içindekiler - editörden Editörden... Değerli Okuyucu, yeni bir sayıyla yine sizlerleyiz. İşçi Eki’mizi bu sayımızda sürdürüyoruz, bundan sonra da sürdüreceğiz. Bu konuda oldukça olumlu tepki aldık. Bu bölümün daha da güzelleşmesi önemli ölçüde okurlarımızın sınıf içindeki çalışmasının daha da gelişmesine ve buna paralel olarak daha fazla somut yazılar almamıza bağlı. Dolayısıyla okurlarımızın sınıf içindeki faaliyetlerini artırması işçi ekimizi geliştirecektir ve tersine işçi ekimizin daha da gelişmesiyle okurlarımızın elinde sınıfa gitmek için daha güçlü bir silah olacaktır. Yaz ayları aslında tatil yapmak için güzel bir fırsattır, ancak şu da bir gerçek ki, büyük insanlığın büyük bölümü geçimini sağlayabilmek için yaz aylarında da çalışacaktır ve ayrıca tatil yapmak için gerekli maddi koşullara da sahip olmayacaktır. Yine büyük insanlığın bir bölümü ise ekmek kavgasında, direniş ve grev çadırlarında geçirecektir yaz aylarını. Dergimizin okurları bunun bilincinde olarak yaz aylarında da sınıf mücadelesine ara vermeden sürdürmelidir. Elbette yaz ayları piknikler ve kamplar için iyi bir fırsattır, bu nedenle imkanlar ölçüsünde piknikleri ve kampları hem kitleyi hem de kendimizi eğitmek için kullanmalıyız. Mücadele içindeki işçileri de ziyaret etmeyi unutmamalıyız. Türkiye’nin katılmaması nedeniyle burada fazla ses getirmese de, bir ay boyunca milyonlarca insan futbol dünya kupası isterisi içine çekildi. “GÜNDEM” köşemizde bu konuya yer vererek, kardeşliğin ve dostluğun sporu olabilecek futbolun nasıl çılgınca tüketim ve milliyetçilik için kullanıldığını, bu arada gerçekte kimlerin kazandığını ve kimlerin kaybettiğini göstermeye çalıştık. Bu sayımızın başyazısını aylık gazete olarak biraz geç kalarak da olsa devlet ve hükümet arasında kızışan çete İçindekiler savaşlarına ve bu dalaşın arkaplanının aydınlatılmasına yer ayırdık. Bu konunun önümüzdeki dönemde değişik biçimlerde ama gittikçe daha da sertleşerek karşımıza çıkacağı kesindir. İşçi Eki’mizin başyazısını işçi sınıfı sorunlarının ele alındığı yazılarda fazla önemsenmeyen ve böylece fazla dikkat çekmeyen bir konuya, çocuk işçiler konusuna ayırdık. Emperyalist burjuvazinin kurumlarının bu konudaki vahim durumu daha da iyi göstermek için nasıl olguları ve rakamları çarpıttığını örneklerle göstermeye çalıştık. İşçi Eki’mizin diğer kısmını, önemli ölçüde yeni başlayan, yürümeye devam eden ve olumlu veya olumsuz sonuçlanan direniş ve grevlere ayırdık. Yeni Kadın Dünyası’nda, Eren Keskin ve Perihan Mağden gibi mücadeleci kadınlara karşı başlatılan karalama ve kışkırtma kampanlarına tavır takındık ve bu kampanyaların aslında tüm muhalif kesimleri hedeflediğine dikkat çektik. Geçtiğimiz dönem 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişinin ve 2 Temmuz Sivas Katliamının yıldönümleri çeşitli etkinliklerle anıldı. Bu konulardaki yazılarımızı ilgiyle okuyacaksınız. Yine geçtiğimiz dönemde 5 Haziran Dünya Çevre Günü ve 26 Haziran, Dünya İşkenceye Karşı Mücadele Ve İşkence Görenlerle Dayanışma Günü üzerine de yazılarımızı beğeniyle okuyacaksınız. Bir okurumuzdan gelen “İyi Haber Nasıl Yazılır?” yazısını bu sayımızda maalesef yer nedeniyle yayınlayamıyoruz. Şimdilik internet sitemizden yayınladığımız bu önemli çalışmayı tüm yazı yazan okurlarımızın okumasını diliyoruz. Her yıl olduğu gibi bu yıl da Ağustos ayında dergimiz çıkmayacaktır. Öyleyse Eylül sayımızda tekrar görüşmek dileğiyle.. Yeni Dünya İçin ÇAĞRI, 09.07.2006 GÜNDEM ÇA­RE­SİZ DEĞİ­LİZ! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 Tüketim ve milliyetçiliğin kışkırtılması…. . . . . . . . . . . . . . . . . 5 PANORAMA İSPANYA - ETA’nın ateşkes ilanı sorunu çözecek mi?. . . . . . . . . . . . 7 DEMOKRATİK KONGO CUMHURİYETİ - Seçim bahane, işgal şahane…. . . 8 SIRBİSTAN-KARADAĞ - Referandumdan ayrılık çıktı…. . . . . . . . . . 10 YENİ İŞÇİ DÜNYASI Çocuk işçiler … . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 “TÜMTİS’te neler oluyor?”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 Castleblair’de yaşananlar... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4 Güney Kültür Merkezi’nde 15-16 Haziran toplantısı. . . . . . . . . . . . 5 15-16 Haziran Mersin’de anıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5 HAS Alüminyum Fabrikası İşçilerinin Sendikalaşma Mücadelesi Sürüyor! 5 210 işçinin işine son verildi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6 Seyhan: Direniş sürüyor!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6 Dev Sağlık-İş Çukurova Bölge Şubesi açıldı!. . . . . . . . . . . . . . . 6 SCT Patronu Lokavt’ı Kaldırdı!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6 MİTO işçilerinin sendikalaşma mücadelesi sürüyor . . . . . . . . . . . . 7 Belediye işçilerinin TİS görüşmeleri anlaşmazlıkla sonuçlandı . . . . . . . 7 Biten grev ve direnişlerden haberler... . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 CORUS YASAN işçisi kararlı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN ABD’de göçmen olmak…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11 YENİ KADIN DÜNYASI Militarizme hayır! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12 Her Türk Asker Doğmaz - Perihan Mağden. . . . . . . . . . . . . . . 13 Eren Keskin’e destek kampanyası devam ediyor. . . . . . . . . . . . . 14 Kadınlar TMY ve operasyonlara karşı Ankara’da buluştu. . . . . . . . . 14 GÜNCEL Sivas katliamını unutmadık, unutmayacağız! . . . . . . . . . . . . . . 15 Sivas Katliamı İstanbul Kadıköy’de protesto edildi . . . . . . . . . . . . 15 YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ Kapitalizm Doğanın ve İnsanlığın Düşmanıdır!. . . . . . . . . . . . . 16 İstanbul Nükleer Karşıtı Platform, 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nünde basın açıklaması yaptı. . . . . . . . . . . . 16 İşkence görenlerle dayanışma günü. . . . . . . . . . . . . . . . . . 17 Eğitim Emekçileri: “Baskılar Bizi Yıldıramaz!”. . . . . . . . . . . . . . . 17 Demokratik Toplum Partisi 1. Kongresi yapıldı . . . . . . . . . . . . . 18 v ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir v Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul v Tel.: (0212) 235 35 70 v Fax: (0212) 253 19 27 v e-mail: mail@ydicagri.com v web: www.ydicagri.com v Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 v SAYI: 102 · TEMMUZ’2006 ISSN 1301-692X102 v Fiyatı: Türkiye: 2 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro v Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) vYayın Türü: Yaygın Süreli gündem ÇETE SA­VAŞ­LA­RI TÜR­Kİ­YE’­NİN GÜN­DE­Mİ­Nİ BE­LİR­Lİ­YOR ... BU KA­DER DE­ĞİL­DİR... ÇA­RE­SİZ DEĞİ­LİZ! E ge­men sı­nıf­lar ara­sın­da­ki ik­ ti­dar da­la­şı, cum­hu­ri­ye­tin ku­ ru­lu­şun­dan bu ya­na dev­le­ti elin­de bu­lun­du­ran güç­ler­le, mer­ke­ zin­de or­du­nun bu­lun­du­ğu ve bu dev­ let bi­zim di­yen güç­ler­le, par­la­men­to­ da­ki çoğun­luğu­na da­ya­na­rak dev­let er­ki­ni adım adım ele ge­çir­me­ye ça­ lı­şan AKP hü­kü­me­ti ara­sın­da­ki da­ laş, ar­tık her iki ta­ra­fın da bir­bi­ri­ni açık­ça öbür ta­ra­fı ken­di­si­ne kar­şı komp­lo yap­mak­la, çe­te­leş­mek­le suç­ la­dığı ve bu suç­la­ma­nın ka­nıt­la­rı­nı or­ta­ya koy­ma­ya ça­lış­tığı bir aşa­ma­ya gel­di. Ge­le­cek yıl ya­pı­la­cak cum­hur­ baş­kan­lı­ğı se­çim­le­ri ve Ar­dın­dan yapılacak ge­nel se­çim da­la­şın kı­zış­ma­ sın­da be­lir­le­yi­ci rol oy­nu­yor. Da­nış­ta­y’a yö­ne­lik ar­dın­da bir ölü, dört ya­ra­lı bı­ra­kan si­lah­lı sal­dı­rı er­te­ sin­de olan ge­liş­me­ler, özel­lik­le ge­çen yıl so­nun­da­ki Şem­din­li olay­la­rı er­te­ sin­de­ki ge­liş­me­le­rin de­va­mı ola­rak iz­len­diğin­de ge­li­nen yer­de ege­men sı­ nıf­lar ara­sın­da­ki ik­ti­dar da­la­şı­nın bo­ yut­la­rı­nın doğ­ru değer­len­di­ril­me­si için ye­ter ve­ri su­nu­yor. Dev­le­ti elin­de bu­lun­du­ran, ayak­la­ rı­nın al­tın­da­ki ik­ti­dar ze­mi­ni­nin kay­ dığı­nı gö­ren ve bu­nu en­gel­le­me­ye ça­ lı­şan güç­ler, el­le­rin­de­ki tüm araç­lar­la hü­kü­me­ti sı­kış­tır­ma­ya, onu hi­za­ya çek­me­ye, de­yim ye­rin­de ise “emir ko­mu­ta zin­ci­ri” içi­ne çek­me­ye ça­lı­şı­ yor. Bu ulus­la­ra­ra­sı si­ya­set ala­nın­da da (ör­neğin Kıb­rıs ko­nu­su, ör­neğin AB ko­nu­su, ör­ne­ğin Or­ta­doğu si­ya­ se­ti ko­nu­su vb.), iç si­ya­set ala­nın­da da (ör­ne­ğin “Kürt so­ru­nu”, ör­neğin “te­rör­le mü­ca­de­le” adı al­tın­da su­nu­ lan so­run, ör­ne­ğin “tür­ban so­ru­nu” vb.) açık­ça gö­rü­lü­yor. Hü­kü­met ka­ na­dı za­ma­nın ken­di le­hi­ne iş­le­diği he­ sa­bıy­la or­ta­mı ger­me­den, bir “ka­za­ya uğ­ra­ma­dan” hü­kü­met ol­ma ko­nu­ mu­nu bir da­ha­ki yıl ge­nel se­çim­le­re ka­dar ko­ru­mak için dev­le­ti elin­de bu­ lun­du­ran güç­ler­le uz­laş­ma­ya gi­ri­yor, bir meh­te­ran bö­lü­ğü gi­bi iki ile­ri, bir sağ bir so­la se­lam ile yo­lu­na de­vam et­ me­ye ça­lı­şı­yor. Ara­da bir ta­ba­na mo­ral ver­me­ye yö­ne­lik ve ki­mi de kont­rol dı­şı olan “sert” çı­kış­lar işin özü­nü de­ğiş­tir­mi­ yor. Hü­kü­met ka­na­dı­nın or­ta­mın ge­ril­me­sin­den, ça­tış­ma­nın sert­leş­ me­sin­den an­da bir çı­ka­rı yok. Bu­na kar­şı dev­let ik­ti­da­rı­nı elin­de bu­lun­ du­ran ve bu ik­ti­da­rı ko­ru­ma­ya ça­lı­ şan ka­na­dın or­ta­mın ge­ril­me­sin­den, ça­tış­ma­la­rın art­ma­sın­dan, top­lu­mun laf­ta la­ik­lik ile şe­ri­at al­ter­na­tif­le­ri ara­ sın­da sı­kış­tı­rı­lıp, şe­ri­at­çı gö­rü­lüp gös­ te­ri­len hü­kü­me­te kar­şı “la­ik” cum­hu­ Yi­ne toz du­man or­ta­lık. Yi­ne ki­min eli ki­min ce­bin­de bel­li de­ğil. İl­ginç ve kor­ku­tu­cu gün­ler ya­şa­nı­yor. On­lar­ca komp­lo te­ori­si üre­ti­li­yor, ko­nu­şu­lu­yor, tar­tı­şı­lı­yor. ri­ye­tin “zin­de güç­le­ri” et­ra­fın­da top­ lan­ma­ya ça­lı­şıl­ma­sın­dan çı­ka­rı var. Bu ka­nat için ik­ti­da­rı el­de tut­mak için al­ter­na­tif­ler şun­lar: “De­mok­ra­tik al­ter­na­tif”, hü­kü­me­ti er­ken se­çi­me zor­la­mak, bu er­ken se­ çim­de AKP hü­kü­me­ti­ni te­me­li dev­ let­çi ol­mak olan ye­ni bir Mil­li­yet­çi Cep­he hü­kü­me­ti ku­ra­cak bir ko­alis­ yon hü­kü­me­ti ile de­vir­mek­tir. Bu hü­ kü­me­tin or­tak­la­rı CHP/DYP/ANAP ve MHP ola­rak ön­gö­rül­mek­te­dir. Kuş­ku­suz yön­len­dir­me fonk­si­yo­nu da olan ve Da­nış­tay olay­la­rı er­te­sin­de ya­yın­la­nan son bir ka­mu­oyu araş­tır­ ma­sın­da, AKP’nin oy­la­rı yüz­de 30 ci­va­rı­na düş­müş ola­rak gös­te­ril­me­ si­ne rağ­men, oy­la­rı ken­di­si­ne en ya­ kın par­ti­den 10 pu­an ön­de gö­rül­mek­ te­dir. Bu­gün dev­let­çi ke­ma­list ke­si­min, ya­ni ger­çek­te dev­let ik­ti­da­rı­nı elin­de bu­lun­du­ran­la­rın par­la­men­to­da­ki “ana mu­ha­le­fet par­ti­si” gö­rü­nüm­ de­ki CHP’nin oy­la­rı yük­se­len bir eği­ lim için­de gös­te­ril­mek­te­dir. Fa­kat yi­ne de AKP’nin çok ge­ri­sin­de­dir. AKP’nin ge­le­cek se­çim­ler­den de — halk des­teği te­mel alın­dığın­da— en bü­ yük par­ti ola­rak çı­ka­cağı en azın­dan an­da bur­ju­va­zi­nin med­ya­sı­nın tü­mü­ nün üze­rin­de bir­leş­tiği bir ol­gu­dur. Bu du­rum­da AKP’yi hü­kü­met­ten “de­mok­ra­tik” yol­la uzak­laş­tır­ma­ nın tek yo­lu ko­alis­yon hü­kü­me­ti­dir. Böy­le bir ko­alis­yon hü­kü­me­ti için­de CHP esas par­ti ola­cak­tır. (Her ne ka­ dar CHP için­de de iç ça­tış­ma­lar, Bay­ ka­l’ı CHP’den uzak­laş­tır­ma ça­ba­la­rı, bu ara­da CHP-ANAP-DYP dı­şın­da ye­ni bir olu­şum­la AKP’ye kar­şı ye­ni bir al­ter­na­tif et­ra­fın­da bir­le­şme plan­ la­rı ol­ma­sı­na, pa­zar­lık­lar yü­rü­tül­me­ si­ne vb. rağ­men… Böy­le bir al­ter­na­ti­ f­in bir da­ha­ki se­çim­le­re ka­dar ya­ra­tı­ lıp, halk­tan da oy al­ma­sı gö­le ma­ya çal­ma­ya ben­ze­mek­te­dir. DSP’nin de yük­se­lir gö­rü­nen bir oy eğ­ri­si var­ dır. Fa­kat bu­nun Ece­vit’in ölüm dö­ şe­ğin­de yat­ma­sı­na bağ­lı ola­rak du­ yu­lan acı­ma duy­gu­la­rı, ve­fa, “na­ mus­lu adam” vb. ima­jı ile bağı var­dır. DSP’nin ba­ra­jı aşıp ko­alis­yon or­tağı ol­ma şan­sı sı­fı­ra ya­kın bir ola­sılık­ tır.) Bu­gün­kü güç den­ge­le­ri­ne gö­re, AKP’yi de­mok­ra­tik yol­dan iş­ba­şın­ dan uzak­laş­tır­ma al­ta­na­ti­fi ko­alis­yo­ nu­nun ola­sı or­tak­la­rı DYP, ANAP ve MHP’dir. DYP ve ANAP’ı bir tür­lü bir­leş­ti­re­rek ba­ra­jı aş­tır­ma pla­nı var­ dır. Son ka­mu­oyu yok­la­ma­sın­da DYP ba­ra­jı aşar gös­te­ri­lir­ken, ANAP ba­ra­jın ol­duk­ça al­tın­da, tek ba­şı­na se­ çi­me gir­diğin­de % 10’luk se­çim ba­ ra­jıy­la hiç şa­nsı ol­ma­yan bir po­zis­ gündem yon­da gös­te­ril­mek­te­dir. Böy­le­ce ola­sı bir bir­li­ğin ad­re­si de DYP ola­rak gös­ te­ril­mek­te­dir. MHP son ka­mu­oyu yok­la­ma­sın­da ba­ra­jın ol­duk­ça al­tın­da gö­rün­mek­ te­dir. Fa­kat ANAP’ın ter­si­ne tek ba­ şı­na se­çim­le­re gir­di­ğin­de ba­ra­jı aş­ma şan­sı var­dır. Bu du­rum­da AKP’nin “de­mok­ra­tik” al­ter­na­ti­fi or­ta­ya çı­ kar. Ola­sı bir CHP/DYP/ANAP/MHP ko­alis­yo­nu. İyi de bu­nun için se­çim­ le­rin ya­pıl­ma­sı ve bun­dan da önem­ li­si AKP’nin ger­çek­ten % 30’­lar ci­va­ rın­da ka­lıp tek ba­şı­na hü­kü­met ku­ ra­cak gü­ce eri­şe­me­me­si ve de bu­nun ya­nın­da CHP ya­nın­da MHP ve DYP/ ANAP’ın ba­ra­jı aşıp, üçü­nün-dör­dü­ nün par­la­men­to­da ço­ğun­luk el­de et­ me­si ge­re­kir. Bu he­sap so­nuç­ta çok bi­ lin­me­yen­li ve tut­ma ih­ti­ma­li ol­duk­ça dü­şük olan bir he­sap­tır. Or­ta ve uzun erim­de dev­let ik­ti­da­ rı­nı elin­de bu­lun­du­ran­lar için “fe­la­ ket” se­nar­yo­su, AKP’nin hiç bir şey ol­ma­mış gi­bi yo­lu­na de­vam et­me­si, elin­de­ki par­la­men­to ço­ğun­luğu­na da­ ya­na­rak ken­di be­lir­le­di­ği bir ada­yı cum­hur­baş­kan­lığı­na seç­me­si, böy­ le­ce dev­let er­ki­nin çok önem­li bir mev­ki­ini da­ha dü­şü­re­rek ele ge­çir­ me­si, ar­dın­dan da ge­nel se­çim­ler­de tek ba­şı­na hü­kü­met ku­ra­cak bir çoğun­lu­ğu sağ­la­ma­sı­dır. Bu dev­le­ti elin­de bu­lun­du­ran ke­ma­list bü­rok­ rat bur­ju­va­zi açı­sın­dan yo­lun so­nu ol­maz, fa­kat so­na gö­tü­ren yol­da çok önem­li bir vi­raj­dır. Bu yüz­den şim­di ön­ce­lik­li he­def ola­rak hü­kü­me­tin hü­kü­met ol­ma­dı­ ğı­nın, hü­kü­met ede­me­ye­ceği­nin is­ pa­tı ve hü­kü­me­tin er­ken se­çi­me zor­ lan­ma­sı se­çil­miş­tir. Or­ta­ya De­mi­rel sü­rül­müş­tür. De­mi­ rel ağ­zın­dan bu hü­kü­me­tin as­lın­da hükümet ede­me­di­ği, bu ül­ke­de bel­li güç odak­la­rı­na kar­şı hiç bir şey yap­ ma­nın müm­kün ol­ma­dı­ğı, ça­re­nin er­ken se­çim­de ol­duğu, eğer er­ken se­ çim ya­pıl­mış ol­sa idi 12 Mart ve 12 Ey­lü­l’ün ya­şan­mış ol­ma­ya­ca­ğı gö­rüş­ le­ri dil­len­di­ril­miş­tir. Tam böy­le bir or­tam­da ge­len Da­ nış­ta­y’a yö­ne­len “Al­la­hın As­ke­ri” im­za­lı ve “tür­ban ka­ra­rı­nın ce­za­lan­ dı­rıl­ma­sı” mar­ka­lı ve fa­kat ne ga­rip­ tir ki hep mil­li­yet­çi/dev­let­çi ra­bı­ta­lı si­lah­lı sal­dı­rı ey­le­mi, hü­kü­me­tin hü­ kü­met ede­me­diği­nin öte­sin­de, cum­ hu­ri­ye­tin la­ik ku­rum­la­rı­nı he­def gös­ te­ren bir ko­num­da ol­duğu­nun is­pa­tı bir ey­lem ola­rak çık­tı or­ta­ya. Dev­let or­du­su, yar­gı­sı, üni­ver­si­te yö­ne­ti­mi vb. ile Anıt­ka­bi­r’e “Ata’­ya şi­ka­yet”e çık­tı. Hü­kü­met üye­le­ri ke­ma­list kit­le ta­ra­fın­dan “Mol­la­lar İra­n’a!”, “Ka­til hü­kü­met!” ni­da­la­rı ile kar­şı­lan­dı öl­ dü­rü­len Da­nış­tay üye­si­nin ce­na­ze tö­ re­nin­de. Ka­ti­lin ey­le­min he­men er­te­ sin­de ya­ka­lan­mış ol­ma­sı ve ka­ti­lin tüm iliş­ki­le­ri­nin es­ki or­du men­sup­ la­rı, ke­ma­list-ırk­çı ku­ru­luş­lar vb. ol­ du­ğu­nun ortaya çık­ma­sı ile bir­lik­te bu kez hü­kü­met ka­na­dı, Da­nış­tay sal­dı­rı­sı­nın hü­kü­me­te kar­şı gi­ri­şil­ miş bir komp­lo ol­du­ğu­nu iş­le­me­ye baş­la­dı. “La­ik dev­le­te kar­şı hü­kü­me­ tin iş­a­re­tiy­le ha­re­ket eden şe­ri­at­çı­la­ rın dev­le­te yö­ne­lik sal­dı­rı­sı” te­ori­si­ nin kar­şı­sı­na “adı ko­na­ma­yan bir çe­ te­nin hü­kü­me­te kar­şı komp­lo­su” te­ ori­si çık­tı. Bu ara­da çok cid­di baş­ka komp­lo te­oris­yen­le­ri, as­lın­da bu­nun em­per­ya­list dış güç­le­rin, “Tür­ki­ye­’ye kar­şı komp­lo­su” ol­du­ğu­nu an­lat­tı. Bir ‘yaş­lı eşek’ de, as­lın­da komp­lo­nun he­de­fi­nin Tür­ki­ye’nin ba­ğım­sız­lığı­nı sa­vu­nan esas güç olan İP ve onun ön­ de­ri ol­duğu­nu an­lat­tı. vb. So­nun­da ne ol­du? Sav­cın­ın hak­kın­da tu­tuk­lan­ma ka­ra­rı çı­ka­rıl­ma­sı­nı is­te­diği ve Da­ nış­tay ey­le­min­de­ki te­tik­çi­nin, Em­ni­ yet açık­la­ma­sı­na gö­re “adı ko­na­ma­ yan çe­te”si­nin “ki­lit is­mi” ola­rak ta­ nı­tı­lan, is­mi bu da­va­ya ka­rış­tı­rıl­dı­ğı için üzün­tü­sün­den “kal­bi­ne bı­çak sap­la­ya­rak in­ti­ha­ra kal­kı­şan” emek­li yüz­ba­şı Mu­zaf­fer Te­kin ha­kim ta­ra­ fın­dan tu­tuk­suz yar­gı­lan­mak üze­re ser­best bı­ra­kıl­dı. Bu olay “Tür­ki­ye se­nin­le gu­rur du­yu­yor” ni­da­la­rıy­la kar­şı­lan­dı. Ay­nı Su­sur­luk da­va­sında yar­gı­la­nan “va­tan-mil­let için kur­şun sı­kan­lar” gi­bi. Ay­nı Şem­din­li da­va­sı­ nın “iyi ço­cuk” ka­til­le­ri gi­bi! Son­ra bü­tün bur­ju­va med­ya hep bir ağız­ dan bas­tır­dı: Gör­dü­nüz mü, bağım­ sız yar­gı ka­rar ver­di. De­mek ki ney­ miş? De­mek ki, hü­kü­me­tin ve Em­ni­ ye­t’in bir bö­lü­mü­nün Da­nış­tay sal­ dı­rı­sı­nın ar­dın­da çe­te fi­lan ara­ma­sı yan­lış­m­ış. De­mek ki or­ta­da komp­lo fi­lan yok­muş. Bir “mec­zup” ken­di de­ diği gi­bi, ken­di ba­şı­na ka­rar alıp uy­ gu­la­mış. vb. vb. Da­nış­tay sal­dı­rı­sı­nın ar­dın­dan çı­ ka­rı­lan, adı kon­ma­mış, ve çe­te ol­ma­ dı­ğı “bağım­sız yar­gı”nın ba­ğım­sız bir ka­ra­rıy­la tes­cil edil­miş ol­du­ğu söy­le­nen çe­te­nin ar­dın­dan, Em­ni­yet için­de hü­kü­me­te ya­kın olan ke­sim or­ ta­ya bir çe­te da­ha çı­kar­dı. İçin­de ak­tif su­bay­la­rın yer al­dı­ğı bu çe­te­nin bel­ge­ le­ri ara­sın­da, Başbakanın evi­nin kro­ ki­si, han­gi yo­ldan ne za­man na­sıl geç­ ti­ğinin not­la­rı fi­lan da bu­lun­du. Dev­ le­te zim­met­li bir di­zi si­lah, cep­hane, bom­ba vb. de bu­lun­du. “Va­tan­se­ver” ol­duk­la­rı­nı açık­la­yan bu çe­te­ci­le­rin açık­la­ma­la­rı da il­ginç: Bun­lar Tür­ ki­ye’nin ola­sı bir iş­ga­li­ne kar­şı ör­güt­ le­ni­yor­lar­mış! Ve ta­bii bun­lar da bi­ rey­sel ola­rak ha­re­ket eden, dev­let ve or­du vb. ile iliş­ki­le­ri ol­ma­yan “mec­ zup”lar­dır. İl­ginç olan şu­dur ki, bu mec­zup­lar ve bun­la­rın ey­lem­le­ri old­ uğu gi­bi, bun­la­ra kar­şı hü­kü­met yan­ lı­sı Em­ni­yet ke­si­mi­nin ta­ki­ba­tı da ne­ den­se son dönem­de ar­tı­yor. Her­hal­de sı­cak­la­rın art­ma­sın­dan ola­cak­tır bu. Öy­le ya, sı­cak­lar art­tık­ça de­li­lik ala­ met­le­ri de ar­tar! Yi­ne her­hal­de bun­ la­rın cum­hur­baş­kan­lığı se­çi­mi yak­ laş­tık­ça da­ha da ar­ta­cağı­nı söy­le­mek için kâhin ol­ma­ya da ge­rek yok­tur. Ge­liş­me­ler­de an­da ge­li­nen son nok­ta ne? Özel ser­ma­ye­li iş­bir­lik­çi bü­yük ser­ ma­ye­nin öz ör­gü­tü TÜ­Sİ­AD, er­ken se­çi­me kar­şı ol­duğu­nu açık­la­ya­rak, hü­kü­me­te des­tek ver­di. Fa­kat bu des­ te­ği­ni de bir şar­ta bağ­la­dı: Hü­kü­met cum­hur­baş­kan­lığı se­çi­mi vb. ko­nu­ lar­da “top­lum­sal uz­laş­ma” ara­ma­lı ve bu­nu sağ­la­ma­lı­dır. Hü­kü­met öy­le olur ol­maz yer­siz ve za­man­sız çı­kış­lar ve açık­la­ma­lar yap­ma­ma­lı­dır… vb. Ar­dın­dan Baş­ba­kan –hü­kü­me­tin ba­şı– Ge­nelkur­may Baş­ka­nı –dev­let er­ki­nin ger­çek ba­şı– ile bir gö­rüş­me yap­tı. Ve bu gö­rüş­menin so­nu­cu tek cüm­ley­le açık­lan­dı: İç ve dış gü­ven­ lik sorun­ları üzerine görüşül­müş­tür! An­laşılan odur ki, hükümet ile dev­ leti elin­de bulun­duran güç­ler arasın­ daki ik­tidar dalaşın­da her iki taraf da ken­disinin her dediğini yapacak durum­da ol­madığını, her iki tarafın da elin­de ötekine kar­şı kul­lan­acağı koz­lar ol­duğu gös­teril­miş­tir. Bu hükümetin bun­dan ön­cekilerin bir çoğun­da ol­duğu gibi ilk muh­tırada şap­kasını alıp git­meyeceği görül­ düğü gibi, dev­let ik­tidarını elin­de bulun­duran güç­lerin hiç bir şart al­ tın­da AKP’nin tek başına par­lamen­to çoğunl­uğuna dayanarak seçeceği bir cum­hur­baş­kanını kabul et­meyeceği de görül­müş, gös­teril­miş­tir. Bun­dan son­rası bu ger­çek­lerin yineleneceği bir dönem olacak, sonuç­ta bir uz­laş­ma for­mülü bulunacak­tır. Fakat cum­hur­baş­kan­lığı seçimi ile de, bir dahaki seçim­ler ile de bu dalaş son bul­mayacak­tır. Ve egemen sınıf­lar ken­di araların­daki bu ik­tidar dalaşın­da şim­diye kadar ol­duğu gibi bun­dan son­ra da iş­çileri ve emek­çi yığın­ları, hükümet demok­rasi adına, dev­let ik­tidarını elin­de bulun­duran güç­ler laik cum­huriyeti ve bağım­sız­ lığı savun­ma adına ken­di kuy­ruk­ larına tak­mayı deneyecek­tir. Ve bu arada çete savaş­ları sürecek­tir. Biz egemen sınıf­ ların ik­tidar dalaşının ürünü olan bu çete savaş­ larının ap­tal seyir­cileri, şu ya da bu taraf­taki saf des­tek­çileri ol­mak zorun­da değiliz. Bizim ken­di tarafımız, ken­di sınıf çıkar­larımız, ken­di mücadelemiz var. Çete savaş­larının tozu dumanı arasın­da, kay­bedilen, unut­turul­maya çalışılan Tür­kiye ger­çeğin­de ne tür­ ban, ne egemen sınıf­ların laik­liği ne televole sorun­ları belir­leyici sorun­lar değil. Bizim der­dimiz iş sorunu, aş sorunu, konut sorunu, in­san­ca yaşama sorunu. Tekel­ler bütün Tür­kiye tarihin­de en yük­sek kâr­larını el­de eder­ken, iş­çi ve emek­çilerin top­lum­ sal zen­gin­lik­ten eline geçen pay ek­ siliyor. İş­siz­lik, yok­sul­luk diz boyu. Demok­ratik­leş­me adına çıkarılan bir dizi yasa var. Ama bun­lar bizim için pratik­te bir an­lam ifade et­miyor. Kul­lanıl­mıyor. Ger­çek sorun­lar bun­ lar. Bırakalım çeteler tepiş­sin. Biz on­ ların tümüne sır­tımızı dönelim. Biz ken­di işimize bakalım. Biz ser­maye egemen­liğine kar­şı sınıf mücadelesine sarılalım, ken­di gücümüze güvenelim. Ör­güt­lenelim. Ör­güt­lenelim. Ör­güt­lenelim. 11 Haziran 2006 2006 D Tüketim kışk Bu yazıyı yazdığımızda bütün Yapılan/yapılacak 64 futbol ka Şampiyonası’nın “en büyüğü”, kazanan birilerinden, kazanıla KAZANANLAR… 2006 Dünya Futbol Şampiyonası aylar öncesinden başlayan büyük bir hazırlık sonrasında MünihAlianz Arena stadyumunda 9 Haziran 2006 tarihinde yapılan görkemli bir açılışla başladı. Bir ay boyunca bir dizi şey unutturulacak; favoriler belirlenecek, takımlar tutulacak, kazanan, kaybeden hesapları yapılacak; 64 maratonluk m a ç s on r asında hangi tak ımın kazanacağı üzer i ne t a r t ı şma lar y ür üt ü le c e k … He r D ü ny a K u p a s ı , A v r u p a Kupası vs. k a r ş ı l a ş m ala rı nı n olağan görüntüsü bu… Yapılanlar, yapılacaklar belli… Futbol geçtiğimiz yüzyılın olduğu gibi bu yüzyılın da seyri güzel en önemli spor dallarından birisi… Ancak spor u n diğer alanlarında olduğu gibi, futbolda da günümüzde belirleyici olan bunun bir spor olarak, insan bedeninin gelişmesi, insanlar, takımlar, uluslar arasında kardeşlik ve dostluk köprüsü olması değil… Hayır futbol, günümüzde spor dünyasının en önemli şovlarının yapıldığı, çok büyük paraların kazanıldığı bir alan… Evet futbol, özellikle de Dünya Kupası, Avrupa Kupası vs. gibi organizasyonlarla, tüketim çılgınlığının doruğa çıkarıldığı bir alan… Büyük kazananlar var bu organizasyonlarda… Kupayı bir takım havaya kaldırıyor bu yarışmalarda; ama parayı kaldıranlar bir çok… gündem DÜNYA FUTBOL ŞAMPİYONASI: m ve milliyetçiliğin kırtılması… dünyayı saran futbol heyecanı tüm hızıyla sürüyordu… arşılaşması henüz tamamlanmamıştı, Dünya Futbol “şampiyonu” henüz belli olmamıştı. Buna rağmen ama an birşeylerden bahsetmek mümkündü! Futbol karşılaşmalarında durum ne olursa olsun, favoriler galip gelsin veya gelmesin; sürpriz sonuçlar ortaya çıksın ya da çıkmasın; 2006 Dünya Futbol Şampiyonası’nda her halükârda kazananlardan bahsetmek mümkün… Hem de Dünya Kupası karşılaşmalarının yapıldığı sıralarda değil, bunun hazırlıklarının başladığı dönemden bu yana kazananlar var. Kim bunlar? Kazananların başında spor, özelde de futbol ürünleri üreten, satan büyük tekeller var. Futbolu dostluğun, kardeşliğin, insanın bedensel gelişmesinin bir aracı yerine; kâr getiren bir ticari alan gören ve bu alana yatırım yapan; bu arada birbirine rakip de olan markaların kârlarını katladıkları organizasyonlardan birisi 2006 Dünya Futbol Şampiyonası… Ama sadece spor/futbol eşyası üreten bu tekellerle sınırlı değil, “kazananlar takımı”… Çeşitli içecek tekelleri başta olmak üzere, bilgisayar, televizyon, reklam, ulaşım-turizm, fastfood yiyecek vb. alanlarındaki kimi büyük tekeller bu takımın içinde… Yine bu takıma dahil olanlar ara- sında futbolu, futbolcuyu “yarış atı” pozisyonunda gören ve bu alanda bahis oynatarak büyük paralar kazanan bahis firmaları var… Bu nu n ötesi nde ha zı rl ı k la r ı uzun bir süreden beri süren Dünya Kupası’nın Almanya’da süren ekonomik durgunluğun aşılmasına katkı sağlayacağı ileri sürülüyordu. Daha fazla kâr elde etmek için günümüz dünyasının genel geçerli emperyalistkapitalist kurallarını daha azgın bir şekilde uygulayarak dünya egemenliği dalaşında söz sahipliğini sürdürmek isteyen emperyalist Alman devleti Dünya Kupası organizasyonunu hem diğer emperyalist güçlere karşı prestij açısından, hem de ekonomik getirileri açısından bir avantaj olarak değerlendirmek istiyor… İstihdamın bir aylık bir süre için de olsa çok az bir iyileşme göstermesi, “mevsimlik” (bu mevsimlik “futbol mevsimliği” ama) ekonomik canlılık için bir gösterge olarak sunulacak. Belki bi r ay ı n sonunda yine eskiye dönülecek ama, “ne kazanılırsa kârdır” mantığıyla kitleler geçici iyi- leşmenin sonuçlarıyla kandırılacak… Sadece bu kadar değil bu orga n i z a s yond a n Alman devletinin çıkarı: Emper ya list A lman devleti, son yıllarda işçi lere, emekçilere yönelen saldırılara yenilerini eklemek istiyor. Şu sıralarda başta işsizlik yardımı ve sağlık “reformu” saldırısı olmak üzere yeni bir dizi saldırıyı gündeme getiren Alman devleti yaratılan futbolun patırtısı-gürültüsü arasında bunları gerçekleştirmeye çalışacak; en azından kitlelerin açıkça bu yeni saldırılara ilişkin tepkilerini bir süreliğine de olsa engellemiş olacak; sorunlar unutulacak, unutturulacak… Büyük kazananlar var… küçük kazananlar var… Alman devleti büyük kazananlar arasında… Bir de gazetelere yansı- gündem yan küçük kazananlardan bahsediliyor… Alman ulaşım sektörü, taksiciler, fuhuş sektörü, lokantalar… bu küçük kazananların arasında sayılıyor. Bunlar arasında fuhuş üzerinde sıkça duruyor gazeteler… Magazinle bağından dolayı çokça üzerinde duruluyor belki ama, genelevlerin de ciddi ciddi hazırlık yaptığından, bu alanda bir patlama yaşanacağından bahsediliyor ve böylece bir yandan da sektörün reklamı yapılıyor, fuhuş kışkırtılıyor. Futbolun erkek şovenizminin hakimiyetinin araçlarından birisi olarak kullanıldığı, seyircisinin önemli bir bölümünün erkek egemen ideolojisinden epeyce nasiplendiği, kafaların bu ideolojiyle eğitildiği bir toplumda fuhuşun patlama yapması beklentisi “sıradışı” olmasa gerek… Almanya’da 2006’da düzenlenen Dünya Futbol Şampiyonası’nda yaşanan durum kabaca bu… Kazananlar arasında hangi ulus ve milliyetten olursa olsun özellikle şampiyonaya katılma hakkı kazanan ülkelerin hakim sınıfları olduğunu özellikle belirtmek gerekiyor. Ön planda maçlarda takımlar rakiplerini altetmek için çabalayadursun; geri planda azdırılmış, saldırgan milliyetçiliğin körüklendiği bir ay olacak bu ay… Sporun halklar arasında kardeşliğin ve dostluğun bir aracı olması işlevi bir kez daha kâğıt üzerinde kalacak, hakim sınıflar kendi düzenlerini sürdürmenin araçlarından birisi olarak “ulusal duygular”a hitap edecek, çeşitli ulus ve milliyetlerden insanlar başka ulus ve milliyetlere mensup sınıf kardeşlerine karşı kışkırtılacaklar. Onların kışkırtmaları arasında hakim sınıf ların yoksullara yönelik saldırılarına yenileri eklenecek ve ama bunlar “En büyük milli takım!” bağırtıları arasında kaynayacak; duyulmayacak. Tüketim çılgınlığı sonucu büyük tekellerin maddi çıkarları ile hangi ulustan olursa olsun hakim sınıf siyasetçilerinin çıkarları yan yana, omuz omuza yürüyecek; kazananlar listesinde en büyük payı bu iki kesim alacak… KAYBEDENLER… Dünya futbola doyacak… Yazılanlara göre 64 maçı toplam 10 milyar civarında insan televizyon ekranlarından seyredecek… Bir ay sürecek bir futbol şöleni… Ve bir ay sürecek bir futbol büyüsü… Bir ay sürecek bir uyuşukluk… Seyrine doyulmayan yıldızlar, takımlar, çok güzel gollerle süslü maçlar; elemeler, çeyrek, yarı finaller ve final… İyi hoş ama sadece bu kadar mı? Ör neğ i n Brezi lya , A r ja nt i n, Kosta Rica, Togo, Fildişi Sahilleri, Kolombiya, Meksika gibi yoksulluğun pençesindeki bir dizi ülke başta olmak üzere dünyanın işçilerinin, emekçilerinin kendi sorunlarına ya- bancılaşmasını daha da artırmayacak mı? Atılan gollerle hakim sınıf ların bizlere, dünyanın işçilerine, emekçilerine attığı gollerin üzeri biraz daha kapatılmayacak mı? Ekmeğe, suya, daha iyi yaşamaya ihtiyacı olan dünyanın işçilerinin, emekçilerinin bu ihtiyaçlarının üzeri biraz daha örtülmeyecek mi? Bunlar gerçekleşmiyorsa ne yapılacak? Onun da bir yolu var: Umut, loto, toto gibi şans oyunlarında aramak öğütlenmiş bir çeşit… Bunun da Dünya Kupasındaki karşılığı “bahis tekelleri”. Oyna bahsi kazan, kurtul! Belki birileri küçük çaplı şeyler kazanacak ve bunun göstermelik yaygarası koparılacak ama yığınlar açısından değişecek birşey olmayacak… Bir ayın sonunda yine yoksul yaşam bütün acımasızlığı ile yığınların karşısına dikilecek… Açlık ve yoksulluk içinde, haksızlık içinde bir yaşam sürdürülmek zorunda; bir aylık futbol rötarının ardından… Bu Kitapları isteyin, okuyun, okutun... SUÇLU KİM? Açlık ve yoksulluk içinde bir dünya… Haksızlıkların hüküm sürdüğü bir dünya… İşçilere, emekçilere karşı saldırıların sürdüğü bir dünya… Dünyanın, çevrenin katledildiği bir dünya… Gözlerin kör, kulakların sağır edildiği; bilinçlerin esir alındığı bir dünya… Ve insanlar bir kere daha kendi sorunlarına, kendi gerçekliklerine yabancılaştırılacak… Futbolla! Peki bu durumda futbol suçludur diyebilir miyiz? Hayır, futbolun bir suçu yok! Amatör bir kitle sporu olarak futbol bir dizi diğer spor dalı gibi uluslar arasında kardeşliğin, dostluğun bir aracı olabilir. Ama günümüzde olan bu değil, yapılan bu değil… Futbol bu amacından uzaklaştırılmış durumda… Suçlu da işte futbolu bu amacından uzaklaştıran, onu kendi çıkarları için, uluslararasında üstünlük aracı olarak kullanmak isteyen emperyalist-kapitalist devletler… Tekeller… Hakim sınıf siyasetçileri… Bir ay boyunca futbolu seyredelim… Futbolun güzelliklerini görelim… Dünyanın en iyi futbolcularını seyretmenin keyfine varalım… Ama futbolun kapitalizmin bizi sömürdüğü, bizleri uyuttuğu bir araç haline dönüştürdüğü gerçeğini unutmadan… Dahası; futbolu bir seyir olarak değil –evet seyri de güzel ama seyretmenin insan bedenine bir faydası yok!– amatör ruhla yapılan bir spor haline getirmek, dostluğun ve kardeşliğin, iletişimin bir aracı olarak görüp bunu gerçekleştirmek gerekli… Bütün sporlar gibi futbol da kapitalizmin pisliklerinden arındırıldığında daha güzel olacak… 11 Haziran 2006 DÖNÜŞÜM YAYINLARI 5 i l 200 lık dirim a r n A 0İ i s e 4 t % t Lis a Fiy ULUSLARARASI KOMÜNİST HAREKETİN BELGELERİ • • • • • • • • 3. ENTERNASYONAL'DE ÖRGÜTLENME SORUNU . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00 BURJUVA-DEMOKRATİK DEVRİMİN PROLETER DEVRİME DÖNÜŞMESİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50 POLİTİK BİR ÖRGÜTLENME BİÇİMİ OLARAK HALK DEMOKRASİSİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00 3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -I-…. . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00 3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -II-… . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 3. ENTERNASYONAL'DE DEVRİM AŞAMALARI . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.00 KOMÜNİST PARTİSİ MANİFESTOSU (Kürtçe-Türkçe) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4.00 MOSKOVA 1937 Lion Feuchtwanger . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 • • • • • • • • • • GÜNCEL POLİTİKA STALİN ELEŞTİRİLERİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10.00 EKİM DEVRİMİ ÜZERİNE. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00 İŞÇİ SINIFI HAREKETİ ÜZE. YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12.00 MAO ZEDUNG ve ÇİN DEVRİMİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00 FAŞİZM NEDİR? SOSYAL DEMOKRASİ NEDİR? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.50 DOĞA VE İNSAN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 BOLŞEVİK PARTİ İNŞA ÖĞRETİSİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 ESERLERİ VE MÜCADELESİYLE R. LUXEMBURG . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.50 KEMALİST DEVRİM (1. Kitap) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00 Halkın Sanatçısı/Halkın Savaşçısı YILMAZ GÜNEY (2. Baskı) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 • • • • KADIN DİZİSİ KADIN SORUNU ÜZERİNE YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50 SOSYALİST KADIN HAREKETİ İÇİN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 1) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00 KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 2) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00 • SİZİN MASALINIZ Hasan Kıyafet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 • BİZİM LİSE Hasan Kıyafet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50 • ARTIK AĞLAMAYACAĞIM N. Doğan (ANI ROMAN). . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 N. Doğan (ANI ROMAN) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 • DİLAN • NAZİ KIZLARI Hermynia Zur Mühlen. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 • YAĞMUR MASALI SADULLAH Şaban Demir. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 ŞİİR DİZİSİ • PANTA REİ Hasan Erkul. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 • HİKMETİ MAVİ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50 • ACILAR DA ÜŞÜR Orhan Bahçıvan . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50 • 45’LİK Hasan Erkul. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00 • MEYDAN DÜŞÜ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00 Ankara Cad. No-31 / 51 Cağaloğlu–İstanbul Tel / Fax: (0212) 519 16 16 panorama PANORAMA Avrupa’da ulusal sorun ve ulusal mücadele veren örgütler sözkonusu olunca, Türkiye’de de akla ilk gelen örneklerden biri Bask sorunu ve ETA olmaktadır. İşin ilginci bu örnek Türkiye’de ulusal sorunun çözümü için sık sık gündeme gelmekte ve kimilerinin “çözüm” önerilerinin örneği olmaktadır. Türkiye’de örnek olarak öne sürülse de somut olarak Bask ülkesinde, İspanya’da da ulusal sorunun varlığı sürüyor, gerçek bir çözüm hâlâ ufukta görünmüyor bile… Bu olgu, son dönemde Katalanlara daha geniş bir otonominin tanınmasına rağmen değişmiyor. ETA’nın ateşkes ilanı sorunu çözecek mi? - İSPANYA - B ask ülkesi sözkonusu olunca gözlerden gizlenen, ya da bilince çıkarılmayan bir olgu da, Bask ulusal sorununun sadece İspanya sorunu olmadığı, aynı zamanda Fransa’nın da sorunu olduğu gerçeğidir. Bu gerçeğe dergimizin değişik sayılarında dikkat çekmemize rağmen, Türkiye’de egemen yaklaşım, –basında sık sık olgular yazılsa da– hâlâ, Bask ve ETA sorununun sadece İspanya’nın sorunu olduğu biçimindeki yaklaşımdır. Bunun da doğrudan sonucu ETA’nın herhangi bir eylemi veya talebi de esasta sadece İspanya hükümetinin–yönetiminin siyaseti ve tavrıyla karşılaştırılmakta ve sorunun çözümünün arayışı da sadece bu çerçevede olmaktadır. “ETA ve Batasuna devlete barış görüşmeleri ve sorunun çözümü için önerilerde bulunsalar da devletin Basklılara karşı baskıları, saldırganlığı sürmektedir. Onlarca kişi ardı ardına hiçbir kanıt gösterilmeden ETA üyesi olmakla suçlanmakta, hapse atılmakta, mahkemelerde yargılanmaktadır. Bask kökenli olmaları ve Bask ülkesinin eşitliğini istemeleri yargılanmak, suçlanmak ve hapse atılmaları için yeterli ‘kanıt’ olmaktadır. Mahkemeye çıkarılmadan dört seneye kadar ‘gözaltı’ uygulamaları da yaşanan kimi uygulamalardır. Hemen hemen her tutuklanan Basklı’nın işkenceye maruz kaldığı da tutuklananların verdiği bilgilerle açığa çıkmaktadır.” (Çağrı, sayı 88, sayfa 24, 12 Mart 2005) Evet bunları yaklaşık bir sene önce yazmıştık. Bu tespitte hem ETA ve Batasuna’nın devletle barış görüşmelerine hazır olduğunu, hem de devletin Basklılara karşı kimi uygulamalarını bilince çıkarmaya çalışmıştık. ETA’nın barış görüşmelerine hazır olduğunu ise esas olarak kimi önderlerinin cezaevinde yaptığı açıklamalara dayanarak tespit etme durumun- dığı eylemler yapmadığı olgusunun yanısıra, 1 Haziran 2005’ten itibaren İspanyol partilerinin siyasetçilerine karşı cephe siyasetini değiştirdiklerini, herhangi bir saldırıda bulunmayacaklarını ilan ederek kendilerinin güvenilirliğini sağlamaya çalıştı. Tüm bu çabalar İspanya devletinin ETA’ya yakın örgüt ya da kesimlere karşı yürüttüğü saldırgan siyasetin, mahkeme kararlarının gölgesinde kaldı. Bask ülkesinin ve halkının haklarından yana olanlara karşı devletin terörü tüm hızıyla sürüyordu. Bu süreçte ETA ile görüşmelerin yakında başlayacağı tahminleri yapılsa da, ETA’nın Mart ayında ateşkes ilan etmesine kadar gerçekte ne olacağı pek bilinmiyordu. ATEŞKES İLANI… Sonradan ortaya çıktığı gibi ETA kendi içinde hükümetle barış görüşmelerine hazır olmayan ve silahlı mücadeleyi sürdürmekten yana olan kesimi ikna etmek için, durumun gerçekte ne olduğunu tam olarak kamuoyuna yansıtmamıştır. daydık. Sonradan ortaya çıktığı gibi ETA kendi içinde hükümetle barış görüşmelerine hazır olmayan ve silahlı mücadeleyi sürdürmekten yana olan kesimi ikna etmek için, durumun gerçekte ne olduğunu tam olarak kamuoyuna yansıtmamıştır. Sözkonusu yazımızda aynı zamanda Bask halkının kendi kaderini belirlemek için gündeme gelen referandum talebinin İspanya meclisinde büyük çoğunlukla reddedildiğini, Katalanların otonomilerini daha fazla hak için reforme etmek istediklerine değinmiştik. Gelişmeler, Zapatero hükümetinin Katalonya’nın otonomisini genişletme ve ETA ile barış görüşmelerine hazır olduğunu ortaya koydu. Bu arada yine perde arkasında taraflar arasında görüşmelerin sürdüğü de ortaya çıktı, ETA’nın yan örgütü olduğu iddasıyla yasaklanan Batasuna ve Bask ülkesinin bağımsızlığını isteyenlere karşı saldırganlığın sürdürülmesine paralel olarak ETA ile barış görüşmelerinin köşe taşları döşendi. 2005 Mayıs ayı ortalarında, İspanya meclisinde ETA’nın şiddet eylemlerine son vermesi, silah bırakması ön koşuluyla görüşmelere başlanabileceğine onay verildi. Böylece zaten görüşmelere hazır olan ETA ve Batasuna ile resmi olarak görüşmelerin yolu açıldı. ETA yaptığı açıklamalarda “demokratik bir sürece entegre olmaya” hazır olduğunu ifade etse de İspanya devletinin yöneticileri ETA’nın ciddiyetine kuşku ile bakıyordu. Bu kuşkuyu gidermek için ETA, 2003 yılı Mayıs ayından beri ölümlerin yaşan- 22 Mart’ta video görüntülü yayınla yapılan ateşkes açıklamasına göre, süresi belli olmayan, kalıcı ya da sürekli ateşkes süreci 24 Mart’tan itibaren başlayacaktı. Ateşkesin amacı ise, “Bask ülkesinde demokratik bir sürecin önünü açmak”, başlatmaktır. Yine yapılan açıklamaya göre bu sürecin sonunda, “Bask halkının kendi geleceği üzerine kendisinin karar verme hakkının” elde edildiği bir sonuç isteniyordu. Bunun için de Bask ülkesinin sömürgeci güçlerine, yani İspanya ve Fransa’nın hükümetlerine yeni sürece olumlu yaklaşmaları ve saldırganlıklarına son vermeleri çağrısında bulunuluyordu. Böylesi bir durumda bu ülkelerin Basklılarla olan çelişkinin, kavganın aşılabileceğinin altı çiziliyordu yapılan açıklamada. Açıklamanın yapıldığı günlerde İspanya Meclisi Anayasa Komisyonu Katalanların bir ulus olduğunu kabul ettiği ve Katalan halkına kimi hakları tanıdığı yasa tasarısını kabul etmişti. Sözkonusu barış görüşmelerinin başlaması sürecinde öne sürülen talepler arasında Batasuna’nın yasaklanması kararının kaldırılması, tutuklu ETA ve Batasuna üyelerinin serbest bırakılması gibi temel talepler de var. ETA’nın ateşkes ilanı açıklamasına bakıldığında, Bask ülkesinin ayrı bir devlet olarak “bağımsızlığı” düşüncesinden vazgeçilmediği; ama ayrı bir devlet olabilmek için alınacak yolun silahlı reformizm yerine silahsız reformizm yolu, görüşmelerle anlaşma yolu seçilmiştir. ETA daha önce de birkaç kez ateşkes ilan etmiş ve görüşmeler yapılmıştı. Görüşmelerin çıkmaza girmesi ETA’nın yeniden silahlı eylemlere başlamasını beraberinde getirmişti. Bu bağlamda ateşkes ilanı ilk değil. İlk olan şey, bu seferki ateşkese “sürekli-kalıcı” ateşkes demeleridir. ETA’nın cezaevindeki kimi temsilcilerinin anda verilen silahlı panorama mücadelenin işe yaramadığı yönlü açıklamaları da gözönüne alındığında, bu seferki ateşkesin, Bask sorununun çözülmemesi durumunda da kalıcı olabilme ihtimali büyüktür. ETA, yeniden silahlı mücadeleye başlamayabilir. Fakat bu da, İspanya’da, ya da Bask ülkesinin bağımsızlığını isteyen kimi yeni silahlı grupların ortaya çıkmayacağı anlamına gelmiyor. NELER OLABİLİR? ETA’nın sürekli-kalıcı ateşkes ilanı esas olarak burjuvazinin temsilcileri tarafından sevinçle içiçe temkinli bir tavırla karşılandı. Barış görüşmeleri sürecinin zor geçeceği üzerine demeçler verildi, neler olabileceği üzerine tahminlerde bulunuldu. İspanya Başbakanı Zapatero kapalı kapılar ardında yürütülen görüşmelerle ETA’nın ateşkes ilan etmesini sağlayan kişi olarak gösterilip puanlarını yükseltirken barış görüşmelerinin aşama aşama olacağını ve kafasında bir yol haritası olduğunu açıkladı. Zapatero kendisini sağlam kazığa bağlamak için de meclisten ETA ile görüşmeler için onay istedi ve meclisteki çoğunluk bu isteği onayladı. Aşırı milliyetçi Halk Partisi dışındaki partiler esas olarak Zapatero’nun ETA ile görüşmelerine destek veriyor. Görüşmelerin ise iki ayrı temelde yürütüleceği görülüyor. Hükümet ETA ile yürüteceği görüşmelerde, esas olarak silahların bırakılmasını sağlamaya çalışacak. ETA’nın silahları bırakıp bırakmayacağı ise görüşmelerin sonucunda ETA’nın taleplerine ne kadar yanıt verilip verilmeyeceği tarafından belirlenecek. ETA, Batasuna’nın yasağının kaldırılmasını, kendi taraftarlarının cezaevlerinden bırakılmasını da istediğinden, görüşmelerde bu noktalar da gündeme gelecektir. Batasuna’nın yasağının kaldırılması ve kimi ETA tutuklularının serbest bırakılması işi en kolay çözülecek işlerdendir. Görüşmelerin yürütüleceği ikinci temel ise, İspanya hükümet yetkililerinin Bask ülkesinin legal siyasi temsilcileriyle Bask bölgesinin gele- ceği üzerine görüşmeler yürütmesidir. Yani Bask ülkesinin kaderi, sadece ETA ile yürütülen görüşmelerde tartışılmayacak. Esas olarak merkezi hükümet ile yerel hükümet ve siyasi partiler arasındaki görüşmelerde belirlenecek. Bu temellerde yürütülecek pazarlıkların yaz tatili sonrasında başlayacağı tahmin ediliyor. Sonuçta, ateşkes ilanının kendisi resmi görüşmelerin başlatılmasının yolunu açmıştır ama sorunun çözümünü getirmekten uzaktır. Görüşmelerin hükümet temsilcileri tarafından mümkün olduğunca uzatılmaya çalışılacağına kesin gözüyle bakılabilir. Görüşmelerde Bask ülkesinin kaderini Bask halkının belirlemesi talebi kabul edilse de –ki bu demokratik bir hakkın kabulüdür– sorunun özü Bask halkının seçimine sunulacak olan alternatifin ne olduğudur. Örneğin Katalan halkına otonominin genişletilmesi için ne düşündüğü konusunda referandum hakkı verildi ve gerçekleştirildi de. Bask ülkesi bağlamında ise bilinçte tutulması gereken esas mesele, sadece otonomi haklarının genişletilmesi değildir. Bask ülkesi İspanya ve Fransa tarafından ilhak edilen ve parçalanan bir ülke olduğu sürece ve Bask ulusunun ayrı devlet kurma hakkı tanınmadığı sürece Bask ulusal sorunu da varlığını sürdürecektir. Fransa ile Bask temsilcileri arasında herhangi bir görüşme falan yok. Tersine Fransa Basklılara karşı saldırganlığını, ETA taraftarı olduğu iddiasıyla onlarca insanı tutuklama biçiminde sürdürüyor. Görüşmeler sürecinin zor ve çelişkili geçeceği tespiti doğrudur. ETA ile görüşmelere karşı olanların provokasyonlarının yaşanacağı; ya da ETA’nın pazarlık gücünü azaltmak için kimi bomba eylemleri gerçekleştirilerek ETA’nın suçlandığı, güvenilir olmadığının propagandası yapıldığı bir süreç yaşanabilir. Bunun nasıl olacağını da hep birlikte göreceğiz. Açık olan şey, ETA’nın “terörist örgüt” olarak ilan edilmesi yerine, sisteme entegre etme siyasetinin öne çıktığıdır. Bunun için de IRA örneği öne çıkarılmaktadır. Uluslararası burjuvazinin şu ya da bu biçimde varolan silahlı muhalefet gücünü, sistemi tehdit etme potansiyelini ortadan kaldırma, şiddet tekelini tümüyle kendi elinde toplama siyaseti, sorunların çözümü adına değişik kanallardan uygulanmaktadır. ETA bağlamındaki tartışmalarda aslında bilince çıkarılması gereken temel sorun da budur. 26 Haziran 2006 - DEMOKRATİK KONGO CUMHU Seçim bahane, işgal Eğer yeniden ertelenmezse, Kongo’da parlamento ve başkanlık seçimlerinin birinci turu 30 Temmuz’da gerçekleşecek. Sözkonusu seçimler, yıllarca süren iç savaş ve çatışmalara son verme ve “savaştan barış dönemine geçiş süreci” olarak düşünülen, ama seçim koşulları ve ortamı –esas olarak güvenlik ve teknik nedenlerden– olmadığı söylenerek birçok kez ertelendi. B irleşmiş Mi l let ler’e bağ lı 17.000 civarında “mavikasklı” işgal gücü yıllardır Kongo’da. Kongo’da ise bu güçlere rağmen, yürüyen çatışmalarda, 1998’den bu yana beş milyon civarında insan yaşamını yitirmiştir. Yönetimde ise savaş ağaları arasında anda en güçlü savaş ağası olan Kabila var. Kabila askeri bir rejimle ve emperyalistlerin desteğiyle ülkeyi yönetiyor. Kabila’nın yönetimde olması ama ülkenin değişik bölgelerinde, kendi bölgesinde egemen olan savaş ağalarının varlığını ortadan kaldırmıyor. Özellikle başkanlık seçimlerinde aday olan savaş ağalarının seçimi kaybeden tarafı, seçimde sahtekarlık olduğunu iddia ederek kendisine bağlı silahlı güçleri devreye sokma ve çatışmalara yol açması büyük bir olasılık olarak görülüyor. Örneğin Kabila yeniden seçilmediği durumda kendisine bağlı 15.000 civarındaki “Başkanlık muhafız kıtası” güçlerini harekete geçirebilir. Diğer kimi savaş ağalarının da binlerce silahlı gücü – ve evet bunlar arasında çocuk askerler de var– vardır. Bu durumda seçimlerin yapılmasının yeni çatışmaların dönüm noktası olabilme ihtimali büyüktür. Bu durumda aslında BM’nin ve Avrupalı emperyalistlerin seçimlerin yapılmasında ısrar etmesinin, “demokrasiye geçiş” için mi, yoksa ülkeyi daha fazla karışıklığa sokup “barışı sağlamak” adına daha fazla işgal gücünü Kongo’ya göndermenin zeminini mi yaratmak istediği sorusu ortaya çıkmaktadır. Birleşmiş Mi l let ler Güvenli k Konseyi 25 Nisan 2006 tarihinde yaptığı toplantıda Kongo’daki ortamı “dünya barışını ve uluslararası güvenliği tehdit eden bir durum” olarak değerlendirmiş ve 1671 sayılı kararla, AB’nin Kongo’daki seçimlerin güvenliğini sağlamak için BM güçlerine destek vermesi gerektiği kararını almıştır. Böylece 2003 yılında Kongo’daki ilk görevinden sonra AB’nin askeri gücü yeniden devreye sokuldu. AB ise yürüttüğü tartışmalar ertesinde Kongo’ya 2000 civarında asker göndermeyi kararlaştırdı. AB’nin başını çeken emperyalist güçlerden Almanya ve Fransa başta olmak üzere kimi diğer AB ülkeleri görev süreci seçimlerden önce başlayıp seçimlerden sonra dört ay sürecek olan askeri gücün gönderilmesi kararını 12 Temmuz’dan itibaren gerçekleştirecek. Seçimlerden dört ay sonra ise bu sürecin uzatılması gündeme gelecektir. Emperyalistlerin her zamanki gibi başvurduğu sahtekârlıklar Kongo somutunda da gündeme gelmektedir. Kendileri militaristleşme adımlarını ilerletirken ve işgal güçlerini başka ülkelere gönderirken, kendilerini “barışı koruyan”, “demokrasiye geçişi sağlayan” ve “yardım meleği” olarak göstermektedirler. Bu “yardım melekleri” gerçekte askeri güç olarak dünyanın en güçlüleri arasında başa oynuyor. Dünyanın yeniden paylaşımı dalaşında pastadan pay alma savaşı yürütüyor. Yaptıkları sahtekârlıklardan biri de şu ya da bu ülkede gerçekleştirilen, ya da gerçekleştirilecek seçimlerle ilgili. Somut olarak Kongo’da yapılması planlanan seçimlerin “hür ve demokratik” seçimler olacağı propagandasını yapmaktadırlar. “Hür ve demokratik” seçimleri güvenlik altına almak için de ek olarak askeri güç panorama URİYETİ - l şahane… sını propaganda ediyorsa, sözkonusu seçimlerde çıkarları vardır. BM Güvenlik Konseyi Kongo’daki durumu “dünya barışını ve uluslararası güvenliği tehdit eden bir durum” olarak değerlendiriyor. AB’nin Kongo’ya askeri güç göndermesine karşı olan kimi Kongo’lular, BM ve AB güçlerinin seçimlerin yapılması ve Kabila yönetimine dayattığı ön koşulların yerine getirilmediğini somut verileriyle ortaya koyuyorlar. Kabila’nın yeniden seçilmesi ise hemen hemen kesin olarak görülüyor. Böylesi bir ortamda Kabila karşıtlarının seçim sonuçlarına itiraz edeceklerine de kesin gözüyle bakılmaktadır. Buna rağmen ama AB’li emperyalistler için belirleyici olan kimin seçileceği değil, seçimlerin Kongo’ya askeri güç yerleştirmenin ve emperyalist tekellerin çıkarlarının korunması ve güçlendirilmesi için bir araç olarak kullanılmasıdır. KONGO’DAKİ ÇIKARLARI NEDİR? Emperyalistler arası dünyayı paylaşım dalaşı sözkonusu olduğunda, anda öne çıkan şey Irak veya İran’a yönelik savaş veya savaş hazırlığı si- ayrıca ekonomik olarak önemli gelir kaynağı olan tropik ağaçlara sahip. Bunlara ek olarak son yıllarda petrol kaynağının varlığı da ortaya çıkmış ve Çin, Kongo’da petrol üretmeye başlamıştır. ABD emperyalizmi Kabila ile şimdiye kadar dünyanın en büyük dokunulmamış bakır rezervlerini işletme –siz bunu talan diye okuyunbağlamında anlaşma yapmış durumdadır. Çin de hem petrol hem de bakır üretimi bağlamında AB’li emperyalistleri geride bırakmış durumda. Fransız ve Alman emperyalizminin tekelleri şu ya da bu ölçüde Kongo’daki talanda yer alsalar da, onlar daha fazlasını istiyor. Petrol, altın, elmas ve bakır tanınmış yeraltı kaynaklarıdır. Fakat Kongo üzerine yürüyen dalaşta önemli rol oynayan madenlerden biri Coltan’dır. Coltan, özellikle cep telefonları, bilgisayar endüstrisinde, silahlanma ve roket üretiminde kullanılan, sanayi ürünlerinin yüksek derecedeki sıcaklığa dayanıklığı için kullanılan bir madendir. Yani Coltan, hem ticaret açısından hem seçimler gerçekleşirse, kartların yeniden dağılması sözkonusu olacaktır. Afrika kıtasında da emperyalistler arasındaki güç dengeleri değişiyor. Çin Afrika kıtasındaki ülkelerle ticaret partneri olarak ABD ve Fransa’dan sonra üçüncü güç konumuna gelmiş durumdadır. İngiliz emperyalizmi konumunu Çin’e terketmek zorunda kalmış, Alman emperyalizmi ise dünya üzerindeki dalaşta “geç kaldığını” söyleyerek bu “geç kalmışlığı” ortadan kaldırmak için daha da saldırgan hale gelmiştir. Bunun bir aracı olarak AB askeri gücünün komutasını sevinerek üstlenmiş ve Almanya’nın tekellerinden Bayer AG, bu tekele bağlı H.C. Starck ve Siemens gibi tekellerin Kongo’daki çıkarlarını korumaya soyunmuştur. Kuşkusuz ki sözkonusu olan sadece varolan nüfuz alanını, çıkarları korumak değil, daha da fazlasına sahip olmaktır amaçları. Emperyalistlerin bu amaçlarını bilen ve Kongo’ya AB askeri gücünün gönderilmesine karşı olan Kongolular da var tabii ki. Protesto eylemleriyle AB ordu gücünün Kongo’ya gönde- de askeri, militaristleşme açısından emperyalistlerin göz diktiği bir madendir. Bu madeni o kadar önemli gördüklerinden Pentagon, Coltan’ı sahip olunması gereken stratejik hammadde ilan etmiştir. fiimdilik tespit edildiği kadarıyla Coltan’ın dünya çapındaki rezervlerinin %80’i Kongo’dadır. Kongo’da bir bakıma Coltan’ın yeniden paylaşımı, talanı için dalaş sözkonusudur. İşte emperyalistler için Kongo’nun önemi sahip olduğu zengin kaynaklardan geliyor. Onlar “barışı sağlamak”, “demokrasiye geçmek” gibi kitlelerin isteklerini dile getirseler de, gerçekte kendi aralarında pastadan pay alma dalaşındadırlar. Bu dalaşta Çin’in Afrika ülkelerinde giderek daha çok yer alması ise emperyalistler arasındaki dalaşı kızıştıran bir rol oynuyor. Kongo’da rilmesine karşı olduklarını gösteriyorlar. Fakat anda bunu engelleme durumunda değiller. Buna rağmen ama AB ordu güçlerine “rahat” vermeyeceklerine emin olabiliriz. Basına yansıdığı kadarıyla AB’nin bu işgal gücüne Türkiye de katkıda bulunuyor. İşgal güçlerinin Kongo’ya gönderilmesine hayır! şiarıyla emperyalistlerin işgaline karşı çıkmak her gerçek demokratın, devrimcinin görevidir. Kongo’ya barışı sağlamak için gitmiyorlar! Onlar, kendi emirlerine uymayanlara ateş etme emrini şimdiden almıştır. İşgal gücü barbarlığın uygulayıcısı bir güçtür. Yardım adına emperyalist işgale hayır! Tüm işgalci güçler Kongo’dan da Afrika kıtasından da defolsun! Emperyalistlerin kurum ve kuruluşlarında veya devlet yöneticilerinin yürüttüğü tartışmalarda Kongo halkının sorunları, onların istek ve talepleri, ya da %90’ının mutlak yoksulluk sınırında yaşamasının nedenleri, günde hâlâ 1200 civarında insanın çatışmalarda yaşamını yitirmesi vb. sorunlar yoktur, olmaz da. Onlar için belirleyici olan kendi çıkarlarıdır. Onlar için seçimlerin güvenliği gerekiyorsa, bilin ki seçimlerde onların çıkarları vardır. gönderiyorlar Kongo’ya! 2000 askerle bunu nasıl sağlayacakları da gerçekte soru işareti ama emperyalistlerin borazanları böyle ötüyor… Emperyalistlerin kurum ve kuruluşlarında veya devlet yöneticilerinin yürüttüğü tartışmalarda Kongo halkının sorunları, onların istek ve talepleri, ya da %90’ının mutlak yoksulluk sınırında yaşamasının nedenleri, günde hâlâ 1200 civarında insanın çatışmalarda yaşamını yitirmesi vb. sorunlar yoktur, olmaz da. Onlar için belirleyici olan kendi çıkarlarıdır. Onlar için seçimlerin güvenliği gerekiyorsa, bilin ki seçimlerde onların çıkarları vardır. Bu, bazen seçimlerin sonucunun kabul edilmesi, ettirilmesi, bazen de reddedilip seçimlerin sonucunun geçersiz olduğunu ilan etmeleri biçiminde kendisini gösterebilir. Kesin olan ama, eğer emperyalistler seçimlerin yapılma- yasetidir. Sözkonusu olanın petrol, doğal gaz gibi yeraltı zenginliklerine egemen olma, bölgede nüfuzunu sağlamlaştırma dalaşı olduğu da bilinmektedir. Özellikle Doğu Bloku’nun dağılmasından sonraki süreçte gündeme gelen dünyanın yeniden paylaşımı dalaşı, kendisini sadece Ortadoğu’da göstermiyor. Bu dalaş, kelimenin gerçek anlamıyla dünyanın her köşesinde sürüyor. Afrika da, sömürgecilikten en çok çeken kıta olarak bu emperyalist dalaşın sürdürüldüğü alanlardan biridir. Zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip ama insanlarının çok büyük bölümünün yoksulluk, açlık ve hastalık kurbanı olan… emperyalistlerin kıskacındaki bir kıtadır Afrika. Kongo, altın, elmas, bakır, kobalt, kalay, çinko, kadmiyum, volfram, germanyum ve coltan gibi hammadde veya maden zenginliğine ve 25 Haziran 2006 panorama - SIRBİSTAN-KARADAĞ- Referandumdan ayrılık çıktı… Sırbistan ile Karadağ’ın 4 Şubat 2003’ten bu yana varolan devlet birliği, 21 Mayıs’ta yapılan referandum ile son buldu. Böylece Yugoslavya’yı oluşturan altı birlik cumhuriyetinin hepsi birbirinden ayrılmış, 20. yüzyılın başına dönülmüş, Avrupa’daki devletlerin sayısı artmış oldu. E 10 mperyalist güçlerin Yugoslavya’yı parçalama siyasetinin de doğrudan bir sonucu olan bu gelişme, 2002 yılında Avrupalı emperyalistlerin Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’ne dayattıkları Belgrad Anlaşması’nın öngördüğü bir gelişmedir. 4 Şubat 2003 tarihinde Sırbistan-Karadağ olarak ortaya çıkan devletler birliğinde, üç sene geçtikten sonra bu birlikte yer alan iki tarafa referandum ile birlikten ayrılma hakkı tanınıyordu. Avrupa Birliği yetkililerinin böylesi bir referandumda birlikten ayrılmak için dayattığı oy oranı %55 idi. 21 Mayıs 2006 tarihinde gerçekleştirilen referanduma katılım %86.3 oldu. Referandumda oy kullananların %55.5’i Karadağ’ın Sırbistan’dan ayrılması yönünde oy kullandı. Yani yüzde yarım puanla, kimi verilere göre 1800 civarındaki oyla Karadağ’ın kaderi belirlenmiş oldu. Seçim komisyonunun resmi açıklamasına rağmen seçim sonucuna itiraz eden sağcı-milliyetçi Sırp partisinin seçimin yinelenmesi talebi ise reddedildi. Karadağ parlamentosu beklendiği gibi ayrılma kararını 3 Haziran’da ilan etti. Karadağ’ın devlet olarak varlığını tanımak için Avrupa Birliği üyeleri devletler 12 Haziran’da yapılan Dışişleri Bakanları toplantısına kadar beklediler ve sözkonusu toplantıda Karadağ’ın devlet olarak varlığı kabul edildi. AB üyeleri devletlerden önce ise İzlanda, İsviçre ve Rusya Karadağ’ı tanıdığını açıkladı. Karadağ’ın Sırbistan’dan ayrılmasına karşı olan radikal milliyetçi kesime rağmen Sırbistan yönetimi seçimlerin sonuçlarını Karadağ’ın yasal bir hakkı olarak kabul ettiğini açıkladı, Karadağ’ı devlet olarak tanıdığını ilan etti. Böylece Avrupa’da 620.000 nüfuslu yeni bir devlet ortaya çıktı. Yapı l a n u lu s l a r a r a sı a n l a ş maya göre böylesi bir ayrılmada eski Yugoslavya’nın, ardından da Sırbista n-Karadağ’ın Birleşmiş Milletler’de veya benzeri uluslararası kurumlardaki temsiliyet hakkı, hak ve yükümlülükleri Sırbistan’a geçmektedir. Bu durumda Karadağ, uluslararası kurumlara tanınmak için ya da üye olarak kabul edilmek için başvuruda bulunmak zorunda. Karadağ yönetiminin açıklamalarına göre ulusal hedefleri Birleşmiş Milletler’e üye olmanın yanısıra NATO ve AB’ye üye olmaktır. K a r a d a ğ ’ı n r e fe r a n du m i l e Sırbistan’dan ayrılma kararı vermesi bir yanıyla da ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını kullanması oluyor. Bu durum, kimi düzen savunucularının ulusal sorunun gerçek çözümünün ancak devrimle mümkün olduğunu savunmamıza karşı, “bakın işte çözüm budur ve kapitalizm koşullarında da çözüm mümkündür” siyasetini haklı çıkarmak için kullandığı, kullanacağı bir durum. Bu bağlamda en azından birkaç nokta bilince çıkarılmak zorundadır. Karadağ hem Yugoslavya çerçevesinde hem de Sırbistan-Karadağ çerçevesinde sürekli belli ölçüde otonom olan, federal bir cumhuriyetin parçalarından biri olmuştur. Bir bakıma kendi başına hep bir “küçük” devlet olagelmiştir. İkincisi, Yugoslavya’nın dağılması kanlı çatışmaların, savaşların doğrudan bir sonucu olmuştur. Bunda emperyalist güçler, özellikle de ABD ve AB’li emperyalist güçler belirleyici rol oynamıştır. Bu süreçte Karadağ kendi devlet yapısına sahip olmuş, hükümetini kurmuş, para birimini önce Mark sonra da Euro olarak belirlemiş, kendi ekonomisine de sahip ve gümrük sınırları olan bir birlik devleti olarak yaşamını sürdürmüştür. Bu bağlamda aslında Karadağ’ın “artık bağımsız” olduğunu tespit etmek gerçeği tam yansıtmamaktır. Hepsinden önemlisi de Karadağ’ın Sırbistan ekonomisi için fazla belirleyici bir role sahip olmamasıdır. Karadağ’ın Sırbistan için en önemli yanı Adriyatik’e açılan yol olmasıdır. Bütün bunlara ek olarak Karadağ’ın nüfusunun büyük bölümü esas olarak Sırp kökenlidir. Kendisini Karadağ’lı olarak gösterenlerin nüfusa oranı %43 olsa da, Karadağlıların Sırp ulusundan ayrı bir ulus veya halk olup olmadığı bizzat halkın kendisi tarafından soru işareti olarak kabul edilmektedir. Açıkça Sırp olduğunu ilan edenlerin oranı ise %32’dir. Bu duruma bakıldığında 620.000 olarak gösterilen nüfusun %75’i Sırp olarak görülmektedir. Bu durumda aslında bir ulusun –ezilen bir ulusun– diğer ulustan –ezen ulustan– ayrılması sözkonusu değil. Buna rağmen ama ayrılma kararı şimdilik pratiğe geçirilmekte ve ayrılık süreci barışçıl olmaktadır. Bu barışçıl sürecin ne kadarının emperyalistlerin dayatmaları sonucu olduğu da ayrıca gözönüne alınması gereken bir gerçekliktir. Bu noktada Sırbistan yönetimi ile AB emperyalistleri arasında yürüyen sürtüşmeler, çelişkiler ve özellikle de Kosova sorunu ile BM Uluslararası Savaş Suçluları Mahkemesi bağlamında çözülmesi gereken sorunlar önemli rol oynamaktadır. Sırbistan yönetimi ve özellikle de parlamentodaki radikal milliyetçi kesimin Karadağ’ın ayrılma kararına karşı şiddet, zor kullanma ortamının olmaması olgusu bu hesaplarda bilinçte tutulmak zorundadır. Karadağ’ın iç çelişkileri bağlamında da sözkonusu kararın tüm oy hakkına sahip olanların çoğunluğunun değil, referanduma katılan kesimin oy çokluğuyla verilen bir karar olduğu bilinçte tutulmalıdır. Kuşkusuz ki formel bakıldığında bir oy fazlasıyla da olsa referandumda çoğunluk ayrılma yönünde karar vermiştir. Fakat ülkedeki gelişmeler bağlamında referanduma katılmayanlarla, referandumda ayrılığa karşı oy kullanan %44.5’in de hesapta tutulması gerekiyor. Bu kesimin gelecekte yeni çatışmaların alevlenmesine yol açıp açmayacağı da şimdilik belli değil, ama çatışmaların çıkma potansiyeli varlığını koruyor. Sonuçta AB emperyalistlerinin belirlediği çerçevede, üçte ikilik oy çokluğunun elde edilemeyeceği öngörüldüğünden, sınır %55 oranı olarak belirlenmiş ve Yugoslavya’nın parçalanmasının son adımı da atılmıştır. Sırbistan yönetimini bundan sonra da meşgul edecek olan şey, Kosova’nın statüsü olacaktır. Karadağ’ın ayrılma kararı aynı zamanda Kosova’nın Sırbistan’dan ayrılmasını isteyenler için bir örnek teşkil etmektedir. Emperyalistlerin “Balkanlaştırma”, daha doğrusu böl, parçala ve rahat yönet siyaseti sürdürülüyor. Karadağ Sırbistan’la olan devlet birliğinden ayrılma kararı verse de ve bu durum siyasi bağımsızlık gibi görünse de Karadağ gerçekte bağımsız değil, bilakis emperyalist güçlere bir sığıntıdır… onlara bağımlıdır. Karadağ’ın AB’ye üyeliğinin gerçekleşmesi süreci de esas olarak AB emperyalistlerinin Karadağ’ı daha çok kendilerine bağımlı kılmanın süreci olacaktır. Bu durum gözönüne alındığında Karadağ’ın bağımsız olduğunu söylemenin de gerçeği tam yansıtmadığı bilince çıkarılmalıdır. Sonuç olarak “Philipp Morris Cumhuriyeti” olarak da adlandırılan Karadağ, ekonomisini kara para, mafya ilişkileri, sigara kaçakçılığı vb. üzerinden düzenlemektedir. İtalyan savcılarının hesaplarına göre Karadağ bütçesinin %60’ını kaçakçılıkla sağlamaktadır. Turizm gelirleri bir kenara bırakıldığında, gelirlerinin bu kaynağı kurutulduğunda Karadağ’ın ekonomik olarak aslında kendi başına, bağımsız olarak yaşayabilmesi zor. Bu da Karadağ’da iktidarı elinde tutanların emperyalistlere daha çok sığınmaya, onlara bağımlılığı kabul etmeye temel oluşturuyor. Sınıf bilinçli işçilerin görevi, ezilen ulusların gerçek kurtuluşunun emperyalizme bağımlılıkla değil, emperyalizme karşı mücadeleyle, devrimle gerçekleşebileceğini işçilere, emekçilere kavratmaktır. Karadağ’ın somut durumunun bağımsızlığın, özgürlüğün bir örneği olamayacağını bilinçlere kazımaktır. 21 Haziran 2006 Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ Çocuk işçiler … Medyaya yansıyan tavırlara göre ILO Genel Müdürü “çocuk işçiliğinin ortadan kaldırılması artık imkan dahilindedir”. Bu tespitin dayandırıldığı veriler ise, 2000-2004 yılları bağlamında hazırlanan raporda aktarılmaktadır. Buna göre 2000-2004 yılların arasında 5-17 yaş arası çalışan çocuk işçilerin sayısı 246 milyondan 218 milyona inmiştir. Ö yle bir dünyada yaşıyoruz ki, hangi yana bakarsak bakalım barbarlıkla karşılaşıyoruz… Hayır, biz felaket tellallığını yapmıyoruz. Sadece ve sadece yerküre üzerinde yaşananlara bakıp olanları anlatmaya, kavratmaya çalışıyoruz. Kapitalist-emperyalist dünyanın barbarlıklarını tek tek sıralamak ve her somut sorunda kitlelerin bilincini geliştirmek barbarlığa son vermenin de önkoşullarından biridir. Biliyoruz ki, bu barbarlığa son verilecekse eğer, bunu da ancak ve ancak “büyük insanlık” yapabilir. Dünyanın mazlumları olarak da adlandırılan işçiler, emekçiler, ezilen halklar bu barbarlığa son vermezse, üzerinde yaşadığımız yerküre barbarlık içinde çöküşe gidecek… “Büyük insanlık” derin uykusundan bir uyanırsa nelere kadir olduğu açıkça ortaya çıkacaktır. Bunun bilincinde olan dünyanın egemenleri, işçilerin, emekçilerin, ezilen halkların bilincini karartmak için her türlü yalana, manipülasyona, propagandaya başvurmaktadır. İşçilerin emekçilerin yaşam koşulları öylesine zorlaştırılır ki, milyarlarca insan sadece ve sadece karnını doyurup yaşayabilmenin, yaşamını idame etmenin kavgasını verirken, içinde yaşadığı dünyanın, düzenin gidişatı üzerine düşünme zamanı bile bulamamaktadır. Tüm manipüle, bilinç karartma çabalarına rağmen biraz da olsa düşünüp düzeni sorgulamaya kalkanlara karşı da egemenlerin önlemleri vardır. Kendilerinin oluşturduğu kurum ve kuruluşlar gerçeklerin üzerini örtemedikleri yerde, barbarlığın sivri uçlarını törpülemeye; sorunun kaynağında sistemin kendisinin değil, yapılan kimi yanlışların yattığını kitlelere anlatmaya ve böylece sorunların sistem çerçevesinde ele alınmasına çaba göstermektedirler. Dünyanın ezilenlerinin barbarlığın gerçek yüzünü görmemesi için de ele aldıkları sorunlarda durumu olduğundan iyi göstermektedirler. Tüm bu çabalar ise insanlık düşmanı olan bu kapitalist-emperyalist sistemin varlığını sürdürmeye hizmetten başka anlama gelmemektedir. Kitlelerin bilincini karartmaya hiz- İÇİNDEKİLER Çocuk İşçiler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 “TÜMTİS’te neler oluyor?” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 Castleblair’de yaşananlar... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4 Güney Kültür Merkezi’nde 15-16 Haziran toplantısı . . . . . . 5 HAS Alüminyum Fabrikası İşçilerinin Sendikalaşma Mücadelesi Sürüyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5 15-16 Haziran Mersin’de anıldı… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5 210 işçinin işine son verildi... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6 Dev Sağlık-İş Çukurova Bölge Şubesi açıldı! . . . . . . . . . . . . . 6 Seyhan: Direniş sürüyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6 SCT Patronu Lokavt’ı Kaldırdı! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6 MİTO işçilerinin sendikalaşma mücadelesi sürüyor . . . . . . 7 Belediye işçilerinin TİS görüşmeleri anlaşmazlıkla sonuçlandı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7 Biten grev ve direnişlerden haberler... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 CORUS YASAN işçisi kararlı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8 met eden uluslararası kuruluşların başında Birleşmiş Milletler ve yan kuruluşları gelmektedir. Örneğin UNICEF, UNHCR gibi BM’nin yan kuruluşları, ya da BM’nin özel örgütlerinden biri olan Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) düzenin sivri uçlarına karşı çalışan ama gerçekte sistemin ayakta kalmasına hizmet eden kurum ve kuruluşlardır. Bu kurum ve kuruluşların üzerlendikleri misyonu yerine getirebilmeleri için de kitlelerin yaşamını biraz da olsa iyileştirmeye, uluslararası düzeyde çalışma, iş yasaları vb. ortaya koymaları gerekiyor, yapıyorlar da. Sözkonusu kurum ve kuruluşların dünya emekçilerinin bilincini karartmalarının araçlarından biri de değişik konularda ve değişik dönemlerde kamuoyuna yayınladıkları raporlardır. Sözkonusu raporlar gerçek durumu olduğundan iyi göstermek bunların temel yaklaşımlarından biridir. Çarpıtmanın yöntemlerinden biri de sözkonusu istatistiklerin karmaşıklığıdır. Buna bir de önceki raporların sonraki raporlara temel oluşturması ve böylece çarpıtmanın ve karmaşıklığın daha da ilerletilmesi ekleniyor vb. Bunun son örneklerinden biri ILO’nun çalışan çocuklarla ilgili yayınladığı rapor ve verilerdir. Medya da çocukların yaş grupları veya sayısı bağlamında buna katkıda bulunduğunda hangi verileri temel alacağınızı ya da hangisine dayanacağınızı seçemez duruma gelirsiniz. Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ “12 HAZİRAN; DÜNYA ÇOCUK EMEĞİNE KARŞI MÜCADELE GÜNÜ” ILO Mayıs ayı sonunda başlayan ve iki hafta kadar süren 95. Konferansı’nın gündemlerinden biri de çocukların çalıştırılması, ya da başka deyimle işçi çocukların durumuydu. Bu konuyla ilgili raporu ise ILO Mayıs ayı başında kamuoyuna yansıttı. Sözkonusu konferansta konu üzerine duruldu ve çalışan çocuklar hatırlandı. Medyaya yansıyan tavırlara göre ILO Genel Müdürü “çocuk işçiliğinin ortadan kaldırılması artık imkan dahilindedir” tespitini yapmış. Bu tespitin dayandırıldığı veriler ise, 2000-2004 yılları bağlamında hazırlanan raporda aktarılmaktadır. Buna göre 2000-2004 yılların arasında 5-17 yaş arası çalışan çocuk işçilerin sayısı 246 milyondan 218 milyona inmiştir. Raporun tümünü bilmiyoruz. Medyaya ne kadar doğru yansıdığını da şu an denetleyebilecek durumda değiliz. Bu bağlamda aktardığımız verilerin kesin veriler olmadığını bilince çıkarmak istiyoruz. Medyaya yansıdığı kadarıyla büyük bir gelişme olarak gösterilen 5-17 yaş arası çalışan çocuk işçilerin sayısının azalması durumu, gerçekte çocuk işçilerin sayısını ve durumunu ortaya koymada ikna edici değil. Aynı veriler kimi zaman 5-17 yaş arası grup için, kimi zaman da 5-14 yaş arası grup için verilmektedir. Verilerin çarpıtılması durumu da var. Eğer çalışan çocuk işçilerin sayısı gerçekten düşmüşse, bunun hangi nedenlere dayandığı ise –en azından basına yansıyan verilerde– ortaya kon- Üçüncü bir şey ise, Asya ve Pasifik bölgesi ile ilgilidir. Somut aktarılan verilere göre Asya ve Pasifik bölgesinde 2000 yılında çocukların sayısı (5-14 yaş arası çocukların sayısı tabii ki) 655,1 milyondur ve bunun 127,3 milyonu çalışmaktadır. 2004 yılında ise aynı yaş grubunda toplam 650 milyon çocuk vardır ve bunların 122,3 milyonu çalışmaktadır. ILO verilerinin durumu olduğundan iyi gösterdiği yönlü eleştiriler haklı eleştirilerdir. ILO’nun kendi verilerine bakıldığında bile rakamlarla oynandığı, gerçek durumun daha iyi gösterilmeye çalışıldığı görülebilir. mamıştır. ILO verilerinin durumu olduğundan iyi gösterdiği yönlü eleştiriler haklı eleştirilerdir. ILO’nun kendi verilerine bakıldığında bile rakamlarla oynandığı, gerçek durumun daha iyi gösterilmeye çalışıldığı görülebilir. Örneğin ILO dergisinin 2/2002 tarihli sayısında 2000 yılı için aktarılan verilere göre 5-17 yaş arası çalışan çocuk sayısı 351,7 milyondur. ILO ortadan kaldırılabilir çocuk çalışmasının (işinin) sayısını ise aynı yerde 245,5 milyon olarak aktarmaktadır. Basına yansıyan 2006’daki rapora göre ise 2000 yılında çalışan çocuk sayısı 351,7 milyon değil 246 milyon olarak verilmektedir. Aradaki farkın 100 milyondan fazla olduğunu ise tespit etmemize gerek bile yok. Bu bir. ILO’nun kendi verilerini çarpıtmasının ikinci örneği ise, 5-14 yaş arası çalışan çocuklarla ilgilidir. Yine 2/2002 tarihli ILO haber gazetesinde 5-14 yaş arası çalışan çocukların sayısı 211 milyon olarak verilmektedir. 2000-2004 yılları için 2006’da yayınlanan rapora göre ise 5-14 yaş arası çalışan çocuk sayısı 217,7 milyondur. Bu veriler temel alındığında 5-14 yaş arası çalışan çocukların sayısından 6,7 milyonluk bir artış sözkonusudur. Ama ILO bunu tersyüz etmekte, bu sayının 245,5 milyondan 217,7 milyona düştüğünü anlatmaktadır. Bu sahtekârlığı ise, 2000 yılı için öngördüğü ortadan kaldırılabilir çocuk emeği sayısını 5-14 yaş arası çocukların sayısı olarak göstermekle yapıyor. Buna göre aynı yaş grubundan çocukların sayısı 5.1 milyon azalırken, çalışanlardan azalan sayı 5 milyondur. Gerçekten de bu yaş grubundan çalışan çocuk sayısı düşmüştür buna göre. Fakat belirleyici olan şey, bu yaştaki çocukların çalışma zorunluluğundan kurtarılması değildir. Bu, aynı zamanda otomatikman bu 5 milyonun artık çalışmadığı anlamına da gelmiyor. 2000-2004 yılları arasında milyonlarca çocuk –eğer ölmediyse– 14 yaşın üzerine geçmiş ve artık 15-17 yaş arası, kimi de 18 yaşın üzerinde çalışan çocuk ve genç durumuna gelmiştir. ILO bu ve benzeri durumları gözardı ederek durumu olduğundan iyi, sayıları da olduğundan düşük göstermektedir. Bunun da en iyi örneklerinden biri Türkiye ile ilgili tavrıdır. ILO Türkiye’yi çocukları çalıştırmaktan kurtarıp eğitime yönlendiren örnek ülkelerden biri olarak gösteriyor. Aktardığı veya dayandığı veriler ise 1994-1999 arası dönemin verileridir. Buna göre Türkiye’de sayısı yaklaşık bir milyon olan çalışan çocuk sayısı yarıya indirilmiştir. Oysa 2006 yılında da kimi sendikaların tahminlerine göre Türkiye’de en az 4 milyon çocuk çalışmaktadır. Bu hesaplar içinde aslında okul tatilleri döneminde çalışan çocukların sayısı da yoktur. Genelde dünya çapında da, özellikle kayıtdışı denilen ekonomik, çalışma alanında çalışan çocukların sayısı tam olarak bilinmiyor. Buna da dayanarak ILO verilerini eleştirenler, ger- çek sayının ILO’nun aktardığı verilerin çok üzerinde olduğunun altını çiziyor. Kısacası, medya üzerinden yapılan dünya çapında çalışan çocukların sayısında önemli ölçüde azalma olmuştur biçimindeki propaganda, gerçek durumun çarpıtılması üzerinden yükselmektedir. Ayrıca ILO kendisine yakın hedef olarak –ki bu da on yıllık bir süreç– “en kötü şartlarda çalışan” çocukların çalışmalarını sonlandırmak olarak koyuyor. Bu “en kötü koşullarda çalışma”nın içeriği ise kölelik, insan ticareti, borçlandırarak kendine bağımlı kılma ve benzeri zorunlu çalışma biçimleri, çocukların zorla silah altına alınması, silahlı çatışmalara sürülmesi, fuhuş ve pornografi olarak dolduruluyor. ILO’nun bu amaç ilanı kendi başına ele alındığında kuşkusuz iyi bir şeydir. Ama, gerçekte bu, göz boyamaktan başka ve ILO tarafından da gerçekleştirilebilecek bir şey değildir. Tüm bu sorunların kaynağı bizzat kapitalist sistemin kendisidir. En basitinden çocuk emeğinin sömürülmesi, kapitalistlerin azami kâr hırslarını gidermeye hizmet etmekte, zenginliklerine daha çok zenginlik katmalarını beraberinde getirmektedir. Burada aktardığımız birkaç örnek bile ILO’nun çalışan çocukların durumunu olduğundan iyi gösterdiği, sistemde temelde bir değişiklik olmadan milyonlarca çocuğun çalışmasının ortadan kaldırılabileceği görüşünü yaygınlaştırarak sistemi hoş gösterdiği açıkça ortaya çıkmaktadır. Kapitalizmemperyalizm koşullarında, dünyanın nüfusunun büyük bölümünün yoksulluk ve açlık sınırında yaşadığı koşullarda çocukların çalıştırılması durumuna son verilebileceğini savunanlar, kitlelerin bilincini karartmaktadır. İşçilerin, emekçilerin işgüçlerinin sömürülmesine son vermek için nasıl ki sömürü sistemine, yani kapitalizme son vermek gerekiyorsa, çocukların işgücünün sömürülmesine son vermek için de kapitalizme son vermek zorunludur. Bu sömürü sistemine karşı mücadele etmeyenlerin çocukların sömürülmesine son vermek gerektiği yönlü açıklamaları boş laftır… “Çocuk Emeğine Karşı Mücadele Günü”nün de sömürü sistemine, kapitalizme karşı mücadele gününe dönüştürülmesi biz işçilerin, emekçilerin görevidir. Bugünün çocuk işçilerinin yarının yetişkin işçileri olacağı ve sömürü sisteminin kökünü kazımak için de proleter sınıf bilincine daha şimdiden sahip olmaları gerektiği bilinciyle ve bu görevi başarma amacıyla işbaşına! 23 Haziran 2006 M “TÜMTİS’te neler oluyor?” TÜMTİS Genel Başkanı Sabri Topçu 2005 tarihli, muhalefetin açıklaması. – M ay ı s 2 0 0 6 t a r i h l i ve “TÜMTİS’te Neler Oluyor? (EMEP çetesi iş başında)” başlıklı yine muhalefetin açıklaması. – 24 Mayıs 2006 tarihli TÜMTİS İstanbul Şubesi ve 27 Mayıs tarihli İzmir Şubesi basın açıklamaları. – 9 Haziran 2006 tarihli Evrensel gazetesinden yayınlanan “Sınıftan yana, mücadeleci işçi, emekçi ve sendikacılar yıkıcılığa ve bozgunculuğa geçit vermeyecek” başlıklı açıklama ve imza listesi. – 14 Haziran 2006 tarihli “Son sözü TÜMTİS İşçisi söyleyecek – Olağanüstü Genel Kurul Talebinde Bulunan Delegeler” başlıklı ve imzalı açıklama. Bu yazılara ya da belgelere dayanarak herkes değerlendirme yapabilme ve doğru olanın ne olduğunu söyleyebilme imkanına sahiptir. 9 Eylül 2005 tarihli EMEP açıklamasında 5 üyesinin ihraç edildiği anlatılırken, sözkonusu kişilere yönelik suçlamalar yapılmakta ama önemli olan somut bir örnek bile verilmemektedir. Açıklamaya egemen olan düşünce hedefe konan kişilere karşı kışkırtıcılıktır. Bu düşünce şu tespitte görülebilir: “TÜMTİS’i cepheden saldırarak dize getiremeyen sermaye, sendikal bürokratizmini, bazı sendikacıların kişisel zaaf, zayıflık ve hırslarını kullanarak içten çökertmeye soyunmuştur. Şimdi TÜMTİS içten yaratılan zayıf ve zaaflı birkaç sendika yöneticisi eliyle yolundan saptırılmak isteniyor.” (sözkonusu açıklamadan) Buna göre TÜMTİS’i ‘cepheden saldırıyla dize getiremeyen sermayenin TÜMTİS’i içten yıkmak için bazı sendikacıların zaaflarını kullanmaktadır ve sözkonusu zaaflı 2007 olarak tespit edilmiştir. Mayıs 2006’ya gelene kadar sorun tehditler, saldırılar, işten çıkarmalar vb. eşliğinde giderek çözümsüzlüğe doğru yol almıştır. TÜMTİS MYK’si tüzüğün Genel Kurul yapmayı öngördüğü maddesini yokmuş gibi saymış ve Genel Kurul delegelerinin talebini yerine getirmemiştir. Muhalefet Mayıs ayında yaptığı açıklamada, EMEP ve Topçu tarafından kendilerine yönelen suçlamalara cevap vermeye çalışmış ve sorunun çözümü için de Genel Kurul’un yapılıp yapılmamasına yapılacak bir referandumla işçilerin karar vermesi önerisini yapmıştır. OLAĞANÜSTÜ GENEL KURUL’A İŞÇİLER KARAR VERSİN Topçu’nun ve onu destekleyen EMEP’in olağanüstü Genel Kurul talebine karşı tavırları, EMEP ve Evrensel gazetesine yönelik olduğu söylenen tavırlara karşı tüm sayfa ilanı vb. olgular gözönüne alındığında sorunun karşılıklı anlaşma ile çözülmeyeceği ve olağanüstü Genel Kurul’a gitme yolunun kapalı olduğu söylenebilir. Taraf ların sınıf sendikacılığı, işçilerin mücadelesi bağlamındaki siyasetinin ne olduğunu somut olarak değerlendirebilecek durumda değiliz. Ama bu somut durumda muhalefetin kararı işçiler versin önerisini, sorunu çözme bağlamında doğru bir öneri olarak görüyoruz. Biz de işçi sınıfının mücadelesi açısından ve bu mücadelede kararın işçiler tarafından verilmesi gerektiği düşüncesi temelinde, TÜMTİS içindeki sorunların çözümü için kararın yapılacak bir referandumla işçilerin kendileri tarafından verilmesi gerektiğini savunuyor, bu öneriyi destekliyoruz. Muhalefetin işçilerin çoğunluğunun Genel Kurul istememesi durumunda mahkemedeki davayı geri çekmeye hazır olduğunu açıklaması da olumlu bir açıklamadır. İşçi sınıfının kurtuluşundan yana olduğunu, işçi sınıfının çıkarlarını savunduğunu söyleyenlerin, sendika bürokratizmine karşı tabanın kararlarda yer almasından yana olduğunu bağıranların yapacağı tek şey var: Referandum yapmak! Tekkecilik, grupçuluk işçi sınıfının mücadelesine sadece ve sadece zarar veriyor. Devrimcilik, solculuk adına farklı düşünenlere karşı tehditler, saldırılar karşıdevrime hizmet eden ve karşıdevrimci edimlerdir. Tüm sınıf bilinçli işçiler, işçi sınıfının birliğine, mücadelesine zarar veren tavırlara karşı mücadele etme görevine sahiptir. 24 Haziran 2006 Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ edya ve internet üzerinden izlediğ imiz TÜMTİS tartışmalarına ilişkin tavır takınmak istiyoruz. Kamuoyuna yapılan açıklamalara yansıdığı kadarıyla TÜMTİS’teki sorunların kaynağı birkaç yıl öncesine kadar uzanmaktadır. Gerçekte ise sendikal çalışma bağlamındaki yaklaşımlar sorunların kaynağını oluşturmaktadır. Sözkonusu bu yaklaşımlar değişik dönemlerde kendisini değişik biçimlerde göstermektedir. İşçi sınıfının çıkarları, birliği ve mücadelesini savunmaktan çok sendika bürokratizminin uygulanması –Türkiye’de çokça kullanılan tanımıyla sendika ağalığı–; sınıf kavgası yerine koltuk kavgasının verilmesi; açıklık ve eleştiri aracı yerine ayak oyunlarının, adam kayırmacılığın ve dar grup çıkarlarının ifadesini bulduğu sekterliğin egemen olduğu yaklaşımlar, bu biçimlerin bazılarıdır. Tüm bunların, hangi oranda olursa olsun işçi sınıfının sermayeye, kapitalist egemenliğe karşı mücadelesine zarar verdiği ise işçi sınıfının çıkarlarını savunduğu iddiasında olan hemen herkes tarafından teslim edilmektedir. TÜMTİS içindeki gelişmelere bakıldığında çelişkili iki taraf da lafta işçi sınıfının çıkarlarını, mücadeleci sınıf sendikacılığını savunduğunu iddia etmektedir. Taraflar kendilerinin işçi sınıfının çıkarlarının gerçek savunucusu olduğunu iddia ederken, karşı tarafın buna uygun davranmadığını savunmaktadır. Bu durumda yaşananları ancak taraflarca yapılan açıklamalardan takip edebilenlerin değerlendirme yapabilmesi zorlaşmaktadır. Buna rağmen ama, işçi sınıfının çıkarlarının nerede yattığına, yapılan önerilerden hangilerinin sorunu çözmede doğru öneri(ler) olduğuna karar verebilme durumundayız. TÜMTİS’te şimdi tartışma konusu olan Olağanüstü Genel Kurul yapılması talebi ve bu talebin gündeme gelmesine neden olan gelişmelerin kamuoyuna yansıması esas olarak Eylül 2005’te başlamış ve bugüne kadar sürmüştür. Kamuoyuna yayınlanan ve tartışmaların temel belgeleri olarak görülen yazılar şunlardır: – “Emeğ i n Pa r t isi Tü mt is Sendikasında Yöneticilik Yapmış 5 Üyesini İhraç Etti” başlıklı ve 9 Eylül 2005 tarihli basın bildirisi. – “TÜMTİS’te Neler Oluyor? Parti kamuoyuna” başlıklı Eylül kişiler de sermayedarların kuklaları olma konumundadır. Böylece bu kişiler karşı cepheye dahledilmekte ve bunlar parti, sendika düşmanı ilan edilmektedir. Bunu ispat etmek için ise hiç bir somut veri ortaya konmamaktadır. EMEP Basın Bürosu’nun yayınladığı bu tavır, esas olarak komplo teorisini işleyip hedefe koyduğu insanlara karşı karalama tavrıdır. Gerçekte gündeme gelen TÜMTİS’teki sorunun üzerini örten ve siyasi bir parti olarak TÜMTİS’in iç işlerine müdahale etme ve hâlâ TÜMTİS Genel Başkanı olan Sabri Topçu’yu savunma temelinde yükselen bir tavırdır. Bu açıklamaya karşı sözkonusu muhalefetin yaptığı “Parti Kamuoyuna” başlıklı Eylül 2005 tarihli açıklamada ise yaşanan sorunlar kimi örneklerle somutlanmakta, sorunun nereden kaynaklandığı kamuoyuna anlatılmaktadır. Bu na göre sor u n Topk apı Ambarlar’da yaşanan ve üç işçinin ölümüne yol açan olaylara kadar uzanmaktadır. Dönüm noktası olarak da 2004 Aralık ayında yapılan Genel Kurul olarak gösterilmektedir. Genel Kurul’da Sabri Topçu’nun istediği kişiyi delegelerin çoğunluğu seçmemiştir ve Genel Kurul sonrasında ise Sabri Topçu yetkisini kötüye kullanmış, delegelerin çoğunluğu tarafından seçilen insanları tanımamış vb. Hatta bu arada muhalefete karşı saldırılar, tehditler gerçekleştirilmiş, kimileri bıçaklı saldırıda yaralanmış, kiminin arabasına saldırılmış vb. vs. Sonuç olarak tüm çabalara rağmen Sabri Topçu ve onu destekleyen siyasi güç olarak EMEP, TÜMTİS içindeki muhalefeti sindirmeye çalışırken muhalefet 203 Genel Kurul delegesinden 137’sinin imzasıyla 12.09.2005 tarihinde Olağanüstü Genel Kurul yapılmasını talep etmiştir. TÜMTİS’in tüzüğüne göre başvurudan sonra bir ay içinde Merkez Yönetim Kurulu (MYK) toplanıp karar alması gerekiyor. Yine tüzüğe göre delegelerin 1/5’inin imzası Genel Kurul’un toplanması için yeterlidir. Sözkonusu süreçte MYK toplanmamış ve Genel Kurulun yapılması kararını almamıştır. Bunun sonucunda muhalefet sorunu 21 Ekim 2005’te İş Mahkemesi’ne götürmüştür. Sözkonusu mahkeme hâlâ sürmektedir. Sabri Topçu önderliğindeki MYK sorun mahkemeye götürüldükten sonra toplanmış ve anlatılanlara göre ayak oyunlarıyla önce “Erken Olağan Genel Kurul” kararı alınmış ve sonra da bunun tutmayacağı gözönüne alındığında, karar defterine “Olağan Genel Kurul” yapılması kararı geçirilmiştir. Genel Kurul tarihi ise 26-27 Mayıs B Castleblair’de yaşananlar... iz İskoçya kökenli bir tekstil firması olan Castleblair’in işçileriyiz. 90 yıllık bir firma olan Castleblair dünyanın en önemli mağazacılık gruplarından 35 ülkede 700’ün üzerinde mağazası olan Marks&Spencer’ın üreticisi. Castleblair, Marks&Spencer fiyatları daha düşürelim dediği için İskoçya’daki fabrikalarını kapattı ve işçi sınıfının örgütsüz olduğu, ücretlerinin düşük olduğu ülkelerde fabrikalar kurmaya başladı. Türkiye’de Kıraç’taki fabrika da Castleblair için paha biçilmez kaftandı. Ancak işler patronların istediği gibi gitmedi ve bizler DİSK Tekstil Sendikasında örgütlenmeye başladık. Bu örgütlenme yoğun mücadeleler sonucunda başarıya ulaştı. Fakat işveren örgütlülüğü dağıtmakta kararlıydı. Çünkü Marks&Spencer maliyetleri düşürmek ve daha fazla kar etmek için buraya gelmişti. Saldırıları yoğunlaştırdı. İşten atılmalar yaşandı. Kapının önünde bir dizi arkadaşımız mücadeleyi sürdürdü. Sendika destek vermedi. Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ Sözleşemede hiçbir kazanım yok! Sendikalaştığımız zaman koşullarımızın daha iyi olacağını düşünmüştük. Ancak şartlarda değişen bir şey olmadı. İki yıl önceki kötü sözleşmenin ardından DİSK/ Tekstil’den Muharrem Kılıç koşullarınızı bir dahaki sözleşmede düzelteceğiz demişti. Aradan 2 yıl geçti. Yeni sözleşme geldi. Ama Kılıç sözünü tutmadı. İşverenin yüzde “O” önerisini işçilere kabul ettirmeye çalıştı. Bizleri ikna edemeyince ilk altı ay için yüzde 4, ikinci altı ay için yüzde 3 önerisi geldi. Bir önceki sözleşmeden de kötü bir sözleşme önümüze getirildi. Ve sendika tarafından başka çaremiz yokmuş havası yaratıldı. Sadece düşük ücret nedeniyle değil, ikramiyelerin durumu, performans değerlendirmeleri gibi konularda da işverenin çok geri taleplerle gelmesi nedeniyle bu sözleşmeyi kabul etmeyeceğimizi açıkladık. Sendika ise oldu bittiye getirip sözleşmeyi imzalamak istiyordu. Bizim tepkimiz karşısında işveren 35 işçiyi diğer işçilerden ayırarak üst kata çıkardı. Amacı bizi bölmek ve dağıtmaktı. Sendika yöneticileri ise bu olaya her zamanki gibi işverenin hakkıdır kanunsuz bir şey yapmayın diyerek patronun rahat davranmasının önünü açmış oldu. Bütün bunlar yetmezmiş gibi iş- veren işten çıkmak isteyen arkadaşlarımıza kıdemlerini ödemeye başladı. Bu nedenle birçok arkadaş istifa etti. Patron ayrıca bizi sıkıştırmak için ücretlerimizi de ödememeye başladı. Amaç belliydi, parasızlıkla bizi sıkıştırıp, tazminatımızı alıp gitmemizi istiyordu. Örgütlü, deneyimli işçilerden kurtulursa sendikayla anlaşır, işçileri rahat rahat sömürmeye devam ederim diye düşünüyordu. Ve yaklaşık 3 aydır bizler, avanslarımızı, maaşlarımızı ve vergi iademizi alamıyoruz. Eylemler Artıyor Bu duruma karşı işyerinde ve dışarıda eylemlere başladık. İşverenle sendika arasındaki görüşmelerde de uyuşmazlık kararı çıktı. Arabulucu sürecinden de bir sonuç alınamadı. Patronun makinelerin bir kısmını dışarıya çıkarmak istemesi üzerine fabrikanın üst katına çıkarılan bizler üretimi durdurduk. Alt kattaki arkadaşlarımız da bize katıldı. Patron da buna cevap olarak 31 kişiyi senelik izne çıkarmak istedi. Biz çalışmak istediğimizi söyledik. Ama sendikatemsilciler her zamanki gibi patronun yanında saf tutarak bizleri yalnız bırakınca bizler de izinleri bir şartla kabul ederiz dedik: verilmeyen tüm haklarımızın verilmesi kaydıyla 33 arkadaşımız izne çıktı. Bizse ertesi gün kapının önüne geldik. İçeriye girmeye çalıştık. Jandarma ve özel güvenlikler girmemizi engellemeye çalıştı. Sendika yöneticisi Muharrem Kılıç bu patronun yasal hakkıdır diyerek, işçileri koruyacağına patronu korudu. Biz, kararlı bir şekilde kapıları zorlayarak içeri girdik. Bizim içeri girmemiz yasaktı. Ancak patronun aylardır paramızı ödemesi serbestti. Aynı gün işverenin makineleri kapıya yanaştırması üzerine fabrika önünde nöbet tutmaya başladık. O gün bugündür de fabrika önünde 24 saat nöbet tutuyoruz. Aynı hafta Perşembe günü bütün sendikacıların ve işçilerin katıldığı bir toplantı yapıldı. Toplantıda sözleşme sandığa getirildi. 43 işçi sözleşmeye “hayır” derken 18 işçi “evet” dedi. Bu greve “evet” anlamına gelen bir oylamaydı. Sendika Oyalıyor Bu karara rağmen sendika grev kararını asmadı. Patronla uzlaşmaya çalıştı. İşçilere neredeyse hiçbir katkı sunmazken süreci işverenin istediği gibi sürdürmeye çalışmanın yanı sıra danışmanlık hizmetinde de kusur etmedi. Muharrem Kılıç işçilerin temsilcisi değil de patronun temsilcisinden daha iyi temsil ediyordu. İşveren ücretlerimizi ödemezken, işyerinden istifa edenlerin parasını ödemeye devam etti. Bu aslında örgütlülüğümüzün her gün daha fazla erimesine neden oluyordu. Bir yandan belirsizlik, bir yandan parasızlık dayanma gücümüzü kırmaya başladı. Sendika ve temsilcileri, işçilerin işten çıkmalarını teşvik ediyorlardı. Hatta bazı siyasi grup temsilcileri daha önceki deneyimlerde Muharrem Kılıç tarafından ihanete uğramalarına rağmen bugün bu sendikacının yanında saf tutmalarının bizce açıklanabilir bir yanı yoktur. Çünkü sendikacıların bu fabrikada patronla anlaşmalı bir şekilde örgütlü işçi istemedikleri açıkça ortadadır. Çünkü ilk sözleşme döneminde de aynı oyun sahnelendi. Sözleşme sabahı 6 mücadeleci işçi işten atılıyor, sendikacıların cevabı: Patron yasal haklarını verdikten sonra biz bir şey yapamayız oldu. Patron ve sendikacılar belli ki aynı oyunu sahneye koydular. Biz ise, bu belirsizliğe dur demekte ve örgütlülüğü savunmakta kararlıydık. Aç da kalsak mücadeleyi sonuna kadar götürecektik. Patronla işbirliği yapan sendikacılara, onların borozanlığını yapan temsilcilere ve hatta sendika ağalarıyla iyi ilişkiler geliştirmek için patron sözcülüğüne soyunan bazı sözde siyasi işçilere rağmen mücadelemizi onurlu bir şekilde vermekte kararlıyız. İşvereni sıkıştırmak ve belirsizliği ortadan kaldırmak için sendikamıza gittik. Ağalardan bu işi sonuçlandırmalarını istedik. Patronun merkezine Yenibosna’ya gittik. Patron paramızı 2 gün sonra ödeyeceğini söyledi, ancak hala ödemedi. Biz de eylemlerimizi sürdürdük. İşçi arkadaşlarımızı istifa ettirip tazminatlarını aldırtmaya çalışan temsilcilere inat DİSK’e gittik ve grev kararını asmalarını istedik. Patron, sendika işbirliği sonucunda onlarca arkadaşımız istifa etti. Geriye yaklaşık 20 kişi kaldık. Sınıf sendikacılığı yaptığını söyleyen bazı siyasi işçiler de tazminatlarını alıp çekip gittiler. 20 işçiyle sendikaya gittik. Süleyman Çelebi bizleri görünce birden bire ortalıktan kayboldu. Muharrem Kılıç ise bizlere “gidin paranızı alın, fabrika kapatacak” dedi. Bizler de “o zaman patronun fabrikayı kapatacağına dair gönderdiği kağıdı görmek istiyoruz” dedik. Sendikacının cevabı: Patron böyle bir kağıt vermek zorunda değil oldu. Sendikadan sonra toplu olarak patronla görüşmeye gittik. Patrondan paralarımızın yatırılmasını istedik. “Para yok, fabrika kapanacak” dediler. Biz de “kapanacaksa yasal prosedürü uygulayın, gerekli yerlere bildirimde bulunun” dedik. Patronun cevabı “biz bildirimde bulunacaktık ama sendikacılar istemediler” dedi. Birincisi, şimdi sendikanın neden işçilerin işten ayrılması için baskı yaptığı ortaya çıkmış oldu. İkincisi bu nasıl bir sendikal anlayıştır ki sendikacı patrona bu konuda kefil olabiliyor? Bu kefil olmanın diyetini bizler mi ödeyeceğiz? Patron ve sendikacılar mücadeleci işçilerden kurtulmak için elbirliğiyle iyi çalıştılar. Sendikacıların yanında saf tutan sözde siyasi çevre ise, bundan sonra kimin yanında saf tutacağını böylece belli etmiş oldu. Bunu işçi sınıfı adına yapan bu anlayışı kınıyoruz. Muharrem Kılıç’ın ipliği böylece pazara çıkmış oldu. Peki, DİSK Tekstil neden grev kararını asmamıştır? Neden bizleri oyalamıştır? O da mı işçilerin örgütlülüğünün dağıtılmasından yanadır? Bütün işçiler ayrıldıktan sonra sözleşmenin imzalandığı mı söylenecekti? Patronun amacı belli, örgütlü işçileri işten atmak, yani örgütlülüğü dağıtmak. Yoksa işverenin DİSK Tekstil Sendikası ile bir sorunu yok. Sorunu bizle, yani mücadeleci örgütlü işçilerle mi? Biz, bu mücadelemizi sadece kendimiz için değil, bölgedeki tüm işçiler için veriyoruz. İşverene, sendikaya ve tüm bozgunculara rağmen inatla bu mücadeleyi gücümüz oranında sürdürmeye kararlıyız. 3 aylık parasızlığa, belirsizliğe, her tür saldırılara rağmen inatla direndik. Bizler, direnen onurlu işçiler olarak mücadelemizi burada noktalarken patrona ve patronlara danışmanlık yapan sendika bürokratlarına, sendika koltuğu peşinde koşan siyasi gruplara karşı, bu mücadeleye verdikleri zararı tüm işçi ve emekçilere anlatmayı bir görev biliyoruz. Bu güne kadar bizimle birlikte olan veya destek sunan tüm işçi sınıfı dostlarına teşekkür ederiz. Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz! Yaşasın İşçilerin Birliği! 30.06.2006 Castleblair işçileri Protesto için: Castleblair Group LTD Victoria Works, Pilmuiir St. Dunfermline, United Kingdom Tel: 44 01 383 731551 Fax: 44 01 383 723836 Güney Kültür Merkezi’nde 15-16 Haziran toplantısı B özellikle DİSK’te örgütlü olan işçiler açısından ne anlama geldiğini anlattı. Arslan, sermaye kesiminin DİSK’in faaliyetlerinden rahatsız olduğunu belirterek bunu o dönemin Çalışma Bakanının yaptığı konuşmalarla örneklendirdi. Konuşmasının devamında 1516 Haziran 1970’de 2 günlük işçi direnişinin nasıl geliştiğini ve ardından gelen sıkıyönetim ilanını, sıkıyönetim mahkemelerini ve işten atılan binlerce işçiyi somut verilerle ortaya koydu. Gerek panelistlerin konuşmalarında gerekse ardından yürütülen tartışmalarda toplantının ağırlığını, 15-16 Haziran’dan öğrenirken asıl bugün yapılması gerekenlerin neler olduğu üzerinde yoğunlaşıldı. Bu bölümde, öncelikle işçi sınıfının bugünkü durumunun doğru değerlendirilmesi gerektiği belirtildi. İşçi sınıfının büyük oranda örgütsüz ve güçsüz olduğu tespit edildikten sonra, işçi sınıfının hem sendikalarda örgütlenmesi hem de sendikalardan bağımsız kendi öz örgütlenmeleri için, sosyalizm mücadelesi yürüttüğü iddiasında olan D duruldu. Tartışmaların ardından Birleşik Metal İş Sendikasının hazırladığı ve son dönemdeki işçi direnişi ve grevlerden oluşturulan bir sinevizyon gösterimi sunuldu. Ardından yapılan kapanış konuşması ile toplantı sona erdirildi. 20 Haziran 2006 HAS Alüminyum Fabrikası İşçilerinin Sendikalaşma Mücadelesi Sürüyor! İ stanbul- Pendik ilçesi Dolayoba Sanayi Bölgesinde kurulu HAS Alüminyum Fabrikası, alüminyum doğrama üreten ve ürettiğinin çoğunu ihraç eden 25 yıllık bir fabrika. Düşük ücret ve ağır çalışma koşullarına rağmen patronun 6 ay önce “if las ediyorum” yalanıyla tüm işçileri işten çıkararak yeniden işe alınmış gibi göstermek ve tümünü (18 yıllık işçiyi bile) 2 aylık deneme süresine tabi tutmak istemesiyle fabrikada çalışan 143 işçiden 130’u DİSK’e bağlı Birleşik Metal- İş Sendikası’nın Kartal Şubesi’ne üye olmuş. Bunu duyan 15-16 Haziran Mersin’de anıldı İSK’e bağlı Birleşik Metal-İş’in çağrısı üzerine DİSK, TÜRKİŞ ve KESK’e bağlı şubelerin de destek verdiği basın açıklaması Taş Bina önünde yapıldı. Basın açıklamasını Birleşik Metal-İş Sendikası Anadolu Şubesi Başkanı Uğur Tozlu okudu. 15-16 Haziran’ın hangi tarihsel süreçte gerçekleştiğinin anlatıldığı basın açıklamasında “Bugün hala devrimci bir sendikal yapılanmadan bahsediliyorsa, demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinde 15-16 Haziran direnişleri bir meşale gibi parıldıyorsa, bu, 36 yıl önce atılan adımların ne kadar doğru olduğunun en önemli göstergelerinden biridir.” denilerek 15-16 Haziran’ın önemi vurgulandı. Grevdeki SCT işçileri “Hak verilmez alınır”, “Yaşasın onurlu direnişimiz” diyerek grevdeki kararlılıklarını bir kez daha gösterdiler. Basın açıklamasının ardından, SCT işçileri, Kamu emekçilerinin Defterdarlık önünde “KRİZİN FATURASI EMEKÇİYE! KAMU EMEKÇİSİ BİRAZ DAHA YOKSULLAŞTI” temelinde yaptıkları basın açıklamasına destek verdiler. “İşçi memur el ele genel greve” yaşasın SCT işçilerinin haklı mücadelesi” sloganlarının atıldığı basın açıklamasında, kamu emekçileri “ Hükümetin 2005 yılı toplu sözleşmesinde, “kamu emekçilerini Enflasyona ezdirmeyeceğiz” sözlerinin bir aldatmacadan ibaret olduğu görülmektedir.” Denilerek, enflasyondan doğan farklarını talep ederek ek zam talebinde bulundular. KESK MERSİN ŞUBELER PLATFORMU dönem sözcüsü Ünsal Yıldız basın açıklamasının sonunda “ Dolayısıyla EK ZAM TALEBİMİZ haklıdır ve meşrudur. Hükümetin sesimize kulak vermesi gerekmektedir. Aksi halde bu gidişata izin vermeyeceğiz ve meydanlara çıkacağız.” Diyerek demokratik direnme haklarını kullanacaklarını belirtti. YDİ ÇAĞRI MERSİN 27.06.2006 patron işçilerin yemek ve çay molasını kaldırarak işten atma ile tehdit etmiş ve kimi işçileri de işten atarak her türlü baskı ve zulümu uygulamaya başlamış. Sendikalaşmaya öncülük ettiği için işten atılan ve 117 gündür direnişte olan 8 işçiden (aslında o günler 10 işçi işten çıkarılmış, fakat 2’si sendika üyeliğinden vaz geçirilerek tekrar işe alınmışlar) 3 yıllık işçi İsmet Tunçel, 3 yıllık işçi Zafer Ergin ve işçileri ziyaret ettiğimiz gün (15 Haziran) işten atılan 3 yıllık işçi ve kalite kontrolcusu Arif Kanmaz’ın anlatıklarına göre bu baskı ve zülümlerden dolayı Ali Çelebi isminde genç bir işçi arkadaşları çıldırmış. Diğer işçilerin de üzerlerindeki bu baskılardan dolayı son derece huzursuz olduğunu belirten direnişçi işçiler, en kıdemli işçilerin 18 yıllık –ki bu işçiler çok az- diğerlerinin çoğunun 3-4 yıllık genç işçiler olduğunu, işyerinde ücret ortalamasının net 400-450 YTL olduğunu belirttiler. Direnişçiler HAS Alüminyum patronunun sadece işçileri kölelik koşullarında sömüren zalim bir patron olmadığını, aynı zamanda hazine arazisini izinsiz işgal eden bir işgalci ve yıllarca fabrikanın zehirli atık sularını arıtmadan açıktan dereye akıtan bir çevre katliamcısı olduğunu anlattılar. İşten atılanların işe iade davasının 29 Haziran’da ve sendika yetki davasının ise 5 Temmuz’da görüleceğinin bilgisini veren işçiler, aynı patronun 1998 yılında işçileri yine sendikalaştıkları için toplu olarak işten attığını, böylece sendikalaşmaya engel olduğunu, fakat bu kez mutlaka başaracaklarına inançlarının tam olduğunu belirttiler. Çevre fabrikalarda çalışan işçilerden ve sınıf dostlarından şimdiye kadar ciddi bir destek görmediklerini belirten işçiler herkesi kendilerini desteklemeye çağırdılar. Haziran 2006 Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ u yıl, 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişinin 36. yıldönümünde, bu direnişi bir kez daha anmak ve ondan doğru dersler çıkarmak amacıyla Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi olarak Güney Kültür Merkezinin organize ettiği tartışma toplantısına konuşmacı olarak katıldık. Panelde bizimle birlikte Birleşik-Metal İş Sendikasında örgütlenme uzmanı olan Hasan Arslan da yeraldı. Toplantıya devrimci mücadelede hayatını yitirenler ve özel olarak 15-16 Haziran’da katledilen üç işçi anısına saygı duruşu ile başlandı. Çağrı dergisi adına panelist arkadaş, 15-16 Haziran’ın oluştuğu tarihsel koşulları aktardıktan sonra 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’nden çeşitli dersler çıkardı. Bu derslerin büyük oranda komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın çıkardığı doğru dersler olduğunu belirttikten sonra, İbrahim Kaypakkaya’nın çıkardığı bazı yanlış dersleri de ele alarak değerlendirdi. Bu değerlendirmelerin ardından, 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’nin, işçi sınıfının muazzam gücünü pratikte gösterdiğini, işçi sınıfı durduğunda hayatın duracağını, sonuna kadar tek devrimci sınıfın işçi sınıfı olduğunu ve işçi sınıfı içerisinde çalışmanın devrimin zaferi açısından hayati önemde olduğunu gösterdiğini belirtti. Diğer taraftan fakat, işçi sınıfının komünist bir önderlikten yoksun, örgütsüz bir durumda olduğunu ve örgütlü olan kesiminde ise reformistlerin ve revizyonistlerin hakim olduğunu gösterdiğini dile getirdi. Bugün de 15-16 Haziran Direnişi’nin üzerinden 36 yıl geçmiş olmasına rağmen işçi sınıfının tek devrimci sınıf olma özelliğinden bir şey kaybetmemiş olmasına rağmen, işçi sınıfının örgütlülüğü ve Komünist Partisi ile bağı açısından fazla bir ilerleme kaydedilemediği vurgulandı. Sonuç olarak, işçi sınıfının bilinçli önderleri olarak çok daha fazla işçi sınıfı içerisindeki çalışmaya yönelinmesi ve bu çalışmaya öncelik verilmesi gerektiği savunuldu. Panelin ikinci konuşmasını Hasan Arslan yaptı. Arslan, 15-16 Haziran’ın Türkiye işçi sınıfı hareketi ve sendikal hareket açısından bir dönüm noktası olduğunu belirttikten sonra, sendika ve grev-lokavt ve TİS yasasında yapılmak istenen değişikliklerin neler olduğunu ve bunun herkesin bu konuda elinden gelen çabayı sarfetmesi gerektiği vurgulandı. İşçi sınıfının örgütlenmesi bağlamında herkesin üzerine düşeni yapma konusunda yer yer eksik davrandığı tespit edildi. Tartışmaların devamında somut işyerlerinde yaşanan sorunlar ve örgütlenme konusunda nasıl bir yol izlenmesi gerektiği üzerinde 9 210 işçinin işine son verildi Eylül Üniversitesi hastanesinde çalışıyorlardı. Toplam sayıları 700 civarında idi. Temizlik ve hasta bakım işlerini yapıyorlardı. Daha önceleri yürüttükleri sendikal mücadeleleri başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Onlarca işçi, sendikalaşma uğruna işlerinden olmuşlardı. Onlar yılmadılar, sendikalaşma mücadelelerini sürdürdüler. 2006 yılının ilk aylarında sendikalaştılar. Disk’e bağlı Genel-İş Sendikası yetkiyi alıp toplu sözleşme sürecine girdi. Toplu sözleşme yapılmadan 210 işçinin işine son verildi. İşçilerin sendikalaşması işvereni rahatsız ediyordu. 9 Eylül Üniversitesi işçileri, insanca ve onurlu bir yaşam uğruna iş güvencesi istiyorlardı. İşçilerin sendikalaşmasıyla birlikte, işyerinde baskılar da artmaya başladı. İşçilerin çalıştığı yerler değiştirilmeye başlandı. İşçiler sendikalı olmuşlardı ama işyerinde kendilerine bir temsilcilik odası verilmiyordu. İşyerinde artan baskılar ve söz verilmesine rağmen, temsilcilik odasının verilmemesine karşı işçiler iş bırakma eylemine gittiler. İşçiler, iş bırakma eyleminin işyerindeki çalışmayı etkilememesi içinde çaba harcadılar. Bunun üzerine işveren hemen harekete geçti. 09.06.2006 tarihinde, izinsiz grev yapıldığı iddiası ile 210 işçinin işine son verildi. İşveren sadece işçilerin işine son vermekle yetinmedi, tazminat almamaları için iş akitleri tazminatsız olarak feshedildi. İşten atılan işçiler susmadılar. Basın açıklaması ve rektörlük binası önünde oturma eylemleri yaparak, tekrar işe alınmaları için mücadelelerini sürdürüyorlar. 9 Eylül Üniversitesi işçileri haklı bir mücadele yürütüyorlar. İşçiler ile dayanışmada bulunmak ve onların seslerini kamuoyuna duyurmak günün görevidir. İşveren, baskı ve yıldırma politikalarına karşı işçilerin ses çıkarmamasını istiyor. 9 Eylül Üniversitesi Hastanesi işçileri işlerine dönmek için haklı bir mücadele yürütüyorlar. Bu mücadeleyi desteklemek ve dayanışmada bulunmak günün görevidir. 18 Haziran 2006 İzmir’den bir Çağrı okuru Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ Seyhan: Direniş sürüyor! S eyhan Belediyesi temizlik işçileri işten atılmalarının 38. gününde hakları için mücadeleyi sürdürüyorlar. Her Çarşamba saat 12.30’da İnönü Park’ında basın açıklaması yapan işçiler Seyhan halkından, sendikalardan ve demokratik kitle örgütlerinden destek istiyorlar. İşçiler son olarak 14 Haziran’da bir basın açıklaması gerçekleştirdiler. Yaklaşık 50 kişinin katılımıyla yapılan açıklamada basın metnini işten atılan işçilerden Doğan Akarcalı okudu. “Çocuklar aç babalar işsiz, bu zulüm ne zaman bitecek” pankartı taşıyan işçiler burada oturma eylemi yaptılar. Açıklamada Doğan Akarcalı, belediyenin direnişçi bazı işçileri işe alarak direnişi bölmeye çalıştığını, ancak bunda başarılı olamayacağını ve sonuna kadar mücadelelerine devam edeceklerini belirtti. Basın açıklamasına hiçbir sendikanın katılmadığı, Seyhan Belediyesi işçilerinin direnişine pratikte destek olmadıkları görüldü. Burada açık lamaya katılanlara “15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişinin 36. Yıldönümünde: Biz Durursak Hayat Durur!” başlıklı bildirilerimizi dağıttık. Çok sayıda sivil ve Çevik Kuvvet polisinin yığıldığı açıklama atılan sloganların ardından sona erdirildi. 15.06.2006 Ydi Çağrı/Adana Dev Sağlık-İş Çukurova Bölge Şubesi açıldı! Y aklaşık 7 aydır Balcalı Hastanesi çalışanlarını örgütleme mücadelesi veren Dev Sağlık-İş Sendikasının Çukurova Bölge Şubesi 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişinin 36. yıldönümünde açıldı. Şubenin açılışı, 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişinin 36. yıldönümünü anmak amacıyla 16 Haziran günü İnönü Parkı’nda saat 18’de yapılan bir eylemde duyuruldu. DİSK, KESK, TMMOB ve ATO’nun birlikte düzenlediği 1516 Haziran Direnişini anma eylemine SES, Dev Sağlık-İş, Halkevleri ve çok sayıda demokratik kitle örgütü, devrimci dergi/gazete temsilcileri katıldı. Burada, DİSK Bölge Temsilcisi ve Genel-İş Sendikası Şube Başkanı Kemal Aslan, KESK adına SES Şube Başkanı Mehmet Antmen, Adana Tabip Odası Başkanı Osman Küçükosmanoğlu birer konuşma yaptılar. Bu konuşmaların ardından Dev Sağlık-İş Sendikası Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu basın açıklaması metnini okudu. “Tarihi Dövüşenler Yazar!” 15-16 Haziran Direnişinin gelişme sürecini ve nedenlerini anlatan Arzu Çerkezoğlu, 15-16 Haziran eylemlerinin “mücadele edilmeden hak alınamayacağını” gösteren önemli bir dönemeç olduğunu vurguladı. 12 Eylül Askeri Cuntası tarafından getirilen sendikal yasakları aktaran Çerkezoğlu; “mücadele sürüyor, bu olumsuzluklara karşın emekçilerin birleşik mücadelesiyle zafer her zaman mücadele edenlerin olacaktır” diyerek konuşmasını bitirdi. Yaklaşık 250 kişinin katıldığı eylemde sık sık “Yaşasın 15-16 Haziran direnişimiz”, “Yaşasın örgütlü mücadelemiz”, “Söz yetki karar iktidar halka” sloganları atıldı. Ayrıca 15-16 Haziran’da, işçi sınıfının mücadele tarihinde yaşamını yitirenler anısına saygı duruşunda bulunuldu. Açıklamanın ardından şubenin açılışı için yürüyüşe geçildi. Bina önünde yapılan kısa bir konuşmanın ardından Dev Sağlıkİş Sendikası Çukurova Bölge Şubesi açıldı. Kokteyl düzenlenerek yapılan açılışta 15-16 Haziran Direnişini anlatan bir belgesel sunuldu. Eylem sırasında “15-16 Haziran Büy ü k İş çi Di ren i şi n i n 36 . Yıldönümünde: Biz durursak hayat durur!” başlıklı bildirilerimizden dağıttık. AB yolunda çıkarılan yasalarla çekim yasağı getirilmesine rağmen sivil polis eylemi saniye saniye görüntüledi. 16.06.2006 Ydi Çağrı/Adana SCT Patronu Lokavt’ı Kaldırdı! T arsus’ta kurulu bulunan SCT Orturbo Filtre fabrikasında 3 ayı aşkın bir zamandır grev sürüyor. İşçilerin greve başlamasından sonra işyerinde lokavt uygulayan patron 19 Haziran itibariyle lokavt kararını kaldırdı. SCT patronunun işyerinde lokavtı kaldırmasından sonra sendikaya üye olmayan (çoğunluğu kapsam dışı) az sayıdaki işçi fabrikaya giderek ücretsiz izne ayrıldığına dair belgeler imzaladı. Bu durumun ardından da 6 işçi daha sendikaya üye olarak grevi sürdürme kararı aldılar. İşçiler, SCT patronunun lokavt kararını kaldırarak grev kırıcılığının önünü açmaya çalıştığını belirtiyorlar. Ancak patron bu kararı ile umduğunu bulamadı. Lokavtın kaldırılmasından sonra işçiler ile Birleşik Metal-İş Sendikası yöneticileri bir araya gelerek durumu değerlendirdiler. SCT işçileri ne pahasına olursa olsun grevi koruyacaklarını ve patronun sendikayı kabul ederek TİS’i imzalamak zorunda kalacağını belirtiyorlar. Lokavt kararının kaldırılmasından sonra SCT Orturbo’dan herhangi bir açıklama yapılmadı. Ydi Çağrı/Adana 21.06.2006 MİTO işçilerinin sendikalaşma mücadelesi sürüyor İ stanbul’un Tuzla ilçesi Aydınlı girişindeki MİTO Yapı Malzemeleri A. Ş. Fabrikasında çalışan 150’ye yakın işçiden 109’u Mart ayında Birleşik Metal-İş Kartal Şubesi’ne üye olmuştu. Her yerde olduğu gibi burada da patron tepkisinde gecikmedi, bu işin öncüleri olarak bildiği 6’sı kadın toplam 43 işçiyi işten attı. İşten atılan işçilerin hepsi, 2,5 ay fabrikanın önünde; güneş ve yağmurdan korunmak amacıyla birkaç tahta, bez ve naylon parçalarından kurdukları kulübelerinde (bu kulübeleri 8 kez yıkıldı ve malzemeleri yakıldı, fakat her defasında işçiler onu tekrar kurdular) beklediler. Şu an patron ve devletin görevlileri tarafından artık yıkılmayan çadırlarında bir grup direnişçi işçi sabahtan akşama kadar beklemeye devam ediyor. Direnişin 76. gününde ziyaret ettiğimiz işçilerin verdiği bilgiye göre, patron içerde çalışan sendika üyesi işçilere “Usanıp kaçıp gitsinler, böylelikle sendika işyerine girmesin” düşüncesiyle bir dizi baskı ve işten atma tehdit ve saldırılarına devam etmektedir. İşçiler, fabrikada her gün iş bir iş kazasının yaşandığını, sabahtan akşama kadar asgari ücretle çalıştırılan işçilerin ücretlerinin zamanında ödenmediğini ve bu çalışma koşullarında patronun işçilerin üzerindeki huzursuz edici denetimini her tezgahın başına kurulan kameralarla sağlamaya çalıştığını, öyle ki tuvaletlere bile kamera yerleştirildiğini anlattılar. İşçiler ayrıca patronun “fabrikayı Gebze’ye taşıyacağının” söylentisini yayarak işçilere gözdağı Belediye işçilerinin TİS görüşmeleri anlaşmazlıkla sonuçlandı İstanbul gibi nüfus yoğunluğu yüksek olan büyük bir kentin yaz sıcağında belediye hizmetlerini gören işçilerin birkaç gün çalışmaması durumunda halk açısından ne anlama geldiği iyi bilindiği için sendika şubelerinin bu şekilde kamuoyuna ücretli köleliğin en kötü koşullarında çalışan işçilerle birlikte grev ilanlarını duyurmaları ve belediyelerin ana binalarına asmaları greve gitmeleri halinde kazanmanın güvencelerinden biri olan kamu desteğini alma açısından önemlidir. Bu grev ilanlarından biri beş aydır süren TİS görüşmelerinde uzlaşmaz tutum sergileyen Sarıyer Belediye Başkanlığı’na asıldı. Bununla ilgili DİSK/ GENEL-İŞ Sendikası’nın Sarıyer Belediyesi işçilerinin örgütlü olduğu İstanbul 4 No’lu Şubesi, 16 Haziran 2006 günü içinde sendika yöneticileri- saca işten atılan ve atılmayan MİTO işçilerine patron ve devlet tarafından yapılan saldırıları anlatacağını belirterek söze başladı. Saldırıları özlü ifadelerle anlattıktan sonra sendikal örgütlenmeye yönelik saldırıların giderek arttığını, işçilerin ağır koşullarda çalıştırılarak dizginsiz bir sömürüye maruz kaldıklarını belirtti. Serdaroğlu, “İşverenlerin bu tavırlarından utanç duyuyorum. Asıl suç onlara bu fırsatı verenlerdedir. İki yıl içinde bin arkadaşımız sendikalı oldukları için işten atıldı.” açıklamasında bulundu. Basın Açıklamasına katılan kitlenin sık sık attığı “Sendika hakkımız; söke, söke alırız!”, “İşçilerin bi rl iğ i ser mayey i yenecek!”, “İşçiyiz, haklıyız kazanacağız!”, “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz!”, v.b. sloganlarla kesilen konuşmasının sonunda Serdaroğlu patronlara ve hükümete yasalara ve uluslar arası düzenlemelere uyulması çağrısında bulunarak MİTO ve MİTO gibi fabrika patronlarının işçilere saldırmakla kendilerini pes ettireceğini sanıyorlarsa aldanacaklarını söyledi. Sendika olarak kazanana kadar MİTO işçileriyle beraber olacaklarını belirtti. Fabri ka önünde Basın Açıklamasının yapıldığı dakikalarda çay molasına çıkmış olan ve fabrika bahçesinde açıklamaları dinleyen –sendika üyesi olan ve olmayan- tüm MİTO işçileri de yapılan konuşmaları ve atılan sloganları coşkuyla alkışladılar. nin de olduğu 200 belediye işçisi ile kortej halinde yüzlerce metre yürüyerek Belediye binasının önüne geldiler. AKP’li Belediye Başkanı bırakalım işçilerin taleplerini dinlemeyi, Belediye Başkanlığının ana kapısına yasal hakları olan Grev İlanını asmalarına ve binanın önünde Basın Açıklaması yapmalarına bile izin vermemekle ne denli “demokrat” olduğunu gösterdi. Belediye Başkanı Çevik Kuvvet polislerini çağırıp onları coplarla ve gaz bombalarıyla işçilere saldırtarak işçilerin yaralamasına neden olması haklı ve meşru zeminde hak arayan işçilere ne kadar düşman olduğunu ortaya koyuyordı. Saldırıları ıslık ve alkışlarla protesto eden işçiler “TİS Hakkımız Grev Silahımız!”, “Baskılar Bizi Yı ld ı ra ma z!”, “Gü n Gelecek Devran Dönecek AKP Halka Hesap Verecek”, “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek!”, “Direne, Direne Kazanacağız!”, vb sloganlarla kararlılıklarını gösterdiler. Kartal Belediyesinde anlaşmaz- lığa neden olan en önemli taleplerden biri olan ücret zamları taban ücret 45 YTL artı % 11 ücret zammı olarak anlaşma sağlandı. Türkiye’nin her yerinde olduğu gibi İstanbul’da da tüm ilçe belediyelerinde hizmetleri önemli oranda taşerona verilmiş durumda. Örneğin kendisini “ halkçı”, “çağdaş”, “demokratik sosyal hukuk devletinin” en has savunucusu olarak gösteren CHP de Kadıköy Belediyesi’nde bir çok hizmeti özelleştirerek veya taşerona vererek işçileri her türden haktan yoksun bırakmıştır. Sendikaların bu taşeron işçilerini de örgütleyerek onların da ücretlerinin artırılması ve çalışma koşullarının düzeltilmesi mücadelesini mücadele hedeflerinin en başına koymaları gerekir, yoksa en ufak yasal ve meşru haklarımızı korumak ve yeni haklar almak için patronlara ve onların devletine karşı ne işyerinde, ne işkolunda, ne de ülkelerimizde işçilerin birliğini sağlayamayız. Haziran 2006 Haziran 2006 Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ İ stanbul’un DİSK/ GENEL- İŞ Sendikası Şubelerinde örgütlü bazı Belediyelerde çalışan işçilerin Ocak ayından beri süren TİS görüşmeleri anlaşmazlıkla sonuçlanmıştı. Başta ücret zamları olmak üzere bazı sosyal hakları içeren TİS taleplerinin Belediye Başkanlıklarınca kabul edilmediği için Haziran ayı içinde Kartal, Kadıköy, Beykoz, Fatih, Bahçelievler, Bağcılar, Küçükçekmece ve Sarıyer ilçe belediyeleri ana binalarının kapısına grev ilanları asıldı. Bu ilçelerin belediyelerinde çalışan işçiler, örgütlü oldukları DİSK/ GENEL- İŞ Sendikası Şubeleri önderliğinde grev ilanlarını kitlesel basın açıklamalarıyla kamuoyuna duyurarak astılar. Beyoğlu Belediyesi işçilerinin TİS görüşmeleri ise henüz devam ediyor. vermek istediğini, bir taraftan eski işçileri işten çıkarırken diğer taraftan işi bilmeyen yeni insanları işe aldığını, bununla amacının içerde anda çalışan işçilerin çoğunluğunun sendika üyesi olmadığını Mahkemeye göstermek olduğunu belirttiler. Üç ay önce işyerinde çalışan işçilerin üçte ikisinden fazlasının sendikanın üyesi olmasına rağmen Çalışma Bölge Müdürlüğü’nün sendikanın yetkisini kabul etmediğini, bunun için mahkemeye başvurduklarını belirttiler. 13 Haziran günü, Birleşik Metalİş Sendikası Genel Yönetim Kurulu MİTO işçilerini desteklemek ve onların üzerindeki baskıları protesto etmek amacıyla, ayrıca İLO’nun (Dünya Çalışma Örgütü’nün) yaptığı toplantıda Türkiye’nin bu yıl Aplikasyon Komitesi’nin listesine alınmamasını da protesto etmek için MİTO Fabrikası önünde bir Basın açıklaması yaptı. Basın Açık lamasından önce MİTO işçilerinin örgütlendiği Birleşik Metal-İş Sendikası Kartal Şubesi Başkanı A. Rıza İkisivri yaptığı konuşmada, MİTO işçilerinin nasıl sendikalaştığını, bu sırada patronun sendikalaşan işçilere nasıl saldırdığını kısaca anlattı ve patrona bu saldırılardan vazgeçmesini, şimdiye kadar sürdürdüğü sendikayla diyaloga girmeme tavrına son vermesini ve işçilerin taleplerini kabul etmesi çağrısında bulundu. Daha sonra Birleşik Metal-İş Sendikası Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu Basın Açıklamasının metninin basına dağıtılacağı için okumayacağını onun yerine kı- Biten grev ve direnişlerden haberler... SERNA-SERAL Tekstil Fabrikası Grevi: İstanbul- Bostancı’da kurulu SERNA-SERAL Tekstil Fabrikasında çalışan 71 işçi 2005 yılının ortalarında düşük ücret ve kötü çalışma koşullarına karşı Türkİş’e bağlı TEKSİF’in Bakırköy Şubesinde örgütlenmiş ve TİS imzalama sürecinde patronun uzlaşmaz tutumu yüzünden greve gitmişlerdi, patron da lokavt uygulamıştı. Hiç fire vermeden 71 işçi patronun ve devletin bir dizi saldırısına rağmen grevi 230 gün kararlı bir şekilde sürdürdü. Verilen bilgiye göre Mayıs ayı içinde yapılan görüşmelerin sonunda patronun lokavtı kaldırarak anlaşmak istemesi üzerine bir anlaşma sağlanmış ve grev bitirilmiştir. Grevci işçilerin ezici çoğunluğunun onayı alınarak imzalanan anlaşmaya göre; grevci 71 işçi 1 ay ücretli izinli sayılacaklar ve bu bir ayın sonunda bu bir aylık ücretlerini alacaklarmış. Şimdilik tüm işçilerin hak ettikleri kıdem ve ihbar tazminatlarını bir yıl içinde üç taksitle ödeme koşulunu kabul eden patron şayet fabrikayı tekrar üretime açarsa eski işçileri tekrar işe alacağını kabul etmiş. Temmuz 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ DÜNYA Deri Fabrikası Direnişi: İstanbul- Tuzla Organize Deri Sanayi Bölgesinde kurulu DÜNYA Deri Fabrikası işçileri de sendikalaştıkları için işten atılmış, atılan 38 işçi patronun ve devletin saldırılarına rağmen fabrika önünde 2,5 ayı aşkın süre kar kış demeden direnmişlerdi. Mayıs ayı içinde patronla yapılan anlaşmaya göre işçilerin ihbar ve kıdem tazminatları ödenecekmiş. Patron, fabrikayı kapatacağını aynı organize deri sanayi bölgesinde olan ve ikinci bir fabrikası ÖZDERİ Fabrikası’na yeni işçi işe alacağı zaman bu eski işçilerden alacağını kabul etmiş. Bunun üzerine işçiler direnişe son vermişler. CEVAHİR Deri Fabrikası Direnişi: Bu fabri ka da İstanbu lTuzla Organize Deri Sanay i Bölgesi’nde kurulu bir fabrika. Sendikalaştıkları için işten atılan 28 işçi fabrikanın önünde direnişe geçmişti. Burada da patronun eli silahlı çeteleri ve devletin kolluk güçleri tarafından defalarca faşist saldırılara maruz kalan işçiler 6 ay direndiler. Mayıs ayı içinde patronla yapılan görüşmeler sonunda işçiler patronun ihbar (fabrika 3,5 aylık bir fabrika olduğu için işçilerin kıdem tazminatları yoktu) tazminatlarını ödemeyi ve her işçinin direnişte geçen 6 ayından 2 ile 3 ayının ücretli sayılmasını ve bu ücretlerini ödemeyi kabul etmesi üzerine direniş bitirildi. İLERİ Deri Fabrikası Direniş ve Grevi: Tekirdağ- Çorlu Organize Deri Sanayi Bölgesi’nde kurulu İLERİ Deri Fabrikası işçileri de sendikalaştıkları için işten atıldılar. Fabrikanın önünde defalarca devletin barbar saldırılarına uğramalarına rağmen 38 işçi 1,5 yıl büyük bir kararlılıkla direndi. İşçiler, 1,5 yıl süren işe iade davasını kaybetti. Bir buçuk yıl içinde patron fabrikasına sendikayı sokmamak için bir dizi hileye başvurdu. Fabrikayı başkasına “satmış” göstererek, ismini de değiştirip “MÜGE Deri” yaparak ve böylelikle devletin mahkemesinde de işçilerin grev kararını iptal ettiren patron fabrikanın kapısındaki Grev İlanını kaldırıp atmıştı. Bütün bunlardan sonra Mayıs ayı içinde işçilerle görüşmeyi kabul eden patron işçilerin ihbar ve kıdem tazminatlarını ödemeyi kabul ederek direniş/grev bitirilmiş. Son yıllarda yaşanan en uzun direnişlerden biri olan bu direniş; bir organize deri sanayi bölgesinde patronların ve onların devletlerinin -polis, jandarma, mahkemesinin v.b.- bu kadar barbarca ve topyekün bir şekilde saldırısına rağmen, üç düzineden az olan bu işçileri ancak 1,5 yılda yenmiş olmaları durumu; işçi sınıfının gücünü göstermesi açısından önemlidir! BİRSİNLER Deri Fabrikası Direnişi: İLERİ Deri Fabrikası ile aynı yerde bulunan bu fabrikada da ücretli köleliğin çekilmez koşullarını birazcık olsun çekilebilir hale getirmek amacıyla sendikalaştıkları için işten atılan 17 işçi direniş boyunca patron ve devletin saldırılarına rağmen 1 yıl direndiler. Mayıs ayı içinde bu işçi arkadaşlar da patronun işçileri işten attığında ödemeyi kabul ettiği ihbar ve kıdem tazminatlarını alarak direnişe son verdiler. Sendika yetki ve işe iade davaları sendika tarafından sürdürülüyor. DESAN Tersanesi Direnişi: İstanbul- Tersaneler Bölgesinde kurulu bu tersanede bin kişiye yakın işçinin çalıştığını, bu işçilerin 50 taşeron firma arasında dağıldığını, bu taşeron firmalardan MONTESAN’da çalışan 55 işçinin 2,5 aydır ücretlerinin ödenmediğini, bu yüzden işçilerin örgütlü oldukları DİSK/ LİMTER-İş Sendikası önderliğinde bir dizi eylem ve direnişte bulunduğunu gazetemizin bir önceki sayısında (101. Sayıda) geniş bir şekilde yazmıştık. Direnişi 25. gününde (15 Haziranda) ziyaret ettiğimizde, DİSK/ LİMTER-İş Sendikası YK üyesi Zafer Tektaş, Hakkı Deniz ve işçi Erol Savaş havzada yaşanan patron ve devletin işçiler üzerindeki baskı, sömürü ve zulmünü örneklerle anlattılar. Verilen bilgilere göre, son iki haftadır bazı sabahları yüzlerce işçi ile patronu protesto etmek için sloganlı yürüyüşler düzenlenmiş, çoğuna polis silahla, gazla ve copla saldırmış, en son yaşanan saldırılarda 23 işçi dövülerek gözaltına alınmış. DESAN Tersanesi işçileri bundan bir hafta önce bir dizi eylem ve protestoya rağmen ücretlerini alamayınca işyerinde oturma eylemi başlatmış (4853 sayılı iş yasasına göre ücretini uzun süre alamayan işçi işyerinde oturma eylemi yapma hakkı vardır) ve bu yüzden polis tarafından tartaklanarak gözaltına alınmışlar. Ayrıca işçiler, patronun ve devlet güçlerinin sendikaları DİSK/LİMTERİş’e yine azgın saldırılara giriştiğini, buna en son örnek olarak da sendikanın Genel Başkanı Cem Dinç ve Eğitim Uzmanı Kamber Saygılı’nın gözaltına alınıp tutuklanmasını gösterdiler. YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak hem Tersane işçilerine yapılan bu saldırıları, hem de mücadeleci sendikalardan biri olan DİSK/LİMTER- İş Sendikasına, onun Genel Başkanı Cem Dinç ve Eğitim Uzmanı Kamber Saygılı’nın gözaltına alınıp tutuklanması saldırısını patronların devletlerinin işçi sınıfına yaptığı birer faşist saldırılar olarak değerlendiriyor, nefretle kınıyor ve C. Dinç ile K. Saygılı’nın derhal serbest bırakılmasını istiyoruz! Haziran 2006 CORUS YASAN işçisi kararlı D İSK’e üye Birleşik Metal İş Sendikasında örgütlü CORUS YASAN fabrikası işçileri 1 Haziran günü greve çıktılar. Sakarya 1.Organize Sanayi Bölgesinde faaliyette bulunan CORUS YASAN şirketinin ana hissesi bir İngiliz çelik tekelinin elinde. İşçi ücretlerinin aylık yaklaşık 600 YTL olması grevin esas talebi. Sendikanın patron temsilcileriyle yaptığı TİS görüşmelerinde yaklaşık yüzde 37’ler civarındaki ücret talebine patron tarafı yüzde 8 civarında teklifle cevap vermişti. Bunun üzerine görüşmeler kitlenmiş ve sendika 1 Haziran günü grevi uygulama kararı alarak uyguladı. 1 Haziran günü Organize Sanayi Bölgesinde bir araya gelen işçiler ve bazı demokratik kitle örgütleri yaklaşık 150 kişilik bir kortejle organize sanayinin içerisinde bir yürüyüş yaptılar. İşçiler sendikalarının güçlü desteğiyle attıkları sloganlarla sonuna kadar taleplerinin arkasında olduklarını gösterdiler ve “sefalet ücreti”ne son verilmesini istediler. “İşçiyiz, haklıyız kazanacağız”, “Yaşasın sınıf dayanışması”, “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek”, “Patron şaşırma sabrımızı taşırma” gibi sloganlarla sa- nayi bölgesini inlettiler. Bu militan eylem jandarmanın ve organize sanayi bölgesindeki güvenlik güçlerinin bakışları arasında gerçekleşti ve örgütsüz çalışan işçiler tarafından da gıpta ile izlendi. Yıllardan sonra ilk defa bir sendikanın ciddi bir şekilde işçi ile birlikte ve onların yanında kararlı bir şekilde mücadele içerisinde olması, iyice güven kaybeden sendikalara bakışın belki yeniden olumlu yönde sorgulanmasına da hizmet etti. Saat 12 civarında fabrikanın kapısına “Bu işyerinde grev vardır” pankartı asılarak halaylar ve sloganlar eşliğinde grev başlatıldı ve ilk grev gözcüleri grev önlüklerini giydiler. İşçiler sendikalarıyla birlikte “Yaşasın onurlu mücadelemiz”, “Direne direne kazanacağız” sloganlarıyla mücadele kararlılıklarını bir kez daha ifade ettiler. CORUS YASAN işçisi yanlız değildir. Yaşasın İşçilerin Birliği! Yaşasın CORUS YASAN grevi! İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek! Kahrolsun ücretli kölelik düzeni! Yaşasın SOSYALİZM! Bir YDİ Çağrı okuru 5 Haziran 2006 ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer v Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir v Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul v Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 v e-mail: mail@ydicagri.com v www.ydicagri.com v Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 v SAYI 102’nin İşçi Eki · Temmuz’2006 v Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) v Yayın Türü: Yaygın Süreli halkların kardeşliği için HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN K ABD’de göçmen olmak… onu göçmen, göçmenli k olunca, ABD bağlamında İndigen halkına mensup insanlar tarafından hâlâ söylenen tarihi bir olgu var: “Burada herkes göçmen, göçmen olmayan tek halk İndigen halkıdır.” Bu tarihi olgu ama 500 yılı aşkın bir sürede işgalci ve köle sahipleri beyazların İndigen halklarını soykırıma uğrattığı, köleleri olarak Amerika’ya götürdükleri siyahlarla da birbirine karışarak değişik kökenli insanlardan bir ABD ulusu (Amerikan ulusu) oluşturduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Amerikan ulusunun oluşmasından beri göçmen, göçmenlik sorunu –kimi İndigen kökenliler bunu dile getirse de– artık bu temelde tartışılmıyor. Son dönemde ABD’de yürüyen göçmenlik tartışmalarının merkezinde esas olarak Latin Amerika ülkelerinden, özellikle de Meksika’dan ve Meksika üzerinden ABD’ye “kaçak” yollardan giden göçmenler meselesi duruyor. Hispanik ya da Latino diye adlandırılan bu göçmenlerin sayısı 11-12 milyon civarında tahmin ediliyor. ABD’de resmi, yasal olarak yaşayan Hispaniklerin sayısı ise 40 milyon civarında. ABD’deki bu “kaçak” göçmenler kelimenin gerçek anlamında köle gibi muamele görmektedir. ABD’lilerin yapmadığı en zor işlerde en düşük ücretle çalışmaktadır. Bu göçmenlerin “kaçak” olma durumu, onları çalıştıran işverenler tarafından demoklesin kılıcı gibi sürekli üzerlerinde sallandırılmaktadır. “Kâğıtsız” olarak da adlandırılan bu göçmenlerin yaklaşık 7 milyonu bir işte çalışmaktadır. %24’ü tarımda, %17’si temizlik işlerinde, %14’ü inşaatta ve büyük bölümü gastronomide çalışmakta ve bir bölümü de orta sınıftan kesimlerin çocuklarına bakıcılık yapmaktadır. 11-12 milyon göçmenin %40’ı beş sene ve daha kısa süreden beri ABD’de yaşamaktadır. Kimi verilere göre “kaçak” göçmen işçiler ABD işçi sınıfının %5’ini oluşturuyor. Bu kesimin en zor işleri yaptığı ve en ucuz işgücü olduğu gerçeği gözönüne alındığında, ABD’nin ekonomisine büyük oranda katkıda bulunduğu olgusu kimi burjuvalar tarafından da kabul edilmektedir. Kimileri bunları “ABD ekonomisinin görünmez yağı” olarak değerlendiriyor haklı olarak… Ucuz işgücü olmaları gerçeğine rağmen siyasi alanda devlet “kaçak” göçmenleri kontrol altında tutmak amacıyla yeni yasalar gündeme getirmektedir. Siyasetin temelinde ekonomik çıkarlar olduğu gerçeği gözönüne alındığında, “kaçak” göçmenlere yönelik ırkçı yasaların gündeme getirilmesinin temelinde de, büyük tekellerin legal olarak ABD’ye gelen, zamanı onlar tarafından belirlenen ve kendilerinin uygun görüp seçtikleri “misafir işçi” olarak adlandırdıkları ucuz işgücüne duydukları ihtiyaç ve talepleri vardır. Kısaca söylenirse “kaçak” göçmenlere yönelik saldırılar, ırkçı yasalar esas olarak sözkonusu göçmenlere yönelik olsa da, aynı zamanda bu göçmenleri ucuz işgücü olarak çalıştıran orta tabakaya da –orta ve küçük burjuvaya– karşı olan, büyük tekellerin çıkarlarına uygun ve devletin göçmenler üzerindeki kontrolünü sağlamaya da yöneliktir. Buna ek olarak göçmenlere yönelik saldırılar “ulusun güvenliğini sağlama” adına özellikle devletin sınırlarında militaristleşmenin de bir aracıdır. GÖÇMENLİK YASASI VE MÜCADELE… 11 Eylül 2001 saldırısı Bush yönetiminin “kaçak” göçmenlerle ilgili yeni yasa çıkarma çalışmalarını geri plana itmişti. 2005 yılı Aralık ayında Temsilciler Meclisi göçmenler yasası ile ilgili bir yasa tasarısını onayladı. Sözkonusu yasanın kabul edilmesi için Senato ve Başkan Bush tarafından da onaylanması gerekiyordu. Sözkonusu yasa tasarısının esas yönü “kaçak” göçmenlerin ABD’de yaşamasını suç olarak ilan etmekti. Hispaniklerin seçimlerde oy potansiyeli olarak önemli bir rol oynadığı gözönüne alınarak bazılarına ABD vatandaşı olma hakkının tanınmasını içeren bir tasarı da gündeme getirildi. Bu konunun tartışılması bizzat ABD egemenleri arasında da belli bir bölünmenin varlığını gösterdi. Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasında farklılıklar olduğu gibi, bunların kendi aralarında da farklılıklar yaşandı. Sonuçta ama belirleyici olan göçmenlerin insanca yaşama hakları, onların insan olarak değer görmesi vb. değil, tekellerin çıkarları, siyasetçilerin seçimlerde alacağı oy hesapları oldu. “Kaçak” göçmenlerin kimi haklarını savunan bazı sendikacılar bile, esas olanın “vatanın güvenliğinin sağlanması” olduğunu savunarak bu göçmenleri “vatanın güvenliğini” tehdit eden unsur olarak gösterdi… S öz konu su y a s a t a s a r ı sı n ı n Senato’da tartışılmasına başlanmasıyla göçmenleri protesto eylemleri de gündeme geldi. Özellikle 25 Mart, 10 Nisan ve 1 Mayıs tarihlerinde yüzbinlerce insan “kaçak” göçmenlerin hakları için yürüyüş ve mitingler yaparak yasa tasarısını protesto etti. 1 Mayıs’ta 70 civarında kentte protesto eylemleri gerçekleştirildi ve toplam olarak ele alındığında milyonlarca “kaçak” göçmen ve onları destekleyen “yasal” göçmen meydanlardaydı. 1 Mayıs’taki eylemlere sadece Hispanikler değil, Afrika ve Asya kökenli göçmenler de katıldı. Sözkonusu eylemler ABD’de yeni bir “Göçmen Hareketi”nin de geliştiğinin bir göstergesi olarak kabul gördü. “Kaçak” göçmenler ilk kez kendi hakları için siyasi bir eylem gerçekleştirmişti. “Kaçak” olarak görülenler sokaklara çıkmış, alanlara yığılmıştı… “Hiç bir insan yasadışı değil.” “Yasadışı olan sömürgeciliktir.” sloganlarını haykırıyordu. “Ne istiyoruz?/ Adalet. /Ne zaman?/ Hemen şimdi!” “Suçlu değil, işçiyiz” diyerek “Genel af ve vatandaşlık hakkımızı istiyoruz” taleplerini yükseltiyordu milyonlarca insan. ABD’nin ırkçı yasa tasarısına karşı göçmenlerin hakları için bu mücadele ABD’de unutturulan 1 Mayıs’ı 2006’da yeniden bir mücadele gününe dönüştürdü. Göçmen işçiler 1 Mayıs’ı “Göçmensiz bir gün” ilan edip “İşe gitmek yok, okula gitmek yok, alışveriş yapmak yok” şiarıyla güçlerini göstermek amacıyla “büyük boykot” ilan ettiler. Sayısı milyonları bulan göçmenlerin bu protesto eylemleri, göçmenlik yasa tasarısının Senato’daki tartışma- larına da etkide bulundu. Temsilciler Meclisi’nin kabul ettiği yasa tasarısı Senato’da göçmenler lehine biraz yumuşatılarak 36 oya karşın 62 oyla kabul edildi. Sözkonusu yasa tasarısı “kaçak” göçmenlerin önemli bölümüne ABD’de kalma hakkını da içeriyor. Bu yasa, beş yıldan fazla ABD’de yaşayan, ABD yasalarıyla karşı karşıya gelmeyen –ki bu aslında göçmenlerin “kaçak” olarak ABD’ye gelmiş olması olgusu gözönüne alındığında, kimin yasalara aykırı olup olmadığının yine ABD yetkilileri tarafından belirlenebileceğinin bir temelidir–, çalışan ve yeterli Amerikanca konuştuğunu belgeleyen, 2000 dolar kadar bir ceza ve eğer ödememişse çalıştığı süre için vergisini ödeyeceklerin ABD vatandaşlığına başvurma hakkını tanıyor. İki yıldan fazla ve beş yıla kadar ABD’de yaşayanlara ise ülkelerine geri dönüp “misafir işçi”lik için başvuruda bulunarak ABD’ye geri dönme hakkı tanınıyor. Kuşkusuz ki “misafir işçi” olarak ABD’ye gitme hakkı olsa da, gidip gidemeyeceğini belirleyecek olan “misafir işçi”leri seçecek olanlardır. İki seneden kısa süre ABD’de yaşayanlara ise –ki bunların sayısı 2 milyon civarındadır– hiçbir hak tanınmamaktadır. Bunlara tanınan tek “hak”, ceza görmeden ülkelerine sürgün edilmektir. Sonuç olarak aslında beş seneden fazla ABD’de yaşayanlar “legalleştirilmiş” olacak ve beş seneden az süre ABD’de yaşayanlar ise ülkelerine geri gönderilecek, gerçekte ise ABD’den sürgün edilecekler. Beş seneden uzun süre ABD’de yaşayanların bir bölümü de, Bush’un da ilan ettiği “ABD vatandaşı olmak isteyenler İngilizce öğrenmek ve asimile olmak zorundadır” düşüncesi temelinde öne sürülen önkoşullara uygun görülmeyip sürgün edileceğine kesin gözüyle bakılabilir. Böylece “kaçak” göçmenlerin en azından yarısının sürgün edilmesi yasalaştırılmış olmaktadır. Senato tarafından da onaylanan yasa tasarısı ülke içinde özellikle göçmenlere yönelik ırkçılığı körükleyen, göçmenleri dışlayan, onları suçlu gösteren ırkçı bir yasa tasarısı olduğu gibi, özellikle “kaçak” göçmenleri önleme adına Meksika ile sınırını militaristleştirmek için de hazırlanan bir yasa tasarısıdır. Bu yasa tasarısı Bush tarafından da imzalandığında yürürlüğe girecektir. HALKLAR ARASINDA DUVARLARIN ÖRÜLDÜĞÜ, KÖPRÜLERİN YIKILDIĞI BİR DÜNYA… 11 halkların kardeşliği için 12 Burjuvazinin sahtekârlığının en iyi örneklerinden biri Doğu Bloku’nun yıkılmasından önceki süreçte komünist olarak gördüğü Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin inşa ettiği Berlin Duvarı’na karşı tavrıdır. Berlin Duvarı’nı komünistlerin ya da “Demir Perde”nin “utanç duvarı” olarak gösterip komünizme karşı mücadelenin bir aracı olarak kullandılar, kullanıyorlar hâlâ… Berlin Duvarı’nın yıkılmasını burjuvazinin çanak yalayıcıları, insanların sınırsız, özgür ve demokrasinin egemen olduğu bir dünyaya akışı, küresel olarak bilginin ve malların insanlara ulaşacağı bir dönemin başlangıcı olarak göstermeye çalıştılar. Sanki örülen tek duvar Berlin Duvarıymış gibi bir resim çizmeye çalıştılar. Gerçekler ise tersini göstermektedir. Demokrasinin beşiği olarak görülüp gösterilen Avrupa’da, Avrupa Birliği, Şengen Anlaşması çerçevesinde sınırlarını “dışa” kapatmaktadır. Bunun en açık görüntüsü Afrika kıtasına yönelik alınan önlemlerdir. (Bunun için 94. sayımızda, “AB’nin sınır duvarları yükseliyor” başlıklı yazımıza, sayfa 14-15’e bakınız.) İsrail’in inşa ettiği ve 700 kilometre civarında uzunluğu olan, Filistin Arap halkını açık bir cezaevine kapatacak olan duvar ise, tüm protestolara rağmen ABD ve AB güçlerince destek görmektedir. Ya da sözlü açıklamalarla bu duvarın inşasının yanlışlığı tespit edilmekte, ama herhangi bir yaptırıma ya da önleme başvurulmamaktadır. İsrail’in inşa ettiği duvar bir yanıyla da “terörizme karşı mücadele”nin ve İsrail’in kendisini “korumasının” bir aracı olarak gösterilmektedir. Yine halklar arasında örülen duvarlardan biri de İsrail’in duvar tekniğini örnek alan Hindistan’ın Pakistan ile arasında savaş nedeni olan Keşmir’in bölünmesinde yaşanıyor. Bu duvarın uzunluğu 2000 kilometre civarındadır. Suudi Arabistan da Yemen ile sınırlarını duvarlarla kapatmaktadır. Güney ve Kuzey kore arasındaki duvara ve Çin Seddi’ne ise değinmiyoruz bile. Tüm bunlara yine demokrasinin beşiği olarak gösterilen ABD’nin duvarı eklenmektedir. Kanada ile iyi ilişkilerin gerçekleştirildiği gözönüne alınarak ABD’nin Kanada ile sınırlarını fazla sıkı tutmadığını tespit edebiliriz. Fakat ABD’nin Güney sınırında durum böyle değil. Pasifikten Meksika Körfezi’ne kadar yaklaşık 3200 kilometrelik sınırın üçte biri duvar ve bariyerlerle kapatılmaktadır. Askeri kontroller, teknik donanımlar vb. yetmiyor onlara. Daha çok askeri kontrol, daha uzun ve daha yüksek duvarlar, tel örgüler, bariyerler gerekiyor… Kendileri sınıra daha çok asker yığarken, ABD’nin “güvenliğinden” bahsediyor bu sahtekârlar. “Kaçak” göçmenleri engellemeyi “terörizme karşı mü- cadele” olarak gösteriyorlar. Somut olarak gündeme getirilen göçmen yasa tasarısı içinde Meksika sınırında alınacak önlemler de var. Sınır gibi havaalanları ve limanlarda da daha çok kontrol ve askeri önlemler gündemdedir. Sadece sınırlarda alınacak bu önlemler için bütçeden milyarlarca dolarlık pay ayrılmaktadır. Medyaya yansıdığı kadarıyla anda öngörülen duvarın uzunluğu 600 kilometre ve bariyerlerin ise 800 kilometredir. Bu ise aslında öngörülen sınırın üçte birinden daha uzundur. Buna bir de zaten anda varolan duvar ve bariyerleri eklediğimizde ABD’nin Meksika ile sınırının üçte ikisinin duvar ve bariyerlerle, tel örgülerle kapatılacağı ortaya çıkmaktadır. Sınırın geri kalan kesimi ise esas olarak sınırı geçmenin çok zor olduğu, hatta mümkün görülmediği bölümdür. Şimdi planlanan duvar ve bariyerlerin örülmesi “kaçak” göçmenlerin ABD’ye girişini engelleyemediği noktadan itibaren, bu geri kalan bölümde de duvarlar gündeme getirilecektir. Evet, ABD emperyalizmi anda sınırları koruma bütçesini %66 yükseltmiştir. Sınıra daha şimdiden 6000 kolluk gücü aktarmaya başlamıştır. 11.000 civarındaki sınır kontrol gücünü 2011’e kadar 25.000’e çıkarmayı hedeflemektedir. Tüm bunlar doğrudan sınırların militarize edilmesiyle, askeri tekniğin ve silahların sınırlara yerleştirilmesiyle içiçe yürümektedir. Sınır kontrollerine gönderilen kimileri açıkça “göçmen avcıları” olarak adlandırılmaktadır. Göçmenlik yasası esas olarak sınırların kapatılmasını, militaristleştirilmesini, “kaçak” göçmenlerin büyük bölümünün sürgün edilmesini içermektedir. Camekanın süslenmesi için de belli bir kesiminin legal olarak ABD’de kalmasına olanak tanınmaktadır. Tüm bunlar kapitalizmin-emperyalizmin çıkardıkları, çıkaracağı yasaların onların kendi çıkarlarına olduğunu, onların halklar arasındaki duvarları daha da yükselttiğini bir kez daha göstermektedir. Kapitalizmin-emperyalizmin egemen olduğu bu dünya, halklar arasında duvarların örüldüğü, köprülerin yıkıldığı; insanların değil sınırların korunduğu bir dünyadır. Dünyanın tüm ulus ve milliyetlerden işçilerin, emekçilerin görevi kapitalizme-emperyalizme karşı devrim için mücadeleyi yükseltmektir. Egemenlerin, sömürücülerin bu dünyasına son vermektir. Bunun için de ilk işlerden biri halklar arasında kafalarda, bilinçlerde varolan duvarların yıkılması, köprülerin kurulması için mücadeledir. Yaşasın dünyanın işçilerinin ve ezilen halklarının birliği ve ortak mücadelesi! “Birleşmiş halk yenilgiye uğratılamaz!” 20 Haziran 2006 Perihan Mağden ve Eren Keskin’e yönelik sald V Militarizme h icdani red hakkını savunduğ u “Her Tü rk Asker Doğmaz” başlıklı yazısından dolayı gazeteci yazar Perihan Mağden’in başı dertte... “Basın yoluyla halkı askerlikten soğuttuğu” gerekçesiyle Genelkurmay hakkında suç duyurusunda bulundu ve savcılık da hemen reaksiyon göstererek dava açtı. Perihan Mağden’in hakim karşısına çıkarıldığı gün (7 Haziran 2006), Şişli Adliyesinde Türk şovenizmi yine coşturuldu. “Şehit Aileleri Derneği” üyeleri ve bilumum şovenist militarizm savunucusu Perihan Mağden’e “PKK cariyesi”, “eroin kaçakçısı” vb. türünden hakaretler yağdırdı, tehditler savurdu. Böylece, faşist-şoven anlayışla kadın düşmanlığının (erkek-şovenizmi) üstüste binmişliğine de bir kere daha şahit olduk. Bütün bunlar Türkiye’de yaşanan şovenist-militarist kışkırtmanın parçasıdır. Egemenler bunun için ellerinden geleni yapıyorlar; bunlara karşı sesini yükseltmeye çalışan, demokrasi mücadelesi verenler ise mahkeme kapılarında süründürülmekten, linç ortamına itilmeye kadar her türden resmi ve gayri resmi korkutma-bastırma yöntemlerine maruz kalıyorlar. Perihan Mağden’e açılan dava bir kere daha Türkiye’de “Basın Özgürlüğü” denilen şeyin sınırını gösteriyor. Ona yönelik saldırıları protesto ediyor, dayanışma ruhuyla “Her Türk Asker Doğmaz” başlıklı yazısını Dergimizde yayınlıyoruz. Kemalist kadınlar militarizmin savunucusu! Militarizmin körüklendiği ve Türk şovenizminin coşturulduğu bu ortamda saflaşmalar çok daha iyi görülüyor. Kemalist kadınlar bir kere daha gerçek yüzlerini gösteriyor, şovenizmin ve militarizmin savunuculuğunu yapmaya devam ediyorlar. İnsan Hakları savunucusu Av. Eren Keskin, 2002 yılının 8 Mart’ında Köln’de (Almanya) yapılan bir toplantıda Türk askeri ve polisinin taciz ve tecavüz olaylarına karıştığını söyleyince aynı toplantıda yeralan Kemalist Necla Arat’ın tepkisiyle karşılaşmış, Necla Arat basın üzerinden Eren Keskin’i hedef göstermiş ve çok geçmeden de Eren Keskin hakkında dava açılmıştı. Sonunda bu dava sonuçlandı ve Eren Keskin “ordunun manevi şahsına hakaret” ettiği gerekçesiyle 6 bin YTL para cezasına çarptırıldı. Eren Keskin bu para cezasını ödemeyeceğini, gerekirse cezaevine girip yatacağını açıklamıştı. Bu arada çeşitli kadın grup ve kuru- luşlarının oluşturduğu bir inisiyatif Eren Keskin’le dayanışmak ve ceza bedelini toplamak amacıyla “Kadın ve İnsan Hakları için 1 YTL de Sen Ver” şeklinde bir kampanya başlattı. Buna karşı Necla Arat ve onun gibi düşünenler yanyana gelerek doğrudan Eren Keskin’i hedef alan bir saldırı kampanyası açtılar. Aralarında CHP İl Kad ı n Kol la rı, Kad ı n Araştırmaları Derneği vb. bulunduğu 19 Kadın Kuruluşunun imzaladığı ve gazetelere verilen bir ilanda Eren Keskin hakkında şunlar söyleniyor: “Türk Silahlı Kuvvetleri’ne duyulan saygıyı azaltmak için olağanüstü çaba gösteren Eren Keskin’i şiddetle protesto ediyoruz. ‘Kadın ve İnsan Hakları Mücadelesine Destek Verin’ ve ‘Kadın ve İnsan Hakları için 1YTL de Sen Ver’ çağrıları altında sözde masum bir imza ve para toplama kampanyasına dönüştüren kuruluş ve kişileri de şiddetle kınıyoruz. Kadın kuruluşlarımızın bu kampanya ile hiçbir ilgisi bulunmadığını kamuoyuna saygıyla duyururuz.” Bu ilanın baş savunucularından Necla Arat’ın gazetelerde yeralan açıklaması ise aynen şöyle: “Ülkenin en köklü kuruluşlarından birini karalamak düşünce özgürlüğü olmadığı gibi sonucunda alınan ceza da kadın ve insan haklarıyla ilgili olamaz. Konuyu bu şekilde çarpıtarak, bunu tüm kadın kuruluşlarının girişimi gibi yansıtıyorlar. Biz bu resmin içerisinde değiliz. Eren Keskin parayı ödeyerek özgürlüğünü satın almayacağını söyledi ama şimdi arkadaşları vasıtasıyla cezasını halka ödettiriyor. Söylediklerinde samimi ise arkadaşlarının da para toplamasına engel olsun ve hapse girsin,” Türk şovenizmi ve militarizmini sonuna kadar savunmaya yeminli Kemalist kadınların saf tuttukları yer işte burada açığa çıkıyor. Bu saldırılara karşı Eren Keskin, “Çok anlamsız bulduğum ilanı verenleri değil feminist olarak, kadın olarak bile de- yeni kadın dünyası dırıların kaynağı bir! hayır! ğerlendirmiyorum.” yanıtını verdi. Eren Keskin’e yönelik bu saldırıları şiddetle protesto ediyor, onunla dayanışmamızı dile getiriyoruz. Kemalist kadınların ilanında gerçekten de kadın ve insan hakları savunuculuğunun esamesi yoktur. Orada, tamamen –bunu savunanlar kadın da olsa– erkek egemen sistemin yanında saf tutulduğu, ulusal-cinsel ve sınıfsal baskıların uygulayıcısı devlet ve onun kurumlarının savunuculuğu yapıldığı ortaya çıkmaktadır. Bir yanda egemenlerin/ezenlerin devletinin savunuculuğunu yapan “kadın hareketi” ve diğer yanda demokrasi ve özgürlük mücadelesi verenlere sahip çıkanların kadın hareketi... Aynılar aynı, ayrılar ayrı yerde toplanıyor! Haziran 2006 Her Türk Asker Doğmaz — PERİHAN MAĞDEN — “ Yani Mehmet Tarhan’ı Askeri Cezaevi’nde geçireceği “meşakkatli” (nasıl da efendice kelimeler seçiyorum) yıllar bekliyor. Böyle bir tercihi olduğu için. Anti-militarist olduğu için. Silahlı Kuvvetler’e hizmet vermeyi reddettiği için. Bu red hakkı kendisine tanınmadığı için.” Ben diyorum ki, hayır kardeşim Her Türk Asker Doğmaz! Her Türk asker doğmak, askerlik yapmak, asker ölmek, askerde ölebilmek mecburiyetinde değildir. Nasıl her Türk nükleer fizikçi, baraj mühendisi, balet, narenciye üreticisi, son ütücü olarak doğmuyorsa, doğmayacaksa, doğmaması tercih nedeniyse her Türk, askerde doğamaz. Doğmayacaktır. Doğmaması gerekir. Birleşmiş Milletler 70’lerden beri vicdani reddin bir insan hakkı olduğu fikrini savunuyor.” diyerek mi girelim? Nasıl girelim bu “hassas” konuya? Bu konu çok hassas çünkü Askeriye’yle ilgili her konu çok hassas. Çok çok hassas, bu ülkede. Orduyla ilgili herhangi bir şeyde: öneri/eleştiri/ neden böyle/neden öyle-hayır haksızsınız, porselen dükkanındakı filsiniz. Tuhafiyecideki zürafasınız; aman çabuk pılınızı pırtınızı toplayıp o konunun topraklarından uzaklaşın-ızzz. Ben diyorum ki, hayır kardeşim Her Türk Asker Doğmaz! Her Türk asker doğmak, askerlik yapmak, asker ölmek, askerde ölebilmek mecburiyetinde değildir. Nasıl her Türk nükleer fizikçi, baraj mühendisi, balet, narenciye üreticisi, son ütücü olarak doğmuyorsa, doğmayacaksa, doğmaması tercih nedeniyse her Türk, askerde doğamaz. Doğmayacaktır. Doğmaması gerekir. Önce yıllardır, on yıllardır, yüz yıllardır maruz bırakıldığımız militarist koşullanmalardan kurtulmamız gerektiğini, bazılarımızın böyle bir tercihi olabileceğini kabul etme “alicenaplığını” göstermemiz gerektiğini, ARTIK gerektiğini söyleyerek lafa başlayalım. Avrupa Konseyi’ne üye 46 ülke içinde vicdani reddin bir hak olarak tanımlanmadığı yalnızca iki ülkenin: Azerbeycan ve Türkiye’nin bulunduğunu belirtelim. Ermenistan’ın dahi vicdani reddi bir hak olarak tanıdığını, kurucuları arasında bulunduğumuz Avrupa Konseyi tarafından vicdani reddin tarafımızdan reddiyle ilgili, mutat sıklıklarla uyarıldığımızıŞimdi biliyorsunuz (ya da bilmiyorsunuz) Mehmet Tarhan diye biri var. Mehmet Tarhan total redci. Mehmet Tarhan, kardeşim ben barışı seviyorum. Ben anti-militaristim. Ben elime silah almam, Silahlı Kuvvetler’e de (hiçbir kisve altında) hizmet vermem, veremem. Diyor. (Onun sözleriyle değil, ben kendi dilime çeviriyorum.) Mayıs 2001’de askerlik yapmayı reddettiği için tutuklanıyor. Ve o gün bugündür Mehmet Tarhan’ın başı belada. Zira Türkiye Cumhuriyeti, Mehmet Tarhan’a bu insan hakkını, eline silah almama, Silahlı Kuvvetler’e hizmet etmeme hakkını tanımıyor. Mehmet Tarhan eşcinsel olanlar bir nevi “sakat” “kusurlu” vs. vs. kabul edilerek askerlikten muaf tutulabiliyorlar. Bir sağlık kuruluşunun muayenesine maruz bırakılarak. Mehmet Tarhan bu muayeneye maruz bırakılmayı reddediyor. Zira o eşcinsel olduğu için değil (yani “kusurlu” ve bir nevi “sakat” kabul edilmeyi kabul ettiği için değil) TOTAL REDCİ olduğu için askerlik yapmayı reddediyor. Askeri Yargıtay 3’üncü Ceza Dairesi ise vicdani reddin kabul edilemez- liğine hükmediyor. “Silahlı çatışmaların devam ettiği bir coğrafyanın ortasında bulunan Türkiye’nin ülke savunması için gerekli tedbirleri alması zorunludur. Bunun için her erkeğin zorunlu askerlik yapacağı benimsenmiştir” ifadesiyle. Ve de Sivas Askeri Mahkemesi’nin Mehmet Tarhan hakkında verdiği iki davada toplam dört yıl hapis kararını bozuyor. Tarhan’ın (zorla) muayeneye tabi tutularak “eşcinsellik” gerekçesiyle terhisinin verilmesini talep ediyor. Yani Tarhan’ın davası yine Askeri Yargıtay’da. Saçları zorla kesilmiş bulunan Mehmet Tarhan Sivas’ta, Askeri Cezaevi’nde. Bu davanın seyrine bakarak daha yıllarca orada kalacağına da hükmedebiliriz. Cezaevi koşullarının alabildiğine “zor” olacağını da. Zira Mehmet Tarhan’dan önce 87’inci maddeden (EMRE İTAATSİZLİK maddesi) yargılanıp askeri hapishanelerde yatmış bulunan vicdani redciler Osman Murat Ülke, Mehmet Bal ve Halil Savda’nın ne mene maddi ve manevi işkencelere uğradıkları; diyelim Mehmet Bal’ın üstünden askeri üniformasını çıkartmaması için ellerinden ve ayaklarından kelepçelendiği, el fizyonomisi “düşünülerek” yapılmış bulunan kelepçeler ayaklarını kestiği için Adana Askeri Cezaevi Komutanı Albay Durdu Solak tarafından özel olarak imal ettirilen prangalandığı “filan” biliniyor. Yani Mehmet Tarhan’ı Askeri Cezaevi’nde geçireceği “meşakkatli” (nasıl da efendice kelimeler seçiyorum) yıllar bekliyor. Böyle bir tercihi olduğu için. Anti-militarist olduğu için. Silahlı Kuvvetler’e hizmet vermeyi reddettiği için. Bu red hakkı kendisine tanınmadığı için. Şimdi eğri oturup doğru konuşalım: Yurdumuz topraklarında 300 bin ila 400 bin arasında değişen (kayda değer) sayılarda asker kaçağı dolaşıyor. Ne yapılıp edilse bu sayı aşağı çekilemiyor, her üç ila beş yılda bir “bedelli askerlik” çıkarılarak zevahir kurtarılıyor: Yani “bedelini” ödeyebilecek maddi imkanlara sahip çocuklarımız Askeriye’nin emrinde geçirilecek 15 aylık bir süre ve süreçten “yırtıyorlar.” Modernize edilmiş bir ordudan, profesyonelleştirilmiş bir ordudan (bizzat ordusu tarafından) bu denli sık söz edilen bir ülkede, ordumuzun bütçemizden aldığı pay bu denli “hatırı sayılır” iken, teknoloji bu denli ilerlemiş (özellikle savaş teknolojisi) bir sürü aletin başına “uzmanlar” yani “teknik donanımlı subaylar” dışında kişilerin yerleştirilmesi giderek imkansız hale gelmiş iken1. Askerlik süresi şu kısaltılmış haliyle bile, ziyadesiyle uzun değil midir? 2. Ordumuzun bu kadar çok sayıdaki kişiyi askere almaya çalışması hakiki bir zaruret midir? 3. Bu denli çok para harcayabilen ve hatta elemanlarının kaynaklarıyla OYAK gibi bir ekonomi devini yaratıklandırabilen Yüce Ordumuz, “Türkiye’nin içinde bulunduğu ÖZEL koşullar” teranesinin artık az biraz eski etkisinde ve inandırıcılığında olmadığını, bilmem kabule yanaşabilecek midir? Diyelim Aczmendiler, Yehova Şahitleri, kimi fundamentalist Protestanlar ellerine dinleri gereği silah değdirmeyi reddediyorlar. E artık biz Avrupa Birliği’ne uyumlu müreffeh bir ülke olduğumuza/olacağımıza göre Budistlerimiz’in, Hindularımız’ın sayısında da naturel bir artış olacak. E, madem fikri hür, vicdani hür bir ülkenin çocuklarıyız; vicdani redcilerimiz de anlaşılan olacak. Olacaktır. Olsun. Askeriyemiz için “Bedelli Askerlik” söz konusu olduğunda içleri kan ağlayarak da olsa gözardı edilebilen “eşitlik” ilkesi bu denli mühim ise; hem hakikaten Türk Ordusu’nun profesyonelleşmesi, modernleşmesi konusunda ciddi adımlar atılsın, askerlik süresi yeniden kısaltılsın, hem de VİCDANİ RED bir insan hakkı olarak tanınsın. Zira ben bir kız çocuğu annesi olarak böyle bir dertten “sıyırmış” olabilirim; ama bir oğlum olsaydı ve vicdani nedenlerle eline silah almayı reddetseydi hem sonuna kadar onun (ve gerekirse mücadelesinin) yanında olurdum, hem de diyelim öğretmenlik yaparak/koro çalıştırarak/ambulans sürerek/ağaç dikerek/kreşte çocuk bakarak/aşı yaparak/icabında yerleri silerek DE devletine “hizmet” edebilmesinin mümkün olduğu, ama bu görevlerin “eşit” ve hakiki ihtiyaçlar için dağıtılması ilkesiyle, pek de ala mümkün olduğu düşüncesi içinde olurdum. E, şimdi oğlum yok diye tam da “kurtulmuş” sayılmam. Zira ülkemde vicdani reddin bir hak olmaması beni (vicdanımı) rahatsız ediyor. Daha önce 87. maddeden yargılanan üç vicdani redciye karşın Mehmet Tarhan’ın 88. maddeden yani TOPLU ERAT ÖNÜNDE EMRE İTAATSİZLİKden yargılanmasının rahatsız ettiği gibi. Sivas Askeri Cezaevi’nde “hangi koşullar” altında yatıyor olamadığım gibi. O niye peki hapiste? Peki niye biz rahat rahat yatağımızdayız? gibi. Peki biz rahat mıyız? Biri, insan haklarından bir hak için mücadele verirken, biz rahat olabilir miyiz? Rahat uyuyabilir miyiz? gibi. Askeri konulara gelince medyalamamızın içinde bulunduğu ağır militarist koşullanma, uyguladıkları “oto-sansür” normal midir, “norm” bu ise bu memleketin “normlarını” daha insanileştirmenin, vicdanileştirmenin zamanı gelmemiş midir, gelmeyecek midir, hiç gelmeyecek midir?? GİBİ. Liste uzuyor. E kesmek, bir yerde bitirmek lazım. Bitti. 13 yeni kadın dünyası İ 14 Eren Keskin’e destek kampanyası devam ediyor nsan Hakları savunucusu Avukat Eren Kesk i n, 20 02 y ı l ı nda Almanya’nın Köln kentinde katıldığı bir toplantıda yaptığı konuşma ertesinde “ordunun manevi şahsiyetine hakaret ettiği” gerekçesiyle açılan davada hakkında verilen 10 aylık hapis cezası ve bunun para cezasına çevrilmesi ertesinde çeşitli kadın kurumları Eren Keskin ile dayanışma içerisinde etkinlikler ve kampanyalar düzenlediler. Bu destek kampanyalarından rahatsız olan egemen güçler yürütülen bu ç a l ı şma la r a s a ld ırara k, Hürriyet ve Cumhuriyet gazetelerine 6 Haziran 2006 tarihinde verdikleri ilanlarla Eren Keskin’i istenmeyen kişi ilan ederek onu hedef tahtasına oturtular. Ara la r ı nda CHP, DYP İl Kadın Kolları, Türk Hu ku kçu Kad ı n la r Der neğ i, Türk Kadınlar Birliği, Emekli Subay Eşleri Derneği ve İstanbul Barosu Kadın Hakları Komisyonu olmak üzere toplam 19 tane orducu kemalist kadın kurumlarının imzasının bulunduğu bu açıklamada, Eren Keskin’in “yurtiçinde ve yurtdışında katıldığı her toplantıda PKK terör örgütünün yaydığı gerçek dışı karalamaları dile getirdiği”, “barış ortamını bozmak ve Türk Silahlı Kuvvetlerine duyulan saygıyı azaltmak için olağanüstü çaba gösterdiği” vs. iddia edilmekte, aynı zamanda Eren Keskin ile dayanışma içerisinde olan kadın kurumları da hedef gösterilmektedir. Yürütülen bu saldırı kampanyasına karşı bir çok çevre tepki göstererek Eren Keskin’le dayanışma içerisinde olduğunu dile getirdi. 7 Ha zira n’ da İsta nbu l İnsa n Hakları Derneği’nde İHD Merkez Yürütme Kurulu adına Genel Başkan Avukat Yusuf Alataş yaptığı açıklamada İHD’nin her koşulda herkes için ifade özgürlüğünü savunduğunu, fakat bazı kuruluşların Avukat Eren Keskin’e yönelik gazetelerde yayınladıkları ilanlarıyla hem Eren Keskin’i hedef gösterdiğini ve hem de militarizmi desteklediğini belirtti. Alataş, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de insan hakları savunuculuğunun zor ve riskli bir iş olduğunu, İHD olarak bu risklerin bilincinde olduklarını ve yeri geldiğinde bedel ödemeyi insan hakları savunuculuğunun bir gereği olarak kabul ettiklerini belirtti. Kendilerini sivil toplum örgütü olarak tanımlayan ve “kadın kuru- luşları” sıfatı ile ilan verenlerin, Av. Eren Keskin’i belli örgütlerle bağlantılı gösterme gayretleri, hedef haline getirmeleri ve askeri kurumlara “üstünlük ve imtiyaz” tanıyacak şekilde militarist bir anlayışa hizmet etmelerinin hiçbir şekilde kabul edilemeyeceğini dile getirdi. Alataş son olarak Eren Keskin’in dernek tüzüğünün gereğini yaptığını söyleyerek, “İHD olarak yöneticimizi sonuna kadar desteklediğimizi ve insan hakları mücadelesi kapsamında bundan sonra da militarizme karşı etkili bir mücadele vereceğimizi bir kez daha tekrarlıyoruz” dedi. G a z e t e ye ve r i le n ilanda sadece Eren Keskin değil onunla dayanışmak amacıyla kampanya başlatan kadınlara da saldırılıyor. Eren Keskin’e yönelik bu saldırı kampanyasına kadınlar cephesinden de çeşitli etkinliklerle cevap verildi. İstanbul İnsan Hakları Derneğinde, kadın kurumları olarak yapılan basın açıklamasında da başlatılan kampanyaya sonuna kadar sahip çıkıldığı dile getirilerek, Eren Keskin’in gözaltında cinsel taciz ve tecavüze karşı yürüttüğü hukuk mücadelesinin desteklendiği, çünkü bu mücadelenin öncelikle bir kadın hakları ve insan hakları mücadelesi olduğu belirtildi. Eren Keskin’i çeşitli saldırılara maruz bırakabilecek açıklamayı yapanlar kınanarak, kadınları susturmayı amaçlayan bu açıklamaların aslında işlenen suça ortak olmak anlamına geldiği belirtilerek, militarizmin toplumdaki ve kadınlar üzerindeki yıkıcılığına ortak olanların tarih karşısında yargılanacakları ve mahkum olacakları vurgulandı. Kadın kurumlarının ve değişik kurumlardan kadınların, gazete ilanlarından sonra yaptığı bir diğer eylem, İstanbul Barosu önündeki basın açıklaması idi. Eylemin İstanbul Barosu’nun önünde yapılmasının nedeni, Eren Keskin aleyhine gazeteye ilan verenlerin imzacıları arasında “İstanbul Barosu Kadın Hakları Komisyonu”nun da yer almasıydı. Baro önünde yapılan açıklamada, İstanbul Barosu Kadın Hak ları Komisyonu’na sorumluluk ve görevlerini hatırlatmak üzere burada bulunulduğu belirtilerek, gerek Eren Keskin’e gerekse de onu destekleyenlere karşı bir linç kampanyası başlatıldığı, bu tutumu gerçekleştirenler içerisinde hak ve hukuk koruyucuları olduklarını söyleyen Baro’ya ait bir komisyonun kadın avukatlarının olmasının tam bir talihsizlik olduğu belirtildi. Avukat olarak böyle bir zihniyetle yarın benzeri sorunları yaşama ihtimali çok yüksek olan kadınları nasıl savunacakları, devlet kaynaklı şiddete maruz kalan onlarca kadını avukat olarak nasıl görmezden gelebildikleri soruldu. Baro Kadın Hakları Komisyonunun hak ihlalleri karşısında kadınların yanında olması gerektiği, ister birey olsun isterse dev- let olsun hak ihlalleri yapanlara karşı mücadele etmek gerektiği belirtildi. Açıklamanın sonunda meslek etiğine aykırı davranan bu kadın avukatlar hakkında disiplin soruşturması açılması talep edilerek, “Eren Keskin yalnız değildir”, “Gözaltında tacize tecavüze son”, “Yaşasın kadın dayanışması” sloganları ile basın açıklaması sona erdirildi. Haziran 2006 Kadınlar TMY ve operasyonlara karşı Ankara’da buluştu İ çinden geçtiğimiz süreçte, yürütülen kıyasıya iktidar mücadelesinde, çeşitli güçler tarafından şiddet ve provokasyonlar alabildiğine tırmandırılıyor. Bu şidetten ve kamplaşmadan her zaman olduğu gibi yine en büyük zararı ezilen yığınlar görüyor. Herşeyden önce Türkiye’de yaşayan işçi ve emekçiler milliyet ve din temelinde kışkırtılarak karşı karşıya getiriliyor. Çeşitli milliyetlerden emekçiler arasına düşmanlık tohumları ekiliyor. Bunun üzerinden siyaset yapan egemen güçler bu amaçlarında başarılı oluyor. Bütün bu olan bitene karşı bütün muhalif cepheden tepkiler yükseldi, yükseliyor. İstanbul Kadın Platformu da yaşanan bu gelişmelere karşı ortak bir ses çıkarmak için sürece yayılmış eylemlilikler gerçekleştirdi. Mayıs ayının ilk haftasından Haziran ayının başlarına kadar her Cumartesi, saat 13.00’de Galatasaray Postanesi önünde basın açıklamaları yapıldı. Yapılan basın açıklamalarında; her kesimi tehdit eden, organize bir biçimde yürütülen şiddet olayları ile karşı karşıya olunduğu, Şemdinli ve Diyarbakır’da yaşanan şiddet olaylarından sonra buna Danıştay saldırısının da eklendiği ve bu durumdan son derece endişe duyulduğu belirtildi. Yaşanan bu olayların özellikle kadınların hayatını her alanda etkilediğini, savaş ve şiddetin kadınlar için göç, tecavüz, yoksulluk, aşağılanma ve ölüm demek olduğu, evde, işte sokakta kadınların yaşadığı şiddet ile AKP’li milletvekilinin karısına uyguladığı şiddet, Ankara’da travesti ve transseksüellere yönelen linç girişimleri ile Başbakan Erdoğan’ın Diyarbakır’da yaşanan olaylara karşılık “kadın da çocuk da olsa güvenlik güçleri gerekeni yapacaktır” sözünün aynı erkek egemen, militarist zihniyetin bir sonucu olduğu vurgulandı. Devletin savaş bütçesini arttırmaya dönük politikalarının kadınların içinde bulunduğu koşulları daha da zorlaştırdığı, hükümetin kadınlar için sığınak açmak bir yana “istihdam üzerindeki yüklerden kur- tulma” adına kadınları tekrar eve göndererek onları dört duvar arasına mahkum ettiği dile getirilerek kadınların savaş değil sığınak istedikleri belirtildi. Savaşın sonuçlarını en ağır kadınlar yaşadığı için yürütülen bu savaşa karşı mücadelenin de en önünde kadınların yer aldığı, bu nedenle egemenlerin “önce kadınları vurun” demesinin tesadüf olmadığı belirtilerek, buna son örnek olarak, Kürt kadınlarının güvenlik güçlerince tecavüze uğradığı gerçeğini dile getirdiği için ve orduya hakaret ettiği gerekçesiyle hakkında hapis cezası istemiyle yargılanan Eren Keskin gösterildi. Son dönemde yeniden gündeme getirilen Terörle Mücadele Yasa tasarısı ile resmi ideolojinin dışında söz söyleyen herkesin tehdit edildiği belirtilerek, TMY tasarısının derhal geri çekilmesi talep edildi. Bu eylemlilikler boyunca esas olarak üç temel slogan öne çıkarıldı. Operasyonlar durdurulsun, asker geri çekilsin; Kürt halkının demokratik talepleri kabul edilsin ve TMY tasarısı geri çekilsin. İstanbul’daki eylemlerin ardından, Türkiye’nin çeşitli illerinden yaklaşık yüz kadın 5 Haziran’da Ankara Yüksel Caddesinde buluştu. Ankara’da biraraya gelen kadınlar son süreçte yaşanan provokasyonlara değinerek taleplerini dile getirdiler. Yapılan basın açıklamasının ardından Meclise yürümek isteyen kadınlara polis izin vermedi. Ancak her kurumdan birer temsilcinin hazırlanan dosyaları vermek üzere Meclise gitmesine izin verildi. Bu süre içerisinde Yüksel Caddesinde sloganlar eşliğinde bir süre daha oturma eylemi yapıldı. Tekrar eylem alanına dönen kadınlar, yaptıkları basın açıklamasında, son derece kaba bir muameleyle karşı karşıya kaldıklarını, hatta dosyaların alındığına dair herhangi bir belge dahi alamadıklarını belirterek bu tutumu protesto ettiklerini dile getirdiler. Yaklaşık iki saat süren kadınların Ankara buluşması atılan sloganlar eşliğinde sona erdirildi. Haziran 2006 gündem 2 Sivas katliamını unutmadık, unutmayacağız! Temmuz 1993’te Sivas’ta bir katliam gerçek leştirildi. 2 Temmuz 2006, Sivas katliamının 13. Yıldönümüdür. Bu yıldönümünde, Sivas katliamını lanetlemek için toplantı ve gösteriler yapılacaktır. Kimileri de timsah gözyaşlarını yansıtmak için göstermelik açıklamalar yapacaklardır. Sivas katliamını yapanları ve arkalarında olan güçleri doğru tespit etmek gerekiyor. Bu katliamı sadece ortaya salınan itler yapmamıştır. Sivas katliamını sadece ortaya salınan itlerin yaptığını açıklamak bilinçlerin karartılmasıdır. Katliam lanetlenirken, katliamın esas sorumlularını da tespit etmek gerekiyor. Bu katliam, 2 Temmuz 1993 yılında, devletin gözetimi altında Sivas’ta yapıldı. Pir Sultan Abdal şenlikleri için Sivas’ta bulunan insanlardan 37’si Madımak Oteli’nde yakıldı. Bu katliamın hazırlığı günler öncesinden planlanmıştı. İnsanlar otelde yanarken, dinci faşistler otel önünde zafer çığlıkları atıyorlardı. Yangından kaçanlar dışarı bırakılmıyordu. İnsanlar otelde yanarken, dinci faşistler otel önünde zaferlerini kutluyorlardı! Madımak Oteli’ni kuşatanlar saatler boyu, ‘Kemalist devlet yıkılacak elbet’, ‘Vali gidecek şeriat gelecek’, ‘Cumhuriyet, Sivas’ta kuruldu Sivas’ta yıkılacak’ diye bağırmalarına rağmen engellemeyle karşılaşmadılar. ‘Din elden gidiyor’ haykırışları saldırganların kullandığı ana tema idi. Katliamcılar, kendilerinden olmayanları yakmakla dinin elden gitmediğini ispatlamaya çalışıyorlardı! Olayların başlaması ile birlikte, oteldeki insanlar Ankara ile telefon bağlantısı kurmuşlardı. Dönemin başbakan yardımcısı Erdal İnönü ile de görüşmüşlerdi. Kendilerine devletin güçlü olduğu ve gerekenin yapılacağı söylenmişti. Ama saatler ilerliyordu ve kolluk kuvvetleri olayları seyrediyordu. Sivas katliamının 13. yıldönümünde, onu gerçekleştirmiş görünen bazı kişilerin yargılanması ve çeşitli cezalara çarptırılması dışında, katliamın ardında yatan gerçek nedenler, gerçek failleri meçhul kalmaya devam ediyor. Devlet, bu katliamı aydınlatmak adına bugüne kadar sadece mağdurları ‘tahrikçi’ olmakla suçladı ve olayı kimi şeriatçı örgütlerin üzerine atmakla yetindi. Bu tavır katliamın asıl sorumlularının üzerini örten, devletin sorumluluğunu göz ardı eden bir yaklaşımdır. Oysa Sivas katliamının, değişik boyutlardan irdelenmesi ve tüm bu farklı boyutların bütünlük içinde aydınlatılması gerekiyor. Aziz Nesin’in Sivas’ta ateist olduğunu söylemesi katliamcılar açısından bir ‘tahrik’ unsuru olarak görüldü ve propagandası yapıldı. Katliamı yapanlar kendilerini ‘Müslüman’, eylemlerini de ‘İslamiyet gereği’ ola- rak sundular. Bu katliamın ideolojik arka planını öncelikle İslam literatüründe aramak gerekiyor. Katliamı yapan, kışkırtan ve mazur gösterenler hep bir ağızdan, ‘Müslüman mahallesinde salyangoz satılamaz’ diyorlar! Kendileri gibi düşünmeyen aykırı seslerin dile getirilemeyeceğini söylüyorlar! ‘Müslüman Mahallesi’ denilen yer, 7. Yüzyıl Arap kültürünce benimsenen şeriattır. Buna göre kendileri gibi düşünmeyen, hâkim durumda olan İslami akım dışında kalan diğer Müslümanları ‘salyangoz’ olarak nitelendirmektedirler! Bunlar ‘salyangoz’ olduklarına göre, katledilmeleri gerekir! Kendi inandığından farklı değerleri savunuyor diye insanları yakabilen bir vahşet olamaz, olmamalı. Bunu yapanların ve dayandıkları ideolojik bir arka plan var. Buna göre: “Hak dini kendilerine din edinmeyen kimselerle (Hıristiyan ve Yahudilerle), küçülerek (boyunlarını büküp) elleriyle cizye (haraç) verinceye kadar savaşın (Tevbe-29)” “Haram aylar geçince müşrikleri (tövbe etmedikleri müddetçe) bulduğunuz yerde öldürün. Yakalayıp hapsedin... (Tevbe-5)” “Fitne ortadan kalkıp din yalnızca Allahın oluncaya kadar onlarla sava- şın... (Bakara-193)” “...Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün ve hiç birisini dost ve yardımcı edinmeyin (Nisa-89)” “Doğrusu ayetlerimizi inkar edenleri ateşe sokacağız, derilerinin her yanışında azabı tatmaları için derilerini değiştireceğiz (Nisa-56)” “İnkâr edenler için ateşten elbiseler biçilmiştir, başlarına da kaynar sular dökülür, karındakiler ve derileri eritilir, demir kamçılar da onlar içindir. Orada uğradıkları ıstıraptan ne zaman çıkmak isteseler geriye döndürülürler, yakıcı azabı tadın denilir (Hac-19-22)” Bu liste uzayıp gider. Müslüman olmayanları katletmenin vacip olduğu nun da kuranın bir emri olduğunu da belirtmek gerekir. Onlar kendilerine inanmayanları, ‘en büyük suç’ olarak adlandırmakta ve bunun gereğini de yapmaya çalışmaktadırlar! Onlara göre, inanmamanın karşılığı cehennemde yakılmadır! İnanmayanları ve kendileri gibi düşünmeyenleri yok etmek dinin gereğidir! Kuşkusuz insanları yakabilecek kadar inanılmaz bir katliamın failleri ve onları teşvik eden bu zihniyetin sorgulanması gerekir. Sivas katliamı- nın sadece bu yönünü görmek, gericiliğin ve faşizmin sadece bir yönünü görmek anlamına gelir. Soruna genel bakıldığında, Sivas katliamını devletin politikaları kapsamında da sorgulamak gerekiyor. Sivas katliamı bir devlet operasyonuydu. Türkiye’nin tam orta yerindeki bir şehirde binlerce kişinin, 8 saat süren bir eylemi ve bu katliamın engellenmemiş olması nasıl açıklanabilir? İnsanları yakabilen bir vahşetin, günler öncesinden hazırlanması, ona dur demeyen bir devlet aygıtı var ortada. Sıradan bir basın açıklamasını bile görülmemiş bir şiddetle bastıran kolluk kuvvetlerinin, insanları yakmak gibi bir vahşeti saatlerce seyretmekle yetinmesi, en hafif ifadeyle söz konusu katliama göz yumulduğunun açık göstergesidir. Dönemi n Cu m hu rba şk a nı Demirel’in, katliam sırasında, ‘devlet, halkla karşı karşıya getirilmemelidir’ açıklaması, nasıl bir devlet politikası ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Dönemin başbakanı Tansu Çiller’in, ‘Devlet oradadır. Otelin etrafını saran vatandaşlara hiçbir zarar gelmemiştir. Onlardan ölen ve (Yazının devamı sayfa 19’da...) Sivas Katliamı İstanbul Kadıköy’de protesto edildi S ivas’ta 2 Temmuz 1993 tarihinde Madımak Oteli’nin kundaklanması sonucu yaşamlarını yitiren 35 sanatçı, aydın ve yazar katledilişlerinin 13. yılında Sivas başta olmak üzere İstanbul, Ankara ve İzmir’de binlerce kişinin katıldığı protesto gösterileriyle anıldı. İstanbul’da sabah saatlerinde katledilenler arasında bulunan yazar Asım Bezirci ve ozan Nesimi Çimen’in mezarı başında toplananlar yananları önce burada andılar. Daha sonra öğle saatlerinde Kadıköy’de bir araya gelen yaklaşık 10 bin kişi Kadıköy İskele Meydanına doğru yürüyüşe geçti. Pankartlarıyla yürüyüşe geçen sivil toplum örgütleri ve partiler sık sık “Sivas’ı unutma unutturma”, “Sivas’ın ışığı sönmeyecek”, “Dün Maraş’ta bugün Sivas’ta, çözüm faşizme karşı savaşta”, “Ya barbarlık ya sosyalizm, ya faşizm ya devrim” sloganları attılar. Şu kurumlar eyleme katıldılar: İşçi Sendikaları, Memur Sendikaları, Meslek Örgütleri, Kitle Örgütleri, ÖDP, SHP, DTP, EMEP, SDP, SODAP, Toplumsal Özgürlük Dergisi, İşçi Mücadelesi, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSAKD), ABF Bileşenleri, AKADER, Kaldıraç, DHP, Özgürlük Dergisi, EHP, Partizan, HÖC, ÇAĞRI Dergisi, Halkevleri, Öğrenci Kollektifleri, ESP, Devrimci Hareket, BDSP, TKP. Mitinge katılım geçen yıllara oranla daha yüksekti. Gazetemizin pankartıyla yürüyenlerin de yer aldığı mitingde katliamlar lanetlenerek sorumlulardan hesabın devrimle sorulacağı, böylesi katliamlara karşı tek yolun devrimci mücadeleden, sosyalizmden geçtiği savunuldu. Miting Tertip Komitesi adına konuşan Mekbale Çalak “O gün Sivas’ta aydınlarımızı yakanlar, bugün ülkeyi yönetiyor. Daha iki hafta önce Madımak Oteli’nin müze yapılması teklifi AKP’lilerin oylarıyla reddedilmiştir” dedi. Daha sonra konuşan ozan Nesimi Çimen’in eşi Makbule Çimen katliam günü yaşadıklarını anlattı. Madımak Oteli’ni kebap salonu yapmak isteyenleri kınayarak otelin müze yapılması gerektiğini belirtti. Saygı duruşunda yakılan aydınlar ve devrimci önderler isimleriyle hep bir ağızdan anıldı. Türkiye’de bu katliamları gerçekleştirenlerin, halkları din adına kışkırtanların bu devletin içinde barındırdığı faşist güçleri tarafından gerçekleştirildiği su götürmez bir gerçektir. Sivas tüm dünyanın gözü önünde önceden planlanarak yapılan bir kıyımdı. Amaç demokratik taleplerde bulunanların dertlerini, sıkıntılarını dile getiren aydınları yakarak ezilenlerin ve sömürülenlerin örgütlü mücadelesini parçalamak, onu zayıflatmaktı. Kemalistlerin “laik devlet”, “laik cumhuriyet” söylemleri safsatadan öte bir şey değildir. Bu devlet hiçbir zaman laik devlet olmamıştır. Bu söylemlerle toplumu kandıranlar katliamları gerçekleştirenlere çanak tutmuşlardır. Gerçek olan şudur ki Müslüman ve sünni olmayanların, insanca özgür bir yaşam diyenlerin yaşamaya hakkı olmayan bir toplum düzeninde yaşıyoruz. Bu düzenin ipini çekenler ve onun kuyruğuna takılanlar 2 Temmuz’larda olduğu gibi lanetle anılacaktır ve bunların hesabı devrimle sorulacaktır. 4 Temmuz 2006 15 yaşam temellerini koruma mücadelesi 5 Haziran Dünya Çevre Günü… D 16 Kapitalizm Doğanın ve İnsanlığın Düşmanıdır! ü nya Ç ev re Gü nü ne, Türkiye’de Nükleer Santral Projesinin gündemde olduğu bir dönemde giriyoruz. Son aylarda nükleer santral kurma girişimleri yeniden hız kazanmış, hükümet Sinop’ta nükleer santral kurulacağını açıklamıştır. Nükleer enerjinin “temiz, ucuz ve güvenli” olduğu yalanları ile nükleer enerjinin doğaya ve tüm canlılara verdiği zararının ne kadar büyük olduğu gözlerden gizlenmeye çalışılıyor. Güvenli olduğu söylenen nükleer enerjinin ne kadar güvenli olduğu 1986’daki Çernobil kazasında çok açık bir şekilde ortaya çıktı. Binlerce insanın ölümüne ve çeşitli hastalıklara yakalanmasına neden olan Çernobil felaketinin sonuçları uzun bir süre daha etkisini sürdürmeye devam edecek. Çernobil kazası çıktığında santralın yanan bloğunun söndürülmesi için çalışan insan sayısı kimi verilere göre 600.000 ile 860.000 arasındadır. Bunların hemen hepsinin radyasyona maruz kalma nedeniyle hasta olduğu tahmin ediliyor. Bunların onbinlercesi – kimi verilere göre 50.000 ile 100.000 arasında– ölmüştür. Bugün halen 50.000 kadar çocuk tiroit kanserine yakalanma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Avrupa’da 10.000’den fazla çocuk sakat doğmuş ve ayrıca 5000 çocuk Çernobil’in etkisi sonucu doğduktan kısa süre sonra ölmüştür. Ukrayna’da hastanelerde ortaya konan verilere göre Çernobil bölgesinde çocukların %80’i hastadır. Rusya Çevre Bakanlığı’nın verilerine göre 1990’lı yılların başında hasta olanların sayısı 1.3 milyondur. Sonrası bilinmiyor… Beyaz Rusya’nın tarım alanının % 22’si işlenemez durumda ve toplam ülke alanının %30’u radyasyonludur. Çernobil’e kadarki dönemde ise binlerce insanın zarar gördüğü en az 400’ün üzerinde nükleer santral kazasının meydana geldiği ve bunların gizlendiği belirtiliyor. Kapitalizmin insan ve doğa düşmanlığı sadece bununla sınırlı değil. Kapitalizmin doğa ve insan düşmanı yüzünü en açık gösteren örneklerden bir de, azami kar hırsıyla doğanın ve insanların zehirlenmesine ve ölümüne sebep olduğu yüzde yüz önceden bilinen zehirli atıkların çevreye yayılması sorunudur. Geçtiğimiz günlerde Tuzla çevresinde içinde zehirli atıkların bulunduğu toprağa gömülmüş variller ortaya ile birlikte derelere akıtılan atıklar, suların kirletilmesi gibi sonuçlar, ya da Türkiye çapında bir yılda ortaya çıkan 1.850 milyon ton atığın sonucunun ne olduğu soruları gündeme geldi. Verilen bilgilere göre Türkiye’de atıkların yakıldığı ya da “bertaraf” edildiği sa- dece Kocaeli’ndeki İZAYDAŞ tesisi var. Ancak Türkiye’de bertaraf edildiği resmen bilinen atık oranı 200 bin ton civarında. Buna göre 1.650 milyon tonluk atığın Türkiye’de kurulu tesislerde bertaraf edilmediği devlet tarafından bilinmesi gereken bir olgudur. Bu olgu bile Türkiye’de çevreyi koruma diye bir yaklaşımın olmadığını, zehirli atıkların, artık kim nereyi uygun ve boş bulursa oraya atmasının devlet tarafından da onaylandığını gösteriyor. Bunun sonucunda çevreye bu atıkları yayanlara karşı herhangi bir yaptırım uygulanmıyor. Verilen komik para cezaları ile gözünü kar bürümüş kapitalist sanayiciler adeta teşvik ediliyor. Özetle vurgulanırsa Türkiye’de çevre katliamı, doğanın talanı ya devletin eliyle ya da onun onayıyla yürütülüyor. Kapitalizm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de çok açık biçimde doğanın, çevrenin ve evet insanın düşmanı bir sistem olduğunu hep yeniden ispatlıyor. Daha fazla kar dürtüsü kapitalistlerin her tür barbarlığı meşru görmesini beraberinde getiriyor. Bu sistemde, insanlığın yaşam temellerinin yok edilmesine karşı ciddi bir önlemin alınabileceğini beklemek boşunadır. Çünkü çevre ve doğa katliamı azami kar hırsıyla gözü dönmüş emperyalist- kapitalist sistemin ayrılmaz bir parçasıdır. Öyleyse çevreyi ve doğayı korumak, büyük insanlığın geleceğine sahip çıkmak da biz işçi ve emekçilerin omuzlarındadır. 5 Haziran Dünya Çevre Gününde, çevrenin kirletilmesine ve yokedilmesine, doğanın talanına karşı mücadeleyi, kapitalist sömürü sistemine karşı mücadele olarak yürütelim. Nükleer enerjiye, nükleer santrallere hayır! Çevre ile uyumlu enerji türlerine evet! Ne Sinop’ta ne dünyada, nükleer santral istemiyoruz! Ya kapitalist barbarlık içinde çöküş, ya sosyalizm! 4 Haziran 2006 İstanbul Nükleer Karşıtı Platform, 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nünde basın açıklaması yaptı B izim de bileşeni olduğ umuz İstanbul Nükleer Karşıtı Platform, 5 Haziran 2006 günü Galatasaray’da açtığı imza standının doğa- insan ilişkisini hiçe sayarak yeni pazarlar yaratmak için dünyayı kirletmeye devam ettiklerini, halen başta Afrika ve Asya kıtalarında ya- Sinop’ta da 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nde Nükleer Santraller protesto edildi önünde Dünya Çevre Günü nedeniyle bir basın açıklaması yaptı. Burjuva medyanın yoğun ilgi gösterdiği bu basın açıklamasına destek vermek için YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak biz de katıldık. “Ülkemizde enerji krizi yoktur!”, “Yaşamayı seç Nükleerden vazgeç!”, “Radyasyon öldürür !”, “Radyoaktif olacağına aktif ol!”, “Ülkemizde enerji krizi yoktur, enerji yönetim krizi vardır!”, “Nükleer Enerji pahalıdır, yenilenebilir kaynaklar vardır!”, “Nükleer onların Sinop bizimdir!” yazılı dövizlerin taşındığı Basın Açıklamasını Platform adına Çevre Mühendisleri Odası Başkanı Erol Çelepsoy okudu. “Yaşamı, Doğayı ve Çocuklarımızın Geleceğini Savunmak İçin Nükleer Santrallere Direneceğiz!” başlıklı açıklamada çok uluslu şirketlerin şayanlar olmak üzere 1,1 milyar insanın güvenli içme suyuna sahip olmadığı gibi 2,4 milyar insan da arıtma hizmetlerinden yoksun yaşadığı belirtildi. Her yıl 22 milyon ton karbon gazının atmosfere karıştığı ve sera etkisi gösterdiği için atmosferin hızla ısındığını, bu ısınmanın son 5 yılda normal ısınmanın 100 katı hızla artış gösterdiğini böyle bir dünyada nüfusun % 20’sinin dünya zenginliğinin %80’ninden fazlasına el koyarken yenilenemez enerjinin % 80’i, temiz içme suyunun % 40’ı da aynı % 20 tarafından kullanıldığını, her yıl 17 milyon hektar orman alanının yok edildiği, bugünkü tüketim düzeyi devam ederse petrol rezervinin 50, doğalgaz rezervinin ise 70 yıl içinde tükeneceği açıklandı. Geride bıraktığımız 20. yüzyılda çevre açısından bir dizi felaketin yaşandığı, bunların başında yaşanan iki dünya savaşı ve beraberinde gelen silahlanma yarışı ile nükleer felaketlerin geldiğini, Japonya’ya atılan atom bombası ile başlayan nükleer felaketlerin savaş ortamı dışında da nükleer santrallerde gerçekleşen kazalar ve radyoaktif sızıntılarla bugün de devam ettiği belirtilen açıklamada Hiroşima’ya atılan atom bombasından 400 kat daha fazla radyoaktif yayılmaya neden olan Çernobil felaketinin 20. yılında ülkemizde nükleer santral kurma arayışlarının -hangi gerekçe ile olursa olsun -kabul edilemez olduğu vurgulandı. Türkiye’de nükleer santral kurma girişimlerinin dünyada yaşanan enerji ve egemenlik savaşlarının bir uzantısı olduğunu, barıştan yana bir platform olan Nükleer Karşıtı Platform’un nükleer silahlanmaya yol açacak bir teknoloji olan nükleer enerji santrallerin kurulmasına karşı olduğunu, İran’ın nükleer güç olma arayışının kabul edilemez olduğu kadar nükleer silahlanmada başı çeken ABD’nin bu nedenle İran’a yönelik olası bir müdahalesi de kabul edilemez olduğunu açıkladı. Türkiye’nin nükleer enerji santrallerine ihtiyacının olmadığının belirtildiği açıklamada yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarımızın değerlendirilmesi halinde Türkiye’nin 2030 yılında dahi elektrik talebini karşılayabilecek kaynaklara sahip olduğunu, ülkenin bugün içine düşürüldüğü dışa bağımlılıktan kurtarılması için iddia edildiğinin tersine nükleer santrallere değil kamusal planlamaya ve yerli kaynakları değerlendirmeye ihtiyacı olduğu vurgulandı. Elektrikte % 20’leri aşan düzeydeki kayıp- ka- gündem çak oranının, OECD ortalaması düzeyine çekilmesi durumunda bile nükleer santralden sağlanacak enerjinin birkaç katı elde edilebileceği belirtildi. Nükleer santral kurarak nükleer teknolojiye sahip olunacağı iddiasının Türkiye’nin izlediği bugünkü enerji politikalarına bakıldığında bir hayal olduğunu tüm mühendisliği ve teknik detaylarını yurtdışından almak durumunda kalacağımız için göbekten uluslar arası tekellere bağımlı olacağımız bir proje ile teknoloji sahipliğinin mümkün olamayacağını ve dahası nükleer santrallerden vazgeçilen dünyada daralan pazar baskısıyla şirketlerin eski nükleer teknolojileri satma arayışları, ülkemizin nükleer bir çöplük haline getirileceğini gösterdiği belirtilen açıklamada kamusal denetim üzerindeki baskılar nedeniyle mevcut durumda bile çevresel denetimlerin ne kadar yetersiz olduğunu İskenderun, Sinop ve Tuzla’daki atık felaketleriyle ortaya çıktığı açıklandı. İktidarı elinde tutan hakim sınıfların böyle etkin bir çevresel denetimi yapma niyetlerinin olmadığı son olarak çıkarılan Çevre Yasası’nda yapılan değişiklikle çevrenin korunması, çevre kirliliğinin önlenmesi ve çevre sorunlarının çözümüne yönelik gerekli teknik, idari, mali ve hukuki düzenlemelerin Çevre Bakanlığı’nın koordinasyonunda yapılacağı bu konuda Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun nükleer santralın kurulumunda bile çevresel denetim yetkisinin olmadığını belirten NKP, nükleer santraller için dünyada ve ülkemizde lobi faaliyetlerinin kapalı kapılar ardında yürütüldüğünü belirtti. Basın açıklamasının sonunda halkın karşı çıktığı, pahallı, dışa bağımlı nükleer santral kurma projelerinin yaşama geçirilmesine çalışıldığı belirtilerek, 29 Nisan 2006 günü Türkiye’nin dört bir yanından Sinop’a gelip nükleer santralleri hem dünyada hem de ülkemizde istemeyen binlerce kişiyle bundan sonra da Akkuyu, İğneada’da ve Sinop’ta NKP olarak nükleer santral kurma girişiminden vazgeçilinceye kadar mücadelelerini sürdüreceklerini açıkladılar. Eylem, İstanbul halkına NKP tarafından İstanbul’un bir çok semtinde açılan nükleer karşıtı imza standlarında imza vermeleri için çağrıda bulunularak sona erdirildi. Haziran 2006 26 Haziran, dünya işkenceye karşı mücadele ve İşkence görenlerle dayanışma günü B irleşmiş Mil let ler 26 Haziran’ı 1997 yılında “işkenceye karşı mücadele ve işkence görenlerle dayanışma günü” olarak ilan etmiştir. Bu yıl 26 Haziran’da da İzmir’de çeşitli kurumların düzenlediği etkinlikler göstermiştir ki dünyada ve Türkiye’de işkence olgusu halen acı bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır. Düzenlenen etkinliklerden biri, yıllardır işkenceye karşı mücadele yürüten ve işkence görenlerin ruhsal ve fiziksel rehabilitasyonlarını gerçekleştiren bir kurum olan Türkiye İnsan Hakları Vakfı İzmir Temsilciliği tarafından yapıldı. Saat 12:00’de Kıbrıs Şehitleri’nde kurulan standda önce bir basın açıklaması yapıldı ardından ise TİHV tarafından hazırlanan bir spot film tüm gün boyunca gösterildi. TİHV İzmir Temsilcisi Dr. Veli Lök tarafından yapılan açıklamada; halen 150 ülkede işkence ve kötü muamele uygulamalarının sürdüğünü, işkencenin sadece askeri diktatörlüklerde ve otoriter rejimlerde değil, “demokratik” ülkelerde de uygulandığını uluslar arası verilerin gösterdiğini belirtti. Özellikle ABD’nin altına imza attığı “İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı veya Onur Kırıcı Muamele ve Cezaya Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi” ni, Afganistan ve Irak hapishanelerinden, Guantanamo’ya ve işkence uçaklarına kadar bir çok yerde tutuklulara yönelik işkence haberlerinin yoğunluğunun gösterdiği gibi hiçe saydığını söyleyen Lök, ardından Türkiye’deki olguları şöyle değerlendirdi: “Özellikle TMY tasarısı ve Mart ayı sonunda Diyarbakır’da meydana gelen olaylarda gözaltına alınanların maruz kaldığı işkenceler, işkenceye sıfır tolerans anlayışından işkenceciye tolerans noktasına gelindiğini göstermektedir. 1990-2005 arasında işkence ve kötü muameleye maruz kaldığı için TİHV’e toplam 10.449 kişi başvurmuş ve tedavi görmüştür. TİHV dökümantasyon verilerine göre 2005 yılı içerisinde beş kişi gözaltında ölmüştür. Diyarbakır’da yaşanan olaylarda dördü çocuk ondört kişi öldürülmüştür. Yasal ve idari uygulamalardaki aksaklıklar yetmiyormuş gibi yeni TMY tasarısı ile şüphelilerin gözaltında avukat erişimine çeşitli kısıtlamalar getirilmektedir.” Bir diğer basın açıklaması ise İ İzmir Barosu tarafından yapıldı. Açıklamada dünyadaki işkence olaylarına değinilmesinin ardından Baro tarafından işkence ve kötü muamele mağdurlarına verilen hukuki hizmet anlatılarak haziran 2005-haziran 2006 arasında alınan başvuruların değerlendirildiği bir istatistik dağıtıldı. Dağıtılan istatistikte işkence ve kötü muamele mağdurlarına tayin edilen avukatlar tarafından yapılan suç duyurularından %79’unun takipsizlikle sonuçlandığı, sadece %21’inde dava açıldığı belirtildi. ÇHD ve İHD İzmir Şubeleri ise 26 Haziran nedeniyle İzmir Adliyesi önünde yaptıkları basın açıklamasının ardından ABD’nin işkence uçaklarının Türkiye hava sahasının ve bazı hava alanlarının kullandırılması konusunda başta Başbakan R. Tayyip Erdoğan olmak üzere ilgili yetkililer hakkında “işkence” ve “kişi hürriyetinden yoksun bırakma” isnadıyla suç duyurusunda bulundular. Basın açıklamasını okuyan Av. Ali Koç; İşkenceye “sıfır tolerans” diyerek iktidara gelen AKP hükümetinin, 2006 yılında geldiği nokta işkence yapılmasına yasal olanak yaratma çalışmalarına dönüştüğünü belirterek, işkencenin engellenmesi ve cezalandırılması için hiçbir çalışma yürütmeyen hükümetin; Adalet Komisyonu’ndan geçmiş bulunan TMY ile işkencenin olanaklarını yaratmaya çalışmaktadır dedi. İzmir’den bir okur Eğitim Emekçileri: “Baskılar Bizi Yıldıramaz!” stanbul- Kartal’da KESK’e bağlı Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendi kası EĞİTİM- SEN’ in İstanbul 5 Nolu Şubesi bir Basın Açıklaması yaparak Kartal Milli Eğitim Müdürlüğünün eğitim emekçisi öğretmenlere yaptığı baskı, sürgün, hak gasplarını v.b. protesto etti. Bu Basın Açıklamasında verilen bilgiye göre Türkiye’de tüm siyasi iktidarların yaptığı gibi eğitimi kendi siyasi- ideolojik görüşleri doğrultusunda şekillendirme işini AKP’nin de hükümete geldiğinin ilk günlerinden beri 1041 eğitim yöneticisinin görevden alınmasıyla başlattığını, ırkçı- gerici kadrolaşmanın Bakanlık merkez, Talim Terbiye Kurulu’nu ve taşra teşkilatlarını da içine alacak şekilde sürdürdüğünü söyledi. İlçe Milli Eğitim’de hukuksuzlukla sürdürülen ırkçı-gerici kadrolaşmaya; açık, ilan edilmeden Müdür ve Müdür yardımcısı atamaları ve kadrosu olmamasına rağmen vekaleten atanan Şube Müdürlerinin durumu (Şubede 4 Şube Müdürü kadrosu olmasına rağmen yandaşı 7 Şube Müdürü alınmış!) örnek gösterildi. Açıklamada sendika üyesi ve işyeri temsilcisi olan öğretmenlerin AKP yandaşı ırkçı- gerici müdürler tara- fından fiili saldırılara uğradıklarını, saldıranların ödüllendirildiğini saldırıya uğrayan üyelerinin ise başka okullara sürgün edildikleri anlatıldı. Basın Açıklamasının sonunda şu talepler ileri sürüldü: “Sürgün kararları derhal geri çekilmelidir. Yapılan hukuksuz atamalar geri alınmalıdır. Eğitim çalışanlarının güvenini kaybetmiş, tarafsızlığını yitirmiş, Kartal İlçe Milli Eğitim Müdürü görevden alınmalıdır.” YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak genelde kamu emekçilerine özel olarak eğitim emekçilerine yapılan baskı, sürgün vb. faşist saldırıları kınıyor, kamu emekçilerinin Grevli Toplusözleşmeli Sendika Hakkı için mücadelesinde yanında olduğumuzu belirtiyor, eğitim emekçilerinin mücadeleci gerçek demokrasiyi isteyen sendikasının hakim sınıfların “laik anti-laik” dalaşında tarafmış gibi görülmesine neden olacak tavırlardan uzak durmasının daha iyi olacağını ifade etmek istiyoruz. Bir YDİ Çağrı okuru Haziran 2006 17 okuyucu mektubu Demokratik Toplum Partisi 1. Kongresi yapıldı Kongreye damgasını vuran demokratik bir Türkiye için çatışmaların durması, toplumsal uzlaşma ve barış talebiydi. Kongre, Cudi’nin, Besta’nın, Gabar’ın, Dersim’in dağlarında günlerden beri süren askerlerin tutuşturduğu orman yangını, yürek yangını koşullarında yapıldı. Ama buna rağmen yirmi bine yakın yürek öc almanın değil, barışın, demokrasinin, uzlaşmanın mesajlarını verdiler. D 18 TP Kongresi bölgeden ve Türkiye’den gelen yirmi bine yakın insanın katılımıyla saat 10.00’da Ankara 19 Mayıs Spor Salonu’nda başladı. Devlet güçleri tarafından engellendikleri için gelemeyenleri de burada belirtmek gerekiyor. Kongrede bu dile getirildiğinde “Yuh, yuh!” sesleri salonu inletti. Kongre açılış konuşmasını Hasip Kaplan yaptı. DTP’yle mücadelenin baskı, gözaltı, tutklama şeklinde ele alındığını belirten Kaplan, bu yaklaşımın 1994 seçimlerinde meclise giren Kürt parlamenterlere uygulanan dışta tutma, muhatap almama şeklindeki politikadan farklı olmadığını, bunun Türkiye’nin demokratikleşmesine bir fayda getirmediğini, getirmeyeceğini, bu politikalardan vazgeçilmesi gerektiğini savundu. Kürt halkının savaş değil barış istediğini, bunun için silahların susması, Kürt sorununa demokratik bir çözüm bulunması gerektiğinin altını çizdi. Hasip Kaplan’dan sonra kürsüye DTP eşbaşkanı Ahmet Türk geldi. Türk, yeryüzünde bir yandan bu tip sorunlara özgürlük, eşitlik, kardeşlik temelinde yaklaşıldığını ve çözüldüğünü, ancak ülkemizde otuz yıldır kanın, gözyaşının, ölümlerin dinmediğini belirtti. İspanya, İngiltere, Endonezya, Nepal’de sorunun görüşmeler yoluyla çözüldüğünü, ancak Türkiye siyasetçilerinin Kürt halkının sorunlarına sessiz kaldıklarını belirtti. Amasya protokolünde Kürtlerin kimliklerini geliştirmesinin, bölge ekonomisinin koşulların iyileştirilmesinde kullanılmasının yer aldığını, ancak Cumhuriyetin ilerleyen yıllarında tek dil, tek millet, tek bayrak, tek kültürün savunulduğunu belirtti. Türk-Kürt sorunun tarihsel, sosyolojik bir sorun olduğunu, bunun baskı ve sindirmeyle çözülmeyeceğini, çözüm için a)TMY’nin geri çekilmesi; b) siyasi yaşamın demokratikleşmesi için Genel Af ’ın çıkarılması, F Tiplerinin kaldırılması; c) boşaltılan, yakılan köylerin tanzim edilerek geri dönüş koşullarının yaratılması; d) bölgedeki işsizliğin ve yoksulluğun son bulması için, tarıma, hayvancılığa, sanayiye yatırım programının çıkarılması; e) eğitim- kültür-yayın hakkının önündeki yasal engellerin kaldırılması; f) isimleri değiştirilen köy, tarihi yerlerin eski isimlerinin iade edilmesi; g) koruculuğun kaldırılması gerektiğini savundu. Bunların gerçekleşmesi için DTP olarak üç öneri sunduklarını: 1) Silahlı operesyonların durdurulması, PKK’nin silahları susturması; 2) demokratik, siyasal taleplerin yaşama geçirilmesi; 3) PKK’nin tümüyle silahsızlanıp demokratik yaşama katılması. Türk bu talepleri taraflara sunduklarını belirtti. Türkiye’nin demokratikleşmesinde Kopenhag kriterlerine uymanın önemine değinen Türk, halkının iradesiyle gelenlerin, bürokratın, polisin, askerin üzerinde olması gerektiğini, ırkçılıkla mücadele yasasının çıkarılması, polis ve askerin haksızlıklarına karşı şikayetlerin belirtilebileceği, yasal bir ortamın oluşturulmasını elzem bir sorun olarak gündeme getirdi. Partinin belediye başkanlarının Şemdinli, Newroz, Diyarbakır olaylarında sağduyulu yaklaştığını, halkı sükunete davet ettiklerini, ancak başbakanın 7’sindekine de, 70’inde- kine de kurşun sıkılmasını meşru gösteren anlayışını kendilerinden de beklediğini, bu anlayışın halklar arasında kopuştan başka bir şeye yaramayacağını savundu. Demokratikleşme sorununu aşmış bir Türkiye’nin Ortadoğu’da örnek teşkil edeceğini, kendilerinin sorunların çözümünün yeri olarak parlamentoyu gördüklerini, bunun için de hiç bir Avrupa ülkesinde uygulanmayan, %10 seçim barajının kaldırılması veya %3 gibi makul bir seviyeye indirilmesini talep etti, bir önceki seçimde barajın %5 olması halinde bile parlamentoda şu an 260 AKP, 115 CHP, 56 da DTP milletvekili olacağının altını çizdi. Bu koşulların olmadığı bir ülkede halkın iradesinin parlamentoya yansıtılamayacağını %56’lık bir iradenin meclisin dışında kalacağını, bunun büyük bir haksızlık, anti-demokratik uygulama olduğunu belirtti. Tüm bunların gerçekleşmesi için ‘halkımıza ve bizlere’ büyük görev düştüğünü, bunu gerçekleştirecek olanın sözde değil, özde vatandaşlar olduğunu, bunların da burada olduğunu vurguladı. Ahmet Türk’ten sonra konuşan DTP eşbaşkanı Aysel Tuğluk ’un farklı olarak üzerinde durduğu konular şöyleydi: Tuğluk birinci olarak eşbaşkanlığın kadınların siyasete katılmasında çok önemli bir uygulama olmasına rağmen, Yüksek Seçim Kurulu’nun yasada yeri olmadığı gerekçesiyle bu uygulamaya son vermelerini istediğini, bunu yasalardan dolayı yapacaklarını, ama fiili olarak eşbaşkanlığı devam ettireceklerini belirtti. Sorunların çözümünde demokratik ve barışçıl yöntemlerin esas alınmasını, çatışma, yok etme siyasetine son verilip diyalog yoluna gidilmesini, savaşan iki taraftan birinin PKK olduğunu, devletin PKK ile aralarına mesafe koymalarını istemek yerine, aralarındaki mesafeyi kaldırıp, diyalog yolunu çözümün tek yolu olarak görmesi gerektiğinin altını çizdi. Aksi taktirde çatışmaların yaygınlaşacağına, halklar arasında büyük uçurumlar açılacağına, böyle bir durumdan sonra barıştan da bahsedilemeyeceğine vurgu yaptı. Tuğluk, Kürt sorunu çözülürse Türkiye’nin çok onurlu bir yüze kavuşacağını; Kürt dilinin 1-2 kilometre ileride resmi dil olduğunu, Türkiye’de ise yok sayıldığını, bu inkar ve imha politikasından vazgeçilmesini savundu. Tuğluk yabancı konuklara da seslenerek bu sorunun aynı zamanda AB’nin de bir sorunu olduğunu belirtti. Aysel Tuğluk sözlerine “Yaşasın barış, yaşasın kardeşlik, yaşasın özgürlük” sloganıyla son verdi. Söz alan konuklardan Sosyalist Enternasyonal Kürt Çalışma Grubu Başkanı Conny Frederiksen de çatışmaların son bulmasını, BASK örneğinde olduğu gibi barışçıl mücadelenin mümkün olduğunu dile getirdi, Kürt halkının mücadelesinin yanında olacaklarını söyledi, Kürt halkının mücadelesinde başarılar diledi. BASK temsilcisi Gorka Elejabarrieta ise kendilerinin de yıllardan beri barıştan uzak yaşadıklarını, ama mücadeleden yılmadıklarını, göz altılara, işkencelere, tutuklamalara, öldürmelere karşı direndiklerini, bunun sonucunda ve İspanya’da Sosyalist Parti’nin iktidara gelmesiyle, barışçıl bir sürece girdiklerini, bunun Türk devletine örnek olması gerektiğini, kendilerinin ve Kürt halkının var olmaya devam edeceğini, haklarına kavuşacaklarını savundu. Sinn Fein temsilcisi Philip McGuigan konuşmasında İrlanda halkının da Kürtler gibi haksızlıklara maruz kaldığını, öldürüldüklerini ama yok edilemediklerini, şu anda barış sürecine girdiklerini, aynı şeyi Kürt halkına da dilediklerini belirtti. Avrupa Özgür İttifak sözcüsü ise Kürtlerin 20 milyon nüfusuyla devlet olamamış büyük bir ulus olduğunu, bir sürü haksızlıklara maruz kaldıklarını, sürekli olarak Kürt halkının mücadelesinin yanında olacaklarını ve bir dahaki Kongre’de az da olsa Kürtçe sesleneceğini söyledi. Sorunun çözümü için barıştan başka okuyucu mektubu bir yol olmadığına vurgu yaptı. A l ma nya’ d a n Demok r at i k Sosyalizm Partisi (PDS) Berlin Eyaleti Parlamenteri Evrim Helin ve AP Sol Grup üyesi Feleknaz Uca da barış ve diyaloğun önemini vurguladılar. DTP Kongresi Ahmet Türk ’ün Genel Başkan seçilmesiyle son buldu, Kürt halkı kongrede demokratik taleplerinden, özleminden asla vazgeçmeyeceğini yüksek sesle haykırdı. Tüm yukarıda anlattıklarımızdan anlaşılacağı gibi Kongre’ye damgasını vuran Kürt sorununun silahların susturulması koşullarında demokratik bir anayasa çerçevesinde çözülebileceği fikridir. İlk önce sıkça dile getirilen ‘birlikte yaşama’ fikri üzerinde biraz durmak istiyoruz. Halkların barış ve kardeşlik içinde birlikte yaşama fikri biz Kürt komünistlerinin en önde gelen taleplerinden biridir. Ancak bizim savunduğumuz bir ulusun bir başka ulusu boyunduruk altında tuttuğu kölelik koşullarındaki bir zoraki birliktelik değil, tam tersine özgür demokratik ve eşit koşullardaki halkların gönüllü birlikteliğidir. Kürtler yüzyıllardır baskılarla, katliamlarla bir arada yaşamak zorunda bırakılmışlardır. Bu coğrafyada Kürtlerin ve Türklerin bir arada yaşamaları gönüllü bir birlikteliğe dayanmamaktadır. Ne tarihte, ne bu gün birlikte yaşayıp yaşamama seçimi bize bırakılmamıştır. Bu koşullarda barışın demokrasinin gelebileceğini savunmak, hatta hatta Kürt halkının gerçek kurtuluşunun böylesi koşullardaki bir barışla mümkün olacağını savunmak, çözümün AB’den geçtiğini savunmak Kürt halkına gerçekleri anlatmamak anlamına gelir. Kürt halkının gerçek kurtuluşunun gerçek demokrasi koşullarında, işçi-köyle iktidarı koşullarında mümkün olduğu gerçeğinin üstünü örtmek anlamına gelir. Kapitalist sömürü sistemlerinde ulusal sorunun gerçek çözümünün mümkün olmadığını görmemek, göstermemekanlamına gelir. Biz doğruları olduğu gibi Kürt halkına anlatmak zorundayız. Elbette AB demokrasisi çerçevesinde bir çö- züm bugünkü duruma göre daha iyidir. Ancak böyle bir çözümü seçmek, mücadele hedefini bununla sınırlamak, kötüler içinde daha iyi olanı seçmek anlamına gelir. Kapitalist sömürü aygıtının en güçlü aygıtı devlet mekanizmasını yıkmadan ve devletleşme fikrini bugünkü global dünyada gereksiz görerek, barışçıl yoldan demokratik, özgür bir yaşama adapte olma fikrini savunmak, en iyi halde kapitalist barbarlık düzeni içerisinde “demokratik” kapitalist kölelik yaşamını devam ettirmeyi savunmaktan başka bir işe yaramaz. Kürtlerin şu an yaşadığımız barbarlık koşullarında biraz daha hak alarak soluklanmasına reform müca- DTP Kongresi Ahmet Türk’ün Genel Başkan seçilmesiyle son buldu, Kürt halkı kongrede demokratik taleplerinden, özleminden asla vazgeçmeyeceğini yüksek sesle haykırdı. delesiyle hizmet etmek başka bir şeydir, reformu bir felsefe, yaşam şekli olarak savunmak başka bir şeydir. Birincisine evet ama ikincisine Kürt ulusundan işçilerin, işsizlerin, yoksul köylülerin hayır demesi tarihsel bir zorunluluktur. İkinci en çok dile getirilen düşünce ise çözümün AB’ne olduğudur ki, bu ülkelerin benzer ulusal sorunlara sahip oldukları ve bu mücadeleleri yıllardır kanla bastırdıkları açıktır. Kürt ulusal sorununda çözümü Kopenhag kriterlerinden, AB’den beklemek en iyi ifadeyle gerçekleri görmemektir. Kongrede olmayan en önemli şeylerden birisi ise işçi sınıfının ve ezilen emekçilerin mücadelesindeki durumla ilgili, ekonomik-demokratik tek bir şeyin söylenmemesiydi. Kürt sorununun çözümü noktasında ise verilen mesajların tümünün egemen sınıflara, onların meclisteki temsilcilerine yönelik olması sözkonusydu. Şu gerçekliği görmek gerekiyor ki, tarihi yapan kitlelerdir, hiç bir zulüm iktidarı ilelebet devam etmemiş, hepsi halkların haklı mücadelesiyle tarihin çöplüğüne gömülmüşlerdir. Kürt halkının özgürlük mücadelesine Türkiye işçi ve emekçilerinin desteğini örgütlemek bu konudaki esas görevlerden biridir. Bimre koleti! Biji azadi! Haziran 2006 (Sayfa 15’teki yazının devamı...) yaralanan yoktur’ demeci, katliamcıları vatandaş, yananları ise ‘düşman’ gördüğünün açık bir kanıtıdır. Aynı şekilde dönemin DGM Başsavcısı Nusret Demiral’ın, ‘‘Olayda örgüt yok, tahrik var” açıklaması ise, devletin olayların failleri ve ardındaki güçlere ilişkin soruşturmayı nasıl saptırdığını göstermektedir. Basının büyük bölümü ise, katliamı Aziz Nesin’e yükleyip, esas olarak olayı ‘tahrik’ sonucu çıktığını açıklaması ibret vericidir. Bütün bu açıklama ve yaklaşımlar, devletin ideolojik aygıtlarının da katliama yol döşediği ve gerçeklerin üstünü örtmeye çalıştığını göstermektedir. Sivas katliamı, egemenlerin, dinci faşistlerin meşru görmediği inanç, kimlik ve siyasal görüşlere ilişkin değişik zamanlarda uyguladıkları katliamların bir örneğidir. Bu sahneleri daha önce 6-7 Eylül olaylarında, 1970’li yıllarda Çorum, Sivas, Maraş, Erzincan ve daha sonra Gazi Mahallesinde görmüş ve yaşamıştık. Fazla geriye gitmeye gerek yok. Bugünün Türkiye’sin de linç kültürü yaygınlaştı. Trabzon’da TAYAD’lılara karşı başlatılan ve değişik şehirlerde uygulamaya konulan plan hep aynı. Demokratik haklarını kullanan, basın açıklaması yapmak isteyen insanlar linç edilmek isteniyor. Devlet, Sivas’ta yaptığı gibi linç edilmek istenen insanların halkı tahrik ettiğini söylüyor! Hepsinde saldırının hedefi, devletin topluma dayattığı resmi kimliğin dışında kalanlardır. Bu katliamların ortak paydası saldırganların engellenmeyerek katliama çanak tutulması ve ardından olayın üstünün örtülmesi veya sadece bir kısım piyonun cezalandırılmasıyla yetinilmesidir. Devletin verdiği mesaj şudur: Muhalif olmayacaksınız, resmi ideoloji dışında bir görüş savunmayacaksınız! Hakkınızı aramayacaksınız, demokratik taleplerinizi dile getirmeyeceksiniz! Size dayatılan politikaları kabul edeceksiniz! Devletin istemi dışında hareket ederseniz, halkı tahrik etmiş olursunuz! Halkı tahrik ettiğiniz için de, halk da gereğini yapar! Devletin bu politikaları sonucu, saldırganlar ve linç girişiminde bulunanlar korunuyor. Linçe maruz kalanlar ise ‘suçlu’ gösterilip yargı karşısına çıkartılıyor. Resmi Türk kimliğini kabul etmeyen, asimilasyonu kabul etmeyenler her uygun fırsatta tasfiye edildiler. Kürt tehcirleri ve İskan Kanunları, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül talanı vb. bu politikanın somut göstergesidir. Sivas’ta uygulamaya sokulan tam da bu politikadır. Sivas’ta toplananların yaptığı tek şey türkülü, panelli, halaylı bir etkinlikle Pir Sultan’ın anıtını kendi memleketine dikmektir. Etkinliği düzenleyenlerin amacı, Anayasa’da yazılı demokratik, hu- kuk ve laiklik iddiasını laftan gerçeğe dönüştürmektir. Üstelik her şey resmi izinle gerçekleştirilmektedir. Etkinlik başta Aziz Nesin olmak üzere aydın ve sanatçıların katılımı ile gerçekleştirilmektedir. Durum buyken ‘devlet, halkla karşı karşıya getirilmemelidir’ sözü, devletin saldırganları halktan sayması, yananları ise halktan saymamasının göstergesidir. Bu ülkede solcu olan herkesin bir ‘örgüt’ kategorisi içerisine konulup yargılanması, hukuksuz cezalara çarptırılması, işkenceden geçirilmesi vb. devletin uyguladığı bir politikadır. Devlete göre; Sivas’ta yaşanan vahşette sadece ‘tahrik’ vardır. Katliamı yapanlar sadece ‘tahrik’e kapılmışlardır. Onun için bunların devlet ile karşı karşıya getirilmesi doğru değildir! Gerçekte ise, hazırlığı önceden yapılmış örgütlü faşistlerin, kolluk kuvvetlerinin yol vermesi ile bir katliam yapılmıştır. 83 yıldır hâkim sınıfların verdiği mesaj çok açıktır. Devlet kendisinin belirlediği sınırların dışına çıkılmasını istememektedir. Devlet nezdinde ‘örgüt’ sola özgü bir olaydır. Bu yüzden de yok edilmesi gereken bir ‘düşman’ kurumdur. İnsanları yakan, katledenler ise ‘örgüt’ sayılmamaktadır. Egemen sınıf lara göre, halkın ‘tahrik’ olması söz konusudur. Devletin istemediği hak talebinde bulunursanız, bir takım odaklar ‘tahrik’ olur, devletin desteğiyle tehdit eder, katliamlar yapar. ‘Tahrik’ olanlar görevlerini yaparken, kolluk kuvvetleri kör-sağır davranır; ta ki iş bitene, hak talep edenlere ‘haddi’ bildirene kadar! Devlet’in nelere kadir olduğu, demokratik haklarını kullanan kitle eylemlerine karşı yaklaşımı çok iyi bilindiğine göre, Madımak’a çok yakın mesafedeki polis ve ordu güçlerinin katliama seyirci kalması üzerinde özellikle düşünülmelidir. Tüm bu gerçeklerin gösterdiği gibi Sivas katliamı, daha önce yaşanan katliamların bir tekrarıdır. Saldırganlar farklı, ama mizansen aynıdır. Sivas katliamının özgülünde çıkarılması gereken esas ders, süreci bütünlük içerisinde değerlendirmektir. Bu katliam devlet dışında, bir grubun yaptığı bir katliam değildir. Sivas katliamı devletin gözetimi altında yapılmış bir katliamdır. Bu katliamın sorumluluğu devlete aittir. Bu sistem var olduğu sürece, bu gibi katliamlar devam edecektir. Ancak böyle gelmiş, böyle gitmeyecektir. Gün gelecek devran dönecektir. O halde görev, sisteme karşı mücadeleyi yükseltmek ve örgütlenmektir. İşçilerin ve emekçilerin iktidarının kurulması için mücadeleyi yükseltmek gerekiyor. Haziran 2006 19