Felsefe Kulübü Konferanslar Dizisi II

advertisement
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
ANKARA BAROSU
Felsefe Kulübü
Konferanslar Dizisi - II
Ankara Barosu
Ankara, 2009
1
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Ankara Barosu Yayınları
1000 Adet bastırılmıştır.
Ankara, 2009
ISBN 975-6037-28-8
Telif Hakkı© Ankara Barosu, 2009
Bu eserin telif hakları Ankara Barosu’na aittir.
Bu yayınla ilgili olarak 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’ndan doğan hür
türlü hak saklıdır. Tanıtım için yapılacak alıntılar dışında Ankara Barosu’nun yazılı
izni alınmadan çoğaltılamaz.
Bu kitapta belirtilen görüşler katılımcılara ait olup, Ankara Barosu bunlardan dolayı
herhangi bir sorumluluk kabul etmez.
Ankara Barosu Bilgi ve Belge Merkezi tarafından kataloglanmıştır.
bilgibelgemerkezi@ankarabarosu.org.tr / ankarabarosubilgibelgemerkezi@yahoo.com.tr
İletişim Adresi:
Ankara Barosu Başkanlığı
Ankara Adalet Sarayı Kat:5
(06100) Sıhhiye / ANKARA
Tel
: 0.312 310 55 26
Faks
: 0.312 309 22 37
E-Posta : ankarabarosu@ankarabarosu.org.tr
Web
: www.ankarabarosu.org.tr
Tasarım ve Baskı
Teknoform Basım Yayım Hizmetleri
0.312 478 03 55
www.teknoform.web.tr
2
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
İçindekiler
Önsöz
5
Hangi Vatanı Sevmek
Tanıl Bora
9
Dünya Bize Düşman, Biz De Dünyaya
Ayşe Hür
43
Geçmişle Gelecek, Nefretle Adalet Arasında
Prof. Dr. Turgut Turhanlı
85
Hakim Milletten, Milletin Hakimiyetine Yol Var Mı?
Dr. Ahmet İnsel
131
Dostlara Hakim Davranılır, Düşmana Kanun Uygulanır
Mithat Sancar
171
3
ÖNSÖZ
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Felsefe Kulübümüzün düzenlediği birinci aşama felsefe konferanslarının
konusu daha ziyade klasik felsefeyle ilgiliydi. Bu kitapta yer alan ikinci
aşama konferanslar ağırlıklı olarak tarih, siyaset, tarih felsefesi, siyaset
felsefesi ve hukuk felsefesi ile ilgili.
Bu kitapta yer alan konferanslar da, gerek konu, gerekse içerik olarak en
az birinci aşama konferanslar kadar ilgi çekici. Dahası hem felsefenin ve hem
de ifade özgürlüğünün amacına ve işlevine uygun olarak sarsıcı, provokatif
ve meydan okuyucu. Hemen hepsi, var olan kanaatlere ve önyargılara karşı
saldırgan. Bu içerikleri itibariyle kimileri için son derece rahatsız edici ve
hatta incitici olabilir.
Onun için bu kitapta yer alan görüş ve düşünceleri okuyanların, kendileri
ve bu görüş sahipleri dahil olmak üzere, hiç kimsenin, hakikat tekeline
sahip bulunmadığını, önünde hazır olda durulacak hiçbir görüş ve düşünce
olmadığını iyi bilmeleri gerekir. Bunu bilenler ve içselleştirenler, kuşkusuz
bu görüş ve düşünceleri mutlak doğru olan görüşler, düşünceler ve tespitler
olarak değil, gerek felsefenin, gerekse ifade özgürlüğünün amacına ve işlevine
uygun olarak sağlıklı bir kuşkuyla, yani masum okuyacaklardır.
Böyle okumayanların ve düşünceden korkanların bu kitapta yer alan görüş
ve düşüncelerle hiçbir ilişkisi yoktur! Onlara tavsiyemiz bu kitabı okumamaları
ve şimdilik Sokrates öncesi filozoflardan Ksenephanes’in aşağıdaki dizelerini
okumakla yetinmeleridir:
Tanrılar açmadılar her şeyi,
Ta başından bizlere,
Zamanla ve arayarak bir şeyleri öğrenebilelim,
Daha iyi bilebilelim diye.
Ama tam doğru olan bilgiyi hiç kimse edinememiştir,
Edinemeyecektir de,
İsterse Tanrılar hakkında olsun,
Sözünü ettiğim bütün şeyler hakkında olsun isterse,
4
Çünkü rastlantıyla söyleyiverecek bile olsa, insan,
Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Nihai gerçeği kendisiAnkara
bilemezdi;
Bilgimizin tümü, örülmüş bir oranlamalar ağından başka bir şey değil de
ondan.
Başta bu kitapta yer alan konferansların düzenlenmesindeki emeği ve
katkısı için Baromuzun Felsefe Kulübü Başkanı Sevgili Gürbüz Özaltınlı
olmak üzere, Felsefe Kulübü’nün diğer üyelerine, kendilerini bizlere ilgiyle ve
zevkle dinleten, bizi düşünmeye ve sorgulamaya yönelten Sayın Tanıl Bora’ya,
Sayın Ayşe Hür’e, Sayın Ahmet İnsel’e, Sayın Turgut Tarhanlı’ya, Sayın Mithat
Sancar’a, konferanslara dinleyici olarak katılanlara sonsuz teşekkürlerimi
sunuyor, bu kitabın herkese, hepimize yararlı olmasını diliyorum.
Saygılarımla.
Av.V.Ahsen Coşar
Ankara Barosu Başkanı
5
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
6
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
ANKARA BAROSU
Felsefe Kulübü
1. Toplantı
HANGİ VATANI SEVMEK
Tanıl Bora
20 Nisan 2007
Ankara Barosu Kültür Merkezi
7
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
8
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
AV. VEDAT AHSEN COŞAR : Sevgili Meslektaşlarım,
Hepinize iyi akşamlar diliyor, sizleri sevgi ve saygıyla selamlıyorum. Bu
konferansı düzenleyen Felsefe Kulübümüzün değerli başkanı, sevgili Gürbüz
ÖZALTINLI’ya, Kulüp üyesi arkadaşlarıma ve elbette az sonra büyük bir
keyifle dinleyeceğimiz Sayın Tanıl BORA’ya içten teşekkürlerimi sunuyorum.
Çalkantılarla sarsıntılarla dolu, savaş hali durumlarının, fiili savaşların
yaşandığı, terörün her çeşidinin ortalıkta gezindiği, Lukacs’ın özlü deyişiyle
Tanrı’nın terk ettiği fakat onun çığırtkan havarilerinin ortalıkta cirit atmayı
sürdürdüğü parçalanmış bir dünyada yaşıyoruz.
Kendi işiyle uğraşmayan, uğraşacak bir işi veya uğraşmaya değecek bir işi
bulunmayan, kendisiyle uğraşması, kendisine emek vermesi, kendisini
düzeltmesi gerektiğinin ayırtında olmayan, onun için de başkalarıyla,
başkalarının özel yaşamıyla uğraşan, yani dedikodu yapan, başkalarının
işine burnunu sokan, kendi ayıplarını bir yana bırakıp başkalarının ayıplarını
arayan, yerel veya ulusal, ırksal veya dinsel konulara aşırı ilgi gösteren, salt bu
referanslardan hareket eden, böylece kendinden kaçan, böyle olduğu için ya
başkasının sırtına binen, ya da başkalarıyla gırtlak gırtlağa gelen, solcusunun
kendisini en solcu saydığı, sağcısının başkalarını sağcı saymadığı, inanç
sahibinin başkalarını tam inançlı kabul etmediği, kimilerinin vatanı sevmeyi
sadece kendi tekelinde gördüğü, kimilerinin kendisi gibi düşünmeyenleri
düşman saydığı, kimilerinin hakikat tekeline kendilerinin sahip olduğunu
sandığı, hem kendisine ve hem de başkalarına kırmızı çizgiler koyan sığ
insanların çokça bulunduğu, daha birkaç gün önce Malatya’da yaşandığı gibi
farklı olana, yani ötekine yaşam hakkının tanınmadığı bir ülkede yaşıyoruz.
Böyle bir ülkede sanırım en zor şey, “Hangi Vatanı Nasıl Sevmek” gibi konular
üzerinde konuşmak. Onun için Sayın Tanıl BORA’nın işi zor, hem de çok zor.
Kendisine kolaylıklar diliyorum.
9
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Sevgili Meslektaşlarım,
Vatanı sevmenin, yani yurtseverliğin dili yüzyılı aşkın bir süredir bir halkın
özgürlüğünü ayakta tutan siyasi kurumlara ve yaşam tarzına duyulan sevgiyi,
yani Cumhuriyet sevgisini güçlendirmekte ya da yardıma çağırmakta
kullanılmış ve halen de öyle kullanılmaktadır.
Vatanı sevme konusunda yurtseverler kadar iddialı olan ve hatta vatanı
sevmeyi sadece kendi tekellerinde gören milliyetçilerin dili ise -şimdi batıdan
ihraç edilen her şeyden çok rahatsız olan milliyetçilerimiz bunun ne kadar
farkındadır bilmiyorum ama- 18.yüzyıl Avrupa’sında bir halkın kültürel,
dilsel ve etnik birliğini ve homojenliğini savunmak veya güçlendirmek üzere
biçimlendirilmiştir.
Cumhuriyetçi yurtseverliğin düşmanları; tiranlık, despotizm, baskı ve
yozlaşma iken, milliyetçiliğin düşmanları; kültürel kirlilik, heterojenlik, ırksal
karışma, toplumsal, siyasal ve entelektüel bölünmedir.
Milliyetçiler için öncelikli değer, halkın manevi ve kültürel birliğidir.
Yurtseverler için birincil değer, demokratik cumhuriyet ile bu cumhuriyetin
sağladığı özgür yaşam tarzıdır. Yurtseverliğin özünde sevecen ve cömert bir
sevgi; milliyetçiliğin özünde ise, kayıtsız şartsız bir sadakat, itaat ya da dışlayıcı
bir bağlanma vardır. Yurtseverlik ortak özgürlük aşkıdır; onun için hem
ahlaken savunulabilir bir şeydir ve hem de zamanımızın var olan pratiklerinin
bir yansımasıdır.
Her toplumda olduğu gibi bizim toplumumuzda da adaletsizliğe uğramış,
haksızlığa uğramış insanları savunan, ortak çıkarlar için hareket eden
yurttaşlar vardır. Onların varlığı ve tutumları bize erdemin ve yurtseverliğin
imkanlarını gösterir. Cumhuriyetçi yurtseverlik zaman içinde demokrasi
yönünde evrilmek ve evrensel değerlere sahip çıkmak suretiyle kendisini
geliştirmiş iken, ülkemizde de örnekleri görüldüğü üzere, milliyetçilik yerel
10
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
kalmış, kendi kapalı sınırlarının içine fikren ve fiziken hapsedilmiş bir ülkenin
savunuculuğunu yapmıştır ve halen de yapmaktadır.
4 Temmuz konuşmasında Abraham Lincoln şunları söylüyor; “Bu insanlarla
atalarımızın aynı kanı taşımasından öte şeyler paylaşıyoruz. İçimizden yarısı
belki aynı atadan gelmiyor, onlar Avrupa’dan gelmiş insanlar. Almanlar,
İrlandalılar, Fransızlar, İskandinavyalılar. Uzaklardan gelmişler ve buraya
yerleşmişler, kendilerini her şeyde eşit görmüşler. Bu insanlar, eğer
tarihlerindeki kan bağlarının peşinden giderek bugünlerin izlerini sürmek
isterlerse, burada hiçbir şey bulamazlar. Kendi şanlı dönemlerine geri
dönemedikleri gibi, bizden bir parça da olamazlar. Ama onlar, Bağımsızlık
Bildirisine bakacak olurlarsa, eskilerin, bütün insanların eşit yaratıldıklarını
kayıtsız şartsız kabul ediyoruz dediklerini görecekler ve o günlerde öğretilen
ahlak duygularının, onların insanlarla ilişkilerine ışık tuttuğunu, orada
bütün ahlak ilkelerinin temelinin yattığını, bunun sanki bildirgeyi kaleme
alan insanların kanından kan, etinden et taşıyormuş gibi hak iddialarında
bulunabileceklerini ve esasen böyle olduklarını anlayacaklardır. Yurtsever ve
özgürlük aşığı insanların yüreklerini birleştiren, bildirgedeki elektriği taşıyan
tel, tüm dünya insanlarının zihinlerinde, özgürlük aşkı var oldukça bu yurtsever
yürekleri birbirine bağlayacaktır.”
Lincoln’ün bu konuşmasına yer vermemin nedeni; bu konuşmanın insanları
ırkın ve dinin darlığından kurtaran ve yurtsever bağlılığın milli güç tapınmasıyla
bağını koparan ve tam anlamıyla siyasal ulus tanımını ortaya koyan bir içerik
taşıması ve benim yurtseverlik anlayışımla örtüşmesidir.
“Amerikan Demokrasisi” isimli kitabında Tocquville, bu yurtseverlik anlayışını
“yasaların yardımıyla ve hakların kullanılmasıyla büyüyen ve sonunda bir
anlamda kişisel çıkarla karışan, rasyonel bir yurtseverlik” olarak tanımlıyor. Ve
bu yurtseverliğin kişinin doğduğu yere bağlılıktan doğan yurtseverlikten daha
az ateşli, daha az cömert, ama kesinlikle daha yaratıcı ve daha kalıcı olduğuna
işaret ederek şunları söylüyor; “Ülkesinin refahının kendi refahı üzerinde nasıl
bir etkide bulunduğunu anlayan bir kişi, hukukun bu refahın üretilmesine katkı
11
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
yapmasına imkan sağladığını bilir ve ülkesinin esenliğinden önce kendisine
yararlı bir şey ve sonra da kendi yarattığı bir şey olarak bir çıkarı olduğunu
bilir.”
Evet! Tocquville’in işaret ettiği gibi kamusal hayata doğrudan katılım, yurttaşın
kendisini Cumhuriyetin parçası olarak hissetmesi için elde kalan tek ama tek
yoldur. Esasen yurttaşlık ruhu siyasal hakların kullanılmasının sonucudur.
Sevgili Meslektaşlarım,
Günümüzde çağdaş, demokratik ve çok kültürlü toplumlarda makul ölçülerde
yakalanmaya çalışılan denge, Michael Walzer’in belirttiği gibi sivilliğin, yani
medeni yanın ağır bastığı bir sivil tutum ve yurttaşlık erdemi dengesidir. Eğer
dengeyi yurttaşlık erdemi, yurtsever ve siyasal eylemlilikten yana oluşturmak
istiyorsak, bütün medeni/sivil tutum ve hoşgörü pahasına yapabileceğimizin
bilincinde olmamız gerekir. Ülkemiz bağlamında demek gerekir ki; Milliyetçi
söylem, yoksullar, işsizler, şaşkın aydınlar, çöken orta sınıf üzerinde eskiden
beri çok etkilidir. Onun için milliyetçiliği, hem entelektüel ve hem de siyasal
olarak göğüslemek özellikle sol açısından acil bir gerekliliktir. Genelde
yurttaşlık duygusunun ve vatan aşkının yerine dayanışma ruhunu koyan
ve onun için yurtseverliği bugüne kadar ihmal eden sol entelektüellerin,
milliyetçiliğe göğüs germeye gücü yeten, özgürlüğe bağlı bir sol yurtseverlik
anlayışı geliştirmeleri, bunun için de yurtseverlik geleneğini eleştirel olarak
yeni baştan değerlendirmeleri gerekir.
Hepinize saygılar sunarım.
TANIL BORA : Herkesi selamlıyorum ben de, iyi akşamlar diliyorum. Aslında
benim görevsizlik kararı vermem gerekir, çünkü Değerli Başkan aslında gayet
derli toplu bir tebliğ sundu hatta belki benim öngördüğümden daha akademik
sağlamlığı olan bir tebliğ sundu ama bu saatten sonra görevsizlik kararı
veremeyiz, elimizden geldiği kadarıyla buradan devam etmeye çalışalım.
12
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
KATILIMCI : …
TANIL BORA : Eyvallah. Benim zaten terminolojiye bu kadar gücüm yeter.
Tekrar iyi akşamlar, ben esas olarak yurtseverlik kavramı ile milliyetçilik
kavramı arasındaki farklılığı ve bunlar arasındaki gerginliği açmaya çalışacağım
yani, esas konuşmanın odağında bu olacak. Onun için aslında öncelikle
dileğim özellikle yurtseverlik teriminin alıştığımız, medyadan, gündelik
siyasetten alıştığımız yerleşik kullanımlarını bir an unutup, benim anlatmaya
çalışacağım soyut tanımıma kulak vermeniz. Doğrusu ve sahicisi budur
diye değil, anlatmaya çalışacağımı anlamak açısından, bu konuşmanın alet
kutusunu edinmek açısından.
Yurtseverlik kavramı, aslında bir kavram olmaktan önce bir duygu olarak,
çok halis muhlis yalın naif bir terim olarak dilimizde olan bir kelime. Kavram
olmaktan, bir siyasi fikir olmaktan önce bir duygu olarak ve bununla, bu
naif anlamıyla yurtseverlikten kastedilen aslında insanın içine doğduğu,
sosyalleştiği, dilini konuştuğu, çocukluğunu yaşadığı, büyüdüğü yerle ilgili
bir sevgi, oraya olan bir bağlılık. Hatta birçok önemli edebiyatçı insanın bu
anlamda sahici vatanının, sahici yurdunun kendi çocukluğu olduğunu söyler.
Çünkü, aslında herkesin en fazla bağlı olduğu, yurdu olarak konumlandığı
yer kendi çocukluğudur. Çocukluğunu yaşadığı yer, oradaki yaşantı, oradaki
deneyim. Ama burada bile, bu salt duygusal, naif diyeceğimiz/diyebileceğimiz
yurtseverlik tanımında dahi yurtseverlikle milliyetçilik arasında bir açı ortaya
çıktığını görebiliyoruz, o da şu sevme kelimesinde düğümleniyor gibime
geliyor, çünkü sahici yani otantik yurtseverlik esas olarak yurdunu sevmekle
meşguldür. Sevgi orada çok fazla ağır basar ve yurdunu sadece bir harita
olarak, bir logo olarak ya da çitle çevrilmiş kendisine ait bir arazi olarak değil,
işte ırmaklarıyla, nehirleriyle, ormanlarıyla bilhassa coğrafyasıyla, somut
coğrafyasıyla sever ve buna somut vatana ilişkin bir dikkati, bir rikkati vardır
–eski kelimeyle bir özeni, bir hassasiyeti- vardır. Milliyetçilik açısından yurt
soyut bir haritadır aslında; bizim olan yer, sahip olunan yer, sevmekten çok sahip
olmanın öne çıktığı bir yer, bir harita, bir logo, çitle çevrilmiş bir arazi parçası,
13
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
sanki herhangi bir arazi parçası. Bence burada dahi bu net ayrımı belirgin
görebiliyoruz. Hatta biraz uç bir örnek vereyim. Türk Milliyetçiliği, Türkçülük
bağlamında daha uç bir örnek vereyim. Nihan ADSIZ’ın, Türkçülüğün atası
Nihal ADSIZ’ın bir sözü var; “Elde vuruşkan bir millet olduktan sonra, vatan
her yerde bulunur.” der. Yani vatan, Anadolu, orası, burası çok önemli değil.
“Elde vuruşkan bir millet olduktan sonra vatan her yerde bulunur.” Bu bile çok
temel bir ayrım, duygusal düzeyde bir yere, bir yurda sevgi ve ilgi ile bakmak,
orayı sadece bir harita, bir logo olarak değil sadece bir coğrafya olarak görmek.
O sıcaklık ve o sıcaklığın olmadığı sahip olunan yerle ilgili hırs. Burada dahi
çok net bir ayrım aslında kendini gösteriyor. Ama salt duygusal düzeyde
değil bizim konuştuğumuz yurtseverlik. Yurtseverlikle salt bu duygusal, naif
düzlemi kastetmiyoruz. Bu haliyle bu bir duygudur, duygusal bir şeydir.
Bir de bundan öte bir siyasal fikir olarak yurtseverlik var ve bu ciddi geleneği
olan bir düşünce, yani siyasal düşünceler tarihinde en az 200 yıllık, daha
eski bir tarihi olan bir siyasi fikir yurtseverlik. Çok ciddi bir fikir ve pek çok
modernliğin ve aydınlanmanın şafağında ortaya çıkan bir çok önemli fikirle
akrabalığı olan, onlarla alışverişi olan bir fikir. İnsan hakları düşüncesiyle
yakından ilgili, demokrasi fikriyle yakından ilgili, cosmopolitanizmle yakından
ilgili milliyetçilikten çok farklı olarak ve özellikle tabii Sayın Başkan’ın
söylediği gibi Cumhuriyetçilikle çok yakından akraba bir fikir yurtseverlik.
Çünkü sahici, otantik anlamıyla deyim, yurtseverlik; esas olarak bir toplumun
kendini toplum olarak kurması fikrini ifade eder.
Bir toplumun dediğiniz gibi daha önceki yönetim biçimlerine, tiranlara ve
her türlü vesayet ve velayete karşı kendi kaderini, kendi eline alma iradesini,
kendini bir toplum olarak kurma iradesini ifade eder her şeyden öte, en yalın
tanımıyla. Bu bakımdan yurtseverliğin “Biz”i, yurtseverliğin biz dediği ve
kendini özdeşleştirdiği topluluk, kendi cemaati olduğu biçimiyle kutsanan
ve kabul edilen bir topluluk değildir. Yurtseverliğin Biz’i; yani her ne yaparsa
yapsın, sırf bizden olduğu için bağrımıza basacağımız bir Biz değildir. Belirli
değerler etrafında, o toplum olma iradesi ve o irade etrafında tasarlanan
değerlere bağlılığıyla ölçülen bir Biz’dir o, öyle tartılan bir Biz’dir. Buna bağlı
14
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
olarak da yurtseverliğin her zaman ileriye dönüktür bakışı. Kendini geleceğe
dönük bir toplum tasarımı ile birlikte düşünür. Nasıl bir toplum olmalıyız? İyi
toplum nasıl olur? Bunun farklı cevapları olabilir. Yani liberal yurtseverlikten
bahsedebiliriz, cumhuriyetçi yurtseverlikten bahsedebiliriz, sosyalist
yurtseverlikten bahsedebiliriz. Ama sonuçta kendince bir iyi toplum tasarımı.
Biz nasıl bir toplum olmalıyız, hangi değerlerle yürümeliyiz? Bu ölçüyle tartılan
bir Biz’dir yurtseverliğin Biz’i ve bu değerleri benimsemeyen, o erdem, o
cumhuriyetçi erdem fikriyle bağlı olmayan insanlar soyu, sopu ne olursa olsun
o Biz’e çok dahil olmazlar, öyle sayılmazlar. Ya da salt atadan, dededen gelme
bir Biz aidiyeti Cumhuriyetçi yurtsever bir Biz’e dahil olmanın bir güvencesi,
garantisi değildir. Buna bağlı olarak yurtseverliğin aidiyet ve sadakat bağlarını
ve kutsallık anlayışını da sekülerleştirdiğini söyleyebiliriz. Yurtseverlik peşin
bir sadakat istemez kimseden. Yurtseverlik bu sözünü ettiğim Cumhuriyetçi
değerler etrafında bir mutabakat varsa, o değerlerle yürünüyorsa ona sadakat
ister, o değerlere sadakat ister. Peşin sadakat, koşulsuz sadakat, ne olursa
olsun Biz’e, salt o Biz olmaktan kaynaklanan sadakat onun için yeterli değildir.
Kutsallık anlayışını da sekülerleştirdiğini söyledim. Kutsallık ve sekülerlik
aslında paradoksal görünen bir ikili ama sadakatten söz ediyorsak, bir Biz
duygusundan söz ediyorsak, bir illa kutsal demesek bile buna Patosla ilgili,
coşkuyla, duyguyla ilgili bir motif olacak işin içerisinde. Yurtseverliğin bu
anlamdaki kutsallığı seküler bir kutsallıktır. Yani sorgulanamaz, tartışılamaz,
her koşulda biat edilecek, itaat edilecek bir kutsal değer tanımaz. Kendi
tanımladığı Cumhuriyetçi değerlere sadakat lehine ölçülen bir kutsallığı vardır
onun. Ve geçmişine baktığı zaman, kendi değerler manzumesine baktığı zaman
da bu düşüncenin gerçekleştiği tarihsel deneyimler onun için en değerli, en
gönül titreten deneyimlerdir. Özellikle de hemen hemen bütün yurtseverlik
tecrübelerine baktığınız zaman, ulusal meclis deneyimleri örneğin; yani
bir toplumun kendi kaderini eline alma, kendisini bir toplum olarak kurma
iradesini gösterdiği, o inisiyatifi eline aldığı deneyimler. En değerli deneyimler
bunlardır çoğunlukla. Ya da buna benzer, kendini bir toplum olarak kurma
iradesi ve bir iyi toplum tasarımı, nasıl bir toplum olmalıyız etrafındaki
tartışmayı önemsemek, o arayışı önemsemek, o deneyim etrafında, o tarihsel
deneyim etrafında toparlanmak ve bir biz oluşturmak. Bunun tarihteki canlı
15
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
deneyimleri, başarılı deneyimleri referans noktalarıdır yurtseverlik açısından.
En değerli tarihsel referans noktaları bunlardır ve dediğim gibi buna uygun bir
kutsallık, seküler bir kutsallık anlayışı -paradoksal bir ikili olarak kullanıyorum
bunu- hakimdir burada. Ve geleceğe dönük olduğunu unutmamak lazım,
yani yurtseverlik referansını geride, tarihten beri kesintisiz bir şekilde geliyor
olmakta değil, geleceğe doğru birlikte ilerliyor olmakta görür, esas önemsediği
budur. Geriye değil daha çok ileriye bakar. Referansını ileride görür, bu
anlamda ütopik bir fikirdir. Ütopiği biz günlük dilde genellikle küçümseyici
anlamda kullanmaya yani olmayacak iş anlamında kullanmaya yatkınız. Oysa
ütopya çok muhterem bir fikir. Ütopya olmadan bir fikrin yeteri derinliğe,
tutkuyu hak eden bir zenginliğe kavuşması çok zordur ve yurtseverliğin bir
ütopyası vardır. İşte o Nasıl bir toplum olmalıyız cevabına bağlı olarak bir
ütopyası vardır ve onu güdüleyen onun heyecanını oluşturan o ütopyadır
aslında. Milliyetçilik bahsine geçerken bir su içmekte fayda var.
Şimdi aslında Milliyetçilikle yurtseverlik arasındaki ayrımın bence çok iyi
billurlaştığı bir nokta Milliyetçiliğin yurtseverlikten farklı olarak bir doğallık
mitosuna sahip olması. Yurtseverlik doğal bir toplum haline, ya da doğal
bir şeye genel olarak güvenen bir fikir değil. Yani dedim ya Biz’i olduğu
biçimiyle, her nasılsak öyle kabul eden ve Biz diye onunla gururlanan bir
fikir değil. Toplumun olduğu gibi olan, nebat gibi, su gibi, hava gibi doğal
bir varlık olduğunu düşünen bir yaklaşım değil yurtseverlik. Toplumun
kurulan, bir takım değerler, hedefler etrafında kurulan ve yeniden kurulan, her
nesilde belki yeniden kurulan bir organizma olduğunu, canlı bir organizma
olduğunu, iradi bir varlık olduğunu düşünür yurtseverlik. Milliyetçiliğin
yurtseverliğe karşı aslında maalesef gücünü de oluşturan özelliği doğallık
mitosu. Toplumun, milletin doğal bir varlık olduğu, ezelden beri gelip, çok
eski tarihlerden beri gelip bugüne kadar uzandığı, kesintisiz bir oluş içerisinde,
bir doğal varlık olduğu inancı ve toplumun iradeyle kurulan, değiştirilen,
değiştirilebilir bir varlık olduğu fikrine direnir. Biliyoruz ki son 200-300 yılın
tarihinde milletler milliyetçiliğin bu şekilde söylediği kadar doğal olgular
değil. Milletler kuruldular, kuşkusuz fol yok yumurta yokken kurulmadılar,
rasgele bir kuruluş değildi bu, belirli bir tarihsel deneyimin neticesinde,
16
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
belirli bir tarihsel birikime dayanarak kuruldular ama kuruldular şu veya bu
biçimde. Anayasaları yapıldı, onlara bir nizam verildi, bir milli dil geliştirildi,
pek çok yerel lehçe derlenerek, toparlanarak, içlerinden biri öne çıkarılarak. O
doğrultuda bir milli müfredatla nesiller ard arda eğitildiler. Milliyetçilik son
200 yılın, sadece son 200 yılın değil insanlık tarihinin belki gördüğü en güçlü,
en nüfuz edici, en etkili propaganda aygıtını oluşturdu, milli eğitim açısından,
politika açısından, milli sınırlar oluşturuldu, milli pazarlar kuruldu ve böyle
çok kapsamlı bir tarihsel süreç içerisinde milletler kuruldular, oluştular.
Bugünkü biçimlerden farklı türlü de kurulabilirlerdi ama şu veya bu biçimde
kuruldular. Yurtseverlik bunda bir tuhaflık, bir terslik görmez. Yurtseverlik
fikri zaten toplumun insanlar tarafından tasarlanarak, üzerine tartışılarak, şu
veya bu yönde yönlendirilerek kurulan ve insanların bizzat bunu yaptığı bir
yapı olduğunu düşünür ve bunda bir terslik değil tam tersine insana özgü olan
yapıcı, dünyayı, kendini ve doğayı değiştiren beşeri etkinliğin bir yansımasını
görür orda. İnsan eyleminin, politik eylemin bir yansımasını görür. Ters bir
şey değildir bu. Bu milliyetçiliği rahatsız eden bir şeydir. O milletin doğal,
zaten olduğu gibi, kendiliğinden olan bir vaka olduğunu ve karşı konulamaz
bir vaka olduğunu söylemeye yatkındır ve toplumun ve milletin de kurulan
ve yeniden kurulabilecek, başka türlü kurulabilecek bir yapı olduğunu kabul
etmek istemez. Bu dediğim gibi onun gücünü de oluşturuyor, çünkü bu
konforlu bir kimlik sağlıyor. Sizin ayrıca düşünmeniz, eğlemeniz, tercihlerde,
tavırlarda bulunmanız gerekmiyor. Millet zaten ezelden beri gelip ebede giden
bir kutsal varlık olarak sizi formatlamış. İşte o milliyetçiliğin yine çok sevdiği
bu genetik şifre yönünden mecazlar var ya, bir genetik şifre var ve zaten orada
yazılı sizin ne olduğunuz, kimliğiniz, temel özellikleriniz, misyonunuz hatta.
O sizi formatlamış, sizin kaderinizi belirlemiş bir anlamda ve dolayısıyla hani
politikadan bile azadesiniz, her şeyden azadesiniz, siz olduğunuz biçimiyle
değerli ve üstünsünüz. Bu konforlu bir kimlik fakat işte bu toplumun
kurulan, inşa eden insanın kaderinin kendi elinde olduğu yolundaki o büyük
aydınlanmacı fikirle aslında çelişen bir fikir. Zaten bu milliyetçiliğin bir başka
tarihsel karakteriyle bağlantılı bir nokta. Milliyetçi ideoloji dini ideolojilerle
rekabet ederek tarih sahnesine çıktı. Kimi zaman dinle açıkça çatışarak onun
yerini aldı kimi örneklerde, kimi örneklerde dini uyarladı, adapte etti, dini
17
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
millileştirerek onun kisvesi içerisine girdi, kimi örneklerde de başka tür özgün
eklemlenmeler oluştu. Ya da bizzat dini kimlik, millilik kisvesine girerek bu
uyarlanmayı gerçekleştirdi. Ama farklı tarihsel örneklerle de olsa her durumda
dini ideolojiyi ikame eden, onun yerini alan bir ideoloji oldu milliyetçilik ve
onla rekabeti içerisinde yine paradoksal bir ikili kullanacağım, bir seküler
din olarak kurumlaştı, yani milliyetçi ideoloji modern dünyanın dini olarak
zaten bir çok araştırmacı, siyaset bilimci tarafından tanımlanmıştır bugüne
kadar, boş bir tanım değil bu. Çünkü onun kutsallık tanımı da yurtseverliğin
bu seküler olduğunu söylediğimiz tanımından farklı olarak basbayağı
modern din hürriyeti taşır. Yurtseverliğin coşkulu, heyecanı, o aidiyet ve
sadakat duygularının üzerine kurduğu değerler, tartışılabilir, sorgulanabilir
değerlerdir. O değerlere uygunlukla ölçülen değerlerdir, eleştirelliğe açık
değerlerdir. Milliyetçiliğin ki böyle değildir. Milliyetçilik peşin ve mutlak
sadakat ister ve zaten kendisini o sadakati, o rızayı sürekli talep ederek, onun
teftişini yaparak, sürekli o rızanın teftişini yaparak meşrulaştırır ve kurar. Ve
Türkiye örneğinde de aslında bunu görebiliriz, ama Türkiye’ye özgü değil
birçok yerde, dini kalıpların içeriğinin, dini rituellerin, ibadetlerin, ululama,
yüceltme söylemlerinin içeriğinin milli sembollerle doldurularak uyarladığını
görürüz. Bu anlamda da bu seküler din tanımını hak eden bir ideolojidir. Yani
bu tanımın isabetli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Dolayısıyla da onun
kutsallık anlayışı, ya da onun patos dediğimiz; heyecanla, duyguyla, tutkularla
ilgili boyutu, eleştirel, seküler bir nitelikten bir hayli uzaktır, dinselliğe çok
benzeyen bir rıza ve sadakat ister, mutlak, peşin sadakat ister. Belirli değerlere
uymayla ölçülmeksizin peşin ve her koşulda biat ister. Yurtseverliğin geleceğe
dönük, ileriye bakan bir fikir olduğunu söyledik. Çünkü bir ütopyası vardır,
bir toplum nasıl olmalıdır ile ilgili bir fikri, bir derdi vardır ve dolayısıyla ileriye
bakar. Geçmişteki başarıları, kendini bir toplum olarak, bir millet olarak kurma
deneyiminin hatıralarıyla böbürlenmekten çok bugüne ve geleceğe bakar.
Milliyetçi ideoloji ise o sadakat, o peşin sadakat anlayışına bağlı olarak gözü
geçmişte bir ideolojidir. Kendi geçmişindeki, eski tabiirle mefahirle, övünçlerle
meşguldür çok fazla ve o övünçleri zaten o zaruri ve peşin sadakati sürekli teftiş
etmek ve talep etmek üzere kullanır ve sürekli kan bedeli hatırlatır, yine bizim
çok iyi bildiğimiz gibi. Kan dökülmüş olmasını her türlü argümanı susturan,
18
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
her türlü tartışmayı peşinen engelleyen bir bedel olarak ileri sürer. Toplum ona
sunulan bir ufukla yönlendirilmez de, geçmişte ödenmiş ona borçlu olduğu
bir kan bedeli ile sürekli kayıt altında tutulur. Bu da çok temel bir fark. Yani
geleceğe bakmak, geçmişe bakmak ve geleceğe bir anlamda borçlu olmakla,
geçmişe borçlu olmak arasındaki fark.
Daha tekinsiz bir kavram olarak ırkçılığa da değinmek lazım bu anlamda. Biz
ırkçılığı milliyetçilikten çok ayrı bir yerde duran bir olgu olarak, çok uç bir
olgu olarak düşünmeye yatkınız ve genellikle de ırkçılığı biyolojik ırkçılıkla
kayıtlı, salt biyolojik ırkçılık anlamında düşünmeye yatkınız. Oysa ırkçılık salt
biyolojik ırkçılık değildir. Yani salt kafatası ölçümleri, antropomorfik dediğimiz
tanımlar, temiz soy çizgileri, kan bağları aramak anlamında bir ırkçılık vardır
kuşkusuz en uç noktada, biyolojik anlamda ırkçılık. Ama ırkçılık salt bu
değildir. Irkçılık aslında özcülük olarak, özcülük diye Türkçeleştirebileceğimiz
bir kavramın daha uçlaşmış, belirgin bir biçimi. Eğer bir insan topluluğunu
bütün diğer insan topluluklarından özsel olarak ayırt ediyorsanız, yani onun
doğuştan edindiği bir takım özelliklerin, ya da ona atfettiğiniz kimliğin başka
insan topluluklarıyla kıyas edilemez, biricik, salt ona özgü, bambaşka olduğunu
söylüyor ve bu temelde yüceltiyorsanız onu, öylesine geçişsiz bir ayrımcılık
kuruyorsanız, yani insanların değiştiremeyeceği artık, onların alınlarına
yazılı bir kimlikle damgalıyorsanız bu aslında ırkçılığa açılan bir penceredir.
Özcülük dediğimiz yöne. Yani insanların kendi iradeleriyle, politik tavırlarıyla,
seçişleriyle, yönelimleriyle değiştiremeyecekleri, illa biyolojik temelde
tanımlamanız gerekmez, bunu kültürle tanımlıyor olabilirsiniz, coğrafyayla
tanımlıyor olabilirsizin, sınıfsal bir temelde tanımlıyor olabilirsiniz. Bugün
Avrupa’da gördüğümüz türden, özellikle Avrupa’nın daha müreffeh ülkelerinde
gördüğümüz türden bir tür sınıfsal ırkçılık, refah şovenizmi, böyle de tanımlıyor
olabilirsiniz. Ama sonuçta bunu başka insan topluluklarıyla özsel bir ayrım
olarak kuruyorsanız, yani onları yapısal olarak başka, insan ortak paydasının
artık ikincilleştiği, insan ortak paydasını ehemmiyetsiz kılacak derecede
önemli bir temel bir fark olarak koyuyorsanız bu da ırkçılıktır. Dolayısıyla
milliyetçi ideoloji bu doğal, organik toplum tasarımına sürekli yatırım yapması,
insan topluluklarının kendilerini, kendi iradeleriyle biçimlendirmelerine
19
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
değil de doğal oluşlarına, ezelden beri sürekli bir çizgi olarak devamlılıklarına
vurgu yapmakla ırkçılığa her zaman açık bir pencere tutar. Arada çok yüksek
bir duvar yoktur. Hayli dayanıksız bir çit olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla.
Milliyetçiliğin aynı zamanda ne yazık ki gücünü oluşturan bir yanı olduğunu
söyledim doğallık mitosunun. Bir çok milliyetçi yazar, düşünür bu motifi çok
işlerler. İnsanların, insan topluluklarının çok eski çağlardan beri, henüz devlet
biçimini dahi almamış, sürüler halinde yaşadıkları, doğaya ve hayvanata karşı
çok savunmasız oldukları zamanlarda dahi kendilerini savunmak, sürüyü
savunmak, yiyecek bulmak için gösterdikleri yaşama refleksi, hayatta kalma
refleksi var ya, eski bir antropolojik veri olarak. Millet fikrinin ta oraya kadar
uzandığını, yani bir toplumun, bir insan topluluğunun kendini savunma,
hayatta kalma güdüsüne dayandığını ve onun kadar dayanıklı bir temel insani
form olduğunu söylerler ve milletin de ta işte o sürüye, kabileye dayanan,
onun yaşama refleksine dayanan, onu beka kaygısına ve bunun için her şeyi
göze alma iradesine dayanan gücünün devamının modern biçimi olduğunu
söylerler milliyetçiliğin. Dolayısıyla da mesela hiç sakınmadan refleksten, milli
refleksten söz ederler. Milli duygularla gösterilen tepkilerin insanın eli ateşine
değdiğinde irkilerek çekmesi kadar doğal, başka türlüsü düşünülemeyecek ve
o kadar da meşru davranışlar olduğunu söylerler. İşte insanın bu refleksine,
güdüsel varlığına, hani iradi, kendi tercihleriyle belirlenen, aklıyla belirlendiği,
duygularının da aklıyla birlikte yoğrulduğu yanına değil, güdülerine,
reflekslerine, ilkel yanına hitap etmek gibi bir gücü var milliyetçiliğin. Dediğim
gibi kimi milliyetçiler bunu severek de kullanıyorlar. Bunun o derece ölümsüz, o
derece temel, o derece asli bir duygu olduğunu, o derece vazgeçilmez bir duygu
olduğunu söyleyerek yapıyorlar bunu ve bunu sahiplenmeseler bile milliyetçi
ideolojinin yönelimlerinin hep bu yana hitap etmek olduğunu görebiliyoruz.
Reflekse, güdüye hitap eden yanı olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz ve bu da
yine milliyetçiliğin ırkçılığa çok kolay açılan kapıları olduğunu bize gösteren,
hatırlatan bir cephesini oluşturuyor.
Dediğim gibi soyut, kavramsal bir temelde bir şeyler söylemeye çalıştım.
Yurtseverlik bu pirupak biçimiyle benim milliyetçilikten ayırt etmek üzere,
ayırt etmek için tanımlamaya çalıştığım bu pirupak biçimiyle hiç var oldu
20
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
mu? Bunun cevabını vermek zor ve galiba bu saflığıyla pek fazla var olduğunu
söyleyebiliriz. Belirli tarihsel anlarda var olmuştur. Mesela Fransız Devrimi’nin
ilk safhaları, kimi safhaları açısından böyle olduğunu söyler bu konuda çalışan
birçok araştırmacı. Ulusal kuruluş süreçlerinin kimi aşamalarında, evrelerinde,
ulusal kurtuluş mücadelelerinin kimi evrelerinde bu ruhun, bu yurtseverlik
damarının güçlü bir şekilde attığını görebiliriz, söyleyebiliriz ama milliyetçilikle
yurtseverlik arasında her zaman gerilimli ve haşin bir rekabet olmuştur ve çoğu
tarihsel örnekte milliyetçiliğin sonuçta yurtseverliği asimile ettiğini, deforme
ettiğini söyleyebiliriz. Yani milliyetçi ideolojinin burada çizmeye çalıştığım
temel karakteristikleri yurtseverlik ışığını deyim boğmuştur çoğu kez. Onun
terminolojisini, onun değerlerini, onun ufkunu gasp etme potansiyeli, gücü
bir hayli fazladır milliyetçi ideolojinin. Çoğu ülkenin, çoğu ülkede ulusal
hareketlerin, milliyetçi ideolojilerin, ulus devlet deneyimlerinin tarihine
baktığımız zaman bunu söyleyebiliriz. Ama bu olmuş bitmiş bir süreç değil.
Bütün her örnekte, her tarihsel örnekte milliyetçilikle yurtseverlik arasında
sürekli bir gerilimden söz edebiliriz. Her somut milliyetçi akım, yani her ülkede
ana akım olarak hüküm süren milliyetçi ideoloji, yurtseverlikle milliyetçilik
arasında bir gerilimle beslenir aslında ve sürekli böyle bir rekabet vardır.
Yurtsever bir kanadı da vardır her milliyetçi ideolojinin, her ülkedeki somut
milliyetçi akımın, milliyetçi bir kanadı da vardır. Kimi tarihsel dönemlerde
kimi örneklerde birinin veya ötekinin daha ağır bastığını söyleyebiliriz. Ama
toplamda, tarihsel deneyimin toplamı diye bir şeyden söz edebilirsek ya da bir
ortalamasını alabilirsek dediğim gibi esas mesele milliyetçiliğin yurtseverliği
deyim yerindeyse asimile etmesidir. O’nun sloganlarını, O’nun parlaklığını,
O’nun heyecanlarını da gasp etmesi ve kendi dünya tasavvuruna, kendi
ideolojik yapısına eklemlemesidir.
Şimdi Türkiye’ye gelecek olursak ki gelmemizde fayda var, burada Türkiye’de
bunun çok, iyice belirgin olduğunu söyleyebiliriz bence. Türkiye’de de ana
akım milliyetçilik olarak söz edelim. Yani aslında hiçbir yerde tek monoglob
bir milliyetçilikten söz edilemez. Milliyetçiliklerden söz etmek çok daha
doğru. Farklı milliyetçi akımlar var çünkü. Ama biz milliyetçiliğin ana akımı
diyelim, ortalaması diyelim. Yani hem resmi milliyetçilik ideolojisini kapsayan
21
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
bir tanım olarak, hem popüler milliyetçilik olarak tanımlayabildiğimiz yani
ortalama illa doktrinler siyasi bir milliyetçi bilinçle buluşması gerekmeyen,
gündelik, ortalama, sıradan, popüler denen milliyetçiliği de kapsayan bir genel
tanım olarak düşünelim. Şimdi burada da biz yurtseverlik ve milliyetçilik
arasındaki gerilimi çok sıcak bir şekilde görebiliyoruz. Cumhuriyetin ilk
başından beri, hatta Cumhuriyet arifesinden, milliyetçilik fikirlerinin ilk
ortaya çıktığı zamandan, Osmanlı vatanperverliği tartışmalarından, ilk
Türkçülük tartışmalarından, milliyetçilik tartışmalarından beri bu gerilimi
görebiliyoruz. Bu iki kutup arasında, yurtseverlik ve milliyetçilik kutbu
arasında daha güçlü çeken kutbun, çok belirgin bir şekilde güçlü çeken kutbun
milliyetçilik kutbu olduğunu görebiliyoruz. Bu çok ihtiyatlı bir şekilde oraya
adım atayım, sizin sahanız ama yani hukuk anlamında, gerek Anayasa hukuku
anlamında, gerek daha ayrıntılı hukuk yasama alanında da bunun örneklerini
görebiliriz. Örneğin Türk kimliğinin, vatandaş kimliğinin tanımlarına
baktığımız zaman orada yurtseverlik anlayışına cevaz veren kimi tutanaklar
bulabiliyoruz ki yurtseverliğin milleti vatandaş topluluğudur, ondan öte
herhangi bir tanım, herhangi bir etnik, kültürel, toplumsal, ahlaki, dinsel
göndermesi yoktur yurtseverliğin millet tanımının. Vatandaş topluluğudur o
kadar. Resmi Türk tanımımızın böyle olduğunu biliyoruz fakat bu resmi Türk
tanımını görelileştiren ona mutlaka dini, etno-kültürel bir içerik atfeden pek
çok yasama pratiğini de biliyoruz. Bizim mesela 1934 İskan Kanunu bunun
çok bilinen örneklerinden biri. Sonra bizzat Erken Cumhuriyet döneminin
–bence bu çok tipik, çok aydınlatıcı bir örnek- büyük hukuk, kurucu hukuk
insanlarından, önemli Adalet Bakanlarından Mahmut Esat Bozkurt’un
yazılarında kullandığı bir ayrım var biliyorsunuz. Kanun Türkü-Öz Türk
ayrımı. Yani kanunlar nezdinde Türk olduğunu hasbelkader sineye çektiğimiz
ama hakiki Türk olmadığını bilmediğimiz bir takım vatandaşlardan söz eder
hep yazılarında Mahmut Esat Bozkurt. Esas olarak tabii gayrimüslim azınlıkları
kasteder ama bu tanım, bu güne kadar yaşayan bir tanım bu biçimiyle olmasa
da. Kanun Türkü, yani kanun nazarında Türk ama biz onun Türk olmadığını
biliyoruz anlamında Kanun Türkü ve Öz Türk. İşte ya da daha taze bir tanımı
bunun, oradan buraya daha net bir çizgi çekebiliriz, Sözde Vatandaş terimi.
Sadece Türklüğü değil vatandaşlığı dahi hani zan altında ya da sözde ithamı
22
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
altında bırakan tanımlar. Milli müfredatımıza baktığımız zaman yine erken
Cumhuriyet tarihinden bu günlere kadar Türk Tarih Tezine baktığımız zaman
ki Türk Tarih Tezi resmen tedavülden kalksa bile temel misyonlarıyla ders
kitaplarında hala geçerli olmayı sürdürüyor. Orada etno-kültürel tanımlı yani
vatandaşlık tanımıyla hiç iktifa etmeyen buna hiç de niyeti olmayan bir millet
tanımının geçerli olduğunu görebiliriz ve bu başlı başına zaten yurtseverliğin
ruhunu öldüren bir tanım. Bir temel nokta. Dolayısıyla bugün çoğu zaman
Türkiye’de de yurtseverlik lafzı, yurtseverliği kavram olarak, kimlik olarak
benimseyenlerin de önemli bir çoğunluğu, işte bu sahih anlamıyla diyelim,
otantik anlamıyla yurtseverliğe bir hayli uzaklar aslında. Aslında onlarda pekala
milliyetçiliği savunuyorlar, farklı bir şey söylemiyorlar. Duygusal düzlemde de
böyle. Yani bu yurtseverliğin naif duygusal düzleminde de böyle, bir siyasal
fikir olarak, bir siyasal misyon olarak yurtseverlik anlamında da böyle.
Buradan yine bir hassas konu olarak ve son zamanların çok pek çok insanı
şaşalatan konusu olarak ulusalcılık bahsini de çok kısaca girmek uygun olabilir.
Ulusalcılık, yakın zamana kadar, bir üç-beş sene öncesine kadar tahminen
aşağı yukarı şöyle bir anlamda kullanılıyordu; sağda konumlanan, yani
milliyetçi muhafazakar olarak tanımlanan cenahta tanımlanan, dini içeriği,
dini imaları bir hayli güçlü olan milliyetçilik anlayışından kendisini ayırt etmek
için ulusalcılık terimi yeğleniyordu birincisi, genel olarak da sağda olmayan,
sağ politik geleneklerin dışında bir milliyetçilik arayışına tekabül ediyordu,
toplumun daha orta sınıf, şehirli, tahsilli, laik zümrelerinin benimsediği
milliyetçilik anlayışının ifadesi idi ve en azından lafzen yurtseverliği
benimseyen ve milliyetçilikten ayırt etmeye yani ırkçı göndermeleri olan
etno-kültürel temelde tanımlanan bir milliyetçilikten kendini ayırt etmek
gibi bir itinayı ifade ediyordu. Kaba taslak, ana hatlarıyla. Kabaca son 3-5
yıldır, yani bir milat koyamayız tabii aslında daha uzun zamandan beri
mayalanarak, şöyle bir 10-15 yıldan beri mayalanarak ama son 3-5 yılda
netleşerek bir hayli önemli bir değişim geçirdiğini gördük bu ulusalcılık
söyleminin. Bence en önemlisi bu ırkçı ve etno-kültürel imalardan kaçınma
özeni ortadan kalktı. Bu ayıp olmaktan çıktı. Yani işte Türklükle kastedilenin
artık hiç de Türkiye Cumhuriyet Devletine vatandaşlıkla bağlı olmakla kayıtlı
23
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
olmadığını görüyoruz. Bu her türlü şan ve geçmiş imasıyla, etnik imalarıyla
ırki göndermeleriyle çok gönül rahatlığıyla hiç sakınmadan kullanılabildiğini
görüyoruz. O anlamda bir ar perdesi yırtıldı. Bu çok önemli bir değişim,
onun ötesinde çok bütünlüklü bir siyasal programdan söz etmek zor, ama şu
özellikle de tanımlayabileceğimizi düşünüyorum; yerleşik ulusalcı söylemi,
yurtseverliğin özellikle geçmişe değil geleceğe baktığını söyledim ya, milliyetçi
ideoloji ise hep gözünün geçmişte olduğunu, işte o milli mefahirle övünmek,
kan bedelinin hesabını sormak sürekli, bununla belirlendiğini söyledim. Bir
de bu özellik çok belirgin bir şekilde gösteriyor kendini ulusalcı söylemde. Bir
tür tarihsel asr-ı saadet İslami tabirle. Altın çağa angaje olmuş ve o altın çağın
özelliklerini, o altın çağın tekerrürünü işte milli mücadele döneminin ve onun
arifesinin koşullarını sürekli yeniden keşfetmek ve o dönemin maneviyatını,
o dönemin hissiyatını yeniden çağırmak. Sürekli bu motifi işleyen ve buna
bağlı olarak da hiçbir güncel meseleyi aslında hiçbir meseleyi kendi somut,
özgül bağlamı içerisinde göremeyen, konuşamayan ve tartışamayan. Sürekli
o asr-ı saadete olan göndermelerle her şeyi anlamlandıran, geçmişe tutulmuş
bir söylem olarak gösteriyor kendini ve bundan kaynaklanan o asr-ı saadet
olarak yücelttiği geçmişin bir milli mücadele, bir milli beka süreci, mücadelesi
olmasından kaynaklanan bir muazzam yüksek tansiyonu var. Bütün meselelere,
bütün somut, güncel, siyasi, toplumsal, ahlaki meseleleri öyle bir hıyanet
ve beka davası ajitasyonu içerisinde, tansiyonu içerisinde ancak anlamak ve
öyle anlamlandırabilmek gibi bir harareti var. Ama bence en önemlisi artık
o kadar hararetli olmasa da yine de genellikle sahip çıktığı, lafzen bağlılığını
iddia ettiği yurtseverlikten, yurtseverliğin hakiki anlamından çok uzağa
düşmüş olması özellikle de her şey bir yana dediğim gibi bu ırkçı ve etnokültürel göndermelerden sakınmamasıyla, bununla ilgili bunu ayıp ve tehlikeli
sayma gibi bir temel etik ölçüden uzaklaşmasıydı. Çok uzatmadan belki
şunu ekleyerek bitirebilirim sözlerimi. Farklı milliyetçiliklerden söz ettim.
Yurtseverlik ve milliyetçilik arasındaki bence çok temel, sadece bence değil
tarihsel örnekleri itibariyle, tarihsel mirası itibariyle de çok temel, çok ciddi
bir ayrımdan söz ettim. Bugün görüyoruz ki bu ayrım çok geçerli bir ayrım
değil aslında. Yurtseverlik ve milliyetçilik arasında çok özensiz bir geçişkenlik
var. Milliyetçiğin özellikle ırkçı yönelimleriyle, ırkçı tekinsizliğiyle tehlikeli
24
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
sayıldığı durumlarda dahi kendisini ondan biz öyle değiliz, sadece yurtseveriz
demekle çok rahat ayırabiliyor, ayırabildiğini düşünüyor insanlar. Oysa geçişler
çok yoğun ve yine oysa yurtseverliğin milliyetçilikten çok köklü, çok ciddi bir
tarihsel ayrımı var. O ayrımın kendimizi bir toplum olarak kendi kaderini eline
alan, kendi geleceğini kurmaya muktedir bir toplum olarak göreceksek, böyle
bir şeye niyetimiz varsa o ayrımı çok ciddiye almak gerektiğini, bu konuda
her ne kadar titiz olursa az olduğunu düşündüğümü son olarak tekrarlamak
istiyorum. Ben burada izin verirseniz bitireyim, sanırım karşılıklı konuşma,
soru-cevapla da devam etme fırsatımız olacak.
Teşekkür ederim.
AV. ÖMER ÇIRPAN : Şimdi Atatürk fotoğraf olarak orada, ama sadece
fotoğraf olarak kalmamalı. Hem kalbimizde, hem ruhumuzda olması gereken
bir düşünce olarak içimizde olmalı diye düşünüyorum. Atatürk ilkelerinden
bir tanesi de Milliyetçilik, yurtseverlik değil. Laikliği nasıl tartışıp yerine
başka bir kavram koyamıyorsak, Milliyetçilik kavramı için de başka bir şey
koyamıyoruz. İlkelerinden bir tanesi olduğu için bahsediyorum. Ha ben
burada size karşı tebliğ sunacak zamana veya konuma da sahip değilim.
Tebliği siz sundunuz. Sadece şunu söylemeye çalışıyorum. Safiyane olarak
yurtseverlik nerede olmuş, nerede uygulanmış, bunun belirli bir karşılığını
hiçbir yerde göremedik ama Osmanlı Devleti’nin yok olduğu döneme
geldiğimiz zaman bir yurtseverlik kavramı üzerinde durmaya çalıştılar. İşte
Rum’uyla, Ermeni’siyle, Arap’ıyla adına ne koyarsanız koyun bunun adına
yurtseverlik demeye çalıştılar ve sonuç Sevr oldu. Bugün safiyane olarak ben
de yurtseverim diyebilirim çünkü Milliyetçilik kavramı zaten yurtseverlik
kavramını da kapsayan bir unsur, bir ilke. Ama çevreme baktığım zaman
diğer ülkeler yurtsever değiller, kendi yurtlarını severek hareket etmiyorlar.
Onların akımları Milliyetçilik akımları. Ama bu sizin anlattığınız anlamda
milliyetçilik. Atatürk Milliyetçiliği değil. Onlar faşizan anlamda milliyetçiler.
Kendi unsurlarının dışında, kendi milletlerinin dışındakilere yaşam hakkı
tanımıyorlar. Amerika da olsun, Almanya da olsun, İsrail’de olsun. Onlar
faşizan milliyetçiler, Atatürk milliyetçisi değiller. Ama Türkiye’de ki durum
25
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
farklı. Yurtseverlik kavramını safiyane olarak içinde barındıran bir Atatürk
Milliyetçiliği var. Sadece söylemek istediğim bu. Teşekkür ederim.
TANIL BORA : Teşekkür ederim. Evet birbirimizin söylediğini anlayabiliriz
ama birbirimize katılmamız zor görünüyor. Onun için ben de size haldır haldır
laf yetiştirmeye çalışmayayım. Ama bir şeyi söylemek isterim. Yani tekrar
yapmadan şunu hatırlatmak isterim. Tipik milliyetçi bakış açısı bütün ulusal
toplumları, bütün toplumları homojen olarak görmek. Monoglob olarak
görmek. İşte Amerikalılar, Türkler. Böyle bakmak zorunda değiliz ve böyle de
değil gerçekler. Her toplumda, yani Türkler üst başlığı altında tanımladığımız
topluluk içinde, çok farklı kimlikler, yönelimler tercihler yaşıyor, çok farklı
görüşler yaşıyor. Kimlikler derken etnik anlamda kimlikleri kastetmiyorum
kaldı ki o anlamda da farklı kimlikler yaşıyor olabilir. Ayrı mesele. Çok farklı
yönelimler yaşıyor. Yani bir mesela Alman Ulusu dediğimiz zaman sizin Alman
Ulusu şöyle yapıyor dediğiniz işle, cenk halinde onunla cebelleşme halinde pek
çok farklı siyasal akım, hareket, toplumsal grup olduğunu görebiliyorsunuz.
Türkiye için de aynı şey geçerli. Bu çok temel bir ayrım, yani milliyetçi bakış
açısı bunu çok homojen bir biçimde görür ve Türkler deyip geçer. Türkler
deyip geçmemek, oradaki farklı tercihlere, farklı yönelimlere, farklı toplumsal
akımlara dikkat kesilmek. Esas ona bakmak ve ilerlemenin hani geleceğimizin
anahtarını oradaki dinamiklerde görmek. Bu çok temel bir fark. Mutabık
kalacağımız ama çok önemli bir fark.
AV. ÖMER ÇIRPAN : Teşekkür ediyorum size.
KATILIMCI : Sayın meslektaşım, yurtseverliğin nerede görüldüğünü söyledi
de şimdi tabii hafızalarımız bizi yanıltmaz, yani bu bir gerçeklik. II.Dünya
Savaşında Rus haklarının vatanseverliğini hatırlayalım. Hitler’in o faşist
orduların dünyayı kasıp kavurduğu bir dönemde bütün Rus hakları ölümü
pahasına o orduya karşı direndiler ve vatanlarını canla başla savundular. Peki
ben buna da karşıyım. Olması gereken dünya severlik iken niçin yurtseverlik,
niçin vatanseverlik. Yani olan Dünya değil miydi? Yurt var mıydı dünyadan
önce?
26
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
TANIL BORA : Biliyorsunuz işte “vatanim ru-yi zemin milletim nev-i beser”
sözü var Tevfik FİKRET’in. O da işte Osmanlı’nın çöküş döneminde, yeni
Türkiye’nin şafağında bu dizeyi ortaya koymuş. Bu aydınlanmanın ortaya
çıktığından beri çok iddia olarak var. Ben de doğrusu hani dünyanın neresinde
görülmüş diyerek bunu geçersizleştirilebileceğini düşünüyorum. Bu bir idealse,
doğru bulduğumuz bir fikirse, bunun herhangi bir yerde tatbik edilmemiş
olması, bizi onu değerli saymaktan ona gözümüzü dikmekten alıkoyamaz.
Zaten yurtseverliğin dediği gibi evrenselciliğe ve enternasyonalizme açılan
bir kapısı vardır. Yurtseverliğin o Cumhuriyetçi idealleri dediğimiz ve bunun
dediğim gibi farklı yorumları olabilir. Liberal, sosyalist ya da sosyalizan çeşitli
farklı biçimlerde Cumhuriyetçi yönelimleri olabilir. Orada konan, yani Nasıl
bir toplum olmalıyız bize verilen cevaplar bütün dünyada, bütün toplumların
nasıl olması gerektiğine ilişkin verilen cevaplardır. Evrensel cevaplardır bunlar.
Yurtseverler onları kendi sosyalleştikleri ve kendi anayasal birliktelikleri ile
kendilerini bir toplum olarak kurdukları toprakta o tarihsel deneyim içinde
gerçekleştirmeye çalışırlar ama aslında bunu bütün insanlık için isterler ve
dünyanın başka bir yerinde bununla ilgili bir kıvılcım gördükleri zaman ondan
da heyecanlanırlar ve onu da kendilerinin sayarlar. Bu anlamda yurtseverliğin
evrenselciliği ve enternasyonalizmi lüks, gayr-i mümkün sanan bir ufku yoktur
aksine ondan da gıda alabilen, gıda almaya açıktır, böyle bir ufku vardır. Hilmi
Ziya Ülken, önemli bir fikir insanı, Cumhuriyetin ilk dönemlerinde, 1930’larda
yazdığı bir kitapta insani vatanperverlik kavramını kullanmıştı, kitaba da
bu başlığı vermişti. Ona göre yurtseverlik, yeni Türkiye’nin deneyimi de bu
anlamda insanlığa katılarak ve insanlığın bir parçası olarak onu yükseltmenin
ve aynı zamanda bu deneyimle bizzat yükselmenin yoluydu ve hümanizmin
değerleriyle yurtseverliğin değerlerini kopmaz bir şekilde iç içe gören, o
zamanın fikriyatında da aslında böyle bir damar yok değil di. Zayıf bir damar
ama pekala olan bir damardı. Hilmi Ziya Ülken herhangi bir adam değil ve
tek başına değil. Bunu işte Hasan Ali YÜCEL’in ki metinlerini okuduğumuz
zaman da bunu görebilirsiniz. Dediğim gibi hakim fikir değil, zayıf ama hiç
yok da değil.
27
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
KATILIMCI : Hocam Hrant Dink’in cenazesinde gördüğümüz olgu bir
yurtseverlik mi değil mi? Bir de şunu söylemek istiyorum, Malatya’daki
şüphelilerin baş aktörü bugün şunu söyledi; “Vatan için öldürdüm” dedi. Bu
mudur vatanseverlik?
TANIL BORA : Yani cevabı sizin sorunuzda saklı.
AV. AYDIN ERDOĞAN : Sayın Tanıl Bora’ya çok teşekkür ediyorum. Bizim
manevi zenginleşmemize, bilgi dağarcığımızın zenginleşmesine katkıda
bulunduğu için. Ben yurtseverlik kavramının da milliyetçilik kavramı gibi
sorunlu olduğunu düşünüyorum. Yani şeyi söylediniz, insan ortak paydası.
Yurtseverlik kavramı yurt sınırları için de bir insan ortak paydası getiriyor
doğru. Ama sınırların ötesinde ortak insan paydasının önüne engeller koyuyor.
Dolayısıyla insan ortak paydası dediğimiz zaman bütün insanlığı kavrıyor. Ama
yurtseverlikte sınır söz konusu ve onun ötesindeki ötekileştiriyor bir anlamda.
Tabii milliyetçilik çok daha farklı. Yani tarihsel süreç içerisinde, kurucu
ideoloji olarak bir dönemde geçerli olan milliyetçilik başka bir dönemde
geçerliliğini kaybetmiş oluyor. Yani kurucu ideoloji olarak Türkiye’de olan
milliyetçilik 1900’lü asırda iki kez dünyayı kana buladıktan sonra artık bugün
ciddi bir biçimde sorgulanmak durumundadır. Milliyetçilik arındırmayı
içerir. Milliyetçi olarak tarif etmediğiniz şey, kabul etmediğiniz, içeriye
almadığınız şeyi dışlarsınız. Milliyetçilik ötekini dışlıyor ve çatışma unsuru
olarak gündeme geliyor. Eğer bir toplum ilerlemeyi, gelişmeyi hedefliyorsa
milliyetçilikten kurtulmak durumundadır. Bizim önümüzdeki bugün ciddi
sorun bu. Ben açıkçası refah ırkçılığı, coğrafya ırkçılığı ile yurtseverliğinde çok
yakın kavramlar olduğunu düşünüyorum. Yani belirttiğiniz kavramlar olduğu
için. Bunları açıklar mısınız biraz daha?
TANIL BORA : Önce ilk temel savınızla ilgili bir şey söyleyeyim. Şu ayrımı
yapmaya çalışıyorum. Hani o ısrarla biraz da belki yadırgatacak, bir şekilde
otantik anlamından söz ediyorum ya yurtseverliğin. Bu aslında Fransız
Devrimi öncesinde ve sonrasında kullanıldığı anlamıyla ve bütün dünyaya
oradan esin verdiği anlamıyla yurtseverlik. Bu otantik anlamıyla yurtseverlik
28
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
henüz milliyetçilikle buluşmamışken henüz çok farklı bir milliyetçilikten
asri bir ayrım taşıyan bir öze sahip. Fakat bu çok geçici bir tarihsel deneyim
ve ben de konuşmamda hep yurtseverliğin milliyetçilik tarafından asimile
edildiğini hep söyledim. Yani onun tarafından deyim yerindeyse ona el
konduğunu. Dolayısıyla da yurtseverlikle milliyetçilik arasında aşılmaz bir
duvar yok. Bu anlamda hemfikirim söylediğinizle. Ama yurtseverlik fikrinin
milliyetçilik tarafından tüketilemeyen ve gasp edilemeyen bir cevheri de
yok değil. Onu görmezden gelmemek lazım ve onu eklemleyerek, onu
geliştirerek anlatılabilecek bir şeyler var diye düşünüyorum. Yani o bakımdan
büsbütün heba edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Yani o zorluğun
elbette farkındayım. Milliyetçilikten yalıtmanın çok ciddi zorlukları, yani en
azından gündelik, yerleşik siyasal söylemler içerisinde bunu yapmanın, bu
netleşmeyi sağlamanın ciddi zorlukları olduğu ortada. Bir bununla ilgili bir şey
söyleyeyim. İkincisi toplumların sağılmak açısından, düşman ve tehdit algısına
dayalı tasavvur dünyasından çıkmak ve özgüven kazanmak ve gerçekten kendi
kaderlerini ellerine alacak o cevheri elde etmek bakımından milliyetçilikten
kurtulması mealinde bir şey söylediniz. Ben de aynı fikirdeyim. Bu anlamda
şöyle bir tartışma da var aslında. Bu uzun zamandır pratik bir tartışma değil
henüz. Pratik bir siyasal tartışma değil, teorik bir tartışma ama önemli bir
tartışma. Lüks bir tartışma değil. Bir tür ikinci sekülerlik devriminden söz ediyor
kimi düşünürler. Yani birinci sekülerleşme din ile siyasetin, din ile devletin
ayrışmasıydı. Devletin din referansından özerkleşmesi idi. İşte kimi düşünürler
ikinci sekülerleşmenin yani aydınlanma devriminin bir devamı, zorunlu bir
devamı olarak ikinci sekülerleşmenin gerçekleşmesi gerektiğini, devletin,
devletlerin, siyasetin ve devletlerin milli referanstan özerkleşmesi gerektiği
fikrini öne sürüyorlar. Kutsallıktan arınmanın, sorgulanamaz aşkın değerlerin
insanları güdülemesinden kurtulmanın gerçek anlamda aydınlanmanın zorunlu
bir basamağı olarak önümüzde durduğu fikrini öne sürüyorlar. Dediğim gibi
lüks ve fuzuli olmayan çok önemli bir tartışma. Affedersiniz bir pas daha var o
pası da değerlendirmek isterim. Özellikle refah şovenizmi meselesi bence çok
önemli. Dünyanın kaybedenlerinin milliyetçiliği ile dünyanın kazananlarının
milliyetçiliği arasındaki farkı anlamak bakımından bence kilit bir kavram bu.
Dünyanın müreffeh hani globalleşme sürecinin kazananı olan, ülkelerinde ve
29
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
toplumsal sınıflarında sadece top yekun ülkelerinde değil, o ülkelerin sınıfsal
yapıları içerisinde kazananların milliyetçiliği kendisini refah şovenizmi olarak
gösteriyor. Şu anlamda refah şovenizmi. Hani bir medeniyet başarısı olarak,
kültürel, toplumsal ve iktisadi gelişmeyi başarmış olmanın kültürel değerleriyle,
tarihsel geçmişiyle, manevi mirasıyla o refahı meydana getirebilmiş olmanın
ayrıcalıklılığına sahip çıkmak, dolayısıyla kültürel bir boyutta kazanıyor
burada. İşte örneğin Avrupa uygarlığını, Amerikan uygarlığını bu anlamda
yüceltmek ve dünyanın bunu başaramamış buna şu veya bu nedenle ehil
olmayan coğrafyalarını, nüfuslarını dışlamak. Onlarla arasına aşılmaz duvarlar
koymak, siyasi anlamda, coğrafi anlamda. Bunun en belirgin, en fanatik ifadesi
İtalya’da 10-15 yıl önce ortaya çıkan ve hala bir şekilde varlığını başka biçimlere
girse de sürdüren bu Leganord, leganonbarda partileriydi. Lonbardiya Birliği,
kuzey birliği. Aslında bu bizim memleket içerisinde ilginç çağrışımlar çıkar
sayabileceğimiz bir biçimde İtalya’nın kuzeyini, Avrupai bir geçmişe sahip
olan, Rönesans’ın içinden doğduğu, modern, şehirli bir hayatın hüküm
sürdüğü, endüstri kültürünün geliştiği, sanayileşmiş ve Avrupa’ya her zaman
daha açık küresi ile, Kuzey İtalya ile işte barbar, köylü, kara kuru, gariban,
sufli, Avrupa’ya uzak, mafya falan gibi yozlaşmış yapılara bulaşmış, güney
İtalya arasında bildiğimiz anlamda etnik değil, bildiğimiz anlamda ırkçı değil
ama basbayağı açık bir ayrımcılık yapıyorlardı. Bu işte sınıfsal ırkçılığın çok
temel bir tezahürü. Bugün de mesela kendini asla olarak düşünmese de ya da
kimi zaman açıkça kendisini gururla ırkçı olarak tanımlayan örnekleri de var,
örneğin kürtlerle ilgili bu tür çok güçlü önyargıların ve ayrımcılığın hüküm
sürdüğünü görebiliyoruz. Sınıfsal bir ırkçılık olarak kendisini gösterebiliyor
bu. Bu sadece top yekun dünyanın zengin, müreffeh ülkelerine değil, zengin
müreffeh bölgelerine ve kesimlerine ya da ondan pay alamayan ama o payı
alamamayı kendisine layık görmekle birlikte, kendi konumuna layık görmekle
birlikte o servetten o maddi zenginlikten pay alamayan kesimlerin hıncını
dökmesini sağlayan bir ırkçılık biçimidir bu. Bu modern ya da belki post
modern ırkçılık biçimi.
KATILIMCI : Biraz önce milliyetçiliğin çok konforlu bir kimlik olduğunu
söylediniz. Tam burada bir şey sormak istiyorum. Şu son zamanlarda
30
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
katillerimiz var. Kendilerini milliyetçi olarak tanımlıyor. Nedense bunların
hepsi yoksul çocukları. Acaba bu yoksul çocukları şu milliyetçilik gibi bir işin
arkasında kendilerini iyi mi hissediyorlar ya da sınıfsal meseleyi mi çözüyorlar?
Bu konuda görüşünüzü rica ediyorum.
TANIL BORA: Aslında bu konuda da evet söylenecek birkaç sey var. Şöyle
bir ayrım yapmak lazım bence. Milliyetçiliğin iki ayrı toplumsal tabanda farklı
dinamiklerle, farklı iki ayrı ideolojik dinamiklerle beslendiğini söyleyebiliriz.
Yani alt sınıflarda, mutsuz sınıflarda ve orta sınıflarda. Her ikisi de çok
kabaca tabii, çok kabaca şunu da yapabiliriz. Bu yoksul sınıflar nezdinde
kabaran milliyetçilik daha ziyade, ısrarla toptancı ifadelerden kaçınıyorum,
daha ziyade milliyetçi muhafazakar olarak tanımlanan dalgayı besliyor, orta
sınıflarda kabaran duygu ise daha ziyade ulusalcı olarak tanımlanan dalgayı
besliyor. Sanırım şöyle temellendirebiliriz. Toplumun yoksulları açısından
gerçekten milliyetçilik bir tür konforlu tutumun ideolojisi. Aynı zamanda
kendi yoksulluklarının biriktirdiği hıncı ifade etmenin bir stratejisini sağlıyor
onlara. Yani bütün dünyada maruz kaldığı haksızlıklar, gadre uğraması vs. kendi
kaderleri, kendi durumları ile ilgili yoksulluklarını projekte etmelerini sağlıyor.
Bir de şöyle bir tabiii ki bu sadece psikolojik olarak açıklanabilecek bir olgu
değil. Aynı zamanda Türkiye’de milliyetçi muhafazakar olarak tanımladığımız
ideolojinin, ana akımını MHP’nin oluşturduğu ama onla sınırlı olmayan
milliyetçi muhafazakar ideolojinin güçlü bir taşralı damarı var zaten kendi
kuruluşundan itibaren. Yani milliyetçi muhafazakar taşralı muhafazakarlığa
hitap eden, onun yoksulluk duygularını, bütün kaygılarını ifade eden bir
reaksiyonel damarı var. Bunun bir tarihsel sürekliliği var. Bu ekilen biçilen bir
tarla. Bu doğrudan doğruya otomatik, psikolojik bir otomatizimle açıklanamaz.
Böyle hissediyor, bu durumda dolayısıyla buraya meylediyor. Elbette böyle
bir zemin var fakat bu zemini ekip biçen, bunu bereketli kılan bir ideolojik
doktrinrasyonlar da var onu yıllardan beri süren ve şunla da bağlantılı kurmak
lazım. Türkiye’de bu milliyetçi muhafazakar söylem on yıllar boyunca esas
olarak ajitasyonunu anti-komünist temelde gerçekleştirdi. Yani işte komünizm
tehlikesine karşı, komünizmle ifade edilen yozlaşmaya, işgale, bozulmaya karşı
bir ajitasyon yürüttü ve o zamanlar da hatırlarsak komünizmle kastedilen
31
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
sadece gerçekten komünizm değil di; mini etekte, rock-ın roll’da, pop müzikte,
kızların işte kamusal hayata serbestçe katılmaya başlamasa da komünizm
başlığı altında çizilen öcünün parçasıydı. Dolayısıyla anti-komünist hıncın çok
rahatlıkla buraya transfer olduğunu görebiliyoruz. Modern zamanın bu her
türlü yozlaşma olarak görülen, kimisi gerçekten yozlaşma olarak görülebilecek
o hızlı dinamiği, işte televizyonlar, ahlakın sükut ettiği programlar, işte milli
kültürün yabancılaşması diye tasvir edilen olgular vs. bütün bunlar o yıllardan
beri antrenere edilmiş, ekilmiş, biçilmiş bu hız mekanizmasının üzerine
oturuyor. 1970’lerin iç savaş mantığı ve ideolojisi pekala bu zeminde tekrar
kendini gösterebiliyor. Bu sizin söylediğiniz cümle açısından. Bir de işte bu
özellikle ulusalcı dalgayı beslediğini düşündüğüm orta sınıfların, Türkiye’deki
tahsilli, şehirli, laik orta sınıflarının duyduğu bir yeni tedirginlik var. Onlar
da bence kendi elit konumlarını yitirme kaygısını çok şiddetli bir şekilde
hissediyorlar. O Malatya’daki yurttaki çocuklar; Ogün Samast’ın kaybedecek
fazla bir şeyi yok. Orta sınıfların kaybedecek bir şeyleri var. Maaşları, mülkleri
illa olmasa bile toplumda elit konumunu hak ettiklerine dair kendi tahsil ile
en azından hak ettiklerine dair bir talepleri var ve bu anlamda en azından
kariyer beklentileri var kaybedecek. Ve bunun özellikle 2001 krizinin çok
önemli bir dönüm noktası olduğunu düşünüyorum. Öncesinde de gelen bir
tedirginlikti bu işte globalleşme olarak tanımladığımız toplam altüst olma
sürecinin getirdiği bir tedirginlik. İşte 2001 krizinin yol açtığı erozyon ve
sarsıntı hiçbir şeyle kıyas edilemez. Onun arkasından bu zümreler toplumdaki
elit konumlarının da hak ettikleri kariyerlerinin de tehdit altında olduğunu
hissettiler ve onlar kendi beka kaygılarını bu ulusal beka kaygısı söylemine
transfer ediyorlar ve dediğim gibi bu da milliyetçi muhafazakar damarı değil
de ulusalcı tabir ettiğimiz damarı besleyen bir sınıfsal rezerv oluşturuyor.
SUNA UZDANOĞLU: Aslında çok kısa bir soru soracağım ben. Milliyetçiliğin
geçmiş ve geçmişte dökülen kanlarla beslendiğini söylediniz. Doğru. Ben şöyle
bir şey düşünüyorum; aslında milliyetçilik denen hadise bugün de feci bir
şekilde kanla besleniyor. Acaba öyle mi ya da onu soracağım? Çok basit örnek
şu; Aslında milliyetçilik kendi cinayetlerine adeta bizim aklımızla dalga geçer
bir şekilde sahip çıkıyor. Şöyle bir örnek vereceğim; Hrant Dink cinayetinde
32
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
cinayetin kendi anatomisi, aşağılıklığı, katliam olması, iğrençliği bir kenara
iki gün sonra bir kenara atıldı ve milliyetçiler tarafından tekrar söylüyorum
aklımızla dalga geçer bir şekilde şu argüman hemen ortaya atıldı “kardeşim,
hepimiz neden Ermeni’ymişiz, ben ermeni değilim” Şimdi bu aslında
aklımızla dalga geçer bir şekilde bu cinayete sahip çıkmak. İki; Malatya’daki
katliamdan eminim ben bir hafta on gün sürmez, şu anda belki başlamıştır,
ya kardeşim sen de şimdi orada elinde hacla niye dolaşıyorsun, milletin anası
ağlamış, yoksulluktan, sen gidip orada ne misyonerlik yapıyorsun. Şimdi bu
iki örnekle şunu söyleyebilir miyiz? Milliyetçilik tabii ki geçmiş ve dökülen
topraktaki kanla, ama bugün de ciddi biçimde kanla ve katliamla, cinayetle
besleniyor ve gazetelerde hemen flaş haber ama arkasından bir hafta on gün,
bir ay, iki ay derken bir bakıyorsunuz ki cinayetleri çok güzel biçimde tekrar
altını çizerek söylüyorum, aklımızla dalga geçer biçimde o cinayetlere sahip
çıkıyorlar. Böyle mi acaba?
TANIL BORA : Eyvallah, aslında bunu bir soru olmaktan ziyade, bir tür
katkı, konuşmayı sürdürmek gibi düşünelim. Zaten temel meşruiyet kaynağı
ve temel işte patos yani heyecan ve tutku kan bedeli olduğu zaman bir bunun
yenilenmesini çağırıyorsunuzdur. Yani yurtseverliği, bu anlamda yurtseverliği
işte, vatanı sevmeyi, milliyetçiliği kanıtlamanın, tekrar göstermenin yaşatmanın
bilinen ve en muteber yolunun o olduğunu söylüyorsunuzdur. Marşlarımızdan
birinde var hatırlayan olur. “Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti” İrfanla
kurmaklığımızdan da hatırlanmaya ihtiyacı var ama o çok heyecanlı bir
şey olarak düşünülmüyor. Bir de tabii şey ayrı mesele, kanla, irfanlanın bir
solukta sayılması nasıl bir şey onu tartışmaya girmiyorum ama; kanla, irfanla
kurmaktan hareketle bu söylediğinize dair yapılacak önemli çıkarsamalar var.
KATILIMCI : Sunumuzdan dolayı teşekkür ediyorum sayın Bora. Şimdi
genel soyutlamalar yaptınız, ülkemiz özgülünde de kısmen değerlendirmelerin
oldu ama belki zaman darlığından dolayı tam anlamıyla girilemediğini
düşünüyorum. Zaman kısıtlaması olduğunu düşünüyorum. Şimdi birkaç
şey sormak istiyorum şu nedenle; Şimdi milliyetçilik kavramı var, ulusalcılık
kavramı var, yurtseverlik kavramı var. Benim gözlemime göre, artı milliyetçilik
33
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
kavramı belki faşizm kavramının utangaç biçimde dile getirilmesi gibi geliyor
bana. Özellikle faşizmin II.Dünya savaşı sırasında, dünya halklarına yaşatmış
olduğu tahribatlar nedeniyle, artık hiç kimse açıkça kendisini faşist, faşizm
diye nitelemesi pek olası gözükmüyor. Diğer yandan özellikle bu milliyetçi
kesimdeki besleyen dalganın yoksullar olduğunu, ulusalcı dalganın ise nispeten
orta sınıflara tekabül eden bir durum olduğunu söylediniz. Diğer gözlemim
ise şu, ulusalcı olduğunu söyleyen, kamuoyunda bilinen isimler, isimlerini
söylemeye gerek yok, geçmişte sol hareketlerin, hatta Marksist hareketlerin
teorisyenleri olduğunu söyleyebiliriz. Doğru veya yanlış. Şimdilik yeni çıkış
noktaları ulusalcılık. Yurtseverlik ise bugün adı Türkiye Komünist Partisi olan
bir yasal partinin yurtsever cephe adıyla bir örgütlenmesi olduğunu biliyoruz.
Bu bağlamda şu tespite acaba katılabilir miyiz; Yani milliyetçilik görüntüsü
belki faşizmin utangaç biçimde önümüze geldiği konum itibariyle belki bir
Fransız Devriminde aynı etki yoktu ama, faşizmin belki utangaç biçimde
söylenmiş türü, ulusalcılığın sol görüntülü diğer bir milliyetçilik akımı olduğu,
yurtseverliğin ise nispeten daha sola yakın, ileriye yönelik belki daha sosyalizan
bir günümüz koşullarında Türkiye’si için söylüyorum bir anlayış olduğu
söylenebilir mi? Çünkü örneklerde de verdiğiniz. Demin bir arkadaşımız
da Sayın Cengiz arkadaşımız Rus örneğini verdi. Bunu genişletebiliriz.
Rusya’da belki Tito’nun örgütlediği direniş de bence bir yurtsever hareketti,
Enver Hoca’nın Arnavutlukta İtalya’ya karşı mücadelesi de bence yurtsever
bir hareketti. Geçmişte özellikle sol dalganın, Sovyetler Birliği’nin etkisiyle
yükselmiş olması da bu tür hareketleri besledi. Günümüzde tabii bu dalganın
kesilmesi nedeniyle o dediğimiz şeyler ortaya çıktı. Milliyetçi Hareket Partisi
ismini zikrettiniz, Milliyetçi Hareket Partisi’nin ismi bilindiği üzere Franko’nun
partisinin ismidir. Hitler’in partisinin ismi Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi.
Sosyalizm kelimesi var. Hatta bizim fakültede ünlü bir hocamız Kurt Karaca
adıyla yazdığı bir kitapta milliyetçi toplumcu Türkiye kavramını kullanmış ve
dokuz ışık üzerine bir inceleme yapmıştır. Çünkü toplumculuğun sosyalizmin
öz Türkçesi olduğunu Nasyonalizimin de ulusalcılık olduğunu biliyoruz. Çok
toparlayarak söylüyorum, sorularımı net olarak yöneltiyorum. Acaba dediğim
şekilde nasıl ki günümüzde ana hatlarıyla sol emeği, sağ sermayeyi temsil
ediyorsa ana hatlarıyla acaba günümüzde gelindiği koşul itibariyle milliyetçilik
34
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
faşizmin utangaç biçimi olabilir mi? Ulusalcılık söylemi sol görüntülü, daha
bir milliyetçilik, daha utangaçça dile getirilen, ne derece doğru bilemiyorum
ılımlı faşizm olabilir mi? Yurtseverlik biraz daha sosyalizan, biraz daha ileriye
yönelik bir kavram olabilir mi? Teşekkür ediyorum.
TANIL BORA : Üçüncü sorunuzu ihmal etmeme izin verin, çünkü çok
tekrar olacak, çünkü o konuda söyledim ne düşünüyorum. Şimdi burada
faşizm meselesi; bir kere en korkutucu olan bence şu. Dediniz ya, faşizmin
daha mahcup bir biçimi. Birincisi faşizmle irtibatlandırılabilecek, ya da
nasyonal sosyalizmle irtibatlandırılabilecek sözlerin, görüntülerin, arayışların,
sembollerin ayıp olmaktan çıkması gibi bir eğilim var ve bu çok korkunç bir
şey. 1,5 sene önce 2 sene önce çok tartışılmıştı ya Hitler’in Kavgam’ının bayağı
best-seller olması. Ben birçok üniversitedeki öğretim üyesi olan arkadaşlarımın
deneyimlerinden, aktardıkları deneyimlerden biliyorum ki birçok öğrenci söz
alarak derslerde işte, hocam Kavgam’da okudum Hitler böyle diyor, siz öyle
diyorsunuz ama Hitler’de Kavgam’da böyle diyor gibi, Hitler’in Kavgam’ının
bile, daha ayıp bir şey ne olabilir hayatta bilemiyorum, onun dahi bir referans,
yani bir hesaba katılabildiği bir iklim. Bu çok korkutucu bir şey. Bir de daha
korkutucu olan işte mahcubiyet ifadesini kullandınız, bunun, bunda mahsur
görmeyen, bunu faşizm olarak düşünmeyenlerin çok fazla olması ve burada
da şu problem kendisini gösteriyor. Faşizm bir insanlık suçudur, çok tehlikeli,
çok korkunç, çok kötü bir şeydir fikri acaba ne kadar yaygın? Faşist dendiği
zaman; bir şeye, bir duruma, bir tavra bu ne derece rahatsız edici oluyor?
Bu beni çok endişelendiriyor. Ki bu bence bir ortak medeniyet kazanımı.
Faşizmin ayıp olarak kodlanmış olması ve bunun da ayıp bir şey olduğuna
dair belki yüzeysel bir yargı var insanda bugün ama çok yüzeysel bir yargı bu.
Yani sadece faşist lafının kötü bir şey olduğunu bilmekten ve kendisine böyle
hitap edildiğinde buna kızmaktan kaynaklı bir refleks niteliğinde bir tepki ama
faşizm nedir? Galiba eksiğimiz bu faşizmin ne olduğunu ve faşizmin kötü
bir şey olduğunu anlatmak gibi bir sorun var çünkü ar perdesinin yırtılmış
olması dediğimiz şey yani Kavgam’ın pekala okunabilir, referans yapılabilir
bir kitap gibi düşünülmesi, buradaki temel mesele bu gibime geliyor. Faşizmin
ne olduğunu, faşizmin sadece zamanında İtalya’da, Almanya’da görülmüş
35
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
bir hadise olmadığını, faşizmin bugünün toplumları için güncel bir tehdit,
Türkiye ya da başka bir ülke için güncel bir tehdit olduğunu ve toplumsal
dinamiklerinin olduğunu ve ne yapıldığı zaman, hangi manzaraların bize
faşizmi hatırlatan manzaralar olduğunu tane tane anlatmaya ihtiyaç olduğunu
düşünüyorum ben. Esas mesele bu. Çünkü siz bunun faşizm olduğunu tespit
ettiğiniz ve söylediğiniz zaman bu kimseyi ırgalamıyorsa, sadece faşizmin
iyi bir şey olduğunu düşündükleri için değil, ki onlar da var, Türk Nasyonal
Sosyalistleri terimini kullananlar da var bugün internette, bunlarda var ama
bunu ama faşizmi olumlu bir şey olarak düşündüğü ve bunu sakladığı için
değil, faşizm ne alakası var diye düşündüğü için bunu üzerine almayanların
çok fazla olduğu bir ortamda bunun neden kötü olduğunu anlatmaya ihtiyaç
var bence. Çünkü kendiliğinden kötü olarak bilinmiyor. Ben sorudan zade
durumdan görev çıkarttım, yani cevaptan zade durumdan görev çıkarttım.
Onlara çok fazla girmek istemedim çünkü kuşkusuz toptancı bir şekilde
konuşmamak gerekir ama gerçekten bugün hem milliyetçi dalganın, hem
ulusalcı söylemin, birçok belirtisi, birçok söylemi, yönelimi, top yekun, derli
toplu bir faşizmle damgalamak belki fazla olacaktır. Ama çok güçlü faşizan
yönelimler içeriyor. Bu tespitinizi temel olarak ben de paylaşıyorum. Top
yekun bir şey söylemiyorum kesinlikle. Dediğim gibi pek çok söylem, pek
çok sembol, özellikle o düşmanlaştırma, şiddetli demagoji, sürekli tekrarlar,
bunlar pratiğin temel özellikleridir. bir şeye takmak mesela, iki slogana, iki-üç
düşman figürüne takmak ve sürekli onları tekrarlamak. Bu çünkü Goebbels’in,
Nazilerin büyük propaganda Bakanı Goebbels’in propagandaya atfettiği çok
özel bir önem var. O aklı ve genel olarak intelekti yani; zeka, akıl, fikir, yazı. Bu
tür şeyleri propagandanın düşmanı olarak görüyor ve insanların aklına değil
duygularına, hatta güdülerine hitap etmek gerektiğini ve buna propagandanın
muktedir olduğunu ve propaganda dışı tartışma, konuşma biçimlerinin
insanların o güdülerine indirgeyecek, güdülerinin ortaya çıkacak niteliği
bozacağını söylüyor. Yani akıl bizi bozar diyor. Amiyane söyleyecek olursak.
Mesela bunun özellikle ulusalcı söylemde çok belirgin olduğunu görüyoruz.
Bu damgalayıcı, karalayıcı, sürekli tekrara, sürekli aynı formülleri yineleyerek,
susturma, şeytanlaştırma söylemi. Bu çok belirgin bir faşizan belirti örneği.
Başka belirtiler de söyleyebiliriz. Ana hatlarıyla katılıyorum ona. Onun için
36
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
durumdan görev çıkararak devam ettim.
KATILIMCI : Sizin konuşmanızın ortalarında belirttiğiniz bir şey vardı.
Geçişlilikle ilgili. Milliyetçilikle, yurtseverlik arasındaki geçişlilik. Ya da bu
çok sert bir duvarla ayrılmıyor. Hilmi Ziya ÜLKEN’den de bahsederken
de benim aklıma gelen başka bir eseri Aşk Ahlakı diye bir eseri. Aşk Ahlakı
diye bir kitabını okumuştum. Oradan gelen bir tespitiyle, doğru algıladımsa,
sosyolojideki bu hareketliliğin, bu geçişliliğe zaten müsaade ettiğini, ilkelerin
süreç içerisinde sosyal sarkacın konumuyla gidip geleceğini düşündüren bir
ifadeydi. Şimdi arkadaşlar işte ulusalcılık, milliyetçiliğe yakın, işte oradan
oraya geçişlilik var ya da şu anki bu faşizan yapıyı utanarak söylemek, utanarak
Kavgam’ı söylemesi gerekirken açık açık referans gösteriliyor, bütün bunlardan
aslında sürecin çok fazla dengesizlik içinde olmadığını görmemiz gerekiyor
diye düşünüyorum. Fazla mı iyimser bilmiyorum ama. Sosyal sarkacın bir
şekilde standarda ya da insan hakları varsa eğer böyle kavramlar, ya da çatının
altında herkes yıkıldığında yok olacak gibi bir kural varsa dünyada bu kuralı
gündeme getirebilecek biçimde yurtseverliğe doğru bir gidişatın olduğunu
düşünüyorum. Çok yavaş bile olsa. Ama irin varken de onu patlatmadan
ya da onu yaşatmadan faşizmi ya da milliyetçiliği yaranın iyileşmesi diye de
bir şeyden söz edemeyiz sosyal anlamda diye düşünüyorum. Bilemiyorum
doğru anlattım mı şeyleri ama. Bu ilkeler süreç içerisinde sosyal çalkalanmalar
sonucunda ortaya çıkabilecek ilkelerdir. Hani bir gün Kavgam’da -rezalet
bir şey, nasıl böyle düşünebilirsin- -işte faşizm kötüdür- ü algılayabilecek
insanlar.
TANIL BORA : Ben anladığım kadarıyla mukabele etmeye çalışayım. Ben
özellikle dünyanın çalkantı dönemlerinde, hep bu türlü konuşmalardan
şunu hatırlamamız gerekiyor, iyi bir zamanda yaşamıyoruz, dünyanın iyi bir
zamanında yaşamıyoruz. Toplumsal eşitsizliklerin her düzeyde alabildiğine
derinleştiği bir zamanda yaşıyoruz, toplumsal yarılmaların çok derin olduğu,
bütün dünya çapında ülkeler arasında ve ülkeler içinde olduğu bir zamanda
yaşıyoruz ve işte modernleşme, endüstrileşme öyle insanlık dışı bir tempo
kazandı ki insanlar dünyadaki yerlerini anlamlandırmak, ki biz ne yapıyoruz,
37
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
nereye gidiyoruz konusunda çok zorlandıkları, zorlanacağı bir zamanda
yaşıyoruz ve buna çok insanların bu durumlarını çok tuzu kuru bir şekilde
tarif edemeyiz. İşte tutunamayanlar, beceremeyenler, kaybedenler de işte
milliyetçiliğe tutunuyor demek çok tuzu kuru bir açıklama. Dolayısıyla da bu
durum da ve milliyetçiliğin de bu durumda gerçekten işte bu zorlaşan dünyada
sadece hayatta kalmak, geçinmek anlamında değil, hayatın anlamını açıklamak
anlamında da zorlaşan bir dünyada çok konforlu, çok rahat bir kimlik olduğunu
hep söylüyorum ve bu kolaylık çok kolay onun alt edilemeyecek ve bizi çok
kolay iyimser kılamayacak bir güç kazanmasını sağlıyor. Bir de unutulmaması
gereken şöyle bir nokta var; Milliyetçiliğin güçlenmesi, politikanın içinin
boşalması, politik etkinliğin zayıflamasıyla bence çok doğrudan bağlantılı.
Şimdi Türkiye’de depolitizasyondan söz ediyoruz ya çok uzun zamandır.
Aslında sadece Türkiye’de değil bütün dünyada çok güçlü bir depolitizasyon
söz konusu. İşte siyasal partilerin hepsinin birbirine benzediği, ideolojisizleştiği,
yani dünyayı açıklamaya ve değiştirmeye dönük büyük iddiaların çok
zayıfladığı, kan kaybettiği, güç kaybettiği bir zaman ve politikanın yerini medya
alıyor, halkla ilişkiler stratejileri alıyor, iktisadi süreç giderek politik tercihlerin
dışında kendi kendine döner hale geliyor. Politikanın alanı gitgide daralıyor
artı politika bir de itibarsızlaşıyor. Türkiye’de bu çok net, politik etkinlik
hem ürkülen hem de itibarsız görülen bir etkinlik. Politikanın içi boşalıyor
ve artı zemini boşalıyor. Bu geçmenin ise şöyle bir özelliği var, şöyle bir şansı
var; kendisi de pekâlâ politik bir ideoloji olmasına karşılık politika üstü bir
değerler sistemi olarak sunulma şansına sahip. Dikkat ederseniz mesela bir
milli dava olarak tanımladığımız zaman politika dışı sayılıyor. Yani politik
ayrımların, politik tartışmaların artık geçersizleştiği, çok açık artık hepimizin
biat edeceği bir konu haline geliyor. Yani milliyetçilik hem kendisi politik bir
ideoloji hem de kendisini politika dışı, politikaya neredeyse alternatif bir fikir
olarak sunuyor. İşte cinayet malum korkunç Hrant Dink cinayeti sonrasında,
hani milli duygularla işlenmiş bir iş olduğu zaman hani bunun politika dışı,
doğal bir olgu haline gelmesi gibi. Bu anlamda milliyetçiliğin anti-politik
diyebileceğimiz, yani politikanın altını iyice boşaltan bir işleyişi var. Ve
olmayan politikayı ikame ediyor aslında ve milliyetçilikle uğraşmakta ona laf
yetiştirmekten ziyade her meseleyi kendi içinde altını doldurarak yürütülecek
38
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
bir politikaya, yani politikanın yükselmesine, politikanın içerik kazanmasına
ve canlanmasına bağlı bence. Ama bu bakımdan çok iyimser bir zamanda
değiliz.
AV. GÜRBÜZ ÖZALTINLI : Süremiz tamamlandı gibi, yani çok zorunlu
değilse dilerseniz yorduk Tanıl Beyi bitirelim burada. Yukarıda da kokteylimiz
var, ayaküstü de sohbetimiz olur.
TANIL BORA : Bir soru daha alalım, son olsun.
AV. GÜRBÜZ ÖZALTINLI : Peki öyle yapalım.
AV. SATILMIŞ ALTINOK : Şimdi ben birde şunu söylemek istiyorum. Burada
bir de devlet-kişi ilişkisine bakmak gerekir diye düşünüyorum. İnsani değerler
yerine devleti kutsadığımızda her türlü insanı, hukuku da hiçe sayabilirsiniz,
insan haklarını da hiçe sayabilirsiniz, demokrasiyi de hiçe sayabilirsiniz ve
bunu kendinize hak görebilirsiniz. Yani bu açıdan bakmak lazım, milliyetçiliğin
en olumsuz yönlerinden biri de olarak düşünüyorum ben, bunu da ilave etmek
istedim. Bir de Aydın Bey’in söylediği bir şey vardı ona katılamıyorum, sizin
anlattığınız tanıma göre, ulusalcılık değil de yurtseverlikte, coğrafi sınırlarla
belirlenmiş diye bir şey söyledi yurtseverlik, insani değerler nerede kalacak
dedi. Bence tam tersini düşünüyorum. Yurtseverlikte insani değerleri de
ele alabilirsiniz, çünkü ileriye dönük bir bakış açısı olduğu için ortak insani
değerleri de yurtseverliğin içine alabiliriz diye düşünüyorum ben. Bunu da
belirtmek istedim.
TANIL BORA : Bu da cevap, kifayeti müzakere edebiliriz. Cevap vermek
gerekmiyor. Teşekkür ederim. Sağ olun.
39
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
40
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
ANKARA BAROSU
Felsefe Kulübü
2. Toplantı
DÜNYA BİZE DÜŞMAN,
BİZ DE DÜNYAYA
Ayşe HÜR
28 Nisan 2007
Ankara Barosu Kültür Merkezi
41
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
42
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
AYŞE HÜR : Hoş geldiniz. Çok özür dilerim, istemeyerek geç kaldım.
Ankara’nın yabancısıyım, yanlış bir adres almışım sonuçta kavuştuk. Biraz da
gerildim tabii bu yoğun arama telaşı içersinde. Beni davet ettiğiniz için öncelikle
çok teşekkür ediyorum, Onur verdiniz, çok mutlu ettiniz. Bilmiyorum sizleri
buraya geldiğinize değecek bir konuşmayla karşılayabilecek miyim? Çünkü
biraz başlığımı seçerken bu kadar geniş kapsamlı bir konuya daldığımı fark
etmemiştim. Size sanıyorum o yapılan duyurularda bir parça dünya bize biz
dünyaya karşı gibi kendini hem anlatan hem anlatmayan bir başlık seçmişiz.
Aslında benim aklımda bir parça bu komplo teorilerinin, komploculuk
zihniyetinin Türk milli kimliğinin oluşturulmasındaki rolü gibi bir alt
başlık vardı. Sonra buna değinirken, bunun arka planına gitmek gerektiğini
düşündüm derken uzun bir konuşma hazırladım. Ama sonra bunun söyleşi
formatında bir toplantı olduğunu öğrendim. Demek ki konu başlıklarını
açtıktan sonra sizin katkılarınızla ilerlemem daha doğru olacak.
Şimdi, öncelikle darbe arifesinde bir atmosferde toplandığımızı hissediyorum.
Hepimizin bir parça gergin ve endişeli olduğunu tahmin ediyorum. Ben
en azından gece üçe dörde kadar televizyonlarda neler oluyor bitiyor diye
izlemeye çalıştım. Belki çoğunuz da böyle geç yattınız bu gece. Buraya buna
rağmen gelmeniz bence çok hakikaten beni çok mutlu etti, çok mahcup etti.
Çok teşekkür ediyorum. Dün gece yaşadığımız olay bende hakikaten tam bir
de javu etkisi yarattı. Yaşım 51. 1960 ihtilaline giden dönemi çocuk olduğum
halde hatırlıyorum. Urfa’daydık. Annem babam öğretmendi. Annem de sol
eğilimli bir hanımdı. Oradan oraya sürgün edilen bir aileydik. O yıllarda darbe
olsa diye bekleyen bir aileydi. Öyle hatırlıyorum o zamanki psikolojiyi. Sol
eğilimli oldukları halde çok mutlu olmuştu bizimkiler askerlerin müdahalesini
duyunca. Halbuki ben aklım erdiği zamanlarda yaşadığım darbelerin hiç
mutlu olaylar olmadığını çok iyi anladım. Bugün de ilk kez dün gece yine
aşamadık mı bu tehlikeyi diye düşündüm. Yaşadığımız bu gerilim tam benim
konumla örtüşen bir şey aslında. Yani ordunun siyaset yaşamına bu kadar
çabuk dahil olabilmesinin çok güçlü bir alt yapısı var Türkiye’de. Endişelerle
dolu bir toplumuz. Korkularımız var. Bütün dünyanın bize düşman olduğunu
43
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
düşünüyoruz. Her an bizim birliğimize, bütünlüğümüze, kimliğimize yönelik
çok ciddi bir saldırı bekliyoruz. Böyle olduğu bir dönemde de güçlü bir
koruyucu, baba figürü olarak devlet ve onun elinde silahı olan abisi veya
mahallenin güçlü delikanlısı rolündeki ordunun müdahalesinden sevinç
duyuyoruz.
Şimdi Türk ulusal kimliği niye bu kadar kırılgan, niye bu kadar endişelerle
dolu, niye bu kadar yaralı, niye bu kadar kuşkucu diye baktığımızda,
bunun kökenlerini bulmak için Osmanlının son dönemine kadar gitmek
gereğini düşünüyorum. Milli kimliğin oluşmaya başladığı bir dönem
olarak Osmanlı’ya gitmenin çok mantıklı bir boyutu var ama bizim tarih
yazımımızda, Osmanlının son dönemi ile Cumhuriyet arasındaki devamlılık
konusu üzerinde çok durulmadığı için sanki o dönemde yaşananlar oraya
ait şeylermiş, daha sonrakiler apayrı parametreler üzerine kurulmuş olaylar,
olgularmış gibi düşünülür. Halbuki bu gün yaşadığımız gerilimler tümüyle,
o çöküş döneminde başlayan bir yaralanma hali üzerine yaşanıyor. Milli
mücadelenin başındaki Sevr anlaşmasıyla ilgili olarak belleklere yerleşen
çok ciddi bir bilgi ya da algı var: Batılı ulusların, emperyalist ulusların veya
emperyal güçlerin bizi (ki bu ‘biz’ in kim olduğunu da analiz etmeliyiz)
parçalara bölmek, bölerek yok etmek istediği şeklindeki o kadim bir korkumuz
o dönemde ortaya çıkıyor.
Örneğin son zamanlarda sıkça gündeme gelen Pontus’un yeniden kurulması
meselesi yine o döneme ait bir sorunsal. Daha sonra İslamcı çevrelerde ortaya
çıkan “İttihat Terakki’nin Cumhuriyeti kurması, Halifeliği kaldırması Haçlı
Siyonist komplosudur” şeklindeki komplocu inanışın da kökü o dönemdedir.
Bunlar günümüze kadar yoğunlaşarak üst üste katmanlar halinde komplocu
bir zihniyet yapısı oluşturmuştur. “ABD Türkiye’ye Ilımlı İslam Cumhuriyeti
rolü biçti, bunun ardı şeriat devletidir”, “ABD Bağımsız Kürt Devleti’ni
kurmaya çalışıyor” veya “Yabancılar petrol ve bor kaynaklarımızı çıkarmaya
izin vermiyor” türü olanları hızlıca geçiyorum. Ama, İsrail bayrağındaki iki
beyaz çizginin Tevrat’taki “Nil’den Fırat’a kadar uzanan Arz-ı Mevud” yani
44
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
“Vaat Edilmiş Topraklar” söylencesini sembolize ettiğine inananlar, epeydir
İsrail’in GAP bölgesinde gizli gizli toprak satın aldığını iddia ediyorlar. Hatta
geçtiğimiz yıl bir parti başkanı yaklaşık 2 bin İsrailli kadının Şanlıurfa’daki
İtalyan Hastanesi’nde doğum yaptığını, kimliklerinde doğum yeri olarak da
Türkiye-Şanlıurfa yazan bu çocukların büyüyünce Urfa yöresine gelip yöreyi
ele geçireceklerini söyleyerek konuyu TBMM’ye taşıdı. Valilik şehirde İtalyan
Hastanesi olmadığı, olmayan bir hastanede doğum yaptırılamayacağı, Türk
vatandaşı olmayan şahıslara arazi satılmadığı gibi yabancılara doğum belgesi
verilmediği cevabını verdi ancak, ne bu cevap ne de MİT, Genelkurmay
Başkanlığı, Milli Savunma Bakanlığı ve kadastro müfettişlerinin bölgede
yaptığı araştırmalar içleri rahatlatmamış olmalı ki, Anayasa Mahkemesi
yabancılara toprak satışı kararını iptal etti.
İstanbul’da bir araştırma çalışması dolayısıyla çok alt kesimlerde yaygın
olduğunu gördüğüm bir komployu da aktarıyım. Fener Rum Patrikhanesi’nin
etrafındaki mülklerin özel kişiler tarafından satın alındığına ve buranın AB
desteğiyle Vatikan benzeri bir oluşum yapılacağına dair bir komplo teorisinin
çok yaygın bir şekilde mülk sahibi olsun olmasın bölgede yaşayan insanlar
arasında büyük endişe yaratacak şekilde canlı tutulduğunu gördüm ve çok
şaşırdım. Özetlersem, her Türk vatandaşı, ülkemizi, dinimizi ve milletimizi
bölmeye yönelik gizli, açık, sivil, dini, rasyonel irrasyonel, her türlü yıkıcı
faaliyet karşısında daima uyanık olmak zorunda hissediyor. Bakıyorsunuz
bir hatip bu kalıp cümleyi radikal İslam tehlikesine karşı Türkleri teyakkuza
çağırmak için kullanıyor. Başka bir yerde başka birisi bölücü faaliyetleri bu kez
etnik kimlik tanınması talepleriyle ilintilendiriyor. Bu tehlikelerin arasında
esnek bir hiyerarşi var. Dünya konjonktürü kadar, ülke içi gelişmelere bağlı
olarak, bazıları öne çıkıyor, bazıları gözden düşüyor. Örneğin bugün Avrupa
Birliği asli bölücü rolü görüyor. Ama maruz kaldığımız tehdidin, içi boş bir
tehdit olmadığını, hayata geçtiğini göstermek için Avrupa Birliği ile zoraki
ilişkiler, Kürt sorunu, Kıbrıs, yeterli inandırıcılıkta olmadığı zaman bu sefer
toplumsal bilinçaltımızın derinlerindeki katmanlara hitap ediliyor ve kendi
milli varlığımıza dönmemizi sağlayabilecek bir tema mesela misyonerlik
faaliyetleri gündeme getiriliyor.
45
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Sonuçta böyle bir zihni tıkanma içerisindeyiz. Ama bunlar nereden geliyor
diye baktığımız zaman, komplo teorilerinin ortaya çıkışı 19.yüzyılın sonuna
kadar götürülebilir ama en büyük ivme 1970’lerden itibaren yaşandı. Bu
patlama, globalleşen dünyada fazla bilgi bombardımanı altında kalan,
değişik uyaranların etkisi altındaki insanların bilgileri bir araya getirmekte
zorlandığı, karmaşıklaşan bu bilgi örüntüsünü anlamlandırmakta zorlandığı
bir dönemde kendisi için bazı referans noktaları aramasının bir sonucu.
Antropologlar komplo teorileri ile mantık-öncesi inançlar arasında
benzerlik kuruyorlar. Tıpkı ilkel insanların içinde yaşadıkları dünyayı
anlamlandırırken yaptıkları gibi, globalleşen, karmaşıklaşan, doğrudanlıktan
ve tekdüzelikten hızla uzaklaşan bir dünyada çeşitlenen bilgi bombardımanı
altında, çetrefil yapıları, kurumları ve bunlar arasındaki çok yönlü ilişki
ağlarını anlamlandırmada zorlanan bireye, bunları kendi küçük grup ilişkileri
çerçevesinde kişiselleştirme imkânı veriyor. Bir kere iddialarının bilimsel
kıstaslarla kanıtlanması ya da reddedilmesi mümkün olmadığından kolaylıkla
ortadan kalkmıyorlar. Kitlelerin hükümetler, holdingler, dinî cemaatler,
medya gibi aktörlere karşı duydukları kuşkucu tavır bu ilgiyi güçlendiriyor.
Örneğin Türkiye’de yaşayan biri ekonomik, siyasal ya da toplumsal
anlamda ülkesini, dolayısıyla da vatandaş olarak kendisini üzen bir olayla
karşılaştığında: “Bize kötü bir şey yapılıyor, bu kötü bir şeyin bir açıklaması
olmalı, bunun bir modeli olmalı…” diyor ve o modeli gidiyor, dönüyor tarihin
belli bir döneminde Armageddon’da, Sevr’de, Pontus’ta, İsrail’in kuruluş
öyküsünde falan buluyor. Fakat bu bağı boş bir zihniyet alanında kurmuyor,
zaten çok mümbit bir toprak var komplocu düşünce üreten merkezler
açısından. Bu toprağı anlamak için Osmanlının son dönemlerinden itibaren
Batı ile aramızdaki bir çeşit aşk ve nefret ilişkisine bakmak gerekiyor.
Batıyı hem aşılması gereken, hem de ulaşılması gereken, kıskançlıkla izlenen
bir model olarak görme, onu bir türlü aşamayacağını bilmenin getirdiği ya da
aşamadığını görmenin getirdiği bir rahatsızlık duygusu ile sürekli onu reddediş
içinde olmanın getirdiği ikili tutum içerisinde gelişmiş veya oluşmaya başlamış
Türk milli kimliği. Osmanlının son dönemlerine baktığımız zaman Batıyı
önce anlamaya çalışmayan, onu görmezden gelen bir elit kesimi görüyoruz.
46
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Daha sonra savaşlarda ve silah teknolojisinde geri kalmaya başladığı
zaman, onu mutlaka aşması gerektiğini hissederek Batıya ilk kez işte elçiler
gönderiyor, işte 1790’larda Avusturya’ya bir sefir gönderiyor. Ratıp Efendi,
son derecede akıllı, gözlemci bir adam. Diyor ki “Batıyı Batı yapan, sadece
teknik gelişme değil. Burada bir de fikir özgürlüğü var, demokrasi diye bir şey
var. İnsanlar konuşuyorlar, tartışıyorlar, birbirlerinin fikirlerini dinliyorlar,
siyaset yapıyorlar. Batı’dan bunu da almamız lazım bizim”. Ama bu Osmanlı
eliti açısından çok anlam ifade etmiyor. Onlar şimendiferler getiriyorlar,
vapurlar getiriyorlar, güzel binalar yapıyorlar, Dolmabahçe sarayını inşa
ediyorlar, modernleşmek için demiryolları yaptırıyorlar, Bağdat demiryolu
anlaşmasını yapıyorlar. Böyle yüzeysel modernleşme çabaları ile Batının
o düzeyine yetişebileceklerini düşünüyorlar. Halbuki, Batı’nın teknolojik
gelişmişlik düzeyi onun toplumsal, ekonomik ve kültürel ortamından kopuk
değil. Aksine teknoloji ile kapitalizm arasında, sınıf mücadelesi arasında,
sömürgecilik ve emperyalizm arasında doğrudan bir bağ var. Aynı şekilde
Reform’dan Rönesans’a, demokratikleşmeden siyasi partilerin oluşumuna
kadar uzanan bir yelpaze var. Batı’dan kısa yoldan öğrenilenlerle eski düzeni
ihya etmeye soyunan seçkinler, bu projeyi halkın onayını almadan tepeden
inmeci şekilde uygulamaya kalkışınca dönemin Batılılaşmacı münevverleri
de halkın gözünde Recaizade Ekrem’in Araba Sevdası romanında hicvettiği
Bihruz Bey gibi alafranga züppelere dönüşüyorlar.
Halkta Batıya karşı bir küçümseme ve uzaklık duygusu yeşerirken,
Entelijansiya henüz giyim kuşamla, müzikle, Fransızca konuşmakla, Alafranga
sohbetler yapmak, yemekler yemekle, Batılı olmanın güzel bir şey olduğunu
düşünüyorlar. Bu dönemdeki edebiyata bakarsak -ki edebiyatı ben milli
kimliği oluşturan kurucu unsurlardan biri olarak çok önemsiyorum, yani
bir dönemi anlamak için sadece siyasi belgelere bakmak, gazetelere bakmak
ya da işte diplomatik yazışmalara bakmak çok yeterli olmayabiliyor. Orada
edebiyatın içerisinde çok önemli ipuçları var. O dönemin insanı neyi nasıl
algılıyor şeklinde- örneğin Şemsettin Sami’nin eserlerinde veya Halit Ziya
Uşaklıgil’in eserlerinde Batı medeni, saygı duyulacak, bize yabancı ama yine
de özenilecek bir unsur olarak yer alıyor. Fakat bir sevgi ilişkisi yok arada.
Mesafeli, belli bir bakış var.
47
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
1908’den sonra, 1908 devrimiyle birlikte bazı reformlar yaparak Batı tarzı
bir yönetim sistemine geçtiğini düşünen İttihat Terakkiciler Batıdan bu
yaptıkları için yeterince takdir görmeyeceklerini anlayınca ilk şok yaşanıyor.
Bu takdir görmeme somut olaylarla acı bir şekilde ortaya çıkıyor. Trablusgarp
ve Balkan Savaşlarıyla Batı Osmanlı ülkesinde olup biten o modernleşmeci
çabaları çok da önemsemediğini gösteriyor ve bütün uluslararası teamülleri
zorlayarak Trablusgarp’ı elimizden alıyor. ‘Elimizden” derken imparatorluk
jargonu ile konuşuyorum, yoksa Trablusgarp’ın Osmanlı’nın elinde olması
bir hak mıydı da bu kadar büyük haksızlığa uğradık duygusu yaşandı konusu
ayrı. İş Trablusgarp’la da bitmiyor ve Balkan Savaşları ile imparatorluk
küçülmeye başlıyor. O dönem milliyetçilik akımlarının da güçlenmeye
başladığı bir dönem. Yani çift taraflı bir ilişki var. Batı bölmeye çalışmıyor ama
o topraklarda, Batıda filizlenmiş uluslaşma düşünceleri için çok mümbit bir
alan var ve oradaki topluluklar, etnik, dinsel ve dilsel gruplar, artık emperyal
çerçevenin (hele de Osmanlı İmparatorluğu’nun içte nasıl zayıf olduğunu
bildikleri için) geleceği için bir güvence sağlamadığını bildiklerinden
başlarının çaresine bakmaya başlıyor. Yunanlılar bu konuda başı çekmişlerdi
bildiğiniz gibi. Daha 1820’lerde bağımsızlıklarını koparmışlardı. Bulgarlar,
Arnavutlar derken Payitahtta Batı ile ilk kez ciddi bir yüzleşme yaşanıyor.
“Batı, demek ki bizi sevmiyor, bizi bölmek istiyor, bizi parçalamak istiyor”
fikri ilk kez o zaman zihinlere yerleşmeye başlıyor. Bu da biraz Batıda olup
bitenlere çok uzak olmakla ilgili. Hep söylerler, Namık Kemal Paris’e gitmiştir,
Marx’la yan yana kafelerde oturmuşlardır ama hiçbir zaman tanışmamışlardır
diye. Veya mesela Tevfik Fikret, terekesindeki kitaplarına bakıldığı zaman
üç beş Batılı yazar dışında bir çeşitlilik yoktur. Yani Osmanlı aydını o
yıllarda Batı’daki fikir dünyasındaki gelişmelerden pek haberdar değildir.
Bu yüzden de o milliyetçilikle ilgili gelişmeleri de çok algılayamamıştır, ne
olup bittiğini algılayamamıştır. Dolayısıyla, imparatorluğun aslında çok doğal
olan parçalanma sürecini hep ihanet paradigması içine yerleştirmiştir. Balkan
Savaşlarından sonraki dönemi milli kimliğin Türklük temelinde inşasının
başladığı geçiş dönemi olarak adlandırmak mümkün. Bu dönemde gerek
siyasi kadroların gerekse edebiyatçıların Batıya ilişkin tavırlarında önemli
bir farklılaşma başlıyor. Bu dönemin en tipik edebi temsilcilerinden Hüseyin
48
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Rahmi ilk romanlarında Osmanlı, Türk, Rum, Ermeni, Frenk gibi tanımları
hümanist bir bağlamda kullanırken örneğin 1899’da yayınlanan Metres adlı
romanındaki bir kahraman ‘Ben Şarklıyım. Avrupa adetlerine gösterdiğim
hayranlığa bakma, bu halim dıştadır, bende o kadar medeni Avrupalı havası
yoktur” derken, Balkan felaketi sırasında yazdığı Cadı’da “Bu memlekette üstün
ve başarılı yaşamak için Türk’ten başka şey olmak gerekiyor. Yurdumuzda
Alman, İngiliz, Fransız, Rus üstünlüğü her şeye söz geçirmesi her gün bizi
biraz daha kaplayarak boğuyor” diyor. Bu dil Batı’nın artık bizi geliştiren
değil, bizi engelleyen bir güç olarak algılanmaya başladığını gösterir. Balkan
yenilgisinin acısını en derinden hissedenlerden biri olan Ömer Seyfettin’e
göre Türkler medeniyet yollarını açmışlar, Batılılar, Hıristiyanlar ise Türklere
hainlik etmişlerdir. Bu dönemin özelliklerinden biri de Batı düşmanlığı ile
gayrimüslim azınlık düşmanlığının artık örtüşmeye başlaması. Yani eleştirilen
Batı mı yoksa Hıristiyanlık mı, ya da azınlıklar mı anlaşılamaz haldedir. Ömer
Seyfettin bu konuda müthiş sert bir dil kullanır. Örneğin Primo Türk Çocuğu,
O’nun çok meşhur bir hikayesidir, orada öyle analojiler öyle metaforlar
kullanır ki artık hakarete varan ifadelerle hem Batı, hem de Batının uşağı
olarak nitelendirdiği Yunanlık, Rumluk, Bulgarlık gibi kavramlar azınlıkların
düşman olarak ve Batının işbirlikçisi olarak kurgulanması hikayenin
omurgasını oluşturur. Ama bir yandan Ömer Seyfettin’de bile, Ermenilerin,
Yunanlıların, Bulgarların bir millet olabilme hasleti kıskançlığa yol açar. Biz
niye Ermeni gibi değiliz, niye Rum gibi değiliz, niye Yahudi gibi değiliz diye
sorar. Mehmet Akif Ersoy’un Çanakkale Şehitleri Destanını yazdığı dönem
budur. Tam Batıdan kazık yemiş ciğeri parçalanmış bir İslam entelektüelinin
tepkisidir bu şiir:”Nerede gösterdiği vahşetle bu bir Avrupalı/dedirtir yırtıcı
his yoksulu sırtlan kümesi/varsa gelmiş açılıp mahbesi Yahudi kafesi” yani
Batı en kötü bir imge olarak artık zihnimize nakşedilmiştir.
Peki, bu dönem Batı ile ilişki böyledir ama Doğu’yla iyi midir? Doğu’yu
seviyor mudur Osmanlı aydını derseniz, orada da problem vardır. Türklerin
Doğu ile Batı arasında kalmışlığı o dönemden kalma bir durumdur zaten.
Çünkü Osmanlı emperyal bir bakış açısına sahiptir. Bir emperyal yapı aslında
49
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
tebaasını oluşturan toplulukları sevmek durumunda değildir. AvusturyaMacaristan İmparatorluğu’nun Habsburgları da kimseyi sevmemiştir herhalde.
Sevme sözü çok burada anakronik, bağlam dışı yani münasebetsiz bir laf ama
bir anlamda o dönemde payitaht ile çevre arasındaki ilişkileri anlamakta
kolaylık sağlar diye kullanıyorum. Osmanlı Doğuya bir parça üstten bakar,
hani Batı’nın emperyalist projesini anlatmakta çok kullanılan ‘Beyaz Adam’ın
yükümlülüğü” lafı vardır. Osmanlı da Doğu’ya, Batı’nın Osmanlıya baktığına
benzer bakar. Orayı medenileştirmek gerektiğini düşünür. Gerçi bu böyle
bir Batı oryantalizmi gibi yılların bilgi birikimine dayanan çok sistematik,
kurumsallaşmış bir bilgi değildir. Ama yine de yeterlidir Doğu’yu yönetmek
için. İşte oraya, Mustafa Reşit Paşa, Ali Paşa, Fuad Paşa, Cevdet Paşa, Mithad
Paşa gibi önemli entelektüel devlet adamlarını gönderir. Demiryolu götürür,
aşiret mektebi açar, oranın çocuklarını alır o aşiret mekteplerinde okutur.
Amacı Arabistan’ı medenileştirmektir, modernleştirmektir.
Ben son yıllara kadar Osmanlı’nın Doğu’yla ilişkisi Batıyla ilişkisi kadar belki
belirleyici olmadı diye düşünüyordum ya da en fazla onun kadar etkiledi
diye düşünüyordum. Ama şimdi bu son yaşadığımız olaylarda bunun da
çok çok önemli bir bileşen olduğunu düşünmeye başladım. Türk kimliği bir
şekilde kendini sürekli ihanete uğramış olarak tanımlıyor ya, bu Araplarla
ilişkili tarihimizde çok somutlaşıyor. Arapların milliyetçilik hareketlerinin
Osmanlı aydınlarını Balkanlardaki olaylardan daha çok sarstığını düşünmeye
başladım. Çünkü Balkanlar’da Arnavutlar dışında kalanlar Hıristiyan idiler.
Dolayısıyla davranışlarını ‘ihanet’ olarak adlandırmakla birlikte anlamak
daha mümkündü. Halbuki Araplarla İslam ortak paydası vardı. Bu ortak
paydadan dolayı hiç ayrılıkçı davranışlar içinde olacakları umulmuyordu.
Hatta Abdülhamit döneminde Araplar neredeyse kurucu unsur haline
getirilmeye çalışıldı, Araplarla ilişkilerimiz ihya edilmeye çalışıldı. Ama
Araplar aynen Balkanlar ülkelerindeki gibi milliyetçilik akımlarına kapıldılar.
Bunu Osmanlının anlaması imkansızdı. ‘Sırtımızdan hançerlendik’ retoriği
bu dönemin ürünü olarak ortaya çıktı.
50
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Mesela bunun edebiyata ve entelektüel dünyaya yansımalarını Ahmet Haşim’e
karşı tavırlarda görmek mümkün. Ahmet Haşim biliyorsunuz Arap kökenli,
Bağdat doğumlu bir yazar, ama bütün hayatı boyunca anılarında veya onun
üzerine çalışan Beşir Ayvazoğlu’nun eserlerinde görülür ki, Arap olmaktan
dolayı çok taciz edilmiş bir yazardır. Hem Osmanlı’nın geçiş döneminde
yaşamıştır, hem de Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşamıştır bu tacizi. Mesela
Ahmet Haşim, Çanakkale savaşına ihtiyat zabiti olarak katılır. Ancak
hükümet, savaşı uzaktan takip eden şair ve yazarları savaş destanı yazmaları
için Çanakkale’ye gönderirken, onunu gibi savaşı bizzat yaşayan birini yok
sayar. Yakup Kadri’ye göre, Çanakkale’ye gönderilen heyet Türkçülerden
oluşmuştur, Haşim ve Süleyman Nazif aslen Türk olmadıkları için davet
edilmemişlerdir. Yahya Kemal dahi, Haşim’le rekabetinde, onunla ömür
boyu süren yarı açık yarı gizli çekişmesinde O’ndan hep “Arap Haşim” diye
söz eder. Onu taciz edenler arasında Nazım Hikmet, Sadri Ertem gibi solcular
da vardır. Mesela Nazım Hikmet Resimli Ay’da yayınlanan Ahmet Haşim’le
ilgili şiirinde “Atlas yakalı sarhoş sofralarında Bağdatlı bir dilencinin çaldığı
saz”, “sarhoş sofralarında Arabistan fıstığı satanlar”, “Bağdadi şaklaban” gibi
ifadeler kullanıyor. Bütün bunlar çok açığa çıkmamış, hep gizlenmiş bir
yanımızı düşündürüyor. Arap düşmanlığı Türk kimliğinin en az irdelenen
yanı. Örneğin sol bu konuya hiç eğilmemiştir. Yani bir çeşit sanki meşruiyeti
bile vardır Arap düşmanlığının, çünkü Araplar daha geridir, hatta bugün
yaşadığımız laiklikle ilgili sorunlar oradan bize taşınmıştır diye bakılır. Kim
olduğunu hatırlamıyorum ama 1937’lerde bir cumhuriyet dönemi bakanının
“Türkler Orta Asya’dan gelirken 500 km daha yukarıdan geçselerdi, tarihimiz
çok daha değişik olacaktı” şeklinde bir yazıklanması vardır. Fakat 500 metre
aşağıdan geçmiş yolumuz ve İslamiyet ile birlikte oluşmuş Türk kimliği, bunu
kabul etmek pek çok kişiye zor geliyor.
Bu Batı ile gerilimli ilişki, Doğu’ya tepeden bakış derken Milli Mücadele
dönemine doğru giderken Batı ile ilişkilerimizde bugüne kadar etkisi süren
çok derin travma yaratan olay, biliyorsunuz Sevr Antlaşması. Bu benim
çok önemsediğim problematik bir olay. Sevr meselesini çözmeden Türk
kimliğinin sağlıklı bir hale gelmesi çok zor gibi görünüyor bana. Neden
51
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
derseniz, Bu hem o dönemden bakıldığında Batı’nın yaptığı işler arasında
hakikaten kötü bir örnek, hem de bugün yaşadığımız pek çok olayı açıkladığı
sanılan bir şablon işlevi görüyor. Bu şablon ne derseniz, büyük devletler
aralarında toplanıyorlar, oturuyorlar ve bir coğrafya hakkında karar veriyorlar
ve belli politikaları uygulamaya koyuyorlar. Sonuçta bu bir şekilde başarıya
ulaşamıyor ama bu plan hiçbir zaman masadan kalkmıyor. Yani Batı, 80 yıldır
aynı tip planları ne yapıp edip uygulamaya koymak için uygun fırsat kolluyor.
1990’larda Süleyman Demirel’in güncellemesiyle bizim jargonumuza giren
“Sevr’in yeniden diriltilmesi” paranoyasını bir kalıp düşünce olarak iyi bir
yapı-sökümüne uğratmamız gerekiyor. Şimdilik derinleşmiyorum ama eğer
soru sorarsanız Sevr neydi? Nasıl gündeme gelmişti, neleri hedefliyordu,
sonunda ne oldu diye merak ederseniz, sorular bölümünde tartışırız. Ama
bunun çok önemli bir tıkanıklık meselesi olduğunu hatırlatmak istiyorum.
Bu Sevr handikabı atlatıldıktan sonra Cumhuriyet döneminde Batı ile
ilişkiler yeniden tanımlandı. Tabi çok zor bir şeydi bu tanımlama. -Bu arada
fark ettim ki, konuları birbirine ekledim büyük bir hızla gidiyorum. Siz de
beni durdurmuyorsunuz ama arada aralar verebiliriz. Öyle yaparsanız da hiç
rahatsız olmam çünkü samimi bir sohbet olmasını diliyorum.- Kemalizm’in
paradoksu Batı’ya karşı bir anti-emperyalist savaşla kurulduğu iddiası idi
ki ben buna iddia diyorum, çünkü böyle bir şey yoktu hakikaten. Yedi
düvele karşı falan savaşmadık. Bilindiği gibi emperyalist ligin o yıllardaki
lideri İngiltere’nin esas derdi sömürgelerine giden Hindistan Yolu’nun ve
onun başlangıç noktaları olan Boğazlar ve Süveyş Kanalı’nın güvenliğini
sağlamaktır. Bu yüzden de sıcak denizlere inme hayali kuran Rusya’ya karşı
Kıbrıs ve Mısır hariç, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü Birinci
Dünya Savaşı’na kadar desteklemiştir. Bu politika Osmanlı İmparatorluğu
Almanya ile ittifak halinde Birinci Dünya Savaşı’na girince radikal olarak
değişir. 1917’de Rusya’da Bolşevik Devrimi olunca da iş Osmanlı topraklarını
paylaşmaya kadar götürülür. Başını “Türklerin barbar, Hellenler’in ise
medeni olduğuna” yürekten inanan Lloyd George’un çektiği ekip Süveyş
Kanalı’nın ve Hindistan Yolu’nun güvenliğini sağlama işini Venizelos gibi bir
Batı hayranının başta olduğu Yunanistan’a aktarmayı önerir ve Yunanlıların
Anadolu çıkarması başlar. Ama o dönemini birincil kaynaklardan ya da
52
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
belgelerden incelerseniz, aslında Batılı emperyal güçlerle yüz yüze hemen
hemen hiç çarpışma olmadığını görüyoruz. Sadece Ege’de Rumların
bulunduğu yerlerde Yunanlılarla yaşanan çatışmalar var. Onlar da çok ufak
tefek şeyler. Kilikya Bölgesinde Fransızlarla birlikte gelen Ermenilerle yaşanan
bazı çatışmalar var. O da 1915–16 tehcirinden dolayı oradan gönderilmiş
adamların geriye dönüp intikam almak ya da mal ve mülklerini geri almak
için yaptıkları saldırılar. Bir de Doğu’da Ermenilerle yaşanan çatışmalar var ki
o da yine aynı sözünü ettiğim tehcir olayının bir devamı. Hatta emin değilim
ama galiba Enver Ziya Karal “Nerede bir Ermeni ya da Rum meselesi varsa,
orada bir Milli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri kurulmuştur” der. Onun dışında
büyük devletlerle olan ilişkiler aslında diplomatik düzeyde gerçekleşmiştir.
Ta ki İngilizler İstanbul’u işgal edene kadar ki o işgal bile esas olarak Batılı
devletlerin kendi aralarındaki bir çatışmanın sonucudur, İstanbul’u ele
geçirmek Fransızlarla İngilizler arasında bir yarışma konusudur ve İngiliz
devlet kurumları arasında çok ciddi tartışmalar sonucu alınmıştır. Sömürge
Bakanlığı başka bir şey söylemiştir, Savaş Bakanlığı başka bir şey, Winston
başka bir şey söylemiştir. Fakat ondan sonra da Fransızlarla ilişkiler barışçıl
bir şekilde çözülmüştür. İtalyanlar zaten Yunanlıların çıkartıldığı yerlerde
gözleri olduğu için önce Yunanlılarla çatışmışlar sonra da taslarını taraklarını
toplayıp gitmişlerdir. Hatta İtalyanlar giderken bizim Refet Bele falan gibi
Milli Mücadelenin kahramanlarını gemileriyle Antalya’ya taşımışlardır. Sanki
siz bu İngilizlere gününü gösterin gibilerden. Fransızlar Antep’ten Adana’dan
çekilirken beş altı tane uçak bırakmışlardır, büyük ölçüde mühimmat
bırakmışlardır.
Ama bizde anti-emperyalist bir mücadele vermiş gibi bir retorik egemendir.
Batı’ya karşı olma üzerine kurulmuştur Cumhuriyet. Batı düşmandır, yani
ötekidir. Çok kullanmadığım bir terim ‘öteki’ ama tarihin her döneminde
‘öteki’ diye bir şey vardır. Elbette ‘öteki’ diye bir şey olacaktır da. O dönemin
kurucu ötekisi Batı ama bir yandan da ulus, laiklik, cumhuriyet gibi tamamen
Batı düşüncesinin terimleri ve kurumlarıyla yeni bir devlet, yeni bir düzen
kurmaya kalkmıştır Mustafa Kemal ve ekibi. Sonuçta bu paradoksu çözmek
için Ziya Gökalp’in hars ve medeniyet ayrımına, kültür ve medeniyet
53
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
ayrımına sığınmıştır. Yani medeniyet evrenseldir ve kültür yereldir, özeldir.
Biz kültürümüzü koruyalım medeniyeti bir şekilde ucundan paylaşmamızda
bir mahzur olmaz demiştir Kemalistler. Halbuki şunu gözden kaçırmıştır.
Medeniyet ve kültür dediğimiz şey ya da Batı medeniyeti ve Batı kültürü
denilen şey birbirinden kopuk kavramlar değildir, ikisi birbiriyle etkileşim
içerisinde oluşmuştur. Yani Batı’da eğer bugün bir gelişme düzeyi, eğer
özendiğin, beğendiğin, almak istediğin bir yapı, bir gelişkinlik, bir değerler
manzumesi varsa; o belli bir tarihsel bir sürecin sonucudur. Feodalitenin,
burjuvazinin doğuşunun, dünya ticaretinin, kapitalist birikimin, Reformun,
Rönesansın sonucudur. Sanayi devrimini, bilimsel teknolojik devrimi, işçi
sınıfı mücadelesini birbirinden ayırıp da Batı medeniyeti-Batı kültürü veya
Türk medeniyeti veya evrensel medeniyet tarifleri yapmak hakikaten zayıf
bir noktasıdır Ziya Gökalp milliyetçiliğinin. Ama Mustafa Kemal bunu bir
ölçüde kullanabileceğini düşünmüştür, bu kavramsallaştırmayı bir kaldıraç
olarak kullanmıştır ve Batı ile ilişkilerini siyasi düzlemde asgariye indirmiş,
ama dörtnala Batı tarzı devrimler yapmaya başlamıştır. Ölçü sistemlerinden
takvime, giyim kuşamdan alfabeye, hukuk sisteminden laikliğe uzanan
değişiklikler. Bunlardan murat hem bir yandan Osmanlıdan beri aşk ve
nefret ilişkisi içerisinde olduğu Batıya yetişmek, bir yandan da Doğudan
tümüyle kopmaktır. Yani ikili bir yanı vardır bu devrimlerin ve sonuçta
Mustafa Kemal’in o meşhur sözüyle “biz bize benzeriz” diye tabir edilen ve
hakikaten bize benzeyen bir yapı ortaya çıkmıştır. Gerçi diyeceksiniz ki; kim
kime benzemez, herkes kendisine benzer elbette. Bu da ileride mazeret olarak
kullanılan bir tespittir. İşte “demokrasiye geçiş için acele etmemiz lazım
çünkü bizim çok özel kendimize has koşullarımız var” ya da “şunu yapmak
için acele etmemiz lazım çünkü biz çok farklı bir coğrafyada yaşıyoruz, farklı
stratejik konumuz var” gibi. Sonuçta, “biz bize benzeriz” denirken, yine de
medeniyetle Batı arasındaki ilişkiyi ulusal kimlikte bağdaştırmak problematik
bir alan olarak kalmıştır. Bunu da Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi gibi,
özünde hakikaten saçmalıktan öte bir şey olmayan garip bir formülasyonla
yapmaya çalıştı Kemalizm. Fakat o sırada o hep Batıya karşı duyulan
düşmanlık ve Doğu’ya hiç bir zaman değmemek, Doğu’yla temas kurmamak
için gösterdiği aşırı çaba Cumhuriyeti içine kapanmaya mecbur etti. O sırada
54
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
biliyorsunuz ekonomik anlamda da buna da çok müsait bir ortam vardı. 1929
Büyük Buhranı gibi, içeri dönmenin, kendi kendine yetmenin kendi yağıyla
kavrulmanın çok da rasyonel koşullarının olduğu bir dönemdi. Kendi içimize
döndük ve kimseyle temas kurmadan, sadece birbirimize bakarak, sadece
birbirimizden bilgilenerek, beslenerek yaşadığımız bir dönem geçirdik.
Bu 1950’lere kadar sürdü. Aslında Mustafa Kemal’in ölümüyle birlikte
farklılaşma başlamıştı, ama yine iç dinamiklerden çok dış dinamiklerin,
örneğin Sovyetler sisteminin kurulmasının, onun karşısında Batı bloğunun
yanında bir müttefik olarak daha demokratik bir Türkiye’ye ihtiyaç duyması
gibi etkenlerle Türkiye’de daha demokratik bir yapı gelişmeye başlarken, Batı
ile ilişkiler farklı bir şekilde kurgulanmaya başladı. Kore savaşı mesela Batının
artık o kadar da düşman olmadığı, onun yanında ölmeye gidilebileceğini
gösterdi bizim insanlarımıza. Gittiler, Kunuri’de tercüman olmaması
nedeniyle geri çekilin denildiği halde geri çekilmedikleri için 700 şehit
vererek Batı’yla yeniden buluşmayı, yeniden halvet olmayı becerdik. Sonuçta
biliyorsunuz Nato’ya girişimiz bu Kore Savaşıyla birlikte oldu. O sırada
Marshall yardımları, Truman Doktrini gibi Avrupa’yı Sovyet Bloğuna karşı
güçlendirme projeleri kapsamında olmak üzere, Yunanistan ve Türkiye çok
büyük yardımlar almıştı. O sırada Batı’dan yağan mali yardımlarla Türk tarımı
şekil değiştirmeye başladı, 1500 olan traktör sayısı birden 3–5 yıl içerisinde
50 bine çıktı. Türk köylüsü de sevmeye başladı Batıyı. Amerika artık daha
dost görünüyordu insanlarımıza derken, bu sefer Türk kimliğinin 3. dünya
ülkeleriyle, eski sömürgeler ülkeleriyle çatışması başladı. Çünkü Batı’yla iyi
ilişkiler kurmak eski sömürgelerini görmezden gelmeyi gerektiriyordu. Gittik,
Bandung Konferansına katılmadık. Bağlantısızlar hareketini önemsiz gördük,
küçük gördük. Veyahut Cezayir meselesinde Cezayir’e destekleyeceğimize,
Fransa’nın yanında yer aldık. Böylece dünyanın diğer kısımlarıyla aramızda
bir mesafe oluşmaya başladı.
Bu arada söylemeyi unuttum, halkın yoksul kesimleri ve aydınlar Batı ile
barışırken İslami kesim içerisinde Jakoben diye tanımladıkları Cumhuriyetle
hesaplaşmaya yönelik bir cesaret ortaya çıktı. İlk kez İslamcı aydınlar
55
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Cumhuriyeti Batı ile ilişkisi bağlamında eleştirmeye bu dönemde başladılar.
Ama yine de bu çok net bir tavır değildi. Bazı İslamcı yazarlara bakıyorsunuz
mesela Ali Kavaklı gibi yazarlar “temizliği emreden İslam ama temiz olan
Avrupalı” diyor. Hala o dikotomi sürüyor. Yani birinin bir şeyi vaaz eden ve
birinin uygulayan olduğu düşüncesi ve uygulamanın daha önemli olduğuna
dair bir itiraf var burada. Ya da Minyeli Abdullah o sırada yazdığı eserlerde
İngiliz, Fransız ve Yahudilerin İslam’a karşı bir komplo içerisinde olduğu
fikrini işlemeye başlıyor veya işte Peyami Safa- ki Hıristiyan-İslam çatışmasını
eserlerine taşıyan bir kişidir- Matmazel Noralya’nın Koltuğu’nda İtalyan
bir tip vardır. O bağnazdır, kötüdür, yerli tiplemeler daha olumlu kişilerdir,
daha sevecendir, daha dürüsttür, daha doğrudur. Bunun o dönemdeki en
büyük sıçraması Necip Fazıl’da yaşanıyor. O artık bugün Oksidentalizm
diye tarif edilen, yani Batı’nın Doğu’yu şaşaa, debdebe, şehvet despotizm
gibi kavramlara sıkıştıran yaklaşımlarının tam karşıtı olan bir fikir akımının,
Garbiyatçılığın temellerini atıyor. Necip Fazıl’ın eserlerinde yavaş yavaş
bunun kodları ortaya çıkıyor ve kendi sözcükleriyle “Batıyı karbon olmaya
mahkum bir kopya”, yok olmaya mahkum bir fesat yuvası” olarak tanımlamaya
başlıyor. Bu noktadan sonra Batı düşmanlığının ağırlık merkezi İslamcı
veya - muhafazakar entelijansiyanın fikir dünyasına doğru kayıyor. Ahmet
Hamdi Tanpınar gibi daha ortada örnekler var o dönemde, ama onlar biraz
Doğu’nun da Batı’nın gelişkin olduğu yanların hakkını vererek bir çeşit sentez
oluşturmaya çalışıyorlar. Ama hepsinin kafasında altında şöyle bir şey var:
Doğu özü itibariyle Batı medeniyetinden üstündür…
Bunlar yaşanırken 1964’e geliriz ve 1964 yılı çok önemli bir yıldır. Bizim
Kıbrıs meselesinden dolayı batıyla ikinci veya üçüncü veya beşinci kez bir
tokuşmamızın miladıdır. Johnson mektubunun o son derece kaba üslubu,
birdenbire sağcısı da solcusu da halkı da entelektüeli de devlet yöneticisi
de olsun herkeste batıya karşı yeniden bir öfke ve tepki doğurur. Bu sırada
Vietnam Savaşı başlar. Vietnam Savaşında Amerika’nın çirkin yüzü biraz
daha ortaya çıkar, teşhir olur. O sırada İstanbul’a gelen 6. Filo’yu kovalamaya
çalışanlar arasında sadece solcular yoktur, İslamcılar herkes yerini almıştır.
Bu dönem edebiyatı da bu duyguların bir aynasıdır. Hem artık Batılı hem
56
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
onun işbirlikçisi sayılan Rum, Ermeni, Yahudi tiplemeleri gibi azınlıkları
temsil eden karakterler Türk edebiyatının içerisinde hep kötü, hep ahlaksız,
hep hafif tipler olarak sunulur. Mesela Kemal Tahir’de batı düşmanlığı artık
nefret çizgisindedir. Mesela Yorgun Savaşçı’da Doğu’nun aslında Batı’dan ne
kadar üstün olduğunun teorisi yapılmakla kalmaz, Batı artık orada tümüyle
mahkum edilmiştir. Sapkındır Batı, ahlaksızdır, korkaktır. Mesela Devlet
Ana’da öyle bir şövalye tiplemesi vardır ki o adam her şeyiyle kötülüğün
tecessüm etmiş halidir.
Hasan İzzettin Dinamo, mesela 1960’ların sonuna doğru yazdığı eserlerinde
batı düşmanlığını artık bugünkü temaları da hatırlatacak şekilde günceller.
Mesela Patrikhane, O’nun romanlarında artık Patrikhane bir fesat yuvasıdır.
Kötülüklerin kotarıldığı ve imal edilmeye başladığı yerdir. 70’lere gelindiğinde
artık bunun içine yeniden sol damar girer. 70’ler biliyorsunuz artık 68
Avrupasındaki sol uyanışın yarattığı anti-emperyalist söylemin yeniden ivme
kazandığı, canlandığı bir dönem. Ve orada artık hem sol damardan, hem
de Amerika’nın haşhaş ekim yasağından kaynaklanan bir gerginlikle Türk
kimliğinin karşısında Batı hep onu zora koşan, onun çıkarlarının tersine
davranan bir unsur olarak tanımlanır.
1974 Kıbrıs bunalımı Batıyla bir başka bir gerilim yaratır. Bu sefer Batı
bizim işte yavru vatanı kurtarmamıza engel olmaya çalışandır veya Birleşmiş
Milletler kararıyla ya da Avrupa Konseyi’nin kınama kararlarıyla karşımızda
duran bir settir. 1980’ler biliyorsunuz, 12 Eylül darbesi dolayısıyla tekrar Batı
düşmanlığının yeniden coştuğu bir dönemdir ki, bu son derecede haklı bir
tepkidir. Yani burada bu ana kadar söylediklerimin içerisinde Türk kimliğinin
bir marazlı durumu olduğundan söz ederken Batı’nın kusursuz olduğunu
söylemeye çalışmıyorum. Batı sürekli hatalar yapmıştır, Türk kimliği de buna
karşı bir reaksiyon göstermiştir diye de bakmak mümkün buna. Fakat asıl
sorun buradadır. Yani Türk kimliğinin sürekli kendini tanımlarken bir şeye
göre konumlanmak zorunda kalmış olması zaten marazlı durumu yaratan
unsurdur. Batı hiç bir zaman kendi kimliğini oluştururken, Türk kimliğine,
57
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Arap kimliğine veya Afrikalı kimliğine göre kurgulamaz kendini. O’nun
umurunda değildir yaptığı eylemlerin başkaları üzerinde yarattığı etkiler. O
kendi stratejisini geliştirir. Türk kimliğinin problematik yanı kendini sürekli
bir aynaya bakarak tanımlama ihtiyacı duyması, kendi dışında olan her şeyi
kendisine yönelik yapılmış şeyler olarak algılamasıdır. Mesela Sevr nedir
derseniz, Britanya’nın birinci amacı Osmanlıyı parçalamak değildir. O’nun
derdi sömürgelerine giden Hindistan yolunu güvence altına almaktır. Ama
biz şöyle düşünürüz; İngiltere’de doğu bürosunda ya da İngiltere Dış İşleri
Bakanlığı’nın bir masasında bazı adamlar oturmuş biz Osmanlı’yı nasıl
parçalara böleriz diye düşünüyor. Hayır, bazı şeyler bir yan ürün olarak ortaya
çıkar.
Türk kimliği hep Batıdan gelen eylemlere göre kendini tanımlamıştır.
Önceleyen bir kimlik değildir, bir şeye karşı cevap veren bir kimliktir. 1990’lara
geldiğimizde de yeni bir mesele bulacaktır. PKK meselesinden dolayı,
Avrupa Birliği’nin bizi parçalamak istediğine dair bazı ipuçları bulmuşuzdur.
Lüksemburg Zirvesi’nde yaşadığımız bazı gerilimler vardır. Türkiye’nin
demokratik açıdan falan filan kriterlere uymadığını söyleyerek bizi dışarıda
bırakmak istemişlerdir. O sırada PKK ile ilişkileri Avrupa’nın, bizim yönetici
elitlerin anlamlandırması çok zordur. Halkın da anlamlandırması çok
zordur.
Sonuçta öyle bir noktaya varır ki, tam burada işte Edward Said’in, meşhur
Şarkiyatçılık kitabını yayınlaması yeni bir kavramsallaştırma evresine
sokmuştur bizi. Kitap aslında 1978’de yayınlandı ama bize biraz geç
gelmiştir o dalga. Orada şarkiyatçılık söylemine sıkı sıkıya sarılır Türk
kimliği. Batıdan gelen her türlü eleştiriyi, kötü davranış ya da sözü veya
kendisi ile ilgili her türlü açıklamayı Şarkiyatçılık paradigması içerisinden
okumaya. ‘Bizi ötekileştirmeye çalışıyorlar’, ‘bizi şöyle görmeye çalışıyor,
bizi böyle tanımlamaya çalışıyor der” ve artık kimseyi dinlemez hale gelir.
İçine kapanır, bu kendi içinde kapanma kimliği sağlıksız da olsa güçlendirir.
Tam bu dönem aynı zamanda globalleşme ile birlikte dış dünyadan gelen
58
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
uyaranların son derece karmaşıklaştığı ve giriftleştiği bir andır ve o sırada
gerçekten modernleşme sürecinde ayağımız tökezler. İşte ekonomik krizler
falan derken tekrar büyük bir travma: ‘Ne oluyor bize? Birileri bize bir şey
yapmaya çalışıyor, yoksa biz böyle kötü durumda olmazdık. Çünkü biz
geçmişte görkemli bir imparatorluktuk, çok büyük bir imparatorluktuk.
Bizim başımıza ne geldiyse zaten başkaları yüzünden geldi ve biz bir türlü bu
çukurdan çıkamıyorsak bunun nedeni tepemize basan bir şeylerin olmasıdır’
der ve burada artık siyasal bir yorumla yetinmez. Tam komplo teorileri
dediğimiz bu abuk sabuk kitaplar o zaman ortaya çıkar. Mesela bazı isimler
okuyayım: Agharta Elektromanyetik Savaş Başladı, Kıyametin Gizli Tarihi,
Kızıl Tarikat, Siyon Bilgelerinin Protokolleri, Kurukafa ve Kemik Tarikatının
Gizli Tarihi, Derin Dünya Devleti, Gizli Doktrinin Küresel Efendileri.
Bunların yazarları arasında eski solcular, sosyal demokratlar da var. Bunların
bir kısmı muhafazakâr-milliyetçi-İslamcı çevrelere ait yayınevlerinde
yayınlanmışlar. Kaynak olarak kullandıkları yabancı yazar veya siyasetçilerin
çoğu aşırı sağ, faşist veya Yahudi düşmanı çevrelere mensup. İleri sürdükleri
tezlerin tamamı Ortadoğu’daki kökten dinci İslamcı çevreler ile Amerika ve
Avrupa’daki neo-nazi ve aşırı sağ çevrelerden kopyalanmış veya esinlenmiş
tezler. Bir çeşit okültizm diyorum ben buna, gizemcilikle birleştirilerek altta
bir siyasi katman var, tarihten gelen bilgiler var. Üstünde de globalleşmenin
getirdiği şaşkınlık içerisinde dünyayı anlamlandıramamanın şaşkınlığı.
Bu gerçi sadece bize has bir şey değil yani bugün Amerika’ya gittiğiniz zaman
Amerikan toplumu içerisinde de çok vardır komplolara inanan. Orada da
tartışılır, Pearl Harbour bir komplo muydu? Nasıl oldu da o kadar gelişmiş
uyarı sistemlerine rağmen Japon saldırısını önleyemedik. Atom bombasını
atmak için bir gerekçe olarak mı Pearl Harbour baskınında gafil avlanmış
gibi göründüler diye yedi tane komisyon kurmuşlardır. Yedisi ayrı sonuçlar
çıkarmıştır. Sonuçta anlaşılmıştır ki bürokratik kademeler arasında bir yanlış
anlama vardır. Onlar denizden gelecek bir baskın bekliyorlardır, sabotaj
bekliyorlardır torpidolarla, ama hava saldırısı gelmiştir, gafil avlanmışlardır.
Ama bu konu yine kapanmamıştır. 11 Eylül ile ilgili spekülasyonlar var ama
Pearl Harbour daha tipiktir. Çünkü komplo teorilerinin şu yanına da işaret
59
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
eden bir şeydir: Hepsi de palavra değildir komplo teorilerinin. Yani zaten
handikaplarından biri de işin o. Bazısı doğrudur. Bazısının ardında hakikaten
endişe ettiğimiz o örüntü, o teşkilat, o kötü niyetli gruplar vardır. Mesele
bütün olan biteni o mantık silsilesi içerisinde görmenin patolojisi, ona
dikkat çekmek için söylüyorum. Yoksa Watergates skandalı da bazıları için
komploydu. Bilmem kaç sene sonra onun ne kadar sağlam verilere dayandığı,
doğru olduğu hiç bir şeyin göründüğü gibi olmadığı ortaya çıktı. Sonuçta
dünyanın diğer yerlerinde de var, Brezilya’da, Latin Amerika ülkelerinde
de var kimliğini dış düşmana karşı tanımlama eğilimi. Ama dış düşmanın
içselleştirilmesi meselesi bizde çok yoğun yaşanan bir şey.
İşte Trabzon bölgesinde 150 tane Rum kalmış diyelim. Bu 150 Rum’u
hakikaten Yunan istihbaratı geliyor, 1990’ların sonunda alıyorlar bu çocukları
Atina’ya götürüyorlar, Avusturya’ya götürmüşler, eğitmişler. Neden çünkü
Yunan milliyetçileri de bizimkilerden daha az garip değil. Her yerde böyle
enteresan tipler var. Ama garip olan şu, Pontus’ta 1,5 milyon Rum varken
1920’lerde kurulamayan Pontus Devleti’nin 150 tane Rum’dan dönme ile
kurulacağını düşünmek patolojik. Karadeniz’in dağlık yörelerinde yaşayan
bir grup olduğunu haber alan antropolog arkadaşlarımız hevesle gitmişlerdi
o köylere. Dilleri artık ne Rumca’ya ne Lazca’ya, ne Türkçe’ye benziyormuş.
Yepyeni bir dile dönüşmüş. Orada böyle izole şekilde yaşayan birkaç köyün
toplanıp bir Pontus Devleti kuracağını düşünmek gerçekten hastalıklı bir
duruma işaret ediyor. Yoksa tarihin bir döneminde Pontusla ilgili bazı hayaller
olduğunu bilmek, bunların üzerine konuşmak değil. Gerçekten de vardı
böyle düşünceler. Kurmaya da çalıştılar. Ama olmadı. O geçti, o tarihin bir
döneminde kaldı. Sevr yalan değildi, yanlış değildi. Hakikaten böyle planlar
vardı. Hakikaten de Damat Ferit Paşa gitti Sevr’e. O imzalamadı gerçi onun
ekibi imza koydu, tam 433 tane maddesi vardı Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili.
Hakikaten bir parçayı Ermenilere verdiler, bir parçayı Kürtlere verdiler ama
imzacı devletler bile bu anlaşmayı meclislerinde onaylatamadılar. Meclis-i
Mebusan kapandığı için zaten Osmanlı onaylamadı. Ankara hiçbir zaman
onaylamadı. Amerika başından beri karşı çıktı onaylamadı. Yani o dönemde
bile bir sürü tartışmalara neden olmuştu. Yani tarihsellik diye bir boyut
60
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
olması gerekirken Türk milli kimliğinin problemi tarihin belli bir döneminde
olan şeyi aynen alıyor, hiçbir şeyi değişmemiş gibi, koşullar aynıymış gibi
alıyor ‘kes-yapıştır’ yapıyor. Hatta şöyle kahvehane muhabbetleri vardır,
bilirsiniz, “Ooo İngilizler öyle on senelik değil yüz senelik planlar yaparlar…”
Doğrudur hakikaten 100 senelik plan yapıyordur belki 200 senelik. Ama o
plan, aynı plan değil yani biraz daha farklı bir plan yapıyor İngiliz İstihbaratı
şimdi. Amerikan İstihbaratı o günkü gözlükle bakmıyor bugün. Bambaşka
bir paradigmayla bakıyor. Bu belki daha tehlikeli, daha kötü bir sonuca
götürecektir bizi, doğrudur, ama aynısı değil. Burada benim hep bu korkunç
konuşmamda, öyle diyeyim, aldım başımı gidiyorum oldu, birçok bağlantıyı
belki çok net kuramadım ama, belki tartışırken sorularınız üzerine kurarım.
Problematik olan şey, geçmişteki o şanlı dönemi alıp onu bir gelecek tahayyülü
haline getirmekte ve o şanlı geçmiş ile muhayyel şanlı gelecek arasındaki
durumu, çöküntü alanını korkunç bir travma alanı olarak algılamakta
yatıyor. Sürekli şikayet, sürekli yakınma ve öfke içerisine giriyor oluşumuz
sorunlu. Halbuki bütün ulusların, bütün imparatorlukların tarihi böyle
gelişmiştir. Yani Roma İmparatorluğu da yok, Britanya İmparatorluğu da yok,
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da yok ortada. Geçenlerde bir gazetede
yapılan tartışmada, gerçi kötü bir noktaya vardı ama, Ömer Taşpınar mealen
diyordu ki: “Amerika bile gerçek bir emperyalist ülke gibi davranamıyor.
Çünkü kamuoyuna karşı hesap vermek zorunda kalıyor”. Kimse o eski şanlı
günlerini yaşayamıyor. Şimdi Türk kimliği bu geçmiş şanlı döneminin tarihe
gömülmesinin suçlusunu bulursa, sanıyor ki gelecekte onun öyle olmasını
engelleyen suçluyu da bulacak. Halbuki suçlular bir değil artık. Hepimiz,
herkes suçlu artık. Suçsuz kimse yok. Biz geleceğimizi kurarken artık daha
çok şeyi göz önüne almak zorundayız. Çünkü globalleşen bir dünyada daha
karmaşık ilişkiler içerisindeyiz ve daha öngörülmez bir dünyadayız. Keşke
Sevr modeli, keşke Pontus modeli keşke, Haçlı Siyonist komplosu denilen
şeyleri alıp da bir model olarak önümüze koysak da orada başımıza gelen
felaketlerin derslerini bulsak da felaketleri önleyebilsek! Maalesef mümkün
değil. Bence Türk milliyetçi, muhafazakar ve İslamcı kesiminin kafasında 19.
yüzyılın sonunda Batı’nın ‘Doğu Sorunu” diye tanımladığı sorunun tekrar
ortaya çıktığı şeklinde bir yanılsama var. Amerika’nın Büyük Orta Doğu
61
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Projesi bazı çevrelerde, geçmişte atamadığımız adımları şimdi atabileceğimiz
şeklinde bir yanılsama yarattı. Bir çeşit rövanş alma fırsatı olarak görülüyor
bu içinde bulunduğumuz kargaşa dönemi.
Sonuçta öyle bir noktaya vardık ki, sıkı AB yanlısı bilinen TESEV bile
“Avrupa’da Kant’ı Aramak” diye rapor yayınladı. İma ettiği şey, AB’nin ahlaki
açıdan zaaf içerisinde olduğu, çifte standartlı davrandığı. Kant biliyorsunuz
Ahlak Teorisinin kurucusudur ve benim de çok önem verdiğim bir düşünürdür.
“Avrupa’da Kant’ı Aramak” diye başlık attığınız zaman umudunuzu kesmişsiniz
demektir. Bunun altında Batı’yı bir bütün olarak görmek yanılgısı yatıyor. Batı
TESEV’in de, solcunun da sağcının da, İslamcının da gözünde monoblok bir
yapı. Halbuki Batı çok çeşitli aslında, çok farklılaşmış ve dinamik. Mesela AB
örneğini alırsanız, AB içinde bir entelektüel tartışma yürüyor. Eleştiriler var.
Vatandaşlık tanımıyla ilgili, çok kültürlülük ile ilgili, demokratikleşme ile ilgili.
Mesela çok kültürlülük projesinin bir kurtuluş projesi olmadığı konuşulmaya
başladı. Çok kültürlülüğün tersinden ürettiği ırkçılığı ürettiği tartışılmaya
başladı. Ama biz bunların hepsine çok yabancıyız. Sadece devlet düzeyinde
veya yönetsel organlar düzeyinde bakıyoruz Avrupa ile ilişkimize.
Bu arada Doğu ile ilişkilerimize tekrar dönmeye herhalde gerek yok, Recep
Tayyip Erdoğan hükümeti belki ona biraz yeni bir içerik kazandırmaya çalıştı
ama benim kafamda bile hakikaten Arap imgesi hala çok bulanıktır. İtiraf
ediyorum. Bu kadar kafa yorarım, tarihsellik içerisinde de bakmışımdır konuya
ama hala gerçekten mesafeliyimdir. Oradan o ilişkilerin bize ne katacağını hala
çok net kurgulayamam kafamda. Ama hiç bir zaman da tabi ‘Arap’ın yalellisi’,
‘Arap yağı bol bulunca orasına burasına sürermiş” türü laflar etmem. Yani en
azından bu noktadayım ama böyle bir terminolojinin, bir retoriğin sol gruplar
arasında da Kemalist gruplar arasında da çok yaygın olduğunu biliyorum.
Çok utanç verici bir yanımızdır bizim bu. Ünlü şarkıcımız Tarkan’a Ortadoğu
ülkelerinden biri ödül vermeye kalkmış, ben Ortadoğulu değilim demişti. Bir
İslamcı şair çıkmıştı İslamiyet’in çöl bedevisi Araplara değil, Türklere daha
çok yakıştığını söylemişti, yani hepimizin böyle içinde hortlamaya hazır bir
62
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
şey vardır, Araplarla ilişkili bir hassas nokta, bir mesafe vardır.
Fakat yine de sonuçta orayla ilişkilerde bu dediğim gibi Ak Parti hükümetinin
yarattığı yeni etkileşim alanını çok olumlu buluyorum. Doğu Konferansı
kapsamında Orta Doğu ülkelerine yapılan seyahatler çok olumlu şeylerdir,
ama dünyanın diğer kısımlarını çok tanımıyoruz ve kaale de almıyoruz. Afrika
diye bir kavram örneğin bizim kafamızda yok. Afrika bizim için boş küme.
Yani dünyanın pek çok topluluğu için öyle, onu da kabul etmek gerekir. Bir
Darfur olayı bizim henüz gündemimize girmedi bile, yani orada olanlar ki
vahşetin dik alası yaşanıyor, soykırım denilecek düzeyde bir katliam yaşanıyor,
girmedi. Onun dışında Latin Amerika yeni yeni belki sevmeye başladığımız
bir coğrafya. Oradaki solcu hükümetler sayesinde.
Komploculukla bitirmek istiyorum yani bu komploya bu kadar yatkın olmanın
nedenleri üzerine bir parça düşündüm. Yani bunun psikolojik, sosyolojik,
tarihsel açıklamaları var gerçekten ama sonuçta hep bir anlamlandırma çabası
yapılan, bilgiden uzaklaştıkça insan yaptığı anlamlandırmalar böyle garip
şekillerde oluyor. Onun için bunu da çözmenin ve bu zihniyet durumundan
çıkmanın yollarını aramak gerektiğini düşünüyorum. Onu da daha çok
bilgilenmekte, daha çok tarih okumakta, daha çok dünyaya açılmakta
görüyorum. Bu bağlamda globalleşmenin faydası olduğunu düşünüyorum.
Yani komplocu düşünce tarzımızın bir çeşit mutasyona uğrayacağını
umuyorum. Dünya ile daha çok buluştukça, zenofobik yanımızın bir noktada
kırılacağını düşünüyorum. Ama herhalde daha çok konuşmamız gerekiyor
bu yanımızın üzerinde. Şimdilik burada bırakayım. Siz sorularla belki daha
somutlaştırmamı sağlarsınız.
KATILIMCI : Avukat Ömer Çırpan.
AYŞE HÜR : Memnun oldum.
AV. ÖMER ÇIRPAN : Ya şimdi, siz konuşmacısınız, ben burada dinleyiciyim.
Ben de karşı bir tebliğ sunmak isterdim size ama.
63
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
AYŞE HÜR : Sunun.
AV. ÖMER ÇIRPAN : Bir kaç tane temel noktayı söylemek istiyorum
katılmadığım özellikle. Birincisi Kurtuluş Savaşını biz emperyalistlere
karşı verdik. Bu belki İngilizler, Fransızlar cephede karşımızda yoktu, ama
onların uşaklığını yapanlar vardı. Tıpkı Çanakkale Savaşında biz İngiliz,
Fransız zırhlılarını biz deniz altında batırırken Anzaklarla, Hintlilerle,
Kuzey Afrika’dan getirilenlerle savaştığımız gibi, karşımıza da Yunanlıları,
Ermenileri koymuşlardı. Ama asıl güç onların arkasındaki İngiltere,
Fransa, Amerika, Birleşik Devletleri idi. Birincisi bu. İkincisi. Sevr’de bir
paranoyadan bahsettiniz. Gerçekten sömürgelerine gitmek, o yolu güvenli
bir halde tutmak, herhangi bir problem yaşamamak olsaydı; kendilerine
zaten kul köle olan, kukla hükümet olmaya hazır olan Vahdettin’e, Damat
Ferit’e bırakırlardı, tek kişiyle uğraşırlardı. İstedikleri gibi de geçer giderlerdi
Anadolu’dan. İstedikleri gibi kullanırlardı. Ama Sevr Anlaşmasıyla sizinde
söylediğiniz gibi sekize böldüler. Arasında ciddi bir fark var yani. Sekiz
kişi farklı insanla uğraşmak zorunda bıraktılar kendilerini. Bu Kurtuluş
Savaşı ile ilgili önemli olarak söyleyeceğim nokta buydu. Ha bunu bir de
ben söylemiyorum. Yani siz Kurtuluş Savaşınızda sömürü düzenine karşı,
emperyalistlere karşı mücadele verdiniz, biz de bunu örnek aldık diyen
insanlar var, devletler var. İşte Hindistan’da Bugandi oldu, Yugoslavya’da sizin
bağımsızlık mücadeleniz bizim örneğimizdir, bizim başlangıç noktamızdır
diyen Tito oldu, Kuzey Afrika’da her ne kadar o anki yönetim Fransızların
yanında yer alsa da Cezayir’deki ayaklanmada örnek aldıkları, emperyalizme
karşı verilen mücadelede örnek aldıkları ülke Türkiye Cumhuriyetiydi.
Atatürk’ün, Mustafa Kemal’in vermiş olduğu mücadeleydi. Bir şu paranoya
yaklaşımına geleceğim. Ben hani paranoya dediğim zaman maddi gerçeklerle
hayal ürünü olan bazı şeyleri birbirine karıştırmamak gerektiğine inanıyorum.
Şimdi hep çevik kuvvet gelip Türkiye’ye konuşlandığı zaman, birileri kalkıp
işte orada bak Kürt Devleti kuracaklar dikkat edin buna dedikleri zaman
birileri de kalkıp bu paranoyadır dedi. Ama aradan zaman geçti ve gördük ki
hakikaten orada adı konmamış olsa bile ki adı da kondu bence, orada bir Kürt
Devleti kuruldu. Bugün Diyarbakır’da veya işte Türkiye’nin güneyindeki bir
takım topraklarda hak iddia edebilecek cürette olan bir Kürt Devleti kuruldu.
64
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Devamında şunu söylemeye çalışıyorum, işte dediniz Urfa’daki Yahudilerin
aldığı topraklar bu çok da farklı değil. kendilerine tampon bölge oluşturmaya
çalışıyorlar veya tarihteki kimlikleri veya bir takım ideallerinin çok da önemi
yok. İran’la aralarında bir tampon bölgeyi çalıştırıyorlar. Belki Kuzey Irak’taki
yaklaşımlarını da o bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Tapu kayıtlarını
incelemek gerekiyor. Tapu kayıtlarını incelerseniz,
AYŞE HÜR : İncelediniz mi siz?
AV. ÖMER ÇIRPAN : İnceledim, onun için
AYŞE HÜR : Gördünüz mü, buldunuz mu?
AV. ÖMER ÇIRPAN : Evet, evet var. Yani bire bir gidip İsrail vatandaşı birisi
almamış olabilir. Yani burada Masonik örgütler olabilir, Siyonizmin uzantıları
olabilir, isimlerin derinlemesine indiğiniz zaman ilişkiler bire bir ortaya
çıkıyor. Veya daha ötesini söyleyeyim, insanlara işte Didim’de İngilizlerin
kurmuş oldukları emlakçiler, satış yapan emlakçiler Türklerden fazla, hatta
orada öyle siteler var ki; kapılarında “Türkler Giremez” ibaresi yazıyor
dediğiniz zaman insanlar böyle şaşırabiliyorlar ama gidip kendi gözünüzle
gördüğünüz zaman bunun paranoya olmadığını, gerçek olduğunu maddi bir
gerçek olduğunu da görebiliyorsunuz.
AYŞE HÜR : Ben lafınızı balla keserek, başkalarının da sormak isteyeceğini
düşünerek şöyle mi anlayayım: Bazı şeyler bir paranoya değildir diyorsunuz
ve bunlara dair örnekler veriyorsunuz. Ama ilk temel itirazınız Kurtuluş
Savaşı ile ilgiliydi, bir başka itirazınız daha varsa başlık olarak söyleyin hepsine
birden cevap vermeye çalışayım.
AV. ÖMER ÇIRPAN : Yani, temel olarak pek çok aykırı düşüncem var ama
sizin görüşlerinize de saygı duyuyorum,
AYŞE HÜR : Rica ederim, tartışalım diye buradayız.
AV. ÖMER ÇIRPAN : Bunlarda sizin görüşleriniz. Sadece başlangıç olarak
birkaç tane şeyi söylemeye çalıştım, çok da vakit almak istemiyorum.
Teşekkür ederim.
65
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
AYŞE HÜR : Rica ederim. Şimdi anti-emperyalist bir savaş mıydı meselesine
gelirsek, anti-emperyalist savaş demek için, önce bu savaş nasıl başladı,
savaşan taraflar kimlerdi diye bakmamız lazım değil mi? Nasıl girdik biz
savaşa, ne oldu da Sevr Anlaşması’nın nesnesi olduk? Bir kere bir tarafta
Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu
var. Karşı tarafta da Fransa, Britanya İmparatorluğu ve Rusya Çarlığı. Şimdi
gördüğümüz kadarıyla her iki tarafta da emperyal güçler konuşlanmış. Yani
bir taraf emperyal öteki mazlum ülke değil. Peki savaşa nasıl girdik? Bizim
İttihat Terakki Fırkamızın akıl hocası üç tane adam, hadi Cemal Paşayı
biraz kenarda tutalım, Talat Paşa ve Enver Paşa dünyada birileri bir şeyleri
paylaşıyorlar biz niye bundan yararlanmayalım dediler. Bu hikayeyi uzun
uzun anlatmama bilmiyorum gerek var mı? Ama önce gittiler İngilizlerle
görüştüler, olmadı çünkü İngilizler o sırada İttihat Terakki’nin niyetine
güvenmiyorlardı. Bunun çok uzundur hikayesi. 1876 Bulgar olaylarından
gelen bir antipati vardır Osmanlı’ya karşı. Ortada monoblok bir İngiliz tavrı
yoktur özetle Osmanlıya karşı. Fakat sonuçta şöyle bir noktaya varmışlardır.
Bunların böyle devrim mevrim yapmaya niyetleri yok biz bunları çok gördük
demişlerdir. Hakikaten Jön Türkler falan İngiltere’ye gitmişlerdir. Bütün ne
yapmak istiyorsun dedikleri zaman, adamların hep yapmak istediği Osmanlı
İmparatorluğunu ihya etmektir, İngiliz zihniyeti içerisinde bunda böyle
devrimci bir yan görmemiştir ve İttihat ve Terakki’ye de geldiği zaman
ona da öyle fazla aman ne halleri varsa görsünler, artık kendi başlarının
çaresine baksın derler. İttihat Terakkiciler Fransa’ya giderler, Fransa’dan
da bunlara nişan takarak gönderirler. Rusya’ya giderler. Enver Paşa askeri
yardım uğruna Sakız Adasını vermeyi vaat eder. Çar Nikola’nın savaşa karşı
bir tutumu vardır, içe kapanmacı biri olarak bu teklife sıcak bakmaz. Bu
arada Kayzer II. Wilhelm çok heveslidir Pan-Germana oluşturmaya. İslamı
kullanarak Orta-Doğu’ya, hatta Afrika ve Asya içlerine kadar Alman etki
alanını yaymayı hayal etmektedir. İngilizlerin nasıl Mısır’ı varsa benim de bir
Osmanlı İmparatorluğum olsun der ve böyle bir ilişki içerisinde biz savaşa
gireriz. Vakit almamak için anlatmıyorum, Goben ve Breslau zırhlılarının
nasıl alelacele donatılıp Karadeniz’e gönderildiğini, o sırada Almanya’dan
gelen 5 milyon Mark’ın Romanya ve Bulgaristan üzerinden gelmesini nasıl
66
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
dört gözle beklediklerini hatırlamak yeterli. Yani ortada, emperyalist bir
paylaşım savaşından nemalanmaya çalışan bir zihniyet vardır. Ama yanlış ata
oynamıştır. Almanlar maalesef sandıkları kadar güçlü çıkmamıştır, Bulgarlar
cepheden erken çekildikleri için Enver Paşa da orduların büyük bir kısmını
Turan İmparatorluğu kuracağım diye Irak Cephesinden Kafkasya’ya, Bakû’ye
kaydırdığından savaşı kaybetmişizdir biz. Her kaybedenin başına gelen
bizim başımıza gelmiştir. Yani bunda şaşılacak bir şey yoktur. O dönemde
Trianon Anlaşması ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da parçalara
bölünmüştür. O günden sonra Macaristan bir daha hiç ihya olmamıştır.
Ama bu kaçınılmazdır. İmparatorluklar bölünmeye mahkumdur. Yani buna
dair onlarca teori vardır. Wallerstein’a göre öyle bir sınır, bir imparatorluk
ordusunun bir mevsim içinde gidip de dönebileceği bir büyüklükten daha
fazlasını kontrol edemez, parçalanır. Osmanlı İmparatorluğu da parçalanma
sınırlarına gelmiş bir büyüklükteydi, o geniş toprakları yönetemez haldeydi,
pek çok bölgede asayiş sorunları vardı, yolsuzluklar vardı, ekonomik anlamda
zaaf içindeydi, artı milliyetçilik diye bir şey zuhur etmişti. Böyle bir ortamda
bir de savaşa girdi. Eh geçmiş olsun.
KATILIMCI : …
AYŞE HÜR : Kimden aldınız Anadolu’yu? Heredot’un Yedinci Kitabı’nı açın,
M.Ö. 5. yüzyıl yazarıdır, orada Ermenilerin Anadolu’ya nasıl geldiklerinden
bahseder. Siz öyle bir tarif ettiniz ki Ermeniler uzaydan gelmiş yabancılar orada
bir şeyler yapmaya çalışıyor. Tarihsellikten hiç kopmamak lazım. Ermenilerle
çatışmamızın arka planı dediğimiz gibi tehcirdir, tehcirin arka planı Ermeni ve
Türk milliyetçiliğidir, bunları birbirinden koparak, ayırarak yorumlayamayız.
Bir şey daha söylediniz, paranoya diye tarif ettiğimi bazı şeyleri ve bunun
aslında paranoya olmadığını görmemiz gerektiğini söylediniz ve Kuzey Irak
örneğini verdiniz, değil mi yanlış hatırlamıyorsam.
KATILIMCI : Evet
AYŞE HÜR : Şimdi Ömer Bey şöyle düşünün Türk milliyetçiliği ne kadar
meşru ise, yani bir meşruiyeti varsa, Ermeni milliyetçiliği de, Rum milliyetçiliği
de, Arap milliyetçiliği de, Kürt milliyetçiliği de aynı meşruiyete sahiptir.
67
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
KATILIMCILAR : Ama bizden kimsenin toprak talebi yok…
AYŞE HÜR : Var var bizim de var Kerkük’e Musul’a gitmek isteyenler var,
Hayır hayır, ben de anladım gerginlik yaratmak istemediğinizi, tamam yani
cevap vermeyeyim mi? Tabii ki, ama ben yine bu noktada bir şey söylemek
ihtiyacı hissediyorum. Çok haklısınız, lütfen hatta gelin burada konuşun
diyeceğim.
KATILIMCI : Estağfurullah ben konuşmacı değilim, ben bugün
dinleyiciyim.
AYŞE HÜR : Tamam oldu. Ama ben şunu çok iyi anladım benim burada
bir hegomonik bir duruşum var, sizden yüksekte oturuyorum, mikrofonum
var. Kadir-i Mutlak her şeyi bilen biri gibi duruyorum ama sadece tesadüfen
buraya oturmuş bir insanım. Ben de sizin orada oturup size böyle bir cevap
verebilirdim. Sizi çok iyi anlıyorum, aslında. O kadar iyi anlıyorum ki. Ama
bu ne biliyor musunuz, tarih dışı bakıştan kaynaklanıyor. Yani olayları tarihsel
bağlamından kopardığınız zaman birden anlamsız geliyor. O Kuzey Irak’ta olan
şey düşmanca gibi geliyor. Halbuki onun içinden baktığın zaman, o diyor ki;
“Benim bu en doğal hakkım. Ben bir türlü ulus devletimi kuramadım” diyor.
Ben bunu garip karşıladığımı birçok yerde söylüyorum. Hatta bir yerde laf
ettim, Kürtlerin ulus-devletlerini kurmaları, adeta Freudyen bir takıntı dedim,
epey kızdılar bana. Hatta yanımda oturan Tanıl Bora kulağıma eğilip, o söz çok
ağır kaçtı demişti. Yani demem odur ki, benim milliyetçiliğin hiç bir türünü
desteklemem, olumlamam mümkün değil. Ben bir toplumun kölelikten
ulus-devlete kadar her aşamayı ille yaşaması gerektiğine inanmıyordum.
Ulusçuluk Kürtler açısından mutlaka yaşanması gereken bir evre. Diyorlar
ki; “Ben ulus devleti mutlaka kurmalıyım, geç kalmış da olsam kurmalıyım,
büyük devletler bana ihanet etti, Mustafa Kemal sözünü tutmadı, sonunda
bir tek ben kuramadım.” diyor. Bilmem buna katılır mısınız? Hakikaten de
bir tek Kürtler ulus-devletlerini kuramamışlardır. Şimdi içinde bulundukları
duygu durumu, ulus-devletlerini kurmak ihtiyacı ve zorunluluğu içerisinde
olmalarını uluslararası komplo olarak değerlendirmek doğru mu? Bir halkın
80-90 yıllık mücadelesi ve saplantısı diyelim. Onun bir sonucu, bunu illa bir
komplo olarak açıklamanız anlamsız. Komplo olsaydı şimdiye kadar çoktan
68
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
kurulurdu.
KATILIMCI : Aslında komplo olduğu için kurulamıyor. Çünkü …
AYŞE HÜR : Birileri engelleyenler mi diyorsunuz?
KATILIMCI : Yugoslavya örneğini düşünün …
AYŞE HÜR : Komplodan kastınızı tabi biraz açarsınız daha iyi
açıklayabilirim.
KATILIMCI : …
AYŞE HÜR : Hanımefendi ‘kışkırtma’ veya ‘oyun’ lafları, özür dileyerek,
affınıza sığınarak söylüyorum, son derece oryantalist bir yaklaşım. Yani şunu
kastediyorsunuz: O toplulukların kendi iç dinamikleri yoktur, kendi öz algıları
yoktur, kendi tarihleri yoktur, kendi talepleri yoktur. Onlar ancak birileri
dürterse, kışkırtırsa, akıllarına iş sokarsa talepte bulunurlar, ayaklanırlar…
Ama bakın, aynı Türk kimliği nasıl kendini bir Türk ulus devleti içerisinde
var etmek için mücadele verdiyse ben onu anti-emperyalist değildi dedim,
ama sonuçta bir mücadeledir. Çok ciddi bir siyasi mücadeledir. Kongreler
açısından bakarsınız, siyasi hareketlerin tasfiyesi açısından bakarsanız çok
ciddi bir mücadeledir. Ama anti-emperyalist, savaş yanı zayıftır. Açın Kazım
Özalp’in anılarını, bilir misiniz Kazım Özalp kimdir? Ege Bölgesindeki
Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerini örgütleyen adam, veya Hacı Muhittin Çarıklı,
İttihat Terakki’nin Ege Katib-i Mesullerindendir, onların anılarını okuyun.
İngilizlerle paslaşa paslaşa yürütmüşlerdir bu mücadeleyi, ilişkiler gayet
yumuşaktır. Rumlarla çatışmışlardır. Onu da bilmiyoruz, onun da belgesi
yoktur, yani şu kadar asker öldü, şu kadar yaralı vardı gibi. Bütün Kurtuluş
Savaşında kaç şehit verildiğini biliyor musunuz? 9.000 diyor Genel Kurmay
rakamları. Buraya nerden geldim? Hatırladım, Türkler nasıl ulusal mücadele
verdiyse, Kürtler de vermiştir diyecektim. Ama biri başarılı olmuştur, diğeri
olamamıştır. Onun sancısını yaşıyoruz şimdi.
KATILIMCI : ….
AYŞE HÜR : Yok, ama ben hanımefendin ‘Kaşınma’ lafına da değinmek
istiyorum. Milliyetçiliği biz hep, Pandora’nın Kutusu gibi görüyoruz. Bir kere
69
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
açıldı mı, sonsuz kötülükler gelir arkasından diye bakıyoruz. Ben de buna
yürekten katılıyorum. Benim kafamdaki çözüm hiç bir zaman küçük küçük
ulus devletler kurulması değil. Çünkü bunun sonu feodal beyliklere kadar
gider. Oradan da mahallelere kadar bölünmek gerekebilir. Ben kozmopolit
dünya vatandaşlığından yana biriyim ve hakikaten hiç etnik, milli, dinsel
kimlikler üzerine kurgulanmış bir dünya tasarlamıyorum. Amma velakin,
bizim bunu yok saymamızla, kötü bir şey diye tanımlamamızla iş hallolmuyor.
Milliyetçilik çok güçlü bir damar ve kökleri 17. yy’ın sonlarına kadar falan
götürülür. Balkanlar, Herder diye bir Alman filozofunun tanımladığı romantik
milliyetçilik akımının yeşerdiği bir alandır. Sırplarda 1800’lerde başlamıştır,
çok ciddi olarak Osmanlıya karşı tutum. Yunan milliyetçiliği biliyorsunuz
devletini 1830’larda kurmuştur. Arnavutlar geç kalanlardır, Bulgarlar geç
kalanlardır. Amma velakin Balkanlar milliyetçilik duyguları açısından son
derece mümbit bir coğrafyadır ve sizin tabirinizle kaşımaya falan gerek
yoktur. Kendi doğası itibariyle çok zaten canlıdır bu duygular. Tito tersine bir
şey yapmaya çalışmıştır, benim kozmopolitan vatandaşlık dediğim o kavramı
uygulamaya çalışmıştır ve fakat Tito’nun ölümünden hemen sonra Yugoslavya
dağılmıştır. Yani ben bu terminolojiyi kullanmayı yanlış buluyorum.
KATILIMCI: Ben çok kısa konuşacağım, Akif Kurtuluş ismim. Şimdi burada
yani hassas bölgelerde gezinen bir sunum yaptınız. Bir kere bizim doğrusu
isterseniz bu üçüncü parti felsefe kulübünün bu üçüncü etap seminerleri de
böyle hassas konular üzerinden gidecek. Ben bundan çok sevinç duyduğumu
söylemeliyim. Ama bu salondaki tartışma üslubuna dair bir iki cümle etmek
istiyorum. Şimdi burada sizin sunumunuza katılıyor olmak, huşuu içinde
katılıyor olmak ile sizin bu sunumunuza katılmamak bir başka kimlik ifadesi
olsun istemem. Çünkü biz bir kere sizin, ben kendi payıma sizin çalışmalarınıza
vakıf birisiyim. Sizin terminolojinizi biliyorum, sizi okuyan birisiyim. Ama
burada oturduğumuz yerden sizin bir fikrinize katılmadığımızı söylemek
şüphesiz hakkımız ama bunu da iyi niyetle kullanalım ve bunu böyle bir lüks
içinde olmaya dair bir teklifte bulunmak istiyorum. Katılıp katılmamaktan
öte sizin sunumunuzda açmanızı istediğimiz sorular var ise onun üzerinde
duralım. Yoksa kimse burada size katılmak veya katılmamak değil, değer
bulup bulmamak, sizden faydalanıp faydalanmamak için burada. Bu da tabii
70
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
ki size dair bir şey değil, salonda biz konuklarımıza, meslektaşlarıma ve
yurttaşlara bunu söylüyorum. Çok teşekkür ederim.
AYŞE HÜR : Efendim, çok şövalyece bir şey olarak görüyorum tutumunuzu
ama hakikaten ben şu ana kadar hiç rahatsız olmadığım gibi tam konuyu
açma fırsatı veren katkılar diye düşündüm. Bir de çok özür dilerim, ben kötü
bir sunum yaptığımı düşünüyorum. Çünkü yazarken insan hakikaten daha
kontrol edebiliyor düşünce akışını. Ben çok da tecrübesiz bir insanım böyle
geniş kitleler karşısında hele sizin gibi seçkin bir kitle karşısında neredeyse ilk
kez neredeyse konuşuyorum. Bir insicam olmamış olabilir. Fakat umuyordum
ki siz sorularınızla bana kapalı kalan yerleri açma fırsatı verirsiniz. Şu ana
kadar da ben son derece güzel gidiyor diye düşündüm, merak etmeyin yani
hiç taciz olmadım, çok mutlu oldum aksine. Buyurun efendim?
KATILIMCI : Soru sormak taciz midir?
AYŞE HÜR : Yok yok espri olarak söylüyor. Lütfen beni ‘taciz’ ediniz.
KATILIMCI : Kendim ufak tefeğim ama sesim geliyor herhalde.
AYŞE HÜR : Evet efendim.
KATILIMCI : Geliyor. Gerçi konumuzla direkt ilgisi yok ama konuşmaya
başlarken, darbe arifesi dediniz. Bu ne demek? Darbe arifesi diye bir şey olur
mu?
AYŞE HÜR : Dün geceden söz ettim, Genelkurmay’ın açıklamasından…
KATILIMCI : Hayır ama darbe böyle açık açık gelmez. Hayır hayır açık açık
gelmez darbe. Bir gece ansızın geliverir.
AYŞE HÜR : Şimdi efendim ben Türkiye’nin en önemli sorunun bu
otoriterlik, demokratiklik ilişiğinde yattığını düşünüyorum. Ben Türkiye’nin
sürekli bir darbe arifesinde yaşadığını düşünen bir insanım, öyle diyeyim
size. Ordunun rolü, konumu, müdahil olma biçimi, orduya duyulan sempati,
onun kökleri açısından.
KATILIMCI : Tamam, anlıyorum. Fazla vaktinizi almayayım diye devam
ediyorum. Bir de dediniz ki ordu siyasete niye katıldı, ordu siyasete müdahale
71
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
etmedi koruması gereken kavramlar için tavrını koydu. Herhalde burada
anlaşıyoruz.
AYŞE HÜR : Yok anlaşmıyoruz.
KATILIMCI : Anlaşmıyor muyuz? Anlaşmayı ümit ederdim.
AYŞE HÜR : Anlaşmıyoruz. Şimdi efendim şöyle söyleyelim. Sizin şu
sorunuz bana bir şeyi hatırlattı. Sürekli cumhuriyetin kuruluş felsefesi diye
bir tabir kullanılıyor ya. Nedir diyorum bu cumhuriyetin kuruluş felsefesi?
Diyorlar ki Cumhuriyetimiz demokratik, laik, hukuk, sosyal hukuk devletidir.
Peki diyorum ne zaman mesela ne zaman demokratik olmuş diyorum
cumhuriyet? Kuruluşunda mı demokratik olmuş diyorum. Kem küm
ediyorlar. Ama diyorlar mesela 1925’te diyorlar Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası diye bir şey kurdu Mustafa Kemal. Bunu geçenlerde bir tarih
profesörü konuşmasında söylüyor. Bilir misiniz o dönemini cumhuriyetin
bilmiyorum hani ona göre biraz daha açımlayarak konuşmam lazım belki.
Halbuki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası denilen oluşum, Mustafa
Kemal’e muhalefet eden bir grup paşanın kurduğu bir parti. Yani birileri
başlarını kaldırmaya cesaret etti. Ama hemen ardından Şeyh Sait isyanıyla
ilişkilendirildiler ve derhal kapatıldılar. Ondan sonra 1926’da İzmir Suikasti
diye bir komplo ki tam bizim komplo teorilerinin hasıdır, Kazım Karabekir’i,
Rauf Orbay’ı, İttihat Terakki’den Milli Mücadele’ye aktarılan kadroların
çoğu asılmış, hapse atılmış, siyasi hayatları sonlandırılmıştır. Peki nerede
şimdi demokrasi? Bu sefer Cumhuriyetçi Serbest Fırka deneyimi vardı derler.
1930’da Mustafa Kemal’e bir Avusturyalı gazeteci sorar “ Avrupa’da siyaset
çoğullaşıyor siz niye yapmıyorsunuz” mealinde sorular sorar. Mustafa Kemal
hemen gelir Fethi Okyar’ı çağırtır ki kendisi Şeyh Sait İsyanı’na yeterince
sert tepki göstermediği için eleştirilerek hükümetten düşürülmüştür, o
sırada Paris büyükelçisidir. Fethi Okyar’a der ki Mustafa Kemal, “hemen bir
parti kuruyoruz”. Ege Bölgesi’nde mitingler falan filan derken, ne oluyor der
Mustafa Kemal. Onu da hemen derdest kapatırlar. Üç ay sürer ömrü. Ondan
sonra da 1946’ya kadar biliyorsunuz ikinci bir partimiz olmamıştır. İstiklal
Mahkemelerini unutmamak lazım. Değil mi? Binlerce kişinin vatana ihanet
başlığı altında suçlandığı, yargılandığı, mahkum edildiğini unutmamak lazım.
72
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Onun dışında gizli açık baskıları hiç unutmamak lazım. 1935’e kadar Mustafa
Kemal bütün milletvekillerini bizzat seçer. Zaten seçimler iki derecelidir.
Laiklik meselesi ise en problematik alanlarından biridir cumhuriyetin.
Biliyorsunuz, Milli Mücadele sırasında Osmanlı laikliğinden geri adım
atılarak, Kürtler, Çerkezler, Lazlar gibi Türk olmayan unsurların Türklerle
birliği için İslam dini sonuna kadar kullanılmıştı. Mesela, Aralık 1919’da
Ankara’ya gelen Mustafa Kemal’i karşılayan Seymen Alayı’nda özel
giysileri ve ayinleriyle Nakşibendiler, Sadiler, Rifailer, Kadiriler, Mevleviler,
Bayramiler ve Bektaşiler bulunuyordu. İlk mecliste tek gayri Müslim üye
yoktu, buna karşılık 403 üyeden 85’i dini eğitim almış kişilerdi. Meclisin
başkanlık kürsüsünün arkasında “birbirinize danışınız” anlamına gelen dinsel
bir yazı vardı. Meclisin ilk yasalardan biri dinsel nedenlerle çıkarılan Men-i
Müskirat yani İçkiyi Yasaklama Kanunu idi. Bugünkü anlamıyla laiklik çok
sonra şekillendi.
Sosyal hukuk devleti meselesini geçiyorum. Sosyal lafı çok yenilerde ortaya
çıkmıştır. Hukuk ise İstiklal Mahkemeleri, Takrir-i Sükun Kanunlarıyla vs.
hiç bir zaman gündeme gelmemişti. Özür dilerim çok vulgarize ederek cevap
veriyorum size. Aslında ayıp ediyorum. Benim başkalarına ettiğim bir söz
vardır: Tarihi talan etmemek lazım derim. Şu anda ben tarihi talan ediyorum,
yani en azından söylem düzeyinde. Ama bana birazcık itimat edersiniz diye
düşünüyorum da böyle kestirmeden söylüyorum. Ama tersini söylerseniz
kendi pozisyonumda ısrarcı olmazdan evvel sizi dinlerim, tartışırım o
konuyu. Şimdi diyorsunuz ki ordu bunları korumak için müdahil olmak
zorunda kaldı. Değil mi?
KATILIMCI : Evet.
AYŞE HÜR : Ne olduğunu ben anlamış değilim gerçekten. Bu ülke maalesef
hanımefendiciğim bizim düşündüğümüz gibi bir insan topluluğunu
barındırmıyor. Bu ülke insanları için din önemli bir bileşen, kimliklerinin
önemli bir parçası. Biz bunu ister kabul edelim, ister etmeyelim. Biz Jakoben
aydınlar olarak dinin kitlelerin afyonu olduğunu düşünelim…
73
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
KATILIMCI : …
AYŞE HÜR : Evet törensellik açısından hele düşünürsek, evet, motifler
evet doğrusunuz, yani törensel anlamda, seremoniler anlamında bizim hiç
hiç düşünemeyeceğimiz kadar önemli. Bu her ülkede böyledir. Mao bile
güya eski düzenin sembolizmini reddetmiştir. Sonra gidip kendi sarayını
eski Çin İmparatorlarının sarayının düzeninde kurmuştur. Kızıl Meydana
bir baktığınız zaman aynı sembolizmi görürsünüz. Zaten hiç bir zaman hiç
bir toplum bir önceki zihniyet kalıplarını, semboller dünyasını birden terk
edemez. Zihinsel örüntüler, hep ilmek ilmek, mutasyona uğraya uğraya
bir öncekinin gelişmesi, değişmesi şeklinde oluşur. Şimdi Mustafa Kemal
Atatürk’ün gelip de din yoktur falan demişliği de yoktur zaten, böyle bir şeyi
de demiş değildir…
KATILIMCI : Din olgusu olduğu gerçek, din olgusu, yani laikliği kabul
etmek zaten dini yadsımak diye bir amacımız da yok. O halde yani dinin var
olması laikliğin olmadığını ya da olmayacağını göstermez.
AYŞE HÜR : Şu andaki fark ne? Müdahaleyi gerektiren size göre durum
neydi?
KATILIMCI : Valla size göre bu anlaşılmıyor mu hanımefendi?
AYŞE HÜR : Valla anlaşılmıyor. Ben hakikaten anlayamadım. Yaşar Büyükanıt
ne görüyor da, oradan gece uykusu kaçıyor da, 23:00’de bildiri yazıyor ben
gerçekten anlamadım.
KATILIMCI : Valla ben de sizin anlayamadığınızı anlayamadım. Özür
dilerim, o zaman.
AYŞE HÜR : Zaten güzelliği burada değil mi? Hayatta hepimiz anlaşsaydık,
aynı şekilde düşünseydik ne tatsız bir dünya olurdu. Tarikatlar hep vardı
bu topraklarda ve bu tarikatlar Osmanlı’da sosyal ilişkiler ağına dahildi.
Yeniçeri Ocağını da kontrol ederdi, gündelik hayatı da. Yani daha etkindiler.
Cumhuriyetin ilk yıllarında da etkindiler. Milli Mücadele’de tarikatlarla
işbirliği yaparak mobilize ettik insanları. Ben açıkçası din dışı bir insanım.
Bunları söylerken, dini grupların içinden konuşmuyorum, onları olduğu gibi
74
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
kabul ederek konuşuyorum.
KATILIMCI : Ben başka bir tarafa, başka bir şey soracağım.
AYŞE HÜR : Başka taraftaysa o zaman ben beyefendiye küçük bir cevap
vereyim.
KATILIMCI : Buyurun, tamam.
AYŞE HÜR : Çok haklısınız yani Mustafa Kemal hakikaten o dönemin lider
kadrosu içerisinde hakikaten çok seçkin, çok özel bir yere sahip. Weber’in
sosyolojisinde karizmatik liderlik vardır ya, hakikaten Mustafa Kemal bu
liderliği hakkıyla karşılayan karizması son derece yüksek bir insan. Ama
yani şimdi sözüm meclisten dışarı, son derece de pragmatist. Siyasi anlamda
da pozitivizmden aldığı güçle, her şeyin doğrusunu bildiğine, bu ülkeyi
kendisinin adam edeceğine inanan bir şahsiyet. Ama iyi ve kötü yanlarıyla
ortaya koyduğu içinde yaşadığımız Türkiye. Yani memnun olduğumuz şeyler
de o dönemden geliyor, olmadığımız şeyler de o dönemden geliyor. Dediğiniz
doğru. Neden ona karşı ciddi bir muhalefet olmamış? Neden karşı koyuşlar
olmamış? Neden sağlıklı biçimde eleştirilmemiş? Bunların cevabını vermek
çok zor. Kazım Karabekir mi dediğiniz gibi alternatif olacaktı ona, Rauf
Orbay mı olacaktı? Onun çapında adam, muhalif yok. Sınıfların olmadığı
bir toplumda, yani siyasetin sınıflar üzerinden yürümediği, aksine devlet gibi
bir üst yapı kurumu içerisinde yürütüldüğü bir toplumda ancak bu olurdu.
Kişisel çatışmalar bazında giderdi ve orada da hakikaten akıllı olan, zeki olan,
donanımlı olan, karizmatik olan, acımasız olan bu mücadeleyi kazanırdı. Yani
bütün hastalıklarımız bence sosyo-ekonomik yapımızdan gelen hastalıklar.
Bu toplumda siyaset sınıflardan bağımsız, Marksist terminoloji anlamında
söylemiyorum bunu. Bir burjuvazi yok öncelikle. Batı’da serbest fikirler
nereden çıkmıştır, kim desteklemiştir onları? Aydın niye bizde eleştirel
değildir? Çünkü tercüme odasından yetişmiştir, memur takımından adamdır
ve maaşını devletten alır. Bu mu eleştirecek devleti? En fazla devleti nasıl
adam ederim diye düşünür. Yoksa düzeni değiştirmek gibi bir hedefi yoktur.
Öyle bir felsefesi yoktur. Felsefe kulübü düzenliyordu değil mi bu toplantıyı?
O zaman bir iki kelam da felsefeden edelim.
75
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
KATILIMCI : ...
AYŞE HÜR : Felsefe yoktur mesela. Osmanlı entelijansiyasını ayakta tutan,
felsefe nedir, devleti nasıl kurtarırız? Hep tabiptir bunlar. Sosyal tabiplerdir,
içtimai tabipler. Yani böyle bir gelenekten geliyoruz, Mustafa Kemal’in
yerinde olsam ne yapardım? Ben daha demokratik olmaya çalışırdım diye
düşünüyorum. Çünkü onu yapacak dehası, yeteneği, donanımı vardı,
karizması da vardı. Evet, çok özür diliyorum, arkadaki genç arkadaşım çok
uzun süredir söz bekliyor.
KATILIMCI : Rica ederim, ben zevkle dinliyorum.
AYŞE HÜR : Buyurun.
KATILIMCI : Ben güncel politikayla ilgili bir şey sormayacağım, çünkü
şey 21. yüzyılda ordunun muhtıra verdiği bir ülkede politikadan konuşmak
bence abes bir şey.
AYŞE HÜR : Vallahi katılıyorum.
KATILIMCI : Onun için bu konuda hiç konuşmayacağım. Sadece utanç
duyuyorum onun için başka bir şey soracağım. Sizin Türk aydınıyla ilgili
yaklaşımınız tarihsel çerçeveye oturturken batı karşısındaki durumuna göre
Türk aydınının, orada ben bizdeki, sizi de bir aydın olarak memnuniyetle
kabul ediyorum.
AYŞE HÜR : Estağfurullah.
KATILIMCI : Ama hep bir şey var orada, ortaya çıkan bir karakteristik
özelliği var bizdeki düşünen insanın, yani bizim karşılaştığımız, okuduğumuz,
dinlediğimiz insanların, çözüm yok. Çok iyi tespitler var, çok akıllıca, çok
birikim, yani bilgi akıyor ama hep bir durum tespiti. Çok zekice durum
tespitleri, ama toplumun önünü açmıyor, aydın odur, topluma yön gösterecek,
maalesef bu bizim aydının en büyük zaafı bu.
AYŞE HÜR : Evet, lafazanızdır, yani lafları çok güzel yaparız.
KATILIMCI : Sizde de bugün gördüğümü hoş görünüze sığınarak belirtmek
durumundayım. Yani, inanılmaz bir bilgi yığını ve çok güzel hani zekice
76
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
yorumlara rağmen, bir türlü o beklenen, ya tamam bunlar yaşandı, böyle oldu,
böyle oldu, şu gitti şu geldi, Serbest Fırka gitti şöyle, da yani ne diyorsunuz.
Ama yani bu aydın meselesi toplumun önünde onu itici güç, onu yöneten,
mesele o, bu bazı ben sizin bazı...
AYŞE HÜR : Bizde yani akademisyenlikle, sizin o tanımladığınız o sivil yani
aktivist arasındaki o bir kopukluk var yani bizde, çok haklısınız aslında.
KATILIMCI : Söylemek istediğim de şey şu aslında iki cümleyle, bu batı
karşısındaki hep bir şeyden söz ettiniz, ayna metaforundan. Bu toplumun
kendisini inşa ederken kendi dinamikleriyle değil de aydını dahil batıya
bakarak, bir şeyden inşaya gittiğini yanlış yada doğru öyle olduğunu
söz ettiniz. Mesela ben hep şeyi düşünmüşümdür, kökenine doğru geri
gitmeye kalkmışımdır, kendi kendime yani bu ne zaman başladı, böyle bir
perspektif, batıya olan böyle bir perspektif aydında ne zaman başladı diye geri
gidiyorsunuz. gittik, gittik işte en son Jön Türkler, biraz daha geri gidiyorsunuz
işte Tanzimat, Mithat Paşalar belki işte hukuk falan, Tanzimat Fermanı, biraz
daha geri geldiğimizde III. Selim civarı belki Nevşehirli Damat İbrahim Paşa
ve matbaanın gelişi oralarda artık şeyi kaybediyorum, bu batıya hayranlığın
izini. O, o günden bugüne gelen bir perspektif, yani bu öyle sabahtan akşama
cumhuriyetle gelen bir şey ya da 30 yıllık 40 yıllık bir şey değil. Necip Fazıl’a
da, başkalarına da o gün gelen o yıllarda gelen bir şey değil. Bir şey olmuş
yani bu bir geç kalma psikolojisi galiba, yani o moderniteyi fark etme, o
zamandan beri gelen bir mağlubiyet psikolojisi var galiba, geri kaldık, geç
kaldık, yetişemedik...Mesela dolayısıyla hani, ben mesela sizin ve sizin gibi
fikir üreten insanların bunu bu tespit yerine, bu tespitten kalkarak böyle bir
yüz elli yıla yayılan bir gerçeklik üstüne ne diyebileceklerini merak ediyorum.
Yani, evet böyle bir şey var tamam, bunu hepimiz görüyoruz. Nedir, Ne
olabilir? Sonra mesela bir küçük soru da şu; Oryantalizmden söz ettiniz 78’de
yayınlanmış, Türkiye’de 82’de çevriliyor ilk kez, ama çevrilmeden hiç 1980’te
kitabı Fransızca’dan okuyup Boğaziçi Üniversitesi’nde konferans veriyor
bununla ilgili, uzun bir konferans. Şimdi, orda da pek şey yapmadınız galiba,
tasvip etmemişsiniz, anladığım kadarıyla. Türkiye’de hakim klişenin bunu da
alıp işte ne oluyorsa, işte oryantalistler bunlar. Bizim düşmanlarımız.
77
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
AYŞE HÜR : Ya evet oryantalizmin bize o yeniklik, mağlubiyet söylemini
çok meşrulaştırdığını ve şey rasyonalize ettiğini düşünüyorum.
KATILIMCI : Fakat ben, bitiriyorum, bitiriyorum, son cümleyi söylüyorum.
Bana hep şöyle geliyor bu mevzu, yani Said’in yaptığı da galiba şu soruya
cevap bulmaktı. Dünya neden başka türlü değil de tam da şu anki gibi? Yani
dünya neden başka türlü değil de, medeniyet ya da ekonomi ya da sömürü
her neyse, niye tam da 1978’deki gibi sorusuna verilmiş en güzel cevaplardan
biri o kitap. Dolayısıyla bence o kitabı böyle okumak daha makbul olabilir.
Teşekkür ederim.
AYŞE HÜR : Anladım ben sizin dediğinizi, ama onun biliyorsunuz temel
izleği Batı bizi izledi, gözledi, kaydetti ve bunu bizi yönetmek için tabii sonuçta
da geri bıraktırmak için kullandı o bilgiyi şeklinde özetlenebilir. Ben bakılan,
izlenilen, gözlenilen niye oldum diye sormak yerine niye bana bakıyorlar diye
kızmak garip değil mi? Senin Doğu olarak Batı’ya bakmanı engelleyen bir şey
mi vardı? Hiçbir engel yoktu, efendim..
KATILIMCI : …
AYŞE HÜR : Doğrudur, yani sürekli, evet ama dikkat edin Batı size
bakmayı yasaklamıyor. Mesela benim tesadüfen keşfettiğim bir seyyah vardı.
Marco Polo ile aynı tarihte Rabban Şauma adlı bir Nasturi keşişi Pekin’den
Kubilay’ın Sarayı’ndan Kutsal Topraklara yani Kudüs’e doğru yola çıkar.
Bağdat, Nasturilerin Katolikosluğunun merkezidir. Marco Polo da İtalya’dan
Pekin’e doğru yola çıkar. İkisi de Sarı Irmak’ın yakınlarında bir yerlerde
birbirinin yanından geçerler. Biri Kubilay’ın sarayına gider. Bilmem kaç yıl
yaşar orada. Rabban Şauma ise Konstantinapolis üzerinden Avrupa’ya gider.
O da bir günlük yazar. Marco Polo da bir günlük yazar. Siz Rabban Şauma’nın
adını duydunuz mu bugüne kadar? Çünkü Rabban Şauma bir tane yazmış
günlüğünden, onu bir yere koymuş, sonra da kaybetmiş. Marko Polo ise
anlatmış, yazmış, bastırmış, çoğaltmış. Şimdi bu bana çok tipik gelir. Doğulu
ve Batılı diye bir şey var. Ben bunu aşağılayıcı bir şey olarak da görmüyorum.
Farklı zihniyet örüntüleri var. Mesela dine bakışları da ayrıdır. Batı Tanrısı
insandır. Olimpos’ta yaşar, içki içer, eğlenir, aşk yaşar, kıskançlık kavgası
yapar, fesatçıdır, tuzaklar kurar. Doğu’nun tanrısının nerede yaşadığı bilinmez.
78
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Göksel bir varlıktır, her yeri kapsar ama hiç görünmez. Hiçbir zaafı yoktur.
KATILIMCI /AV. GÜRBÜZ ÖZALTINLI : Özür dilerim. Benim bu
son söylenenlerden şüphem var. Siz de bir izin verir misiniz? Size bir cevap
verebilir miyim? Yani siz çok erken cömertçe katıldınız bence arkadaşın
söylediklerine, yani olabilir ben üzerinde çok düşündüğüm için cevap veriyor
değilim ama daha söylerken yadırgadım. Türkiye’de aydın tipolojisinin o
kadar misyondan kopuk, o kadar tespit yapan ama sonra kendini çeken bir
tipoloji olduğunu düşünmüyorum doğrusu. Yani oldukça da belki de kendini
o bile söylenebilir lüzumundan fazla politize etmiş olduğu dönemler vardır.
Yönlü bir aydındır. Yönsüz değildir, cebinde çözümleri olduğunu varsayan
bir aydındır. Sorun yani galiba yanlış yerde tespit ediyor, Türkiye’deki
aydının bu misyon duygusundan kendini topluma yol gösterme, bu sorunları
çözme duygusundan kopartmış olmasından falan kaynaklanmıyor. Şimdi
sizden sonra gelecek insanlardan söz ettiği için bu cevabı verme ihtiyacı
duydum. Hakikaten burada, altı konferans yapılacak bu altı konferansın da
katılımcılarını takip ediyordur arkadaşımız. Mesela bunlardan en çarpıcı göz
önündeki örneği Murat Belge’dir. Mesela çok bilinen en popüler isim olduğu
için. Neredeyse namlunun ucunda yaşayan insanlardır. Yani Türkiye’de aydın
tipine bakıp çözümle sorunu olmayan bir tipoloji tarif etmek haksızlıktır,
yanlıştır. Bu aydın toplumla buluşamamıştır, çok ciddi, bu cumhuriyetin
kuruluş problemleriyle ilgili olarak çok ciddi baskıya maruz kalmıştır,
dışlanmaya maruz kalmıştır. Yani Türkiye’de bir aydın tipi tarif edilirken
bence bakılması gereken ve söylenmesi gereken sözler pek bunlar değilmiş
gibi geliyor bana. Burada bir aydın savunması için falan da söylemedim
bunları ama
AYŞE HÜR : Yok anladım. Çok haklısınız, Jakoben olduğu için hep aydınlatma
misyonu kendine biçmiştir ve iyi bildiğini söylemiştir, hatta haddinden fazla
ama arkadaşımızın dediği bence o değil.
KATILIMCI : Hatta gereğinden fazla…o zaman yanlış anlamam var kesin
sonuç…
AYŞE HÜR : Evet ben de öyle anladım ama entelektüelin görevi yol göstermek
değildir. Bakın entelektüel ile aydın arasında hakikaten en önemli ayrım, belki
79
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
kamusal bir sorumluluğu vardır belki entelektüelin ama entelektüel örgütçü
değildir. Entelektüel soru sorandır, tabulara meydan okuyandır, sorulmayanı
veya örtülmeye çalışanı açmaya çalışandır. Soruları da evrenseldir, aydın daha
yerel sorular sorar. Bence çok şey beklemek ve beklememek açısından her
ikinize de katılıyorum ama entelektüel ve aydın ayrımını da çok iyi yapmak
lazım.
KATILIMCI : Ama ben size bir şey söyleyeyim mi, siz yazılarınızdan takip
ediyorum, sizin duruşunuzda bu tür tartışmalar, çatışmalar ve çözüm sorunu,
çözüm alanı beni ilgilendirmez diyen bir geri çekilen, böyle bir duruşunuz
olduğunu düşünmüyorum. Yani diyelim bir Gündüz Aktan’la bir polemik
yazınız, yani oldukça projelerin çözüm iddialarını taşıyan çözüm alanlarının
da içindesiniz, yani bunun böyle çok dışında bu beni zaten ilgilendirmiyor
diyen, öyle
AYŞE HÜR : Ama ben şahsi almadım arkadaşın eleştirilerini …
KATILIMCI : Hayır ben size dair bir savunma da değil bu.
AYŞE HÜR : Anladım.
KATILIMCI : Yani Türkiye’de bu aydın tipinin, veya arkadaşımızın deyimiyle
entelektüel tipinin asıl yaygın ve cari olan entelektüel tipi olduğu fikri bana
çok inandırıcı gelmedi.
AYŞE HÜR : Evet, aynen öyle. Bu çok doğru bir nokta. Özür dilerim,
gevezeliğime yenildim. Ama bakın Cumhuriyet tarihi hakikaten budur.
Siyaset yasaklandığı için ve siyaset alanları tıkandığı için aydın hep siyasi
misyon üstlenmek zorunda hissetmiştir kendini ve teori yapmaya kalkmıştır.
Dediğiniz gibi tepesine de sert bir şekilde binince de ezilmiştir, korkmuştur.
Hiçbir şey yapamaz olmuştur sonuçta. Ama asıl siyasetin alanıdır o sizin tarif
ettiğiniz şey. Fakat ben sizi şöyle anladım: ‘Öyle bir yere parmak basmalısın
ki, sen bu analizi yaptın Türk milli kimliğinin böyle bir patolojik bir hali var
ise, bu hali çözecek noktaya işaret et.’ Ben öyle algıladım bir parça dediğinizi.
KATILIMCI : Jakoben bir yaklaşım hangi ülke için olursa olsun ben yalnızca
Türkiye için söylemiyorum sıkıntılı bir yaklaşımdır.
80
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
AYŞE HÜR : Evet. Önce bir mıntıka temizliği yapmamız lazım. Arkadaş da
çok haklı. Hala mı bu aşamadayız ki habire okuyalım tartışalım diyor.
KATILIMCI : Özgürlükler gibi bir sorunumuz var. En temel mesele herhalde
özgürlükler sorunu. Evet tabi bu özgürlükler sorununun zehirlemediği yer
yok tabi.
AYŞE HÜR : Bir cevap vermek istiyorum beyefendiden kopya çalarak.
Dediği gibi her şey pek Jakobence yapıldı. Bu tabiri çok seviyoruz ve yani
kastedilen çok hızlı ve radikal biçimde olması ve sosyal duyarlıkları veya
gerçekleri göz ardı edilerek yapılması. Yoksa herhalde bu salonda 80 yıl
boyunca bazı şeylerin hala halledilmemiş olmasından hoşnut olan yoktur.
Dediğim şu: Laiklik konusunda her şey o kadar hızlı, o kadar gereksiz bir
radikallikte oldu ki, hiç bir şey hallolmadı. Sonuçta bir çeşit süngere hep
parmağını bastırmak durumundasın. Parmağını kaldırdığın an puff diye
yükselen bir şey var. Çünkü modernleşemedik, çünkü o sizin hoşunuza
gitmeyen bazı kesimleri sekülerleştirecek bir gelişme yaşanmadı. Sosyolojik
bir vaka bu. İstediğiniz kadar şikayet edin. Silah hep elinizde olmak zorunda
bundan sonra anlatabildim mi?
KATILIMCI : Bir şey söyleyebilir miyim? Şimdi Ayşe Hanım. Bu kokteylimiz
biraz da bu toplantı böyle bitemediği için yapıyoruz, yukarıda sohbet devam
ediyor yani burada bitmez yoksa ben size söyleyeyim.
AYŞE HÜR : Çok teşekkür ederim, efendim. Şey çıraklık dönemimi
sizinle yaptığım için beni bağışlarsınız inşallah ileride büyüyünce daha
iyi bir konuşmacı olmaya çalışacağım. Ben teşekkür ederim size. Sağ olun,
varolun…
81
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
82
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
ANKARA BAROSU
Felsefe Kulübü
3. Toplantı
GEÇMİŞTE GELECEK,
NEFRETLE ADALET
ARASINDA
Prof. Dr. Turgut TURHANLI
12 Mayıs 2007
Ankara Barosu Kültür Merkezi
83
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
84
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
OTURUM BAŞKANI/AV. GÜRBÜZ ÖZALTINLI : Değerli Konuklar,
Sayın Tarhanlı sağ olsun bizi kırmadı davetimize olumlu cevap verdi. Yoğun
çalışmalarına rağmen İstanbul’dan geldi aramıza. Yine darbeden bu yana
biraz azalarak da olsa bu toplantıları sürdürebiliyoruz. Biraz daha mı azaldık
diye bakıyorum salona bir önceki toplantımızda Ayşe Hür buradaydı, daha
farklı alıştığımızın dışında bir tarih yorumuyla karşılaştık, onu dinledik. Onu
dinlemeden bir gün önce, bence Türkiye’nin kaderinde çok ciddi etkileri
olan ve gittikçe, zaman geçtikçe anlaşılacak olan bir olay yaşanmıştı. Bunu
hepimiz biliyoruz. Geleneksel iktidar odağı, ben bu terimi yakıştırıyorum,
iktidar dağılımında, Türkiye’deki iktidar dağılımında her zaman merkezde
duran ses, sürece el koydu, çok etkili bir şekilde el koydu. İki haftadır
Türkiye’de daha önceki rutinle, yani dört buçuk yıllık siyasi süreçle, ritimle
hiç bağdaşmayan, o ritme, o tempoya son derece aykırı bir altüst oluş yaşandı.
Parlamentonun neye ne kadar muktedir olduğu, parlamentonun iktidar
dağılımında nasıl bir yer işgal ettiği, herhalde yeniden sorgulanabilir oldu.
Yani alıştığımız, sanal bir dünyadan mı uyandık demek lazım bilmiyorum.
Türkiye’deki gerçek iktidar dağılımını bize hatırlatan bir süreç yaşıyoruz, iki
haftadır bunu yaşıyoruz. Bu dönemde, hakikaten buraya, davetimize olumlu
cevap vererek gelen konuşmacılara, akademisyenlere özellikle teşekkür
etmek gerekir. Yine buraya, bu konferanslar için gelen, ilgi gösteren size, bu
topluluğa teşekkür etmek isterim. Çünkü az da olsa, cılız da olsa böyle bir
ilginin ihtiyaç duyduğumuz cesareti beslediğini düşünüyorum. Çünkü çok
zor bir iş yaptığımızı düşünüyorum. Ana akımın dışında, Türkiye’de boğucu
olduğunu düşündüğüm ana akımın dışında, kendine yer açmaya çalışan,
ses vermeye çalışan bir pencere yaratmaya çalıştığımızı düşünüyorum,
çok zor bir iş yaptığımızı düşünüyorum. Bunu söylemek güç geliyor,
ama bunu da söylemek lazım; -ama benim bireysel kendi bakış açımdır,
sebeplerini de tartışma bölümünde eğer mümkün olabilirse, tartışmalar
o tarafa doğru akarsa söylemek isterim, şimdi değil ama- umutsuz da bir
iş yaptığımızı düşünüyorum. Bir iş yapılırken o işi yapanların umutsuzluk
taşımasının ne kadar kötü, tehlikeli olduğunu biliyorum, ama bunu da
buradan söylemek sanırım dürüstlük gereği. Ben çok umutlu, iyimser bir
yerde durmuyorum. Daha önce, bu konferanslar başlamadan önce, ilk iki
85
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
dönem katılan arkadaşlarımız varsa bilirler, bu kürsüye çıkıp konuşmacıdan
önce, o başlıkla ne kadar bağdaşabileceğini de fazla düşünmeden bir takım
konuşmalar yapıyordum ben. Bu hakikaten topluluğun belli bir başlığı
bilerek, konuşmacıyı bilerek, o konuşmacıyı o başlığın yarattığı çağrışımlar
çerçevesinde dinlemek amacıyla buraya gelmiş olan topluluğun ve o konuşmayı
hazırlayan, buraya gelen konuğumuzun, konuğumuzla o topluluğun ilişkisine
bir müdahale gibiydi neredeyse. Özellikle de konferansçıdan önce yapıldığı
için bu konuşma biraz da dikkat çalıyordu. Bunu dinleyiciler, katılımcılar
arasında olumlu bulanlar da vardı, olumsuz bulanlar da vardı. Benim nihai
fikrim bunun çok olumlu olmadığıdır. Çünkü hakikaten hukukçu terimiyle
düşünecek olursak -biraz uzatıyorum ama keseceğim-, bir akit oluşuyor
burada, yani biz bir ilan yapıyoruz, çağrı yapıyoruz. Konuşmacı bilinen bir
kişi oluyor, bir başlık seçiyor, o başlık muhakkak gelenlerin kafasında bir
çağırışım, bir vaat yaratıyor. Dolayısıyla gelenler ben bu başlık altında bu
konuşmacıyı dinlemeye geldim diyorlar, konuşmacı bu başlık altında size
bir şey sunacağım diyor, biz o akdin arasına, ondan önce söz alarak, biraz da
rol çalarak katılmış oluyoruz. Bu dikkat kaymaları tartışma bölümünde de
kendini gösteriyordu zaten. Konuşmacıya yöneltilen tepkiler ve sorular kadar,
bizim yaptığımız konuşmalara da tepkiler ve sorular yöneltiliyordu. Onun
için ben bu umutsuzluğuma dair argümanlarımı, Türkiye’nin bugününe dair
bakış açımı kapsamlı bir şekilde sunma yanlısı değilim. Ben sizi İstanbul
Bilgi Üniversitesi’nde Uluslararası Hukuk ve İnsan Hakları Hukuku dersleri
veren Profesör Turgut Tarhanlı ile baş başa bırakacağım. Elinizde bulunan
özgeçmişte kendisiyle ilgili yeterli bilgi yer alıyor. Kendileri Helsinki
Yurttaşlar Derneği’nin kurucusudur, Yönetim Kurulu Üyesi’dir. 1995 yılında
Uluslararası Af Örgütü Türkiye’de canlandırılmaya çalışılırken kendileri
onun yerel kurucu grubunda yer almıştır. Birleşmiş Milletlerin 50.Kuruluş
Yıldönümü’nde, İtalya’da yapılan, Halkların Birleşmiş Milletleri Toplantısı’na
Türkiye’yi temsilen katılmıştır. Bu tür akademik çalışmalarının yanı sıra 10 yılı
aşkın süredir Radikal Gazetesi’ndeki köşesinden, yazılarından da tanıyoruz
kendisini, bizi kırmadığı için, bu çalışmaya katıldığı için, bir bakıma da bu
ezici havada nefes almaya çalışan dar bir alana katkı verdiği için teşekkür
ediyor ve kendilerini buraya davet ediyorum. Buyurun Sayın Hocam.
86
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Sayın Başkan, Ankara Barosu’nun
değerli üyeleri, değerli konuklar, bu açılışta sarf ettiğiniz nazik sözler için
çok teşekkür ederim. Umarım sözlerinize layığımdır, umarım söylediğiniz
çerçeve içerisinde bugün burada uygun bir tartışma yapmaya elverişli bir
çerçeve çizebilirim. Sadece bir küçük ek yapmak isterim, hayatımın büyük
bir kısmını benden çaldığı için onu göz ardı edemiyorum. 2002 yılından bu
yana Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi dekanlığını yürütüyorum. Bu küçük
hususu da sadece biraz akademik bir tavrın gerçekle olan belki obsesif ilişkisi,
biçimi olarak değerlendirmenizi rica edeceğim.
Bana bugün verilen konu daha önceki ilişkilerimiz çerçevesinde, özellikle bu
çalışmayı Ankara Barosu bünyesinde yürüten değerli baro mensupları ve hukuk
araştırmacısı dostlarımın da önerisiyle ve işbirliğiyle geçmiş, gelecek, bugün
yani bir zaman faktörü ve bunu özellikle nefret ve adalet ikilemi içerisinde
değerlendirmek, kısacası belki tarihin hukukla olan bağlantısı, tarih ve hukuk,
zaman ve hukuk, dün, bugün ve gelecek, bunların hepsi soyut kavramlar, ama
bütün bunların hayatımızda çok önemli bir yer işgal ettiğini sanırım hepimiz
kabul ediyoruz. Tabii bunu yaparken sadece soyut, zaman ve gerçek, zaman
ve hukuk gibi kuramsal bir sunuş değil, aynı zamanda bunun özellikle de
geçmişteki acılar, bugün süregelen veya gelmeyen, ama varlığı dile getirilen,
dolayısıyla hukukun bu bağlamda nasıl bir adalet anlayışı veya adalet yaklaşımı
içerisinde bu konuyla ilgilenmek durumunda olduğu gibi, aynı zamanda bir
problematik çerçevesinde, bir sorunsal çerçevesinde değerlendirilmesi de bu
toplantının hazırlık safhasında yaptığım görüşmeler içinde üzerinde mutabık
kaldığımız bir husustu. Tabii bu başlık altında zannediyorum, Türkiye’nin
kendi hesabına, kendi payına çıkartabileceği ve tartışmaya sunup masa üstüne
koyacağımız çok konu var. Ben özel olarak Türkiye’nin belli sorunlarını alıp,
masa üstüne yatırmak niyetinde değilim, ama tabii ki bunları da kapsayacak
bir bakış açısını, özellikle de adalet yaklaşımları çerçevesinde bugünün ve iki
temel adalet yaklaşımı bağlamında değerlendirmek düşüncesindeyim, ama
tartışma kısmında sorularınız olur veya görüşleriniz olursa onları da ayrıntılı
olarak tartışma imkanı bulabileceğimizi tahmin ediyorum.
87
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Konuşmamın bir alıntıyla başlamak istiyorum. Bu alıntı, bugün hayatta
olmayan ama Türkiye’nin yetiştirdiği, uluslararası alanda da adı bilinen, hatta
son yıllarda, son yıllarını büyük ölçüde yurt dışında Türkiye’yle bağını
koparmadan ve Türkiye’yle olan tarih çalışmalarını koparmadan, Türkiye
tarihine ilişkin çalışmalara olan ilgisini de söndürmeden sürdüren bir tarihçi
Stefanos Yerasimos’a ait. Yerasimos’un bundan yaklaşık bir beş yıl kadar önce,
2002 yılında, Toplumsal Tarih Dergisi’nin Eylül 2002 sayısında, Toplumsal
Tarih Dergisi’nin bir makalesinde, yine bu çerçevede, yani tarih ve hukuk
bağı tartışması, bunun doğurduğu problemlerle ilgili bir tespiti, bir gözlemi,
bir düşüncesi yer aldı, bunu sizlerle paylaşarak başlamak istiyorum. Bu belki
bir tür epigraf gibidir. Bunu bir makalenin, bir kitap başlığının başında yer
alabilecek bir alıntı olarak kabul edin. Ben doğrudan doğruya o tema üzerinde
durmamakla birlikte, zannediyorum bu sunuşla ilgili olarak da kendisine
atıfta bulunmamın yararı var. Bir tarih ve hukuk çelişkisi bu. Ben şimdi bu
alıntıyı aynen okuyorum: “Hukukun amacı bir şeyi kanıtlamak, tarihin ki ise
izah etmektir. Hukuk yargılar, oysa tarih değer yargısından uzak durur. Temel
amacı bir neden sonuç ilişkisi içerisinde olayları, gerçeklere mümkün olduğu
kadar yaklaşarak göz önüne sermek ve değer yargısını okuyucuya bırakmaktır.
Bu durumda hukuk, tarihin verilerini kullanır, ancak bunun için kendisinden
bağımsız olarak var olan bir tarih yazımı gereklidir. Aksine tarih yazımı hukuk
kavramlarını kullanmaz ve tarih hukukun yardımcı bir öğesi, bir alt dalı
değildir. Dolayısıyla kavram kargaşasından kurtulmak için yapılacak ilk iş
tarihsel düşünce sistemini, hukuksal düşünce sisteminden ayırmaktır. Başka
bir deyişle hukuksal endişelerden ve art düşüncelerden bağımsız bir tarih
yazmaktır.” Tabii Stefanos Yerasimos tarihçi olduğu için o durduğu yerden,
hukuku bu şekilde görüyor. Aslında bu, bugünün öyle zannediyorum ki belli
adalet yaklaşımları çerçevesinde de değer taşıyan bir yaklaşım biçimi, bir
düşünce tarzı, dolayısıyla bu görüşün hukuki cephesinde de bunun belli bir
aksinin olduğunu düşünüyorum. Sadece tarihçilerle sınırlı, tarihçilere özgü
veya tarihçilere hap olmuş bir görüş olarak da değerlendirilmemesi gerekir.
Bizim hukukta özellikle tarih ve hukuk ilgisi, bağı ve buna bağlı doğabilecek
bütün tartışmalar, bunun türevi olabilecek tartışmalar da aslında öncelikle
88
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
söz konusu olan bir zaman faktörüdür belki. Çünkü özellikle hukuk ama
özellikle pozitif hukuk zaman faktörünü hukukun etkisi, gücü itibariyle çok
dikkate alır, önemser. Dolayısıyla ilişkilerimizin tanımlanmasında eğer
hukukun tanımlarına ihtiyaç duyuyorsak, hukukun kural kalıpları içindeki
tanımlarına ihtiyaç duyuyorsak, bu pozitif hukuk yaklaşımı içerisinde bir
zaman faktörlü ilişkilerin gerçekleştiği dönemde var olan hukuk biçiminde
ortaya koymaya çalışır. Bu pratik bir anlamda sonuçtur. Ama aynı zamanda
bu pratik hedeflerin, pratik amaçların, pratik bir çözüm bulma kaygısının
ötesinde, o dönemde yaşayan ilişkilere, hakim hukuk kurallarının da o
döneminin iradesi olarak aynı zamanda o ilişkilere duyulan bir saygı olarak da
ortaya çıkabilir. Ama tabii zaman içinde değişimle karşı karşıya kalabiliriz,
ilişkilerimizde bir değişim olabileceği gibi hukuk kurallarında da bir değişim
olabilir. Dolayısıyla hukukun zannediyorum müşkül sorunlarından biri;
geçmişte kabul edilmiş, uzun zaman önce kabul edilmiş bir hukuk kuralının
ya da hukuk kurallarının bugün uygulanması ve dolayısıyla yorumlanmasıyla
ilgili olduğu kadar, bir başka hukuki problem yine zamanla bağı itibariyle
geçmişte gerçekleşen birtakım olayların hukuken değerlendirilmesinde
bugün ama geçmişe bakarak nasıl değerlendirilebileceği gibi bir sorunun
yükü altında bugün nasıl bu değerlendirmenin yapılacağı konusudur.
Dolayısıyla iki farklı açıdan da bakabiliriz. Hem hukuk kuralını geçmişte
kabul edilmiş, yürürlüğe girmiş bir hukuk kuralını bugün nasıl uygulamak
meselesi, artı bugün geçmişe bakmak ama hukuka değil olaya bakmak
konusunu nasıl değerlendirmek gerekir düşüncesi. Burada tabii ben Stefanos
Yerasimos’un karşı cephesinde, hukuk cephesinden bakan bir insan olarak
zannediyorum sizlerin çoğunluğunuzun hukuk camiası içinde olmasından
hareketle şunu belki rahatlıkla söyleyebilirim; hukuk aslında büyük cesaret
sahibi değerlendirmelere kapı açan bir alandır, çünkü dünya üzerindeki her
şeyi tanımlama arzusu vardır, hedefi vardır, bu ihtirasla bakar ilişkilere.
Dolayısıyla bugün, hatta bir düşünürümüzün, söylediğini aktarmam gerekirse;
“güneşin altında var olan her şeyin hukuki bir tanımı vardır, hatta güneşin
kendisinin bile” böyle bir hukuki tanımının olduğunu söyleyebilirim. 1967
ve 1980, 79 yılında, 80’lerde yürürlüğe giren iki Birleşmiş Milletler antlaşması
uzay ve gökcisimlerinin tanımlarını da verir. Dolayısıyla güneşin kendi de
89
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
dahil ve evrenimizde var olan hemen her şeyin, nesnenin ve varlığın ve
ilişkinin hukuken bir tanımı da var. O zaman dolayısıyla tarihi olaylara yönelik
olarak da böyle bir yaklaşım içinde bulunmak şüphesiz insanlığın tartışması,
değerlendirmesi, dikkat nazar-ı sarf etmesi gereken bir konu. Ancak tabii
buradaki yaklaşımı nasıl gerçekleştirmek durumundayız. Sanıyorum burada
iki önemli husus karşımıza çıkıyor, bu gerçekle ilgili. Gerçek tırnak içinde
gerçek. Ama gerçeğe hukuk açısından bakmakla, hukuk dışından bakmak
birbirinden farklı olabilir ve bu bir yol ayrımı olabilir. Yani benim biraz önce
hukukun nihai hedefi olarak ilişkilerimizi tanımlaması ve ortaya çıkabilecek
uyumsuzlukları giderme konusunda bu tanımlardan yararlanma arzusu işte
bu noktada önemli bir yol ayrımına gelmiş demektir. Çünkü biz ilişkileri,
olayları, belli davranış biçimlerini hukuken tanımlayabiliriz, hukuk bunları
tanımlamıştır çünkü veya yorum suretiyle buna bir anlam verebiliriz ama bu
çabamız, bu yürüttüğümüz muhakeme tarzı belli hukuki kalıplar ve çerçeve
içinde gerçekleşecektir, referanslarımız bunlar olacaktır. Fakat öte yandan bu
hukuki araçlar dışında da biz o ilişkileri ayrıca tanımlayabiliriz. Bunun
mutlaka hukuki referanslarla olması da gerekmeyebilir. Hatta belki başka
inceleme alanlarının sağladığı araçlardan yararlanarak tanımlayabiliriz. O
zaman gerçeklikle bu iki farklı yaklaşım biçimi arasında nasıl bir bağ kurmamız
gerekiyor? Bu çünkü iki ayrı yola bizi, bir yol ayrımı olduğu için iki ayrı yola
yöneltecektir. İşte burada hukuki gerçekle, hukuk dışındaki gerçek konusuyla
karşı karşıya kalıyoruz. Tabii aslında bir hukuk düzeni içinde yaşamanın asıl
amacı bu iki farklı gerçekliği örtüştüren bir düzenin kurularak veya
ilişkilerimizi bu düzende gerçekleştirerek, kısacası hukukun aslında mevcut
ilişkilerimizi veyahut mevcut davranış biçimlerimizin yansıdığı bir kurallar
manzumesi olması, bir davranış kuralları, davranış kodları çerçevesi çizmesidir
asıl olan, fakat bu hiçbir zaman da gerçekleşmez bildiğimiz gibi. Gerçi belki
buna yaklaşılabilir, değişik derecelerde yaklaşılabilir veya değişik derecelerde
uzağında kalınabilir ama hedef bir anlamda da budur. Dolayısıyla ben
bugünün Türkiye’siyle ilgili olarak da aslında aynı çerçevede bir mesafe kaybı
ve mesafeyi daraltma veya uzaklaştırma anlamında bir gerilim yaşadığımız
düşüncedeyim, o bakımdan bugünü de yani konjonktürel olarak karşı karşıya
kaldığımız sorunlar bakımında da aynı mücadelenin yeniden baş gösterdiği,
90
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
bildiğimiz bir tarzda veya tanıdığımız belli biçimlerde baş gösterdiği
düşüncesindeyim. Şimdi bu çerçevede konuya yaklaşırken sözünü ettiğim
yaklaşım biçiminin tabii ki modernizm içerisinde yani devlet, devletin
hukuku, hak kavramı ve ilişkilerimizin bu temel unsurlar içerisinde
değerlendirildiği bir biçimde tartışılması gerektiğini düşünüyorum ve o
çerçevede tartışılmayı, tartışmayı hedefliyorum. Böyle bakınca tabii bunun
özellikle 20.yüzyıl içerisinde, tabii henüz 21.yüzyıldan birkaç yıl aldık fakat
21.yüzyılı tanımlayabilecek durumda olduğumuzu düşünmüyorum fakat
20.yüzyıla baktığımız zaman bu modernizm anlayışı içerisinde hukuk, devlet
ve hak kavramı bağlamında önemli bir gelişmenin olduğunun altını çizmek
gerekir 20.yüzyılda. Ancak bu 20.yüzyılının ilk yarısının değil de ikinci
yarısının tanımlanabileceği bir gelişimdir. O da hak kavramı bağlamında,
insan hakları kavramı. İnsan hakları kavramının 20.yüzyıl, 2.Dünya Savaşı
öncesi dönem bakımından oy ilişkileri, bir devlet düzeni içerisinde veya
devlet düzeni dışında uluslararası düzende ilişkilerimizi tanımlayacak bir
güce, niteliğe sahip olduğunu söylemek mümkün değildir. Her ne kadar
Fransız Devrimi böyle bir gelişme sağlamışsa da eşitlik, kardeşlik ve dolayısıyla
özgürlük fikrini ön plana iterek bu devletin kendi düzeni içerisinde söz
konusu olan bir tartışmadır, öyle bir siyasi gelişimin ürünüdür, ama 20.
yüzyılın ikinci yarısından itibaren söz konusu olan gelişme bundan çok daha
farklıdır. Çünkü devletin içindeki gelişmeyi hak kavramı bağlamında yine
önemsemektedir ancak bunun meşruiyet kaynağını devletin kendi düzen
sınırları içinden çekip almıştır, uluslararası düzenin meşruiyet kavramı
içinden, yeniden yeşerterek, büyüterek devletin iç düzenine yöneltmeyi
benimsemiştir. Daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse, ikinci yarısı, 20.
yüzyılın hak kavramının uluslararası hukuktan meşruiyetini, uluslararası
hukuk düzeninden meşruiyetini alan bir biçimde geliştirildiği bir anlayışa
sahiptir. Bu çok radikal bir dönüşümdür, çok radikal bir biçimde farklılaşmıştır,
hak kavramının tanımı itibariyle ve sadece onunla sınırlı da değil, devletin
egemenlik yetkileri ve egemenlik kavramının çerçevesi itibariyle de çok
farklılaşmıştır. Çünkü egemenlik kavramı törpülenmiştir. Törpülenmiştir
karşısında bir başka güç, hak kavramıyla ilgili bir başka güç devlet iktidarının
temellerini aldığı, devlet hukuk düzeninin dışında bir alandan
91
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
kaynaklanmaktadır. Ama bu da kendi iç çelişkileri, iç tezatları olan bir
gelişimdir aslında çünkü o uluslar arası hukuk düzenidir, son tahlilde yapı
taşlarını devletlerin oluşturduğu bir hukuk düzenidir. O zaman iş bu çelişkili
noktaya çıkarabileceği aksaklıklar ve farklı gerilimler, farklı kutuplara bu
meşruiyet söylemini çekmeye yönelik bir mücadeleyi dikkate almamızı
gerektirecektir yani bir dikensiz gül bahçesine girmiş değilizdir ama sorunlar
sürebilir ve sürmüştür de nitekim. Şimdi bu açıdan bir belki bu gelişmeyi çok
güçlü bir biçimde iten, bunun itkisi olan bir tarihi vaka, 2.Dünya Savaşı
sonrası, hatta başlangıç eşiğidir, 2.dünya savaşı sonrası Nazi Almanya’sı siyasi
liderlerinin yargılanması konusunda ortaya çıkar. Bu kişiler yargılanmak
durumundadırlar. Ama neye göre yargılanacaklardır? Nazi Almanya’sı hukuku
onların yargılanması için elverişli değildir, elverişli yetki kuralları sağlamaz,
çünkü onlar hukuka uymuşlardır o anlamda baktığınız zaman, Nazi Almanya’sı
hukukuna. Peki başka devletlerin iç hukuklarına göre bir yargılama yapılması
mümkün müdür? Yani müttefiklerin hukuku mesela. Amerika Birleşik
Devletleri, Fransa, Sovyetler Birliği o dönemde, Britanya, diğer devletler. Bu
da mümkün değil, çünkü geleneksel yetki kuralları ışığında baktığımız zaman
meydana çıkan olaylar itibariyle bunların belki bir kısmı bakımından yetki
kuralları içinde, ülkesel yetki itibariyle, Fransa da veya diğer Avrupa
ülkelerinde bir takım yargılamaya esas oluşturabilecek hukuk kuralları
bulabilirsiniz, ama bu top yekun ve ortaya çıkabilecek suçların genel karakteri
itibariyle, profili itibariyle hukukun buna elverişli olabilmesi anlamına da
gelmez. Ne yapacaksınız o zaman? Nasıl bir yargılama zemini yaratmak
durumundasınız? Bu mükemmel bir yargılama değil, onun altını çizmek
istiyorum, böyle bir iddiada da değilim ama o şartlar içerisinde, o veriler
içinde onu nasıl gerçekleştireceksiniz? İşte bu uluslar arası hukuk düzeninden
hareketle meşruiyetin sağlanmaya çalışıldığı anlayış farklılığının başlangıç
hattı olarak belirir. Çünkü yargılamaya esas oluşturacak olan o Nürnberg
yargılamaları Nürnberg Mahkemeleri’nin özünde böyle bir meşrulaştırma
çabası vardır. Bu kişiler bir uluslar arası hukuku ihlal etmişlerdir. Bu tabii
egemenlikle doğrudan doğruya bağlantılıdır, çünkü egemenliğin tezahürü
olan siyasi iktidarın kendi ülkesi üzerinde kullandığı yetkileri itibariyle kırmızı
hatlar artık çizilmektedir. O siyasi iktidar sonsuz değildir, sınırsız değildir,
92
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
belli sınırlara uymak durumundadır, meşruiyetini kabul ettirebilmesi için ve
dolayısıyla gönüllü bir uygulamayı, gönüllü bir düzeni sağlayabilmesi için. Bu
açıdan bakıldığı zaman işte hak kavramının uluslar arası hukuktan hareketle,
Türkiye iç düzeni, ülke iç düzeni içerisindeki görünümü, tanımı farklılaşır,
Türkiye’de de bu yansır. 45 yılının Birleşmiş Milletlere Türkiye’nin üyeliğinin
tartışıldığı, Türkiye Büyük Millet Meclisi salonunda müzakere onay
kanununun -o tarihte meclis bir kanunla onaylanıyordu uluslararası
antlaşmaları- görüşüldüğü oturumlarda, Ağustos 1945’tir bu ve Türkiye’de
tek parti rejiminden kopan bir Demokrat Parti nüvesi oluşmuştur, henüz
parti kurulmuş olmasa bile. Onun temsilcilerinden Adnan Menderes, çok
ilginçtir bu Menderes’in sonraki icraatı bakımından belki tartışılacak hususlar
konusunda bir zemin sağlar mı ondan hiç emin değilim hatta sağlamadığı
düşüncesindeyim ama o dönem, bu dünya düzeninin görülüp tartışılması
bakımından Adnan Menderes’in yorumu çok erken, önemli ve isabetli bir
yorumdur. Bugün bile hala geçerliliğini koruduğunu söyleyebilirim, İnsan
Hakları Hukuku bakımından. Şunu söyler Adnan Menderes; bugün artık evet
güzel dünya güvenlik sistemi Birleşmiş Milletler ile, Güvenlik Konseyi’yle
vesaire kuruluyor, dolayısıyla dünya devletlerinin de güvenliği ve uluslar arası
barış ve güvenlik, Birleşmiş Milletler yetkisi içerisinde, onun gözetiminde
yürütülecek ama Birleşmiş Milletler Sistemi’nin hedefi sadece de bu değildir
der. Peki nedir? Aslında bu güvenliğin sağlanması için o yapı taşlarının, dünya
düzeninin yapı taşlarının devletler olduğu gerçeğini dikkate almalıyız ve
devletlerin kendi düzeni içerisindeki tam temsili olma karakterinin yani
hükümetlerin tam temsili olması, tam temsili yapılar ve kendi vatandaşlarının
hukukuna olan riayetin ölçüsü düzeyinde bir dünya düzeni kurulmasının söz
konusu olduğunu dikkate almalıyız der. Bu çok önemli bir tespittir o gün, o
tarih açısından ve bu günde. Tabii bunun algılaması da zaten onun önemli bir
tespit olduğunu ortaya koyar çünkü meclis birbirine girer, bu sözler üzerine.
Bu sözlerin bir suçu yok aslında, bugün her an gerçek veya sahte bir biçimde
duyduğumuz sözler; temsili hükümet, halkın iradesine duyulan saygı vesaire.
Ama o zaman için bu ciddi bir muhalif yorum olarak yorumlanır ve sıra
kapaklarında bağırış çağırış, kürsüye yürümeler vesaire, tutanaklara baktığınız
zaman görürsünüz onu, 15 Ağustos falan olması lazım, 1945 yılının meclis
93
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
zabıtlarında. Sonuçta böyle bir düzen anlayışı söz konusu. Şimdi tabii bunu
kendi iç çelişkileri itibariyle ama hak kavramını da dikkate alarak dolayısıyla
zaman hukuk ilişkisi içinde düşündüğümüz zaman, hak kavramının özellikle
altının çizilmesi gerektiği kanısındayım belli bir yaklaşım biçiminin
vurgulanması bakımından. Bugün insan hakları konusunda, hakların
korunması konusunda politikalar söz konusu, farklı politikalar. Bunu ikiye
ayırmamız gerekir, ikiye ayırmamız gerekir çünkü reel politik içerisinde yani
devletlerin güç ve çıkara bağlı ilişkileri içinde de insan hakları politikasıyla
karşı karşıya kalabiliriz ve devletlerin birbirleriyle olan ilişkilerinde bunu
görmemiz mümkündür ancak, bunun dışında bir insan hakları politikasıyla
da karşılaşabiliriz. Uluslararası hukuk literatüründe bu, uluslararası insan
hakları hukuku literatüründe iki farklı terimle adlandırılıyor. İngilizcede
“human rights violence” ya da .... biçiminde tanımlanır. Tam Türkçede
bunların bu kadar basit bir biçimde karşılığını bulmamız kolay değil. Hemen
açıklamaya ihtiyacımız var. Yani bir tanesi insan hakları politikasıdır. Fakat
“human rights violence” dediğiniz zaman sizin uyguladığınız politikaların
insan haklarının güçlendirilmesine yönelik olması gerekir düşüncesiyle
bunun altını çiziyorsunuz. Dolayısıyla bunlar aslında iki farklı, ikisi de insan
hakları politikasıdır, birisi insan hakları lehine olma karakterini güçle vurgular
ama diğerinin böyle bir kaygısı yoktur, o hasmı hedef alır, orada söz konusu
olan hasmın insan hakları politikası karşısında zayıf düşebileceği yumuşak
karnının bu alanda olabileceği düşüncesidir, dolayısıyla o da real politik
içinde bir, aslında bir güç ilişkisi içinde değer taşıyan bir araçsallaştırılmış
insan hakları politikasıdır. Bunun en tipik örneğini –ben yazılarımda da temas
etmişimdir sık sık- mesela 1980’li yılların Amerika Birleşik Devletleri Ronald
Reagan’ın insan hakları söylemidir, Sovyetler Birliği’ne karşı, sosyalist bloka
karşı, güçlü bir araç olarak bunu dış ilişkilerinde kullanmıştır veya ikili
ilişkilerde de görürsünüz, insan hakları konusunda yüklenmenin karşı tarafta
yaratacağı belli bir tahribat olacağı düşünülebilir, devletler arası ilişkiler
bakımından, çünkü karşı taraf bu konuda zafiyet içindedir, buna karşı
durabilecek durumda değildir eğer güç ve çıkar temelinde bir politika
yürütüyorsanız bu da onlardan birinin aracı olabilir tabii. Benim tabii bu
çerçevede tarihe bakarken belli acıları bugün nefretten adalet anlayışı
94
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
ekseninde dönüştürmeye yönelik bir çabayı, bir adalet yaklaşımını tartışırken
bunlardan sonuncusu değil, bundan önceki açısından konuya bakmamız
gerektiğini herhalde söylememe gerek yok tahmin ediyorum, yani bir insan
haklarına yönelik bir politika, sanıyorum bu çerçevede daha bizim açımızdan
öncelikli bir konudur, altının öncelikle çizilmesi gerekir. Şimdi bu yaklaşımı
ben, bu genel hatları çizdikten sonra, bir adalet yaklaşımı bağlamında, o
başlangıçta altını çizdiğim ve bana da önerilen konu bağlamında nasıl
dillendirebiliriz, nasıl tartışmaya sunabiliriz, nasıl açabiliriz? Yani tarih ve
bugün nefretten adalete bir dönüştürücü çaba içinde nasıl değerlendirilebilir?
Burada zannediyorum hepimizin aşina olduğu bir adalet yaklaşımı ile bunun
karşısındaki bir adalet yaklaşımının tartışılması gerekiyor. Daha doğrusu ben
böyle bir adalet yaklaşımının bu çerçevede önemli bir sorunları dile getirmekte
veya sorunları karşılıklı olarak güç ilişkilerine prim vermeden dile getirmekte
yararlı olduğunu düşünüyorum, şu adını koymak gerekirse; ceza adaleti
yaklaşımı içerisinde, bir hukuk düzeninin, bir kamu düzeninin bozulması
biliyorsunuz bir hukukun ihlalidir, bir hukuk kuralının ihlalidir dolayısıyla
bunun eski hale dönüştürülmesi için bir çaba gösterilmesi gerekir. İşte bu da
aydınlanma çağından bugüne gelen bir süreçte insanların bir üçüncü otoriteye,
güce teslim ettikleri düşünülen bir kamu otoritesinin gerçekleştireceği bir
çabadır. Bu adalet, ceza adaleti kuramı ve adalet yaklaşımları çerçevesinde
denkleştirici adalet olarak tanımlanan bir yaklaşım biçimidir ve bugün
Türkiye’de uygulanan hukuk, dünyanın hemen tümünde karşımızdaki hukuki
uygulamalar, farklı hukuk geleneklerine mensup ülkelerde bile olsa aslında
denkleştirici adalet uygulamalarıdır. Yani burada söz konusu olan nedir? Bu
aslında çok geçmişi yüzyılları, bin yılları bulan bir yaklaşımdır, kimi Aristo’ya
kadar götürebilir, onun adalet yaklaşımında da bunu bulabilirsiniz yani bir
taraf bir başka tarafa, bir insan bir başka insana yönelik yapılmaması gereken
bir eylem gerçekleştirmişse, maddi veya manevi bu mağdur üzerinde bir
eksilmeye yol açmış demektir veya hayatını kaybetmeye yol açmış demektir,
onun çevresinde de bu eksilmeye yol açmış demektir. O zaman adalet anlayışı,
denkleştirici adalet anlayışı bir biçimde ortaya çıkmış o eksikliği gidermek
çabası içerisindedir. O eksikliği kapatmak, o açığı kapatmak durumundadır.
Bunu eski hale iade yoluyla yapabilirsiniz. Yapamazsınız telafisi imkansız bir
95
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
zarar ortaya çıkmış olabilir. O zaman ne yapacaksınız? O zaman döneceksiniz
faile, faile bakacaksınız ve fail üzerinde bir şey yapmanız, ona bir muamele de
bulunmanız gerekecek ki aynen eski hale iade etme imkanına sahip olmamanın
sonucunda bu eksikliğin faturasını giderebilesiniz. Özgürlüğü bağlayıcı ceza
anlayışının çok birincil, meşrulaştırma zemini budur ve hatta bunu biraz daha
ileri götürerek şunu söylemek mümkün, o failin acı çekmesini sağlamanız
gerekir. Yani onun cezalandırılması, onun acıya mahkum edilmesidir. O’nun
çekeceği acı mağdurun çektiği acıyla orantılı olması gerekir. Bu da
aydınlanmanın sağladığı bir ölçülülük, orantılılık, bugün insan hakları
hukukunda da olan, hakların sınırlandırılmasıyla ilgili de karşımıza çıkan bir
değerlendirmedir. Yani acının ölçülülüğü, neyle ölçülülüğü? Kayıpla olan
ölçülülüğü veya orantılılığı meselesi. Bu tabii başlangıçta söz konusu değildi
insanlık tarihinin, daha sonra ortaya çıkan bir gelişmedir. Bu sayede peki
mağdur gerçekten tatmin olmuş mudur? Yani sistem onda meydana gelen bu
eksilmeyi gidermiş sayılacak mıdır? Sayılmalı mıdır? Bu varsayılır.
Denkleştirici adalet sistemi içerisinde, bugün dünyada da, büyük ölçüde
ülkemizde de yaygın olan adalet anlayışı içerisinde bu varsayılır. Yani mağdur
bir varsayım olarak adalet sisteminin uygulaması sonucu ortaya çıkan bu
tablo karşısında o kendinde meydana gelen veya yakınlarında meydana gelen
o eksilmenin giderildiğini kabul etmek durumundadır, bu sistemin işlemesi
sonucu. Şimdi bu yaklaşımın karşısında, bu çok genel hatlarıyla açıkladığım
denkleştirici adalet yaklaşımının karşısında son çeyrek yüzyıldır çok güçlü
bir biçimde başka bir adalet söylemi belirdi. Türkiye’de de gerek medeni
hukuk anlamında gerek ceza hukuku alanında buna ilişkin küçük yasal
değişikliklerle bu tür bir adalet anlayışının uygulanmasına ilişkin bir
gelişmenin olduğunu görüyorum. Hatta buraya gelmeden önceki günlerde
Ankara Barosu’nun web sitesini izlediğimde bu konuyla ilgili orada da bilgiler
olduğunu, sizlerin de bu konuda baro olarak çalışmalarınız olduğunu gördüm.
Kast ettiğim onarıcı adalet mekanizması. Şimdi ben bu iki alana ilişkin adalet
yaklaşımlarının farklılıklarının üstünde durarak başlangıçta ortaya koyduğum
problematiği deşmeye çalışacağım ve sonra da bir kısa sonuca varıp bu
sunuşumu bitireceğim. Onarıcı adalette söz konusu olan temel karakteristik
ne o zaman? Öncekinin yaklaşımı dışında. Öncekine yeniden dönelim,
96
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
denkleştirici adalet yaklaşımı. Denkleştirici bir adalet yaklaşımı içerisinde
sistem bir mağduriyetin meydana gelmesi halinde, bu devletten kaynaklanabilir
veya tamamen yatay bir ihlal biçiminde de ortaya çıkabilir, dikey ihlal olabilir,
yatay ihlal olabilir. Yani bireyler arası ilişkilerde, tüzel kişiler arası ilişkilerde
de ortaya çıkabilir. Bir ihlalin, bir hukuka aykırılılığın, bir yapılmaması
gerekenin yapılmış olması sonucu ortaya çıkan durumu aslında devletin
hukuk düzenine ve onun varlığına yönelik bir nihai hedefi itibariyle onun
hukuk düzeni sonuçta hukuk ve devlet ilişkisi bağlamında düşünecek olursak
onun varlığına yönelik olarak değerlendirir. Dolayısıyla denkleştirici adalet
anlayışı içerisinde bütün adalet sistemi mekanizması, devlet makamları ya da
kamu makamları veyahut devlet aygıtları ile fail olduğu şüphesi olan kişi
arasındadır. Aktif aktörler bunlardır, bu ilişki içerisinde ve dolayısıyla o
eksilmeyi meydana getirmekte fail olduğu şüphesi olan kişinin bu konumunun
tespit edilmesi zaten işi bitirecektir ve biraz önce sözünü ettiğim mekanizma
o yönde işleyecektir. Bu tabii büyük ölçüde usule bağlı bir mekanizmadır,
yani hukuk usulüne bağlı bir mekanizmadır, hukukidir, hukuki tanımlarla
değerlendirilir ve profesyonelleşmiş bir mekanizmadır. Dolayısıyla
profesyonel olmadığınız ölçüde bu mekanizmanın içerisinde bulunmamanız,
bulunamazsınız veyahutta profesyonel yardım alarak bu mekanizmaya dahil
olmanız gerekir. Peki böyle bir ilişkinin diğer cephesi, yani mağdur nerededir?
Mağdur elbette ki bu sistem içerisinde değerlendirilecektir, mağduriyetinin
görülebilmesi açısından ama mağdurun bu mekanizmanın işlemesini,
özellikle faille ilişkisi bağlamında dönüştürmeye, değiştirmeye yönelik bir
katkısı da söz konusu değildir. Dolayısıyla mağdur bu ilişkinin pasif süjesi,
edilgen öznesidir. Aktif, etkin özneler devlet aygıtları ve faildir, ikisi arasındadır
ilişki. Failde çok belirlemede dönüştürücü bir etkiye sahip olmaz, ama bir
gerçekliğin tespiti veya olmadığının kanıtlanması bağlamında rol sahibi
olabilir. Şimdi diğer adalet yaklaşımına dönecek olursak, orada söz konusu
olan devletin hukukunun ihlalinden önce, bir başka şey, ilişkiler ortamının
zedelenmesi olarak, suç kavramını veya mağduriyeti görmeye çalışır. Hangi
ilişkiler? Tabii ki öncelikle bireysel ilişkiler. Yani mağdurun kendisi veya
çevresi, failin kendisi veya çevresi veya mensup oldukları sosyal gruplar
açısından ilişkiler, sosyal ilişkiler ortamı. Dolayısıyla mağduriyete yol açan
97
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
eylem bu iletişimi ve ilişkiyi bozmuştur, önceliği hukuka aykırılık değildir.
Sosyal zeminde ilişkilerin ve iletişimin bozulmasıdır. O zaman öncelikle
bunun tespit edilmesi gerekecektir. Çünkü bunun onarılması aslında hukukun
ihyasına oranla çok daha zordur. Hukukun ihyasına ilişkin bir adalet sistemi
varsayımlara bağlı olarak gelişir, burada varsayıma bağlı olarak gelişemezsiniz
çünkü zihinlerde yaşar mağduriyet, iletişim ve ilişkiler itibariyle. Dolayısıyla
kalkış noktası itibariyle çok farklı ve ağır mağduriyetleri eşit yaparak kalkış
noktasını tespit etmemiz gerekecektir. İkinci bir nokta, aradaki farklılığı
vurgulamak bakımından üstünde durulabilecek, denkleştirici bir adalet
anlayışı içerisinde, öncelikle belli bir gerçeğin tespitine bağlı olarak ithamla
sonuçlanan bir aşamaya varmanız gerekir. Yani siz suç işlemekle itham ettiniz
ve dolayısıyla o suçun işlendiğinin ilanıyla sonuçlanan bir ilk aşamayı
tamamlamanız gerekir. Bu da hukuki elbette. Denkleştirici adalet açısından
böyle bir yaklaşımda bulunmak durumundayız. Bu tabii günümüzde ulusal
hukuk olabilir, uluslararası hukuk olabilir yani kanunilik ilkesi açısından
bakacak olursanız böyle bir gelişmenin varlığını biliyoruz. Ancak burada
onarıcı adalet yaklaşımının karşı tartışma zemini, karşı argümantasyonu ve
karşı meşrulaştırma söylemi şöyle gelişiyor; kusur mutlaka hukukla
tanımlanmayabilir, yani sadece, sadece ve sadece, mutlak suretle hukukla
tanımlanmayabilir. Hukuk dışındaki diğer faktörleri de dikkate almanız
gerekir. Neler olabilir? Ahlaki olabilir, sosyal olabilir, ekonomik olabilir. Bu
diğer faktörlerinde dikkate alınması gerekir. Tamamen hukukun dışında
değil. Bunları da hukuki bir tanıma paralel olarak değer verilmesi, dikkate
alınması ve dolayısıyla sadece bir suç olarak tanımlanan veyahut bir
mağduriyete yol açan eylemi gerçekleştirmiş olmakla tanımlanan failin itham
edilmesiyle sınırlı kalmayıp, onun aynı zamanda bu ithama konu olan
sorumluluğu üstlenebilmesi, bir nedamet halinde olmanın sonuçlarını ortaya
dökebilmesi, ortaya koyabilmesi, kendisine bu anlamda bakabilmesi ve
mağdura bu anlamda bakabilmesi ve mağdurun ona bakabilmesi, dolayısıyla
iletişim ve ilişki zeminin bu çerçevede de gerçekleştirilebilmesinin sağlanması
gerekir, görüşünü savunur onarıcı bir adalet yaklaşımı. Dikkatinizi çekerim
bunların hepsini birer yapıtaşı olarak adım adım daha sonradan tarihe
bakarken kullanmamız gerektiğini söyleyeceğim dolayısıyla bir tür böyle bir
98
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
duvarın tuğlaları gibi, ama güçlü olabilir, zayıf olabilir bu tabii şartlarını bizim
belirleyebileceğimiz bir husus.
Üçüncü bir karşılaştırma yapmak istiyorum bu çerçevede; iki hasım tarafın
yer aldığı bir süreçte suçlanmaya sabitlenmek denkleştirici bir yaklaşımın
adalet yaklaşımının bakışıyla yani savunma, iddia ve savunma, suçlanmaya
yönelik veya karşı tarafın savunmasıyla bunu bertaraf etmeyi, savuşturmayı
ortaya koyan bir çaba içinde olması tipik bir denkleştirici adalet yaklaşımıdır
zaten geleneksel hukuk uygulamasında hepimizin de bildiği bir yaklaşım,
hukuk fakültelerinde de öğretiyoruz. Ancak onarıcı adalet yaklaşımı böyle bir
çarpışma ve çekişme zeminini ön planda tutmuyor. Yani bu sürecin bir
çekişme zemini, eski tabirle nizalı kaza dediğimiz böyle çekişmeye bağlı, bir
yargısal anlayış içerisinde değil, başka bir şeye odaklanmayı gerektirdiğinin
altını çiziyor. Bu iletişime dayalı bir süreçte sorunun çözümüne odaklanmak.
Yani suçun tanımına odaklanmak değil, sorunun çözümüne odaklanmak.
Suçun tanımıyla sorun çözümlenmemiş olabilir, yani denkleştirici adalet
sisteminin tıkır tıkır işlemesi, failin cezalandırılması ve cezanın infazı süreci
tamamlamıştır ama sorun çözümlenmemiştir aslında. Dolayısıyla sorunu
nasıl çözümleriz? Bu dolayısıyla pür, saf bir biçimde mutlaka bir yargısal
mekanizmanın işleyişiyle çözümlendiğinin kabul edilmesi gereken bir süreç
olmayabilir. Bir diğer tespit bu anlamda karşılaştırmanın ön planda olduğu,
son iki tespit daha var, onların altını çizeceğim ve daha sonra bir sonuca
bağlayacağım. Mağdurun kenarda durduğu, failin çözüme katkısının
aranmadığı bir ilişkide sadece failin itham edilmesi, bu denkleştirici adalet
yaklaşımının karşılaştırmaya esas dördüncü karakteri ve bunun karşısında
aynı konuya ilişkin onarıcı bir adalet yaklaşımı. Mağdurun etkin, failin
çözüme yönelik sorumlu olduğu bir ilişkide, asıl maddi ve manevi hasara yol
açan eylemin günışığına çıkarılması, kişilerin değil ama eylemin ön plana
çıkartılması. Türkiye’nin veya başka ülkelerin, tarih ve hukuk ekseninde
tartıştığı, bizim de çok yoğun biçimde tartıştığımız, bu konuda canlara
malolduğu tartışmalarda dikkat ederseniz, eylem ön planda değildir, bunun
ayrıntısına sonuncu karşılaştırmayı da yapıp geçmenin daha yararlı olacağını
sanıyorum. Son karşılaştırma bu adalet yaklaşımları bağlamında ve dolayısıyla
99
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
tarih ve hukuk ilişkisini değerlendirmemizdeki sonuncu araç; iki taraftan
birinin kaybı, diğerinin kazancı şeklinde bir sonuca varılması, denkleştirici
adaletin yaklaşımı budur. Çekişmeli yargı ilişkisi de böyle bir ilişkidir.
Dolayısıyla bir kayıp ve kazanç ya da algılamaların bu biçimde gerçekleşmesi.
Şimdi acaba iki tarafta kazanabilir mi sorusunun sorulması, yani bir tarafın
mutlaka kaybetmesi üstüne inşa edilmemiş bir adalet yaklaşımı mümkün
müdür? Onarıcı adalet yaklaşımı bunun mümkün olabileceği düşüncesindedir.
Dolayısıyla her iki tarafında kazancının geliştirilmesine olanak taşıyan, işte
“kazan kazan” diye belki bugün yani iki tarafın da konumunu belirleyecek bir
biçimde, kayıp ve kazan değil ama “kazan kazan” yani iki tarafın kazancını
ortaya koyabilecek. Bu kazançta bir maddi şartlar itibariyle tanımlanması
gerektiğini söylemiyorum. Bu kazanma, tarafların bu süreçten kazanmış
hissederek kendisini çıkmasının, çok farklı ilişki ve iletişime bağlı sonuçları
var. Aktif olarak bir mağduriyete yol açmış taraf ile, mağduriyetin konusu,
hedefi olan yani mağdur olan taraf arasında aslında böyle bir ilişki içinde
bulunmanın ortaya çıkardığı bir öz kaybı, sosyal psikolojide ve adalet
psikolojisinde ortaya konulur, bir öz, güven kaybı, güç kaybı. Sadece kendinize
olan güç kaybınız veya güven kaybınız değil ilişkilerdeki güven kaybı.
Dolayısıyla ilişkilerdeki güven kaybının taraflardan birinin belli bir
mekanizmanın işlemesi sonucu adalet mekanizmasının işlemesi sonucu tesis
edildiğini varsaymak ama diğer tarafı göz ardı edip, ihmal etmek, böyle bir iki
taraflı kazanım sonucunu elde tutan bir yaklaşım olmaktan uzak kabul edilir
bu yaklaşım biçimi içerisinde. Şimdi bu bütün bu karşılaştırmalı, benim çok
temel olarak, her birisinin üzerinde çok geniş literatürün olduğu bu başlıkların
sadece üstlerine basa basa ilerlemeye çalıştım, beş altı basamaktan yararlanarak
tarihi bir sorunun veya geçmişteki bir mağduriyet nedeninin bugünkü hukuk
yaklaşımı, adalet yaklaşımı çerçevesinde değerlendirilmesinde pozitif
hukukun sınırları ötesinde bir yaklaşımın esas alınması gereğinin sanıyorum
hayati bir önemi var. Niçin önemi var? Çünkü burada zihinlerde yaşayan,
belleklerde yaşayan bir sorunla aslında, mağduriyet konusuyla aslında karşı
karşıyasınız. Bunun faili veya faili olduğu şüphesi var olan taraf üzerinde,
denkleştirici geleneksel bir adalet yaklaşımı içerisindeki çabaları arttırdığınız
ölçüde, o taraf tamamen bu tavra uygun bir biçimde kendisinin öyle bir fail
100
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
konumunda olmadığı savunusunu ön plana iten bir yaklaşımla karşı çabaya
girecektir, bu tartışmasızdır. Çünkü yaklaşım böyle bir yaklaşım, öyle bir
yaklaşımı doğuracaktır. Bunda başarılı olabilirsiniz veya olmayabilirsiniz veya
karşı taraf bunu kabul edebilir, evet sorunluyum diyebilir. Böyle diyorsa belki
sorun yok ama yine de sorun vardır. Örneğin; İkinci Dünya Savaşı’nın
mağduriyete yol açan taraflarından en başta geleni kabul edilen Almanya’nın
liderlerinin, Nazi Almanyası liderlerinin yargılanmaları Nürnberg’de sorunu
çözmüş müdür? Çözmemiştir. Neyi çözmemiştir? Mesela … sorununu
çözmemiştir … dediğimiz nihai çözüm Yahudilerin, işte çingenelerin,
gaylerin, sosyalistlerin ama öncelikli Yahudi ırkın Avrupa’dan temizlenmesi
sorununun yarattığı mağduriyeti çözmemiştir. Sosyal bilimciler bu sorunun
ne zaman çözümlenmeye başladığını söylerler biliyor musunuz? 1960’ların
başlarında İsrail’in Adolp Alhman’ı Arjantin’den kaçırıp, çünkü Alhman bu
nihai çözüm projesinin mimarı olan zattır Nazi Almanya’sında ama o savaş
hercümerc içerisinde de ülkeden kaçıp, Arjantin’de işte otomotiv işiyle
uğraşan Ricardo Clement adıyla yaşayan bir kişi olarak hayatını sürdürürken
İsrail ajanlarınca kaçırılır Arjantin’den, İsrail’e getirilir. Denkleştirici bir adalet
anlayışı içerisinde yargılanır, hiçbir denkleştirici adalet aslında kuralının var
olmadığı bir hukuk düzeni içinde. Niye? Yetki açısından baktığınız zaman
zannediyorum çok iyi takdir edersiniz, niçin yargılanır Adolp Alhman işte
Yahudilere karşı temizlik, Avrupa’nın temizlenmesi mücadelesini
gerçekleştirmedeki sorumluluğu nedeniyle. Güzel, peki İsrail yargısı onu
yargılamaya yetkili midir bu çerçevede? Ülke bakımından baktığınız zaman;
hayır İsrail, İsrail diye bir devlet yoktur 2. Dünya Savaşı’nda, ülke bakımından
yetki ne kelime, kişi bakımından; yoo İsrail devleti olmadığı için İsrail
vatandaşlarının dolayısıyla maruz kaldığı bir mağduriyet değildir o tarihte.
Peki fail açısından; tabii failde değildir. Peki nasıl yargılayacaksınız? Yani iki
yargı yetkisine esas oluşturabilecek, hukuki, elinizde argümantasyon var;
birisi ya evrensel yargı yetkisi anlamında bir yetkiye dayanacaksınız, Nürnberg
Mahkemeleri’nin yaptığı ya da tamamen işi Yahudilerin kıyımı olarak görüp,
ona bağlı olarak etnik temelde tanımlayacaksınız. İsrail hukuk camiası ikiye
ayrılır; bir kısmı tamamen, bunun bir Yahudilere yönelik suç olduğunu, diğer
taraf ise soykırım denen insanlığın düşmanı olarak yayınlanan, bugün evrensel
101
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
nitelikte yargı yetkisine de konu olan soykırım gibi, insanlığa karşı suçlar gibi,
savaş suçları gibi, işkence gibi suçların faillerinin de yargılanabileceği -eğer
ülke hukukun da buna imkan tanınıyorsa- bir kanaldan yargılanması
gerektiğini savunurlar, çok ciddi çarpışır bu tezler, sonuçta bu öne geçer. Ama
Yahudilerin bir mağduriyet ruh halinden çıkmaya başlamasının kilometre
taşı işte bu yıllar olur. Nürnberg Mahkemeleri değil aslında ve daha sonra da
bu başka bir biçimde size konuşmamın başında belirttiğim bir hak politikasıyla,
yeni insan hakları politikası ama, insan haklarının korunmasına yönelik bir
hak politikası değil insan hakları politikasının … sürekli canlı tutulması
anlamında, … geçmişinin sürekli canlı tutulması anlamında bir insan hakları
politikasının İsrail’in 67’deki Altı Gün Savaşı ardından 70’li yılların
başlarındaki hani saldırgan dış politika uygulamasıyla birlikte geliştiği bir
süreçte de hep canlı tutulur ve büyütülmeye çalışılır o insan hakları politikası.
Bugün de halen bu devam ediyor, geçen yılki Lübnan Savaşı da, İsrail’in
Lübnan’a yönelik müdahalesi de … tarafından tamamen böyle açıklandı; biz
mağdur olmamak için başkalarını mağdur etmek zorundayız dedi, bu işte
tipik bir insan hakları politikasıydı, insan haklarına yönelik bir politika değildi
ama insan hakları politikasıydı. Demek istediğim yani Nürnberg uygulaması
denkleştirici bir adalet anlayışı çerçevesinde her ne kadar dönemi için ileri bir
adım olsa bile o denkleştirici adalet mantığı içerisinde çözümü sağlamamıştır,
belli yaptırımlar öngörmüştür ama çözüm sağlanmamıştır. Bugüne kadar da
bu çözümü bulunmamanın, çözüme ulaşamamanın sorunlarıyla karşı karşıya
kalmış oluyoruz. O zaman yapılması gereken, tabii ki bir reçete sunmak
durumunda değilim, böyle bir reçete sunulamaz ama en azından yaklaşım
biçimlerinde savunma ve iddia konumları yerine eyleme odaklanmış, eylemin
ne olduğunun ortaya çıkarılması, bu tarihçilerin tabii ki altını çizeceği bir
husustur ama sonrası sadece tarihle ilgili değildir çünkü tarih bu anlamda
hukuktan da destek almak durumundadır. Eylemin ne olduğu, fakat eylemin
ne olduğu üzerine yapılacak tahlillerin ya da tartışmaların iki tarafın birbirine
saygı ekseninde geliştireceği bir eksende, bir ortamda gerçekleştirilebilmesine
çalışmak ve bunu mutlaka bir ithamla sonuçlanmayacağının peşinen
kabulüyle böyle bir ekseni kurmak büyük önem taşıyor. Bunun onarıcı adalet
yaklaşımı bağlamında birkaç cephesi daha var ki üzerinde durulması ayrıca
102
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
hem hukukçular hem sosyal bilimcilerce önem taşıyan bir cephedir bu, bu
iletişimin 1- yüzleşme etkisi yaratması, yüzleşme kavramının irdelenmesi,
2-bir giderim yani telafi etme, telafinin anlamı, nasıl giderileceği ve
dönüştürme yetkisi. Dolayısıyla yüzleşme etkisi, telafi etkisi ve dönüştürücü
etkisi. Dönüştürücü etkisi de tarafların kendi benliklerindeki dönüştürmeyi
sağlama etkisidir. Buradan hemen Türkiye’nin son üç ayının çok sıcak,
hararetli ve acı bir belki de biçimde sonuçlanan vakasına dönmek isterim;
Hrant Dink’in öldürülmesine konu olan yazısı, Agos Gazetesi’ndeki. Hrant’ın
o gazetedeki yazı dizisinde Ermeni Cemaati’ne, özellikle de Türkiye sınırları
dışında yaşayan Ermeni Cemaati’ne kanınızdaki sizi zehirleyen o Türk
imgesini kanınızdan atın demesinin anlamı aslında tam da bu dönüştürücü,
onarıcı adalet anlayışı biçimde yorumlanmaya elverişli bir telkinden ibaretti.
Niye? Çünkü, bu iletişim ve ilişkiden yoksun bir adalet anlayışı, sizin
karşıdakine olan husumetinizi tamamen kayıp-kazan ekseninde belirlediği
için aynı zamanda kendinizi de kirletir, kendiniz de kirlenirsiniz ve kendiniz
de öz benliğinize olan gücünüzü kaybedersiniz, dolayısıyla Hrant Dink’in
yakarışı aslında, kendinize olan özgüveninizi bulun, bunu bir Türk imgesiyle
kanınızı zehirleyerek ama Türk’ün zehirlemesiyle değil kendi kendinizin
kanını zehirleyerek inşa etmekten çıkın yani denkleştirici bir bakışla değil,
onarıcı bir bakışla bu geçmişinizi değerlendirin simgesi. Bu tabii çok rehavet,
yani denkleştirici bir bakışla kendi kimliğinizi tanımlamak çok rehavete sevk
edicidir, kolaydır çünkü, başkasına göre kendinizi tanımlamak çok kolaydır
çünkü kendinizi tanımlamıyorsunuzdur orada, başkasını tanımlıyorsunuzdur,
bu çok kolay bir iştir. Ve başkasını şeytani olarak tanımlamak kendinizin
şeytanın karşıtı olarak tanımlanmanızın da kapısını açar. İşte Hrant Dink’in
söylemeye çalıştığı buydu aslında. Dolayısıyla bunu da biz onarıcı adalet
yaklaşımı bağlamında, kuramsal olarak dönüştürücü bir etki olarak kabul
ediyoruz. Ben bu noktada sanıyorum yeterince uzun ve sabrınıza da fazlasıyla
da güvendim, ilginiz için çok teşekkür ederim, o bakımdan eğer sorularınız
olursa veya görüşleriniz olursa tartışma kısmında bunlara da memnuniyetle
katılmak isterim.
KATILIMCI : Konuşmanızın henüz daha başında gerçeğin hukuki tanımıyla
103
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
tarihsel tanımı arasındaki farklılığa işaret ettiniz.
PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Ama, hukuk dışı.
KATILIMCI : Evet hukuk dışı diyelim, ama hani konuşmanızın ağırlığı da
tarihsel düzeyde olduğu için özellikle onu söylemek istedim ve arzu edilenin
de aslında bu ikisinin ya da, arzu edilenin bunların örtüşmesi olduğunu
söylediniz, belki mümkün değil ama arzu edilen budur dediniz. Şimdi onarıcı
adalet anlayışı kullanılan bir hukuk sisteminde bu gerçekten mümkün mü,
birinci sorum bu. İkincisi Uluslararası Adalet Divanı’nın Bosna kararına
ilişkin. Burada mahkeme tarihsel gerçekliği, gerçekten ne şekilde yorumladı
ve daha sonra ortaya çıkan karar adalet idesini nasıl etkiledi? Bir diğer soru,
son sorum; ölüm cezası söz konusu olduğunda, bu denkleştirici adalet
anlayışında denkleştirmeye ilişkin varsayımsal kabul aslında bir bakıma
olumlu bir rol oynamıyor mu?
PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Onu biraz açar mısınız, ne anlamda
olduğunu, görüşünüzü anlamak açısından.
KATILIMCI : Yani şu şekilde denkleştirmeye herhangi bir ölüm vakasında
diyelim ya da bir ceza davasında, tabii bu sorum ölüm cezasının geçerli
olduğu bir hukuk sistemi için geçerli, burada uygulanması istenen ölüm
cezası denkleştirici adalet anlayışı uygulandığı için ortaya bir denkleştirme
çıkıyor ve bu denkleştirdiğine dair varsayımsal bir kabul içeriyor. Zaten sizin
söylediğiniz de bu, işte buradaki varsayım ölüm cezasının uygulanmaması
açısından ve hukukun, insan haklarının bugün geldiği nokta açısından olumlu
bir işleve sahip değil mi? Bilmem açık oldu mu? Teşekkür ederim.
PROF. TURGUT TARHANLI : Teşekkürler, sanırım cevaba geçebilirim
hemen. Şimdi isterseniz sondan başlayayım. Ölüm cezasının mesela
Amerika Birleşik Devletleri bu konudaki infaz yöntemleriyle çok meşhurdur
biliyorsunuz yani ve eyaletlere bağlı olarak gerçekleştirilen ölüm cezasının
infaz biçimlerinde farklılıklar vardır. Fakat tabii ki bu bir denkleştirici
104
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
adalet uygulamasıdır o açıdan da baktığımız zaman. Bunu gerçekleştirirken
tabii eyaletten eyalete değişir, mutlak değil bu, yaygın değil o anlamda ama
değişik biçimlerde de uygulanıyor. Mesela elektrikli sandalye ile infaz edilen
ölüm cezalarında böyle uygulamalar olduğunu biliyorum, bununla ilgili
Amerika’daki gözlemlerimden ve tartışmalardan, o kişinin yani infaz edilecek,
cezası infaz edilecek elektrikli sandalyede elektrik vermek suretiyle infaz
edilecek kişinin, infazının gerçekleştirileceği sırada arka tarafta onun, yani ön
tarafta infazın, kapalı bir odada yapılıyor, o kapalı bir odanın arka tarafında
aynen buradaki işte o kumanda odaları veya çevirmenlerin olduğu odalar
gibi mağdurun yakınlarının oturacağı sandalyeler koyup, 2-3 sıra, bizzat o
mağdurun yakınlarına infazın gerçekleştirilmesi, onlar kabul ediliyorlar, yani
başka halka açık, umuma açık bir şey değil bu, sadece mağdur ve kimse yakınları
onun hukuken de belli bir dereceye göre belirlenmesi mümkün, oturuyorlar,
sandalyeleri var ve o karşıdaki onlara acı veren kişinin, yok oluşunu, yani
hayatını kaybediş sürecini izliyorlar. Şimdi belki bu açıdan bakarsanız
hakikaten o söylediğiniz anlamda denkleştirici olmaya yani kendi duydukları
acıyı o adamın veya kadının çektiği acıyı çok somut biçimde ve yakında
izleyerek de, onlara böyle bir fırsat verilerek gerçekleştirilmeye çalışıldığını
söylemek mümkün belki denkleştirme açısından. Şimdi bu tartışılır tabii,
yani bu şekilde seyrettirme olmasa bile ki, bizim de yakın tarihimize kadar,
50’li yıllara kadar, Osmanlı’da da uygulanan infazların yerine getirildiği Sultan
Ahmet Meydanı’nda bu infazlar gerçekleştirilirmiş, ben bizzat tanık olmadım
o yıllara yetişmediğim için, ikinci yarısında çocuktum gerçi, ailemde bana
idamı, infazı izletmedi dolayısıyla bir şey söyleyemeyeceğim. Denkleştirme
bu anlamda yani eğer mağdurun yakınlarının bir tür acısının başka bir acıyı
onlara göstererek veya acının varlığını önlerine sunarak sağlanması olarak
tanımlıyorsak olabilir ama bu değil aslında, bunun olmadığını söylememizin
nedeni karşı söylemin bunun bu olmadığına ilişkin güçlü argümanlar ortaya
koyması, yani onarıcı yaklaşımın, çünkü işte mesela bundan çok daha büyük
bir ölçekte 2.Dünya Savaşı uygulamasında da idamlarla da karşılaştık ama
o ortaya çıkan tablo hiçbir biçimde bunun denkleştirmediği biçiminde bir
tabloydu. Yani bir başka şeyin ortaya konulması, tabii suçun konusuyla ilgili
olarak yani nedir o mağduriyete yol açan eylem, bu vakadan vakaya değişebilir,
105
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
dolayısıyla o konudaki aslında çözüm nedir? Çözüm taraflardan birinin yok
edilmesi midir? Yoksa çözüm aslında başka bir şey midir? Bu şüphe üzerine
kurulan bir yaklaşımla bunun inşa edilmeye çalışılması kaygısıdır, onarıcı
yaklaşımda. Şüphesiz tabii ben mükemmel bir sistemdir ve diğeri de berbat
bir sistemdir gibi öyle mutlak siyah veya beyaz ayrımı içinde davranmak
istemiyorum. Ama çelişkilerin olabildiğince azaltılması ve özellikle de
tarafların tümünün aktif olarak içinde yer alabilmesi ve birbirlerinin dillerini
duyabilmeleri yani bir failin, mağdurun üzerinde yarattığı etkiyi görmeksizin
bunun cezasını ödemesi aslında onu neyle karşı karşıya bırakmaktadır
sorusudur bu. Bugünün örneğin ceza infaz rejiminde de büyük ölçüde bu
yönde bir uygulamanın ön plana geçtiğini görüyoruz.
Sondan başladık bari sondan başa doğru gideyim sırayla. Bosna kararı. Bosna
kararı da tipik bir denkleştirici adalet uygulamasıdır aslında yani pozitif
hukukla sınırlıdır, pozitif hukuk sınırları içerisinde tanımlamıştır ve pozitif
hukuku yani 1948 soykırım suçunun önlenmesi ve cezalandırılmasına dair
Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin soykırıma yol açan, soykırım tanımına
uygun eylemlerin, dolayısıyla tasnifin, o eylemlerin suça uygun bir biçimde
tasnifinin, hukuka göre tasnifinin sonucu ortaya çıkmıştır. Yani tipik bir
denkleştirici yaklaşım içinde hareket edilmiştir orada da. Ama buna rağmen
mesela -tabii bu Uluslar arası Adalet Divanı’nın işleyişiyle, yetki kurallarıyla
ilgili bir husus- fakat Bosna sorununda onarıcı bir yaklaşımı ön plana çıkardan
ve 90’ların ortalarından bu yana bunun uygulanmasına çalışılan birçok
mekanizma da var. Yani tarafları birlikte görmeye çalışan ve birlikte onların
varlığını ön planda tutmaya çalışan ve mağduriyeti birlikte gidermeye çalışan
çünkü, Bosna sorunu -ben savaş sırasında da iki kez gittim Bosna’ya, yani
yakından da görme imkanı buldum- bu sadece bir hukuka aykırılık ve savaş
değil, başka bir şeyin gösterilmesi sonucunu doğurdu, sadece Bosnalılara
değil dünyaya ve bizlere de gösterdi bunu. Siz böyle bir çatışmanın başlaması
öncesi, toplu bir yaşama hali içinde, işte şehirlerinizde, komşularınızla, iş
hayatınızda yaşarken bir anda belli bir işte eşiğin aşılmasıyla –onun orada
çözülmesi gerekiyor- birbirinizin hasmı nasıl olabilirsiniz? Ve bu ailelere
kadar varıyor, mesela eşini terk edip giden kadınlar, adamlar sırf farklı etnik
106
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
gruplar, Hırvat erkek, Sırp kadın veyahut Boşnaklarda da var, çok sayıda da
değil Boşnaklarda ama işte din farkı nedeniyle fakat farklı dinden evlilikler
de var. Oralarda bile bu tür etkilerle karşı karşıya kaldınız, yani evlilik
ilişkisinin bile böyle bir sosyal çatışma nedeniyle çözülebileceği bir travma.
Bu nasıl olabilir? Yani insanlık böyle bir şeye nasıl geçebilir? Yani orada bunu
kolaylaştıran ne? Nedir aradan çıkan ki bir anda siz birbirinizin hasmı ya
da işte o hukuktaki … (insan insanın kurdudur) haline dönebiliyorsunuz.
Bunun tabii sadece taraflardan birini ya da suçlu olarak tanımladığımız
tarafı cezalandırmanın ötesinde bir başka iletişimi kurmaya yönelik yollarla
anlaşılmaya çalışılmasıdır önemsenen ve bunu kurmanız için aslında kendi
belliğinizi bile reddettiğiniz bir takım yollara başvuruyorsunuz. Mesela bugün
Republica Sırbska yani Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin o Sırp özerk yönetimi
ile Bosna Herkes Hırvat Sırp Federasyonu diğer yapı arasında. Otomobillerin
plakalarını ayırt edemiyorsunuz, ayırt edememe ihtiyacı doğuyor. Mesela
bu başlangıçta bu şekilde bu yapıyı kurmak için, hani bu iletişim midir?
Bu aslında iletişimsizliğe işaret eder, çünkü farklılığınız yoktur orada ama o
farklılığı ortadan kaldırmak ihtiyacı içindesiniz ki iletişim kurabilesiniz, bu
iletişim değildir aslında. Kendinizi ortadan kaldırmak, yani benliğin inkarıdır
aslında. Dolayısıyla bunu ama sadece yasal bir mekanizmayı çalıştırarak
benliğinizin inkarıyla bir çözüme ulaşmış olmuyorsunuz, bu çözüm değil
çünkü. O anlamda baktığınız zaman Bosna Hersek kararı Uluslararası Adalet
Divanı’nın çözümle ilgili değildir ve çözüm hedefi de, beklentisi de yoktu
zaten dünyada da doğrusunu isterseniz. Çünkü burada söz konusu olan
mahkemenin devletler arası yargılama da dünya sistemi içerisinde taraflardan
birinin acaba devlet olarak bir soykırım suçunu işlemekten sorumlu tutulup
tutulamayacağı meselesiydi. Mahkeme bir şeye işaret etti yalnız -bu önemlidir
ama o ölçüde de bence dikkatle izlenmesi gerekir- koruma yükümlülüğünü
ihlal etti dedi Sırp yönetimi. Bu bir terimdir, 2002 yılında uluslar arası hukuk
terminolojisine girdi. Yani koruma sorumluluğu. Koruma sorumluluğu çünkü
şöyle bir şey bütün devletler kendi ülkesindeki insanları koruma sorumluluğu
altındadır bu yüzyılları bulan devlet olma yetkisinin bir sonucudur, himaye.
Ama 2000’li yılların yeniliği şu 2004-2005’ten itibaren çok yeni; eğer bir
devlet kendi ülkesindeki insanların haklarını yeterince koruyamıyor ve
107
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
onlara inanılmaz bir ıstıraba yol açıyorsa o zaman birilerinin –uluslar arası
toplum- bunu korumaya soyunması gerekir ve müdahale etmesi gerekir. Bu
çok, mahkeme buna işaret etti dikkatinizi çekerim, yani genel olarak. Çünkü
bir mahkeme tarafından bu şu anda kullanılmış durumdadır ve uluslar arası
hukukun beyanı niteliğindedir Uluslararası Adalet Divanı kararları, uluslar
arası müdahale anlamında. Ama kim bunu gerçekleştirebilir? Bu güce
sahip olan devlet. Bu güce sahip olan devletlerin hepsi bunu gerçekleştirme
konusunda meşruiyet bakımından nasıl değerlendirilebilir burada ciddi
tartışmalarla yüzleşebiliriz. Mahkeme’nin işaret ettiği, dolayısıyla Sırp
yönetimi bakımından böyle bir sorumluluk, bu sorumluluk açısından pozitif
hukuku değerlendirerek –bunu siz sormadınız ama ek olarak bunu da dikkate
almamız gerektiği kanısındayım- tabii denkleştirici bir akıl yürütmeyle 48
Sözleşmesi bağlamında şu eylemde sorumludur, bu eylemde sorumsuzdur
dedi. Biraz da kolay, kolayı seçti doğrusunu isterseniz. Çünkü Serebleniska
vakasının çok net, tartışmasız özellikle orada görevli Hollanda Tugayı’nın
da kendi ülkesinde Hollanda’da bu tür bir soruşturmaya, adli değil idari bir
soruşturmaya konu olması vesaire bakımından ayyuka çıkmış bir vakaydı
ve uydu fotoğraflarıyla, şusuyla, busuyla. Orada da çok ayrıntısına girmek
istemem, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere dünya sisteminin
de nasıl sorumlu olduğunu da dikkate almak gerekiyor ayrıca. Onarıcı
adalet bağlamında acaba o gerçekliğin hukuk dışı ve örtüşmesi mümkün
müdür? Hukuk dışı ve hukuki gerçek mümkün olabilir mi? Evet amaç bu
aslında, yani olabildiğince hukukun tanımladığı gerçekle, hukuk dışındaki
gerçek ilişkilerin görülmeye çalışılması, yani fail mağdurun ne kadar mağdur
olduğunu görmeden bir cezayla karşı karşıya kalıyorsa şayet ve bunun infazına
girişiliyorsa şayet o zaman orada bir aslında neyin gerçekten var olduğunu
sormamız gerekir açıklıkla. Ha bu mutlaka gerçekleşir mi? Çaba budur,
bunu gerçekleştirebilecek ehil insanlara ihtiyaç var ve tabii bu ehil insanlar
sadece hukuk profesyonelleri de değil aynı zamanda. Diğer disiplinlerin
de bu konuda bir katkı sunmasına ihtiyaç var. Bunun çünkü, bugün hafıza
(memory) çalışmaları mesela sosyal bilimlerde çok önemli yer işgal ediyor,
bunlar üzerine çalışan insanlar böyle bir yaklaşımda bulunması gerekir veya
sosyal psikoloji konusunda çalışan insanlar burada katkıda bulunması gerekir.
108
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Başka bir takım disiplinleri ilgilendiren konularda o tür destekler alınması
gerekir. Yani olabildiğince hukuk dışı gerçeğin de bu alana, bu iletişim
ilişkisine, eksenine katkı sağlamaya çalışılması. Bilmiyorum sizin sorularınızı
cevaplayabildim mi?
Siz mi şey yapıyordunuz, peki hanımefendi izin istedi son anda.
KATILIMCI : Ben ilk önce bir takdim eden konuşmacı çok olumsuz
duygulara sahibim dedi. Ben ilk kez katılıyorum bu toplantıya hangi konuda
olumsuz duygulara sahip önce onu sormak isterim. Gitti mi? O zaman o
soruyu iptal edelim.
PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Gelebilir herhalde tekrar.
KATILIMCI :Gelecekse tamam ona sorarız. Ben hukuk tartışmalarının
bu kadar teorik olmasına her zaman karşıyım. Çünkü burada artık halka
konuşuyorsunuz şu andan itibaren, halkın anlayacağı şekilde anlatmak
durumundasınız. Ben halkım, ben şu anda aile danışmanıyım ve halkı temsil
ediyorum. Biraz önce ne denildi, diğer meslekler katkı yapmalıdır diye, katkı
yapıyoruz işte. Şimdi ben konuyu şöyle anladım. Nefret ve adalet. Yani adalet,
suçluya adalet sağlamak anlamı taşıyorsa nefret otomatikman doğacaktır. İnsan
Hakları tartışmaları bizde, hukukçular tarafından maalesef aldığımız izlenim
bu; suçlunun insan hakları olarak algılanıyor, mağdurun bu alanda insan
hakları var mı yok mu hiç tartışılmadı, önce bunların bir tartışmaya açılması
lazım. Hakimler karar veriyor, ben hakimlerimizin aslında karar vermeden
önce psikolojik testlerden geçmesi taraftarıyım. Sağlıklı insan düşüncesinin
ne olduğunu biliyor mu bilmiyorlar mı ilk önce onların testlerinin yapılması
lazım. Şimdi karar veriyorlar, Avrupa’da da aynı şekilde karar veriliyor, yüksek
ceza gerektirmeyen konularda kamu hizmeti veriliyor. Avrupa’da bu kamu
hizmeti cezası verildiği zaman o suçlunun canına ot tıkanıyor aslında kamu
hizmetinde. Çok ağır işler veriliyor, bizde ise basına yansıdığı tarzıyla…
PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Yani meslekten men vesaire onu mu
109
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
kast ettiniz?
KATILIMCI : Meslekten men değil, kamu da yani hapse 6 ay sokacağı yerde,
kamuda, kamuya yararlı bir işte görevlendiriyor. Ama bu görev çok ağır,
kimsenin yapmayacağı, kanalizasyon işleri, mahallenin işleri, kaldırım işleri
yani çok ağır işlerde sadece boğaz tokluğuna çalıştırılıyor ve yani uykuya dar
düşecek şekilde canına ot tıkanıyor aslında ve bir daha da o cezayı yapamıyor
zaten. Ama bizde kararlar aynen şu şekilde, basına yansıdığı şekilde; hayatında
hiç kuaföre gitmemiş bir kadın, kuaföre gitmeme cezası alıyor, hayatında
hiç kahvehaneye gitmeyen bir erkek kahvehaneye gitmeme cezası alıyor.
Efendim evinde oturmaktan çok mutlu ve mesut bir kadın, kocasına, aile
çocuklarına şiddet uygulamış, kadınlar da şiddet uyguluyor ve efendim evden
hiç çıkmama cezası alıyor belli bir süre için. Şimdi bunları biz okuduğumuz
zaman işte bu sizin başlığınıza geliyoruz, nefret ve adalet ve biz adalete nefret
duymaya başlıyoruz. Şimdi ben bu konulardaki görüşlerinizi almak istiyorum
bu bir, ikincisi acaba hukukçularımızın şeref, haysiyet, onur kavramlarında bir
boşluk mu var ben bir de onu öğrenmek istiyorum. Bir Anayasa hukukçusuna
soruyorum; hırsızın şerefi, haysiyeti olur mu diyorum, çünkü şeref, haysiyet
içi boş kelimeler değildir, hırsızlık yapılıyorsa artık burada bir şerefsizlik
söz konusudur bizim, halkın anlayışına göre, ama Anayasa hukukçusu bana
kalkıp gayet rahat diyebiliyor ki; evet efendim hırsızın da şerefi, haysiyeti
vardır, tazminata hükmedilir. Lütfen ben halk olarak ve danışmanlık verdiğim
insanlar olarak, hukukçularla bizler arasında, psikolojik olarak, düşünce
olarak çok ciddi farklar mı var, yoksa burada algılamalar da bir eksiklik mi var,
bunları nasıl giderebiliriz, bunları görüşmek istiyorum. Teşekkürler.
PROF. DR. TURGUT TARHANLI : İsterseniz, siz sorunun muhatabı
sissiniz çünkü, bütün soruların değil ama, tekrar etmeye ihtiyaç var mı?
OTURUM BAŞKANI : Esas olarak sanıyorum, umutsuzluğumu söylediğim
üzerine. Şimdi Turgut Beyin sunuşu, o kavramsal çerçeve benim umutsuz
olduğum süreç üzerine yapacağım konuşmalardan oldukça ayrı bir
çerçeve yani şimdi ben sözü alıp şunları söylemem lazım. Şu aktüel, siyasi
110
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
süreçlerin, öne çıkmış, kendini hissettiren siyasi dinamikleri tartışmam
lazım, meydanlara baktığım zaman başkalarının gördüğünden daha farklı
neler görüyorum bunları konuşmam lazım, orta sınıfın Türkiye’de kentli orta
sınıfın aslında modernist projenin gerçek müşterisi sahibi olması gerekirken
batılı değerlere ne kadar kapandığını, otoriter bir devlet arayışına doğru
yöneldiğini, belki bunu farkında bile olmadan yaptığını, bunları konuşmam
lazım. Bu konferansçının sunuşundan çok ciddi bir zemin kayışını getirir.
Onun için bunu yapmak istemiyorum, gündemin bozulmasının sorumlusu
olmak istemiyorum ama ben o kadar bayrağı gördüğüm zaman, asıl o zaman, o
kürsülerde yapılan konuşmaların yani hakikaten yüzbinlerce insanın önünde
kürsüye çıkan 3.sınıf ajitatör gazetecileri dinlediğimiz zaman asıl o zaman
tehlikenin farkında mısınız demek geliyor içimden. Bu çok şey bir tartışma,
yani şu anda zemin kayar, belki bu söylediklerim bile bu zeminin kaymasına
yol açar. Bu kadar söyleyeyim ben.
PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Evet şimdi teorik eğer olmuşsa tabii
özür dilerim sizden özellikle ama şöyle de tabii bu kavramları geliştirirken, hem
davet eden arkadaşlarımla yaptığımız görüşmelerde hem de son tahlilde davet
eden kurumun Ankara Barosu olması gerçeğini de dikkate alarak, yani belli
bir hukuki altyapının olması gerektiğini tabii ki düşündüm. Kaldı ki tabii yani
hepimiz farklı yerlerde konuşabiliyoruz mesela Ziraat Odaları’nca çağrılmış
olsaydım o zaman zannediyorum hukukilik niteliği daha farklı olabilecek bir
konuşma yapma yani zümre itibariyle düşünebilirdik. Dolayısıyla ama yine
de eğer olabildiğince kuramsalsa tabii herkesle iletişim içinde olmak isteyen
bir kişi olarak bundan rahatsızlık duyarım, bunu bilmenizi de isterim.
Adalet sınırlı mıdır? Yani sadece suçlu ya da sanıkla mı tanımlanmalı ve
dolayısıyla onun hakları bakımından mı? Yok tam tersi aslında. Yani şöyle
tam tersi derken; sanığın haklarının dikkate alınması önemlidir, neden
önemlidir, çünkü sanığın devlet aygıtlarınca kamu otoritesinin eline geçirilmiş
olması o sanık olan kişiyle o devlet otoritesi arasında asimetrik bir ilişkinin
varlığına delalet eder. Yani bu asimetrik ilişki güce bağlı olarak belirlenmiş bir
ilişkidir. Devlet aygıtı yani kamu otoritesi buna yetkili bile olsa güçlüdür ve
111
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
dolayısıyla siz sanık olarak her tür şerefsizce suçu işlemiş olabilirsiniz, o ayrı
bir konu ama o devlet aygıtının sizin üzerinizde uygulayabileceği muamele
onu tanımlayacaktır. Biz dolayısıyla onu tanımlamak, onu nasıl
tanımlayacağımız sorusunu burada sorduğumuz içindir ki sanığın haklarını
gündeme getiriyoruz. Türkiye Anayasa Mahkemesi son günlerde bir kararıyla
çok ön plana geçti, bundan 5-6 sene önce bir başka kararı eğer bir başka
yönde sonuçlanmış olsaydı aynı derecede ön plana geçecek miydi bilmiyorum
ama Türkiye dışında veya çok iyi olmayan bir biçimde ön plana geçeceğini
söyleyebilirim. Bu şunla ilgili, buradaki büyük katılımcı grubu zannediyorum
hatırlayacaktır; Şartlı Salıverme Kanunu, 2000’li yılların başlarında kabul
edilen Af Kanunu diye yansıdı kamuoyuna vesaire tartışıldı. Bu Anayasaya
aykırılığı nedeniyle Anayasa Mahkemesi önüne giden bir kanun ve orada
yüzlerce, yüzlerce diyebilirim evet 200’ün üstünde, bunların büyük bir kısmı
da bir maddesinden hareketle –sizin sorunuza geleceğim buradan hareketle,
biraz teknik tarafı ama onu söylemek zorundayım- bu kanunun bir maddesinin
özellikle rahatsızlık verdiği, eşitlik konusunda rahatsızlık verdiği gerekçesiyle
bunu Anayasa Mahkemesi önüne götürdüler, başka gerekçeler de vardı. O da
şuydu; bu kanun kapsamına, işkence veya kötü muamele veya birtakım gayri
insani muamele gibi birtakım eylemleri gerçekleştirmiş kamu görevlilerinin
mahkum olmuşlar veya haklarında dava açılmış olması halinde dahi kanun
kapsamına alınmaması kabul ediliyordu. Yani onlar cezalarını çekecekti,
infaza devam edilecekti ve haklarında soruşturma açılmışsa bu yargıda devam
edecekti. Emniyet Genel Müdürlüğü buna şiddetle karşı çıkıyordu, kanun
hazırlanırken. Mecliste kulis yapıyordu o dönemlerin Emniyet Genel
Müdürü. Bu olamaz, böyle bir şey olamaz, çünkü kanun kapsamına siz,
mesela vahşiyane bir his sevkiyle birini öldürmekten sorumlu tutulmuş
kişileri almışsınız, yani onların ceza infazına bir kesinti gelecek, askıya
alınacak, tahliye edilecekler veya haklarındaki duruşmalar askıya alınacak
vesaire. O zaman bu eşitliğe aykırıdır gerekçesiyle, şimdi Anayasa
Mahkemesi’nin önüne geldi bu iş. Anayasa Mahkemesi’nin 11 yargıcı var. 11
yargıçtan 5’i Emniyet Genel Müdürü’nün görüşü doğrultusunda görüşler
ortaya koydular, 6 yargıç o görüşe katılmadı dedi ki; işkence suçu farklı
nitelikte bir suçtur, diğer suçlardan ayrı bir niteliği vardır. Neden ayrı bir
112
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
niteliği vardır bunu açıklamadı gerçi. Gerekçede yok. Dolayısıyla güvenlik
görevlilerinin, çünkü işkence suçundan sorumlu olabilmek için de güvenlik
görevlisi olmanız gerekiyor. O zaman adi bir suç olarak da iki Türkiye
vatandaşı da birbirine işkence yapabilir ama bu işkence suçu oluşturmaz,
başka bir suçun alanı içine girer. Dolayısıyla o güvenlik görevlilerinin bu
suçtan ötürü kanun kapsamında şartlı tahliyeye tabi tutulmamaları eşitlik
ilkesinin ihlâli anlamına gelmez farklı nitelikte, farklı statüde olan kişilerin
işlediği suçlardır. Şimdi yalnız burada beş tane Anayasa Mahkemesi
niteliğindeki bir mahkemenin üyesi, şu görüşü ortaya koydular, sanığın
hakları meselesi; bu suçu işleyen güvenlik görevlileri bunu, suçun delillerini
ortaya çıkarmak için, suç faillerini bulmak için, kamu düzenini sağlamak için
gerçekleştirmektedirler. Dolayısıyla onlar adi bir suç işlemiş kişiyle aynı
görülemez. Bir Anayasa Mahkemesi yargıcı bu işkenceden ötürü mağdur
olmuş insanları dikkate alarak, onların haklarını dikkate almak yükümlülüğü
içinde olan bir Anayasa Mahkemesi yargıcı, böyle bir hükme nasıl varabilir
kendi muhalefet şerhinde bile. Bu Anayasa’ya da aykırı, Anayasa’da da
yazmıyor, Anayasa’da hakimler, Anayasa’ya, kanuna ve hukuka uygun karar
vermek zorundadırlar. Anayasa Mahkemesi yargıçları bundan muaf değildir.
Onlar da hukuka uygun olarak ve Anayasa’ya uygun olarak karar vermek
zorundadır. Ama 5 yargıç, demokrat bir ülkede o 5 yargıç görevini kaybeder
aslında, sandalyeleri altlarından çekilir çünkü, Anayasa’ya aykırı, hukuka
aykırı, kanuna aykırı verdikleri muhalefet şerhi. Çünkü o asimetrik ilişkiyi
güç ağırlık merkezinde tanımlıyorlar, hak merkezinde değil, güç merkezinde
tanımlıyorlar. Biz eğer ilişkilerimizi eğer güce göre tanımlayacaksak, o zaman,
hukuka ve o mahkemeye ne ihtiyacımız var ki eğer öyleyse. Dolayısıyla sanığa
odaklanmanın nedeni bu güç merkezinde o güçlü olanın çok da gücünü
belirleyici kılmaması için, o kaygıyladır. Yoksa sanığın kaşı gözü için değildir.
Ama tabii bugünün anlayışı bu da denkleştirici bir bakıştır o açıdan baktığınız
zaman, mağdurun da görülmesini istiyor. Yani onarıcı bir adalet yaklaşımı
failin haklarını koruduğu kadar mağdurun da haklarının da dikkate alınması
için o iletişimi kurmaya çalışır. Ama bu sadece sistem önünde de değildir,
yani bunlar ikisi de sistemin aynasına bakarak görülmek istemezler. Onarıcı
yaklaşımda fail mağduru da görmek zorundadır, yaptığı işin sonucunu
113
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
görmek zorundadır, önemli olan esas bu. Tabii bir mağdur için özellikle ceza
alanında en ürkütücü şey, suça maruz kalmış bir insanın o kendisine bu acıyı
veren insanı görmemesi meselesidir. O içindeki –psikologların bu teşhisiyani o acıyı, o travmayı büyütmenin yegane nedenidir. Hatta şeylerde bile,
saplantılarda bile, belli böyle sizin fobileriniz varsa ne bileyim böcekten
korkarsınız, şunu tutamazsınız ne bileyim şeftaliye elini süremezsiniz falan
bildiğim kadarıyla bazı tabip arkadaşlarımdan insanların bu tür fobilerde bile
önce o korkusuyla yüzleştirilmeye çalışıyorlar, yani biraz onarıcı adalet
yaklaşımı da sizi bu karşınızda, size bu mağduriyeti veren insanla sizin
yüzleşmeniz, sizin kendi … bu travmayı aşmanızın da aslında zamanda bir
zeminini hazırlamanın başlangıcı olarak gelebilir. Tabii sadece yüzleştirmek,
bu olmaya da bilir, zorlayamazsınız. O zaman işte başka yolları da düşünmeniz
gerekiyor. Buna ilişkin literatürde bu çerçeve söz konusu. O bakımdan size
katılıyorum yani mağdur da sanıkla birlikte sistem önünde görülebilmeli,
onun hakları da görülebilmeli. Bugünlerde işte son yıllarda, Türkiye’de de
barolarda da bildiğim kadarıyla mesela mağdur hakları merkezleri de
kuruluyor vesaire. Bunun bir, bir siyasi kaygıdan hareketle de ortaya
konulmaması lazım. Yani sanıklar çok fazla ön planda, bunların hepsi işte
uğursuz, şerefsiz insanlardır. Şunu kamu düzenini bozmak için, şuna bu zararı
vermek için musibet toplum kesimleridir, o zaman niye bunların haklarını
koruyalım da mağduru görmeyelim dolayısıyla biz de bir mağdur hakları
merkezi açalım ve mağdura da vurgu yapalım. Bu değil tabii kastettiğim
çünkü o zaman bu defa iş serpilip öbür tarafa kayıyor yanı o dengeyi, o ince
bir ayar, buna nasıl söylemek mümkün olabilir, şöyle söyleyebiliriz; yani
adilane bir ayar, bir ince ayar yapma zeminini kaybetmiş oluyoruz. Bu
çerçevede sanıyorum diğer sorunuza da bir cevap vermiş oluyorum. Yani
haklı olabilirsiniz yani hırsızlık yapan bir insan, birini mağduriyete sokan bir
insanın, davranışlarına bu biçimde yön vermeyen bir insana oranla bir takım
eksiklikleri, bir takım sorunları vardır ki böyle bir şeye yöneliyor. Nitekim
onarıcı adalet anlayışı şöyle bir gerçekten de, yani büyük ölçüde kabul edilen
bir gerçekten de hareket ediyor; failler aslında geçmişin mağdurlarıdır
gerçeğinden. Yani mazlumun zulmü belki halk deyişiyle söylemek gerekirse,
böyle bir gerçektende, buna ilişkin çünkü saha çalışmaları, birtakım diğer
114
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
buna ilişkin kuramsal çalışmalarda çok veri var literatürde. O bakımdan da
belki failin aynı zamanda tanımlanmaya çalışılması, sadece hukuken değil,
hukuk dışı yaklaşımlarla onun geçmişi bakımından, yani mağduriyetin aslında
nasıl başka mağduriyetlere yol açabileceğini görmek bakımından da önemli.
Bu açıdan bakarsanız tabii, bunlar birey-birey ilişkisi bakımından çok daha
net görülebilen ilişkiler. Ama toplumsal sorunlar açısından bakarsanız şayet,
nasıl bakacaksınız, onlar da bireyler toplamı sonuçta ama, toplumsal açıdan
baktığınız zaman çünkü sadece bireysel sorumluluklar değil, toplumsal
kurumların, siyasi kurumların aslında sorumluluğu gündeme geliyor, basının
sorumluluğu gündeme geliyor, basının manşet atması gündeme geliyor, siyasi
partilerin, siyasi parti temsilcilerinin dilleri, söylemi ön plana geçiyor yani
eğer çözmeye çalışıyorsak bir şeyi ya da iletişimi kurmaya çalışıyorsak bunlara
hepsine hakim olmak, bir adalet mekanizmasına hakim olmaya oranla çok
zor bir iş aslına bakarsanız, toplumsal nitelikli sorunlar bakımından.
Dolayısıyla bu değişkenlerin tümünde bir ortaklık, hemzemin yaratma çabası
içine girmeniz gerekecek ki bu da bir politika meselesi aslında sonuçta.
Umarım tatmin edici olmuştur. Arkada hanımefendi istemişti sizden önce.
KATILIMCI : Şimdi ben biraz önceki konuya ilişkin şöyle bir bakış açısının
esasında olması gerektiğini düşünüyorum. Öncelikli olarak failin, mağdurun,
toplumun ve devletin suçun karşısında konumlanış hali. Bu haliyle de bu af
konusu mesela Türkiye’de çok gündeme gelen, sıklıkla gündeme gelen bir
şeydir. Şimdi üç türlü de suç olduğunu düşünerek ya da en azından üçünü
var sayarak, bir devlete karşı suçlar, topluma karşı ya da insanlığa karşı suçlar
bir de bireye karşı, şahsa karşı suçlar olarak tanımlıyoruz. Şimdi mesela
gördüğümüz genel olarak Türkiye’de devletin şahsa karşı suçlarda çok
kolay af çıkarabildiği. Yani esasında işte tam da burada mağdurun hakkı ne
oluyor bu anlamıyla onu düşünmek gerekiyor. Şimdi şahsa karşı suçlara af
geldiği takdirde, direkt olarak toplumda mağdur olan taraf, daha doğrusu
toplumdan bağımsız olarak mağdur olan bireyin kendisi esasında adaletin
gerçekleşmediğini görüyor ve böyle düşünüyor ve dolayısıyla adalete karşı
da bir güven sorunu yaşıyor. Şimdi biraz önce sizin söylediğiniz çok doğru
bir şeydi. Yani çok bizim uzun yıllar boyunca tartıştığımız çok da üzerinde
115
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
düşündüğümüz bir şeydi. İşkence yapan bir polisin affedilmesi acaba
devletin yetkisi içinde midir? Yani hani evet elbette herkes sonuç itibariyle
yetkiyi devlete vermiş durumda cezalandırma anlamında, hukuk toplumu
olduğumuz için ama, insanlığa karşı suç işleyen birisini affetmek ya da
şahsa karşı suç işleyen birisini affetmek acaba devletin yetkisinde midir?
Ya da devlet kendisi çok rahatlıkla böyle bir şeyi parlamentodan geçirerek
uygulamış olması esasında hukuki midir? Yasaldır elbette ama hukuki midir?
Ya da genel anlamda düşündüğümüz zaman adaletli midir, ya da adalete
uygun mudur? Öncelikle bu. Sonra şeyi de görüyoruz, devlete karşı işlenen
suçlarda kesinlikle af yok, mesela devlet kendisine karşı işlenen suça karşı çok
daha katı ve affa asla izin vermiyor ama şahsa karşı olan suçlarda affı gündeme
getirebiliyor. Acaba bunu devlet anlamında düşündüğümüzde adalet doğru
işliyor mu bu haliyle? Bunu sormak istemiştim.
PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Teşekkür ederim, tabii şeyde yani
o şartlı salıverme kanununda dahil edilmemişti onu biliyorsunuz, onda
bir tereddüt yok yani değil mi? Anayasal bir teşebbüs var, yürütme de
var, yargıda bunu haklı bulan itiraz yoluyla Anayasa’ya aykırılık talepleri
yönünde, başvuruları yönünde var, yani yargı teşkilatında var tabii en üst
mertebede Anayasa Mahkemesi’nin 5 yargıcı yönünde nezdinde var. Bu ciddi
bir husustur tabii, hukuk sosyolojisi açısından baktığınız zaman işkencenin
Türk toplumunca mütehammil karşılandığı eski tabirle yani tolerans
olabileceği belli bir meşruiyet gerekçesiyle, bir tartışmayı ortaya koyar hani
buna bir sonuca böyledir demek istemiyorum ama böyle bir tartışmayı
ortaya sunar en azından. Çünkü böyle bir tartışmanın aslında özü sizin
söylediğiniz şu; farklı menfaatler arasında hukuk düzeni bir değerlendirme
yapar, sürekli olarak hukukta bu karar alma süreci içerisinde hep bu farklı
menfaatleri tartıyoruz, biri diğerinden daha ağır geliyor, bir diğerinden
daha ağır geliyor ve ona ağırlık veriyoruz ve dolayısıyla böyle bir sonuca
ulaşmaya çalışıyoruz. Bunun en aşırı örneği … diyorlar İngilizcede yani tik
tak tik tak tik tak diye kurulmuş çalışan bir bomba, sabotaj amacıyla bir yere
konulmuş, o bomba çalışıyor, nereye konulduğunu bilmiyorsunuz, senaryo
olarak. Fakat o bombanın nereye konulduğunu bildiği şüphesi güçlü olan
116
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
bir kişiyi ele geçiriyorsunuz, şimdi acaba güvenlik kuvvetleri o kişiyle olan
ilişkisinde nasıl bir muamele tarzı içinde olacaktır? Bu zamana bağlı bir iştir
sonuçta onun patlaması meselesi. Bu dünyanın her yerinde ama mesela
Britanya’da, İsrail’de, İspanya’da, Türkiye’de de Emniyet Teşkilatında da bu
tür tartışmaların sunulduğunu ben değişik toplantılarda duydum. Yani böyle
bir durumda şimdi o kişi işkence yasağı, paradigmasını çözmek için mesela
hep bu senaryoyla karşılaşırsınız. 11 Eylül’den bu yana bunu global ölçekte
karşımıza çıkarıldığını görüyoruz. O Guantanoma örneği, işte … uygulaması,
ABD’deki vatanseverlik kanunu uygulamaları vesaire. Bunların hepsi bu tik
tak çalışan bomba senaryosunun global ölçekte karşımıza çıkartıldığı bir hale
soktu hepimizi, tüm dünyayı. Ne yapacaksınız? İşte burada iki menfaat karşı
karşıya geliyor; toplumsal menfaat, bireysel menfaat. Bireysel menfaat işkence
yapılmaması gereği üzerine inşa ediliyor, toplumsal menfaat o bombanın
patlayıp mağduriyete, can-mal kaybına yol açılmamasını esas alıyor.İlk bakışta
tabii ki gözden çıkarmanız gerekiyorsa bir kişiyi gözden çıkarmanız her
zaman için hep nümerik bir değerlendirme çerçevesinde daha cazip gelebilir,
yani birazcık bir kişiyi sıkıştırırsınız ve kamusal bir menfaat elde edersiniz.
Peki ya elde edemezseniz? O kişinin çünkü gerçekten bir bilgiye sahip
olduğunu bilmiyorsunuz. O kişi gerçekten bilmiyor olabilir, biliyor olabilir,
söylemiyordur. Biliyordur, söylemiyordur ve uyguladığınız muameleye karşı
bünyesi iktifa etmeyebilir, hayatını kaybedebilir. Hiç ilgisi yoktur ve gerçekten
bilmiyordur, bu muameleye maruz kalabilir, hiç ilgisi yoktur, bilmiyordur ve
bu nedenle hayatını kaybedebilir veya söyleyebilir. Altıda bir şansınız var,
başka seçeneklerde eklenebilir buna, Rus Ruleti gibi. Peki sonuç? Aslında
neyi tanımlıyoruz, kendimizi tanımlamaya çalışıyoruz, yani burada söz
konusu olan kendimizin tanımlanmasıyla ilgili bir değerlendirme olduğu
içindir ki, İsrail’de bu tartışıldı üstelik Parlamento Komisyonları ve Anayasa
Mahkemesi düzeyinde İsrail Özel Güvenlik Güçleri’nin, yani mutedil fiziksel
baskı, adı bu yani hukuk terminolojisinde böyle geçiyor, mutedil fiziksel
baskı, bu konumda olan, dediğim gibi bu sabotaj örneği, senaryosunda
maruz kişilere karşı mutedil fiziksel baskı uygulanabilir. İşte İslam-i Cihad,
Hamas vesaire o intihar bombacıları, şunlar, bunlar ve bu tür uygulamalar.
Sonradan bunu reddettiler ama 80’ler ve 90’ların ilk yarısında İsrail’de bu
117
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
hukuk içinde yer aldı, hukuk profesörleri kabul etti, Harward’da falan dersler
veren İsrailli hocalar, Kudüs İbrani Üniversitesi’nin profesörlerinden, hukuk
profesörlerinden bir hukuk profesörü dedi ki; bu bir toplumsal meşru
müdafaa halidir dedi. Toplumsal, meşru müdafaa hali. Fakat sonradan geri
adım atmak ihtiyacını hissettiler ve bunu mesela Prof. … bir yazısında şöyle
der; bu evet bir toplumsal bir meşru müdafaa hali olarak tanımlanabilir ama
aslında bu kaygan ve meyilli bir zemindir, toplumca üstüne bastığımız zaman
da yuvarlanıp gidebileceğimiz, o kendini tanımlama yaklaşımı, bağlamında
bunu söylemek mümkün, bunu söyleyebilmiştir. Ama işte 11 Eylül sonrası
bu dersler var olmasına rağmen mesela Amerika’da işkencenin hakim
kontrolünde yapılması tartışması hukukçularca ortaya konuldu, yani hakim
kontrolünde belki hanımefendi hakimlerden söz etmişti, yani hakimler orda,
hakimlerin kişisel karakterinin profili itibariyle değil ama sistemin bir parçası
olarak buna katılmaz. İşte bunu dolayısıyla tabii dikkate almak durumundayız.
Siz farklı suç tasnifleri itibariyle devletin af veya şartlı salıverme yani affa,
merhamete bağlı tutumunun farklı olduğunu söylüyorsunuz, evet böyle
bir, özel olarak bunu araştırmış biri değilim ama okuduklarım sonucu ben
de bu tür gözlemlerin, tespitlerin yapıldığını biliyorum. Zannediyorum
devlete yönelik suçlar tanımının kapsamının düşürülmesi lazım. Bir suçun
devlete yönelik olarak ortaya çıkmasının iki nedeni vardır; uluslar arası
hukuk açısından baktığınız zaman bu ülkesel bütünlüktür … denilen mesela,
ülke bütünlüğü meselesidir, tanınmış bir devlet açısından söylüyorum,
ikincisi de siyasi bağımsızlık meselesidir. Yani egemenlik ve bağımsızlık
karakteristiklerini ortadan kaldırabilecek elverişli şartlara sahip bir eylemle
karşı karşıyaysanız tabii ki bunu önler, önlemek durumundasınız, bütün
devletler de bunu yapar. Ama bunu önlemenin biçimi konusunda da tabii
ki başka standartlar da var, onlara uymak da durumundasınız dolayısıyla.
Türkiye’deki sorun devlete karşı suçlar yelpazesinin genişliği ve muğlaklığı
konusundadır. Mesela 301.madde de, çok tartışılan 301.madde de devlete
karşı suçlar tanımı içinde yer alan bir maddedir. Bunun içerisindeki Türklük
tanımını bizzat o maddenin gerekçesine baktığınız zaman, Türkiye’yle hiç
ilgisi olmayan bir etnik topluluğun aşağılanması olarak da meşrulaştırıldığını
görüyoruz. Bunun o zaman Türkiye Devleti ile nasıl bir bağını kuracaksınız,
118
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
bu anlamda nasıl bir bağını kuracaksınız? Öte yandan etnik temelde
kurduğunuz bu bağın, Türkiye ulus devlet olarak kabul ediliyorsa şayet, etnik
temelde bunu tanımlamıyorsa şayet, o zaman etnik Türk tanımı dışındaki
Türkiye’de yaşayan insanlar bakımından bunun yarattığı sonuç bu defa 216.
maddenin kapsamına da girebilir, yani toplumun belli bir kesimi ile diğer
kesimi arasındaki çatışma meseleleri. Dolayısıyla bunun yani söylediğinizi
ben şu şekilde kabule şayan buluyorum böyle bir tartışma da yani, devlete
yönelik suçlar tasnifinin yelpazesinin düşünülüp taşınılması yeniden ve
bunun gerçekten bu tasnife uygun bir alan içerisinde elverişli şartlara sahip
suç tanımlarıyla yeniden ortaya konulması gereği.
KATILIMCI : … bu böyle yani devlete karşı suç işliyor, varsayımı var ve
bu çocuklar devlete karşı suç işlediği için ceza alıyorlar ve bu af yasasından
ya da şartlı salıverme yasalarından yararlanamıyorlar. Ama acaba iki tane 18
yaşındaki lise ya da üniversite öğrencisinin böyle bir elverişliliği var mıdır?
Devlete karşı suç işlemek, ya da devleti tam da dediğiniz gibi, bölmek ya da
sistemi, rejimi değiştirmek gibi bir elverişliliği var mıdır? Yoktur. Dolayısıyla
bu kadar geniş bir yelpazede tutarsanız devlete karşı suçları, olmayacak bir
sürü insan da hakikaten hem bu anlamıyla devlete karşı suç işlediği için işte
F tipi cezaevlerinde falan yaşamak veya tecrit edilmek durumunda kalır,
ya da bu şartlı salıverme yasasından esasında en çok yararlanması gereken,
iki tane eyleme gittiği için cezaevinde 12 yıl yatan çocuklar da, gerçekte
yararlanması gereken, şartlı salıvermeden yararlanması gereken çocuklar da
yararlanamazlar.
KATILIMCI : Sevgili hocam, 7 yıl sonra size burada soru sormak hakikaten
insana onur veriyor. Bu hususta da baromuza teşekkür ediyorum. Tabii
soracak o kadar çok soru var ancak benim iki tane sorum olacak. Bunlar
genelde uluslar arası ilişkiler boyutunda olacak. Bunlardan birincisi; ülkemizi
son zamanlarda epey sıkıntıya sokan sözde ermeni soykırımı iddiaları. Bu
iddialarda işte Türkiye’den toprak talebi var, Türkiye’den ermeni soykırımının
tanınması talepleri var, burada, Amerika’da, Fransa’da yani dünyanın birçok
ülkesinde dile getiriliyor…
119
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Kanunlar
KATILIMCI : Kanunlaştırılıyor, senatolarından, parlamentolarından
geçiriliyor. Burada Türkiye’den istenilen kendilerince denkleştirici adalet mi
yoksa onarıcı bir adalet mekanizması mı? Yani tanımakla iş bitiyor mu yoksa
toprak verin, para verin, tazminat verin boyutunda. İkinci sualimde biraz
evvel dile getirdiniz, eski Yugoslavya hususunda işte Clinton döneminde
NATO’nun oraya müdahale etmesi, bazı durumlarda uluslar arası güçlerin
bu şekilde davranışını, davranma hakkını kendilerinde bulabilmeleri. Bu
bazı basın organlarında, işte dergilerde, gazetelerde dile getiriliyor. Öyle
bir sürece gelindiği vakit bizim güneydoğumuzdaki meseleyi de bu şekilde
dikkate alarak bir müdahale için kendilerinde hak bulabilir mi bu uluslar arası
güçler? Böyle bir gidişat söz konusu mu? Bu hususta görüşlerinizi öğrenmek
istiyorum hocam, teşekkür ediyorum.
PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Teşekkür ederim,
AV. AYDIN ERDOĞAN : Ben Aydın Erdoğan, son meslektaşımın
sorusundan hareketle önce onu söyleyeyim. Geçtiğimiz günlerde Gürbüz’ün
konuşmasında söylediği ve çok da rahatsız olduğunu belirttiği gelişmelerden
birisi Genel Kurmay tarafından yalanlanmayan ve internette yer alan
bildiridir. Bildirinin sonunda Ne Mutlu Türküm demeyene düşmandır diyor.
Dolayısıyla şimdi yurttaşların bir bölümünü bu argümanı ki bu herhangi
bir yasa metninde geçen bir yurttaşlık yükümlülüğü falan değil, askerlik
yükümlülüğü gibi, vergi yükümlülüğü gibi bir yurttaşlık yükümlülüğü ya
da mecliste milletvekili yemini gibi, yargıç yemini gibi, avukat yemini gibi
bağlayıcı bir kavram değil, öyle bir laf var ama. Şimdi bunu demeyen, kendisini
öyle hissetmeyen düşman sayıldığı takdirde az önce Yugoslavya meselesinde
de söylediğiniz gibi eğer düşman ilan edilirse böyle kendisini tanımlayanlar
ve düşmana karşı yasalarla da tanımlanmış eylem biçimleri var. Mesela silahlı
eşkıya ile şeyde derki; silahlı eşkıya düşmandır, yani silahlı eşkıya cephede
çatışma halindeki düşmandır. Şimdi yurttaşların bir bölümünün böyle
120
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
tanımlanması halinde ve bunun gerektirdiği davranışlarla da karşılaştığı
takdirde bir koruma yükümlülüğü, devletin korunma yükümlülüğü ne
hale gelmiş olur? Bu konudaki düşüncelerinizi ve buna bağlı olarak da
bildirinin…
PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Devletin yurttaşlarını koruma
yükümlülüğü?
KATILIMCI : Tabii, koruma yükümlülüğü ne duruma gelmiş olur biri
bu, ikincisi Anayasa’nın egemenlik tanımı şöyle; Anayasa, egemenlik
kayıtsız şartsız milletindir der. Ama açıklamalarınızdan artık şu sonuca
varabiliyorum; insan hakları kavramı egemenliği sınırlandıran, uluslar arası
geçerliliğe sahip, egemenliğin sınırlandırılmasını meşrulaştıran, gerektiği
yerlerde güç kullanımını da meşrulaştıran bir uluslar arası hukuk kavramı. Bu,
bunun yanı sıra egemenliği sınırlandıran başka da birçok şey var. Örneğin biz
gümrük birliğine girdik ve gümrük tarifelerinin düzenlenmesini o tarifelerin
düzenlendiği masada oturmadığımız halde, yani orada bir söz hakkımız, oy
hakkımız olmadığı halde Avrupa Birliği organlarını devretmiş durumundayız
biri bu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Yasama, Yürütme ve Yargı erklerinin
yani egemenliğin üç erkinin de faaliyetlerini denetleyebiliyor, alanına girdiği
takdirde. Şimdi bu gelişmelerin ışığında Avrupa Birliği süreci de ayrıca
işliyor tabii. Bazı ülkeler İtalya diğerleri egemenliğin sözleşmelerle uluslar
arası organlara devredilebileceğine dair düzenlemeler yapıyorlar, böyle bir
düzenleme gerekli değil midir artık? Gerçi 90.madde var ama 90.maddenin
bunu tam olarak karşılamadığı kanaatindeyim. Bu konuda görüşlerinizi almak
istiyorum, bir de az önce hanımefendinin sorusundan hareketle bir şey ilave
etmek istiyorum o da şu; mağdurun haklarının korunması üzerine kurulmuş
bir sistem vardır ve bu devletin zor gücünü kullanmasıyla desteklenmiştir.
Eğer mağdura verilen zarar suç olarak tanımlanan bir durumu oluşturuyorsa
ceza yargısı dahil işler, işte kolluk güçler hepsi işler, parasal bir mağduriyetse
bunun tazmin yükümlülüğüne ilişkin kurallar işler ama burada mağdurları
yeterince tatmin etmeyen bir şey varsa o da devletin bu süreçteki insani
olmayan davranışıdır. Aslında bütün bu sistem mağduriyeti önlemek üzere
121
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
düzenlenmiştir ama öyle işlemektedir ki karakola giden mağdur oradaki
aşağılamadan dolayı, karşı karşıya kaldığı davranışlardan dolayı mağduriyeti
katlanmaktadır ve mağduriyetinin giderilmesi için orada olduğunu unutur
hale gelmektedir ve onun adalet duygusu tatmin edilememektedir. Bu da
sürecin sanıyorum insani işlememesinden kaynaklanıyor, teşekkür ediyorum
hocam.
PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Ben teşekkür ederim, şimdi sizin
sorunuzla başlamak gerekirse, ermeni soykırımı iddialarının tanınması konusu
dünya ülkelerindeki ve ABD’deki ve Avrupa’da diğer ülkelerdeki gelişmeler
karşısında burada bir denkleştirici bir adalet bakışıyla mı bunlar ortaya
konuluyor yoksa bir onarıcı bakışı mı dediniz. Bir kere şunu söyleyeyim, bu
Fransa’daki parlamentonun bir kanadı tarafından kabul edilen kanun veyahut
diğer ülkelerde, 17 kadar ülke zannediyorum yanlış hatırlamıyorsam böyle
parlamentolarınca kanunlar veya kararlar kabul ettiler, bu yaklaşım tipik
bir denkleştirici adalet yaklaşımıdır. Yani Ermeni … veya diğer ülkelerde
gerçekleşen o devletler aracılığıyla yürüyen tartışma. Niye? Çünkü mağdur,
o tırnak içinde mağdur ve tırnak içinde fail konumlarının ortaya konulması
ve eylemlerin bu kanaldan tanımlanmasına odaklanmıştır. Yani fail kimdir
sorusuna odaklanmıştır, Türkiye’ye yönelik olarak. Osmanlı’nın çöküş
dönemindeki bir takım işte 1915 ve sonrası olaylar, 15-18 dönemi büyük
ölçüde. Şimdi buna odaklanmış olmak denkleştirici bir bakıştır tabii ki, yani.
Failin kim olduğunun tespit edilmesi, dolayısıyla bu anlayış içerisinde de failin
sorumluluğunun mağdur olduğu ortaya konulan, ileri sürülen kişilere veya
topluluklara yönelik olarak giderilmesi için, neyse giderilmesi için söz konusu
olan, o giderimin ortaya konulması. Artık bugün o olayların sorumlularına
erişemeyeceğimiz için kişisel anlamda bir cezalandırma gibi bir şey söz konusu
olamayacağından, o zaman başka bir giderim, başka bir telafi yolunu yine
aynı denkleştirici yaklaşım içinde ortaya koymanız istenmekte. Bu böyle ama
Türkiye’nin resmi olarak, yani yıllardır resmi olarak ortaya koyduğu yaklaşım
nasıl? O da denkleştirici adalet yaklaşımı, yani ters yönden ama, konumu
itibariyle hayır, ben fail değilimdir, çünkü fail olmamı gerektiren eylemler
aslında fail olmamı sonuçlayacak bir biçimde nitelenemez, tanımlanamaz.
122
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Çünkü onun gerekçesi şuydu der. Yani Türkiye’nin yaklaşımı da denkleştirici
bir yaklaşımdır, tipik bir denkleştirici yaklaşımdır. Üstelik fail olmadığı
konusundaki o savunma mekanizmasını bir siperde durmak biçiminde
ortaya koymaya çalışır yani etki almaması için olabildiğince kendinize siper
kazarak arkasında durmanız. Ama bu siper o kadar derin kazılmıştır bu
denkleştirici anlayışla ki bu defa içinden çıkamıyorsunuz. Çok derin bir siper
halini almıştır bu, boyumuzu çok aşan bir derin siper. O zaman neye ihtiyaç
var, mesele konuyu bir kere bu hukuki söylem dışında tartışmaya ihtiyaç var
her şeyden önce ve bunu bugün başka ülkelerde tartışmak değil, Türkiye’nin
bugün Türkiye ülkesinde yaşayan kesin rakamların konusunda belki bir şey
söyleyemem ama 70-80 bin civarında olduğu tahmin edilen Ermeni azınlık
var, etnik anlamda. Eğer bunlarla arasında, bu toplulukla arasındaki yani
Türkiye devlet kurumlarını, aygıtlarını ve temsilcilerini kast ediyorum ilişki
ve iletişimde böyle bir mağduriyetin o kanaldan gelen ki söylüyorlar bu tür
bir mağduriyetin kendi geçmişlerinde var olduğunu, bizzat kendileri bir fiil
yaşamış olmasalar bile bunu dile getiren, temsilci niteliğinde olabilecek işte
dini cemaatlerde, sosyal cemaatlerde olan insanlar var. O zaman öncelikli
olarak bugün Türkiye’de yaşayan bir topluluğun eğer böyle bir mağduriyet,
adını hukuken koymanız önemli değil bir mağduriyet varsa bu mağduriyetin
bir biçimde nasıl giderileceği konusunda bir iletişimin zannediyorum önemli
olduğunu düşünmemiz lazım. Çünkü bir ülke düşünün ki ülke üzerinde
yaşayan insanların, genel nüfusa oranı çok küçük bile olsa mağdur olduğunu
söylüyorsa bunu dinlemeniz gerekir her şeyden önce yani işitilmesi gerek.
Hukuken ne olması gerektiği meselesi değil, zaten çok denkleştirici bir adalet
yaklaşımı işi çapraşık bir hale sokmaktadır, mesele odur çünkü. Eyleme
odaklanmıyorsunuz, çünkü bir takım eyleme odaklandığınız zaman eylemler
dünya üzerindeki herkesin rahatsız olabileceği nitelikte eylemler olabilir.
Yani bir insanın öldürülmesi dünyanın bütün ülkelerinde öldürülüş nedeni
ne olursa olsun acı verici bir eylemdir, öyle kabul edilmesi gerekir bunun
görülebilmesi açısından. Dolayısıyla ben Türkiye’ye yönelik ama Türkiye’nin
kendini tanımlama biçimini de tamamen bir denkleştirici adalet mekanizması
içinde olduğu düşüncesindeyim. Bunun dışında, bu doğrusunu isterseniz
gerilimden kurtulmak için bulunmaya çalışılan yolların da yine aynı anlayış
123
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
için de aynı mantıkla bulunmaya çalışılması gibi işte Uluslararası Adalet
Divanı modeli, uluslar arası hakemlik tahkim yolunun bulunması gibi çok katı
ve uluslar arası ve üstelik karşısında tamamen o tanımlarla hareket etmeniz
gereken ve uluslararası mekanizmaların da bu girdaptan bu gerilimden
çıkartmada çok yardımcı olmayacağı kanısındayım.
Yugoslavya müdahalesi veya Türkiye’deki güneydoğuda olan, özellikle
PKK’yla olan mücadele vesaire, onu kastediyorsunuz tahmin ediyorum değil
mi? Güneydoğu derken onu kastediyorsunuz.
KATILIMCI : …. uluslararası camia, bu Avrupa olabilir, bir müdahale
olabilir mi? Bunu dillendirenler var bazı yerlerde de …
PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Şimdi insan hakları konusu bugün
artık devletin egemenliğinin temsili olan bir konu kabul edilmediği için bu
konuda ulusal yetki bağlamında, yani bu benim içişlerime dahildir gerekçesini
ileri sürerek karşı durmak mümkün değil. Ama neye karşı? Sözle yapılan
birtakım müdahalelere karşı olarak, protestolara karşı, kınamalara karşı. Bu
bütün devletler için eşit olarak böyle, yani sadece Türkiye’ye yönelik olarak
değil. Dolayısıyla bir rahatsızlık nedeni varsa şayet, şu veya bu ülkede belli bir
konuyla ilgili ya da bu tür birtakım bilgiler yansıyorsa basın yoluyla vesaire
buna yönelik müdahaleler olabilir bu egemenliğin ihlali de sayılmaz. Ama
sizin söylediğiniz bundan öte de bir durum, yani burada bir kuvvet kullanarak
müdahale meselesi. Bunu kolaylaştıran bir hukuki gerekçe yok doğrusunu
isterseniz ama hukuk dışı bu tür bir fiile durumla karşı karşıya kalınır mı
kalınmaz mı buna bir şey diyemem doğrusu. Hani kalınması gerektirebilecek
bir durum olduğu kanısında değilim ama sonunda ABD’nin Irak’a yönelik
müdahalesinin de fiili bir durum olarak gerçekleştiğini gördük. Ha buradan
hareketle böyle bir müdahaleye de bir hatırlatmada mı bulunmak istiyorum,
hayır böyle bir şey söylemek istemiyorum ama yani çok olasılıklara bağlı,
geleceğe yönelik bir değerlendirme olduğu için böyle bir ihtimal görmüyorum.
Ne hukuken ne hukuk dışı bir gerekçe görmüyorum doğrusunu isterseniz.
Ama biraz önce üzerinde durduğum o sorumluluk, yani devletin koruma
124
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
sorumluluğu … meselesi bu tür sömürülere açılabilir mi? Bunlar tabii aslında
hukukun ötesinde güç ilişkilerine bağlı. Yani daha çok uluslar arası ilişkiler
ve siyaset bilimi bağlamında değerlendirilmesi gereken belki tahlilleri ortaya
çıkarabilir o bakımdan o alan benim alanım değil, oraya girmek istemem,
uluslararası politika bağlamında.
KATILIMCI : …. hiç olmadığı bir şekilde oy pusulasında bağımsız adaylarla
gösterilmesi mecliste büyük bir ittifakla kabul edildi diyor, bu şekilde biz
soyutlanıyoruz diyor bu soyutlanma … takdirde bu soyutlanma daha da
derinleşerek gidecek …
PROF. DR. TURGUT TARHANLI : O tabii şu şöyle bir sorunu ortaya
çıkartıyor bence, yani Türkiye’deki ülke barajını kast ediyorum, son siyasi
gelişmeler onun bir türevi çünkü, esas sorun o; ülke barajının yüksekliği
meselesi. Ülke barajının yüksekliği meselesi benim, bir gazetedeki yazımda
da geçen günlerde yazdım, temsili olma vasfını tartışılır hale getirmeye
başlıyor, hem meclisin, hem hükümetin. Esas problem budur. Yani bu çok
ciddi bir sorundur, bu açıdan baktığımız zaman, çok ciddi bir sorundur çünkü
egemen devletlerin ülkedeki halkı temsil etme vasfına sahip olmasıdır önemli
olan. Sahip etmiyorsanız o zaman işte asıl daha büyük bir tehdidi kamu
düzeni bağlamında ortaya çıkarabilirsiniz, yani çıkmasına zemin hazırlamış
olursunuz. Bunlara ilişkin de uluslar arası standartlar var onu da belirteyim.
Şimdi diğer sorular açısından sizin dile getirdiğiniz ki sizinkine de eklemlenen
bir soruydu o anlamda baktığınız zaman yurttaşlara, devletin yurttaşlara karşı
şimdi tabii yani devletin yurttaşlara karşı yükümlülüğü; genel, eşit, nesnel bir
yükümlülüktür. Bunun belli nitelemelerle ayrıştırılmaması, tasnif edilmemesi
gerekir, yükümlülüğün yerine getirilmesi ya da getirilmemesi konusunda.
Tabii bu direkt olarak genel kurmayın bildirisinde belki bu şekilde ifade
edilmiyor ama algılar önemli, çünkü bu bir aslında hukuki metin değil. Güç
ilişkileri zemininde ortaya çıkan bir tutumun sonucu. Yani hukuki bir ilişki
zemininde ortaya çıkmış bir tutum değil, bilakis. Güç ilişkileri zemininde
ortaya konulmuş bir dilin ifadesi. O açıdan baktığımız zaman verdiği algılar da
bu biçimde olmak, oluyor tabii ki. Verdiği algılar içinde sizin dile getirdiğiniz
125
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
o ayrışma algısı var tabii yani, o açıdan baktığınız zaman ama bunun o zaman
hukuken değerlendirilmesi mümkün müdür? Ben de böyle bir karşı soru
belki sorabilirim yani Türkiye hukuku acaba böyle bir girişimi hukuken
değerlendirebilmeye elverişli ve ehil midir?
KATILIMCI : Yani hukuk izin verir de güçler izin vermiyor. Yoksa orada
işlenen bir suçtur tabii.
PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Süremiz bitiyor galiba.
KATILIMCI : Özür diliyorum şimdi saat 4 buçuk ve siz havaalanına
yetişemeyebilirsiniz sizin lehinize bir bölme yapıyorum.
PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Son soruyu da ben tabii isterseniz
bırakalım çünkü tam, tamamlamış olalım.
KATILIMCI : Bırakalım, yetişemeyebilirsiniz, uçağınızın saati açısından.
PROF. DR. TURGUT TARHANLI : Sizin sorduğunuz egemenlik bugün
mutlak değildir dediniz, evet yani bireyin hakları kavramı bağlamında mutlak
değildir uluslararası standartlar çerçevesinde ama dünya üzerindeki mevcut
tüm devletler bakımından da eşit sınırlamaları dikkate alarak mutlak değildir
diyorum. Yoksa bir asimetrik ilişkinin devletlerin egemenliği konusunda
olduğunu söylemek istemiyorum, o anlamda eşit olarak aynı çerçevededir.
Bir küçük sorunuz daha vardı sanıyorum. O gerçi şeyle ilgiliydi, bana yönelik
değildi de galiba hanımefendinin sorusuna yönelik bir yorumla ilgiliydi.
Mağdur, mağduriyetle ilgili. Çok teşekkür ederim, bu fırsatı verdiğiniz için,
bu sorularınız için.
126
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
127
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
128
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
ANKARA BAROSU
Felsefe Kulübü
4. Toplantı
HAKİM MİLLETTTEN,
MİLLETİN HAKİMİNE
YOL VAR MI?
Dr. Ahmet İNSEL
26 Mayıs 2007
Ankara Barosu Kültür Merkezi
129
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
130
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
GÜRBÜZ ÖZALTINLI - FELSEFE KULÜBÜ BAŞKANI : Sayın
Konuklar…. sizleri daha fazla bekletmeyelim, Hocamızın değerli zamanını
daha fazla almayalım, ben hemen Sayın İnsel’i davet ediyorum Bu 4.
Konferansımız. Sayın İnsel sunuşunu yaptıktan sonra tartışma bölümümüz
olacak, Buyurun Sayın İnsel
DR. AHMET İNSEL :
Davetiniz için teşekkür ederim. Ankara Barosu Felsefe Kulübünün düzenlediği
seminer, konuşma, tartışma dizisinin dördüncüsü bu. Bundan öncekilerle bir
bütünlük arz edeceğini tahmin ettiğim bir konu üzerine konuşmak istiyorum.
Demokratik hukuk anlayışında asli konulardan bir tanesi, bildiğiniz gibi
“eşitliktir”. Yalnız kanun önünde, kanunlarla tanımlanmış bir eşitlik değil,
aynı zamanda insanların, yurttaşların diğer yurttaşlarla, yurttaş topluluğu
ile ilgili tasarımındaki bir eşitliğe dayandığında bu ilke gerçeğe tekabül eder.
Kanunların ötesinde, toplumun kendini eşit yurttaşlar, eşit insanlar olarak
tasarladığı zaman eşitlik bir dinamik haline dönüşür. Tabii, burada eşitliği
iktisadi olarak tanımlamıyorum. İktisadi eşitlik insanların gelir düzeyleri
bakımında eşitlik olması anlamına gelir ki, bu başka bir toplum tasarımıdır.
Burada bahsettiğim eşitlik, insanların, yurttaşların kendilerini kanuni hakları
itibariyle sosyal, kültürel konumları itibariyle siyasal olarak eşit görmeleri,
eşit tahayyül etmeleridir. Bu inanç üzerinde yükselen bir toplumsal tasavvur,
demokratik bir toplumun en önemli saç ayaklarından birisidir. Burada hemen
şunu da belirteyim, eşit olarak tasarlamak, herkes aynı görüştedir, benim
söylediklerimle diğerlerinin söyledikleri arasında doğruluk açısından fark
yoktur, dolayısıyla her şey doğrudur, ne olursa olur anlamında, post-modern
diyebileceğim bir eşitlik anlayışı değil burada söz konusu olan. Elbette bir
değer hiyerarşisine tekabül eden bir anlayış insanların kafasında, yurttaşların
kafasında olacaktır, olmalıdır. Bir değer hiyerarşisi olmalıdır, doğru ve yanlış
hiyerarşisi olmalıdır, iyi ve kötü hiyerarşisi olmalıdır ama bu iyi ve kötü
hiyerarşisinin doğru ve yanlış hiyerarşisinin ötesinde toplumdaki yurttaşların
statüleri itibariyle, etnik kimlikleri itibariyle, dini kimlikleri itibariyle, bölgesel
kimlikleri itibariyle veyahut zümresel aidiyetleri itibariyle kendilerine siyasal
131
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
planda, kurumsal planda, hukuki planda bir mutlak üstünlük atfetmemeleri
ilkesi, temel bir ilkedir. Bu ilke bütünüyle gerçekleşmemiş olabilir ama
siyasal gidişata, siyasal mücadelelere yön veren asıl asli ilke bu olduğu zaman
demokrasi dinamiktir. Çünkü hiçbir toplum bu söylediğim ilkeyi mutlak
biçimde gerçekleştiremeyebilir. Gerçekleşmesi istenir ama gerçekleşmeyebilir;
gerçekleşmez de. Toplumların tarih boyunca sürekli evrileceklerdir ama önemli
olan bu ilkenin bir ideal olarak toplumda asli mobizasyon, hareketlenme,
siyasal toplumsal hareketlenme ilkesi olarak canlılığını koruyor olmasıdır.
Lafı böyle dolaştırmamın nedeni, Mithat Sancar’la ve bu seminer dizisini
düzenleyen arkadaşlarla konuşmaya ne başlık koyalım diye düşünürken
önerdiğim, “Milleti Hâkimeden Milletin Egemenliğine Gidiş Türkiye’de
Gerçekleşiyor mu?” konusuydu. Milleti Hâkime kavramı üzerinde durmaya
çalışacağım. Çünkü göstermeye çalışacağım gibi 1.5 yüzyıllık hâkim millet
anlayışının tasfiyesi sürecinde biz maalesef toplumsal tasavvurda ve bunun
kurumsal uzantılarında, kanuni uzantılarında “hâkim millet” anlayışını hâlâ
bütünüyle tasfiye edemedik. Bunu, aynı zamanda, imparatorluktan çıkışın
bütünüyle gerçekleşmemiş olmasının bir işareti olarak algılayabiliriz.
İmparatorluk düzeninden, imparatorluk anlayışından, imparatorluk anlayışı
içinde toplumsal, siyasal tasavvurlarını oluşturmuş kuşakların bize aktardığı
dünyadan zaman itibariyle, kuşak itibariyle daha çok uzak değiliz. İmparatorluk,
1920’ler başında sona erdi, dağıldı. 1918 sonrasında fiilen dağıldı fakat
bunun kabulü işte dediğim gibi Cumhuriyet’e geçiştir ve bu daha üzerinden
1 yüzyıl geçmemiş bir süreçtir. Dolayısıyla insanlık düşünce tarihinde bu tür
büyük tasavvurlar, topluma damgasını vuran büyük tasavvurlar 10 yılda, 20
yılda, 30 yılda birden bire buharlaşıp uçmazlar ve etkilerini uzun bir dönem
devam ettirirler. Size bunun bir örneğini Fransız Devriminden vereceğim.
Fransız Devrimi 1789’da Bastille’deki hapishane şatonun ele geçirilmesiyle,
ayaklanmayla, 14 Temmuz Paris Ayaklanmasıyla simgesel olarak başladı
ama Fransız Devrimi’nin esas etkisini gösterdiği tarihler 1790-1791
sonrasıdır. Robespiyer ve arkadaşlarının idamının ardından, normalizasyon
ve konsolidasyon 1794’den itibaren başlar. Fransız Devrimi’nin cumhuriyet
132
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
ilkesinin gerçekten Fransız toplumunun bilincine kazınması, bunun artık geri
dönüşsüz bir ilke olduğunun kabul edilmesiyse ondan neredeyse 1 yüzyıl
sonra gerçekleşti. 1875’de, yani Paris Komününden 4 yıl sonra 3. Cumhuriyet
dediğimiz cumhuriyetin kabul edildiği Kurucu Mecliste 1 oy farkla cumhuriyet
kabul edildi. Bakın, üzerinden 80 sene geçmiş, çok büyük bir toplumsal
kopuş olarak kendini ifade etmiş, büyük bir çatışma, iç savaş, Vande Halkının
katledilmesi, Devrimin kendi evlatlarının başını alması, terör yönetimi
dediğimiz Jakoben yönetiminin Ulusal Selamet Komitesi yönetiminin
darbesi, Kilise’nin mallarına bütünüyle el konulması, aristokrasinin mallarına
el konulması, arkasından Napolyon Bonapart’ın yeniden tesis ettiği bir
imparatorluk. Napolyon’un “cumhuriyetçi imparatorluğu”nun Avrupa’ya
yayılması ve Rusya’daki yenilginin ardından düşüşe geçmesi, İmparatorluğun
lağvedilmesi, ama monarşiye geçilmesi, yeniden 1848’de cumhuriyete
geçilmesi; 1851’de Marks’ın tabiriyle “küçük Bonapart’ın yaptığı darbe
ile” yeniden tam monarşik olmayan, Bonapartist olarak siyasal literatürde
tanımlanan bir tür vesayet rejimi 1851-1870 arasında ve sonra Komün. Büyük
bir iç savaş yeniden, çok kanlı bir biçimde sonuçlanan bir iç savaş, Almanya
karşısında yenilgi, Almanya’ya 1870 Savaşındaki yenilgi ve bunun ardından
1875’de Cumhuriyet onaylanıyor. Nasıl? Mecliste 1 oy fark ile. 3. Cumhuriyet
kuruluyor. Bildiğiniz gibi bu 3. Cumhuriyet, Almanya karşısında Fransa’nın
ikinci kez yenilmesinin akabinde 1940’dan itibaren birden bire bir tür otoriter
cumhuriyet olarak da Vichy Hükümeti tarafından otoriter cumhuriyet olarak
da, parlamentonun fesh edildiği, bir eski mareşalin kendini “devletin şefi”
ilan ettiği, biraz bizim 1980-1982 arasındaki rejime benzeyen bir rejim tesis
etti. Bu dönemde devletin adı, Fransız Cumhuriyeti değil, Fransız Devleti
oldu. Kurtuluş mücadelesi sonrasından tesis edilen rejim, 4. Cumhuriyet
denen rejim yeniden cumhuriyete dönüyor. Gördüğünüz gibi, Fransa gibi
cumhuriyet fikrinin, Fransız Devriminin üç ilkesinden ikisi olan eşitlik ve
kardeşlik fikrinin bu derece tartışıldığı, bu derece yoğun mücadelelere,
toplumsal mücadelelere neden olduğu, ileri ve geri adımların atıldığı bir
toplumda, cumhuriyet fikri ve onun yanında, eşitlik fikri, yurttaşların eşit olma
fikri o kadar kolay ve hızlı yerleşmemiş. Çünkü o eski zihniyet, statü toplumu
zihniyeti yani insanların statülerinden itibaren haklara sahip olmaları anlayışı
133
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
etkisini uzun dönem sürdürüyor. Bunlar içinde doğulan statüler, bölgesel
statüler olabilir, zümre statüleri olabilir, bazı durumlarda dini aidiyetlere
ait statüler olabilir. Statü toplumlarından çıkıp demokratik, eşit bireyler
toplumuna geçiş süreci kurumsal olarak gerçekleşse bile, kanunlar nezdinde
gerçekleşse bile, gerçek hayatta o kadar çabuk gerçekleşmiyor. Bunun çabuk
gerçekleştiği yer neresidir? Dünya tarihinde bunun gerçekten çok çabuk
gerçekleştiği yerlerden birisi, belki en önemlisi “Amerikan Devrimidir”. Çünkü
Amerikan Devrimi, varolan bir toplumsal kalıtım üzerine inşa edilmedi.
Amerikan Devrimi, -Kızılderililerin tasfiye edilmesini, öldürülmesini, yok
edilmesini bir tarafa bırakırsak- aristokrasiyle mücadelenin üzerine inşa
edilmedi. “Bakir topraklar” olarak ilan edilen topraklar üzerine Avrupa’daki
dini baskıdan kaçan Protestanlar ağırlıklı olarak, ülkelerindeki büyük açlık
felaketinden kaçan katolik İrlandalılar, arkasından İtalya’daki siyasal baskıdan
kaçan anarşistler veya Polonya’da Rusların baskısından kaçan Polonyalılar
geldi. Bir baskıdan kaçan insanların oluşturduğu ve bir aristokrat temele,
varlığa, geleneğe karşı tepkiyle, onu yıkmak için mücadelenin verilmediği
bir toplum Amerikan Toplumu. Tarihsiz bir toplum bir cephesiyle, bu çok
doğru değil ama en azından bulunduğu coğrafya itibariyle tarihsiz bir toplum,
Burada gerçekten bir tür siyasal ideal anlamda “yurttaş eşitliği” kavramının
daha güçlü biçimde yerleştiğini görüyoruz. Aynı zamanda hemen belirtmem
gerekir ki, Amerika’da sosyolojik olarak bildiğimiz gibi bir yurttaş vardır ki,
diğerlerine ikinci sınıf yurttaş olarak, hakları itibariyle olmasa bile konumu
itibariyle bakar. Bu meşhur “Wasp” dediğimiz Anglosakson, Protestan, beyaz
insan yurttaşdır. Bunların Latino kökenli, İspanyol kökenli olanlara, zencilere
yönelik bakışlarını kırmak ta Martin Luther King’in öldürülmesine kadar
sürmüş bir mücadeledir ki, hâlâ da bitmiş, bütünüyle bitmiş bir mücadele
değil.
Osmanlı coğrafyasında 1.5 yüzyıldan beri devam eden bir eşitlik mücadelesi
var. Eşitlik fikrinin yeşermesi ve bu fikrin toplumda çalkantılara yol açması
söz konusu. Bildiğiniz gibi 1856 Fermanı’nın en önemli özelliklerinden bir
tanesi, “tebaalara”, -o zaman vatandaş, yurttaş kavramı yok- tebaalara, devlet
nezdinde eşitlik tanındığının ilan edilmesiydi. Bu, aynı zamanda bir söz olarak
134
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Osmanlı İmparatorluğunun siyasal tahayyül dünyasında, toplumsal tahayyül
dünyasında çok ciddi bir dönüşüme tekabül ediyordu. Nitekim uygulamada
bunun o kadar rahat olmadığını göreceğiz. Millet sisteminin oluşturulmasıdır
bu aynı zamanda. İşte Hıristiyanların, Yahudilerin, Ortodoksların, Katoliklerin
kendi özerk cemaatlerine sahip olmalarıdır. 1860’larda ciddi bir tartışma
var. Âli Paşa’nın, Fuat Paşa’nın vasiyetnamelerinde, padişaha sundukları
layihalarda bu dikkatle dile getirilir. Tartışma, “Osmanlı İmparatorluğunun
bütünlüğünü korumak istiyorsak, devletin dinler nezdindeki tarafsızlığını
gündeme getirmemiz lazım” fikriyle ilgilidir. Bu çok açık bir biçimde
1860’larda o zamanın sadrazamları olan, güçlü yöneticileri olan Âli Paşa’nın,
Fuat Paşa’nın, Jön Türklerin, Namık Kemal’in bunu başka bir biçimde dile
getirdiğini biliyoruz, Genç Osmanlıların çok ciddi bir biçimde tartıştıkları bir
fikirdir. Aslında bir tür laiklik tanımı yapılır 1860’larda. Adına laiklik denmiyor
ama İmparatorluğu kurtarmak için devletin dinler nezdinde tarafsız olması,
devletin bir dine ait olmaması fikri bu. Bunun ifadesi, milleti hâkime anlayışının
aslında kağıt üzerinde uygulamasının lağvedilmesidir. Bildiğiniz gibi Osmanlı
İmparatorluğunda milleti hâkime Sünni Müslümanlardan oluşurdu. Bütün
Müslümanları kapsar demek yanlıştır çünkü Aleviler bu milleti hâkimiye
içinde yer almazlardı. Osmanlı İmparatorluğunda Alevilerin bu hâkim millet
tarafından ciddi biçimde baskıya maruz bırakıldığını biliyoruz. Alevileri
kendinden saymadığını, bir münafıklık, heteredoksi olarak tanımlandığını
biliyoruz.
Milleti Hâkime anlayışı Osmanlı İmparatorluğunun bu tarihe kadarki siyasal,
toplumsal tasarımında çok güçlü biçimde yer alan bir anlayış. Bu tabii, esas
olarak devşirme sistemiyle olsun, İmparatorluğun yönetici kadrolarına
doğuşu itibariyle milleti hâkimiyete ait olmayan unsurların en üst düzeyde
yönetici olmalarını engelleyen bir şey değil çünkü onlar ancak o milleti
hâkime standardını kabul edip, döndükleri zaman ancak yükselebiliyorlar.
1850’lerden itibaren ise Osmanlı İmparatorluğunda bu milleti hâkime
anlayışının sönümlenmesi, azalması veya kurumsal olarak en azından kağıt
üzerinde ortadan kalkmasıyla işte o zaman açık biçimde Ermeni ve Rumların
dinini değiştirmeden İmparatorluk içinde yönetici kadrolarda yer almaya
135
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
başladığını görüyoruz. Ama tabii bu Islahat Fermanı’ndan türeyen kanunlar
seviyesinde belki bir ölçüde uygulanabiliyor. Fakat toplumsal tahayyülde bir
şok etkisi yaratıyor. Bir anda Sünni Müslüman nüfus kendini diğerleriyle eşit
konumda görmek zorunluluğunu hissetmeye başlıyor.
Kanımca, 1850’lerde başlayan Osmanlı İmparatorluğundaki etnik çatışmaların
birkaç belirleyeninden bir tanesi, Sünni Müslüman nüfusun milleti hâkime
ayrıcalıklarının elinden kısmen alınmasına karşı gösterdiği tepkidir. Bu
çatışmalar elbette sadece bununla açıklanmaz. Esas olarak Balkanlarda
yükselen milliyetçilik dalgasının elbette başat bir etkisi vardır. Ulus devletlerin
fetişleştirilmesinin etkisi vardır ama örneğin, 1870’lerden itibaren başlayan
ve 1895’de bunun artık zirve noktasına vardığı ve giderek Anadolu’da taşrada
gerginlik yaratmaya başlayan olgulardan bir tanesi Sünni-Müslüman eşrafla
eşit konumda kendini görmeye başlayan Ermeni unsurların veyahut bölgesine
göre Rum unsurların gerginliğidir. Bu gerginlik küçük vakalar olarak ilk
başta kendini gösterir 1870’lerde. Çok küçük vakalar olarak gösterir ama o
dönemin kroniklerini dikkatli bir biçimde okursanız, daha doğrusu biraz
teleolojik biçimde 1895 Adana Vakasına, 1909 Kıyımına ve 1915’den geriye
dönük baktığınızda, aslında oralarda buna giden toplumsal ruh halini, bunun
işaretlerini, kilometre taşlarını görebiliriz.
Bu milleti hâkime anlayışının aslında esas, açık biçimde biraz Fransız
Devrimini andırır biçimde yıkılması teşebbüsü, II. Meşrutiyettir, 1908’dir.
II. Meşrutiyetin ilan edilmesiyle, “kardeşlik” kavramının o dönemde bütün
imparatorluk unsurları içinde çok ciddi bir heyecan yarattığını biliyoruz. Bu
heyecan aynı zamanda oluşan yeni parlamentoya seçmenlerin eşit biçimde,
kontenjanlarla falan değil, eşit biçimde temsilcilerini göndermesi üzerine
dayalı bir seçimi gündeme getiriyor. Bu seçim gündeme geldiğinde şöyle bir
endişenin ortaya çıktığını görüyoruz. Eski milleti hâkime unsurları arasında,
“yahu tamam, bunlar da oy verecekler ve parlamentoda bunlar da bulunacak
ama ya parlamentoda bunlar çoğunluğu elde ederlerse” endişesi başlıyor.
Hüseyin Cahit Yalçın’ın, 25 Ekim 1908’de yani 1908 Devriminin üzerinden
ancak birkaç ay geçtikten sonra , Tanin’de yayınladığı bir yazısı var. “Ya
136
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
gayrimüslim unsurlar seçime daha fazla katılırlarsa” endişesi bu. Çünkü eşit
millet talebi esas onları heyecanlandırıyor. Milleti hâkime unsurlarının eşitlik
talebi olamaz, onlar ellerinden bir zümre ayrıcalığını kaybettikleri için bu
konuda mobilize olamazlar, siyasal olarak onları bu konuda mobilize etmek
mümkün değil, asıl mobilize olacak olanlar eşitlik talebinde olan Alevilerdir,
onların pek öyle siyasal iddiası yok o sırada. Esas olarak, gayrimüslim azınlıklar
bunu talep edecekler diye bir endişe başlıyor. Ve “Milleti Hâkime” başlıklı bir
yazı yazıyor. Bu yazıyı Ahmet Yıldız’ın “Ne Mutlu Türküm Diyebilene” başlıklı
kitabındaki ekten aldım. Tanin’deki yazıda şöyle diyor: “İstanbul’da Osmanlı
unsurunun birleşmesi ne kadar kuvvetli ümitler beslersek besleyelim, bugün
bir vakayı hakikiye şeklinde binlerce misali ile gözlerimizin önünde durduğu
için muhakkak olarak biliyoruz ki, bu devletin bekasını Müslim unsuru
kadar isteyen ve çalışan yoktur. Bugün şu devleti kendisini yalnız Müslim
unsura mâl ediyor”. Birinci iddia, bu devletin bekası Müslim unsurların esas
talebidir, gayrimüslim unsurlar eşitlik talebi adı altında aslında bağımsızlık
ve devleti parçalamak istiyorlardır. Devlet ve Müslim unsurlar bir tarihsel
ittifak içindedirler, varoluş ittifakı içindedirler. İkincisi, Hüseyin Cahit şöyle
devam ediyor: “Medeni milletlere layık usulü idare altında yaşayacağız”,
seçimler yapılacak, parlamento seçilecek, hükümet parlamento tarafından
belirlenecek. Meşruti monarşi rejimi 1908’de öngörülen. “Binaleyn hüküm
ve nüfuzu kendi elimizde tutalım demek anasırı* gayrimüslimi kendimizle
müsavi addetmeyelim, onlara hukuku siyase vermeyelim, canımızın
istediğini icrâ ederek gayrimüslimlerin haklarına tecavüz edelim manasıyla
tefsir edilmemelidir”. İkinci değerlendirme: geçmişte böyle yapıyorduk,
onlara siyasi hak, hukuk vermiyorduk, canımızın istediğini icrâ ediyorduk,
gayrimüslimlerin haklarına tecavüz ediyorduk, gayrimüslimleri kendimizle
eşit saymıyorduk, hüküm ve nüfuzu elimizde tutuyorduk. Bunun artık
modası geçti, yürürlükte olmayacak olan bir düşünce. Dolayısıyla şimdi
hüküm ve nüfuzu elimizde tutacak ama görünüşte bunları yok edecek bir
çözüm bulmak gerekir. Sorun, diyor Hüseyin Cahit aynı yazısında, “Osmanlı
Müslümanları bu seçimlere çok daha az katılım gösteriyorlar, göstereceklerdir,
gösterme tehlikeleri vardır.” Çünkü onlar önce nasıl olsa nüfus çoğunluğuna
haiziz rahatlığından hareket edeceklerdir ve siyasal olarak bir örgütlenme
137
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
gelenekleri olmadığı için, bütünüyle bunu devlete bıraktıkları için, böyle bir
siyasal mobilizasyona da çok yatkın değillerdir. Fakat nasıl olsa nüfus olarak
çoğunluğuz rehaveti içinde olmalarını eleştirirken şöyle diyor: “Parlamentoda
gayrimüslim unsurların gerek addeden, gerek addeden olmayıp da biz yani
Müslimlerin, Türklerin aramızdaki tefrikaya nispeten bize üstün, faik, zül
edecek olurlarsa ne yapacağız?”. Çok açık bir biçimde burada, bir gayrimüslim
unsurlar ve Müslim unsurlar çatışması, kardeşlik fikriyatı içinde ifade edilen
1908 Devriminin arkasında yatan milleti hâkime endişesini dile getiriyor.
Hüseyin Cahit’in yazısının sonunda, bütün açıklığıyla bir hâkim millet ve
onun devleti zihniyetini dile getirdiğini görüyoruz. Yorum yapmak yerine
alıntı yapmak, O’nu konuşturmak belki daha iyi. “Bu memleketi Türkler
zaptetti, fethetmek için yaptıkları fedâkarlıklar tarihin en hayretbaş sayfalarını,
en parlak mefahirini teşkil eder. Sui idareyle Türklerin kuvvetine helal gelince”,
bu sui idarenin ne olduğunu pek iyi bilmiyorum tabii, “sui idareyle Türklerin
kuvvetine helal gelince memleketin büyük kısmını ellerinden kayıp ettiler.
Osmanlı namı altında yaşayan Musevilere, Ermenilere, Rumlara, Bulgarlara,
hasıla bütün anasırı gayrimüslimiyeye dahil müsavat, adalet, hürriyet kaideleri
dairesinde muameleyi uhuvetkerane gösterirler Türkler”, şimdi hiçbir zaman
kendileri unutmazlar, “Türklüğü yıkacak, hükümetin rengini Türk ve Müslim
hükümeti olmaktan çıkaracak emelleri kalplerinden, eğer varsa silmeye
kendilerince cesaret görmelidirler, ondan sonra bizim auşumuhadetimize*,
endişesiz biçimde atılmalıdırlar bizim korumamız altına kendilerini
bırakmalıdırlar, bizden korkacakları yoktur”. Ne var ki, korkacakları yokturdan
sonraki cümle bence bu korkmayla ilgili şeyi çok iyi ifade ediyor:“Yalnız
onlar bizi kalplerinin temizliğine inandırmalıdırlar, çünkü ne denirse densin
memlekette milleti hâkime Türklerdir ve Türkler olacaktır.” Yazının son
cümlesidir bu.
Böyle bir anlayış sadece Hüseyin Cahit’e özgü değildir. Benim gördüğüm
kadarıyla 1908 Devrimini izleyen birkaç ay içinde, yani Balkan Savaşlarının
daha başlamadığı, Trablusgarp’ın kaybedilmediği, dolayısıyla o klasik Türk
yakın tarihinde vurguladığımız Balkan ve Trablusgarp travması dediğimiz
138
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
olgunun daha yaşanmadığı bir dönemdeyiz., Diyebilirsiniz ki, Bulgaristan
travması var, Romanya travması var, Sırp travması var, Yunan travması var,
Girit travması var, en önemlisi Girit travması var. Evet, bunlar doğru ama o
daha büyük son travmaların yaşanmadığı bir dönemde, devleti kaybediyoruz,
toprakları kayıp ediyoruz fikrinin perçinlenmediği bir dönemdeyiz daha.
Burada şunu belirteyim: milleti hâkimenin karşısında milleti mahkume tabirini
kullanmıyor Osmanlılar. Örneğin, çoğunlukla o dönemde kullanılan tabir, ”sair
milletler” yani diğer milletler. Diğer taraftan İttihat Terakki’nin 1908‘in hemen
öncesi ve sonrasında en yakın müttefiki Taşnak Partisiydi. 1911-1912’ye
kadar da bu yakınlık devam etmişti. Fakat aynı zamanda görüyoruz ki, aslında
devletin yeni yöneticilerinin kafasında çok ciddi biçimde devleti gayrimüslim
unsurlar ele geçirecekler ve milleti hâkime devletsiz kalacak endişesi var.
Buradaki “Türkler” tabiri, etnik vurgusu olan bir tabir ama her seferinde
sınırları değişiyor. “Milleti hâkime Türklerdir” dediği zaman bunların içine
diğer bütün Türk olmayan Sünni Müslümanlar kimi zaman dahil, kimi zaman
değil. Milleti hâkime Müslüman Osmanlılardır dese Hüseyin Cahit 1908’de
bunun içine Sünni Kürtlerin dahil olduğunu çok açık biçimde söyleriz ama
diyor ki “milleti hâkime Türklerdir ve bu memleketi de Türkler zaptetti”.
Dolayısıyla milleti hâkime anlayışında egemen olan Sünni Müslüman Osmanlı
kimliği giderek Türkçe konuşanları ifade ediyor. Türk etnik kökenine de vurgu
yaparak kendini ifade ediyor. “Milleti hâkime Türklerdir ve Türkler olacaktır”.
Buradan hareket ederek 1920’lerdeki, 1930’lardaki etnik temizlik girişimlerini
sadece bir devlet politikası olarak değil aynı zamanda bir toplumsal tabanı
olan bir tepki olarak ele alabiliriz. Eşitliği, kendi zümre veyahut Osmanlı
anlamında millet ayrıcalığının elinden alınması olarak gören kesimin endişesi
ve karşı tarafta bu endişenin beslediği büyük güvensizlik. Elbette diğer
taraftan gayrimüslim unsurlar içinde, Ermenilerin içinde, Rumların içinde ve
Müslim olmakla beraber bu Türklük vurgusunun ön plana çıkmasıyla beraber
Kürtlerin içinde şüpheye dayalı bu bakışın egemen olmasına karşı kendini
ayırmak, bu dışlamadan kendini bir başka yapıya, siyasal yapıya çekerek
kendini buradan ayırmak eğilimi de doğacaktır. Bu eğilimin doğması, “milleti
139
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
hâkime Türklerdir ve Türkler kalmalıdır, bunun gerekleri yapılmalıdır, bu
bir devlet kurtarma operasyonudur, dolayısıyla bunlar meşrudur, yapılanlar,
insani değildir ama meşrudur, istemezdik ama yapmak zorundaydık” fikrini
gündeme daha yüksek bir biçimde, daha güçlü biçimde getirecektir.
1930’lara gelelim.Bir alıntı yapacağım. 1933’de Kadro Dergisinde
yayınlanmış bir makale. Makalenin yazarı öyle çok ırkçı, Türkçü olmakla ön
plana çıkmış bir kişi değil, Burhan Asaf Belge. Sonra Demokrat Partili olmuş
ve Yassıadada yargılanmış, 1963’de yanılmıyorsam af ile çıkmış bir kişi. Burhan
Asaf Belge 1933’de, “Almanya’daki Yahudi aleyhtarlığı umarız ki, bizimkilere
bir ders olur”, diyor. Yıl 1933, Almanya’da Nazi yönetimi yeni iktidara gelmek
üzere veya gelmiş. Devam ediyor: “ Türk kadar misafirperver olmak için Türk
kadar tarih içinde efendi millet olmuş olmak lazımdır. Fakat her misafirliğin
sonu ya evdekilere karışmak yahut misafirliği uzatmamak değil midir?”. Birinci
terim “efendi millet”. Burada “efendi milleti” terbiyeli millet anlamında da
isterseniz yorumlayabilirsiniz ama herhalde o anlamda değil, efendi millet.
Burhan Asaf herhangi birisi değil. Nihal Adsız’dan alıntı yapıyor olsam, zaten
ırkçıdır dersiniz, ama Burhan Asaf öyle değil. Daha “establishment”, daha
yüksek devlet politikalarına, yüksek devlet kadrolarına yakın birisi sonuçta.
Sonuç olarak bu zihniyet, yani “efendi millet”, “hâkim millet” anlayışı ortadan
kalkmış değil.
Hâkim millet kavramının ortadan kalkmadığının birkaç örneğini vererek bu
sunuşu bitirmek istiyorum. Böylece arada birkaç yere projektör tutarak sizin
kafanızda bir şey canlandırmaya çalışıyorum, bunun karşı örneklerini elbette
bulabiliriz. 2007’de Dünya Gazetesinde Hrant Dink’in ölümünü izleyen birkaç
gün sonra bir yazı. Dünya Gazetesi bu, Yeni Çağ falan değil: “Merhamet,
sadakat ile beslenir, sadakat merhameti güçlendirir, sadakat ve merhametin
birlikte yürümesi için bu topraklardan beslenenlerin bu coğrafyanın
ekmeğini yeyip suyunu içenlerin bütün tarih boyunca Türk Milletinin inanç
değerlerinin sevgi kuşatması altında bu milletin bağrına bastıklarının sadakatini
istiyorum”. “Hepimiz Ermeniyiz” sloganlarıyla ortaya çıkılmasını “milletle
boy ölçüşmeye kalkışmak” olarak tanımlıyor. “Çünkü bunları ifade edenler
140
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
de milletin unsurları olduğuna göre, millet ile boy ölçüşmeye kalkışmak hem
de Türkiye’ye bölücülüğü ve ihaneti sokmak için yapılmış kasıtlı bir davranış
olarak görüyorum”. Bu son bölücülük lafını bir tarafa bırakalım, “milletle
boy ölçüşmeye kalkıyor” sözünün üzerinde duralım.Bir millet var, bu millet
“hepimiz Ermeniyiz” lafını kendine karşı bir ihanet olarak ifade ediyor,
sadakat talep ediyor, sadakat karşısında merhamet öneriyor. Bu tam bir hâkim
unsur davranışıdır. Merhamet dediğimiz andan itibaren zaten kendinizi bir
üst konuma koyuyorsunuzdur. Bunun biraz daha medeni ifadesi, merhamet
demezsiniz “hoşgörü” dersiniz. “Ben hoşgörülüyüm” dediğiniz andan
itibaren, “ben sizin bu görüşlerinizi veya bu duruşunuzu hoş görüyorum yani
göz yumuyorum, ona izin veriyorum ama izin vermeyebilirim de” anlamına
gelir. Bir üst astını hoş görür, ast üstünü hoş göremez, hoş görmek bir üstlük
ifadesidir, üstlük yetkisidir.
Bütün bunlardan hareket ederek şunu söyleyebiliriz: Türkiye’de hâkim millet
anlayışı, Tanzimat’a karşı, Islahat Fermanı’na karşı çok ciddi dile getirilmemiş
bir tepkiyi için için beslemektedir. Ben gençliğimde niçin solcuların,
Kemalistlerin önemli bir bölümünün Tanzimat’a bu kadar nefretle baktıklarını
anlamaya çalışırdım. Ben de çok kızardım solcu olduğum için. Hâlâ sosyalist
olduğumu iddia ediyorum ama o zamanın solculuğu içinde diyelim, pek
anlayamazdım Tanzimat’ın bu denli eleştirilmesini. Çünkü sonuç olarak eşitlik
önerisini getiriyor. O zaman emperyalizme, kapitülasyonlara, Batı’ya teslim
olmak üzerinden bu tepkiyidile getirirdik. Sonra yavaş yavaş anladım ki ama
bunu ancak 5-10 sene önce anladım, kapitülasyonların olumsuz sonuçları,
Osmanlı İmparatorluğunun ekonomisinin birden bire güçlü ekonomiler
karşısında çaresiz kalmasının falan yanında, bu olumsuz tepkinin bir boyutu da
bu Tazminat münafıklığının aslında biz hâkim milletin haklarını elinden almış
olmasıdır. Bakın, 2001 yılı, 1856’nın üzerinden 1.5 yüzyıl geçmiş, Semerkant
diye bir dergide buldum bu yazıyı. Varlığını bilmiyordum doğrusu, araştırırken
çıktı. Yazıda şöyle deniyor: “Tanzimatçılar yeni bir Osmanlı milleti oluşturmak
için yüzyılların geleneği, tebaa ve reaya Müslüman ve gayrimüslim ahali
arasındaki farkları kaldırırken sadece Hıristiyan Avrupa’nın gözüne girmeye
çalışmışlardı. Görünüşte günümüzün yaklaşımı ile çok demokratça olan bu
141
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
hareketleriyle aslında Müslüman ahaliyi gayrimüslimlerin tasallutu altına
düşürmüşlerdi. Ahmet Cevdet Paşa Tanzimat Fermanının yayınlanmasından
sonra halkın, ‘babalarımızın ve dedelerimizin kanlarıyla kazanılmış olan
mukaddes haklarımızı bugün kayıp ettik, İslam milleti hâkim millet iken böyle
bir mukaddes haktan mahrum kaldı. Ehli İslam’a bu, ağlayacak ve matem
tutacak gündür’ diye feryat ettiğini yazar ama bu feryadı duyacak kimseler
yoktur”.
2001 yılındayız, beklenti hâlâ aynı beklenti. Bütün bu değişimlerin
demokratikleşme belası adı altında getirilen işlerin hepsinin aslında “kılıç
gücüyle” elde ettiği haklarının milleti hâkimenin elinden alınması, daha
doğrusu elinden alınması da değil, diğerlerine de verilmesine karşı tepki.
Elinden alınan bir hak değil esas olarak, sair milletlere de o hakların verilmesi
söz konusu. Hani elinden alınsa hakları, diyelim ki oy verme hakkına sahip
olmayacaklar diğerleri olacaklar, bu teki anlaşılır. Ama öyle de değil. Eşit
haklara sahip lunmasına karşı bir tepki bu. Bununla bitirmek istiyorum. Sonuç
olarak Türkiye’de demokratikleşmeye karşı çok ciddi bir toplumsal kuşku var.
Sadece siyasal partiler seviyesinde, sadece devlet katmanları seviyesinde değil,
toplumsal katmanlar seviyesinde de var bu. Derin Anadolu’nun eşrafında,
derin Anadolu’nun kasabalarında demokratikleşmenin eşitlik boyutuna
karşı duyulan endişenin temel motivasyonunu hâlâ “milleti hâkime, hâkim
millet, efendi millet” statüsünün ayrıcalıklarını veyahut haklarını diğerleriyle
paylaşmamak arzusu olduğunu düşünüyorum. Bu arzu, açık biçimde,
bugüne kadar Gayrimüslim unsurlar hakkında dile getirildi. “Varlık vergisi”
bu anlayışın en belirgin örneğidir. Vergi konusunda din bazında oluşmuş
eşitsizlik. Cumhuriyete en aykırı ilkelerden birisidir., Artık günümüzde bu
zihniyet Gayrimüslimlerin tasallutu altında olan ehli İslam Türkiye’sinden
bahsetmesi mümkün olmayacağına göre Gayrimüslimlerin yabancı olduklarını
ifade etmektedir. Baskın Oran bunu birçok kez dile getirdi, Türkiye’de “yargı
diline” bile girmiş olan tabirler vardır. Öyle sıradan bir idare mahkemesinde
değil, Yargıtay seviyesinde yargı diline girmiş olan ifadeler vardır. Bunlardan
biri, “yerli-yabancılar” ifadesidir. Diğeri “yabancı vatandaşlardır”. Yabancı
vatandaşlar veyahut yerli-yabancılar Türk İslam hâkim milletinin üyelerinin
142
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
bu Gayrimüslim azınlıkları görme biçimini tüm çıplaklığıyla dile getirirler.
Size küçük bir anekdot anlatacağım. Birkaç yıl önce bir iş vesilesiyle tanıdığım
bir genç kadınla konuşuyordum. Evli olduğunu söyledi, kendisi çok düzenli
namaz kılıyor ama aynı zamanda örtülü değil. Halk Partisine oy verdiğini
söyledi. Hayat tarzı, giyimi kuşamı itibariyle şu anda kendini tehdit altında
hissedenlerden. Eşinden bahsetti, çocuğundan bahsetti, “eşim yabancı dedi”..
“Buraya mı yerleşti” dedim, “evet, beraber oturuyoruz” dedi. “Ne zaman
geldi, yerleşti” dedim, “buralı” dedi. Ben o zaman “yabancı buralı, epeyden
beri o zaman, annesi, babası yerleşmiş”dedim, “yok, yok onlar hep buralılar”
dedi. “Eşiniz ne” dedim, “Rum” dedi, Türk vatandaşı. Rum ama eşini yabancı
olarak tanıyor. Bana eşini yabancı olarak sunuyor ve başkasını değil, köken
itibariyle İstanbul’un en eski yerlilerinden olan T.C vatandaşı eşini,yabancı
diye sunuyor
Toplumsal tahayyül seviyesinde ele aldığımız zaman Türkiye’de en ciddi
sorunumuzun eşitlik olduğunu söyleyebiliriz. Bu sadece iktisadi planda değil,
sadece işçilerin ve zenginlerin arasındaki eşitsizlik değildir. İktisadi eşitsizlik
evrenseldir. Türkiye’ye özgü değil, bütün dünyada kapitalist toplumlarda, sınıflı
toplumlarda olan bir eşitsizliktir. Karşısında mücadele edilmesi gereken, canla
başla mücadele edilmesi gereken bir eşitsizliktir. Burada başka bir eşitsizlik
var. Toplumsal tasarımda ve bunun kanunlara yansıyan, kararnamelere,
uygulamalara yansıyan yanlarıyla tasarlanmış bir eşitsizlik var. Bu eşitsizlik,
yakın döneme kadar Kürtleri içermiyordu. Devlet nazarında demiyorum,
toplum nazarında Kürtleri içermiyordu. Toplumun nezdinde Müslümanlık
önemliydi ama benim korkum bundan sonraki hakim milet temizliğinin bu kez
Kürtleri kapsayacak olması. 1870’lerde bahsettim ya, küçük olaylar, o küçük
olaylar 30 sene, 40 sene sonra başka bir olay olarak onun ön işaretleri olarak
gelen olaylar olabiliyorlar. Olmaları kaçınılmazdır anlamında söylemiyorum,
olabiliyorlar, sondan bakıp da geriye okuduğumuz zaman olabildiklerini
görebiliyoruz o küçük olayların. Hâkim millet olmak için bir hâkim olmayan
unsurun olması lazım. Hâkim millet anlayışı aynı zamanda bir ayrıcalık
talebidir. Bütün Türkiye nüfusu Türk Sünni olduğu zaman hâkim millet
anlayışının işlevi kalmaz. Çünkü zümre ayrıcalığını karşısında göstereceğiniz
143
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
unsur ortadan kalkar. Eğer Hrant Dink cinayeti sonrasında Ermenilerin
yaşadığı huzursuzluk devam eder ve kalan 50-60.000 Ermeni’nin büyük
bölümü Rumlar gibi Türkiye’yi terk ederlerse, -maalesef bunu bir ihtimal
olarak kafamızdan çıkarmamamız lazım-, Gayrimüslim unsurların kalmadığı
yani artık ehli İslam’ın hiçbir biçimde Gayrimüslim unsurların tahakkümü
altında olacağı endişesini taşımanın hiçbir nedeninin kalmadığı bir yerde, “bu
milleti Türkler kurdu, bu milletin efendisi Türklerdir” iddiasının bu sefer dini
değil etnik boyutuyla çalışabileceğini düşünebiliriz.
Eşitlik ilkesini benimsememiş bir toplumsal tahayyül her zaman ona karşı
ayrıcalığını ifade edecek bir farklı zümre yaratacaktır. Eğer bu farklı zümre
toplumun içinde bulunmazsa, bu enerji bir toplumsal taşkınlık biçiminde
diğer ülkelere, civar toplumlara doğru akar. Türkiye’de bu noktada değiliz ama
Türkiye’de hâkim millet anlayışının Sünni Müslüman unsurdan sadece Türk
unsuruna kayması sürecinin küçük işaretlerini, anlamlı işaretlerini görüyoruz.
Bu çerçevede ben hâlâ imparatorluk zihniyetinden bütünüyle çıkamamış
olmamızın sancılarını bugün çok açık biçimde yaşadığımız kanısındayım.
Teşekkür ederim.
İsterseniz, sorularınız varsa onlarla devam edelim., Buyurun.
KATILIMCI : Çok fazla detaya girmekten asıl, bütünü bir türlü göremiyoruz.
Bakın, Amerika’da temel bir söz vardır, Türkiye’ye de geçmiştir: “eğitim
insanları eşit kılar”. Bunu bildiği için de en alt düzeyde 12 yıllık eğitimi mecburi
kılmıştır ve 12 yıllık eğitimin yapmayana sınır orada “güle güle” der, “bu ülkede
yaşayamazsın” der. Ondan sonra eşitlik iddiasına başlar. 50 ayrı milleti bir
çatı altında toplamıştır, herkes şunu söyler: “efendim, Portekiz asıllıyım ama
Amerikalıyım”, “İngiliz asıllıyım ama Amerikalıyım” yani Amerikalı olmak o
kadar üst düzeyde bir sıfata gelmiştir ki, insanlar doğal olarak önce Amerikalı
olduğunu vurgularlar. Ama Türkiye’de kendi ülkende, kendi vatandaşın olarak
o kadar alt seviyelerde yaşarsın ki, sonunda Türk olduğunu söylemek biraz
hani “nasıl yutsam” der gibi bir ifadeye bürünür, bu birinci nokta.
144
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Eşitler arasında eşitlik tartışması yapılır, kör kütük cahilin “ben seninle
eşitim” deme hakkı yoktur, Türkiye daha bunları tartışmaya açmadı. Avrupa
Topluluğuna girmek için uğraşılıp durulan bir ülkede biz Avrupa Topluluğuna
girdiğimiz anda bize ne denecek biliyor musunuz, henüz ne basın ne hukuk
bunları tartışmıyor? Ben Hacettepe Üniversitesi yani dünyanın birinci sınıf
üniversitelerinden mezun bir insan olarak Avrupa Topluluğuna girdiğim anda
en az 2 yıl Avrupa Müktesebatına uygun bir eğitimden geçmek zorundayım.
Eşitlik tartışmasını vurgularken önce kör kütük cahil toplumların eşitlik
iddiasında olup olamayacaklarının tartışmasını yapmak lazım, önce buradan
başlamak lazım. Tanrı ne diyor? “hiç bilenle bilmeyen bir olur mu? Ne biçim
hüküm veriyorsun, seni bundan dolayı sorguya çekeceğim” diyor. önce bunları
tartışmamız lazım. Siz ne diyorsunuz?
DR. AHMET İNSEL : 1789 Devrimi yapıldığında Fransa’da okuma-yazma
oranı % 10 civarında idi. Amerikan Devrimi yapıldığında, ondan 20 sene
öncedir, okuma-yazmada aşağı yukarı % 8 civarındaydı ama eşitlik fikrini onlar
o dönemde ortaya getirdiler, şimdi getirmediler.
KATILIMCI : Şu andaki durum?
DR. AHMET İNSEL : Ama şu andaki durumla alakası yok, onlar eşitlik
ilkesini o gün yürürlüğe koymaya çalıştılar. Amerikan Devrimi eşitlik ilkesini
bugün gündeme getirmedi. Amerikan Devriminin temelini oluşturan eşitlik
ilkesi 1788’de Anayasa’nın ilk maddesi olarak gündeme geldi. “İlke olarak” diye
altını çiziyorum.,Bir ilkenin bütünüyle uygulanır olmasından bahsetmediğimi
belirttim. Toplumun bu ilke hedefiyle mobilize olup olmadığından bahsettim.
Eşitlik ilkesini Fransız Devrimi, Amerikan Devrimi ve Sovyet Devrimi en
ön plana koyarlar. Modern tarihte üç büyük devrim var, Amerikan Devrimi,
Fransız Devrimi, Sovyet Devrimi. Biraz daha geriye giderseniz, Cromwell ve
İngiliz Devrimi var tabii, bir burjuva devrimi olarak ele almak lazım ama biraz
daha farklı biçimde. Eşitlik ilkesini bu devrimler gündeme getirdiklerinde
cahil ile bilgilinin arasında eşitlik olmaz diye getirmediler. Eşitliği her yurttaşa
indirgenmiş bir eşitlik olmak üzere getirdiler. Diyeceksiniz ki, Fransa’da
145
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
kadınlara yurttaşlık eşitliği 1945’de verildi, oy hakkı olarak, doğrudur.
1800’lerde Fransa’da oy hakkının sınırlı olduğu bir seçim sistemi vardı. Ama
bütün o toplumlarda eşitlik ilkesi çerçevesinde her zaman bir toplumsal
mobilizasyon oldu. 1830 Devrimi oldu, 1848 Devrimi oldu, 1870 Komün
Hareketi oldu. Toplumu hep istim üzerinde tutan, canlı tutan, toplumu bir
yere götürmeye çalışan esas idealdi bunlar.
Bugün cahil olanla cahil olmayanın eşit olmayacağı yer, bilgi kurumlarıdır
örneğin. Üniversitede, ilkokulda, bilenle bilmeyen eşit olamaz. Onun da
kıstasları vardır. Üniversitede iktisat bölümünde ilkokul mezunu bir kişiye
“siz iktisat konusunda cahilsiniz” demem . “Bilgisizsiniz” derim. O alanda
eşitlik talep edemez elbette. Ama siyasal planda kimse kimseye “cahil” demek
yetkisine sahip değildir.
Tıp eğitimi görmemiş bir kişi sağlık konusunda üfürüyorsa bir doktor ona
“şarlatan” der ve haklıdır ama siyasal planda Avrupa Birliğine girelim mi
girmeyelim mi veya idam cezası kaldırılsın mı, kaldırılmasın mı gibi sorulara
okur-yazarlar mı karar verecek, okur-yazar olmayanlar mı karar verecek
fikrini tartışamayız. Toplumdaki asli siyasal kararlar, teknik kararlardan
bahsetmiyorum, asli siyasal kararlar söz konusu olduğunda kimin cahil
olmadığını tespit edecek bir mercii varsa, orası demokrasi olmaz, orası ya
aristokrasi olur, ya orası meritokrasi olur, teknokrasi olur, mollalar cumhuriyeti
olur ama demokrasi olmaz. Elitler yönetsin yani bilenler yönetsin, bilenler karar
versin dediğimiz zaman bir kesimde varsaydığımız bir ayrıcalıktan hareketle
mutlak karar alma yetkisini ona vermiş oluruz. Bu ilahi bir dokunuşla seçilmiş
bir monarkın yetkisinden çok farklı değildir. Eğitimin demokratikleşmede katkısı olacağı fikrine katılıyorum. Bilgilenme
demokratikleşmenin bir güçlendiricisi ve taşıyıcısıdır ama siz şunu derseniz,
“biz önce herkesi eğitelim, cahil kalmasın ondan sonra eşit haklar verelim”
derseniz zaten baştan onlar üzerinde sizim tahakkümünüz için eğitim hakkı
talep ediyorsunuz demektir.
KATILIMCI : Hocam, bir de eğitim okur-yazar olmakla herhalde, bilinçli
146
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
olmak olarak kabul edilmiyor mu?
DR. AHMET İNSEL : Cehalet dediğimiz olgunun nesnel kıstası bu modern
dünyada okumuş olmaktır. Ama bir Sufi şeyhinin okumuş olup olmaması değil,
onun bir hikmete vakıf olması cahil olmadığının göstergesiydi. Bizim modern
toplumumuzun cehalet kıstası okumuş olup olmamak. Bilinç dediğiniz olguya
gelirsek, onu zaten hiçbir zaman nesnel bir biçimde değerlendiremeyiz. Nedir
ki bilinç? Nasıl ölçülür? Siz benim bilinçli olduğuma nasıl karar verirsiniz?
Ben nasıl karar veririm? Ancak kendi bilincimle karar veririm. Bu ise kendimi
bir yargı mevkiine koymak anlamına gelir. Sizi yargılamak mevkiine. Siz bir
ortaokul öğrenciyseniz ve ben öğretmensem, bunu yapacak bir yetkim var.
Orada bir hiyerarşi var, onu tartışmıyorum. Bir bilen var, bir de öğrenen var.
İmtihan da yaparım, “sen bilmiyorsun da” derim, ama “bilinçsizsin” diyemem,
“bilmiyorsun” derim, “öğreneceksin” derim, “olmamış” derim. Eğitim gerçekten
önemlidir ama insanları biz eğitip sonra eşit kılacağız demek, biz o insanların
üstündeyiz demektir. Elbette bir çaba göstereceğiz insanların özgürleşmesi
için eğitimin önemli olduğuna inanıyorsak. Ivan İliç, insanların özgürleşmesi
için eğitim değil, eğitimsizliğin önemli olduğunu vurgular; çünkü “bu eğitim
özgürleştirici değil” der. Çünkü bu eğitim sistemi bir hâkimiyet düzenidir,
baş eğme düzenidir. “Çocukların 5 yaşında her gün sabahtan akşama kadar
bir sıra üzerinde oturmaya zorlanmaları gayri tabidir, ancak böyle yoğun bir
disiplin olursa ondan sonra 25 yaşında “gık” demeden, sabah 09:00 akşam
17:00 bütün ömür boyunca işe giderler” der. Eğitilmek böyle bir şeydir aynı
zamanda,
KATILIMCI : Terbiye etmek yönü de vardır,
DR. AHMET İNSEL : Terbiye etmek yönü de vardır.
KATILIMCI : Ben Hanımefendi’nin sorusundan hareketle bizim devlet
iktidarı, devletin bekası kavramına bakışımız, sizin yazılarınızda da sıklıkla
gördüğüm gibi, siyasal alanı katı bir biçimde devlet iktidarı alanından
ayırmaya ya da devlet alanını korumaya yönelik refleksleri harekete geçiriyor.
147
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Benim için demokrasi, eğitim meselesinde olduğu gibi yani cahille bilgiliye
indirgediğimizde, haklar alanı kesin tanımlara ihtiyaç duyar ama imtiyaz
alanı bu tür muğlaklara ihtiyaç duyar. Çünkü imtiyaz alanlarını yeşerten bu
tür bireylerin konumlanamama halleridir, buradan beslenir. Benim için
demokrasi, bulunmadığım hatta talep etmediğim, ihtiyaç duymadığım
alanlarda o ihtiyacı duyanlar için ne söylediğim ile ilgilidir. Yani bunu Hrant
Dink’in ölümünde hepimiz yaşadık yani Emre Kongar’ın çıkıp da “O, bize
emanetti, biz O’nu koruyamadık” demesinde bile, sizin az önce söz ettiğiniz
yerleşik zihniyet açığa çıkıyor. Bu yüzden bence belli olaylar gelecek açısından
ipuçları verebilir dediniz, beni şu dönem en çok korkutan, özellikle bu orta sınıf
imtiyaz reflekslerinin bence, Kemalizm başlığı altında hem hâkim Müslüman
unsurları hem etnik unsurları bir şekilde dışlayan merkezle tanımladıkları,
imtiyaz alanına sıkışmış bir mücadeleye dönüştü. Seçim sonrasında diyelim
ki AK Parti iktidara geldiğinde bu, şimdiki, çok demokrasi için mücadele eden
görünen refahını, imtiyazlarını paylaşmak istemeyen alanlarda az önce sözünü
ettiğiniz türden tek bir Türk unsurunun hâkim olduğu karışık bir ortama
sürüklenme olasılığımız ne? Ben bu gidişatın kamusal alanının tamamen
küçülerek devletin güçlendirildiği, hâkim Anglosakson, hâkim Amerikan
çizgide bir gidişata işaret ettiğini düşünüyorum ya da seziyorum. Böyle bir
imtiyaz ve haklar alanından baktığınızda cumhurbaşkanlığı seçimi ve şimdi,
22 Temmuz’daki seçimi bana biraz bu tür reflekslerin çok daha net, açık bir
biçimde ortaya konacağı bir süreç gibi geliyor. Siz ne dersiniz? Biraz belirsiz
bir soru oldu yani biraz spekülatif bir şey oldu ama?
DR. AHMET İNSEL : AKP, tabanı itibariyle, siyasi tavrı itibariyle Türkİslam hâkim millet unsurunu bütünüyle temsil etme yetkilerine sahip bir
partidir. AKP’nin Türk-İslam hâkim millet anlayışı açısından hiçbir sorunu
yok. Mükemmel biçimde hatta belki otantik biçimde AKP bunu temsil eder,
edebilir. Burada ciddi olan sorun, biraz evvel söylediğim gibi bu hâkim millet
anlayışında zaman içinde yaşanan daralmadır. Etnik Türk alanına daralmasıdır.
Türkiye’de iki hâkim millet anlayışı olduğunu söylememiz gerekir. Birincisi
toplumda yaygın olan, o biraz evvel bahsettiğim genç kadının kocasıyla ilgili
bakışına yansıyan bir hâkim millet anlayışı vardır. Gayrimüslimleri esas olarak
148
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
yabancı olarak görür. Türkiye, Türklerindir lafını kafasında hemen olumlu
bir algılamaya oturtarak bunu Türk-İslam içinde algılayan bu zihniyet. Bir de,
daha dar bir hâkim millet anlayışı var tabii, bir hâkim zümre anlayışı dememiz
gereken bir anlayış o, milletten artık zümreye geçen bir yapı. Kendini elit
olarak gören, devletin kurucucu olarak gören bir zümre bu Dünyanın hiçbir
yerinde “bu devletin sahipleri vardır” lafı kullanılmaz. Devletin sahibi ne
demek? Devletin sahipleri ya bütün ulustur ve dolayısıyla o, parçalanmaz bir
sahiptir, bütün yurttaşlardır ya da bir kısmıdır. Ben sahibim dediğinizde aynı
zamanda başka birisinin o nesnenin sahibi olmadığını söylemiş olursunuz.
Sahiplik, hukukçusunuz benden daha iyi bilirsiniz, bir alan, sınır çizilerek
tanımlanır. Ya da kamu mülkiyeti türünde bir sahiplikten bahsediyorsanız eğer
bu kimsenin sahip olmadığı, ortak bir mülkiyettir. Devletin sahipleri olduğunu
iddia eden zihniyet işte o, bir hâkim zümre zihniyetidir, millet diyemeyiz
artık orada ona. Çünkü sadece etnik veya dini temelli olmaktan daha dar bir
temele kendini oturtmuştur. Bu sivil-askeri bürokrasi ve çevresiyle, kendini
cumhuriyet eliti olarak tanımlar. Elit olarak kendini tanımlamak kötü bir
şey değildir. Bir cumhuriyet elitizmi her zaman eleştirilecek bir şey değildir
ama elitlik üzerinden hak talep ettiğiniz andan itibaren iş değişir. Bir elit
dinamizminin olması, sanatçılar, bilim adamları, şairler, ressamlar veyahut
dini elitlerin toplumsal alanda ön planda tutulmaları doğaldır. Toplumlar
zaten böyle harekete geçerler. Toplumsal dinamik, tarihsel dinamik böyle bir
şeydir. Kimileri ileri çeker, kimileri geri çeker. Ama hak, imtiyaz talep etmek
ve imtiyazın dokunulmazlığını talep etmek ve bu dokunulmazlık alanlarına
girildiğine dair bir his, his oluştuğu andan itibaren de şiddetli bir tepki,
“bunlar” diye ifade edilen, “bunlar devleti ele geçirecekler”, “bunlar hayat
tarzımıza son verecekler” gibi” ifadelere dönüştüğü andan itibaren, orada bir
zümre oluşumu vardır ve bir hâkim zümre anlayışı vardır. Bu hâkim zümre
nasıl kendini yeniden üretir, bunun mekanizmaları nelerdir? Bunları ciddi bir
sosyolojik analizle inceleyebiliriz. AKP, bu anlamda Türk-İslam hâkim unsuru
açısından, hâkim anlayışı açısından hiç aykırı değildir. Hatta bütünüyle
uygundur. Milliyetçilik konusunda belki hâkim zümreyle arasında fark vardır
ama esas olarak hâkim zümre, AKP’yi “bunlar” cephesinde gördüğü için bugün
çatışma yaşanmaktadır. Yoksa hâkim millet anlamında bir çatışma yoktur.
149
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Hâkim millet anlamında bizim yaşayabileceğimizasli çatışma , inşallah öyle
bir şey olmaz, potansiyel olarak Kürtlerledir. Olabilecek en büyük çatışma
Türkiye’de, hâkim millet zihniyetinin varacağı nihai çatışma, imparatorluktan
çıkışın son çatışmasıdır bu. Çok ağır bedelli, herkes için çok ağır bedelli bir
çatışma olabilir.
Eğer AKP seçimleri kazanırsa da ben, çok büyük bir gerilim olacağını
zannetmiyorum çünkü o anlamda bir çatışma toplumda sürüp gidecektir ve
bu uzun sürecek bir zümreleşme çatışmasıdır. AKP, tabii bu anlamda radikal,
inançlı, siz biraz evvel onunla başladınız, onunla bitirmek istiyorum, kendisi için
demokrasi talep etmekle yetinmeyen, kendisini doğrudan ilgilendirmemekle
beraber başkaları için bir ilke olarak demokrasiyi talep eden bir zihniyete, bir
toplumsal beklentiye tekabül etmediği için esaslı bir handikapı var. Hâkim
zümreye karşı demokrasi mücadelesinin tutarlı ve onların elini kolunu
bağlayacak biçimde yapılabilmesi için demokrasinin sadece AKP seçmen
tabanının talepleriyle sınırlandırılmaması gerekir. AKP’nin, çoğunlukta olduğu
zaman kendi işine yarayan rejimin gayri demokratik cephelerini kendisinin
değiştirmesi gerekir. O zaman hâkim zümrenin elinde argümanı kalmaz, fiziki
direnişe geçer mi? O biraz zor olur.
KATILIMCI : Milleti hâkime kavramının şu olaylarla bağdaşması veya
çelişmesi düşünülebilir mi efendim? Birincisi devşirme usulüyle gelen sistem,
ikincisi III. Selim ile başlayan reform hareketleri, üçüncüsü 1839 Gülhane
Hattı Hümayunu, üçüncüsü Kırım Savaşı 1853, dördüncüsü yabancı ülkelerin
Osmanlı İmparatorluğunun içişlerine,
DR. AHMET İNSEL : Esas orada Islahat Fermanını da belirtmek gerekir.
KATILIMCI : Etkin bir şekilde karışmalarından doğan problemler, yavaş yavaş
gelirsek Âli Paşa, Ziya Paşa, Mithat Paşa, Namık Kemal, Şinasi’ye Türkiye’de
Kemalistler mi daha yakındır yoksa onun karşıtları mı daha yakındır? Onu
takip edelim, Balkan Savaşının çıkması acaba 1870’lerde o tehlikeyi sezenleri
150
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
haklı mı gördü yoksa haksız mı çıktılar? Sadece Balkan Savaşları değil, bütün
İmparatorluğun parçalanması? Dördüncüsü, bir söylem var Resmi Tarih
Tezinde, Osmanlı, engin bir hoşgörü ile Gayrimüslimlere ve diğer tebaaya
asırlarca yönetme becerisini göstermiştir. Bu söylemle ne derece bağdaşır?
Buna benzer olaylardan rica ediyorum, küçük bir değerlendirme yaparsanız,
DR. AHMET İNSEL : Devşirmelerle ilgili, biraz evvel söyledim, devşirmelik
kurumunun yürürlükte olduğu dönemde etnik aidiyetin yönetici kadrosunda
hiçbir önemi yoktu. Çok sembolik bir Türk çağrışımı var. Osmanlı’nın Ertuğrul
Gazi üzerinden oluşturduğu bir uzak Türklüğe referans var. 0 da esas olarak 19.
Yüzyılda daha fazla ortaya çıkan bir olgu. Hâkim millet Sünni Hanefi olduğu için
devşirmeler de elbette buna intisap etmişler. Kimi zaman gönüllü veya zorla.
Çoğunlukla gönüllü kişiler bunlar. Tanzimat ve özellikle Islahat Fermanından
önceki dönemde zaten eşitlik talebi falan olabilecek bir toplum zaten olamazdı
o klasik Osmanlı düzeninde. Şeyh Bedreddin gibi eşitlikçi tınıları yüksek bir
toplumsal hareket istisnadır. Bir yerde havas vardır, bir yerde reaya vardır ve
yönetenlerle yönetilenler arasında bir eşitlik zaten tahayyül edilen bir şey
değildir. O kadar değildir ki, bakın Patrona Halil Sultanı devirmiştir, Sultan
yoktur ve Patrona Halil 2-3 gün İstanbul’da at sırtında sultan gibi dolaşır,
“siz sultan oldunuz” dediklerinde şunu söyler “biz, reayayız, sultan olamayız,
bizim yerimize buraya sultan olacak kişi de ilk elde benim kellemi alacaktır”.
Çünkü bilir ki, sultan olacak olan kişinin ilk başta yapacağı şey, kendisinin
sultan olmasını sağlayan o ayaktakımını, sultanın kellesini almış ayaktakımını
ortadan kaldırmaktır. Oyunun kuralıdır neredeyse bu. Böyle bir içselleştirme
vardır. Buna karşılık 19. Yüzyılda artık yavaş yavaş bunun değiştiğini görüyoruz,
Tanzimat Fermanıyla, Islahat Fermanıyla esas olarak. Buna karşılık, yükselen
ulusal hareketler ve talepler var. İlk isyan Yunan’dan önce Sırp İsyanıdır ve
bunun aynı zamanda bir Batı kışkırtması olarak algılanmasıdır. Bundan
sonra Batı devletlerinin Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili talepleri, girişimleri,
müdahaleleri, Osmanlı İmparatorluğundaki gayrimüslimlerin bu devletleri
kendilerinin hamisi olarak görmeleri, dolayısıyla milleti hâkime unsurları
tarafından yabancılar tarafından himaye edilen unsurlar olarak daha fazla
algılanmaları, bütün bunlar elbette var. Fakat unutmayalım, çağ değişmiştir.
151
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Osmanlı kendini Avrupa’da görüyor. Osmanlı Çin’de olsaydı veyahut Orta
Asya’da olsaydı büyük ihtimalle çağın değişmesinin etkilerini çok daha
geç duyabilirdi ama çağ değişmiştir ve Osmanlı ülkesi de o çağın içindedir.
Avrupa devletler dünyasının bir üyesi olduğu Kırım Savası sonrasında
tescil edilmiş bir ülke. Avrupa’nın ciddi bir gücü aynı zamanda, çok dikkate
alınan bir gücü. Şimdi böyle olduğunuz zaman Avrupa’daki gelişmelerden
de etkilenmemeniz mümkün değil. Tocqueville’in söylediği bir söz vardır:
“modernitenin en büyük dinamiği halkların, orta sınıfın eşitlik talebidir”. Bu
Amerika için söylenmiştir 19.yüzyıl birinci yarısında. Dünyayı altüst eden
en büyük dinamik insanların eşitlik talebidir, koşulların eşitliği talebidir.
Burjuva toplumunun en büyük ideali koşulların eşitliğidir. Osmanlı’nın engin
hoşgörüsü olarak algılanan olgu, elbette hoşgörüydü. Ama İstanbul’da yolun
kenarında bir gayrimüslim bir yeniçeri ile hatta bir Müslüman’la karşılaştığında
ona yol verme zorunluluğunu içeren bir hoşgörüydü bu. Gayrimüslimlerin
giyebilecekleri elbiseleri ayırmayı, onların evlerinin Müslimlerin evlerinden
daha yüksek olmasını yasaklamayı, gayrimüslimlere ibadethane inşası için izin
vermeme hakkını içerir. Böyle bir toplumsal yapının eşitlik talebinin geliştiği
bir dünyada sürdürülebilmesi elbette mümkün olamazdı. İmparatorluklar çağı
kapanıyordu. dolayısıyla Balkan Savaşları kayıp edilmeseydi, şu olmasaydı, bu
olmasaydı, ne olabilirdi ki, en sonunda bütün imparatorlukların sona erdiği
gibi gene de imparatorluklardan çıkardık. Önüne geçilemez bir olgu bu. Belki
sınırlarımız Balkanlarda biraz daha ileride olurdu, başka yerde daha geride
olurdu ama yeni Osmanlı imparatorluğunu kurmamız elbette mümkün değildi,
artık o çağ kapanmıştı. Türklerle Kürtlerin beraberliğinin en büyük nedeni
hâkim millet unsuru olarak Sünni Kürtler ve Sünni Türklerin, hâkim millet
unsuru olarak dağılan İmparatorluk içinde ittifaklarını sürdürmeleriydi.
KATILIMCI _ AV. ÖMER ÇIRPAN : Şimdi Türkiye’deki hâkim millet
kavramını az çok anladım sizin anlattığınız kadarıyla. Dünya üzerinde ulus
devletler var, bu hâkim millet anlayışı diğer ulus devletlerde de var mı? İkinci
soru şu; Fransa’daki, Amerika’daki eşitlik kavramı üzerine konuştuk, bunların
anlattığı eşitlik kavramı, anayasalarına koydukları eşitlik kavramı acaba evrensel
değerler üzerine kurulmuş olan bir eşitlik kavramı mı yoksa kendilerine has
152
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
farklı bir eşitlik kavramları mı var? Bunu neden soruyorum; çünkü Fransızlara
bakıyorum, işte Cezayir’de katliam yapıyorlar, Amerikalılara bakıyorum,
kendi vatandaşlarının burnu kanasın istemiyorlar ama Irak’ta 700.000 insanı
öldürebiliyorlar, Afganistan’da istedikleri operasyonu yapabiliyorlar veya işte,
Sarkozy, kendisi de bir Macar göçmeni ama diyor ki “göçmenlerden bir tanesi
suç işlerse, ben bunu kapının önüne koyarım” diyor seçim propagandasında.
Veya Amerikalılara bakıyorum, Güney Amerikalıların yoğunlukla yaşadığı
New Jersey’de felaket olduğu zaman çok da fazla ilgilenmiyorlar, herhangi bir
tepki göstermiyorlar. Eşitlik kavramı da hakikaten bunların anayasalarında
Fransız Devriminden sonraki dönemde işte, 3. Cumhuriyet ile beraber
kabul edilen eşitlik kavramı farklı bir şey mi, yoksa biz mi yanlış anlıyoruz?
Evrensellik anlamında eşitlik bu mu? Teşekkür ediyorum.
DR. AHMET İNSEL : Bu soruyu sorduğunuz çok iyi oldu. Bunun birkaç
kere altını çizmeye çalıştım ama yeteri kadar çizmemişim demek ki. Eşitliğin
gerçekleşmesinden söz etmedim. Bir toplumsal dinamik ve beklenti olarak
eşitlik hareketinin toplumdaki itici güçlerden biri olduğunu ve özellikle
toplumsal muhalefetin eşitlik üzerinden sürekli kendini ifade ettiğini bu
toplumlarda belirttim. Hiçbir toplum gerçek anlamda eşit değil bugün. Belki
hiçbir zaman eşit olmayacak. Ama toplumda bu eşitlik karşıtı ilkeler egemen
olmaya başladığı zaman oluşan karşı tepkinin büyüklüğü veya küçüklüğü ile
ilgili benim söylediğim. Bunun dinamizm yaratmasıyla ilgili. Amerika Irak’ta
yüzbinlerce insanın ölmesine neden olan bir ülke. Amerikan askerlerini
denizaşırı bir yerde savaşıyor. Aynı zamanda Amerika’da bu eşitlik idealini
taşıyan önemli bir kitle de bunu açık biçimde protesto ediyor. Belki 2008
seçimlerinde bu kitlesel katliama dönüşmüş savaşı başlatanların iktidarına son
vermeyi tasarlıyor. Benzer bir deniz ötesi, sınır ötesi operasyon yapsa Türkiye,
buradan benzer bir muhalefetin çıkıp çıkamayacağını bilmiyorum. Fransa’da
Cezayir Savaşı sırasında buna açık biçimde direnen Komünist Partisi teşkilatı
içinde veyahut gençlik örgütleri içinde çok geniş bir kesim vardı. Cezayirlilerle
beraber direndiler. Ne Fransa’da, ne Birtanya’da ne Amerika’da, herkesin
eşitliğin hüküm sürdüğünü söyleyebiliriz. Ama toplumsal dinamikler,
beklentiler, ilkeler bu yöndedir. Bu bir mücadeledir. Bu mücadelelerin
153
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
dinamizmi bu yönde ise eğer eşitlik ilkesi çalışır. Bir küçük örnek vereceğim:
1952 Eğitim Yönetmeliğini okursanız orada Türk asıllı olmayan kişilerin
Lozan’da öngörülen azınlık okulları dışındaki okullarda Türkçe, coğrafya ve
tarih dersi veremeyeceklerini yazıyor. Bugün hâlâ yürürlükte bu yönetmelik.
Eğer Ermeni veya Yahudi iseniz eğitim fakültesinden mezun olmuş olsanız da
bu okullar dışındaki bir okulda bu dersleri veremiyorsunuz.
KATILIMCI : Kimse mahkemeye başvurmuyor mu?
DR. AHMET İNSEL : Bunu ben bilmiyordum İstanbul İnsan Hakları Derneği
Başkan Yardımcısı Türk Ermenisi, Fransa’da uzun yıllar yaşamış bir arkadaşım
var. O söyledi bana bunu, yönetmeliği de gösterdi. Bunun hakkında dava
açılması için sizin mağdur durumda olmanız lazım. Bu hakka sahip mağdur
durumda olmanız lazım. Yani eğitim fakültesinin ilgili bölümünden mezun
olmanız lazım. Dolayısıyla bunu birisinin tasarlayıp baştan eğitim fakültesine
girip onu bitirip, ondan sonra müracaat etmesi lazım. Şu anda herhalde o
mağduriyeti ispatlayacak kimse yok.
Bunun yanında fiili durumlar da var. Türkiye’de niçin üniversiteler dışında
gayrimüslim bir yurttaşı devlet memuru olarak bulamayız sorusunu ben
hep yıllardan beri sorarım. Klasik Türk Kemalist, “demokrat” tavrıyla yanıt,
“onlar, yani gayrimüslimler özel sektörde zaten bizden daha fazla para
kazanıyorlar”dır.
KATILIMCI : Kayserililer de onun için,
DR. AHMET İNSEL : Kayseri’den yine birkaç tane vali falan çıkıyor hiç
olmazsa. Biliyorsunuz kanun ve yönetmelik seviyesinde bunun hiçbir engeli
yok. Buna müraccat eden ve bu imtihanları kazanmakla beraber sözlüden
reddedilen kişiler olduğunu sonra öğrendim, sözlüden reddediliyorlar.
Eşitlikle ilgili bitireyim. Hâkim millet anlayışı diğer uluslarda da var. WASP’tan
bahsettim biraz evvel, beyaz, Anglosakson, Protestan. Bu beyaz, Anglosakson
ve Protestan elbette zencileri bugün dahi eşit olarak görmüyor.
154
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
KATILIMCI : Affedersiniz, Martin Luter King… İstanbul’a geliyor ve
Türkiye’de geçirdiği dönem için WASP teröründen sonra neredeyse “güvenli
bir cennette hissetim” der.
DR. AHMET İNSEL : Tabii, çünkü Türkiye’de zencilerle ilgili bir sorun yok.
KATILIMCI : Hayır ama dikkat edin, bahsettiğimiz figüre yeryüzündeki en
önemli Siyah figüre,
DR. AHMET İNSEL : Zenci yok, onun için bir sorun da yok. Ben Almanya’ya
veya Fransa’ya giden Türklerin, “yahu, burası zenci işgali altında” diye ilk defa
tepki verdiklerini yakından biliyorum. Metrodaki zenci yoğunluğundan tarif
edemedikleri bir rahatsızlık duyduklarını yakinen biliyorum.
KATILIMCI : Yanlış anlaşılmaz herhalde “siyah turistlerden aldık” derler
mesela.
DR. AHMET İNSEL : Benim söylemek istediğim, onun için ısrarla
vurguluyorum, Türkiye’de de kanunlar nezdinde eşitliğin gerçekten
olduğunu, Amerikan kanunlarına benzer eşitliklerin olduğunu söyleyebiliriz.
Amerika’daki aykırı pratikleri, toplumsal pratikleri söyleyebiliriz. Irkçılığın
zamanında kurumsallaştığı bir ülke Amerika. Buna rağmen o kurumsallaşmayı
yıkabilecek bir toplumsal dinamik de var. Fransızlar için ayrıca bakmak lazım,
İngilizler için ayrıca bakmak lazım, bunların tarihlerine bakmak lazım. Ama
hâkim millet anlayışıyla ilgili bu toplumlardaki ile bizdeki arasında ciddi
bir fark olduğunu belirtmemiz gerekir. İngiltere’de 1850’lerin 2. yarısındaki
çok ünlü muhafazakâr bir başbakan Yahudi’dir hem de ismi Yahudiliğini
saklamayacak biçimdedir, Disraeli.
Osmanlı İmparatorluğunda bu olabilirdi belki. 1880-1890’larda belki
sadrazam olamazdı ama bakan olabiliyordu Ermeniler, Rumlar. Devletin en
üst kademesine kadar gelme şansına belki sahip olamazlardı ama zaten o da
155
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
çok beklenir bir şey değil.
Fransa’da bugün bir cumhurbaşkanı adayı eğer Yahudi ise, seçilme şansının
az olacağını insanlar söylerler. Doğru mu bilmiyoruz, daha denenmedi. Ama
Yahudi başbakan oldu Fransa’da, hem de 1936’da.
Türkiye’de ise hiç söylenmeyen fakat ciddi biçimde bilinen bir etnik- dini
simgeler üzerinden oluşmuş bir işaretleme var. Bu, elbette Sünni, Hanefi
alanda kaldığı zaman çok anlamlı olmayabilir. Biraz evvel Türk İslam hâkim
milletinin aslında tipik partisi AKP derken de biraz bunu ifade ettim. 2002’de
bir tane Alevi milletvekili yok AKP grubu içinde. Az değil 368 milletvekilinden
oluşuyordu bu grup. Türk-İslam hâkim millet anlayışı böyle bir şeydir.
KATILIMCI : Hocam, öncelikle bu şekilde bizi bilgilendirdiğiniz için
teşekkür ederim. Tabii, soracak bir çok soru var, Sarkozy hususunda biraz
yanıt verdiniz, Sarkozy’nin menşei de tartışılıyor, ama geçen gün gazetede
dikkatimi çekti, Fransa’nın en prestijli bakanlığı olan Adalet Bakanlığına Arap
asıllı bir şahsı tayin etmiş, işte 15 bakanın yarısına yakınını bayanlardan tercih
etmiş, bu hususlar da tartışılıyor tabii. Gine Ermenilerin devlet dairelerinde
görev alamaması hususunda, ancak bizim mesleğimiz avukatlık mesleği, kamu
hizmeti, İstanbul’da bildiğim kadarıyla birçok avukat Ermeni vatandaşımız
var.
DR. AHMET İNSEL : Var ama devlet memuru değil ki avukat. Maden
Mühendisleri Odası da kamu hizmeti görüyor. Orada da bir engel yok oda
başkanı seçilmeye. Ben devlet memurundan bahsediyorum,
KATILIMCI : Evet, o şekilde, saf memur olarak ben de bilmiyorum,
DR. AHMET İNSEL : Memur var, üniversitelerde var, sağlık veyahut diğer
sektörlerde üniversitelerde var,
KATILIMCI : Benim sormak istediğim soru şu; Afet İnan’ın Medeni Bilgiler
156
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
kitabında Atatürk’ün ifadesiyle deniyor ki “Türkiye Cumhuriyetini kuran
Türkiye halkına Türk Milleti” denir diye bir ifade var, keza 1921 Anayasasında
sizin de dediğiniz gibi Kürtlerin de Türklerin de hâkim millet kabul edildiği
yönünde bir çok hükümlerden yoruma gidebilir, Ademi Merkeziyetçilik,
bölgesel yönetim gibi kavramlar. Ancak Cumhuriyetin bu döneminde
Atatürk’ün yine 1933 yılında “Ne Mutlu Türküm diyene” ifadesi var ki, bugün
bunları Güneydoğu’da, Doğu’da dağlar taşlara yazdığımız için hatta Erbakan
dahi siz “Türküm dersiniz, o da Kürdüm, ne mutlu Kürdüm” der diye buna bir
eleştiri de getirmişti. Cumhuriyetin kuruluş felsefesinde gerçekten, Atatürk
Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye Milletine Türk Halkı denir ifadesi ile
bu iki hâkim milleti kabul edip “Ne Mutlu Türküm” diyerek de bunu ortadan
mı kaldırdı? Yani bunlar birbiriyle çelişiyor mu? Bunun değerlendirilmesini
istiyorum. Yine bir sorum şu olacak: Osmanlı İmparatorluğu 3 kıtaya hüküm
etmiş, 11- 12 milyon metre karelik bir alana hüküm etmiş bir imparatorluk,
bu İmparatorluk sınırlarından şu an itibariyle 35-40 civarında devlet ortaya
çıkmış,yine devletin verilerine göre Türkiye’de şu anda 20’in üzerinde etnik
grup yaşıyor yani çok çeşitlilik var, çok büyük bir mozaik var, bu mozaiğin
içerisinde bir grubun çıkıp, bir zümrenin çıkıp hâkim millet kavramına
sığınması ne kadar başarı sağlar yani uzun vadede diyorum bunu, kısa, orta belki
olabilir? Yine, 27 Nisan’da zannedersem bilgisayar, internet ortamında verilen
Genelkurmay’a muhtırasında “şunları şunlar yapmayanlar düşman kabul
edilecektir” deniyor, bunu nasıl yorumluyorsunuz yani halkı, kendi halkını
bu şekilde yorumlaması, bu şekilde değerlendirmesi bu zümre dediğimiz
kavramla değerlendirilebilir mi? Sahiplenme kavramıyla değerlendirilebilinir
mi? Teşekkür ediyorum Hocam.
DR. AHMET İNSEL : Cumhuriyeti kuranlar açısından bu gerginlik zaten
ciddi bir çatışma unsuru oldu bildiğiniz gibi. Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkasıyla Cumhuriyet Halk Fırkası arasındaki gerginliklerden bir tanesi bu
kimlik sorunuyla ilgilidir. Çok fazla dile getirmeyiz ama yakından baktığımız
zaman sadece Mustafa Kemal’in Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına
1927 Nutkunda şöyle bir şey der: “kendilerine muhafazakâr deselerdi bir
157
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
şey demezdik ama kendilerine terakkiperver dediler ama muhafazakâr bir
partidir”. Muhafazakâr da gericilik ve irtica olarak yorumlasnır. Aslında orada
tartışılan esas sorun, kimlik sorunudur. Bu devleti oluşturan vatandaşların
kimliğini nasıl tanımlayacağız. Terakkiperverciler, yeni Osmanlıcı kimlik
diyebileceğimiz bir kimlik tanımı eğiliminde olanlardan oluşuyor. Başarılı
olabilir miydi bilmiyorum ama yeni Osmanlıcı diyebileceğimiz bu kimlik, farklı
dinsel ve etnik unsurları ön plana çıkarmayan, Osmanlı tebaasından Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşlığına ayırım yaratmadan geçiş sağlama eğilimi olan bir
bakış tarzı. Cumhuriyet Halk Fırkasına giderek hâkim olan eğilim ise bir ikilem
içeriyor. Türklüğü, Türk tabirini, bir vatandaşlık bağı olarak tanımlayıp bunu
“Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarına Türk denir” olarak ifade ediyor. Tabii,
burada ortaya otomatik olarak dil seviyesinde bir sorun çıkıyor. Çünkü ondan
evvel kimseye “Türk” denmiyor olsaydı, sorun olmazdı. ABD kurulmadan önce
kimseye “Amerikalı” denmiyordu., Eğer Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda,
ondan evvel Türk denmeseydi kimseye, o zaman sorun olmazdı. Fakat Türk
aynı zamanda bir etnik ve kültürel, aidiyeti temsil eden bir kavram. Bu iki
anlamı üst üste getirdiğiniz zaman kaymalar kaçınılmaz olarak olacaktır. Zaten
burada, o kaymayı sağlayan, ikili anlamayı sağlayan olgu Cumhuriyetin adıdır.
Cumhuriyetin adı “Türk Cumhuriyeti” değil, cumhuriyetin adı “Türkiye
Cumhuriyetidir”, bir coğrafya adıdır. Fransa’da cumhuriyetin adı “Fransa
Cumhuriyeti” değildir, “Fransız Cumhuriyetidir”. Yani bizim devlet olarak
adımız aslında, bu çok kimlikli yurttaşlık kavramına daha uygun bir ad, bir
coğrafya adıdır. Türkiye bir coğrafyadır. Türkiye, Türklerin yaşadığı yer dersiniz,
orada yaşayanlar da Türk olurlar ama Türk tabirinin orada kullanılması bu
ikili anlama kapıyı her zaman açık bırakan bir şey. Nitekim, kanunlarımızda,
özellikle 1920 sonrası, 1930’larda kanunların içine bir de açık biçimde “Türk
kökenli” kavramını koyarsanız, ki koyduk o zaman, vatandaşlık bağıyla Türklük
ve Türk kökenlilik gibi iki ayrı konumu aynı yapı içine sokmuş olursunuz. Bu
nedenle zaten iki yere de çekilebilecek, iki yönde de kullanılabilecek bir esnek
tasarım olan “Ne Mutlu Türküm Diyene” özdeyişini Diyarbakır, Bitlis veya
Hakkari’de yolun kenarına yazdığımız zaman zaten bir sorun olduğunu kabul
etmiş oluyoruz. Gayrimüslim okullarının müdür yardımcısı Türk vatandaşı
olacaktır yazmaz bizim mevzuatımızda, “Türk kökenli” olmasını ister. Bu
158
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
tanımı getirdiğiniz andan itibaren Türk kökenlilik diye bir kanuni ayırım
yaratılmış demektir. Bu 1950’lere kadar subay imtihanlarında, harp liseleri,
askeri liseler giriş imtihanlarında da yapıldı. Sonradan bunu kağıt üzerinde
kaldırdılar. Dolayısıyla sadece toplumsal tahayyülde yer almayan, kanunlarla
destekelenen bir ayrımcılık yürürlüktedir. Büyük ihtimalle Fransa’nın
göbeğindeki bir köylüye Marsilya’da yaşayan Fransız vatandaşı olmuş bir
Mağripli için “bu Fransızdır” deseniz, bakar bakar “o Mağripli’dir ” der. Onu
Fransız görmez. Ama yasalar seviyesinde Mağrip veya Fransız kökenlilik diye
bir kavram yoktur. Fransız anne ve babadan doğan çocuklar Fransız vatandaşı
olurlar gibi Vatandaşlık Yasasında ifadeler elbette var ama Fransız‘ın “Fransız
kökeninden” olanı ve olmayanını ayıran uygulamalar kağıt üzerinde yoktur.
Almanlar da var biliyorsunuz kan bağıyla ilgili vatandaşlık hakkı. Ne kadar da
sorun olduğunu ve hangi romantik kültüralizmden kaynaklandığını biliyoruz.
Etnik farklılıklar Türkiye’de ciddi biçimde var. Bunların büyük bir bölümü TürkSünni kimliği içinde yani bu Türk kimliğinin bir de Sünnilikle de bağlantısı var
kaçınılmaz olarak. Bu Sünni kimliği içinde eritildiler. Önümüzdeki dönemde
Kürtlerle ilgili bir toplumsal çatışma ortaya çıkarsa büyük ihtimalle bu etnik
gruplar ilk başta, hâkim konumda olan Türklerin yanında yer alırlar fakat aynı
zamanda kendi etnik vurgularını da daha fazla gündeme getirirler. Nitekim,
1950-1960’larda bilmediğimiz fakat bugün giderek artan biçimde, Çerkeslerin
Çerkesliğini, Abazaların Abazalığını, Boşnakların daha az olmakla beraber
Boşnaklıklarını dile getirdikleri, bu kimliklerini sahiplendiklerini görüyoruz.
KATILIMCI : Ben öncelikle hukukçu da değilim, siyaset bilimci de değilim,
hekimim, biraz cahilim o yüzden öğrenmek için, çok aydınlandım, teşekkür
ederim, birçok şeyi burada yeni duydum. Eşitlik gibi soyut bir kavramın
yaşam pratiğinde karşılık bulması için daha başka bir vurgular yapmak
gerekiyor mu? Örneğin, bu toprakların derdi ne? Niye hâkim millet olma
derdi var? Megaloman ruhumuz mu var? Nedir derdimiz, biz niye hep hâkim
millet olmak istiyoruz? Arkasında acaba bir hâkim ekonomik sınıflar mı var,
başka bir hâkim düşünce mi var? Örneğin, bir açık ameliyatta hangi ırktan
olursa olsun, ırk kavramı da neyse, bütün hekimler aynı işi yaparlar, aynı
159
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
neşteri paylaşırlar, eşittirler. Ben diyorum ki acaba biz, bu topraklar sanayi
devriminden geçmediği için eşit paylaşım, eşit işi de yapamadığı için, örneğin
bir Ermeni, bir Kürt bir otomobil fabrikasında işte, aynı tornavidayı sıkıyor
ve buradan çıkarken aynı paylaşımda çıkıyorsa bunların hâkim olma derdi var
mıdır? Yani bu toprakların sanayi devriminden geçmemişliğinin hâkim millet
olmasıyla bir ilişkisi var mı?
DR. AHMET İNSEL : Dediğiniz çok önemli, çünkü örneğin bu hâkim
millet anlayışının kısmen kırıldığı alanlar var Osmanlının son döneminde.
Örneğin, işçi sendikaları, çok dar alanda olsa da işçi sendikaları vardı. Tramvay
işletmeleri, elektrik idaresi gibi yerlerde işçi birlikleri vardı, sendikaları vardı ve
burada emekçiler gerçekten o hâkim millet anlayışının çok ötesinde farklı bir
beraberlik içindeydiler. Selanik Türkiye işçi sınıfı tarihi açısından çok önemli
bir yerdir, sendikal hareketler, işçi hareketler açısından, burada gerçekten hâkim
millet falan filan işine girmeden o söylediğiniz sınıfsal beraberlik yaşanıyordu.
Çünkü orada başka bir sınıfa karşı beraber olabiliyorlardı.
KATILIMCI : (Mikrofonsuz katılım)
DR. AHMET İNSEL : Evet, elbette, sanayinin, özellikle o dönemin sanayisi,
şimdiki sanayi gibi değil, o dönemin sanayisinin bir ortaklaşma, ortak birlikte
olma, birlikte çalışma, iş bölümünü devam ettirme, sürdürme talebi vardı.
Türkiye’de sanayi devriminin geç gerçekleşmesi, sınırlı olmasının çok ciddi
etkileri var sosyolojik olarak. Bu İran için, bir dizi Ortadoğu toplumu için
de geçerlidir. Kültürel boyutları da var bu işin. Siz “niye hâkim millet olmak
istiyoruz” sorusunu sorarken bir konuya değinmeyi unuttuğum aklıma geldi.
“Biz buraları kılıç gücüyle zaptettik” yani bu ülkeleri biz zaptettik fikrinin olduğu
“zapt edilmiş” ülkeler üzerinde bizim hükmümüzün yürüdüğü fikrini modern
toplumlarda bulamayız. Yani bugün bir Alman Almanya’yı zaptettiği topraklar
olarak tanımlamaz. Bir Rus Rusya’yı zaptettiği topraklar olarak tanımlamaz.
Amerikalı tanımlayabilir, ama onlar da sorunu “burası bakir topraklar” deyip
halletmişler. Aslında zaptettiler. İspanyollar, İspanya’yı zapt edilmiş topraklar
olarak tanımlamaz. Modern devletlerden bahsettim, İsrail çok suni bir devlet.
160
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Yunanistan, Yunanistan’ı zapt edilmiş topraklar, Bulgaristan, Bulgaristan’ı zapt
edilmiş topraklar olarak tanımlamaz. Belki birkaç istisna vardır Afrika’da veya
Güneydoğu Asya’da. Fakat biz bu toprakları fethettik, zaptettik fikrini bugün
bir övünç kaynağı olarak sunuyoruz. Çünkü zaptettik ve öyle tanımlıyoruz,
KATILIMCILAR : (Mikrofonsuz katılım)
DR. AHMET İNSEL : Fetih çok eski bir şey olduğu için, sonuçta bunun
bugün devam etmesi gerekmezdi. Çalışarak, üreterek edinilmiş bir hâkim
millet anlayışı yerine, zaptederek, gâza yoluyla edinilmiş bir hâkim millet
ayrıcalığı üzerine inşa edilmiş bir tahayyülümüz var. Gâza yoluyla kazanılmış
bir hak ve ayrıcalığa işaret ediyor bu hâkim millet anlayışı. Ben dünyada
hiçbir ülke bilmiyorum, en büyük kentinin, yıllarca başkenti olmuş kentinin
her yıl fethini kutlasın. 1953’den beri yapıyoruz bunu. Osmanlı böyle bir şeyi
tahayyül edemezdi. Biz ise Fethin 500. Yılından beri her yıl Fethi kutluyoruz.
Bu kutlama, aynı zamanda bizim elimizden buraları alırlar korkusunun da
işaretidir. Niçin bu kadar korkuyoruz? Pontus devleti kurulacak denince
herkes inanıveriyor. Patrikhane ekümenik olarak Fener’de bir bağımsız devlet
kuracak deyince Türk Halkının önemli bir bölümü hemen inanıyor, böyle bir
tehlike vardır diyor, generaller bile inanıyorlar...
KATILIMCI : (Mikrofonsuz katılım)
DR. AHMET İNSEL : Gâza onlara daha tabii, meslek olarak daha uygun
belki. Misyoner faaliyetlerine karşı inanılmaz bir endişemiz var, misyonerler
Türkiye’yi bölecekler ve bu Türkiye’nin parçalanmasına yol açacak diye
bakıyoruz. Ben hâlâ toplumun önemli bir kesiminin bilinçaltında o “Sevr
Paranoyası” denen olgunun gerçekten çalıştığını, “dikkat etmezsek bu
memleketin asıl sahipleri buraları bizim elimizden alır”, fikrinin için için
yaşadığı kanısındayım.
KATILIMCI : Egemen halk durumunu tarihsel bir geçmişle şu anki durumunu
161
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
anlattınız. Bence bir nokta eksik kaldı yani sadece süre mi olumlu etkileyecek
bu olayı? Yani örneğin bir ülkenin ne yapması gerekiyor? Halkın, sokaktaki
insanların yani bunu yıkmak için bizlerin ne yapması gerekiyor? Yani bu
konuya hiç değinmediğinizi fark ettim de, onun için. Teşekkür ederim.
DR. AHMET İNSEL : Evet, doğru. Burada ben daha çok sorunun çerçevesini,
boyutlarını çizerek betimlemeye çalıştım. Tayyip Erdoğan’a bu soruyu sorsanız,
10 yıl boyunca % 10 büyürsek bu sorun çözülür diyecektir kendi gözünden.
Niye Flamanlarla Valonlar 30.000 Dolarda birbirlerinin gözünü oyuyorlar
sorusunu pek açıklayamıyoruz tabii o zaman. Felaket tellallığı yapmadan
bu durumun sürdürülemezliğini, bunun ne anlama geldiğini belirterek bir
karşı ideolojik çıkış ve onu tamamlayan bir karşı bilgilendirmenin yapılması
gerekiyor. Bunun doğal mecrası, Türkiye’de sosyal demokratik ve sol partiler
olmak gerekir. Aslında Batı dünyasında muhafazakârların bir kısmı da böyle
bir yaklaşıma karşı çıkmayabilirler ama Türkiye’de bunun doğal mecrası
sosyal demokrasidir ve soldur. Türkiye’de solun önemli bir bölümü, sosyal
demokratların ciddi bir bölümü bu hâkim millet ideolojisinden, o ideolojiyi
besleyerek kendilerine zümre ayrıcalıklarını üretenlerin aleti olmaktan,
-korkular politikası dedi içinizden birisi-, korkular politikasını üretmekten
veya ona alet olmaya teşni olmaktan kurtulamadıkları için, bu karşı ses yok. Bu
bir toplumsal mücadeledir. Biraz evvel bahsettiğim gibi başka ülkelere gökten
zembille inmedi demokrasi. Bunun taşıyıcıları oldu. Eğitim müfredatları
tabii bu konuda çok içler acısı bir durum Türkiye’de ve son 1-2 yıldan beri
belki bazı değişiklikler yapıldı ama ilkokul ve ortaokullardaki sosyal bilimler
alanında müfredat biraz evvel çizdiğim tabloyu bütünüyle besliyor. Hatta
onun ana kaynağı bu. Sadece geçmişten gelen ve zaman içinde unutulacak bir
şey olsaydı, süreç içinde unutulur derdim ama öyle değil. Aktif olarak üretilen
bir zihniyet dünyası bu ve belki 30 yıl öncesine nazaran şimdi daha da aktif
biçimde üretilen bir zihniyet dünyası. Bu da ciddi bir ideolojik karşı mücadele,
bu hâkim millet anlayışının içerdiği toplum anlayışına karşı bir mücadele
gerektiriyor. Cumhuriyet Halk Partisi bunu yapmıyor. Yapması gereken
kurumlardan bir tanesi, yeganesi değil ama sosyal demokrat olarak önde geleni
o olması gerekir. Ama şu anda Cumhuriyet Halk Partisi bu yeniden üretim
162
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
işlevinin bir katmanı olarak çalışıyor.
KATILIMCI : (Mikrofonsuz katılım)
DR. AHMET İNSEL : Elbette doğal değil. Sosyal demokrat olmak böyle bir
duruşa tekabül eder. İktisat politikalarında farklı olmaya değil sadece ama bu
siyasi halklar, eşitlik konusunda aktif olmaya tekabül eder. CHP cumhuriyetçi
olduğunu iddia ediyor ama somut olaylar karşısında son dönemde aldığı
tavırlar bunun pek öyle olmadığını gösteriyor.
KATILIMCI : Türkiye Cumhuriyetine modernizmin ithali boyunca bize
giydirilmiş siyasi kimlikler var. Yani tebaadan yurttaşa geçerken bu, toplumun
kendi iradesi dahilinde gerçekleşen bir olay değildi. Yurttaş olalım diyerek yurttaş
olunmadı; jakoben bir hareket halinde olmuş, gerçekleşmiş bir olay. Ancak
günümüzde yani bu Kemalist paradigmayla dincilik tehdidi arasına sıkışmış
bir siyaset gözlemliyoruz, aynı zamanda moderniteden post-moderniteye
doğru evrilen, gelişen yani küreselleşen bir dünyada moderniteden postmoderniteye evrilen bir kimlik krizi de var. Bu kimlik krizi Türkiye’ye mahsus
bir durum değil. Avrupa ülkeleri çok yoğun bir şekilde yaşıyor bunu. Yani
bir Paris’i düşündüğünüzde işte, bir Cezayirliyi, bir Fransız’ı, bir Türk’ü, bir
Amerika’yı aynı platformda, aynı popülasyon içerisinde yaşatmak, daha geniş,
daha açılımcı yani çok kimlikli ve çok kültürlü bir platform sağlamakla elde
edilebilecek bir şey.
Türkiye’deki modernitenin kimlik tasarımı belli etnik köken ve belli dini
kökenler üzerinden gerçekleştiği için çok geri kafalı kalan bir anlayış.
Günümüzdeki siyasal kimlik konstrüksiyonunda iki tane temel şey var. Biri
coğrafi anlayış, coğrafi bağlılık, diğeri siyasal aidiyet. Kemalist paradigmanın
içinden sıyrılıp bu post-moderniteye dayalı bir kimlik anlayışını inşa edebilecek
bir sosyal ve siyasal platform göremiyoruz. Türkiye aslında bu kimlik krizini
kendi içinde yenileyerek sürekli yaşıyor ve Avrupa ülkelerinde yaşanan krize
göre çok daha keskin bir şekilde yaşıyor. Bu konudaki yorumunuzu ve eğer
uygun gördüğünüz bir çıkış yolu varsa onu merak ediyorum ben. Teşekkür
163
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
ediyorum.
DR. AHMET İNSEL : Biraz uzun olacak, ben çok basit, kısa bir şey
söyleyeyim. “Ulus-devlet” kimliğiyle belirlenmiş olan bir kimlik ğinkrizinin
birçok devlette yaşandığını görüyoruz. Özellikle nüfus hareketliklerinin
yoğunlaşması, gidiş-gelişlerin artması, karma toplumların oluşması ve diğer
taraftan da üst kimliklerin eskisi kadar diğerlerini bastırmaya ve yok etmeye
gücünün yetmemesi bunun nedenleri arasında sayılabilir. 19. Yüzyılda
Fransa’da Brötonlar, Alzaslorenliler, Provanslılar, ayrı dil konuşan insanlardı.
Zorla okullarda anadillerini konuşmaları yasaklanarak, büyük bir baskıyla
Fransızca koşan Fransız yapıldılar. 19. Yüzyılda model buydu. 20. Yüzyılın
sonuna gelindiğinde bu modeli uygulamak artık mümkün değildir. Dünyanın
bu kadar birbiriyle haberli olduğu bir yerde bunu uygulamak mümkün değildir.
Ancak cazibeyle ve gönüllükle ortaklık aidiyetini sağlıyabilirsiniz.
Türkiye’de ben, Avrupa Birliği’ne üyelik girişiminin böyle bir üst çekim
gücü, Türkiye kimliklerini, Türkiye’deki farklı kimlikleri beraberleştirecek
bir üst çekim gücü, bunu da bir “Türkiyelilik” kimliği üzerinden yapabilecek
bir çekim gücü olabileceği inancındaydım. Şimdi o tıkanmış durumda.
Dolayısıyla bunun yerine ne olabilir? Doğrusu, bu durumda bilemiyorum
çünkü bir cazibe yaratmanız lazım, ya zor ya cazibe. Zor, mümkün değil, bu
dünyada hiç mümkün değil ayrıca mümkün de olsa arzulanır bir yöntem değil.
Bugün Türkiye’nin geldiği noktada, eğer bunu zorla yaparsanız 1915’i bir daha
yaparsınız. Zorla yapılması ve nihai sonuç alınması 1915’in bir daha, bu sefer
Kürtlerle yapılmasıdır. Ttehcir kendine göre bir çözümdü ve sadece tehcir
yapılmadı bildiğiniz gibi, zorunlu mübadeleler, Bulgarlarla zorunlu mübadele
anlaşması, Rumların 1914 öncesinde Ege’den korkutularak kaçırılması, Celal
Bayar’ın başında olduğu operasyonlar, sonra zorunlu mübadele, sonra yavaş
yavaş Gayrimüslimlerin Türkiye’yi terk etmesi için gösterilen aktif çabalar,
Varlık Vergisi, Trakya Olayları, 6-7 Eylül Olayları, 1964 ... bütün bunlarla
%99’u Müslüman Türkiye kuruldu. Son dalga olarak, Ermenilerin yavaş yavaş
Türkiye’yi terk etme eğilimlerinin Hrant’ın öldürülmesinden sonra yeniden
gündeme gelmesi, bütün bunlar bir sorunu zor yoluyla çözmek yöntemleriydi.
164
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Kürtler söz konusu olduğunda zor yoluyla çözme yöntemini Gündüz Aktan
dile getirdi: “eğer Irak’ın Kuzeyinde bir Kürdistan kurulacaksa, dolayısıyla
Kürtlerin de anavatanları olacaktırve biz bu sorunu bu durumda nasıl
çözeceğimizi geçmişteki gibi biliyoruz” dedi.
KATILIMCI : (Mikrofonsuz katılım)
DR. AHMET İNSEL : Hep o Türk kelimesinin üzerindeki ikili anlam üzerine
inşa ediliyor, sıkıştırırsanız “o” değil der falan. Cazibe üzerine inşa etmek
başka bir şey bunu ve şu anda o cazibe üzerine inşa etme noktasında tıkanmış
durumdayız. Avrupa Birliği ulvi bir şeydir falan filan diye söylemiyorum. Bu
başka bir şey de olabilir, demokratik, eşit, özgür bir Türkiye kuracağız hep
beraber diye kalkışan bir büyük hareket olsa, onun üzerine de inşa edebiliriz.
Bir sosyal demokrat parti kendini ulusalcı olarak ilk baştan tanımlıyorsa bunun
üzerine inşa edemez, onun taşıyıcısı olamaz. Geriye bu sefer İslami tınıları
ağır basan bir partinin bunu inşa etmesini bekliyorsunuz, onun da biraz evvel
bahsettiğim başka handikapları var. Gerçekten dini boyutlarından arınmış bir
muhafazakâr parti haline dönüşebilirse AKP, bir müddet sonra belki bunun
muhafazakâr biçimde inşasına yol açabilir. Çünkü bu beraberlik illa devrimci
ve demokrat, ilerici biçimde olmayabilir, daha muhafazakâr, Amerikan
cumhuriyetçilerinin inşa ettiği biçimde de bir kimlik inşası yapabilirsiniz:
Muhafazakar bir üst kimlik inşası yapabilirsiniz. Şu anda tam bir çalkantı
noktasındayız.
KATILIMCI : Ben tam bu noktada sizin anlattığınız konularla ilgili, son
değindiğiniz konularla ilgili soru soracaktım, daha fazla sizi de yormamak için
açıklayacağım şeylerden şu an imtina ediyorum. Ben, önümüzdeki yılları nasıl
değerlendirdiğinizi yani bir aydın olarak Türkiye’nin geleceğini önümüzdeki
bir 20-30 yılı nasıl gördüğünüzü merak ediyorum. Çünkü hâkim millet
söyleminin tabii, bir dili de var ve bu dil hani bizim milliyetçilik anlayışımız
ırkçı değil, dışlayıcı değil diyor ama bunu bütün tonlar hep aynı şekilde
ifade ediyor yani milliyetçiliğin herhangi bir yerinde duran bütün kesimler
bu şekilde ifade ediyor yani böyle de bir söylemi var. Genelkurmay da bile
165
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
ifadesini bulan, “düşmandır ve düşman kalacaktır”, ondan önce biliyorsunuz,
işte Mersin’deki o bayrak olaylarında sözde vatandaş tanımı. Türkiye’de bir
faşizm tehlikesi var mıdır ciddi boyutta ve Türkiye’nin önümüzdeki 20-30
yılını nasıl değerlendiriyorsunuz, nasıl görüyorsunuz, bir tahmininiz var mı?
Onu merak ediyorum.
DR. AHMET İNSEL : Yok!. Bir tahminim yok. Bunu sorudan kaçmak için
söylemiyorum, bilmiyorum ne olacağını. Öyle bir çalkantı noktasındayız ki,
sallanmalar birden bire denetimden de çıkabilir ve alabora olma durumunda
artık devletin sahibi konumunda olanlar kendilerinin de denetlemeyeceği bir
yerde, bir durumda kendilerini bulabilirler çünkü alabora olma durumları
böyle bir durumdur. Bir yerden sonra iş rayından çıkar ve hiç beklenmedik
aşırılıklara gidebilir, denetlenmeyecek aşırılıklara gidebilir. Sırplar, Boşnaklarla
ilgili girişimlerine başladıklarında sonucun bu olacağını herhalde tahmin
etmiyorlardı.
Bunu derken böyle bir varsayımın da olduğunu belirteyim. Bu da artık bizim
ufkumuzda mümkünler arasındadır. Türkiye’nin Sırbistan olması bizim
ufkumuzda mümkünler arasındadır. Az bir ihtimaldir ama bugün Türkiye’nin
ufkunda bir ihtimaldir, dikkate almamız gereken bir ihtimaldir. Bunun tam tersi
gelişmeler de elbette olabilir. Bu yönde olan gelişmelerin şimdilik daha çok
küçük işaretlerini görüyoruz. Bunlar birikerek bizim dışımızdaki gelişmelerle
beraber, Irak’taki gelişmelerle beraber bu işi hızlandırabilirler. Ben, gene
de, Avrupa Birliğinin de ciddi bir sorumluluğu ve yükümlülüğü olduğunu
düşünüyorum. Avrupa Birliğine doğru evrilen bir Türkiye’nin bu riskleri
daha rahat defedeceği kanısındayım. Bu % 100 güven vermez. Çok aşırı bir
şey söyleyeyim: Avrupa Birliği’ne girmek için bugün “Doğu’nun da bir hattan
sonrasını verelim, zaten bize burası yeter, o zaman da bizi Avrupa Birliği’ne
alırlar” diyen ciddi bir kesimin Batı’da olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla
Türkiye’nin birlik ve beraberlik içinde gitmesi için bir güvenli hedef gibi
gözüken Avrupa Birliği, bazı sallantı ve çalkantı dönemlerinde, son tahlilde
“yahu tamam biz Avrupa Birliği’ne girmek istiyorsak bu yükümüzü, çok fazla
çocuk doğuran falan, o kesimi bırakalım, küçük Asya onların olsun, biz uzak
166
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Avrupa’ya dahil olalım” diye de söyleyebilirler. Bunu söylerken Avrupa Birliği
perspektifi % 100 barış projesidir Türkiye açısından demiyorum. Eğer Avrupa
Birliği geniş biçimde kucaklayan bir tavrı olursa başka olur ama çatışmalı bir
biçimde olursa, Türkiye’nin içindeki çatışmalarda bir nihai sığınak olarak bir
kısım insan bunu tasarlayabilir. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.
167
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
168
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
ANKARA BAROSU
Felsefe Kulübü
5. Toplantı
DOSTLARA ADİL DAVRANILIR,
DÜŞMANA KANUN UYGULANIR
Mithat SANCAR
09 Haziran 2007
Ankara Barosu Kültür Merkezi
169
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
170
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
AV. GÜRBÜZ ÖZALTINLI - FELSEFE KULÜBÜ BAŞKANI : Değerli
Konuklar, 6 konferanslık bir dizi olarak planlanmıştı, onun duyurularını, ilk
6 konferansı bir arada konuları ve konuşmacıları duyurduğumuz duyuruları
görenler bugün burada Murat Belge’nin konuşmacı olarak hazır bulunacağını
hatırlayacaklardır. Ancak bu mümkün olmadı. Murat Belge çok yoğun işleri
nedeniyle programımıza uyamadı, mazeret bildirdi. Yerine, 6. Konferansçı
olarak konferansını sunacak olan Mithat Sancar Hocamız konferans verecek
kendi konusunu. Böylelikle bu konferans dizisi planlandığı gibi 6 konferans
olarak değil, 5 konferans olarak gerçekleşmiş ve bitmiş olacak.
Mithat Sancar Hocamıza ayrıca bu konferans dizisinin gerçekleştirilmesi
konusunda gösterdiği çabalar, bize verdiği destek için teşekkür etmek
isterim. Çünkü hakikaten konuşmacılarla tek tek temas kuran, bu programın
baştan sona, konu başlıklarıyla hazırlanmasında emeği geçen Hocamız
Mithat Sancar’dır. Kendisini Birikim Dergisi’ndeki yazılarından, günlük
gazete yazılarından ve akademik dünyadan tanıyoruz. Şimdi kendisini davet
ediyorum, buyurun Sayın Sancar.
MİTHAT SANCAR: Teşekkürler. Önce çok iyi bir program, çok iyi bir faaliyet
oldu, çok başarılıydı, teşekkürler için ayrıca teşekkür ederim, iltifatlar için de.
Gürbüz’ün bu konuda baştan beri nasıl istekle çalıştığını ve Baro Yönetiminin
de destek verdiğini yakından biliyorum, ben de kendilerine çok teşekkür
ediyorum, çok anlamlı bir faaliyetti, umarım hepimize önemli şeyler katmıştır
ve bundan sonra benzer faaliyetler içinde bize bir ilham vermiştir.
Şimdi son, Konferansımızın başlığı “Dostlara Adil Davranılır Düşmana
Kanun Uygulanır”, nereden çıktı bu başlık? Tabii, biraz sansasyon kültürü
bizde hani çok kabul gören, prim yapan bir kültür biliyorsunuz, başlıkları
seçerken de sadece bu tür konuşmalar için, paneller için değil, gazetelerde de
başka yerlerde de dikkat çeken formüller bulmak istiyoruz, yani pazarlanma
gücü olan başlıklar. Nedir bu, nereden geliyor? Önce onu söyleyeyim, sonra
bununla bağlı kalmayacağımı zaten fark edeceksiniz bu açıklamadan sonra. Bu
bir Latin Amerika halk deyişidir, Latin Amerika’da halkın değişidir “Dostlara
171
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
adil davranılır, düşmana kanun uygulanır”. Kendi hukuk pratiklerini en iyi
ifade eden ironiyle de karışmış bir deyiştir. Aslında bunu Latin Amerika’nın
çok önemli bir özelliği olarak görüyorum, siyasal kültürü özelliği olarak
görüyorum. Latin Amerika’yı sadece, daha doğrusu Latin Amerika dediğimiz
de bazı bölgeleri kapsamıyor coğrafya açısından. Mesela Meksika’yı
kapsamıyor, ama hepsini bir arada Latin Amerika veya işte bütün bu bölge
olarak düşünürsek Zapatistaların lideri Markos için duyduğum en güzel
değerlendirmelerden birini Elvardo Galenayo yapmıştı. Yıllar önce Gökkuşağı
Koalisyonu diye bir toplantı yapmışlardı, Kiapasta’da dağlarda, dünyadan
hemen hemen bütün ülkelerden önemli aydınlar, işte toplumsal hareket
liderleri vesaire katılmıştı, çok önemli bir zirveydi, Türkiye’den de katılım
olmuştu. O toplantıya katılan Galenayo daha sonra bir yazı yazmıştı, ben de
çok beğenmiştim, o yazıyı çevirmiştim, Türkçe’de yayınlandı. Neydi Markos’u
bu kadar karizmatik kılan diye sorup duruyorum kendime diyor Galeyano,
sonra fark ettim ki Markos’un farklı olan yanı, ironisi. Bir defa çok güçlü bir
ironi yeteneğine sahip, bu en zor meseleleri bile çok daha rahat anlatmasını
mümküm kılıyor, en zor şartlarda, en ağır konular, en iyi ironiyle anlatılabilir.
Çünkü bizim yaşadığımız ortamın ve şartların ne kadar ağır olduğunu bilmem
anlatmaya gerek var mı, belki bazıları bunu yeterince ağır bulmuyor olabilir,
ama galiba bir kriz havası içinde yaşadığımızı kimse inkar edemez. Bunu çok
ciddi anlatmak kriz havasını ağırlaştırır, bulutları daha da karartır. Bu nedenle
olabildiğince bir parça ironiyle götürmeye çalışacağız. Markos için söylediği
ikinci şey, yani bunu tamamlayan Galenayo’nun “sadece en ciddi meseleleri
çok ince bir ironi zekasıyla işlemekle kalmıyor, bir de kendi kendisiyle dalga
geçmesini de becerebiliyor ki, bu çok daha önemli bir özelliktir” diyor. Böyle
bir lider dünyada bu kadar yankı uyandırmış bir hareketin lideri, son yıllarda
çıkmış en çarpıcı hareket ve figür. O kadar kendiyle dalga geçebiliyor ki, şimdi
bizler acaba artık bunu iyice unuttuk mu? Bizde de var. Biliyorsunuz, ama 12
Eylül öncesinin Gırgır Dergisini bilenler bilir, buradaki yaş ortalaması küçük
değil, o nedenle muhtemelen herkes aynı zamanda yaşamıştır, adım adım
ironinin sadece cinsel espriye yerini bıraktığı, dolayısıyla toplumsal sorunları
kendimizle de dalga geçerek işleme şansımızı kendi ellerimizle yok ettiğimiz
bir kültürün içerisinde yaşıyoruz. Her şey çok gergin konuşuluyor, benim
172
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
şimdi yüz ifadem de eminim, gergindir. Bunu nasıl rahatlatacağız ve nasıl bir
ironi de katarak bu ağır sorunları konuşacağız, onları deneyeceğiz bakalım. Bu
peşinen, kimse gerilmesin, isteyen istediği gibi konuşsun, konuşurken lütfen
sadece gülümsemeye çalışsın, karşısında dost veya düşman değil, kendisini
dilemeye hazır bir insan olduğunu düşünsün.
Şimdi dost-düşman ayırımından başlamışken oradan devam edelim. Tabii
dostlara adil davranılır, düşmana kanun uygulanır denirken, işte hukukun
nasıl yozlaştırıldığını anlatmaya çalışıyorlar. Eğer sizin tarafınızdansa istediği
kadar ağır ihlâller yapsın ona adil davranılır, yani ona ceza, sıkıntı, yargılama
falan yoktur. O, adaletli bir şekilde muamele görür, ama eğer düşmanınızsa
kanundaki hükümler en sert şekilde uygulanır. Bilmem bir örnek vermek gerekir
mi ya da birçok örnek ya da Türkiye’nin her günü örnek verilebilir. Mesela,
en sonda söyleyeceğim şeyi başta söyleyelim, sonlara doğru, Genelkurmay
Başkanlığı durmadan bildiri yayınlıyor biliyorsunuz, tehditler yapıyor, işte
mesela son, son açıklama “vay kitlesel tepki refleksi” bunu herhangi bir örgüt
yapsın, insan hakları alanında çalışan veya muhalif görünen hemen 216’dan
yargılanır. Çünkü halkı kin ve düşmanlığa tahrik, üstelik ciddi ve yakın tehlike
de oluşturuyor yani. Böyle bir şey için kimsenin harekete geçtiği, geçmeye
düşündüğü olamıyor. Çünkü Genelkurmay’a adil davranılır, yani kanun
uygulanmaz sonuçta. Biraz daha geriye gidelim, 27 Nisan Muhtırası çok açık
biçimde Anayasa’ya aykırıdır, Anayasa’ya aykırı bir girişimdir, ama hiç kimse
hukuksal mekanizmaları işletmeyi düşünmemiş, aklından geçirmiş belki, ama
kimse buna teşebbüs etmemiş. Başka örnekler de verebiliriz. Yani hani böyle
açıkça ihlâllerin olduğu durumlarda eğer bu ihlâli yapan bizim dostumuzsa,
tırnak içinde, ona hukuk uygulanmaz. Şöyle düşünün; Devlet Su İşleri Genel
Müdürü kalktı, “Türkiye’de terör olayları arttı, hepimiz sokağa çıkmalıyız ya
da hükümet laikliğe aykırı davranıyor, bütün suları keseceğim” dese, bunun
Genelkurmay’ın açıklamasından konu ve hukuksal açıdan hiçbir farkı yoktur,
onu söyleyeyim yani Devlet Su İşleri Genel Müdürü neyse bu Genelkurmay
da aşağı yukarı odur, Diyanet İşleri Başkanlığından farklı değil hukuksal
konumu. Bunların hiçbiri böyle bir açıklama yapamaz, Devlet Su İşleri Genel
Müdürlüğü aslında, galiba Başbakanlığa da bağlı değil, ama Başbakanlığa bağlı
173
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
olan başka bir birimler, Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü, yani onlar
çıksalar böyle bir muhtıra yayınlasalar bir gün sonra hepsi hakkında işlem
yapılır, tereddütsüz yapılır, gerekli kurallar uygulanır, harfiyen uygulanır, ama
Genelkurmay yapınca hiçbir sorun olmuyor.
Sonra bunu içerik olarak tartışmaya başlayan hukukçuların da içinde olduğu
geniş bir kitle var, “elbette yapacak” diyorlar, o zaman da şunu düşünüyorsunuz:
“evet, eğer siz böyle yaparsanız gerçekten dostlara adil davranılır düşmana
hukuk uygulanır” sözünün de gereğini yerine getiriyorsunuz, bunun açık
anlamı da “hukuk yoktur”. Yani hukukun olmadığı bir ortamı siz kendiniz kabul
etmiş oluyorsunuz. Çünkü hukuk, gücün sınırını oluşturmak üzere modern
dünyada oluşturulmuş bir biçimdir, içeriği de önemlidir, ama bir de biçim
olarak hukuk dediğimiz bir şey vardır. Yani hukuku biçim ve içerik olarak, form
ve içerik olarak ikiye ayırdığımızda, biçim olarak hukuktan söz edebilmemiz
için modern dünyada iki önemli şartın gerçekleşmesi gerekiyor. Bu hukukun
herkese, kuralın muhatap aldığı herkese istisnasız uygulanması gerekiyor. Eğer
kural kendi içinde ayrıca istisna taşımıyorsa tabii. Bu birinci şartıdır ve “biçimsel
eşitlik” dediğimiz şeydir, hukuk devleti olmanıza gerek yok, kanun devleti
olmak iddiasındaysanız bile, onda bile bu şart yoksa hukukunuz yoktur. İkinci
şart, “geçerliktir”, yani hukuk aynı buna bağlıdır, hukuku hukuk yapan çeşitli
şartların olduğu hukuk felsefesi teorilerinde uzun uzun tartışılır, ben onlara
girmeyeceğim, ama şunu herkes kabul eder, Hukuk Başlangıcı derslerimizden
de az çok biliriz, hukuktan söz edebilmemiz için “geçerlilik gücüne” sahip
olması gerekiyor, bunun içinde arkasında bir müeyyide aygıtı vardır vesaire,
vesaire. Eğer bu geçerli değilse, ortada gene hukuk yoktur. Peki, ne oluyor o
zaman? Şimdi Türkiye’ye baktığımızda hukuk geçerli mi? Evet, belli konularda
geçerli, kime? Düşmana. Ee, başka alanlarda? Geçerli olmayabilir. Bunu
herkes de kabul edebiliyor. Neye göre? Eğer sizin istediğiniz amaçlara uygun
bir hareket için hukuk dışına çıkılıyorsa, o zaman hukukun dışına çıkmayı
da kabul ediyorsunuz, doğru buluyorsunuz, bunu baht sayıyorsunuz. İşte
o zaman da hukukun olmadığı bir dünyayı yaratmış oluyorsunuz. Hukukun
olmadığı dünyanın adı, “gücün hukukunun egemenliğidir”. Bu da Orta Çağ
hukukudur, yumruk hukukudur, kimin gücü varsa hukuku o koyar. 12 Eylül
174
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
yönetimi gibi darbelerde öyledir biliyorsunuz, 12 Eylül’den sonra çıkarılan
ilk bildiriyi hatırlıyor muyuz bilmiyorum, 1961 Anayasası yürürlükte, ancak
Milli Güvenlik Kurulunun çıkaracağı bir bildiri Anayasa ile çelişiyorsa bu
bildiri “Anayasa değişikliği” olarak kabul edilir, kanunlarla çelişiyorsa “kanun
değişikliği” olarak kabul edilir. Çünkü demek ki “ben ne dersem hukuk odur”
mantığı öyledir. Orta Çağda da böyleydi, bizim örneğini yaşadığımız darbe
dönemlerinde, dünyanın başka ülkelerinde yaşanan darbe örneklerinde de
böyledir. Şimdi acaba gerçekten o dönemlerden farklı bir yerden mi geçiyoruz?
Yine, “benim dediğim fiilen hukuk geçersiz kılsa bile o geçerlidir” anlayışının
yaşandığı bir dönemden mi geçiyoruz? Bunu ciddi olarak sorgulamamız
gerekiyor. Bunun sonuçları çok ağırdır. Bunun sonuçlarının ne olduğunu da
ertelemeden nasıl olsa söyleşidir, bir sistematik içinde hareket etmeye gerek
görmüyorum, kendimi bununla bağlı saymıyorum, böyle bir baskıyı hissetmek
istemiyorum, öyledir. Peki, Orta Çağda yumruk hukukunun sonucu neydi?
Hepinizin bildiği bir kavram ya da duyduğunuz bir kavram, “feodal anarşiydi”.
Hobbes’un “insan insanın kurdudur” sözü bu döneme bakılarak oluşturulmuş
bir önermedir. Yani gücün, gücü yetenin başkalarını ezdiği ve sürekli olarak
hem gündelik hayatta, hem de topluluklar arasında fiziksel çatışmaların
olduğu bir dünyadır, feodal anarşidir. Feodal anarşiyi ortadan kaldırmak için
gücü ehlileştiren, gücü evcilleştiren, onu bağlayan bir hukuk olarak ortaya çıktı
modern dünyada hukuk, henüz içeriğine gelmiyorum. İçeriği gayri adil olabilir,
istemediğimiz hükümler içerebilir, ama biçim olarak hukuk, modern hukuk bu
işlevi görmek üzere üretilmiştir, önemli işlevlerinin başında bu geliyor, anarşiyi
ortadan kaldırmak. Birincisi: gücün belirleyiciliğini olabildiğince engellemek.
İkincisi: gücün belirleyiciliğine belli mekanizmalarla sınırlar koymak. Güç
yine belirleyici olabilir, ama bunun yolları vardır, çıplak şiddet, fiziksel kaba
kuvvet değil diyelim, araya ekonomik gücünüz var, egemen sınıf işte sizsiniz,
siz taleplerinizi kabul ettiriyorsunuz, ama mekanizmalara da uyuyorsunuz,
belirliyorsunuz veya yoksul kesimin temsilcileri olarak daha güçlü bir mücadele
ortamına sahipsiniz, böyle bir gücünüz var, uğraşıyorsunuz, taleplerinizi
kabul ettiriyorsunuz, onları hukuka tescil ettiriyorsunuz. İşte, hukuka tescil
ettirdiğiniz şeyin geçerli olabileceğine inanmıyorsanız, bu mekanizmaları,
yani barış için de taleplerinizi kabul ettirme düşüncesini de bir süre sonra
175
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
yavaş yavaş terk ediyorsunuz. İşte toplumsal barış ile bir form olarak hukuk
arasındaki ilişki burada çok daha net görülebilir.
Şimdi burayı bir paranteze alıp daha sonra tekrar döneceğim, ama dostdüşman hikayesinden başlamışken, öğrencilerimin iyi bildiği bir konuya,
benden ders alan arkadaşlarımın iyi bildiği bir konuya bir parça değinmek
istiyorum. O da aslında siyasetin bizatihi bu kavram üzerine kurulduğu
toplumların sürekli bir olağanüstü hal yaşamak zorunda kalmalarıdır. Ne
demek istiyorum, şunu demek istiyorum; eğer siyasetin kendisini dostdüşman ayırımı üzerine kurarsanız ki, böyle yapan düşünürler var, kim onları
da söyleyeceğim. O zaman sürekli bir olağanüstü hal yönetiminin varlığını da
istemiş olursunuz veya bunu kaçınılmaz kılarsınız. Önemli bir isim, 1900’lerin
ilk yarısında yaşamış, daha doğrusu önemli eserler üretmiş, 1985’de ölmüş
bir isim, Carl Scmith. Siyaset bilimcisi, kamu hukukçusu, Alman. Çok önemli
bir akademisyen, bilim adamı, ama aynı zamanda kötü bir ünü var. Kötü ünü
de şu; Nazilerin hukuk ve devlet teorisinin mimarlarından olmasıdır. Siyaset
teorisinin de önemli taşlarını o koymuştur. 1920’lerin sonlarında yazdığı
“Siyasal Kavramı” diye bir kitap vardı, Türkçeye yeni çevrildi, önemli bir
kitaptır gerçekten, bu dünyayı tanımak, anlamak için, hem global düzeyde,
hem de ulusal düzlemlerde dünyayı anlamak için, hele Türkiye’yi anlamak için
çok yararlı olabilir okunması, Betis Yayınlarından çıktı, birkaç ay önce çıktı.
O, bazı kavramların ancak kendilerine özgü ayırımlarla tanımlanabileceğini
ve bağımsız bir varlık ya da disiplin olarak kurulabileceğini söylüyor. Mesela,
estetikten söz edebilmek için bir kavram çiftine ihtiyacımız var, bu kavram
çifti olmasa estetik olmaz, bir disiplin olarak estetik olmaz, nedir o? Güzel ve
çirkin. Etik ya da âhlak dediğimiz alanın var olabilmesi için bir kavram çiftine
ihtiyacımız var. Bunlar yoksa o zaman özgül anlamda bir âhlak da yoktur. Bu
kavram çifti de onlar iyi, ötekiler kötü. İktisat için de aynı şey geçerlidir. İktisadın
var olabilmesi için iki kavrama ihtiyacımız var, bir kavram çiftine ihtiyacımız
var, verimlilik ve verimsizlik, bunları çıkarın iktisat çöker, başka disiplinlerin
oyuncağı ya da yan uğraş alanı haline gelir. Aynı şey siyaset için de geçerlidir,
siyaseti eğer gerçekten var etmek istiyorsak, siyasalın varlığını kurmak, siyasalı
kurmak istiyorsak, aynı şekilde bir kavram çiftine ihtiyacımız var, bu da “dost
176
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
ve düşman” kavramıdır. Ve şöyle devam ediyor “siyaset düşmanı tanımlama
veya dost ile düşmanı birbirinden ayırma faaliyetidir. Bundan vazgeçtiği anda
siyaset ortadan kalkar. Dost ve düşmanın olmadığı bir yerde siyaset olmaz.
Dolayısıyla eğer siyasetin var olmasını istiyorsanız, siyaseti kurmak, inşa etmek
istiyorsanız, bu ayırımı kabul etmek zorundasınız. Zaten devlet de ancak bu
tür bir siyaset kavramı üzerine kurulabilir. Bu kavramı çekin, devlet de yok
olur, devlette ortadan kalkar. Oysa devlet, bizim en büyük ihtiyacımızdır”
diyor. “Yani devlet olmazsa, hayatımızın da anlamı olmaz, ne bireysel, ne ulusal
anlamda bir kimlik ve varlık edinemeyiz” diyor. Şimdi buradan hareketle tabii,
Naziler için çok elverişli bir kuramdı bu, hakkıyla da uyguladılar, Gerçekten
harfiyen uyguladılar diyebiliriz, hem içeride, hem de dışarıda. Carl Scmith’in
en büyük eleştirileri, bugünkü ortamı bize çağrıştırabilir, “parlamentarizm
ve liberal hukuk devletine yönelikti eleştirileri. Liberal hukuk devleti ve
parlamentarizm devletin özünü boşalttı diyordu. Neden? Çünkü siyaseti
yozlaştırdı, siyasette uzlaşmalar ve barışçıl mekanizmalar yaratırsanız, siyaseti
sadece bunlar üzerinden kurmaya çalışırsanız, siyaset kavramı çöker. O zaman
devleti de özü boşalmış bir oyuncağa dönüştürürsünüz. O da devlet olmaz.
Çünkü devlet, ancak güçlüyse devlettir. Devleti bu şekilde evcilleştiren
bütün yaklaşımlar tehlikelidir, hem toplumların hayatı için tehlikelidir, hem
bireylerin hayatları için tehlikelidir. O halde ne yapmamız gerekiyor? Siyaseti
bir defa dost-düşman ayırımı üzerine kurmamız gerekiyor, siyasetin temel
faaliyeti dostu düşmandan ayırmaktır. Peki, Latin Amerika halk deyişindeki
noktaya da bağlayacağız oradan, bunu yaptınız, ne yapacaksınız, tanımladınız,
siyasette dost-düşman ayırımı esastır dediniz, orada durmayacaksınız tabii,
eğer birileri düşmansa buna uygun yöntemler geliştirmeniz gerekiyor onlarla
mücadelede. Siyasetin içeriğini belirleyen şey de, bu tanımdan sonra, “sürekli
mücadeledir”. Ancak bu mücadele bizim bildiğimiz günlük dilde kullandığımız
mücadeleden farklıdır Carl Scmith’de. Çünkü Almanca “kampt” diye bir
kelime ile ifade ediyor, mücadele odur, ama aynı zamanda “krickdir” de diyor,
bu da“savaştır”. Ve bu savaş hem içeride hem dışarıda olması gereken şeydir.
Peki, siyaset en çıplak özünü nasıl gösterebilir? En şiddetli çatışmalar içinde
gösterebilir. Dolayısıyla devletin özünü anlayabilmek için de, siyasetin çıplak
özünü görebilmek için de savaş, en elverişli ortamdır.
177
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Şimdi bir defa eğer dost-düşman ayırımını yapacaksanız, devletin de buna
göre donanması gerekiyor, düşmana herhangi biri gibi davranamaz. İçeride
vatandaş da olsa, yurttaş da olsa, eğer düşman kategorisindeyse anayasal
haklardan yararlanması düşünülemez. Artık o fiilen yurttaş statüsünün
dışarısına çıkarılmıştır, esasen insan statüsünün dışına da çıkarılmıştır. Ona
karşı ne yapmamız gerekiyor? Ona karşı elinizden gelen bütün araçlarla baskı
uygulamanız gerekiyor, başka çareniz yok. Bu baskının peki sonu var mı?
Hayır, bu baskı düşmanı tasfiye için gerekli noktaya kadar gider, bunu yapmak
zorundasınız. İçeride düşmanı bitirmişseniz devletin varlığı ortadan kalkmaz,
ondan sonra başka bir şey yapmak zorundasınız. Uluslararası alanda da devlet
varlığını, ancak ve ancak düşman tanımı üzerinden sürdürebilir diyor. Bütün
bunları birebir O’nun cümleleriyle aktarmıyorum, ama mantık budur.
Şimdi bunu uygulayın bakalım 1933-1939 arası yıllara, sonra 1939-1945’e.
1933-1939 yılları, Nazilerin iktidara geldiği tarihten II. Dünya Savaşını
başlattıkları tarihe kadar olan dönemde öncelikle yaptıkları şey “toplumu
dost ve düşman olarak ayırmaktı.” Önce düşman olarak kimleri belirlediler?
Siyasal muhalifleri belirlediler. İlk toplama kampları ne Yahudiler için,
ne çingeneler için kurulmuştur. İlk toplama kampları komünistler ve
sosyalistler için kurulmuştur. Öncelikle onları toplamışlardır, pek çoğu uzun
süre oralarda tutulmuştur, bir kısmı öldürülmüştür, büyük bir kısmını da
yurtdışına sürmüşlerdir. Yani bir kısmına kaçmaları için izin vermişlerdir ya
da yolu açmışlardır, bir kısmı zaten kaçmıştır, birkaç ay içinde o, 1910’ların,
1920’lerin Avrupa’sında en güçlü işçi hareketine, en güçlü örgütlü toplumsal
muhalefetine sahip, en güçlü komünist partisine sahip ülkesinde muhalefet
“sıfırlanmıştır”. Gerçekten öyleydi biliyor musunuz bilmiyorum ama 1918’de
bir devrim girişimi vardır ve sadece devrim girişimi ile kalmadı yani 1917’den
sonra en yakın ihtimal olarak bir sosyalist hareketin gücünü gösterebileceği
en yakın ihtimal olarak Almanya olarak görülüyordu, güçlü bir sendikal
örgütlenme vardı, komünist partisi o dönemde çok güçlüydü, parlamento da
bazen 2. veya 3. parti durumundaydı falan. Hepsini çok insafsız bir sindirme
ve tasfiye hareketiyle ortadan kaldırıyorlardı. Sonra düşman tanımı yeni bir
anlam kazanıyordu, toplumun ırk sağlığını ya da halkın ırk sağlığını bozacak
178
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
bütün unsurlar buna dahil ediliyordu. Irkın ıslahı ya da ırkın sağlığını koruma
kanunu çıkarılıyordu. Bunların hepsi adım adım yapıldı, birden yapılmadı.
Faşizm nasıl gelir, bu tür soykırımlara nasıl gidilebilir, çok daha kötü olaylar
nasıl yaşanabilir? Bütün bunlar, gerçekten bu dönem iyi bir ders malzemesi
sunar bize. Birebir karşılaştırmak değil niyetim, ama madem dost, düşman
ayırımından ve başlıktaki bu ifadeden başladık, o zaman bunu biraz anlatmakta
fayda var. Tehlikenin farkında mıyız diye sürekli söyleniyor, o tehlikenin
acaba hangi boyutları var, gözden kaçırdığımız boyutları var mı, bu konuda
söyleşiyi derinleştirmek için bu örnekleri anlatıyorum, yoksa Türkiye birebir
o dönemi yaşıyor anlamında anlamayın bunu. Sonra başka düşman tanımları
gerekiyordu, zaten böyle bir yönetimi kurabilmek için, ayakta tutabilmek için
sürekli bir tehlike kavramına ihtiyaçları vardır. Sürekli bir tehdit kavramına
ihtiyaç vardır. Bu tehdit kavramı homojen bir toplum yaratmak için de en
önemli araçlardır. Belli bir kesimi bu tehdide karı birleştirdiğinizde gücünüzü
çok daha sağlam kurabilirsiniz, politikalarınızı daha sağlam yürütebilirsiniz.
Onun için toplumda tehdit unsurlarını tespit ve ilan etmek zorundasınız, önce
komünistlerdi, çünkü onlar Almanya’yı satacaklardı, onlar bir dış düşman ile
ilişki içerisindeydiler, Sovyet komünizmi ile, bunlar devrim yapacaklardı, her
demokrat hareket böyle algılandı o dönemde. Sonra eğer bir ırk üstünlüğüne
dayalı bir yönetim kurmak istiyorsanız tabii, kendi ırkınızın üstünlüğünü iddia
etmeniz yetmiyor, birde aşağı ırkları tespit etmeniz gerekiyor, tehlikeli ırkları
veya ırkın sağlığını tehdit edecek unsurları tespit etmeniz gerekiyor. Sanıldığı
gibi sadece Yahudiler değildi hedef, aynı zamanda dediğim gibi çingenelerdi,
eşcinsellerdi ve özürlülerdi. Bütün bunlara Yahudilere yapılanların aynısı
yapıldı. Mesela, Yahudiler için doğrudan doğruya toplama kampları kurulmadı,
adım adım gidildi, onu anlatmaya çalışıyorum, eğer baştan beri böyle
yapılsaydı, belki başka türlü anlatmamız gerekecekti ama şöyle yapıldı; bunları
ayırmak lazım toplumdan, nasıl ayıracaksınız, herkes fark etsin, göğüslerine
sarı yıldız, Davut yıldızı dediğimiz yıldız takma zorunluluğu getirildi, niye,
işte bunlarla ilişki kurulmasın, işte alışveriş yapılmasın, soyutlansınlar, ama
bir kere başlamışsanız böyle bir ideolojiyle yola koyulmuşsanız ve gücü de
ele geçirmişseniz bu orada durmaz. Başka örnekleri de var, ama bu örneklere
179
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
şimdilik ihtiyacımız yok, Nazi dönemini anlatmak yeter. O da yetmedi
çünkü bu şekilde engellemek mümkün değil karışmayı, “getto” uygulamasına
geçtiler, bütün Yahudileri toplayıp, toplumdan tamamen uzaklaştırıp bir arada
yaşamaya zorlamak, ama eğer sizin için bunlar gerçek tehlike ise ve sadece
kendi ülkeniz için değil, dünya için de tehlike ise, çünkü dünya egemenliği
peşinde koşuyor Naziler, üstün ırkın sadece Almanya’yı değil, bütün dünyayı
yönetmesini istiyorlar. Öyleydi programları. O zaman gettolar da yetmiyor ve
orada duruyorlar, ölüyorlar, çoğalıyorlar, yaşıyorlar sonuçta, hepsini ortadan
kaldırmak gerekiyor, eğer gerçekten tehlike olarak tanımlamışsanız gideceğiniz
son nokta mantıksal olarak budur. Eğer gücü var, böyle bir ideolojiye sahip
bir yönetim yeterince gücü varsa, uluslararası şartlar, konjonktür elverişli ise
bu noktaya gider. Her modern devlette bu noktaya gider. Onu engelleyen
faktörler elbette çıkar, vardır, hepsi gider demiyoruz, ama bu şartlar varsa
hepsi potansiyel olarak Nazilerin yaptığını yapabilir. Ne yaptılar? Toplama
kamplarından gaz odalarına ve fırınlara geçtiler, yani yok etmek zorundasınız,
tehlikeliyse, hastaysa, bu genetik olarak böyleyse iyileştirilemez bir şeydir bu,
iyileştirilemeyen insana ne yapacaksınız? Bir tehlike odağı olarak gördüğünüz
grupları, eğer bu genlerinde varsa, bu tehlikenin kaynağı genlerindeyse
yapacağınız bir tek şey vardır, gücünüz yeterse, ortadan kaldırmak, başka türlü
olmuyor. Onlarda öyle yaptılar, denediler ve 6 milyon insanı gaz odalarında
yaktılar. Peki, özürlülere ne yaptılar? Özürlüler de tehlikeliydi, Almanya
ırktaşı, saf ırktan olup olmadığına bakılmaksızın bir kısmı kısırlaştırıldı, bir
kısmı gönüllü ötenaziye zorlandı, ötenazinin ilk uygulamaları da buradan çıktı.
Aklınıza gelebilecek pek çok melanet bu ırkçı ideolojinin tutarlı bir şekilde
uygulanması için şartlara sahip olduğunu gören Nazi yönetiminin mirasıdır
bugüne. Çok, daha önceleri de vardır, ama bu dönemde gücün, bütün bunları
hayata geçirmeye yeteceği bir ortam yakalandığı için pek çok melanetin
fiilen hayata geçirilmesine de bu dönemde tanık olundu. Ötenazi tartışması
da oradan geliyor, gen araştırmaları da oradan geliyor. Pek çok özürlü kobay
olarak kullanıldı, canlı kobay olarak. Binlerce, yüz binlerce Yahudi toplama
kamplarında tıp laboratuarlarında incelendi, yok edildi. II. Dünya Savaşının
dehşet sayfalarından biri de sırf bu iş için Japonya’nın kurduğu bir adadır,
Japonya da aynı ideoloji ile hareket etti ve Japonya bir adayı tamamen tıbbi
180
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
araştırmalarda canlı kobay kullanmak üzere inşa etti. İronik bir şekilde tıp
biliminin bugün pek çok ilerlemesi o döneme borçlu olur, çünkü hiçbir
doktorun arayıp da bulamayacağı, sapık doktorun arayıp da bulamayacağı
imkanları buldular. Demek istediğim şu; eğer siz düşmanı bu kadar net ve açık
tanımlamışsanız, çok açık ve büyük bir tehlike kaynağı olarak görmüşseniz ve
böyle de yansıtmışsanız, gücünüz yeterse bu noktaya savrulabilirsiniz. Buna
dikkat! Yani bu mutlaka her toplumda olur demiyorum, ama büyük ölçüde
oraya kadar gidebilir. Hele çekişmeler keskinleşirse, kutuplaşmalar derinleşirse,
bunun o noktaya kayması ihtimali vardır.
Başka bir örnekten tehlikenin başka bir boyutuna dikkat çekmek istiyorum;
o da Ruanda’dır. Sürekli, sistematik ırkçılığı, milliyetçilikle birlikte ırkçılığı
işlerseniz, Ruanda’daki gibi devletin kendi imkanlarıyla Nazilerde olduğu
gibi bir imhâ mekanizması ya da aygıtı kuramıyorsanız, o zaman bir süre
sonra toplumun sizinle hareket edeceğini bildiğiniz kısmını ayaklandırırsınız
diğerlerini kesmek için, Ruanda’da böyle oldu. Ruanda’da 1993 Nisan’ından
100 gün kaçtı, 1993 Nisan’ı, 100 gün hesaplayın işte, 100 günde 800.000
insan öldü. Toplama kamplarında değil, silahlarla değil, ateşli silahlarla değil,
“Ruanda Oteli” filmini izleyenler bilir, orada nereden ithal edildiği konusunda
tartışma olan on binlerce pala getirilmişti, on binlerce pala ile yüz binlerce insan
kesildi. O dönem ile ilgili bir uluslararası mahkeme var biliyorsunuz, Ruanda
için kurulan uluslararası ceza mahkemesi tutanaklarında yer alan bilgilerdir,
ayrıca Ruanda’da kurulan mahkemelerde var, onlardan da benim bizzat
okuduğum pek çok tutanakta şu ifadeler var; kurbanların bir kısmı kendilerini
öldürmeye gelen işte, hani Tutu’ların palayla öldürmesinler de, bizi kurşunla
öldürsünler diye onlara kurşun parası verdiklerini yazıyorlar, evet, katillerini
bizi kurşunla öldürün diye kurşun parası ödüyorlar. Mesela, pek çok yerde
daha ilkel, ilkelden kastım daha az gelişmiş, bu tür modern imkanların olmadığı
toplumlarda ne hâl alabilir, onu anlatmaya çalışıyorum, Naziler, gelişmiş bir
sanayi ülkesini yönetiyorlardı, bütün demiryolu ağlarıyla bütün o, mükemmel
aygıtları kurabilecek donanımları vardı, onlar en az sürede en az masrafla en
çok insanı nasıl öldürebilirizi hesaplıyorlardı, Ruanda da benzer şey oldu, ama
daha ilkel şartlarda. Mesela, yine tutanaklarda okuduğumuz ve çok da bilinen
181
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
bir örnek, şimdi bir köyü basıyorlar ya da bir yerleşim bölgesini, tutuyorlar,
hepsini öldürecekler, çocuk, kadın, erkek demeden hepsini öldürecekler,
ellerinde silah yok yani ateşli silah yok, palalar var, yoruluyorlar öldürmekten,
bir süre sonra ne yapıyorlar biliyor musunuz? Kalanların yani mola verecekler,
dinlenecekler, kalanların önce ayaklarını kesiyorlar kaçamasınlar diye ondan
sonra dinleniyorlar, sonra dönüp kesiyorlar.
Şimdi eğer bu nefret ideolojilerini bu şekilde yaygınlaştırırsanız birileri sizin
mutlak tehdidiniz, düşmanınız olarak sunulursa ve giderek ırkçılığa benzer bir
atmosferde bir tehlikenin genetik bir kaynağı olduğunu da iddia ederseniz,
toplumsal mutlaka buraya gelir demiyorum ama buraya gelebilir. Hiç kimse
Ruanda’da da bu kadar geniş çaplı bir katliamın olacağını hesaplamıyordu, ama
günde kaç kişinin öldüğünü hesaplayın, bir günde 8.000 insan öldürülüyor,
kaçtır nüfusu, toplam nüfusu o zaman 8.000.000’du. 8.000.000 insanın % 10’u
10 gün içinde bu şartlarda öldürülüyor.
Şimdi eğer dost-düşman üzerinden giderseniz, bu ayırımları mutlaklaştırırsanız,
kuşkusuz sözlerle tartışma ortamını yok ederek önce vurmaya, önce
bastırmaya çalışırsınız. O bir adımdır, bir başlangıçtır. Kimsenin kimseyi
dinleme tahammülünün kalmadığı, karşısındakini mutlak bir tehlike, çok
tehlikeli bir düşman gözüyle bakmaya başladığı anda bu yollar açılmış. Nereye
gider bilemeyiz, buraya gidip gitmeyeceğini söyleyemeyiz, ama buradan çok
çok uzakta olduğumuzu, bunların çok uzak yerlerde, sadece filmlerde, sadece
tarih arşivlerinde yer alan olaylar olduğunu da asla düşünmemiz gerekiyor.
Yani tehlikenin kaynağı diye bir şey söz konusuysa tehlikenin farkına varmak
gerekir gibi bir söylem söz konusuysa tehlikenin başka boyutlarını da görmek
zorundayız.
Şimdi buradan tekrar dönelim, başka şeyler anlatmaya çalışalım, aslında
belki de çok konuştum, onun için ben susabilirim, sizin sorularınızla devam
edebiliriz, yarım saat olmuş, biraz daha devam edelim. Devam edelim mi?
KATILIMCI : …(mikrofonsuz)
182
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
MİTHAT SANCAR : Sonra onu da anlatacağım, tabii, onu da anlatırım,
şöyle de söylenebilir; tabii, Tutsiler girdikten sonra şöyle oldu, 100 gün sürdü,
sonra Uganda’da üstlenmiş, Tutsi gerilla hareketi girdi ve iktidarı devir aldı. O
dönemde tahminlere göre yaklaşık 200.000 insan o hengame içinde intikam için
öldürüldü Hutilerden bu sefer. Bu seferki yönetim de kendi taraftarlarının linç
edilmelerine göz yumdu. Cevat hatırlattı, iyi etti, nefretin mağduru da biranda
zalim yapabileceğinin iyi bir örneğidir. Hepsinin temelinde şu var: nefreti bu
kadar derinlere çekmişseniz ve düşman-dost üzerine kurmuşsanız, mağdurun
da zalim olmasını teşvik etmişsiniz, ona o zemini hazırlamışsınız demektir.
Evet, Tutsilerle ilgili yargılamalar da var uluslararası ceza mahkemesinde,
Tutsilerin de tabii, rakam gerçekten bilemiyorum, toplam 800.000 insanın
öldüğü biliniyor. Bunların bir kısmı Tutsiler kurtulduktan ve iktidarı devir
aldıktan sonra, yalnız şunu söyleyeyim arkadaşlar, yanlış anlaşılmasın HutiTutsi çekişmesi değildi bu sadece. Madem bu konuya girmişiz, biraz daha bilgi
verelim, bütün bu olaylar dünyayı ve olayları daha iyi görmemizi sağlayabilir,
yardım edebilir.
Olaylar nasıl başladı, çok uzun süren bir Hutu egemenliği var, aslında
Hutular, çoğunluk, Tutsiler azınlık, önce Tutsilerin egemenliği vardı, sonra
bu sömürgecilikten geçişten sonra sömürgeciliğe karşı mücadele ettiği için
ayrıca prestiji olan Hutular ilk seçimlerde iktidara geldiler doğal olarak ve en
büyük argümanları da işte, sömürgeciliğe karşı direnişmiş ve zafer kazanmış,
bağımsızlığı sağlamış güç olmalarıydı. İktidara geldikleri anda Tutsilere karşı
yaygın bir ayrımcı politika izlemeye başladılar. Tutsiler çok eğitimli, Hutular
daha az eğitimli, çiftçi, köylü ve ağırlıklı falan. Tutsi nüfusunun büyük bir kısmı
sürüldü, komşu ülkelere sürüldü, sonra tabii, gerilla hareketi başladı Tutsilerin.
Tutsi nüfusu sadece Ruanda’da yaşamıyordu, ayrıca komşu ülkelerde işte,
Tanzanya’da, Uganda’da falan da var. Daha sonra Tutsiler direnişe başladılar ama
uluslararası toplum ve komşu devletlerin Afrika Birliği Örgütünün baskısıyla
bu çatışmaları sona erdirmek gerektiği noktasında görüşmelere başladılar. Ne
sadece Tutsiler Tutsilerden ibaretti ne Hutular Hutulardan ibaretti. Tutsiler
içinde, Tutsilerin bu hareketini destekleyen çok sayıda Hutu aydın, demokrat
183
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
insan vardı. Bunların girişimiyle ortak bir Hutu-Tutsi demokratik yönetimi
kurulsun diye görüşmeler yapılıyordu, anlaşma imzalandı, artık bunu hayata
geçirmek zaman işiydi, o arada o olay gerçekleşti, nedir o? Devlet Başkanının
uçağı tam ineceği sırada Ruanda’da, başkentte hava meydanında iniş sırasında
yerden fırlatılan bir roketle patlatıldı ve Devlet Başkanı öldü. Olayın hemen
ardından, o ünlü radyodan çağrılar başladı “herkes sokağa” diye ve birden
bütün Hutu milisleri askerin de yardımıyla sokaklara daldılar, öldürülenlerin %
30-40’ı Hutu demokratlarıdır yani öldürülen Tutsiler değildir sadece. Ruanda
Oteli filminde de zaten bu, belli ölçülerde anlatılıyor. Dolayısıyla böyle bir
hareket başladığında Tutsileri sadece Tutsi olduğu için Tutsileri öldürmekle
kalmadılar aynı zamanda ortak bir demokratik hükümet kurma talebini
savunan Hutulu geniş bir demokratlar çevresini de hedef aldılar. Dediğim gibi
rakamlar çok net değil ama en az ölenlerin % 30’u Hutulu muhaliflerdir, böyle
bir durum da var.
Evet, sonra işte Tutsiler katliamın sonlarına doğru girdiler ama bu seferde
Cevat’ın hatırlattığı olay oldu, 200.000 civarında insan yargısız bir şekilde
sokaklarda intikam amaçlı öldü. 14 yıldır, 13 yıldır bunun üstesinden
gelmeye çalışıyor Ruanda, çok zor, çok çok zorlanıyorlar, her sokakta bir katil,
hapishaneler dolu, ondan sonra barışmak kolay mı zor mu, tecavüzler, aklınıza
gelebilecek her türlü çirkinlik yaşanıyor, bütün savaşlar böyledir. Yani savaş
başladığı anda her şey mubah hale geliyor. İşte, Yugoslavya da gözümüzün
önünde duruyor.
Şimdi sonuçta nefret ideolojilerinin bu milliyetçilikten ırkçılığa çok çeşitli
varyasyonları içerir, …. Türkiye gibi gerilimlerin çok çeşitli faylar üzerine
oturtulabileceği ülkelerde bu şerbetliliği bir güvence gibi düşünememek
gerekiyor. Peki, burada işte hani hukuk, devlet vesaire ne yapabilir? Aslında
hani bu iki örneğin ortası da var yani biri çok az gelişmiş bir ülke, biri çok
gelişmiş bir ülke, ortası Balkanlardır neredeyse. Devlet güçlerinin sivil güçlerle
birlikte bir iç savaşı nasıl alevlendirebileceğini çok canlı olarak orada görebiliriz.
Kimileri tabii, bütün bunlara uluslararası komplo diyebilir mi? Diyemez
aslında çünkü verdiğim iki örnekte uluslararası komploya çok az müsaittir.
184
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Naziler dönemi hele bir uluslararası komploya hiç müsait değildir yani birileri
Almanya’nın içini karıştırıp da orada böyle bir olay yaratmış değillerdir. Aynı
şey elbette, dış güçlerin oyunları olmakla birlikte, egemenlik savaşları olmakla
birlikte Ruanda uzun süredir dış güçlerinde çok ciddiye aldığı bir ülke değildir
çünkü artık ne dünya siyasetinde stratejik olarak bir rolü vardır ne de dünya
ekonomisinde bir rolü vardır. Dolayısıyla kendi başına bırakılmışlık hali daha
belirgindir, bu kendi başına bırakılmışlık hali içerideki nefretlerin içerideki
iktidar oyunlarında alet olmasını daha kolaylaştırmıştır.
Şimdi tabii, bütün bunlar için ne yapılabilir, neler yapılabilir, işte hukuk burada
nasıl bir işlev görebilir, bir defa şunu söyleyelim, hukuk devleti talepleri biraz
önce demokrasi sınıfı genç siviller hareketi tarafından düzenlenen Meclis
Parkında, Milli Egemenlik Parkında bir ders verdim, orada söylediklerimi de bir
parça tekrar edebilirim, modern devlet herhangi bir devlet değildir, bu içinde
yaşadığımız devlet. Bu, belki uzun uzun anlatmaya hiç gerek olmadan Thomas
Hobbes’a başvuruyla çok iyi açıklanabilir, Thomas Hobbes buna “ejderha”
diyor, “leviatan” diyor yani çok çeşitli kolları, bacakları, bir sürü gözü, arkada
gözü, önde gözü var yani her yere ulaşabilir bu devlet. Elinde silahlı aygıtları
var yani çok tehlikeli bir şey. Tamam, o Orta Çağın feodal anarşisini ortadan
kaldırdı büyük ölçüde ama kendisi büyük bir güç haline geldi, ne yapabiliriz
buna karşı? İşte, Thomas Hobbes’a karşı “lok” diye bildiğimiz önermedir
bu. Bu devlete bu leviatanı evcilleştirelim, kurallara bağlayalım, bu kurallara
herkes uysun ama en başta devlet uysun ki, bu yarattığımız güç gerçekten bize
hizmet etsin, aksi taktirde evde bir aslan beslediğimizi düşünün yani bir süre
sonra bu aslanla oyun oynamanız kolay değil, ne kadar evcilleştirebilirseniz
tehlike o kadar azalır, ne kadar az evcilse her an sizi yiyebilir yani ya da başka
bir hayvan tasarlayın, yabani ve güçlü, kolay evcilleşmeyecek. Şimdi hukuk bir
form olarak, hukuk, esasen bu sınırları çizmek için ortaya çıkmıştır. Daha önce
olmayan bir kavramı “hak” kavramını da hukuka katmıştır modern dünya
öncesinde hukuk düzenlerinde, bunlar geleneksel hukuk düzenleri olabilir,
öyledir zaten hak kavramı yoktur, yükümlülüktü, kuralların getirdiği şey esas
yükümlülüktür. Hak kavramıyla birlikte biçimsel eşitliğin kabul edilmiş olması
son derece önemli bir kazanımdır. Ve modern hukukun bir özelliği vardır.
185
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
İhlâllere karşı mekanizmalar kurmuştur. İhlâller kimden gelebilir? İhlâller
toplumdan gelebilir. Bunlara “suç” adı verilir veya “haksız fiil” adı verilir.
Bunları telafi etmenin yolları kolaydır, kolay bulunabilir yani kurduğumuz
yargı mekanizması ve kapatma mekanizmaları yani hapishane veya dışlama
mekanizmaları ya da ıslah, tırnak içinde, mekanizmalarıyla bunları kolay
yapabilirsiniz. Fakat modern hukuka en büyük tehdit tek tek bireylerin hak
ihlâli değildir, hukuk devleti kavramı da bu fikirle ortaya çıkmıştır. Modern
devlette hukuka en büyük tehdit en güçlü olandan gelir. En güçlü, en fazla ihlâli
yapabilendir potansiyel olarak. Dolayısıyla bütün kamu hukuku, bu kaygı bu
temel üzerine kurulmuştur, en güçlünün ihlâlini önlemek üzere kurulmuştur.
İdari yargı da bunun için kurulmuştur. Kısmen anayasa yargısı, o çünkü
yeni bir şeydir. Kamu hukukunun temeli budur. En güçlüye karşı güvence
oluşturmaktır. Şimdi en güçlünün ihlâline karşı hukukun yapabileceği bir şey
genellikle yoktur eğer en güçlü çok kararlıysa. O nedenle modern hukukun
öyle çok kırılgan yanı da vardır. Kontrol altına almak istediğiniz silahlı gücün,
bu Polis ve asker olur, ihlâlleri söz konusu olduğunda eğer bunlar sistematik
ve kararlıysa herhangi bir hukuksal mekanizmayla sonuç almanız çok
zordur. Hukuk devletinin yerleşmesi en güçlünün ihlâline karşı da işleyecek
mekanizmalar kurmaya bağlıdır. Eğer bunu kuramıyorsanız hukuk devleti,
sadece ne zaman vardır? Güçsüze karşı vardır.
Tekrar baştaki ve Konferansın başlığındaki slogana dönmüş oluyoruz. Sizin
en masum hareketiniz bile istenirse ağır bir suç haline dönüştürülür, apaçık
ağır bir ihlâl olan başka davranışlar güçlülerden gelmişse hiçbir şekilde
dokunulmaz. Peki, bunun sonuçları ne oluyor? Bunun sonuçları sadece siyasal
değildir arkadaşlar, sadece siyasal mekanizmalarla sınırlı değildir bunların
etkileri. Şimdi Türkiye toplumuna bir bakarsanız, belki en iyi laboratuarlardan
biridir bu onun için, başka yerlerde yazılarda, söyleşilerde de dile getirmiştim,
başka programlarda da, bir defa toplumun hukuk âhlakını bozmuş olursunuz
yani bir tür hukuksal açıdan âhlaksız bir toplum yaratırsınız. Bunun açık
yansıması şudur; hangi toplumsal ilişki alanında olursa olsun, kim gücü elinde
bulunduruyorsa ihlâl hakkını da kendinde doğal bir imkan olarak görebiliyor. Bu
mafyalaşma şeklinde olabileceği gibi devlet dışı örgütleri, meslek örgütlerinin,
186
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
herhangi bir derneğim, Tabip Odasının, Baronun her şeyin yönetiminde de
olabilir. Eğer yaptığım, benim gücüm varsa yaptığım ihlâl yanıma kâr kalacak,
halk deyimiyle diyelim cesaretini alabiliyorsanız bu genel atmosferden giderek
yaygınlaşır. Her alanda hukuka ve haklara saygı istisna haline gelir, şiddet ve
kaba kuvvetle hak temini kural haline gelir. Ben bir örnek vermiştim Hukuk
Gündemi Dergisinde, bir söyleşide de söylemiştim, o zamanlar Batıkent’te
çok feci bir olay yaşanmıştı, bir genç kız sevgilisiyle anlaşıp ailesinin bireylerini
kendisine dışarı çıkma izni vermedikleri için öldürmüştü, ben bunu herhangi
bir devlet organının yargısız infazla yarattığı meşruluk zemininden veya gücü
eline geçirenin hukuku tanımama zihniyetinin en küçük çapta bile nasıl yeniden
üretilebileceğine ilişkin bir örnek olarak vermiştim. Hâlâ öyle görüyorum, pek
çok yerde de öyledir yani bu meşruiyetin bir şekilde yaygınlaşması toplumsal
ilişkiler alanını çok tehlikeli bir biçimde bozar, zehirler. Daha makro düzeye
bakarsak aslında “hakemlik mekanizmalarının” yani uyuşmazlıkların adil
bir biçimde çözebileceğine inandığımız tarafsız organların varlığı meşruiyet
çerçevesinde hareket etmemizi teşvik eder. Yokluğu kendi hakkınızı haklı
olduğunuzu iddia ettiğiniz konuları başka zeminlerde takip etmeye teşvik eder
sizi. Toplumsal düzlemde de böyledir, hukuktan koptuğunuz anda sınırlarınız
belirsizleşir örneğin, linç son derece meşru hale gelir, öyledir bugün Türkiye’de
biliyorsunuz yani linçin de meşru olduğu bir zemin yaratırsınız, bir süre sonra
buna karşı başka mekanizmalar gelişir, düşman-dost ayırımını derinleştikçe
bulabileceği her imkanla birbirini tasfiye etmeye hazır iki savaşçı kamp
yaratmış olursunuz.
Türkiye’de hukuk devletinin önündeki en büyük engel silahlı bürokrasidir.
Silahlı bürokrasi, silahın ucunu gösterdiği her yerde “istediğimi yaparım”
anlayışına sahiptir ve Türkiye’de hukuk devletinden sapmaların temelinde
bu anlayış yatıyor. Silahın ucunu gösterdiği yerde mahkeme kararları
farklı olabiliyor, silahın ucunu gösterdiği yerde ağır cinayetler bile takipsiz
kalabiliyor, silahın gücünü gösterdiği yerde en ağır anayasa ihlâlleri bile
tepkisiz kalabiliyor. Silahın gücünü bu kadar meşrulaştıran bir anlayış, silahın
gücünü başka kesimlerin de kutsamasına elverişli bir zemin lazım diyor. Daha
öncede söyledim, en ağır ihlâl tehdidi ve potansiyeli silahlı aygıtlardadır.
187
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Onları sadece tabii, silahlı aygıtlarla sınırlı değil, bütün iktidar mekanizmaları
değişen derecelerde bu potansiyele, ihlâl potansiyeline sahiptirler. Dolayısıyla
silahın gücüyle istediğini yaptırma anlayışı yaygınlaştıkça toplumsal barış
da o kadar kırılgan ve o kadar tehdit halinde hale gelir demek istiyorum. O
nedenle eğer toplumsal barış istiyorsak en sert tartışmalarımızı bile şiddet dışı
yollarla halletmek imkanı veren bu çağdaş mekanizmalara yani hukuk devleti
ve demokrasi mekanizmalarını izlemek gerekiyor, onları savunmak gerekiyor.
Ben bugün konuşmamda bir başka şey söyledim, kamu hukuku esas hangi
tehditleriyle ve hangi temel üzerine kurulmuştur, onu söyledim, bir başka
şey daha var tabii, şimdi bir zamanlar asistanken hukuk tahlillerine daha fazla
kafa yoruyordum. Şimdi, hukuku form ve biçim olarak ayırımı var, dedim
ya mesela, Marksist hukuk teorisi ilgilendiriyordu bizi, işte hukuka gelen
sınıfların ne kadar yansıtır iradesi, hangi toplumsal güçler, hangi toplumsal
dinamikler hukukun oluşumunu nasıl belirler, hukuk nasıl işler falan diye
düşünürken ee, tabii ben hiç meyil etmedim mesleğin başından da öncesinden
de hukuk devleti ve demokrasi gibi taleplerin burjuva, işte özentiler olduğunu,
değersiz olduğunu hiçbir zaman savunmadım, hep tam tersini yazdım, solun
bunlarla ilişkisinin zayıflığını ve sağlıksızlığını da yazdım, 1990’ların başında
da ancak o zamanlar daha fazla yazmaya başlamıştım, hep yazdım ama şimdi
şeyi görüyorum yani bizim kamu hukukçusu olarak işimiz giderek yani esas
işimizden uzaklaşıyoruz, belki yani bütün bunlar hakikaten bir “kamu hukuk
giriş dersinde” anlatılacak şeyler ama biz bu tür konferanslarda bunları büyük
bir enerjiyle ve ciddiyetle tartışıyoruz, anlatıyoruz, sebebi de açık çünkü
Gustava Pruk* diye bir filozof vardır hukuk felsefesi hocasıdır, çok değerlidir,
Alman, önemli bir hukuk felsefesi profesörüdür, tabi hukukçuydu ve Naziler
iktidara gelmeden önce hukukun bir biçim olarak o kadar önemli olmadığını,
önemli olanın içerik olduğunu, adalet olduğunu, adil olamayan hukukun
pek de değerli olmadığını falan söylerdi. Doğru da görülüyor fakat 1945’den
sonra en adaletsiz hukuk kuralı bile keyfiliğe küçücük bir sınır oluşturduğu
için değerlidir demeye başladı. Şimdi biz de hani çok eleştirdiğimiz 1982
Anayasası’nı ve hatta Türk Ceza Kanunu ve dahi Terörle Mücadele Kanununu
lütfen uygulayın yani ciddi olarak uygulayın hani hukuka uyulsun, ne bileyim,
188
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
216 uygulansın deme noktasına geldik. Aslında bunda üzülecek bir şey yok,
sadece şunu görmemiz gerekiyor; hukukun ortadan kalktığı ortamlarda
kaba kuvvet nihilizmi zorunlu olarak egemen olur. O zaman hukuk devleti
talebinin, demokrasi talebinin ne kadar devrimci bir talep olduğunu, altını
çizerek söylüyorum, bu şartlarda daha iyi görürsünüz. Yine, bugün verdiğim
örneği tekrar edeyim ve onunla bitireyim artık, Marks, bütün bunlarla uğraştı
aslında, çok da iyi bilinmiyor galiba, benim çalışmalarımda çok başlardan beri
çok yararlandığım 3 tane kitabı var, bu “Fransa’da Sınıf Savaşları” ve Louis
Bonapart’ın 18 Bruneli kitaplarında, çok değerli tahliller yapar, çok güzel
kamu hukuku açıklamaları yani tahlilleri vardır orada. Ve Fransız Devrimi
bağlamında burjuvaziyi, burjuva egemenliğini eleştirirken şeyi de söyler,
insan hakları aslında tabii, insan haklarını içerik olarak, ideolojik olarak
eleştirdiği başka kitapları da var, yazıları da var, tabii onları yok saymıyoruz
ama hangi bağlamda eleştirdi onlara hiç girmiyorum, Yahudi sorunu mesela
bunun çok önemli bir kaynağıdır o eleştirilerin ama şunu söylüyordu kısacası;
bunlar, bu değerler, insan hakları gibi işte, anayasacılık gibi yani bizim hukuk
devleti diye tercüme edebileceğimiz gibi değerler bir kere ortaya atıldıkları
anda iktidarda olanlar için artık tehlikeli kavramlardırlar. İktidarda olanlar
kendilerini bunlarla meşrulaştırmaya kalktıklarında Bumerang gibi dönüp
kendilerini vurabilir. Artık basın özgürlüğü burjuvazinin değil proletaryanın
talebidir, artık düşünce özgürlüğü ancak işçi sınıfı buna sahip çıkarsa vardır
gibi devam ediyor, yanımda kitap yok, aktarırdım size. Yani şunu söylemeye
çalışıyorum Marks’tan hareketle, bizim “sol” çevrelerde uzun süre küçümsenen
bu kavramların ne kadar önemli olduğunu, belki o zamanlar unuttuğumuz bu
kaynaklarla tekrar hatırlayarak tekrar tekrar vurgulamamız gerekiyor. En geniş
demokratlar cephesinin ancak iç barışa da, toplumsal barışa da ve toplumsal
adalete de giden yolu açabileceğini görerek. O nedenle demokratlardan oluşan
güçlü bir demokrasi hareketinin çok yaşamsal bir önemi var, “sol” bunun mutlak
surette en temel bileşeni olmak zorundadır. Buradan uzaklaşan her hareketin
biraz önce saydığım o karanlık tabloya bizi bir parça daha yakınlaştırdığını
görmemiz gerekiyor, tekrar tekrar onu hatırlatayım.
Benden şimdilik bu kadar, eğer sorular varsa ki, mutlaka vardır oradan devam
189
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
edelim.
5 dakika ara verelim mi, Başkan, reji, yapmıyoruz, tamam.
Arka taraftan arkadaşımız söz istedi, buyurun. İsminizi rica edeyim,
AV. İSMAİL VARGÜN : Hocam, konuşmanızın bir yerinde “hak” kavramı
modern hukukla gelmiştir dediniz, yanılmıyorum değil mi?
MİTHAT SANCAR : Tabii, doğrudur.
AV. İSMAİL VARGÜN : Bunu biraz açar mısınız? Yani bundan önce diğer
mesela yani biraz bana oryantalist bir tez gibi veya tespit gibi geldi de, bir
noktada açıklarsanız sevinirim.
MİTHAT SANCAR : Şöyle düşünün, tabii yani oryantalist gibi gelmesin
arkadaşlar, bir ayırım yapalım, onu da aynı belirginleştirelim; bazı kurumların
oksidente ortaya çıktıklarını biliyoruz yani biz bunu isteyelim istemeyelim,
modern kurumlar, modernleşme süreci Batı’nın taklidi olmak zorunda
değil ama şimdi içinde yaşadığımız örgütsel yapı Batı’da ortaya çıkmıştır.
Kullandığımız hukuk kodlarının hepsi Batı’da ortaya çıkmıştır. Ben birde
bunu şöyle ayırmayı tercih ediyorum her zaman, vurguluyorum da, Batı’da
ortaya çıkmak Batılı olmak anlamına gelmez arkadaşlar. Bunlar batı’da ortaya
çıktığı zaman Batı’nın kültürünün temel taşıyıcılarına karşı ortaya çıktı,
büyük toplumsal mücadeleler için ortaya çıktı. Mesela, Fransız Devrimi eğer
dönem noktasıysa hak kavramında Fransız Devriminin yeminli düşmanları
kimlerdi? En başta Kiliseydi, değil mi yani cephede Kilise vardı. Peki, Batı
kültürü dediğimiz şeyi, bugün o Batıcılık hani bölgeleri sanki birer homojen
özneymiş gibi kuran anlayış nasıl yorumlar bunu? Hem Batı’da hem Doğu’da,
Doğu’da reddetmek isteyenler bu kavramları, “bunlar Batı’nın icadıdır” der,
Batı da Doğu’yu dışlamak isteyenler “bunlar bizde ortaya çıktı, onlara asla
uymaz, orada kuramazlar” diyorlar. Dolayısıyla ikisi de bana göre asla tarihsel
ve şöyle diyeyim açıkçası, Materyalist bir bakış açısı değildir, metafiziktir yani
coğrafyalara homojen özne niteliği biçen bir şeydir.
190
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Gelelim oryantalist olmadığını şuradan anlatmaya çalışıyorum, modernleşme
süreçlerinde çatışan güçler vardır, bu güçler yani durup dururken bütün
toplum uzlaştı da, bütün Batı uzlaştı da “hadi gelin modernleşelim” demedi,
“hadi gelin insan haklarını ilan edelim” demedi, kaç tane devrimle oldu, hepsi
de öncü hareketlerdi. Kilise, Hıristiyanlık yani ya da Katolik ağırlıklı dinsel
kaynak Batılılık kültürünün temeli olarak hem Doğucular hem Batıcılar
tarafından ilan edilir. Oysa insan hakları mücadelesinde toplumsal güçler
vardı ve onlar için durum açıktı. Haklılık karşısında, hak talebinin karşısında
kim duruyor? Aristokrasi. Aristokrasi, bu Batıcılara göre de, Doğuculara göre
de Batı kültürünün temel direklerinden, ki duruyordu? Kilise. Bütün bunlarla
mücadele ettiler, hak kavramı böyle ortaya çıktı. Bu oryantalist değildir.
iktidara karşı, o anda iktidarı kim temsil ediyorsa ona karşı mücadele içinde
ortaya çıkmış bir kavramdır.
Şimdi Orta Çağ ile kıyaslayarak söylüyoruz, hak kavramı, hiçbir coğrafyada,
hiçbir kültürde yaptırım gücüne bağlanmış bir talep imkanı olarak yoktur.
Bunun arkasındaki mekanizmalar modern hukukla ortaya çıkmıştır. İyi mi
olmuştur? Onu daha açmak istemiyorum, bana göre hak kavramının bir
sürü olumsuz yanı vardı, ona hiç girmeyelim yani dediğim gibi hani kamu
hukukçuları olarak bizleri bu tür spekülasyon zevkinden mahrum bırakıyor
Türkiye, yoksa ben şimdi hak kavramıyla ilgili pek çok eleştiri yazmıştım yani
eleştirilecek yanları olduğunu düşünüyordum, bunları yazıyordum falan ama
ondan vazgeçtim, yanlış anlarlar çünkü hakka çok ihtiyacımız var. Bakın, zaten
hak da gereksiz bir şeydir diye tutup oradan çıkarıp bize karşı kullanabilirler ama
hak, bireyselleştirici bir şeydir. Dayanışma yaratan bir kavram değildir. Ondan
önceki toplumsal formasyonlarda yükümlülükler ve ihsanlar vardır. Sizin
bir imkanınız olabilir, bu imkanınız ama bir yaptırım gücüyle desteklenmiş
bağımsız bir hareket imkanı değildi. Modern hukuk bunu bir mekanizma
içinde yarattı, o nedenle öyledir.
KATILIMCI : …
191
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
MİTHAT SANCAR : Batı kültürünün değil, Batı’daki toplumsal gelişmelerin
ve mücadelelerin ürünüdür. Siz ne yaparsanız yapın bugün dünyada
modernlikle tanışmamış bir ülke yoktur. Bu, orada ortaya çıktı, orada ortaya
çıkması oralı olduğu anlamına gelmez. Grunich’in çok önemli bir sözü vardır
“hiçbir doktrin doğum şartlarına indirgemez, hiçbir doktrin doğum yeriyle
özdeşleştirilemez” yani hepsinin eğer gerçekten demin söylediğim gibi, bakış
açımıza bağlı. Mesela, başka kurumlar başka yerlerde ortaya çıkmış olabilir
ama orada ortaya çıkmış olması o kültürün ürünü olduğu anlamına gelmez.
Kültür nedir arkadaşlar? Kültürün temel bileşenleri nedir? Gelenek, din, başka?
Sayabilirsiniz, ben iki tane şey saydım, Batı kültürünün geleneğini Aristokrasi,
dinsel temelini Kilise temsil ediyordu, hak kavramına direnenler de bunlardı.
Bunlara karşı savaşanlar da ve bunlara karşı hak talebini kabul ettirenler de
yerleşik Batı kültürüne karşı mücadeleyle yaptılar bunu, bu kadar açık benim
için. Anlatabildim mi şimdi?
Buyurun, isim lütfen,
UMUT KALMAK/HUKUKÇU : Ben bu tartışmayla ilgili aslında, bu
vatandaş için devlet, devlet için vatandaş, devlet için kul tartışmasına
götürüyor sanıyorum bizi. Eskiden herkes devlet içindi şimdi biraz olsa, biraz
bile olsa devlet vatandaş için olmak durumunda. Tabii, eskiden birde yani kul
hakkı, özellikle kul kavramı üzerinde şekilleniyordu bence, tabii, bu topraklar
anlamında konuşuyorum ve vergi veren bir bireydi. Sizinde dediğiniz gibi
yükümlülükler ve ihsanlar söz konusuydu ama halktan beklenen sadece vergi
vermesiydi, halk da zaten tepkisini çok baskı olduğu zamanlarda isyan ederek,
olmadığı terk ederek o coğrafyayı gösteriyordu bir şekilde.
Benim sorum aslında Nazi dönemiyle olacaktı ama tartışma, zaten siz
de değindiğiniz kültürün bileşenleri din ve geleneklerdir diye ama Nazi
döneminde Nazilerin dinle ilişkisi nasıldı acaba? Yani bu, nasıl kullandılar ya
da nasıl kullanmadılar. Çünkü çok ünlü bir papazın sözü vardır, hatırlarsınız
siz de.
192
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
MİTHAT SANCAR : Tabii, tabii. Söyleyeyim yani hem ulusal düzlemde
hem papalık ile ilişkileri açısından bir defa Hitler de yazılarında Naziler de
politikalarında bunu hiç saklamadılar, hiç de din taraftarı değiller, bir defa ciddi
bir ateizm vardı yani dinsizlik vardır, öyle din ile ilişkileri tamamen araçsaldır
ve dini de bu çerçevede kullanmak için her şeyi yaptılar. Kilise de buna itaat
etti, çok cılız, sessiz tepkiler dışında Kilise buna itaat etti. Yalnız bu itaatin bir
temeli vardı, bu ittifakın bir temeli vardı, Papalık, Roma yani Vatikan Nazilere
komünizme karşı büyük bir güç olarak baktı, komünizm tehlikesini engelleyecek
güç olarak baktı bunlara. O nedenle Papalık da içerideki uzantıları da, din
adamları da Kilise de Alman Kilisesi de hiçbir zaman Nazilere karşı olmadılar,
tek tük var tabii karşı olanlar ama hiçbir zaman bu sistematik bir şekilde olmadı
ve hatta ciddi bir direnişte yok. Bu Latin Amerika’da “kurtuluş teorisi” diye
bir akım var, ona şimdi hiç girmeyeyim, sonra söylerim, eğer merak edilirse,
mesela, size bir film önerebilirim, benim çok zevkle yani çok yararlanarak,
pardon zevkle izlenemez o film, yararlanarak izlediğim ve öğrencilerime de
hep izlettiğim bir film var, Kosta Gavros’un “Amen” filmidir. Bence bu konuda
yapılmış en çarpıcı filimdir, Vatikan’ın bu oportonist tavrını ve Sovyetler
Birliğine karşı Nazileri bir umut, bir güç olarak gören yaklaşımını sadece
onun değil, o dönemde dünyadaki bütün diğer büyük güçlerin de uzun süre
komünizme karşı büyük bir bela doğuyor anlayışıyla soykırımın başladığını,
uygulandığını bildikleri halde sessiz kalmaları söz konusu o dönemde. Yani
Kilise hem içeride hem dışarıdan Savaşın sonuna kadar Nazilere karşı tavır
almadı. Ve Hitler, yanılmıyorsam 1970’lere kadar Kilise’den atılmadı yani
şimdi kiliseden atılma diye bir şey var, aforoz diye bir şey var, Vatikan O’nu
çıkarmadı. Bilmem başka bir şey istiyor musunuz söylememi?
Buyurun, Aydın Bey,
AV. AYDIN ERDOĞAN : Mithat Hoca gülümseyin dedi, kendisinin
gülümseyeceğini sanıyordum ben, ama kendisi hiç gülümseyemedi çünkü bir
karabasan anlatıyordu, ben zaman zaman dönüp arkadaşlarıma bakıyorum
yani gülen de, gülümseyen de pek yok.
193
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Arkadaşlar, gerçekten bir karabasan bu yani bu Toplantının başlığını ben sordum
bizim Felsefe Kulübü Başkanı Gürbüz Arkadaşıma, “Mart ayında belirlendi”
dedi, biliyorsunuz 27 Nisan’da Genelkurmay’ın Muhtırasında bir düşman
tanımı vardı yani bu konu, konuşma da düşman tanımı üzerinde gelişti. Ama
Mart ayında belirlenen konu başlığının bu kadar oturuyor olması ondan önce
başlayan düşmanlaştırma, yok etme süreciyle ilgili olduğunu düşünüyorum
yani Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra bu Felsefe Kulübü bu programı
yaptı, sanıyorum onun etkisiyle. Orada, o katilin Türk Bayrağı önünde törenle
karşılanmasını izlemiştik. Arkasından İstanbul’da cenaze töreninde “Hepimiz
Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz” diyenlere karşı gelişen tepkileri izlemiştik. Ve
daha sonra yine düşman tanımlaması üzerinde tehlike ve tehdit tanımlaması
üzerine gelişen mitingleri izledik. Mitingler sürerken yeniden düşman tanımı
yapıldı, 2 gün öncede yeniden düşmana karşı nasıl tepki gösterilmesine ilişkin
bir komut verildi.
Şimdi Sivas’ı yaşamış, Kahraman Maraş’ı yaşamış, Çorum, bir önceki
Sivas’ı tekrar yaşamış bir ülkenin insanları olarak, siyaset kurucu olarak yani
birinci derecede siyaset kurucu olarak ortaya çıkan bürokrasinin yaptığı bu
tanımlamaların üzerinde dikkatle durmak gerekiyor, “nereye gidiyoruz?”
Gerçekten bu tablonun karşısında gülümsemek oldukça zor.
Milliyetçilik düşmanlaştırmayı içerisinde taşıyor yani burada iki milliyetçiliği
birlikte söylüyorum, çatışan iki milliyetçilik bu topraklar üzerinde. Bu ancak
bir düşmanlaştırma siyaseti üretir, düşmanlaştırma da yoklaştırmayı getirir.
Ondan sonra düşman tarifini yaparsınız, düşmana karşı nasıl davranılacağı yasal
bir durumdur yani yasa ile tanımlanmış bir hukuksal durumdur. Askeri Ceza
Kanununda bu tarif edilir der ki “silahlı düşman, silahlı eşkıya düşmandır”.
Şimdi değerli arkadaşlar, yani bu tablo açıkçası Türkiye’de aydın, demokrat
insanların gerçekten de Mithat Hocamın söylediği gibi ne ile karşı karşıya,
daha doğrusu nasıl bir sorumlulukla karşı karşıya olduklarını çok çarpıcı
bir biçimde ortaya koyuyor. Biz, eğer bir Ruanda’yı yaşamak istemiyorsak
bugünden hepimize düşen çok iş var.
194
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
Buradan hareketle bizim Felsefe Kulübü’nün de ne kadar işlevsel, yaşamla ne
kadar ilintili bir iş yaptığını da söylemek istiyorum. Eğer yaşamla bu kadar
ilintili olmasa bu kadar izleyiciyi bulamazdık, buna da çok seviniyorum,
Baromuz adına, bu işe emek veren arkadaşlar adına. Ama sevinmek yetmiyor,
daha fazla bir şey yapmamız gerekiyor. Ben bunu eklemek istedim, teşekkür
ediyorum.
MİTHAT SANCAR : Ben teşekkür ediyorum,
KATILIMCI : Pardon, bu açıklamalara bir soru eklemek istiyorum çünkü
Aydın bir soru sormadı, konuştu. Sizin açıklamalarınızın en sonuna sıkışarak
geçen bir konu var ve bence çok önemli, “sol kimlik” konusu. Şimdi, hakikaten
faşizan, otoriter bir dönüşümün işaretleri var yani bu böyle olur mu olmaz mı
bunu bilmiyoruz ama böyle bir işaretin olmadığını söylemek hakikaten siyaset
kavramlarından, siyasal dinamiklerden, süreçlerden çok habersiz olmayı
gerektirir ya da çok kör bir taraf olmayı gerektirir, gidiş öyle bir gidiş. Ama
dikkat çeken şu var; bu gidişin toplumsal desteği ağırlıklı olarak kendisini
sol kimlik içerisinde tanımlamakta sakınca görmeyen kesimlerden geliyor
yani çok kolay ellerine bayrakları alabiliyorlar, Orduyla, 3 defa darbe yapmış,
3 defa ciddi darbe yapmış Orduyla, belli ki aralarında çok ciddi bir problem
yok, dolayısıyla özgürlük kavramlarıyla çok fazla sorunları yok, başka tehditler,
başka işaretler gördüklerindeki korkuları, hassasiyetleri çok daha önde. Yani
şunu söylemek istiyorum; bir tuhaf sol kimlik inşası var Türkiye’de ama bunu
böyle söyleyip bırakmak lazım. Ben de soru soracağım dedim ama Aydın’ı
geçeceğim galiba, bu hakikaten Türkiye’nin ya da Murat Belge’nin yazılarında
zaman zaman değinirdi, “Alman tipi modernizmin” Almanya’da, Japonya’da,
Türkiye’de olduğu gibi bir aristokratik kolonyalist egemene karşı bir özgürlükçü
hareketin getirdiği bir modernizm değil de tam tersine çözülmekte olan
otoriter bir devletin yeniden inşası üzerinden bürokratik sınıf eliyle kurulan
modernizm özelliği midir bu solun böyle tanımlanması, solun kendini bu tür
hassasiyetler üzerinde oluşturması yoksa daha da geriye giden kökleri vardır?
Ta, Markismize kadarda gidip hatta buradan bir Markissizm eleştiri bile
195
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
getirebilir miyiz? Çünkü benim kuşağımın Markist arkadaşlarıma baktığımda
bunların bir kısmı 12 Eylül Darbesiyle birlikte liberalleştiler, özgürlük ve birey
denen kavramı keşif ettiler, o, ağır cemaatsal örgütlerin içinden çıktılar ciddi
bir sosyalist kültür eleştirisi içinden geldikleri sosyalist kültüre dönük eleştiri
ürettiler ve bunlar tabii, o dönemin bölünmesinde bir taraftı, döneklikle de
suçlandılar vesaire, böyle insanlar çıktı. Bir kısmı da o dönemin Markistlerinin
ciddi milliyetçi oldular yani MHP gibi bir kurum içerisinde kendini ifade
ediyor olmayabilirler ama milliyetçi kavramlarla duyarlılıklarla aralarında
bir problem olmadığı anlaşıldı, çok rahatlıkla bu tür gösterilerin tabanını
oluşturabiliyorlar. Şuraya getireceğim lafı, sol, kendini özgürlükler, devlet
tipi bunlar üzerinde tanımlamadı ta Marksizme kadar. Bir ekonomik projedir
ağırlıklı olarak sol, sınıf terimleriyle konuşur, iktidar denen olgunun kendisiyle
fazla sorunu yoktur, iktidar denen olgunun burjuvaziden işçi sınıflarına devir
edilmesi öncelikli meselesidir, bunun hatta yönteminin şiddet içereceğine
dair bir meşruiyet vardır sol ideolojinin içerisinde. Dolayısıyla kendini sınıf
kavramı üzerinde tanımlayan, inşa eden, ekonomik bir gelişme vaat eden,
verimliliği kapitalizmden çok daha başarılı bir şekilde sağlayabileceği iddiasına
dayanan ideoloji bu haliyle özgürlükler sorununu aslında önemsememiştir.
Dolayısıyla bir genetik problemi vardır bana sorarsanız solun ve bugünde
bu faşist proje kendini gösteren, ne kadar başarılı olacağı bilinmeyen faşizan
gidişe karşı maalesef, sol dediğimiz kesim, kendini sol olarak niteleyen kesim
direnmeyi bir tarafa bırakalım, destekçi durumda. Buna ne diyorsunuz? Bakın,
soru sordum işte. Ama sol, sağ kavramının,
MİTHAT SANCAR : Yok, yok, tamam. Yani iyi şeyler, eğer sabrınız devam
ediyorsa pek çok şey,
KATILIMCI : Bir şey,
MİTHAT SANCAR : Yok, yok şimdi rica ediyorum bakın, soru soruldu cevap
vereceğim, yok söz vermiyorum. Efendim söz vermiyorum, söyleyeceksiniz,
bekleyin.
196
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
KATILIMCI : Sabrı..
MİTHAT SANCAR : Ama sabır da, biraz dışarıda dolaşın gelin! Yani şimdi
birkaç şey söyleyeceğim, evet, biraz dolaşın, çay için gelin. Ondan sonra şimdi
pek çok şeyi çağrıştırdı, çok önemsediğim konular olduğu için bir 15 dakikadan
fazla konuşma ihtimalim vardır, var mı sabrımız o kadar?
KATILIMCILAR : …
MİTHAT SANCAR : Yok, ara veremeyiz yani dağılır, toparlayamayız. Şimdi
bakın, bu sadece bize özgü değil, biraz ferahlatır mı bizi bilemem, ben size Carl
Smith’ten söz ettim, uzun süredir Carl Smith dünyada çeşitli çevrelerde çokça
işlenen ve ilgilenilen bir isim ve son Smithciler var. Şimdi ne âlâka diyeceksiniz
ama var, Son Smithciler, şimdi o mantığı alın, içine başka değerler koyun,
mesela ırk yerine işte, cumhuriyet koyun, ırk yerine başka bir şey koyun kullanın
ve bunlar “son” olarak “sol” diye biliniyorlar. Sadece o değil globalleşmenin
getirdiği bazı tehditler de var, ulusal sol bir parti olarak bizde kurulmadı ilk
önce, geçen seçimlerde Almanya’da kuruldu, sosyal demokratlardan kopan
Lafonten ile Doğu Almanya’yı yöneten Sed’in devamı olan PDS birleştiler, sol
parti adını koydular ve bunlar ortaya çıkar çıkmaz da adlarını “ulusal sol” dediler.
Ulusal sol politikalar onların ilk çıktıkları zamanki programlara baktığınızda
mesela, Yeşillerin liberal mülteci politikasına karşı çıkıyorlar, niye, popülist
bir yanı da var? Oy toplamak için tehdit oluşturan kesimlere karşı onlar da bir
şeyler söylüyorlar yani sağ oyları sağ kitleyi çekmek için böyle bir söylemleri
oldu. Şimdi bu genetik bir şey midir? Onu tartışabiliriz, bu modernleşme
süreciyle ilgili çok kısa bir şey söyleyeceğim, bu benim çok çalıştığım bir
konudur yani doçentlik çalışmamdır aslında, ta, işte 7-8 yıl önce yazdığım
Alman modernleşme sürecinin hukuk devletini nasıl ürettiği, nasıl yansıma
olduğunu, büyük ihtimalle birkaç ay sonra, bu yılın sonlarında o da yenilenmiş
haliyle İletişim Yayınlarından çıkacak. Evet, bir etkisi var, modernleşme
sürecine geç girmiş olmamın, ne demek istiyoruz? Batı modernleşmesi üç
temel model etrafında ele alınır, biri İngiliz modernleşme modelidir, biri
Fransız modernleşme modelidir, diğeri de Alman modelidir. En doğal gelişeni
197
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
İngiliz modelidir, büyük bir devrime de ihtiyaç kalmamıştır orada, sürekli bir
çatışma vardır, 1100-1200’lü yıllardan başlayıp işte, parlamentonun üstünlüğü
hukukun üstünlüğü gibi kavramlarla gelişen bir mücadeledir bu ve özgürlükleri
işte, liberalliği, solun da sahipleneceği bir şekilde üretebilmiştir. Bir de liberal
sol teriminden rahatsız olmamak gerekir arkadaşlar. Neden rahatsız olmamak
gerektiğini söyleyeceğim sizlere. O zamanlar zaten liberalizm solun kendisi idi
yani sol esasen liberalizm yani sınırlı devlet işte, imtiyazların tasfiyesi, eşitlik
solun daha sonra Marksizmle programlaşan yaklaşımlarının asgari talepleri
Marksizmden önce liberal hareketle zaten yaşama geçmişti yani sonuçta o, Orta
Çağ düzeninin imtiyazlarını, baskıcı yapılarını reddeden, toplumun siyasal
hayatı belirleyen bir özne olarak görülmesi gerektiğini söyleyen yaklaşımın
üzerine yükselmiştir sonrasında. Kimi ütopist olmuştur kimi işte, tırnak içinde,
bilimsel olmuştur ama sonrasını şimdi bırakıyoruz bir kenara. Neden böyle bir
yapı üretti? Fransa, yine alttan mücadelelerle ciddi bir devrimci mücadele ile
yıkabildi, modernleşme sürecinin önündeki engelleri böyle tasfiye etti. Burada
da iki kavram, İngiltere’de “Rule of Law” yani hukukun üstünlüğü, Fransa’da
“insan hakları” neyse işte insan hakları, zaten Fransızca isimleri bile telaffuz
edemezken kavramları haddimi aşarak, gülmeyin, insan hakları kavramı temel
oldu.
Almanya, bunların ikisinden de geç uluslaşmış, geç sanayileşmiş ve
modernleşmiş ülkeydi. Sorun neydi? Sanayi Devrimi İngiltere’de 1600’lerin
sonunda 1700’lerin başında, Fransa’da ondan 60-70 belki 100 yıl kadar sonra
ve Almanya’da ondan da 100 yıl sonra olabildi. Şimdi modernleşme süreci bir
yandan altta kapitalist üretim ilişkileri gelişiyor, kendi hukukunu istiyor yani
feodal yapının tasfiyesini istiyor, hukuksal güvenlik istiyor, çeşitli mekanizmalar
gerektiriyor, Max Weber’in* dediği gibi ”kapitalizm saat gibi işleyen bir hukuk
ister” görecek önünü yani eğer siz, işte büyük servetler yatırıyorsanız … bütün
bunların kalkması gerekiyordu. Fransa’da devrimle İngiltere’de parçalanmış
devrim süreciyle, yani kademeli devrim süreci oldu, Almanya’da ise kapitalizm
gelişirken buna uygun hukuk kuracak kapitalistler yoktu. Almanya’nın büyük
kaderi kapitalizmi kapitalistlersiz, demokrasiyi demokratlarsız kurmak
zorunda kalmasıydı. Türkiye de buna çok benziyor. Sorun; şimdi kapitalizmi
198
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
kuracak, kim kuracak? Altta kapitalist ilişkiler gelişiyor üstte monarşi var hatta
mutlak monarşi, bir ara buna aydınlanmış despotluk dediler. Tek yol vardı;
bürokrasi tepeden bütün hukuku düzenliyor. Toplum modernleşti, büyük bir
bürokrasi aygıtı kurdular 1700’lerin başlarından itibaren, büyük reformlar
yaptılar ama bir burjuva liberal özgürlük hareketiyle değil. Bürokrasi oturuyor,
bunların çeşitli adları var; birinci bilmem Haldınberg Reformu, ikinci bilmem
ne reformu, memur reformu, bilmem ne, bilmem ne! Alttan bir talep, bir güç
yok ama üstten düzenleniyor. Şimdi tam bu noktada dediğim gibi yani uzun
uzun anlatabilirim, lütfen eğer uzarsa uyarın beni, oraya geliyorum. Şimdi
bakın oraya geliyorum; Almanya bunu kurduğu zaman özel hukukunu
geliştirdi, kamu hukukunu bir kenara bıraktı. Kapitalizm özel hukuk istiyordu.
Kamu hukuku ve özgürlükler olmadan kapitalist bir alt yapı kurma çabaları.
Buna karşı sermaye gücü artan burjuvazi iktidardan pay istedi, olmadı ayaklandı
ve tarihindeki tek devrim girişimi bu anlamda burjuvazinin 1848’de oldu.
1848’de de korktu, parçalandı, yenildi. Neyden korktu? Çünkü artık alttan
gelen bir sınıf vardı, devrim sözü tehlikeli hale gelmişti, Marks’ın deyimiyle; o
yukarıdakiyle uğraşacağı zaman onu aşağıdan ayağından tutup çekeceğinden
korktu bir sınıf vardı. Şimdi böyle olunca Almanya 1848’de de olmadı, 1871’de
birliğini sağladı, 1914’e kadar bu şekilde gitti. Burada demokratlarda hiç
kuşkusuz devrim hareketi içinde yer alıyorlardı ama sınırlıydı. Özgürlük talebi
en fazla liberal özgürlükler için, solda çok daha radikal devlet gücünü ancak
zorla elde edebileceği bir noktaya savruldu Almanya da. Yani özgürlük kavramı
ile o liberal taleplerle çok rahat harmanlanamadı, olmadı. Otoriter bir bakış,
otoriter bir toplum düzeni toplumun bütün unsurlarını etkisi altına aldı. Bu
paradigma içinden topluma baktığınızda sol da olsanız, sağ da olanız çok
değişmiyor. Almanya’da da her zaman mesela ordunun çok belirleyici konumu
olmuştur 1945’e kadar yani savaş bitinceye kadar. 1848’de bir sloganları vardı
devrim karşıtlarının; “…” böyle uyaklı olduğunu göstermek için Almanca
söyledim, “Demokratlara karşı tek çare askerlerdir” diye. Şimdi bu 1848’de
üretilmiş bir slogandır ve bu yapı devletin ancak sınırlı açılımı, hiç parlamenter
deneyimi yok Almanya’nın, 1918’e kadar parlamenter deneyim yok, parlamento
batının çok kısıtlı bir karikatürüdür batı modelinin. Solda bu çerçeve içinde
aslında uzun süre hep iktidarı, bu otoriter zihniyet içinde senin dediğin,
199
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
iktidarda personel değişikliğine odaklandı. Yani ben bu yapı üzerine kendi
devletimi kurarım, Marks’ın çok eleştirisi vardı buna, Engels’in daha da fazlaydı
eleştirisi vardı Almanya’da. Hoş hani yekpare değildir tarihi, bizim hiç
bilemeyeceğimiz, göremeyeceğimiz kadar güçlü, belki de gördük bizim 196070 yıllarımızın 1960-80 arası yılları hatırlatan bir 1918-30 dönemi var Alman
solunun ama orada da şimdi dediğim gibi çok çok uzun girmeye gerek yok.
Benzer şey Türkiye’de de var. Devlet mistik bir güç gibidir, siyasetin eksenidir,
siyasetin merkezidir. Devlet üzerinden oynarsınız, devlet üzerinden ancak
kendinizi gerçekleştirebilirsiniz. Birde bunu Almanya’da Hegel’e varan Alman
romantizmi ile pekişen milliyetçilik ve kutsal devlet anlayışına bağladığımızda
çok daha iyi anlaşılıyor bizim siyasal zihin zeminimizin nereden beslendiği.
Şimdi Türkiye’de de benzer bir şey var, devlet eliyle modernleşme, bürokratik
aygıtların tepeden modernleşmesi. Bu çerçevede oluşan bütün siyasal akımlar
sağ ve sol, bir-iki istisna hariç hepsi devlet ekseninde siyaset zihniyeti ile
gelişmişlerdir. Güvenceler devleti işgal etmek üzerindendir, zenginlik devlet
kaynaklarını veya devlet gücünü kullanarak rant elde etmek içindir, ancak
böyle oluşturulabilir. Kim gelirse kadrolaşmıştır, kim gelirse! Hiç bana
sorarsanız AKP bunlar içinde çok abartılıyor ama ben geçenlerde ısrarla tekrar
birkaç bakanlıktaki kadrolaşma, kadro değişimlerini falan araştırdım, en sınırlı
kalanlarından birisi diyebilirsiniz. Yani çok yaptı ama Türkiye’de bunun ne
kadar yaygın olduğunu görmek için diğer dönemlerdeki kadrolaşmalara bakın.
Solda biliyorsunuz işte 1950-60 öncesini bile bırakalım 1960’dan sonra çok
ciddi bir cuntacılığa oynama söz konusudur solda da ve yine Kemalizm’in bir
tür gizli, derin besleyici kaynak olarak görüldüğü bir zihinsel yapıya sahiptir.
Bu Fransız etkilenmesi diyebileceğimiz bir yapı. Yani cumhuriyet kimliklerin
yurttaşlıkta eşitlendiği dolayısıyla kamusal alanın da bununla tanımlandığı
kimliklerin özel hayata bırakıldığı bir toplum projesi. Sol bunu kötü niyetle, iyi
niyetle her neyse devraldı, sol dediğimiz kesimin geniş bir tabanı ve tabii bir
ciddi şey daha var, anti emperyalist mücadele mitosu var, Ayşe Hür’le söyleşiyi
izleyenler iyi hatırlayacaklardır ona hiç girmeyeyim zaten, bütün bunlar solun
iki şey ekseninde hani kendini tanımlaması gibi bir darlık yarattı. Bir defa
devlet her zaman işgal edilecek ve ancak onun üzerinden projelerin hayata
geçirilebileceği çok güçlü bir odak mistik bir güç olarak kafalarda vardır,
200
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
devletin çekirdeği ordudur, orduyu ele geçirirseniz, orduyu yanınıza çekerseniz
darbe yaparsınız. Tehdit neyse ne ona karşı. Bir tek şey daha söyleyeyim ondan
sonra bitireyim. Immanuel Wallerstone’ın güzel bir devrim tasnifi var. Devrim
nedir? Dünyayı değiştiren bir şeydir ve genellikle devrim dünyayı iyi yönde
değiştiren bir şey olarak anlaşılır. Yani devrim kavramı hep böyle kalmıştır
kafalarımızda. Dünya tarihinde bana göre bu tanıma uygun iki tane devrim
vardır diyor Wallerstone; bunlar 1789 ve 1917 değildir. 1848 ve 1968’dir.
Dünya bugün bu kadar kötü ise bunlarda iktidarı personel değişikliği olarak
algılayan ve bu sınırlı kalıplar içinde siyaseti kurumsallaştıran iki devrimin
büyük günahı vardır; 1789 ve 1917. Şimdi çok provokatif bir tespittir ben
bunun ayrıntılarına girmek için söylemedim b u örneği. Yani tartışmayı buraya
çekmek için değil, ben provoke etmek için söylemiyorum sadece zihinlerde
biraz daha provokasyon olsun diye, yani burada olmasın diye söyledim. Çok
ciddiye aldığım bir tespittir, 1848 Alman devrimini kast etmiyor, 1830’dan
1848’e kadar Avrupa’nın tamamını Macaristan’dan Belçika’ya her yerde sarsan
ve alttan gelişen devrim dalgasını söylüyor. 1789’un kitleselleşmesi 1848’de
oldu. Yani özgürlük, eşitlik, dayanışma 1789’da değil esas olarak 1848’de ve o
geniş dışlanmışlar, yoksullar bunlara sahip çıktığında mümkün oldu. Çartist
hareketin, şimdi oradan sol niye bağlantılı değil görelim diye söylüyorum bu
örneği. Çartist hareket biliyorsunuz bu dönemin çok öne çıkan İngiliz İşçi
Hareketi koalisyonunun adıdır ve adları da bir şarttan geliyor, taleplerini ilan
etmişlerdi o dönemde. Çart, şart işte her neyse. Bu şarta baktığınızda 7 tane
talep vardır yanlış hatırlamıyorsam, 6 ya da 7. Hiçbirinde ücretlerle sosyal
güvenlikle ilgili bir şey yok, hepsi özgürlüklerle ilgili. Çartist Hareket
parlamentoyu bütün kesimlere açacak genel oy hakkının yaygınlaşmasını
istemiştir, basın düşünce örgütlenme özgürlüğünü istemiştir ve işçiler bunun
için ayaklanmıştır. O sefalet koşullarında bile Çartist Hareket, yani bunları
başka yerlerde talep etmediler demiyorum zaten 1848 devrimlerinden sonra
sosyal hakların temelleri de atılmıştır ama düşününki bütün o muhalif güçleri
toplayacak işçi örgütleri taleplerini demokrasi, özgürlük üzerine kuruyorlar
kendileri bununla idare ediyor. 1848 onun için gerçekten devrimcidir. Tek tek
ülkeleri değil ama bütün dünyada zihniyeti bir şekilde sarsmıştır, değiştirmiş
değildir. 1968’e girmeye bile gerek yoktur, yakın zamanda yaşadığımız
201
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
özgürlüklerin o tutucu, kasvetli dünyanın kalıplarını hem batıda hem bizde
kıran ama sonrasında iktidar olmayan, iktidar olmadan dünyayı değiştirebilen
hareketlerdir bunlar. Ve sol budur. Yani eğer biz değerleri bir yerde arayacaksak
önce 1848’e sonra 1968’e bakmalıyız diyorum. Buyurun efendim. Hanımefendi
sabrınız taştı, lütfen nutkunuzu çekin.
KATILIMCI : Efendim beni kovaladınız ama ben yine geri geldim,
MİTHAT SANCAR : Aaa estağfurullah ben sizi kovalamadım.
KATILIMCI : Sensiz yapamıyorum bak yine geri geldim şarkısını söyleyerek
geldim. Şimdi,
MİTHAT SANCAR : Şöyle gelin, yavaş yavaş, yok yok kalın orada.
KATILIMCI : Şimdi dediniz ki konuşamaya başlarken Aydın Bey’in de dediği
gibi; gülümseyin dediniz. Ben ne zaman gülümseyeceğimi bekliyordum, hiç
gülümseyemedim. Kapkara bir tablo çizdiniz, bunları zaten çoğu genel hatları
ile hepimizin bildiği şeyler idi. Günümüzde ne yapılabilir, insan esas yani
hukuk mekanizmaları ne kadar güzel olursa olsun neticede insan kalitesine
dayanıyor sorun. Bizler de insan olarak gerçekten kalitemizin çok düştüğü
kanısındayım. Şiddeti seviyoruz, çıkarcıyız, benciliz. Bizden bir şey olmaz yani
açıkça söyleyeyim.
MİTHAT SANCAR : Biz adam olmayız mı?
KATILIMCI : Adam olmayız diyemiyorum, ama adam oluruz demek için de
ne demek lazım onu bilmiyorum ve cevabını sizden bekliyorum. Yani bir şey,
somut bir şeyler söyleyin. Hiç açıkça bir şeyler, güncel bir şeyler söyleyin.
MİTHAT SANCAR : Of çok zor soru soruyorsunuz.
KATILIMCI : Çok kolay anacığım.
202
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
MİTHAT SANCAR : Çok zor bir soru gerçekten.
KATILIMCI : Ama yani gerçekten bu yaşanılan olaylar eli kulağında belki
bizde de yaşanacak. Fakat yani, ben bilemiyorum size bırakıyorum.
MİTHAT SANCAR : Valla bende ne diyeceğimi bilemiyorum, şu kadarını
belki söyleyebilirim. Türkiye 80 yılın yol ayrımındadır bu doğru. Bazıları bunu
cumhuriyetin yıkılma tehlikesi olarak algılıyor, bazıları ise artık değişimin bir
şekilde karşısında duran güçlerin de zayıflayacağı bir süreç olarak algılıyor.
Kriz zamanları her iki seçeneğe de açıktır. Türkiye derin bir krizden geçiyor,
bu iki seçenek de mümkündür. Yani ben ikisini de, şöyle diyeyim; otoriter ve
baskıcı bir yönetime dönme ihtimalini de, daha özgürlükçü, daha demokratik
bir ülke yaratma ihtimalini de eşit görüyorum. Bunu belirleyecek pek çok
faktör vardır, ama bir şeyi belki bizler kendi hayatlarımızda yerleştirirsek
farklıya düşman gözüyle bakmayı ret edersek, mesela en büyük güce karşı
koyma, itiraz etme gücünü gösterirsek bu bir erginlik olacaktır. Yani Türkiye
toplumunun demokratik rüşt aşamasına geçmesi anlamına gelecektir. Şimdi
siz haksızı, yanlışı mesela çok basit ölçütlerle diyelim şekli hukuk ölçütleriyle
ölçmeyi bırakıp başka amaçlarla meşrulaştırmaya çalışırsanız şansınız azalır.
Dileyelim buradaki her hukukçu Genel Kurmay’ın dün yaptığı çağrının ben
başkan da burada, çok açık söylüyorum kimseyi zor durumda bırakmak
istemiyorum, bütün örgütlerin, en başta hukuk örgütlerinin çok açık tavır
koyması gerekiyor. Bunu ilan etmesi gerekiyor. Hiç kimsenin tek başına
kahramanlık yapmasını dayatacak şartlar oluşturulmamalıdır. Herkes ses
çıkarırsa kimse tek başına kalma korkusu yaşamaz. Bu çok tehlikeli bir çağrıdır.
Benim en büyük korkum herhangi bir yerde bu terör ve şiddet olayları dışında
kitlesel tepki, tırnak içinde, nedeniyle aynı mahallede yaşayan bir şehirde
birlikte yaşayan insanlardan birinin ölmesidir. Bunun olması halinde ben gibi
Polyanacı olmasa bile yapısında iyimserlik olan bir insanın söyleyebileceği fazla
bir şey kalmıyor. Bu ihtimalde bende hani büyük ölçüde susar ve kaderimizin
ne olacağını beklerim derim, yani bu noktaya varmaması için. Bu noktaya
varmamamsı için her türlü düşmanlaştırıcı söyleme ve tahrik açıklamalarına
203
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
herkesi, eğer bunu istemiyorsanız, eğer kan dökülmesini istemiyorsanız, eğer
birbirimizi boğazlamak istemiyorsak kaşı çıkmak gerekiyor. Genel Kurmay’ın
böyle bir açıklama yapmaya nasıl hakkı olabilir? Terörle mücadele eksik ne
yetkisi vardır? On yıllardır hangi imkanı, hangi fiziksel, hangi hukuksal imkanı
elinden alınmıştır? Neden başkalarının ayağa kalkmasını istiyor? Ne istiyor?
Bunu sormamız gerekiyor. Bütün bunları hiç olmamış gibi sayarsak, gözümüzü
kapatırsak o zaman tehlike vardır. Cidden hakikaten hani bu kadar asık suratlı
bir insan olduğumu sanmıyorum, derslerimi izleyen arkadaşlarım bilirler
ama ben de ancak bu kadar gülümseyebiliyorum şimdi. Daha fazla iyimser
olmak, yalnız tabii bunu yaparken çok rast gele yapmadığımı da söyleyeyim,
Albert Camus’nun çok sevdiğim bir sözü vardır; “Eğer gerçekten karamsarlığı
üreten şartların dibine kadar giderseniz, orada umudu çok daha güçlü yaratma
şansınız vardır. Bazen bunu çok çıplak göstermeniz umudu ve şansı nerede
arayacağınızı daha iyi gösterebilir size” dediği için bazen tablonun ne kadar
karanlık olduğunu anlatmak da korkutmak ve moral bozmak için değildir,
umudu daha sağlam ve derin aramak içindir. Özgür söyle.
ÖZGÜR BEY : İşte bütün bu açıklamalar olayları falan da düşünürseniz,
patlamaları falan nasıl görüyorsunuz? Batsın bu dünya diyen grubun elinde
daha yapacakları olabilir mi? Böyle bir endişeniz var mı?
MİTHAT SANCAR : Kim, ordunun mu?
ÖZGÜR BEY : Evet.
MİTHAT SANCAR : Buna çok uzun cevap verebilirim aslında, hani reklama
girer diye söylemeyeyim ama bir-iki yerde de yazdım, şimdi de yazdım çıktı
bir-iki dergide. Çok uzun söylemek istemiyorum ama ben Türkiye’de daha
kötüsünün olabileceğini ihtimal dışı görmüyorum. Yani eğer kast ettiğiniz
doğrudan yönetime el koymak ise bu Türkiye’de ihtimal dışıdır diyemem.
Ama Türkiye’de 1960’dan bu yana darbelerin tipolojisi ve yapısı ve şartları
incelendiğinde şunu söyleyeyim size; 1960’da farklı işte, bir açık kesime
dayanan açık bir programı olan bir darbe söz konusuydu. Ordunun iktidara
204
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
gelebilmesi için iki önemli şey var, iktidara doğrudan el koyması için iki önemli
şart olduğunu düşünüyorum. Bunlardan biri; 1960 böyle değildi eksikti, 12
Eylül bu söyleyeceğim şartların ikisini de taşıyor: bir; toplum adına siyaset
üstü bir güç olarak hareket ettiğini göstermesi için uygun şartların varlığı, buna
1970’lerde yönetemeyen demokrasi deniyordu 3. dünya ülkeleri için.
Demokrasi tıkandığında ordu darbe yapar, tıkanıklıkları açar, çekilir gider.
Öyleydi. Latin Amerika’da da benzer örnekler var ama Türkiye’de 12 Eylül ile
Latin Amerika’da darbeler arasında bir fark vardır. Yönetemeyen demokrasi
teorisini, tezini en iyi uygulayan Türkiye Silahlı Kuvvetleri olmuştur 12
Eylül’de. Neden? Çünkü gerçekten bir kriz vardı, öyle görünüyordu,
açılamıyordu parlamenter mekanizmalar, tıkanmıştı, şiddet vardı. Hepsi bir
arada ordunun tek kurtarıcı olarak görülmesini teşvik eden şartları yaratmıştı.
Öyle de görüldü zaten. Latin Amerika’da ise yönetemeyen demokrasiden çok
kaos ve güvenlik ihtiyacı esas alındı. Şimdi orada da kaosun, kaotik bir durumun
yani yönetilemeyen toplum tezinin işlendiği bir durum söz konusuydu. Şimdi
bu durumda ordunun el koyması için birinci ihtimalde yönetemeyen
demokrasi ihtimalinde demokrasinin tıkanmış olması, gerçekten kriz yaşıyor
olması o demokratik mekanizmaların ve ordunun iktidara gelip bu sistemi
yenileyeceği bir durumun olması gerekiyor yani kapsamlı bir değişim
programına sahip olması gerekiyor. Anlatabiliyor muyum? Diğerinde ise artık
toplumdaki bölünme, çatışma ve kargaşa öyle boyutlara varmıştır ki ancak bir
diktatörlük yani otoriter bir yönetim bunu engelleyebilir, yani Hobbes tezi.
Şimdi Türkiye’ye bakalım; 12 Eylül bu ikisini içeriyordu o nedenle başarılı bir
programdır 12 Eylül kendi açısından. 28 Şubat-27 Nisan sürecinde ise bu artık
değişti. Açık kaotik bir durum yok, yönetemeyen demokrasi yok. Ne vardı 28
Şubat’ta? Tehdit oluşturan güç vardı. Bunun için yönetime doğrudan el
koymak açıklanabilecek bir tutum değildir. Başka mekanizmaları devreye
soktu. Yani benim negatif iktidar dediğim engelleme iktidarını devreye soktu.
Yönetime doğrudan el koyma biçimlendirme iktidarını kullanmak demektir,
pozitif iktidardır bu. 28 Şubat’ta münhasıran neredeyse engelleme iktidarı,
yani istemediği güçleri defetme ama sonra yönetime doğrudan el koymayı
gerektirecek kapsamlı bir program olmadığı için genel hükümetlere kendi
programının ihtiyaç duyulan noktalarını kabul ettirdi, dayattı. Kısmen
205
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
biçimlendirme iktidarını kullandı. 27 Nisan’a bakalım. Sebep ne olacak? Kriz
yok, demokratik kriz yok. Çünkü seçim kararı alınmış bir ülkede demokratik
mekanizmaların işlemediğini hiç kimse iddia edemez. Kriz varsa da bu sistemin
kendi kendine ürettiği bir kriz değildi, dışardan müdahalelerle yaratılmış bir
krizdi. Bıraksanız, sistem kendi kendine işlese hoşunuza gitsin gitmesin
cumhurbaşkanını seçecekti, zamanında gidecekti. Yani demokrasinin
yönetememesi gibi bir durum yok burada. İkincisi toplumun birbirine düştüğü
kaotik bir durum da yok. O zaman bunları yaratmak gerekiyor. Eğer kapsamlı
bir iktidar hedefiniz varsa. Bir; demokrasiyi krize sokacaksınız, iki; toplumda
kutuplaşma ve gerginliği tırmandıracaksınız. İki nedenle yönetemeyen
demokrasi ve kaos ihtimali güvenlik kaygısını ön plana çıkaracaksınız ondan
sonra tek kurtarıcı olarak siz görüleceksiniz. Ama dikkat edin; yönetemeyen
demokrasi tezi yoktur ordunun, bu sistemle bu ülke yönetilmez demiyor,
bundan daha iyi bir anayasa kendisi için olamaz. O halde şimdi bir başka tezle
ortaya çıkmak zorunda. Bu ülke demokrasiyle yönetilemez. Yönetemeyen
demokrasi değil, demokrasi ile yönetilememe. Nitekim Cumhuriyet
Mitinglerinde duyduğumuz sloganlarda, sonrasında yaygınlaşan söylem de
artık demokrasiyle yönetilemeyiz. O halde ciddi bir risk var ortada; ordu
gelirse uzun süre kalmak zorundadır. Artık bundan sonra 12 Eylül gibi işte bir
süre kalıp çekilmek söz konusu değildir. Uzun süre yönetimde kalan bütün
ordular zorla, yıpranarak ve prestij kaybederek çekilmişlerdir. Arjantin de
bunun örneğidir, Brezilya da, Şili de bunun örneğidir. Türkiye’de ordu şimdiye
kadar gücünü korumayı birde darbelerde uzun süre kalmamaya borçludur.
İkinci bir neden var, şimdi bunun bir başka yüzü var, bu tahlilin. Yani bu
durumda bu strateji oraya doğru gidiyor dışardan baktığımızda. Öyle değil
mi? Yani kriz yaratılıyor, sistem işlemez hale geliyor ve gerginlik tırmanıyor. Ve
bunu da yapan belli, yani hangi çevrelerin yaptığı açıkça görülüyor,
tırmandırmayı. Bu doğrudan el koyma stratejisinin işaretleri olabilir ama
ordunun Türkiye’de en büyük korkusu toplumun küçümsenmeyecek bir
kesimi ile doğrudan doğruya karşı karşıya gelme ihtimalidir. Şimdi eğer bu
gerginlik tırmanır ve seçim sonuçları da bir şekilde tanınmazsa artık yapılacak
darbe bir Afrika’daki darbeler gibi bir partinin, bir grubun, bir hizbin darbesi
olmak zorundadır. İşte bu Türkiye’de ordu için şimdiye kadar ortaya çıkmamış
206
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
bir durumu işaret eder. Bana sorarsanız yeniden toplumu bir bütün olarak
arkasına alma manevrası gibi okuyabileceğimiz son bildiride de bu yönde bir
adım vardır ama ben tekrar söyleyeyim; Türkiye’de şu anda tabii en tehlikeli
durum yaşanıyor, terör eylemeleri maalesef canımızı yakıyor, bu ortamın
beslenmesine katkı sunuyor. Öte yandan ordunun da bu iki uçtan doğrudan
yönetime gelme hazırlıkları sürüyor ama eğer işler biraz daha ileri noktaya
gelirse sadece terör bahane edilerek, güvenlik bahane edilerek rahatsız
kesimlerin susturulabileceğini sanmıyorum. Çünkü Türkiye’de herkesin
aklında, karnında yer alıp da açıkça sormadığı sorular var. Bu yöntemlerle eğer
bitecek idiyse 24 yıldır, 23 yıldır niye bitmiyor? Niye? Yani ne gerekiyor, bir
ordunun daha fazla ne yapması gerekiyor? Şimdi dolayısıyla ancak biz
kurtarabiliriz söylemi de boşlukta kalabilir, terörle mücadele konusunda
kendine biçtiği misyon ve başarı sorunu da tartışılabilir. Bunlar tartışmaya
açıldığında ayrıca tabii seçim sonuçlarına karşı eğer bir hamle olursa toplumun
belli bir kesimi doğrudan karşıya alma ihtimali de yükselir ve bana göre bütün
hazırlıklar doğrudan yönetime el koyma yönünde işlemesine rağmen, öyle
görünmesine rağmen tarihinde hiç karşılaşmadığı bir başarısızlık riskiyle karşı
karşıyadır darbenin. Bir darbe girişiminin başarısızlık riskiyle karşı karşıya
olduğu dönemdir. Ben bu süreçte % 50-% 50 şansla iki yöne savrulma ihtimali
olduğunu söyledim. Eğer darbe olursa bu Türkiye için artık 12 Eylül gibi de
olmayacak, Latin Amerika ülkeleri gibi olacak tahminim. Çünkü hadi kuralım
yeniden demokrasiyi, çekilelim. Ne yapacaklar yani? 82 Anayasasından başka
ne yapacaklar? Yani ne olacak? Neyi yapacaklar? Tehlike diyelim İslami tehlike,
şeriat tehlikesi. Ne yapacaksınız? On binlerce, yüz binlerce insanı hapishanelere
mi koyacaksınız, öldürecek misiniz? Kürtler tehlike, demokratlar tehlike,
özgürlük diyen herkes tehlike, hepimiz tehlike. Yani sizleri bilmem ben tehlike
yani şimdi artık ben çok konuştuğum için tabii orada konuşanlar da var
kendileri bilirler. Hepsi tehlike! Ne yapacaklar bunları? Ne yapacaklar? Nasıl
terbiye edecekler bu toplumu? Bu durumda ben ikinci ihtimalin gerçekten
şartlar çok zor olduğu için, ikinci ihtimalin gelişmesini daha yüksek bir durum
olarak görüyorum o da bütün bunlara rağmen bunlar tutmazsa bu son yüksek
manevralar, sonrası pek yok, o kadar tırmandırırsanız bir tek nokta kalıyor, ona
ulaşmazsanız geri çekilmek zorundasınız. Veya tepetaklak düşersiniz. Benim
207
Ankara Barosu Felsefe Kulübü - Konferanslar Dizisi - II
tahminim seçimlerden sonra ordunun şimdiki mevcut durumundan aşağıya
düşmemek için yeni uzlaşma manevralarına meyil edeceğidir. Aksi takdirde sistem
içinde ordunun gücü daha ciddi bir şekilde azaltılabilir, böyle bir demokratik
yeniden düzenleme ihtimali yüksektir. Düşük değildir en azından. Buyurun
efendim. Bu son sorudur.
KATILIMCI : … dayanarak soruyorum. Dostlara adil davranılır, düşmana kanun
uygulanır. Ben dost muyum, düşman mıyım onu tespit etmek istiyorum.
MİTHAT SANCAR : Konuşun bakalım önce. Yüzünüze bakarak anlayamam ki.
KATILIMCI : Şimdi ben aile danışmanıyım, yıllardır Türk aile sistemini
inceliyorum ve bir kitap yazıyorum ölmeden önce.
MİTHAT SANCAR : Ne? Ölmeden önce mi?
KATILIMCI : Yani şaka bir tarafa. Hukuk beni dost mu düşman mı tespit edecek
onu demek istiyorum. Şimdi bir bölümünde Türk erkeğinin şu, şu, şu sorunları var,
Türk kadınının şu sorunları var, işte Türk aile sistemi şurada aksıyor gibi psikolojik,
sosyolojik ve tıbbi açılımlar getiriyorum. Şimdi burada Türk sözcüğünü kullanmış
olmam doğal olarak ülkemi inceliyorum, yani başka erkekleri veya başka kadınları
incelemeyeceğime göre Türk unvanı kullanıyorum. Şimdi Türk Ceza Yasasının
216. maddesine göre ben halkı kendime düşmanlığa mı sevk ederim? Yoksa bu
benim fikir özgürlüğü kavramım içinde midir?
MİTHAT SANCAR : Yok. Niye böyle bir soru sordunuz hiç gerek yok. Siz sadece
Türk erkeği dediğinizde karşınızda bir düşman ve ona karşı tahrik yaptığınız bir şey
yok yani ama bütün kadınlar erkekleri öldürsün derse olur, derseniz olur korkarız
ama yani şimdi onu derseniz 216’yı düşünebiliriz ama bu haliyle bir şey yok.
KATILIMCI : Tamam en önemli kısım buydu çok teşekkür ederim.
MİTHAT SANCAR : Evet teşekkür ediyoruz.
SŞ
208
Download