TÜRKİYE VE ORTA DOĞU AMME İDARESİ ENSTİTÜSÜ YAYINLARI No : 192 ÇAĞDAŞ SİYASAL SİSTEMLER Gencay Şayian Sevinç Matbaası — Ankara - 1981 SUNUŞ Çağımızın çeşitli siyasal sistemleri konusunda temel bilgileri içeren bir kitap yazma düşüncesi, Ankara İktisadî ve Ticarî İlim ­ ler Akadernesine bağlı Gazetecilik ve Halkla ilişkiler Yüksek Oku­ lunda aynı konuda bir ders okutma sonunda ortaya çıktı. Bu alan­ da, Türkçe dilinde çok fazla kaynak bulunmaması yanında öğren­ cilerin ya da konuyla ilgilenenlerin başlangıç için kullanacakları basit bir kitaba gereksinme duymadan bu çalışmanın yapılmasına neden oldu. Bu tür bir başlangıç kitabında işlenen konuların çok farklı biçimler ele ele alınabileceği söylenebilir. Baha somut bir ifa­ de ile, günümüzün siyasal sistemlerinin zaman içinde oluşumu ve güncel sorunların tartışılması hu iki eksene farklı ağırlıklar ve­ rilerek ele alınabilir. Örneğin klasik demokrasinin gelişimi, dü­ şünsel kökenler açısından antik çağlara kadar indirilebilir ve 'ora­ dan alınarak günümüze getirilmeye çalışılabilir Buna karşılık sis­ temlerin zaman içinde evrimi ikinci plana atılarak esas olarak güncel sorunlar üzerinde durulabilir ve farklı siyasal sistemlerin uluslararası ilişkiler üzerindeki etkilerine ağırlık tanınabilir. Bu­ rada ise sistemlerin zaman içinde oluşumunu belirleyen sosyo-ekonomik faktörlere ve güncel sorunlara beraberce ağırlık vermeye çalışılarak eklektik denilebilecek bir yaklaşım söz konusu ol­ muştur ' . ■ . ■ . . Çağdaş siyasal sistemler ite ilgili bir çalışmada söz konusu olabilecek en önemli sorunlardan biri sistemleri sınıflandırma ola­ rak tanımlanabilir Gerçekten böyle bir çalışmada ele alman so­ mut sistemler çok çeşitli biçimde sınıflandırılabilir. Burada yapı­ ları temel sınıflandırma esas olarak Mümtaz SoysaVın ANAYASA­ YA .GİRİŞ kitabında yaralan siyasal sistemleri üçlü gruplandırmaya dayanmaktadır Böyle ■bir sınıflandırmanın kaynaklandığı temel varsayım, siyasal sistemi .sosyoekonomik, sistemin belirle . . ­ 111 diği ya da bir başka deyişle onun türevi olduğudur. Bu çerçeve içinde ele alınca çağımızın tüm toplamlarını kabaca üç grupta toplamanın mümkün olduğu görülmektedir; kapitalist toplumlar, sosyalist toplumlar ve gelişmeye çalışan geçiş toplumlun. İşte si­ yasal sistem smtflandırması böyle bir toplumsal yapı sınıflandırıl­ masına oturtulmaya çalışılmıştır. Bir ülkede belli bir zaman içinde ortaya çıkan belli bir siya­ sal sistem rastlantıların ya da o ülkede önder durumunda bulu­ nan kişilerin öznel yeteneklerine bağlı olarak belirlenmemektedir. Siyaset, ünlü Amerikan siyasal bilimcisi H.D. Laswell tarafından da belirtildiği gibi toplumda kaynakların nasıl dağıtılacağı ve kontrol edileceği uğraşı olarak tanımlanmaktadır. Buna göre be­ lirli bir tarihi anda toplumun yapısı, kaynak yaratma kapasitesi, ve kaynakların toplum içinde dağılımını belirleyen ilişkiler ve ku­ rumlar birincil ölçüde siyasal ilişkileri belirleyen değişkenlerdir. Siyasal ilişkilerin kurumsallaşması ise siyasal sistemi vermektedir. O halde bir siyasal sistemin incelenmesi, açıklanabilmesi için o sistemin içinde oluştuğu toplum, yapısını, yapıyı belirleyen etmen­ leri kavramak gerekmektedir. Buna ek olarak siyasal sistemin toplumsal sistemin türevi olarak ele alınması ile bir başka kabulün yapılması söz konusu olmaktadır. Sosyal sistemlerin genelleştiril­ mesini bir başka deyişle soyutlanabilmesini siyasal sistemlere de uygulamak gerekmektedir. Bilimde soyutlamanın neden yapıldığı bellidir, amaç genel bir açıklama düzeyine ulaşmaktır. Örneğin doğa olayları soyutlanıp belli bir doğa olayı ile ilgili bîr açıklama düzeyine ulaşıldığı gibi toplum bilimde de bu çizginin izlenmesi gerekir. Genel açıklama, özel durumun kendine özgü niteliklerini gözden kaçırma demek değildir. Doğa bilimi herhangi bir doğa olayı ile ilgili genel bir açıklama düzeyine erişir ( örneğin yağmur olayı); ancak şu bilinirki her tekil doğa olayı diğerine benzemezt kendine özgü nitelikler taşır. Ancak bu özgünlük genel açıklama­ ya ulaşmaya engel değildir. Kuşkusuz genel açıklamalar ya da bir başka deyişle yüksek düzeyde soyutlama, bilimin temel işlevi ol­ duğu için toplum bilim için de geçerli olmaktadır. Kitabın amacı, alanla ilgili ilk bilgileri öğrenciye aktarmak olarak saptanmıştır ve bu yönü ile ders malzemesi kimliği taşı­ maktadır. Bunun için de Giriş Bölümünde siyaset ve toplumla ilgili bazı temel kavramlar açıklanmaya çalışılmakta ve bundan sonrcı bilinen sistemlerin zaman içinde evrimi ile tanıtılmasına çaba IV gösterilmektedir. Böyle bir amaçla hazırlanan kitapta, verilen bil­ gilerle ilgili kaynak gösterilme yoluna gidilmemiş; esas olarak ba­ sit .ve temel bir bilgi vermenin ön plana çıkması nedeni ile sadece kitabın sonuna kullanılan kitapların bir listesi eklenmiştir. Böylece bu alanda bilgilerini artırmak isteyenler için yardımcı olun­ maya çalışılmıştır. Kuşkusuz kitabın amacına ulaşıp ulaşmayaca­ ğının ana ölçütü, öğrencilerin bilgi edinebilme ve yararlanma dü­ zeyi olacaktır. Gencay ŞAYLAN Ankara, Kasım 1980 V İ Ç İ M D E K İ L E .R ' SUNUŞ V BÖLÜM BİR ; GİRİŞ I. II. 1 SİYASET NEDİR SİYASAL İKTİD ARIN 1 KURUMSALYAPISI DEVLET III. TARIMSAL TORLUM VE SİYASİ İKTİDAR'' ' IV. II. III. 25 Thomas Hobbes 29 John Locke 31 Montesquieu Jean Jacques Rouesseau 32 33 ^ DEMOKRASİNİN OLUŞUMU İNGİLTERE'DEKİ GELİŞME VE TEM 36 PARLEMENTER SİS*' 37 A. Kapitalizm ’ Gelişmesi ve İç Savaş 40 B. Sanayi Devrimi ve Toplumsal Etkileri 46 C. Siyasal Partilerin Ortaya Çıkışı ve Rey Hakkının Geniş­ lemesi ! 52 FRANSA'DA DEMOKRASİNİN EVRİMİ 63 A. 1789 Devrimi ve Sonrası B. Paris Komünü ve III. Cumhuriyet C. IV. ve V. Cumhuriyetler 66 75 82 AMERİKA B İRLEŞİK SİSTEMİ A. B. C. IV. 9 ULUSAL MERKEZCİ DEVLETİN DOĞUŞU VE SİYASAL DÜŞÜNCEDEKİ DEĞİŞMELER BÖLÜM İK İ :K LASİK I. 7 DEVLETLERİ . VE BAŞKANLIK 88 Bağımsızlık Savaşı ve Anayasanın Yapısı ABD'nin Büyümesi ve Dünya Gücü Haline Gelmesi Amerika Federal Devlet Kuruluşunun Temel Organları KLASİK DEMOKRASİDEN SİYE NEO 89 94 102 -KLASİK DEMOKRA­ ■‘ , 105 BÖLÜM ÜÇ : KLASİK DEMOKRASİDEN SAPMA FAŞİZM BÖLÜM DÖRT s MARKSİST DEMOKRASİ I. ÎLK SOSYALİSTDEVLET :SOVYETLER BİRLİĞİ 136 1917 Devriminıinden Önce Rus Çarlığı Lensin ve 1917 Devrimi Sovyetler Birliğinin Kuruluşu ve Gelişmesi 136 142 147 D. E. F. Devİetin örgütlenişi Komünist Partisi Günmüzdeki Sovyetler Birliği ve1977 Anayasası 151 153 156 ASYA ÜLKELERİ A. B. IL 127 A. B. C. BÖLÜM : BEŞ AZGELİŞMİŞ ÜLKE REJİMLERİ L 113 161 175 Hindistan Çin 176 179 AFRİKA 185 III. LATİN AMERİKA 192 IV. ORTA DOĞU 198 VIII BÖLÜM B ÎR : GÎRÎŞ i. SİYASET NEDİR? Siyaset sözcüğü ve siyasal olaylar hemen hemen hepimizin ¡bil­ diği ya da bildiğini zamıetiği şeylerdir. Toplum da yetişkin hemen herkesi şu ya d a bu ölçüde siyasetle uğraştığını ileri -sürebilir. Bel-' ki daha, da ötede,. Türkiye- gibi geri kalmış, toplam larda siyasetle , 'uğraşm am ak, ülke siyaseti h ak k ın da.b ir düşünce sahibi olm am ak çoğu kez ayıplanan b ir tavır sayılmakta; bireylerin ülke sorunları üzerinde belli b ir «siyasi tavır alm asın ın . zorunlu olduğu ileri sü­ rülmektedir. Nitekim örneğin ülkemizde, değil ülke aydınlarının b ir kesimini oluşturan üniversite öğrencilerinin küçücük b ir köy­ de yaşayan, okum a - yazma bilmeyen vatandaşların bile b ir siyasi tavır aldığı görülmektedir. Sözü edilen siyasi tavır almak, siyasi partiler, onların önderleri ve •savundukları görüşler hakkında bilgi • sahibi olmaktan, başlayıp siyasi örgüt ve. görüşlerle özdeşleşmeye kadar gidebilm ektedir., Bireyin belli b ir siyasi örgüt ve .görüşle öz­ deşleşmesi, onun karşıt görüş ve örgütlere olumsuz b ir tavır al­ masına, , bu alanda aktif eylemlere -geçmesine neden olmaktadır. Yukarıda da değinildiği gibi gerek ülkemizde gerek diğer ülkelerde b ire y in ,aktif olarak siyasete .katılması, başka b ir deyişle .ü lke'so­ runları hakkında, görüş belli etmesi olum lu bir- durum: sayılmakta­ dır, ; Ancak toplumdaki, bireylerin ya d a grupların siyasi görüşfarklılıkların dan . dolayı karşıt görüşleri yeryüzünden, silmeye-kalk­ ması aynı biçimde değerlendirmeye tabi tutulamamaktadır. Yine de insanların siyasal görüş farklılıklarından .dolayı sokaklarda bir­ birlerini öldÜFdbilmeleri, toplum yaşam ında siyasetin ne kadar önemli b ir yer tuttuğunu 'ğösıteıimebtedir. Toplumsal yaşantıda • siyasetin masına, bireylerin çok yoğun b ir bu. kadar biçimde önemli yer tut­ siyasetle uğraşmasına 1 rağmen «siyaset nedir? sorusuna kolaylıkla cevap verilemediği görülmektedir. Siyaset bir taraftan yaşamımızın çok önemli bir bölümünü oluşturmakta, ama diğer yönden kolaylıkla ne oldu­ ğu tanımlanamamaktadır. Aktif pariti üyeleri, -milletvekilleri gibi profesyonel siyaset adamlarının bile yukardaki soruyu kolaylık­ la oevaplanıdıramadıkiarı ileri sürülebilir. Siyaset herkes tarafın­ dan ama tanımı oldukça zor olan bir olgu olarak dikkatleri çek­ mektedir. İlk bakışta bu durumun temel nedeni siyasetin günlük yaşam içinde bir çok sorunu ve alanı kapsamasmdanıdır. Başka bir deyişle siyaset, günlük yaşam içinde yapılan işleri, o anda ortaya çıkan sorunları kapsayan bir insan uğraşı olmaktadır. Bu böyle olunca siyaset herkes için günlük yaşam içinde geçirdiği deneylere göre tanımlanabilmekte; bıöyleee herkes siyaseti kenti yaşam deneyleri içinde belirlemektedir. Bunun sonucu olarak or­ taya çok farklı görüşir çıkabilmektedir. Kimisi için siyaset kendi­ nin ya da belli gurubun somut çıkarlarına yönelik bir uğraş olmak­ ta, kimisi içinde bir takım soyut ilkeler uğruna yapılan bir kavga olarak anlaşılmaktadır. Bazıları için de siyaset, bir kişi ya da grubun hatırı için yapılan bir takım işleri içermektedir. Aslında siyaset olayına yaklaşımların sayısı daha da çoğaltılabilir; ama bütün bunların ortak bir yanı vardır; o da siyasetin insanlar arasında ortaya çıkan bir ilişki türü olmasıdır. Siyaset kavramını kısaca ve genel olarak tanımlamak gerekir­ se, iktidar elde etme, iktidar kullanıma, ve iktidarı kullanmaya katılma uğraşıdır denebilir. Bu siyaset tanımının birçok siyasal bilimci tarafından da kullanıldığı söylenebilir. Ancak bu tanımın bizi başka bir soru ile karşı karşıya bıraktığı açıktır. Yukarıdaki tanıma göre, bütün siyasal olayların ya da siyasal türdeki insan ilişkilerinin temelinde iktidar olgusu yatmaktadır. O halde ce­ vaplandırılması gereken şoru iktidar olgusunun ne olduğudur. Başka bir deyişle siyaseti kavramlsal olarak tanımlamak için, onun temelinde yatan iktidarın tanımını yapmak gerekecektir. İktidar genel olarak belli türde bir insan ilişkisi olarak ta­ nımlanabilir. Ancak iktidar ilişkisi öyle bir ilişkidir ki, bir kişi ya da bir grup diğer bir kişi ya da grubun kendi istediği biçimde dav­ ranmasını sağlamaktadır. Örneğin iktidar, (A ) ile (B ) arasında öyle bir ilişkidir ki (B ) için belli bir durumda üç türlü davranma olana­ ğı varken, (A ) nın istediği x2 biçiminde davranmasıdır. Başka 2 bir deyişle (ıB), ikıtiıdar ilişkisi nedeni ile, başka almaşıklar ol­ masına rağmen x2 biçiminde davranmaktadır. Ancak burada ( A ) ------------>(B)bir de iktidar derecesinden söz etmek gerekir. Örneğin (A ) için Xj en olumlu (B ) davranışı X3 tür. Ancak iktidar ilişkisinin derecesi bunu sağlayamamakta; yine X 1'e göre kendi açısından daha olumlu sayılabilecek X2 davranışlarının ortaya çıkmasını ola­ naklı kılmaktadır. Bu örneği daha da somutlarsak (B ), (A )’nın yanında çalışmaktadır ve ücret için uç almaşık söz konudur: (B ) nin boğaz tokluğuna çalışması, ayda 500 liraya çalışması; ayda 1.000 liraya çalışması. (A ) için maksimum çıkar birinci almaşık­ tır, fakat (B ) boğaz tokluğuna çalışmamakta, ancak işsizlik kor­ kusu nedeni ile 500 liraya razı olmaktadır. Bu örnekte görüldüğü gibi iktidar ilişkisi mutlak ve değişmez bir nitelik taşımamakta; içinde oluştuğu çevresel koşullara bağlı olarak çeşitli ölçü ya da derecelerde oluşmaktadır. Başka bir deyişle ilişkisi çok kuvvetli ya da çolc zayıf olabilmektedir ve böyleıce (A ) nın (B ) üzerinde­ ki etkisinin bu sınırından söz edilebilmektedir. Xı Yukarıda ele alınan biçimi ile iktidar ilişkisi insan yaşamı­ nın her alanında ortaya çıkabilmektedir. İnsanlar arasındaki gü­ ven, saygı Vb. duygular, zor kullanabilme olanağı, maddi güç sahibi olabilme gibi nedenler iktidar ilişkisinin kaynağı olabil­ mektedir. Örneğin mahallede en iyi futbol oynayan çocuk mahal­ le takımını yapmada diğerleri üzerinde bir iktidar sahibidir ve iktidarın kaynağını yeteneği oluşturmaktadır; ya da bir köy aile­ sinde ailenin en yaşlı üyesi büyük bir olasılıkla aile üyelerinin seçimde hangi partiye oy yereceklerini etkileyebilmektedir. Bu­ nunla beraber iktidarın* en yaygın kaynağı zor kullanabilmedir. Başka bir deyişle (B ) nin elinde olmadan, (A )’nın zor kullana­ bilme olanağı nedeni ile onun istediği biçimde davranmasıdır. Ancak bu örneklerden de açıkça anlaşılacağı gibi iktidar çeşitli değişkenlerden kaynaklanabdlmektedir. Eğer bir iktidar ilişkisi kurumsallaşmış, herkes tarafından kabul edilmiş meşru-hukııki bir içerik almışsa bu tür iktidara otorite denir. Okul yönetiminin öğrenciler üzerinde, belli yönet­ 3 meliklere dayanan iktidarı otoritedir; bu iktidar hemen herkez tarafından kabul edildiği gibi bir de hukuki - meşru içerik taşı­ maktadır. Genel olarak bir iktidar ilişkisinin kurumsallaştığı öl­ çüde otorite haline dönüşebileceği ileri sürülebilir. Başka bir de­ yişle iktidar ilişkisi kurumsallaştıkça giderek hukuk sisteminin parçası haline gelebilmektedir. Örneğin 19 uncu yüzyıldaki bütün hukuk sisıemlerinin yadsımasına karşı işçilerin sendika hareke» ti gelişmiş; yaygınlaşmış ve güçlenmiş; böylece işçiler işverenlere karşı belli ölçüde bir iktidar saihibi olmuşlardır. Ücretler işveren­ lerin arzusuna göre değil, işverenle sendika arasındaki pazarlık­ lara göre saptanmaya başlamış, işçilerin örgütlenmeleri giderek kurumsallaşmıştır. Bunun sonucunda da kurumsal hale gelen bir iktidar yapısı hukuksal bir meşruluk kazanmış; işçi haklarının ve ücretlerinin belirlenmesinde sendikaların söz sahibi olmaları yasallaşmıştır. Böylece sendikal iktidar otorite halinde dönüş­ müştür. İktidar olgusu ile ilgili olarak söylenecek son söz, «neden insanlar arasında iktidar ilişkisinin oluştuğunu» tartışmak olma­ lıdır. İnsanlar arasında iktidar ilişkisinin oluşumunun temel ne­ deni kaynakların kıt oluşudur,. İnsanlar tojflumda, maddi olanak­ lar, ün, saygınlık statü, prestij gibi toplumsal kaynaklar için birbir­ leri ile yarışma halindedir; çünkü bütün bu kaynaklar kıttır. Bi­ reyler ve gruplar, daha fazla kaynak sahibi olabilme ya da da­ ha fazla kaynak kontrol edebilme için diğer birey ya da grupla­ rın istedikleri biçimde davranmasını sağlamaya çalışmakta; on­ lar üzerinde iktidar sahibi olma uğraşma girmektedir. Çünkü bu yolla kıt kaynaklardan daha fazla faydalanmak söz konusu ola­ caktır. Ayrıca yukarıda da değinildiği gibi birey ya da gruplar, kontrol ettikleri kaynaklar arttıkça da iktidar sahibi almaktadır­ lar. Kısaca belirtmek gerekirse toplumsal kaynaklardan fayda­ lanma ya da onları kontrol etme ile iktidar sahibi olma arasında karşılıklı nedensellik ilişkisinin var olduğu söylenebilir, İnsanlar daha fazla olanak elde etmek için iktidar sahibi olmaya çalışmak­ ta, bir takım toplumsal kaynakları kontrol etme (maddi güç, ün, statü, prestij, bilgi vb.) ise eden kişi ya da gruplara iktidar sağ­ lamaktadır; bu iktidar ilişkisi ile ayrıcalıklı durum güvenceye almmaktadır. Toplumsal kaynakların, toplumsal gruplar arasındaki " temel dağılım biçimini ve kontrolünü belirleyen iktidar yapısına siya­ 4 sal İktidar diyebiliriz« Siyasal iktidarın temel işlevi, hangi grubun ne kadar toplumsal kaynaktan faydalanacağını ya da ne kadar toplumsal kaynak kontrol edeceğini belirlemektir. İlerde daha ayrıntılı olarak inceleneceği gibi siyasal iktidarın, .toplumda ku­ rumsallaşması devleti oluşturmaiktadır. B u na göre siyasal iktidar, toplum içinde zor kullanmak tekelini elinde tutmaktadır. B ir toplumda siyasi ik tid arın .yapısı ve kullanılış biçim i si­ yasi sistemi belirlemektedir. S iy asal.sistem, önemli ölçüde otorite ya da iktidar içeren, yerleşik ve belli insan ilişkileri kalıbı ola­ rak tanımlanabilmektedir.- Daiha somut bir ifade ile siyasal sis­ tem, b ir ülkede iktidarı, hükmetmeyi ve otoriteyi içeren kurum ­ sallaşmış insan ilişkileri biçim i olarak tanımlanabilir. Siyasal sis­ temi belirleyen esas, iktidarın oluş ve kullanılış biçimidir. B u ne­ denle de çok uzun b ir zamandan-beri siyasal bilimciler,.düşünür­ ler, filozoflar siyasal, sistemler üzerinde 'tartışmışlar, kuram laştır­ ma çabalarına girmişlerdir. Başlılbaşma bir inceleme alanı oluş­ turan «siyasal düşünceler tarihi» siyasal sistemler üzerinde . or­ taya atılan görüşleri kapsamaktadır. . Siyasal sistem k a v ra m ı. üzerinde düşünenlerin yapm ağa ça­ lıştıkları en önde gelen-işlerden .biri, siyasal, sistemleri .sınıflan­ dırarak «iktidarın oluşumu ve kullanım ı» sorusunu cevaplandır­ maya çalışmak olmuştur. B u yönde yapılan çalışmaların birincisi ve belki de en ünlülerinden biri aşağı yukarı 24 yüzyıl önce yapı­ lan Aristo'nun sınıflandırmasıdır. Aristo, siyasal sistemleri sınıf­ landırmak için iktidar oluşumu ve kullanımı ile ilgili iki değişken grubu ele almış ve bunlara göre altılı b ir sınıflandırm a yapmış­ tır. Aristo'nun değişken, grupları, ■ iktidarı kullananların sayısı ve iktidarın toplum da kimlerin çıkarlarını ön plana almış- olma­ larıdır. Birinci, grup değişkenler ; İktidarı tek b ir kişinin kullan­ ması,, bir grubun kullanması ve üçüncü ması-olarak belirlenmiştir. İkinci grup iktidar sahiplerinin olarak toplumun kullan­ değişkenler ise iktidarın, çıkarları doğrultusunda kullanılması ya da iktidarın tüm toplum çıkarlarını' gözönüne alarak kullanılm ası­ dır. fiöylece iki grup değişkene göre Aristo, siyasal sistemleri altı sınıfta toplayan b ir çizelge oluşturmuştur. Aristo'nun çizelgesi aşağıda gösterilmektedir. Aristo'nun çizelgesi, bu alanda yapılan çalışmaların en eskisi olmakla, birlikte özellikle b ir noktada çok" aydınlatıcı b ir nitelik 5 taşımaktadır. Aristo, siyasal sistem ile toplumda sağlanmağa ça­ lışılan çıkarlar arasındaki ilişkiyi bir bakıma keşfetmiş sayıJabilmebtedir. Aristo'nun da önemi ve hâla üzerinde durulması bun­ dan ileri gelmektedir. Nitekim daha sonra da bu alanda yapılan çalışmalar, çıkar sorununu bir tarafa bırakamamakta; toplumda siyasal iktidarın kullanımının temelde toplumsal çıkarlarla iliş­ kisi olduğunu göstermektedirler. [Birinci Grup Değişkenler] j§ İktidarın İktidarın tekli kul. grupça kul. fi <L> uy 'İktidarın halkça kul. >0 a Cl I fi (III) Demokrasi (D Tiranlık Toplumun çıkarı (IV) (V) (VI) Monarşi Aristokrasi Poiiitea. *3 M (II) (Oligarşi İktidarı kullanan­ ların çıkarı Her toplum düzeni, bir bakıma toplumsal kaynakların yine toplumsal gruplar arasında belli bir dağıtım biçimini ifade et­ mektedir; ve bir toplumsal düzenin varlığını devam ettirebilmesi tor kullanma ile ya da başka bir deyişle belli bir biçimde iktidar kullanma ile mümkün olmaktadır. Aristo bu gerçeği görmüş ve ana­ lizini buna göre yapmıştır. Bu sınıflandırmanın önemi de bundan ile­ ri gelmektedir. Yoksa yapılan sınıflandırmanın gerçekliği ya da ge­ çerliliği tartışması bizim için bir önem taşımamaktadır. Örneğin Aristo'nun sınıflandırmasına çok benzeyen bir sınıflandırma da 22 yüzyıl sonra ünlü Fransız siyasal bilimci Montesquie tarafın­ dan yapılmıştır. Ancak şimdilik siyasal sistemlerin sınıflandırıl­ ması tarihi büzi çok yakından iligilendirmcmefctedir. îlerki tartışmalar açısından çok önem taşıyan devlet kavramını ele al­ madan önce tekrar belirtilmesi gereken nokta, toplumda siya­ sal sistemin, esas olarak toplumsal gruplar arasındaki kaynak kontrolü biçimini belirleyen ana sistemin türevi olduğudur. Top­ lumsal sistemin yapısı, toplumun kaynak yaratabilme kapasitesi ve toplumsal gurupların konumları ile karşılıklı kişileri siyasal sistemin esaslarını belirlemektedir. 6 II. S İY A S A L İK T İD A R IM DEVLET K URAM SAL Y A P IS I Tıpkı siyaset gibi devlet terimi de günlük yaşamımızda çok kullanılan ve siyaset bilimcileri çök uzun b ir zamandan beri meşgul eden ana konulardan biridir. Bunun nedeni çok açık gö­ zükmektedir. Toplum içinde siyasi iktidar devlet denen kurum içinde oluşmakta; toplum içinde siyasi iktidarı ya da zor kullan­ ma tekelini, bu kurum elinde bulundurm aktadır. Bu nedenle si­ yaset bilim i alanında bilgi sahibi olmak, değerlendirme yapabil­ mek için devlet kurum u hakkında bazı temel bilgileri edinmek zorunlu gözükmektedir. Günümüzde devlet denince göze çarpan ilk olgu büyük b ir olasılıkla^ kamu hizmetleri olacaktır; yani dev­ let esas olarak toplumda b ir çok hizmeti yerine (güvenlik, sağlık, eğitim, ulaşım, haberleşme vb. g ib i) getiren b ir kurum olarak düşünülmektedir. Ancak, b ir takım hizmetleri yerine getirmek devlet kurumunun ayırt edici niteliği olarak düşünülemez. Devle­ tin ayırt edici niteliği, egemenliği kullanan kurum olmasıdır. Egemenlik, üzerinde geliştirilen çök sayıda norm atif kuram b ir yana bırakılacak olursa, toplumda .oluşan karşı konulmaz ik­ tidar olarak tanımlanabilir. E gem en lik, kayıtsız. şartsız, emretme gücüdür ve bu güç toplumda devlet eliyle kullanılmaktadır. îşte devletin bu niteliği, toplumda karşı konulmaz biçimde zor kul­ lanmayı tekel olarak elde •bulundurm a özelliği, nedeni ile- ortaya çıktığı andan beri siyasal bilimcilerin düşünürlerin üzerinde önem­ le durdukları b ir konu olmuştur. Bir, bakıma siyasal iktidar, ege­ menliği kullanma o la ra k . toplumda belirlenmektedir. Devlet, ortaya çıktığı andan itibaren . siyasal bilimcilerin önemli bir ilgi alanını oluşturmuş ve «devlet -nedir?» - sorusunun cevabı çok uzun bir zamandan beri' aranagelmiştir.'' Günümüze. ka­ dar gelen süre içinde b u sorunun hala tartışm a: konusu olduğu gö­ rülmektedir, Bir kısım düşünürler devleti en üstün, yüce bir de­ ğer olarak betimlemektedir. Örneğin Heıgel için devlet, insan toplumunun en yüce .amacıdır. Buna karşı bazı düşünürler ise dev­ leti bir amaç olarak değil, bir araç olarak düşünmekte; bu aracın temel işlevinin toplum düzeninin korunması olduğunu ileri sür­ mektedirler. Devlet, nasıl ele alın ırsa. alınsın, ne tür soyutlama­ lara gidilirse gidilsin, bazı çık gözüken somut olguları kapsamaktadır. Apa­ bir gerçek, devlet kurumunun arkasındaki somut olgunun iktidar olduğudur, ? Bir çok siyasal düşünürün, devleti incelerken bu nokta üze­ rinde fazla durmadıkları görülmektedir. ¡Bu siyasal düşünürler gö­ rüşlerini ortaya atarken devletle ilgili bir soyutlamayı çıkış nok­ tası olarak ele almakta ve bundan sonra devletin kaynağının ne olduğu sorusuna değil, devlet denilen siyasal kurumun nasıl ol­ ması gerektiği sorusunu cevaplandırmaya çalıştıkları görülmekte­ dir. Örneğin Hobbes, Locke, Rousseau gibi siyasal düşünürler devletin kaynağını «toplumsal sözleşme» varsayımına dayandı­ rırken sosyolojik, antropolojik ya da tarihsel bir «tabiat hali ve toplumsal sözleşmesi kuramı» geliştirmek kaygısı duymamışlardır. Onlar için önemli olan, ideal bir devlet kurumunun nasil olması ge­ rektiği konusündaki düşünceleri için ıbir çıkış noktası bulabilmek­ tir. Buna karşılık devlet toplumsal bir kurum olduğuna göre, top­ lum içinde nasıl oluştuğunu açıklamak için sözü edilen olguya antropolojik ve tarihsel açıdan bakmak gerekecektir. Devlet insan toplumu ile beraber var olmuş bir kurum de­ ğildir; aksine toplumsal evrimin belli bir araşamasmda ortaya çıkmıştır. Genel olarak kabul edilen görüşe göre devletin ortaya çıktığı aşama, üretim teknolöjisinin açık bir iş bölümü yaratabi­ lecek hale gelmesi ile betimlenmektedir. Toplumda işbölümünün gelişimi bir taraftan farklılaşan toplumsal kümelerin oluşmasını diğer taraftan da toplumda üretilen değer ve ürünlerin dağıtımı sorunlarını içermektedir. Üretilen mial ve değerler, işbölümüne bağlı olarak oluşan toplumsal kümeler ya da sınıflar arasında belli bir kalıp içinde dağıtılacaktır. İşte bu noktada, başka bir deyişle sözü edilen kalıbın oluşması ve devamı için devlet deni­ len iktidar kurumun zorunlu hale gelmektedir. Toplumsal ürün ve değerler küme ya da sınıflar arasında belli bir biçimde dağıtı­ lırken Oluşan yapıyı korumak, geliştirmek ve toplum içinde bu düzeni bozabilecek çelişkileri bastırmak için , devlet kurumu or­ taya çıkmıştır. Devletin üç somut öğesi vardır. Bunlar, ülke, insan topluluğu ve kuramsallaşmış iktidar olarak belirlenebilir. Ülke, iktidar kul­ lanımının fiziki - coğrafi sınırlarını vermektedir, iktidar ise insan topluluğu içinde oluşan ilişkileri düzenlemek amaemi gütmekte­ dir. İnsan ilişkilerinin düzenlenmesi ise, esas olarak toplumda de­ ğer, ürün ve ayrıcalıkların nasıl paylaşılıp kontrol edilmesi gerek­ tiğini ortaya koymak anlamına gelmektedir. Bu ise ancak zor 8 kullanarak, zor kullanmayı tekel olarak elde bulundurm akla mümkün Olabilmektedir; günkü toplumsal kaynakların üretim ve dağıtımı belli b ir düzende oluşurken bunun alternatif düzenleri söz konusu- olabilmektedir.- H er toplumsal -düzen alternatifi, do­ ğal olarak kazanan ve kaybedenleri içereceğinden belli b ir düzeni ancak etkin bir güçle korumak gerekecektir. Bu nedenle devlet, toplumda en yüksek örgütlenmeyi, karşı konulmaz gücü temsil eden kurum olarak nitelenmektedir. \ İşbölümüne bağlı olarak ortaya çıkan, belli b ir toplum sal düzenin., .korunması., geliştirilmesi ve yerleşmiş düzen yerine başka b ir düzenin geçmesini önlemek amacı, ile oluşan devlet, b u 'te m e l görevini yerine getirmek için bazı işlevleri yerine getirecektir. Bun­ lar (a ), mevcut toplumsal ¡düzeni içten ve dıştan bozabilecek etkilere karşı zor kullanmayı olanaklı kılan silahlı bir örgüt ( b ) toplum ­ sal düzeni ve (bu düzen içinde insan ilişkilerinin nasıl olması ge­ rektiğini belirleyen norm sistemi oluşturm ak ve bunun geçerliliğini sağlam ak (ibiz bun a kısaca hukuk ve yargı sistemi diyebiliriz); <c) silahlı gücü ve yargı örgütünü yürütebilmek için gerekli kay­ n ak lan sağlamak ki bu da vergi ve maliye işlevi olarak betimlendbilmektedir. Devletin bu işlevleri hiç değişmemiştir; günümü­ zün devletinde de ayni işlevler, görülmektedir. Bu nedenle bu üç işleve devletin temel işlevleri denmektedir. B u n a karşılık devlet toplumsal yapıdaki gerilimleri, çatışmalara göre yeni bir çok iş­ levleri d e üzerine almak durum u nda kalmıştır. Başka b ir deyişle devlet; mevcut -durumun özelliklerine göre çeşitli işlevleri yerine ¡getirmektedir. Örneğin çağımızın devleti çok sayıda ekonomik, toplum sal ve siyasal işlevi yerine getirmekte; yukarıda sözü edi­ len temel işlevleri b u durum da her hangi bir kamu 'hizmeti ko­ numuna düşmüş gibi gözükmektedir. , III. TARIMSAL TOPLUM VE S İY A S A L İK T İD A R Devlet kavramı ile ilgili 'bazı genel bilgilerin gözden geçiril­ mesinden sonra yine genel düzeyde olm ak üzere bu kurum un •tarihsel evrimini ona hatları ile ele almak faydalı olacaktır. K la­ sik demokrasiyi, klasik demokrasi içinde siyasal iktidarın kurum­ sallaşma biçimini ve işleyişini, klasik demokrasiye karşı marksist demokrasinin oluşummu.tartışabilmek için böyle b ir tarihsel gi­ 9 riş yapmak gerekli gözükmektedir. İlerdeki bölümlerde demokra­ sinin geliştiği bazı ülkeler tek tek ele alınacak sistemin evrimi bütün yönleri ile ortaya konmaya çabşılacafetır. Ama bunu yapa­ bilmek için belli bir çıkış noktasına sahip olmak gerekir. Bu çıkış noktası, tarihsel açıdan genel bir siyaset kuramının oluşturul­ ması olabilir. Örneğin, klasik demokrasi dünyanın her yerinde değil belli yerlerde; oralarda oluşan bir talkını özgül değişmele­ rin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Buna göre bir farklılaşma »söz konusudur ve farklılaşmayı anlayabilmek için «neye göre farklılaştı?» sorusunun cevabı verilmelidir. Eğer başlangıç için genel bir bir açıklamaya ulaşılabilirse farklılaşmayı, saptamak ve tanımlamak çok daha kolay, doğru olabilecektir. İşte bunu sağlayabilmek için genel bir açıklama düzeyine ulaşmak ve bunu tarihsel bir prespektife oturtmak çabasını göstermek gerekmekte­ dir. İnsanın tarih sahnesine çıkışı aşağı yukarı 500.000 yıl önce­ sine kadar gitmektedir. Bu uzun tarih boyunca insanların esas olarak avcılık ve toplayıcılıkla geçindiği; bu arada bir takım gı­ da maddeleri üretmeye başladığı ve ateşi kontrol altına aldığı bi­ linmektedir. Bütün bunlar aynı zamanda ilk bilgi birikiminin oluş­ masını sağlamış; insan toplumu oluşmaya başlamıştır. Avcılık ve 'toplayıcılıkla geçinen insanlar ilk defa M.Ö. 5000 yıllarında, bu­ günkü Orta - Doğu bölgesinde tarımsal üretimi becerebilmiş ve biöylece uygarlık yönünde büyük bir ilerleme sağlanmıştır. Aynı dönemler içinde insanlar madenleri eriterek onlardan kendileri için araçlar yapmaya başlamışlardır. Sırası ile (balkır, bronz ve en sion olarak demirden alet üretimi toplumda büyük gelişmelere ne­ den olmuştur. Kısaca ifade etmek gerekirse madenlerin eritilip araç yapmiakta kullanılmaya başlaması, hayvan enerjisinin tarımsal üreti­ me uygulanması ve tarımda sabanın kullanılmaya başlaması çok büyük bir toplumsal gelişmenin nedenleri olmuştur. Tarımda öküzle çekilen saban, üretimde büyük bir gelişme sağlamış; böylece tarımsal üretimde çalışan bir kişi kendi dışında bir çok ki­ şinin gıdalarını üretebilecek hale gelmiştir. Toplumda bazı kişi­ ler için gıda üretme zorunluluğu ortadan kalkmış, bu kişiler ta­ rımda yaratılan artık ile geçinebilecek hale gelmişlerdir. Böylece ilkel düzeyde cinsiyetler arasında ortaya çıkan işbölümü yerine 10 ileri düzeyde bir işbölüm ü ortaya çıkabilmiştir. B ir grup insan artık (gıda maddesi üretme zorunluluğu duymayacak, başka alan» landa çalışabilecektir. Giderek gelişen iş bölüm ü sonunda mekan­ sal b ir boyut da kazanmıştır. Tarımsal üretimle uğraşm ayan ki­ şilerin oluştuğu mekansal toplum ünitesi, «şebir» tarih sahnesin­ de ortaya çıkmıştır. Şehirde oturan kişiler ya tarım sal olmayan üretim 'alanlarında çalışmakta, ya ticaretle meşgul olm akta ya da hiç b ir üretim faaliyeti yapmadan toplumu yönetmekte ve kontrol etmektedir. Bu oluşum aynı zamanda toplum sal küm elerin ya da sınıfların ¡ortaya çıkışı olarak betimlenebilir. Özetlemek gerekirse, tarım da üretimin gelişip artık sağlanması işbölümünün ilerleme­ sine, b u da toplum sal kümelerin ortaya çıkmasına neden olm ak­ tadır. M.Ö. 5.000 yıllarında ortaya çıkan ve aşağı yukarı 16. yüzyıla kadar süren dönem içinde hemen her yerde ortaya çıkan toplum­ lar! «ta n m sal toplum» kavramı ile tanımlamak olanaklı gözük­ mektedir. Böylesine b ir genel kavram oluşturabilmek için, bilim­ d e yapılacak iş bellidir : genel kavram la ilgili nitelikleri saptamak. Tarım sal toplumun kavramsal tanımı, aşağıda gösterilen-, nitelik­ lere dayanarak yapılabilm ektedir : 1. Tarım sal toplum da esas üretim tarım sal üretim olup nü­ fu su n büyük b ir kısmı tanımla uğraşmakta, kırsal bölge­ de yaşamaktadır. 2. Tarım sal toplumda üretimde kullanılan esas enerji orga­ nik enerji olup, (insan ya da hayvan'enerjisi), rü zgar'ya da su enerjisinden istifade etmek ikinci planda kalmak­ tadır. 3. tarımsal toplumda nüfusun küçük b ir kesimi üreti­ me hiç katılmamakla birlikte diğer kesim lere göre .çok fazla ayrıcalık sahibi olmakta ve toplumu yönetmektedir. H er Bu temel nitelikler «tarım 'toplumu» kavramını oluşturmak­ tadır. Genel-model içinde ayrıca bir takım özelliklerinden de söz edilebilmektedir. Örneğin her tarım feplum unda bina tipleri fark­ lı olsa d a benzer bir yapı teknolojisi oluşturulmakta (katedraller, 'cam iler' ya da Çin pagodaları gibi); yine belli bir silah ve savaş tekniği gözükmekte; belli büyüklükte. şehirler oluşm aktadır düs, İskenderiye, Roma, İstanbul, Paris, (¡Ku­ Londra, Delhi ve Peking 11 gibi). Başka bir deyişle tarımsal toplum dünyanın her yerinde aşağı yukarı eş düzeyde uygarlıklar ortaya çıkartmaktadır. Tarım toplumunda oluşan toplumsal (küme ya da sınıfları ise şöyle tanımlamak mümkün gözükmektedir : 1. Hakim olan yönetici kesim. Her tarımsal toplumda nüfu­ sun çok ıküçük bir kesiminden oluşan, üretime katılmadan üre­ timi kontrol eden bir grup bulunmaktadır. Tarım toplumunda siyasal iktidar esas olarak bu kesimin elindedir ve iktidarının maddi temeli tarımsal üretimin temel aracı olan toprağı kontrol etmedir. Bu kesim üretime katılmadığı halde üretimden vergi biçiminde pay almaktadır; bunu da sürdürebilmek için yönetim işlevini başka bir deyişle toplumda insanlar arası ilişkileri düzen­ leme görevini yerine getirmektedir. Kısaca belirtmek gerekirse bu kesim devletle özdeşleşmiştir ve betimlenen toplumsal düze­ nin sürdürülmesi işini gereğinde zor kullanarak sağlayabilmek için silahlı gruplar beslemektedir. 2. Ticaret kesimi. Tarım toplumunda nüfusun büyük bir kısmı, özellikle kırda yaşayan kesimi kendine yeterli bir ekono­ mi içinde bulunmaktadırlar. Daha açık bir ifade ile bu kesim he­ men hemen bütün gereksinmelerini kendi kendine karşılamakta, çok az olarak ticaret yoluyla bir takım mallara talepte bulunmak­ tadır. Bu tür mallar ise genellikle en yakın kent esnafı tarafından üretilen ve panayırlara getirilen mallardır. Ticarete esas talepte bulunan kesim, yönetici kesimdir ve bu kesim özellikle lüks sayı­ labilecek tüketim maddeleri için ticari talep yaratmaktadır. Bu nedenle ticaret tarım toplumunda çok gelişken bir nitelik göste­ rememekte, sınırlı yapılmakta ve -talep yönünden esas olarak ha­ kim kesim tarafından kontrol edilmektedir. Ticaretin hacmi art­ tıkça, para, ekonomisi geliştikçe tüccar gruibunun gücünün artaca­ ğı ve giderek ekonomik iktidara sahip olacağı açıktır. Nitekim ta­ rım toplumunun çözülmesi bu nedenle olmuştur. 3. Din kesimi. Aslında bu kesim ara bir kesim olup din -gö­ revlilerinin bir kısmı (en yukarıdaki kısım) hakim kesim içinde yer almaktadır. Tarım toplumunda din, insan yaşamının her ala­ nını düzenleyen, tüm toplumsal norm ve değerleri kapsayan bütün­ cül bir sistem görünümündedir. Düzenin meşruluğu ve işleyişi dinsel esaslara dayandırılmaktadır. Başka bir deyişle din toplu12 muıi:her kesiminde *yaygın bir işlev yerine getirdiğinden bütün toplumsal kesimler için/de din görevlileri yer almaktadır. 4. Esnaf .kesimi. Bu kesim esas olarak şehirlerde oturmakta ve tarımsal olmayan üretimle meşgul olmaktadır. Esnaf «lonca» adı verilen çok sıkı, disiplinli bir örgütlenme içinde toplanmıştır ve bunun nedeni tarımsal olmayan üretime duyulan taıebin kısıtlı olmasıdır. Bu talep esas olarak hakim kesim tarafından yaratıl­ maktadır ve üretim fazlasının' pazarlanma olanağı çok sınırlıdır. Buna bağlı olarak da esnaflar çok sıkı bir örgütlenme içinde çalış­ maktadırlar. Esnaflığa giriş kolay değildir ve çoklukla babadan oğula geçmektedir.- Esnaf kesimi, çırak, kalfa- ve usta olarak hiye­ rarşik bir örgütlenme içinde çalışmakta ve en ait basamaktan yuka­ rıya doğru tırmanma söz konusu olmaktadır. Üretilen malların satışında kar bir yol oynamamakta; fiyat, maliyet ( + ) yaşam için gerekli miktar olarak saptanmaktadır. Bu fiyat «helal fiyat» ola-' rak nitelenmekte,, kar için üretim ve fiyatın arz talebe göre belir­ lenmesi başta din olmak üzere sistem içindeki tüm normlarea yadsınmaktadır,. . 5. Köylü kesim. Her (tarımsal toplum tipinde sayıca en bü­ yük grubu oluşturan bu kesim nüfusun % 90'mdan fazlasını kap­ samaktadır. Köylünün esas işlevi toprakta üretimde bulunmak ve ürettiğinin bir kısmını vergi olarak vermektir. Buna karşı kö­ yünde yaşamını sürdürmek ve belli b ir .toprak parçasını işlemek hakkıdır. Bu hak babadan oğula geçmektedir. Köylü toprağa bağ­ lı sayılmaktadır ve kendi isteği ile topraktan. ayrılamaz; ayrıl­ masını önlemek üzere her tarımsal toplumda bir -takım hukuk normlarının oluştuğu görülmektedir. Toprağı satmak, şehire göç etmek mümkün değildir, ancak kaçak olarak bu yapılabilmekte­ dir. Tarımsal toplumda yaşam koşulları en ağır kesim bu kesim­ dir ve diğer kesimler esas olarak köylülerin yarattığı üretim artı­ ğı ile geçinmektedirler. Bu üretim artığı genellikle ayni vergilerle toplanmaktadır. Bu nedenle her tarımsal" toplumda vergilere kar­ şı zaman zaman köylü başkaldırmalarının ortaya çıktığı görül­ mektedir. Çok büyük boyutlara ulaşsa da bu başkaldırmalar dü­ zeni değiştirmede başarilı olamamışlardır. Tarımsal.toplum kendi kendine bir dengeyi sürdürmekte, ta­ rımsal üretim alanında bir değişme olmadığı sürece varlığını sür­ dürmektedir. Tarımsal 'toplumun değişimi, ilk ticaret sermayesi­ nin birikimi ile değil -tarımsal -üretimde verimliliğin artması ile oluşmaya başlamıştır. 13 Tarımsal üretimde verimlilik artışı denetlenen üretim fazlasının ¡ticareti etkileyip, biçimini değiştirmesine yol aç­ mış; ve böylece ortaya çıkan yeni ticaret yapısı sistemi değiştirici bir işlev görmeye başlamıştır. Başka bir deyişle tarımsal toplu­ mun değişimi, öncelikle tarımsal üretim verimliliğindeki artışla başlamıştır. Tarımsal toplumla ilgili genel-yapısal bir tıoplanımlarna yapıldık­ tan sonra burada ortaya çıkan siyasal iktidar tipini tartışmak ge­ rekmektedir, Unutulmaması gereken nokta, nasıl tarım toplumu genel ve soyut bir kavram olarak kurulmaya çalışılmışsa siyasal sistem de aynı biçimde genel ve soyut bir düzeyde ele alınacak­ tır. Böylece tarımsal topluma özgü genel bir ¡siyasal kuram ortaya çıkmış olacaktır. Kuşkusuz böyle bir yaklaşım her toplumda or­ taya çıkmış olan özgül niteliklerin gözden uzak tutulması anlamı­ na gelmez. Aksine esas olarak yapılmak işitemen şey özgül bir ge­ lişim olan «klasik demokrasiyi» kavramaktır. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi bu özgüllüğün başka bir ¡deyişle farklışmanm kav­ ranabilmesi, onun neye göre farklılaştığı konusunda bir hareket noktasını ortaya koymayı gerekli kılmaktadır. Tarımsal toplumda tüm siyasal iktidar, «Ihakim yada yöneti­ ci kesim» ¡dediğimiz ¡grubun elindedir. Bu grubun iktidarının maddi temeli, toprağı kontrol olgusu sayılabilir. Tarımsal ¡toplum­ da köylü toprağa bağıı olarak çalışmakta, üretilen kaynakların toplumda hangi esas üzerine dağıtılacağına ise yönetici kesim ka­ rar vermektedir. Tarımsal toplum kavram ¡olarak, köleci ve feo^ dal toplumsal formasyonları birarada kapsamaktadır. Ancak bu­ rada gözden ¿kaçırılmaması gereken bir nokta vardır : Yönetici kesim toprağı ve üretimi kontrol etmekte ancak bugünkü anlamı ile toprak üzerinde özel mülkiyete sahip bulunmamaktadır. Ge­ nel olarak belirlemek gerekirse mülkiyet ilişkisi, üretimi bizzat yapan kişi ya da grubun ürettiğinin bir kısmını başkalarına kap­ tırdığı andan itibaren başlamaktadır. Yukarıdaki bölümlerde be­ lirtilmeye çalışıldığı gibi mülkiyet ilişkisinin, doğmasına neden olan gelişim iş bölümü ve ürünlerin değişimi sayılabilir. Buna göre tarımsal toplumda bugünkü anlamı ile mülkiyet kurumuna raslanamazsa da mülkiyet ilişkilerinin olduğu yadsınamaz. İleri tarımsal toplumdaki mülkiyet ilişkilerinin kuramsallaş­ ması, iç içe geçmiş intifa (kullanım) hakları biçimindedir. Ta­ 14 rımsal toplumda, toprağa bağlı köylünün toprak üzerinde b ir ta­ kım intifa hakları vardır. Örneğin hakim kesimin başka b ir deyişle devletin kendine yüklediği sorumlulukları yerine getirdiği müddetçe köylülerin toprağı işlemek, ürün elde etmek .hakları vardır ve bu haklar verasetle geçmektedir. Köylü ayrıca yetiştirdiği ürün­ lerin ve üretimde kullandığı aletlerin sahibidir. Aynı toprak üze­ rinde hakim kesimin (b u kesim aynı zamanda devletle özdeşmektedir) ürünlerin b ir kısmına vergi adı altında el koyabilme hakkı vardır. Ancak köylülerin, her tarımsal toplum da görülen, hakim kesime ait topraklarda angarya olarak çalışma yüküm lülüğü de vardır. Bütün bunlar belli bir mülkiyet ilişkisinin kanıtıdır, ama bugünkü anlamı ile özel mülkiyet değildir. Mülkiyet ilişkisinin kurumsallaşması, iç içe geçmiş intifa haklarından oluşmaktadır. Somut olarak siyasal iktidar ya da devlet gücü toprakta yapılan üretimi kontrol etmekten ve ondan pay almaktan kaynaklanmak­ tadır. B u nedenle tarımsal toplum da b ir siyasal iktidarın ya da devletin gücü kontrol ettiği toprakların büyüklüğü , ile yakımdan ilgilidir. Tarımsal toplum da siyasal iktidarın oluşumu konusunda tar­ tışılması gereken ikinci nokta, bu iktidar yapısının toplum da han­ gi ideolojik biçime dayanarak meşru ve hukuki hale geldiğidir. Başka bir deyişle toplumda hangi mekanizmalar bu düzenin ■her­ kesçe kabul edilmesini sağlamaktadır? Bütün .tarım sal toplum larda geçerli ideolojinin, iktidarın kaynağını dine dayandırdığı gö­ rülmektedir. Buna göre siyasal iktidar b ir anlam da tarımsal kö­ kenli sayılmakta ve böyle olduğu için ona başeğm ek tanrı buyru­ ğu olarak kabul edilmektedir. Gerek hıristiyanlık, gerek İslamiyet ve diğer dinler (örneğin Çin'de egemen olan Komiiçyusism) öbür dünya ile b u dünya arasında b ir ayırım yapmakta, insanın kendini öbür (dünyaya hazırlaması gerektiğine işaret etmekte ve dünya işleri ile uğraşmasının bu çabayı önleyeceğini önemle belirttikleri görül­ mektedir. Tarımsal toplumda din en yaygın ve güçlü kuramlar­ dan b iri olarak toplum yaşamının her yönünü düzenlemektedir ve kuşkusuz siyasal düzenin bunun dışında kalm ası' hiç bir b i­ çimde beklenemez. . Konuyu ’ aydınlığa kavuşturmak için tarım sal topluma özgü siyasal sistem üzerinde düşünmüş bir kaç ünlü siyaset kuramcı­ sından örnek olarak ■s ö z , etmek faydalı olabilir. B u kuram cıların 15 hepsi, bu dünyanın ikinci plana alınması ve esas olarak insanın kendini öbür dünya için hazırlaması gerektiğini ileri sürmüşler­ dir. Öbür dünyaya hazırlamanın yolu, insanın kendi ruhunu kur­ tarması ile mümkün oiur ve bunun için yapılması zorunlu iş, dünya nimetleri ve sorunları ile fazla uğraşmamaktır. Dünyadaki yaşa­ mın sorunları ile uğraşmamak ise doğal olarak kurulu düzeni ol­ duğu gibi kabul etmek anlamına gelmektedir. Aksine, ideolojiye göre, bu dünyada bir takım sorunlarla fazlaca meşgul olunursa ve özellikle bu dünya düzeni değiştirilmek istenirse insanlarda Öbür dünya kaygısı azalacaktır ve bu tanrımın emirleri ile ters düşülmesine neden olacaktır, M.S. 354 - 430 yılları arasında yaşamış olan St. Augustinus, hıristiyanlık dinini yeniden yorumlamaya çalışmış ve biri yeryü­ zü biri de gökyüzü olmak üzere iki düzenin var olduğunu ileri sürmüştür. İnsanın görevi, kendini gökyüzü düzenine hazırlamak ve yeryüzünde kurulu düzeni, hıristiyan ilkelerine uygun olmak koşulu ile kabul etmektir. Çünkü yeryüzü devletini yöneten hıristiyan prensler de ellerinden geldiği kadar tanrı düzenini izlemeye çalışmaktadır. Augustinus'a göre, gök devletinin yani kilisenin dünyaya tam egemen olması ile karşılık bitecek iki devlet teke dönüşecektir. Augustinus ün siyasal öğretisi Orta Çağ Avrupasında genel bir kabul görmüş, resmi ideoloji haline gelmiştir, M.S. 1125 - 1180 yılları arasında yaşamış olan Salisburyli John da aşağı yukarı aynı şeyleri söylemiş ve toplumu bir organiz­ maya benzeterek, tiim, toplumsal küme ya da sınıfların bu or­ ganizmayı oluşturan organlara benzediğini belirlemiştir. Organiz­ manın yaşayabilmesi için her parçanm görevini yapması zorunlu­ dur ve bir parça diğer parçanın işini göremez. John'a göre prens­ ler organizmanın beynidir ve örneğin organizmanm el ve ayakla' rını oluşturan köylüler beynin görevini yapamazlar. Bununla be­ raber John Ün yapıtlarında açıkça «başkaldırma hakkından» söz edildiği görülmektedir. Düşünüre göre prens yetkisini dinden ya­ ni tanrıdan almaktadır ve yönetimi dine uygun olarak sürdürmek zorundadır. Eğer yönetici prens yönetirken dinin, örneğin kilise­ nin kuralları dışına çıkarsa artık prens değil bir tirandır ve tirana karşı başkaldırma herkesin hakkı ve görevidir. 1224 - 1274 yılları arasında yaşamış olan Aquimimlu Tho mas da yeryüzü devletinde eğemen olan iktidarın aslında tanrı­ 1:6 dan-geldiğini vurgulamış ve..iktidarların tanrinın gösterdiği ku rak ­ lara uygun olarak çalışmasının gerekli olduğunu belirtmiştir. Aquiııtım lu T h om asin en önemli katkılarından biri de adalete ve din kurallarına uygun olarak işleyecek devletin m üm kün olduğu kadar geniş bir alanda kurulması ve krallığın güçlü olması gerek­ tiğine işaret etmesidir» Başka b ir deyişle 'düşünür, feodal' düze­ nin d a ğ ın ık ' iktidar ' yapısı yerine güçlü iktidarı, savunmakta- dır. Böyleee' merkezi krallık düşüncesi' 13'uncü -yüzyıl başlarında ortaya çıkmış sayılır. Bunun yanımda St. Tlıomas, somut iktidarı kullanan kralı tanrının atamadığını; ' kralın ya - da iktidarı kulla­ nanın halk aracılığı ile atandığını belıirterek siyasal iktidar olgu­ sunu layikleştirmeye başlamaktadır. Aslında b u katkılar artık Av­ rupa'da yeni bir düzenin belirmeye başladığını ortaya koymakta- dır. Burada görüşleri ve siyaset' kuram ına katkıları çok kısa ola­ rak alınan üç düşünür de hıristiyan toplum larda ortaya çıkmış­ lardır. Ancak iktidarın dinsel temele oturtulması islamiyette de vardır. Kuran, İsla m ' toplumlarının anayasası sayılır' ve bu du­ rum Ra a suresinde-(37 nolu ayet) açıkça belirtilmektedir. Top- lumdaki siyasi iktidar tanrıdan kaynaklanm aktadır ve islami ku­ rallara (K uran , Hadis, îomau ’Ü mmet g ib i) uygun •olmak koşulu ile emirlerin iktidarını kabul etmek tanrının isteklerine uygun olarak .davranmak anlamına gelir. . Camilerde . okunan' «h u tb e» sadece dinsel bir vaiz değildir, a y n ı, zamanda siyasal b ir içerik taşımaktadır; örneğin her hutbe tanrıya, peygam bere ve padişah ya da emirlere dua etmek ile. bitmektedir. Bazı İslam düşünürleri, padişah, iradesinin din kuralları -ile. sınırlı,.olması, gerektiğine ve bunun için de iktidarı k u lla n a n ' padişah, sultan ya ■da emirlerin bir eylemde bulunm adan önce şeyh - üi İslam'dan.fetva.(dine uy­ gun belgesi) alm ak zo ru n d a ,bulunmasını İslam toplm ıılarm da ik­ tidarın sınırlanması olarak yorumlanmaktadır. Ancak unutulma­ ması gereken bir nokta şeyh-ül İslamların padişah tarafından atan­ mış olmasıdır.. Başka b ir „deyişle. ..siyasi .iktidarı kullananlar iste­ dikleri zaman, kendilerine,.:fetva :verecek kişileri değişitîrebilmek­ tedirler. tslamiyetin hıristiyanÎıktan önemli b ir farkı islamiyette, dünyevi ve uhrevi iktidarların birleşmesidir. Böyleee dinle devlet özdeşleşmektedir,. : ; Tek tanrılı dinlerden’fark lı'yap ı ya da dinlerin egemen olduğu ’ toplumlarda da aynı ideolojik' çerçeve'' '' gözükmektedir. Örneğin 17 Çinide Konfiçyüs öğretisi siyasi iktidara karşı başeğmenin gerek­ tiğini, siyasi iktidarların ilahi bir iradenin temsilcisi olduğuna önermekte; siyasi iktidara başeğmenin ilahi iradeye başeğmekle özdeş olduğu ileri sürülmektedir. Bu örnekleri daha fazla uzatmak mümkündür, ancak buna gerek yoktur. Kısaca özetlemek gerekirse; bütün tarımsal toplumlarda siyasal iktidarm maddi temelinin toprağı kontrol olduğu ve siyasal iktidar ile kurulu düzenin ideolojisinin esas olarak dine dayalı olduğunu söylemek gerekir. Tarımsal toplumda yaşıyan insanların düşünüş ve inanışlarına göre siyasal iktidar, kudretini tanrıdan almaktadır ve din kurallarına uygun olarak işlediği öl­ çüde siyasal iktidara boyun eğmek tanrının emirlerine boyun eğ­ mek sayılacaktır. Tarımsal toplum ile ilgili genel bir betimlemeden sonra bu toplam tipinin değişimi üzerinde durmak ¡gerekmektedir. Tarımsal toplum dünyanın belli bir yerinde belli bir biçimde değişmiş ve bu değişmenin sonucu toplum yaşamının her yönü kurumsal ve ide­ olojik olarak farklılaşmış; ortaya yepyeni bir siyasal iktidar mo­ deli çıkmıştır. Yine genel düzeyde bu oluşumu kavrayabilmek için önce toplumun nasıl değiştiğine bakmak gerekir. Sözü edilen büyük yapısal değişiklik, tarımsal toplumun ka­ pitalizme dönüşümüdür. Kapitalist dönüşüm dünyanın her yerin­ de, her tarımsal toplumda gözlenebilen bir değişim sayılamaz; ak­ sine dünyanın belli yerinde, İngiltere de, Fransa'nın kuzey bölge­ lerinde ve Belçika - Hollanda toprakları üzerinde ilk defa tarih sahnesine çıkmıştır. Tarımsal toplumun kapitalist topluma nasıl dönüştüğü konusunda çeşitli görüşlerin olduğu ve bu alandaki tartışmanın canlı bir biçimde günümüzde de devam ettiği bilin­ mektedir. Tarımsal toplum içinde hangi özîgül mekanizmaların ve etkileşmelerin değişimin harekete geçiricisi olduğu sorununu burada tekrar tartışmak pek anlamlı bir iş olmayacaktır. Bunun yerine değişimin somut belirtilerini alarak tüm olayı bet imlemek, böylece gereksiz kaçabilecek bir takım tartışmalardan sakınmak mümkün olabilecektir. Tarımsal toplumu kesin olarak yıkan olay, ticaret kesiminde büyük bir sermayenin birikerek toplumsal iktidar ve ayrıcalık dengesini kökten değiştirmesidir. Başka bir deyişle ticaret faali­ 18 yeti kapitalizme geçişe yo l açmıştır. Ancak yukarıda da değinil­ diği gibi buna neden olan ticaret farklı yapıda bir ticaret olm a­ lıdır; çünkü tarımsal toplum düzeninde güçlü, tüccar gruplarına rastlanma’ktadır ve bun lara örnek olarak İtalyan şehir devletleri (Venedik, Cenova) ya d a Arabistan yarımadasının tüccar şehir­ leri (Mekke, Medine, T a if) verilebilir. Gerçekten bütün sözü edi­ len bu şehirlerin tüccar şehirleri olduğu açıktır ve yapıları tipik tarımsal larına yılda le toplumun vb. Cenova rağmen yolun ğişimi yaratan, değil, belki Ârafoistamn başında olduğu tek . "başına b e ll i . b ir oldukça gelişmiş ■birer İtalya kapitalist, tamamlarken daha yapısından şehirlerin farklıdır. evrimini ancak yarımadasının görülmektedir. lOnnci günümüzde O ticaret., •faaliyetlerinin takım ticari -Venedik!, ticaret üniteleri olm a­ faaliyetlerin halde yüz­ b i­ de­ gelişkenliği arkasında bulunan' üretim teknolojisi olabilir.. Toplum sal -değişim i: yaratan ticaret faaliyetlerinin. açıkça gözlemlenebilen bazı- özellikleri var- dır; kısaca bunlara değinmek gerekir. Onaltıneı yüzyılın' ortalarına doğru., özellikle Kuzey Avrupa'­ da ticaretin biçim ve hacim olarak tamamen değiştiği görülm ek­ tedir, Ticaret faaliyeti çok uzun bir' süre- gezici b ir iş' olmuş-., za­ man zaman şehirlerin ya da şatoların kenarlarında kurulan pazar ve panayırlar, alıcı ve satıcıları b ir/araya, getirmek için yeterli' olmuşlardı. - Ancak ticaret geliştikçe pazarlar ve -panayırlar sürekli olmaya başlamış, alıcıların tüccarlarla sürekli - hale gelen temas­ la r ı, için tüccarlar belli b i r işyeri sahibi olmaya' başlam ışlardır. Ticaret gelişip tüccarlar giderek zenginleştikçe,, egemenlerle a ra ­ larında bir çekişme başlam ış ve giderek bu şiddetini artırmıştır. Zenginleşen ve güçlenen tüccarlar, yönetimin kendini yeni koşul­ lara uydurmasını istemeye başlamışlardır (başka bir deyişle yö­ netimin ' tüccar sınıfı yararına ' davranmasını istemek demek ol­ maktadır'bu); bun a karşılık yönetimi elde tutan hakim güçler ya da başka deyimle feodallar ise tüccarların elinde biriken zenginli­ ği kendi çıkarları için ■kullanm ak istemekte ve- ellerinde bulunan yönetim erkini ya da devlet gücünü bu yolda kullanmaktadırlar» Kuzey Avrupa tarımsal toplumun egemen. . feodalleri ile zenginleşip güçlenen tüccarlar arasındaki çatışma sonunda .tüccar­ lar, feodallarm baskı ve müdahalesinden ~kurtulm ak için şato ve şehirlerden uzak yerlerde toplanm aya başlam ışlar; kendi yönetim­ leri altında bulunan ve askeri bir müdahaleye karşı belirli bir 19 savunma tedbirleri olan (surlar, istihkamlar, parayla tutulmuş askerler gibi) şehirler oluşturmaya başlamıştır. Bu şehirlere «bo~ urg» adı verilmektedir, ve bu şehirlerde oturanlara ise «bourgenesis» denmektedir. Böylece burjuvalar hem terim olarak hem grup olarak ortaya çıkmışlardır. Bourlgların, özellikle Hollanda, Kuzey Fransa, Kuzey Almanya ve Ingiltere'de doğduğu/ geliştiği söylenebilir. Ticaretin gelişimi, her yönü ile toplumsal yapımın değişimine yol açarken, toplumun değer sisteminde de başka bir deyişle ide­ olojik normlarında da önemli değişmelerin olduğu göze çarp­ maktadır. Örneğin tüm tarım toplumlarında faiz din kurumu ile yasaklanmış bulunmaktadır. Müslümanlık açısından faiz ne ka­ dar kötü ise katoliklik açısından da o kadar kötü sayılmakta ve yasaklanmaktadır. Bunun nedeni açıktır. Faiz, feodal egemen grup­ ların dışındaki gruplardan bazılarına iktidar sahibi olma olanak­ larını hazırlamakta; başka bir deyişle tarımsal toplum düzeninde mevcut kontrol biçiminin dışında kalan bir kaynak yaratma söz konusu olmaktadır. Bu nedenle katoliklik de faizi haram saymış ve faiz alanların cezalandırılmalarını öngörmüştür. Ancak ticaret geliştikçe faiz bir zorunluluk olmaya başlamıştır. Bunun sonucu dinsel kural etkinliğini kaybetmeye, faiz ¡giderek artan ölçüde kullanılan bir araç olmaya başlayınca din, sorunu tekrar yorum­ lamak zorunda kalmıştır. Toplumsal gerekler sonucu faiz, ceza vb. araçlarla önlenemez biçimde gelişmiş ve kudretlenmiş bir araç olunca faiz alıp - vermeyi din kurallarına uygun hale getir­ me söz konusu olmuştur. Böylece din adamları faiz kurumunu yeni yoruma tabi tutmuşlardır. Bu yeni yorum kısaca şöyle özet­ lenebilir : «Eskiden çok zaruri kereksinmeler için borç almıyor­ du ve borç ödenirken bir faiz ödemek gerekmiyordu. Halbuki şim­ di tüccarlar ticaret yapmak, ticaret sermayesi oluşturmak için borç almakta ve alınan para ile bir kazanç sağlamaktadır. Bunun­ la beraber ticaret her zaman riskli bir iştir ve tüccarın kazanç he­ sapları her zaman gerçekleşmeyebilir. Başka bir deyişle tüccaıa ticaret yapması için borç para veren kişi belli bir riske girmek­ tedir; zarar edilmesi halinde parası tam olarak geri ödenemeye­ cektir. O halde borç veren kişinin girdiği riske ve borç alana sağladığı kazanç olanaklarına göre verdiğinden biraz fazla alması, borç alanın aldığından daha fazla bir miktarda ödeme yapması doğrudur.» Böylece faiz din (kurumu içinde yasal hale gelmiştir. 20 Daha ilerd e' değinileceği gibi, toplumdaki değişme sonucu din ku­ rum u tüm toplumsal ilişkileri düzenleyen kuralları açısından ye­ tersiz kalınca ortaya dinin b ir bütün olarak yeniden yorum lan­ ması yani reformasyon olayı çıkmıştır. Toplum daki gelişme ve değişmelerin ideoloji .ve norm "düze­ ninde sebep olduğu değişmeye ilginç b ir örnek de kâr anlayışın­ daki değişmedir. Tarım sal toplumda üretim ve ticaret kâr elde etmeyi ve k ar muksimizasyonunu ön planda tutm am aktadır ve bu n edenle' bugün bile o tip bir ticaret ve kar anlayışı, eskinin yük­ sek ahlak anlayışına b ir örnek olarak verilmektedir. H albuki bu değer, tamamen fa rk lı.b ir toplum sistemine aittir. Tarım sal top­ lum da fiyat arz ve talebe, göre .belirlenmemektedir, Fiyatı belirle­ yen, maliyetle, geçim için gerekli miktarın toplanm asıdır ve buna «helal fiyat» denmektedir. Başka bir deyişle toplum un h er alanı­ nı düzenleyen din, ekonomik yaşamını d a düzenlemekte, fiyatın ; nasıl oluşacağı dinsel sayılan norm larla belirlenmektedir. Fiyatın belirlenmesinde k a r ' maksimizasyonunu sağlayacak arz ve talebin rol oynamaması anlamlıdır, çünikü henüz toplum da kar güdüsü peşinde koşacak-bir grup ortada yoktur. Ancak.; ticaretin gelişme­ si-île giderek artan ölçüde kâr güdüsü topluma hakim güdü oî- , maya başlayınca, «helal - fiyat» anlayışı önemini -yitirmeye başla­ maktadır. iBunun sonucu fiyatın artık 'arz ve- talebe, göre kar maik-’ simizasyonu sağlayacak biçimde oluşması kabul edilmekte; örne­ ğin 15'inci yüzyılda Paris Başpiskoposu Jehan B u rid an arz talebe göre oluşan fiyatın dine uygunluğu, konusunda 'bildiri çıkarmak­ tadır. ’ ; \ .Lonca sistemi de ya da başka bir deyişle tarımsal olmayan üretim de yeni toplum. düzeni' içinde ¡hızla değişmekte; Lonca sistemi tam anlamı ile çökmektedir. Şehirlerde üretilen m allar da, üreticileri tarafından artık kar amacı ön plana alınarak satıb maya, bunun- sonucu da ücretli, işçiler kullanılm aya başlanm akta­ dır. Lonca düzeninde liretim kar için değil, esas olarak ■gereksin­ me için yapılmakta, üretim birim lerinde işçi ' çalışmamaktadır. Lonca düzenine çırak olarak girilmekte, çıraklar ücret alam am ak­ ta ve belli ustalığa gelince kalfa ve daha sonra ustalığa .yüksel­ mektedir. ’ Bu nedenle de esnaflık çoklukla babadan oğula geçen bir meslek olarak yürütülmektedir. Üretimde kar elde etmek birim ci amaç haline gelince, maliyeti- düşürebilm ek için, .ve dah a -çok 21 üretim yapabilmek için çırak yerine işçi kullanılmaya başlanmış; ayrıca daha çok m al satıp ayni malı üreten rakipleri piyasadan silmek temel amaçlarından biri haline gelmiştir, Bütün bunların sonucu Lonca sistemi çökmüş, üretimde maliyeti düşürücü ted­ birler ve düzenlemeler yapmak ön plana çıikmış, üretilen toplam mal miktarı hızla artmaya başlamıştır. Yukarıda, görünüm ü genel hatları ile betimlenmeyen çalışılan süreç b ir anda oluşmamış, aşağı yukarı üçyüz yıllık bir dönem içinde değişme belirli hale gelebilmiştir. B u değişme ile eski düzene özgü kültür, inanç ve değer sistemi de ortadan kalkmış, onların ye­ rine yepyeni bir kültür, inanç ve değer sistemi belirlenmiştir. Y e­ ni toplum düzeninde ekonomik güç ağır basm aya başlam ış ve dbo* momik güç, topraktaki üretimi kontrol ile değil, sermaye sahibi olmaya bağlı b ir temele dayanm aya başlamıştır. Diğer yandan üre­ timde fiziki ve akli emek birbirinden ayrılmış; işbölümüne dayalı sanayi giderek yaygınlaşma yoluna girmiştir. Yeni toplum düze­ nine ki buna kapitalist toplum da diyebiliriz, hakim olan temel değerler özetle şöyle sıralanabilir : 1. - Yeni toplum düzeninde iktidar ekonomik güçle özdeşleş­ mektedir ve ekonomik gücün kaynağı üretime (dayalı ser­ mayedir. Buna göre üretime katılan ve sermaye sahibi olan­ lar yeni düzeninin güçlüleri olacaktır. 2. Toplum yaşamının her alanı eskiden dinsel doğm alarla düzenlenirken yeni toplumda ¡doğa ve insan için b ir «ta­ b i durum un» mevcut olduğu düşüncesi egemen olm uştur ve bu düşünce, toplumu, toplumdaki insan ilişkilerini ak­ la dayanarak açıklamanın olanaklılığı biçim inde ortaya çıkmaktadır. Kısaca belirtmek gerekirse «tabi durum » dü­ şüncesi aklın egemenliğine dayanmaktadır. B u tür b ir yaklaşımın doğal sonucuna göre İnsanlar arasında b ir ta­ kım gruplar çıkarları için tabi durum u bozan kurum lar oluşturm adan önce topluma alkil hakim dir ve insanlar ara­ sındaki ilişkiler akla uygun (dine uygun değil) kurallar tarafından düzenlenmektedir. Âkla uygun düzen kuralla­ rı, insan değerini, özgürlük ve eşitliği ön plana almakta­ dır. Buna göre de insanlar arasındaki ilişkileri düzenle­ yen bütün norm lar (örneğin hukuk) tabi kurallara . gun olmalıdır. 22 uy- 3. Tabi düzende kişiler özgürdür ve bu nedenle hep özgür kalm alıdır. Yeni düzende de insanlar durum larını daha iyi hale getirmek için özgürlük içinde yarışm alıdırlar dü­ şüncesi egemen hale gelmektedir. Özgürlüğün klasik tanı­ mı olan «kişinin özgürlüğü başkalarının özgürlüğünün baş- dığı yerde b ite r» buradan kaynaklanmaktadır. "4/ Özgürce ve birbirleri ile yarışarak çıkarlarını sağlam a ve artırma uğraşı, toplum çıkarları ile çok iyi uyuşm akta­ dır; çünkü teker teker bireylerin, çıkarlarını maksimize etmesi toplum çıkarlarının maksimize edilmesine neden olacaktır. Yeni oluşan toplum düzen ve kültüründe insan akimın ön plana geçmesi, bilim alanında b ir patlama ile kendini göstermiş­ tir. Artık eski toplum düzeninin hiç b ir kurum u gelişen kapitalist ilişkiler ve kapitalist ekonomik yapının gereksinmelerini karşılaya­ m amaktadır. Örneğin tarımsal toplumda,, toplum; yaşamının her yönünü .düzenleyen dinsel kurallar yetersiz kalınca bir süre din adamları yeni koşullara göre yorum lar yaparak katolikliğin gün­ celliğini devam ettirmeye çalışmış, ancak yine de dinin b ir bütün olarak yeniden yorumlanması gerekm iştir.. Avrupa tarihinde hıristiyanlık dininin yeniden yorum lanm a olayına «reform asyon» den­ mektedir. Reformasyonun öncüsü Martin Luther sayılabilir, ancak L u th erle b e ra b e r Calvin, John Knox ve benzeri kişiler de hemen hemen ayın işi (hıristiyanlığm yeniden yorum u) yapm ışlardır. Hıristiyanlığın yeni koşullara göre yeniden yorum lanm ası olan reformasyon olayı, kapitalizmin doğuşunu açıklam aya' çalışan sos­ yal bilimciler tarafından ayrıntılı bir biçimde incelenmiştir. Örne­ ğin ünlü sosyolog Max Weber, reform asyonla kapitalizmin arasın­ daki ilişki üzerinde durarak kapitalizmim. ancak «protestan» ülke­ lerde ortaya çıkabileceğine işaret etmiştir. Weber'e göre reiformasyonla hıristiyanlık yeniden yorumlanmış ve ortaya protestan- çıkmıştır; protestanlığın değerleri ve inançları kapitalist b îr toplumun ortaya çıkmasını olanaklı kılmaktadır. Protestanlık da, lılk diğer bütün dinsel öğretiler gibi tanrının esas olarak insanlardan öbü r dünyayı -düşünmelerini istediği noktasına dayanmaktadır. An­ cak yorumla ortaya çıkan önemli farklılık, öbür dünyaya en iyi hazırlanma biçiminin bu dünyada çok çalışmak ve dünyevi .zevk­ lerden uzak kalma olarak belirtilmesinde toplanmaktadır. Başka 23 bir deyişle, protestanlık insanlardan çok çalışmayı (üretim i artır­ m ayı) ve diğer taraftan dünyevi zevklerden uzak kalmayı (az tü­ ketim, çok tasarruf) istemekte ve bunun hıristiyanlığm özü oldu­ ğunu ileri sürmektedir. B u tür b ir inanç sistemi çok açık alarak, kapitalizmin hızlı gelişmesi ile tutarlıdır. W e b e r'de bun a dayanarak kapitalizmin ancak «proteston ahlakının» hakim olduğu yerlerde oluşacağını ileri sürmektedir. Gerçekten iik bakışta W e h e re hak çünkü kapitalizm reformasyonunun vermemek elde değildir; başarılı olduğu yerlerde or­ taya çıkmıştır; b ir ilişkinin olduğu açıktır. Ancak W e b e rin bu iliş­ kiye tersten baktığı söylenebilir. Kapitalizmi yaratan olgu protestanlığm değer hükümleri ise İsa'dan 16 yüzyıl sonra protestanlık neden ve nasıl ortaya çıkmıştır? Başka b ir deyişle Protestanlığı belirleyen, onun ortaya çıkmasına neden olan nedir? B u sorunun W e b e r'de cevapsız kaldığı görülmektedir. Eğer protestanlık m ut­ lu b ir raslaııtı sonucu ortaya çıkmamışsa, onu yaratan temel neden toplumda oluşan somut değişmeler, daha açık b ir ifade ile kapi­ talist evrimdir. Toplum da üretim düzeninden başlayan değişmeler eski düzenin kurallar sistemini ve ideolojisini değişmeye zorlayın­ ca ortaya protestanlık çıkmıştır. Protestanlık hıristiyanlığm yeni yorum u olurken -toplumsal değişme ¡sonucu bilim ve düşünme alanında da büyük patlam ala­ rın ortaya çıktığı görülmektedir. Örneğin Fransız düşünürü Deseardes, (1596 - 1560), Alm an düşünürü Leibenz -matematik, felsefe ve fizik alanında önemli b ir gelişmenin temsilcileri olmuşlardır. Descartes b ir matematikçi olarak büyük katkılarının yanında (örneğin koordinatlı geometriyi keşfetmiş sayılabilir) her şeyin temeline insan akim ı koymuş;, başka b ir deyişle akıl ve düşünmenin, her olayı anlamak ve açıklamak için yeterli olacağını ileri sürerek düşünce yöntemlerini geliştirmeye çalışımıştır. Descartes,- b ir an­ lam da 17'inci yüzyılda oluşan büyük bilim patlamasının hazırlayı­ cısıdır ve onun ardından gelen Kopernik, -Kepler, Galileo - ve ni­ hayet Newton hareketin kuramını bularak temel doğa kanunları­ na erişmişlerdir. Einstein tarafından bazı kışımı arı değiştirilmekle beraber N ew to n u n kanunlarından birini «genel çekim kanunu» hala en temel doğa oluşturmaktadır. Fizik bilim lerindeki bu büyük gelişme b ir taraftan dine dayalı eski düzenin ideolojisini im a m en 24 ortadan kaldırırken diğer yandan bilim sel b u k i d ^ ^ üretime uygulanması demek olan icatlar için kapı açmıştır. Nite­ kim 17'inei yüzyılda bilim büyük hamle yapmış ve 18 inci yüzyılda bilimsel bulguların üretime uygulanması ile icadlar yani teknolojik gelişmeler birbirini kovalamış tır. Bilim ve teknik alanda büyük gelişmeler olurken toplum dü' zeni ile ilgili inançlar ve değerlerde de köktü değişmeler ortaya çıkmıştır. Bunun ilk belirtisi yukarıda da değinilen «tabi hukuk» anlayışıdır. Tabi hukuk, insan karakterine ve haysiyetine uygun kurallar bütünü olarak düşünülmektedir. Buna göre insanın, in­ san olduğu için b ir takım tabi hakları vardır ve b ir toplum düze­ ninde ortaya çıkan her türlü kanun ya da hukuk kuralı bu tabi hakları gözönünde bulundurm ak zorundadır. Sözü edilen tabi hak­ lar esas olarak özgürlük ve mülkiyet olarak tanımlanmaktadır. Bu­ na göre her insan özgürce mülkiyet edinme ve istediği m alları tü­ ketme olanağına salıip olmalıdır. Böyleceyeni ideoloji açısından herşeyin temelinde insan aklı ve insan değeri olduğuna göre, insan­ ların ekonomik yaşamlarında özgür bırakm ak yeterli olacaktır. Çünkü insan akıllı bir mahluk olduğu için özgür olunca kendi çıkarlarım tatmin için en doğru yolu seçecek ve ¡tek tek ims'.anlarm en doğra davranışı toplanınca en doğru toplum sal davranışa eri­ şilmiş olacaktır. Yeni toplumda özgürlük ve mülkiyet kavram la­ rını temel alan ■liberalizm b ir düşünce sistemi halinde oluşma yo­ luna .girmektedir. L iberalizm . önce düşünce alanında üstünlüğünü sağlayacak ve giderek toplumsal .yaşam içinde etkinliğini artırma yoluna gidecektir. İşte bu oluşum aynı zamanda, «klasik demokra. sinin» ortaya çıkıp, evrilmesidir, - Şimdi bu bölüm de so n 'o larak tanmış ai toplum çözülürken si­ yasal sistemde ve devlet kurumunda ne tür değişmelerin olduğu 'tartışılacaktır. Siyasal sistem klasik demokrasi doğrultusunda de­ ğişime girmiştir, bu değişim içinde devlet kurum u da" değişmiştir. O halde kısaca devlet kuramımdaki değişmeyi ele almak ve bir taraftan da siyasal sistemi oluşturan düşünce: akım larına" b ir atmak ıgerekli olmaktadır. göz •- IV . .U L U S A L M E R K E Z C İ D E V L E T İM D O Ğ U Ş U VE S İY A S A L D Ü ­ Ş Ü N C E D E K İ D E Ğ İŞ M E L E R Tarım sal toplumun kapitalist, 'topluma dönüzmesinm devlet, . kurumunda yarattığı ilk-'değişim ulusal ve merkeziyetçi devletin 25 ortaya çıkmasıdır. Ticaret burjuvazisi gelişip güçlendikçe, etkin, merkezi ve üniter b ir devlet için giderek artan gereksinme göster­ miştir. B u gereksinmenin belıi başlı üç kaynağı olduğu söylenebi­ lir. 1. Yersel feodallerin güdü ticaretin gelişmesini önleyici b ir nitelik taşımaktadır. Örneğin her şehirde ya da yörede oradaki hakim feodallerin eğilimlerine göre değişik vergiler uygulanmakta, hatta aynı krallık içinde bazen değişik para­ lan ıl kullanıldığı görülmektedir. B u tür b ir uygulamanın, ticaretin gelişmesini ve genişlemesini önleyici b ir etki ya­ rattığı açıktır. Bütün bunlara karşın güçlü bir merkezi ida­ re tüm ülkede geçerli hukuk ve yönetim sistemini uygula­ tabilecek; böylece tüccarlar için belirsizlik ve karm aşıklık sorunları çözülmüş olacaktır. 2. İkinci önemli neden, ulusal sınırlar içinde merkezi yöneti­ min kendi tüccarları ve üreticileri için himayeci b ir politi­ k a izleyebilmesidir. Tarım sal toplum da ulusal devlet yok­ tur; ortada ulus da yoktur, etnik gruplar vardır. Siyasal üniteyi belirleyen ulusal sınırlar değil, kontrol edilebilen toprak büyüklüğüdür. U lusal sınırlar, ticaretin gelişip bü­ tün b ir pazarın belirlenmesi ile ortaya çıkmıştır. Pazarı bütünleyen önemli etkenler arasında dil, örf birliği gibi kültü­ rel sistemin öğeleri önemli b ir rol oynamıştır. Böylece kül­ türel ve en kolay olarak etnik sınırlar içinde bütünleşen pa­ zar bugünkü anlamı ile ulusları oluşturmuştur. Nitekim «ulusçuluk» bir siyasal akım olarak ancak kapitalizm orta­ ya çıkmasından sonra tarih sahnesine çıkmıştır. Ulusal dev­ letin doğuşu ise, ulusal pazarda yabancı rekabeti önleyici, ulusal tüccarı ve üretimi himaye edici b ir politikanın uy­ gulanmasına yol açmıştır . Böylece yeni doğan merkezi - ulu­ sal devletin ana amacı diğer ülkelere ticari üstünlük sağlam ak olmuştur. 3. Kapitalizm ile birlikte b ir güçlenen ve zenginleşen tüccarlar iç pazarı oluşturup bütünleştirmekle kalmamış; keşfedilen kıtalardaki yeni ticareti ele geçirmek için amansız b ir yarışmaya -girmişlerdir. - B u yarışmayı kazanabilmek için mutlak olarak güçlü b ir devlet örgütünün desteğine ihtiyaç duyulmaktadır. Nitekim 16 inci yüzyıldan itibaren 26 Avrupa devletleri tarihi, sömürge elde etme savaşları tarihi olarak nitelenebilir. B u savaşlar sonunda önce Am erika kı­ tası, sonra da Asya ve Afrika, Avrupa ülkeleri arasında pay edilmiştir. 16'mcı yüzyılda başlayan b u süreç 19'uncu yüz1 yıla kadar sürmüştür. 16'ncı yüzyıl Kuzey Avrupa'da feodal devletin ortadan kalk­ tığı dönem olarak nitelenebilir. İyice zenginleşip ¡güçleşen tüccar ve esnaflar (başk a b ir deyişle burjuva sınıfı) kral ile işbirliği yap­ mışlar; güçlü bir orduya sahip olabilmesi için kralları mali yön­ den desteklemişler ve bunların sonunda feodal beylerin, etkinliği yok edilmiştir. İlerde ayrıntıları ile tartışılacağı üzere başta İngil­ tere ve Fransa olm ak üzere H ollanda ve Prusya'da merkezi devlet oluşmuştur. Merkezi devlet,, somut olarak .güçlü b ir ordu ve donan­ ma, gelişmiş bir maliye sistemi ve bütün toplum için geçerli bir hukuk düzenini kapsamaktadır. Devlet b ir taraftan ülke, içindeki feodal kalıntıları temizleme uğraşı içine girmekte; diğer yönden de kendi burjuvazisi' için rakip devletlere karşı içeride ve dışarıda çeşitli önlemler almaktadır. 16'ncı yüzyılda ortaya çıkan merkezi devletin uyguladığı poli­ tika iktisat tarihinde «m erkantilizm » sözcüğü ile tanımlanmakta­ dır. Merkarutilist devlet politikasının temelini, güçlendirme uğraşı ulusal burjuvaziyi • oluşturmaktadır. Buna göre en güçlü' devlet, tüccarı en zengin olan, başka b ir deyişle en çok altın gümüşe sahip olan ülke devletidir. Çünkü ulusal ticaretin üstünlüğü, ülkedeki altın - gümüş stokunu artıracaktır. O halde devletin ana görevi ülkedeki altın - gümüş m iktarım artıracak önlem ler almaktır. B ir kısım ülkeler (kapitalist evrimleşmeye giremeyen ülkeler İs­ panya, Portekiz gib i) ülkedeki altın - gümüş miktarı; çoğaltmanın yolu., olarak bu m addeleri üretmeye gitmişler, yeni keşfedilen Ame­ rika kıtasında kendi: egemenlikleri altındaki bölgelerde altın ve giiımiş madenleri arayıp, işletme uğraşm a girmişlerdir. Kapitalist evrimleşme içinde bulunan İngiltere, 'Hollanda,- Fransa gibi, ül­ kelerde ise merkantilizm b ir dış ticaret sorunu olarak ele-alınmak­ tadır. Buna göre ülkedeki altın - gümüş m iktarım artırmanın yolu ticarette,üstünlük sağlamak; başk a b ir deyişle ithal ettiğinden fazr lasını ihraç edebilmektir. Merkantilizmin bu tür yorumıamşınm .sonucu olarak kapitalizmin geliştiği ■ülkelerde gümrük duvarları, kabotaj hakkı gibi ithalatı kısıtlayıcı önlemler alınırken, ihracatı 27 teşvik için ticaret tekelleri kurulmuş, pazar garantileri sağlanmış ve kolonilerin sınırlarını genişletme yoluna gidilmiştir. Merkanti­ lizm 18 nci yüzyıla kadar geçerli devlet politikası olarak kalmış, 18nci yüzyılın ortalarına doğru liberal felsefe ve buna dayanaı? liberal ekonomi politikası egemen hale gelmiştir. Merkantilizmde!! liberalizme geçiş süreci, «ekonom ik doktrinler tarihi» üzerinde ça­ lışanlar için ilginç b ir alandır. Ancak burada bizim ele aldığımız temel sorunlar açısından üzerinde duruknam ası büyük b ir eksiklik ya da kopukluk nedeni olmayacaktır. Burada bizim için önemli olan, burjuvazi ile kralların işbirliği sonucu ortaya güçlü b ir m er­ kezi devletin çıktığı ve b u devletin temel amaçları açısından ulusal burjuvazinin iç engellere ve dış rakiplere karşı korunup, geliştiril­ mesinin ön planda bulunduğudur. Klasik demokrasi, merkezi devletin iktidar biçimi olan krallık yönetimine karşı burjuvazinin siyasal iktidar üzerindeki etkinlik mücadelesi vermesi ile oluşmuş bir süreç sayılabilir. Başlangıçta burjuvazi, toplum daki feodal güçleri geriletmek, feodal kurum lan temizlemek için kral ile işbirliği yapmış; mutlakiyetçi b ir m onarşi­ nin oluşması için kralları her bakım dan desteklemiştir. Ancak m ü­ cadele başarıya ulaşıp toplumdaki feodal kurum lar temizlendikçe aynı ölçüde ekonomik olarak güçlenen burjuvazi kralların muıtlakiyetçi yönetimlerine karşı iktidar mücadelesine kalkışmıştır. îşte klasik demokrasi bu mücadelenin sonunda; kralın iktidarinin sınır­ lanması biçiminde oluşmuştur. Yukarıda da değinildiği gibi, 17'nci yüzyıldan itibaren bilim le­ rin büyük b ir gelişme göstermesi, doğayla ilgili her türlü sorunun din yerine bilim ile açıklanmaya başlam ası toplumsal sorunların ele almışında da etkisini göstermiştir. Tıpkı doğa bihm lerinde ol­ duğu gibi toplum ve siyaset alanında ortaya çıkan sorunların di­ ne dayanarak değil akla dayanarak açıklanması gerektiği düşünül­ müş; böylece siyasal düşünce dinsel olmaktan çıkıp rasyonel (akla dayanan, akla uygun anlam ında) olmaya başlamıştır. Siyasal ol­ guyu akla dayanarak açıklamaya çalışan düşünürlerin, klasik demok­ rasinin oluşumunda önemli katkıları olmuştur. B u nedenle Hdbbes, Locke, Montesquieu ve Rousseau h u n katkılarını kısaca göz­ den geçirmekte yarar vardır. B u düşünürlerin hepsi siyasal ikti­ darın ve devletin bir tann buyruğu olarak ortaya çıkmayıp, top­ lumsal yaşamının yarattığı zorunluklar karşısında insanların ira­ desi ile oluştuğunu betimlemişlerdir. Siyasal fikirler tarihinde bu 28 düşünürlerin ortaya attığı görüşleri kısaca «¡siyasal - toplumsal mukavele» kuram ları başlığı altında toplanabilmektedir. Siyasal iktidar ve onun kurum u olan devletin, belli taraflar arasında yapılan b ir akit sonucu doğduğu görüşü daha eskilerde de ortaya atılmıştır. Orta Çağ siyasal düşüncesinde de kralların ik­ tidarının temelinin ilahi olduğu ve bunun toplumla - tanrı arasım da varılan b ir mukaveleye dayandığını ileri süren görüşlere raslam ak mümkündür. Örneğin Philippe bu Pleasısis - Mornay adlı b ir Fransız rahibi Viiıdiciae Contra Tyrannos adlı' yapıtında,' dev­ letin iki kademeli b ir akitle oluştuğunu ileri sürmektedir. Birinci kademede taraflar tanrı ve kral ile telbası olup, b u akitie dine uy­ gun toplumsal yapı oluşturulmakta; ikinci akit işe kral ile tebası arasında olmakta ve birinci akitin temel önerilerine uygunluk sağ­ layan b ir devlet ortaya çıkmaktadır. Eğer ikinci akitteki taraflar, birinci akitin hükümlerine aykırı davranırlarsa ikinci akiti, yani devleti yenilemek gerekmektedir. Yukarıda isim leri sayılan yeni çağ düşünürleri ise toplumsal akit olgusunu tanrısal b ir kökene day andırın anlakta; aksine toplumu ve siyaseti açıklayabileceklerini um dukları bilim sel b ir kuram oluşturma iddiasını gütmektedirler. Hepsinin b ir anlamda ortak amacı, toplumda iktidarın tanrısal kökenli olmadığını, toplumsal gereksinmeler sonunda insanlar ta­ rafından yaratıldığını göstermektir. Tfaomas H obbes (1588 - 1679). Hobbes, ilerde tartışılacak olan «İngiliz îç Savaşı» sırasın da. yaşamış ve b u olaylar görüşlerinin oluşmasını etkilemiştir, fç savaşın ¡getirdiği yıkım, ‘ anarşi ve faci­ alar H obbes un herşeyden önce güçlü ve merkezi b ir yönetim anla­ yışını savunmasına neden olmuştur. Çağ, aynı zam anda .bilim in bü­ yük patlam a çağrıdır ve Galileomun fizik alanındaki başarıları dü­ şünüm etkilemiş, ;onda siyasal .iktidarı açıklayacak b i r ' bilimsel kuram oluşturma hevesi yaratmıştır. Bunun için de siyasal olayları açıklayabilecek genel b ir insan davranış ■kuram ı ortaya atmaya ça­ lışmıştır, . . ... ■•HobbesÜn görüşleri kısaca şöyle özetlenebilir : «B o ğad a her olay b ir harekettir; gerçek saydığımız- şey, maddenin hareket ha­ lin olmasından başka b ir şey değildir. Canlı organizm alarda her hareket, duyu organları aracı ile sinir sistemine aktarılmaikta; hareketin etkisi ile organizmanın yaşamı hızlanmakta ya da yavaş-, lamaktadır. Eğer dış etki '.organizmanın yaşamasını hızlandırıyorsa 29 insanda arzu-- istek yaratılmakta; dış etki organizmanın hareke­ tini yavaşlatıyorsa nefret ya da yadsımak- duygusu uyanmaktadır» Hobbes, böylece temel insan davranış mekanizmasını bulduğunu düşünmekte; kısaca beliıitmek gerekirse insan davranışının teme­ linde tam bir bencilliğin yattığmı ileri sürmektedir. Çünkü insan Hobbes'a göre çevresindeki her şeyi kendi çıkarı açısından değer­ lendirmektedir. Egoizm ya da bencillik içinde hareket etme duygu­ su nedeni ile insanlar olanaklar için birbirleri ile yarışmakta, bu ise bir güvensizlik duygusunun ortaya çıkmasına neden olmakta­ dır. Yarışan insanlar fiziki güç ve kurnazlık konusunda az çok eşit olduklarından birbirleri ile olan ilişkilerinde tam bir güven duy­ gusuna sahip olamamaktadırlar ve bu nedenle insanları kontrol altına alıp onlarda güven duygusu yaratacak bir kuvvet ortaya çık­ madıkça sürekli bir savaş hali devam edecek; bu ise güvensizliği daha artıracaktır. Bu çıkmazdan insanları kurtaran, onların sağ­ duyu sahibi olmalarıdır. Sağduyu egoizmin karşıtı olmasına rağ­ men bir insan yetisidir ve yukarıda sözü edilen kaos Hobbes a göre, sağduyunun kullanılması ile son bulmaktır. Bu, insanların aralarında yaptıkları bir akitle devleti ¡oluşturmalarıdır. Toplum­ da bir gücün, siyasal iktidarın, mevcut olması davranışlara sınırla­ malar getirmek bakımından bir takım insan çıkarlarını azaltıcı ise de onlara sürekli bir güvenlik duygusu verebilecektir. İşte Hob~ bes'a göre devletin kökeni budur, Doğal yaşamın yarattığı savaş hali ve güvensizlik duygusundan kurtulmak için sağduyunun kulla­ nılarak devletin -oluşturulduğu görülmektedir. Bu oluşum bir an­ lamda zorunlu bir oluşumdur; başka bir deyişle akit özıgür ira­ deye değil bir zorunluluğa dayanmaktadır. Bu nedenle de Hobbesun sisteminde devletin, yaşama özgürlüğüne saygılı olmanın dışın­ da tebasma karşı hiç bir sorumluluğu yoktur. Hobbes'un siyasal bilime katkıları onun bir düşünür olarak önemini artırmaktadır. Leviathan adlı yapıt, siyaset olgusunu bilim­ sel olarak açıklamaya çalışan ve bilimsel temeli psikoloji olan ilk girişim sayılabilir. Günümüzdeki siyasal bilimciler arasında önem­ li yeri olan bir kesim, siyaseti insan psikolojisinin verileri ile açıklamaya çalışmaktadır ve görüldüğü gibi Hobbes bu akımın ku­ rucusu sayılabilir. İkinci önemli katkı, devletin insanlar tarafın­ dan oluşturulan yapay bir şey olduğu hemen hemen ilk defa 30 sistematik' olarak H obbes tarafından belirtilmiştir. Üçüncü katkı ise, otoriter bir devlet anlayışının savunulmasına rağmen, dev­ lete karışı vazgeçilmez, temel bir insan hakkından (yaşam a hakkın­ dan) söz edilmesidir. John.Locke (1632 - 1704). Bilim ve felsefe tarihinde önemli yeri oian Locke çeşitli yapıtlarında, özellikle Two Treaties on Go­ vernment adlı kitabında devlet ve siyaset olguları üzerindeki gö­ rüşlerini geliştirmiştir. Özellikle akit anlayışı ve insan hakları üze­ rindeki görüşleri önemli - sayılabilir. Lodke un hareket noktası doğal durumdur. D oğal durum da, H o b b esu n belirttiği gibi insanlar arasında b ir mücadele olm adı­ ğı, aksine insanların yardım laşm a ve dayanışma içinde yaşadığım ileri sürmektedir. Locke göre de insanlar arasında ilişki kurm a duygusu ağır basmakta; ancak b ir kişi diğerine zarar verdiği za­ man karşı koyma ve cezalandırmanın söz konusu olabileceği kabul edilmektedir. D oğa durumu, doğa .kanunları ile belirlenm ektedir ve insanlar akılları ile doğa kanunlarım kavram aktadırlar, bunun en büyük örneği ise L ock ed göre N ew ton d u r. Doğal olarak her insan eşit ve bağımsız yaratılmış olduğundan, hiç bir kimse diğe­ rinin, yaşamına, sağlığına, özgürlüğüne ve m alına tecavüz edemez. Böylece Locke, H o b b es'teki yaşama hakkına, sağlık, özgürlük ve . mülkiyeti eklemekte; bunların doğuştan herkesçe s a h ip . olunanvazgeçilmez temel haklar olduğunu belirtmektedir. Bu - hakların varlığı, tıpkı Descantes'in akıl kuralları ■gibi ispata gerek göster­ mez; bunları insanlar kavrar. Ancak doğa durumunda doğal hak­ ları saptamak ve çıkacak olan anlaşmazlıkları çözecek bir üçüncü şahsa gereksinme vardır. îşte bu gereksinmeler ile insanlar ara­ larında b ir akit yapm ışlar ve toplumu oluşturm uşlardır. Toplu­ mun esasım, doğal durum a uygun hukuk düzeni m eydana getir­ mektedir ve b u hukukun korunup uygulanabilmesi için ikinci b ir akitle devlet oluşiturulmuştur. O halde devletin esas amacı doğal hakları yani, yaşam, sağlık, özgürlük ve mülkiyeti korum ak ve geliş­ tirmektir. Daha açık b ir ifade ile -Lock'e göre ikine! akit ile dev­ lete b ir takım, görevler yüMenmektedir, bireylere de b ir takım haklar tanınmaktadır. Devlet, - keyfi olarak kanun yapamaz, yapacağı ka­ nunlar' başka b ir deyişle bireyleri yaşamım düzenleyici işlemler doğal durumdaki ilkelere uygunluk göstermelidir. Bunun da yolu, doğal yaşam ilkelerini betimlemek ve bunları kanun haline ge- 31 tirmek, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen hukuk normlarını bu çerçevede üretmektir. Locke un mülkiyeti, doğal yaşamın en temel ilkesi olarak be­ timlemesi, onun bir takım eleştirilere hedef olmasına neden olmuş­ tur. Bununla beraber Locke mülkiyeti, insanın çalışıp, emeğini ka­ tarak elde ettiği bir kavram olarak, tanımlamaktadır. Yani mülki­ yet, insanın çalışarak yarattığı bir değerdir ve mülkiyet edinme, insana doğa .tarafından verilmiş bir haktır. Böylece iktisadi dü­ şünce tarihinde değerin oluşumunu emeğe dayandıran, bunu sa­ vunan ya da yadsıyan kuramların çıkış noktası Locke olmaktadır ve böylece gelecek için çok önemli bir tartışma alanı ortaya çık­ maktadır. Örneğin hem Adam Smith hem Karl Marx başlangıcı Locke tarafından ortaya atılan değer - emek formülünden hareket etmektedirler. Montesquieu (1689 - 1755). Ünlü yapıtı olan L’Espirit des Lois da bazı temel siyasal sorunlara çözüm aramıştır. Montesqueu'rnın kafasındaki ana sorun özgürlükle iktidarı bağdaştırmaktır ve siyasal kuramın temel uğraşı olarak bu noktayı ortaya atmakta­ dır. Düşünüre göre bu sorunun evrensel bir çözümü yoktur; her ükenin coğrafi, psikolojikli, kültürel özelliklerine göre öznel çö­ zümleri söz konusu olabilmektedir. Başka bir deyişle her ülkenin kendi koşullarına uygun bir özgürlük anlayışı geçerli olacaktır. Ayrıca belirli bir anda" belirli bir ülkede bu sorunun çözümlenmiş olmasının bir anlamı yoktur; zamanla koşullar değişmekte ve bu­ na göre de yeni çözümlemelere gereksinme duyulmaktadır. Böylece Montesquieu, toplum sorunlarını dinamik ve zaman boyutuna bağ­ lı olarak ele almanın öncülüğünü yapmış bir düşünür olarak tarihe geçmiştir. Düşünüre göre, bireyin özgürlüğünün esası kanunların müsaa­ de ettiği ölçüde arzuların ve isteklerin tatminidir. Doğaldır ki öz­ gürlük böyle bir tanım içinde ele alınınca kanunların yapılışı ve uygulanışı çok önem kazanmaktadır. Montesquieu, devletin üç süreci olduğunu; yasama, yürütme ve yargıdan oluşan bu üç sü­ recin de kanun yapma işine katıldığım belirtmektedir. İşte kanun­ larla özgürlük arasında tutarlı ve geçerli bir denge kurulması, bu üç devlet sürecinin ayrı organları eliyle kullanılması ile mümkün olacaktır. Yargı erki belli zamanlarda toplanan jürilere bırakıl­ malıdır; yürütme ise monarkm; yani kralın elinde kalabilir. Yasa- 32 m a ise b ir «¡meclise» verilmelidir. "(Burada M om esquieu nun dengeciliği bir daha açıkça ortaya çıkmaktadır : Yasam ayı kullanaealk olan meclis halktan seçilen -kişilerden ve soylulardan oluşa­ caktır.) işte «Kuvvetler ayrım ı» adı,verilen bu ilke ile hem merkezi. devlet yönetimi ■devam -edecek, hem' de özgürlükler korunabilecek­ tir, -Böyleoe Montesquieu .ilk - kez ayrıntılı •bir. .biçimde kuvvetler ayrımı düşüncesini oluşturmuş bulunm aktadır. Bununla beraber kralın iktidarı--ile burjuvazinin etkinliği arasında b ir denge" olu­ şumuna dayanan kuvvetler ayrılığı ilkesi ilk kez kralsız b ir top­ lumda/ .Am erika'da uygulanmıştır: ■ - Jean Jacques Rousseau (1712. - 1778).* i87nci yüzyıl/felsefe ta*-, rihinde aydınlanma çağı diye- tanımlanm aktadır ve bu dönemde: yaşıyam d'Âhmebert, •D llo lbaeh , Helvetius, Tungot, Morelly, Ques- nay,--Voltaire, Montesquieu gibi düşünürler aklın iıerşeyi kavra­ maya ve açıklamaya yeterli olduğunu belirtmişler, toplum olay ya da sorunlarının da rasyonel (ak ılcı) olarak açıklanabileceğini ileri-sürm üşlerdi. Rousseau, herşeydeıı önce bu akılcı akım lara karşı- b ir tepki göstermiş,, düşüncede .irasyonalizme dönük yapıt­ lar ortaya atmıştır. B u nedenle b ir çok kişi Rousseau yu «rom an­ tik akım» içine almaktadır. ■ Siyasal görüşlerine temel olarak, o zamana kadar ileri sürü­ lenlerin aksine, insanın doğal ' halde daha mutlu ve daha ahlaklı olduğu varsayımına dayanmıştır. Doğa durum unda yaşıyan ilkel insan «ahlaken tertemizdir» ve uygarlık' onu bozmuş, geriletmiş^ tir. Düşünüre göre bunun ana nedeni uygarlığın gelişmesinin top­ lum daki eşitliği-ortadan kaldırmasıdır. Rousseau, doğa durumun­ da -da insanların eşit' olmadığını; vkuvvet, zeka, yaş-, sağlık,, faıiklıtıklarının ins.anl.ar arasımdaki eşitliği, bozduğunu belirtmektedir. Ancak b u çok Önemli-değildir. Önemli olan-uygar dediğimiz top­ lum da yaratılan «.siyasal eşitiiksizliktir» ve bunun kaynağı servet, saygınlık ve mevki farklarıdır. Bir--bakıma toplum yaşamı b u ikin­ ci tür eşitsizliklere dayanmaktadır/ Rousseau, «b ir toprak parça­ sının-etrafına b ir çit yaparak b u benim dir :diyen ve kendine inanacak kadar akılsız insanlar bulabilen ilk kişi toplum yaşamının ilk'kurucusudur» demektedir/Böylece Rousseau ye ¡göre mülkiyetin,, ortaya çıkması ile doğal durumda- egemen olan barış ve ahlakın yerini sürekli b ir savaş durum u almış ...olmaktadır.. İşte ’bu savaş hali karşısında .mülk sahipleri, rahatlarım sağlamak için b ir bâ- 33 ' rış planı düşünmüşlerdir. Rousseauya göre bu planın özü, bir hu­ kuk düzeninin kurulması, bir siyasal olarak zorlayıcı aygıtın oluştu­ rulmasıdır : polisi, orduışu'ile devlet aygıtı. Böylece toplumdaki eşit­ sizlik güçlü kuramlara (hukuk, devlet) dayandırılmış; bunun so­ nucu özgürlük ortadan kaldırılmıştır. Bu tezleri ile Rousseau, ilk defa olarak, devletin toplumda kazanılmış ayrıcalıkları korumak için oluşturulmuş bir baskı aygıtı olduğu görüşünü ortaya atmış­ tır. Bilindiği gibi bu yaklaşım, ilerde çeşitli düşünürler tarafından da ele alınacaktır. Fakirlerin varlıklılara tabi olması ve devletin yalnız mülkiyeti korumak üzere ortaya çıkmasını ana sorun olarak tanımlayan Rousseau, kötülükleri ortadan kaldıracak yani bir devlet biçimi teklif etmektedir. Bunun yolu ise toplumun ruhuna (volante ge­ nerale diyor) uygun ve onun tarafından yönlendirilen bir devlet aygıtı oluşturmaktır. Bu toplumsal ruh, toplumda var olan, ya­ şayan bir şeydir. Ortada bir somut halk vardır ve bunun bir ira­ desinden söz edilebilir (volante tours); ancak toplum tek tek yaşıyan bireylerin toplamından farklı bir şeydir. Toplum tarihsel bir «ruha» sahiptir ve işte bu ruh ya da toplumun iradesi siyasal akitin kurallarını belirlemeli, devlet aygıtı buna göre ortaya çıkmalıdır. Bu takdirde özgürlük ve özgürlüğün belirleyicisi toplumsal eşit­ lik sağlanabilecek; topluma tıpkı doğa durumunda olduğu gibi ahlak ve fazilet egemen olacaktır. Görüldüğü gibi Rousseaunun son derece ilginç bir düşünce yapısı vardır. Eşitlik, özel mülkiyet ve devlet konusundaki Çözüm­ lemeleri Marxismin babası sayılmasına neden olacak ikadar Marx'a yakın gözükmektedir. Buna karşılık toplum ruhu ve ruhun iradesi (volante generale) gibi ¡rasyonel, metafizik kavramlara dayanma­ sı onu Marxizmden iyice uzaklaştırmaktadır. Toplumun iradesi­ nin öyle tek tek yaşıyan insanların toplam iradesi olmadığını, bundan farklı bir şey olduğunu söylemesi onu bir anlamda faşizme de yaklaştırmaktadır. Toplumun iradesini somut toplum bileme­ diğine göre kim bilecektir? Olağanüstü, sıradan olmayan bir in­ san, önder, bu iradeyi tanımlıyacaktır ya da Rousseauhun siste­ minde işin oraya gitmesi olanaklıdır. Tıpkı kendisinin belirttiği gibi mülk edinen insana benzer biçimde bir adam ortaya çıkıp «ben bu toplumun kaderini biliyorum» derse ve kendine inanacak kadar aptal bir takım adamlar bulabilirse özgürlük ve eşitlik 34 ne hale gelebilecektir? Nitekim faşist ideoloji böyle bir varsayıma dayanmakta, bir önder (flührer) toplumun kaderini bildiğini, onun iradesini temsil ettiğini söylemekte ve böylece toplumda her şey, heıfkezin kaderi önderin istek ve düşüncelerine bağlı hale gelmektedir. Bütün çelişkilerine karşın Jean Jacques, Rousseau, görüşleri, ile çok etkili olmuş; büyük Fransız devriminin en önde gelen düşünsel hazırlayıcılarından biri sayılmıştır. Özellikle özgürlük ve eşitlik kavramları arasındaki ilişkiyi kurabilmesi toplum bi­ limleri için önemli bir katkı olmuştur. Nitekim ilerde görülebi­ leceği gibi klasik demokrasi, neo - klasik demokrasiye dönü­ şürken özgürlük ile eşitlik arasındaki ilişki ve bu iki kavramı özdeşleştirme girişimi sözü edilen oluşumun özünü meydana getir­ miştir. 35 BÖLÜM İKİ : KLASİK DEM OKRASİNİN OLUŞUM U Demokrasi sözcüğünün günümüzıde adeta sihirli bir anlam taşıdığı; siyasal sisteme ilişkin en yüce insan idealini temsil ettiği ileri sürülebilir ve bu tür bir görüş çok kimse tarafından kabul edilebilir. Bununla beraber, günümüzün dünyasında «demokrasi» kavramının tanımında bir birlik olduğu söylenemez. Örneğin bir takım düşünür ve siyaset adamlarına göre gerçek demokrasi, günümüzün gelişmiş batı ülkelerinde uygulanan siyasal rejim­ dir; buna karşı bir takım düşünür ve siyasal bilimciler batı ülke­ lerinde uygulanan demokrasinin gerçek olmadığını, çünkü sonun­ da yine bir sınıf diktasına dayandığını ileri sürmektedirler. Asya Afrika ve Latin Amerikanın bazı az - gelişmiş ülkelerinde siya­ sal önderler, otoriter rejimleri o ülkelere özgü demokrasi olarak tanımlamaktadırlar. Başka bir deyişle, demokrasi kavramı deği­ şik toplumsal sistemlerde değişik içerikler taşıyarak karşımıza çıkmaktadır. Bu farklı tanımların arasında bir seçim yapmak, bir tanesini gerçek demokrasi kabul etmek ve diğerlerini yad­ sımak, konuya bilgi kuramı açısından yaklaşmada doğru olmaz, bir anlam taşımaz. Evrensel bir insan idealini temsil eden «demokrasi» sözcü­ ğünün değişik yapılı toplumlarda değişik biçimlerde yorumlan­ ması farklı tarihsel gelişimlerin sonucudur. Daha somut bir ifade ile, belirli ülkelerin özgül tarihsel gelişimi demokrasi sözcüğünün farklı bir biçimde algılanıp tanımlanmasına yol açmıştır. Bizim de burada yapacağımız iş, farklı toplum yapılarındaki oluşmayı özgül tarihselliği içinde ele alınıp incelemek olmalıdır. Birinci Bölümde de kısaca değinildiği gibi, tarımsal toplum düzeni yıkılıp merkezi krallıklar kurulduktan sonra Batı Avrupa 36 tarihinin temel olayı, k ra lla rla . burjuvazinin çekişmesi olarak ta­ nımlanabilir* Burjuvazinin salt yetkili krallara karşı giriştiği ikti­ dar mücadelesi, sonradan bu uğraşın da çerçevesini aşmış; ortaya belli' b ir "siyaset' ve hukuk geleneğine dayalı «klasik dem okrasi» adı verilen siyasal sistem çıkmıştır. Çünkü etkileşim sadece kral­ larla burjuvazi arasında kalmamış, kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak ortaya: yeni güç' ve olgular , belirlenmiştir.- ..Aşağı-’ yukarı üçyüız yıl süren bir gelişmeyi kapsayan b ir süre demokrasi öğretisinin esasını klasik dem okrasi uzun oluşturmuştur. Başka bir. deyişle, demokrasinin temel ilkeleri" denince h e p . akla klasik de­ m okrasi anlayışının getirdiği kavram lar gelmiştir. B u tür demok­ rasi ..anlayışının günümüzde de büyük "bir .geçerliğe. ...sahip' 'olduğu görülmektedir. Bu nedenle siyaset bilim i Öğretisi için «klasik de­ m okrasi» kavramının tarihsel gelişimi temel ilgi alanlarından biri olmuştur. K lasik demokrasinin kurum ve ilkeleri en açık biçim de üç ülkenin tarihsel ¡gelişimi içinde ortaya çıkmış sayılabilir. Bunlar İngiltere, Fransa ve Amerika' Birleşik Devletleridir. B u ■nedenle sözü edilen ülkelerin siyasal. gelişimlerini tır. I. incelemek' faydalı olacak­ ' ■ ; ' : İNGİLTEREDEKî GELİŞME V E PA R L A M E N T E R . S İS T E M Günüm üzün klasik demokrasi anlayışı b ir bakım a «parlam en­ ter - düzenle» özdeş sayılmaktadır;. Parlam enter düzenin, esasını, seçime dayanan ve temsil' niteliği olan' b ir-p a rla m e n to y a 'k a rş ı sorumlu,-..bir hüküm etin. bu lu nması.oluşturmaktadır. ■ İşte klasik demokrasi anlayışında' b u kadar önemli b ir yeri bulunan parlamanto kurum u.ve parlam enter sistem İngiltere>de gelişmiş; diğer ülkelere buradan geçmiştir, İngiliz adalarında tarıma dayalı, yerleşik, toplum a geçiş altıncı ■yüzyılda başlamıştır. Tarımsal", toplum 'yapısı özellikle ■11 İnci ’'yüz­ yıldan itibaren bütün kurum lan ile ’ ortaya:-çıkmıştırv Bu yüzyılda Fransa'da yaşayan Norm anlar, Fatih W illiam önderliğinde - İngiliz adalarını" istila etmişler, 1066 Hastings savaşı- ile --Saxon krallığını -ortadan';-'kaldırmışlar b ir rafından . kendi ■• adam ları kısım' topraklar ve . savaşçıları -Fatih W illiam ta­ olan- soylulara - 'dağı- tıhnıştır. Böyîece iT n ci yüzyıl İngiltere adasında tarımsal b ir top­ lum a dayalı • devlet tipinin oluşumunu .belirlemiştir, Soylular top­ 37 rakları ve üretimi kontrol etmekte, vergi almakta ve aldıkları verginin bir kısmını krala devretmektedirler. Tarımda yaratılan artık ürünün kral ve soylular arasında paylaşılması bu iki kesim arasında bir çekişmeye de neden ol­ muş ve bunun sonunda dünyanın ilk yazılı anayasal belgesi sayı­ labilecek «Büyük Ferman» (Magna Carta) ortaya çıkmıştır. 1215 tarihinde kral I. John vergileri artırmak istemiş ve soyluların bu­ na karşı çıkması ile iki taraf arasında «iBüyüık Ferman» imzalan­ mıştır. Büyük Ferman, kralın vergi koyabilmesi için önce soylu­ ların masını almasını zorunlu koşul olarak getirmektedir. Ama daha sonraları bu ilke, «kralın uyrukları Parlamentoda temsil yo­ lu ile rızalarını bildirmeden vergi salmamaz» biçiminde yorumla­ narak parlamenter sistemin gelişmesi bakımından çok önemli bir rol oynamıştır. Magna Canta’da ayrıca soyluların kralın keyfi ey­ lemlerine karşı hukuksal güvencelere sahip olmalarını ve onlara uygulanacak yasaların parlamentoca yapılması öngörülmüştür. Bu olayın önemi, temsili bir organın kralın iktidarını uygulamada sınırlaması ya da paylaşmasıdır. Parlamento sözcüğü, köken olarak «parler» (konuşma) söz­ cüğünden gelmektedir, konuşma yapılan yer anlamında kullanıl­ maktadır. «Parliamentum»lar tüm orta çağ Arvrupasında rastlanı­ lan birer kurum olup; burada kabile reisleri ya da yaşlıları Krala danışmanlık yapmaktadır. İngiltere'de de gerek Saxon gerek Nor­ man krallarının sarayında bu tür danışmanlık kurumunun var ol­ duğu bilinmektedir. Ancak Magna Carta ile bu danışmanlık ku­ rumu yapı değiştirmeğe başlamakta, bir taraftan devamlı hale ge­ lirken bir taraftan da temsili bir içerik kazanmaktadır. Magna Carta,- 13unaü yüzyıl Aıvrupasında gerçekten bir dev­ rim etkisi yaratmış ve Katolik Kilisesinin başı Papa III. Innocent, İngiltere kralına Magna Carta'ya uymamasını, bunun için de ken­ disinin her türlü desteği sağlayacağını bildirmiştir. Böylece kral ile baronlar arasında zaman zaman bir iç savaş haline gelebilen bir mücadele başlamıştır. Parlamento kurumunun kesin bir biçimde yerleşmesi ancak yüzyılın sonlarına doğru Kral I. Edward döne­ minde sağlanmış; parlamentoyla dayanarak ülkeyi yönetmenin ko­ laylaştığının farkına varan kral, kurumun yerleşmesini sağlamış­ tır. I. Edward’in parlamentosu, bir taraftan yörelerdeki (shire) 38 toprak soyluların aralarımdan seçtikleri temsilcilerden ve diğer taraftan şehirlerde yaşayan esnaf ve tüccarların temsilcilerimden oluşmaktadır. Parlamento genellikle düzenli olarak yılda iki kez toplanmakta, ancak yine de toplantılar büyük ölçüde kralın ira­ desine bağlı olarak yapılmaktadır. I. E d w a rd tarafından 1295 yılında toplanan ve tarihe «örnek parlamento» adı ile geçen yapı zamanla oluşarak 14 uııcü yüzyıl sonlarına doğru biçim olarak bugünküne benzer bir konuma ulaş­ mıştır. Başlangıçta parlamento, tekli b ir yapıya sahip olm akla be­ raber zamanla iki kışıma ayrılmış; soyluların temsilcilerinden olu­ şan kısmına «L o rd la r K am arası», esnaf ve tüccarların ((burjuvalar) temsilcilerinden oluşan kısmına da «lAsvam K am arası» denmeye başlamıştır. 14'üncü yüzyılın ortalarımdan itibaren iki kamaranın ayrı ayrı toplanıp, karar almaya başladığı görülm ektedir. İngiliz parlamentosunun, başlangıçtan beri önemli b ir özelliği din kesimi­ nin kendi başına temsil edilmemiş olmasıdır. Parlamento, İngilte­ re'de baştan itibaren sınıfsal temsil kurum u olmuş; soylu kesim­ lerden gelen din adam ları Lordlar Kamarasında yer alırken, top­ lumun alt kesimlerinden gelen rahipler de Avam Kam arasına se­ çilebilmişlerdir. Bu dönemde parlamentonun esas işlevi, yasa yap­ mak ve yüksek mahkeme olarak çalışmak biçiminde belirlenm ek­ tedir. Doğal olarak yasa yapma işi de özellikle vergi konusu üze­ rinde yoğunlaşmış bir biçimde temsil ve parlamentoyu denetleyen ve burada etkili edilen soylular vergi yasalarında- sürekli kendi çıkarlarını gözetmişlerdir,. Bunun sonucu ise zaman zaman görülen büyük köylü ayaklanmalarıdır, çünkü vergi yükünün artması d ai­ m a köylü sınıfının sırtına yüklenmektedir. Bununla birlikte parlamento içinde burjuvaziyi temsil e d en ' A/vam Kaımarasmm giderek önem kazanmaya başladığı anlaşıl­ maktadır. Bunun temel nedeni ise burjuvazinin toplumun ekono­ mik yaşamında giderek etkinleşmesidir. Önce tarımsal üretim ala­ nında başlayan değişmeler'giderek kendini tarımsal olmayan üre­ tim ve ticaret alanında göstermekte, yeni sınıfın toplumsal etkin­ liğinin artmaya başladığı gözlemlenmektedir. Özellikle ticaretin gelişmeye başlaması ve İngiliz pazarının büyük b ir bütün haline gelmesi b ir Ingiliz ulusunun doğumuna yol açmaktadır. Nitekim 14uncü yüzyıl, birçok tarihçi tarafından İngiliz ulusunun oluşu­ mu dönemi olarak değerlendiııilmektedir. Uluslaşm anın -en temel 39 göstergesi ulusal dil de tam anlamı ile bu yüzyıl içinde oluşmuş­ tur. Bu döneme kadar sarayın resmi dili latince iken soylular ve toplumun çeşitli kesimleri bugünkü İngilizceye, fransızcaya ve almancaya benzeyen birbirinden farklı çeşitli diyalektlerle konuşmak­ ta; yöreler arasında ortak bir dilin varlığı gözlemlenememektedir. Tüm ülkenin bütünleşmiş bir pazar haline gelmesi, ortak bir dilin oluşumunu ağırlıkla etkilemiş ve 14’ünoü yüzyılda yaşayan Chaucher, Wycliffe gibi şairler bu dili oluşturmada büyük kaltkıîarda bulunmuşlardır. A. Kapitalizmin Gelişmesi ve İç Savaş : 16’ncı yüzyıldan itibaren İngiltere’de önemli bir takım değişikliklerin olmaya başladığı görülmektedir, değişmeyi kı­ saca kapitalizmin gelişmesi olarak tanımlamak mümkün. Ka­ pitalizm tarımlda başladı; başka bir deyişle tarımsal ürün­ ler giderek artan ölçüde pazarda satılmaya, toprak sahip­ leri ihtiyaçları için değil, pazarda kar sağlamak amacı ile üretim yapar oldular. Tarımsal ürünlerin en yüksek karla satılabilmesi, onların üretim maliyetlerinin düşürülmesi anla­ mına geliyordu ve bunun için de bir kısım soylular kendi kontrol­ leri altındaki toprakların etrafım çitle çevirmeye, o toprak par­ çası üstünde yaşayan fazla köylü nüfusu sürüp çıkarmaya başla­ dılar; bu harekete «çitleme» (endosure) deniyordu. Fazla işgücü topraktan çıkarılıyor, belli bir üretimi yapmak için yeterli iş gücü­ nü sağlayanların dışındaki köylüler şehre sürülüyordu. Özellikle İngiltere'nin güney ve güney doğusunda gelişen kapitalist tarım­ da iki tip göze çarpıyordu. Bir kısım soylular geniş topraklarının etrafını çitle çevirerek buralarda boyun besliyorlardı; yünün ham­ maddesini oluşturan koyun tüyleri hem iç hem dış pazarda satı­ lıyordu. Böylece bir kısım toprak soylular büyük kapitalist çiftçi haline geliyor; tarımdaki bu gelişmenin sonunda özel mülkiyet, bugünkü anlamı ile hukuk sistemine giriyordu. Tkinci tipte ise, soylulardan bağış ya da satliı alma yolu ile ufak topraklar üzerin­ de özel mülkiyet sahibi olan bir takım köylülerin kapitalist çiftlik­ ler oluşturduğu, hatta buralarda kendisinin ve ailesinin emeği dı­ şında ücretli emek kullanmaya başladığı görülüyordu. İngiliz tari­ hinde bu tip orta boy çiftliklerde kapitalist tarımı gerçekleştiren köylülere «yecmen» adı verilmektedir. Çitleme (enclosure) hare­ keti sonumda topraktan kopmaya başlayan büyük köylü yığınları 40 şehirlerin nüfusunu arttırırken hızla büyüyen şehirler gıda m ad­ deleri için büyük b ir pazar oluşturayordu. -Güney ve güneydoğu bölgelerinde tarımsal kapitalizm, gelişir­ ken, başka b ir deyişle pazar büyürken şehirlerde lonca tipi ör­ gütlenmiş, tarımsal olmayan üretim yapısı da değişmekte şehir­ lere göç eden köylüler iş bulabilm ek için esnafların yanında üc­ retle çalışmaya başlam aktadır; böylece kar ve pazar için üretim esnaf için de amaç haline gelmekte bütün bunlar ise çok hızlı b ir biçimde ticaret kapitalizmini geliştirmektedir. Çünkü her tür■ ' lü üretimin giderek artan ölçüde artık kar elde etme amacı ile pa­ zarda satılmaktadır.. .Kapitalizmin gelişmesini hızlandıran bir oluşum da 16 nçı yüz­ yılda Kral VIIL Henrynin, katoliklik yerine, krala bağlı bir k ili -seyi, Angilikan kilisesini Ikumıasıdır. Romaya bağlı katolik kili­ sesi geniş topraklan denetliyor,. böylece düzenin temel direği din örgütsel varlığını tarımsal üretimi denetliyerek sürdürüyordu. K a­ toliklik - yerine protestanlığa kapılarım açan Angilikan ■-Kilisesi kurulunca, Katolik kilisesinin.kontrolünde bulunan geniş toprak-, la-r satış yolu ile kapitalist; çiftçilerin başka bir deyişle tarım bur­ juvazisinin eline geçmeye, yeni kilise ise-krala bağlı bir devlet .ku­ ruluşu haline dönüşmeye başlamıştır. , . Tarımsal ve tarımsal olmayan üretim yanında, kapitalizm, en güçlü olarak ticaret kesiminde gelişiyordu.'Amerika kıtasının keş­ fedilmesi, pazarlanabilen -malların sayı ve büyüklük olarak artışı, ticaretin güçlenmesine temel oluyordu. -Güçlenen ve gelişen ticaret burjuvazisinin' istediği merkeziyetçi devletin kuruluşu İngiltere'de oldukça kolay olmuştur. Bunun önemli' nedenlerinden' biri 15'inci yüzyılda merkezi devlet girişimine karşı çıkabilecek büyük toprak soyluların aralarındaki savaşlardı. Örneğin İngiliz tarihinde, «Gül Savaşları» adıyla bilinen York Ailesi ile .Lancester 'Ailesi arasında­ ki savaş tam 30 yıl sümifüşttl ( i 455 - 1485).. Bu iki ailenin- arma­ ları güldü (biri beyaz gül, diğeri kırmızı gü l) ve otuz yıl .süren savaşlar sonunda feodaller birbirlerini o kadar, hırpalamışlardı ki, merkezi devleti kurma 'için girişimde, bulunan krala direnecek halleri kalmamıştı. B u nedenle önce V III, Hıenry ve arkadan' onun kızı I. Blizabeth'in yönetimleri altında güçlü bir merkezi dev­ let yönetimi oluştu. VIII.- Henri'nin devlet düzeninde yaptığı re­ form ların başında, Avam 'Kamarasının etkinliğinin .artırılması-gek inekteydi X EJizabeth döneminde-ise İngiliz■donanması en-büyük 41 rakibi İspanyol donanmasını kesin bîr yenilgiye uğratarak deniz­ lerde karşı konulmaz bir üstünlük kurdu ve bu üstünlük II. Dünya Savaşının sonuna kadar sürdü. Bu denizlerde kurulan üstünlük dünya ticaretinde İngiliz tüccarlarının egemenlik kurması anla­ mını taşıyordu. Tarım ve tarım dışı üretim alanlarında kapitalizm gelişir­ ken, ticaret çok büyük atılımlar yaptı ve çok kısa süre içinde devletin desteğine sahip büyük ticaret tekelleri ortaya çıktı. Örneğin 1552 yılında Moskova Ticaret Şirketi kuruldu, 1580 yılın­ da OsmanlI İmparatorluğu ile yapılan bir anlaşma ile Levant Şir­ keti kuruldu ve bu şirket kısa zamanda İran Körfezi ve Suriye dolaylarının ticaretini kontrolü altına aldı. İngiliz tüccarları için çok karlı bir alan da köle ticareti idi. Yeni keşfedilen Amerika kıtası kolonileştirilirken, burada Avrupalı göçmenler çiftlikler ku­ rarken, ucuz köle emeğine yüksek talep doğdu ve Afrika'dan Ame­ rika ya köleler getirilip satılmaya başladı. Giinmüz Amerikasmın zencileri işte bu kölelerin torunlarıdır. Bsöylece I. Elizabeth döne­ mi (1558 - 1603), hem güçlü bir merkezi devletin kuruluşunun ta­ mamlanışını hem de Ingiliz tüccarlarının dünya ölçüsıünıde etkin­ lik sağlamalarını kapsıyordu. İngiltere'de kapitalizm hızla gelişirken; büyük ve güçlü bir ti­ caret sermayesi oluşurken, tarımdaki değişmenin sonucu büyük yı­ ğınlar topraktan koparılıp şehre göç etmeye ya da ücretli tarım işçisi ollma zorunluluğu ile karşı karşıya (gelirken toplumda bir ta­ kım gerilimlerin oluşmasını bir takım çelişkilerin giderek sertleş­ mesini beklemek gerekirdi ve bu aynen oldu. Onyedinci yüzyıla girerken yoksullaşan, topraktan koparılan şehirli kesim ile üc­ retli tarım işçisi haline gelmiş kır yoksulları durumlarından hiç memnun değildi ve zaman zaman bu grupların silahlı başkaldır­ ma girişimleri görülüyordu. Buna ek olarak kapiıtalistleşen kesim ile özellikle Adanın kuzeyinde ve doğusunda etkinliğini sürdüren toprâksoylu kesim arasında bir çıkar çatışması giderek yoğunlu­ ğunu arttırıyordu. 1625 - 1649 yılları arasında Ingiliz tahtında bulunan Kral I. Charles daha çok topraksoyluları kesimini tutuyor, yönetiminde onların çıkarları ağır basıyordu. Kralın 1642 yılında bir takım yeni vergi önerileri Parlamento­ nun Avam Kamarası kesimince kabul edilmeyince Kral Avam Ka­ marasını fesli ettiğini, Parlamentonun sadece Lordlar Karnara- 42 sundan oluşacağını ilan etti. Bunun üzerine Avam K am ara sı kendi­ liğinden toplanarak Kralın iznine gerek duymadan toplanma hak­ kı olduğunu belirtti ve K ral tarafından, kendine yakın büiunan ba­ zı sıoyllulara tanınan biır takım ticaret tekellerini iptal etti. K ralın b u girişime cevabı, silahlı güç kullanmak olunca İngiliz iç savaşı başladı ve 1649 yılma kadar devam etti. Savaşın tarafları, Kral ve etrafındaki toprak soylularla Parlam ento ve onu destekleyen burjuvazi ile geniş yoksul halk yığınları idi. Savaşın başlangıcında orduya hakim olan K ral taraftarları üstünlük sağladı; ancak Oli­ ver Cromwell adlı bir avam kaması üyesi, küçük b ir çiftlik sahibi, özellikle yoksullardan oluşan, modern savaş teknolojisini kulla- ruan, ateş gücü yüksek b ir ordu kurdu. C ro m w e llm «Y eni M odel O rd u » adı verilen bu kuvvet Mase'by Savaşında kralcıları kesin bir yenilgiye uğrattı ve K ral kaçıp İıskoıçyalılara sığınmak zorun­ da kaldı. îskoçyalılar ise 400.000 pound karşılığında K ralı Parla­ mentoya teslim etti. Büylece 1646 yılında K ral ile Parlamento- arasında savaş so­ nuçlanmış ve Parlamento kesin b ir zafer kazanmış gibi idi. Ancak şimdi ortaya yepyeni sorunlar çıkmıştı. Yoksul halk yığınları iç savaş sırasında Parlamentoyu desteklemişti ve şimdi krallığın o r­ tadan kalkmasını ve toplum düzeninin daha adaletli olacak biçim ­ de yenliden şekillenmesini öneriyorlardı. Savundukları ilke «eşit­ lik» idi ve eşitliğin yasalar önünde tanınması dışında gerçek b ir anlam kazanabilmesi için toplumidaki eşit olarak kaynakların da insanlara dağıtılmasını istiyorlardı. B u -görüşü savunanlara ‘«de­ veler» (herkesi aynı düzeye getirme anlamında) deniyordu ve bu grup özellikle CromwelFin ordusunda etkin idi. Bunlara karşılık toprak sahipleri ve ticaret burjuvaları b u görüşlere şiddetle kar­ şı çıkıyorlardı. Onlara göre artık savaş bitm işti ve zenginliklerin ,yeniden eşitlikçi b ir biçimde dağıtılm ası yeni b ir savaşa yol aça­ cak, toplum için' son derece zararlı bir görüştü. B u iki grup hem de Avam Kam arasında etkinlik sağlamak için çaba sarfediyorlardı. Eşitlikçi besimin baskısı ile 1649 yılında K ral idam edildi ve Cumhuriyeti ilan oldu, L ord iar Kam arası fesh edil­ di. Burjuvazinin egemen olduğu parlamento yönetimi, is e . eşitlik-, hem orduda çilerin hakim olduğu CromwelFin * ordusunu İrlanda'yı zapt et­ meye yolladı ve böylece bu kuvveti uzakta tutmayı başardı. ’ Bu­ nunla beraber 1658 yılına kadar süren Cumhuriyet döneminde den­ ge devam etti, Crom^el, b ir tür cum hurbaşkanı olarak b u den- 43 genin devamında en önemli rolü oynadı ve onun ölüm tarihi olan 1658 yılından sonra durum değişti. Cromwell 1658 yılında ölünce topraksoyluları ile ittifak eden burjuvazi bir darbe yaptı ve yeniden krallık ilan ©dildi. Yine idam edilen kralın mensub olduğıu Stuarit Hanedanından bir prens Kral oldu. Burjuvazi ve onun temsilcisi Parlamento savaş sonrası çıkan yeni akımlara karşı eski düşmanı topraksoyluları ile birleşmek durumunda kalmıştı. Gerçekten CromweH’in cumhurbaşkanlığı sı­ rasında burjuvaziyi ürküten radikal akımların ortaya çıktığı görül­ müştü. Eşitlikçi akım özel mülkiyet taraftarıydı, yalnız özel mülyetin eşit dağılımını savunuyordu. Daha sonra ortaya tarım işçile­ rinin hareketi çıktı; bunlara «diggers» (kazıkçılar) deniyordu ve özel mülkiyete kurum olarak karşıydılar. Önderleri, olan Wdnstanley, özel mülkiyet oldukça, kaynakların ve özellikle toprağın herkese eşit olarak pay edilemeyeceğini ileri sürüyor, özel mülki­ yete dayalı topîumlarda eşitlik ve adalete yer olmadığını belirtip kollektif mülkiyeti öneriyordu. Win S tanley köllektif mül kiyet dü­ zenine geçiş için zor kullanmanın karşısındaydı; ona göre görüş­ leri öyle mantıklı ve adil bir çözüm getiriyordu ki insanların bu­ na karşı çıkması olanaksızdı, önemli olan insanları ikna edebil­ me olanaklarının sağlanması idi. îşte bütün bu siyasal akımlar ve gelişmeler burjuvaziyi çok ürkütmüş ve eski düzene dönmek için girişimde bulunmalarına neden olmuştu. Ancak tekrar krallık geri gelince görüldü ki Parlamento ile Kral arasında eskisi gibi yetki çatışmaları çıkmaktadır. Stuart Ha­ nedanının son kralları olan I. James ve II. Charles davranış yö­ nünden hiç idam edilen Kral I. Charles'dan farkh değillerdi. Böylece tekrar bir parlamento - kral çekişmesi içine girilmişti. Kral, yönetiminde Parlamentoya hiç bir ağırlılk tanımak istemiyor par­ lamento ise yönetimin keyfi olmamasını ve yönetimi bağlayan hu­ kukun parlamentoca üretilmesini öngörüyordu. -Kralın keyfi yö­ netimine karşı Parlamento 1679 yılında ünlü Habeas Corpus Ka­ nunu çıkardı. Bu kanun insanın dokunulmazlığı hakkını genişletip güvence altına alıyordu; kanun uyarınca hükümet kuvvetlerince tutuklanan bir kişi isterse 24 saat içinde yargıç önüne çıkarılmak hakkına sahip oluyordu. Kuşkusuz demokrasinin ve insan hakları­ nın gelişmesi açısından Habeas Cospus" ilkesi çok önemli bir aşa­ ma idi., 44 ■’ K ra l ile parlamento arasındaki çekişme 1688 yılında Parla­ mento tarafından yapılan b ir darbe ile son buldu. Bu darbe sonun» da Stuarit Hanedanının temsilcisi K ral tahtından uzaklaştırıldı. Parlamento tarafından H ollanda Kraliyet - ailesinden Wdlliad of Orange İngiliz tahtına davet edildi. Bu kişi İngiltere K ralı olduğu sırada İngilizce bilmiyordu. «G lorious R evolutioo» Parlamentonun 1688 darbesi, tarihe (şanlı devrim ) adı ile geçti ve bilindiği gibi, ünlü d ü şü n ü r. John Locke b u hareketin en önde gelen taraf­ tarlarından .biri idi. Şanlı Darbeden sonra Parlamentonun etkin­ li ğ i . kesinlik kazandı. /Kral, revliydi ve ve Kralın hükümeti yürütme ile gö­ hükümet b ir bakım a" Parlamentoya karşı sorum lu sayılıyordu. Buna karşılık Parlamento tam anlam ı ile yasam a er­ kini elde tutmaktaydı. tosunun dem okratik Bamımla beraber b u dönemin Parlam en­ olduğu söylenemez; çünkü Parlamento esas olarak toprak soyluları ile büyük ticaret burjuvazisinin kontrolü altında idi. Ancak" bu kesimlerden gelen kişiler Parlamento" üye­ liğine saçilebiliyorlardı; çünkü seçme hakkı da bunlara özgü b ir ayrıcalık idi. İlerd e görüleceği üzere siyasal sistemin dem okratik­ leşmesi ıbaşka b ir deyişle oy ve seçim hakkının genişlemesi 18'nci yüzyılın sonralarında başlıyan ; çekişmelerden kaynaklanm ıştır.' Sistemin demokratikleşmesi açısından ön e m li. sayılan b ir önemli oiay da 1689 tarihli «İn san .Hakları .Yasasıdır»: (B ili of Riğhts). B u yasa ile yaşamı, özgürlük ve mülkiyetin insanın -doğal hakları olduğu, bunlardan vazgeçilemeyeceği devlet ,güçleri...,tara­ fından. ihlal edilemeyeceği öneriliyordu. Böylece tarihte ilk defa insan hakları yasal b ir biçimde ifade ediliyordu. Belki daha, .önce­ leri, başka ülkelerde krallar uyruklarına b ir takım haklar tam­ m ışlar ve bunları yazılı olarak belgelemişlerdi; ancak, bunların hepsinde görülen ortak yan, bir egemenin uyruklarına kendi lütfü olarak haklar: vermesi idi. H albuki ilk kez olarak bir. takım hak­ ların, b ir kimse tarafından bahşedillmediği, insanların doğarken bu haklara sahip olarak dünyaya geldiği, b ir kanun ile belirlenm iş oluyordu. , :.18hei yüzyıla İngiltere, devlet sistemi olarak «meşruti-moııarşi» sayabileceğimiz b ir düzende giriyordu. Bu yüzyıl İn giliz .İm ­ paratorluğunun yayılma, b a şk a b ir deyişle İngiliz ticaret sermaye­ sinin dünya ticaretini kontrolüne alma çağı olarak .geçti. •Daha’ Crömvv.ell döneminde, .16.51 .yılında,H ollanda, ile. savaşılmış .ve . de-’ 45 niz ticareti alanındaki en büyük rakip tasfiye edilerek onun Amorikadaki ¡kolonileri ele geçirilmişti. Diğer taraftan koca Hindis­ tan kıtası 17. yüzyıl içinde İngiliz İmparatorluğuma bağlandı. Güçlü Donanması ve ileri savaş teknolojisi ile bu iş kolayca başa­ rıldı. Örneğin Bengal Körfezi dolaylarını elde etmek için yapı­ lan. savaşta ateşli silahlarla donanmış 2.000 kişilik bir Ingiliz ordusu 70.000 kişilik Bengal Mihracesinin ordusunu kolayca yenivermişti. Kısaca belirtmek gerekirse, îngjiliz burjuvazisi dünya ticaretini kontrolü altına alıp çağı için çok büyük bir ticaret ser­ mayesini ortaya koyarken önemli bir olay için de ortam hazırlan­ mış oluyordu. Bu önemli olay sanayi devrimidir. B. Sanayi Devrimi ve Toplumsal Etkileri Onsekizinci yüzyıla ¡girerken Ingiltere'de ticaret kapitalinin büyüdüğü ve giderek tüm ekonomik faaliyet alanlarını kontrolü altına almaya başladığı görülmektedir. Bu kontrol özellikle tarım­ sal olmayan üretim alanlarında belirgin hale -gelmektedir. Büyük tüccarlar bir taraftan ticaret yapmaya devam ederken diğer yön­ den imalahatneler açmakta, buralarda esnafları, zanaatkarları çalıştırmaktadırlar. Böylece tüccarlar piyasaya sürdükleri ba­ zı malları da kendileri üretmeye başlamışlardır. Bu gelişme için­ de daha fazla kar sağlamanın yolu daha fazla üretmek olduğun­ dan imalathaneler giderek büyümekte, daha çoık sayıda adam ça­ lıştırma yoluna gidilmektedir. Bunun sonunda, eski* üretimi kı­ sıtlı, lonca tipi örgütlenmiş üretim yerine giderek fiziksel alan ve çalışan adam sayısı bakımından büyüyen, esas amacı daha faz­ la üretim yapmak olan birimler ortaya çıkmaktadır. Genel olarak bu aşama «manifaktür dönemi» diye adlandırılmaktadır. Bu dö­ nemin ana karakteristiği evde yapılan, aile üretimi yerine atölye ya da imalathanede üretimin yapılmasıdır; ancak henüz makineler ortaya çıkmadığından büyük üretime, başka bir deyişle fabrika üretimine geçmek söz konusu olmamaktadır. Manifaktür döneminde üretim artışını sağlayan faktör sadece işgücünün sayısal artışı değildir. Üretim işlemlerinin parçalanma­ sı ve uzmanlaşma da üretimi büyük ölçüde artırmıştır; bunu ilk gö­ renlerden biri ünlü ekonomist Adam Smiıth'dir. Adam Smith bir top­ lu iğne iimaiathanesinde üretim düzenini değiştirmiştir. Örneğin ima­ lathanede her çalışan işçi belli sayıda toplu iğne yaparken yeni 46 sistemde her işçi değişik b ir iş yapmaya başlam ış (b ir işçi telleri düzeltiyor, b ir işçi kesiyor, bir işçi ucunu sivriltiyor v b.) ve •■bu­ num sonucu imalathanenin üretimi büyük ölçüde artmıştır. İşte bu, modern sanayi üretiminin başlangıcıdır.- Üretim işi, uzmanlaş­ mış, işbölümüne dayanan işçiler ¡tarafından yürütülmekte; her işçi sadece belli bir iş yapmaktadır. Bilindiği gibi bu örgütlenme esası, ilerde daha da gelişerek «akan şerit» tipi üretim örgütlenmesine yol ■açmıştır. Yeni tip üretim örgütlenmesi b ir taraftan üretimi m iktar yönünde artırmakta; diğer yönde de b ir kısım' işgücünü açığa çıkarmaktadır, ilerde makinelerin üretime uygulanması ile daha yüksek düzeyde üretim olanağı hem işverenlerin karını ar­ tırmakta hem de piyasadaki işgücü arzımın yükselmesine neden olmaktadır. İşgücü arzının yükselmesi, başka b ir deyişle piyasada iş arayanların sayısının artmaya başlam ası olayı da ücretlerin düşmesine, işveren karının yükselmesine neden olmaktadır. Eko­ nomi diliyle ifade edilecek olursa, bütün b u gelişmelerin serma­ ye ' birikim ini hızlandırdığı söylenebilir. Sanayi devrimi kısaca makinelerin ve organik olmayan enerji­ nin (b u h a r ya da elektrik enerjisi g ib i) üretime uygulanması ola­ rak tanımlanabilir. Makinelerin ilk kez üretime uygulanması 18'nci yüzyılın oırtalar/nda İngiltere'de Birminjgham, Manchester gibi kentlerde oldu; daha önceleri elle çalıştırılan dokum a tez­ gahları yerine su kuvveti ile çalışan makinalı dokum a tezgahları kullanılmaya başladı. Aslında dokuma, makineleri daha - önce- ge­ liştirilmiş; ancak makineleri tam o la fa k çalıştıracak enerji ve güç bulunamamıştı. Bu değişikliğin en önemli sonucu üretimde çok büyük b ir artışın ortaya çıkmasıydı;, örneğin İngiltere'de pa- . mulklu kumaş, üretiminde kullanılan ham m adde miktarı 1790'larda 2.500 ton iken bu m iktar 1840larda 582000 tona yükselmişti. Sanayi devrimin! hızlandıran en büyük ve önemli etken teknolojik gelişime sayılabilir. Yukarıdaki bölüm lerde de ifade edildiği gibi 17'nci yüzyıl, bilim lerin büyük hamleler yaptığı, doğa kanunları­ nın bulunduğu dönem olarak nitelenmektedir. Şim di sıra bilim ­ sel bulguları insan yaşamına uygulamaya gelmişti ve 18'nci yüzyıl bilim e dayanarak insan .yaşamını kolaylaştıran keşiflerin - yapıl­ ması ile dolu olarak geçti. Örneğin 1784 yılında James -Watt ilk buh ar makinesini yaptı ve b u makine her yerde kullanılmaya baş­ landı. 1807 yılında ilk buharlı gemi yapıldı. G. Stevenson ilk bur harlı lokomotifi 1814 yılında işletti» 1’9'ncu yüzyıa girerken dem ir 47 üretimi artık milyonlarca top olmuştu.. Özetle makinelerin timde kullanılmaya başlaması, üre­ buh ar makinesi ya da köm ür y a ­ karak elde edilen ısı enerjisinden faydalanma, «m anifaktür» üre­ tim düzeyinden büyük ölçekli «fab rik a üretim i» düzeyine geçme­ ye neden oldu. Üretimde makinelerin kullanılmaya başlam ası, b u h ar maki­ nesi vb. yenilikler büyük üretim artışı sağlarken ilk anda büyük sayıda işçinin de açığa çıkmasına neden oluyordu. Çünkü b ir makine çok sayıda işçinin yerini alıyor ve onların ürettiğinden daha çok üretiyordu. B u nedenle fabrika sahipleri mafcinalı üre­ time geçiyorlar ve fazla işgücünü dışarı çıkarıyorlardı. Başka b ir deyişle m akinalarm kullanılmaya başlam ası işsiz ya da iş arayan­ ların sayısını artıran b ir etken olmuştur. B u nedenle de işçilerin makinelere karşı olumsuz b ir tavır aldığı görüldü. İşsiz kalma kor­ kusuna düşen işçilerin her yerde makineleri tahribe başladığı b i­ linmektedir. Makinaiarı tahrip hareketi özellikle 1800'lerdç Orta İngiltere yörelerinde çok yaygınlaşmıştı ve bu harekete kalkışan­ lara «lud d istler» deniyordu. Ancak b ir süre sonra işçiler makinah üretimin büyük üretim olduğunu ve büyük üretimin ekonomide yeni iş alanlarına yol açtığım gördüler. M anifaktür yerine fabrika üretimine geçiş esnaf ve zanaatkar smfının da ortadan kalkmasına neden olmuştu. Fabrikada b ir m al hem çok sayıda hem daha ucuz olaark üreidlebiliyordu, bu ise aynı m alları üretmeye çalışan küçük üreticilerin ya da esnafın re­ kabet edebilmesi olanığm yok ediyor; çok sayıda küçük üretici ve esnaf iflas ederek işçi olma durum u ile .karşı karşıya kalıyor­ du. Böylece iş arayanlar ya d a başka b ir deyimle «yedek işçi ordusu­ nun» sayısı hızla artıyordu. Sosyolojik açıdan işçi kavramım, geçi­ m i emeğini kiralıyarak sağlayan kişi olarak tanımlıyabiliriz. îş ara­ yanların sayısının hızla artması (iflas eden küçük üretici, tarım­ daki kapitalistleşme nedeni ile şehre göç etme zorunda kalan köy­ lü ler) ücretlerin devamlı olarak düşük olmasına neden oluyordu. Çünkü işverenler giderek daha az ücretle çalışmaya razı işçi bula­ biliyordu. İngiliz ekonomisti Ricardo, ücretlerin devamlı olarak düşüp, işçiye yaşamını minimum ölçüde devam ettirebilecek dü­ zeyde kalması eğilimini b ir ekonomik kanun olarak tanımlamıştı; «ücretin tunç kanunu». Ücretlerin sürekli ölaralk düşme eğilimi b ir yandan işverenlere büyük karlar sağlayıp sermaye birikimini 48 - hızlandırırken büyük işçi yığınlarımın sefalet içinde yaşamasına ■neden-oluyordu. Yukarıda değinilen nedenlerle işçi sayısı, başka b ir deyişle yaşamını emeğini kiralıyarak sürdürmeye çalışanların sürekli oiarak sayıca artışı, iş bulabilm ek için işsizler arasındaki kes­ kin yarışma, toplumun bu kesiminde çok zorlu bir yaşam biçiminin ortaya çıkmasına neden oluyor, işsizlik yoksulluk, sefalet ve suçlu­ luk giderek artıyordu. Örneğin, bu dönemde yılda ortalama. 40,000 civarında insan iflas edip borçlarını ödeyememekten dolayı, lıapse ; mahkum oluyordu. :'KapitaMzmin ortaya çıkıp, lonca tipi üretim örgütlenmenin çökmeye başlam ası ile toplumda yeni b ir kategorinin oluşmaya başladığı görülüyordu. Bu kategori kısaca «işçi sınıfı» olarak ta­ nımlanabilir. Belirleyici özelliği, emeğini kiraya vererek yaşamını sürdürme uğraşıımma girmek olarak tanımlanabilen işçi sınıfı, sanayinin gelişmesi ile giderek büyümektedir. Teknolojik gelişme giderek artan ölçüde üretimin büyük birim ler içinde yapılmasını olanaklı kılmakta, bunun sonucunda, küçük üreticiler ellerindeki üretim araçlarını kaybedip'işçi haline dönüşmektedirler. Bıöyîece işçi sınıfı kısa sayılabilecek b ir dönem içinde toplumun en büyük, ve en dinamik kesimi haline gelmektedir. Siyasal düzende, bu oluşumun ilk etkisi burjuvazi ile krallık arasındaki iktidar çekişmesine bu besimin de katılmaya başlamasıdır. Toplam nüfus içindeki oran la­ rı giderek artan işçilerin siyasal mücadelede yer almaları, onların toplumsal önemlerinin daha da - artmasına yol açmıştır. İngiltere'de sanayi devrimi oluşurken toplum sorunları ile il­ gili ve b u sorunları açıklamaya çalışan hakim öğreti «liberalizm » terimi ile tanımlanabilir. Liberal düşüncenin felsefi temelleri, da­ ha önce görülen «doğal durum » kuramcılarınca oluşfurulmuşıtur. Örneğin Locke liberalizmin felsefi ‘ temellerinin oluşmasına çok önemli katkıda bulunmuştur. B u n u n la . beraber «liberalizm i» her yönü ile geliştirenler arasında klasik ekonomi okulunun kuru­ cusu Adam SmithT en önemli katkıcılardan biri saymak gerekir. Ekonomi ile ilgili çözümlemelerine insan davranışları üzerinde du­ rarak başlayan Smith -toplumda, doğal, olarak insanların davra­ nışlarım belirleyen-altı güdünün-olduğunu ileri sürmektedir. Bun­ la r ; kendi kendini sevmek (egoizm ), özgür olmak, adetlere uy­ mak, çalışmak ve yaratmak, insanları sevmek ve değişim (müba­ dele anlam ında) olarak tanımlanabilir., İnsan davranışlarına bu 49 güdüler yön vermektedir ve ussal bir yaratık olarak her insan kendi çıkarlarını en iyi düzeyde bilebilmektedir; çıkarlarını sağlamak için de özgür olmalıdır. Her birey kendi çılkarı için çalışırken aynı zamanda, farkında olmadan da toplumun çıkarlarına hiz­ met etmektedir; çünkü tek tek bireylerin toplam çıkan toplu­ mun çıkarıdır. O lıalde bu temel düşünceye göre bireylerin çıkar­ larını sağlamak için yaptıkları eylemler (bunlara ekonomik faali­ yetler de diyebiliriz) özgür olmalı, hiçbir kuvvet, örneğin devlet bu eylemlere müdahalede bulunmamalıdır. Adam Smith, libieralizmi ya da ekonomik sistemler tarihinde­ ki yaygın adıyla «laisser - faire» (bırakınız yapsınlar) düşünceyi temel ve gerçeği gösterdiğini var saydığı bir öğreti olarak gelişti­ rirken, gerçekten mutlu ve adil bir toplumun yaratılacağı koşul­ ları belirlediğine inanıyordu. Bireylerin girişim özgürlüğü ile reka­ beti, her 'türlü toplumsal sorunu çözebilecek mekanizmalar ola­ rak değerlendirmekteydi. Kuşku yoktur ki, bu öğreti, o çağda yük­ selen kapitalist ideolojiyi aksettiriyor; öğreti ve bununla ilişkili ideoloji sarsılmaz gerçekler olarak algılanıyordu. Böylece liberalizm, bir taraftan oluşmakta olan düzeni en adil ve .ideal düzen olarak tanımlarken, diğer taraftan da birey­ sel girişim özgürlüğünü en temel değer kabul ederek güçlenmeye başlayan sanayi burjuvazisi için çok elverişli bir ortam hazırlıyor­ du. Aslında savunulan ve desteklenen özgürlüğünün, somut yaşamsal gerçeklere pek uyduğu söylenememektedir. Örneğin bir fabrika kuran, sermaye sahibi birey ile yaşamak için emeğini kiraya ver­ mek zorunda kalan işçinin aynı düzeyde özgür olduklarını söyle­ mek gerçeklere göz kapamak demektir. Tıpkı okuma yazma bilme­ yen ya da kültürel gelişimi çok alt düzeyde kalmış bir birey için «düşünce özgürlüğünün» çok anlam ifade etmemesi gibi, işsizlik korkusu içinde yaşayan, iş için diğer işsizlerle yarışan işçinin öz­ gürlüğü ile fabrika sahibinin özgürlüğü ayını düzeyde değildir. An­ cak liberal düşünce bunu böyle sayıyor ve kanun önünde eşitliğin sağlanması ile hiç bir sorunun kalmayacağını öngörüyordu. Li­ beral felsefeye göre bireyin özgürlüğünü bozucu her şey zararlıydı. Örneğin işçi ve işveren birey olarak, özgürce karşı karşıya gelmeli idi, eğer işçiler birleşip işverene karşı çıkarlarsa bu durum bir zor­ lama unsuru içerdiğinden özgürlük (işverenin özgürlüğünü) kısıt­ layacaktı. Bireysel özgürlükler kısıtlanmaya başlayınca da birey­ 50 sel çıkarların gerçekleşmesi tehlikeye düşecek ya da bir başka de­ yişle bireysel çıkarlar gerçekleşmeyince onların aritmetik toplamı olan toplum çıkarları da daha az bir düzeyde gerçekleşecekti. O halde liberal dünya görüşü, özgürlüğü ortadan kaldırdığı gerelkçesi ile işçilerin örgütlenmelerine ve birleşmelerine karşıydı. Nitekim bu düşüncenin egemenliği altında, devletler işçilerin örgütlenme­ lerini yani sendikalaşmalarını gerektiğinde zorla önleyecek, önlem­ leri alıyorlardı. Liberal düşünce, böylece özgürlüğe ve insana çok büyük bir değer tanıyarak, ilerici, geliştirici bir işlev yerine getiriyor; bunun yanında tanımladığı soyut özgürlük kavramının uygulamada var­ lıklı kesimler için büyük çıkarlar sağlaması yönünden geleceğin tutuculuğunun temellerini de atmış oluyordu. Kaynakların ve ola­ nakların eşit dağılmadığı bir toplumda özgürlüğü statik bir olgu olarak kabul etmek gerçekte toplumu özgürleştirmeye yetmiyor­ du. Nitekim daha sonradan ortaya çıkacağı üzere toplumun özgür­ leşmesi ancak özgürlüğün dinamik bir süreç olarak düşünülmesi ile olanaklı hale geliyordu. Başka bir deyişle özgürlük yerine öz­ gürleşme egemen oluyor; bunun yolu da, toplumsal kaynak ve ola­ nakların giderek daha eşitlikçi biçimde dağıtılması olarak belir­ leniyordu. Bunun dışında, bir düşünce sistemi ve ideoloji olarak liberalizm, bu dönemde, en yalın anlamı ile yükselen burjuvazinin çıkarlarım ifadesi oluyordu. Görüşlerini kısaca özetlemeye çalıştığımız Adam Smith sami­ mi olarak kapitalizmin adil ve sağlıklı bir toplum kuracağına ina­ nıyor; tezlerini büyük bir iyimserlik içinde formüle ediyordu. Bu sorunun tartışması ya da başka deyişle burada, ekono^mik doktrinlerin ele alınması söz konusu değildir ve bu nedenle sorun üzerinde daha fazla durmanın anlamı yoktur; ancak he­ men Adam Smith’den sonra gelen diğer klasik ekonomi okulu kuramcılarından Malthus ve Ricardo’nun bu iyimserliği paylaş­ madığını söylemek gerekir. Önîar, kapitalist toplumun geleceğini pek parlak görmemelkle beraber, tıpkı Adam Smith gibi devletin ekonomik hayata karışmaması gerektiğini belirtmişlerdir. Malthaus ve Ricardio’nun en önemli katkıları, liberal uygulamanın uyum­ lu ve ahenkli bir topluma yol açmayacağım göstermeleridir,. Toplum sorunlarını ele almada ve çözümler önermede çok uzun bir süre egemen kalan «liberal felsefe» devletin görevinin 51 m illi savunma ve adalet alanlarında toplanması gerektiğini öngör­ mektedir. Bununla beraber liberali/st düşünürler devletin, karlı olmadığı için birey tarafından el atılmayan bazı ekonom ik işlevle­ ri yerine getirmesinin zorunlu olduğundan söz etmektedirler. Ö r­ neğin yol, köprü, baraj, su kanalları yapmak, okullar açmak bu tür işlevlerden sayılmaktadır ve bunların devletçe yerine getirilmesi is­ tenmektedir. Daha açık b ir ifade ile liberalizm kar sağlanabilen her alanın özel girişimcilere bırakılm asını istemekte, ancak kar söz konusu olmayınca devletin sorumluluğu almasını beklemektedir. Liberal felsefe, tam anlamı ile yükselen kapitalizmin ideolojisi­ ni oluşturacak ve giderek toplumda en güçlü ısımf haline gelen burjuvazinin çıkarlarını sağlayacak biçim de toplumsal kurum la­ n ıl oluşumunda belirleyici rolü onamaktadır. C. Siyasal Partilerin Ortaya Çıkışı ve «Rey Hakkının Genişle» roesi Sanayi devrimi İngiliz toplumundan b ir sosyal güç yaratarak toplumsal gelişmenin yepyeni boyutlar kazanmasına neden oldu. İlk işçi hareketi «makine kırm a» biçiminde kendini göstermişti; ancak 18'inçi yüzyılın sonlarına doğru işçilerin yaşam larının iyiye gitmesinin, aralarında birlik sağlamakla mümkün olabileceği gö­ rüşü hakim olmaya başladı. Yasaların açıkça yasaklamasına ve suç saymasına rağmen işçilerin aralarında örgütlenerek işverene karşı çıkmaya başladıkları görülüyordu. Düşük ücretlere, 16 saatlik iş gününe karşı büyük işçi gösterilerinin düzenlenmeye başlam ası da hemen hemen aynı dönemde ortaya çıktı. 1790 yıllarından itiba­ ren Ingiltere'nin Fransız devrimine ve Napolyon'a karşı sürekli sa ­ vaş içinde bulunm ası da emekçi kesimin yaşam koşullarını ağırlaş­ tırıcı b ir etken rolü oynuyordu. Ancak savaştan zaferle çıkmasına karşın İngiltere'de işçilerin yaşam ilerlemenin koşullarında, halklarında b ir olm am ası toplu gösteri ve protestoları artırıyordu. Örneğin, 1819 yılında Londra yakınlarında «Peter's F iled» adlı b ir yerde 100.000'e yakın bir işçi kalabalığı b ir gösteri düzenledi; an­ cak göstericiler Ordunun süvari birliklerinin hücumuna uğradı, çök sayıda insan öldü ve yaralandı. B u olay toplumun her kesi­ minde tepki protesto uyandırmıştı, ordunun b u girişimini b ir anlamda etmek ve Napolyon'a karşı kazanılan büyük Y/aterloo savaşına kinaye olm ak üzere saldırı olayı «Peterioo» diye anlandırıîdı. 52 Olay nedeni ile Parlamentoda büyük tartışmalar açıldı. Bu tartışmaların sonunda Başbakan istifa etmek zorunda bırakıl­ (T o rry ) ılımlı kanadı geldi; yeni dı, iktidara M uhafazakar Partinin hükümet döneminde işçilere sendikalaşma hakkım tanıyan Kanun Parlamentodan geçti, ©öylece daha .10 uncu yüzyılın başlarında işçi eylemleri iktidarların geleceği üzerinde etkili olmaya başlıyordu. 17 nci yüzyılın sonlarına doğru Parlam entoda iki grup ortaya çıkmıştı. B u gruplar iki ayrı klüp biçiminde örgütlenmişti; başka, b ir deyişle siyasi parti ismi taşımıyordu. Bununla beraber gruplar toplumda a y rı kesimleri, daha açık b ir ifade ile ayrı toplumsal çıkarları temsil ■ediyorlardı. Büyük toprak sahipleri ve soyluların çıkarlarını temsil eden grup «Tutu cu lar» ya da yaygın adı ile «Muhafaşikârlar» (T o rry ) adını taşırken, ticaret burjuvazisini teşkil eden grup «L ib e ralle r» (W h ig ) adım' taşıyordu. Sözü edilen grup­ lar başlangıçta her ne kadar siyasi parti olarak ortaya çıkm am ışlarsa da 19üncu yüzyılın başlarından itibaren bu klüpler tam anlamı ile si­ yasi parti işlevi.görmeye başlamışlardı. Toplum da çıkarları daha ağır basan tarım kapitalizmini temsil eden m uhafazakarlar çokluk­ la iktidarda bulunuyorlardı ve giderek artan ölçüde soylu kesimle birlikte hareket ediyorlardı. Bununla beraber her siyasal, örgütte olduğu gibi Muhafazakar Partide de birbirinden farklı görüşler vardı ve örneğin Peterloo olayından sonra bu partinin., işçilerin durumu ile ilgili değişik yapmamayı savunan kesimi iktidardan uzaklaşmış, yerine işçilere, bazı haklar verilmesini kabul eden ke­ simi iktidara gelmişti. ’ , M uhafazakar Partinin sol ya da Liberal Partiye yakın kanadı­ nın, işçi eylemleri sonucu iktidara gelmesi demokratik gelişme açısından yepyeni bir oluşumun başlangıcını belirliyordu. Nitekim hükümet değişikliği ile beraber yeni y a sa la r. Parlamentoca kabul edilmeye başladı.. Bunların arasında en önemlilerden biri 1824 yı­ lında kabul edilen bir işçi yasasıdır. Yeni yasa ile işçilerin sendi­ ve toplu sözleşme - hakları kabul ediliyor, bu hakla­ rın liberal düşünce ille çatışmadığı belirtiliyordu. Bununla beraber işçilerin çıkarları açısından boylesine önemli bir değişiklik yapıl­ ması da işçi hareketlerini durdurmadı. İşçi .hareketlerinin yö­ neldiği b ir diğer soran da 1815 yılında parlam ento tarafından ka* bul edilen «M ısır Yasasıdır», B u y a sa ,. İngiltere'de üretilen hu­ bubat satılmadan İngiltere ye hububat ithal edilemeyeceğini ön­ görmektedir. Yasa, toprak sahiplerinin çıkarlarım - gözeten, onları kolonilerde üretilen bol ve ucuz hububatın rekabetinden koruyan kalaşma 53 ve ürettikleri hububatı yüksek fiyatla satmalarını sağlayan bir içerik taşımaktadır. Hububat fiyatlarının yüksek olması ise temel gıda maddelerinin fiyatlarının yüksek olması sonucunu doğur­ makta ve buna hem işçiler hem de işverenler karşı çıkmaktadır. Çünkü gıda maddelerinin fiyatlarının yüksek olması işçi ücretle­ rinin yüksek olmasına yol açmakta, bir başka deyişle işçiler tara­ fından yaratılan artı değerin sanayicilere değil, yüksek gıda mad­ deleri fiyatları yolu ile toprak sahiplerine akması işverenlerin tep­ kisine yol açmaktadır. Nitekim Parlamentoda burjuvaziyi temsil eden liberal parti, toprak sahiplerinin çıkarlarını temsil eden Mu­ hafazakar Partiye karşı rey hakkının genişletilmesi için mücadele vermektedir. Mevcut seçim sistemine göre rey kullanabilmek için toprak ya da taşınmaz mal sahibi olmak gerektiğinden Parlamen­ toya egemen kesim toprak sahipleri olmaktaydı ve Liberal Parti bu egemenliği Ikınmak için rey hakkının genişletilmesini talep etm,ekteydi. Böylece orta sınıflar, sanayi burjuvazisi ve işçiler top­ rak sahiplerine karşı ortak bir cephe oluşturma durumundaydı­ lar. İşçi hareketlerinin giderek sertleşmesi ve Fransa’da patlayan 1830 ayaklanmasının tutucu X. Charles rejimim devirmesi îngilizleri telaşlandırdı ve her zaman olduğu gibi yükselen toplumsal muhalefete karşı baskı uygulamak yerine yumuşatmak yoluna gidildi. 1830 yılında Muhafazakar Parti önderi Lord Wellington başbakanlıktan istifa etti; Kral ülkede «barış ve reform» sağla­ ması için Liberal Parti önderi Lord Grey’i başbakanlığa atadı. Liberal Parti hükümeti tarafından hazırlanan bir seri yasanın Par­ lamentoca kabul edilmesi ile toplumsal gerginlikler bir ölçüde azaltıldı. Kabul edilen yeni yasalar şunlardı : 1832 yılında seçim reformu yasası, 1833 yılında 9 yaşından küçüklerin işçi olarak çalışmasını yasaklayan yasa, 1834 yılında yoksullara devletin yar­ dım yapmasını öngören «Yoksulluk Yasası», ve 1835 yılında beledi­ ye yönetiminde reform yapan yasa. Bu reformların en önemli sonucu, rey hakkının genişletilmesi ile ortaya çıkıyordu; aittik se­ çimde oy vermek için toprak ya da taşınmaz mal sahibi olmak gerekmiyor, yılda 10 pound (sterlin) vergi ödeyen her vatandaşın rey verebileceği kabul ediliyordu. Her nekadar işçiler, büyük bir çoğunlukla rey hakkında yoksun kalmışlarsa da artık Parlamen­ todaki temsili ağırlık toprak sahiplerinden orta sınıfa ya da bir başka deyişle kırdan şehirlere geçiyordu. İngiltere tarihinde «1832 54 reformları» diye adlandırılan değişikliklerle toprak sahiplerinin, egemenliği ve devlet kurumu üzerindeki etkinlikleri son buluyor­ du. * Böylece ,19-uneu yüzyılın ilk çeyreği içinde tarım sal burjuvazi işçilerin ve orta sınıflan/n desteğini sağlayan sanayi burjuvazisi devlet yönetiminde etkinliğini artırmıştı. Ancak emsek-, ■ çi kesimlerin istekleri karşılanmış' sayılmazdı ve özellikle oy hak­ kının daha da genişletilmesi için işçilerin daha sıkı bir biçim de örgütlenerek mücadeleye devam ettikleri görüldü. Emekçi kesimin, 19 uncu yüzyılın ortalarında örgütlenerek seçme ve seçilme hakkı kazanabilmek için yaptıkları mücadele «Ghartism» sözcüğü‘ile taınmlanmalktadır ve bu mücadeleye katliamlara «chartist» denmek­ tedir. İktidara gelene kadar işçilerin taleplerine yakın duran ve onların desteğini sağlayan Liberal Parti iktidar olup esas; temsil ettiği sanayici kesimin çıkarlarını sağlayıcı değişmeleri de'yaptık­ tan sonra chartistlere karşı M uhafazakar Parti ile işbirliği yapm a­ gerilerken ya başladı. «G hartist» hareket, tüm vatandaşlara seçimlerde rey hakkını talep ederek ülke çapında ,çok hızlı bir gelişmenin içimdeydi. 1840'- lara gelindiğinde hemen hemen tüm işçilerin harekete katıldığı •ve chartist örgüte üye oldukları görülüyordu. Ghartist hareketin önderleri 1842 yılında kendilerini yeter derecede güçlü görerek Parlamentoya bir dilekçe verdiler ve genel bir oy hakkının tanın­ maması halinde genel greve gideceklerini bildirdiler. Parlam ento ve hükümet bu talebi red etti ve genel grev için bir hazırlığa başladı; sonuçta genel grev girişimi işçiler yönünden büyük bir fiyasko haline geldi. Bu başarısızlık chartist- hareketin gerilemesi* ne neden oldu. Tüm Avrupa'yı saran 1848. devrimleri sırasında hareket tekrar yükselme gösterdiyse de eski etkinliğine kavuşa­ madı. 1848 devrimleri nedeni ile emekçi kesimde yükselen siyasal eylemler çalışma yaşamına ilişik bazı yasaların kabul edilmesi ile yumuşatılmaya çalışılmıştı. Örneğin bu yıil içimde çıkan bir yasa _ ile kadın ve 18 yaşından küçük erkek işçilerin günde en çok 10 saat çalıştırılabileceği hüküm altına alınmıştın 1832 reformlarından sonra parlamenter etkinlik, şehirli nü- , fuısım oy veren kitlede egemen hale gelmesi nedeni ile Liberal Partinin eline geçmişti. Burjuvazinin çıkarlarını temsil eden -L ibe­ ral iktidarlar, «özgür ticaret» anlayışının temel id e o lo jile ri. ol55 duğunu ve ülkede özgür ticareti engelleyen «M ısır Yasasının» kal­ dırılması gerektiğini ileri sürüyorlardı. Buna karşılık toprak sa­ hiplerinin çıkarlarını savunan M uhafazakar Parti, bütün gücü ile b u yasayı savunmaktaydı. Ancak artık iktidar bütünü ile sanayi burjuvazisinin elinde toplanmaya başlamıştı ve 1846 yılında Par­ lamento, zaten uygulama etkinliğini yitirmiş bulunan M ısır Yasası­ nı yürürlükten kaldırdı. Çiftçiler buna karşı hiç b ir girişimde bu ­ lunamadı. Sanayinin ve sanayi burjuvazisinin gelişmesi, aynı zamanda doğal olarak işçi hareketinin gelişmesi demek olacaktı ve clıartist hareketin başarısızlığı işçi sınıfının siyasal eylemlerinin bitmesi anlamına gelmiyordu. Sendikal özgürlüklerini kazanan işçiler, si­ yasal alanda da etkin olmaya çalışıyorlardı ve onlar için önemli b ir soru rey hakkı olarak belirleniyordu. 1860lardan sonra tüm Avrupa ülkelerinde olduğu gibi İngiltere ¡de de işçi eylemleri yo­ ğunlaşmaya başlam ış ve I. Enternasyonal örgütlenerek sanayileş­ miş ülkelerde devrimin başarılm a koşullarını oluşturma çabaları içine girmişti. B u durum doğal olarak İngiliz siyasal yaşamını önemli ölçüde etkiledi ve GJadstoneun önderliğinde Liberal Parti işçilerin de seçimlerde rey kullanması gerektiğini savunmaya baş­ ladı. Bu girişimin sonucu, 1867 tarihli mentoca kabul edilmesi oldu. reform yasasının B u yasa ile köylerdeki Parla­ tarım ve maden işçileri dışında tüm proletarya oy verme, seçilme hakkına sahip oldu. B u siyasal reform gerek Liberal Partiye gerek Gladsto n ca büyük b ir prestij sağladı; siyasal reform u eğitim alanında yapılan b ir reform izledi ve ilk öğretim, tüm halk için bedava b ir kamu görevi haline getirildi. Liberal Parti siyasetini siyasal ve toplumsal reform lara da­ yandırırken, M uhafazakar Parti ve bu partinin önde gelenleri em­ peryalizmi siyasetlerinin temeli haline getiriyordu. Örneğin Parti önderlerinden olan ve zaman zaman başbakanlık yapmış olan Dis- raeli, reform lara karşı çıkmıyor; ancak İngiltere h in sorunlarının emperyalizm ile çözümleneceğini ileri sürüyordu. İktidarda b u ­ lunduğu sürece Bisraeli, Osımanlı İm paratorluğu, İran ve Çin gibi devletlerin toprak bütünlüğünün korunması işini geleneksel b ir siyaset haline getiriyordu. Çünkü b u devletlerin yıkılması halin­ de topraklar batılı ülkeler tarafından fcoloniileştirilecekti ve bu durum da en güçlü, en ileri sanayiye sahip olan İngiltere b ir avantajını kaybedecekti. H albuki siyasal bağım sızlık diğer emper­ 56 yalist ülkelerden daha güçlü sanayiye, bankalara sahip İngiltere için bu ülkelerin pazarında-büyük olanaklar sağlamaktaydı. M uha­ fazakar Partinin emperyalist politikasının b ir sonucu da İngilte­ re nin Süveyş Kanalı Şirketinin hisselerini eline geçirmesi ve Mı­ sır üzerinde büyük b ir nüfuz sağlaması oldu. Muhafazakarlar em ­ peryalist politikanın toplumda sınıf lararası çatışmayı yumuşata­ cak tek çıkış yolu olduğunu ileri sürerek işçi sınıfının da bu poli­ tikayı desteklemesini önermekteydiler ve Liberal -Partide böyle bir yaklaşıma karşı çıkmıyordu. Böylece 19ün ou yüzyılın, ikinci yarısı siyasal alanda M uhafa­ zakar ve Liberal Partiler arasında yürüyen b ir iktidar mücadelesi içinde geçti, t ki parti arasında ne sınıfsal açıdan ne de ideolojik yönden büyük bir farklılık bukînmamakta; Liberal Partinin içeri­ de reform yapmaya, ağırlık vermesi, M uhafazakarların da emper­ yalist dış politika sorunu üzerine siyasetlerini oturtm aları bu par­ tilerin birbirlerini tamamlayan bir konum oluşturmalarını sağ­ lıyordu. Nitekim M uhafazakarlar iktidardayken d ış a rıd a ,yayılma­ yı Liberal iktidarın iç reform ları izliyordu. R eform lar arasımda, 1872 yılında çıkan ve «(gizli oy» esasini getiren yasa ile 1884 yılında çıikan tarım ve maden işçilerine de seçme seçilme hakkı tanıyan yasaları önem taşımaktadır. Böylece bu yasalarla klasik dem okra­ sinin en önemli ilkelerinden biri olan «genel ve eşit oy» sistemi yerleşmiş bulunmaktadır. • ' Genel oy ilkesinin yanında, siyasal partilerin çok daha önce­ leri ortaya çıkmış olması nedeni ile seçimle gelen çoğunluğun yö­ netim hakkı ve seçimden gelen azınlığın varlığım koruyup, güven­ ce içinde ¡siyasal iktidara mufaiefet yapm aları herhangi bir yasal çerçeve taşımıyordu; başka b ir deyişle bu durum herhangi b ir yasa tarafından hüküm -altına alınmamıştı. Ama 18'iner yüzyılın ortatürından biri Parlamentoda çoğunluğu kazanan grup hükümeti ku­ ruyordu. Her ne kadar başbakan resmen kral tarafından atanıyor­ sa da, Kral kendi keyfinin istediğini değil, Parlam entodaki çoğun­ luk liderim Başbakan olarak atıyordu. Hükümet resmen Kralın hükümeti sayılıyordu ama Parlamento tarafından denetleniyor ve gerekirse düşürülüyordu. Yine yazılı b ir anayasa . hükmü ortada yokken, M asik kişi özgürlükleri •her türlü siyasal takipten uzaktı ve kamu düzenini bozucu eyleme dönüşmedikçe .her türlü düşün­ cenin serbestçe ileri sürülmesi olanaklıydı. B u nedenle İngiltere, 57 düşünceleri yüzünden kendi ülkelerinde barınamayan düşünürle­ rin ya da devrimcilerin toplandığı yer haline gelmişti. Namık Ke­ mal, Ziya Paşa gibi Osmanlı düşünürleri bile İngiltere’ye gelip düşüncelerini özgürce açıklıyabiliyorlar, gazete dergi çıkarma ey­ lemlerine girişebiliyorlardı. İngiltere'de oluşan siyasal sistemin bu tür özellikleri, aynı dönemler içinde diğer Avrupa ülkelerin­ de görülen toplumsal çatışmaları devrim girişleri gibi oluşum­ ları önleyici bir rol oynuyordu. Hemen hemen 17’inci yüzyılın sonlarından beri sistem içinde tüm egemenlik Parlamentonun seçimle gelen kısmı olan Avam Kamarasının elindeydi. Parlamentodaki ikinci Meclis, Lordlar Ka­ marası seçimle oluşmuyor ve bir denge görevini yerine getirmeye çalışıyordu. Kral Parlamento çalışmalarında faydalı olsunlar diye ünlü bilim adamlarını, yöneticileri Lordlar Kamarasına atıyabilirdi, ancak bütün iktidar Avam Kamarasının elinde toplanmaktay­ dı. Bu iktidarı, yasaları yapmak ve yine kendi içinden oluşan hü­ kümeti denetlemek olarak belli başlı iki eksenli bir yapı olarak tanımlamak mümkündür. Parlamentoda iktidarı kullanan temel kurumlar ise siyasi partilerdi. İngiliz sistemi, diğer Kara Avrupası demokrasilerinden farklı olarak iki partili demokrasidir. Kuşkusuz çok sayıda partinin ku­ rulup seçimlere girmesini engelleyen bir yasal hüküm mevcut de­ ğildir, başka bir deyişle isteyen herkes parti kurup seçimlere gire­ bilir. Ancak İngiliz seçmeni sürekli olarak üçüncü partinin ortaya çıkmasını istememiştir. Seçim sistemi de İki partiyi destekleyen bir özellik taşımaktadır; tek adaylı, dar bölge de basit çoğunluğun uygulanması küçük partilerin işini zorlaştırmaktadır. Siyasi par­ tiler o anda toplum içinde en etkin sosyal sınıfları, onların çı­ karlarını temsil etmektedirler; mevcut iki parti esas olarak o anda toplumda en ağır basan ana sınıfların çıkarlarına yönelmektedir. Ara sınıf ve tabakalar ise nesnel koşullara ve ittifak içinde bu­ lundukları sınıflara göre mevcut iki partiden birine eğilim gös­ termiştir. Örneğin Muhafazakar Parti başlangıçta büyük toprak sahipleri ile soylular kesiminin temsilcisi olmuş, ancak bu kesim­ ler toplum içinde ikincil plana düşüp ön plana başka kesimler çıkınca onların Partisi haline, gelmiştir. Geleneksel olarak şehirli orta sınıfları, ticaret ve sanayi burjuvazisini temsil eden Liberal Parti uzun bir dönem işçi oylarını da almış; ancak ortaya bir işçi 58 partisi çıkınca tikn burjuvazi Muhafazakar Partiye dönmüş Libe­ ral Parti de silinmiş gitmiştir. Bugün varlığını sürdürmek ve Par­ lamentoya bir miktar temsilci sokmakla beraber Liberal partinin önemli bir siyasal etkinliğinin kalmadığı söylenebilir. Yukarıdaki bölümlerde ana hatları ile gözden geçirildiği gibi 19’uncu yüzyıl sonlarında her vatandaş seçme ve seçilme hakkına sahip kılınmış; işçilerin sendikal hak ve örgütenmeleri tamamlan­ mıştır. Büyük ve güçlü bir konfederasyon içinde örgütlenen işçi­ ler için önemli sorun, çıkarlarını Parlamentoda savunabilecek ve temsil edebilecek bir olanağın yaratılmasıdır. İşçi sınıfının Parla­ mentoda temsil edilmesi gereği, sendika önderlerinin de üzerinde önemle durdukları bir konu olmuştur. Sendika önderlerine göre toplumda hangi kesimin neyi ne ölçüde alacağı kararı bir bakıma Parlamentoda verilmektedir ve aslında başka toplumsal kesim­ lerin çıkarlarını savunan mevcut siyasi partilerin işçilerin hakları­ nı sürekli olarak gerçekleştirmesi söz konusu değildir. Şimdiye kadar alınan haklar hep partiler üzerine baskılar koyarak elde edilmiş ve her zaman eksiklikler olmuştur. îşçi önderlerine göre, toplumun nüfus olarak en büyük kesimini oluşturan işçiler ve onların ekonomik örgütü olan sendikalar Parlamentoda temsil edilmedikçe demokrasiden söz edilemiyecektir. İşte bu tür görüş­ lerle işçi sınıfının kendine has bir siyasal örgüte sahip olması için girişimler ortaya çıkmaya başlamıştır. 19 uncu yüzyılın sonralarına doğru sosyalist programlı «Ba­ ğımsız îşçi Partisi» adlı bir siyasi partinin kurulduğu görüldü; an­ cak bu Parti seçimlerde başarılı olamıyordu. 1900 yılında sendika temsilcileri ile Bağımsız îşçi Partisi önderleri bir araya gelerek bir «îşçi Temsil Komitesi» oluşturdular; amaç işçi kesiminin ör­ gütlü olarak siyasi iktidara ağırlığını koymasıydı. Komitenin esas görevi bir siyasal parti kurmak için ön hazırlıkları yapmaktı ve Ramısey McDonald adlı bir sendikacı Komite Başkam seçilmişti. Bu Komite kısa bir süre sonra faaliyete geçti ve Liberal Partinin yö­ neticileri} ile gjizli müzakerelere başladı. Bu müzakerelerin sonunda Liberal Parti bazı seçim bölgelerinde aday göstermemeye ve Komite­ ce gösterilen işçi adaylarım desteklemeye karar verdi; 1906 yılında yapılan seçimlerde 29 işçi adayı seçimleri kazanarak Avam Kama­ rasına girdi. Böylece de îşçi Partisi kurulmuş oldu. Seçimlerden sonra Bağımsız îşçi Partisi de yeni Partiye katılmıştı. 59 Parti başlangıçtan beri esas amacının ülkede sosyalizmi ger­ çekleştirmek olduğunu açıklamıştı; ancak sosyalizm Parlamenter sistem devam ettirilerek gerçekleştir ilecekti. Başka bir deyişle iş­ çi sınıfının bir devrimle iş başına gelmesinin söz konusu olmadığı parti tarafından kabul edilmekteydi. Sosyalizm, buna göre yavaş bir evrimin sonunda ortaya çıkacak bu arada İşçi Partisi elinden geldiği kadar işçi haklarını genişleten bir politika izıdyecefcti. Kı­ saca belirtmek gerekir, Partinin ve sendikaların, içlerinde devrim­ ci - marksist elemanlar olmasına rağmen esas olarak demokra­ tik siyasal sisetin içinde gelişen bir evrimi öngördükleri ortadaydı. İşçi Partisi kurulur kurulmaz sosyalisti partilerin uluslararası ör­ gütü olan II. Enternasyonel'e katılmıştı. 1914 yılında Birinci Dünya Savaşının patlaması İşçi Partisi için önemli bir olay oldu. II. Enternasyonal içinde önderliğini Leninın yaptığı bir kesim, bu savaşın emperyalist bir savaş ol­ duğunu ve her ülkede işçi smıfmı temsil eden partilerin savaşa karşı çıkmasını önermekteydi; İngiliz Partisi, savaş çıkana kadar savaşa karşıt bir tavır alarak bu kesimi desteklemişti. Ancak savaş başlayınca Parti, bu tutumundan vazgeçti. Aksine İngiltere'nin sa­ vaşı kazanması için işçilerin büyük fedakarlıklar yapması gerekti­ ğini ilan etti. Bu olay Parti içinde bir takım görüş ayrılıklarına yol açtı ve bir grup Partiden ayrıldı. Savaş çabalarını destekleyen İşçi Partisi 1917 yılında Rusya'da Bolşeviklerin iktidara gelmesi­ ni dünya için olumlu bir olay ilan etti ve-İngiltere'nin Rusya'da­ ki olaylara karışmamasını istedi. Bu politikanın Partinin etkinli­ ğini artırdığı görüldü. 1918 yılında yapılan seçimlerde hem Muhafazakar hem Libe­ ral Parti, İşçi Partisine karşı bir kampanya açtılar ve komünistlik, bolşeviklik suçlamaları ortaya atarak Partinin gelişmesini önle­ meye çalıştılar. Seçimi Muhafazakar Parti kazandı, ancak İşçi Par­ tisi oyların °/o 22 sini alarak büyük ilerleme gösterdi ve en büyük muhalefet partisi haline geldi. 1918 seçimleri Liberal Partinin İn­ giliz siyaset alanından silinmesinin başlangıcı olmuştu. İşçi Parti­ si, başarısını görünce eski politikasında ısrar etmeye karar verdi ve bu sıralarda bütün şiddeti ile devam eden Rusya'daki iç savaşa müdahale edilmesine kararlılıkla karşı çıktı. Muhafazakarların kurduğu İngiliz Hükümeti Rusya'da bolşeviklere karşı savaşan güçlere silah ve mali yardım yapmaktan başka bir de bizzat asker 60 göndererek karışmayı planlamıştı. İşçi Partisi bu girişime karşı büyük bir direniş örgütledi : İşçiler Rusya'ya yollanacak malze­ meyi gemilere yüklemedi, demiryolu işçileri askerleri taşımayı red etti, büyük gösteri yürüyüşleri düzenlendi ve sonuç olarak İngiliz müdahalesi gerçekleşmedi, yapılan yardım da durdu, İşçi Partisinin bu tutumu nedeni ile M uhalazakar Parti çok büyük b ir kampanyaya girişti ve İşçi Partisinin gelişmesi ile İn­ giltere'de komünizm tehlikesinin çok ciddi hale geldiğini belirtti. 1923 seçimlerine M uhafazakar ve L ib e r a l.Partiler koalisyon halin­ de girdiler; Seçim sonunda, aleyhlerindeki kampanyaya rağmen İş­ çi Partisinin rey oranı artırdığı görüldü; koalisyon toplam olarak 5.5 milyon rey alırken İşçi Partisi 4.4 milyon rey almıştı. Liberal Partinin desteğinde hükümeti M uhafazakarlar kurdu, ancak bu koalisyon 1924 yılında bozulunca Kral, İşçi Partisi önderi MoDo- nald'dan hükümeti kurmasını istedi. Böylece İşçi Partisi iktidara gelmiş oklu. Artık İngiliz, siyasal yaşamının günümüze kadar .de­ vam eden ana biçimi ortaya çıkmış sayılabilirdi, İşçi Partisi ülke­ nin iki büyüle partisinden biri haline gelmişti. Parti o tarihten itibaren çeşitli dönemlerde iktidara geldi; özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra yapılan seçimlerin çoğunu kazanan Parti günü­ müze kadar gelen dönem içinde u z u n 'b ir iktidar deneyinden geç­ miş oldu, . İşçi Partisinin geleneksel olarak sanayi bölgelerinde etkin ol­ duğu ve işçilerin oyunu aldığı söylenebilir; zaten Parti İşçi Şendi k alan ile organik bütünlük içindedir. İşçilerin yanında orta sınıf­ ların, özellikle serbest meslek sahipleri ile ‘ aydınların da İşçi Par­ tisini destekledikleri görülmektedir. Buna karşılık M uhafazakar Parti güney İngiltere'min tarım bölgeleri ile daha az sanayileşmiş kuzey İngiltere ve İskoçya yörelerinde etkin gözükmektedir. İşçi Partisi yukarıda da değinildiği gibi kendine özgü b ir de­ m okratik sosyalizm ideolojisini savunmaktadır. Parti içinde tüm sanayinin, kamunun elinde bulunması gerektiğim ileri süren bir kesimin bulunm asına rağmen,, iktidarda olduğu dönemlerde gayet dikkatli ve yavaş b ir kam ulaştırm a politikası izlemiştir. Refah Devleti ilkelerine sıkıca bağlı olan parti ekonomik koşulların sü­ rekli olarak çalışanların çıkarlarını doğrultusunda düzeltilmesini esas almaktadır; bunun temel aracı olarak da yaygın bir sosyal ekonomik güvenlik sistemini savunmaktadır. İşçi Partisi kesin ola­ 61 rak anti - komünisttir ve esas olarak kapitalist sistemin devamı­ nı savunmaktadır. Partiyi Muhafazakar Partiden ayıran en önem­ li ideolojik farklılaşmalardan biri dış politika anlayışında belirlen­ mektedir; îşçi Partisi esas olarak sömürgeciliğin tasfiyesinden ve İngiliz kolonilerinin bağımsızlığından yanadır. Nitekim iktidarda bulunduğu dönemlerde İngiliz kolonileri kolaylıkla bağımsızlıkla* rmı elde etmektedirler. Kıbrıs ve Kenya dışında tüm İngiliz kolo­ nilerinin ve sömürgelerinin ciddi bir silahlı kurtuluş savaşı ver­ meksizin bağımsızlıklarına kavuştuğu söylenebilir. Bu nedenle de bağımsızlığını kazanan bu yeni devletler ile İngiltere'nin ilişkileri sürekli olarak iyi olmakta; başka bir deyişle bağımsız devlet hali­ ne gelen İngiliz sömürgelerinde İngiltere ekonomik bakımdan yi­ ne etkin bir rol oynamaktadır. İngiliz siyasal sisteminin ve devlet yönetiminin aksamadan iş­ lemesi, belki herşeyden önce bu kendine özgü iki partili sistemin varlığından ileri gelmektedir. Partiler, programları ve politikaları dolayısıyla birbirlerinden farklılaşmakta; bu farklılaşma, partile­ rin çıkarları birbirinden farklı sınıflara dayanmasından ileri gel­ mektedir. Partiler seçimlerde bazarı kazanma, başka bir deyişle iktidara gelebilmek için uygulayacakları politikalar için seçmenle­ rin desteğini abnak uğraşmdadıflar. Başka bir deyişle ne Muhafa­ zakar ne de îşçi Partileri katı birer sınıf partisi değildirler. Ingi­ liz siyasi partilerinin iktidar olma uğraşını çoik sıkı disiplinli, mer­ kezileşmiş örgütler olarak sürdürdükleri görülmektedir. İngiliz si­ yaset adamları partisiz hiçbir iş yapamayacaklarım çok iyi bilmek­ tedirler. Adayı Parlamentoya seçtiren ve uygun, biçimde davran­ dığı takdirde gelecek seçimlerde de onu destekleyecek olan par­ tidir; parlamento üyeleri düşünce ve davranışlarında parti organ­ ları tarafından alman kararlara ve saptanan ilkelere uygun dav­ ranmak zorundadır. Aslında üyenin kişisel görüşlerini, parti di­ siplinli çerçevesinde parti yetkili organlarının kararlarına uygun olarak ifade etmesi demokrasi ya da bireysel -özgürlük kavramla­ rı ile ters düşmemektedir. Seçmenler kendine belli bir parti programı savunduğu için oy vermişlerdir ve onun görevi bu prog­ ramın gerçekleşmesidir. Sıkı parti disiplini bunu sağlamaktadır ve İngiliz sisteminin sağlıklı ve kararlı biçimde işlemesinde parti disiplini çok önemli bir rol oynamaktadır. Parti disiplinin, titiz­ likle izlenen bir ilke olması hükümetlerin uzun vadeli plan ve program oluşturmalarına olanak sağlar, siyasal' sistemde ani ve 62 beklenmeyen değişmelerin ortaya çıkmasını içinde önderlerin izlenecek politika ve önler. Parti örgütü ilkeleri saptam ada çok önemli rolleri vardır; bir bakım a parti disiplini kavram ı ile önişlemektedir ve başarısız sayılan önderler kolaylıkla değiştirilebdlralber İngiliz siyasi partilerinde parti içi dem okrasi de çok iyi işlemektedir ve başarısız sayılan önderler kolaylıkla değiştirebil­ mektedir. Hatta seçim kaybeden önderin değişmesi adeta b ir ge­ lenek haline gelmiştir. B ir önderin başarısının en büyük ölçütü seçimler ya da başka deyişle önder tarafından form üle edilen parti politika ve amaçlarının halk tarafından ne ölçüde uygun bulunduğudur. Ingiltere'de seçim kampanyaları genellikle kısadır, daha çok adayın seçmen kitlesi ile tanışması halinde geçer. Ancak seç­ menin, esas olarak adayın kişiliğine değil partiye göre oy kullan­ dığı açtktır. Yasalar, adayların seçim için kullanabilecekleri para miktarını sınırlamıştır ve b u miktarın aşılması seçimin iptaline neden olur. Bunun yanında seçim için rüşvet verme, seçmenlere ziyafet çekme, eğlenti tertip etme biçimde . denetlendiği söylenebilir. sağlanmağa, olduğu aday tam m ümkün olabilmesi anlam ı ile kadar gerçekleştirilmeğe halkın gibi girişim lerin Seçimlerin b ir sayıda vatandaşın çalışmaktadır. Seçimlerin denetlemesi çok sıkı demokratikliği olarak rinde önemle durulan b ir konudur; b u nedenle uygulamak istedikleri program lar ve halka karşı geçmesi, de üze­ siyasetçiler önerdikleri vaadlerde çok ölçülü ve gerçekçi davranmaya çalışırlar, işte 'bü­ tün -bunlar ve bunlara benzer nedenler, Ingiliz halkının ve siya­ setçilerinin diğer ülkelerde -görülmedik biçim de dürüstlük kural­ larına bağlı kalmasını İL v e .sisteme güvenmesini sağlamaktadır. FRANSA'DA DEMOKRASİNİN DEVRİMİ Günümüz Fransa'nın siyasal sorunları ve gelişmeleri sadece Fransa'yı değil bir bakıma tüm dünyayı ilgilendirmektedir. G er­ çekten Fransa'daki gelişmeler klasik demokrasilerde yepyeni bir boyut getirme olasılığını ortaya koymaktadır. Fransız demokra­ sisinin gelişmesinde, -de zaten en ilginç nokta siyasal sistemin sü­ rekli olarak değişmesidir. Fransa büyük devrimin başlangıcı olan 1789 dan beri türlü anayasa ve siyasal rejim değişiklikleri geçir­ miş; o zamandan beri iki imparatorluk, b ir kaç meşruti krallık 63 ve beş cumhuriyet kurulmuştur. Bu oluşumların hepsi siyasal bi­ limciler için ilginç bir araştırma alanı oluştururken, her değişim ve değişimle ortaya çıkan yeni kurum ya da olgular klasik de­ mokrasi anlaşıymm bir çok yönünü tamamlayıcı roller oynamış­ lardır. 1978 Devrimi, Fransız siyasal tarihinin dönüm noktasıdır. Devrime kadar geçerli olan sınırsız, mutlak otorite anlayışı sona ererken demokratik gelişme başlamıştır. Fransa'nın ulusal bir­ liğe kavuşması ve otoriter bir merkezi krallığın kurulması ancak 15'inci yüzyılın sonlarına doğru tamamlanabilmiştir. Bununla be­ raber Fransa'daki gelişmelerin înıgiltere'dekinden önemli bir fark­ lılık gösterdiği ileri sürülebilir : Fransa'da bir taraftan kapitalizm yavaş biçimde gelişmiş diğer yönden, İngiliz soylularının aksine, Fransız soyluları, kapitalist çiftçi haline gelmek için hiç bir eği­ lim göstermemişlerdir. Köylüler bir taraftan kendi beylerine bağ­ lı olarak yaşamakta ve ürünlerinin bir kısmım ona vermekte di­ ğer yandan da devlete ayrıca vergi ödemektedirler. Bunun sOnucu, toprakta bir sermaye birikiminin oluşmaması ve ağır vergilere karşı sıksık büyük köylü ayaklanmalarının başgöstermesi olmuş­ tur. Örneğin 1675 yılında patlayan bir köylü ayaklanması çok güçlükle bastırılabilmiştir. Başka bir deyişle tanında kapitalist ilişkiler güdük kalmış, kapitalizm kentlerde daha rahat gelişmiştir. Fransa'da merkezi devletin oluşumu aşağı yukarı yüzyılı aşmış ve 18'inei yüzyılın başlarında XIV. Louis döneminde tamamlan­ mıştır. Her ne kadar merkezi devletin oluşumunda burjuvazi kralı desteklenmişse de merkezi idare ile soylu sınıfın iktidarı da son bulmamış aksine krallar güçlendikçe iktidarlarını daha çok soylu sınıfa dayandırmak eğilimi göstermişlerdir. Böylece Krallık yöne­ timi ikili bir işlev 3^erine getirmeye çalışmaktadır. Bir taraftan ulusal burjuvazinin gelişmesi için çeşitli önlemler almakta, mer­ kantilizmin gereklerini yerine getirmektedir. Örneğin XIV. Louis döneminde Kanada, Antil adalarının büyük bir bölümü, Madagas­ kar Fransız kolonisi yapılmıştır. Bununla beraber diğer yönden soyluların ayrıcalıklarını muhafaza etme işlevi nedeni ile Krallık açısından birinci işlevine zıt bir durum ortaya çkımıştır. Örneğin soylu sınıfnn ayrıcalığı olan iç gümrükler devam etmiştir (XIV. Louis döneminde iç gümrükler 50.000 askerle kontrol edilmektedir ve tüccarların ifadesine göre ülkenin kuzeyinden güneyine buğday 64 getirip satmak aynı miktarda buğdayı Çin'den getirip satmadan daha pahalı olm aktadır). Kısaca belirtmek gerekirse merkezi kral* lığın ortaya çıkmasına rağmen feodal güçler tasfiye edilememiş ve bu nedenle kapitalizmin gelişmesi özellikle kırsal kesimde büyük engellemelerle karşılaşmıştır. Ülkeyi iç güm rüklerle bölen feodal ayrıcalıklar ticaretin geliş­ mesini önlerken ınutıakiyetçi yönetim de şdhirlerlde yapılan, ta­ rımsal olmayan üretimin gelişmesini engellemektedir. K ralın güç­ lü merkezi idaresi için, mali kaynak ya da başk a b ir deyişle vergi ödeyicisi olarak şehirli nüfus ön plana alınmıştır. Lonca esnafın­ dan ya da imalathanelerden alman yüksek vergiler de bu alandaki gelişmeyi önleyici b ir içerik taşımaktadır. Mutlakiyetçi yönetimin, hem soyluların hem de burjuvaların çıkarlarını belli b ir dengede tutarak kendi işlevini sürdürmesini sağlayıcı kuram ları da oluşturamadığı ya da güçl endirem ediğini söylemek mümkündür. Ö r­ neğin sistemde Krala danışmanlık yapacak b ir temsili kurum var­ dır : «Etats - Généraux». B u kurum toplumdaki bütün tabaka­ ları temsil eden (yani soyluları, din kesimini ve avam denilen gru­ b u ) ve devlet yönetiminde K rala danışmanlık görevi sağlayacak bir işlev yerine getirmektedir. Ancak rın bu kurumu 1614 yılından beri K ralla­ toplantıya çağırm adıkları bir deyişle Fransa'daki line getirememiştir. ' bilinmektedir. Başka gelişme Etats-Generaux yu parlam ento ha­ 18'nci yüzyılın ikinci yarısına girerken toplumda kapitalizmin büyük gelişme potansiyeli taşıdığı, ancak toplumsal kontrol b i­ bu gelişmeyi, engelleyici .olduğu ¡görülmektedir. Toplum b ir çiminin keskin biçimde katlara ayrılmış olup her birey b ir katın üyesi 'olarak dünyaya gelmektedir. Soylular ; ve din .adam ları katı tabakaları toprakların kontrolünü elinde bulundurm akta, ya da üreti­ me hiç katılmadan toprakta üretilenden önemli b ir pay almakta, ■hemen hemen hiç vergi ödememektedir; bütün öm ürleri boyunca kendilerine tanınan hak Buna,karşılık diğer ler. ve ayrıcalıklardan faydaianabilmektedirtoplumsal tabakaların, ¡devletin topladığı vergilerin tamamını ödemelerine rağmen 'bir. çok ayrıcalıklardan faydalanm aları olanaklı değildir. B ir tüccar ya ¡da imalatçı çok rengin olabilse bile yine de soyluların ayrıcalıklarını kullanam a­ maktadır. işte. genel hatları ile tanıtılmaya çalışılan b u toplumsal çdişki ve gerimiler 1789 Büyük Fransız Devrimi ile ortadan kalk­ 65 tı ya da başka bir deyişle bu koşullar sözü edilen devrime yol açtı. » 1789 Devrimi ve Sonrası. 1789 Devrimi sadece Fransa'nın değil tüm dünya ulus­ larının tarihsel gelişiminde önemli bir rol oynadığı ileri sürülebilir. Fransız devrknini iyice kavrayabilmek için önce dönemin somut koşullarına, bakmak gerekmektedir. Somut koşullara karşı toplumdan yükselen ve sonunda büyük bir devri­ me yol açan tepki ise önce yine o dönemin önde gelen düşünür­ leri tarafından yeni bir düşünce sistemi olarak ifade edilmiştir; devrim olayının incelenmesine geçmeden bu düşünce ya da ideolo­ ji temelinin de ele alınması gerekmektedir. 18'inci yüzyılın sonlarına doğru Fransız toplumunda çok bü­ yük gerilimlerin ve keskin toplum/sal çelişkilerin ortaya çıktığı gö­ rülüyordu. Toplum, yukarıda da değinildiği gibi birbirinden ke­ sin olarak ayrılmış üç tabakaya bölünmüştü. Toplumun en yuka­ rı kesimini soylular oluşturuyordu ve nüfusuna ancak % 2 kada­ rımı meydana getiren bu kesim ülke topraklarının °/o 30 una sa­ hip bulunuyordu. Toplumun diğer kesimlerine göre çok ayrıcalıklı olan soylular devlete vergi vermedikleri gibi kendi topraklarında, isteklerine bağlı bir takım özel vergiler koyuyordu. Soylu kesim üretim ile hiç ilgili değildi ve elkoyduğu değer onların lüks tüketi­ mine gitmekteydi. Soylu kesimin altımda rahipler ya da başka bir deyişle «ruhban» tabakası bulunmaktaydı. Ruhban kesimi kendi içinde çok iyi Örgütlenmişti ve bu kesimin üst düzeyleri soylu sınıftan gelen rahipler tarafından doldurulmaktaydı. Ruhban ke­ siminin örgütü olan «kilise» de mevcut toprakların °/o 25 kadarını elinde bulunduruyordu. Soylu ve ruhban kesimlerin dışında kalanlar «üçüncü kesi­ mi» (Tiers Etat) oluşturuyordu. Ancak görüldüğü gibi bu kesim homojen sayılmazdı. Bu kesim içindeki büyük burjuvazi (banker­ ler, tüccarlar, sanayiciler gibi) toplumda ekonomik iktidarı ele ge­ çirmiş sayılırdı ve doğal ollarak toplum içinde siyasal ve toplum­ sal iktidar sahibi olmak arzusunu gösteriyordu. Doktor, avukat gibi serbest meslek sahipleri ile esnaflar da üçüncü kesim içinde sayılmaktaydı. Nihayet yaşamlarım büyük bir yoksulluk içinde sürdüren, esas olarak toplanan verilerin çok büyük kısmını öde­ yen köylüler ve işçiler de üçüncü kesim içinde bulunuyorlardı. 66 Özellikte nüfusun °/o 9Û'mı oluşturan köylülerin yaşam koşulları çok ağırlaşmıştı ve büyük vergi yüküne karşı köylülerin sık sık ayaklandıkları görülüyordu. Devletin sürekli olarak soylu kesim çıkarları doğrultusunda •davranması ve b ir taraftan da devlet harcam alarının sürekli art­ ması, ağır vergilere rağmen devlet hâzinesinin iflasına neden ol­ du. 1788 yılında Maliye Bakanı hâzinenin iflas ettiğini bildirdi.. Devlet harcam alarının devamı ve ,s oylu kesimin desteklenebilme­ si için yeni vergilere gereksinme varidi ve bu yeni vergiler yine halktan, başka b ir deyişle üçüncü kesimden toplanacaktı. Çünkü soyluların ve rahiplerin ayrıcalıklarından vazgeçip, vergi ödemeye hiç niyetleri yoktu. Kral XVI. Louis yeni vergiler alabilm ek için «(Eftats» G énéraux» adıı meclisi toplantıya çağırdı. En son 1614 yılında toplantıya çağrılan bu meölis, üç kesimin ayrı ayrı oluş­ turduğu üç ayrı bölümden oluşuyordu. Aslında toplumun ayrı ke­ simlerini temsil eden bu organın temel görevi K r a la danışmanlık yapmaktı. Başka bir deyişte iktidar sahibi b ir kurul değildi. Dev­ letin merkeziyetçi ve mutlakiyetçi yönü arttığı ölçüde bu organa duyulan gereksinme ortadan kalkmıştı ve belirtildiği gibi en "o~ı defa 1614 yılında toplantıya çağrılmıştı. K ral iflas eden hazînesi için b ir çözüm bulabilm ek ve halka vergi artışlarını kabul et tirebilmek için tekrar bu organa -başvurmuştu. Ancak Etats t Géné­ raux nun toplantıya çağrılması b ir bakım a devrimin patlam ası­ nın ön -koşulu oldu. Tıpkı İngiltere'de olduğu gibi, Fransa'da da kapitalizmin ge­ lişmesi düşünce alanında da yepyeni görüşlerin ortaya çıkmasına neden olmuştu.- Felsefe tarihinde aydmlaom a çağı ile adlandırılan bu dönem içinde b ir çok Fransız düşiirünün yer aldığını g ö rm e k . mümkündür.. Zaten bu çağ bir bakım a ünllü düşünür ve matematik­ çi ' Descartes ile başlamış sayılabilir. Aydınlanma çağı, kısaca dü­ şüncenin laikleşmesi ve bilimin ön plana .çıkması ite tanımlana­ bilir . Aydınlanma çağının temel felsefesine göre tanrı evreni ya­ ratmıştır ve yine bir gün evren tanrının iradesi ile son bulacak­ tır; bununla beraber yaradılış ve yokoluş arasındaki dönemde her şeyi düzenleyen kurallar ve ilkeler vardır. İnsan aklı bunları anla­ maya ve kavramaya yeterlidir. Başka bir deyişle evrende her şey akla uygun o la ra k cereyan etmektedir ve buna bağlı olarak akla dayanıp evreni açıklamak olanaklıdır.. Örneğin Newton bunu yap­ mış, doğa olaylarını açıklayan tem el-bir yasayı bulup çıkarmış» 67 tır. Bu noktadan .hareketle topluma da geçilmiş; doğa akla uygun ise, doğanın bir parçası olan insan ve insan toplumunun da akla uy­ gun olacağı varsayılmıştır. Daha doğrusu insan toplumunun akla uygun olması gerektiği ve toplum koşullarının akla uygun olma­ ması halinde değiştirilmesinin gerekli olduğu ileri sürülmüştür. Düşünce alanında bu tiir bir felsefe gelişirken, toplumsal ge- * lişme ve gerçekler açısından tarımsal toplumun siyasal düzeninin akıl dışı kalacağı açıktır. Nitekim gerek Ingiltere'de gerek Fran­ sa'da özgürlük, eşitlik ve özel mülkiyeti ilkelerinden hareket eden yepyeni bir siyasal düzen anlayışının oluşmaya başladığı görülmek­ tedir. Görüşlerini daha önce kısaca gözden geçirdiğimiz Montes­ quieu ve Rousseau bu akımın Fransa'da ortaya çıkan Önemli ki­ şileridir. Yine 1699 - 1778 yılları arasında yaşamış ünlü bir düşü­ nür olan Voltaire, toplumdaki eşitsizliğe şiddetle saldırmış ve bir avuç insanın çok sayıda insanı kendi çıkarları doğrultusunda çalış­ tırdığı düzenin akıl dışı olduğunu Ibelirtmiştir. Düzenin akıl dışı olması aynı zamanda adaletsiz ve faziletsiz olması anlamına geli­ yordu. Voltaire, bu adil olmayan bozuk düzeni korudğu için kili­ seyi de şiddetli biçimde eleştiriyordu; ancak bu siyasal sistem bir devrimle değil, akıllı ve bilgili kişilerin yönetimi ele almasıyla or­ tadan kalkmalıydı. Voltaire, yeni kurulması gereken siyasal dü­ zen konusunda Montesquie'ya yaklaşıyor; güçler ayrılığına dayalı bir meşruti krallığın savunmasını yapıyordu. Nitekim 18'inci yüz­ yılda devrimci düşünce, mevcut kurulu düzenin ideolojisini oluş­ turan din ve kilise kuramlarına karşı çıkarak oluştu; bu ise laik­ liğin devrimci düşüncede ağırlıklı öğe haline gelmesine yol açtı. Böylece aydınlanma çağının bilim adamları ve filozof «arından baş­ layıp Voltaire, Montesquieu, Rousseau'ya kadar uzanan bir çiziği içinde yerleşik mutlakiyetçi krallık ideolojisinin karşıtı bir ide­ olojinin düşünce tabanı oluşturuluyor; yeni ideoloji düşünce düze­ yinde eski ideolojiyi tam anlamı ile ortadan siliyordu. Şimdi sıra düşünce düzeyinde hakim hale gelen ideolojinin eyleme dönüşme­ sine gelmişti ve Büyük Devrim ile bu da sağlanmış oldu. Kral XVI. Louis'nin daveti üzerine Etat - Généraux-1789 yılı­ nın Mayıs ayında toplandı. Bu mecliste soylular, kesimi 285 üye ile temsil edilirken ruhban 308 ve halk (tiers - etat) 621 üye ile temsil edilmekteydi. Daha ilk toplantıda çok şiddetli görüş ayrı­ lıklarının çıktığı görüldü; örneğin soylular ve ruhban oylamanın üç 68 kesimde de ayrı a y r ı yapılması gerektiğini ileri sürerken, halk temsilcileri üç kesimin temsilcilerinin hep beraber oylamaya katıl­ ması gerektiğini ileri sürüyorlardı. Böyîece halk temsilcileri ço­ ğunluk olabilecek, aksi takdirde 2 ye 1 azınlıkta kalacaktı. Siyasal ortamın giderek sertleşmesinden çekinen K ral ve hüikümeti mec­ lisi dağıtmaya k a ra r verdi. Ancak halk temsilcileri b u karara kar­ şı çıktılar v e ulusun i r a d e s i n i temsil ettiklerini ileri sürerek ulu­ sun iktidarım gerçekleştiren b ir anayasa hazırlamadan dağılmaya-' G a k la r ın ı ilan ettiler. B u girişim b ir bakım a devrimin başlangıcı sayılabilirdi. K ral meclis toplantısını zorla dağıtmaya kalkışınca 14 Temmuz 1789 ela Paris halkı ayaklandı; şehir içinde askeri gar­ nizon ve siyasi m ahkum lar için hapishane olarak kullanılan B as­ tilleé saldırdı, kral taraftarı askeri birlikler Paris dışına sürül­ dü. Devrim artık eylem alanına çıkmıştı. Ayaklanan Paris halkı belediyenin yönetimini ele geçirdi ve ordunun silah depolarına el konarak halka silah dağıtıldı; silah­ lı b ir halk ordusu kuruldu : «U lusal M uhafız Örgütü».- Etats - Gen erauxun halk temsilcileri kesiminin artık b i r Kurucu Meclis ha­ line dönüşen iktidarı böyîece kendisini koruyabilecek b ir de silah­ lı güce sahip olmuş bulunuyordu. Mecliste b ir taraftan anayasa hazırlanırken diğer taraftan da bir takım devrim yasaları çıkarılı­ yordu. 5 Temmuz 1789 tarihli b ir yasa ile soylu sınıfın ayrıcalık­ ları k a l d ı r ı l d ı ve 28 Ağustos 1789 tarihinde de «İn san ve Vatan­ daş HalMarı B ild irisi» kabul edildi. İnsan ve Vatandaş H akları Bildirisi, her insanın doğarken b ir takım vazgeçilmez, devredilmez haklara sahip olduğunu; bu hak­ ların başında özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve zulme karşı koy­ manın bulunduğunu belirtiyordu. Eğer devlet yönetimi zulme gi­ derse' vatandaşların başkaldırm a hakkına sahip olduğu ilk kez lüğüne belge ile ifade ediliyordu. Yine Bildiride, egemenliğin ulu­ bir halk olduğu, her yurttaşın düşünce, yazı ve fikir özgür­ sahip olduğu.. öne. sürülmekteydi. 1789 Devriminin bu ana belgesi temel hakları kabul etmekte,, bir bakım a devrimin esas b ir yasal sa ait temel haklan sağlamak olduğu düşünülmekteydi. Kuş­ kusuz bu gelişme Fransa demokrasinin tarihinde çok önemli b ir nedeninin olaydı. 1791 yılında K u m cu Meclis Anayasayı tamamladı ve böyîece mutlakiyatçi krallık rejiminin - yerini meşruti krallık almış oldu. 69 Anayasa, Montesquieuhun «kuvvetler aynım» ilkesinden hareket etmekteydi. Yasama organı halkın iki dereceli seçimle oluşturdu­ ğu bir Meclisin elindeydi. Yürütme organının başı ise kraldı. Kra­ lın iktidarı/ «Tanrının arzusu ve milletin isteği» esasına dayandı­ rılıyor; böylece egemenliğin ulusa ait olduğu görüşü de pekiştiril­ miş oluyordu. 1791 Anayasası ile kurulan yeni siyasi rejimin esas olarak burjuvazisinin eğilimlerini aksettirdiği söylenebilir. Daha Anayaya hazırlanırken, Kurucu Mecliste bir kavram tartışması çıkmış­ tı; «halk egemenliği» ve «ulus egemenliği». Mecliste bir kesini halk egemenliği kavramını savunmakta, kraldan alınan egemenliğin doğrudan doğruya halkın malı haline getifrilmesini öne sürmekte­ dir. Buna göre ekonomik ve sosyal durumu ne olursa olsun her yurttaş egemenliğe sahip olmalıdır. Bu görüşe karşı burjuvazi­ nin sözcüleri ulusal egemenlik kavramını ortaya atmışlar, halk sözcüğünün belli bir anda yaşamakta olan insanlar için kullanıl­ dığını ve egemenliğin böyle alelade kişilere verilemeyeceğini ileri sürmüşlerdir. Ulus kavramı ise, bu görüşlere göre halk kav­ ramından farklıdır, somut insanların üstünde ezeli, ebedi, şanlı, şerefli, soyut ve yüce bir varlıktır; kraldan koparılıp alınan iktidar bu varlığın olmalıdır. Eğer egemenlik sokaklardaki rastgele kala­ balıklara verilirse egemenlik kavramına saygısızlık yapılmış ola­ caktır. Brnıa karşılık malları, mülkleri, dikili ağaçlan ile vatana bağlanmış olanlar, ödedikleri vergilerle ulusa bağlılık borçlarını yerine getirenler ulus adına egemenliği kullanmalıdır ve ancak o za­ man egemenliğe gereken saygı gösterilmiş olacaktır görüşü ağırlık kazanmıştır. Mecliste yapılan tartışmalar sonucu ulus egemenliği kavramım savunanlar üstün gelmiş, bunun sonucu seçmenlik hak­ kının herkesin yararlanabileceği bir hak olmadığı ancak belli ni­ teliklere sahip kimselerin yapabileceği görev olduğu Anayasa hük­ mü haline gelmiştir. 1791 Anayasasında bu nedenlere bağlı olarak seçim hakkı iyice kısıtlanmış durumdadır. Seçim iki derecelidir ve birinci derecede seçmen olabilmek için yılda en az üç işçi yevmiyesine eşit vergi yükümlülüğü olan mülk ya da kazanç sahibi olmak gerekmekte­ dir.-Birinci derece seçmenlerin seçeceği ikinci derece seçmen ola­ bilmek için ise yılda en az 200 işçi yevmiyesine eşit vergi yüküm­ lülüğü olan mal ya da kazanç sahibi- olmak gerekmektedir. Bu 70 sınırlılıkların sonucu, seçme ve seçilme hakkı çok küçük b ir grup tarafından kullanılma durumunda kalmıştır. T ransız Devriminin getirdiği düşünce akım ları ve özellikle siyasal iktidarların meşruluğunu, tanrının krala verdiği bir hakka değil ulus egemenliğine dayandırması Avusturya, Prusya vb. mut- lakiyetçi Avrupa monarşilerinde büyük bir tepki uyandırmıştı. Fransız Devrimi özgürlük/eşitlik, tem el'in san hakları gibi kav­ ram ların evrensel geçerliliğini ileri sürmekle kalmıyor, mutlak monarşili siyasal düzenlerin ve bu düzenlerin koruduğu toplumsal sistemin halk tarafından gerekirse zorla değiştirilebileceğini gös­ teriyordu. İşte bu nedenlerle Avrupa K ralları devrimi biran önce söndürülebilmek için 1792 yılında Fransa'ya karşı savaş açtılar T e aşağı yukarı 1815 yılına k a d ar Fransa tek başına bütün Avru­ pa'ya karşı savaştı. Ancak bizim için burad a önemli olan bu savaşların tarihi değil siyasal sistemdeki değişme ve gelişmeler­ dir. Savaşla/beraber meşruti monarşi son buldu, Cumhuriyet ilan .edildi; I. Cumhuriyet ya da «Convention» (K onvansiyon) dönemi başlam ış oldu. Çünkü Avrupa krallıkları Fransa kralı için savaşı­ yorlardı ve Fransız halkı buna tepki gösteriyordu. Konvansiyon dönemi 1792. - 1795 yılları' arasım kapsamakta­ dır. K ra llık ortadan kalkınca t:üm iktidar «Ta Convention» adlı b ir meclis tarafından kullanılmakta;' güçler ayrılığı ilkesinden vaz- geçihnektedir.1791 sistemine k a rşı'b ir halk-darbesi yapılmış; kral yargılanarak idam edilmiştir. Meclis, Fransız u lu s u 1adına bütün yetkileri.kullanmakta ve bu dönemin en önde gelen kişisi, Robespi- erre'in deyimiyle «tiranlığa karşı özgürlüğün despotluğunu kuran bir iktidar« ortaya çıkmış bulunmaktadır. Meclis yürütme yetkisi­ ni de elinde tutmakta ve meclis . içinde oluşan bir komite (K am u Kurtuluş Kom itesi) işleri yürütmektedir.; Nitekim b u oluşum: si­ yasal bilim literatürüne ’ geçmiş, yasama ve yürütm e yetkilerinin tek b ir mecliste toplandığı sistemlere konvansiyonel sistemler ya da «meclis hükümeti sistemi» denmiştir. K urtuluş Savaşı sırasın­ da Anadolu'da kurulan I. T B M M döneminde de bu sisteme ben­ zer bir siyasal düzenin geçerli olduğu görülmektedir. - Çoklukla olağanüstü değişim dönemlerinde başvurulan bu sistem, aslında büyük önderlerin, arkalarına toplumun iradesini temsil eden m ec­ lislerin ezici gücünü alarak büyük işler başarm asını olanaklı kıl­ maktadır. 71 Fransız Devrimi ülkedeki yaşamı ve düzeni temelden değiş­ tiren bir hareket idi. Devrimle beraber tüm feodal ayrıcalıklar or­ tadan kalktı, özellikle köylüler feodal yükümlülüklerden kurtul­ du (ürünlerden alman vergi ve angarya gibi). Feodal yükümlü­ lüklerden kurtulan köylüler toprak sahibi olmaya başladı ve bu süreç kırsal kesimde kapitalizmin gelişmesini hızlandırdı. Artık Fransız burjuvazisi gelişmesini önleyen tüm engellerden arınmış­ tı ve bunun sonucu olarak hızla gelişmeye başladı. 19 uncu yüzyı­ lın başlarından itibaren sanayinin çabuk bir tempo ile büyüdüğü, denizaşırı ülkelerde Yeni Fransız sömürge ve kolonilerinin belir­ meye başladığı görülüyordu. Kuşkusuz gelişme sadece ekonomik alanda kalmıyor, toplumsal yaşamın her yönünde büyük ilerletme­ ler ortaya çıkıyordu. Örneğin Paris dünyanın sanat ve kültür mer­ kezi haline geliyor, bilim alanında parlak bir gelişme ortaya çıkı­ yordu. Fransız tarihinin bir özelliği olarak siyasi gelişmeler ve bü­ yük siyasal değişiklikler birbirini izlemeye devam etmişlerdi. Konvansiyon dönemi 1795 yılında iktidar üzerinde etkili olan ve radikal bir dünya görüşünü savunan Jakdberlere karşı örgütle­ nen bir darbe ile devrilmiş, Roberspierre yargılanarak idama mahkum edilmiş; «Direfctuvar Yönetimi» adı ile tarihe geçen bir siyasal rejim kurulmuştu. İki meclise ve meclislerin seçtiği 5 ki­ şilik yürütme organına dayanan bu sistem de uzun ömürlü olma­ mış, 1799 yılında Napolyon Bonapart adlı bir general darbe yapıp iktidara gelmiş, 1802 yılında da imparatorluğunu ilan etmiştir. Napolyon ya da, I. İmparatorluk dönemi Fransa'nın tüm Avrupayı askeri yönden kontrol altına aldığı dönemidir. Gerçekten Napol­ yon, orduları ile Avrupa'nın her yerine gitmiş; Fransız orduları­ nın girdiği her yerde ise eşitlik, özgürlük, ulusçuluk gibi düşünce­ ler yayılmış; Avrupa tarihinin akışında önemli değişmeler olmuş­ tur. Napolyon dönemi aynı zamanda Fransa'nın hukuk ve yönetim düzeninin modernleştiği, tüm feodal kurum ve kalıntılarının temiz­ lendiği, kapitalizmin gelişmesi için her türlü düzenlemelerin yapıl­ dığı aşamayı belirlemektedir. Nitekim Napolyon tarafından gelişti­ rilen hukuk, yönetim ve eğitim sistemi çok uzun süre, değişmeden kalmıştır. Napolyon'a karşı birleşen Avrupa devletleri uzun savaşlardan sonra 1815 tarihinde kesin bir zafer kazanmıştır ve Napolyon de­ 72 nizaşırı b ir. İngiliz adası olan Saint - Helen'e sürülmüş; savaşı kazanan İngiliz, Prusya, Âvusıturya, Rusya, İsveç ve daha b ir sürü krallık orduları Fransa'da tekrar mutlakiyetçi monarşi sistemini geri getirmişler; yine Bourbon hanedanından b iri X V III. Louiş adı ile kral olmuştur. Fransa'nın ve Avrupa'nın yeni düzeni 1815 tarihli Viyana Kongresi yük Avrupa devletleri ile belirlenmiş; Devriminin getirdiği bu Kongrede bü­ düşünce akım larına karşı önleyici bir eylem cephesi oluşturmak durum unda kalm ışlar­ dır. Devrim ve sonrası olaylar tüm Avrupa ülkelerini etkilemiş ve hemen hemen her yerde özgürlük, eşitlik, ulusçuluk ilkelerine dayanan güçlü liberal akım lar belirmiştir. İşte Viyana Kongresin­ de oluşan cephenin temel amacı her yerde, mutlakiyetçi krallık düzeni için tehlikeli olan bu akımları durdurm ak olmuştur. Fransa'da ise eski krallık hanedanı ve düzeni, yabancı ordu­ lara dayanarak geri gelmiş; X V III. Louis feodal ayrıcalıkları tek­ ra r geri getirmeye, soyluların devrimde el konan topraklarını ge­ ri vermeye çalışmış; ancak başarılı olamamıştır. Kapitalizmin hız­ la gelişmiş olması, burjuvazinin zenginliğinin ve etkisinin artması feodal düzeni geri getirme çabalarını kesinkes etkisiz kılmıştır. X V III. Louis'dem sonra kral olan X. Charles, b u konuda daha ka­ rarlı hareket etmeye kalkıp, devrim sırasında topraklarını kaybe* den soylulara tazminat verme, basın özgürlüğünü kısıtlama gibi girişimlerde bulununca halk ayaklanmış; üç gün süren çatışmalar sonunda K ral ülkeden kaçmak zorunda'kalm ıştır. Böylece feodal düzenin ve mutlak monarşinin geri getirilme girişimi 1830 yılının Temmuz ayında patlayan ayaklanma ile k e sin ‘olarak son bulm uş­ tun' 1830 devrimi bir bakım a hem emekçi yığınların ,hem de burju­ vazinin işbirliği ile gerçekleşmiş sayılabilmektedir. Örneğin Paris'de ayaklanma başlayınca fabrika sahipleri işçilerine izin ver­ mişler, daha da ötede onları harekete katılmaya teşvik bile etmiş­ lerdir. Devrimin başarıya ulaşması üzerine meşruti - monarşi; dü­ zeni getiren bir anayasa hazırlanmış; liberal fikirleri ile tanınan bir soylu, Louis - Fhilippe kral ilan edilmiştir. Yeni kral, Fransa kralı değil Fransızların Kralı unvanını almış; böylece krallık otori­ tesinin ulusa dayandığı vurgulanmıştır. Yeni Anayasa yine kuvvet­ ler ayrılığı ilkesine dayalı bir siyasal sistem oluşturmuştur. Bu sistemde de, özellikle emekçi kesimin' oy hakkı oldukça sınırlı kalmıştır. 73 1830 - 1848 yılları arasında Fransız kapitalizminin hızla ge­ liştiği ve bir sanayi devriminin oluştuğu ileri sürülebilir. Sanayi­ nin gelişmesi ile beraber tonlumda yeni bir sınıfın, işçi sınıfının bü­ yüdüğü ve bu sınıfın uzun iş günü, düşük ücretler, sağlık koşulla­ rına uymayan iş yeri gibi nedenlerle durumundan hiç memnun ol­ madığı görülmektedir. Sayıları hızla artan ve üretimi yürüttüğü için toplumsal önemi giderek büyüyen işçi sınıfmm kendi yaşam koşullarını düzeltecek bir biçimde siyasi iktidarı etkileme olanağı yoktur. 1830 Anayasasına göre rey verebilmek için yılda en az 20 frank vergi ödemek gerekmektedir. Başka bir deyişle siyasal sisıtemde burjuvazi büyük bir etkinlik sağlamıştır ve rey hakkının genişletilmesi vb. tedbirlere başvurmak niyetinde değildir. Çünkü işçilerin siyasal etkinliğinin artması daha yüksek ücret, daha iyi çakışma koşulları vb. tipte, sanayicilerin çıkarlarına karşı önlemle­ ri gündeme getirecektir. 1847 yıllarında tarımsal ürünlerin, kötü hava koşulları nedeni île çok düşük olması ve bir takım mali krizlerin başgöstermesi fiyatların hızla artmasına neden olmuştu. Biöyle bir ortamda işçi­ lerin ücret artışı istekleri sürekli olarak red edilince 1848 yılı kışında başta işçiler olmak üzere emekçi yığınların ayaklandıkları görüldü. Paris'te üç gün süren çatışmaların sonunda hükümet devrildi ve başkaldırma hareketinin önderlerinden Louis - Blane'm başkanlığında sosyalist bir hükümet kuruldu, Cumhuriyet ilan edildi. Böylece krallık yönetimi artık Fransa'da son buluyordu. Bir taraftan yeni Anayasa hazırlamaik üzere Kurucu Meclis se­ çimlerine girildi; diğer taraftan da emekçi yığınlar yararına bir takım tedbirler alınmaya çalışıldı, işsizlere iş bulabilmek için devlet, bir takım imalathaneler açmaya başladı, rey hakkı genişle­ tildi, iş günü kısaldı, sendikalar yasallaştı. Ancak Kurucu Meclis seçimlerinde köylülerden destek bulamayan sosyalistler azınlıkta kalmıştı; seçimlerden en güçlü çıkan grup sanayi burjuvazisinin temsilcileri idi ve yeni hükümeti onlar kurdu. Nüfusunun büyük ço­ ğunluğu köylü olan Fransa'da sosyalist ideoloji ancak işçiler ara­ sında taraftar buluyordu. Yeni hükümet alınan sosyal tedbirlerin bir kısmını kaldırınca işçiler yeniden başkaldırdı; fakat bu sefer işçi hareketi şiddetle ezildi. 1848 yıimın sonunda yeni Anayasa'ya göre yapılan başkanlık seçimlerini Napolyon'un yeğeni Louis Napolyon ezici bir çoğunlukla kazandı ve cumhurbaşkanı oldu. 1852 yılında da Louis Napolyon bir darbe yaparak imparatorlu­ 74 ğunu ilan etti, böylece 1870 yılma kadar devam edecek olan II. İmparatorluk dönemi kuruldu. İkinci împaratorhıik dönemi siyasal bilim ler literatüründe «ibonapartism» sözcüğü ile tanımlanan b ir olgunun ortaya çıkma­ sına neden dldu. Kısaca tanımlamak geerkirse bonapartism, top­ lum da belli b ir sınıfın iktidara ağırlığım koyamadığı, gerçekte çı­ karları birbirleri bulundukları ile uyuşmayan durum u ifade tabakaların b ir etmektedir. Örneğin denge içinde o dönemin Fransasm da ne sanayi burjuvazisi, ne tarımsal burjuvazi, ne de bankacı gurubu tek başına iktidara gelecek kadar kudretli gözük­ memekte; üretimde polarizasyon olayı ortaya çıkmamakta; daha çök küçük üretim ve küçük mülkiyet yaygın bulunmaktadır. K ü­ çük mülkiyet, yaygınlığına rağmen dağınık - ve örgütsüz olduğun­ dan iktidar üzerinde etkili olamamakta; büyük üretim ya da büyük mülkiyet ise tek başına toplumun en hakim kesimi haline gelememektedir. İşte kısaca tanımlamaya çalışılan bu toplumsal yapıda, ekonomik kesimlerin hiçbiri siy a sa l'ik tid ar üzerinde ağırlık kuramadıiMarından siyasal iktidar bir denge durumunu sürdürm e işlevi ile ortaya çıkmakta ve b u açıdan da toplumsal güçlerden b a ­ ğımsızmış gibi görünmektedir. Bonapartism sözcüğü işte böyle bir oluşumu belirlem ek için kulî anılan genel b ir kavram olarak ta­ nımlanmış bulunm aktadır. . Gerçekten 20 yıla yakın süren II. İmparatorluk döneminde hem tarımsal küçük burjuvazi, hem büyük sanayiciler hem ban­ kacılar açısından belli çıkarlar gözetilmiş, ancak bunlardan birinin siyasi iktidar üzerinde kesin etkinlik kazanarak diğerlerine' göre ön plana geçmesi söz konusu olamamıştır. Bu dönemde otoriter siyasal sistemin bütün yükünü yine işçiler çekmiş, 1848 devrimi ile .kazanılanların dışında daha önce kazanılmış' hakları bile kay­ betmiş; işçilerin siyasal ve ekonomik yönden örgütlenmeleri yasa­ larla .önemli ölçüde kısıtlanmıştır. Bu durum, işçilerin giderek artan biçim de huzursuz hale ■gelmelerini ve sisteme karşıt bir tutum geliştirmelerini hızlandırmıştır. Bu arada ilk uluslararası işçi hareketi örgütü olan I. Enternasyonal oluşmuş ve gerek Fran­ sa'da gerek diğer Avrupa ülkelerinde işçi sınıfının,, ideoloji açı­ sından ileri düzeylere erişmesine katkıda bulunmuştur. B. Paris Komünü ve I I I Cumhuriyet. 1860 yıllarından itibaren Fransa'da işçi hareketlerinin 75 geliştiğini, büyüdüğünü görmek mümkün oluyordu. III. Napolyon'un baskı önleınılerine rağmen işçi hareketi ve ör­ gütlenmesi giderek kuvvetleniyor, sosyalist düşünce ve ör­ gütlenmeler (I. Enternasyonal) işçi hareketlerinin gelişmesinde setkili oluyordu. Ülkedeki hoşnutsuzlukların ve toplumsal gerilimlerin arttığını gören III. Napolyon, bir dış (başarının durumu düzel­ teceği düşüncesi ile Almanyanm birliğini tamamlamaya çalışan Prusya'ya savaş ilan etti; böylece ham bir askeri başarı kazanarak hem de Ren nehrinin batı yakasındaki toprakları Fransa'ya katarak kendisine karşı yoğunlaşan tepkileri yumuşatmayı umuyordu. Âncalk 1870 yılında patlayan bu savaşta Fransa büyük bir yenilgiye uğradı ve İmparator ordusu ile birlikte Sodan'da esir düştü, Prus­ ya ordularına Paris yolu açıldı. Ancak Sedan bozgununun haberi Paris'e ulaşınca halk ayaklanmış ve Cumhuriyet ilan edilmişti; ku­ rulan bir geçici hükümet savaşı devam ettirmeye çalışıyordu. Tıpkı büyük devrim günlerinde olduğu, gibi büyük bir halk hareketi başlamıştı ve her yerde PrusyalIlara karşı direnmeye ge­ çilmişti; Ancak geniş halk yığınlarının harekete geçmesi Fransız burjuvazisini ürkütmüştü, bu halk hareketine 1848'de olduğu gibi sosyalist görüşlerin etkin olmasından çekinilmebteydi. Bu nedenle geçici hükümet Prusya'dan barış istedi ve 1871 yılının başında ateş­ kes anlaşması yapıldı; bu sırada Prusya ordusu hemen Paris'in dı­ şında idi. Barış görüşmelerinde askeri başarısına dayanarak Prus­ ya, Fransa için oldukça ağır barış koşulları ileri sürünce, Paris'te halk tekrar ayaklandı; hükümet kuvvetleri, balkanlar, yöneticiler Paris dışına sürüldü ve böylece öncekilerden çok farklı bir devrim gerçekleşmiş oldu. Çünkü bu harekete sosyalistler öncülük etmişti ve bu devrimle bir işçi iktidarı gerçekleşmişti. Paris içinde iktidarı ele geçiren işçiler 28 Mart 1871 tarihinde «Paris Komünü» adı ile anılan yeni bir siyasal düzeni ilan etti­ ler; buna karşılık eski yönetim, askerleri, memurları, bakanları ile şehrin hemen dışında bulunan Versailles'e çekildiler. Prusya ordusu da şehrin dışında bulunuyordu. Paris Komünü dünyadaki ilk sosya­ list iktidar denemesi idi ve Mayıs ayı ortalarına kadar varlığını sürdürdü. Aslında tüm Fransa biı sırada Versailles'deki hükümete bağlıydı. Komün sadece Paris'de egemendi. İşçiler ve şehir halkı hükümet kuvvetlerinin sürekli saldırılarına başarı ile karşı çıkınca, Versaillesliler ve Prusyalılar bir anlaşma imzaladılar ve iki birle­ şik kuvvetin saldırısı Komünü ezdi; böylece dünyadaki ilk soısya- 76 list iktidar denemesi 2.5 ay kadar sürmüş oldu. Hükümet, kuvvetleri şehre girince çok sert önlemler aldılar ve hemen hemen bütün komüncüler kurşuna dizildi, yurt dışındaki 'kolonilere sürüldü. Kom ünün son bulm asından sonra yeni ısiyasal düzenin ne ola­ cağı uzun tartışm alara neden oldu; işçilerin tavrı ye Kom ün deneyi burjuvaziyi çok telaşlandırmış ve onları kralcılara yaklaştırmıştı. Yeni siyasal düzeni kurm ak için bir Kurucu Meclis seçilmişti ve Mec­ lise kralcılar egemen gözüküyordu. K urucu Mecliste ancak b ir oy faıikı ile cumhuriyet kabul edildi ve böylece Üçüncü Cumhuriyet dönemine girilmiş oldu. Başlangıçta herkes Cumhuriyetin çok kısa ömürlü olacağını, kralcıların ya da askerlerin b ir daıbe yaparak iktidara geleceğini düşünüyordu. Ancak III. Cumhuriyet, herkesin başlangıçta düşündü­ ğünün aksine oldukça uzun yaşadı, II. Dünya Savaşında Altaan or­ dularının tekrar Fransa yi işgal etmeleri ile son buldu. Üçüncü Cumhuriyetin üç ayrı metinden meydana gelen Anayasasına göre tipik bir parlam enter düzen kurulmuştu. Rey hakkı oldukça geniş­ lemişti ve zaman zaman yapılan (değişikliklerle rey verebilm e üze­ rindeki bütün kısıtlamalar ortadan kaldırıldı. İki m eclisli b ir yasa­ ma organı ve yasama organının tam kontrolü altında (bir yürütme organı (k abin e ), sistemin esasını oluşturuyordu. . Üçüncü Cumhuriyetle birlikte parlamentoda iki büyük grup oluşmuş ve bunlar parti işlevi görmeye başlam ışlardı, kralcılar ve «Cumhuriyet Birliği». Ancak bir süre sonra gerek sağı temsil eden kralcıların gerek solu temsil eden Cumhuriyet Birliğinin var­ lıklarını sürdürrmedikleri, çeşitli partilere bölündükleri görüldü. Böylece Fransız siyasal yaşamının' .en belirgin niteliklerinden biri olan çok partililik ortaya çıkmıştır. Parlamentoda çok- sayıda par­ tinin temsil edilmesi ile beraber 'Üçüncü Cumhuriyetin en önde gelen özelliği olan yürütmenin istikrarsızlığı gündeme' gelmiştir. Genel olarak parlam entoda temsil edilen çok sayıda parti arasında hiç biri çoğunluğu sağlayamamakta ve koalisyon hükümetleri doğal hükümet biçimi haline gelmektedir, 70 yıl kadar süren Üçüncü Cum­ huriyet döneminin tamamına yakın, kısmı koalisyon hükümetleri yönetimi altında geçmiştir. Bir kaç siyasi partinin bir araya gelerek parlamentoda çoğunluk -sağlayacak biçimde hükümet kurm aları an­ lamına gelen koalisyon hükümetleri doğal olarak kısa öm ürlü ol­ muştur. Her siyasi parti, gerçekte belli bir toplumsal grup ya da 77 sınıfın çıkarlarını savunan bir örgüttür ve koalisyon hükümetleri de buna göre bir kaç sınıf ya da grubun temel çıkarlarını aynı anda, beraberce gerçekleştirmek anlamına gelmektedir. Bunun ise kısa ömürlü olması doğaldır; çünkü koalisyonda temsil edilen çı­ karlar arasında bir çelişki başgösterir göstermez koalisyon bozul­ maktadır. Böylece sık sık hükümet buhranı ile karşılaşmak siyasal sistemin temel özelliği haline gelmektedir. Üçüncü Cumhuriyet, sürekli hükümet buhranı ile karşılaşma­ sınla karşı rejim olarak varlığım sürdürmüştür ve hükümet bunaıhmlarmm Fransız siyasal yaşamında iki önemli sonucu olmuştur. Birinci olarak, buhranlar sonucu sik sık hükümetsiz kalma sorunu, çok etkin ve gelişmiş bir devlet yönetimi sisteminin ortaya çıkma­ sına neden olmuştur. Devlet kuruluşlarının başında siyasi yönetici yani bakan bulunmasa da iyi yetişmiş, yetenekli memurlar işleri yürütmüşler; siyasi kadrolara bağlı olmayan, hangi bakan ya da parti iktidara gelirse gelsin değişmeyen memurların yönetimi altın­ da ülke, siyasal bunalımları sıkıntısız atlatmasını bilmiştir. Böy­ lece siyasal sistemin istikrarsızlığı, yetkin, uzman ve sürekli bir bü­ rokratik mekanizmanın doğumuna yol açmıştır. İkinci önemli so­ nuç ise siyasal özgürlüklerin ya da başka bir deyişle siyasal demok­ rasinin gelişimi olarak tanımlanabilir. Hükümet bunalımlarına ne­ den olmasına karşın çok partinin varlığı, toplumdaki belli başlı tabaka ve sınıfların, çıkarlarım savunmak için siyasal düzeyde, par­ ti biçiminde örgütlenmelerini ve parlamentoda 'temsil edilmelerini sağlamıştır. Seçim sisteminin de uygun olması sonuca, toplumdaki tüm sınıf ve tabakalara bir siyasal parti aracılığı ile parlamentoda temsil edilmek olanağının sağlanması, klasik demokrasinin çok önemli bir ilkesinin gelişimine yol açmıştır. Bu. ilke, ilerde tanımı üzerinde daha ayrıntılı bir biçimde durulacak olan çoğulcu (plura­ list) toplum düzeni ile siyasal özgürlükler arasındaki ilişkinin var­ lığı olarak tanımlanabilir. Başka bir deyişle siyasal demokrasinin varlığı için en temel koşullardan biri, toplumdaki tüm kesimlere ve ideolojilere örgütlenmek, siyasal halk ve özgürlüklerden fayda­ lanmak olanağının tanınması olmaktadır. Üçüncü Cumhuriyet döneminde gelişen ve günümüz Fransız siyasal yaşamını belirleyen önemli olaylardan biri de sosyalist ha­ reketin gelişimi olmuştur. Klomün deneyinden sonra, doğal olarak tüm işçi hareketleri üzerine koyu bir baskı uygulanmış, Komün hareketine katılan herkes cezalandırılıp sömürgelere sürülmüştür. 78 Bununla beraber 8 yıl sonra, 1879'da M arsilya'da. «'Sosyalist İşçi­ ler Federasyonu» kurulmuş ve 1884 yılında da Parlamentoda, sen­ dikal hak ve özgürlükleri tanıyan yasa kabul edilmiştir. Bunun, sos­ yalist hareketin partileşme dönemi izlemiş; ancak ortaya çok sayıda sosyalist partinin çıktığı görülmüştür. Örneğin 1893 seçimlerine sonra «Fran­ 4 tane sosyalist parti katılmıştır. B u seçimlerden sız Sosyalist Partisinin» geliştiği ve etkin b ir siyasal g ü ç 'h a ­ line geldiği söylenebilir. Sözü edilen b u parti, önderliğini I. Ja­ urès nin yaptığı »Cumhuriyetçi Sosyalist Parti» ile yine önderliği-' ni radikal bir m arxist olan Guesde'nin yaptığı »R adikal Sosya­ list» partinin birleşmesinden oluşmuştur. Partinin güçlenmesi ile beraber partinin denetimi altında b ir işçi sendikaları konfederas­ yonu kurulmuş (C .G .T.) ve L'Hüm anite adlı parti gazetesi yayın­ lanmaya başlamıştır. Bilindiği gibi Konfederasyon bugün de F ran­ sa'nın en büyük işçi kuruluşu niteliğini taşımaktadır ve gerek bu örgüt gerek sözü edilen gazete bugün ' Fransız Kom ünist Par­ tisi tarafından denetlenmektedir. Üçüncü Cumhuriyet döneminde çeşitli koalisyonlara katılan Sosyalist Parti 1920 yılında, ikiye, b ö ­ lünmüştür. Bölünmenin altında yatan sorun, Rusya'da ortaya çı­ kan devrim ve 1919 yılında k u m lan III. Enternasyonaldir. Sos­ yalist Partinin 1920 de Tour’s şehrinde yapılan kongresinde III. Enternasyonele katılmak konusunda görüş . ayrılığı çıkmış; bir grup ayrılarak Sosyalist Partiyi kuralken kalanlar partinin ismini Komünist Partisi olarak değiştirmiştir. Böylece Fransız siyasal ya­ şamının iki güçlü sol partisi 1920 yılında ortaya çıkmıştır. Üçüncü Cumhuriyetin diğer önemli siyasal hareketlerinden biri Radikal Partidir ve bu parti Dördüncü- Cumhuriyet döneminde de önemini korumuş, Beşinci Cumhuriyetde ise' silinmiş, konum değiştirmiş, bir hale gelmiştir. Radikal' Partinin ideolojisi halkçı b ir içerik taşımakta; yani esas olarak kapitalizme ve üretim araç­ ları üzerinde özel mülkiyete karşı çıkmamakla beraber kapitaliz­ min yarattığı toplumsal eşitsizlik hedef . alınmaktadır. Böylece Parti, işçi ve burjuvazinin çıkarlarını savunan siyasal örgütler ara­ sında bir yerde bulunm akta ve 'doğal olarak ekonomik düzen ka­ pitalizm olduğu için mevcut düzenin savunusundan çok eleştirisini yapmaktadır. Bu niteliği ile Radikal "Parti, daha çok Üçüncü Cum­ huriyet döneminin soi eğilimli partileri arasında yer almakta, çoğu zaman onlarla işbirliği yapmaktadır. Fransa'da gerek sağın gerek solun tek değil çok parti ile temsil edilmesinin ve Radikal Parti 79 gilbi bir ara siyasal örgütün etkinlik kazanmasının nesnel temeli küçük üretim ve mülkiyetin yaygınlığıdır. Örneğin 20 nci yüzyıla girerken ülkedeki nüfusun yarıdan fazlası kırsal alanda yaşamak­ ta ve bu kesimde küçük aile işletmesi büyük bir yaygınlık göster­ mektedir. Aynı şekilde sanayide de küçük işletme ağır basmakta; mevcut işyeri ya da firmaların % 93 u, 5 kişiden az işçi çalıştırmak­ tadır. Küçük mülkiyetin yaygınlığı bir taraftan gelişmiş, güçlü bir işçi sınıfı ile büyük iş adamlarının ayrı fakat tek bir siyasal örgüt­ le temsil edilmelerine olanak vermemekte; küçük mülkiyeti mu­ hafaza etme, toplumda eşitlik ve adaleti sağlama, büyük firmala­ rın gücünü sınırlama gibi farklı ve biribirleriyle çelişen eğilimler hem sol hem de sağ partilerin çeşitli fraksiyonlar biçiminde par­ çalanmasına neden olmaktadır. Nitekim bu olgu, küçük mülkiye­ tin yaygınlık gösterdiği her toplumda ortaya çıkmakta ve klasik demokrasi buna bağlı olarak iki partili değil çok partili bir yapı içinde gelişmektedir. Fransa'da Üçüncü Cumhuriyet dönemi, sözü edilen çok partili demokrasinin tipik gelişme modeli olarak değerlendirilebilmektedir. Yukarıda da değinildiği gibi Üçüncü Cumhuriyet, bir bakıma sürekli hükümet bunalımları içinde geçmiş ve çok partili sistem açık bir siyasi istikrarsızlığa yol açmıştır. Bununla beraber birbir­ leri ile anlaşıp uzun süreli koalisyon hükümetleri oiuşturamayan partiler rejim tehlikeye girince kararlı bir tavır alabilmişler ve siyasal düzene yönelen tehditlere karşı ortak tutum içinde tepki göstermişlerdir. Bu tür olayların en Önde gelen örneği, 1936 yı­ lındaki «Halk Cephesi» girişimidir. 1929 yılında patlayan büyük ekonomik bunalım tüm kapita­ list ülkeleri olduğu gibi Fransa'yı da şiddetle etkilemiştir. Buna­ lımın bilinen sonuçları, çok büyük boyutlara varan işsizlik, düşüik ücretler gibi, toplumdaki çatışma ve gerilimi artırıcı etkiler yarat­ mıştır. Böyle bir ortamda Komünist ve sosyalist partilerin büyük bir güç kazanması ve onların geliştiği ölçüde toplumda faşizan etkinliklerin artması doğal olacaktır'. Nitekim 1932 seçimleri halkın sol partilere eğilimini ortaya çıkarmış; Radikaller, Sosya­ listler, Komünistler ve bazı ufak sol partiler toplam 346 parla­ mento üyeliği kazanırken sağ partiler toplam olarak 257 üyelik kazanabilmişlerdir. Ancak seçim sonuçları hiç bir partiye iktidar olanağı sağlamadığı için hükümet bunalımı devam etmiş ve bir 80 faşist . darbe olasılığı giderek güçlenmeye, başlamıştır. Başta Âİ- ■manya ve İtalya olm ak üzere Avrupanm çeşitli, ülkelerinde boy gös­ teren faşizm, Fransa'yı da etkilemiş, «Fransız Hareketi» (Âction Franeais) adlı Almanya ve İtalya'daki faşist hareketi kendine ör­ nek alan bîr örgüt ortaya çıkmıştır. Askeri b ir biçim de örgütlenen ve etkinliğini seçimlerle değil sokak çatışmaları ile ortaya koyan Âetion Français, 1935 şubatında Parlamentonun toplantısını en­ gellemeye kalkmış ve büyük sokak çatışmaları çıkmıştır. Faşizm tehlikesinin büyük boyutlara ulaştığını gören Komünist Partisi, Radikal ve Sosyalist Partilere b ir çağrı yaparak demokrasi için or­ tak b ir cephenin kurulmasını önermiştir. 1935 Temmuzunda R adikal Parti önderi Daladier, Sosyalist Parti önderi Leon Blum ve Komünist Partisi önderi Maurice Tho- rez ortak bir deklarasyon yayınlanarak 3 partinin b ir -cephe oluş­ turduklarını, b u cephenin ekonomik bunalım ını yükünü;, çeken emdkçilerin durumunu düzeltmeyi amaçlayan b ir program . oluş­ turduğunu kamu oyuna duyurmuşlardır. Böylece «H a lk Cephesi» hareketi doğmuş ve üç parti ortak b ir liste ile 1936 seçimlerine katılmışlardır. "H alk Cephesinin, temel seçim, sloganı «Ekm ek, ba­ rış, örgürlük» olmuş : ve Nisan .ayında yapılan seçimler . sonunda mutlak çoğunlukla iktidara gelinmiştir. Seçimler, sonunda Sosya­ list Parti önderi Leon Blum;, başbakan olm uş.ve daha önce yapılan bir anlaşma ile hükümetini Radikal ve Sosyalist m ebuslardan kur­ muş, Kom ünist Partisi mebusları hüküm ete .katılmamıştır. 1.937 yılı sonuna kadar iktidarda kalan Halk .Cephesi Hükümeti bir taraftan siyasal alanda faşizm tehdidini ortadan kaldırm ayı b a ­ şa rm ış-d iğ e r ta ra fta n -d a toplumsal alanda çıkarılan yasalar ve hükümet uygulam aları ile ekonomik bunalım ın esas yükünü çeken emekçi yığınlar yararına belli olanaklar sağlamıştır. işçi hakları ile ilgili b ir yasa tasarısı yüzünden Radikal Par­ tinin ikiye bölünmesi ile-son bulan H alk Cephesi girişiminin siya­ sal gelişme açısından en büyük önemi, faşizm tehlikesinin mevcut siyasal sistem içinde önlenebileceğini göstermesidir. D iğer taraf­ tan yine bu girişim ile Fransız Komünist Partisi;- kamu oyu gö­ zünde siyasal sistemin meşru b ir kurumu haline gelmiştir.' O zama­ na kadar, Kom ün deneyinin de gözönünde bulundurulm ası ile korkulan ve ...kuşku duyulan -Komünist Partisinin, mevcut demokra­ tik siyasal sistem e.bağlı olduğu ortaya, çıkmıştır, Nitekim b u gi­ 81 rişimden sonra Parti kendini topluma kabul ettirmiş, sadece yandaşları yanında değil tüm demokratik, rejimi savunan güçlerce de meşruluğu tartışma götürmez biçimde kabul görmüştür. Üçüncü Cumhuriyetin yıkılması, esas olarak ülke içi bir siya» sal gelişmenin değil Fransa'nın İkinci Dünya Savaşında istilaya uğraması sonucu olmuştur. 1940 ilkbaharında Alman askeri güç­ leri ülkeyi istila edince Fransa teslim olmuş; işbirlikçiler işgal edilmemiş bölgede yeni bir yönetim oluştururken (Viohy yöneti­ mi) General De Gaulleun önderlik ettiği bir kesim İngiltere ye geçerek Fransa'nın savaşa devam ettiğini dünyaya ilan etmişler­ dir. Böylece Prusyaîılarm yani Almanların isıtilası ile başlayan III. Cumhuriyet bir başka Alman istilası ile son bulmuştur. C; IV ve V. Cuımlıııriyetler. Fransa İkinci Dünya Savaşı boyunca Alman işgali al­ tında kaldı ve yönetim işbirlikçi Vichy hükümetince yürü­ tüldü. Bununla beraber General De Gaulie başkanlığında ku­ rulan bir hükümet İngiltere'den savaşa devam ediyordu. Al­ man İşgali Komünist Partisinin de toplumsal prestijinin çok artmasına yol açmıştı; çünkü Fransada istilacılara karşı yeraltı, silahlı direnişini Komünist Partisi yönetiyordu. 1944 yılında Al­ man orduları çekilmek zorunda kalınca De Gaulîe başkanlığında bir geçici hükümet kuruldu ve bu sırada ülkenin en etkin siyasal gücü olan Komünist Partisi de çok sayıda bakanla bu hükümete katıldı. Geçici hükümet, bir taraftan bazı toplumsal önlemler alır­ ken (örneğin kömür madenleri millileştirildi) yeni bir anayasa ha­ zırlayacak Kurucu Meclis seçimlerini düzenledi. De Gaulle yeni anayasada yürütme organının güçlü olmasını istiyor, buna gerekçe olarak da Üçüncü Gumlhuriyet döneminin ka­ bine ya da hükümet bunalımlarından kurtulmanın gerekli oldu­ ğunu ileri sürüyordu. Buna karşılık Komünist Partisi bir sınıf olarak burjuvaziye güvenemiyor, güçlü bir yürütme organının si­ yasal özgürlükleri kısıtlayabilecıeği kaygısını sürdürüyordu. Bu ne­ denle Komünist ve Sosyalist Partiler yine güçlü bir parlamento ve ona bağlı bir hükümet sistemini içeren bir anayasa öneriyorlar­ dı. Kurucu Meclis seçimlerinde Komünistler ve Sosyalistler ço­ ğunluğu sağlayıp kendi görüşleri doğrultusunda bir anayasa hazır82 layıııca ve bu anayasa halk oylamasına sunulup kabul edilince, De Gaulle siyasetten çekildiğini ilan etti. Böylece anayasal sistem açısından Üçüncü Cumhuriyete çok benzeyen Dördüncü Cumhu­ riyet dönemi başlam ış oldu. Dördüncü Cumhuriyette de tıpkı Üçün­ cü Cumhuriyet döneminde olduğu gibi güçlü b ir parlam ento ve onun karşısında zayıf b ir yürütme organı olması nedeni ile sık sık hüikümet buhranları başgösterdi; parlam entoda kesin üstün­ lük sağlayamayan çok sayıda parti nedeni ile'yine koalisyon hükü­ metleri sürekli hale geldi. Ancak bu arada önemli b ir olgudan söz etmek gerekmektedir. Savaş sonrası Fransa'da gerek savaş içindeki direniş hareketindeki rolü gerek daha sonra parlam enter sisteme saygılı tavrı nedeni ile Romîüniist Partisinin gücü ve pres­ tiji çok artmıştı; sosyalistlerle birlikte komünistlerin parlam ento çoğunluğunu sağlaması çok olanaklıylı. İşte bu noktada kesin b ir A B D 1müdahalesinin ortaya çıktığı görüldü.. ABD, dolaylı ya d a do­ laysız' çeşitli oianaklarla ülkede' solun ■etkinliğini azaltıcı önlem­ ler oluşturma çabasına gird i;'örn eğin savaş; sonrası Avrupa ülke-, lerinin yaralarını sarma, durumlarını düzeltme um udu hale gelen «(Marshall Yardım ının», komünistlere iktidar' olasılığı tanımayan ülkelere verileceğini ilan etti,' Bütün b u ve benzeri önlem ler sonu­ cu Fransa ve İtalya'da çok güçlü görünümlerine rağmen K om ü­ nistler iktidara gelemediler, iktidar ortağı bile olamadılar. Dördüncü Cumhuriyet aynı zamanda Fransız sömürgeciliği­ nin tasfiye dönemi oldu ve bu nedenle yıkılıp yarini Beşinci Cum ­ huriyete bıraktı. İngiltere'den önemli bir farklılaşma, Fransız' Sö­ mürge İm paratorluğunun tasfiyesi aşamasında belirlenm iş oldu; Fransız sömürgeleri, çoklukla şiddetli b ir bağımsızlık savaşı vere­ rek yeni ulus ve devlet olm a sürecine girdiler. Bunun ilk büyük örneği Viet - Nam. oldu, uzun ve kanlı bir "bağımsızlık mücadelesi veren Viet N am lılar, ülkenin bir bölümünde de olsa 1953 yılında bağımsız b ir ulus, ve devlet haline geldiler. İkinci önemli örnek Tu­ nus ve F ran sa üzerinde çok önemli etk iler.yaratan Cezayir'in b a ­ ğımsızlık savaşı sayılabilir. Özellikle Cezayir'deki mücaidele D ör­ düncü Cumhuriyetin son bulm asına neden oldu. . 1958 yılına gelindiğinde Cezayir savaşı çok şiddetlenmiş ve ar­ tık ülkeyi yönetenler bu .savaşı kazanamayacaklarım anlam ışlar­ dı; ancak hükümetin anlaşma yollarını aramasına Cezayir'deki or­ du ve oraya, yerleşmiş Fransızlar karşı çıktılar. Cezayir'de 1 miîyona yakın Fransız vardı ve bun lar ülkenin en verimli topraklar da 83 dahil olmak üzere hemen hemen bütün zenginliklerine sahiptirler; bağımsızlık doğal olarak bütün bu olanakların sonu olacaktı. Bu nedenle Cezayir halkı ile herhangi bir anlaşma önerisine karşı idi­ ler; ulusal çıkarlar, Fransanm yüce çıkarları ve gururu vb. ilke­ leri savunarak başlkaldırdılar. 10 yılı aşkın bir zamandır savaşan ve savaşın bütün yükünü çeken ordu da bu gurubun yanında, ken­ di yenilgisinin ifadesi olacak anlaşmaya karşı idi ve başkaldırmaya katıldı. İç . savaş eşiğine gelen Fransa, sorunu çözmek için tekrar De GaulleUi göreve çağırdı. De Gaulle, kendisine yapılan çağrı üzerine başbakan olmayı kabul etti ve bir taraftan Cezayir sorununa eğilirken diğer taraf­ tan yeni bir Anayasa hazırlanması girişiminde bulundu. Hazırla­ nan anaj^asa tasarısı 1958 yılı Eylülünde halk oyuna sunuldu ve Fransız halkının tasarıyı kabul etmesi ile V. Cumhuriyet dönemi başlamış oldu. Yeni Anayasanın getirdiği sistem, De Gaulle'ün 1945Ye önerdiği ilkelere dayanıyordu; geleneksel güçlü parlamen­ toya bağımlı yürütme organı yerine güçlenmiş, yasamaya karşı bağımsız hale gelmiş bir yürütme organı yeni sistemin temel özel­ liği haline geliyordu. Yeni Anayasaya göre, yürütme organının ba­ şı Cumhurbaşkanı idi ve 7 yıllık dönemler için doğrudan doğruya halk tarafından seçiliyordu. Cumhurbaşkanı seçiminde mutlak ço­ ğunluk gerekli idi, ilk seçimde herhangi bir aday bu çoğunluğu sağlayamazsa bir hafta sonra ikinci tur seçim yapılması öngörülmekdeydi ve ikinci tura bir önceki tuıida en fazla oy almış olan iki aday katılabilirdi. Cumhurbaşkanı, sembolik devlet başkanı görevleri yanında tam anlamı ile yürütme organının başı idi; başbaşkan ve bakanlar dahil olmak üzere yüksek memurların atan­ ması ya da azledilmesi Cumhurbaşkanının yetkisi altında idi. Bu­ na ek olarak Cumhurbaşkanı isterse yasama orgnını fesh edebili­ yordu. Anayasa ayrıca hükümet üyeliği ile parlamenterliği bağ­ daşmaz hale getirmişti, bir yasama organı üyesi bakan olarak ata­ nırsa parlamenterlikten istifa etmek zorunda idi. Yasama işlevi iki meclisli bir Parlamento tarafından yerine getirilmekteydi, Millet Meclisi doğrudan doğruya halk tarafından seçilirken Senato dolaylı bir seçimle oluşuyordu. Yasama organı­ nın görevi yasa yapmaktı ve bu görevi yerine getirmek için yılda iki kez olağan olarak toplanılıyordu; Anayasaya göre birinci top­ lantı dönemi 80, ikinci toplantı dönemi 90 günden fazla süremez84 di Sistem, Cumhurbaşkanına da yasama alanında etkinlik tanı­ mıştı ve ibu'na göre Cumhurbaşkanı isterse belli konularda doğru­ dan doğruya referandum a gidebilmekteydi. Yasam a organının h ü­ kümeti denetlemesi de çok sıkı koşullara bağlanmıştı. Hükümetin ya da b ir bakanın Parlamentoca görevinden düşürülmesi «güven oyu» mekanizması ile sağlanmıştı. Parlamentonun güven oyuna gitmesi için M illet Meclisi üyelerinin en az yüzde onunun teklifi gerekiyor, güven oylamasında da sadece hükümet aleyhindeki oy­ lar sayılıyordu. Güvensizlik oylaması yapılıp hükümet düşürüle­ mezse, güven oylaması isteminde bulunan parlam enterler b ir daha aynı dönem içinde böyle b ir istemde bulunm a hakkını kaybediyordu. Kısaca ifade etmek gerekirse V. Cumhuriyet sistemi, siyasal istik­ rarsızlığı ve hükümet bunalım larım etkin b ir biçim de ortadan kal­ dırıcı düzenlemeleri içermekteydi. Yeni ‘sistemin siyasi istikrarı sağlaması ve kendini kabul ettirmesi büyük ölçüde De G aulieün ağırlığım koymasına, «ya benim istediğim ya kaos» düşüncesini Fransız kamu oyuna benimsetebilmesine bağlı olmuştur. General uzun b ir süre kişisel prestijine dayanarak isteklerini halka benim­ setebilmiş, ancak 1969 y ılın d a -b ir‘anayasa değişikliği öneren refenandumun % 53 hayır oyu ile red edilmesi üzerine istifa ederek si­ yasetten çekilmiştir. Ancak De G aulleden sonra da sistem; devam etmeyi başarm ıştır. Cezayir sorununu çözmek için iş başına çağrılan De Gaulle, beklentilerin aksine Kurtuluş Hareketi ile ilişki' kurmuş ve Ceza« yir'in bağımsızlığını tanımıştır. Bu girişim Fransa'yı bir iç savaş eşiğine getirmiş, Cezayir'deki Fransız ordusu (Silâhlı Küvetlerin çok büyük bir kısmı) ayaklanarak bir darbe, girişiminde bulun- _ muştur. B u girişim Fransa'da büyük b ir heyecan uyandırmış, b ir anda geniş bir halk hareketi örgütlenerek De Gaulle'e tanı bir-' destek sağlam ıştır. Bunun sonucu ordunun girişimi başarısız kal­ mış, ayaklanmayı yöneten generaller ülkeyi terk etmişlerdir. B u olayın önemi, hem Fransız halikının özgürlüğüne çok bilinçli, b ir b iç im d e sahip çıkm asını bildiğini göstermesi hem de gelişmiş ül­ kede askeri darbelerin artık çok zor hale geldiğini ortaya koyma­ sıdır. Generaller ellerindeki güçlü askeri olanaklara k a rşın .kaimi oyunun çok etkin ve-kararlı b ir tepki göstermesi karşısında amaç­ larına erişememişlerdir. ,' . Fransa'da İngiltere'nin aksine ç o k 'p artili sistemin benimsen­ diğine daha önce değinilmişti. Başka bir-deyişle İngiliz sistemin85 de esas olarak «uzlaşm a» düşüncesi ağır basarken Fransa'da «ay­ rılık » kavramı ağır basm ış ve bunun demokrasinin özü olduğu düşüncesi yaygın bir kabul görmüştür. Bununla beraber son 10 yıl içinde partilerin aralarında birlikler oluşturarak b ir cins çift p ar­ ti sistemi anlayışını geliştirdikleri de söylenebilir. Daha açık bir ifade ile sağ ve sol partiler aralarında güçbirliği yaparak iki se­ çenekli b ir siyasal sistemin giderek ¡ortaya çıkmasına neden ol­ muş görünmektedir. B u oluşumu yaratan sistemdeki yapı değişikliğidir. temel neden anayasal Yasamanın, yani parlamentonun yürütme organı üzerindeki etkinliğinin azalması ve yasama organı üyelerinin hükümete katılamaması partileri b ir arada hareket et­ meye, anlaşmaya itmiştir. Eski sistemde, küçük de olsa her p ar­ tinin koalisyonlara katılma, hükümeti destekleme ya da düşürme girişimlerinde ağırlık taşıma gibi doğrudan doğruya iktidarı etkileyebilme olanağı varken bu şimdi ortadan kalkmış; parlamento^ dalki parti gruplarının esas işlevi yasa yapm akla sınırlı hale gel­ miştir. Buna ek olarak seçim sisteminde yapılan değişikliklerle kü­ çük partilerin adaylarının seçilme şansı azaltılmıştır. Yeni seçim sisteminde tek adaylı dar bölge esas alınmış ve birinci tur seçim­ lerde adayın .seçilebilmesi için mutlak çoğunluk ve hiç bir adayın m utlak çoğunluk sağlayamaması halinde ikinci turda en fazla oy alan adayın seçilmesi öngörülmüştür. Doğal seçim sistemi büyük partilerin etkinliğini olarak bu tür b ir arıtırınken, ikinci tur seçimler için partilerarası işbirliğini ve birleşm eleri zorunlu ola­ rak gündeme getirmiştir. Biöylece anayasal sistemin yeni yapıısı ve yeni seçim yasası Fransa'da küçük partilerin büyük bloklar halin­ de birleşm elerine yol açmış gözükmektedir. Fransız siyasal gelenek­ lerine pek uymayan b u durum un devam edip etmeyeceğini söylemek pek olanaklı gözükmemektedir. Beşinci Cumhuriyet, 20 yılı aşlkm b ir zam andan beri sistem olarak yürütmekte ve toplayıcı niteliği tar­ tışma götürmeyen De Gaulle tin önce siyasal yaşam dan çekilmesine Ve b ir müddet sonra ölmesine karşın bunalımsız b ir biçimde var­ lığını sürdürebilmektedir. . Günüm üz Fransa'sının belli başlı partileri ya da parti blokları şunlardır.: (1 ) Birinci Cumhuriyet için Dem okratlar Birliği - UDR. De Gaulle taraftarlarının oluşumuna öncülük ettiği bloktur ve bu partiyi klasik anlamı ile sağcı saymak zordur. Parti bu taraftan 86 Fransa'yı daha güçlü hale getirecek teknolojik ilerlemeleri savun­ makta, kapitalist sistemin devamını öngörmekte; ancak kapitaliz­ min yarattığı adaletsizlikleri önleyici toplumsal önlemleri de sa­ vunmaktadır. Bu niteliği ile eski Radikal Partinin de b ir fraksiyon olarak UDR içinde yer aldığı görülmektedir. Bunun dışında Parti, toplumun sınıf yapısını değiştirici ya da burjuvazinin ayrıcalıkla­ rını kısıtlayıcı önlemlere karşı olduğunu ifade etmiştir. 1958 yılın­ dan beri sürekli olarak iktidarda bulunan parti giderek ■seçmenin güvenini kaybetmektedir. Örneğin 1973 yılında yapılan seçimlerde oy oram % 23.6'ya kadar düşmüştür. Bununla beraber De Gaulle'den sonra seçilen Başkanlar, Pomıpidou ve Giseard D'Bstaing bu bloğun adaylarıdır. (2) Dem okratik Merkez. Klasik sağın tem silcisi. olan küçük • partiler bir araya gelmişler ve bir birlik oluşturmuşlarıdır. Siyasal yaşamda bu birlik GNI diye anılmakta, esas olarak 'kilise, aile, devlet müdahalesinden arınmış özel girişimcilik gibi ilkelere daya­ lı b ir siyaset anlayışı güdülmektedir. Partinin ya da daha doğru bir ifade ile birliğin çok etkin o ld u ğ u . söylenemez, oy oranı % 10 civarında kalmaktadır. Ancak 1968 seçimlerinde Sovyetler B irli­ ğinin Çekoslovakya'ya müdahalesini kullanıp yoğun bir anıti komünist kampanya ile oy oranım b ir ölçüde artırabilm iştir. Özel­ likle başkanlık seçimlerinde U D R ile işbirliği yapmaktadır. (3) Komünist Partisi. Kurulduğu 1920 lerderi beri ülkenin en önemli siyasal kuruluşlarından biri olmuştur. Marksist öğre­ tiye sıkı sıkıya bağlı olm akla beraber, küçük çiftçiliğin muhafaza edilmesi gibi ülkenin özelliklerimden doğan koşullara yakınlık gös­ termektedir. Son yıllarda Partinin ideolojisinde önemli değişme­ lerin olduğu söylenebilir. Örneğin Parti «jptoleterya diktatörlü­ ğünü» yadsımış ve bu girişim sade Fransa'da değil dünya ölçüsün­ de tartışmalara neden olmuştur..Partinin temel ideolojisi, b u rju ­ vazinin çok partili, parlamenter sistemi değiştirmeden ik tid ard a n ' ıızaklaştırılabiîeceğine ve yine siyasal sistemi değiştirmeden sosya­ lizmin ■ve işçi sınıfının iktidarının olasılığı" noktalarında toplan­ maktadır. K om ü n ist. Partisinin uluslararası işçi hareketine bağlılığı, ■örgüt­ lenmesinde aynen Sovyetler Birliği Komünist Partisini kendisine ör­ nek alması gibi nedenler, uluslararası gelişmelere bağlı olarak p ar­ tinin seçim etkinliğini' azaltıcı bir rol oynayabilmektedir. Örneğin 87 1968 Çekoslovakya olayı ve arkadan Roger Garaudy gibi aydınla­ rın, eleştirileri nedeni ile Partiden uzaklaştırılmadan,' 1968 yılında patlak veren işçi - öğrenci olaylarındaki tutumu büyük oranda oy kayıplarına neden olmuştur. Bununla beraber 1973 yılından itibaren oy kaybının durduğu ve oyların tekrar artm aya başladığı görülmektedir. Nitekim son seçimlerde Sosyalist Parti ile beraber oluşturduğu ortak Sol Hareket, iktidarı kıl payı kaçırmıştır. (4) Sosyalist Parti. Ülkenin en eski sol partisi olan sosya­ list parti tam anlamı ile marksist bir parti, sayılmaz. Sınıfların biramda, dengeli bir biçimde varlıklarım sürdürebilmelerini; sos­ yalizmin yavaş bir evrimleşme sonucu oluşacağını savunmakta­ dır. Parti kesin olarak anti - komünist bir ideolojiye sahip ol­ masına rağmen son yıllarda Komünistlerle beraber bir «Fransız Ortak Sol Programı» oluşturarak kendine iktidar yolları açmaya uğraşmaktadır. Ancak son seçimlerdeki başarısızlık ortalk hareke­ tin bozulmasına yol açmıştır. Bununla beraber Komünist ve Sos­ yalist Partilerin oluşturduğu cephenin oyların % 40 tan fazlasını toplayabilmesi «Ortak Sol Programının» varlığım sürdürmesi şan­ sım artırmaktadır. Fransız solunu zor bir durumda bırakıp, etkin­ liklerini azaltan bir önemli olgu De Gaulle’ün dış politikasıdır. De Gaulle’ün özeli iki e ABD’ve karşı bağımsız bir politika izleme­ si, NATO’nun askeri kanadından çekilmesi, Avrupa Birliğini sa­ vunması solun bu alandaki olanaklarını azaltmış, halk yığınların­ da dış politikaya ilişkin bir destek elide etmelerini zorlaştırmış­ tır. Ancak De Gaulle’ün siyasetten çekilmesinden sonra Cumhur­ başkanı olan Pompidou ve ondan sonra D’Estaing ABD’ve karşı sürdürülen dış politikayı yumuşatmışlar; böyleoe sol bu alanda bir ölçüde rahatlamıştır. III. AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ VE BAŞKANLIK SİS­ TEMİ - Klasik demokrasinin, parlamenter sistemi dışındaki türü olan «Başkanlık» sisteminin en iyi temsilcisi sayılan ABD’nin siya­ sal sistemi esas olarak «Kuvvetler ayrılığı», «federalizm», «fren ve denge sistemi» gibi bazı temel ilkelere dayanmaktadır.. Dünyanra yürürlükte olan en eski yazılı anayasasına sahip olan ABD’­ nin siyasal sistemi ve bu sisteme biçim veren ilkeler belli tarihsel 88 koşullar içinde ortaya çıkmıştır. Amerikan demokrasisinin, klasik demokrasiye getirdiği ilk önemli ilke olan «güçler ayrılığı» - (fren ve denge ilkesi güçler ayrılığının tamamlayıcısı sayılabilir) ve « f e ­ deralizm » kavramları üzerinde önemle durm ak gerekmektedir. Çünkü bu ilkeler, ABD ye özgü belli b ir tarihsel koşullaşma içinde ortaya atılmış olmakla beraber güncelliğini hala devam ettirmek­ birçok ülkede uygulama alanı lümlerde tartışıldığı üzere, «güçler te, bulmaktadır. Daha önceki bö­ ayrılığı ilkesi» İngiliz düşünürü John Locke ve daha sonra Monıtesqieu tarafından geliştirilmiş; bu ilke en geniş biçimi ile 'ilk kez A B D 'd e uygulanabilme olanağı elide etmiştir. Nitekim «federalizm » ilkesinin- de esas olarak Locke tarafından ortaya' Â. Bağımsızlık Savaşı ve Anayasasının Yapılışı, ABD. tiğimiz atıldığı görülmektedir. dünyanın y ı la r en genç içinde ABD'nin devletlerinden 200uncü biridir kuruluş ve geç­ yıldönümü, tara­ fından, bulunup, kolonileştirilmesi 16'ncı yüzyılda olmuş; kı­ tanın kuzey kesiminin iskanı ise 17'nci yüzyılda başlamış­ tır. Bugünkü A B D toprakları üzerinde ilk Âvrapah sömür­ ge kasabasının kuruluşu 1607 yılında olmuştur. Ingiltere'deki ka­ pitalist . gelişme, başka b îr deyişle topraklardan sürülüp çıkarılan yığınlar için yeni kıtada yerleşip toprak sahibi olmak bir fırsat oluşturmuş; İngiltere, Fransa, Hollanda gibi Avrupa ülkeleri de kutlanmıştır. Gerçekten Amerika kıtasının Âvrupalılar bu hareketi destekliyerek kendilerine bağlı sömürgeler oluşturm a çabası içine girmişlerdir. Btöylece kendii ülkelerinde d o ğ r u ' d ü rü st' bir yaşam sürdürme olanağından yoksun bulunanlar, mahkum­ lar, maceraperestler üç yüzyıl boyunca yeni Kıtaya akıp durm uş­ lardır. , Bugünkü ABD toprakları üzerinde 18 inci yüzyıl ortalarına doğra 13 koloninin ortaya çıktığı görüImektedir. Koloniler, coğrafi ve yönetsel esasa göre oluşmuş birimler manzarası göstermekte­ dir. B u koloniler ülkenin doğu kıyılarında/ yer almış; buralara gelen Avrapalı göçmenler yerli halk olan, 'ülkenin esas sahibi kızılderî!ileri sürerek, yok ederek topraklara sahip çıkmışlardır. Baş­ langıçta bu yörelerde hem İngiltere, hem Fransa, hem H ollanda kolonileri oluşturmuş, ancak İngiltere, Fransa ve Hollanda ile yap- ■ tığı savaşlar sonunda Kanada'nm bir-kesimi dışında Kuzey Ame­ rika Kıtasının doğusunu, kendi sömürgesi haline getirmeyi başar­ mıştır. Böylece 18İnci yüzyılın sonlarına doğru hepsi birer İngiliz 89 valisi tarafından yönetilen 13 koloni tam anlamı ile İngiliz söm ür­ gesi haline gelmişlerdir. Bu gelişme, ilerisi açısından iki noktadan çök önemli gözük­ mektedir. Birincisi Kolonilerde bıir tarımsal toplum ya da başka b ir deyişle feodal geçmiş söz konusu olmamıştır. B u ise kapitalist gelişmeyi önleyici, engelleyici ya da yavaşlatıcı kuruntuların top­ lum da hiç gözükmemesi, sonucunu ortaya çıkarmıştır. İkinci önem­ li nokta ise 17'inci yüzyılda Avrupa'dan gelen göçmenler o çağın siyasal düşüncelerini de yeni Kıta ya getirmiş olm alarıdır. Özellik­ le özgürlük ve özel mülkiyet esaslarına dayalı liberal siyasal sistem anlayışı kolonilerde yaşayan insanların genel olarak inandıkları ve savundukları b ir düşünce olarak ağır basmıştır. Ayrıca koloni­ lerde yerel yönetim alanında kendi kendini yönetme ya da İngiliz geleneği, demokratikleşme için etkin b ir katkı oluşturmuştur. B ir taraftan kolonilerdeki ekonomik yaşamın gelişmesi, tica­ ret ve tarım kapitalizminin ilerlemesi koloni halkaları ile İngilte­ re arasında b ir çelişmenin ortaya çıkmasına neden olmuştur. İn­ giltere kolonilere sıkıntılarını çözecek b ir kaynak gözü ile bakm ak­ ta ve sık sık vergi artışlarına başvurm aktadır. Ağır vergilerin dı­ şında da kolonilerde kullanılan b ir dok ithal malı İngiliz tekeldi ticaret şirketlerinin kontrolü altında bulunm akta ve bu m allara sık sık keyfi fiyat artışları uıygulanımaktadır. Başka b ir deyişle İngiliz hükümeti kendi şirketlerine belli ticaret tekelleri sağlaya­ rak Am erikalı tüccarların bu alanlara girmesini önlemekte, tekel­ ci fiyatlar Am erikalıları zor duruma düşürmektedir. İşte bu eko­ nomik çatışma sonucu 13 koloninin temsilcileri Philadelpia şehrin­ de toplanarak 1774 yılında İngiltere Kralına b ir muhtıra vermiş­ lerdir. B u muhtırada ticaret ve sanayinin gelişmesini önleyici en­ gellerin kaldırılmasını kolonilerde yaşayanların önceden rızası ol­ m adan yeni vergi konulmaması istenmekteydi. Ancak İngiltere'nin cevabı askeri önlemler almak ve oluşan hareketi bastırm aya kalk­ m ak olunca ekonomik çatışma eyleme dönüşmekte geçilememiş­ tir. Philadelpia'da toplanan Kongre, halkı İngiltere'ye karşı diren­ me çağırmış ve George Washinigton'u kolonilerin oluşturduğu as­ keri gücün kömutanı tayin etmiştir. Böylece Am erika'nın bağım ­ sızlık savaşı fiilen başlamıştır. Görüldüğü gibi bağım sızlık savaşma yol açan temel neden Amerika Kıtasında gelişen burjuvazi, onim çıkarları ve en nihayet onun ekonomik gelişimine .bağlı olarak ortaya çıkan uluslaşmadır. 90 İngiltere'ye karşı savaşın başlam ası ile birlikte lıer koloni halkı kendi yöneticilerini seçmeye, birer anayasa yapmaya ladılar, Philadelpia'daki Kongre de ortak baş­ savaşın yürütülmesini eline almıştır. K ongre üyelerinden Thomas Jefersson'un kaleme aldı­ ğı «Bağım sızlık Bildirlisi» 4 Temmuz 1776 günü edildi. Bağım sızlık Bildirisinde, koloni ayrıldığı, halk tarafından seçilen ve Kongrece kabul halklarının İngiltere'den özünde doğal, devredilmez b ir nitelik taşıyan insan haklarına saygılı b ir devletin kurulacağı öngörülmüştü, Böylece seçime dayanan bir organın yönetiminde Am erikalılar bağımsızlık savaşını sürdürdüler ve 1783 yılında savaş îngilizlerin yenilgisi ile bitti; yapılan barış anlaşması ile İngiltere kolonilerin bağımsızlığım tanıdı. D aha savaş devam ederken, Bağımsızlık Bildirisinde belirti­ len ilkelere dayılı b ir Anayasa yapılmıştı; bu Anayasanın temel amacı, ortalk savaşı yürüten Kongre h in yetkilerinin saptanmasıy- dı. «Konfederasyon Maddeleri» diye adlandırılan bu Anayasa sa­ vaş sonrası yetersiz kalmıştı. Bağımsızlıktan sonra ya yeni b ir dev­ let yapısı oluşturulacak ya da her eski koloni ayrı bir devlet haline gelecekti,' Ayrıca zengin ve varlıklı Am erikalılar savaş sırasında Konfederasyona büyük borçlar vermişlerdi ve şimdi onları geri alabilmek iç in .vergi toplayabilecek güçlü .b ir devlete gereksinme duyuyorlardı. Buna ek olarak savaş sonrası kolonilerin bir çok ortalk sorunu vardı. Sonuç olarak yeni bir anayasa yapmak üzere, Rhode Island hariç bütün kolonilerin temsilcileri 1787 yılında yine Philadelpiha'da toplandı ve A B D Anayasası burada hazırlandı, A B D Anayasası, dünyanın ilk yazılı anayasası olma dışında hala yürürlükte bulunm ası açısından da önemli özellikleri kapsa­ maktadır. Gerçekten Amerikan halkı açısından Anayasa çok büyük b ir saygınlık taşımakta., demokrasinin simgesi olarak düşünülmek­ tedir. B ir bakım a ortalama Amerikalı için kendi anayasa sistemi dışında b ir demokrasilim var olabileceğini düşünmek olanaksız sayılabiİmektedir. Kısaca özetlemek gerekirse, Anayasa ulusun b a ğ ­ lılığının simgesi ve toplumsal ideallerin temeli olarak düşünül­ müş; toplum tarafından böyle b ir kabul görmüştür. ■ Aralarında G eorge Washington, .Thom as Jefferson, Benjam in Franklin, James M adison gibi A B D tarihinin büyük isimleri olan Kurucu Meclis Mecliste Anayasa hazırlanırken bazı önemli tartış­ ma alanları ortaya çıkmıştır. Örneğin, eyalet d evletleri' ile kuru- 91 lacak merkezi devletin yetkilerinin dağılımı, ilişkileri temsil ve vergi sorunları, güney eyaletlerindeki kölelerin insan sayılıp sayıl­ mayacağı gibi noktalar uzun tartışmalara neden olmuş; sonunda hazırlanan belge kolonilerin ya da yeni adı ile 13 eyalet devletinin onayına sunulmuştur. Anayasayı onaylama işlemi bazı eyaletlerde çok kolay olmuş, bazılarında ise bu süreç uzamıştır, çünkü bir kısım eyalet devletleri kenidilerinin üsitünde oluşacak merkezi dev­ letin ellerinden bazı yetkileri aldığı düşüncesine kapılmıştır. So­ nunda 1788 yılı biterken yeni Anayasa tüm ülkede yürürlüğe gir­ miştir. ABD Anayasasının en önemli yönü esnekliğidir. Anayasayı ya­ panlar bunu düşünmüşler ve toplumda koşulların değişeceğini, sert ve ayrıntılı hükümlerin ise değişen koşullar nedeni ile işlemez hale gelerek anayasaya saygınlığın azalmasına neden olacağını var­ sayarak hem esnek hem de değişme kolaylığı taşıyan bir sistem oluşturmuşlardır. Bu nedenle de Anayasa 200 yılıdır yürürlükte kalabilmiş; değişen koşullara uyum da Anayasa maddelerinde za­ man zaman yapılan değişikliklerle sağlanmıştır. Şimdiye kadar 26 anayasa değişikliği olmuş; en son olarak 1971 yılında yapılan bir değişiklikle seçmen yaşı 18'e indirilmiştir. Anayasanın sert ve ay­ rıntıya giren bir düzenleme yerine esnek ya da anayasa hukukum­ daki terimi ile «bükülıgen» olması, ikiyüz yıl içinde yapılan 26 değişiklikle güncelliğini sürdürmesi sonucunu sağlamış; bu ise top­ lumdaki Anayasa duyulan saygınlığı hep en yüksek düzeyde tut­ mayı olanaklı kılmıştır. ABD Anayasasını yapanlar, özellikle kurulacak yeni devlet yö­ netiminin, insanın temel halklarım çiğnemeyecek bir biçimde^ oluşmasını zorunlu görmekteydiler. Bir taraftan İngiliz sömürge yönetiminin etkisi, diğer yönden her türlü devlet yönetimi ile bi­ rey haklarının çelişebileceği, kurucuları Locke ve Montesquieu gibi düşünmeye itmişti. Buna göre devlet iktidarının kötüye kullanıl­ masını önlemek, güçleri birbirinden ayırmak ve bu güçleri birbir­ lerine fren görevi yapacak biçimde düzenlemekle* mümkün ola­ caktı. Yasama, yürütme ve yargı organlarını birleştirmek, aynı el­ lerde toplamak bir bakıma tiran bir devlet yönetimi oluşturmak anlamına gelecekti. Yine kuruculara göre güçleri ayrı organlarda toplamak da yeterli olmayacak, ayrıca ayrı güçleri kullanan organ­ lar birbirlerine fren ve denge rolü de oynayacaklardı. Örneğin, 92 yasama organı yürütme organını başını suçlayıp yargılayabilecek, buna karşılık yürütme organının başı da yasama organının yaptığı yasaları veto edebilecekti. Böyleee parlam enter sistemin aksine bu sistemde hiç. bir güç öbürü üzerinde üstünlük sağlayamıyacaiktı. B u oldukça karm aşık düzeni kuranların temel korkusu, güçlü bir devletin ortaya çıkması idi. Anayasa hükümleri olarak amaç elde edilmiş sayılabilirdi, ancak yine güçlü b ir merkezi devletin oluşumu önlenemedi. Aksine Anayasa hüküm lerine. rağmen koşul­ lar,' devletin dünyanın en güçlü ve müdahalece devletlerinden biri haline gelmesine yol açtı. Bu gelişim gerçekten çok doğal kabul edilmelidir. A B D 'de feodal geçmiş olm adığından b ir toplumsal denge sorunu yoktu ve liberal felsefe çerçevesinde burjuvazinin en rahat b ir biçimde gelişimi için merkezi devlet otoritesinin sınır­ lılığı ana .sorun sayılıyordu. - ■ Yukarıda da değinildiği gibi devlet, federal b ir yapıya sahip • olarak ortaya çıkmaktaydı. H er eyalet kendi- devletine sahipti ve bunların üstünde b ir federal devlet kurulmaktaydı. Federal sis_ -.temlerde en büyük sorun, devlet yetkilerinin federe ve federal devlet arasındaki bölüşüm biçimi idi. ABD federalizminde ulusal devlet ya da başka b ir -deyişle federal devletin yetkileri Anayasada tek tek sayılmıştı. Buna göre devlet yetkileri bakımından -eyalet ya da federe devlet e s a s . alınmış; federe devletlerin, bazı yetkileri federal devlete devir ettiği varsayılarak bu yetkilerin .ne­ ler olduğu tek tek Anayasada belirtilme'-yoluna' gidilmiştir. Örne­ ğin, federal devlete bir -tek dış iş le ri.alanında es-as yetki tanınmış ve bu nedenle devletin dış işleri yetkisi Anayasada söz konusu edilmamişltir. Bunun dışında Anayasada açıkça - federal devlete tanın­ mamış her türlü yetkinin eyalet , devletine ait olduğu hükmü Ana-' . yasaya girmiştir. Başka b ir deyişle Anayasaya göre esas- yetkili, ya da egemenliği- kullanan devlet federe devletlerdir. Buna karşın ta­ rihsel gelişim içinde, federal devlet, Anayasada y a zılı'o lm a m a sın a ' karşın son derece güçlü ve etkin b ir yapı haline gelmiştir. ABD Anayasa düzeni ile ilgili çok önemli b ir gelişme de «y a r ­ gı denetimi ve yorum unun» ortaya çıkışıdır. 1803 yılında- bir da­ vada taraflardan., biri kendisine uygulanan yasanın Anayasaya ay­ kırı olduğunu ve bu nedenle yasa maddesinin uygulanamıyacağını ileri sürmüş; Yüksek Mahkeme tüm hukuki anlaşmazlıkların ol­ duğu gibi Anayasa ile ilgili anlaşmazlıkların da mahkemelerde 93 çözümlenebileceğini ileri sürerek iddiayı incelemiş ve haklı göre­ rek Anayasaya aykırı bir yasanın uygulanamayacağını belirtmiştir. İşte bu olay ve gelişme ile Yüksek Mahkeme, Anayasada kendine bu yetki verilmemiş olmasına rağmen, kendi girişimi ile yasama organından çıkan yasaların Anayasaya uygunluk denetimini yürüt­ meye başlamıştır. Yasaların, yargı organı taraflından anayasal de­ netimi ve yorumu, anayasal sistemin sürekli olarak modernleş­ tirilmesinde ya da başka bir deyişle çağdaş koşullara uydurulma­ sında büyük bir rol oynamıştır. Bu yol daha sonra diğer ülkeleri de etkilemiş ve modern anayasacılık anlayışlının temel bölümle­ rinden birini oluşturmuştur. B. ÂBD'nin Büyümesi ve .Dünya Gücü Haline Gelmesi. ÂBB’nin siyasal sistemini ve onun Avrupa'dan farklılığını kavrıyaibiknek için sadece Anayasa maddelerine bakmak yeterli olmaz. Farklılığın önemli nedenleri arasında yapısal özellikleri ve siyasal gelişmeleri de gözden -geçirmek gerekir. Bağımsızlığın kazanılmasından sonra ABıD'nim ekonomik yön­ den hızlı bir gelişmeye girdiği söylenebilir ve bu arada yine ABD'nin gelişmesi açısından önemli bir olayın varlığına işaret etmek gerekir. 1823 yılında Başkan J. Monroe, kendi adı ile anılan ünlü doktrinim ilan etmiştir; buna göre, tüm Amerika latasının Ameri­ kalılara ait olduğu ileri sürülmekte, AvrupaMarm bu kıtadan eli­ ni çekmesi istenmektedir. Monroe Doktrini ile Kıtanın en geliş­ miş ve en güçlü devleti olan ABD, diğer Amerikan ülkeleri üze­ rinden Avrupa devletlerinin ekonomik ve siyasal rekabetini iste­ memekte, buna karşı belirgin bir tavır alırken, yine kendisinden daha ileri düzeyde bulunan Avrupa ülkelerine karşı bir korumacı­ lık anlayışım da ortaya koymaktadır. ABD'nin ekonomik gelişmesi bir süre sonra ortaya bazı sorun­ lar çıkarmıştır. Ülkenin kuzey kesimi hızla sanayileşirken güney kesinli tarımsal kalmış, güney eyaletlerinde köle emeği kullana­ rak büyük çiftliklerde yapılan pamuk tarımı çdk gelişmiştir. Gü­ neyde ülkenin kendi ihtiyacından çok daha fazla üretilen pamuk için esas olarak İngiliz dokuma sanayi alıcı olmuştur. Sanayileşen kuzey, İngiliz sanayicisinin rekabeti karşısında onların malları­ na karşı yüksek gümrük duvarları savunurken, güney eyaletleri doğal olarak esas alıcı İngiltere olduğu için gümrük duvarlarına 94 karşı çıkmıştır. B u zıtlaşma giderek keskinleşmiş ve sonunda bir. iç savaşa yol açmıştır. 1861 yılında köleliğe karşı olan Abraham Lincoln un Başkan seçilmesi üzerine güney eyaletleri birlikten ay-5 rıldıklarm i ilan etmişler ve bunun sonunda 1865 yılına k ad ar,sü ­ ren iç savaş başlamıştır. Savaş, kuzeyin galibiyetiyle son bulmuş ve kölelik hukuken kaldırılmıştır. Ayrıca savaş, Anayasada b ir hak olarak tanınmasına karşın gerçek yaşam da federe devletlerin birlikten kendi istekleri ile -ayrılamıyaraklarını da göstermiştir. S avaşın ' Kuzey eyaletleri tarafından kazanılması b ir bakım a sanayicilerin zaferi.olm uş ve bundan sonra büyük bir ilerleme or­ taya çıkmıştır. Örneğin 1860 yılında AB D sanayi üretimi bakım ın­ dan dünyanın 4 uncu ülkesi iken 1890 yılında 1tinci ülkesi haline gelmiştir. Yine iç savaştan sonra batıdaki uçsuz bucaksız toprak­ lara açılma hızlanmış, çıkarılan bir yasa ile (H om estead Y asası) isteyenlerin batıya giderek istedikleri ölçüde toprağa sahip olabil­ melerine olanak sağlamıştır. Bunun sonucu ülkenin esas sahibi olan kızılderiıilerin yığınlarla imha edilmesi olmuş; onların ya­ şadığı topraklar, AB D ye gelen beyaz göçmenler ya da da ülkenin uygarlaşmış doğu kesiminde işsiz kalmış olanlar tarafından payla­ şılmıştır. 1890 yıllarında sanayi üretimi bakım ından dünya, birincisi h a­ line gelen A B D 'de ekonominin büyük b ir tekelleşme sürecine de girdiği görülmektedir. İki büyük banka grubu, M organ ve Roc­ kefeller tröstleri, hemen hemen bütün sanayiyi kontrol eder hale gelmişlerdir. Tekelleşme ve sanayileşme doğal olarak ülkede işçi hareketlerinin ortaya -çıkmasına da yol açmış; özellikle iç savaştan sonra işçilerin örgütlenmesi önemli bir sorun haline gelmiştir. Bireysel özgürlük kavramına çok önem veren ve toplumun her alanında özgünlük sorununu bireysel •düzeyde ele alan hakim dü­ şünce, işçilerin örgütlenmelerine şiddetle karşı- çıkmıştır; çünkü buna göre aralarında örgütlenen işçiler toplu olarak işverenin bi­ reysel özgürlüğünü kısıtlayıcı b ir tavır takın,abiiecektir. Bu tür b ir yaklaşım ile uzun süre işçilerin sendika, toplu sözleşme , ve grev hakları yadsınmış; bunun sonucu, 'toplumda büyük çatışma­ ların ortaya çıkması olmuştur. Örneğin 1893 1898 yılları arasın­ da 7 binden fazla grev olmuş ve 1.5 milyondan fazla işçi bu grev­ lere katılmıştır. Bu grevlerin çoğu kanlı b ir biçimde yürümüş, top­ lumsal gerilim giderek artmıştır. Başka b ir deyişle 19'dncu yüzyı­ lın sonlarına doğra her sanayileşen kapitalist ülkede 'görülen top­ lumsal çatışma burada, da keskin bir hiçim almıştır. 95 İşverenler, işçilerin sendikalaşma ve grev hakkı kazanma ama­ cı ile sürdürdükleri direnişi kırmak için «Ulusal Sanayiciler Bir­ liği» adlı bir örgüt oluşturmuşlar ve eylemlerini yasama organı olan Kongre üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Burada izlenen, yol, para ile bazı yasama organı üyelerini kendilerine bağlamak ve işçi hakları ile ilgili bir yasanın Meclisten çıkmasını önlemeye ça­ lışmaktır. Bazı çıkarlar sağlama karşılığı bir takım yasama or­ ganı üyelerinin belli örgütler hesabına çalışmaya başlaması siya­ sal bilimde «lobicilik» teriımi ile adlandırılmaktadır ve bu geliş­ meyi belirleyen terim bilindiği gibi günümüzde de kullanılmak­ tadır. İşveren örgütünün, Kongredeki adamları ile yaptığı etki so­ nunda 1980 yılında sendikalaşma ve grev hakkını büyük ölçüde kı­ sıtlayan bir yasa çıkarılmıştır: «Sherman Act». Tekrar kısıtlamaları kaldıran bir yasa ancak 1914 yılında (Clâyten Aot) kongrece kabul edilebilmiştir. Yoğun ve geniş kapsamlı işçi hareketlerine rağmen, ABD'de Avrupa ülkelerinde olduğu gibi güçlü bir sosyalist hareket ortaya çıkamamıştır. Bir bakıma sözü edilen dönemlerde bir sosyalist partinin kurulduğunu ve seçimlerde 1 milyondan fazla oy kazan­ dığı görülmektedir. Ama yine de sosyalist hareket bir iktidar ola­ sılığı olarak ortaya çıkamamıştır. Bunun temel nedeni, işçi hare­ ketinin tek başına kalması, kırsal alanda büyük gerilimlerin doğ­ mamış olmasıdır. Başka bir deyişle tarımsal kapitalizm, bir top­ raktan kopmaya topraksızlaşmaya yol açmadan gelişmiştir; çünkü ülkenin uçsuz bucaksız toprakları her talebi karşılamaya yeterli kalmıştır. Topraksıziaşma bir yana, ülkenin iskanı için ya da yeni toprakların tarıma kazandırılması için sürekli göçmen akımına ge­ reksinme duyulmuştur. Böylece sanayi işçisi toplumda tek başına kalmış ve güçlü bir sosyalist hareket oluşmamıştır. Bununla bera­ ber,; işçi sorunu İkinci Dünya Savaşı pâtlayana kadar devam et­ miş, savaş sonrası ise ABD için yeni bir dünya düzeninin başlan­ gıcı olmuştur. 1890 yılları aynı zamanda ABD için batıya açılmanın sonunu belirlemektedir. İki Okyanus arasındaki topraklar beyaz Amerika­ lılar tarafından paylaşılıp iskan edilmiş; toplumun, gerilimler ar­ tarken yeni toprakları kullanma olanağı giderek azalmıştır. Diğer yönden gelişen sanayi için iç pazar dar gelmeye başlamış, üretilen mallar ve büyüyen sermaye için yeni pazarlar bulma zorunluluğu 96 belirmiştir» Bütün bu gelişmeler, Amerikanın kendine .ö-zıgü de­ mokratik •düzeninin ve' zenginliğinin sürdürülebilmesini, durmadan genişleme ve yayılma ile .mümkün olacağı konusunda ■bir inancın oluşmasına yol açmıştır* Bu tür bir inancın doğal sonucu -AB'D'nin denizaşırı yayılma girişiminde bulunmasıdır, ABBnin denizaşırı yayılma, politikası izlemesi, özellikle büyük sanayiciler ve bankacılar tarafından desteklenmiş, toplumun ve kamu oyunun bu gelişmeye lıazırlaııışı, ilk defa ortaya çıkan kitle basını tarafından sağlanması söz konusu olmuştur. Toplumun tüm üretim alanlarında tekelleşme oluşurken gazetecilik alanında da ■bu olgu'kendini göstermiş; büyük yığınlara- bitap edebilen, olanak­ lı gazeteleri çıkarmak ve- yaşatmak ancak- büyük: sermaye eliyle -yürütülebilecek bir iş haline gelmiştir. Bunun ilk büyük örneği, ' Randolph Hearst tarafından kumlan büyük -basın* tröstüdür. He» artst, büyük sermaye sahibi olarak iş çevreleri ile yakın'ilişki için­ de bulunmaktadır ve ABD nin denizaşırı topraklar elde etmek için girdiği ilk savaş bir bakıma bu tröstün gazeteleri tarafından hazır-" lamp yaratılmıştır. Örneğin bu tröste ait 1.5 milyon tirajlı «New'York Journal« 1898 .yılında yoğun bir Ispanya aleyhtarı kam» panya açarak bu ülkeye karşı bir savaş- kışkırtıcılığına girmiş­ tir. Toplumun duygularına hitap eden ve çoğu zaman doğru olma­ yan haberlerle dolu olan bu kampanya, basm tarihinde «sansasyon gazeteciliği» denen hareketin öncüsü de olmuştur. Kamu oyunun hazır hale getirilmeısinden sonra aynı, yıl içinde,' tam anlamı ile sudan . bahanelerle İspanyaya' -karşı savaş açılmış, ve bu savaş sonunda' İspanyol! sömürgesi olan' Filipin adaları zaptedilmiş, yine 'İspanyaya- ait olan. Küba : sözde bağımsız fakat gerçekte ■tam -ABD kontrolünde bir ülke haline getirilmiştir. Yine, aynı dönem, içinde A B D dünya' pazarlarında yeni bir. po­ litikanın savunuculuğunu yapmaya başlamıştır. «Açık. Kapı Siya­ seti» diye tanımlanan bu yaklaşımın temel amacı, Çin, Iran, Osmanlı İmparatorluğu gibi şeklen bağımsızhkiarmı sürdüren ülke­ lerde pazarların serbestleştirilmesidir. Çünildi Avrupa ülkeleri, da­ ha önce yaptıkları anlaşmlaarla bu ülkelerin belli ticaret dallarını ya da bölgelerini kendi şirketlerine kapattığından ABD m allarını ya da sermayesini buralara ihraç etmek ve bu ülkelerde üretilen ham maddelere sahip- olabilmek çok zor ,hale gelmiştir. Bu nedenle İngiltere,. Fransa, Hollanda, Japonya gibi kendinden önce emper97 yaiist aşamaya giren.' ülkelere karşı ABD, İkinci -Dünya Savaşma kadar sürekli olarak açık kapı siyasetini izlemek durum unda kal­ mıştır. Kısaca ifade etmek gerekirse, A B D 19üncu yüzyıl biterken büyük bir dünya gücü haline gelmiş ve ekonomik gelişmesini de­ vam ettirebilmek. için yayılma, genişleme temel politika olarak saptanmıştır. B u olgu, «Dünyayı yönetmek zorunda kalacağımız b ir çağın eşiğinde yaşıyoruz» diyen Başkan W ilson tarafından L Dünya Savaşı sonunda açıkça ifade edilmiştir. Ekonom ik gücü ve potansiyeli açısından dünyaya açılmaya hazır olan A B D için Birinci Dünya Savaşı b ir dönüm noktası oluş­ turmuştur. Savaş sırasında ülkesi ve ekonomisi hiç bir yıkım gör­ meyen A B D ’nin ihracaatı büyük b ir artış göstermiş (1914 yılında 24 m ilyar dolar olan ihracat 1919 yılında 79 m ilyara yükselmiş­ tir.) ve sermaye ihracı açısından da çok elverişli b ir durum ortaya çıkmıştır. Başkan W ilson, Savaşın sonunda dünyaya yeni düzen vermede esas olmasını istediği 14 ilkesini ilan etmiştir. Bu ilkeler arasında, sömürgeler de dahil olmak üzere tüm halkların kendi kaderlerini tayin hakkının tanınması, tüm ülkelerde ticareti ser­ bestleştirecek biçimde güm rük tarifelerinin kaldırılm ası gibi ön­ lemler yer almaktadır. Doğal olarak A vrupa’nın sömürgeci ülkeleri bu ilkelere karşı çıkm ışlar ve yeni dünya düzeninin kararlaştırıldığı Paris Kongresinde İngiltere, Fransa ve diğer ülkeler W ilson ilkele­ rini .red etmişlerdir. Nitekim Paris- Konigresiniden sonra imzalanan Versailles B arış Anlaşması, eski sömürgeleri sahiplerinde bıraktı­ ğı gibi Alm anya’nın sömürgeleri ile dağılan Osmanlı İm paratorlu­ ğu topraklarını da bu ülkeler arasında paylaştırmış; A B D hiç b ir ülkenin ya da eski sömürgenin mandasını alamamıştır. AB D için bir başarısızlığı ifade eden Versailles Anlaşmasını hükümet • onayla­ dığı halde Am erikan Senatosu onaylamamış ve ortaya b ir diplo­ matik sorun çıkmıştır. Başka bir deyişle L Dunya Savaşı sonunda ekonomik gücüne, dayanarak dünya egemenliği yarışına çıkan ABD, diğer emperyalist ülkeler tarafından geriye püskürtülmüştür. Birinci Dünya Savaşı sonunda ABD, her ne kadar dünya üze­ rindeki yayılmasını gerçekleştirememişse' de ekonomi gelişmeye devam etmiştir. Gerek AB D için gerek Avrupa, ülkeleri için savaş sonrasının ilk önem li krizi 1921 - 22 yıllarında ortaya çıkmış, önem­ li boyutlara varan bir işsizlik sorunu ile karşılaşılmıştır. Bunun so­ nucu ise, bekleneceği üzere yaygın ve etkin işçi hareketleri olmuş­ tur. Ülkede işçi hareketleri ve grevler yaygınlaşırken işveren ke- simlere yakın olan işçi sendikaları konfederasyonu A F L (A m eri­ can Federation of L a b o r) yönetimi işçi hareketinin siyasal boyut kazanmasını önlemeye girişmiştir. Böylece sendikaların tarafsız­ lığım ve siyaset dışı kalmasını savunan Am erikan tipi sendika­ cılık açık bir biçimde tarih sahnesine çıkmıştır. 1923 yılından itibaren bunalım ın etkisi hafiflem iş ve ekono­ mi tekrar 1929 yılına kadar sürecek b ir büyüm e dönemine girmiş­ tir. Ekonom ik gelişme özellikle otomotif sanayii dalında kendini göstermiş ve otomobil üretimi 1923 yılında 1.6 milyon iken 1929 da 5.4 milyona çıkmıştır. Böylece otomobil Am erikan refahının tipik sembolü haline gelmiştir. Yine aynı dönem içinde sadece en. büyük borsa olan N e w - Y o rk borsasm a (Wall Street) kayıtlı hisse senetleri 27 milyar dolardan 90 m ilyar dolara çıkmıştır. Sözü edi­ len bu ekonomik gelişme, yabancı ülkelere- sermaye ihracını artır­ mış ve 1929 yılına gelindiğinde Latin Am erika'daki tüm yabancı sermayenin' % 90?i A B D kökenli olmuştur. Kısaca özetlemek gere­ kirse, 1922 - 29 yılları her bakımdan. A B D ekonomisi-" için büyük b ir gelişme dönemini meydana getirmiş, ekonom ik gelişme ile be­ raber toplumsal gerilim ve çatışmalar yum uşayarak toplumun, sü­ rekli iç barış dönemine girdiği, ileri sürülmüştür. Ancak 1929 yılı­ nın Eylül ayında patlayan ve şimdiye kadar kapitalist dünyanın gördüğü en büyük bunalım bütün oluşum ları tekrar tersine" çevir­ miştir. Bankacılık alanında patlayan 1929 bunalım ı kısa b ir süre için­ de tüm ekonomiyi etkisi altına alınış, ve ABD dışına da hızla yayıl­ mıştır. Bunalım, kısaca, üretilen m allara istenen fiyatlarda alıcı bulam am a olarak tanımlanabilir.. Böylece ekonomideki toplam, ta­ lep yetersizliği firmaların iflas etmesine ya da üretimlerini kısma­ larına neden olmuş, bunun doğal sonucu olarak işsizlik artmış ve işsizliğin giderek artmaısı yine toplam, talebin daha da düşerek bunalımın derinleşmesine' yol ■açmıştır. Örneğin 1932 yılında top­ lam sanayi üretimi 1929 yılı üretiminin yarısına düşerken işsiz sa­ yısı 17 milyona yükselmiştir. Bunalım, beklendiği üzere tekrar top­ lumsal gerilim ve çatışmanın büyük •ölçüde sertleşmesine yol aç­ mış; işsizlik tehdidini ç o k ' güncel b ir biçim de yaşamaya başlayan' işçi sınıfı giderek militanlaşan bir tepki göstermeğe başlamıştır, îşçi sendikaları konfederasyonu olan A F L nin militan ve mücade­ leci tavır almaktan, kaçınması üzerine küçük b ir parti olan Ame- 99 rikan Komünist Partisi öıuderliğinde yeni bir işçi sendikaları kon­ federasyonu kurulmuştur: CIO (Committee For Industrial Organi­ zation). Bu yeni konfederasyon kısa bir süre içinde gelişmiş ve ÂFLnin siyaset dışı kalma tutumuna karşı sorunların çözümünün aktif bir biçimde siyaset yapmakla mümkün olacağını savunmaya başlamıştır. Avrupa'da bir çok ülkenin bunalım sonucu rejim değiştirip faşizme geçmesine karşın ABD'de bunalım, demokratik rejim için­ de geçilmiştir. Bunalıma karşı çözüm 1932 yılında Başkan seçilen Demokrat Parti adayı F. D. Rooseveît'in uyguladığı «yeni düzen» (New Deal) politikası ile bulunmuştur. Bu politika ile bunalıma karşı başarı sağlanması sonucu Amerikan tarihinde ilk kez Roo­ sevelt, arkası arkasına 5 kez Başkan seçilmiş ve ölümünden sonra bir Anayasa değişikliği yapılarak bir kimsenin en çok iki dönem Başkanlık yapabileceği hüküm altına alınmıştır. Başkan Roosevelt'in uyguladığı politika, esas olarak bir İngiliz ekonomisti olan Keynes'in kuramına dayanmaktadır. Keynes 1930 yıllarında yaz­ dığı bir kitapta, mevcut ekonomi kuramının doğru olmadığına işa­ ret etmiştir. Mevcut kuram, ekonomiye hiç bir müdahale yapıl­ mamasını, özel mülkiyet, kar ve piyasa mekanizmalarının otoma­ tik olarak tüm sorunları çözeceğini ileri sürmekteyken Keynes, te­ kelleşme aşamasında bunun mümkün olmayacağını, bunalıma yol açan toplam talebin düşmesini önlemeyi ancak devletin aktif, müda­ halesinin sağlayabileceğini belirlemiştir. Böylece ilk kez Keynes.de ka­ pitalist ekonomi kuramına çok önemli bir ekleme yapılmıştır : eko­ nomik sistemin yürüyebilmesi için devletin doğrudan ve dolaysız bi­ çimde ekonomik hayata müdahale etmesi zorunludur, işte Roose­ velt, uygulamayı salt bu görüşe dayandırarak bir taraftan devleti faiz, kredi vb: alanlarda düzenleyici olarak ekonomik hayata so­ karken diğer taraftan devlet işletmeleri kurarak doğrudan doğruya üretim alanına girmesini sağlamıştır. Esas amacı toplam talebin •düşmesini önlemek olan devlet müdahaleciliği, 1933 yılından iti­ baren ABD'nin bunalımı atî atmasını sağlamış ve model kısa bir süre içinde dünya ölçeğinde yaygınlık kazanmıştır. Böylece 1929 bunalımı kapitalist gelişmenin yeni bir aşamaya, tekelci kapitalizm aşamasından devlet tekelci kapitalizmi aşamasına girmesine yol aç­ mıştır. Bu oluşum, aynı zamanda ilerde tartışılacak olan neo klasik demokrasinin ortaya çıkmasına da kaynak olmuştur. 1Q0 1939 yılında, patlayan' II. Dünya Savaşı ise AiBD’nin en güçlü ülke haline gelmesi ile sonuçlanmıştır. 1945 yılından faşist blokun yenilgisi ile sonuçlanan Savaştan, AB D ■dışındaki d iğ e r ' galipler, Sovyetler Birliği ve İngiltere'de yıpranmış ve zayıf olarak çıkmış­ lardır. Örneğin Savaş, Sovyetler Birliği için ülkesinin yarısının ha­ rap olmasına -ve 20 milyon civarında insan kaybına y o l . açarken ABD hiç tahribat görmediği gibi toplam insan kaybı 400.000 civa­ rında kalmıştır. Böylece Savaş sonrasının en güçlü ülkesi olarak ABD, dünya kapitalist sisteminin savunulması ve geliştirilmesi işini, adeta tek başına yükümlenımiştir. Bunun doğal sonucu ise b ir ta­ raftan sosyalizmi önleyecek «soğuk savaş», diğer taraftan da eskisömürge halklarının .anti ' - emperyalist içerikli bağım sızlık h are­ ketlerine karşı çıkmak olmuştur. Amerikan sermayesi karşı 'konul­ maz biçimde dünyaya yayılmaya başlarken bu düzeni korum ak için ABD, askeri ve siyasal alanlarda da aynı yolu izlemiştir. Örneğin 1947 yılında Başkan Truman, «Truman Ddktrinioi» ilan ederek komünizm tehdidi altında bulunan ülkelere askeri - dkonomik yar- . dım yapılacağını öne sürmüş; 1955 yılında da Başkan Eisenhover «Bisenhover Doktrinini» ilan ' ederek, ABD tarafından komünist içerikli olduğuna karar verilen halk hareketlerinin olduğu ülke­ lere A B D nin doğrudan doğruya askeri müdahalede bulunacağım belirlemiştir. Bilindiği gibi, hem Trum an hem de Eisenhover d ok­ trini çeşitli yerlerde uygulanmıştır. Bugün de ABDm in 119 yabancı ülkede 2.270 askeri üsse sahip olduğu ve 1.5 milyondan faz­ la A B D askerinin kendi ülkesi dışında görev yaptığı bilinm ekte­ dir. Güçlü Amerikan kapitalizminin dünyayı ekonomik alanda kontrolü altına alm a süreci böylece 1890larda b a şla m ış.ve İkinci Dünya Savaşı ile tamamlanmıştır. Söz konusu kontrol giderek ar tan ölçüde ham maddeleri kullanabilme ve dünya pazarlarına ser­ etme biçiminde ortaya çıkmaktadır. Örneğin ABD,, 1930 yıllarında tükettiği demirin % 5 ini, aliminyumun % 64linü, bakırın % 69ünu, kurşunun % 9ünu ithal ederken bu oranlar 1960 yıllarında demir için % 32 ye, aliminyum için % 98 e, kurşun için % 35’e yükselmiştir. Burada verilen metaller rasgele seçilmiş ör­ neklerdir ve bütün ham maddeler için aynı tür bir gelişmenin söz • konusu olduğu açıkça görülmektedir. Sermaye ihracına gelince o da aynı hızla büyümüş, örneğin 1927 yılında A B D nin toplam, dış yatırımları 7.5 m ilyar dolar iken,.bu yatırım lar 1950-yılında 11.8 maye ihraç 101 milyar dolara ve 1966 yılımda 86.6 milyar dolara yükselmiştir. İkin­ ci Dünya Savaşı biterken dünyanın en önemlli ham maddesi olan petrol yataklarının sosyalist ülkeler dışımdaki, hemen hemen ta­ mamına yakın kısmı ABD şirketlerinin eline geçmiştir. Günümü­ zün dünyasında, sosyalist ülkeler dışında üretilen petrolün % 90'nından fazlası 7 büyük şirket tarafından üretilmektedir. Bu 7 şir­ ketten beşi Amerikan, biri înigiliz, biri de Amerikan - Hollanda sermayesine dayanmaktadır. C. Amerikan Federal Devlet Kunıluşunun Temel Organları. Yukarıda da değinildiği gibi, Anayasa her devlet gücünün ayrı organlar eliyle kullanılmasını öngörmüş ve bir organın yetkilerinin, kesinlikle diğer bir organ tarafından yürütülemiyeceğini belirle­ miştir. Yasama organı, Senato ve Temsilciler Meclisinden oluşan iki meclisli Kongredir. Yasama yetkileri bakımından Kongrenin iki meclisi eşit durumda bulunmakta, ancak Senato halkın gözünde daha saygınlık taşıyan bir kurum olarak tanınmaktadır. Senato, her eyaletten seçilen iki üyeden oluşan, toplam 100 üyelik bir mec­ listir. Temsilciler Meclisi ise nüfus esasına göre seçilen 435 üyeli bir meclistir. Kongre'nin temel işlevi yasamadır ve bunun yanında yönetimi denetleme gibi görevleri de yerine getirmektedir. Anaya­ saya göre her türlü mali konulu yasalar ancak Temsilciler Mecli­ sinde ortaya atılıp görüşmeye başlanabilir. Buna karşılık, Başkan tarafından yapılan atamaların ve uluslararası anlaşmaların Sena­ to tarafından uygun bulunması zorunludur. Bu, gerçekte Sentenun odk önemli bir yetkisidir ve zaman zaman Başkan tarafın­ dan yapılan ya da öngörülen uluslararası anlaşmalar Senato tara­ fından uygun görülmemekte; sonuç olarak uluslararası ilişkilerde önemli' sorunlar ortaya çıkmaktadır. Senato'nun şimdiye kadar çok sayıda anlaşmayı geri çevirdiği bilinmektedir ve bunların belki de en ünlüsü, Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan ve içinde «Milletler Cemiyeti Sözleşmesi» de bulunan Versailles Anlaşması­ nın Senato'ca yadsımasıdır. Yasama organı Kongre elinde toplanmışken, yürütme gücü Başkanın elinde bulunmaktadır. ABD Başkanı, hem sembolik dev­ let başkanlığı görevlerini yerline getirmekte hem de hükümet baş­ kanı olarak yetkileri kullanmaktadır. Başkan, ülke halkı tarafm102 dan 4 yıl için seçlimekte, bir kişi iki defaidan fazla seçilme olana­ ğına sahip olamamaktadır. AB D gibi çok büyük, dünya ölçüsün­ de etkili bir devletin yürütme organının başımda bulunmak, BaŞr kan için çok yüklü b ir çalışma, düzenini gerektirmektedir. Halen Federal Yönetim 11 bakanlık içinde örgütlenmiş bulunm akta, böyleee Anayasada sözü, edilmemesine1 rağmen gerçekte b ir kabine oluşmuş bulunmaktadır. Bakanlıkların dışında b ir takım kurullar ve danışmanlar yürütme organının' yapısını . oluşturm aktadırlar. Başka bir deyişle yürütme organının yapısı ve örgütlenişi, Anaya­ sa ya da diğer b ir yasa ile belirlenmemiş olup ortaya çıkacak ge­ reksinmelere göre Başkanın kararı ile oluşmakta; b ir Başkanlık kararı ile yeni kuruluşlar ya da işlevler belirlenmektedir, Başkan esas olarak yürütme organından sorum lu olm akla be­ raber, yasama organı karşısında çok güçsüz değildir. Yasa, yapma yetkisi Kongre ye ait olm akla birlikte Başkan ün yasaları veto et­ me yetkisi vardı. Başkan, b ir yasayı veto edince Kongrebıin bu vetoya rağmen yasayı tekrar kabul edebilmesi için iki mecliste de 2/3 çoğunluk sağlaması gereklidir.; Şimdiye kadarki uygulam a­ lar, Başkan tarafından veto edilen yasa için K on gren in çoklukla ısrar etmediğidir. Örneğin veto yolunu en çok kullanan Başkan ola­ rak bilinen Franklin D. Roosevelt'in veto ettiği 631 yasadan ancak 9 tanesi tekrar Kongremden geçebilmiştir. ABID'ıdeki siyasi parti sistemi genel olarak iki partili bir sis­ temdir. Ancak Amerika'daki iki partili sistemin İngiltere'dekmden çok farklı olduğu söylenebilir. Amerika'daki iki büyük parti olan Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin, ilkeleri, kendilerini tu­ tan seçmenlerin toplumsal konumu gibi konularda hiç bir fark­ lılık göstermediği, seçmenlerin çok büyük bir kesiminin partilere belli bir bağlılık duymadığı görülmektedir. Gerek Cumhuriyetçi gerek Demokrat partiler her zaman geçerli olan, belli ilkeler ya da ideoloji savunmak yerine, seçimden seçime, günün koşullarına uy­ gun olarak görüşler ortaya atmakta; bu., görüşler çoğu zaman çok farklı çıkar gruplarının dengeli bir biçim de savunulma çabalarını kapsamaktadır. îlki parti için de, özellikle seçim zam anlarında or­ taya çıkan ortak nokta, ılımlı ve radikal olmayan önerilerle seç­ menin karşısına çıkmaktır. Başka, bir deyişle A B D partileri, esas olarak belli bir davanın savunucusu durumuna gelmekten kaçın­ ma eğilimi göstermekte, toplumun her kesimine uygun gelebile­ cek ılımlı ve yuvarlak politikaları seçim kampanyalarının aracı ola-u 1 «İ rak formüle etmektedirler. Doğal olarak, seçim kampanyaları sı­ rasında partilerin birbirlerini belli-konulan ihmal etmekle suçla­ dıkları görülmektedir. Örneğin Cumhuriyetçi Parti, zenginlerin ve aşırı tutucuların çıkarlarım ön plana almakla nitelenirken Demok­ rat parti de sendikaların ve radikal görüşlerin koruyucusu olarak tanımlanmaktadır. Ancak bu ayırım kesinlikle gerçek durumu ifade etmemekte; ünlü siyasal bilimci Maurioe Duveîlger'in de belirttiği gibi ABD partilerini Âvrupalı partilerle karşılaştırınca, iki partinin de tutucu oldukları ileri sürülebilmebtadir. Bu bakımdan ABD nin parti sistemi klasik iki partiden çok adeta tek partili bir sisteme benzemektedir. s ÂBD'de zaman zaman îngiltere'dekine benzer bir işçi partisi kurulmağa çalışılmış; ancak bu girişimler başarısız kalmıştır. Baş­ ka bir deyişle ABD'de güçlü bir sol siyasal örgüt ortay a çıkma­ mıştır. Örneğin Komünist partisi hiç bir zaman etkinlik sağlaya­ mamış ve savaş içinde Roosevelt yönetimine yardımcı olmak için 1944 yılında kendi kendini fesh etmiştir. Kuruluşuna komünist ve sosyalistlerin öncülük ettiği işçi sendikaları konfederasyonu CIO'* da giderek görüşlerini değiştirip anti - sosyalist bir tavır takınmış ve 1955 yılında ÂFL ile birleşarek AFL - CIO adı altında tek bir konfederasyona gidilmiştir. ABD seçimlerinin ortaya koyduğu bir önemli olgu, seçmenin esas olarak bir partiye ya da parti programına değil bir adaya oy verme eğilimi taşımasıdır. .Nitekim iki büyük parti de disiplinden uzak, son derece gevşek biçimde örgütlenmiş kuruluşlar olup seç­ menlere karşı belli sorumlulukları yükümlenmekten kaçınmakta­ dırlar. Toplumun yüksek refah düzeyi, bireyin sürekli olarak yük­ selebilmek umudunu taşıyabilmesi, sınıfilararası gerilimin iyice azalmasına; insanların siyasal sistem ve partilerden çok fazla şey­ ler beklememesine yol açmıştır. Bireysel girişim kültürünün çok ağır basması toplumda belli görüşleri savunan, disiplinli partilerin oluşmasını engellemiş, iki büyük parti de birer seçim şirketi niteli­ ği taşıyan kuruluşlar haline dönüşmüştür. Bununla beraber ABD'nin dünya egemenliğinin sarsılması ve özellikle Viet-tsTam Savaşı önemli değişmelere yol açmıştır. Bu değişikliklerin en önemlisi sistemin eleştirilmeye başlanmasıdır. Henüz bu eleştiriler önemli sayılacak bir siyasal etkinliğe kavuşmamış gözükmektedir. Ancak ekonomik, toplumsal, siyasal ve uluslararası bunalımlar artıkça ımı eleştirilerin etkimleşeceği, ABD nin siyasal yajpısı-için-çok-yeni olu­ şumların giderek kendini göstermeye başlayacağı söylenebilir, IV. KLASİK DEMOKRASİDEN NEO -KLASİK DEMOKRASİYE Ampirik bilgiler klasik demokrasinin, esas olarak gelişmiş ka­ pitalist toplamların siyasal sistemi olduğunu-ortaya koymakta; daha önce de değinildiği gibi bugün için gelişmiş kapitalizm, ile klasik demokrasi uygulaması arasında hemen hemen bire bir korelasyon gözlemlenebilmektedir. Nitekim yukarıda incelenen üç tarihsel gelişim örneği, siyasal sistemin oluşumu ile toplumsal değişim ve gelişme arasındaki ilişkileri ortaya koymaktadır. Kla­ sik demokrasinin oluşumunu sağlayan temel etkileşim biçimi kav­ ranınca buradan genel bir model kurmaya yönelinebilir. Başka bir deyişle, klasik demokrasi soyut ve bir kavram olarak tanım­ lanabilir. Soyut ve genel bir klasik demokrasi kavramı tanımlamak için önce tarihsel gelişimin ana özellik ve aşamalarını tanımlamak gere­ kir. Bu alçıdan bakınca, sözü edilen siyasal sistemin, kapitalizmin ken­ diliğinden geliştiği toplamlarda, bu gelişmeye bağlı olarak belirlen­ diği söylenebilmektedir. Kapitalizm öncesi toplumun, kurumsallaş­ mış (denetim ve yönetim biçimini veren siyasal yapı toplumsal değiş­ me ile beraber hem düşünce (ideoloji) hamide uygulama -alanında değişmeye başlamıştır. Bu değişmenin ana hatları önce feodal güçlere karşı mutlakiyetçi monarşi biçiminde merkezi devlet daha sonra ise güçlenen, burjuvazinin, iktidar üzerindeki etkinliğini gi­ derek artırarak meşruti monarşi; ideoloji alanımda ise toplum.; ve siyaset laikleştirilirken (tanrısal olmaktan- çıkarılıp akıla dayana­ rak kavranırken), doğal haklar've 'ulusal egemenlik'' kavramları temel öğe haline gelmiştir. Böylece uygulama ve ideolojide burjuvazinin kralların iktida­ rını önce sınırlamak sonra giderek bu iktidar üzerimde etkinliğini artırmak biçiminde gelişen klasik demokrasi sanayi devriminden sonra yeni bir aşamaya girmiş; bu sefer işçiler ve diğer emekçi kesimler siyasal iktidar üzerinde etkili olmaya yönelmiştir. Çağ­ daş klasik demokrasi, işte bu etkileşim, içinde oluşmuş; emekçi, kesimlerin özgürce örgütlenip burjuvaziye karşı iktidar mücadele­ 105 si yürütmesi klasik demokrasi denen sistemin özünü oluşturmuş» tur. Eğer klasik demokrasinin özünü, toplumdaki çeşitli sınıf ve katmanların özgürce örgütlenip siyasal iktidar için yarışabilmeleri oluşturuyorsa bunun ilk koşulu, siyasi iktidarı kullanan kurumla» rın seçime dayanmasıdır. Nitekim klasik, demokrasinin tarihi, se­ çim hakkının gelişme tarihi olarak da tanımlanabilir. Seçim kuru­ mu, siyasal iktidarın bu kuruma dayanması esas olarak egemen­ liğin topluma ait bir: güç olduğu düşüncesinden kaynaklanmakta­ dır. Toplum (ulus ya da halk) egemenliği nasıl kullanacak sorusu ise zorunlu olarak bir temısil mdkanizmasımn işlemesine yol aç­ maktadır. Çağımız dünyasının siyasal yaşamında, toplumun ikti­ darı doğrudan doğruya kullanmasının örneklerine de Taşlanmak­ tadır; 'halk oylaması', 'plebisit', 'referandum' gibi uygulamalar tüm halkın belli bir konuda karar vermesi, yani iktidar kullan­ masıdır. Bununla beraber bu araçlarla tüm siyasal kararları al­ mak ve uygulamak mümkün değildir. Bu nedenle siyasal kararla­ rı alacaik ve uygulayacak kuramların toplumun eğilimlerini tem­ sil etmesi gerekir ki bunu yolu, sözü edilen kuramları, belli zaman aralıkları ile yapılan ve herkesin katılabileceği seçimlerle belirlemefktir. Yukarıda da değinildiği gibi demokrasinin gelişimi, seçme seçilme hak ve özgürlüğünün genişlemesi olarak tanımlanabilir. Başka bir deyişle toplumda temel siyasi kararları alan ve uygula­ yacak olanların seçimle iş başına gelmesi yeterli olmamakta; so­ run seçime kimlerin katılacağı ve oy vereceği noktasında düğüm­ lenmektedir. Nitekim tarihsel gelişime bakıldığı zaman görülen oljgu, önce burjuvazinin sonra işçi sınıfının seçme - seçilme hak ve özgürlüğü için mücadele vermiş olduğudur. Artık günümüzde oy vermenin eşitliği ve yaygınlığı kaibul görmüş; her yurttaşın ya da toplum üyesinin eşit ağırlıklı oya sahip olması ilkesi kesinlikle yerleşmiştir. Bununla beraber bu alanda hala bazı soranlarla karşı karşıya bulunulmakta; genel ve eşit oy ilkesi için hala bazı sınırlamaların söz konusu olduğu görülmektedir. Bu sınırlamaların başımda yaş sorunu gelmekte; seçme ve seçilme için ülkeden ülkeye değişen yaş sınırlılıklarının konduğu söylenebilmekitedir. 106 Yaşın yanında eğitim düzeyinin de seçme - seçilme hakkını sınırlamada ölçüt olması gerektiği ileri sürüldbdlmektedir. Kısaca özetlemek gerekirse, demokrasinin gelişmesi doğrultusundaki uy­ gulamaların, eğitime bağlı olarak rey hakkının smırlanamıyacağ;in-ı, eğitimin eşit ve genel oy ilkesini değiştirici bir özellik taşım a­ dığı kabul edilmekte; oy vermede yaş sınırı ise hukuk sistemindeki 'rüşt" yaşına indirilmektedir; Yine günümüz rey hakkının sınırlan­ ması ile ilgili önemli sorun "göçmen işçilerin' durumudur. Son 20 yıl içinde toplumsal ekonomik ve siyasal önemi çok büyüm üş olan göçmen işçiler, bulundukları -ülkede uzun ya da sürekli yaşamakta, işçi. olarak o toplumun b ir parçası haline gelmektedir. Örneğin buıgün Federal Alm anya'da 2.5 milyondan fazla göçmen -işçi yaşa­ makta, artık o toplumun parçası haline gelmektedir. B u büyük in­ san yığınlarının parçası haline geldikleri, kaderlerini bağladıkları toplumun yönetimi üzerinde hiç söz sahibi olam am aları demokrasi düşüncesi ile hiç uyuşmamaktadır. Nitekim bu sorun, çok sayıda göçmen işçi barındıran ülkelerde ciddi biçimde tartışılmaya başla­ makta, rey hakkının vatandaşlıkla sınırlanmasının ötesine geçilmesi ve bu işin düzenlenmesi ¡gündeme gelmiş gözükmektedir. Klasik demokrasinin kavramsal tanımı için giren diğer bir öğe, toplumdaki tüm kesim;, sınıf ve tabakalara iktidar için ör­ gütlenip, yarışma olanağının tanınmasıdır. B aşka b ir deyişle siya­ sal sistem "çoğulculuk' (pluralism.) kuramına dayanmalıdır. Çoğul­ culuk kuramı, çağdaş toplumun, çıkarları birbirleri ile çatışan çok sayıda gruptan oluştuğunu; her grubun çıkarını maksimize etmek için siy asal •iktidar üzerinde etkili olmaya çalıştığını ileri sürmek­ tedir. Buna .göre de siyasal sistemin düzenlenmesinde, sadece rey hakkının genişlemesi ile yetinilemiyeceği her toplumsal grup y a da ideolojiye özgürce örgütlenip, siyasal iktidar için mücadele edebil­ mesine olanak sağlanması gerekmektedir. Daiha somut' bir biçim ­ ifade etmek gerekirse seçimlerde çoğunluk sağlayan siyasal parti ya da partiler koalisyonu) o dönem için de görüş (b ir siyasi ikti­ darı kullanmak hakkına sahip olacak; ancak görüşleri ya da ideok> jileni iktidarı kullananlara ne kadar ters gelirse gelsin rakip örgüt­ ler (siyasi partiler) varlıklarım sürdürecek ve gelecek seçimlerde ik­ tidar olm a mücadelesine devam edebileceklerdir. Anayasa hukuku teı 107 minolojisi açısından buna «çoğunluğun yönetim hakkı ve azınlı­ ğın korunması» ilkesi denmektedir. Azınlığın korunması, bir bakıma çoğunluğun elindeki iktidarın sınırlanması demek olmaktadır. Çoğunluk iktidarı öylesine sınırlanmaMır ki bu iktidar kullanarak karşıt ideolojiyi savunan azın­ lık ezilmesin. Günümüz anayasa pratiği açısından bu sorunu çöz­ mek için başvurulan en yaygın yol yargı denetimidir. Seçimle ço­ ğunluk olup yasama ve yürütme organına egemen hale gelen ikti­ darın aldığı kararlar, yaptığı işler ya da kısaca bu iktidarın kulla­ nılış biçimi siyasal sistemin yapısını ve işlerliğini bozmamalıdır. Bunu sağlamanın yolu ise iktidar kullanımı üzerinde yargı denetimi kurmaktır. Yukarıda da değinildiği gibi ABD de 'Yüksek Mahke­ menin, yasaların anayasa uygunluğünu denetlemeye başlaması ile bu uygulama ortaya çıkmış sayılır. Son ikiyüz yıl içindeki anayasa gelişmeleri, siyasal sistemi klasik demokrasi olan ülkelerin çoğun­ da yasama ve yürütme üzerinde etkin bir yargı denetimi sağlan­ dığını ortaya koymaktadır. Yürütme ve özellikle yasama organında İktidar kullanımının yargısaî denetimi, siyasal azınlığı korumanın yanında bireysel hak ve özgürlükleri de güvence altına almayı sağlam aktadır. Bireyle­ rin, insan oldukları için doğuştan sahip oldukları, vazgeçilmez bir takım haklar olduğu devletin ya da egemenliğin kullanımının te­ mel amacının bu hakları güvence altına almak olduğu daha 16'ııcı yüzyılda ortaya atılmıştır. Bu bireysel özgürlükler ya da yaygın adı ile 'temel insan hakları' (yaşam hakkı, özel hayatın gizliliği, konut dokunulmazlığı, mülkiyet edinme, inanç ve vicdan özgürlüğü dü­ şünce özgürlüklüğü vb.) klasik demokrasinin ana öğelerinden biri­ ni oluşturmaktadır. Bu temel hak ve özgürlüklerin kullanımını sı­ nırlayacak güç devlet olduğu için esas olarak bu haklar 'devlete karşı haklar' olarak tanımlanmakta; bu hakların ve özgürlüklerin' dokunulmazlığı devlet ya da siyasal iktidar kullanımının sınırla­ rını oluştumıaktadır. Bununla beraber devlet gücünün, temel hak ve özgürlüklerle sınırlandırılması. bir siyasal sistem olarak klasik demokrasinin rahat bir biçimde işlemesini sağlayamamış; hak ve özgürlük anlayışında yeni boyutlar, ortaya atılmıştır. Bu klasik demokrasinin neoJdasik demokrasiye dönüşümüdür. Tarihsel olarak klasik demokrasinin doğumuna yol açan temel değişkenin kapitalist dönüşüm olduğuna değinilmişti. Ka- 108 piitalist dönüşüme bağlı, olarak oluşan ve gelişen burjuvazi, siya­ sa sistem, taleplerini eşitlik-özgürlük temelline oturmuştur,. Ancak bu eşitlik ve özgürlük kavram ları soyut b ir biçim de tanımlanmak.ta; esas olarak toplumda insan ilişkilerini ve yaşamını düzenleyen kuralların, norm ların (yani yasaların) hiç b ir kişiye ayrıcalık tanı­ mayacağı biçiminde yorumlanmakta idi. İnsanların doğuştan eşit •ve özgür oldukları, her türlü toplumsal düzenlemelerin bu doğal eşitlik ve özgürlük kavramına dayandırılm ası söz konusu olmak­ ta idi. Sözü edilen bu soyut eşitiik-özgüriük .kavramı üçyüz yıla yakın b ir süre demokrasi düşünce ve ideolojisinde egemen oldu; temel insan hakları anlayışı bu çerçeve içinde gelişti. .Bununla beraber-kapitalist toplum: yapısında sanayi devrimi ile başlayan gelişmeler, bu soyut özjgürlük-eşitlik anlayışına- köklü eleştiriler getirdi. Toplumda kaynak dağılımı toplumsal sınıf ve kü­ meler arasında eşitsiz b ir biçimde dağılıyorsa o toplumdaki bütün kişileri eşit ve özgür saymak pek gerçekçi olmayacaktı, :Başka b ir -deyişle her türlü tıbbi bakım olanağına, varlıklı oldukları için sahip olan bireylerle bu olanaklardan faydalanam ayan - bireyleri eşit ve aynı ölçüde yaşama ,özgürlüğüne sahip saymak pek anlamlı olmuyordu. Kuşkusuz bu durum tüm temel hak ve özgürlükler için.de geçerliydi ve ekonomikitopdumssal eşitliksiz var oldukça so­ yut b ir eşitlik-özıgürlük kavramı h iç 'b ir geçerliliğe sahip olmaya­ caktı. Nitekim toplumsal-ekonoımik eşitsizlikler 19 uncu yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren sanayileşmiş kapitalist toplum larda bü­ yük, köklü toplumsal gerilimiere, çatışmalara yol açm ıştır.. îşte bu gelişmeler kapitalist toplumda özgürlük ve eşitlik kav­ ramlarının yeniden yörem i anmasına yol açtı; bu kavram lar soyut ve statik içerikli olmaktan çıkarılıp somut ve dinamik hale geti­ rilmeye çalışıldı. Kısaca ifade etmek gerekirse, toplumdaki eko­ nomik eşitsizlik, nedeni ile özgürlüklerini kullanamayanlar" ya da hak ve özgürlükleri kağıt üzerinde- kesimlerin 'özgürleştirilme' yol­ ları aranmaya haşlandı. Bu kapitalist toplumda devletin sözü edi­ len özgürleştirme işlevini üzerine alması oldu, İşsizlere iş- bulma, geniş yığınlar için eğitim;, sağlık, kültürel .olanaklar sağlama, . top­ lumsal güvenceler oluşturma., çalışanlara grev, toplu ••sözleşme vb. haklar tanıma devletin bu işlevleri arasındaki ilk akla gelenler­ dir. 20 nci yüzyılın ortalarına doğru bu işlevler salt bir kamıı gö­ revi olmaktan çıkıp temel hak ve özgürlük haline gelnneye başladı. 109 Bu yeni hak ve özgürlükler devlete karşı 'değil, bireylerin devlet­ ten talep,ettiği haklar oldu. Tarihsel olarak bakıldığında ekonomik iktidar ele geçiren bur­ juvazi ısiyasal ve toplumsal iktidar için mücadele ederken savundu­ ğu temel ilke «eşitlik» olmuş ve bunun sonucu yufkanda değinilen soyut bir kanun önünde eşitlik, klasik demokrasinin temel nitelik­ lerinden biri haline gelmiştir. Ancak, Jean - Jacques Rousseau tara­ fından ilk kez belirtildiği gibi ekonomik koşullarda eşitlik sağla­ madan toplumda her insanı eşit ve özgür saymanın pek bir anla­ mı yoktur. Yeterli ekonomik olanaktan yoksun kişiler için kağıt üstünde tanınan bir çok özgürlük zaten kullanılmamaktadır. Buna karşılık ekonomik eşitlik sağlanması hem kapitalist toplum yapısı içinde olanaklı gözükmemekte ham de burjuvazinin temel çıkar­ ları ile karşıt bir durum söz konusu olmaktadır. Kapitalizmin ge­ lişmesi ile birlikte büyüyen emekçi yığınlar ise giderek daha çok hak ve özgürlük talep etmekte, toplumsal olanaklardan sadece burjuvazinin faydalanmasına, kesin bir biçimde karşı çıkmakta­ dır. • - ■ Ağırlığını, giderek artırarak duyuran bu sorun için iki tür çözüm olasılı gözükmektedir. Birinci çözümde burjuvazi, elindeki olanakların sınırlanmasına, emçkçi yığınların özgürce örgütlenerak hak ve olanaklarım artırmalarına kendi zararı söz konusu olduğu için müsaade etmeyecek ve siyasal rejim klasik demok­ rasi yerine faşizm biçimine dönüşecektir. İkinci yol olarak emekçi kesimlere özgürlükler tanınacak ve onların tam bir ekonomik eşit­ lik sağlamasa bile toplumsal kaynakların daha eşitlikçi hiçimde da­ ğıtılması için siyasal etkinlik göstermelerine izin verilecektir. Za­ ten bir bakıma çağımızda klasik demokrasinin başka türlü yürü­ mesi olanaksız gözükmektedir. Kısaca özetlemek gerekirse, çağımızda klasik demokrasinin temel koşullarımdan biri burjuvazi ile emekçi yığınların, siyasal sistemde etkin olarak örgütlenip iktidar için mücadele etmeleri ile gerçdkleşmektedir. Devlet iktidarını kontrol ettiği ölçüde bir kesim ya da sınıf, çıkarlarını daha yüksek düzeyde gerçekleştire­ bilecektir. Klasik demokrasinin var olabilmesi için gerekli temel koşullardan biri olan sınıf ve tabakaların örgütlenerek yasal ikti­ dar için mücadeleye girmeleri olgusu siyasal sistemde ve devlet kuramunda bazı değişikliklerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. 110 Birinci olarak, yukarıda da değinildiği üzere klasik bireysel hakların yanında,, emekçi kesimlerin ekonomik .eşitlik taleplerine bir ölçüde cevap vermek için «ekonom ik ve sosyal h aklar» , doğ­ muş; devletin bunları sağlamakla' yükümlü olduğuna dair ana­ yasalara hüküm ler konmuştur. Bu haklar ve özgürlükler için dev­ let b ir takım ■yükümlülükler altına girmekte; emekçi kesimlerin si­ yasal örgütlerinin etkinliği arttığı ölçüde devletin b u yüküm lülük­ leri yerine getirme işlevi daha yoğun b ir biçimde gerçekleşmekte­ dir Burada unutulmaması gereken nokta bu gelişmenin temel ama­ cının ekonomik eşitliği sağlamak olmadığı, ancak ekonomik eşitsiz­ likten doğan yaşamı göreli, olarak kolaylaştırmak olduğudur. İkinci olarak devlet toplumsal adaletsizlikleri yumuşatmak ve ka­ pitalist sistemin daha akılcı ve bunaiımsız b ir biçimde yürüyebil­ mesi için. bir. takım ekonomik -görevler yükümilenmiştir. Bu geliş­ menin kuramsal kökeni Keynes'tir. Sözü edilen yeni eko­ nomik işlevler b ir taraftan, krize uğrayan- kesimlerde dev­ let eliyle üretime geçme, diğer yandan,* kredi, vergi teşvik vb. mekanizmalarla sistemin işleyişini sağlık; yönünden kont­ rol etme olarak ■ tanımlanabilir. Özellikle İkinci Dünya Sa­ vaşından sonra hızlanan b ir süreç içinde, kapatilasit sistemin sağlıklı, işlemesi için zarar eden kesim ya da firm aların devletleş­ tirilmesi yönteminin önemli ölçüde uygulandığı söylenebilir,. K a r­ lılık oranı düşen üretim alanlarında ya da zarar eden büyük ku­ ruluşlarda sistemin devamını sağlamak için ■devletleştirilmeye gi­ dilmesi giderek yaygınlaşmakta, her ekonomik bunalım durum un­ da, yine aynı yöntemlere başvuralmaktadır. Kısaca özetlemek gerekirse, yukarıda olarak devletin yeni yükümlülük ve işlevi, sayılan 'niteliklere ek klasik demokrasinin te­ mel öğelerinden biri Haline gelmiştir. Sözü edilen yükümlülük ve işlevler.beş kategoride sınıflandırılabilmektedir. Bunlar; 1. İşsizlik sorununun çözümlenmesi. Bu sorunu çözmek için devlet, bir taraftan kapanm a tehlikeli ile karşılaşan kuruluşları devletleştirmek, diğer yandan bizzat kendisi yeni yatırım lar yap­ mak yoluna gitmektedir. 2. Devlet eliyle geniş ve yaygın bir toplumsal güvence siste­ mi geliştirilmekte; işsizlik, sağlık, emeklilik, vb. alanlarda çalışan kişilere güvenceler sağlanmaya çalışılmaktadır. 111 3. Daha önceleri ancak toplumun belli kesimlerine ait olan eğitim sağlık, kültür tüketimi gibi olanaklar her düzeyde yaygınlaştırılmabta, devlet bunu sağlamakla yükümlü kılınmaktadır. 4. Çalışanların, yaşam koşullarını geliştirmek için kendileri­ ni çalıştıranlara karşı özgürce örgütlenebilmelerine olanak tanın­ makta, toplu sözleşme ve grev gibi özgürlüklerin kullanılması ile ilgili her türlü engeller kaldırılmaktadır. Bu arada çalışanların yö­ netime katılması gerekli sayılmaya başlanmıştır. 5. Devlet, özellikle tarım kesiminde, destek alımları gibi süb­ vansiyonlarla küçük mülkiyet ya da küçük işletmelerin yaşamını kolaylaştırıcı girişimlerde bulunmaktadır; kapitalist gelişmenin do­ ğal sonucu olan tekellere dokumamabla beraber sistemin varlığını sürdürmesinde çok önemli rolü olan küçük işletme ya da mülkiye­ ti koruma önlemlerini alabilmektedir. 112 BÖLÜM ÜÇ : KLASİK DEMOKRASİDEN SAPMA - FAŞİZM İkinci Bölümde tarihsel gelişimi ve yapısı incelenmeye çalı­ şılan klasik demokrasi, görüldüğü gilbi gelişmiş kapitalist ülkeler­ de ortaya çıkan bir siyasal sistem olarak değerlendirebilmekte­ dir. Bir siyasal sistem olarak klasik demokrasi ABD, İngiltere ve Fransa’nın dışında Avrupa ve Okyanusyanm gelişmiş ülkelerinde uygulanmaktadır, Başka bir deyişle klasik demokrasi ile toplum­ sal sistem arasında bir bağlantı, bir korelasyon çok açık bir biçim­ de göze çarpmaktadır. Buna göre gelişmiş, yapısal sorunlarını belli düzeylerde çözebilmiş olan kapitalizm, siyasal sistem olarak klasik demokrasiyi ortaya çıkarmaktadır. Gerçekten günümüzün ülkelerine baktığımız zaman, klasik demokrasiye sahip ülkelerin gelişmiş kapitalist ülkeler olduğu görülmekte; bazı az-gelişmiş ka­ pitalist ülkelerde, iyi niyetle istenmesine rağmen klasik demokra­ sinin tam anlamı ile uygulanmadığı söylenebilmektedir. Kuşkusuz Türkiye’de bu ülkeler arasında yer almakta; 30 yılı aşkın bir za­ mandan beri siyasal sistem olarak klasik demokrasi istenmekte, fakat gerçek anlamı ile sistemi uygulamak bir türlü mümkün ol­ mamaktadır. Gelişmiş bir kapitalist toplum yapısı ile klasik demokrasi te­ rimi ile tanımlanan siyasal sistem arasında olumlu bir ilişkinin varlığından söz edilebilmekle beralber farklı durumların da ortaya çıktığı bir gerçektir. Günümüzde olmasa bile geçmişte bazı ge­ lişmiş kapitalist ülkelerde, siyasal rejim olarak klasik demokrasi değil «faşizm» adı verilen sistem- ortaya çıkabilmiştir. Faşizm, gü­ nümüzde ise daha çok gelişmesini tamamlayamamış kapitalist ül­ kelerde etkinliğini ve geçerliğini koruyan bir siyasal rejim man­ zarası göstermektedir. 113 Kısaca tanımlamak gerekirse, faşizm burjuvazinin ve sermaye sahiplerinin egemenliklerini zor kullanarak ve baskı yolu ile koru­ dukları rejimin adıdır. Bu tanıma göre tüm baskı rejimlerini fa­ şizm olarak tanımlamak anlamlı olmamaktadır. Örneğin Afrika kı­ tasında kurulan ve henüz kapitalistleşme aşamasına girememiş ye­ ni devletlerdeki baskı rejimleri faşizm olarak tanımlanamaz. Baş­ ka bir deyişle (tıpkı klasik demokrasi gilbi faşizm türü siyasal siste­ min belli bir toplumsal temeli vardır. Buna göre de faşizmi anlaya­ bilmek için toplumsal siıstemin ya da kapitalizmin ne zaman bu sis­ temi olanaklı kıldığını tartışmak gerekir. Burada ele alındığı bi­ çimde faşizm, kapitalist toplum yapısının belli sorunları çözemediği zaman olasılı hale ¡gelen bir siyasal olgudur ve İtalya'da ortaya çı­ kan hareketten isim almıştır. Siyasal sistem olarak ilk kez Musssolini tarafından «Ulusal Faşist Partiye» dayanılarak kurulan faşizm, etimolojik olarak İtalyadaki «fascio» közünden kaynaklanmakta­ dır. Fascio sözcüğü, bir balta çevresine bağlammış değnek demeti anlamına gelmekte; kudret ve birlik ifade eden bir terim olarak kullamlmaktadır. 1921 yılında İtalyan «Ulusal Faşist Partisinden» ismini alan faşizm bir siyasal rejim ya da sistem olarak, kısaca burjuva­ zinin zor kullanarak diktatörlüğünü yürüttüğü düzeni kapsamak­ ta; zaman zaman belli ülkelerde uygulama alanı bulduğu görül­ mektedir. Örneğin 1922 yılında İtalya-da, 1933 yılımda Almanya'da, 1938 yılımda Ispanya'da, 1927 yılımda Portekiz'de, 1930 yıllarında Japonya'da görülen siyasal sistemler faşist rejimlere örnek sayıla­ bilir. Bu rejimlere bakarak faşist siyasal ve toplumsal düzen genel hatları ile tanımlanabilir; başka bir deyişle bir tür deneysel yön­ tem ile faşizmin kavramsal belirlenmesi mümkün olur. Bu tür bir yaklaşım bilimin temel işlevi sayılmalıdır, aksi takdirde genel­ lemeye ya da soyutlamaya gitmek olanağı söz konusu olmaz. Gö­ rüldüğü gibi, yukarıda sayılan ülkelerde, sözü edilen zamanlarda kurulan rejimlerin bazıları kendini faşist saymamakta; tamamen uluslarına özgü bir »düzenden söz etmektedirler. Ancak adına ister faşist ister nazist ister falanjist densin, tüm bu olguların ya da ortaya çıkan siyasal yapıların ortak noktaları bize genel modeli verecektir ve bilimin görevi bu genele ulaşmaktır. Genele ulaşıl­ dıktan sonra da tıpkı doğa bilimlerinde olduğu gibi öznel, somut olgunun, genelin niteliklerine ne ölçüde sahip olduğu ya da bu niteliklerden ne ölçüde şaplağının tartışılması yapılacaktır. İşte bilimsel süreç de budur ve yapısal bakımından görüldüğü gibi top­ 114 lum bilimleri' ile doğa bilimleri arasında bir fark yoktur. Ancak buna karşılık, bilim olarak olguyu tanımlamak ve saptamak ye­ rine olgunun nasıl olması gerektiğini tartışmaya başlarsak bilim­ den uzaklaşmış sayılabiliriz. Bu takdirde ortaya attığımız, bilimsel önerme değil salt ideolojik normdur. Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü giibi faşizm, azgelişmiş ülkelerde değil, belli ölçüde gelişmiş ülkelerde ya da kapitalistleşmiş toplumlarda ortaya çıkmaktadır. Daha açık ifade ile, faşizmin kapitalizmi içinde ortaya çıkan bazı yapısal sorunların sonucu be­ lirlendiği ileri sürülebilir. Nitekim bazı siyasal bilimciler faşizmin, emperyalist aşamaya geçemeyen kapitalizmin, türevi olduğunu ile­ ri sürdükleri görülmektedir. Bunlara göre, kapitalizm, özellikle sanayi kapitalizmi geliştikçe bazı temel yapısal sorunlarla kar­ şı karşıya kalır. Bunlar, dış pazarlarda ucuz hammadde bulmak, yoğunlaşan sermayenin karlılık oranını muhafaza ederek ihraç et­ mek Vb. sayılabilir; ve bu sorunları çözemeyen gelişmiş ülkenin siyasal sisteminin otoriter bir biçim kazanma olasılığı yükse­ lir. Dış pazarlara açılamayan ekonomi büyüyememefcte bundan öte­ de kar - ücret zıtlığı ülke içinde çözülmek zorunda kalmaktadır. Halbuki sistem, dışarıdan ucuz hammadde bulur, dış pazarı da ge­ nişletirse ülke içinde karları düşürmeden ücrete dayalı yaşayan emekçilerin yaşam düzeyini yükseltmek Olanağına kavuşur; kar ücret zıtlığı ülke dışına taşırılmış olur. îşte ülke diş pazarlara açı­ lamayınca ya bütün yük ücretli kesime yüklenmek ya da karlar azaltılacaktır; ikisini birden artırmanın olanağı yoktur. Giderek artan ücret - kar çekişmesi kendini derhal siyasal ve toplumsal alanda gösterecek; emekçi yığınlar daha elverişli yaşam koşulları için örgütlenip mücadeleye başlayınca toplumsal gerilim giderek artacaktır. Aslında buraya kadar olanlar ya da var olduğu ileri sürürlen bu süreç tüm kapitalist ülkelerde geçerlidir ve sürecin Varlığı her yerde siyasal sistemi potansiyel olarak faşizme götüre­ bilir.' Ancak bu her zaman böyle olmaz. Başka bir deyişle demok­ ratik sistem içerisinde sorun çözümlenebiimektedir. İşte bir kısım toplum bilimcilerince ileri sürüldüğüne göre, demokrasi içinde ka­ larak çözüm bulmayı sağlayan temel olgu, ekonomik alanda dışarı­ ya taşarak hem ücretleri hem karı artırabilmenin mümkün daması­ dır. Böylece gerilimler ülke içinde yumuşatılabihnektedir. Bu sağ­ lanamayınca, toplumsal gerilimler giderek artan ölçüde siyasal sistemi etkileyecek ve sistemin demokratik yapısının değişmesi ta­ lepleri ile karşılaşılmaya başlanacaktır. Örneğin ekonomi bunalıma girince derhal faşizm tehlikesi yükselecektir. Bir kısmı siyasal bilimciler faşizmi, yukarıda görüldüğü gibi yapısal bir olgu olarak açıklamaya çalışırken bir kısım araştırıcı­ lar ise konuya farklı bir biçimde yaklaşmaya çalışmaktadırlar. Bu yaklaşımda, yapısal koşulların ya da değişkenlerin rolü kabul edilmekle beraber esas olarak kültür üzerinde durulmakta; başka bir deyişle faşizmin ancak belli kültürel özellikler taşıyan toplum?îarda ortaya çıkabileceği ileri sürülmektedir. Buna göre, yapısal koşullar bir çok yerde benzerlik göstermekte; hemen hemen tüm kapitalist ülkelerde ücret - kar çelişkisi giderek toplumsal gerilim» leri artırma eğilimi gösterirken faşizm her yerde değil, ancak belli ülkelerde ya da belli toplumiarda ortaya çıkabilmektedir. O halde, bu yaklaşımlara göre yapısal koşullar benzerken bir ülkede faşiz­ min egemen olması başka birinde otoaması ancak toplumsal kül­ türlerdeki farklılıkla açıklanabihnektedir. Başka bir deyişle bir si­ yasal sistem olarak faşizm ancak uyîgun kültürel ortama sahip ül­ kelerde egemen hale gelebilmektedir. Çok çeşitli kişilerce savunu­ lan bu tür görüşler arasındaki iki önemli ve etkili olmuş örneği alıp kısaca incelemek ilginç olabilir. Bu örnekler T. W. Adorno ve W. Reioh'in yapıtlarıdır. ¡Gerek Adomonun gerek Reidhm yapıtları ve görüşleri, üze­ rinde önemle durulan ve tartışılan, günümüzde de güncelliğini, özellikle batıda davam ettiren önemli bir düşünce alanını oluştur­ maktadır. Adorno, oldukça ünlü «Otoriter ve Faşizm» adlı yapıtında faşist siyasal sistem oluşturan ana nedenin otoriter ki­ şilik yapısı olduğunu ileri sürmektedir, Bu otoriter kişilik yapısı, içinde yaşanılan toplumun kültürel değerlerine bağlı olarak çocu­ ğun yetişkin bir birey olma yolunda geçirdiği deneylerden biçim almaktadır. Başka bir deyişle otoriter kişilik kültürel bir olgudur. Bir toplumun kültüründe, otoriteye boyun eğme, batıl inançları kabul etme, hoşgörmezlik, tutuculuk, ırkçılık, şiddetten hoşlanma gibi tutumlar ağır basıyorsa çocuğun yetişkin bir insan olurken ge­ liştireceği kişilik otoriter diye tanımlanan bir biçim almakta ve bu tür kişiliğe sahip bireylerin ağır bastığı toplumiarda faşizm kolayca egemen olabilmekte, buna karşı toplum ciddi bir direnç gösterememektedir. Böylece Adorno ve yandaşları, faşizmi kültür kişilik etkileşimine bağlı olarak açıklamakta; burada temel değiş­ ken kültür kabul edilmektedir. 116 Yine batı düşüncesinde güncelliğini ve etkisini sürdüren w. Reicıh, «Faşizmin Kütle Psikolojisi» adlı yapıtında sistemin oluşu­ munu psikolojik değişkene bağlamaya- çalışmaktadır. Düşünüre gö­ re alt yapı ile üst yapı ya da başka b ir deyişle ekonomik koşullar ve ideoloji arasında mekanik b ir b a ğ kurm ak doğru olmaz. Top­ lum daki kültür ve buna göre kişilik oluşumu gibi psikolojik sü­ reçler insanların düşünce \e davranışlarım önemli ölçüde belirle­ yen etkenlerdii. O halde b ir toplumsal kültür sisteminde, faşist siyasal' sistemin geçerli olmasını sağlayan ya da önleyen psikolo­ jik süreçler ön palana çıkarak ağır basmakta; faşizmle ilgili siya­ sal analizleri hep bu çerçeveye oturtmak gerekli olmaktadır. Kısa­ ca özetlemek geerkirse Reidh, F reü d u n bulgularından hareket et­ mekte ve, faşizmi psikolojik boyutlu b ir olgu olarak açıklamaya kalkmaktadır. İster yapışa koşullara bağlı olarak ister psikolojik ya da sos­ yal - psikolojik etkenlere bağlı olarak-açıklansın, faşizm sözcüğü ile tanımlanabilen bütün siyasal sistemlerde bazı ortak noktaların olduğu; bundan da ötede bütün faşizan sistemlerin aynı tem el özellikleri taşıdığı görülmektedir. B u nedenle faşist denilen siya­ sal -sistemin genel yapısı ve özellikleri ortaya konabilir. Birinci olarak faşizmde, .-ayrıntılı, tutarlı ve bilim sel olma kaygısı duyan b ir kuramsal temele ya da çıkış noktasına hiç gereksinme duyul­ madığı, buna karşılık eylemin esas alınmış olduğu görülmektedir. İkinci önemli özellik, devlet kum m una verilen olağanüstü, meta­ fizik anlam ve değer olarak tanımlanabilir. Devlet her şeyin önüne konmakta, toplumda en temel değer 'haline gelmekte ve 'her şey devlet için' düşüncesi tüm davranışlara biçim vermektedir. Üçüncü önemli özellik, üstün bir önderin yol göstericiliğidir. Faşist sistemr lerde herkesin bu üstün, öndere kayıtsız şartsız itaat etmesi isten­ mekte, bunun büyük bir fazilet olduğu toplum a kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Sistemin dördüncü özelliği olarak doğal eşitsizli­ ğin. açık ya da kapalı bir biçimde kabul edilmesi' gösterilebilir. Be­ şinci özellik olarak önderlerin yanılmazlığı yukarıdan gelen emir­ lerin tartışılmazlığı, bir ırkın ya da ulusun üstünlüğü ve tarihi ka­ derinin diğer ulus ya da ırkların-üstünde olarak onlara hükm et­ mesi gibi önermeler yoğun bir biçimde savunulmakta ve yine her­ kesin bunlara katılması için propaganda ya da her türlü yöntem uygulanmaktadır, Her faşist sistem, bir ırk ya da ulus olarak ken­ di toplumunun dünyanın en üstün grubu olduğunu ileri sürerken - 117 bu üstünlüğü sağlayacak politik önermeleri de ortaya atmakta­ dır. işte bu, faşist sistemlerin ortak özelliği olan militarizm ve sa­ vaşçılığın yüceltilmesi inancının ortaya atılmasına neden olmakta­ dır. Gerçekten, bütün faşist sistemlerde siyasal ideolojinin en önemli kısmı savaşçılık ve dış fetihler esası üzerinde kurulmuş­ tur. Yine somut olarak görüldüğü gibi, ideolojideki fetih ve savaş­ çılık uygun koşullar altında eyleme dönüşmüş; örneğin şimdiye kadar insanlığın başına gelen en büyük felaket sayılabilecek İkinci Dünya Savaşına yol açmıştır. Faşist sistemlerin burada tanımlanan genel niteliklerini, bunların oluşumu ve temel önerilerini İtal­ yan ve Alman faşizmlerini kısaca inceleyerek görmek faydalı olacaktır. İtalya'da faşizm 1922 yılında ortaya çıkmış ve İkinci Dünya Savaşının sonuna kadar egemen olmuştur. İtalya'da faşizmin orta­ ya çıkmasını etkileyen en önemli faktör I. Dünya Savaşı sayılabilir. Savaş bir taraftan ülkedeki sanayi üretimini artırıp sanayicilerin karlarının çok yüksek düzeye çıkmasını sağlamış; diğer yönden savaş koşulları nedeni ile emekçi yığınları çok zor koşullar altın­ da yaşarken sıkıyönetim nedeni ile de demokratik hakları kullan­ ma olanağı çok kısıtlı kalmıştır, Savaş sonunda İtalya, galip taraf­ ta olmasına rağmen, savaşın temel nedenini oluşturan sömürgeleri paylaşmada çok zararlı çıkmış, Doğu Afrika'da ufak bir iki yer dışında hiç bir şey elde edememiştir. Buna ek olarak savaşın sona ermesi ile, savaş araçları üreten ve bundan büyük karlar elde eden ağır sanayiye talep çok azalmış; bu kesim içinde ürettiğini satamamak ve kapasite daraltmak biçiminde ekonomik bunalımlar başlgöstermiştir. Ayrıca Sovyet Devrimi tüm sanayileşmiş ülkeler­ de ve İtalya'da işçi hareketlerinin gelişip, siyasal iktidar mücadele­ si veren hale gelmesine yol açarken, bu devrime karşı tepki olarak Doğu Avrupa ülkelerinde İngiliz ve Fransız kontrolünün artması, bu ülke pazarlarımı İtalyan sanayi ürünlerine kapanması ile sonuçlanmıştır.' Ağır toplumsal koşullar ve bunalımlar nedeni ile emekçi yığın­ ları, bir taraftan da Rusya'daki devrimden de esinlenerek büyük bir hareketlilik içine girmiştir. Örneğin 1919 yılında 1663, 1920 yı­ lında ise 1881 grev olayı görülmüş; bunalıma giren metalürji sana­ yiinde, işten çıkarmalara ve düşük ücretlere karşı fabrika işgalleri başlamış; bu kesimde topluca ilan edilen bir lokavta karşı 600.000 işçi fabrikaları işgal ederek, fabrika yönetimlerini kendi kurdukları 118 «İşçi konseyleri» eliyle yürütmeye başlam ışlardır. Güney ftalyada da toprak işgalleri hızlı b ir gelişim göstermiş, bütün bun lar toplu­ mun varlıklı kesimlerini büyük b ir tedirginliğe itmiştir. İ lk örgüt“ lü tepki büyük -sanayicilerden gelmiş; bu grup, işçi hareketlerine karşı silahlı çeteler örgütleme yoluna gitmiştir. İşte Benitıo Musölini, İtalyanca «faşlo» denen çeteleri örgütleyen kişi olarak siya­ sal yaşam da etkinlik kazanmaya başlamıştır. B u çeteler 1921 yılın­ da toplanan Roma Kongresinde siyasal partiye dönüşme kararı almış, «U lu sal Faşist Partisi» kurulmuştur. ıMussiolinihin oluşturduğu ideolojinin çok sistematik ve kap­ samlı bir düşünce 'bütününü içerdiği söylenemez. Mussolini'nin en önemle vurguladığı nokta, faşizmin akla ve bilim e değil inanca dayalı olmasının gerektiğidir. B u inancın kaynağı da büyük' önder, «iBuce» olmalıdır. İkinci olarak üzerinde durulan nokta, fetihçilik olmuş; İtalyan ulusçuluğu b ir şovenizm içinde ifa d e .edilirken tek­ rar eski Roma İm paratorluğunun burulm ası en temel am açlardan biri olarak belirlenm iştir. Doğal olarak, fetihçilik,, şovenizm ve duygusallık toplumda çok etkin b ir militarist akımın doğuşuna ne­ den olmuştur. Musolinî ve onun örgütlediği silahlı çeteler, işçi toplantıları­ nı, sol eğilimli siyasal örgütlerin faaliyetlerini zor kullanarak önle­ me yoluna giderken, b i r . taraftan da faşist hardket kendine yığın temeli aramak uğraşına girm iştir.' Salt ulusçuluk bunu sağlam adı­ ğı için, ekonomik bunalım ların ağırlığı altında ezilen işsizler, kü­ çük üreticiler vb. grup lar için ulusçuluk ideolojisi anti - kapitalistb ir içerikle yorum lanm aya çalışılmıştır. Ancak bunu yaparken,, esas olarak hareketin çıkarlarını savunmaya ‘ çalıştığı büyük sermaye­ nin ve büyük mülkiyetin kötülenmemesi gerekliliği duyulmuştur. Örneğin Mussolîni,' ulusal zemginükleri-n tek'sahibinin ulus olması gerektiğini, özel kişilerin bu zenginliklerini emaneten elde bulun­ durabileceğini ileri sürmektedir. B u ■taraf tan d a özel mülkiyeti or­ tadan kaldırmadan yığınların desteğini sağlayacak b ir çözüm ola­ nak, 'küçük özel mülkiyeti yaygınlaştırma; çalışanların hisse senedi sahibi olacağı kürporasyonlar önerme yoluna gidilmiştir. Kısaca belirtm ek gerekirse ekonom ik' bunalım dan fazlası ile etkilenen, yı­ ğınlar ve küçük mülkiyet sahibi orta sınıflar faşizme büyük des­ tek sağlamışlar; hareketin yığınsal temelini oluşturm uşlardır. Faşist hareket çok kısa bir süre içinde İtalya'da etkin: hale gelmiş; devlet güçlerinin, başka bir-deyişle polislerin ve .askerlerin 119 geniş desteği altında faşist çeteler sol hareketi sindirmeyi başar­ mışlar; 1922 Ekiminde Ulusal Faşist Partisi, bir ay kadar önce ya­ pılan seçimlerde başarı gösteremediği için iktidara gelme yolu ola­ rak zor kullanma ön plana çıkmış, büyük, bir »Roma üzerine yü­ rüyüş» tertiplenmiştir. Devlet güçleri buna müdahale etmeyince Kral, Mussölini'yi Başbakanlığa tayin etmiş ve böylece faşizm fiilen siyasî iktidarı ele geçirmiştir. Mussolini Başbakan olunca derhal diktatörlüğünü ilan etme­ miş; önce uygun bir seçim kanunu hazırlatmıştır. Bu kanuna göre, reylerin % 25'ini alan bir parti Parlamento üyeliklerinin 2/3’ün’ü elde edebilmektedir. Bu kanuna göre 1924 yılında seçimlere gi­ dilmiş, faşist terör altında geçen seçimler sonunda % 30 rey alan Ulusal Faşist Partisi Parlamentoda kesin bir çoğunluk sağlamış­ tır. Bu çoğunluğa dayanan Mussolini, 1925 yılında tüm siyasal par­ tileri kapatmış ve yasama yetkisini de yine bir Parlamento kararı ile kendisi ele almıştır. Böylece, aslında kısa sayılacak bir süre içinde Faşizm egemen­ liğini sağlamış, tüm demökratik örgüt ya da kurumlar yok edil­ miştir. İktidarını sağlamlaştıran faşizm 1926 yılında, kendisine ikti­ dar yolunu açan silahlı çeteleri tasfiye etmiştir. Büyük bir kısmı işsiz, güçsüz kişilerden oluşan bu gruplar, yoksullukları nedeni ile varlıklı sınıflar için bir tehdit oluşturmakta; belli ölçüde de olsa siyasî iktidar üzerindeki etkinlikleri tedirginliklere neden olmak­ tadır. İşte bu nedenlerle, 1926 yılında askerî birliklerin yardımı ile yarı askeri örgüt sayılabilecek çeteler dağıtılmış; önde gelen üyeler öldürülmüş ya da hapsedilmiş, örgüt tümüyle yok edilmiştir. Al­ manya'da faşizmin gelişmesi ile ilgili tartışmalarda da değinilece­ ği gibi bu durumun tüm faşist sistemler için genel bir geçerliliğe sahip olduğu ileri sürülebilir. Faşist hareket, iktidara gelene ka­ dar anti - kapitalist sloganlarla kendi safına çdktiği yoksul kişiler­ den oluşan silahlı çeteler kullanmakta ve iktidara gelince bunları tasfiye etmektedir. Mussolini, iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra tam anlamı ile totaliter bir devlet oluşturma çabasına girmiş; başka bir deyişle toplumsal yaşamın her yönli devlet kurumu tarafından düzenlen­ meye başlamıştır. Hukuk sisteminde görünüşte, devlet dışında bazı otonom kuruluşların varlığından söz edilmiş; ancak bu otonomi hiç bir zaman ciddi bir nitelik taşımamıştır. Örneğin işçiler için 120 sendikalaşma olanağı tanınmış; ancak sendikaların işverenin öner­ diği ücreti kabul etmemesi devlete isyan sayılmıştı. Bu nedenle dev­ letin dışında ya da başka bir deyişle faşizmin kontrolü dışında toplumda hemen hemen hiç bir yapı ya da kurumun kalm adığı görülmüştür. Faşizmin yıkılması İtalya'nın İkinci Dünya Savaşında yenil­ mesi ile mümkün olmuştur. 1922 yılında iktidara gelen faşizm 1928 yıllarından itibaren Afrika'da dış fatihlere kalkışmış; 1936 yılında -İspanya İç Savaşma açıkça müdahale etmiş ve nihayet Hitler Al­ manya'sı ile birlikte Dünya Savaşına kalkışmıştır. Bilindiği gibi bu savaştaki yenilgi faşist hareketin ve Musölm i'nin yok edilmesi ile sonuçlanmış; İtalya'da tüm kurumlan ile bir klasik demokrasi uygulanmasına geçilmiştir. İtalyan demokrasisi .ve özellikle Ana.yasası, faşizm deneyinden -geçmiş b ir toplumun teikrar aynı tehlike ile karşı karşıya kalmamak için getirdiği önlemler bakım ından çağdaş anayasa düzenlemeleri arasında . -oldukça ilginç b ir örnek olarak kabul edilmektedir. Alman faşizmi ya da Almancadaki deyimi ile «nazizm » İtal­ ya'ya göre çok daha geç dönemde oluşmuştur. -1. Dünya Savaşının yenilgi- ile .sonuçlanması Alman monarşisinin yıkılmasına neden olmuş; savaş -sonrasında siyasal sistem olarak klasik demokrasi uygulaması çabaları yoğunluk kazanmıştır. Bu arada komünist h a ­ reket zaman zaman çok etkili olmuş iki kez sovyet tipi b ir yöne­ tim düzeni, kurma girişimleri adeta kıl payı farkla önlenebilmiş­ tir. Sonuç olarak Alman tarihinde «W eim ar Anayasası» .ile betim ­ lenen çok partili, parlam enter bir siyasal sistem; oluşturulmuştur. Weimar sisteminin son (derece liberal ve özgürlükçü bir içerik ta­ şıdığı söylenebilir. Ancak oluşturulan siyasal sistemi, klasik dem ok­ rasinin belli başlı özelliklerini taşımasına rağmen sağlıklı' bir işleyişe kavuşturulamamıştır. Bir kere savaş ve.yeniliğinin bâr ta­ kım ¡gruplar üzerinde yoğun memnuniyetsizlikler yarattığı, kırılan ulusal gurur nedeni ile şövenist düşünce ve davranışların giderek artan ölçüde etkin olm aya başladığı görülmüştür. ’B u n a ek olarak ‘i ktidara gelememesine rağmen komünist hareketin güçlülüğü ve işçi kesimi üzerindeki etkinliği varlıklı kesimlerin -tedirginliğine neden olmuştur. Ancak bütün bunlara rağmen dem okratik sistem işlevini -sürdürebilmiştir. Savaş sonrasının çalkantılı ortam ı içinde işçi hareketlerine .•ve fabrika işgallerine karşı b ir kuvvet oluşturm ak amacı ile M ünih 121 kentinde Adolf Hitler'in öncülüğünde «Nasyonel - Sosyalist Alman İşçi Partisi» adlı bir örgüt kurulmuştur. Diğer siyasi partilerden farklı olarak bu parti ya da kısa adı ile Maziler, taraftarlarım askeri biçimde örgütleme yoluna gitmişler ve böylece bir vurucu güç oluşturmuşlardır. Adına hücum kıtaları ya da kısaca «SA» denen ve manga, takım, bölük, tabur, alay biçiminde 'örgütlenen bu çetelerle işçi hareketlerine karşı savaşmak ve onları sindin mek amaç edinilmiş.; bunun içinde işçi hareketlerinden tedirgin olan büyük iş çevrelerinden kendilerine destek aranmıştır. Bunun­ la beraber başlangıçta hareket oldukça etkisiz kalmşı; hiç kimse bu örgütü ciddiye almamıştır. Örneğin Bavyera Eyaletinde bir şiddet gösterisine kalkışan Hitler derhal tutuklanmış ve hapse mahkum edilmiştir. Başka bir deyişle 1925lerden sonraki ekono­ mik gelişme hızının yüksek olması faşizmin ¡güçlenmesine olanak tanımamıştır. Toplumda Mazilerin etkinliğini artıran ve faşizmin Almanya'­ da egemen hale gelmesini sağlayan en büyük etken, bütün kapita­ list dünyayı temelden sarsan 1929 büyük ekonomik bunalımı sayı­ labilir. Bu olay, tüm dünyayı sarstığı gibi Almanya'yı da kökten etkilemiş, ekonomik çöküntü sonucu çok geniş boyutlara varan bir işsizlik ortaya çıkmış; küçük işletmecilerin tamamına yakın bir kısmı varlığını sürdürememe sorunu ile karşılaşmışlardır. İş­ sizlik, iflaslar ve düşük ücretler toplumdaki ger ilimleri, huzursuz­ lukları hızla artırırken, bunalımın büyük yükünü çeken emekçi kesimlerde tekrar yoğun bir hareketlilik başlamıştır. Dünya buh­ ranı, bir taraftan ülke içindeki toplumsal, gerilimler! hızla artırır­ ken, diğer taraftan özellikle büyük tekelci iş çevrelerinin sıkıntıya giderecek ¡tek çare olarak dış ülkelere doğru genişleme konu­ sunda destekleyici bir tavır takınmalarına neden olmuştur. Böylece 1929 buhranının yarattığı koşullar, Hitler'in küçük partisi ve ideolojisi için özellikle büyük iş çevrelerinde bir talep oluşturmuş­ tur. Bunun sonucu, Nazi partisinin 1929'lardan sonra hızla etkin­ liğini ■artırmasıdır. Hitler'in tıpkı MussOÎmi gibi 'bir taraftan ırkçı ve şövenist bir ideolojiden söz ederken diğer taraftan da yığın temeli yaratmak için belli ölçüde anti - (kapitalist öneriler de orta­ ya atmış; bu sayede yok olmak tehdidi altında bulunan orta sı­ nıflarla işsiz kalmış yığınları S örgütünde- toplamayı" 122 Maziler ilk planda, seçimlerde başarı kazanıma yerine şiddet hareketleri ile rakip siyasi örgütleri sindirme yoluna gitmişler, uzun b ir saire için Partinin temel işlevi, SA örgütü ile sol partiler üzerinde b ir terör yürütmek olmuştur; Hüküm et güçlerini ya da devleti kontrol eden sağ partiler buna igöz yummuş; güvenlik güç* 1eri, çoğu zaman «komünizme karşı devleti korumalk» iddiası ile teröre girişen Nazilere destek olmuştur. Giderek şiddetini artıran terör yanında H itler in Alman ulusuna dünya egemenliği vaad et­ mesi ve bunun yanında tüm sorunların 'nedeni olarak yahudileri gösterip b ir anıtı ■- yafaudi kampanya yürütmesi bunalım içinde ça­ resiz kalıp çözüm arayan orta sınıflardan büyük bir destek destek sağlanmasına yol açabilmiştir. Bütün bu gelişmeler sonunda Cum­ hurbaşkanı H indenburg 1933 yılı başında H itler i Başbakan ('Al­ manca adı ile şansölye) tayin etmiş, Alm an faşizmi böylece önemli b ir dönemeci dönmüştür. Başbakanlığa gelmek Hitler için büyük olanaklar sağlamıştır. 1945 yılında Nazi savaş suçlularım yargılam ak için kurulan Nüren- berg Mahkemesinde ortaya çıktığı gibi naziler Parlamento' bina­ sını (R eichtag) kunduklıyarak yakmışlar ve H itler bunu komünist­ lerin üstüne atarak ülkede b ir solcu avm a başlatmıştır. Bu arada devletin büyük b ir tehlike içinde olduğunu ileri sürerek Parla­ mentodan kendisine olağanüstü yetkiler veren b ir kararnam e çı­ kartılmıştır -—^«Halkın ve Devletin Korunma K ararnam esi». Bu kararnameyi uygulayarak tüm temel ■özgürlükler yok edilmiş ya da yok sayılmış, devlet güçleri ve S  la r mahkemesiz, yargıçsız solcu avını sürdürmüşlerdir. Bu yoğun terör altında 1933 M artında seçimlere gidilmiştir. Ancak yine Naziler çoğunlulk sağlayamayınca Parlam entodaki sol­ ve (demokrat partiler kapatılıp/ bu partilerin parlamento;, tem­ silcileri tutuklanmıştır. H itle r' yine b ir K ararnam e ile tüm yasama yetkilerini de eline almış ve böylece tam .anlamı ile faşist dikta­ törlük düzeni başlamıştır. Hitler iktidarını sağlamlaştırınca, yine tıpkı Musolini gibi' SA örgütünü yok etti, b u örgütün başı ve H it­ ler'in eski dava arkadaşı sayılan Ernest Roehm ve diğer yüksek rütbeli ■SA’lıIar b ir gece yataklarında öldürüldü. Bu girişimin te­ mel nedeni, b ü y ü lk iş çevrelerine tam b ir güvence sağlam ak, onları cu tedirgin eden, bilinçsiz de olsa anti - kapitalist ideolojik önerme­ ler savunan bu grubun etkinliğine son vermekti. 123 Toplumun artık tam anlamı ile kadir-i mutlakı haline gelen yol gösterici önderi yani Führer'i kurulan yeni düzenin bin yıllık bir geleceği olduğunu ileri sürüyor, eski düzenin kötülükleri yara­ tan sorunları olarak yahudileri, komünistleri, liberalleri ve demok­ rasiyi gösteriyordu. Hitler nazi iktidarının bu kötülükleri bir daha gelmemek üzere yok ettiğini şimdi artık üstün ırk olan cermenlerin dünya egemenliğini ellerine geçirmeleri döneminin başladı­ ğını belirtmekteydi. Ülkede her türlü demokratik hak ve özgürlük­ ler yok edilmiş, insan yaşamının her yönü cermen ırkına dünya egemenliği sağlayacak devlet tarafından yönlendirilmeye başla­ mıştı. Yeni düzenin temel sloganı «tek ülke, tek ulus ve tek önderdi.» Böylece Almanya sınırları dışında yaşayan cermen kö­ kenli kişileri de sınırlar içine almayı hedef alan bir yayılma politi­ kası seçilmişti. Toplumda ciddi bir kabul gören «dünya egemenliği» görüşü­ nün esas olarak Alman burjuvazisinden, özellikle sanayici kesimin­ de desteklendiği açıktı. Gerçekten çok güçlü hale gelen tekelci sa­ nayi tröstleri için dışa açılmak, varlık yokluk sorunu haline gelmiş­ ti. Zaten az olan Alman sömürgelerinin I. Dünya Savaşı ile kaybe­ dilmesi, Rusyanm sosyalist olup kapitalist pazardan çekilmesi, yine mağlubiyetten sonra eskiden Alman sanayinin egemen olduğu yer­ lerde Amerikan ve îngilizlerin ağır basar hale gelmesi Alman bü­ yük iş çevreleri için önemli dar boğazlar oluşturuyordu ve potan­ siyeli çok yüksek olan bu sanayi burjuvazisi dünyanın yeniden pay­ laşılması eğilimini, cermen ırkının dünya egemenliği ideolojisi ile özdeşleşiyordu. Nazi Almanyasınm ya da faşist düzenin nasıl son bulduğu her­ kesçe bilinmektedir. İnsanlığın şimdiye kadar gördüğü en büyük yıkım ve felâket olan II. Dünya Savaşı, Alman faşizmi tarafından çıkarılmış ve bu savaş Almanya'da İtalya da ve Japonyada faşiz­ min çöküşü ile sonuçlanmıştır. Almanya da faşizmin yıkılmasından sonra ikiye bölünmüş; Demokratik Alman Cumhuriyeti kendine sosyalizmi seçerken gelişmiş bir kapitalist ülke olma özelliğini sür­ düren Federal Alman Cumhuriyeti d e klasik demokrasiyi gerçek­ leştirmiştir. II. Dünya Savaşı faşizmin hem eylem hem de ideoloji alanında büyük ölçüde gerilemesine neden olmuştur. Gelişmiş kapitalist ül- 124 keler, gelişmişliğin, ve zenginliğin sağladığı olanaklar içinde neo klasik demokrasi için gerekli olan ekonomik ve sosyal önlemleri başarı ile uygulamışlar, bu ülkelerde siyasal sistemin faşizme dö­ nüşme olasılığı büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Ancak bu, bir siyasal sistem olarak faşizmin ortadan kalktığı anlamına gelme­ mektedir. Sosyo - ekonomik sorunlarını çözemeyen orta derecede gelişmiş kapitalist ülkeler için faşizim hala geçerliğini korum akta, .bundan.- da ötede yönetim biçimi cede list gelişmiş sözü edilen m anzarası kapitalist ülkelerdeki ülkelerdeki faşizknden maktadır. B u farklılıkların limlerinin göreli olarak ülkeler için göstermektedir. en yaygın siyasal Ancak faşizm,, en başında, fetih id e o lo ji dışında gelişmiş da bazı farklılıkları orta dere­ kapita­ ortaya ve,yayılm a kalması koy­ eği­ gelmekte­ dir. Buna ek olarak az - gelişmiş ülkeler grubu içinde düşünülmesi gerekli orta derecede geiişmiş kapitalist ülkeler ekonomik yönden1 gelişmiş ülkelere bağım lı durum da bulunmakta, faşist hareketin ulusçuluk temeli ile bu olgunun kesin karşıtlığı'ideoloji sisteminde tutarsızlıklara ve boşluklara neden olmaktadır. Gerek yapısal so­ runlar gerek ideolojik tutarsızlık ve boşluk ise sonuç olarak günü­ müzde ortaya çıkan neo - faşist sistemleri, Almanya ve İtalya ör­ neklerinin aksine kitle desteğinden-.yoksun kalm alarına yol açmak­ tadır. İster İtalya ve Almanya örneklerinde olduğu •gibi gelişmiş ülkede isterse Latin Am erika ülkelerinde olduğu gibi orta derecede gelişmiş ülkelerde olsun bir siyasal sistem, olarak faşizmin yerleş­ mesi belli aşamalar içinde olmaktadır. Faşistîeşmenin başlangıcı, faşist siyasal hareektin ortaya çıkışı değildir. Faşist hareket ya da örgüt, ancak ciddi boyutlara varan toplumsal bunalımlar söz konusu olunca etkinliğini artırmaya başlam aktadır. Şimdiye ka~ darki örneklere bakılacak olursa faşizme geçiş, mutlak olarak bu­ nalım sonucu doğmaktadır. Ancak her bunalımın siyasal sistem­ de bu tür bir dönüşüme yol açması gerekmez. Belli bir toplum ­ sal yapı, bunalım karşısında çaresiz kalıp kendi kendini tekrar üretemez hale gelince faşist dönüşüm için ön koşul ortaya çıkmış sayılabilir. Daha somut bir biçimde ifade etmek gerekirse, bunalı­ ma giren toplum için mevcut egemen ideoloji yetersiz kalmaya sistemin kuramları işlevlerini yerine getirmemeye, temsl eden­ lerle temsl edilenlerle arasındaki bağ kaybolm aya başlayınca fa­ şist dönüşüm, için ortam .hazırlanmış sayılabilir. 125 . Bundan sonraki aşama faşist.;hareketin etkinliğinin artması dönemidir ve bu etkinlik, özellikle bunalımdan ilk büyük darbeyi yiyen küçük işletmeci, memur, serbest meslek sahipleri gilbi ke­ simler arasında kendini göstermektedir. Böyle bir bağlantı kurul­ madan faşist dönüşüm pek olanaklı gözükmemektedir. Ancak bu aşamadan sonra iktidar alternatifi haline gelen hareket yeterli iç ve dış destekler sağlayabildekte; üçüncü aşamaya yani yeni bir siyasal sistemi kurumlaştırma aşamasına girebilmektedir. 126 BÖLÜM DÖRT : MARKSİST DEMOKRASİ Sosyalist düşünce, çok eskilere, Antik Çağ'a kadar inmekte­ dir. B ir tür sosyalizm özlemi .sayılabilecek büyük .halk ayaklan­ m aları yanında toplum bilim cilerin de zaman zaman, ahlaki kay­ gılarla içinde yaşadıkları düzene alternatif düzen önerileri geliş­ tirdikleri bilinmektedir,. Ancak 19 uncu yüzyıl başlarından itibaren sosyalist düşüncelerin giderek daha yoğun bir biçim de ortaya atıl­ maya başladığı, etkinliklerini artırdığı görülmektedir. Bu oluşu­ mun temel nedeni, kapitalizmin toplumsal yapısı içinde geniş halk yığınlarının yaşamında ortaya çıkan gerilim ler ve olumsuz sonuç­ lardır. Başka bir deyişle kapitalizmin/ yarattığ somut gerçekler ile kapitalizmin ideolojisi olan liberalizmin insanlara vaad ettiği ola­ naklar . arasında büyük uyumsuzlukların ortaya, çıkması, düşünür­ leri yeni topıumısal çözümler aramaya itmiştir. Bu tür çözümlerin odak noktasını kapitalizmin eleştirisinin oluşturacağı doğaldır. Ka­ pitalizmin eleştirisinin, 19 uncu yüzyılın başlarından itibaren ilki kategori içinde yapıldığı söylenebilir; bir tarafta., kapitalizmin te­ mel yapışm a dokunm adan onu düzeltmeye ilişkin eleştiriler ve di­ ğer tarafta kapitalist toplum düzeninin, yerine başka bir toplum düzenini öneren eleştiriler. İşte bu ikinci kategoriye giren eleştiri­ leri ve •sistemleştirme çabalarını genel olarak «sosyalist k uram lar» aidi ile nitelendirmek mümkün sayılabilir. Sosyalizm., bir (düşünce akımı olarak kapitalizmin yarattığı kötülüklere b ir başkaldırı olarak belirlenmiştir. H er ne kadar k a ­ pitalizm tarihsel bir süreç olarak feodal toplum sal ayrıcalıkları ortadan kaldırmış., her bireyi kanun önünde eşit ve özgür saymış­ sa da, ekonomik eşitsizliğin devam etmesi ve bundan da ötede kapitalizmin gelişmesine paralel olarak artması kanun önünde eşit­ lik ilkesini anlamsız bir hale getirm iştir., Başka bir. .deyişle, insan halkları, eşitlik, özgürlük Vb. ilkeler toplamda büyük insan yığın­ larının çektiği ızdırabı azaltmamış, bana bir çözüm getirememiş­ tir. Özel mülkiyet kurama ile eşitlik kavramları arasmda kesin bir çelişkinin varlığı ortaya çıkmış; hem özel mülkiyeti savunmak hem ekonomik eşitliği gerçekleştirmeğe çalışmak olanaksız bir ça­ ba olarak saptanmış ve ekonomik eşitsizliğin kesinkes eşitlik ilke­ sinin geçerliğini engelleyeceği bir çdk düşünür tarafından ileri sü­ rülmüştür. Rousseau nun bu olguyu çok açık biçimde dile getirdi­ ğine değinilmişti. Bunlara ek olarak kapitalizmin yapısından gelen sürekli bunalımlar ve bu nedenle büyük yığınların çaresiz biçimde yokluğa terkediknesi olgusu, ister istemez sosyalistlerin eleştirile­ rinin odak noktasına, kapitalist mülkiyet ilişkilerini ve yapısal bunalımları koymuştur. Daha önceki bölümlerde de tartışıldığı gibi, kapitalizmin ide­ olojisi olan liberalizm özellikle ilk ortaya çıktığı aşamada devrim­ ci bir içerikle de yorumlanabilmesi olanağıma sahip gözükmekte­ dir. Liberalizm, düşünce sisteminin temeline bireyi (tüm insaniliği kapsayacak biçimde bireyi) koymuş; harkes için özgürlük, adalet, eşitlik, mülkiyet, mutluluk gibi insani gereksinmelerin savunusu­ nu yapmıştır. Böylece liberalizm esas olarak son derece insancıl bir dünya görüşünü savunarak ortaya çıkmıştır. Liberalizmin bu insancıl yönü sosyalist akımları ciddi bir biçimde etkilemiştir. Li­ beralist dünya görüşünün, sosyalist akımı etkileyen bir diğer yönü de akılcı ve bilimci olmasıdır. Liberalistler insanların eşitlik, öz­ gürlük ve mutluluk sağlayan bir toplum düzenini kurabileceğini ve bunun yolunun akla dayanmak olduğunu ileri sürmüşlerdi. Ak­ la dayalı kurumlar ve düzenlemelerin yeni bir toplumu, yeni bir insanı yaratabilme yeteneğine sahip olduğu varsayılmıştır. Çağdaş kapitalist toplumun, hem eleştirisi hem de kuramsal açıdan açıklanması en köklü ve sistematik biçimde Karl Marx tara­ fından yapılmıştır. Marx, sadece modem kapitalist toplumun eleş­ tirisini yapmakla kalmamış, bunun yanında kapsamlı bir toplum­ sal değişim gelişme kuramı oluşturmuştur. Bilindiği gibi Marxhn düşünce ve öğretisi çağımızın en önemli olaylarından biri olmuş; «•sosyalist» terimi ile tanımlanan bir çok ülkede temel olarak kabul edilen bu öğreti, toplumsal yaşamın düzenleyici olmuştur. Buna ek olarak bir kuramsal sistem olarak marksizm, kapitalist toplumlarda da bir çdk aydın tarafından da kabul görmektedir. Başka 128 bir deyişle marxizm hem siyasal eylem, ham de toplum sal bilim ya da düşünce alanında, iç içe geçmiş olarak gelişmiş, yaşadığımız yüzyılın en ana sorunsalını oluşturmuştur. Bununla beraber, M arx kuram ını oluştururken hiç birşeye dayanmadan sadece kendi buluşlarından hai eke t etmemiş; geniş ölçüde çağının ekonomi, felsefe ve benzen dallarında ortaya atılan görüşlerden faydalanmış; bütün bu bilgi' birikim ini yepyeni b ir yorumlama çabasına girmiştir. Yukarıda da belirtildiği gibi, sos­ yalist düşünce akımları 19’uncu yüzyılın başlarında ortaya çıkmış; ancak M arx dışındaki kuramcılar, yeni bir toplum düzenini ortaya atarken, olguları bütünü içinde açıklama yerine ve değer 'yargılarına dayanarak 't o p lu m d a bir' takım yazmaktan bu nedenle mış; reçeteler sözü edilen gözelmlerine olm ası' gereken için, öteye ' geçememişlerdir. kuram lar büyük ilgi îşte uyandırm a­ a n c a k ' siyasal bilim ciler için profesyonel b ir çalışma alanı oluşturmuştur. Buna karşılık"bilindiği gibi Marx'm kuram ı büyük yankılar doğurmuş; dünyanın akışım değiştirmiş ve günümüzde de etkinliğini ve tartışma konusu,, olmayı devam ettirmiştir. İngiltere'de Robert (1773 - 1842), Fourier Owen (1771 - 1858), ' Fransa'da Sismondi (1773 - 1837) ve b ir bakım a Louis Blan- qui \(1805 - 1881), Alm anya'da Lassale (1825 - 1864)- siyaset bilm i literatüründe «ütopyacı» denilen sosyalist .düşünürlerin. ünlü, ör­ nekleri arasında .sayılabilir. Ütopiya kelime olarak rüya anlamına gelmektedir ’ve (bu düşünürler esas olarak İy i. b ir düzeni hayal etme işi yaptıklarından bu isintie anılmaktadırlar. Toplum a sun­ dukları reçeteler arasında farklılıklar olmakla birlikte, bütün bu kişilerin ortak b ir düşünce yapısına sahip oldukları söylenebilir. Hepsine göre, toplum her yönü ile bozuktur ve bu bozukluğu düzeltmenin görevi akla düşmektedir. Akla dayanarak bugün­ künden daha iyi ve adil bir . toplum., düzeninin keşfedilebileceği, bütün ütopy acıların ortak yönüdür.. İşte bu akla ya da sağ_ duyuya dayanılarak keşfedilecek yeni toplum düzeni bir. takım-model de­ neylerle insanlara anlatılabilecek; ve böyleee başta yöneticiler ok inak üzere bütün toplum daha iyi ve adil bir düzeni kurmaya ikna edebilecektir. Yine bütün bu, düşünürler tarafm d an ,savunulan bir orta!k eğilime göre, sosyalist düzen, bir; mücadelenin sonunda değil bir eğitimin, aydınlatmanın sonunda kolayca benimsenebileoekıtir. .. . . ., , .... ‘ . 129 Yine brütün bu ütopistlerde görülen bir ortak yön, kendilerini her türlü toplumsal çekişmenin üstünde görmüş olmalarıdır. For­ müle edilen temel amaç, tıpkı liberal düşüncede olduğu gibi toplu­ mun her üyesinin durumunu düzeltmek ve bireyleri muıtlu kılacak bir düzene ulaşmaktadır. Bu nedenle toplumun her kesimine yönelik bir ideolojik sistem geliştirme çabası igöstenmişler; toplumda çe­ lişki ve çatışmaların kaynakların kıtlığı nedeni ile çıktığı ve ayrıca­ lıklı duruma gelen kesimlerin denetledikleri toplumsal kaynaklar­ dan neden ve nasıl vazgeçecekleri gibi sorular hiç bir zaman ele alınmamış, tartışma konusu yapılamamıştır. Bununla beraber mev­ cut toplum düzeninde somut olarak gördükleri kentsel ve kırsal kesimler arasındaki yaşam farklılıkları, ücret sisteminin yetersiz­ liği, toplumsal çelişklerin kalkması gerektiği yolundaki düşünce­ leri bazı yankılar uyandırmıştır. Ancak tarihin gösterdiği gibi bu akımlar emekçi kesimler üzerinde etkin olamamış, emekçi yı­ ğınlarının mücadelesini yürüten örgütler bu görüşlerden pek esinlenmemiştir. Bununlaberaber, ütopistîer görüşlerini umutla yay­ maya devam etmişler, ancak Avrupa'da bir çok ülkede patlayan 1848 devrimîeri bir bakıma bu görüşlerin sonu olmuş; bundan son­ ra emekçi kesimlerin hareketleri, esas olarak marksist düşünce­ nin etkisine kalarak varlıklarını sürdürmeye başlamıştır. 19ün ou yüzyılın ortalarından günümüze kadar dünya üzerinde etkinliğini ve önemini sürdüren akım ki buna siyasal alanda sos­ yalizm de denebilir, büyük ölçüde Karl Marx (1813 - 1883) ve onun yakın arkadaşı Frederich Engels (1820 - 1895) tarafından ortaya atılan görüşlerden ve onların geliştirdiği kuramdan esinlen­ miştir. Marx ve Engels, kendilerinden önceki sosyalistlerin aksine kapitalizmi eleştiriden öncei kapitalizmi anlayabilme ve açıklayabil­ me ile işe başlamışlar; toplumsal değişimi ve evrimi, tarih içinde açıklayıcı bir kuram geliştirmeye çalışmışlardır. Buna göre marksizımi anlayabilmek için sözü edilen kuramın temel önermelerini gözden geçirmek gerekmektedir. Marksist kuramın temelinde «d i­ yalektik» ve «‘tarihsel materyalizm» kavramları yatmaktadır. Bu ba­ kımdan sözü edilen iki kavram üzerinde kısaca durmak faydalı olacaktır. Diyalektik : Antik çağlardan beri kullanılan bir felsefe kav­ ramıdır ve ilk kullanıldığı zaman düşünerek gerçeği bulma sanatı anlamını taşımaktadır. Bu kavram, modern çağlarda Fichte ve Kant tarafından da kullanılmıştır, ancak kavramı ayrıntılı bir bi­ 130 çimde kullanan düşünür. HegeFdir. Hegel evrende hiç b ir şeyin aynı 'kalmadığını, her şeyin ya da her' olgunun sürekli b ir değişim içinde bulunduğu noktasından hareketle «değişim in» mantıksal ya­ pısını kurmaya çalışmıştır. Değişini, zıtların çatışmasını ve bunların bütünleşerek değişip yeni b ir hale dönüşümünden meydana- gelen di­ yalektik çizgiyi izlemektedir. Daha basit olarak ifade etmek gerekir­ se, her olgu sürekli değiştiğine göre her olgunun içinde değişimi sağ­ layan b ir dinamizm vardır . Bu dinamizm, her olgunun içinde değişi­ m i yaratan çelişkili güçlerden doğmaktadır,. Başka b ir deyişle evren­ de her şey bir olgu ya da süreçtir ve (bunların içinde birbirlerine zıt güçler bulunmaktadır. İşte bu zıt güçlerin bir değişim: yaratmakta, evrende çatışması sürekli hiçbir şey sabit kalmamaktadır. Hegel, b u değişim sorunu ele alm adan hiç bir şeyin, kavranamıyacağına işaret etmiş olm akla birlikte evrendeki diyalektik oluşumu metafizik bir temele oturtmuştur. Kısaca ifade edilecek olursa, diyalektiğin temelinde H a g e le göre b ir «m utlak ruh » (ya da Almancadaki ifadesi ile «geist») vardır; evrendeki her şey diyalektik olarak değişerek bu «m utlak ru h a» oluşm a yolundadır. Buna gıöre HegeFin diyalektiği evrenselidir ve erekçidir; diyalektik değişim belli ve bilinebilen b ir am aca yönelmiştir. M arx, Hegel tarafından geliştirilen diyalektik kavram ım geniş ölçüde kullanmış; esas olarak, bilimin hareketin çeşitli form larını araştırdığını öne sürerek 'diyalektiğin, bilimin temelini oluşturdu­ ğunu kabul etmiştir. Bilim evrende b ir şeyi anlam ak ve açıklamak istiyorsa, onu zaman içinde ele almalı; başka b ir deyiş­ le , açıklamak istediği şeyin değişimini de açıklayalbilmelîdir. Yoksa yapılan açıklama eksik ve yetersiz olacak, sa­ dece o şeyin bir anlık durum unu saptamadan öteye gitme­ yecektir. Böyleee evrende herşeyin b irb irleri ile ilişkili: oldu­ ğunu ve herşeyin sürelkli olarak değişim, içinde bulunduğunu belir­ ten Marx, diyalektiğin, doğruyu bulm ak için kullanılan bir yöntem değil, bizzat temel b ir doğa kanunu olduğunu önermiştir. Diyalek­ tik, evreni bütün dinam ikliği içinde die alan, dinamizmin mekaniz­ masını ortaya koyan temel yasadır. Marx, diyalektiği bir temel doğa yasası olarak tanımlamış ve bu yasanın nasıl işlediğini de belirtmeye çalışmıştır. Evrende her şey, zaman boyutuna bağlı olarak değiştiğinden bu değişmenin ya­ pısı bilim açısından çok önemli sayılmaktadır. Değişimi, birbirine bağlı iki aşamadan oluşmaktadır. Birinci aşamada, olgu ya da 131 sürecin içindeki zıt güçlerin çatışması ile değişim başlamakta, fakat sürecin formu değişmemektedir. Bu aşama, Manda göre de­ ğişimin «niceliksel» ya da da sayısal biçimidir,. Ancıalk niceliksel değişim belli bir noktaya gelince, form başfka bir biçim almakta­ dır ve buna ikinci aşama ya da değişimin «niteliksel» hal alması denmektedir. Örneğin buharlaşan bir suda önce bazı su molekülleri biçim değiştirmekte, fakat suyun formu aynı kalmakta ama belli bir aşamadan sonra suyun formu değişmekte, buhara dönüşmek­ tedir. 'Görüldüğü gibi, diyalektik Manda göre bir yöntem değil evreni anlayıp açıklayabilmeyi sağlayan en temel doğa yasasıdır. Diyalek­ tiği ihmal eden bilim, Marka göre bilim değil mekanik bir sapta­ ma olacaktır; çünkü zaman boyutu bilgi dışı kalmıştır. Ancak bir çok marksist yazarın «diyalektik yöntemden» söz ettiği görül­ mektedir, Bir bakıma bu tür kullanım yanlış olmaktadır; çünkü diyalektik yöntem olarak değil yasa olarak tanımlanmıştır. Bunun­ la beraber, bilimsel doğrulara ulaşmanın yolu olarak diyalektiği ön plana almak zorunlluluğu marksistlerin kavramı, adeta bir yöntem olarak belirlemelerine yol açmış «diyalektik yöntem» kavramı sık kullanılan bir terim olmuştur. Böylece toplumla ilgili açıklamalar­ da zaman boyutu içinde yaklaşmiak bir yöntem sayılmıştır. Marksist dünya görüşünün ya da kuramın ikinci ana öğesi «tarihsek materyalizmdir». Tarihsel materyalizmin temel önerme­ si, üretimin ve üretilenlerin toplum içinde değişimi sürecinin top­ lumsal yapının temelini oluşturduğudur. Tarih içinde ortaya çıkan büstün toplumlarda belli bir üretim yapısı ve toplumda üretilen değerlerin toplumun üyelerine dağıtımını belirleyen bir biçim var­ dır. Toplumda üretilen değerler, helkesin gereksinmelerini karşı­ layacak düzeyde olmadığı için belli bir esasa göre dağıtılmak­ ta; üretim ve dağıtım biçimi ise beraberce toplumsal sınıfların be­ lirlenmesini sağlamaktadır. Çevresini kendi gereksinimleri doğrul­ tusunda değiştirmek yani üretim yapmak insan toplumunım en belirleyici özelliği sayılmakta; toplumun oluşumu ve değişimi bu ana işlev tarafımdan belirlenmektedir. Üretimin yapılma biçimi ve üretilenlerin insan kümeleri arasındaki dağıtımı, toplumsal sı­ nıfları oluşturan temel etmendir. İşte toplumların tarihi de, sürek­ li olarak sınıfların diğerlerime göre dağıtımda daha fazla kaynak sahibi olabilmek için yaptıkları mücadeleden oluşmakta; bu mü­ 132 cadele sürekli olarak topıumlarm değişmesine neden, olmaktadır, belli bir anda, belli b ir toplumda, belli bir üretim ve dağıtım dü­ zeni egemen olmakta ve bütün kurum lar b u esasa göre biçim al­ maktadır. Ancak, bu düzende ayrıcalıklı sınıflara göre daha az ayrı­ calıklı sınıflar giderek artan biçimde toplumsal düzene karşı çık­ makta; kendilerine daha çok ayrıcalık sağlayacak yeni düzenleme önerilerinde bulunmakta; başka bir deyişle mevcut toplumsal ku­ rumlar yerine farklı kurum lan oluşturm a mücadelesi vermekte­ dir. Belli bir anda, belli bir toplumsal düzeyde 'ayrıcalıklı hale- ge­ len kesimler, üretim güçlerinin gelişimi ile denetleme olanaklarını yitirmeye başlamaktadır. Marx'a göre toplumsal kaynakların tüm insanların bütün gereksinmeleri karşısında kut kaldığı sürece bu oluşum sürüp gidecektir. Böylece Marx, diyalektik yasayı uygulayarak topluoıların ■evri­ mini zaman boyutu içinde, başka b ir deyişle tarihsel açıdan kav­ ramaya ve açıklamaya girişmiştir. «Tarih, eğer bilimse, rastlantılar­ la açıklanamaz ve kendi içinde bir düzenliliğe sahip olması gere­ evrimini belirleyen esa­ sın, üretim biçiminin (M arksist terminolojiye göre kir» . noktasından hareketle toplumun üretim güçleri ve üretim ilişkilerinden oluşm aktadır) dinamikliği içinde ele alan M arx ve Engels bu değişkenlerin toplum da sınıfları oluşturduğu­ nu; sınıflar arası çekişmenin evrimine yol açtığım de toplum ! arın değişimine bu açıdan belli, evrimleşme- aşamalarından geçtiğini ileri .sürmüşleridir. Bunlar kısaca, köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist aşamalar­ dır. H er aşama içindeki oluşum ve sınıfsal zıtlaşma, b ir ilerki ve belirterek toplom larm aşamaya geçilmesine y o l ' açmaktadır. Böylece insanlığın tarihsel, evrimi kaim çizgilerle kuramsallaştırılmış olm aktadır. Bunun için mıarksizme 'bilimsel sosyalizm' demektedir; çünkü marksizm herşeyden önce doğruluk - yanlışlık ölçüsüne açık b ir kuram, olma' konumundadır. MarxTn en büyük yapıtı sayılan Kapital,, esas olarak kapitalist sistemin yapısı ve. işleyişim derinliğine incelemekte;, kapitalist top­ lum aşam asında anti .tez olarak oluşan sosyalist toplum un öğleleri üzerinde durulm aktadır. Kısaca özetlemek gerekirse, kapitalist üre­ tim 15 inci yüzyıldan beri gelişmekte ve üretim bu süre içinde birey­ sel eylemlerden, giderek toplumsal başka «türlü ifade etmek eylemlere' dönüşmekte; ya da gerekirse üretim toplumsallaşmaktadır. 133 Üretim giderek- daha büyük birimlerinde yapılmaya baş­ lanmakta, biiyük örgütler giderek sadece belli bir malı üretmekte uzmanlaşmaktadır. Üretimin topsullaşması,y gider rek daha fazla insan emeğinin katkısını gerektirmekte, bü­ yüyen üretim örgütü, büy/leee giderek daiha fazla insan kap­ samaktadır. Büyük örgütte, çok sayıda insanın işbölümü ve iş­ birliği esasına göre yürüyen modern üretim böylece bir taraftan toplumsallaşmakta; ancak üretimin kontrolü, özel mülkiyet nedeni ile özel kişilerin aldnJde kalınca çelişki doğmakta ve giderek bü­ yümektedir. Çünkü üretimi, özel mülkiyete dayanarak denetleyen sınıf, çalışarak emeği ile değer yaratan sınıfın yarattığı değerin bir kısmına el koymaktadır; yani marbsist teminolojiye göre artı değeri çekip almaktadır. Kapitalist toplum esas olarak, giderek artan hızda emeğini kiralıyarak geçinen ve özel mülkiyet sahibi olarak emek kiralayan kesimlerden oluşmaktadır. Marx'a göre eme­ ğini kirayalarak çalışanlar toplumda herşeyi yaratanlar almasına rağmen bunların hiçbiri, emeğinin ürettiği malın banigi gerçek ge­ reksinmeyi karşıladığı ya da pazarda hangi değere satıldığı konu­ sunda söz sahibi olamamaktadır;. Emekçi sadece kendi yaşamını devam ettirebilmek için işverene de kar sağlayacak şekilde çalış­ mak zorundadır. Karın kaynağı ise üretilen malın değerini oluş­ turan emeğin bir kısmına kapitalist tarafından el konmasıdır. Genel hatları ile yukarıda tanımlamaya çalışılan çelişkinin ha­ kim olduğu kapitalist toplumda Marx ve Engels e göre üç ana sınıf vardır: emekçiler, toprak sahipleri ve toprak dışında üretim araç­ ları sahipleri ya da başka deyişle kapitalistler. Emekçilerin geliri, üc­ ret, toprak sahiplerinin rant ve kapital-sahiplerinin ikar ya da faiz olarak tanımlanabilir. Kar ve rant aslında emekçilerin yarattığı de­ ğerden zorla alınan kısımlardır. Devlet, esas olarak belli toplumlsal düzeni başka bir deyişle belli dağıtım biçimini yürütmek, korumak ve geliştirmek için oluşturulmuş bir kurumjdur. Kapitalist toplumda devletin temel rolü de bu dağıtım düzeninin esasının bozulmadan devam etmesini sağlamaktır. İşte kuramlarının bu noktasında Marx ve Engels'in devrimciliği ortaya çıkmakta; kapitalist toplum­ da büyülk emdkçi yığınlarını sömüren ve onların yaşamım kontorl altında tutan burjuvazinin (burjuvazi sınıf olarak kapitalistleri ve onun düzenini yürütmede yardımcı olan kesimleri kapsamakta­ dır) devlet düzenini yıkmak gerektiğini ileri sürmektedirler, Marx’a 134 göre evreni ve toplumu sadece kavram akla yetiniknemeli, onu de­ ğiştirmek için çaba da harcamalıdır. taşıdığı çelişkiler nedeni ile giderek Kapitalist toplum, içinde yürümesi zor lıale gelmekte; buna karşı ayrıcalıklı sınıflar (burjuvazi ve toprak sahipleri) çı­ karlarından vazgeçemedikleri için çelişkilerin çözümü, ancak mev­ cut devlet mekanizmasını kırıp, yerine yeni bir mekanizma oluştura­ cak devrime gereksinme göstermektedir. B unu d a yapacak olan kapi­ talist toplumun en ileri kesimi olan işçi sınıfıdır. Böyleoe kapitalist toplumdan sosyalist topluma ¡geçilmiş olacaktır. Sosyalist, toplum, M arx a göre, tüm üretim araçlarının toplumisallaştırıldığı, tüm top­ lumsal iktidar ve kontrolün emekçi sınıfların eline geçtiği toplum­ sal evrim aşamasıdır. Anoaık bu aşamada da toplumsal çelişkile­ rin ortadan kalktığı ileri sürülememefcte; kaynakların yine kıt olması nedeni ile b ir dağıtım ın söz konusu olacağı-önerilm ekte­ dir. Yalnız kapitalist toplumdan çok önemli ölçüde farklılaşm ış ola­ rak sosyalist toplumda çelişkilerin yumuşaıyacağı, herkesin emekçi durumuna gelmesi dolayısıyla ancak emekçiler arasında b ir dağı­ tım sorununun ortaya çıkacağı belirtilmektedir. M arx ve Engels, sosyalist toplumdaki dağıtımın, «herkesin toplumsal üretime yete­ neği ölçüsünde katılacağı, burna karşılık katkısı ölçüsünde pay alacağı» ilkesine göre belirleneceği ve bunu sağlamak için b ir dev­ let kuram unun gerekli olduğunu önermişlerdir. Ancak sosyalist toplum, herkesin çalıştığı ve ürettiği b ir toplum olduğu için bu aşamada üretim güçlerinin, kapitalist toplum aşamasına göre çok daha hızla gelişeceğini; üretim güçleri geliştikçe giderek dağıtım sorununun önemini yitireceği gösterilmektedir. Îleri sürüldüğüne göre bu gelişmenin sonunda dağıtım sorunu ortadan kalkacak, top­ lumsal düzen «herkesten yeteneğine göre alma, herkese gereksin­ mesi kadar verme» ilkesine göre işlemeye başlıyaeak; dağıtım-: so­ runu ortadan kalktığı için devlet denilen kurum a da gereksinme kalmayacaktır. Toplum un çok ilerde ulaşacağı bu aşamaya M arx ve Engels «komiünizm» demektedirler, İşte yu k arıd a kısaca ana hatları ile açıklamaya çalışılan Mark­ sist görüş 10 uncu yüzyılın ortalarından itibaren çok etkili olmaya başlamış; özellikle işçi hareketlerinin dayandığı öğreti olarak dik­ kati çekmiştir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde ilk ortaya çıkan bü­ yük işçi hareketlerinin tarihi, Marx ve Engels tarafımdan yazılan «(Komünist Manifestosunun» yayınlandığı 1848 yılıdır. Daha sonra­ ları da Marx ve Engels işçi eylemlerinde ve sosyalizmin b ir siyasal 135 hareket olarak ortaya çıkmasında önemli roller oynamışlar, ancak çsok kısa süren bir Paris Komünü deneyi dışında, hiç bir yerde sosyalist devrim ve iktidarı göremeden ölmüşlerdi. Sosyalizmin iktidara geldiği ilk ülke Avrupa'nın bir bakıma en az gelişmiş kapi­ talist ülkelerinden biri olan Rus Çarlığı olmuştur. L İLK SOSYALİST DEVLET": SOVYETLBR BİRLİĞİ Günümüzde dünyanın en geniş ülkesi olan Sovyetler Birliği bir çok bakımdan siyasal bilimcilerin ilgisini çekmektedir. Hiç bir demokratik deneyimin tarihsel olarak kendisini göstermemiş olduğu bu ülkede! 60 yit kadar ¡önce Marksist kuramın uygulammuvya başlamış olması; bu ülkede işçi hareketlerinin kapitalizmi or­ tadan kaldırmış bulunmasının- diğer kapitalist ülkelerde uyandır­ dığı endişe sonucu doğal olarak büyük karşı çıkış kampanyasının yürütülmesi hem sistem üzerinde durmayı iiginçleştirmekte hem de güçleştirmektedir. Bugün gerçekten Sovyetler Birliği ile ilgili objektif bilginin çok kıt olduğu söylenebilir. Bunun temel nedeni, sistemi incelemenin çoğu zaman sevgi ya da nefret duygusunu esas alarak yapılmış olmasındadır. Gerçekten ilk bakışta ortada Sov­ yetler Birliği ile ilgili çok geniş çalışma ve bilgi var görünmekte; ancak işin içine girince bunların pek büyük kesiminin objektif temelden yoksun olduğu anlaşılmaktadır. Bugünün Sovyetler Birligini ve siyasal sistemini anlamak ve açıklayabilmek için, biraz gerilere gitmek; 1917 devrimini tarihsel koşulları içinde ele almak gerekmefctedi-r. A. 1917 Dev^iıMnden Önce Rus Çarlığı : Merkezi bir' devlet olarak Rus Çarlığının ortaya çıkış tarihi lönci yüzyıl sayılabilir. 15'inci yüzyılın ortalarından itibaren Moıskova Prensliği, yörenin hakim gücü olan Tatar Hanlığı ile bir mücadeleye girmiş ve sonun­ da rakip gücü parçalayarak egemenliğini kurmayı başarmıştır. Ken­ dilerine 'Çar' Unvanını olan Moskova Prensleri, özellikle 1533 1584 yılları arasında yaşayan Çar Müthiş îvan döneminde, feodal beylerin gücünü kıran merkezi ve mutlakiyetçi bir sistem kurmayı başarmışlardır. Koyu bir mutlakiyetçilikle yönetilen Rus çarlığı, Büyük Petro (1682 - 1725) döneminde büyük bir ilerleme göster­ miş; Avrupa'daki gelişmeyi gören Pet.ro kendi ülkesinde de bir takım reformlar yaparak sanayini, ordusunu, donanmasını ve eği­ timi modernleştirme yömnda önemli gelişmeler sağlamış; devlet 136 desteği ile kum lan sanayi kuruluşlarında bir işçi sınıfı oluşmaya başlamıştır. Petro nun başlattığı gelişmeler diğer yönden de Çar­ lığın mutlaıkiyetçi gücünü artırıcı etkileri yaratmıştır. L Petro dö­ nemi sadece devlet düzeyinde reform ların yapılmasını değil aynı zamanda üretim biçiminde kapitalizmin gelişmeye başlam asını da kapsamaktadır. Başka b ir deyişle Petro nun reform ları kapitalist gelişmenin önemli boyutlarda ortaya çıkması sonucu yapılabilm iş­ tir. ,18'inci yüzyılın sonlarına doğru Rus Çarlığının yapısı oldukça ilginç gözükmektedir. Sanayi ve madencilik alanında kapitalizm önemli gelişmeler göstermekte, Moskova ve Çar Petro .zamanında başkent olarak kurulan St. Petersfourg (bugünkü Leningrad) kent­ lerinde b ir işçi sınıfı ortaya çıkmaktadır. Buna karşılık kır kesi­ minde feodal düzen etkinliğini sürdürmekte, köylüler serf statü­ sünde, başka bir deyişle toprağa bağlı olaraik yaşam larını sürdür­ mektedirler. Kırsal bölgede serfliğin hüküm ¡sürmesi ve büyük yı­ ğınların hiç bir hak sahibi olmadan toprak sahipleri olan soylular tarafından insafsızca sömurülmeleri zaman zaman büyük başkal­ dırm alara neden olm aktadır. Örneğin 18 inci yüzyılda patlak veren Puigaçov ve Stenka Razin isyanları Çarlık yönetimini ciddi olarak tehdi t edici boyutlara ulaşmışsa da sonunda söndürülnıüşlerdir. Rus Çarlığının, kırda yaşayan büyük yığınlar b u tür bir baskı ve sömürü altında iken, batılı tipde modern eğitim kurumlarından yetişen aydınlarının çağın, düşünce düzeyi ile ilişki kurdukları ve mevcut sisteme karşıt bir tavır takınmaya başladıkları görülmek­ tedir. K ırs a l bölgede gerilik egemen ilken kapitalizm in hakim hale geldiği kentlerde ileri düşünce akımları hov göstermiştir. Sisteme karşı ilk ve köklü eleştiri 18 inci yüzyılın sonlarında, Radischev isimli bir aydın tarafımdan ortaya atılmış; bu kişi yaz­ dığı bir kitap ile Rusya'daki sistem in. adaletsiz ve geri olduğunu, değişmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Radischev, kitabında yöneti­ cilerin özgürlüğü sağlayıcı girişimlerde bulunm asını ve'bu nun için de ilk olarak serfliğin ortadan kaldırılmasını önermektedir. Bu sı­ rada tahtta bulunan II. Gatherine'nin tepkisi sert olmuş; kitap top­ lanmış; yazarı tutuglanarak önce idama ’mahkum edilmiş; daha sonra idam cezası affedilmiş ve Radischev Sibirya ya sürgüne yol­ lanmıştır. 137 Bu sıralarda patlak veren Fransız Devriminin, özgüllük ve eşitlik ilkelerinin Rus aydınlarını etkilemeye başladığı görülmüş­ tür. Örneğin 1792 yılında Çarlığın Londra Büyükelçisi olan.Kanıt Vorontzof, kardeşine yazdığı bir mektupta bütün dünyada «'herşeye sahip olanlarda hiç bir şeye sahip olmayanlar arasında bir ölüm kalım savaşının başladığından» söz etmektedir. Daha sonra­ ları Napolyonün Rusya’yı istilası Fransız Devriminin getirdiği ilkelerin yani liberalizm felsefesi ve ulusçuluğun bütün üifeeye yayılmasına neden olduğu söylenebilir. Nntekirn bu etkiler so­ nunda bir takım aydın soylular, bazı reformları gerçekleştirmek amacı ile gizli bir örgüt oluşturmuşlardır. Bu, Rus Çarlığı tarihin­ deki ilk gizli örgüt sayılabilir. Gizli örgütün amacı, mutlakıyeti yık­ mak ve Rusya’da Ingiltere’deki gibi bir meşruti monarşi rejimi kurmaktı. 1825 yılı Aralık ayında yönetime el koymak amacı ile harekeat geçen eylem başarısızlığa uğramış, hareketin önderleri idam edilmiş ve harekete katılanlar yine Sibirya’ya sürgüne yol­ lanmıştır. Aralık ayınıda eyleme geçtikleri için tarihte «Dekalbriıst» sözcüğü ile anılan bu hareket, amacı siyasi iktidarı ele geçirmek olan ilk örgütlü devrim denemesi olarak tanımlanmaktadır. Dekaibrist hareket patlak verdiği zaman I. Nikola yeni Çar ilan edilmişti ve bu kişi her türlü liberal ya da özgür düşünceye karşı olması ile tanınmıştı; sadece Rusya içinde değil, Avrupa’­ nın neresinde bir özgürlük hareketi patlak verse Çar oraya askeri güçlerini yollamakta; Fransız devriminin Avrupa’da neden oldu­ ğu halk hareketlerini bastırmaya çalışmaktadır. I. Nikola döne­ minde, devrimci harekete, her türlü özgürlükçü akımlara karşı giz­ li bir polis örgütünün (Okhrana) kurulduğu görülmektedir. Bütiin bu polisiye girişimlere, basına ve okullara sıkı bir san­ sür uygulanmasına rağmen, özelikle 1825 yılından sonra Rusya’da düzene karşı hareketin durmadığı, geliştiği görülmektedir. Sistem­ de hiç bir güvence ve özgürlük olmadığı için hareketler daima yeraltında oluşmuş, bir bakıma gizili örgütlerle devlet güçlerinin mücadelesi biçiminde süregelmiştir. 1840 yılarına gelindiğimde Ale­ xander Herzen adlı bir aydının reform arzulayan çevrelerde etkili olmaya başladığı görülmektedir. Herzen, toplumun geriliğine ve yönetimin baskıcılığına karşı çıkarak halk ve özgürlük uğruna mü­ cadele etmenin gerektiğini önermiştir. Herzen ve bir ölçüde Be­ linsky bu dönemlerde çok etkili olmuşlar, zaman zaman ülke dı­ şına kaçarak dergilerini çıkarmaya devam etmişler, görüşlerini 138 yayıma uğraşını sündümüşlerdir. Bu kişilerin, o dönemde ü/topiist .sosyalistlerden, özellikle Fourier'den etkilendikleri görülmektedir. B ir taraftan bun lar oluşurken çok güçlü edebiyatçıların da (ıPuşkin, Gogol, ■Dostoyevsky, Tolstoy vb1.) yapıtlarında sistemi eleştir­ meleri özellikle üniversite ve aydın kesimlerimde yayığın bir mutîakiyetçilik aleyhtarı akım yaratmıştır. Öyle ki, tüm ülke aydınla­ rı b ir taraftan özgürlüğün b ir toplum için en önemli gereksinme olduğunu diğer yönden' de köylülerin.ve halkın yaşam biçimini değeştirmenin zorunlu olduğunu kabul eder hale gelmiştir. 1856 yılında her türlü liberal ¡düşüncenin düşmanı olan I. N ikola ölmüş ve II. Alexander yeni Çar ilan edilmiştir. Yeni Çar, aydın kesimde uyanan tepkilerden etkilenmiş, liberal düşünceli b ir kişi olarak tanınmaktadır. Nitekim önce basm üzerindeki san­ sür ciddi biçim de gevşetilmiş., 1861 yılımda da çok önemli bir de­ ğişiklik yapılarak serilik kaldırılırmış; başka deyişle köylüler özgürleşmişlerdir. Bununla beraber hukuken özgür olmiak: köylüle­ rin yaşam biçim ini değiştirmemiştir. Şerifliğin ortadan kaldırılm a­ sı ile beraber girişilen bir toprak reform u çabası da sonuç verme­ miş; toprak dağıtılan köylüler kıısa bir süre sonra yoksulluk ve b orçlar nedeni ile topraklan eski sahiplerine satmaik zorunda- kal­ m ışlardır. Ancak reform için toprak sahiplerine ödenen para kırsal kesimde' kapitalist birikim, yolunida önemli b ir gelişmenin baş göstermesine yol açmıştır. 1870 yılları Rusya'da b ir sanayi patla­ masını ortaya koymuş, demiryolu yapımımda, m etalürji ve m aden­ cilik alanlarında hızla bir gelişmeye tanık olunmuştur. '•Serfliğin kaldırılm ası ve toprak reform u deneyinin önemli daha doğrusu kırsal bölgelerde yaşa­ yan halka olanaklar getirememesi, aydınların tekrar devrimci ha- tekellerini yoğunlaştırmış; bir taraftan gelişen sanayiin oluşturdu-, ğıı işçi sınıfı ve onun ortaya çıkaracağı toplumsal soranlar üze­ rinde de tartışmalar başlamıştır. Rusya'da 18601 arda başlayan ve 1900lere kadar süren hakim devrimci akını «halkçılık» ya da öz­ gün adı île «narodnizm» sözcüğü ile anılmaktadır. gelişmeler sağlayamaması, Narodmîzm, çok kısa ve genel olarak kırsal bölgede yapıla­ cak toplumsal reformları amaç edinen akım olarak tanım lanabi­ lir. Nadornikler, kapitalist evrimin gerekli ve kaçınılmaz olduğu görüşünü yadsımışlar; amaçlarım, bir taraftan otokrasinin yıkıl­ ması diğer taraftan toprakları köylüler arasında eşit olarak dağıta­ rak b ir cins köy sosyalizmi kurm a olarak tanımlamışlardır. Böyle- 139 ce Batı Avrupa'da büyüde sorunlar yaratan sanayi kapitalizminden de korunulmuş olacaktır. Bu bakımdan da narodnikler için önemli ve devrimci olacak kesim köylülerdir ve herkesin belli ölçüde top­ rak sahibi olduğu köy komünü ideal toplum düzeni sayılmaktadır. Narodnik hareket, 1865'lerden sonra özellikle üniversitelerde ege­ men hale gelmiş, ancaik bir sürü küçük grup narodnismi değişik biçimde yorumlayıp, değişik eylem reçeteleri ortaya atmıştır. tik olarak narodnik hareket, oluşturulan siyasal görüşe göre devrimci olması gereken köylülere gidip onları bilinçlendirmeyi amaçlamış; genç üniversiteli aydınlar kırsal bölgeye dağılarak gö­ rüşlerini ani atmaya ve köylerde böylece geniş tabanlı bir devrimci hareket oluşturmaya girişmişlerdir. Ancak bu girişim pek başarılı olmamış, köylü kesim içinde, ümid edilenin aksine hemen hiç bir etkinlik sağlanamamıştır. Bu dönem içinde Sergei Nechayev adlı bir üniversite öğrencisinin önderliğinde kurulan gizli bir örgüt oluştururmuş ve devrimin ancak kendini sadece bu işe adamış kişiler tarafından başarılacağı görüşü ortaya atılmıştır. Böylece Nechayev'Ie birlikte ilk kez profesyonel devrimcilik anlayışı geliş­ meye başlamıştır. Nitekim Nechayev ve örgütü, eylem alanında çok etkili olamamasına rağmen profesyonel devrimcilik kavramım oluşturması bakımından kendinden sonra gelenler üzerinde etkili olmuştur. Buna ek olarak Nechayev, mevcut düzene şiddet kulla­ nılarak saldırılın,ası görüşünü de getirmiştir. Başta köylüler olmak üzere halkı aydınlatıp onların adaletsizli­ ğe ve otokratik düzene başkaldırmasını ■amaçlayan narodnik hare­ ketin 1874 yıllarında geniş bir örgüt içinde toplandığı söylenebilir. Ancak bir taraftan köylüler arasında yapılan propaganda ve ajitasyonun başarısız kalması diğer taraftan polis baskısı nedenleri ile örgütün bu yapısını koruyamayacağı ortaya çıkmıştır. Bir grup, köylülerin tek başlarına harekete geçemeyeceğine, çünkü devle­ tin ya da hakim güderin yenilemeyeceği konusunda derin bir inançları olduğunu belirterek öncü bir grubun açık savaşa girme­ si gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Buna göre inançlı disiplinli ve kendini feda etmeye hazır, küçük bir grup şiddet eylemlerine gi­ rerek devlet güçlerine darbeler vurmalıdır ve devlet güçlerine darbeler vurabileceğini tüm topluma göstermelidir; bu girişim köylülerdeki yılgınlığı ortadan kaldırabilecek, yığınları devrime sü­ rükleyebilecektir. Örgüt içinde bu şiddet taraftarları ile şiddete baş­ vurmadan yığınları tahrik etmeyi devamı ¡savunanlar arasındaki tar­ 140 tısına giderek derinleşmiş ve 1879 yılında ■Voronezh kentimde yapı­ lan kongrede örgüt ikiye bölünmüştür.' Terörü ve şiddeti savunanlar, «■Halikın İradesi» (N arod n aya V o ly a ) adlı b ir örgütte, diğer grup ise «Toprakları. Bölüşm e» (Chyorny Peradel) adlı örgütte toplan­ mıştır. «N ih ilist» sözcüğü ile anılan terörist grup şiddet eylem­ lerine başlamış, büyük, poîis baskısı ve ağır cezalara rağmen üni­ versite öğrencileri arasında sürekli olarak etkinliğini korumuştur. Esas olarak seçilen şiddet yöntemi,.büyük devlet m em urlarına sui­ kast düzenlemektir. B u girişimlerin en ünlüsü Çar, II. Alexander;in 1881 yılında bir grup suikastçı tarafından öldürülm üş olması­ dır. B u girişim üzerine çok büyük önlemlere baş vurulmuş, dev­ let şiddeti' yoluyla hareket söndürülmek istenmiş-; ancak bütün baskılara rağmen bu hareket varlığını korumuştur. Hemen hemen 19üncu yüzyılın tamamı, Rusya'da devrimci hareketlerin eylemleri ve onları bastırm akla geçmiş; bununla be-ra’ber marksizm ancak bu yüzyılın sonlarına doğru devrimci kesim­ ler arasında etkili olmaya başlamıştır. B ir bakım a bu akımın etkili olabileceği işçi sınıfının da belli b ir ağırlıkla ancak yüzyılın sonlarına doğru ortaya' çıktığı söylenebilir. Rusya'da sanayi, özel­ likle 1870 - 1890 yılları arasında büyük bir hamle yapmış, ortaya etkin b ir burjuvazinin de çıktığı gö-ıülmüştür. Örneğin tam anla­ mı ile Rus burjuvazisinin çıkarlarını koruyan bir kişi, Sergei Witte uzun süreler Maliye Bakanlığında bulunarak hızlı b ir sanayi gelişi­ mine önemli katkılarda bulunmuştur. 1890 yıllarında sanayi işçi­ lerinin sayısı 1.5 milyona erişmiş ve bunun, sonucu işçi hareket­ leri giderek etkin olmaya başlamıştır. 1880 yıllarından itibaren, yoğun grevlerle işçi hareketi, ekonomik mücadele alanında kendi­ ni göstermeye, toplumun siyasi yaşamında etkinliği giderek art­ m a yoluna girmektedir. ........ işçi hareketinin gelişmesine paralel olarak devrimci hareket içinde marks ist grupların belirmeye başladığı görülmektedir, tik Rus marksist grubunun.' 1883 yılında ortaya çıktığı söylenebilir; Georgi Pleibanov, Pavel Axelrod vfe V er a Zasulich ilk marlksistler arasında önemli sayılabilecek kişilerdir. Özellikle Plehanov, M arx ve Engels'in tüm eserlerini R usçaya' çevirerek marksist görüşlerin yayılmasına önemli katkılarda, bulunmuştur. Bunun dışında Ple­ hanov, o zamana kadar egem en . olan narodnik hareketin eleştiri­ sini- yapmıştır,,, Plehanov, Rusya'da, kapitalizmin,-geliştiğini ve b u ­ nu önlemenin olanaksız olduğunu ileri- sürerek, ilerde kurulacak 141 mutlu toplumun toprakta özel mülkiyet eşitliğine dayanan köy ko­ münü olmayacağını, işçâ sınıfının yönettiği ileri sanayiîi bir sosya­ list toplum olacağım belirtmiş; buna ek olarak terör yollu ile hiç bir şeyin başarılamıyacağım, devrimin ancak işçi sınıfının önderliğinde ve katılımı ile yapılabilecek bir oluşum olduğunu belirleyerek narodnik harekete ciddi bir darbe vurmuştur. Nite­ kim Piehamov ve onun oluşturduğu Emeğin Kurtuluşu gurubunun eleştirilerinden sonra narodnik hardket, hızla etkinliğini kaybet­ meye başlamıştır. B. Lenin ve 1917 Devrimji : Rus Çarlığını deviren devrimi yö­ neten, dünyada ilk kez sosyalist iktidarı kurmayı başaran hareke­ tin kuramcısı ve önderi Lenin'dir. Lenin sadede bir eylem adamı olarak devrim hareketini yönetmekle kalmamış, Marx ve Engels in görüşlerini yeniden yorumlamaya tabi tutarak önemiıi kuramsal katkılarda bulunmuştur. Bir eylem adamı olmasına rağmen, saf felsefeden, siyaset bilimine, ekonomiye ve sosyalojiye ait alanlarda yapıtlar vermiş olan Lenin, bir kuramcı olarak da tanımlanabilir. Nitekim Lenin Ün yorum ve katkılarından sonra marksist öğretiye, «marksist leninist dünya görtüşü» denmeye başlamıştır. Vladimir îlyiç Ulyanov (Leniin) 1879 tarihinde eski adı Simbirsk olan kentte doğmuş, lise çağlarında marksist görüşlerle ilgilen­ miş ve daha sonra öğrencisi olduğu Kazan Üniversitesinden siyasi görüşleri nedeni ile atılmıştır. St. Petersburgs gelen Lenin, burada ilk büyük örgütlenme denemesine girmiş ve 1895 yılında çeşitli marksist çevre ve grupları «îşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği» adlı bir örgütte toplamayı başarmıştır. Bu örgüt sadece marksist görüşlerin tartışıldığı ve yayıldığı bir aydınlar grubu olarak kalmamış, St, Peterburg işçi mahallelerinde ve fabrika­ larda hızla etkin olmaya başlamıştır. Lenin, sonraları bu örgütün işçi sınıfı hareketinin devrimci partisinin çekirdeğini oluşturdu­ ğunu belirtmiştir. Ancak bu örgütün yaşamı fazla olmamış, polis Lenin ve diğer önde gelen kişileri tutuMamış, tutuklananlar yargı­ lanıp Sibirya ya sürgüne yollanmışlardır. Bununla beraber bu ör­ gütlü girişim, özellikle St. Peterburg işçileri arasında militan ve bilinçli bir kadronun oluşumuna yol açmıştır. Bu yıllarda işçi hareketlerinin de çdk yoğunlaştığı görülmek­ tedir. Sanayileşme ile birlikte sayısal büyüklüğü artan işçilerin kalkıştığı grevler ve çatışmalar birbirini izlemekte, kentlerde işçi 142 hareketlerinin yoğunlaşması marksist görüşlü grupların etkinli­ ğinin artmasına neden olmaktadır. Bu gelişmeler içinde bir takım işçi örgütleri temsilcileri 1898 yılında M insk kentinde toplanarak Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisini burm uşlar; böylece her ne kadar bu Parti ilk adım da bütün M arksist grupları çevresine toplayamamışsa da yine parti olarak b ir örgüt ortaya çıkmıştır. Minsıkde toplananlar tutarlı bir program bile ilan edemeden da­ ğılmak zorunda kalmış, b ir kısım üyeler derhal polis tarafından tutuklanmıştır. B u partiden önce, 1897 yılımda Polonya'da yaıhudi işçiler ve esnaflar, «B u n d » adlı bir siyasi örgüt kurmuşlarıdır. Böylece 20'nci yüzyıla girerken Rusya'da işçi sınıfı hareketi, poli­ tik örgütlenme aşamasına da girmiş bakınm aktadır. 1900 yılında Sibirya'dan dönen Llenin, tüm mariksist grupları kurulan Partide birleştirmek amacı ile «Iıskra» (K ıv ılcım ) adlı bir dergi çıkartmaya karar vermiş; derginin ilk sayısı Alm anya'­ da Leipzig şehrinde basılmış ve el altından Rusya'da dağıtılmaya başlamıştır. Derginin esas amacı, emekçi sınıfın örgütlenerek Çar­ lığa karşı devrim yapması ■ve sosyalist b ir toplum kurm ak için «proleterya diktatörlüğü» yolunu oluşturm ak olarak tanımlanabi­ lir.. B ir taraftan da Lenin, dergide Rus Sosyal Dem okrat îşçi Par­ tisinin program ını oluşturma ve genel b ir Parti kongresi hazırla­ ma işini yürütmüştür. B ir süre sonra dergi Cenevre d e çıkarılma­ ya başlamış ve burada bulunan Plehanıov ve diğer rnarksistler de çalışm alara katkılarda bulunmuşlardır, fskra dergisi, gerçek­ ten Rusya'daki işçi sınıfı üzerinde çok etkileyici olm uş ve böylece hareket kendi içinde tutarlı, sağlam bir ideolojik temele oturm uş­ tur. Iskra'nm ilk yıllarında Lenin, yine' Rus m arbsistleri arasında ortaya çıkan ve «ekonomiısm» sözcüğü ile anılan b ir akım a karşı da yoğun b ir mücadeleye girmiştir. Ekonomistler, işçi sınıfının mücadelesinin siyasal boyutlu liberal gruplara bırakm ayı olmasına karşı çıkan, b u mücadeleyi öneren b ir görüş, geliştirerek; işçile­ rin mücadelesinin esas olarak daha iyi ücret, çalışma koşullarının düzeltilmesi, grev ve toplu sözleşme haklarının m eşrulaşm ası nok­ talarında devrilmesi toplamasını önermektedirler. Devrim yolu ve ile düzenin proleterya diktatörlüğünün kurulm ası bu grubun kesinlikle karşı çıktığı b ir görüştür. Lenin bir taraftan Iıskra d a bu gruplara karşı tezler oluştururken diğer taraftan N e Yapm alı adlı bir kitap yazmıştır. Bu kitapta Rusya'd a k i işçi sınıfı hareketi için b ir eylem ideolojisi form üle ediİmsaktedir. 143 Lenin bir taraftan Iskra'da ekonomistlere karşı şiddetli bir mücadele yürütürken diğer taraftan Partinin büyülk bir kongresi­ ni toplama çalışmaları sonuç vermiş; 1903 yılında Londra'da ikinci Kongre toplanmıştır. Esas amacı tutarlı bir program hazırlamak olan bu kongre büyük bir çekişme içinde geçmiş ve sonunda, amaç­ lananın aksine Parti iki büyük gruba bölünmüştür. Kongrede da­ ha ilk gün de Lenin ile dönem in önde gelen maııks is11er inden b iri olan Martov arasında büyük bir tartışmanın ortaya çıktığı ve prog­ ram, tüzük çalışmalarında kesin görüş farklılıklarının belirlendi­ ği görülmüştür, Lenin, Rusya'da hiç bir demokratik hak ve öz­ gürlüğün bulunmadığını ve bu nedenle devrim yapacak işçi sı­ nıfına öncülük edecek, son derece disiplinli ve küçük bir Parti örgütünü savunmuştur. Amacı devrim yapmak olan bu Partiye herkesin üye olması söz konusu olmayacak, ancak belli aşamaya ulaşmış profesyonel devrimciler Parti üyesi olabilecektir. Buna karşılık Martov, her sempatizanın isterse üye olabileceği geniş tabanlı bir parti örgütlenmesi önermiş; bu nokta üzerinde yoğun­ laşan tartışmalar sonunda Kongre üyelerinin kesinkes iki gruba ayrıldığı görülmüştür. Neticede Martovun önerisi Kongrede ço­ ğunluğu sağlamış, bununla beraber birkaç gün sonra Bund tem­ silcilerinin Kongreyi terketmesi üzerine Lenin, parti üyeliği ve örgütlenmesi sorununun tekrar oylanmasını önerince yapılan oyla­ mada bir oy farkla çoğunluğu sağlamıştır. İşte bundan sonra Par­ ti içinde kesin biçimde birbirinden farklı iki kesimin oluştuğu; Lenin grubunun çoğunluk sözcüğünün Rusçası olan «Bolşevik» terimi ile Martov grubunun da azınlık demek olan «Menşevik» terimi ile tanımlandığı söylenebilir. Bolşevikler, Çarlık yönetimi­ nin profesyonel devrimcilerden oluşan bir Parti önderliğinde işçi sınıfı tarafından devrilmesini ve ondan sonra proleterya diktatör­ lüğünün kurulmiasmı önerirken Menşevik'ler liberal burjuvazi ile işbirliği yaparak parlamenter siyasal düzeni kurmayı amaçlamak­ ta ve sosyalist aşamaya geçmek için Rusya ıda kapitalizmin daha çok gelişmesinin gerekli olduğunu savunmaktadırlar. Böylece 1903 Kongresi Parti içinde birbirlerine büyük ölçüde karşıt iki grubun belirlenmesi ile sonuçlanmış ve gruplar arası çekişme 1917 devrimine kadar süregelmiştir. Başka bir deyişle Rus Sosyal Demok­ rat işçi Partisi birbirinden tamamen farklılaşmış Bolşevik ve Menşevik kesimlerden oluşmaya başlamıştır. 144 Yukarıda da değinildiği, gilbd 20. yüzyılın başı, işçi sınıfının yoğun grevlere gittiği, toplumsal gerilimierin iyice yükseldiği yıl­ lar sayılabilir. 1905 yılında Rusya'nın Japonya ya ¡karşı savaşa gir­ mesi ve bu küçük Asya ülkesi karşısında çok büyük b ir yenilgi­ ye uğram ası ülkedeki gerilimierin daha da artmasına neden olmuş­ tur. 1905 yılı başında St. Petersburlg'daki işçiler durumlarını ve sorunlarını Ç a r a anlatmak için aileleri yürüyüş tertiplemişler; ile birlikte Saray'a bir askeri birliklerin yürüyüşçülerin üstüne ateş açarak çok sayıda insanı öldürmesi üzerine b ir halk hareketi patlak vermiştir. Hemen hem en ülkenin her. yerinde işçiler olayı protesto için greve gitmiş, gösteriler- çatışmalar yoğunlaşarak işçilerin siyasi grevleri köylüleri de harekete ge­ çirince toprak işgalleri başlamıştır. 1905 yılında grevlere katılan işçi sayısının 1 milyondan fazla olduğu görülmüştür. Genel grev sırasında St. Peterburg fabrikalarının işçi temsilcileri b ir araya gelerek bir karar organı oluşturmuşlar ve bunun adma «Sovyet» devam etmiş; denmiş; daha sonra sovyetlerin oluşması hızla bütün ülkeye yayıl­ maya başlamıştır. . 1905 Devriminin çok .büyük boyutlara varm ası üzerine Hükü­ met, Dum a adı verilen meclisi toplantıya çağırdığım ve bunun için genel seçimlerin yapılacağını ilan etmek gereğini, duymuş ve yapılan seçimler sonunda I. Dum a 1906 Nisanında toplanmıştır. B u seçimler tam ,anlam ı ile demokratik b ir .esas içinde yürüme­ miş; örneğin seçim kanununa göre toprak sahiplerinin oyu 15le şehirli iş sahiplerinin oyu 5le çarpıtırken işçi ve köylülerin verece­ ği oy tek oy sayılmıştır. Buna rağmen seçilen Duma'nın dem okra­ tik eğilimleri Çarı tedirıgin e tm iş. ve bu m eclis dağıtılarak ikıinci kez seçimlere gidilmiştir. İkinci D um a'da birinciden farklılık gös­ termeyince 1907 yılında bu da dağıtılmış, yeni b ir seçim kanunu çıkarılarak oy hakkı hemen hemen sadece toprak sahipleri ile büyük iş çevrelerine tanınmış ye böylece Çarlığın yönetim anlayı­ şına uygun meclislerin ortaya çıkması sağlanmıştır. Başka bir deyişle 1905 devrimi, Çarlık yönetimini bazı ödünler vermeye ve b ir takım demokratik hakları tanımaya zorlamış; bunun sonu cunda halk hareketi yavaşlayınca demokratik kazanımlar tekraı geri alınmış ve eski durum a dönülmüştür,,' 1905 devriminin bastırılmasından sonra da gerek Bolşevik­ eylemlerini sürdürdükleri . gjö- 'lerin gerek Menşevik’lerin siyasal 145 rülmebtedir. Özellikle sanayi işçileri arasında Bolşeviklerin etkim liginin büyüdüğü ileri sürülebilir. Örneğin, 1912 yılında bolşevikler St. Petersburg'ta tamamen işçilerin katkısı ile «Pravda» (Ger­ çek) adlı bir gazete çıkarmaya başlamışlar ve bu yer altı gazetesi­ nin tirajı 60.000 olmuştur. Devamlı polis takibine rağmen Pravda 1914 yılına kadar 636 sayıyı işçilere dağıtmış ve I. Dünya Savaşı başlayınca yayın durdurulmak zorunda kalmıştır. Bolşevikler işçi­ ler arasında etkinliğini artırırken Menşevikler de Rusya'da önce 1789 Fransız Devrimi gibi bir brüjuva devriminin yapılması ge­ rektiğini, sosyalizmin bundan sonra düşünülebilecek bir aşama olduğunu önermeye devam etmişlerdir. 1914 yılında patlayan I. Dünya Savaşı Rusya'da halkın yaşamı­ nı çok güçleştirmiş, artık büyük bir çoğunluk köklü bir değişik­ liğin gerekli olduğunu kabul eder hale gelmiştir. Ordunun cephe­ lerde uğradığı yenilgiler, savaş koşulları, kıtlıklar, halkın hoşnut­ suzluğunun büyümesine neden olurken başta bolşevikler olmak üzere çeşitli gruplar Dünya Harbinin sadece bir avuç sanayicinin çıkarları için emperyalistler tarafından çıkarılmış olduğunu, sa­ vaş kazanılsa da kaybedilse de halkın yaşamında bir değişiklik ol­ mayacağı propagandasını gerek ordu içinde gerek ordu dışındaki emekçi yığınları içinde etkin bir biçimde sürdürmüşler; bütün bu gelişmeler sonunda tüm ülke çapında grevlerin patlaması üzezine Çar tahttan ayrılmış ve böylece mutlakiyetçi monarşi bir bakıma beklenenden çok daha kolay olarak 1917 Şubatında yıkı­ lıp gitmiştir. Çarlık yıkılır yıkılmaz kurulan bir geçici hükümet siyasal af ilan etmiş, sansür kaldırılmış Ve her türlü konuşma, top­ lanma ve basın özgürlüğü tanınmıştır. Bu gelişmeler ile birlikte derhal toplumdaki bütün güçler siyasal partiler olarak örgütlen­ miş ve gelecek yeni rejim konusunda her parti, temsil ettiği sınıf­ ların çıkarı doğrultusunda mücadele etmeye başlamıştır. Bolşeviklerle, Menşeviklerin dışında dönemin belli başlı siya­ sal partileri şunlardır : Cadet Partisi. Büyük toprak sahiplerinin ve büyük iş çevre­ lerinin sözcücü olan bu Parti Çarlığm devamını savunmakta, an­ cak mutlakiyatçilik yerine meşruti monarşiyi önermektedir. He­ men hemen eski düzenin tüm ayrıcalıklı kesimlerinin Cadet parti­ sinde yer aldığı, bu partinin bir agemn sınıflar koalisyonu oluş­ turduğu görülmektedir. 146 Toplumsal Devrimciler. Eski narodnik alkımın egemen oidugu; esas olarak köylü kesimin iısteklenini, gerçekleştirmeye çalı­ şan bir parti niteliğini taşımaktadır. Toplumsal Devrimciler köylü­ ye toprak dağıtmak amacını gütmekte bu girişimden dolayı bü­ yük toprak sahiplerini karşılarına aknalk durumunda kalmakta­ dırlar. Partinin, etkin bir toprak reformunun en önde gelen sorun olduğunu savunan bir radikal sol kanadı da bulunmakatdır. Top­ lumsal Devrimciler Rusya’nın savaşı başarı ile tamamlamasını is­ temekte ve genel olarak düzenlemelerin savaş sonrasına bırakıl­ masını önermektedirler. Bu Partinin önderlerinden Kerensıky ge­ çici hükümet başkanı olmuş ve berşeyıden önce amacının savaşı za­ ferle bitirmek olduğunu ilan etmiştir. Bu iki büyük partinin yanında gerek Menşeviıklerin gerek Bolşevilderin de büyük birer parti oldukları söylenebilir. Menşevikler, derhal geçici hükümete katılarak burjuva devriminin başa­ rıya ulaşması için çaba göstermeye başlamıştır; buna karşılık Biolşevikler muhalefete geçmişlerdir. Bu sıralarda tıpkı 1905 yı­ lında olduğu gibi ülkemin her tarafında kendiliğinden işçi ve köylü Sovyetlerinin kurulduğu görülmekte, bu hareket ordudaki askerler üzerinde de etki yaratmış bulunmaktadır. 1917 Nisanın­ da Rusya'ya dönen Lenin, Bıolşeviklerm görüşü olarak «Nisan Tezlerini» ortaya atmıştır. Nisan Tezleri, kısaca «fbütün iktidar sovyetlere» sloganı ile özetlenebilir. Derhal savaşa son verilmesi­ ni, özel mülkiyet altındaki topraklara ve servetlere el konmasını isteyen Lenin, iktidarın burjuvazinin değil işçi sınıfının eline geç­ mesi gerektiğini savunmaya girimce tüm siyasal güç ve örıgütler bolşeviklere karşı bir tutum takınmışlardır. Lenin, iktidara dev­ rim yolu ile el konmasını isteyince boîşaviklerin Merkez Komi­ tesi iki karşıt oya (Zinoziev ile Kamanev) karşı tam bir çoğun­ lukla bu teklifi desteklemiş ve 1917 yılı Kasımında harekete geçi­ lerek yönetime el konmuştur, Böylece gerek Rusya için gerek bütün dünya ülkeleri için yeni bir dönem açılmıştır. C. Sovyeffer Birliğinin Kuruluşu ve Gelişmesi. Yönetime el koyan Bolşevikler için en acil sorun iktidarı elde tutabilmektir. Çünkü bir bakıma bu Partinin taraftarları azınlıktadır. Bir taraf­ tan Almanya ile savaş devam ederken diğer taraftan bütün karşı güçler yeni yönetime karşı bir iç savaş başlatmış bulunmaktadır. 1917 yılında Boişevifclerin iktidara gelmesi ite başhyan silahlı mü­ 147 cadele 1922 yılma kadar sürmüş; yeni yönetim, karşıt güçlerle ve hareketi bastırmak isteyen İngiltere, Fransa, AB1D gibi ülkelerin askeri kuvvetlerine karşı da savaşmak zorunda kalmıştır. Ülkenin her tarafını kasıp kavuran iç savaşa ek olarak, üretim araçları­ nın kamulaştırılması, ürdtimin durmasına, yaygın bir açlık ve ka­ raborsanın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bütün bu olumsuz koşullara rağmen büyük işçi ve köylü yığınlarının desteğini sağ­ layan yönetim iktidarda kalmayı ve karşılt güçleri etkisiz kılmayı başarmıştır. Böyleee 1922 yılına Bbişeviklerin yönetimindeki sos­ yalist iktidar, sağlam bıir biçimde girebilmiştir. îç savaşı kazanmış olmakla birlikte harabeye dönen, hiç bir kurumu çalışmayan bir ülkeyi yönetmek sorunu ile karşı karşıya kalan Bolşevik hükümeti 1921 Martında «Yeni Ekonomi Politi­ ka» (N E P) ilan etmiştir. Bu politikanın ana çizgileri, kırsal ke­ simde köylülere dağıtılan topraklarda, kolektif mülkiyete gitme­ yip özel mülkiyete olanak tanımak, küçük özel girişimlere ve tica­ rete müsaade etmek olarak sıralanabilir. NEP'i sosyalist yöneti­ min biraz nefes almak için yaptığı stratejik bir geri çekilme ola­ rak tanımlamaktadır. Başka bir deyişle savaş yaralarının sarılma­ sı ve ülkenin bir ölçüde kendini toplayabilmesi için sınırlı ve kont­ rol altında bir kapitalizmin uygulanması zorunlu görülmüştür. Bir kısım parti üyeleri, sosyalizmden sapma olarak konuya yaklaşıp önceleri, bu uygulamaya karşı şiddetle direnmiş ve direnişi kırmak için Lenin kişisel saygınlığını kullanmak zorunda kalmıştır. NEP uygulamasının istenen amacı sağladığı söylenebilir. 1930lara doğ­ ru üretim, savaş öncesi düzeye erişmiş; diğer taraftan da özellikle tarım kesimindeki özel mülkiyet olanağı, güçlenen bir toprak bur­ juvazisi de yaratmıştır. 1924 Ocağımda- Lenin ölünce ileri gelen önderlerden Stalin ile Trotsky arasında bir iktidar mücadelesinin başladığı görülmektedir.. Trotsky, ancak sürekli devrim koşulla­ rı altında, ya da başka bir deyişle diğer kapitalist ülkelerde de dev­ rim olması ile Rus sosyalizminin yaşama şansı kazanacağını ileri sürüyor; buna ek olarak hızlı sanayileşme uğruna Partinin bürok­ ratikleşme tehlikesi ile karşı karşıya kaldığını belirtiyordu. Trotsky'e göre tek ülkede yani Rusya'da sosyalizm kurma herşeyden önce ekonomik açıdan güçlü bir sistem yaratmayı gerek­ tirmektedir ve bunun zorunlu sonucu, hıerkezi, etkin, güçlü bir bürokrasi kurulacaktır; böyle bir bürokrasi, eline çek büyük bir güç geçirdiğinden sosyalist uygulamayı kısa sürede yozılaştırabâle148 çektir. Stalin ise sosyalizmin önce tek ülkede, yani Rusya'da ba­ şarıya ulaşmasının sağlanması gerektiğim, çok güçlü b ir sosya­ list ülkeyi en kısa zamanda yaratmanın birincil görev olduğunu öneriyordu. Sonuç olarak Stalin ve onu destekleyenler parti yö­ netiminde ağır basmış, Troçki ve grubu tasfiye edilmiştir. Stalin, Troçki yi tasfiye ettikten sonra sosyalist dönüşümü sağlayacak ge­ niş ve köklü bir anıti-kapitalist eyleme kalkışmış; bir taraftan N E P e son verip toprakta kollektif mülkiyeti gerçekleştirirken, di­ ğer' yönden beş yıllık sanayileşme planlarını uygulatmaya başla­ mıştır. 1928 yılında ilk beş yıllık plan hazırlanmıştır; bu planın amacı b ir taraftan ağır sanayi kurm ak diğer taraftan özellikle tarım kesiminde sosyalist mülkiyeti (öııce kolektifleştirm e .sonra dev­ let m ülkiyeti) gerçekleştirmek amacını taşıyordu. Birinci plan ile tam anlamı ile N E P'ten b ir geri dönüş yapılıyor ve sosyalizmi gerçekleştirmek temel hedef almıyordu. Sanayi alanındaki sosya­ listi eştirmeyi tarım kesimindeki sosyalistleştirme izledi; ancak buna karşı tarımda kapitalistileşen kesim (bu n lara «k u la k » denmek­ teydi) büyük bir direniş gösterdi. B u nedenle tarım kesimindeki sosyalistleştirmeyi (k olhoz» denilen kollektif çiftlikler ya da sovhoz» denilen devlet çiftlikleri biçim inde) uygulayabilmek için çok sert önlemler alındı. Stalin 1936 yılında «7. Yüce Sovyet Kongre­ sinde» verdiği b ir raporida, üretim, ve m übadele alanında özel mülkiyetin son bulduğunu belirtti. Y ok edilen ¡özel mülkiyet yeri­ ne, Stalin'e göre iki tür mülkiyet ortaya çıkmıştı; sanayide, ulaşırada, ticarette ve bankacılıkta ağırlık kazanan devlet mülkiyeti ile tarımda ağırlığı olan kollektif mülkiyet. Buna göre artık sosya­ list aşamaya idi. girilmişti ve bundan sonra sorun .sosyalizmin gelişti­ rilmesi Hızla sanayileşme, özellikle ağır sanayi kurabilm e başlangıç­ tan beri Sovyet önderlerinin çok önem verdikleri temel b ir amaç sayılmaktadır. Lenin, daha iç savaş sürerken sosyalizmi, «sovyet iktidarı artı tüm ülkenin, elekıtirifikasyonu» tadır. Nitekim- N E P olarak tanımlamak­ uygulaması içinde1 de kamulaştırılan büyük ölçekli sanayi, ekonominin sosyalist kesimi olarak gelişirken elekt­ rifikasyon için planlam a yapacak b ir örgüt •-GOELRO- kurulm uş­ tur, N E P döneminde izlenen temel ekonomi politikası b ir taraf­ tan mühendis yetiştirme, metalürji teknolojisini geliştirme alan­ 143 larına ağırlık tanırken çok sayıda büyük baraj ve hidruelektirik santralleri inşasına girilmiştir. 1929 yılında uygulanmaya başlanan ' «Birinci Beş Yıllık Plan» döneminde tüm ekonominin sosyalistleştirilmesi ve temel sanayiin kurulması amaçlanmaktadır. Pla­ nın hedeflerinden biri 1500 tane büyük sanayi tesisinin kurulup» işletmeye girmesidir. Birinci Beş Yıllık Plan m hedeflerine uygu­ lamanın 4 'üncü yılında erişilmiştir. Böyiece hem NEP dönemin­ de ortaya çıkan kapitalist ilişkiler ortadan kaldırılmış hem de temel sanayinin kuruluşu sağlanmıştır. Birinci Plan dönemi başın­ da 11.6 milyon olan işçi sayısı Plan dönemi sonunda 22.9 mil­ yona yükselmiştir. 1933 Yılında başlanan İkinci Beş Yıllık Plan döneminde ise sanayileşme ve teknolojik gelişmeye yine büyük ağırlık verilmiş; ancak tüketim malları değil, esas olarak üretim malları sanayi ön plana alınmıştır. İkinci Beş Yıllık Flan'm tamamlandığı yıl olan 1937 de artık Sosvyetler Birliği temel sanayini oluşturmuş, tarıma bağlı bir üike olmaktan çıkmış, ağır sanayi alanındaki ken­ di teknolojisini üretebilecek düzeye erişmiş bulunmaktadır. İkin­ ci Plan uygulamasında üzerinde önemle durulan bir konu da baliğeler arası dengedir ve bu çerçeve içinde sanayi kuruluşları Ural Dağları bölgesi ile Orta Asya Gumhuriyetleri içinde yoğunlaştırıl­ mış bulunmaktadır. 1935 yıllarında içeride bu değişmeler olurken, dışarıda da önem­ li gelişmeler ortaya çıkmış; bu yıllara kadar yeni yönetimi tanıma­ yan ve sürekli olarak onu devirmeye çalışan batılı ülkeler normal dip­ lomatik ilişkileri kurma yoluna girmişler; başka bir deyişle artık yeni rejimin kolay kolay yıkılmayacağını kabul etmişlerdir. 1936 yılında yeni bir Anayasa yapılarak devlet yönetiminde bir takım düzenlemelere gidilmiş, rejime karşı direniş tasfiye edildiğinden bir bakıma belli bir yumuşama söz konusu olmuştur. 1939 yılında patlayan ikinci Dünya Savaşı, 1941 yılında Nazi Almanyasmın saldırısı ile Sovyetleri de kapsamış ve savaş Avrupa cephesinde esas olraak Alman - Sovryetler çatışması olarak cereyan etmiştir. Bilindiği gibi ülkesinin yarısı harabeye dönen ve 20 milyondan fazla ölü veren Sovyetler sonunda savaşı kazanmayı başarmıştır. 1936 Anayasası, sosyalist toplumu kurma aşamasında işlevsel ola­ cak devletin örgütlenişini belirlemektedir ve bu yapıyı ana hatları ile ortaya koymak siyasal sistemi tartışmak için faydalı olacaktır. 150 D. Devletin Örgütlenişi. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Bir­ liği 15 birlik Cumhuriyetinden meydana gelmekte; Anayasaya gö­ re bu cumhuriyetler bir çok haklardan yararlanmaktadır. Devletin böyle bir federal yapıya dayandırılması marksist ilkelerin uygu­ lanması kaygısından doğmuştur. Çarlık döneminde, birbirinden farklı etnik gruplar ve uluslar tek bir yönetim altında birleştiril­ miş ve birliği devam ettirmenin yolu olarak bütün halk ya da ulusların ruslaştırılması yoluna gidilmiştir. Daha Çarlık dönemin­ de Stalin, bu sorunun marksist ilkeler ışığında incelenmesini üst­ lenmiş ve çözümlemelerini Marksizm ve Ulusal Sorun adlı kitabın­ da ortaya atmıştır. Bu görüşleri kısacıa şöyle özetlemek mümkün­ dür: «Halkların kendi kültürlerini ve dillerini geliştirmeleri için tam bir özgürlük tanımalı, her halik ve ulus kendi kendini yönet­ melidir. Ancak bu özgürlükler, tekrar burjuva egemenliğini geri getirmek için kullanılmamalı, bu halklar üzerinde tekrar sömürü düzeni kurulmamalıdır. Kendi kendini yönetim ya da yerinden yönetim ilkesi marksist tezler içinde uygulanmalıdır». îşte Stalin tarafından ortaya atılan bu görüşler Sovyet federalizminin esa­ sını oluşturmaktadır. Sovyetler Birliğini oluşturan Cumhuriyetler halkları bir taraftan kendi kültürlerini, dillerini geliştirme öz­ gürlüğünü tam olarak kullanacak, kendi kendilerini yönetecek; diğer yönden de bütün bu oluşumlar ile emekçi sınıfın diktatörlü­ ğü ilkesinin uygulanışı büyük bir uyum içinde bulunması sağlana- , cak, federalizm böyle bir içerikle yorumlanacaktır. Federal Devlet ya da yaygın adı ile Sovyetler Birliği iki mec­ lisli bir yasama organına sahiptir. Meclislerden biri, «Birlik Sovyeti», her üçyüzbin kişiye bir temsilci olarak seçilmekte; ikinci meclis olan «Milletler Sovyetinde» ise Cumhuriyetler ve muhtar bölgelerden eşit sayıda gelen seçilmiş temsilciler bulunmakta­ dır. Anayasaya göre emekçileri temsil eden ve toplumun her düze­ yinde kurulmuş bulunan Sovyetler tüm siyasi iktidarı ellerinde bu­ lundurmaktadırlar. Dörder yıl için seçilen federal meclisler (ikisine birden «Yüce Sovyet» denilmektedir) en yüksek devlet organları­ dır vâ temel görevleri federal yasaları yapmaktır. Bunun dışında Yüce Sovyetler toplantıda olmadığı zaman “kendi içinden görev­ lerini yapacak olan «Yüce Sovyet Presidiumunu» ve SSCB Hükü­ metini seçmektedir. Meclisler olağan olarak yılda iki kez toplan­ makta ve bu toplantılar en çoık üç hafta sürmektedir. Üyeler toplantı zamanları dışında kendi işlerine devam etmektedirler. 151 Yüce Sovyet, onsekiz yaşını bitinmiş Sovyet vatandaşları ta­ rafından seçilmektedir ve seçilme yaşı yirmibeştir. Seçimler, ge­ nel, eşit ve gizli oy esasına göre yapılmaktadır. Adaylar emekçile­ rin mensup olduğu çeşitli kuruluşlar tarafından saptanmakadır Başka bir deyişle tek siyasal parti oian Komünist Partisi dışında sendikalar, kooperatifler, gençlik örgütleri vfb. kuruluşlar da aday gösterebilir. Yalnız adayların marbsist - leninist ilkelere karşı olmaması gerekmektedir. Sovyet sistemini inceleyenler, tartışma­ ların ve çekişmelerin aday saptanması aşamasında yoğun olarak ortaya çıktığını belirtmektedirler. Bu nedenle seçim anında büyük bir seçme sorunu söz konusu olmamakta, esas mücadele aday sap­ tama aşamasında cereyan etmektedir. Yüce Sovyet, sürekli toplantı halinde bulunmadığı için, kendi adına işleri yürütecek devamlı bir Kurul olan Presiddumu seçer. Presidium, bir başkan, Cumhuriyetleri temsil eden 15 başkan vekili ve 16 üyeden meydana gelmekte; Yüce Siovyetin iki meclisinin birleşik toplantısında 4 yıl için seçilmektedir. Anayasaya göre Presidium Başkam, devlet başkam sayılmakta ve klasik devlet başkanlığı görevlerini yürütmektedir. Presidium, büyük memur­ ları tayin etmekte, yabancı diplomatları kabul etmekte ve bu yö­ netsel işlevlerine ek oiaark yasama görevini de yürütmektedir. Yasama görevi, kararnameler çıkararak yerine getirilmekte, karar­ nameler, toplandığı zaman Yüce Siovyetin onayına sunulmaktadır. Kısaca belirtmek gerekirse, Presidium devletin ana politika seç­ melerinin ve uygulama esaslarmm oluştuğu temel bir karar or­ ganıdır. Yürütme görevi Bakanlar Kurulu eliyle yerine getirilmekte­ dir.. Sovyet'ler Birıiği gibi özel sektörün olmadığı, başka bir deyişle tüm ekonominin kamu kesimi içinde yer aldığı çok büylük ve karmaşık sosyo - ekonomik düzeni yönetmek zorunluluğu Bakan­ lar Kuruluna düşmektedir. Sovyetler Birliğinde bakanlık sayısı 60ün üstündedir ve bu doğal sayılabilir. Ekonomideki kesimlerin yanında dev işletmelerin de bakanlık halinde örgütlenmesi, hükü­ met üyelerinin ¡sayısının artmasına neden olmaktadır. Merkezi planlama ve örgütlü muhalefetin yokluğu bakanları siyasi bakım­ dan rahatlatan bir olgudur; bu sayede bakanlar çabalarım siya­ sal eylemlerden çok yönetsel ve teknik sorunlar üzerinde toplaya­ bilirler. Özellikle siyasal parti ya da başka bir biçimde örgütlü 152 muhalefetin olmaması, ilk bakışta sistemin derhal statikleşme ve otoriterleşme tehlikesi ile karşı karşıya bulunduğu biçim de yo­ rumlanabilir. Gerçekten bu tehlike söz konusudur. Buna karşılık Sovyet kuramcıları, üretim örgütlenmesinin her kademesinde yö­ netimin örgütlenmiş emekçiler ¡tarafından eleştirilebiMiğini ve bu­ nun ötesinde Komünist Partisinin temel görevinin, yönetimi izle­ mek, denetlemek ve amaçlardan sapma olduğu zaman düzeltmek olduğunu belirtmektedirler. Bu nedenle Partinin toplumsal ko­ numu' üzerinde kısaca durm ak gerekmektedir. E. Komünist,Partisi 1917 K asım devrimi ile iş başına gelen Rus Sosyal Demokrat tşçi Partisinin, Bolşevik kanadı daha sonra­ ları admı değiştirmiş, «Sovyetler Birliği Komünist Partisi» olarak kendini tanımlamıştır. Parti tüm kamusal yaşamın denetçisi sayı­ labilir. Bu durum 1936 Anayasasında açıkça belirtilmektedir: «iş ç i sınıfının saflarında ve emekçi halkın diğer kesimlerinde çalışan ve siyasal bilince sahip bulunan vatandaşlar Sovyetler Birliği Ko­ münist Partisinde birleşir. Parti işçi sınıfına ve emekçi halka sos­ yalist sistemi güçlendirip geliştirme yolundaki mücadelelerinde önderlik eder; emekçi halkın meydana getirdiği kam usal kuruluş­ ların -ve devletin özü. Komünist. Partisidir.» îBaşka b ir deyişle, Komünist Partisi için başka partilerle çekişmek, iktidara gelmek ya da iktidardan düşmek gibi oluşumlar söz, konusu değildir. P ar­ ti, emekçi sınıfların öncüsü ve siyasal örgütüdür; proleterya dikta­ törlüğünü uygulamaktadır. Yok edilen burjuva düzeninin •■•kalıntılarının varlıklarım sür­ dürmesi ve toplumun giderek s m ıf sızlaşt1r ılmas i için b ir mücade­ le verilmesinin gerekli olduğu düşüncesi ile buna ek olarak dünya burjuvazisinin saldırı tehdidi nedenleri ile tek partinin zorunlu olduğu ileri sürülmektedir. Lenin bu olguyu şöyle belirtm ekte­ dir : «T oplum da sınıflar bir vuruşla ortadan kalkmaz; proleter­ ya diktatörlüğü döneminde de sınıflar olm uştur ve olacaktır. Proleetrya diktatörlüğü sınıflar ortadan tam anlamı ile kalkınca yok olacaktır., proletarya diktatörlüğü bütün sınıfların yok olma ko­ şullarını hazırlam aktadır...» Buna göre sosyalist aşam aya girm ek­ le sorun çözülmemekte, başka b ir deyişle parti işlevini sürdürmek zorunda kalmaktadır. Yalnız sosyalist aşamada partinin görevi devrim yapmak değil, sınıfsız toplumu oluşturacak koşulları ya­ 153 ratmak ve egemenliği kaybeden sınıfların karşı saldırılarım önle­ me olarak tanımlanmaktadır. Komünist Partisi, klasik demokrasilerde görülen partilerden farklı bir örgütlenme biçimine sahiptir. Partinin örgütleniş ilkeleri 1902 yılında Leııin tarafından belirlenmiş ve o zamandan beri sözü edilen ilkeler geçerliğini korumuştur. Partinin ana örgütlen­ me ve çalışma ilkeleri «demokratik merkeziyetçilik» «özeleştiri» ve «dar üyelik» olarak tanımlanabilir. Demokratik merkeziyetçilik ilkesi, parti hiyerarşisi içinde karar almayı ve alınan kararın uygulanması işlevini düzenlemektedir. Kısa­ ca tanımlamak gerekirse, karar alınana kadar her düzeyde yoğun tar­ tışma, ancak karar alınınca herkesin kayıtsız koşulsuz karara uyma­ sı demokratik merkeziyetçilik ilkesinin özünü oluşturmaktadır. Par­ ti, temel yaklaşıma göre, işlevini yerine getirebilmek için «bilinçli demir gibi proleterya disiplini altında birleşmiş militan bir ör­ güt» niteliğini devam ettirmek zorundadır. Parti örgütlenirken her düzeydeki karar organlarının ve bu organları oluşturan kişilerin seçimle iş başına gelmesi gerekmektedir. Seçimle iş başına gelen kişiler ya da kurullar sürekli olarak kendilerini seçen partililerle ilişkilerini sürdürmek onlara hesap vermek durumundadır. Ka­ rar organlarının aldığı kararlar, kesin olarak tüm partilileri bağ­ lamaktadır. Daha açık bir ifade ile belirtmek gerekirse, bir düzey/de alman karar kendi altındaki organları ve partilileri mutlak olarak bağlamaktadır. Görüldüğü gibi Sovyatler Birliği Komünisit Partisi, son derece disiplinli ve merkeziyetçi bir örgüt görünümün­ dedir ve Lenine göre devrim yapabilecek ve sonra sosyalizmi kuracak partinin böyle olması igerekmektedir. Bütün üyelerin bir ölçüde eşiit olarak Parti işlerine ve yöneti­ mine katılmasını olanaklı kılan ilke «özeleştiri» sayılabilir. Parti, yaptığı işlerin, uyguladığı politikaların doğruluk derecesini böyİece kendi üyelerinin katkısı ile öğrenme olanağına sahip olacak­ tır. Uygulamada, Partinin her kademesinde, en alt düzeydeki üye­ ler de dahil olmak üzere zaman zaman tartışmalar açılır. Tartış­ maların konusu genellikle kararlaştırılan politika ve uygulama bi­ çimidir; bu eleştirilere Partinin her kademesindeki bireylerin tu­ tumları da konu olabilmelktedir. Özeleştiri ile Parti, içindeki bo­ zuklukların ortaya çıkarılması, eleştirilmesi, düzeltilmesi ve çoğu zaman da hatalı kişilerin feda edilmesi yoluyla kendini yenilediği 154 görüşündedir; b ir balkıma bu ilkenin temel amacı da budar. Parti için, özeleştiri ilkesine dayanarak kendini temize- çıkarması çok önemli sayılmakta; bir bakım a Partinin ihata yapmayacağı ilke­ sinin ölçütü olarak değerlendirilmektedir. Başka b ir deyişle parti­ nin hataları, otomatik olarak işlediği kabııl edilen b ir denetim mekanizması ile yine parti tarafından düzeltilmektedir. Sovyetler Birliği Komünist Partisi için birincil görev; ülke - içinde komünist kadroları yetiştirmektir. Parti, m arksist - leni- ninst ideolojinin koruyucusudur; b u görevini- yerine getirmek için bilinçli ve etkin kadroları yetiştirmeye çalışmaktadır. Parti ülke­ nin tüm kuramlarında (fabrika, çiftlik, ordu, okul g ib i) örgüt­ ve kuram ların işleyişi b ir bak ım a Partinin kontrolü altında yürümektedir. Kom ünist Partisinin b ir diğer işle v i'd e yı- j ğrnları harekete geçirmek ve onların yönetime katılmasını sağla­ maktır. Yine Lemne göre Parti emekçi balkın önünde, ona yol gösteren ve proleterya diktatörlüğü ilk e s i' altında, onu harekete geçiren bir mekanizma rolü oynamalıdır; ancak böyle b ir yak­ laşım içinde sosyalizmin kurulması, korunması ve gelişmesi söz konusu olabilmektedir. lenmiştir "Baha 1902' Kongresinde ortaya atılan ilkeye-göre Parti, rasgele bir kütle örgütü olarak değil; aksine son derece bilinçli, disiplinli, marksist kuram ve ideolojiyi çok iyi kavramış ileri görüşlü kişi­ lerden oluşan küçük bir örgüt ¡olarak kurulacaktır ve b u nitelik devam edecektir. Bugün bile Sovyet'ler Birliği Komünist Parti­ sine girmenin pek kolay olm adığı görülmektedir. Partiye girmek isteyen kişi bir yıllık .adaylık devresi geçirmekte; nihai .üye kabu­ lünde ise son derece titiz davranılmaktadır. İkinci Dünya Sava­ şı sırasında savaşta yararlık gösterenleri daha kolay Partiye al­ ma yoluna gidilmiş ve böylece üye sayısı bir m iktar artmıştır. Bununla beraber, İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman orduları, M itlerden aldıkları, istila edilen yerlerdeki ya da ¡savaş sırasında tutsak edilen partililerin harb esiri işlemi görm eyip derhal öldü­ rülmeleri emrini uygulam ışlar ve çok büyük sayıda Partili de hayaltlarım kaybetmişlerdir. Genel olaraik Parti üyelerinin sayısı her zaman toplam nüfusun % 4 ile % 7'si arasında oynamıştır. Parti üyeleri .arasında kentlilerin, özellikle işçilerin büyük, bir toplama ulaştığı, köylülerin toplanı nüfus içindeki oranlarına gö­ re çok daha düşük b ir oranda Partide temsil edildikleri söylene- 155 bilir. Zaman zaman parti önderleri, üyeler arasında bürokratların çoğaldığını ileri sürmekte ve bıı nedenle tasfiyelere gidilmektedir. Sonuç olarak bugün ulaşılan büyük ekonomik gelişmeye, sistemin rahatlayıp yumuşamasına rağmen Komünist Partisinin saptanan örgütlenme, çalışma ve üyelikle ilgili temel ilkelerden vaz geçme­ diği söylenebilir. Sovyetler Birliği Komünist Partisi sıkı bir hiyerarşi içinde örgütlenmiş olup, en alt düzeyde «hücre» adı verilen temel birim bulunmaktadır. Hücrede en az üç kişi bulunur ve hücreler ülkenin her tarafına, her kuruma yayılmış bulunmaktadır. Hücrenin üs­ tünde coğrafi esasa göre örgütlenme devam etmekte, kent, yersel bölge, Birlik Cumhuriyeti düzeyinde örgütlenme ¡sürmektedir. Piramitin en tepesinde merkez örgütü bulunmaktadır ve merkez örgütü Parti Kongresi, Merkez Komitesi, Merkez Komitesi Preisiumu, Genel Sekreterlik vb. organlardan oluşmaktadır. Her kade­ meye, alt kademelerden seçilip gelinmekte ve en yukarıda, esas olarak siyasal iktidarı kullananlar, böyleee örgüt içiniden orta­ ya çıkmaktadır. 1964 yılında Sovyet sisteminin en güçlü pozisyo­ nu olan Komünist Partisi Genel Sekreteri pozisyonunda bulunan Kbrusıhchev'in Merkez Komitesi tarafından görevinden alınması, Parti içinde bir demokratik sürecin işlediği konusundaki görüş­ leri destekler gözükmektedir. Merkez Komitesinin denetimi altın­ da bulunmakla beraber Parti Genel Sekreteri pozisyonunu işgal eden kişinin, bugün için de sistemin en güçlü kişisi olduğu söyle­ nebilir. Bugünkü Sovyet sisteminin üzerinde çalışanların belirttiğine göre, Komünist Partisi toplumda büyük bir hareketlilik göstermek­ tedir. En alt düzeydekilerden başiıyarak tüm üyeler, bulunduk­ ları yerde yığınları eğitmek, örgütlemek için kampanyalara giriş­ mekte ve ortaya çıkan bozukluklarla mücadele etmek yönünden büyük bir dinamizm içinde bulundukları söylenmektedir. Başka bir ¡deyişle Parti tümüyle sistemin hatalardan arınması ve daha etkin çalışması için bekçilik görevini yerine getirmektedir. Sovyet sisteminin etkin bir biçimde işleyip, gelişmesi büyük ölçüde partiüyelerinin katılma ve motivasyonuna bağlı sayılabilir. F. Günümüzdeki Sovyentler Birliği ve 1977 Anayasası. II. Dünya Savaşından çok yıpranmış olarak çıkmasına karşın Sovyet­ ler Birliği kısa bir sürede ekonomik gelişmesini tamamlıyarak 156 dünyanın en güçlü iki ülkesinden biri haline gelmiştir. Buna ek olarak istilacı Nazi ordularını kovalayan Sovyet askeri güçlerinin girdiği Doğu Avrupa ülkelerinde yerel komünist ve sosyalist p ar­ tiler iktidara gelmiş; Doğu Avrupa ülkelerinin dışında, önce Asya sonra Afrika ve Am erika kıtasında ¡da bazı ülkelerde sosyalistler İktidara gelmiş, böylece '.sosyalizm 1945'lenden sonra bir dünya sis­ temi olma ¡konumuna girmiştir. Ancak, bilindiği gibi bu dünya sistemi içinde, Çin, Yuıgoıslavya, Arnavutluk vb. ülkelerde Sovyet deneyinden farklı, hatta ona karşıt ¡sosyalizm uygulam aları ortaya çıkmıştır. Kendi içinde b ir bütünlük sağlayamamasma karşın sosyaliz­ min bir ¡dünya sistemi haline gelmesi kapitalist ülkeler arasında siyasal bütünleşmeye neden olmuş, ABiD'de b u bütünleşmenin ön­ derliğini yükümlenmiştir. Böylece II. Dünya Savaşından ¡sonra sos­ yalist ve kapitalist olm ak üzere ortaya iki karşıt ve yarışan kamp çıkmıştır. II. Dünya Savaşı sonrasında başlayan b u kam plaşm a 1950li yılları sonuna k ad ar 'soğuk savaş' biçiminde yürümüş ve bu soğuk savaş örneğin K ore'de -sınırlı b ir sıcak savaşa dönüşebilmiştir. Soğuk Savaşı yaratan temel olgunun, b ir taraftan sosyalizmin dünya ölçeğinde gelişimini önlemek diğer taraftan da Asya, A frika uluslarının bağımsızlık m ücadelelerini durdurup denetim altına alm ak olduğu kabul edilebilir. Nitekim II. Dünya Savaşı sonunda nükleer silah teknolojisinde tekelci b ir üstünlük sağlayan 'AB D , sürekli savaş tehdidi baskısı ile Sovyetler Birliği­ nin uluslararası ilişkilerde etkinlik sağlamasını önlemeye yönel­ miştir. Böyle b ir politikanın doğal sonucu, soğuk savaşın .dünya ölçeğinde yiıriiîülme&i olmuştur. Alınan bütün önlemlere karşın Asya - Afrika uluslarının b a ­ ğımsızlık hareketlerinin önünün alınamaması ve bundan da 'öte­ de Sovyetlerin nükleer ¡savaş teknolojisinde A B D 'ye yetişmeleri so­ ğuk savaşın, yerini uluslararası alanda yumuşamaya (detant) b ı­ rakmasına neden olmuştur. 1952 yılında Sovyetler. B irliğin in atom bom basını yapmasından sonra 1958 yılında da ilk yapma uyduyu başarı ile fezaya göndermesi AB D 'nkı stratejik üstünlüğünün so­ nu olmuştur. Artık ABD'nin kolayca kullandığı savaş baskısı orta­ dan kalkmış, çıkacak b ir bloklar arası savaşın galibinin olmaya­ cağı ve belkide bu savaşın insanıığm sonu olacağı açıkça görül­ meye başlanmıştır. Böyle bir durumda soğuk savaşın anlamını 15T ve işlevini yitirdiği kabul edilmiş; 1958 yılından sonra sosyalist ve kapitalist bloklar arasında bir ytımıuşama ya da Khrııchev'in deyimi ile «barış içinde bir arada yaşama» anlayışı egemen ol­ maya başlamıştır. Bugün için gerek Sovyetier Birliği gerek ABD, yumuşama ya da popüler adı ile 'detant' politikasından vazgeçmeye niyetli gö­ rünmemekle beraber bu iki ülkenin 'detant' kavramını yorumlayışlarımn farklı olduğu görülmektedir. ABD için detant, dünya düzeninin bugünkü haliyle, değişmeden devamı anlamını taşı­ maktadır. Başka bir deyişle ABD için detant, kapitalizmin dünya ölçeğinde gerilememesi biçiminde yorumlanmaktadır. Buna karşı­ lık Sovyetier Biriğil, detantı bloklar arası nükleer silahsızlanma ve nükleer savaştan kaçınma olarak yorumlamakta; bunun dı­ şında, özellikle yoksul az - gelişmiş ülkelerde sosyalizmin kapita­ lizmin yerini alacağını ve kendisinin de bu hareketlerle dayanışma içinde bulunacağını ileri sürmektedir. Başka bir deyişle Sovyetier Birliği için detant, sosyalist ülkelerin sosyalist ve kapitalist ülke­ lerin kapitalist kalacağı anlamını taşımamaktadır, İşte detantın bufarklı yorumu, türlü girişimlere karşın bloklar arası gerginliğin sürmesine neden olmaktadır. Zaman zaman ileri boyutlara varan bu gerilim ve yarışma Sovyetier Birliğinin, bir taraftan askeri alanda güçlü olması diğer taraftan da ekonomik açıdan gelişmiş kapitalist ülkeler düzeyine çıkması gilbi birbirleri ile karşıt iki temd amacı gerçekleştirme uğraşı içine girmesine neden olmak­ tadır. İ970lerin ortasında Sovyetier Birliği, ekonomik alanda büyük bir gelişme düzeyde ulaştığım ve toplumida yapısal bir değişikli­ ğin belirlendiğini ileri sürerek yeni bir anayasaya gereksinme du­ yulduğunu ilan etmiştir. 1936 tarihli Sovyetier Birliği Anayasası toplumun sosyalizmin kurulmasına hazır hale gelmesi ile ortaya çıkan gereksinmeler karşılığında düzenlenmişti. Bu yıllarda top­ rakta kollektivizasyon tamamlanmış ve sanayi alanında ilerleme­ nin ön koşulları hazırlanmıştır. Bu bakımdan 1936 Anayasasının düzenlemeleri, sosyalist toplum inşası amacına yönelik olarak ele alınmış, bu doğrultuda toplum geliştirilmeye çalışılmıştır. 1978'¿ere doğru ise Sovyetier Birliği, gelişmiş sbir sosyalist toplum haline gelmiş ve buna bağlı olarak 1936 Anayasası düzen­ lemelerinin yetersiz kaldığı ileri sürülmüştür. Oluştuğu ileri sürü158 îen gelişmelerin başında işçi sınıfının büsytü'k artış göstererek üıke nüfusunun üçte ikisinden büyük kısmım kapsar hale gelmesi sayıl­ maktadır, Toplum nüfusun en büyük kesimini oluşturan işçiler aynı zamanda yüksek b ir eğitim, teknik uzmanlık ve siyasal bilinç düzeyine erişmiştir. Bunun yanında kollektif çiftliklerde doğup büyüyen köylüler de eğitim ve teknik' uzmanlık düzeyinde işçilere yaklaşmış, bunların dünyayı algılayışları, sosyalist koşullar içiıı de oluşmuştur. İşte bu yeni koşullar, ileri b ir sosyalist toplumun nesnel temelini oluşturmuş ve bu nesnel temel üzerinde yeni bir anayasal düzenleme gereksinmesinin ortaya çıktığı düşünülmüş­ tür. Gereksinmesi duyulan yeni anayasa, sadece sosyalist devletin sınıfsal özü ile ilgili ilkeleri değil, gelişmiş bir sosyalist toplumda ortaya çıkan siyasal ve toplumsal etmenleri de düzenleyecektir. Bi­ rinci Sovyet Cumhuriyeti Anayasası 1917 Ekim devrimdnin kazanç­ larını ve proleterya diktatörlüğünü; 1924 Siovyetler Birliği Anaya­ sası federal bir sosyalist devletin kuruluşunu; 1936 Anayasası ise sosyalizme geçiş ile ilgili toplumsal, politik ve ekonomik örgüt­ lenmeleri düzenlemekteydi. Değişen k o ş u la r ise 1975lerden sonra yeni bir anayasal düzenlemeye gereksinme yaratmıştır. Yeni Sovyet Anayasasının hazırlıkları uzun süren bir dönemi kapsamış ve hazırlıklara oldukça geniş bir halk katılımının sağlan­ masına dikkat edilmiştir. Örneğin Anayasayı hazırlama tartışma­ larına 140 milyon civarında insan katılmış., Komünist Partisi bu amaçla tüm ülkede 450.000 toplantı düzenlemiştir. Böylece Anaya­ salda yer alacak düzenlemelerin neler olacağı konusunda oldukça geniş- tabanlı ve katılmalı b ir temel oluşturm aya özen gös­ terilmiştir, Bu süreç içinde hazırlanan taslak yasama orga­ nında görüşmeye başlanm ış ve 7 Ekim 1977 tarihinden Yüce Sov­ yet, Anayasayı kabul ve ilan etmiştir. Yeni Sovyet Anayasasının, en önde gelen, ayırıcı özelliği suvyet topiumunun artık tamamen emekçi katmanlardan meydana geldiğini kabul ederek devletin tanımını bun a göre yapmasıdır. Anayasada yapılan tanıma göre, »(SSCB-, işçilerin, köylülerin, ay­ dınların, ülkedeki bütün ulusların ve halk topluluklarının emek­ çilerinin irade ve çıkarlarını ifade eden genel halk sosyalist dev­ letidir.» Toplumun artık tamamen emekçilerden meydana geldi­ ği ve devletin ibütün halkın devleti olduğu ileri sürülünce, açıkça ifade edilmemiş olsa da 'proleterya diktatörlüğünün' işlevini bü- 159 yük ölçüde tamamladığı da kabul edilmiş sayılabilir. Nitekim Ana­ yasanın ikinci maddesinde de egemenliğin bütün halka ait oldu­ ğu belirtilerek artık pröleteryanm diktatörlüğüne gerek kalmadığı dolaylı biçimde ifade edilmiş bulunmaktadır. Buna karşılık par­ tinin işlevi ve yön vericiliği korunmuştur. Anayasa, açıkça 'Sov­ yet taplumunun yöneticisi ve yön verici gücü' olarak Komünist Partisini tanımaktadır. Çünkü ileri sürülen teze göre iç çelişkilerin yumuşaması Partinin ve devletin ortadan kalkması için yeterli ol­ mamakta, sınıf mücadelesi dünya ölçeğinde bloklaşma içinde sür­ mektedir. Kısaca özetlemek gerekirse, Sovyet toplumunun Yirminci yüz­ yılın son çeyreğine girerken ileri düzeyde sosyalizmi gerçekleştir­ diği ve bunun için de devletin artık tüm toplumun devleti haline geldiği ileri sürülerek yeni bir anayasa hazırlanıp yürürlüğe konul­ muştur. Yeni Anayasa bir taraftan Komünist Partisinin yönetici ve yön verici niteliğini muhafaza ederken toplumsal demokrasi­ nin daha da geliştirilmesi için «yurttaşların devlet ve toplum işle­ rinin yönetimine daha geniş bir şekilde katılmasını» toplumsal ge­ lişmenin temel doğrultusu olarak tanımlamış bulunmaktadır. 160 BÖLÜM B E Ş: AZ-GELİŞMÎŞ ÜLKELERİN SİYASAL REJİMLERİ Çağımız dünyasında, insanlık alemi için en önde gelen soru­ nun az-tgelişmiş ülkelerin ve bu ülkelerde yaşayan halkların kade­ ri olduğu söylenebilin Nitekim bu- sorun yine dünyanın her ya­ nında önceliğe sahip b ir tartışma alanını oluşturmaktadır. Bilin­ diği gibi dünya nüfusunun üçte ikisinden fazlası b u ülkelerde yaşa­ makta, azgelişm iş üıke halklarının yoksulluğu ve geriliği doğal olarak kalkınma ve gelişme sorunlarım ön plana çıkarm aktadır. Bununla be rabe r bu ülkelerin ekonomik ve toplumsal açıdan ge­ riliği, yapısal bir özellik taşıdığından kalkınma ya da gelişme siyasal yapıdan bağımsız olarak ele alınamaz. Başka b ir deyişle azgelişm iş ülkelerin siyasal sistemini tartışm ak b ir anlamda on­ ların ekonomik ve toplumsal yapılarını, da. ele alm ak anlamına gelmektedir. . Üzerinde çok durulan ve çok tartışılan b ir kavram olm asına karşın 'az-gelişmişliğin' kavramsal 'tanımı kolaylıkla 'yapılam a­ makta; çoğu zaman birbirleri ile ters düşen tanımlar ortaya çık­ maktadır. Kısaca belirtmek gerekirse azgelişm işliğin tanımı, top­ lumsal yapı ile ilgili belli ölçütlere- dayanılarak' yapılm akta ve foöy- leee az-gelişmişlik kavramı daha çok sosyo - ekonomik yapı özel­ liklerine dayandırılmaktadır. Sosyo - ekonomik açıdan'gelişeme­ miş, geri ülkelerin siyasal sistemleri ya da siyasal sorunları ön plana çıkınca, daha çok-siyasal içerik taşıyan 'üçüncü dünya-ülke­ leri' kavram ı kullanılabilmektedir, -Zaman zaman d a 'bloksuz ül­ keler' kavramr da az-gelişmiş ' ülkeler için kullanılabilmektedir. Aslında tüm b u kavramların özdeş ,ya d a eş anlamlı olduğu görül­ mektedir. Bununla beraber farklı kavram ların kullanılması bazı karışıklıkların ortaya , çıkmasına; neden . olabilmektedir. Örneğin 161 her azgelişmiş ülke aynı zamanda bloksuz değildir, her bloksuz ülke de az-gelişmiş değildir. Azgelişmiş bir ülke olan Türkiye bir blok üyesidir, buna karşılık Avusturya, Avustralya, Yeni Zelan­ da gilbi gelişmiş ülkeler bloksuzdur ve siyasal sistem olarak kla­ sik demokrasi ile yönetilmektedirler. Bunun dışında yukarıda da be­ lirtildiği gibi azgelişmişlik kavramı, (daha çok ekonomik potansiyel ile ilgili olup kendi içinde farklı yapısal kategorileri kapsamakta­ dır. Örneğin Türkiye, Suudi Arabistan ve Çad Cumhuriyeti birer az-gelişmiş ülke olmakla beraber aralarınida önemli yapısal farklı­ lıklar bulunmaktadır. Türkiye sanayileşme çabasını sürdüren bir az-gelişmiş ülke iken Suudi Arabistan çok yüksek ¡dış geliri olan geri bir ülke ve Çad Cumhuriyeti korkunç derecede yoksul, açlık sorununu çözememiş bir azgelişmiş ülkedir. Başka bir deyizle az­ gelişmiş ülkeler, kendi içlerinde yapısal farklılıklar gösteren ka­ tegorilere ayrılmakta ancak bu kategoriler ile farklı siyasal sis­ temler üst üste gelmemektedir. Klasik demokrasi yapısal olarak gelişmiş kapitalist ülkelerin, miarksist demokrasi yine yapısal bir nedenselliğe bağlı olarak gelişmiş sosyalist ülkelerin siyasal sisiten> leri olarak ortaya çıkarken, belli ve genel bir yapısal özelliği ifade eden azgelişmişlik belli bir siyasal sistem ile özdeşlik göstereme­ mektedir. İşte kısaca değinilen kavram kargaşasından kaçınmak ve si­ yasal sistemi betimlemek için 'üçüncü dünya' kavramının kullanı­ labileceği ileri sürülebilir. Bu çerçeve içinde üçüncü dünya terimi, siyasal rejimi klasik demokrasi olan gelişmiş kapitalist ülikdler ile siyasal rejimi marksist demokrasi olan gelişmiş sosyalist ülkeler dışında kalan ülkeleri kapsamaktadır. Buna göre üçüncü dünya ülkeleri arasında siyasal rejimi klasik demokrasi denemesi, askeri diktatörlük ya da tek parti yönetimi gibi birbirlerinden farklı siyasal kategorilere rastlanmaktadır. Nitekim bundan da ötede bir kısım az-gelişmiş ya da üçüncü dünya ülkeleri gelişmelerini kapitalist düzen içinde tamamlamaya çalışırken bazıları da sosya­ lizmi hedef alarak anti-kapitalist bir gelişme yoluna (girmişler­ dir. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi gelişmelerini ister kapita­ list ister anti-kapitalist yolla sürdürmeye çalışsınlar tüm bu ülke­ lerin yoksul ve geri olduklarını unutmamak (gerekir. Azgelişmişliğin siyasal ifadesi olarak kullanılabilen üçüncü dünya ülkeleri için gerek siyasal gerek yapısal bir homojenlik söz konusu edilmediğine göre niçin böyle bir gendi kategori kullanıl- 162 dığı sorusunu cevaplandırmak gerekmektedir. Böyle bir genel kav­ ram kullanmanın esas amacı, gelişmiş kapitalist ve sosyalist ül­ keleri dünyanın diğer ülkelerinden ayırmak değildir. Bundan öte­ de, üçüncü dünya terimi altında toplanan ülkelerin, farklılıklarına karşın bir takım ortak özellikler taşıdıkları görülmektedir. Başka bir deyişle terim, siyasal içerikli bir takım ortak özelliklere da­ yanmaktadır. Birinci ortak yön, göreli yoksulluktur. Daha somut bir ifade ile ge­ lişmiş kapitalist ve sosyalist ülkeler giderek zenginleşirken üçüncü dünyada toplanan ülkeler genel olarak diğerlerine oranla giderek yok­ sullaşmaktadır. Kuşkusuz tüm azıgelişmiş ülkeler, kendi açıların­ dan bir gelişme ve ekonomik ilerleme içindedir. Başka bir deyişle he­ men hemen bütün geri kalmış ülkelerde durum, düne göre giderek daha iyi olmakta, hatta kendi koşulları içinde hızla geliştikleri bile söylenebilmektedir. Bununla beraber sözü edilen gelişmeyi di­ ğer grup ülkelerin zenginleşmesi ile karşılaştırınca aradaki farkın açıldığını, göreli bir yoksullaşmanın ortaya çıktığını söylemek mümkün olmaktadır. İkinci önemli ortak nitelik coğrafi yayılma olarak tanımlanabilir. Az-gelişmiş ya da geri ülkeler dünya üze­ rinde belli yerlerde toplanmış görünmektedir. Bunu tersten ifa­ de etmek gerekirse şöyıe söylenebilir; Sovyetler Birliği dışında­ ki Asya Kıtasının tamamı, Afrika Kıtası, Orta-Doğu 'ülkeleri ve Latin Amerika az-gelişmiş dünyanın fiziki alanını, oluşturmakta­ dır. Buna karşılık Kuzey Amerika, tüm Avrupa, Avuslturalya kı­ tası ve Japonya, yukarıdaki tartışmaların ışığı altında bu dünya­ nın dışında kalmaktadır. İnsanlık aleminin sayıca % 70'inden fazlasını oluşturan az-gelişmiş ülkelerin yoksullukları ve tüm dünya düzeninin değişimin­ de kilit taşı rolü oynamaları, bu alan üzerindeki çalışmaların bü­ yük ölçüde yoğunlaşmasına neden olmuştur. Örneğin bugün dün­ yanın hemen hemen her yerinde, büyük üniversitelerde ‘üçüncü dünya' ülkelerini tek tek inreleyen enstitülerin ortaya çıktığı gö­ rülmektedir. Sadese ABD’de üniversite ve çeşitli kuruluşların bün­ yesinde 70’ten fazla Orta-Doğu Enstitüsünün bulunması konunun ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Burada, kuşkusuz ko­ nunun tüm ağırlığı ve her yönü ile ele alınması olanaksız dışıdır. Bundan da ötede azgelişmiş, yoksul ülkelerin tek tek incelen­ mesi de söz konusu olamayacaktır. Burada yapılacak, iş, belli 163 coğrafi yöreleri ele alıp söz konusu olabilecek genel siyasal rejim sorunları üzerinde tartışmak olacaktır. Ancak bu 'tartışmalara gir­ meden. önce bütün geri ve yoksul ülkelerle yakından ilişkisi bulu­ nan iki önemli genel soruna değinmek gerekli gözükmektedir. Bunlar «ulusal kurtuluş savaşları» ve « emperyalizm» olarak nite­ lenebilir. Azgelişmiş ülkeelrin bir kısmı, hemen hemen hiç bir za­ man siyasal bağımısızlıklarını kaybetmemiş olan ülkelerdendir. Türkiye, Çin, Iran bunlara örnek sayılabilir. Buna karşılık/ özel­ likle İkinci Dünya Savaşından sonra çok hızıanan bir süreç için­ de eski koloni ya da sömürge halklarının bağımsızlıklarım kazan­ dıkları görülmektedir. Emperyalist - kolonyal sistem yıkılırken, ortaya 80 civarında da bağımsız ülkenin çıktığı söylenebilir, için­ de yaşadağımız çağı, kolonilerin ya da ondan da ötede dünya halklarının siyasal bağımsızlık savaşı (dönemi olarak nitelemek doğru sayılmaktadır. İlk örnekleri Birinci Dünya Savaşından son­ ra ortaya çıkan kurtuluş hareketleri İkinci Dünya Savaşından son­ ra her yere yayılmış gözükmektedir. Ulusal kurtuluş hareketlerinin ana ideolojisi, isminden anla­ şılacağı gibi ulusçuluktur. Bundan da ötede ifade etmeli gerekir­ se ulusçuluk günümüzde üçüncü dünya ¡ülkelerinin ideolojisi ola­ rak tanımlanabilir. Bununla beraber günümüzün az-gel işmiş ya da üçüncü dünya ülkelerinde ortaya çıkan ulusçuluk anlayışını geliş­ miş ülkelerin ulusçuluk anlayışı ile karıştırmamak gerekir. Ulus­ çuluk, daha önce de değinildiği gibi 15 inci yüzyılda Avrupa ülke­ lerinde gelişen yeni düzene bağlı olarak ortaya çıkmış ve o za­ mandan günümüze kadar bu ülkelerin esas ideolojisi olarak sü­ regelmiştir. Başlangıçta insancıl ve demokratik bir içeriğe sahip olan Avrupa ülkelerinin ya da gelişmiş memleketlerin ulusçuluğu zamanla değişmiş; özellikle 19 uncu yüzyılın sonlarında, emperyalist aşamayan girilince saldırgan, şoven (bir ulusun kendini diğer ulus­ lara göre kesin olarak üstün sayması) ve baskıcı bir nitelik taşı­ mağa başlamıştır. Böylece ulusçuluk bu ülkeler için dünya ölçe­ ğinde ve diğer ulusların üstünde ekonomik, siyasal üstünlük sağ­ lama anlamı kazanmıştır. Özellikle faşist düzenlerde ulusçuluk, ırk­ çılık, .saldırganlık ve hegemony acılık özelikleri ile özdeşleşen bir anlam kazanmıştır. 164 Azgelişmiş ülkelerin ulusçuluk anlayışı bundan temelden fark­ lıdır. Genel olarak bu ülkelerin ulusçuluğu, 19'uncu yüzyılda ge­ lişmiş batı ülkeleri ulusçuluğuna karşı, siyasal bağım sızlık ve eko­ nomik sömürüyü durdurm a talepleri, ile ortaya çıkmıştır. Geri', kalmış yoksul ülkeler içinde ilk ulusçuluk tepkisi, Türkiye, Mısır, Çin ve İran gibi geçmişleri parlak ve siyasal gelenekleri güçlü ül­ kelerde belirlenmiştir. Batı ile ilişkilerinin, kurulu düzenlerini çö­ kerttiği, ekonomik olarak batının kontrolünün açık hale geldiği b u ülkelerde, özellikle 20 inci yüzyılın başlarından itibaren , ulusal tepki bütün şiddeti ile patlamıştır. B u arada yukarıda -sözü edilen ülkeler dışında, Japonya'dan söz etmek gerekir. Japonya kapita­ lizm ile sanayi devrimini başaran ve kalkınmış ülkeler arasına en son katılan ülke sayılabilir. Japonya, 19'uncu yüzyılın ortaların­ da yapısı ve gücü Osmanlı İm paratorluğu, Çin ya da İran'dan fark­ lı olm am akla beraber; 2G'inci yüzyıla sanayileşmesini tamamlamış ve kapitalist yolla kalkınmış bir ülke olarak girmesi açısından kendine özgü bir nitelik taşımaktadır. Japonya, çağının sömürü­ len devletlerine, ekonomik alanda başardığı değişimin modeli açı­ sından değil, 1905 yılında büyük bir emperyal ülke olan Rusya ile giriştiği savaşta kesin bir zafer kazanması ile etkili olmuştur. Japonya'nın ekonomik değişimi değil, fakat mazlum olarak tanınan b ir ülkenin güçlü Rus Çarlığını mağlup edebilmesi Türkiye'de, Çin'­ de, M ısır'da ve benzeri ülkelerde büyük heyecan uyandırmış; em ­ peryalist ülkelerin mağlup edilebileceği örneğinin ortaya çıkması bu ülkelerdeki ulusçuluk akımının hızla güçlenmesine önemli öl­ çüde katkıda bulunm uştur; Böylece I . Dünya Savaşından hemen sonra başta Türkiye ol­ mak üzere İran, Çin, Mısır ve Hindistan'da içerikleri" birbirle­ rinden belli noktalarda farklılıklar göstermekle beraber ulusal ha­ reket giderek yükselmiş; örneğin Savaşta yenilgiye uğrayıp yok olan Osmanlı İm paratorluğunun yıkıntıları üzerinde Türkiye, si­ yasal bağım sızlığını kazanmış bir ülke olarak ortaya çıkmıştır.20'nci yüzyılın baş;arında yükselen b u ulusal hareketlerin, toplum ­ sal temellerinde batı hegemonyasına karşı direnmeye başlayan or­ ta sınıfların' öncülük rolü oynadığı ileri sürülebilir. Başka b ir de­ yişle ulusçu hareket,' özellikle siyasal yönde bir anti emperyalist içerik taşımakla beraber köklü ekonomik örgütlenme değişiklik­ lerini tartışmaktan uzak kalmış; bununla beraber yine çok köklü olmamakla beraber anti - feodal öneriler taşıyan program lar or165 taya atılmıştır. Başka bir deyişle 20nci yüzyılın başımda, ulusal devrimler az ya da çok anti - feodal bir içerik de taşıyabilmiştir. Bu anlamda I. Dünya Savaşı sonrası ulusal kurtuluş hareket­ leri bir burjuva devrimi özellikleri de göstermiştir. 20 inci yüzyılın başlarında Afrika kıtasında ((Kuzey Afrika hariç) bir ulusal hareketin başladığını söylemek pek olanaklı değildir. Afri­ ka'nın yanında Güney Amerika ülkeleri de siyasal bağımsızlıklarını çok ¡daha önceleri kazanmış olmakla birlikte yine ulusçuluk açısın­ dan büyük hareketlere sahne olmamıştır. Afrika'da II. Dünya Sava­ şından sonra giderek yükselen bir ulusçuluktan söz etmek olanaklı­ dır. Afrika ülkelerinin siyasal bağımsızlığım kazanması ile gücünü ve etkinliğini artıran bu yeni ulusçuluk akımı, kendi içinde yeni bir öğe­ yi de kapsadığı görüilmdktedir. Bu öğe, ulusçuluk akımının ekonomik yorumudur. Kısaca belirtmek gerekirse, bugünkü biçimi ile üçün­ cü dünya ülkelerinde gündeme gelen ulusçuluk, ekonomik örgüt­ lenme konusu üzerimde önemle durmakta, yoksul ve geri ülkeler için kapitalist olmayan yollarla ekonomik gelişme alternatifleri oluşturulmaktadır. Ulusçuluğun bu yeni yorumu, Güney Amerika ülkelerinde de etki uyandırmaktadır. Ulusal Kurtuluş hareketinin sadece siyasal bağımsızlığı değil, kapitalist olamayan yollarla eko­ nomik gelişmeyi de amaçlamaya başlaması dünya düzenini temel­ den değiştirecek bir önem ve içerik taşımaktadır. İşte bu neden­ le de az-gelişmiş ülkelerin ulusal kurtuluş hareketleri, ulusçuluk ideolojisini yeni biçimlerde yorumlamaya başlamış olmaları çağı­ mızın en güncel inceleme alanını oluşturmaktadır. Kalkınma nedir, az-gelişmiş ülkeler nasıl kalkınabilir, kal­ kınma çabalarının önündeki engeller nedir giıbi sorular, özellikle II. Dünya Savaşından sonra sadece yoksul ülkelerin değil tüm dünya akademik çevrelerinin ve kamu oyunun en çok tartışdığı alanları oluşturmaktadır. Gerçekte bugün dünyada toplum sorun­ ları ile ilgili olarak yazılan kitapların, ortaya atılan kuramların çok büyük bir kısmının az-gelişmiş ülkelerin kalkınma sorunları île ilgili olduğu görülmektedir. Doğal olarak bu gelişme bir ta­ kım yeni sorunların ortaya atılmasına, yüzlerce yıldır bu ülkeleri ve insanları sömüren, onları doğal olarak geri kalmış ilkel toplum­ lar olarak gören gelişmiş batı ülkelerinin neden son 30 yıl içinde tamamen değişik bir tavır aldığı sorusu az-gelişmiş ülke aydın­ larını bu konu üzerinde düşünmeye itmektedir. Başka bir deyişle 166 azgelişm iş ülke aydınları, bu son 30 yıl içinde batıda ortaya çı­ kan insancıllığın, heyecanın nedenini tutarlı b ir biçimde açıkla­ m ak zorunluluğu ile karşı karşıya bulunm aktadır. Günümüz dünyasının çok büyük b ir kesimi için hayati sorun hale gelen kalkınmayı, kısaca üretim sisteminin gelişmesi ya da insanın doğayı kontrol etme olanaklarının artması olarak tanımla­ m ak mümkündür. Daha da somut olarak ifade etmek gerekirse, kişi başına düşen ulusal gelir, okuma yazma oranı gibi zaman za­ man yanıltıcı olabilen kavram lar yerine toplum da ortalam a işgü­ cünün üretkenlik derecesinin değişimi olarak -kalkınmayı' tanım­ lamak ve ölçmek doğru olabilir. Iş gücünün üretkenliğinin artma­ sı, üretim sürecinde giderek artan ölçüde üretim araçlarının kul­ lanılması ve teknolojisinin ilerlemesi anlamına gelmektedir. Böylece birim işgücü giderek daha fazla değer yaratm ak olanağına sahip olabilecek, insanın doğayı kontrolü giderek daha etkin hale gelecektir. Kalkınmanın bu tür tanımı hem ekonom ik hem de kültürel alanda toptan b ir gelişmeyi kapsıyabilımektedir. Kalkınm a sorunun tartışması, -geri kalmışlığın nedenlerini ele alm akla başlıyabilir. Eğer sorunu tartışmaya, _ bir takım ekono­ mistler tarafından ortaya atıldığı gibi « b ir ülke yoksul ■olduğu için yoksuldur» tipinden önermelerle başlanırsa düşünceler kısır b ir döngü- içinde kalabilir; ülkelerin neden zengin ya da yoksul olduğu tartışma dışında bırakılarak sorun basit ve mekanik düzömîemeler içinde ele alınabilir. Bu takdirde tartışmaların otura­ cağı nokta, yoksul ülkelerin -zengin ülkelere benzerse yoksulluktan kurtulacağı varsayımına dayanmak olacaktır. Bu durumda so­ runun, zaman boyutu içinde, derinliğine tartışılabilmesi olanak­ sızlaşır. jDrneğin yoksul ülkelerin yoksulluğunun nedeninin zen­ gin ülkelerin yoksul ülkelere gelişme um vermemiş olması ol­ gusu tartışma dışı kalır. Bundan da otelde zengin ülkelerin nasıl, zengin olduğu ve onların zenginliğinin pahasını kimlerin ödediği tartışması yapılamaz, Başka bir deyişle geri kalmışlıkla, zengin­ lik birbirleri ile ilişkilendM lm eden açıklanırsa b u tür açıklamanın gerçeği ifade ettiği söylenemez. Nitekim ¡günümüzde toplum, bilinir' dilerin büyük bir kesimi de az-gelişımişlik ve .kalkınma sorunları­ nın, kısaca ifade edilecek olursa/ emperyalizmden ayrı tartışılamıyacağım ileri sürdükleri görülmektedir. Bu nedenle çağımızın en önemli tartışma alanlarından birini oluşturan ve çok değişik 167 gruplarca birbirlerinden çok farklı anlamlar içinde kullanılan em­ peryalizm kavramı üzerinde biraz durmanın yaran olacaktır. Çağımızın en yoğun tartışmalarına konu olan emperyalizm kavramı, esas olarak ekonomik içerikli bir kavramdır. Bu kavram toplumların tarihsel gelişimi içinde ortaya çıkmış bulunan bir aşamayı belirlemektedir. Sözü edilen aşamanın belirgin özellikleri şöyle tanımlanabilir : (a) bir kaç gelişmiş kapitalist ülke dünya pazarında sanayi üretimi açısından bir yarışma içinde bulunmak­ tadırlar; (b ) bu gelişmiş ülkelerde sermaye tekelci hale gelmiştir; (e) tekelci hale gelen sermaye, birikim sonucu kendi ülkesinin sı­ nırlarından dışarıya taşımaya başlamıştır; (d) dünya pazarı çok uluslu hale gelen bu tekelci güçler arasında paylaşılmış ancak pay­ laşma ile beraber yarışma son bulmamıştır. Bu niteliklerin yanın­ da emperyalizmde çok sözü edilen finans kapitalden de kısaca bah­ setmek gerekirse, kavramın banka sermayesinin üretim biçimine egemen olması ile tanımlanabildiğine işaret edilebilir. Ancak te­ keller arasındaki yarışmanın keskinliğinin azalması ile finans ka­ pitalin de büyük tekelci sermayenin özü ya da esasını değil bir parçası oluşturduğunu ileri süren görüşlere Taşlanmaktadır. Emperyalizm kavramının ilk kez sistemli biçimde incelenme­ si Rudolf Hilferding tarafından yapılmıştır. Hilferdimg Finanskapital adlı yapıtında, liberal ekonomi kuramının öngördüğü özgür yarışma yerine tekellerin ortaya çıktığını ve bu oluşumun genişle­ me için güçlü bir siyasi mekanizmaya gereksinme duyduğunu ile­ ri sürmüştür. Hilferding’e göre ülke çapında ortadan kalkan yarış­ ma, aynı durumda bulunan gelişmiş kapitalist ülkeler ya da bu ülkelere ait tekeller arasında yarışmaya dönmekte; dünya paza­ rı için birbirleri ile yarışmaya başlayan güçlü ulusal tekellerin mü­ cadelesi ulusçuluk ideolojisinin yeniden ve farklı bir biçimde yo­ rumlanmasına yol açmaktadır. Başka bir deyişle gelişmiş kapita­ list ülke burjuvazisinin tekelci sermayesi, dünyayı kontrol etmek için uluslararası bir çatışmaya girmektedir,, Böylece Hitferding, artık bütün belirtileri ile ortaya çıkmış, eyleme dönüşmüş olan emperyalizm olgusunu tutarlı bir kuram içinde açıklama çabala­ rına öncülük etmiştir. Hilferding, emperyalizm olgusunun özellikle siyasal etkilerim doğru sayılabilecek bir biçimde kurumsallaştırmış olmasına kar­ şı dışa açılmayı zorunlu kılan ekonomik etkenler üzerinde fazla 168 durm adığı söylenebilir. Gelişmiş kapitalist ülkeler ya da başka b ir deyimle merkez ülkeler için sorun, tekelleşmiş sermayenin sürek­ li olarak yüksek karlılık elde edebilecek alanlara kayabiimesidir. B u olgunun emperyalist aşamanın çeşitli bölüm lerinde değişik gö­ rünümlerle ortaya çıktığı söylenebilir. Emperyalizmin gelişmesin*, de üç farklı dönemin varlığından söz edilebilir. Birinci dönem, tica­ ret kapitalizminin önderliğinde dünya pazarlarına açılma olarak nitelenabilmektedir. Batı Avrupa'da 16 ncı yüzyılda başlayıp geli­ şen kapitalizm ile binlikte ortaya çıkan bu aşama 19 uncu yüzyılın ortalarına kadar sürmüş gözükmektedir. B u aşamada b ir dünya ekonomik düzenin oluştuğu, kapitalizmin dünyanın hemen hemen her yöresini ticarete açtığı söylenebilmebtedir. Kapitalist evrime giremeyen ülkeler ve1yöreler, buralarda yaşayan toplum lar ticaret yolu ile kapitalizme açılmıştır; başka b ir deyişle kapitalizmle bü­ tünleşme sürecine girmişlerdir. Bütünleşmenin aracı da dış tica­ ret yolu ile pazara açılma olmuştur. Bu bakım dan kapitaiistleşme yoluna giren ya da başka deyişle merkez ülkeler açısından yüksek kar oranları elde etmeyi sağlıyan ekonomik politika, merkanıtaliızm, dünya pazarının ticarete açılması biçim inde belirlenmiştir. Bu oluşumun pazara katılan ülkeleri de etkilemiş, bu ülkelere gi­ ren ticaret sermayesi, ticareti ve dolayısıyla üretim i engelleyen kurum lan ortadan kaldırm a yoluna girmiştir. Bu, sözü, edilen topİnanların daha ileri üretim biçimlerine geçmesi anlamına gelmek­ tedir. Böyleee daha birinci aşamada emperyalizm' bir taraftan ge­ ri kalmış yörelerin, sömürülmesi anlamına gelirken aynı zamanda üretim güçlerinin gelişmesi biçiminde buralarda yapısal değişik­ liklere yol açmaya başlamıştır. İkinci aşama ise, merkez ülkelerdeki sanayi devrimi sonucu, üretici sermayenin gereksinmelerine uygun bütünleşme biçim leri­ nin ortaya çıkması ile belirlenmektedir. Sanayileşen ülkelerin ham madde gereksinmeleri ve gıda maddelerine olan talepleri ko­ lonilerde ya da çevre ülkelerde ihracata dönük ham m adde ve tarımsal gıda m addeleri üretimini zorlamış; daha açık olarak be­ lirtmek gerekirse, kontrol edilen ülkeler giderek ham m adde ve' tarımsal madde üretiminde uzmanlaşmaya başlam ışlardır. Çevre ülkeleri ya da sömürülen, ülkelerin, sanayileşen ülkelerin gerek­ sinme duyduğa malları üretmede uzmanlaşması b u ülkelere yapı­ lan sermaye yatırımları ile pekiştirilmiştir. Bu oluşum ya açık koloni koşulları altında gerçekleşmiş, bazen çevre ülke siyasal ba­ 169 ğımsızlığını devam ettirmiş (Osmanlı imparatorluğu, Çin vb. gibi) ama belirtilen ekonomik bütünleşme her yönü ile, bütün kurumlarıyle varlığını sürdümüştür. Kısaca özetlemek gerekirse, emper­ yalizmin ikinci dönemimin ana niteliği gelişmiş kapitalist ülkele­ rin, çevre ülkelerinde ham madde ve tarımsal mal üretimini ge­ liştirecek biçimde buralara sermaye ihraç etmesi olarak tanımla­ nabilir. İhraç edilen sermaye madenleri işletmek, demiryolları yapmak, kredi kuramları oluşturmak vb. alanları kapsamıştır. Böylece dünya ekonomik bir bütün haline gelmiş, bu çerçeve içinde bir ülkelerarası iş bölümü ortaya çıkmıştır. Bu iş bölümü, az-ge~ îişmişliğin temel belirleyicisi sayılabilir. Emperyalizmin üçüncü aşamasına 1929, bunalımı ve ikinci Dünya Savaşı sonrasında ulaşılmıştır. Ulusal kurtuluş savaşları­ nın yayılması ve eski kolonilerin siyasal bağımsızlıklarına kavuş­ maları ile bu ülke halklarının kendi kaderlerine kendilerinin sahip çıkmaları eğilimi giderek artmaya başlamış, bunun sonuçlarından biri ise bu ülkelerde emek yoğun (yani geri teknoloji kullanan) sanayilerin ortaya çıkması olmuştur. Yoksul ve hiç bir alanda gelişememiş, az-gelişmiş ülkelerin kendi kendilerine çağdaş tek­ nolojiyi üretecekleri beklenemez ve bu ülkeler sanayileşme çaba­ sına girdikleri anda teknoloji açısından dışarıya bağımlı olacak­ lardır. Başka bir deyişle dışarısı onlara hangi teknolojiyi verirse onunla sanayini kurma çabasını sürdürmek zorundadır, işte bu çer­ çeve içinde az-gelişmiş ülkelerin geri teknolojili yani az makine çok emek kullanan sanayiler kurduğu görülmektedir. Bu dönemde ye­ ni sanayileşmeye başlayan ülkeler geri teknolojili zayıf sanayileri­ ni korumak için yüksek gümrük duvarlarına başvurunca tekelleş­ miş uluslararası sermaye bu duvarları atlamanın yollarım ara­ maya başlamıştır. Seçilen yol az-gelişmiş ülkenin yerli burjuva­ zisi ile bütünleşmektir, özellikle 1950lerden sonra bir çok az-, gelişmiş ülkede büyük güvenceler ve ayrıcalıklar sağlayarak ya­ bancı sermayeyi, yabancı yatırımları teşvik kanunlarının çıkarıl­ ması bu olgunun gözle görülür somut sonuçlarından bir tanesi­ dir. Bu dönem aynı zamanda çok uluslu sermayenin ortaya çıktığı ya da uluslararsılaşmamn daha üst bir düzeye eriştiği aşama ola­ rak tanımlanabilir. Yalnız bı uhıslararasılaşmayı farklı uluslara ait sermayenin bir araya gelmesi biçiminde değil, bir şirketin bir çok ülkede faaliyet göstermesi biçimimde anlamak gerekir. Uluslararasılaşan sermaye, az-gelişmiş ülkelerdeki küçük yerli ser­ maye ile bütünleşerek dünya ölçüsünde üretimi ve piyasayı denet­ 170 leme olanaklarına kavuştuğu görülmektedir. Yerli sermaye ile bü­ yük sermaye arasında kurulan bu sıkı ilişki sayesinde sermaye­ nin yer . değiştirmesi (hareketliliği) kolaylaşmakta; böyleoe uluslararasılaşmış sermaye her' zaman daha karlı kesim ve yörelere kaymak olanağına sahip olmaktadır. Bu büyük sermayenin kar oranının korunmasını sağlayıcı b ir ilişki olarak tanımlanabilir ve bunun sürekliliği için dünyanın bugünkü düzeninin değişmemesi gerekir. Çağımızın ekonomik düzeni, uluslararasılaşm ış sermayenin hareketliliğine bağlı olarak yeni b ir uluslararası işbölüm üne plat­ form, oluşturmaktadır. Sözü edilen bu yeni işbölüm ünde belirleyi­ ci değişkenler ülkelerin değişik ekonomik- büyüm e koşulları, tek­ nolojik olanaklar ve ücret düzeyleri olarak tanımlanabilir. B ir yandan sermayenin ülkeler arasındaki dağılımı diğer yandan da ham maddeler ile sanayi m alları arasındaki değişimoranları emperyalizm olgusunun günümüzdeki sorunlarının düğüm nokta­ larını oluştumıaktadır. Baha açık b ir ifade ile gelişmiş kapitalist ülkelerin, kapitalist üretim düzenine' sahip azgelişm iş ülke ekono­ milerini iki esas eksen üzerinde kontrol ettiği söylenebilir. B i­ rinci olarak azgelişmiş ülkelerde teknoloji yaratılm adığı için sa­ nayileşmek için sermaye, ve teknoloji ithali zorunlu hale gelmek­ te; b u oluşumun dışında b ir gelişime olanağının söz konusu olması çok zor gözükmektedir. İkinci olarak ise azgelişm iş ülkeler dış ticaretlerinde sürekli açık vermekte ve bu nedenle sanayileşme­ leri engellenmektedir. AzHglişmiş; ülkelerin dış ticaretlerinin sü­ rekli açıik vermesi, onların ürettikleri tarımsal ürün ya da ham madde fiyatları ile gelişmiş ülkelerin ürettikleri sanayi m alları arasındaki fiyat oranının sürekli biçimde ikinci grup çıkarı doğ­ rultusunda değişmesinden kaynaklanmaktadır. Örneğin b ir azge­ lişmiş ülke 20 yıl önce belli bir makineyi ithal etmek için 300 kilo buğday satarken bugün aynı m akineyi' ithal etmek için 500 kilo buğday satmak zorunda kalmakta; ilişkinin bu tür Olması nedeni ile azgelişmiş ülkeler ya da üçüncü dünya ülkeleri sürek­ li olarak gelişmiş ülkelere daha fazla miktarda değer transfer et­ mektedir. Bir ekonomik ilişkiler düzeni olarak emperyalizmin işleyiş süreci burada genel hatları ile özetlenmeye çalışılmıştır. Görüldü­ ğü gibi olgunun temelinde, kapitalist düzenin doğal sonucu sayı- 171 laibiieçek tekelci büyük sermayenin varlığı yatmaktadır. Tekelleş­ me, bir grup tarafından ileri sürüldüğü gibi (bu gruba siyasal literatürde genel olarak «revizyonist» denmektedir.) üretim anar­ şisini ortadan kaldırıcı rol oynamamış; aksine tekelci firmalar üre­ timde ve dünya ölçeğindeki üretim ilişkilerindeki karmaşıklığı daha da artırmıştır. Kapitalizmin gelişmesi ile birlikte, dünya ölçeğinde dengesizlik ve düzensizliklerin hızlanarak arttığı söyle­ nebilir. Tekelci gelişme, klasik ekonomi kuramının dengeleyici et­ kenler arasında temel saydığı piyasa mekanizmasını işlemez hale getirmiştir ve bir çok hallerde devletin düzenleyici bir işlev yü­ kümlenerek ekonomiye müdahale ettiği görülmektedir. Bu olu­ şum, bazılarının ileri sürdüğü gibi tüketici yararına bir müdahale niteliği taşısa da esas amacın kapitalist sistemin devam ettirilme­ si olduğu açıktır ve bir başka deyişle ülke içinde tüketicinin ko­ runması, başka ülkelerdeki insanların büyük sorunlarla karşı kar­ şıya kalmasına neden olmaktadır. Tekelleşme kar oranlarının eşitlenmesi sürecini bozup, kay­ nak sağılımını etkisiz kılınca bazı üretiım alanlarında aşırı karlar, bazılarında zar an ya da düşen karlar zorunlu hale gelecek; başka bir deyişle kapitalist ekonominin işlerliği ile ilgili temel varsayım­ ların bir kısmı anlamsız önermelere dönüşecektir. Azalan karlar, rekabetçi kapitalizmde bazı firmaların karlı olmayan alanı bırak­ ması (iflas) ile kendini göstermektedir. Ancak bu durum büyük büyük bir monopol için söz konusu olursa iflasın yan etkilerinin bütün ekonomiyi temelden sarsabileceği kabul edilebilir; nitekim bu durumda bulunan tekel devlet yardımı ile varlığını sürdürme­ ye devam etmekte ve böylece kapitalist tekelcinin zararı vergi veren halkın cebinden karşılanmaktadır. Tekelci karının devam zorunlulu­ ğu, kamu kaynaklarmdan desteklenmenin yanında çeşitli olanaklar aramaktadır. Silah ticareti ve bölgesel savaşlar bu olanakların en yaygın olanlarındandır. Emperyalizm olgusunun toplumsal yapıları etkileyişi üzerin­ de de bir ölçüde durmak gereklidir, böylece üçüncü dünya ülke­ lerinin siyasal sistemlerinde çok önemli rol oynayan etkiler hak­ kında bazı genel önermeler oluşturmak mümkün olabilir. Aslında soruna iki yönlü bakmak, emperyalizmin hem merkez hem çevre ülkedeki toplumsal yapılar üzerindeki etkisini ayrı ayrı tartışmak anlamlı olacaktır. 172 Emperyalist ilişkilere girilmesi ile merkez ülkede tekelci kapi­ talin önderliği altında tüm mülk sahibi kesimlerin bütünleştiği gö­ rülmektedir. B u bütünleşme, sermayenin değişik kesimleri ara­ sındaki çelişkilerin (banka, sanayi sermayesi gib i) ortadan kalkm am akla beraber yumuşaması anlamına da geldiği açıktır. Te- kelci sermayenin, çevre ülkelerinden taşıdığı değerin b ir kısmı sü­ rekli olarak işçi ücretlerinin yükseltilmesinde- kullanılabilmekte; ücretli kesim, bu ülkelerde göreceli olarak diğer ülke ücretlileri­ ne göre çok daha iyi yaşam a koşullarına sahip olabilmektedir. B u­ nun sonucu toplum da ücretli kesimlerin düzene karşı direnişleri yumuşamakta ve buna bağlı olarak 'toplumsal gerilimler azalmak­ ta, örneğin AB D ya da Batı Almanya gibi ülkelerin işçi kesimleri zaman zaman emperyalist nitelikli politikalar destekler hale gel­ mektedir. B u n a ' karşılık emperyalizm çevre ülkelerin toplumsal yapıla­ rım iki yönlü etkilemektedir. Birinci olarak bütünleşme yolu ile çevre ülkelerinde üretici güçler gelişmekte ve böylece b ir 'toplum­ sal dinamizm ortaya çıkmaktadır, ikinci yönden ise emperyalizm çevre ülkenin en güçlü kesimi sayılabilecek grupların uluslarara- sılaşmış sermaye iie bütünleşmesini sağlayarak ülke içinde güçlü müttefikler yaratabilmektedir. Çevre ülkelerinin gelişme düzeyi, ülke içinde anti-emperyalist güçlerin etkinliğini belirleyici olmak­ ta; ancak yine de yöresel koşullar bu oluşumda zaman zaman önemli roller oynayabilmektedir. Başka b ir deyişle emperyalizm, girdiği ülkede ham kendisine karşıt hem de yandaş güçlerin doğ­ masına neden olmakta; nesnel gelişme bu oluşumun çerçevesini oluşturmaktadır. Emperyalizm, çevre ülkelerin toplumsal yapıları üzerindeki etkileri aynı zamanda bizi emıpeıyalizmin limitlerini tartışma noktasına getirmektedir. Yukarıda da değinildiği gibi . emperyalizm b ir sistem olarak tüm emperyalist /ülkeleri, kapsayacak biçimde ele alınınca oluşu­ mun kendine karşıt iki güç, sürecini . geliştirdiğini ileri sürmek mükün olabilir, işte son analizde sözü edilen bu iki süreç emper­ yalizmin sınırını çizmektedir. Birinci süreç em peryalist sistem içindeki yarışma ve bu yarış­ manın sonucu olarak savaşların ortaya çıkmasıdır. Emperyalizm, emperyalist güçler arasındaki yarışma ya da emperyalizme dire­ nen çevre ülkelerin tutumları nedeni ile sürekli bir savaş durumu­ 173 nu (-aktif ya da potansiyel olarak) öngörmektedir. Her savaş ve özellikle büyük paylaşma savaşları emperyalist gücün hırpalanma­ sına, bunun sonucu olarak da emperyalist sistemin, en zayıf hal­ kalarından kırılmasına yol açmaktadır. Bilindiği gibi Lenin'in marlksizme yaptığı en önemli katkılardan biri bu noktada toplan­ makta; emperyalizmin bu niteliğinden dolayı kapitalizmin bir sis­ tem olarak en ileri ve gelişmiş kapitalist ülkelerde değil en zayıf halkada ya da başka deyişle daha az-gelişmiş bir kapitalist ülkede çözüleceği ileri sürülmektedir. Böylece emperyalizmin birinci limi­ ti, sistemin yapısı gereği oluşan paylaşım savaşları sonucu zayıf halkaların kırılması ile belirlenmektedir. Nitekim Birinci Dünya Savaşı en zayıf kapitalist ülke Rusya'da sosyalizmin kurulmasına yol açarken II. Dünya Savaşı sosyalizmin bir dünya sistemi haline gelmesi ile sonuçlanmıştır. İkinci süreç ise emperyalist ilişkiler ile sömürülen ülkenin toplumsal yapısında oluşan değişmelerden kaynaklanmaktadır. Emperyalizm bir taraftan sömürülen ülkedeki üretici güçleri ge­ liştirmekte; pazara açılma sorunu emekçi katmanlara bir dina­ mizm getirmektedir. Başka bir deyişle emperyalizm üretim güç­ lerini geliştirerek toplumdaki sermaye - emek çatışmasını artır­ maktadır. Kısaca belirtmek gerekirse değişim çevre ülkede büyük dengesizlikleri ve sorunları beraber oluşturmakta, bunların sonucu olarak toplumsal; gerilimler giderek artmaktadır. Sözü edilen ge­ rilimler özellikle henüz sanayi kuramamış çevre ülkelerindeki oluş­ maya başlayan ulusal burjuvazinin önderlik ettiği ulusçuluk akım­ larının (doğmasına yol açmaktadır. Genellikle görülen olgu bu ulu­ sal burjuvazinin daha çok orta sınıf diye tanımlanabilecek kamu­ sal örgütlerde ve servis kesiminde çalışan meslek sahiplerinden meydana geldiğidir. İşte bu kesim bugün üçüncü dünyanın ya da azgelişmiş ülkelerin anıti - emperyalist ulusal bağımsızlık hareket­ lerine önderlik etmekte ve toplumu peşinden sürüklemeye çalış­ maktadır. Bununla beraber unutlmaması gereken bir nokta, ulu­ sal burjuvazinin etkinliğini artırdıkça uluslararasılaşmış sermaye ile bütünleşme eğilimlerini de ortaya koymaya başlamış olmasıdır. Nitekim bir çok az-gelişmiş ülkede ulusal burjuvazinin önderliğin­ de başlayan anti - emperyalist bağımsızlık hareketinin sonunda tekrar emperyalizme bütünleşmeye yöneldiği görülmektedir. 174 I. ASYA ÜLKELERİ Asya kıtasının dünyamız açısından büyük önemi çok açıktır. Bu, dünyanın en büyük kıtasında insan nüfusunun çoğunluğu yaşa­ makta; sadece iki ülkenin Hindistan ve Çin'in toplam nüfusları, dünya nüfusunun yarısına yakın bir kısmını oluşturmaktadır. Bu­ na ek olarak Asya ülkelerinin siyasal gelenekleri ve toplumsal kül­ türleri, Afrika ve Latin Amerika ülkelerine göre önemli sayılacak farklılıkları ortaya koymaktadır. Örneğin çoğu Asya ülkeleri, tarih­ lerinin hiçbir döneminde siyasal bağımsızlıklarını kaybetmemiş­ ler, koloni ya da sömürge haline gelmemişlerdir. Çin, Afganistan ve İran batının ekonomik kontrolüne girmiş olmakla beraber siyasal bağımsızlıklarım her çağda sürdürmüşler; bu olgu, günümüzdeki siyasal sistemlerin belirlenmesinde önemli derecede etken olmuş­ tur. Asya ülkeleri açısından ortaya çıkan bir önemli nitelik de, bu ülkeler a r a s ın d a gelişmesini (sosyo - ekonomik ve siyasal açıdan) kapitalist olmayan yolla gerçekleştirmeğe çalışanların sayısının faz­ lalığıdır. Başka bir deyişle ’üçüncü dünya ülkeleri arasında kapita­ list olmayan yolda kalkınmaya çalışanların büyük bir bölümünün Asya Kıtasında yer aldığı söylenebilir. Çin, Kuzey Kore, Viet - Nam, Laıos, Kamboçya ve bir ölçüde Seylan ve Burma bu ülkelere örnek sayılabilir. Nitekim bu durum karşısında «(batının» Asya’dan vaz­ geçtiği ve kapitalist olmayan yolla gelişmenin yaygınlaşmasını ön­ lemek için Kıtanın etrafında bir çember oluşturmağa çalıştığı gün­ lük gazete yorumlan arasında belirtilmeye başlanmıştır. Kuşkusuz bu tür yorumlara yol açan olayların başında, hemen hemen 15 yıl­ dır dünya ölçüsünde güncelliğini sürdürebilmiş olan Viet - Nam Savaşı ve bu savaşın sonucu gösterilebilir. Gerçekten küçük, geri ve yoksul bir ülke halkının, dünyanın en gelişmiş ve güçlü ülkesini uzun süren, açık bir savaş sonunda yenilgiye uğratması her tarafta büyük yankılar uyandırmıştır. Bununla beraber, Asya ülkelerinin siyasal rejimleri ve sorun­ ları tartışmasına girilince Viet - Nam üzerinde öncelikle durmanın anlamı olmayacaktır. Bugün Asya Kıtasında, üçüncü dünya için birbirinden farklı iki gelişme modelinin ve 2 ayrı siyasal sistemin ortaya çıktığı söylenebilir. Bunlar, dünyanın nüfus bakımından en kalabalık iki ülkesi olan Çin ve Hindistan'dır. Hindistan, kendisine 175 düzen olarak kapitalizmi ve buna bağlı olarak siyasal sisteminde de Masik demokrasiyi seçmiş; Çin ise sosyalizme ve marksist de­ mokrasiye yönelmiştir. Ancak ne Hindistan'ın klasik demokrasisi ne de Çin'in marksist demokrasi deneyi Avrupa'daki örneklere ben­ zememekte; oldukça kendilerine özgü nitelikler göstermektedir. Bu nedenle Asya ülkeleri arasından bir arada dünay nüfusunun büyük bir kesimini oluşturan Hindistan ve Çin'i ele alıp, siyasal sistemleri ile ilgili bazı genel noktaları tartışmak şimdilik yeterli sayılabilir. (A ) Hindistan : Hindistan yarımadası, birbirlerinden farklı kültür sistemlerinin bir arada bulunduğu, tarikte büyük uygarlık­ ların ortaya çıktığı yer olarak bilinmektedir. En gelişmiş biçimi ile tarımsal toplum 17'nci yüzyıl sonlarına kadar ‘varlığını korumuş; siyasal açıdan da çeşitli sultanlıkların egemenlikleri temel olarak süregelmiştir. Hindistanm kendi iç dinamiği hiç bir kapitalist geliş­ me ortaya koyamadığından bir uluslaşma söz konusu olamamış; yö­ resel etnik gruplar günümüze kadar varlıklarım sürdüregelmişlerdir. Hindistan'a gelen ilk batıklar 16'ncı yüzyılda Portekiz denizci­ leri olmuş ve sultanlar onların koloni oluşturma girişimine karşı koymuşlar; katta müslüman sultanlar Portekizlilerin bu girişimine karşı çağın en güçlü devleti olan Osmanlılar'dan yardım istemiş­ lerdir. Osmanlı devletinin, yardım için Kızıldeniz'de bir donanma kurmasına rağmen PortekiziLİler, üstün gemicilik ve deniz savaşı teknolojileri ile Hindistan'ın güney kıyılarını kolonileştirmeyi ba­ şarmışlardır. Ancak ülkenin esas olarak batı ticaretine açılması, 17'nci yüzyıl sonlarından itibaren Inigilizlerin Bengal Körfezini kolonileştirmesi ile başlamış ve İngilizler giderek Portekizlileri bura­ dan uzaklaştırmışlardır. Ünlü İngiliz Doğu Hindistan Kumpanya­ sının 1680'lerde Kıtanın iç taraflarını da ticarete açtığı bilinmekte­ dir. IS'inci yüzyılın ortalarından itibaren Inigiltere, bütün Hindis­ tan'ı kendi sömürgesi haline getirmeyi başarmış, burada tesis edil­ miş olan Hollanda ve Fransız köionilerine el koymuş; yerli sultan­ lara (özellikle büyük Moğol Sultanına) kesin bir darbe vurarak 1785 yılından itibaren Hindistan üzerinde egemenliğini kurmuş­ tur. 1947 yılına kadar süren sömürge döneminde bu büyük kıtanın ve nüfusunun yoğun bir biçimde sömürüMüğü söylenebilir. Hiod hal­ kının bu sömürüye karşı elinden geldiğince direndiği görülmüş, sık 176 sık halk ayaklanmaları patlak vermiştir. Örneğin 1857 yılında baş­ layan büyük ayaklanma İngiliz yönetimine gerçekten korku vermiş, Punjab yöresindeki ayaklanma 10 yı'idan fazla sürmüştür. Hindistan'ın ulusal bağım sızlık hareketi özellikle sonra çok hızlanmış ve 1947 yılma, bağımsızlığa kadar, mücadele sürmüştür. Bağım sızlık 1918lerden yoğun bir hareketinin önderi ve ideologu Mıohandas Karamdhad G andhrdir. Buna (göre Gandhi'nin ideoloji­ sinin genei hatlarını gözden geçirmek, bugünkü Hindistan siyasal düzenin anlamak ve yorum lam ak için bir ¡temel oluşturacaktır. Gandi nin öğretisi ya da bir başka deyişle Gandism, b ir taraf­ tan ulusal kurtuluş hareketinde yığınları peşinden sürükleyen ve di­ ğer yönden Hindistan halklarının uluslaşm a sürecini belirleyen bir ideolojik işlev niteliğini taşımaktadır. B u ideolojinin fikri temelleri, geleneksel Hind köylü yaşamından kaynaklanmaktadır. Gandi, sözü edilen bu gelenksel yaşamı iki ana ilkeye dayan­ dırmaktadır : Toplum içinde tüm insanların kardeşliğini ve refahını öneren «Sardovaya ilkesi» ve bu ilkenin ihlal edilmesi karşısında mücadele etmeyi öneren «Satyagaraha ilkesi». Hemen şunu belirt­ mek gerekir ki, saytagaraha ilkesinin içerdiği mücadelede, şiddete baş vurmayan, pasif direniş olarak ele alınmaktadır. Gandism, bu ilkeleri esas olarak, dünyada tanrısal b ir toplum düzeni yaratm ak iddiası ile öne sürmekte; (doğal olarak bu düzen içinde kapitalizm ya da sanayileşme gibi olgular olumsuz nitelenip yadsınmaktadırlar. Çünkü Gandi nin anladığı refah kuramı maddi d eğil.manevi ölçüt­ lere dayanmakta, insan ruhunun tatmini.ön plana çıkmaktadır. Toplum içinde herkesin kardeşliğim ve refahını öneren Sardo­ vaya ilkesi, köylü, esnaf ve kentsel yoksulların özlemlerine cevap vermekte; bu grupların yabancı yönetim, toprak ağaları (mihrace­ ler), tefeciler ve tüccarlar eliyle sömürülmesine karşı çıkmaktadır. Böylece, ütopik b ir yapıya sahip olmasına ve tüketim toplum a de­ ğerlerini yadsımasına karşın Gandism, bağıms-ıziıik için büyük halk yığınlarını harekete geçirebilmişim. Daha önce de değinildiği gibi İngiliz em peryalizm i Hindistan'ı sömürürken bir yönden de nesnel olarak üretim güçlerinin gelişmesine neden olmuş; dış ekonomik güçlere bağlı da olsa yerii bir burjuvazi oluşmaya başlam ıştır, işte bağımsızlık hareketinin ortaya çıkışı ile yerli burjuvazi ve Gandism arasında sıkı bir bütünleşme belirmiştir. Gandism'in ideolojik ya- 177 pisi, bağımsızlık ve uluslaşma sürecini hızlandırması nedeni ve toplumda dayanışmayı savunması iie burjuvazi için çok olumlu bir gelişmeyi öngörmektedir. Gandi ve onun önerdiği pasif direniş, giderek etkinliğini artır­ mış, büyük halk yığınlarının pasif biçimde de olsa direnişe katıl­ ması ile İngilizler geriletilmiş ve 1947 de bağımsızlık kazanılmıştır. Gandi hareketin ideolojik önderi olmakla beraber siyasal önder­ lik, «Ulusal Kongre Örgütü» ve onun başı Jawaharlal Nehru tara­ fından yürütülmüş sayılabilir. Yeni devlet kendine siyasal rejim ola­ rak çok partili klasik demokrasiyi seçmiş; bir bakıma, biçimsel açıdan günümüze kadar bu sistem devam etmiştir. Bağımsızlıiğm ka­ zanıldığı 1947 yılından günümüze kadar Kongre Partisi, önce Nehru daha sonra onun kızı İndra Gandi önderliğinde iktidarda kalmayı başarmış; üç yıl kadar önce seçimleri kaybedip iktidardan uzak­ laştırılan Bayan Gandi, 1980 yılının başında yapılan erken seçimlerde tekrar çok büyük bir çoğunlukla iktidara gelmeyi başarmıştır. Kongre Partisi nin Hindistan'da henüz birbirlerinden kesin olarak ayrılmamış orta sınıflarla büyük burjuvazinin çıkarlarını bir arada korumaya ve geliştirmeye çalıştığı söylenebilir. Partinin ik­ tidarı döneminde, feodal yapıların temizlenmesi yoluna gidildiği, ör­ neğin hemen bağımsızlıktan sonra girişilen toprak reformu ile, top­ rak ağalarının (mihraceler) tasfiye edildiği görülmektedir. Toprak reformu girişimi hem tarımsal üretimi artırmış hem de bir tarım kapitalizminin oluşumuna yol açmıştır. Yine 1958Terden itibaren gelişen ticaret ve sanayi alanındaki: kapitalizmin tekelci aşamaya girdiği söyleneibiiir. Sözü edilen bu tekelci kapitalizm sıkı bir biçim­ de çok uluslu dev kuruluşlarla da bütünleşmiş olarak giderek et­ kinliğini artırmakta ve Kongre Partisinin sınıtflararası dayanışma politikasına etkinlikle karşı çıkmaktadır. Bütün bu oluşumiarın önemli toplumsal tepkilere ve gerilimlere de yol açtığı görülmektedir. Gandi nin ideolojisi peşinden ha­ rekete geçen büyük yığınlar tam anlamı ile düş kırıklığına uğramış, GandisrnTn ilkeleri gerçekleşmediği giıbi büyük halk yığınlarının yaşam koşullarında önemli gelişmeler sağlanamamıştır. Hindis­ tan balkı, dünyanın en yoksul halklarından biri kalmaya devam et­ miş, bu durum ise toplumsal geriliımlerin sertleşmesine yol açmış­ tır. Bu gerilimin ve çatışmanın somut hiçimde ortaya çıktığı alan Kongre Partisi olmuştur. Partinin bir kanadı çok uluslu şirketler­ 178 le bütünleşmiş büyük iş çevrelerinin çıkarları doğrultusunda poli­ tika izlenmesini savunurken diğer kan ad giderek anti - emperyalist tavır alan radikal ve ulusçu kesimlerin görüşleri doğrultusunda po­ litikaları savunmuştur. Parti içindeki bu karşıtlık zaman zaman «kop­ malara, kopanların yeni partiler kurmasına yol açmaktadır. Bu, parti içi ve partiler arası çekişmeler toplumda giderek, Gandi'nin Satyagaraha ilkesi aksine şiddet eylemlerine başvurulması ile so­ nuçlanmış ve bunun doğal sonucu olarak özgürlüklerin askıya alın­ ması, sık sık başvurulan sıkıyönetim uygulamaları gibi girişim­ ler klasik demokrasinin özünün ortadan kalkmasına neden olmuş­ tur, ■ Şu anda îndra Gandi nin önderliğinde, Kongre Partisinin radi­ kal kesimi iktidarda bulunmaktadır. Bununla beraber siyasal sis­ temin sağlıklı bir biçimde işlediği söylenemez ve son üç yıldır süren sıkıyönetim ve polisiye önlemlere rağmen istikrarlı bir siyasal or­ tama kavuşulmadığı açıktır. 19771de kaybeden Indra Gandi nin bü­ yük yığınların desteği ile tekrar iş başına gelmesi halkın anti - tekel­ ci ve anti"- emperyalist politikaları desteklediğini göstermektedir, Bununla beraber siyasal rejimin geleceği kuşkulardan uzak gözük­ memektedir. Başka bir deyişle Hindistan, bağımsızlığını kazandığın­ dan beri 'klasik--demokrasiyi biçimsel olarak uygulamış; Parlamem ti, siyasal partiler ve seçim kurumlan varlıklarım devam ettirmiş; ancak sistemin içeriği klasik demokrasiden oldukça uzak kalmıştır; bağımsızlıktan 30 yıl sonra siyasal rejim sorunu, bütün güncelliği ile ortada durmaktadır. Çin : Çağımızın en büyük ülkelerinden biri olan Çin Halk Cumhuriyeti, gerek büyük gücü gerek siyasal rejim ve toplumsal düzen açısından yepyeni gelişmelere sahip olması nedeni ile çok fazla ilgi çekmektedir. Gerçekten Çin Devrimi ve onun önderi Mao'nun, 20'nci yüzyıl dünya tarihinde çok önemli bir yer tuttuğu yadsınamaz. Çin Halk Cumhuriyeti yöneticilerinin ünlü «süper dev­ letlere -karşı üçüncü dünya ülkelerinin hareketti» tezine rağmen, Çin'­ in dünya dengesini etkileyen bir ana güıç olması ve yine dünya­ nın birçok ülkesinde Çin sempatizanı siyasal örgütlerin ortaya çık­ ması; başka bir deyişle Çin'in etkin bir uluslararası güç olarak ta­ rih sahnesine çıkması, bu dev ülke siyasetini çok ilginç bir incele­ me alanı haline getirmektedir. 179 M.Ö. 220 yıllarında ortaya çıkan Çin İmparatorluğu, 1911 yı­ lında Mançu Hanedanın devrilmesine kadar geçen dönem içinde ba­ ğımsız bir ülke olarak siyasal varlığını sürdürmüş, kendine özgü bü­ yük bir tarımsal uygarlık yaratılmıştır. Bir bakıma bütün parlak­ lığına rağmen bu uygarlığın statik bir yapıya sahip olduğu söyle­ nebilir. Zaten klasik Çin kültürünün temel felsefesi ve ideolojisi sayılabilecek olan Konfiçyüs düşüncesine göre değişim ile çöküş eş anlamlı sayılmaktadır. Konfiçyüs felsefesinin aynı zamanda belir­ gin bir siyasal boyuta da sahip olduğu söylenebilir. Konfiçyüs öğ­ retisine göre siyasi iktidarı elde bulunduranların otoritesi meşrudur ve ona karşı her hareket yanlış ve haksızdır; ancak başkaldıranlar başarıya ulaştığı anda meşru iktidar olurlar. Böylece çok uzun bir dönemde geçerliliği korumuş olan bu klasik öğreti, hem isyanı hem de iktidara saygılı olmayı beraberce içermektedir. Nitekim her ta­ rımsal toplumda olduğu gibi Çin'de de zaman zaman büyük köylü başkaldırmaları ortaya çıkmış, örneğin bu köylü isyanlarından ba­ şarı sağlanan bir tanesinde Moğol hanedanı devrilerek yerine Ming hanedanı geçmiştir (Ming Hung Wu adlı bir köylü imparator ol­ muştur). Çin'e ilk gelen Avrupahlar Portekiz gemicileridir ve 17'ınci yüz* yıldan itibaren Avrupalılar Çin'i ticarete açmaya başlamışlardır. Çin'i yöneten egemen güçlerin bir süre sonra Avrupa ticaretinin ken­ dilerini nereye götürdüğünün farkına vardıkları ve karşı koymaya çaüştıkları görülmektedir. Örneğin, 1757 yıllında İmparator, Avrupa­ lIların Çin'e girişini yasaklamış, ancak bu girişim, beklenebileceği gibi etkili olamamıştır. 1839 yılında Çin ile İngiltere arasında patlak veren «Afyon Savaşı» bir dönüm noktası olmuştur. Çin'de afyon ti­ careti yapmak çok karlı bir iş halinde İngiliz tüccarları eliyle yürü­ tülürken, afyonun ve afyon kullanımının halka çok büyük zararlar verdiğini gören yerli hükümet, Çin'de afyon kullanmayı ve afyon ticaretini yasaklamıştır. Bunun üzerine İngiltere, Çin'e savaş ilan etmiş ve kdlaylıkla bu savaşı kazanarak tam istediği biçimde bir barış andlaşmasım kabul ettirmiştir. Sözü edilen Anlaşma ile Şang­ hay ve Nankin gibi 2 büyük liman kenti İngiltere'nin kontrolüne girmiş; İngiliz tüccarları ülkenin her yanında özgür ticaret olanak­ larına kavuşmuştur. Derhal diğer büyük devletler de İngiltere'yi iz­ leyerek Çin İmparatoruna aynı tip anlaşmalar imzalatmışlardır. Böylece 19'unou yüzyılın ortalarına doğru Çin siyasal açıdan bağım­ sızlığına sahip olmakıa beraber tamamen batı ekonomisine açılİ 80 iniş; ülke, zengin batılı ülkelerin ticaret tekelini elde tuttukları nüfuz alanlarına bölünmüştür. Çin'in emperyalist kontrolü zaman zaman hark ayaklanm aları­ na neden olmuş; özellikle 1850 yılında patlayan «T a i - Pin g» ayak­ lanması ile önemli gelişmeler ortaya çıkmıştır. Tai-Ping hareketi, ¡da­ ha özgürlükçü ve eşitlikçi b ir dünya görüşünü savunarak büyük b o ­ yutlara erişmiş, ancak 1856 yılında yabancı, (kuvvetlerin, y a r d ı m ı i le bastırılabilmiştir. Yine 1898 yılında önce Shanıg- Tu yöresinde patla­ yan ve bütün ülkeye yayılan ulusal hareketin zorlaması ile Çin İm paratorluğu 1900 yılında ülkesindeki yabancıları dışarıya atma­ ya karar verince birleşik İngiliz, Fransız, Alman, Amerikan, Japon, Rus ve İtalyan askeri güçleri başkent Peking'i işgal ederek kendi çıkarlarına uygun koşulları tekrar kalbul ettirmişlerdir. 1905 yılın­ da yeniden halk hareketleri canlanıp, yükselmeye başlam ış ve bu dönemlerde genç b ir aydın, Sun - Sen, «T ang - M eng H eoei» adlı b ir devrimci örgüt oluşturmuştur. Örgütün temel amaçları, cumhuriyet ilan etmek ve toprakları köylülere eşit ölçülerde dağıt­ mak olarak tanım lanabilir. Böylece ulusal bağımsızlık ideolojisi, b ir köylü popülizmini de kapsayacak biçimde 20'nci yüzyılın başla­ rında ortaya çıkmış bulunmaktadır. 1911 yılında bu örgütün önderliğinde silahlı halk hareketi güç­ lü ve yaygın bir biçimde patlamış; İm paratorluk yıkılmıştır. M ao Tise - Tung'un da genç b ir savaşçı olarak katıldığı m ücadele sonun­ da -Cumhuriyet; ilan edilmiş, Ancak Yuan Şe - Kai adlı b ir politi­ kacı etkinlik kazanarak Cumhurbaşkanlığını elide, geçirmiş ve feo­ dal güçlere dayanan bir diktatörlük kurmuştur. Bunün üzerine Sun Yat - Sen ve yandaşları <«Kuo Min - Tang» adlı b ir parti kurarak mücadelelerini sürdürmeye devam etmişlerdir. 1917 yılında Sun Yat - Sen ve partisi Güney Çin'de, Kanton kenti merkez olmak üzere devrimci b ir hükümet kurmayı başarm ış­ tır. B u sırada R usya'da devrim olmuş ve Bolşevik’l er derhal Sun Y at - Sen'e karşı olum lu b ir tavır almışlar; 1921 yılında Sovy etlerin Çin'deki temsilcisi A. Joffe ile Sun Yat - Sen arasında b ir protokol yapılmıştır. Buna göre Çinide sosyalist b ir hareketin söz; konusu ol­ m adığı kabul edilmekte; Kuo - M in - .Tung'm esas işlevi, b u rju v a demokratik devrimi gerçekleştirmek olarak tanımlanmaktaydı. B u ­ nun için de Sovy etler, an-ti' - emperyalist ve anti - feodalist b ir mü­ cadele sürdürüyor diye .tanımladıkları- S u n Y a t - Se ne her türlü 181 yardım yapmaya başlamış, Kuo - Min Tang'ın askeri güçlerini ge­ liştirmek için danışmanlar görevleodirmişleıtdir. Bu sıralarda ilk marksist grupların da ortaya çıktığı görülmek­ tedir. 1918 yılında Peking üniversitesinde «Marksizmi Çalışma Ör­ gütü» kurulurken aynı nitelikte bir örgütte Ghu En - Lai tarafın­ dan Tientsin'de kurulmuştur. Bu yerel örgütler bir araya gelmiş ve 1921 yılında Shanğhay'da yapılan I. Kongre ile Çin Komünist Partisi kurulmuştur; I. Kongre ye katılan 12 delegeden biri Mao Tse - Turng ıdur. Parti, kurulduğu andan itibaren Çin'de sosyalist devrim değil burjuva ulusal - demokratik devrimi amaçlamış ve Sun Yat - Sen'in desteklenmesi eğilimi göstermiştir. 1924 yılından itibaren Komünist Partisinin, Kuo Min *- Tanig içinde yer aldığı gö­ rülmektedir. 1924 Kuo - Min -- Tang Kongresi, bütün komünistlerin üye Olmalarını ve ortak amaçlar için bir arada çalışılacağını karar altına almıştır. Bu birleşmede Sun - Yat - Sen'i-n rolü büyük olmuş, onun SSCB ye yakın bir politika izlemesi komünistlerin hareket içinde etkinleşmesine olanak sağlamıştır. Sovyetlerin yardımı ile as­ keri yönden güçlenen Kuo - Min - Tanlg Çin'in siyasal birliğini, sağ­ lamak için harekete geçmiş, bu arada 1925 Sun Yat - Sen ölmüş, Partinin sağ kanadından Ghiang Kay - Şey onun yerine geçmiştir. 1927 yılında Kuo Min - Tanlg silahlı güçlerinin, komünistlerin de büyük yardımları ile siyasal birliği tamamladığı ve Nankin'de ulusal ve merkezi bir hükümetin kurulduğu söylenebilir. Ghiang Kay - Şek başarıya ulaşır ulaşmaz deıihal eski ittifakı bozup komü­ nistleri yok etme kampanyasına girişmiştir. Önemli komünist ön­ derlerinin tutuklanıp, öldürülmesi, örgütlerinin dağıtılması karşı­ sında komünistler direnmeye ve iktidara el koyma yöntemlerini tartışmaya başlamışlardır. Bununla beraber Kuo - Min - Tanlg ülke içindeki egemenliğini hızila tamamlıyarak 1928 yılında Peking'i de almış ve Sun Yat - Sen döneminden beri askeri ve ekonomik alan­ da yardımcı olmaya çalışan Sovyet danışmanları geri gönderilmiş­ tir. Komünistler, yönetim tarafından yasa dışı ilan edilip Kuo Min Tang birlikleri tarafından yok edilmeye başlayınca devrim ve direnişin stratejisi tartışılması gündeme gelmiş, Komünist Partisi içindeki Sovyet danışmanları ve bizzat Stalin'in önerileri doğrul­ tusunda şehirlerde darbeler örgütleyecek iktidara el koyma yolu­ na gidilmiştir. Şehirler, hem haberleşme ve ulaşımı kontrol eden 182 yenler olarak hem de komünistlerin dayanabileceği işçi sınıfının buralarda yaşaması nedeni ile devrim için uygun ortam olarak düşünülmüştür. Böylece Komünist Partisi kalabalık kentlerde yö­ netime el koyma girişimde bukınunca büyük b ir yenilgiye uğramış ve hemen hemen her yerde başkalldıranlar ezilmişlerdir. îşte bu sonuç, o zamana kadar Parti içimde görüşleri di eştirilen M ao T se Tumg un etkinliğini hızla artırmış; M ao tarafından savunulan dev­ rim hareketini kırsal bölgelerde köylülere dayandırmayı öneren görüş, ön plana çıkmıştır. Bundan sonra Maıonun önderliğinde komünistler, Güney Çin'de Kiamgsi ve Hunan yörelerinde ‘köylü sovyetleri oluşturmuşlar, kentlerde başarısızlığa uğrayan ve ara­ larında Ghu - Teh, Lin - Piao, Oha - En Lai gibi önderlerde bulu­ nan b ir kısım komünistler M ao ya katılmışlardır. 1928 yıllarında kırsal bölgelerde b ir devrim potansiyeli oldu­ ğu ileri sürüiebilmekle ya da başka b ir deyişle, iktidardaki Chiaııg K ai - Shek ve Kuo M in - Tang dışa bağım lı burjuvazinin temsil­ cisi olarak köylülere ağır yük bindiren politikalar izlemekte; ■kır­ sal kesime ağır vergiler uygulanmaktadır. Örneğin, köylülerden beş yıilık vergiler peşin olarak alınmakta, bu ise kırda küçük ve otta boy mülkiyet için yıkıcı olurken tefeciler de bundan büyük olanaklar sağlamaktadırlar. 1918 yılında köylülerin % 50 si kendi toprağımda ve % 30 u başkasının toprağında kiracı olarak çalışır­ ken 1927 immiş, ka b ir yılında kiracı kendi olarak deyişle kırda köylülerin toprak toprağında çalışanların b ir çalışanların oram % 25 e oranı % 55 e hoşnutsuzluk çıkmıştır. Baş­ olduğu talebi , bu kesimde komünistlerin açıktır ve giderek et­ kim olmasına neden olmuştur. Nitekim yukarıda sözü edilen yer­ lerde, köylüler kurutan Sovyet yönetimini desteklemiş ve yine ku­ rulan «kızıl orduya» katılmıştır. Chiang Kay - Şek, Kiangsi ve Hunam yörelerindeki komünist egemenliğini yok etmek için askeri hareketlere girmiş, ancak dü­ zenlenen dört büyük hareket kesin başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 1936 yılında Ghiamg Kai. - Shek büyük Alm an askeri yardımı ve 1 milyon askerle beşinci b ir hareketa kalkışmıştır; b u harekat so^ nunda komünistler yok edilme tehlikesi ile karşı karşıya kalınca büyük b ir geri çekiliş düzenlenmiştir. M ao nun önderliğimde komü­ nistler 10.000 kilometre süren ve tarihe «uzun yürüyüş» adı ile geçen çekiliş sonunda Kuzey Çin'de Hunan bölgesine ulaşabilm iş­ tir. Bu sırada Japon'lar, Çin'e savaş ilan etmişler ve Çin topraklan 183 üzerinde hızla ilerlemeye başlamışlardır. Bu gelişme Kuo - Min Tang yönetimi ile Komünistleri yaklaştırmış; Japonlar'a karşı be­ raberce savaşa karar verilmiştir. Bu ittifak ikinci Dünya Savaşı so­ nuna, 1945,e kadar sürmüş; böyleee ulusçuluk temeli üzerinde or­ tak harekat etime ve anlaşma sağlanmıştır. Savaş sonuçlanınca Mao, Chiang, Kay - Şek'e bir koalisyon hü­ kümeti kurma teklifinde bulunmuş; ancak Amerikalıların her tür­ lü desteğini sağlayan Kuo Min - Tang, kesin olarak komünistleri ortadan kaldırmak için askeri hareketa girince iç savaş patlamış­ tır. Beklenenlerin aksine, büyük halk yığınlarının desteğini sağla­ yan komünistler savaşı kazanmış ve 1949 yılında iktidara gelmiş­ lerdir. 30 yıllık bir mücadeleden sonra kurulan Çin Halk Cumhu­ riyeti, sosyalist bir toplum kurma uğraşı içinde bulunmaktadır. 1949 yılında kumlan devlet, anayasal yapı açısından Sovyetler Birliğine benzemektedir. Bununla beraber Çinide sosyalizmin ku­ ruluşu başlangıçtan beri Sovyet!erden önemli farklılıklar göster­ mektedir. Bu farklılaşma öncelikle sosyalizmi kurma anlayış ve uygulamasında kendimi göstermektedir. Çin, Sovyetlerin aksine, kırsal kesime ve kırsal kesimin temel toplumsal birimi olan «köy komünlerine» öncelik tanımıştır. Çin'in köy komünleri, tarım sanayi açısından kendine yeterli birimler olarak düşünülmekte; başka bir deyişle Sovyetlerdeki büyük ölçekli kentsel sanayi yeri­ ne küçük ölçekli kırsal sanayi sosyalizmi kurmada temel politika olarak saptanmış bulunmaktadır. Bunun yanında Çin, sosyalizmi kurmak için «sübjektif faktöre» önemli bir ağırlık tanımış, halkın ideolojik eğitimi ve «sosyalist düzenin insanım» oluşturmak büyük öncelik verilen bir alan olarak tanımlanmıştır. Başlangıçta sosya­ lizm kuram ve uygulaması alanında imiş gibi gözüken Sovyet Çin farklılaşması ya da anlaşmazlığı 1960'h yıllara açık bir biçim­ de ortaya çıkmış ve bu anlaşmazlıklar giderek kesin bir karşıtlığa, düşmanlığa dönüşmüştür. Bugün artık herkesin çok iyi bildiği gibi Çin Halk Cumhuri­ yeti ile Sovyetler Birliği arasındaki karşıtlık çok büyük boyutlara erişmiş; Çin, Sovyetlere karşı bir taraftan ABD ile anlaşma yoluna giderken gelişmiş kapitalist ülkeleri ve bunların aralarında oluştur­ dukları askeri-siyasal paktları destekler bir tavır almıştır. İlginç olan nokta Çin'de Başkan Mao'nun ölümünden sonra yönetimi 184 alan ekibin sosyalizmi kurm a yolunda eskiden Sovyetler için eleş­ tirdikleri yöntem ve kuramı arı kullanmaya başlam alıdır. Başka b ir deyişle artık Sovyetlerle olan karşıtlık sosyalizmin kuranı ve uygulaması alanlarında değil dış politika seçmeleri alanında düğüm­ lenmiş gözükmektedir. Böyiece Çin'in siyasal gelişimi ve bu geli­ şim içinde ortaya çıkan olgular gerek siyasal bilim ciler gerek sos­ yalizmin tarihini inceleyenler için son derece ilginç b ir alan mey­ dana getirmektedir. II. AFRİKA ■ Az-geİişmiş ülkelerin önemli bir kesiminin Afrika kıtasında büründüğü ve toplam nüfusu bugün 350 milyon civarında olan b u kıtanın, günümüzün çok önemli siyasal deneylerini kapsadığı bilinmektedir. Sadece, günümüzün belli başlı bütün batı ülkeleri üniversitelerinde «Afrikayı İnceleme Enstitülerinin» kurulmuş ol­ duğunu söylemek sorunun güncelliği konusunda b ir fikir verebilir. Çok yakın tarihlere kadar b ir kaç gelişmiş batı ülkesi tarafından pay­ laşılmış olan b u çok zengin kıta günümüzde yepyeni oluşum lara sah­ ne olmakta; bu oluşumların dünya düzeni ve dengesini önemli öl­ çüde etkilediği görülmektedir. Afrika kıtasında dünyayı etkileyen önemli oluşumlar, yeni bağımsızlığını kazanan ülkelerin tutumla­ rı ve anti - emperyalist mücadele olarak tanımlanabilir. Büyük bir çoğunlukla Afrika ülkeleri, toplumsal ve ekonomik yönden dünya­ nın en geri kalmış toplundan olarak nitelenebilir,. Bilindiği gibi 16İnci yüzyıldan itibaren İngiltere,. Fransa, Portekiz ve daha son­ raları Belçika, Almanya, İtalya hemen hemen Afrika'nın tamamını kolonileştirmişler; dörtyüz yıl boyunca yağma edercesine kıtanın zenginliklerini sömürmüşlerdir. Bu sömürü sadece doğal zengin-, İlklere yönelik olmamış, 19'uncu yüzyılın ortalarına kadar süren köle ticareti ile insan unsurunu da kapsamıştır. B u insafsız sömü­ rünün sonucu, 20'nci yüzyılın sonlarında kutanın. yerli halkı olan siyahlar dünyanın en geri kalmış toplumlar! durum una düşürül­ müşlerdir. Bugün Afrika kıtasında 39 bağımsız devlet vardır ve herbirindeki siyasal sistem ya da siyasal gelişme, büyük bir dönem taşı­ maktadır. Yukarıda da değinildiği gibi, bu yeni ülkelerin gelişimi batıda çok. dikkatle izlenmekte, siyasal bilim ciler arasında tek tek 185 Afrika ülkeleri üzerinde bir uzmanlaşmanın söz konusu olduğu görülmektedir. Ancak bizim burada tek tek ülkeler üzerinde ince­ leme yapmamız söz konusu olmadığından sadece belli siyasal so­ runları ele almak gerekecektir. Kuşkusuz bu sorunlar, tek bir ülkeye özgü olmayıp genel olarak geçerli olma niteliğini taşıya­ caktır. Yukarıda da değinildiği gibi burada esas olarak, emperya­ lizm ile yeni bağımsızlığını kazanmış ülkelerin genel siyasal so­ runları ana hatları ile ele alınmaya çalışılacaktır. Batılı siyasal bilimcilerin ve bu arada Afrika uzmanlarının sö­ mürgecilik sorununu doğru incelemedikleri, bazı temel noktaları istiyerek ya da farklında olmadan ele almadıkları söylenebilir. Özellikle görmemizliğe gelinen nokta, sömürgecilik ile kapitalizm arasındaki yapısal ilişkidir. Dış fetihler tanımsal toplumlarda da görülür. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu ya da 12 nci yüzyılda İn­ giltere Krallığı da dış fetihler yapmıştır ama fetih edilen yerler sömürge olmamıştır. Sömürge tipi yayılma ve genişleme, kapita­ list aşamaya geçmiş toplumlarda ortaya çıkmıştır. İşte bu nokta­ nın analizlerde atlanmaması gerekir. Eğer bu çok önemli sorun çözümlemenin içine alınırsa, doğal olarak Afrika'nın geriliği ile kolonyal sistem arasındaki ilişki ön plana çıkacaktır. Buna ek olarak Afrikadaki sömürgelerine bağımsızlık veren ülkeler, çoklukla bu işi sanki sömürge halklarına verilmiş bir ar­ mağanmış gibi değerlendirmekte; bu arada kurtuluş savaşı verme­ ye başiıyan ülkelerin ve halkların hareketi, çoklukla «uluslararası komünist hareketin ve ajanlarının» işi sayılmaktadır. Değerlendir­ mesi nasıl yapılırsa yapılsın, Afrika kıtasında oluşan hareketlerin temelinde ulusal kurtuluş akımı bulunmakta; tüm ulusal kurtu­ luş hareketlerinde, birbirlerinden farklı yoğunluklarda bulunmak­ la birlikte anti - emperyalist bir öz göze çarpmaktadır. A. Afrika’nın Sömürgeleşmesi ve Bağımsızlık. Afrika kıtası­ nın ve insanının tarihi paleontolojik döneme kadar indirgenebilr mektedir. Hatta ilk insanın bu kıta'da ortaya çıktığına dair görüş­ lerin varlığı dikkati çekmektedir. Kuzey Afrika, batı tariihi içinde ele alınmış bulunmakta; başka bir deyişle bu yörenin tarihsel ge­ lişimi gayet iyi bilinmektedir. Siyah derili insanların yaşadığı öbür yörelerde de tarımsal toplumların ortaya çıktığı; özellikle batı Af­ rika'da parlak tarımsal uygarlıkların kurulduğu tarihçe saptanmış­ tır. Örneğin 15'inci yüzyılda bugünkü Nijerya devleti topraklarm186 da « Yorubalıların» çok gelişmiş bir uygarlığa sahip olduğu, 50.000'den fazla nüfuslu kentlerin ortaya çıktığı bilinmektedir. Genel ola­ rak belirtmek gerekirse tüm kıta'da, bölgeleri arasında önemli farklılıklar göstermesine rağmen bir gelişmenin olduğu söylenebi­ lir; ya da Afrika'daki uygarlığın dünyanın diğer yörelerindeki çağ­ daşı uygarlıklara göre çok geri olduğunu ileri sürmek olanaklı sa­ yılamaz. Ancak 16'ncı yüzyıldan itibaren kapitaiistleşme sürecine giren Avrupa'nın buraya gelmesi; yağmaya ve sömürüye dayanan sömürgecilik döneminin başlaması, gelişimi durdurmuş; durdur­ makla kalmayıp büyük ölçüde geriletmiştir. AvrupalIlar önce kıtanın sahil kesimlerini koloniieştirmeye gi­ rişmişler, bir taraftan doğal zenginlikler büyük ticaret şirketlerinin ortaya çıkmasına neden olurken', diğer yönden yine yeni keşfedi­ len Amerika Kıtasındaki çiftliklere köleler taşınmaya başlanmış­ tır. İlk köle ticaretine başlayan ülke, yine ilk olarak Afrika'da sö­ mürgeler sahibi olan Portekiz'dir. Ancak gerek sömürgeleştirme­ de, gerek köle ticaretinde Portekiz tek kaknamış, diğer Avrupa ül­ keleri de onu izlemiştir. Üçyüzyıl boyunca 150 milyon kadar Afrika­ lının köle ticaretine konu olduğu tahmin edilmektedir. Böylece 20'nci yüzyıla girerken Afrika Kıtası, batının geliş­ miş kapitalist ülkeleri tarafından paylaşılmış bulunmaktadır. Bu paylaşım ve sömürü, kuşkusuz batı ülkelerinin zenginleşmesinde ve gelişmesinde çok büyük bir ■rol oynamıştır. Kıtayı paylaşmak konusunda aralarında şiddetli bir yarışma olan sömürgeci ülkeler içinde en önde gelen İngiltere olmuş; bu ülkeyi Fransa, Portekiz, Almanya ve Belçika izlemiştir. Ancak bu ülkeler, kendi ana vatan­ larından kat kat geniş olan sömürge payları ile yetinmemişler, yeniden bölüşmek için çatışmalara girmişlerdir. I. Dünya Savaşı-' nın temel nedenlerinden biri de Afrika nm. yeniden paylaşılma is­ teğidir. Sömürgeciler, elde ettikleri bölgede, sadece kendi sistemleri­ nin gereksinmeleri, olan hammadeleri uzmanlaşmış olarak yetiştir­ meyi olanaklı kılmışlar, böylece büyük yörelerde üretim tek ya da bir - iki ürün etrafımda toplanmıştır. Yine sömürgelere gelen sömürgeci ülkenin sermayesi, zenginlikleri dışarıya taşıyacak li­ man ve yol yapımına gitmiştir. Yerliler zaman zaman direniş giri­ şimlerinde bulunmuş, bu girişimler üstün silah teknolojisine daya­ nılarak acımasız bir biçimde ezilmiştir. Yirminci yüzyıl başında ba- 187 ğıımsızlığmı koruyabilen tek Afrika ülkesi, çok eskilere kadar uza­ nan bir devlet ve ordu geleneği olan Etopia'dır (Habeşistan). An­ cak bu ülke de iki dünya savaşı arasında İtalyan orduları tarafın­ dan istila edilmiş, Italyan sömürgesi haline getirilmiştir. 1939 yılında bütün kıta'da sadece iki bağımsız ülkenin varol­ duğu görülmektedir. Bunlar Liberya ve Güney Afrika Birliği'dir. Gerçekte 1847 yılında bağımsızlığını ilan eden Liberya Cumhuri­ yeti sözde bağımsızdır. Amerika "dan tekrar Afrika ya göç eden zen­ cilerin kurduğu bu devlet, esas olarak ABD ve onun büyük firma­ ları tarafından kontrol edilmektedir. Güney Afrika Birliği ise be­ yaz göçmenler tarafından kurulan ve 1910 yılında bağımsızlığım kazanan bir ülkedir. 1961 yılında adı «Güney Afrika Cumhuriyeti­ ne» çevrilen bu devlet, ırkçı beyaz azınlığın yönettiği faşist bir dik­ tatörlük olarak tanımlanabilir, Emperyalizm, bugün Afrika'da bu ülkeye dayanarak varlığım sürdürmeye çalışmaktadır. Ülkede yö­ netim ve siyasal haklar, nüfusun ancak °/o 20 ¡sini oluşturan beyaz azınlığın elinde bulunmaktadır. 1939 yılında tüm kıt'ada sadece iki bağımsız ülke varken, ikinci Dünya Savaşından sonra yepyeni bir durum ortaya çıkmış; dünya güç dengesinin değişmesinden de yararlanarak ulusal kur­ tuluş hareketi giderek etkinleşmeye ve yaygınlaşmaya başlamıştır. Sömürgeci güçler önce bu hareketi önleme çabası göstermişler ve bir süre için hareketi durdurmayı başarmışlar; ancak tekrar 1960'lardan itibaren bağımsızlık hareketi önlenemez biçimde ortaya çıkmıştır. 1956 yılında Ingiliz - Fransız ortak Süveyş saldırısının fiyasko ile sonuçlanması bir dönüm noktası olmuştur. Mısır'da Na­ sır yönetiminde iktidarı ele geçiren devrimci hükümet, Süveyş kanalını millileştirince Ingiliz ve Fransız silahlı kuvvetleri Kanalı işgal etmişler, ancak bütün dünya ölçüsünde ortaya çıkan tepki ve protestolar karşısında hiçbirşey elde edemeden geri dönmüşler; başka bir deyişle iki büyük sömürgeci devlet Mısır karşısında ye­ nilgiye uğramıştır. Bu yenilgi sonunda ilk olarak îngiiizler artık bağımsızlık hareketini önleyemiyeceklerini kabul etmişler, 1957 de Gana'nın, 1960'da Nijerya'nın 1961'de Sierra Laone'in ve Tanganikanın, 1962'de Uganda'nın, '1963'de Kenya ve Zanzifoarm, 1964'de Malavi ve Zambia'nm bağımsızlıklarını tanımışlardır. Bunu, Fran­ sız ve Belçika sömürgelerinin bağımlısız birer devlet haline gelme­ leri izlemiştir. 188 Siyasal bağımsızlığı kazanma, Afrika ülkelerinin ve halkları­ nın tüm sorunlarının çözümü demek olmamıştır. Kuşkusuz siya­ sal bağımsızlık, çok önemli bir gelişme aşamasıdır; bununla bera­ ber siyasi bağımsızlığa rağmen b ir çok Afrika ülkesinin hala eko­ nomik olarak eski-kolonici ülke tarafından kontrol edildiği ya da başka bir ifade ile bağımsızlığa rağmen eski sömürge ile kolonyal ülke arasındaki (m erkez - çevre bütünleşmesi de denilen) bütünleş­ menin devam ettiği görülmektedir. Sosyal ve. siyasal bilimcilerin bu olguya «yeni - kolonyal İzm» ya da «yeni - söm ürgecilik» adını verdikleri bilinmektedir. Yeni - kolbnyalizm sözcüğünün anlam ı; esas olarak gelişmiş bir ülke ile az-gelişmiş b ir ülke arasındaki salt ekonomik ilişkileri içermektedir; hu ilişkiler öyledir ki b ir taraf­ tan az - gelişmiş ülke ekonomisini, gelişmiş ülkenin gereksinme duyduğu ham maddeleri üretmeye zorlamak, bundan d a ötede eko­ nomik yap mm o maddeleri üretmede uzmanlaşmasını sağlamak ve diğer , yönden de gelişmiş ülkede üretilen m allar için az - geliş­ miş ülkede pazar oluşturmak. Bununla ek olarak b ir üçüncü değiş­ ken-de, ana hatları ile belirtilen ilişki biçimini ve bağlılığı artı­ racak biçimde gelişmiş ülkeden azgelişm iş ülkeye bir sermaye akımı­ nı sağlam ak olarak tanımlanabilir. îşte bu bağımlılık biçim inin sür­ dürülmesi ya da Afrika ülkeleri lehine değiştirilmesi günümüzün en önemli siyasal sorunlarından biri haline gelmiş gözükmekte­ dir. Bağımsızlıktan sonra hala Afrika sorunlarının güncelliğini de­ vam ettirmesinin ve dünya ölçüsünde ilgi uyandırmasının temel ne­ deni, yeni bağımsızlık kazanan Afrika ülkeıerinde, yukarıda, kısaca tanımlanalı ilişki biçimini değiştirmek için oluşan hareketlerdir. Zam an zaman yetkili siyaset adamlarının da açıkça ifade ettikleri gibi gelişmiş, kapitalist ülkeler için, bu olay ekonomik '-açıdan ha­ yati ‘ öneme sahip görünmektedir. Buna karşılık A frika ülkeleri sa­ nayileşmek ve böylece eski kolonyal ülkelerin ekonomik baskıların­ dan'kurtulm aya çalışmaktadırlar. Birçok Afrika ülkesinde milli ge­ lirin kişi, başına yıida 100 doların altında olduğu düşünülecek olur­ sa, Afrika ülkelerinin yaptığı mücadelenin ne kadar ■zor koşullar altında yürüdüğü ortaya çıkmaktadır. Nitekim, birçok ekonomist böylesine yoksul ülkelerin hiçbir zaman ekonomik bağım sızlık (y a­ ni sanayileşme) gerçekleştiremiyeceğini -ileri sürmekte; eski -kolon­ yal ülkeleri, yeni bağımsızlığına kavuşmuş eski sömürgelerine karşı daha iyi niyetli ve duyarlı davranmaya çağırdığı görülmektedir..' 189 B. Siyasal Sistem Sorunları. Yeni bağımsızlığını kazanan Af­ rika ülkelerinin karşı karşıya bulundukları en önemli sorun «ulus­ laşma» aşamasını tamamlamamalarıdır. Toplumlar, henüz kabile tiıpi toplumsal örgütlenmienin parçalanmadığı, varlığını etkin ola­ rak sürdürdüğü bir düzeyide bulunduğundan kitlelerin ve devlet kurumunun demokratikleşmesi çok zorlaşmakta; uluslaşma süre­ cini hızlandıracak ekonomik gelişme ve ilerleme, kararlı bir siya­ sal sistem kurulmadan söz konusu olamamaktadır. Afrika devriminin başarıya ulaşması, haik yığınlarının örgütlenerek harekete ge­ çirilmesi ve bilinçli bir anti - emperyalist cephe oluşturulmasını gerekli kılar gözükmektedir. Eğer toplum bilinçli olarak aktif bir biçimde demokratik oluşuma katılmazsa, değişimin olanaksız hale geleceği açıktır. Yeni Afrika ülkelerinin, gerek demokratik gelenekler açısın­ dan gerek kültür düzeyi bakımından etkin bir siyasal sistem ya­ ratma olasılıkları çok düşük gözükmektedir. Toplumsal yaşamın demokratikleşmemesi ya da başka bir deyişle yani ülkenin yurtdaşlarının toplumsal ve siyasal olaylara katılamaması, ulusal kur­ tuluş hareketinin tamamlanmasını geciktirmektedir. Halk yığınla­ rının siyasal örgütlenmesi ülkeden ülkeyle farklılık göstermekte, ba­ zı ülkelerde tek parti sistemi, bazılarında koalisyonlar, bazılarında ise askeri yönetimler siyasal iktidarı kullanmaktadır. Ortaya çıkan iktidar yapısı ister tek parti ister askeri dikta­ törlük olsun yeni bağımsızlık kazanmış Afrika ülkelerinde belli sınıfların belli siyasal tavırlar gösterdikleri görülmektedir. Afrika devriminin temelini oluşturan kesim köylerdir. Genel olarak görü­ len durum, bağımsızlıktan önce köylü hareketinin çok yüksek ol­ ması, bağımsızlıktan sonra ise yavaşlamasıdır. Bu durumun bir nedeni, bağımsızlığın köylülerin somut durumunda önemli geliş­ meler yaratamamasıdır. Ünlü Afrikalı ideolog, Fransız Fanon, köy­ lüleri Afrika'nın en devrimci sınıfı saymakta, demokratikleşme ve gelişmenin köylülerin önderliğinde sağlanabileceğini ileri sürmek­ tedir. Ancak küçük mülkiyet sahibi olarak, köylülerin büyük bir kesimi çok geri bir tarımsal teknoloji içinde çalışmakta; dünya görüşlerinde, gelenekler, kabile örfleri, (dinsel inançlar ve alışkan­ lıkları belirleyici roller oynamaktadır. Tarımsal kapitalizmin yavaş gelişmesi, başka bir deyişle topraktan kopma olayının çok küçük olması, köylü kesiminin davranışlarında yenilik yaratacak bir ya- 190 pis al değişikliğin saz konusu almaması anlamına gelmektedir. Özel­ likle siyah A frika'da feodal ilişkiler bağım sızlıkla ortadan yok ol­ mamakta, kabile yapısı varlığını devam ettirmekte; böyleee köy­ lü kesiminin büyük bir kısmı binlerce yıldır süren geleneksel ya­ şamlarını sürdürm ektedirler, Halizahır kurtuluş hareketlerinde, öncü rolün genellikle kent­ sel orta tabaka tarafından yürütüldüğü söylenebilir. Özellikle ba­ ğımsızlıktan sonra bu kesimin, siyasal eylem ve etkinliğinin hızla arttığı görülmektedir. Kentsel orta sınıf esnaflardan, küçük tacir­ lerden, küçük girişimcilerden ve m emurların b ir kesiminden oluş­ maktadır. Kültür düzeyi son derece düşük olan bu ülkelerdeki aydınların da esas olarak kentsel orta tabakalarda yer aldığı açık­ tır. Afrika ülkelerinin, özellikle yeni bağımsızlık kazanmış olanla­ rınım kentsel orta tabakaları mutlak bir yoksulluk içinde bulun­ makta ve bu durum onların siyasal tavırlarını etkilemektedir,. Ulu­ sal burjuvazinin de bu tabakalar içinde oluştuğunu söylemek müm­ kündür. Ulusal burjuvazinin temel eğilimi iç pazarı genişletmek, b ir deyişle ekonomik gelişmeyi sağlamaktır; bu nedenle de ulusal burjuvazinin çok büyük b ir kısmı Afrika koşullarımda anti - emperyalist b ir ideolojiyi benimseyefbilımekteidir. başka Orta tabakalar içinde siyasal açıdan en etkin grup askerler­ dir. Askerlerin siyasal yaşamda etkin olması, farklı biçim lerde de­ ğerlendirilmekte; bazıları için askeri 'müdahaleler daima tutucu so­ nuçlar sağlayıcı olarak değerlendirilirken bazıları için de ordu emperyalizme karşı tek uluısal güç olarak" ele alınmaktadır. Afri­ ka'daki gerçekler iki görüşü de desteklemektedir. Bazı ülkelerde ortaya çıkan askeri darbeler reaksiyomer olup, yeni - kolonyalizm ile işbirliğine girmektedir. Buna karşılılk bazı ülkelerde, özellikle silahlı kurtuluş savaşı ile bağımsızlığımı kazanan ülkelerde asker­ ler ilerici ve yeni - kolomyalizme karşı bir siyaset izlemektedir­ ler, B u ülkelerde ordular, genellikle Cezayir'de olduğu gibi bir kurtuluş savaşı içinde ortaya çıkan, savaşı yürüten kadrolardan meydana gelmektedir. Tanzamia, Mozambik, Gine ve Angola gibi bazı ülkelerde de askerler, ordunun siyasal parti rolü oynıyamıyaeağmı kabul etmiş görünmektedirler. B una göre, topluma yön verecek, yığınları örgüt­ leyecek ve onları uluslaşma, anti - emperyalist mücadeleye katma işlerini yürütecek olan örgüt., siyasi partidir; ve askerler, ayrı bir 191 güç olarak değil, bu siyasi parti, içinde yerlerini almalıdır. Böyleee b u tip ülkelerde siyasi iktidar, esas olarak parti örgütünün elinde bulunmaktadır. Bununla beraber Zaire, Uganda N ijerya gibi ülke­ lerde ise iktidar bir parti elindeymiş gibi görünmekteyse de bulma­ larda esas olarak b ir kişi ya da grup, askerlere dayanarak iktidar­ larım sürdürmektedirler. Kısaca özetlemek gerekirse, Afrika ül­ kelerinde, hem halktan yana, hem de halka karşı askeri iktidarla­ rın ortaya çıktığı görülmekte; oluşum lar ülkelerin özgül koşulla­ rına, toplumsal güç dengesine ve yabancı devletlerin alacağı tavır­ lara bağlı olarak belirlenmektedir. Afrika, bugün büyük gelişmelerin eşiğinde bulunan soıı derece canlı ve dinamik bir kıta olarak değerlendirilebilir. Kıtanın sahip­ leri olan siyah halk yeni bağım sızlığa kavuşmanın bilincindedir ve siyasal bağımsızlık hareketi henüz tamamlanmamıştır. Güney Afrika Cumhuriyeti, aslında tüm zenginlikleri elde tutan beyazlar tarafından yönetilmekte, burada yerli halk yoğun baskı altında tutulmaktadır. Ancak son yıllar içinde Angola ve Mozam bik'in, halk savaşı ile bağım sızlıklarım kazanmış olması aynı bölgede bu­ lunan Güney Afrika Birliği ve Rodezya için büyük darbe olmuş; özel­ likle Rodezya'da silahlı kurtuluş mücadelesi giderek yoğunluğunu artırmaya başlamıştır. Nitekim geçtiğimiz yıl içinde Rodezya'da­ ki beyaz azınlık yönetimi yıkılmış; silahlı kurtuluş savaşı yürüten­ lerin önderliği altında Zim babve Cumhuriyeti kurulmuştur. III. L A T İN A M E R İK A 1492 yılında Colomb, İspanya K ralı adına ilk kez Amerika kı­ tasını keşfettiği zaman, bugün Latin Amerika denen bölgenin kıyı­ larına ulaşmış ve bütün güney Amerika İspanya kolonisi haline getirilmiştir. Başka b ir deyişle Avrupalılar ilk kez kıtanın güneyi­ ne gelmişler, buraya yerleşmişler; buna karşılık kıtanın kızeyi çok daiha sonraları, 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kapitalist- leşme sürecine giren kuzey Avrupa ülkelerinden kaçan göçmenler­ ce iskan edilmeye başlamıştır. Bilindiği gibi, bugün, kıtanın kuze­ yi (A B D ve K anada) dünyanın en zengin ve en güçlîü ülkeleri ha­ line gelirken kıtanın (güneyindeki ülkeler fakir ve geri kalmış bir görünümü ortaya koymuşlardır. Latin Amerika ülkelerinin, günü­ müz üçüncü dünyasında ya da başka bir deyişle emperyalizme kar­ 192 şı sürdürülen mücadelede özel b ir yer almakta; m ücadele dünyanın bu yöresinde son derece sert biçimde yürümektedir. ABD sınırın­ dan Macellan Boğazına kadar uzanan Güney Am erika'da 20 cum ­ huriyet yer almakta; bunların içinde marksist d em okrasiye.geç­ miş K ü ba ve hala klasik demokrasiyi izlemeye çalışan M eksika dı­ şındaki devletlerin hemen hemen hepsinde bugün, askeri yönetim­ ler doğrudan doğruya ya d a perde arkasında iktidarda bulunm ak­ ta, Latin Amerika ülkelerinde sürekli bir sıkıyönetim düzeninin sürüp gittiği görülmektedir. 15. yüzyılın somlarından itibaren Latin Am erika'nın çok hızlı bir biçimde İspanyoMar tarafından kdionileştirildiği bilinmekte­ dir. Örneğin Cortes'in 500 kişilik bir kuvvetle Aztek İm paratorlu­ ğunu ydk edip tüm Meksika'yı kolionileştirmesi bu oluşum hak­ kında ilginç b ir örnek sayılabilir. 16. yüzyılın ortalarına gelindi­ ğinde Brezilya ve Karayipler Denizindeki bir kaç ada hariç bütün kıta İspanyol „sömürgesi haline gelmiş, İspanya Kralının tayin ettiğit valiler yönetim işini sürdürmeye girişmişlerdir. İspanyol ida­ ri taksimatı ilerde giderek günümüz Latin Am erika ülkelerini be­ lirlerken bugünkü Brezilya Papa tarafından Portekiz'e verilmiş, bu arada Framsızlar Haiti adasına yerleşmişlerdir. Bundan dolayı da kıtadaki tüm ülkelerin resmi dili İspanyolca iken Haiti Cum huri­ yetinin dili Fransızca ve Brezilya'nın dili Portdkizcedir. Güney, Amerika'nın İspanytoiHaşitırıIması, çağın feodal İspan­ ya kuram larının gelişip egemen olmasına, b u arada Katolik Kili­ se örgütünün eylemleri İspanyol kültürünün yayılıp, kökleşmesi­ ne neden olmuştur. Bu dönemde, bugün için de önemini koruyan b ir oluşum ortaya çıkmış; İspanya ' Kralı, soylulara büyük toprakları bağışlamıştır. Böylece ortaya «L atifu n d ia» denilen büyük çiftlik­ ler çıikmış, bu yapı kırsal kesimde günümüze kadar varlığını ko­ rumuştur. Latifundialarm önemi, kırsal yörelerde küçük mülkiye­ te olanak tanımıyan, köylülerin büyük kesiminin ortakçı ya da doğruya doğruya tarım işçisi olarak çalışması sonucunu ortaya çı­ karmış olmasıdır. Böylece, Latin Am erika köylüleri sürekli olarak toprak açlığı içinde kurulu düzene başkaldırm aya hazır bir potan­ siyeli' oluşturmuş, toprak reformu gibi politikaları savunan siyasal kuruluşlar kırsal kesimde derhal destekler bulabilm iştir. Latin Am erika'nın İspanyol yüzyılın hemen başında olmuştur. egemenliğinden kuruluşu 191. Napolyon'un İspanyayı işgal 193 edip Kralı ülkeden zorlaması kolonilerdeki İspanyol yöne* kıtada bağımsızlık hareketi başigöstermiştir. Kuşkusuz: kuzeyde, A B D nin İngiltere ye karşı"bağım­ sızlığını kazanmış olması da kıtanın güneyini etkilemiştir; Bazımsızlık mücadelesini ilk kez eylem alanına döken b ir Meksikalı papaz olan Miguel Bidalgoy .Caısıtilla'dır, ancak, bu ■kişinin eylemi başarılı olamamıştır. Bu girişiminden hemen kısa, bir süre sonra. İspanyol kökenli " 2 büyük toprak soylu olan Simon Bolivar ve Saint M artin'in öncülüğünde' bağımsızlık hareketi patlamış; 1324 yılında Küba dışında tüm kıta'da Ispanyol egemenliği son bul­ muştur. Bağımsızlık hareketinin' öncüsü Bolivar, . bütün Güney Amerika Kıtasını bir devlet altında.birleşm esini istemiş; ancak başarılı olamamış ve ortaya çok sayıda devlet. çıkmıştır. kaçmaya timini de zayıflatmış' ve bütün Bağımsızlığını kazanan bütün Güney Amerika.ülkelerinde ay­ nı toplumsal yapının hakim' olduğu görülmektedir; toplumda en hakim kesim, hemen’ hemen tüm tarımsal, toprakların •mülkiyeti­ ni elinde tutan grup olarak "tanımlanabilir. Yeni bağımsızlığını kazanan ülkelerin hepsi -siyasal •rejim olarak,,..^Cumhuriyeti seç­ miş dknakla beraber toprak -mülkiyetinin ç o k ' eşitsiz biçimde da­ ğıtılmış olması toplumsal gerilimi erin sürekli olarak yüksek- kal­ masına neden olmuştur. Bunun sonucu ise, askeri yönetim ola­ rak belirlenmiş; -20. yüzyılın başlarına kadar, toprak sahibi ke­ sim ile organik ilişkiler içinde bulunan- askerler.siyasal iktidarı genel olarak ellerinde bülundurm uşlardır. Bu oluşum, askerlerin hakim sınıfın çıkarları için bizzat yönetimi elinde bulundurması. «caudilloism» sözcüğü ile ’ tanım lanm ış; . güçlü iktidar oluşturmak ve ülke içinde anarşiyi önlemek- iddiası ile yönetime el koyan ge­ nerallere İspanyolca bir sözcük olan «cauıdifllö» denmesi bu teri­ min siyasal bilim ler literatürüne girmesine neden olmuştur. Ger­ çekten adeta yapay sınırlarla birbirinden ayrılan ülkelerde ■ordu­ lar, dış tehlikeye karşı .değil içeriye karşı işlevi olan kurumlar gö­ rümü kazanmıştır. Latin Amerika ülkelerinin geri kalması ve güncel sorunlarını, oluşturan, büyük toprak mülkiyetine ek ' olarak ve bir - bakıma onun tamamlayıcısı olan emperyalizm 19. yüzyılın' ikinci yansın­ dan sonra giderek ’ artan yoğunlukta ' kendini belli'' etmeye baş­ lamıştır. Latin Amerika'nın zengin kaynakları ve çok ucuz işgücü gelişmiş kapitalist ülkelerin, hanı madide gereksinmelerini kar194 şilama işlevini yerine getirmeye- başlamış, bu oluşumu geliştire­ cek biçimde sermaye akımı ortaya çıkmıştır, Latin Am erika ülke­ lerinin bir iki hancı maddeyi üretecek biçimde uzmanlaşmaya baş­ lamadan bu gelişmenin sonucu olarak belirlenmiş ve 20 nci yüz­ yıla girerken örneğin Arjantin'in et ve buğday üretiminde (A rja n ­ tin ide et taşımak için soğuk hava gemileri y a p ılıy o r), Brezilya'nın kahve üretiminde, K üba'nın şeker üretiminde, Orta Am erika Cum­ huriyetlerinin taze, meyva üretiminde uzmanlaştıkları ve başta İn­ giliz olmak üzere Avrupa sermayesinin bu alanlardaki üretimi ar­ tırmak üzere Latin Amerika, ülkelerine aktığı görülmüştür. Y a ­ bancı sermaye akımı, yukarıda da değinildiği gilbi sözü edilen ül­ kelerde üretim güçlerini geliştirmiş, dışa bağım lı da olsa hızlı bir bapitaliıstleşme süreci belirlenmiştir. B u arada 1880'lerden itiba­ ren Latin Am erika /ülkelerine ABD sermayesinin giderek artan hızda gelmeye başladığı ve 20 nci ylüzyiim başlarından itibaren o zamana kadar hakim olan İngiliz sermayesine üstünlük sağla­ maya başladığı söylenebilir. ' Kısaca belirtmek gerekirse 2û'nci yüzyılın başlarımda yaban­ cı sermaye ve yabancı sermayeye bağlı yerli burjuvazinin, toplum­ da en güçlü kesim haline geldiği ve eski.egemen grup olan büyük toprak sahipleri ile bir ittifak içinde bulundukları söylenebilir. Nitekim caudillolar bu dönemden sonra toprak sahiplerinin çı­ karları yanında yabancı sermaye yatırımlarının da çıkarlarım ka­ rarlı bir biçimde' korumaya kalkıştıkları görülmektedir.. Bu süreç, Latin Amerika ülkelerinin günümüzde de devam eden ana siyasal dinamiğini oluşturm aktadır : anayasalar gereği seçimlere dayalı b ir yönetim, denemesine kalkışılınca, dışa bağım lılığı değiştirecek radikal öneriler ortaya atan kişi; ve partilerin seçim şansı , büyük olmakta, ve bunlar iktidara gelir gelmez halkın eğilimine uyarak yabancı sermayeyi sınırlayıcı, işçi hakları ile ilgili önlemler alır almaz ordu harekete geçmekte, iktidara el koyup alınan önlemleri geçersiz kılmaktadır. Bunun sonucu olarak da siyasal mücadele esas olarak sert ve şiddetle dayalı bir biçimde yürümektedir. Biçimsel olarak lerinde AB D hemen hemen bütün Latin Am erika ülke­ Anayasasına benzer b ir yapı, geçerli olmakta, seçi­ bir yürütme organının varlığı gözükmektedir. B u ­ ilginç bir çelişki olarak anayasal yönetimler ve halkın -seçimine dayanan iktidarlar çoğu kez A B D firm alarının me dayanan nunla beraber 195 çıkarları ile ters düşen önlemler alınca, A B D tarafından harekete geçirilen ordular tarafından yönetime el konmaktadır. Meksiko Cum hurbaşkanlarından Di az'm ünlü «... zavallı Meksika, tanrı­ dan ııe kadar uzak ve A B D ye ne kadar yakm » sözü Latin Ame­ rika ülkelerinin 100 yılı aşkın dramını çarpıcı biçimde belirt­ mektedir. Tüm Latin Am erika ülkeleri üzerinde, özelliği Birinci Dünya Savaşından sonra kesin bir A B D egemenliğinin söz konusu olduğa görülmektedir. Bu ülkelerin ekonomileri tam anlamı ile AB D sermayesinin kontrolü altında bulunmakta; bu sermayesinin çı­ karlarına ters düşecek politikaların izlenmemesi için siyasi ikti­ darların tam mesine anlamı ile A B D dikkat edilmektedir. yönetimi tarafından ABD, tüm kontrol edil­ Latin Am erika Ülkeleri ile siyasal ve ekonomik anlaşm alar imzalamış; özellikle ortak as­ kerî anlaşmalar ile ordular, eğitim, yönetim vib. her alanda ABD askeri mekanizmasına bağım lı hale getirilmişlerdir. 1947 yılında Ri o'da Latin Amerika ülkeleri ile A B D arasında imzalanan ortak savunma anlaşması, bu ülkeler ordularının A B D tilmesi, örgütlenmesi ve donatılması tarafından eği­ olanaklarım sağlamıştır. Aralarında savaş olasılığı hemen hemen hiç olmayan Latin Am e­ rika ülkelerinin büyük ordular beslemesi (ulusal % 20 ile 30 u arası savunmaya ayrılmış durum da) baylarının tamamının AB D 'de bütçelerin ilginçtir. Su­ eğitildiği bu orduların temel işle­ vi, kendi halklarının kurulu düzene ve A B D sermayesinin çıkar­ larına ters diüşen girişimlerini önlemek olarak tanımlanabi­ lir. Şimdiye kadar süren tarihsel gelişim, orduların bu görevle­ rini etkin olarak yerine getirdiğini başına gelen siyasi iktidarlar, lara göstermektedir. Seçimle iş kurulu düzene ve yerleşik çıkar­ karşı b ir politika izlemeye başlar başlam az orduların der­ hal harekete geçtiğine ilişkin örnekler sayılmayacak kadar çok­ tur. Örneğin 1948 yılında Venezüella'da Rom ula Betancourt, 1954 yılında Guatemala'da Jacobo Aribenz, 1964 yılında Joao Gouiart yönetimleri, hepsi anayasal ve seçimle iş başına gelmiş olm aları­ na rağmen, toplumsal içerikli politikalar izlemeye kalkar kalk­ maz AB D 'nin aktif desteği altında ordu müdahalesi ile devril­ mişlerdir. B u alandaki son ve çarpıcı örneklerden biri Sili'deki anayasal Ailende yönetiminin, ordu ve ünlü C IA tarafından or~ 196 taklaşa devrilişi ve onu izleyen faşist terördür. Latin Amerika halklarının giderek bilinçlenmesi ve bunun sonucu olarak anti emperyalist politikalar güden siyasi kuruluşların seçimlerde hal­ kın desteğini sağlayıp iktidara gelebilecek hale gelmesi bütün kı­ tada demokrasiyi yok eden bir taraftan dünyada klasik askeri yönetimlere yol açmış; demokrasinin siyasal rejim savunuculuğunu yaptığını ilan ederken diğer kıtasında sürekli ABD olarak taraftan Amerika olarak faşist, rejimleri oluşturm a ve destekle­ me zorunda kalmıştır.. 1959 yılında' ortaya, çıkan K üba devrimi, başta köylüler ve işçiler olmak üzere halkın AB D emperyalizmini, ve onun işbirlik­ çisi iktidarı m ağlup edip zafere ulaşılabileceğini göstermiş; 1964 yılından sonra bu tipte silahlı devrim hareketi yoğun b ir biçim­ de bütün kıtada ortaya çıkmıştır. Silâhlı devrim hareketinin baş­ ta gelen eylemci ve kuramcılarından biri, K üba devriminde de önemli rolü olan Em esto Che Guevara'dır. G uevaraya göre fe­ dakâr ve kararlı bir öncü grup kırda silâhlı mücadeleye ba şla ­ yıp, baskı düzeninin gücü olan orduyu m ağlup edebileceğini gös­ terince başta köylüler olm ak üzere halk harekete katılacak ve başarıya Ulaşılacaktır. Gerillalar, kontrolleri altına aldıkları böl­ gede toprak reform u ve benzeri toplumsal içerikli önlemleri ala­ rak halka iktidara geldikleri zaman kuracakları düzeni de gös­ terecek ve böylece giderek artan destekler dır. sağlamış olacaklar­ . K üba'nın başarısı, Ghenin kişiliği ve prestiji, bu ideolojinin hızla yayılıp etkinleşmesine neden olmuş; gerilla savaşı hemen hemen bütün Latin Amerika ülkelerinde başlamıştır. Bu ideolo­ ji ve eylemin gerçekten önemli ölçüde yaygınlık gösterdiği ve K a­ tolik Kilisesinin bir kısmının bile gerilla savaşma : katıldığı lenebilir. Örneğin Kolom biya'daki söy­ gerilla savaşının en önde ge­ len önderlerinden biri papaz Camillo Torres olmuştur. Gerilla sa­ vaşı esas olarak kırlarda ortaya çıkmış, bununla ' beraber U ru­ guay ve Sili gibi ülkelerde ken t' gerillaları daha ağır basm ıştır; Zaman zaman yöresel başarılar kazanmakla beraber gerillaya dayanan öncü savaş, hiç bir yerde K üba örneğini tekrarlamayı başaram am ış; 1967 yılı sonunda bu hareketin en büyük kuram ­ cısı ve eylemcisi olan Guevara'nm Bolivya'da başarısızlığa uğra­ yıp öldürülmesinden sonra etkinliğini kaybetmeye başlamıştır. 197 Günümüzde gerilla hareketinin her yerde büyük b ir gerileme içinde olduğu ve ezildiği söylenebilir. Bunun b ir önemli istisnası geçen yıl N icaragua'da yaygın b ir halk hareketi ile AB D nin de desteğini kaybetmiş kılmasıdır. olan Somıozanın askeri diktatörlüğünün yı­ Öncü savaşın yarattığı korku, A B D nin Latin Ame­ rika ülkelerinde, özellikle askeri güçlerinde etkinliğini çok fazla artırmasına neden olmuştur. Nitekim AB D savaşı için yetiştirilmiş uzmanlarınca birliklerin hareketi gerilla ezmede önemli b ir rol oynadığı bilinmektedir. Gerilla savaşı ya da öncü savaş kuram ı önemli ölçüde geri­ leyip, etkinliğini kaybetmesine rağmen, b ir ölçüde Meksika ha­ riç bütün Latin Amerika ülkelerinde- şiddet ve terör devam et­ mekte, iktidarda bulunan asikeri yönetimler tam anlamı ile ken­ di ülkelerinde b ir işgal ordusu gibi davranm aktadırlar. Başka bir deyişle, gerillaların askeri alandaki yenilgisi b u ülkelerin da­ ha liberal ve demokrat yönetimlere kavuşmasına yol açmamış; bugünkü haliyle kurulu düzeni ve yerleşik çıkarları korum ak için tek yolun devlet terörünü devam ettirmek olduğu gerçeği ortaya çıkmıştır. Bütün kıta tam anlamı ile korku atmosferi ya da faşizm içinde yaşarken, ülkeleri yönetenler artık lafta bile de­ m okrasi sözcüğünü ağızlarına almamakta, b ir bakım a içinde bu­ lunulan durumu açıkça ortaya koymaktadırlar. B u durum, söz konusu faşist, terör rejim lerin kurucusu ve destekçisi olan AB D 'nin dış politikasını açığa çıkarmakta; bu ülkenin, dünyanın baş­ ka yerlerinde demokrasi ve insan almasının kesinlikle inandırıcı haklarını olmadığım savunan ortaya b ir tavır koymaktai- dır. IV . O R TA » D O Ğ U Orta - Doğu teriminin, özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra siyasal bilim literatüründe kullanılmaya başlandığı söyle­ nebilir. Günümüzde, dünyanın en zengin petrol kaynaklarına sa­ hip olması nedeni ile Orta - Doğu denilen bölgenin çok büyük b ir önem taşıdığı açıkça görülmektedir. Petrol kaynakları ve dün­ ya stratejisinde taşıdığı büyük önem ile bunlara bağlı olarak olu­ şan Arap - İsrail sorunu, sözü edilen bölge üzerinde durmaya b u alanda çok sayıda araştırmanın ortaya çıkmasına neden ol­ 198 maktadır. B ir bakım a «O rta - D oğu» sin olarak deyiminin kapsamının belirleneceği; başka b ir deyişle hangi ke­ ülkelerin bu bölgeye girdiğini saptamada görüş farklılıklarının oluştuğu ileri sürülebilir. Gerçekten çeşitli araştırıcılar, bölgenin sınırlarım birbirlerinden farklı biçimde belirlemektedirler. Bununla beraber genel olarak Kuzey A frika ülkeleri, Arap Yarım adası, Türkiye, İran, Afganistan ve Pakistan ve bu bölgeyi oluşturan alan olarak kabul edilmektedir. Yine genel olarak ka­ bul edilen b ir görüşe göre, Orta - Doğu sadece b ir coğrafi tanım olarak ele alınmamakta; bu bölgede yer alan ülkelerin önemli or­ tak nitelikler ve sorunlar ortaya koyduğu ileri sürülmektedir. Başka b ir deyişle Orta - Doğu, sadece coğrafi kıstasa bağlı olarak tanımlanan b ir terim olmamakta, tanımda dinsel açıdan ortak­ lık yanında aynı zamanda bir de siyasal Nitekim bu boyut bulunm aktadır. siyasal boyut üzerinde önemle duran bazı siyasal bilimciler, coğrafi olarak bölgenin tam ortasında bulunan İsrail'i Orta - Doğu ülkesi saymamakta; İsrail için söz konusu olan siyasal nitelik ve sorumların diğer bölge ülkeleri ile ortak yanla­ rı bulunm adığından söz etmektedirler. Eğer bu görüş kabul edi­ lecek olursa, Orta - Doğu ülkelerini kabaca ikiye ayırmak m üm ­ kün olabilecektir : müslüman arap ülkeleri ve müslüman arap olmayan ülkeler (Türkiye, İran, Afganistan, olup Pakistan gi­ b i). Yukarıdaki ayrıma bakacak olursak, İsrail dışında bütün Orta - Doğu ülkeleri için ortak b ir özelliğin ortaya çıktığı söyle­ nebilir; bu İslamiyet'tir ve sözü edilen ülkelerin büyük b ir kıs­ mının 20'inci yüzyıl başlarına kadar, esas olarak b ir İslam dev­ leti olan Osmanlı İm paratorluğu sınırları içinde bulundukları bi­ linmektedir. B u bakım dan Orta - Doğu ülkelerinin siyasal so­ runları ve rejim leri ile ilgili tartışmalara girmek için öncelikle islamiyetin siyasal iktidar doktrinine kısaca değinmek gerekir. Çünkü açıkça. görüldüğü gibi, islamiyetin esasları ve siyasal sis­ teme ilişkin temel önermeleri bu ülkelerin siyasal rejim sorum­ larında hala çok önemli b ir ıt)İ oynamaktadır. Örneğin bölgenin en gelişmiş- ülkesi sayılabilecek, Türkiye'de laiklik ilkesinin siya­ sal rejim b ir sorun olan açısından önemi ya da arap ülkelerinde İslamiyet ve sosyalizm, ilişkileri, din çok güncel sorununun 199 bu ülkelerin siyasal rejimlerinde ne kadar önemli rol oynadığı­ nı ortaya koymaktadır. İslamiyet in, toplum yaşamının her yönünü düzenleyen, son derece geniş kapsamlı bir din olduğunu ileir sürmek mümkün­ dür. Başka b ir deyişle İslam, toplumun siyasal yaşamını da dü­ zenlemekte, bu alanda da kurallar önermektedir. Toplum sal ya­ şamı ve bu arada siyasal süreci düzenleyen islami kuralların- to­ puna «şeriat» denmektadri. Şeriatın, siyasal yaşam la ilgili temel önermesi, siyasi iktidara kayıtsız baş eğmedir. Şeriatın kaynağı Kuran ve hadiselerdir; insan iradesinin tanrısal kökenleri bu te­ mel yasaları değiştiremeyeceği kesin olarak belirtilm iştir. An­ cak kıyas ya da bir çeşit yorum sayılabilecek «ioma-ı üm m et» ile şeriatın kapsamı genişilatilebilımektedir. Bunun dışında Kuran ve hadisler, islamida tartışma konusu yapılamaz. Şeriata göre iktidar esas olarak tanrıya aittir ve «em irler» yani iktidarı d in d e tutanlar tanrı adına hükmetmektedirler. Bu nedenle yönetime karşı çıkmak, iktidara direnmek islami siya­ set doktrininde kesimlikle yadsınmakta bu tür girişim ler tanrı­ ya karşı günah sayılmaktadır. B u nokta islami ve hırıstiyanlık siyaset felsefelerinin esas olarak farklılaştığı yerdir. Hıristiyan­ lıkta, baştan itibaren Acquinasîı Tbom as'm ileri sürdüğü biçim­ de, tanrının insanlara bağışladığı hakları çiğneyen iktidarlara kar­ şı direnme hakları olduğu kabul edilmiştir. Buna karşılık islamda böyle b ir şey söz konusu değildir; bireyin, devletin m üdaha­ le alanı dışında b ir takım haklara sahip olduğu düşüncesi hiç b ir zaman tartışma konusu bile olmamıştır. En büyük islami siyasal düşünürlerinden îbn-i Haldun, M u­ kaddime adlı yapıtında islami toplulukların ancak din kurralları ile yönetilmesi gerektiğini belirttiği görülmektedir. îbn-i H al­ dun, bu önerisinin nedeni olarak «arap kavm inin» geriliğini gös­ termektedir. îbn-i Haldun a göre son derece geri olduğu ileri sü­ rülen araplar, böylece ancak tanrı korkusu ile b ir düzen içinde yaşama olanağına sahip olacaktır. Bununla beraber 19 ocu yüz­ yıla kadar islami düşüncede kavimeiliğin ya da ulusçuluğun yeri olm adığı görülmektedir,. 19'ncu yüzyıldan itibaren İslam halkları arasında ulusçuluk «a rap akımımın edilebilmektedir. Yukarıda 200 gelişmeye ulusçuluğunun» önemli b ir başladığı akım haline ve özellikle geldiğine işaret da değinildiği gibi dünyanın en zen­ gin petrol yataklarına sahip olan bu bölgede özellikle arap halk­ larının uyanışı ve ulusçulukları dünyanın düzenini etkileyecek derecede önem taşımaktadır. Arap ulusçuluğunun en belirgin niteliği, yapıları gereği ko­ layca bağdaşm ayan İslamiyet ile «arap ulusçuluğunu» bağdaştır­ mak olarak tanımlanabilir. Daha somut olarak ifade etmek ge­ rekirse, arap ulusçularına göre iki temel faktör, arapça dili ve İslamiyet, arap ulusu oluşturmaktadır. Bu ulusçuları, geri bancı noktadan hareket kalmışlıklarının nedeni olarak etkenin sisteme girmiş olmasını heri eden da b ir ya­ sürmektedirler Bu yabancı etken «T ü rk le rd ir» ve Türk işgali, buna göre Arapların geri kalmasına neden olmuştur. Gerçekten 19'uncu yüzyılın son­ larında ortaya çıkan Arap ulusçuluğu ideolojisi Türkiye ve Türk egemenliğini sürekli olarak olumsuz biçimde değerlendirmekte­ dir. Arap ulusçuluğu, ilk kez belirgin olarak 1882 yılında M ısır'­ ın İngiltere tarafından işgal edilmesi ile ortaya çıkmıştır. Arapçılık ortaya atılır atılmaz sorun, bu kavram ı İslamiyet ile bağ­ daştırmak ve Osmanlı İm paratorluğu kavuşturmak olarak ifade edilmeye doğal sonucu, araplarm ile olan ilişkileri açıklığa başlamıştır. Bu yaklaşımın ve islamın geri kalışını Osmanlı İm pa­ ratorluğunu yöneten Türklere bağlam ak olmuştur. Örneğin 20 nci yüzyılın başlarında Arap ulusçuluğunun önde gelen sözcü­ leri, Lütfi al-H affaf ve Haiii Ganem bu olguyu açıklıkla belirt­ mektedirler. H alil Ganem,, 1901 yılımda' yazdığı b ir kitapta İsla- mın liberal b ir felsefe ortaya koyduğu, ancak islami devleti despötik hale getirenlerin Türkler olduğunu illeri sürdüğü görülm ek­ tedir. Uyanan arap ulusçuluğu içinde bu tür b ir ele alış dıoğal karşılanabilir; bununla beraber uyanan thtürk içeriği esas olarak İngiltere h in Dünya Savaşı sırasında ulusçuluğunun an- araplar bağım sızlık yönetimine başkaldırm ışlardır. Ancak Osmanlı egemenliğini arap işine yaramış ve Birinci yıkan teşvikiyle Osmanlı bilindiği araplar bağım sız gibi ülkelerinde olamamış, İngiliz ve Fransız sömürge bölgeleri olmuşlardır. A rap ülkelerinin siya­ sal bağımsızlığı İkinci Dünya Savaşı nidan sonra, gerçekleşmiş­ tir. Orta - Doğu ülkeleri içinde ilk başarılı ulusal hareket Türkler tarafından yapılmış; 1920lerde ulusal devlet kurulmuştur. Türk ulusçuluğunun ' da ancak 19hcu yüzyıl sonlarında ortaya' çıktığı 201 söylenebilir. Türk ulusçuluk ideolojisinin oluşumu üzerinde iki türlü etkenin varlığından söz edilebilmektedir. Birinci olarak toplumun doğal gelişmesi ve kendi iç dinamikleri ususçuluk ide­ olojisine geçerlik kazandırmıştır. İkinci olarak dış dinamik de önemli bir ağırlığa sahip gözükmektedir. O dönem içindeki emperyaiisit güçler arasındaki rekabet Türk ulusçuluğu ile ilgili önem­ li gelişmelere neden olmuş; Rusya ile yarışma içinde bulunan A!-, manya ve Avusturya - Macaristan İmparatorlukları Türk ulus­ çuluğunu yoğun biçimde desteklemişlerdir. Bu çerçeveden olmak üzere sözü ediıen ülkelerin belli başlı üniversitelerinde «Türkolo­ ji» bölümleri açılmış ve «Turancılık» düşünce düzeyinde, bura­ larda geliştirilmiştir. Böylece 20'nci yüzyıla girerken Türk ulus­ çuluğu, bir yönden turancılık ya da başka bir deyişle ırk esası üzerinden yorumlanırken; diğer yönden «vatan» ve «vatan üze­ rinde yaşayan ulus» temel kavramlar olarak alınmış, ulusçuluk bu kavramlara bağlılık olarak belirlenmiştir. Ulusal Kurtuluş Savaşının önderi Mustafa Kemal Atatürk'ün ve çevresinin ulus­ çuluk anlayışının kesin olarak ikinci türden olduğu söylenebi­ lir. Orta - Doğu ülkelerinin siyasal yapılarında görülen bir or­ tak süreç, bürokrasinin göreli siyasal ağırlığıdır. 19'ncu yüzyı­ lın başlarından itibaren kesinkes emperyalizmin kontrolü altı­ na giren Osnıanlı İmparatorluğu, İran ve Mısır'da devleti yöne­ ten kesimin önderliğinde reform hareketlerine girişildiği görül­ mektedir. Bu reformların temel amacı, çöküntüyü durdurmak, toplumsal ve siyasal birliği sağlamak olarak tanımlanabilir. Re­ formların içeriği ise genellikle devlet ve yönetim mekanizmala­ rında, gelişmiş batı ülkelerinde görülen kurumlan oluşturmak biçimini taşımaktadır. Bilindiği gibi bu reformlar pek başarılı olmamış; toplumda ancak kapitalizm geliştiği ölçüde geçerli ka­ labilmiştir. Gerçekten Orta - Doğu ülkelerinin gelişimini ve mo­ dernleşmelerini inceleyenler için, bürokrasi, reformlar ve kapı talistleşıme ilişkileri son derece ilginç bir alan oluşturmaktadır. Sözü edilen Orta - Doğu ülkelerinde kapiitalistleşme ve uluslaş­ ma süreci bürokrasi ya da başka deyişle yönetici kesim eliyle yürümekte, yapılan reformlar da çoğu kez gelişmenin göstergesi olabilmektedir. Orta - Doğu ülkelerinde de kapitalizm esas olarak dış değiş­ kene bağlı biçimde; yani emperyalizmin toplumdaki üretim güçle- 202 rini geliştirmesi ile oluşmuştur. B u oluşum hem toplumda eski toprak mülkiyetini elinde tutan yönetici kesiminden farklı yeni b ir yönetici kesimin ortaya çıkıp, güçlenmesine neden olmuş hem de bu kesim eliyle yürütülen bazı sal etkinliği söz konusu yapısal reform ların toplum­ olmuştur. «¡Orta sınıf» sözcüğü ile de tanımlanabilen bu yeni yönetici kesim, esas olarak asker ve sivil bürokratlar ile aydınlardan oluşmaktadır. Toplum un - yönetimine ağırlığını koyan b u kesim, ulusçuluk ideolojisini izlemekte ve devlet kurumunu da yoğu biçimde kullanarak toplumun sosyo ekonomik yönden gelişmesine öncülük etmektedir. Bu, başka bir deyimle kapitalistleşme süreci olarak tanımlanabilmektedir, Eko­ nomik alanda kapitalistleşme ve siyasal alanda ulusçuluk kendini çeşitli .biçimlerde ortaya koymakta; bu açıdan sorana yaklaşınca «'Kemalizmin», «N asırizm in » ve- «B aasçılığm » ortak yanları oldu­ ğu söylenebihnektedir. Kısaca gelişme' düzeyleri arasında önemli farklılıklar olmakla beraber Türkiye, İrak, M ısır ve 'Suriye benzer b ir gelişme çizgisi ortaya koymaktadırlar. Buna karşılık, özellikle zengin petrol kaynaklarını kontrol eden Suudi Arabistan ve B asra Körfezi Şeyhlikleri (Kuveyt, Katar, Umman, Abu Dabi gibi) geleneksel yapılarını korumakta ve görül­ düğü gibi batının büyük sermayesi ile çok yakın ilişkileri içinde bulunmaktadır. Salt milli gelir açısından dünyanın en zengin ülke­ leri arasına giren petrol üreticisi arap devletleri, bütün bu zengin­ liklerini toplumsal yapıyı değiştirmekten çok devam ettirmek için kullanmakta, bu politika önemli ölçüde başarı kazanmış gözük­ mektedir. Bununla beraber bölgedeki İsrail faktörü, uluslararası dünya dengesi ve özellikle araplarm uluslaşma sürecinin gelişmesi gibi etkenler Orta - D oğu’nun dünyanın en hareketli ve dinamik bölgesi olma niteliğini devam ettirecektir. Örneğin- .Lübnan'da son iki yıl içinde ortaya çıkan olaylar, bu olaylarda o zamana kadar en radikal olarak bilinen Suriye yönetiminin aldığı tavır, Suriye Ürdün yakınlaşması, daha sonra bu -yakınlaşmanın ciddi bir çatış­ maya dönmesi, Surye île Irak ın benzer ideoloji ve yönetim biçimi­ ne rağmen giderek birbirlerine karşıt bir tavır almaları, Enver Se­ dat'ın kesinkes anti - Nasıra bir politika izlemesi en nihayet Iran, Afganistan olayları Orta - Doğu'daki toplumsal oluşumun karma­ şıklığı ve kuvvet dengesinin bıi karmaşıklığa tabi olarak nasıl de­ ğiştim açıldıkla ortaya koymaktadır. 203 SEÇİLMİŞ OKUMA LİSTESİ I. BÖLÜM İÇİN Y. Abadan, Devlet Felsefesi (Ankara : 1959) M. Bloch, Feudal Society 2 Vols. (London: 1962) L. A. Coser, Political Sociology (New-York : 1966) L. A.Coser, Political' Sociology (New-York : 1966) E. Çam, Siyaset Bilimine Giriş (Istanbul : 1975) B. Baver, Siyaset Bilimine Giriş (Ankara : 1968) F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (Ankara ; 1967) Leo Huberman, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla (İstanbul: 1974) V» I. Lenin, Marxism On The State : Preparatory Material (Moscow : 1972) G. E. Lenski, Power And Priwilege. A Theory of Social Stratification (New-York : 1966) R. Miliband, The State in the Capitalist Society (New-York : 1969) G. Sabine, Siyasal Düşünceler Tarihi C. 2 (Ankara : 1969) M. Sarıca, 100 Soruda Siyasi Düşünceler Tarihi (İstanbul : 1973) II. ve III BÖLÜM İÇİN T. W. Adarno, The Autharitarian Personality. (New-York : 1950) R. W. Alsfyne, The Rising American Empire (Oxford : 1969) G, Barraclough, An Introduction to Contemporary History (Middlesex : 1966) James Bryce, Amerikan Siyasi Rejimi (Istanbul : 1962) G. Burdeau, Demokrasi, Sentetik'Demene' (Ankara : 1964) F. Burlatsky, The Modem State And Politics (Moscow : 1978) H. Cantril, Human Nature And Political Systems. (New-York : 1961) G. Carocci, Faşizmin Tarihi (Istanbul : 1965) A. Cobban, A. History of Modern Franca. 3 Vols. (Middlesex : 1975) E. Çam, Devlet Sistemleri (Istanbul : 1970) A, Dawns, An Economic Theory of Democracy (NexYork : 1957) 205 M. Duverger, Siyasal Rejimler (İstanbul : 1963) D. Epstein, Political Parties in Western Democracies (New-York : 1967) S. E. Finer, Five Constitutions (Middlesex : 1979) D. Guerin, Faşizm ve Büyük Sermaye (İstanbul : 1975) S. Holland, The Socialist Challenge (London : 1975) S. Hook, Political Power And Personal Freedom (New-York: 1962) K. Kinasov, The USA and Western Europea (Moscow : 1975) R. Miliband, Parliamentary Socialism (London : 1961) H. Felling, The Origins of Labor Partry (London : 1954) N. Poulantzas, Faşizm ve diktatörlük (İstanbul : 1980) W. L. Shirer, Nazi İmparatorluğu : Doğuşu, Yükselişi, Çöküşü, (İstan­ bul : 1969) M. Soysal, Anayasaya Giriş, (Ankara : 1969) D. Thomson, Europe Since Napolyon (Middlesex : 1976) T. Zafer Tunaya, Siyasi Müesseseler ve Anayasa 1975) Hukuku. (İstanbul : G. M. Trevelyan, British History in the Nineteenth Century And After : 1782- 1919) (Middlesex : 1971) M. C. Vernon, Devlet Sistemleri (Ankara : 1961) H. V. Wiesman, Political Systems (New-York : 1966) H. Wheeler, Democracy in a Revolutionary Era (Middlesex : 1968) IV. BÖLÜM İÇİN T. P. E. L. A. Ataöv, Sovyetler Birliği Devlet İdaresi (Ankara : 1961) Baran, P. Sweezy, Tekelci Sermaye (Ankara : 1973) H. Carr, A. History of Soviet Russia. 10 Vols. (Middlesex : 1966-75) Huberman, P. Sweezy, Sosyalizmin ABC'si (İstanbul : 1974) Rosenberg, A. History of Bolshevism (New-York :1967) S. B. B. Akademisi, Sovyetler Birliği Komünist Partisi Tarihi (İstan­ bul : 1977) A. Spirikin, O. Yakhot, Diyalektik ve Tarihi Materyalizm (İstanbul : 1974) USSR Academy of Science, History of the USSR 3 Vols. (Moscow : 1965) E. Wilson, To The Finland Station. (London : I960) V. BÖLÜM İÇİN T. Ataöv, Afrika'da Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri (Ankara : 1975) N. Bukharin, Imperialism And Vorld Economy (London : 1973) P. Calvocoressi, World Order And New States (London : 1962) A. G. Frank, Capitalism And Underdevelapment in Latin American (Lon­ don : 1967) ' 206 Gelişim Yayınlan, Devrimler Karşı Devrimler Âksiklopedls! 4. C (İstan­ bul ; 1975) K. H. Karpat, Political And Social Thought in the Contemporary Mid­ dle East (Washington D. C. : 1978) V. I. Lenin, Kapitalizmin Son Aşaması, Emperyalizm, (Ankara : 1968) H. J. Lethbridge, Communism In China (Hong-Konf : 1965) P. C. Lloyd, Africa in Social Change (Middlesex : 1967) R. Mason, Patterns of Dominance (Oxford : 1970) R. Oran, Az Gelişmiş Ülke Milliyetçiliği : Kara Afrika Model! (Anka­ ra : 1977) J. Petras, Politics And Social. Structure in Latin America (London : 1972) H. Radice, International Firm And Modem Imperialism (Middlesex : 1975) P. Segal, The Crisis O f India (Middlesex : 1965) P. E. Sigmund, Models of Political Change in Latin America (NewYork : 1970) R. Sutcliffe, R. Owen, Studies in the Theory of Imperialism (London : 1972) E. Snow, Red China Today, (Middlesex : 1970) C. O. Tütengil, Az Gelişmiş Ülkelerin Toplumsal Yapısı (İstanbul : 1966) M. Weiner Party, Politics İn India. (Princeton 1957) 207