HEDEFLER İÇİNDEKİLER DİNİN TANIMI VE MAHİYETİ • Giriş • Din Kavramı ve Mahiyeti • Dinin Kaynağı • Tabii Din/Beşerî Din • Dinlerin Sınıflandırılması • İlahî Dinlerin Ana Özellikleri • Dinin Önemi • İslam Dini ve Diğer Dinler İSLAM İNANÇ ESASLARI Doç.Dr. Hatice ARPAGUŞ • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Din kavramı ve dinin mahiyetini öğrenebilecek • Dinin kaynağına ait yeterli bilgi elde edebilecek • Dinin önemini ve gereğini anlayarak İslam'ı diğer dinler ile karşılaştırıp İslam'ın güzelliklerini anlayabileceksiniz. ÜNİTE 1 Dinin Tanımı ve Mahiyeti GİRİŞ “Din”, “tanımı zor olan” kavramların başında gelmektedir. Zira onu tanımlarken öyle bir ifade kullanmak gereklidir ki bu ifade hem geçmişte ve hem de günümüzde mevcut bütün inanç şekillerini kuşatan ve “hepsinde müşterek olan esasları” kapsayan bir özelliğe sahip olsun. Böyle bir tanımın zorluğu aşikârdır. Hayatın en vazgeçilmez gerçeği: Din Bütün zorluklarına rağmen yine de dinin çeşitli tanımları yapılmıştır. En geniş anlamda “din”, dikey olarak insanın tanrı ile, yatay olarak da diğer insan ve varlıklarla münasebetlerine esas olacak ve hayatına yön verecek kurallar bütününe verilen addır. İslam dininde gerek Kur’an’da ve gerekse hadislerde birçok anlamda kullanılan bu kelime, kavram olarak “insanlığın en önemli faaliyeti” olan “inanma” yı, bir yaratıcıya olan “itaat” ve “ibadet” etmeyi, “ahlâkî davranışlar” ı, “fazilet ve iyilikler” i, “toplumsal düzen” i, “doğru yolda olma” yı ifade etmektedir. DİN KAVRAMI VE MAHİYETİ Din Kavramı Sözlük Anlamı Arapça kökenli bir kelime olan ve “d-y-n” kökünden gelen din kelimesi sözlükte “örf, adet, ceza, karşılık, mükâfat, itaat, üstünlük, egemenlik, zorlamak, itaatkâr olarak kendini bir güce teslim etmek, borçlanmak, boyun eğmek, hakkını almak, ödünç almak, boyun eğdirmek, idare etmek, hâkimiyet, galibiyet, saltanat, mülkiyet, hüküm ve ferman, makbul ibadet, millet, şeriat, kanun, yol, taklit, hesaba çekmek, ceza veya mükâfat vermek” gibi anlamlara gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’deki Anlamı Kur’an-ı Kerim’de din kelimesi doksan iki yerde yalın hâlde geçmekte, üç ayette ise değişik türevleri ile yer almaktadır. Kur’an-ı Kerim’de din sözcüğü surelerin “nazil oluş” sırasına göre değişik anlamlar kazanmaktadır. Bu nazil oluş sırasını “Mekkî” ve “Medenî” şeklinde; Mekkî ayetleri de kendi aralarında Mekke döneminin ilk yarısında ve ikinci yarısında inen ayetler olarak sıralamak mümkündür. Mekke döneminin ilk yarısında inen ayetlerde din kelimesi, “yevmü’d-din” (din günü, hesap, ceza-mükâfat günü) şeklinde geçmekte ve insanın, iman ve ameline göre hesaba çekileceği ahiret gününü ifade etmektedir (Fatiha, 1/4; Zâriyât, 51/6). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Dinin Tanımı ve Mahiyeti Kur’an’da din kavramı Mekkî surelerde ayrı Medeni surelerde ayrı bağlamda kullanılmıştır. Mekke döneminin ikinci yarısında ise, ilk dönemdeki “sorumluluk” ve “hesap” anlamından bir adım daha ileri gidilerek din kelimesine, “tevhit” ve “teslimiyet” anlamları yüklenmekte, insanın sadece Allah’a ibadet etmeleri, ona ortak koşmamaları vurgulanarak dinin Allah tarafından konulan ve insanları ona ulaştıran yol olduğuna dikkatler çekilmektedir. Bu dönemde inen en önemli ayetlerden birinde “dînen kayyimen” (dosdoğru din) ifadesi ile “millete İbrahim” (İbrahim’in dini) ifadeleri, aynı ayette birbiri ardınca ifade edilmektedir. (En’âm, 6/161). Medine döneminde ise tevhide inanan fertlerden, “ümmet” olarak nitelendirilen ve kendisini Allah’a teslim edenler cemaatine/şuurlu birlikteliğine geçildiğinden dolayı millet kavramıyla “ümmet” kastedilmekte ve “Millet-i İbrahim” ile “Müslimîn” kelimeleri bir arada geçmektedir. (Hacc, 22/78) Ayrıca, “Dinü’l-hakk” ifadesiyle de tahrif edilmiş olan batıl dinlere karşı bu “yeni dinin sağlam esasları” belirtilmiş ve onun bütün dinlere üstün kılınacağı müjdelenmiştir (Tevbe, 9/29, 33; Fetih, 48/28; Saff, 61/9). Yine Medine döneminde “Allah katında din şüphesiz İslam’dır” (Âl-i İmran, 3/19; Bakara, 2/193); “Kim İslam’dan başka bir dine yönelirse, onun dini kabul edilmeyecektir, o ahirette de kaybedenlerdendir” (Âl-i İmran, 3/85) mealindeki ayetlerle İslam’ın diğer dinlere karşı üstünlüğü vurgulanmaya çalışılmıştır. Özetle söylemek gerekirse, Mekke döneminde din kavramı: tarihin akışına ve tabiatın gidişine yön veren, zamana ve âleme hükmeden, dini ortaya koyan, hesap gününü elinde tutan bir “Allah’ın otoritesi” anlamını ifade eden muhteva kazanmıştır. Medine döneminde ise bu muhteva daha da genişletilerek kişinin Allah’a bağlı bir hayat sürdürmesi, Müslüman topluluğa karşı görevlerini yerine getirmesi; Allah’ın mutlak tasarruf ve hâkimiyete sahip olması (Bakara, 2/193; Enfâl, 8/39) gibi anlam zenginliğine kavuşmuştur. Şurası da asla unutulmamalıdır ki, Kur’an-ı Kerim’de din kelimesi sadece “Müslümanların inançlarını” değil, aynı zamanda “başkalarının inançlarını” da ifade etmek üzere kullanılmıştır. Fakat “özel anlamda” din kelimesiyle “İslam” kastedilmiş (Âl-i İmran, 3/99), bütün peygamberlerin getirdiği dinin İslam olduğu ifade edilmek suretiyle “İslam” ile “din” adeta özdeşleştirilmeye çalışılmış ve “eş anlamlı iki kelime” gibi sunulmuştur (Âl-i İmran, 3/85; Nisa, 4/125; Mâide, 5/3; Şûrâ, 42/13). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Dinin Tanımı ve Mahiyeti Son olarak ifade etmek gerekir ki, Kur’an’da din kelimesi hem “Uluhiyet” hem “ubudiyet” anlamlarını ifade etmektedir. Buna göre din kelimesi “Hâlık” ve “Mabûd” olan Allah ile ilintili olarak “hâkim olma, itaat altına alma, hesaba çekme, ceza-mükâfat verme” gibi anlamlara gelirken; “mahlûk” ve “âbid” olan kul ile ilintili olarak da “boyun eğme, aczini anlama, teslim olma, ibadet etme” gibi anlamlara gelmektedir. Dinin Mahiyeti Yukarıda, tanımı yapılabilen en zor kavramların başında dinin geldiğini ve din kavramını tanımlarken gerek geçmişte yaşamış gerekse günümüzde mevcut bütün inanç şekillerini kuşatan ve hepsinde müşterek esasları ifade eden bir tanım yapmanın zorluğunu ifade etmiştik. Bizler şimdi bu zorluğu aşmak ve “çok genel” bir din tanımı yapmak için önce Batılı ilim adamları tarafından ortaya konan din tariflerini incelemek istiyoruz. Batılı Bilim Adamlarına Göre Din Bütün dinlerde şu temel unsurlar vardır: Zihinsel unsur Duygusal unsur Taabbudî unsuru Sosyal unsur Çağdaş Batılı bilim adamları tarafından yapılmış olan din tarifleri birbirlerinden farklılık arz etmekte olup bizim burada hepsini ele alarak teker teker incelemeye konumuz uygun düşmemektedir. Fakat şu kadarını söyleyelim ki bu tarifler büyük ölçüde, beş unsurun birini ya da birkaçını öne çıkararak yapılmış tariflerdir. Bu beş unsur ferdî tecrübeile zihnî, hissî, taabbudî ve içtimaî unsurlardan oluşmaktadır. Ferdî tecrübe dışında kalan ve hemen hemen bütün dinlerin özünde bulunan bu “dört unsuru” şu şekilde açıklamak mümkündür: Zihinsel (zihnî) unsur: İnsanda doğuştan gelen ve kendiliğinden gelişen “üstün güç” ve “kudret” sahibi bir şeyin varlığının zihnen kabulü. İşte bu kabullenmede “tanrı” kavramı veya çok genel ifadesiyle “kutsal” kavramı, bütün dinlerin özünde var olan en temel unsurdur. Duygusal (hissî) unsur: Zihnen varlığı kabul edilen bu güç ve kudrete karşı kalben duyulan “bağlılık” duygusu. Bu unsur da bütün dinlerin özünde var olan en temel unsurlardan biridir. Kulluk şuuruyla ilgili davranış (taabbudî) unsuru: Zihnen varlığı kabul edilen, kalben kendisine bağlanılan yüce kudrete karşı bazı davranışları yapma yükümlülüğü. Sosyal (içtimaî) unsur: Bu üç unsuru birlikte paylaşan insanların oluşturduğu sosyal grup. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Dinin Tanımı ve Mahiyeti İşte bütün dinlerde bu dört temel unsura ve bunlarla birlikte yaşanılan “ferdî tecrübe” unsurunun varlığına şu veya bu şekilde mutlaka rastlanılmaktadır. Ayrıca bu unsurlar yanında, hemen hemen bütün dinlerde bulunabilen şu unsurlar da söz konusudur: Tabiatüstü/insanüstü varlıklara inanç: Örneğin tanrı, melekler, cinler gibi varlıkların mevcut olduklarına inanma. Kutsal ile kutsal olmayanı ayırma. Tabiatüstü/insanüstü varlık veya kutsalla ilgili korku, güven, sır, günahkârlık, tapınma gibi duyguların varlığı. Tabiatüstü/insanüstü varlık ile olan irtibat. Bu irtibat, vahiy, peygamber, dua, niyaz, ilham gibi yollarla gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. İbadet, ayin ve törenler. Kutsal kitap, ahlâkî kanunnameler gibi yazılı veya yazısız gelenekler. Âlem-insan, hayat-ölüm ötesi gibi ilişkilere ait görüşler ve belli bir hayat nizamına ait prensipler. Sosyal grup (cemaat) ve bu gruba ait olmak. İslam Bilginlerine Göre Din Dinin gerçek sahibi Allah Teala’dır İslam bilginleri din kavramını tanımlarken Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde yer alan açıklamaları esas almışlar, din konusundaki tüm açıklamaları bu iki şeyi göz önünde bulundurarak yapmışlardır. Bundan ötürüdür ki, İslam bilginlerinin din tarifleri “hak din” için düşünülmüş “dar kapsamlı” tariflerdir. İslam bilginlerinin yapmış oldukları din tanımları çoktur ve elbette ki bunların tümünü burada ele almanın imkânı yoktur. Bunları ayrı ayrı ele alma yerine, söz konusu tanımlarda yer alan ortak noktaları sunmanın daha yararlı olacağı aşikârdır. İslam bilginlerinin yapmış oldukları din tanımlarının ortak noktalarını maddeler hâlinde şöyle sıralayabiliriz: Tanımlamalarda dinin “ilahî kaynaklı” olduğu vurgulanmaktadır. Bu düşünce tarzına göre gerçek din “beşer kaynaklı” olamaz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Dinin Tanımı ve Mahiyeti Tanımlamalarda dinin “akıl” ve “irade” ile ilişkisi gösterilmeye çalışılmaktadır. Bu da dinin bir “akıl” ve “tercih” meselesi olduğu anlamını taşımaktadır. Din insanları “özü itibariyle hayır olan” şeye yönelten bir kanundur. Bu da dinin aynı zamanda bir “aksiyon alanı” olduğunu göstermektedir. Tüm bunlara göre İslam bilginlerinin yapmış olduğu tariflerde din, insanın kâinattaki varlıkları gözlemleyerek “duyular-üstü” ilahî gerçekleri kavramasından ibaret bir sistem şeklinde görülebileceği gibi, kişinin kendi çabasıyla ulaşamayıp, sadece “vahiy” kanalıyla elde edebildiği gerçekler bütünü şeklinde de görülebilir. Buna göre hak dinin tanımı şu şekilde yapılabilir: Din akıl sahibi insanları kendi tercihleri, istek ve arzularıyla bizzat hayırlı olan şeylere götüren, onları dünyada ve ahirette iyiliğe ve mutluluğa ulaştıran ilahî bir kanundur. Bu duruma göre din, Allah Teala tarafından konulmuş bir kanunlar dizgesidir. Akıl sahibi insanları kendi istekleriyle “mutlak hayır” olan işlere yönlendirir, onlara mutluluk yollarını gösterir ve mutluluğa erişmelerine kılavuzluk eder. Yaradılışlarındaki gaye ve hedefi, Allah’a ne biçimde ibadet yapılacağını öğretir. Bu ilahî kanunu Peygamberler, vahiy yoluyla Allah Teala’dan alarak insanlara tebliğ etmişlerdir. Şu hâlde hak din, peygamberlerin ilahî vahye dayanarak yaptıkları bir “tebligat” olup onun gerçek sahibi ve kanunlarının koyucusu Allah Teala’dır. Peygamberler bile din ve dinin kanunlarını (şeriat) koyamazlar. Onların tek görevleri, dinin hükümlerini insanlara ulaştırmaktır. Onlara bazı kaynaklarda “din ve şeriat koyucusu” denilmesi hakiki anlamda değil, mecâzî anlamda söylenmiş bir sözdür. Dinin Kaynağı Bilimsel araştırma ve incelemeler insanoğlunun en eski inancının “Tek Tanrı” inancı olduğunu ortaya koymaktadır. Dinler Tarihî Çalışmalarına Göre Dinin Kaynağı “Tarih öncesi toplumların dinleri ve inançları” üzerine yapılan çalışmalar Batı’da önce XVI. yüzyılda “ilkel kabilelerin hayat ve dinlerine ilgi duyma” süreciyle başlamıştır. Bu ilgi, XVIII. yüzyıldan itibaren, “dinin kaynağı” konusunda “kutsal kitapların verdiği bilgi” dışında bazı kaynakların da tespit edilmesine dönüşmüş ve bu hususta yapılmış olan arkeolojik, antropolojik çalışmalarla elde edilen bulgular değerlendirilerek geçmişteki milletlerin, hatta tarih öncesi toplumların dinleri ve inançları üzerine bazı tezler ileri sürülmüştür. Bu çalışma ve tezlerde şu iddialar ve varsayımlar dile getirilmiştir. İlk dönemlerde insanlar ya tabiat olaylarının etkisi altında kalarak onlara kutsallık atfetmiş (natürizm) ya ruhlara, özellikle de ecdat ruhlarına tapınmış (animizm) ya Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Dinin Tanımı ve Mahiyeti da büyüye, bitki ve hayvanların kutsallığına inanmış (totemizm)tır. Yine bu iddialara ve varsayımlar göre “kutsal” olan şeyi toplum ve sosyal yaptırım belirlemiş ve ilkel toplumlara ait olan bu inanışlar, ileri dönem dinlerinin temelini oluşturmuştur. XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Batı’da gelişen ve giderek etkili olan “pozitivist” ve “materyalist” propagandaların sonucunda “evrim teorisi” ortaya çıkmış ve bu teori, “kutsal kitaplarla çatışan iddia ve varsayımlara” kaynaklık etmiştir. Bu teorilerin sahipleri, ilkel kavimlerde dinin en basit, en yalın ve en sade şekline rastlanabileceği fikrinden yola çıkmış, zamanla bununla da yetinmeyerek, tıpkı insan biyolojisinde iddia etmiş oldukları gibi “dinin kaynağı” konusunda da evrimi esas almışlar, dinin çok tanrıcılık şeklinde başladığını evrim neticesinde insanlığın değişip gelişerek tek tanrı inancına ulaştığını savunmuşlardır. “İlahî” özelliğe sahip olan bütün dinlerde “Allah’ın varlığı ve birliği” ile “nübüvvet” ve “ahiret” inancı değişmez üç temel ilke olarak yer almıştır. Bu materyalist ve pozitivist teorilerin yanında, yine aynı bilimsel yolları takip eden fakat tümüyle farklı neticelere varan başka teoriler de söz konusudur. Bu teorilerden birisi “ilkel monoteizm” dir. Bu teoriye göre insanoğlunun en eski inancı “tek tanrı” inancıdır. Bu teoriyi ileri sürenlerden birisi, animizm nazariyesini savunan ünlü dinler tarihçisi Taylor’un öğrencisi Andrew Lang’dır. Andrew Lang, Taylor’un bu teorisine karşı ciddi itirazda bulunmuş ve Güneydoğu Avustralya ilkel kabilelerinde animizme rastlanmadığını fakat insanların ahlâkî adaba uyup uymadıklarını denetleyen ve gökte bulunan “tek” ve “bir” yüce tanrı kavramına her yerde rastlandığını ortaya koymuştur. Buna benzer bir “ilkel monoteizm” de Wilhelm Schmidt tarafından savunulmuştur. Wilhelm Schmidt, bütün ilkel kabilelerde “tek” ve “bir” olan yüce varlık inancının izleri bulunduğunu savunmuştur. Bu teorilerin yanı sıra, ilmî çevrelerce savunulan çok önemli bir tez daha vardır. Bu tezde, bütün dinî gelişmelerin başlangıcında görülen “her şeye kadir” ve “bir” olan yüce varlık inancı, tarihi-kültürel değişmeler sonucunda “politeizm” ve “animizm” gibi inançlara dönüşmüş, geçirmiş olduğu dönüşüme rağmen söz konusu eski inancın “her şeye kadir olan yüce varlık inancının izleri ortadan kalkmamıştır” görüşü açıklanmaya ve dikkatlere sunulmaya çalışılmıştır. Görüldüğü üzere “dinin kaynağı” konusunda ortaya konulan en son ilmî sonuçlar, vahyin bildirdiği verileri desteklemekte ve dinin kaynağının tevhit inancı olduğunu teyit etmektedir. İslam İnancına Göre Dinin Kaynağı İslam inancına göre din, Allah tarafından “vahiy yoluyla” bildirilen bir kurumdur. İlk insan olarak yaratılan Hz. Âdem, aynı zamanda “ilk Peygamber” olarak Allah tarafından görevlendirilmiş olup kendisine tevhit dini bildirilmiştir. Hz. Âdem’den sonra gönderilen bütün dinlerde “Allah’ın varlığı ve birliği” ile Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Dinin Tanımı ve Mahiyeti “nübüvvet” ve “ahiret” inancı değişmez üç temel ilke olarak yer almıştır. Bundan dolayı Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberlerin getirdiği dinlerin ortak adı “İslam” olmuştur. Şu da bir gerçektir ki insanlar, tarihin akışı içinde zaman zaman “hak din”den uzaklaşarak yanlış yollara, temelsiz inanç ve anlayışlara yönelmişlerdir. Allah’ın göndermiş olduğu “hak” dinde zaman zaman meydana gelen “bozulma” ve “farklılaşma” sebebiyle Allah, yeni peygamberler göndermek suretiyle insanları ya “eski dinlerini aslî şekilde öğrenip uygulamaya” çağırmış ya da “yeni din ve şeriat” göndermiştir. Bu nedenle İslam bilginleri Kur’an’ın bu konudaki açıklamalarına dayanarak insanda bulunan “hak dini benimseme eğilimi” nin “fıtrî/yaratılıştan” olduğunu ifade etmişler ve ayette (Rum, 30/30) geçen “fıtratullah” deyiminin “Allah’ın dinî” olduğunu kabul etmişlerdir. Sonuç olarak diyebiliriz ki, ayet ve hadislerde hak dinlerin ilahî kaynaklı oldukları ısrarlı bir şekilde vurgulandığından, İslam bilginlerinin din tanımlamalarında da bu kayıt daima yer almaktadır. Dinlerin kaynağı Allah olduğundan, herhangi bir hak dinin, peygamberi veya ortaya çıktığı kavimle ilişkilendirilerek adlandırılması doğru görülmemiştir. İnsanlar Din Koyucusu Olabilirler mi? İnsanlar din koyucusu olamazlar. Sıradan insanlar, bir tarafa peygamberler bile din koyucusu olamazlar. Peygamberlerin görevi, dinin hükümlerini insanlara ulaştırmaktır. Bundan dolayıdır ki peygamberler din koyucusu (şâri’) olarak değil, din tebliğcisi (mübelliğ) olarak isimlendirilmişlerdir. Bazı dinî kaynaklarda peygamberlere din koyucusu denilmesi, gerçek değil mecazî anlamdadır. İnsanların din koyucusu olamayacakları şu şekilde temellendirilebilir: Yegâne şâri’ (din koyucusu) Allah Teala’dır. İnsanlar, Allah Teala tarafından gönderilen bir dine sahip olmadıkça, bilmeleri gerekli olan birçok gerçeklere ulaşamazlar. Özellikle Allah’ın rızasına uygun düşecek ibadet ve amellerin nelerden ibaret olduğunu bilemezler. Beşerin ortaya koyduğu her türlü bilgi, asla tam ve mükemmel değil, aksine pek çok eksikliklere sahiptir. Eksik ve kusurlu olan şeyler ise dinden beklenilen yüce faydaları ve kamu yararını sağlayamaz. İnsanlığı ilgilendiren şeylerin başında gelen din şayet insanlar tarafından ortaya konulacak olsa, konulan bu şey hiçbir zaman hata ve yanlıştan arınmış olamayacağı gibi, beşerin Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Dinin Tanımı ve Mahiyeti tabiatında gizli olan zorbalık, despotluk, baskı ve cebirden de arındırılmış olamaz. Böyle bir özellikteki din asla insanlığın genelinin refahına, hizmet edemez. İnsanların din koyucusu olmalarının kabul edilmesi durumunda, dünyadaki insanların sayısınca değişik dinin ortaya çıkma söz konusu olabilir. Bu kadar çok farklı din ise insanlığı bir “vahdet dairesi” içine çekecek özellikleri kendi bünyesinde toplayan ve bütün insanlığın mutluluğunu sağlayan bir yetkinliğe ve etkiye sahip olamaz. İnsanların ortaya koyacakları din hiçbir vakit insanlığın ruhunun derinliklerine nüfuz edemez. Dolayısıyla bireylerin böyle bir dine itaat etmeleri ve boyun eğmeleri bütün kalbi samimiyetleriyle gerçekleşemez. Akıl ve Vicdan, Dinin Yerini Tutabilir mi? Dinin emirleri “akledilebilir” ve “beşerin fıtratı ile uyumlu” özelliktedir. Yukarıda dinin kaynağının “vahiy” ve “nübüvvet” olduğunu ifade etmiştik. Şayet vahiy ve nübüvvet olmasaydı, beşer selim aklı ile iyiyi kötüden ayırt edebilir, dine ve dinin “şeriat” kısmına kendiliğinden akıl erdirebilir miydi? sorusu üzerinde geçmişte pek çok tartışma olmuş ve bir kaç mezhep görüş bildirmiştir. Mutezile, vahiy ve nübüvvet olmasaydı “dinin esasları”nı aklın kesinlikle kendiliğinden bulabileceğini iddia ederken, Eşarîler, aklın, sadece İlahî hitapları anlamaya yarayan bir alet olduğunu, vahiy ve nübüvvet olmaksızın aklın, dinin esaslarını kendiliğinden bulamayacağını söylemişlerdir. Mâturîdîler ise aklın, Allah’ın varlığını ve kemal sıfatlarını düşünme ve delil arama yöntemiyle kavrayabileceğini, beşer aklının böyle bir yetiye sahip olduğunu, bundan dolayı sadece bu kadarla insanların mükellef olduklarını, bunun ötesinde dinin ve şeriatın hükümlerini anlamak için İlahî hitaba muhtaç olduğunu ifade etmişlerdir. Özetle dinin emirlerinin “akledilebilir” olduğu ve bunların beşerin fıtratında “öz olarak” mevcut olduğu hususunda bütün İslam mezhepleri görüş birliği içerisindedir. İhtilaf edilen tek nokta akıl ve fıtratın, “bağımsız bir kaynak” olup olmaması problemidir. Vicdana gelince, bazı filozoflar vicdanın dinin yerini alabileceğini söylemişlerse de bu, asla doğru değildir. Zira insanların yaratılıştan gelen “iyiyi kötüden, hayrı şerden ayırt etme yetenek ve yetisi” olsa da, “vicdan” denilen bu yeteneğin, eğitim-öğretim ile ve güzel terbiye ile gelişip ilerleyeceği, kötü alışkanlıklarla veya sosyal yönden kötü çevrelerin olumsuz telkinleriyle körleşeceği ve hatta büsbütün yok olabileceği de şüphe götürmez bir gerçektir. Hem öyle olsa bile acaba bu yetenek herkeste aynı derecede mi ortaya çıkmaktadır? Bunun böyle Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Dinin Tanımı ve Mahiyeti olmaması, “vicdanın dinin yerini alamayacağı” gerçeğine en büyük delil değil midir? Delil değilse, o zaman, ebeveynini boğazlayan, hatta evlatlarını diri diri mezara gömmüş olan insanların hâline ne diyeceğiz? Gerçekten de dünyada öyle caniler, öyle katiller ve öyle ölüm makineleri vardır ki, bunların doğuştan tertemiz olarak yaratılmış olan vicdanları, kendilerinde meydana gelen kötü alışkanlıklar sonucunda büsbütün sönüp gitmiştir. Nitekim bu hususta Jean Jack Rousseau’nun şu sözleri ne kadar anlamlıdır: Vicdan, hata işlemez, yanılmaz bir “ilahî kılavuz” dur. Fakat insanda bu kılavuzun mevcut olması insan için yeterli değildir. Mutlaka bunun tanınması ve sürekli takip edilmesi gerekmektedir. Bu kılavuz kendi hâlini her kalbe ifade ettiği hâlde onu işitenler neden bu kadar az bulunurlar. Bunu anlamak gerçekten çok zordur. Çünkü o bize, yaratılış diliyle söylemekte ama her şey bu dili bize unutturmaktadır. Şu hâlde “iyi vicdan” a sahip olabilmek için iyi bir “din terbiyesi” almış, ahlâkî bakımdan yüksek seviyelere ulaşmış çevrelerde bulunmak gerekmektedir. Bu hususta ancak hakiki bir din terbiyesi almış, bu terbiyeden az çok istifade etmiş olan insanların vicdanları, sahiplerini fenalıklardan alıkoyarak fazilet yoluna sevk edebilir. Aksine yalnız başına vicdan, insana ne yaratılış gayesini bildirebilir, ne gideceği yolu gösterebilir, ne de hayır ve şerri ayırt ettirebilir. Vicdan, sapıklığa düşmemek ve yolunu şaşırmamak için kendisine yol gösterecek bir rehbere muhtaçtır ki, o da ilahî vahiy ile oluşmuş bulunur. Dinlerin Sınıflandırılması İslam Bilginlerinin Sınıflandırması Bilindiği üzere günümüz dünyasında birçok din bulunmaktadır. Dinler tarihçileri bunları çeşitli şekillerde ele almış ve farklı sınıflandırmalar yapmışlardır. İslam bilginleri ise dinleri temelde üç kısma ayırarak incelemektedirler: İslam bilginlerine göre üç tür din vardır: Hak din Muharref dinler Batıl dinler Hak Din: Allah tarafından peygamber aracılığı ile insanlara bildirilen, hiçbir değişikliğe uğramadan ve bozulmadan günümüze kadar gelen dindir. Bu özellikleri taşıyan din, İslam dinidir. Tahrif Edilmiş (Muharref) Dinler: Allah tarafından peygamberleri aracılığı ile bildirildiği hâlde, sonradan insanlar tarafından değiştirilen ve aslı bozulan dinlerdir. Bunlara en iyi örnek Musevilik ve Hristiyanlık’tır. Batıl Dinler: Baştan itibaren insanlar tarafından uydurulan dinlerdir. Bunların, peygamberlerin tebliğ ettiği dinlerle hiçbir ilgisi yoktur. Bunlara örnek olarak da totemizm, animizm, Brahmanizm gibi ilkel dinler verilebilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Dinin Tanımı ve Mahiyeti İslam bilginlerinin yapmış oldukları bu din sınıflandırması, Kur’an-ı Kerim’e dayanmaktadır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Allah Teala İslam için “Allah katındaki din” (Âl-i İmran, 3/19), “dosdoğru din” (Rum, 30/30), “hak din” (Tevbe, 9/33; Fetih, 48/28; Saff, 61/9) ifadelerini, “İslam dışındaki dinler” için ise sadece din ismini kullanmakta (Tevbe, 9/33; Fetih, 48/28; Saff, 61/9; Kâfirûn, 109/6), “muharref” ve “batıl” gibi nitelemelerde bulunmaktadır. (Mâide 5/41 ; Âl-i İmran 3/85). Bu temel sınıflandırma dışında tanınmış İslam bilginlerinden Şehristânî dinleri, ilahî dinler-batıl dinler şeklinde bir ayırıma tabi tuttuktan sonra şöyle bir sınıflamaya daha gitmektedir: Asıl anlamda din ehli olanlar: Müslümanlar, Ehl-i kitap denilen Yahudiler ve Hristiyanlar, kitabı bulunması şüpheli olan Mecusiler. Kuran’da hak din – batıl din ayrımı vardır. Kendi beşerî düşünüş biçimlerine uyan kimseler: Filozoflar, Sâbiîler, Dehrîler, Putlara tapanlar, Brahmanlar. İslam inancına göre bütün peygamberler hak dini tebliğ etmiş, onun yaşanmasını teşvik etmiş, kendileri de örnek olmuşlardır. Hz. Musa’nın getirdiği dine Yahudilik, Hz. İsa’nın getirdiği dine de Hristiyanlık denilmesi herhangi bir temele dayanmamaktadır. Bu isimler onlara sonradan verilmiştir. Çünkü ne Hz. Musa ve ne de Hz. İsa bu isimleri kullanmıştır. Hem Hz. Musa ve hem de Hz. İsa, Allah’ın emirlerini tebliğ etmiş, “bir olan Allah” a iman ve kulluğa çağırmış, ilahî kitap olan Tevrat ve İncil’e göre yaşamaya davet etmişlerdir. Kur’an-ı Kerim, peygamberlerin getirdikleri dinlerin hepsinin “hak din” olduğunu, Allah’a teslimiyete çağırdıklarını belirtmiş İslam ismini ise “son peygamberin tebliğ ettiği din” e vermiştir. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de “Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim”(Mâide,5/3). şeklinde ifade edilmektedir. Diğer Sınıflandırmalar Batıda dinler tarihçileri tarafından yapılan din sınıflandırmaları genelde üç açıdan gerçekleştirilmektedir: Tanrı kavramı açısından: Tanrı kavramı esas alınarak yapılan tasniflerde dinler: I. Tek tanrılı dinler (Bütün ilahî dinler), Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Dinin Tanımı ve Mahiyeti II. Düalist/iki tanrılı dinler (Mecusilik), III. Çok tanrılı dinler (Eski Yunan, Roma ve Mısır dinleri), IV. Tanrı konusunda açık ve net olmayan dinler (Budizm, Şintoizm dini) şeklinde gruplandırılmaktadır. Sosyoloji-Tarih açısından sınıflandırmaya göre dinler: Dinler tarihçilerinin din tarifleri çok çeşitlidir. yapılan din sınıflaması: Bu Yahudilik, Hristiyanlık, İslam, Budizm dini gibi kurucusu olan dinler, eski Yunan ve Eski Mısır dinleri gibi geleneksel dinler, Nuer, Dinka, Ga dinleri gibi İlkel kabile dinleri, genellikle bir kurucusundan söz edilmeyen, sadece bir millete ait olan milli dinler, Hristiyanlık ve İslam dini gibi cihanşümul dinler şeklinde gruplandırılmaktadır. Coğrafi kriteri esas alan tasnifte ise dinler: Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam dini gibi Ortadoğu veya Sami grubu dinler, Hinduizm, Budizm, Jainizm dini gibi Hint grubu dinler, Konfüçyüsçülük, Taoizm, Şintoizm dini gibi Çin-Japon grubu dinler ve Afrika grubu dinler, şeklinde sıralanmaktadır. Dinler aynı zamanda tipleri (tipolojik), biçimleri (morfolojik) ve olguları (fenomonolojik) bakımlardan sınıflamaya tabi tutulmuştur. Bunları da şöyle sıralayabiliriz: 1) Vahye dayanan ve dayanmayan dinler, 2) Misyonerliğe yer veren ve vermeyen dinler, 3) Ahiret inancı olan ve olmayan dinler, 4) Kutsal kitabı olan ve olmayan dinler, 5) Geçmişin ve günümüzün dinleri, 6) Bir bölge ve kıtaya özgü olan veya olmayan dinler. İlahî Dinleri Diğerlerinden Ayıran Temel Özellikler İlahî dinleri batıl dinlerden ayıran başlıca özellikler şunlardır: İlahî dinler, bütün kâinatta “iradesi mutlak kanun olan” tek bir yaratıcı olduğuna ve ahirete ait sorumluluğa imanı öngörürler. İlahî dinler varlıklar âlemi kategorisi içinde melek denilen varlıkları kabul ederler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Dinin Tanımı ve Mahiyeti İlahî dinler, varlığı “zorunlu/vacip” olan bir yaratıcıya inanmayı ve O’nun emirlerine samimi bir kalp ile saygı göstermeyi, O’na ibadet etmeyi emredip O’ndan başkasına ibadeti yasaklarlar. İlahî dinler, en yüksek bir ahlak ile seçkin hâle gelmiş olan bir şahsiyetin (Peygamberin) Allah’tan vahiy ve ilham yoluyla aldığı ve insanlara ulaştırdığı hüküm ve düsturlar bütünüdür. İlahî dinler, ilahî vahye dayanan mukaddes kitaplara dayanırlar. İlahî dinlerin genel ilkeleri sosyal bir toplumun oluşumunu ve bu toplumun en mükemmel bir sistem üzere devam edip gitmesini, aklî ve medeni gelişimini ve genelin menfaatini hedef edinir. İlahî dinlerde tebliğ aracı olan ve peygamber ismiyle şereflendirilmiş bulunan bu tarihi şahsiyetler, dinî, ahlakî ve sosyal hayatta birer müceddid konumundadırlar. Öyleyse, her birisi birer olağanüstü ve mükemmel sosyal müesseseler oluşturmuş olan bu büyük insanları, ne sihirbaz ve kâhinlerle, ne de filozof ve cihangir hükümdarlarla bir tutmak mümkün değildir. Dinin İnsanlık İçin Önemi Allah nezdinde gerçek din İslam’dır Son yıllarda yapılan gerek antropolojik ve gerekse dinler tarihî çalışmaları göstermektedir ki, tarihin hangi devresine bakılırsa bakılsın dinsiz bir toplumun varlığı söz konusu değildir. Zira insana hitap eden ve insan için söz konusu olan din, insanla beraber var olmuş, insanlık tarihinin her döneminde, canlılığını korumuş, tarih boyunca varlığını sürdürmüş ve “insan hayatının ayrılmaz bir vasfı” olma karakterini sürdüre gelmiştir. Öyleyse din, tarihin bütün devirlerinde ve bütün toplumlarında daima mevcut olan “evrensel” ve “köklü” bir olgudur. Din “insanlığın vazgeçilmez bir gerçeği” olması sebebiyle geçmiş devirlerde olduğu gibi günümüzde de varlığını devam ettirmekte, gelecekte de devam ettirecektir. Bunun temel sebepleri şu şekilde sıralanabilir: Dinî duygunun, fıtrî ve insanın da “dinî bir varlık” olması: İnsandaki “dinî” duygu, “fıtrî” (yaratılıştan gelen) bir özelliktir. Bu duygu, “insanın kendi öz varlığı hakkındaki şuuru” ile birlikte ortaya çıkar ve bu şuur ile birlikte gelişir. Çünkü din duygusu insanın doğuştan beraberinde getirdiği bir yetidir. İnsan, her zaman ve her yerde yüce, kudretli ve ulu bir varlığı kabul etme, ona yönelme, ona sığınma, ona güvenme ona bağlanma ve ondan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Dinin Tanımı ve Mahiyeti yardım dileme ihtiyacını hissetmiştir. Tüm bu duygular, din ile karşılanmaktadır. Dinin “fıtrî” olma özelliğini Kur’an şöyle açıklamaktadır: “Sen yüzünü bir hanif olarak dine, Allah’ın, insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına çevir. Allah’ın yaratması değiştirilemez” (Rum, 30/30). Yapısı itibariyle insanın dine muhtaç olması: İnsan, ruh ile bedenden mürekkep bir varlıktır. Bedenin ihtiyaçları olduğu gibi, ruhun da kendi özelliğine uygun birçok ihtiyaçları vardır. Ruhun ayrıca kendine özgü bir özelliği daha bulunmaktadır: Yüce âlemden gelmesi, diğer bir ifadeyle maddi değil manevi özellikte olması. Ruh, maddi olan bu beden kafesinde misafirdir. Bedensel ihtiyaçların karşılanması nasıl hayatın bir gereği ise, maddesel olmayan ruhi ihtiyaçlarının karşılanması da öyle gereklidir. Onun bu ihtiyaçlarını karşılayan en köklü müessese ise dindir. Ruhun ihtiyaçları ―daha önce de ifade edildiği gibi― doğuştan getirmiş olduğu yüce bir kudretin mevcudiyetini kabul etme, ona yönelme, dua ve niyaz ile ona sığınma, ona güvenme ve bağlanma duygularıdır. Bu duygular insanda öylesine köklüdür ki, tarih boyunca bütün insanlar, şu veya bu şekilde bir insana, herhangi bir nesne veya varlığa, bu duyguların “doğal dürtüleri” ile kutsallık ve yücelik nispet ederek bağlanmışlardır. Çünkü her şeyi var eden bir yüce kudretin mevcudiyetini kabul edip ona bağlanma insanın ruhsal ve manevi yapısını kuvvetlendirir. Dua, niyaz ve üstün kudrete sığınma ise insanı yüceltir. Dinsiz bir toplum düşünülemez. Kendisine sığınılacak en mükemmel varlık şüphesiz kâinatın yaratıcısı olan Allah’tır. Çeşitli dinlerde farklı isimlerle anılan, çeşitli şekillerde tasvir edilen yüce kudret veya kutsal varlıkların özünde bu inanç yatmaktadır. Dinin, bireyleri kutsal duygu ve alışkanlıklarda birleştiren, toplumları yücelten ve geliştiren bir kurum olması. Gerçekten de din, insanlara yön verip onları iyi ve faydalı şeyler yapmaya yönlendiren bir hayat sistemidir. Din aynı zamanda ahlâkî bir müessese olarak da insanlara yön veren, en mükemmel kanunlardan daha kuvvetli bir şekilde kişiyi içten kuşatan, kucaklayan ve yönlendiren bir disiplindir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Dinin Tanımı ve Mahiyeti Din, manevi gelişme sağlar. Dinin, insanın psikolojik yapı ve yaşayışında en son ve en güzel bir sığınak olması. Bilindiği üzere her insan yaşayışı boyunca yalnızlıklar ve çaresizlikler yaşar, korkularla, üzüntü, sarsıntı ve hastalıklarla, musibet ve felaketlerle yüz yüze gelir. İşte bu durumlar karşısında ona ümit, teselli ve güven sağlayan en son sığınak dinidir. Bunun içindir ki, hakiki anlamda bir “dinî yaşayış”, insanı ruhi bunalımlardan korur, kendisine ve çevresine karşı daha duyarlı ve dengeli hâle getirir. Dindeki ahiret inancının insan hayatında etkili olması din, bireylerin dünya hayatındaki davranışlarında etkili olduğu gibi insandaki ebediyet duygusuna da çok etkin bir şekilde cevap vermektedir. İnsanlığın manevi ve zihnî gelişmesinde dinin önemli payı vardır. İSLAM DİNİ VE DİĞER DİNLER Diğer Dinler Hz. Muhammed, Allah Teala’dan almış olduğu yeni vahyi insanlara tebliğ etmeye başladığında yeryüzünde birçok inanç ve din türü mevcuttu. Bu inanç türleri içinde en belirgin ve en bilinir olanları: 1) Dehriyye, 2) Putperestlik / fetişizm, 3) Politeizm / paganizm, 4) Yıldızlara tapınma (Sâbiîlik) idi. Din olarak ise Mecusilik, Brahmanlık, Budizm, Sâbiîlik, Yahudilik ve Hristiyanlık mevcuttu. Bunlar, bir dereceye kadar “vahiy izlerini taşıyan dinler” idi ve bu özellikte olmaları sebebiyle de o günün Mekkelileri tarafından “kolaylıkla kabul edilebilir din” özelliği taşımaktaydı. Şimdi bunları, bilgi olması bakımından kısaca ele alıp inceleyelim: MECUSİLİK: Zerdüşt’ün getirdiği dinin bozulmuş şekline verilen addır. “Zerdüşt” denilen kişi “tek Allah” (Ahura Mazda) inancını tebliğ etmiş, O’nun seçtiği kimselere ilahî vahyin geleceğine, meleklere ve ölüm sonrası hayata imanı emretmişti. “Zend-Avesta” isimli Kutsal kitaplarında (Yaşt, 13, XXVIII, 129) putları kıracak olan “Soeşyant” adlı birinin geleceği bildirilmektedir. Ancak “Zerdüşt’ün tebliğ ettiği tek Allah”, nasıl olmuşsa daha sonra biri “iyilik” öteki “kötülük” tanrısı olmak üzere iki tanrı inancına dönüşmüş, tanrının kudret ve kuvvetini temsil ettiğine inanılan “ateş” yüceltilerek “ateş kültü/Mecusilik” oluşturulmuştur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Dinin Tanımı ve Mahiyeti Çok tanrılı dinler insanın maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılamada yetersizdir. BRAHMANİZM: Çok tanrılı bir dindir. Aslında Brahmanlar tek tanrıya inanmakla birlikte O’nun yaratıkları veya O’nun sıfatları şeklinde de olsa tanrının birtakım iz ve belirtilerine tapmaları nedeniyle “çok tanrılı” imiş gibi gözükmektedirler. Hintliler, tarihin her devresinde tanrının kendisini çeşitli şahsiyetlere büründürerek insanlara gösterdiğine inanırlar. Bu inanç zamanla onları hulul (ava tara = enkarnasyon) inancına sürüklemiş, hatta bununla da kalmayarak “tanrı’nın bedenleşmesi” ve “maddi şekillerle tasviri” inancını, bunun sonuncunda da “binlerce ilahın var olduğu” kanaatini ortaya çıkarmıştır. Ayrıca kapalı bir din hüviyeti ortaya koyan Brahmanizm’deki “kast sistemi”, “eşitlik” ve “kardeşlik” ilkeleriyle de çelişmektedir. Bu dine mensup olan kişiler, sürekli “tenasüh hâli” içinde olduklarına inanmaktadırlar. BUDİZM: Kurucusu olan Buda’nın, Brahmanizm’deki puta tapma inancını reddedip ona karşı çıkmasıyla ortaya çıkmış olan bir dindir. Budizm, bir bakıma Brahmanizm’deki putların kırılması yolunda bir reform niteliği taşımış olmasına rağmen yine de ana din olan Brahmanizm’den birçok izler taşımaktadır. Çünkü putlara karşı olan Buda’nın getirdiği bu yeni din kendisinden sonra “Buda heykellerine tapınma” şeklinde “putperest” bir karaktere bürünmüş ve Brahmanizm’e benzer bir yapı arz etmeye başlamıştır. Buda’ya göre, “hayatın tabii olayları” bir “ıstırap” tır. Bundan kurtuluş ise bütün nefsi arzu ve ihtiraslardan uzaklaştırmaya bağlıdır. Bu görüş, zamanla Budizm’e inanan kişileri, aşırı riyazet, nefse eza etme ve hatta dünya hayatını tamamen terk etme gibi “aşırılıklara” sevk etmiştir. Yapısındaki köklü değişiklik ve bozulmalara rağmen Budizm’de de “ileride gelecek bir kurtarıcı” (Maitreya veya Metteya) müjdesi ve beklentisi vardır. SÂBİÎLİK: Sâbiîler’in oldukça eskiye dayanan tarihleri olmakla birlikte bu dinin nasıl doğduğu, kim tarafından kurulduğu , onu kimlerin yaydığı açık ve net olarak bilinmemektedir. Bilinen şu ki, İslam’ın geldiği dönemde mevcut olan inançlardan birisidir. Sâbiîler hicri I. yüzyılda Müslümanların hâkimiyeti altına girdiklerinden dolayı onlara zimmîlik statüsü tanınmıştır. Sâbiîlik’te bir “yüce varlık” inancı mevcut olmakla birlikte bu inançla beraber bir de “ışık âlemi” ile “karanlık âlem” arasındaki mücadeleye dayanan “düalizm/senevîlik” söz konusudur. Sâbiîlik’te “Peygamberlik” inancının mevcudiyeti tartışmalıdır. Fakat Hz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Dinin Tanımı ve Mahiyeti Yahya’ya büyük önem verirler ve “kendi peygamberleri” olarak kabul ederler. Diğer taraftan Sâbiîler Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’i “kötülük peygamberi”, “yalancı peygamber” olarak nitelerler. Sâbiîlik, zamanla çeşitli inançların karıştığı ve inananlarının azaldığı bir din hüviyetini almıştır. İslam’ın geldiği asırda mevcut olan inançların en önemlilerinden olarak ifade edilen Hristiyanlık ve Yahudiliğe gelince, bunları İslam dini ile karşılaştırmalı olarak ele almayı düşünmekteyiz. İslam Dini İslam’ın Evrensel Özellikleri İslam dini, Yüce Allah tarafından gönderilen son ve mükemmel dindir. Irkı, kavmi veya coğrafyayı hedef almamıştır. Siyah, beyaz, sarı hangi renkten ve ırktan olursa olsun bütün insanlara gönderilmiş bir dindir. İslam dinini diğer dinlerden ayıran özelliklerden bazılarını şu şekilde ifade edebiliriz: İslam, evrensel bir dildir. Her yerde ve her zaman, her sınıf ve her tabakadan bütün insanlara şamil, en makul ve insan fıtratına en uygun bir şekilde “inanç ve ibadet prensipleri” içeren, fert ve toplumlar arasındaki hukukî ve ahlâkî ilişkileri düzenleyecek biçimde “yaşam gerekleri” sunan, insanlığın maddi ve manevi alanda mutluluk ve esenliğini sağlama sorumluluğunu üstlenen İlahî bir dindir. Hedef ve gayesi, sadece insan olan ve insanı yalnızca bu dünyada değil, hem bu dünya ve hem de öteki dünyada bütün nimetlere, en şerefli ve en yüksek mertebelere yükselten, özetle; insanı yaratılışına ve fıtratına en uygun bir şekilde yaşatan tek dindir. Allah Teala bu gerçeği bizlere şöyle bildirmektedir: “O hâlde Resulüm, gerçek Müslüman olarak yüzünü doğrudan doğruya İslam’a; Allah’ın yaratılış biçimine/fıtratına (dinine) çevir ki, Allah Teala bütün insanları o bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratmasında değişiklik yoktur.” (Rum, 30/30). Allah katında kabule layık tek dindir. Allah Teala, İslam dışı inançların kabul olunmayacağını Kur’an’ı Kerimde çok açık bir ifade ile şu şekilde açıklamıştır: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Dinin Tanımı ve Mahiyeti “Doğrusu, Allah katında kabul edilmiş olan tek din, İslam’dır.” (Al-i İmran, 3/l9), Bireysel Etkinlik “Kim İslam’dan başka bir din ararsa, (arayıp da bulmuş olduğu) o din kendisinden kabul olunmaz. Ahirette ise ebedî zarar çekenlerden biri olacaktır.” (Al-i İmran, 3/85). • İslam'ın evrensel özelliklerinin başka neler olabileceğini düşündünüz mü? Yüceliğini, düşmanlarının bile kabul ettiği bir dindir. Bu konuda bilgi sahibi olmak amacıyla, bir zamanların Anglikan kilisesi tanınmış rahiplerinden olan İzak Taylor’un, 7 Ekim 1887’de yapmış olduğu bir konuşmayı sunmak yeterli olacaktır. İzak Taylor, bir ruhaniler topluluğu huzurunda yaptığı konuşmasında, şunları söylemektedir: İslamiyet, medeniyeti yaymada Hristiyanlıktan daha fazla hizmet etmiştir. Bu konuda İngiliz komutanları ve gezginleri tarafından, İslamiyet’in pratik sonuçları hakkında ifade edilen şeyleri dikkate almak yeterlidir. Hz. Muhammed’in dinini her ne zaman bir Zenci kabilesi kabul etse derhal putperestlik, şeytanlara tapınma, Allah’a şirk koşma, insan eti yeme, insandan kurban kesme, çocukları öldürme sihirbazlık yapma gibi pek çok şeyi bırakmakta, çırılçıplak ve vahşi bir tarzda ortalıkta dolaşan halk hemen elbise giymeye başlamakta, kirlilik temizliğe dönüşmekte öze saygı ve ağırbaşlılık meydana gelmektedir. Ayrıca misafirperverlik, dinî görevler arasına girmekte, sarhoşluk veren tüm içecekler yok denecek kadar azalmakta, kumar, kontrol altına alınmakta, edep dışı danslar, cinsler arası gayri meşru ilişkiler ortadan kalkmakta, kadınların her türlü haramlardan çekinmeleri fazilet sayılmaktadır. Fuhuş yerine namus, tembellik yerine, sanat hâkim olmakta, kan davaları son bulmakta, esir ve hayvanlara yapılan her türlü eza ve cefa yasaklanmakta, insanî duygular gelişmekte, şahsiyetli ilişkiler, dostluk ve kardeşlikler kurulmakta, çok evlilik ve esaret bir sisteme bağlanmakta, kötülüklerin tamamı yasaklanmaktadır. (Esat, Mahmud. (1311). Dîn-i İslam. İzmir. s.12) Gerçekten de İslamiyet, bilim sanat, ekonomi gibi konularda ilerlemesine paralel olarak âlemdeki kötülüklerin her türlüsünü Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Dinin Tanımı ve Mahiyeti önlemek için de önemli bir kuvvet olmuştur. Oysaki günümüzde Avrupa, madde planında ilerleyip teknik alanda geliştikçe, zulüm, haksızlık ve ahlak dışı hâllerin yayılmasına sahne olmuştur. İslamiyet, ortaya koyduğu yüksek medeniyet neticesinde okuma-yazma, ilim-sanat, giyim-kuşam, bedensel-ruhsal temizlik, ağırbaşlılık ve doğruluk gibi pek çok alanda dünyaya çok şeyler öğretmiş, şaşırtıcı bir şekilde medenî ve olgunlaştırıcı sonuçlar ortaya koymuştur. İslam, akla ve fıtrata uygun bir dindir. İslam’ın koyduğu ilkelerin insanın doğasına ve “tabii akla” uygun olduğunu daha önce ifade etmiştik. Bunun en güzel örneği, on sekizinci ve on dokuzuncu asır filozoflarının “din” hakkında ortaya koydukları ortak görüşlerdir. Ferit Vecdi’nin “Medeniyet ve İslam” isimli eserinde değinmiş olduğu bu görüşler iyice analiz edildiğinde, kendileri Müslüman olmayan bu filozofların görüşlerinin, İslam’ın ortaya koyduğu temel esas ve prensiplerle nasıl birebir örtüştüğü çok net bir şekilde görülebilir. Vecdi, onların bu görüşlerini bizlere şöyle aktarmaktadır: Evrende, kemal (yetkin) sıfatlarla nitelenmiş, noksanlık ortaya koyan kusur ve eksiklerden uzak bir tanrı vardır. O tanrı kadir ve hâkimdir. Ne bize ne de yaptığımız iş ve ibadetlere ihtiyacı vardır. Eğer ders alma niyetiyle bakılırsa, bütün evreni, kendi kemal sıfatlarına delâlet edecek tarzda ve müstesna bir sistem üzere yarattığı basit bir şekilde görülebilir. Allah’ın fiilleri anlamsız olmaktan ve çelişkiden çok uzaktır. İnsanların işleyecekleri iyiliklerden ve kötülüklerden doğacak sonuçlar, kendilerine aittir. Tanrı rahimdir; rahmet ve yardımı geniştir. Bundan dolayı tanrı, dünyanın iyi olmasını ve bu iyiliğin devamını ister. İnsanın yararına olan şeyleri sever ve sadece kendi menfaatleri için mükellef tutar. Şefkatli ve merhametli olan tanrının kullardan istediği ibadetler, yaşam kurallarına, tabiat kanunlarına ve insanın tabiatına uygun şeylerdir. Bunlar, hiçbir zaman insan doğasına ters düşmez. Zira ibadet, insanın yaratılışına ve doğasına esas teşkil eden temel kanunlara, duygulara ve doğuştan gelen eğilimlere uygun olmalıdır. Öyleyse ibadet, insanın yararına olan şeylerdir. İbadetten esas gaye, nefisleri kötülüklerden arındırmaktır.(bkz. Akseki, Ahmet Hamdi. (1943). İslam. İstanbul. c. I, s. 390) Sonuç olarak, beşerî ve semavi dinlerin en gelişmişi olan ve Allah katında yegâne din unvanını taşıyan İslam, son peygamber Hz. Muhammed tarafından Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Dinin Tanımı ve Mahiyeti evrensel bir din olarak bütün dünyaya duyurulan, maddi ve manevi saadeti garantileyen, ahlak ve medeniyetin dayanağı bir dindir. İslam’ı Diğer Semavi Dinlerden Ayıran Özellikler İlahî kaynağa dayanan Yahudiliği, Hristiyanlığı ve İslamiyet’i temel özellikleri bakımından incelediğimizde İslam’ın diğer iki semavi dinden farklı olduğu yönleri şu şekilde ifade etmek mümkündür: Allah İnancı: Musevilikteki Allah inancı, tıpkı İslam’daki gibi “tanrının birliği” üzerine bina edilmiş ve bu inanç üzerinde ısrarla durulmuştur. Bununla beraber tanrıya birtakım beşerî nitelikler nispet ettiklerine, O’nu beşerî organ ve duygular taşıyan bir insan gibi tasvir ettiklerine şahit olmaktayız. Hristiyanlar ise, tanrının birliğini farklı şekilde ele alıp “teslisi” savunmuşlar, Hz. İsa’yı tanrı konumuna yükseltmişlerdir. Oysaki İslam, gerek Yahudilerin gerekse Hristiyanların Allah inancı hususunda sonradan düştükleri yanlışlık ve “aşırılıkları” düzeltmeye çalışmış, “insan biçimci tanrı” anlayışını reddederek hem Musevilikte olduğu gibi “tanrının beşerîleşmesini” hem de Hristiyanlıkta olduğu gibi “beşerin tanrılaştırılmasını” reddetmiştir. İslam bu noktada onlara, Hz. Musa ve Hz. İsa’nın gerçek mesajını hatırlatarak “Allah’ın bir ve benzersiz olduğunu” vurgulamaya çalışmıştır. İslam’la Yahudi ve Hristiyanlık arasında yapısal farklılıklar mevcuttur. Melek İnancı: İslamiyet, hem Musevilerin hem de Hristiyanların melek inancı konusunda düştükleri yanlışları düzelterek, “meleklerin Allah’ın oğulları veya kızları oldukları” iddialarını ve beşerî şekillerdeki tasvirlerini reddetmiş ve Allah’ın yüceliği ile onların yaratılmışlığı arasındaki farkı vurgulamaya çalışmıştır. Kutsal Kitaplar: Gerek Yahudiler gerekse Hristiyanlar, Allah tarafından Hz. Musa ve Hz. İsa’ya verilmiş olan kutsal kitaplarını (Tevrat ve İncil’i) orijinal şekilleriyle koruyamamışlardır. Çünkü Tevrat da İncil de zaman içinde tahrif edilmiş, yeniden yazılma veya çeşitli ilave ve eksiltmelere maruz kalmışlardır. Kur’an-ı Kerim ise hem vahyedildiğinde yazıya geçirilmiş olması hem de ezberlenmek suretiyle muhafaza edilmesi yönüyle orijinal ve aslına uygun şekliyle günümüze kadar gelmiştir. Peygamberlik: Yukarıda hem Museviliğin hem de Hristiyanlığın sonradan tahrif edildiklerini ifade etmiştik. Bu tahrif neticesinde, önder şahsiyetler olan peygamberler hakkında her iki dinde de Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Dinin Tanımı ve Mahiyeti çeşitli iddia ve iftiralar ortaya çıkmış, hatta daha sonra gelecek peygamberler bile kabul edilmemiştir. Hâlbuki İslam’da bütün peygamberlere iman şart koşulmuş ve layık oldukları güzel sıfatlarla nitelenmişlerdir. Dünya-Ahiret Dengesi: Musevilik, ağırlıklı bir şekilde dünya hayatına, Hristiyanlık ise dünyadan uzaklaşıp manevi hayata daha çok ağırlık verirken İslam her ikisi arasındaki dengeyi kurmuş ve korumuştur. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde ifadesini bulmuştur: “Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste. Ama dünyadan da nasibini unutma...” (Kasas, 28/77). İslam, yaşanabilirliği en kolay dindir. Mükellefiyetlerin Azlığı: İslam dini, diğer iki dine oranla madde-mana, dünya-ahiret dengeleri açısından en ölçülü ve kolayca yaşanabilir bir dindir. İslam, emir ve hükümlerinde “itidali” öngörmesi açısından “rahat yaşanabilecek” bir dindir. Nitekim İslam, insanın yaratılışına en uygun ve yaşanabilir kuralları sunmak suretiyle diğer ilahî dinlerde var olan bazı “ağır dinî yükümlülükleri” ortadan kaldırmıştır. Hatta bundan da önemlisi, “dini daha da ağırlaştıran ve yaşanmasını zorlaştıran din yorumcuları” na da önemli bir uyarıda bulunmuştur. Bu husus, son dinin peygamberi olan Hz. Muhammed’in şahsında bizlere Kur’an’da şöyle ifade edilmektedir: “Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî peygambere uyanlar (var ya) işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten engeller, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O peygambere inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nura (Kur’an’a) uyanlar, işte kurtuluşa erenler onlardır” (Araf, 7/157). Bu ayette, hem Musa şeriatında mevcut olan kural ve görevlere (örneğin temizlik kuralları, yiyeceklerle ilgili esaslar, adetli kadınla ilgili yasaklar gibi) hem de İnciller’de ortaya konan aşırı riyazetçi (nefsin isteklerini kırıcı) eğilimlere işaret edilmektedir. Oysaki İslam, daha önceki şeriatlarda mevcut bazı ağır yükleri kaldırmış veya hafifletmiş, dini daha “kolay” ve “yaşanabilir” kılmıştır. Nitekim bu husus Kur’an’da: “İşte böylece siz insanlığa şahitler olmanız, Resulün de size şahit olması için sizi mutedil bir ümmet kıldık” (Bakara, 2/143). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Dinin Tanımı ve Mahiyeti Tartışma şeklinde dile getirilmiştir. Bu prensip Resulullah tarafından da “Kolay ve yüce Haniflik ile gönderildim” (Müsned, V, 266; Buhârî, “İman”, 29) biçiminde açıklanmış ve İslam’ın diğer şeriatlara göre daha “mutedil”, daha “kolay” ve daha “müsamahalı” olduğu vurgulanmıştır. Ayrıca hem Kur’an’da hem de sünnette dini mükellefiyetlerin azaltılarak “gerekli” ve “yeterli” seviyede tutulduğu, İslam’ın insanlara “ağır yükler” yüklemek için değil, “rahmet” ve “inayet” olarak gönderildiği sıklıkla tekrarlanmaktadır. Kur’an ve sünnetteki bu vurgu sebebiyle de İslam bilginleri dinin anlatım ve yorumunda daima “kolaylığı” ve “uygulanabilirliği” tercih etmişlerdir. •“İlahî kaynaklı” diğer dinlerden olan Yahudilik ve Hristiyanlık ile İslamın farkını tartışınız. •Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Özet Dinin Tanımı ve Mahiyeti •Arapça kökenli bir kelime olan ve “d-y-n” kökünden gelen “din” kelimesi sözlükte “örf, âdet, ceza, karşılık, mükâfat, itaat, üstünlük, egemenlik, zorlamak” gibi çok çeşitli anlamlara gelmektedir. •Batılı bilim adamlarının yaptıkları din tanımında şu “beş asli unsur” öne çıkmaktadır: Zihinsel (zihnî) unsur, duyusal (hissî) unsur, taabbudî (kulluk şuuruyla ilgili davranış) unsur, sosyal (içtimai) unsur ve ferdi tecrübe. •İslam bilginlerinin yaptıkları tariflerde ise şu ortak noktalar bulunmaktadır: Dinin “ilahi kaynaklı” olduğu, “akıl” ve “irade” ile ilişkisi olduğu, “tercih” konusu olduğu, insanları “özü itibariyle hayır olan” şeye yönelten bir kanun olduğu. •Dinin kaynağı konusunda da farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bir kısım Batılı bilginler dinin kaynağı konusunda tabiat olaylarının etkisi ile onlara kutsallık atfedilme (natürizm) veya ruhlara, özellikle de ecdat ruhlarına tapınılarak (animizm) yahut büyüye, bitki ve hayvanların kutsallığına inanılarak (toteme dayanma) şeklinde teoriler ileri sürerken; bazı ilmi çevreler de Güneydoğu Avustralya ilkel kabilelerinde animizme rastlanmadığını, fakat insanların ahlaki adaba uyup uymadıklarını denetleyen ve gökte bulunan “tek” ve “bir” yüce tanrı kavramına her yerde rastlandığını ispat etmeye çalışmıştır. İslam inancına göre ise dinin kaynağı “vahiy” olup onu bildiren Allah’tır. •Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberlerin getirdiği “hak dinlerin ortak adı” her zaman “İslam” olmuştur. Bunun içindir ki insanlar din koyucusu olamazlar. Çünkü insanlar, özellikle Allah’ın rızasına uygun düşecek ibadet ve amelin nelerden ibaret olduğunu bilemezler. Allah’ın rızasına ulaşılmadıkça da insanlık için hidayet ve mutluluğa ulaşma asla mümkün olamayacaktır. •Dinlerin sınıflandırılması problemi, dinler tarihinin, önemli konularından biridir. Çok çeşitli din sınıflaması yanında İslam’ın da kendine özgü din sınıflaması mevcuttur. İslam’a göre dinler en genel anlamda üçe ayrılmaktadır: 1) Hak dinler, 2) Tahrif edilmiş (muharref) dinler, 3) Batıl dinler. •İslam’a göre ilahi dinleri diğer dinlerden ayıran özellikler şunlardır: Tek ve Bir olan yaratıcı’ya, meleklerin varlığına, bir olan Allah’a ibadet edip itaat etmenin gerekliliğine, Peygamber’in Allah’tan vahiy ve ilham yoluyla aldıkları hükümlere/düsturlara ve mukaddes kitaba iman etmektir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Dinin Tanımı ve Mahiyeti İlahî dinlerin Allah-ahiret ve peygamber görüşlerini araştırıp iki yüz kelimeyi aşmayacak şekilde bir yazı yazınız Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Dinin Tanımı ve Mahiyeti DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Kur’an’ı Kerim’de “din” kelimesinden “hesap-ceza-mükâfat günü” kastedildiği sure hangi dönemde inmiştir? a) Mekke döneminin ilk yarısında Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. b) Medine döneminin son yarısında c) Mekke döneminin son yarısında d) Medine döneminin ilk yarısında e) Hicret esnasında. 2. Allah’ın varlığının ve birliğinin bilinmesi alanında aklın yeri ve yeterliliği hususunda birtakım görüşler mevcuttur. Bu görüşlerden biri olan “Peygamber gönderilmemiş olsa da beşer aklı, Allah’ın varlığını ve Allah’a ait diğer kemal sıfatları düşünme ve delil arama yöntemleriyle kendiliğinden kavrar ve bunu anlar.” şeklindeki görüş aşağıdakilerden hangisine aittir ? a) Eşariler b) Cebriye c) Maturidiler d) Selefiyye e) Kaderiye 3. Aşağıdaki din sınıflamalarının hangisi “tanrı kavramı açısından yapılan din sınıflandırması” başlığı altında değerlendirilmektedir? a) Dünya dinleri b) Tanrı konusunda açık ve net olmayan dinler c) Kurucusu olan dinler d) Milli dinler e) Geleneksel dinler 4. Zihnen varlığı kabul edilen ve kalben kendisine bağlanılan Yüce Kudret’e karşı yapılması gerekli olan yükümlülükleri ifade eden unsur aşağıdakilerden hangisidir ? a) Taabbudi unsur b) Ferdi tecrübe c) Duyusal unsur d) Sosyal unsur e) Zihinsel unsur Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Dinin Tanımı ve Mahiyeti 5. Aşağıdaki kavramların hangisinin tanımı yanlış verilmiştir? a) Tabiata kutsallık atfedilmesi: Natüralizm b) Ecdat ruhlarına kutsallık atfedilmesi: Animizm c) Büyü bitki ve hayvana kutsallık atfedilmesi: Totemizm d) Çok tanrı edinilmesi: Monoteizm e) Puta tapınma: Paganizm. Cevap Anahtarı: 1.a 2.c 3.b 4.a 5. d Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Dinin Tanımı ve Mahiyeti YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR 1. Akseki, Ahmet Hamdi. İslam Dini.(21. Baskı). Ankara. 2. Aliyyu’l-Kârî, Ali b. Muhammed Sultan el-Herevî. (1984). Şerhu’l-Fıkhi’l-Ekber. Beyrut. 3. Aydın, Ali Arslan. (1984). İslam İnançları Tevhid ve İlm-i Kelam. Ankara: Gonca Yayınevi. 4. Bilmen, Ömer Nasuhi. Muvazzah İlm-i Kelam. (1972). İstanbul. 5. Buhârî, Muhammed b. İsmail. (1987). Sahîhu’l-Buhârî. Tah. Mustafa Dîb elBuğa, Beyrut. 6. Bûti, Said Ramazan. (1986). İslam Akaidi. Ter. Mehmet Yolcu, Hüseyin Altınalan. İstanbul: Madve Yay. 7. Esat, Mahmud. (1311). Dîn-i İslam. İzmir. 8. Gölcük, Şerafettin-Toprak, Süleyman.Kelam. (1988). Konya. 9. Heyet. Diyanet İlmihali. (1998). İstanbul. 10. İsfehânî, Ebu’l-Kâsım Hüseyin b. Muhammed Râğıb. (1961). el-Müfredât fî Ğarîbi’l-Kur’ân. Tah. Muhammed Seyyid Keylânî. Mısır. 11. İsferâyinî, Ebu’l-Muzaffer Şahfûr b. Tâhir. (1955). et-Tabsîr fi’d-Dîn. Nşr. Muhammed Zâhid el-Kevserî. Mısır. 12. Mâlik b. Enes, Ebû Abdillah el-Esbahî. (tsz.). Muvatta, Tah. Muhammed Fuad Abdulbaki. Mısır. 13. Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmud. (tsz.). Kitâbu’tTevhîd. Tah. Fethullah Huleyf. Mısır. 14. Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim b. el-Haccâc. (tsz.). es-Sahîh, Beyrut. 15. Nesefî, Ebu’l-Mu‘în Meymûn b. Muhammed. (2004). Tabsiratu’l-Edilles I. Nşr. Hüseyin Atay. Ankara. 16. Tahânevî, Muhammed A’la b. Ali. (1862). Keşşâf-u Istılâhâti’l-Fünûn. Tas. elMevlevî Muhammed Vecîh, el-Mevlevî Abdu’l-Hak, el-Mevlevî Ğulam Kadir. Kalküta. 17. Topaloğlu, Bekir. (1992). Allah’ın Varlığı. Ankara: DİB Yay. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Dinin Tanımı ve Mahiyeti 18. Topaloğlu, Bekir-Yavuz, Şevki-Çelebi, İlyas. (2009). İslam’da İnanç Esasları, İstanbul. 19. Yazır, Muhammed Hamdi. (tsz.). Hak Dini Kur’an Dili. İstanbul. 20. Yüksel, Emrullah. Sistematik Kelam. (2005). İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 HEDEFLER İÇİNDEKİLER İMANIN TANIMI VE MAHİYETİ • İslam'ın sözlük ve terim manaları • İslam'ın ortaya koyduğu hükümler • İmanın sözlük ve terim anlamı • İman ile ilgili diğer kavramlar • Taklidi ve tahkiki iman • İmanın geçerli olma şartları • İmanın bakımından insanların taksimi • Küfür ve şirk • İman ile küfür arasındaki sınır • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • İman ve İslam'ın sözlük ve terim anlamlarını kavrayacak • İman-bilgi, iman-amel, iman-İslam, iman-ikrar kavramları arasındaki ilişkiyi öğrenecek • Taklidi ve tahkiki imanın ne olduğunu anlayacak • Küfür ile şirk arasındaki farkı kavrayacak ve aralarındaki bağlantıyı kolayca kurabilecek • İman ile küfür arasındaki sınırı tespit edecek, insanları gereksiz yere takfir etmenin önüne geçmiş olacaksınız. İSLAM İNANÇ ESASLARI ÜNİTE 2 İmanın Tanımı ve Mahiyeti İSLAM İSLAM’IN SÖZLÜK ANLAMI İslam kelimesi “teslim olmak”, “boyun eğmek” demektir. İslam kelimesi sözlükte teslim olmak boyun eğmek (inkıyat), samimi olmak (ihlâs) anlamlarına gelmektedir. Terim olarak İslam ise Hz. Peygamber (s. a. v.)’in tebliğ ettiği şeylerin tümünü hem iç duygular hem de dış azalarla kabul ederek yaşamak, söz ve fiil ile onları güzel karşılayıp kabul ettiğini göstermek, Allah’a ve Peygamberine itaat edip boyun eğmektir. İslam kelimesi, ayrıca “şeriat” ve “millet” gibi “din” anlamına da gelmektedir.Ayrıca, İslam kelimesi, imanın belirtisi ve neticesi olan namaz, oruç, hac gibi salih amellere de isim olarak verilmektedir. İslam kelimesi bir de “kalben tasdik” ile ilgisi olmayan “sadece dış azalarla kabul etme” işlemi için kullanılmaktadır. Yalnız bu son anlamın, sadece lügavî anlamla ilgisi olup Allah katında gerçek bir İslam değil, kabul edilmeyip reddedilen bir kullanımdır. Nitekim Allah Teala bu konuyla ilgili olarak Kur’an’da şöyle buyurmaktadır: “Bedevîler {biz de iman ettik} dediler. Habibim onlara “hayır sizler iman etmediniz” de. Lakin onlar “iman etmiş gibi göründük” desinler.” (Hucurât, 49/15) İSLAM DİNİNİN GAYESİ İslam’ın ana gayesi, bireylerin başta aklı ve düşüncesi olmak üzere kalbini ve eylemlerini Allah’ın emirleri doğrultusunda iyileştirip düzeltmek suretiyle, hem bu dünyada hem de ahirette mutluluğa kavuşturmaktır. Toplum, bireylerden oluştuğuna göre, toplumun mutluluğu bireylerin mutluluğuna bağlıdır. İslam dini, bu hedefi ve bu ülküyü gerçekleştirmek için birtakım hükümler koymuştur. Bunlara “dinî ve şer’î hükümler” denmektedir. Bu hükümler temel anlamda üç kısımdır. İSLAM’IN ORTAYA KOYDUĞU HÜKÜMLER İslam’ın ortaya koyduğu hükümler iman, amel ve ahlaktan oluşur. İslam, “itikat, amel ve ahlak üçlüsü” üzerine kurulu bir dindir. Diğer bir ifadeyle, İslam dininin içerdiği yüce hükümler üç alana dönüktür: 1. İtikâdî Hükümler, (Ahkâm-ı İ’tikâdiyye): İman ve itikat ile ilgili hükümler. 2. Amelî Hükümler, (Ahkâm-ı Ameliyye): İbadet, muamelât (bireyler arası her türlü ilişkiler) ve ukûbât (ceza hukuku) ile ilgili hükümler. 3. Ahlaki Hükümler, (Ahkâm-ı Ahlakiyye): Ahlakı daha da güzelleştirme (tehzîb-i ahlak), vicdanı terbiye etme (terbiye-i vicdan), davranışları daha da ince ve zarif kılma (mehâsin-i âdâb) ile ilgili hükümlerdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 İmanın Tanımı ve Mahiyeti İtikadî Hükümler Bilindiği üzere “itikat” kelimesi Arapça bir sözcük olup “a-k-d” kökünden türemiştir. Sözlükte bu fiilin en temel anlamı “bağ atmak, düğümlemek” tir. Şu hâlde “itikat”, İslam’ın temel ilkelerine inanma biçimi şeklinde tanımlanmaktadır. Akide kelimesi ise sözlükte, “gönülden bağlanılan, düğüm atmışçasına sağlam inanılan şey” demektir. Bu kelimenin din dilindeki anlamı ise, “bir şeye gönül bağlamak, gönül ve kalben iyice bağlanmak, onun varlığına veyahut yokluğuna kalbi ile karar vermek” demektir. Diğer bir ifadeyle akide, “inanılması zorunlu olan ilke” ve “iman esası” ya da arpça deyimle, “mümenün bih/imana konu olan şeyler” şeklinde tanımlanabilir. Bunlar, İslam dininde inanılması farz olan hususlar olup, iman esaslarını ve dinin temel kural ve hükümlerini meydana getirirler. Şu hâlde “akide”, insanın kalbindeki itikat meselelerine inanmaya denilmektedir. Akidenin çoğul biçimi “akaid” olarak kullanılmaktadır. Buna göre İslam dininin bu temel inanç kuralları ve hükümleri ile ilgilenen ve bunları kendisine araştırma alanı edinen bir ilim dalı vardır ki o ilim dalına da “akaid ilmi” denilmektedir. İslam kaynaklarında “itikâdî hükümler” demek, “Allah Teala Hazretleri vardır, birdir, ortağı, benzeri ve dengi yoktur. Hz. Muhammed O’nun kulu ve resulüdür. Allah tarafından aldığı ve insanlara tebliğ ettiği kesin hükümlerin ve haberlerin hepsi de doğrudur ” gibi varlığına kalben karar verilen bütün dinî meseleler demektir. Bunların hepsine birden “itikat meseleleri” denmektedir. İslam inancının üç ana kaynağı kitap, sünnet akıl ve duyulardan oluşur. İslam İtikadının Kaynakları: İslam itikadının kaynakları üçtür. Kur’an-ı Kerim: İslam akaidinin ilk ve en önemli kaynağıdır. Kur’an, iman esaslarının belirlenmesinde akait ilmine temel kaynaklık etmektedir. Sahih Hadisler: İslam akaidinde, iman esaslarının belirlenmesinde Kur’an-ı Kerim’den sonra en önemli kaynak sahih hadislerdir. Çünkü İslam akaidini oluşturan temel esaslar, Kur’an’da ve hadislerde en küçük bir yoruma mahâl bırakmayacak şekilde açık, yalın ve herkesin anlayabileceği sadelikte yer almıştır. Kur’an’da Allah’a, peygamberlerine, kitaplara, meleklerine, ahirete, kaza ve kadere iman konusuna temas eden ve yer yer ayrıntılı bilgiler veren pek çok ayet bulunmaktadır. Hadis kitaplarında ise, iman, enbiya, tevhid, cennet, cehennem, kader, kıyamet gibi Kitap ve Bab başlıkları altında yer alan hadislerde, “iman esasları” ile ilgili çok çeşitli açıklamalar yer almaktadır. Duyu Organlarının Verileri ve Akıl: Her ne kadar Kur’an-ı Kerim ve sahih hadisler kadar olmasa da akait ilminin kaynakları arasında duyu organlarının ve aklın verileri de yer almakta ama Kur’an ve sahih sünnet kadar doğrudan doğruya dinî prensiplerin ve iman esaslarının belirlenmesinde kaynak sayılmamaktadır. Akıl ve duyu organlarının verileri, daha ziyade “ayet ve hadislerin belirlediği esaslar” ın açıklan- Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 İmanın Tanımı ve Mahiyeti ması, yorumu ve ispatlanması konusunda malzeme oluşturma ve nakli destekleme özelliği taşımaktadır. Şu hâlde “iman esaslarının belirlenmesi” meselesinde tek kaynak vahiydir. Bunun içindir ki İslam akaidini oluşturan temel esaslar, “kesin delil” e dayanmaktadırlar. Delili kesin olduğundan dolayı da “apaçık” özelliği arz etmekte ve zamana, mekâna, fert ve toplumlara göre değişiklik göstermemektedir. İslam akaidinin hükümleri aynı zamanda bir bütündür, bölünme kabul etmezler. Yani bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak söz konusu değildir. İtikadi Hükümlerin Alanları: İtikadi hükümler, kendi arasında üç temel alana ayrılmaktadır: Uluhiyet alanı: Bu alanda, Allah’ın “Zat”, “Sıfat” ve “Filleri” hakkında inanılması zorunlu (vacip), mümkün ve imkânsız (muhâl) görülen bütün meseleler, incelenmektedir. Nübüvvet alanı: Bu alanda da, peygamberlik (risâlet) ve bu konu ile ilgili bütün problemler incelenmektedir. Ahiret (semiyyât): Bu alanda ise berzah alemi denilen ve ahiret ile dünya arasında “ara bölge” olan kabir hâlleri ve bu konu üzerinde Ehl-i sünnet bilginlerinin görüş birliğine vardığı önemli konular ele alınıp incelenmektedir. Demek ki, İslam itikadının üç temel hedefi bulunmaktadır. Birincisi: Allah Teala’nın varlığı ve birliğine; ikincisi: Hz. Muhammed’in peygamberliği’ne, üçüncüsü: ahirete iman etmeyi gerçekleştirmek. İlk ikisi kısaltılarak (icmali olarak), “Kelime-i Şehâdet” veya “Kelime-i Tevhid” şeklinde formülleştirilmektedir. Allah ve Resulüne olan bu imanın yanın ahirete iman da eklenmek suretiyle bu kompozisyon bir derce daha detaylandırılmaya çalışılmıştır. Bu üç esasın biraz daha detaylandırılmasıyla “Amentü” yü oluşturan şu esaslar ortaya çıkmaktadır: 1) Allah’a, 2) Meleklerine, 3) Kitaplarına, 4) Peygamberlerine, 5) Ahiret gününe: öldükten sonra dirilip mükâfat (cennete) veya ceza (cehennem) görmeye, 6) kaza ve kadere iman etmek. Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği haber ve hükümlerin bütününe iman etmek ve bunlara iman etmiş sayılabilmek için, mutlaka bu “icmal” veya “tafsil” çerçevesi içerinde hareket etmiş olmak lazımdır. “Hakiki ve tam bir mümin” olabilmek için önce “şeksiz/şüphesiz” Allah’a ve Resulü’ne iman etmeli, bununla beraber, Allah yolunda, “Hak” uğrunda hem mal ve hem de beden ile gayret göstermeli ve bu uğurda bütün gücüyle çalışılmalıdır. Pek tabiidir ki bu iki şıktan birincisi olan, şek ve şüpheden uzak bir şekilde Allah’a ve Resulü’ne iman, “yakînî” bir imandır. Yakinî iman, aklın meyvesi, hikmetin en son noktasıdır. İkincisi olan mal ve beden ile gayret gösterme (mücahade) ise, “nefse ait olan kötü istek ve arzuların (şehevî güçlerin) kontrol altına alınması”na yönelik olan “cömertlik” ten, gazap duygusunu, “akıl ve hikmet çerçevesinde kullanmak”tan ibarettir. Bu ise en büyük bir “yiğitlik” olmaktadır. Çünkü cömert olmayan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 İmanın Tanımı ve Mahiyeti insan, malını Allah yolunda harcayamaz. Harcayamadığı için de “mücahade” yapamaz. O hâlde tüm bunları bir araya toplarsak diyebiliriz ki, “hakiki mümin” akıllı, hikmet sahibi iffetli, yiğit, cömert, vefakâr ve dengeli olan insandır. Bu sıfatlara sahip olan kişiler, bütün faziletleri kendilerinde toplamış kişiler olarak sayılabilirler. Nitekim Allah Teala da bu gerçeği bizlere hatırlatmak için şöyle buyurmaktadır: “Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah ve Resulüne iman ettiler de sonra İslam’ın telkin ettiğişüpheye itikat esasları ayrıca,Bununla aklı, doğuştun olduğu tebu imanlarında bir daha düşmediler. beraber sahip hem mallarıyla, mizliğine döndürüpAllah ıslahyolunda ettiği gibi, iradeyi ettiler. zayıflatacak ve aklı iddiasında bozacak temelsiz hem nefisleriyle mücahade İşte, mümin doğru olanlar ancak ve yalnız onlardır.” (Hucurât, 49/15). şeylere inanmaktan alıkoymak suretiyle de iradeyi ve aklı güçlendirmiştir. Amelî hükümler “ibadât”, “muâmelât” ve “ukûbât” gibi kısımlara ayrılır. İtikadi hükümleri kendine konu edinen “Akaid ilmi” ne tarihte “Usûlü’dDîn”, “el-Fıkhu’l-Ekber”, “İlm-u Usuli’t-Tevhît” ve “Kelam” gibi isimler verilmiştir. Ameli Hükümler Amelî hüküm demek insanların işleri ile ilgili olan hükümler, emirler, nehiyler demektir. Ameli hükümler, ibadet ile ilgili asli ve birincil hükümler yanında idari, toplumsal (içtimaî), medeni, yargısal (kazai) ve siyasi hükümleri içermektedir. Ameli hükümlerin tümünde iki yön bulunmaktadır. 1) Allah’a bakan yön, 2) Allah’ın kullarına bakan yön. Ameli hükümler, Allah’a ibadet etme, başkasını ilah konumuna çıkarmama, namaz kılma, oruç tutma, başkalarının haklarına, canına, malına ve namusuna tecavüz etmeme gibi hususları içermektedir. Amelî hükümlerin toplamına “şeriat”, çoğuluna ise “şerayi’ “ denilmektedir. Öyleyse ameli hükümler; bir taraftan Allah’a ibadeti emrederken, diğer taraftan da birey ve toplum ile ilgili işlerde emniyet ve huzuru, doğruluk ve adaleti, karşılıklı haklara ve görevlere dikkat etmeyi emretmiş ve böylece toplumun temel yapı taşı olan bireyin işlerini düzenlemeyi ve ıslah etmeyi hedeflemiştir. Şu hâlde, İslam’ın “sadece ibadet özelliği taşıyan” namaz ve oruç gibi emirlerinde dahi toplumsal bir gaye bulunmaktadır. Ameli hükümleri kendine konu edinen bilim dalına, “Fıkıh ilmi” veya sadece “Fıkıh” denilmektedir. Ahlaki Hükümler Ahlaki hükümler, gerek kalp ve gerekse bütün duygulara ait olan kabiliyet ve becereler ile ilgili hükümlerin tümüne verilen isimdir. Bu hükümler, ahlakın güzelleşmesine, vicdanın terbiyesine yönelik hükümlerdir: Ahlaki hükümler, yalan söylememe, kimseye haset etmeme, komşuya iyi davranma; yakın çevre ve uzak çevredeki insanlarla hoş geçinme, herkese iyilik etme, tatlı sözlü, güler yüzlü olma gibi hususları emretmektedir. Özetle ahlaki tavsiyeler, bireyin kalbini kötü huylardan temizleyen ve en yüksek bir ahlak sahibi yapmaya çalışan kurallar bütünüdür. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 İmanın Tanımı ve Mahiyeti Kişi bu kurallar sayesinde bir takım güzelliklerle nefsini olgunlaştırır ve kemaline erdirir. Ahlaki hükümlere “vicdaniyyat” da denilmektedir. Ahlaki hükümleri kendine konu edinen bilim dalı “Ahlak ilmi” dir. İMAN İMANIN SÖZLÜK ANLAMI İman sözlükte “mutlak tasdik” anlamına gelmektedir. Diğer bir ifadeyle iman inanılması gerekli olan bir şeye tereddütsüz ve kesin olarak içten ve yürekten inanmak, haber verilen bir şeyi, bir hükmü doğrulayıp onaylamak, hem haberin doğruluğunu kabul etmek hem de haber verenin doğru söylediğine inanmaktır. İMANIN TERİM ANLAMI İmanın, terim anlamı, yani din terminolojisindeki anlamı Allah’a ve Hz. Muhammed’in Allah tarafından haber verdiği kesin olarak belli olan şeylerin doğru olduğuna tereddütsüz inanmak, bunların hak ve doğru olduğunu kalben ve içtenlikle doğrulamaktır. Nitekim Hz. Muhammed, “imanın ne demek olduğunu” soran kişiye şöyle cevap vermiştir: “İman, Allah’tan başka bir ilah olmadığına, Muhammed’in Allah’ın kulu ve Rasülü olduğuna, Allah’ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere (hayır ve şer türünden olan her şeyin Allah’ın takdiri/ezelde belirlemesi ve yaratmasıyla olduğuna) inanmaktır.” İMAN İLE İLGİLİ DİĞER TEMEL KAVRAMLAR İman-Tasdik İlişkisi İmanın aslı ve özü “kalpte tasdikin gerçekleşmesi” dir. İmanın özü “kalpte tasdikin gerçekleşmesi” dir. Diğer bir ifadeyle “kalbin tasdiki” imanın değişmeyen “asli unsuru” dur. İmanın, “kalbin tasdiki” olduğunu gösteren pek çok ayet ve hadis vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: “Ey Peygamber, kalpleri iman etmediği hâlde, ağızlarıyla inandık diyenlerden ve Yahudilerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin...” (Mâide, 5/41) ; “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslam’a açar...” (En’âm, 6/125). Hz. Peygamber de şöyle buyurmaktadır: “Allah cennetlikleri cennete, cehennemlikleri cehenneme koyacak, sonra da bakın kalbinde hardal tanesi kadar imanı olan birisini bulursanız onu cehennemden çıkarın diyecektir.” (Buhârî, “İman”, 15; Müslim, “İman”, 82). Yukarıdaki ayet ve hadislerden de anlaşıldığı üzere imanın esasını, “inanılacak şeyleri kalbin tasdik etmesi” oluşturmaktadır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 İmanın Tanımı ve Mahiyeti İman - İkrar İlişkisi İnanılan şeyin dil açıkça söylenmesini gerekli görmek, “ikrar iman için zorunludur” anlamına gelmez. Kalbin tasdikinden ibaret olan iman, İslami hükümlerin, “uygulanabilmesi” için şarttır. Dolayısıyla, evvelce Müslüman değil iken, Allah’ın birliğine ve Hazreti Muhammed’in hak peygamber olduğuna iman etmiş, bunları kalbiyle tasdik eylemiş olan bir kişi, kalben yaptığı tasdiki, dili ile de ikrar ve itiraf etmeyip imanını açıklamasa, yine de o kimse “Allah katında” mümin dir. Şu kadar var ki, o kişinin dini durumunun Müslümanlar tarafından da bilinmesi gerekmektedir. Eğer Müslüman toplum tarafından o kişinin durumu belli olmazsa, hakkında İslami hükümler icra olunamaz. Örneğin, bir Müslüman kadın ile nikâhlanamaz, öldüğünde İslam mezarlığına defnedilemez. Çünkü “Allah katında gerçekten mümin” olan bu adam, insanlar yanında kâfir olarak bilinmektedir. İmanın asli unsuru kalbin tasdiki olmakla birlikte kalpte neyin gizli olduğunu insanlar bilemediği için, kalpteki inancın dil ile söylenip açığa vurulması, o kişinin de dünyada bu söz ve ikrarına göre bir işleme tabi tutulması gerekmektedir. Bir kimsenin iman ettiği, ya kendisinin söylemesiyle veya cemaatle namaz kılmak gibi mümin olduğunu gösteren belli ibadetleri yapmasıyla anlaşılır. O zaman bu kimse mümin olarak tanınır, Müslüman muamelesi görür. Yani, Müslüman bir kadınla evlenebilir, kestiği hayvanın eti yenir, zekât veya öşür gibi dinî vergilerle yükümlü tutulur, ölünce de cenaze namazı kılınıp, Müslüman mezarlığına defnedilir. Eğer bir kimse inancını diliyle ikrar etmezse ona, Müslümana özgü bu tür hükümler uygulanmaz. Bu sebeple ikrar, yani kalpte bulunan inancın dil ile ifade edilmesi, imanın bir parçası değil, adeta onun dünyevî şartıdır. İmanda ikrarın çok önemli olduğunu Hz. Peygamber şu hadisleriyle dile getirmişlerdir: “Kalbinde buğday, arpa ve zerre ölçüsü iman olduğu hâlde Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed O’nun elçisidir diyen kimse cehennemden çıkar.” (Buhârî, “İman”, 33; Tirmîzî, “Cehennem”, 9; İbn Mâce, “Zuhd”, 37) ; “İnsanlar Allah’tan başka ilâh yoktur. Muhammed O’nun elçisidir diyinceye kadar kendileriyle savaşmakla emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse can ve mal güvenliğine sahip olurlar. Ancak kamu hukuku gereği uygulanan cezalar bundan müstesnadır. İç yüz-lerinin muhasebesi ise Allah’a aittir.” (Buhârî, “Cihâd”, 102; Müslim, “İman”, 8; Ebu Dâvûd, “Cihâd”, 104). Dil ile ikrar bu derece önemli olduğundan dolayı İslam akaidine ait kaynaklarda genellikle, iman, kalp ile tasdik ve dil ile ikrardır şeklinde tanımlanmıştır. Yalnız burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. İmanı bu şekilde tanımlamak, kalbi ile inanmadığı hâlde inandım diyen kişinin mümin olmasını gerektirmez. Zira bir kimse, iman ettiğini diliyle söylese bile kalbiyle tasdik etmedikçe mümin olamaz. Diğer bir ifadeyle, kalben tasdik olmaksızın yalnızca dil ile ikrar etmenin Allah katında hiçbir değeri bulunmamaktadır. Nitekim bu konuda bir ayeti kerime’de Allah Teala: “İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları hâlde Allah’a ve ahiret gününe inandık derler.” (Bakara, 2/8) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 İmanın Tanımı ve Mahiyeti buyurmakta ve böyle bir imanı kabul etmediğini açıkça ifade etmektedir. Burada, dilsizlik ve ölüm tehdidi gibi durumların istisna olduğunu söylemek durumundayız; şöyleki, eğer bir şahıs, dilsizlik gibi bir engel sebebiyle kalben tasdik edip inandığı esasları diliyle açıklayamıyorsa veya dili de olsa ölüm tehdidi gibi büyük bir risk altında ise o kimse bu durumdan istisna sayılarak mümin kabul edilir. Hatta bu kişi, böyle bir risk altında kâfir ve inançsız olduğunu söylese dahi yine de mümin kabul edilir. Bunun en belirgin örneği şu olaydır: Sahabelerden Ammar b. Yâsir, Kureyş müşriklerinin ağır baskılarına ve ölüm tehditlerine dayanamayarak kalben inanmakla birlikte, diliyle Müslüman olmadığını, Hz. Muhammed’in dininden çıktığını söylemiş, bu olay hakkında ayet-i kerime inerek, Ammar’ın mümin bir kimse olduğu belirtilmiştir. “Kalbi imanla dolu olduğu hâlde (inkâra) zorlanan kimse hariç, kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse ve kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah’ın gazabı bunlaradır. Onlar için büyük bir azap vardır.” (Nahl, 16/106). Sonuç olarak diyebiliriz ki, gönülden inanmadığı hâlde, diliyle inandığını söyleyen kişi, “kalpteki inanç ve ikrarının yokluğu” bilinemediği için, dünyada Müslümanlar tarafından o kişiye Müslümanmış gibi işlem görülmesi gerekmektedir. Fakat gerçek anlamda imanının bulunmadığını ve münafık olduğunu Allah çok iyi bildiği için ahirette kâfir olarak işlem görecek ve cehennemde ebedî kalacaktır. İman Bilgi İlişkisi “İman” ile “bilgi” arasında yakın bir ilişki bulunmakla beraber, bilgi iman yerine geçmez. Hiç şüphe yoktur ki, iman ile “bilgi” arasında da çok yakın bir ilişki söz konusudur. Çünkü her inanan kişi, “neye inandığını” bilir ve bu bir tür “şuur” hâlidir. Eğer kişi neye inandığını bilmiyorsa buna iman değil ancak “körü körüne taklit” denilir. Fakat şuraya dikkat etmek gerekir ki, her “bilme” işlemi de inanmayı gerektirmez. Eğer öyle olsaydı münafıklar ile Ehl-i Kitap mümin olurlardı. Nitekim Allah Teala münafıklarla ilgili olarak: “(Ey Muhammed) Münafıklar sana geldiklerinde, senin {Allah’ın peygamberi olduğuna elbette şahitlik ederiz} derler. Allah, senin kendisinin peygamberi olduğunu elbette biliyor. (Fakat) Allah, o münafıkların hiç şüphesiz yalancı olduklarına şahitlik etmektedir.” (Munâfıkûn, 63/1) buyurmuş, Ehl-i Kitap için de “Kendilerine kitap verdiklerimiz O’nu (Peygamber’i) oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Böyle iken içlerinden birtakımı bile bile gerçeği gizlerler.” (Bakara, 2/146) uyarısında bulunmuştur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 İmanın Tanımı ve Mahiyeti Şu hâlde “inanılacak esaslarla ilgili bilgi” ye iman denilebilmesi için, yukarıda da ifade edildiği üzere kişinin gönlünde ve kalbinde hür iradeye dayalı bir boyun eğişin, teslimiyet ve tasdikin bulunması gerekmektedir. İman-İslam İlişkisi Yukarıda İslam kelimesinin bir yandan, “imanın belirtisi ve neticesi” olan namaz, oruç, hac gibi salih amellere isim olduğunu, öbür yandan da kalben tasdik olmaksızın sadece dış azalarla kabul anlamına geldiğini; bu son anlamın gerçek bir İslam değil, yalnızca sözlük anlamında bir İslam olduğunu ifade etmiştik. Böyle olunca birinci anlamdaki “İslam” ile “iman” aynı olmakta ve her mümine Müslüman ve her Müslümana da mümin denilmektedir. Sözlük anlamına gelince, bu anlamda iman ile İslam birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de iman ile İslam, bazen “aynı” bazen “farklı” anlamda kullanılmıştır. 1. Şayet “iman ile İslam aynı anlamda” kullanılırsa, bu durumda İslam kelimesi ile amaçlanan, “İslamın gerekleri olan hükümlerin dinden olduğuna inanmak, İslamı bir din olarak benimsemek ve ona boyun eğmek” anlamıdır. Çünkü bu anlamda İslam kelimesi, “teslimiyet” demektir ve çok geniş bir anlam özelliği taşıyarak iman ile eşitlenmektedir. Bu durumda teslimiyet nasıl olmalıdır ve kaç türlüdür? Teslimiyet üç türlüdür: a) Kalben Teslimiyet: Bu teslimiyet, “kesin inanç” demektir. b) Dil ile Teslimiyet: Bu teslimiyet de “ikrar” demektir. c) Organlar ile Teslimiyet: Bu teslimiyet ise “amel” demektir. Görüldüğü üzere İslam kelimesi bu üç teslimiyet şekli ile eşitlenmektedir. Burada dikkat çeken en önemli husus, üç teslimiyet şeklinden biri olan “kalbin teslimiyetine” ve bağlılığına “iman” denilmesi ve imanın oluşum yeri olan “kalp” ile ilişki kurularak bu “teslimiyet eylemine”, (iman eylemine), direkt olarak “İslam” denilmesidir. Nitekim aşağıda mealini verdiğimiz şu ayette, iman ile İslam aynı anlamda kullanılmaktadır: “... Ancak ayetlerimize inanıp da teslim olanlara duyurabilirsin” (Neml, 27/81). Öyleyse, iman ile İslam’ın aynı anlamda kullanıldığı bu durumda her mümin müslimdir, her müslim de mümindir. Kur’an-ı Kerim’de iman ile İslam, bazen “aynı”, bazen “farklı” anlamda kullanılmıştır. 2. Eğer “iman ile İslam farklı anlamda” kullanılırsa, diğer bir ifadeyle, iman ile İslam farklı kavramlar olarak ele alınırsa, o takdirde her mümin, müslim olmakta, fakat her müslim, mümin sayılmamaktadır. Çünkü bu anlamda İslam demek, “kalbin de bağlanışı ve teslimiyeti” değil, sadece “dilin ve organların teslimiyeti” ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 İmanın Tanımı ve Mahiyeti yalnızca, “belli amellerin işlenmesi” demektir. Bu durumda İslam daha genel, iman ise daha özel bir kavram olarak ele alınmaktadır. Örneğin “kalben bağlanışı” gerçekleştiremeyen münafıklar, “sadece dilleri ile” Müslüman olduklarını söyleyip, buyrukları yerine getiri-yormuş izlenimi vermeye çalışırlar. Aslında onlar kalben inanmış değillerdir. Çünkü onlar, gerçekte inanmadığı hâlde, dünyada Müslümanmış gibi gözükebilirler. Nitekim aşağıda mealini verdiğimiz şu ayette iman ile İslam, ayrı anlamda geçmektedir: “Bedevîler inandık dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama boyun eğdik deyin. (Çünkü) henüz iman kalplerinize yerleşmedi...” (Hucurât, 49/14). İman-Amel İlişkisi Amel, sözlükte iş, davranış ve eylem demektir. Ama bu eylem, sıradan bir eylem değil “iradeye dayalı” bir eylemdir. İmanın aslı olan “tasdik” ve bu tasdikin dil ile açıklanması olan “ikrar” da aslında birer “amel” özelliği taşımaktadır. Çünkü tasdik ve ikrar da birer fiildir. Biri kalbin fiilidir, diğeri de dilin fiilidir. Ancak fiil ile amel arasında, “genellik-özellik” açısından küçük bir fark vardır. Amel deyince daha çok kalp ve dil dışında kalan organların fiili anlaşılmakta, kalp ve dilin fiili anlaşılmamaktadır. Bu durumda iman ile amel arasında iki yönden ilişki bulunmaktadır: 1. İman ile amel birbirinden ayrı şeylerdir, amel imanın bir parçası değildir. 2. Ayrı şeyler olmalarına rağmen her ikisi arasında çok sıkı bir bağ ve ilişki vardır. Şimdi bu iki durumu sırayla ele alıp inceleyelim. İman ile amel birbirinden ayrı şeylerdir. Fakat her ikisi arasında çok sıkı bir ilişki vardır. İman İle Amel Birbirinden Ayrı Şeyler Olup Amel İmanın Bir Cüzü Değildir Ehl-i sünnet bilginlerine göre “öz” itibariyle “iman” başka bir gerçekliktir, “amel” başka bir gerçekliktir. Zira iman sözcüğünün insan zihninde çağrıştırdığı şey başka, amel sözcüğünün insan zihninde çağrıştırdığı şey başkadır. Her insan, her iki kavramdan farklı şeyler anladığının ve zihninde farklı şeyler tasarladığının farkındadır. Amel ile iman faklı şeyler olunca; biri ötekinin parçası kısmı olamaz, Dolayısıyla amel, imanın parçası ve unsuru değildir. Öyleyse, bütün dini esaslara inanmış ve kalpten benimsemiş kişi, çeşitli sebeplerden ötürü Allah’ın buyruklarını yerine getirmemiş ve yasaklarını çiğnemiş ise, işlediği günahı helal saymadığı ve haram olduklarına inandığı müddetçe mümindir, kâfir olamaz. Bunun nedenlerini maddeler hâlinde şöyle açıklayabiliriz: 1. Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayeti “İman edenler ve salih amel işleyenler...” şeklinde başlamaktadır. (Bakara, 2/277; Yunus, 10/9; Hûd, 11/23). Görüldüğü üzere bu ayetlerde “iman edenler” ile “salih amel işleyenler” ayrı ayrı ifade edilmiştir. Eğer “amel imandan bir parça” olmuş olsaydı, iman ile ondan bir Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 İmanın Tanımı ve Mahiyeti parça olan amelin ayrı ayrı ifade edilmeleri ve birbirlerine “ve” bağlacıyla bağlanmaları anlamsız olurdu. Asıl olan iman ile parça olan amelin ayrı ayrı ifade edilmemeleri gerekirdi. Bu durumda da “iman edenler” denildikten sonra “salih amel işleyenler” denmesine gerek olmazdı. 2. Bazı ayetlerde iman, amelin geçerli olabilmesi için “şart” kılınmıştır. Örneğin bir ayette: “Her kim mümin olarak iyi işler yaparsa, artık o, ne zulümden ne de hakkıbuyrulmuştur. Eğer “iman ile amel şey” olmuş olsaydı veya en azından “amel nın çiğnenmesinden korkar” (Tâhâ,aynı 20/112). imanın parçası” olsaydı, o zaman yine her ikisi ayrı ayrı zikredilmez ve “iman, amelin geçerli olmasının şartı” şeklinde ifade edilmezdi. 3. Bazı ayetlerde de “büyük günahın imanla birlikte bulunabileceği” hususuna işaret edilmiştir. Örneğin bu ayetlerin birinde Allah Teala: “Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin...” (Hucurât, 49/9; Bakara, 2/178; Tahrîm, 66/8) buyurmuş ve “büyük günah” olarak sayılan “adam öldürme fiilini” işleyerek ameli terk eden, hatta şiddetle yasaklanan bir işi yapan kişilerden “müminler” olarak söz etmiştir. Demek ki “ameli terk etme”, diğer bir ifadeyle “amelsiz olma”, “imansız olmayı” gerektirmemektedir. Şayet amelsiz olma imansız olmayı gerektirmiş olsaydı, Allah Teala birbirleriyle vuruşanlar için “mümin” demezdi. 4. Peygamber Efendimiz döneminden günümüze kadar gelip geçen büyük din bilginleri, kalbinde imanı bulunduğu ve bunu diliyle söylediği hâlde dinin emrettiği amelleri işlemeyen veya bazı yasakları çiğneyen kimseleri, yaptıklarını helal görmedikleri sürece mümin saymışlar ve bu kimselerin “günahkâr mümin” olduklarına hükmetmişlerdir. Bu görüş, bütün Ehl-i sünnet alimlerinin ortak görüşüdür. İman İle Amel Birbirinden Ayrı Şeyler Olsalar da İman İçin de Amel Gereklidir Evet, iman ile amel birbirinden ayrı şeylerdir, ama amel ile iman arasında da çok yakın bir ilişki vardır. Nitekim yukarıda da ifade edildiği üzere Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde “iman” ile “salih amel” yan yana zikredilmiş, müminlerin sadece iman değil, salih amel işlemeleri de istenmiş ve ancak bu sayede maddîmanevî gelişmelerini sağlayacakları dikkatlere sunulmuştur. Çünkü sadece düşünce ve kalp alanında kalmış ama bir türlü eylem ve hareket alanına çıkamamış olan iman eyleminin dış dünyadaki tam benzeri meyvesiz ağaçtır. Bunun içindir ki, kalpte oluşmuş olan “iman ışığının” hiç sönmeden parlaması, hatta sönme bir tarafa, giderek gücünü artırması, ancak salih ameller sayesinde mümkün olabilir. Diğer bir ifadeyle, “imanın olgunluğu” na ermek, imanı üstün bir dereceye çıkmalı ve “Allah’ın vaat ettiği sonsuz nimetler” e kavuşmak için sadece iman değil, amel de ge- Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 İmanın Tanımı ve Mahiyeti reklidir. Çünkü insan “sadece inanılması gerekli olan şeyleri tasdik etmek” ile yetinir, “ameli umursamayan bir tavır” içinde yasakları çiğnerse dine, Allah’a ve Peygamber’ine olan “bağlılığı” gün geçtikçe yavaşlar ve azalır, hatta günün birinde kalbindeki iman ışığının enerjisinin sönmesiyle yüz yüze gelebilir. O hâlde amelin: a) “imanı güçlendirme” hususunda üstlendiği rol bakımından önemi çok büyüktür, b) mümini cehennem azabından koruyarak nimetlere ulaşmada aracı olması ve Rabbine karşı kulluk görevini gerçek anlamda yerine getirmesi bakımından önemi çok büyüktür. İMANDA GERÇEĞİ SORGULAMA: TAKLİDİ ve TAHKİKİ İMAN “Tahkikî iman” için imanın, “dinî ve aklî deliller” ile güçlendirilmesi gerekir. İslam inanç sisteminde önemli olan sorunlardan biri de inanılması gerekli olan şeylere inanırken, doğrusunu yanlışını araştırmaksızın, sadece çevresinden görerek ve duyarak iman etmenin ne kadar “doğru iman” olduğu ve böyle bir imanın Allah katında kabul görüp görmediği problemidir. Bu tür “iman etme biçimi” ne İslam inancında “taklidi” (öykünme biçimli) iman, sorgulayarak ve doğrusunu yanlışından ayırarak doğru bir şekilde “iman etme biçimi” ne ise “tahkiki” (sorgulamalı) iman denilmektedir. Gerçektende günümüz dünyasında delillere dayalı olmaksızın sadece çevrenin telkini ile meydana gelen ve adeta kişinin İslam toplumunda doğup büyümüş olmasının tabii sonucu olarak ortaya çıkan bu iman türü, o kadar yaygın hâle gelmiştir ki, adeta kitleselleşmiş ve küresel bir hâl arz etmiştir. Oysaki böyle bir iman etme biçimi, Ehl-i sünnet bilginlerinin çoğuna göre geçerli olmakla beraber, bu tür imana sahip olan kişi, iman denilen en temel “dinsel bir aktivite” yi “akli ve dini deliller” ile güçlendirmediğinden dolayı sorumludur. Çünkü taklidi iman, inkârcı kimselerin ileri süreceği en küçük bir şüphe ve itiraz ile sarsıntıya uğrayıp kaybolabilir. İşte bu nedenden ötürü; imanın, dinî ve aklî delillerle güçlendirilmesi ve iman edilecek şeylerde yanlışın doğrudan ayıklanması gerekir. Çünkü deliller, ortaya konulacak şüphe ve itirazlara karşı iman değerini koruma altına alır. Öyleyse bu hususta asıl olan şey, her Müslümanın, dinî ve aklî delillerle güçlendirilmiş sorgulamalı (tahkiki) imana sahip olması, taklitten kurtararak neye, niçin ve nasıl inandığının bilincini taşımasıdır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Bireysel Etkinlik İmanın Tanımı ve Mahiyeti • Taklidi imandan uzaklaşmanın gereği ve imanda gerçeği sorgulamanın önemi hakkında sizi ikna eden nedenler üzerine düşününüz. İMANIN SAHİH VE GEÇERLİ OLMASININ ŞARTLARI Ye’s hâlinde iman makbul değildir. İslam inanç sisteminde, “imanın oluşması” ayrı bir konu, “oluşan bu imanın Allah katında doğru olup olmaması” yani “sahih/geçerli” olması ayrı bir konudur. Hiç şüphesiz ki, imanın “oluşması” tasdik ile olur. Bu oluşum, “oluşma yeri” olan kalpte meydana gelir. Fakat imanın “kalpte oluşması” ile her şey bitmiş sayılmaz. Asıl önemli olan, oluşan bu imanın geçerli olabilmesi ve sahibini ahirette ebedî kurtuluşa ulaştırılabilmesidir. Ehl-i sünnet bilginleri, bunun için şu şartları tespit etmişlerdir: Hür İrade ile gerçekleşme: Kalpte imanın, “hür iradeye dayalı” olarak oluşmuş olması ve “hayattan ümit kesme” (yes) hâlinde gerçekleşmemiş olması gerekir. Çünkü baskı, tehdit korkutma ve sindirme yoluyla meydana gelmiş olan bir iman, başta kalp olmak üzere hiçbir iç ve dış duygunun eşlik etmediği “zoraki” bir imandır. Bu imanı Allah Teala Kur’an-ı Kerim’de kabul etmemekte ve buna “iman etmiş gibi görünme” (isteslemna) demektedir. (Bkz: Hucurat, 49/15). Benzer şekilde, dünya hayatından ümit kesme (yes) durumunda gerçekleşmiş olan bir iman, daha önce mümin olmayan bir kimsenin, hayattan ümidini kestiği son nefesinde, uğrayacağı azabı fark edip “iman ettim” demesi ile oluşan bir imandır. Böyle bir durumda oluşan iman, geçerli olamaz. Nitekim bu husus bir ayette şöyle dile getirilmiştir: “Onlar, o çetin azabımızı gördükleri zaman {artık Allah’a inandık ve O’na ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik} derler. Fakat azabımızı gördükleri zaman imanları kendilerine bir fayda vermeyecektir. Allah’ın kulları hakkında süregelen kanunu budur. İşte kâfirler burada hüsrana uğramışlardır.” (Mümin, 40/84-85). İmanda en küçük bir şüphe ve ümitsizlik olmamalıdır. Şüphe Ve Tereddüde Yer Vermeme: Müminin kalbinde oluşmuş olan imanın geçerli olmasının bir diğer şartı, imanın temel esaslarından herhangi birini, açıktan inkâr etme bir tarafa, “inkâr anlamına gelen tutum ve davranışlar” dan bile kaçınması gerekmektedir. Örneğin Allah Teala’yı ve bütün peygamberleri tasdik etmekle beraber, sadece Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanmamak ya da farz veya haram olduğu kesin olarak bilinen bir hükmü, kendi hür iradesiyle inkâr etmek veya alaya almak, “inkâr anlamına gelen tutum ve davranışlar” kategorisinden sayılmaktadır. Bunları yapan bu kişiye mümin denilemez. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 İmanın Tanımı ve Mahiyeti İmanda Ümitsizliğe Yer Vermeme: Kalpte oluşmuş olan imanın bir diğer şartı ise, Allah’ın rahmetinden ümit kesme ve O’ndan emin olmamadır. Burada müminden istenen tavır, “korku ile ümit arasında bulunmak” tır. Eğer mümin, “nasıl olsa imanım var, o hâlde muhakkak cennete giderim” düşüncesiyle kendinden emin olursa veya bunun tam tersini de düşünerek, “ben alabildiğine çok günah işledim, şüphesiz cehennemlik bir insanım” der de Allah’ın rahmetinden ümit keserse, her iki durum imanını kaybetmesine sebep olabilir. Bu konuda Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır: “Doğrusu kâfirlerden başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.” (Yusuf 12/87), “Fakat büyük zararı göze alanlar topluluğundan başkası Allah’ın azabın(ın olmayacağın)dan emin olmaz” (A’râf 7/99). İMANIN ARTIP EKSİLMESİ PROBLEMİ Bazı ayetlerde, “imanın artması” ndan bahsedilmiştir. Bu ifade, İslam inanç sisteminde birtakım yeni tartışmaların sebebi olmuştur. Bu tartışmaları şu şekilde dile getirmek mümkündür: Acaba imanın artması nasıl olmaktadır? İman, niceliksel bir kavram mı yoksa niteliksel bir kavram mıdır? İman eğer artan bir özelliğe sahip ise, o zaman arttığı gibi eksilme özelliğine de sahip midir? Şayet eksilme özelliğine sahipse, onu hangi şeyler eksiltmektedir? İman, eksile eksile sonunda yok olabilir mi? Evvela şunu söylemek gerekir ki, dış dünyada var olduğunu algıladığımız her “şey” gibi “iman” ında bir “özü” bir de “dış dünyadaki görüntüsü” vardır. Çünkü iman kelimesi daha ağızdan çıkar çıkmaz, işiten herkesin zihninde bir tasavvur oluşmaktadır. İkinci olarak da imanın dış dünyada onu ifade eden “belirtileri” vardır. Bunlara “inanılması gereken hususlar” veya diğer bir ifadeyle “iman esasları” denmektedir. Birinci kısım, imanın hem “varlık” hem de “mahiyeti” ni ifade ettiğinden, onun bu yönü “niteliksel” dir. Bu noktada: İmanın özü artıp eksilmez ama bu özün “dışa akseden varlığı” artıp eksilebilir. 1. İmanın özü, yani mahiyeti (ne-liği) ne artar ne eksilir ne de farklılık arz eder. Çünkü mahiyetlerde artış ve eksiliş olamaz. Örneğin bebekte bulunan “insanlık” ile 80 yaşındaki bir ihtiyarda, bulunan “insanlık”, “mahiyet” bakımından “farklılık” göstermez. Böyle olunca da, “insanlık özü” itibariyle bazı insanlarda, az “insan”, bazılarında çok “insan” denilemez. Çünkü bütün insanlarda bulunan sırf “insan olmaklık” birbirleriyle karşılaştırılıp mukayese yapılamaz. Tıpkı bunun gibi “öz” bakımından iman için de “az iman” “çok iman”, “ağır iman”, “büyük iman” denilemez. Bu durumda Hz. Ebu Bekr’in imanı ile diğer müminlerin imanının herhangi bir farkı bulunmamaktadır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 İmanın Tanımı ve Mahiyeti 2. Yukarıda yaptığımız tespit, imanın mahiyetinin “dışa akseden varlığı” hakkında geçerli değildir. Çünkü “dıştaki varlık”, her ne kadar “niteliksel” olsa da o, bazı zaman ve şartlarda “zayıf”, “kuvvetli”, “sağlam” gibi özellikler ve “farklılaşmalar” arz edebilmektedir. Bu durumda, Hz. Ebu Bekr’in imanı ile diğer insanların imanı aralasında “zayıflık”, “kuvvetlilik”, “sağlamlık” açısından faklılık oluşacaktır. İkinci zikredilen kısma gelince, burada, imanın “niceliksel”(sayısal) yönü ifade edilmeye çalışılmaktadır. Bu noktada iki ihtimal bulunmaktadır: 1. Eğer kişi yeni iman etmiş biri ise bu kişi elbette ki, iman esaslarını öğrendikçe ve sayısal olarak bilgisi arttıkça hâliyle öğrendiği şeylere imanı da sayısal olarak artacak, mesela üç şeye iman ettiğine göre, dört şey iman etmesi daha çok veya daha fazla olacaktır. Günümüzde de meydana gelme ihtimali bulunan bu hususun Hz. Peygamber devrindeki örneği sahabelerin durumudur. Bilindiği üzere Kur’an ilk vahiy olunduğunda, meydana gelen şartlara ve durumlara göre ayetler iniyor, Ashap da, bunlara iman ediyorlardı. Yani kısaca iman edilecek esaslar hakkındaki bilgileri arttıkça aynı paralelde imanları da artıyordu. İşte böyle bir durumda da “zayıflık”, “kuvvetlilik”, “sağlamlık” söz konusu olabilmektedir. Nitekim bu konuda Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “İman etmiş olanlara gelince (her inen sure) daima onların imanını artırmıştır.” (Tevbe, 9/124). “İnanılacak hususlar” açısından iman “icmâlî” ve “tafsîlî” olarak ikiye ayrılır. 2. İman esasları bir bütün oluşturmakta olup bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmek caiz değildir. Örneğin, Meleklerin varlığına inanmama veya namazın farz olduğunu kabul etmeme yahut adam öldürmenin haram oluşunu inkâr etme gibi. Böyle bir kişinin “imanının azlığına” değil, “iman etmemiş olduğuna” hükmedilir. Zira bu kişide iman gerçekleşmediğinden, onda imanın artması ve eksilmesi söz konusu olamaz. Çünkü İslam’ın bir temel hükmü ötekinden “daha az önemli” olmadığı gibi “bu olmasa da olur” denilebilecek esaslar da söz konusu değildir. Şu hâlde, “inanılacak esaslar” konusunda bilgin ile cahil, peygamber ile sıradan insan, kadın ile erkek arasında hiçbir fark yoktur. Herkes “aynı esaslara inanma” hususunda “eşit” seviyededir. Fakat imanın “sağlamlığı” veya “zayıflığı” hususunda insanlar “eşit” seviyede değildir. Bu hususta kiminin imanı kuvvetli kiminin zayıftır; kiminin imanı tam anlamıyla “özümsenmiş”, kimininki “yüzeysel kalmış” tır. Kimininki “işitme ve düşünmeye bağlı bilgi ve inanç seviyesinde”, kimininki “görmeye dayalı bilgi ve inanç seviyesinde” dir. İman eyleminde var olan bu kadar çok çeşitliliğe ayet ve hadislerde de işaret edilmiş, imanın, “kalbin derinliklerine nüfuz” yönüyle farklı seviyelerde ve farklı kuvvetlerde olabileceği, böylece “nitelik yönüyle artma ve eksilme gösterebileceği” ifade edilmiştir. Bu ayetlerden birkaçı şöyledir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 İmanın Tanımı ve Mahiyeti “İbrahim (a.s.) ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini Allah’tan istemiş, Allah Teala da inanmadın mı? (sorusu ile) cevap vermişti Bunun üzerine İbrahim (a.s.) da (gözümle de görerek) kalbim tam yatışsın demişti.” (Bakara, 2/260); “O, imanları katbekat artsın diye müminlerin yüreklerine manevi kuvvet indirendir.” (Fetih, 48/4); “Müminler ancak onlardır ki, Allah anıldığı zaman yürekleri titrer. Allah’ın ayetleri kendilerine okunduğu zaman bu onların imanını artırır.” (Enfâl, 8/2). İNANILACAK HUSUSLAR AÇISINDAN İMANIN KISIMLARI İman, “inanılacak hususlar” açısından icmali ve tafsili iman olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. 1. İcmalî İman: İman edilecek şeylere kısaca ve toptan inanmak demektir. İmanın en özlü ve en kısa şekli budur. Bu iman, kısaca “kelime-i tevhid” ve “kelime-i şehadet” terkipleriyle özetlenmiştir. Tevhid kelimesi: “Lâ ilâhe illallah Muhammedun Resulüllah” cümlesidir ki, anlamı “Allah’tan başka hiçbir Tanrı yoktur. Muhammed O’nun elçisidir.” ifadesidir. Şehadet kelimesi ise, “Eşhedü enlâ ilâhe İllallah ve eşhedü enne Muhammeden Abdühû ve Resulüh” cümlesidir ki, bunun da anlamı “Ben Allah’tan başka hiçbir tanrı olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna inanır ve tanıklık ederim” ifadesidir. İşte imanın “ilk derecesi” ve İslam’ın “ilk temel direği” bu cümlelerdir. Gerçekte Allah’ı “Yegâne İlah” tanıyan ve Hz. Muhammed’i de “O’nun peygamberi” olarak kabullenen kişi, diğer iman esaslarını ve Peygamberimizin getirdiği dini de dolaylı olarak toptan kabullenmiş demektir. Çünkü bize, Hz. Peygamber aracılığıyla diğer iman esaslarının tümü bildirilmiştir. Öyleyse “Allah elçisini tasdik etmek” demek, “getirdiği hükümleri de tasdik” etmek demektir. Burada, inanılacak şeyler ayrı ayrı söylenmediğinden dolayı, bu imana “icmali”, yani “toptan iman” ismi verilmektedir. “Mümin” sayılabilmek için, icmali iman “yeterli” olmakla birlikte, bu “izin”, “ömrün sonuna kadar” bir “mazeret” olarak kabul edilmemekte, aşama aşama İslam’ın diğer hükümlerinin ve inanılması gerekli olan şeylerin öğrenilmesinin gereği üzerinde durulmaktadır. 2. Tafsili İman: İnanılacak şeylerin her birine, açık ve geniş şekilde, ayrıntılı olarak inanmak demektir. İslam inancında tafsili iman üç derecede gerçekleşmektedir: Birinci Derece: Bu derecede üç temel alan esas ele alınmaktadır. a) Uluhiyet, b) Nübüvvet, c) Ahiret. Diğer bir ifadeyle bu derecede, Allah’a, Hz. Muhammed’in Allah’ın peygamberi olduğuna ve ahiret gününe kesin olarak inanma esas alınmaktadır. Bu iman derecesi, icmali imana göre daha geniştir. Çünkü burada ahirete iman da yer almaktadır. İkinci Derece: Bu derecede üç temel alan altıya çıkarılmakta ve “amentü” denilen prensipler esas alınmaktadır. Bunlar, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, öldükten sonra tekrar dirilmeye, cennet ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 İmanın Tanımı ve Mahiyeti cehennemin, sevap ve azabın varlığına, kaza ve kadere ayrı ayrı inanmak şeklinde sıralanmaktadır. Üçüncü Derece: Bu derecede ise Hz. Muhammed’in Allah katından getirdiği ve bize kadar da tevatür yoluyla ulaştırılan bütün haberler ve hükümler esas alınmakta ve bunların tasdikinin gerekliliği üzerinde durulmaktadır. Bu durumda namaz, oruç, hac ve diğer farzları, helâl ve haram olan davranışları öğrenip bütün bunların farz, helâl ve haram olduklarını yürekten tasdik etmek, “tafsili imanın üçüncü derecesini” oluşturur. Yani, Müslüman olan bir kimse, “icmali iman” ile İslam’a ayak basmış olur ve bu iman üzere ölürse neticede cennete girer. Fakat insan bu hâl üzere sürekli olmamalı, tafsili imana, hatta tafsili imanın üçüncü derecesine geçmeye gayret göstermelidir. Çünkü tafsili iman ile Müslümanın imanı yücelir, olgunlaşır, sağlam temeller üzerine oturur. İmanın en zirve ve en gerçekçi derecesi olan tafsili imanın üçüncü derecesi, “zarurat-ı diniyye” denilen ve “inanılması zorunlu” olan bütün “inanç”, “ibadet”, “muamelat” ve “ahlak” hükümlerine inanmayı içermektedir. KÜFÜR VE ŞİRK Sözlük ve terim Anlamları Küfür, kelime olarak “örtme” anlamına gelmektedir. Küfür kelime olarak sözlükte “örtmek, gizlemek” demektir. Tohumu toprağın içinde gizlediği için çiftçiye “kâfir” denilmiştir. Küfrün din dilindeki anlamı ise, Hz. Peygamber’i ve Allah’tan getirdiği kesinlikle sabit olan dinî esaslardan birini veya birkaçını inkâr etmek demektir. Şirk ise sözlükte “ortak kabul etmek” anlamına gelmektedir. Günlük dilde kullandığımız “şirket” kelimesinde de bu anlam vardır ve aynı kökten gelmektedir. Şirk, terim olarak Allah Teala’nın, başta “İlah” olma niteliği olmak üzere bütün “isim”, “sıfat” ve “fiillerinde”, eşinin, denginin ve ortağının bulunduğunu kabul etmek demektir. Müşrikler Allah Teala’nın varlığını problem etmekle beraber, O’nun “bir” olduğunu inkâr etmektedirler. Buna karşılık “pek çok tanrı” nın var olduğunu iddia etmektedirler. Şirk ile Küfrün Karşılaştırılması Küfrün anlam alanı daha “kapsayıcı” ve “genel”, şirkin anlamı ise daha “dar” ve “özel” olmaktadır. Şirk ile küfür birbirlerine çok yakın iki kavramdır. Aralarındaki fark, küfrün anlam alanının daha “genel”, şirkin ise daha “özel” olmasıdır. Bundan ötürüdür ki, İslam inancında her “şirk”, aynı zamanda “küfür” olarak kabul edilmekte, fakat her “küfür” “şirk” kabul edilmemektedir. Öyle olunca da her “müşrik”, “kâfir” olarak kabul edilmekte ve isimlendirilmekte, fakat her “kâfir”, “müşrik” olarak kabul edilmemektedir. Çünkü şirk “sadece Allah’a, zat, isim ve sı- Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 İmanın Tanımı ve Mahiyeti fatlarında ortak tanıma” sonucu meydana gelir. Küfür ise, “küfür olduğu bilinen birtakım inançların kabulü” ile gerçekleşmektedir. Bu durumda her “Allah’a ortak tanıma” fiili, “küfür olan inançlardan biri” olmakta fakat her “küfür olan inanç”, her zaman “Allah’a ortak tanıma” fiili olmamaktadır. Örneğin Mecusilik’teki iki tanrının varlığını kabul etmek hem şirk hem de küfürdür ama ahiret gününe inanmamak şirk değil,yalnızca küfürdür. Allah’a şirk koşmak İslam’da “günahların en büyüğü” (ekberu’l-kebâir) olarak kabul edilmekte, bunun dışındaki günahların Allah’ın dilemesiyle bağışlanacağı ifade edilmektedir. Bu husus bir ayette şöyle dile getirilmektedir: “Allah kendine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır.” (Nisa, 4/116). KÜFRÜN ANLAM ALANIYLA İLGİLİ KAVRAMLAR: TEKFİRİRTİDAT İslam İnancında “tekfir”, Müslüman olduğu bilinen bir kişiyi, “inkâr özelliği taşıyan inanç, söz veya davranışlar” dan birini yapmasından ötürü kâfir saymak demektir. “İrtidat” ise dinden çıkmak demektir. Dinden çıkan kişiye de mürted denilir. Buna göre “tekfir” bir şahsın kâfir olduğuna “başkaları tarafından” hükmedilmesi, “irtidat” ise kişinin “kendi irade ve ifadesiyle” İslam’dan ayrılması ve “hukuk düzeni tarafından” da mürtet sayılması demektir. İSLAM’IN, TEKFİR VE İRTİDAT KAVRAMLARINI ORTAYA KOYMADAKİ AMACI “Tekfir” ve “irtidat”, din ve vicdan hürriyetini tehdit eden kavramlar değildir. İslam’da, tekfir ve irtidat kavramlarını ortaya koymanın amacı, “din ve vicdan hürriyetinin sınırlandırılması / tehdit altında tutulması” değildir. Aksine bu kavramların konulmaları: 1. “Toplumun ortak değerleri” ne ve “dini inançları” na karşı “aleni saygısızlık” ve “saldırganlığı” önleme, 2. Toplumda gerekli olan huzur ve sükûnu güvence altına alma, 3. Nesilleri inkârcılığın olumsuz etkilerinden koruma, 4. Tekfir edilen şahsa “gerekli yaptırımlar” ın uygulanmasıyla “kamu vicdanı” açısından “adaleti gerçekleştirme” şeklinde sıralanabilecek gayelere yönelik bir “tedbir” dir ve “toplumsal sağduyu refleksi” dir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 İmanın Tanımı ve Mahiyeti TEKFİR ETMEDE GÖSTERİLMESİ GEREKEN DİKKAT: TEKFİRİN YERİ/ZAMANI Bir Müslümanın “kâfir” olduğuna hükmedilmesi tehlikeli ve sorumluluğu ağır bir iştir. Bir Müslümanın kâfir olduğuna hükmedilmesi kolay bir iş değildir. Çünkü bir kişiyi “kâfir saymak” (tekfir etmek) demek, onu “pek ağır dünyevî sonuçlar” a, müeyyide ve mahrumiyetlere mahkûm etmek demektir. Bu nedenle, insanları inançlı veya inançsız saymada çok titiz davranılması ve çok dikkatli olunması gerekmektedir. Bu durum, “bireysel bir isnat ve iddia” anlamındaki “tekfir” için de “toplumsal bir yargı” anlamındaki “irtidat” için de aynıdır. Şu hâlde, “gelişigüzel tekfir iddiaları” na dayanılarak “irtidat hükümleri” uygulanamaz. “Yersiz yapılan tekfir” in, toplumdaki bireyler açısından “ağır sonuçlar” ortaya çıkarmasının yanında, ayrıca toplum hayatında “kapatılamayacak yaralar” ın açılmasına, “birlik ve bütünlüğün zedelenmesi” ne ve “toplumun parçalanması” na da sebep olur. Çünkü her ne kadar gerçek durumunu Allah bilse de, tekfir edilen bir şahsın, toplumda görmüş olduğu “Müslüman muamelesi” ortadan kalkar. Yani daha açık bir ifadeyle o kişinin, selâmı alınmaz, kendisine selam verilmez, kestikleri şeyler yenilmez, Müslüman bir kadınla evlenmesine müsaade edilmez, öldüğünde cenaze namazı kılınmaz, Müslüman kabristanına gömülmez. İşte tarihin belli safhâlarında ve hatta günümüzde, bazı kişilerin çok kolay bir şekilde başvurduğu ve “tekfir” işleminin çok ağır sonuçları olduğu için, Hz. Peygamber,hayatı boyunca bu tür uygulamalardan uzak durmuştur. Nitekim Hz. Peygamber, Medine toplumunda “münafıkların varlığını” bildiği hâlde onlardan hiçbir kimseyi “küfürle” suçlamamış, aksine “temelleri hoşgörüye bağlı bir İslamlaştırma siyaseti” izlemiş, pek çok hadiste “ben Müslümanım” diyen kimseyi küfürle suçlamamayı sıkı sıkıya tembih etmiştir. Bir hadisinde Hz. Peygamber: “...kim bir insanı kâfir diye çağırırsa yahut öyle olmadığı hâlde ey Allah düşmanı derse söylediği söz kendisine döner” (Buhârî, “Ferâiz”, 29; Müslim, “İman”, 27) buyurmuştur. Bir başka hadisinde ise “Bir insan Müslüman kardeşine ey kâfir diye hitap ettiği zaman, ikisinden biri bu sözü üzerine almış olur. Şayet söylediği gibi ise küfür onda kalır, değilse söyleyene döner” (Buhârî, “Edeb”, 73; Müslim, “İman”, 26) demiştir. Bu hadislerden de anlaşılacağı üzere bir kimseyi “küfür” gibi büyük bir suçlamaya tabi tutarken göz önünde bulundurulması gereken husus, o kimsenin “küfür” olan bir inancı “gerçekten” benimsediğinin çok iyi ve doğru bir şekilde tespit edilmesidir. Suçlanan kişi, küfür sayılacak bir davranış veya sözü eğer “açıkça” benimsemiyorsa, onun inanç, söz veya davranış bakımından küfre girdiğini Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 İmanın Tanımı ve Mahiyeti söyleme hususunda, dikkatli ve tedbirli olmak gerekir. Bunun içindir ki, Hz. Peygamber’in anılan “tavsiyelerini” göz önünde bulunduran Ehl-i sünnet bilginleri kıble ehlinden olup da “günah işlemiş” bulunan bir kimseyi “yaptığı günahtan dolayı tekfir etmemeyi” temel ilkeleri arasında zikretmişlerdir İMAN İLE KÜFÜR ARASINDAKİ SINIR Müslüman olduğunu söyleyen bir kişinin bu dünyada “mümin” kabul edilmesi ve asla “İslam toplumunun dışına” itilmemesi gerekmektedir. Yukarıda imanın, Hz. Peygamber’in getirdiklerinin hepsini tasdik etmek, küfrün ise bunları inkâr etmek olduğunu söylemiştik. Buna göre, “iman” ile “küfrü” belirleyen ve birbirinden ayırt eden başlıca “ayıraç” hiç şüphesiz ki “kalbin tasdiki” olmaktadır. Ancak kalbin tasdiki denilen şey gizli bir eylem olduğundan ve insanlar tarafından bilinmesi güç hatta olanaksız olduğundan, “ikrar” denilen “dilin eylemi” ne veya bu eylemi gösteren “dinî görevleri yerine getirmeye” önem verilmiş, “amel” denilen özel eylem ve davranışlar, “kalpteki iman” ın varlığının “göstergesi” olarak kabul edilmiştir. Zira “küfrün en belirgin alameti” olarak, dinin temel esaslarından birini veya tamamını reddetmek yahut onları beğenmemek, önemsememek ve değersiz saymak kabul edilmiştir. Öyleyse, “Müslüman olduğunu” söyleyen bir kimsenin, bu dünyada mümin kabul edilmesi ve hiçbir yönden “İslam toplumu” ndan dışlanmaması gerekmektedir. Çünkü bir ayette Allah Teala “...Size selam verene dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, sen mümin değilsin demeyin...” (Nisa, 4/94) buyurarak buna dikkat çekmekte, Peygamber de “İnsanlar Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed O’nun elçisidir deyinceye kadar kendileriyle savaşmakla emir olundum. Ne zaman bunu söylerlerse, can ve mal güvenliğine sahip olmuş olurlar.” (Bk. Buhârî, “Cihâd”, 102; Müslim, “İman”, 8; Ebu Dâvûd, “Cihâd”, 104) buyurmak suretiyle “imanda ikrar” ın yani kelime-i tevhidi söyleyenin, Müslüman kabul edilmesi gereğinin önemini vurgulamış, dünyada iken dış görünüşe ve ikrara göre işlem yapılmasının gerektiği ama içten inanıp inanmadığının tespitinin ise Allah’a mahsus ve ahirete ilişkin bir mesele olduğunun altını çizmiştir. Bu sebeple imanını “diliyle ikrar” ettiği veya “davranışlarına yansıttığı” sürece “herkesin İslam toplumunun tabii bir üyesi” olarak görülmesi, can ve mal güvenliğine sahip olması, “dünyevi-dini hükümler” veya “sosyal-beşerî ilişkiler” bakımından da herhangi bir Müslümanın sahip olduğu bütün “statü”, “hak” ve “sorumluluklara” sahip olması gerekmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 İmanın Tanımı ve Mahiyeti TASDİK VE İNKÂR BAKIMINDAN İNSANLAR İslam inancına göre insanlar “tasdik ve inkâr açısından” üç gruba ayrılmaktadır: 1. Mümin: Allah’a, Hz. Peygamber’e ve O’nun haber verdiği şeylere yürekten inanıp, kabul ve tasdik eden kimse demektir. Müminlerin ahirette cennete gireceklerine, orada pek çok nimetlere kavuşacaklarına ve ebedî cennetlik olacaklarına dair Kur’an’da pek çok ayet vardır. Öte yandan “günahkâr müminler” de, “suçları ölçüsünde” ahirette cezalandırılıp cehenneme gitseler de sonunda onlar da cennete konulacaklardır. 2. Münafık: Allah’ın birliğini, Hz. Muhammed’in peygamberliğini ve onun, Allah’tan getirdiklerini kabul ettiklerini dış görünüşte söyleyerek “Müslümanlar gibi” yaşadıkları hâlde, “kalpten inanmayan” ve “içlerinde farklı şeyler taşıyan” kimselere İslam inancında “münafık” denilmektedir. Münafıkların “içi” başka “dışı” bambaşkadır, “sözü” ayrı “özü” ayrıdır. Nitekim bir ayette Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları hâlde {Allah’a ve ahiret gününe inandık} derler.” (Bakara, 2/8). Münafıkların aslında kâfir oldukları bir başka ayette de şöyle dikkatlere sunulmaya çalışılmıştır: “Onların Allah yolundan sapmalarının sebebi, önce iman edip sonra inkâr etmeleridir. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar.” (Munâfıkûn, 63/3). Bundan dolayı münafıklar İslam toplumu için “açık kâfir” den daha tehlikelidirler. Çünkü onlar dıştan “Müslümanmış” gibi gözüktüklerinden, kolayca ve gerçek anlamda tanınmaları oldukça zordur, hatta belki olanaksızdır. Onlar, içten içe Müslüman toplumun huzur ve düzenini bozup, “kuzu postu” na büründüklerinden, dikkatsiz ve bilgisiz Müslümanları ağlarına düşürerek “yanlış yönlere” sürüklerler. Oysaki Peygamberimiz, vahiy yoluyla kimlerin münafık olduğunu bildiğinden, onlara önemli görevler vermezdi. Hz. Peygamber’den sonra insanlar için böyle bir bilgi kaynağı (vahiy) söz konusu olmadığından, ta ilk zamanlardan günümüze kadar münafıklar, hukuksal düzlemde “Müslüman gibi” işlem görmüşlerdir. Ama bu tutumun ahirette mutlak bir karşılığı vardır. Onlar, cezalarını “cehennemin en alt tabakasında” kâfirlerden bile daha alt tabakada çekeceklerdir. Nitekim bu husus bir ayette şöyle açıklanmaktadır: “Şüphe yok ki münafıklar, cehennemin en alt katındadırlar (derk-i esfel). Artık onlara asla bir yardımcı da bulamazsın.” (Nisa, 4/145). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 İmanın Tanımı ve Mahiyeti 3. Kâfir: İslam dininin “temel prensipleri” ne inanmayan, Hz. Peygamber’in yüce Allah’tan getirdiği “kesin” olan ve “tevatür” yoluyla bize kadar ulaşmış bulunan esaslardan (zarûrât-ı dîniyye) bir veya birkaçını yahut da tamamını inkâr eden kimseye denilir. Kâfir sözlükte “örten” anlamına gelmektedir. “Gerçek ve doğru inancı örttüğü”, yanlış şeylere inandığı için böyle kimselere kâfir denmiştir. Bir insan kâfir olarak ölürse “ebedî” olarak cehennemde kalacaktır. Bu konudaki ayetlerden birinde Allah Teala şöyle buyurmaktadır: Ödev “(Ayetlerimizi) inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüş olanlara gelince, işte Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üstünedir. Onlar ebediyen o lanet içinde kalırlar. Artık ne azapları hafifletilir, ne de onların yüzlerine bakılır.” (Bakara, 2/161-162). • Temel İslam Bilimlerinden yaralanarak tahkiki imana ulaşmanın yollarını araştırın ve iki yüz kelimeyi aşmayacak şekilde bir yazı yazınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Özet İmanın Tanımı ve Mahiyeti •İslam kelimesi sözlükte teslim olmak boyun eğmek (inkıyat), samimi olmak (ihlâs,) anlamlarına gelmektedir. Din terminolojisindeki anlamı ise Hz. Peygamber (s. a. v.)’in tebliğ ettiği şeylerin tümünü hem iç duygular hem de dış azalarla kabul ederek onları yaşamak, gerek söz ve gerekse fiil ile onları güzel karşılayıp kabul ettiğini göstermek, Allah’a ve Peygamberine itaat edip boyun eğmektir. İslam’ın ana gayesi, bireylerin başta aklı ve düşüncesi olmak üzere kalbini ve eylemlerini Allah’ın emirleri doğrultusunda iyileştirip düzeltmek suretiyle, hem bu dünyada hem de ahirette mutluluğa kavuşturmaktır. •İslam, “itikat, amel ve ahlak üçlüsü” üzerine kurulu bir dindir. İtikâdî hükümler, iman ile ilgili hükümlerdir. Ameli hükümler, ibadet, muamelât (bireyler arası her türlü ilişkiler) ve ukûbât (ceza hukuku) ile ilgili hükümlerdir. Ahlaki hükümler ise, insanlar arasındaki ilişkileri daha da güzelleştirme ile ilgili hükümledir. •İslam itikadının kaynakları: 1) Kur’an-ı Kerim/sahih hadisler, 2) duyu organlarının verileri 3) akıldan oluşmaktadır. İtikâdî hükümlerin alanı da: 1) İlâhiyat, 2) nübüvvet, 3) Ahiret (semiyyât) olmak üzere üç alandan oluşmaktadır. •“Ameli” hüküm demek insanların işleri ile ilgili olan hükümler, emirler, nehiyler demektir. Ameli hükümler, ibadet ile ilgili asli ve ikincil hükümler yanında yönetimsel (idarî), toplumsal (içtimaî), medeni, yargısal ve siyasi hükümleri içermektedir. Ameli hükümlerin tümünde iki yön bulunmaktadır. 1) Allah’a bakan yön, 2) Allah’ın kullarına bakan yön. Ameli hükümlerin toplamına “şeriat”, “ denilmektedir. Ahlaki hükümler, gerek kalp ve gerekse bütün duygulara ait olan kabiliyet ve becereler ile ilgili hükümlerin tümüne verilen isimdir. •İman sözlükte “mutlak tasdik” anlamına gelmektedir. Diğer bir ifadeyle iman inanılması gerekli olan bir şeye tereddütsüz ve kesin olarak içten ve yürekten inanmak, haber verilen bir şeyi, bir hükmü doğrulayıp onaylamak, hem haberin doğruluğunu kabul etmek, hem de haber verenin doğru söylediğine inanmaktır. İmanın, terim anlamı, yani din terminolojisindeki anlamı ise Allah’a ve Hz. Muhammed’in Allah tarafından haber verdiği kesin olarak belli olan şeylerin doğru olduğuna tereddütsüz inanmak, bunların hak ve doğru olduğunu kalben ve içtenlikle doğrulamaktır. İmanın aslı ve özü “kalpte tasdikin gerçekleşmesi” dir. •Hiç şüphe yoktur ki, iman ile “bilgi” arasında da çok yakın bir ilişki söz konusudur. Çünkü her inanan kişi, “neye inandığını” bilir ve bu bir tür “şuur” hâlidir. Eğer kişi neye inandığını bilmiyorsa buna iman değil ancak “körü körüne taklit” denilir. •İslam inanç sisteminde önemli olan sorunlardan biri de inanılması gerekli olan şeylere inanırken, doğrusunu yanlışını araştırmaksızın, sadece çevresinden görerek ve duyarak iman etmenin ne derece doğruluk arz ettiği ve böyle bir imanın Allah katında kabul görüp görmediği problemidir. Bu tür “iman etme biçimi” ne İslam inancında “taklidi” iman, sorgulayarak ve doğrusunu yanlışından ayırarak “iman etme biçimi” ne ise “tahkiki” iman denilmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Özet İmanın Tanımı ve Mahiyeti •İslam inanç sisteminde, imanın “sahih/geçerli” olması için şu şartlar tespit edilmiştir: 1) imanda hür irade olmalıdır, 2) imanda en küçük bir şüpheye yer verilmemelidir, 3) imanda ümitsizliğe yer verilmemeli, Allah’ın rahmetinden ne ümit kesilmeli ne de emin olunmalıdır. •İmanın artması ve eksilmesine gelince, imanın özü, ne artar ve eksilir ne de farklılık arz eder. Çünkü mahiyetlerde artış ve eksiliş olamaz. Ama imanın mahiyetinin “dışa akseden yönü” hakkında bu durum geçerli değildir. Çünkü “dıştaki varlık”, her ne kadar “niteliksel” olsa da o, bazı zaman ve şartlarda “zayıf”, “kuvvetli”, “sağlam” gibi özellikler ve “farklılaşmalar” arz edebilmektedir. •İnanılacak hususlar açısından iman da ikiye ayrılmaktadır. 1) İcmali iman, 2) Tafsili iman: İcmali iman, iman edilecek şeylere kısaca ve toptan inanmak demektir. •Küfür kelime olarak sözlükte “örtmek, gizlemek” demektir. Terim anlamı ise, Hz. Peygamber’i, Allah’tan getirdiği kesinlikle sabit olan dinî esaslardan birini veya birkaçını inkâr etmek demektir.Şirk sözlükte “ortak kabul etmek” anlamına gelmektedir. Şirkin, terim anlamı, Allah Teala’nın, başta “İlah” olma niteliği olmak üzere bütün “isim”, “sıfat” ve “fiillerinde”, eşinin, denginin ve ortağının bulunduğunu kabul etmek demektir. •İslam İnancında “tekfir”, Müslüman olduğu bilinen bir kişiyi, “inkâr özelliği taşıyan inanç, söz veya davranışlar” dan birini yapmasından ötürü kâfir saymak demektir. İrtidat” ise dinden çıkmaya denilmektir. Dinden çıkan kişiye de mürtet denilir. Buna göre “tekfir” bir şahsın kâfir olduğuna “başkaları tarafından” hükmedilmesi, “irtidat” ise kişinin “kendi irade ve ifadesiyle” İslam’dan ayrılması ve “hukuk düzeni tarafından” da mürtet sayılması demektir. •Bir Müslümanın kâfir olduğuna hükmedilmesi kolay bir iş değildir. Çünkü bir kişiyi “kâfir saymak” (tekfir etmek) demek, onu “pek ağır dünyevi sonuçlar” a, müeyyide ve mahrumiyetlere mahkûm etmek anlamına geldiğinden, insanları inançlı veya inançsız saymada, diğer bir ifadeyle “mümin” veya “kâfir” kabul etmede çok titiz davranılması ve çok dikkatli olunması gerekmektedir. •İslam inancına göre insanlar “tasdik ve inkâr açısından” mümin, münafık, kâfir olmak üzere üç gruba ayrılmaktadır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 İmanın Tanımı ve Mahiyeti DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Aşağıdakilerden hangisi tam olarak “tafsilî imanın birinci derecesini” ifade eder? a) Yalnızca Allah’a iman b) Allah’a, nübüvvete ahirete iman c) Allah’a, nübüvvete kitaplara iman d) Amentüde ifade edilen altı esasın hepsine birden iman e) İnanılacak şeylerin her birine, açık ve geniş şekilde, ayrıntılı olarak iman 2. Aşağıdakilerden hangisi ameli hükümler arasında yer almaz? a) İbadet b) Muamelat c) Kalben tasdik d) Ukubat e) Namaz 3. Ameli hükümlerin toplamına .........., bu kelimenin çoğul şekline ise …....... denilir. Yukarıdaki boşluklara uygun olan ifadeler hangi şıkta doğru olarak verilmiştir? a) İbadet/ibadat, b) Tarikat/turuk c) Akîde/akaid d) Şerîat/şerayi’ e) Muamele/muamelat. 4. “İman esasları” ile ilgili açıklamalar, hadis kitaplarında ....................... gibi bab başlıkları altında yer almaktadır. Yukarıdaki boşluğu anlamlı bir şekilde doldurabilecek şık aşağıdakilerden hangisidir? I. İman, Enbiya II. Tekfir, kader III. Tevhid, kıyamet IV. Cennet cehennem Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 İmanın Tanımı ve Mahiyeti V. Terbiye, ahlak a) I, III, V b) I, II, IV c) II, III, V d) I, III, IV e) Hepsi 5. Aşağıdakilerden hangisi İslam itikadının kaynaklarından değildir? a) Kur’an-ı Kerim b) Sezgi c) Duyu organlarının verileri d) Akıl e) Sahih hadisler Cevap Anahtarı 1.b 2.c 3.d 4.d 5.b Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 İmanın Tanımı ve Mahiyeti YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR 1. Akseki, Ahmet Hamdi. (tsz, 21. Baskı). İslam Dini. Ankara. 2. Aliyyu’l-Kârî, Ali b. Muhammed Sultan el-Herevî. (1984). Şerhu’l-Fıkhi’l-Ekber. Beyrut. 3. Askerî, Ebû Hilal. (2006). el-Furuk fi’l-Luğa. Tahk Cemâl Abdulğanî Mudğamiş. Beyrut. 4. Aydın, Ali Arslan. (1984). İslam İnançları Tevhid ve İlm-i Kelam. Ankara. Gonca Yayınevi. 5. Bilmen, Ömer Nasuhi. (1972). Muvazzah İlm-i Kelam. İstanbul. 6. Buhârî, Muhammed b. İsmail. (1987). Sahîhu’l-Buhârî. Tahk. Mustafa Dîb elBuğa. Beyrut. 7. Bûti, Said Ramazan. (1986). İslam Akaidi. Terc. Mehmet Yolcu, Hüseyin Altınalan. İstanbul: Madve Yay. 8. Cevherî, İsmâil b. Hammâd. (tsz.). es-Sıhah Tâcu’l-Luğat ve Sıhahi’l-Arabiyye. Tahk. Ahmed Abdulğafûr, Nşr. Hasan Şerbetli. Mısır. 9. Diyanet. (1998). Diyanet İlmihâli. İstanbul. 10. Ferâhidî, Ebû Abdirrahmân el-Hâlîl b. Ahmet. (1988). Kitâbu’l-Ayn. Tahk. Dr. Mehdî el-Mahzûmî-Dr. İbrâhim es-Semerâî, Beyrut. 11. Gölcük, Şerafettin-Toprak, Süleyman. (1988). Kelam. Konya. 12. İbn Manzûr, Ebu’l-Fazl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükrim. (1988). Lisânu’lArab. Beyrut. 13. Mâlik b. Enes, Ebû Abdillah el-Esbahî. (tsz.). Muvatta. Tahk. Muhammed Fuad Abdulbaki. Mısır. 14. Mâturîdî, Ebû Mansûr, Muhammed b. Muhammed b. Mahmud. (tsz.). Kitâbu’t-Tevhîd. Tahk. Fethullah Huleyf. Mısır. 15. Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim b. el-Haccâc. (tsz.). es-Sahîh. Beyrut. 16. Nesefî, Ebu’l-Mu‘în Meymûn b. Muhammed. (2004). Tabsiratu’l-Edille. Nşr. Hüseyin Atay. Ankara. 17. Tahânevî, Muhammed A’la b. Ali. (1862). Keşşâf-u Istılâhâti’l-Fünûn. Tash. elMevlevî Muhammed Vecîh, el-Mevlevî Abdu’l-Hak, el-Mevlevî Ğulam Kadir. Kalküta. 18. Topaloğlu, Bekir-Yavuz, Şevki-Çelebi, İlyas. (2009). İslam’da İnanç Esasları. İstanbul. 19. Yazır, Muhammed Hamdi. (tsz.). Hak Dini Kur’ân Dili. İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 İmanın Tanımı ve Mahiyeti 20. Yüksel, Emrullah. (2005). Sistematik Kelam. İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 • • • • Giriş Kur’an Sünnet Akıl HEDEFLER İÇİNDEKİLER İSLAM İNANCININ KAYNAKLARI • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • İnanç esaslarının kaynakları hakkında bilgi edinmiş • Kur’an ve sünnetin inanç esasları açısından kaynaklık değerini kavramış • Aklın bu konudaki fonksiyonunu anlamış olacaksınız. İSLAM İNANÇ ESASLARI ÜNİTE 3 İslam İnancının Kaynakları GİRİŞ Kur’an tüm peygamberlerin ümmetlerine tebliğ ettikleri bu inanç esaslarının aynı olduğunu bildirmektedir. Yani Hz. Âdem insanları neye inanmaya davet ettiyse son dinin tebliğcisi olan Hz. Peygamber de aynı şeylere inanmaya davet etmiştir. “Allah Nuh'a buyurduğu esasları size de din olarak buyurmuştur. Sana İbrahim’e, Musa'ya ve İsa’ya da vahyettik ve dine bağlı kalın, onda ayrılığa düşmeyin’ diye buyurduk” (Şurâ 42/13) anlamındaki ayette Allah geçmiş peygamberlere ve son dinin tebliğcisi olan Hz. Muhammed’e vahyedilen inanç esaslarının aynı olduğunu açıkça ifade etmektedir. Bu durum dini hükümler içinde inanca tekabül eden hususların zamana ve mekâna göre değişiklik arz etmediğini ve bu şekildeki hükümlerin dinin asıllarını oluşturduğunu göstermektedir. Nitekim bu özelliğinden hareketle ona “usuliddin” adı da verilmiştir. Tüm peygamberler insanları ortak inançlara davet etmişlerdir İnancın zaman, mekân ve şartlardan hareketle değişikliğe maruz kalmaması, onun sahibi nezdinde hiçbir surette şüphe kabul etmeyen temel ilke, esas ve hükümlerden meydana geldiğini göstermektedir. Bu özelliğinden hareketle onun dinde orijinal kavram alanının itikat kelimesiyle karşılandığı görülmektedir. Nitekim itikat “bir şeye düğüm atarcasına kesinlikle inanmak, gönülden bağlanmak ve gönülden benimseyerek doğruluğuna inanmak” (Asım Efendi, Kamus Tercümesi, “akd”, mad.) manasına gelmektedir. “Kim iman etmezse onun ameli boşa gitmiştir “Maide 5/5; Nisâ 4/124; Enbiya 21/94 anlamındaki ayet de dini hükümlerin biri biriyle bağlantısı bulunduğunu ve inanca tekabül edenlerin asıl ve temel vazifesi gördüğünü göstermektedir. Nitekim inanç esasları içinde de Allah’a iman tüm inanç esaslarının temelini ve aslını oluşturmaktadır. Bu amaçla Allah’a imana özün özü manasına “aslu’l-usul” adı verilmektedir. Çünkü Allah’a iman etmek Allah’ın gönderdiği peygamberlere, kitaplara, kitaplar içinde bulunan her şeye iman etmeyi de kaçınılmaz olarak beraberinde getirmektedir. Bu durum Allah’a imanın hem bir başlangıç hem de kapsayan bir inanç olduğunu, o olursa diğerlerinin de olduğunu, o olmazsa diğerlerinin de olmayacağını göstermektedir. İnsanın herhangi bir şüphe duymadan gönülden bağlandığı inançların kaynağının da inanca paralel özellikler taşıyan, varlığı ve muhtevasında her hangi bir şüphenin söz konusu olmadığı esaslardan oluşması gerekmektedir. Belirlenen bu hususlara karşılık gelen esasların başında da şüphesiz Allah’ın tüm insanlığa gönderdiği Kur'an ile Kur'an’ın hayata geçirilmiş hâlini oluşturan sünnet ve tüm insanlığın eşit paydada buluştuğu Allah’ın nimeti olan akıl gelmektedir. İlk planda Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 İslam İnancının Kaynakları kaynağı yalnızca Kur’an ve sünnetten ibaret görebilecek bir düşünce akla gelse de din insanlığa hitap ettiğinden, tüm insanlığın birleştiği ortak paydadan hareket etmesi kaçınılmazdır. Söz konusu ortak payda da insanı diğer canlılardan ayıran akıldır. İnanç konularında o, Kur’an ve sünnetten oluşan nakli sistemli hâle getirmek, temellendirmek ve müphem yönlerini açıklığa kavuşturmak gibi birçok alanda fonksiyon icra eden önemli bir kaynaktır. Şimdi İslam inancının ana kaynaklarının varlık ve muhtevalarını inceleyelim. İslam İnanç Esasları Kur'an Sünnet Akıl KUR’AN Vahiy Hz. Peygamberin kalbine ilka edilen lafız+mana ve kıraat üçlüsünden oluşmaktadır Tüm dini hükümler yanında inanca tekabül eden hüküm ve esasların ilk kaynağı Kur'an’dan elde edilmektedir. O, vahyin son tecellisi olarak yeryüzüne indiğinden tanımıyla ilgili engin bir birikim mevcut olmakla birlikte burada bunların her birini ele alma yerine en temel anlam alanından hareket etmek uygun görünmektedir. Arapça “k-r-e” kökünden gelen Kur'an kelimesinin .ُ فَإ ِ َذا ق َ َرأْنَاهُ فَاتَّب ِ ُْع ق ْر َءانَو.ُإِنَُّ َعلَيْنَا َج ْمعَوُ َوق ْر َءانَو “Onu (senin kalbinde) toplamak ve okutmak bize düşer onu sana okuduğumuzda okunuşunu takip et” (Kıyâme 75/17-18) anlamındaki ayette fuʻlân vezninde mastar veya ism-i meful olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda “Kur'an” kelimesi Kur'an’ın özel ismi olduğunda ism-i meful manasında okunan kitap ism-i fail olduğunda da toplayan anlamlarına gelmektedir. Toplama onun içinde sure ve ayetleri bulundurması ya da önceki kitapları kendinde ihtiva etmesi manasınadır. Nitekim Yusuf suresi 111. ayette Kur'an’ın önündekini tasdik edip her şeyin tafsilini içerdiğini bildirmesi de onun Allah’ın kitaplarının semeresini ve ilimlerin özünü kendisinde topladığı (Ragıb el-İsfehanî, el-Müfredât fî garîbi’lKur'an, “k-r-e”)manasına gelmektedir. İlk inen ve Hz. Peygamber’e de oku emrini veren Alak suresinin ilk üç ayeti ile yukarıda zikredilen Kıyâme suresinin 17-18.ayetleri birlikte mütalaa edildiğinde Kur'an vahyinin lafız+mana ve kıraat üçlüsünden tenzil edildiği anlaşılmaktadır. Yani Alak suresinin ilk ayetlerinde Allah Teala Peygamber’e oku emrini verirken elindeki Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 İslam İnancının Kaynakları mevcut bir metinden okumasını istememiştir. Bunun yerine Cebrail tarafından getirilen lafız ve manadan müteşekkil olan ve kalbine ilka edilen vahyin okunmasını talep etmiştir. Bu durum vahyin Hz. Peygamber’in kalbine ya da hafızasına nakşedilen lafız ve mana bütünlüğünde bulunduğunu ve Cebrail tarafından okunduğunu ortaya koymaktadır. Allah Tenzîl Cebrail Lafız+mana+kıraat Peygamber “Şüphesiz Kur’an’ı biz indirdik ve onu koruyacak olan da biziz” (Hicr 15/9) Tebliğ İnsan ََ َعلَى َق ْلبِ َكل ِ َت ُكو َن ِم َنا ْل ُمنذ ِِرين.َُالرو ُح ْاْلَمِين ُّ َن َزلَبِ ِه.ََنزيل ُ َر ِّبا ْل َعالَمِين ِ َوإ ِ َّنهُلَ َت “Şüphesiz bu Kur'an alemlerin Rabbinin indirmesidir, uyarıcılardan olman için onu Rûhu’l-emîn (Cebrail) senin kalbine indirmiştir” (Şuarâ 26/192-194) anlamındaki ayet Kur'an’ın Peygamber’in kalbine indirildiğini dile getirmektedir. Ancak esas vasfının Allah kelamı olması onun kaynağının insanüstü olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla onun insani seviyeye ulaştırılması aracı olan Cebrail vasıtasıyla olmuştur. Anlamı okunan ve tüm kitaplar ile bilginin özünü kendisinde toplayan bir kitap olması şeklindedir. Tenzîl şekli de lazfız+mana ve kıraat üçlüsünden oluşmaktadır. Yine “Şüphesiz Kur'an ne arkasından ne de önünden batılın karışmadığı bir kitaptır ve hakîm ve hamid vasıflarına sahip Allah tarafından indirilmiştir” (Fussılet 41/42) ve “Şüphesiz Kurʻan’ı biz indirdik ve onu koruyacak olan da biziz” (Hicr 15/9). anlamındaki ayetler Kur’an’ın diğer kitaplardan farklı olarak ilahi güvence altına alındığını ve kendisinde şüphe ve batıl gibi bir şeylerin bulunmadığını veciz bir şekilde anlatmaktadır. Yeryüzünde ona ilk muhatap olan ve alıp insanlara tebliğini Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 İslam İnancının Kaynakları yapan Peygamber’in de ismet sıfatıyla muttasıf olması Kur'an’ın korunmuşluğunun ilahi güvence altında gerçekleştirildiğini göstermektedir. Dolayısıyla söz konusu güvence Kur’an’ın tenzili yanında Hz. Peygamber’in insanlara tebliğini ve iki kapak arasına girerek günümüze kadar ulaşmasını kapsamaktadır. “Bugün sizin için dininizi ikmal ettim, size nimetimi tamamladım ve din olarak size İslam’ı seçtim” (Maide 5/3). anlamındaki ayet Kur’an’ın yeryüzüne inme sürecinin Hz. Peygamber’in hayatının sona ermesiyle tamamlandığını ve ondan sonra bir daha vahiy gelmeyeceğini ifade etmektedir. Yani vahiy Hz. Peygamber’in vefatıyla kesildiğinden, sonrasında herhangi bir şekilde vahiyden söz etme imkânı bulunmamaktadır. Sürecini bu şekilde tamamlayan Kur’an’ın sonraki nesillere ve oradan bize kadar ulaşması da yalan üzere birleşmeleri imkânsız olan büyük topluluklar vasıtasıyla tevatüren olmuştur. Bütün bu açıklamalar Kur’an’ın hem metafizik alemden yeryüzüne inmesi, hem de fiziki dünyada Peygamber’den insanlığa ulaşması sırasında intikal ve muhteva açısından her hangi bir şüpheye maruz kalmayacak şekilde geldiğini göstermektedir. Kur'an’ın mevcudiyetiyle ilgili verilen bilgiler, onun Hz. Peygamber’e ulaşırken lafız ve mana bütünlüğünde ulaştığını, kaynağı ilahi olduğu gibi sonraki aşamalardaki hayatiyetini de ilahi güvence altında devam ettirdiğini ortaya koymaktadır. Bu durum onun ana kaynak olmasında herhangi bir şüphenin bulunmadığını göstermektedir. Onun bizzat kendisinden hareket edildiğinde de muhteva değeriyle ilgili olarak kendisini sözün en güzeli (Zümer 39/23) olarak tanımladığı görülmektedir. Yine o, kendini doğruluğun ve hidayetin kaynağı olma yanında hakikat ile gerçeğin bizzat kendisini temsil ettiğini söyleyerek (Bakara 2/147; Al-i imran 3/60; Yunûs 10/108, 94) kaynak değeri hakkında bilgi vermektedir. ِ َّ ب وي ِقيمو َن ِ الَّ ِذ.ك الْكِتاب الَ ريب فِيهِ ه ًدى لِّلْمت َِّقين ِ ِ ين ُ َ َْ ُ َ َ ِ َذل.الم ُ ُ َ ِ ين يُ ْؤمنُو َن بِالْغَْي َ والَّذ.الصال َة َوم َّما َرَزقْ نَ ُاه ْم يُنف ُقو َن َ َ ُ ِ ِك وب ِ ِ اآلخ َرةِ ُه ْم يُوقِنُو َن َ يُ ْؤِمنُو َن بِ َما أُنزِ َل إِل َْي َ َ ك َوَما أُن ِز َل من ق َْبل . “Elif lâm mîm. Doğruluğunda şüphe bulunmayan bu kitap, takva sahipleri için yol göstericidir. Onlar gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince harcarlar. Yine onlar sana indirilen kitaba ve senden önce indirilen kitaplara ve ahirete yakîn derecesinde inanırlar” (Bakara 2/1-4). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 İslam İnancının Kaynakları İmanın gayba yönelik olması Kur'an’ın tek ve vazgeçilmez kaynak olmasını sağlamaktadır şeklindeki ayet, Kur'an’ın inanç açısından vazgeçilmez bir kaynak olduğunu onda “herhangi bir şüphenin bulunmadığı” bilgisiyle teyit etmektedir. Bundan başka aynı ayet inancın en temel özelliğinin de insanın kavrayış alanının ötesinde olma manasında gayba iman olduğunu söyledikten sonra inanılması gereken hususlar arasında Kur'an ve diğer semavi kitaplar ile ahiret gününün olduğunu dile getirmektedir. Bu şekildeki anlam alanı da Kur'an’ın kaynaklık değeri yanında inançta gaybi olma vasfının esas olduğunu ortaya koymaktadır. Yine söz konusu ayette Kur'an ve diğer semavi kitaplar ile ahiret gününe imandan bahsedilmesi, gayb alanına uluhiyet, peygamberlere ve ahiret gününe iman gibi konuların girdiğini göstermektedir. Meryem 19/61; el-Enbiyâ 21/49; Fâtır 35/18; Hadîd 57/25 gibi ayetlerde de kişinin görmediği hâlde Allah’a ve Allah’ın emrettiği şeylere inandığı ve inandıklarını hayata geçirdiği, Peygamber’e iman edip ona yardım ettiği, görmedikleri cennet ve cehenneme inandıkları ve cennete girip cehennemden sakınmak amacıyla Allah’ın emirlerine riayet edip yasaklarından kaçındığından bahsedilmektedir. Aslında bu tür bilgiler ana temel vasıf etrafında inancın nasıl gelişme gösterdiğini ifade etmektedir. Ancak temel nitelik olan inançta gaybi unsurun bulunması ve Kur'an’ın da bu konuda tek ve vazgeçilmez bir kaynak olması tüm ayetlerin ortak paydası olarak gelişme göstermektedir. Kur'an’ın bu özelliğiyle inanç esaslarına dair verdiği bilgilere bakıldığında onun konuya dair açıklamalarından bazısı da şöyledir: “Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz gerçek iyilik değildir, fakat asıl iyilik Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere inanan kimselerin tutum ve davranışıdır” (Bakara 2/177). Kitaba inanmak yalnızca kitabın varlığına değil, ondaki esasların her birine de inanmayı gerektirmektedir ve “Ey iman edenler Allah’a, O’nun peygamberine ve peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba inanın. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse haktan ayrılıp derin bir sapıklığa girmiş olur” (Nisâ 4/136) . anlamındaki ayetler kişinin inanması gereken şeyleri çok açık bir şekilde beyan etmektedir. Yani bir kimse Allah’a, Allah’ın gönderdiği peygambere ve peygamber vasıtasıyla gönderdiği kitaba, meleklere ve ahiret gününe inanmak durumundadır. Ancak “iman esasları yalnızca bunlardan mı ibarettir?” diye bir soru sorulduğunda “evet” cevabının verilmesi mümkün değildir. Çünkü Allah kendisine, insanlar arasından seçtiği peygambere ve söz konusu peygamber vasıtasıyla gönderdiği kitaba inanılmasını istemektedir. Dolaysıyla kitaba inanmak yalnızca kitabın varlığına değil, bizzat ondaki esasların her birine de inanmayı gerekli kılmaktadır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 İslam İnancının Kaynakları Nitekim yukarıda zikredilen ayette sevilen maldan yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara infakta bulunma istenmekte, namaz kılma ve zekât verme emredilmekte, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabretme gerekli görülmektedir. Yine başka yerlerde yalan yere yemin etmekten, gıybet ve koğuculuktan uzaklaşılmasının gereğinden bahsedilmektedir ki bütün bunların her biri inanılması gereken hususları oluşturmaktadır. Ancak bunlardan zekât vermenin ve namaz kılmanın gerekliliğine inanmak inanç konusu olduğu hâlde, bunların yerine getirilmesi ibadet ve amelle ilgili hükümlere girmektedir. Gıybet etme ve yalan söyleme gibi kötü davranışlardan uzak durmanın gereğine inanmak inançla ilgili esaslara tekabül ederken, bizzat bunlardan kaçınmak da ahlaki esaslara girmektedir. SÜNNET Sünnet ümmetin hâkim din anlayışını ifade etmektedir Kur'an’dan sonra ikinci kaynak olarak kabul edilen sünnet, Arapça asıllı bir kelime olup “s-n-n” kökünden gelmektedir. Sözlük anlamı “izlenen yol, hayat tarzı, metot, örnek alınan uygulama, örf ve gelenek” manalarına gelirken terim anlamı da Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerine karşılık gelmektedir. Bu genel tanımın yanında ilim dallarının her biri kendi perspektiflerinden onunla ilgili yaklaşımlarda bulunmuşlardır. Kelam ve akaid konuları söz konusu olduğunda sünnetin anlamı Hz. Peygamber ve ashabının itikad ve inanca karşılık gelen konularda takip ettikleri yol manasına gelmektedir. Buradan da sünnetin ümmetin hâkim din anlayışını ifade ettiği anlaşılmaktadır. Delil ve kaynak olması Sünnetin Kur’an’dan sonra ikinci bir kaynak olması noktasında İslam düşünürlerinin hemen hepsi aynı ortak paydada birleşmektedirler. “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın” (Âl-i imrân 3/31). anlamındaki ayette Allah’a imanın yolunun Peygamber’e imandan geçtiği ifade edilmektedir. Çünkü Peygamber konum itibariyle insanlara Allah’ın ayetlerini okuyan ve onlara kitap ve hikmeti öğreten (Bakara 2/129) kimsedir. Nitekim “…Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş, bilmediğini öğretmiştir” (Nisâ 4/113). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 İslam İnancının Kaynakları Mealindeki ayetlerde geçen hikmetin de İslam uleması tarafından genelde Hz. Peygamber’in sünneti manasına geldiği kabul edilmektedir. Aynı bağlamda “O peygamber ki kendilerine iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz ve hoş şeyleri helal, pis ve çirkin şeyleri haram kılar; üzerlerindeki ağır yükleri ve kendilerini bağlayan bağları kaldırır. O Peygamber’e iman edip saygı gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura tabi olanlar işte kurtuluşa erenler onlardır” (A’râf 7/157). ve “Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da kaçının” ( Haşr 59/7). anlamındaki ayetler, Peygamberin haram veya helal kılma yetkisinin bulunduğunu ifade etmektedir. Bundan başka Kur'an “O kendinden bir şey söylemez söyledikleri vahiyden başka bir şey değildir” (Necm 53/3-4). Sünnet, Kur'an’ın hayata geçirilmiş hâlidir. anlamındaki ayetler de Hz. Peygamber’in muhatap olduğu vahyi tebliğ etme vazifesi yanında ilahi ilkeleri beyan etme vasfının da bulunduğunu ortaya koymaktadır. Hatta bu ayetler, Hz. Peygamber’in bizzat vahye muhatap olması ve vahyin insanlığa ulaşmasını sağlaması yanında söylemlerinin de vahyin bir unsuru olduğunu göstermektedir. Diğer bir ifadeyle Peygamber ile vahiy arasındaki bağlantı, yalnızca vahyin aktarılmasını değil bizzat hayata geçirilmesini de gerekli kılmaktadır. Çünkü sünnet, Kur'an’ın hayata tatbik edilmiş hâlini oluşturduğundan, Peygamber’in hayatı ve söylemleri de Kur'an’ın tefsiri ve İslam’ın yaşantıya geçirilmiş şeklini meydana getirmektedir. Bu durum sünnetin bizzat kendisinin de vahiy kaynaklı olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak Allah din ihdas eden bir şariî konumundayken Peygamber de aldığı vahyi tebliğ eden mübelliğ konumundadır. Bu konuyla ilgili Kur'an’da çok geniş bir malumat bulunmaktadır. Nitekim aşağıdaki ayet te bunu çok açık bir şekilde izah etmekte ve Peygamber’in vazifesinin açıklayan ve tebliğ eden manasında olduğunu “tebyîn” kelimesiyle ifade etmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 İslam İnancının Kaynakları ِّ ك ِ الذ ْك َر لِتُبَيِّ َن لِلن َّاس َما نُ ِّز َل إِل َْي ِه ْم َول ََعلَُّه ْم يَتَ َف َّك ُرو َن َ َْنزلْنَا إِلَي َ َوأ “Kendilerine indirileni insanlara açıklayasın diye sana da bu Kur'an’ı indirdik, umulur ki onlar da düşünürler” (Nahl 16/44). Bütün bu niteliklerden hareketle Kur’an’ın kaynağının ilahi olmasına karşılık, Peygamber’in Allah tarafından korunmakla birlikte insani bir kaynak olması ikisinin eşit düzlemde değerlendirilmelerini mümkün kılmamaktadır. Yine Kur’an’ın lafız ve mana bütünlüğünde yeryüzüne inmesine ve tevatüren bize ulaşmasına karşılık sünnetin çoğunlukla lâfzen değil de manen rivayeti ve büyük bir kısmının âhâd hadis olarak nakledilmesi iki kaynağın eşit konumda olmadıklarını göstermektedir. Yani hadisin rivayet ve tedvin gibi muhataba ulaşması sırasında geçirmiş olduğu aşamalar, onun delil kılınması noktasında bu açıdan da incelenmesini gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla sünnetin temel dayanağı olan hadisler sübut açısından mütevatir, meşhur ve âhâd olmak üzere üç kısma ayrılmaktadır. Mütevatir hadis: Aklın yalan üzere birleşmeleri mümkün görmediği bir topluluğun yine aynı nitelikteki topluluğa naklettiği hadise denir. Yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan böyle bir topluluğun naklettiği şey, dinde en kuvvetli delil teşkil ettiğinden akaid alanında en önemli kaynaklar arasında yer almaktadır. Bu nitelikteki örneklerin başında da Kur’an-ı Kerim gelmektedir. Meşhur hadis: Başlangıçtaki ilk râvilerinin sayısı üçü geçmemekle birlikte sonraki asırlarda râvi sayısının şöhrete ulaştığı rivayetlere denilmektedir. Meşhur hadis ilk râvisi bir veya iki kişiyi geçmediğinden bazen haber-i vahid kategorisinde değerlendirilmekle birlikte aslında mütevatir hadis ile âhâd hadis arasında bir yerde bulunmaktadırlar. Bu vasfından yani râvi sayısının az olmasından hareketle inanca tekabül eden konularda verdiği bilgilerin şüpheden arındırılmış, kesin inanç adı altında yakîn derecesine ulaştığı kabul edilmez. İnanç alanında mütevatir haberin kullanılması, inancı sağlam bir temele dayandırma amacına matuftur. Âhâd hadis: Mütevatir derecesine ulaşmayan hadislere âhâd hadis denilir. Bu tür hadisler Hz. Peygamber’den itibaren râvi sayısı birkaç kişiyi geçmeyen ve ilk üç asırda şöhret derecesine ulaşmayan rivayetlerden oluşmaktadır. Hadis kitaplarındaki hadislerin büyük bir kısmı bu tür rivayetlerden oluşmaktadır. Âhâd hadislerin amel ve ibadet konularında kaynaklık değeri bulunduğu hâlde inanç konularında bilgi değeri tartışılmıştır. Böyle bir sonuca gitmede en önemli etken inanılacak konularda bu tür rivayetlerdeki râvilerin sahabe de olsa masum olmamalarından kaynaklanmaktadır. Nitekim beşer vasfını haiz olması açısından hiçbir râvi hata veya yalandan uzak değildir. Yine sahabe derece ve mertebe itibariyle râvilerin en Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 İslam İnancının Kaynakları üstünde bulunmakla birlikte onların rivayet ettikleri tüm hususlarda kesinlikten bahsetme imkânı bulunmamaktadır. Bunun birçok sebebi bulunmakla birlikte en önemlisi, hadislerin ortaya çıkışından asgari yirmi, otuz sene sonra rivayet aşamasının başlamasıdır. Nitekim sahabe Hz. Peygamber’in söylediği şeyleri lafızlarıyla yazmamış, dinlerken de bunları sonraki nesillere aktarma düşüncesiyle dinlememiş ve aradan uzun bir zaman geçtikten sonra nakletme yoluna gitmiştir. Şartların bu şekilde gelişme göstermesi sahabenin yirmi, otuz yıl önce duyduğu şeyi aktarırken ilk defa işittiği şekilde ve aynı lafızlarla nakletme imkânını yitirmesine sebebiyet vermiştir. Çünkü kişi bir sözü işittikten sonra yazmaz, her gün tekrar etmez ve aradan yirmi, otuz yıl geçtikten sonra nakletmek isterse ilk duyduğu hâlinden birçok şeyi unutmak durumunda kalır ve doğal olarak sözün nazım, tertip ve terkibini karıştırabilir (Fahreddin erRazî,Esâsaü’t-takdîs, s. 171). Bu ve benzeri durumlar âhâd hadislerdeki bilginin kesin olmayıp zan ifade ettiği şeklinde değerlendirilmesine sebebiyet vermiştir. Bu tür hadislerde yanılma ve hata etme ihtimali yanında verilen bilginin kesin olmaması, onların inançla ilgili konularda kullanılmasında bazı tereddütlerin doğmasına yol açmıştır. Yine böyle bir yaklaşımın temelinde söz konusu haberin Hz. Peygamber’den değil de onun dışındaki bir kimseden gelmiş olması endişesi vardır. Bu şartlar çerçevesinde elde edilen rivayetlerin kullanılması dinde otorite olmayan bir kimsenin görüşünden hareketle inanç oluşturma yoluna gitmeye sebebiyet vermektedir ki, bu da bu tür rivayetler karşısında titiz ve hassas davranmayı kaçınılmaz kılmıştır. Ancak prensipte böyle bir kanaat yaygınlık kazansa da inanç esaslarında hiçbir şekilde âhâd hadisin kaynaklık etmediği veya ulema tarafından kullanılmadığı sonucuna varmak mümkün değildir. Doğrudan gayba müteallik olan ve hakkında sınırlı bilgi bulunan melek, cin ve şeytan gibi ruhani varlıklarla kabir azabı, cennet, cehennem gibi konularda senedi sahih olan âhâd hadisler delil olarak kullanılmıştır. Bu konularda âhâd hadislerin kullanılması da yeni bir inanç oluşturmaktan ziyade zaten Kur'an’da mevcut olan ilke ve esasların detayına gitmek ve konuyla ilgili müphem noktaları Hz. Peygamber’den gelen bir rivayetle açıklamak manasına gelmektedir. Netice itibariyle âhâd hadislerin tamamına karşı hepsi kesin bilgi ya da zan ifade etmektedir şeklinde genellemeci bir tavır sergilemeksizin rivayetleri tek tek değerlendirip hükme varmak gerekmektedir. Nitekim senedindeki râvîlerinde problem bulunmayan, muhtevası, kesin olarak bilinen naslara uygun olan ve akli ilkelere ters düşmeyen âhâd hadislerin kullanılması mümkün ve hatta gereklidir. Bu şartları kendinde bulunduran bir rivayeti âhâd hadis diye reddetmek doğru bir yaklaşım tarzı değildir. Böyle bir yolu tercih etmek, rivayetin asıl kaynağı olan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 İslam İnancının Kaynakları Tartışma Peygamber’i dinde fonksiyonsuz hâle getirmek gibi bir sonuca ulaşacağından tasvip edilemeyen bir yöntemdir. • Haber-i vahidin inanç esaslarında kaynak oluşunun Ehl-i Hadis, Matüridi ve Eşarî mezhepleri arasındaki durumunu araştırarak arkadaşlarınızla tartışınız. • Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz. AKIL İnanç esaslarının üçüncü kaynağı da akıldır. Aklın kaynak olarak kullanılması büyük oranda Kur'an’ın ona verdiği önemden kaynaklanmaktadır. Çünkü Kur'an insanı insan yapan ve eylemlerini anlamlı kılan şeyin akıl olduğunu ifade etmektedir. Ancak akıl, Kur'an ve sünnetten farklı olarak, doğrudan bilgiyi veren değil onu üreten olması açısından kaynaklık değeri vardır. Nitekim Kur'an terminolojisinde o, “bilgi edinmeyi sağlayan güç” ve “bu güçle kazanılan bilgi” olmak üzere iki anlamda kullanılmaktadır (Ragıb el-isfehanî, el-Müfredât, “a-k-l”mad.). Bilgi edinmeyi temin eden güç olması onun dinen muhatap alınmasını ve mükellef tutulmasını sağlamaktadır. Bu açıdan aklı olmayanın dini sorumluluğu ve ehliyeti olmadığı kabul edilmektedir. Kâfirler inanç konularında akıllarını işlevsiz hale getirmiş kimselerdir. Kur’an’ın akıldan isim ve mastar olarak değil de fiil veya sıfat olarak bahsetmesi, onun dinamik boyutuna vurgu yaptığını ve ona bilgiye ulaşmadaki gücünden ötürü önem verdiğini göstermektedir. Allah Teala’nın insanlara birçok defa “akletmezler mi?” , “düşünmezler mi?” ve “ibret almazlar mı?” şeklinde sorular yönelterek seslenmesi, onun fonksiyonel boyutuna önem verdiğini ortaya koymaktadır. Kur'an’ın bilenlerin akledebileceğini (Ankebût 29/43), aklını kullanmayanların da kötü bir azaba uğrayacaklarını (Yûnus 10/100) bildirmesi aklın konumu açısından kayda değer açıklamalardır. Kur'an kendindeki bu gücü kullanmayan ve onu bilgiye çeviremeyen kâfirleri sağır, dilsiz ve kör olarak nitelendirilmekte ve bu yüzden akledemediklerini (Bakara 2/171) haber verilmektedir. Bu durum kâfirlerde aklın işlevsiz olduğunu ve söz konusu yetinin kaybolduğunu göstermektedir. Bundan başka Kur’an kişinin kendine ve dış dünyaya ibret gözüyle bakmasını, buradan hareketle Allah’ın varlığı ve kudretiyle ilgili akıl yürütmelerde bulunmasını Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 İslam İnancının Kaynakları istemektedir. İnsanın kendine yönelmesi yanında kendi dışındaki yerin ve göğün yaratılışını, onlardaki düzen ve işleyişin mükemmelliğini gözlemlediğinde ilahi hakikatleri sezme, anlama ve onlar üzerinde düşünüp yorum yapma kabiliyetini kazanır. Aklını bu şekilde işlevsel hâle getiren kimse, yaratıcısından haberdar olur ki aklın en önemli fonksiyonlarından biri de budur. Bu işi yerine getiremeyen kimseler, Kur'an’da sert bir dille eleştirilmektedir. Aşağıda meali verilen ayet bunu veciz bir şekilde ifade etmektedir. “Allah katında canlıların en kötüsü düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir” (Enfâl 8/22) Akıl gerçek değerini Kur'an’da bulmaktadır. Gazzâlî’ye göre akıl kandile, vahiy de o kandilin yağına benzemektedir. Bu açıklamalardan “aklın kendi değerini Kur’an’da bulduğu” şeklinde bir neticeye varmak mümkündür. Çünkü Kur’an da aklın onayından geçen bilgiyi desteklemekte ve öne çıkarmaktadır. Nitekim “Allah’ın ayetlerini akletsinler” diye açıklaması (Bakara 2/242) ve Kur’an’ın düşünülmesi ve akıl sahiplerinin öğüt alması amacıyla indirilmiş olması (Sâd 38/29) bu durumu anlamlı bir şekilde izah etmektedir. Hatta bu ayetler Kur'an üzerinde düşünmenin onu akılla algılama anlamına geldiğini vurgulamaktadır. Ayrıca akıl, Kur'an’ın anlama yanında peygamberler tarafından tebliğ edilen dini hükümleri alma açısından da gereklidir ve bu açıdan değerli ve üstündür. Nitekim Gazzâlî ikisinin birbirine göre konumunu, aklı göz, dini (vahyi) de gözün görmesini sağlayan bir ışık ya da aklı kandil, dini de bu kandilin yağı benzetmesiyle anlatmaktadır. Bunlardan her biri diğeriyle anlam kazandığından biri olmayınca diğeri değerini kaybeder. Akılla ilgili bütün bu açıklamalar, onun kaynaklığının vazgeçilmez olduğunu ispat etmekle birlikte bütün varlık ve hadiselerin künhüne vakıf olacak şekilde kuşatıcı ya da yeterli ve kapsayıcı olduğu anlamına gelmemektedir. Çünkü akıl eşyayla ilgili külli prensipleri idrak edebilse de eşyadaki cüzi olayları ve onlarla ilgili her bir hükmü bilebilme kapasitesine sahip değildir. Mesela akıl, Allah’ın varlığıyla ilgili bilgiye ulaşsa, iyi ve kötüyle ilgili değer üretse de bunlarla bağlantılı eylemlerin emredilmesi ya da yasakların ortaya konması şeklinde dini hüküm koyabilme yetisine sahip değildir. Yine hakikati bulma noktasında akıl dış etkilerden uzak, sahibiyle baş başa kaldığında onu iyiliklere meylettirip kötülüklerden uzaklaştırır. Dolayısıyla o, nakil gibi kişiyi iyiliklere yönlendirip yasaklardan uzaklaştırma vasfına sahiptir. Bu durum akıl ile vahyin konumunun eşdeğer olduğunu ve her ikisinin de insandan iyilikleri yapmasını, kötülüklerden uzaklaşmasına doğru yönlendirdiğini ortaya koymaktadır. Ancak akıl öfke ve şehvet gibi duyguların etkisi ya da eğitim ve öğretim, kültür gibi unsurların katkısı ve yönlendirmesiyle asli hâlini koruyamayabilir. Kısacası onun, bu gibi durumlar karşısında güzeli çirkin, iyiyi kötü, doğruyu yanlış olarak değerlendirmesi mümkündür. Bütün bu hususlar da onun tüm Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 İslam İnancının Kaynakları şartlarda gerçek konumunu koruma ve işlevini yerine getireme vasfına sahip olmadığını göstermektedir. Daha da önemlisi akıl vahiyden bağımsız olarak doğrudan dini hüküm koyamadığı gibi inanç esası ihdas edemez ve farz, haram gibi hükümleri belirleyemez. Nitekim “biz peygamber göndermedikçe hiç kimseye azap etmeyiz” (İsrâ 17/15) anlamındaki ayet de bu konularda belirleyici olanın din olduğunu ve bu vasfından hareketle akla yardım ettiğini ifade etmektedir. Çünkü akıl başta gayb ve semiyyat konuları olmak üzere dini meselelerin birçoğunda doğrudan bilgi edinemeyeceğinden vahyin (nakil) yol göstericiliğine ve yardımına muhtaçtır. Dolayısıyla dini akidelerin tespiti ve belirlenmesinde birincil kaynak vahiy olmakla birlikte, bunların anlaşılması, izahı ve tasnifi gibi hususlarda da akıl devreye girmektedir. Çünkü din insana hitap ederken, insanı akıl sahibi olup olmama açısından dikkate almaktadır. Diğer bir ifadeyle insanın sorumlu olması ve muhatap kılınması akıl yetisinin varlığına ve gerektiği gibi çalışıp çalışmamasına bağlıdır. Bu açıdan aklın vahiyden bağımsız inanç esaslarını belirleme kapasitesi olmasa da ondan hareketle inanç esaslarını tespit etme ve bunlardaki hikmeti belirleme noktasında etki ve katkısı vardır. Bundan başka akıl Kur'an ve sünnetin doğrudan hüküm koymadığı ya da müphem bıraktığı alanlarda da devreye girip fonksiyon icra etmektedir. Mesela naklin bilgi vermediği alanlarda benzer konulardan hareket edip akıl yürütmeye gitme kıyas adıyla caiz görülürken müteşabih ayetler gibi anlamı kapalı olan yerlerde de tevil adıyla akla yorum yapma ve hüküm verme yetkisi tanınmıştır. Çünkü din akla hitap ettiği için aklın verilerini kullanmak durumundadır. Daha da önemlisi her iki kaynak da insan için var olduğundan karşılıklı olarak birbirini dikkate alması ve hizmet etmesi gerekmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Özet İslam İnancının Kaynakları •İslam inanç esasları dinde şüpheden arındırılmış kesin bilgi adı altındaki yakînî bilgiyi vermektedir. •İslam inanç esasları zamana ve mekâna göre değişiklik arz etmez •İslam inanç esasları bölünmez bir bütünü oluşturmaktadır. •İslam inanç esaslarının en önemli ve birincil kaynağı, hakkında herhangi bir şüphe bulunmayan Kur'an’dır. •Kur'an-ı Kerim yalan üzere birleşmeleri mümkün olamayan büyük bir topluluk tarafından bize kadar ulaşmıştır. •İslam inanç esaslarının ikinci kaynağı Kur'an’ın hayata uygulanmasından meydana gelen sünnettir. •İslam inanç esaslarının üçüncü kaynağı da doğrudan bilgi veren değil de bilgiyi üreten akıldır. Muʻcemü’l-müfehreslîelfâzi’l-Kur'an adlı eserden “fuad”, “lüb” ve “basar” kavramları yanında “akl” kökünden türeyen fiil ve sıfatlarla ilgili ayetleri çıkararak okuyunuz ve Kur'an’ın akla bakışıyla ilgili iki yüz kelimeyi geçmeyecek bir değerlendirme yazınız. Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 İslam İnancının Kaynakları DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Aşağıdakilerden hangisi doğrudur? a) İslam inançları yer ve zamana göre değişiklik arz edecek hâldedir. b) İslam inançları zamana göre değişir. c) İslam inançları mekâna göre değişiklik arz edecek yapıdadır. d) İslam inanç esasları insanın gelişim aşamalarına göre değişir. e) İslam inanç esasları zamana ve mekâna göre değişiklik arz etmez. 2. Aklın, yalan üzere birleşmeleri mümkün görmediği bir topluluğun yine aynı nitelikteki topluluğa naklettiği hadise ne ad verilir? a) Meşhur Hadis b) Mütevatir Hadis c) Âhâd Hadis d) Şaz Hadis e) Zayıf hadis 3. “Allah katında canlıların en kötüsü düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir” (Enfâl 8/22) anlamındaki ayet aşağıdakilerden hangisiyle ilgilidir? a) Sünnet b) Hadis c) Akıl d) Mütevatir haber e) Canlılar 4. Aşağıdakilerden hangisi sünnetin bize ulaşmasıyla ilgili doğru bir tanımlamadır? a) Sünnet lafzen bize ulaşmış bir kaynaktır. b) Sünnet lafız ve mana bütünlüğünde bize kadar ulaşmıştır. c) Sünnet manen bize ulaşmıştır. d) Sünnet yazılı olarak bize ulaşmıştır. e) Sünnet lafız, mana ve yazılı olarak bize ulaşmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 İslam İnancının Kaynakları 5. Aşağıdakilerden hangisi kişinin sorumlu ve dinde ehliyet sahibi olduğunu ortaya koymaktadır? a) Kur'an b) Akıl c) Konuşmak d) Sünnet e) Peygamber Cevap Anahtarı: 1.e 2.b 3.a 4.c 5.b Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 İslam İnancının Kaynakları YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR 1. Ebû Mansur el-Matüridî, Kitabü’t-TevhîdTercümesi (2002), (trc. Bekir Topaloğlu), Ankara. 2. Ragıb el-isfehanî (1961), el-Müfredât fî garibi’l-Kur'an (nşr. Muhammed SeyyidKîlanî), Kahire. 3. Ebu’l-Muîn en-Nesefî (1990), Tebsıratü’l-edille(nşr. ClaudeSalame), Dımaşk. 4. Fahreddin er- Razî (1935), Esâsü’t-takdîs(nşr. Mustafa el-Babî el-Halebî), Kahire. 5. Mütercim Asım Efendi (1304), KamûsTercemesi, İstanbul. 6. Süleyman Hayri Bolay, “Akıl”, TDV İslam Ansiklopedisi, II, 238-242. 7. Yusuf Şevki Yavuz, “Akıl”, TDV İslam Ansiklopedisi, II, 238-242. 8. Abdülhamit Birışık, “Kur'an”, TDV İslam Ansiklopedisi, XXVI, 383-388. 9. Tahsin Görgün, “Kur'an”, TDV İslam Ansiklopedisi, XXVI,388-389. 10. Mustafa Çağrıcı,“Kur'an”, TDV İslam Ansiklopedisi, XXVI, 390-393. 11. Murteza Bedir, “Sünnet” TDV İslam Ansiklopedisi, XXXVIII, 150-153. 12. İlyas Çelebi“Sünnet” TDV İslam Ansiklopedisi,XXXVIII, 153-154. 13. Kelam’da Bilgi Problemi: Sempozyum(2003), Bursa. 14. Halife Keskin(1997), İslam Düşüncesinde Bilgi Teorisi, İstanbul. 15. Tevfik Yücedoğru, “İtikad Esasları ve Özellikleri”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2005,XV, sy. 1. 16. Tevfik Yücedoğru, “Hadislerden İnanç Esasları Tespiti”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2006, XVI, sy. 2. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 HEDEFLER İÇİNDEKİLER ALLAH’A İMAN • Allah’ın Varlığına İman • Allah’ın Varlığının Delilleri İSLAM İNANÇ ESASLARI • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Allah’a imanın önem ve gerekliliğini kavrayabilecek • Allah’ın varlığının delillerini öğrenecek • Allah inancı ile kainat arasındaki eser-müessir bağlantısını değerlendirebileceksiniz. ÜNİTE 4 Allah’a İman GİRİŞ Dinler tüm muhtevasını temelde Allah inancı üzerine inşa etmişlerdir. Zira insanı ve yaşadığı tüm kâinatı en tatmin edici şekilde izah etme, Allah inancına dayanır. İnsanın ferdi ve toplumsal yaşamı, dünyanın başlangıcı ve sonu yine Allah inancıyla bir değer ve gaye taşır. Allah inancıyla birlikte en az onun kadar önemli olan diğer bir husus ise bu inancın sağlıklı bir zeminde olmasıdır. Allah inancının üzerine inşa edilmesi gereken o zemin de tevhittir. Zira Allah’a hiç inanmamakla tek bir ilaha inanmamak arasında bir fark yoktur. Hatta birden fazla ilaha inanmak inançsızlıktan daha tehlikeli ve zararlıdır. ALLAH’IN VARLIĞINA İMAN Allah İnancının Önemi Hayatın vazgeçilmez gerçeği: Allah İnancı İnsanlık tarihinin vazgeçilmez gerçekliklerinden biri olan Allah inancı, düşünce ve inancın söz konusu olduğu her bağlamda mutlaka yerini almıştır. Tarih boyunca bu inanç, gerek dinî gerekse felsefî yönlendirmelerle çeşitli renklere bürünmüş ve etkisini de ona göre göstermiştir. Allah inancı ve bu bağlamda oluşturulan tasavvurlar, sadece ilahî zata yönelik nitelemelerden ibaret olmayıp, aynı zamanda O’nun insan ve kâinatla olan ilişkisinin bir ifadesidir. Tüm ilahî dinlerde Allah, kâinatın yaratıcısı ve dolayısıyla maliki olarak tarihten ve barındırdığı olgu ve olaylardan uzak değildir. O, bilgi, irade, kudret ve fiilleriyle doğrudan ya da dolaylı olarak âlemle ilişki içerisinde olan bir varlıktır. İlahi dinlerin gayesi de insanın bu ilişkideki farkındalığını sağlamak ve bu doğrultuda onda bireysel ve evrensel bir bilinç oluşturmaktır. Allah inancını tümden veya kısmen kabul etmeyen ya da onun uluhiyet ve rububiyet hakkını gereğince veremeyen tüm inanışları reddeden Kur’an, sıfat ve fiilleriyle yetkin bir Allah inancını yerleştirmeyi hedefler. İslam dini varlığın merkezine Allah kavramını koyar. Sorumluluğun merkezinde ise insan bulunmaktadır. Bunun sonucunda ilahî dinler insanın Allah karşısında kendine bir konum ve gaye edinmesi hedeflenmektedir. Yaşadığımız çağda insanlık bir taraftan fıtrî ve yaşamsal ihtiyacın bir gereği olarak zihnen ve kalben tatmin edici bir Allah inancı ve tasavvuru aramakta, öte yandan özellikle muharref dinlerin tarih boyunca lanse ettikleri yanlış Allah tasavvurlarının iticiliği ile bu arayıştan vazgeçmekte ya da karşılığını bulamamaktadırlar. Öte yandan Allah inancındaki zaafiyetler ve yanlışlıklar kâinata, insan ve topluma bakış açılarının da yanlış oluşumuna etki etmekte ve yaşadığımız Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Allah’a İman pek çok çevresel ve insanî probleme sebebiyet vermektedir. Bu yüzden insanlığın son ve yegâne ilahî rehberi olan Kur’an’ın anlattığı Allah’ın, sadece niteliksel değil, aynı zamanda fiilî varlığının doğru bir şekilde anlaşılması ve anlatılması son derece önemlidir. Seküler ve profan kültürlerin ürünü olarak yalnızlaşan ve başıboş hale gelen insanın, kendisini yaratıp sonra terk etmeyen, gününün her anında ona yakın ve kendisiyle bireysel ve toplumsal düzeyde eylem birlikteliğinde olan aktif bir Allah inancına kavuşturulması, Kur’an’da ön görülen âlemin gerçekleşmesinin en önemli temelidir. Allah’ın varlığına iman etmek, diğer tüm inanç unsurlarının temelidir. Bu yüzden Allah’a iman için, diğer iman esaslarının aslı olarak “aslu’l-usûl” denmiştir. İtikadi meselelerin geriye kalan kısmı bu asıl üzerine inşa edilmektedir. Diğer bir ifadeyle evrende görülen hakikatlerin tümü, esas olarak, tek olan büyük bir hakikatten kaynaklanmıştır. İşte bu, hakikatlerin hakikati, Allah’ın zatıdır. Bu kaynaktan türemiş olan diğer hakikatlerin mahiyetlerini, temeli ve ilk aslı idrak etmeden kavrayabilmek mümkün değildir. Kâniatın tanınabilmesi için öncelikle onun yaratıcısının tanınması ve kabul edilmesi gerekir. Sonuç olarak Allah inancı, kişinin hem kendini hem de yaşadığı kainatı, başlangıcı, bugünü ve sonrası açısından anlamlandırmasını sağlayan esas unsurdur. Allah inancı olmaksızın bu anlamlandırmayı yapmaya çalışanlar insanın aklını ve de ruhunu tatmin etmeyen birtakım saçma teorilerin kıskacında bocalayıp durmuşlardır. Allah İnancının Fıtriliği İnsan yaratılışı itibariyle kendisi ve çevresi hakkında düşünen bir varlıktır. Böylece varlığına ve hayatına bir anlam verme eğilimindedir. Dinlerin gayelerinden biri de insana varoluşunun anlamını bildirmek olunca, Allah inancı bu anlamlandırmanın merkezinde yer almış olur. Allah inancı yoksa ne kâinatı ne de onun en temel unsuru olan insanı izah etmek son derece zordur. Kedisine inanılmasını emreden Allah, zaten insanın doğasına bu inanca sevk edici bir ihtiyaç ve arzuyu da koymuştur. “Sen yüzünü dosdoğru olarak dine yönelt. Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata… Allah’ın yaratmasında hiçbir değişiklik yoktur. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler”(Rum, 30/30). Yukarıdaki ayette Allah, insanın herhangi bir yanlış inanışa ve şirke meyletmeksizin hak dine yönelişinin bir fıtrat olduğunu ifade etmiştir. Yani Allah’a Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Allah’a İman tevhit esası üzere inanmak ve bunun gereğini yapmak insanın yaratılışına yerleştirilmiş bir ihtiyaç ve kabiliyettir. Fıtrat, sözlükte yaratma, başlama, ilk olarak icat etme ve keşfetme gibi bir takım manalara gelmektedir. Istilahî olarak ise pek çok tarif yapılmaktadır. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz: Fıtrat; İnanmaya muhtacız, hazırız. “Dini kabul etmeye hazırlanmış yaratılıştır.” “İnanç, bilinçli olarak kabul edilene kadar imanın teyit edilmemiş halidir.” “Allah’ın bütün her şeyi yaratmada ölçü olarak koyduğu bir model ve yöntem, Allah’ın yaratış tarzı, yani sünnetullahtır.” “Allah’ın insanda yarattığı kendini tanıma yeteneği, imanı bilme yeteneğidir.” “Hakkı kabullenebilme ve onu idrak etme hususunda kolaylıktır.” “İslam dinidir.” “Allah’ın, insanı; hayat, ölüm, saadet, şekâvet ve buluğdan sonra babalarından kabul edecekleri hususlar ve inançlar gibi halleri kabule elverişli olacak özellikteki ilk yaratışıdır.” “Kişinin doğuştan olan gerçekliğidir. Allah vergisi, Allah’a inanmaya ve O’na ibadet etmeye doğuştan olan ihtiyaç ya da meyildir. Ayrıca aslî sâfiyet (original purity) ya da ilk inanç (primordial faith); ferdi, iyi ve kanuni olana meyillendiren ontolojik durumdur.” İnsanın yaratılışındaki marifet boyutuna dikkat çekilerek, başlıca iki tür marifetten bahsedilmektedir. Birincisi, doğuştan gelen fıtrî marifettir ki ayette belirtilen de budur ve bu marifet kâfirlerde de bulunur. Kâfirlerin, kendilerine sorulduğu vakit, Allah’ı yaratıcı olarak kabul etmelerini ve yine bir musibet halinde Allah’a sığınıp O’na dua etmelerini bildiren ayetler (Lokmân, 31/25, Zümer, 39/38; Ankebût, 29/65) buna delildir. İkincisi ise, kesbî marifettir. Doğuştan olan marifetin fayda vermeyeceği, insanlardan kesbî marifetin talep edildiği belirtilerek, onun, sevap ile cezanın kendisine bağlı kılındığı mükellefiyet çağındaki marifet olduğu söylenmektedir. Ayette söz konusu edilen yaratılış biçiminin evrensel oluşuna dikkat çeken Muhammed Hamdi Yazır’a göre de, “insanları, kendisi üzerine yarattığı fıtrat” ifadesinde maksat, her ferdin kendine mahsus olan cüzi yaratılışı değil, bütün insanların insan olmaları bakımından yaratılışlarında esas olan ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Allah’a İman hepsinde ortak bulunan genel yaratılıştır. Dolayısıyla, nasıl ki insan organlarında bir amaç, bir fonksiyon, kısacası bir fıtrat varsa; aynı şekilde “İnsanları ve cinleri sadece bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zâriyât, 51/56). ayetinde de belirtildiği gibi tüm insanlığın ruh ve zekâsında da yaratıcısını tanıma ve ona kulluk etme fıtratı vardır. Hakikat arayışı insan ruhunun yaratılışında yerleştirilmiş bir eğilimdir. İnsanın yaratılışının gelişigüzel ve nötr bir hâlde olmayıp, ilahî bir estetik ve dizayn ile tertip ve tezyin edildiği gayet net bir şekilde bildirilmektedir: “Allah’ın boyası... Boyama bakımından Allah’tan daha iyi kim vardır?”(Bakara, 2/138). Ayette geçen boya ve boyamadan maksat din, fıtrat ve bunların insan özüne yerleştirilmesidir. Nasıl ki boya, boyanılan şeyin örtüsü ise, fıtrat da insanın örtüsü ve giysisidir. “Boya” denmiştir, çünkü fıtratın eseri, boyanın boyanandaki eseri gibi insanda ortaya çıkar ve boyanın elbiseye sızması gibi, hidâyet ve irşad da insan kalbine girer. Bu nedenle din hakkında, “Din, ilahî renktir. Hakk elinin tekvin ve yaratılış metninde insanı boyadığı renktir” denmiştir. Fıtratın ilahî bir boyama ile insanın özüne nakşedilmesi de gösteriyor ki bir kimse, kişiye asli tabiatını hatırlatmayı hedefleyen ilahî vahyi göz ardı etse ve dinî kaynaklı tabiatının gereklerinden sapsa bile, o kimse esas tabiatından tamamıyla kaçamaz. Nitekim Hz. Peygamber de insanın yaratılışındaki bu yönlendirmeye işaret ederek şöyle buyurmuştur: “Her doğan fıtrat üzere doğar. Sonra anne ve babası onu Yahudi, Hristiyan ya da Mecusi yapar”(Buhari, Cenaiz, 79, 80, 93; Müslim, Kader 22, 23, 24, 25; Mâlik, Muvatta, Cenâiz, 52). Dikkat edilirse hadiste, anne babanın çocuğu Yahudileştirmesi ya da Hristiyanlaştırmasından bahsedilmiş, fakat İslamlaştırmasından bahsedilmemiştir. Çünkü zaten her doğan çocuk İslam fıtratı üzerine doğmaktadır. Diğer herhangi bir inanış, bu fıtrattan sapmadır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Allah’a İman İnsanın yaratılışında var olan Allah’a inanma eğilimi ve ihtiyacı oldukça güçlü ve kaçınılmazdır. Mesela insanoğlu su içmeye muhtaç bir şekilde yaratılmıştır. Bedensel yapısı onsuz işlemez ve çöker. Fakat insan bu ihtiyacını karşılayabilsin diye Allah onun doğasına bir de susama güdüsü yerleştirmiştir. Bu güdü sayesinde insan susadığını fark eder ve su içme ihtiyacıyla suya yönelir. İşte benzer şekilde Allah insana kendisine inanmayı emretmiş ve bu emri yerine getirmesine yönelik onda inanma güdüsü yaratmıştır. Bu nedenle her insan ta çocukluğundan beri bir üst güce ve varlığa inanır. Bu inanma ihtiyacı öylesine kaçınılmaz ve öylesine güçlüdür ki, Allah’a inanmak suretiyle doğru bir şekilde tatmin edilmezse, bunun yerine ateşe, güneşe, insana ya da hayvana tapınmak suretiyle insan bu ihtiyacını karşılama eğilimindedir. Tarih boyunca ve günümüzde müşahede ettiğimiz yanlış inanışlar bunun fiili göstergeleridir. Zaten dinler, insanın bu ihtiyacını yanlış eğilimlerle değil, Allah’ın istediği doğrultuda hak olarak karşılaması için vardır. ALLAH’IN VARLIĞINININ DELİLLERİ İlk insan ve peygamber Hz. Âdem’den itibaren insanlık sürekli olarak ilahî dinle muhatap olmuş, dolayısıyla Allah’ın varlığından haberdar olmuştur. Bu nedenle insanlık tarihine baktığımızda hemen hemen her toplumda Allah inancının var olduğunu görebiliriz. Ancak din kaynaklı bu inançlar zamanla bozulmaya uğramış, neticede ya Allah’tan başka ilahlar edinilmiş ya da Allah hakkında eksik, yanlış ya da yetersiz kanaatler oluşmuştur. Bu nedenle ilahî dinlerin hedefi Allah’ın varlığını ispattan ziyade, varlığı kabul edilen Allah’ın isim, sıfat ve fiilleriyle tanıtılması ve Allah’a layıkıyla inanılmasını temindir. Her eser, sahibine işarettir. Allah’a inanan insanlar, tanrıtanımaz (ateist) düşüncelere karşı Allah’ın varlığını açıklama ihtiyacı hissetmiş ve bu doğrultuda bazı akli deliller ortaya koymuşlardır. Bu delillerin temel özelliği doğrudan akla hitap etmesidir. Yani bir insan herhangi bir dinî kaygı taşımasa bile ona aklının ve tecrübesinin reddedemeyeceği gerçeklerden yola çıkarak Allah’ın varlığı ispat edilmeye çalışılır. Zira dini delillerin kabul edilmesi öncelikle Allah’a inanmaya bağlıdır. Fakat şunu da belirtmeliyiz ki bu akli deliller matematiksel bir ispat yapamazlar. Karşı tarafı yüzde yüz bağlayıcı, itirazını engelleyici bir mahiyette değildirler. Çünkü neticede gözle görülmeyen bir varlıktan bahsedilmektedir. Ancak Allah’ın varlığını gösterme açısından oldukça etkili ve ikna edici özelliktedirler. Bu nedenle Allah’ın varlığını ispat için ortaya konan deliller, ilzamî (bağlayıcı) değil, iknaî (ikna edici)dir. Allah’ın varlığını ispat için kullanılan delillerin diğer bir ortak özelliği ise, bu delillerde genelde kâinatın varlığı ve özelliklerinden yola çıkılmasıdır. Diğer bir Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Allah’a İman ifadeyle “eserden müessire (o eseri yapana) intikal” söz konusudur. Yani âlemden yola çıkarak Allah’a ulaşmayı hedeflemiştir. Mesela güzel bir resme bakan bir insan gerek o eserin varlığından, gerekse taşımış olduğu sanatsal özelliklerden o resmi yapan birinin hem varlığına hem de bir takım özelliklerine yönelik bir fikir ve kanaat edinir. Aynı şekilde yaşamış olduğumuz şu kâinatın varlığı, bünyesinde barındığı düzen ve çeşitlilik ve halen keşfedilmekte olan daha nice özelliği insanın aklına tüm bunların tesadüfen değil âlim, kadir ve irade sahibi bir yaratıcıyla gerçekleşebileceği sonucunu getirir. Öyleyse Allah’ın varlığını ispat için ortaya konan delillerin şu üç ortak özelliğini özet olarak sıralayabiliriz: Aklî delillerdir. İknaî özellik taşırlar. Çıkış noktası olarak kâinatı esas alırlar. Gerek İslam kelamcıları ve filozofları gerekse Allah’ın varlığını kabul eden (teist) diğer din mensupları ve filozoflar Allah’ın varlığını ispat için çabalamış ve birbirine benzer bazı deliller ortaya koymuştur. Bazen değişik isimlendirmeler yapılabilse de bu delillerin büyük çoğunluğu özü itibariyle birbirine yakındır. Bu delillerden İslam alimlerinin kullandıklarının başlıcaları Hudus, İmkân, Gaye ve Nizam ve Kabûl-i Âmme delilleridir. Bunlar dışında bazı özel yaklaşımlar ve deliller de elbette ki mevcuttur. Fakat İslam kelamcılarının genelde ortaklaşa kullandıkları deliller bunlardır. Hudus ve İmkân Delili Hudus Delili Gerek kendimize gerekse canlı ve cansız unsurlarıyla tüm kâinata baktığımızda her şeyin bir başlangıcının ve sonunun olduğunu görmekteyiz. Mesela bundan yüzyıl önce hiçbirimiz mevcut değildik ve muhtemelen bir yüzyıl sonra şu an yaşayan hiçbir insan mevcut olmayacak. Öyleyse aklen insanların sonradan var olan(hâdis) varlıklar olduğu sonucuna ulaşmaktayız. Aynı şekilde kâinattaki diğer varlıklara baktığımızda onların da sonradan var olma (hudus) özelliğine sahip olduklarını görürüz. Bahar ayında ağaçlar yeşerir, meyve verir ve adeta ölü olan yeryüzü yeniden hayat bulur. Kış mevsimi gelince, bu şeylerin sararıp solduğunu hatta sona erdiğini görmekteyiz. Kısacası kâinatta hep oluşlar ve yok oluşlar, doğumlar ve ölümler vardır. Hatta genel olarak dünyanın ve içerisinde bulunduğu güneş sisteminin de belli bir başlangıcının olduğunu ve içerisindeki tüm unsurların Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Allah’a İman zamanla oluştuğunu ve kâinatın bir ömrünün olup sona ereceğini bilim de kabul etmiştir. Öyleyse tüm kâinatın sonradan olduğu (hâdis) aklî bir gerçektir. Kâinatı anlamlandırmaya çalışan akıl, ezeli olmayıp sonradan olduğunu tespit ettiği bu âlemin varlığı il ilgili olarak ikinci bir soru daha yöneltir: Madem ki bu kâinat ezelden beri mevcut değildi ve bir başlangıcı vardır, öyleyse onun ne zaman ve nasıl var olduğunu sorgulayabiliriz. Eğer kendi kendine var olduysa neden ezelden beri var değil? Mesela insan olarak bizlerin var olmamızı sağlayan özellik kendimizde olsaydı, hiçbirimiz yokluğu istemez ezelden beri var olurduk. Böyle olmadığına göre demek ki bizim varlığımız için bir başlangıç ve son koyan bir başka varlığın olması, bir yaratıcının bulunması gerekir diye düşünürüz. Her şeye varlık veren, Allah’tır. İşte bu soru ve düşünceler sonucunda şu neticeye varırız. Demek ki bu sonradan olma (hâdis) varlıkları başlatan, yaratan bir var edici (muhdis) olmalıdır. Bu yaratıcının da hâdis olmaması gerekir. Zira onun da bir başlangıcı olursa aynı soruyu onun hakkında da sorarız: “Peki onu kim yarattı?” Bu soru geçmişe doğru sonsuz bir şekilde devam edemez. Yani a’yı b yarattı; b’yi de c yarattı, c’ yi d yarattı… diye düşünedursak bir sonuca varamayız. Bu tür düşünceye mantıkta teselsül denir. Bu batıl ve imkânsız bir şeydir. a→b→c→d→…….z→…..??? Öyleyse bir varlıkta durmamız ve o varlığın sonradan olan değil, ezeli olduğunu kabul etmemiz gerekir. İşte böylece “kendisi sonradan yaratılmış olmayan ve diğer tüm varlıklara varlığını bahşedip onları ihdâs eden Allah’tır” sonucuna ulaşırız. Tüm bu anlatılanların “hudus delili” adı altında ifade edilişi, mantıkî kıyas olarak şu şekildedir: Âlem hâdistir. (Tüm kâinatın bir başlangıcı vardır, sonradan yaratılmıştır) Her hâdisin bir muhdise ihtiyacı vardır. (Yaratılmış olan her şeyin bir yaratıcısı olmalıdır) Öyleyse âlemin de bir muhdisi (var edeni, yaratıcısı) vardır ki, o da Allah’tır. İmkân Delili Varlıkların özelliklerinden yola çıkarak bir yaratıcının varlığına ulaştıran diğer bir delil de imkân delilidir ve yukarıda anlatılan hudus deliliyle bağlantılıdır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Allah’a İman İslam düşünürleri varlığı ele alırken onu varoluş ihtimallerine göre üç kategoride düşünmüşler, onun hakkında vacip, mümkin (caiz ) ve mümteni (muhal) olmak üzere üç hüküm vermişlerdir. Vacip varlık: Varlığı kendinden olan, yokluğu düşünülemeyen varlıktır. Allah Teala’nın varlığı böyledir. Varlığı, yokluğa tercih eden Allah’tır. Mümkin (caiz) varlık: Varlığı da yokluğu da düşünülebilen varlıklardır. Diğer bir ifadeyle ne varlığı ne de yokluğu kendinden olmayan, varlığı ve yokluğunda herhangi biri kesinlik, zorunluluk gerekmeyen varlıklardır. Allah dışındaki tüm varlıklar böyledir. Mesela insanın varlığı da mümkündür, yokluğu da. Her ikisi de muhtemeldir, caizdir. Hep var olması ya da sürekli yok olup hiç var olmaması zorunlu değildir. Mümteni (muhal) varlık: Varlığı düşünülemeyen ve yokluğu zorunlu olan hususlardır. Aslında bu bir varlık kategorisi değildir. Çünkü farazi olarak kurgulanan bu hususlar var değildirler. Mesela Allah gibi ikinci bir ilahın varlığı ya da Allah’a cehalet, güçsüzlük gibi niteliklerin verilmesi mümtenidir, muhaldir. Yani bunların var olması, gerçekleşmesi asla mümkün değildir. Bilakis olmamaları zorunludur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Allah’a İman Hudus delili anlatılırken insan ve diğer varlıkların bir başlangıcının olduğu belirtilmişti. Varlığının başlangıcı olan şey, önceden yok demektir. Tıpkı bizler bir asır önce yok olduğumuz gibi, kâinattaki her unsur da önceleri yok iken sonradan var olmuştur. Belli bir süre sonra her varlık tekrar yok olacaktır. Demek ki tüm varlıkların var olması da yok olması da mümkündür. Bu yüzden yaşadığımız âleme “mümkinat âlemi” denmektedir. Örnek Başlangıç itibariyle düşündüğümüz zaman varlıkların varlığı da yoluğu da eşit düzeydedir. Olmayan bir şeyin kendi kendini var etmeyi düşünmesi, bu şekilde bir tercihte bulunması aklen imkânsızdır. •iki kefesi birbirine denk olan bir teraziyi düşünebiliriz. Dışarıdan birisi kefelerden birine herhangi bir ağırlık koymadığı müddetçe terazinin her iki tarafı birbirine eşit seviyede kalacaktır. Kefelerden hiçbiri kendiliğinden aşağı ya da yukarı hareket etmeyecektir. Eğer böyle bir hareketlilik varsa bir başkasının müdahalede bulunduğunu anlarız. Kendi varoluşlarını tercih kabiliyeti bulunmayan varlıkların varoluş tercihi nasıl gerçekleşti, nasıl var oldular? Madem ki yoklukları da mümkündü, neden hep yok olarak kalmadılar? Var olmayı tercih ediş varlıkların kendi elinde olsaydı, kimse yokluğu tercih etmezdi. Böylece ezelden beri var olacakları gibi hiçbir zaman da yok olmazlardı. Aynı şekilde var olma zamanı da böyledir. Mesela bizler neden bu asırda dünyaya geldik de daha önceden ya da daha sonradan var olmadık? Demek ki varoluş zamanımızın tercihi de bizim elimizde değildir. Durum böyle olduğuna göre, bu varlıkların varlığını ve yokluğunu tercih edenin, kendileri dışında başka bir varlık olduğunu aklen anlamaktayız. Bu düşünce sonucu aklın varacağı sonuç şudur: Tüm bu mümkin varlıkların yokluğunu varlığına tercih ve tahsis eden bir yaratıcı bulunmaktadır. Bu yaratıcı kimlerin var olacağını, nerede ve nasıl var edileceklerini takdir etmiş, varlıklarını Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Allah’a İman yokluklarına tercih etmiş ve onlara bir varlık tahsis etmiştir. Yine kendi istediği zaman da yokluklarını tercih ederek varlıklarına son verecektir. Bu tercih edici (müreccih) yaratıcının diğer varlıklar gibi “mümkin varlık” olmaması gerekir. Aksi halde onun varlığını kim tercih etti diye sorular yöneltilmeye başlanacak ve bir neticeye ulaşılamayacaktır. Öyleyse bu âlemi var eden zat, vacip varlıktır. Yani başka birisi tarafından var edilmemiş, zorunlu bir varlıktır ki bu sıfatlara sahip yegâne varlık da Allah’tır. İmkân delilini mantıki kıyas şeklinde ifade edecek olursak kısaca şu şekildedir: Âlem ve içerisindeki varlıklar mümkindir. Her mümkin varlığın bir müreccihe(varlığını tercih edene) ihtiyacı vardır. Öyleyse bu âlem için de bir müreccihe ihtiyaç vardır ki o da Allah’tır. Kur’an’da Hudus ve İmkân Delilleri Hudus ve imkân delili daha önceden de vurgulandığı üzere aklî delillerdir. Bilindiği üzere, Kur’an insanı düşünmeye, aklını kullanmaya sürekli olarak teşvik etmekte, hatta bunu emretmektedir. Bu yüzden Kur’an’da hudus ve imkân delili isimlendirmesi yer almasa da kâinatı ve özelliklerini düşündürtme ve oradan yaratıcıya ulaştırma amacı ve uygulaması net bir şekilde yer almaktadır. Hudus ve imkân delili adıyla anlatılanlar özellikle “yaratma” kavramıyla Kur’an’da yer almaktadır. Allah insana sürekli olarak kendine, yeryüzüne, gökyüzüne, hayvanlara kısacası kâinata bakmasını ve nasıl yaratıldıklarını düşünmesini emretmiştir. Böylece ona, yaratıcısının varlığını ve özelliklerini aklen nasıl fark edeceğini öğretmiştir. “Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır”(Bakara, 2/164). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Allah’a İman “Görmediniz mi Allah yedi göğü, tabaka tabaka nasıl yaratmıştır? Onların içinde nasıl ayı bir ışık, güneşi de bir kandil yapmıştır? Allah, sizi yerden (bitki bitirir gibi) bitirdi (yarattı)”(Nûh, 71/15-17). “Attığınız o meniye ne dersiniz?! Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratan biz miyiz?”(Vâkıa, 56/58-59). “Seni topraktan, sonra meniden yaratan, sonra seni adam yapan rabbini inkâr mı ediyorsun?”( Kehf, 18/37). “Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var?” (İbrahim, 14/10) “Andolsun, eğer onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, mutlaka “Allah” derler. De ki, “Hamd Allah’a mahsustur.” Fakat onların çoğu bilmezler”(Lokman, 31/25). “Deveye bakmıyorlar mı, nasıl yaratılmıştır! Göğe bakmıyorlar mı, nasıl yükseltilmiştir! Dağlara bakmıyorlar mı, nasıl dikilmişlerdir! Yeryüzüne bakmıyorlar mı, nasıl yayılmıştır!”(Ğâşiye, 88/17-20). Yukarıdaki ayetler ve benzerlerinde Allah Teala kâinattaki her şeyin yaratılmış olduğuna ve bunların yaratıcının da kendisi olduğuna dikkat çekmektedir. Böylece yaratılanların varlığı, yaratıcının varlığına işaret etmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Allah’a İman Tüm bu varlıkların ezeli olmayıp sonradan yaratıldıklarına da Kur’an’da işaret edilmiştir. Mesela kök itibarıyle “yarma” anlamına gelen “fetara- ”فطرfiili, Allah’ın nesneleri yaratması ve ilk başlatmasını ifade etmektedir. İbn Abbâs, “Allah göklerin ve yerin fâtırıdır”(En’âm, 6/14; Yûsuf, 12/101) ifadesini ilk önceleri anlayamadığını, ancak iki bedevinin bir kuyu hakkında tartışırken aralarında geçen diyalogda birinin kullandığı “onu ilk ben açtım(fetartüha- ”)فطرتهاcümlesinden sonra manayı kavradığını belirtir. Kavramın “fiil” den farkı, bir şeyin yokluktan varlığa çıkarılışını ifade etmesidir. Böylece kelimenin aslında bulunan “yarma” anlamıyla birlikte, tıpkı ağacın yarılması sonucu yaprağın ortaya çıkışında görüldüğü gibi bir zuhur meydana gelmiş olmaktadır. Dolayısıyla gökler ve yerle alakalı olarak, onların varlık âlemine çıkarılışı ifade edilmiştir, denebilir. Yaratma kavramıyla aynı anlam ağında bulunan diğer bir kavram ise “bd‘a- ”بدعdır. Kur’an’da fiil halinde kullanılmamakla birlikte iki ayette Allah’ın göklerin ve yerin bedîii olduğu ifade edilir. (Bakara, 2/117; En’âm, 6/101) İbda, “bir şeyi inşa etme”, “bir şeyi misalsiz olarak yapma”, “önceden yok iken, bir örnek üzere olmaksızın ortaya çıkarma”, “önceden bir misli olmaksızın bir şeyi icat”, “misali bulunmaksızın bir şeyi var etme” gibi tanımlamalar ile açıklanmaktadır. Dolayısıyla kavramın zıttı, “bir örneğe bakarak yaratmak”tır. Bu ayetler ve ayetlerde geçen fiillerden anlaşılmaktadır ki Allah bu kâinatı bir örnek ya da bir asıl olmaksızın yaratmıştır. Yani kâinat yok iken var edilmiştir. Dolayısıyla hadistir ve mümkindir. Gaye ve Nizam Delili Gaye Delili Yaşadığımız kâinatı ve içerisindeki canlı ve cansız varlıkları incelediğimizde hepsinin bir gaye doğrultusunda yaratıldığını görmekteyiz. Boşuna, anlamsız yaratılan hiçbir varlık yoktur. Günümüzdeki bilimsel araştırmalar, ilk bakışta anlam veremediğimiz varlık ve oluşumların da muhakkak bir amaca hizmet ettiğini ortaya koymaktadır. Cansız varlıkların kendi kendilerini var etmeleri imkânsız olduğu gibi, akıl sahibi olmadıkları için kendilerine bir gaye yüklemeleri de imkânsızdır. Mesela Güneş, dünyanın fiziksel ve yaşamsal devamlılığı için önemli bir hizmet sunmaktadır. Ancak bu gayeyi kendi kendine mi edinmiştir? Bu gayeyi gerçekleştirecek mesafede dünya ile olan konumunu kendisi mi belirlemiştir? Elbette hayır. Zaten bunu iddia eden birisi olmamıştır. Canlı varlıklarda da aynı gayelilik söz konusudur. Mesela insanlara sütüyle, etiyle, derisiyle hizmet eden ineği düşünelim. Kendi kendine insanlar için faydalı olayım diye süt üretmeyi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Allah’a İman düşünüp buna göre bir hizmet mi geliştirmiştir? Hayvanların bunu düşünebilecek bir akli melekesinin ve gerçekleştirebilecek bir kudretinin olmadığı açıktır. Öyleyse insan, aklı ve vicdanıyla düşündüğünde, “bu kadar varlık, bu tür gayeleri nasıl edindiler?” diye sorar ve cevap olarak “tüm bu varlıklara, bu gayelerini veren alim ve hâkim bir zât vardır” cevabına ulaşır. Anlamsız, gayesiz hiçbir varlık yoktur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de yeryüzü, gökyüzü ve arasındakilerin her şeyden önce insan için yaratıldığı ve onun hizmetine sunulduğu bildirilmiştir. Allah hakîm’dir, fiillerinde hikmet bulunur. Yaptığı her işin maddi ya da manevi bir değeri vardır. Anlamsız ve gayesiz fiiller, ne yaptığını bilmeyen cahil ya da sefih kişilerden sadır olur. Kâinatı yaratıp düzenleyen Allah olduğuna göre, bir anlamsızlıktan bahsedilemez. Zaten Allah, göklerin ve yerin boşuna, batıl ve bir oyun olarak değil (Âli İmran, 3/191; Enbiyâ, 21/16; Duhân, 44/38), hak olarak/hak ile yaratıldığını (İbrahim, 14/19; Hicr, 15/85; Nahl, 16/3; Ankebût, 29/44; Rûm, 30/8; Duhân, 44/39; Câsiye, 45/22; Ahkâf, 46/3; Teğâbun, 64/3) ifade etmiştir. Aşağıdaki ayetler hem Allah’ın kâinatı düzenlediğine hem de ona bir gaye ve anlam yüklediğine işaret etmektedir: “Şüphesiz sizin rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa istivâ eden ve bütün işleri (emr) düzenleyen Allah’tır”(Yûnus, 10/3). “De ki, sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Yahut o kulaklar ve gözlerin sahibi kimdir? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? İşi kim düzenliyor? Allah diyecekler. De ki o hâlde sakınmaz mısınız?”(Yûnus, 10/31). “Allah, gökleri direksiz yükselten, …işleri düzenleyendir”(Ra’d, 13/2). “Gökten yere işi O düzenler”(Secde, 32/5). “Allah, yeryüzündekilerin tümünü sizin için yaratmıştır”(Bakara, 2/29). “Ey rabbimiz sen bunları batıl olarak (boşuna) yaratmadın”(Âli İmrân, 3/191). “Sizin için hayvanlardan sekiz çift indirdi”( Zümer, 39/6). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Allah’a İman “Bu hayvanları sizin hizmetinize sunduk ki şükredesiniz”(Hacc, 22/36). “Ondan taze et yemeniz ve ondan giyeceğiniz süs eşyası çıkarmanız için denizi hizmetinize sunan O’dur”(Nahl, 16/14). Nizam Delili Kâinatın tümünde bir gaye olduğu gibi, aynı şekilde bir düzenlilik de söz konusudur. Belli gayelere sahip olan varlıklar hem kendi içerisinde hem de diğer varlıklarla bir uyum ve ilişki içerisindedirler. Kâinat küçük ve büyük ölçütlerde sistemlerle donatılmıştır. Yerkürenin hacmi, güneşle olan mesafesi, yer kabuğunun kalınlığı ve katmanları, atmosferin mahiyeti ve katmanları birer sistem ve ölçü içerisindedir. Ekosistem, güneş sistemi, ısı sistemi, dağ sistemleri, sistem içi ve sistem üstü sistemler vb. nice sistemli yaratılış vardır. Başlı başına bir dünya olan insanın yapısı da sistemlerle örülmüştür: Sindirim sistemi, kan dolaşımı sistemi, iskelet ve kas sistemi, solunum sistemi, boşaltım sistemi..vs. Böylece vücudumuzdaki bütün organ ve sistemler bir uyum içerisinde çalışır ve insan vücudunun canlı ve sağlıklı kalması için görev yaparlar. Bütün organlar; damarlar ve sinirlerle birbirlerine bağlıdır. Bu sistemlilik nedeniyle, insan vücudunu meydana getiren organ, sistem ya da dokularda meydana gelen herhangi bir sorun bütün vücudu etkileyebilir. Günümüz fizik, kimya, biyoloji gibi pozitif bilimlerinde yapılan incelemelerin ulaştığı her keşif kâinattaki eşsiz güzelliği, nizam ve düzeni bir kez daha ispatlamakta ve aklileştirmektedir. Kâinattaki sistemler tesadüfü reddeder. İnsan gördüğü bu gayelilik ve nizam karşısında iki hususu savunabilir: Materyalist düşünürlerin dediği gibi tüm bunlar tesadüfen ve evrimle gerçekleşti diyebilir. Ancak buna vicdanında kendisi bile inanır mı, bilemeyiz. Bu tür kabullerin insanı aklen de tatmin etmeyeceği açıktır. Misal olarak herhangi bir sahada yazılmış bir kitabı düşünebiliriz. Birisi iddia etse ki, “binlerce harf kendiliğinden bir araya geldi, tesadüfen yan yana dizildiler, kelimeleri, sonra cümleleri oluşturdular. Sonra bu cümleler anlamlı birliktelikler kurarak belli başlıklar altında sıralanıp kompozisyonlar oluşturdular. Sonra bu başlıklar da yine anlamlı bir bütünlük kurarak bu kitabı oluşturdu.” Bu iddiayla karşılaşan herkes, o kişinin aklından ya da ciddiyetinden şüphe edecektir. Hatta şüphe etmekle kalmayıp akılsızlığına hükmedecektir. İşte bu iddia ne kadar akla uygun ve doğru ise, güzelliklerini ve sistemlerini anlatmakla bitiremeyeceğimiz bu kâinatın, kendiliğinden ve bir tesadüf Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Allah’a İman sonucu söz konusu gayeliliği ve sistemi bulması iddiası da en fazla o kadar tutarlı ve tatmin edicidir. Gaye ve nizam delilinin mantıkî önermeler şeklinde özetlenişi şu şekildedir: Kâinat birbirine uyumlu sebepler ve gayelerle bir istem içerisindedir. Sebepler ve gayeler manzumesi olan her şey, âlim ve akıllı bir illetin eseridir. O halde kâinat da âlim bir müessirin eseridir ki, o da Allah’tır. Tartışma •Kainatta görülen düzenlilik bir yaratıcıya mı işaret eder; yoksa tesadüf müdür? Konuyu gerekçeleri ile forumda tartışabilirsiniz. • Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz. Kur’an’da Gaye ve Nizam Delili Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın kâinatı bir düzen içerisinde ve ölçülü bir şekilde takdir ederek yarattığı sıklıkla vurgulanır. Böylece insanın yaşadığı âlemi anlaması ve var olan ilahî dizaynı kavrayarak yaratıcısını tanıması, ona kulluk edip şükretmesi istenir. “Her şeyi yarattı ve onu bir ölçüyle takdir etti”(Furkân, 25/2). “Her şeyi bir ölçüyle yarattık”(Kamer, 54/49). “Allah, her şey için bir ölçü koydu”(Talak, 65/3). “O yarattı ve düzeltti, takdir etti ve yol gösterdi”(A’lâ, 87/2, 3). Kâinat Allah’ın takdiriyle olunca, O’nun eşsiz ilminin, sanatının ve kudretinin izlerini taşımaktadır. Bu yüzden kâinatın her bir cüzü onu yaratana ve sıfatlarına işaret eden birer ayettir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Allah’a İman “Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır”(Bakara, 2/164). “O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahman’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun? Sonra tekrar tekrar bak; bakışların (aradığı çatlak ve düzensizliği bulamayıp) aciz ve bitkin halde sana dönecektir”(Mülk, 67/3, 4). “O ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı”(Secde, 32/7). “Gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yarattı. Sizi şekillendirdi ve şekillerinizi de güzel yaptı. Dönüş yalnız O’nadır”(Teğâbun, 64/3). “Biz gökten suyu bir ölçüyle indirdik. Sonra onu yeryüzüne yerleştirdik ve biz onu götürmeye de oldukça kadiriz”(Mü’minûn, 23/18). Kabûl-i Âmme Delili Allah inancının fıtriliğinden bahsederken, her insanın yaratılışı itibariyle Allah’a inanma ihtiyacı ve eğiliminde olduğunu belirtmiştik. Bunun fiili ispatı ise hemen hemen her dönem ve mekânda Allah inancının sürekli olarak var ola gelmesidir. İnsanlık tarihi inançsız toplumlardan ziyade Allah’a inanan toplumlardan oluşmuş ve tarih bu şekilde akışını sürdürmüştür. Mutahhar b. Tahir el-Makdisî (v. 355/966)’nin belirttiği gibi “ırkları, memleketleri, görüş, din ve mezhepleri farklı olsa da, ileri düzeydeki tüm milletler, kâinatta hikmet sahibi bir yaratıcının eserlerini müşahade ettiklerinden şüphe etmemişlerdir. Ezeli ve kadim bir yaratıcının varlığını aklına güvenilebilecek bütün insanlar açık ve kesin bir şekilde kabul etmişlerdir. Bu yüce yaratıcı, her zaman mabud olmuş, her dilde bilinmiş, her lisanla anılmıştır.”(Topaloğlu, 1992: 107) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Allah’a İman Tartışma Bireysel Etkinlik Allah inancı evrensel bir gerçekliktir. Çağımızda bazı genetik bilimciler Allah inancının genetik olup olmadığını araştırma ihtiyacı hissetmiş ve bu doğrultuda bazı tespitlerde bulunmuşlardır. Kendilerinin de ifade ettiği gibi onları bu tür bir araştırmaya sevk eden şey, dünyada müşahade ettikleri inanma gerçeğidir. Farklı isimler ve mahiyetlerde olsa bile insanlığın çoğu Allah’a inandığına göre, bunun genetikle yani yaratılıştaki kodlamayla bir alakası olabilir, düşüncesidir. İster genetik olsun, ister ruhani olsun insanlığın inanma özelliği varoluşsal ve evrenseldir. Yaratıcının, yarattığı varlıklara kendisine inanma ihtiyaç ve güdüsünü vermesinden daha doğal ne olabilir? •Allah inancının genetik olup olmadığı meselesini gerekçeleri ile forumda tartışabilirsiniz. •Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz. • Sizi yaratıcının varlığına ikna eden nedenler üzerine düşününüz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Ödev Özet Allah’a İman •İlahî dinlerde en merkezi kavram Allah kavramıdır. Çünkü insan da dahil olmak üzere tüm kâinatın yaratıcısı dolayısıyla sahibi odur. Bu nedenle dinî hayat Allah’a inanmakla başlar. Allah kendisine inanmalarını emrettiği kullarını, zaten bu ihtiyaç ve eğilimle yaratmıştır. Bu nedenle Allah inancı fıtri, zorunlu ve vrenseldir. •Allah’a iman, ancak tevhit esası üzerine inşa edilirse bir anlam kazanır. Bu yüzden tevhit inancı ilahi dinlerin en temel prensibidir. Bir insanın mümin olabilmesi için Allah’ı zatı, sıfatları ve fiillerinde birlemesi, bu hususlarda ona şirk koşmaması gerekir. Allah’ın birliğini ispat için kullanılan en meşhur akli delil ise, birden fazla ilahın olması durumunda, ilahlar arası bir çatışmanın dolayısıyla düzensizliğin olacağı kabulünü esas alan temanu delilidir. •Allah’a inanlar, özellikle inkârcılara karşı onun varlığını ispat etmek için bazı akli deliller ortaya koymuştur. İkna edici bir özelliğe sahip olan ve hareket noktası olarak kâinatı esas alan bu delillerin en meşhurları Hudus ve İmkân, Gaye ve Nizam ve Kabûl-i Âmme delillerdir.Gerek kâinatın varlığı, gerekse onda görülen nizam ve her varlığın sahip olduğu gayelilik, bunların tesadüfen olamayacağı, bilakis alim ve kâdir olan bir Yaratıcı tarafından takdir edildiğini gösterir. Tarihin tüm zaman dilimlerinde sürekli olarak Yaratıcı bir ilaha inanılagelmesi de Allah’ın varlığını ispat için fiili bir göstergedir. • Diğer bilim dallarından istifade ederek kainatta mevcut olan sistemlerden birini araştırarak iki yüz kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Allah’a İman DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. İslam inanç esasları açısından “aslu’l-usul” tamlaması aşağıdakilerden hangisini ifade etmektedir? a) Dinin insan hayatı için bir asıl oluşunu b) İslam dinin diğer dinlerin aslını oluşturmasını c) İnancın insanın asli bir ihtiyacı olduğunu d) Allah’a imanın diğer iman esaslarının temelini oluşturmasını e) Dini ilimlerin diğer ilimlerin aslını oluşturmasını 2. Kâinatın sonradan yaratıldığını, sonradan olan varlıklar için bir yaratıcıya ihtiyaç bulunduğunu esas alan ispat delilinin adı aşağıdakilerden hangisidir? a) İmkân b) Gaye c) Hudus d) Nizam e) Temânu 3. Hemen hemen her dönem ve mekânda Allah inancının sürekli olarak varolagelmesinden yola çıkarak Allah’ın varlığını ispat eden delil aşağıdakilerden hangisidir? a) İmkân b) Gaye c) Hudus d) Nizam e) Kabûl-i Amme 4. Allah’ın varlığını ispat için ortaya konan delillerin çıkış noktası aşağıdakilerden hangisidir? a) Allah’ın sıfatları b) İnsan c) Kâinat d) Ahiret e) Vicdan 5. Varlığı kendinden olmayan ve varlığı da yokluğu da düşünülebilen varlık kategorisi aşağıdakilerden hangisidir? a) Vacib b) Mümteni’ c) Muhtemel d) Farz e) Mümkin Cevap Anahtarı : 1.d 2.c 3.e 4.c 5.e Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Allah’a İman YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR 1. Aliyyu’l-Kârî, Ali b. Muhammed Sultan el-Herevî. (1984). Şerhu’l-Fıkhi’lEkber. Beyrut. 2. Attas, S. Nâkib. (1995). İslam, Sekülerizm ve Geleceğin Felsefesi, Ter. Mahmut Erol Kılıç, İstanbul. 3. Aydın, Ali Arslan. (1984). İslam İnançları Tevhit ve İlm-i Kelam. Ankara: Gonca Yayınevi. 4. Buhârî, Muhammed b. İsmail. (1987). Sahîhu’l-Buhârî, Tah. Mustafa Dîb elBuğa, Beyrut. 5. Bûti, Said Ramazan. (1986). İslam Akaidi. Ter. Mehmet Yolcu, Hüseyin Altınalan., İstanbul: Madve Yay. 6. Mâlik b. Enes, Ebû Abdillah el-Esbahî. (tsz.). Muvatta, Tah. Muhammed Fuad Abdulbaki. Mısır. 7. Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmud. (tsz.), Kitâbu’t-Tevhîd. Tah. Fethullah Huleyf, Mısır. 8. Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmud. (2005). Te’vîlâtu’l-Kur’an. Tah. Mecdî Bâsellûm, Beyrut. 9. Mevdudi, Ebu’l-Alâ. (tsz.). Kur’an’a Göre Dört Terim. Çev. Osman Cilacıİsmail Kaya. İstanbul: Beyan Yayınları. 10. Mohamed, Yasien, (1995). “Fitrah and Its Bearing on The Principles of Psychology”. The American Journal of Islamic Social Sciences, 12 (1), Herndon, 1-18. (çev. için bkz. Muhammed, Yasin. (1995). “Fıtrat ve İslam Psikolojisi”, İslami Sosyal Bilimler Dergisi, 3 (2), 43-61.) 11. Mutahhari, Murtaza. (1992). Fıtrat. Ter. Cafer Kırım. İstanbul. 12. Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim b. el-Haccâc. (tsz.). es-Sahîh, Beyrut. 13. Nesefî, Ebu’l-Mu‘în Meymûn b. Muhammed. (2004). Tabsiratu’l-Edille, I. Nşr. Hüseyin Atay. Ankara. 14. Öge, Sinan. (2004). “Fıtratın Mîsâkı”. Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 22, 240-260. 15. Öge, Sinan. (2009). Allah’tan Âlem’e ilahî Fiiller, Ankara: Araştırma Yayınları. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Allah’a İman 16. Özler, Mevlüt. (1995). İslam Düşüncesinde Tevhit. İstanbul: Nun Yayıncılık. 17. Râzî, Fahruddîn. (1988-1995). Tefsîr-i Kebîr., Ter. Heyet, Ankara. 18. Topaloğlu, Bekir. (1992). Allah’ın Varlığı. Ankara: DİB Yay. 19. Ulutürk, Veli. (1995). Kur’an-ı Kerîm’de Yaratma Kavramı. İstanbul. 20. Yazır, Muhammed Hamdi. (tsz.). Hak Dini Kur’an Dili. İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 HEDEFLER İÇİNDEKİLER TEVHİT VE ŞİRK • Tek Bir Allah İnancı Olarak Tevhit • Tevhidin Çeşitleri • Çok Tanrılı Bir İnanç Biçimi Olarak Şirk • Şirkin Çeşitleri • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Tevhidin önemi ve gerekliliğini anlayabilecek • Allah inancı ile varlık arasındaki bağlantıyı kavrayabilecek • Şirkin anlamını ve tevhidin karşıtı olduğunu anlayabilecek • Şirkin çeşitlerini ve yansımalarını değerlendirebileceksiniz. İSLAM İNANÇ ESASLARI ÜNİTE 5 Tevhit ve Şirk GİRİŞ İslam, sağlam bir dindarlığı oluşturma zemini olarak tek Allah inancına bağlılığı görmüştür. Bunun özgün adı “tevhid”tir. Esasında bütün ilahî dinler tek Allah inancı üzerine kurulmuştur. Tevhit, sadece inancın duygu yönünü değil, bilişsel yanını da ilgilendirmektedir. Bilgi ile tahkim edilmeyen bir inanç, sallantıdadır. İslam’da tevhit inancı, sistemin bütününü kuşatıcı bir özellik taşır ve insan düşüncesi ve hayatının bütün evrelerinde ortaklığı reddeder. Yüce yaratıcı, bütün varlıkların üstünde, aşkın bir varlıktır. O’nun yarattığı her bir varlık da biricik olup kendi başına bir değer ifade eder. İşte hayata anlam katan şey, bu tek Allah inancına sahip olmaktır. Birden fazla ilaha inanmak, insanın hem kendisine hem de yaratıcısına yabancılaşmasını beraberinde getirir. Dolayısıyla Allah’ın varlığına inanmak kadar onun birliğine inanmak ve bu inancına bir başkasını ortak etmemek önemli bir ilkedir. Nitekim Kur’an’da baştan sona tevhit ve şirk ayrımının altı kalın çizgilerle çizilir. İnancın tarihinde bu noktada sapmış olan Kitap ehli inanç mensupları eleştirilir. Hangi noktalarda bir Allah inancından saptıkları tek tek işaret edilir. Bundan Müslümanların ders çıkarması istenir. İşte bu ünitede geniş bir şekilde tevhit ve şirk konuları işlenecektir. Hayatın vazgeçilmez gerçeği: Tek Allah İnancı TEK BİR ALLAH İNANCI OLARAK TEVHÎD Allah katında mümin sayılmak için sadece Allah’ın varlığını kabul etmek yeterli olmayıp, O’nun tek ilah olduğuna da inanmak gerekir. İnancın tarihinde asıl sorun Allah’ın varlığına iman edip etmemekte değil, O’nun birliğine iman edip etmemekte ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı bütün peygamberlerin toplumlarıyla karşılaştıkları zaman ilk mesajları: “Ey kavmim! Allah’tan başkasına kulluk etmeyin” olmuştur. (Bkz. A’raf, 7/59, 65, 73, 78; Hud, 11/50, 61, 74; Nahl, 16/36). Bu temel ilke, İslam akaid kitaplarında Allah’ın varlığı ve birliği meselesiyle birlikte ele alınarak işlenmiştir. Bu nedenle Allah’a imanda en temel şart, Allah’tan başka varlıkları ilah kabul etmemektir. Biz buna tevhit inancı diyoruz. İnsanlık tarihine baktığımız zaman her ne kadar Yaratıcı bir güç olarak Allah’ın varlığı kabul edilmişse de, onun ilahlığı başka varlıklara, kurumlara ve nesnelere paylaştırılmak suretiyle tevhit ilkesi ihlal edilmiştir. Hâlbuki bir Allah inancı, sadece ilahî zata yönelik nitelemelerden ibaret olmayıp, aynı zamanda O’nun insan ve kâinatla olan ilişkisinin de bir ifadesidir. Dolayısıyla tevhide dayanmayan bir Allah inancı, O’nun katında makbul değildir. Politeist bir inancın Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Tevhit ve Şirk bireysel ve toplumsal düzeyde insanlığa verebileceği bir katkı da yoktur. Yeri geldiği zaman bu konulara değinilecektir. Tevhit kelimesi kök anlamı itibariyle, “tek” olma manasına gelen “ehad” ve bir olma anlamına gelen “vahid” sözcüklerinden türemiş olup “birlemek, bir şeyin bir olduğuna hükmetmek” manalarına gelir. Bu anlamda tevhit Allah hakkında kullanıldığı zaman “eşi, ortağı ve benzeri olmayan bir ve tek varlık” demektir. “Sizin ilahınız bir tek ilahtır” (Bakara, 2/163) ayetinde geçen “vahid” ile, “De ki: O Allah bir tektir” (İhlâs, 112/1) ayetinde geçen “ehad” sözcüğü tevhit kelimesiyle aynı köktendir. Dinî ıstılahta ise, tevhit kavramıyla ilgili çeşitli tanımlar yapılmıştır: Bunlardan birkaçı şu şekildedir: Tevhit: Yaratanla yaratılan arasındaki sınırı idrak etmektir. Tevhit: Allah’ın, sonradan yaratılan varlıklardan ontolojik olarak ayrı olmasıdır. Tevhit: “Allah’ın zatını, düşünce ve anlayışta tasavvur edilebilen, vehim ve zihinlerde tahayyül edilebilen her şeyden tecrît etmektir.” Tevhit: Allah’ın yaratan, eğiten, sahip olan, öldüren, dirilten, yaşatan, rızık veren, duaları kabul eden, helal ve haram koyan, evreni sevk ve idare eden, fayda ve zarar verme gücüne sahip olan yegâne varlık olduğuna inanmaktır. İslam inancında buna “rububiyette tevhîd” denilir. Şu ayetlerde rububiyette tevhit açıkca vurgulanır: ”Musa: “O göklerin ve yerin ve her ikisi arasında bulunan herşeyin rabbidir. Eğer gerçekten inanırsanız bu böyledir” (Şuara, 26/24). “Dilleriniz yalana alışageldiğinden dolayı, Allah’a karşı yalan uydurmak için, “şu helaldir”, “şu haramdır” demeyin. Şüphesiz Allah’a karşı yalan uyduranlar, kurtuluşa eremezler”(Nahl, 16/116). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Tevhit ve Şirk “Yahudiler, “Üzeyir Allah’ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar ise, “İsa Mesih Allah’ın oğludur” dediler. Bu onların ağızlarıyla söyledikleri (gerçeği yansıtmayan) sözleridir. Onların bu sözleri daha önce inkâr etmiş kimselerin söylediklerine benziyor. Allah onları kahretsin. Nasıl da haktan çevriliyorlar?” (Tevbe, 9/30). “(Yahudiler) Allah’ı bırakıp, hahamlarını; (Hıristiyanlar ise) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler. Oysa bunlar da ancak, bir olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardır. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. O, onların ortak koştukları her şeyden uzaktır” (Tevbe, 9/31). Tevhit: Biricik ve yeg ” İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. Onu bırakıp da başka dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar. Şüphesiz Allah ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez” (Zümer, 39/3). Tevhîd: Biricik ve yegâne ilah olarak Allah’ı birlemektir. Gerçek anlamda ilah; gönüllerin sevgi, ümit, korku, güven, tevekkül, yardım, dua, kurban, adak gibi inanç ve ibadet türlerinde bağlandığı ve yöneldiği, kendisine karşı derin saygı beslenen, her şeyden daha çok sevilen ve kulluğun sadece kendisine özgü kılındığı bir varlıktır. Bütün bu özellikleri taşıyan sadece ve sadece tek olan Allah’tır. Buna “uluhiyette tevhit” denilir. İslam’da tevhit inancı, Allah’tan başka bütün ilahların izafi olduğunu vurgular: “De ki: “Ey insanlar” Size Rabbinizden gerçek (Kur’an) gelmiştir. Artık kim doğru yola girerse ancak kendisi için girer. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapar. Ben sizden sorumlu değilim.” (Yunus 10/18). Görüldüğü gibi bu anlamda tevhit, uluhiyeti sadece Allah’a tahsis etmeyi öngörür. Tabiatın akıllara hayranlık veren olağanüstü nitelikte yaratılışı ve işleyişi onun ve yaratıcısının bir ve tek olduğunun objektif kanıtını teşkil eder. Yaratıcı ile ruhi-manevi irtibat içinde bulunan müminin gönlü de uluhiyetten herhangi bir ortaklığı benimseyip imanının kıblesi olarak tanıması mümkün değildir. Kur’anKerim’de (Yunus, 10/18; Zümer, 38/3) puta tapanların, tanrı edindikleri şeylerin Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Tevhit ve Şirk tabiatı yaratan ve idare eden yüce varlık olmadığının şuurunu taşıdıkları, Allah nezdinde şefaatte bulunmaları amacıyla onlara taptıkları ifade edilir. Bu tevhidin zıddı olan şirkin, insanın selim fıtratının benimsemeyeceği bir şey olduğunu gösterir. Tevhit inancıyla yükümlü kılınan ilk insandan itibaren günümüze kadar bu inanç en belirgin şekilde İslamiyet tarafından tespit edilmiş ve her gün beş defa okunan ezanla bütün dünyaya ilan edilmiştir. Bu sebeple kelam âlimlerinin tevhit tanımı bir bütünlük arzeder: Tevhit: Allah’ı zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir tek kabul edip zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir başkasını O’na ortak koşmamaktır. Tevhidin Çeşitleri Yukarıdaki tarifte geçtiği gibi İslam Kelam bilginleri ilahî birliği Allah’ın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde olmak üzere üç başlık altında incelemişlerdir: Allah’ı Zatında Tevhid Allah’ın zatından amaç, bizzat kendisi olmasıdır. Allah’ın zatında birliği, onun dengi olarak görülen başka ilahların olmaması, mülkünde ortağının bulunmaması ve diğer yaratılmış varlıklar gibi parçalardan birleşmiş bir varlık olmamasıdır. Bir müminin tevhit inancına sahip olabilmesi için tüm bunlara inanması gerekir. Tevhit olmadan gerçek adalet olmaz. Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın zâtî birliğini ifade eden pek çok ayet bulunmaktadır: “De ki O Allah birdir”(İhlâs, 112/1) “Allah’tan başka ilah yoktur”(Âli İmrân, 3/62) “Allah ile beraber başka ilahlar edinmeyin”(Nahl, 16/51) “Allah, kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan bir Allah’tır”(Bakara, 2/255) “Allah’la beraber başka bir ilah mı var!”(Neml, 27/60) İslam’ın tevhit prensibi “Lâ ilâhe illallah- الإله إال اهلل/ Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” cümlesiyle ifade edilen kelime-i tevhit ile anlatılır. Bu sözü kalbiyle tasdik eden ve diliyle ikrar eden kişi artık kalbinde, zihninde ve de yaşantısında sadece Allah’ın ilahlığını kabul ettiğine ve bunun gereklerini yerine getireceğine söz vermiş demektir. Çünkü ilah kavramı, kendisine sığınılan, faydası umulan, kendisinden korkulan, ihtiyaçları gideren, emrine boyun eğilen hüküm sahibi otorite gibi anlamları barındırır. Bu bağlamda Kur’an’da anlatılan tevhit esaslarından şöyle bir netice çıkarmak mümkündür: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Tevhit ve Şirk “Göklerde ve yerde bütün otorite ve yetkilere malik olan ancak Allah’tır. Yaratma O’na mahsustur. Bütün nimetler O’nun kudretindedir. Bütün işler sadece O’na aittir. Kuvvet ve çare O’nun hükmündedir. Göklerde ve yerde olan her şey ister istemez O’na itaat etmeye, emrine boyun eğmeye mecburdur. O’ndan başkasında otorite yoktur. Göklerde ve yerde O’ndan başkasının hükmü geçmez. Yaratılışın sırlarını, nizamını, idaresini O’ndan başkası bilmez. Hükmünün salahiyetleri hususunda kimse O’na ortak olamaz. İşte bunun için O’ndan başka ilah olamaz.” Allah’tan başka ilah yoktur. İlahlık, bir takım vasıflara sahip olmayı gerektirir. Yaratma, yaşatma, öldürme, rızık verme, her şeyi bilme, her şeye kadir olma, her şeyi görüp işitme gibi sıfat ve fiillere sahip olan ilah olabilir. Bu özelliklere mutlak anlamda sahip olan yegâne varlık Allah’tır. Bu nedenle O’ndan başka ilah olamaz. İnsanların ilah diye bağlandıkları hiçbir unsur bu vasıflara sahip değildir. Bu yüzden pratikte birileri onlara ilah dese ve onları ilah edinse bile, hakikatte ilah değillerdir. Çünkü Allah’ın zatı gibi bir başka zat bulunmaz. Mekke müşrikleri, Allah’la birlikte putları da ilah edindiklerinden, Hıristiyanlar Baba, Oğul ve Kutsal Ruh üçlemesiyle ulûhiyeti parçaladıklarından ve Allah’ın Hz. İsa’nın bedenine hulul ettiğini iddia ettiklerinden, Maniheistler İyilik ve Kötülük Tanrısı diye iki tanrı edindiklerinden dolayı Allah’ın zatında tevhidi ihlal etmişlerdir. Tüm bunlara reddiye mahiyetinde Tevhit suresi diye de adlandırılan İhlâs suresi İslam’ın Allah anlayışını ortaya koymaktadır: “De ki: O, Allah ehaddir. Allah Sameddir. O doğurmamış ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’na eş ya da denk değildir.”(İhlâs, 112/1–4) Tek ve bir oluş, başkasına muhtaç olmayış sadece ve sadece Yüce Allah’a mahsustur. Doğurmak ve doğrulmak yaratılmışlık nitelikleridir. Allah ise, bütün yaratılmış olan niteliklerden münezzehtir. O, vacibü’l-vucûddur. Varlıkta hiçbir şey O’na eş ve denk değildir. O hâlde insan, Allah’ın zatında birliği itikattan amele hayatının tüm alanlarında göstermelidir. Allah’ın Sıfatlarında Tevhid Yüce Allah, zatında bir olduğu gibi sıfatlarında da birdir. O, zatına uygun bir şekilde en kâmil sıfatlara sahiptir. İşte bu bağlamda, İslam inanç sisteminde çok önemli bir konu da Allah’ın zatı hakkında vacip olan yetkin sıfatlarını bilip öylece inanmak ve O’nun yüce zatını noksan sıfatlardan soyutlamaktır. Bunu Kelam âlimleri özlü bir şekilde ifade etmişlerdir: “Küllü mâ hatara bibâlik/ Fallahü sivâ zâlik: Hatırına gelen her şey/ Allah ondan başka bir şey.” Kaldı ki uluhiyet Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Tevhit ve Şirk düşüncesi, bir çeşit sıfat düşüncesidir. O, bize kendisini sıfatlarıyla tavsif eder. Zihinlerimizin İlahî Zat’a yönelimine neden olan ve bizde O’na dair bir bilgi yönü ifade etmek üzere birtakım zihni tasavvurlar meydana getiren bütün sıfatlar beşerî terminolojiye girerek bize Allah’ı tanıtır. Allah’ın isim ve sıfatlarında tevhit, bu sıfatların yaratıkların sıfatlarına ontolojik anlamda bütün yönleriyle hiçbir zaman benzemediğini kabul etmektir. Allah’ın bazı sıfatlarıyla insanların sıfatları arasında isim benzerlikleri bulunabilir. Mesela Allah da işitir, insan da; Allah da görür, insan da; Allah da konuşur, insan da; Allah’ın da ilmi vardır insanların da…. Ancak arada çok temel farklılıklar bulunur. Allah’ın sıfatları zâtîdir, ezelîdir, yani sonradan kazanılmış değildir; ebedîdir, eksilme ya da yok olmaya maruz kalmaz. Onun sıfatları mutlak anlamda hiçbir yaratığın sıfatlarına benzemez. Oysa insanın sıfatları kendisi gibi mümkündür, yani zorunlu değildir. Var olması da olmaması da mümkündür. Nasıl ki insan, bazı sıfatları çalışarak sonradan kazanırsa, aynı şekilde çeşitli sebeplerden dolayı bu sıfatları kaybedebilir de. Öte yandan insan alet ve vasıtalara muhtaçtır ama Allah bilmek, işitmek, görmek gibi sıfatları için herhangi bir alete ve vasıtaya ihtiyaç duymaz. İşte bu temel farklılıkları bilerek Allah’ın sıfatlarını tasdik etmek, her türlü yüceliği O’na nispet edip, her türlü noksanlıktan O’nu tenzih etmek Allah’ı sıfatlarında birlemenin gereğidir. Allah’ın denginin olmaması, zatı için söz konusu olduğu gibi sıfatları için de söz konusudur. Allah’ın Fiillerinde Tevhid Allah her türlü hâdislik alametlerinden uzaktır. Allah Teala birtakım sıfatlara sahip olduğu gibi aynı zamanda fiilleri olan bir varlıktır. Fiil bir iş, bir oluş ve bir hareketi bildirir. İlahî fiiller, her şeyden önce Allah’ın varlığına delalet eder ve Allah âlem ilişkisini ortaya koyar. Zira var olmayanın fiil yapabileceği bir makdûrunun bulunması ve fiili gerçekleştirecek temel niteliklere sahip olması imkânsızdır. Ayrıca bir fiili işlemek, ona güç yetirip istediği tarzda uygulamak ilahî birliği de ispat eder. Çünkü ikinci bir ilah, diğer ilahın fiiline engel olabilir ve engel olunan varlık Rab olamaz, ancak galip gelen ilah olur. Allah’tan başka galip yoktur. Bu yüzden fiilleri, Allah’ın diğer varlıklardan bilgi ve kudret açısından farklı ve üstün oluşu yönüyle anlatımının imkânını sağlar. Nitekim Hz. İbrâhim, tevhit ilkesi üzerine Allah’ı anlatırken, O’nun diriltmesi, öldürmesi, güneşin hareketlerini belirlemesi gibi hiçbir insanın güç yetiremeyeceği fiillerini delil göstererek inkârcı muhataplarını susturmuştur. (Bakara, 2/258) Hususi hakikati bilinemeyen bir varlığı, ancak eserleri ve fiilleri ile bilme imkânı vardır. O’nun fiillerinin yetkinlik ve üstünlüğü ortaya konduğunda, aklın o Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Tevhit ve Şirk failin mükemmelliğini bilişi de o nispette üst düzeyde olur. Bu yüzden cahil bir kişinin Kur’an hakkındaki inancı büyük olsa bile, taklidi ve icmâli bir sınırlılıktadır. Allah’ın Kur’an ayetlerinde ifade ettiği latîf inceliklere muttali olan kişinin inancı ise daha mükemmeldir. İslam dini açısından Allah her türlü yetkinliğe, akla herhangi bir eksikliği getirmeyecek düzeyde sahiptir. Kur’an O’nun “fa’âl” oluşunu (Bkz., Hûd, 11/107; Burûc, 85/16) dolayısıyla bir fiili yaptıktan sonra irade ettiği diğer bir fiili yapmayı ve fiilinin etki alanının çokluğunu ve genişliğini ifade eder. “O (Allah) her an yaratma hâlindedir” (Rahman 55/29). Yaratma Allah’a mahsustur. ayeti bu sürekli yaratma etkinliğini dile getirir. Allah’ın varlığı, salt varlık olması yönünden hep fiildir, iştir. Dolayısıyla Allah’ın fiillerinde tevhit, tüm fiillerinin temeli olarak kabul edilen “yaratma” fiili üzerine bina edilmiştir. İlahlığın en temel niteliği olarak zikredilen yaratma, insan zihninde tevhit telakkisinin oluşturulması için kullanılan bir delildir. Muhafazakâr dindarlıkta, mecâzî manada bile olsa insanın eylemleri hiçbir zaman “yaratmak” sözcüğüyle ifade edilmemiştir. Bunun yegâne nedeni, zihinde Allah’la rekabete girme endişesinin doğması korkusudur. Bu sebeple aşırı soyutlamacı bir din dili benimsenmiştir. Adap ve nezaket kuralları açısından yaratmak yerine, keşfetmek kavramı tercih edilir. Çünkü yaratmak eyleminde bir şeyi yoktan var etmek anlamı gizlidir. İnsan ancak ölçüp biçme ve planlama anlamına gelen takdir etmeyi, yani vardan var etmeyi açığa çıkarabilir. Bu amaçla Kur’an’da, Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğu, Allah dışındaki varlıkların yaratıcı olmadığı ve yaratmanın birtakım üstün nitelikleri beraberinde gerektirdiği ortaya konunca, bu hususta Allah’ın yegâneliği belirgin bir şekilde vurgulanmış olmaktadır. Şu ayetler bunun en açık kanıtlarıdır: “Allah her şeyin yaratıcısıdır”(Zümer, 39/62), “İşte her şeyin yaratcısı, Rabbiniz olan Allah budur. O’ndan başka ilah yoktur”(Mü’min, 40/62). “Biz her şeyi bir ölçüyle yarattık”(Kamer, 54/49). (Ayrıca bkz., En’âm, 6/102; Ra’d, 13/16; Furkân, 25/2) Diğer taraftan, yaratma özelliğine sahip bir varlığın, yaratamayanlarla denk olamayacağı ifade edilir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Tevhit ve Şirk “Yaratan kişi, yaratmayan kişi gibi midir? Düşünmüyor musunuz?”(Nahl, 16/17) Allah haricinde ilah olarak kabul edilen varlıkların ise yaratıcı olmadığı şu ayetlerle hatırlatılır: “İşte bunlar Allah’ın yarattıkları. Gösterin bana, O’nun dışındakiler ne yaratmıştır? Hayır! Zalimler apaçık bir sapkınlık içindedirler”(Lokman, 31/11), “Sizin, Allah’tan başka çağırdıklarınızın hepsi bir araya toplansalar bir sineği bile yaratamazlar”(Hacc, 22/73), “Allah’tan başka çağırdıkları, hiçbir şey yaratamazlar. Onların kendileri yaratılırlar” (Nahl, 16/20), “Yaratılmış olan, hiçbir şey yaratamayan ilahlar edindiler”(Furkân, 25/3). Tevhid yaratma fiili üzerine bina edilmiştir. Bütün bu ayetlerden sonra gerçekte yaratıcı olan, varlığın hakiki sahibi Allah olduğunu her aklıselim sahibi insan onaylar. Allah’tan başka yaratıcı bulunmadığından, O’ndan başka ilah da yok demektir. Bu yüzden Kur’an’da Allah’ı tanıtıcı en bariz unsur olarak yaratma kavramını görmekteyiz. (Ulutürk, 1995: 149) Bu bağlamda mutlak anlamda yaratıcı niteliğine sahip olan tek ilah, Allah’tır. “O, her şeyin yaratıcısıdır, öyleyse O’na ibadet edin”(En’âm, 6/102) ayetinde, ibadet emri “yaratıcı” kavramına takibiyet bildiren “fa” harfi ile bağlanmıştır. Bu harf ile bir hükmün bir vasfa bağlanması, söz konusu vasfın, o hükmün sebebi olduğunu ihsas ettirir. Dolayısıyla Allah’ın yaratıcı olması, ma’bûd olmasını gerekli kılmaktadır. İlah kavramının tanımı da aynı gerekçeyle “yaratmaya, yoktan var etmeye ve icada kadir olan” şeklinde yapılmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Tevhit ve Şirk “Ey insanlar, sizi yaratan rabbinize ibadet edin”(Bakara, 2/21) ayetinde de ibadetle yaratmanın birlikte zikredildiğini görmekteyiz. İbadete müstehak olmanın ancak yaratma ile olabileceği sonucunu veren bu ayetle Allah, mükellef tuttuğu kullarına, neden dolayı ibadet etmeleri gerektiğini de açıklamıştır. Özellikle inkârcılara hitap edilen ayetlerde vahdaniyet ve rububiyetin delillerinin zikredilmesi manidardır. Müminlere hitap eden ayetlerde bu tür delillere fazla rastlanmaz. Çünkü müminler hitaptan önce zaten Rablerini bilmektedirler. Bu yüzden Rablerini tanımayanlara yaratılış gibi deliller, müminlere ise nimetler ve vadedilen sevap hatırlatılır. Yaratıcı niteliğine sahip tek ilah, Allah’tır. Bireysel Etkinlik Tevhide inanç, insanı özgürleştirir. Bu bağlamda Allah’ın iradesine teslimiyet, insanların irade ve arzularına karşı bağımsızlık demektir. Bütüncül açıdan varlık alanında tevhit, her şeyin her şeyle ve her şeyin bir Şey’le ilişkili olduğunu ortaya koyar. Bir tek Allah inancı, kişinin hem kendini hem de yaşadığı kâinatı, başlangıcı, bugünü ve sonrası açısından anlamlandırmasını sağlayan esas unsurdur. Allah inancı olmaksızın bu anlamlandırmayı yapmaya çalışanlar, insanın aklını ve de ruhunu tatmin etmeyen bir takım saçma teorilerin kıskacında bocalayıp durmuşlardır. Bundan dolayı, İslam inancında kulluğun temelini oluşturan tevhit inancı ne kadar önemliyse, Allah’ı sonradan yaratılan varlıklardan soyutlama biçimi olan tenzih inancı da o kadar önemlidir. ”Her şey zıddiyle kaimdir” düsturundan hareketle tevhidin korunması için her müslümanın onun karşıtı olan şirki ve çeşitlerini çok iyi bilmesi gerekir. • Sizi yaratıcının birliğine ikna eden nedenler üzerine düşününüz. Çok Tanrılı Bir İnanç Biçimi Olarak Şirk Arapçada “eş-şerîke ve eş-şirk” şeklinde kullanılan şirk sözcüğü, “ortaklık” manasına gelir. Dinî anlamda şirk, Allah’ın ortağı olduğunu kabul etmek, O’ndan başka ilah tanımak, onlara inanmak ve Allah’tan başkasına ibadet etmektir. Bu da putlara, ağaçlara, hayvanlara, kabirlere, semavi cisimlere, tabiat kuvvetlerine, ruhani varlıklara, meleklere ve insanlara uluhiyet vererek tapınmaktır. Allah’tan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Tevhit ve Şirk başka bütün bu varlıklara uluhiyet atfederek inanan ve bu inanca göre yaşayan kimseye din dilinde “müşrik” adı verilir. Acaba insanoğlu, Allah’a inandığı hâlde niçin Allah’a ortak koşma ihtiyacı duymuştur? Şirkin kaynağı nedir? Elbette bu sorulara verilecek değişik cevaplar vardır. İnsanın dünyevî ve uhrevî hayatı için tehlike doğuran şirkin kaynağı, psikolojik açıdan korku ve ümit duygusunun tek olan Allah’ta birleşememesidir. İnsanın fıtratında bu iki çizgi vardır. Her ikisi de aynı yöne doğru hareket eder. İnsan gerçek manada tevhit inancından saptığı zaman korku veren şeylerin kaynağı ile ümit veren şeylerin kaynağını ayrı ayrı fani varlıklarda aramaya kalkar. İnsan yegâne güven kaynağı olan Allah’la ilişkisini yakini bir düzeye çıkarmadığı sürece fâni varlıklardan Allah’tan korkar gibi korkmaya, Allah’tan ister gibi istemeye başlar. Kur’an müşrik insanın ruh psikolojisini çok güzel tasvir eder: “Kim Allah’a ortak koşarsa, yükseklerden düşüp parçalanmış, kuşlar tarafından kapılmış yahut rüzgâr tarafından uzak bir yere sürüklenip atılmış gibi olur.” (Hacc 22/31). Bu insanın çifte tabiatlı olmasıdır. Bir başka anlatımla, bir gönülde iki ilah taşımasıdır. Böyle bir inancın neticesi olarak putperest insan kendi iç dünyasında birbirine karşıt iki kuvvetin çatıştığı bir ortamda ne yaptığını ve ne yapacağını bilemez. Şirk virüsünün zihin ve gönül dünyasını teslim aldığı bir vasatta insan iç huzurunu kaybeder, parçalanma yaşar. Bu ruh hâli insanın bütün hayatına yansır. Şirkin bir başka psikolojik nedeni de insanın menfaatine düşkün olmasından kaynaklanan bir sapma biçimidir. Kur’an’da insanın menfaatine çok düşkün oluşu şu şekilde anlatılır: ”Gerçekten mala da çok düşkündür.” (Âdiy”at 100/8). Özde insanın menfaatine düşkün olması, negatif bir duygu değildir. Negatif olan bu menfaat duygusunun kötü yönde kullanılmasıdır. Kişisel yarar ve bencillik duygusu, insan hayatının değişik gelişim safhalarında insana eşlik eder. İnsan kutsal saydığı bir varlığa karşı saygıda bulunma ve ibadetlerini ona yapmakla kalmaz, görüş ve kişisel yararlarına göre bu ilahlardan birini bırakıp diğerine tapabilir. İşte Allah’a ortak koşanın hedefi, sırf bencil, kişisel yararlarını gerçekleştirmektir. Artık o kimsenin mabudu tek değildir, birinden diğerine geçebildiği varlıklar kadar çoktur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Tevhit ve Şirk Allah’a şirk koşan, aynı zamanda insan hayatındaki üstün hasletleri de tanımayandır. Böyle bir insan nasıl ki, ikiyüzlülük ve fırsatçılık için iman etmişse şimdi de çıkar ve bencilliği yüzünden ortak koşmaktadır. Artık, ‘çıkar ve yarar ilişkisi’ müşrik insanın ruh dünyasında itiyat/alışkanlık hâline gelmiştir. Allah’tan başkasına boyun eğicilik inancı olan şirk, bir şahsiyetsizlik, yalancı dostluk ve güven temelinden yoksunluktur. Böyle çift tabiatlı bir insan, kendi içinde şahsiyet travması yaşar. İslam, tevhit eğitimiyle bu travmayı ortadan kaldırmaya çalışır. Dahası İslam, bizim Allah’ı hissettiğimizi, O’nun bizde yaşadığını kabul eder. Biz bu şahsi ve varlıksal deneyimle, Allah’ı sahte tanrılardan ayırt etmek bilincine ve “Allah’tan başka bir tanrının olmadığını” kabul ve şehadet etmek kudret ve kabiliyetine sahibiz. İnsan Kur’an’ın işaret ettiği gibi yaratılış doğasının sesine kulak vermiş olsa bu duyguyu derinden hissedecek ve kavrayacaktır: “Sen yüzünü dosdoğru olarak dine yönelt. Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata… Allah’ın yaratmasında hiçbir değişiklik yoktur. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler”(Rum, 30/30) Yüzünü, Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata yönelt. Yukarıdaki ayette Allah, insanın herhangi bir yanlış inanışa ve şirke meyletmeksizin tek Allah inancına ve hak dine yönelişinin bir fıtrat olduğunu ifade etmiştir. Yani Allah’a tevhit esası üzere inanmak ve bunun gereğini yapmak insanın yaratılışına yerleştirilmiş bir ihtiyaç ve kabiliyettir. Bütün bunlara rağmen insan Allah’ın hakkını başkalarına vererek O’na ortak koşmaktadır. İslam’da tevhit öğretisi, Allah’ın birliğine imanın ötesinde, Allah’tan başka bütün sahte ilahları reddetmeye dayanır. Tevhit, insanın kendisini gerçekleştirmesinin adıdır. Şirk ise, insanın kendisini başka varlıklarla birlikte gerçekleştirmesidir. Bu inanç Allah’tan başka varlıklara uluhiyet atfetmeye götürdüğü için beraberinde “aracılık” düşüncesini de getirmiştir. Bu açıdan olaya baktığımız zaman bütün peygamberler tevhit mücadelesi boyunca paganizmle mücadele vermiş, insanın özgürlüğe kavuşturulması yolunda büyük gayretler sarf etmişlerdir. Şirkin Çeşitleri Şirk meselesi çok geniş ve tafsilatlı bir konudur. Kur’an’ın üzerinde en çok durduğu konulardan birisidir. 14 asırlık İslam tarihi içerisinde kendisini İslam’a nispet eden Müslüman topluluklarda artık İslam öncesi Mekke toplumunda olduğu gibi somut anlamda puta tapıcılık yoktur. Ama dolaylı olarak tevhit Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Tevhit ve Şirk inancını zedeleyici bir takım yanlış anlayış ve inanç biçimlerinden bahsedilebilir. Şirkin çeşitlerinin belli başlıları şunlardır: Şahısları Sevmede Aşırılık Aşırı sevgi gözü görmez kılar. Her insanın hayatında, sevdiği ve saygı gösterdiği kişiler vardır. İnsan sadece hemcinslerini değil, tüm varlık âlemindeki nesneleri de sever. Ancak Müslümanın, Allah’tan başka varlıklara karşı duyacağı sevgi ve saygı, beşeriyet ve yaratılmışlık sınırlarının ötesine geçemez. Din âlimi, mezhep imamı, tarikat şeyhi, lider, anne, baba, evlat, eş ve dost gibi, bunların hiçbiri müminin kalbinde Allah sevgisine ortak olamaz, Allah’a gösterilecek tazime konu teşkil edemez, nazargâh-ı ilahî olan müminin kalbi fanilere esir edilemez. İşte bu bağlamda şirk’in çeşitlerinden birisi, Allah’tan başka varlıkları sevmede ve onlara tazimde aşırı gitmek suretiyle gerçekleşmektedir. Bu hususa Kur’an şöyle değinir: “İnsanlar arasında Allah’ı bırakıp O’na koştukları eşleri (endad) tanrı olarak benimseyenler ve onları Allah’ı severcesine sevenler vardır” (Bakara, 2/165). Bu ayetten açıkça anlaşıldığı gibi, uluhiyetin en büyük özelliklerinden birisi muhabbet yani sevmek ve sevilmektir. Allah’tan başka herhangi bir varlığı Allah statüsünde bir sevgi ile sevmek insanı şirke düşürebilir. Bundan dolayı Kur’an’da insan daha çok abd/kul vasfıyla anılır. Kulluk, kendisine kul olunan varlığa karşı beslenen en ileri sevgi derecesini ifade eder. Risalet en üstün mertebe olmasına rağmen, bütün peygamberler, kulluğu ile övünmüştür: “Doğrusu o, çok şükreden bir kuldu” (İsra, 17/3). “Hz. Muhammed (a.s), aşırı hürmet ve sevgi ile kendisine secde etmek isteyen bir kimseye, şiddetli tepki göstererek izin vermemiş (Ebû Dâvud, “Nikah” 40; Tirmizî “Radâ” 10); yine o, yanına giren bir zatın korkudan titrediğini görünce, “sakin ol, ben kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum” uyarısında bulunmuştur”(İbn Mâce “Et’ıme” 30). Hz. Peygamber ümmetinin şirke düşmemeleri konusunda titizlik göstermiştir. O, Hıristiyanlar’ın Hz. İsa’yı tanrılaştırmalarına sebep olarak aşırı sevgi ve hürmeti delil getirmiştir. Hz. Peygamber (a.s), bir rivayette bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurmuşlardır: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Tevhit ve Şirk “Hıristiyanları’n Meryem oğlu İsa’yı aşırı bir şekilde övdükleri gibi, siz de beni övmeyin. Ben sadece Allah’ın kuluyum. Bu sebeple Allah’ın kulu ve elçisi, deyin” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 23, 24, 47, 55). Mutlak kutsal, Allah Teâlâ’dır. Namazda okuduğumuz “tahiyyat duâsı”nın sonunda da “abdühû ve rasûlühü/O’nun kulu ve elçisi” pasajının yer alması gerçekten anlamlıdır. Zira Hıristiyanlar Hz. İsa’yı övmede öyle aşırı gittiler ki, onu önce Allah’ın oğlu daha sonra da ilah yaptılar. Artık günümüz Hristiyanlığında Tanrı, İsâ’dır. Çünkü onlar Hz. İsâ’da nasutî/insanî ve lahutî/ilahî yönü birleştirmişlerdir. Onun için İslam, insanî alanla, ilahî alanın sınırlarının gözetilmesi konusunda büyük hassasiyet göstermiştir. Müslümanın nazarında hiçbir insan peygamber derecesine çıkamayacağına ve hatta peygamberlere bile insanüstü bir özellik nispet edilemeyeceğine göre Allah’tan başka hiçbir kimsede insanüstü bir kuvvet ve varlık düşünülemez. Ayrıca herhangi bir şahsa, saygıda kusur etmeyeceğim diye taparcasına davranmak, türbe ve kabirlere karşı aşırı hürmet göstermek, bunların üzerinde namaz kılmak, yatırlardan medet ummak saf tevhit inancına ve İslam şahsiyetine yakışmayan hareketlerdir. O hâlde her konuda olduğu gibi şahıslara karşı sevgi ve hürmette de dengeyi korumak gerekir. Tabiat Varlıklarını Yüceltmek Nesnelere uluhiyet atfetmek, şirktir. Tabiatta bulunan bütün yaratıklar, insana hizmet için vardır. Allah, ezeli, ebedi ve kadim bir varlıktır. Allah’ın dışındaki bütün varlıklar hadis olup, hepsi de sonradan yaratılmış varlıklardır. Bu sebeple Allah’tan başka hiçbir şey kutsiyet taşımaz. Bizim bazı şeylere kutsiyet nispet etmemiz, sadece mecâzî ve itibarî bir mahiyet arz eder. Mesela, Kâbe, Hacerü’l-esved, Mescid-i Nebi, Mescidi Aksâ vb. Müslümanların hayatında gördüğü vazifeler ve taşıdığı hatıralar açısından bir kıymet taşır, kendi yapıları, maddeleri ve hacimleri bakımından değil. Hz. Peygamberin hırkası ve sakalı da böyledir. O hâlde bunlara ve herhangi bir şeye yaratılmışlık ötesi bir özellik, bir yücelik ve kutsiyet verilemez. İslam düşüncesi tarihinde saf tevhit inancının gerek bilgi düzeyinde ve gerekse insan hayatında bir yaşam biçimine dönüşmediği durumlarda yaratılmış ve sırf insanın kendisine hizmet için varolan nesnelere uluhiyet ya da kutsallık atfetme örneklerine rastlayabiliyoruz. Hâlbuki Hz. Ömer’in Kâbe’nin duvarında bulunan “Hacerü’l-esved”/siyah taşla ilgili söyledikleri şu ifade biçimi, bu noktada bize yol gösterici olması gerekmez miydi? Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Tevhit ve Şirk “Senin, zararı ve faydası dokunmayan bir taş olduğunu biliyorum. Resulullah’ın seni öptüğünü görmeseydim, ben de öpmezdim.” (Buharî, “Hac” 50; Müslim, “Hac” 41). Tarih boyunca, insanlar içinde gök cisimlerine tapanlar ve hatta onların, yeryüzünü idare ettiğine inananlar olmuştur. Buna örnek olarak Kur’an’da Harranlı paganistlerin Yıldız, Ay ve Güneş gibi gök cisimlerine uluhiyet vererek taptıklarından söz edilir. Hz. İbrahim (a.s)’in bu putperestlerle olan mücadelesi uzun uzun anlatılır. Kendisine engin tefekkür, derin anlayış, aklı yerli yerince kullanma, muhakeme ve mukayese yapma yeteneği verilen Hz. İbrahim; yıldızların, ayın ve güneşin rab olamayacağını anlatmıştır. (Bkz. En’âm 6/78). Çünkü bu nesneler uful etmektedir. Ufûl; zeval, değişiklik ve intikal kabul eder. Değişimin olduğu yerde değiştiriciye ihtiyaç vardır. O zaman ufûl ve zeval eden bir nesne ilah olamaz. Hz. İbrahim Peygamberin şirke karşı bu çabası Allah’ın varlığı ile ilgili hudûs delilinin geliştirilmesinde etkili olmuştur. Geçmişte ve günümüzde hâlâ varlığını sürdüren paganist zihniyetin başında herhangi bir kayıp eşyayı buldurmak için fal açtırmak, yıldızlardan ve burçlardan hüküm çıkarmak gibi eylemler gelmektedir. Bilindiği gibi cahiliye döneminin yaygın olan inançlardan birisi “ay ve güneş” tutulmaları konusunda yanlış yargı ve inanç besleme geleneğiydi. Bu yanlış geleneğin izleri hâlâ günümüzün bazı toplumlarında yaşatılmaya devam etmektedir. Hz. İbrahim, tevhit mücadelesinin önderidir… Bilindiği gibi müşrikler güneş ve ay tutulmalarını büyük bir kimsenin doğumuna ve ölümüne yorarlardı. Nitekim insana ve bütün canlılara hizmet için var kılınan güneş ve ay gibi yaratılmış cisimlere uluhiyet atfetme emaresi gösteren bazı hareketler karşısında Hz. Peygamber kimi Müslümanları açıkça uyarmıştır: “Güneş ve ay ne kimsenin ölümü, ne de bir kimsenin doğumundan dolayı tutulur. Onlar sadece Allah’ın mahlukatından iki yaratıktırlar. Allah mahlukatı üzerinde dilediği değişikliği yapar. Onun için, güneş ve aydan hangisi tutulursa, hemen açılıncaya kadar namaz kılınız” (Neseî “Kusûf” 16). Dolayısıyla İslam, Yaratan ile yaratılan arasındaki ontolojik ayrımı kuvvetle vurgulamıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Tevhit ve Şirk Gaybı Bildiğini İddia Etmek Okültizm, çağdaş bir inanç sorunudur. Geçmişte ve günümüzde okült eğilimlerin dinî inançları yozlaştıran etkileri hâlâ bir gerçektir. Okültizm, mahiyeti tam olarak bilinemeyen konularda, ruhi yetenekleri kullanarak veya ruhlar âlemi ile ilişki kurarak duyular ötesi varlık ve olaylardan haber verilebileceğini veya olağanüstü işler yapılabileceğini iddia eden yeni dinî akımlar için kullanılan bir kavramdır. İslam öncesi cahiliye toplumunda bu işi yapan kimselere kâhin, eski Türklerde ise, şaman adı veriliyordu. İslam dinî duyular-ötesi âlemle irtibat kurup onlardan haber verebilmeyi vahye; işleyen tabiat kurallarının devre-dışı bırakıldığı olağanüstü işlerin yapılmasını ise mucizeye tahsis etmiş ve bunların her ikisini de peygamberliğin özelliklerinden saymıştır. Son peygamber olan Hz. Muhammed’in irtihâli ile vahiy sona ermiş ve mucize gösterilmesi imkânsız hâle gelmiştir. Artık bu tarihten sonra Müslümanlar arasında gayptan haber verme hâli olamaz. Teorik gerçek bu olmakla beraber, pratikte aksi istikamette gelişmeler olmuş, İslam coğrafyasında bilhassa halk arasında fal, büyü, cefr, havas, esrâr-ı huruf, rüya tabiri gibi usuller olabildiğince yayılmış ve toplumun büyü ve kerametle kontrol altında tutulduğu görüntüsü verilmiştir. Böylece İslam kültürü akılcı olmaktan uzaklaştırılmıştır. Günümüzde okült inançlar alanında en yaygın örneklerden birisi; gaybdan haber verdiğini iddia eden kimselere başvurmak; ikincisi ise, olağanüstü işler başardığına inanılan büyücülere inanmaktır. Dolaylı olarak kâhinler yaptıklarıyla vahye, modern büyücüler ise, yaptıklarıyla mu’cizeye alternatif olduklarını iddia etmiş olmaktadırlar. Kehânet; gaybtan haber vermek, falcılık ve bakıcılık yapmaktır. Tahmin yoluyla gizli bir surette geçmiş olaylardan haber veren kimseye kâhin, gelecekle ilgili olaylardan haber veren kimseye de “arraf” denilir. Cahiliye Araplarında kâhin veya arraf, bir bakıma tanrılık, bir bakıma peygamberlik taşıyan bir şahsiyet olarak görülmüştür. Gaybdan haber verme temeli üzerinde oturtulan bu sanat, kendisini, vahye ya da nübüvvete alternatif olarak gösterdiğinden dolayı Hz. Peygamber (a.s) müşkil işlerin çözümü için onlara başvurmayı şiddetle yasaklayarak şöyle buyurmuştur: “Kim bir kâhine gider de onun söylediklerini tasdik ederse, Muhammed’e indirilen şeyden (vahiyden) uzaklaşmış olur.”( Ebû Davud “Tıp” 21). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Tevhit ve Şirk Çünkü Kur’an’dan öğrendiğimiz kadarıyla mutlak gaybın bilinmesi Allah’a has kılınmıştır: “De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilemez.”(Neml, 27/65). Bu genel kaidenin tek istisnası, peygamberlerdir. peygamberlerinden seçtiği bazılarını gayba mutalı kılmıştır: Allah “Gaybı bilen O’dur. Beğenip seçtiği peygamber müstesna, kimseyi gaybına vakıf kılmamıştır.” (Cin, 72/26-27). Görüldüğü gibi, her peygambere de gaybın bilgisine vakıf olma yetkisi verilmemiş, bu konuda ilahî bir tercih yapılmıştır. Dolayısıyla İslam inancında peygamberlerin dışında her kim olursa olsun, gaybdan haber verdiğini söyleyen kimselerin bu görüşlerine inanmak, şirk ve küfür kapsamındadır. Çünkü kehanette bulunmak vahye, gaybdan haber vermek ise, nübüvvete alternatif bir telakki biçimidir. Filan zat gaybı bilir, gibi ifadeler İslam’ın tevhit inancıyla bağdaşmaz. Gaybı, Allah’tan başka kimse bilemez. Ulûhiyette Aracı Kabul Etmek Büyük şirk, Yüce Allah’ın ebediyen bağışlamayacağı bir günahtır. Böyle kimselere Allah cenneti haram kılmıştır. (Mâide, 5/72). Bu bağlamda şirk, en büyük zulümdür. (bkz. Lokmân, 31/13). Ulûhiyette aracı kabul etmek bunlardan birisi olup günlük hayatta bu tür şirkin birçok örneği vardır. Bunlardan bazıları; Allah’tan korkar gibi bir başkasından korkmak, Allah’ı sever gibi bir başkasını sevmek, Allah’a rağmen bir başkasının fayda ve zarar vereceğine inanmak, Allah’tan başkası adına kurban kesmek, Allah’ı tazim eder gibi, Allah’tan başka varlıkları tazim etmektir. Bunun özgün adı Allah’a yakınlık elde etmek amacıyla ulûhiyette bir takım varlıkları aracı kabul etmek demek olan “şirk-i takrib”dir. Böyle bir şirk türü insanlık tarihinde, âlemin yaratıcısının Allah olduğunu kabul etmekle birlikte O’na yakınlığı temin etmek için kimi varlıklara ulûhiyet atfetmek şeklinde cereyan etmiştir. Mesela cahiliye müşrikleri kendilerine niçin putlara taptıkları sorulduğunda, bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, demişlerdir. (Zümer, 39/3). Onların yaptığı bu davranış kınanmıştır: “Allah’ı bırakıp da kendilerine yardımı dokunur diye, başka ilahlar/tanrılar edindiler. Oysa onlar yardım edemezler. Ancak kendileri o tanrılara koruyuculuk için nöbet beklerler” (Yasin, 36/74-75). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Tevhit ve Şirk İslam inancında hiçbir put ve hiçbir sahte tanrı şefaat edemez. Kullarına tek Allah şefaat etme yetkisine sahiptir ve şefaat etme iznini verme de sadece ona aittir. (Bkz. Zümer, 39/43-44; Sebe, 34/23). Dinimizde ölülere faydalı olmak vardır. İslam inancında ölmüş bir kimse ile Allah’a tevessülde bulunma meselesi tartışma konusu yapılmıştır. Sebebi, önce vasıta kabul edilen bu zatların vasıtalığı zamanla unutularak, zatlarına tapılmaya başlanabilir, endişesidir. Nitekim Nuh (a.s)’ın kavminin şirke düşmesi de böyle olmuştur.(Bkz. Nuh, 71/23-24). Hz. Ömer’in dediği gibi, İslamı bilmeyenler türeyince İslam’ın düğümleri teker teker çözülür. Onun için İslam’da uzun vadeli cehalet özür sayılmamıştır. Günümüzde hangi inanç ve davranışın insanı şirke düşürdüğü bilgisinden mahrum olan bazı kimseler kabir ve türbelerde medfun bulunan zatların her türlü hastalığa şifa verici ve her türlü isteğe çare bulucu olduğuna inanmaktadırlar. Doğrudan Allah’tan ister gibi onlardan ihtiyaçlarını gidermelerini istemektedirler. Özellikle inanç ve din konusunda yeterli bilgi birikiminden yoksun olan kimseler, her türlü dertlerinin çözüm mekânı olarak türbeleri görmekte ve oralara koşmaktadırlar. Allah’tan ister gibi orada yatan zatlardan derdine çare, hastalığına şifa, çocuğu olmayan çocuk, genç kızlar koca, genç erkekler eş ve iş istemektedirler. Hâlbuki bütün bunlar Allah’tan istenmelidir. Her gün kıldığımız beş vakit namazın her rekâtında tekrarladığımız ifade şudur: (Allah’ım!) Ancak Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz” (Fatiha, 1/5). Dirilerin yapması gereken orada yatan zata dua ve istiğfarda bulunarak günahlarının affı için Allah’tan mağfiret dilemektir. Eğer orada yatan zatların günahı yoksa makamının yükseltilmesi için dua ve istiğfarda bulunmak, onlar adına sadaka gibi tatavvu ibadetleri yerine getirmek gerekir. Dirilerin ölen kimselerden faydalanması ise, ölümü hatırlayarak gidişatını düzeltmeye vesile olmak şeklinde görülebilir. Kaldı ki, kabirlerde yatan zat adına kurban kesmek de çok tehlikeli bir iştir. Allah’tan başkası adına kurban kesilemez.(Bkz. Maide, 5/3). Gösterişçi Dindarlık İslamî literatürde gösteriş kavramının karşılığı olarak ‘riya’ kelimesi kullanılır. Gösterişçi dindarlık, herhangi bir kimsenin ahiret ameliyle dünya menfaati gözetmesine; iman, ibadet ve İslamî ilkeleri dünyevî yararlara alet etmesine dayanır. Kur’an’da, gösterişçi dindarlık, ikiyüzlü olan münafıkların davranışları olarak gösterilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Tevhit ve Şirk “Doğrusu münafıklar Allah’ı aldatmağa çalışırlar, oysa O, onlara aldatmanın ne olduğunu gösterecektir. Onlar namaza tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, ne onlarla, ne bunlarla olur, ikisi arasında bocalayarak Allah’ı pek az anarlar. Allah’ın saptırdığı kimseye yol bulamayacaksın.” (Nisa, 4/142-143. Ayrıca bkz. Münafikûn, 63/1-11; Maun, 107/6). İslam dinine göre, ahiret ameliyle dünya yararı gözetmek anlamına gelen riya, kötü bir davranış türüdür. Ahiret amelinden maksat; söz, beden ve servet yoluyla yapılan ibadetlerdir. İbadetlerinde gösterişe yer veren kimseye, mürai denilir. Bu tip kötü karaktere sahip olan kimseler, bir iyiliği ve iyi davranışı Allah’ı hoşnut etmek için değil, insanların beğenisini kazanmak için yaparlar. Amaç, insanlar üzerinde manevi nüfuz, şan, şöhret ve dünyevi çıkar elde etmektir. İslam inancında bunun adı, “gizli şirktir.” (Bkz. Tirmizî “Hudud” 24). Riya, gizli şirktir. Gizli şirk, ibadetlere gösteriş karıştırmaktır. Mümin, bütün davranışlarını ahrette hesap verebileceği bir zemin üzerine kurar. Dolayısıyla, Allah’a kavuşacağı bir güne inanan her mü’min, iyi davranışlar yapar, Rabbine ibadet ederken de hiçbir kimseyi O’na ortak koşmaz. (Bkz. Kehf, 18/110). Her ne kadar böyle bir kişi kalben inandığı için müminse de, davranışlarını ihlas ve samimiyet içinde yapmadığından dolayı, yaptığı davranışlar Allah katında makbul değildir. Bkz. Bakara, 2/264). Bu sebeple ibadetler, başkalarına gösteriş için değil, sadece ve sadece Allah’ı hoşnut etmek için yapılmalıdır. Şahsiyet krizi yaşayan ve dini hayatlarında gösterişçi dindarlığı temel gaye edinen kimselerin asıl amacı, Allah’ın hoşnutluğunu değil, dünyevi ikballere ulaşmak için, insanların beğeni ve hoşnutluğunu kazanmaktır. Samimi dindar, Allah’ın emir ve buyruklarını onun hoşnutluğunu kazanmak için yerine getirirken, gösterişçi dindar ise, dini değerleri kişisel çıkarlarını elde etmek için kullanır. Örneğin, gösterişçi dindar olan münafık, gerçek müminlerle beraber namaza gelirse de o, ibadet için değil, gösteriş yapmak için gelir. Gösterişçi dindar, bir kişiye ya da herhangi bir kuruma yardım ederken, Allah’ı razı etmek adına değil de kameralar eşliğinde kendi reklamını yaptırmak için yardım eder. Mürai bir kimse için ahiret, hesap kitap önemli değildir. Zaten onun böyle bir derdi de yoktur. O, sadece bugünü, şimdiyi dikkate alır. Çünkü o, hasbi değil, hesabi bir adamdır. Bugün reddedemeyeceğimiz bir gerçeklik vardır. O da görselliğin hayatımızdaki hegomanyasıdır. Artık üretimin, tüketimin, eğitimin, ahlakın, siyasetin olduğu kadar ibadetin de görselliğin dünyası içinde yeniden üretildiği bir kültürel ortamda yaşıyoruz. Böyle bir ortamda dindarlık ve ibadetin klasik Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Tevhit ve Şirk tanımının içerik olarak, anlam kaybına uğramaktan kurtulamadığını görüyoruz. Görsellik, egemen olduğu bir toplumsal hayatta din ve dindarlığa olan etkisini, Müslümanın dini faaliyetlerini belirgin şekilde formatlayarak göstermektedir. Gösteri toplumu, aynı zamanda “teşhirci” bir toplum olma özelliği taşır. Netice olarak gösterişi bir dindarlık türü olan gizli şirk, her ne kadar kişiyi dinden çıkarmazsa da bu bağlamda yapılan ibadetlerin sevabını boşa çıkarır. Onun için her mümin şirkin bütün kısımlarından uzak durmalıdır. Çünkü şirk, kişinin kendisini Allah katında ve insanlar yanında değersizleştirmesidir. Rabbinin hakkını yerine getirme imkânını ortadan kaldıran şirk inancı ve pratiğini iyi kavramak tevhit bilgisinin gereklerindendir. Aksi takdirde en büyük haksızlık olan şirk işlenebilir. Unutmayalım ki tarihte müşrikler müminlerin içinden çıkmıştır. O hâlde her müslüman, değerli şahsiyetine ve yüce davasına leke getiren her türlü şirk unsurundan kaçınmalıdır. Ancak böyle disiplinli çaba neticesinde bir Allah inancı muhafaza edilebilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Özet Tevhit ve Şirk •Allah’tan başka ilah olmadığına ve O'nun eşi, benzeri ve ortağı olmadığına inanmak, tevhidin gereğidir. Allah’a iman, tevhit üzere olursa bir anlam ifade eder. Allah katında insanın yaptığı bütün ibadetlerin ve iyi davranışların övgü ve kabule layık olması doğru bir tevhit inancıyla orantılıdır. Bundan dolayı bütün peygamberlerin toplumlarıyla karşılaştıkları zaman ilk mesajları, “Allah’tan başkasına kulluk etmeyin, O'ndan başka ilah yoktur” ilkesi olmuştur. İslam, “Allah’tan başka ilah yoktur” cümlesinde hulasa edilir. Bir kimsenin mümin olabilmesi için Allah’ı zatını, sıfatlarını ve fiillerini birlemesi, O'na bu hususlarda hiçbir şeyi ortak koşmamasıdır. Allah’ın isim ve sıfatlarında tevhit, bu sıfatların yaratıkların sıfatlarına ontolojik anlamda bütün yönleriyle hiçbir zaman benzemediğini kabul etmektir. Aynı şekilde Allah’ın tek bir yaratıcı olmasına inanmak olan eylemde tevhit de İslam’ın özünü oluşturan hususlardan birisidir. İslam inanç sisteminde tevhit, her şeyin her şeyle ve her şeyin bir şeyle ilişkili olduğunu ortaya koyar. •Tevhidin karşıtı, şirktir. Şirk çok tanrılı bir inanca sahip olmanın adıdır. Bir başka açıdan şirk, Allah’ın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde O'na bir başkasını ortak kılmaktır. Birey ve toplum hayatında şirkin asıl kaynağı, ümit ve korku duygularının yanlış yerlere kanalize edilmesi, menfaat ilişkisine dayalı bir inancın benimsenmesidir. Bu bağlamda şirkin çeşitli tezahürleri vardır. Bunlardan birisi büyük, bir diğeri de küçük şirktir. İtikadi açıdan büyük şirk kişiyi dinden çıkarır. İslam bilginlerinin küçük şirk dedikleri riya ise, insanı dinden çıkarmaz ama insanın yaptığı her hayırlı ve iyi davranışı etkisiz hâle getirir. Şirk, insanın başta Allah olmak üzere, hem kendisine ve hem de içinde yaşadığı toplumun değer yargılarına yabancılaşmasını beraberinde getirir. İnsanın haysiyet ve şerefine leke sürdürür. Bu nedenle şirk, en büyük günahlar arasında sayılmıştır. Kur’an’da, şirkin dışında Yüce Allah’ın kullarının bütün günahlarını bağışlayabileceği beyan edilir. Onun için şirkin gerek küçüğü ve gerekse büyüğü olsun, tüm türlerinden şiddetle kaçınmak gerekir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Ödev Tevhit ve Şirk • Çevrenizde çağdaş inanç problemleriyle ilgili görüp duyduklarınızı içeren iki yüz kelimeyi aşmayacak şekilde bir yazı yazınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Tevhit ve Şirk DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Aşağıdaki ayetlerden hangisi tevhit inancına işaret etmektedir? a) “Doğrusu rabbim her şeyi koruyandır.” (Hûd 11/57). Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. b) “Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızı görür.” (Bakara 2/110). c) “O, her şeyi işitici ve görücüdür.” (Şura 42/11. d) “De ki; O Allah bir tektir.” (İhlas 112/1). e) “Yaratan (Allah) hiç bilmez mi?” (Mülk 67/14. 2. Bir Allah inancı ile kâinat arasındaki bağlantıların kurulmasını sağlayan sıfatlar hangi tevhit inancıyla ilişkilidir? a) Allah’ın zatında tevhit b) Allah’ın sıfatlarında tevhit c) Allah’ın fiillerinde tevhit d) Allah’a ibadette tevhit e) Hiçbiri 3. Aşağıdakilerden hangisi tevhide uygun bir ifade biçimidir? a) İhlâs suresi tevhidin özetini verir b) Allah’ın sıfatlarında tevhit aranmaz c) Allah’ın sıfatlarıyla insanların sıfatları aynıdır d) Allah’ın fiili sıfatlarının eksenini yaratmak sıfatı oluşturmaz e) Birey ve toplum hayatında tevhidin yansımaları düşünülemez 4. “Ahiret ameliyle dünya menfaati gözetmek “ şeklinde tanımlanan şirk çeşidi hangisidir? a) Allah’ın zatında ortaklık b) Allah’ın sıfatlarında ortaklık c) Allah’ın fiillerinde ortaklık d) Allah’a ibadette ortaklık e) Hiçbiri Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Tevhit ve Şirk 5. “Birey ve toplumların Allah’a ulaşmada bir takım varlıkları aracı kabul etmeleri” şeklinde tanımlanan kavram aşağıdakilerden hangisidir? a) Sevgi b) Ticaret c) Şefaat d) Güç e) Akılcılık Cevap Anahtarı : 1.d 2.c 3.a 4.d 5.c Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Tevhit ve Şirk YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR 1. Altıntaş, Ramazan. (2002). Tevhit ve Estetik İlişkisi. İstanbul: Pınar Yayınları. 2. Altıntaş, Ramazan. (2003). İslam Düşüncesinde İşlevsel Akıl. İstanbul: Pınar Yayınları. 3. Altıntaş, Ramazan. (2007). Bütün Yönleriyle Cahiliyye. İstanbul: Pınar Yayınları. 4. Arslan, Abdurrahman. (2004). Yeni Bir Anlam Arayışı. Van. 5. Bağdadî, Abdülkâhir. (1928). Usûlü’d-dîn. İstanbul. 6. Behiy, Muhammed.(1973). Mefâhîmu’l-Kur’an. Kahire. 7. Bilmen, Ömer Nasuhi. (1972). Muvazzah İlm-i Kelam.İstanbul: Bilmen Yayınevi. 8. Bûtî, Said Ramazan. (1986). İslam Akaidi. Ter. Mehmet Yolcu, Hüseyin Altınalan. İstanbul: Madve Yay. 9. Çelebi, İlyas, (2001). “Okültist Eğilimlerin Dinî İnançları Yozlaştırıcı Etkilerine Eleştirel Bir Yaklaşım”. Günümüz İnanç Problemleri. 109-120. 10. Cürcânî, S. Şerîf. (1987). et-Ta’rîfât. Beyrut. 11. Faruki, İsmail Raci. (1995). Tevhit. Çev. Dilaver Yardım-Latif Boyacı. İstanbul: İnsan Yayınları. 12. Gazzali, Muhammed. (1965). Fıkhu’s-Sîre. Beyrut. 13. Gürdal, Salih. (1984). Tevhit ve Şirk. İstanbul: Beyan Yayınları. 14. İbn Manzûr, Ebu’l-Fazl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükrim. (1988). Lisânu’lArab. Beyrut. 15. İsfehânî, Ebu’l-Kâsım Hüseyin b. Muhammed Râğıb. (1961). el-Müfredât fî Ğarîbi’l-Kur’an. Tah. Muhammed Seyyid Keylânî. Mısır. 16. İsferâyinî, Ebu’l-Muzaffer Şahfûr b. Tâhir. (1955). et-Tabsîr fi’d-Dîn. Nşr. Muhammed Zâhid el-Kevserî. Mısır. 17. Kutub, Muhammed. (1994). Tevhit. Çev. Nureddin Yıldız. İstanbul: Risale Yayınevi. 18. Lahbabi, M. Aziz, (1972). İslam Şahsiyetciliği. Çev. İsmail Hakkı Akın. İstanbul: Yağmur Yayınevi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Tevhit ve Şirk 19. Macit, Nadim. (1992). Şirk ve Müşrik Toplum. Konya. 20. Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmud. (tsz.), Kitâbu’tTevhîd. Tah. Fethullah Huleyf, Mısır. 21. Nesefi, Ebu’l-Mu‘în Meymûn b. Muhammed. (2004). Tabsiratu’l-Edille, I. Nşr. Hüseyin Atay. Ankara. 22. Öge, Sinan. (2009). Allah’tan Âlem’e ilahî Fiiller, Ankara: Araştırma Yayınları. 23. Öge, Sinan. (2004). “Fıtratın Mîsâkı”. Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 22, 240-260. 24. Özler, Mevlüt. (1995). İslam Düşüncesinde Tevhit. İstanbul: Nun Yayıncılık. 25. Şafiî, H. Mahmud. (2009). Kelam’a Giriş. Çev. Süleyman Akkuş. İstanbul: Değişim Yayınları. 26. Topaloğlu, Bekir. (1981). Kelam İlmi. İstanbul: Damla Yayınevi. 27. Topaloğlu, Bekir. (1992). Allah’ın Varlığı. Ankara: DİB Yay. 28. Topaloğlu, Bekir-Çelebi, İlyas. (2010). Kelam Terimleri Sözlüğü. İstanbul. 29. Topaloğlu, Bekir-Yavuz, Y. Şevki-Çelebi, İlyas. (1998). İslam’da İnanç Esasları. İstanbul. 30. Toprak, Süleyman. (1986). Ölümden Sonraki Hayat. Konya: Tekin Kitabevi. 31. Ulutürk, Veli. (1995). Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı. İstanbul. 32. Yazır, Muhammed Hamdi. (tsz.). Hak Dini Kur’an Dili. İstanbul: Eser Yay. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 HEDEFLER İÇİNDEKİLER İLAHÎ SIFAT VE İSİMLER • Allah’ın Sıfatları • Allah’ın İsimleri (El-Esmâu’l-Hüsnâ) İSLAM İNANÇ ESASLARI • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Allah’ın sıfatlarını ve karşılıklarını kavrayabilecek • Allah’ın isimlerini ve anlamlarını kavrayabilecek • İlahi sıfat ve isimlerle kâinatı ilişkilendirebileceksiniz. ÜNİTE 6 İlahi Sıfat ve İsimler GİRİŞ Allah’ı sıfatlarıyla tanırız. Allah’ı bilmenin ve hakkında konuşmanın imkân ve mahiyeti, çeşitli inanç ve düşünce mensupları tarafından tartışılan temel hususlardandır. Vahiy kültüründen uzak ya da dinin tahrif edilmiş hâli içerisinde, insan zihninin, Allah anlayışında teşbih, tecsim, şirk ya da inkârcılık ile nasıl ve ne tür sapmalar yaşadığı tarihi tecrübe ile sabittir. Bu yüzden ilahî dinler vahyin sürekliliği ile insana Allah’ı, O’nun istediği şekil ve düzeyde bilmenin yolunu açagelmiştir. Böylece mutlak varlık olan Allah’ın, sınırlı ve mukayyet varlık olan insan tarafından eksik ve yanlış algılanmasının önüne geçildiği gibi yüce yaratıcının beşerî idrakin kalıplarından aşkın oluşu da muhafaza edilmiştir. Bir şeyi tarif etmek için o şeyin ya kendinden yola çıkarak bir açıklamada bulunuruz veya mahiyetini oluşturan cüzlerden yola çıkarız ya da mahiyetin dışındaki şeylerle bu tanımlamayı yapabiliriz. Allah’ı, kendisiyle tarif mümkün değildir. Çünkü tarif eden, bilinme bakımından tarif edilenden öncedir. Bir şeyi kendi nefsiyle tarif ettiğimizde, onun nefsini bilmemiz, tarifini bilmemizden öncedir. Hiçbir varlık Allah’tan önce olmadığı için O’nu bu şekilde tarif edemez. Allah cüzlerden oluşan bir mahiyet olmadığından, bu yolla bilinmesi de mümkün olmamaktadır. Geriye O’nu, sıfatları, kendisinden sâdır olan açık hâller ve eserler ile yani tekvin ve icadı ile bilmek kalır. 1. ALLAH’IN SIFATLARI Allah’ı tanımanın temeli vahiydir. Allah müşahede alanımızın ötesinde bir varlıktır, gözle görülemez, cisimler gibi somut bir şekilde algılanamaz. Öyleyse onu duyularımızla anlayamaz ve idrak edemeyiz. Akıl, birtakım tecrübelerine ve bildiği hususlara dayanarak bilinmeyenler hakkında bilgi edinebilir. Fakat aklın Allah’ı bu şekilde bilmesi de mümkün değildir. Çünkü mukayese edeceği Allah’a benzer bir varlık yoktur. Bu nedenle Allah hakkındaki bilgilerimiz vahyin ve peygamberlerin haberiyle temin edilmiştir. Akıl bu haberleri anlamada bir vasıta olmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de: “Gözler onu idrak edemez, fakat O gözleri idrak eder”(En’âm, 6/103) buyurularak, insanın diğer cisimleri algılaması gibi Allah’ı algılayamayacağı bildirilmiştir. Aynı şekilde Hz. Peygamber; “Mahlûkat hakkında düşünün fakat Yaratıcı hakkında düşünmeyin. Çünkü O’nu kavramaya gücünüz yetmez” buyurarak Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 İlahi Sıfat ve İsimler Allah’ın zatını düşünmemeyi tavsiye etmiştir. Zira Allah’ın dengi ve misli herhangi bir varlık bulunmadığı için bu boşuna bir çaba olacaktır. Öte yandan insan ister istemez somut varlıkları, cisimleri aklına getirecek ve Allah’ı mahlûkata benzetme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Bu yüzden İslam kelamcıları bu hususu güzel bir şekilde ifade etmişlerdir: “Aklına her ne gelirse gelsin, Allah ondan başkadır.” Öyleyse Allah’ı ancak sıfatları ve onların bir tecellisi olan fiilleriyle bilebiliriz. Bu nedenle sıfatlarını bilmek, Allah’a imanın olmazsa olmaz bir gereğidir. Sıfatlarını bilmeden Allah’ı tanımamız, ona kulluğun gereklerini kalbi bir bağla yapabilmemiz mümkün değildir. Aksi hâlde özellikleri ve fiilleri ile kâinatla ilişki içerisinde olan Allah’a değil, sadece Allah kavramına inanılmış olacaktır. Böyle bir inancın da fiili neticeler vermesi, insan hayatını yönlendirmesi beklenemez. İnsan, arkadaşlık yapacağı ya da ticaret ortaklığı kuracağı veya evleneceği insanların özelliklerini, davranışlarını araştırır, öğrenir ve ona göre bir tercihte bulunur. Buna rağmen kendisini yaratan, yaşatan ve nihayetinde ebedî hayattaki mutluluk ya da azabına hükmedecek olan en gerçek ve en önemli varlığı nasıl tanımaz? Onun sıfatlarını nasıl öğrenmez? Bu nedenle Allah’ı tanımama hususunda hiçbir insan mazur sayılamaz. Allah’a iman ettiğini iddia eden bir insanın, iman ettiği o zat kendisini nasıl tanıtmışsa, o şekilde tanımak ve öyle iman etmek zorundadır. Kısacası Allah’ın sıfatlarına iman, Allah’a imanın bir gereğidir. Sıfatlarına iman, Allah’a imanın gereğidir. Allah’ın sıfatları hususunda en temel ilke şudur: Allah’ı tüm noksan sıfatlardan tenzih etmek ve tüm kemâl sıfatlarını O’na nispet etmek. Zaten Kur’an’da Allah’a nispet edilen sıfatlar, O’ndaki üstünlüklere işaret eden sıfatlardır. Yine O’ndan tenzih edilen sıfatlar, O’na yakışmayan, eksiklik ve yetersizlik göstergeleri olan özelliklerdir. Bu yüzden Allah öncelikle insanların kendisi hakkındaki yanlış nitelemelerden kendisini tenzih etmiştir: “İzzet sahibi rabbin yücedir”(Sâffât, 37/180). onların yakıştırdığı şeylerden münezzehdir, İlahî Sıfatların Kısımları İslam âlimleri Kur’an’da ve hadislerde Allah’a nispet edilen sıfatları özelliklerine göre sınıflandırmışlardır. Hemen belirtmeliyiz ki herkesin üzerinde ittifak ettiği kesin bir sınıflama yoktur. Bakış açılarına göre bu sınıflamalar değişebilmektedir. Mesela kimisinin zâtî sıfat dediğine, bir başkası subûtî sıfat diyebilmektedir. Bu tür isimlendirme ve tasnif farklılıkları çok da önemli değildir. Önemli olan bu sıfatları bilmek ve gereklerini idrak edebilmektir. Meşhur olan tasnifle ilahî sıfatlar ve kısımları şu şekildedir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 İlahi Sıfat ve İsimler Zâtî /Selbî Sıfatlar Allah Teala’nın zatına mahsus, olup O’ndan başkasına nispet edilmesi caiz ve mümkün olmayan sıfatlardır. Bunlar vücud, kıdem, beka, vahdâniyet, kıyâm bi nefsihî ve muhâlefetun li’l-havadis olmak üzere altı tanedir. Bu sıfatlara zâtî sıfat dendiği gibi selbi sıfat ya da tenzihi sıfat da denmektedir. Zira bu sıfatların zıtları olan anlamlar Allah’tan nefyedilmekte, böylece Allah her türlü noksanlıktan tenzih edilmektedir. Zaten kelime anlamı itibariyle “selb” bir şeyi ayırmak, soyutlamak, gidermek demektir. Zâtî sıfatların diğer bir özelliği ise bunların aklî itibarlar olarak düşünülmeleridir. Yani müstakil olarak Allah’a nispet edilmeyerek sadece Allah’ı her türlü noksanlıktan tenzih etme ilkesi gereğince, selbî sıfatların sayılarını artırmak mümkündür. 1. Vücud: Allah’ın var ve mevcud olmasıdır. Zıttı yokluk (adem)’tur. Yokluk, bir noksanlık sıfatı olduğu için Allah’dan selbedilir, Allah bu eksiklikten tenzih edilir. Allah, diğer varlıklar gibi önceleri yok iken sonraları var olmuş değildir. Varlığı zorunludur. Ancak O’nun varlığının mahiyeti bilinemez. 2. Kıdem: Allah’ın varlığının başlangıcının olmaması demektir. Allah dışındaki varlıklar hâdistir, yani bir zamanlar yok iken sonradan var olmuşlardır. Allah ise kadimdir. Sonradan olma, bir başka varlık tarafından yaratılmış olmak demektir. Kadim olan sadece Allah’tır, dolayısıyla yaratılmamıştır. Kıdemin zıttı olan hudus, Allah’tan nefyedilir. Zâtî sıfatlar, Allah’ı noksanlıklardan tenzih ederler. “O evvel’dir ve âhir’dir”(Hadîd, 57/3). ayetindeki “el-Evvel” ifadesi Allah’ın kıdemine işaret etmektedir. 3. Bekâ: Allah’ın varlığının sonunun olmaması demektir. Allah’ın varlığı zatı gereği olduğundan dolayı bekâsı da zatı gereği zorunludur. Diğer bir ifadeyle bir başkası onu var etmemiştir ki, varlığını sona erdirebilsin. Allah’tan başka her şeyin varlığı fanidir. Varlıklarının nihayetini, onları yaratan Allah belirler. Varoluşları, varlıklarının devamlılığı da onun elindedir. Dolayısıyla bekânın zıttı olan fena(yok olma, tükenme) Allah’tan nefyedilir. Allah fani olmaktan münezzehtir. Yukarıda mealini verdiğimiz ayetindeki “el-Âhir” ifadesi Allah’ın bekâsına işaret etmektedir. Yine Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 İlahi Sıfat ve İsimler “Kâinattaki her şey fânidir. Sadece rabbinin celal ve ikram sahibi zatı bâkidir.”(Rahmân, 55/27) ayetinde de tüm kâinatın sonluluğuna, Allah’ın ise ebedîliğine dikkat çekilmiştir. ayetinde de işaret edildiği üzere, insan öldüğünde sahip olduğu mülkler, yine “Yeryüzüne ve onda olanlara biz varis oluruz”(Meryem, 19/40) onların gerçek sahibi olan Allah’a kalacaktır. Çünkü ezelde hiçbir varlık yokken sadece O bulunduğu gibi, tüm fanilerin ötesinde Bâki kalan da sadece O’dur. 4. Vahdaniyet: Allah Teala’nın bir ve tek olmasıdır. Allah zatı, sıfatları ve fiillerinde tektir, eşsizdir, ortağı yoktur. O’ndan başka bir ilah bulunmadığı gibi, başkaları da O’nun sıfatlarının misline sahip değildir. Yaratıcılık da O’na mahsus bir fiildir. Vahdaniyetin zıttı teaddüt(birden fazla olma) ve şeriki(ortağı) bulunmadır. Allah mahlukata ait bu iki özellikten de münezzehdir. Çünkü O, Kur’an’da da ifade edildiği üzere Ehad’dir, yani eşi ve benzeri bulunmayan yegâne varlıktır: Allah’ın dengi hiçbir şey yoktur. “De ki O Allah birdir.”(İhlas, 112/1) 5. Kıyâm bi nefsihi: Allah’ın zatıyla kaim olmasıdır. Allah dışındaki tüm varlıklar, var olmak için bir başkasına muhtaçtır. Aynı zamanda varlıklarını gösterebilecekleri bir mekâna ihtiyaç duyarlar. Oysa Allah vâcibu’l-vücûddur. Varlığı kendinden olduğu için, var olmak için ne bir yaratıcıya ihtiyacı vardır ne de varlığını devam ettirip göstereceği bir mahalle. 6. Muhâlefetun li’l-havâdis: Allah’ın sonradan yaratılanlara(havadis) benzememesi, onlardan farklı olmasıdır. Allah Teala’nın bu sıfatı, aslında tenzihi sıfatların tümünü kapsayan şemsiye bir kavramdır. O, zatında ve sıfatlarında eşsiz olup mahlûkata benzemediğine göre, mahlûkata nispet ettiğimiz hiçbir şeyi aynı anlamda Allah’a nispet edemeyiz. Sonradan olan varlıklar(havadis) hem zatları hem de sıfatları itibariyle eksiktirler. Hâdis oldukları için yaratıcıya muhtaçtırlar, dolayısıyla varlıkları da, varlıklarının devamı da başkasına bağımlıdır. Aynı şekilde sıfatları da yaratıcının takdirine göre belirlenmiştir. Dolayısıyla kendileri gibi sıfatları da hadistir. Bu sıfatın zıttı mümâselet (misli olmak) ve müşabehet (benzeri olmak)tir. Allah tüm bunlardan münezzehtir. Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın eşsizliği ve yegâneliği “O’nun misli hiçbir şey yoktur. O işiten ve görendir.”(Şûrâ, 42/11) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 İlahi Sıfat ve İsimler ayetiyle açık bir şekilde bildirilmiştir. O’nun yaratılmışlara benzemeyişini yukarıda da belirttiğimiz şu ifade veciz bir şekilde özetlemektedir: “Aklına her ne gelirse gelsin, Allah ondan başkadır.” Subuti Sıfatlar(Sıfât-ı Meâni) Subuti sıfatların keyfiyeti bilinemez. Kur’an’da ve hadislerde Allah’a doğrudan nispet edilen ve hakiki anlamları Allah’ta ezeli olarak sabit bulunan sıfatlardır. Bu sıfatlar içerikleri itibariyle bir ilahta bulunması gereken üstün niteliklerdir. Aynı şekilde bu sıfatların zıtları noksanlık ve yetersizliğe delalet ettiği için Allah’tan nefyedilir. Sübuti sıfatların anlamları farklı mahiyette de olsa insanlarda da bulunduğu için anlaşılmaktadır. En azından bu sıfatlar Allah’a nispet edildiğinde ne denmek istendiği bilinir. Mesela sem’(işitme) sıfatı Allah’a nispet edilip “O semi’dir” dendiğinde, asıl hedef insaların konuştuğu hususulardan Allah’ın haberdar olduğunu insana bildirmektir. Bundan öte Allah’ın işitmesi nasıl olur, ne şekildedir bilinemez. Dolayısıyla bu ilahi sıfatların mutlak mahiyeti ve keyfiyeti insanoğlunun algı ve bilgi kapasitesinin üstündedir. Sübuti sıfatlar Mâturîdîlere göre sekiz, Eşarîlere göre ise yedi tanedir. Aralarındaki farklılık tekvin sıfatındadır. Mâturîdîler tekvin sıfatını müstakil bir sıfat kabul ederken; Eşarîler onu kudret sıfatı içerisinde düşünerek müstakil olarak zikretmemişlerdir. Subuti sıfatlar hayat, ilim, irade, kudret, sem’, basar, kelam ve tekvinden oluşurlar. 1. Hayat: Biyolojik canlılık anlamında olmamak üzere Allah Hayy’dır. O’nun hayy olması mevcudiyeti ve ölümsüzlüğü demektir. Kur’an-ı Kerim’de pek çok ayette bu sıfata işaret edilmiştir: “Allah, kendisinden başka ilah kayyûmdur”(Bakara, 2/255; Âli İmrân, 3/2) olmayandır. O hayy ve “(O gün) bütün yüzler hayy ve kayyûma boyun eğmiştir”(Tâhâ, 20/111) “O hayydır, ondan başka ilah yoktur”(Mü’min, 40/65) “Ölmeyen hayya tevekkül et”(Furkân, 25/58) Son ayetten de anlaşılacağı üzere O’nun hayy olması, hakkında ölümün imkânsızlığını bildiren ezeli ve ebedi varlığının sürekliliğidir. Hayatın zıttı ise ölüm(memât)dür ve Allah bundan münezzehtir. Allah’ın hayatı, hayatların en kâmil ve tam olanıdır. Her hayat sahibinde fiil bulunduğundan, ilahî fiiller de, O’nun hayatının bir gereğidir. Kendisinde fiil ve şuur bulunan varlık, canlı; bulunmayan ise cansız (cemâd) dır. Aynı şekilde hayatı mükemmel olan bir zatın fiil ve kudreti, hayatı mükemmel olmayan zatın fiil ve kudretinden daha üstündür. Allah hakkında Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 İlahi Sıfat ve İsimler hayat, O’nun bilmesi, irâde etmesi ve kadir olmasını sahîh kılan bir niteliktir. Fail, âlim ve kadir olan bir zat zorunlu olarak canlıdır. Tercihe dayalı fiiller ancak canlı olandan sadır olabilir. Allah’ın fiilleri de bu şekilde meydana gelmektedir. Dolayısıyla fiilleri ispat edildiğinde tabi olarak hayy olduğu da ispat edilmiş olmaktadır. Ölü veya cansız bir varlığı örneğin ilimle vasıflamak mümkün değildir. Nitekim yaşadığımız alemde, bizden biri, canlılık özelliğini kaybettiğinde artık bilgi ve güç sahibi olamaz. Bunlar canlılığın elverişli kıldığı niteliklerdir. Allah alim ve kadir olunca, ezelî ve ebedî olarak hayy olur. Allah hayy olunca, semî’, basîr ve mütekellim olması da kaçınılmaz olmaktadır. Çünkü bu sıfatlara sahip olmayan bir canlı(hayy), zıtlarıyla nitelenir. İlah olan bir zat ise, bu tür zıtlarla vasıflanmaktan münezzehtir. 2. İlim: Allah Teala’nın, bilginin konusu olan her şeyden haberdar olması; kâinatta vuku bulmuş ve bulacak olan her şeyi, bütün hâlinde olanları ya da cüzleri, gizli ya da aşikâr olanları her türlü haliyle bilmesi demektir. Tüm bunlar, O’ndan gizili değildir. İlim, kemal sıfatlarının ilkidir. İlim, kemâl sıfatlarının en başta gelenidir. Zıttı cehalet, gaflet ya da nisyan(unutkanlık) dır. Allah’a ilim sıfatı nispet edilirken hem ilmin gereği olan kemaliyet nispet edilmiş olmakta hem de ilmin zıttı olan noksanlıklar O’ndan tenzih edilmiş olmaktadır. İlahî ilmin bazı özelliklerini maddeler hâlinde şu şekilde sıralayabiliriz: Kâinat Allah’ın ilmine işarettir. Allah’ın ilmi her şeyi kuşatıcıdır, istisnaları yoktur. Allah’ın ilmi zamanla kayıtlı değildir. Allah eşyayı ve olayları olmadan önce de bilir. Allah’ın ilminde bildiği şeylerin değişmesinden dolayı değişme olmaz. Allah’ın ilmi ezeli olduğu için, sonradan öğrenme söz konusu değildir. Allah’ın ilmi sonsuz ve ebedidir, bildiği şeyi unutması muhaldir. Allah’ın ilmi, insanların ilmi gibi tefekkür ve istidlâlin mahsulü değildir. Allah’ın ilmi için herhangi bir vasıtaya ihtiyaç söz konusu değildir. İlim sıfatı Kur’an’da en çok zikredilen ilahî sıfattır. İnsanın müşahede ettiği her şey Allah’ın ilmine nispet edilmiştir. Bu anlamda mutlak bilgi Allah’ındır. Allah’ın ilmine yapılan bu vurgu insanda inandığı ve kulluk ettiği zatın kemaliyeti algısını pekiştirir. Aynı zamanda Allah dışında tapınılan varlıkların cehaleti hatırlanarak, ilahlığa müstehak olmadıkları anlaşılır. Tüm varlıkları Allah yarattığına göre, yarattıklarını bilmesi de gayet doğaldır. Bu kadar eşsiz güzellik ve nizamıyla var edilmiş kâinat, diğer pek çok sıfatı gibi Allah’ın ilmine de işaret eder. Çünkü ancak alim bir zat bu kadar sistemli, kanunlu ve çeşitli yaratılışı düzenleyebilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 İlahi Sıfat ve İsimler Kur’an’da Allah’ın ilmini ve bu ilmin bazı özelliklerini gösteren ayetlerden birkaçı şöyledir: “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.”(Bakara, 2/30) “Ben göklerin ve yerin gaybını bilirim. Ve Ben açığa vurduğunuzu da gizlediğinizi de bilirim.”(Bakara, 2/33) “Sen, nefsimde olanı bilirsin, ben zatında olanı bilmem. Şüphesiz sen gizli olanları en iyi bilensin.”(Mâide, 5/116) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 İlahi Sıfat ve İsimler “Onların kalplerinde olanı bildi.”(Fetih, 48/18) “Andolsun ki insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi bilirirz. Biz ona şah damarından daha yakınız.”(Kâf, 50/16) “Bilmezler mi ki Allah, muhakkak onların gizlediklerini de açıkladıklarını da bilir.”(Bakara, 2/77) “Allah’ın nefislerinizde olanı bildiğini bilin ve bu yüzden O’ndan sakının.”(Bakara, 2/235) “Onların önlerinde ve arkalarında olanı bilir.”(Bakara, 2/255) “Göklerde ve yerdekileri Allah’ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişinin fısıldaştığı yerde dördüncüleri O’dur. Beş kişi olsalar altıncıları O’dur. Bundan daha az ya da daha çok sayıda olsalar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar Allah onlarla beraberdir. Sonra kıyamet gününde yaptıklarını onlara haber verecektir. Şüphesiz Allah her şeyi bilir.”(Mücâdele, 58/7) “Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları O’ndan başkası bilmez. O karada ve denizde olanı bilir. Düşen her yaprağı o bilir. Yerin karanlıklarındaki tane, yaş kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.”(En’âm, 6/59) “Allah, her dişinin neye gebe olduğunu, rahimlerin artırdığı şeyi ve eksilttiği şeyi bilir. Her şey onun katında bir ölçü iledir.”(Ra’d, 13/8) “Allah, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.”(Mümin, 40/19) “Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, oraya yükseleni bilir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah bütün yaptıklarınızı hakkıyla görendir.”(Hadîd, 57/4) “Yaratan bilmez mi? O, en gizli şeyleri bilir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.”(Mülk, 67/14) “O, gaybı da, görülen âlemi de bilendir. Çok büyüktür, çok yücedir.”(Rad, 13/9) Dikkat edileceği üzere ayetlerde Allah’ın açıkta olanı bilmesi yanında özellikle kalplerde olanı, gizleneni de bildiğine sık sık vurgu yapılmaktadır. Dinlerin temel maksadı insana rabbini tanıtmak ve ona boyun eğmesini temin etmektir. İşte insana yaratıcısının, kendinin her halinden haberdar olduğunu, gizli saklı neyi varsa bildiğini hatırlatan bu ayetler, düşünüp ibret alan için ciddi bir kulluk bilinci oluşturacaktır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 İlahi Sıfat ve İsimler 3. İrade: Lugatta talep ve meyil manalarını içeren irâde, bir şey üzerine karar kılarak onu yapmaya azmetmek demektir. Istılahta birbiriyle bağlantılı iki temel muhtevaya sahiptir: a. Her şeyden önce irade, zorlama ve mecbur kalmaya zıt bir manadır. İrade sahibi olan varlık, kast ve tercih sahibi olmuş olur. Bu manaya göre iradenin faydası, kendisiyle vasıflananın, fiilinde seçim sahibi olup o fiile mecbur bırakılmamasıdır. b. İradenin içerdiği ikinci anlam ise, mef’ûlun (fiile konu olan şeyin, nesnenin) bir yöne tahsisini gerekli kılmasıdır. Şayet irade olmasaydı, özellikle mef’ûllerin aynı cinsten olduğu durumlarda, tüm mef’ûller tek vakitte, tek bir heyet ve tek bir sıfat üzere olurdular. Bu yüzden irade, mümkün iki taraftan birini diğerine zorunluluk olmaksızın tercihi gerektiren sıfattır. Gayeler kendi başlarına varlıklarını zorunlu kılamazlar. Bir gayenin amaç vasıtasıyla gerçekleşebilmesi için bilen ve tercih eden bir amile ihtiyacı vardır. Fiile yönlendiren fakat fiilin tam sebebi olmayan saiklerden birinin ötekine tercih edilmesini sağlayan şey iradedir. Allah dilediğini yapandır. İrade insanlar hakkında kullanıldığında yukarıdaki lügat ve ıstılah anlamlarının tümü kastedilir. Ancak Allah’ın iradesi kulların iradesinden farklı olduğu için bu anlamların tümü O’nun hakkında doğru olmaz. Mesela lügat anlamı olarak zikredilen “meyletme” Allah hakkında düşünülemez. Çünkü meyletme ya bir ihtiyaçtan ya da herhangi bir bağımlılıktan olabilir. Oysa Allah bu tür noksanlıklardan münezzehtir. Aynı şekilde insan iki seçenek arasında kalıp, birini tercih ettiğinde irade sıfatı devreye girer. Ancak Allah yaptığı fiillerinde herhangi bir tereddüt yaşamaz, O’nun için ihtimal söz konusu değildir. O, kesin bilgi ve hüküm sahibidir; ister ve yaratır. Öyleyse ilahî iradeyi özellikle şu iki husus çerçevesinde anlayabiliriz: 1. Allah’ın fiillerinde herhangi bir cebir ve baskı altında olmaması. Allah kendi zatına mahsus iradesiyle diler ve dilediğini yapar. Hiçbir etki, baskı, zorlama, menfaat, zarar. İhtiyaç ya da endişe O’nu fiile yönlendirmez. O hakîmdir, hikmetince fiilleri vardır. 2. Allah’ın fiillerinin kendisinden zorunlu bir şekilde (tab’an) ortaya çıkmaması. Bu tür fiiller akılsız, iradesiz varlıklarda olur. Mesela güneşin ışık ve ısı yayması iradi değil, tabiatı gereğidir. Ancak ilahî fiiller Allah’ın zatına mahsus kararı ve dilemesiyle olur. İlahi iradenin özellikle tecelli ve gerçekleşme yönüyle ilgili olarak daha iyi anlaşılması için İslam âlimleri ikili bir tasnif yapma ihtiyacı hissetmişlerdir. Buna göre ilahî iradenin ikili mahiyeti olduğu söylenmiştir: Tekvinî irade ve Teşriî İrade. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 İlahi Sıfat ve İsimler Tekvini irade, Allah Teala’nın yaratıcı iradesidir. Diğer bir ifadeyle yaratmayla alakalı iradesidir. Bir şeyi yaratmak istediği zaman tekvinî iradesi söz konusudur ve Vuku bulmama, gerçekleşmeme ihtimali yoktur ve kesinlikle olur. “Bir şeyi irade ettiği zaman O’nun işi, o şeye ol demektir. O şey de hemen oluverir”(Yâsin, 36/82), “Allah irade ettiğini yapar”(Bakara, 2/253) ayetlerinde ilahî iradenin bu yönüne işaret edilmiştir. Teşriî irade’de ise yaratma söz konusu değildir. Allah’ın emir ve talebinin olduğu hususlarda ilahî iradenin bu anlamı geçerlidir. Mesela Allah kendisine inanılmasını ve itaat edilmesini irade etmiştir ve bunu emretmiştir. Ama burada oluşturucu bir irade yoktur. Teşrii yani kanun koyucu irade vardır. O yüzden herkes iman etmemektedir. Şayet Allah herkesin iman etmesini tekvini bir irade ile irade etmiş olsaydı o zaman herkes mecburen iman ederdi. Nitekim Kur’an’da bu duruma da işaret edilmiştir. “Eğer rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi iman ederdi”(Yûnus, 10/99). “Allah dileseydi, birleştirirdi”(En’âm, 6/35). Allah her şeye kadir bir yaratıcıdır. elbette onları hidayet üzerinde toplayıp 4. Kudret: Allah Teala’nın tüm mahlukatta ilim ve iradesine uygun olarak tesir ve tasarruf etmesi demektir. Tüm kâinatta Allah’ın yaratıcı ve düzenleyici fiillerini görmek mümkündür. Fiil denince akla ilk gelen kavram kudrettir. Kudret, fiilin tanımlanmasındaki temel anahtar kavramdır. Bu yüzden Allah’ın fail oluşundan yola çıkarak bilinmesi mümkün olan ilk vacib sıfat Allah’ın kadir olmasıdır. Allah’tan fiilin ortaya çıkışı sahih olunca, zorunlu olarak kadir olmuş olur. Fiil yapabilen ile yapamayanı birbirinden ayıran ölçüt kadir olmaktır. İrade ettiği her şeyin irade ettiği şekilde gerçekleşmesi ve hiçbir şeyin kendisini aciz bırakamaması, kısacası ihtiyari fiilin vukuu Allah’ın kudretinin göstergeleridir. Zira kudreti olmayan bir kişinin fiilleri, bir şeye zıddıyla birlikte malik olamayacağı için, sorunlu ve bozulmaya müsaittir. Kudret sıfatı, aklın delaletiyle bilinen kadim sıfatların başında gelir. Zira Allah’ın âlemin muhdisi olduğunu gösteren deliller, vasıtasız olarak, O’nun kadir Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 İlahi Sıfat ve İsimler oluşuna delâlet etmekteyken, diğer sıfatların ispatında bir veya daha fazla vasıtaya ihtiyaç duyulur. Kudret sıfatı da diğer kemal sıfatları gibi bir ilahlık göstergesidir. Allah her şeye kadir bir yaratıcıdır. Bunun aksine insanların ilah diye kutsadıkları diğer sahte ilahların kâinatta etkili hiçbir kudreti yoktur. Kudretin zıttı aczdir. Allah acziyetten münezzehtir. Ama Allah dışındaki her varlığın aciz olduğu pek çok husus vardır. Allah müşriklere bu durumu güzel bir misalle anlatmıştır. Allah’tan başka tapındıklarının acziyetini şu şekilde belirtmiştir: “Sinek onlardan bir şey kapsa bunu ondan kurtaramazlar. İsteyen de aciz, istenen de” (Hacc, 22/73). İşte insanoğlu ne kadar cahilleşebiliyor ki, bir sineğe karşı bile kendini savunamayan cansız varlıklara ilah diye yaranmaya çalışabilmektedir. Kur’an-ı Kerim’de hem genel olarak Allah’ın kudretine vurgu yapılmış hem de özel olarak nelere kadir olduğuna yönelik örnekler verilmiştir. “Muhakkak ki Allah her şeye kadirdir”(Bakara, 2/109, 148, 284; Âli İmrân, 3/189; Mâide, 5/17). Yukarıdaki ayetlerde Allah’ın genel kudretine işaret vardır. Bunun dışında Allah Kur’an’da, azap göndermeye (Enâm, 6/65), göklerin ve yerin benzerini yaratmaya (Yâsin, 36/81), ölüleri diriltmeye(Ahkâf, 46/33; Kıyâme, 75/40), affetme ve azap etmeye(Bakara, 2/284; Mâide, 5/40), dilediğini yaratmaya (Mâide, 5/17), toplumları değiştirmeye (Tevbe, 9/39), yardım etmeye (Hacc, 22/39) vb. güç yetiren olduğunu da hatırlatmıştır. 5. Sem’: Allahu Teala’nın işitmeye konu olan her şeyi işitmesi, ondan haberdar olmasıdır. Ancak o, mahlukata benzemediği için O’nun işitmesi de farklıdır. O’nun işitmek için, kulağa, ses dalgalarına, bunları algılayacak bir beyne vs. ihtiyacı yoktur. Bunlar mahlukat için gerekli olan donanımlardır. Dolayısıyla Allah’ın işitmesinin mahiyetini ve keyfiyetini bilmemekteyiz. İnanmamız gereken husus, konuştuğumuz her şeyi Allah’ın işittiğidir. Böylece konuştuklarımızdan mesul olacağımıza yönelik bir şuur hâlinde olmamız gerekmektedir. Ayetlerde Allah’ın her şeyi işittiğinin bildirilmesinin amacı da budur. İşitmenin zıttı sağırlıktır ve Allah bu noksanlıktan münezzehtir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 İlahi Sıfat ve İsimler Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın hem genel olarak işitici(Semi) olduğunu ifade eden ayetler bulunmaktadır hem de detaylı olarak neleri işittiğini gösteren ayetler yer almaktadır: “O, işiten ve bilendir”(Bakara, 2/137; En’âm, 6/13, 115). “Şüphesiz Allah, işiten ve bilendir”(Bakara, 2/181; Enfâl, 8/42). “Allah işiten ve bilendir”(Bakara, 2/256; Âli İmrân, 3/34; Tevbe, 9/98). “Yoksa onların sırlarını ve gizli konuşmalarını duymadığımızı mı sanıyorlar?”(Zuhruf, 43/80). Allah her şeyi işitendir. “Allah, kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü işitmiştir. Allah, sizin sürdürdüğünüz konuşmayı (zaten) işitmekteydi. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir”(Mücâdile, 58/1). “De ki: “Kaldıkları süreyi Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybını bilmek O’na aittir. O ne güzel görür, O ne güzel işitir! Onların, ondan başka hiçbir dostu da yoktur. O hükmüne hiçbir kimseyi ortak etmez”(Kehf, 18/26). 6. Basar: Allah Teala’nın görmeye konu olan her şeyi görmesi, ondan haberdar olmasıdır. İşitme sıfatı gibi görme sıfatı için de Allah’ın göz, ışık vs. uzuv ve araçlara ihtiyacı yoktur. O, mahiyetini ve keyfiyetini bilmediğimiz bir şekilde istisnasız her şeyi görendir(Basir). Bu sıfatını bilip düşündüğünde insan, yalnız olmadığını, kendisini her an gören bir zatın olduğunu anlayıp ona göre yaşayacaktır. Aşağıdaki ayetlerde de görüleceği üzere Allah özellikle insanların yaptıklarını gördüğünü sık sık hatırlatmaktadır. Öyleyse Allah’ın basar sıfatına iman, kişinin davranışlarında Allah’ın gördüğünün bilincinde davranmasıdır. Bir büyüğünün yanındayken nasıl ki kemâl-i edeple hareket ediyorsa, her şeyini görmekte olan Yaratıcısının sürekli olarak huzurunda bulunduğunun farkındalığıyla daha büyük bir edebe bürünmesi gerekmektedir. Bu bilinçle yaşamak meşhur Cibril hadisinde Peygamberimiz’in tanımladığı ihsan makamıdır. İlgili hadiste peygamberimiz ihsanı “Allah’a sanki O’nu görüyormuşcasına ibadet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmesen de O seni görmektedir”(Müslim, “İman” 1). şeklinde açıklamıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 İlahi Sıfat ve İsimler Kur’an’da Allah’ın “gören” olduğu aşağıdaki ayet ve benzerleriyle bildirilmiştir: “Allah işiten ve görendir”(İsrâ, 17/1; Hacc, 22/61, 75; Lokman, 31/38; Mü’min, 40/20). “O her şeyi görendir”(Mülk, 67/19). Allah herkesi ve her şeyi görendir. Diğer pek çok ayette ise Allah’ın kullarını ve özellikle yaptıkları amellerini gördüğü sıklıkla zikredilmiştir: “Allah kullarını görendir”(Âli İmrân, 3/15, 20; Mü’min, 40/44). “Muhakkak ki Allah görendir”(Fâtır, 35/31). kullarından kesinlikle haberdar ve onları “Allah onların yaptıklarını görendir”(Bakara, 2/96) “Muhakkak ki Allah yaptıklarınızı görendir”(Bakara, 2/110) “Allah’tan korkun görendir”(Bakara, 2/233 ve bilin ki kesinlikle Allah yaptıklarınızı “Kullarının günahlarından haberdar ve onları gören olarak rabbin yeter”(İsrâ, 17/17) 7. Kelâm: Allah Teala’nın konuşma sıfatıdır. Kelamın zıttı konuşmama(sükût) ya da konuşamama (dilsizlik) dır. Allah bu tür noksanlıklardan münezzehtir. Buna göre, bir varlığın, herhangi bir vasıfla nitelenmediği zaman onun zıddıyla vasıflanacağı kabulü, Allah’ın kelamla nitelenmediğinde onun zıddı olan dilsizlik ya da sükûtla vasıflanacağı neticesini doğurmuştur. Böyle bir netice ise Allah’ın mükemmelliğini zedeleyeceğinden, zıttı nefyedilerek, kelam O’na nispet edilir. Kur’an-ı Kerim’de ve Hz. Peygamber’den nakledilen bazı haberlerde Allah’a ait bir kelamın olduğunu doğrudan ya da dolaylı şekilde gösteren ifadeler bulunmaktadır. Kur’an’da genel olarak kelam-kelime ya da kavl kökünden türemiş ifade formlarının Allah’a nispeti, O’nun kelâmının varlığını ispatlayan önemli göstergeler olarak kabul edilmektedir. Ayıca, kelama delalet eden ve bazıları kelamın kısımları olarak kabul edilen emir, nehiy, nida, şahadet gibi ifadelerin nispeti de ikinci derecede bu kapsam altına alınabilir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 İlahi Sıfat ve İsimler “İçlerinden bir grup Allah’ın kelamını işitip onu kavradıktan sonra bilerek tahrif etmekteyken, siz hala onların size inanmalarını mı arzulamaktasınız?”(Bakara, 2/75). “Eğer Allah’a ortak koşanlardan biri senden sığınma talebinde bulunursa, Allah’ın kelamını işitebilmesi için ona sığınma hakkı tanı”(Tevbe, 9/6). “De ki: “Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave etsek (denizlere deniz katsak); Rabbimin sözleri tükenmeden önce denizler tükenirdi”(Kehf, 18/109). “Kıyamet günü Allah arıtacaktır”(Bakara, 2/174). Sözlerin en güzeli Allah’ın kelamıdır. onlarla ne konuşacak, ne de onları “Hani, rabbin meleklere... demişti” (Bakara, 2/30, Sâd, 38/71). “Allah ise gerçeği söyler” (Ahzâb, 33/4). “Biz bir şeyin olmasını istediğimiz zaman sözümüz sadece, ona, “ol” dememizdir. O da hemen oluverir” (Nahl, 16/40). Yine bazı hadislerde de Allah’ın kelamından bahsedilmektedir. “Allah gökte bir emre karar verdiği zaman melekler Allah’ın sözüne boyun eğerek kanatlarını çırparlar. O söz sanki bir taş üzerindeki zincirin sesi gibidir...”( Buhârî, Halku Ef’âli’l-İbâd, s. 131, 132; Ebu Dâvud, “Sünnet” 22) “Allah Musa’yı kelamı ve risaletiyle seçti”( Buhârî, Halku Ef’âli’l-İbâd, s. 133). “Rabbiniz sizinle aranızda bir tercüman olmaksızın konuşacak”( Buhârî, Halku Ef’âli’l-İbâd, s. 133). “Kelâmın en güzeli Allah’ın kelamıdır”( Nesâî, Sehiv 65; İbn Mâce, Mukaddime 7). 8. Tekvin: Oluşturma, vücuda getirme, icat, tesir ve yaratma gibi anlamlara gelen tekvin, Allah’ın yaratıcı ve var edici sıfatıdır. Daha önceden de işaret edildiği üzere Eşarilere göre bu sıfat kudret sıfatı içerisinde yer almaktadır. Ancak Matûrîdîlere göre kudretten bağımsız müstakil bir ezeli sıfattır. Mâturîdîlere göre Allah’ın tüm fiillerinin kaynağı ve temeli tekvin sıfatıdır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 İlahi Sıfat ve İsimler “O’nun(Allah’ın) emri, bir şeyi dilediği zaman sadece o şeye ol(kun) demesidir. O şey de hemen oluverir”(Yâsin, 36/82) ayeti Allah’ın bu sıfatı için delil olarak zikredilmektedir. Bireysel Etkinlik Kâinatta Allah’ın fiillerinin pek çok tecellisini ve izlerini görmek mümkündür. Tüm bunlar Allah’ın tekvin sıfatı ile gerçekleşmektedir. Yaratma, yaşatma, öldürme, rızık verme, yardım etme, destek olma vs. fiiller bu sıfatının alt unsurlarıdır. Bu tür fiillerle ilgili Allah’ın sıfatlarına İslam düşüncesinde “fiili sıfatlar” denmiştir. “Hem kendilerinin hem de zıtlarının Allah’a nispeti caiz olan fiiller” şeklinde tarif edilmiştir. Mesela “Allah filan kişiye yardım etti, filana etmedi”, “filana hayat verdi, filana vermedi” diye hem olumlusunu hem de olumsuzunu Allah’a nispet edebilmekteyiz. • Çevrenize bakarak Allah'ın yaratmasındaki güzellikler hakkında düşününüz. Haberî/Müteşâbih Sıfatlar Ders anlatım videosunu izleyiniz Şu ana kadar anlatılan zâtî ve subûtî sıfatlar doğrudan ya da dolaylı olarak Kur’an ve hadislerde yer aldığı gibi, akıl da bu sıfatların varlığı noktasında bazı çıkarımlarda bulunabilir. Mesela akıl, kâinatın yaratıcısı bir ilahı kabullenmişse, onun kadir, alim, hayy vs. olması gerektiğine hükmedebilir. Kısacası bu sıfatların nass(Kur’an-sünnet) temeli yanında akli temelleri de vardır. Ancak bazı ilahî sıfatlarda aklın tespit edebilme kapasitesi yoktur. O sıfatlar sadece Kur’an ve hadislerin bildirmesiyle bilinebilir. Şayet hiçbir nass bulunmasaydı, insan, aklıyla düşünüp de Allah’ın şu tür sıfatları da olmalıdır diye bir çıkarımda bulunamazdı. Dolayısıyla haberi sıfatlar, “varlıkları ancak nassın(Kur’an ve Hadis) haber vermesiyle bilinebilen, bir başka ifadeyle varlıklarını tespitte akıl yürütme imkânı bulunmayan sıfatlara denmektedir.” Vech(yüz), yed(el), ayn(göz), istiva(oturma), nüzûl(inme), mecî (gelme) gibi sıfatlar bu türdendir. Haberi sıfatlar kelime anlamlarından da anlaşılacağı üzere normalde insanlara ait uzuv ve fiillerdir. Asli anlamları itibariyle Allah’a nispet edilemezler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 İlahi Sıfat ve İsimler Aksi hâlde Allah diğer varlıklara benzetilmiş olacaktır ki, bu da tevhide aykırıdır. Zahiri anlamları itibariyle anlaşılmasında bir kapalılık bulunduğundan ya da Allah ile mahlûkat arasında bir benzerlik çağrıştırdığından bu tür sıfatlara aynı zamanda müteşabih sıfatlar da denmiştir. Kur’an’da ve hadislerde bu tür ifadelerin Allah’a nispet edilmesi mecazendir. Bu yüzden bu tür sıfatlarda yapılacak şey öncelikle onlara iman etmek, fakat beşerî anlamlarını Allah’a nispet etmemektir. Haberi sıfatlara müteşabih sıfatlar da denir. Tarihte bazı insanların bu sıfatları asli anlamlarıyla düşünüp Allah’ı mahlûkata benzetmesi, O’na birtakım uzuvlar ve bedensel özellikler nispet etmesi bu konunun tartışılmasına sebebiyet vermiştir. Neticede İslam kelamcıları bu sıfatların mecâzî anlamlara geldiğini Arap dilinden de örnekler vererek açıklamak mecburiyetinde kalmış, nihayetinde insanların bu ifadeleri kötüye kullanmalarına mani olmuşlardır. Aslında sadece Arapçada değil, hemen hemen bütün dillerde bu kelimelerin mecâzî kullanımı mevcuttur. Mesela Türkçe’de birisine “şu işe bir el at” dediğimizde, buradan lafzi bir anlam düşünüp de elini gerçek anlamda atmayı düşünen olmaz. Bu sözü işiten herkes bunun “yardım et” anlamına geldiğini bilir. Aynı şekilde “eli sıkı” ifadesinden hiç kimse birisinin elini yumruk gibi yapıp hiç açmadığı şeklinde zahiri bir anlam çıkarmaz. Bilakis bunun “cimrilik”ten mecâz olduğunu bilir. İşte haberi sıfatlarda bunun gibidir. Buna göre ilgili sıfatlardan bazılarının uygun manada tevili şu şekildedir: Vech: Allah’ın zatı Yed: Allah’ın yardımı, kudreti Haberi sıfatlar Allah’ın şanına uygun bir şekilde anlaşılmalıdır! Ayn: Allah’ın gözetimi, kontrolü İstivâ: Allah’ın hâkimiyeti ve emri altına alma Nüzûl: Allah’ın rahmetinin, emrinin ya da meleklerinin inmesi Mecis: Allah’ın rahmetinin, emrinin ya da meleklerinin gelmesi ALLAH’IN İSİMLERİ(el-ESMÂU’L-HÜSNÂ) Allah Teâlâ’nın sıfatlarıyla bağlantılı olarak, bir de ona isim olarak nispet edilen ifadeler vardır. Gerek Kur’an’da gerekse hadislerde bunlar “isim” olarak Allah’a izafe edilmiştir. Tabii ki isimlerin en güzeli Allah’ın olunca “el-Esmâu’lHusnâ(en güzel isimler)” ifadesi kullanılmıştır. Mesela Kur’an-ı Kerim’de Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 İlahi Sıfat ve İsimler “En güzel isimler Allah’ındır, O’na bu isimlerle dua edin. İsimleri hususunda hak çizgiden sapanları terk edin. Onlar yaptıklarının karşılığını yakında göreceklerdir”(A’râf, 7/180) ayetinde aynı ifadeyi görmekteyiz. Allah’ın isimleri aynı zamanda sıfatlarıdır. O’nun anlamı olmayan bir ismi bulunmaz. İnsanlar bazen anlamını taşımasalar bile bazı isimlerle adlandırılmaktadırlar. Ama o isimler, onların sıfatı değildir. Mesela bir insanın ismi Kerim, fakat kendisi tam aksine cimri olabilir. Aynı şekilde çok zayıf ve cılız birisine Gürbüz ismi verilebilmektedir. Ancak Allah’ın her isminde var olan yüce bir anlam ve sıfat vardır. Allah, o anlamla muttasıftır. Mesela Allah’ın isimlerinden birisi Kadir’dir. Kudretli olmak aynı zamanda O’nun bir sıfatıdır. Allah’ın isimlerini bilmek, aynı zamanda O’nun sıfatlarını öğrenmek olacağından, isimleri ne kadar çok bilinirse Allah o kadar fazla tanınmış olacaktır. Allah’ı bilmek ve tanımak(marifetullah) O’na iman etmenin içselleştirilmesi ve laftan öteye geçirilmesi için zorunludur. Manalarıyla birlikte ilahî isimler öğrenilip tefekkür edilince, onların kâinattaki tecellileri de fark edilecektir. Böylece yaşadığımız dünyaya sıradan bir âlem olarak değil, Allah’ın bir eseri ve isim ve sıfatlarının bir aynası olarak görülecektir. Çünkü kâinat mecâzî anlamda ilahî bir kelamdır. Görülen her varlık, yaşanan her olay bir hakikatten konuşur. Bu kelamı anlamak için, önce o dili öğrenmek, sonra o nazarla kâinata bir kez daha bakmak, en azından bunu istemek gerekir. İşte el-Esmâu’l-Husnâ’yı bilmek o dilin şifrelerini öğrenmektir. Zikredilen önemine ve gerekliliğine binaen Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Kim bunları sayarsa cennete girer” (Buhâri, “Da’avât”, 69; Müslim, “Zikr”, 5, 69) Tabii ki hadiste belirtilen “sayma” sadece dil ile sıralayıp telaffuz etme değildir. Yukarıda belirtilen bağlamda düşündüğümüzde, Allah’ı tüm bu isimleriyle tanıyan ve O’na iman eden, bu isimlerin tecellilerini fark edip düşünen ve mümkün olduğunca gereğince amel eden kişiler cennetle müjdelenmiştir. Allah’ın isimlerinin sayısı tam olarak bilinmemektedir. Ancak yukarıdaki hadisten dolayı doksan dokuz sayısı meşhur olmuştur. Fakat Allah’ın bilinen isimleri bu rakamdan daha fazladır. Zaten önemli olan da sayı değil keyfiyettir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 İlahi Sıfat ve İsimler El-Esmâu’l-Husnâ olarak bilinen ilahî isimler ve Türkçe karşılıkları aşağıdaki gibidir: 1- Allah()أهلل: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın en özel ismidir. İsm-i A’zam’dır, yani en büyük ismidir. İsm-i câmi’dir, yani diğer isimlerin ifade ettikleri manaları kapsar. Bu isim, Allah'tan başkasına hakikaten ya da mecazen verilemez. 2- er-Rahmân()انشحًن: Bütün mahlukata merhamet eden, açık nimetleriyle nimetlendiren. 3- er-Rahîm()انشحيى: Özellikle müminlere merhamet eden, gizli nimetleriyle de nimetlendiren. 4- el-Melik(ُ)انًهك: Mülkün daimi sahibi ve mülkünde tasarruf eden. 5- el-Kuddûs(ُ)انمذُّوط: Her türlü ayıp ve noksanlıktan münezzeh olan. 6- es-Selâm(ُ)انسّالو: Mahlukatı için emân kaynağı, onları sıkıntıdan selamete çıkaran. 7- el-Mü’min(ُ)انًؤين: Güven veren, emin kılan, mahlukatıını azaptan emin kılan ve onlara sözünde duran. 8- el-Müheymin(ُ)انًهيًن: Kâinatı ve işlerini görüp gözeten ve idare eden. 9- el-Azîz(ُ)انعضِيض: İzzet sahibi, her şeye galip olan. Kıymetli ve emsalsiz olan. 10- el-Cebbâr(ُ)انجثّاس: Emirlerini uygulayan kullarının işlerini ıslah eden. Kudretine karşı konulamayan. 11- el-Mütekebbir(ُ)انًتكثّش: Tüm azamet sıfatlarına yegâne sahip olan. En güzel isimler onundur. 12- el-Hâlık(ُ)انخانك: Yaratan, takdir eden ve var eden. 13- el-Bâri(انثاسئ ُ ): Takdir ettiğini yaratan, açığa çıkaran, zahir kılan. 14- el-Musavvir(ُ)انًصىَّس: Yarattıklarına kendilerine has ayırt edici suretleri veren. 15- el-Ğaffâr(ُ)انغ َّفاس: Çokça bağışlayan ve günahları örten. 16- el-Kahhâr(ُ)انمهّاس: Ezici bir üstünlüğe ve güce sahip olan, galip ve kahredici olan. 17- el-Vehhâb(ُ)انى ّهاب: Nimetleri çok, bağışları ve iyilikleri daimî olan. 18- er-Razzâk()انش ّّصاق: Rızıkları ve sebeplerini yaratan. Mahlukatın rızıklanmasını sağlayan. 19- el-Fettâh(ُ)انف ّتاح: Kullarına rahmetinin kapılarını açan. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 İlahi Sıfat ve İsimler 20- el-Alîm(ُ)انعهيى: Kendisine hiç bir şeyin gizli kalmadığı, her şeyi bilen. 21- el-Kâbıd(ُ)انماتض: Ruhları alan, kullarından dilediğinin rızkını daraltan. 22- el-Bâsıt(ُ)انثاسظ: Dilediğine rızkını genişleten, hayat sahibi kılacaklarına ruh veren. 23- el-Hâfıd(ُ)انخافض: Alçaltılmayı hak edenleri zillet ve azapla alçaltan. 24- er-Râfi’(ُ)انشافع: Yüceltilmeyi hak eden muttakileri yücelten. 25- el-Mu‘iz()انًعض:Dinine sarılanları aziz kılan, onlara yardım ve galibiyet veren. 26- el-Müzil()انً ِزل: Düşmanlarını zelil kılan, alçaltan. 27- es-Semî’(ُ)انسًّيع: Gizli açık her şeyi işiten. 28- el-Basîr(ُ)انثصيش: Gizli açık, her şeyi gören. 29- el-Hakem()ان َحك َُى: Kazasını geri çevirecek, hükmünü sorgulayacak hiç kimsenin bulunmadığı Hâkim. 30- el-Adl()ان َع ّذل: Her şeyi yerli yerinde yapan, adaleti tam olan adil. 31- el-Latîf(ُ) ّانهطيف: İşerin gizli ve ince olanlarını da bilen, menfaatleri hakedenlere lutfeden. 32- el-Habîr(ُ)انخَثيش: Her şeyden haberdar olan. 33- el-Halîm()ان َحهيى: Öfkeye yenilmeyen, azapta acele etmeyen. 34- el-Azîm()ان َعظيى: Yüceliğin en üst derecesinde olan. 35- el-Ğafûr(انغفىس ُ ): Bağışlaması çok olan. En güzel isimler onundur. 36- eş-Şekûr(ُ)انشكىس: Az amele çok karşılık veren. 37- el-Aliyy(ي ُُّ )ان َعه: Aklın tasavvur, zihnin idrak edemediği en yüce mertebede olan. 38- el-Kebîr(ُ)ان َكثيش: Duyuların ve akılların idrak edemeyeceği mükemmellikte olan. 39- el-Hafîz(ُ)ان َحفيظ: Varlıkları koruyarak devamını sağlayan, kullarının amellerini koruyup hiçbirini zayi etmeyen. 40- el-Mukît(ُ)انًميت: Maddi ve ruhsal gıdaları yaratan. 41- el-Hasîb(ُ)ان َحسية: Kulların yeten veya kıyamet günü onları hesaba çekecek olan. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 İlahi Sıfat ve İsimler 42- el-Celîl(ُ)انجهيم: Sıfatlarının kemalinden dolayı Celâl sıfatlarına (kimseye muhtaç olmama, hâkimiyet, tekaddus, ilim, kudret) sahip olan. 43- el-Kerim(ُ)ان َكشيى: Sualsiz ve karşılıksız veren. 44- er-Rakîb(ُ)ان ّشلية: Her şeyi gözeten, kontrol altında tutan. 45- el-Mucîb(ُ)انًجية: Dua ettiğinde dua edene karşılık veren. 46- el-Vâsi’(ُ)ان َىاسع: Rahmeti ve ilmi her şeyi kuşatan. 47- el-Hakîm(ُ)ان َحكيى: İlmi tam olduğu için her şeyi sağlam ve anlamlı yapan, hikmet sahibi. 48- el-Vedûd(ُ)ان َىدود: Yarattıklarına iyiliği seven, her hâlde onlara ihsan eden. 49- el-Mecîd(ُ)انًجيذ: Yücelik ve şerefte dorukta olan. 50- el-Bâis(ُ)انثَاعج: Peygamberleri gönderen, tasaları gideren, kabirde olanları dirilten. َّ ): Mahlukatın her hâlini bilendir. 51- eş-Şehîd(ُانشهيذ 52- el-Hak()ان َحك: Değişmeyen sabit gerçek. 53- el-Vekîl(ُ)ان َىكيم: Kulların işlerini ve ihtiyaç duydukları şeyleri düzenleyen, yapan. 54- el-Kaviyy()انَُمىي:Tam kudret sahibi. 55- el-Metîn(ُ)ان ًَتِين: Gücü çok şiddetli olan. 56- el-Veliyy(ي ُُّ )ان َىن: Sevdiğinden dolayı kullarının işlerini üstlenen ve onlara yardım eden. 57- el-Hamîd()ان َحًيذ: Senaya layık ve övülen. En güzel isimler O’nundur. 58- el-Muhsî(ي ُُّ )انًحص: Bilgisinden hiçbir şey gizli kalmayan, her şeyin mikdarını bilen. 59- el-Mübdi(ُ)انًثذئ: Eşyayı yokluktan varlığa çıkaran. 60- el-Mu‘îd(ُ)انًُعيذ: Eşyayı yokluğundan sonra tekrar var eden. 61- el-Muhyî()انًحيي: Hakiki ya da mecâzî manada her hayat sahibinde hayatı yaratan. 62- el-Mümît(ُ)انًًيت: Canlılardan hayatı çekip alan. 63- el-Hayy(ي ُُّ )ان َح: Daimi hayat ile diri olan. 64- el-Kayyûm(ُ)ان َميُّىو: Zatıyla kaim olan ve her şeyi kaim kılan. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 İlahi Sıfat ve İsimler 65- el-Vâcid(ُ)انىَّاجذ: İstediği her şeye sahip olan, hiçbir şeye muhtaç olmayan. 66- el-Macîd(ُ)ان ًّاجذ: (el-Mecîd ismi gibi) Yücelik ve şerefte dorukta olan. 67- el-Vâhid(ُ)ان َىاحذ: Bölünemeyen ve benzeri olmayan, tek ve eşsiz olan. ّ )ان: Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, ihtiyaçlar için sığınılan. 68- es-Samed(ُص ًَذ 69- el-Kadir(ُ)انما ِدس: Her şeye irade ve ilminin takdirince kudreti olan. 70- el-Muktedir(ُ)انًمت ِذس: İstediği her şeye tam ve sınırsız bir şekilde güç yetiren. 71- el-Mukaddim(ُ)انً َمذِّو: Varlık, şeref, zaman ve mekân bakımından kimini kimine önceleyen. 72- el-Muahhir(ُ)انًؤ ََّخش: Dilediğini dilediği hususlarda tehir eden, sonralayan. َ ): Ezeli olan, varlığının başlangıcı olmayan, her şeyden önce 73- el-Evvel(ُاأل ّو ل olan. 74- el-Âhir(ُخش ِ )اآل: Ebedi olan, varlığının sonu olmayan, her şeyden sonra baki olan. ّ ): Varlığını ayetleriyle gösteren. 75- ez-Zâhir(ُانظاهش 76- el-Bâtın(ُطن ِ )انثَا: Zatı hiç kimsenin idrak edemeyeceği kadar gizli olan. 77- el-Vâlî()ان َىانِي: Eşyâyı ve mülkü üstlenen, işlerini idare eden. 78- el-Müteâl ()انًتَعال: Noksanlıklardan münezzeh olan. 79- el-Berr(ُ)انثش: İyilik ve ihsanı çok olan. 80- et-Tevvâb(ُ)انتىّاب: İsyankârlara tövbe fırsatı veren ve tövbeleri kabul eden. 81- el-Müntekim(ُ)انًنتمِى: Cezayı hak edenlerin cezasını veren. 82- el-Afuvv(ُ)انعفى: Ona yönelip sığınanların kötülüklerini silen. 83- er-Raûf(ُ)انشؤوف: Şefkat ve merhameti pek çok olan. En güzel isimler onundur. 84- Malikü’l-Mülk()يانكُُانًهك: Mülkün sahibi, göklerde ve yerde işleri iradesine göre düzenleyen. 85- Zül-Celâli vel İkrâm() روُان َجالل َواإلكشاو: Şeref ve kemal sahibi, nimetleri bolca veren. 86- el-Muksit(ُ)انًمسظ: Mazlumların hakkını zalimlerden alan. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 İlahi Sıfat ve İsimler 87- el-Câmi’(ُ)انجايع: Farklı hakikatleri bir sistemde birleştiren, kıyamette mahlukatı bir araya toplayan. 88- el-Ğaniyy(ي ُُّ )انغن: Her şeyin O’na muhtaç olduğu, kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan. 89- el-Muğnî(ي ُُّ ِ )انًغن: İhtiyaç gideren, mahlukatından dilediğini zengin eden. 90- el-Mâni’(ُ)انًانِع: Helake sürükleyen sebeplerden koruyan, engelleyen. ّ )ان: Düşmalarına cezasını indiren. 91- ed-Dârr(س ُُّ ضا 92- en-Nâfi’(ُ)ان ّنافع: Fayda ve iyiliği tüm beldeleri ve kullarını kapsayan. 93- en-Nûr(ُ)ان ّنىس: Kendisi zahir olan, başkalarını zahir kılan. 94- el-Hâdî()انهادي: Her şeyi varlığını koruyacak şeye kılavuzlayan, irşat eden. Hidayet eden. 95- el-Bedî()انثذيع: Her açıdan benzersiz olan. Misalsiz yaratan. 96- el-Bâkî()انثالي: Varlığı sürekli olan, ebedi olan. 97- el-Vâris(ُ)انىاسِث: Varlıklar son bulduğunda baki olan. 98- er-Reşîd(ُ)ان ّششيذ: Kullarını irşat eden. Tasarruflarını son derece hikmetli ve doğru bir şekilde yürüten. 99- es-Sabûr(ُ)انصّثىس: Ceza vermede acele etmeyen, vaktinden önce iş yapmayan. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 İlahi Sıfat ve İsimler el-ESMÂU’L-HÜSN أهلل الرحمن الرحيم الملكُ القدُّوسُ السّ المُ المؤمنُ المهيمنُ العزيزُ ِ الجبّارُ المتكبّرُ الخالقُ البارئُ صورُ الم َّ الغ َّفارُ القهّارُ الوهّ ابُ الرّ ّزاق الف ّتاحُ العليمُ القابضُ الباسطُ الخافضُ الرافعُ المعز المذِل السّميعُ البصيرُ الحَ ك َمُ العَ دل الّلطيفُ َ الخبيرُ الحَ ليم العَ ظيم الغفورُ الشكورُ يُ العَ ل ُّ ال َكبيرُ الحَ فيظُ المقيتُ الحَ سيبُ الجليلُ ال َكريمُ الرّ قيبُ المجيبُ الواسعُ َ الحَ كيمُ الودودُ َ المجيد ُ البَاعثُ ال َّ شهيدُ الحَ ق الوكيلُ َ ال َقوي ال َمت ِينُ يُ الول ُّ َ الحَ ميد يُ المحص ُّ المبدئُ المعيدُ المحيي المميتُ يُ الحَ ُّ ال َقيُّومُ الواحد الماجد ُ الواحدُ َ صمَدُ ال ّ القادِرُ المقتدِرُ الم َقدِّمُ المؤَ َّخرُ األَ ّولُ اآلخِرُ ّ الظاهرُ البَاطِ نُ الوالِي َ الم َتعال البرُ التوابُ ّ المنتقِمُ العفوُ الرؤوفُ ُ مالك الملك ذو الجَ الل َواإلكرام المقسطُ الجامعُ يُ الغن ُّ يُ المغنِ ُّ المانِعُ الضّا ُّرُ ال ّنافعُ النّور الهادي البديع الباقي الوارثُ ِ الرّ شيدُ الصبّورُ 24 Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Özet İlahi Sıfat ve İsimler •Tüm ilahi dinler, insanın duyularının ötesinde bulunan Allah’ı, O'nun sıfatlarıyla anlatmayı ve tanıtmayı hedeflemişlerdir. İlahi kitaplarda Allah kendisini birtakım sıfatları, isimleri ve bunların fiili yansımalarıyla insanlara tanıtmıştır. Sıfatlarını ve tecellilerini bilerek yaratıcısına inanan insan, O'nunla olan iman bağını daha da içselleştirir ve pratik bir değer yükleyebilir. •İslam düşüncesinde ilahî sıfatlar değişik kısımlandırmalara tabi tutulmuştur. Sıfatların mahiyeti, Allah’a nispet boyutu ve algılanış biçimlerine göre bu sınıflamalar yapılmıştır. Zati, selbî, subuti, haberi gibi isimlendirmelet bunların en meşhurlarındandır. •Gerek Kur’an’da gerekse hadislerde Allah’ın birtakım özel isimlerinden bahsedilmiştir. El-Esmâu’l-Hüsnâ diye bilinen bu isimler aynı zamanda Allah’ın sıfatları olarak da kabul edilmektedir. Yine bu isimlerin ve anlamlarının bilinmesi Allah’ın daha iyi tanınmasına ve bu paralelde Allah-insan ilişkisinin canlı ve dinî hayata katkısı olur bir tarzda inşasına temel teşkil edecektir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 İlahi Sıfat ve İsimler DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Allah’ı tanımak ve bilmekle ilgili olarak aşağıdaki tespitlerden hangisi yanlıştır? a) Allah’ı kendisiyle tarif mümkün değildir. b) Hiçbir varlık Allah’tan önce olmadığı için onu bizzat tarif edemez. c) Allah’ı duyularımızla anlayamaz ve idrak edemeyiz. d) Allah’ı ancak sıfatları ve onların bir tecellisi olan fiilleriyle bilebiliriz. e) Allah’a sadece iman etmek yeterlidir, o tanınıp bilinemez. 2. Kur’an ve hadislerde Allah’a doğrudan nispet edilen ve hakiki anlamları Allah’ta ezeli olarak sabit bulunan sıfatların ismi aşağıdakilerden hangisidir? a) Zati sıfatlar b) Subuti sıfatlar c) Haberi sıfatlar d) Fiili sıfatlar e) Müteşabih sıfatlar 3. Allah’ın “hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, ihtiyaçlar için sığınılan” anlamına gelen ismi aşağıdakilerden hangisidir? a) es-Samed b) el-Azîm c) el-Azîz d) el-Mâcid e) eş-Şehîd 4. Allah’ın “İsyankârlara tövbe fırsatı veren ve tövbeleri kabul eden” anlamına gelen ismi aşağıdakilerden hangisidir? a) el-Ğafûr b) er-Rahîm c) et-Tevvâb d) el-Ğaffâr e) es-Settâr Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 İlahi Sıfat ve İsimler 5. Mâturîdîlere göre Allah’ın tüm fiillerinin kaynağı olan sıfat aşağıdakilerden hangisidir? a) Vücut b) Hayat c) Kudret d) Tekvin e) İrade Cevap Anahtarı: 1.e 2.b 3.a 4.c 5.d Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 İlahi Sıfat ve İsimler YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK KAYNAKLAR 1. Aliyyu’l-Kârî, Ali b. Muhammed Sultan el-Herevî. (1984). Şerhu’l-Fıkhi’lEkber. Beyrut. 2. Aydın, Ali Arslan. (1984). İslam İnançları Tevhid ve İlm-i Kelam. Ankara: Gonca Yayınevi. 3. Beyhâkî, Ebû Bekr Ahmed b. el-Huseyn b. Ali. (tsz.). el-Esmâ ve’s-Sıfât. Beyrut. 4. Boutroux, Emile. (1998). Tabiat Kanunlarının Zorunsuzluğu Hakkında. Çev. Ziya Ülken. İstanbul. 5. Buhârî, Muhammed b. İsmail. (1987). Sahîhu’l-Buhârî, Tah. Mustafa Dîb elBuğa, Beyrut. 6. Bûti, Said Ramazan. (1986). İslam Akaidi. Ter. Mehmet Yolcu, Hüseyin Altınalan., İstanbul: Madve Yay. 7. Cüveynî, İmamu’l-Harameyn Ebu’l-Me’âlî Abdulmelik. (1948). el-Akîdetu’nNizâmiyye, Nşr. Muhammed Zâhid el-Kevserî. Kahire. 8. Gazâlî, Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed. (tsz.). Esmâ’ül-Hüsnâ Şerhi. Ter. M. Ferşat, İstanbul: Merve Yayın Dağıtım. 9. Girîdî, Sırrî.(1302). Nakdu’l-Kelâm fî Akâidi’l-İslâm. İstanbul. 10. İbn Manzûr, Ebu’l-Fazl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükrim. (1988). Lisânu’l-Arab. Beyrut. 11. İzmirli, İsmail Hakkı. (1339-1341). Yeni İlmi Kelâm. İstanbul. 12. Koçar, Musa. (2002). Mâtürîdî’de Esmâ-i Hüsnâ. Isparta:Faküte Kitapevi. 13. Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmud. (2003). Kitâbu’t-Tevhîd. Ter. Bekir Topaloğlu İstanbul: İSAM Yayınları. 14. Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmud. (2005). Te’vîlâtu’l-Kur’an. Tah. Mecdî Bâsellûm, Beyrut. 15. Nesefî, Ebu’l-Mu‘în Meymûn b. Muhammed. (2004). Tabsiratu’l-Edille, I. Nşr. Hüseyin Atay. Ankara. 16. Öge, Sinan. (2009). Allah’tan Âlem’e İlahî Fiiller, Ankara: Araştırma Yayınları. 17. Özler, Mevlüt. (1995). İslam Düşüncesinde Tevhid. İstanbul: Nun Yayıncılık. 18. Râzî, Fahruddîn. (1988-1995). Tefsîr-i Kebîr., Ter. Heyet, Ankara. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 İlahi Sıfat ve İsimler 19. Ulutürk, Veli. (1995). Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı. İstanbul. 20. Yazır, Muhammed Hamdi. (tsz.). Hak Dini Kur’an Dili. İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 HEDEFLER İÇİNDEKİLER PEYGAMBERLERE İMAN • Giriş • Konu İle İlgili Kavramlar • Peygamberlere İman Hakkında İslam’ın Genel Öğretisi • Kur'an'da Adı Geçen Peygamberler • Peygamberlik ve Vahiy • Peygamberlik Dereceleri • İnsanlığın Peygambere Olan İhtiyacı: • Peygamberlerin Sıfatları • Mucizenin Tanımı ve Mahiyeti • Diğer Olağanüstü Hâller •Bu üniteyi çalıştıktan sonra •Peygamberler hakkında İslam'ın genel öğretisini öğrenebilecek •Peygamberlikle ilgili genel kavramları kavrayabilecek •Peygamberlik ve vahyin önem ve gereğini kavrayabilecek •İnsanlığın peygambere olan ihtiyacınını, kavrayabilecek •Peygamber olan kişinin, peygamberliğinin ispatı için delil olan mucize hakkında doğru bilgileri elde edebilecek •Mucize ile diğer olağan-üstü olaylar arasındaki farkı ayırabileceksiniz. İSLAM İNANÇ ESASLARI ÜNİTE 7 Peygamberlere İman GİRİŞ Nübüvvet, yani peygamberlik konusu, İslam kelamında nakil yoluyla elde edilen “Sem’iyyât” kısmına girer. İlk dönem kelam kitaplarında fazlaca yer tutmayan bu konu, daha sonradan “iç ve dış etkenler” sebebiyle kelam kaynaklarında fazlaca bahis konusu olmaya başlamıştır. İnsanlığın tekâmülü ancak nebilerin eliyle olmuştur. Bilindiği üzere insanın fıtrî olarak hudut altına alınmayan “gazab”, “şehvet” ve “akıl” gibi duyguları vardır ve bu duygular, peygamberlerin getirdiği “hükümler” (din) ile sınır altına alınmıştır. Beşer, “kuvve-i gadabiyye”de “şecaat” i, “kuvve-i şeheviyye” de “iffet”i, “kuvve-i akliyye” de “hikmet” i ancak onlar vasıtasıyla yakalayabilmiş; şecaat, iffet ve hikmet üçgeninde insan olmanın hazzına din ile erebilmiştir. Din, peygamber vasıtasıyla insanlığa tebliğ edildiği için Nübüvvet müessesesi üzerine inşa edilmiştir. Peygamberlik müessesesine olan ihtiyaç son derece açıktır. Çünkü kâmil manada Allah’a iman ancak onların rehberliği ile mümkündür. Vahiy olmadan aklın tek başına Allah’ın istediği doğrulara ulaşması imkân dışıdır. Bu “imkân dışılığa” en güzel örnek, “Hz. İbrâhim’in aklı ile Allah’ı araması” verilebilir. Kavmini irşad için, önce yıldızları, ayı ve güneşi aklıyla ilah olarak düşünen/düşündüren Hz. İbrâhim, daha sonra “kalbine doğan hidayet güneşi” ile ancak “Âlemlerin Rabbi” olan Allah’a yönelmiştir. Gerçekten de insan, kendi aklıyla bir “yaratıcı” düşüncesine ulaşabilse de “ona, kendi irade ve rızasına uygun nasıl ibadette ve kullukta bulunacağı” gerçeğine, ancak peygamberler vasıtasıyla ulaşabilmektedir. Dolayısıyla “sevap ve günah hudutları”, Allah’ın onlara talim ettiği biçimde peygamberler eliyle çizilmiş, dünya ve ahiret mutluluğuna giden yollar onlar eliyle gösterilmiştir. Allah, içlerinden elçi olarak seçtiği paygamberler vasıtasıyla insanlara hitap etmiştir. Peygamberler O’nun kelamını insanlara bildirmiş ve marifet yollarını onlara öğretmişlerdir. Bundan dolayı peygamberler olmasaydı insanlar layık olduğu şekilde Cenâb-ı Hakk’ı bilemezlerdi. Bunun içindir ki Ehl-i Sünnet, Allah’ın peygamber göndermesini “O’nun bir rahmeti, fazlı ve ihsanı” olarak değerlendirmiştir. Ayrıca şu da bir gerçektir ki, peygamberler olmasaydı, insanlık medeniyet inşa edemez, düzenli hayata geçemez ve ilimlerde ilerleyemezdi. Zira peygamberler, gösterdikleri mucizelerle aynı zamanda ilimlerin nihai hudutlarını da çizmişlerdir. Nitekim peygamberlerin her biri değişik bir sanat dalında “Pir” olarak kabul edilmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Peygamberlere İman KONU İLE İLGİLİ KAVRAMLAR Peygamber kelimesi, aslen Farsça olup “peyâmber” kelimesinin dilimize uyarlanmış şeklidir. Peyâmber, (Peyâm+ber) bir isim ve bir ekten meydana gelmiş bir terkiptir. “Peyâm”, Farsça’da “haber”, “ber” ise, getiren anlamına gelmektedir. Ayrıca, Türkçemizdeki “-ci” ekinin görevini üstlenmektedir. Bu duruma göre peyâmber (peygamber) “haberci / haber taşıyan kişi”, “elçi” gibi anlamlara gelmektedir. Dinî terim olarak peygamber, Allah’ın kulları arasından seçtiği ve vahiyle şereflendirerek emir ve yasaklarını insanlara ulaştırmak üzere görevlendirdiği elçi şeklinde tanımlanmaktadır. Peygamber kelimesinin Arapça, karşılığı ise “nebi” “resul” veya “mursel dir. Nebi “haberci”, mursel ise “gönderilmiş kişi” veya “elçi” demektir. Resul ile nebi kelimeleri sözlükte, hemen hemen aynı anlama gelmekle beraber, terim anlamlarında farklılık bulunmaktadır. Terim olarak resul ve mursel, yeni bir kitap ve yeni bir din ile insanlara gönderilen peygambere denilirken; nebi, Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara haber veren, fakat yeni bir kitap ve din ile gönderilmeyip, önceki bir peygamberin kitap ve dininin hükümlerini ümmetine bildirmeye görevli olan kişiye denilmektedir. Bir de mastar şeklinde kullanılan “risalet” ve “nübüvvet” kavramları vardır ki, bunlar da resul ile nebinin üstlendiği “peygamberlik görevi” ni ifade etmektedir. PEYGAMBERLERE İMAN HAKKINDA İSLAM’IN GENEL ÖĞRETİSİ Peygamberlere iman, “amentü” dediğimiz imanın altı esasından biridir. Allah Teala, Müslüman olan her şahsa, aralarında herhangi bir ayırım yapmadan bütün peygamberlere inanmayı farz kılmış ve şöyle buyurmuştur: İslam inancında, peygamberlerin “bir kısmına” inanıp, diğerlerini inkâr etmek “küfür” dür. “Peygamber de kendisine rabbi tarafından indirilene iman etti, müminler de. Her biri Allah’a, Meleklerine, Kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. Allah’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız...” (Bakara, 2/285). Peygamberlere iman etmenin anlamı şudur: İnsanlara “mutlak doğru” yu (hakk) ve “doğru yol” u (sırat-ı mustakîm) göstermek için, bizzat Allah tarafından seçilmiş bazı insanların gönderildiğine, bu kimselerin “Allah’tan getirdiği bütün bilgiler” in “mutlak gerçek” ve “mutlak doğru” olduğuna inanmak demektir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Peygamberlere İman Bu temel esas çerçevesinde peygamberlerin üstlenmiş oldukları “peygamberlik görevi” ni maddeler hâlinde şöyle sıralayabiliriz: 1. Peygamberlerin “bir kısmına” inanıp, diğerlerini inkâr etmek “küfür” sayılmıştır. Nitekim bu konuda Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyip {bir kısmına iman ederiz, ama bir kısmına inanmayız} diyenler ve bunlar arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu? İşte gerçekten kâfirler bunlardır...” (Nisa, 4/150-151). 2. Kendilerine peygamber gelmemiş hiçbir topluluk ve ümmet bulunmamaktadır. Kur’an bu hususu şöyle açıklamıştır: “(Geçmiş) her ümmet içinde mutlaka bir uyarıcı peygamber buluna gelmiştir.” (Fâtır, 35/24). “Andolsun ki biz senden önceki ümmetlere de peygamberler göndermişizdir...” (Nahl, 16/63; Yunus, 10/47). Bunlara benzer daha pek çok ayetten anlaşılmaktadır ki yüce Allah, asırlar boyunca sayısını ancak kendisinin bilebildiği peygamberler göndermiş, onlar aracılığıyla insanları gerçeği benimsemeye ve yaşamaya çağırmıştır. Peygamberlik Allah’ın lütfu olup ibadet, taat çalışma ve gayretle elde edilemez. 3. Peygamberlik görevi, tamamen Allah vergisidir. Hiçbir ibadet ve taatla, hiçbir çalışma ve gayretle elde edilemez. Zira peygamberlik görevinin kendine özgü bir yükü ve herkesin kaldıramayacağı bir manevi ağırlığı vardır. İşte Allah Teala, bu yükü kimin taşıyabileceğini ve bu göreve kimin daha layık olduğunu bilir ve bu bilgisine göre “dilediğini” peygamber olarak seçer. Bu seçimde mal, mülk, şan, şöhret, makam, çevre, güç gibi hususlar asla etkili değildir. Nitekim bu hususu Allah Teala bizlere şöyle ifade etmektedir: “…Allah, peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir.” (En’âm, 6/124 ); “Bu, Allah’ın lütfudür. Onu dilediğine verir...” (Cum’a, 62/4). 4. Peygamberler vahiyle şereflendirilmiş ve “diğer insanlarda bulunmayan nitelikler”e sahip, “seçkin kişiler”dir. Fakat her konuda olduğu gibi peygamberlik konusunda da “orta yolu” (tarîk-i vasat) gözeten İslam, onları ilah mertebesine çıkartmamış, sadece “Allah’ın elçisi” ve “kulu” saymıştır (Eşhedü enne Muhammeden abduhu ve rasuluhu). Çünkü onlar da bir beşerdir ve kuldur. “İnsan olma” ve “kul olma” hususunda onlar ile diğer insanlar arasında bir fark bulunmamaktadır. (Kehf, 18/110) Öyleyse onların hiçbirisinde, “Tanrılık özelliği” bulunmamaktadır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Peygamberlere İman 5. Allah’ın müsaadesi olmadan, peygamberler de dâhil hiçbir kimsenin “fayda sağlama” veya “zarar giderme” gücü bulunmamaktadır (En’âm,6/17); (Yunus, 10/107) 6. Peygamberler, Allah’ın bildirdikleri dışında gaybı bilmezler. (Mâide, 5/72-73, 75; A’râf, 7/188; Tevbe, 9/30). Dolayısıyla onlar da “gayb bilgisi” hususunda diğer insanlar gibi Allah’ın yardımına muhtaçtırlar. 7. Kur’an-ı Kerim’de de bildirildiği gibi, “peygamberlik”, Hz. Muhammed ile son bulmuştur. Artık ondan sonra kıyamete kadar peygamber gelmeyecektir. Bundan dolayı, O’nun getirdiği mesaj “son mesaj” olma özelliğine sahiptir. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle açıklanmaktadır: “ “Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat O, Allah’ın resulü ve peygamberlerin sonuncusudur...” (Ahzâb, 33/40). Hz. Muhammed “peygamberlerin sonuncusu” (Hâtemü’nNebiyyîn) dur. Durum bu kadar net olmasına rağmen, bazı çevrelerce ortaya atılan, Hz. Muhammed’den sonra yeni bir peygamber geleceği, onun da yeni bir kitap getireceği şeklindeki iddialar, Kur’an’ın bu apaçık hükmünü, Hz. Muhammed’in “Hâtemü’n-Nebiyyîn” (peygamberlerin sonuncusu) olduğu inancını inkâr etmekten başka bir anlam taşımamaktadır. 8. Peygamberler, kendilerini “dini tebliğ etme” görevi ile sınırlamamışlar, aynı zamanda onları açıklama, öğretme, kötülükler konusunda ümmetlerini eğitme ve kötülüklerden arındırma görevlerini de üstlenmişlerdir. Bu işleri yaparken, karşılaştıkları bütün olumsuzluklar karşısında davalarından asla taviz vermemişler, bu uğurda pek çok eza ve sıkıntıya göğüs germişlerdir. KUR’AN’DA ADI GEÇEN PEYGAMBERLER Bütün semavi dinler, Hz. Âdem’in insanın atası olduğunda hemfikirdir. Bütün semavi dinler, Hz. Âdem’in ilk insan ve ilk peygamber olduğunda görüş birliğine varmıştır. İlk peygamber Hz. Âdem olunca, ondan sonra devam eden insanlık âlemi hiçbir devirde kendi başına bırakılmamış, sürekli olarak doğru yolu gösteren peygamberlerle desteklenmiştir. Hz. Âdem ile başlayan “peygamberlik zinciri” son peygamber olan Hz. Muhammed ile sona erdirilmiş, bu ikisi arasında pek çok peygamber görevlendirilmiştir. Peygamberlerin sayısı hakkında Kur’an’da herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Bu husus bir ayette şöyle açıklanmaktadır: “Andolsun, senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattıklarımız da var anlatmadıklarımız da.” (Mü’min, 40/78). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Peygamberlere İman Peygamberlerin sayısı hakkında Kuran’da herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Sadece bir hadiste peygamberlerin sayısının 124.000 olduğu, bunlardan 315’inin resul olduğu haber verilmektedir. Bir hadiste peygamberlerin sayısının 124.000 olduğu, bunlardan 315 kişinin resul olarak görevlendirildiği haber verilmektedir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 266). Burada inanç bakımından asıl olan şey, Hz.Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar gönderilmiş olan peygamberlerin hepsine inandım, hepsinin hak ve gerçek olduklarını kabul ettim denmesidir. Bununla beraber peygamber olduğu kesin olan 25 kişinin adı Kur’an’da geçmektedir. Söz konusu peygamberler şunlardır: Hz. Âdem, İdris, Nuh, Hûd, Salih, Lût, İbrahim, İsmail, İshak, Ya’kub, Yusuf, Şuayb, Harun, Musa, Dâvûd, Süleyman, Eyyûb, Yunus, Elyesa’, İlyas, Zülkifl, Zekeriyyâ, Yahya, İsa, Muhammed (a.s). Bunlardan başka Kur’an’da üç isim daha zikredilmiştir. Fakat onların “peygamber mi, veli mi” oldukları konusunda fikir ayrılığı vardır. Bunlar ise Üzeyir, Lokman ve Zülkarneyn’dir. PEYGAMBERLİK DERECELERİ İslam inancına göre bütün peygamberler “nübüvvet” (peygamber olma) noktasında eşittirler. Bu hususta hiçbirinin diğerine üstünlüğü bulunmamaktadır. Allah Teala, aralarında ayırım olmaksızın tümüne inanmayı her Müslümana farz kılmıştır. Bununla beraber peygamberler, nübüvvet görevlerinin dışında “derece” bakımından birbirlerinden farklı konumdadırlar. İslam inanç öğretisinde, peygamberlerin peygamberliklerini tasdik ettikten sonra aralarında derece farklılığının bulunabileceği kabul edilebilir. Nitekim bir ayette konuyla ilgili olarak: “İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derecelerle yükseltmiştir...” (Bakara, 2/253). buyurulmaktadır. Ulu’l-azm peygamberler: Hz. Muhammed, Hz. Nuh, Hz İbrahim, Hz Musa ve Hz İsa’dır. Ayetteki “Allah’ın derecelerle yükselttiği bazı kişiler (peygamberler)” in en başında elbette ki, bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed gelmektedir. Onun, bütün peygamberler arasında “üstün ve eşsiz bir yeri” bulunmaktadır. Hz. Peygamber’in dışındaki peygamberler de birbirlerinden derece itibariyle farklıdırlar. Bunlardan, Hz. Nuh, Hz İbrahim, Hz Musa ve Hz İsa’nın içinde yer aldığı “ülu’l-azm peygamberler”, Peygamber’imizden sonra ön sırada yer alırlarken, bunlardan sonra resuller, daha sonra da diğer nebiler gelmektedir. Ulu’l-azm peygamberler demek, aldıkları ağır görev ve yüklendikleri sorumluluk karşısında herhangi bir yılgınlık ve tereddüt göstermeden Allah’ın dinini insanlara tebliğ görevini eksiksiz yerine getiren, bütün zorluklara göğüs germede Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Peygamberlere İman azim ve sebat gösteren peygamberler demektir. Ulu’l-azm peygamberlerin isminin geçtiği bir ayette Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır: “O, dini ayakta tutun, onda ayrılığa düşmeyin diye dinden Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı...” (Şûrâ, 42/13; Ahzâb, 33/7). Bir başka ayette ise şöyle buyrulmaktadır: “(Ey Muhammed!) O hâlde, yüksek azim sahibi peygamberlerin sabretmesi gibi sabret, onlar için acele etme.” (Ahkâf, 46/35) Mâturîdî ve Eşarî mezhepleri aslî meselelerde ittifak halinde olup aralarındaki ihtilaf detaylardadır. Bunun içindir ki Ehl-i sünnet’in iki önemli ekolü olan Mâturîdî ve Eşarî mezhepleri, nübüvvet görevinin mahiyetinde (özünde) herhangi bir üstünlüğün (tefâdul) ve noksanlığın olmadığını, çünkü resul ve nebilerin “risalet” ve “nübüvvet” niteliklerini veya hâllerini elde etmede “eşit” olduklarını, sadece “şahısları” itibariyle birbirlerine üstünlüklerinin olduğunu kabul etmişlerdir. Bu konuda hem Eşarîler hem de Mâturîdîler görüş birliği içindedirler. PEYGAMBERLİK VE VAHİY İslam inanç sisteminde nübüvvet ile “vahiy” birbirinden ayrılmayan iki önemli kavramdır. Biri varsa mutlaka öteki de var demektir. Çünkü İslam inancında, “Allah’tan vahiy almayan peygamber” düşünülemediği gibi “peygamber olmayan kişiler” için de “vahiy” asla düşünülemez. “Allah’tan vahiy almayan peygamber” olmadığı gibi “peygamber olmayan kişiler” için de “vahiy” asla düşünülemez. Yüce Allah, kendisine muhatap seçtiği insanlara emir, yasak, hüküm ve haberlerini, “peygamberler aracılığı” ile bildirmektedir. Bu “bildirme” işlemine “vahiy” denilmektedir. Vahiy, sözlükte gizli konuşmak, göndermek, emretmek, işaret etmek, ilham etmek gibi anlamlara gelmektedir. Din dilinde vahiy ise, mahiyeti bizce tam olarak bilinemeyen bir yolla Allah Teala’nın dilediği şeyleri peygamberlerine bildirmesi demektir. Vahiy, Allah’la peygamberi arasında bir “sır” dır. “Nasıllığını” ancak onu yaşayan peygamber bilmektedir. Ashap ise, “vahyin geliş şekilleri” ve “Hz. Peygamber’de meydana getirdiği etkiler” hakkında bilgi sahibidirler. “Kalpte beliren bilgi” anlamında olan “ilham” ile vahiy arasında fark vardır. Vahiy sadece peygambere gelir, bizzat Allah tarafından korunarak “ilahî gözetim ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Peygamberlere İman Tartışma denetim” altında peygambere ulaşır. Kendisine vahiy ulaşan Peygamber, vahyi alırken bilinci yerindedir. Oysaki peygamber dışındaki Allah’ın sevgili kullarının kalbinde beliriveren ilham için “korunmuşluk” garantisi yoktur. Böyle olunca da ilhamda “yanılma payı” vardır. Üstelik de “bilinç dışı” olarak kalpte beliriverir. •İlham nedir ve ne derece gerçekliğe sahiptir? Siz, ilhama ne kadar inanıyorsunuz? Konuyu bütün yönleriyle forumda tartışabilirsiniz. • Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz. Vahyin mahiyetinin insanlarca bilinemeyişi ve algılanamayışı, “onun gerçekliğini inkâr etme” sonucunu asla gerektirmez. Çünkü bilimin zirve yaptığı günümüzde, “varlığı kabul edilen ama net ve bilimsel olarak açıklanamayan” nice olaylar vardır ki, bunların, varlığı bilimsel olarak açıklanamasa da bir olgu olarak kabul edilirler. Allah ile peygamber arasındaki iletişimi sağlayan vahyin farklı şekilleri vardır. Bunu Yüce Allah bir ayette şöyle açıklamaktadır: “Allah, bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderip, izniyle dilediğini vahyeder...” (Şûrâ, 42/51). İNSANLIĞIN PEYGAMBERE OLAN İHTİYACI Hem dünya hayatı hem de ahiret için mutlaka Peygamber’in rehberliğine muhtacız. İnsanoğlu, akıl, bilinç, idrak, seçme imkânı gibi birtakım yeteneklerle donatılmış olarak yaratılmasına ve bu yetenekler sayesinde çevresi ve diğer yaratıklar hakkında bazı bilgiler edinmesine rağmen söz konusu yetenekler onda sınırlı ve kendi gücü oranındadır. Gücünü aşan konularda onun elinden tutulması ve yolunun aydınlatılması gerekmektedir. Biz insanlar, son derece aciz, muhtaç bilgi ve beceri kapasitesi sınırlı varlıklarız. Diğer yaratıklara göre çok daha iyi bir konumda olsak bile, birbirimize hatta diğer varlıklara “muhtaç olma” konusunda sonuç değişmemektedir. Bunun içindir ki, hayatımız boyunca başkalarıyla birlikte yaşama zorunluluğu içinde bulunmaktayız. Zira hayatımızı sürdürebilmemiz için gerekli imkânları, ancak başkaları ile beraber elde edebilmekte, tek başımıza başarılı olamamaktayız. Kısaca başkalarının yardımına ve kılavuzluğuna muhtacız. Dünya hayatı için “başkalarının yardımına ve kılavuzluğuna muhtaç” olan insanın, bu dünyadan sonraki hayat olan ve mutlaka gelecek olan ahiret hayatı için Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Peygamberlere İman “bir yol gösterici ve kılavuza” yani “peygambere” olan ihtiyacı tartışma götürmez bir gerçektir. Yarattığı insanın bu yönünü en iyi bilen yüce Allah, hikmetinin, lütuf ve yardımının bir sonucu olarak insanlara peygamberler göndermiş, onların elinden tutmuştur. İşte tüm bu gerçeklere dayanarak diyoruz ki, “insanlığın, peygamberlere ihtiyaç duymaları” nın sebepleri vardır ve o sebepler de şunlardır: 1. İnsanın Allah’ın varlığını ve birliğini aklıyla anlayabilmesi mümkün olsa da; a) O’na layık olan sıfatların neler olduğunu bilmesi ve kavraması mümkün değildir. b) İnsanoğlu, Allah’a kulluk etmek üzere yaratılmıştır. Peygamber olmadan O’na nasıl ibadet edileceğinin bilinebilmesi mümkün değildir. c) Ayrıca, ahiretle ilgili durumların doğru şekilde bilinebilmesi için peygamberlerin haberine ihtiyaç vardır. Burada ifade edilenlerin tümünün tek başına insan bilgisi ve insan aklı ile bilinmesi imkânsız olup Yüce Allah, insanların hem dünya hem de ahiret hakkında doğru bilgiler edinmelerini sağlamak için onlara peygamberler göndermiştir. 2. Eğer insanlığa peygamber gönderilmemiş olsaydı onlar iyiyi, doğruyu ve güzeli bulmada, faydalı ve zararlıyı ayırt etmede ortak paydada buluşamayacaklar ve bir hayli zorlanacaklardı. Hatta belki bunun için çok uzun zaman harcayacaklar, harcadıkları bu uzun zaman ve uğraş neticesinde birtakım değer yargılarına akıllarıyla ulaşsalar bile çoğu zaman bu konuda duygularının, geleneklerinin, geçici arzu ve isteklerinin baskısı altında kalacaklardı. Böylece, yaratılışlarından gelen birtakım nefsi duyguların etkisiyle “gerçek doğru” ile “pratik yararı” birbirine karıştıracaklar, isabetli karar veremeyeceklerdi. İşte bu ve benzeri durumlar göstermektedir ki Allah’ın insanlara “peygamber göndermesi” rahmetinin bir sonucudur ve insanlık âlemi peygambere muhtaçtır. Nitekim Allah Teala, bu durumu Peygamber’in şahsında bize şöyle ifade etmektedir: “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiya, 21/107). 3. Dünyada evrensel düzlemde genel-geçer bir ilke vardır: Sorumlu tutman için önce bilgilendirmen gerekir. Bu ifadeyi biraz daha genişletirsek şöyle diyebiliriz. İnsanın belli işlerle “sorumlu” ve “yükümlü” tutulabilmesi ve bundan dolayı onlara “ödül” (sevap) ve “ceza” (günah) verilebilmesi için “insanın bilgilendirilAtatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Peygamberlere İman mesine” ihtiyaç vardır. İşte bu bilgilendirmenin gerçekleşmesinde, “peygamber gönderilmesine” şiddetle ihtiyaç vardır. Böyle yapılmak suretiyle insanların ahirette “peygamber gönderilmediği için bunlardan habersiz kaldık” diye Allah’a karşı mazeret ileri sürmelerinin peşinen önüne geçilmiş olmaktadır: Nitekim bu husus Kur’an’da şöyle ifade edilmektedir: “Biz müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki artık peygamberlerden sonra insanların, Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın...” (Nisa, 4/165). Demek ki, peygambere ihtiyaç duyulmasının bir nedeni de “mazeret ileri sürülmesinin önüne geçmek” olmaktadır. 4. Peygamberler bir yandan “dini rehber” olma özelliğini taşırlarken, bir yandan da sanat, ticaret, ziraat ve çeşitli meslekleri topluma öğretmek suretiyle medeniyete, kültüre ve toplumsal gelişmeye katkıda bulunmuşlardır. Kısaca Onlar ümmetlerini hem bu dünyada hem de ahirette yüceltip mutlu kılmaya çaba gösteren kişilerdir. PEYGAMBER OLAN KİŞİ, PEYGAMBERLİĞİNİN İSPATINI NE İLE VE NASIL ORTAYA KOYAR? (İSBÂT-I RESÛL) Peygamberin “peygamber oluşu” nun ispatı, “mucize” dir. Peygamberler, insanlara kılavuzluk gibi çok itibarlı ve etkili bir görevi üstlenmişlerdir. Bu, “onurlu ve itibarlı görev” bir çok insanın iştahını kabartmıştır. Bu nedenle, “sahte paygamber” (mütenebbî) adını verdiğimiz birtakım insanlar ortaya çıkmıştır. Hakikî peygamberleri bunlardan ayırabilmek için, “hakiki peygamberlerin peygamberliğinin ispatı” na ihtiyaç vardır. Bu konuda ortaya konacak kesin delil “Peygamberin peygamberlik davasında gösterdiği mucize” dir. O da ya “gaybtan haber verme” gibi bir “olağanüstülüğe” sahiptir veya “duyu organıyla” bizzat gözlemlenir. Mucize Mucizenin Sözlük Ve Terim Anlamı Sözlükte insanı aciz bırakan, karşı konulamaz, olağanüstü, garip ve tuhaf şey anlamlarına gelen mucize, terim olarak yüce Allah’ın, peygamberlik iddiasında bulunan peygamberini “doğrulamak” ve “desteklemek” için yarattığı ve insanların da “benzerini” getirmekten aciz kaldığı “olağanüstü” olay diye tanımlanır. Diğer bir Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Peygamberlere İman ifadeyle mucize, “peygamber” olan kişinin “aklın alamayacağı bir olayı” Allah’ın kudreti ile ortaya koyabilmesidir. Mucizenin Mahiyeti Mucizenin mahiyetinde tabiat kanunlarının geçerliliğini ve etkilerini kısa ve geçici bir süre durdurma özelliği mevcuttur. Bu ise, “pozitif bilimler” ile açıklanacak bir durum değildir. Eğer açıklama mümkün olsaydı, mucize, “harikulâde” olmaktan çıkar “olağan” bir şey olurdu. Mucizenin tarifinde yer alan “insanların benzerini getirmekten aciz kaldığı” ifadesinde dikkat edilmesi gereken bir nokta şudur: Peygamber, olağanüstü birtakım işler (mucize) ortaya koyarken, onu kabullenmeyenler: “Şu şeyi ben yaptım. Eğer bunun sıradan bir iş olduğuna inanıyorsanız siz de bunun bir benzerini ortaya koyun da görelim” diyerek meydan okur. İşte, Kur’an’ın benzerini ortaya koyma hususundaki meydan okuma, bu tip bir meydan okumadır. Mucize, “olağan” ve “sıradan” bir iş değildir, “olağanüstü” bir şeydir. Ama her “olağanüstü” şey de mucize değildir. Fakat, Peygamber’in insanlara yapmış olduğu bu “meydan okuma” olayında, “beşer gücünün üstünde” olan bir şey ile “meydan okuma” nın olmaması gerekmektedir. Örneğin Allah Teala insanlardan “Kur’an’ın bir benzerini getirmelerini” isterken bu iş, insanların beşer gücünün üstünde bir şey değildi. Zira Arapça onların ana diliydi ve bu dilde yazıp çizmek hiç de zor bir şey değildi. Nitekim inkârcılar, bu dilde sıkça şiirler yazarlar, hatta bu konuda yarışmaya girişirler ve edebi değeri çok yüksek şiirler ortaya koyarlardı. Ama her gün yaptıkları bu “sıradan” şeyi Kur’an’ın benzerini getirmede yapamazlar ve sinirlerinden çatlayacak hâle gelirlerdi. Hatta bu, onlar için o kadar zor bir hâl almıştı ki, Kur’an’ın benzerini getirmektense bundan kat be kat daha zor olan savaşı göze alıyorlardı. İşte mucizenin sırrı burada yatmaktaydı: Her gün çok kolay bir şekilde yaptıkları bir işi bir türlü yapamamak! Şu hâlde meydan okuma olayında, “şu dağı kaldırın şuraya koyun” veya “Kur’an’ın Farsça bir benzerini getirin”, “şu ölüyü diriltin” gibi sıradan bir insanın yapamayacağı türden bir iş söz konusu değildir. Mucizenin Temel Özellikleri Bilindiği üzere mucize, “olağan” ve “sıradan” bir iş değildir, aksine “olağanüstü” bir şeydir. Ama dikkat etmek gerekir ki, her “olağanüstü” şey de mucize değildir. Öyleyse bir olayın mucize sayılabilmesi için birtakım özelliklere sahip olması gerekmektedir. Bu özellikleri şöyle sıralayabiliriz: 1. Olağanüstü olarak ortaya konan bir iş/fiil, “Peygamber’in elinde” ortaya çıkıyormuş gibi görünse de aslında o iş/fiil Peygamber’in ortaya koyduğu bir fiil Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Peygamberlere İman değil, Allah’ın fiilidir. Öyleyse yapılan fiilin peygambere dayandırılarak failinin peygamber olarak gösterilmesi ve “peygamber mucizesi” denilmesi, “mucizenin onun aracılığıyla olması” sebebiyledir. 2. Mucize sadece “gerçekten peygamber” olan kişilerde meydana gelir. Peygamber olmayan birinin gösterdiği “olağanüstü” şeylere asla mucize denilemez. 3. Mucize tabiat kanunlarına aykırı bir olaydır ama her “tabiat kanunlarına aykırı olan olay” mucize değildir. 4. Mucize, mutlaka “peygamberlik iddiası” ile birlikte bulunmalı, ne önce ne de sonra olmalıdır. 5. Mucize, peygamberin isteği olan cümleye uygun olmalı başka olmamalıdır. Örneğin, “dağı yerinden kaldıracağım” diyen birisinin denizi yarması mucize sayılmaz. Kur’an-ı Kerim’de Mucize Kur’an’da mucize terimi kullanılmaz, bunun yerine “ayet”, “beyyine” ve “burhan” gibi kavramlar geçer. Kur’an-ı Kerim’de geçmiş Peygamberlere ait bazı mucizelerden söz edilmektedir. Bunların en meşhurları şunlardır: Kur’anda, geçmiş peygamberlere ait pek çok mucize vardır. 1. Hz. İbrahim’in, Bâbil hükümdarı Nemrut tarafından ateşe atılması ve Allah’ın “Ey ateş, İbrahim’e karşı serin ve zararsız ol” (Enbiya, 21/58-69). emrine ateşin uyarak onu yakmaması. 2. Hz. Salih’in, Semûd kavminin isteği üzerine bir deve getirmesi, Semûd kavminin azarak deveyi kesmesi, buna karşılık yüce Allah’ın müthiş bir deprem ile onları yok etmesi (Şuara, 26/141-158). 3. Hz. Yakub’un oğlu Yusuf’un gömleğini kör olan gözüne sürmesi sonucu gözlerinin açılması (Yusuf, 12/92-96). 4. Hz. Musa’nın; a) Elindeki asanın yılan hâline gelmesi (Tâhâ, 20/17-21), b) Elini koynuna sokup çıkardığında elinin müthiş bir şekilde parıldaması (yedi beyzâ) (Tâhâ, 20/22; Neml, 27/12; Kasas, 28/32), Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Peygamberlere İman c) Asasının, Firavun’un huzurundaki sihirbazların ip ve sopalarını yutuvermesi (Tâhâ, 20/65-70), d) Asasını denize vurunca denizin yarılıp İsrailoğullarının açılan 12 farklı yoldan geçmesi, Firavun ve ordusu geçeceği sırada denizin tekrar kapanıp onları boğması (Şuara, 26/61-66), 5. Hz. Süleyman’ın “hüdhüd” isimli bir kuşla konuşması (Neml, 27/20-28), karıncanın, onun sözünü anlaması (Neml, 27/18-19), 6. Hz. İsa’nın Allah’ın izniyle çamurdan kuş yapıp onu üflediği zaman canlı hale gelip uçması, ölüleri diriltmesi, anadan doğma körü ve alaca hastalığına yakalanmış kimseyi iyileştirmesi (Mâide, 5/110), havarilerin isteği üzerine gökten bir sofra indirmesi (Mâide, 5/114-115). Mucize Dışındaki Olağanüstü Hâller 1. İrhâs: Peygamber olacak şahsın, “henüz peygamber olmadan önce” gösterdiği olağanüstü durumlardır. Hz. İsa’nın beşikte iken konuşması gibi (Mâide, 5/110115). 2. Keramet: Peygamber’e gönülden bağlı olan ve ona titizlikle uyan “veli” kulların gösterdikleri olağanüstü hâllerdir. 3. Meûnet: Yüce Allah’ın “veli olmayan” bir Müslüman kulunu, darda kaldığı veya sıkıntıya düştüğü zaman, olağanüstü bir şekilde bu darlık ve sıkıntıdan kurtarma hâlleridir. 4. İstidrac: Kâfir ve günahkâr kişilerden, “arzu ve isteklerine uygun” olarak meydana gelen olağanüstü olaylardır. 5. İhanet: Kâfir ve günahkâr kişilerden, “arzu ve isteklerine aykırı” olarak meydana gelen olaylardır. Mesela, “peygamberlik taslayan” inkârcı Müseylime’nin, tek gözü kör olan bir adama, iyi olsun diye dua etmesi üzerine adamın öbür gözünün de kör olması gibi. Mucize İle Diğer Olağanüstü Hâller Arasındaki Farklar Mucize sadece peygamberde, diğer olağan üstü hâller ise peygamber olmayan kişilerde görülür. “Olağanüstü” olma açısından mucize dışındaki olağanüstü hâller her ne kadar mucizeye benzeseler de aslında aralarında büyük farklar vardır. Bu farkları şöyle sıralayabiliriz: Mucize, ancak “peygamberlik görevini üstlenmiş” bir peygamberde meydana gelir. “Mucize dışındaki olağanüstü hâller” ise, peygamber olmayan kişilerde de görülebilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Peygamberlere İman Mucizede peygamberin “meydan okuması” vardır. Oysaki mucize dışındaki olağanüstü hâllerde meydan okuma söz konusu değildir. Mucize taklit edilemezken, diğer olağanüstü hâller taklit edilebilir. PEYGAMBERLERİN SIFATLARI İslam inanç sisteminde peygamberlerin sıfatları (nitelikleri) konusu üç noktada ele alınmaktadır: 1. Peygamberlerde bulunması mümkün olan sıfatlar, 2. Peygamberlerde bulunması zorunlu olan sıfatlar, 3. Peygamberlerde bulunmaması gereken sıfatlar. Peygamberlerde Bulunması Mümkün Olan Sıfatlar Peygamberlerde üç tür sıfat vardır: 1. Bulunması mümkün olanlar, 2. Bulunması imkânsız olanlar, 3. Bulunması zorunlu olanlar. Kur’an-ı Kerim’in pek çok yerinde, özellikle müşriklerin pek çok itirazlarına karşılık olarak vurgulandığı gibi peygamberlerde bulunması mümkün olan sıfatlar şunlardır: Peygamberler de bizim gibi beşerdirler. (İbrahim, 14/11; Kehf, 18/110; Yasin, 36/15; Fussilet, 41/6) Onlar da diğer insanlar gibi oturup kalkar, yiyip içerler, gezerler, (Müminûn, 23/33; Furkan, 25/27) Evlenip çoluk çocuk sahibi olurlar, hastalanır ve ölürler. (Enbiya, 21/34; Zümer, 39/30) “İlahi emir ve yasaklara ve ilahî yükümlülüklere muhatap olma” konusunda peygamberler ile diğer insanların hiçbir farkı yoktur. En sıradan insanın “emir”, “yasak” ve “yükümlülük” konusunda yapması gereken ne ise peygamberlerin de odur. Hatta belki peygamberlerin fazlası bile vardır. Örneğin, teheccüd namazı gibi peygamberlere vacip olup da bizlere vacip olmayan birtakım vecibeler vardır. Bunun içindir ki onlar her hareketleriyle, “kendilerini Allah’ın insanlar için seçtiği birer kul ve elçi” ve “davranışlarına çekidüzen vermek için insanların kendilerine baktığı birer örnek” olduklarının bilinci içindedirler. Bu bilincin vermiş olduğu görevle onlar, darlıkta, fakirlikte ve sıkıntıdayken bile Allah’a şükrederler. İşte bu ve benzeri bütün özelliklere, “peygamberler hakkında düşünülmesi mümkün olan özellikler” denilmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Peygamberlere İman Peygamberlerde Bulunmaması Gereken Sıfatlar Peygamber olan kişilerde, esas gaye olan “tebliğ” ve “davet” görevine zarar getiren, insanların genel nefretini uyandıran her şey veya her durum, “peygamberlerde bulunmaması” gereken hususlardır. Buna, “cüzzam” ve “delilik” gibi hastalıklar, “sağırlık”, “körlük” ve “uzun müddet baygın hâlde olma” gibi durumlar örnek olarak verilebilir. Burada hemen şunu hatırlatmak gerekir ki, Yakup peygamberin gözlerine inen “perde” bu türden bir nitelik olmayıp “belli bir müddet içinde olan ve kısa bir müddet içinde olağanüstü bir şekilde düzelen” gelip geçici bir durumdur. Benzer şekilde Şuayb peygamberin kör olduğuna dair söylenen sözler hiçbir şekilde sabit değildir. Eyyûb peygamberin hastalığı da cilt altında meydana gelen bir sızıdan ibarettir. “Nefreti gerektirecek” derecede yaralarının olduğuna dair hikâyelerin aslı ve esası yoktur. Bütün insanlara sataşan şeytanın peygamberlere “sataşması” mümkün değildir. Bütün insanlara sataşan şeytanın onlara “sataşması” (tasallutu) mümkün değildir. Bu bağlamda Hz. Âdem’e gelen “vesvese” nin, şeytanın “kalbe girmek” suretiyle değil de, belki “özel bir şekle bürünmek” suretiyle ortaya konulmuş olan bir vesvese olduğunu söylemek gerekir. Çünkü peygamberlerin kalpleri, şeytanin “eğlence yeri” yaptığı bir kalp değildir. Yalnız burada şunun altını çizmek gerekmektedir. “Şeytanın sataşması” sonucu Hz. Âdem’in yasaklanan ağaçtan yemesi, cennette peygamber olmadan önce meydana gelmiş bir durumdur. Ayrıca peygamberlerde “haset etmek”, “içi dışına uymamak” gibi kötü huyların hiçbiri bulunamaz. Peygamberler de, ancak Allah’ın “vahiy ile bildirdikleri” oranda gayba ilişkin bilgilerden haberdar olmaktadırlar. Peygamberlerde “harikulade hadiseler gösterme” ve “özel nimetlere sahip olma” gibi birtakım özellikler, kesinlikle onların “zati/asli” özellikleri değildir. Örneğin herkesin bildiği gibi “mucize gösterme” eylemi hiçbir insanın kendi başına gücünün yetemeyeceği bir iştir. Peygamberler de “insan” olduklarından, onların da Allah’tan bağımsız olarak “kendi başlarına” mucize göstermelerine olanak yoktur. Şu hâlde, eğer bir peygamberden mucize meydana gelecekse, bunu peygamber’in “Allah’ın emri ve izni” ile ve “Allah’ın fiili” olarak gerçekleştirmesi gerekir. Bunun içindir ki, tarihte peygamberin mucizesine bakarak “peygamberin tabiatı ve mahiyeti” hakkında yanlış kanaate varanlar olmuştur. Buna Kur’an-ı Kerim’de şöyle temas edilmektedir: “Onlar bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana inanmayacağız. Veya senin hurma bahçen üzüm bağın olmalı; öyle ki, içlerinden gürül gürül ırmaklar akıtmalısın. Yahut da iddia ettiğin gibi, göğü tepemize parça parça düşürmeli ya da Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Veya altın bir evin olmalı yahut göğe yükselmelisin. Ama (şunu da asla unutma ki) bize, okuyacağımız bir kitap (oradan) indirmediğin sürece (göğe) çıktığına da asla inanmayacağız dediler. De ki: Fesuphanallah! Ben peygamber olan bir insandan başka bir şey miyim? (ki bunları benden istiyorsunuz.)” (İsrâ, 17/90-93). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Peygamberlere İman Öte yandan peygamberlerin “gayba ilişkin verdiği haberler” de ancak “Allah’ın onlara bildirmesi” ile mümkün olan bir durumdur. Zira nasıl ki peygamberlerde bulunan “vahiy alma” ve “nübüvvet ile görevlendirilme” özellikleri “akletme”, “görme”, “işitme” ve “duyma” özellikleri gibi insanda bulunan “zati” bir özellik değilse, “gaybı bilmek” de peygamberlerin “zati” özelliklerinden değildir. Demek ki Peygamberler, yalnızca Allah’ın “vahiy ile bildirdikleri” oranda gayba ilişkin bilgilerden haberdar olmakta, bunun dışındaki gaybî hususları bilememektedirler. Bunun içindir ki, “peygamberlerin gaybı bildiklerine” inanmak yanlıştır. Zira böyle bir inanç açıkça şu ayete aykırıdır: “De ki: Göklerde ve yerde Allah’tan başka hiç kimse gaybı bilemez” (Neml, 27/65). Öyleyse peygamberlerin “gaybı bilmeme” özellikleri, peygamberlik makamına eksiklik getiren bir özellik değildir. Çünkü “gaybı bilmek” tamamen Allah’ın katında olan bir iştir. Peygamber, “Allah’ın rıza gösterdiği ölçüde” gayba ilişkin haber verebilir. Nitekim bu hususu Allah Teala şöyle dikkatlere sunmaktadır: “Gaybı bilen Allah, kimseyi gayb hakkında bilgilendirmez. Ancak peygamberlerden bildirmek istediği kişiler bunun dışındadır.” (Cin, 72/26-27). Peygamberlerin, “kasten” değil de “yanılarak” beşer oluşları icabı “küçük günah” işledikleri söz konusudur. Bunlara “zelle” denilmektedir. Son olarak şunu da vurgulamak gerekir ki hiçbir peygamber, Allah dilemedikçe herhangi bir kimseye veya kavme “azap” indiremez veya “helak mucizesi” gösteremez. Aynı şekilde yine hiçbir kimseyi “imtiyaz” ve “üstünlük sahibi” kılamaz. Peygamberlerde Bulunması Zorunlu Olan Sıfatlar Her peygamberde insan olmanın ötesinde birtakım sıfatların bulunması gerekli ve zorunludur. Bunlara İslam inancında “peygamberler için vacip olan sıfatlar” denilmektedir. Bu sıfatlar şunlardır: 1) Sıdk: “Doğru olmak” demektir. Her peygamber doğru sözlü ve dürüst bir insandır. Onlar asla yalan söylemez ve insanları aldatmazlar. Eğer böyle yapacak olsalardı, kendilerine inanan kişilerin “güven duygusu” nu kaybetmiş olurlardı. Bu ise, “peygamber göndermedeki gaye ve hikmet” in gerçekleşmemiş olması demektir. Sıdkın karşıtı olan “yalan söylemek” (kizb), peygamberler hakkında düşünülemez. Bütün peygamberler peygamberlikten “önce” de “sonra” da yalan söylememişlerdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Peygamberlere İman 2) Emanet: “Güvenilir olmak” demektir. Bir önceki sıfatın zorunlu bir sonucu olan bu sıfatla, “peygamberlerin hepsinin emin ve güvenilir kişiler oldukları” vurgulanmaktadır. Bunun içindir ki “emanet” sıfatına sahip olan bütün peygamberler, kendilerine verilmiş olan hiçbir emanete asla hainlik etmez, onları büyük bir dikkat ve titizlikle korumaya çalışırlar. Bu konuda bir ayette şöyle buyrulmaktadır: “Bir peygamber için emanete hıyanet yaraşmaz...” (Âl-i İmran 3/161). Emanet sıfatının karşıtı olan “hıyanet”, onlar hakkında düşünülmesi olanaksız olan bir sıfattır. 3) İsmet: “Günah işlememek, günahtan korunmuş olmak” demektir. Peygamberler, hayatlarının hiçbir devresinde “şirk ve küfür sayılabilecek” bir günahı işlemedikleri gibi özellikle “peygamberlikten sonraki” hayatlarında “kasten” büyük ve küçük günah işlememişlerdir. Onların “kasten” değil de “yanılarak” “küçük günah” işlemeleri söz konusudur. Bunlara “zelle” denilmektedir. Hz. Âdem’in cennette şeytanın sözüne uyması, Hz. Musa’nın bir Kıpti’ye vurarak onun ölümüne sebep olması, Hz. Yunus’un Allah’ın izni olmadan kavmini tek etmesi gibi olaylar bu tür zellelere örnek verilebilir. İsmetin karşıtı “masıyet” (günah işlemek) tir ve Allah masıyetten onları korumuştur. Peygamberler örnek ve önder kişiler oldukları için, “konumlarını zedeleyecek” tutum ve davranışlardan da uzaktırlar. 4) Fetânet: “Peygamberlerin akıllı, zeki ve uyanık olmaları” demektir. Peygamberler zeki ve akıllı olmasalardı hitap ettikleri kişileri ikna edemezler, toplumsal dönüşümü sağlayamazlardı. Fetanet sıfatının karşıtı olan “ahmaklık”, peygamberlik ile asla bağdaşmayan bir özelliktir. 5) Tebliğ: “Peygamberlerin Allah’tan aldıkları buyrukları ve yasakları ümmetlerine eksiksiz olarak iletmeleri” demektir. Bu konuda Allah Teala Kur’an’da şöyle buyurmaktadır: “Ey peygamber, rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan Allah’ın elçiliğini tebliğ etmemiş olursun.” (Mâide, 5/67). Tebliğin karşıtı olan “gizlemek” (kitmân) sıfatı, peygamberler hakkında düşünülemez. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Özet Peygamberlere İman •Türkçemizde yer alan peygamber kelimesi, Farsçadaki karşılığı olan “peyâmber” kelimesinin dilimize uyarlanmış şeklidir. Peyâmber veya peygamber “haberci / haber taşıyan kişi”, “elçi” gibi anlamlara gelmektedir. •Dini terim olarak peygamber, Allah’ın kulları arasından seçtiği ve vahiyle şereflendirerek emir ve yasaklarını insanlara ulaştırmak üzere görevlendirdiği elçi şeklinde tanımlanmaktadır. •Peygamberler hakkında islam’ın genel öğretisini şu şekilde özetlemek mümkündür: Bütün peygamberlerin peygamber olduğuna inananmak, peygamber gelmemiş hiçbir topluluk ve ümmetin bulunmamadığına inanmak, peygamberlik görevinin, tamamen Allah vergisi olduğunu kabul etmek, onları sadece “Allah’ın elçisi” ve “kulu” saymak, Allah’ın izni olmadan hiçbir kimseye “fayda sağlama” veya “zararı giderme” güçlerinin olmadığına inanmak, Allah’ın bildirdikleri dışında gaybı bilemeyeceklerini kabul etmek, Peygamberliğin Hz. Muhammed ile son bulduğuna inanmak. •İslam inancına göre bütün peygamberler “nübüvvet” (peygamber olma) noktasında eşit, “derece” bakımından ise birbirlerinden farklıdırlar. Hz. Peygamber’in dışındaki Peygamberler de birbirlerinden derece itibariyle farklıdırlar. Bunlardan, Hz. Nuh, Hz İbrahim, Hz Musa ve Hz İsa’nın içinde yer aldığı “Ülü’l-azm peygamberler”, Peygamber’imizden sonra ön sırada yer alırlarken, bunlardan sonra resuller, daha sonra da diğer nebiler bu dereceyi izlemektedirler. •İslam inanç sisteminde “nübüvvet” (peygamberlik) ile “vahiy” birbirinden ayrılmayan iki önemli kavramdır. Biri varsa mutlaka öteki de var demektir. •Bizler, son derece aciz, muhtaç bilgi ve beceri kapasitesi sınırlı olan yaratıklarız. Dünya hayatı için “başkalarının yardımına ve kılavuzluğuna muhtaç” olan insanın, bu dünyadan sonraki hayat olan ve mutlaka gelecek bulunan ahiret hayatı için “gerçek bir yol gösterici ve kılavuza” yani “peygambere” olan ihtiyacı tartışma götürmez bir gerçektir. Peygamberin peygamberliğinin doğruluğunu ispat, ancak “içinde hiç şüphe taşımayan kesin bir delil” ile mümkün olup bu delil de mucizedir. Sözlükte “insanı aciz bırakan, karşı konulamaz, olağanüstü, garip ve tuhaf şey” anlamlarına gelen mucize, terim olarak yüce Allah’ın, peygamberlik iddiasında bulunan peygamberini “doğrulamak” ve “desteklemek” için yarattığı ve insanların da “benzerini” getirmekten aciz kaldığı “olağanüstü” olay diye tanımlanır. •Kur’an’da mucize terimi yerine çoğunlukla “ayet”, “beyyine” ve “burhan” gibi kavramlar kullanılır. Kur’an-ı Kerim’de geçmiş Peygamberlere ait bazı mucizelerden söz edilmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Ödev Özet Peygamberlere İman •Mucize dışındaki olağanüstü hâller, her ne kadar mucizeye benzeseler de aslında aralarında büyük farklar vardır. Diğer olağanüstü hâlleri şöyle sıralayabiliriz: Keramet, irhas, meunet, istidraç ve ihanettir. •İslam inanç sisteminde peygamberlerin sıfatlarını: 1) Peygamberlerde bulunması caiz olan sıfatlar, 2) Peygamberlerde bulunması caiz olmayan sıfatlar, 3) Peygamberlerde bulunması zorunlu olan sıfatlar şeklinde sınıflandırmak mümkündür. • Diğer bilim dallarından da istifade ederek günümüzde insanlığın peygamberlere ve peygamberlerin getirdikleri öğretilere ne kadar muhtaç olduğunu araştırınız ve iki yüz kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Peygamberlere İman DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Aşağıdaki isimlerden hangisinin peygamber olduğu hakkında ihtilaf yoktur? a) Lokman Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. b) Elyesa c) Üzeyir d) Zülkarneyn e) Hızır 2. Peygamber olacak şahsın henüz peygamber olmazdan önce gösterdiği olağanüstü durumlara ne ad verilir? a) Keramet b) Meunet c) İrhas d) İhanet e) Mucize 3. Aşağıdaki adı geçen peygamberlerden hangisinin adı Kur’an’da geçmez? a) Hz. Zülkifl b) Hz. Elyesa c) Hz. Şit d) Hz. Üzeyir e) Hz. Hızır 4. Aşağıdakilerden hangisi mucizenin özelliklerinden değildir? a) Mucize göstermek tamamıyla Peygamber’in inisiyatifindedir ve Peygamber’e aittir. b) Mucizede Peygamber’in meydan okuması vardır. c) Mucize taklit edilemez özellik arz eder. d) Mucize sadece Peygamber’de meydana gelir. e) Mucize gerçekte Allah’ın bir fiilidir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Peygamberlere İman 5. Aşağıdakilerden hangisi Kur’an-ı Kerim’de mucizenin yerine kullanılan kelime dizisidir? a) Ayet/Beyyine/İrhas b) Ayet/Hüccet/Keramet c) Beyyine/Hüccet/Sultan d) Ayet/Beyyine/Burhan e) Ayet/Hüccet/İrhas Cevap Anahtarı : 1.b 2.c 3.e 4.a 5.d Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Peygamberlere İman YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR 1. Akseki, Ahmet Hamdi. (tsz, 21. Baskı). İslam Dini. Ankara. 2. Aliyyu’l-Kârî, Ali b. Muhammed Sultan el-Herevî. (1984). Şerhu’l-Fıkhi’l-Ekber. Beyrut. 3. Askerî, Ebû Hilal. (2006). el-Furuk fi’l-Luğa. Tahk Cemâl Abdulğanî Mudğamiş. Beyrut. 4. Aydın, Ali Arslan. (1984). İslam İnançları Tevhid ve İlm-i Kelam. Ankara. Gonca Yayınevi. 5. Bilmen, Ömer Nasuhi. (1972). Muvazzah İlm-i Kelam. İstanbul. 6. Buhârî, Muhammed b. İsmail. (1987). Sahîhu’l-Buhârî. Tahk. Mustafa Dîb elBuğa. Beyrut. 7. Bûti, Said Ramazan. (1986). İslam Akaidi. Terc. Mehmet Yolcu, Hüseyin Altınalan. İstanbul: Madve Yay. 8. Cevherî, İsmâil b. Hammâd. (tsz.). es-Sıhah Tâcu’l-Luğat ve Sıhahi’l-Arabiyye. Tahk. Ahmed Abdulğafûr, Nşr. Hasan Şerbetli. Mısır. 9. Diyanet. (1998). Diyanet İlmihali. İstanbul. 10. Ferâhidî, Ebû Abdirrahmân el-Halîl b. Ahmet. (1988). Kitâbu’l-Ayn. Tahk. Dr. Mehdî el-Mahzûmî-Dr. İbrâhim es-Semerâî, Beyrut. 11. Gölcük, Şerafettinş. (1997). Bakıllani ve İnsanın Fiilleri. Ankara. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. 12. Gölcük, Şerafettin-Toprak, Süleyman. (1988). Kelam. Konya. 13. İbn Manzûr, Ebu’l-Fazl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükrim. (1988). Lisânu’lArab. Beyrut. 14. Mâlik b. Enes, Ebû Abdillah el-Esbahî. (tsz.). Muvatta. Tahk. Muhammed Fuad Abdulbaki. Mısır. 15. Mâturîdî, Ebû Mansûr, Muhammed b. Muhammed b. Mahmud. (tsz.). Kitâbu’t-Tevhîd. Tahk. Fethullah Huleyf. Mısır. 16. Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim b. el-Haccâc. (tsz.). es-Sahîh. Beyrut. 17. Nesefî, Ebu’l-Mu‘în Meymûn b. Muhammed. (2004). Tabsiratu’l-Edille. Nşr. Hüseyin Atay. Ankara. 18. Tahânevî, Muhammed A’la b. Ali. (1862). Keşşâf-u Istılâhâti’l-Fünûn. Tash. elMevlevî Muhammed Vecîh, el-Mevlevî Abdu’l-Hak, el-Mevlevî Ğulam Kadir. Kalküta. 19. Topaloğlu, Bekir-Yavuz, Şevki-Çelebi, İlyas. (2009). İslam’da İnanç Esasları. İstanbul. 20. Yazır, Muhammed Hamdi. (tsz.). Hak Dini Kur’ân Dili. İstanbul. 21. Yüksel, Emrullah. (2005). Sistematik Kelam. İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 HEDEFLER İÇİNDEKİLER SON PEYGAMBER HZ. MUHAMMED • Hz. Muhammed’in Peygamberliğine İman • Hz Muhammed'in Peygamberliğinin İspatı ve Mucizeleri • Hz. Muhammed’in Geçmiş İlahi Kitaplarda Müjdelenmiş Oluşu • Hz. Muhammed’in Son Peygamber Oluşu • Hz. Muhammed'in Peygamberler Arasındaki Yeri İSLAM İNANÇ ESASLARI • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Hz. Muhammed’in son peygamber oluşunun delillerini öğrenebilecek • Onun mucizelerini tanıyabilecek • Hz. Muhammed’in diğer peygamberler tarafından müjdelenmiş olduğunu öğrenebilecek • peygamberler arasındaki yerini kavrayabilecek • Hz. Muhammed’in şahsında peygamberliğin islam’daki konumuna dair bilgi edinmiş olacaksınız. ÜNİTE 8 Son Peygamber Hz. Muhammed GİRİŞ Kur'an-ı Kerim incelendiğinde, insanlık tarihinin başlangıcından günümüze kadar dinsiz bir toplumun bulunmadığı, onları ilahî hakikatlerden haberdar edecek uyarıcıların ve yol göstericilerin gönderildiği ve bu uyarıcıların tarihin bütün dönemlerinde var olageldiği, Allah'a inananlarla birlikte, yozlaşma veya fıtrî ihtilaflardan dolayı inanmayanların da bulunduğu görülmektedir. “Şahadet-i amme” denilen insanlığın ortak kabul ve gözlemi de bu doğrultudadır. Tarih içinde Allah insanlara pek çok peygamber göndermiş ve Hz. Muhammed ile peygamberlik halkası tamamlanmıştır. İslam inancının temel konularından biri de peygamberlere ve Hz. Muhammed’in peygamberliğine imandır. Bu itibarla İslam inançları noktasında peygamberliğe ve peygamberlere iman içerisinde Hz. Muhammed’ın peygamberliği merkezi bir konum işgal eder. HZ. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİĞİNE İMAN Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman etmek zorunludur. Allah’ın âlemlere rahmet olarak gönderdiği Hz. Muhammed peygamberlik halkası içerisinde en son basamağı işgal eder. O, Allah’ın kulu ve elçisidir. Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman etmek, onun son peygamber olduğunu kabul ve tasdik etmek, İslam’daki peygamberlik inancının bir gereğidir. İslam inancının esaslarından biri olan peygamberlere iman, aynı zamanda Hz. Muhammed’in peygamber olduğuna iman etmeyi de içerir. Dinî terimiyle söylenecek olursa, Hz. Muhammed’e iman etmek farz olan bir husustur. Zira Allah Kur’an’da kendine ve son peygamberi olan Hz. Muhammed’e iman edilmesini açıkça emretmiştir: “Ey insanlar! Allah'a ve peygamberine inanın; sizi varis kıldığı şeylerden sarf edin; aranızdan, inanıp da sarf eden kimselere büyük ecir vardır” (Hadid, 57/7). Kur'an-ı Kerim Allah'a ve bütün peygamberlere iman etmenin gerekliliğini vurgulamış ve Allah'ı, meleklerini, kitaplarını ve peygamberlerini reddedenlerin büyük bir hüsranda olduklarını açıkça ifade etmiştir. Bu ayetlerde ortaya konulan gerçek, Allah'a ve Resulü’ne iman edilmesidir. Bu itibarla Allah'a ve O’nun son peygamberi Hz. Muhammed’in Allah’tan alıp getirdiği her şeye iman etmek inanan kimselere yöneltilmiş bir emirdir: Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakup'a ve torunlarına indirilene, rableri tarafından Musa, İsa ve peygamberlere verilene inandık, onları birbirinden ayırt etmeyiz; biz O’na teslim olanlarız. (Al-i İmran, 3/84) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Son Peygamber Hz. Muhammed “Ey İnananlar! Allah'a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba inanmakta sebat gösterin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, şüphesiz derin bir sapıklığa sapmıştır” (Nisa, 4/136). Bu ayet özellikle münafıklar ve müşrikler hakkında nazil olmasına rağmen genelde bütün insanların Allah'a ve peygamberlerine iman etmelerine daveti içerir ve nübüvvete imanın İslam prensiplerinden olduğunu ortaya koyar. Kur’an peygamberlere sathi bir şekilde değil, bütün benliği ile imanı öngörmüştür. Bunu dikkate alan İslam âlimleri taklidi iman ile inanmayı, özel durumlarda caiz görmüşler, genel ilkenin düşünerek ve onların getirdiği prensipleri kabul ederek tahkiki bir şekilde iman etme olduğunu ortaya koymuşlardır. Peygamberlere iman etmek, aynı zamanda Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman etmeyi gerektirir. Bir başka ayette de inkârcıların, özellikle ahiretin varlığını inkâr edenlerin durumu anlatılırken Allah’a ve peygamberi Hz. Muhammed’e iman vurgulanmıştır: “İnkâr edenler, tekrar dirilmeyeceklerini ileri sürerler. De ki: “Evet; rabbime and olsun ki, şüphesiz diriltileceksiniz ve sonra, yaptıklarınız size bildirilecektir. Bu, Allah’a kolaydır. Öyleyse Allah'a, peygamberine ve indirdiğimiz nura, Kur’an'a inanın; Allah işlediklerinizden haberdardır” (Teğâbun, 64/8). Hz. Muhammed’in peygamberliğini reddetmek, ona iman etmemek inkâr olarak nitelendirilmiş ve böyle kimseler büyük bir azapla tehdit edilmiştir: “Allah'a ve peygamberine kim inanmamışsa bilsin ki, şüphesiz Biz, inkârcılar için çılgın alevli cehennemi hazırlamışızdır”(Fetih, 48/13). Yine Kur’an-i Kerim’e göre Allah’ın gönderdiği peygamberler arasında bir ayırım olamaz. Peygamberlerin tümüne inanmak imanın temel şartlarındandır. “Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isteyip bir kısmına inanırız, bir kısmına inanmayız diyenler yok mu? İşte kâfirler gerçekten bunlardır” (Nisa, 4/150). Allah’ın gönderdiği peygamberler arasında ayırım yaparak bir kısmına iman edip diğer bir kısmına iman etmemek, iman etme noktasında aralarında ayırım yapmak, kişiyi İslam dairesinin dışına çıkarmak için yeterlidir. Zira Yahudi ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Son Peygamber Hz. Muhammed Hristiyanlar Hz. Peygamber'in nübüvvetini reddederek küfre düştüler. Allah'a ve kendilerine gönderilen peygamberlere inandıkları hâlde bu onların kurtuluşa ermeleri ve ahiret yurdunda nimetlere kavuşmaları için yeterli değildir. Hz. Peygamber’den rivayet edilen hadislerde de ona iman edilmesi kesin olarak vurgulanmaktadır. İmanın üzerinde kurulu olduğu esasları ifade ederken Hz. Peygamber bu hususa temas etmiştir: “İslam beş şey üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resul’ü olduğuna şahadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, hac etmek ve ramazan orucunu tutmak” (Buhârî, “İman”, 1). Her müslümanın, Hz. Muhammed’e itaat etmek, onun izinden gitmek, onu sevmek ve ona salât ve selâm getirmek şeklinde görevleri vardır. Hadisten de anlaşıldığı gibi Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman İslam’ın temel şartları içinde sayılmıştır. Bir kimsenin mümin olarak isimlendirilebilmesi için onun Allah’ın birliğine ve bütün mükemmel sıfatlara sahip bir varlık olduğuna, Hz. Muhammed’in peygamberliğine tereddütsüz bir şekilde iman etmesi zorunludur Hz. Muhammed’ın peygamberliğine iman etmek kurtuluşun gerekli şartlarından biridir. Ancak müminlerin, ona iman etmenin yanında kendisine karşı başka görevleri de vardır. Bunlar aynı zamanda peygambere iman etmenin de gereklerindendir. Bir Müslümanın, Hz. Muhammed’e itaat etmek, onun izinden gitmek, onu sevmek ve ona salât ve selâm getirmek şeklinde görevleri vardır. Bunlar O’nun peygamberliğine imanın ayrılmaz parçalarıdır. Bu sebeple mümin, Hz. Muhammed’ın getirdiklerine iman etmekle yükümlüdür. Onu sevmenin özellikle imanın üstünlüğü açısından önemli olduğu bizzat kendisi tarafından ifade edilmiştir. “Sizden hiçbiriniz beni babasından, çocuklarından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz” (Buhari, “İman”, 8). Hz. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİĞİNİN İSPATI VE MUCİZELERİ Tüm peygamberler, peygamber olduklarını özelde kendilerine, genelde ise muhataplarına karşı ispat eden bir takım delillere ihtiyaç duyarlar. Temel olarak her bir peygamber, Allah’ın kendisini peygamberlikle görevlendirdiğini, kendisine Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Son Peygamber Hz. Muhammed gelen vahyin Allah’tan geldiğini ancak kendilerine verilen mucizeler sayesinde bilir. Bu itibarla mucize, peygamberliğin ispatında en önemli delildir. Tüm zamanlara hitap eden eşsiz mucize: Kur’an Fakat burada şöyle bir hususa temas etmek, mucizenin İslam nazarındaki önem ve mevkiini göstermesi açısından önemlidir. İslam temel olarak mucizelere dayalı bir din değildir ve Hz. Peygamber’in peygamberliği onu teyit eden mucizelere dayanan bir anlayıştan hareket etmez. Kur’an sistematiği göz önüne alındığında, ikincil bir öneme sahip mucizeler, özellikle Hz. Peygamber söz konusu olduğunda daha da geri plana itilmiş ve müşriklerin Hz. Peygamber’den mucize talepleri devamlı reddedilmiştir. İnkâr edenler kendisinden mucize talep ettikçe, Kur’an Allah’ın kâinata yerleştirmiş olduğu düzene, onun işleyişine ve onun okunan ayetlerine dikkat çekmiş ve bunların incelenmesini önermiştir. Çünkü onların talep ettikleri mucizelerin özellikleri zahiri hislere hitap eder ve geçici unsurları içerir. Bu itibarla da inanmayacak olanları susturabilecek nitelikte olsalar da onların kalplerini tatmine yönelik değildirler. Üzerinde daha çok durulması gereken mucizeler, geçici ve maddi mucizeler değil, tüm zamanlarda devam edecek olan aklî ve manevî mucizelerdir. Bu bakımından İslam’ın nübüvvet doktrini diğerlerinden ayrılır ve farklı bir durum arz eder. Evrensel olma iddiasında olan bir dinin temel karakteristiği de böyle olmak durumundadır. İslam tüm insanlığa gönderilmiş bir dindir. Gerçi Hristiyanlık da bu iddiayı taşımakta ise de onlarda İslam’dakine benzer bir nübüvvet anlayışının bulunmaması ve hakikatte mucizenin bizzat Hz. İsa’nın kendisi olması sebebiyle çok daha farklı düzlemde değerlendirilmesi gerekmektedir. Allah’ın insanlara göndermiş olduğu en son mesaj olan İslam’ın ve son peygamber olan Hz. Muhammed’in mucizelere dayalı bir öğreti ve daveti temsil etmemesi de bu bakımdan önemlidir. İlelebet insanlığın ufkunda en son din olarak kalmaya devam edecek olan bu din her nesle seslenecektir. Bu itibarla sadece belli bir çağa hitap eden mucizeler ve özellikle hissi mucizeler İslam’da ikinci plandadır. Bu durumu açıkça Hz. Peygamber’in davet anlayışında gözlemlemek mümkündür. Kureyş’in ısrarla ondan hissi mucize talebinde bulunması ve bu talebe cevap verilmemesi bunun en açık delilidir. “Bizi mucize göndermekten alıkoyan, ancak, öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır. Semud milletine gözle görülebilen bir mucize, bir dişi deve vermiştik de ona zulmetmişlerdi. Oysa mucizeleri yalnız korkutmak için göndeririz (İsra, 17/59). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Son Peygamber Hz. Muhammed Bizzat Hz. Peygamber’in kendisi buna şu ifadeleriyle işaret etmektedir: “Bana verilenin bir benzeri başka hiçbir peygambere verilmemiştir. Bana verilen ise vahiy (Kur’an)dir.” Hz. Muhammed’in peygamberliğini ispat etmek için eserler kaleme alan âlimler zaman zaman onun risâletle görevlendirildiği zamana ve coğrafyaya da dikkat çekmişlerdir. Buna göre peygamberlerin temel amacı insanların ruhlarını tedavi etmektir. Peygamberler, Allah’tan almış oldukları mesajlarla onları, Allah’tan başkalarıyla meşgul olmaktan alıkoyar ve yalnızca Allah’a ibadet etmeye ve onunla meşgul olmaya sevk ederler. İşte peygamberliğin temel anlamı budur. Beşeriyeti bu şekilde olgunluğa en iyi bir şekilde götüren kimse ise en üstün olandır. Geçmiş peygamberlere bakıldığında Hz. Musa’nın davetinin İsrailoğullarıyla sınırlı kaldığını görürüz. Hz. İsa’nın çağrısının ise özellikle ilk dönemler itibariyle insanlara çok az etkisi olmuştur. Hz. Muhammed, peygamberliğini ispat eden pek çok mucize göstermiştir. Tüm peygamberler gibi Hz. Peygamber’in çağrısı da tevhide ve tenzihe yöneliktir. Fakat onun çağrısı kısa zamanda tüm gelişmiş bölgelere ulaşmıştır. Hz. Peygamber’in geldiği dönem ve bu dönemdeki inanç biçimleri göz önüne alındığında, kısa sürede yaygınlık kazanmasının anlamı da ortaya çıkar. O dönemde insanlık yanlış birtakım inanışlar içinde yüzmekteydi. Putperestler taş ve ağaçtan yapılmış heykellere tapınmaktaydılar. Yahudiler aşırı bir teşbih düşüncesi içerisindeydi. Mecusiler düalist bir Tanrı anlayışına sahipti ve anne ve kız kardeşle evlenmeyi uygun gören çarpık bir uygulamayı benimsemişlerdi. Hristiyanlar teslise inanıyor, Sabiiler yıldızlara tapıyorlardı. Dünya inanç coğrafyası bu şekildeydi. Hz. Muhammed’in peygamber olarak görevlendirilişinden sonra bunların yanlış inanışları belirgin bir şekilde ortaya çıktı ve yanlış oldukları anlaşıldı. İnsanlık tevhit inancının aydınlığıyla ışımaya başladı. İşte onun çağrısı hasta kalpleri tedavi etme, zulme düşmüş nefisleri iyileştirme noktasında diğer peygamberlerle mukayese edildiğinde çok daha mükemmeldir. Mucizeleri Genel olarak mucize, “peygamberlik iddiasında bulunan kimsenin şahsında, kendisiyle muarazada bulunanları aciz bırakmaya yönelik, iddiasına uygun bir şekilde, meydan okuma esnasında fizikî kurallara aykırı olarak meydana gelen fiil veya durumlar” olarak tanımlanmaktadır. Mucizenin bu tanımı, özellikle peygamberlerin peygamberliklerini ispata yönelik olarak ortaya koydukları olağanüstü fiilleri ifade etmektedir. Bu tür olağanüstü olayların mucize olarak kabul edilebilmesi için kelamcılar birtakım temel şartların bulunması gerektiğini belirtmişlerdir. Bu şartlardan biri, bunun olağanüstü bir olay olması gerektiği ve peygamberin elinde meydana gelmesi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Son Peygamber Hz. Muhammed hususudur. Bu açıdan bakıldığında mucize sadece peygamberlere has bir durumdur. Ancak bu fiil, peygamberin fiili değil, Allah’ın fiilidir. Bu şart, sıradan fiillerin mucize kapsamında olmadığına işaret etmektedir. Hz. Muhammed’e nispet edilen mucizeler mahiyetleri bakımından aklî (manevi), hissî (maddi) ve haberî mucizeler olarak üç şekilde gruplandırılır. Hz. Muhammed birçok olağanüstü özelliklere sahiptir. Bunların bir kısmı peygamberliğinden öncesine aittir. Bunlar genel olarak “beşair” olarak isimlendirilirler. Bunlardan bazıları şunlardır: Annesi Âmine’nin kendisine hamile iken gördüğü bir rüyada doğuracağı çocuğun önemli bir mevkiye sahip olacağının kendisine bildirilmesi. Babasının alnında bulunan nurun ona hamile kalması üzerine annesine intikal etmesi. Doğumu esnasında meleklerin kendisine yardımcı olması. Süt annesinin yanında iken çevresinde bazı fevkalâdeliklerin görülmesi. Ehl-i kitap âlimlerinin onun son peygamber olacağını bilmiş olması. Temel olarak Hz. Muhammed’in peygamberliğini ispat eden mucizler ise genel olarak üç ana başlık altında değerlendirilmektedir: Aklî Mucizeleri Aklî mucizeye manevi mucize adı da verilir. Kendi dönemiyle sınırlı olmayıp daha sonraki devirlerde yaşayanlara ve insan aklına hitap eden mucize çeşididir. Hz. Muhammed’in her çağdaki insanlara hitap etme ve kalıcılık özelliğine sahip en büyük mucizesi Kur’an-ı Kerim’dir. Önceki peygamberlere kendi dönemlerinde önemli görülen alanlarda mucizeler verildiği gibi Hz. Muhammed’e de kendi devrinde ileri bir seviyede bulunan dil, üslup, hitabet ve edebî sanatlar açısından olağanüstü bir özelliğe sahip olan Kur’an-ı Kerim indirilmiştir. Nasıl ki Hz. İsa’ya kendi devrinde tıp ileri düzeyde olması dolayısıyla hastaları iyileştirme gibi mucizeler verilmişse Hz. Peygamber’e de kendi devrinde edebiyat ileri düzeyde olduğu için belagatla ilgili mucize verilmiştir. Bu mucize ile Arap olan ve olmayan bütün edebiyatçılara meydan okunmuş, bir benzerini getirmelerini kendilerinden istenmiştir. Fakat muhatapları bir benzerini getirmekten aciz kalmışlardır. Bu husus Kur'an’da benzerinin gerçekleştirilemeyeceğini bildiren meydan okuma (tehaddî) ayetleriyle ortaya konmuştur. Bu meydan okuyuş Kur'an’ın tamamının, on suresinin veya bir suresinin benzerinin getirilmesi gerçekleşmiştir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Son Peygamber Hz. Muhammed "Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimizden şüphe içindeyseniz, haydi onun gibi bir sure getiriniz ve eğer doğru iseniz; Allah'tan başka bütün yardımcılarınızı da çağırınız.” (Bakara, 2/23) “Bunu yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız; yakıtı insanlarla taşlar olan kâfirler için hazırlanmış o ateşten sakının.” (Bakara, 2/24) Ku’an tüm zamanlarda insanlığa hidayet kaynağı olmuş eşsiz bir mucizedir. “De ki: And olsun, eğer insanlar ve cinler şu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek için toplansalar, yine onun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka çıkıp yardım etseler de.” (İsra, 17/88) Tehaddî (meydan okuma) Medine döneminde de sürmüştür. İslam tarihinde Kur'an'ın benzerini yazmaya kalkışan bazı şair ve edebiyatçıların teşebbüsleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bütün bunlar da göstermektedir ki, Kur'an hem üslubu ve edebi tasvirleri, iç tutarlılığı, insanların gönüllerine olan etkisi, Arap edebiyatı bakımından her dönemdeki edebiyatçıları aciz bırakışı ve gaybla ilgili verdiği bilgiler dolayısıyla bir beşer tarafından meydana getirilmesi mümkün olmayan bir eserdir. Hissi Mucizeler Hissi mucizeler, kevnî mucize olarak da isimlendirilmektedir. Bunlar, Hz. Muhammed’in döneminde yaşayan insanların bizzat gözleriyle gördükleri mucizelerdir. İslam âlimlerinin büyük çoğunluğu, O’na Kur’an dışında da mucizeler verildiği ve bunların başında hissî mucizelerin geldiği görüşündedirler. Hz. Muhammed’in hissî mucizelerinin bir kısmı zatıyla, bir kısmı ise zatının dışında gerçekleşmiştir. Zatıyla İlgili Olanlar Hadis kaynaklarında bize kadar nakledilen ve özellikle “delalilu’n-nübüvve” gibi Hz. Peygamber’in peygamberliğinin delillerinin nakledildiği kaynaklarda yer alan rivayetlerde zatıyla ilgili olağanüstü özellikleri dile getirilmektedir. Üstün bir yaradılışa sahip olması, birbiriyle uyumlu bir fizyolojisinin bulunması, yüce ahlakı bu tür zâtî mucizeleri içinde değerlendirilmektedir. Daha önce Yahudi iken sonradan İslam’ı seçen Abdullah b. Selam Resul-i Ekrem’le ilk karşılaşmasında “bu yüz asla yalan söyleyen bir yüz olamaz” demiştir. Ünlü Kelam âlimi Ebu’l-Muîn enNesefî onun zatıyla ilgili alâmet ve mucizelerini sayarken iki kaburga kemiğinin arasında “nübüvvet mührü”nün bulunmasını, aydan daha güzel yüzlü, miskten daha güzel kokulu, ipekten daha yumuşak huylu ve üstün ahlak sahibi olmasını zikretmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Son Peygamber Hz. Muhammed Zatının Dışında Olanlar Kuran-ı Kerim’in yanında, hadis ve siyer kaynaklarında Hz. Peygambere ait çeşitli hissî mucizelere yer verilmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır: 1. Ayın ikiye ayrılması: İslam âlimlerinin çoğunluğu Kur’an-ı Kerim'de kıyametin yaklaştığını ve ayın ikiye ayrıldığını ifade eden ayet ile bazı hadis rivayetlerinde Mekke döneminde müşriklerin Hz. Peygamber’den mucize istediğini, bunun üzerine ayın ikiye ayrılıp tekrar birleştiğini kabul eder. Diğer bir kısım âlimler ise böyle bir mucizenin meydana gelmediğini, ayette sözü edilen olayın kıyametin kopmasından önce bir alâmet olarak gerçekleşeceğini kabul ederler. Yüce Allah Bedir Savaşında müminleri melekler vasıtasıyla desteklemiş, sayıca az olan müminler müşriklere galip gelmiştir. 2. İsra ve mirac: Bir gece vakti Hz. Muhammed’in Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürülmesi (isra/gece yürüyüşü) ve oradan da yedi kat semaya çıkarılması (miraç) onun önemli hissî mucizelerindendir. İsra ve miraç olayının âlimlerin çoğunluğu tarafından ruh-beden ilişkisi çerçevesinde (cismanî) gerçekleştiği kabul edilirken bazıları onu Hz. Peygamber'in yaşadığı ruhî tecrübe olarak görmektedir. 3. Hurma kütüğünün inlemesi: İlk dönemlerde üzerinde hutbe okuduğu hurma kütüğünün, daha sonra minberin inşa edilmesiyle birlikte buradan hutbe irad etmesi esnasında o hurma kütüğünün inlediği, Hz. Peygamber’in kütüğün yanına vararak onu okşadığı ve bunun üzerine kütüğün sustuğu. 4. Hayber’in Fethi sırasında Yahudi bir kadının kendisine zehirli kızarmış koyun eti sunması esnasında etin dile gelerek zehirli olduğunu Hz. Muhammed’e bildirmesi. 5. Kuran'da bildirilen hissi mucizelerden birisi de Bedir Savaşı’nda müminlerin meleklerle desteklenmiş olmasıdır. Savaşa katılan meleklerin müminlere manevi destek verirken müşriklerin yüzlerine ve ellerine vurmaları emredilmiştir. Böylece savaşa katılan müminlerle müşriklerin sayısı birbirinden farklı gösterilmiş, müminlerin kalbine sükûnet verilmiş, susuzluk çekmemeleri için yağmur yağdırılmıştır. 6. Kur'an'da Hendek ve Huneyn Savaşları’nda Cenâb-ı Hakk'ın düşmanlarına karşı fırtına ve görünmeyen ordular gönderdiği, müminlere de sükûnet verdiği bildirilmektedir. 7. Ağacın hareket ederek O’nun yanına gelmesi. 8. Çakıl taşlarının kendisine selam vermesi. 9. Devenin hâlinden şikâyette bulunması. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Son Peygamber Hz. Muhammed 10. Karanlık ve yağmurlu bir gecede yolculuk yapma mecburiyetinde kalan bir sahabiye verdiği değneğin yolunu aydınlatması. 11. Az miktarda su ve yiyecekle çok sayıda insanı doyurması. Haberî Mucizeleri Ümmi olan Hz. Peygamber’in geçmişe, içinde bulunduğu zamana ve geleceğe yönelik verdiği haberlere “haberi mucize” adı verilmektedir. Kaynaklarımızda geçen bazı haberi mucizeleri şunlardır: 1. Hz. Muhammed kimseden özel bilgi almadığı, okuma yazma bilmediği ve tahsil görmediği hâlde geçmiş peygamberlerin mücadeleleri ve Ashâb-ı Kehf kıssası gibi tarihi olayları haber vermiştir. Önceki milletlerin ve peygamberlerin tarihlerini okumadığı ve bilmediği hâlde Yahudi ve Hristiyan âlimlerinin geçmiş ümmetler ve peygamberlerle ilgili sorularını vahyin yardımıyla cevaplandırmış, başta Ehl-i kitap olmak üzere dönemin âlimleri tarafından herhangi bir itirazla karşılaşmamıştır. 3. Bedir savaşı esnasında müşriklerden kimlerin nerede öldürüleceklerini önceden haber vermiş ve bu durum harfiyyen gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber’in vermiş olduğu haberler, aynen gerçekleşmiştir. 4. Bizanslılar’ın İranlılar’ı uğrayacağını haber vermiştir. yeneceğini, müşriklerin ileride bozguna 5. Mekke'nin fethedileceğini ve Müslümanların geleceğinin parlak olacağını bildirmiştir. 6. Hz. Peygamber'in düşmanlarının kendisi için kurduğu tuzakları, bazı şehir ve ülkelerin fethedileceğini önceden haber vermiştir. 7. Fitne ve savaşların ortaya çıkacağı, kıyametin kopmasına doğru bazı alâmetlerin zuhur edeceği gibi sünnet kaynaklı haberler de söz konusudur. 8. Hz. Peygamber, yanında Ebu Bekir, Osman ve Ali ile birlikte Uhud dağında yürürlerken bir zelzele meydana gelmiş, bunun üzerine “dur ey dağ, çünkü senin üzerinde bir nebi, bir sıddık ve iki şehit var” buyurmuştur. Daha sonra Hz.Ali ve Hz. Osman’ın şehid edilmesi ile bunun bir mucize olduğu anlaşılmıştır. Hz. Muhammed’in mucizeleri içerisinde rivayetlere dayalı olarak ortaya konanların tevatür yoluyla bize ulaşmamış olması onların mucize olmalarına zarar vermez. Çünkü bu mucizelerle ilgili rivayetlerin bütünü tevatür derecesine ulaşmıştır. Nasıl ki Hz. Ali’inin kahramanlığı kaynağı itibariyle tevatür derecesine ulaşmadığı hâlde tek tek kişilerin verdiği bu haberler bir bütün olarak tevatüren biliniyorsa, ilgili mucizeler de aynı şekilde mevcudiyetleri bilinmektedir. Yani Hz. Muhammed’in Kur’an dışındaki mucizeleri tek (ahad) rivayetlerin bir araya gelmesiyle tevatür derecesine ulaşmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Son Peygamber Hz. Muhammed HZ. MUHAMMED’İN MÜJDELENMESİ GEÇMİŞ İLAHİ KİTAPLARDA Hz. Muhammed kendisinin önceden müjdelendiğini şu şekilde ifade etmektedir: “Ben babam İbrahim’in duası, İsa’nın müjdesi, annemin rüyasıyım.” Burada kastedilen müjdeyi Kur’an haber vermektedir: “Meryem oğlu İsa: "Ey İsrailoğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş olan Tevrat'ı doğrulayan, benden sonra gelecek ve adı Ahmet olacak bir peygamberi müjdeleyen, Allah'ın size gönderilmiş bir peygamberiyim" demişti. Ama o elçi, kendilerine belgelerle geldiği zaman: "Bu, apaçık bir sihirdir" demişlerdi” (Saf, 61/6). Tahrife uğramamış geçmiş ilahi kitaplarda Hz. Muhammed’in peygamberliğini müjdeleyen ifadeler mevcuttur. Hz. Muhammed’in (a.s.) geçmiş ilahî kitaplarda müjdelenmiş olmasına “beşairu’n-nübüvve” adı verilmektedir. Bu O’nun peygamberliğinin gerçek oluşunun bir işaretidir. Geçmiş ilahî kitaplarda Hz. Muhammed’in peygamberliğini müjdeleyen ve peygamber olarak gönderileceğini haber veren ifadeler mevcuttur. Bu ifadelere göre Allah hak bir peygamber olarak Hz. Muhammed’i insanlığa gönderecektir. Hz. Muhammed bizzat kendisi kendi isminin ve vasıflarının geçmiş ilahî kitaplarda konu edildiğini ve ehl-i kitap (Yahudi ve Hristiyanlar) tarafından da bilindiğini peygamberlik davasının bir delili olarak sunmuştur. Eğer tahrife uğramamış geçmiş ilahî kitaplarda, Tevrat ve İncil’de böyle bir bilgi olmasaydı o, buralarda nübüvvetinin bildirildiğini iddiaya cesaret edemezdi. Ehl-i Kitab’ın âlimlerinden bir kısmı oğullarını tanıdıkları gibi onu tanımışlar ve bu sebeple secdeye kapanmışlardır. “De ki: "Kur’an'a ister inanın, ister inanmayın, O’ndan önceki bilginlere o okunduğu zaman, yüzleri üzerine secdeye varırlar" ve "Rabbimiz münezzehtir. rabbimizin sözü şüphesiz yerine gelecektir" derler” (İsra, 17/107-108). Yine Hz. Muhammed’in vasıflarını bilip onun çağrısıyla karşılaşan ehl-i kitap mensuplarından bazıları Müslüman olmuş, gözlerinden yaşlar boşanmıştır. “Peygambere indirilen Kur’an'ı işittiklerinde, gerçeği öğrenmelerinden gözlerinin yaşla dolarak, "Rabbimiz! İnandık, bizi de şahitlerden yaz. Rabbimizin bizi iyi milletle birlikte bulundurmasını umarken niçin Allah'a ve bize gelen gerçeğe inanmayalım?" dediklerini görürsün.” (Maide, 5/83) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Son Peygamber Hz. Muhammed Ehl-i Kitab’ın bir kısmı Hz. Peygamber’in ilahî kitaplarında müjdelenmiş olduğu gerçeğini gizlemiş ve diğerlerinin O’nu tasdik edip iman etmelerini engellemiştir. Hz. Muhammed’in peygamber olarak gönderileceğine dair bilgiler onların kitaplarında bulunmasaydı Ehl-i Kitab’ın bazıları inanmazdı. Çünkü Hz. Muhammed (a.s.) kendi peygamberliğinin önceki ilahî kitaplarda müjdelendiğini belirtmişti. Bu açık ifadenin kendi kitaplarında bulunmadığını görüp de bir kısmının ona iman etmesi düşünülemezdi. HZ. MUHAMMED’İN SON PEYGAMBER OLUŞU Peygamberliğin Hz. Muhammed'le sona erdiği, bundan sonra herhangi bir peygamber gönderilmeyeceği ve böyle bir iddianın asla kabul edilmeyeceği Kur'an'da açıkça vurgulanmıştır. “Muhammed sizin erkeklerinizden birinin babası değildir, fakat Allah'ın resulü ve nebilerin sonuncusudur.” (Ahzab, 33/44) Hz. Muhammed Peygamberlerin Sonuncusudur (Hatemu’n-nebiyyin). Burada Muhammed (a.s.) için kullanılan "hâtemunnebiyyin" (nebilerin sonuncusu) terkibindeki “hâtem” kelimesi sözlükte, “bir işin sonunu getirme, mühürleme, sonuna ulaştırma ve tümünü okuma” anlamlarına gelen "h-t-m" fiilinden türemiş olup "mühür, sonuç, tamamlayıcı" gibi anlamlar içerir. Kur'an'da, Hz. Peygamber'in nebilerin sonuncusu olduğunu vurgulayan "hâtem" kelimesi mütevatir kıraatlardan olan Asım ve Hasan'ın dışında kalan kıraat imamları tarafından "hâtim" şeklinde okunmuşsa da, her iki kıraatta da nübüvvetin sona ermesi bakımından anlam aynı olup farklı bir anlam çıkarmak mümkün değildir. “Hâtimunnebiyyin” şeklinde peygamberi ifaden bir sıfat olarak okunursa “peygamberleri sona erdiren”, “hâtemunnebiyyin” şeklinde okunursa “peygamberlerin sonuncusu, peygamberleri sona erdiren mühür” anlamını ifade eder. İşte, ister hâtim isterse hâtem şeklinde okunsun, bu terim İslam peygamberinin son peygamber olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Hz. Peygamber'den rivayet edilen hadisler de “nübüvvetin sona erdiği” gerçeğini ortaya koymaktadır. Câbir'den rivayet edilen bir hadise göre peygamberimiz şöyle buyurmuştur: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Son Peygamber Hz. Muhammed “Benim diğer peygamberlere göre durumum, bir kerpiç hariç diğerlerini tamamlayan adamın durumuna benzer. İnsanlar o eve giriyorlar ve taaccüp ederek "keşke şu tuğla da olsaydı" diyorlar. Ben o kerpiç konumundayım. Geldim ve peygamberleri sona erdirdim” (Müslim, “Fedâil”, 21-23). Yine O’ndan sonra nübüvvet iddiasında bulunmanın hiçbir anlam taşımayacağını ortaya koyacak şekilde şu ikazda bulunmuştur. “Benden sonra nübüvvet yoktur” (Müslim, “Fedailü’s-sahabe”, 30, 33; “Mesacid”, 5). Hz. Peygamberden sonra ciddi ve etkili bir dinî hareket meydana gelmemiştir. İnsanlık, nübüvvetin başlangıcından sona ermesine kadar kademe kademe bir evrim geçirmiş ve peygamberlere ihtiyaç duymadan son dinin evrensel ilkelerini kavrayacak, uygulayacak ve koruyacak düzeye varmış, Kur'an'la aklî olgunluğa ulaşmıştır. Fakat insanlığın hâlâ karmaşa içinde bulunması, ahlakî çöküşlere doğru gitmesi, bir türlü istenilen barış ve istikrar ortamına kavuşamaması veya devamlı bunlardan uzaklaşılması yeni ilahî kaynaklı öğretilere ihtiyaç duyulduğu fikrini doğurabilir ve vahiy konusunda bir şüphe uyandırabilir. Ancak, insanlığın bu durumdan kurtulması yeni vahiylere değil, ilahî kaynak olan Kur'an'dan faydalanmaya ve O’nun rehberliğine bağlıdır. Bunun yapılması ise Allah'ın özel olarak gönderdiği kimselere değil, bir bütün olarak ümmetin tümüne veya en azından ilmî ve entellektüel çevrelerine düşmektedir. İnsanlık nübüvvetten sonra da onun nurundan faydalanmaya devam etmektedir. Bu, insanlığın saadeti ve barışı için bir zorunluluktur. Nübüvvetin sona ermesini akli istikrarın doğuşu olarak gören Muhammed İkbal, “İslamiyet, nübüvvetin son bulması gerekliliğini keşfetmekle, onun kemal derecesini bulduğunu” ifade eder. Hz. Peygamberden sonra ciddi ve etkili bir dini hareketin bulunmaması, onun son peygamber olduğu gerçeğini güçlendirmektedir. Hz. Muhammed’in peygamber oluşundan itibaren asırlar geçmiş olmasına rağmen, insanlık ciddi, kabul edilebilir ve büyük toplulukların kabul ettiği etkili bir dine veya dini harekete şahit olmamıştır. Hâlbuki Hz.İsa’nın yeryüzüne gelişinden 571 yıl sonra Hz. Muhammed gönderilmiş peygamberliğini ilan etmiş ve daha hayattayken, tebliğ ettiği din, yaşadığı bölgenin sınırlarını aşıp başka bölgelere intikal etmiş ve bugün dünyanın en önemli ve etkili dini hâline gelmiştir. Hz. Peygamber’den sonra zaman zaman sahte peygamberler ortaya çıkmış ve tarih de onları yalancı peygamber olarak nitelendirmiştir. Ancak günümüzde, Peygamberimizin "hâtemunnebiyyin" (son peygamber) olduğunu, bununla birlikte en son resul olmadığını ileri süren Bahâilik fikrine göre, o sadece nebilerin Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Son Peygamber Hz. Muhammed sonuncusudur. Bu takdirde Allah'ın resuller göndermesi mümkündür ve bu iş devam etmektedir. Hz. Âdem'den bu yana gelen tüm peygamberler Baha’nın nübüvvetini müjdelemek için gönderilmiştir. Batıniyye fırkasının çağdaş temsilcilerinden biri sayılan bu ekolün "hâtemennebiyyin" ibaresini kendi arzuları doğrultusunda yorumlamaları bile kendi içinde tutarsızdır. Çünkü bundan, "nebilerin sona erdiği, resullerin sona ermediği" anlaşılacak olursa, "nebiliğin risâletten daha umumi olduğu" düşüncesinden hareketle, nebilikten mahrum kalmış bir elçiliğin, ancak kavramsal anlamının dışında kullanılmasının mümkün olduğu sonucu ortaya çıkar. Risalet için nübüvvet zorunlu olarak bulunması gerekir. Dolayısıyla, onların bu kavramı kendi emelleri doğrultusunda yorumlamaları bilimsellikten uzak indî bir görüştür. HZ. MUHAMMED’İN ARASINDAKİ YERİ Tüm peygamberlerin en üstünü Hz. Muhammed’dir. DİĞER PEYGAMBERLER Hz. Muhammed peygamberlerin sonuncusudur. Allah’ın gönderdiği peygamberler içinde sadece nebi olan peygamberler olduğu gibi resul olan peygamberler de vardır. Bunun yanı sıra Kur’an’da ulu’l-azm sahibi peygamberlerden de bahsedilmektedir. Allah'ın göndermiş olduğu peygamberler arasında ulu’l azm diye nitelenen peygamberlerin Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed olmak üzere, beş peygamberden ibaret olduğu genel olarak kabul edilmiştir Kur’an-ı Kerim’in peygamberler ve peygamberlik hakkındaki temel ilkesi, peygamberler arasında bir ayırım yapmadan hepsine iman etme şeklindedir. Zira Kur’an’da böyle bir yaklaşım açıkça küfür olarak nitelendirilmiştir: “Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isteyip bir kısmına inanırız, bir kısmına inanmayız diyenler yok mu? İşte kâfirler gerçekten bunlardır”(Nisa, 4/150). Bu ayette vurgulanan husus, Yahudi ve Hristiyanların Hz. Muhammed'in peygamber olması gerçeğini reddetmeleri ve bunun sonunda küfre düşmeleridir. Allah'a ve kendilerine gönderilen peygamberlere inanmak kurtuluşa ermeleri ve ahiret yurdunda cennet nimetlerine kavuşmaları için yeterli değildir. İslam inancına göre bütün peygamberlerin hedefi, insanların mutluluğunu sağlamak ve onları yanlış inanç biçimlerinden kurtararak doğru yola iletmektir. Bu itibarla da birini reddetmek hepsini reddetmektir. Allah’ın insanlara göndermiş olduğu bütün peygamberler Müslümanların peygamberleridir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Son Peygamber Hz. Muhammed Kur’an’ın bu ayırım yapmama gerçeği yanında, sunmuş olduğu başka bir gerçek daha vardır. O da Yüce Allah’ın bir kısım peygamberleri diğerlerinden daha üstün kılmasıdır. Dolayısıyla peygamberler arasında fazilet açısından farklılığın bulunduğu hususu Kur’an’ın altını çizmiş olduğu bir düşüncedir. Fakat aralarında böyle bir farklılığın bulunması, kendisinden daha faziletli olunan peygamberlerin birtakım faziletler ve özelliklerle donatılmış olmalarına eksiklik getirmez. Birinin diğerinden daha faziletli olması, diğerinin faziletinin eksikliğine bağlı değildir. Çünkü fazilet derecesinin seviyesi, bir eksiklik işareti değildir. Konuya dayanak olan ilgili ayet şöyledir: “İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Onlardan Allah'ın kendilerine hitap ettiği, derecelerle yükselttikleri vardır. Meryem oğlu İsa'ya belgeler verdik, onu Ruhül Kudüs'le destekledik. Allah dileseydi, belgeler Bu ayetten anlaşıldığına göre peygamberler arasında bir fazilet ve derecesi kendilerine geldikten sonra, peygamberlerin ardından birbirlerini öldürmezlerdi. bulunmaktadır. Hz. Peygamber’den rivayet edilen birtakım hadislerde şu ifadeler Fakat ayrılığa düştüler, kimi inandı, kimi inkâr etti. Allah dileseydi birbirlerini geçmektedir: öldürmezlerdi, lakin Allah istediğini yapar “(Bakara, 2/253). Hz. Peygamber kendisine “ey yaratıkların en hayırlısı” denildiğinde “o İbrahim’dir” buyurmuştur.(Darimi, “Sünnet”, 18; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 178, 184) buyurmuştur. “Beni Musa’ya üstün tutmayınız” (Buhârî, “Husumat”, 1; Müslim, “Fedail”, 160). “Peygamberler arasında ayrım yapmayınız” (Müslim, “Fedail”, 159). “Hiç kimse Yunus b. Metta’dan hayırlıyım demesin” (Buhârî, “Tefsir”, 4). Bunlar, Hz. Muhammed’den nakledilen tevazu ifadesi olarak anlaşılmalıdır ve Hz. Peygamber’in peygamberler arasında bir ayırım gözetilmemesi gerektiğine vurgu yapmak ve peygamberliğin bölünmezliğini, bütünlüğünü ortaya koymak ve iman açısından bir ayırıma gitmemek gerektiğini dile getiren ifadeler olarak anlaşılmalıdır. Ancak her peygamber’in Allah tarafından kendilerine verilmiş farklı özellikleri bulunmaktadır. Bu açıdan kendilerine iman etme hususunda bir fark gözetilmemesi inancın bir gereğidir. Hz. Muhammed’in son peygamber olması, insanlığa getirmiş olduğu evrensel gerçekler ve dinin kendisiyle kemale ermesi O’nun peygamberler arasındaki üstünlüğüne işaret eder. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Son Peygamber Hz. Muhammed Son Peygamber Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman etmenin tamamlayıcı unsurlarından biri de tüm insanlığa gönderilmiş bir peygamber olduğunu kabul etmektir. Çünkü onun bütün insanlığa gönderildiği Kur’an’ın açıkça ortaya koyduğu bir durumdur. “De ki: "Ey insanlar! Doğrusu ben, göklerin ve yerin hükümranı, O’ndan başka tanrı bulunmayan, dirilten ve öldüren Allah'ın, hepiniz için gönderdiği peygamberiyim” (Araf, 7/158) “Biz seni bütün insanlara ancak uyarıcı ve müjdeci olarak gönderdik” (Sebe, 34/28). Bu ayetler Hz. Muhammed’in tüm insanlığa gönderilmiş olduğunu göstermektedir. Kur’an’da Ehl-i Kitab olan Yahudi ve Hristiyanlara Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmeleri çağrısı yapılmış, hatta emredilmiş, O’na iman etmeyen ehl-i kitap kınanmış ve kâfir olarak nitelendirilmiştir. “Allah katında din, şüphesiz İslam’dır. Ancak, kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın ayetlerini kim inkâr ederse bilsin ki, Allah hesabı çabuk görür. Eğer seninle tartışmaya girişirlerse, “Ben bana uyanlarla birlikte kendimi Allah'a verdim,” de. Kendilerine kitap verilenlere ve kitapsızlara: “Siz de İslam oldunuz mu?” de, şayet İslam olurlarsa doğru yola girmişlerdir; yüz çevirirlerse, sana yalnız tebliğ etmek düşer. Allah kullarını görür”(Âl-i İmran, 3/19-20). Diğer peygamberler gibi Hz. Muhammed (a.s.) de hem kendi bölgesindeki insanları İslam’a davet etmiş hem o dönemde dünyanın ekonomik, kültürel ve tarihi merkezlerinin yönetici ve devlet adamlarına bu daveti yöneltmiştir. Bizans İmparatoru’na, Habeşistan Kralı Necaşi’ye, İran hükümdarı Nuşirevan’a, İskenderiye Meliki Mukavkıs’a elçiler vasıtasıyla davet mektupları göndermiştir. Bizzat kendisi Mekke döneminde civar beldelere seyahatler yapmış, Taif halkını İslam’a davet etmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 •Hz. Muhammed (a.s.)'ın en büyük mucizesi olan Kur'an'ın mucize oluşunu, diğer bilim dallarından da faydalanarak ortaya koyup, hangi açılardan mucize olduğunu tartışınız. •Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz. Özet Tartışma Son Peygamber Hz. Muhammed •Hz. Muhammed (a.s.) Allah'ın insanlığa gönderdiği son peygamberdir ve peygamberlik müessesesi onunla tamamlanmıştır. O'nun son peygamber oluşu hem nakli hem de akli delillerle temellenen bir gerçektir. O'nun son peygamber oluşu insan aklını külfetten kurtarmış, din adına başka bir peygamber arama çabasını da ortadan kaldırmıştır. •Allah’a iman'dan sonra en önemli inanç esası peygamberliğe ve peygamberlere imandır. Peygamberlere iman, ancak tümüne iman etmekle gerçeklşen bir akittir. Bu itibarla Allah'ın tarih içinde göndermiş olduğu tüm diğer peygamberlere iman ettiği hâlde Hz. Muhammed'in peygamberliğine iman etmeyen kişi, mümin sayılamaz. •Hz. Muhammed (a.s.) peygamberliğinin delili, doğruluğunun göstergesi olarak mucizeler göstermiştir. Ancak O'nun peygamberliği, mucizeden daha çok mesajının muhtevasına, üstün kişiliğine ve ahlakına, davetinin kısa zaman içerisinde toplum vicdanında karşılık bulmasına dayanır. •Hz. Muhammed (a.s.)'in kendinden önce geçen peygamberlerin getirdiği ilahî kitaplar tarafından müjdelenmesi, onun niteliklerinin o kitaplarda belirtilmiş olması ve bunları bilen ehl-i kitap âlimlerinin bir kısmının hayatında O'na iman etmesi, peygamberliğinin gerçekliğini göstermektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Ödev Son Peygamber Hz. Muhammed • İslam Tarihi ve Hadis gibi diğer İslami ilimlerden istifade ederek Hz. Muhammed'in peygamber olmadan önceki hayatında gerçekleşen önemli olayları iki yüz kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. İslam inanç esasları açısından “aslu’l-usul” tamlaması aşağıdakilerden hangisini içerir? a) Hz. Peygamber’e imanı b) Allah’a imanı c) Mleklere imanı d) İlahi kitaplara imanı e) Kadere imanı 2. Aşağıdaki ifadelerden hangisi Hz. Muhammed’in son peygamber oluşuyla ilgili değildir? a) Ondan sonra etkili bir dini hareketin ortaya çıkmaması b) Tüm insanlığa gönderilmesi c) Kevni mucize d) Peygamberler arasında ayırım yapmama e) Önceki ilahî metinlerde müjdelenmesi 3. Hz. Muhammed’in mucizelerinden olan Kuran hangi mucize çeşidi olarak isimlendirilir? a) Manevi b) Hissi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Son Peygamber Hz. Muhammed c) Kevni d) Haberi e) Dini 4. “Hz. Muhammed’e iman” esasıyla ilgili olarak aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a) Hz. Muhammed’e iman Peygamberliğe imanın parçasıdır. b) Son peygamber olduğuna iman gerekir. c) Ona iman etmek farzdır. d) Hz. Muhammed evrensel bir peygamberdir. e) Allah’a iman ve salih amel kurtuluş için yeterlidir. 5. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Muhammed’in son peygamber oluşunun aklî delillerinden biridir? a) Tüm insanlığa gönderilmesi b) Ondan sonra ciddi anlamda dini hareketin olmaması c) Çok sayıda mucize göstermesi d) “Benden sonra peygamberlik yoktur” demesi e) Peygamberliğin kendisiyle tamamlanmış olması Cevap Anahtarı : 1.b 2.a 3.a 4.e 5.b Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Son Peygamber Hz. Muhammed YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Âmidî, Seyfeddin Ebu’l-Hasan. (1983) el-Mübîn fi şerh-i elfazi’l-hükema ve’lmütekellimin, thk. Hasan Mahmud Şafii, Kahire. Bilmen, Ömer Nasuhi. (1972) Muvazzah İlm-i Kelam, İstanbul. Cürcânî, Seyyid Şerif. (1938) et-Ta’rifât, “acz” mad, Kahire. Fahreddin er-Râzî, Muhammed b. Ömer. (1308) Mefâtihü'l-gayb, I-VIII, İstanbul. Gölcük, Şerafeddin. (1994) İslam Akaidi, İstanbul. Harputi, Abdüllatif. (2000) Tenkihu’l-kelam fi akaâid-i ehli’l-İslam, trc. İbrahim Özdemir-Fikret Karaman, Elazığ. İkbal, Muhammad.(1964), İslamda Dini Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, trc. Sofi Huri, İstanbul 1964. İsfehânî, Râgıb. (tarihsiz) Mu‘cemu müfredâti'l-elfâzi'l-Kur'an, Beyrut. İzz b. Abdüsselam. (1995) Bidayetu’sûl fi tafdili’r-rasûl, thk. İyad Halid ed- Debbağ, Beyrut. Kılavuz, Ahmet Saim. (2004) Ana Hatlarıyla İslam Akaidi ve Kelama Giriş, İstanbul. Nesefî, Ebü'l-Muîn Meymûn. (1990) Tabsiratü'l-edille, thk. Claude Salamé, I-II, Dimaşk. Semerkandî, Şemseddin. (1985) es-Sahâifü'l-ilâhiyye, thk. Ahmed Abdurrahman Şerif, Kuveyt. Taberî, Muhammed b. Cerir. (1988) Câmiü'l-beyân 'an te'vili âyi'l-Kur'an, I-XV, Beyrut. Taftazânî, Sa‘düddin.( 1989) Şerhu'l-Mekâsıd, I-V, Beyrut. Taftazânî. (tarihsiz), Şerhu'l-‘Akâid, İstanbul ts. Tehânevî, Muhammed Ali. (1996) Keşşâfu ıstılahâti’l-fünûn ve’l-ulûm, “mucize” mad., thk. Ali Dehrûc-Abdullah Halidî-George Zeinati, Beyrut. Topaloğlu, Bekir, Yusuf Şevki Yavuz, İlyas Çelebi,(2002) İslam’da İnanç Esasları, Çamlıca Yayınları, İstanbul. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Muhammed Maddesi, cilt XXX, s. 408447. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Son Peygamber Hz. Muhammed Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi. (1993)Hak Dini Kur'an Dili, Sadeleştirenler: İsmail Karaçam-Emin Işık-Nusrettin Bolelli-Abdullah Yücel-Nedim Yılmaz, I-X, İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21