmesi anlamına geliyordu. Bu gelişmeyle aynı dönemlere rastlayan gelişmeler sonucunda ise Rusya’nın destek ve teşvikiyle Güney Osetya ve Abhazya krizleri yaşandı. Bu krizlerin tamamında farklı saflarda yer alan siyasal aktörler, yaşanan gelişmeler can sıkıcı olmasına rağmen ilişkilerin kopmaması için büyük çaba sarf ettiler. Ancak Kırım’da yaşanan gelişmeler sonrasında küresel sistem yeni bir dönüm noktasına gelmiş gibi gözüküyor. Umran Dergisi’nin Nisan 2014 sayısında yayınlanan bir metinde Soğuk Savaş sonrası NATO’nun pozisyon arayışını teorik açıdan ifade etmiş ve Türkiye’nin NATO ve AB arasında gelişen askerî ilişkiler dolayısıyla yaşadığı sorunlu dönemi ele almıştık. Bu metin aslında 36 EKİM 2014 NATO’nun aldığı kararların Türkiye açısından bağlayıcılığının oranını da ortaya koymayı amaçlıyordu. Örnek olay olarak üzerinde durulan ESDI (European Security and Defence Identity) Türkiye’yi karar verme mekanizmalarının dışarısında bırakan bir girişim olmakla birlikte son kertede Türkiye’nin aleyhine olsa dahi Türkiye tarafından kabul edilmek zorunda kalmıştı. Zira NATO’nun bu dönem stratejisi ile AB’nin Soğuk Savaş sonrası stratejilerinin uyuşuyor olması blok içi dayanışmayı/farklılıkları görmezden gelme zorunluluğunu da beraberinde getiriyordu. AB genişlemesi ile NATO genişlemesinin kabaca aynı süreçleri/uzamları izlemesi esasen Soğuk Savaş sonrası üzerinde uzlaşılan bir politikanın pratikteki haliydi. Bu dönemde NATO ve AB’nin genişleme stratejisi, o dönem oldukça zor durumda olan Rusya’nın yüzyılın en güçsüz pozisyonuna düştüğü bir süreçte bir gün yeniden kendi ayakları üzerinde durma ihtimali karşısında Avrupa’nın güvenliğinin sağlanabilmesi için Güney ve Doğu Avrupa’yı Avrupa Birliği ve NATO şemsiyesi altında toplayarak Rusya’nın yeniden güçlenmesi durumunda ona etki alanı sınırlanmış bir oyun sahası vermekti. Bugün Avrupa’daki siyasal kompozisyon bu politikanın büyük ölçüde başarıya ulaştığı şeklinde yorumlanabilir. Burada Rusya’nın tarihsel olarak Avrupa açısından hiçbir dönem ekonomik anlamda rakip olmadığının altı çizilmelidir. Klasik güç dengesi sisteminin hâkim olduğu 1815-1914 arası dönemde Rus Çarlığı’nın Avrupa siyaseti açısından önemi askerî gücünden kaynaklanıyordu. SSCB de Soğuk Savaş yıllarında ABD ile karşılaştırıldığında küçük bir ekonomiye sahipti. Ancak nükleer silahlara sahip olması, dahası kıtalararası nükleer başlık taşıyabilen füzelere ve ikinci vuruş kabiliyetine sahip olması, ideolojik olarak ekonomik-siyasal-toplumsal açılardan farklı bir model öneriyor olması SSCB’yi Soğuk Savaşın taraflarından birisi haline getirmişti. ABD’nin küresel hegemonyasının tartışılmaz olduğu 90’lı yıllarda eski Doğu Bloku ülkeleri ile NATO ara- sındaki ilişkilere ve bunun kurumsal çerçevesi olan “Barış İçin Ortaklık” perspektifi Rusya ile NATO arasında Soğuk Savaş sonrası erken dönem ilişkilerin çerçevesini belirlemişti. Putin’in Rusya Devlet Başkanı olmasından sonra agresif bir biçimde petrol ve doğal gaz gibi yer altı kaynaklarını küresel piyasalara pazarlamaya başlayan ve bu açılımıyla ekonomisini düzeltmeye başlayan Rusya Federasyonu’nun ABD hegemonyası ve onun etkisi altında şekillenen uluslararası kurumsallaşmaya ilk resmî tepkisi Putin’in 2008 yılında Münih’te Avrupa Güvenlik Konferansı’nda yaptığı konuşmaydı. Bu konuşmasının arka metninde Putin çok kutupluluğun dünyada barış ve istikrarın sağlanmasında daha işlevsel olabileceğini öne sürüyor, ABD’nin uygulamalarından rahatsızlığını dile getiriyordu. Ukrayna’da yaşanan gelişmeler ilk planda AB yanlıları ile Rusya yanlıları arasındaki mücadele görünümündeydi. Ancak Kırım’da yaşanan gelişmeler sonrasında Avrupa’nın güvenliği ve NATO’nun fonksiyonu yeniden gündeme geldi. Bu tartışma Soğuk Savaş sonrası kendisine yeni bir alan tanımlayan NATO’nun IŞİD gibi örgütlerle savaşıp savaşmaması üzerinden de yoğun biçimde devam ediyor. NATO’nun Geleceği ve Türkiye Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra NATO askerî açıdan kısa sürede netice elde edebilecek çok uluslu operasyonel kuvvetlerin örgütlenmesi stratejisine yönelmişti. Bu çerçevede askerî yapısını yeniden düzenleyen NATO stratejisi kriz çözümü odaklıydı. Bu yaklaşım NATO’nun Soğuk Savaş sonrası kendini tanımlamasına uyumluydu, çünkü NATO Soğuk Savaş sonrasında dünyada barış ve istikrarın sağlanması, demokrasinin yerleşmesi için kendisini alan dışı coğrafyada da görev alabilecek şekilde organize etmişti. Kırım’da yaşanan gelişmelerin ardından Avrupa ülkelerinde NATO’nun güvenlik şemsiyesinin caydırıcılığına yönelik endişeler başladı. Ulusal konvansiyonel kuvvetlerin eşgüdümlenmesini ikinci planda bırakan NATO strate- EKİM 2014 37 Chamberlan perspektf değl de Churchll perspektf devreye grerse NATO Soğuk Savaş dönemndek önemn ve uluslararası syaset açısından belrleyclğn yenden kazanacaktır, en azından kazanmayı deneyecektr. Ancak uluslararası sstemn sürec nereye götüreceğn şmdden tahmn etmek oldukça zor… Hem NATO’da hem de Avrupa Birliği’nde ön plana çıkan görüş Soğuk Savaş sonrası izlenen askerî ve siyasal stratejilerin hatalı olduğu yönünde. Avrupa açısından bakıldığında Soğuk Savaş sonrasında Rusya ile Avrupa Birliği’nin ilişkilerini geliştirmesi NATO tarafından teşvik edilmişti. Bu süreçte özellikle Almanya, Rusya ile önemli doğal gaz anlaşmaları imzaladı. Diğer Avrupa ülkeleri de büyük oranda Rus doğal gazına bağımlı hale geldi. 2000’li yıllarda ABD ve AB’nin bölgede enerji güvenliği ve çeşitliliğini arttırmak için öne çıkardığı Nabucco ve benzeri projeler çeşitli sebeplerle gerçekleşemediği için bugün Avrupa siyasetinin ve ticaretinin tam orta noktasında bir Rusya gerçeğini tespit etmek gerekiyor. NATO Geri Dönebilecek Mi? jisinin caydırıcılığının Kırım’da yaşadığı başarısızlık özellikle Avrupa Birliği ülkelerinin savunma ve güvenlik odaklı tartışmaları yeniden NATO ve Avrupa Parlamentosu gündemine getirme ihtimalini ortaya çıkardı. NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen’in Foreign Affairs’de “NATO Geri Döndü (NATO is Back)” başlığıyla yayınlanan mülakatında verdiği mesajlar pratiğe döküldü ve 16 Nisan 2014’te yaptığı açıklamada NATO’nun Baltık Denizi’ndeki hava devriyelerini arttıracağını ve bölgede ek askerî manevralar gerçekleştireceklerini duyurdu. Ardından NATO kontrolünde beş savaş gemisi Baltık’a gönderildi. Rasmussen’in açıklaması Rusya’ya bir mesaj olduğu gibi NATO üyesi ülkelere de bir mesaj niteliğinde. Ancak stratejistler yapılacak bu askerî hareketlerin Rusya için caydırıcı olmayacağını düşünüyor. Bu bağlamda önerilerin başında ise NATO üyesi Litvanya, Letonya ve Estonya’da konuşlanacak kuvvetler oluşturulması geliyor. Tartışmalar önümüzdeki dönemde NATO’nun Avrupa’nın güvenlik endişesini dindirmek için Avrupa’da daha fazla asker bulundurmasını beraberinde getirecek gibi görünüyor. Ancak bu durumun da Avrupa Birliği içerisinden sert bir muhalefetle karşılaşması beklenebilir. ESDI’ın uygulamaya geçirilmesi döne- 38 EKİM 2014 minde Avrupa’nın ortak savunma ve güvenlik politikası olması yönünde politika isteyen politik aktörler bulunduğu hatırlanabilir. Bütün bu gelişmeler yaşanırken 2014 yılının ikinci yarısından itibaren Dünyanın gündemine sert bir giriş yapan IŞİD’e karşı mücadelede NATO’nun bir rol üstlenip üstlenmemesine dair tartışmalar da NATO gündemine girdi. Söz konusu tartışma NATO’nun Galler’deki Zirvesinde de IŞİD konusu gündem maddelerinden bir tanesiydi ancak sorunun Türkiye’ye yakınlığı dolayısıyla Türk medyasında ön plana çıkarıldığı kadar NATO Zirvesinde tartışılmadı. NATO üyelerinin Galler Zirvesinde de cevabını aradıkları soru NATO’nun Rusya’nın Gürcistan ve Ukrayna’daki saldırganlığına aktif bir cevap üretmemesinin NATO’nun ve Avrupa’nın geleceğini nasıl etkileyeceğiydi. Zira eski bir NATO Genel Sekreteri’nin ifadesiyle “NATO SSCB’yi dışarda, Almanya’yı aşağıda ABD’yi içerde tutmak üzere” kurulmuş bir örgüttü. Rusya Devlet Başkanı Putin’in katıldığı bir televizyon programında NATO’nun Rusya sınırlarına daha da yaklaşması durumunda buna muhakkak cevap verileceğini ifade etmesi ve NATO’nun Rusya politikasının hâlâ belirsizliğini koruması akıllara en temel ve basit soruyu getirdi: Bundan sonra ne olacak? Enerji kaynakları açısından Batı bloku benzer bir şoku 1973 Petrol Ambargosu döneminde yaşamıştı. OPEC’in ambargo kararından sonra Batılı ülkeler kısa vadeli planlarını enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi ve alternatifli hale getirilmesi üzerine kurdular; bunda da bir ölçüde başarılı oldular. Rusya ve NATO’nun daha sert angajmanlar geliştirmesi durumunda enerji bağımlılığının ittifak üyesi ülkeler için karar vermede oldukça önemli ancak hayatî olmayacağı öngörülebilir. Ancak karar verme mekanizmasının bu şekilde hareket edebilmesi için blok içi dayanışmanın en üst noktaya varması gerekir ki Kırım krizi mevcut haliyle böyle bir kriz görünümünde değildir. Soğuk Savaş sonrası dönemde NATO’da en çok tartışılan konuların başında gelen re-nasyonalizasyon yani yeniden millileşme tam manasıyla gerçekleşmese de ittifak ilişkilerinin gevşediği bir dönemde NATO’nun müttefikler üzerinde tamamen belirleyici olduğunu söylemek de oldukça güçtür. Örneğin ittifakın en etkin ve en eski üyelerinden birisi olan Türkiye ABD’nin Irak’a müdahalesi esnasında, bir NATO müdahalesi olmamasına rağmen ABD ile askerî ve siyasî ilişkilerinin boyutları düşünüldüğünde, 1 Mart Tezkeresini Meclisten geçirmeyerek özerk bir politika belirleyebilmişti. Bu durum Türkiye’nin iç siyasal koşulları kadar uluslararası sistemin durumundan da kaynaklanıyordu. İttifak ilişkilerinin gevşediği bir dönemde Türkiye “görece özerk” politikalar belirleyebiliyordu. Kırım krizinin NATO ittifakı üzerindeki ilk ve en belirgin etkisi bu özerklik sürecinin yavaş yavaş son bulacağına yönelik sinyallerin gelmeye başlamasıdır. Böyle bir ortamda Türkiye’nin de NATO üyesi bir ülke olarak dış politikasını NATO’yu dikkate alarak belirlemeye başlayacağı ön görülebilir, çünkü ittifak dayanışmasının arttığı dönemlerde özerk politikalar izlemek zorlaşmaktadır. Ancak Türkiye, siyasal ve askerî gücü oranında NATO içerisinde karar verme mekanizmalarına etki edecek ve alınacak kararları kendi ulusal çıkarlarına göre şekillendirmeye çalışacaktır. Bu dönemeçte Türkiye’nin de NATO üyesi ülkelerin de dış politikasını belirleyecek esas bilinmeyen ise şu: NATO, üyelerini yeniden mobilize edebilecek güce hala haiz mi? Bu sorunun cevabını süreç ilerledikçe verebileceğiz. İkinci Büyük Savaş öncesi dönemde İngiltere Başbakanı Arthur Neville Chamberlain “Almanya’yı yatıştırma politikası” kapsamında Almanya’nın Versailles Antlaşması’na aykırı hareketlerini bir biçimde kılıfına uydurmaya çalışıyordu. Bu politikanın en uç noktası Nazi Almanyasının 1938’de Çekoslovakya’yı işgalini Chamberlain’in onaylamasıydı ve Londra’ya döndüğünde kendisini savaşı önlediği için oldukça gururlu hissediyordu. Çekoslovakya’nın işgali değil ama Polonya’nın işgali İkinci Büyük Savaş’ın fitilini ateşlemiş, Chamberlain’in politikasının aslında bir “politikasızlık” olduğu anlaşılmıştı. Belki koşullar çok farklı ama eksik de olsa Kırım’da yaşanan gelişmelerle İkinci Büyük Savaş öncesi dönem arasında bir analoji kurmak yararlı olabilir. Eğer Chamberlain perspektifi değil de Churchill perspektifi devreye girerse NATO Soğuk Savaş dönemindeki önemini ve uluslararası siyaset açısından belirleyiciliğini yeniden kazanacaktır, en azından kazanmayı deneyecektir. Ancak uluslararası sistemin süreci nereye götüreceğini şimdiden tahmin etmek oldukça zor… EKİM 2014 39 DIŞ POLİTİKA RUSYA le BATI ARASINDA Zeynep SONGÜLEN İNANÇ SDE Uzmanı S oğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte ABD ve AB’yi ifade eden Batı ile Rusya arasındaki ilişkiler doğal olarak değişti. Bu değişim sürecinde Rusya’ya kendisini “aldatılmış” ve “atlatılmış” hissettiren gelişmeler yaşandı. 1999 yılındaki Kosova meselesi ise Rusya için bir köşe dönemecine karşılık geldi. Bu tarihten itibaren Rusya’da hem iç politika bağlamında hem de dış politika çerçevesinde milliyetçi ve yayılmacı yaklaşımlar etkili oldu. 2000’li yıllarda Rusya, Batı ile ilişkilerini Balkan coğrafyasında izlenen politikalar üzerinden şekillendirdi. Arap Baharı olarak nitelendirilen ve Kuzey Afrika ile Orta Doğu’yu içerisine alan 40 EKİM 2014 coğrafyadaki isyan hareketlerinin ardından Batı ile Rusya karşılıklı ilişkilerini ve uluslararası sisteme dair mücadelelerini, bu coğrafyalara yönelik olarak geliştirdikleri politikalar üzerinden tasarladılar. Rusya’nın özellikle Libya konusunda yaşadığı hayal kırıklığı ve takip eden süreçte Suriye konusundaki ısrarı bunun en önemli göstergeleri olarak ortaya çıktı. Suriye, Mısır, Libya, İran, Lübnan gibi ülkelerle geliştirilen ilişkilere bakıldığında Batı ile Rusya arasındaki yaklaşım farkı daha açık biçimde görülür. Uluslararası sistemin geleceğine dair farklı beklentilere ve politikalara sahip olan bu iki tarafın mücadelesinde, Ukrayna kriziyle birlikte yeni bir aşamaya geçildi. Batı sessiz ve derinden bir tavırla Ukrayna ile ilişkilerini geliştirirken Rusya, bu gidişatı keskin bir hamleyle sekteye uğrattı. Bir başka deyişle Rusya, bir parçası olarak gördüğü Ukrayna’ya Batı’nın elinin bu derece uzanmasına razı olmadı. Ukrayna meselesi Batı ve özellikle Avrupa için bir güvenlik konusu olmanın yanı sıra aynı zamanda ekonomik açıdan da önem taşıyor. Rusya içinse Ukrayna dendiğinde yalnızca güvenlik endişeleri gündeme geliyor. Zira Rusya’nın, Ukrayna üzerindeki etkisinin azalması demek NATO ile burun buruna gelmek demek. Dolayısıyla Rusya, yürütülen stratejik mücadeleyi son derece yaşamsal bir çerçevede değerlendiriyor. Bu nedenle de mücadelenin dozunu artırırken veya Batı’nın ambargosuna cevap verirken herhangi bir çekimserlik hissetmiyor. Kırım’ın Rusya’ya bağlanmasıyla birlikte Batı, Rusya’ya yönelik olarak üç aşamalı bir ambargo planı ortaya koydu. İlk aşamanın gündeme geldiği mart ayında vize muafiyeti müzakereleri askıya alındı, ekonomik işbirliği müzakereleri durduruldu ve G-8 Zirvesi iptal edildi. İkinci aşamada AB-Rusya Zirvesi iptal edildi, bazı Rus işadamlarına ve siyasetçilere AB ülkelerine seyahat yasağı getirildi ve bu kimselerin malvarlıklarının dondurulması söz konusu oldu. Üçüncü aşama olarak nitelendirilen ekonomik yaptırımlar ise MH 17 olayının ardından temmuz ayının sonunda yürürlüğe sokuldu. Batı, Ukrayna’daki Malezya uçağının düşürülmesinden Rus ayrılıkçıları ve Rus ajanları sorumlu tuttuğu için bu olayın üzerine ambargo planının üçüncü aşamasına geçme kararı aldı. Buna göre ABD ve AB vatandaşlarının devlete ait üç büyük Rus bankası ile finansal işlem yapmaları, bazı askeri araç, silah ve teçhizatın alım ve satışı, doğal gaz, petrol ve su sondajlarıyla ilgili materyaller başta olmak üzere enerji ve teknoloji alış verişi yapmaları yasaklandı. Yeni yaptırım listesinde Gazprombank, petrol devi Rosneft ve silah üreticisi Kalashnikov Concern gibi büyük Rus girişimleri bulunuyor. Ayrıca AB, daha önceki aşamalarda öngörülen seyahat yasaklarını ve malvarlığı dondurma işlemlerini genişletti. Buna göre Rusya Devlet başkanı Vladimir Putin’in yakın çevresinden olduğu ileri sürülen 95 kişinin ve 23 firmanın AB’ye ve ABD’ye giremeyecekleri ilan edildi. Bu yaptırımlar, Soğuk Savaş’tan günümüze AB tarafından Rusya’ya karşı alınan en ağır kararlar olarak nitelendiriliyor. AB, daha öncek aşamalarda öngörülen seyahat yasaklarını ve malvarlığı dondurma şlemlern genşlett. Buna göre Rusya Devlet başkanı Vladmr Putn’n yakın çevresnden olduğu ler sürülen 95 kşnn ve 23 frmanın AB’ye ve ABD’ye gremeyecekler lan edld. Bu yaptırımlar, Soğuk Savaş’tan günümüze AB tarafından Rusya’ya karşı alınan en ağır kararlar olarak ntelendrlyor. Bu kararların alınması AB için kolay olmadı. ABD, Rusya’ya yönelik yaptırım kararı alırken daha cesur ve eli bol davranabiliyor ve aynı tavrı AB’den de bekliyor. Ancak AB’nin Rusya ile yakın bağları bulunduğu için ve Rusya her Avrupa ülkesiyle ayrı ikili ilişkiler geliştirdiği için Avrupalı devletlerin bir araya gelerek ortak politikalar benimsemeleri zor oluyor. 2000’li yıllardan itibaren Rusya, sistematik olarak Avrupa devletleriyle kurduğu ilişkileri ikili temelde geliştirdi. Avrupa’yı bir bütün olarak almak yerine çıkarlarını ön planda tutarak her devletle ayrı işbirliği şablonları oluşturdu. Bu sayede Avrupa’nın Rusya karşısında tek bir güç merkezi olarak hareket etmesini engelledi. Böylelikle ABD’nin, Rusya’ya karşı Avrupa üzerinden geliştireceği politikaların da önünü kesmeyi hedefledi. Rusya’nın izlediği bu politikanın en belirgin sonucu 2008 yılındaki NATO Zirvesi’nde görüldü. Ukrayna ile Gürcistan’ın Üyelik Eylem Planı’na dâhil olmaları beklenirken bu talep, Almanya’nın ve Fransa’nın araya girmesiyle ertelendi. Rusya, kendi etki alanı içerisinde tanımladığı Ukrayna ile Gürcistan’ın NATO üyesi olmalarının önünü böylelikle kesmiş oldu. Rusya ile Avrupa arasındaki ilişkiler temelde enerji, savunma, finans ve mühendislik alanlarına dayanıyor. Bu sektörler çerçevesinde Rusya, Avrupalı devletlerle ilgili olarak ayrı yaklaşımlar temelinde politikalar gerçekleştirdi. Örneğin Fransa ile savunma konusundaki işbirliğini öne çıkarırken Almanya ile mühendislik ve enerji konularını esas aldı. Buna ek olarak Rus oligarkların zenginliklerini ağırlıklı olarak İngiltere’de değerlendirdikleri biliniyor. Bu itibarla AB liderleri olarak Fransa ile Almanya’nın Rusya ile kurdukları ilişkilerin parametreleri ile İngiltere, Polon- EKİM 2014 41 Bu kararların alınması AB çn kolay olmadı. ABD, Rusya’ya yönelk yaptırım kararı alırken daha cesur ve el bol davranablyor ve aynı tavrı AB’den de beklyor. Ancak AB’nn Rusya le yakın bağları bulunduğu çn ve Rusya her Avrupa ülkesyle ayrı kl lşkler gelştrdğ çn Avrupalı devletlern br araya gelerek ortak poltkalar benmsemeler zor oluyor. ya ve Baltık ülkelerinin Rusya ile kurdukları ilişkilerin unsurları büyük farklılıklar gösteriyor. Almanya’nın ve Fransa’nın çıkar beklentilerinin yerini Baltık ülkelerinin veya Finlandiya’nın varlığını sürdürme endişeleri alıyor. İngiltere ise ABD ile paralel politikalardan vazgeçmek istemiyor. Bu anlamda Rusya’nın 2000’li yıllardan itibaren izlediği ve Avrupa’yı ayrıştırmayı hedefleyen stratejik vizyonunun işe yaradığı söylenebilir. AB ülkeleri arasındaki tartışmalar, Rusya’ya AB ülkeleri arasında hem ekonomik hem siyasi ayrışma yaratacak platformu sağlamış gibi görünüyor. Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in dediği gibi Avrupalı devletler, Rusya ile ilişkilerinde ilkeler ile iş (çıkarlar) arasında bir seçim yapmak durumundalar. Bu seçimi her bir Avrupalı devlet farklı şekilde yapıyor. Ukrayna konusunda da Avrupalı liderler arasındaki tartışmalar devam ediyor ve tutarlı ve nihai hedefe odaklı politikalar geliştirilmesinde zorluklarla karşılaşılıyor. Avrupa’nın bu kırılganlığı, Rusya için bir avantaj olarak görülse de uzun vadede AB’yi ABD’ye yaklaştıran bir zafiyet olarak ortaya çıkıyor. Batı ile Rusya arasındaki ayrışma derinleştikçe Avrupalı devletler, kendi aralarındaki ayrışmalara rağmen birlikte hareket etmeye devam etmeyi ve bu seçeneği zor da olsa değerlendirmeyi tercih ediyorlar. Örneğin AB ile ABD arasındaki telekulak skandallarına, Orta Doğu konusundaki bakış açısı farklılıklarına, vs. rağmen serbest ticaret antlaşması müzakerelerini sürdürme konusunda ortak irade gösteriliyor. AB’nin ambargo unsurlarını katılaştırmasının ardından Rusya da bu kararlara cevap olarak karşı önlemler aldı. Buna göre Putin, Rusya’ya yaptırım uygulayan ülkelerden tarımsal ürün ithalatına kısıtlamalar ve yasaklar getiren kararnameyi imzaladı. Rusya bir yıl süreyle 28 AB ülkesinin yanı sıra 42 EKİM 2014 ABD’den, Avustralya’dan ve Norveç’ten et, balık, süt ürünleri, meyve ve sebze ithalatına yasak getirdi. Bu yasakların Rus ekonomisine ne ölçüde zarar vereceğini bekleyip görmek gerekecek. Ancak Rusya bu önlemleri açıklarken ekonomik gerekçelerden ziyade siyasi motivasyonla hareket ediyor. Dolayısıyla ekonomik anlamdaki zararlara şimdiden razı geldiği söylenebilir. Rusya aynı zamanda AB’den ve ABD’den gelen uçaklara hava sahasını kapatmayı hedefliyor, otomobil, havacılık, gemi inşa sektörlerini de ambargo kapsamına almayı planlıyor. Dolayısıyla Batı’nın ambargo kararlarına tit-for-tat bir cevap vererek geri adım atmayacağını ve ekonomik kayıplara rağmen siyasi risk alarak siyasi kazanımların peşinden gideceğini ortaya koyuyor. Batı ise NATO aracılığıyla Ukrayna krizini siyaseten yönetmeye çalışıyor. NATO’ya göre Rusya, barış yapma adı altında savaş yapıyor. NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen, Rusya’yı savaşın kenarından dönmeye çağırdı. Rusya’nın sınır tatbikatlarını yoğunlaştırarak sürdürmesi ve bölgeye gönderdiği askerlerin yanı sıra tankların ve roket rampalarının sayısını artırması üzerine Batı, Ukrayna krizini Rusya’nın savaşa sürüklediğini ileri sürüyor. Rusya’nın bu tutumu Batı tarafında adı konmamış bir savaş olarak nitelendiriliyor ve Rusya’nın topraksal yayılma için terörizme yöneldiği belirtiliyor. Bu çerçevede NATO Genel Sekreteri Kiev’i ziyaret ettiği sırada Rusya’dan, Ukrayna sınırından çekilmesini ve Ukrayna’ya barış gücü operasyonu ve insani yardım görüntüsü altında askeri kuvvet göndermekten kaçınmasını istedi. NATO bu çekinceleri gündeme getirirken ve savaş üzerinden krizi değerlendirirken Rusya, Ukrayna askeri uçaklarının düşürülmesinde görüldüğü gibi savaştan kaçmayacağının sinyallerini veriyor. Bir yandan da Rusya, Batı’nın kendisi kadar savaşa girmeye yanaşmayacağını biliyor. Eylül ayının başında ilan edilen ateşkesin işlevsiz kalması ve öngörülen tampon bölgenin kurulmasında ortaya çıkan sorunlar, Rusya’nın üçüncü yardım konvoyunu Ukrayna hükümetinin izni olmaksızın ve uluslararası tepkilere rağmen Ukrayna’ya sokması, Ukrayna’nın doğusundaki Rus askeri varlığının devam etmesi gibi unsurlar, Rusya’nın kararlı ve planlı politikasının birer parçasını oluşturuyor. Rusya, Ukrayna meselesinde bir taraf olduğu için bazı durumlarda muhatap olarak müdahil oluyor. Bazı durumlardaysa meselenin bir tarafı olmasına rağ- men kendi elini rahatlatmak veya güçlendirmek için olup bitenlerin kendisiyle doğrudan ilgisi yokmuş gibi davranıyor. Bununla birlikte süreç uzadıkça ve karmaşa arttıkça bu tavrın sürdürülmesi zorlaşıyor. Batı ise savaşa girmeden bir yol bulmaya çalışıyor. Bu çerçevede Kırım’ın, Rusya’ya bağlanmasında görüldüğü üzere Ukrayna’nın bölünmesine dahi karşı çıkmayacağını ortaya koydu. Batı’ya göre Rusya, Ukrayna’nın kendi kaderini tayin etmesine izin vermiyor. Bir başka anlamda Ukrayna kendi başına bölünmeye karar verse Batı karşı çıkmayacak. Ancak Rusya kesinlikle Ukrayna’nın bölünmesine karşı çıkıyor ve bir bütün olarak Ukrayna’yı kendi etki alanında tutmaya çalışıyor. Zira Rusya için Ukrayna’nın bölünmesi, NATO ile sınırdaş hale gelmek anlamına geliyor. Bu nedenle Batı, Rusya’nın Ukrayna’ya doğrudan müdahil olmaktan çekinmeyeceğini biliyor. Rusya ve Putin yönetimi için işbirliği perspektifiyle “Avrupa’yı istikrarsızlaştırmak ve Avrupa güvenliğini tehdit etmek” uzun zamandan beri izlenen bir politikaya karşılık geliyor. Bu amaca hizmet etmek üzere Rusya hem ekonomik hem siyasi araçları harekete geçirdi ve geçirmeye devam ediyor. Geçtiğimiz yıl- larda Rusya Avrupa’nın her başkentiyle farklı parametrelere dayanan ilişkiler geliştirmeyi başardığı için günümüzde Avrupa, Ukrayna krizini yönetmekte zorlanıyor ve ağır kalıyor. Bir başka deyişle Rusya’nın planlı ve iyi düşünülmüş orta vadeli stratejisi karşısında AB bütüncül bir varlık gösteremiyor. Bu durum, ABD’yi de yavaş hareket etmeye zorluyor. Ancak bu strateji uzun vadede ABD ile AB’yi yaklaştıran, tüm siyasi farklılıklara rağmen ABD ile AB’yi uluslararası sistemde aynı “taraf” olmaya zorlayan bir etki yaratacağa benziyor. ABD ile AB, Batı adı altında taraf haline geldikçe Rusya da diğer taraf olarak sistemde etkinlik arıyor. Ancak Rusya kendi etki alanını yeniden tanımlamaya çalışırken Batı yalnızca Rusya’nın baktığı coğrafyalara bakmıyor. Zira Afrika’dan Asya’ya dünyanın pek çok farklı yerinde çatışmalar, ölümler, isyanlar, ayrılmalar gerçekleşiyor veya talep ediliyor. Irak’ta olduğu gibi gözlerini dünyaya kapatmak işe yaramıyor ve krizler tırmanıyor. Rusya’nın küresel seviyedeki sorunlara pragmatik çözümler bulma çabaları ise pek karşılık bulmuyor ve bu yaklaşım, Batı’yı daha fazla sorumluluk almaya itiyor. Batı ise daha fazla sorumluluk almaya, sorunlara doğrudan taraf olmaya gönüllü olmamakla birlikte asgari zararla işleri kotarmaya çalışıyor. EKİM 2014 43 DIŞ POLİTİKA FİLİSTİN’DE GAZZE SAVAŞI: KAZANANLAR ve KAYBEDENLER Doç. Dr. Cevher ŞULUL* The New York Times’da (AUG. 10, 2014) yayınlanan “Hamas Gazze’de İsrail’i Nasıl Yendi?/ How Hamas Beat Israel in Gaza?” başlıklı makalede Ronen Bergman: “Eğer bu savaşta kaybetmenin ve kazanmanın ölçütü, ölenlerin sayısı ile tahrip gücü yüksek silâhlar kabul edilecek olursa doğal olarak kazananın İsrail, kaybedenin Hamas olduğunu söyleyebiliriz. Zira İsrail’in sahip olduğu askeri kapasite ile yüksek teknoloji Hamas’ın sahip olduğu imkânlar ile mukayese edilemez. Ancak, ölçüt olarak savaştan önce iki tarafın ortaya koyduğu hedefler ile bu hedeflere ulaşma esas alınacak olursa Hamas’ın kazanan taraf olduğu söylenebilir. Zira Hamas, İran ve Mısır ile olan bağlarını kopardıktan sonra hem Arap dünyasında hem İslâm dünyasında kaybettiği meşruiyet zeminini bu savaşla birlikte yeniden kazandı. Yine Hamas, İsrail ile girdiği birçok savaşa, ambargoya, tahrip edilen tünellere rağmen hala askeri kapasitesini koruduğunu kanıtladı. Hamas’ın askeri kanadı İzzeddin el-Kassam Tugayları Gazze’ye komşu İsrail kentlerine attığı füzelerle, yaptığı operasyonlarla muhatabını şaşırttı.” demektedir. Akademisyen B atı Şeria’da üç İsrailli genç kaçırılıp öldürüldü. İsrail hükümeti meydana gelen bu olaydan dolayı Hamas’ı suçladı ve buna misilleme olarak Gazze’ye 8 Temmuz 2014’de geniş kapsamlı bir askeri operasyon düzenledi. Siyasi liderleri de dâhil yüzlerce Hamas mensubunu tutukladı, radyo yayınlarını kesti, mali kaynaklarına el koydu. Ayrıca İsrail güvenlik güçleri 2011’de kaçırılan İsrail askeri Gilad Şalit karşılığında serbest bırakılan 1027 Filistinli tutuklunun bir kısmını yeniden tutukladı. Yaklaşık olarak iki ay devam eden saldırılarda 2150 Filistinli öldü, 11 bini yaralandı. Binlerce ev, cami, okul, hastane yıkıldı; alt yapı büyük oranda tahrip edildi. İsrail’in 44 EKİM 2014 Peki, Gazze savaşında kim kaybetti, kim kazandı? Bazılarına göre İsrail bazılarına göre de Gazze kazandı. Bazılarına göre de yaklaşık olarak iki ay devam eden İsrail’in Gazze saldırısı sonucunda ne Hamas ne de İsrail stratejik anlamda bu savaşta bir başarı elde edemedi. Bu yıkıcı savaşın sonucunda bedel ödeyen ve kaybeden Filistin halkıdır. Bu savaşta insanlık, onurunu kaybetmiştir. Gazze’ye yaptığı bu saldırı insanî ve maddî boyutuyla 1948’den beri yapılan en yıkıcı saldırıdır. İki aya yakın bir süre devam eden Hamas ile İsrail arasındaki savaş, taraflar arasında süresiz ateşkes antlaşmasının imzalanmasıyla nihayet sona erdi. Ancak bu defa savaşı kim kazandı kim kaybetti tartışması başladı. Doğal olarak her savaşın bir kazananı, bir de kaybedeni vardır. İran ve Mısır’ın desteğini kaybeden Hamas’ı herkes acınacak bir konumda görürken o, İsrail savaş uçaklarının, füze bataryalarını imha etmek için yaptığı yoğun bombardımana rağmen şartlarını kabul etmediği ateşkesi reddetti. Füzelerle, roketlerle İsrail’in kentlerini vurmaya devam etti. İsrail’e karşı kara operasyonu yaptı, birçok İsrail askerini öldürdü ve yaraladı. Kazdığı tünellerle İsrailli yerleşimcileri korkutarak tedirgin etti; kara birliklerini ateşkes antlaşması imzalanmadan önce geri çekilmek zorunda bıraktı. Bu süreçte İsrail, en önemli havaalanlarından biri olan Ben Gurion havaalanını günlerce uçuşlara kapatmak zorunda kaldı. İsrail’in güvenlik paradigması sarsıldı. Binlerce İsrailli sığınaklara girmek zorunda kaldı. Hamas’ın yedi yıl boyunca ağır ambargoya rağmen inşa ettiği tüneller İsrail’i, Filistin’in askeri kapasitesi hakkında hayrete düşürdü. Gazze halkı bütün olumsuz şartlara rağmen savaşın kazanan tarafıdır. Arap yönetimlerinin resmi görüşü Hamas karşıtlığı olmasına rağmen sadece İslâm dünyası değil bütün dünya halkları bu savaşta Gazze halkını desteklemiştir. Dünyanın belli başlı bütün kentlerinde İsrail’in saldırganlığını kınayan gösteriler yapılmıştır. Savaşın kaybedeni ise İsrail’den ziyade dışarıda meşruiyet arayan Arap yönetimleri, Ramallah’taki Filistin yönetimi ile bu yönetimin başındaki Mahmut Abbas’tır. Kuruluşundan beri hızlı ve kısa süreli savaşlara göre yapılanan İsrail için bu savaş beklenenden uzun sürdü. Bu nedenle İsrail Savunma Bakanı, Gazze’ye yakın bölgelerde oturan Yahudi yerleşimcilerden birkaç gün sabırlı olmalarını istedi. Fakat birkaç gün birkaç hafta oldu ve savaş neredeyse iki aya yakın bir süre devam etti. Sonuçta Filistin halkının direncini kıramayan İsrail, savaşın uzaması karşısında ateşkesi kabul etmek zorunda kaldı. İsrail’in hedeflerinden birisi de Gazze’nin silâhlardan arındırılmasıydı, bu da gerçekleşmedi. Yapılan ateşkes antlaşmasında buna dair herhangi bir hüküm yer almadı. Bu noktada Yazar soruyor: Nasıl oluyor da terörist bir grup, Orta Doğu’nun en güçlü ordusuna karşı üstünlük sağlayabiliyor? Yazara göre Hamas’ın başarısı İsrail’in daha önceki savaşlarda uğradığı yenilgilerden kaynaklanıyor. Örneğin Temmuz 2006’da Hizbullah, İsrail-Lübnan sınırında iki İsrail askerini kaçırdı. Buna karşın İsrail, Hizbullah’ı yok etmeye kalktı. Fakat ne kaçırılan iki askerini geri alabildi ne de Güney Lübnan’ı silâhtan arındırabildi. İsrail bu savaştan yorgun çıktı ve neticede üst düzey birçok asker ordudan ayrılmak zorunda kaldı. EKİM 2014 45 uzun vadeli olamayacağını başta ABD olmak üzere ilgili devletler nezdinde ifade etti. Ancak Ürdün ve Fas’taki gösteriler dışında Arap dünyası sessiz kaldı. Arap hükümetleri âdeta İsrail’in Gazze’yi ilhak etmesini ve bu meselenin kökten çözülmesini bekler gibi bir görüntü verdi. İsrail’in Gazze’ye saldırısını görmezden geldi. Meseleyi güvenlik konseyine götürmedi, elçilerini geri çekmedi. Arap birliği ancak saldırıdan beş hafta sonra İsrail’e saldırıları durdurma çağrısı yaptı. Ankara, İstanbul, Paris ve New York sokaklarındaki insanların Filistin halkı ile olan dayanışması Beyrut veya Kahire’deki insanların dayanışmasından daha güçlü oldu. Hamas Bu Savaşta Siyasî ve Askeri Bakımdan Yalnız Kaldı Bu savaş Orta Doğu’da parametrelerin değiştiği ve Filistin halkının tarihte hiç olmadığı kadar Araplar tarafından yalnız bırakıldığı bir dönemde gerçekleşti. Buna rağmen askeri ve siyasî olarak Gazze halkı yalnız başına savaştı ve kazandı. Siyasî açıdan Gazze halkının en büyük eksikliği Arapların gereken desteği vermemeleridir. Bazı Lâtin Amerika ülkeleri, İsrail ile olan diplomatik ilişkilerini kesti. İngiltere devlet bakanı Baroness Sayeeda Warsi, hükümetinin Gazze’ye yönelik politikasını protesto etmek amacıyla istifa etti. Amerika’da, Avrupa’da ve Türkiye’de İsrail’in saldırganlığını protesto eden yüzlerce yürüyüş yapıldı. Özellikle bu süreçte Türkiye’nin halkıyla, hükümetiyle birlikte verdiği tepki son derece anlamlıdır. Her partiden parlâmenterler yapılan protesto gösterilerine katıldı. Türk hükümeti, Filistin’de yaşanan insanlık dramına dünya kamuoyunun dikkatini çekmek için yoğun çaba sarf etti. İlgili taraflar nezdinde ateşkesin sağlanması için yoğun diplomatik görüşmeler yaptı. Filistin’e hem acil yardım ulaştırmak hem de yaralıların Türkiye’de tedavileri için Mısır ve İsrail hükümetleri nezdinde temaslarda bulundu. Yapılan ateşkes görüşmelerinde Hamas’ın taraf olduğunu ve Hamas’ın önerilerini dikkate almayan bir barışın 46 EKİM 2014 İç meseleleriyle boğuşan Arap ülkeleri Filistin konusundan metal yorgunudur. Suriye ve Irak’taki etnik ve mezhepsel savaşlar, Mısır’da yönetim ile Müslüman Kardeşler arasındaki siyasî kavga ve bu kavganın körfez ülkelerine yansıması Filistin meselesini ikinci plâna itti. Gazze’de her gün ölen onlarca kişi, yıkılan evler artık Arap kamuoyunu harekete geçirmeye yetmiyor. Zira Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de ve Libya’da her gün 30-40 kişinin ölmesi, evlerin, köylerin tahrip edilmesi, şehirlerin bombalanması günlük sıradan hâdiseler haline geldi. Bu nedenle Filistinliler, Araplar bizi terk etti diyor. Ramallah’da bulunan siyaset bilimcisi Halil Halili, kuşkusuz Filistinliler bu savaşta daha önceki savaşlardan faklı olarak bu kez yalnız bırakıldıklarını biliyorlar, demektedir. Aslında bu noktada Arap halkıyla yönetimler arasında bir ayrıma gidilmesi gerekir. Arap halklarının büyük bir ekseriyeti, hükümetlerinin Gazze’ye yönelik politikaları karşısında derin bir hayal kırıklığı yaşadı. Ürdünlü bir iş adamı: Bayramda her yere gittim. İnsanlar Gazze’yi konuşuyorlardı ve herkes Gazze halkı için dua ediyordu, Gazze halkı ile dayanışma halinde idi. Yine Mısırlı Muhammed Ali ise, öldürülen Gazzeli çocukların resimleri beni kahrediyor. Arap dünyasının ne beklediğini anlamıyorum, diyor. Hamas’a Karşı Yeni Arap-İsrail İttifakı Bazı Arap ülkeleri ile İsrail arasında birtakım ilişkilerin olduğu bilinmekle beraber bu ilişkilerin boyutu ve içeriği bilinmiyordu. Ancak Arap dünyasında ilk defa Arap-İsrail ittifakından söz edilmektedir. Bunu hem taraflarına basına yaptıkları açıklamalardan hem de Arap ülkelerinin, Gazze savaşında Hamas’a karşı olan tutumlarından anlıyoruz. Yeni Arap-İsrail ittifakının mimarı ise Mısır yönetimi ile bu yönetime yakın bazı politikacılar ve gazetecilerdir. Nitekim Gazze savaşında Mısır, İsrail’den çok Filistin tarafını eleştirdi. Kahire’de yapılan görüşmelerde Hamas’ı görmezden geldi. Muhammed Mursi döneminin politikalarıyla mukayese edilemeyecek kadar İsrail’e yakın durdu. Kahire’nin yaptığı açıklamaların hiçbirinde İsrail’in saldırganlığı kınanmadı. İki tarafı aşırı güç kullanmamaları konusunda uyarmakla yetindi. İsrail basınında ise Arap âleminin Hamas’a karşı olduğu, Hamas’ın sadece Katar, İran ve Türkiye tarafından desteklendiği; İsrail’in Gazze savaşında Mısır ile birlikte Suudi Arabistan, BAE ve Ürdün ile görüşme halinde olduğu; bu savaş sırasında Abdülfettah Sisi ile Netenyahu’nun güvenli telefon hatları üzerinden sürekli görüştüklerini yazdı. Mısır hükümeti ise bu haberlere karşı sessiz kaldı. Bazılarına göre İsrail ile Mısır arasındaki bu uyum ve görüşme trafiği ateşkes görüşmeleriyle sınırlı değildir. Savaş sırasında da bu görüşmeler devam ediyordu. Mısır’ın Filistin hedeflerini vurma konusunda İsrail’e istihbarat desteği sağladığı söyleniyordu. Haaretz gazetesi İsrail’in, Hamas’ın güçlü direnişi karşısında bazı Arap ülkelerinden yardım talep ettiğini yazmıştır. Bu talep üzerine körfez ülkelerinden bir heyet sahra hastanesi inşa edeceğini beyan ederek Gazze’ye gider. Heyette doktor olduğu söylenen 50 kişi vardır. Ancak Gazze’deki güvenlik birimleri durumdan kuşkulanır ve heyeti takibe alır. Sonuçta heyet üyeleri arasında bazı istihbarat ele- Eğer bu savaşta kaybetmenin ve kazanmanın ölçütü, ölenlerin sayısı ile tahrip gücü yüksek silâhlar kabul edilecek olursa doğal olarak kazananın İsrail, kaybedenin Hamas olduğunu söyleyebiliriz. Zira İsrail’in sahip olduğu askeri kapasite ile yüksek teknoloji Hamas’ın sahip olduğu imkânlar ile mukayese edilemez. Ancak, ölçüt olarak savaştan önce iki tarafın ortaya koyduğu hedefler ile bu hedeflere ulaşma esas alınacak olursa Hamas’ın kazanan taraf olduğu söylenebilir. Zira Hamas, İran ve Mısır ile olan bağlarını kopardıktan sonra hem Arap dünyasında hem İslâm dünyasında kaybettiği meşruiyet zeminini bu savaşla birlikte yeniden kazandı. manlarının bulunduğunu ve bunların füze rampalarının bulunduğu yerleri öğrenmeye çalıştıklarını fark ederler. Soruşturulacaklarını anlayan heyet 10 Ağustos’ta haber vermeksizin anî bir şekilde sahra hastanesi için beraberlerinde getirdikleri malzemeleri bırakarak Gazze’yi terk ettiler. (Fehmi Huveydi: shorouknews.com) Sonuç itibarîyle Gazze halkı bütün olumsuz şartlara rağmen savaşın kazanan tarafıdır. Arap yönetimlerinin resmi görüşü Hamas karşıtlığı olmasına rağmen sadece İslâm dünyası değil bütün dünya halkları bu savaşta Gazze halkını desteklemiştir. Dünyanın belli başlı bütün kentlerinde İsrail’in saldırganlığını kınayan gösteriler yapılmıştır. Savaşın kaybedeni ise İsrail’den ziyade dışarıda meşruiyet arayan Arap yönetimleri, Ramallah’taki Filistin yönetimi ile bu yönetimin başındaki Mahmut Abbas’tır. * Harran Üni. Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi. İslam Felsefesi ve Orta Doğu üzerine çalışmalar yapmaktadır. EKİM 2014 47 DIŞ POLİTİKA koridorlarında dolaşıp duruyor. Simsiyah saçlar, inci gibi parlayan beyaz dişler... Filistinli bir kız çocuğunu nerede olursa olsun tanımak çok zor değil. GAZZELİ MİSAFİRLER Orhan MİROĞLU SDE Tarih ve Toplumsal Hafıza Araştırmaları Koordinatörü G azze’den gelen yaralıların tedavi gördüğü hastanelerden biri de Ankara Atatürk Hastanesi. SDE okurları hatırlayacaklardır, bir süre önce SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün başkanlığında bir heyet, hastanede Gazze’den gelen yaralıları ziyaret etmiş ve dayanışma dileğinde bulunmuştu. Geçen hafta, Zerdeşt’in gözlerinde alışık olmadığımız oynamalar baş gösterdiğinde ve dört yıldır yaşamadığı epilepsi nöbetini hatırlatan ve birkaç saniye süren titremelerle karşı karşıya kaldığımızda soluğu yeniden hastanede aldık. Atatürk Hastanesi’nin Gazzeli yaralıları, hala burada tedavi görüyorlar. Onların birçoğuyla dost olduk, kimi zaman hikâyelerini dinledim. Hastanede bir görevim yok tabi ama Ankara Atatürk hastanesi, bir yıldır ikinci adresimiz, ikinci evimiz gibi. Oğlum Zerdeşt’in devam eden sağlık sorunlarına bu hastanede şifa aramaya devam ediyoruz. Zerdeşt’in Türkiye’nin hastaneye yeni gelen Gazzeli misafirleriyle hastanede bu vesileyle tanıştık. İsrail’in Gazze üstüne yağdırdığı bombalardan sağ olarak kurtulanlardan Filistinli küçük kız çocuğu Harir’i eşim Canan’la aramıza aldık ve bu fotoğrafı çektirdik. Bombardımandan kaçıp canını kurtarmayı başarmış Harir ama kolundan yaralanmış… Hastanenin 48 EKİM 2014 hemşire ablalarına ve doktor amcalarına, minnet borcumuz biriktikçe birikti... Harir, sanırım şimdi Gazze’de, tedavisi bitti ve ayrıldı Türkiye’den. Harir bana yıllar önce İskenderun’da karşılaştığım onun yaşındaki Filistinli kız çocuğunu hatırlattı. Adı Ayşe’ydi. 12 Eylül askeri darbe günleri... Ayşe bir gün kalabalık ailesiyle çıkıp İskenderun Gülcihan beldesine gelmişti. Aileyle çok geçmeden daha ilk gece tanıştık. Babası FKÖ’de Yüzbaşıydı, İskenderun’a geliş amacı ise FKÖ’ye gelen silah ve yardımların gizlilik içinde yerine ulaşmasını sağlamaktı. Göreve tatil havası verilmesi, güvenlik kaygısı nedeniyleydi. Ayşe her sabah uyanır denize doğru koşardı… Bir sabah elinden tutmuş, onu sahilde gezdirmiştim. Etrafına hayranlıkla bakıyor ve o yaz günü sabahının keyfini çıkarmaya çalışıyordu. Sonra ben, Ayşe’den içinde gezindiğimiz bu harika doğa için bir çift söz duymak istemiş ve burayı beğendin mi diye sormuştum. Ayşe gülümseyerek elimi bırakmış ve etrafına bakındıktan sonra, ‘Filistin Hıyye ekves’, yani ‘Filistin daha güzel!’ demişti. O gün bugündür bu cevabı hiç unutmuyorum. Ankara Atatürk hastanesinde karşılaştığım Harir, Ayşe’den sonra tanıdığım Filistinli ikinci çocuk oldu. Harir Zerdeştle tanıştı, onun elini tuttu, ne zaman iyileşecek Zerdeşt diye sordu. Az da olsa Arapça biliyor olma- Harr Zerdeştle tanıştı, onun eln tuttu, ne zaman yleşecek Zerdeşt dye sordu. Az da olsa Arapça blyor olmamız, aramızda kendlğnden br kaynaşma yarattı... İnsanlar kend dllern blen ama hç tanımadıkları başka nsanlarla çok çabuk kaynaşırlar, tecrübelerm bana hep bu gerçeğ gösterd. Tercüman aracılığıyla kalbî duygular üzernden yakınlaşmak pek mümkün olmuyor bana kalırsa... mız, aramızda kendiliğinden bir kaynaşma yarattı... İnsanlar kendi dillerini bilen ama hiç tanımadıkları başka insanlarla çok çabuk kaynaşırlar, tecrübelerim bana hep bu gerçeği gösterdi. Tercüman aracılığıyla kalbî duygular üzerinden yakınlaşmak pek mümkün olmuyor bana kalırsa... Filistinli baba ve oğul... Baba, bombardıman sonucu ayaklarını kaybetmiş oğlunun başından ayrılmıyor. Filistinli gencin baldırlarında açılan yaraların iyileşmesi bekleniyor. Baba ve oğulun zamanı, yatak ve tekerlekli sandalye arasında geçiyor. İki bacağını birden kaybeden Filistinli bu genç için yapılacak bir şey kalmayınca, baba ve oğul Gazze’ye dönecekler ve Gazze’de kendi anayurtlarında gökyüzüne baktıkça, her gün hüzün duyacak ve her gün yeni bir hüzne uyanacaklar… Oğlu belki yıldızların parıldadığı anlarda ve güneşin bütün sıcaklığıyla etrafı aydınlığa boğduğu zamanlarda, bombalarını hareket halinde olan her canlının üstüne atmaya gelen uçaklar görecek Gazze’nin semalarında… Gece ve gündüz gökyüzüne baktığı her defasında, Allah’ın hayatını bağışladığı bir kabusa kan ter içinde uyanır gibi hissedecek... Emel Sıdır, 34 yaşında, üçü kız üçü erkek altı çocuklu Filistinli bir kadın. Zerdeşt’in kaldığı odada sohbet ettik, sonra da bu hatıra fotoğrafını çektirdik. Emel’in kardeşi kendi evlerinin altında ayakkabı satarmış. Dört katlı binanın altında kalmış bombardıman sırasında. Kaçmaya çalışırken, karnından girip sırtından çıkan şarapnel parçaları nedeniyle ağır yaralanmış. Anlattığına göre, Yahudiler -Emel İsrail demiyor, Yahudiler demeyi tercih ediyordu- bomba atmadan önce, şu şekilde uyarı yapıyorlarmış: EKİM 2014 49 DIŞ POLİTİKA ‘Bir dakikanız var, evlerinizi bombalayacağız, bir dakika içinde evlerinizi terk edin!’ Gazze, Şengal, Kobanê, Mahmur ve 22 yıl önce ölümün kol gezdiği Diyarbakır... TÜRKİYE ve ŞANGHAY İŞBİRLİĞİ ÖRGÜTÜ Gazze’de ölenlerin çoğu, bir dakika içinde evlerini terk edemeyenlerden oluşuyor anlaşılan. ‘Bir dakika içinde evinizden en kıymetli eşyanız dâhil, hiçbir şeyinizi alamadan çıkıp gidiyorsunuz diye anlatıyor Emel. ‘Ölüm kalım zamanı, bir dakika!’ Ne çok benziyor birbirine, kaderimiz, hikâyelerimiz ve acılarımız… Doç. Dr. Erkin EKREM Canan ve Emel’e bakıyorum. Kaderleri birbirine benzeyen iki kadın diye geçiriyorum içimden. 22 yıl önce, 20 Eylül 1992’de Apê Musa’yla (Musa Anter) beraber Diyarbakır’da vurulduğumda, Canan da evinden hiçbir şey almadan, alamadan yaralı kocasıyla beraber uçağa binmiş ve Diyarbakır’ı terk etmişti… Zerdeşt henüz bir yaşındaydı; köyler, şehirler boşalıyor ve köyleri, şehirleri boşaltanlar, insanlara bazen bir gün, bazen bir günden de az bir zaman tanıyorlardı. Emel’in dokuz kardeşi var. Emel, Canan’ın biricik oğlu Zerdeşt için kardeşleriyle ve çocuklarıyla beraber hep dua edeceğini söylüyor ve Canan’a dönüyor, ‘Zerdeşt’i yatağından kaldırmak istediğin zaman haber ver, yardım etmek istiyorum sana, tek başına kaldırman zor olur.’ diyor, sonra da Canan’la kucaklaşıp odadan çıkıyor... 50 EKİM 2014 SDE Uzmanı 11 -12 Eylül 2014 tarihlerinde 14. Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) Başkanlar Konseyi Zirvesi, Tacikistan’ın başkenti Duşanbe’de düzenlenmiştir. Bu zirvede en çok ilgi çeken konu ise örgütün genişlemesi ile ilgili yasal zeminin tamamlanmasıdır. Örgütün bir sonraki Başkanlar Konseyi Zirvesi 7-8 Temmuz 2015’te Rusya Federasyonu Başkurtistan Cumhuriyeti başkenti Ufa’da düzenlenecektir. Bu tarihe kadar Rusya’nın üstlendiği dönem başkanlığı Türkiye’nin gözlemci statüsünü kazanabilmesi için önemli bir fırsat sunmaktadır. Büyük Potansiyeli Olan Bir Örgüt Şanghay İşbirliği Örgütü genişlemesiyle birlikte coğrafi kapsama alanını Doğu Asya, Orta Asya, Batı Asya ve Güney Asya’ya ulaştırmış, Asya bölgesini geniş anlamda temsil etme özelliğine kavuşmuştur. Birbirlerine coğrafik olarak yakın olan örgüt üye ve gözlemci ülkelerinin kapsadığı alan 37 milyon km² Örgüt Adı Şanghay İşbirliği Örgütü Kuruluş Tarihi 15 Haziran 2001 Üyeleri 6 Üye Ülke 5 Gözlemci Ülke 3 Diyalog Ülke Resmi Organları Sekretaryası (Pekin) Terörle Mücadele Merkezi (Taşkent) Resmi Dili Çince ve Rusça Genel Sekreter Dmitry Fyodorovich Mezentsev (Rus, 1 Ocak 2013-31 Aralık 2015) Resmi E-mail http://www.sectsco.org olup Avrasya’nın % 74’ünü teşkil etmektedir. Örgütün üye ülkelerinin kapsadığı alan 30 milyon km² olup Avrasya’nın beşte üçünü, 1.45 miyara ulaşan nüfusu da dünya nüfusunun dörtte birini oluştur- EKİM 2014 51 Bütün bu olumlu göstergelere rağmen, Örgüt aynı zamanda Asya’nın brçok bölgesel sorunlarına da ev sahplğ yapmaktadır. Bu sorunlar örgütün şlevn engelledğ gb zaman zaman craatını da yavaşlatablecek durumdadır. Şanghay İşbrlğ Örgütü, göründüğü gb mahyet bakımından sıkı br syasal örgüt değldr, aksne gevşek br şbrlğ mekanzmasıdır. Örgüt’te ortak fkr ve kültürel değerler temel yoktur. maktadır. Gözlemci ülkeler dâhil örgüt nüfusu 2.8 milyar olup dünya nüfusunun % 40’ını oluşturmaktadır. Örgütte BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinden ikisi, yani Çin ve Rusya yer almaktadır. Dünyada stratejik nükleer silaha sahip olan ülkelerin (ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, Çin, Hindistan, Pakistan, Kuzey Kore, İran) yarısı bu örgütte yer almaktadır. Örgüt dünyanın en büyük ordusuna sahiptir. Zengin yeraltı ve yer üstü kaynaklarına, belli düzeyde teknolojiye ve nitelikli insan kaynağına sahip olmakla birlikte, özellikle ekonomi ve enerji alanlarında birbirlerini tamamlayıcı ilişkilere sahiptir. Pekin’in Örgüt üyesi ülkeler arasında serbest ticaret alanı oluşturmak ve ekonomik entegrasyon sağlamak gibi bir projesi vardır. Bu proje gerçekleştiği takdirde 2020 yılında örgütün gayri safi yurtiçi hâsılası dünyanın % 30’unu teşkil edecektir. Yani dünyanın en büyük güvenlik ve ekonomik örgütü olmaya adaydır. Bazıları daha ileri giderek örgütü NATO’ya benzetmektedir. Bu durum birçok ülkenin üye olma isteğini arttırmaktadır. Örgüt üye ülkelerinin 2010 yılındaki GSYİH toplamı 7.67 trilyon Dolar olup, bu büyüklük toplam dünya ekonomisinin % 12’sini teşkil etmektedir. 2013 yılında ise yaklaşık 11 trilyon Dolar ile dünya ekonomisinin % 18’ini oluşturmaktadır. Üye Ülkeleri 2010 yılının rakamına göre Şanghay İşbirliği Örgütü üye ülkelerinin dış ticaret hacmi 3 trilyon 176 milyar Dolara ulaşmıştır. Çin’in Örgütün diğer beş üyesi ile arasındaki ticaret hacmi, 2001 yılında 12.22 milyar Dolar civarındayken, 2012 yılında 84.7 milyar Dolara ve 2013 yılında 130 milyar Dolara yükselmiştir. Yıllık büyüme ortalaması % 30’u bulmuştur. Çin-Rusya ticaret hacmi 2001 yılındaki 5.596 milyar Dolardan, 2010 yılında 59.34 milyar Dolara ve 2013 yılında 89.21 milyar Dolara yükselmiştir (2014 yılının ilk yarısında 44.54 milyar Dolar). Çin, Rusya’nın en büyük ticaret ortağı olmuştur. Çin aynı zamanda Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın ikinci büyük ticaret ortağı durumdadır. Bütün bu olumlu göstergelere rağmen, Örgüt aynı zamanda Asya’nın birçok bölgesel sorunlarına da ev sahipliği yapmaktadır. Bu sorunlar örgütün işlevini engellediği gibi zaman zaman icraatını da Diyalog Ülkeleri Zirve Misafirleri Çin Afganistan Sri Lanka BDT Kazakistan Hindistan Belarus Türkmenistan Kırgızistan İran Türkiye ASEAN Özbekistan Moğolistan KGAÖ Rusya Pakistan BM Tacikistan 52 Gözlemci Ülkeleri Şanghay İşbirliği Örgütü, dünyanın en önemli ticaret ülkesi ve ikinci ekonomik gücü olan Çin’i bünyesinde bulundurmaktadır. Aynı zamanda gözlemci ülkelerle birlikte Örgüt, dünyanın en büyük pazarına sahiptir. Ayrıca, en büyük enerji üretim ülkeleri ile dünyanın en çok enerji tüketim ülkeleri de Örgüt’e üyedir. Örgüt dünya çapındaki petrol rezervlerinin yaklaşık % 20’sine, doğalgaz rezervlerinin ise % 50’sine sahiptir. EKİM 2014 CICA yavaşlatabilecek durumdadır. Şanghay İşbirliği Örgütü, göründüğü gibi mahiyet bakımından sıkı bir siyasal örgüt değildir, aksine gevşek bir işbirliği mekanizmasıdır. Örgüt’te ortak fikir ve kültürel değerler temeli yoktur. Bu Örgüt’te hem Hıristiyan ülkeleri hem de İslam (Müslüman) ülkeleri vardır. Siyasal düzen olarak Örgüt’te hem Rusya modeli demokratik rejim hem de Çin’e özgü merkeziyetçi rejim bulunmaktadır. Üye ülkelerin ulusal çıkarlarındaki farklılıklardan dolayı milli duruşları da farklıdır, bu yüzden aralarında bazı sorunlar (su kaynakları, toprak ihtilaflar) mevcuttur. Bundan dolayı üye ülkeler arasında özellikle Çin-Rusya arasında siyasal özgüveni artırıcı bir takım temaslar gerekmektedir. Örgütün Genişlemesi Üzerindeki Tartışmalar Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü üyeliği Ocak 2005’te başlamıştır. Çin tarafı Ankara’nın resmi başvuru yapmadığı gerekçesiyle söz konusu üyeliğe sıcak bakmamıştır. Ancak Rusya ile Kazakistan Türkiye’nin örgüte dâhil edilmesine destek çıkmaktadır. 2012 yılında örgütün devlet başkanları zirvesinde Türkiye’nin diyalog ülkesi statüsü kabul edilmiş ve 26 Nisan 2013’te bu statü bir memorandum ile resmileşmiştir. Türkiye’nin AB üyeliği sürecinin devam etmesi, NATO üyesi olması ve Batı cephede yer alması nedeniyle Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye olmasına Çin tarafı endişe ile bakmaktadır. Keza Batı da Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü üyeliğine sıcak bakmıyor. Ayrıca, Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü üyeliği Ankara’nın bölgede etkisini arttırır ve bu da Çin ve Rusya’nın bölgesel çıkarlarına uymamaktadır. Üstelik Batı’nın desteğini alan bir Türkiye, Orta Asya’daki etkisini pekiştirmektedir. Bu nedenle, bazı ülkeler Türkiye’nin Çin’in tanımladığı Orta Asya coğrafyası dışında bir ülke olmasını gerekçe göstererek örgütün üyelik kabulü ile ilişkin mevzuata uymadığını ortaya koymaktadırlar. Çin tarafı, Türkiye’nin üyeliğe kabul edilebilmesi için örgütün şartnamelerini kabul etmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Fakat Rusya örgütün genişlemesi ve örgütün bölgesel etkisini attırmak için Çin’e baskı yapmaktadır. Şanghay İşbirliği Örgütü’nün genişleme sürecini esasen Rusya’nın aktif yönlendirmesine bağlayan Çinli yorumcular, örgütün genişlemesiyle birlikte Rusya’nın örgütteki inisiyatifi giderek güçleneceği ve Çin’in örgütteki yönetme gücünün zayıflanacağı görüşündedirler. Neticede Şanghay İşbirliği Örgütü’nün verimsiz ve hareket kabiliyeti zayıf olan Rusya stilindeki uluslararası bir örgüte dönüşeceği kanaatindedirler. Bu nedenle örgütün genişlemesi Çin’in çıkarına değildir. Çinli yorumcular, İran ile sorunu olan Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye olması halinde örgüte zarar vereceğini düşünmektedirler. Türkiye, Pan Türkizm’in merkezidir, bu siyasal akımın Türkiye’de hala büyük etkisi vardır. Gelecekte Türkiye, Şanghay İşbirliği Örgütü’ne resmen üye olduğunda şüphesiz ki Orta Asya bölgesinde daha karmaşık bir etkiye sahip olacaktır. Bu durumu, Türkiye’nin “Üç Güce” (terörizm, bölücülük ve dinî radikalizm) karşı basit beyanlarla yetiniyor olması şeklinde ifade eden yorumcular, Çin tarafının bunu kesinlikle kabul edemeyeceğini de belirtmektedirler. Zira Rusya’nın öteden beri “Üç Güc”ün biri olan bölücülüğe karşı tavrı müphem olmuştur. Çünkü Orta Asya’da büyük miktarda Sovyetler Birliği’nden kalma Rus bulunmaktadır. Şanghay İşbirliği Örgütü Zirveleri Tarihler 14-15 Haziran 2001 7 Haziran 2002 28-29 Mayıs 2003 Ülkeler Yeri Şanghay (Çin) Petersburg (Rusya) Moskova (Rusya) 17 Haziran 2004 Taşkent (Özbekistan) 5 Temmuz 2005 Astana (Kazakistan) 14-15 Haziran 2006 Şanghay (Çin) 16 Ağustos 2007 Bişkek (Kırgızistan) 28 Ağustos 2008 Duşanbe (Tacikistan) 15-16 Haziran 2009 Yekaterinburg (Rusya) 10-11 Haziran 2010 Taşkent (Özbekistan) 14-15 Haziran 2011 Astana (Kazakistan) 6-7 Haziran 2012 Pekin (Çin) 13 Eylül 2013 Bişkek (Kırgızistan) 12 Eylül 2014 Duşanbe (Tacikistan) 7 Temmuz 2015 Ufa (Başkurdistan, Rusya) EKİM 2014 53 Rusya’nın dönem başkanlığını üstlenmes le brlkte Hndstan ve Pakstan’ın resmen üye olmalarına kesn gözüyle bakılmaktadır. Türkye’nn örgütün gözlemc statüsü çn grşmde bulunması çn y br fırsat doğmuştur. 2015 yılında yapılacak 15. Şanghay İşbrlğ Örgütü (ŞİÖ) Başkanlar Konsey Zrves’nde gözlemc üye statüsünü kazanmış olması le brlkte Türkye’nn örgüte resm üyelğnn yolu da açılablr. Çin uzmanlarına göre Rusya’nın Şanghay İşbirliği Örgütü üzerindeki hedefi, örgütün Avrasya kıtasında daha kapsayıcı ve dışa açık, aynı zamanda evrensel bir uluslararası örgüt olmasıdır. Bu nedenle üyelik kapsamının daha da genişletmesi gerekmektedir. Rusya’nın bu siyasetinin arka planında bazı amaçlar yatmaktadır: 1- Orta Asya ülkeleri büyük güçlerin bölgedeki mücadelesinden dolayı Rusya’dan uzaklaşmaya başlamıştır, örgütün yeni üyelik sürecini başlatması Rusya’nın Orta Asya’daki siyasal etkisini güçlendirecek ve Orta Asya’daki gelişmelerin Rusya’nın kontrolü dışında kalmasını önlemiş olacaktır. 2- Çin, Rusya’nın Orta Asya’daki çıkarlarına zarar vermemeye çalışıyor ise de, Şanghay İşbirliği Örgütü kapsamında Orta Asya’daki ekonomik gücünü arttırdıkça Rusya’nın bölgedeki çıkarlarına zarar verebileceği endişelerini giderebilmiş değildir. Bu nedenle Rusya, Hindistan’ın üyeliğine destek vermekle Çin’in örgütteki gücünü dengelemeye çalışmaktadır. 3- Rusya’nın üyeliğin genişletilmesi ile ilgili diğer bir amacı ise Çin’in çevresindeki ülkelerin desteğini alarak Batı’nın sıkıştırmasına karşı koyabilmektir. Böylece Rusya uluslararası konumunu güçlendir- 54 EKİM 2014 mekle birlikte aynı zamanda çevresel bölge güvenliğini korunmuş olacaktır. Bazı Çinli yorumcular Rusya’nın üyelik konusundaki aktif tavrını Moskova’nın Hint Okyanusa açılmak istemesi ile ilişkilendirmektedirler. Tarihte Rusya’nın Orta Asya, Afganistan ve Hindistan’a yayılması ve Britanya ile çatışması söz konusu “Büyük Oyunu”u (The Great Game) meydana getirmiştir. Bugün de Rusya’nın Şanghay İşbirliği Örgütü çerçevesinde Afganistan sorunu ile yakından ilgilenmesi ve Hindistan ile İran’ın üyelik sürecindeki çabaları tarihsel gerçeğin günümüze yansımasıdır. Bazı Çinli uzmanlarına göre, Rusya’nın Hindistan ve Pakistan’ın üyeliği için sarf ettiği çabaların asıl amacı, Rusya-Çin-Hindistan üçgen stratejisini oluşturmak ve Şanghay İşbirliği Örgütü’nün yepyeni bir uluslararası bölgesel örgüte dönüşmesini sağlamaktır. Bu bağlamda Rusya açısından Örgütün genişlemesi gecikmemelidir. Çin uzmanlarının bu temkinli görüşlerine karşı, Rusya Dışişleri Bakanlığı bünyesinde faaliyet gösteren Moskova Uluslararası İlişkiler Enstitüsü (Üniversite) Doğu Asya ve Şanghay İşbirliği Örgütü Araştırmaları Merkezi direktörü Alexander Lukin farklı bir görüş beyan etmektedir. Lukin’e göre Şanghay İşbirliği Örgütü’nün lider ülkeleri Rusya ile Çin stratejik bir tercih yapmalıdır. Her iki ülke de ‘Şanghay İşbirliği Örgütü’ndeki etki mi daha önemli yoksa uluslararası konumu mu?’ sorusunu kendilerine sormalıdır. Eğer bir ülke kendi gücüne ve etkisine önem veriyorsa, neden uluslararası bir örgüte katılsın ki? Ancak, diğer taraftan şunu da düşünmek gerekir: ‘Bir ülke, etkisi giderek büyümekte olan uluslararası bir örgütte yer aldıysa, onun uluslararası saygınlığı da beraberinde artacaktır.’ NATO, AB ve ASEAN gibi örgütlerde de genişleme ile beraber bir takım sorunlar meydana gelmiştir. Yukarıda zikredilen örgütlerde, örgütün bürokratikleşmesi, karar vermede fikir birliğine ulaşmanın daha zor olması, örgütün işlevsel olarak verimsizleşmesi, örgüt içindeki güç dengesinin değişmesi ve kurucu üyelerin çıkarlarının zarara uğraması gibi sorunlar yaşanmıştır, ancak olumlu yönlerin olumsuzluklardan daha fazla olduğu açıktır. Şanghay İşbirliği Örgütü’nde de bu sorunlar yaşanabilir, ancak örgütün reforma zorlanması ve yeniden yapılanması için kesinlikle yararlı olacaktır. üyeliği süreci aşamalı ve düzeyli olarak ilerlemelidir. Hindistan ile Pakistan’ın üyeliği nispeten olgunlaşmıştır ve bu iki ülke ilk etapta üyeliğe kabul edilebilir. İran ile mevcut işbirliği ilişkilerini devam ettirerek, nükleer sorununu çözmesi halinde İran da üyeliği kabul edilebilir. Türkiye’nin Üyelik Meselesi Söz konusu rapora göre, diyalog ülkesi olan Türkiye’nin gözlemci ülke statüsü kabul edilebilir. Türkiye NATO üyesidir, AB üyesi değildir, kültürel açıdan Batı ile heterojen konumda olup Batı tarafından tam anlamıyla kabul edilmiş değildir. Türk halkının çoğu Müslümandır ancak laik bir devlettir. Türkiye, Batı ülkeleri ile yakın ilişki içinde olmasına rağmen, diplomatik açıdan nispeten bağımsız, girişimci ve esnek özellikler sergileyen bir ülkedir. Türkiye coğrafik bakımdan Avrupa ve Asya arasında olup, Orta Asya ve Batı Asya’dan Avrupa’ya giden yolda önemli bir kapıdır. Türkiye’nin örgütün gözlemci statüsüne (şartlar olgunlaştığında da resmi üyeliğe) kabul edilmesi bölgenin istikrarı ve kalkınması için yararlı olacaktır. Bütün bu tartışmalara rağmen Çin tarafının Türkiye’nin üyeliği üzerindeki olumsuz görüşleri değişmeye başlamıştır. Çin Sosyal Bilimler Akademisi Rusya-Doğu Avrupa ve Orta Asya Araştırmaları Enstitüsü’nün Eylül 2014’te yayımlanan raporu (Şanghay İşbirliği Örgütü Gelişme Raporu, 2014) bir takım düşüncelerin değiştiğini göstermektedir. Rapora göre, Çin’in batıya (Orta Asya ve batısı) yönelik stratejik perspektifi esasında şartlar yerine getirildiğinde Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üyelik için müzakere başlatılabileceği şeklinde değişmiş gözükmektedir. Ancak, üyelik öncesi, mevcut üyelerin çıkarlarına zarar gelmesine engel olacak şekilde gerekli yasal temellerin sağlamlaştırılması gerekmektedir. Çünkü üye sayısının artması örgütün karar almasını zorlaştıracak ve bir takım kuralların değişmesine sebep olacaktır. Bu bağlamda ilgili hukuk sisteminin de hızlı bir şekilde tamamlaması ve örgütün gelişmesinin sürdürebilirliği için sağlam bir yasal zeminini hazırlanması gerekmektedir. Rapora göre, örgüt Tacikistan’ın başkenti Duşanbe’de düzenlenen 14. Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) Başkanlar Konseyi Zirvesi’nin ortak bildirisinde, Şanghay İşbirliği Örgütü Üye Ülkelere Statü Verilmesine İlişkin Programı ve Şanghay İşbirliği Örgütü’ne Üye Olacak Ülkelerin Yükümlülükleri’ne dair Memorandum Şablonları belgesinin kabul edildiğini beyan edilmiştir. Aynı zamanda örgütün gözlemci ve diyalog ülkelerinin örgüt çerçevesinde pragmatik işbirliğine daha geniş katılımlarının teşvik edilmesine yer verilmiştir. Yani örgütün genişlemesi ile ilişkin yeni bir dönem başlamıştır. Rusya’nın dönem başkanlığını üstlenmesi ile birlikte Hindistan ve Pakistan’ın resmen üye olmalarına kesin gözüyle bakılmaktadır. Türkiye’nin örgütün gözlemci statüsü için girişimde bulunması için iyi bir fırsat doğmuştur. 2015 yılında yapılacak 15. Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) Başkanlar Konseyi Zirvesi’nde gözlemci üye statüsünü kazanmış olması ile birlikte Türkiye’nin örgüte resmi üyeliğinin yolu da açılabilir. EKİM 2014 55 DIŞ POLİTİKA 23 Haziran 1919 Tarihli Osmanlı Muhtırası 23 HAZİRAN 1919 TARİHLİ OSMANLI MUHTIRASI Sinan TAVUKCU SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi O rta Doğu’da, yavaş yavaş ulusal sınırların kaybolduğu ve ulus devletlerin yok olmaya yüz tuttuğu çalkantılı bir döneme girilmektedir. I. Dünya Savaşı’nın galipleri İngiltere ve Fransa’nın manda yönetimleri altında Ceziretü’l-Arab’da oluşturdukları sunî ulus devletler, kurulduklarından bu yana, hem kendi halkları nazarında hem de çoğu Müslüman halklar nazarında sürekli meşruiyet problemleri yaşamışlardır. Hilafetin yıkılmasına sebebiyet vermeleri, dinen kutsal sayılan toprakları Müslüman olmayanların işgaline açmaları ve Ceziretü’l-Arab’ın parçalanmasına sebebiyet vermeleri dolayısıyla, hem kurucu hem de hali hazır yöneticiler kendi halkları tarafından sorgulanmaktadır. Orta Doğu’daki bu gelişmeler ışığında, İslâm dünyasının parçalanmanın önüne geçmek üzere, Paris Barış Konferansı’na sunulan 23 Haziran 1919 Tarihli Osmanlı Muhtırası, bir kez daha hatırlanmayı hak etmektedir. Mütareke Sonrası Barış Arayışları I. Dünya Savaşı’nın, Osmanlı Devleti’nin de içinde bulunduğu İttifak kuvvetlerinin mağlubiyeti ile sonuçlanması üzerine, mağlup devletlerin 1918 yılı içinde galip devletlerle imzaladıkları mütarekeler (silah bırakma) ile bu savaş sona erdirilmişti. 56 EKİM 2014 Her mütarekenin prensip olarak, bir barış antlaşmasına bağlanması gerekliliği dolayısıyla, 18 Ocak 1919’da Paris’te, Paris Konferansı adı verilen bir müzakere süreci başlatıldı. Konferansa, İttifak devletlerine karşı savaşmış veya savaş ilân etmiş 32 devlet katılmıştı. Ancak, bu konferansın gerçek hâkimleri ABD, İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya’ydı. ABD Başkanı Wilson’un 8 Ocak 1918’de ilân ettiği 14 maddelik Wilson prensipleri çerçevesinde cereyan eden müzakereler sonucunda İtilâf Devletleri, Almanya ile 28 Haziran 1919’da Versailles, Avusturya ile Eylül 1919’da Saint Germain, Bulgaristan ile 27 Kasım 1919’da Neuilly ve Macaristan ile 4 Haziran 1920’da Trianon barış anlaşması imzaladılar. Diğer mağlup devletlerden farklı olarak, bizimle barış anlaşması imzalamak için, Osmanlı Devleti’nin ve Hilafetin ortadan kalkmasını altı yıl beklediler. Paris Barış Konferansı’nın iki asıl maksadı vardı. İlki, Kıta Avrupası’nın güvenliği için Almanya’yı etkisiz hale getirecek bir barış antlaşmasının hazırlanması ve Almanlara imzalatılmasıydı. İkincisi; Türklerin İstanbul’dan çıkarılması, İstanbul ve Boğazlar’ın uluslararası denetime verilmesi, Araplar, Kürtler ve Ermeniler için Osmanlı toprakları üzerinde manda rejimleri kurulmasıydı. Defalarca müracaat etmesine rağmen Paris Barış Konferansı’na çağrılmayan Osmanlı Devleti, nihayet 30 Mayıs 1919’da bu Konferansa davet edildi. 15 Mayıs 1919’da İzmir’in Yunanlılar tarafından işgaline İslâm dünyasının (özellikle konferansta hazır bulunan Hintli delegelerin) gösterdiği şiddetli tepki, Osmanlı Hükümeti’nin bu konferansa davet edilmesini sağlamıştı. Konferans’ta Osmanlı Devleti’ni temsil etmek üzere, Sadrazam Damad Ferid Paşa ile eski Sadrazam Tevfik Paşa delege, Maliye Nazırı Tevfik Bey ile Şura-yı Devlet Reisi Rıza Tevfik Beyler delege danışmanı olarak atandılar. tarzına varılması cihetinden her üç cephenin de ayrılmaz bir bütün teşkil ettiği beyan ediliyordu: “Bu cepheler aşağıdaki gibidir: a) Avrupa’da Trakya b) Asya’daki Türk kısımları c) Arabistan Binaenaleyh, Osmanlı delegasyonu Sulh Konferansı’na âtideki mülâhazaları arzetmekle şeref duyar:” Âtide (muhtıranın devamında) yer alan mülahazalar 6 madde haline açıklanmıştır. Sırasıyla; Trakya, Küçük Asya, Kıyıya Yakın Adalar, Ermenistan, Arabistan ile Mısır ve Kıbrıs. Konferansa katılan Sadrazam Damad Ferid Paşa önce, 17 Haziran’da, Paris Konferansı On- Muhtırada; Trakya sınırı, Edirne’nin kolayca bir talar Konseyi’nde bir konuşma yaptı. Ardından, arruza maruz kalmaması için Gümülcine’den başla23 Haziran’da, hükûmet tarafından hazırlanan tılmış, Kıyıya Yakın Adaların tarihi ve iktisadi nokta-i ve Meclis-i Vükelâ tarafınnazardan geniş bir muhdan kabul edilen resmi bir tariyet idaresi ile Osmanlı Paris Barış muhtırayı Konferansa sunhâkimiyetine bırakılması taKonferansı’nın iki du. Bu muhtırada Osmanlı lep edilmiş, Müttefik Devletlerin Erivan’da kurulan ErHükûmeti, savaş sonrası İmasıl maksadı vardı. meni Cumhuriyeti’ni tanıması paratorluğun yeni teşkilatını İlki, Kıta Avrupası’nın halinde sınırların müzakere açıklıyordu. güvenliği için edileceği bildirilmiştir. Muhtıranın başlangıcında; Almanya’yı etkisiz Bugünkü Orta Doğu’yu ilgiOsmanlı Devleti’nin I. Dünya hale getirecek bir lendiren, Küçük Asya, AraSavaşı’na, girmesinin millet barış antlaşmasının bistan, Mısır ve Kıbrıs’la ilgili iradesi dışında olduğu behazırlanması yeni teşkilat talebi muhtırada lirtildikten sonra, Osmanlı aşağıdaki gibi yer almıştır. Devleti’nin tarihi boyunca fikir ve Almanlara ve vicdan hürriyetini gerçekimzalatılmasıydı. Küçük Asya leştirdiği, Paris Antlaşması İkincisi; Türklerin “Türk toprakları, Asya’da ku(1856) ile Avrupa büyük devİstanbul’dan zeyde, Karadeniz, doğuda, letlerinden birisi olarak tarihte harpten evvel olduğu gibi, çıkarılması, İstanbul yerini aldığı ifade ediliyor ve Türk-Rus ve Türk-İran hubatılı devletlerin dostane yarve Boğazlar’ın dutları, güneyde ise Halep’in dımlarıyla, geçmişte olduğu uluslararası denetime Akdeniz’e kadar uzanan kısgibi gelecekte de terakki ve verilmesi, Araplar, mının bir parçası dâhil, Musul tekâmül yoluna devam etKürtler ve Ermeniler ve Diyarbakır vilâyetleri ile meyi ümit ettiği belirtiliyordu. için Osmanlı toprakları hudutlanmıştır.” İmparatorluğun yeni teşkilatıüzerinde manda Muhtıra’da güneydeki Türk nın açıklandığı Muhtıranın derejimleri toprakları olarak tarif edilen vamında, Türkiye’yi alâkadar coğrafya; Kerkük Livası’ndan eden meselenin üç ayrı cepkurulmasıydı. başlayarak Musul, Re’sü’lhesi olmasına rağmen, hal EKİM 2014 57 ayn ve Halep’den geçmek suretiyle Lazkiye’nin kuzeyindeki İbn-i Hani Burnu’nu içine alan bölgeydi. Arabistan “Türk Şehirlerinin güneyine düşen ve harbten evvel Osmanlı İmparatorluğu’nun ayrılmaz bir parçasını teşkil eden Suriye, Filistin, Hicaz, Yemen, Irak ve diğer bütün vilâyetler, majeste Sultanın hâkimiyeti altında geniş bir muhtariyet idaresine sahip olacaklardır. Mukaddes yerlere (Mekke, Medine ve Kudüs’e) Sultan tarafından mümessiller tayin edilecek ve mahdut miktarda bir muhafız kıtası bulundurulacaktır. Mukaddes yerlere her sene sürre alayları gönderilmesi usulü, Halifeliğin eski imtiyazlarından birisi olmak sıfatıyle, mûtâd ve merasimle devam edecektir. işgal kuvvetlerinin kısa bir zaman zarfında Osmanlı topraklarından çekilmesi istenmiş ve halkın İmparatorluğun parçalanmasını veya bölünmesini kabul etmediği, asırlardan beri kurulmuş olup takdis edilen Osmanlı birliğinden ayrılmak istemeyen halka hiçbir Hükûmetin muhalefet edemeyeceği ilan edilmiştir. Meclis-i Vükelâ tarafından kabul edilen ve devletin yeni teşkilatını açıklayan bu muhtıra, İtilâf Devletleri temsilcileri tarafından şaşkınlık ve hiddetle karşılandı. Yenik ve ezik olarak huzura gelmesi beklenen Osmanlı Devleti, geri adım atmıyor, sadece 1914 savaş öncesi sınırlarını değil, Balkan savaşı öncesindeki Türk-Bulgar sınırını, 1877-1878 Türk-Rus savaşı öncesi Poti’ye kadar olan Elviye-i Selâse ile Ahıska ve Ahılkelek dâhil Kafkasya sınırını talep ediyordu. İtilâf Devletleri, 25 Haziran’da, Osmanlı Muhtırası’na hakaret dolu karşı bir muhtıra yayınlayarak cevap verdiler. Muhtırada özetle; Osmanlı Devleti’nin kaderini belirleme yetkisinin, devlet içindeki halkların istek ve çıkarlarına uygun olarak, İtilâf Devletleri’ne ait olduğunu belirttiler ve Türkleri basit düşünceli, diğer halkları yönetmekten Her ne kadar yoksun, bozuk ahlak ve entTürkiye’de rikaya dayanan kötü gelenek bu hassasiyet sahibi olmakla suçladılar. Vakıf iradlarının tevzii, mâzide olduğu gibi, hiç engele maruz bırakılmaksızın devam etmelidir. Bu vakıflar Osmanlı sultanları, kısmen de şahıslar tarafından tesis edilmiş olup daima Halife tarafından idare edilmiştir. Bu sistem aynen devam etmelidir. Her muhtar vilâyet valisi, Hicaz’ınki hariç, Sultan tarafından tâyin edilecektir. Hicaz için, burası ile fazla ilgisi bulunan devletle hususi teşkilât hususunda bir anlaşmaya varılabilir. Bütün Arap memleketlerinde, emaret veya muhtar vilâyetler topraklarında Osmanlı bayrağı dalgalanacaktır. Adâlet, Sultan namına icra edilecek ve paralarda Sultanın ismi, tura kullanılacaktır.” Mısır ve Kıbrıs “Osmanlı Hükûmeti Mısır ile Kıbrıs Adası hakkındaki siyasi statünün açıkça tebarüz ettirilmesi için münasip zamanda Britanya Hükûmeti ile müzakerelere girişmeğe hazırdır.” Muhtıranın devamında; yukarıda bahsedilen teşkilat kurulur kurulmaz müttefikler arası 58 EKİM 2014 kaybolmuş olsa da; Müslümanların geneli bakımından kutsal toprakların sahipliği, yani kutsal şehirler (Mekke, Medine ve Kudüs) ile kutsal mekânların (Necef, Kerbela, Samarra, Kazımiye ve Bağdat) sahipliği önem taşımakta, bu yerlerin gayrimüslimlerin işgali altında olmaması dini bir vecibe olarak görülmektedir. Muhtıra, Misâk-I Millî Beyânnâmesi’ne Kaynaklık Etmiştir Çoğu zaman, hayalci ve reel politikaya aykırı diye yaftalanan 23 Haziran 1919 tarihli muhtıra ve yeni devlet teşkilatı, 28 Ocak 1920’de Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı tarafından kabul edilen Misâk-ı Millî Beyânnâmesi’ne de kaynak teşkil etmiştir. Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı tarafından kabul edilen Misâk-ı Millî Beyânnâmesi’nin devlet sınırlarını tayin eden hükümleri şöyledir: “1- Osmanlı Devleti’nin sadece Arap çoğunluğunun yaşadığı, 30 Ekim 1918 tarihli mütarekenin imzalanması sırasında işgal altında kalan kısımlarının mukadderatı ahalisinin serbestçe vereceği oylara göre belirleneceğinden adı geçen mütareke hattının içinde ve dışında dinen, ırken, emelen birleşmiş, karşılıklı sevgi ve fedakârlık hisleriyle dolu, örfî ve içtimaî haklarıyla mahallî şartlara tamamen riayetkâr Osmanlı-İslâm ekseriyetiyle meskûn bulunan kısımların tamamı hakikaten ve hükmen hiçbir sebeple ayrılma kabul etmez bir bütündür. 2- Ahalisi ilk serbest kaldığı zamanda genel oylarıyla anavatana katılmış olan elviye-i selâse (Kars, Ardahan, Batum) için gerektiğinde tekrar genel oya başvurulmasını kabul ederiz. 3- Trakya barışına bağlanan Batı Trakya’nın hukukî durumunun tesbiti de orada yaşayanların serbestçe beyan edecekleri oylara göre belirlenmelidir.” Bu, mukaddes yerler (Mekke, Medine ve Kudüs) üzerindeki haklardan bir manada vazgeçildiğini gösteriyordu. Çizilen Mîsâk-ı Millî Haritası’nda, İskenderiye-Port Said hizasına kadar olan bugünkü Suriye, Lübnan, Filistin ve Irak toprakları ile Adalar, Kıbrıs ve Batum yeni Türkiye’nin sınırları içinde yer alıyordu. Bu harita 23 Haziran 1919 tarihli muhtıra ile uyumluydu. Ne var ki, 16 Mart 1921’de imzalanan Moskova Antlaşması ile Batum Gürcistan’a bırakıldı, 20 Ekim’de imzalanan Ankara İtilâfnâmesi’yle de Suriye ve Lübnan Fransa’ya terk edildi. Hint Müslümanlarının İsyan Beyannameleri, 23 Haziran Muhtırâsı’nın İzlerini Taşıyordu Nihayet, Türkiye tarafından 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşmasıyla, Mîsâk-ı Millî sınırları içinde gösterilen Irak, Filistin, Kıbrıs, Ege adaları ve Batı Trakya yeni Türkiye Devleti sınırları dışında bırakıldı. Lozan Antlaşması’nın 16. maddesi ile Türkiye, bu antlaşmada belirlenen sınırları dışındaki topraklar üzerinde sahip olduğu tüm hak ve senetlerden vazgeçti. 23 Haziran Muhtırası Mîsâk-ı Millî Beyannamesi’ne kaynaklık etmekle birlikte, Mîsâk-ı Millî Beyannamesi’nde Halifenin Arap coğrafyasında Hilafetten doğan hakları hiç bahis konusu edilmedi. Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamaya ve yok etmeye yönelik İtilaf Devletleri’nin politikaları en çok Hintli Müslümanlardan tepki gördü. Zira I. Dünya Savaşı’nın asıl galibi olan İngiliz ordularının önemli bir kısmı Hintlilerden oluşuyordu. Dolayısıyla, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağıtılmasından ve Hilafetin fonksiyonsuz hale getirilmesinden kendilerini de sorumlu görüyorlardı. Bunu engellemek için var güçleriyle İngiltere’ye baskı yapıyorlardı. Hint Hilafet Konferansı’nın 15-17 Şubat 1920’de yapılan Bombay toplantısında kabul edilen Manifestosu, Osmanlı Devleti’nin 23 Haziran tarihli muhtırası ile birebir paralellik arz etmesi bakımından oldukça dikkat çekicidir. Manifesto’nun Argüman (gerekçe) kısmında, manifestoda yer alan taleplerin dünya Müslümanlarının da talebi olduğu hususu şöyle ifade edilmiştir: “Bu talepler, Hindistan Müslümanlarının dünyanın her yerindeki Müslümanlarla ortak duygularına ve EKİM 2014 59 DIŞ POLİTİKA dini esaslara dayanmaktadır. Hilafet, kutsal topraklar ve Ceziretü’l-Arab’a ilişkin bu talep, Kur’an veya hadisle desteklenirken, diğerleri diğer dini kaynaklarla beslenmektedir. Bu talebin kutsal topraklara ilişkin kısmı, ayrıca Majesteleri Hükûmeti namına Hindistan Hükûmetinin ilanı ile Fransa ve Rusya hükümetlerinin 2 Kasım 1914 tarihli kararıyla desteklenmektedir.” Manifesto’da Müslümanların talepleri şöyle açıklanmıştır: “Hindistan Müslümanlarının Türkiye ile barış antlaşmasına ilişkin talepleri iki kısma ayrılabilir: 1- Hilafete ilişkin talepler 2- Ceziretü’l-Arap ve İslâm’ın kutsal topraklarına ilişkin talepler. Hilafete ilişkin talep Osmanlı İmparatorluğu’nun savaş başındaki haliyle korunmasından oluşmaktadır. Bunun istisnası, her ne kadar Türklerin kötü muamele ettiği iddiaları ispatlanamamışsa da, gayrimüslim ulusların istedikleri takdirde, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde bağımsız devlet onuruyla bağdaşacak şekilde garanti altına alınmış bir özerk yönetime sahip olmalarıdır. sınırları hiç değişmemiştir. Bu talep, gerçek bir Arap bağımsız yönetimini de dışlamaz. Ama konuyu bilenlerin, ardındaki hakikatsizliği görebildiği mevcut düzenlemeyi dışlar. Bu talebin, her ne kadar halifenin bağımsızlığını kabul etseler bile, Şerif Hüseyin ve Emir Faysal tarafından yapıldığı söylenen taleple çatıştığı bilinmektedir.” Başta Hint Müslümanları olmak üzere, dünya Müslümanlarının hilafeti muhafaza çabalarına karşın, TBMM 3 Mart 1924’te kendi eliyle hilafeti ilga etti. Lozan Barış Antlaşması’nı İngiltere’nin 16 Temmuz 1924 tarihinde imzalamasından sonra, 6 yıl süren mütareke süreci sona erdi. Sonuç Her ne kadar Türkiye’de bu hassasiyet kaybolmuş olsa da; Müslümanların geneli bakımından kutsal toprakların sahipliği, yani kutsal şehirler (Mekke, Medine ve Kudüs) ile kutsal mekânların (Necef, Kerbela, Samarra, Kazımiye ve Bağdat) sahipliği önem taşımakta, bu yerlerin gayrimüslimlerin işgali altında olmaması dini bir vecibe olarak görülmektedir. Tarih boyu hilafet yönetimi altında bulundurulan ve korunan kutsal toprakların dağınıklığı, mezheplerin İkinci talep ise, Ceziretü’l-Arab, yani Müslüman dini çatışma alanı haline gelmesi ve gayrimüslim güçmakamlar tarafından belirlenen bölge ve İslâm’ın lerin işgali altında bulundurulmaya devam etmesi halkların yönetime itirazlarıkutsal topraklarının muhafıznın ve çatışmaların kaynağı lığına ilişkindir. 23 Haziran 1919 haline gelecektir. Bu nedenArabistan; Akdeniz, KızılMuhtırası; savaşta le, kutsal şehirlerin ve kutsal deniz, Hint Okyanusu, İran yenilmiş, bitkin mekânların tek otorite altında Körfezi, Dicle ve Fırat ile sıbirleştirilmesine ilişkin talepdüşmüş, aşağılanmış nırlanan bölgedir. Kutsal lerin yükselmesi sürpriz sayıltopraklar ise üç kutsal şehir, devletin Müslümanların mamalıdır. Mekke, Medine ve Kudüs ile kutsal mabetler yani Necef, Kerbela, Samarra, Kazımiye ve Bağdat’ı kapsamaktadır. Aslında bu talep ilkine dâhil edilebilir; ancak kutsal toprakların muhafızlığı, İslâm’ın kuruluşundan bu yana hilafetin kontrolü altında olması nedeniyle ondan farklıdır. Osmanlı ülkesinin sınırları değişmişse de, bu bölgenin 60 EKİM 2014 dağınıklığına ve kutsal toprakların manda adı altında gayrimüslim işgaline uğramasına rıza göstermeme iradesini ortaya koyması ve diretmesi bakımından tarihi öneme haiz bir belgedir. 23 Haziran 1919 Muhtırası bu bakımdan, savaşta yenilmiş, bitkin düşmüş, aşağılanmış devletin Müslümanların dağınıklığına ve kutsal toprakların manda adı altında gayrimüslim işgaline uğramasına rıza göstermeme iradesini ortaya koyması ve diretmesi bakımından tarihi öneme haiz bir belgedir. REHBER DEĞİŞİR Mİ? Hayati ÜNLÜ SDE Asistanı İ ran modern tarihi boyunca her zaman iktidar kavgalarına sahne olmuş bir ülke. Demokratik bir sisteme sahip olmayışı da İran’ın her sosyo-politik çalkantıda ya da değişimde benzer mücadelelerle karşı karşıya kalmasına sebebiyet verebiliyor. İşte böylesine yapısal kırılganlığa sahip olan İran’da, geçtiğimiz günlerde hastalığı sebebiyle hastaneye kaldırılan Ruhani Lider Ali Hamaney’in taburcu olmakta gecikmesi üçüncü bir Ruhani Lider tartışmalarını alevlendirdi. Hamaney en son hastaneye kaldırıldığı yazın başından bu yana sağlığını bir türlü istenilen düzeye getirememişti ve rahatsızlığının sanıldığından da önemli olduğu kapalı kapılar arkasında dillendirilen konuların başında geliyordu. Amerikan etkisindeki yayın organlarının meseleyi bu şekilde ele alıp tartışmaya katkıda bulunmasıyla da konu bir anda İran’ı aşan bir iktidar değişimi tartışması haline geldi. Hamaney şuan her ne kadar taburcu olup kamuoyuna sağlıklı görüntüler sunuyor olsa da, bu son yaşananların İran’da iktidar çatışmasının son fitilini ateşlediği iddia edilebilir. EKİM 2014 61 Kerbela’dan geçer” sloganıyla savaşı bitirip Batı’yla anlaşan ve tahayyül edilen ilerlemeyi durduran bu ekolle yollarını çok net bir şekilde ayırmışlardır. Rafsancani’nin Cumhurbaşkanlığı sırasında devam eden benzer tartışmalar, 1995’te rejimin dışından geldiği iddia edilen Hatemi’nin Cumhurbaşkanı olmasıyla en üst safhaya yükselmiştir. Hatta yeni muhafazakâr bir kimliğe sahip olmasıyla ve Devrim Muhafızları’nın desteğini almasıyla bilinen Ahmedinejad döneminde bile Cumhurbaşkanı’nın daha geniş yetkilere sahip olması gerektiği üzerinden Rehberlik makamıyla büyük tartışma içerisine girilmekten kaçınılamamıştır. İran’ın büyük bir iktidar mücadelesine şahit olacağını iddia eden kaynaklara göre, şuan Tahran’da üçüncü bir Ruhani Lider dönemine geçiş adına hazırlık çalışmaları başlamış durumdadır. Politik sistem içerisinde olası bir güç boşluğunun ortaya çıkıp aktörler arası bir didişme yaşanmaması adına, normallik atmosferi içerisinde mevcut endişeler giderilmeye çalışılmaktadır.1 Rejimin içerisinden birinin çıkartılacağı iddiasında olan bu görüşlerin, muhafazakârlar ve reformistler arası var olan yer kapma mücadelesini ise göz ardı ettikleri söylenebilir. Çünkü bugünkü iktidar çatışmasının temelinde, İran’ın belli başlı iç ve dış politik temel konularda nasıl bir yol takip etmesi gerektiği tartışmaları yatmaktadır. Bu tartışmalar da kaynağını İran ile özdeşleşen hizipsel siyasetin referans noktalarından almakta olduğu için, geçmişten bugüne ulaşan İran’daki gerek hizipsel gerekse de bürokratik anlaşmazlık noktalarından başlamak yararlı olacaktır. Gerilimin Kökleri Aslına bakılırsa İran’daki iktidar geriliminin kökenleri Irak-İran savaşı sonrası Batı’yla müzakerelerde büyük rol oynayıp savaşı bitiren Refsancani ve onun tarzındaki reformistlerle, savaşa devam edilip önce Irak sınırları içerisindeki Kerbela’nın alınmasını ve oradan Kudüs’e doğru ilerlenmesi gerektiğini iddia eden muhafazakârlar arasında patlak veren tartışmalara kadar götürülebilir. Rafsancani ve onun gibi düşünenler, içine kapanık bir İran’ın daha fazla varlığını devam ettiremeyeceğini ve bu açıdan tüm dünya ile daha iyi ilişkiler kurulması gerektiğini iddia ederlerken; muhafazakâr kesim ise “Kudüs, 62 EKİM 2014 Ahmedinejad sonrası Cumhurbaşkanlığı görevine seçilen Ruhani dönemi ise daha ilk günden reformcular ve muhafazakârlar arasında geçecek kurucu tartışmalara sebebiyet vereceğini belli etmişti. Çünkü reformistlere göre Ahmedinejad dönemi İran’ı Rafsancani öncesi var olan koşullara geri götürmüştü. Dolayısıyla kaybedilen tüm kazanımlar geri alınmalıydı. Bu açıdan başta Batı’yla ilişkiler, nükleer mesele ve enerji konusundaki bazı iç problemler olmak üzere birçok konu üzerinde iki fraksiyon arası tartışmalar kısa zamanda kendisini gösteriverdi. Bu noktada tartışmalar İran’ın hangi politikaları takip etmesi gerektiği üzerinden yürütülmüş olsa da, temel problematik İran’ı kimin yöneteceğiydi. Nitekim Batı’yla kurulmaya çalışılan diyalog sebebiyle büyük eleştirilere maruz bırakılan Ruhani’nin “Cehenneme Gidin”2 çıkışından sonra Bilim, Araştırma ve Teknoloji Bakanı Rıza Fereci Dana’nın Meclis tarafından görevden alınması3 Ruhani’ye muhafazakârlar tarafından vurulan ilk darbe olarak yorumlanmıştı. Yeni Rehber Mümkün mü? İran’da mevcut Ruhani Lider Hamaney’in görevini yapamayacak kadar hasta olması durumunda yerini başkasına bırakması mümkün olabilir. Ancak İran ile ilgili genel kamuoyunda çok iyi bilinen bir şey vardır ki, o da rejimin selametini ilgilendiren konularda gidişata zarar verebilecek hiçbir mesele kamuoyunun önünde açıkça ele alınmaz ve bu tarz konular daima kapalı kapılar ardında organize edilen toplantılarda konuşulur. Şuan genel anlamda herkeste Hamaney’in geçirmiş olduğu operasyonun kritikliğiyle ilgili olarak belli bir kaygının olduğu hissedilebilir orandadır. Hatta toplumda Hamaney sonrası İran’ın geçiş dönemine hazırlık yapıldığına dair genel bir kanı da mevcuttur. Ancak yine de rejimin dışına herhangi bir bilgi sızdırmamak temel önceliklerden biridir denilebilir. Ama olası bir değişime karşılık muhafazakârların ya da reformistlerin yeni Rehber olarak kendi içlerinden birini çıkarma çalışmaları da hiç kimse tarafından reddedilemez. Tabi böyle bir değişiklik durumunda Hamaney’in de kimi destekleyeceği büyük önem arz edecektir. Tartışılan Muhtemel Adaylar İran’da konuyla ilgili medyada ya da resmi ağızlardan bir şeyler yakalamak oldukça zorken, Batı medyasında Hamaney sonrası İran’ın bir numarası olabilecek kişileri analiz eden bazı yazılar kaleme alındı. Özellikle Stratfor’dan konuyla ilgili yayınlanan yazıda Ayetullah Mahmud Haşimi Şahrudi, Hasan Humeyni ve Muhammed Sadık Laricani ön plana çıkarıldı. Ancak bu isimlerin yanına Ahmet Hatemi ve Müşteba Hamaney’i de eklemek gerekmektedir. Müşteba Hamaney, Ali Hamaney’in oğlu olarak ve muhafazakâr kanadın önemli bir savunucusu olarak ön plana çıkarılmaktayken; şuan ki Ruhani hükümetine önemli eleştiriler getiren isimlerden biri olan Ahmet Hatemi’nin ismi ise, muhafazakâr kişiliğiyle ve yeni muhafazakâr kimliğe sahip “Endişeliler Hareketi”nin desteğini alan biri olarak gizliden gizliye dillendiriliyor. Diğer taraftan Rafsancani’ye yakın kişiliğiyle bilinen Humeyni’nin oğlu Hasan Humeyni’nin ilginç bir şekilde reformistlerin adayı olabileceği tartışılırken; Ali Laricani’nin kardeşi Muhammed Sadık Laricani’nin de sürpriz bir şekilde Devrim Muhafızları’nın desteğini alabileceği iddia ediliyor. Bu noktada altı çizilmesi gereken en önemli nokta Devrim Muhafızları’nın des- İran’da Rehberlk değşmyle lgl konuların gzlden yürütülmesnn br başka sebeb de kuşkusuz şuank asıl gündemn yaklaşan Parlamento ve Uzmanlar Mecls’nn seçmne kaymasıdır. Öyle k, yaklaşan seçmlern muhafazakârlar ve reformstler arasındak rekabet en üst düzeye çıkaracağı tahmn edlmektedr. tekleyeceği ismin yarışta bir adım önde olacağıdır. Bu kadar büyük önem arz eden Muhafızlar’ın takındıkları pragmatist tavır ise hangi adaya destek verecekleri konusunda belirsizliği beraberinde getiriyor. Sonuçta öne çıkarılan adayların isimleri bile ülkedeki elit çatışmasının boyutlarını fazlasıyla ele vermeye yetiyor. Gelecekte de hangi adayın hangi düşünceye sahip olduğu İran’ın geleceği ile ilgili tartışmalarda belirleyici olacaktır. Gizli Gündem Yaklaşan Seçimler İran’da Rehberlik değişimiyle ilgili konuların gizliden yürütülmesinin bir başka sebebi de kuşkusuz şuanki asıl gündemin yaklaşan Parlamento ve Uzmanlar Meclisi’nin seçimine kaymasıdır. Öyle ki, yaklaşan seçimlerin muhafazakârlar ve reformistler arasındaki rekabeti en üst düzeye çıkaracağı tahmin edilmektedir. Nitekim muhafazakâr cephenin önde gelen isimlerinden Anayasa Koruma Konseyi Başkanı Ahmet Cenneti’nin yaptığı açıklamada, reformistlere karşı en önemli cephe olan Cumhurbaşkanlık makamının kaybedildiğini, ancak geriye kalan iki önemli cephe olan Parlamento ve Uzmanlar Meclisi’nin asla kaybedilmemesi gerektiğini açıklaması muhafazakârların konuya nasıl yaklaştıklarının en önemli göstergelerinden biridir. Özellikle Uzmanlar Meclisi’nin Rehberlik makamını belirlemedeki görevi göz önünde bulundurulacak olursa, seçimlerin üçüncü Ruhani Lider’i belirlemekte de başlangıç noktasını teşkil edeceği öne sürülebilir. Seçimlerde ihtimal dâhilinde olan reformcu bir zaferin ardından muhafazakârların “Devrim ve rejim elden gidiyor” sloganlarını atmalarını tahmin etmek ise yanlış bir saptama olmayacaktır. Sonuçta toparlamak gerekirse yeni Rehber iddialarından yaklaşan seçimlere kadar tüm tartışmalar önümüzdeki dönemde “İran’ı kim yönetiyor?” sorusunun cevabını bulmaya yöneliktir. Bu doğrultuda siyasal rejim tartışmalarına da öncülük edebilecek İran’daki bu iktidar mücadeleleri bölgeye de farklı bir model sunmanın bir aracı haline getirilebilir. Dipnotlar 1 2 3 “Iran Prepares For Leadership Transition”, http://demdigest.net/blog/iran-prepares-leadership-transition/. Ruhani’nin Batı ile yürütülen müzakereleri eleştirenlere söylediği “Cehenneme Gidin” söylemi için: http://www. bbc.co.uk/persian/iran/2014/08/140811_rouhani_irantalk_nuclear.shtml. http://www.bbc.com/news/world-middleeast-28864476. EKİM 2014 63 röportaj Arap Ülkelerinin Türkiye’ye Bakışı Röportaj: Doç. Dr. Ahmet UYSAL SDE Uzmanı yasi, kültürel ve bürokratik deneyim ortaya çıkmıştır. Bütün tarih ortak bir tarihtir ve birçok ortak değerin ortaya çıkmış olması iki tarafı daha güçlü ilişkiler ve işbirliğine sevketmektedir. Bu zorunluluk Arapların ve Türklerin birbirinden uzak kaldığı zamanlarda çok daha net ortaya çıkmıştır. Çünkü bu kopukluk iki tarafında yararına olmamıştır. Türkiye’nin Orta Doğu’ya geri dönmesi bölgede sömürgeci güçlerin oluşturduğu birçok siyasi ve psikolojik engeli de ortadan kaldırmış ve bölge toplumları arasında bir yakınlaşmaya sebep olmuştur. Türkiye’nin geri dönüşü hızlı olmuş ve büyük bir kabul ile karşılaşmıştır. İki taraf arasında ortak anlayışın ve ortak çıkarların varlığını ispat etmiştir. Türkler ve Araplar arasında yaklaşık 100 yıllık br kopukluk olmuştur. Szce bu kopukluktan en çok km zarar görmüştür? Dr. El-Sadık El-Fakh kmdr? Felsefe doktoru olan El-Fakh, yüksek lsansını medya felsefes üzerne yapmıştır. Kalkınma, dış poltka gb br çok alanda da uzmanlık dplomasına sahptr. Brçok öneml görevlerde bulunan El-Fakh Sudan’da, İRCİCA’da ve Katar’da dplomatk görevlerde bulunmuştur. Çeştl ünverstelerde ders vermş, Sudan ve Yemen’n kalkınması konusunda farklı raporlar hazırlamıştır. Arap ve İslam Dünyası başta olmak üzere, Afrka ve Batı ülkelernde de brçok kongreye katılmıştır. Arap Dünyası’nda ve medyasında fkrne sıkça başvurulan düşünürlerden brsdr. Aynı zamanda dplomat ünvanı da taşıyan El-Fakh, saygın br düşünce kuruluşu olan Arap Düşünce Formu’nun başkanlığını yürütmektedr. 64 EKİM 2014 Dördüncüsü yapılacak Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi bu yıl 25-27 Ekim 2014 tarihlerinde Ürdün’ün başkenti Amman’da Stratejik Düşünce Enstitüsü ve Arap Düşünce Forumu ortaklığında yapılacaktır. Arap Düşünce Forumu, Arap Dünyası’ndan birçok akademisyen, düşünür ve siyasetçinin katıldığı bağımsız bir think-thank’tir. Türkiye’yi çok yakından tanıyan Forum’un başkanı, Sudan asıllı Dr. El-Sadık El-Fakih ile gündemi konuştuk. Son zamanlardak Türk-Arap lşklern nasıl görüyorsunuz? Türk-Arap ilişkileri birçok faktörün zorunlu kıldığı bir durumdur. Ortak tarih, ortak tecrübe, ortak medeniyet, ortak din ve ortak coğrafya bu ilişkileri zorunlu kılmaktadır. Özellikle ortak din İslam da bu ilişkileri ayrıca geliştirmektedir. Bütün Orta Doğu tek ve ortak bir sultan altında yaşadılar ve huzur içinde yaşadılar. Bu süreçte birçok ortak si- Burada kimin daha çok zarar gördüğünü söylemek zor olsa da iki tarafın da bu kopukluktan zararlı çıktığını çok rahat söyleyebiliriz. Türkiye bölgede lider ve merkez ülke olmak yerine, İslam Dünyası’nda öncü ülke olmak yerine bir tarafın kuyruğu haline geldi. Hatta köprü görevini bile tam oynayamadı. Türkiye Batı kampının bir tarafı olarak çok fazla kazanca da ulaşamadı. Aynı şekilde Arap Dünyası da uzun süre liderlik rolünden mahrum kaldı ve Türkiye’nin desteğinden yararlanamadı. Eskiden varolan ortak değerler ve ortak medeniyetin getirdiği yardımlaşma olmayınca iki taraf bu kopukluktan zararlı çıkmıştır. Türkiye’ye yakışan bu öncü role dönüş zaman almıştır. Türkye’nn Arap Dünyasına lgs büyük br kabul gördü. Ancak Arap Baharı’nda Türkye le bazı Körfez ülkeler arasında tutum farkı ortaya çıktı. Özellkle Mısır’da İhvan’ın başa gelmes ve asker darbe yaşanması, Tunus’ta Elnahda’nın güçlü çıkması dolayısıyla k taraf arasında gergnlk ortaya çıktı. Szce bu gergnlk nasıl ortadan kaldırılablr? Önemli olan durumu düzeltmek ihtiyacının anlaşılmasıdır. İlişkilerin düzeltilmesi için bu gerginlikleri ortaya çıkaran karmaşık faktörleri iyi anlamak gerekir. Türkiye bölgeye ciddi bir samimiyet ve duygusallıkla gelmiştir. Kendisini bölgenin İslami ve kültürel bir parçası olarak görmüştür. Ancak uzun kopukluktan sonra geri dönüşünde bölgenin karmaşık ve zor yapısını anlaması biraz zaman almıştır. Türkiye’nin eksiği ve bazı hataları bölgedeki karmaşıklığı yeterince anlamamasından kaynaklanmıştır. İki tarafta da görülen bu hatalar uzun kopukluk döneminin bir mirasıdır ve çok uzun sürmemelidir. Türkiye genel olarak bölge politikalarında iyi niyet beslemiştir ancak bölgenin zorlukları onu hataya zorlamıştır. İki taraf birbirini daha iyi anlamaya başlamıştır. Duygusallıktan daha çok ortak çıkarlar ve birbirine ihtiyaç ilişkileri geliştirecektir. Bugün gerginliğin aşılması Lozan Anlaşması’ndan sonra ortaya çıkan durumun bölgede birçok ülkenin çıkarını ilgilendirdiğini anlamaktan geçmektedir. Bölgemzde IŞİD problem ve Surye’de slahlı mücadele var. Yen durum Türkye le bazı Arap ülkeler arasındak gergnlğ azaltmak ve şbrlğn artırmak çn yen fırsatlar sunablr m? Bu yeni durum ilişkilerin artırılması için elbette bir fırsat sunuyor. Çünkü bölgede terör örgütlerine karşı ciddi mücadele var. Türkiye de bu mücadelede yer alacaktır. Ancak bu durum Türkiye’ye ciddi yük yüklemektedir. Türkiye, Irak’taki ve Suriye’deki gerginliklerden zarar görmektedir. Hatta bütün ülkelerden daha fazla zarar görmektedir. Türkiye’nin, Arap Dünyası ile ilişkileri coğrafi sınırı olması sebebiyle ancak Suriye ve Irak üzerinden sağlam bir şekilde kurulabilir. İki taraf arasında birçok ortaklık var: Nüfus, tarih, kan bağı, kültür ve çıkar gibi. Yakın coğrafya ile düzgün ilişkiler kurulmadan bölge ile doğru ve sağlam ilişkilerin kurulması zor olacaktır. Hem Irak ve Suriye, Türkiye’nin Arap Dünyası ile ilişkilerinde çok önemli bir yer tutmaktadır. İki ülke Türkiye için Orta Doğu’ya açılan kapıdır ve Türkiye’nin bu iki ülkenin istikrarında ciddi çıkarı vardır. Türkiye ile bazı Arap ülkeleri arasındaki gerginlik geçicidir. İki tarafın çıkarları işbirliğini zorunlu kılmaktadır. EKİM 2014 65 kültürel bir gerileme oluştu. Uyanış hareketlerini bastırmak için ciddi fikrî baskılar ve tahribat oldu. Bu süreçte fikrî ve hatta siyasi gerileme olduğunu gözlüyoruz. Bu gerileme Türk-Arap ilişkilerine de olumsuz yansımıştır. Bu ay çersnde Ürdün’de Stratejk Düşünce Ensttüsü ve Arap Düşünce Formu ortaklığında “Arap-Türk Sosyal Blmler Kongres” yapılacaktır. Bu Kongre’den nasıl br sonuç beklyorsunuz? Arap ülkelernde mezhepçlk ve mllyetçlk cdd çatışmalara yol açmaktadır. Bu çatışmalar Türkye’y de etklemektedr. Bu sorunların çözümü hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu fikri çatışmalarda en önemli sorun mezhepçilik sorunudur. Bu sorunun çıkışı çok eski zamanlara dayanır ve çözümü de kolay olmadığı gibi uzun süre alacaktır. Farklı gruplar arasında ortaya çıkan sorunun çözümü de ortak şekilde aranmalıdır. Bir tarafın çözüm arayışı tek başına yeterli olmayacaktır. Özellikle Sünni-Şii çatışması İslam tarihi ile özdeştir. İki tarafın da çatışmasında kimseye fayda yoktur. Barış, tarafları ön plana çıkaran, demokratik, vatandaşlık anlayışına ve hukuka uygun çözümler aramakla mümkün olacaktır. Türkiye’de yaşananlar bize mezhepçiliğin çözümünde ciddi ipuçları sunmaktadır. Demokratikleşme ve insan haklarının gelişmesiyle toplumsal barış pekişmiş ve tartışılması bile mümkün olmayan sorunlara dokunulmuştur. Çatışan gruplar arasındaki ihtilaflar demokrasinin gelişmesiyle ortadan kalkma yolundadır. Arap Dünyası’nda da demokratikleşerek bu ihtilaflar çözülebilecektir. Arap Düşünce Forumu (Arap Thought Forum) bölgede öneml yer olan br kurumdur. Bu forumun başkanı olarak Türkye ve Arap Dünyası arasındak fkrî lşkler nasıl görüyorsunuz? Ortak tarihe çok olumlu bakıyoruz. Çünkü bize ortak fikrî bir zemin sağlamaktadır. Ortak diyalog 66 EKİM 2014 birbirimizi daha iyi anlamaya yardımcı olduğu gibi ortak anlayış geliştirmeye ve iki taraf arasında yakınlaşmaya da yardımcı olacaktır. Biz grup olarak, Türkiye ile ortak anlayış geliştirme ve kültürel yakınlaşma konusunda çok istekliyiz. Bu ilişkilerin gelişmesi için gelinen noktadan geri dönülmemesi gerekir. Türkye le Arap Dünyası arasında fkrî ve kültürel br mesafe görülüyor. Bu mesafe nasıl kapatılablr? Türkiye ve Arap Dünyası arasında tecrübe farklıkları var. Mütefekkirler ve yazarlar arasında işbirliği ve diyalog önemlidir. Bölgenin en önemli ülkeleri ile güçlü bağları olan ülkeler Türkiye ve İran’dır. Bu ülkeler bölge düşünce ve kültürünü hem etkilemiş hem de bölge etkilenmiştir. Arap Dünyası’na yakınlığı ve ilgisi açısından en yakın ülke Türkiye’dir. Bu tarihi ve kültürel ilişkiler özeldir ve diğer tüm ülkelerden farklıdır. Kültürel ilişkilerin gelişmeleri iki tarafın yararınadır. İk taraf arasında mesafe nasıl oluştu? Eskiden iki taraf aynı yönetim altında buluşuyordu ve aynı dili konuşuyordu. En azından birbirini çok kolay anlıyordu. Ancak Sykes-Picot ve Lozan anlaşmalarından sonra bölge parçalandı ve kopukluk oluştu. Bütün Arap ülkeleri sömürge olarak yaşadılar ve kendi kültür ve medeniyetlerinden uzaklaştırıldılar. Araplar kendi köklerinden bile uzaklaştırıldılar ve sömürge döneminde Arap fikrinde farklılık ve hatta gerileme oluştu. Arap dünyasında fikrî ve ATCOSS, Türk ve Arap Dünyalarını yakınlaştırmak için yeni bir fırsat sunmaktadır. İki kurum da TürkArap ilişkilerini anlamak ve tahlil etmek için ciddi çaba harcamaktadır. Bölgeyi ilgilendiren birçok konunun akademik olarak ele alınması mümkün olacaktır. Akademisyen ve düşünürler ve hatta siyasilerin temel meselelere ortak bir anlayışla bakmaları mümkün olacaktır. Gerçekleşecek diyaloglar ortak tecrübe ve fikirlerin paylaşılmasına yardımcı olacaktır. Forum olarak böyle bir paylaşım ortamının yaşanacağına inanmaktayız. Her ATCOSS’da farklı temalar şlenmektedr ama özel temamız, Türk-Arap lşklerdr. Bu yılk ATCOSS’un genel teması eğtm, ekonom ve kalkınmadır. Bu temaların ele alınması kl lşklere nasıl katkı yapacaktır? Kongre’ye gönderilen özetlerden anladığımıza göre tartışmalar ve derin analizler iki taraf arasındaki ilişkilere ciddi katkıda bulunacaktır. İki taraf da kalkınma ve ekonomik gelişme deneyimlerini paylaştıktan taraflar arasında ekonomik ve eğitim ilişkilerinin gelişmesi için fırsat doğacaktır. Birçok alanda ilişkiler gelişmekle birlikte fikri ilişkiler yeterli düzeyde değildir. Bu kongrede fikir planındaki işbirliğinin geliştirilmesi (özellikle eğitim alanında) sağlanacaktır. Türkiye’nin ekonomik kalkınma tecrübesinden Arap Dünyası’nın yararlanması sağlanacaktır. Farklı kalkınma tecrübelerinin ortaya konması da yararlı sonuçlar ortaya çıkaracaktır. ölçüde insan kaynağına dayandırır. Eğitim bu gelişmede Ürdün için temel bir unsurdur. Türkiye de eğitime büyük yatırımlar yapmaktadır. Bu kongrede eğitim tecrübeleri de tartışılacaktır. İnsanın becerilerinin geliştirilmesi, toplum ve devletin geliştirilmesi anlamına gelmektedir. Benzer eğtm ve kalkınma tecrübeler ortak fkr gelştrmekte rol oynayacaktır. Bu çerçevede Türkye ve Ürdün arasındak lşkler ve bu lşklern geleceğn nasıl görüyorsunuz? Öncelikle şunu ifade etmek isterim, iki ülke arasındaki ilişkiler oldukça iyidir ve gelişmeye devam etmektedir. İkinci olarak, Türk Dışişleri Bakanı’nın ilk dış ziyaretini Ürdün’e yapmasının sembolik anlamı da oldukça önemlidir. Tabii ki Türkiye’nin doğal parçası olan Azerbaycan ve Kıbrıs’tan sonra ilk ziyaretin Ürdün’e olması özel bir anlam taşıyor. Ürdün bölgenin önemli bir ülkesidir, Türkiye’nin Arap Yarımadası’na ve Arap Dünyası’na geçişi için bir köprüdür. Bölge ilişkilerinin geliştirilmesi için fırsat sunmaktadır. Ortak medeniyet mirası ve ortak projeler iki ülke arasında ilişkilerin geliştirilmesinde rol oynayacaktır. Bir gözlemci olarak iki ülke ilişkileri arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi için fırsat ve imkânların hayli çok olduğunu düşünüyorum ve gelecek hakkında iyimserim. Türkye ve Ürdün’ün kalkınma tecrübelernde benzerlk görüyor musunuz? Özellkle k ülkenn de petrol gb doğal kaynaklara sahp olmadığını görüyoruz. Karşılaştırma yapılabilir çünkü ikisi de petrole sahip değildir. Ancak Türkiye’nin doğal kaynakları çok daha fazladır. Özellikle Ürdün su kaynakları açısından çok fakirdir. Enerji kaynakları yok gibidir, ziraat imkânları da zayıftır. Ama Ürdün’ün insani kaynakları oldukça gelişmiştir. Ürdün gelişmesini büyük EKİM 2014 67 Ahmet Davutoğlu Hükümeti ve Hükümet Programı Dr. Murat Yılmaz Yeni Türkiye’nin Kodları Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş Yeni Dönemde Yürütme Yapısında Değişim Prof. Dr. Haluk Alkan Yeni Türkiye Prof. Dr. Murat Çemrek CHP: Yeni Paradigma İhtiyacı Doç. Dr. Vahap Coşkun Militer Kolluktan Demokratik Güvenliğe Jandarma Teşkilatı Yasin Turna İÇ POLİTİKA AHMET DAVUTOĞLU HÜKÜMETİ ve HÜKÜMET PROGRAMI Dr. Murat YILMAZ SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü Davutoğlu’nun lk kabnesnden de anlaşılacağı üzere AK Part’nn yen sürümü restorasyon ve muhafazakarlık anlayışına uygun br şeklde “tedrcen” gerçekleşecektr. Tıpkı 12 yıllık reform sürecnn tedrcen gerçekleşmes gb… Bu bakımdan büyük kopuşlar ve kırılmalar bekleyenler yanılacaklardır. Davutoğlu 12 yıllık reform sürecnde çerdek vesayetç bürokratk zümreye karşı gelştrlen özgüvenn şmd Türkye dışına, dünyaya taşınması anlamına gelmektedr. 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri, seçim süreci ve sonuçlarıyla Türkiye siyasi sistemini, siyasi yelpazesini, siyasi kültür ve kurumlaşmasını kökten etkileyecek dinamikleri harekete geçirmiştir. AK Parti’nin kurucu karizmatik lideri ve 13 yıl içinde kahramanlaşan Recep Tayyip Erdoğan’ın % 52’lik bir oy oranıyla Cumhurbaşkanı seçilmesiyle, AK Parti genel başkanı ve başbakanın kim olacağı ve geçiş sürecinin nasıl gerçekleşeceği iç ve dış kamuoyu tarafından merakla yakından takip edildi. Daha önce Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı olmasıyla partisi Anavatan Partisi ile ilişkilerinin kopması, Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanı olmasıyla partisi Doğru Yol Partisi üzerindeki iktidarını kaybetmesi ve parti içlerindeki parçalanmalar Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olduktan sonra partisi AK Parti ile de yaşanacak mıydı? Bu, muhalefetin de iktidarın da bunlar dışındaki çevrelerin de dikkatle takip ettiği bir süreçti. Çünkü burada yaşanacakların Türkiye’nin 2015 seçimleri başta olmak üzere siyasi kaderini tayin edeceği biliniyordu. AK Parti yakın tarihin bu tecrübelerini de dikkate alarak bu “geçiş süreci”ni fevkalade hassas bir şekilde yürüttü. 10 Ağustos seçimlerinden Cumhurbaşkanlığı devir-tesliminin olacağı 28 Ağustos’a kadar geçecek 18 günde bulacakları “hukuki boşluklar”la yeni bir rejim krizi çıkarmak isteyenlerin varlığı da bu hassasiyeti arttırmıştır. AK Parti için yeni genel başkan ve başbakanın belirlenmesi kurumsal bir imtihan ve kurumlaşma imkânını beraberinde getiriyordu. Yapılan istişare, kamuoyu yoklamaları ve siyasi analizlerin sonucunda Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ismi üzerinde mutabakata varıldı. Davutoğlu önce AK Parti Kongresinde genel başkan olarak seçildi. Davutoğlu’nun seçildiği Kongre, AK Parti’nin parti makinasının ne kadar profesyonel olduğunu 70 EKİM 2014 kamuoyuna bir kez daha gösterdi. Erdoğan ve Davutoğlu’nun birbirini teyid eden konuşmalarından sonra Davutoğlu tek aday olarak ve delegelerinin neredeyse tamamının oyuyla genel başkan seçildi. AK Parti çevresinden hiçbir muhalefetin olmadığı seçim süreci problemsiz bir şekilde aşıldı. 28 Ağustos’taki yine sorunsuz Cumhurbaşkanlığı devir-teslim törenini takiben “seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı” sıfatıyla Tayyip Erdoğan, AK Parti genel Başkanı Ahmet Davutoğlu’nu yeni hükümeti kurmakla görevlendirdi. Davutoğlu kısa sürede yeni hükümeti sundu, Cumhurbaşkanı hükümeti atadı. Hükümet esas itibarıyla eskinin devamı niteliğindeydi. Dışişleri Bakanlığına AB Bakanı Mevlut Çavuşoğlu, AB Bakanlığına TBMM Dış ilişkiler Komisyonu Başkanı emekli büyükelçi Volkan Bozkır atandı. Bu tercihler ilk Davutoğlu hükümetinin AB hedefine verdiği politik önemi gösteriyordu. Hükümete yeni atanan bakanlardan biri Saadet Partisi ve HAS Parti genel başkanlığı yapmış milli görüş geleneğinin önemli ismi Numan Kurtulmuş’tu. Kurtulmuş, AK Parti’ye geçtikten sonra paralel yapının hedefi haline geldiğinden bu atama kayda değerdi. Yeni atanan bakanlardan biri de kuruluşundan beri AK Parti çekirdeğinde yer alan AK Parti grup başkanvekili Nurettin Canikli idi. Yeni atanan bakanlardan Yalçın Akdoğan da dikkat çekici bir isimdi. Akdoğan çözüm süreci başta olmak üzere AK Parti politikalarını inşa eden kurmay heyetindeydi ve Erdoğan’ın iç kabinesinden bir isim olarak öne çıkıyordu. Hükümet atamasının partide hiçbir problem olmadan aşılmış olması da geçiş sürecinin yeni bir eşiğinin başarıyla aşıldığını gösteriyordu. Hükümetin atanmasından sonra yaklaşık 9 ay hükümet edecek olan Davutoğlu hükümetinin, hükümet programı beklenir oldu. Hükümet programı AK Parti’nin şimdiye kadarki hükümet programla- EKİM 2014 71 Davutoğlu’nun lk kabnes açılımların yanında Türkye’nn ekonomk stkrar ve AB değerlerne bağlılığını ortaya koymuştur. Davutoğlu, önümüzdek dönemde medenyet perspektfyle muhafazakârlığın “değşerek devam etmek, devam ederek değşmek”, denge ve uyumla bütünlüğü muhafaza etmek mottolarını syas hayata aktarmak durumundadır. bu dönem, 2007’de Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yaklaşmasıyla sona erdi. Vesayet elitlerinin reformları denetlemek ve sınırlamak arzusu, aynı zamanda vesayet sisteminden vazgeçmek istemediklerinin de işaretiydi. Vesayet elitleri ve kurumları, reformların ve restorasyon hareketinin kendilerine yöneldiği an, can havliyle “fabrika ayarları”na döndü. Cumhuriyet mitingleri, e-muhtıra ve 367 kararı vesayet sisteminin ne kadar gözü kara olabileceğini ve rezilleşebileceğini yeniden hatırlattı. rı içinde en uzun olanıydı. Hükümet programı AK Parti’nin icraat ve 2023 vizyon belgelerine referansla oluşturulmuştu. Restorasyon Hükümeti Herkesin merak ettiği konu AK Parti’deki genel başkan değişimiyle başlayan değişimin sınırlarının ne olacağı ve Davutoğlu’nun bahsettiği restorasyonun ne anlama geldiği… Bütün bunları tahlil edebilmek için uzak ve yakın tarihe bakmak elzem. Osmanlı Devlet ve medeniyetini tasfiye eden Birinci Cihan Harbi’nin 100. yıldönümünde Türkiye AK Parti hükümetlerinin iddialı restorasyon projesiyle tarihe ve coğrafyaya dönüyor. Birinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki soğuk savaşla kendi kabuklarına çekilen devleti ele geçiren bürokratik zümrenin devleti çağdaşlaşma adına kendi medeniyet referansından ve Türkiye’yi beslendiği havzadan tecrit eden cebrî bir “epistemolojik kopuş” yaşandı. Ancak ne tek parti döneminin ne de 27 Mayıs sonrası vesayet sisteminin “cebrî altı oklu epistemolojisi”, demokrasiyle ve milletin devlet telakkisiyle uyuştu. Millet, “devlet” üzerinden kendi ontolojisine ve habitusuna karşı bürokratik zümrenin yaptığı sert ve kaba müdahalelere rağmen, devletin asli sahibinin kendisi olduğunu ve demokrasi sayesinde bu problemin 72 EKİM 2014 aşılacağı bilinci, özgüveni ve sabrıyla bekledi. Türkiye’deki her demokratikleşme hamlesi, Türkiye’yi içeride milletten dışarıda habitusundan başlayarak dünyadan koparan vesayet sistemine karşı sivil bir direnişi ifade ediyor ve milletin desteğini alıyordu. Mamafih bu sivil direniş darbelerle veya vesayet sisteminin yargı müdahaleleriyle cebren bastırılıyordu. Türkiye’deki vesayet sistemi, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla sembolleşen soğuk savaşın bitmesiyle geri çekilmesi gerekirken tam aksine, rejim üzerindeki hâkimiyetini arttırdı. Bu şekilde vesayet sisteminin ortakları haline gelen “merkez” partilerin çevreden, yani toplumdan, tabanlarından kopmalarına yol açarak sistemin sıklet merkezini zayıflattı. Bu zayıflığın sonucunda artık vesayet sisteminin içindeki aktörler tarafında dahi demokratikleşme ve reformlarla restorasyon gerekliliği kabul edilmişti. Çünkü restorasyon olmazsa, devletin varlığının iç ve dış baskıya dayanamayacağı artık açığa çıkmıştı. Bu vadide, vesayet sistemine teslim olmamış bir siyasi hareketin önü açıldı ve 3 Kasım 2002 seçimlerinde “muhafazakâr demokrat” AK Parti iktidara geldi. AK Parti iktidarı, vesayet elitlerinin onay verdiği iktisadi ve siyasi reformları harekete geçirirken giderek siyasi yelpazenin ana aktörü haline geldi. Vesayet sisteminin darbeci unsurlarının devletten ayıklandığı 2007 Cumhurbaşkanlığı krizi, AK Parti’nin meşru zemini koruması ve vesayet odaklarına hayır demesi anlamına gelen “diklenmeden dik durmak” tavrıyla aşıldı. 2007 sonrasında vesayet sistemi, yürütmede Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Erdoğan’ın dirayeti sayesinde geriledi ve 12 Eylül 2010 referandumuyla da bel kemiği kırıldı. 2011 seçimlerindeki anayasa vaadine ve TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonuna rağmen, Yeni Anayasa yapılamadı ama başörtüsü, 8 yıllık kesintisiz eğitim, katsayı engeli, Kürtçe’nin ve dini bilgilerin seçmeli ders olması, gayrimüslim vakıflarının problemlerinin çözülmesi hep bu dönemde yapılan reformlarla mümkün olabildi. AK Parti, Daniell Pappies’ın işaret ettiği üzere vesayet sistemini aşan yeni bir yazılım veya sürümle eski rejimi aştı. AK Parti, milli görüş hareketi içinde “yenilikçi hareket” olarak bilinen grubun, milli görüşün ötesinde, dönemin Türkiye’sine hitap eden “yenilikçi parti”ye dönüşmesiyle kurulmuştu. Kuruluş döneminde tüzüğe konulan parti görevlerindeki 3 dönem sınırı, milli görüş hareketindeki gelenekçilerle beraber Türkiye siyasetindeki kireçlenmeye ve profesyonelleşen merkez siyasi kadroya karşı yenilik arzusunu ifade ediyordu. AK Parti, iktidardaki üçüncü dönemiyle şimdi tüzüğün sınırlarıyla karşı karşıya kaldı ve yenilenmek zorunda olduğunu görüyor. Bu arada vesayet kurumları ve koalisyonu, Gezi olayları ve 17/25 Aralık soruşturmalarıyla siyasete klasik yollar dışında yeni sürümlerle müdahale yollarını denedi ama başarılı olamadı. Bu denemeler, başarısızlığına rağmen AK Parti’nin reformlarının ve restorasyonun tamamlanması gerektiğini bir kez daha hatırlattı. 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri, AK Parti’ye bu değişimi ve yeniden Türkiye siyasetinin yenilikçi hareketi olarak ortaya çıkabilme imkânını verdi. Böylece AK Parti bir yandan vesayet sisteminin tasfiyesi ve arkasındaki %50’lik destekle beraber özgüven ve istikrar içinde kendi içindeki değişikliği gerçekleştirerek kurumsal bir partiye dönüşüyor, diğer yandan da Türkiye’deki büyük değişimi anayasal çerçeveye ve kurumlaşmaya dönüştürmeye yöneliyor. Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde vesayet sistemini tasfiye eden AK Parti, şimdi Davutoğlu ile muhalefetin yenilenmesinden önce kendi sürümünü yenilemeye çalışıyor. Acaba Erdoğan, Davutoğlu ve AK Parti “uyum içinde” 3 Kasım 2002 öncesinde olduğu gibi AK Parti’yi aşarak bütün Türkiye’ye hitap eden yenilikçi hareket olmaya devam ettiklerini gösterebilecekler mi? AK Parti Kongresindeki konuşmalarındaki ufukla Erdoğan ve Davutoğlu, Türkiye’deki temel meselelerde karar verici mecranın siyaset ve demokratik otoriterler olduğunu çok net bir şekilde ifade ettiler. Davutoğlu, son 12 yılda yaşanan büyük değişimi, Türkiye’nin Birinci Cihan Harbiyle içine girdiği iç ve dış siyasetteki vesayetten çıkış, milletle devlet arasındaki cebri epistemolojik kopuşun sonu, tarihdaşlık ve kaderdaşlıkla varolan aidiyetin “eşit vatandaşlık”la tamamlanması olarak takdim etti. Türkiye Devleti’nin içeride milletle demokratik yollarla bütünleşmesi, dışarıda tarihi ve kültürel havzasına açılarak dünyalaşması Yeni Türkiye’nin medeniyet tasavvuru ve istikameti olarak ortaya konuldu. Bu medeniyet tasavvuru, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Skyes-Picot antlaşmasıyla kurulan bölgesel düzenin çöküşü karşısında artan çatışma, mezhepçilik, kabileleşme tehlikeleriyle Türkiye’nin değişimine ve yumuşak gücüne karşı yapılan meydan EKİM 2014 73 İÇ POLİTİKA YENİ TÜRKİYE’NİN KODLARI okumaya verilen güçlü bir cevaptır. Davutoğlu, bu büyük hedefe ulaşabilmek için çözüm sürecinin tamamlanması ve paralel yapı başta olmak üzere demokratik iradeyle bağdaşmayan her türlü bürokratik unsurun tasfiye edilmesinin hayati derecede ehemmiyetli olduğunu açıkça ifade etti. Esasen Davutoğlu’nun tercih edilmiş olması, 12 yıllık değişim sürecinin artık içeriden dışarıya taşma ve taşınma istidadından ve meydan okumadan kaynaklanmaktadır. Davutoğlu’nun ilk kabinesinden de anlaşılacağı üzere AK Parti’nin yeni sürümü restorasyon ve muhafazakarlık anlayışına uygun bir şekilde “tedricen” gerçekleşecektir. Tıpkı 12 yıllık reform sürecinin tedricen gerçekleşmesi gibi… Bu bakımdan büyük kopuşlar ve kırılmalar bekleyenler yanılacaklardır. Davutoğlu, 12 yıllık reform sürecinde içerideki vesayetçi bürokratik zümreye karşı geliştirilen özgüvenin şimdi Türkiye dışına, dünyaya taşınması anlamına gelmektedir. Davutoğlu, bu bakımdan 3 Kasım 2002 öncesine göre içeride sağlam ve demokratik bir zemine sahip olmanın avantajına sahiptir. Davutoğlu’nun misyonu, içeride Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın % 52’ye ulaşan oy desteği ve 74 EKİM 2014 bu haliyle Türkiye siyasetinde % 50 üzerine çıkan üçüncü karizmatik liderin enerjisini, partide ve demokratik hukuk devletinde kurumlaştırmaktır. Bu yapılabildiği ölçüde demokratikleşmeyle beraber iktisadi gelişme de devam edecektir. İktisadi gelişme, Türkiye’nin içerideki ve dışarıdaki başarısının hem sebebi hem sonucudur. Türkiye 2014 yılı itibarıyla BM Kalkınma Programı’nın İnsani Gelişme Endeksinde 90. sıradan 69. sıraya bu gelişme sayesinde sıçramıştır. Bu şekilde insani gelişmede yüksek standartlara ulaşan Türkiye’nin bu eğilimi devam ettirmesi halinde birkaç sene içinde en yüksek insani gelişme ligine sıçraması mümkündür. Davutoğlu yurt dışında ise bölgede ve dünyada medeniyet perspektifiyle Türkiye’nin yumuşak gücünü arttırarak bütün dünyayla kalkınma, işbirliği ve barış inşasıyla ortaklık geliştirme perspektifini ortaya koymuştur. Davutoğlu’nun ilk kabinesi açılımların yanında Türkiye’nin ekonomik istikrar ve AB değerlerine bağlılığını ortaya koymuştur. Davutoğlu, önümüzdeki dönemde medeniyet perspektifiyle muhafazakârlığın “değişerek devam etmek, devam ederek değişmek”, denge ve uyumla bütünlüğü muhafaza etmek mottolarını siyasi hayata aktarmak durumundadır. Doç. Dr. Hamit Emrah BERİŞ SDE Uzmanı S on dönemde güncel siyasal tartışmalarda en çok kullanılan kavramlardan birinin “Yeni Türkiye” olduğu söylenebilir. Aslında bu kavram ile on yılı aşkın bir süredir ortaya çıkan temel sorun başlıklarının genel bir özeti sunuluyor. Yeni Türkiye kavramının asıl ima ettiği, geçmişte “askerî vesayetle ya da bürokratik oligarşiyle mücadele” gibi başlıklar altında özetlenen sorunların geride bırakıldığı. Bu bağlamda, AK Parti iktidarıyla birlikte siyaset dışı unsurlar ya da antidemokratik eğilimlerle mücadelede ulaşılan başarının Türkiye’nin siyasal ve toplumsal gerçeklerine uygun yeni bir yapının inşasını beraberinde getireceği Yeni Türkiye ifadesinin içer- diği en önemli iddia olarak görülebilir. Dolayısıyla bu kavramla, on yılı aşkın bir süredir devam eden restorasyon sürecinin tamamlandığı ve artık yeni siyasal hedeflerin peşinde koşmanın zamanının geldiği anlatılmak isteniyor. Yeni Türkiye ifadesinin somutlaşması bakımından 10 Ağustos seçimlerinin sembolik anlamda tarihi bir dönemeç olduğu açık. Zira 10 Ağustos yalnızca cumhurbaşkanının ilk kez halk tarafından doğrudan seçildiği tarih olmasının ötesinde bir anlama sahip. Son dönemde statükoculuk ile değişim arasında yaşanan gerilimin en çok Recep Tayyip Erdoğan ismi üzerinden vücut bulduğu bilinen bir durum. EKİM 2014 75 Burada cumhurbaşkanın siyaset içinde yer alan, dolayısıyla siyasî bir kurum olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. “Siyaset dışı ya da siyaset üstü” olarak gösterilen bir cumhurbaşkanlığı makamının aslında vesayet kurumlarının farklı bir şekil almasının ötesine geçemeyeceğini, bu bakımdan değişim dinamiklerini yönetmekten daha çok statükonun devamını sağlamak amacına hizmet edeceğini söylemek mümkün. daha ortaya çıktı. Buradan hareketle içte siyasal sorunları çözme kararlılığına sahip, dış politikada ise daha proaktif bir tavır sergileme amacını taşıyan Türkiye’nin cumhurbaşkanlığı da dâhil olmak üzere tüm kurumlarıyla bu tavra ayak uydurması bir zorunluluk olarak beliriyor. Geçmişte, uzunca dönemler boyunca, “tarafsız” bir pozisyon olarak görülen, dolayısıyla tartışmalı konular karşısında statükonun savunusunu üstlenmek dışında net bir tavır sergilemeyen cumhurbaşkanlığı kurumunun Türkiye’de yaşanan geniş kapsamlı siyasal, toplumsal ve ekonomik dalgalara uyum sağlaması, hatta bunları yönetebilme becerisi göstermesi adeta bir zorunluluk şeklinde beliriyor. Bu bağlamda, Yeni Türkiye’de en hayati rollerden birini cumhurbaşkanının oynayacağını öngörmek hiç de zor değil. Muhalefetin cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası da dâhil olmak üzere son dönemde tüm karşı argümanlarını Erdoğan ismi üzerinden kurgulaması bu durumun en belirgin örneği olarak gösterilebilir. Tersine bir bakış açısından yaklaşıldığında ise Yeni Türkiye’nin temel dinamiklerinin şekillenmesi açısından en kritik ismin Erdoğan olduğu hemen herkes tarafından kabul edilebilecek bir gerçek. Gerçekten de partisinin iktidarda bulunduğu yıllar boyunca ve özellikle de son dönemde siyasal tartışmalar büyük ölçüde Erdoğan’ın etrafında döndü. Muhalefet, kendi karşıtlık çizgisini partisinin kurumsal kimliğinden daha çok Erdoğan’ın kişisel özellikleri üzerine kurdu. Hatta cumhurbaşkanlığı adaylık sürecinde muhalefet partileri Erdoğan’ın karşısına ortak bir aday çıkararak bu durumu adeta bir kez daha teyit ettiler. Burada cumhurbaşkanın siyaset içinde yer alan, dolayısıyla siyasî bir kurum olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. “Siyaset dışı ya da siyaset üstü” olarak gösterilen bir cumhurbaşkanlığı makamının aslında vesayet kurumlarının farklı bir şekil almasının ötesine geçemeyeceğini, bu bakımdan değişim dinamiklerini yönetmekten daha çok statükonun devamını sağlamak amacına hizmet edeceğini söylemek mümkün. Buna karşılık, halkın karşısına belirli bir siyasal proje ile çıkmış ve yine halkın doğrudan oylarıyla seçilmiş bir cumhurbaşkanının en baştaki vaatlerine uygun bir şekilde değişimin rotasını tayin etme iradesine sahip olacağı açıkça anlaşılabilir bir durum. Üstelik yetkisini halktan alan cumhurbaşkanının söz konusu siyasal amaçların gerçekleşmesine yönelik bir meşruiyet zeminine sahip olduğu da açık. Bundan dolayı, Yeni Türkiye perspektifinin hayata geçmesinde en önemli işlevlerden birini cumhurbaşkanlığı kurumunun yükleneceği rahatlıkla söylenebilir. Erdoğan’ın gerek seçim kampanyası boyunca gerekse daha sonrasında bugüne kadar sembolik bir anlam yüklenen cumhurbaşkanlığını aktif olarak kullanacağına yönelik işaretler vermesi, cumhurbaşkanlığı seçiminin Yeni Türkiye için ne tür bir girizgâh olacağını göstermesi bakımından anlam taşıyor. Bu bakımdan, cumhurbaşkanlığı kurumunun seçmenin Erdoğan tercihiyle birlikte yüklendiği misyon, Yeni Türkiye kavramının içerdiği hususlar ile yakın bir ilişki içeriyor. Erdoğan, seçim kampanyası boyunca, ülkenin sorunları karşısında inisiyatif ve sorumluluk alan bir cumhurbaşkanı olacağı mesajını açık bir şekilde verdi; hatta seçmenlere doğrudan bunu vaat etti. Bu yaklaşımın seçmen nezdinde karşılık bulduğu, bir bakıma Yeni Türkiye mottosunun ifade ettiği değişim iradesinin halk tarafından desteklendiği cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarıyla bir kez 76 EKİM 2014 Cumhurbaşkanlığı kurumunun Yeni Türkiye’de sahip olacağı işlev, tek başına ifade ettiği anlamın ötesinde aslında “büyük resmin” parçalarından biri olması bakımından da önem taşıyor. Yeni Türkiye’nin kurumsallaşma kapasitesi güçlü bir devlet yapılanması olarak ortaya çıkması adeta bir zorunluluk. Geçmişte vesayet kurumlarının siyaset üzerindeki gölgesi yalnızca halkın iradesinin sisteme tam olarak yansımasını engellemekle kalmadı. Vesayetin ortaya çıkardığı bundan daha önemli sorun, siyasî ve bürokratik kurumların işlevlerini tam olarak yerine getirememesi, dolayısıyla devletin kurumsallaşmasının sağlıklı bir görünüm kazanamaması oldu. Daha açık bir ifadeyle, demokratik siyasete vesayet mekanizmalarının müdahaleleri, devlet kurumlarının olağan işleyişinin önüne ket vurdu ve yalnızca siyaseti değil, bürokrasiyi de rayından çıkardı. En başta kullandığımız “restorasyon” ifadesinin bu noktada yerli yerine oturduğu söylenebilir. 2002’de başlayan süreç, bir bakıma vesayet kurumlarının tasfiye edilip siyasetin itibarının iade edilmesi anlayışını içeriyordu. Ancak bundan belki de daha önemli olarak devletin sahip olduğu kurum ve mekanizmaların olmaları gereken yere yerleşmeleri sağlandı. Bu bakımdan, Türkiye’de demokratik standartların güçlenmesine yönelik adımların “normalleşme” kavramı ile ifade edilmesi tesadüf değil. Son dönemde “paralel yapı” ile mücadele konusunda sergilenen kararlılığın da bu çerçeveye oturtulması yanlış olmayacak. Uzun ve maliyetli bir mücadele ile vesayet kurumlarının tasfiye edildiği bir dönemde, hukuk dışı yollar izlenerek devletin ele geçirilmeye çalışılmasına “Yeni Türkiye ruhu”nun izin vermeyeceği tartışılmaz bir gerçek. Öte yandan aynı durumun devletin giderek yükselen kurumsallaşma kapasitesinin önündeki en büyük engellerden biri olduğu düşünüldüğünde son on iki yılın bütün kazanımlarını geriye döndürme ihtimali mevcuttu. Ancak muhtemelen son dönemlerde yaşanan her türlü vesayetle mücadele tecrübesinin etkisiyle bu tehlikenin en başta amaçladığı türden bir sonuç doğurması engellendi. Bu noktada, Yeni Türkiye’de, paralel yapı dâhil olmak üzere, kendini hukuk ve siyaset üstü gören hiçbir vesayet kurumunun yerinin bulunmadığının altını bir kez daha çizmek gerekiyor. Devletin sözünü ettiğimiz kurumsallaşma kapasitesinin gelişmesi, demokrasi ve hukuk devleti anlayışlarının sağlam bir zemine oturmasının önkoşulu olarak görülebilir. Bunun yanı sıra ekonominin güçlenmesinden karar alma süreçlerinde toplumsal dinamiklerin etkili olmasına dek bir dizi unsur, söz konusu gelişmeyle yakından bağlantılı. Kurumsallaşma kapasitesi arttıkça devlet içi veya dışı unsurların siyasetten rol çalma ya da sahip oldukları kamu gücünü grup ya da kişisel çıkarları için kullanma arayışlarının bir karşılığı kalmayacak. Sonuç olarak, Yeni Türkiye kavramı açısından ilk nirengi noktasının devletin kurumsallaşma kapasitesinin artmasının ve bu bağlamda kurumların aslî görev ve işlev alanlarına çekilmelerinin olduğu söylenebilir. Bu durumun gerçekten bir anlam taşıyabilmesi için yeni bir anayasanın hazırlanmasının gerektiği uzun dönemdir, farklı vesilelerle dile getirilen bir gerçek. Kurumlar arası işleyişin ve farklı yapılanmaların işlevlerinin sağlam ve kalıcı bir zemine oturmasının anayasal güvence ile sağlanması bir daha “eski Türkiye”ye dönüşün mümkün olmadığını gösterecek ve bir bakıma vesayet arayışındaki oluşumların son umutlarının da tükenmesini beraberinde getirecek. EKİM 2014 77 İÇ POLİTİKA ci durumda, aksine cumhurbaşkanları geri planda durarak önceliği hükümete vermekte, bu durumda da başbakan sistemin işleyişinde öne çıkmaktadır. Üçüncü ilişki biçimi belli konularda cumhurbaşkanının, belli konularda da hükümetin aktif olduğu görünümdür. Sistemin işleyişindeki etkinlik de gündemdeki konunun önceliğine göre bu iki otorite arasında değişebilmektedir. YENİ DÖNEMDE Hükümet programında dile getirilen formül daha çok üçüncü ilişki biçimine yakın bir duruma işaret etmektedir. Böyle bir ilişki biçiminin hayata geçirilmesi iki koşulun gerçekleşmesine bağlıdır. Bunlardan ilki Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında politika öncelikleri ve içerikleri konusunda bir uyumun bulunmasıdır. Erdoğan ve Davutoğlu arasında her iki konuda da uyumun ve güçlü bir iletişimin var olduğu, yeni hükümetin oluşturulması sürecinde açık bir biçimde ortaya konulmuştur. İkinci koşul ise anayasal olarak böyle bir ilişkinin kurulmasına imkân tanıyacak kurumsal bir zeminin var olup olmadığıdır. 1982 Anayasasının cumhurbaşkanına sistem içinde stratejik bir rol tanıyan yetki yapısı, seçimli cumhurbaşkanlığı dönemine girilmesi ile birlikte anlam değiştirerek cumhurbaşkanının yürütme içinde güçlü bir otorite olarak çalışabilmesine imkân tanımaktadır. Dolayısıyla güncel ve yakın dönemde Türkiye siyasetinde güçlü cumhurbaşkanı, güçlü hükümet ilişkisinin kurulabilmesine ilişkin temel koşulların bulunduğunu söyleyebiliriz. YÜRÜTME YAPISINDA DEĞİŞİM Prof. Dr. Haluk ALKAN SDE Uzmanı 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin, sembolik anlamının çok ötesinde bir sistem değişimine işaret ettiğini belirtmiş ve bu değişimin iktidar ve muhalefet partileri üzerindeki muhtemel etkilerine bir önceki yazımızda değinmiştik. Türkiye siyasetinin yakın dönemde işleyişine ışık tutacak diğer yön ise yürütme yapısında yaşanacak değişimdir. Bu değişimin üç analitik çerçevesi bulunmaktadır: • Cumhurbaşkanın halk tarafından seçilmesi ve mevcut Anayasal hükümlerin Türkiye’de hissedilir anlamda iki başlı bir yürütme yapısını doğurması. • Cumhurbaşkanı, Hükümet ve Meclis arasında üçlü dengenin nasıl sağlanacağı. • Yürütme içinde nasıl bir yetki modelinin ortaya çıkacağı. 78 EKİM 2014 Yazımızda sırasıyla bu üç çerçevenin üzerinde durmaya çalışacağız. Gerçek Anlamda İki Başlı Yürütme Seçimlerden önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve bazı AK Parti kurmaylarının dile getirdiği güçlü cumhurbaşkanı, güçlü hükümet formülü ilk kez resmi olarak 62. Hükümet programının girişinde ifade edilmiştir. Dolayısıyla bu formül, artık bir söylem olmaktan çıkmış yürütme yapısına dönük bir hükümet politikasına dönüşmüştür. Genel olarak yarı başkanlık sistemlerinde cumhurbaşkanları ile hükümetler arasındaki ilişki biçimleri üç farklı biçimde ortaya çıkmaktadır. Birinci tipte cumhurbaşkanı nüfuz edebileceği teknokrat bir kabine ile çalışmayı yeğlemekte, bu da sistemin işleyişinde cumhurbaşkanını belirleyici bir konuma yükseltmektedir. İkin- 1982 Anayasasının 107. maddesi bir kurum olarak Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğinden bahsetmekte ve bu sekreterliğin kuruluşu, teşkilatı, çalışma esaslarının ve personel atama işlemlerinin Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenleneceğini hükme bağlamaktadır. Bu kararname yetkisi yine Anayasanın 105. maddesinde belirtilen cumhurbaşkanının tek başına işlem yapma yetkisi çerçevesinde bir düzenlemedir. Dolayısıyla anayasal olarak cumhurbaşkanının kendi teşkilatını kurma ve düzenleme yetkisi bulunmaktadır. Bu noktada hükümete bağlı ve başbakanın otoritesi altında yapılandırılmış bulunan bakanlıklar ve diğer kamu kuruluşları ile yeni dönemde cumhurbaşkanlığı teşkilatı arasındaki etkileşim ve çalışma biçimi önem kazanacaktır. Türkiye’de güçlü bir cumhurbaşkanı - güçlü bir hükümet dengesinin, uzun vadeli, partiler üstü, genel önceliklere yönelik stratejilerin belirlenmesinde Seçmlerden önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve bazı AK Part kurmaylarının dle getrdğ güçlü cumhurbaşkanı, güçlü hükümet formülü lk kez resm olarak 62. Hükümet programının grşnde fade edlmştr. Dolayısıyla bu formül, artık br söylem olmaktan çıkmış yürütme yapısına dönük br hükümet poltkasına dönüşmüştür. (Teknoloji, AR-GE, Bilim, Eğitim, İnsan Hakları vs.) cumhurbaşkanlığı ofisinin işlevsel bir rol oynaması, vizyon belirleme ve uzun vadeli düşünsel ve kurumsal altyapının oluşturulmasına dönük faaliyetlere ağırlık vermesi, buna karşılık güncel politika ve uygulamaların hükümet inisiyatifinde şekillendirilmesi ile sağlanabileceğini belirtebiliriz. Üçlü Denge Modeli Canas, yarı başkanlık sistemlerinin cumhurbaşkanı, hükümet ve meclis arasında kurumsal ve politika olarak bir denge kurulabilmesi durumunda işlevsel olabileceğini belirtmektedir.1 Bu belirlemeyi hareket noktası alırsak, yarı başkanlık sistemlerinde cumhurbaşkanı-hükümet, cumhurbaşkanı-meclis ve hükümet-meclis ilişkisinin ya birbirlerini dengeleyecek şekilde oluşmasının ya da politika belirleme ve uygulama noktasında bu üçlü arasında uyumun sağlanmasının önem kazandığını söyleyebiliriz. Meclisteki çoğunluğun farklı, cumhurbaşkanının farklı siyasal partilerden geldiği durumlarda denge, aynı siyasal eğilime sahip oldukları durumlarda ise uyum önem kazanacaktır. Her iki durumda da gerek cumhurbaşkanı ile gerekse meclis ile yakın ilişki içinde çalışan hükümetin rolü, bileşimi ve sorunlara yaklaşımı belirleyici olmaktadır. Çünkü cumhurbaşkanının sistem gereği meclis ile ilişkileri sınırlı düzeydedir. Bu sistemlerde hükümetin dengeleyici, arabulucu, uyumu sağlayıcı rolü öne çıkmaktadır. 62. Hükümetin bileşimi üçlü denge modelinin yeni dönemde nasıl sağlanacağı konusunda ipuçları taşımaktadır. Kabineye katılan üç ismin -Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, Başbakan Yardımcısı EKİM 2014 79 İÇ POLİTİKA Numan Kurtulmuş ve Gümrük ve Ticaret Bakanı Nurettin Canikli- ortak özellikleri Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önceki dönemde yakın çalışma ekibinde bulunmaları ve Parti Grubu ve teşkilatı üzerinde ağırlığı bulunan isimler olmalarıdır. Dolayısıyla yeni sistemin gerektirdiği Cumhurbaşkanı, hükümet ve parti arasındaki etkileşimin sağlanmasında bu revizyonun önemli olduğu söylenebilir. 2015 Meclis seçimleri sonrasında, hükümetin denge ve uyum sağlayıcı rolünün daha da güçlendirileceğini de bu çerçevede söyleyebiliriz. Yetki Modeli Shugart2, siyasal sistemlerde kurumlar arasında iki farklı yetki modelinin bulunduğuna dikkat çekmektedir: Hiyerarşik Yetki Modeli ve Etkileşimci Yetki Modeli. Hiyerarşik modelde kurumlar arasında emir-bağlılık ilişkisi içinde dikey bir konum söz konusudur. Bir aktör diğer bir aktörün üzerinde konumlanır. Etkileşimci modelde ise aktörler arasında denklik bulunmaktadır. Burada aktörler arasında işbirliği zorunluluğu bulunmaktadır. Yarı başkanlık sistemleri karma bir model olduğu için sistem içinde nasıl bir yetki modelinin oluşacağı sadece yasama ve yürütme arasında değil, yürütmenin aktörleri arasında da ele alınması gereken bir konudur. Yine yarı 62. Hükümetn bleşm üçlü denge modelnn yen dönemde nasıl sağlanacağı konusunda puçları taşımaktadır. Kabneye katılan üç smn -Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş ve Gümrük ve Tcaret Bakanı Nurettn Canklortak özellkler Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın öncek dönemde yakın çalışma ekbnde bulunmaları ve Part Grubu ve teşklatı üzernde ağırlığı bulunan smler olmalarıdır. Dolayısıyla yen sstemn gerektrdğ Cumhurbaşkanı, hükümet ve part arasındak etkleşmn sağlanmasında bu revzyonun öneml olduğu söyleneblr. 80 EKİM 2014 başkanlık sisteminin karma bir sistem olmasının bir sonucu olarak, bütün modeller için geçerli bir yetki biçiminden bahsedebilmek mümkün değildir. Aktörler arasında hiyerarşik ve etkileşimci yetki ilişkisi siyasal aktörlerin konumuna göre değişim gösterebilmektedir. Örneğin cumhurbaşkanı ve meclis çoğunluğunun aynı partiden geldiği bir durumda, parti içinde cumhurbaşkanı veya başbakandan hangisi etkili bir konuma sahipse hiyerarşik yetki modeli onun üzerinden şekillenmektedir. Güçlü cumhurbaşkanı, güçlü hükümet formülü ışığında Türkiye siyasetinde nasıl bir yetki modelinin ortaya çıkabileceği, bu çerçevede ele alınması gereken bir sorudur. Türkiye’de Cumhurbaşkanı ve Meclis çoğunluğu aynı siyasal partiden gelmektedir. Aynı zamanda Cumhurbaşkanı Erdoğan AK Parti içinde güçlü bir lider meşruiyetine ve saygınlığına sahip bir isimdir. Bu çerçevede Cumhurbaşkanı ile hükümet arasında hiyerarşik yetki modeline yakın bir durumun ortaya çıkabileceğini, ancak bunun bir emir-bağlılık ilişkisi şeklinde olmayıp, daha çok Cumhurbaşkanının vizyonuna bağlılık temelinde şekilleneceğini belirtebiliriz. Aksi takdirde güçlü cumhurbaşkanı, güçlü hükümet düşüncesinin hayata geçirilmesi zorlaşacaktır. Türkiye siyasetinde yakın dönemde etkileşimci yetki modelinin ise daha çok hükümetin çalışma tarzında ortaya çıkabileceğini de bu çerçeveye eklememiz gerekmektedir. Dipnotlar 1 V. Canas, 2004. “The Semi-Presidential System”, ZaöRV 64, 98-99. 2 M. S. Shugart, 2005, “Semi-Presidential Systems: Dual Executive And Mixed Authority Patterns”, French Politics, 3, 323-351. YENİ TÜRKİYE Prof. Dr. Murat ÇEMREK* Akademisyen E skiler, ‘Eskiye rağbet olsa bit pazarına nur yağardı’ derlerdi diye başladığımda Epimenides paradoksunu bir bakıma yinelediğimin farkındayım. Giritli bir filozof olan Knossoslu Epimenides’in “Tüm Giritliler yalancıdır” ifadesindeki gibi hem sözümün meşruiyetini eskilere dayandırıyorum hem de “marifet iltifata tâbidir, müşterisiz meta zayidir” ilkesine göndermeyle eskiye ait ne varsa tarihin çöp sepetine göndermiş oluyorum. “Biz günleri aranızda çevirip dururuz” hikmet-i-ilahisine ram “sular yükseldiğinde balıklar karıncaları, sular çekildiğinde de karıncalar balıkları yer” gerçekliği gereğince; öyle ilerlemeci değil döngüsel ama daha çok helezonik bir tarih perspektifine malikim. Bundan kelli ne yeniyi övgüye boğmak ne de eskiyi tu kaka ilan etmek gibi bağcıya karşı bir tedhiş eylemine niyetim yok. Meramım “Yeni Türkiye” kavramı etrafında adeta herkesin çoktan çırasını hazırladığı için çabuk alev alan bir tartışmayı idrakimin yettiğince kavramaya çalışmak yoksa beni anlayanlar benim gibi sopalarını saklamışlardır çoktan. Kronik AK Parti karşıtları (AKePeciler) “Yeni Türkiye” tartışması belirdiğinde “ileri demokrasi” ve hatta EKİM 2014 81 “Yüksek Hızlı Tren (YHT)” tartışmalarından idmanlı olduklarından heybelerindeki ontolojik soru “Neresi yeni bunun kardeşim?” diye sözlerine başlayıp 12 yıllık AK Parti iktidarını gittikçe artan dozda tek adamlıkla, tek particilikle, totaliterliğe yaklaşan otoriterlikle, ben yaptım olduculukla suçlayıverdiler. Ancak aynı çevreler önümüze eleştirilerini mebzul miktarda barındıran la yus’el bir asr-ı-saadet olarak Cumhuriyetin 1923-1950 arasını koyduklarında çelişkilerini ayan beyan eden eleştiriler karşısında robotik bir salvo ile “ama efendim devri(mi)n şartları bunu gerektiriyordu” cevabını masaya sürmekten hiç imtina etmezler. Olur da eğer AK Parti iktidarında Türkiye aya canlı insan gönderse bu konuda ne kadar geride kaldığımızı; Rusya, ABD sonrasında daha dün Türkleri durdurmak için surlar ören Çinlilerin bile (bile ifadesine hassaten dikkatinizi çekerim) Türkiye’nin önüne geçtiğini ifade edeceklerdir. Bu mütemadiyen namemnun kitlenin gönlünü hoş edebilmek için AK Parti öyle Mars’a değil doğrudan Plüton’a canlı insan göndermelidir ama o zaman 24 Ağustos 2006’daki Uluslararası Astronomi Birliği (UAB) Kongresi’nde Plüton’un Güneş sisteminin son gezegeni olma sıfatı düştüğü için yine bir mızıkçılık sebebi ortaya çıkacaktır. Cumhuriyetin kurucusu olduğunu her fırsatta ballandıra ballandıra iddia eden CHP de o mesrur döneme toz kondurmazken kurduğu Cumhuriyetin tarihindeki ilk sahih seçimde 21 yaşına eren her vatandaşının İstanbul’u fethedecek çağda olduğu br ülkenn öncelkle bölgesnde öncü rol oynaması ve akabnde de küresel aktör olması adeta “Yenden Büyük Türkye” özlemnn temel umdesyd. Bunun çn alınacak rskn olduğu kadar br zhnyet değşmnn farkındalığı gereklyd. Bu rsk alablecek kadar halkına refah dağıtablen br ekonomy yürüten el güçlü br svl syas otorte gereklyd. iktidarını nasıl kaybettiğini ve 1960 askeri darbesinin arkasına sinmesi ve Güneş Motel marifetiyle iktidara gelmesi hariç bir daha iktidar olamadığını ise unutmaktan imtina etmez. Ne de olsa geleneği olmayanın geleceği yoktur da gelenek de gelecek de zaman oldukça biteviye t/üretilip eskidikçe tersyüz edile edile yeniden üretilir ve lazım geldikçe unutulur. AKePeciler’e sorulacak temel soru madem “Yeni Türkiye” diye bir şey kuvveden fiile doğru inkılap etmemektedir o zaman son 12 yılda üç genel seçim, üç yerel seçim, iki referandum ve bir de Cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde ortaya çıkan ve sizi feryad-ü-figana duçar eden nedir? AK Parti taraftarlarına gelince onlar için “Yeni Türkiye” içi boş bir söylem veya bir iyiniyetli okuma değildir. Onların kahir ekseriyetine göre Türkiye’deki 12 yılda yaşananların adını koymak gerekirse buna “sessiz devrim” ifadesi pek yakışacaktır. Evvelinde hayal olan İstanbul Kanalı, Üçüncü Köprü ve Üçüncü Havalimanı gibi İstanbul odaklı büyük projeler inşaat halinde iken Marmaray ise tamamlanmıştır. İstanbul-Ankara-Konya-Eskişehir YHT hatları ulaşımı kolaylaştırmasının ötesinde yerli turizme de ciddi katkı sağlamıştır. Özel hastanelerden göreceli cüzi bir ücret karşılığı faydalanabilme ve özellikle TOKİ sayesinde uzun vadeli borçlanma ile ev sahibi olmak mümkün hale gelmiştir. Eskiden AB tarafından Türkiye ile her görüşmede temcit pilavı gibi getirilen ülkenin insan hakları karnesi “işkenceye sıfır tolerans” ile geçmişte kalmıştır. Sivil siyaset üzerindeki siyaset dışı güçlerin ve hassaten militer bürokrasinin etkinliği budanmıştır. Dahası Müslüman dindar kitle 82 EKİM 2014 üzerindeki baskılar törpülenmiş, Alevileri anlamak için çalıştaylar organize edilmiş ve ibadethaneleri olan cemevleri kısmen de olsa meşruiyet kazanmıştır. Adı konmamış bir iç savaş olan Kürt sorunu (isteyen Güneydoğu sorunu veya terör sorunu da diyebilir) bir rotada ilerleyen Barış Süreci (isteyen Milli Birlik ve Kardeşlik projesi de diyebilir) çerçevesinde en azından çözümün mümkün olduğu gündeme gelmiştir. Listeyi elbette daha da uzatmak mümkün olup hepsine ayrı ayrı “Bu da mı gol değil?” diye sorulabilir. AK Parti taraflarına da bir sorum vardır: Madem her şey yenidir de o zaman işçilerin kömür ocaklarında, AVM inşaatlarında yanarak veya asansör boşluğunda hayatlarını kaybettiği bir ülkenin fıtratı hiç mi değişmez? “Yeni Türkiye” söylemini duyduğumda aklıma ilk gelen Milli Görüş ile özdeşleşen “Yeniden Büyük Türkiye” sloganı oldu. “Yeniden Büyük Türkiye”yi ilk duyduğumda ise söyle aklıma gelen soru “Türkiye ne zaman büyük oldu?” sorusuydu. Zira coğrafi bir büyüme olmadığına göre eğer bir büyüme sözkonusu ise bu hassaten nüfus planında sayısal bir artıştı. Eski Türkiye’de ve trafik kazalarındaki hatırı sayılır birinciliğimizle bu nüfus artışına da kendimiz darbe vuruyorduk. Eski Türkiye’deki devletin “aile planlaması” adı altında bazı yerlerde çaktırmadan bazı yerlerde de kör gözüne parmağım aile planlaması uygulamalarını da unutmuş değilim. Bu büyüklük özlemi öncelikle Kanuni zamanında uç sınırlarına varan toprak büyüklüğü anlamında tınlıyordu kulaklarda ama asıl cesamet ise kendisine uzun Sovyetler sınırı ile uzak karakol olmaya razı olmuş kokmaz bulaşmaz bir dış politikanın verdiği utançtı. 21 yaşına eren her vatandaşının İstanbul’u fethedecek çağda olduğu bir ülkenin öncelikle bölgesinde öncü rol oynaması ve akabinde de küresel aktör olması adeta “Yeniden Büyük Türkiye” özleminin temel umdesiydi. Bunun için alınacak riskin olduğu kadar bir zihniyet değişiminin farkındalığı gerekliydi. Bu riski alabilecek kadar halkına refah dağıtabilen bir ekonomiyi yürüten eli güçlü bir sivil siyasi otorite gerekliydi. Velhasıl-ı-kelam, yanılma payımı da azık olarak yanıma almakla beraber, bu “Yeni Türkiye” denilen şey güneş altında yeni bir şey olmamasından hareketle eski Türkiye’de yeniden Büyük Türkiye özlemini gerçekleştirilmesi gibi geldi bana. * Necmettin Erbakan Üniversitesi, Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı. EKİM 2014 83 İÇ POLİTİKA CHP: YENİ PARADİGMA İHTİYACI Ne var ki Baykal beklediği desteği bir türlü bulamadı. Çünkü sadece korkuya dayanan, bir gelecek vaat etmeyen ve gerçeklerle de örtüşmeyen bu siyasete halkın büyük bir çoğunluğu itibar etmiyordu. Baykal’ın çizgisi, çok sınırlı bir kesimde yankı buluyor ama bu sınırlılık CHP’nin her seçimde AKP karşısında yenilgiye uğramasını engellemeye yetmiyordu. Kılıçdaroğlu’nun “Yeni CHP”si Baykal’ın bir kaset operasyonu ile genel başkanlıktan düşürülmesinin ardından partinin başına geçen Kılıçdaroğlu, “Yeni CHP” iddiasıyla ortaya çıktı. Yeni genel başkan, partiyi toplumun farklı kesimlerine açacağına, gerçek sorunlara çareler üreten bir parti yaratacağına ve böylelikle partisini iktidara taşıyacağına söz verdi. Ne var ki “yeni” isminin bile CHP bünyesinde rahatsızlık yarattığının farkına varınca, radikal bir yeniden yapılanmayı göze alamadı, sınırlı değişiklikler yapmakla yetindi. Bu meyanda “laiklik” ve “yaşam tarzı” siyasetini arka plana itti, bunun yerine “yolsuzluk”u ikame etti. Görünürde iş yapabilecek bir değişiklikti. Zira iktidar “ak” olma iddiasında idi, onun kirli çamaşırlarını meydana dökmek, bu iddiasının altını boşaltır ve arkasındaki halk desteğinin zayıflamasını sağlayabilirdi. 17 Aralık, bu stratejide bir dönüm noktası oldu. Kılıçdaroğlu, altın değerinde bir fırsatın ayağına geldiğini düşündü ve AKP’ye karşı konumlanan Gülen Cemaati ile işbirliğine gitti. Doç. Dr. Vahap COŞKUN* Akademisyen 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra hem AKP’de, hem de CHP’de olağanüstü kongreler yapıldı. AKP’nin olağanüstü kongreye gitmesinin nedeni açıktı: Lideri, Cumhurbaşkanı olmuştu ve parti -yasal zorunluluk nedeniyle- tarihinde ilk kez böyle bir heyecana tanık olacaktı. CHP için ise “olağanüstü kongre” gerçekte herhangi bir olağanüstülük taşımıyordu, zira parti 18. kez bu yoldan geçmiş olacaktı. Bu sefer kongre yapılmasının öne çıkan iki sebebi vardı: 84 EKİM 2014 1- Ana neden, parti yönetiminin izlediği ve başarısızlık getirdiği görülen genel siyasete itirazdı. CHP, Baykal döneminde salt “laiklik” vurgusu üzerinden bir politik hat inşasına yoğunlaşmıştı. Baykal, AKP’nin irticacı yönelimler içinde olduğunu, Türkiye’yi geri götürdüğünü, Cumhuriyet’in kazanımlarını bir bir ortadan kaldırdığını ifade ediyordu. Ona göre memleket AKP eliyle Ortaçağ karanlığına götürülüyordu. Bunu önlemenin tek yolu da AKP’ye karşı CHP’ye destek verilmesiydi. Kılıçdaroğlu, bütün siyasi söylemini Gülen Cemaati’nin çeşitli organlarınca üretilen malzemeden temin etti. Hukuki olup olmadığına bakmaksızın her türlü malzemeyi kullandı. Grup toplantılarında tape dinletti. Tüm seçim stratejisini “Hırsız Başbakan” ve “Yolsuz İktidar” temaları üzerine oturttu. Sonuç alacağından emindi. Ancak olmadı. Toplum, yolsuzluk iddialarını not etti ama siyasi alanın siyaset dışı güçlerce tanzim edilme çabalarına karşı çıktı. Böylece Kılıçdaroğlu geleceğini yatırdığı Cemaat ile işbirliğinden umduğunu elde edemedi. AKP’ye bir kez daha yenildi ve bu da parti içindeki sıkıntıları artırdı. İhsanoğlu Faktörü 2- Cumhurbaşkanlığı seçimi -öncesi ve sonrasıylaCHP içinde hesaplaşmanın bir diğer nedeni oldu. Burada sorun iki boyutluydu: İlki, CHP’nin yaptığı Ekmeleddin İhsanoğlu tercihi idi. Parti içerisinde birçok kişi, gerek seçimden önce ve gerek seçimden sonra, bu tercihin CHP için ne denli büyük bir yanlış olduğunu vurguladı. Muhaliflere göre, Kılıçdaroğlu çok sayıda göstermelik toplantı yapmıştı ama toplantıların hiçbirinde İhsanoğlu’nun adı bile geçmemişti. Bırakın milletvekillerini, grup başkan vekillerinin ve genel başkan yardımcılarının teki bile İhsanoğlu’ndan haberdar değildi. Genel Başkan, ne tabanının ne de örgütünün onayını almaya gerek görmüş, tek başına İhsanoğlu isminde karar kılmıştı. Keza İhsanoğlu, CHP’nin karakterine, duruşuna ve tarihine uygun düşen bir isim de değildi. Hatayı yapan Kılıçdaroğlu’ydu, dolayısıyla hesabı da onun vermesi icap ederdi. İkincisi, Cumhurbaşkanlığı seçiminde alınan ağır yenilgiydi. Gerçi “çatı aday” olarak lanse edilen İhsanoğlu’nun arkasında 14 siyasi partinin olduğu söyleniyordu ama çatının ana taşıyıcı kolonları CHP ve MHP idi. Seçim sürecinde MHP de geride durunca, İhsanoğlu’nun aldığı yenilgi CHP’nin hesabına yazıldı. Yanlış bir tercih olmasına rağmen eğer İhsanoğlu, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasını veya en azından seçimin ikinci tura kalmasını sağlayacak bir performans gösterseydi, CHP içinde sular bir süreliğine durulabilirdi. Fakat Erdoğan’ın ilk turda Çankaya’ya çıkmasıyla birlikte CHP içinde kazanlar kaynamaya başladı. CHP yöneticileri bunun önüne geçmek için -her seçim mağlubiyetinden sonra olduğu gibi- burada da iki şekilde hareket ettiler: Önce, seçimi kaybettiklerini kabul etmediler. Hatta içlerinden bazıları seçimin asıl kazananının kendileri olduğunu belirttiler. Rakiplerinin niceliksel olarak fazla oy almalarının kendilerinin niteliksel üstünlüğüne bir halel getirmeyeceğini söylediler. Trafolar ve Şezlonglar Lakin bu argümanlar kimseyi ikna etmeyince seçimi kaybettiklerini itiraf ettiler. Ama bu kez de yenilginin sebeplerini kendilerinde değil başkalarında buldular. 30 Mart’ın favori sorumlusu trafoya giren kedilerdi. 10 Ağustos’un günah keçisi olmak ise, şezlonglarında uzanıp oy verme zahmetine katlanmayanlara düştü. Onlara göre, seçime katılım çok düşüktü, eğer seçmen tembellik etmeyip de sandığa gitseydi, İhsanoğlu’nun ve CHP’nin başarılı olması kaçınılmazdı. Gerçi katılıma dair analizlerin sunduğu tablo farklıydı. CHP ve MHP’nin güçlü olduğu yerlerde katılım EKİM 2014 85 CHP’nn en temel sorunu; böyle br değşmn gerekllğn görmes ama bunu yapmayı göze alamaması. İktdar olablmek çn değşmes gerektğn blyor ama değşmn önünde en büyük engel oluşturan zhnyet ve şahsyetler kollamaktan da ger durmuyor. CHP, eskden vazgeçmes lazım geldğn ve yen br paradgma oluşturmasının zorunlu olduğunu görüyor ama -eldekn de kaybederm korkusuyla- bunun çn gerekl cesur adımı atamıyor. Bu durumda CHP, ne kadar kongre yaparsa yapsın, ne gerçek br sosyal demokrat partye dönüşeblyor, ne de ktdar namzed olablyor. AKP’nin güçlü olduğu yerlere kıyasla daha yüksekti. Erdoğan’a karşı hırslanan CHP seçmeni, seferberlik ruhuyla hareket etmiş ve kimi tatilini yarıda keserek oy vermeye gitmişti. Ama bu CHP yöneticilerini pek ilgilendirmiyordu. Onlar sorumluluğu seçmene yüklemeyi ve böylece kendi başarısızlıklarına perde çekmeyi tercih ettiler. Fakat türlü bahaneler ardına saklanarak yenilgiyi mümkün mertebe gözden ırak tutma çabası da bir süre sonra tesirini yitirdi. Açık bir başarısızlık vardı ortada. Mızrak çuvala sığmıyordu. Birileri bu yenilginin bedelini ödemeliydi. Partide huzursuzluk bildiren sesler yükseldi, bizzat en yakınında yer alanlar Kılıçdaroğlu’nu yenilgiyle yüzleşmeye davet ettiler. Bunun üzerine Kılıçdaroğlu renk vermeye başlayan rahatsızlığın önünü kesmek için baskın bir kongre kararı aldı. Baskın Kongre Kongrede Kılıçdaroğlu’nun rakibi Muharrem İnce idi. Adaylar hem birbirlerine hem de özellikle AKP’ye yönelik eleştirilerde bulundular. Her iki aday da bol bol CHP’yi kuran ideolojiye atıf yaptılar, onu en iyi kendilerinin temsil edeceklerini iddia ettiler ve genelde popülist bir dil kullandılar. Kongre bir yenilenme, partiyi yeni bir güzergâha sokma imkânı olarak değerlendirilebilirdi. Ancak CHP bu fırsatı tepti; Kongre’de fikirler havada uçuşmadı, doktriner bir tartışma yapılmadı. Adaylar retoriğe ağırlık vererek partililerden destek istediler. Sonuçta İnce’nin 415 oyuna karşılık 740 oy alan Kılıçdaroğlu yeniden genel başkan oldu. İlginç olan Kılıçdaroğlu’nun genel başkan adaylığı için 944 imza verilmiş olmasına rağmen Kılıçdaroğlu’nun seçimde 740 oy almasıydı. Yani Kılıçdaroğlu için imza veren 204 kişi, iş oy vermeye gelince, tercihini İnce’den yana kullanmıştı. İnce’nin beklenmedik bir oy alması, parti içinde genel başkana duyulan bir rahatsızlığı açığa çıkarttı. 86 EKİM 2014 Bu, en yalın şekliyle, sürekli olarak yenilmekten, girilen her seçimi kaybetmekten duyulan bir rahatsızlıktı. CHP’nin delegeleri ve seçmenleri, artık sonucu belli seçimlere girmeye tahammül edemiyorlar. Her seçimde geride kalmaktan gına getirmiş haldeler. Artık iktidar namzedi olmak, partilerini iktidar yarışının içinde görmek istiyorlar. İnce’ye verilen oy, bu anlamda, Kılıçdaroğlu için bir uyarıdır. Eğer 2015 genel seçiminde de AKP, CHP’ye uzak ara fark atarsa, Kılıçdaroğlu’nun o koltukta oturması çok daha zor bir hale gelecek. Ne var ki Kılıçdaroğlu bu mukadder sonu engelleyecek bir çaba içerisinde değil. CHP’nin çok büyük açmazları var. Toplumu heyecana sevk edecek öneriler geliştiremiyor. Vaatleri ile tarihsel pratikleri arasında büyük bir uçurum bulunuyor. Siyaseti AKP’ye bağlı olarak ve AKP’nin belirlediği saha içinde yapıyor. Kendisi bir siyasi gündem oluşturamıyor. Sürekli siyaset dışı odaklardan medet umuyor. Çelişkili söylemleri nedeniyle kitleselleşemiyor. Tek parti mirasını sahiplenmeye devam ediyor. Kendisini destekleyenleri dar bir ideolojiye hapsediyor.1 Bu açmazların üstesinden gelmek ve partinin önünü açmak köklü bir değişikliği gerektiriyor. Ancak kongre öncesinde, sırasında ve sonrasında yaptığı açıklamalar Kılıçdaroğlu’nun bu tür bir davranış içerisine girmeyeceğine işaret ediyor. Bu bağlamda iki hususun altı çizilmeli: Altı Ok’un Peşinden Gitmek 1- Kılıçdaroğlu halen “Altı Ok”u revize etmekten bahsediyor. Hasan Bülent Kahraman’ın dediği gibi, tamamen taktik kokan bu girişim CHP’yi bir yere taşımaz. “Altı Ok’u tartışarak veya yeniden yorumlayarak bir yere varılamaz. Artık varılamaz. Hiç varılamaz. CHP farkında değil ama toplum ve dünya Altı Ok’u çoktan aştı. Belli ve çok küçük bir çevrenin dışında kimsenin bilincinde artık Altı Ok yok.”2 (Sabah, 03.09.2014) CHP’de daha önceki dönemlerde hem Ecevit, hem de Baykal Altı Ok’u çağdaş değerlerle yeniden yorumlamaya girişmişler ama bundan herhangi bir netice elde edememişlerdi. Kılıçdaroğlu’nun da aynı akıbeti paylaşacağına şüphe yok. Çünkü bu oklar, hem zamana ters düşüyor hem de halkta bir karşılık bulmuyor. Bilakis halkın büyük bir kesimi, tarih boyunca uğradıkları haksızlıkların müsebbibi olarak bu okları görüyor. Kılıçdaroğlu’nun Kongre’de yaptığı gibi Atatürkçülüğü sadece olumlu kavramlarla anmak, toplum nezdinde bir gerçekliğe tekabül etmiyor. İstediğiniz kadar Kemalizmi parlak ambalaj kâğıtlarına sarın, istediğiniz kadar Altı Ok’u yumuşatacağınızı söyleyin; kimseyi bu okların eskisi gibi acıtmayacağına inandıramazsınız. 2- Elbette ilkiyle irtibatlı olarak, Kılıçdaroğlu partide ulusalcıların etkinliğini kıramıyor. Zannımca Kılıçdaroğlu, ulusalcıların partiye herhangi bir olumlu katkısının olmadığının farkında. Ancak bu kesimin desteğini kaybetmemek için de onlara hem zihniyet, hem de kadro düzeyinde tavizler veriyor. Oysa ulusalcıların CHP’ye iki büyük zararı dokunuyor: İlki, partinin gerçek bir sosyal demokrat partiye dönüşebilme ihtimalini sıfırlıyorlar. Çünkü Türkiye’de toplumun farklı kesimlerden yükselen demokratik taleplere karşı en büyük reaksiyon bu gruptan geliyor. Kürt meselesine, din-devlet ilişkilerine, AB ile bütünleşme sürecine, Alevilerin taleplerine bakın, en keskin karşı çıkışların ulusalcılar tarafından örgütlendiğini göreceksiniz. Bu da bittabi CHP’yi bir kısırdöngüye mahkûm ediyor, dönüşümünü engelliyor. İkincisi, ulusalcılar, CHP’nin geçmişiyle hesaplaşmasını da imkânsız kılıyor. Gerçek bir muhasebeye ihtiyacı var CHP’nin. Geçmişini sevabıyla-günahıyla ve eksisiyle görebileceği bir göze… Ne var ki ulusalcılar var olduğu müddetçe CHP geçmişiyle yüzleşemez. Kongrede gördük bunu: Kılıçdaroğlu, devrimci olduklarını, geçmişleriyle hesaplaşmaktan korkmadıklarını ve zaten tarihlerinin kendileri için bir iftihar vesilesi teşkil ettiğini söyledi. Bu çerçevede, Cumhuriyet’i kurduklarından, ülkeye demokrasiyi getirdiklerinden, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verdiklerinden söz etti. Ama Takrir-i Sükun’dan, İstiklal Mahkemeleri’nden, Trakya olaylarından, parti-devlet uygulamasından, Dersim’den, Varlık Vergisi’nden, CHP’nin darbelerdeki rolünden bahsetme gereği duymadı. Zira bunlardan konuştuğunda ve sahici bir yüzleşmenin yolunu açtığında, ulusalcıların şimşeklerini üzerine çekeceğini biliyordu. “İstemezükçülük” Yerine “Değişim Tasavvuru” Hanioğlu, CHP’nin öncelikli hedefinin, değişim karşıtı “istemezükçülük” yerine “değişim tasavvuru” ikame etmek olduğunu belirtiyor.3 Gerçekten de CHP sürekli gerilim üretmek ve bundan fayda beklemekten vazgeçmeli. Çünkü gerilimden beslenen bir siyasetin CHP’ye getirisi yok. CHP, kurucu bir siyaset üretmeli. Bu da CHP’de yönetim kadrosundan teşkilatlanmaya, zihniyetten yapılanmaya kadar her şeyin sorgulanmasını zorunlu kılıyor. CHP’nin en temel sorunu; böyle bir değişimin gerekliliğini görmesi ama bunu yapmayı göze alamaması. İktidar olabilmek için değişmek gerektiğini biliyor ama değişimin önünde en büyük engeli oluşturan zihniyet ve şahsiyetleri kollamaktan da geri durmuyor. CHP, eskiden vazgeçmesi lazım geldiğini ve yeni bir paradigma oluşturmasının zorunlu olduğunu görüyor ama -eldekini de kaybederim korkusuyla- bunun için gerekli cesur adımı atamıyor. Bu durumda CHP, ne kadar kongre yaparsa yapsın, ne gerçek bir sosyal demokrat partiye dönüşebiliyor, ne de iktidar namzedi olabiliyor. Dipnotlar 1 2 3 Fahrettin Altun; Yeni CHP’nin 6 Açmazı, Akşam, 07.09.2014. Hasan Bülent Kahraman, Okun Ucunda Ölmek, Sabah, 03.09.2014. Şükrü Hanioğlu; CHP’nin temel sorunu siyaset yelpazesindeki yeri midir?, Sabah, 14.09.2014. * Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesidir. İnsan hakları, demokrasi, Kürt sorunu ve bunun hukuki yansımaları üzerine çalışmaları bulunmaktadır. EKİM 2014 87 İÇ POLİTİKA kuruluş tarihi, 1969 yılında yayımlanan bir emirle kabul edilmiştir. Jandarma’nın kamu yapılanması içerisindeki oluşumu ise Jandarma’nın kuruluş yıldönümü ile ilgili tartışmalardan çok daha karmaşıktır. 2803 sayılı Jandarma Teşkilat, Görev ve Yetkileri Kanunu’na göre hareket eden Jandarma Genel Komutanlığı; “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bir parçası olup, Silahlı Kuvvetlerle ilgili görevleri, eğitim ve öğrenim bakımından Genelkurmay Başkanlığı’na, emniyet ve asayiş işleriyle diğer görev ve hizmetlerin ifası yönünden İçişleri Bakanlığı’na bağlıdır” şeklinde tanımlanmıştır.3 Jandarma Genel Komutanı, İçişleri Bakanı’na karşı sorumlu tutulmuştur, ancak 2803 sayılı kanuna göre İçişleri Bakanı’nın re’sen Jandarma üzerindeki yetkileri neredeyse yoktur. Jandarma Genel Komutanı’nın ve generallerin atanması, kuruluş ve kadroların konuş yerleri, disiplin cezalarının verilmesi gibi geniş bir alanda İçişleri Bakanı’nın Genelkurmay Başkanı ya da Jandarma Genel Komutanı ile ancak müşterek hareket edebildiği görülmektedir. Yasin TURNA* Araştırma Görevlisi MİLİTER KOLLUKTAN DEMOKRATİK GÜVENLİĞE JANDARMA TEŞKİLATI T ürkiye’de iç güvenlik ve emniyetten sorumlu Jandarma Genel Komutanlığı, bu sorumluluklarını Emniyet Teşkilatı ve kısmen Sahil Güvenlik Komutanlığı ile paylaşarak yerine getirmektedir. Bununla birlikte ülkemizde son dönemde demokratik hukuk devleti anlayışını güçlendirmeye yönelik girişimlerle birlikte iç güvenlik yönetiminde askerin yönetim ve denetim işlevi de sorgulanmaya başlamıştır. Jandarma Genel Komutanlığı’nın hukuki sorumlulukları ve yapısı, kamu bürokrasisinin sivil, şeffaf ve hesap verebilir bir yapıya dönüştürülmesi ve buna paralel olarak AB uyum sürecine dönük çalışmalarda tartışma konusu olmuştur. Jandarma ile ilgili tartışmaların ana nedeni, Jandarma’nın kamu yapısı içerisindeki teşkilatlanma biçimi, görev ve yetkilerindeki karmaşık yapısına bağlıdır. Osmanlı’da güvenliği sağlamakla mükellef daha yerel bazlı, uzmanlaşmış bir kolluk kurma ihtiyacı neticesinde askeri teşkilata bağlı ayrı bir birlik oluşturulma girişimleri Jandarma’nın da doğuşu olarak 88 EKİM 2014 kabul edilmektedir. Alyot’a göre, sonradan Jandarma ismini taşıyacak olan Zaptiye Müşiriyeti’nin kurulduğu 18 Safer 1262 (15 Şubat 1846) tarihi, memleketin her tarafında kurulan ve başlı başına bir teşkilat haline getirilen bir kuvvete ait kuruluşun tarihidir.1 Ancak, Jandarma Genel Komutanlığı’nın yayınladığı kapsamlı çalışmasında görüleceği üzere Jandarma Genel Komutanlığı’nın kuruluş tarihi kesin değildir.2 1839 yılından itibaren ‘Jandarma’ kelimesinin geçtiği muhtelif belgelere rastlanmışsa da Jandarma Teşkilatı’nın ne zaman kurulduğuna dair net bir bilgi tespit edilememiştir. 14 Haziran 1869 tarihinde teşkilatın ilk nizamnamesi olan Asakir-i Zaptiye Nizamnamesi, Jandarma Teşkilatı’nın zabıta görev ve hizmetleri ile yetki ve sorumluluklarını hukuki bir çerçeve içine alan ilk belgedir. Sonuç olarak, nizamnamenin yayınlandığı “14 Haziran” tarihi ile ilk defa Jandarma ibaresine rastlanılan “1839” yılı birleştirilerek, Jandarma’nın kuruluş tarihi olarak “14 Haziran 1839” tarihi belirlenmiştir. Bu absürt hesaplamayla neticelenen Jandarma Teşkilatı’nın Genelkurmay Başkanlığı’nın gerekli gördüğü haller, sıkıyönetim ve savaş durumlarında da Kuvvet Komutanlıkları emrine her an girebilen, İçişleri Bakanı ve Bakanlığın uzantısı mülki idari amirlere ise dolaylı yollardan bağlı bir teşkilatlanma yapısı hiç şüphesiz rasyonel hukuk devletinin ilkeleriyle bağdaşmayacak ölçüttedir. Jandarma her ne kadar emniyet ve asayişten sorumlu kolluk teşkilatı olarak örgütlenmişse de kadro yapısı itibariyle de adeta Genelkurmay Başkanlığı adına görev icra etmek için yapılandırılmış bir kurumdur. Genelkurmay Başkanlığı’nın Temmuz 2014’de yaptığı açıklamaya göre Jandarma Genel Komutanlığı’nın sahip olduğu askeri personel sayısı toplam 187 bin 491 kişidir. Bu sayının yalnızca 62 bin 350’si uzman personelden oluşurken; 125 bin 141’i ise TSK tarafından yerleştirilmiş, 12 ay ya da 5,5 ay süreyle vatani hizmetini yapan vatandaşlarımızdır. Askeri personel içindeki uzman personel oranının Jandarma Genel Komutanlığı’nda % 33 oranında olduğu görülmektedir. Jandarma’nın sahip olduğu çok büyük çaptaki vazifeleri yerine getirirken kullandığı personelin büyük bir kısmının profesyonel olmaması çağın gerektirdiği hizmet kalitesini yerine getirmesinin güçlüğüne işaret etmektedir. Devlet-vatandaş münasebetinin en hassas boyutta olduğu kırsal alanlarda ağırlıkla Jandarma’nın kolluk faaliyetlerini yürüttüğünü de göz önünde bulundurmamız gerekmektedir. Bilhassa Türkiye’nin doğusunda, herkesin malumu olan tarihsel bir süreçten gelen sorunlardan dolayı da bölge halkının hassasiyetlerine göre hareket edecek profesyonel bir kolluk hizmetinin bulunması gerekmektedir. Son yıllarda demokratikleşme süreci ile ivme kazanan devletin daha önce sorunlu olarak gördüğü toplum üyeleriyle yakınlaşma sürecinin bir diğer basamağı olan barış süreci ile birlikte, klasik güvenlikçi politikaların giderek önem kaybettiğine şahit olunmaktadır. Özellikle doğu bölgelerimizde toplumsal iç huzurun yakalanması ve istikrarın sürdürülebilir bir biçimde tesis edilmesi için demokratik ve toplumsal değer yargılarından kopuk olmayan, insan hak ve özgürlüklerine yakışır bir biçimde hareket edebilecek kalibrede profesyonel bir devlet hizmeti elzemdir. Siyasi otoritenin belirlediği kamu politikasını devam ettirecek bir bürokratik yapı, toplumsal uzlaşının sağlanmaya çalışıldığı bu hassas süreçte kilit bir öneme sahiptir. Keza, Cumhuriyet tarihi boyunca halk ve devlet arasında oluşan uçurumun ve sorunların birincil kaynağı, rızaya dayalı bir meşruiyete dayanmaksızın, halk iradesine aykırı bir biçimde yalnız kendi bürokratik elit merkezi zümrenin tahakkümü doğrultusunda ortaya çıkan uygulamalardır. Özellkle doğu bölgelermzde toplumsal ç huzurun yakalanması ve stkrarın sürdürüleblr br bçmde tess edlmes çn demokratk ve toplumsal değer yargılarından kopuk olmayan, nsan hak ve özgürlüklerne yakışır br bçmde hareket edeblecek kalbrede profesyonel br devlet hzmet elzemdr. Syas otortenn belrledğ kamu poltkasını devam ettrecek br bürokratk yapı, toplumsal uzlaşının sağlanmaya çalışıldığı bu hassas süreçte klt br öneme sahptr. EKİM 2014 89 Türkye’nn sorunlu demokrassnn önünde duran en büyük etmenlerden br hç şüphesz klask güvenlkç algıyla yönetlen güvenlk kurumlarımızdır. Özellkle yasal boşluklardan yararlanarak, kend çersnde kurgusal br devlet mantığıyla klask güvenlkç poltkalardan sıyrılamamış, profesyonellkten uzak br güvenlk örgütünün ülke ekonoms ve blhassa demokrass çn getreceğ kayıpları göz önünde bulundurmamız gerekmektedr. 28 Şubat süreciyle oluşturulan EMASYA Protokolü’yle4 TSK, yeni iç güvenlik algısı adı altında vesayet rejimini güçlendirici bir operasyon yetkisine sahip olmuştur. Bu protokol vasıtasıyla her an olağanüstü hal varmış gibi hareket edebilecek olan TSK, kendisinin bir uzantısı olarak Jandarma’yı da emri altına alarak hareket edilebilmekteydi. EMASYA, İçişleri Bakanlığı’ndan ziyade daha çok TSK’ya bağlıymışçasına hareket eden Jandarma için hukuki bir zemin olmuştur. Jandarma, EMASYA’dan önce ve sonra da de facto olarak, disiplin yönetmelikleri ve TSK içerisindeki konumlanışı gereği, daha ziyade TSK merkezli bir hareket biçimine sahip ve sivil iktidara karşı daha özerk bir yapıdadır. Öyle ki, EMASYA Protokolü’nün 2009 yılında iptal edilmesiyle, ihdas edilen Jandarma’nın güvenlik ve asayişten sorumlu olduğu kent merkezlerini polise devretmesi kararından sonra Jandarma Genel Komutanlığı’nın tavrı bu durumu kanıtlar niteliktedir. 2803 sayılı kanunun 10. Maddesinde, “Jandarma’nın genel olarak görev ve sorumluluk alanı; polis görev sahası dışı olup, bu alanlar il ve ilçe belediye hudutları haricinde kalan veya polis teşkilatı bulunmayan yerler” olarak açıkça belirtilmektedir. Buna rağmen Jandarma, Türkiye’nin yüzölçümünün çok büyük bir kısmına tekabül eden kırsal alanın yanı sıra polis görev sahası içerisinde de görev yap- 90 EKİM 2014 maktadır. Özellikle, EMASYA’nın iptalinden sonra İçişleri Bakanlığı’nın hazırladığı protokolle belediye sınırlarının Jandarma’dan Emniyet’e devredilmesi öngörülmüştü. Ancak, Trabzon’da yaşanan hadise Jandarma’nın İçişleri Bakanlığı’na ne kadar bağlı olduğunu ve sorunlu emir komuta yapısını göstermesi açısından emsal olacak bir örnektir. 2009 yılında Trabzon Valiliği Emniyet’in görev sahasına giren bölgeleri Jandarma’nın devretmesi gerektiğine dair kararı bildirdiği halde, Jandarma karara uymayarak; “protokolün tek taraflı hazırlanması, görüş alınmaması” gibi ifadelerle karara şerh koymuştur. 2008’de kurulan yeni ilçelerin oluşmasıyla birlikte gene Jandarma’nın görev sahasını devretmemek için direndiği görüldü. Bununla birlikte, Emniyet’in görev sahası içinde Jandarma’nın yaptığı operasyonlar kamuoyuna da yansımıştır ki en büyük örneği 2005 yılındaki “Şemdinli Olayları”na karışan iki Jandarma astsubayıdır. Dönemin karanlık bir oyunu olan bu hadise yeteri kadar aydınlatılamamıştır. Jandarma’nın bulunduğu bölgeler ve yaptığı işlemlerde, Emniyet’in yetki sahasına ve sınırlarına geçmesine rağmen bulundukları bölgeleri tutmaya çalışmaları, klasik bürokratik makamların sahip olduğu yetkiyi devretmek bir yana, daha da arttırma arzusu taşıyan bir yetki fetişizminden çok daha ötedir. Bu durumun temel nedeni, şüphesiz Türkiye’nin karanlık vesayetçi geçmişiyle ilintilidir. Bürokrasi geleneğimiz içerisinde kurumların araçtan amaca dönüşmesinde; sivil otoriteye karşı duyulan güvensizlik, siyasi bir ülkü doğrultusunda sosyal mühendislik hamleleri ya da rant sağlama girişimleri gibi çeşitli nedenler vardır. Bu minvalde, bilhassa askeri kurumlar, darbe geleneği içerisinde demokrasi tarihimize ciddi zararlar vermiştir. Doğrudan darbe ile ülke iradesine ket vurulmasa bile bürokrasinin vesayet ağı ile yönlendirildiğine çokça şahit olunmuştur. denetimin sağlanması büyük önem arz etmektedir. Benzer bir şekilde, Emniyet Teşkilatı’nın sahip olduğu kriminal laboratuvarlarına ayrıca Jandarma’nın da sahip olması gibi benzer diğer ikili yapılanmaların önüne geçilmesi gerekmektedir. Kamu maliyesini ekstra külfetten kurtaracak ve keyfi uygulamaların önüne geçecek bir koordinasyon teknik olarak ancak Jandarma’nın İçişleri Bakanlığı’na bağlanması ile sağlanacağı değerlendirilmektedir. Türkiye’nin sorunlu demokrasisinin önünde duran en büyük etmenlerden biri hiç şüphesiz klasik güvenlikçi algıyla yönetilen güvenlik kurumlarımızdır. Özellikle yasal boşluklardan yararlanarak, kendi içerisinde kurgusal bir devlet mantığıyla klasik güvenlikçi politikalardan sıyrılamamış, profesyonellikten uzak bir güvenlik örgütünün ülke ekonomisi ve bilhassa demokrasisi için getireceği kayıpları göz önünde bulundurmamız gerekmektedir. Vesayet rejiminin etkinliği bürokrasi ağımız içerisinde birçok kurumu tesiri altına aldığı gibi maalesef TSK’nın bir uzantısı olarak Jandarma’yı da yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi tesiri altına almıştır. Sistemin çarklarının yanlış işlemesi sonucu ortaya çıkan bu paradoksa karşı vatandaşların refleksi ise hiç şüphesiz ellerindeki kamu vicdanını harekete geçirecek düzenleyici ve önleyici kurumlardır. Bürokrasi piramidinin en üstünde bulunan hükümet bu hizmet mekanizmasını kamu çıkarına göre yönlendirme ve dizayn etme meşruiyetini elinde bulundurmaktadır. Siyaset ve bürokrasi olgularının içiçe geçmişliğiyle ilintili olarak ortaya çıkan sorunlar, T.C.’nin kuruluşundan bu zamana ağır aksak ilerleyen sorunlu demokrasimizle bizatihi ilgili bir meseledir. Bu yüzden bürokratik aygıtların demokratik teamüllere uygun bir biçimde dizayn edilmesi toplumun ortak çıkarına hizmet edecektir. Dipnotlar 1 2 3 4 Alyot, Halim (2008). Türkiye’de Zabıta, s.94-95. Jandarma Genel Komutanlığı Tarihi: Asayiş ve Kolluk Tarihi İçerisinde Türk Jandarma Teşkilatı, Cilt 1, s.135,148,150. 2803 sayılı Jandarma Teşkilat Görev ve Yetkileri Kanunu, Madde 4. http://www.tbmm.gov.tr/arastirma_komisyonlari/darbe_ muhtira/docs/ek1.pdf ulaşım tarihi: 13.08.2014. * Gazi Üniversitesi Siyaset ve Sosyal Bilimler bölümü ve aynı zamanda Polis Akademisi Güvenlik Stratejileri ve Yönetimi bölümlerinde doktora eğitimine devam etmektedir. Akademik ilgi alanları, Türk siyasal hayatı, siyaset kuramları, insan hakları ve kamu yönetimidir. Jandarma Genel Komutanlığı’nın, Emniyet Teşkilatı’na paralel biçimde örgütlenmesi güvenlik bürokrasimizde ciddi sorunların oluşmasına neden olmaktadır. Bunun en büyük örneği, Jandarma’ya bağlı istihbarat dairesidir. MİT, Emniyet İstihbarat ve sınırlı bir alanda Genelkurmay İstihbarat Dairesi ile birlikte Jandarma’nın da ülke geneline yayılmış bir istihbarat örgütlenmesi bulunmaktadır. Özellikle Jandarma’nın denetimindeki güçlükler JİTEM gibi karanlık örgütlenmeleri ortaya çıkarmıştır. Sistematik olarak insan hakları ihlallerinin acilen önüne geçilmesi için sivil EKİM 2014 91 Sığınmacı Sorununun Ekonomi-Politiği: Tarihsel Güncel Bir Yaklaşım Dr. Cemil Ertem Yeni Bir Ekonomik Model Gerekli mi? Dr. M. Levent Yılmaz EKONOMİ SIĞINMACI IĞINM MACI SORUNUNUN SORU SORUN UNUNUN UNUN EK EKONOMİ-POLİTİĞİ: KONOMİ POLİTİĞİ: TARİHSEL GÜNCEL BİR YAKLAŞIM Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, yne Eylül sonunda BM Genel Kurulu veslesyle ABD gezs dönüşünde yaptığı açıklamalardan da anlaşılıyor k, Türkye’nn savunduğu ‘güvenlkl bölge’ şmdye kadar anladığımız ‘tampon bölge’ çerçevesn aşan, bütünlüklü yen br yapılanmayı anlatıyor. Burada her türlü alt yapısı olan yen şehrlern kurulması, lk önce yen br ekonomnn sonra da çok boyutlu yen br syas entegrasyonun kapılarını açacaktır. Güvenlkl Bölge, tampon bölgeden ayrı olarak, ekonomk ve syas entegrasyona geçş sürec olarak ele alınmalıdır bze göre… Orta Doğu’nun bir sıcak çatışma alanı olarak devam edeceğini ve ne yazık ki, bu gerçeğin yakın bir gelecekte değişmeyeceğini bize anlattı. Bu yüzden bölgedeki en istikrarlı ülke olan Türkiye’ye olan sığınmacı akını artarak devam edecek. Bunun dışında hem Suriye hem de Irak coğrafyasında çatışmalar dinse bile sığınmacıların yakın gelecekte geri dönecekleri çok şüphelidir. Çünkü, bölge sıcak çatışma iklimini korumasa bile, orta dönemde çok önemli ekonomik-politik ve bunun sonucunda da sosyal sorunlarla karşı karşıya kalacaktır. Türkiye bu sorunu ilk önce insani bir yaklaşımla karşıladı; ancak öte yandan, bu politik bir yaklaşımdı da… Çünkü Türkiye, bölgede ekonomik entegrasyonu, çözüm süreci ile birlikte görüyor. Hatta çözüm sürecinin başarısı, Irak’tan başlayan bir bölgesel entegrasyondur bize göre de… Ancak bu uzun vadeli insani ve politik vizyon, IŞİD saldırısı ile çok ani gelişen sığınmacı yığılması karşısında Türkiye’nin hazırlıksız yakalanmasını önleyemedi. Bu açıdan Türkiye, mülteci sorununu yeniden ele almalıdır. Bunun hukuki üst yapısı ve ekonomik altyapısını oluşturacak adımları çok hızlı olarak atmalıdır. Dr. Cemil ERTEM SDE Ekonomi Programı Koordinatörü T ürkiye, Suriye’de Esad rejiminin teröründen kaçan sığınmacılara sınırlarını 2011’den itibaren açmaya başladı. Üç yılda Türkiye’ye gelen Suriyeli sığınmacı sayısı 500 bini geçti. “Yaklaşık 2 milyon Suriyeli mültecinin üçte ikisi 2013 yılı başından itibaren Suriye’yi terk etmiştir ki bu, günlük ortalama altı binin üzerinde insanın ülkesini terk ettiğini göstermektedir. Bu sayıların önemli çoğunluğunu kadınlar ve çocuklar oluşturmaktadır. Türkiye’deki kayıtlı Suriyeli mültecilerin yaklaşık % 70’i kamplarda,% 30’u ise serbest olarak şehirlerde yaşamaktadır. Kamplarda barınma oranı Ürdün’de % 20, Irak’ta % 47’dir. Lübnan’da ise kamp bulunmayıp mültecilerin tamamı şehirlere dağılmıştır. 94 EKİM 2014 8 ayrı ildeki 17 mülteci kampında 200 binden fazla mülteci kalırken, yaklaşık 300 bin kişi de kamplar dışında yaşamaktadır. Kamp dışında kalanlar kendi imkânlarıyla ev kiralamakta veya akrabalarının yanında kalmaktadırlar. Serbest ikamet edenler, Türkiye’nin farklı illerinde hatırı sayılır mülteci grupları oluşturmuştur. rulmuştur. Bu kamplarda AFAD idaresinde, kamu kurum ve kuruluşları ile Türk Kızılayı tarafından barınma, yiyecek, sağlık, güvenlik, sosyal aktivite, eğitim, ibadet, tercümanlık ve diğer hizmetler verilmektedir.” (istanbul.mazlumder.org/webimage/ suriyeli_multeciler_raporu_2013.pdf/erişim tarihi: 27/9/2014) Türkiye’ye sığınan Suriyeli mültecilere insani yardım ve koruma, Başbakanlık AFAD (Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı) tarafından yürütülmektedir. 2011 yılı Nisan ayından itibaren AFAD tarafından önce Hatay ili sınırları içerisinde farklı noktalarda, daha sonra da Suriye sınırına yakın diğer toplam 10 ilde kamplar (çadır kent veya konteyner kent) ku- Mazlumder’in 2013 tarihli bu raporu bile durumun vahametini ortaya koyarken, Türkiye, 2014 sonbaharında IŞİD saldırısı sonucu sınır kapılarında bu sefer binlerce Kürt sığınmacıyı buldu. IŞID teröründen kaçan Kürt sığınmacılara Türkiye, her türlü güvenlik riskini göze alarak, kapılarını açtı. Obama’nın, Eylül ayında, BM’de yaptığı konuşma Ancak başta BM olmak üzere dünyanın da bu sorun karşısında daha fazla sessiz kalması kabul edilemez bir durumdur. Bugün Suriyeli ve Kürt sığınmacılar, yoksul halk kapsamımda değerlendirildiğinde bu sorun aynı zamanda, Dünya Bankası’nın da sorunu olmaktadır. Ancak Dünya Bankası bugün bu soruna gözlerini kapamış durumdadır. BM, önümüzdeki süreçte Türkiye’ye binlerce sığınmacı daha gelebilir tespiti yapıyor ama bununla ilgili bir çözüm önerisi sunamıyor. Çok yakında Türkiye’nin, Irak ve Suriye sınır çizgisinde ve buralardaki sınır kentlerinde sayıları milyonları bulan çaresiz ve yoksul insan toplulukları olacaktır. Üstelik, ne yazık ki, bu durum kısa ve orta vadede kendiğinden çözüm bulacak bir sorun değil, kalıcı bir sorun, kalıcı bir insanlık dramıdır artık. Dünya, belki de 2. savaştan bu yana en büyük insanlık dramlarından birini yaşıyor. Bu drama sessiz kalmak ve çözüm üretmemek artık, bir savaş suçu gibi insanlık dışı bir durum hatta bir insanlık suçudur. Türkiye’nin bu konuda acil bir eylem planı geliştirmesi kaçınılmaz olduğu gibi bu plan aynı zamanda, çözüm sürecinin sınır dışına çıkan boyutunu da kapsayacaktır. EKİM 2014 95 Yetmşl yılların başından doksanlı yıllara kadar olan süreç, gelşmş dünyada düşen kar oranları ve öncü sektörlern krz şaretler le belrgnleşrken, Batı, bunu telaf etmek çn seksenl yıllara -ABD ve İngltere’den başlayarak- neolberal poltkarla grd. Batı’da özelleştrme uygulamaları, genş özel sektör teşvkler (arz yönlü ekonom) ve düşen kamu yatırımları le devreye gren bu süreç, dünyanın doğusuna darbeler, ç savaşlar ve bunların sonucunda müthş br yoksulluk olarak yansıdı. Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, 27 Eylül günü, yani Kürt sığınmacıların Türkiye sınırına yığıldığı ve IŞİD ile Kürt güçleri arasında çok şiddetli çarpışmaların yaşandığı bir günde, Mardin’de yaptığı konuşmada hem bölgedeki gelişmelerle hem de çözüm süreci ile ilgili olarak önemli ipuçları verdi. Öyle anlaşılıyor ki, hükümet çözüm sürecini, bundan sonra çok boyutlu olarak yürütecek. Bu boyutlardan birisi de bize göre, Irak ve Suriyeli sığınmacılara yönelik bütünlüklü bir politik-insani yaklaşımdır. Bu açıdan, IŞİD saldırısından sonra, çözüm süreci dediğimiz dinamik, yalnız Türkiye içindeki Kürt siyasi hareketi ile hükümet arasındaki konjoktürel uzlaşma süreci değildir. Bundan sonra çözüm süreci, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nden başlayarak Türkiye sınırının ötesindeki bütün sıcak bölgeleri ve gelişmeleri kapsayacak çok boyutlu bir entegrasyon sürecidir. Güvenlikli Bölge Ekonomisi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, yine Eylül sonunda BM Genel Kurulu vesilesiyle ABD gezisi dönüşünde yaptığı açıklamalardan da anlaşılıyor ki, Türkiye’nin savunduğu ‘güvenlikli bölge’ şimdiye kadar anladığımız ‘tampon bölge’ çerçevesini aşan, bütünlüklü yeni bir yapılanmayı anlatıyor. Burada her türlü alt yapısı olan yeni şehirlerin kurulması, ilk önce yeni bir ekonominin sonra da çok boyutlu yeni bir siyasi entegrasyonun kapılarını açacaktır. Güvenlikli Bölge, tampon bölgeden ayrı olarak, ekonomik ve siyasi entegrasyona geçiş süreci olarak ele alınmalıdır bize göre… 96 EKİM 2014 Ancak bu sürecin ekonomi-politik tarihsel akışını tam anlamıyla ortaya koyarsak, yaşanılan sürecin ne denli önemli bir değişimin dinamiği olduğunu anlarız. Kriz, Orta Doğu ve Mülteci Sorunu Biz tam şimdi, yaşadığımız küresel krizin miladını 2008 yılı olarak göstersek de, bu krizin gerçek anlamda iki başlangıç dönemeci vardır. Birincisi, yetmişli yılların başından itibaren gelişmiş ülkelerde düşen kar oranları sürecidir. İkincisi ise, doksanlı yıllarda başlayan finansallaşma sürecinin, gelişmekte olan ülkelerde finansal krizlerle iflas etmeye başlaması ve sonunda 2008’de ABD’de mortgage krizi olarak patlaması… Birinci dönemeçte yani, yetmişli yılların başından itibaren, azgelişmiş ülkelerde ABD’nin, soğuk savaş konjoktüründen de yararlanarak, içe kapalı -otarşik- ekonomileri desteklemesini ve buralarda askeri yönetimleri işbaşına getirecek ekonomik ve siyasi koşulları oluşturmasını izledik. Bu süreç, bugün Orta Doğu’da karşımıza çıkan sıcak çatışma dinamiklerini oluşturmuştur. Aile, aşiret, kabile diktalarına dayanan Baas oligarşileri ABD güdümünde Orta Doğu’yu bir esaret ve yoksulluk cehennemine dönüştürmüştür. İsrail’in işgal ve terörü de bu dönemden sonra giderek artan bir trend izleyerek bu süreci desteklemiştir. Türkiye’de de Kürt sorunu, yoksulluk dışında bölgede amansız bir devlet baskısıyla doruğa çıkartılmıştır. Yetmişli yılların başından doksanlı yıllara kadar olan süreç, gelişmiş dünyada düşen kar oranları ve öncü sektörlerin kriz işaretleri ile belirginleşirken, Batı, bunu telafi etmek için seksenli yıllara -ABD ve İngiltere’den başlayarak- neoliberal politikarla girdi. Batı’da özelleştirme uygulamaları, geniş özel sektör teşvikleri (arz yönlü ekonomi) ve düşen kamu yatırımları ile devreye giren bu süreç, dünyanın doğusuna darbeler, iç savaşlar ve bunların sonucunda müthiş bir yoksulluk olarak yansıdı. Krize Çaresiz Çare: Finansallaşma Doksanlı yılların başında gelişmiş ekonomiler, yalnız neoliberal ‘kemer sıkma’ politikaları ile sürekli düşen kar oranlarını telafi edemeyeceklerini ve krizin önüne böyle geçilemeyeceğini anladılar. İlk önce ABD’den başlamak üzere finansallaşma devreye girdi. Finansallaşmanın ilk fiskesi, Orta Doğu’nun petrol gelirleri, (petro-dolarlar) gelişmekte olan ülke- lerden aktarılan milyarlarca dolar faiz gelirleri, Afrika gibi ülkelerdeki soygun ve yağma olmuştur. Bu birikim, Lehmanların, Goldman Sachların, Enronların elinde bütün dünyayı saran trilyon dolarlık saadet zincirlerine dönüştü. Bu dönemde iki şey önemliydi; birincisi finansal istikrar, ikincisi siyasi istikrar… Enflasyon, bu dönemde en büyük ekonomik düşman ilan edildi. İşşizlik, yoksulluk önemli değildi, enflasyon ‘mütedil’ olsun tamamdı. Siyasi istikrar da, gelişmekte olan ülkelerde, var olan yoksullukla sağlanamayınca bunun da çaresi baskıcı, vesayet sistemi -darbe, Filipin tipi demokrasi sarkacı- oldu. Yani siyasi istikrar ama demokrasi ile değil, diktatörlükle… Finansal istikar ama üretimle değil, finansal yağma ile… Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı, ölçüsüz finansallaşma doksanlı yılların ortalarından itibaren gelişmekte olan ülkelerde finansal krizlere yol açtı. Bu ülkelerin bazıları bu krizlerden önemli dersler çıkardılar ve kendilerine yeni bir yol çizdiler. Örneğin Güney Kore… Yine doksanlı yıllların sonunda, baskıcı ulus-devlet zulmüne yeter diyen ayrılıkçı ve muhalif hareketler çok geniş bir halk desteği buldu ve tam bu yıllarda -zorunlu- barış süreçleri başladı. Barış Süreçleri, Sığınmacılar ve Yeni İmkanlar… Doksanlı yılların sonunda başlayan barış süreçleri, aynı zamanda, ulus-devletleri demokratik kamusal yapılar olarak dönüştüren çok önemli bir dinamik olarak karşımıza çıktı. Bütün bu süreçte İrlanda’dan başlayarak, Güney Afrika ve Latin Amerika’ya gidin, göreceğiniz özet tablo şudur; etnik ayrımcılık ve buna bağlı sınıfsal baskı üzerinden kendini var eden bütün hakim ulusdevlet modelleri, dönüşmüş ya da dönüşme yolundadır. Bu kısa zamanda dünyada yüzü aşkın barış süreci olmuştur ve hepsinde baskıcı ulusalcı ideoloji yerle bir edilmiştir. İran’ın Ruhani ile gelen dışa açılma hamlesi, Çin’in demokratik adımları Türkiye’de AK Parti’nin ‘çözüm süreci’ bu zaman diliminin ürünleridir. Bütün bu süreçte, Türkiye gibi ülkelerin tarihsel güçlerini ortaya koymaya başlamaları ve bu yönde siyasi irade tesis etme doğrultusunda yeni siyasi dönüşümlerinin bu ülkelerde ortaya çıkmaya baş- laması, Batı’nın tarihsel gücünün (ekonomik, siyasi ve askeri) hiçbir zaman Doğu’nun gerisine düşmeyeceği tezini, artık bir ideoloji hatta saplantılı bir ideoloji yapmıştır. Evet, bu tarihi bir süreçtir ve olması gereken yere gidiyor: Barış süreçleri yeni demokratik bölgesel entegrasyonlara dönüşecek. Türkiye gibi ülkeler burada kurucu bir rol üstlenecek. İki yüzyıldan fazla bir zamana, ekonomik ve siyasi olarak, damgasını vuran ve 20. yüzyılı bir insanlık dramına çeviren ulus-devletler hegemonyası ve hiyerarşisi içinde bulunduğumuz yüzyılda bitiyor. 1648’de imzalanan Westphalia Barışı’nı belki burada başlangıç noktası olarak kabul edebiliriz. Bu anlaşma, ulus-devletler hukuku ve ilkelerini (kendi kaderini belirleme hakkı, içişlerine karışmama ve egemenlik hakkı) belirlemiştir. Ama Wesphalia Anlaşması ve eşitliği Batı için geçerlidir. Doğu halkları hiçbir zaman, en önemli hak olan, kendi kaderini belirleme hakkı dahil olmak üzere, bütün bir 20. yüzyıl boyunca Westphalia’nın yanına bile yaklaşamamışlardır. Şimdi bütün mazlum halklar bu haksızlığa karşı çıkıyor. Dikkat ediyorsanız, barış süreçleri aynı zamanda, kıyıcı savaşları da içeriyor. Çünkü 1648’den beri kan ve zulümle örülen bu düzenin egemenleri bulundukları mevzileri kolay terketmeyecekler. IŞİD gibi paramiliter örgütler tam da bu konjoktürde bunun için ortaya çıkarıldı. IŞİD, binlerce sığınmacıyı Türkiye sınırına yığarak, çözüm sürecini de hedefliyor. Bu süreçte, Türkiye ile Kürt halkı arasında ekonomik ve sosyal sorunlar çıkacağını ve bunun da yeni -Irak coğrafyasını da kapsayan- bir Kürt-Türk savaşına yol açacağını hesap ediyorlar. İşte Türkiye hem bu hesabı boşa çıkarmak hem de sığınmacı sorununu, hem Türkiye’nin hem de sığınmacıların lehine çevirecek ekonomik ve sosyal politikaları hızla devreye sokmalıdır. Bu konuda iş ve sosyal güvenlik mevzuatı oluşturulmalı, kayıt dışı çalışma mümkün olduğunca önlenmeli ve yeni altyapısı, imkanları olan kentler için gerekli hazırlıklar, proje ve finansman bazında yapılmalıdır. Bu adımlar, Türkiye’nin orta ve uzun vadeli çıkarlarıyla örtüşse de, Türkiye, bu soruna, öncelikli olarak, insani ve vicdani olarak yaklaşmakta ve çözüm sürecini nihayete erdirme siyasi iradesi de buraya yansımaktadır. EKİM 2014 97 EKONOMİ YENİ BİR EKONOMİK MODEL GEREKLİ Mİ? Dr. M. Levent YILMAZ SDE Uzmanı 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması sadece Doğu Almanya ile Batı Almanya arasındaki sınırların kalktığını değil aynı zamanda Soğuk Savaş’ın da bittiğini simgeliyordu. Soğuk Savaş’ın bitmesinin pek çok sonucu vardı. Ancak bunlardan ekonomi ile ilgili olanları, takip eden yıllarda “liberal” sistemin hâkim model olacağının sinyallerini veriyordu. Öyle de oldu. Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından gerçekten de bütün gelişmeler liberal demokrasinin zaferini tescil ediyordu. Bu furyaya hemen hemen bütün ülkeler kapılmış ve tek kutuplu yeni modeli övmeye başlamışlardı. Ta ki 2008 yılına kadar. 2007 yılında ABD’de mortgage krizi başlamasaydı ve hemen ardından da bu kriz 2008 yılında küresel bir hal almasaydı, şu anda muhtemelen ben dâhil herkes, ABD’nin ne kadar güçlü olduğunu, Avrupa 98 EKİM 2014 Birliği’nin her ülkenin hayalini süsleyen bir cennet olduğunu, Rusya’nın bittiğini Çin’in ne yaparsa yapsın ABD’ye muhtaç olduğunu düşünüyor ve daha da kötüsü yazıyor olacaktık. Hatta o kadar ileri gidecektik ki; ABD keşke bize de demokrasi getirse (!) diye methiyeler düzen bile olacaktı. Peki, 2008’de ne oldu da böyle oldu? Aslında her şey Fukuyama’nın dediği gibi gitse ve satış rekorları kıran kitabı “Tarihin Sonu ve Son İnsan”da söylediği gibi olsaydı hiç sorun olmayacaktı. Fukuyama’ya göre liberal demokrasi, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Berlin Duvarı’nın ortadan kalkması ile büyük bir zafer kazanmıştı. Hatta bu öyle bir zaferdi ki, liberal-demokrasinin üzerine yeni bir sistem inşa etme çabasına gerek bile yoktu. Fukuyama’nın bu tezi uzunca süre kalıcılığını korudu ve kabullenildi. Ama Fukuyama’nın ihmal ettiği bir şey vardı. Batı’nın liberal politikalarına muhtaç edilmiş Doğu’nun sözü henüz bitmemişti. Daha sonradan “Tarihin Geri Dönüşü ve Rüyaların Sonu” başlığı ile Türkçe’ye çevrilen “The Return of History and the End of Dreams” kitabında Robert Kagan, Rusya ve Çin örnekleri başta olmak üzere birçok örnekle, Fukuyama’nın neden yanıldığını uzun uzun anlatıyordu. Liberalizmin beslediği vahşi kapitalizm yanlılarının, sermayeye sahip olmanın her şeyi çözeceğine ve bütün dünyayı bu şekilde kontrol edeceklerine olan inancı tamdı. Hatta bu inanç, Doğuluların dinsel inançlarını ve kültürlerini bile yok sayacak kadar kuvvetliydi. Batı’ya göre Doğu; para için her şeyi yapmaya hazırdı ve bunu yaparken de Batı’ya sadakatle bağlı kalacaktı. Öyle olmadı… 1997 Asya Krizi öncesinde ve sonrasında yaşananlar bunun ispatı niteliğindeydi. Ancak konjonktürün yaramaz çocuğu liberalizmin ilk vukuatı değildi Asya Krizi. 1973-1982 yılları arasında birkaç defa krize giren Arjantin ve Meksika’nın da temel problemi, dokusu ve kültürü tamamen farklı ekonomilerini dünya ile entegrasyon rüyası adı altında liberalizme uydurmaya çalışmaktı. Ülkenin makroekonomik gerçekleri ile liberalizmin istekleri örtüşmeyince de krizler patlak verdi. İkna olmadıysanız biraz daha devam edelim. 1992-1993 yıllarında yaşanan Avrupa Döviz Kuru Mekanizması Krizi ile beraber bambaşka bir gerçekle tanıştık: Liberal sistem ortada hiçbir sorun olmasa da kriz üretebiliyordu. Krugman şöyle demişti; “Bu model krizlerde, ekonomik temellerde dikkat çekici bir değişme olmasa bile kriz oluşabilir.” Gelelim 2008 Küresel Finansal Krizi’ne. Doymayan ve sürekli yeni kaynak isteyen liberal sistem yeni bir kurban arıyordu. Krugman çok sonraları bu sistemi ve destekçilerini “Tanrılar sinirlendi, insan kurban etmemiz lazım, diyen din adamları gibiler” şeklinde tanımlayacaktı. Tanrıların aksine liberalizmin kurbanları ülke ekonomileridir. Krizin üzerinden 6 yıl geçmiş olmasına rağmen ABD toparlanamadı, pek çok üyesi iflasın eşiğinden dönen AB’de borç krizi devam ediyor ve bu ülkeleri kurtarmak için açıklanan kurtarma paketlerinin maliyetinin ne kadar olduğunu bugün bile kimse hesaplayamıyor. Peki, kriz sadece zarar mı verdi? Tabii ki hayır... Krizle beraber, Doğu’nun inancı ve gücü yeniden gün yüzüne çıktı. Yüzyıllar boyunca İpekyolu üzerinden kıymetli ürünleri değerinin çok altında sömürülen Doğu, yeniden üretimin üssü oldu. Artık eskisi gibi “yaptırım” adı altındaki dayatmalara boyun eğmiyor. Öyle olmasaydı, Rusya-Ukrayna krizinden sonra Çin, Rusya ile 300 milyar dolarlık bir enerji anlaşması imzalayabilir miydi? O halde Batı’nın liberal baskısından kurtulmaya çalışan Doğu’nun kanaatkâr ekonomik sistemi evriliyor. Peki, Türkiye tüm bu evrimleşmenin neresinde? Aslında tam şuanda merkezinde… 2000’li yılların başında Danny Quah isminde bir Doğulu (Malezya) yaptığı bir çalışmada Dünya’nın ekonomik ağırlık merkezinin hızla Doğu’ya kaydığını ispat etti. Hatta bu kayma o kadar hızlıdır ki; ekonomik ağrılığın Batı’ya gidişte geçirdiği sürenin onda birinden daha az bir sürede Doğu’ya kayacağı tahmin ediliyor. İşte bu geçişin de en önemli merkezinde Türkiye var. Ancak bunun yeterli olmayacağı aşikâr. 2013 Mayıs’ında IMF ile köprüleri atan Türkiye’nin önünde yepyeni bir yol var. Öyle ya da böyle, Müslüman coğrafyanın en güvenilir piyasa ekonomilerinden birisine sahip Türkiye’nin önünde İslami tahviller olan SUKUK önemli bir fırsat gibi duruyor. Bu konuda kat edilmesi gereken önemli bir mesafe var ancak kaybedecek zaman yok. SUKUK ismi sizi hemen korkutmasın. Kötü bir şey olsaydı bu tahvillerin merkezi Londra olur muydu? Londra deyince aklıma geldi. Tüm düzenini ve yönetim anlayışını sömürü üzerine kuran bir ülkenin ekonomik modelinin hala bizim gibi kendine has ekonomik alışkanlıkları ve kültürel özellikleri olan ülkelere faydası olacağını düşünüyorsanız yanılırsınız. O halde bize yeni bir model lazım. Liberalizmi görmezden gelmeyen ama merkezine oturtmayan bir sistem… Sırtını Doğu’ya dayayıp, yüzünü Batı’ya dönen bir sistem…. Kültürel ve dinsel benliğimize hitap eden faizsiz bir model… Bu bakımdan projesi devam eden İstanbul Finans Merkezi önemli bir fırsat olarak karşımıza çıkıyor. Bu yeni yapılanmayı finans kuruluşlarının bir bölgeye toplanmasından daha ziyade sözünü ettiğimiz enstrümanların merkezi olması konusu çok daha önemlidir. Özellikle bölgesinde lider bir ülke konumuna gelen ve Müslüman coğrafyanın temsilcisi olma yolunda hızla ilerleyen Türkiye’nin bu ülkelerdeki sermayeyi de yönetmesi anlamına gelecek bu adımların atılması giderek elzem hale gelmektedir. Faizsiz finansal modellerin 2008 Küresel Finansal Krizi sırasında ve ardından gelişen süreçte oldukça önemli, güçlü ve görece olarak daha az riskli bir enstrüman olduğu ortaya çıktı. Bu bakımdan faizsiz finans sistemine ilişkin düzenlemelerin bir an önce hayata geçirilmesi için, hem kültürel hem teknik hem de ihtiyaç anlamında gerekli zemin oluşmuş görünüyor. EKİM 2014 99 Dinin Siyasal İdeolojilere Teolojik Temel Oluşturması - II Prof. Dr. Talip Özdeş Türkiye - Somali İlişkileri Konferansı SDE Haber Dünden Bugüne Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi (ATCOSS) SDE Haber Bir Meslek Olarak Akademisyenlik Sempozyumu ve Sertifika Töreni SDE Haber SDE Akademi Başvuruları Başladı SDE Haber SDE 2014 Yaz Stajları Tamamlandı SDE Haber GENEL DİNİN SİYASAL İDEOLOJİLERE TEOLOJİK TEMEL OLUŞTURMASI - II Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ SDE Uzmanı G El-Kade, eş-Şebab, Boko Haram ve IŞİD gb İslam söylem ve sloganlar üzernden radkal syaset uygulayan şddet yanlısı hareketlern 11 Eylül hadsesnden sonra ABD ve Batılı güçlern saldırı ve şgallerne maruz kalan, bütün altyapısı tahrp edlen, nsanları katlam ve tecavüze maruz kalan, zaaflı olsa ble syasal sstemler çökertlen, stkrarsızlığa mahkum edlen İslam ülkelernde ortaya çıkmış olması anlamsız değldr. 102 EKİM 2014 eçen ayın makalesinde din ve siyaset olgularının fizyolojik, psikolojik ve sosyal bir varlık olan insan ve toplum gerçeğinin tezahürleri olduğuna atıfta bulunulduktan sonra, bu iki olgunun birbirinden bağımsız olmadığına, fıtri olarak belirli bir ilişki içerisinde bulunduklarına işaret edilmişti. Bu iki olgu arasında dengeli ve doğru bir ilişki kurulamadığında ciddi problemlerin ortaya çıkabileceği belirtilmişti. Din ve siyaset bağlamında birçok problemin ortaya çıkmasına neden olan bu durumun, dinin siyasal ideolojilere teolojik zemin hazırlayacak şekilde maniple edilip araçsallaştırılmasının, bir şekilde istismar edilmesinin sonucu olduğu vurgulanmıştı. Din ve siyaset arasında doğru ve dengeli bir ilişkinin kurulmasında dinin ilahi vahye dayalı asli kaynağının bulandırılmamış veya bozulmamış olmasının yanında, doğrudan ilahi vahyin verdiği bilgilerle, belirli şartlar ve durumlar içerisinde ortaya çıkan beşeri anlayışların, yorum ve değerlendirmelerin arasının ayrılmasının önemine işaret edilmişti. Yine bu bağlamda dinin iman, ahlak ve hukuk değerlerinin derin ve evrensel bir kavrayışla bilinç haline getirilip ikame edilmesinin gereği vurgulanmıştı. Makalede dinin siyasal ideolojiye temel oluşturacak şekilde araçsallaştırılmasında Siyonizm örneğinden hareket edilirken; konunun İslam dünyasında Eş-Şebab, Boko Haram, IŞİD gibi siyasi mücadelede şiddeti öne çıkaran hareketler açısından ele alınıp değerlendirilmesinin daha sonraki bir makalede yapılacağı ifade edilmişti. Evet, problem sadece Siyonizm’le sınırlı değil. Bir zamanlar Batı dünyasında dinin (Hıristiyanlığın) nasıl siyasallaştırıldığı, kilisenin siyasal ideolojiyi temsil eden bir kurum haline dönüştürüldüğü, dinin kilise ideolojisi üzerinden topluma dayatıldığı, bunun sonucunda kiliseye ve dine karşı güçlü protesto ve tepkilerin geliştiği herkesin malumu. Dinin Doğu’nun (İslam dünyasının) zenginliklerini yağmalamaya yönelik Haçlı seferlerine alet edilmesi, din adına her türlü fikri, felsefi ve ilmi gelişmelere karşı çıkılması, sonuçta en büyük zararı yine dinin (Hıristiyanlığın) kendisine vererek onun vicdanlarda değer kaybetmesine, toplum hayatında mahkûm edilen bir konuma düşürülmesine neden olmuştur. Yaklaşık iki yüz yıldan beri Doğu’ya, daha özelde İslam dünyasına karşı yürütülmekte olan saldırılar, Oryantalist çalışmalar, kolonyalist politikalar doğrultusunda gerçekleştirilmeye çalışılan misyonerlik faaliyetleri, Haçlı seferleriyle başlatılıp sürdürülen daha önceki süreçlerin modern dünyada devam ettirilmesi mahiyetinde gözükmektedir. İslam-Siyaset İlişkisi Din-siyaset ilişkisi açısından İslam ve İslam dünyası konu edinildiğinde, Dinin (doğrudan ilahi vahye dayalı İslam’ın) kendisi ile Müslüman birey ve toplumun dine yönelik telakkilerinin, anlayış, yorum ve uygulamalarının aynı kategoride olmadığının altını çizmek gerekir. İman, ibadet, ahlak, muamelat ve hukuk alanlarında en temel prensip ve hükümleriyle insan ve toplum hayatını kuşatıp yönlendirme ve düzenleme iddiasında olan İslam’ın siyasal alanı ihmal etmesi söz konusu değildir. Yönetimle ilgili makamların (emanetlerin) ehillerine verilmesi, ulu’lemre itaat edilmesi (mutlak itaat anlamında değil), işlerin devlet-toplum ilişkisi içerisinde danışarak, yönetilenlerin iradelerini dışlamaksızın istişare ile yürütülmesi, yönetimde adalet, ahlak, doğruluk, açıklık, şeffaflık, kontrol edilebilirlik ve hesap verilebilirlik gibi ilkelerin egemen kılınması, maslahatların, hak ve hukukun gözetilerek her türlü tiranlık, fitne ve zulmün elemine edilmesi, ihtilafların uzlaştırılarak birbiri ile çatışan müminlerin barıştırılıp kardeş kılınmaları İslam’ın siyaset ve toplumla ilgili hedefleri arasındadır. Yönetim anlayışı ve sisteminin bu prensip ve değerler üzerinden kurumsallaşması, seviyeli bir siyasetin inşası için elzemdir. İslam açısından teoride durum böyle olmakla beraber, Müslüman bi- rey ve toplumların konuyu algılamaları, ilahi mesajın öne çıkardığı ilkeler doğrultusunda zihniyet oluşturmaları, yönetim konusundaki pratikleri ilahi vahyin gösterdiği istikamet üzerinde gerçekleşmeyebilir. Nitekim İslam tarihinin ilk dönemlerinden itibaren din-siyaset ilişkisinde önemli sıkıntıların yaşanmış olduğu bir vakıadır. Siyasi Anlamda İlk İhtilaf ve Kırılmalar İslam tarihinde Hz. Peygamber’in vefatını takip eden süreçte şura ve biat yoluyla gerçekleştirilen halife seçimi, bütün eksiklikleriyle beraber kabile düzeninden devlete geçişte çok önemli bir merhale olmuş, Dört Halife döneminde İslam’ın iman, ahlak, muamelat ve hukuka dair değerleri her halifenin döneminde farklı derecelerde siyasete egemen kılınmaya çalışılmıştır. Ancak çoğunluğunu Mekke ve Medine’deki sahabelerin oluşturduğu Müslüman toplumun özgür iradesinin halife seçiminde ve yönetim mekanizmalarının kontrolünde önemli derecede etkin olduğu bu dönem kurumsallaşılamamıştır. Yönetim konusunda İslam emanetlerin (mevki ve makamların) ehillerine verilmesi, işlerin şûrâ (danışma ve istişare) ile yürütülmesi, adaletin ikame edilmesi, temel hak ve hürriyetlerin (maslahatlar) korunması, hak ve hukukun gözetilmesi, hizmet ve işlerin yürütülmesinde doğruluk ve hakkaniyetin gözetilmesi, iyiliklerin emredilip kötü ve çirkin işlerden sakındırılması, zulüm ve fitnenin defedilmesi gibi prensip ve hükümleri öne çıkarmaktadır. Ancak, İslam tarihi boyunca bu ilkeler yerine cahiliye hamiyetinden (zihniyetinden) hareketle kabileyi, aşireti, soyu, etnik yapıyı, mezhepçiliği öne çıkararak bunlar üzerinden iktidarı saltanata ve hanedanlığa dönüştürmeyi amaçlayan, bu amaca matuf olarak dini araçsallaştıran zihniyetler devlet başkanlığının ve siyasi sistemin İslam’ın öne çıkardığı ilke, prensip ve hükümler üzerine kurumsallaşmasının önündeki en büyük engeli oluşturmuştur. Bedevi Arapların III. Halife Hz. Osman’a karşı başlattıkları isyanın sonucunda halifenin isyancılar elinde şehit edilmesi, Ümeyyeoğulları’ndan Şam valisi Muaviye’nin Medine’de seçimle hilafete gelen Haşimoğulları kabilesine mensup Hz. Peygamber’in damadı IV. Halife Hz. Ali’ye karşı kabileci reflekslerle başlattığı itaatsizlik ve isyanın ardından Cemel ve Sıffin gibi müessif olayların yaşanması, içlerinde sahabelerin de bulunduğu Müslümanların birbirlerine EKİM 2014 103 Sudan bahanelerle Afganstan ve Irak’ı şgal ederek İslam coğrafyasına savaş açanlar, kaos ve stkrarsızlığa mza atanlar, öe atmosferler yaratıp sonuçta IŞİD ve benzer hareketlern ortaya çıkmasına neden olanlar, onların yapmakta oldukları yanlışlıklar ve hatalar üzernden İslam’ı mahkum etmeye, onun yayılışını ve nüfuz kazanmasını engellemeye, majını bozmaya gayret etmektedrler. kılıç çekip birbirlerini katletmeleri, Hz. Ali’nin Hariciler tarafından şehit edilmesi, darbeyle iktidar olan Muaviye’nin Şam’da saltanat kurup oğlu Yezid’e insanları zorla biat ettirmesi ve sonrasında Hz. Hüseyin ve taraftarlarının hunharca katledildiği Kerbela olayı, İslam tarihinde etkileri günümüze kadar devam eden en büyük kırılma noktalarından birisini meydana getirmiştir. İslam tarihinin ilk döneminde meydana gelen siyaset mücadelesi, Dört Halife’nin temsil etmeye çalıştığı, İslam’ın iman, ahlak ve hukuk değerlerini esas alan eğilimin kabileci eğilim tarafından mağlup edilmesiyle sonuçlanmıştır. Meşru halifeliğin darbeyle elemine edilmesinin ardından devlet başkanlığının asabeye, aşiret ve kabileye mensubiyet üzerinden babadan oğla intikal eden bir saltanata dönüşmesi ve bunun kurumsallaşması, daha sonra kurulan Müslüman devletler tarafından da model alınmıştır. Dinin Siyasi Mücadelede Araçsallaştırılması Siyasi geleneğin sorgulanmaması, yanlış uygulamaların İslam adına desteklenip dinin araçsallaştırılması, yanlışlıklara fetva çıkarılması problemlerin kronikleşmesine yol açmıştır. Bugün siyaset ve hukuk alanında İslam dünyasında yaşanan kaos ve krizlerin, ihlallerin, tiranlıkların, darbelerin, iç çatışmaların ve istikrarsızlıkların zemininde büyük ölçüde söz konusu durumlar yatmaktadır. Adalet ve hakkaniyetten sapan, saltanat ve sefahat için halklarını 104 EKİM 2014 birbirine düşman kutuplar haline dönüştüren kötü yönetimler, istikrarsızlık ve karışıklıkları beraberinde getirmekte, dış müdahalelere de kapı aralamaktadırlar. Siyaset konusunu iman konusuna dahil eden, yönetim erkini Ehl-i Beyt adına Hz. Ali ve soyuna tahsis eden, sadece onları masum ilan edip diğer bütün Müslümanları potansiyel günahkar kabul eden, devlet başkanının görevlendirilmesinde belirli bir soya mensubiyeti ve kan bağını esas alan Şia gibi bir oluşum, meşru siyaseti isyan ve darbeyle devirmeyi amaçlayan olayların sebep olduğu istikrarsızlık ve kaos ortamında ortaya çıkmıştır. Yine siyasi problemin çözümü için hakeme başvurmayı kabul eden Hz. Ali’ye ve taraftarlarına karşı daha önce onunla beraber oldukları halde bedevi zihniyet ve reflekslerle karşı çıkan, siyaset konusunda kendileri gibi düşünmeyen diğer Müslümanları “Hüküm Allah’ındır” mealindeki ayeti (Yusuf, 12/40) çarpıtıp sloganlaştırarak tekfir eden, onlara karşı savaşmayı, kanlarını akıtıp mallarını yağmalamayı meşru gören Haricilik de bu zeminde ortaya çıkmıştır. Hz. Ali’nin ordusu karşısında yenileceğini anlayan Muaviye’nin komutanlarının, mağlubiyetten kurtulmak için Kur’an sahifelerini askerlerinin mızrakların uçlarına taktırmaları, Medine’deki ümmetin seçimi ile yönetime gelen meşru hükümete karşı iktidar ve saltanat için başlatılıp sürdürülen savaşta dinin nasıl istismar edilip araçsallaştırıldığını gösteren kaba bir örnektir. Kur’an ayetlerinin ve Hz. Peygamber’in sözlerinin çarpıtılması, yalan yanlış teviller, hadis uydurma faaliyetleri, siyasi ideolojinin teolojik zemininin oluşturulmasında devreye sokulmuştur. Gayr-i meşru şekilde darbe yoluyla kazanılan saltanatın korunması için iktidar sahipleri tarafından her türlü karşı fikir ve meşru muhalefet fitne olarak damgalanarak -Kur’an’a göre fitne katilden daha şiddetlidir (Bakara, 2/191) - mahkum edilmiş, toplumdan yöneticilere mutlak itaat istenmiş, sözde fitne çıkaranları susturup bastırmak için her türlü şiddet ve baskıcı metotlar kullanılma yoluna gidilmiştir. Darbe planlayıp kuvvet kullanarak oldu bittilerle iktidarı elde edenlere karşı muhalefet geliştiren Şia, siyasi ideolojinin teşekkülünde velayet yolu ile “imam” (devlet başkanı) tayinini iman meselesi haline getirerek Kur’an ve sünnet nasslarını bunu meşrulaştıracak şekilde tevil etmiş, söz konusu siyasal ideolojiyi kabul etmeyenlerin dolaylı olarak İslam dairesi dışında telakki edilip tekfir edilmelerine kapı açmıştır. Haricilerin Sıffin harbinden sonra Hz. Ali ile Muaviye arasındaki siyasi ihtilafın çözümünde hakeme başvurulmasını “Hüküm Allah’ındır” ayetini delil getirerek reddetmeleri, hakeme başvurulmasını Allah’ın hükmüne rıza göstermeme ve küfür olarak telakki edip başkalarını tekfir etmeleri, Kur’an’ı bedevi anlayıştan hareketle düz bir mantıkla okumanın, Allah’ın ayetlerini araçsallaştırmanın, tekfir siyaseti üzerinden başkalarını ötekileştirerek kimlik oluşturmanın, ideoloji üzerinden cana ve mala karşı yapılacak ihlalleri meşrulaştırmanın bir ifadesi olmuştur. Bütün bu olaylar ve benzeri tefrikalar zinciri, İslam’ın doğru anlaşılıp yaşanmasına, yayılmasına, ümmetin birlik beraberliğine, iman kardeşliği etrafında bütünleşmesine çok büyük zararlar vermiş, Müslümanları zaafa düşürmüş, dış müdahalelere kapı açmıştır. Ümmetin aşırılıklardan korunarak uzlaşma noktaları üzerinde bütünleşmesi, güç ve kudret kazanması zaman almış, bu uzlaşma ve birlikteliğin zemininin oluşturulması, siyasi çabaların yanında Kur’an ve sünnetin ortak ruhundan, ilahi vahyin evrensel me- sajlarından hareketle ilmi, felsefi ve irfani çabaları gerektirmiştir. Bu uzlaşma ve birlikteliğin omurgasının oluşumunda Eş´ari, Maturidi ve Tahavi gibi ilmi şahsiyetler, Batıniliğe sapmadan Kur’an ve sünnet çizgisinde yürüyen mutasavvıflar büyük hizmetler ifa etmişlerdir. İslam tarihinin ilk dönemlerinden günümüze kadar din konusunda aşırı bir tutum sergileyen, kendisi gibi düşünmeyen Müslümanları tekfir ederek ümmet arasında tefrika yaratan ve böylece kendisine kimlik oluşturmaya çalışan, diğer Müslüman gruplarla ve yabancılarla ilişkilerinde şiddet kullanımını öne çıkaran, düz bir mantıkla Hz. Peygamber ve sahabe asrı sonrasında ortaya çıkan bütün yenilik ve gelişmeleri, kültür eserlerini bidat kabul eden Haricilik veya (farklı türleriyle) Selefilik benzeri yapılar olmuştur. Bu hareketlerin ortaya çıkması siyasi otorite boşluğu, kaos, kriz ve istikrarsızlık dönemleriyle eş zamanlı gözükmektedir. Yaşanan birtakım mağduriyetler, dışlanmalar, zulüm karşısındaki çaresizlik ve öfke birikmesi, Haricilik, eş-Şebab, IŞİD ve benzeri yapıların ortaya çıkmasına müsait zeminlerin oluşumunu kolaylaştırmaktadır. Siyasi ideolojiyi mutlaklaştırarak dini nassları ideolojiyi tahkim etmeye matuf bir şekilde çarpıtıp tevil eden, Kur’an ve sünnet gibi dinin kaynaklarına parçacı yaklaşan, geleneği reddeden, düşünce ve eylemlerinde radikal ve aşırı tutumlar sergileyen bu yapıların diğer bir ortak özelliği, din konusundaki cehalet, basitlik, derinlikten ve hikmetten yoksunluktur. Terör, şiddet ve çatışma, demokratikleşmenin, istikrar ve zenginliğin düşmanıdır. Karşılıklı güvenin olmadığı, hayattan beklentilerin kalmadığı, insanların çaresizliğe mahkum edildiği, sevgi ve saygı yerine kin ve nefretin hakim olduğu ortamlar her türlü istismara, sapmaya, şiddet ve teröre açıktır. Günümüzdeki Durum El-Kaide, eş-Şebab, Boko Haram ve IŞİD gibi İslami söylem ve sloganlar üzerinden radikal siyaset uygulayan şiddet yanlısı hareketlerin 11 Eylül hadi- EKİM 2014 105 haber ABD ve müttefklernce IŞİD’e karşı başlatılan koalsyon saldırısı, şddet ve terörü ortadan kaldırmaya yönelk olmaktan zyade, Irak ve Surye merkezde olmak üzere bölgedek gergnlğ ve stkrarsızlığı artırmaya, öe ve düşmanlık atmosfern yoğunlaştırıp yaymaya, İsral ve Esad rejmnn eln güçlendrmeye matuf gözükmektedr. sesinden sonra ABD ve Batılı güçlerin saldırı ve işgallerine maruz kalan, bütün altyapısı tahrip edilen, insanları katliam ve tecavüze maruz kalan, zaaflı olsa bile siyasal sistemleri çökertilen, istikrarsızlığa mahkum edilen İslam ülkelerinde ortaya çıkmış olması anlamsız değildir. Ortada katliama uğrayan, sakat bırakılan, kutsalına saldırılan milyonlarca insan ve bunun meydana getirdiği ciddi bir öfke atmosferi var! Rüzgar ekenlerin fırtına biçmesi anormal bir durum değildir. Ancak, IŞİD benzeri hareketlerin doğrudan Batılı işgalcileri ve onların destekleyip ihlallerine göz yumdukları İsrail’i hedef almak yerine, cihad adı altında Müslümanları ve ülkelerindeki farklı inançlara mensup toplulukları hedef almaları oldukça düşündürücüdür. Haricilik benzeri selefi hareketlerin, özellikle demokratikleşme yönünde gelişen Arap Baharı’nın ve Müslüman Kardeşler’in etkin olduğu bölgelerde etkinlik kazanıp yaygınlaşması hiç de anlamsız değil! Yani Arap Baharını yaşayan ülkeler birtakım merkezler tarafından kuşatılıp istikrarsızlaştırılmaya çalışılmaktadır. İhvan-ı Müslimin gibi yasal ve meşru zeminde demokratikleşme mücadelesi veren, özgürlüklerden yana tavır koyan İslami hareketlerin önü bir şekilde kesilip engellenirken, Şia ve haricilik benzeri selefilik hareketleriyle İslam dünyası baskı altına alınmaya, İslam’ın imajı bozulmaya çalışılmaktadır. Böylece dinin anlaşılıp yorumlanmasında ilahi vahyin ışığında akla, marifet ve hikmete dayalı düşünceyi teşvik eden, İslam medeniyetini ihya etme potansiyeline sahip ana gövdenin etkisizleştirilip elemine edilmesi planlanmaktadır. Sudan bahanelerle Afganistan ve Irak’ı işgal ederek İslam coğrafyasına savaş açanlar, kaos ve istikrarsızlığa imza atanlar, öfke atmosferleri yaratıp sonuçta IŞİD ve benzeri hareketlerin ortaya çıkmasına neden olanlar, onların yapmakta oldukları yanlışlıklar ve hatalar üzerinden İslam’ı mahkum etmeye, onun yayılışını ve nüfuz kazanmasını engellemeye, imajını bozmaya gayret etmektedirler. Zulme ve tiranlığa alkış tutanlar, İsrail’in ve Esad’ın zulmünü görmeyenler, ne hikmetse IŞİD’i görmek- 106 EKİM 2014 tedirler! Halbuki İslami değerlerden hareketle özgürlük ve demokratikleşmeyi tercih eden, meşru zeminde siyaset yapan Arap Baharı’nın öncüsü İhvan’ı desteklemek, IŞİD ve benzeri hareketlerin panzehiri olabilirdi. Ama ABD, İsrail ve Batılı devletlerin yanında, demokrasi karşıtı selefi akımlara destek veren Körfez’deki baskıcı rejimler tarafından terörist ilan edilen bu hareketin de önü kesilmiş oldu. İslam dünyasına karşı samimiyetsiz olanlar, dün olduğu gibi günümüzde de diktatörlerin ve totaliter rejimlerin ayakta kalması için gizli-açık, dolaylı-doğrudan her türlü desteği vererek tam bir çifte standartlık örneği sergilemekteler. Demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi öne çıkardıkları değerlerle ters düşseler bile, pragmatist zihniyetleri böyle bir çifte standartlığa her zaman için onay vermektedir. Bir de kendilerini mazur göstermek için her fırsatta “İslam’la demokrasinin bir arada olamayacağı, Müslümanların demokratik ve çoğulcu bir rejim kuramayacakları, Müslüman toplumlarda demokrasi ve çoğulculuğa yer olmadığı” şeklindeki iddialarını seslendirerek İslam dünyasını töhmet ve baskı altında tutmak istemektedirler. Sonuç olarak bugünlerde ABD ve müttefiklerince IŞİD’e karşı başlatılan koalisyon saldırısı, şiddet ve terörü ortadan kaldırmaya yönelik olmaktan ziyade, Irak ve Suriye merkezde olmak üzere bölgedeki gerginliği ve istikrarsızlığı artırmaya, öfke ve düşmanlık atmosferini yoğunlaştırıp yaymaya, İsrail ve Esad rejiminin elini güçlendirmeye matuf gözükmektedir. Kurulan bütün tuzaklar ve komplolar karşısında, fitne ve tefrika ateşinin tehdidi altında Türkiye’nin önemli derecede inisiyatif ve itibar sahibi olduğu İslam dünyasına düşen şey, yangına benzin dökmek değil; İslam’ın imani, ahlaki ve hukuki değerlerinden hareketle bilgiyi, irfanı öne çıkarmak; barışı, uzlaşmayı, kardeşlik ve birlikteliği teşvik etmek; nereden gelirse gelsin her türlü zulme, yanlışlık ve haksızlıklara karşı olmak; saldırı, işgal ve tefrikalar karşısında birliktelik ve dayanışma içerisinde bulunmaktır. Türkiye - Somali İlişkileri Konferansı 29 Ağustos Cuma günü Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde gerçekleştirilen konferansa Somali Federal Cumhuriyeti Cumhurbaşkanın yanı sıra AK Parti Genel başkan yardımcısı Prof. Dr. Yasin Aktay, Somali’nin Türkiye Büyükelçisi H. E. Mohamed Mursal Sheikh, Somali Büyükelçiliği Başkatibi Abdukadir Mohamed Nur ve Türkiye’nin eski Somali Büyükelçisi Dr. Kani Torun da katıldı. SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün’ün açılış konuşmasını gerçekleştirdiği konferansta, Akgün’ün ardından Türkiye’nin Eski Somali Büyükelçisi Kani Torun, Somali hakkında kısa bir sunum gerçekleştirdi. Konferansta Kani Beyin ardından söz alan Somali Federal Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Hasan Şeyh Mahmud Türkiye ile ilgili açıklamalarda bulundu. Sn. Mahmud: “Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın 2011 yılında ailesi ve Bakanlar Kurulu üyeleriyle gerçekleştirdiği ziyaret bizim için bir milat niteliğindedir. Çünkü o ziyaret Dünya’nın Somali algısını değiştirdi. Ziyaretten önce Somali gidilemeyecek ülkeydi. STK’ların uluslararası personeli bile Somali’ye gelmiyordu. Hiçbir Avrupa ülkesinin diplomatik misyonu yokken Türk Bayrağı Somali’de hep dalgalandı.” sözleriyle Türkiye’nin Somali ilgisinin Somali için taşıdığı tarihi niteliği ortaya koydu. Öte yandan İstanbul’un Mogadişu’yla kardeş şehir olmasıyla Mogadişu’da yaşanan gelişmeleri şu sözleriyle dile getirdi: “2010 yılından önce Mogadişu çok kötü durumdaydı. İstanbul’un Mogadişu’yla kardeş şehir olduktan sonraki desteği Mogadişu’da büyük değişikliklere sebep oldu. Yollar rehabilite edildi. Büyük hastaneler inşa edildi. Doğu Afrika’nın en büyük hastanelerinden bir tanesi de Mogadişu’da bulunuyor. Şu an hastanede Türk doktorlar çalışıyor fakat birkaç yıl içerisinde Türk doktorlar hastaneyi tamamı ile Somalili doktorlara teslim edecek.” Mahmud yapılan yardımlarla ilgili olarak ise: “Dış devletlerden destek alıyoruz fakat bu destekler bizim tespit ettiğimiz ihtiyaçlar doğrultusunda değil onların tespit ettiği ihtiyaçlar doğrultusunda oluyor. Türkiye ise bizim ihtiyaçlarımızı kendimizin belirlemesine imkan tanıdı. Bu yüzden Türkiye’ye minnettarız.” sözleriyle Türkiye-Somali arasındaki diplomatik ilişkilerin ne kadar dostane olduğunun altını çizdi. Hasan Şeyh Mahmud, Şebab terörü ile mücadelede ise demokratikleşmenin önemine dikkati çekti. Mahmud’un 2016 hedefleri başlığı altında sıraladığı hedefler arasında, Eylül 2016’da yapılacak demokratik seçimlerin bu hususta önemli bir adım olacağı ifade ediliyor. Bilindiği gibi Somali’de demokratik seçimler en son 45 yıl önce yapıldı. Yine geçici Anayasa’nın kalıcı hale getirilmesi, Merkez teşkilatıyla Yerel Yönetimler arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi bu amaç doğrultusunda atılacak diğer adımlar olarak dile getirildi. EKİM 2014 107 haber Dünden Bugüne Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi (ATCOSS) Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi (ATCOSS), Türkiye ve Arap Dünyası arasında bilimsel, kültürel iletişim ve etkileşimi kurumsallaştırmak amacıyla düzenlenmektedir. Bilimsel bir topluluğun oluşması Orta Doğu’nun ortak medeniyetinin sorunları ve problemlerinin yanında, potansiyel ve başarılarını daha iyi anlayabilmeyi sağlayacaktır. Özellikle Türkiye’nin gelişmesi bölgede izlenmekte ve örnek alınmaktadır. Kongre ile, bölgenin dünü, bugünü ve geleceğini daha iyi anlama fırsatı doğmaktadır. Bu bağlamda ATCOSS, Arap dünyasından ve Türkiye’den araştırmacıların, akademik çalışmalarını, bölge meseleleri ve sorunlarına dair yeni bulgularını, sorun alanlarının çözümüne dönük özgün yöntem ve yaklaşımlarını sunmalarına imkân sağlayacaktır. Bilgi ve deneyim paylaşımının sağlanması, politika yapıcıların kullanabileceği kaliteli bilgi üretiminin temin edilmesi, karşılıklı işbirliğine dayalı projelerin oluşturulması, taraflar arasında önyargıların ortadan kaldırılması, ortak ve pozitif anlayışın desteklenmesi, disiplinler arası çalışmaların teşvik edilmesi, Türk ve Arap araştırmacıların oluşturduğu akademik çalışmaların kurumsallaşması gibi hususlar ATCOSS kapsamında ulaşılması öngörülen hedefler arasında yer almaktadır. Hem bölgenin daha yakından tanınması hem de Türkiye’ye yönelik ilgi ve bilginin artması Türkiye’nin bölgedeki önemini artırmaktadır. Bu çerçevede yönü Türkiye’ye dönük yeni bir akademik jenerasyon ortaya çıkmasına hizmet edilmektedir. Bu kapsamda ATCOSS ilk olarak 10-12 Aralık 2010 tarihleri arasında Ankara Vilayetler Evi, TOBB ETÜ’de Stratejik Düşünce Enstitüsü, Kahire Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi ve Eskişehir Osmangazi Üniversitesi tarafından “Değişen Orta Doğu’da Kültür ve Siyaset” başlığı altında organize edildi. ATCOSS-2010, Arap ve Türk sosyal bilimci ve yazarları ilk kez büyük bir organizasyonda bir araya getirdi. 3 gün süren ve 24 ülkeden yaklaşık 200 konuşmacının katıldığı Kongre, 5 ayrı salonda toplam 40 oturumla gerçekleştirildi. Kongrede “Sosyal Bilimler ve Kültürel Diyalog” konusu vurgulanarak sosyal bilimcilerin Arap-Türk ilişkilerini geçmiş boyutları ile incelemesi ve geleceğe ışık tutması açısından önemli bir görev üstlenildi. Böylece ATCOSS, Arap Dünyası’ndaki gelişmeleri akademik bir ortamda paylaşma platformu olmaya başladı. İkinci olarak ATCOSS, 17-19 Mart 2012 tarihleri arasında Mısır’ın Başkenti Kahire’de yapıldı. Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) ve Kahire Üniversitesi işbirliğiyle düzenlenen Kongre’ye Kahire Üniversitesi ev sahipliği yaptı. “Devlet Dışı Aktörler ve Orta Doğu’nun Sosyal, Ekonomik ve Siyasi Dönüşümü” başlığıyla ön plana çıkan ve Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Beşir Atalay’ın açılış konuşmasını yaptığı Kongre’ye 20 ülkeden yaklaşık 150 uzman ve akademisyen, çok sayıda gazeteci ve ilgili katıldı. Stratejik Düşünce Enstitüsü ve Kahire Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi tarafından organize edilen ATCOSS-2012’nin katılımcıları, genel olarak ATCOSS’un kapsamının genişletilerek önümüzdeki yıllarda da toplanmasının önemine ısrarla vurgu yapmıştır. Son olarak ise ATCOSS, 25-27 Nisan 2013 tarihleri arasında İstanbul’da organize edilmiştir. Yine Stratejik Düşünce Enstitüsü’nün öncülük ettiği Kongre, “Devlet, Toplum ve Adalet” başlığı altında toplanmıştır. ATCOSS-III; Mısır, Tunus ve Libya gibi birçok Arap ülkesinde kurumların yeniden inşa edildiği ve demokratik dönüşüm süreçlerinin yaşandığı bir yılda düzenlenmesiyle ayrıca büyük önem arz etmiştir. Ekonomik kriz ve Arap Baharı gibi önemli küresel gelişmeler ışığında içinden geçilen süreç Türkiye ile Arap ve İslam ülkeleri arasında işbirliği için yeni ufuklar açmış ve bu yeni durumlar ışığında akademide ve siyasetteki tartışmalar, devlet, toplum ve adalet arasındaki ilişkileri üzerine yoğunlaşmışken, ATCOSS-III tüm bu konuları merkeze alan bir perspektifle tüm İslam Dünyasına alternatif yol haritaları sunmuştur. Küreselleşme, ekonomik kriz ve Arap Baharı gibi ciddi dönüşüm süreçleri yaşayan dünyada içinde bulunduğumuz süreç büyük bir özenle ele alınmış ve tüm katılımcılar bir sonraki ATCOSS organizasyonu ile ilgili beklentilerini dile getirerek Kongre’ye son verilmiştir. ATCOSS IV ise 25-27 Ağustos tarihleri arasında Ürdün’ün Amman kentinde SDE ve Petra Üniversitesi ortaklığında gerçekleştirilecektir. Dördüncü Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi (ATCOSS) “eğitim, ekonomi ve kalkınma” konularını ve aralarındaki ilişkileri tartışmak üzere toplanacaktır. Kongre’nin özel teması ise “Türk-Arap İlişkileri bağlamında ekonomik, akademik, kültürel, diplomatik ve toplumsal ilişkiler” olacaktır. ATCOSS IV ile ilgili tüm gelişmeleri www.atcoss.org adresinden takip edebilirsiniz. 108 EKİM 2014 EKİM 2014 109 haber Bir Meslek Olarak Akademisyenlik Sempozyumu ve Sertifika Töreni haber SDE Akademi Başvuruları Başladı AKADEMİ www.sdeakademi.org Stratejik Düşünce Enstitüsü üniversite öğrencilerinin SDE’nin akademik faaliyetleri içerisinde kendilerini geliştirmeleri ve ileriye dönük olarak araştırma, analitik düşünme, yorumlama, pratik bilgiye ulaşma ve okuma-yazma-anlama yeteneklerini arttırmaları amacıyla gerçekleştirdiği SDE Akademi Programına başvurular başlamıştır. Stratejik Düşünce Enstitüsü ve Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın ortaklaşa yürüttüğü ‘Geleceğin Akademisyenleri Yetişiyor’ projesinin birinci akademik yılı (Proje süresi 12 Ay) 23 Eylül 2014 tarihinde yapılan ‘Bir Meslek Olarak Akademisyenlik’ sempozyumu ile tamamlandı. Projeye toplamda 43 kişi katıldı. Proje Kapsamında 5 beyin fırtınası, 10 yuvarlak masa toplantısı ve 3 düşünce kuruluşuna ziyaret gerçekleştirildi. 18-26 yaş arası üniversite okuyan gençlerin akademik becerilerini geliştirmeleri ve güncel araştırma konuları hakkında bilgilenmeleri için akademisyenlerle ve uzman kişilerle toplantılar yapıldı. masının ardından SDE Akademi öğrencilerinden Yalçın Aktaş ve Çağla Gülderen söz hakkı alarak, proje kapsamında aldıkları eğitimin kendilerine nasıl katkılar sağladığını dile getirdiler. Ardından söz SDE Akademisyenlerine bırakıldı. Sempozyumun moderatörlüğü SDE uzmanı Prof. Dr. Haluk Alkan tarafından yapıldı. Sempozyumda SDE Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika Koordinatörü ve SDE Başkan yardımcısı Doç. Dr. Mehmet Şahin, SDE uzmanı Prof. Dr. Talip Özdeş ve Diyanet İşleri Başkanlığı Strateji Daire Başkanı Dr. Necdet Subaşı birer konuşma yaparak görüşlerini dile getirdiler. Sempozyum, konuşmacılar ve katılımcılarla beraber üzerinde SDE ve GSB logolarının bulunduğu yaş pastanın kesilmesinin ardından son buldu. Sempozyum, SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün’ün konuşmasıyla başladı. Prof. Dr. Birol Akgün’ün konuş- Sempozyumun ardından SDE Akademi 2013-2014 mezunlarına sertifikaları verildi. 110 EKİM 2014 Akademi’nin Amacı Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde gerçekleşen SDE Akademi ile lisans (3. ve 4. Sınıf) öğrencilerinin SDE’nin akademik faaliyetleri içerisinde kendilerini geliştirmeleri ve ileriye dönük olarak araştırma, analitik düşünme, yorumlama, pratik bilgiye ulaşma ve okuma-yazma-anlama yeteneklerinin arttırılması hedeflenmektedir. Akademi’ye Kimler Başvurabilir? Üniversitelerin Uluslararası İlişkiler, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi, İşletme, Sosyoloji, İktisat, Tarih, Antropoloji, Felsefe, Psikoloji, İlahiyat, İletişim, Hukuk bölümleri başta olmak üzere sosyal bilimlerin değişik disiplinlerinde akademik eğitimine devam eden lisans öğrencileri Akademi’ye başvurabilirler. Akademi Kapsamında Gerçekleştirilecek Faaliyetler Nelerdir? • • • • • Akademisyenlerle yuvarlak masa toplantıları. Gençler ile beyin fırtınaları. Akademik araştırmalar ve ofis çalışmaları. Gündem toplantıları, seminerler. Düşünce kuruluşları ve akademik hayat hakkında bilgilendirme. • Akademisyenler ile sosyal bilimler alanında dersler. • SDE’de staj imkanının sağlanması. Akademi Öğrencilerinden Beklentiler Nelerdir? Akademi kapsamında öğrencilerden dünya basınını sürekli şekilde takip etmeleri, seminer, toplantı ve tartışmalarda aktif olmaları, Akademi kapsamında raporlar hazırlamaları, sunum ve kitap incelemeleri vb. çalışmalar yapmaları beklenmektedir. Akademi’ye sürekli katılım gerekmektedir. Akademi, SDE’nin Ankara binasında gerçekleşecek olup 25 hafta sürecektir. Akademi’ye katılım için herhangi bir ücret talep edilmemektedir. Son Başvuru Tarihi Nedir? Son başvuru tarihi: 22 Ekim 2014’tür. Başvurular www.sdeakademi.org adresinden yapılacaktır. EKİM 2014 111 haber SDE 2014 Yaz Stajları Tamamlandı Stratejik Düşünce Enstitüsü, Yeni Türkiye Vizyonunda eğitim ve öğretime verdiği büyük önem doğrultusunda çalışmalarını sürdürmektedir. Bu çerçevede Enstitü, “2014 Osmanlı Üniversitesi Staj Programı” adı altında Temmuz, Ağustos ve Eylül aylarında üç dönem eğitim programı uyguladı. Sistemli çalışmayı benimsemiş, kolay iletişim kurabilen, alanında bilgi birikimine sahip Türkiye’nin farklı üniversitelerinden ve farklı bölümlerden başarılı 3. ve 4. sınıf öğrencilerinin katıldıkları staj programında, kendini geliştirme, Yeni Türkiye vizyonunda kendine yer edinmiş bireyler olma, kültür, sanat ve eğitim alanlarında kendini tam geliştirmiş, ekonomiye ve topluma faydalı birer vatandaş olma hedefi anlatılmaya çalışılmıştır. SDE bünyesinde bulunan, Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler, İç Politika ve Demokratikleşme, Ekonomi, Savunma ve Güvenlik ile Tarih ve Toplumsal Hafıza Araştırmaları koordina- 112 EKİM 2014 törlüklerinde görev yapan koordinatör, uzman, öğretim görevlisi ve asistanlarla stajyer öğrenciler arasında kurulan etkili iletişim ve birliktelik gelecekte de ortak paydalarda buluşabileceğine dair ümit vermiştir. Staj döneminde her bir öğrenciye, staj yaptığı koordinatörlük tarafından uzmanlaşacağı alanlara yönelik bir eğitim programı hazırlanarak dönem sonlarında eğitim alan stajyerlerden bir kitap özeti ve uzmanlık alanına yönelik makale çalışması istenmiştir. Eğitimini tamamlayan öğrencilere SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün tarafından sertifikaları verilerek staj dönemi tamamlanmıştır. Stratejik Düşünce Enstitüsü, Yeni Türkiye vizyonunda, bugün olduğu gibi gelecekte de eğitim, kültür, güvenlik, ekonomi, dış ilişkiler gibi ülkemizi ilgilendiren konularda geleceğimiz olan gençlerimizi yetiştirmeye devam edecektir.