PINAR OGAN SOSYOLOJİ ANABİLİM DALI SOSYOLOJİ BİLİM DALI T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ YÜKSEK LİSANS TEZİ BERLİN’DE YAŞAYAN ÜÇÜNCÜ KUŞAK TÜRKLERİN TÜRKİYE İLE BAĞLARI VE KÜLTÜREL AKTARIM SÜREÇLERİ PINAR OGAN NİSAN 2015 SOSYOLOJİ ANABİLİM DALI SOSYOLOJİ BİLİM DALI NİSAN 2015 BERLİN’DE YAŞAYAN ÜÇÜNCÜ KUŞAK TÜRKLERİN TÜRKİYE İLE BAĞLARI VE KÜLTÜREL AKTARIM SÜREÇLERİ Pınar OGAN YÜKSEK LİSANS TEZİ SOSYOLOJİ ANABİLİM DALI SOSYOLOJİ BİLİM DALI GAZİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ NİSAN 2015 iv BERLİN’DE YAŞAYAN ÜÇÜNCÜ KUŞAK TÜRKLERİN TÜRKİYE İLE BAĞLARI VE KÜLTÜREL AKTARIM SÜREÇLERİ (Yüksek Lisans Tezi) Pınar OGAN GAZİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ Nisan 2015 ÖZET Söylem anlamı inşa eden ve bu yolla toplumların mevcut semboller ve anlamlar arasında bağ kurmalarını sağlayan bir yapıdır. Toplumlar, olaylar, konular, olgular üzerine nasıl düşüneceklerini söylem üzerinden kazanırlar. Sosyal yapılar toplumu etkileyecek güce sahip olmak ve bu gücü sürdürebilmek amacıyla, medya organları gibi söylem oluşturacak ve değiştirecek araçlara ihtiyaç duyarlar. Bir toplumda göç ve göçmen algısı tarihlere göre değişim göstermektedir. Toplumdaki ve medyadaki söylem değişikliklerinin neden olduğu bu değişim ile o toplumda yaşayan göçmenlerin de yaşam pratikleri değişmektedir. Göç ettiği toplumda kabul gören ve görmeyen göçmen yapıları farklıdır. Toplum tarafından kabul görmeyen göçmenin sahip olmak istediği aidiyet duygusunun kendini ülkesi ile kurduğu ve sürdürdüğü ulusötesici pratiklerle göstermektedir. Bu çalışmanın konusunu medyanın söylem değişikliği yoluyla göçmen algısını yönlendirmesi ve içinde yaşadığı toplumda sosyal dışlanma yaşayan göçmenlerin bu yönlendirme doğrultusunda öz kültürleri ile kurdukları sosyal bağlar oluşturmaktadır. Ayrıca yaşadığı toplumda doğrudan ya da dolayı olarak ötekileştirilen göçmenlerin kendilerine nasıl sosyal bağlar kurduklarının öğrenilmesi hedeflenmektedir. Elde edilen veriler ile daha sonra yapılacak araştırmalara veri tabanı sağlamak amaçlanmıştır. Bilim Kodu Anahtar Kelimeler Sayfa Adedi Tez Danışmanı : 1138 : Göç, Almanya’ya Göç, Ulusötesicilik, Medya, Ayrımcılık : 120 : Doç. Dr. Erdal AKSOY v RELATIONS OF THE THIRD GENERATION TURKS IN BERLIN WITH TURKEY AND THEIR CULTURAL TRANSMISSION PROCESS (M. Sc. Thesis) Pınar OGAN GAZI UNIVERSITY INSTITUTE OF SOCIAL SCIENCES April 2015 ABSTRACT Discourse is a structure which constructs the meaning and – by this way- bonds the existing symbols and meanings. Societies learn how to think about events, topics and facts by discourse. Societal structures need instruments such as media which can produce and change discourse in order to have and sustain the power to affect the society. Perception of migrant and migration in a society changes time to time. This change which is caused by discourse change in society and media also alters the daily life of the migrants. The migrants which are accepted in the society and the migrants which are not accepted differ. It is observed that the belonging emotion of the migrant which is not accepted in a society occurs with his/her relation with his/her homeland and transnational pratices. This thesis studies the media’s orientation of the perception of migrants by discourse change and –in the line of this orientation- the relations of the migrants which are not accepted in the society with their homelands. In addition to that, this research aims to learn which social bondings are used by the (directly or indirectly) discriminated migrants to bond themselves to their homelands. A database for future researches will be formed by the collected data in this research. Science Code : 1138 Key Words : Migration, Immigration towards Germany, Transnationalism, Media, Discrimination Page Number : 120 Supervisor : Assoc. Prof. Erdal AKSOY vi TEŞEKKÜR Bu çalışmada bana değerli fikirleriyle yol gösteren, yeni bakış açıları kazandıran, kütüphanesini benimle paylaşan, verdiği emekleri asla bir teşekkürle ödeyemeyeceğim tez danışmanım sayın hocam Doç. Dr. Erdal AKSOY’a, akademik çalışma hayatıma başlamamda çok büyük emeğe sahip olan, yurtdışında saha araştırması yapma konusunda beni teşvik eden ve değişim programına dahil olmamı sağlayan hocam sayın Prof. Dr. Hayati BEŞİRLİ’ye, eğitimim sırasında değerli bilgileriyle vizyonumu geliştiren sosyoloji bölümündeki değerli hocalarıma ve tecrübelerinden istifade ettiğim, Berlin’de yaşayan ve bana bu araştırmada yardımı dokunan herkese teşekkürü bir borç bilirim. Gerek bu araştırma sırasında gerekse bütün eğitim hayatım boyunca her zaman yanımda olan annem Asiye OGAN’a, babam Cevat OGAN’a ve kardeşim Pelin OGAN’a ayrıca hayatımın her alanında beni destekleyen hayat arkadaşım Melih ŞENGÖLGE’ye teşekkür ederim. vii İÇİNDEKİLER Sayfa ÖZET ...................................................................................................................... iv ABSTRACT ............................................................................................................. v TEŞEKKÜR ............................................................................................................ vi İÇİNDEKİLER ........................................................................................................ vii ÇİZELGELERİN LİSTESİ ....................................................................................... xi RESİMLERİN LİSTESİ .......................................................................................... xii GİRİŞ.......................................................................................................................1 1. BÖLÜM ARAŞTIRMANIN ALANI VE KAPSAMI VE YÖNTEMİ 1.1. Araştırmanın Alanı Ve Kapsamı .......................................................................3 1.2. Araştırmanın Amacı .........................................................................................4 1.3. Araştırmanın Önemi ........................................................................................4 1.4. Araştırmanın Varsayımları ................................................................................5 1.5. Araştırmanın Sınırlılıkları ..................................................................................6 1.6. Araştırmanın Yöntemi .......................................................................................6 1.6.1. Araştırmanın veri toplama tekniği ..............................................................7 1.6.2. Evren ve örneklem seçimi .........................................................................8 1.6.3. Verilerin çözümü ve yorumlanması ...........................................................8 2. BÖLÜM KAVRAM VE KURAMSAL ÇERÇEVE 2.1. Göç Kavramı...................................................................................................11 2.1.1. Göçün tarihi ve çeşitleri ...........................................................................12 2.1.2 Göç teorileri ..............................................................................................18 viii Sayfa 2.1.2.1. İtme-çekme kuramı ..........................................................................18 2.1.2.2. Dünya sistemleri kuramı ...................................................................19 2.1.2.3. İlişkiler ağı (Network) kuramı ............................................................20 2.1.2.4. Göç sistemleri kuramı ......................................................................22 2.2. Ulusötesicilik ...................................................................................................23 2.2.1. Ulusötesicilik kuramı................................................................................25 2.2.1.1. Tepkisel ulusötesicilik kuramı ...........................................................32 2.3. Ötekileştirme...................................................................................................37 2.4. Entegrasyon ...................................................................................................38 2.5. İslamofobi (İslam Korkusu) .............................................................................41 3. BÖLÜM 1945 SONRASI GELİŞMİŞ ÜLKELERE GÖÇ 3.1. Avrupa’ya İşgücü Göçü ..................................................................................43 3.2. Yabancı ve Misafir İşçiler ................................................................................45 3.3. Yeniden Yapılanma Süreci Ve Göçler ............................................................46 4. BÖLÜM TÜRK DIŞ GÖÇÜ 4.1. Türklerin Almanya’ya Göçünü Hazırlayan Nedenler .......................................49 4.1.1. II. Dünya Savaşı ve sonrasında Almanya iç durumu ...............................49 4.1.2. II. Dünya Savaşı ve sonrası Türkiye’nin iç durumu..................................50 4.2. Türk Dış Göçünün Özellikleri ..........................................................................52 4.3. Almanya’ya Türk Göçünün Aşamaları ............................................................54 4.3.1. 1960’lı yıllar .............................................................................................54 4.3.2. 1970’li yıllar .............................................................................................57 ix Sayfa 4.3.3. 1980’li yıllar .............................................................................................60 4.3.4. 1990lı yıllardan günümüze ......................................................................62 5. BÖLÜM ALGI 5.1. Almanya’da Türk Göçmen Algısı ....................................................................65 5.1.1. Almanya’daki Türk göçmen algısının yıllara göre değişimi ......................65 5.1.2. Almanya’daki “Öteki” Türkler ...................................................................68 5.1.3. Almanya’daki Türkler ve İslamofobi .........................................................70 5.1.4. Uyum ve dil..............................................................................................72 5.1.5. Alman medyasında Türk söylemi ............................................................75 6. BÖLÜM ÇALIŞMANIN BULGULARI 6.1. Demografik Özellikler .....................................................................................78 6.2. Türkçe-Almanca Dil Eğitimi ............................................................................78 6.2.1. Anaokulu (Kindergarten) eğitimi ..............................................................79 6.2.2. Eğitim, Türk dili ve aile ............................................................................80 6.3. Ötekileşim ve Özdeşleşim, Ulusötesici Davranışlar ........................................83 6.3.2. Tepkisel ulusötesici davranışlar ..........................................................89 6.3.2.1. Arkadaş seçimi .................................................................................90 6.3.2.2. Spor takımı .......................................................................................91 6.3.2.3. Medya takibi .....................................................................................92 6.3.2.5. Vatandaşlık alma ve pasaport ..........................................................93 6.3.2.6. Eş seçimi ..........................................................................................95 6.3.3. Ayrımcılık ................................................................................................96 x Sayfa 6.3.4. Aidiyet Bilinci ...........................................................................................98 SONUÇ ...............................................................................................................101 KAYNAKÇA .........................................................................................................111 EKLER.................................................................................................................117 EK-1. Berlin’de Yaşayan Üçüncü Kuşak Türklerin Türkiye İle Bağları ve Kültürel Aktarım Süreçleri .........................................................................118 ÖZGEÇMİŞ .........................................................................................................120 xi ÇİZELGELERİN LİSTESİ Çizelge Sayfa Çizelge 3.1. Federal Almanya’ya iltica talebinde bulunan Türklerin yıllara göre dağılımı ve öteki ilticacılara oranı ..................................................... 45 xii RESİMLERİN LİSTESİ Resim Sayfa Resim 5.1. Duvar yazıları “Türken Rauss”............................................................ 67 Resim 5.2. Misafir işçilerin için gerekli görülen yerlere işçinin ana dilinde uyarı yazıları ................................................................................................ 73 Resim 7.1. Berlin sokaklarına asılan ilanlar “vermisst” (1) ...................................103 Resim 7.2. Berlin sokaklarına asılan ilanlar “vermisst” (2) .................................. 104 Resim 7.3. Berlin sokaklarına asılan ilanlar “vermisst” (3) .................................. 104 1 GİRİŞ 2. Dünya Savaşı’nın ardından başlayan ve dönemsel olarak devam eden kitlesel göç ve göçmen sayısındaki artış, içlerinde barındırdıkları ulusal azınlıklara rağmen etnik kimlik, dil, din, kültür ve siyasi tecrübe gibi bağlayıcı faktörlerle görece homojen ulus-devlet görünümündeki bir çok Avrupa ülkesinin zamanla kültürel ve etnik olarak heterojen bir yapıya bürünmesine neden olmuştur. Göçler yoluyla oluşan bu heterojen yapı günümüzde ülkelerin içinde bulunduğu ekonomik koşullarla birlikte değişime uğramıştır. Toplumsal yapının değişiminin sacayağını oluşturan medya söylem ilişkisi, toplumun ülkedeki göçmen algısını da değiştirmektedir. Ülkedeki ekonomik problemlerin nedeni olarak görülen ve gösterilen göçmenler ise bir topluma ait olma hissini kendi ülkeleri ile kurdukları bağlarla yaşamaktadır. Zamanla göç olgusunun ticarileşmesi, göç alan ve veren ülkenin göçmeni metalaştırması ve Almanya’ya göçün öngörüden uzak değerlendirilmiş olması günümüzdeki sosyal problemlerin kaynağını oluşturmuştur. “geri dönmek” üzere gidilen ülkenin dilinin ve dininin farklı oluşu ve yalnız misafir işçilere verilen şehrin belirli yerlerindeki yurtlar ister istemez ilk zamanlar Türklerin bir arada yaşamasını, kendi aralarında Türkçe konuşmasını beraberinde getirmiştir. Ancak günümüzün üçüncü ve dördüncü kuşağını oluşturan Almanya’daki Türkler ne geri dönmeyi planlayan misafir işçilerdir ne dil problemi yaşayan göçmenlerdir ne de eskiden olduğu gibi devlet tarafından belirlenen semtlerde bir arada yaşamak durumundadır. Türkler arasındaki dini ve kültürel ritüeller kuşaktan kuşağa aktarılarak devam etmektedir. Bu aktarımın sürdürülmesinde güçlü bir Türk kültürel kimliğinin varlığının yanı sıra Almanya’daki göçmen algısının, Türk göçmen algısının, Türk Müslüman göçmen algısının Türkleri içermesi ya da ötekileştirerek dışarıda bırakmasının katkısı büyüktür. 2 3 1. BÖLÜM ARAŞTIRMANIN ALANI VE KAPSAMI VE YÖNTEMİ 1.1. Araştırmanın Alanı Ve Kapsamı İkinci Dünya Savaşı sonrasında yenilen Almanya; Alman Demokratik Cumhuriyeti (Doğu Almanya) ve Almanya Federal Cumhuriyeti (Batı Almanya) olarak ikiye bölünmüştür. Savaşın batılı müttefikleri tarafından kontrol edilen Batı Almanya, savaş sonrasında yeniden yapılanmaya hız vermiştir. Savaştan, savaş borçlarıyla yenik ayrılan Batı Almanya yeniden yapılanmak ve güçlenebilmek için ucuz iş gücüyle çalışacak işçilere ihtiyaç duymuş ve bunu için anlaşmalar yoluyla dünyanın dört bir yanından ucuz iş gücüyle çalışacak işçi talebinde bulunmaya başlamıştır. Almanya’nın dünyanın en büyük sanayi ülkelerinden biri olmasında; Yugoslavya, İtalya ve Türkiye’den geçici işçi statüsünde çalışmaya giden göçmenlerin rolü büyüktür. Misafir işçi statüsünde Almanya’ya çalışmaya giden Türkler, Türkiye’ye dönmeyerek, kuşaklardır Almanya’da yaşamaya devam etmişlerdir. Günümüzde Almanya’daki Türk nüfusu, Alman vatandaşlığına geçmiş Türk kökenlilerle birlikte yaklaşık olarak üç milyondur. Bu araştırmada, günümüzde üçüncü kuşağı oluşturan Almanya’da yaşayan Türklerin, Alman toplumuyla uyumlaşma süreçleri, yaşadıkları “öteki” algısı, bunların sonucunda Türkiye ile arttırdıkları ulusötesi bağlar derinlemesine incelenmiştir. Öteki algısının Alman toplumunda oluşmasını sağlayan faktörler ve bu oluşumda medya etkisi incelenmiştir. Araştırmada Almanya’da yaşayan, çalışan ve okuyan üçüncü kuşak Türklerin günlük hayatta karşılaştığı doğrudan ve dolaylı ayrımcı deneyimler, toplumda ötekileştirilen göçmen Türklerin ulusötesici patrikler yoluyla Türkiye ile ilişkileri, medyadaki “öteki” göçmen algısı, Müslüman algısı ve bu oluşan “öteki” algısı karşısında Türklerin tepkisel olarak Türk medyası, sivil toplum örgütleri ve dernekler yoluyla Türkiye ile ilişkilerini geliştirme şekilleri ve kültürel aktarım süreçleri incelenmiştir. 4 1.2. Araştırmanın Amacı Almanya’da yaşayan Almanların Üçüncü Kuşak Türklere yaklaşımı araştırmasının nedeni İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’nın ucuz iş gücüne olan ihtiyacı sonrasında ucuz iş gücüne sahip ülkelerden biri olan Türkiye’den işçi talebinde bulunması sonucu Almanya’ya geçici işçi statüsünde giden ve zamanla Almanya’ya yerleşen Türklerin sahip oldukları farklı kültürel değerler karşısında Almanlar ile olan sosyal ilişkilerinin günümüzdeki durumuna ışık tutmaktır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında küreselleşmenin bir yandan ulus devlet sınırlarının kaldırılmasını savunurken bir yandan da kültürel ve etnik sınırları belirginleştiren özelliği göç konusunun ulusötesi kavramlarla araştırılmasına neden olmuştur. Teknolojinin gelişmesi, kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması ile ulusötesi ilişkilerin gelişmesi daha kolaylaşmıştır. Göçmenler, göç ettikleri toplum tarafından yeteri kadar tanınmadığı için önce “tehlike” olarak daha sonra ise “öteki” olarak kabul edilmektedir. Göçmenlerin göç ettikleri toplum tarafından yeterince tanınmamalarının arkasında göçmen kabul eden ülkenin içinde bulunduğu ekonomik durum ve buna bağlı “söylem” vardır. Araştırma, Almanya’da yaşamakta olan üçüncü kuşak Türklerin, Alman toplumu tarafından nasıl algılandığı, bu algıyı oluşturan ve değiştiren etmenler ile Türklerin bu algıya, nasıl bağlar kurarak cevap verdiklerini açıklamayı amaçlamaktadır. 1.3. Araştırmanın Önemi Araştırma, 1961’den itibaren şu anda Almanya’da yaşamakta olan ve günümüzün üçüncü kuşağını oluşturan Türklerin sosyoekonomik durumları, yaşam deneyimleri, dil ve entegrasyon konusuna yaklaşımları, bu yaklaşımın oluşmasına neden olan faktörlerden en önemlisi “Alman medyasındaki Türkler”, Almanya’nın Türk göçmene yaklaşımındaki değişiklikler ve günümüzün üçüncü kuşağını oluşturan Türklerin tüm bu algı ve söylem değişikliklerine verdikleri tepkilerin araştırılması bakımından önemlidir. 5 Araştırma 20-30 yaşları arasındaki gençleri kapsamaktadır. Günümüzde Almanya’da tüm göçmenlerin Almanca bilmediklerinden dolayı entegrasyonu gerçekleştiremedikleri algısı hakimdir. Araştırmada 20-30 yaş aralığına sahip, üç kuşaktır Almanya’da yaşayan Türklerin Almanca ve uyum (entegrasyon) konusundaki düşüncelerinin alınması, özellikle son yıllardaki Türk göçmenlerin Alman medyasındaki durumu Türk göçmenlerin ağzından nedenleri ile araştırılması açısından önemli olan bu araştırma, aynı zamanda sosyal çevresinde (arkadaş çevresi, okul vs) ve Alman medyasında kendi kültürünü olduğundan “farklı” gören Almanya’da yaşayan Türkler ’in, her bireyin olduğu gibi yaşadığı toplumun bir parçası olma ihtiyacı ve bu ihtiyacı karşılamak için Türkiye ile kurdukları sosyal bağları da açıklamaktadır. Almanya’daki Türkler konusu literatürde oldukça fazla incelenmiş bir yapıya sahiptir ancak bu araştırma özellikle günümüze ışık tutması açısından gelecek araştırmalara kaynak oluşturması bakımından önemlidir. 1.4. Araştırmanın Varsayımları Entegrasyon kelimesinin kesin bir açıklaması, tanımı olmadığından ülkenin ekonomik durumuna bağlı olarak, Türk göçmenlere entegrasyon söylemi istenilen şekilde benimsetilmektedir. Alman medyasında, kendini “Alman toplumuna entegre olamamış” olarak gören üçüncü kuşak Türkler, medyanın bilinçli bir yönlendirme aracı olarak kullanıldığının farkındadır. Türk göçmenler Alman toplumunda tam anlamıyla benimsenmemişlerdir. Toplumun her alanında “onlar” ve “biz” algısı devam etmektedir. Dolayısıyla bulunduğu toplum tarafından sahiplenilmeyen, hatta üzerinden siyaset yürütülen Türk göçmenler aidiyet sorunu yaşamaktadır. Aidiyet sorunu yaşayan Türkler, Türk medya, kitle iletişim araçları, dernekler, sivil toplum örgütleri vasıtasıyla ilişkiler kurarak kendilerini Türkiye’ye yakın hissetmek adına bağlar oluşturmaktadırlar. Türk kültür yapısında var olan davranışlar üçüncü kuşak Almanya’da yaşayan Türkler tarafından sürdürülmektedir. 6 1.5. Araştırmanın Sınırlılıkları - Araştırma Almanya’da yapıldığından ve araştırmacının daha önceden Almanya ile hiçbir bağının olmamasından dolayı çevreyi tanımak ve örneklem bulmak zaman gerektirmektedir. - Araştırmacı Berlin eyalet yasalarına göre, oturma izni almadan ikamet ettiği yere internet bağlatamamıştır. Araştırmacının oturma izni alması ile internet erişiminin kolaylaşması, süreci uzatmıştır. - Kaynak erişimi konusunda Berlin’deki kütüphanelerde Almanca ve İngilizce kaynak mümkündür, araştırma Türkçe yapıldığından Almanca ve İngilizce kaynakları Türkçeye çevirmek zaman almıştır. - Göçmenlerin ulusötesici davranışları ve kuramlarının da yeni oluşması araştırma sırasında birinci el kaynaklara ulaşılmasını zorlaştırmıştır. - Araştırma yapılırken atıfta bulunulan bazı makalelere yalnız üniversite hocalarının erişimi bulunduğundan dolayı o makalelere ulaşmak zaman almıştır. - Araştırma, Almanya’da yapılacak bir yıllık bir çalışma olduğundan, araştırmacının oturma izni vs almasını gerekli kılmıştır, yasal işlemler araştırmanın 2-3 aylık ilerleme seyrini yavaşlatmıştır. - Araştırma, nitel bir araştırmadır. Bu durum daha büyük bir örneklem grubuna ulaşılmasını, daha geniş bir alanda genelleme yapılmasını sınırlandırmıştır. Sınırlı sayıda örnekleme ulaşılması, verilerin hem daha derinlemesine ve güvenilir olmasını getirmekte hem de sınırlandırmaktadır. 1.6. Araştırmanın Yöntemi Araştırmada mevcut bilgi ile veri tabanını genişletme amaçlandığından temel araştırma özelliği taşımaktadır. Kuramsal çerçevenin oluşmasında ve elde edilen verilerin yorumlanmasında araştırmanın tanımlayıcı ve betimleyici özelliğinden yararlanılmıştır. 7 Almanya’da yaşayan üçüncü kuşak Türklerin entegrasyon algısı ve Alman toplumunda medya aracılığıyla oluşturulmuş olan entegrasyon algısı açıklanmıştır. Bu suni algının üçüncü kuşak Türklerde hissettirdiği “öteki” ve “farklı” algısı incelenmiş mevcut öteki algısına tepki olarak Türkler tarafından geliştirilen tepkisel ulusötesici bağlar tanımlanarak ortaya konulmuştur. Bu anlamda araştırma yeni bilgilerin ortaya konulduğu nitel bir çalışma özelliği taşımaktadır. 1.6.1. Araştırmanın veri toplama tekniği Araştırmada nitel veri toplama tekniği kullanılmaktadır. Araştırmanın kuramsal çerçevesini oluşturmak amacıyla görüşme tekniklerinden yarı yapılandırılmış mülakat soruları sorulmuştur. Derinlemesine yapılan görüşmelerde (mülakatlarda) yarı yapılandırılmış soruların sorulmasının nedeni görüşmecilerin mülakatlar sırasında kendini rahat hissetmelerini sağlamak ve zaman kazanmaktır. Mülakatlar daha çok sohbet şeklinde gerçekleşmiştir. Görüşmeciler araştırmada isimlerinin kullanılmasını istememişlerdir. Bu yüzden görüşmecilerin isim ve soyadları araştırmada kısaltılmış şekilde verilmektedir. Araştırmada tam yapılandırılmış sorular sorulmamasının nedeni, mülakatlar sırasında görüşmecilerin yaşam deneyimlerinden de faydalanılacağından, araştırmacının mülakatlar sırasında aklına gelmeyen noktalara da değinebilmesi veya bazı sorulması planlanan sorulardan vazgeçilmesidir. Araştırmacı, mülakat öncesinde görüşmecilere kimliğini, amacını ve araştırmanın hangi kuruma verileceğini açıklamıştır. Amaç görüşmeciler, yaşam deneyimlerini aktarırken kendilerini güven ortamı içerisinde hissetmelerini sağlamaktır. Mülakatların yapılacağı yer araştırmacı tarafından görüşmecilere bırakılmıştır. Bu durumda görüşmecilerin kendini rahat bir ortamda hissetmelerini sağlamak içindir. Araştırmacı mülakatlar dışında Berlin’de yaşayan çeşitli meslek gruplarına mensup Türklerle görüşmüş, büyükelçilik tarafından verilen seminer dersine ve toplantılara katılmış, gezi notları tutmuştur. 8 1.6.2. Evren ve örneklem seçimi Araştırmada çalışmanın konusu, konunun bazı sınırlılıkları ve sahanın özelliklerinden dolayı araştırmanın evreni Almanya’nın Berlin şehrinde yaşayan üçüncü kuşak Türkler olarak belirlenmiştir. Araştırma, nitel bir araştırma olduğundan, örneklem kartopu örneklem olarak seçilmiştir. Seçilen kartopu örneklem evreni temsil ettiği düşünülen hedef kitle oluşturulmuştur. Araştırmacı, 2011-2012 yılları arasında Almanya’nın Berlin şehrinde bulunmuştur. Araştırmacının Almanya ve Berlin ile daha önce bir bağlantısı bulunmamaktadır. Araştırmacı, ulaşılan bir kişi ve bu kişinin yönlendirmesi ile diğer görüşmecilere ulaşabilmiştir. Örneklemde yer alan ve ilk irtibata geçilen kaynak kişi, tezin amacına uygun olduğundan amaçsal örnekleme göre belirlenmiştir. Kaynak kişinin arkadaş çevresinden araştırmanın amacına uygun kişilere ulaşmak planlanmıştır. Dolayısıyla kullanılan örneklem türü kartopu örneklem türüdür. Katılımcılar ile derinlemesine görüşmeler (mülakat) yapılarak üçüncü kuşak Almanya’da yaşayan Türklerin entegrasyon algısı, Alman medyasındaki Türk göçmen algısı araştırılarak, Türkler tarafından oluşturulan sosyal bağların mevcut göçmen algısı ile ilişkisi açıklanacaktır. Araştırmacı örnekleminde mümkün olduğunca çok kişi ile görüşmeyi planlamaktadır. Ancak minimum görüşmeci sayısı 20 olarak düşünülmüştür. Araştırmaya katılacak görüşmecilerin yaşı, cinsiyeti ve eğitim durumları bir değişken değildir. Elde edilecek verilerin sonuçlarını değiştirmeyeceği düşüncesiyle görüşmecilerin yaşına, cinsiyetlerine ve eğitim durumlarına dikkat edilmemiştir. Burada önemli olan kıstas üç kuşaktır Almanya’da yaşamakta olmalarıdır. 1.6.3. Verilerin çözümü ve yorumlanması Mülakat tekniği ile düzenli hale getirilen veriler görüşmecinin üslubuna sadık kalınarak olduğu gibi aktarılmıştır. Cümle düşüklükleri, mülakat sırasında 9 kullandıkları isimler, verdikleri tepkiler değiştirme yapılmadan verilmiştir. Görüşmecilerin mülakat sorularına verdikleri cevaplarda kullandıkları cümlelerin değiştirilerek düzenlenmesi verilerin doğal akışını bozabileceği düşüncesi ile cevaplar birinci ağızdan ve değiştirilmeden aktarılmıştır. Derinlemesine görüşme tekniğine (mülakat) ek olarak kişisel notlar, çıkarım notları, gezi notları sistemli hale getirilip araştırmanın verilerinin oluşturulması sağlanmaktadır. 10 11 2. BÖLÜM KAVRAM VE KURAMSAL ÇERÇEVE 2.1. Göç Kavramı Toplumlar yüzyıllardır göç olgusu ile karşı karşıyadır. Doğadaki bütün canlılar gibi insanlar da göç etme eğilimindedir. Göç; basitçe insanların da daha iyi şartlarda yaşamlarını sürdürebilmek amacıyla gerçekleştirdikleri yer değiştirme hareketi olarak kabul edilir. Ancak günümüzde göçün tanımını yapabilmek için küreselleşme, kültür, entegrasyon, kimlik, ulusötesi ilişkiler gibi bir çok kavramı bilmek gerekmektedir. Göç alan ve veren toplumun demografisinde, ekonomisinde, kültüründe ve siyasetinde kısacası her alanında bıraktığı etki nedeniyle sosyolojinin araştırma konularından birini göç oluşturmaktadır. Göç; genellikle insanların hayatlarının tümünü ya da bir bölümünü geçirmek için bir yerden başka bir yere coğrafik olarak yer değiştirmesi anlamına gelmektedir. Literatürde göçü açıklamakta kullanılan tek bir tanım yoktur, göçü açıklayan tek bir tanımın olmamasının nedeni göçe sebep olan faktörlerin değişkenlik göstermesidir. Bu nedenle araştırmacılar konuyu açıklamak için kendi tanımlamalarını yapma yoluna gitmişlerdir. Göç, yaşanılan yerin daimi veya yarı-daimi olarak, genellikle bir çeşit idari sınırın dışına doğru değiştirilmesidir (Faist, 2003: 41) Göç; bir yerleşim biriminden, gruptan ya da belli bir siyasal sınırı olan toprak parçasından başka bir birime doğru, kısmen sürekli birey veya kitle hareketidir(Acar ve Demir, 1997:266). Göç; kişilerin hayatlarının gelecekteki kısmının tamamını veya bir parçasını geçirmek üzere başka bir yerleşim birimine yaptıkları coğrafi yer değiştirme olayıdır (Akkayan, 1979:219). 12 Göç, ekonomik, siyasi, ekolojik veya bireysel nedenlerle, bir yerden başka bir yere yapılan ve kısa, orta veya uzun vadeli geriye dönüş veya sürekli yerleşim hedefi güden coğrafik, toplumsal ve kültürel bir yer değiştirme hareketidir (Yalçın, 2004:13). Göç; kent, köy gibi yerleşme biriminden diğerine yerleşmek için yapılan nüfus hareketleridir (Üner, 1972: 77.). Göç; kent, köy gibi yerleşme biriminden diğerine yerleşmek için yapılan nüfus hareketleri ya da kişilerin gelecekteki hayatlarının tamamını veya bir parçasını geçirmek üzere tamamen yahut geçici bir süre ile bir iskan ünitesinden diğerine yerleşmek kaydıyla yaptıkları coğrafi yer değiştirme hareketi seklinde tanımlanmaktadır( Akkayan, 1979:20.). 2.1.1. Göçün tarihi ve çeşitleri Göçe olgusu insanlık tarihi kadar eski bir olgudur. Batı Akdeniz Bölgesi’nde taş devrinde mağaralarda yaşayan insanların Toroslar’ın üstündeki yaylalara göç ederek tarımı öğrenip yerleşik hayata geçmeleri bu duruma bir örnektir(Kılıçaslan, 2006). Paleolitik çağa (avcılık-toplayıcılık) ait olan bu ilk insanların izlerine Antalya’daki Karain ve Öküzini mağaralarında rastlamak mümkündür. 17. yüzyıl öncesinde şiddete dayalı olan göç hareketleri emeğin düzenli aktarımını kapsamadığından dolayı çağdaş göç hareketi olarak kabul edilmez.18. Yüzyıl sonlarında ise Amerika kıtasına köle ticaretinin başlamasıyla emek yer değiştirmiştir. 19. Yüzyılın ortalarından itibaren tüm Avrupa’dan Amerika ve Avustralya kıtasına deniz aşırı büyük kitlesel göçler meydana gelmiştir (Kılıçaslan,2006:9). Özellikle kitlesel göçler göç alan bölgenin sosyal, ekonomik, kültürel yapısını değiştiren sosyolojik bir olgudur. Asya’dan Avrupa’ya olan kavimler göçü buna verilebilecek örneklerden biridir. 1945 öncesi dönemde savaşlar ve fetihlerle ulusların şekillenmesi, zorunlu ya da gönüllü olarak, göçü beraberinde getirmesiyle birlikte fethedilen yerlerde insanların köleleştirilmesi emek göçünün erken biçimidir. Ortaçağın son 13 bulmasından itibaren Avrupalı devletlerin gelişmesi ve dünyanın geri kalanını sömürgeleştirmesi bu dönemde yaşanan uluslararası göçleri hızlandırmıştır (Castles ve Miler, 2008:69). Bu dönemde emek göçü Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Avustralya, İngiltere, Almanya ve Fransa gibi ülkelerde ekonomik, toplumsal ve politik anlamda farklı roller üstlenmiştir. Çağdaş göç hareketlerinin 1939’dan 1945’e kadar süren İkinci Dünya Savaşı sonrasında Soğuk Savaş’ın çıkmasına zemin hazırlayan dönemde küreselleşmenin de ivme kazanmasıyla başladığı kabul edilir (Castles ve Miler, 2008:96).1970’li yılların ortalarından bu yana karmaşık bir süreç olarak giderek ivme kazanan, küreselleşme hareketi içerisinde önemli bir kilit nokta olarak yerini almıştır. Küreselleşmenin en önemli özellikleri, kültürel ürünlerin, ticaretin, yatırımların ve insanların sınırlar arası dolaşımı ve çok farklı konumlardan kontrol edilebilen ulusaşırı ağların yaygınlaşmasıdır (Castles ve Miler, 2008:3). Bu bağlamda uluslararası göç hareketliliği için İkinci Dünya Savaşı’nın bir dönüm noktası olduğu kabul edilir. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle birlikte özellikle dış göçün ya da uluslararası göçün özellikleri değişim göstermiştir. Avrupa devletleri savaş sonrasında yıkılan ekonomilerini düzeltebilmek amacıyla ve azalan nüfuslarının da etkisiyle iş gücü açıklarını kapatmak için yoğun nüfusa sahip ülkelerden işçi talebinde bulunmuşlardır. Bu durum ise İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda Avrupa’ya kitlesel göçün başlamasının sebebini oluşturmuştur. Savaş sonrası dönemde 30 milyon civarında işçi ve işçi yakını Batı Avrupa’ya göç etmiştir. İnsanlık tarihinin en büyük göç hareketlerinden biri olan bu olayın başladığı 1950 yılından 1975 yılına kadar olan süre zarfında göç alan ülkelerin nüfusu 10 milyon artmıştır(Kılıçaslan, 2006:10). 1945 sonrasında dünyada meydana gelen çoğu göç hareketi hükümetler ve işverenler tarafından düzenlenen emek göçü hareketliliği olarak karşımıza çıkmaktadır. 1945- 1970 arası dönemi dünya konjonktürel yapısı, siyasi ve ekonomik durum üç farklı göç türünün ortaya çıkışına sahne olmuştur; işçilerin “misafir işçi sistemi” yoluyla Avrupa çevresinde yer alan ülkelerden Batı Avrupa’ya göç, sömürge işçilerinin eski sömürgeci güçlere göçü, önce Avrupa’dan ve sonra 14 Asya ve Latin Amerika’dan Kuzey Amerika ve Avustralya’ya yapılan kalıcı göç. (Castles ve Miler, 2008:97). Bu dönemin en önemli özelliği ekonomik temelli olmasıdır. Batı Avrupa’ya yabancı işçi göçleri öncelikle ekonomik etmenlerden kaynaklanmıştır. İşçilerin, kısmen zorunlu, göç ettirilmesi durumu beraberinde göç alan ülkelerin toplumsal yapılarında değişimlere neden olmuştur. Göçmenlerin yaşadığı sorunlar ise başta kültürel sorunlar olmak üzere bu araştırmada ayrıntılanacak başka birçok sorunu beraberinde getirmiştir. Eski sömürgeci güçlere göç eden sömürgeci işçilerinin durumu ise misafir işçilerden biraz farklı bir yapıya sahiptir. Eski sömürgeci gücün zaten vatandaşı olduklarından dolayı orada yaşamak için önceden sahip oldukları haklarını kullanmışlardır. 1945-1970’lerin ortalarına kadar hızlanan iş gücü ithali 1973-’74 Petrol Krizi’nin ortaya çıkışına kadar devam etmiştir. Petrol fiyatlarının artışı ekonominin durgunlaşmasına neden olmuş ve göç alan ülkeleri yeni göçmen politikaları uygulamaya itmiştir. Göç alan ülkeler yeni göçmen işçi alımını durdurmuş ve hatta göçmenlerin ülkelerine dönmeleri için tedbirler alma yoluna gitmişlerdir(Başçeri,2001:19). Yeni göçmen işçi alımı önemli yasal düzenlemelerle sınırlandırılmıştır ancak göçmenleri vatanlarına döndürme tedbirleri artık istenmeyen “misafir işçilerin” geri dönmeleri için yeterli olmadığı gibi beraberinde göç alan ülkeye yeni sorunlar getirmiştir. Örneğin Almanya’daki ekonomik durum göç politikaları konusunda büyük görüş ayrılıklarına sebep olmuştur, Alman İşverenler Derneği (Deutscher Unternehmer Verband) sosyal hizmetlerin aşırı kullanımından dolayı yetersiz kalmasından korkarak başlangıçta olduğu gibi dönüşümlü göç ilkesine dönülmesini talep etmişlerdir. Alman Sendikalar Birliği (DGB) ise ucuz iş gücü rekabetinin ortaya çıkacağından ve illegal göçün artacağını savunmuş ve “entegrasyon” ilkesini savunmuştur (Unat,2002:63). Şüphesiz tüm bunlar, Almanya gibi diğer ülkelerde de ortaya çıkan farklı görüşler ayrımcılığın ve yabancı düşmanlığının göçmenleri tehdit etmeye başlamasının ilk işaretlerini vermiştir. Ham petrolün fiyatını dört katına çıkaran 1973-’74 petrol ambargosu, ekonomik durgunluk, gittikçe yükselen işsizlik üzerine artık istenmeyen göçmenlere uygulanan politikalar batı Avrupa’ya göçün durgunlaşmasına neden 15 olmuş ancak 1980’lerin ortalarından itibaren tekrar yükselişe geçmiştir. Ekonomik ve politik sorunlardan uzaklaşıp daha iyi yaşam koşullarına sahip olma fikrinin yeniden yükselişi1980’lerin dünya ekonomik durumu hakkında bize bilgi vermektedir. 1990’ların ortalarında günümüze kadar olan süre zarfında ise özellikle Batı Avrupa ülkesine yönelik göç akınları istikrarlı hale gelmiştir. Batı Avrupa genelde geçici ve yüksek vasıflı göçmen kabul etme eğilimindedir. Özellikle, 11 Eylül 2001’de Amerika’daki İkiz Kulelere yapılan terör saldırılarından sonra Amerika Birleşik Devletleri’nin vize alımını zorlaştırıcı uygulamaları ile Avrupa da vize işlemlerine yeni ve zorlaştırıcı maddeler eklemiştir. Örneğin yüksek öğrenim gören öğrencilerin, yüksek gelir sahiplerinin ülkeye girişleri kolaylaşabilmektedir. Nitekim vize işlemlerindeki bu tarz engellemeler göç hareketliliğini etkilemiştir. Saldırıyı takip eden aylarda Amerika ve devletin katı göç düzenlemesini yürürlüğe koymaya çalıştığı ve çoğu Endonezyalı olan birçok göçmenin 2002 yılında sınır dışı edildiği Malezya bu duruma örnektir (Castles ve Miler,2008:257). Dolayısıyla tüm dünyada “biz” ve “öteki” algısının yerleşmesini sağlayan bu uygulamalar günümüzde de devam etmektedir. Günümüzde dünyanın küreselleşme etkisiyle “küçülmüş” olması iletişimin, ulaşımın kolaylaşması; göçün sebepleri ve sonuçları açısından farklılıklar göstermesine neden olmaktadır. Günümüzde göç için yapılmış tek bir tanım olmamasının nedeni de göç olgusunun dinamik oluşundan kaynaklanmaktadır. Sürekli bir devinim halinde olan göçü araştırmacılar, inceledikleri konuya göre kriterlere ayırmak durumunda kalmışlardır. Göçü beş bölümde incelemek mümkündür; a) Gidilen yere göre ( İç göç, dış göç) b) Zamana göre ( Kısa Süreli Göç, Uzun Süreli Göç) c) Nedenine göre ( Gönüllü Göç, Zorunlu Göç) d) Büyüklüğüne göre (Bireysel Göç, Aile (grup) Göçü, Topluluk (kitlesel) Göç) e) Yasallığına göre (Yasal Göç, Yasadışı Göç) 16 a) Gidilen yere göre göç; ülke nüfusunun ülke içerisindeki hareketliliği iç göçtür. Ülkemizde cumhuriyet dönemi sonrası kırsal şehirlere yapılan göç, iç göç örneğidir. Plansız yapılaşma sonucu bir gecede inşa edilen imarsız gecekondular ve hükümetlerin gecekondu muhitlerini “oy deposu” olarak görmesi günümüzde büyükşehirlerimizi ekonomik ve sosyal anlamda zor durumda bırakmıştır. Ülke nüfusunun ülke sınırları dışına bir süre kalmak, çalışmak, yaşamak amacıyla çıkışları anlamına gelir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı Avrupa’nın içine düştüğü ekonomik sıkıntıdan kurtulmak amacıyla iş gücü nüfusu fazla, özellikle de Akdeniz ülkelerinden iş gücü ithal etmesi sonucu Batı Avrupa’ya dış göç artmıştır. b) Zamana göre göç; göç hareketliliğinin kısa süreli, uzun süreli oluşu ilk olarak 1932’de Cenevre Kongresi’nde görüşülmüştür. Kongrede bir yıl ve daha fazla olan göç hareketleri uzun süreli göç olarak tanımlanır, bir yıldan daha az olan göçler kısa süreli göç olarak tanımlanır(Kılıçaslan,2006:55-56). c) Nedenine göre göç; nedenlerine göre göç çeşitleri kişilerin iradelerine bağlı olarak değişen hareketliliktir. Zorunlu ve gönüllü göç iradeye bağlı olarak değişen göç hareketliliğidir. Zorunlu göç hareketinde, göçmenlerin kısmen inisiyatif kullanabildikleri durumlar olduğu gibi kontrolün kendi ellerinden tamamen alındığı durumlar da vardır (Gürkan, 2006:35). İlkel dönemde deprem, savaş gibi büyük afetler kontrollü göçe örnek verilebilir çünkü göç etmeye karar veren göçmenlerdir ve göç ettikleri yerde yaşamlarını benzer biçimde sürdürebilirler. Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi’nin (Nazi) Almanya’da iktidara geldiği 1933 yılından itibaren Alman ırkını diğer ırklardan temizlemek düşüncesiyle, Alman olmayanları toplama kamplarına alması durumu ise göçmenlerin inisiyatif kullanamadıkları zorunlu göç hareketliliğine örnektir. Göçmenler göç ettirildikleri yerde eski yaşamlarını sürdüremezler. Gönüllü göç hareketliliğinde karar organı yalnız bireylerin kendileridir, gönüllü göç hareketliliğine serbest göç de denilmektedir. Farklı bir kültürde yaşamak, 17 eğitiminin tamamını ya da bir bölümünü başka bir yerde görme isteği gibi bireyin kendi isteklerinden kaynaklanan göç hareketleridir. d) Büyüklüğüne göre göçler; bireysel göç hareketliliği, bireyin kendi isteğiyle çalışma, eğitim alma gibi ihtiyaçlarından dolayı gerçekleştirilen göç hareketliliğidir. Kitlesel göçlerin ortaya çıkışının en büyük nedenlerinden biri gönüllü göçlerdir, gönüllü göçler sonucunda bireylerin göç ettikleri yerden kendi bölgeleriyle bir çeşit iletişim kurmaları kitlesel göç hareketliliğini hızlandırır. Türkiye’de Cumhuriyet yıllarından sonra ortaya çıkan köyden kente göç de kitlesel göç konusuna örnektir. Öncelikle bireysel başlayan göç, bireyin göçmen olarak gittiği yere yerleştikten sonra yanına ailesini almak istemesi durumuyla devam eder, aile (grup) göçü bu şekilde gerçekleşir. Aile (grup) göçünü gerçekleştiren bireyin zamanla yakınlarıyla iletişime geçmesi, bilinmeyen bir yerde yaşama korkusunu ortadan kaldırır. Bu durum da kitlesel göçü hızlandırır. e) Yasallığına göre göçler; göçün kanuni yollarla yapılıp yapılmaması durumudur. Yasal göçler herhangi bir amaçla yapılan ve bireyin kendi isteğiyle ülkesi dışında yaşamını sürdürmek amacıyla gerçekleştirdiği yasal hareketlerdir. Göç edilen ülkenin yasal prosedürlerine göre göçmen, kalma amacına göre bazı haklar elde eder. Oturma, çalışma, eğitim görme, vatandaşlık hakları yasal olarak göç eden göçmenlerin elde ettikleri haklardır. Yasal yollarla göç etme hakkı uluslararası hukukun gereklerinden biri olsa da her ülke kendi kriterlerini uygulamaktadır (Kartal, 2008:10). Yasadışı göç, bireyin yasal olarak yaşadığı yeri terk ederek başka bir ülkenin yasalarını ihlal edecek şekilde ülkeye giriş yapması, ikamet etmesi, çalışması anlamına gelmektedir. Bireysel olabileceği gibi bunu organize bir şekilde gerçekleştiren yasadışı örgütler de bulunmaktadır. 18 Yasadışı göç yalnızca ülke sınırından kaçak olarak geçmek değildir. Teslim edilmesi gereken belgelerin sahteliği, pasaport ya da vize süresinin geçmiş oluşu da yasaların ihlali anlamına gelmektedir1. Yukarıda da görüldüğü gibi amaçları göz önüne alındığında göç olgusu çok farklı şekillerde karşımıza çıkmaktadır. Kitlesel göçler çoğu zaman uzun süreli göçlere örnektir, yasal göçler aynı zamanda bir dışa göç örneğidir. Göç çeşitleri birbirleriyle öyle ilişkilidir ki bir göç hareketliliğini yalnız başına açıklamak hale gelmektedir. 2.1.2 Göç teorileri Göç çalışmaları süresince üretilen kuramlar bireye, hane halkına, topluma, ulusal ve uluslararası pazarlara etkileri göz önüne alınmıştır. Tarihte önceden yaşanmış göçleri aydınlatmak amacıyla yapılan araştırmalar yoluyla ortaya çıkarılan kuramlar gelecekte yaşanacak göçlerin araştırılmasına ışık tutması açısından önemlidir. 2.1.2.1. İtme-çekme kuramı İlk olarak Everett Lee tarafından 1966 yılında ortaya konulan İtme- Çekme Kuramı A Theory of Migration isimli makalesinde yer almıştır (Aksoy, 2012: 295). İtme –Çekme Kuramına göre göçe sebep olan düşük gelir, düşük hayat standardı, ekonomik fırsatların yokluğu, politik baskılar gibi etmenler itme faktörleridir. Yüksek kazanç, işgücü talebi, ekonomik fırsatlar ve politik özgürlük ise çekme faktörleridir. Bu kurama göre yaşanılan yerde ve gidilmek istenen yerde çekici ve itici faktörler bulunmaktadır. Lee’ye göre göçe sebep olan belli başlı faktörler bulunmaktadır. Bunlar; yaşanılan yer ile ilgili etmenler, gidilmesi düşünülen yer ile ilgili etmenler, engeller ve bireysel etmenlerdir. İtme- Çekme teorisini savunan birçok araştırmacı çeşitli çevresel, demografik ve ekonomik faktörlerin göçü belirleyen etkenler olduğunu savunmuşlardır. İtme ve çekmenin olması için iki önemli faktör belirleyicidir; (1) Mersin Emniyet Müdürlüğü Resmi İnternet Sitesi, Yasadışı Göç Ve Göçmen Kaçakçılığı, Http://Mersin.Pol.Tr/Emn/?Page_İd=751 1 19 kırsal nüfusun büyümesi tarımsal ve doğal kaynaklar üzerinde Malthusyan etkiye 2 neden olur, bu durum da insanları kırsal alan dışına iter. (2) yüksek ekonomik koşullar insanları endüstrileşmiş ülkelere ve şehirlere yönlendirir (Martin ,2008). Kuramda temel yapı itibariyle itme ve çekme faktörleri göreceli ve kişiseldir. Dolayısıyla ekonomik durum, yaş, cinsiyet, etnik köken, medeni durum, çocuk sahibi olmak gibi faktörlerin değerlendirilmesi itme çekme teorisi için oldukça önemlidir. Kurama göre mutlak itme ya da mutlak çekme faktöründen söz edilemez, göçe neden olan faktörlerin hepsi bir bütün olarak incelenmelidir. Lee’nin kuramda belirttiği diğer durum ise göçün belirleyenleridir. Göçü belirleyen iki boyut vardır biri kişisel (mikro) faktörler diğeri ise kişisel olmayan (makro) faktörlerdir (Çağlayan,2006). Nitekim 30 Ekim 1961 tarihinde Alman ve Türk Hükümetleri arasında imzalanan “Türk İşçilerinin Almanya Federal Cumhuriyetine Gönderilmesine Dair Anlaşma” sonrasında Türkiye’den Almanya’ya başlayan göçün en önemli sebeplerinden biri o dönemde Almanya ekonomisinin çekiciliği, Türkiye’de gözlemlenen gizli ve açık işsizliğin itici gücü olmuştur (Aksoy,2010). Her bireyin göç kararı verirken içerisinde bulunduğu durum farklı olduğundan itici ve çekici faktörler kişiden kişiye değişim gösterir. Çocuğunun eğitimi itici bir faktör olan birey göç etmek isterken çocuğu olmayan birey için eğitimin itici ya da çekici göç olup olmaması önemli değildir. 2.1.2.2. Dünya sistemleri kuramı İtme çekme kuramının merkezinde birey vardır. Dünya sistemleri kuramının temelinde ekonomik güce sahip olan ülkeler ve çevrelerindeki zayıf ülkeler yer alır. Immanuel Wallerstein tarafından ortaya atılan kurama göre merkezdeki kapitalist ağlar kapitalist olmayan toplumların çevre dokularına sızması çevredeki Thomas Malthus nüfusun geometrik olarak arttığını buna karşın yiyeceklerin maksimum aritmetik şekilde arttırılabilirliğini savunmuştur. Buna göre yiyecek insanın önemli bir yaşam bileşeni olduğu için, eğer kontrol edilmezse, herhangi bir alanda veya dünya çapında nüfusun büyümesi şiddetli gıda sıkıntısına yol açacaktır. Malthus uzun süre içinde nüfus artık hızını önlemek için kontrollerin var olmasına karşılık yoksulluğun devam edeceğini savunmuştur. 2 20 nüfusun göç etmesine neden olur (Unat, 2006: 32). Kurama göre dünya; merkez ve çevre olmak üzere ikiye ayrılmış ve bu ikili dünya birbirine ekonomik anlamda bağımlı olarak varlığını sürdürebilmektedir. Dünya sistemleri kuramı göç sürecini sömürgecilik ile ilişkilendirir. Özellikle küreselleşme sürecinde gelişmiş ülkeler teknoloji, medya, sermaye ve hammaddenin yönetiminde üstünlük sağlamış durumda olduklarından, çevre ülkelerden merkez ülkelere göç kaçınılmaz bir şekilde artmıştır (Aksoy,2012:295). Merkez ülkeler genellikle ekonomik ve sosyal açıdan gelişmiş ve kapitalizmi benimsemiş ülkeler olarak belirtilmektedir. Çevre ülkeler ise merkez ülkelerin çevrelerinde olan görece az gelişmiş, ekonomik açıdan zayıf ülkelerdir ve bu yönden de merkez ülkelere bağımlıdırlar. Kurama göre merkez ülkeler emek yoğun sektörlerde çalıştırmak için vasıfsız işçileri seçmekte, vasıfsız işçileri seçerken de kendi ülkesindeki vasıfsız işçiden daha ucuza çalıştırabileceği göçmen işçileri kabul etmektedir. Bu işçiler bazen kaçak göçmenler arasından seçilip çalıştırılabilmektedir. Bu şekilde üretim maliyetinin düşürülmesi hedeflenmektedir (Çağlayan,2006). Dünya Sistemleri Kuramı’na göre kapitalist sistemde merkez çevre ilişkisi içerisinde; merkez ülkeler maliyeti sürekli düşürme eğilimindedir. Bunun için de düşük ücrete razı olacak iş gücüne ihtiyaç vardır. Bir ülkeye göçmen olarak giden bireyin iş bulma ihtiyacının ivediliği bireyi düşük ücretle çalışmaya zorlamaktadır. Bazen kaçak göçmenler, yasal göçmenlerden daha da düşük ücretle çalışmaya razı olduklarından merkez ülkeler göç hareketliliğini bütünüyle engelleme eğiliminde değildir. Fakat önemli olan nokta, ülkeye kaçak ya da yasal yollarla giren, çok düşük ücretle çalışmaya razı olan bireylerin vasıfsız işçi statüsünde olmalarıdır. 2.1.2.3. İlişkiler ağı (Network) kuramı İlişkiler ağı kuramı göç olgusunun sebeplerini açıklayan bir kuram değil, göçün zaman ve mekan ilişkisi kapsamında sürdürülmesinin nedenlerini açıklayan 21 bir kuramdır. İlişkiler ağı kuramının temelini; göçmenlerin göç ettikleri ülkede kurdukları, aynı zamanda göç alan ülke ile göç veren ülke arasında da kurdukları sosyal ağların varlığı ve bu ağların, sure giden karşılıklı göçler üzerine olan etkisi oluşturmaktadır (Çağlayan,2006). Var olan sosyal bağların güçlü ya da zayıf olması önemli değildir. Abadan – Unat bu bağları şu şekilde tanımlar: “ Göçmen ilişkiler ağı, geldikleri ülke ile yerleştikleri ülkelerde eski göçmenler, yeni göçmenler ve göçmen olmayan kişiler arasında ortak köken, soydaşlık ve dostluk bağlarından oluşan kişiler arası bağlantılardır.” (Unat, 2006:34). 1961 yılından itibaren daha yüksek ücretlere kavuşmak ümidiyle Almanya’ya ilk Türk göçünün ardından, Almanya’ya çalışmak için önceden giden eş, dost, akrabalar yoluyla yeni yeni göç dalgaları oluşmuştur. O sıralarda işçiler “ismen davet” (nominal recruitment) adı altında işverenlerin parasal garantisi ve yol masraflarının ödenmesi koşuluyla Almanya’ya göç dalgası ilişkiler ağı ile büyümüştür. İlişkiler ağı sayesinde sonradan gelenler, kendilerinden önce gelenlerden maddi olanaklar açısından daha avantajlıdır çünkü yabancı bir ülkeye ilk kez giden göçmenler özellikle yüksek meblağları kendileri karşılamak durumdadır. Bu kuramın dayandığı varsayımlar şunlardır; Göçmen ilişkiler ağı, göç hareketini özendirmek suretiyle göç etme isteğini sürekli yaygınlaştırmaktadır. Ücret farklılığı önemini kaybetmekte çünkü göçmen işçiler ağları göçün yol açtığı masrafları ve içerdiği rizikoları azaltmaktadır. Göçmen ilişkiler ağları, kurumsallaştıkları ölçüde sosyoekonomik açıdan saha az seçici olmakta, gönderen ülke topluluğunu daha fazla temsil etmektedir. Göçmen ilişkiler ağları, kurulduktan sonra, kabul eden ülkelerin hükümetleri bu akımı denetlemekte büyük zorluk çekmektedir. Benimsenen göç politikaları ne olursa olsun, göçmen örüntüler oluşturmaya devam etmektedir. 22 Göçmenlerle ailelerin birleşmesini hedefleyen politikalar göçmen ilişkiler ağlarını güçlendirmekte, zira belli bir ilişkiler ağına mensup olan üyelerinin aile bireylerine özel giriş hakkı tanımaktadırlar (Unat, 2006:36). 2.1.2.4. Göç sistemleri kuramı Göç Sistemleri Kuramına göre, bir göç sistemi birbirinden karşılıklı göçmen alan- veren iki ya da daha fazla ülke tarafından oluşturulur. Yaklaşım hem göç akışının amaçlarının sorgulanması hem de göç alan ve göç veren bölge ya da ülkeler arasındaki bütün bağlantıların araştırılması anlamına gelmektedir. Sözü edilen bağlantılar devletlerin birbirleriyle olan ilişkileri, karşılaştırılmalar, kitle kültürü bağlantıları, aile ve toplumsal ağlar olarak ayrılabilir. Kuram, göç hareketlerinin göç veren ve göç alan ülke arasında sömürgecilik, siyasal etkileşim, ticaret, yatırım veya kültürel bağlara dayanan ve önceden var olan bağlantılar üzerinden ortaya çıktığını savunur. (Castles ve Miler,2008:37). Göç sistemi kuramı, bir ya da birden fazla merkez konumundaki ülke ile çok fazla göçmen yollayan ülkelerden oluşmaktadır. Kuramın varsayımları; Göç sisteminde yer alan ülkeler birbirine yakın olmak zorunda değildir. Dağınık halde de bulunan merkez ülkeler birbiri ile örtüşen gönderen ülkelerin göçmenlerini kabul edebilirler. Bazı ülkeler birden fazla göç sistemine mensup olabilmektedir. Ülkeler toplumsal değişim, ekonomik ya da siyasi dalgalanma gibi nedenlerle sisteme girebilir ya da sistemden çıkabilir, sistemler istikrarlı değildir (Unat, 2006:39). Göç sistemleri yaklaşımı, göçe yönelik herhangi bir sosyal hareketin makro ve mikro yapılardaki karşılıklı etkileşiminin bir getirisi olabileceğini göstermektedir. Bu çerçevede, makro yapılar çok geniş bir yelpazedeki kurumsal faktörleri gösterirken, mikro yapılar ise göçmenlerin kendilerine ait olan inanışlarını, davranışlarını ve kendi aralarındaki etkileşim ağını göstermektedir (Savaş Çağlayan,2006). 23 2.2. Ulusötesicilik İlk olarak Nigel Young tarafından 1983’te, Gandhi’nin ilkelerinden etkilenen bir toplumsal akımın vasıtasıyla ortaya atılmıştır. Kavram ana hatlarıyla etnik azınlıklar, yerel/kentsel gruplar ve feminist akımları açıklamak için kullanılmaktadır (Unat, 2006:10). 1960larda “ulusötesi” kelimesi yaygın olarak birden fazla ülkede faaliyet gösteren şirketleri betimlemek için ekonomi öğrencilerinin kullandığı bir terim olmuştur. Yaygın kullanımda ulusötesi kelimesi, bilim adamları tarafından sıfat olarak; ulusal sınırların azalması ve ulusal sınırları kapsayan siyasi fikirlerin gelişmesi anlamında kullanılmaktadır. Bu kullanımı artık her sözlükte bulabilmek mümkündür. Sosyal bilimler ve kültürel çalışmalarda ise ulusötesi kelimesi küresel merkezin yeniden yapılandırılması; insanların, fikirlerin ve objelerin yayılması ve üretimde ulusal sınırların öneminin azalması gibi çeşitli anlamlar kazanmıştır. (Schiller ve Linda ve Stanzon, 1995:49). Ulusötesicilik kavramı büyük mesafelerin varlığına rağmen ve uluslararası sınırların (hukuki sınırlılıklar, ulusun içinde bulunduğu koşullar) mevcudiyetine bağlı olmaksızın anavatanla olan ilişkilerin sürdürülmesi ve güçlendirilmesi olarak tanımlanmıştır (Vertovec,1999). Ulusötesiciliğin varlığından bahsedebilmek için; Sosyal organizasyonları, iletişimi ve hareketliliği devam ettiren bir sosyal yapının varlığı Anavatanın toplumunu gidilen ülke toplumundan daha fazla tanıyan bir göçmen grubunun varlığı Kültürün yeniden üretimini sağlayacak yeni bir müziğin, modanın, filmlerin varlığı Ulusötesi uygulamaları sürdürebilecek ulusötesi şirketlerin varlığı Birleşmiş Milletler (UN) gibi siyasete katılımı sağlayan ve siyaseti etkileyebilen uluslararası sivil toplum kuruluşlarının varlığı 24 Yalnız iletişim, internet, medya yoluyla köklere bağlanmak değil çeşitli yasal, siyasal ve kültürel bağlarla yerelliğin kalkınmasına katkıda bulunma durumunun varlığı gereklidir (Vertovec,1999). Ulusötesicilik, 1945’te İkinci Dünya Savaşı sonrasında Soğuk Savaş’la birlikte, küreselleşmenin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Ulusötesiciliğin belirginleşmesini ve hızlanmasını sağlayan unsur küreselleşmedir. Küreselleşme esas olarak; ekonomik, sosyal, kültürel, teknolojik ve politik anlamda bütünleşmeyi öngörmektedir. İletişim araçlarının yaygınlaşması, ulaşım araçlarının ucuzlaması, internet kullanımının artması, bir ürünün dünyanın her yerinden satın alınabilecek duruma gelmesi küreselleşmenin günümüzdeki halidir. Her alanda kendini hissettiren bu değişim aynı zamanda yasal göç, sığınmacı hareketleri, illegal göç gibi göçün her çeşidinin artışına neden olmuştur. Küreselleşme ile artan göç hareketleri ise zamanla yeni kimlikleri, bölünmüş kimliklerin ortaya çıkmasını sağlamıştır(Unat,2006:7). Bu yüzden Ulusötesicilik kavramı, göç ve kimlik, asimilasyon ve çok kültürlülük kavramlarıyla birlikte kullanılmaktadır. Göçmenler genellikle göç kabul eden ülke toplumundan sosyal, kültürel, dini açıdan farklıdır. Bu, sanayi - tarım toplumu arasındaki farklılıklar olabileceği gibi dış görünüş, giyim tarzı gibi fiziksel farklılıklar da olabilir (Castles ve Miler, 2008:18). Göç kabul eden ülke vatandaşının çalışmaya razı olmayacağı düşük ücretli işlerde göçmenlerin çalışması bu sebeple düşük kiraların uygulandığı semtlerde yaşamak zorunda kalma durumu göçmenleri gittikleri ülke toplumundan fiziksel, sosyal ve sınıfsal olarak farklı kılar. Ulusötesi göçler devam ettikçe göçmenlerin oluşturduğu etnik farklılıklar da artmaktadır. Hem fiziksek hem sosyal, kültürel ve dini farklılıklar; göçmenlerin aidiyet sorunu yaşamalarına neden olmaktadır. Gittikleri ülkede “öteki” olarak algılanan göçmenler “bizden” olarak kabul görecekleri anavatan ile çeşitli ilişkiler geliştirerek bu aidiyet hislerini öz kültürlerinden yana kullanmaktadır. Yoğun olarak Türklerin yaşadığı semtlerde yaşamak, Türk futbol takımlarını tutmak, Türk marketlerinden alışveriş yapmak, Türk geleneklerine bağlı yaşamak, Türk aile yapısına uygun ataerkil yapının devam etmesi, dini ritüellerin sürdürülmesi; Almanya’daki Türk göçmenlerin ulusötesici faaliyetlerine örnek olarak verilebilir. 25 2.2.1. Ulusötesicilik kuramı Asimilasyon teorilerinin göçmenlerin çok taraflı ve çok yerelli pratiklerini ve faaliyetlerini, kendilerini birden çok yere ait hissetmelerini açıklayamaması üzerine ulus devletin sınırlarını aşan göç hareketlerini incelemek üzere ulusötesi göç kavramı ortaya atılmış, göç alan ülkedeki etnik, toplulukların, geldikleri ülkelerle kurdukları güçlü bağları açıklamak için ulusötesi topluluk kavramı geliştirilmiştir. Göçlerin devam etmesi ve göçmenlerin yerleşiklik kazanmalarına karşın, yol masraflarının ucuzlaması, kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması, bireylerin adeta iki ülkede birden yaşamasına, tek bir ülkeye duyulan aidiyet hissinin zayıflamasına yol açmıştır. Bireyler kimliklerini bir yandan tek bir ülkeye bağlı olmadan geliştirirken bir yandan da kültürel, dini, etnik ve ekonomik faaliyetlerde bulunarak göç ettikleri yerler ve yaşadıkları ülkeler arasında köprü oluşturmaktadır. Günümüz göç araştırmalarında Ulusötesicilik (transnationalism) tartışmasız en önemli kavramdır. Öyle ki göçmenliği tanımlayan yeni kelimelerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. “Immigrant” kelimesi göçmen anlamına gelmektedir, günümüzde ise ulusötesi göçmenleri ve özelliklerini tanımlayan “transmigrant” kelimesi kullanılmaktadır. Sözlük anlamlarına bakıldığında ikisinin de göçmen anlamına geldiği görülmektedir. Glick Schiller, transmigrant kelimesinin, günlük yaşamı uluslararası sınırı aşan sürekli ve çoklu iletişime dayanan, kimlikleri birden fazla ulus tarafından yapılandırılmış olan göçmen anlamına geldiğini açıklar. Ulusötesiciliği bir kuram olarak kabul eden Glick Shiller; göçmenlerin yaşadıkları ve geldikleri ülke arasında kurdukları ve sürdürdükleri sosyal bağlar ve bağlantıları göçmenlerin penceresinden bu şekilde açıklamaktadır. Glick Schiller ulusötesici pratikleri görebilmek adına alan araştırmalar yapmıştır. Bunlardan biri New York City’de yaşayan Haitililerin kurduğu bir tür hemşeri örgütüdür (Schiller, Basch, Blanc,1995). Örgüt, bir yandan New York City’deki Haitililerin uyumu için çalışmalar yaparken, bir yandan da Haiti’de bazı programlar yürütmektedir. Benzer bir alan araştırması da, Portes tarafından Brooklyn’de yaşayan Meksikalılarla yapmıştır (Portes, Luis, Patricia,1999) Araştırma Brooklyn’de yaşayan ama Meksika’daki köylerine güvenli su sistemi kurmak için çalışan göçmenlerin ulusötesici pratikleri ile ilgilidir. 26 Küresel ekonominin gelişmesi göçmenleri hem küresel kapitalizmin merkezinde hem de gelmiş oldukları ülkede eş zamanlı olarak yaşamaya itmektedir; sermaye birikiminin değişmesi işgücü göçü alan ve iş gücü göçü veren ülkelerde hem sosyal hem de ekonomik koşulların bozulmasına neden olmaktadır. Hem Avrupa’da hem de Amerika’daki ırkçılık yeni gelenlerin ve akrabalarının ekonomik ve siyasi güvensizliğine sebep olmaktadır. Hem göç alan hem de göç veren ülke toplumlarının ulus devlet inşası, göçmenler arasında politik bağ oluşturmaktadır (Schiller ve diğerleri, 1995). Küreselleşmenin belirtilerinden biri olan iletişim ve ulaşım teknolojilerinin hızlı ilerleyişi, ulusötesi göçmenlerin geldikleri yerlere geldikleri yerlerle yakın ilişkilerini sürdürmelerini kolaylaştırmaktadır. Kuram ulusaşırı göçmenler bazında özne olarak insana vurgu yapmaktadır. Ulusötesicilik yukarıdan aşağı çokuluslu şirketler ve devlet gibi güçlü aktörler ile aşağıdan yukarı göçmenler ve akraba ilişkileri olarak iki kısımda incelenir(Castles ve Miler, 2008:41) bu araştırmada üzerinde durulacak konu göçmenler ve akraba ve arkadaşlık ilişkileri, bu ilişkilerin oluşumu ve sürdürülmesidir. Thomas Faist, Sistematik bir ulusötesicilik kuramı oluşturmak amacıyla kendi kavramını oluşturmuştur. Uluslararası Göç ve Ulusaşırı Toplumsal Alanlar başlıklı kitabında yeni bir göç modeli oluşturmuştur. Faist başlıca iki soru üzerinde durmaktadır: (1) Dünya nüfusuna kıyasla, neden bu denli az insan göç etmektedir ve neden bu denli az insan bu denli çok yerden göç etmektedir? (2) Neden bu göçmenlerin çoğu bu denli az yere göç etmektedir? Bu iki soru ile Faist, göç kuramında hem ilişkiler ağı teorisine atıf yapmakta hem de sosyal sermaye kavramı üzerinde durmaktadır. Göçmenler ve akraba ilişkileri ile oluşan toplumsal bağlar kişiler arası sürekli bir ilişkiler ağıdır. Katılımcılar bu sürece ortak çıkarak, yükümlülükler beklentiler ve normlar oluştururlar. Ulusötesi bağlar da toplumsal bağlar sonucunda 27 oluşmaktadır, göçmenler ulusötesi bağlarını çeşitli toplantılara, kulüplere üye olarak güçlendirdikleri gibi akraba gruplarında belirginleşen biyolojik bağ temelli de olabilmektedir. Yerleşilen ülkedeki bu ulusötesi ilişkiler ağı resmi işlemlerde de kendini gösterir. Sembolik bağlar, toplumsal bağlar gibi sürekli bir ilişkiler ağı değildir, sembolik bağlar doğrudan irtibatın yokluğunda bile göçmenleri ortak paydada buluşturabilen bağlardır. Sembolik bağlar; aynı dini inancın, dilin, etnik ya da milli grubun mensuplarını içeren doğrudan ilişkilerin daha ötesinde bağlardır (Faist, 2003:146).Göçmenler, sembolik ve toplumsal bağlar ile anavatanlarına bağlanmayı sürdürmektedir. Öz kültüründen, değerlerinden, normlarından ve ritüellerinden farklı bir çerçevede yaşayan ve aidiyet sağlamak amacıyla geldiği topluma ayak uydurmaya çalışan göçmenlerin bu süreci yönetme şekilleri birbirinden farklıdır. Sembolik ve toplumsal bağlar ise bu süreci etkileyen faktörlerdir. Göç çalışmalarında kullanılan Ulusötesicilik; göç ve göçmenlik kavramlarının bir arada kullanılması ve göçmenlerin memleketleriyle olan bağlarını sürdürmeleridir. Ulusötesicilik, hem göç veren hem de göç alan ülkeleri dikkate alır. Kuramın en önemli varsayımı göçmenlerin gittikleri ülkede uzun dönem yerleşmiş olmalarıdır. Ulusötesicilik, hem göç veren hem de göç alan ülkelerdeki sosyal, siyasi ve ekonomik süreçleri inceler. Mültecilerin, sürgünlerin, siyasi mültecilerin, sığınmacıların ve hatta ülkelerindeki savaş ve şiddetten kaçan göçmenlerin bile kendi formlarında ulusötesici davranışlar sergiledikleri bilinmektedir (Dufoix,2008). Bu durum literatürde “mülteci ulusötesiciliği” olarak anılmaktadır. Göçmenlerin Ulusötesi davranışlarını etkileyen unsurlardan biri de coğrafi konumdur. El Paso, Paris ve New York şehirlerindeki göçmenlerin ulusötesici davranışları üzerine yapılan bir araştırma, sınır komşusu ya da göreceli yakın ülkelere göç eden göçmenlerin ulusötesici bağlarının daha fazla olduğunu kanıtlamıştır. Aynı araştırmaya göre sınır komşularına göç etmiş göçmenlerin nadir olarak kendi ülkelerini ziyaret ettikleri gözlemlenmiştir. El Paso’da yaşayan göçmenler, çok ucuz ve kolay olmasına rağmen nadir olarak kendi ülkeleri olan Meksika’yı ziyaret etmektedir ( Castaneda, Morales,Ochoa, 2014:305-334). 28 Göç çalışmalarında ulusötesicilik özgün ve yeni bir kültür inşa etmektedir. Kültürlerin birbiri içine geçmesi ile göçmenler arasında yeni günlük pratikler ve sosyal alanlar ortaya çıkmaktadır. Kümelenme, dilin melezleşmesi, kültürel değişim ve dönüşüm örnekler arasındadır. Göçmen, ekonomik hareket etmek zorundadır dolayısıyla her hangi bir şehirde göçmenlerin görece daha fazla oturduğu semtler ekonomik anlamda yaşaması daha kolay olan semtlerdir ve kümelenme olması kaçınılmazdır. Gençler arasında birbiri içine geçen iki kültürün yeni moda, müzik ve sanat akımları ortaya çıkarması ise ulusötesiciliğin doğal bir sonucudur. Bu melez kültür fenomenlerinin üretimi olarak kabul edilen “yeni etnik yapı” farklı alanlarda hem öz kültürünü hem de bulundukları ülkenin kültürünü alan ulusötesici gençlik olarak toplumda kendini göstermektedir (Vertovec,1999). Bu gençler arasında kültür ve kimlik, birden fazla kökenden bilinçli olarak seçilir, bağdaştırılır ve ayrıntılandırılır. Öte yandan Cohen ve Vertovec makalesinde ulus-ötesi deneyim yasayan insanların bu süreçte giderek ulus-devlet yapılarından koptuklarının da altını çizer. Ulus-devlet sınırlarını dışında oluşan bu doku, bir süre sonra göç edenleri basit “azınlıklar” olmaktan çıkaracak ve giderek artan sayıda diasporaların oluşumuna neden olacaktır (Ünlü, 2007:18). Göçmen gençler arasındaki kültür ve kimlik inşasını bu yönde etkileyen; sosyal medya, internet ve kitle iletişim araçlarıdır. Gayatri Spivak’a göre kültürel özgünlük ve farklılık söylemi, ulusötesici tüketimin paketlenmiş şeklidir (Spivak,1989:269-92). İnternet ve kitle iletişim araçları yeni bir kültür üretiminde ve ulusötesici davranışların yaratılmasına etkilidir. Ulusötesiciliğin göç çalışmalarında yeni bir alan oluşu yalnız kültürel ve sosyal bilimlerin konusu olarak açıklanırsa çok yalın kalacaktır, ulusaşırı insan dolaşımının, iletişimin, sosyal bağların, para akışının, bilgi ve görsellerin kolay dolaşımı aynı zamanda karşılaştırmalı ampirik çalışmaların da konusunu oluşturmaktadır. Ulusötesicilik üzerine yapılan bütün çalışmaları aynı çatı altında incelemek mümkün olmadığından üç farklı açıdan değerlendirilmesi uygun olacaktır; ekonomik ulusötesicilik, siyasi ulusötesicilik ve sosyokültürel ulusötesicilik. 29 Ekonomik ulusötesicilik; ulusaşırı hizmet sunan ve sağlayan girişimcileri kapsar. Günümüzde yerel pazarın tanımı bile küresel dolaşıma açık ve kolay ulaşılabilir olduğundan ekonomik ulusötesicilik çok uluslu şirketleri tanımlamaktadır. Burada unutulmaması gereken nokta beyin göçüdür. Beyin göçü ile oluşan göç günümüzde profesyonel orta sınıftan oluşan, modern göç çalışmalarının en önemli unsurlarıdır. Emek göçü; bireyin başka bir ülkede kendi ülkesinden bağımsız olarak çalışması olabileceği gibi, kendi ülkesinde merkezi bulunan bir şirketin başka bir ülkedeki ayağı da olabilir. Siyasi ulusötesicilik; siyasi partilerin politik aktiviteleri, devlet görevlileri ve toplum liderlerinin ana amacı göç aldıkları ya da göç verdikleri ülkede, siyasi güç ve etkilerini sürdürmektir. Bu amaçla, erk sahibi siyasi parti ya göçmen karşıtı bir politika izleyecek ya da göçmen yanlısı bir politika izleyecektir. Ülkenin ekonomik durumuna da bağlı olarak kontrol mekanizması oluşturmak adına söylem değiştirebilir, uluslararası politika yapıcıları etkileyebilir ve hatta sınır kontrollerine müdahale edebilirler. Sosyokültürel Ulusötesicilik, araştırmanın konusunu göreceli daha çok kapsamaktadır. Portes’in tanımına göre yurtdışında ulusal kimliğe daha çok yönelme ya da kültürel ürünlerden ve olaylardan duyulan ortak hazdır (Portes ve diğerleri,1999:217-37). En önemli özelliği ilk ve sonraki jenerasyon göçmenlerin bu ortak hazza sahip olması ve sürdürme eğiliminde olmasıdır. Portes’e göre ulusötesicilik aynı zamanda yeni bir asimilasyon ya da asimilasyonun bir alternatifidir. Nasıl ki göç kavramını açıklayan tek bir tanım yoksa ulusötesiciliği açıklayan da tek bir tanım yoktur. Göç çalışmaları konusunda kavramın ve dolayısıyla kuramın çok bakir olması konunun anlaşılmasını güçleştirmekte ve göç alanında uzmanlaşmış sosyal bilimcilerin de kuram konusunda farklı yaklaşım geliştirmelerine neden olmaktadır. Thomas Faist’e göre bir davranışı özgün yapan, birden fazla ulus devletin göç sisteminin bir biri içerisine geçmesi durumudur. Özgünlük, göçmenin yerleştiği ülkede özünde var olan değerleridir. Göçmen aynı zamanda yerleştiği ülkede kendine alanlar yaratır, bu ulusötesi alanlar göçmenler için yalnız fiziki alanları değil aynı zamanda fırsat yapılarını, sosyal hayatı; göreceli 30 değerleri, belirli çerçeve anlam kazanmış olguları da kapsamaktadır. Ulusötesi alanlar böylece bölgesel bir toprak parçasından ayrılarak daha geniş alanlara atıf yapmaktadır. Ulusötesi sosyal alanlardan bahsedebilmek için üç karakteristik ilişki olması gerekmektedir. Bunlardan ilki karşılıklılık ilişkisidir. Kendisinden önce göç edenlerle ilişkilerin olması, kurulması ve sürdürülmesi durumudur. İkincisi; ticari ağın oluşumu, dolaşımı ve sürdürülmesidir. Sonuncusu ise, kültürel kimliğin varlığından doğan dayanışmadır. Bu üç karakteristik özellik birbirini etkileyen ve tetikleyen ilişkileri oluşturmaktadır. Karşılıklılık, ticari bağlar ve kültürel kimlik zamanla iki farklı kültürün melezleşmesine sebep olabileceği gibi, iki kültürden birinin tam anlamıyla reddine de sebep olabilir. Göçmenler sürekli bir dönüşüm süreci içerisindedir; kültür dönüşür, dil dönüşür, değerler dönüşür, sosyal ve sembolik bağlar dönüşür. Başka bir deyişle ulusötesici göçmenler, kimlik anlayışlarını yeniden biçimlendirirler. Bu yeni oluşan kimlik, basit ve kaybolmuş bir kimlik değil aynı zamanda yeni ve benzer bir kimliktir de. İki farklı kültürün de bir araya gelmesi ile hem göç veren hem de göç alan toplumlarda çoklu bir kültürel yapı ortaya çıkmaktadır (Kivisto, 2010). Ticari bağların kültürel kimliğin ya da karşılıklılık ilişkisinin doğabilmesi için zaman önemlidir, bu ilişkilerin doğması için kesin bir zaman diliminden bahsedilemez ancak, kültürün dönüşümü, sosyal ve sembolik bağların oluşması için uzun bir süre geçmesi gereklidir. Bir ülkeye yeni gelen ve yerleşen göçmenin ulusötesici bağlar geliştirecek ne maddi olanağı ne de bunun için zamanı yoktur. Bu bakış açısıyla ulusötesici davranışlar öncelikle hayırseverlik ya da iş ilişkileri bağlamında ortaya çıkmaktadır. Yerleşilen ülkede kurulan ilişkilerin oluşması için birikim olması, ulusötesicilik kuram tanımı yapılırken mutlak dikkate alınmaktadır. Bu araştırmada memleket ile kurulan duygusal bağların oluşturduğu sosyokültürel ulusötesiciliktir. Göçmenlerin memleketleri ile daha güçlü duygusal bağ geliştirmeleri daha çok göçmenin ulusötesici davranışlar, pratikler geliştirmesini beraberinde getirmektedir. Ekonomik kaynakların büyüklüğü, daha 31 fazla göçmenin ulusötesici davranış ve pratik geliştirmesini sağlamaktadır ve bir ülkedeki göçmen sayısının büyüklüğü algısı ülkede yaşayan insanların negatif algısını tetikleyerek ülkedeki göçmenlerin ulusötesici davranış ve pratiklerini geliştirmektedir. Dünyanın en çok göçmen nüfusuna sahip olan ülkesi Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayan Dominik, Kolombiyalı ve El Salvadorlular arasında yapılan bir araştırma; bu ülkelerden gelen göçmenlerin memleketlerindeki sivil toplum örgütlerine katılım sağladıklarını, para akışının devam ettiğini, özel ve dini tatillerini memleketlerinde geçirdiklerini ve hatta kendi ülkelerinin spor takımlarını desteklediklerini ortaya çıkarmıştır (Itzigsohn, Saucedo, 2002). Ulusötesi göçmenler arasında ulusötesici davranışların büyüklüğünü ya da şiddetini ölçmek sosyal bilimlerin her alanında olduğu gibi imkansızdır. Ancak bazı değişkenler, ulusötesici pratiklerin yoğunluğunu anlamamıza yardımcı olur. Yaş, cinsiyet, medeni hal, eğitim ve sahip olunan çocuk sayısı gibi demografik veriler pratiklerin kendiliğinden mi yoksa yönlendirilme sonucu mu oluştuğu konusunu aydınlatır. Vatandaşlık alma durumu da ulusötesici pratikleri arttıran ya da azaltan bir değişkendir. Yerleştiği ülkenin vatandaşlığını alan göçmenin kendini yaşadığı ülkeye ait hissetmesi, aidiyet hissi pratikleri azaltan bir unsur olarak kabul edilmektedir. Dünyanın dört bir yanından ABD’ye gelen göçmenlerin kendilerini Amerikalı olarak tanıtması bu duruma örnektir (Itzigsohn, Saucedo, 2002). Göçmenin ailesinin, çocuklarının memlekette yaşamını sürdürmekte olması ulusötesici pratikleri arttıran bir faktördür. Göçmen bu durumda ya ailesini kendi yaşadığı ülkeye göçe yönlendirmekte ya da kendisi de ülkesine dönmektedir. Son ve günümüzde belki de en önemli değişken iş piyasasının durumu ve mobilitesidir. Bu değişkenler hem göç veren hem de göç alan ülkeyi ve tabi ki göçmenleri sosyoekonomik ve kültürel yönden etkilemektedir. Ulusötesicilik kuram olarak göçmenlerin memleketleri ile sürdürdükleri ekonomik, sosyokültürel ve siyasi pratiklere atıf yapar. Özellikle araştırmanın üzerinde durduğu konu ise göçmenlerin sosyoekonomik pratikleridir. Aile birleşimleri, dini ritüeller, ortak değerlerin sürdürülmesi ve medya takibi sosyokültürel ulusötesiciliği kapsamaktadır. Tüm ulusötesici pratikler ve ilişkiler 32 göçmenleri öz kimliklerine, göç etmeden önce olduğundan çok daha sıkı bağlamaktadır ( Vertovec, 2001). İlk yerleşen göçmenlerin çocuklarının ve onların çocuklarının zaman içerisinde babanın- atanın memleketine ve kültürüne uzaklaşacağı düşüncesi tamamen değişmiş, tersine dönmüştür. İkinci ve sonraki kuşak göçmenlerin kültür ve kimlik algısı ilk kuşaktan çok daha yoğundur, göç çalışmalarında ulusötesiciliğin önem kazanması da bunun sonucudur. Ancak kuşakların öz kültüre ilk kuşağa nazaran daha önem vermesi kendiliğinden gelişen bir süreç değildir. Üçüncü kuşak Almanya’da doğan, Alman toplumunda yaşayan Türk kökenli göçmenlerini, Türk kültürel ritüellerine sıkı sıkıya bağlanmaya iten nedenler daha çok tepkisel ulusötesicilik kuramı konusunu oluşturur. Özellikle kitlesel göçün söylemde bir meta konusu haline gelmesi ile toplumda yerleşen-yerleştirilen göçmen karşıtı algı, göçmenlerin anavatan ile bağlarını kuvvetlendirme eğilimi göstermelerine sebep olmaktadır. 2.2.1.1. Tepkisel ulusötesicilik kuramı Küreselleşmenin iş gücü hareketliliğini kolaylaştıran yapısı ile çok kültürlülüğü görünür kılması ya da küresel krizlerin ortaya çıkardığı panik havasının ulusal politikalara, bilhassa göçmenlere yönelik dışlayıcı bir tavırla yansıması göçün, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı penceresinden değerlendirmeye açmaktadır (Yılmaz, 2008:100). II. Dünya Savaşı sonrası başlayan ve dönemsel anlamda devam eden kitlesel göç ve göçmen sayısının artışı, içinde bulundurduğu ulusal azınlıklara rağmen etnik kimlik, dil, din, kültürel ve siyasi tecrübe gibi bağlayıcı faktörlerle bir çok Avrupa ülkesinin zamanla kültürel ve etnik anlamda heterojen bir yapıya bürünmesini sağlamıştır. Ülkede artan yabancı nüfusun hem dini ve kültürel açıdan farklı oluşu, ülkenin başarısız politikaları ve memlekete geri dönme planı ilk kuşak göçmenlerin toplumla bütünleşememiş olmalarına neden olmuştur. Ancak bu durum, sonraki kuşaklarda yerel toplumu rahatsız eden bir unsur olarak kendini göstermektedir. 33 Özellikle Avrupa’da göçmenlerin sorunlu gruplar olarak algılanmasına neden olan üç süreç bulunmaktadır. - Yabancı düşmanı ve aşırı milliyetçi partilerin Avrupa’daki mevcut sorunları sömürmeleridir, kültürel ve dini yönden farklılıklarından ötürü “sorunlu” kabul edilen göçmenlerin toplumun çeşitli merhalelerindeki ihmaller nedeniyle problemli bir yaşam sürdürmekte olduğu göz ardı edilmektedir. - Geleneksel demokratik partilerin, ülkedeki göçmen nüfusunu kontrol altına almak amacıyla uyguladıkları sıkı politikaların nüfusun “sorunlu” kısmının hükümet nezdinde tanınmış olduğunu görünür kılar. - Avrupa’nın bütünleşmesinin doğal bir sonucu olarak fakir ve güvensizlik ortamı algısının göçmen ve mülteciler üzerinden anlatılmasıdır (Maier,2002). Bu üç sürecin de kendiliğinden oluşmadığını belirtmek gerekir, topluma sonradan gelenler karşısında otoritesini kaybetme endişesi taşıyan politikacılar dışlamacı tavır ile yabancı varlığını siyasi arenada seçim malzemesi yapmaktadır. Böylece hem göçmenlerin yaşadığı sorunlar ve hak ihlalleri derinleşmekte hem de seçim malzemesi olma durumları stabil seyretmektedir. Bu bağlamda kitlesel göç, ekonomik kalkınma ya da insan hakları gibi ele alınması gereken temel konular arasında değil; güvenlik ve suç konuları ve sorunları çerçevesinde ele alınmaktadır. Bu ve benzeri olumsuzluklarla karşılaşan mülteci ve göçmenlerin, yerleştikleri ülkeye uyum gösterememelerinin ve adapte olamamalarının nedeni karşılaştıkları olumsuz tutumlar ve bu tür dışlanmalar karşısında yeniden çaba göstermeye nedenlerinin kalmaması olarak açıklanmaktadır. Göçmenlerin şehirlerde “ayrı” alanlarda ikamet etmeleri, “gettolaşma” olarak ifade edilmektedir. Gettolaşmanın sebepleri arasında ailevi ve çevresel bağlantılar, ekonomik koşullar sayılabileceği gibi önemli bir bölümü de sosyal dışlanma ve doğrudan ayrımcılığa maruz kalan grupların toplumdan ayrışması ile ortaya çıkmaktadır. Kültürel ve dini kimliğin ortaya çıkardığı farklılıklardan ötürü toplumda kabul görmeyen göçmenler, sosyal dışlanmanın doğal bir sonucu olarak kendi 34 kültürel kimliklerini sağlamlaştırmaya çalışmaktadır (Yılmaz,2008:77). Dolayısıyla göçmenlerin ya da mültecilerin yani topluma yeni eklemlenenlerin içine kapanarak birbirleriyle iletişim kurmaları, toplu hareket etmeleri halkı rahatsız edip korkutmakta, politik söylemlerde ifade edilen önyargıların da pekişmesini sağlamaktadır. Göçmenlere karşı ayrımcılık bilhassa radikal olaylarla ilişkilendirilerek, dinin temel alınması konusunda kendini göstermektedir. Irkçılığın kişileri sınıflandırma özelliğinden yola çıkarak Müslümanların siyasi, etnik, kültürel referanslarda ortaya çıkan farklılıklar da bir sınıfa; İslam’a indirgenerek açıklanmakta ve farklılıkların beraberinde getirdiği her çeşit tedirginlik de bir din üzerinden okunmaya çalışılmaktadır. Avrupa Birliği içerisindeki Müslümanların 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra “şüpheli” olarak kabul görmeleri, toplumun toplumsal kimliğinin güçlenmesine neden olmuştur. Göçmenler ne kadar çok ayrımcılık ve sosyal dışlanma ile karşılaşırsa o kadar dinsel kimlikleri etrafında bütünleşme eğilimi göstermektedir (Sander, 2004). Asimile olmayan, son dönemde göç ettiğinden dile hakim olmayan yaşadığı ülkede hayatta kalmak adına kötü işlerde çalışmak durumunda kalan ve dininin terörle birlikte anılması sonucu potansiyel suçlu olarak kabul gören göçmenler etnik, kültürel ve dinsel kökenlerine daha sıkı bağlanmaktadır. Yaşadığı ülkede kabul görmeyen, kendisine alt ya da aşağı ırk, kültür olarak bakılan göçmenler maruz kaldıkları sosyal dışlanma sonucunda uyum ve bütünleşmeden dışlanarak “gettolarda” yaşamaktadır. Kendisine böyle bir alan oluşturmak zorunda bırakılan göçmenler, aynı zamanda yaşadıkları yerler nedeniyle toplumdan kaçtıkları ve topluma uyum sağlamadıkları yargısıyla bir kez daha dışlanmış olmaktadır. Sosyal dışlanma, ırkçılık, yabancı düşmanlığı; sosyal, kültürel ve siyasi pek çok alandaki olumsuzlukların ülkedeki göçmenler üzerinden okunmaya çalışılmasına ve “dışsallaştırılması”’na bağlı olarak artmaktadır. Bu bağlamda göçmen ya öz kültürünü ya tamamen kaybedecek ya da bütünüyle öz kültürüne dönecektir. 35 Kuram; göçmenlerin maruz kaldığı ayrımcılık, toplumun negatif algısı, kabullenilmeme gibi nedenlerle anavatanla olan sosyal, kültürel, dini ilişkilerini arttırma eğiliminde olduğunu savunmaktadır (Itzigsohn ve Saucedo, 2002:772). Göçmenlerin negatif deneyimleri ve “bizden değil” algısı arttıkça ulusötesi ilişkilerini kurma ve geliştirme durumları artar. Kuram, karşılaşılan negatif bir deneyimin, göçmenin bulunduğu toplumun tümünü ayrımcı olarak değerlendirmesine neden olacağı üzerinde durur. Bu bağlamda göç kabul eden ülkeler üç grupta incelenebilir; bazı göçmen yerleşimciler genel nüfusa dahil olurlar ve farklı etnik grup oluşturmazlar. Bunlar genellikle göçmen olarak bulundukları çoğunluk nüfusu ile sosyoekonomik, dini ve kültürel anlamda benzeşen gruplardır. Avustralya’da yaşayan İngilizler, Avusturya’da yaşayan Almanlar bu gruplara örnek olarak verilebilir. Burada dikkate alınması gereken nokta Avustralya kültürel ve dini sembollerinin İngilizler ile benzer olmasıdır. Bazı göçmen yerleşimciler de etnik cemaatler oluştururlar. Bu topluluklar, göçmen olarak yaşamlarını sürdürdükleri ülkelerde siyasi katılım, vatandaşlık, ekonomik koşullar ve/veya sosyal haklar çerçevesinde sosyal dışlanma yaşamasalar bile belirli yerleşim yerlerinde ikamet etme, kendi dil ve kültürlerini koruma eğilimi taşımaktadırlar. Bu durum, etnik cemaat oluşturan göçmenlerin toplumda yaşadıkları ayrımcılığın doğal bir sonucu olarak oluşması açısından önem taşır. Bu yapıya Avustralya, ABD ve Kanada’da yaşayan İtalyanlar örnek olarak verilebilir. Bazı göçmen yerleşimciler de etnik azınlık oluşturmaktadır. Etnik cemaatlere benzer şekilde, bu topluluklar da dillerini, dinlerini, kültürlerini koruma eğilimindedir. Fakat buna ek olarak, bu grup aynı zamanda sosyoekonomik anlamda dezavantajlıdır. Zayıf yasal statü, sosyal dışlanma, vatandaşlığa kabul edilmeme, sosyal ve siyasal haklardan mahrumiyet, etnik ya da ırkçı ayrımcılık, ırkçı şiddet ya da nefret gibi sebeplerle toplum genelinden kısmen dışlanırlar. Avustralya, Kanada ve ABD’deki Asya kökenliler. Birçok batı Avrupa ülkesindeki Türkler bu kategoridedir (Castles ve Miler, 2008:348). Tepkisel ulusötesicilik ikinci 36 ve üçüncü kategoride yer alan etnik cemaatler ve etnik azınlık oluşturan ülkeler ve bu ülkelerde yaşayan göçmen davranışlarını incelemektedir. Gerek etnik cemaatler için gerekse etnik azınlıklar için sosyal dışlanma bağlamında ‘ben’ ya da ‘biz’ ve ‘öteki’ ayırımı temelinde kişisel ve kültürel kimliğini oluşturmak durumunda kalan göçmenler özellikle de yetişme çağında olan gençler zaman zaman özgünlüklerini, din ve ulusal kökenlerini aşırı vurgulama eğilimi gösterirler. Özgünlüğü koruma durumu öz saygı ihtiyacının bir parçasıdır. Değişik yoğunlukta göçmenler tarafından deneyimlenen yasal ve toplumsal ayrımcılık ve sosyal dışlanma, yabancı düşmanlığı, ırkçılık, işsizlik ve sınırlı siyasal haklar sonucu oluşturulan toplumsal alanlar; dışlanma, hor görülme ve ayrımcılık gibi olumsuz etmenlerden uzaklaşma olanağı sağladığı gibi kültürel kimlik bakımından da çok önemli olan “aidiyet duygusunu” da vermektedir(Kula, 2012:19).Yaşadığı toplumda kabul ve saygı görebilmek adına kendine, kendinden bir sosyal alan yaratan göçmen ihtiyaç duyduğu aidiyet hissini yarattığı alandan almaktadır. Göçmenler ulusötesici bağlarla memleketlerine bağlanma eğilimindedir. Bunu kuvvetlendiren en önemli unsurlar; yerleşilen ülkedeki göçmen algısı, yaşam memnuniyetinin eksikliği ve gidilen ülkede göçmenin sürekli memleketi ile anılmasıdır. Burada önemli olan ülkenin ekonomik durumuna göre değişen göçmen söylemi ve göçmene toplumda “göçmen” olmasından ileri gelen tanımlamalardır (Schiller, Fouron,1999). Tepkisel ulusötesicilik kuramı; toplumda yüksek seviyede dışlanma ve ayrımcılıkla karşılaşan göçmenin kendini değerli hissettiği yer ile kurduğu aidiyet ilişkileridir. Göçmenlere yönelik ayrımcılık ile göçmenlerin memleketleri ile kurdukları iletişim, bağlar ya da pratikler doğru orantılı olarak artacaktır. Göç çalışmalarında negatif uyum (entegrasyon) olarak kabul edilmektedir (Castañeda, Morales, Ochoa, 2014). Tepkisel ulusötesicilik, kolektif kimliğe atıf yapar. Kolektif kimliğin gelişimindeki ulusötesici yönü vurgulamak işçi göçmenlerin ve mültecilerin iki 37 kültür arasında yaşadığını söylemekten farklıdır. Kolektif kimlik hem paylaşılan inançların, fikirlerin, ortak tarih bilincinin ve ortak istekleri tanımlamanın ana merkezi hem de kolektif karakter, belirli ilgi alanlar, hatıralar konusunda yapılan ortak tanımlamalardır. Kimlik; rollere, ilişkilere ve örgütlere atıf yapabilir (Faist, 2003:302). 2.3. Ötekileştirme Avrupa son dönemde aşırı sağ partilerin yükselişi, gittikçe artan milliyetçilik söylemleri ve yabancılara yönelik ayrımcı ve dışlayıcı politikaların hayata geçirilmesine sahne olmaktadır. Irkçılık, sosyal dışlanma, yabancı düşmanlığı gibi konuların hem günümüzde hem de araştırmada üzerinde sıkça duruluyor oluşu ‘öteki’nin farklı şekillerde ele alınması gerektiğini vurgulamaktadır. Göç, etnisitenin önem kazanmasında belirleyici bir faktör olmuştur. Gittikleri ülkede dezavantajlı konumda olan göçmenler, karşılaştıkları ayrımcı politikalar ve davranışlar nedeniyle yoksullukla özdeşleştirilmiş; dışlanmayla, farklı sosyal güvenlik politikalarıyla karşı karşıya kalmışlardır. Kültürel bağlar, aidiyet hissedilen grupla bağların sıkılaştırılması, kendi kültürünü gittiği yerde yaşatma isteği, bu dışlanmayla birlikte yükselme eğilimi taşımaktadır. Bu noktada ise, „öteki‟ olmak giderek içselleştirir. Böylece etnisiteye bağlı ayrımcılık, karşı hareketi tetiklemiştir. (Fenton 2001: 36–37). Bu noktada etnik grup; birlikte yaşama, gelenek, görenek, kıyafet, mutfak, inançlar, törenler gibi unsurların kaynaşmasından oluşan bir süreçle belirlenir. „Ben‟ ve „Öteki‟, kendini tanımlama, kendi algı ve düşüncelerine göre, kendisi olmayanı oluşturma şeklinde bizzat kültür üzerinden inşa edilir. Irkçılık, ötekinin farklı şekillerde ele alınmasına bağlı olarak ortaya çıkan tarihsel bir fenomen olarak tanımlanır. Avrupa’nın tarihinde farklı dil, din ve ırklarla birlikte yaşama kültürü olmadığından, farklı ve yabancı olanlar, topluma yeni gelenlere, Avrupa içerisinde kuşku ile bakıldığını ve bu durumun günümüzde de devam ettiğini söylemek gerekir (Yılmaz, 2008:5). Öteki algısının ve korkusunun ulusal kimlik ve kültüre olan vurgusu toplumdaki iyi ve kötü algısını etkilemektedir. Toplumdaki iyi ve kötü algısı öteki ya da yabancıyı 38 bir taraftan kötü olarak kabul ederken kendini iyi olanla özdeşleştirme eğilimi gösterir. Bunun sebebi ise ötekinin kendi hakkındaki fikirlerini hesaba katan bireyin/toplumun, kendi kimliğini ötekinin öz benine göre inşa etmesi durumudur. Toplumsal olarak iki tür öteki varlığından söz edilir; ilki zaten bizden olmayan, bizimle aynı dili konuşmayan, aynı dinden olmayan, aynı gelecek kaygısını taşımayan yani bize kökten yabancı olanlardır. İkinci tür öteki ise içimizden çıkardığımız, aslında bize yabancı olmayan, yani bizim ürettiğimiz ötekilerdir, yani toplumun ötekileştirdikleridir (Temizer, 2013: 223-240). Göçmenler hem ilk gruba hem de ikinci gruba dahil edilebilir. Açıkça görüldüğü gibi göçmenler ilk gruba zaten dahildir; çoğunluk toplumuyla aynı dil, din, gelecek kaygısı, ortak değerlere sahip değildir. Bu organik bir süreçtir ve kendiliğinden oluşmuştur ancak ikinci grup bir sosyal müdahale sonucu oluşturulmuştur. Böyle bir durumda, bir devlet sınırları içerisinde sayıca ve güç bakımından azınlıkta olan göçmenler değersiz görülen, kendilerinden aşağı bir konuma yerleştirilen „öteki‟ olarak tanımlanır. Toplum içerisinde yaşanan olağan dışı değişimler ve sorunların sorumlusu olarak her zaman „öteki‟ görülür. 2.4. Entegrasyon Entegrasyon sözlüklerde uyuşma, anlaşma, birleşme ve bütünleşme gibi terimleri ifade etmektedir. Gerçekte ise kelimenin, sınırları belli ve açık bir ifadesi bulunmamaktadır. Fakat kavram uyum kelimesi ile birlikte anıldığı için asimilasyon ile arasında sınırları çizmek için genelde “var olanı kaybetmeden uyum” açıklaması eklenmekte kavram daha girift bir şekilde açıklanmaktadır. Göçmenler konusunda yapılan ilk araştırmalar asimilasyon teorisi ile açıklanmıştır. Göçün ana nedeninin insanların daha iyi yaşam koşullarına sahip olmak olduğu bilinmektedir. Yaşadığı toplumda sosyal ve ekonomik anlamda hiçbir sorun yaşamayan insanlar göç etme eğiliminde değildir. Asimilasyon, göçmenlerin yeni geldikleri ülkenin yaşam koşullarına ve kurallarına uyum sağlayarak bu ülkede yaşamaya devam edebilecekleri ya da ekonomik kazanç elde ettikten sonra kendi ülkelerine geri dönmeleri gerektiği üzerinde durmaktadır. Dolayısıyla gittiği ülkenin yaşam tarzına uyum sağlamayan birinin ülkede yaşamaması gerektiğini 39 savunmaktadır. Asimilasyonda kültürel baskı vardır. Günümüzde küreselleşmenin de etkisiyle değişime uğramış olan asimilasyon kavramı yerini her iki ülke kültürünün birlikte kabul edilmesi gerektiğini savunan entegrasyon kavramına bırakmıştır( Şahin, 2010:55). Entegrasyon konusunda yapılan ortak bir tanımlama yoktur. Küreselleşme ile asimilasyon teorilerinin yerini alan bu kavram, göçmenlerin, hem gittiği ülkenin hem de anavatanlarının kültürünü eş zamanlı olarak benimsemesi anlamına gelir. Ancak entegrasyonun tanımını yapanların tanımlamalarının birbirinden çok farklı oluşu, kelimenin sınırlarını belirsiz kılmaktadır. Entegrasyon kendini kültür, kültürleşme, sosyal-ekonomik politik konum, etkileşim ve kimlik alanlarında göstermektedir. Yeni toplumun kültürü ile orijinal kültürün geleneklerinin ve dilinin etkileşimi sonucunda ortaya çıkan kültürleşme, topluma yeni gelen bireyin ekonomik, sosyal, siyasi haklarını içeren sosyalekonomik politik konum ile katıldıkları toplumun üyeleri ile kurdukları etkileşim ve kişinin toplumsal yaşam içerisinde kendini nereye ait hissettiğini belirleyen kimlik alanlarında kendini hissettirir ( Şahin,2010: 61). Günümüzde entegrasyon genel anlamıyla sistem entegrasyonu ve soysal entegrasyon olarak iki farklı boyuttan ele alınmaktadır. Sosyal entegrasyon, Almanya’da yaşamakta olan göçmenlerin sosyal entegrasyonu hakkında araştırmalar yapan ve sosyal entegrasyon teorisini oluşturmuş olan Esser’e göre (Esser, 2000:56-61) kimlik, kültürleşme, etkileşim ve sosyal-ekonomik-politik konum sosyal entegrasyonu oluşturan boyutlardır. Ayrıca Esser, kuşaklar ilerledikçe bu boyutların asimilasyona daha çok yaklaşacağını savunur (Şahin, 2010:103-134). Ancak Esser’in dediği gibi asimilasyon her zaman kuşaklar geçtikçe oluşan doğal bir sonuç değildir. Yasal düzenlemeler, siyasi partiler ve dünyanın çeşitli yerlerindeki göçmen algısı bu süreci etkilemekte ve şekillendirmektedir (Şahin, 2010:103-134). Esser’in sistem entegrasyonu ise, göç alan ülkeye yeni gelen göçmenler ile yerleşik üyeler arasında gerginlik yaşanmadan göçmenlerin topluma dahil edilmesi sürecini kapsar. Göçmenler ülkede çalışarak, vergilerini ödeyerek, ülkenin yasal 40 kurallarını yerine getirerek sürece dahil olmuş olurlar ve sistem entegrasyonu gerçekleşmiş olur. Sistem entegrasyonu fikrinde ülkenin dilinin çok iyi bilinmesi, kültürün benimsenmiş olması ya da ülkenin yerleşik üyeleriyle iletişim kurulması fikri önemsenmez. Küreselleşme ile birlikte gelen çok kültürlülük, beraberinde kimliksel farklılıkları daha belirgin hale getirmiş “biz” ve “onlar” arasındaki ayrımın da netleşmesine neden olmuştur( Yılmaz, 2008:75). Entegrasyon da kavram olarak günümüzde, “öteki” olarak kabul edilen ve kültüre sonradan gelerek dahil olanın “biz” olarak kabul edilen baskın kültüre uyum sağlaması olarak tanımlanmaktadır. Bu ise ülkelerin göçmenlere uyguladığı göçmen politikalarını belirlemektedir. Halen Alman düşünce kuruluşlarından birinde araştırma yapmakta olan profesör Heinz Kramer, 1997 yılında yapılan bir sempozyumda; Almanya’da yaşayan değişik etnik ve dinsel kökene sahip olan, Türkiyeli insanların uzun dönemde kendilerini Türk olarak niteleyemeyeceklerini, bunun entegrasyon (uyum) için vazgeçilmez öneme sahip olduğunu belirtmiştir (Unat,2006:256). Toplumda yönetimi elinde bulunduranların, politika yapıcıların ve egemen çoğunluğun, asimilasyonu destekledikleri görülmektedir. Homojenlik fikrini ve „ötekinin‟, kendilerinin üstünlüğünü kanıtlayan „onlar‟ gibi olmasını tercih ederler. Toplumun bazı kesimleri ise asimilasyonun karışmaya neden olacağını, “ben” ve “öteki” arasındaki ayrımın ortadan kalkacağını, ötekinin ayırt edilemeyeceğini öne sürerek, asimilasyona karşı çıkarlar ve ayrımcılığı desteklerler. Bu sebeple entegrasyon kavramının kesin bir tanımının olmayışı asimilasyonun nerede bitip entegrasyonun nerede başladığı kavramını güçleştirmektedir. Tanımın muğlaklığı, göçmenlerin entegrasyon tanımını toplumun genel algısı üzerinden yapmaları sonucunu doğurmaktadır. Sistem entegrasyonunu tanımlamak sosyal entegrasyonu tanımlamaktan kolaydır; veriler somuttur. Ödenen vergiler, oturma izni belgesi, ülkenin hukuk kurallarına uymak gibi kurallar sistem entegrasyonunu gerçekleştirmiş olmanın örnekleri olarak verilir. Dolayısıyla bir göçmen dil bilmeden de sistem entegrasyonunu gerçekleştirmiş sayılır. Sosyal entegrasyonun tanımı ise sistem entegrasyonundan farklıdır. Esser, sosyal entegrasyonunu; kültürleşme, sosyal-ekonomik-politik konum, etkileşim ve kimlik olarak dört boyutta inceler. 41 Kültürleşme; dil, gelenekler gibi konularda orijinal kültür ile yeni toplum kültürünün etkileşimidir. Sosyal-ekonomik-politik konum ile topluma yeni gelen bireyin sosyal konumunu, ekonomik konumunu ve politik konumunu ve bireyin haklarını belirtir. Etkileşim, topluma yeni katılan bireyin kendi toplumu ve yeni katıldığı toplum üyeleri ile iletişimidir. Kimlik ise kişinin toplumsal yaşamda kendini nereye ait hissettiği ile ilgilidir. Bu dört boyut iki kültüre de uyumu açıklayan çoklu entegrasyon, orijinal kültüre uyumun baskın olduğu segrasyon, yeni kültüre uyumu içeren asimilasyon ve iki kültürü de reddetmeyi açıklayan marjinalleşmedir ( Şahin, 2008: 227-251). 2.5. İslamofobi (İslam Korkusu) Tarihten günümüze bakıldığında Hıristiyanlığın Avrupa için bir birleştirici bir yapıya bürünmesi İslam dininin ortaya çıkışı ile aynı dönemdir. 7. Yüzyıl sonrasında İslam dinini ortaya çıkışı ile Avrupa’nın kendini uzun yıllar karşıtlığı üzerine tanımladığı tarihte yerini almıştır. Haçlı seferleri bu bağlamda Avrupa’yı uzun bir dönem birleştirmiş ve bütünleştirmiştir. Avrupa tarihte, İstanbul’un düşmesi ile Hıristiyan kimliğinden ayrılmış ve deniz aşırı seferlerle kimlik bulma yoluna girmiştir. İstanbul’un fethinin ardından Müslüman doğuyu yenememesi sonucu Avrupa içerisinde merkezi batıya kayan bir üstünlük söylemi ile öteki rolünü Müslümanlardan çok ‘barbar’ tanımlamasının aldığı görülmektedir (Yılmaz,2008:88). Ancak bu dönemde de barbar olarak tanımlanan ve aşağı görülenlerin Orta Doğu Müslümanları oluşu ve Hıristiyan değerlerinin evrensel değerler algısı da İslam’ın dolaylı olarak öteki şekline bürünerek nefret söylemine zemin hazırladığı görülmektedir. İslam korkusu anlamına gelen İslamofobi, kavram olarak İngiltere’de 1968 yılında kurulmuş olan “Runnymede Trust” tarafından ortaya atılmıştır. Bu düşünce kuruluşunun 1997 yılında yayınladığı “Islamophobia: A Challenge for Us All” (İslamfobisi: hepimiz için bir sorun) isimli makalede İslamofobiyi İslam’a karşı nedeni bilinmeyen düşmanlık olarak adlandırmıştır( Ayanlar, 2012:33). 11 Eylül 2001 saldırıları bir yandan ulusal ve uluslararası güvenlik politikalarını değiştirirken bir yandan da köktendincilik tehdidinin artmasına yol 42 açmıştır. Saldırıları gerçekleştiren radikal grubun Müslüman asıllı olmaları, Müslüman göçmenlerin diğer göçmenlere nazaran sorunlu bir grup olarak kabul görmelerine dolayısıyla İslamofobinin yaygınlaşmasına neden olmuştur. Bu çerçevede pek çok Avrupalı Müslüman etnik kimliklerine ya da dinsel yaklaşımlarına bakılmadan iş, eğitim ve barınma konularında ayrımcılıkla karşılaşmaktadır. Avrupa’da yaşayan yaklaşık 17 milyon Müslüman nüfus yaşamaktadır bu sayı da AB’nin total nüfusunun %3.7sine karşılık gelmektedir. AB içerisinde yaşayan Müslümanlar Fransa’da (6.12 milyon) ve Almanya’da (3.05 milyon) olmak üzere yaklaşım 10 milyon civarındadır. Müslümanların yerleştikleri ülkede uzun sayılabilecek tarihlerine rağmen, sözü edilen nüfusun uyum(entegrasyon) konusunda yaşadıkları problemler, yaratılan korku ve bu yöndeki algılamalar, Avrupalı toplumların İslam dini ve Müslümanlara yönelik olumsuz davranışlarının olumsuz olarak biçimlenmesine sebep olmaktadır. Kalıplaşan bu davranışlar ise İslam dininin Batı medeniyeti değerlerine uymadığı gerekçesiyle ülkenin politika yapıcıları tarafından kullanılan söylemlerde vücut bulmaktadır (Yılmaz, 2008:83). Entegrasyon ile ilgili algılamalar, terör saldırılarının İslam ile bağdaştırılması, küreselleşme, Avrupa entegrasyonunun beraberinde getirdiği sosyoekonomik değişim ve bu değişim sonucu ortaya çıkan kaygı ve sembolik tehdit İslam dini ve Müslümanlara yönelik davranışları etkileyen unsurlardır. Mevcut durum bu grupların sosyal dışlanmasını, ırkçı düşünce ve davranışlara maruz kalmasını tetiklemektedir. İslam düşmanlığı ve korkusu olarak tanımlanan islamofobi, kendinden olmayanı dışlama anlamındadır ve ırkçılığın yeni bir ifadesi olarak kabul edilmektedir. Küreselleşmenin doğal sonucu olarak kendiliğinden gelişen göç olgusu beraberinde kültürel, sosyal ve dini farklılıkları getirmiştir. Ancak Avrupa’nın tarihinde, farklılıklarla birlikte yaşama tecrübesi olmadığından, geçmişten beri yabancı olduğu bir din etrafında farklılıkları toplayarak sınıflandırması, kimliğin bir parçası olan öteki için yüzeysel bir zemin sağlamaktadır. 43 3. BÖLÜM 1945 SONRASI GELİŞMİŞ ÜLKELERE GÖÇ 3.1. Avrupa’ya İşgücü Göçü İlk çağlarda geçerli olan kölelik düzeni, ortaçağda kilisenin baskısı altında feodalizmin kişisel özgürlükleri kısıtlayıcı yapısı göç yoluyla insanların ekonomik ve sosyal durumlarını düzeltme isteklerini engellemiştir. Merkantilist dönemde de nüfus artışı düşük maaşlara neden olacağından dışa göç yasaklanmıştır(Kılıçaslan, 2006:24). Günümüzde bir devletin diğer bir devlet üzerinde, ister maddi, ister manevi bir kontrol, nüfuz kurması veya bir üstünlük sağlaması anlamına gelen emperyalizm, sömürgecilik kavramının yeni tanımı olmuştur. 19. Yüzyılda Avrupa’ya işçi göçü sömürgecilik faaliyetleri ile gerçekleşmiş, Belçika, Fransa ve Almanya bu faaliyetlere öncülük etmiştir. Avrupa’yı Afrika’yı sömürgeleştirme faaliyetlerine iten en önemli faktör ekonomiktir( Armaoğlu, 2004:79). 20. yüzyılın başlarında Amerika tarafından vaat edilen özgürlük yeni bir hayat şansı göç için çekici bir öge olmuştur öte yandan bu dönemde yaşanan ekonomik sorunlar, kıtlık, tarımda yaşanan gelişmelerin yol açtığı işsizlik ise göç için itici bir öge olmuştur(Gökdere, 1978: 12). Özellikle Amerika’ya yapılan göçler 2. Dünya Savaşı’na kadar devam etmiştir. 2. Dünya Savaşı, dünya göç tarihi açısından büyük bir dönüm noktası oluşturur. 2. Dünya Savaşı’nda Avrupa, yaklaşık 3 milyon insanını kaybetmiş ve şehirleri yıkılmıştır (Akt: Kılıçaslan,2006:25). Sovyet Rusya’nın komünist emperyalizmine hız vermesi ile Amerika, savaştan sonraki barış ortamında Sovyet Rusya ile işbirliği yapamayacağını anlamıştır. Bu durum Amerika’yı savaştan yenik çıkan ülkelere maddi yardımda bulunarak ülkelerin Sovyetlerle işbirliği yapmasını engelleme yoluna itmiştir. Amerika 1947’de, dönemin başkanı Harry S. Truman’ın isteğiyle Türkiye ve Yunanistan’a askeri yardımda bulunmuştur. Truman Doktrini; esas olarak Yunanistan ve Türkiye’ye askeri yardımını öngören Sovyetlerin doğrudan bu 44 ülkelere olan baskısını azaltma amacını güden bir doktrindir. Yenik devletlerin Sovyetlerin yanında yer almasından korkan Amerika, Truman Doktrini’nden sonra Avrupa’ya Marshall Planı çerçevesinde maddi yardımda bulunmuştur. Bu sayede Sovyetlerin güçlenmesiyle birlikte bozulan dünya dengelerini düzeltmek istemiştir (Armaoğlu, 2004:443). Truman Doktrini ve Marshall Planı, Avrupa’da iş gücü göçü hareketliliğinde kilit öneme sahiptir. Yıkık şehirlerini yeniden yapılandırabilmek zor durumdaki ekonomilerini güçlendirebilmek için gerekli olan maddi ve askeri yardımı alan ülkeler ucuz iş gücüne ihtiyaç duymuş, bu ihtiyaç iş gücü göçünü hızlandırmıştır. 1950-1960’lı yıllarda Batı Avrupa, Birleşik Amerika ve petrol üreten Ortadoğu ülkeleri ekonomilerini daha verimli hale getirmek amacıyla yabancı iş gücü ithal etmeye başlamışlardır. Söz konusu dönemde en çok iş gücü ihraç eden ülke İtalya olmuştur. Batı Avrupa; Türkiye, İtalya, Yunanistan ve Kuzey Afrika’dan işçi ithal etmiştir( Unat, 2002:50).1973 petrol bunalımı ve onu izleyen stagflasyon döneminde, başlıca işçi ithalatçısı ülkeler sistemli göç alımını durdurmak zorunda kalmıştır. Bu dönemde ikili iş gücü anlaşmaları yeniden gözden geçirilmiştir. Yabancı ya da misafir işçiler bu dönemde yerleşik göçmenlere dönüşmeye başlamışlardır. 1970lerin ortalarında misafir işçi kabul eden Avrupa ülkeleri, uluslararası örgütlerin de baskı uygulaması sonucu mevcut göçmenlerin sosyal refah sisteminden tam anlamıyla faydalanmalarını ve yerleşmelerini kabul etmek durumunda kalmıştır( Kılıçaslan, 2006: 54). Dünyada 1973 Petrol Krizi ardından 1980’de Türkiye’de ortaya çıkan karışık siyasi ortam ve askeri rejim dolayısıyla bir çok Türk, başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın çeşitli ülkelerine gitmiştir. Almanya’nın 1980 yılında sahte iltica taleplerini önlemek amacıyla koyduğu vize zorunluluğu bile bu yıl 57.913 Türk vatandaşının iltica talebini önlememiştir (Çizelge 3.1.). 45 Çizelge 3.1. Federal Almanya’ya iltica talebinde bulunan Türklerin yıllara göre dağılımı ve öteki ilticacılara oranı 3.2. Yabancı ve Misafir İşçiler İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle uluslararası göç nitelik değiştirerek devam etmektedir. 1945’teİkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile Batı Avrupa ucuz iş gücüne ihtiyaç duymuştur. Hızla gelişen ekonomiler Avrupa çevresinde yer alan az gelişmiş ülkelerin ucuz iş gücü rezervlerini kullanmışlardır. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından İngiliz hükümeti, mülteci kamplarından ve Avrupa Gönüllü İşçi (EVW) projesi ile İtalya’dan çoğunluğu erkek 90.000 işçi getirmiştir. Belçika, savaş sonrası çoğu İtalyan olmak üzere kömür madenlerinde ve demir çelik endüstrisinde istihdam etmek üzere yabancı işçi almaya başlamıştır. Fransa, Güney Avrupa’dan aldığı işçilerin işe alımını organize etmek amacıyla Ulusal Göç Ofisi’ni (ON) kurmuştur (1945) (Castles ve Miler, 2008:98).İsviçre 1945-1974 arasında da işçi getirte politikası takip etmiştir. İsviçre’deki göçmenler arasında iş değiştirme, kalıcı yerleşim ve aile birleşimi 1960lı yıllara kadar yasaklanmıştır. Bununla birlikte İsviçre istatistikleri misafir işçileri emek göçünün bir parçası olarak kabul ederken nüfusun bir parçası olarak kabul etmemiştir. Federal Almanya Cumhuriyeti (FRG) de dönemin misafir işçi alma sistemi uygulayan ülkelerinden biri olmuştur. Ancak Federal Almanya Cumhuriyeti’nin 46 misafir işçilere yönelik tutumu diğer ülkelere nazaran daha sert ve sistemlidir. Geçici ikamet konusunda sivil hakların kısıtlanması, özellikle bekar erkek işçileri işe alımı, aile birleşimlerinin tamamen engellenmesi, yerleşme ve cemaat oluşumunda aşırı direngen tutumları Federal Almanya’nın misafir işçi algısını tanımlamaktadır (Castles ve Miler, 2008:101). Yabancı işçi ithal eden ülkeler, gelen işçileri “konuk”, kendi ülkelerine geri dönecek misafirler, olarak görmüş ancak yabancı işçiler geldikleri ülkeye temelli yerleşme eğilimi göstermişlerdir. Bir Alman filologu olan Max Frisch’in “biz işçi istedik, insanlar geldi” sözünden de anlaşılacağı üzere yabancı işçi ithali gerçekleştirilirken yalnız ekonomik çıkarlar göz önünde bulundurulmuş göçmenlerin kültürel, dini, sosyal değerleri göz ardı edilmiştir. 3.3. Yeniden Yapılanma Süreci Ve Göçler 1973 Petrol Krizi, endüstriyel ülkelerce emek gücü işçilerinin engellenmesi durumu dünya ekonomisinin yeniden yapılandırılmasına neden olmuştur. Ekonomik kriz, gündeme gelen sınır güvenliği konusu, batı Avrupa ülkelerinin Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) dışından gelenlere vize uygulaması koyması gibi yaklaşımlar göçün ve göçmen modellerinin evrilmesine neden olmuştur. - 1990’larda hükümet tarafından örgütlenmiş emek göçünde önemli ölçüde azalma olmuştur. - İlk kuşak “misafir işçiler” aile birleşmesi yoluyla ülkede kalıcı olmaya başlamışlardır. - Güney ve Doğu Avrupa ülkeleri göç veren ülkeden göç alan ülkeye dönüşmüşlerdir. - Göçmenlerin köken bölgeleri ve göç etme biçimleri değişmiştir. - Petrol zengini ülkeler tarafından alınan yabancı işçiler, çoğunlukla az gelişmiş ülkelerden gelmeye başlamıştır. - Doğudan Batıya kitlesel mülteci ve sığınmacı hareketleri gelişmiş - Yasadışı göç ve yasallaştırma politikaları artış göstermiştir (Castles ve Miler, 2008:109). 47 1973’deki krizle birlikte azalma eğilimi gösteren uluslararası göç 1980lerde yeniden artış göstermiştir. Bunun sebebi ülkelerdeki ekonomi ve politik istikrarsızlıklar ve problemlerdir. 1973 sonrası Avrupa göçmenlik politikası; 19731989 arası dönemde hem ekonomik krizin patlak vermesi hem de emek açığının misafir işçilerle büyük ölçüde kapanması nedeniyle göçe yönelik kısıtlayıcı önlemler alınmıştır. 1989-2001 arası dönemde SSCB’nin yıkılışı, Bosna Hersek Savaşı’nın patlak vermesi ile Avrupa yeni bir göç akınına uğramış, bu nedenle mülteci ve göçmenlerin köken ülkelerine geri dönüşünü özendirecek düzenlemeler yapılmış, göçmenlerin Batı Avrupa’ya ulaşmalarını engellemek amacıyla Orta ve Doğu Avrupa’da tampon bölgeler “buffer zone” oluşturulmuştur. 2001’den günümüze bakıldığında ise 11 Eylül saldırılarının göçmenlik politikalarına yön verdiği görülmektedir. İslamofobi ve yabancı düşmanlığı Avrupa’nın göç politikalarını güvenlik açısından ele almasına neden olmuştur. Avrupa Birliği üye ülkeleri arasındaki serbest dolaşım hakkı anlamına gelen ve üye olmayan ülke vatandaşlarının Avrupa ülkelerinden birine giderken almak zorunda olduğu vize, resmi belgelerde schengen vizesi olarak tanımlanır. Schengen vizesi, Schengen Anlaşması sonucunda alınan kararlar arasındadır. Schengen Antlaşması’nı İrlanda ve İngiltere imzalamamıştır. Norveç, İzlanda ve İsviçre Avrupa Birliği‘ne üye olmamakla birlikte, Schengen Antlaşması’na dahildir. Schengen Antlaşması, göç politikası ve ulusötesi fırsatlar konusunda üye devletlerarasındaki farklılıkları büyük ölçüde yansıtmakla birlikte uyumlu bir vize politikası iç sınır kontrollerinin ortadan kaldırılmasını, ortak bir bilgi ve bilgisayar sisteminin oluşturulmasını, yasadışı uyuşturucu ticareti ile mücadelede işbirliği konularını içeren ortak bir göç politikası oluşturmak amacıyla birçok olumlu gelişmenin yaşandığı bir anlaşma olmuştur (Özgen, 2010:70). AB’nin günümüzdeki göç yönetimi daha çok göçü engelleme ve daha seçici (selective) bir göçmenlik politikası uygulama yönündedir. Aslında bu durum 1990larda, batı Avrupa’nın kontrolsüz göç akınlarından duyduğu endişe ile sınır 48 kontrollerini bir “güvenlik” sorunu olarak yansıtarak başlamasıyla hız kazanan bir eylemdir. Schengen vizesi uygulaması ortalama pratikleri biometrik fotoğraf, gideceği ülkeye yerleşmeyeceğini kanıtlayan belgeler, ziyaret sebebi, davetiye mektubu, 49 4. BÖLÜM TÜRK DIŞ GÖÇÜ 4.1. Türklerin Almanya’ya Göçünü Hazırlayan Nedenler 4.1.1. II. Dünya Savaşı ve sonrasında Almanya iç durumu 1933’te Adolf Hitler yönetimindeki Nasyonal Sosyalist Parti’nin Almanya’da seçimleri kazanması, 2. Dünya Savaşı’nın meydana gelmesinde ilk merhaleyi oluşturur. Nasyonal Sosyalist Partisi’nin seçimi kazanmasının ardından Hitler ticaret birliği anlaşmasını yasaklamış, kendi partisi olan Nasyonal Sosyalist Partisi dışındaki bütün siyasi partileri feshetmiştir. Basın özgürlüğünü kaldırılmış ve Adolf Hitler’e muhalif, Alman ırkından olmayan binlerce insan yargılanmadan “concentration camps”3 adı verilen kamplara gönderilmiştir. Konsantrasyon Kampları; Alman ırkından gelmeyenleri ve özellikle Yahudileri hedef alan kampa alınanları ağır şartlarda çalıştırmak, denek olarak kullanmak ve öldürmek amaçlı kurulmuş olan hapishane kamplardır. Adolf Hitler döneminde Almanya’da yaşayan 6 milyondan fazla Yahudi “extermination camps” adı verilen kamplarda katledilmiştir. Ölüm kampları olarak da bilinen extermination kampları (imha kampları); Yahudilerin sistematik bir biçimde öldürülme kamplarıdır. Adolf Hitler’in, tarihe soykırım olarak geçen bu katliamı gerçekleştirmesindeki neden, saf bir Alman ırkının üstün ırk olacağına inanışı üzerine gelişmiştir. Almanya’nın uyguladığı soykırım ve yarattığı korku dünya ülkelerini tedirgin etmiştir. Hitler’in Avrupa’da büyük bir Alman imparatorluğu kurma fikri üzerine Almanya’nın Polonya’yı işgal etmesi 2. Dünya Savaşı’nı başlatmıştır. Savaştan İtalya, Japonya gibi Almanya’da 1945’te yenik ayrılmıştır. Almanya savaş sonunda müttefik devletler (Birleşik Krallık, Sovyet Rusya, Amerika Birleşik Devletleri ve Fransa) tarafından, dört askeri işgal bölgesine ayrılmıştır. İnternet: http://wwwenglisch.fhof.de/fileadmin/AAA/Formulare_Incomings/_berblick_Deutschland.pdf adresinden 12 Ocak 2015 tarihinde alınmıştır. 3 50 Buna göre Fransa Almanya’nın güneybatısını, İngiltere kuzeybatısını, Amerika Birleşik Devletleri güneyi Sovyet Rusya ise doğusunu işgal etmiştir. Berlin şehri Almanya’nın Sovyet işgal bölgesi içerisinde yer almıştır. Batılıların Berlin’deki işgal bölgeleri ile Almanya’daki işgal bölgeleri arasındaki ulaşımın, Sovyet Rusya’nın işgal bölgesinden geçilerek yapılıyor olması Sovyet Rusya’yı rahatsız etmiştir. Sovyetler batılıları Batı Berlin’den çıkartmak amacıyla Batı Almanya ile Batı Berlin arasındaki ulaşıma kısıtlamalar getirmiştir. Amerika’nın ve Batılıların Batı Berlin’den çıkmamaya karar vermesi üzerine Sovyet Rusya, Doğu Almanya’da ekonomisi sosyalizme dayanan bir rejim kurmak istemiştir. Amerika tarafından desteklenen Batı Almanya (Federal Almanya) ise çok hızlı gelişme göstermekte olduğundan Sovyet Rusya tarafından kurulmuş olan Doğu Almanya’dan (Berlin Demokratik Cumhuriyeti) kaçışlara sahne olmuştur. Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya yapılan kaçışları durdurmak isteyen Sovyet Rusya 1961 yılında Berlin Duvarı’nı örerek kaçışları engellemiştir (Armaoğlu,2004:446).Doğu Almanya vatandaşlarının Batı Almanya’ya kaçmalarını önlemek amacıyla inşa edilen Berlin Duvarı, 1989 yılında yıkılmıştır. Batı Almanya’nın ekonomik kalkınma döneminde Amerika, Batı Almanya için duyduğu iş gücü ihtiyacını ihraç etme eğilimine girmiştir. 4.1.2. II. Dünya Savaşı ve sonrası Türkiye’nin iç durumu Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’ndaki konumu, hem müttefik devletlerinin hem de mihver devletlerinin (Almanya, İtalya ve Japonya) Türkiye’nin savaşta yanlarında yer alması için harcadıkları çaba ve baskılardan ibarettir. Türkiye’nin stratejik konumu dolayısıyla savaşta kilit rol oynayacağı düşüncesi iki bloğu da zor durumda bırakmıştır. Ancak Türkiye’nin savaşa girmesi teknik donanım açısından imkansızdı. Müttefik devletlerden biri olan Sovyet Rusya’nın savaş döneminde Türkiye’den toprak istemesi Türkiye’yi mihver devletlerinden Birleşik Amerika ve İngiltere ile yakın ilişkiler geliştirmeye itmiştir. II. Dünya Savaşı döneminde Türkiye mihver devletleri ile yakın ilişkiler geliştirmiş ancak tarafsız kalmayı da başarmıştır. Dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Türkiye’nin savaşa katılmasına karşı çıkmıştır. 51 1939 yılında göreve gelen Refik Saydam’ın başbakanlığı döneminde, savaş döneminde Türkiye’deki ekonomiyi ve fiyatları denetim altına almak amacıyla Milli Koruma Kanunu’nu çıkartmıştır. Refik Saydam’ın ardından başbakanlığa seçilen Şükrü Saraçoğlu ise bu uygulamayı tersine çevirerek fiyatları serbest bırakmış, fiyatlar yükselmiştir. Çiftçi, tüccar ve sanayicinin durumu iyileşirken dar gelir sahibi ülke vatandaşlarının ekonomik durumu daha da kötüleşmiştir (Akşin, 2007:236). Türkiye bir yandan II. Dünya Savaşı’na aktif olarak katılmamak için çaba harcarken bir yandan da çok partili yapıya geçmeyi deniyor, ekonomik problemlerle baş edebilmek için çeşitli kanunlar çıkartıyordu. Demokrat Parti 7 Ocak 1946’da kurulmuş ve1950 seçimlerini kazanmıştır, Adnan Menderes başbakan olmuştur. Demokrat Parti, demokratikleşme fikrini kuruluş ilkesi edinmiş bir parti olarak faaliyet göstermiştir. İktisadi kalkınmaya önem vermiş tarımda makineleşmeyi desteklemiştir. Ancak DP hükümetinin tüm çabalarına rağmen Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi problemler devam etmiştir. 1957 yılında yapılan seçimlerde DP hükümetinin aldığı oylar azalmış olsa da seçimleri yine DP kazanmıştır. 1958’de iktisadi bunalım çözümsüzlüğü sonucunda IMF ve Dünya Bankası’nın verdiği borcu kabul etmek zorunda kalmıştır. 4 Ağustos 1958’de istikrar önlemleri alınmış ve dolar 2.80 TL’den 9 TL’ye yükseltilmiştir (Kaynak: Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası(2015)). Ancak DP hükümeti tarafından başlatılan demokratikleşme süreci CHP muhalefetinin tepkisiyle karşılaşmıştır. Muhalefet ile iktidar arasındaki gerginlik topluma yansımış, üniversitelerdeki farklı siyasi görüş mensubu öğrenciler arasında olaylar yaşanmıştır. Olaylara polis müdahale etmek zorunda kalmıştır. Çoğu genç subaylardan oluşan bir cunta tarafından oluşturulan Milli Birlik Komitesi 27 Mayıs 1960’ta darbe yaparak DP hükümetini devirmiştir. MBK birçok DP’li tutuklanmış, üç kişinin idam cezası onaylanmış, Adnan Menderes, Fatih Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan idam edilmiştir. DP hükümetinin ülkenin ekonomik kalkınmasına getirmiş olduğu hareketlilik, izlediği liberal ve dışa açık ekonomi ülke ekonomisini düzeltmeye yetmemiştir. Öte yandan toplumun tüm bireylerini çeşitli örgütler vasıtasıyla siyasete katabilme kabiliyeti muhalefet partisi olan Cumhuriyet 52 Halk Partisi’ni rahatsız etmiştir. 9 Temmuz 1961’de yapılan halk oylamasıyla %40’a yakın “hayır” oyuna rağmen 1961 anayasası kabul edilmiştir. Türkiye’nin Almanya ile 30 Ekim 1961’de imzalamış olduğu “Türk İşçilerinin Almanya Federal Cumhuriyeti’ne Gönderilmesine Dair Anlaşma” iki ülkenin içinde bulunduğu bu koşullar altında gerçekleşmiştir. 4.2. Türk Dış Göçünün Özellikleri Türkiye nüfusunun % 8’inden fazlasının ülke dışında yaşadığı göz önüne alındığında tüm dünyadaki Türklerin en kalabalık grubunun Federal Almanya’da yaşadığı görülür. 09.12.2014, Türk-Alman Eğitim ve Bilimsel Araştırmalar Vakfı (TAVAK) basın bülteni verilerine göre Almanya’daki Türk kökenlilerin sayısı 2,5 milyon ile 3,5 milyon arasındadır. Altmışlı yıllardan itibaren Avrupa’ya yönelik Türk dış göçü Avrupa’nın pek çok ülkesinde göçmen Türk topluluklarının oluşması ile sonuçlanmıştır. Türk dış göçünün kolektif ve dayanışmacı özelliği ile söz konusu göçmen topluluklar, yerleştikleri Avrupa şehirlerinden başlayarak genişleyen göçmen dayanışma ve etkileşim ağlarını inşa etmiş oldukları görülür. Örneğin altmışlı yıllardan itibaren Türklerin yöneldiği Avrupa ülkelerinden birisi olan Hollanda’da da akraba ve hemşerilerin aynı şehre yerleşmesi ile sonuçlanmıştır. Amersfoort özellikle Boğazlıyan’dan göç etmiş olan göçmenlerin yaşadığı bir şehirdir günümüzde (Şahin, 2009:40-45). Türk vatandaşlarına seyahat etme hürriyetinin temel bir hak olarak tanınması 1961 Anayasası ile birlikte gelmiştir. Bu tarihten önce de varlığını sürdürmüş olan Türk dış göçü hareketleri 1961 Anayasasıyla farklı bir boyut kazanmıştır. Bu yıllarda Türkiye’deki gizli ve açık işsizlik nedeniyle daha iyi koşullarda yaşamak, daha yüksek ücretlere sahip olmak amacıyla birçok Türk vatandaşı yurtdışına yönelmiş, bir kısım Türk vatandaşı da o dönem Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi ortamdan uzaklaşmak amacıyla yurtdışına gitmeyi seçmiştir. 53 Türkiye’den Almanya’ya işçi olarak giden Türk göçmenlerinin amacı; bir süre Almanya’da çalıştıktan ve para biriktirdikten sonra ülkelerine dönmek olmuştur. Almanya bu durumu “Gastarbeiter” yani “misafir işçi” olarak tanımlamıştır. Ancak Almanya’ya misafir işçi olarak giden Türk vatandaşları zamanla misafir işçi statüsünden çıkarak bulundukları ülkede kalıcı olarak yaşamaya başlamışlardır( Aksoy, 2010). Göçmen yollayan ülke de göçmen kabul eden ülke de göç olgusunu kabul ederken ortaya çıkması muhtemel ekonomik ve toplumsal etkenleri hesaplamalıdır. Dolayısıyla Almanya ve Türkiye arasında yapılan karşılıklı göç anlaşmaları, ortaya çıkması muhtemel birçok öngörüden uzak, yalnız ekonomik çıkarlar göz önünde bulundurularak Türkiye’nin yapılmıştır. ekonomik beklentisini Günümüzde karşılamamış, Almanya’ya göçmen yapılan Türklerin göç; sosyal problemler yaşamasına neden olmuştur. Almanya ise göç alan bir ülke olduğunu 1990 yılına kadar kabul etmemiştir. Dolayısıyla 1961 yılından itibaren özellikle Türkiye’den göç alan bir ülke olan Almanya göç politikaları planlamak ve uygulamak için geç kalmıştır. Yurtdışına giden Türklerin kırsal kökenli ve vasıfsız olmaları, gidilen ülkenin Hıristiyan bir ülke olması, demokratik değerlerin yerleşmemiş olması, iş kazalarına karşı hiçbir güvencenin alınmamış olması gibi etkenler hem Türkiye’nin hem de Almanya’nın göz ardı ettiği etkenlerden bazılarıdır. Türkiye’den Batı Avrupa ülkelerine yapılan göçte çok önemli iki nokta vardır; birincisi tarım toplumundan sanayi toplumuna, ikincisi ise İslam toplumundan Hıristiyan bir topluma yapılan göçtür (Karagöz, 2007:21). Bu bağlamda Türk toplumunun değerlerinin, dünya görüşünün ve yaşam biçimlerinin uluslararası alanda anlaşılması için Türk dış göçünün göçmenler açısından okunması gereklidir. Çünkü göç, devletlerarası yapılan anlaşmalardan çok göçmenlerin bir sosyo-kültürel eylemidir (Şahin, 2009:40-45). 54 4.3. Almanya’ya Türk Göçünün Aşamaları 4.3.1. 1960’lı yıllar 1950’li yıllarda Türkiye’den Almanya’ya giden işçiler diğer Akdeniz ülkelerinden Almanya’ya giden işçilerden farklı özelliklere sahip olmuşlardır. Türkiye’den giden işçiler 1950’li yıllarda mesleki bilgilerini ve eğitimlerini arttırma çerçevesinde çağrılmışlardır. Bu konudaki ilk adımı Türkiye’deki Sanat Okulları Mezunları Derneği atmış, 1 Nisan 1957’de on iki kişilik stajyer kafilesini Kiel’e giderek Schleswig-Holstein eyaletinin Çalışma Bakanlığı tarafından çeşitli kurumlarına yerleştirilmişlerdir( Unat,2002:56).Arkasından Türkiye endüstrileşme hareketlerini hızlandırmak için Zentralverbanddes Deutschen Handwerks ( Alman Sanatkarlar Genel Merkezi), Türkiye Esnaf ve Sanatkarlar Konfederasyonu ile işbirliği yapmıştır. 1960 yılının başlarında Türkiye ve Batı Almanya arasındaki sanatkar mübadelesi bir komisyona devredilmiş bir süre devam ettikten sonra ise 27 Mayıs 1960’ta Türkiye’de askeri müdahale olmuştur. Dolayısıyla Almanya’ya ilk giden Türkler sanat ve bilim alanında eğitim ve staj yapmak amacıyla gitmişlerdir. 1961 yılında Türk vatandaşlarının seyahat etme özgürlüğünü yasal olarak elde etmeleri ile Türkiye’de “Tercüme ve İşbulma” adı altında özel şirketler kurulmuş ve bu şirketler yurtdışına işçi göndermeye başlamıştır. 1960’lı yılların başında işçiler “ismen davet” olarak adlandırılan bir sistemle Almanya’ya gidiyordu, ismen davet işçilere maddi garanti veren ve yol masraflarını karşılayan bir sistem olmuştur. Türk işçilerinin Almanya’ya göçünü başlatan asıl 30 Ekim 1961’de imzalanan işçi alımı anlaşması olmuştur. Bu tarihten itibaren özellikle İş ve İşçi Bulma Kurumu (İİBK) aracılığıyla gerçekleşen işgücü hareketleri Türkiye ve Federal Almanya arasında sistemli olarak sürdürülmüştür. 1961 yılında yapılan anlaşmadan itibaren Almanya, ne kadar işçi istiyorsa ve hangi nitelikte işçi istiyorsa Türkiye İş Bulma Kurumu’na (İBK) bildirmiştir. Almanya’ya çalışmaya giden Türk işçilerinin güçlü, uzun boylu ve sağlıklı olmaları 55 Federal Almanya’nın aradığı belli başlı niteliklerden bazılarıdır( Kılıçaslan, 2006: 45). İşçi seçimi ve gönderimiyle ilgili aranan nitelikler ikili anlaşmalar yoluyla Alman İrtibat Bürosu tarafından gönderilmiştir. Buna göre yukarıda da değinildiği gibi öncelikle Federal Almanya işvereni Türk İİBK’ya gerekli olan formları göndermekte ardından Alman doktorlar tarafından başvuranların sağlık kontrolleri Türkiye’de hastanelerde ve iş ve işçi bulma kurumunda yapılmakta, Alman doktorlar tarafından sağlıklı bulunarak seçilen Türk işçileri Almanya’ya gönderilmekte idi. Özellikle Türk erkek işçiler ilkokul diplomasına sahipse, oturup kalkabiliyor, ellerini ve kollarını oynatabiliyorsa ve dişlerinde de bir eksiklik yoksa Almanya’da çalışma hakkını elde edebiliyordu. (Gitmez, 1979:52). 1961’de küçük gruplar halinde başlayan göç 1962 yılında Türkiye’nin ilk Beş Yıllık Kalkınma Planı’nı (1962-67) uygulamaya koymasıyla ivme kazanmıştır. Almanya’ya giden vasıfsız işçilerin yurtdışından döndüklerinde Türkiye’nin endüstrileşmesine katkıda bulunacak eğitimli elemanlar olacağı kalkınma planını hedeflerinden biri olmuştur. Dolayısıyla dışgöçe verilen devlet destekleriyle göç bireysel olmaktan bir adım öne geçerek kitle göçü haline gelmiştir. Gastarbeiter (misafir işçi) olarak adlandırılan yabancı işçiler genellikle düşük kaliteli, Almanların çalışmaya yanaşmadığı işlerde çalışmış ve fazla mesai yapmışlardır. Birincil amaç ise para biriktirip anavatana dönmek olmuştur. Ekonomik güçlükler yüzünden Türk işçiler hiç bilinmeyen bir dünyada yaşamaya razı olmuştur. Yabancıların toplumun her yerinde gözle görülür derecede artmış olması, aşırı yabancılaşma “Almanya Almanlarındır” gibi bazı ırkçı söylemleri de beraberinde getirmiştir(Başçeri, 200: 58). 1960-1970 döneminde Almanya’ya çalışmaya giden Türk işçilerine aile birleşimi izni verilmemiştir. Giden işçilerin hepsi “heim” olarak adlandırılan toplu yatakhanelerde- yurtlarda yaşamışlardır. Türkler bu zor şartlarda yaşamayı ve çalışmayı eleştirmeden kabul etmiş olduklarından dolayı Almanya, 1961- 1973 yılları arasında ülkesine gelen Türk işçilerinden şikayet etmemiştir. İki ülke de 56 göçmen işçileri çalışma koşulları, Alman dili, dini, kültürü konusunda bilgilendirmemiştir. Bu durum göçmen işçileri oldukça zor durumda bırakmıştır. Dilini bilmediğini bilerek ülkesine göçmen işçileri kabul eden Almanya, çalışmaya başlamalarından önce işçilere, içeriği yalnızca Almanca olan bir anlaşmanın imzalanmasını da şart koşmuştur. Çoğunluğu Müslüman olan bir ülkeden çoğunluğu Hıristiyan olan bir ülkeye giden göçmenlerin en büyük sorunlarından biri Müslümanlık’ta yenmesi yasak olan domuz eti olmuştur. Bu yüzden fabrikaların çalışanlarına sağladığı ücretsiz yemeklerden Türk işçileri faydalanamamıştır. Bu dönemde Türk göçmenlere ne Türkiye ne de Almanya devleti yardım etmiştir. 1963 Federal Almanya Araştırması verilerine göre bu dönem Türk işçilerinin dörtte biri (%24) iş kazası geçirmiş ancak “sesini çıkarmamıştır”(Unat,2002:129). Fransa’nın haftalık dergilerinden biri olan Nouvel Observateur dergisi 1973’teki sayılarından birinde Türklerin işçi mücadelesi geleneklerinin olmamasından dolayı patronlarına dert olmadıklarını, tüm dünya fabrikalarında böyle işçiler çalışsa iyi olacağını dile getirmiştir. Çalışan Türk göçmenlerinin Almancayı yeterince anlamadığını bu durumun ise “sesini kes ve çalış” ilkesine uygun olduğu dergi tarafından belirtilmiştir(Gitmez, 1979:35). Dolayısıyla içinde bulunduğu koşulları eleştirmeyen, her koşulda ülkesinde kazanacağından fazlasını kazanan göçmenler bu dönem Almanya için her hangi bir sorun teşkil etmemiştir. Bu dönem Türk göçmen işçilerin Almancayı yeterince bilmiyor olması ise Almanya’yı rahatsız eden bir unsur olmamıştır. Göçmenlerden duyulan memnuniyet ortamı 1966-67 Alman Otomobil sektöründe baş gösteren ekonomik kriz dolayısıyla 70.000 Türk işçisinin işten çıkartılmasına kadar devam etmiş, bu kriz ile Almanya’da yabancı işgücü sorunu ilk defa gündeme gelmiştir (Unat,2002:61). 1960’ların sonlarına doğru Türk işçiler aralarındaki dayanışmayı desteklemek amacıyla Türk Danış Örgütünü kurmuşlardır. Yine bu dönem Türklerin haber alma ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla Alman Radyo ve Televizyon Örgütü tarafından günlük kısa bir süre için Türkçe yayın yapılmaya başlanmıştır. 57 4.3.2. 1970’li yıllar İki taraflı anlaşmalar yapılırken iki ülke hükümetinin de gözünden kaçırdığı en büyük nokta çalışmaya giden ya da kabul edilenlerin “insan” oldukları olmuştur. Türkiye’de tarım işçisi olan bir çok Türk, Almanya’daki madenlerde çalışmak zorunda kalmıştır. Almanya’ya çalışmaya giden Türkler nerede çalışacaklarını bilmeden gitmiştir. Tarım gibi açık havada çalışmakta olan bir çok Türk güneşin çok az görüldüğü madenlerde çalışmış bu ve bunun gibi farklı sektörde çalışmak zorunda kalan insanların psikolojik rahatsızlığı göz önüne alınmamıştır. Tüm bunların getirdiği psikolojik sorunlar göç çalışmalarında göz ardı edilmemesi gereken bir konu olarak ele alınmalıdır. Gurbetin ve sılanın getirdiği psikolojik bunalım öylesine ağırdır ki; Dünya Sağlık Teşkilatı, “Yaşadığı Yeden Koparılmak” (uprooting) adlı raporunda faşist Nazi Almanya’sının temerküz kamplarındaki insanların psikolojisi ile Avrupa’daki göçmen işçilerin psikolojisini birlikte ele almaktadır( Vassaf, 1983: 92). 1967’deki kriz sonunda yapılan görüşmeler sonrasında iki ülke de sorunları değerlendirmek zorunda kalmıştır. Yapılan görüşmeler sonrasında bir çok sosyal güvenlik anlaşması imzalanmış bu anlaşmalar ile yabancı işçiler sağlık bakımı, iş kazaları, sakatlık, ölüm hallerinde sosyal sigorta kapsamına alınıp kendilerine doğum ve çocuk yardımı, işsizlik ve emeklilik hakları verilmiştir( Unat,2002:63). 1970’li yıllar Türk göçmen işçilerinin geçici değil kalıcı işçi olduklarının anlaşıldığı dönem olmuştur. 1970’li yıllar Türkiye’nin AET’ye üyelik başvurusunun değerlendirmeye alındığı ve müzakerelerin başladığı yıllardır. Türkiye’nin 1959’daki Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) ortaklık başvurusunda bulunmasının ardından 1972 yılında Türkiye- AET müzakereleri başlamıştır. Müzakerelerin başlaması ise işgücü akımının serbestliğinin sağlanmasını gündeme getirmiştir. Dolayısıyla bu durum 1972 yılından itibaren Türk dış göçünün artışında önemli rol oynamıştır( Aker, 1972:35). 58 Almanya’ya çalışmaya gidenlerde ilkokul diploması aranmaktadır. Almanya’da çalışabilmek için ilkokul öğrenimini tamamlayanlar da olmuştur. 1970’lerde dikkati çeken bir husus da yalnız ilkokul mezunlarının değil ilkokul sonrası öğrenim gören ve hatta yüksek okul bitirenlerin de Almanya’da çalışmak için başvurmaları olmuştur. Ham petrol fiyatının dört katına çıkaran 1973-74 petrol ambargosu, ekonomik kriz ve yaygın işsizlik ile birlikte Avrupa ülkeleri ve özellikle Almanya yabancı işçi alımını durdurma kararı almıştır. Yabancı işçi alımı durdurulmakla birlikte, ülkede çalışan yabancı işçilere ülkelerine dönmeleri için destek verilmiştir. Bu zamana kadar içinde bulunduğu durumdan şikayet etmeyen her söyleneni kabul eden Türk işçisi, o yıllarda görülen en büyük işçi direnişini Köln’deki Ford fabrikalarında başlatmıştır. İçinde bulundukları çalışma ve ekonomik koşulları değiştirmek isteyen Türk işçilerine o dönem birlikte çalıştıkları Yugoslav ve İtalyan işçileri destek vermiş bu büyük direnişe daha sonra Almanlar da direnişi hoş katılmıştır(Gitmez, 1979:37). Türk işçilerin durumlarından bi-haber Türk hükümeti karşılamamış, Ford’dan özür dilemiştir. İstanbul’daki Alman İşçi Komisyonu’nun direktörü Heinz Von Harrassovski ise Türklerin içinde bulundukları durumu eleştirmeleri üzerine; insanların Anadolu’yu görmeleri gerektiğini, şimdiki yaşadıkları koşulların Anadolu’dan daha yaşanır olduğunu, belirtmiştir. Ülkesine çalışmak için gelen yabancı işçilerin asgari insani yaşama koşullarını sağlamakla yükümlü bir ülkenin, işçinin kendi ülkesinin sosyo-ekonomik koşullarına göre değerlendirme yapmış olması dikkat çekicidir. Bu ölçüsüz değerlendirme Türkiye tarafından da her hangi bir eleştiri bulmamış olacak ki Türkiye, işçi alımının yeniden başlaması için Almanya ile görüşmelere yeniden başlamıştır. 1973 petrol kriziyle bozulan ekonomik durum göç politikalarının Almanya’da yeniden değerlendirilmesine neden olmuştur. Deutscher Unternehmer Verband (Alman İşverenler Birliği) başta uygulanmakta olan rotation ilkesine (dönüşümlü göç) dönülmesini talep etmiş ancak Alman Sendikalar Birliği (DGB) ucuz işgücü rekabetinin ve illegal göçün artacağından endişe ederek “entegrasyon” ilkesini 59 savunmuştur. Entegrasyon ilkesi ilk olarak bu dönem gündeme gelmiş olması açısında önem taşır( Unat,2002:63). 1970’lerin başında Türkiye’de iş ve içi bulma kurumunun ilan ettiği bekleme listesindeki aday sayısının bir milyonu geçmiş olması Türk işçilerini “turist” vizesi alarak Almanya’da izinsiz ve düşük ücretle çalışmaya itmiştir. Bir şekilde Almanya’ya çalışmaya gidebilen Türk işçiler, önceleri para biriktirip meslek öğrenip Türkiye’ye dönmeyi planlarken yaygın işsizliğin ve siyasi iktidarsızlığın Türkiye’de artmış olması bu düşüncenin emekliliğe ertelenmesine neden olmuştur. Almanya’da 1972 yılında düşük ücretle çalışmayı kabul ederek haksız rekabete neden olan yasadışı göçmenlerin çalışmalarını engellemek amacıyla göçmenlere af getirilmiştir. Yukarda da belirtildiği gibi, Türkiye’deki siyasi istikrarsızlıktan ve yüksek işsizlikten korkan Türk işçilerin çoğu Türkiye’ye dönme fikrini emekliliğe ertelemiş, mevcut durum Türk işçilerini, Türkiye’ye dönene kadar aile ve çocuklarıyla yaşama eğilimine itmiştir. Bu eğilimle Almanya’nın çocuk paralarına yapmış olduğu ödemeleri değiştirmiştir. Türkiye’de yaşayan işçi çocuklarına 10-70 DM ödenirken Federal Almanya’da yaşayan tüm çocuklar için (yerli yabancı gözetmeden) 50-120 DM ödenmeye başlamıştır( Unat,2002:67). 1970lerin sonlarına doğru Almanya’da yirmi yılını geride bırakan Türk işçilerinin sosyal ve kültürel hayatları da değişmeye başlamış, Almanya’da yeni bir “alt sınıf” oluşmaya başlamıştır. Almanya’da misafir işçi olarak kabul edilen Türk işçiler Türkiye’de de akrabaları, tanıdıkları tarafından “misafir” olarak kabul edilmeye başlamıştır. Dış göç; Kimi zaman “aile reisliğinin” kadına verilmesinden, aile reisinin evden ayrılmasına, tüketim alışkanlıklarının değişmesinden, çocukların Almanya’da dünyaya gelmesine kadar toplumun sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarında değişikliklerin yaşanmasına neden olmuştur. 1970lerin sonunda Almanya’daki Türk toplum yapısında değişiklikler meydana gelirken Alman toplumu da günlük dilde “gastarbeiter” (konuk işçi) terimini kullanmayı bırakarak Auslaendischer Arbeitsnehmer (yabancı iş alan) ya da Einwanderer (göçmen) terimini kullanmaya başlamıştır( Unat,2002:82). 60 4.3.3. 1980’li yıllar Almanya 1980lerde iş kazaları, sosyal güvenlik, sağlık sigortası gibi kısa dönemli sorunları minimuma indirmiştir. Ancak neredeyse yirmi yılını dolduran Türk işçilerini Almanya’da yeni sorunlar beklemektedir. Almanya’da büyüyen Türk gençleri uzun vadede eğitimde sorunlar yaşamaya başlamıştır. Sosyal ve kültürel anlamda tamamen farklı olan bir topluma adapte olmakta zorlanan Türk gençleri çareyi kendi içlerine kapanık bir yaşam tarzını benimsemekte bulmuştur. Bir çok Türk genci bu getto tipi yaşamı akraba ve dostlarından oluşan ilişkilerle sürdürmeyi tercih etmiştir( Unat,2002:68). Almanya her ne kadar eğitimde fırsat eşitliğini savunmuşsa da eğitim sistemi genel hatları dışında eyaletlere göre değişiklik göstermiştir ve günümüzde de değişiklik göstermektedir. Evinde Türkçe konuşarak büyüyen Türk işçi çocukları, eğitim dili Almanca olan okullara başladıklarında problemler yaşanmıştır. Bu dönemde eyaletlere göre değişiklik gösteren kindergarten’a (anaokuluna) gitme zorunluluğunun olup olmaması Türk çocukların Almanca diline alışmaları konusunda büyük önem taşımıştır. Dolayısıyla, okul çağına gelene kadar Türkçe anadilini öğrenen anaokuluna (kindergarten) da zorunlu olmadığı sürece gitmeyen Türk çocuğu, Almanca eğitim almakta zorlanmış ve bir çoğu zeka engelli çocuklar için kurulmuş olan sonderschule’ye (özel okul) gitmek zorunda kalmıştır( Unat,2002:69). Almanya’daki etnik ve dini örgütlenmeler de yine 1980lerde başladığı kabul edilir. Anavatana yönelik siyasi örgütlenmeler faaliyetlerini Almanya’dan sürdürecek oluşumlar kurmuşlardır( Karataş, 2006: 84). Türkiye’de 1980’de yapılan askeri müdahalelerle birlikte bu örgütlenmeler yurttaki siyasi partilerin sözcüsü haline gelmişlerdir. Bu örgütlerin geliri kimi zaman Türk işçilerin camii ve derneklere gönüllü yardımlarıyla yapılırken kimi zaman da Alman yerel yönetimleri tarafından sağlanmıştır( Unat,2002:71). 1980’lerde yapılan askeri müdahale ile Türkiye’den Almanya’ya yapılan göçlerde bir nitelik değişimi yaşanmış, göçün niteliğini ilticalar belirlemeye başlamıştır. 61 1978’den sonra Federal Almanya’da yabancı işçi kabul etmeme durumu iyice sıkılaşmıştır. Bu durum ise Federal Almanya’ya sığınma hakkı talep eden siyasi mültecilerle (Asylant) karşı karşıya getirmiştir. Sığınma talebinde bulunanların bir kısmı istihdam imkanı arayan işçilerin Alman avukatların da yardımıyla bu isteklerini siyasi iltica durumuna dönüştürmeleriyle oluşmuştur. Bir kısmı da 1980 askeri müdahalesi nedeniyle güvenlik önlemi istedikleri için başvurmayı tercih etmiştir. Bu şekilde 1980’den sonra artan göç F. Almanya’yı önlemler almaya itmiş, Federal Almanya sığınma talebinde bulunanları özel kamplara yerleştirmeye başlamıştır. İngiltere ve İtalya haricindeki tüm Avrupa ülkeleri 1980 sonrasında vize uygulamaya başlamıştır( Unat, 2002:73). F. Almanya bu dönem sözlü olarak dile getirmemiş olsa bile göç ülkesi olduğunun farkına varmıştır ki dönüşü özendiren yasalar çıkarmaya başlamıştır bu konudaki ilk yasa 1983 yılında çıkarılmıştır. 1983-84’de Federal Almanya’dan Türkiye’ye Türk işçi göçü yılda 75.000’den 150.000’in üzerine çıkmıştır. 1989’da yapılan bir araştırmaya göre Türkiye’ye kesin dönüş yapmış göçmenlerin çoğu biriktirdikleri parayla geçinen 40-60 yaş arası emekliler olmuştur( Kılıçaslan, 2006: 56). Ülkesinde yaşamaya devam edecek olanlar için ise “ekonomik ve toplumsal bütünleşmeyi gerçekleştirme” düşüncesini yasalaştırmak için girişimlerde bulunmuştur. Türk İşçilerin Almanya’ya gönderilmesinin asıl nedeni döndüklerinde Türkiye’nin endüstrileşmesine katkıda bulunacağına olan inanç olmuştur ancak geri dönüş yasasıyla ana yurda dönen 250. 000 Türk işçisinin (1984) Türkiye’nin endüstriyel hayatına hiçbir etkisi olmamıştır( Unat,2002:75). 1980’lerde siyasi yapılanmalar, örgütlenmeler, dönüşümler hızlı bir şekilde evrilirken ilk göçten itibaren değişmeden süren çok önemli problemler varlığını sürdürmüştür. İlk günden beri var olan bu yıllarda rahatsız edici boyutlara ulaşan eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanamaması durumu çocukların öğrenim görmelerini engellemiştir. Birçok okul 1980’li yıllarda derslerine isteğe bağlı, Türkçe derslerini eklemiştir. Ancak bu araştırmaya katılanlar hayatları boyunca ya Türkçe eğitimi 62 almadığını ya da verilen Türkçe eğitiminin, not ortalamasının etkilemediğinden çok önemsenmediğini belirtmiştir. Araştırmaya katılanların hepsi “Almancayı düzgün konuşamayanlar zaten Türkçeyi de düzgün konuşamıyorlar” demiştir. F. Almanya 1980’lerin sonuna bilmemesinden kadar rahatsız ülkesindeki olmamıştır, Türk işçilerin dolayısıyla 1984 Almancayı yılında yeterince yapılan bir araştırmaya göre Berlin’de bir Siemens fabrikasında çalışan Türk işçi kadınlar, Promethem 147 olarak bilinen radyoaktif materyal ile çalışmış fakat neyle çalıştıklarını bilmediklerinden çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Almanca bilen birinin bu maddeyle çalışmaya yanaşmayacağından o dönem Türk işçi kadınların Almanca bilmiyor olması Almanya için bir sorun değil aksine bir çözüm olmuştur( Unat,2002:111). 4.3.4. 1990lı yıllardan günümüze 1960’lı yıllarda misafir işçi (gastarbeiter) olarak kabul edilen göçmenlerin kalıcı hale gelmesi ile bütün Almanya siyasi partileri 1913 yılındaki eski Alman vatandaşlık uygulamasını değiştirmek durumunda kalmışlardır (Şahin, 2010: 45). Almanya 1990lı yıllara kadar bir göç ülkesi olduğunu kabul etmemiştir. Batı Avrupa ülkeleriyle birlikte Almanya bu yıllarda Kürt sorunu kaynaklı ilticalara sahne olmaya devam etmiştir. 1992 yılında Berlin duvarının da yıkılmasıyla birlikte siyasi nedenlere dayalı sığınma talepleri artmıştır. 1990larda siyasi örgütlenmelerin arttığı görülmüştür bunun da sebebi sığınma taleplerinin artışı olmuştur( Karataş, 2006: 85). Berlin’e ilk gelen Türk işçiler kiraların ucuz olduğu Kreuzberg, Neu Kölln, Wedding gibi semtleri tercih etmiş zamanla bu semtler Türk mahallesi olarak adlandırılmaya başlanmıştır. Türk işçiler fabrikalarda Türklerle çalışmış, alışverişlerini Türklerden yapmış, bu semtlerde arkadaşlık kurmuştur. Dolayısıyla Türk kültürel yaşamını devam ettirmişlerdir. Türklerin paralel bir yaşam sürdürmesinin, Alman kültürüne uyum sağlamadığını düşünen Almanya 1 Ocak 1991’de Yabancılar Yasası’nı yürürlüğe koymuştur buna göre genç kuşağın Alman vatandaşlığına geçişi kolaylaşırken, 63 işsiz kalma süresinin uzaması durumunda oturma iznini kısıtlayan hükümler getirilmiştir. Türk Vatandaşlık Kanunu’na göre 1981 yılından itibaren geçerli olan çifte vatandaşlık, Almanya’da 1914’de yasaklanmıştır. Ayrıca eski kanuna ek olarak 2000 yılında getirilen düzenlemeyle (Vatandaşlık Hakkındaki Alman Reform Kanunu) bu konuya yeni sınırlamalar gelmiştir. Önceki kanuna göre bir kişi yerleşim ya da oturma iznine sahipse, başka bir vatandaşlık kazansa dahi kendi vatandaşlığını koruyabilmekteydi. Yeni düzenleme ile bu da kaldırılmıştır. 1991’deki yasa ile aile birleşmesi kısıtlayıcı koşullara bağlanmıştır. İkinci ve üçüncü kuşak yabancıların eşlerini getirebilmeleri 8 yıl Almanya’da yaşamış olma şartına bağlanmıştır. Yeni gelen eşe ise 5 yıl geçtikten sonra sınırsız oturma hakkı verilebilmiştir( Kılıçaslan, 2006:59 ). Dolayısıyla Almanya, geri dönüş yasalarıyla ülkesine gönderemediği ve çoğunluğu Türk olan yabancı işçileri için, ülkede barınmalarını kısıtlayan önlemler almaya başlamıştır. Türk işçiler Almanya’da yaşadıkları süre boyunca, yaklaşık otuz yıl, yalnız fabrikalarda işçi olarak çalışmamış;eğitim görmüş, değişik meslekler sahibi olmuşlardır. Türk göçmenler, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra ekonomik krizin de etkisiyle ırkçılık olaylarına daha fazla maruz kalmış, işlerinin göçmenler tarafından ellerinden alındığını düşünenler tarafından “tehlike” olarak görülmeye başlanmıştır( Şahin, 2010: 38). Nermin Abadan Unat tarafından 1963’te ve 1975’te yapılan araştırmalar, Almanya tarafından çıkarılan geri dönüş yasalarına rağmen, Türklerin büyük bir çoğunluğunun geri dönmediğini kanıtlamıştır. Ancak kalifiye işçi olarak geri dönmeleri beklenen Türk işçilerinin çocuklarının bir kısmının günümüzde Almanya’da iyi eğitim aldıktan sonra Türkiye’ye iyi işlerde çalışıldığı göz ardı edilemeyecek kadar fazladır. Bu durum göz önüne alındığında 1961’den itibaren Almanya’ya yapılan işçi göçü bütünüyle başarısız olduğu söylenemez( Şahin, 2010: 39). 64 2000 yılında 1914’te kabul edilmiş olan kanuna ek olarak, Vatandaşlık Hakkındaki Alman Reform Kanunu ile vatandaşlıkla ilgili değişiklikler yapılmıştır buna göre; vatandaşlığına aslen Türk olup Alman vatandaşlığına sahip olan ve Türk dönenler Alman vatandaşlığını kendiliğinden kaybetmiş olacaklardır (Özkan ve Tütüncübaşı, 2008:599,634). Araştırmaya katılan üçüncü kuşak Türklerin hiçbiri Türk pasaportuna sahip değillerdir. 65 5. BÖLÜM ALGI 5.1. Almanya’da Türk Göçmen Algısı 5.1.1. Almanya’daki Türk göçmen algısının yıllara göre değişimi 1960lı yıllarda “gastarbeiter” (konuk işçi) kavramı oluşmuş olup, 1966-1967 yıllarına kadar ucuz işgücüne olan ihtiyacı karşılamıştır. Ancak 1966-67 döneminde özellikle Alman otomobil sektöründe baş gösteren ekonomik kriz ile birlikte 70.000 civarında Türk işçi işten çıkartılmıştır. Bu dönem Almanya ilk kez yabancı işgücüne eleştirel bakmaya başlamıştır. Görüldüğü gibi ülkenin ekonomik durumu ile göçmene bakış açısı değişmiştir. Hürriyet Gazetesi Berlin Temsilcisi Ahmet Külahçı,1969’da Almanya’da yapılan bir araştırmaya göre Alman yazılı basınında göçmen kökenlilerle ve Türklerle ilgili yapılan her iki haberin birinde adam öldürme, adam yaralama, kız kaçırma gibi sansasyon içeren haberlerin yapıldığını belirtmiştir (Deutsche Welle,(2015). 1973-74 Petrol Ambargosu, dünya ekonomik bunalımı ve Avrupa’da yaygınlaşan işsizlik ile yeniden Türklere ve göçmen kökenlilere karşı söylem değişikliğine gidilmiştir. Ülke politikası ile yeni göçmen işçi alımı durdurulmuş ülkeye gelmiş olan yabancı işçilerin çalışması engellenmiştir. 1973 yılında “entegrasyon” ilkesi ilk kez kullanılmaya başlanmıştır. Almanya’nın saygın dergilerinden Der Spiegel, 1973 yılının 31’inci sayısının kapağına “Almanya’daki Gettolar – Bir milyon Türk” başlığını atmıştır. Dergideki haberin manşetinin “Türkler geliyor, herkes canını kurtarsın” olması söylemin medyadaki etkisini gözle görünür kılmaktadır. 1980lerde dünyanın en güçlü ekonomisine sahip üç ülkeden biri olan Almanya’nın ucuz işgücüne yani göçmen işçiye İkinci Dünya Savaşı sonrasında olduğu kadar ihtiyacı kalmamıştır. Bu dönemde ise dönüşü özendiren yasaların yürürlüğe girdiği, hemen hemen bütün Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Almanya’nın da vatandaşlara vize alma yükümlülüğü getirdiği görülmektedir. “Heidelberg 66 Manifestosu” olarak adlandırılan ve Almanya’daki 16 Alman üniversite profesörü tarafından “Avrupa Batılı Hıristiyan değerlerini korumak için tüm yabancı işçileri ülkelerine geri göndermeli” tarzında bir manifesto yayınlamaları da bu döneme yansımaktadır. Türk göçmen nüfusunun misafir işçiler arasında görünür hale gelmesi 1973’te Almanya’da Türk göçmen işçilerin de katıldığı grevler ile toplumda müdahaleci bir göç politikası izlenmeye başladığı gözlenmiştir. Almanya bu dönemde göçmen işçi yapısının (ücret mekanizması, genel ekonomik politika gibi) yalnız piyasa araçları ile kontrol edilebilecek bir yapı olmaktan çıktığı anlaşılmaya başlanmıştır. Misafir işçi nüfusun neden olmaya başladığı sosyal sorun, medyada entegrasyon yaklaşımları gündeme gelmeye başlanmıştır. Entegrasyon kelimesi ilk olarak 1973’te kullanılmıştır (Çiçekli, 2007:189). 1980lerde Alman göç politikaları katılaşmıştır. Kentsel problemler ve işsizlik oranlarındaki artışın, politika yapıcılar ve medya tarafından “mülteci akımı” nın bir sonucu olarak tanımlanmıştır. Dönemin göç politikalarındaki katılaşmaya “geri dönüşü teşvik” programı verilebilir (Çiçekli, 2007:189). 1980’lerde yaygınlaşan olumsuz tutumlar medyada kendini Türkleri konu alan şakalarda da göstermiştir. Birçok şehrin sokak duvarlarında yazan “Türken raus” (Resim-1) yani Türkler dışarı (Unat,2006:298) ve “Erschlagt die Türken” yani Türkleri öldürün yazıları ve bunu destekleyen Alman politikaları, göçmenlerin daha da önemlisi Türklerin artık Almanya’da istenmediğini göstermektedir. 67 Resim 5.1. Duvar yazıları “Türken Rauss” 1990lı yıllar Almanya’nın mevcut göçmenini kabullenme ve fakat yeni göçmene sınırı kapatma yılları olarak tabir edilebilir. 1990’da çıkarılan Alman Yabancılar Kanunu Almanya’nın mevcut göçmenin yasal statüsünü sağlamasına yönelik bir adımın göstergesidir. Bunun yanında Alman medyasında 1980lerde başlayan olumsuz tutumlar devam etmiş, giderek güçlenen aşırı sağcı partiler ve partilerin aşırı milliyetçi çetelere verdiği destekler önyargıların toplumda yerleşmesini pekiştirmiştir (Unat,2006:81).Alman politika yapıcılarının söylem ve tutumları göçmenlerin kendilerini “çözülmesi gereken sorun” olarak algılamalarına neden olmaktadır. Uygulanmaya çalışılan “Alman vatandaşı ol, öz kültürünü unut” düşüncesi,1991 tarihli Alman Yabancılar Kanunu’nun Alman vatandaşlık kazanımı için önceki vatandaşlığın bırakılmasını şart koşması ise bu düşünceyi desteklemektedir. 2000li yılların başında Almanya bir göçmen ülkesi olduğunu kabul etmiştir. Alman Vatandaşlık Kanununda yapılan değişiklikler ile Almanya’da doğan göçmen nüfusa bir taraftan vatandaşlık alma konusunda kolaylık sağlanırken bir taraftan da 68 çifte vatandaşlığı önleyen yasalar birlikte gelmiştir. 2005’te çıkarılan Göç Yasası, göçmenlerin oturma-çalışma izni ve entegrasyonları konusunda düzenlemeler getirmiştir. Bu yasa ile göçmenlerin “uyum kurslarına” katılmaları zorunlu hale getirilmiştir. Uyum kurslarında; Almanca, Alman kültürü ve tarihi dersleri verilirken ayrıca Alman hukuku hakkında da bilgiler verilmektedir. Kursiyerler kurs sonunda teste tabi tutulmaktadırlar (Çiçekli, 2007:189). Araştırmada üçüncü kuşak Almanya’da yaşayan Türkler ile yapılan derinlemesine yapılan mülakatlarda da görüleceği üzere ekonomik kriz dönemlerinde iktidar sahibi politika yapıcılarının medya aracılığıyla söylemin değiştiği ve medyanın kamuoyunda yarattığı olumsuz etki ile toplumda “öteki” algısının ortaya çıktığı buna bağlı olarak ise aşırı milliyetçi hareketlerin alevlendiği görülmektedir. 5.1.2. Almanya’daki “Öteki” Türkler Günümüzde Alman toplumunun büyük bir kısmı, Türkiye kökenlilerin kültürünün ve dilinin bir anlamda çok kültürlülüğün Almanları özlerine yabancılaştırdığını iddia etmektedirler. Oysa kültür toplumsal bir ortamda etkileşen insanlar tarafından biçimlendirilen tarihsel bir oluşumdur( Kula, 2012:6). Eğitim düzeyi düşük, kalifiye olmayan Türklerin genellikle fiziksel güç gerektiren işlerde bir süre çalıştıktan sonra Türkiye’ye dönecekleri düşüncesiyle Almanya’da gelişen Türk algısı, günümüzde de bütün Türklerin Almanlar tarafından aynı şekilde algılanmaya devam ettiğini göstermektedir. Günümüzde Almanya’daki Türkler dördüncü kuşağın içerisindedir. Almanya’da eğitim görmekte ve meslek sahibi olmaktadır. Ancak bütün Türklerin işçi olduğu algısı devam etmektedir. Bu tutum ise Türklerin kendilerini o ülkede “öteki” olarak algılamalarına neden olmaktadır. Bu araştırmada ırkçılık, etnik köken, dini inanç farklılıkları üzerinden ötekileştirme üzerinde durulacaktır. “Biz”’in “öteki”’yi korkulacak bir şey olarak algılamasının en büyük nedeni öteki’nden gelebilecek tehlikenin bilinmezliği, öteki’nin tanınmıyor oluşudur. Zygmunt Bauman bu durumu, dostlar düşmanlar vardır bir de ötekiler vardır, 69 olarak açıklamıştır. Yapısalcı yaklaşıma göre insanların düşünceleri dildeki zıtlıklar yoluyla şekillenmektedir. Bu yüzden insanlar karşılaştıkları durumları dostdüşman gibi karşıtlıklar yoluyla algılamaktadır. Ancak bu tanımlamanın “öteki” için bir karşılığı yoktur. Dolayısıyla “öteki”nin bir kategoriye girmesi gerekmektedir, tanımının muğlak olmasından dolayı öteki, düşman kategorisine dahil edilebilmektedir(Özçalık, 2008). 1982 yılında Almanya’da Hıristiyan Demokrat Partisi genel başkanı Friedrich Merz tarafından on iki profesörle birlikte ortaya atılan ve “Heidelberger Manifest 4” adını alan “leitkultur” tezi (baskın kültür), Alman toplumu tarafından ötekileştirilen Türklere yönelik tehdit algısını ortaya koymaktadır. Türk göçü devam ederse 2000’li yıllarda pek çok Alman’ın kendi mahallesine, işyerine ve hatta kendi ülkesine yabancı kalacağını belirten Merz, Alman kültürünün tehdit altında olduğunu vurgulayarak, bilinçli vatandaşları alman kültürünü korumaya çağırmıştır. Toplumdaki suçun ve işsizliğin sebebini “öteki” sayılan göçmen kökenlilere yüklemek toplumun diğer unsurları için birleştirici özellik taşımaktadır. Genel anlamda sorumluyu aramak sorumluyu tutulanı yakalamaktan daha zordur. Bununla birlikte toplum tarafından “öteki” olarak kabul edilen grubun içerisindeki çeşitlilik de kesinlikle reddedilir. 11 Eylül 2001’de New York’taki ikiz kulelere yapılan saldırıyı üstlenen grubun İslami köktendinci El Kaide oluşu, dünyanın bütün Müslümanlara birer terörist gözüyle bakmasını sağlamıştır. Bu saldırı sonrasında Müslüman kimliğiyle tanınan ülke vatandaşlarının Avrupa’ya ve Amerika Birleşik Devletleri’ne girişlerini kısıtlayan önlemler getirilmiştir. Dolayısıyla Almanya’da ötekileştirilen Türkler, dünyada ötekileştirilen Müslümanlar ötekileştirme örnekleridir. Bulundukları toplumda “öteki” olan göçmenler ya kendi öz kültürlerine daha sıkı bağlanmakta ya da o toplumdakiler gibi yaşamaya, onlar gibi olmaya çalışmaktadır. Almanya’da 1 Ocak 1992 ‘de yürürlüğe giren yabancılar yasası ile yeni gelen göçmenlerin oturma haklarını sınırlayan yasalar, Alman vatandaşlığına geçebilmek için Türk vatandaşlığından çıkma zorunluluğu gibi kısıtlamalar, yasa koyucu olan İnternet: (17 Haziran 1982) http://www.nadeshda.org/archiv/antifa/hmanwo.pdf adresinden 12 Şubat 2015 tarihinde alınmıştır. 4 70 devlete yük olmayan ve “mutlak” bir uyum sağlamış olan göçmenleri Almanya, daha çok gözeterek yabancılarla yerliler arasındaki ayrımı daha çok hissedilir hale getirmiştir. Dolayısıyla Alman hükümeti de göçmenlerin “ötekileştirilmesine” katkıda bulunmuştur. Mülakat yapılan görüşmeciler ya üniversite mezunu, meslek sahibi ya da üniversite eğitimlerine devam eden Türklerdir. Araştırmaya katılan, Türk görüşmecilerinin sivil toplum örgütlerine üyelik, medya, akraba arkadaş ilişkileri yoluyla Türkiye’yle bağlarını devam ettirdikleri görülmektedir. Günümüzde daha önce yapılan araştırmalar iyi eğitim sahibi olan göçmenlerin düşük eğitim seviyesine sahip olanlara göre daha fazla ayrımcılığa uğradıklarını ortaya çıkarmıştır( Itzigsohn ve Saucedo, 2002:783). Mülakat yapılan görüşmeciler de bu durumu destekleyen tecrübelerini paylaşmışlardır. Göçmen kabul eden ülkelerde yaşanan işsizliğin sebebi olarak göçmenler görülmektedir. Özellikle iyi eğitim görmüş ve iyi iş sahibi olan göçmenler, ülke vatandaşlarının yapacağı işi ellerinden aldığı düşüncesiyle ayrımcılığa maruz kalabilmektedir. 5.1.3. Almanya’daki Türkler ve İslamofobi 1950li yılların ilk yarısından itibaren devletlerarası ikili anlaşmalar yoluyla çağrılan yabancı ve misafir işçiler seçilirken fiziksel özellikleri göz önüne alınmış dini ve kültürel özellikleri yok sayılmıştır. Aynı şekilde bir süre sonra ülkelerine döneceklerini düşünerek misafir işçiler de dini ve kültürel ritüellerin gerçekleştirilmesi konusuna kendilerine “geçici” çözümler bulmuşlardır. Zaman içerisinde “arka avlu camilerinin” (hinterhof-moschen) kurulması( Unat,2002:257), ibadet merkezleri talepleri, Almanya’da minareli camii yapılması talepleri ve bu konuda yapılan tartışmalar Almanya’ya İslam dinine mensup demografik bir nüfusun girmiş olduğunun göstergeleridir. Bu durum eş zamanlı olarak Müslümanlara karşı kamusal duyarlılıkların artmasına da neden olmuştur. Artan işsizlik ile birlikte İslam dini de Almanya için “öteki” unsurları arasında yerini almıştır. Türklerin Alman kültürüne entegre olamayacağını ileri süren araştırmacılar, Türklerin Almancaya hakim olmasının entegrasyon sürecinin mihenk taşı olduğu 71 görüşündedir. Toplumun sahip olduğu dil ve toplumun çoğunluğunun inancı (dini) o toplumun kültürünü oluşturan en önemli parçalardır. Günümüzde Almanya’daki Türk varlığı üçüncü ve hatta dördüncü kuşağı oluşturmaktadır. İslam dininin “güvenlikleştirilmesi” konusu ve bu konunun uygun bir kılıf içerisinde sunulması vurgulanması gereken önemli bir noktadır. Artan suç oranlarının göçmene atfedilmesi, Alman toplumu içerisindeki en büyük göçmen nüfusunun Müslümanlardan oluşuyor olması ve İslam güvenlikleştirilmesi konusu bu yollarla inandırıcılığı arttırılmaktadır (Çiçekçi, 2011:.100). ABD’ye yönelik 11 Eylül terör saldırıları ulusal ve uluslararası güvenlik politikalarının değişmesi gibi konularda bir dönüm noktası oluştururken, köktendincilik konusunda da tehdidin artması sonucu dünyanın yabancılara ve özellikle Müslümanlara bakış açısı değişmiştir. Bu saldırıları gerçekleştirenlerin Müslüman olmaları, Müslümanların diğer göçmenlere göre daha problemli bir grup görülmelerine ve dolayısıyla İslamofobinin yaygınlaşmasına neden olmuştur (Yılmaz, 2008: 82). Avrupa için “öteki” olarak adlandırılan Müslümanların, batının aşağısında ve şiddet yanlısı olarak göstermekte olan İslamofobi, tüm dünyayla birlikte Almanya’da da çok popüler hale gelmiştir. Almanya için de “öteki” olan Müslümanların işlediği namus ve töre cinayetlerinin Alman medyasında “abartılı” bir şekilde gösterilmesi hem öteki algısını hem de İslam korkusunu pekiştirmektedir. Günümüzde Almanya ‘da yaşayan Müslümanlarla ilgili entegrasyona ilişkin yaşadıkları sorun, endişe ve bu yöndeki algılamalar Almanya’nın İslam dini ve Müslümanlara yönelik davranışlarının olumsuz yönde şekillenmesine neden olmaktadır. Radikal İslami örgütlerin faaliyetleri bütün Müslümanlara mal edilmemelidir. Hitler, 1933’ten itibaren 6 Milyon Yahudi’yi sistemli bir şekilde yakmıştır. Bunun için, dünyanın bütün Almanları suçlaması ne kadar anlamsızsa terörist gruplarca işlenen saldırıların da bütün Müslümanlara mal edilmesi o kadar anlamsız ve tehlikelidir. Terörist faaliyetleri din ile özdeşleştirmek göçmenlerin “öteki” algısını güçlendirecektir. 72 İslami terör kavramının kullanımı da bilinçli bir algı yönetimidir, tüm Müslümanların terörist olduğu algısını yerleştirmek tehlikeli olduğu kadar ötekileştirmenin en açık örneğidir. Terör, başına gelmesi muhtemel tüm sıfatlardan bağımsızdır ve mücadele edilmesi gereken konu da kendisidir. 5.1.4. Uyum ve dil Uyum (entegrasyon) kavramı çok sık Alman diline hakim olma durumu üzerinden değerlendirilmektedir. 1961de Almanya’ya ilk sistemli misafir işçi alımının başlamasından itibaren, işçiler fiziksel özelliklerine göre değerlendirilmiş Alman doktorlar tarafından yapılan fiziki muayeneler sonucu seçilmiştir. İşçi alımı, 1973 yılındaki Petrol Krizi’nin tüm dünya ekonomisini sarsana kadar da bu durum devam etmiştir. “Misafir işçilerin” (Gastarbeiter) fabrika ve maden ocakları gibi fiziksel güç gerektiren işlerde çalışanların Almanca bilmesi bir gereklilik olmamıştır. Fabrika ve maden ocakları gibi Misafir işçilerin çoğunlukla çalıştığı yerlerde, gerekli görülen yerlere (Resim-2) işçinin ana dilinde uyarılar konulması bu dönem yeterli bile olmuştur (kaynak, Unat,2002:61) 73 Resim 5.2. Misafir işçilerin için gerekli görülen yerlere işçinin ana dilinde uyarı yazıları Resim 2’de Türk, Hırvat ve İtalyan misafir işçilere tuvaletin nasıl kullanılması gerektiğini anlatmaktadır. Fotoğraf, Ruhr bölgesinde bir fabrika tuvaletinin kapısına asılan bildiridir, 1963 yılına aittir. Bu düşüncenin tersi olarak misafir işçilerin de geri dönecekleri düşüncesiyle Alman dilini öğrenmek konusunda motivasyonları olmamıştır. Heim denilen kolektif yatakhane ya da yurtlarda Türklerle birlikte yaşayan, Türklerle birlikte çalışan ve alışverişlerini de Türk marketlerinden –özellikle de dini sebeplerden Alman marketlerinden alışveriş yapamayan Türkler çareyi kendi marketlerini açmakta bulmuştur - yapan kesim için Almanca ihtiyaç olmamıştır. Ancak zaman içerisinde misafir işçilikten kalıcı yurttaşlığa geçen Türkler için Almanca bir ihtiyaç olurken artan işsizlik oranlarıyla toplumda belirginleşen göçmen algısı kendini dil sorunu kılıfı içerisinde göstermiştir. N. Unat (2002) ikinci ve üçüncü kuşağın dil ve uyum sorunlarını üç grupta ele almıştır. - İlk grup yurtdışında doğmuş ve okul öncesi eğitim görmüş (Kindergarten) dolayısıyla yaşadığı ülkenin diline hakim olan kesimdir. Bu durum ailede ve okulda farklı dil konuşan çocukların kültürel bölünmüşlük yaşamasına 74 neden olur. Hangi dili kullanırsa toplumda kabul göreceği düşüncesi çocuğu kültürel bölünmeye zorlamaktadır. İkinci grup, yurtdışında doğmuş olmasına rağmen okul öncesi eğitim - (Kindergarten) almamış olan kesimdir. Bu grup, doğduklarından itibaren dil bilgisi konusunda problemlerle hayata başlamaktadır. Bu gruba mensup çocukların anne ve babalarının çalışıyor olması halinde sorun biraz daha büyümektedir. Çalışmanın konusu bu gruba ait kesimden oluşmaktadır. Üçüncü grup ise Federal Almanya’ya aile birleşimleri yoluyla gelenlerdir. - Eğitimlerine Türkiye’de başlamış ve bir süre Türkiye’de devam etmiş çocukların Alman okullarına uyum göstermeleri de sorun yaratmıştır. Ayrıca Almanca dil bilgisi olmadığından “sonderschule” adı verilen gerizekalılar özel okuluna gönderilen göçmenler de bu gruba dahildir. Almanya Federal Cumhuriyeti eğitim konusunda bölünmüş bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla bir eyalette zorunlu olan okul öncesi eğitimi (Kindergarten) başka bir eyalette isteğe bağlı bırakılmıştır. Okul öncesi eğitimi isteğe bağlı bırakan eyaletlerde göçmen çocukların Almancayı öğrenmeleri gecikmiştir, özellikle gerizekalılar okuluna giderek bir travma yaşayan çocukların Alman diline hakim olmak adına motivasyonlarının kalmadığı bir gerçektir. Parasal hesaplarla gelinen ve bölünmüş bir eğitim seyri izleyen çocukların, Almancaya hakim olmayışları ve çalışma izni alabilmek adına ileri sürülen ağır koşullar ile toplumda kendilerine düz işlerin kaldığını görmeleri çok zor olmamıştır. Özellikle bu durum yetişme çağında önemli psikolojik sorunları beraberinde getirmiştir. Yeni yetişen göçmen kuşakların toplumsallaşma süreçlerindeki farklılıklar açık bir şekilde göze çarpmaktadır. Türk Aile yapısı, konuşulan dil, dini ritüeller, toplumsal cinsiyet rolleri, ahlaki kurallar gibi değerler okulda telkin edilen değerlerle farklılık göstermektedir. Mevcut durum çocuğun yetişme çağında ciddi sorunlara sebep olmaktadır. Bu durum; sosyal dışlanma, ayrımcılık ve ülkenin eğitim sistemindeki azalmaktadır. belirsizlik ile birleştiğinde sosyalleşme kendiliğinden 75 5.1.5. Alman medyasında Türk söylemi İktidarlar, politika yapıcılar, ötekini kolay yönetebilmek adına değiştirme ve dönüştürme ister. Evrensel ırkçılık anlayışına göre, bilinmeyen bir yabancının varlığına karşı anlaşılmaz bir tepkidir (Ateş, 2011:42). İktidarı elinde tutan güç, kendi ideolojilerini yeni kuşaklara aktarma ve bu şekilde mevcut erki meşrulaştırma eğilimindedir. Buna göre medya egemen iktidarın ve söylemin yeniden oluşmasına katkıda bulunur ve devamlılığını sağlar. Kitle iletişim araçları olmadan bir gün bile geçiremeyeceğiz gerçeği önemli bir gerçekliktir. Televizyon kanallarında haber izlenmese bile sosyal medya aracılığıyla bir şekilde bilgi aktarımı yaşanmaktadır. Günlük söylemlerde görülen; ırkçı, ayrımcı, cinsiyetçi, yabancı düşmanı, şiddet içeren söylemler her defasında kendini yeniden üretmektedir. Günlük kullanımla kendini tekrarlayan söylem zaman içerisinde sıradanlaşmaktadır. Söylemler farkında olmadan insan zihnine yerleşmekte, medya tarafından farklılaştırılana karşı olumsuz tepkiler olarak geri dönmektedir. Yazılı ve görsel basındaki; haber başlıklarında, manşetlerde, kullanılan fotoğraflarda ve sunuş biçimlerinde kendini yeniden üretmektedir. Almanya’da yaşayan Türkleri, Müslümanlıktan bağımız incelemek mümkün değildir, önyargı yansımaları kendini çoğu zaman birlikte göstermektedir. Küreselleşmenin doğal bir sonucu olarak hayatın her alanında olduğu gibi iletişim ve etkileşim de iç içe geçmiş durumdadır. Almanya’daki Müslüman ve Türk algısı da bu iç içe geçmişlikle beraber “potansiyel terör tehdidi” olarak yansıtılmaya başlamıştır. Bu algı organik ve kendiliğinden ortaya çıkan bir algı değil suni bir algıdır. Alman medyasında yer alan görsel ve haberler küreselleşen dünyanın baş düşmanı olarak göçmen nüfusunu yansıtmaktadır. Die Welt gazetesinin 2006 tarihli bir haberinde Berlin’deki Türklerin yarısının işsiz olduğu ve %31’inin eğitimsiz olduğu belirtildikten sonra, uzun yıllardır Almanya’da bulunan bir göçmenin ‘Almanya’da deniz olduğunu bilmiyordum’ dediği ve Berlin’deki Türklerin büyük bölümünün fiziken olsa da mental olarak Almanya’da bulunmadıkları, köylü bir toplumun alışkanlıkları içerisinde yaşadıkları aktarılmakta ve bazı uzman görüşlerine dayanarak bunun da çok kültürlülük 76 politikalarının iflas ettiğini gösterdiği iddia edilmektedir. Die Welt verdiği bu istatistiki bilgilerle nesnel sonuçlar elde ettiğini gösterme çabası içerisindedir (Doğan, 2012:4). Kasım 2008, Alman Der Tagesspiegel gazetesinde yayınlanan bir habere göre göçmenlerin ebeveynlerine göre daha çok entegre oldukları ve ‘Alman yaşıtlarına daha çok benzedikleri’ ifade edilmiştir. Medya yönlendirmesi ile oluşturulan Almanya’daki Türk algısı için örnekler çoğaltılabilir. Bu algı kendini yalnız televizyon ve gazetelerde değil halka açık alanlarda, çeşitli duvar yazılarında, dağıtılan el ilanlarında ve bunun gibi topluma ulaşması kolay çeşitli alanlarda da kendini göstermektedir. 77 6. BÖLÜM ÇALIŞMANIN BULGULARI Giriş Almanya’da yaşayan üçüncü kuşak Türkler üzerine yapılan saha araştırmasında, günümüzde Almanya’da yaşayan üçüncü kuşak Türkler’e Alman toplumunun yaklaşımını incelemek amacıyla saha araştırması yapılmış, gözlem notları tutulmuştur. Araştırmada üç kuşaktır Almanya’da yaşayan Türklerin günümüzde Almanlar tarafından nasıl algılandıkları amaçlanmıştır. Gündelik hayatta, eğitimde, arkadaşlık ilişkileri kurulurken sosyal ilişkileri etkileyen faktörler ve sonuçları irdelenmiştir. Araştırmaya katılan üçüncü kuşak Türklerin, büyükbaba ya da büyükannelerinin Almanya’ya yerleşmiş olması günümüze kadar da yaşamlarını Almanya’da sürdürmekte olmaları araştırmanın en önemli kıstasını oluşturmuştur. Dolayısıyla görüşmecilerin yaşına göre değerlendirme yapılmamıştır. Yapılan araştırmada Türklerin yaşadıkları sosyal dışlanma araştırılmış, bunun sonucunda hangi ulusötesici ilişkilerle kendilerini Türkiye’ye ve Türk kimliğine bağlandıkları incelenmiştir. Cinsiyet değişken olarak kullanılmamıştır, dolayısıyla görüşme yapılan kadın erkek sayısı birbirine eşit değildir. Araştırmaya katılan görüşmecilerle derinlemesine görüşmeler yapılmıştır. Kendi kültüründen farklı bir kültürün içinde büyüyen bireylerin kültür etkileşimlerini etkileyen etmenler her zaman farklıdır. Her görüşmecinin yaşadığı günlük pratik farklı olduğundan nitel araştırma yöntemi kullanılmıştır. Bu araştırmada üçüncü kuşak Almanya’da yaşayan Türklerin ayrımcılığa uğrayıp uğramadığı, ayrımcılığa uğrayan görüşmecilerin yaşamlarının hangi alanında “öteki” olarak görüldüğü ve bu öteki algısının sebep olduğu Türkiye ile olan ilişkileri incelenmiştir. 78 Kimlik inşa süreci bireyin dünyaya gelmesi ile başlayan bir süreçtir ve aile içinde gelişir, bireyin çevre ve sosyal ilişkileriyle şekillenir. Kimliği belirleyen en önemli etkenlerden biri aidiyet duygusudur. Türk ailede doğan, Alman çevrede eğitim alan ve sosyal çevresini de bu çevreden seçen üçüncü kuşak Türklerin çevreden gördüğü olumlu ve olumsuz deneyimler aidiyet duygusunu oluşturmaktadır. Kendini artık Alman olarak tanımlayan Türk kökenlilerin bile, Türkiye ile kurdukları ulusötesi bağlar aidiyet duygusunun ya Alman-Türk şeklinde çift temelli ya da yalnız Türk olarak, Türkiye temelli olduğu görülmüştür. Özellikle entegrasyona ait, çok kültürlülüğü reddeden açıklamalar vücut bulmaya devam ettikçe, bahsedilen aidiyet hissinin oluşturduğu ulusötesi bağların Türkler tarafından güçlendirildiği araştırmanın bulguları arasındadır. 6.1. Demografik Özellikler Derinlemesine görüşmeler yirmi, üçüncü kuşak Almanya’da yaşamakta olan Türk kökenlilerle yapılmıştır. Kaynak kişilerin on biri kadın dokuzu erkektir. Derinlemesine görüşmeler yapılan kaynak kişilerin yaş aralığı yirmi üç ile otuz iki arasındadır. Kaynak kişiler yaşlarına göre değil kaç kuşaktır Almanya’da yaşadıklarına göre değerlendirilmişlerdir. Derinlemesine görüşme yapılan kişilerin isteği üzerine isim ve soy isim belirtilmemiştir. Mülakat soruları önceden yapılandırılmıştır ancak Almanya’da Türk- Müslüman kimliği üzerine ortaya çıkan güncel problem ve uygulamaların etkisiyle sorular yeniden yapılandırılmış ve yeni sorular eklenmiştir. 6.2. Türkçe-Almanca Dil Eğitimi Bu bölümdeki mülakat soruları katılımcıların dil eğitimini araştırmaya yöneliktir. Katılımcının kreşe ya da ilkokula başlayana kadar evde aldığı Türkçe eğitim sonrasında, öğretim dilinin Almanca olmasından kaynaklanan problemler, yaşanılan sorunlar üzerinde yoğunlaşılmıştır. Anaokuluna (Kindergarten) başladıktan sonra almanca öğrenmekte zorlandığını söyleyen katılımcılara bu 79 sorunun üstesinden gelmek için Alman öğretmenlerin kendilerini nasıl yönlendirdiği sorulmuştur. 6.2.1. Anaokulu (Kindergarten) eğitimi Bilindiği üzere çocuk, doğumundan itibaren sosyal ve kültürel eğitimini aileden almaya başlar. Dil eğitimi de çocuğun aileden aldığı eğitimlerden biridir. Kendileriyle mülakat yapılan Almanya doğumlu Türk çocuklarına anaokuluna gidip gitmedikleri sorulduğunda verilen cevapların çok farklı olduğu görülmüştür. Almanya on altı farklı eyaletten oluşmaktadır. Görüşmeciler Almanya’nın farklı eyaletlerinde doğup büyümüş, Berlin’e yerleşmişlerdir. Her eyaletin eğitim sistemi birbirinden farklılık göstermektedir. Bazı eyaletler çocukların anaokuluna gitmesini zorunlu tutarken bazıları ailenin tercihine bırakmıştır. Göçmen çocuklarının, Almanya’daki eğitim sisteminde zorlanmalarının sebeplerinden birini eğitim sistemindeki farklılıklar oluşturmaktadır. Anaokulu, evde aileden ve Türkçe yayın yapan Türk kanallarından, yalnız Türkçe öğrenmiş olan Türk çocuklarına Almanca’yı öğrenmeleri için bir fırsat sunmaktadır. Birlikte eğitim gördükleri Almanlar gerçek bir anaokulu eğitimi alırken, Türk çocukları Almancaya alışmaktadır. N. Abadan Unat bir araştırmasında; anaokulu eğitimi almayan Türk çocukların, dil bilmedikleri için iki yıllık gerizekalılar okuluna gitmek durumunda kaldıklarını belirtmiştir. Türk ailelerin, zorunlu olmadığı için çocuğunu anaokuluna göndermeme sebebini çoğu zaman maddi olanaksızlıklar oluşturmaktadır (Unat,2002). On bir katılımcı anaokuluna (kindergarten) gittiğini belirtmiştir. Anaokuluna gitmiş olan görüşmecilerin yedisi bulundukları eyalette zorunlu olmamasına rağmen, dördü ise zorunluluğu olduğu için anaokuluna gittiklerini belirtmiştir. Anaokuluna gitmediğini belirten görüşmeciler, Almanca eğitimlerini büyük kardeşlerinden, arkadaşlarından ve ilkokuldan öğrendiklerini belirtmiştir. 80 Görüşmecilerin hepsi özellikle göçmen çocuklarının kindergarten olarak kabul edilen anaokullarına gitmelerinin Almanca öğrenme ve adapte olma açısından çok önemli olduğunu belirtmiştir. 6.2.2. Eğitim, Türk dili ve aile Almanya eğitim sistemine göre çocuklar ilkokul dördüncü sınıfta bir seçim yapmak durumunda kalmaktadır. Not ortalamalarına göre en iyi olanlar Gymnasium’a, not ortalaması çok iyi olmayanlar Realschule’ye, not ortalamaları çok kötü olanlar ise Hauptschule’ye gitmektedir. Duruma göre öğretmen; çocuğun bu üç okuldan hangisini seçmesi gerektiğiyle ilgili aileye bir mektup yazmaktadır. Son kararı öğretmenin verdiği mektup eşliğinde aile vermektedir. Mülakat sırasında, Almanya’da yaşayan bir Türk olarak dil sorunu yaşanıp yaşanmadığı sorulduğunda oldukça birbirine bağlı, birbiri içine geçmiş cevapların verildiği görülmüştür. Şu an üniversitede tezini yazmakta olan 25 yaşındaki kadın görüşmeci N.M. eğitimiyle ilgili bilgi verirken şunları belirtmiştir. “Aile içinde hep Türkçe konuşuyorduk, buradaki akrabalarım da aileleriyle Türkçe konuşuyorlardı. Almancaları çok iyi olmadığı için de hauptschuleye gidiyorlardı. Dördüncü sınıfta bir okul seçmem gerektiğinde notlarım iyi olmasına rağmen öğretmenim bana “sen sınıfta kal seneye realschuleye gidersin” dedi. Ailem de bu konuda çok fazla bilgi sahibi olmadığından realschuleye gittim.” Yine üniversitede eğitimini sürdüren 26 yaşındaki kadın görüşmecilerden biri olan N.K. öğretmenine hukuk okumak istediğini söylediğinde “senin Almancan yetmez, okuyamazsın” cevabını aldığını belirtmiştir. Ancak daha sonra notları iyi olunca realschule’den gymnasiuma geçtiğini belirtmiştir. Almanya’da göçmen çocuklarının çoğunluğunun hauptschulelerde okuduğu üzerine yaygın bir inanış bulunmaktadır. Bu durum sosyal yaşamda, herhangi bir hauptschule çıkışında gözlenebilir. Bu durum, bu araştırma yapılırken, Berlin’deki çeşitli hauptschulelerin çıkışlarında beklemek suretiyle de gözlemlenmiştir, okuldan çıkan öğrencilerin çoğunun aralarında Türkçe ve Arapça konuştuğu 81 görülmüştür. Bunun yanı sıra genel kanı da göçmen kökenli çocukların hauptschulelerde eğitim görmesi gerektiği ve görmekte olduğudur. Görüşmeciler bunun nedeni olarak Türk ailelerin eğitime çok fazla önem vermediğini, Almanca konuşan bir Türk’ün herhangi bir yanlışında gülünç duruma düşerek kendini geri çektiğini belirtmiştir. 27 yaşındaki kadın görüşmecilerden biri olan Y.P. bu konu hakkında şunları belirtmiştir. “Burada yaşayan Türk çocuklarının çoğu hauptschuleye gidiyor. Bunun nedeni Türkçe’yi de çok iyi bilmiyor olmaları. Siz de dikkat ederseniz Almancaya çok hakim olmayanlar Türkçe’ye de çok hakim değiller ve eğitimle ilgili sorun yaşıyorlar. Ailelerde çok fazla bilgi sahibi değil, ben kendi çevremden sırf eve yakın olduğu için notları iyi olmasına rağmen hauptschuleye gönderilen insanlar tanıyorum. Okullarda da zaten aileleri de destek olmuyor düşüncesi yaygın, biraz da önyargı hakim olunca göçmen çocuklarının çoğu hauptschulelere gidiyor.” Kendileriyle mülakat yapılan görüşmecilerin on dokuzu evde aileleriyle Türkçe konuşarak ve Türk medyasını takip ederek büyüdüklerini belirtmiştir. Bir görüşmeci evde Almanca konuşulduğunu Alman ve Türk medyasının birlikte takip edildiğini belirtmiştir. Görüşmecilerin hepsi yükseköğrenim görmüş ya da görmekte olan Türkiye kökenli göçmenlerdir. Görüşmecilere ailelerin çocukların eğitimindeki rolünü anlamak amacıyla, anne babalarının eğitimi ve Almanca bilgisi sorulmuştur. Görüşmecilerin on sekizi ailelerinin Almancaya çok iyi hakim olmadığını ancak sosyal hayatta derdini anlatabilecek düzeyde Almanca bildiklerini belirtmiştir. Ailenin çocuğun eğitimi üzerindeki etkisinin anne babanın eğitimiyle ilgili olup olmadığı sorulduğunda görüşmecilerin 13’ü ailenin çocuğun eğitimi konusunda etkisinin büyük olduğunu ancak Almanya eğitim sisteminde yükseköğrenim görebilmek, not ortalamasıyla birlikte öğretmenin kendi inisiyatifine de bağlı olduğundan birçok çocuğun Gymnasium’a gidemediğini belirtmiştir. Berlin’de bir üniversitede eğitim görmekte olan 27 yaşındaki kadın görüşmecilerden R.Ç. bu konu hakkında şunları söylemiştir. “Ben küçükken annem ve babam boşandıktan sonra annem çalışmak durumundaydı, ben yuvaya gidene kadar bana burada dedem ve ananem baktı. Ben sadece Türkçe konuşuyormuşum evde dedemlerle de. Yuvaya 82 başladığımda bir gün akşama kadar su istemişim kimse anlamamış, akşama kadar susuz kalmışım. Bunun üzerine öğretmenler annemle konuşmuşlar. O günden sonra evde daha çok almanca konuşmaya başladık annemle. Benim annem üniversite mezunu değildi ama benim yaşayabileceğim sorunları önceden görerek önleyebilmiş. Benim öğretmenim ilkokuldan sonra realschule ye gitmemi önermiş anneme, ama annem gymnasiuma gitmemi istemiş. Annem üniversite mezunu değil ama üniversite mezunu olmamı anneme borçluyum.” Katılımcılarla, göçmen kökenli çocukların kindergarten’a gitmeleri ile ilgili görüştüğümüzde 17 görüşmeci, kindergartenın, göçmen kökenli gençler için hem sosyal hayat hem de Almanca dil öğrenimi alanında ilk adım olduğunu belirtmiş, eyalet sistemi dolayısıyla Almanya’da eğitim ve öğretim konusunda çeşitli farklılıklar olduğundan; kindergarten eğitiminin zorunlu olmadığı eyaletlerde göçmen kökenli gençlerin Almanca dilini öğrenme konusunda zorlandığını dile getirmişlerdir. Günümüzde bir göçmen kökenlinin Alman toplumuna “entegre” olması Almanca bilgisi ile ölçülmektedir. Araştırmaya katılan 18 katılımcı entegrasyon kelimesinden ne anlıyorsunuz sorusuna Almanca bilmek ve Almanca konuşabilmek, Almanca derdini anlatabilmek cevabını vermiştir, yazılı ve yazılı olmayan kurallara uymak gerektiğini de cevaplarına eklemişlerdir. Bu cevabı veren katılımcılara böyle düşünmelerinin nedeni sorulduğunda ise Alman tanıdıkları (öğretmenleri, arkadaşları, yazılı görsel ve sosyal medya vs) tarafından böyle anlatıldığını kelime karşılığının da böyle olduğunu belirtmişlerdir. Berlin’de bir üniversite öğrencisi olan 25 yaşındaki S.Y. bu durumu şu şekilde açıklamıştır. “entegrasyon kelimesi… bir insan yurt dışında yaşamayı düşünmüşse buna karar vermişse bence gittiği ülkenin dilini bilmek zorundadır. Böyle düşünüyorum çünkü… kelime anlamı olarak da entegrasyonun anlamının asıl yaşanılan ülkenin dilini bilmek olduğunu biliyorum. Okulda, çevremde, televizyon ve internette bu şekilde öğretiyorlar.” Derinlemesine mülakat yapılan katılımcılar, entegrasyon kelimesinin anlamını olduğu gibi Almanca bilgisi ile açıklamaktadır. Bunun sebebi ise Alman toplumu ve medyasının entegrasyon konusundaki hassasiyetinin “Almanca dilini bilmek ve konuşabilmek” üzerinde dönmesinden kaynaklanmaktadır. Yine Berlin’de 27 yaşında bir üniversite öğrencisi olan C.T. entegrasyon ile ilgili şunları söylemiştir; 83 “…..Mesela geçenlerde Mesut Özil’e5 Türkiye’ye gol attığı için entegrasyonu çok iyi gerçekleştirdi diye ödül verildi, adamın Almancası berbat, doğru düzgün kullanamıyor Almancayı, cümle kuramıyor ya! Bunlar göstermelik saçma ödüller! Sadece Türkiye’ye gol attığı için entegrasyon ödülü alması, uyum sürecini Mesut Özil’den daha fazla yerine getirmiş insanlara ayıp olmuyor mu? Bana sorarsan benim dedem ilk olarak buraya gelmiş, yerleşmiş, çalışmış, vergisini vermiş bence benim dedem de entegre olmuş buraya, uyum sağlamış ve görevlerini yerine getirmiş. İnsanların ve medyanın yüklediği anlamlara göre ödül verdiler, göstermelik!” Derinlemesine yapılan görüşmeler, sistem entegrasyonunun Almanya’ya ilk göç eden akrabaları tarafından gerçekleştirmiş olduğunu kanıtlar niteliktedir. Ancak, Alman toplumunda yaygın entegrasyon kavramının asimilasyon kavramı ile bir tutuluyor oluşu, bireylerin orijinal kültüre bağlanmalarında önemli bir faktör oluşturmaktadır. 6.3. Ötekileşim ve Özdeşleşim, Ulusötesici Davranışlar 6.3.1. Ötekileşim ve özdeşleşim Almanya’da yaşayan birinci kuşak Türkiye kökenliler sosyalleşme ve kültürleşme süreçlerini Türkiye’de tamamlayarak Almanya’ya gitmiştir. Almanya’da yaşayan ikinci kuşak Türkiye kökenliler ise yaşamlarının bir bölümünü Türkiye’de geçirmiş, kültürleşme ve sosyalleşme süreçlerinin bir bölümünü Türkiye’de tamamlamıştır. Araştırma konusunu oluşturan üçüncü kuşak Almanya’da yaşayan Türkler ise, insan yaşamının önemli bir bölümünü oluşturan ergenlik dönemini Almanya’da geçirmektedir( Kula, 2012: 7). Bu dönemde kimlik, ortak tarihsel birliktelik, ulusal köken, dil, din olgularını öne çıkaran özdeşleşim duygusu biçimlenir ve ihtiyaç halini alır. Genç kuşak bu dönemde ulusal aidiyet çevresi dışına çıkarak bir dış kimlik oluşturmaya başlarlar. Türkiye kökenli genç kuşak, fiziksel(saç ve ten rengi), ulusal ve etnik kimlikleri nedeniyle Alman toplumunca her zaman doğru anlaşılamadıklarından dolayı çeşitli önyargı ve dışlama eğilimleri ile karşı karşıya kalmaktadırlar. 5 Mesut Özil; Türk asıllı Alman milli futbolcu. 2006’dan beri Alman milli takımında oynamaktadır. 84 Katılımcılara Alman toplumu içerisinde yaşarken kendilerini her hangi bir davranışlarından dolayı farklı hissedip hissetmedikleri sorulmuştur. Bu sorunun amacı toplumdaki “öteki” algısı ile ilgili bilgi edinmektir. 30 yaşında bir yüksek lisans öğrencisi olan G.G.’nin bu konuya yaklaşımı şu şekildedir. “Senin bir şey hissetmene gerek yok ki, zaten bunu konuşmanın en başında sana söylüyorlar. Almancan kötüyse konuşmanın başından burun kıvırıyorlar. Eğer Almancan iyiyse “ne kadar güzel Almanca konuşuyorsun” diyorlar, ben bundan nefret ediyorum ve bunun bir pozitif ayrımcılık olduğunu düşünüyorum. Bunun anlamı şu – aslında sizin iyi Almanca bilmeniz ve konuşmanız imkansız ama sen bu konuda çok başarılısın, nasıl oluyor bu?- yani ne kadar güzel almanca konuşabiliyorsun cümlesi bir iltifat içermiyor. Bunun yanında “sen diğer Türklere benzemiyorsun ya da sen istisnasın” cümlesi var beni en çok rahatsız eden cümlelerden biri de bu, burada da kişinin iyi bir şey mi kötü bir şey mi söylemek istediğini anlamıyorsunuz, yine “diğer Türkler çok kötü ama sen iyisin” gibi bir anlam oluyor. Buna da ne cevap vereceğinizi şaşırıyorsunuz. “ Katılımcılardan 29 yaşında S.Ç.’nin konuya yaklaşımı şu şekildedir. “Siz her ne kadar Alman toplumunun bir üyesi olarak görseniz de kendinizi, bir şekilde buradan biri olmadığınız belki de her gün yüzünüze vuruluyor. Zaten domuz eti yemediğinizde bu oluyor bundan bahsetmiyorum bile fakat ben alkol kullanmaktan hoşlanan biri değilim, içerim de ancak çok tercih etmem. Ne zaman bir akşam arkadaşlarımla dışarı çıksam da alkol kullanmasam mutlaka muhabbetim döner. Müslüman olduğum için mi alkol tüketmiyormuşum vs vs. yani onlara göre canımın istememesi gibi bir ihtimal yok. Ya da bir erkek arkadaşımın olmayışı “sen Müslümansın ondan mı kimseyle birlikte olmuyorsun?” sorusu o kadar sık gelir ki, oysa alakası yok evet ben Müslümanım ama erkek arkadaşımın olmayışının bununla alakası yok, dolayısıyla farklı olduğunuzu bazen istemeden de size hissettirebiliyorlar.” Görüşmecilerden Berlin’de bir üniversitede 30 yaşında bir doktora öğrencisi olan S.A. bu konuda kendi başına gelen olayı dile getirmiştir. “Sizin Türk olduğunuzu anladıklarında sizinle yavaş yavaş, tane tane konuşmaya başlıyorlar, geç anlayacağınızı da düşündüklerinden yavaş konuşarak size özürlü muamelesi yapıyorlar. E zaten farklı olduğunuzu hissediyorsunuz” Katılımcılar görüşmeler sırasında kendi yaşadıkları bazı deneyimlerden de bahsetmişlerdir. Bir katılımcı yalnız Türk olduğu için Alman ev sahibinin kendisine ev kiralamadığını belirtmiştir. 85 Katılımcılara ötekileştirilip ötekileştirilmedikleri konusunda direkt soru sorulmamıştır. Dolaylı sorulan sorularla 18 katılımcı eğitim konusundaki “öteki” algısına değinmiştir. Ya kendisine ya da bir yakınına öğretmeni tarafından Gymnasium’a gidemeyeceğine dair mektup verildiğini çünkü öğretmenlerin yalnız Almanların üniversiteye gitmesini istediklerini belirtmişlerdir. Berlin’de Yüksek Lisans öğrencisi olan G.G. bu konuda; “İlkokuldan sonra öğretmenler bu çocuk giymnasiuma gidebilir bu gidemez diye tavsiyede bulunuyorlar. Benim öğretmenim de benim için bu çocuk gymnasiuma gidemez demiş. Ancak babam ben sizi dinlemiyorum diyerek beni gymnasiuma göndermiş, İyi ki de göndermiş. Tabi bazen bu şekilde ayrımcılıklar olabiliyor” Başka bir üniversite öğrencisi K.S. ; “Hayatımda kendimi Alman toplumundan farklı hissettiğim bir tek zaman oldu, Almanya’da okullar dördüncü sınıfta ayrılıyor; Hauptshule, Realschule ve Gymnasium diye. Benim notlarım çok iyi olmasına rağmen öğretmen beni en iyi okula yani Gymnasium’a yollamadı ve buna engel oldu. Ben bunu Türk olmama bağlıyorum çünkü benden daha düşük notlu öğrencileri Gymnasiuma yollamıştı öğretmen” Dolayısıyla artık kendini Alman toplumunun bir parçası olarak gören katılımcılar hayatlarında bir kere de olsa kendilerini “öteki” olarak hissettiklerini söylemişlerdir. Mülakatlar sırasında dikkati çeken söylemlerden biri 20 katılımcının da mutlaka medya konusuna değinmiş olmasıdır. Medyanın günümüzde artık toplumu bilinçlendirme görevinin dışında; politika yapma, toplumu yönlendirme, bilgilendirme, eğitme, eğlendirme, uyarma gibi görevlerin tümüne sahiptir. Politika yapıcıların da toplumu yönlendirirken medyadan faydalanmaları olağan bir durumdur. M. Foucault’un Söylem Teorisi’nden yola çıkarak göç yönetiminin ülkenin ekonomik yapısıyla doğru orantılı olduğu görülmektedir. Çünkü göç olgusu yalnız sosyolojik bir konu değil aynı zamanda politik ve ekonomik bir olgudur da. 86 Katılımcılar yazılı ve görsel basında ve sosyal medyada, özellikle Türk göçmenler hakkındaki iyi ya da kötü haberlerin zaman zaman arttığını zaman zaman azaldığını belirtmişlerdir. Tüm dünyada olduğu gibi Almanya’da da göç yönetimi ucuz iş gücüne olan ihtiyaca göre değişmektedir. Göç ettikleri ülkede kalabilmek için ülkenin satın alma gücüne göre en düşün gelirle çalışmaya razı olan kesim göçmenlerdir bu yüzden ucuz iş gücü terimi ülkedeki göçmenleri tanımlar. Ülkenin politika yapıcıları da ekonomik anlamda ucuz iş gücü ihtiyacına göre medyayı yönlendirmektedirler. Ülkedeki ucuz iş gücüne olan ihtiyaç azaldığında medya göçmenlerin olumsuz tutumlarını ön plana çıkarma eğilimi gösterir. Kendileriyle derinlemesine görüşme yapılan katılımcılar medyanın algı yönetimi konusunda etki sahibi olduğunu belirtmişlerdir. Katılımcılardan C.T. bu konu hakkında şu şekilde yorumda bulunmuştur. “…mesela Türkiye’de her yerde namus cinayetleri varmış, insanlar Türkiye’ye gitmeye korkuyorlarmış, ben bir gün babama sorma ihtiyacı hissettim, ya baba bizde bizim ailede namus cinayeti var mı dedim. Yok oğlum bizde öyle şey dedi, ya sanki namus cinayetleri Türkiye’nin bir kültürüymüş de herkeste, her yerde yaygınmış gibi bir yansıması var medyada…” C.T. aynı zamanda Türk kökenli göçmenlere yönelik algıdan bahsederken; “….sonra bize diyorlar ki kendi içlerinde takılıyorlar, getto oluşturuyorlar. Biz bir gece kulübüne girecek oluyoruz, kapıdaki Türk güvenlik bizi içeri almıyor, İçeride sorun yaratacağız düşüncesiyle. Tabii burada sorumlu kişi kapıdaki güvenlik değil biliyoruz. Ama bu bir önyargı değil mi, baştan kavgacı ilan edilmiş oluyoruz ya da sapık…” Bir başka katılımcı S.Y. ise; “…ben özellikle medyanın göçmenleri kullandığını düşünüyorum. Tv kanallarının ve gazetelerin göçmen kökenli insanlara karşı önyargılı olduğunu görüyorum, medyada Türklerle ilgili yalnız şiddet olayları görüyor olmak rahatsız ediyor tabii…” Katılımcılardan S.K. görüşmemizden kısa süre önce başına gelen bir olayı anlatırken şu yorumda bulunmuştur; “Burada çalıştığım yerde arkadaşlarım var çok iyi anlaştığımız. Her günümüz birlikte geçiyor, gülüyoruz, eğleniyoruz, işimizi yapıyoruz. Bir gün iş yerindeki 87 Alman bir kız arkadaşım konuşurken, “ben Almanya dışında, güneyden biriyle evlenmem” dedi. Yani Türkiye ve Orta Doğu ülkelerini kastetti. Bunu da bu kadar rahat ve açık söyledi ki şaşırdım, ben oradaydım, şaşkınım! Oradaki erkeklerin kendisine layık olmayacağını belirtmek istedi. “aşağı bir kültürdü” belirtmek istediği. Peki, ben neydim orada? Bu lafına karşılık vermedim utandım sonuçta “sana bir şey demedim ki” diye karşılık verebilirdi, anlatabildim mi? Tabii bu izlenimde bizlerin de hatası var, medya çok önemli bir role sahip. Gazetelerde Türk erkekleri, töre cinayetleri adı altında insan öldürebilir birer psikopat olarak gösteriliyor, işin kötüsü bunu sanki bütün Türk erkekleri yapıyormuş gibi bir imaj veriliyor. Medya bunu biraz bilinçli olarak yapıyor. Buradakiler de her Türk erkeğinin cinayet işlemeye, karısını dövmeye ya da öldürmeye meyilli insanlar olduğunu, tüm Türk kadınlarının da ezilip dayak yediklerini sanıyor, yazık….” Almanya’da entegrasyon kelimesi ilk olarak 1973 yılında kullanılmıştır. 1973 yılına kadar göçmen işçilerden dolayısıyla ucuz iş gücünden Almanya hiç şikayet etmemiştir, çünkü bu döneme kadar iş gücü ihtiyacı milliyetçilik duygularının önüne geçecek kadar büyüktü. 1973 yılında entegrasyon kelimesinin kullanılmaya başlanma sebebi dünya ekonomik krizinin patlaması, 1973-74 petrol krizinin baş göstermesidir. 1973 Petrol Krizi’nin patlaması dünya ekonomisinde bir durgunluğa neden olmuş ve Almanya yurtdışından yeni işçi alımını durdurmuştur. Araştırmanın yıllara göre göç kısmında da belirtilmiş olduğu gibi yeni işçi alımının durdurulması işçilerin hayallerini durdurmamış, yakın akraba ve arkadaşları vasıtasıyla Almanya’ya göç etme fikri baki kalmış ve illegal yollardan devam etmiştir. Dünya ekonomik krizi ardından ucuz iş gücüne olan ihtiyacın yeniden artması ile birlikte Almanya illegal göç eden işçilere af çıkartmış, aile birleşimine izin vermiştir. Yukarıda görüldüğü gibi dünyada meydana gelen ekonomik krizler veya ülkenin kendi içerisindeki ekonomik krizler göç yönetimi konusunda alınan kararları değiştirmektedir. Politika yapıcıların göç yönetimi konusunda söylemleri değişmektedir. Günümüzde ise göç yönetimi yalnız yasalar yoluyla değil aynı zamanda ülkedeki göçmen algısını değiştirmek ve yasaların uygulanabilirliğini kolaylaştırmak adına medya yoluyla da yapılmaktadır. Almanya’daki en büyük göçmen nüfusu oluşturan Türkler, Alman toplumunda birlikte yaşadıkları Türkler ile Alman medyasının yansıttığı Türkler arasında 88 farklılıklar olduğunu örneğin Alman bir koca karısını öldürdüğünde değil de Türk bir koca karısını öldürdüğünde haber yapıldığını belirtmişlerdir. Katılımcılara bu görüşmelerin arkasından, kendinizi farklı hissetmenizi sağlayan bu tutum ve davranışların yalnız size mi (Türk kökenlilere) yoksa bütün göçmen kökenlilere mi yapıldığını düşündükleri sorulmuştur. Katılımcılar kültür farkından bahsetmiş ve özellikle Müslümanlığın bu konuda çok önemli bir faktör olduğunu belirtmiştir. Katılımcılardan G.G. bu durumu ayrımcılık olarak nitelendirmese de; “Diğer göçmen kökenliler yabancı gibi değil sanki, mesela İtalyanlar burada çok da “farklı” gibi değiller. Buradaki farkın Hıristiyanlık ve Müslümanlıktan geldiğini düşünüyorum, çünkü ritüelleri çok farklı ve bu insanın yaşamına kültürüne yansıyor.” Katılımcılardan S.Ç. aynı konuyu eğitim sistemi üzerinden değerlendiriyor; “…örneğin bu ülkede en düşük seviyedeki okullara Türkler ve Araplar gidiyor, neden? Bu bir eğitim politikasıdır bence ve Almanya çok uzun zamandır şunu anlamadı ki; Almanya’daki Türkler başarısız, Almanya’daki Araplar başarısız bunun sebebi ne?...” T.K. yapılan ayrımcılıkların tek sebebinin İslam olduğu kanısındadır. “Aslında Türklere karşı bir önyargının olduğunu medyadan da gözlemleyebilirsiniz. Bunun sebeplerinden biri de İslam. Burada Türk denince akla ilk gelen İslam’dır. Çoğu Almanın gözünde Müslümanlar gerici, yobaz, şiddet yanlısıdır. Karılarını döven, kızlarını zorla evlendiren, namus cinayetlerini işleyen ve düşünce özgürlüğüne saygı duymayan insanlardır. Almanlar böyle şeyleri yapan Müslümanları ve Türkleri görünce tüm Müslümanları ve Türkleri böyle sanıyorlar. Alman toplumu da Türklerin Almanya’ya entegre olamamalarının en büyük nedenlerinden biri olarak etnik kimliğimiz değil dinimiz görülüyor. B.N., Berlin’de bir üniversitede okumaktadır “..bence medya tarafsız değil Almanya’da, Türklerle ilgili çok fazla töre cinayeti görürsünüz. Töre cinayetleri biraz fazla abartılıyor gibi geliyor bana. Bir de entegre olmuş Türkler olarak mesela üç kız gösteriliyor, bunlardan biri ailesinden kopmuş, Türklerle bağlarını koparmış, diniyle alakası kalmamış. Dolaylı olarak dilinden dininden kopup “ben artık özgür kızım” diyen bir kızı entegre olarak göstermişti medya. Entegrasyon bu değil bu daha çok 89 asimilasyon oluyor, o yüzden entegrasyonun bir tek tanımı olmadığından herkes kendine göre algılayıp konuşuyor. .” Din, eğitim ve toplumsal alanlarının tümünde kendini yukarıdaki tanımlardaki şekilde “farklı” hisseden yani kendini yaşadığı çoğunluk toplumunun bir parçası olarak görmeyen Türk kökenli göçmenler, politika yapıcılar tarafından da seçim dönemlerinde oy konusu edilmektedir. Bireysel anlaşmazlıklarda dahi en kolay çözüm yolu suçlu tayin etmektir. Ülkeler de bireyler gibi kendi içlerindeki sorunun kaynağını özellikle seçim dönemlerinde suçlu tayin ederek bulmaktadır. Bir ülkedeki işsizliğin artış sebebini, ülkenin satın alma gücüne göre en düşük ücretle çalışmayı kabul eden kesim olan göçmenlerin iş sahibi olmasına bağlayan politika yapıcılar, toplumdaki “göçmen” algısını biçimlendirmektedir. Dolayısıyla ülkedeki ekonomik sorunun en çok etkilenenlerinden biri olan göçmenler mağdur değil de “suçlu” olmaktadır. Politika yapıcıların söylemleri ve medyanın olayları yansıtma biçimi ile değişen göçmen algısı toplumda kendini aşırı milliyetçilik (ırkçılık), yabancı düşmanlığı (zenofobi), islamofobi (Müslüman korkusu) olarak bulur. Dini anlamda yaşadığı çoğunluk toplumundan farklı olduğunu hisseden, eğitim alanında kendini toplumun bir parçası olarak görmeyen, Alman medyasında, Türk kültürünü kendisine öğretilenden farklı gören Türk kökenli göçmenler yukarıda anlatılan tutum ve davranışlara tepki olarak tutum sergilemektedir. 6.3.2. Tepkisel ulusötesici davranışlar Toplumda karşılaşılan doğrudan ve dolaylı ayrımcılık, entegrasyon dayatmaları, işsizlik ve kendi kültürüne uymayan toplumsal yaşam toplumun hakim kültürünün yanında kendi kültüründen de ayrılarak alt kültürler oluşturmaktadır. Çok kültürlü bir yapının kökten reddedilerek çoğunluk kültürünün dil, eğitim, din, medya ve sosyal alanların tümünde benimsetilme çabası göçmenlerde “kendi kültürüne aşırı bağlılık olarak sonuç vermiştir. 90 Derinlemesine yapılan görüşmelerde, 20 Türk kökenli göçmenle görüşülmüş ve 19 katılımcı da evde Türkçe konuştuğunu belirtmiştir. 1961’deki ilk göç dalgasından itibaren günümüze kadar Almanya’da yaşamayı sürdüren Türk kökenli göçmenlerin evde yalnız Türkçe konuşuyor olması dilin, kültürün birleştirici özelliğinden kaynaklanmaktadır. Görüşmelerde kendinizi nereye ait hissediyorsunuz, sorusuna 17 kişi Almanya’ya, 2 kişi Türkiye’ye, bir kişi ise Avrupa’ya ait hissettiğini belirtmiştir. Bu sorunun arkasından arkadaşları, hangi spor takımını destekledikleri, hangi medya organlarını takip ettikleri, hangi sivil toplum örgütüne üye oldukları, hangi pasaporta sahip oldukları, bir Almanla mı bir Türkle mi evlenmek istedikleri gibi sorular yöneltilmiş ya da dolaylı sorularla kendilerinden öğrenilmiştir. Bu şekilde kendini Almanya’ya ait hisseden katılımcıların ulusötesici hareketleri değerlendirilmek istenmiştir. 6.3.2.1. Arkadaş seçimi Kendisiyle derinlemesine mülakat yapılan 20 katılımcının 14’ü arkadaşlarının çoğunun Türk olduğunu belirtmiştir. 4 katılımcı arkadaşlarının çoğunun Alman olduğunu, 2 katılımcı ise arkadaşlarının yarısının Türk olduğunu yarısının ise Alman olduğunu belirtmiştir. Kendileri ile derinlemesine mülakat yapılan yirmi katılımcı da arkadaş seçerken hangi milletten olduklarına bakmadıklarını özellikle belirtmişlerdir. Ayrıca arkadaşlarının çoğunun Alman olduğunu belirten 4 Türk kökenli göçmen üniversiteye kadar arkadaşlarının yalnız Türkler olduğunu üniversite bu durumun değiştiğini belirtmiştir. Katılımcılardan I.F. arkadaşlarının çoğunun Türk olmasını şöyle açıklamıştır, “Arkadaşlarımın hemen hemen hepsi Türk, kendi aramızda daha rahat olabiliyoruz. Yapmış olduğumuz her hareketin, davranışın açıklamasını yapmak zorunda kalmıyoruz bu şekilde. Karşılıklı gelişen bir durum bu sanırım. Onların yanında rahat olamıyoruz. Sürekli vatanımız ve onun insanları hakkında hesaba tutulma gibi bir durum oluyor (neden başörtüsü, neden domuz eti yasak, neden evlilik dışında ilişkiler hoş görülmüyor gibi sorular)..” Berlin’de bir üniversitede eğitim görmekte olan C.T. ise, 91 “..arkadaşlarımın çoğu Türk, doğma büyüme üç arkadaşız zaten, başka samimi arkadaşımız yok ki, ama arkadaşlık kurarken bu Alman bununla görüşmeyim demiyorum tabii ki, küçüklüğümden beri de demedim hiç. Bu arkadaş Türk’tür beni daha iyi anlar tanır gibi bir yaklaşımım olmadı…” Berlin’de hem okuyan hem de çalışan katılımcılardan S.Y. arkadaşlarının çoğunun Alman olduğunu şöyle dile getirmiştir, “Benim daha çok Alman arkadaşım var, Türk arkadaşlarım daha az. Zaten buradaki Türkler ilgimi çekmiyor, daha çok Türkiye’den gelen Türkler ilgimi çekiyor. Onların hikayeleri daha ilgi çekici geliyor, Türkiye’de neler olup bitiyor ne yapıyor yaşıtlarımız diye, ama burada doğup büyümüş benim gibi Türklerle çok arkadaşlığım yok…” 6.3.2.2. Spor takımı Toplu olarak katılım sağlanan faaliyetler ve katılım alanları sosyalleşme alanlarıdır. Bu tarz faaliyetlere katılan kesimin ortak özellikleri - ortak bağlılıklar, ortak amaçlar, ortak hedefler gibi- o toplumu birbirine yaklaştırmak için itici bir güç oluşturur. Tutulan spor takımları ve spor aktivitelerinin takip edildikleri alanlar da Türk kökenli göçmenlerin görece olarak ulusötesici pratikleri sürdürdüklerini göstermiştir. Kendisiyle derinlemesine mülakat yapılan katılımcılara, herhangi bir spor takımının taraftarı olup olmadıkları ve nasıl takip ettikleri sorulmuştur. Katılımcıların 14’ü bir Türk futbol takımı ismi söylemiştir. Müsabakaları, Türk restoranlarında, kıraathanelerinde takip ettiklerini belirten katılımcılar spor kulübüne olan bağlılıklarını dile getirmişlerdir. Katılımcılardan S.Y. koyu bir Fenerbahçe taraftarıdır ve hiçbir maçını kaçırmamaktadır. Berlin’de Türkiye futbol maçlarını veren yerlerde ve internette maçları kaçırmadan takip etmektedir. Katılımcılardan C.T. benim bir Galatasaray taraftarı olduğumu öğrenmiş, kendisinin bir başka Türk futbol takımı olan Fenerbahçe taraftarı olduğunu söylemiştir. Bir Türk futbol kulübüne olan bağlılık da ait olma ihtiyacının doğal bir sonucudur. 92 6.3.2.3. Medya takibi Medya takibi konusu aslında kitle iletişim araçlarının takibi üzerinedir. Katılımcılarla yapılan derinlemesine görüşmeler sırasında kendisiyle görüşme yapılan bütün katılımcılar Alman medyasını tarafsız bulmadıklarını belirtmiştir. Göçmen sorunlarındansa toplumun göçmenle ilgili sorunlarının ön plana çıkarıldığı düşüncesi yaygın kanıdır. S.Y.; “Göçmenlerle ilgili yapılan özel programlarda göçmenlere “yeni bir kıta keşfediyormuş” gibi yaklaşıyor, sanki günlük hayatta sokakta yanlarından geçmiyoruz, aynı marketten alışveriş yapmıyormuşuz gibi.” Katılımcılara Türk--Alman hangi dil yayınları ve televizyon kanallarını takip ettikleri sorulmuştur. 10 katılımcı bu soruya yalnız Türk medyasını takip ettiğini belirtmiştir. Kalan 10 katılımcı ise hem Alman hem Türk yayınları tercih ettiğini belirtmiştir. Katılımcıların tümü Almanya’da çıkan Türk gazetelerini yakından takip etmektedir. Katılımcılardan hem Alman hem Türk medyasını takip ettiğini söyleyen I.F. , “Hem Türk hem Alman yayınları izliyorum. Alman medyası bir şekilde önyargılı olduğunu gösteriyor haberlerde özellikle. Mesela bir Alman gidip bütün ailesini öldürse, gazetede “aile dramı” olarak geçer gider, her şey daha yumuşatılmış bir şekilde anlatılır. Ama bu olay bir Türk ailesinde olsun o zaman resmen kıyameti koparıyorlar. “töre/namus cinayeti” diye adlandırılıyor.” 6.3.2.4. Sivil toplum örgütüne üyelik Sivil toplum örgütüne üyelik hem göçmenlerin ulusötesici davranışları için hem de yerleştikleri ülkedeki uyum süreci için bir kriterdir. Almanya’da hem mevcut hem Alman hem de Türk çok sayıda sivil toplum örgütü bulunmaktadır. Bir sivil toplum örgütüne üye olan katılımcıların, Türk derneklerinden birine üyeliklerinin bulunması savunuculuğunu yaptıkları her hangi bir düşüncenin ulusötesi aktivitelere dönüşmüş olması ve bunun Almanya’da sürdürülmekte olmasıdır. Katılımcılara üye oldukları bir sivil toplum örgütü olup olmadığı sorulmuştur. Katılımcıların 8’inin Türkiye odaklı çalışmalar yürüten sivil toplum örgütlerine üye 93 olduklarını belirtmiştir. 12 katılımcı ise hiçbir sivil toplum örgütüne üyeliklerinin bulunmadığını belirtmiştir. Verilen cevaplardan da anlaşılacağı gibi Almanya’da yaşayan üçüncü kuşak Türkler bir sivil toplum örgütüne üye olacaklarında Türk kuruluşlarını tercih etmektedir. Katılımcılardan biri olan K.S. Türk Veliler Derneği Başkanlığı yaptığını bildirmiştir. Başka bir katılımcı S.A. ise, “TD Platform: öğrenciler ve akademisyenler derneği, öğrencileri desteklemek için. Türk Kadınlar Derneği, şiddet gören kadınlara destek vermek için..” 6.3.2.5. Vatandaşlık alma ve pasaport Türk Araştırmalar Merkezi tarafından 1999 yılında yapılan bir araştırmaya göre, 1999’a kadar 318 bin Türk, Alman vatandaşlığına geçmiştir. Son dönemlere bakıldığında ise bir milyona yakın Türkiye kökenlinin Alman vatandaşlığına geçtiği bilinmektedir. Bu mevcut durum ise Türkiye kökenlilerin Almanya’yı yeni anayurt olarak görmeye başladıklarını işaret etmektedir. Kendisiyle görüşme yapılan 17 katılımcı Alman pasaportuna sahiptir. İki kişi Türk pasaportuna sahip olduğunu bir kişi de hem Alman hem de Türk pasaportuna sahip olduğunu belirtmiştir. Almanya 1992’de pasaport konusunda yeni bir düzenleme getirmiştir. 1992 Yabancılar Yasası, genç kuşağın Alman vatandaşlığına geçişini kolaylaştırmıştır. Ancak 16-23 yaş arasında olan, sekiz yıldan beri Almanya’da oturan, 6 yıl okula devam etmiş olan gençlerin Türk vatandaşlığından feragat etmeleri koşulu ile (madde 85) Alman vatandaşlığına geçmeleri mümkün kılınmıştır. 17 katılımcı 1992 yılına kadar çifte vatandaşlığa sahip olduklarını ancak 92’ yabancılar yasası ile Alman vatandaşlığına geçtiklerini belirtmiştir. Katılımcılardan N.D. konuyla alakalı şu yorumda bulunmuştur. “Alman vatandaşlığına geçtim, Türk pasaportum varken yurtdışına giriş çıkışlarda çok problem çıkartıyorlardı. Türk pasaportuyla başvurduğum hiçbir üniversiteye alınmadım. Bir keresinde yirmi kişilik bir grup okul gezisine gidecektik, 19 kişi pasaporttan geçti beni saatlerce beklettiler bütün grup benim yüzümden beklemek zorunda kalmıştı, rezil olmuştum….” 94 Katılımcılardan C.T. ise “…Türk arkadaşlarımın hepsi Alman vatandaşı ama ben hem Türk hem Alman vatandaşıyım, ben yakın bir zamanda Türk vatandaşlığından çıkmayı düşünüyorum bana bir getirisi yok çünkü…” Berlin’de çalışan katılımcılardan Y.P. ise Alman pasaportuna sahip olduğunu şöyle dile getirmiştir; Alman pasaportum var, pragmatik. Yukarıda da görüldüğü gibi Türk vatandaşlığının ve Türk pasaportunun bir “getirisi” olmadığından dolayı günümüz Almanya’da yaşayan Türk kuşağı Alman pasaportunu kullanmakta ve Alman vatandaşlığına geçmektedir. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyesi ülkelerden biri olmaması durumu, dünyanın herhangi bir yerine gidilmek istendiğinde vize alma zorunluluğunun olması, vize alma sürecinin zor, yorucu ve pahalı olması durumu gençleri bu konuda “getirisi” olan Alman pasaportu kullanmaya teşvik etmektedir. Dolayısıyla 1992’de bir seçim yapmak durumunda bırakılan gençlerin pasaportun “işlevselliğine” göre seçim yaptıkları görülmektedir. da Yukarıda belirtildiği gibi 17 katılımcı kendini Almanya’ya ait hissetmektedir. Ancak 92’ yasasına kadar gençler hem Alman hem Türk pasaportuna sahip olduklarını, bu yasa ile birlikte birini seçmek durumunda kaldıklarını (bir kişi halen hem Türk hem Alman pasaportuna sahip olduğunu belirtmiştir, bunun sebebi yaşının tutmasından kaynaklanmaktadır) ve iki pasaporttan birini seçmeleri gerekiyorsa bunun yurtdışına çıkarken kendilerine yurtdışına çıkarken kolaylık sağlayacak olan Alman pasaportunun olması gerektiğini belirtmişlerdir. Yukarıdan da anlaşılacağı gibi kendisini Almanya’ya ait hisseden Türk kökenli göçmenler aslında Türk pasaportuna da sahip olmak istemektedir. Bu da daha önce değinilen oluşturmaktadır. göçmenlerin ulusötesici davranışlarına bir örnek 95 6.3.2.6. Eş seçimi Aile birleşimlerine izin verilmesinden sonra, 1980’lerin ortasında evlilik göçü daha önemli bir hale gelmiştir. Evlilik göçü, dağınık olan ve genelleştirilmiş bağların varlığına gereksinim duymuştur. 1980’lerde ailelerin beklentisi, yabancı bir geline ya da damada göre daha vefalı olacağı düşüncesi iken günümüz üçüncü kuşak Türklerde bu durum “benim kültürüme yabancı olmasın” düşüncesidir. Günümüzde Türkiye’den Almanya’ya evlilik göçü devam etmektedir. Bunun nedeni ise Türkiye ile sürdürülen sembolik ve toplumsal bağların bir sonucu olarak açıklanabilir ( Faist, 2003:251). Üçüncü kuşak Almanya’da yaşayan Türk kökenli göçmen katılımcılara eş seçerken eşinin Türk ya da Alman olmasının tercihlerinde belirleyici bir faktör olup olmayacağı sorulmuştur. Görüşmeler sırasında 16 katılımcı bir Türk ile evlenmeyi tercih edeceğini belirtmiştir. Y.P. konuyu şöyle yorumlamıştır, “Evlenmeyi düşünsem bir Almanla evlenemem diye düşünüyorum, çok farklıyız, kültürümüz çok farklı….” Berlin’de 24 yaşında bir çocuk annesi N.D. konu hakkında şu yorumda bulunmuştur. “Evlenmeden önce hep bir Türk ile evlenmeyi hayal ediyorken hayatımda bir Alman oldu ama en son ayrıldık, olmadı, kimseye tavsiye etmem asla. Bir çocuğum oldu ondan sonra problemler başladı. Ben benden Türkçe babasından da Almanca öğrensin istedim olmadı. En son babaannem vefat ettiğinde Türkiye’ye gittim ertesi gün arkamdan geldi çocuğumu kaçırıyorsun diye. Alman kültürünü daha üstün görüyordu çocuğa Türkçe öğretme konusunda problemler yaşadım. Bir daha evlenecek olsam bir Almanla evlenmeyi düşünmem.” Daha önce Alman bir kız arkadaşı olmuş olan C.T. ise konu hakkında şöyle yorum yapmıştır. “Hem Alman hem Türk kız arkadaşım oldu ama genelde Alman kızlar pek Türk erkekleriyle çıkmak istemiyorlar, farklı kültür olduğundan olabilir. Ben de bir Türk kızla evlenmek isterim, Alman olursa ailem karşı çıkmaz ama onlar da benim gibi bir Türk ile evlenmemi beklerler.” 96 6.3.3. Ayrımcılık Türkleri, Almanya’ya göç etmeye iten sebepler yıllara göre değişiklik göstermiştir. Araştırmanın başında da değinildiği gibi, 1961’den itibaren Türkler çalışma amaçlı ve dönmek üzere Almanya’ya çalışmaya giden göçmen işçiler olarak değerlendirilmiş, işe alınacak işçilerin sağlıklı ve uzun boylu olmaları kriter olarak kabul edilmiştir. Zaman içerisinde yalnız para kazanıp Türkiye’ye dönmek olan amaç yerini çocukların eğitimi, kurulu düzenin bozulmak istenmeyişi, Türkiye’deki siyasi istikrarsızlıktan duyulan endişe gibi nedenlerle Almanya ‘da yerleşik düzene bırakmıştır. Zaman içerisinde gerek göçmenlerin gerekse toplumun karşılıklı değişen beklentileri, politika yapıcıların etki ve beklentileri ülkedeki göçmen algısının dönüşmesine neden olmuştur. Hayatlarının bir döneminde doğrudan ya da dolaylı olarak yaşadıkları ayrımcı deneyimler, toplumun genelinde böyle bir algının varlığını kuvvetlendirmiştir. Oluşmuş önyargıların kırılamamasından yakınan G.G. konuyla alakalı olarak şöyle konuşmuştur; “…çok net hatırladığım bir şey vardı, lisedeydik, arkadaşlarla toplaşıp başka bir Türk arkadaşın evine gitmiştik. Evine gittiğimiz arkadaşın babası da piyano çalmayı çok severdi. Alman arkadaşlardan biri piyanoyu görünce piyanonun kime ait olduğunu sormuştu. Türk arkadaş hem kendisinin hem de babasının çaldığını söylediğinde ise, Alman arkadaş şaşırmış ve “Bir Türk evinde piyano çok garip..” demişti. Biraz garipsemiştim” G.G’nin yaşadığı durum araştırmanın başında değinilen bir ötekileştirilme örneği oluşturmuştur. Bu deneyim Alman bir çocuğun zihnindeki Türk imajını göstermektedir. N.M. lise döneminde başına gelen bir olayı anlatmıştır; “……lisedeyken bir Alman erkek arkadaşım olmuştu, ancak arkadaşları “bir Türk’le mi çıkıyorsun, neden bir Türk’le çıkıyorsun” demişlerdi, bakışlarını hatırlıyorum. Ayrılmıştık.” S.Y. marketten alışveriş yaparken başından geçen bir anısını paylaşmıştır; “….bir gün marketten alışveriş yaptım sırada bekliyorum, sağ tarafımdaki ürünler dikkatimi çekti uzanıp baktım, sonra önüme döndüm. Yaşlıca bir teyzenin bana kızgın baktığını fark ettim. “Almanya’da böyle sıraya girilir, öğrenmelisin” dedi ve döndü. O an ne diyebileceğimi bilemedim. Alman görünümüne sahip değildim ve teyzeye göre muhtemelen de sıraya girmeyi 97 bilmiyordum. Bilinçli bir kibarlıkla kendisine sıraya girmeyi bildiğimi ve zaten sırada beklemekte olduğumu belirtmiştim, gelmiş olduğum yeri mi kendimi mi savunayım bilememiştim.” C.T. benzer bir örnekle hem Müslüman hem de yabancı/Türk algısına değinmiştir; “…taşınmayı düşünüyorduk ve ev arıyorduk, ev sahibiyle konuştuk anlaştık fiyatı konuştuk en son telefonu kapatırken ev sahibi annemin adını sordu, annem N. deyince konuşma bir sessizlik arkasından ev sahibinin evi kiralamaktan vaz geçtiğini söyleyip alelacele telefonu kapatmasıyla son buldu, annemin adı bariz bir Türk ve Müslüman ismidir. Başka bir mantığı olamaz.” I.F. kendi başına gelmeyen ama şahit olduğu bir durumu anlatmak istemiştir; “…normalde Berlin’de toplu taşıma sistemi bileti almak ve metroda, otobüste vs okutmak üzerinedir yani içerde biletinizi kontrol eden biri yoktur. Bileti de dışarıdan alırsınız ama sistem tamamen güven üzerinedir. Otobüse binerken şoföre biletinizi isterseniz gösterirsiniz isterseniz göstermezsiniz. Bir sabah okula giderken başıma geldi, benden önce binenler biletlerini göstermeden bindiler ben de göstermeden bindim ancak şoför arkamdan gelen başörtülü kadının biletini görmek istedi. Kadın biletinin olduğunu ancak göstermek istemediğini kendisinden önce otobüse binenlerin biletinin kontrol edilmediğini belirtti ve şoförün ırkçılık yaptığını söyledi. Olay büyüdü, şoför diğer yolcuları indirdi ve başka bir otobüse binmeleri gerektiğini söyledi, kadın ve kendisi için polis çağrıldı. Zamanım da vardı olayı uzaktan izlemek istemiştim. Sonrasında neler olduğunu bilmiyorum yalnızca polis geldi ve kadın, polise biletini gösterdi, iddia ettiği gibi bileti vardı…” Y.P. özellikle Müslüman göçmenlerin etiketlendiğini belirterek, dikkatini çeken bir olayı anlatmak istemiştir; “…sürekli bir ayrımcı tavra maruz kalmıyoruz tabii böyle bir şey anlaşılmasın ama sosyal yaşamda çeşitli alanlarda dikkatimizi çekiyor bazı tavırlar, örneğin suç işleyen ve güvenlik kameralarına yakalanan birisi için arama başlatılmış ve metrolara ilanlar asılmış, ilanda suçlunun robot resmi yanında özellikler belirtiliyor, kısa saçlı, uzun boylu vs vs vs Ortadoğu görünümlü. Ortadoğu görünümlü ne demek? Yani esmer demiyor ya da sakalı bıyığı var demiyor; Ortadoğu görünümlü diyor. Bence problem zaten doğrudan maruz kaldığımız ayrımcılık değil, dolaylı ayrımcılık. Toplumda Ortadoğulu bir suçlu algısı gelip yerleşiyor. Bu algıyı eleştiremeyiz, biz de parçası olarak yönetebiliriz.” C.T. Berlin’de Türklerin en çok yaşadığı bölge olan Neukölln valiliğinde verilen bir seminere katıldığında başından geçenleri anlatmıştır; “Genelleme yapmanın her türlüsü yanlış geliyor bana, insanlar arasındaki iletişimi zedeleyen bir durum, ben de başıma gelen her hangi bir ayrımcılıktan 98 örneğin tüm Almanları sorumlu tutamam çok sevdiğim insanlar var burada, o yüzden bana karşı yapıldığında da kendimi sorumlu hissediyorum. Bir ders dolayısıyla Neukölln valiliğinde bir seminere katıldım, sınıfça gittik ve beyi dinlemeye başladık, bu arada ben de Neukölln’de yaşıyorum yıllardır. Öyle bir başladı ki uyuşturucunun merkezi Neukölln’müş, her gece mutlaka bir suç işlenirmiş, bunların sebebi şüphesiz Türkler ve diğer göçmenlermiş. Özellikle geceleri çeteleri varmış sokak başlarında birer bekçileri olurmuş, insanlar bu semtten geçmeye korkuyorlarmış, silahlar varmış…Belki bir saat hiç konuşmadan dinledim, ama o kadar anlattı ki semti sanırsınız içinden geçilmez, korkunç. Ben yıllardır burada oturuyorum, günün her saatinde bu semtte bulundum. Ben böyle bir şeye hiç denk gelmedim, hayır konuşmayı görseniz semtten dumanların yükseldiği, sokaklarda ateşlerin yakıldığı filan bir yer anlarsınız. Konuşmanın sonunda söz alıp kendisine söylemek zorunda kaldım; madem böyle bir semt burası bana neden hiç denk gelmedi ?” K.E; Berlin’de göç ve entegrasyon üzerine doktora yapan biri ile girmiş olduğu diyalogdan bahsetmiştir; “Burada herkes bir göçmen olarak sizin entegrasyonu gerçekleştirip gerçekleştirmediğinizi Almanca bilmeniz üzerinden değerlendirir, hatta bazen az bile gelir. Bir ülkede yaşıyorsanız o ülkenin dilini bilmeniz gerekiyor buna sonuna kadar katılıyorum ancak burada bunca zamandır var olan bir kültür var, bir Türk kültürü var bizi biraz tanımaya açık olsalar fena olmaz gibi geliyor. Göç ve entegrasyon üzerine doktora yapan bir arkadaşımla konuşurken, tüm değerlendirmeleri Alman gözüyle yaptığını fark ettim; eleştirileri, bulguları hep Alman bakış açısıyla yapılmış değerlendirmelerdi. Türk göçmenlerin entegrasyonundan bahsediyordu, Almancaya hakim olamadıklarını belirtiyordu ama kendisi Türkçe bilmiyordu ve Türklerle bir iletişimi yoktu. Böyle tarafsız bir bilim insanı olamazsınız..” Doğrudan ya da dolaylı olarak yaşanılan ayrımcılık, Türklerde toplumun geneli tarafından aynı şekilde kabul gördüğü fikrini oluşturmaktadır, kendini açıklamak ve kanıtlamak durumunda hissetmek Türk göçmenlerin rahatsızlık duyduğu konular arasındadır. 6.3.4. Aidiyet Bilinci Bireye daha doğmadan aile tarafından verilmeye başlar. Bu süreçte inanç, dil ve gelenekler bireyin kimliğini ve ait olma duygusunu oluşturan ve geliştiren değerlerdir. Bireyin, hem kendisi ve diğerleri ile farklılaşma hem de bir özdeşleşme sürecidir. Bu sürecin oluşmasında okullar, arkadaş çevresi, medya, sivil toplum örgütleri bireyin aidiyet bilincini etkilemektedir. 99 Kendisiyle görüşme yapılan görüşmecilerin çoğu kendini Almanya’ya ait hissetmektedir. Bu durumun oluşmasındaki en önemli sebep iki dil ile birlikte büyümüş olmaktan gelmektedir. Almanya’da yaşayan ve Almanca konuşarak büyüyen bireyin aidiyet bilinci çoğunluğu oluşturan toplum ve ailesi arasında gelişmektedir. Yapılan araştırma incelendiğinde, kendisiyle mülakat yapılan hiçbir görüşmecinin Almanca konusunda bir sorunu yoktur. Dolayısıyla bu durum toplumdaki ayrımcı tavırlara karşı daha bilinçli davranış geliştirmelerinin önünü açmıştır. Aynı zamanda aidiyet bilincinin kontrollü benimsenmesini beraberinde getirmiştir. Berlin’de yaşayan üçüncü kuşak Türklerin günlük sosyal pratiklerinde, konuştukları dillerde ve sosyokültürel davranışlarında iki kimlik arasında benzeşmelerin ortaya çıktığı görülmüştür; örneğin kendisiyle derinlemesine mülakat yapılan görüşmeciler ile Türkçe yapılan görüşmeler sırasında “tamam, şimdi anladım” anlamına gelen “ach so” kalıbının sıkça kullanılması, Türkiye’den araştırma yapmaya gelen araştırmacıyla buluşmaya gelirken bir Türk davranış kalıbı örneği olan, Türk yemeklerinden getirilmesi gibi davranışlar kendini Almanya’ya ait hisseden Türk göçmen davranışları örneğidir. Benzeşen kimlikler aynı zamanda kültürel aktarım sürecinin devam ettiğini göstermektedir. 100 101 SONUÇ Almanya’nın Berlin şehrinde yapılan saha araştırmasında 20 katılımcıdan görüşme formu ve gözlem veri toplama teknikleri ile sahadan veriler toplanmıştır. Katılımcılarla açık uçlu ve yarı yapılandırılmış toplam 31 sorudan oluşan görüşme formu uygulanmıştır. Görüşmeler esnasında bütün görüşmeciler hem Almancaya hem de Türkçeye hakim olduklarından dolayı iletişim konusunda sorun çekilmemiştir. Katılımlı gözlem esnasında elde edilen katılımlı gözlem notları ve görüşmeden elde edilen veriler birleştirilerek araştırmanın nitel verileri elde edilmiştir. Araştırma üç kuşaktır Almanya’ya yaşayan Türklerin, Almanya’nın ucuz iş gücü ihtiyacına göre Türk göçmen algısını değiştirmesi, değiştirirken medya kuruluşlarını yönlendirmesi sonucu Almanya’da yaşayan Türklerin, kendilerini Almanya’da “Türk” hissetmek adına geliştirdikleri bağlar araştırılmaktadır. Araştırmadaki mülakat soruları üçüncü kuşak Türklerin Alman toplumunda yaşarken kendilerini ne kadar Alman toplumuna dahil hissettikleri ve buna bağlı olarak Türkiye ve Türk kültürüyle kurdukları bağlar araştırılmıştır. Sahadan elde edilen verilere göre Türklerin Alman toplumunda kendilerini “öteki” olarak algılamalarını sağlayacak davranışlarla karşılaşmaktadırlar. Sahadan elde edilen bir başka veri ise kendini Alman toplumundan biri olarak görmeyen Türklerin, kendilerini Türk toplumuna ve kültürüne bağlayacak çeşitli bağlar kurmaları ve oluşturmalarıdır. Bu durum katılımcılarda hem gözlemlenmiş hem de verilerle desteklenmiştir. Verilere göre Alman yazılı ve görsel medyası Türk ve Türk göçmen algısını yönetmektedir. “Kötü” Türk göçmen algısının medyanın pompalaması sonucu oluştuğu gözlemlenmiştir. Hem Almanların hem Türklerin aklında bir Türk göçmen algısı vardır. Medyanın, Türk kültürünü yanlış ya da abartılı değerlendirmesi hem Almanların hem de Türklerin, Türk göçmen algısını değiştirmektedir. Bu durum ise katılımcıları Alman medyasını değil Türk medyasını takip etmeleri sonucunu doğurmuştur. Katil koca, dayak yiyen kadın ve töre cinayetleri gibi haberlerin 102 toplumda Türk göçmen imajını zedelediği, sebep olduğu korku ile de “öteki” olarak kabul edilmenin kolaylaştırıldığı gözlemlenmiştir. Katılımcılar Alman toplumunun Türkleri tanımadığını bilmektedir. Araştırmaya göre Alman toplumunda ötekileştirildiklerini düşünen Türk kökenli göçmenler de kendilerini Almanya’ya ait hissettiklerini belirtmiştir. Araştırmanın verilerine göre kendini Almanya’ya ait hisseden Türkler de sosyal bağlarla Türkiye ve Türk kültürüne bağlanmaktadır. Katılımcılar kendilerini Almanya’ya ait hissetmekte ancak Türk sporlarını takip etmekte, Türk takımlarını tutmakta, Türklerle arkadaşlık etmekte, Türk medyasını takip etmekte ve ilerde bir Türkle evlenmeyi düşünmektedir. Dolayısıyla üçüncü kuşak Türkler bulunduğu çevrenin bir parçası olmak istemekte ancak tam anlamıyla kabul görmediğinde parçası olduğu öz çevrenin kültürüne ulusötesici bağlarla bağlandığı görülmektedir. Medya Medya ve sosyal medya günümüzde yalnız kitle iletişim aracı değildir aynı zamanda etkileşim ve yönetim aracıdır. Toplumu bir konuda etkilemek algıları değiştirmek günümüzde medyanın üstlendiği bir görevdir. Politika yapıcılar da itibar kaybetmemek ve süregelen politikayı meşru kılmak adına kitle iletişim araçları ile tüm medya organlarına hakim olmak durumundadır. Özellikle Avrupa Birliği üyesi ülkelerin ekonomik kriz yaşadığı, dünyadaki işsizlik oranlarının çok yüksek olduğu göz önüne alındığında tayin edilecek suçlunun, bulunduğu ülkede yaşamını sürdürebilmek için düşük ücretle çalışmaya razı olan ve bu yüzden her alanda çalışan göçmenler olması “görünürde” kolay bir yöntem olarak kullanılmaktadır ve bu durum ülkedeki aşırı milliyetçiliği körüklemektedir. Dolayısıyla siyaset medyayı medya ise toplumu yönetmektedir. Ülkenin ekonomik durumuna göre ülkedeki “göçmen” algısı “değiştirilmektedir”. Ucuz iş gücü ihtiyacına göre ülkedeki göçmen medyada “iyi” ya da “kötü” olarak gösterilmekte, algı yönetimi yapılmaktadır. 103 2011 yılında Yunanistan borç krizinin patlak vermesi, Yunanistan’ın Eurozone denilen Euro kullanılan ülkeler arasından çıkarılmasının gündeme gelmesi durumu, tüm Avrupa Birliği üyesi ülkelerde endişeyle karşılanmıştır. Tüm dünyada varlığını sürdüren işsizliğin daha da artacağı korkusu ile “göçmen” algısını yeniden şekillendirmiştir. 2011-2012 tarihleri arasında “vermisst” (kayıp) ilanı şeklinde verilen ve tam çevirisi “fotoğrafta gördüğünüz benim oğlum Ahmaddır. Kendisini artık tanıyamıyoruz, kendisi günden güne radikalleşmektedir. Kendisinin bir terör örgütüne üye olduğundan şüpheleniyoruz, onu görürseniz lütfen şu numarayı arayınız“ olan ilanlar Berlin Federal İçişleri Bakanlığı tarafından öncelikle internette daha sonra kartpostallar halinde Berlin, Bonn ve Hamburg sokaklarında çeşitli yerlere yapıştırılması Türkler tarafından tepki ile karşılanmıştır. Halkın tepkisinden çekinerek geri çekilen ilanların bakanlık tarafından yaygınlaştırılmış olması daha sonra yalanlanması bir algı yönetimi örneğidir. Geri çekilmiş olsa bile bir süre internet sitelerinde kalmış ve el ilanları sokaklarda dağıtılmıştır. Bakanlığın açıklaması her ne kadar “radikalleşme ile mücadele” ise de hedef bir etnik grubun tamamı, simgeleriyle birlikte bir dini göstermektedir (Zaman Gazetesi, 2015). Resim 7.1. Berlin sokaklarına asılan ilanlar “vermisst” (1) 104 Resim 7.2. Berlin sokaklarına asılan ilanlar “vermisst” (2) Resim 7.3. Berlin sokaklarına asılan ilanlar “vermisst” (3) 105 Resim 7.3., Bundestag, Almanya meclis binasının önünde bu duruma tepki gösteren, eylem yapan Türkler’in pankart açtığı görülmektedir. Sokaklarda çeşitli yerlere yapıştırılmış bu ilanlarda esmer, bıyıklı erkeklerin, başörtülü kadınların kullanıldığı, Ahmad, Fatima gibi Müslümanlığı temsil eden isimlerin kullanıldığı göz önünde bulundurulursa terörün; Türklük ve Müslümanlık ile bağdaştırıldığını görmek mümkündür. Bu ve bunun gibi haberlerin ve yayınların 2011-2012 Yunanistan ekonomik krizinin Avrupa Birliği’ni etkilemesi ile aynı döneme gelmesi ise tesadüf değildir. Fotoğraflar bir etnik grubu doğrudan hedef almaktadır. Bakanlık tarafından başlatılan bir uygulama olması, fotoğraflardaki tüm isimlerin dini isimlerden oluşması; tüm Müslümanların radikal terör örgütü üyesi ve tüm radikal terör örgütü üyelerinin de Müslümanlardan oluştuğu algısının bakanlık tarafından kabul edilmiş olduğunu göstermektedir. Daha sonradan geri çekilmiş olan bu uygulama geçici bir süre medyada gösterilmiş, internette yayınlanmış ve kartpostallar halinde sokaklara asılmıştır. Mevcut durum iki toplum açısından değerlendirildiğinde, Alman toplumu Türkleri gazete ve dergilerden “olumsuz” yönleri genelleştirilmiş olarak görmektedir. Olumsuz örnekler büyütülerek genelleştirilmektedir. Katılımcılara göre bu durum Almanların Türklere yaklaşımını etkilemiştir. Kendisiyle görüşme yapılan katılımcıların hangi yayınları tercih ettikleri sorulduğunda, yarısı yalnız Türk medyasını yarısı da hem Alman hem Türk medyasını takip ettiğini belirtmiştir. Katılımcılar hem Alman hem Türk yayınları tercih etmektedir. Katılımcılara göre Alman kanalları “yanlı” yayın yapmaktadır, ancak nasıl bir yayın akışı var, göçmenler nasıl yansıtılıyor görmek istemektedirler. Dil ve Eğitim Kendisiyle derinlemesine mülakat yapılan katılımcıların çoğu ile Türkçe konuşulmuştur. Yine aynı oranda katılımcı küçükken okul öncesi eğitim aldığını (Kindergarten)’a gittiğini ve Almanca öğrendiğini belirtmiştir. Almanca ve Türkçeye eş zamanlı hakim olan görüşmeciler evde Türkçe konuşmakta dışarıda arkadaşları ile Almanca konuşmaktadır. 106 Doğduğundan itibaren Almanya’da yaşayan Türkler, Türkçe dilini öğrenme konusunda ve unutmamak konusunda oldukça kararlı cevaplar vermiştir. Kindergarten eğitimi almayan ve Türkçe konuşmak konusunda sorun yaşayan katılımcılara görüşmelerin İngilizce yapılabileceği teklif edildiğinde ise Türkçe konuşmak konusunda ısrar ettikleri görülmüştür. Türkçe konuşmak konusunda sorun yaşayan katılımcılar okuldaki öğretmen ve arkadaşlarının tutumlarından dolayı kendilerini yalnız Almanca öğrenmek konusunda zorunlu hissettiklerinden bahsetmişlerdir. Okullarda verilen Türkçe dil eğitimi seçmeli ve kredisiz olarak verilmiştir. Kredisi olmadığından not ortalamasına etkisi de olmayan Türkçe dil dersi katılımcıların tabiriyle “boş” geçmektedir. Türk bir öğretmen tarafından verilen Türkçe derslerinin not ortalamasına etkisi olmadığından yine katılımcıların kendi tabiriyle “çocuk aklı ile dersi kaynatmak” amacıyla geçtiğini belirtmişlerdir. Ancak şu anda o dersleri boş geçirdikleri için pişmanlık duymaktadırlar. Görüşmelerden anlaşılacağı üzere, Türkçe dersinin zorunlu ve kredili olmayışı Türkçe dil konusunda bazı katılımcıların kendilerini eksik hissetmelerine neden olmaktadır. Ancak hem Türkçe dil konusunda kendini yetersiz hisseden hem de Türkçeye hakim olan bütün katılımcıların Türkçe konuşma istek ve arzuları ulusötesici davranışlarına örnek oluşturmaktadır. Almanya eğitim sistemine göre dördüncü sınıftan itibaren, öğrenciler aldıkları notun ortalaması ve yönlendirilmektedirler. öğretmenin En düşük tavsiyesi not yolu ile ortalamasına üç sahip farklı okula öğrenciler Hauptschule’ye, ortalaması daha yüksek olanlar Realschule’ye ve ortalaması en yüksek olanlar Gymnasium’a gitmektedir. Gymnasium sonunda “abitur” adı verilen sınavı geçenler ise üniversite okumaya hak kazanmaktadır. Bu sisteme göre katılımcılar notları gymnasium’a gitmeye yetse bile öğretmenleri tarafından verilen tavsiye mektuplarında gitmediklerinden yetersiz bahsetmişlerdir. olarak kabul Kendisiyle edildiklerinden görüşme yapılan gymnasiuma iki katımcı öğretmenlerinin tavsiyelerine rağmen gymnasiuma gitmiş ve 2010-2012 tarihleri arasında Türk- Alman karşılaştırmalı sosyal bilimler alanında yüksek lisans yapan Türk kökenli göçmenlerdir. Yaşanılan ayrımcılık hissi sonucu üniversite okuyan 107 Türk göçmenlerin yüksek lisans alanında Türk alanını da kapsayan bir bölüm seçmiş olmaları da bir tepkisel ulusötesicilik pratiği örneğidir. Öteki algısı ve ulusötesici davranışlar Almanya’daki öteki algısını ve bundan doğan öz kimliğe dönme eğilimi olan ulusötesici davranışları Almanya’daki Türk ve Almanya’daki Türk-Müslüman algısı üzerinden ve birlikte değerlendirmek doğru olacaktır. Kendileriyle görüşme yapılan katılımcıların çoğu kendilerini toplumdan farklı hissettiğini belirtmiştir. Medya, eğitim, arkadaş edinme gibi konularda çevrenin kendilerine öteki olduğunu bilinçli ya da bilinçsiz hatırlattığını belirtmişlerdir. Entegrasyon daha çok dil üzerinden değerlendirilmekte ve çok iyi Almanca konuşabilen Türklere şaşırılmaktadır. Türk aile ve kültür yapısından tamamen farklılaşmış olan Türkler ise topluma uyum sağlamış gözükmektedir. Böylece algı; Türk kültürü gerekliliklerini yerine getiren göçmenlerin uyum sağlayamamış oldukları kabul görmektedir. Alman arkadaş çevresi tarafından sürekli alkol-domuz eti tüketimi konusunda sorulara maruz kalan katılımcıların daha çok Türk arkadaşlar edindikleri gözlenmiştir. Katılımcılar, yeterli imkanları olsa çocuklarda hem Türkçe hem de Almanca dil eğitimini zorunlu tutarak uyum sorunu çözeceklerini belirtmişlerdir. Katılımcılar uyum (entegrasyon) kelimesinden hoşlanmamakla birlikte, toplumda iktidar sahibi kimselerin bu kavramın içini kendilerince doldurduğundan yakınmaktadır. Müslüman algısı ve İslam korkusu (İslamofobi) konusunda ortak söylemi paylaşan katılımcılara göre bu algının sebebi medyanın Müslüman söyleminden kaynaklanmaktadır. Genel anlamda Müslümanların; karılarını döven, şiddet yanlısı, töre ve namus cinayeti işleyen bireyler olarak kabul edildiği düşünülmekte bu durum da toplumun Türk ve Müslümanlar ile iletişimini sınırlandırmaktadır. Dolayısıyla Almanya’daki Müslüman ve diğer göçmen algısı konusunda fark vardır. İslam dini ritüelleri, Hristiyanlik dini ritüellerinden çok farklı olduğundan ve İslam dininin sosyal yaşamda uygulamaları olduğundan (namaz kılmak, oruç tutmak gibi) davranışlar sosyal yaşamda dikkati çekmektedir. Ayrıca Almanya’daki yansıtılan 108 Türk göçmen algısı o kadar benimsenmiştir ki, katılımcıların kendisi de mülakatlar sırasında bazı toplum kurallarına Türk göçmenlerin uymadığından bahsetmişlerdir. Katılımcıların çoğunun Türk arkadaşları çoğunluktadır. Katılımcılar Türk arkadaşlarını “bilinçli” olarak seçmediklerini ve “Almanlarla arkadaşlık kurmam” şeklinde düşünmediklerini; bu durumun kendiliğinden geliştiğini, daha iyi anlaştıklarını ve aynı esprilere güldüklerinden bahsetmişlerdir. Türk arkadaşlarının arasında kendilerini savunmak ve açıklamak zorunda hissetmediklerini bu durumun daha rahat bir arkadaşlık ilişkisi oluşturduğunu belirtmişlerdir. Katılımcıların arkadaş seçiminde daha iyi anlaştıklarından Türklerle arkadaşlık kurmaları da ulusötesici davranışlar arasındadır. Tutulan spor takımları, birlikte izlenen müsabakalar dolayısıyla katılımcıların çoğu bir Türk takımını desteklemektedir. Ortak duyguları paylaşan ortak heyecan ve bağlılık taşıyan katılımcılar müsabakaları Türk kıraathanelerinde izlediklerini belirtmişlerdir. Sosyal ortam olarak ortak duygu ve heyecanın paylaşıldığı Türk kıraathaneleri seçilmiştir. Berlin’de doğup büyüyen eğitim alan ve sosyal çevre edinmiş bireylerin bir Alman takımını desteklemektense bir Türk takımını destekliyor olmaları öz kültürleriyle pratikler geliştirdikleri ve bunu sürdürmek sureti ile sosyalleşmeleri dikkat çekmektedir. Almanya’da bir sivil toplum kuruluşuna üye olduğunu söyleyen katılımcı sayısı olmayanlara göre azdır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken konu üye olunan sivil toplum örgütünün Türkiye odaklı çalışıyor oluşudur. Almanya’da yaşayan üçüncü kuşak Türk göçmenler, sivil toplum üyeliği bazında Türkiye için emek sarf etmektedir. Katılımcıların aidiyet hisleri ile vatandaşlıkları sorulmuştur. Katılımcıların büyük bir kısmı Alman pasaportuna sahiptir. Çifte vatandaşlık istediklerini ancak birini seçmek zorunda bırakıldıklarında Alman pasaportunu seçtiklerini belirtmişlerdir. Buna neden olarak, Avrupa içerisinde kolay dolaşım sağlamak amacıyla Alman pasaportunun schengen ülkeleri içerisinde yer alıyor olması ortak görüştür. Türk pasaportu ile Avrupa içerisinde dolaşmak oldukça uzun ve sor bir süreçtir. 109 Günümüzde Türk kökenli Alman vatandaşlarına Türkiye’ye gelirken “mavi kart” uygulaması başlamıştır. Mavi kart, nüfus cüzdanına benzer bir karttır ve Türk vatandaşlarının kimliğinde olduğu gibi bir T.C. numarası içerir. Bu kart Türkiye’ye gelen Türk kökenli Alman vatandaşlarına resmi işlemlerde kolaylık sağlamaktadır. Katılımcıların çoğu kendini Almanya’ya ait hissettiğini belirtmiştir. Almanya’da doğduklarını dolayısıyla Almanya toplumsal kurallarına göre yetiştiklerini bu yüzden Türkiye’de yaşamayı daha önce hiç düşünmediklerini belirtmişlerdir. Ancak eş seçimi ve aile birleşimi konusunda fikir birliği yine muhtemel eşin Türk olmasından yanadır. Türkiye’yi çok nadir ziyaret eden katılımcıların ilerideki muhtemel eşlerinin Türk olmasını istemeleri, öz kültüre olan bağların açıkça bir örneğidir. Katılımcılar, ortak değerlerin hayat eşi seçiminde ve iletişimde önemli kıstas olacağı düşüncesi ile hareket etmektedir. Ayrıca bir yabancıyla evlenmek için öncelikle onun önyargılarını kırmak gerektiğini ve bunun yorucu bir süreç olduğunu belirtmişlerdir. Alman bir eş düşüncesine şüpheli ve uzak duruşları bir yana “ailem tasvip” etmez düşüncesi, Türk aile yapısının üçüncü kuşak Türklerde de devam ettiğini gösteren unsurlar arasındadır. Görüşmelerde elde edilen bir diğer bilgi de Türk esnaflarını tercih ediyor olmalarıdır. Türk marketleri, Türk berberleri ve Türk fırınları bunlardan bazılarıdır. Dini bayramlar ve yaz tatillerinde Türkiye’yi tercih ediyor olmaları görüşmeler sırasında edinilen bilgilerin bazılarıdır. Üçüncü kuşak Almanya’da yaşayan Türklerin yaşadıkları sosyal dışlanma ve ayrımcılık ev kiralarken, iş başvurularında, erkek-kız arkadaş edinirken gibi hayatın farklı alanlarında kendini hissettirmektedir. Toplumda farklı olana merak doğaldır, ancak 1961’den bu yana Almanya’da varlığını sürdüren Türklerin toplumda “farklı” olarak addedilmeleri, medyanın bu algıyı üretmesinden - yönetmesinden ve her gün yeniden yaratmasından kaynaklanmaktadır. Bu araştırmada üçüncü kuşak Türklerin her ortamda kendilerini yeniden anlatmak durumunda kaldıkları görülmektedir. Başörtüsü, domuz eti, alkol tüketimi, erkek-kız arkadaş edinme, dil konusu gibi konuların sık sık gündeme gelmesinden 110 dolayı daha çok kendi sosyal ortamlarını oluşturmakta ve öz kültürel bağlarını kuvvetlendirmektedirler. Araştırma sonunda; küresel göç hareketliliğin ve ülkeler arasındaki sosyal, ekonomik, kültürel ve dini ilişkilerin ulusötesicilik ilişkileri arttırdığı, artan ulusötesici bağları tetikleyen gücün ise iktidarı elinde tutan gücün medya söylemini yönlendirmesi sonucu değişen politikalar olduğu elde edilen en önemli çıkarımdır. 1961 yılında Almanya-Türkiye arasında yapılan anlaşma ile gastarbeiter olarak anılan misafir işçi statüsünde Almanya’ya, Türkiye’ye dönmek üzere giden Türk vatandaşlarının Almanya’ya yerleşerek vatandaşlık edinmeleri süreci mercek altına alınmış olup, değişen ekonomi politikalarının medyadaki algı yönetiminin “Türklerin ötekileştirilmesi” , “İslamın ötekileştirilmesi”, “kültürün ötekileştirilmesi” kavramlarını yeniden üretmesi incelenmiştir. Toplum içerisinde, minimum da olsa sosyal dışlanma deneyimi yaşamış olan Üçüncü Kuşak Türkler; edindikleri sosyal çevre, gündelik yaşam, arkadaşlık ilişkilerinden kopmak istemediklerinden Almanya’dan ayrılmak istememektedir. Almanya yeni vatan olarak kabul edilmektedir. Göçmenlerin, uyum (entegrasyon) ve asimilasyon kavramlarının karşısında, "farklılıklarla birlikte yaşamak" anlayışına sahip oldukları görülmektedir. Bir diğer yandan Türkiye'ye ve Türk kültürüne güçlü bir aidiyet hissetmektedirler, bu duygu kimliklerinin en önemli unsurudur. Ulusötesici bağlarla, küreselleşmenin sunduğu olanaklarla hem Almanya’da hem Türkiye’de yaşamakta ancak yaşanılan ayrımcı deneyimlere karşı tepki olarak daha fazla Türkiye’de yaşamaktadırlar. Bu bağlamda özellikle medya tarafından oluşturulan öteki algısının değişmesi ve "Öteki" ne duyulan saygının artması için, medyanın toplumsal barışı dikkate alarak kendini tekrarlayan ve insanları ayıran bakış açısından uzak yayıncılık yapmasının önemli olduğu düşünülmektedir. 111 KAYNAKÇA Acar,M.,Demir, Ö. (1997), Sosyal bilimler sözlüğü (İkinci Baskı). Ankara: Vadi Yayınları, 266. Aker, A. (1972), İşçi göçü, Nisan 1970 ile Nisan 1971 arasında Almanya’ya giden Türk işçileri üzerinde sosyo-ekonomik bir örnekleme araştırması, İstanbul: Sander Yayınları, 35. Akkayan, T., (1979), Göç ve değişme, İstanbul: Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 2573, 219. Aksoy, Z.(2012), Uluslararası göç ve kültürlerarası iletişim, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 5(20), 295. Aksoy,E. (2010), Almanya’da yaşayan üçüncü kuşak Türk öğrencilerin kimlik algılamaları ve buna bağlı olarak karşılaştıkları ayrımcılık sorunları, Ankara, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 7(12), 7-35. Akşin, S.(2007), Kısa Türkiye tarihi, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 236. Armaoğlu, F. (2004), 20. Yüzyıl siyasi tarihi 1914-1995, Ankara: Alkım Yayınevi, 79. Ateş, C.(2011), Faşizm ve medya: Haber metinlerinde faşizan söylem, Yüksek Lisans Tezi, Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bolu. Ayanlar, A.(2012), Almanya örneği üzerinden Avrupa’nın İslamofobi algısı, 2023 Dergisi, 138, 33. Basceri, E. (2001), Almanya’da sığınmacı sorunu ve Türkiye- Almanya ilişkileri, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul. Berblick,(2011) Web: http://wwwenglisch.fhhof.de/fileadmin/AAA/Formulare Incomings/_berblick_Deutschland.pdf adresinden 17 Ocak 2015 tarihinde alınmıştır. Campbell,P.,(1967),Web:http://www.ascd.org/ASCD/pdf/journals/ed_lead/el_1967 03_campbell.pdf, adresinden 12 Ocak 2015 yılında alınmıştır. Castles, S., Miller, M. J.(2008), Göçler çağı modern dünyada uluslar arası göç hareketleri, (Çev. B. U. Bal, İ. Akbulut), İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 257. Çağlayan, S.(2006), Göç kuramları, göç ve göçmen ilişkisi, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi (İLKE), Muğla,17. Çelik, H.,Ekşi, H. (2008), Söylem analizi, Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü Dergisi, 99-117. 112 Çiçekçi, C. (2011). Güvenlikleştirme kuramı ve insan güvenliği çerçevesinde 11 eylül 2001 sonrası Avrupa’da islami kimlik algısı, Yüksek Lisans Tezi, Çanakkale On sekiz Mart Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Çanakkale. Çiçekli, B.(2007),Göç ve Entegrasyon- Almanya ve Türkiye’de azınlık-çoğunluk ilişkileri. Yabancılar ve yabancı olmayanlar Almanya’da ve Türkiye’de hukuki statü, Ankara,189. Deutsche Welle,(2011), Web: http://www.dw.de/alman-medyas%C4%B1ndat%C3%BCrklerin-de%C4%9Fi%C5%9Fen-imaj%C4%B1/a-15481882, adresinden 15 Ocak 2015 tarihinde alınmıştır. Doğan,N. (2012), Alman medyasının Türk Gettosu algısı, Ankara, Hece Yayınları,4. Dufoix, S. (2008). Diasporas, Berkeley: University of California Press. Ernesto, C.,Morales C. M. ve Ochoa O., (2014) Transnational Behaviour in Comparative Perspective: The relationship between immigrant integration and transnationalism in New York, El Paso, and Paris, 2(3), 305-334. Faist, T.,(2003), Uluslararası göç ve ulusaşırı toplumsal alanlar, İstanbul: Bağlam Yayınları, 41. Fenton, S.( 2001), Etnisite, ırkçılık, sınıf ve kültür, (Çev. Şad S.N.). (Birinci Baskı), Ankara: Phoneix Yayınevi, 36–37. Gayatri, S.(1989). Who claims alterity?, Remaking History, Seattle, 269-292. Gitmez, A. S.,(1979), Dışgöç öyküsü, Ankara: Maya Matbaa Yayıncılık, 52. Gökdere, A. Y. (1978), Yabancı ülkelere işgücü akımı ve Türk ekonomisi üzerine etkileri, Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 12. Gürkan, M.(2006), Sosyolojik açıdan göç ve yasadışı göç hareketleri, Yüksek Lisans Tezi, Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kırıkkale. Haas, H.,(2008). Migration and development a theoretical perspective, ınternation a migration ınstitute, 21st Century School University of Oxford, 4-30. Itzıgsohn J.,Saucedo S. G.(2002). Immigrant ın corporation and sociocultural transnationalism, Brown University, 3, 772. Itzigsohn,J. veSaucedo, S.G.(2002) Immigrant Incorporation And Sociocultural Transnationalism, Brown University IMR 36(3), 766-798. Karagöz, R. (2007) Almanya yeni yurt son göçün anatomisi, İstanbul: Fidye Yayınları, 21. Karataş, A(2006) Almanya’daki Türkiyeli göçmenler özelinde asimilasyon ve Entegrasyon, Yüksek Lisans Tezi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara. 113 Kartal, H. (2008), Avrupa Birliği’nin yasa dışı göç politikası ve Türkiye’ye yansımaları, Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara. Kılıçaslan, E. (2006), Almanya’daki Türklerin Türk- Alman ilişkileri açısından önemi ve Türk nüfusunun etkinliğinin arttırılmasına yönelik alınabilecek tedbirler, Yüksek Lisans Tezi, Atılım Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara. Kivisto,P.,(2010), Theorizing transnational immigration. A Critical Review Of Current Efforts, 24(4), 549-577. Kula O. B.(2012).Almanya’da Türk kültürü (Çok kültürlülük ve kültürler arası eğitim), İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,6 Maier,R.(2002) Immigrant students, schools and ıntegration policies: The case of the Netherlands, Fondazione Giovanni Agnelli, University of Utrecht,Convegno,14, 1-9. Mersin Emniyet Müdürlüğü Resmi İnternet Sitesi, (2011), İnternet: http://mersin.pol.tr/emn/?page_id=751 adresinden 16 Ocak 2015 tarihinde alınmıştır. Özçalık, S. (2008) Ötekileşme ve işlevleri, İzmir, Karaburun Bilim Kongresi Tebliği Özgen, A. Ö.(2010), Avrupa Birliği Göçmenlik Politikaları: Tarihsel geçmiş ve mevcut durum, Yüksek Lisans Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Isparta. Özkan I., Tütüncübaşı, U. (2008)Türk ve Alman hukukunda çifte vatandaşlığa ilişkin gelişmeler, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 57(3), 599634. Portes A. G., Luis E. ve Landolt P.(1999). The study of transnationalism: Pitfalls and promise of an emergent research field, New York: RusselSage foundation, Ethnic and racial studies, 2(22) ,217-237. Sander, A.,(2004), Muslims in Sweden-state policies toward muslim minorities in Sweden, Berlin, 203-374. Schiller, N. G.,Basch, L., BlancC. S., (1995), From immigrant to transmigrant: theorizing transnational migration, Anthropological Quarterly, 1(68), 49. Schiller,G,, N. ve FouronG.,(1999). Terrains of blood and nation: Haitian transnational social fields, Ethnic and Racial Studies, 6, 130-161. Şahin,B.(2008), Almanya’daki Türk göçmenlerin sosyal entegrasyonunun kuşaklararası karşılaştırması: Kimlik ve ait hissetme. Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları, 5(8), 227-251. Şahin, B. (2010) Almanya’daki Türkler, Ankara: Phoenix Yayınları, 55-134. 114 Şahin, İ. (2009) Sosyo-Kültürel bir tecrübe olarak Türk dış göçü: Amersfoort (Hollanda) Örneği. İlahiyat Fakültesi Dergisi, 14, 93-108. Şahin,B.,(2010), Almanya’daki Türk göçmenlerin sosyal entegrasyonunun kuşaklar arası karşılaştırması: Kültürleşme, Ahmet Yesevi Üniversitesi, 55, 103- 134 Temizer,A.(2013), Karadağ’da öteki sorunu: Müslümanlar (1878-1913), History Studies. International Journal of History, 5(3), 223-240. Türk-Alman Eğitim ve Bilimsel Araştırmalar Vakfı (TAVAK) (2014),Web: http://www.tavak.de/index.html adresinden 8 Ocak 2015 tarihinde alınmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası, Web: http://www.tcmb.gov.tr/ adresinden 13 Ocak 2015 tarihinde alınmıştır. Unat, N. A. (2002). Bitmeyen göç konuk işçilikten ulus- ötesi yurttaşlığa, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 7. Üner, S. (1972). Nüfusbilim sözlüğü, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara: 77 Ünlü, G. (2007). Uluslararası göç ve göçmenliğin değişen koşulları içinde “Mültecilik”, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Muğla. Vassaf, G.(1983). Daha sesimizi duyuramadık: Avrupa’da Türk işçi çocukları, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 92. Vertovec, S.(1999). Conceiving and researching transnationalism, Ethnic and RacialStudies, 2(22). Vertovec, S.(1999). Conceiving and researching transnationalism, University of Oxford in Press, 22(2), 3-13. Vertovec, S. (2001). Transnationalism and ıdentity, Journal of Ethnic and Migration Studies, 27(4) ,573-582. Yalçın, C.(2004), Göç sosyolojisi, Ankara: Anı Yayıncılık, 13. Yılmaz, F.(2008) Avrupa’da ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, Ankara: USAK Yayınları, 75-100. Zaman Gazetesi, (2012) İnternet: http://zaman-online.de/kayip-ilani-kampanyasiileri-bir-tarihe-ertelendi-2324, adresinden 12 Ocak 2015 yılında alınmıştır. 115 KAYNAK KİŞİ N.M, (25), 2012, Berlin N.K, (26), 2012, Berlin Y.P, (27), 2012, Berlin R.Ç, (27), 2012, Berlin S.Y, (25), 2011, Berlin C.T, (27), 2012, Berlin G.G, (30), 2012, Berlin S.Ç, (29), 2012, Berlin S.A, (30), 2011, Berlin K.S, (28), 2011, Berlin T.K, (30),2011, Berlin S.K, (28), 2012, Berlin B.N, (26), 2012, Berlin I.F, (27), 2012, Berlin Y.P, (29), 2012, Berlin N.D, (24), 2012, Berlin Z.H, (27), 2012, Berlin E.Ç, (26), 2011, Berlin K.E, (27), 2011, Berlin 116 117 EKLER 118 EK-1. Berlin’de Yaşayan Üçüncü Kuşak Türklerin Türkiye İle Bağları ve Kültürel Aktarım Süreçleri 1. Nerede doğduğu, eğitimini nerede aldığı 2. Aile, çocuk büyürken Almanya’da yaşayan bir Türk olarak ayrımcılığa uğrayabileceği konusunda çocuğu uyarıp uyarmadığı 3. Almanya’da yaşayan bir Türk olarak siz dil sorunu yaşadınız mı? Yaşadıysanız bu sorunu çözmek için ne yaptınız? Böyle bir sorun varsa halletmek için ne yapılabilir? 4. Okul hayatında arkadaşlarından; yalnız Türk olduğu için dışlandığını hissedip hissetmediği 5. Hangi tür davranışlarınızdan dolayı Almanların sizi dışlıyor ya da hoşgörülü davranıyor? 6. Entegrasyon(uyum) kelimesinden sizin anladığınız nedir? 7. Kendinizi nereye ait hissediyorsunuz, neden? 8. Arkadaşlarınızın ne kadar kısmı Türk, bunda sizin ya da Almanların etkisi var mı? 9. Türkler nasıl değerlendiriliyor sizin gözünüzde Almanlar tarafından? 10. Bir iş görüşmesinde ya da okulda herhangi bir olayda “ben Türk olduğum için böyle yapıldı” diye düşündüğünüz oldu mu? 11. Gündelik hayatta göçmen olduğunuz için başınıza gelen önemli bir hatıranız var mı? 12. Hangi davranışlarınız yüzünden “Türk” ya da “Alman” olarak değerlendiriliyorsunuz? 13. Sizce Türkler arasında bir gruplaşma var mı varsa neden? 14. Burada yaşıyorsun, onlar gibi yiyor içiyor geziyor, giyiniyor ve Almanların dilini konuşuyorsun ama yine de farklı olduğunu hissediyor musun? 15. Hangi dil yayınları tercih ediyorsun? Bu yayınlarda dikkatini çeken, Almanların ya da Türklerin kışkırtılmaya çalışıldığını düşündüğün oldu mu sence bunun sebebi ne olabilir? 16. Bir STK ‘ye üyeliğin var mı, eğer varsa ne tür bir STK bu ve bir sivil toplum örgütüne üye olurken kriterlerin ne idi? 17. Alman devletinin Türklere yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsun? 119 18. Devlet dairelerinde, resmi işlemler yaparken Türk olduğunuz için farklı bir uygulamayla karşılaştığınız oldu mu? 19. Siz “Türk imajı”’ndan ne anlıyorsunuz? Bu Türk imajını yaratan sizce kimlerdir? 20. Okulda Türkçe dil dersi de görmek ister miydiniz? 21. Bir Almanla evlenmeyi düşündün mü? 22. İsmin almanca olsaydı Almanya’da daha rahat yaşayacağını düşündüren bir olay oldu mu? 23. Berlin’de yaşayan Türkler ile diğer yabancılara verilen değer aynı mıdır? 24. Türkiye’de yaşamak ister miydiniz, neden? 25. Yabancı düşmanlığı mı Türk düşmanlığı mı? 26. Türkiye’de yaşamak ister misin? 27. Şu an Almanya’da yaşayan Türklerin en büyük sorunları nelerdir? 28. Almanya’da son zamanlarda görülen ırkçılığın nedenleri nelerdir? 29. Hangi ülkenin Pasaportuna sahipsin? 30. Entegrasyon kelimesinden ne anlıyorsunuz? 31. Elinde yeterli imkan olsa entegrasyon konusunda neleri değiştirirdin? 120 ÖZGEÇMİŞ Kişisel Bilgiler Soyadı, adı : OGAN, Pınar Uyruğu :T.C. Doğum tarihi ve yeri :1986 ANKARA Medeni hali : Evli Telefon :+90 (505) 708 12 34 E-posta : oganpinarr@mail.com. Eğitim Derecesi Okul/Program Mezuniyet yılı Yüksek lisans Gazi Üniversitesi Devam Ediyor Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalı Lisans KATÜ Uluslar Arası İlişkiler 2009 Lise Ankara Bahçelievler Deneme Lisesi 2003 İş Deneyimi, Yıl Çalıştığı Yer Görev 2014 Gelecek İçin Gençlik Uluslararası Proje Spor Kulübü Derneği Uzmanı Yabancı Dili İngilizce, Almanca Hobiler Kitap okumak, Seyahat Etmek, Gastronomi, Zihin Oyunları GAZİ GELECEKTİR... PINAR OGAN SOSYOLOJİ ANABİLİM DALI SOSYOLOJİ BİLİM DALI T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ YÜKSEK LİSANS TEZİ BERLİN’DE YAŞAYAN ÜÇÜNCÜ KUŞAK TÜRKLERİN TÜRKİYE İLE BAĞLARI VE KÜLTÜREL AKTARIM SÜREÇLERİ PINAR OGAN NİSAN 2015 SOSYOLOJİ ANABİLİM DALI SOSYOLOJİ BİLİM DALI NİSAN 2015