İnsan hakları takvimi 17-30 MAYIS Kayıplar Haftası İnsan Hakları Derneği (İHD), 1995’ten itibaren her yıl 17-31 Mayıs tarihleri arasındaki dönemi “Kayıplar Haftası” olarak anıyor. Bu etkinliklerin amacı, insanlık suçu olan “Kayıplar” sorununu her yıl gündeme getirmek, kayıpların soruşturulmasını ve sorumluların bulunarak yargı önüne çıkarılmasını sağlamak. “dokuzunda kayboldu mayıs’ın cesedi bulundu onikisinde... kaçırıldığında da kaybolduğunda da ve cesetken de yakışıklıydı... amcamdı...” (Yılmaz Erdoğan) 21 MAYIS Dünya Dİyalog ve Kalkınma İçİn Kültürel Çeşİtlİlİk Günü Kültürel çeşitlilik insanlığın ortak mirasını oluşturur ve herkesin yararı için geliştirilmeli ve korunmalıdır... (UNESCO Kültürel Çeşitlilik Sözleşmesi) 21 Mayıs, Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO)’nün ilan ettiği Kültürel Çeşitlilik Evrensel Bildirgesi’nin BM Genel Kurulunda kabul edildiği 2001’den beri “Diyalog ve Kalkınma İçin Dünya Kültürel Çeşitlilik Günü” olarak kutlanıyor. 3. Bütün Kültürler için Eşit İtibar ve Saygı İlkesi Kültürel ifadelerin çeşitliliğinin korunması ve geliştirilmesi, azınlıklara mensup kişilerin ve yerli halkların kültürleri de dâhil bütün kültürlere eşit itibar ve saygı gösterilmesini gerektirir. (UNESCO Kültürel Çeşitlilik Sözleşmesi) 4 HAZİRAN Silahlı saldırı mağduru çocukları anma günü 4 Haziran 1982 tarihinde İsrail, Beyrut’a saldırdı. Saldırı üç ay boyunca sürdü. 18 bin ölü, 30 bin yaralı. Batı Beyrut Katliamı olarak İsrail Filistin çatışması tarihinde yer eden bu saldırının arkasından 19 Ağustos 1982 tarihinde acil olarak toplanan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, İsrail’in silahlı saldırısının en masum kurbanları olan Lübnanlı ve İsrailli çocuklar için 4 Haziran tarihini anma günü olarak ilan etti. 1 İnsan hakları takvimi 5 HAZİRAN Dünya Çevre Günü Dünyanızın Size İhtiyacı var: İklim Değişikliğine Karşı Birleşin Dünya Çevre günü, BM Genel Kurulunun Stockholm İnsani Çevre Konferansının 1972 yılında açılışına işaret etmek için belirlenmiştir. Stockholm Konferansı, çevrenin bir insan hakkı olarak dile getirildiği ilk toplantı olma özelliğini de taşımaktadır. Çevre sorunlarına yönelik politika arayışlarında önemli bir yeri olan Konferans’ın çevre hakkı açısından önemi ise, “İnsan, onurlu ve iyi bir yaşam sürmeye olanak veren nitelikli bir çevrede, özgürlük, eşitlik ve yeterli yaşam koşulları temel hakkına sahiptir.” (m.1) ilkesinin yer aldığı bildirinin kabul edilmesinden ileri gelmektedir. Bu konferansın sonrasında, gerek Birleşmiş Milletler ortamlarında, gerekse diğer uluslararası platformlarda çevre hakkı kavramının yeniden tanımlandığı ya da politikalarla içselleştirildiği gelişmeler yaşanmıştır. Dünya Çevre Günü, her yıl dünyanin bir kentinde anılmaktadır. 2009 yılında “Dünyanızın Size İhtiyacı var: İklim Değişikliğine Karşı Birleşin” sloganıyla Dünya Çevre Gününün ev sahipliğini Mexico City yapacak. 20 HAZİRAN Dünya Mülteciler Günü Keskin tel örgüleri aşmaya çalışarak, su sızdıran teknelerle denize açılarak, kamyonların havasız bölümlerinde seyahat ederek, binlerce mülteci ve sığınmacı her gün yaşamlarını riske atarak daha güvenli ve iyi bir yaşam için çaresizce uğraş veriyorlar. Mültecilerin çoğuna ev sahipliği yapan Afrika ile dayanışmanın bir ifadesi olarak İnsan hakları takvimi Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 4 Aralık 2000 tarihinde aldığı bir kararla 20 Haziran tarihini Dünya Mülteciler Günü olarak ilan etti. Mültecilerin Statüsüne İlişkin Sözleşmenin 50. yıldönümüne denk gelen 2001 yılından bu yana mültecilerin sorunlarını görünür kılmaya yönelik etkinlikler düzenleniyor. BM Mülteciler Yüksek Komiserliğinin istatistiklerine göre, 31,7 milyon kişi kendi topraklarından zorunlu nedenlerle koparak, dünyanın farklı ülkelerinde insan onuruna yaraşır bir yaşam arayışı içinde. Bu rakam, sadece BMMYK’nın koruması altına girebilmiş olan erkek, kadın ve çocuğu kapsıyor. Bu korumadan yararlanamayanların sayısını tespit etmek ise oldukça zor… 2008 yılında BM Mülteciler Yüksek Komiserliği tarafından yapılan araştırma sonuçlarına göre, mültecilerin ihtiyaçlarının %30’u karşılanamıyor. Bu ihtiyaçların en önemli bölümünü, temel ihtiyaçlar ve hizmetler oluşturuyor. Araştırma, özellikle gıda güvenliği ve beslenme, sağlık, temiz suya erişim, hijyen, gıda dışı maddelerin dağıtımı, eğitime erişim gibi temel konularda iyileştirmeye yönelik tedbirlerin alınması gerekliliğini ortaya koyuyor. Raporda yer alan bir başka önemli konu ise, mültecilerin cinsel taciz ve şiddete karşı korunmaları ihtiyacı. İşkence Mağdurlarıyla Dayanışma Günü 26 HAZİRAN ...Ne savaş durumu, ne bir ülkenin istikrarsızlığı ne de olağanüstü koşullar işkenceyi meşrulaştıramaz. Ne yazık ki, Türkiye de dâhil olmak üzere, pek çok ülkede işkence halen daha bilgi edinme ve giderek kendisi gibi olmayanı cezalandırma pratiği olarak devam ediyor... İnsanlık onuruna karşı işlenmiş bir suç olarak tanımlanan işkencenin bütünüyle ortadan kaldırılması ve BM İşkence ve Başka Zalimce, İnsanlık Dışı ya da Onur Kırıcı Davranış ya da Cezaya Karşı Sözleşme’nin etkili uygulanmasının desteklenmesi amacıyla Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 1998 yılında İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 50. Yılında aldığı bir kararla, 26 Haziran tarihini İşkence Mağdurlarını Destekleme Günü olarak ilan etti. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 Editörden... 4 İnsan Hakları İçin Diyalog Dergisi Mayıs – Haziran 2009 Yıl: 1 Sayı: 1 ISSN 1309-050X .. Kapasite Geliştirme Derneği Adına Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Y. Levent Korkut .. Genel Yayın Yönetmeni Yılmaz Ensaroğlu Yayın Koordinatörü Ezgi Koman Yayın Kurulu Bekir Berat Özipek Emre Senan Feray Salman Hüsnü Öndül Kerem Altıparmak Simten Coşar Tanıl Bora Katkıda Bulunanlar Emrah Kırımsoy, Fulya İnci, Görkem Tanrıverdi, Kemal Özmen, Kübra Ceviz Danışma Kurulu Ahmet Murat Aytaç, Ali Bayramoğlu, Aksu Bora, Ayhan Bilgen, Baskın Oran, Cennet Uslu, Dilek Kurban, Ertuğrul Cenk Gürcan, Etyen Mahçupyan, Eser Köker, Erol Önderoğlu, Fatma Benli, Ferhat Kentel, Gökçen Alpkaya, İhsan Dağı, Mehmet Emin Yıldırım, Melek Göregenli, Mesut Yeğen, Mithat Sancar, Murat Belge, Mustafa Erdoğan, Necdet İpekyüz, Tahir Elçi, Turgut Tarhanlı, Türkay Asma, Orhan Kemal Cengiz, Ozan Erözden, Ragıp Zarakolu, Sezgin Tanrıkulu, Şanar Yurdatapan, Taner Kılıç, Ümit Kardaş, Vahap Coşkun, Yasin Aktay, Yıldıray Oğur, Yıldız Ramzanoğlu, Zeynep Gambetti, Tasarım ve Uygulama Emre Senan Kapak illüstrasyonu: Yurdaer Altıntaş .. Baskı Mas Matbaacılık A.Ş. Hamidiye Mah. Soğuksu Cad. No:3 34408 Kağıthane İstanbul 0212 249 10 10 .. Yayın Türü Yaygın Süreli Yayın Baskı Tarihi ve yeri Mayıs 2009, İstanbul Baskı Adedi: xxxxx .. İdare Merkezi Tunus Caddesi 87/8 Kavaklıdere/Ankara Tel: 0 312 468 84 60 Faks: 0 312 468 92 53 Dergide yayımlanan yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Merhaba, İnsan Hakları İçin Diyalog dergisi, İnsan Hakları Ortak Platformu (İHOP) tarafından yayımlanacak olan iki aylık bir yayın. İnsan Hakları İçin Diyalog’un temel amacı, insan hakları alanında çalışan bireylerin, uzmanların, üniversitelerin ve sivil toplum örgütlerinin hem kendi aralarındaki iletişimi, paylaşımı, işbirliğini ve dayanışmayı hem de bu aktörlerin kamu idaresi ile iletişimini ve diyalogunu güçlendirmektir. Bu çerçevede Dergi, bireylerin, örgütlerin ve kamu idaresinin, birbirlerinin çalışmalarından doğrudan haberdar olmalarının yanı sıra, insan hakları hareketinin, kamu idaresinin insan haklarıyla ilgili çalışmalarından, plan ve programlarından zamanında bilgi sahibi olmasını sağlamaya çalışacaktır. Böylece, insan hakları hareketinin, ihtiyaç duyulan hallerde gerekli lobi ve diyalog faaliyetleriyle, karar alma süreçlerine ve mekanizmalarına zamanında müdahalede bulunması kolaylaşacak, karar alıcılar da sivil toplumun ve bilim dünyasının öneri ve katkılarını yine zamanında elde etme imkânını bulabileceklerdir. Özetle, İnsan Hakları İçin Diyalog’un, insan hakları hareketini oluşturan unsurlar arasında iletişim ve paylaşımı, dolayısıyla da işbirliği ve dayanışmayı güçlendirmesini ve karar alma süreçlerine daha etkili müdahalede bulunmalarına katkı sağlamasını bekliyor, bilim dünyasıyla insan hakları hareketi arasındaki iletişimi ve etkileşimi de güçlendirmesini umuyoruz. Bu amacı gerçekleştirme yolunda İnsan Hakları İçin Diyalog, yayın politikasında, üslup ve söyleminde iletişim ve diyalog kurmayı esas almaya çalışacaktır. Bu çerçevede, kamu idaresinin insan haklarının geliştirilmesi yolunda yaptıklarını her türlü politik ön yargıdan uzak biçimde açıkça desteklemekten ama insan haklarına aykırı politika ve uygulamalarına da, doğuracağı sonuçlardan bağımsız bir biçimde kararlılıkla karşı durmaktan çekinmeyecek, kaçınmayacaktır. Bu itibarla, Dergi’nin bilgi/haber akışı ve insan hakları hareketi içindeki iletişimi, paylaşımı ve dayanışmayı geliştirmek bakımından sivil toplum örgütlerinden beslenen, buna karşılık insan hakları hareketinin gündemini ve Türkiye’de ve dünyada insan haklarından yana yaşanan teorik ve pratik gelişmeleri izlemek bakımından da örgütleri besleyen bir yayın olmasını öngörüyoruz. Doğal olarak Dergi’nin hedef okuyucu kitlesini, öncelikle insan hakları hareketini oluşturan bireyler, kurumlar ve kuruluşlarla, karar alıcılar, ilgili kamu görevlileri ve medya mensupları oluşturmaktadır. Öncelikle, ilk sayıların genellikle kurtulamadığı eksikliklerimizi hoşgörüyle karşılamanızı diliyoruz. Dergi için belirlenen bölümler de dâhil, görsel boyutumuzdan içeriğe varıncaya dek her türlü eleştiri ve önerilerinize açık olduğumuzu bilmenizi istiyoruz. Ne de olsa, sizin derginiz. Alçakgönüllüyüz ama iddialıyız; sadece boyutları ve hacmi açısından değil, muhtevasından yana da aykırı olmaya, yıllardan beri savunageldiğimiz değerler ve kavramlarla ilgili algılarımızı, yargılarımızı, önyargılarımızı masaya yatırmaya ve gerektiğinde yeniden düşünmeye, tartışmaya niyetliyiz. Çünkü kendi düşünsel kalıplarımızı ve kabullerimizi tartışmaya açıp, belki de farkında olmadan kendi zihinlerimizde oluşturduğumuz duvarları yıkamazsak, önümüze dikilen duvarları aşmanın daha zor olacağını biliyoruz. Bunu hep birlikte ne ölçüde başarabileceğimizi, zaman içinde göreceğiz. Bu dergiyle sizleri, sadece hukuki metinlerle ve raporlarla baş başa bırakmamayı düşünüyoruz. Bu bağlamda, sizlere her sayıda bir insan hakları takvimi sunmaya, Türkiye’den ve dünyadan kısa kısa haberler aktarmaya ve Gündem’deki sorunlardan bir seçki sunmaya çalışacağız. İnsan haklarıyla ilgili Kavramlar/Kuramlar, Ulusal ve Uluslararası İnsan Hakları Hareketi, Uluslararası Mekanizmalar, İnsan Hakları ve Hukuk/Yargı gibi bölümlerin yanı sıra, insan hakları kahramanlarını ele alan Alternatif Kahramanlık Öyküleri, insan haklarıyla ilgili kültürel/sanatsal ürünleri, raflarda yer alan yayınları tanıtıcı bölümlerimizin ilginizi çekeceğini umuyoruz. Tarihte İnsan Hakları, insan hakları açısından yakın geçmişimizi ele alırken, her sayıda birkaç yazarımız da, çeşitli olaylara, sorunlara mercek tutacak. Her sayıda bir Dosya’mız olacak. İlk sayının Dosya’sı, “Hukukun Üstünlüğü” ilkesini ele alıyor. İkinci sayıda ise “Kayıplar” ile karşınıza çıkmayı planlıyoruz. Bu anlamda da katkılarınızı şimdiden bekliyoruz. Daha önce de dedik; İnsan Hakları İçin Diyalog, sizin derginiz. Hem güzel bir dergi, hem de etkili bir diyalog, ancak sizlerle mümkün. O yüzden de derginize sahip çıkmanızı, her türlü görüş, eleştiri ve önerilerinizi bizlerle paylaşmanızı bekliyoruz. Daha iyi bir ikinci sayıda buluşmak umuduyla. Yılmaz Ensaroğlu 5 diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 Kısa Kısa... 6 Ottawa Sözleşmesine Göre Türkiye’nin Çok İşi Var! Mayınsız Bir Türkiye Girişimi, 4 Nisan “Uluslararası Mayın Bilincini Geliştirme ve Mayın Hareketini Destekleme Günü” dolayısıyla bir açıklama yaptı. Açıklamada 2004 yılında Türkiye’de her üç günde bir 1 kişinin, mayın ya da çatışmalardan kalan patlayıcı maddeler nedeniyle yaşamını yitirdiği ya da sakat kaldığı ve 2008 yılında bu rakamlarda hiçbir değişiklik olmadığı belirtildi. Türkiye’nin 2004 yılında imzaladığı Ottawa Sözleşmesi’ne göre stoklarındaki 2,5 milyon mayını imha etmesi, toprağa döşeli bir milyon mayını da 2014’e kadar temizlemesi gerekiyor. gerçekleştirdi. Toplantıda 2010 yılına kadar tamamlanması gereken yasal düzenlemeler ve referansları tartışıldı. Avrupa Konseyi 2005’te kadınların korunmasına yönelik bir tavsiye kararı yayımlamış; hükümetler, yerel yönetimler ve bölgesel konumda kadına yönelik şiddete karşı yoğun bir dikkat çekme kampanyası yürütmüş, bu çalışmalarına 2008’de son vermişti. 25–27 Mayıs’ta ikinci kez toplanacak Komite, bu toplantı sonunda bir karar yayımlayacak. www.mayinsizbirturkiye.org/ TRT’de Kürtçe Ve Ermenice Radyo Yayını Türkiye Radyo ve Televizyonu (TRT), 1 Nisan tarihinde Kürtçe ve 2 Nisan’da Ermenice radyo yayınına başladı. Kürtçe yayın yapacak ve 24 saat kesintisiz dinlenebilecek Radyo 6’ya FM bandından ulaşılabiliyor. Türkiye’nin Sesi Radyosu’nda dil çeşitliliği kapsamında gerçekleştirilecek Ermenice yayınlar ise, sabahları 07.00–07.30, akşamları da, 18.00–18.30 saatleri arasında gerçekleşecek. Avrupa Konseyi Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Özel Komitesi Toplandı Kadına yönelik şiddete karşı yasal düzenlemelerin yapılması amacıyla Avrupa Konseyi bünyesinde oluşturulan Özel Komite, ilk toplantısını 6-8 Nisan’da Strasbourg’da Dünya Ekonomik Forumu Raporunda Türkiye Basın Özgürlüğünde 106. Sırada Dünya Ekonomik Forumu “Küresel Bilgi Teknolojisi 2008–2009 Raporu”nu yayımladı. Her yıl tüm dünyadaki iş insanlarına sorulan binlerce soruyla hazırlanan raporda Türkiye, basın özgürlüğü alanında 134 ülke içinde 106’ncı oldu. 406 sayfalık rapor Geleneksel Küresel Bilgi Teknoloji Raporları Dünya Ekonomik Forumu toplantıları sırasında tüm katılımcılara uygulanan “Yönetici Düşünce Anketi” çerçevesinde elde edilen puanlarla oluşturuluyor. Bu yıl 134 ülkenin verileri temel alınarak çeşitli sıralamalar yapıldı. Rapor’daki “Yargı Bağımsızlığı” sıralamasında Türkiye 134 ülke arasında 64’üncü oldu. www.weforum.org/pdf/gitr/2009/ gitr09fullreport.pdf Türkiye Kyoto Protokolü’nü Kabul Etti Türkiye’nin Kyoto Protokolü’ne katılmasını öngören yasa tasarısı, 5 Şubat’ta TBMM’de kabul edildi. Kyoto Protokolü, küresel iklim değişikliğiyle mücadele etmek için, Birleşmiş Milletler’in 1997’de Japonya’nın Kyoto şehrinde düzenlediği çevre toplantısında katılımcı hükümetler tarafından kabul edilen bir anlaşmadır. Temelde sanayileşmiş ülkelerin 2012’ye kadar 1990’daki sera gazı salım oranlarını yüzde beş’in altına indirmesini öngörüyor. Dünyanın en fazla sera gazı üreten 13. ülkesi olduğu ortaya çıkan Türkiye ile birlikte, protokolü onaylayan ülke sayısı 181 oldu. AP’den Türkiye’ye “Demokratik Reformlar Yetersiz” Uyarısı Avrupa Parlamentosunun Türkiye’de ifade ve basın özgürlüğünün durumundan endişe edildiği vurgulanan Türkiye Raporu, 11 Şubat 2009 tarihinde kabul edildi. Avrupa Birliği reformlarında üç yıldır yavaşlama gözlendiğine işaret edilen raporda, Türkiye’de basın ve ifade özgürlüğünün hâlâ tam anlamıyla güvence altına alınmadığı, Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesinde yapılan değişikliğin, şiddet içermeyen düşüncelerini dile getirenlerin yargılanmasının önüne geçmediği, internet sitelerine sıklıkla yasak getirildiği, eleştiride bulunan basına yönelik açılan davaların, demokratik ve çoğulcu bir toplumda basın özgürlüğüne hizmet etmediği görüşlerine yer verildi. Ayrıca Rapor’da Demokratik Toplum Partisi (DTP)’nin kapatılmasından kaygı duyulduğu ve Türkiye hükümetinden, yeni bir laik anayasa çalışmalarına yeniden başlamasının beklendiği belirtiliyor. Eğitim Sistemi Toplumsal Eşitsizliği Gidermiyor Eğitim Reformu Girişimi “Eğitimde Eşitlik: Politika Analizi ve Öneriler” raporunu 24 Şubat’ta açıkladı. Rapor Türkiye’de zorunlu ilköğretimde okullaşmanın tam olarak sağlanamadığını, ilköğretime erişimde en büyük sorunlarla karşılaşanların kız çocukları ve kırsal kesimde yaşayanlar olduğu belirtiliyor. Güneydoğu Anadolu’nun kırsal kesiminde yaşayan bir kız çocuğunun ilköğretime erişim olasılığı % 48-52 arasında değişiyor. Raporda daha gelişmiş bölgelerde yaşayan ve sosyoekonomik durumu daha iyi ailelerin çocukları daha üst eğitim kademelerine erişebilirken, ebeveynleri daha az eğitimli, gelirleri daha düşük, kırsal kesimde yaşayan çocukların risk altında olduğu belirtiliyor ve “eğitim, toplumsal eşitsizliklerin giderilmesine hizmet edemiyor ve bu eşitsizliklerin yeniden üretilmesine katkıda bulunuyor” deniyor. www.erg.sabanciuniv.edu/ 2 Bin 300 Dil Tehlike Altında Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) “Tehlike Altındaki Diller Atlası”nı yayımladı. Otuzdan fazla dilbilimcinin hazırladığı Atlas’a göre 2 bin 300 dil tehlike altında. UNESCO’nun sınıflandırmasına göre dünyadaki toplam 6 bin dilin 538’i “son derece”, 502’si “ciddi anlamda”, 602’si “kesinlikle” tehlike altında. 607 dil ise “güvensiz” durumda. 199 dili 10’dan az sayıda insan, 178 dili ise 10–50 arasında kişi konuşuyor. Atlas’a göre dil kaybı, hemen her bölgede her türlü ekonomik ortamda gerçekleşebiliyor. Yaklaşık 2 bin dilin konuşulduğu Sahra Altı Afrika’da 200 dilin gelecek 100 yıl içinde kaybolacağı tahmin ediliyor. Avustralya’da 108, Fransa’da 26 dil tehlike altında. Dünyanın dil açısından en zengin ülkesi 800 dilin bulunduğu Papua Yeni Gine. Ülkede 88 dil tehlike altında. Bu arada tekrar yaşama döndürülen veya güçlendirilen diller de var. Britanya’da 1700’lerin ikinci yarısında kaybolan “Cornish”, Fransa’ya bağlı Yeni Kaledonya adasında 2006’da son konuşanı ölen Sishee dili, yeni konuşanlarıyla yaşama döndürüldü. www.unesco.org/culture/ich/index. php?pg=00206. Hekim, Savcı ve Hakimlere İşkenceyi Belgeleme Eğitimi Türk Tabipler Birliği (TTB), işkence ve kötü muamelenin uluslararası standartlara uygun belgelenmesi amacıyla hekimlere ve hukukçulara eğitim veriyor. Avrupa Birliği destekli TTB ile International Rehabilitation Council for Torture Victims (IRCT) tarafından yürütülen proje kapsamında, 4 bin hekimin, 1.500 savcı ve hâkimin, işkenceyi belgelemede uluslararası standart olarak kabul edilen İstanbul Protokolü’yle ilgili eğitim alması öngörülüyor. 16 Şubat tarihinde başlayan eğitim programı, Kasım ayına kadar devam edecek. İstanbul Protokolü, işkenceyi belgelemede izlenmesi gereken prosedürleri tanımlıyor. Raporlar ABD İnsan Hakları Raporu ABD Dışişleri Bakanlığı’nın her yıl yayımladığı İnsan Hakları Raporu’nun 2008 Türkiye değerlendirmesinin giriş bölümünde işkencenin arttığı, yargıya müdahale izlenimlerinin çoğaldığı, Müslüman olmayan grupların kendi din adamlarını yetiştiremediği, kadınlara yönelik şiddetin, çocuk yaşta evlendirmelerin ve töre cinayetlerinin devam ettiği ve polislerin karıştığı insan kaçakçılığı vakalarının sürdüğü belirtildi. www.state.gov/g/drl/rls/hrrpt/2008/ eur/119109.htm İHD 2008 İnsan Hakları İhlalleri Raporu İnsan Hakları Derneği 2008 yılında meydana gelen insan hakları ihlallerini açıkladığı raporunu Mart ayında yayımladı. Raporda, temel insan hakları bağlamında askeri vesayet, 7 diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 Kürt sorununun çözümsüzlüğü, ifade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, azınlık hakları, işkence ve yaşam hakkı gibi çeşitli insan hakları sorunlarına yer verildi. Demokrasi problemi bağlamında ise siyasi partiler rejimi, seçim yasaları ve yerinden yönetimle ilgili sorunlu düzenlemelere vurgu yapıldı. kesintiye uğradığı, işkence ve kötü muamelenin arttığı, hükümetin yeni anayasa için tartışmaları başlatma taahhüdünü yerine getirmediği belirtiliyor. www.hrw.org/legacy/wr2k8/pdfs/turkey.pdf www.ihd.org.tr/images/pdf/IHD_2008_ Turkiye_Insan_Haklari_Ihlalleri_Raporu.pdf 8 BİA 2008 Medya Gözlem Raporu 2008 BİA Medya Gözlem Raporu yayımlandı. Rapora göre, 2008 yılında 82 kişi TCK 301. maddeden, 44 kişi TMK’dan, 23 kişi TCK 216. maddeden, 47 kişi “hakaret”ten, 15 kişi “askerlikten soğutmak”tan yargılandı. Tel: 0 212 288 38 83 www.bianet.org/rtext/file1/113149 bia_medyagozlemraporu_2008.html MAZLUMDER 2008 Yılı Türkiye İnsan Hakları Raporu İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği (MAZLUMDER)’nin hazırladığı “2008 İnsan Hakları Değerlendirme Raporu”na göre, geçtiğimiz yıl Türkiye’de 343 kişi şüpheli şekilde öldü. 25 kişi töre cinayetlerinde can verdi. 29 kişi yerinde infaz edildi ya da işkenceyle öldürüldü. 207 işkence vakası yaşandı. 10 kişi cezaevinde yaşamını yitirdi. www.mazlumder.org/haber_detay. asp?haberID=4739 İnsan Hakları İzleme Örgütü Türkiye Raporu 2008 İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch-HRW)’nün 2008 yılını değerlendirdiği 2009 Raporu açıklandı. Raporun Türkiye bölümünde, Türkiye’de insan hakları reformlarının HIV Pozitiflere Yönelik Hak İhlalleri Raporu Pozitif Yaşam Derneği “HIV Pozitiflerin Uğradıkları Hak İhlalleri Raporu”nu yayımladı. Temmuz 2007-Temmuz 2008 arasında verilen hukuk danışmanlıkları temel alınarak hazırlanan raporda HIV pozitif kişilerin haklarının en çok sağlık kuruluşlarında ihlal edildiği belirtiliyor. Raporda HIV pozitiflerin hak ihlaline uğradıkları diğer alanlar şöyle sıralanıyor: Sosyal çevre ve aile, iş yerleri, yasalar önü ve medya. Rapor için derneğe başvurulabilir. Cezaevleri Hak İhlalleri Raporu 2008 İnsan Hakları Derneği (İHD) Cezaevlerinde Hak İhlalleri 2008 Raporu’nu açıkladı. Raporda, dernek merkezi ve şubelerine geçen yıl cezaevleriyle ilgili toplam 3.519 başvuru yapıldığı belirtilirken, İHD’nin bu başvurulardan ve basın taramalarından derlediği bilgilere göre 2008’de cezaevlerindeki hak ihlalleri nedeniyle toplam 37 insan yaşamını kaybetti. Bu ölümlerde 10’dan fazlasında intihar iddiası olduğu da raporda yer alan bilgiler arasında. www.ihd.org.tr/images/pdf/2008_yili_ cezaevi_genel_raporu.pdf LGBTT Bireylere Yönelik 2008 Hak İhlalleri Raporu LGBTT Hakları Platformu, 2008’de lezbiyen, gey, biseksüel, transseksüel ve travesti (LGBTT) bireylere yönelik insan hakları ihlallerinin yer aldığı raporunu yayımladı. Raporda 2008 yılının LGBTT bireyler açısından nefret cinayetleri, işkence, taciz, intihar, para cezaları, çete saldırıları, ev mühürlemeleri, yargıda homofobi ve örgütlenme hakkına yönelik ihlallerle dolu bir yıl olduğu belirtiliyor. www.kaosgl.com/node/2433 TİHV Yaşam Hakkı İhlalleri Özel Raporu Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) son sekiz yıl içinde meydana gelen yaşam hakkı alanındaki ihlallere dikkat çeken bir rapor hazırladı. Raporda 2008 yılı içinde faili meçhul ölümler, gözaltında ya da cezaevlerinde ölümler ile yargısız infaz/dur ihtarına uymama/rasgele ateş açma sonucunda meydan gelen ölümlere ilişkin veriler, geçmiş yıllar ile karşılaştırılıyor. TİHV raporunda 2000-2005 arasında insan hakları açısından oluşan olumlu havanın 2005’ten sonra gerek yasal değişiklikler gerekse uygulamalar nedeniyle tersine döndüğü vurgulanıyor. Rapora TİHV’in Ankara, İstanbul ve Diyarbakır ofislerinden ulaşabilirsiniz. Diyarbakır E ve D Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumları İnceleme Raporu TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’nun “Her Türlü Şiddet, Kötü Muamele ve İşkence ile Ceza ve Tutukevleri ile İlgili Sorunların İncelenmesi” amacıyla 28 Ocak 2009 tarihinde Diyarbakır ilinde bulunan E ve D Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumlarında inceleme ve görüşmeler yaparak hazırladığı rapor, 24 Şubat tarihinde açıklandı. Diyarbakır E ve D Tipi Kapalı Ceza İnfaz kurumlarında meydana geldiği ileri sürülen kötü muamelelere ilişkin hazırlanan raporda, Diyarbakır E Tipi Ceza İnfaz Kurumunda kapasitenin çok üzerinde tutuklu ve hükümlü bulunmasının, insani yaşam standartları açısından kabul edilemez olduğu belirtilmektedir. Aynı şekilde, Rapor’da, çocuk tutukluların bulunduğu koğuşun fiziki olarak yetersiz olduğu ve çocukların içinde bulundukları ortamın bir an önce düzeltilmesi gerektiği vurgulanmaktadır. www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/ belge/Diyarbakir_E-D_Tipi_Inceleme_ Raporu.pdf İnsan Hakları Hareketinden “İşkencenin Haritalandırılması” projesine çeşitli illerde yaptığı toplantılara Mart ayında da sürdürdü. Bunların yanı sıra, hYd, Roman toplumunun yurttaşlık haklarının geliştirilmesini amaçlayan “Roman Hakları Savunuculuk Eğitimi”ni 24 Mart tarihinde Ankara’da gerçekleştirdi. Kadın Yurttaşın El Kitabı dağıtımına ve tanıtım toplantılarına ise İzmir, İzmit ve Diyarbakır’da devam edildi. www.hyd.org.tr Helsinki Yurttaşlar Derneği (HYD): Laikliğin gündelik hayatımıza etkileri üzerine üretken ve kapsamlı bir tartışma ortamı oluşturabilmek, bu tartışmanın sonucunda gündelik hayatta temel demokratik prensipleri koruyan bir laiklik tahayyülü üzerinde bir uzlaşma sağlamak amacıyla başlattığı “Gündelik Hayatta Laiklik Pratikleri” adlı çalışmasına devam etti. Çalışma kapsamında, planlı ve derinlemesine tartışma toplantıları düzenlenerek, laiklik uygulamalarının gündelik hayattaki farklı problematik alanlarla bağlantısı üzerine istişareler yürütülüyor. Ayrıca Dernek, İnsan Hakları Gündemi Derneği (İHGD) ile ortaklaşa yürüttüğü Türkiye’de işkence/işkence faillerinin dokunulmazlığı konuları üzerinde çalışan insan hakları örgütlerinin kapasitesinin arttırılmasını amaçlayan İnsan Hakları Derneği (İHD): İnsan Hakları Derneği (İHD), 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde özel bir bülten hazırladı ve dağıttı. Bültene derneğin web sitesinin yayınlar bölümünden ulaşılabiliyor. Dernek, 2008 Yılı İnsan Hakları İhlal Raporu’nu da Mart ayında açıkladı. İHD Muğla Şubesi 5- 8 Mart arası kadınlar günü dolayısıyla çeşitli etkinlikler gerçekleştirdi. İstanbul, Ankara ve Gaziantep Şubeleri Ergenekon örgütü tarafından işlendiği ileri sürülen cinayetlerin ve gözaltında kayıplar da dâhil, insanlığa karşı işlenmiş tüm suçların gerçek failleri ortaya çıkana kadar her cumartesi saat 12.00’de yapılacak oturma eylemine başladı. Dernek ayrıca, 16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesinde yedi öğrencinin katledilmesi, 16 Mart 1988’de Halepçe’de binlerce Kürt’ün soykırım amaçlı öldürülmesi, 12 Mart 1995’te başlayıp 16 Mart 1995’e kadar geçen zamanda İstanbul Gazi mahallesinde Alevilere yönelik cinayetlerin sorumlularının cezasız kalmaması çağrısı yaptı. Tüm bunların yanı sıra, Yüksek Seçim 9 diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 10 Kurulu (YSK)’nun, 29 Mart 2009 tarihinde yapılan yerel seçimlerde Türkiye Cumhuriyeti kimlik numarası taşıyan kişilerin ancak oy kullanabileceği yolundaki kararın ardından İHD bir açıklama yaparak kararın hukuka aykırı olduğunu belirtti ve kararın kaldırılmasını talep etti. Dernek, 21 Mart Nevruz Bayramı dolayısıyla yaptığı açıklamada ise, 2600 yıldır barış ve kardeşlik içinde kutlanan Nevruz’un 20 yıldır ölü ve yaralı bilançoları ile hafızamızda yer aldığını belirtti. Dernek Mart ayında ayrıca İHD Adana Şube Başkanı Ethem Açıkalın’ın gözaltına alınmak istenmesinin ardından, Adana’da çocukların maruz kaldıkları hak ihlallerini eleştirmeye devam edeceklerini duyuran bir basın açıklaması yaptı. www.ihd.org.tr İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği (MAZLUMDER): MAZLUMDER 2008 Yılı Türkiye İnsan Hakları Raporu’nu Mart ayında açıkladı. Periyodik olarak yayımladığı aylık ihlal raporlarının yanı sıra, geçtiğimiz aylarda “Doğubeyazıt İlçesinde Meydana Gelen Ölüm Olayı”, “Nuriye Memiş’e Hak Ettiği Ödülün Verilmemesi” ve “Balıkesir, Ayvalık-Altınova Beldesi” olayları hakkında gözlem raporlarını kamuoyuyla paylaştı. Dernek ayrıca “Toplumsal Barış İçin Anadil Hakkının Önündeki Engeller Kaldırılmalıdır” başlıklı bir açıklama yaptı. Bunların dışında MAZLUMDER, İsrail’le ilişkilerin kesilmesi için başlattığı imza kampanyasında topladığı 97.100 imzayı Mart ayında Başbakan Tayyip Erdoğan’a gönderdi. Ayrıca 29 Ocak tarihindeki suç duyurusuyla ilgi bir yanıt gelmediği için bu kez Adalet Bakanına konuyu hatırlatan bir mektup yolladı. Türkiye’deki sığınmacı ve mülteciler ile henüz başvurusu bulunmayan kişilerin Suriye’li sığınmacının sınır dışı edilmesiyle ilgili olarak, Türkiye’nin taraf olduğu 1951 Cenevre Sözleşmesinin 33. maddesiyle koruma altına alınan geri gönderilmeme ilkesinin ihlal edildiği gerekçesiyle, bu ihlali gerçekleştirenler hakkında inceleme yapılması talep edildi. Bunlara ek olarak MAZLUMDER, “Darbe Günlükleri”nde ismi geçen, Ergenekon terör örgütü davasında sanık olarak yargılanan emekli generallerle ilgili yaptıkları suç duyurusunun iki yıldır incelemeye alınmamasının hukuki gerekçesinin açıklanması talebini dile getirdi. MAZLUMDER, YSK’nın sandık kurullarındaki görevlilerin kılık - kıyafeti ile ilgili 2009/8 sayılı genelgesinin iptali ve yürütmesinin durdurulması için Danıştay’a dava açtı. MAZLUMDER Diyarbakır Şubesi ise 14 Mart günü “Dini ve Etnik Ayrımcılık Konferansı” düzenledi. www.mazlumder.org.tr de Genel Sağlık Sigortası’ndan yararlanmasını talep eden basın bildirisi yayımladı. Dernek İçişleri Bakanlığına hitaben yaşam hakkının her şeyin üzerinde olmasından hareketle “Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu”nda değişiklik yapılması talebini de bir basın açıklamasıyla dile getirdi. Derneğin yaptığı açıklamalardan biri de Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM)’nin Sudan Devlet Başkanı hakkında verdiği kararla ilgiliydi. Bu arada, 22 Mart 2009 tarihinde iltica talepleri kabul edilmeyen 2 Uluslararası Af Örgütü: Uluslararası Af Örgütü (UAÖ) Türkiye Şubesi, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla İngiltere Şubesi ile ortak bir fotoğraf eylemi gerçekleştirdi. Örgüt, eylem için bir çağrı yaparak, kadının insan haklarına dikkat çekmek isteyen kişilerden, kadın hareketine ilham veren bir kişinin ya da bir nesnenin fotoğrafını web sitesinde yayımlanmak üzere UAÖ Türkiye Şubesi’ne göndermelerini istedi. Eylemin web sitesine ve fotoğraflara http://www.amnesty.org.tr/ yeni/index.php?view=articl e&catid=69&id=872&optio n=com_content adresinden ulaşabilirsiniz. Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi 14–15 Mart tarihinde Muğla’da, Muğla Barosu ile birlikte “Avukatlara Yönelik Mülteci Hukuku Eğitimi” düzenledi. 33 kişinin katıldığı eğitimde mevzuat, dava örnekleri ve güncel gelişmeler konusunda bilgiler verildi. UAÖ Mart ve Nisan aylarında kadın hakları, Güney Kore’de gazetecilerin tutuklanmaları, ABD’de 15 yaşındaki bir çocuğa polis tarafından şok cihazı kullanılmasının ardından ölmesi, Suriye’de bir insan hakları savunucusunun keyfi tutuklanması, Suudi Arabistan’daki işkence ve diğer kötü muameleler hakkında basın açıklamaları ve acil eylem çağrıları yaptı. Türkiye İnsan Hakları Vakfı: Vakıf, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde sonuçlanan işkence yasağı ile ilgili davaları değerlendirdiği açıklamayı kamuoyuyla paylaştı. Diğer etkinlikleri ve açıklamaları için: www.tihv.org.tr İnsan Hakları Gündemi Derneği: Dernek, Mart ayında “Türkiye İnsan Hakları Hareketi”, “Eğitim Hakkı ve İnsan Hakları”, “Ayrımcılık Karşıtı Hukuk”, “İnsan Hakları Savunucuları”, “Uluslararası Ceza Mahkemesi”, Avrupa ve İnsan Hakları Mekanizmaları konulu beş kitap yayımladı. Kitapların pdf formatına derneğin web sitesinden ulaşılabiliyor. www.rightsagenda.org www.amnesty.org.tr İnsan Hakları Araştırmaları Derneği: İnsan Hakları Araştırmaları Derneği (İHAD) izleme faaliyetlerinin bir parçası olarak “Din ve Vicdan Özgürlüğü” ve “İltica ve Sığınma Hakkı” aylık izleme raporlarını yayımladı. Aylık raporların yanı sıra 2008 İltica ve Sığınma Hakkı Raporu’nu da kamuoyuyla paylaştı. Dernek mültecilere psiko-sosyal destek çalışmalarına başladı. Mültecilere psiko-sosyal destek veren insan hakları aktivistlerinin eğitilmesiyle ilgili bir müfredat geliştirmeyi hedefleyen çalışmanın açılış toplantısında ortak kuruluşların tanıtımları ve görev paylaşımı yapıldı. www.ihad.org.tr Kadın Adayları Destekleme Derneği: 2009 Yerel Seçimlerinde belediye başkanı, il genel meclisi, il ve ilçe belediye meclisi üyesi ya da muhtar adayı olmak isteyen kadın siyasetçiler için Siyaset Okulu gerçekleştirildi. Amargi Kadın Akademisi: Adalet Bakanlığının bir toplantısında, bazı yargıçların tecavüze uğrayan kadınların tecavüzcüsüyle evlendirilmesi uygulamasını yeniden gündeme getirmesi ve cinsel ilişkiye rıza yaşının 14’e indirilmesini istemeleri üzerine tacize ve tecavüze karşı 18 Mart tarihinde bir basın açıklaması düzenleyerek kadınların cinsel şiddete maruz kalmadığı daha güvenli bir yaşam taleplerini dile getirdi. Cinsel Şiddete Karşı Kadın Platformu: Platform, taciz ve tecavüze karşı caydırıcılık yaratma ve mağduriyetin ortadan kaldırılması amacıyla bir kampanya başlattı. Kampanyayla cinsel şiddete uğrayan kadınlara destek verilmesi, mağduriyetlerin ortadan kaldırılması amaçlanıyor. Kampanyanın bir hedefi de tecavüz kriz merkezlerinin kurulmasını Meclis’in gündemine getirebilmek. Trabzon Kadın Platformu: Trabzon Kadın Platformu ise, yerel seçimler öncesinde “40 Mahalle 40 Kadın Muhtar Kampanyası” başlattı. Kampanya kapsamında kadınlar toplumsal cinsiyetten, erkeklerle çalışmaya, siyasete kadar pek 11 diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 çok konuda eğitim görerek kendi seçim kampanyalarını yürüttüler. Kadın Emeği ve İstihdamı Girişimi (KEİG) Platformu: Platform, işsizliğin sebebi olarak çalışmak isteyen kadınları gösteren Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’in sözlerini bir basın açıklamasıyla protesto etti. Sosyal Demokrasi Vakfı (SODEV): SODEV, “Evlilik Değil Evcilik” projesi kapsamında imza kampanyası başlattı. Kampanyada Meclis’te erken yaşta evliliklerin önlenmesine yönelik bir araştırma komisyonu kurulması da isteniyor. 12 Tarlabaşı Toplum Merkezi: Merkez’in Bilgi Üniversitesi’nde 13 Şubat’ta düzenlediği Çocuk Hakları Forumu’na katılan yaklaşık 150 çocuk kendi cümleleriyle “büyüklere” taleplerini ilettiler. Forumda konuşan Tarlabaşı’lı çocuklar şiddetsiz, hoşgörülü, çalışmak zorunda olmadıkları, özgürce konuşabilecekleri ve en önemlisi kendilerine saygı gösterilen bir dünyanın hayalini kurduklarını söylediler. Çocuklar İçin Adalet Girişimi: Girişim İstanbul, Adana, Ankara, Cizre ve Diyarbakır’da 10 Mart’ta düzenlenen eylemle, çocukların terör suçlarıyla yargılanmasına son verilmesini istedi. 10 Nisan tarihinde İstanbul’da Rengahenk Sanatevi’nde 100’den fazla ismi bir araya getiren Çocuklar İçin Adalet Çağırıcıları, terör suçlarıyla yargılanan çocukların durumuna dikkat çekmek için çocuklarla görüşülerek yapılmış olan “Gözmece” adlı filmin gösterimini gerçekleştirdi. Uluslararası Azınlık Hakları Grubu: Grup, hükümeti okullarda azınlık çocuklarına karşı, farklı kültür, dil, tarih ve dinlerini yok sayarak yapılan ayrımcılığın durdurulması için harekete geçmeye çağırdı. TESEV Demokratikleşme Programı’nın yürüttüğü Azınlık Hakları ve Anayasal Vatandaşlık Projesi kapsamında Su Film tarafından hazırlanan ve Türkiye’deki gayrimüslim vakıfların mülkiyet sorununu ele alan “Vatandaşlık Halleri” isimli belgesel izleyiciyle buluşmaya devam etti. KAYİKİ: 28 Şubat Cumartesi günü “Ege’de ölümlere son!” sloganıyla yola çıkan çeşitli ülkelerden mülteci-sığınmacı ve göçmen hakları savunucularının oluşturduğu “KAYİKİ” hareketi “umut yolculukları” sırasında meydana gelen ölümlere karşı bir ses yükseltmek amacıyla bir kampanya başlattı. Türkiye Sakatlar Derneği (TSD) : Derneğin Ankara Şubesi, 29 Mart yerel seçimleri öncesinde engelliler için yaptıkları çalışmalarda, sivil toplum örgütlerine danışmayan ve engellilerin fikir ve önerilerini almayan yerel yönetimleri eleştiren bir açıklama yaptı. Altı Nokta Körler Derneği ise şehirlerin kaldırımlarından ulaşım hizmetlerine kadar her alanının engelliler için de düzenlenmesi gerektiğini belirten bir açıklama yaptı. İnsan Hakları Hareketinden’ bölümünde yer almasını istediğiniz etkinlikleri diyalog@ihop.org.tr adresine bekliyoruz. Başlarken... Yılmaz Ensaroğlu ... DÜNDEN BUGÜNE İNSAN HAKLARI HAREKETİ VE DİYALOG İnsan hakları açısından uzun yıllardır tartışılan Türkiye’de, artık varlığını ve etkinliğini dünyaya kanıtlamış bir insan hakları hareketi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kuşkusuz “insan hakları hareketi” deyince, yaptıkları fedakârlıklarla ve ödedikleri ağır bedellerle ön plana çıkmış birkaç insan hakları örgütünü kastetmiyoruz. Biliyoruz ki, bu ülkede hak ve özgürlük mücadelesini sadece birkaç sivil toplum örgütü vermiyor. İnsan hakları alanlarının tamamına ya da büyük bir çoğunluğuna yönelik ihlalleri izlemeye ve raporlamaya, bunlarla ilgili olarak kamuoyunu bilgilendirmeye, yöneticiler üzerinde de baskı kurmaya çalışan örgütlerimiz var. Ancak bunların yanı sıra, kadınlar, çocuklar, engelliler, işçiler, azınlıklar vb. bir ya da birkaç alanla veya toplumsal kesimle ilgili sorunlar üzerinde çalışan örgütlerimiz de var. Sivil toplum örgütlerinin dışında, üniversitelerde insan haklarının farklı boyutları üzerinde çalışan bilim insanlarımız, merkezlerimiz var. Aynı şekilde, kamu idaresi içinde de, aynı değerleri ve ilkeleri, tamamen ya da kısmen, az veya çok paylaştığımız yetkililer, görevliler var. İnsan hakları hareketi deyince, bulunduğu yerde ve zamanda, tüm dünyada genel kabul görmüş insan hakları değerlerini, ilkelerini ve standartlarını her yerde, herkes için isteyenlerin, bunun için çalışanların tamamını kastediyoruz. > 13 diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 Elbette insan hakları için savunucularının, diğer bir ifadeyle, insan hakları hareketini oluşturan bireylerin, örgüt ya da kurum temsilcilerinin her konuda tam mutabakat içinde olmaları mutlaka gerekmiyor. Fakat insan haklarının herkes için geliştirilmesi, korunması ve herkes tarafından kullanılabiliyor olması için çalışma konusunda, insan haklarını amaç edinme hususunda tam bir uzlaşı içinde olmaları da gerekiyor. Bu temelde bir uzlaşma gerçekleştiğinde de, temel hedeflere ulaşılabilmesi için bir diyalog ve işbirliği, kaçınılmaz bir ihtiyaç olarak kendisini dayatıyor. BAŞLARKEN 14 Neden diyalog ve işbirliği bir gereksinim olarak kendisini dayatıyor? Çünkü Türkiye’de hâlâ insan hakları ihlalleri, bazı kamu görevlilerinin keyfi uygulamaları yüzünden zaman zaman ortaya çıkan arızî bir sorun değil. Ülkemizdeki insan hakları sorunlarının anayasal, yasal, toplumsal ve kültürel dayanakları ve kökleri, varlıklarını korumayı sürdürüyor. Öte yandan, yıllarca uygulanan polarizasyon politikaları sonucu, toplumda derin bir kutuplaşma ve ayrışma söz konusu. Herkesin, her kesimin zihninde, sınırları çok derin ve keskin “öteki”ler var. Tüm bunlara ek olarak, insan haklarını korumaya elverişli olmayan, tam tersine insan hakları sorunları üretmeye devam eden bir hukuki ve siyasi sistem, bunca reforma rağmen, varlığını, hükümranlığını devam ettiriyor. Dolayısıyla işimiz, havsalamızın alabildiğinden de zor. Sivil toplumda, üniversitede ya da kamu idaresinde çalışan insan hakları savunucuları olarak önümüzde, hukukla sınırlı hale getirmemiz, hak ve özgürlüklerin güvencesi kılmamız gereken devasa bir devlet aygıtı ve neredeyse insan haklarıyla ilgili tüm algılarını ve yaklaşımlarını köklü bir değişime ve dönüşüme zorlamamız gereken bir toplum var. O yüzden de, birbirimize, birbirimizin düşüncelerine, deneyimlerine ve birikimlerine gerçekten çok ihtiyacımız var. Aslında sözünü ettiğimiz diyalog ve işbirliğinin çok ufuk açıcı tarihsel köklerine de sahibiz. Modern dünyada insan hakları alanındaki ilk örgütlenmeler olarak Uluslararası PEN (1921), Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu/FIDH (1922), uzunca bir aradan sonra Amnesty International/Uluslararası Af Örgütü (1961) ortaya çıkıyor. Daha sonraki yıllarda pek çok ulusal ve uluslararası insan hakları örgütü kuruluyor. İnsan hakları hareketinin geçmişi Türkiye’de ise, Cumhuriyetin ilk yıllarında, özellikle Birinci Meclis döneminde, ciddi bir demokrasi, hak ve özgürlük mücadelesi verildiğini görüyoruz. Bugünkünden bile çok daha demokratik ve yapıcı tartışmaların yaşandığı Birinci Meclis’te muhalefet vardı ve söz sahibiydi. 18 Nisan 1921’de Kastamonu Milletvekili Ali Kemali Bey, birey hak ve özgürlüklerinden, bu özgürlüklerin dokunulmazlığından vazgeçilemeyeceğini ve var olan ceza yasasının bu özgürlükleri karşılayamadığını öne sürerek Hürriyet-i Şahsiye adlı bir teklif verdi. Teklif, hükümetçe iki yıl Adalet Komisyonunda bekletildikten sonra, 17 Ocak 1923 tarihinde Meclis gündemine geldi ve sert tartışmalara yol açtı. Önerge ile ilgili söz alan Erzurum Milletvekili Avni Bey, “vatanın selametinin birkaç insanın inanış ve kararıyla yürütüldüğünü, millet egemenliğinin olmadığı”nı ifade ederken, Ali Şükrü Bey, milletin baskı altında olduğuna dikkat çekti. Hükümet ise bu yasanın çıkarılması için şartların uygun olmadığını ve zamana ihtiyaç olduğunu ileri sürdü. Önerge sahibi Ali Kemali Bey, 7 Şubat 1923’teki görüşmede, “hükümetin kanunsuz olduğu”nu savundu ve yasa 12 Şubat’ta oy çokluğuyla kabul edildi. Birinci Meclis’te rejimin giderek halk egemenliğini yadsıdığını ve otoriterleştiğini gören muhalif milletvekillerinin çabalarıyla kabul edilen bu yasa da birey hak ve özgürlüklerini koruyamadı ve bu milletvekillerinin, korku ve kaygılarında ne kadar haklı oldukları kısa sürede anlaşıldı. Mustafa Kemal ise, birkaç kez Meclis’in kapatılması gerektiğini söyledi; hatta muhalif bazı milletvekillerinin adlarını da vererek, “Onların halk tarafından linç edilmeye layık olduğu”nu vurguladı. Sivil örgütlenme Tek Parti dönemi boyunca, hak ve özgürlükleri savunma amaçlı ciddi bir örgütlenme, ne siyasi alanda, ne de sivil alanda yapılabildi. 1945’lere geldiğimizde, hem çok partili hayata geçildi hem de insan hakları alanında sivil örgütlenmeler başladı. 1945’te, İstanbul Üniversitesi Anayasa Hukuku Profesörü Ali Fuat Başgil’in öncülüğünde ilk İnsan Hakları Derneği kuruldu. İnsan hakları alanındaki ilk örgütlenme olan bu derneğin kurucuları arasında sağ görüşlü Başgil’in yanı sıra, Vakit Gazetesi –sonradan Vatan Gazetesi – Başyazarı Ahmet Emin Yalman da vardı. Dernek, bir süre sonra kapandı. 16 Ekim 1946 tarihinde Ankara’da BM İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Sağlama ve Koruma Türk Grubu kuruldu. Derneğin kurucuları arasında milletvekilleri, akademisyenler, diplomatlar bulunuyordu. Dernek, İnsan Hakları adlı aylık bir dergi de çıkarmıştı. Zekeriya Sertel, Cami Baykurt ve Tevfik Rüştü Aras’ın önderliğinde, Mareşal Fevzi Çakmak’ın da içinde olduğu bir grup tarafından 1946’da ikinci İnsan Hakları Derneği kuruldu. Zekeriya Sertel “Hatırladıklarım” kitabında bu derneğin özgürlük ve demokrasiyi savunmak amacıyla kurulduğunu belirtiyor. 19 Ekim 1946’da yapılan 15 BAŞLARKEN Meclis’te oluşan İkinci Müdafaa-i Hukuk Grubu, daha sonra, son derece demokratik talepler içeren bir program oluşturdu. Programda, “Milletin egemenlik hakkına karşı yetki ve imtiyazların kaldırılması, Başkumandanlık Yasası’nın gereğinde değiştirilmesi ve kaldırılması, İstiklal Mahkemelerinin kaldırılması” dile getiriliyordu. Programa ek olarak hazırlanan sonraki düzenlemelerde ise, “siyasal suçlarda idam cezasının kaldırılması, işkencenin yasaklanması” istemleri ifade ediliyordu. Ne var ki, Birinci Meclis’in önde gelen muhalif milletvekillerinden Ali Şükrü Bey, 26 Mart 1923’te (yasadan 45 gün sonra) ortadan kaybolduktan sonra, cesedi Ankara yakınlarında bulundu ve olaydan sorumlu tutulan Giresun Alay Komutanı ile arkadaşları da “ölü ele geçirildiler.” diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 ilk toplantıda, Mareşal Fevzi Çakmak başkanlığa, Tevfik Rüştü Aras da genel sekreterliğe getirildi ve 20 Ekim’de dernek resmen kuruldu. Kurucular arasında eski milletvekilleri, emekli generaller, eski büyükelçiler ve siyasi parti yöneticileri vardı. Kısa sürede, basında derneğe yapılan saldırılar sonucu DP, Fevzi Çakmak ve Tevfik Rüştü Aras ile ilişkilerini kesti. Bir süre sonra saldırıların şiddetlenmesi ve kendisine komünist denilmesi üzerine, önce Mareşal Fevzi Çakmak, daha sonra sırasıyla Celal Bayar ve DP İstanbul İl Başkanı Kenan Öner, dernekle olan ilgilerini kestiler. Oysa 22 Ekim 1946 tarihli Ulus gazetesinde Çakmak “İnsan haklarını arıyoruz, milliyet ve siyasi ideoloji bahis konusu değildir. İşaret ettiğimiz kutuplar, insan haklarını aramak hususunda birleşmişlerdir” diyordu. Ne var ki, dernek yöneticileri artık kendilerini savunma durumundaydılar. O günün siyasal iktidarı, daha işin başında, Falih Rıfkı Atay başta olmak üzere basındaki kalemleriyle İnsan Hakları Derneği’ni yıpratmaya yönelik kampanyalar örgütledi ve kısa zamanda bunu başardı. Ve Tan Matbaasının yerle bir edildiği, Dünya Gazetesinin, Sosyalist Partinin, Türkiye Sosyalist KöylüEmekçi Partisinin kapatıldığı günlerde İnsan Hakları Derneği de dağıtıldı. BAŞLARKEN 16 Daha sonra, 14 Temmuz 1950’de İstanbul’da “dünya barışına katkıda bulunmak” amacıyla, Türkiye Barışseverler Derneği kuruldu. Genel Başkanlığa Behice Boran, Genel Sekreterliğe de Adnan Cemgil getirildi. Kurulur kurulmaz, Türkiye’nin Kore’ye asker gönderme kararı protesto edilerek TBMM Başkanlığına telgraf çekildi. Bu olay nedeniyle 29 Temmuz 1950’de, yani kuruluşundan 15 gün sonra kurucular tutuklanarak derneğin etkinliklerine son verildi ve kuruculara 15’er ay hapis cezası verildi. Uzunca bir aradan ve 27 Mayıs askeri darbesinden sonra, Temel Hakları Yaşama Derneği (1962), Barış Derneği (1977), Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi (1978) kuruldu ama bu kez de 12 Eylül darbesi yapıldı. 12 Eylül ile başlayan süreç, gözaltında ve cezaevlerinde işkenceyi yoğunlaştırdı, ölümler yaşandı. Siyasal partiler, dernekler, sendikalar kapatıldı, yöneticileri cezaevlerine konuldu. Başta Anayasa olmak üzere tüm temel hak ve özgürlüklerle ilgili yasalar değiştirildi. Ülkenin anayasal ve yasal çerçevesi 12 Eylül yönetimince yeniden çizildi. Bu da oldukça anti-demokratik bir çerçeveydi. Yaklaşık bir yıl süren, tutuklu ve hükümlü yakınlarıyla bir grup aydının başlattığı tartışma sürecinden sonra, 17 Temmuz 1986 tarihinde, 98 kişi tarafından üçüncü İnsan Hakları Derneği (İHD) kuruldu. Tüzüğe göre, “Derneğin tek ve belirli amacı, ‘insan hak ve özgürlükleri’ konusunda çalışmalar yapmaktır.” 1990’lı yıllar, hem insan hakları sorunlarının yeniden tırmandığı hem de insan hakları alanında resmi ve sivil örgütlenmelerin, inisiyatiflerin, kurumsallaşmaların hızla çoğalıp geliştiği bir dönem oldu. İHD, kuruluşundan yaklaşık dört yıl sonra, 32 insan hakları savunucusu aydınla birlikte, Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV)’nı kurdu. Bundan bir ay kadar sonra, 28 Ocak 1991’de, 54 kişi tarafından “zalimlere karşı mazlumdan Söz konusu dönemde, TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu, İnsan Hakları Eğitimi On Yılı Ulusal Komitesi, Başbakanlık İnsan Hakları Üst Kurulu, Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı, ardından İnsan Hakları İl ve İlçe Kurulları, Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu gibi yeni yapılanmalar devreye sokuldu. Ancak “insan hakları örgütlerine de buralarda yer veriyormuş gibi yapma” politikasından hiç vazgeçilmedi. Örneğin, bir yerlerde bu örgütlere yer vermek gerekiyorsa, o zaman çok sayıda başka örgütler de katılarak, insan hakları örgütleri etkisiz ve işlevsiz kılınmak istendi. Bu politika, ihtiyaç halinde yeni insan hakları dernekleri kurdurmaya kadar vardırıldı. Öte yandan, hiçbir zaman kendilerine gerekli ve yeterli önem verilmese ve ihtiyaçları karşılanmasa da, bu yapılanmalar, şu sonucu doğurdular: Bu birimlerin bünyesinde çalışanların hiç değilse bir kısmı, kendi kurumları içinde ciddi bir insan hakları mücadelesi vermeye başladılar. Ve artık bugün, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, tüm bu birimlerde, aynı duygu ve düşünceleri önemli ölçüde paylaştığımız insan hakları savunucuları yetiştiler. Son derece büyük bir direnç gösterilmekle birlikte, bu sürece 17 BAŞLARKEN yana tavır koymak ve her türlü baskı ve işkenceye karşı insan hak ve hürriyetlerinin savunuculuğunu yapmak üzere”, MAZLUMDER (İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği) kuruldu. 1993’te, temel hak ve özgürlükler, barış, demokrasi, çoğulculuk alanlarında çalışmak amacıyla Helsinki Yurttaşlar Derneği (hYd) kuruldu. Bu süreç, 2000’li yıllarda da, Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi (2002), İnsan Hakları Gündemi Derneği (2003) ve İnsan Hakları Araştırmaları Derneği (2006) gibi derneklerle sürdü. İsimlerini saydıklarımız, genel insan hakları üzerinde çalışma yapanlar; bunların dışında, birtakım toplumsal gruplarla ilgili olarak ya da bazı spesifik sorunlar üzerinde çalışmak amacıyla çok sayıda dernek, vakıf kuruldu, platform ve inisiyatif oluşturuldu, çeşitli meslek kuruluşlarının bünyesinde insan hakları birimleri faaliyete sokuldu. Resmi kurumsallaşma ve ilişkilerde yeni dönem Bu sivil inisiyatiflerin yanı sıra, birtakım resmi kurumlar bünyesinde de insan hakları birimleri oluşturuldu. Buna paralel olarak, devletin sivil örgütlerle ilişkilerinden yana bir kırılma meydana geldi. Sivil örgütlere yönelik olarak uzun bir dönem sürdürülen yok sayma ve baskılarla yıldırma politikası, 1990’lı yılların sonlarına doğru yerini, diyalog kurmaya terk etti. Bu bağlamda 1991’den itibaren kabinelerde yer almaya başlayan “İnsan Haklarından Sorumlu Bakan”lar, düzenli olmasa da insan hakları örgütleriyle ve uzmanlarıyla bir araya geldiler. Derken, yüzyılın son insan hakları zirvesi, 1999 AGİT Zirvesi İstanbul’da yapıldı ve hemen ardından AB Helsinki Konseyi, Türkiye’ye aday ülke statüsü verdi. Bu süreçte, toplantılara davet edip görüşlerini alma yerine, oluşturulacak komisyon ve kurullarda insan hakları örgütlerinin de yer alması teşvik edilmeye başlandı. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 yargı da girmiş bulunmaktadır. Ne var ki, resmi kurumlarda çalışan insan hakları savunucularının işlerinin, bir bakıma daha zor olduğunu da belirtmek gerekiyor. Nitekim çeşitli kurumlarda hak ve özgürlük mücadelesi verenleri bırakalım bir yana, TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkan ve üyelerinin zaman zaman verdikleri mücadeleler, karşılaştıkları engellemeler ve ödedikleri bedeller, henüz hafızalardaki tazeliğini korumaktadır. Aynı şekilde, çeşitli üniversitelerin bünyesinde insan hakları merkezlerinin kurulduğunu ancak buralarda çalışan akademisyenlerin de yeterli ilgiyi görmediklerini, ihtiyaç duydukları imkânların, kadroların ve kaynakların kendilerine sağlanmadığını, dahası, akademik özgürlüklerinin önünde hâlâ önemli engeller olduğunu biliyoruz. Tüm bu olumsuzluklara rağmen, buralarda insan hakları teorisi, insan hakları hukuku ve insan hakları politikaları etrafında oldukça önemli çalışmalar yapıldığını da vurgulamak gerekiyor. BAŞLARKEN 18 Tüm bu iç karartıcı tabloya karşın, içinden geçmekte olduğumuz süreçte, insan haklarını çifte standartsız ve ayırımsız bir perspektifle, kararlı ve istikrarlı bir biçimde herkes için talep eden ve savunan insan hakları savunucularının önemi, tüm dünyada her geçen gün artmaktadır. Artık ulus üstü düzeyde örgütlenmiş olan ve çeşitli ülkelerden çok sayıda insanı, vatandaşlık bağından daha güçlü bir bağla birleştiren, uluslararası insan hakları platformundan ve bu platformda somutlaşan bir global insan hakları cemaatinden, ailesinden söz etmek mümkündür. Gerçekten de insan haklarının üstün bir evrensel değer olarak hükümranlığını ilan etmesine paralel bir biçimde, çeşitli ülkelerin insan hakları savunucuları, birbirleriyle irtibat kurmakta ve tüm devletleri, insan haklarına saygı göstermeye zorlamak için işbirliği yapmaktadırlar. İHOP kuruluyor Artan bu önemlerinin yanı sıra, insan hakları hareketi, çeşitli ve çok boyutlu sorunlarla ve engellerle de karşı karşıyadır. Bu sorunları çözmek ve engelleri birlikte aşabilmek amacıyla Türkiye’deki belli başlı örgütler, her geçen gün yoğunluğu artan biçimde bir araya gelerek ortak tutumlar aldılar, ortak etkinlikler düzenlediler, ortak metinler yayınladılar. Bu süreç sonunda gelişen ilişkiler, 2005 yılında İnsan Hakları Ortak Platformu (İHOP)’nu doğurdu. Kuşkusuz her örgüt, kendi çalışmalarını aynı şekilde sürdürmektedir; ancak tek başlarına yapamayacakları ya da birlikte yapmaları daha anlamlı olacak kimi çalışmaları da bir ağ bünyesinde gerçekleştirmektedirler. Bu cümleden olarak İHOP, 2005’den beri, kendisini kuran ve bugüne kadar getiren Helsinki Yurttaşlar Derneği (hYd), İnsan Hakları Derneği (İHD), İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği (MAZLUMDER) ve Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi (UAÖ–Türkiye) başta olmak üzere, pek çok örgütle ilişki, işbirliği ve dayanışma içerisinde faaliyetlerini sürdürüyor. Bazen kendi bileşeni olan – olmayan ama hak temelli çalışan örgütler için doğrudan programlar hazırlayıp tek başına ya da ortaklıklar kurarak kendisi yürütüyor, bazen örgütlere, koalisyonlara sadece destek sağlıyor. Kuşkusuz, etkili ve işlevsel bir diyalog ve işbirliği için herkese görev düşüyor. Ancak bu görevlerin yerine getirilebilmesi için de, öncelikle var olan ve yüksek sesle itiraf edilmesi gereken güven bunalımını aşmak icap ediyor. Dolayısıyla kısa vadede, “güven artırıcı” önlemlere, girişimlere ve zeminlere, daha doğru bir ifadeyle, önyargıları bir kenara koymaya ve doğrudan tanışmaya ihtiyacımız var. İşte İnsan Hakları İçin Diyalog, bu zemini sağlamaya talip ve bu doğrultuda sizlere her türlü hizmeti vermeye hazır olarak elinizde duruyor. Bir devlette ne kadar çok kanun varsa, devlet o kadar çok yozlaşmış demektir. Facitut 19 BAŞLARKEN Türkiye’de insan hakları alanında mücadele eden hükümet dışı kuruluşların oluşturduğu bağımsız bir dayanışma ve paylaşma ortamı olan İHOP, Türkiye’de sivil toplumun karar alma süreçlerine etkili bir biçimde katıldığı ve diyalog ortamının sürdürüldüğü, insan hak ve özgürlüklerine saygılı, hukukun üstünlüğünün egemen olduğu katılımcı ve çoğulcu bir ortamın geliştirilmesi ve kalıcı kılınmasına katkıda bulunmak gibi bir vizyona sahiptir. “Diyalog ve Savunuculuk”, İHOP’un ana stratejik eksenlerinden sadece birisidir. İşte İnsan Hakları İçin Diyalog dergisi, İHOP’un güçlendirmeye çalıştığı diyalog ve işbirliği perspektifinin ürünlerinden biridir. Bir bakıma İnsan Hakları İçin Diyalog, bir süreden beri gittikçe geliştiğini gözlediğimiz, düzensiz de olsa yer yer uyguladığımız, uygulamaktan kaçınmadığımız ama henüz tam da benimseyip içselleştiremediğimiz bir anlayışı ve yöntemi temsil etmektedir. Bu yaklaşım, temel olarak şu düşünceye dayanmaktadır: İnsan hakları sadece hukuki değil, aynı zamanda ahlaki taleplerdir. Bu yüzden de yalnızca yasal düzenlemelerle güvence altına alınıp uygulanabilmeleri mümkün değildir. Bundan ötürü, sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada gerçekten adaletin, hak ve özgürlüklerin egemen olması ve zulmün, haksızlığın, baskının ve sömürünün son bulması için çok yönlü düşünmek, çalışmak ve farklı deneyimleri ve birikimleri paylaşmak gerekmektedir. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 Kavramlar, kuramlar... 20 -Dİ -YA -LOG Nilgün Toker İlk ve doğrudan anlamı konuşma etkinliğine işaret eden diyalog teriminin, bu ilk anlamı her zaman içeren ama çoğunlukla konuşmadan fazla ve hatta farklı nitelikler taşıyan yakın anlamları üzerinde düşünmek, terimin insan hakları bakımından bugün taşıdığı ağırlığı anlamak bakımından önemlidir. Bugün insan hakları literatüründe diyalog terimi, sıklıkla farklı “değer” kümeleri arasındaki mümkün bir karşılaşmaya işaret etmektedir. Bu nedenle de sanki gerçekte birbirlerine kapalı anlam dünyaları arasında birbirlerine açılma imkânının adı diyalog olarak sunulmaktadır. Bu bakımdan diyalog, konuşamayanların konuşabilirliği olarak sunulmaktadır. Konuşamama hali, bir tikel hakikate kapanma, bu hakikatin dışında kalanları dışlama ya da kendi hakikatini tüm diğerlerine vazetme haliyse; konuşmanın bu kapanma, dışlama ya da belirlemeden vazgeçmeyle mümkün olacağı açıktır. O halde diyalog teriminin ilk ve temel anlamı, kendine kapalı bir hakikat arayışı olarak, monologun karşıtı olarak geçerliliğin diğerine açılmada aranılışına işaret eden anlamı, insan hakları bakımından taşıyacağı değerin de temelidir. Aslında diyalog teriminin konuşmayı da içeren ama ondan ibaret olmayan felsefi içeriğine de yakından bakılırsa, geçerlilik ya da doğruluğun tesisine yönelik bir yöntem olarak sunuluşundan beri, tikel bir pozisyonun herhangi bir önermenin geçerliliğini sağlayamayacağı, geçerliliğin tam da bu tikelliğin aşıldığı yerde tesis edilebileceği şeklinde bir bakış açısına işaret eder. Diyalog, en az iki kişinin aynı konu hakkında yaptıkları bir konuşmadır; Platon’un takdim ettiği şekliyle, tarafların bir konunun “tanımı” üzerine yaptıkları konuşmadır. Bu konuşmanın formu, bize diyalog terimin mahiyetini verir: Taraflar birbirlerinin eşit muhataplarıdır; aynı konu üzerinde birbirlerini ikna etmek üzere konuşmaktadırlar; bu konuşma karşılıklı birbirini dinleme, onaylama ya da karşı çıkma edimleriyle gerçekleşmektedir. Diyalogun formundan hareketle ortaya koyduğumuz bu nitelikler gösteriyor ki, bir diyalog imkânının ön koşulu, taraflar arasındaki eşit muhataplık ilişkisini tesis edecek bir tanımanın varlığıdır. Tanıma, diğerini kendisiyle eşit bir kanaat, eylem öznesi olarak kabul etme, diyalogun kendisinin, içerisinde gerçekleşeceği çerçeve ya da “sınır” olarak tanımlanmalıdır. Başka bir deyişle, diyalogun gerçekleşme imkânı, anlam dünyasının kabul etmeye dayalı olarak teşkil ettiği bir ortak duyu alanı gerektirir ya da ancak bu türden bir ortak duyu içerisinde diyalog mümkündür. Ortak duyu, ortak, paylaşılan değer ve dile işaret ettiğine göre, diyalogun ön koşulu olacak ortak duyunun eşitlik, karşılıklılık ve tanımaya dayalı bir dili içermesi gerektiği açıktır. Bir diğer tikel ilgi/çıkarın ifadesi olarak sunulan bir kanı tarafından geçersizleştirilen kanılar arasındaki ilişkinin zorunlu olarak çatışma olacağının farkındalığıyla, bu çatışmayı aşmanın yöntemi olarak sunulan diyalog, tikeller arası karşılaşmayı tekil pozisyonlardan çıkma imkânı olarak tanımlar. Diyalog, birbirine kapalı “monolog”ların yan yana geldiği bir karşılaşma değildir; terimin tam anlamıyla bir karşı karşıya gelme, karşılaşmadır. Bu karşılaşmanın, herkesin ilk pozisyonuna kapanıp, karşıtlık tesis etmeleriyle sonuçlanan bir konuşma etkinliği de değildir diyalog. Karşılaşmadan beklenen, birbirinin ilgisini fark etme aracılığıyla, üzerinde konuşulan konunun farklı veçhelerini anlama, böylece tek yanlılıktan kurtulmayı sağlayacak bir kanaat genişlemesine ulaşmadır. Kendi tikel ilgisinden hareketle ortaya konulmuş bir tanımın geçersizliğini fark etmenin sağlayacağı şey, diğerine açılmadır ve bu açılma herkes için geçerli olanın, ancak herkesçe kabul edilmiş bir önermeye ulaşıldığında mümkün olabileceğini de gösterir. Farklı ilgi ya da değerler arasındaki karşılaşmayı çatışmacı ve dolayısıyla baskıcı, tahakküm edici karşılaşma olarak değil de diyalojik karşılaşma olarak tasavvur 21 diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 KAVRAMLAR, KURAMLAR 22 etmek, aslında doğrudan insani yaşam alanını nasıl kavradığımızla ilintilidir. Eğer farklılıklar arasında herhangi bir karşılıklılık bağıntısı kurulabilecek bir değer denkliği tanımlanmıyorsa, bir fark diğeriyle ilişkisini hiyerarşik bir ilişki olarak tanımlıyorsa ya da diğerini değersizleştirip yok sayıyorsa, bu farklar arası ilişki, zorunlu olarak bir güç ve çatışma ilişkisidir. Diyalog, tam da farklar arası ilişkinin hiyerarşik olarak tanımlanmadığı yerde mümkündür ya da bu türden bir hiyerarşinin reddidir. Başka deyişle, farklar arası diyalojik bir bağıntı aramak, bu türden hiyerarşi ve çatışmaları aşma imkânının peşinde koşmaktır. Değer bakımından denkleştirilmiş farklılıklar tasavvuru, herhangi bir değerin taşıdığı hakikat iddiasının diğer değerle aynı statüde olduğunu kabul etmektir. Bu bakımdan gerçekte farklılıklar arası diyalojik bir karşılaşmadan beklenen, karşılıklı kabul etmeye dayalı bir konuşma içerisinde tikel değerleri aşan bir müşterek değer alanının yaratılmasıdır. Diyalog, bu müşterek değerler olmaksızın gerçekleşemez ama diyalog olmaksızın bu müşterek değerler de yaratılamaz. O halde diyalog, hem kendi çerçevesini çizecek olan bir ortak duyuya dayanır ama hem de bu ortak duyu diyalojik bir kurulumdur; veri olan, hazır bulunan bir yapı değildir. Bu anlamda beşeri yaşam dünyasının dinamiğinin ifadesini diyalogda bulduğu da söylenebilir. Diyalogun bir konuşma etkinliği olarak taşıdığı en önemli niteliğin, konuşanlar arasındaki muhataplık ilişkisi olduğunu söylemek, bu etkinlik içinde sözün iletilebilirliğinin diyalogun esasını oluşturduğunu söylemektir. İletilebilir bir sözü kurmak, zorunlu olarak diğerini hesaba almayı gerektirir. Diğeri tarafından alımlanabilir bir sözü ifade etmektir iletilebilirlik; bu nedenle diğerine kapalı bir dil, diyalogun taşıcısı olamaz. Diyalogun dili, tam tersine diğerini merkeze alan bir dildir ki, diğeri tarafından alımlanabilir bir ifade kurulabilsin. Konuşan ve dinleyen arasındaki ilişkinin karşılıklılık ilkesi gereğince sürekli olarak yer değiştirdiği diyalogda, muhatabın pozisyonu, bir onaylama ya da reddetme pozisyonu değil, onay ya da karşı çıkışını kanıtlama pozisyonudur. Böylece karşılıklı değişen kanaatler, aslında karşılıklı değişen kanıtlamalar aracılığıyla gerçekleşen şey bir dinleme değil, karşılıklı konuşma ve ikna çabasıdır. İkna, diyalogun içinde gerçekleştiği ortak duyunun temel değerlerinden biridir. Diyaloga katılan tarafların iknaya açık olarak konuştukları önceden kabul edilmezse, diyalog gerçekleşemez. Sayılan tüm bu nitelikler, diyalogun içinde gerçekleşeceği ortak duyunun demokratik bir yaşam formuna işaret ettiğini gösterecektir. Gerçekten de diyalog, kökeni itibariyle de demokrasinin kavramıdır ve bugün hala demokratik tasavvurlarca yeniden farklı kavramlar eşliğinde tanımlanan bir kavramdır. Özellikle çağdaş iletişimsel kamusal alan ya da müzakereci demokrasi kuramlarınca temel bir kamusal karşılaşma formu olarak sunulan diyalog, yukarıda saydığımız nitelikleri nedeniyle merkezi bir kavram haline gelmiştir. Diyalog, kendi tikel hakikatine kapalı bir geçerlilik tesisi olarak tanımlanabilecek olan özcü, tek biçimci pozisyonun aşılma zemini olarak görüldüğünden, farklı değerler arası dolayımı mümkün kılan bir karşılaşma imkânı sağladığından, hak ve değer bakımından eşitlenmiş insanlar arası müşterek bir bağıntının, ortak kurulma yolunu gösterdiğinden dolayı özellikle insanlığın ortak duyusu olarak insan haklarını sunan demokrasi kuramlarınca önemle altı çizilen bir kavramdır. Bu önemlidir; insanlığın içinde konuşabileceği bir ortak anlam dünyası tarif etmeksizin müşterek bir konuşma alanı yaratılamaz. Ancak bu alan, farklılıklar arası diyalojik bir karşılaşmanın kurulumu olduğunda gerçektir. Bunun için her farkın, diğerini kendisiyle aynı değerde kabul edebileceği bir gerçek tanıma, yani diğerinin farkının fark edilebileceği bir dinleme, görme gerekir. Konuşanların her zaman “yüz yüze” olamayacağı kadar büyük uzamlarda, yüz yüze gelmenin, diğerinin farkını görmenin doğrudan olmayan yolları (sanat, edebiyat, medya vb.) bu bakımdan önemlidir. KAVRAMLAR, KURAMLAR 23 diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 Sizce Diyalog... 24 İnsan Hakları İçin Diyalog, yayın hayatına başlarken, Türkiye’de insan hakları alanında çalışan sivil toplum örgütlerine, akademisyenlere, kamu yöneticilerine ve politikacılara “insan hakları için diyalog” denince ne anladıklarını ve İnsan Hakları İçin Diyalog dergisinden ne beklediklerini sordu. Bundan sonraki sayılarımızda da, birçok aktivisti, uzmanı ve yöneticiyi bu mini söyleşilerle konuk etmeyi sürdüreceğiz. Çünkü farklı alanlarda ve kurumlarda insan haklarının geliştirilmesi ve korunması için değişik roller oynayan tüm aktörlerin, insan hakları için diyaloga yükledikleri anlamlar ve dile getirdikleri beklentiler, bu diyaloga zemin olmaya, oluşturmaya talip dergimizin yayın politikasının belirlenmesinde de etkili olacaktır. Murat Belge (Helsinki Yurttaşlar Derneği): Türkiye’de insan haklarının yaygınlaşmak ve çoğalmak bakımından olsun, derinleşmek ve köklenmek bakımından olsun, istenilen kıvamda olmadığını biliyoruz. Olmamasının başlıca nedeni, bu kıvamı sağlamaktan sorumlu olanların, insan haklarının –kendileri dâhil– herkes için önemini ve gereğini yeterince kavramamış olmalarıdır. Bu alanda çalışma ilk olarak seksenlerin ikinci yarısında başladığına göre, belki buna fazla şaşmamak gerek… “Diyalog”, henüz bu kavrayışa gelememiş olanları, “dışlamak” yerine, buraya getirmek için başlatılması gerekli ve “empati”ye dayanan ve “empati”yi karşı tarafın da benimsemesini sağlamaya çalışan bir konuşma tarzı olmalıdır. Bir toplumun genetik olarak “insan hakları düşmanı” olabileceğine inanmıyorsak, bu alanda yetersizliğin nedenlerini genel ve siyasi kültürde aramak gerekir. Diyalog bu tip engelleri aşmayı amaçlar ve böyle bir dergiden beklenecek olan da budur. Öztürk Türkdoğan (İnsan Hakları Derneği): İnsan hakları için diyalogdan, insan hakları ortamının kendi içinde sürekli iletişim halinde olmasını, bu alanda farklı düşüncelerin aktarılmasının sağlanmasının yanı sıra, insan hakları alanında olup bitenlerin kamuoyuna aktarılmasının anlaşılması gerektiğini belirtmek isterim. İHD, insan hakları mücadelesini, Örgütsel Yapısının Güçlendirilmesi, İnsan Hakları Kültürünün Geliştirilmesi, Türkiye’de İnsan Hakları ve Demokrasi Zemininin Güçlendirilmesi ve İHD’nin İzleme, Raporlama ve Savunuculuk Kapasitesinin Artırılması şeklinde programlayarak yürütmektedir. İnsan Hakları İçin Diyalog dergisi, nasıl bir insan hakları örgütü sorusunu da kamuoyunda tartıştırarak, bu alana katkı sunabilir. Uzun zamandır insan hakları örgütlerinde hem haber bülteni niteliğinde hem de teorik tartışmaların yapıldığı düzenli aralıklarla dergi çıkarılamıyordu. Çeşitli nedenlerle yayınlarımız düzensiz yapılıyor. Bu dergi, bu iki alanda biraz da güncelliği yakalayacak şekilde yayın yaparak insan hakları ortamında bulunanlara düzenli bir bilgi ve haber akışı sağlayabilir. Nebahat Akkoç (KAMER): Öncelikle, “kadın hakları”nın insan hakkı olduğunun kabul edilmesini ve içselleştirilmesini anlıyorum. Sonra resmi, sivil tüm kişi, kuruluş ve kurumların, yaptıkları işin ana eksenine insan haklarını oturtmasını ve insan hakları konusunda konuşulabilir, tartışılabilir uzlaşılabilir olmasını anlıyorum. Nerede ve kim tarafından uygulanmış olursa olsun, tüm haksızlıkların deşifre edileceği bir dergi olması önemli bir boşluğu dolduracaktır. 25 Özlem Altıparmak (Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi): “İnsan Hakları İçin Diyalog” kavramından insan hakları konusunda faaliyet gösteren tüm kişi ve grupların, sivil toplum kuruluşlarının, akademisyenlerin birbirlerini karşılıklı olarak dinleyerek ve bu şekilde yeni bilgi ve bakış açısına sahip olarak gerçekleştirilen karşılıklı bir öğrenme sürecini anlıyorum. Ve derginin bu alanda çalışan tüm kişi ve gruplar arasındaki iletişimi, dayanışmayı arttırmasını, insan hakları hareketini oluşturan tüm aktörlerin birlikte çalışabilme kapasitesini güçlendirmesini ve karar alma süreçlerinde tüm aktörlerin söz sahibi olması konusunda yapıcı bir işlev üstlenmesini bekliyorum. SİZCE DİYALOG Orhan Kemal Cengiz (İnsan Hakları Gündemi Derneği): Dilerseniz ilk önce diyalogdan ne anladığımı belirteyim. Bence diyalog öncelikle karşıdakine “açık” olma halidir. Yani karşımızdakinin ifade ettiği düşünceyi, görüşü olduğu gibi anlayabilmek ve oradan hareketle, icabında birlikte hareket edebilmenin zeminini yaratabilmektir. Diyalog mutlaka bir konsensüs aramadan, ortak paydaları görebilmek ve bu ortak paydaları, kendi verili güç ve etkilerini arttırmak için kullanabilmektir. İnsan hakları için diyalogdan da tam olarak bunu anlamaktayım. Türkiye’de, insan hakları örgütlerinin diyalogundan bahsedilince, neredeyse tamamıyla ortaklaşmacı bir yere ulaşmak, tamamıyla bir konsensüse ve ortak ajandaya ulaşmak anlaşılabiliyor. Hâlbuki bu ne mümkün ve ne de gerekli. Bunun yerine, insan haklarını savunmak büyük ortak paydasını bir asgari müşterek olarak kabul edip, diğer örgütlerin meseleleri bizden çok farklı görebileceklerini, hatta bu geniş alan içerisindeki öncelik ve hassasiyetlerinin oldukça farklı şekillerde tezahür edebileceğini kavrayıp, bu “duruma” samimi bir saygı duyup ve hatta bu farklılıkları bir zenginlik olarak görüp yan yana yürüyebilmek, insan hakları örgütleri açısından oldukça verimli bir diyalog imkânı sunacaktır. Öncelikle böyle bir derginin çıkabilmesi çok önemli. Emeği geçen herkesi kutlarım. Bu dergide ezber bozan, esinleyici ve motive edici bir ruhun ortaya çıkacağını umut ediyorum. Bunun yapılabilmesi için de, insan hakları savunucularının, bir “mahalle baskısıyla” karşı karşıya kalmadan, özgürce görüşlerini ifade edebilmesi gerekir. Böyle bir atmosferin yaratılabilmesi için de, insan hakları savunucularının “birey olarak” muhatap alınması gerekir. Herkesin kendi adına ve özgürce konuştuğu bir platform oluşturulabilirse, düşünce ve ifade özgürlüğünün aynı zamanda bir miktar “saçmalama özgürlüğünü” de içerdiği kabul edilir ve böyle bir ruh bu dergiye yansıtılabilirse, sanırım hepimizin “titreyip kendimize geleceği” bir momentum yaratılabilir, yakalanabilir. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 SİZCE DİYALOG 26 Prof. Dr. Hasan T. Fendoğlu (Başbakanlık İnsan Hakları Başkanı): Diyalog, insan olmanın gereği ve doğal sonucu olan bir ilişki ve danışma yöntemidir. Önyargıları değiştirmenin, gerçeğe ulaşmanın, tanışıp kaynaşmanın yoludur diyalog. Hakkı dile getirmenin, doğrunun ışığında aydınlanmanın aracıdır. Esaslı bir özgüvene, sağlam bir zihinsel alt yapıya, bilgiye, yüce gönüllere sahip insanların dilinde çağlayana dönüşür, hoşgörünün, samimiyetin ifadesi olur diyalog. Bir bahar esintisinde sevgi sözcükleri olur, kalplere nüfuz eder, sulh olur. Sanat olur, gönül açar, yaşama renk katar. Bilgenin dilinde erdem olur, yön verir insanlığa, insan merkezli ve insan sevgisi eksenli, insan haklarına saygılı bir barış dünyası kurabilmenin ilk adımıdır diyalog. Ertuğrul Cenk Gürcan (İnsan Hakları Araştırmaları Derneği) : En özlü ve özet ifadeyle, insanların eşit ölçüde söz sahibi olmalarını, birbirlerini karşılıklı olarak ve eşit ölçüde dinlemelerini anlıyorum... Diğer bir deyişle, yalnızca hukuksal eşitliği değil, sosyo-kültürel eşitliğin bizzat kendisini anlıyorum... İnsan hakları için diyalogun, hak temelli bir diyalog olması gerektiğini ama bunun için de, her şeyden önce, diyalogun muhtemel taraflarının karşılıklı ve eşit var oluş, ifade ve temsil hakkına sahip olmaları gerektiğini anlıyorum. Bu çerçevede bu derginin, insan hakları alanında ve insan hakları için çalışan örgütlerin eşit ölçüde sesi olmasını, derginin onlara kendilerini eşit ve özgür bir biçimde dile getirme olanağı tanımasını bekliyorum. tabandan oluşan sivil toplum hareketleri, sivil toplum örgütleri aracılığıyla insanların yani hak sahiplerinin sorunlarını dile getirmeleri… İnsan Hakları İçin Diyalog dergisinin de, yukarıda sözünü ettiğim katılımı ve iletişimi kolaylaştırması için bir araç olmasını bekliyorum. Ömer Faruk Gergerlioğlu (MAZLUMDER): İnsan hakları için diyalog, sorunları çözmenin en önemli yollarından biridir. Çünkü insanlar ancak birbirleriyle iletişim kurarak anlaşırlar, uzlaşırlar. Sorunları ve beklentileri farklı olan kesimlerin, birbirleriyle hiç diyalog kurmadan yan yana durmalarının, aslında pek de bir anlam ifade etmediğini hepimiz Adem Arkadaş biliriz. Üstelik, diyalog olmaksızın (Uluslararası Çocuk Merkezi): İnsan hakları için diyalog denince, bir araya geliş ya da yan yana duruş, her an için çatışmaya uluslararası insan hakları hukuku çerçevesinde tanımlanan bile yol açabilir. Bu takdirde, bir avantaj ya da kazanımmış gibi görev sahiplerinin (devletler, hükümetler, hükümet çalışanları), zannedilen bir araya gelme, bir hak sahipleri (çocuklar, kadınlar, dezavantaja dönüşür. Oysa en aşılmaz görünen sorunlar bile engelliler, azınlıklar... kısaca diyalogla aşılabilir. insanlar, yani hepimiz) ile İnsan Hakları İçin Diyalog ilgili yükümlülüklerini yerine dergisinden, insan hakları getirirlerken gerçekleşmesi alanında çalışan tüm aktörler gereken katılım ve iletişim arasında sahici ve kalıcı bir için karşılıklı konuşmayı anlıyorum. Bu katılım ve iletişim diyalogu başlatmasını bekliyorum. Çünkü toplumumuzda farklı için uygulanabilecek değişik kesimlerden pek çok yollar geliyor aklıma. Örneğin; Emrah Kırımsoy (Gündem Çocuk Derneği): İnsan hakları için diyalog denilince, öncelikle insan hakları alanında savunuculuk çalışmalarının temel aracı olan iletişim aklıma geliyor. Öyle bir iletişim ki, amacı, insan haklarına saygı gösterilmesi, insan haklarının korunması ve geliştirilmesidir. Dolayısıyla insan hakları için diyalog, sadece savunuculuk çalışması yürütenler arasında değil, hem hak sahipleri hem de aralarında savunucuların da olduğu, ancak asıl sorumluluk sahibi olan devletin de bulunduğu taraflar arasında olan iletişimdir. Bu nedenle taraflar arasında insan hakları konusunda; “konuları, kavramları, ihlalleri gündeme taşımak”, “ortak dil oluşturulmasına katkıda bulunmak”, “düşüncelerin yaygınlaşmasına katkıda bulunmak”, “görüş alışverişi ve tartışmalar için zemin oluşturmak”, “insan haklarıyla ilgili çalışmalara ilişkilenmek ve çalışmaları ilişkilendirmek”, “insan hakları konusunda yapılan çalışmalardan haberdar olmak”, “birlikte üretme, çalışma, beslenme ve zenginleşme fırsatı oluşturmak” insan hakları için diyalogun içinde yer alıyor. İnsan hakları için diyalog konusu çok geniş olduğundan, konuyla ilgili bir dergiye çok fazla misyon yüklemek ve yüksek beklentide bulunmak haksızlık olacaktır. Ancak kişisel olarak, insan hakları savunucularının gündemindeki konuları, kavramları, ihlalleri mercek altına alan, tartışan, tartıştıran ve harekete geçiren bir yayın olmasını bekliyorum. Ayrıca insan haklarıyla ilgili yürüyen çalışmaları takip edebileceğim, çalışmalardan deneyimleri öğrenebileceğim ve çalışmalara ilişkilenmemi sağlayacak bir dergi olmasını istiyorum. demokrasinin ulaştığı seviyeye göre değişim göstermektedir. Demokrasinin ileri düzeye ulaştığı ülkelerde dahi, bazen çok çeşitli sebeplerle, örneğin terör korkusu veya başka birtakım nedenlerle insan hak ve özgürlüklerinin kısıtlanabildiğine ilişkin örnekler görülebilmektedir. Bu tür kısıtlamaların önüne geçilebilmesi ve insan hak ve özgürlüklerinin geliştirebilmesi için siyasi iradenin, sivil toplum örgütlerinin, üniversitelerin ve ilgili kurum ve kuruluşların ortak çalışması gerekmektedir. Bu açıdan insan hakları konusunda üzerine sorumluluk düşen devlet ve sivil kuruluşların ortak çalışma içerisinde olması, bu çalışmaları yaparken herhangi bir siyasi düşünceyi kollamaktan öte, toplumun tüm bireylerinin insan haklarından yararlanabileceği bir ortamı yaratmak üzere diyalog içinde bulunmalarının son derece yararlı olduğunu düşünüyorum. İnsan hakları konusunda vatandaşlarımızı bilinçlendirecek, yetkililerin ve kamuoyunun dikkatini çekebilecek ve ülkemizde insan hakları alanında gerekli düzenlemelerin yapılması yönünde ufuk açıcı yayınlarda bulunulması yerinde olacaktır. Böyle bir yayın anlayışının benimsenmesi, Türkiye’de insan haklarının korunması, insan hakları konusundaki ihlallerin Jale Ağırbaş önlenmesi, uluslararası düzeyde (DSP İstanbul Milletvekili, yapılan haksız eleştirilerin TBMM İnsan Haklarını ortadan kaldırılması ve toplumun İnceleme Komisyonu ve uygulayıcıların bilincinin Kâtip Üyesi) Herhangi bir ayrım gözetilmeden, geliştirilmesi açısından son tüm insanların yararlanabileceği derece yararlı olacaktır. temel hak ve özgürlüklerin kullanılması, ülkelerdeki 27 SİZCE DİYALOG entelektüel, değişik açılardan da olsa, bazen aynı şeyleri söyleyebilmektedirler ama aralarında bir iletişim ve diyalog olmaması yüzünden, çoğu kez bunun farkına bile varamamaktadırlar. Bu farklı kesimleri, adaletli ve onurlu bir buluşmaya davet etmek ve bunu sağlamak, herhalde bu derginin asgari başarısı olacaktır. Söyleşi... Yılmaz Ensaroğlu İnsan Hakları İçin Diyalog’un, her sayısında en az bir konuğumuz olacak. Ancak ilk sayımızda bir konukla söyleşmek yerine, biri kamu idaresinden, biri sivil toplumdan, biri de üniversiteden üç konuğu birden ağırlayalım dedik. TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı, İçel Milletvekili Zafer Üskül, İnsan Hakları Derneği eski Genel Başkanı Hüsnü Öndül ve Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Levent Korkut’la birlikte bir küçük oturum yaptık. Yılmaz Ensaroğlu: Bir kavram olarak “diyalog” size neler düşündürüyor, ne gibi çağrışımlara yol açıyor? Bu çerçevede, insan hakları için diyalogdan ne anlıyoruz ve İnsan Hakları İçin Diyalog dergisinden ne bekliyoruz? Zafer Üskül: TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı olduğum andan itibaren, STK’larla ve üniversitelerin insan hakları merkezleriyle diyalog içine girmenin yararlı olacağını, farklı kurumların kendi birikim ve deneyimlerini diğerleriyle paylaşmalarından ortak bir yarar elde edilebileceğini düşündüm. Bu nedenle de, değişik toplantılar yaparak çalışmaya başladık. Fakat uygulamada bazı sıkıntılarla karşılaştık. Bizde genel olarak insan haklarıyla ilgilenen kurumların sayısı on civarında. Diğerlerinden, şimdiye kadar en azından bizim çalışmalarımıza katkı sağlayabilecek, işbirliğini yararlı hale getirebilecek olanak bulmakta zorlandık. Bir de, bu kurumların iş yükleri çok ağır olduğu için birlikte kararlaştırdığımız bazı işleri sonuçlandırmakta da güçlük yaşadık. Örneğin, “Bize somut talepler iletin. Zafer Üskül Kimdir? 30 Ağustos 1944’de Mersin Silifke’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. Doktorasını Fransa’da Grenoble Üniversitesi’nde siyasal bilimler dalında tamamladı. Eskişehir İTİA’da Öğretim Üyesi olarak görev yaptı. 1974’te doçent, 1979’da profesör oldu. Birçok üniversitede öğretim üyeliği görevinde bulunarak lisans ve yüksek lisans dersleri verdi. Mersin Üniversitesi İİBF Anayasa Hukuku Öğretim Üyeliği ve Rektör Yardımcılığı görevini yaptı. İnsan Hakları Yüksek Danışma Kurulu Üyeliği ve Başkan Yardımcılığı görevinde bulundu. Birçok sivil toplum kuruluşunun kurucusu, yöneticisi oldu. Anayasa hukuku, kamu yönetimi, kooperatifçilik ve yerel yönetimler alanlarında çalışmalar yaptı. 14 telif ve tercüme kitabının yanında yüzü aşkın makale yayınladı. 1990’da Yunus Nadi Ödülü’nü kazandı. 23. Dönem’de Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı oldu. 29 diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 SÖYLEŞİ 30 Falanca hakla ilgili olarak filanca kanunun şu maddesi şöyle düzenlenirse insan hakları alanında bir gelişme sağlanır” deyin dedim. Çünkü yasama faaliyetine bunları aktarmamız mümkün olabilir. Ama şimdiye kadar somut bir öneri gelmedi. Öbür taraftan STK’larla iletişimimiz oldu; zaman zaman onlar ziyarete geldiler, zaman zaman ortak toplantılarda bir araya geldik. Onlar daha çok hazırladıkları raporları bize göndererek, bizlere katkıda bulunmaya çalışıyorlar. Doğrusu, biz hem yurt içinden STK’ların gönderdiği raporları, hem de uluslararası STK’ların raporlarını çok dikkatlice okuyoruz. Tabii bu arada AİHM kararlarını da mümkün olduğunca gözden geçiriyoruz. Yaptığımız incelemeler sonucunda raporlarımızı yazarken önerilerimizi, bütün bu kaynaklardan beslenerek yapmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla bu ilişkilerin canlı tutulması gerekiyor. Ama STK’ların da gerçekten işlerini daha ciddi yapmaya çaba harcamalarında yarar var. Bu konuda benim sıkıntım şu: Yeteri kadar inceleme yapılmadan ya da yapma imkânı bulamadan raporlar hazırlanıyor ve bu raporlar kamuoyunda ve özellikle de basında, “gerçekmiş” gibi yansıtılabiliyor. Örneğin, Erzurum’daki açlık grevi nedeniyle bazı basın yayın organlarında ölüm orucu yapıldığı bilgisi verildi. Hâlbuki Erzurum’da ölüm orucu yoktu, hiç yapılmadı. Ama böyle bir yanlış bilgi çıktı. Hüsnü Öndül: TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu ile ilişkiler bağlamında değil de, genel olarak, hem hükümet hem de devlet organlarıyla sivil toplumun diyalogu bağlamında, AB’nin 2008 İlerleme Raporu’nda bir paragraf var. Bunun üzerinde duralım isterseniz: “Sivil toplum örgütleriyle ilgili olarak hükümet kurumları, düzenli olarak STK’lara danışmaktadır ancak bu işbirliğini düzenleyen tutarlı bir hukuki çerçeve mevcut değildir. İstişareler belirsiz tercih kriterleriyle ve belirli bir düzen olmadan yapılmakta ve bu istişarelerin somut politika getirisi olmamaktadır. Sivil toplum ve diğer menfaat sahiplerinin karar alma sürecine daha fazla katılımlarının sağlanması halinde, siyasal çoğulculuk geliştirilebilir. Öte yandan, STK’ların genişliği ve kapsamı güçlendirilmelidir” . Yani hem mevcut durumu tespit eden hem de hükümete öneri getiren bir paragraf var. Sizce sivil toplumla devlet organları arasında, idare arasında ilişkilerin geliştirilmesi konusunda problemler var mı genel olarak? Zafer Üskül: Bu tespitler doğru. Gerçekten de STK ile ilişkileri kurumsallaştıran bir altyapımız yok, ciddi mevzuat eksikliğimiz var. Bizim komisyonumuzun da STK’larla işbirliği yapması yasal olarak düzenlenmiş değil. Biz yasamızda değişiklik önerirken bunu dikkate alarak bir hüküm koyduk. Tabii yasal olarak bu düzenlenir ve kurumsallaşırsa hem diyalog daha etkili bir biçimde sağlanmış olur hem de daha etkili sonuçlar alınabilir. Ancak bildiğim kadarıyla TBMM’nin yasama faaliyetine sivil toplumun müdahale edebilmesine olanak sağlamak üzere TBMM içinde bir çalışma var. Bu konuda bir yıldan beri değişik toplantılar yapıldı. Şimdi de İçtüzük değişikliği içinde bu konu dikkate alınıyor. Bu TBMM açısından bence olumlu bir gelişme. Elbette bizim tüm Bakanlıklarımızın teşkilat kanunlarının da yenilenmesi lazım. Bu bir ihtiyaç olarak tespit edildi ama bir türlü gerçekleştirilemedi. Levent Korkut Kimdir? 1985 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Orta Doğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nde yüksek lisansını tamamladıktan sonra, Chicago Üniversitesi “Studentat-Large” programına devam etti. 2001 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde doktorasını tamamladı. 1992–2001 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Departmanı’nda araştırma görevlisi olarak çalıştı. Çeşitli uluslararası projelerde uzman olarak çalışan Korkut, Hacettepe Üniversitesi’nde insan hakları hukuku konusunda ders vermektedir. Korkut’un insan hakları, ayrımcılık, eşitlik vb. konularda pek çok makalesi ve çevirisi bulunmaktadır. Levent Korkut, 2004 – 2006 tarihleri arasında Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi Başkanlığı yaptı. Uluslararası Af Örgütü Uluslararası Yönetim Kurulu Üyeliğini sürdürüyor. Korkut ayrıca İHOP Yönetim Kurulu üyesidir. 31 SÖYLEŞİ Yılmaz Ensaroğlu: Hüsnü Bey, yıllarca insan hakları alanında çalışan sivil toplum örgütlerinde yöneticilik yapmış birisi olarak Türkiye’de kamu idaresinin sivil toplumla ilişkilerini siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Yeterli diyalog var mı aralarında? Hüsnü Öndül: Ben, konuyu Türkiye’deki demokratikleşmeyle ilgili ilerlemelerle bağlantılı olarak görüyorum. Siyasal çoğulculuk ya da genel olarak “çoğulculuk” hem idareye hem de hayatın çeşitli alanındaki faaliyetlere hâkim değil. Dolayısıyla demokrasinin çoğulculuk ilkesiyle katılımcılık ilkesine uygun kurumsallaşmalar şart. Yasa değişiklikleri bunlardan birisidir. Yılmaz Ensaroğlu: Yani yasal düzenlemeler olmayınca, az önce AB İlerleme Raporundan okuduğunuz bölümde de vurgulandığı gibi, ilişkiler düzensiz ve dolayısıyla verimsiz mi kalıyor? Hüsnü Öndül: Evet kişiye bağlı kalıyor. İsterse yapıyor, istemezse yapmıyor. Dolayısıyla bu alanda istikrarlı kurumların varlığına ihtiyaç var. Bunun için de, bizim yurttaşlar olarak ifade özgürlüğümüzün koruma altında olması gerekiyor. İHD Genel Sekreteri olduğum dönemlerde, Adalet Bakanlığına veya Emniyet Müdürlüğüne telefon açtığımda; “Vatandaş niye size geliyor, siz kimsiniz?” şeklindeki sert tepkilerle karşılaştım. Yani sonuçta “İHD’ye neden başvuruyor vatandaş, gelsin bize başvursun” diyebiliyor kamu idaresi. Dolayısıyla bu demokrasinin algılanışında da problem olduğunu gösteriyor. Ama bu bahsettiğim konu on yıl önceydi. Yani son on yılda Türkiye önemli mesafeler kat etti, demokrasiye doğru. Levent Korkut: “Diyalog” deyince, bence kelimenin anlamı üzerinde de duralım biraz. “Monolog değil” yani “farklı seslerin iletişimi”… Bu iletişimde herkesin aynı şeyi söylemesi beklenemez, farklılıklar mutlaka olacaktır. Katılımcı demokrasi açısından farklılıklar önemli. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 SÖYLEŞİ 32 Çünkü diyalogda karşılıklı öğrenme de gerçekleşir. Sivil toplum örgütlerine yöneltilen bazı eleştirilerin nedeni de aslında diyalogun olmaması. İletişimsizlik ortamında yanlış bilginin ortaya çıkması daha büyük bir olasılık… Ben şöyle görüyorum: Birincisi, genel olarak kamuyla sivil toplum arasındaki perdenin kaldırılması ve geçişken bir yapının oluşturulması, burada kamunun bizim tarihsel geleneğimizde var olan yönetici konumundan kurtulması gerekiyor. Yani birlikte çalışan ve üreten konuma geçmesi gerek. Bunun için her iki tarafta da engeller var. Kamuda “Ne gerekirse biz yaparız, yani Komünist Partiyi de biz kurarız, eşcinsel hareketleri de biz yaratırız, yani yapılacak ne varsa, biz yaparız” mantığı var. Sivil toplumda da kamuya karşı bir kuşku var. “Acaba onlarla işbirliği yaparsak, bizim sivilliğimiz uçar kaybolur mu?” Dolayısıyla her iki taraf açısından da güven ortamının sağlanması gerekiyor. Bu genel diyalog. Bunun ötesinde daha özelleşmiş bir diyalog alanı, her alanda teknik çalışma becerisinin geliştirilmesidir. İnsan hakları alanına özel olarak baktığımızda, kamu, sivil toplumun elinde olan bilgiyi paylaşabiliyor. Mesela Uluslararası Af Örgütü Hollanda Şubesi ve Emniyet Genel Müdürlüğü, polisin uyguladığı şiddetle ilgili beraber proje yapabiliyor ve bunu geliştirebiliyor. Taraflar bu konuda güven anlayışı içindeler. Bu düzeyde bir işbirliği Türkiye’de henüz yok. Bu daha nitelikli bir diyalog, yani artık işbirliğine doğru evrilen bir diyalog. Zafer Üskül: Aslında iyi kullanılabilse, öyle bir diyalogun başlayabileceği bir mekanizma var: İlçe ve il insan hakları kurulları. Orada hem idare var –genellikle vali değil ama vali adına vali yardımcısı- hem de sivil toplumun değişik kurumlarından temsilciler. Dolayısıyla oraya yapılan insan hakları ihlalleriyle ilgili başvuruların değerlendirilebileceği bir ortam var ama iyi kullanılabilirse tabii... Çok iyi kullanıldığını zannetmiyorum. Levent Korkut: Kullanılmıyor; çünkü il ve ilçe kurullarında birtakım sorunlar var. Birincisi, -belki ilçe düzeyinde bunu sağlamak oldukça zor, onu düşünmek gerekirçok sayıda ilçe var ve açıkça söylemek gerekirse Türkiye’de sivil toplumun ilçelere kadar nüfuz etmiş bir yapısı yok. Sivil toplumun da böyle bir sorun var. Ayrıca, idare adına buraya katılacakların bu çalışmaya hazırlanması ve yetiştirilmesi açısından da sorunlar var. İkincisi bu kurulların hiçbir mali kaynakları yok. Yani ayrılmış bir bütçeleri, ufak da olsa kullanabilecekleri kaynakları bulunmuyor. Ama bence en önemlisi anlayış itibariyle hazır değiller. Bu kurulların yetiştirilmesi ve hazırlanması gerekiyor. Zafer Üskül: Çok büyük sıkıntılar olduğunu biliyorum. Söylememin nedeni bu kurumlar orada sivil toplumla bir araya gelebiliyor. Acaba bunu nasıl destekleyebiliriz, nasıl işler hale getirebiliriz, nasıl daha etkili hale getirebiliriz? Bunun üzerinde düşünmekte yarar var. Levent Korkut: Onları yönlendirebilecek daha ulusal düzeyde oluşumlar olursa, mesela İnsan Hakları Ulusal Kurumu oluşturulur, bütçeli ve kadrolu olursa, o kurum, il ve ilçe kurullarını da yönlendirebilir, onlara öncülük yapabilir. Zafer Üskül: Bu konuda bir çalışma var. Hem onların bütçesinin sağlanması Hüsnü Öndül Kimdir? Avukat olan Hüsnü Öndül, İnsan Hakları Derneği (İHD), Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve Çağdaş Hukukçular Derneği kurucularından. iHD Ankara Şubesi için 1988, 1989, 1990 Ankara İşkence Raporu kitaplarını, İHD Genel Merkezi için “Kopenhag Siyasi Kriterleri ve Türkiye”, TMMOB için “Türkiye’de Kentli Hakları Mevzuatı” kitaplarını hazırladı. 1975 yılında “Kimiz” adlı şiir kitabı, 1997’de “İnsan Hakları Yazıları” adlı kitabı yayımlandı. 2001 yılından bu yana Evrensel gazetesinde haftalık yazılar yayımlayan Öndül, IPS İletişim Vakfı Yayınlarından çıkan “İnsan Hakları Haberciliği” kitabının yazarları arasında yer alıyor. 33 SÖYLEŞİ hem de Ulusal Kurum’un kurul haline getirilmesi konusunda... Levent Korkut: Yani Ulusal Kurum önderlik ederse il kurulları daha zenginleşebilir. Yine Ombudsman yani Kamu Denetçiliği meselesi var. Kamu Denetçiliği konumu aslında bir anlamda sivil toplumdan gelen şikâyetlerin kamu idaresine yansıtılma yeri. Onlar da il kurullarını belki daha işlevsel hale getirebilir. Çünkü il kurulları şu anda elde etikleri şikâyetleri doğrudan ilgili kurumlara gönderiyorlar. Hâlbuki ciddi bir kamu denetçiliği mekanizması olsa, bunlar da kendi aralarında işbirliği yapabilirler. Türkiye’de insan hakları alanındaki en önemli problemlerden birisi, - diğer sivil toplum örgütleri açısından da belki geçerli-, sivil toplum örgütleri, yaptıklarının etkisini göremedikleri, sonucunu alamadıkları için giderek kötümserleşiyorlar. Zafer Üskül: Bu noktada hem Komisyon’da hem Meclis’te yaşadığımız bir sıkıntıyı dile getireyim ben de. Gerçekten diyalog önemli… Ama diyalog iki tarafın bir araya gelerek kendi görüşlerini ısrarla savunması anlamına gelmez. Yani her iki taraf da ayrı şeyleri tekrarlıyorsa, o şey “monolog” olur. İki taraf birbirini dinlemeden diyalog kurulamaz. Bunu ben hem Komisyon’da hem de Genel Kurul’da yaşıyorum. Siyasi partilerin arasında bile diyalogdan ne anlaşılması gerektiği konusunda bir görüş birliği yok. Sivil toplum kuruluşlarıyla da belki bu diyalog üzerine bir eğitim yapmak lazım. Sadece sivil toplum kuruluşlarıyla değil, devlet kurumları ve yetkilileriyle de… Ne olduğuna bakmak lazım… Yani bir kere birbirinizi dinleyeceksiniz, anlamaya çalışacaksınız, ondan sonra da açık fikirli olarak önerileri tartışacaksınız. Bütün bunların karşılıklı görüşülebilmesi, müzakere edilebilmesi gerekir. Bizde ne yazık ki bu yok. Zaman zaman siyaset yapmak adına diyalog yok ediliyor. Aslında bu şekilde verimli bir siyaset de yapılmıyor. Dolayısıyla bunu hakikaten çok ciddi bir şekilde gözden diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 SÖYLEŞİ 34 geçirmek gerekiyor. Bu anlamda da sizin derginiz, toplumun, siyasetçinin, sivil toplum yöneticilerinin gelişmesine çok ciddi bir katkı yapabilir. Hüsnü Öndül: Bir de güven sorunu var. Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun dört yıldır neden toplanmadığı sorusunun yanıtının verilmesi gerekiyor. İdarenin inisiyatifine bağlı bir yapı orası. Bundan dersler çıkarmak gerek. Levent Korkut: Bence de bu soruya yanıt verilmesi gerekiyor. Danışma Kurulu aslında idari bir yapı olmamakla birlikte, yine de o mekânda, kamu ve sivil toplum bir araya gelebiliyordu. Ve eminim ki bu dört yıl boyunca toplanmış olsaydı, çok önemli mesafeler alınırdı. Çünkü ne kadar çok bir araya gelinirse, diyalog kültürü de o kadar gelişiyor. Zafer Üskül: Çok sesliliğin meşruiyetini tartışılır hale getirmememiz lazım. Bu çok önemli… Doğal karşılanması gerekir. Farklı fikirlerin bir arada bir kurumda olabilmesi, birlikte iş yapabilme kültürünün yerleşebilmesi için yapı ve mekanizmalara ihtiyaç var. Bunun yarattığı problemleri yaşıyoruz sanırım. Levent Korkut: Hem mekanizmalara ihtiyaç var hem de o mekanizmaları işletecek zihniyete ihtiyaç var. Mekanizmayı kuruyorsunuz, zihniyet ona uygun değilse hiçbir anlamı olmuyor. Biz bu diyalogdan hareketle işbirliği üzerine gitmeliyiz. Şimdi, demokratik ülkelerde sivil toplum örgütleri kamu kaynaklarını kullanabiliyor ancak bunun kuralları oluşturulmuş durumda. Kamu kaynağı sivil topluma nasıl verilir? Bunun güvenliği, tarafsızlığı ve şeffaflığı nasıl sağlanır? Tüm bunların kuralları belirlenmiş. İşte Avrupa Birliği aslında bir kamu kaynağı ve bu kaynağı sivil topluma aktarırken bir yöntem izliyor. Bunu ulusal düzeyde de yapmak mümkün. Burada da büyük eksiklikler var. Yani sivil toplum-kamu ilişkileri derken çok boyutlu düşünmek gerekiyor. Zafer Üskül: Elbette kamu kaynaklarından bütün gelişmiş ülkelerde STK’lar yararlanıyor. Ama ne yazık ki, bizim ülkemizde kamu kaynağından yararlanan kurumlar vatan haini ilan edilebiliyor. Yani bizim zihniyet dünyamızda çok büyük sorunlar var. Bu dernekler, vakıflar listeleniyor, arşivleniyor ve onlara karşı gizli saklı politikalar geliştirilmeye çalışılıyor. Bu zihniyetin tamamen değişmesi gerek. İnsan haklarını savunma hakkını savunmak durumundayız. Hüsnü Öndül: 2008 yılında İHOP bileşenleri ortak bir karar aldılar ve Paris Prensiplerine uygun Ulusal İnsan Hakları Kurumu ile ilgili görüşlerini belirlemek için kendi içlerinde toplantılar düzenlediler. İHD 29 şubesiyle üç bölge toplantısı yaptı ve şubelerin yönetici organlarının ve üyelerinin görüşlerini tartıştı. Bu görüşler kendi içinde merkezi toplantıda bir kez daha tartışılarak İHOP’a getirildi. Mazlum-Der, Helsinki Yurttaşları Derneği ve UAÖ de aynı çalışmayı yaptı. Daha sonra, Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığının düzenlediği bir toplantıya çağrıldık ve konuyla ilgili bizlere görüş sordular. Yani biz bu tür çalışmaların olduğunun farkındayız ama İnsan Hakları Başkanlığı ve İnsan Hakları Danışma Kurulu pratiği bize şunu gösterdi: Eğer Danışma Kurulunun oluşumuna dair düzenlemeler idareye emredici sorumluluklar yüklemiş olsaydı, 4 yıl içinde bu toplantılar yapılırdı. Demek ki, idare açısından emredici 35 SÖYLEŞİ düzenlemelerin olması gerekiyor. Bu çok önemli… Ya böyle olması ya da idareden daha bağımsız bir oluşumun gerçekleşmesi gerekiyor. Yılmaz Ensaroğlu: Biraz da diyalogsuzluğun sonuçları üzerinde duralım dilerseniz. İnsan hakları alanında çalışan sivil toplum örgütleriyle, yine bu alanda çalışan bilim insanlarının; bunlarla kamu idaresinin arasında yeterli diyalogun olmaması sizce ne gibi sorunlar doğuruyor? İlk çırpıda aklınıza gelen birkaç sorunu öğrenebilir miyiz? Levent Korkut: Bir kere sivil toplum örgütleri bir konuyu çalıştıkları zaman aynı konunun idarede nasıl ele alındığını, orada ele alınıp alınmadığını, onların nasıl bir tepki gösterdiklerini çoğu zaman bilmiyorlar. Oysa sivil toplum örgütü çalışırken, eğer kamunun ne yaptığını, ne düşündüğünü, tepkilerini iyi bilirse, belki de birçok şeyi farklı düşünecek ve daha farklı ele alacak. Aynı zamanda, biraz önce konuştuğumuz gibi, sivil toplum örgütü kamu ile diyalog içinde olmadığı için, önüne bir vaka geldiğinde bununla ilgili araştırmasını yeterince yapamıyor. Çünkü insan hakları öyle bir konu ki, sivil toplum örgütünün çalışabilmesi için kamunun kapılarını açması, belli şeyleri şeffaflaştırması lazım. Erişim sağlayabilirse, sivil toplum örgütü daha rahat bilgi toplayacak ve gerçeğe ulaşması kolaylaşacak. Burada da diyalogsuzluğun yarattığı bir problem var. Son olarak, sivil toplum açısından baktığımızda, sivil toplum kamuya karşıdan bir bakışla hareket ediyor, yani karşı taraftan hareket ediyor. Eğer idare sert davranıyorsa, -bu sadece Türkiye’de değil bütün dünyada böylediridarenin sertliğine göre sivil toplum örgütü pozisyonunu belirliyor. Bu da sivil toplum örgütünün algılayışını değiştirebiliyor. Yani, bir insan hakları örgütü olmaktan çok bir muhalif örgüt olma sınırına gelebiliyor. Bu ortamın giderilmesi, “diyalog” ve “demokratikleşmeyle” mümkündür. Diyalog dediğimiz şey, burada idareyle, kamu idaresiyle, sivil toplum arasındaki diyalog. Demokratik olmayan bir yapıda “diyalog” olamaz. Sistem katılımcı demokrasiyi kurduğu andan itibaren “diyalog” başlar. Klasik devlet anlayışında devlet üstündür. Katılımcı olmayan demokrasilerde ise durum farklıdır. Diyalogun olabilmesi için toplumsal çerçevede demokrasinin olması gerekir. Örneğin Türkiye’de bilim insanları yeterince katkılarını sunamıyor. Bu özellikle, kamu karar alırken, ne kadar bilim insanlarından yararlanıyor sorusunu akla getiriyor. Acaba onların bulguları, onların bilgileri yasama süreçlerinde, yönetmeliklerde, tüzüklerde yeterince kullanılıyor mu? Aynı şekilde, sivil toplum ne kadar bilim insanlarından yararlanıyor, o da ayrı bir konu. Bu arada bilim insanlarını da sorgulamak gerekiyor. Türkiye’de bilim insanları ne sivil toplumla yeterince çalışmaya alışkınlar ne de pratik yasa üretimi süreçlerinde çalışmaya... Bazen çok teorik kalıyorlar. İdarecinin ya da sivil toplum yöneticisinin derdini anlayamayabiliyorlar. Bu da yine alışkanlığın olmamasından kaynaklanan bir sorun. Kamu açısından baktığımızda da, kamu sivil toplumu anlamada güçlük çekiyor. Sivil toplumun yaptığı faaliyeti doğrudan kendi iktidarına yönelik bir tehditmiş gibi diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 SÖYLEŞİ 36 algılıyor, özellikle de siyasi bir makamdaysa. Siyasi değil, bürokrat makamındaysa, o zaman da kendisinin teknik çalışmasına ya da kendi kariyerine bir tehdit olarak düşünüyor. Hâlbuki olumlu örneklerde gördüğüm bir şey var. Kamu idaresi, sivil toplumdan yararlanmayı bilerek aslında kendi konumunu sağlamlaştırmaya doğru gidiyor. Sivil toplumun elindeki bilgilerden hareketle kendisini düzeltmeye ve aksaklıkları gidermeye çalışıyor. Zafer Üskül. Bir kere böyle bir diyalogun kurulması, her şeyden önce insan hakları ihlallerinden haberdar olmamı sağlayabilir. Bu, çok önemli bir şey... Ben ihlal iddialarını sivil toplum kuruluşlarından ya da basından alıyorum. Zaman zaman da bireyler başvuruyor. Ama bireylerin hiç başvurmadığı alanlarda da insan hakları ihlalleri oluyor. Ve biz o konularda da çalışma yapabiliyoruz. Dolayısıyla ciddi çalışan sivil toplum kuruluşlarının varlığı benim çalışmalarımda yardımcı olur. Bunu her zaman söylerim. Aynı şekilde basın mensuplarıyla her görüşmemde şunu söylüyorum: Lütfen konuların üstüne gidin ama ezbere değil araştırarak gidin. Haberlerinizde doğruluk payı yükselsin. O zaman ben onları daha ciddiye alacağım ve duruma hemen müdahale etmek üzere gerekeni yapacağım. Levent Korkut: Birçok ülkenin medyasında insan hakları alanındaki gazeteciler uzmanlaşmıştır. Zafer Üskül: İnsan hakları alanındaki bir iki çalışmamız, medyanın tavrı yüzünden engellendi. Çok acı bir şey… Afla ilgisi olmayan bir yasa teklifimiz, af yasası gibi sunuldu. Bunun üzerine de bir daha gündeme getirilemedi. Çünkü siyasi iktidar, af getiriliyor iddiası ile karşılaşmak istemiyor. O yasa teklifinin afla hiç ilgisi olmamasına karşın basın öyle “Gizli af getiriliyor” diye sundu. Bir daha da gündeme getirilmedi. Medyanın yardımcı olmasından vazgeçtim, insan hakları alanında bir iyileştirme yapacaksak, karşımıza bir engel olarak çıkmasa bari. Oysa medya çok yardımcı olabilir bize… Levent Korkut: Aslında medya temel güçlerden birisi. Orada medyanın tutumu, takındığı tavır çok önemli... Mesela BBC öyle bir yayın politikası izliyor ki çoğulculuk açısından, toplumdaki her kesimi görünür hale getiriyor. Engellileri, farklı kültürleri… Yayın ilkelerinin temelinde bu var. Medyanın yönlendiriciliği ve toplumdaki etkisi tartışılmaz fakat bizde insan hakları açısından medya cidden çok sorunlu. Hüsnü Öndül: Ben geçen yıl, Bağımsız İletişim Ağı’nın düzenlediği hak haberciliği çerçevesinde İletişim Fakültesinden mezun ya da son sınıf öğrencilerine verilen eğitim çalışmalarına katıldım. Orada şöyle bir bilgiye sahip oldum. İletişim fakültelerinin hepsinde - ki çok değişik üniversitelerden gelen iletişim fakültesi mezunları vardı- insan hakları dersleri yok. Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesinde ve bir iletişim fakültesinde daha varmış. Dolayısıyla, iletişim fakültelerinde de insan hakları derslerinin, medya ve insan hakları ilişkisinin ele alınması gerekiyor. Zafer Üskül: Bence de çok doğru. Hukuk fakültelerinde de insan hakları derslerine ağırlık verilmesi gerekiyor. Yeteri kadar bu konular üzerinde durulmuyor. Siz başta bir ara söylediniz, “İfade özgürlüğümüz sağlansa” diye. Aslında ifade 37 SÖYLEŞİ özgürlüğümüz şu anda güvence altına alınmış durumda. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ilgili hükmü, AİHM kararları ışığında okunarak Türkiye’de uygulanmak zorunda. Anayasa’nın 90. maddesi bunu öngörüyor. Uygulanmıyorsa bunu uygulamayan kim? Yargıçlar mı, savcılar mı? Sorunumuz orada. Bir türlü zihniyet değişmiyor. Tamam, iç hukuk hükümleri, bunlara, AİHS’e uyumlu hale getirilsin. Bu doğrudur. Tabiî ki AİHS’ne aykırı hükümler varsa bunların ayıklanması gerekiyor. Bu çok doğru… Ama diyelim ki ayıklanmıyor. Yargıç ne yapacak? Doğrudan AİHM kararının ışığı altında, AİHS hükümlerini uygulamak zorunda. Bu Anayasa gereği böyle ama uygulanmıyor. Hüsnü Öndül: Bu ciddi bir problem. Stajyer avukatlara verilen staj eğitimi kapsamında AİHM ve AİHS’ne dair bir program da var. Avukatlardan bazıları, bu program çerçevesinde benim anlattığım konuları, hukuk fakültelerinde aldıkları derslerden ötürü bildiklerini belirttiler. Bunu Ankara Barosu için söylüyorum. Bunun gibi yargıçların ve savcıların eğitimine de özel bir önem verilmesi gerekiyor. Yani AİHM’ni artık bir dış olgu, bir yabancı kurum olarak görmemesi lazım Türkiye yargısının. Anayasa’nın 90. maddesi buna dikkat çekiyor ve emrediyor. Zafer Üskül: Elbette emrediyor. Yüksek mahkemelerin yargıçlarına “Eğitime girin” deseniz kıyamet kopuyor. Aslında bilmiyor da değiller. Belki binlerce defa yazıldı, TV’lerde söylendi. Artık bunu duymayan yargıç kalmamıştır diye düşünüyorum. Hüsnü Öndül: Tabii bilgiyle kültür meselesini ayırmak lazım… Zafer Üskül: Bizim ülkemizde bir yargıç kültürü sorunumuz var. Bunun gelişmesi gerekiyor. Bu konuda ne kadar oldu bilmiyorum ama yargıç ve savcıların önemli bir bölümü eğitimden geçirildi. Farklar da var, bakıyorsunuz çok güzel kararlar veriliyor, AİHM’e gönderme yapan kararlar da çıkıyor. Ama zaman zaman yargıçlarımızın kendi siyasal düşüncelerinden bağımsız karar veremediklerini de görüyoruz. Bunu yasa hükümleriyle, Anayasa hükümleriyle ortadan kaldıramazsınız. Bu kültürle ilgili bir şey... Levent Korkut: Burada da yine diyalogun önemi var bence. Eğer sivil toplum kendi içinde, kamu idaresiyle ve üniversiteyle iyi bir diyalog içinde olursa, bu diyalogun ürettiği bilgi ister istemez yargıçlara, savcılara da gidecektir. Diyalog ne kadar gelişirse, oradan çıkan bilgi de, oradan çıkan sonuçlar da, toplumun her kesimini etkileyecektir. Bunların arasında yargıçlar ve savcılar da var. Yani bir açıdan da toplum yüksek sesle bazı şeyleri ifade edemediği için yargıçlar o kadar geniş bir hareket alanı içinde yer alabiliyor. Toplumda belli bilgiler temellendirilebilirse, biz “İnsanlara hiçbir temelde ayrımcılık yapılmamalıdır” diyebilirsek ve bu konuda toplumda bilgi üretilirse, yargıçlar da bunun dışında kalamazlar. Diyalogun burada toplum kurgularını değiştirmesi açısından özel bir önemi var. Bizim gibi toplumlarda en büyük tehlike değişimin durması. Toplumsal değişim kurumları değiştirecektir. Kurumlar donarsa o zaman tehlike başlıyor demektir. Hüsnü Öndül: Diyalog ve katılımcılık açısından iki örnek üzerinde durmak istiyorum: F tipi cezaevleri açılmadan önce Adalet Bakanı Hikmet Sami Bey, Temmuz diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 SÖYLEŞİ 38 2000 ya da Ağustos 2000 tarihinde İnsan Hakları Derneği’ne ve bazı sivil toplum örgütlerine Sincan Cezaevi’ni gezme olanağı tanıdı. Biz de hemen aynı gün görüşlerimizi açıkladık ve ayrıca yazılı rapor haline getirdik. İnsan hakları standartları açısından uygun bulmadığımızı ifade ettik. Bu bizim bilgilenmemiz açısından olumluydu. Bunun üzerinden on yıl geçti; bir daha hiçbir F tipi cezaevinde inceleme yapma olanağına sahip olamadık. Oysa fiziksel koşulların yanı sıra oradaki muamelelerdir asıl önemli olan. 2000 yılında yapılan demokratik bir tutumsa, bunun devamının gelmesi gerekiyordu. Ne yazık ki gelmedi. İkinci örnek ise, ulusal programla ilgili. Hükümet, Avrupa Birliği katılım müzakereleri için Ağustos sonu Eylül başında ulusal program taslağını sivil toplum örgütlerine gönderdi ve “15 Eylül’e kadar görüşlerinizi bildirin” dedi. Şimdi bu da anlaşılır bir şey değil. Bu diyalog değil, bu “Merhaba” demek ve geçmektir. Hâlbuki bu konuda Avrupa Birliğinin geliştirdiği standartlar var. Yeteri kadar zamanın verilmesi gerekir. Yeterince inceleme olanağı tanımadan “Gönderdik mi?” “Evet gönderdik” oldu. Aynı şekilde, benzer bir durum, Adalet Bakanlığı Yargı Reformu Stratejisi konusunda da ortaya çıktı. Bakanlık, taslağı internet sitesine koydu, on civarında üniversite, Yargıtay ve Danıştay görüş bildirdi. Ama Yargıtay’ın eleştirisi şu oldu: “Taslak hazırlanmadan önce bizim görüşümüz alınmalıydı”. İdare bir taslağı hazırlıyor ve diyor ki “Bununla ilgili olarak görüş bildirin”. Ulusal programda olduğu gibi yeterince zaman da vermiyor. Hazırlık için ve katılım için uygun zaman ve ortamların yaratılması gerek. Yılmaz Ensaroğlu: Bildiğiniz üzere, Meclis’te sivil toplumun yasama faaliyetlerini izlemesi, yasama süreçlerine katılımı konusunda da yeni düzenlemeler getiren bir İçtüzük değişikliği var. Biraz da bunun üzerinde duralım mı? Sizler bu gelişmeye nasıl bakıyorsunuz? Zafer Üskül: Sivil toplum kuruluşları İçtüzük değişiklik önergesini hemen incelemeli ve görüşlerini iletmeli. Zaten bu konuda hemen harekete geçilmiyor. Biliyorsunuz, internet sitesine konuldu taslak ve görüşler alınıyor, bekleniyor. Bir taslak ortaya konmadan mı görüşler istenmeli yoksa taslak hazırlandıktan sonra mı? Bu tartışılabilir ama bizim bazı konularda çok fazla zamanımız da yok. Eğer hiçbir taslak olmadan görüş istemeye kalkıp onun üzerinden taslak oluşturmaya kalkarsanız ve onu tekrar tartışmaya açarsanız, harcanması gereken süreyle, bir taslak üzerinden hareket ederek sonuca varmaya çalışmak için gereken süre arasında çok fark var. Açıkçası, ben bir taslak üzerinden tartışmayı sürdürmenin çok da fazla sakıncalı olduğunu düşünmüyorum. Öbür türlü, her kafadan bir ses çıkıyor ve birbirleriyle bağlantısını kurmak çok kolay olmayabiliyor. Oysa bir taslak varsa, onun üzerinde çalışmak her zaman daha kolay. Levent Korkut: Taslak iyi olur tabii. Ama taslak hazırlanmadan önce bir genel yoklama yapılmasında da fayda var. Böylece, oluşturulacak taslakta bazı hatalar, bazı yanlış anlaşılmalar önlenebilir ve bu diyalogu teşvik eder. Zaman yokluğu, bazı meseleler açısından doğru olabilir. Ama mesela biz Ulusal İnsan Hakları Kurumu’nu 2004’ten beri Türkiye’de tartışıyoruz. Bunun ürettiği bazı şeyler var. Bunlar 39 SÖYLEŞİ değerlendirilebilir taslak hazırlanmadan önce. 2004’te bu süreç başlatılmış olsaydı, bol bol yeterdi zaman. Bazı konular son ana kadar çalışılmadı. Zafer Üskül: Taslak hazırlanırken tüm bunların değerlendirilip değerlendirilmediğini çok iyi bilmiyorum. Değerlendirilmiş olması gerektiğini düşünüyorum. İçtüzük çalışmalarında sadece Türkiye içindeki çalışmaları değerlendirmekle yetinmedi hazırlayan grup. Avrupa Birliği üyesi değişik ülkelerde nasıl yapılıyor bu iş, incelediler. Meclis’te de neredeyse bir yılı aşkın bir süredir “Sivil toplumla nasıl ilişki kurulur?” konulu bir çalışma var. O çalışmaların sonuçlarını mutlaka değerlendirmiş olmaları gerekir. Artık bir taslak ortaya çıktığı zaman onu iki kişi kaleme almış olmuyor ki, ciddi bir ön hazırlık aşamasından sonra o taslak yazılıyor. Ama haklısınız, değerlendirmek için verilen zaman önemli. Levent Korkut: Orada bir sorun var. Yasa yapma süreçlerinin çok aceleye getirilmemesi gerek. Biraz zaman tanınması -ki bu hükümetin 2001’den bu yana bol bol zamanı vardı- aslında mümkün. Daha geniş bir zamanda tartışma yaratarak yasa yapmak daha sağlıklıdır. Zafer Üskül: Meclis’in gündemini izlerseniz çok yoğun bir gündemi olduğunu göreceksiniz. Bakın TCK, Ceza Muhakemesi Kanunu, Medeni Kanun baştanbaşa yeniden yapıldı. Şimdi Ticaret Kanunu, Borçlar Kanunu var gündemde. Bunlar temel ve çok büyük kanunlar. Onun dışında yüzlerce kanun tasarısı, teklifi var. Dolayısıyla çok yoğun bir gündem var ve bunların hepsinin ele alınması lazım. Levent Korkut: Sivil toplum örgütleri açısından baktığımızda da bazı problemler var ama şunu da anlıyoruz ki, Türkiye hızlı değişmek zorunda olan bir ülke. Ama bu hızlı değişim olurken, insanların, sivil toplumun, siyasi partilerin bunu sindirmesi de çok önemli. Dolayısıyla zamanın çok verimli kullanılması gerekiyor. Birçok olayda ciddi zaman kaybedildi. Mesela 2005, 2006, 2007 görece insan hakları açısından fazla aktivitenin olmadığı bir dönem oldu. Zafer Üskül: O dönemde başka şeyler yapıldı. Ceza Kanunu o dönemde çıkarıldı. Arkasından Ticaret Kanunu, Borçlar Kanunuyla ilgili çalışmalar başlatıldı. Onlar ancak gündeme gelebildi, hala görüşülemiyor. Çok zaman gerektiriyor bunlar. Tabii İçtüzük meselesinde, Meclis’in çalışmalarını muhalefetin haklarını sınırlamadan daha verimli hale getirebilirsek, muhtemelen bu işler biraz hızlanacak. Orada da çok dikkatli olmak gerekiyor, muhalefetin mutlaka olması gerekiyor. Muhalefetin sesini çıkarabileceği olanakların tanınması gerekiyor. Ama işlerin daha hızlı götürülmesini sağlayacak mekanizmalar da lazım. Yani zaman zaman biz burada, yoklama isteğinden kanunları görüşemez hale gelebiliyoruz. Hâlbuki milletvekillerinin tamamı her kanunla çok yakından ilgili değiller. Sonuçta asıl tartışmalar, asıl görüşmeler komisyonlarda oluyor. Yasama faaliyetini biraz etkinleştirmek gerekiyor. İçtüzük onu başarabilirse, muhtemelen daha çok zaman kazanırız ve hazırlık çalışmalarına daha fazla zaman ayrılabilir. Levent Korkut: Modern yasama sistemlerinde genel kurul tartışmalarından çok, hazırlık aşamasındaki, bürokratik aşamadaki faaliyetler ve sivil toplum diyalogu diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 SÖYLEŞİ 40 önemli. Genel Kurulda artık siyasi ifadeler yer almalı, yani partiler destekler ya da desteklemez. Onları ifade edebilecek zaman yeterlidir Genel Kurulda. Genel Kurul bir hazırlık çalışması yeri değil. Zafer Üskül: Ama şimdi sistem öyle işlemiyor, onun için de yavaşlıyor. Levent Korkut: Diyalogla ilgili bir konuyu vurgulamak istiyorum. Kamu idaresi, yirmi yıl öncesinden farklı olarak, bir diyaloga yönelmiş durumda fakat şöyle bir sorun var. Eğer siz sivil toplum örgütü olarak o icraatı eleştiriyorsanız ya da rapor getiriyorsanız, kamu idaresi bir sonraki toplantıya sizi çağırmayabiliyor. Biz bunu çocuk haklarında, mültecilerde ve çeşitli alanlarda yaşadık, yaşıyoruz. Tabii burada iki bakanlık çok öne çıkıyor: İçişleri Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı. İnsan haklarıyla ilgili konuların toplandığı yerler buralar çünkü. Bence bürokratların burada gerekli donanıma sahip olmaları ve bunu yönetebilecek duruma gelmeleri gerekiyor. Yani örgütleri kara listeye alarak bu mesele çözülemez. Öyle olunca, sivil toplum örgütleri de tepki göstermeye başlıyor ve tüm bunlar diyalogu tersine çeviriyor. Yılmaz Ensaroğlu: Örneğin, mültecilerle ilgili bir çalışmada, bu konuda en yoğun çalışması olan iki örgüt, hazırladıkları raporlar yüzünden toplantıların dışında tutuldular. Ancak zamanımız daralıyor. Biraz da, bunca değişimden sonra Türkiye’deki belli başlı insan hakları sorunları olarak neleri görüyoruz, bir de ne olacak bu sivil ve demokratik Anayasa meselesi? Neler görüyoruz yakın gelecekte? Bunlar üzerinde duralım istiyorum. Zafer Üskül: İnsan hakları alanında Anayasa’nın 90. maddesine yapılan eklemeden sonra bence mevzuattan kaynaklanan sorun yoktur denilebilir. Bu elbette insan haklarıyla ilgili uluslararası anlaşmalara aykırı iç hukuk hükümlerinin gözden geçirilmesini engellememelidir. Ama yargı sistemimiz mutlaka insan haklarıyla ilgili uluslararası sözleşmeleri dikkate alarak vermelidir kararlarını. Birinci mesele bu… Yani ayıklanacak hükümler var, onları ayıklamalıyız ama ayıklayamasak bile bu yargıyı etkilememeli. Çünkü kanun üstünlüğü var. İkincisi; uygulamadan kaynaklanan sorunlar. Biz Komisyon olarak sürekli uygulayıcıları uyarıyoruz. Bizim geçen yıl Nevruz olayları ile ilgili yaşanan olayların sonucunda hazırladığımız raporda, 25–26 madde halinde önerilerimizi ortaya koyduk. Aslında orada önerdiğimiz konular, bütün toplumsal olaylarda idarenin nasıl davranması gerektiğini gösteren uyarılardır. İdarenin bunları uygulaması gerekir. Bir başka sorun da ne yazık ki, yanlış uygulama yapanlar hakkında hem idari hem adli soruşturmaların sonuç verir bir biçimde yapılmaması. İstatistikler bunu gösteriyor, ceza alanların oranları %2’yi aşmıyor. Adil ve etkili soruşturma ve gereken müeyyidelerin uygulanması gerekiyor. Bu yapılırsa uygulamadan kaynaklanan sorunlar büyük ölçüde azalacaktır. Bir başka sorun da, fizik olanaklardaki sınırlılıklar. Bu özellikle cezaevlerinde karşımıza çıkıyor. Ne yazık ki, cezaevi nüfusu çok kalabalık… Yani kapasitenin kaldıramayacağı ölçüde kalabalık… Sadece bundan kaynaklanan sorunlar var. Levent Korkut: Zafer Bey’e katılıyorum. Uygulamada ciddi problemler var. Türkiye’nin taraf olduğu sözleşmelerin -iç hukuk itibariyle baktığımızda- bunların tam 41 SÖYLEŞİ olarak uygulanmadığını görüyoruz. Yargı, yargı reformu ve yargı kültüründeki değişim meselelerine de katılıyorum. Zafer Bey de ifade etti. Bu önümüzdeki dönemde ciddi bir sorundur. Bunu aşabilecek ve süreci hızlandırabilecek neler yapabiliriz, onun üzerinde düşünmemiz gerekir. Bugün kâğıt üzerinde baktığımızda Türkiye, ABD’den daha fazla insan hakları sözleşmesine taraf. Hatta belki bazı Batı ülkelerinden de daha fazla sözleşmeye taraf olmuş olabilir. Ancak uygulamaya baktığımızda, bunun tam olarak yansıdığını söylemek doğru olmaz. Esas problemler uygulamadan kaynaklanıyor. İkinci olarak, Türkiye henüz ayrımcılık alanında güçlü bir düzenlemeye sahip değil. Diğer konularda olduğu kadar bu konuda da ileri gidilemedi. Ayrımcılıkla ilgili daha fazla çalışmak gerekiyor. Bu konuyu düzenleyen bir yasa yok. Bu da önemli bir alan olarak önümüzdeki dönemde kendisini hissettirecek. Üçüncü olarak insan haklarıyla ilgili olan kurumların oluşturulmasında geç kalındı. Ulusal İnsan Hakları Kurumu, Ombudsman, Kamu Denetçisi gibi kurumların Türkiye’de doğru bir şekilde yapılandırılması önemli bir konu. Bu konular dört beş yıldır konuşulmasına rağmen henüz tam bir adım atılamadı. Her ne kadar bir kamu denetçisi yasası çıktıysa da, Anayasa Mahkemesi iptal etti. Orada da bazı problemler var, belki önümüzdeki dönem bu iki konuda, ulusal kurum ve kamu denetçiliği konusunda iyi bir çalışma yapmak gerekecek. Bunun ötesinde güvenlik ve insan hakları ilişkisi, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de önemli bir sorun. Burada temel felsefemiz bireylerin güvenliğinden başlamak olmalı yani bireylerin güvenliği sağlanmadan kamu güvenliği sağlanamaz. Bir başka konu da özel grupların durumları geliyor. Ceza evlerinin durumu, işkence ve kötü muamelenin üzerine gidilebilmesi için gerekli izleme mekanizmalarının ve sivil toplum katılımının sağlanması ve çocukların, engellilerin hak alanları ve bunların korunabilmesi de yine önemli konular arasında. Yılmaz Ensaroğlu: Sivil toplumun yasama faaliyetlerini izlemesi ve yasama süreçlerine katılımı konusunda ne düşünüyorsunuz? Levent Korkut: Birçok demokratik ülkede sivil toplum yasama süreçlerine çeşitli yollarla katılıyor. Türkiye’de bugüne kadar sivil toplumun yasama süreçlerine katılımı çok sınırlı kaldı. Bunu geliştirmek gerekiyor, geliştirirken bazı hukuki düzenlemeler de yapmak gerekiyor. Yasama sürecine katılım derken illa ki yasama içinde katılımını anlamamalıyız tabiî ki. Yasamanın başka yollarla da katılımı sağlaması lazım, ama yasama organında resmi bir katılım prosedürünün de olması gerekir. Bunun için de iç tüzük değişikliği gerekiyor, Meclis iç tüzüğünde yapılan değişiklikte buna yer verilmeli. Maksimum katılım nasıl sağlanır, oradaki temel mantık o olmalı. Sadece içtüzük değişikliği değil, bunun uygulaması da çok önemli. Yılmaz Ensaroğlu: İnsan hakları savunucuları açısından özellikle Hüsnü Bey’e ve Levent Bey’e birkaç hususu sormak istiyorum. Birincisi Türkiye’deki insan hakları savunucuları halen ne gibi zorluklarla karşı karşıyalar. Geçmişte, ne gibi zorluklarla karşılaştılar, ne tür bedeller ödemek zorunda kaldılar? Ve halen önlerinde ne gibi engeller problemler var? diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 SÖYLEŞİ 42 Hüsnü Öndül: Pek çok zorlukla karşı karşıya kaldılar. Gözaltı, tutuklama, örgütlerin kapatılması ve pek çok dava… Örneğin; İHD yöneticileri hakkında 1986 yılından bu yana binin üzerinde dava açıldı. Etkinlikleri yasaklandı. Bazen terörist, bazen bölücü nitelemelerine muhatap oldular. Medyada hedef gösterildiler. 1998 yılında İHD Genel Başkanı Akın Birdal’a yönelik saldırı, bu tür bir hedef göstermenin sonucudur. Bugüne kadar İHD’nin 22 yöneticisi ve üyesi öldürüldü. Levent Korkut: Şu anki durum on beş sene önceye göre daha iyi diyebiliriz. Hüsnü Bey’in de dediği gibi 1990’larda insan hakları savunucuları ölüm tehdidiyle karşı karşıyaydı. Dernekler ya da vakıflar o dönemde temeli olmayan yasal işlemlere muhatap oldular. Faaliyetleri engellendi, kapatıldı. Bunlar da bir azalma var fakat tam anlamıyla bütün sorunlar ortadan kalkmış değil. Bunları engelleyecek düzenlemelerin yapılması gerekiyor. İnsan hakları savunucuları, günümüzde bireysel olmaktan çok belli dernekler ve vakıflarla birlikte hareket ediyorlar ya da onların içinden çalışıyorlar. Dolayısıyla dernek ve vakıfların özgür bir ortamda çalışmaları, insan hakları savunucularını doğrudan ilgilendiren bir konu. İnsan hakları savunucularına yönelik tehditler azalmakla birlikte, zaman zaman bunların yeniden boy gösterdiğini gördük. Örneğin; 2006–2007 yıllarında insan hakları savunucularına yönelik baskılarda artışlar oldu. Hrant Dink’in öldürülmesi büyük bir infial yarattı. İnsan hakları savunucuları kendilerini güvende hissetmiyorlar. Bu tip olayların sona erdirilmesi ve kesin biçimde kamunun bu olayların üzerine gitmesi gerekiyor. Her ne kadar 90’lardaki duruma geri dönülmüş değilse de bu da, bir tehdit alanı olarak hala varlığını koruyor, İnsan hakları savunucularının ifade özgürlükleri de önemli. Sonuçta insan hakları savunucuları evrensel kurallar ve ilkeler çerçevesinde temel hak ve özgürlüklerin korunmasıyla ilgili çalışma yapan kişiler. Bu kişilerin ifade özgürlükleri kısıtlanacak olursa çalışmalarını sürdüremeyeceklerdir. Sürdürseler de cezai birtakım yaptırımlarla karşı karşıya kalacaklardır. Genel ifade özgürlüğü içerisinde insan hakları savunucularının ifade özgürlüğüne özel olarak dikkat etmek gerekiyor. Onların ifade özgürlüğü bir anlamda turnusol kâğıdı yerine geçiyor. Onların ifade özgürlüklerini kısıtlıyorsanız o ülkedeki ifade özgürlüğünün standartları açısından soru işaretleri ortaya çıkacaktır. Yılmaz Ensaroğlu: Peki insan hakları savunucularına yönelik bu saldırıların ya da engellemelerin kaynağı nedir, kimdir? Bunun altında neler yatıyor? Daha önemlisi, bu saldırılar, bu gergin ilişki yerini nasıl diyalog ortamına bırakır? Hüsnü Öndül: İnsan hakları savunucuları, ülkenin, hak ve özgürlüklerin yaşam bulduğu bir sisteme sahip olmasını istiyor. Demokratik bir Türkiye istiyor. Türkiye’nin demokratikleşmesini istemeyen güçler doğal ki, savunuculara karşı olumsuz tutum geliştireceklerdir. Devlet kadrolarına hâkim zihniyet, insan hakları ve özgürlüklerine saygı çerçevesine evrildikçe, açılım sağlanacaktır. Israrla, sabırla çalışmak lazım. Diyalog için çalışma ve sabır şart. Levent Korkut: Burada iki durumu ayırmak lazım birbirinden. Bu saldırıların 43 SÖYLEŞİ kaynağında illegal örgütlerin yapıların rol oynadığını söyleyebiliriz. Henüz süreçler bitmemişse de bazı davalar bunu güçlü bir şekilde işaret ediyor. Örneğin, Ergenekon Davası. Burada tabii yasal süreç bitmediği için fazla bir şey denilemez ama Türkiye’de 1970’lerden beri illegal örgütlenmeler devlet içerisindeler. Bunu Başbakanlar da hisseti, Cumhurbaşkanları da. Geçtiğimiz dönemde herkesin aslında bildiği bir konu bu. Bu yapılar insan hakları savunucularına da yöneldiler. İnsan hakları savunucularına yönelik öldürme olaylarında bu kişilerin rol oynadığını düşünüyorum. Bu işin bir ayağı ve bu diyalogla çözülebilecek bir şey değil. Bunu çözmenin yolu, hukuk devleti olmaktır. Hukukun üstünlüğüne bağlı bir devlet olmak ve bütün illegal yapıları ortadan kaldırmaktır. İkinci ayağı ise, insan hakları savunucularıyla kamu kurumları arasındaki ilişkiler.. Yani, örneğin; bir gösteri yürüyüşünde, bir basın açıklamasında polisin aşırı şiddet kullanımı ya da yargı organlarının insan hakları savunucularına yönelik hiç de hak etmedikleri birtakım cezai yaptırımlar uygulamaları ya da bunlara yönelik kararlar vermeleri…. Burada diyalogun geliştirilmesi bu tür tutumları azaltabilir. Yılmaz Ensaroğlu: Bir de toplumsal algı var herhalde. Levent Korkut: Evet, diyalog toplumsal algının da değişmesine neden olacaktır. İnsan hakları savunucularının hain ya da başka şekilde damgalanması, onlara yönelik davranış kalıplarını da etkiliyor. Dolayısıyla işin bu yönü diyalogla irdelemeye daha uygun. Yılmaz Ensaroğlu: Sivil toplum kuruluşlarının insan hakları sorunlarına ideolojik gözle baktıkları şeklinde bir sorun sürekli gündeme geliyor. Bu sorun nasıl aşılır yani toplumun bu konuda ortak algıya kavuşması, herkes tarafından kabul edilen, herkes için savunulan bir değer haline gelmesinin yolu nedir? Levent Korkut: Bu konu Türkiye açısından çok kolay bir konu değil. Çünkü sadece insan haklarına özgü bir konu değil. Toplumda dar ideolojik bakış, birçok alanda hâkim. Toplumun çeşitli fay hatlarıyla bölünmüş olması da bunu destekliyor. Sivil toplumun kendi içerisinde bir araya gelişi ve bunları paylaşması geçmişte çok yaygın değildi. Dolayısıyla siz aslında tarafsız bir bakışla baksanız bile bazı şeyler üzerinize gelebiliyordu. Sivil toplum kuruluşları bu konuda duyarlı olmalı. Tarafsız bakışı, yani insan hakları politikaları temelinde bakışı iyi bir şekilde oturtmalılar. İnsan haklarının da bir politik zemini var tabii ki, ama bu siyasi partilerin ideolojik zemininden farklı bir zemin. Yani bir yandan eşcinsellerin haklarını savunurken bir örgüt, öbür yandan başörtülüleri dışlaması o örgütün haklı olarak damgalanmasına neden olur. Çünkü eşit davranmıyordur örgüt. Oysa metinler açık, uluslararası belgelerde hak ve özgürlüklerden kimin yararlanacağı ortada. Birey esas alınmak zorunda. Sivil toplum örgütleri, birey hangi birey olursa olsun, insan hakkı ihlaliyle karşılaştığında, ona karşı reaksiyon göstermek zorunda. Toplumun genelinde de bu algının yaygınlaştırılması gerekiyor. Bunun için bence farklı sivil toplum örgütlerinin bir araya gelmeleri ve birlikte hareket etmeleri çok önemli. Toplumda sivil toplum örgütleri toplumun mozaiğini yansıtıyor. Çok sayıda örgütün farklı kesimler tarafından kurulması, farklı diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 SÖYLEŞİ 44 kesimlerin duyarlıklarına hitap etmesi mümkün. Bunlar bir araya gelirler, ortak ilkeler, ortak esaslar oluştururlarsa büyük bir etki yaratacaktır. Türkiye ve benzeri ülkelerde sık yaşanıyor bu sorun. Demokrasinin eksikliği, toplumlar arası ilişkiyi zayıflatıyor ve toplumun farklı kesimleri birbirlerine karşı önyargılar oluşturmaya başlıyorlar. Devlet mekanizması bu farklılıkları geçmişte çok kullandığı için toplumda da belli bir kinlenme oluştu diyebiliriz bu meselede. Yılmaz Ensaroğlu: Sivil toplum örgütlerinin sadece belli konulara duyarlılık gösterdikleri, birtakım sorunları ya da pek çok sorunu da görmedikleri yolundaki eleştirilere ne diyorsunuz? Levent Korkut: Aslında sivil toplum örgütlerinden bütün sorunlarla aynı anda ilgilenmesi beklenemez. Stratejik açıdan bakıldığında da bu çok doğru değildir, kaynakların yetersizliği vs. nedeniyle çalışmalarını belli alanlarla sınırlaması bir sivil toplum örgütü için normal bir durumdur. Anormal olan sadece bir kesimin sesi olup diğer insan hakları problemlerine duyarsız kalmaktır. Yılmaz Ensaroğlu: Bu eleştiriler tabii daha çok genel izleme ve raporlama yapan ya da pek çok konuda açıklamalar yapan, tepki gösteren örgütlere yönelik olarak gerçekleşiyor. Levent Korkut: Genel izleme, raporlama yapan örgütlerin çok daha dikkatli olması gerekiyor. Yani o alana giren her sorunu kapsamaları lazım. Yani diyelim ki ifade özgürlüğü alanında bir rapor yazılıyor. Raporun tüm alanları ve herkesi kapsaması gerekir. Dışladığı zaman işte toplumda zaten var olan ideolojik önyargıları da desteklemiş oluruz ki, bir insan hakları örgütü için bu düşünülmemesi gereken bir şey. Hüsnü Öndül: İdeolojik ve siyasi tercihlerimiz yerine, her biri birer değeri ifade eden insan hakları ve özgürlüklerini esas aldığımızda sorun kalmaz. Aykırı davranan bazen kardeşimiz, arkadaşımız ya da yoldaşımız olabilir. İlkelere dayalı tutum aldığımızda o durumda üzülsek bile, gerçekte tutarlı davranmış oluruz. Etik de böyle bir şeydir zaten. Kâr- zarar hesabı yapmadan ilkesel tutum almak… Ortak paydanın, menfaatlerin savunulmasından değil, değerlerin savunulmasından geçtiğini kabul etmemiz gerekir. Yılmaz Ensaroğlu: Evet, görülüyor ki, diyalogun kendisini konuşmak için bile çok daha uzun zamana ihtiyaç var. Ne var ki, zamanımız da yerimiz de sınırlı. Tekrar konuşmak ve daha detaylı değerlendirmeler yapabilmek umuduyla bu güzel söyleşi için hepinize çok teşekkür ediyoruz. Güç, özgürlüğün en büyük düşmanıdır. Henry C. Wallich Gündem / Kim ne diyor?.. Sarı Gelin Belgeseli Üzerine 10 Soruda Çocukların Kafalarına Mayın Döşemek Doç. Dr. Serdar M. Değirmencioğlu Yıl 2008. Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlatılan “Sarı Gelin–Ermeni Sorununun İç Yüzü Belgeseli” adlı yapım, Milli Eğitim Bakanlığı aracılığı ile okullara gönderilir. Bu “şey” ne bir belgesel, ne de eğitsel malzemedir ama okullarda gösterilmesi istenir ve gösterilir. Okullara gönderilen yazılarda, yapımın öğrencilere izlettirilmesi, bir sonuç raporu yazılması ve raporun 27 Şubat 2009 mesai bitimine kadar gönderilmesi istenir. Yıl 2009. Okullara gönderilen yazı hakkında bir uyarı mesajı bir insan hakları e-posta grubuna iletilir. Gruba üye olan insan hakları savunucuları konuyu ülkenin gündemine taşırlar ve bir hafta içerisinde Milli Eğitim Bakanlığı konu hakkında hesap vermeye zorlanır. Soru 1: Kimin fikri? Genelkurmay, senelerdir web sitesinden ülkeyi kurtardığı için, belki bir de DVD yaptırtması şaşırtıcı olmayabilir. Ama düşünmemek elde değil: Dünyada başka hangi ordu, sitesinde böyle konulara yer veriyor, DVD hazırlatıyor ve okullara dağıtılmasını sağlıyor? Hukuki açıdan, fikrin değil kararın nereden geldiğini saptamak gerekir. Karar, Milli Güvenlik Kurulu bünyesindeki bir birimden geliyor. Soru 2: Nasıl bir şey? İki DVD’den oluşan bu “şey” dayanılması güç bir şey. İlk DVD, bu “şeyin” ne kadar “bilimsel olduğu” ile başlıyor. Belli ki, DVD birilerini bir şeylere inandırmak için yapılmış ve sıkı bir inandırma çabası içeriyor. Mesut Mertcan bu çabaya, kulağa güzel ve inandırıcı gelen bir ses tonuyla katılıyor; “kardeşçe yaşama arzusu”, “barış” gibi olumlu sözlerle izleyiciyi kazanmaya çalışıyor. Soru 3: Hangi ikna teknikleri kullanılmış? Bilimsellik ve “barışseverlik” iddiaları dışında, yapımda özellikle duygular üzerinden yol alınmak isteniyor. Güven ve merhamet uyandıracak yaşlı dedeler, “başını kestiler”, “hepsini odun niyetine yaktılar” vb. şeyler söylüyorlar. Bir diğer dede, “aklına geldikçe insanın aklını oynatası geliyor” diyor ve gözyaşlarına kapılıyor. Bu sözler ve görüntülerin duygusal açıdan kolay etkilenebilecek izleyicilerin, örneğin çocukların, akıllarında kalacağını tahmin etmek hiç zor değil. Güven ve merhamet, ardından nefret uyandırmak için toplu mezarlar, kemikler, 45 diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 kafatasları kullanılmış. Bunlar çocuklara kesinlikle kötü ve kalıcı etkisi olacak görüntüler ama zaten istenen de bu. Kullanılan ikna malzemesi amaca uygun. Amaç, birilerinin hep iyi, birilerinin hep kötü ilan edilmesi ve bunların belleklere kazınması. Yani, çocukların kafalarına korku, tiksinti, acıma ve nefret karışımından oluşan kalıcı mı kalıcı, duygusal mayınlar yerleştirmek. Soru 4: Ya ana fikir? Ana fikir, ilk DVD’de ağır ağır öne çıkarılmakta ve sonra sürekli yinelenmekte: “Ermeni kötüdür”. Örneğin, “Tarihin belki de en kara sayfalarını” yazanların Ermeniler olduğu söyleniyor. Söylenenler hiçbir şekilde zaman, koşullar ve bağlam (örn., “şu tarihte” veya “şurada” yaşananlar, “şu grubun” yaptıkları) ile sınırlanmadan verilmiş. Söylenenler hep bir bütüne, yani bütün Ermenilere yönelik. Bunun hemen ardından, yine hiçbir sınır konmadan, kapsayıcı bir şekilde “Ermenistan saldırgan, yayılmacı, tehditkâr, intikamcıdır” deniyor. Yani, “hep düşmandı” ve “düşman kalacak”. Çıkarılması istenen sonuç; “komşuyu reddet ve ona düşman ol.” GÜNDEM 46 Bunlar, etnik sıfatları fütursuzca kullanan milliyetçi yaklaşımın bildik göstergeleri. Bu yaklaşım, tarihteki bütün olayları birbirine katar ve zaman, mekân, durum, hiçbir ayrım yapmadan “Ermeni”, “Türk”, gibi kategorileri bir sabit kategori haline getirir. Bir sabit hep iyi, diğer sabit ise hep kötüdür. Bu yolla, bir halkın bir diğer halkı “ezeli düşman” görmesi istenir. Soru 5: Bu ilk mi? Birilerine zorla “acı gerçekler” içeren görüntüler izletilmesi elbette hiç yeni değil. Örneğin, Bolu Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi, liselerde “terör” konulu seminerler düzenlemiş ve parçalanmış ceset fotoğrafları ile öğrencilere terör yaşatmıştı (bkz. Radikal, 26.9.2002). Parçalanmış cesetler ‘ibret olması amacıyla’ gösterilmişti. Bu fotoğrafları dehşetle izleyen öğrenciler, özellikle vücudunun yarısı parçalanmış kadının fotoğrafını görmeye dayanamamıştı. Soru 6: Kitlesel mi? Anlaşılacağı üzere, görüntüleri izletenler güçlü, izletilenler ise güçsüz konumdalar. Kitlelerin güçsüz olduğu ülkelerde, bu gibi insan haklarına aykırı uygulamaların kitlesel olması gayet kolay… Aklıma, 1997’de Burdur’da bedelli askerlik yapanlar için düzenlenen bir düzine “seminer”, yani beyin yıkama seansları geliyor. Bunlardan birinde bize, tandıra atıldığı söylenen bebek cesetleri ve daha nice ceset gösterilmişti. Toplam beş bin kişiydik. Kim bilir bu oturumlar kaç kere daha düzenlendi; daha kaç bin er bu görüntülere maruz kaldı? Soru 7: Etkisi olur mu? Burdur’daki seminerlerde sık vurgulanan mesaj, bu oturumda da yinelenmişti: “Türkiye’nin iç düşmanları her zaman dış düşmanlarının hizmetindedir. Dış düşmanların kim olduğu bellidir: Rum, Yunan, Ermeni.” Arkamda oturan er, “bu saçmalıklara kim inanır yahu?” diyerek tepki verirken, hemen önümde oturan çok daha genç er, yanındakilere, “Şimdi elimde silah olacak, kaç tanesini gebertirdim bu Rumların!” diyordu. Bu iki erin sözleri, okullarda öğrencilere izletilen “şeyin” etkisi hakkında bir ipucu veriyor. Eleştirel düşünebilen, propaganda deşifre etmeye alışık izleyiciler, propaganda malzemesini kolay ayırt ederler. Bu yetkinliğe sahip olmayan izleyiciler ise, kendilerine söylenenlere ve gösterilenlere çabucak inanabilirler. Etkinin artması için kullanılan korkutucu ve çarpıcı görüntüler, bu izleyicileri özellikle kolay etkiler. Sonra da istenildiği gibi düşünmeye ve hatta davranmaya başlarlar. Yani birilerine düşman olurlar. Kafalarda patlamaya hazır mayınlar oluşur. Soru 9: Ya Ermeni çocuklar? Ya Ermeni çocuklar? Ermeni okulları? Bu “şeyin” okullara gönderilmesi kararını verenlerin, onlar hakkında ne düşündüklerini kestirmek hiç güç değil. Asıl güç olan, bir devletin kendi vatandaşlarından bir bölümünü doğrudan tehdit eden bir yapımı nasıl olup da okullara dağıtabildiğini anlayabilmek. Eğer yapımdaki ana fikir “Ermeni kötüdür” ise ve söylenenler hiçbir şekilde zaman, koşullar ve bağlam ile sınırlanmadan veriliyorsa, “Ermeni” ve “Türk” gibi kategoriler, birer sabit kategori olarak sunuluyorsa ve bir sabit hep iyi, diğer sabit hep kötüyse, Ermeni çocuklara diğer sabit kategoriye üye olduğu söylenen çocuklar kötü bakmaz, hatta kötü davranmaz mı? Sonuçta, Ermeni çocuklara düşmanlık beslemezler mi? 47 GÜNDEM Soru 8: Ya çocuklar? “Belgesel” denilen ama belgesel olmayan “şeyin” ilköğretim okullarının hepsine gönderildiği ve tüm öğrencilere izletilmesinin istendiği anlaşılıyor. Kaç öğrenciye izletildiğini bilmek mümkün değil, ama sayının yüksek olduğu açık. İzleyenlerin çoğunun etkileneceği de kesin: Henüz deşifre etme becerileri gelişmediği için yaşı küçük öğrenciler, yanlı malzemeden daha kolay etkilenirler. (Bir umut; belki de onları bu saçmalıktan sakınan yönetici ve eğitimciler olmuştur.) Yaşı küçük olmasa da, eleştirel düşünmeye çok alışık olmayan ve propaganda malzemesini sınamayı bilmeyen öğrenciler de söylenenlerden ve görüntülerden mutlaka etkilenecekler ve Ermenilere düşmanlık besleyeceklerdir. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 Soru 10: Ya çocuk hakları? Çocuklara yapılanların ne yurtseverlikle, ne de herhangi bir eğitsel hedefle ilişkisi olabilir. Bu yapım, çocukların kafalarına korku, tiksinti, acıma ve nefret karışımından oluşan kalıcı duygusal mayınlar yerleştirmeyi; düpedüz düşmanlık üretmeyi hedeflemektedir. Bu nedenle hem gösterimlerin engellenmesi, hem de gösterimlerin gerçekleşmesini sağlayanların soruşturulması gerekir. Çocuklara yapılanların ortaya çıkmasının ardından çocuk haklarını ciddiye alan kişi ve kuruluşlar güçlü bir şekilde gösterimlerin engellenmesini talep ettiler. Hrant Dink Vakfı ise bir adım daha atarak bu vahim durumu mahkemeye taşıdı; düşmanlık tohumlarının atılmasını bir ölçüde bile olsa engelleyebilmek için İdare Mahkemesinde dava açtı. Vakıf, bu çabasında hiç kuşkusuz ki, çocukların yararını düşünenlerin desteğini alacak. GÜNDEM 48 Tam da bu nedenle gerekli desteğin dayanaklarını ele almak yararlı olabilir. Milli Eğitim Bakanlığı, bu yapımın okullara dağıtılmasını ve gösterimini sağlarken, kendi mevzuatına aykırı davranmıştır. Mevzuata göre, eğitsel malzemeler, bir sınıf veya döneme uygunluğu açısından incelenir ve uygunsa o sınıf veya düzeydeki öğrenciler için kullanılmak üzere onaylanır. Okullarda gösterilen bu yapım, herhangi bir onay taşımadığına göre, yapımın eğitsel malzeme olmadığını Bakanlık baştan bilmektedir. Çocuk hakları açısından ise iki temel ilkenin ihlali söz konusudur. Bunlardan ilki, çocukları ilgilendiren bütün uygulamalarda ve kararlarda çocukların yararının önde tutulmasıdır. Bu yapımın hiçbir açıdan çocuklar için bir yarar taşıması söz konusu değildir. Diğer ilke ise, ayrımcılıktan kaçınılmasıdır. Bu genel anlamda ayrımcılıktan kaçınılması yanında, eğitimde ayrımcılığı teşvik eden süreçlere yer verilmemesini de içerir. Okullarda gösterilen bu yapım, hem ayrımcılığı hem de ırkçılığı içermekte ve teşvik etmektedir. Şimdi ne olacak? Gelen tepkiler ardından Milli Eğitim Bakanlığının yaptığı açıklamaların, günü kurtarma çabalarının ötesine geçtiği söylenemez. Yapılan açıklamalar, ne çocuklara verilen zararı, ne de kafalara yerleştirilen mayınları ortadan kaldırabilir. Varılan noktada, Bakanlığın okullara dağıtılan bu yapımın toplatılmasını sağlaması ve bir kez daha okullarda gösterilmemesi konusunda güvence vermesi gerekmektedir. Gerek Bakanlığın şu ana dek sergilediği tutum, gerekse sürecin başlamasına neden olan kararın Milli Güvenlik Kurulu ve Genelkurmay damgalı olması, bu konuda anlamlı bir çözüme ulaşılması için çocuk hakları savunucularının kararlı ve ısrarlı davranmasını gerektirmektedir. serdardegirmencioglu@gmail.com Uluslararası Ceza Mahkemesİ’nden Ömer El Beşİr’e Tutuklama Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Darfur’daki insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları nedeniyle Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir hakkında tutuklama kararı verdi. UCM Sözcüsü Laurence Blairon, Beşir’in “Darfur’daki sivil nüfusun önemli bir bölümüne karşı bilerek saldırı düzenlemek, cinayet, yok etmek, tecavüz, çok sayıda sivili zorla yerinden etmek ve mallarına el koymak”la suçlandığını belirtti. Birleşmiş Milletler (BM)’e göre, Darfur’daki altı yıllık silahlı ihtilafta 300 bin kadar insan ölmüş, milyonlarcası da yerinden edilmişti. GÜNDEM 49 UCM kararının açıklanmasının ardından, Sudan’ın başkenti Hartum’da El Beşir lehine gösteriler yapıldı. Cumhurbaşkanı Ömer El Beşir’e destek dövizlerini taşıyan halk, Ceza Mahkemesine seslenerek kararın geri alınmasını istedi. Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir de kendisine yöneltilen suçlamaları reddetti. Beşir kendisi lehine yapılan gösterilerde UCM için de “Bu yanlış adaletten bahsedildikçe, bu Mahkeme’yi ve onun yandaşlarını ayağımın altında ezerim” dedi. Bu gelişmeler devam ederken Sudan’ın Ankara Büyükelçisi İbrahim Matar Abdurrahim Muhammed de büyükelçilikte bir basın toplantısı düzenledi ve kararı “siyasi” olarak nitelediğini belirtti. Büyükelçi, tutuklama isteminin “dünyadaki en tehlikeli karar” olduğunu savunurken, Mahkeme’yi de tanımadıklarını söyledi. Muhammed, “Amacımız Darfur sorununu barışçıl şekilde çözmek” derken İslam Konferansı Örgütü, Arap Birliği ve Afrika Birliği başta olmak üzere, uluslararası kuruluşlarla işbirliği içinde olacaklarını ifade etti. Muhammed, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’ndeki geçici üyelik konumunu kullanarak El Beşir hakkında girişimde bulunmasını istedi. Türkiye’nin Sudan’ın hep yanında olacağına inançlarının tam olduğunu, Türkiye’ye her zaman güvendiklerini ifade eden Muhammed, “Türkiye ile aramızdaki diyalog hiçbir zaman eksik olmadı” dedi. Karar sonrasında Türk yetkililerle görüşmesi olmadığını söyleyen Muhammed, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a şu anda resmi davetleri olmadığını, ancak Sudan’a gelmek isteyen Türk yetkililerini beklediklerini ifade etti. Bu açıklamanın ardından Türkiye’nin Güvenlik Konseyi’ne yönelik herhangi bir resmi girişimi olmadı ancak yapılan bazı açıklamalar, karar aleyhinde yorumlanabilecek nitelikteydi. Örneğin; TBMM Başkanı Köksal Toptan, 6 Mart günü karar hakkında yaptığı açıklamada ‘’İşin hukuki boyutu bana göre diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 tartışmalıdır, çünkü Uluslararası Ceza Mahkemesi, Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında bir organ değil. Ülkelerin, ağırlıklı bir şekilde sivil toplumun inisiyatifiyle gelişmiş bir organ. Birçok ülke üyesi değil. Mesela biz değiliz. Amerika da, birçok ülke de üyesi değil. Böyle olunca oradan çıkacak kararlar tartışmalı olabilir” dedi. GÜNDEM 50 Uluslararası Ceza Mahkemesi Türkiye Koalisyonu bunun üzerine Dışişleri Bakanı Ali Babacan’a bir mektup göndererek; UCM’nin verdiği bu kararın tarihi bir karar olduğunu ve El Beşir’in UCM önüne çıkması için derhal Mahkeme’ye teslim edilmesinin sağlanmasının gerektiğini söyledi. Koalisyon, bu kararın, insan haklarını ihlal eden kişilerin ne kadar güçlü ve dokunulmaz olurlarsa olsunlar, uluslararası adaletten kaçamayacaklarına ve işledikleri suçların cezasız kalmayacağına dair önemli bir işaret olduğunu belirterek Türkiye de dâhil olmak üzere tüm ülkelerin, UCM kararlarının uygulanması ve uluslararası adaletin sağlanması konusunda etkin çaba harcaması gerektiğini vurguladı. Koalisyon tarafından gönderilen mektupta, Dışişleri Bakanı ve Meclis Başkanı gibi üst düzey yetkililerin mahkeme kararının aleyhinde ve BM Güvenlik Konseyi’nin erteleme kararı lehinde yorumlanabilecek nitelikte yaptıkları açıklamaların kaygı verici olduğu da belirtildi. Koalisyon’un UCM kararlarına uyma konusunda Türkiye’nin rolü ve sorumluluğunun altını çizdiği mektuba www.ucmk.org. tr/, www.ucmk.org.tr/ adresinden ulaşılabilir. “Kadın Erkek Fırsat Eşİtlİğİ Komİsyonu” Kuruldu Avrupa Kadın Lobisi Yönetim Kurulu üyesi Dr. Selma Acuner, çıkarılan yasanın hedefleri açısından uygunluğunu ve kurulacak Komisyon’un önceliklerinin neler olması gerektiğini İnsan Hakları İçin Diyalog’a değerlendirdi: “Türkiye’de kadınların sorunları çok çeşitli ve bu sorunlarla mücadele, tek bir kurumla olmaz. Ancak çeşitli aktörlerle halledilebilir.” Komisyon’un devlet katında kurumsallaşmanın önemli bir ayağı olduğu görüşünde olan Acuner, çıkarılan yasanın içeriğinde bazı maddelerin yer alıyor olmasını ayrıca önemsiyor. Yasalarla günlük yaşam arasında boşluk olmaması gerektiğini belirten Acuner, “Kanun teklifleri ve tasarılarının Komisyon’ca gözden geçirilecek olması önemli. Aile, devlet, piyasa konularında atılacak adımlar kadın odaklı bakış açısıyla gözden geçirilmeli. Komisyon bu açıdan ümit veriyor” diyor. Acuner’e göre yasadaki bir diğer önemli madde de, Komisyon’a yaptığı çalışmaları kamuoyu ile paylaşma yükümlülüğü getirmesi. Bu bağlamda Acuner, “Bu sayede yıllardır eksikliği her fırsatta dile getirilen izleme sistemi Komisyon’la kuruluyor. Bu komisyonun çalışmalarını takip etmek açısından büyük kolaylık olacak” diyor. Kurulacak komisyonla, kadınların maruz kaldıkları hak ihlallerine ilişkin doğrudan başvuru yapabilecekleri bir kurum oluştuğunu da ifade eden Acuner, yasanın Komisyon’a başvurulara 3 ay içerisinde yanıt vermek zorunluluğu getirdiğini hatırlatıyor ve yanıt vermezse bunu kamuoyuna anlatmak zorunda olduğuna dikkat çekiyor. “Komisyon Kadın STK’larıyla Birlikte Çalışmalı” Komisyon’un uygulamada nasıl çalışacağının belirleyici olacağına dikkat çeken Acuner, 51 GÜNDEM “Kadın Erkek Eşitliği Komisyonu” kurulması, Türkiye kadın hareketinin neredeyse on yıldan beri üzerinde çalıştığı, dile getirdiği bir talepti. Uzunca bir zamanın ve yoğun çabaların sonunda, konu bir kez daha Meclis gündemine geldi ve kadın milletvekillerinin çoğunluğunun etkin desteği ve tüm partilerin ittifakıyla “Kadın Erkek Eşitliği Komisyonu” kurulmasına ilişkin yasa teklifi 29 Ocak 2009’da Anayasa Komisyonunda kabul edildi. Ancak 10 Şubat’ta yapılan Meclis görüşmelerinde AK Parti’li birkaç milletvekilinin verdiği önergeyle komisyonun adı “Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu” olarak değiştirildi. Kadın örgütleri, komisyonun isminin değiştirilmesinin gerçek eşitlik yolunda geri atılan bir adım olacağı ve komisyonun amaç ve işlevlerini daraltacağı gerekçesiyle itiraz ettiler. “Fırsat değil, gerçek eşitlik talep ettiklerini” her fırsatta dile getiren kadınlar, isim değişikliğine yönelik eleştirilerinde şu noktanın altını çizdiler: “Fırsat eşitliği; kadın erkek arasında var olan mevcut eşitsizlikleri gidermeyi değil, sadece taraflara ‘eşit muamele’ edilmesini öngören bir politikadır, mevcut eşitsizliği korur”. Tüm bu itirazlara rağmen, 25 Şubat 2009’da toplanan Meclis Genel Kurulunda, Komisyonun adı “Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu” olarak oy çokluğuyla kabul edildi ve 24 Mart 2009’da Resmi Gazete yayımlanarak yürürlüğe girdi. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 bu noktada STK’lara ve Komisyon’a atanacak kişilere önemli roller düştüğünü söylüyor. Acuner Komisyon’un her şeyden önce kadın örgütleriyle birlikte çalışması gerektiğine vurgu yapıyor. “Yılların savunuculuk çalışmaları sonucunda oluşmuş bir deneyim var ve Komisyon, bu deneyimleri kazanıma dönüştürme açısından önemli bir fırsat. Bir Bakanlık ve Genel Müdürlük var. Bu Komisyon’la kadın politikalarına çözüm getirecek bir ortaklık kurulmalı. Artık elimizde izleme yapabilecek bir kurum oldu.” Bundan sonra atılacak öncelikli adımın, hızla bir eşitlik çerçeve yasası hazırlanması olduğunu söyleyen Acuner, “Halihazırda kadın örgütlerinin bu konuda çalışması var. Böyle bir kurumla yasa bir araya geldiğinde eşitsizlikle mücadelede önemli bir açılım sağlanabilir” diyor. GÜNDEM 52 Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Kerem Altıparmak ise, Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonunun Anayasa Komisyonunda ilk iki teklifte olduğu gibi “Kadın Erkek Eşitlik Komisyonu” olarak isimlendirilmesine rağmen, Genel Kurulda adının “Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu” olarak değiştirilmesine dikkat çekiyor. Kerem Altıparmak, Bakan Nimet Çubukçu’nun değişikliğin yasanın esasını etkilemeyeceğini, ancak uluslararası terminoloji ile ortaklık sağlamaya çalışıldığını belirtmesiyle ilgili saptamasının doğru olmadığını söylüyor ve Avrupa Konseyinin kadınerkek eşitliğini izlemekle yetkili organının adının “Kadın Erkek Eşitliği Yönlendirme Komitesi (The Steering Committee for Equality between Women and Men) olduğunu belirtiyor. Altıparmak, eşitlik kavramıyla fırsat eşitliğinin aynı anlamı taşımadığını, fırsat eşitliğinin liberal bir kavram olduğunu belirtiyor. Altıparmak: “Erkek eli değen bir müdahale ile kadın erkek eşitliğinin, fırsat eşitliğine çevrilmesinin muhafazakâr nedenleri kadar liberal nedenleri de var. Farklı yorumları bulunmakla birlikte, fırsat eşitliğinden kastedilen, toplumsal rekabette tarafların eşit olması, cinsiyet (veya başka bir nedenle) ayrımcılık yapılmamasıdır. Şartların eşit olduğunu varsayan bu yaklaşım, lehe veya aleyhe müdahale yapılmasının doğal dengeyi bozacağını kabul eder. O halde, fırsat eşitliği sağlandığında, yani kadına ek engeller çıkarılmadığında, eşitlik de sağlanmış olacaktır. Bu yaklaşımın olumsuz sonuçları birçok yerde dillendirildiğinden bir örnekle yetinebiliriz: Fırsat eşitliği denildiğinde, kota gibi Başbakanın daha önce uygun görmediğini ifade ettiği uygulamaların önü alınabilecektir” diyor. Kerem Altıparmak’a göre Bakanın haklı olduğu bir nokta da var. Altıparmak şöyle açıklıyor: “5840 sayılı yasa, esasa ilişkin hükümler getirmeyen bir usul yasasıdır. Bir başka deyişle yasa, bir ihtisas komisyonunun görevlerini saymakta ama bu komisyonun görev alanındaki kadının insan haklarının ne olduğunu tanımlamamaktadır. Yasa’ya göre Komisyon’un üç temel faaliyet alanı vardır: Yasama faaliyetlerine katılma, izleme ve raporlama, şikâyet alma ve inceleme. Yasa’nın 3. maddesine göre, Komisyon’un bu görevleri yerine getirirken referans noktası ‘kadın erkek eşitliği konusunda T.C. Anayasası, uluslararası gelişmeler ve yükümlülükler’ olacaktır. Özellikle ikinci kaynak türü önemlidir. Yasa sadece uluslararası yükümlülükleri değil, gelişmeleri de dikkate almayı zorunlu kılmaktadır. Öyleyse, sadece Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Hakkında Sözleşme değil ancak bu Sözleşme’yi yorumlamaya yetkili Komite’nin raporları veya yukarıda belirtilen Kadın Erkek Eşitliği Yönlendirme Komitesi’nin değerlendirmeleri de Komisyon’un üçlü faaliyet alanının temelini oluşturacaktır. Komisyon’un ‘fırsat eşitliği’nin ne olduğunu yorumlamaanlamlandırma yetki ve görevi yoktur”. Komisyon, TBMM Başkanlığının talebi üzerine ya da istenildiğinde Meclis Başkanlığına sunulan kanun tasarı ve teklifleri ile KHK’lerin, kadın erkek eşitliği konusunda Anayasa’ya uluslararası gelişmelere uygunluğunu inceleyerek ihtisas komisyonlarına görüş bildirecek. Kadın hakları ile kadın erkek eşitliğini sağlamaya yönelik olarak diğer ülkelerdeki ve uluslararası kuruluşlardaki gelişmeleri takip edecek, gerektiğinde yurt dışında incelemelerde bulunacak ve bu gelişmeler konusunda Meclis’i bilgilendirecek olan Komisyon, kadın erkek eşitliğinde Meclis çalışmalarına ilişkin gerekli bilgi ve dokümanları da sağlayacak. Komisyon, kadın erkek eşitliği konusunda kamuyu bilgilendirici etkinlikler yapacak, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası anlaşmaların kadın erkek eşitliği ve kadın hakları konusundaki hükümleri ile Anayasa ve diğer ulusal mevzuat arasında uyum sağlamak için yapılması gereken değişiklikleri ve düzenlemeleri belirleyecek. Komisyon, Meclis Başkanlığınca havale edilen kadın erkek eşitliğinin ihlaline ve cinsiyete dayalı ayrımcılığa dair iddialarla ilgili başvuruları inceleyecek ve gerekli görürse ilgili mercilere iletecek. Komisyon, görevleriyle ilgili genel yönetim kapsamındaki kamu idareleri ile gerçek ve tüzel kişilerden, kanunlarda öngörülen usullere uyarak bilgi isteyebilecek ve ilgilileri çağırarak bilgi alabilecek. Ayrıca, görev alanıyla ilgili faaliyet gösteren kamu kurum ve kuruluşları, üniversiteler, sivil toplum örgütleri ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının çalışmalarından yararlanabilecek. Komisyon, Ankara dışında da çalışabilecek. Komisyon, kendisine ulaşan başvurularla ilgili, başvuru sahibine, başvurunun sonucu ve yapılan işlem hakkında, havale tarihinden itibaren başlayarak en geç 3 ay içinde bilgi verecek. (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 23, C. 39, Yıl: 3.) 53 GÜNDEM Komisyonun Görev ve Yetkileri Kanun’da Komisyon’un amacı şöyle tanımlanıyor: Kadın haklarının korunması ve geliştirilmesi, kadın erkek eşitliğinin sağlanmasına yönelik olarak ülkemizde ve uluslararası alandaki gelişmeleri izlemek, bu gelişmeler konusunda Meclis’i bilgilendirmek, kendisine esas veya tali olarak havale edilen işleri görüşmek, istenildiğinde Meclis’e sunulan kanun tasarı ve teklifleriyle kanun hükmünde kararnameler hakkında ihtisas komisyonlarına görüş sunmak. Komisyon’un üye sayısı, Danışma Kurulunun teklifiyle Meclis Genel Kurulunca belirlenecek. Komisyon’da, siyasi parti grupları ile bağımsızlar, Meclis’teki sayılarının üye tam sayısına nispet edilmesiyle bulunacak yüzde oranına uygun olarak temsil edilecek. Üyeler belirlenirken, kadın milletvekilleri ile insan hakları konusunda uzman milletvekillerine öncelik tanınacak. Üyelikler için bir yasama döneminde 2 seçim yapılacak, her devre için seçilenlerin görev süresi 2 yıl olacak. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 Hukukun korumasından korkunun egemenliğine: “Gözaltında Kayıplar” Tahir Elçi Geçtiğimiz günlerde Şırnak’ın Silopi ve Cizre ilçelerinde yapılan kazı çalışmaları ve bulunan bazı kemiklerle birlikte bir kez daha “gözaltında kayıplardan” söz edilmeye başlandı. Halen Kanada’da yaşayan Tuncay Güney, Ergenekon soruşturması bağlamında yaptığı açıklamalarda “BOTAŞ kuyuları” veya “Asit kuyuları’ndan” söz etmiş, bazı kayıp yakınlarının Silopi Cumhuriyet Başsavcılığına yaptıkları başvurular üzerine, ilçe yakınlarındaki Botaş Jandarma Karakolu ve birkaç kilometre ötesindeki Sinan Lokantası olarak bilinen eski bir tesisin bahçesinde kazılar yapılmıştı. Burada kemikler bulunmuş, cesetlere ait diğer bazı bulgulara rastlanmıştı. Tuncay Güney’in açıklamalarına ne kadar itibar edilir bilinmez ama gerçekten de ceset kuyuları vardı ve yıllar önce o kuyulardan biri açılmıştı. GÜNDEM 54 1994 yılında jandarma istihbarat görevlileri ve itirafçıların gözaltına alıp götürdüğü bir kayıp kişinin yakınlarının yaptığı takip sonucu, Cizre–Silopi arasında, Sinan Lokantası olarak bilinen yerde, içinde çok sayıda cesedin olduğu bir kuyu bulunmuştu. Bunun üzerine yapılan incelemeler sonucunda, Cumhuriyet Savcısının gözetiminde kuyunun içinden büyük ölçüde dağılmış insan cesetleri çıkarılmış, ancak kimlikleri saptanamadığından, “kimliği belirsiz” olarak Silopi’deki kimsesizler mezarlığına gömülmüşlerdi. Kuyuda karşılaşılan korkunç manzara karşısında daha fazla cesedin aranması ve çıkarılmasına son verilerek kuyu kapatılmıştı. Yani, “ceset kuyuları” tabiri sadece bir iddiadan ibaret değil, otopsi tutanağı, dosyası olan bir olguydu. Halen 1994 yılında bu kuyudan çıkarılan kimliği belirsiz cesetlere ait soruşturma dosyası, Silopi Savcılığında faili meçhul olarak açık durmaktadır. Silopi’deki kazı çalışmalarından birkaç gün sonra, bu kez Cizre ilçesinin hemen yanı başındaki Kuştepe köyünde kazı çalışmaları başlamış, burada da yirmiyi aşkın kemik parçası bulunmuştu. 1993 yılında çevreden gelen köy korucuları, Cizre Tank Taburunun hemen karşısındaki bu köyde yaşayanları zorla çıkarmış, evlerine ve diğer mallarına el koyarak silah zoruyla köye yerleşmişlerdi. Bu tarihten sonra etrafta çok sayıda kimliği belirlenebilen veya belirlenemeyen cesetler bulunmuştu. Diğer bir ifadeyle, Kuştepe köyü de Sinan Tesisleri gibi bir dönem JİTEM’in infaz gruplarının kullandığı infaz mekânlarından biriydi. Bilindiği üzere, bu soruşturma kapsamında, 1993–94 ve 95 yılarında Cizre İlçe jandarma Komutanlığı yapmış ve halen Kayseri İl Jandarma Alay Komutanı olan Cemal Temizöz adlı kamu görevlisi gözaltına alındı ve tutuklandı. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesinden beri gözaltında kayıplar olsa da, yaygın şekilde 1990’lı yılların başlarında yaşanmaya başlandı. Anılan yıllarda bir yandan gözaltında kayıp ve faili meçhul cinayetler gibi insan haklarının ağır ihlallerine tanık olunurken, öte yandan hukuk devletinin bilinen ilkeleri uygulanmıyor, mağdurların başvurabilecekleri adli mekanizma işlemiyordu. Güneydoğu’nun hemen her yerinde, insanlar benzer şekilde sivil görevliler tarafından alınıp götürüldükten sonra ya kayıp oluyor veya bir süre sonra cesetleri bulunuyordu. Kayıp yakını mağdurların başvuru yaptığı savcılıklar, “bizim kayıtlarımızda bu isimde bir gözaltında görünmüyor.” denilerek geri çevriliyorlardı. Diğer bir ifadeyle, gözaltında kayıp gibi yaşam hakkının ağır ihlalini oluşturan suçların sorumluları, adeta suç ve cezadan muaf kalıyorlardı. Kişilerin en kutsal hakkı olan ve Anayasa’nın koruması altında olan yaşam hakkı, yine bizzat kamu görevlilerince ihlal ediliyor, devletin güvencesi altında bulunan kişilerin can güvenlikleri, devletin memurları tarafından ortadan kaldırılıyordu. Mahkeme’nin Taş/Türkiye kararında isminden sıkça söz edilen ve gözaltında kayıp olayının baş sorumlusu olarak sunulan görevli ise, geçtiğimiz Mart ayında Cizre’de yapılan kazılarda bulunan kemiklerle bağlantılı olarak gözaltına alınan Kayseri İl Jandarma Alay Komutanı Cemal Temizöz’den başkası değildi. AİHM Kararının “Olaylar” kısmının 1. paragrafında Muhsin Taş’ın bizzat Cizre İlçe Jandarma Komutanı Cemal Temizöz tarafından gözaltına alındığı belirtilmiş, Karar metninin sonlarındaki 67. paragrafta; kayıp Muhsin Taş’ın ölümünden bizzat devlet görevlilerinin sorumlu olduğu saptaması yapılarak Sözleşme’ye taraf Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin, Taş’ın yakınlarının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)’nin yaşam hakkına ilişkin hükümlerini ihlal ettiğine hükmedilmişti. Tabii bu bölgede uluslararası yargı kararlarına konu olmuş gözaltında kayıp olayları bunlarla sınırlı değildir. 2001 yılında uzun bir süre kamuoyunu da meşgul eden iki HADEP’li yönetici olan Serdar Tanış ve Ebubekir Deniz de önce sivil plakalı bir aracın içindeki sivil giyimli istihbarat görevlileri tarafından alınmak istenmiş, 55 GÜNDEM Yurttaşların artık hukukun koruması altında olmadığı, şikâyetlerinin soruşturulmadığı bu ortamda bazı kayıp yakınları, şikâyetlerini Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’ne götürmeyi başarmışlardı. Aslında başta Diyarbakır– İdil–Cizre–Silopi hattı olmak üzere, gözaltında kayıplar bölgenin hemen her yerinde görülüyordu ama AİHM’in Türkiye’deki gözaltında kayıplarla ilgili ilk kararları, bugünkü güncel tartışmalar bağlamında hayli dikkat çekicidir. Mahkeme’nin, Türkiye’deki gözaltında kayıp olgusuyla ilgili ilk kararı, 1992 yılında Şırnak şehir girişindeki arama noktasından gözaltına alındıktan sonra bir daha kendisinden haber alınamayan Mehmet Ertak adlı kişiyle ilgilidir (Bakınız: Mahkeme’nin Ertak/Türkiye, 20764/92 ve 09 Mayıs 2000 tarihli kararı). AİHM’nin gözaltında kayıplarla ilgili diğer kararları da sırasıyla; Silopi ilçesinde gözaltına alındığı resmi belgelerle sabit olan ama akıbeti hakkında bilgi alınamayan Abdulvahap Timurtaş ile ilgili başvuru (Bakınız: Timurtaş/Türkiye, 25531/94 ve 13 Haziran 2000 tarihli karar) ile Şırnak’ın Cizre ilçesinde yine gözaltına alındığı savcılık kayıtlarıyla sabit olan ancak kayıp olan Muhsin Taş’ın yakınlarının şikâyetiyle ilgiliydi (Bakınız Taş/Türkiye, 24396/94 ve 14 Kasım 2000 tarihli kararı). diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 başarılı olunamayınca, Silopi İlçe Jandarma Komutanlığına çağrılmışlardı. Devletin resmi bir kurumu ve resmi bir binasına gitmenin “güvenli” olabileceğini düşünen Tanış ve Deniz, Jandarma Merkezine gitmiş ama bir daha geri dönmemişlerdi. Bu şikâyetle ilgili AİHM’in kararında da başka bir kamu görevlisinin ismi dikkat çekicidir. Halen Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklu olan General Levent Ersöz. Ersöz, Tanış ve Deniz kaybolmadan önce Silopi ilçesindeki politik faaliyetlerine son vermeleri yönünde kendilerini ve ailelerini sık sık ölümle tehdit etmişti. Ergenekon soruşturması ile geçtiğimiz ay Silopi ve Cizre’de yapılan kazılar ve daha sonra insan haklarının ağır ihlalleri bağlamında çok önemli bazı isimlerin gözaltına alınmasıyla “gözaltında kayıp” olgusu bir kez daha toplumun gündemine gelmiştir. Olayların yerel savcılıklarca münferit olarak ele alınarak soruşturulmasının sonuç getirmeyeceği anlaşılmıştır. Kamu gücünü arkasına almış, hukuk dışı yapıların işlediği gözaltında kayıp ve faili meçhul cinayetlere ait soruşturmalar birleştirilmeli ve tek elden yürütülerek gerçek tablo ortaya çıkarılmalıdır. 1990’lı yıllarda göz ardı edilen hukukun üstünlüğü ilkesi, gecikmiş de olsa şimdi artık yaşama geçmelidir. Geçmişin bu ağır ve kirli mirası gelecek kuşaklara devredilmemeli, bu ağır suçların soruşturulması daha fazla ertelenmemelidir. www.munzur.org GÜNDEM 56 Çoğunluğu 1992–2002 yılları arasında olmak üzere yüzlerce sivil insan; evinden, işyerinden, sokaktan veya bir arama noktasından görevliler tarafından alındıktan sonra kayboldular. Gözaltında kayıplar, bir yandan geride kalan yakınları üzerinde derin ve sürekli bir acı bırakırken, toplumun diğer bireyleri üzerine dehşet verici bir korku tesis etmektedir. Herkesin her an kaybolma korkusu yaşadığı, hukukun koruması yerine korkunun egemen olduğu bir toplumda, artık hukukun üstünlüğünden ve insan haklarından söz etmek olanaklı değildir. Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin girişinde, “…Korkudan kurtulmuş insanların oluşturduğu bir dünya kurulması amacıyla…” Bildirgenin kaleme alındığı vurgulanmıştır. BM “Zorla Kayıp Edilmeye Karşı Herkesin Korunmasına Dair Bildiri”nin giriş bölümünde de konuya ilişkin şu çarpıcı ifadelere yer verilmiştir: “...kaybetmenin, hukukun üstünlüğüne, insan hakları ve temel özgürlüklere bağlılık duyan herhangi bir toplumun en derin değerlerini göz ardı ettiğini ve bu tür uygulamaların sistematik olarak yapılmasının, insanlığa karşı suç niteliği taşıdığını düşünerek” denilmiş ve kaybedilme eylemlerinin insan onuruna karşı işlenmiş bir suç olduğu belirtilerek, devletlere gerekli önlemleri alma ve bu türden olayları etkili şekilde soruşturma ve sorumluları cezalandırma yükümlülüğü getirilmiştir. Yasama Faalİyetlerİne Sİvİl Toplumun Katılımı Hazırlanan taslağın içinde demokrasi kültürünün ve geleneğinin yerleşmesi ve gelişmesinde büyük ölçüde katkıda bulunacağına inandıkları “Sivil Toplumun Yasa Yapmaya Katılım Süreci”nin ayrıntılı olarak tanımlanması gerektiğini ifade eden STK’lar, bu tarif yapılırken ve katılım süreçleri belirlenirken uyulması gereken asgari kriterlere ilişkin taleplerini şöyle sıraladılar: STK’ların TBMM komisyon toplantılarına doğrudan katılımını öngören yasal düzenlemeler yapılmalı; süreç hem katılımcılara hem de bilgi almak isteyen yurttaşlara açık olmalı; Danışma sürecine katılacak olanların belirlenmesinde esas alınacak ilkeler ayrımcı olmamalı; yasama faaliyetleri sırasında gündemde olan konularla ilgili çalışma yapan STK’lara yer verilmeli; Katılımın etkin ve nitelikli olmasının sağlanması için danışma sürecine katılım, mümkün olan en erken safhada başlamalı; yasa taslakları TBMM’ye sevk edilmeden önce ya da Genel Kurula gelmeden önce STK ve halkın önerilerine sunulmalı; Katılımın etkin sonuçlar üretmesi bakımından yorum yapma ve hazırlık için makul süreler tanınmalı; Danışma sürecine geri bildirim, değerlendirme ve gözden geçirme aşamaları dâhil edilmeli; Katılımı etkinleştirmek ve sürdürülebilir kılmak için özel ve yeterli miktarda kaynak ayrılmalı. 57 GÜNDEM Yeni İçtüzükte STK Katılımı Ayrı Başlıkta Ele Alınmalı TBMM İçtüzüğü 36 yıl sonra değişiyor. 16 Ekim 2008’de Meclis’te grubu bulunan dört siyasi partinin temsilcilerinin katılımlarıyla kurulan İçtüzük Uzlaşma Komisyonu, hazırladığı İçtüzük taslağını Şubat ayında kamuoyuyla paylaştı. Yeni yasama yılıyla birlikte, 1 Ekim 2009’dan itibaren yürürlüğe girmesi planlanan İçtüzük’ün, gelecek görüş ve öneriler doğrultusunda son şeklini alması ve Mayıs sonuna kadar Meclis’te kabul edilmesi öngörülüyor. Bu sürece müdahil olmak isteyen insan hak ve özgürlüklerinin farklı alanlarında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları (STK), İçtüzük değişikliği çalışmalarında, özellikle STK’ların yasama sürecine etkin katılımının sağlanması için ele alınması gereken konulara dikkat çekmek amacıyla hazırladıkları ortak görüş metnini Uzlaşma Komisyonu üyelerine gönderdiler. STK’lar, yurttaşların temel gereksinimlerine yanıt vermesi ve toplumsal adaleti tesis etmesi beklenen yasama, yürütme ve yargı faaliyetlerinin bu işlevlerini yerine getirebilmesi için öncelikle, bu ihtiyaçların daha iyi tespit edilebileceği kanalların oluşturulması, bu kanalların açık tutulması ve katılım süreçlerinin etkinleştirilmesi gerektiğini belirtiyorlar. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 Asgari olarak yukarıda belirtilen ilkeler çerçevesinde “Sivil Toplumun Katılım Süreci”nin İçtüzük’te ayrı bir başlık altında ele alınmasını isteyen STK’lar, bu başlığın içeriğinin düzenlenmesinde kendilerine de danışılmasını bekliyorlar. GÜNDEM 58 Komisyona gönderilen ortak görüşe katkı veren STK’lar şöyle: Antalya Kadın Danışma ve Dayanışma Derneği, Başak Kültür ve Sanat Vakfı, Çanakkale Kadın El Emeğini Değerlendirme Derneği-ELDER, Kadın Danışma Merkezi, Çanakkale Yerel Gündem 21, Çocuk İhmalini ve İstismarını Önleme Derneği, Düşünce Özgürlüğü Derneği, Gündem Çocuk Derneği, Habitat İçin Gençlik Derneği, Helsinki Yurttaşlar Derneği, İnsan Hakları Araştırmaları Derneği, İnsan Hakları Derneği, İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği, Femin&art Trabzon Kadın Sanatçılar Derneği, KAOS GL, Kazete, Lambdaİstanbul, Mültecilerle Dayanışma Derneği, Özgürlüğünden Yoksun Gençlerle Dayanışma Derneği, Siyasal Ufuk Hareketi, Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği, TBMM Ortak Çalışma Grubu, Türkiye Çocuklara Yeniden Özgürlük Vakfı, Türkiye Sakatlar Derneği, Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi. Komisyonun Amacı Düzeltmek Değil Yenisini Oluşturmak Meclis’te grubu bulunan dört siyasi partinin eşit olarak temsil edildiği İçtüzük Uzlaşma Komisyonu’nda yer alan isimler şöyle: Salih Kapusuz (AK Parti), Ali Topuz (CHP), Nevzat Korkmaz (MHP) ve Selahattin Demirtaş (DTP). Siyasi kimliklerinden bağımsız bir şekilde hem iktidar hem de muhalefet açısından olaylara yaklaşmak suretiyle yeni PARLAMENTO, REFORM, KATILIM Ebru Ağduk Parlamenter sistemlerde yasamanın merkezinde olan, temsiliyeti ve kamu idaresinin denetimini sağlamak amacıyla kurulan parlamentoların, yüzyıllardır yerine getirdikleri işlevlerin ve yetkilerin tartışıldığı bir döneme tanıklık ediyoruz. Bu tanıklık, parlamenter sistemin olduğu ülkelerde farklı zamanlarda tecrübe edilmektedir. Ancak burada ortak olan nokta, parlamentoların toplumun değişen gereksinim ve taleplerine göre, düzenli aralıklarla yapılarını gözden geçirmeleri ve reform çalışmalarını uygulamaya koymalarıdır. Parlamentoların reform tartışmalarını başlatmalarının ve uygulama sürecine geçmelerinin ardında, her ülkeye ve politik sisteme özgü nedenler olmakla birlikte, ortak olan nedenlerin varlığı da gözlemleniyor. Ortak nedenler, kamu idaresinin güçlenmesi, yasama organlarının alt yapılarının zayıflığı ve siyasi parti disiplininin, her geçen gün artan bir şekilde uygulanması olarak sıralanabilir. Biraz daha açmak gerekirse, kamu idaresi ve bürokrasisi güçlenerek karmaşık büyük yapılar haline gelirken; yasama organlarının zayıflayan alt yapıları, seçilmişlerin yasama Siyasi Etik Kurulu, Parlamento Akademisi oluşturulacak. Komisyonlar yeniden tanımlanacak, AR-GE, Bilişim, Bilgi Teknolojisi, Gelecek komisyonları kurulacak. Belli bir tasarı veya konuyu incelemek, araştırmak ve görüşmek üzere özel komisyonlar oluşturulacak. Komisyonlarda, ilgili Bakanlığın bütçesi görüşülecek. Torba kanun ve temel kanun uygulaması kalkacak. Yasama ve denetim faaliyetleri, oluşturulacak “Meclis Resmi Bülteni”nde yayınlanacak. Kanun tasarı ve teklifleri, belli sürede sonuçlandırılacak, son oylamalar açık oylamayla yapılacak. Komisyonlar çalışmalarını, 1 haftalık kesin gündem, 1 aylık taslak gündem çerçevesinde sürdürecek. Sivil toplum kuruluşları, komisyon toplantılarına katılıp söz alabilecek. Komisyon üyesi olmayan milletvekilleri de komisyonlarda önerge verebilecek. TBMM Genel Kurulunda, denetim imkânları genişletilecek ve etkinleştirilecek. Genel Kurulda, her hafta salı günü sözlü sorular için 1 saat süre sürecinde etkin olması gereken konumlarını da zayıflatmaktadır. Siyasi partilerin parti disiplinini yasama organında etkili bir şekilde uygulaması ile seçilenlerin seçmenlerin görüşlerini yansıtacak politikaları üretme ve savunma alanları daralmaktadır. Bunun yanı sıra, yasama organlarının en yaşamsal işlevlerinden biri olan idarenin denetlenmesi, özellikle de ulusal bütçenin denetlenmesi için var olan mekanizma ve yöntemler, değişen ekonomik ve sosyal koşullarla birlikte etkin araçlar olmaktan çıkmıştır. Bütün bu sorun alanları, alt alta listelenip bakıldığında görülecektir ki, her bir nokta, aslında yasama organlarının var oluş nedenleri olan temsiliyet, yasama (politika üretme) ve idarenin denetlenmesi işlevlerine denk gelmektedir. Bu işlevlerin tam anlamıyla yerine getirilmemesi, esasen bütün siyasi sistemin olumsuz bir şekilde etkilenmesine neden olmaktadır. Bu sorun alanlarının ve olumsuz etkilenmelerin farkında olan ülkeler, yasama organlarında reform tartışmalarını başlatmış ve reformları uygulamaya koymuşlardır. Bu çerçevede yasama organları, farklı zamanlarda iç tüzüklerinde değişiklikler yapmışlardır. Ancak reform alanlarını ve çalışmalarını sadece iç tüzük değişikliği ile kısıtlamayan, bu amaçla parlamentoda komisyonlar kuran, komisyon çalışmalarını sivil 59 GÜNDEM bir İçtüzük taslağı hazırladıklarını ifade eden komisyon üyeleri, çalışmalarında öncelikle var olan İçtüzüğü düzeltmek yerine yeni bir İçtüzük oluşturulmasına karar verdiklerini söylüyorlar. Mevcut İçtüzüğün 1973 yılında kabul edilmiş ve o tarihten bugüne kadar 111 maddesinde toplam 155 değişiklik yapılmış olduğundan, sistematiğinin bozulduğuna ve bu haliyle hem iktidar hem de muhalefet partileri tarafından sürekli eleştirildiğine dikkat çeken komisyon üyeleri, çalışmalarında demokratik, katılımcı, çoğulcu, planlı ve öngörülebilir bir yasama ve denetim yapılması esasını benimsediklerini dile getiriyorlar. Hazırlanan İçtüzük taslağında öngörülen yeniliklerden bazıları özetle şöyle: diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 ayrılacak. Genel Kurulda, soru-cevap diyalogu kurulacak. Denetimde, sadece muhalefete mensup siyasi parti grupları ve grubu olmayan milletvekillerinin kullanabileceği, “acele soru” kurumu getirilecek. Meclis Başkanı, 4 yerine 2 turda seçilecek. Yeni İçtüzük taslağı ile bu bağlamda Anayasa ve ilgili kanunlarda yapılması gereken değişikliklerin tam metinlerine Türkiye Büyük Millet Meclisinin internet sayfasından ulaşılabilir. Görüş ve önerilerinizi ictuzuk@ tbmm.gov.tr adresine gönderebilirsiniz. TBMM İç Tüzük Uzlaşma Komisyonu’ndan AK Parti Milletvekili Salih Kapusuz’a sorduk: GÜNDEM 60 TBMM İçtüzük Yasa Değişikliği Hangi Aşamada? TBMM İçtüzük Uzlaşma Komisyonu 16 Ekim 2008 tarihinde kurulmuştur. Komisyon, çalışmaları sonucunda hazırladığı metni başta TBMM Başkanı olmak üzere Meclis’te grubu bulunan siyasi partilere sunmuş, hazırlanan bu metinler siyasi partilere, hukuk fakültelerine ve hukuk derneklerine de gönderilmiştir. Ayrıca bu metinler TBMM internet sitesi aracılığıyla da ilgilenen herkesin bilgisine sunulmuştur. Gelen görüşler çerçevesinde Komisyon’un metni yeniden değerlendirmesi ve oluşacak mutabakat metnini, TBMM’ne resmi İçtüzük teklifi olarak sunulması amacıyla, TBMM Başkanına arz etmesi beklenmektedir. Değişiklik, sivil toplum örgütlerinin yasama sürecine katılımıyla ilgili ne öngörüyor? Halen Türkiye Büyük Millet Meclisi çalışmalarına sivil toplum kuruluşlarının toplum örgütlerine ve yurttaşlara açan ülkeler de bulunmaktadır. Bu çalışmaların arasında özellikle Westminster Sistemini yenileştirmek amacıyla yola çıkan İngiltere, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda örnekleri öne çıkmaktadır. Yukarıda adı geçen ülkeler de dâhil olmak üzere çeşitli ülkelerin yasama organlarında yapılan reform çalışmaları, daha çok yasama komisyonlarının kapasitelerinin arttırılarak yasama sürecindeki etkilerinin arttırılması, kamu idaresini etkin denetleyecek yöntem ve araçların geliştirilmesi ve en önemlisi, yasama sürecinde seçmenlerin, yurttaşların görüşlerinin yansıtılmasını sağlayacak mekanizmaların geliştirilmesine odaklanmaktadır. Bu reform alanlarının herbirinin altında yatan genel amaç ise, yurttaşların karar alma süreçlerinin her geçen gün daha fazla dışında kaldıklarını hissetmeleri, siyasete ve özellikle yasama organlarına karşı duydukları güvenin hızla azalmasından kaynaklanan boşluğun doldurulmasıdır. Dolayısıyla bu reformlar sayesinde, yasama organlarının kamu idaresini iyi denetleyen, daha temsiliyetçi ve daha katılımcı kurumlar olmaları ve nihai olarak kamuoyunun bu kurumlara olan güvenlerinin artmasını sağlamak hedeflenmektedir. Yurttaşların kendi görüşlerinin Yeni içtüzük taslağı ile sivil toplum kuruluşları temsilcilerinin Komisyon’a davet edileceği açıkça İçtüzük madde metnine yazılmıştır (madde 27). Ayrıca sivil toplum kuruluşlarından yazılı görüş istenebileceği metne dâhil edilmiştir. Komisyon’a katılan sivil toplum temsilcilerinin konuşma sürelerine ilişkin hükümler getirilmiştir (madde 35). TBMM Araştırma Komisyonlarının gerek duymaları halinde sivil toplum kuruluşları temsilcilerinin bilgisine de başvurabileceği hükmü getirilmiştir. TBMM çalışma salonlarına girebilecekler arasına sivil toplum temsilcileri de ilave edilmiştir (madde 123). Parlamento Akademisine “Sivil toplum katılımını sağlamak” görevi de yüklenmiştir (madde 119). Sizin ve partinizin STK’ların yasama sürecine katılımı konusundaki yaklaşımı nedir? Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzük taslak metninin hazırlanmasında Meclis’in dinamik, demokratik, şeffaf, çoğulcu ve katılımcı bir yasama ve denetim faaliyetini gerçekleştirmesi temel ilke ve hedef olarak belirlenmiştir. Bu ilke çerçevesinde kanunların, hazırlanmasından kanunlaşma aşamasına kadar geçen bütün yasama organı tarafından yeterince “dillendirilmediği” düşüncesi ile birlikte, bu görüşleri gündeme taşıyacakların elde edeceği siyasi kazanımların farkına varan seçilmişler, yurttaşların gerek sivil toplum örgütleri aracılığıyla gerekse bireysel olarak görüşlerini paylaşabilecekleri yolları açmaktadırlar. Bugüne kadar kullanılan geleneksel “danışma” yöntemleri olan sivil toplumun görüş bildirdiği toplantıların dışında, yeni teknikler, yöntemler denenmekte ve yeni teknolojiler daha fazla uygulamaya konulmaktadır. Danışma sürecinin de ötesine geçen bu yeni girişimlerin altındaki asıl itici güç, karar alıcılar ve yurttaşlar arasında karşılıklı dinlemeye ve birbirinden öğrenmeye dayalı sağlam ve sahici bir diyalogun inşa edilmesi ve bu süreçlerden her iki tarafın da kazançlı çıkmasının sağlanmasıdır. Artık günümüzde, katılımcı demokrasi ve yöntemler alanında oluşmuş ve sürekli evrilen yeni bir çalışma alanı mevcuttur. Savunuculuk çalışmaları yapan ve hak temelli çalışan örgütlerin yanı sıra, sadece katılımcı sürecin kendisine odaklanan, yeni teknikler ve modeller geliştiren sivil toplum örgütlerinin sayısı her geçen gün artmaktadır. Katılımcı modeller olarak öne çıkan yurttaş jürileri, yurttaş forumları, yurttaş meclisleri gibi modeller, Türkiye ve birçok ülke için henüz yeni 61 GÜNDEM katılımını düzenleyen bir hukuki metin bulunmamaktadır. Sivil toplum temsilcileri Meclis’teki çalışmalara teamülen katılabilmektedirler. Hazırlanan yeni İçtüzük taslak metni ile sivil toplumun Meclis çalışmalarına katılımını düzenleyen hususlar İçtüzük metnine aktarılmıştır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz: diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 süreçte çoğulculuğun ve katılımcılığın desteklenmesi gerekmektedir. Kanunlaşma sürecinde özellikle TBMM aşamasında da bu katılımcılığın sağlanması temel olmalıdır. Bu amaçla demokratik hayatın vazgeçilmez unsurlarından biri olan sivil toplum örgütlerinin de yasama sürecine azami ölçüde katkı yapmalarını sağlayacak önlemlerin alınması gerekir. Sivil toplumun yasama sürecine katılımı, yasama kalitesinin artmasını da sağlayacak ve bu şekilde problemlerin çözümünde daha öngörülebilir mevzuat çalışması yapılacaktır. Bu nedenlerle halen İçtüzüğümüzde olmayan sivil toplum katılımına ilişkin düzenlemelere İçtüzük taslak metninde yer verilmiştir. GÜNDEM 62 Uzlaşma Komisyonlarının Yapısı ve Yasama Süreci Uzlaşma komisyonlarında TBMM’de grubu olan tüm siyasi partiler eşit sayıda temsil ediliyor. Diğer ihtisas komisyonlarından farklı olarak uzlaşma komisyonlarında kararlar oy çokluğu ile değil, uzlaşma ile veriliyor. İçtüzük Uzlaşma Komisyonu da uzlaştığı konular üzerinden bir taslak metin oluşturmaya karar verdi. Bu arada uzlaşılamayan konular ve çoğunluk ve azınlık görüşünün de yansıtılacağı raporlar da hazırlanacak. Uzlaşma Komisyonlarının hazırladıkları taslaklar Meclis Başkanlığı’na gönderiliyor. Başkanlık da taslakları ilgili ihtisas komisyonlarına gönderiyor. Bundan sonra normal yasama süreci işliyor. Taslaklar komisyonda görüşüldükten sonra Meclis Genel Kurulu’na gönderiliyor ve buradaki görüşmelerde son halini alıyor. modellerdir. Bununla birlikte, yeni yöntemler pek çok ülkede farklı zamanlarda, tartışılan konu ve alana uygunlukları dâhilinde kullanılmaktadırlar. Örneğin bazı ülkelerde yasama organları, internet siteleri aracılığıyla forumlar oluşturmakta, görüşülen yasa taslaklarının yanı sıra, ulusal politikalar, vizyon belgeleri hakkında yurttaşların görüşlerini almaktadırlar. Bugünlerde Türkiye’de de parlamenter reform çalışmaları için çabalar var. Ekim 2008’de Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)’nde grubu olan siyasi partilerin eşit sayıda temsili ile İç Tüzük Uzlaşma Komisyonu kuruldu. Komisyon, uzlaşarak yazdığı taslak metni, görüş almak amacıyla TBMM internet sitesine koymuştur. Taslak metin, yasama sürecinin birçok alanında yeni uygulamalar öngörmektedir. Ancak burada asıl vurgulanması gereken, yasama süreci teknik bir alan gibi gözükmesine rağmen, yurttaşlar olarak hepimizin gündelik yaşamını doğrudan etkileyen yasaların nasıl yapıldığını belirliyor olması bakımından, hepimizin söz söylemesi, görüş bildirmesi gereken bir alandır. Şu anda gündemde olan iç tüzük değişikliği süreci, önerdiği değişiklikler kadar, sivil toplum örgütlerinin ve yurttaşların sürece katılmaları açısından ortaya çıkan bir fırsat olarak da büyük önem taşımaktadır. Çocuklar İçİn Adalet Gİrİşİmİ (ÇİAG) ÇİAG, 2008 yılında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da toplumsal gösteriler sırasında gözaltına alınan, yargılaması süren ya da sonlanan (ceza alan veya almayan) çocukların, “çocuk” olduğuna dikkat çekmek amacıyla bir araya gelen çocuk hakları ve insan hakları savunucularından oluşan bir girişim. Girişim, ailelerin destek çağrısı üzerine farklı illerde konuyla ilgili çalışma yapan ve/ veya yapmak isteyen kişi ve kurumların birbirleriyle iletişime geçmesiyle oluşmuş, İHOP’un desteğiyle ile bazı duruşmaların izlenmeye başlanmasıyla da koordineli bir şekilde çalışmaya başlamıştır. Bu kapsamda çocukların durumuyla ilgili veri toplanmasına başlanmış, uzman görüşleri oluşturulmuş, farklı illerde koordinasyon toplantıları yapılmış, ulusal ve uluslararası düzeyde raporlama çalışmaları başlatılmış ve bir yandan da basın toplantıları, basın açıklamaları vb. etkinliklerle medya çalışmaları gerçekleştirilmiştir. Tüm bu çalışmalarda dile getirilen Acil Talepler ise şunlar: Çocukların tutukluluk hallerinin derhal sona erdirilmesi, Tüm çocukların, Ağır Ceza Mahkemelerinde değil, zaten bu amaçla kurulan Çocuk Mahkemelerinde yargılanmaları, 63 GÜNDEM ÇİAG, söz konusu çocukların, BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin ve Birleşmiş Milletler Çocuk Ceza Adaleti Sisteminin Uygulanmasına Dair Asgari Standartların öngördüğü gibi çocuğa özgü yargılama sürecine tabi olmalarını sağlamak için oluştu. Girişim, şu anda yaşları 12-18 arasındaki ortalama 500 çocuk hakkında “terör örgütü propagandası yapmak”, “2911 sayılı yasaya muhalefet” ve “Örgüt adına suç işlemek suretiyle örgüte üye olmak” suçlamalarıyla düzenlenen iddianamelere göre çeşitli illerde açılan kamu davalarının çocuklar bakımından ortaya çıkardığı adaletsizliği ortaya çıkarmak, kamuoyunda farkındalık yaratmak ve bu uygulamaların ortadan kaldırılmasına yönelik kamuoyu baskısı yaratmak amacıyla çalışmalarını sürdürüyor. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 Çocukların suça itilme nedenleri ve suçtan korunmaları yönünde önerileri içeren sosyal inceleme raporlarının kapsamlı, bağımsız ve tarafsız bir şekilde hazırlanması, 12-15 yaş grubundaki çocukların işlediği fiilin anlam ve sonucunu; atfedilen suçu anlayıp anlamadığını gösteren farik-i mümeyyiz raporlarının uzmanlarca hazırlanması, Çocuklarla ilgili hazırlanan raporların mahkemelerce dikkate alınması, Çocukların tekrar suça yönelmelerini önleyecek mekanizmaların oluşturulması, Bu çocukların gerek yargılama sürecinde gerekse yargılama sonrasında, eğitim başta olmak üzere hiçbir haklarından yoksun kalmamaları ve psikolojik ve gelişimsel destek almaları, Terörle Mücadele Kanununun 9. ve 13. maddeleri, Anayasa’ya ve Anayasa’nın 90. maddesi gereği üst norm niteliğindeki uluslararası sözleşmelere aykırı olduğundan kaldırılması… GÜNDEM 64 Bu talepler doğrultusunda bir araya gelen girişim 14.04.2009 itibariyle; Aileler, Ankara Barosu, Amargi Kadın Akademisi, Başak Kültür ve Sanat Vakfı, Berfin Yoksullukla Mücadele Derneği, Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu, Çağdaş Hukukçular Derneği Van Şubesi, Cizre Esnaf ve Sanatkârlar Odası, Cizre Şoförler Odası, Cizre Üniversiteliler Derneği (CÜDER), Çocuklar Aynı Çatı Altında Derneği (ÇAÇA), Çocuk Çalışmaları Birimi (ÇOCA), Dives Cizre Temsilciliği, Diyarbakır Barosu, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Çocuk Müdürlüğü, Diyarbakır Göç-Der, Diyarbakır Sarmaşık Yoksullukla Mücadele ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği, Eğitim-Sen Genel Merkezi, Eğitim-Sen Cizre Şubesi, Gündem Çocuk: Çocuk Haklarını Tanıtma, Yaygınlaştırma, Uygulama ve Uygulamaları İzleme Derneği, Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De Girişimi, İnsan Hakları Derneği, İnsan Hakları Gündemi Derneği, İstanbul Çocuk Hakları Aktivistleri Grubu, Çağdaş Hukukçular Derneği İzmir Şubesi, KESK Şırnak Şubesi, MEM U ZİN Kültür Merkezi, Mazlum-Der, Mazlum-Der İstanbul Şubesi, Mazlum-Der Van Şubesi, Özgürlüğünden Yoksun Gençlerle Dayanışma Derneği (Öz-Ge Der), Sendika.Org, Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği Genel Merkezi ve Tüm Şubeleri, Şırnak Barosu, Şırnak Kadın Derneği (Şar-Der), Şırnak Gençlik Çalışma Grubu (Genç-Der), Şırnak Tabip Odası, Travma Çalışmaları Enstitüsü, Tutuklu ve Hükümlü Aileleri Demokratik Dayanışma Derneği (TUHAD-DER), Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), Türkiye Barış Meclisi, Türkiye Çocuklara Yeniden Özgürlük Vakfı Ankara Şubesi, Türkiye Gençlik Federasyonu, Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi (TTB), Uçan Süpürge, Vakit Geldi Girişimi ve Van Barosu’ndan oluşmaktadır. Yargıçları kim yargılayacak? Latin Atasözü DOSYA: HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ Editör: Hüsnü Öndül diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 NEDEN HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ? İnsan Hakları İçin Diyalog’un ilk Dosya’sı için “hukukun üstünlüğü” ilkesini neden seçtik? DOSYA 66 Çünkü hukukun üstünlüğü ilkesi, insan haklarının hukuk yoluyla korunmasında temel bir ilkedir. Çünkü insan haklarının korunması bağlamında son yıllarda ve aylarda pek çok tartışmalar yaşanıyor. Örneğin sadece insan haklartı çevrelerinin değil, neredeyse tüm dünyanın yakından izlediği Hrant Dink cinayeti, önlemler açısından olsun, soruşturma ve yargılama süreçleri bakımından olsun dikkat çekici özellikler taşıyor. Ergenekon soruşturması ve yargılama süreci de... Aynı zamanda faili meçhul cinayet ve gözaltında kayıp iddiaları ve olguları açısından da Türkiye’de hukukun üstünlüğü ilkesinin yaşama geçmesi tartışmaları yapılıyor. Konuyla ilgili bir başka tartışma, Ergenekon soruşturması bağlamında tekrar güncel hale geldi: Askeri yargı! Acaba hukukun üstünlüğü ilkesi ve yargı birliği ilkesi açısından konuya nasıl yaklaşılmalıydı? Öte yandan, ’Taş atan çocuklar’ sorunu da yargılama boyutu ile gündemdeki yerini almıştı. Çocuk hakları ve adil yargılanma hakkı bağlamında bu konunun da değerlendirilmesi gerekiyordu. Konuyu tüm bu boyutlarıyla ele almaya çalıştığımız Dosya’da, Prof. Dr. Sami Selçuk “Hukukun Üstünlüğü İlkesi”ni, Dr. Ümit Kardaş da “Hukuk Devleti – Çift Başlı Yargı Çelişkisi”ni ele alıyorlar. İnsan haklarının hukuk yoluyla korunması konusunu Hüsnü Öndül incelerken, Tahir Elçi de hukukun üstünlüğü ve adil yargılanma hakkı bağlamında çocukların yargılanmaları konusunu tartışıyor. Bu arada Hükümetin, Avrupa Birliği ile ilişkiler bağlamında, “AB Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı”nı hazırladığını ve bunun 31 Aralık 2008 günlü Resmi Gazete’de yayımlandığını da hatırlatmamız gerekiyor. Bu arada Adalet Bakanlığı da Ulusal Program’da sözü edilen “Yargı Reformu Strateji Taslağı”nı hazırladı ve daha sonra çeşitli kurumların görüşlerini aldı. Taslak ile ilgili olarak çok sayıda üniversitenin Hukuk Fakülteleri, barolar ve Noterler Birliği görüş bildirdi. Yargıtay, Danıştay ve Askeri Yargıtay da görüş bildirenler arasında bulunuyor. Taslak, katılımcı süreçlere başvurmaksızın Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanmış olduğu için haklı olarak eleştiriliyor. Her şeye rağmen tartışmaya açılması olumlu bir yaklaşımdır. Dileriz ki, uzmanların, meslek kuruluşlarının ve sivil toplum örgütlerinin de katkılarıyla, evrensel ilkelere dayalı bir taslak-tasarı ortaya çıkar. Çünkü konu, insan haklarının yargısal koruma altına alınması açısından büyük önem taşımaktadır. Taslak ve görüşler Adalet Bakanlığının internet sitesinde yer alıyor. Bilindiği üzere, adil yargılanma hakkına ilişkin kurallar, Anayasa’nın 9, 19, 36, 37, 38, 138, 139, 140, 141 ve 159.maddelerinde düzenlenmiştir. Anayasal kurallar da dâhil olmak üzere, yargının hukukun üstünlüğü ilkesi doğrultusunda yapılandırılmasına acil ihtiyaç var. Bu ihtiyacı hukukçular çok uzun zamandır her vesileyle dile getiriyorlar. “Kuvvetsiz adalet aciz, adaletsiz kuvvet de zalimdir.” Pascal ............................................................. 67 DOSYA Hukukun üstünlüğü ilkesinin gerçekleştirilmiş olması için mutlaka gözetilmesi ve uygulanması gereken uluslararası standartlar ve ilkelere de Dosya’mızda değiniyoruz. Bu çerçevede, Birleşmiş Milletlerin yargı bağımsızlığına, savcıların ve avukatların rolüne ilişkin belgelerinin yanı sıra, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı, adil yargılanma hakkı ve etkili başvuru hakkı konusunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bazı kararlarıyla ilgili özet tanıtıcı bilgilere yer veriyoruz. Ancak daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyen okuyucularımız bu kararların tam metinlerine, verdiğimiz kaynaklardan ulaşabilirler. Bu kararlar ve özellikle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Büyük Dairesinin Demir-Baykara davasındaki kararı, AİHM’nin nasıl değerlendirmeler yaptığına, hangi kaynaklardan yararlandığına dair ufuk açıcı hükümler içermektedir. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ İLKESİ Prof. Dr. Sami Selçuk Onursal Yargıtay Başkanı Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi “Hominum causa omne ius constitutum est: Bütün hukuk insan için konmuştur.” Digesta, 1, 5, 2 Hermogenium Bırakın hukukun üstünlüğü ilkesini, hukuk devleti ilkesini bile gerçekleştiren bir düzende, yasama, yürütme ve yargı, hukuka bağlı olmak zorundadır. Çünkü hukuk, yangında kurtarılacak ilk gereçtir. DOSYA 68 Anayasal, idari ve adli yargı sistemleri bunu sağlar. Yeter ki bağımsız olsunlar. Elbette yargıçlar da, hukuku, yasaları uygulamak ve uygularken yorum disiplinine uymak; anayasaya, yasaya / yasalara ve hukuka uygun düşen vicdani kanıya göre hükümler kurmak zorundadırlar (Anayasa, m. 138). Hukukun üstünlüğü ilkesinin benimsendiği ve yaşama geçirildiği bir ülkede, bütün hukuksal işlemler ve kimi eylemler, hukukun soğukkanlı mantık süzgecinden geçirilirler. Toplumda hukuksal güven ve yarına inanç ancak böylelikle sağlanabilir. Toplum katmanlarında ve yönetimde hukukun ayak bağı görüldüğü ve yangından mal kaçırırcasına kimi etkinliklerin, işlemlerin yargıdan kaçırıldığı bir ülkede hukukun üstünlüğü de, demokrasi de bir düştür. Ancak, bilimsel toplantılarda, yazılı ve görsel basında, hukukun üstünlüğü yerine daha sık kullandığımız ilke “hukuk devleti ilkesi”dir. Çoğu kez hukuk devleti ilkesiyle hukukun üstünlüğü ilkesi eşanlamda algılanmaktadır. 1961 ve 1982 anayasaları da iki ilkeyi, terimi çok özensiz ve birbirlerinin yerine, eşanlamlı olarak kullanmıştır (sözgelimi, 1961 An. md. 77, 92; 1982 An. md. 81, 102). Üstelik 1961 ve 1982 anayasalarının 2. maddelerinde Cumhuriyetin nitelikleri sayılırken “hukuk devleti”nden söz edilmiştir, “hukukun üstünlüğü”nden değil. Yasalarımız da öyle. Özetle, ister kurucu iktidar, ister ikincil / olağan / sıradan iktidar olsun, Türk yasa koyucularının gözünde bu iki terimin anlamı ve işlevi özdeştir. Oysa bunlar farklı anlayışların ürünüdür. “Hukuk devleti ilkesi” Kara Avrupalı, özellikle Alman, Fransız ve İtalyan kökenlidir. Buna karşılık “hukukun üstünlüğü / egemenliği / önceliği) ilkesi” Anglo-Sakson kökenlidir. Her iki ilkenin doğuş nedenleri ve sonuçları da başka başkadır. Toplum ve hukuk, devletin vesayetindedir ve edilgindir. Vesayetçi devletin yukarıdan aşağıya doğru düzenlediği makro anlamda bir toplumsal sözleşme vardır: Anayasa. Amaç, devleşen “Leviathan devleti” hukukun sınırlarında tutmaktır. Bu ne ölçüde başarılırsa, Kant’tan, Rousseau’dan esinlenilen “hukuk devleti”ne, dolayısıyla demokrasiye de ancak o ölçüde ulaşılabilecektir. Bütün bunlar, Kara Avrupa’sı ülkelerinde devleti, birey zararına dokunulmaz bir nesneye dönüştürmüştür. Savaş, bu dokunulmazlığı sarsma savaşıdır. Demek, özünde hukuk devleti deyişi, bir yandan devleti hukukun sınırları içine çekme amacını, hatta ülküsünü yansıtırken, öte yandan de bu ülküye henüz ulaşılamadığını örtülü bir biçimde itiraf etmektedir. Bu amaç, bu ülkü bugün de sürmektedir. Çünkü Jakoben devlet, başı derde gerdiğinde hukukun bir türlü erişemediği kör, karanlık, görünmez bir kavrama başvurmaktadır: “Hikmet-i hükümet / devlet aklı: la raison d’Etat”. Kerameti kendinden menkul bu “hikmet-i hükümet” kavramından 06.01.1989’da Fransız Yargıtayındaki konuşmasında Başkan 69 DOSYA “Hukuk devleti ilkesi”nin boy verdiği Kara Avrupa’sı ülkelerinde, “devlet merkezci” bir yönetim vardır. Devlet her yerde hazır ve nâzırdır. Jakobendir. Bu ülkelerde hukuku üreten temel güç devlettir. O yüzden de hukuk hep devletten yanadır; devlete sürekli ayrıcalık tanır. Devlet kendi yarattığı hukuk yüzünden yurttaşlarıyla sürtüşme içinde ve bu hukuku araç kılarak pek çok şeye el atmış durumdadır. Başı sıkışınca başvurduğu kavramlardan biri sözgelimi “kamu yararı”dır. İçeriği belirsiz ve tartışmalı olan bu kavramla hukuk, zaman zaman mistikleştirilmiş, hukuku siyasallaştırma oyununun bir parçası olmuştur. “Kamu yararı”, “yönetimin takdir hakkı” gibi tanımlanamaz ve sınırları çizilemez kavramlarla beslenen bir yönetim, kuşkusuz hukukta da etkisini göstermiş, “özel hukuk” ve “kamu hukuku” ayrımı ortaya çıkmıştır, çıkmaktadır. Buna koşut olarak “yargı birliği” ilkesinden sapılmıştır. Üç yüksek yargı organına gerek görülmüştür: Anayasa mahkemesi, yargıtay ve danıştay. Hepsinin görev alanları ayrıdır. Birbirlerinin alanına giremezler. Bu nedenle, yani üç parçalı bir yargı bulunduğu ve son sözü söyleyecek tek yüksek yargı organı olmadığı için, ilk derece mahkemesi yargıçları, bir yasanın anayasal kurallara, bir tüzüğün yasalara aykırı olup olmadığına kendileri karar veremezler. Kendi görev alanlarına girmeyen bu tür konuları ilgili yargıya götürmek ve bekletici sorun yapmak zorundadırlar. Bu yüzden yargılama uzamaktadır. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 Mitterrand şöyle yakınmaktadır: “Hukuk, adalet hiçbir biçimde hikmet-i hükümet denilen nesneye kurban edilmemelidir. Uzun yıllar taşıdığım siyasal sorumluluğum döneminde hikmet-i hükümet diye bir nesneye hiç rastlamadım. Ne zaman hikmet-i hükümetten söz edilmişse, bilmelisiniz ki, bu bir başka şeyi gizlemek için uydurulmuş bir bahanedir”. Başbakan William Pitt’in dilinde hikmet-i hükümetin karşılığı “devlet işlerinde zorunluluk”tur. Mitterrand’dan 206 yıl önce 18.11.1783’te Komünler Meclisinde şöyle diyordu, Pitt: “Zorunluluk, birey özgürlüklerini çiğnemenin özrüdür; zorbaların bahanesi, kölelerin inancıdır”. Bütün bunların sonucu olarak Kara Avrupa’sında toplum devletçi kurallara bağlı, içine kapalıdır. İktidar tektir. Yargı da bundan payını almıştır. Erkler, güçler ayrılığından ne kadar söz edilirse edilsin yargı birliği sağlanamamış, yargıyı bağımsız kılma kavgası bir türlü bitmemiştir. DOSYA 70 Görülüyor ki, “hukuk devleti” küresindeki savaşım, devletin topluma ve bireye karışmasını azaltma savaşımıdır. Temel amaç, kanımca “az devlet, çok hukuk” formülüyle özetlenebilir. Dar bir ufuktur bu. Buna karşılık, “hukukun üstünlüğü ilkesi”nin boy verdiği Anglo-Sakson ülkelerinde toplum, sözleşmeci, uzlaşmacıdır. Kendi kendini düzenler. Saydam ve dışa açıktır. Bireyler yarışmacıdır. Girişim gücü devlette değil, bireyde ve sivil toplum örgütlerindedir. Devlet merkezci değildir. Toplum çoğulcu olduğundan iktidar da tek değil, parçalıdır. Çok kutuplu kurumlar, kuruluşlar devletin temel görevlerinin bir kesimini üstlenmiştir. Çoğulculuk kurumsal parçalanmayı, işbölümünü yaratmakta, toplum kendi hukukunu kendi üretmektedir. Devletin karşısında özerk bir hukuk vardır. Her şey üretilen bu hukukun hakemliğinde çözülmektedir. Birey ile devlet bu hukukun karşısında eşit konumdadır. Her ikisi de toplumun ürettiği ve dayattığı hukuka bağlıdır. Toplumun ürünü olduğundan başat, egemen güçtür, hukuk. Devlet ise ikincil plandadır. Hukuk yaşanarak Sokratik yöntemle öğretilmekte, uygulanmaktadır; somuttur, esnektir ve de devletten bağımsızdır. Toplum devletin vesayetinde değil, devlet zorunlu olarak toplumun içindedir. Bu yüzden genellikle yazılı bir anayasaya bile gerek duyulmamıştır. Bunun sonuçları ise ortadadır: Hukuk devletten bağımsız olduğundan yargı da bağımsız ve çok güçlüdür. Hukuk ve dolayısıyla yargı birliği örselenmemiş, anayasa mahkemesi, yargıtay, danıştay ayrımına gerek görülmemiştir. Tek bir yüksek mahkeme vardır. Hukukta özel hukuk, kamu hukuku gibi katı kavramlaşmalara ve ayrımlaşmalara yer verilmemiştir. Anayasa mahkemesi, yargıtay ve danıştay biçiminde üç parçalı olmadığı, yargı birliği sağlandığı, son sözü yüksek mahkeme söyleyeceği için her derecedeki mahkeme, bir yasanın anayasal kurallara, bir tüzüğün yasalara aykırı olup olmadığına karar verebilmektedir. Bekletici sorun kaygısı söz konusu değildir. Bu yüzden yargılama hızlıdır. İktidar, çoğulcu toplum gereği, parçalı ve aşağıdan yukarıya doğru biçimleniyor. Geniş bir ufuktur, bu. Bu açıdan ülkemizde bu terim / kavram kargaşasının çözülmesi zorunludur. Hukuk bir bilimdir ve binlerce yılın deneyimlerinden ve binlerce düşünürün beyinlerinden süzülüp gelen bütüncü bir “kavramlar / terimler sözlüğü”ne sahiptir. Bu kavramlar / terimler küreseldir, onlar üzerinde kişilerin mülkiyet hakkı yoktur. Yalnızca kullanım / yararlanma / intifa hakkı vardır, o kadar. Hiç kuşkusuz, hukuk devleti ilkesini değil, hukukun üstünlüğü ilkesini benimsemek, demokrasimizin çıtasını yükseltecektir. Yazının daha ilk tümcesinde “bile” dememin nedeni, işte budur. Görülüyor ki, hukuk devleti ile hukukun üstünlüğü ilkeleri birbirlerinden ayrıdır. Serüvenleri de başkadır. Kanımca “hukukun üstünlüğü ilkesi”, gelişme biçimi ve özü gözetildiğinde, demokrasinin de özüdür. Bu nedenlerle de Anglo-Sakson ülkelerinde “hukukun üstünlüğü”, Kara Avrupa’sı ülkelerinde, deyim yerinde ise, “üstünlüğün hukuku” egemendir. Bu yüzden Fransız hukukçusu Laurent Cohen-Tanugi (Le droit sans l’ Etat, sur la démocratie en France et en Amérique, PUF, Paris, 1987), Anglo-Sakson ülkelerinde “devletsiz hukuk”un, Kara Avrupa’sı ülkelerinde ise “hukuksuz devlet”in bulunduğunu söylüyor. Hiç de haksız değil. “Hukuk, demokraside azınlıkların haklarını ve özgürlüklerini koruma aracıdır.” Alfred E. Smith ............................................................. 71 DOSYA Bu çıtayı yükseltmenin ilk adımı, elbette demokrasinin çerçevesini çizen ve hukukun üstünlüğü ilkesine yaslanan çağcıl bir anayasadır. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ: İNSAN HAKLARININ HUKUK YOLUYLA KORUNMASINDA TEMEL İLKE Hüsnü Öndül Avukat Birleşmiş Milletler tarafından 10 Aralık 1948 tarihinde kabul ve ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin ‘Başlangıç’ bölümünde, “İnsanın zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmak zorunda kalmaması için insan haklarının hukuk düzeni ile korunmasının temel bir gereklilik” olduğu vurgulanır. Bildirinin 28. maddesinde de, “Herkesin bu Bildirge’de ileri sürülen hak ve özgürlüklerin tam olarak gerçekleşebileceği bir toplumsal ve uluslararası düzene hakkı vardır.” denilmektedir. Avrupa Konseyi Statüsü’nün (1949) 3. maddesinde, “Avrupa Konseyinin her üyesi, hukukun üstünlüğü ilkesini ve yetki alanı altında bulunan herkesin insan haklarından ve temel özgürlüklerden yararlanma ilkesini kabul eder.” hükmü yer alır. DOSYA 72 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 1. maddesinde, (4 Kasım 1950) “Sözleşmeci taraflar, kendi yetki alanları içinde bulunan herkese bu Sözleşme’nin birinci bölümünde açıklanan hak ve özgürlükleri tanırlar.” hükmüne yer verilir. Bu madde ile devletler, insan haklarını güvence altına alma ve koruma alanında iki tür yükümlülük altına girmektedirler. Birincisi, Sözleşme’nin tarafı olan devletler, bireylerin haklarını ve özgürlüklerini kullanmalarını engelleyecek tutum ve davranışlardan kaçınacaklar(negatif yükümlülük); ikincisi, bireylerin haklarını ve özgürlüklerini kullanmaları için gerekli önlemleri alacaklardır (pozitif yükümlülük, AİHM, Marcks v.Belçika). Sözleşme’nin 6. maddesinde adil yargılanma hakkı; 13. maddesinde de, etkili başvuru hakkı düzenlenmiştir. 13. madde şöyledir: “Bu sözleşmede tanınmış olan hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkes, ihlal fiili resmi görev ifa eden kimseler tarafından bu sıfatlarına dayanılarak yapılmış da olsa, durumun düzeltilmesi için ulusal bir makama başvurma hakkına sahiptir.” Sözleşme’nin 46. maddesi, “kararların bağlayıcılığı ve uygulanması” başlığını taşır ve şöyledir: “Yüksek Sözleşmeci taraflar, taraf oldukları davalarda Mahkeme’nin kesinleşmiş kararlarına uymayı taahhüt ederler.” Hukukun üstünlüğü ilkesiyle ilgili olarak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi(AİHM) Silver ve Diğerleri/İngiltere (25 Mart 1983) kararında; “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin temelinde var olan ilkelerden biri olup, kişinin hakkına kamu makamları tarafından yapılan müdahalenin etkili bir denetime tabi tutulmasını ifade eder” demektedir. Hukuk devleti dediğimiz devlet, tüm eylem ve işlemleri hukuka uyan ve hukuk kurallarına bağlı olan devlettir. Bu hukuk, insan hakları hukukudur. Hukuka uymayı ve bağlı olmayı sağlayacak olan da yargısal denetimdir. Hukuk Devleti özellikleriyle ilgili olarak Anayasa Mahkemesinin 1963 ve 1992 tarihli kararlarında, “Hukuk devleti, insan haklarına saygı gösteren ve bu hakları koruyucu, adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendisini zorunlu sayan ve bütün faaliyetinde hukuka ve anayasaya uyan bir devlet olmak gerekir. Hukuk devletinde yasa koyucu organ da dâhil olmak üzere, devletin bütün organları üstünde hukukun mutlak bir egemenliğe sahip olması, yasa koyucunun faaliyetlerinde kendisini her zaman anayasa ve hukukun üstün kuralları ile bağlı tutması gerekir.” şeklinde değerlendirmeler yapılmaktadır. Anayasa Mahkemesinin 1985 ve 1989 tarihli kararlarında da aynı anlayış vardır. Anılan tarihli kararlarda, Hukuk Devleti,”Yasa koyucu organ da dâhil olmak üzere Anayasa ve hukuka uyan devlet, tüm işlem ve eylemleri hukuka uygun olan devlettir” denmektedir. Bağımsız yargı(yargıç) nitelemesinin akla getirdikleri şunlar olabilir: a) Mahkemeler bağımsız olacak, b) Mahkemeler (yargıçlar) başka kişi, kurum veya organlardan emir almayacak, c) Yasama ve yürütme gücünün baskısı ve etkisi altında kalmayacak, d) Ekonomik, sosyal ve siyasi diğer güçlerin baskı ve etkisi altında kalmayacak, e) Yargı (yargıç) özgür olacak. Tarafsız yargı nitelemesi için de şunlar söylenebilir: Yargıç, a) Yargılamada yan tutmayacak, b) Taraflara karşı nesnel (objektif) olacak, c) Kişisel duygu ve düşüncelerinden arınabilecek. İnsan haklarının hukuk yoluyla korunması, hakların esasına ilişkin normatif düzenlemeler kadar, usule ve mekanizmalara dair normatif düzenlemelerin de insan hakları hukukuna uygunluğunu şart koşar. Doğaldır ki, yargı gücü, kararlarıyla, AİHM’in Silver ve Diğerleri/İngiltere kararında vurgulandığı gibi, insan haklarını korur. Yargı, kararlarıyla aynı zamanda hukukun ilerlemesine de katkıda bulunur. ............................................................. 73 DOSYA Hukukun üstünlüğü ilkesini yaşama geçirecek güç, yargı gücüdür. Yargı, yargısal denetim yaparak hukukun üstünlüğü ilkesini yaşama geçirir. Yargı gücünün bu fonksiyonu yerine getirebilmesi de onun bağımsızlık ve tarafsızlık ilkelerine göre yapılandırılmış olmasına ve o doğrultuda çalışmasına bağlıdır. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 HUKUK DEVLETİ -ÇİFT BAŞLI YARGI ÇELİŞKİSİ Ümit Kardaş Emekli Hakim Albay DOSYA 74 Çift başlı yargı yapılanması nedeniyle yıllardır ihlal edilen tabii hâkim ilkesinin önemi, bugün Ergenekon soruşturması vesilesiyle daha anlaşılır hale gelmiştir. Askeri yargının varlık amacının dışında geniş bir yargı alanına sahip olması ve adli yargı aleyhine alabildiğine genişlemesi, hem askerlerin hem de onlarla birlikte suç işleyen sivillerin, tabii hâkimlerinden ayrı mercilerde yargılanmalarına neden olmaktadır. İlk defa 1961 Anayasasının 138. maddesi ile askeri yargı bir anayasa metnine en geniş şekliyle girmiş,1982 Anayasası bu düzenlemeyi 145. maddesinde aynen tekrarlamıştır. Bu düzenlemeye paralel bir şekilde düzenlenen 353 sayılı kanunun 9. maddesi, askeri mahkemelerin askerler bakımından görev alanını belirlemiştir. Askeri mahkemeler, asker kişilerin askeri suçlarının yanı sıra, asker kişiler aleyhine işledikleri suçlar ile askeri mahallerde yahut askeri hizmet ve görevleriyle ilgili olarak işledikleri suçlara da bakarlar. Aynı yasanın 12. maddesi, asker ve sivil kişilerin birlikte suç işlemeleri halini düzenlemektedir. Bu maddeye göre, askerlerle sivillerin müştereken bir suç işlemeleri durumunda, suç, Askeri Ceza Kanunu’nda yazılı bir suçsa askeri yargı, sivil bir suçsa adli yargı görevli olacaktır. Askeri suç nedir, nasıl tanımlanmalıdır? Askeri suçun Askeri Ceza Kanunu’nda bir tanımı yoktur. Oysa bu suçun tanımı çok önemlidir. Diğer görev alanları bu tanıma göre belirlenmektedir. En önemlisi, sivil kişilerin askeri mahkemelerde yargılanma gerekçeleri olarak askerlerle birlikte işledikleri suçların askeri suç sayılmaları ve bu gerekçe ile sivillerin tabii hâkimlerinden koparılmaları, vahim bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de uygulanan sivil ve askeri yargı sistemlerinin farklı sistemler olduğu, ayrı usuller uyguladıkları, hâkimlerinin bağımsızlıklarının ve güvencelerinin farklı düzenlemelere bağlı olduğu, bu durumun da yargılama birliğine aykırı olduğu açıktır. Bu nedenle, askeri suç kavramının açıklıkla ve kesinlikle belirlenmesi, yoruma açık olmaması, sınırlarının iyi çizilmesi büyük önem taşımaktadır. Askeri suç tanımının önemine ilişkin olarak Askeri Ceza Kanunu’nun 54. maddesini örnek gösterebiliriz. Bu madde ile 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 125. ile 145. maddeleri arasındaki maddeleri (5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nda 6. ve 7. Bölümlerdeki karşılıkları) Askeri Ceza Kanunu’na sokularak askeri suç haline getirilmiştir. Siyasi suç niteliğindeki bu suçların askeri suç haline getirilmesi çok sakıncalıdır. Bu yapay bir askeri suç genişletmesi olup, hem asker kişileri hem de askerlerle birlikte bu suçları işleyen sivilleri askeri yargı alanına alarak tabii hâkimlerinden ayırmaktadır. Örnek olay olarak Şemdinli Davasını verebiliriz. Van Cumhuriyet Başsavcılığınca asker sanıklar hakkında soruşturma yapılmış, söz konusu kişiler hakkında devletin birliğini bozmak suçundan dava açılmıştır ( 5237 sayılı TCK madde 302). Sanıklar adli yargıda yargılanmışlar ve mahkûm olmuşlardır. Ancak Yargıtay temyiz incelemesinde mahkûmiyetle sonuçlanan davanın askeri yargıda görülmesi gerektiği noktasından kararı bozmuş ve dava yeniden askeri mahkemede görülmeye başlamıştır. Yukarıda belirttiğimiz gibi, 765 sayılı TCK’nın birinci babının birinci faslında, Devletin Arsıulusal Şahsiyetine Karşı Cürümler başlıklı bölümünde, 125 – 145 arasındaki maddelerde düzenlenen suçlar, Askeri Ceza Kanunu’nun 54. maddesi içine alınarak askeri suç haline getirilmişlerdir. 765 sayılı TCK’daki 125. maddenin 5237 sayılı TCK’daki karşılığı 302. maddedir. Sanıkların yargılandığı suç, bu durumda askeri bir suçtur. Asker kişilerin askeri suçları ise, gerek Anayasa’ya gerekse 353 sayılı kanuna göre askeri mahkemelerde yargılanır. Bunun sonucu, askerlerle müştereken suç işleyen siviller de 353 sayılı kanunun 12. maddesi uyarınca tabii hâkim ilkesine aykırı olarak askeri mahkemelerde yargılanmaktadırlar. Bu durum, askeri suç tanımının siyasi suçları da kapsayacak kadar geniş tutulmasından doğmakta, askeri yargının sivil yargı aleyhine genişlemesi, asker ve sivil kişilerin tabii hâkimleri dışında merciler karşısında yargılanmalarına neden olmaktadır. 75 DOSYA Çift başlı yargının bazı askeri bürokratları dokunulmaz kıldığına bir önemli örnek de, emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’e ait 2003–2004 yıllarına ait darbe girişimlerini anlatan günlüklerdeki eylemlere ilişkin yargısal sürecin işlemeyişidir. Darbe günlüklerinin Nokta dergisinde yayımlanması üzerine, günlüklerin sahibi Özden Örnek’in şikâyetiyle derginin genel yayın yönetmeni Alper Görmüş hakkında başlatılan soruşturma sonunda, Bakırköy C. Başsavcılığınca iftira atmak ve hakaret etmek suçlarından Görmüş hakkında dava açılmıştır. Bunun yanı sıra, günlüklerdeki darbe girişimleri anlatımları ciddiye alınarak, şüpheli Özden Örnek hakkında da askeri darbe hazırlığı yapmak iddiasıyla soruşturma başlatılmıştır. Ancak savcılık, kendisini bu konuda yetkili görmediğinden soruşturmaya başlamadan Nokta dergisindeki yayını delil göstererek, soruşturma evrakını 19.04.2007 tarihli yetkisizlik kararıyla yetkili olduğunu düşündüğü Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığına göndermiştir. Eğer darbe girişiminde bulunanlar emekli olmadan bu günlükler açığa çıksaydı, bu takdirde işlenen suç anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı işlenen suçlardan (TCK 309, 311, 312, 313) olmasına, yani Askeri Ceza Kanunu’nda düzenlenen bir askeri suç olmamasına rağmen, suç askeri mahalde işlendiğinden, söz konusu asker kişiler askeri yargı alanına girecek ve general olmaları nedeniyle de, Genelkurmay Askeri Mahkemesinde yargılanacaklardı. Kuşkusuz bu durumda darbe girişiminde bulunan generaller hakkında Genelkurmay Başkanının soruşturma emri vermesi gerekecekti. Nitekim dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, bu girişimlerden haberdar olmasına rağmen soruşturma emri vermemiştir. Ancak 353 sayılı askeri ceza muhakemesini düzenleyen kanunun 17. maddesi uyarınca Özden Örnek ve günlüklerde adı geçen generaller hakkında emekli olmaları ve suçun da askeri bir suç olmaması nedenleriyle görevli merci, adli yargıdır. Çünkü söz konusu maddeye diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 göre, emekli olmaları nedeniyle askeri yargı ile olan ilgileri kesilmiş bulunmaktadır. DOSYA 76 Özden Örnek’in günlüklerindeki darbe girişimlerine yönelik yargısal sürecin geldiği nokta önemli olduğundan, sürecin tamamını incelemekte yarar bulunmaktadır. Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığı, Bakırköy C.Başsavcılığının yetkisizlik kararıyla gönderdiği soruşturma evrakıyla ilgili aşamaya ilişkin cevabi yazısında, asker kişiler hakkında görev ve sıfatlarından dolayı soruşturma başlatılmasının, askeri kurum amirinin takdir ve değerlendirmesine bağlı olması nedeniyle, soruşturma evrakının Genelkurmay Başkanlığına gönderildiği belirtilmiştir. Genelkurmay Başkanlığı mahkemeye gönderdiği cevabi yazısında ise, iddia hakkında gerçek, somut ve tutarlı bir bilgi ve belge bulunmaması nedeniyle herhangi bir işlem yapılamadığı bilgisini vermiştir. Oysa kuvvet komutanlarının işlediği iddia olunan suç, TCK’da yer alan siyasi bir suç olup, askeri bir suç değildir. Ayrıca söz konusu asker kişiler emekli olduklarından, askeri yargıyla olan ilişkileri de kesilmiş bulunmaktadır. Bu nedenlerle, görevli yargı yeri, adli yargı merciidir. Adli yargının görevli ve yetkili olduğu bir olayda görev, yetki ve soruşturmanın açılması konularında Genelkurmay Başkanlığı tek karar verici merci durumuna sokulmuştur. Genelkurmay Başkanlığı adeta yargıyı bloke etmiş ve hukuka ve kanunlara aykırı olarak fiili (de facto) bir durum yaratmıştır. Bu durum, ne hukuk devletiyle ne demokrasiyle ne de adil yargılanma hakkıyla bağdaştırılabilir. Yargılama birliği ve tabii hâkim ilkelerine aykırı olarak görev alanı geniş tutulan askeri yargının yarattığı çift başlılıktan yararlanılarak bazı yurttaşlar dokunulmaz kılınmışlardır. Bu durumun sonucu olarak, darbe teşebbüsünde bulundukları iddia edilen kuvvet komutanları, soruşturulamaz ve yargılanamaz bir konuma gelmişler, hukuk dışı bir korumaya alınmışlardır. Derginin genel yayın yönetmeni Alper Görmüş ise gelebilecek tüm baskılara rağmen demokrasi ve hukukun üstünlüğünün yolunu açma konusunda gösterdiği cesaretle 2003–2004 yılındaki darbe teşebbüslerini ortaya çıkaracak günlükleri yayımlayarak, halkı bilgilendirme görevini yapmış ancak bunun sonucunda, kolaylıkla yargılanır duruma gelmiştir. Bu tablo, cumhuriyetin eşit yurttaşlar temeline dayanmadığını göstermektedir. Diğer yandan, yaratılan fiili durum nedeniyle Alper Görmüş Anayasa’nın 39. maddesiyle kendisine tanınmış olan ispat hakkını da kullanamaz duruma düşürülmüştür. Ergenekon soruşturmasında savcılık, ek iddianameyi darbe girişimi üzerine kurmuş olduğundan bu sorun kısmen aşılmış gözükmektedir. Asker Kişilerin İşledikleri Suçların Askerlik Hizmet ve Görevleriyle İlgili Olması Ölçütü Askeri mahkemelerin görev alanını düzenleyen 353 sayılı kanunun 9. maddesinde yer alan ölçütlerden birisi de, asker kişinin işlediği suçun askeri hizmet ve göreviyle ilgili olması ölçütüdür. Kanuni düzenlemelerle askeri personele yüklenen ve periyodik hale getirilerek onların bilgisine sunulan işler askeri görevleri oluşturmaktadır (İç Hizmet Kanunu m. 6, 7, 14, 15 – İç Hizmet Yönetmeliği m. 4–27). Amirler, anılan mevzuat çerçevesinde askeri ihtiyaçların doğurduğu gerekler ışığında, yazılı veya sözlü emirler verebilirler (İç Hizmet Kanunu m. 8 – İç Hizmet Yönetmeliği m. 28–34). Askeri şahısların bu görevlendirmelerle ilgili olarak işlediği suçlarda askeri yargı görevli olacaktır. Ancak hizmet ve görevin salt askeri mevzuatta yer alıyor olması, işlenen suçu gerçek anlamda askeri suç haline getirmeyebilir. Gerçekleşen suç, askeri hizmet ve görevle ilgili olarak işlenmiş olmakla birlikte, söz konusu suçun işlenmesiyle gerçek anlamda askeri yarar ve gereklerin korunması ihlal edilmemiş olabilir. Mevzuatla tevdi edilen hizmet ve görev doğrudan doğruya yurt savunmasının sağlanması, askeri disiplinin tesisi, askeri yarar ve gereklerin korunması ilkeleriyle bağlantılı olmayabilir. Bu durumda ise askeri hizmet ve görevden söz edilemez. Suç işleyenin yargılanma merciini belirleyecek somut eylemin niteliği bir yorumla ortaya konabileceğinden bu ölçüt de tabii hâkim ilkesine aykırıdır. Çünkü adli yargıyla askeri yargı arasındaki görev sınırı, yoruma meydan vermeyecek şekilde açık ve net değildir. 77 DOSYA Suç işleyen kişinin işlediği suçun hangi yargı alanına girdiğini önceden net olarak bilmesi, tabii hâkim ilkesinin en önemli unsurudur. Bu durum nedeniyle adli yargıyla askeri yargı arasında çözümlenmesi uzun zaman alan görev uyuşmazlıkları olmakta, yıllarca Uyuşmazlık Mahkemesinden görev yeri ihtilafının çözümlenmesi beklenmektedir. Bu konuda örnek verebileceğimiz önemli ve güncel olay, birden çok sanığın yargılandığı JİTEM davasıdır. Asker kişilerle sivil kişilerin birlikte işledikleri iddia olunan “cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak”, “bir suçu söyletmek için işkence yapmak”, “ taammüden adam öldürmek” suçlarından dolayı 2005 yılında Diyarbakır 2. Ağır Ceza Mahkemesinde açılan davada, adli yargı mercii sanıklardan bir kısmının asker kişi olması gerekçesiyle görevsizlik kararı vermiş ve kesinleşen kararla birlikte dava dosyası, Diyarbakır 7. Kolordu Komutanlığı Askeri Mahkemesine gönderilmiştir. Askeri mahkeme ise sanıkların TSK ile ilişkilerinin kesilmiş olduğu, yüklenen suçların da askeri suç olmadığı, 353 sayılı kanunun 12. maddesi uyarınca görev yerinin adli yargı olduğu gerekçesiyle görevsizlik kararı vermiştir. Böylece çift başlı yargı içinde bir görev uyuşmazlığı çıktığından, bu uyuşmazlığın çözümü için dosya Uyuşmazlık Mahkemesine gönderilmiştir. Uyuşmazlık Mahkemesi 02.06.2008 tarihli kararında askeri mahkemenin gerekçesini kabul ederek asker kişilerin ilişkilerinin TSK’dan kesilmesi ve yüklenen suçların askeri suç olmaması (askeri hizmet ve görevlerine ilişkin olmaması) nedenleriyle adli yargının görevli olduğuna karar vermiştir. Bu somut olayda, yargılama, sırf görev uyuşmazlığı, yani çift başlı yargının yarattığı belirsizlikler nedeniyle dört yıl gecikmiştir. Söz konusu davada suç tarihleri 1992– 1994 yılları arasındadır. Dava 2005 yılında açıldığına göre, soruşturma aşaması on yılı aşkın bir süre devam etmiştir. Bu gecikmede, olayda asker kişilerin bulunması nedeniyle duyulan tereddütlerin rol oynadığı açıktır. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 Askeri Mahal Ölçütü Asker kişinin işlediği suç, Askeri Ceza Kanunu’nun dışında TCK’da, 6136 sayılı kanunda veya bir başka özel kanunda düzenlenmiş olabilir. Ancak suç askeri mahalde işlenmiş ise askeri yargı görevli olacaktır. İç Hizmet Kanunu’nun 12, 51 ve 100. maddelerinin ışığı altında istikrar kazanmış Askeri Yargıtay kararlarına baktığımızda, askerlerin eğitim, öğretim, tatbikat gibi görev yaptıkları, barındıkları ve konakladıkları yerlerin askeri mahal kabul edildiği görülmektedir. Bunlar da İç Hizmet Kanunu’nun 12. maddesinde sayılan; kıta, karargâh, askeri kurum (askeri hastane, okul, orduevi, dikimevi, askeri fabrika, askerlik şubesi, ikmal merkezi, depo)dur. DOSYA 78 Görüldüğü gibi “askeri mahal” olarak kabul edilen yerler maddede sayılmıştır. Ancak bu kavramı açıklayan bir tanım verilmemiştir. Gerek 353 sayılı kanunda gerekse 211 sayılı İç Hizmet Kanunu’nda askeri mahallin tanımı yoktur. Bunun yanında, sayılan yerlerle ilgili olarak tanımlar yapılmıştır. Örneğin İç Hizmet Kanunu’nun 12. maddesinde askeri kurumun tanımı yapılmıştır. Suçun salt askeri mahal sayılan yerde gerçekleşmiş olması nedeniyle asker kişiler tabii yargı yerlerinden ve tabii hâkimlerinden koparılmış olmaktadırlar. Örnek olarak yine Şemdinli soruşturmasını verebiliriz. Şemdinli soruşturmasında ayrıca davada yargılanan sanık astsubayın sıralı komutanları olan alay komutanı, tugay komutanı ve kolordu komutanı hakkındaki soruşturma evrakı, gereği yapılmak üzere Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığına gönderilmiştir. Söz konusu komutanlardan ikisinin general olması ve generalleri yargılayan tek mahkemenin de Genelkurmay Başkanlığı Askeri Mahkemesi olması nedeniyle soruşturma evrakı askeri yargıya gönderilmiştir. Söz konusu komutanlara ilişkin evrak Askeri Savcılıkça Genelkurmay Başkanlığı’na gönderilmiş, ancak bu makamca soruşturma açılmasına gerek görülmemiştir. Yine Van Cumhuriyet Başsavcılığı, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı hakkında “suç işlemek için örgüt kurmak”, “görevi kötüye kullanmak”, “sahte belge düzenlemek” ve “ adil yargılamayı etkilemek” suçlarıyla ilgili evrakı da Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığına göndermiştir. Bu evrak da Askeri Savcılıkça Genelkurmay Başkanlığına gönderilmiş olup, bu komutan hakkında da soruşturma emri verilmemiştir. Oysa dönemin Kara Kuvvetleri Komutanına yüklenen suçlardan “suç işlemek için örgüt kurmak” , “sahte belge düzenlemek” ve “ adil yargılamayı etkilemek” suçları askeri suç kapsamı içinde olmadıklarından, bu suçların soruşturulmasının adli yargıda yapılması gerekirdi. Ancak bu suçlar, askeri mahalde işlenmiş olduklarından askeri yargı görevli olmaktadır. Askeri mahal ölçütü de askeri yargı alanını alabildiğine genişletmektedir. Asker Kişilerin Asker Kişilere Karşı Suç İşlemeleri Ölçütü Asker kişilerin asker kişiler aleyhine işledikleri suçlarda da askeri yargı görevlidir. Anılan suçların Askeri Ceza Kanunu’nda öngörülen askeri suçlardan olmaları zorunlu değildir. Askeri yargının görevli olması için suçların asker kişi aleyhine işlenmiş olması yeterlidir. Askeri şahıs, asker kişi aleyhine hırsızlık, dolandırıcılık, sahtekârlık, konut dokunulmazlığını ihlal suçlarını işlediği takdirde, askeri mahkemede yargılanacaktır. Bu suçlar Askeri Ceza Kanunu tarafından gönderme dahi yapılmayan suçlardır. Diğer bir anlatımla, “askeri suç benzeri” nitelikleri dahi yoktur. Salt asker kişi aleyhine işlenmiş olmaları nedeniyle askeri yargının görevli olması, görev sınırlarının belirlenmesinde sağlıklı bir kabul değildir. Bu düzenlemeler, yukarıda yinelediğimiz ölçütler ışığında tabii hâkim ilkesine aykırıdır. Sırf failin de mağdurun da asker kişi olmaları sebebiyle askeri yargı organlarının görevli ve yetkili olduğunu kabul etmek, ancak askerler arasında olup bitenleri, “kol kırılır yen içinde” düşüncesiyle sivil mahkemelere teslim etmek istememek olarak açıklanabilir. Askeri yargının işleyişindeki özel usuller, cezaların kişiselleştirilmesindeki özellikler, hâkimlerin konumları, atanmaları, sicil alma biçimleri, askeri mahkemelerin yapıları ve kuruluş şekilleri, verilen cezaların doğurduğu farklı sonuçlar, askeri hâkimlerin sicil, izin gibi nedenlerle hiyerarşik ilişki içinde oldukları komutanla bağlantıları göz önüne alındığında, askeri yargının kuruluş, işleyiş, cezalandırma aşamalarıyla bir bütün olarak ayrı bir teşkilatlanma içinde olduğu görülmektedir. Yerel askeri mahkemeler vardır. Onların üzerinde ayrı bir merci olan Askeri Yargıtay vardır. Böyle ayrı bir organizasyona sahip olan askeri yargının görev alanının son derece hassas ve kesin hatlarla belirlenmesi gereği açıktır. Çünkü asker kişiler genel suçları nedeniyle, bu yargının görev alanına alınmakla sadece tabii hâkimlerinden koparılmamakta, aynı zamanda tamamen farklı bir yargı sisteminin faaliyet alanına dâhil edilmektedirler. Olayın asıl çarpıcı yanı, asker olmayan sivil kişilerin bu sisteme tabi kılınmalarıdır. “Sivillerin” yargılanmasını içeren suçların, ulusal savunmanın sağlanması, askerlik hizmetlerinin sağlıklı bir biçimde ve aksamadan yürütülmesi, ordu disiplininin korunması ile doğrudan ya da dolayısıyla ilgili suçlar olmadığı açıktır. Ayrıca bu suçlarla 79 DOSYA Askeri Yargılamaya İlişkin Sorunların Genel Bir Değerlendirmesi Askeri mahkemelerin görev alanlarının belirlenmesinde kullanılan görev ölçütleri belirsizlik içermektedir. Nitekim yargı organları arasında bu kavramların farklı yorumları nedeniyle uyuşmazlıklar çıkmaktadır. Uyuşmazlık Mahkemesi Ceza Bölümünün konuyla ilgili kararlarının çokluğu, askeri yargı ile adli yargı arasındaki uyuşmazlığın boyutlarını gözler önüne sermektedir. Askeri mahkemelerin görev alanları, mevcut düzenlemelerle büyük ölçüde genişlemiştir. Askeri mahkemeler; asker şahısların ve asker şahıs sayılanların, askeri suçlarına bakmalarının ötesinde, onların genel suçlarına da bakar hale getirilmişlerdir. Bu durum, onların kuruluş nedenlerine terstir. Böylece askeri mahkemeler, askerlerin tek yargı yeri haline gelmiştir. Bu, onların tabii yargı yerlerinden koparılmaları demektir. Çünkü unutulmamalıdır ki, onlar da yurttaş olarak genel yargıya tabidirler. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 “askeri yarar”ın zarara uğratıldığı da söylenemez. Çünkü bu suçlarla devletin genel yararı ihlal edilmiştir. Suçlarda askeri değil “siyasi” ağırlık ön plandadır. Dolayısıyla askerlerin de, askerlerle birlikte suç işleyen sivillerin de askeri disiplin ve hizmetle ilgili olmayan suçlar nedeniyle askeri yargıya tabi kılınmaları usul hükümleriyle, tabii yargı yerlerinden koparılmaları anlamına gelmektedir. Askeri mahkemeleri siyasallaştıracak görevlendirmeler, birçok sakıncayı beraberinde getirir. DOSYA 80 Diğer önemli bir sorun, askeri hâkimlerin bağımsız ve güvenceli olmamalarıdır. Askeri hâkimler, subay üniforması ve dolayısıyla hiyerarşik bir yapılanma içinde görev yapmaktadırlar. Komutanlar, sicil yoluyla askeri hâkimlerin yükselmelerinde etkili olmakta, atanmalarında ise bağlı bulundukları kuvvet komutanları yetkili bulunmaktadır. Denetlenmelerini Milli Savunma Bakanlığına bağlı teftiş kurulu yapmakta, Milli Savunma Bakanı kendilerine disiplin cezası verebilmektedir. En vahimi, askeri mahkemelerde komutan tarafından görevlendirilen bir muharip sınıf subayı, hâkim yetkisi kullanmaktadır. Hiçbir demokratik ve hukuki çerçeveye sığmayan bu mahkemelerin, olağan dönemlerde askeri disiplin ve hizmetle ilgili olmayan birçok suçtan dolayı askerleri ve bazı müşterek suçları nedeniyle sivilleri yargılamasının adil yargılanma hakkını ortadan kaldırdığı açıktır. Yukarıda belirtilen nedenlerle askeri suçlar sırf askeri suçlara indirgenerek tanımlanmalıdır. Diğer bir deyişle, askeri suçlar salt askerler tarafından işlenebilen ve askeri hizmet ve görevle ilgili olan suçlardır. Bunlar doğrudan doğruya askeri disiplini bozan, askeri yarar ve gerekleri ihlal eden eylemler olarak düzenlenmelidir. Bu suçlar askeri mahkemelerin görev alanlarının belirlenmesinde ana ölçüt olmalıdır. Bu ölçüt esas alındığında, Askeri Ceza Kanunu’ndaki az sayıda suç bu tanıma girecektir. En önemlisi, askeri yargının görev alanı, yukarıda belirttiğimiz ölçütlere göre yeniden düzenlendiğinde, sivillerin hiçbir şekilde askeri mahkemelerde yargılanamayacakları özellikle belirtilmelidir. Bunun dışında asker kişiler de disiplini ihlal eden suçları dışında tabii yargı yerlerinde yargılanır olacaklardır. Ordunun iç disiplinini ilgilendiren suçlar bakımından da asker kişilere hukuk güvenliği ve adil yargılanma sağlayan düzenlemeler getirilmelidir. Kuşkusuz bütün bunları sağlamak için öncelikle anayasa değişikliği yapılması gerekmektedir. 1961’de anayasaya giren askeri mahkemeler ve Askeri Yargıtay kaldırılmalıdır. Yine idari yargı alanında Askeri Danıştay işlevi gören ve tek dereceli bir yüksek yargı mercii olarak görev yapan Askeri Yüksek İdare Mahkemesinin de kaldırılması gerekmektedir. ............................................................. Kanunla İhtİlafa Düşen Çocukların Yargılanması ve Cezalandırılması Sorunu Tahir Elçi Avukat Komite, çocuk ceza adaleti kurallarının uygulanmasını, 16 (ve daha küçük) yaş altındaki çocuklarla sınırlayan veya 16–17 yaşlarındaki çocuklara, yetişkin suçlulara davranıldığı gibi davranma yönünde istisna uygulayan Taraf devletlere, 18 yaş altındaki herkese çocuk ceza adaleti kurallarının ayrımsız biçimde uygulanması doğrultusunda yasalarını değiştirmelerini tavsiye etmektedir. BM Çocuk Hakları Komitesi, Genel Yorum: 10, Madde: 38. Ulusal ve Uluslararası Hukuki Çerçeve Türkiye, belli başlı uluslararası insan hakları sözleşmelerinin tarafı olduğu gibi, çocuk hakları ve çocuk ceza adalet sistemi açısından büyük önem arz eden Birleşmiş Milletler (BM) Çocuk Haklarına Dair Sözleşme (ÇHS)’nin de tarafıdır. ÇHS’nin yanı sıra, devletlerin hukuken ve ahlaken uymakla yükümlü olduğu, çocuk haklarını koruyan ve çocuk ceza adalet sistemine ilişkin ilkeleri düzenleyen diğer bir dizi uluslararası 81 DOSYA Türkiye’de çocuk ceza adalet sistemi, aslında öteden beri hukuk ve bilim çevrelerinde tartışılmakta olan bir konudur. Ancak son aylarda, özellikle Güneydoğu’daki toplumsal bazı olaylar bağlamında, çocukların yaygın şekilde tutuklanmaları ve ağır cezalarla cezalandırılmaları, kanunla ihtilafa düşen çocukların sorununu kamuoyu gündemine de taşıdı. Sorun, yazılı ve görsel medyada daha çok “taş atan çocuklara ağır ceza” veya “bir taşa kırk yıl ceza” biçiminde taş ve ceza kavramları ekseninde yansıtılmaktadır. Halen kitlesel gösteri ve yürüyüşlere katılarak çeşitli yasal olmayan davranışlarda bulundukları gerekçesiyle, yüzlerce çocuk ağır ceza istemleriyle yargılanmaktadır. Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri (ÖYACM) tarafından yargılanan bu çocukların bir kısmı, bir yılı aşkın süre tutuklu kalmış veya hala tutuklu olarak yargılanmaktadır. Son iki yıldır artarak devam eden gösteri ve yürüyüşlerle birlikte, sorunun yakın zamanda binlerce kişiyi etkileyeceğini ve konunun giderek hukuki tartışmaların boyutunu aşıp ciddi bir toplumsal soruna dönüşeceğini tahmin etmek güç değildir. Sorunu çocuk ceza adalet sistemi bağlamında iki farklı eksende ele almak mümkündür. Birincisi, çocukların, taraf olduğumuz uluslararası insan hakları sözleşmelerine de aykırı olarak, çocuklara özgü yargılama usulüyle ve çocuk mahkemelerinde yargılanmaları yerine, Terörle Mücadele Yasası hükümleri uyarınca ve Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinde yargılanmalarıdır. Diğeri ise, kanunla ihtilafa düşen çocukların, çocuk ceza adalet sistemine özgü tedbir ve yaptırımlar yerine, eylemleriyle orantısız şekilde, ağır ceza istemleriyle ve uzun süre tutuklu olarak yargılanmaları ve ağır cezalarla cezalandırmaları sorunudur. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 belgeden söz etmek de mümkündür. Bunlar, ÇHS’yi tamamlayan ve özellikle ceza adalet sistemi ile ilgili ilkeleri somut olarak düzenleyen belgelerdir. BM Çocuk Ceza Adalet Sisteminin Uygulanması Hakkında Asgari Standart Kurallar (Beijing Kuralları), BM Çocuk Suçluluğunun Önlenmesine İlişkin Yönlendirici İlkeler (Riyad İlkeleri), BM Özgürlüğünden Yoksun Bırakılmış Çocukların Korunmasına Dair Kurallar (Havana Kuralları) ve Hapis dışı Önlemlerle İlgili Asgari Standart Kurallar (Tokyo Kuralları), bunların en önemlileri olarak anılabilir. Ayrıca ÇHS uyarınca kurulan BM Çocuk Hakları Komitesinin Genel Yorumlarıyla, ÇHS ve diğer belgelerdeki ilkeler yorumlanmış, çocuk adalet sitemiyle ilgili uluslararası hukukun kural ve standartları ayrıntılı şekilde düzenlenmiştir. Bunların yanı sıra, bölgesel düzeyde ve Türkiye’nin de taraf olduğu Çocuk Haklarının Kullanımına Dair Avrupa Sözleşmesi de ÇHS’deki çerçeveye paralel düzenlemeler getirmiştir. DOSYA 82 Öte yandan, daha 1979 yılında çıkarılan, 1982 yılında yürürlüğe gireceği öngörülen ama yıllarca uygulanmayarak büyük ölçüde kadük kalmış olan 2253 Sayılı Çocuk Mahkemelerinin Kuruluşu, Görev ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un yanında, 2005 yılında 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu yürürlüğe konularak iç hukukumuz uluslararası normlarla uyumlu hale getirilmeye çalışılmıştır. ÇHS’ye paralel şekilde Çocuk Koruma Kanunu, çocuklarla ilgili yapılacak düzenleme ve ceza adalet sistemi içinde alınacak önlemlerde çocukların yüksek yararının gözetilmesi gerektiğini esas alarak, 18 yaşın altında olan herkesi çocuk olarak kabul etmiştir. Aslında daha önce Avrupa Birliği (AB) ile uyum çerçevesinde 30.07.2003 tarih ve 4963 Sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’la, Çocuk Mahkemelerinin yargılama yetkisi, 15–18 yaş grubundaki çocukları da kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Henüz uygulamaya tam olarak geçmediyse de, Türkiye’nin çocuk ceza adalet sistemine ilişkin düzenlemeler uluslararası standartlara yakınlaşmışken, 2006 yılında Terörle Mücadele Kanunu (TMK)’nun 9 ve 13. maddelerinde yapılan bir değişiklikle, uluslararası ve ulusal hukukun çocuklara sağladığı koruma büyük ölçüde bertaraf edilmiştir. 29.06.2006 tarih ve 5332 Sayılı Kanunla, Çocuk Koruma Kanunu’nda ve Çocuk Mahkemelerinin Kuruluşu, Görev ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’da yer alan hükümlere aykırı olarak, 15–18 yaş grubundaki çocukların, TMK kapsamındaki suçlarda, kendilerinin doğal yargı yeri olan Çocuk Mahkemeleri yerine Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinde yargılanacakları düzenlemesi getirilmiştir. Aynı değişiklikle, TMK kapsamındaki suçlardan haklarında mahkûmiyet hükmü kurulanların, Ceza Muhakemesi Yasasının 231. maddesinin sağladığı, hükmün açıklanmasının geri bırakılması imkânından yararlanamayacakları, verilen cezaların seçenek yaptırımlara çevrilemeyeceği ve ertelenmeyeceği hüküm altına alınmıştır. “Gözaltında olan veya muhakeme devam ederken tutulu bulunan “tutuklu” küçükler, masum sayılır ve buna göre muamele görürler. Küçükleri tutuklamaktan mümkün olduğu kadar kaçınılır ve istisnai hallerle sınırlı olarak tutuklama kararı verilir. Bu suretle, alternatif tedbirlerin uygulanması için her türlü çaba gösterilir. Her nasılsa tutuklama kararı verilmiş ise, soruşturma organları ve çocuk mahkemeleri, tutma süresini mümkün olan en kısa süreye indirmek için, bu işlemlerin süratle yapılmasına öncelik verirler. Tutuklu küçükler, hükümlü küçüklerden ayrı yerlerde tutulur.”Havana Kuralları, Madde: 17. ÇHS ve onu tamamlayıcı nitelikteki Beijing, Riyad ve Havana Kuralları ile BM Çocuk Hakları Komitesi, devletlere, suça itilmiş çocukların mümkün olduğunca ceza kovuşturması dışında tutularak, başka tedbirlere başvurulmasını, çocuklara özgü ceza adalet sistemi çerçevesinde bir kovuşturmaya gidilecekse de, bu kez çocuklara hürriyeti bağlayıcı cezaların uygulanmamasını tavsiye etmektedir. Zira çocuk ceza adalet sisteminin asıl amacı, cezalandırma olmayıp, onarıcı, düzeltici, eğitici ve ıslah edici tedbirlerle, çocuğu yeniden topluma kazandırmaktır. Toplumun uzun süreli çıkarları ve esenliği bakımından da, içinde bulundukları sosyal koşullar nedeniyle yasalarla ihtilafa düşen çocukların yargılanmaları, salt çocuk olmaları dolayısıyla eğitim amaçlı ve yeniden topluma kazandırılmaları esas alınarak yapılmalıdır. 2006 yılında TMK’da yapılan düzenleme ile genel bir usul yasası olan Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK)’nun şüpheliler için öngördüğü, müdafi ile görüşme, müdafiinin dosyayı incelemesi hakkı gibi haklara sınırlama getirildiği gibi, ulusal ve uluslararası düzenlemelerin çocuklar için öngördüğü, kolluğun çocuk ceza adalet sistemi konusunda uzman biriminin ve Savcılığın çocuk hukuku konusunda uzman biriminin soruşturmayı 83 DOSYA Çocuk Ceza Adalet Sistemine İlişkin Uluslararası Standartlar ÇHS’nin 40/3 maddesi, “Sözleşmeye taraf devletler, hakkında ceza yasasını ihlal ettiği iddiası ileri sürülen, bununla itham edilen ya da ihlal ettiği kabul olunan çocuk bakımından, yalnızca ona uygulanabilir yasaların, usullerin, onunla ilgili makam ve kuruluşların oluşturulmasını teşvik edecekleri…” düzenlemesi ile taraf devletlere, çocuklara özgü bir ceza adalet sistemi oluşturmaları yükümlülüğü getirmiştir. ÇHS’deki bu genel ve emredici gibi görünmeyen düzenleme ile ilgili BM’nin yukarıda anılan diğer uluslararası kuralları ve BM Çocuk Hakları Komitesinin Yorumlayıcı İlkeleri, taraf devletlerin küçüklere özgü bir usul ve adalet sistemi oluşturmaya yönelik düzenleme yapmalarını şart koşmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) de, adil yargılanma hakkını düzenleyen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)’nin 6. maddesi bağlamında, çocuk yargılamalarının yetişkinlerden farklı bir usulle, daha özenle ve mümkün olduğunca haklarında hürriyeti bağlayıcı cezalar yerine, diğer yargılama tedbirlerine başvurularak yapılması gerektiğine ilişkin kararlar vermektedir. TMK’da 2006 yılında yapılan değişiklikle, uluslararası sözleşme ve ilkeler göz ardı edilmiş, ulusal yasalarca da çocuklara sağlanan bir dizi hak ve güvence bir yana bırakılmıştır. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 yürütmesi biçimindeki çocukların yararına getirilen güvenceler de sona ermiştir. Bu arada yine uluslararası düzenlemeler ve Çocuk Koruma Kanunu uyarınca, suça itilen çocuklar için yapılması gereken sosyal ve psikolojik inceleme ve yargılamada esas alınacak sosyal inceleme raporları düzenlenmemektedir. Çocuklar zihinsel, fiziksel ve ruhsal açıdan tam olarak olgunlaşmamış, toplumsal rol ve sorumlulukları henüz öğrenme sürecinde olan kişilerdir. Çocukların sosyal ve kültürel koşullarının yanı sıra, suç teşkil ettiği ileri sürülen eylemlerin özellikleri ile çocuğun eylemdeki konumu bilimsel olarak anlaşılmadan eylemlerinden sorumlu tutulması modern çocuk ceza adaleti anlayışına aykırıdır. Böylece, çocukların gerçekte davranışlarının farkında ve davranışlarını yönlendirme yeteneğine sahip olup olmadıkları, diğer bir ifadeyle cezai sorumluluklarının tam olup olmadığı bilimsel olarak saptanmadan yargılama ve cezalandırma yapılabilmektedir. DOSYA 84 ÇHS ve diğer tamamlayıcı kural ve yorumlayıcı ilkeler, çocukların yasaya aykırı davranışları için ceza kovuşturmasına başvurulsa bile, haklarında, durumlarıyla orantılı ceza ve tedbirlere başvurulmasını öngörmektedir. Kaldı ki, suç oluşturan eylemin ağırlığıyla orantılı bir cezaya hükmedilmesi, yetişkinler için de adaletin ve ceza yargılama ilkelerinin bir gereğidir. Öte yandan, Anayasa’nın 90/son maddesine göre, “…usulüne uygun olarak yürürlüğe girmiş temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda, milletler arası antlaşma hükümleri esas alınır.” Yani Anayasa, bu düzenlemeyle, uluslararası hükümlerle ulusal hukuk hükümlerinin farklılık arz etmesi durumunda, uygulamacının uluslararası hükümleri dikkate alacağına açıkça hükmetmiştir. Dolayısıyla, BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin, 18 yaşından küçük herkesi çocuk kabul eden hükmüne rağmen, TMK’daki yeni düzenleme uyarınca, 15–18 yaş grubunun Çocuk Mahkemeleri yerine eski Devlet Güvenlik Mahkemeleri yerine geçen ÖYACM’lerde yargılanmaları, yukarıda anılan emredici anayasal hükmün de ihlalini oluşturmaktadır. Çocuklara Ağır Cezaların Arka Planı 28 Mart 2006 tarihinde bir silahlı çatışma sırasında yaşamını yitiren bazı PKK militanlarının Diyarbakır’da yapılan cenaze törenine binlerce kişi katılmış, örgüt lehine atılan slogan ve gösteriler üzerine güvenlik güçleri topluluğa sert şekilde müdahalede bulunmuştu. Olaylar sırasında polis görevlilerinin aşırı ve orantısız güç kullanımı sonucu, yedisi çocuk olmak üzere on kişi yaşamını yitirmişti. İşte bu olaylara katılan göstericilerle ilgili açılan bir dava üzerine, suçun/suçların niteliği ile ilgili Diyarbakır ÖYACM ile Yargıtay 9. Ceza Dairesi arasında TCK’nın 220/6. maddesi bağlamında “örgüt adına suç işleme” konusunda görüş ayrılığı ortaya çıkmıştı. Yerel Mahkeme, gösterici sanık ile yasa dışı örgüt üyeleri arasında veya her ne şekilde olursa olsun sanık ile örgüt arasında bir bağlantı saptayamadığını, bu nedenle yasa dışı gösteri nedeniyle 2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Yasasına muhalefet ve örgüt propagandası yapmak nedeniyle 3713 Sayılı Yasanın 7/2. maddesine muhalefet suçları dışında, ayrıca “örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemekten”, örgüt üyeliğinden cezalandırmaya gerek bulunmadığına karar vermişti. Ancak Yargıtay 9. Ceza Dairesi ise, göstericilerin örgütün yayın organlarından yapılan çağrılar üzerine, diğer bir anlatımla örgütün genel çağrısı üzerine ve örgütün amacı doğrultusunda gösteriye katıldıklarını, bu nedenle diğer bağımsız suçlardan ayrı olarak ayrıca örgüt üyeliğinden de cezalandırma yoluna gidilmesi gerektiğine hükmetmişti. Yerel Mahkemenin direnme kararı vermesi üzerine, konu Yargıtay Ceza Genel Kurulu (CGK)’nda da görüşülmüş ve Genel Kurul tarafından, yerel mahkemenin direnme kararının ortadan kaldırılmasına karar verilmiştir (Yargıtay Ceza Genel Kurulu, 04.03.2008 tarih, 2007/9-282 Esas ve 2008/44 Karar). Bu arada, CGK’nın yukarıda anılan içtihadından sonra Yargıtay 9. Ceza Dairesi, artık bir tek propaganda suçunu işleyen sanığın, propaganda suçundan ayrı olarak örgüt üyeliğinden de cezalandırılması görüşünü ortaya koymuştur. Diğer bir ifadeyle, artık sadece bir zafer işareti yapan veya Kürt toplumunun geleneksel olarak kutladığı Newroz Bayramında, doğrudan örgüt lehine olmazsa bile, Kürt tarihini-kültürünü çağrıştıran bir slogan atan kişi, örgüt propagandasının yanı sıra, örgüt üyeliğinden de cezalandırılacaktır. İşte halen yüzlerce ve belki de yakın zamanda binlerce çocuğu ağır ve adaletsiz cezalarla karşı karşıya getirecek yasal ve yargısal uygulamanın nedeni budur. Öte yandan, yargının bu yeni uygulamasının dayandırıldığı 2006 yılında Diyarbakır’da meydana gelen cenaze töreni sırasında aşırı ve hukuk dışı şiddet sonucu, çoğu çocuk on göstericinin ölümünden sorumlu polis görevlileri hakkında hâlâ bir kamu davası açılmadığı gibi, kayda değer bir soruşturma işleminin bile olmadığını ifade etmek gerekmektedir. Koruma tedbiri, yönlendirme ve gözetim kararları, danışmanlık, şartlı salıverme, bakım için yerleştirme, eğitim ve meslek öğretme programları ve 85 DOSYA CGK, kararını “ne kadar fiil varsa o kadar suç vardır, ne kadar suç varsa o kadar ceza vardır” şeklinde özetlenen ceza hukukunun “gerçek içtima” olarak bilinen kuralına dayandırmış ve sonuç olarak şu yorumu yapmıştır: “…. Örgütün genel çağrısı, örgüte ait yayın organlarının yayınları ve çağrıları ile somutlaşmış olup, bu çağrıların belirli bir kişiye yapılmış olmasına gerek bulunmamaktadır. Örgütün bilgisi ve istemi doğrultusunda gerçekleştirilen bu eylemlerin örgüt adına gerçekleştirildiği sabittir. Örgüt adına gerçekleştirilen bu eylemlere katılan sanığın eylemi, diğer suçların yanında 5237 sayılı TCK’nın 314/3 ve 220/6. maddeleri yollamasıyla 314/2. maddesine de aykırılık oluşturur…” diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 diğer kurumsal bakım seçenekleri gibi çeşitli düzenlemelerin uygulanmasında, çocuklara durumları ve suçları ile orantılı ve kendi esenliklerine olacak biçimde muamele edilmesi sağlanacaktır. BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, Madde: 40/4. Uygulama, Ulusal ve Uluslararası Hükümleri İhlal Ediyor Halen bir uygulamaya dönüşen Yargıtay 9. Ceza Dairesi ve CGK’nın anılan içtihadı, başta anayasa hükümleri, ceza hukukunun genel ilkeleri ve çocuk ceza adalet sisteminin ilkeleri açısından bir dizi sorunu beraberinde getirmektedir. Şöyle ki; öncellikle “örgüt adına suç işlemek” ne anlama gelmektedir? Örgütün yayın organlarında aynı etkinliklere ilişkin yapılan yayınlar, gösteriye katılan kişileri mutlaka örgütün amacı doğrultusunda eyleme katıldığına yeterli bir kanıt oluşturmakta mıdır? Bu ağır ve adaletsiz cezalandırma biçimi, demokratik bir toplumun gereklerine ve ayrıca suç ve ceza arasındaki adil bir dengeye uygun düşmekte midir? Daha da önemlisi, bu cezalandırma şekli, suç ve cezada kanunilik ilkesinin unsurlarından olan “belirlilik” ve “öngörebilirlik” benzeri kurallarla bağdaşmakta mıdır? DOSYA 86 CGK’nın içtihadının en kritik yönü ise, örgütün genel stratejisiyle örtüşen ve örgütün yayınlarında yer verilen her eylem ve etkinliğe katılan her kişinin, o eylem ve etkinliğe, örgütün amacı doğrultusunda katıldığının kabulü ile örgüt üyesi gibi cezalandırılması gerektiği görüşüdür. Bu yorum şekli, ceza hukukunun bilinen “kesin delil = mahkûmiyet kararı” kuralı bir yana, tümüyle keyfiliğe dayanan ve “delil–mahkûmiyet” ilişkisini de göz ardı eden bir yorum biçimidir. Örneğin, 15 Şubat 2008 tarihinde Şırnak’ın Cizre ilçesinde gösteri yapan topluluğa güvenlik güçlerinin müdahalesi sırasında, polis panzerinin altında kalarak can veren 16 yaşındaki Yahya Menekşe adlı çocuğun cenaze törenine katılan ve çoğunluğu Yahya Menekşe’nin okul ve mahalle arkadaşları olan diğer çocuklar hakkında, diğer bir dizi suçun yanı sıra, “örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemekten” de dava açılmıştır. Çocuklar, bir yılı aşkın süre tutuklu kalmış ve yargılanmaları Diyarbakır ÖYACM’de halen sürmektedir. Aynı şekilde, Kürt toplumunun eskiden beri kutladığı Newroz Bayramında geleneksel olarak ateş yakılıp etrafında halay çekilerek yapılan kutlamalar da, örgütün amacı doğrultusunda yapılan bir eylem kabul edilerek, örgüt üyeliğinden cezalandırma yoluna gidilebilmektedir. 3713 Sayılı TMK’nın yürürlüğe girdiği 1991 yılında, dönemin Ana Muhalefet Partisi Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP), Anayasa Mahkemesine başvurmuş, bu yasanın 2. maddesinin 2. fıkrasında yer alan “örgüt üyesi olmasa da örgüt adına suç işleyen kişinin örgüt üyesi sayılması” biçimindeki düzenlemeyi, iptal davasına konu yapmıştı. Başvuruda düzenlemenin uygulamada yanlışlıklara ve haksızlıklara yol açabileceğini, geçmişte olduğu gibi tek başına hareket eden sanıklar ile örgütler arasında yapay bağlantılar kurulabileceği belirtilerek hükmün Anayasa’nın 38. maddesindeki “suçun kanuniliği” ilkesi ile bağdaşmadığını ileri sürmüştü. Anayasa Mahkemesi, 31.03.1992 tarih ve Esas: 1991/18, Karar: 1992/20 sayılı kararında, düzenlemeyi Anayasa’ya aykırı bulmamış, ancak bugün CGK’nın yaptığı “örgüt adına suç işleme” yorumuyla ilgili açıklayıcı bir yorumda bulunmuştu. Buna göre, CGK’nın görüşünün aksine, örgütün genel ve soyut çağrısı ile değil, ancak örgütün bilgisi ve istemi doğrultusunda suç işlenmesi durumunda, örgüt adına suç işlemekten söz edilebileceği görüşü ortaya konulmuştu. Anayasa’nın “kanunilik” ilkesinin esası ve amacı, yasanın ne gibi eylemleri suç sayıp yasaklamış olduğunun, hiçbir kuşkuya yer vermeyecek biçimde belirtilmesi ve buna göre cezanın da önceden yasa ile saptanarak kişinin yasak eylemleri ve bunların cezalarını önceden bilmesini sağlamaktır. Bu kural, aynı zamanda bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin de güvencesini oluşturmaktadır. “Kanunsuz suç ve ceza olmaz” ilkesinin diğer bir yönü de, ceza kanunlarının belirli olmasıdır. “Belirlilik ilkesi” uyarınca, suçun cezasının aşağı ve yukarı sınırları açıkça belli olmalı, diğer bir anlatımla, mümkün oldukça kesin ifadeler halinde düzenlenmelidir. Yargının Uygulaması, Sosyal Barışa Zarar Veriyor Suç ve cezalar arasında makul ve adil bir dengenin bulunması, diğer bir deyimle, suç ve ceza arasında orantılılık ilkesi, ceza hukukunun, adil yargılanma ilkesinin ve insan haklarının da bir gereğidir. Nitekim Türk Ceza Kanunu’nun “Adalet ve Kanun Önünde Eşitlik” başlıklı 3. maddesi, “Suç işleyen kişi hakkında, işlenen fiilin ağırlığıyla orantılı ceza ve güvenlik tedbirine hükmolunur.” şeklindeki genel düzenlemeyle, suç ve ceza arasındaki orantının, Anayasa’nın 10. maddesinde de düzenlenen “adalet ve eşitlik” ilkelerine aykırı olamayacağını hüküm altına almıştır. Suç ve ceza arasındaki dengenin bozulması, yurttaşların hukuka, adalete ve dolayısıyla devlete olan güvenini zedelemektedir. Bunun yanı sıra, yukarıda belirtilen vakada olduğu gibi, bir çocuğun cenazesine katılma sırasında yaşanan kimi hukuk dışı davranışların, yirmi yılı aşkın ağır hapisle cezalandırılmasına varan adaletsiz uygulamalar, toplumsal iç barışı da bozmaktadır. Oysa hukuk devletinde yargının asıl fonksiyonu, adaleti sağlayarak iç barışın teminine katkı sağlamak olmalıdır. Binlerce çocuğun sıradan davranışları nedeniyle yirmi yıla yakın ağır ceza istemleriyle yargılanması ve böylesine ağır yaptırımlarla cezalandırılması, adalete ve sosyal barışa hizmet etmemekte, aksine zarar vermektedir. AİHM de birçok kararında devletlerin suç oluşturan davranışları cezalandırmasının meşru olduğunu, ancak verilecek cezanın, demokratik bir toplumun 87 DOSYA Öte yandan, çocukları toplumsal gösterilere katılmaya iten sosyal, ekonomik ve kültürel nedenlerle ilgili bir araştırma yapılmadan, sosyal inceleme raporları düzenlenmeden, tümüyle varsayımlarla çocukların, yetişkinler gibi örgütün amaçları doğrultusunda gösteriye katılarak “örgüt adına” suç işlediği kabul edilmektedir. Oysa Beijing Kuralları, çocuklara orantılı bir yaptırım uygulanırken, salt eylemin ağırlığının değil, çocuğun içinde bulunduğu koşulların da gözetilmesi gerektiği kuralını getirmektedir. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 gereklerine uygun olması gerektiğine karar vermektedir. Bir gösteri yürüyüşüne katılmaktan ibaret bir eyleme karşı yirmi yıl hapis cezasının, demokratik bir toplumda görülebilecek bir durum olmadığına kuşku bulunmamaktadır. Uygulamanın bu haliyle sürmesi durumunda, kısa bir süre içinde, çoğu çocuk olmak üzere binlerce insanın suç olup olmadığı bile tartışmalı olan davranışlardan onlarca yıl cezalarla cezaevlerini dolduracağı beklenmelidir. Yargının bu uygulamaları, toplumu ve ülkeyi, toplumun esenliği ve geleceği açısından büyük tehlikeler barındıran bir hukuk kriziyle karşı karşıya getirmiş bulunmaktadır. Giderek derinleşen soruna ve yargının keyfi yorumunun önüne geçecek şekilde TCK’nın 220/6. maddesi yeniden kaleme alınmalı, çocukların TMK hükümleri ve ÖYACM’ler yerine, kendi doğal mahkemelerinde ve çocuk ceza adalet sisteminin modern ilkelerine uygun olarak yargılanmaları sağlanmalıdır. Aksi takdirde, bu uygulamanın toplumsal dokuda oluşturacağı yaraların faturası hayli ağır olacaktır. ............................................................. DOSYA 88 Yargı Bağımsızlığı ve Hukukun Üstünlüğüyle İlgİlİ Uluslararası Belgeler BM Yargı Bağımsızlığına Dair Temel Prensipler: 26 Ağustos - 6 Eylül 1985 tarihleri arasında Milano’da toplanan Suçların Önlenmesi ve Suçluların Islahı üzerine 7. Birleşmiş Milletler Konferansı’nda kabul edilen bu belge, devletlerin adalet dağıtım sistemi ve teşkilatının temel alacağı prensipleri içeriyor. Temel prensipler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesini, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar ile Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmelerini temel alarak yargıçların adalet sistemi ile ilgili rolüne, onların göreve seçilmelerinin, eğitimlerinin ve davranışlarının önemine dikkat çekiyor. BM Yargı Bağımsızlığına Dair Temel Prensipleri Belgesinde; “Yargı Bağımsızlığı”, “Yargıçların İfade ve Örgütlenme Özgürlüğü”, “Yargıçların Nitelikleri”, “Göreve Seçilmeleri ve Eğitimleri”, “Hizmet Şartları ve Görev Süreleri”, “Mesleki Gizlilik ve Muafiyet”, “Disiplin, Görevden Alınma ve Göreve Son Verme” konularıyla ilgili düzenlemeler yer almaktadır. www.ihop.org.tr BM Savcıların Rolüne Dair Yönerge: 27 Ağustos - 7 Eylül 1990 tarihleri arasında Küba’nın Havana şehrinde yapılan 8. Birleşmiş Milletler Suçun Önlenmesi ve Suçluların Islahı Konferansı’nda kabul edilen yönerge, adaletin dağıtımında önemli rol oynayan savcılara ilişkin düzenlemeleri içeriyor. Savcıların ceza muhakemesinde etkili, tarafsız ve adil olmalarını sağlama ve geliştirme konusunda devletlere yardımcı olması için formüle edilen Yönerge’de; “Savcıların Nitelikleri”, “Göreve Seçilmeleri ve Eğitimleri”, “Statüleri ve Hizmet Şartları”, “İfade ve Örgütlenme Özgürlüğü”, “Ceza Muhakemesindeki Rolü” başlıkları yer alıyor. Ayrıca savcıların takdir haklarını kullanmaları ve ulusal hukuka uygun şekilde, sanıkların ve mağdurların haklarına saygı göstererek kovuşturmadan vazgeçmeleri ya da durdurmaları da Yönerge’de düzenlenen başka bir konu. Yönergede yer alan bir diğer konu da, savcıların kovuşturmanın adilliğini ve etkililiğini sağlamak için polisle, mahkemelerle, hukukçularla, kamu için çalışanlarla ve diğer idari personelle kuracakları ilişkiler. Yönerge, savcıların bu kuruluşlarla işbirliği yapmak için çaba harcaması gerektiğini belirtiyor. Yönerge’de yer alan son konu ise savcılar hakkında disiplin kovuşturmaları. www.ihop.org.tr ve http://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhak/pdf01/307-312.pdf www.ihop.org.tr BM Bangalor Yargı Etiği İlkeleri: Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komis¬yonu’nun 23 Nisan 2003 tarihli oturumunda kabul edilen Bangalor Yargı Etiği İlkeleri, altı temel ilkeden oluşuyor. İlkeler şöyle: “Bağımsızlık”, “Tarafsızlık”, “Doğruluk ve Tutarlılık”, “Dürüstlük”, “Eşitlik”, “Ehliyet ve Liyâkat”. Belgede ayrıca bu ilkelerin yürürlüğe nasıl konulacağıyla ilgili bir bölüm de yer alıyor. www.ihop.org.tr Hâkimlerin Rolü, Etkinliği ve Bağımsızlığı Konusunda Avrupa Konseyi Üye Devlet Bakanlar Komitesi Tavsiye Kararı: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesinde yer alan “adil yargılanma hakkı”na dayanan demokratik ülkelerde “Hukuk Devleti” ilkesini güçlü kılmak için hâkimlerin bağımsızlığını geliştirmek amacıyla hazırlanmış bir belgedir. Devletlere; bireysel olarak hâkimlerin, genel olarak yargının rolünü geliştirici, bağımsızlık ve etkinliklerini güçlü kılıcı tedbirlerin alınması gerektiğini vurgulamaktadır. 13 Ekim 1994 tarihli 518. Bakanlar Komitesi toplantısında kabul edilen tavsiye kararında, “Hâkimlerin Bağımsızlığı Genel İlkeleri”, “Hâkimlerin Otoritesi”, “Uygun Çalışma Koşulları”, “Hâkimlerin Birlikleri”, “Adlî Sorumlulukları ve Görevlerini Yerine Getirmeler ve Disiplin Cezasını Gerektiren Suçlar” konuları yer alıyor. www.ihop.org.tr ............................................................. 89 DOSYA Avukatların Rolüne İlişkin Temel İlkeler Bildirgesi: 7 Eylül 1990 tarihinde gerçekleştirilen Suçun Önlenmesi ve Suçluların Kazanılması Hakkında 8. BM Kongresi’nde kabul edilen Bildirge, avukatların görevlerini gereği gibi yerine getirmelerini sağlama ve geliştirme konusunda devletlere yardımcı olmak amacıyla oluşturulmuş bir düzenlemedir. Bildirge’de yer alan başlıklar şöyle: “Avukata ve Adli Hizmetlere Ulaşma”, “Ceza Adaleti İle İlgili Konularda Özel Koruyucular”, “Avukatların Nitelikleri ve Eğitimi”, “Avukatların Görev ve Sorumlulukları”, “Avukatlık Faaliyetinin Güvenceleri”, “Avukatların İfade ve Örgütlenme Özgürlüğü”, “Avukatların Meslek Örgütleri” ve “Avukatlara Yönelik Disiplin İşlemleri”. Avukatların Rolüne İlişkin Temel İlkeler diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesİ’nde Adİl Yargılanma Hakkı Madde: 6 1. Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini isteme hakkına sahiptir. Hüküm açık oturumda verilir; ancak, demokratik bir toplumda genel ahlak, kamu düzeni ve ulusal güvenlik yararına, küçüklerin korunması veya davaya taraf olanların özel hayatlarının gizliliği gerektirdiğinde veya davanın açık oturumda görülmesinin adaletin selametine zarar verebileceği bazı özel durumlarda, mahkemenin zorunlu göreceği ölçüde, duruşmalar dava süresince tamamen veya kısmen basına ve dinleyicilere kapalı olarak sürdürülebilir. DOSYA 90 2. Bir suç ile itham edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar suçsuz sayılır. 3. Her sanık en azından aşağıdaki haklara sahiptir: a) Kendisine yöneltilen suçlamanın niteliği ve nedeninden en kısa zamanda, anladığı bir dille ve ayrıntılı olarak haberdar edilmek; b) Savunmasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara sahip olmak; c) Kendi kendini savunmak veya kendi seçeceği bir avukatın yardımından yararlanmak ve eğer avukat tutmak için mali olanaklardan yoksunsa ve adaletin selameti gerektiriyorsa, mahkemece görevlendirilecek bir avukatın para ödemeksizin yardımından yararlanabilmek; d) İddia tanıklarını sorguya çekmek veya çektirmek, savunma tanıklarının da iddia tanıklarıyla aynı koşullar altında çağrılmasının ve dinlenmesinin sağlanmasını istemek; e) Duruşmada kullanılan dili anlamadığı veya konuşmadığı takdirde bir tercümanın yardımından para ödemeksizin yararlanmak. AİHM Kararlarında Adİl Yargılanma Hakkı (*) Hedef ve amaç: “Hukukun üstünlüğü temel ilkesini en üst noktaya koymak…” (Salabiaku v.Fransa,1988, Golder v.Birleşik Krallık). “Adalet sisteminin adil bir biçimde işleyişi, demokratik toplumlarda, çok önemli bir yere sahiptir, bu toplumlarda Sözleşmenin amacı ve hedefi ile bağdaşmayan sınırlayıcı bir yorumun bulunmaması gerekir.” (Delcourt v.Belçika, 1970) “Bir kişi, kendisine karşı yapılan yargısal işlemlerden esaslı bir biçimde etkilendiği anda cezai bir suçlama ile karşı karşıya kalmıştır.” (Deveer v.Belçika,1980) “Resmi bir şekilde bildirim olmalıdır ancak resmi eylemden böylesi bir sonuç çıkartılması da yeterlidir.” (Corrigliano v.İtalya, 1982) “Bağımsızlık, parlamentodan, taraflardan ve yürütmeden bağımsızlık anlamına gelmektedir.” (Campbell-fell v.Birleşik Krallık 1984) Dış baskılara karşı güvenceler: “Mahkeme üyeleri yasamadan, taraflardan, yürütmeden veya diğer üyelerden talimat almamalıdırlar.” (Beamuartin v.Fransa, 1994) “Devlet Güvenlik Mahkemesine yenilenebilir 4 yıllık atanma, sorgulanması gereken bir durumdur.” (İncal v.Türkiye, 1998) Masumiyet karinesi: “Kamu görevlileri tarafından yapılan olumsuz açıklamalar (yargıç değil) masumiyet karinesini ihlal edebilir.” (Allenet de Ribemont v.Fransa) “Yeterli zaman davanın karmaşıklığına göre değişir.” (Öcalan v.Türkiye, 2003) “Devletin iddia ile savunma arasında eşit bir ilişkiyi sağlayacak önlem almak gibi pozitif bir yükümlülüğü vardır.” (Jespers v.Belçika) “Bir avukat mahkemeden iyi bir gerekçe ile çıkartılabilir.” (X v.Birleşik Krallık) “Bir kişinin avukatı ile duruşma dışında herhangi bir aşamada görüşme imkanının olmaması, 6(3)(c)yi ihlal eder.” (Öcalan v.Türkiye, 2003) 91 DOSYA Açık duruşma ve kamuya açık kararın iki amacı vardır: “Adaletin gizli biçimde kamu bilgisi olmadan işlemesinden dava taraflarının korunması…” (Pretto v.İtalya,1983) “Adalet mekanizmasına ve mahkemelere kamu güveninin sağlanması…” (Diennet v.Fransa,1995) “Devlet, adalet sistemini, mahkemelerin 6(1)’e uygun hareket edebilecekleri şekilde düzenleme yükümlülüğü altındadır.” (Zimmerman and Steiner v.İsviçre 1983) diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 “Eğer tanığın güvenilirliğine olanak sağlayacak bir bulgu yoksa, hazırlık veya yargılama sırasında bu durum 6(3)(d)’yi ihlal eder.” (Sadak v.Türkiye 1996) (*) Bu kararlar, David Blundell’in, Türkiye Barolar Birliği ile Avrupa Konseyinin ortaklaşa yürüttüğü “Türk Avukatlarının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Konusunda Aşamalı Eğitimleri Projesi” kapsamında düzenlenen Eğitim Seminerleri notlarından alınmıştır. HYPERLINK “http://www.barobirlik.org.tr/ihep/belgeler/dersnotlari/index.aspx” http://www.barobirlik.org.tr/ihep/belgeler/dersnotlari/index.aspx ............................................................. AİHM Büyük Daİre Kararı (*) Demir ve Baykara/Türkiye Davası (Başvuru No: 34503/97; Karar Tarihi 12 Kasım 2008) AİHS hükümlerinin diğer uluslararası metinler ve belgeler ışığında yorumlanması ve uygulanması DOSYA 92 (a) Temel AİHS’de kullanılan terim ve kalıpların anlamını belirlemede, aslen Viyana Anlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’nin 31. ve 33. maddelerinde yer alan yorum kuralları AİHM’ye kılavuzluk eder. Viyana Sözleşmesi uyarınca, AİHM’nin, sözcüklere bağlamlarında yüklenecek sıradan anlamları ve sözcüklerin dâhil oldukları hükmün amacı ışığında yüklenecek anlamları tespit etmesi gereklidir. Yukarıda değinilen safhalar uyarınca belirlenmiş olan bir anlamın teyit edilmesi için, ya da anlamın, tanımlanmadığı takdirde muğlâk, bulanık, ya da bariz bir biçimde anlamsız veya mantıksız olacağı durumlarda anlamı belirlemek için, tamamlayıcı yorum yollarına da başvurulabilir. AİHS her şeyden önce insan haklarının korunmasına yönelik bir sistem olduğundan, AİHM, AİHS’yi, AİHS’de yer alan hakları teorik ve aldatıcı değil, uygulanabilir ve etkili kılacak bir şekilde yorumlamalı ve uygulamalıdır. Ayrıca, AİHS bir bütün olarak ele alınmalı ve çeşitli hükümleri arasında iç tutarlılık ve uyumu teşvik edecek şekilde yorumlanmalıdır. Bunlara ek olarak, AİHM hiçbir zaman, AİHS hükümlerini, AİHS’yle korunan hak ve özgürlüklerin yorumlanmasında tek başvuru çerçevesi olarak değerlendirmemiştir. Tam aksine, Sözleşmeci Taraflar arasındaki ilişkilerde uygulanabilecek olan bütün ilgili uluslararası hukuk kural ve ilkelerini de dikkate almalıdır. AİHM ayrıca, günümüz koşullarında yorumlanması gereken AİHS’nin “yaşayan” niteliğine daima atıfta bulunduğunu ve AİHS hükümlerini yorumlamasında gelişen ulusal ve uluslararası hukuk normlarını dikkate aldığını gözlemler. (*) Kararın tam metni için: http://www.yargitay.gov.tr/aihm/upload/34503-97.pdf (b)AİHS’nin Yorumlanmasında Kullanılan Uluslararası Metin ve Belgelerin Çeşitliliği (i) Genel Uluslararası Hukuk AİHS’nin temel hükümlerinin Sözleşmeci Devletlere dayattığı kati yükümlülükler, öncelikle ilgili hükme uygulanabilir uluslararası anlaşmaların ışığında yorumlanabilir (bu anlamda örneğin, AİHM, AİHS’nin 8. maddesini, 20 Kasım 1989 tarihli Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi ve 24 Nisan 1967 tarihli Çocukların Evlat Edinilmesine İlişkin Avrupa Sözleşmesi ışığında yorumlamıştır.) Üstelik AİHM’nin Golder davasında belirttiği üzere, taraflar arasındaki ilişkilerde uygulanabilir olan ilgili uluslararası hukuk kuralları, “uygar uluslarca tanınmış olan genel hukuk kuralları”nı da içermektedir (bkz. Uluslararası Adalet Divanı Statüsü’nün 38/1 maddesinin (c) bendi). Avrupa Konseyi Danışma Meclisi Hukuk Komitesi Ağustos 1950’de görevlerini yerine getirmede “Komisyon’un ve AİHM’nin bu tür ilkeleri uygulamalarının gerekeceğini” öngörmüş ve AİHS’ye bu kapsamda spesifik bir madde eklemeyi “gereksiz” görmüştür. Soering kararında, AİHM, üçüncü ülkelere sınır dışı etmeye ilişkin olarak AİHS’nin 3. maddesiyle ilgili içtihadını geliştirmede evrensel kapsamları olan metinlerde ortaya konulmuş ilkeleri dikkate almıştır. İlk olarak, 1966 tarihli Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi’ne ve 1969 tarihli Amerika İnsan Hakları Sözleşmesi’ne atıfla, AİHS’nin 3. maddesine aykırı muamelenin yasaklanmasının uluslararası çapta kabul gören bir standart olduğunu değerlendirmiştir. İkinci olarak, (Birleşmiş Milletler) İşkence ve Diğer Zalim, İnsanlık Dışı ve Küçük Düşürücü Muamele ve Cezaya Karşı Sözleşme’nin, bir kimsenin işkenceye maruz bırakılabileceği başka bir devlete sınır dışı edilmesini yasaklamasının, AİHS’nin 3. maddesinin genelinde esasen benzer bir yükümlülüğün hâlihazırda bulunmadığı anlamına gelmediği kanısındadır. 93 DOSYA Yine başka uluslararası sözleşmelere atıfta bulunma babında, AİHM, devletin “aile içi köleliğe” ilişkin pozitif yükümlülüğünü tespit etmek amacıyla, evrensel uluslararası sözleşmelerin hükümlerini dikkate almıştır (ILO Zorla çalıştırma Sözleşmesi; Esaretin, Esir Ticaretinin ve Esarete Benzer Uygulamaların ve Kurumların Kaldırılmasına Dair Ek Sözleşme ve Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmesi – bkz. Siliadin – Fransa, no. 73316/01). Bu uluslararası sözleşmelerin ilgili hükümlerine atıfta bulunmasının ardından, AİHM, AİHS’nin 4. maddesine riayet edilmesi hususunu yalnızca devlet yetkililerinin doğrudan eylemleriyle sınırlamanın, özellikle bu konuyla ilgili olan uluslararası anlaşmalarla tutarsız olacağını ve söz konusu maddeyi etkisiz kılacağını mütalaa etmiştir. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 Ayrıca, Al-Adsani kararında evrensel anlaşmalara atıfla (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 5. maddesi, Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin 7. maddesi, (Birleşmiş Milletler) İşkence ve Diğer Zalim, İnsanlık Dışı ve Küçük Düşürücü Muamele ve Cezaya Karşı Sözleşme’nin 2. ve 4. maddeleri), bunların uluslararası ceza mahkemeleri (Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin 10 Aralık 1998 tarihli Furundzija kararı) ve ulusal mahkemeler (Lordlar Kamarası’nın tek taraflı Pinochet davası kararı) tarafından yorumlanmasıyla, işkencenin yasaklanmasının, mutlak bir uluslararası hukuk normu veya jus cogens statüsü kazandığını ve bunu ilgili içtihadına dâhil ettiğini tespit etmiştir. (ii) Avrupa Konseyi Belgeleri AİHM, bazı kararlarında, AİHS’yi yorumlamak amacıyla, bilhassa Bakanlar Komitesi’nin ve Parlamenterler Meclisi’nin tavsiyeleri ve kararları olmak üzere, Avrupa Konseyi organlarının özleri itibarıyla bağlayıcı olmayan belgelerini kullanmıştır (bkz. diğer kararların yanı sıra Öneryıldız – Türkiye [BD], no. 48939/99). DOSYA 94 Bu yorum yöntemleri, denetleyici mekanizma ya da uzman kadrolar olsun, diğer Avrupa Konseyi organlarının AİHS’ye Taraf Devletleri temsil etme işlevi olmamasına rağmen, AİHM’nin bu organlardan kaynaklanan normlara atıfta bulunarak kendi muhakemesini desteklemesine de neden olmuştur. AİHS’nin teminat altına aldığı hak ve özgürlüklerin tam kapsamını yorumlamak amacıyla, AİHM, örneğin, Avrupa Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu ya da diğer adıyla “Venedik Komisyonu”nun (bkz. diğer kararların yanı sıra Rusya Muhafazakar Girişimciler Partisi ve Diğerleri – Rusya, no. 55066/00 ve 55638/00; Bask Milliyetçi Partisi – Iparralde Bölgesel Örgütü – Fransa, no. 71251/01…; Çiloğlu ve Diğerleri – Türkiye, no. 7333/01, 6 Mart 2007), Irkçılık ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu’nun (bkz. örneğin Bekos ve Koutropoulos – Yunanistan, no. 15250/02; Ivanova – Bulgaristan, no. 52435/99, Cobzaru – Romanya, no. 48254/99, 26 Temmuz 2007, D.H. ve Diğerleri – Çek Cumhuriyeti [BD], no. 57325/00 …) ve Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi’nin (AİÖK) (bkz. örneğin Aerts – Belçika, 30 Temmuz 1998; Slimani – Fransa, no. 57671/00; Nazarenko – Ukrayna, no. 39483/98, 29 Nisan 2003; Kalashnikov – Rusya, no. 47095/99, ve Kadikis – Letonya, no. 62393/00, 4 Mayıs 2006) çalışmalarından faydalanmıştır. (iii) AİHM’nin Değerlendirmesi AİHM, Saadi – İngiltere kararında, AİHS hükümlerinin konusu ve amacını ele alırken elindeki hukuki konunun uluslararası hukuk temelini de dikkate aldığını yakın tarihte teyit etmiştir. Avrupa ülkelerinin, devletlerin büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmiş bir dizi kuraldan ibaret olan uluslararası ya da iç hukuk standartları, AİHM’nin daha geleneksel yorum yöntemlerinin yeterli derecede netlik elde etmeye imkân vermediği bir AİHS hükmünün kapsamına açıklık getirmesi talep edildiğinde, göz ardı edemeyeceği bir gerçeği yansıtmaktadır. Örnek vermek gerekirse, sendika hakkının, sendikal monopol anlaşmalarını dışlayan negatif bir boyutunun olduğu tespitinde AİHM, özellikle Avrupa Sosyal Şartı, kendi denetleyici organlarının içtihadı ve diğer Avrupa ya da evrensel belgeler temelinde, konuya ilişkin olarak uluslararası düzeyde artan bir görüş birliği olduğu temelinden hareket etmiştir (bkz. Sigurdur A. Sigurjonsson – İzlanda, 30 Haziran 1993; Sorensen ve Rasmussen – Danimarka [BD], no. 52562/99 ve 52620/99…). AİHM bu bağlamda, uluslararası hukuk normları arasında ortak payda arayışında, hukuk kaynakları arasında, savunmacı devlet tarafından imzalanıp imzalanmadığı ya da onaylanıp onaylanmadığına göre ayırım yapmadığını gözlemler. Ayrıca, Christine Goodwin – İngiltere ([BD], no. 28957/95), Vilho Eskelinen ve Diğerleri – Finlandiya ([BD], no. 63235/00) ve Sorensen ve Rasmussen – Danimarka davalarında, AİHM, bağlayıcı olmamasına rağmen Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nı kılavuz olarak almıştır. Üstelik McElhinney – İrlanda ([BD], no. 31253/96), Al-Adsani – İngiltere ve Fogarty – İngiltere ([BD], no.37112/97) davalarında AİHM, o tarihte yalnızca sekiz üye devlet tarafından onaylanmış olan Devletlerin Dokunulmazlığına Dair Avrupa Sözleşmesi’ni dikkate almıştır. Bunlara ek olarak, Glass - İngiltere kararında AİHM, AİHS’nin 8. maddesini yorumlayarak, AİHS’ye taraf devletlerin tümü tarafından onaylanmadığı halde, 4 Nisan 1997 tarihli Oviedo İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi’nde yer alan standartları dikkate almıştır (bkz. Glass – İngiltere, no. 61827/00). Tehlikeli faaliyetlere ilişkin olarak AİHS’nin 2. maddesi kapsamındaki devlet yükümlülüğünün kriterlerini belirlemek amacıyla AİHM, Öneryıldız – Türkiye kararında, diğer metinlerin yanı sıra, Çevreye Zarar Veren Faaliyetlerden Doğan Hasarlara İlişkin Hukuki Sorumluluk Sözleşmesi ile (ETS no. 150 - Lugano, 21 Haziran 1993) 95 DOSYA Evlilik dışı doğan çocukların yasal statüsüyle ilgili olarak Marckx – Belçika kararında AİHM, yorumunu, AİHS’ye diğer sözleşmeci taraflar gibi, o tarihte Belçika’nın da henüz onaylamadığı 1962 ve 1975 tarihli iki uluslararası sözleşmeye dayandırmıştır (Marckx – Belçika, 13 Haziran 1979). AİHM, bu belgeleri imzalayanların oranının düşüklüğünün, üye devletlerin büyük çoğunluğunun iç hukukunda, ilgili uluslararası belgelerle uyumlu olarak “anne daima bellidir” (mater semper certa est) kuralının hukuken tanınmasına yönelik gelişim karşısında kaale alınmaması gerektiği kanısındadır. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 Ceza Hukuku Yoluyla Çevrenin Korunması Sözleşmesi’ne (ETS no. 172 - Strazburg, 4 Kasım 1998) atıfta bulunmuştur. Türkiye dâhil olmak üzere, üye devletlerin çoğu bu iki sözleşmeyi onaylamamıştı (bkz Öneryıldız). Taşkın ve Diğerleri – Türkiye davasında AİHM, çevrenin korunması hususunda (kişinin özel hayatının bir bölümünü teşkil ettiği değerlendirilen) AİHS’nin 8. maddesine ilişkin içtihadını, büyük ölçüde Çevre Konularında Bilgiye Erişim, Karar Alma Sürecinde Halkın Katılımı ve Yargıya Başvuruya İlişkin Aarhus Sözleşmesi’nde (ECE/CEP/43) yer alan ilkeler temeline oturtmuştur (bkz. Taşkın ve Diğerleri – Türkiye, no. 49517/99, 4 Aralık 2003). Türkiye Aarhus Sözleşmesi’ni imzalamamıştı. DOSYA 96 AİHM, Hükümet’in, ayrıca İnsan Hakları İzleme Komitesi’nin çalışmaları bağlamında, AİHS sistemini belirli ekonomik ve sosyal haklarını içerecek şekilde genişletmek üzere ek bir protokol hazırlanması konusunda üye devletlerin siyasi desteğinin bulunmadığına değindiğini not etmiştir. Ancak AİHM, üye devletlerin bu tavrına, Hükümet’in de bilgisi dâhilinde olduğu üzere, Sosyal Şart mekanizmasını güçlendirme dileğinin de eşlik ettiğini gözlemler. AİHM bunu, sözleşmeci devletler arasında ekonomik ve sosyal hakları geliştirmeye yönelik bir görüş birliğinin varlığını destekleyici bir argüman olarak değerlendirmektedir. AİHM’nin Sözleşmeci Devletlerin bu genel arzusunu, AİHS hükümlerini yorumlarken dikkate almasına engel bulunmamaktadır. Sonuç AİHM, AİHS metnindeki terim ve kavramların anlamlarını tanımlamada, AİHS dışındaki uluslararası hukuk öğelerini, bu öğelerin yetkili organlarca yorumlanmasını ve Avrupa Devletlerinin bunların ortak değerlerini yansıtan uygulamalarını dikkate alabilir ve almalıdır. Konusu spesifik olan uluslararası belgelerden ve sözleşmeci Devletlerin uygulamalarından kaynaklanan görüş birliği, spesifik davalarda AİHS hükümlerini yorumlarken AİHM için mülahaza teşkil edebilir. Bu bağlamda, savunmacı devletin ilgili davanın konusuna ilişkin olarak uygulanabilir olan belgelerin tümünü onaylamış olması gerekmemektedir. AİHM için, ilgili uluslararası belgelerin, uluslararası hukukta veya Avrupa Konseyi üye devletlerinin çoğunun iç hukukunda uygulanan norm ve ilkelerde devam etmekte olan bir gelişimi ifade etmesi ve belirli bir alanda modern toplumlarda ortak bir zemin olduğunu göstermesi yeterli olacaktır (bkz. üzerinde gerekli değişiklikler yapılmak üzere, yukarıda anılan Marckx). ............................................................. Uluslararası Uluslararası insan insan hakları hakları hareketi... hareketi... MAITI NEPAL diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 Bir Kuruluş: MAITI Nepal Fulya İnci 1993 yılında Nepal’de insan ticaretinin neden olduğu acıları hafifletmek ve bu insan hakları ihlaliyle mücadele etmek için bir araya gelen bir grup Nepallinin çabaları, bugüne kadar pek çok genç kadının hayatını değiştirmede başarılı oldu. MAITI Nepal’in hükümetle işbirliği içinde Hindistan sınırında yıllardır yürüttüğü çalışmalar, genç kadınların seks köleliği tuzağına düşmelerini engellerken, bu durumun yarattığı travmalar da kapsamlı rehabilitasyon programlarıyla hafifletildi. İnsan ticareti Nepal’de uzun yıllardır ciddi bir sorun teşkil ediyor. MAITI Nepal’in verilerine göre, bugün Hindistan’da yaklaşık iki yüz bin Nepalli genç kadın, seks kölesi olarak yaşamaya zorlanıyor. Resmi otoriteler ise bu kronik ihlalin önüne geçmekte yetersiz kalıyor. MAITI Nepal’in oluşumunun temelinde de bu insan hakları ihlalini engellemeye yönelik sorumluluk yatıyor. ULUSLARARASI HAREKET 98 MAITI Nepal, 1993 yılının Kasım ayında bir grup sosyal sorumluluk sahibi Nepalli tarafından, ülkedeki kadınları insan ticareti, aile içi şiddet ve çocuk sömürüsü gibi suçlardan korumak amacıyla oluşturuldu. Başlangıçtan itibaren odak noktası insan ticaretini önlemek, mağdurları kurtarmak ve onların rehabilitasyonlarını üstlenmek olan bu sivil toplum örgütü, bununla bağlantılı birçok konuda gerçekleştirdiği faaliyetler ve savunuculuk projeleriyle etkili oldu. Bu çerçevede, 1993 yılında insan tacirlerinin elinden kurtarılmış genç kadınlar için bir Sığınma Evi kuruldu. Burada bir yandan mağdurlara yönelik olarak bilinçlendirme eğitimleri ve beceri geliştirme çalışmaları yapılırken bir yandan da gönüllüler tarafından tıbbi kontroller ve psikolojik destek sağlandı. 1994’te girişilen Kamusal Bilinçlendirme Programları ile insan ticaretine karşı toplumsal desteği artırmaya ve sosyal baskı oluşturmaya yönelik çalışmalar yapıldı. 2001 yılında bu programlar ülke çapında 30 bölgede uygulanmaya başladı. Parlamento üyeleri ve parti liderleriyle insan ticaretinin ulusal bir sorun olarak mecliste yer alması için görüşmeler yapıldı. Bir Çocuk Sığınma Evi kurularak yetimlere, çok fakir ailelerden gelen çocuklara ve aile içi şiddetin çocuk kurbanlarına çeşitli olanaklar sağlandı. Burada yaşayan çocukların ilköğrenimi için 1998’de Teresa Akademisi kuruldu. 1999’da HIV/AIDS virüsü kapan insan ticareti kurbanları ve çocuklar için bir yatılı hastane kurularak, hem tıbbi tedavileri hem de rehabilitasyonları gerçekleştirilmeye başlandı. Kısacası, bunlar ve benzeri girişimlerde, seks köleliğine zorlanan kadınlar, terk edilmiş çocuklar, insan ticaretinin potansiyel kurbanları, mahkûm çocukları ve hasta kadın ve çocuklar MAITI Nepal’in ana hedef grupları oldular. 99 ULUSLARARASI HAREKET 1994 yılında sınır görevlilerinin suçluları ve potansiyel kurbanları teşhis etmekte başarısız olduğunu ya da yozlaşmış bazı resmi görevlilerin suçlularla işbirliği yaptığını fark eden MAITI Nepal, hükümetle işbirliği içinde yeni bir girişimde bulundu. Tacirlerin teşhisi ve potansiyel kurbanların kurtarılması için Nepal polisinin de yardımıyla gönüllü ekipler oluşturuldu. Başlatılan sınır koruma operasyonunda, hükümetin izniyle MAITI Nepal ekipleri sınır polisleriyle ortak çalışmaya başladı. Yöntem şu şekilde işliyordu: Sınırdan geçiş yapan ve şüpheli görülen araçlar polis tarafından durduruluyor; polis şüphelileri sorgularken, MAITI Nepal görevlileri (çoğu zaman içlerinde eski bir seks ticareti mağdurunun da bulunduğu bir ekip) araçlardaki kadınları bazı sorular sorarak gözlemliyordu. Söz konusu ekip, aynı zamanda bu kadınları Hindistan’daki seks ticareti konusunda da bilgilendiriyorlardı. Sonuçta ifadelerde tutarsızlık varsa, kadınlar durduruluyor ve olası tacirler tutuklanıyordu. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 MAITI Nepal çalışanlarının sınıra yakın ofislere götürdüğü kadınlar, yakınlarıyla irtibata geçilene kadar misafir ediliyordu. Örgüt, 1997 yılında Hindistan sınırına yakın yaklaşık on bölgede, bu geçici dönem için evler kurdu. Misafirliklerinin ardından mağdurlar refakatçilerle yakınlarının yanına gönderiliyor; yakınları tarafından kabul edilmediklerinde ya da yakınları da insan ticareti suçuna karıştığında ise, sığınma evlerinde kalıyorlardı. Sığınma evlerinde MAITI Nepal çalışanları tarafından rehabilitasyonları sağlanan genç kadınlar, mali açıdan ayakta kalmalarını sağlayacak dikiş ve sebze üretimi gibi becerileri de ediniyorlardı. ULUSLARARASI HAREKET 100 Bugün halen uygulanan bu yöntem, kapsamlı arka planıyla başarılı bir örnek oldu. Sonuçta MAITI Nepal’in “sınır koruma operasyonu”, yüzlerce potansiyel insan ticareti mağdurunu kurtarmakla kalmadı; sığınma evlerinde kalan mağdurlara ayakta kalmalarını sağlayacak ekonomik alternatifler de yaratılmaya çalışıldı. Potansiyel mağdurlarla birkaç bölgede kurulan evlerde altı aylık eğitim programları yürütüldü. MAITI Nepal, binden fazla genç kadına mikro kredi yöntemiyle kendi işini kurma fırsatı verdi. Aynı zamanda Hindistan’da kurulan yerel iletişim ofisleri ile burada da kurtarma çalışmaları yürütüldü. Söz konusu kadınlar, yasal süreçlerin başlatılması için suçluları teşhis etme konusunda yüreklendirildiler. Mağdurlara hukuki danışmanlık için ayrı birimler oluşturuldu. Nepalli öğrencilere yönelik eğitici programlar, sınır bölgelerindeki insanlar ve yerel STK’larla bilinçlendirme toplantıları ve siyasilere yönelik birçok proje gerçekleştirildi. Böylece insan tacirlerinin cezalandırılmasında yasal prosedürlerin oluşması ve önlem alınması için yönetimlere baskı uygulanmasına da zemin hazırlandı. MAITI Nepal’in insan ticaretiyle mücadelesinde attığı adımlara ve Nepal’de bu konudaki gelişmelere www.maitinepal.org adresinden ulaşılabilir. Söz konusu yöntem, insan ticaretinin önemli bir sorun olduğu ve engelleme çalışmalarının emniyet güçleri tekelinde yürütüldüğü Türkiye gibi ülkelerde çözüm için bir umut oluşturabilir. İnsan ticareti konusunda donanımlı bir STK ya da bir araya gelecek bir grup sorumlu, benzer girişimlerin ülke koşullarına uydurulması halinde, hükümet desteği ve sınır görevlileri ile işbirliği içinde, mevcut insan hakları ihlallerini önlemede etkili ve yararlı adımlar atabilir. Kuvvetsiz adalet aciz, adaletsiz kuvvet de zalimdir. Pascal İnsan hakları ve hukuk Bu bölümde, insan haklarının yargı eliyle korunmasına ya da ihlal edilmesine ilişkin çarpıcı karar örneklerine/özetlerine yer vereceğiz. Bu sayıda çocukların yargılanmasıyla ilgili AİHM kararlarının bir kısmını özetle aktarıyoruz. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 ÇOCUKLARLA İLGİLİ AİHM KARARLARI Çocukların Kişi Özgürlüğü ve Güvenliği Hakkı, Adil Yargılanma Hakkı ve İşkence Yasağı Güveç-Türkiye kararı (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) 2. Dairesi (Başvuru No:70337/01; 20 Ocak 2009 tarihli karar) (Başvurucu, 30 Nisan 1980 doğumludur ve gözaltına alındığı 30 Eylül 1995 tarihinde 15 yaşındadır.) “AİHM, öncelikle, başvuranın bir yetişkin cezaevinde tutulmasının söz konusu tarihte yürürlükte olan ve Türkiye’nin uluslararası anlaşmalar kapsamındaki yükümlülüklerini yansıtan yönetmelikleri ihlal ettiğini gözlemler. İNSAN HAKLARI VE HUKUK 102 Ayrıca, 25 Nisan 2001 tarihli sağlık raporuna göre, başvuranın psikolojik problemleri cezaevindeki tutukluluğu sırasında başlamış ve sonrasındaki beş yıllık tutukluluk süresince kötüye gitmiştir. 24 Temmuz 2000 ve 7 Ağustos 2000 tarihli sağlık raporları da başvuranın cezaevinde yaşadığı sorunları ayrıntılarıyla anlatmıştır. Başvuranın yaşını, yetişkinlerle birlikte cezaevinde tutukluluk halinin süresini, yetkililerin psikolojik sorunları için kendisine yeterli tedavi olanağı sağlayamamasını ve son olarak da intihar girişimlerini önlemeye yönelik olarak hiçbir adım atmamalarını dikkate alan AİHM, başvuranın insanlık dışı ve küçültücü muameleye maruz bırakıldığına dair şüphe duymamaktadır. Dolayısıyla, AİHS’nin 3. maddesi ihlal edilmiştir. Başvuran, AİHS’nin 5/3 maddesi kapsamında tutuklu yargılanma süresinin haddinden fazla olduğunu ileri sürerek şikâyetçi olmuştur. AİHM, başvuranın tutukluluğunun, AİHS’nin 5/3 maddesi bağlamında 30 Eylül 1995’te yakalandığında başladığını ve 17 Ekim 1997’de mahkeme tarafından mahkûm edilmesine kadar devam ettiğini gözlemler. 17 Ekim 1997’den, mahkûmiyeti Yargıtay tarafından 12 Mart 1998’de bozulana kadar, 5/1 maddesinin (a) bendine göre “yetkili bir mahkeme tarafından mahkûm edildikten sonra” hükümlü bulundurulmuştur, dolayısıyla tutukluluğunun bu bölümü, 5/3 madde kapsamı dışındadır (bkz. Cahit Yılmaz – Türkiye, no. 34623/03, 14 Haziran 2007). Ancak, 12 Mart 1998’den, 10 Ekim 2000’de kefaletle serbest bırakılana kadar, başvuran yine AİHS’nin 5/3 maddesi bağlamında tutuklu yargılanmakta idi. Dolayısıyla, başvuran, dört yıl, yedi ay, on beş günü tutuklu yargılanarak geçirmiştir. Türkiye’yle ilgili en az üç kararda, AİHM, çocukların tutuklu yargılanması uygulamasına ilişkin endişelerini ifade etmiş (bkz. Selçuk – Türkiye, no. 21768/02, 10 Ocak 2006; Koşti ve Diğerleri – Türkiye, no. 74321/01, 3 Mayıs 2007; Nart – Türkiye) ve bu davadaki başvuranın geçirdiğinden daha kısa olan sürelere ilişkin olarak AİHS’nin 5/3 maddesinin ihlal edildiğini tespit etmiştir. Örneğin, Selçuk kararında, başvuran on altı yaşındayken dört ay tutuklu yargılanmış, Nart kararında başvuran on yedi yaşındayken 48 gün tutuklu yargılanmıştır. Bu davada, başvuran on beş yaşında tutuklanmış ve dört buçuk yıldan fazla bir süre tutuklu yargılanmıştır. Yukarıda anlatılanlar ışığında, AİHM, başvuranın tutuklu yargılanma süresinin haddinden fazla olduğu ve AİHS’nin 5/3 maddesini ihlal ettiği kanısına varmıştır. Yukarıda anlatılanlar ışığında, AİHM AİHS’nin 5/4 maddesinin ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Başvuran, yakalandığında yalnızca 15 yaşında olduğuna, 13 gün gözaltında tutulduğuna ve avukat yardımı olmaksızın burada sorgulandığına işaret etmiştir. Akabinde ölüm cezası öngören bir suçtan dolayı yargılanmış ve zaman içinde ruh sağlığı bozulmuştur. İntihar girişimlerinden kaynaklanan yaralarından ve psikolojik sorunlarından dolayı çok sayıda duruşmaya katılamamıştır. Yükü böylesine ağır bir davayla başa çıkabilmek için bir avukat veya psikolog yardımı alamamış, davayı inceleme ve lehine kanıt sunma olanağı bulamamıştır. Yukarıda anlatılanlar bağlamında ve T. - İngiltere [BD] (no. 24724, 16 Aralık 1999) ve V. – İngiltere [BD] (no. 24888/94) kararlarına atıfta bulunarak, başvuran, yargılamasına etkili olarak katılma olanağından yoksun bırakıldığından şikâyetçi olmuştur. Hükümet, polisin, başvurana üzerine atılı suçları ve haklarını hatırlattığını belirtmiştir. Ayrıca, yargılamanın başından beri avukat yardımından faydalanmıştır. 103 İNSAN HAKLARI VE HUKUK Hükümet, başvuranın aslında Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun 297 – 304 maddeleri çerçevesinde tutuklu yargılanmasına itiraz etme imkânının olduğunu ifade etmiştir (bkz. Bağrıyanık –Türkiye, no. 43256/04, 5 Haziran 2007). AİHM, sözkonusu tarihte Türkiye’de tutuklu yargılanmanın meşruluğuna itiraz etme olasılığını hâlihazırda incelemiş ve uygulamada çok küçük bir başarı ihtimali sunduğu ve sanıkların faydalanabileceği, gerçek anlamda çekişmeli bir usul sağlamadığı sonucuna varmıştır (bkz. yukarıda anılan Koşti; Bağrıyanık; Doğan Yalçın – Türkiye, no. 15041/03, 19 Şubat 2008). AİHM, bu davada yukarıda kaydedilen sonuçlardan farklı bir sonuca varmasına neden olacak özel bir durum tespit etmemiştir. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 AİHM, devlet güvenlik mahkemelerinin iddia edildiği üzere bağımsızlığı ve tarafsızlığına ilişkin şikâyet içeren Türkiye aleyhindeki birkaç başvuruda, şikâyetçi olunan yargılama işlemlerinin adil olmasına ilişkin başka şikâyetlerin dikkate alınmasını gereksiz bularak, incelemesini yalnızca bu mahkemelerin bağımsızlığı ve tarafsızlığı boyutuyla sınırlamıştır (bkz. diğerleri meyanında, Ergin – Türkiye, (No. 6), no. 47533/99, 4 Mayıs 1999). Ancak, AİHM, sıkça mevzu bahis olan sorunun bu davada bir kenara bırakılmasını gerekli görmektedir, zira başvurunun kendine özgü vahim koşulları, 18 yaşından küçük bir şahsın yargılama sürecine etkili katılımı ve avukat yardımı alma hakkını da içeren daha zorlayıcı konular ortaya koymaktadır. AİHM, AİHS’nin 6. maddesi kapsamında bir sanığın kendisine yönelik cezai yargılamaya etkili olarak katılma hakkının genellikle yalnızca mevcut bulunma hakkını değil, aynı zamanda yargılamayı dinleme ve takip etme hakkını da kapsadığını hatırlatır. Çekişmeli yargılama kavramı bu tür hakları kendi içinde barındırır ve özellikle AİHS’nin 6. maddesinin 3. paragrafının (c) bendindeki “kendi kendini savunmak” ifadesinden çıkarılabilir. İNSAN HAKLARI VE HUKUK 104 Bu bağlamda “etkili katılım”, sanığın yargılama sürecinin niteliği ile uygulanabilecek her türlü cezanın ehemmiyeti de dâhil olmak üzere, kendisi için söz konusu olan riskleri etraflıca kavradığı varsayımını içinde barındırır (bkz. en yakın tarihli olan Timergaliyev – Rusya, no. 40631/02, 14 Ekim 2008 ve bu kararda anılan kararlar). “Etkili katılım” kavramı ayrıca, sanığın, örneğin, gerekliyse bir çevirmen, avukat, sosyal yardım uzmanı veya arkadaşının yardımıyla mahkemede genel olarak nelerden bahsedildiğini anlayabilmesini gerektirir. Sanığın, iddia makamı tanıklarının söylediklerini anlayabilmesi ve temsil ediliyorsa, savunma avukatına olayları kendi anlatımıyla aktarabilmesi, katılmadığı ifadeleri belirtmesi ve mahkemenin savunma için ortaya konulması gerekli olguların farkında olmasını sağlayabilmesi gerekir (bkz. Stanford – İngiltere, 23 Şubat 1994 kararı). Bu davada başvuran, 30 Eylül 1995 tarihinde yakalanmış ve akabinde tek cezası ölüm olan bir suçla itham edilmiştir. Küçük yaşına rağmen, söz konusu tarihte uygulanabilir mevzuat, başvuranın yargılamasını bir çocuk mahkemesinde yaptırmasını ve Devlet tarafından kendisine bir avukat verilmesini engellemiştir. 18 Nisan 1996 tarihinde kadar, yani yakalandıktan yaklaşık altı buçuk ay sonrasına kadar bir avukat tarafından temsil edilmemiştir. Bir avukat tarafından temsil edilmediği bu süre içinde, polis, savcı ve hâkim tarafından sorgulanmış, itham edilmiş ve ardından mahkeme tarafından sorgulanmıştır (18 yaşından küçük bir şahsın gözaltında yasal temsilcinin bulunmamasıyla ilgili olarak bkz. Salduz – Türkiye [BD], no. 36391/02, 27 Kasım 2008). İlk yargılamada 14, ikincisinde ise 16 duruşma yapılmıştır. Başvuran, bu duruşmaların en az 14’üne katılmamıştır. Bunun sebebinin sağlık sorunları olduğunu belirtmiştir. Tıbbi kanıtlarlarla desteklenen bu iddiaya Hükümet itiraz etmemiştir. Ayrıca, yukarıda anlatıldığı üzere, mahkeme başvuranın duruşmalarda bulunmamasına dair herhangi bir endişe beslememiş ve katılımını sağlamaya yönelik hiçbir adım atmamıştır. Bu şartlarda, AİHM, başvuranın etkili bir şekilde yargılamaya katıldığı kanısında değildir. Ayrıca, aşağıda izah edildiği üzere AİHM, başvuranın kendi yargılamasına katılamamasının, 18 Nisan 1996’dan itibaren bir avukat tarafından temsil edilmesiyle telafi edildiği kanısında da değildir (bkz. a contrario, Stanford). AİHM, başvurana yönelik cezai yargılamayı bütünüyle dikkate almıştır. Özellikle yargılamanın büyük bir bölümündeki, deyimi yerindeyse, de facto avukat yardımı eksikliği dâhil olmak üzere, yukarıda vurgulanan eksikliklerin, başvuranın yargılamasına etkili olarak katılamamasının sonuçlarını daha da kötüleştirdiği ve kendisinin etkili iç hukuk yollarına başvurma hakkını ihlal ettiği kanısındadır. Dolayısıyla, 6. maddenin 3. paragrafının (c) bendi ile birlikte ele alındığında, AİHS’nin 6/1 maddesi ihlal edilmiştir. Selçuk- Türkiye kararı AİHM 4. Daire, (Başvuru No: 21768/02; Karar Tarihi: 10 Ocak 2006) (Başvuran 1985 doğumludur ve gözaltına alındığı 27 Aralık 2001 tarihinde 16 yaşındadır.) “Başvuran, tutuklu yargılanmasının, AİHS’nin “makul süre” gereğini aşmış olduğu hususunda şikâyette bulunmuştur: AİHM, bakılan bir davada, yargılanmasına devam edilen suçlunun gözaltında tutulmasının, makul süreyi aşmamış olduğunu garanti etmenin öncelikle yerel adli makamların yükümlülüğünde olduğunu yineler. Bu amaçla, masumiyet karinesi ilkesini göz önünde bulundurarak, kişisel özgürlüğe saygı 105 İNSAN HAKLARI VE HUKUK Bu davada, başvuranı temsil eden avukat, adli yardım kapsamında atanmamıştır. Ancak, AİHM, başvuranın küçük yaşı, itham edildiği suçların ciddiyeti, polis ve bir iddia makamı tanığı tarafından başvuran aleyhinde ortaya atılan çelişkili iddialar, avukatının kendisini gerektiği gibi temsil edememesi ve duruşmalara katılmamasının, mahkemeyi, başvuranın, acilen yeterli avukatı yardımına ihtiyacı olduğunu düşünmeye sevk etmiş olması gerektiği kanısındadır. Aslında, “adalet çıkarları gerektirdiğinde”, bir sanığın, mahkeme tarafından mahkemenin kendi girişimiyle atanacak bir avukatının olması hakkı bulunmaktadır (bkz. Vaudelle – Fransa, no. 35683/97, AİHM 2001–1). diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 kuralını terk etmeyi haklı çıkaran gerçek bir kamu yararı gereğinin mevcut olduğunu veya olmadığını ortaya koyan tüm olayları incelemeli ve bunları, serbest bırakılma başvurularında verdikleri kararlarda göz önüne sermelidirler. Yakalanan kişinin suçu işlediğine dair makul şüphenin devamı, devam etmekte olan gözaltının geçerliliği için mutlaka aranılan bir şarttır (sine qua non) ancak, belli bir süre sonra, artık yeterli olmaz. Bu durumda AİHM, adli makamlarca öne sürülen gerekçelerin, özgürlükten mahrum bırakmayı haklı çıkarmaya devam edip etmediğini tespit etmelidir (bkz.,6 Ilijkov/Bulgaristan, no. 33977/96, § 77, 26 Temmuz 2001, ve Labita/İtalya [BD], no.26772/95, §§ 152-153, ECHR 2000-IV). İNSAN HAKLARI VE HUKUK 106 AİHM, söz konusu davada, göz önünde bulundurulması gereken sürenin, 27 Aralık 2001 tarihinde başladığını ve söz konusu tarihte henüz reşit olmayan başvuranın tutuksuz yargılanmaya başlandığı 1 Mayıs 2002 tarihinde bittiğini belirtmiştir. Sonuç olarak dört aydan fazla devam etmiştir. Bu süre boyunca Karşıyaka Ağır Ceza Mahkemesi, başvuranın gözaltında tutulmasını, “suçun niteliğini, delillerin durumunu ve gözaltı süresinin uzunluğunu göz önüne alarak” gibi benzer kalıplaşmış terimler kullanarak uzatmıştır. Hükümet’in görüşlerinde, tutuklu yargılama süresinin uzatılmasıyla yerel makamların, başvuranın kaçma veya benzer bir suç işleme riskini engellemeyi amaçladıkları belirtilmektedir. Hükümet ayrıca, başvuranın gözaltında tutulmasının uzamasının kamu yararına olduğunu ileri sürmüştür. AİHM bu noktada, kaçma riskinin yanı sıra, Hükümetçe öne sürülen diğer iddiaların, yerel mahkemelerin kararlarında kullanılmamış olduğunu hatırlatır. AİHM öncelikle, kaçma tehlikesinin, yalnızca riske atılan hükümlünün gücüne dayanarak değerlendirilemeyeceğini, fakat ilgili bir grup diğer ek unsurlara değinilerek değerlendirilmesi gerektiğini; söz konusu unsurların, bu tür bir suçun mevcudiyetini doğrulayabileceğini veya tutuklu yargılamayı haklı çıkaramayacak kadar zayıf kalacağını yineler (bkz. Muller/Fransa, 17 Mart 1997 tarihli karar, Raporlar 1997 II, § 43; Letellier/Fransa, 26 Haziran 1991 tarihli karar, A Serisi no. 207, § 43). Ağır ceza beklentisi ve delilin ispat kuvveti, durumla ilgili olsa da kesin değildir ve garanti temin etme olasılığının, doğabilecek bir riski ortadan kaldırmak için kullanılmak durumunda kalınmış olması mümkündür (bkz. Baginski/Polonya, no. 37444/97, § 72, 11 Ekim 2005). Bu bağlamda AİHM ayrıca, söz konusu davada başvuranın avukatı, yerel mahkemeye garanti vermeyi teklif etmiş olduğu halde, dava dosyasından söz konusu teklifin, ulusal mahkemelerce değerlendirmeye alınmadığının anlaşıldığını gözlemlemektedir. Bu nedenle yerel mahkemeler, başvuranın kaçma riskinin mevcudiyetini gösteren fiili gerçek durumları dile getirmemişlerdir. Bununla birlikte yetkili makamlar, önceden verilmiş ve başvuranın serbest bırakılması halinde yeni bir suç işlemesine ilişkin makul bir endişeye mahal verebilecek hiçbir mahkûmiyet kararına değinmemişlerdir (bkz. Toth/Avusturya, 12 Aralık 1991 tarihli karar, A Serisi no. 224, § 70). Kamuya yöneltilen tehlike hususunda söz konusu iddia, dava koşulları altında tek başına ikna edici bir nitelik taşımamaktadır (bkz. Romanov/Rusya, no. 63993/00, § 94, 20 Ekim 2005). AİHM ayrıca, genelde “delil durumu” deyimi, ciddi suç göstergelerinin mevcudiyeti ve devamlılığı hususunda ilgili bir etken olma ihtimali olsa da, söz konusu davada tek başına, başvuranın şikâyette bulunmuş olduğu gözaltının uzunluğunu haklı çıkaramaz (bkz. Letellier, Tomasi/Fransa, 27 Ağustos 1992 tarihli karar, A Serisi, no. 241-A, Mansur/Türkiye, 8 Haziran 1995 tarihli karar, A Serisi no. 319-B, § 55). Yukarıda kaydedilenler ve özellikle, başvuranın söz konusu tarihte henüz reşit olmadığı gerçeği ışığında AİHM, yetkili makamların, başvuranın dört aydan fazla gözaltında tutulması için bir gerekçe göstermedikleri sonucuna varmıştır. Dolayısıyla, AİHS’nin 5 § 3. maddesi ihlal edilmiştir.” KOŞTİ ve Diğerleri-Türkiye Kararı AİHM 2. Daire (Başvuru No:74321/01) Karar Tarihi: 3 Mayıs 2007 “Mahkeme, dava dosyasından Devlet Güvenlik Mahkemesinin başvuranların tutukluluk halini her duruşma sonunda, kendi isteğiyle veya başvuranların talebi üzerine değerlendirmiş olduğunu gözlemlemektedir. DGM, tutukluluğu her defasında “suçun niteliği, delillerin durumu ve dava dosyası içeriği” gibi değişmeyen, basmakalıp ifadelerle uzatmıştır. “Delillerin durumu” ifadesi genel olarak suçun ciddi belirtilerinin varlığına ve sürdüğüne ilişkin bir etken olabilirken, somut davada iki yıl üç ay süren koruyucu tutukluluk dönemini, özellikle başvuranların yaşlarının küçük olması itibariyle tek başına haklı çıkaramamaktadır. (bkz. özellikle Selçuk – Türkiye, no. 21768/02, Letellier – Fransa, A Serisi no. 207, Tomassi – Fransa, A Serisi no. 241-A, Mansur – Türkiye, A Serisi no. 319-B). Sonuç olarak AİHS’nin 5 § 3. maddesi ihlal edilmiştir.” 107 İNSAN HAKLARI VE HUKUK Son olarak AİHM, başvuranın avukatının devamlı olarak, yetkili makamların dikkatini, başvuranın henüz reşit olmadığı gerçeğine çekmiş ve Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 37. (b) maddesine dayanarak Mahkeme’den, başvuranın serbest bırakılmasını talep etmiştir (bkz. Paragraf 16). Dava dosyasından, yerel makamların, başvuranın gözaltında tutulmasının devamına karar verirken yaşını göz önüne almadıkları anlaşılmaktadır. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 NART- Türkiye Kararı AİHM 2. Daire (Başvuru No:20817/04; Karar Tarihi: 6 mayıs 2008 (Başvuran, 1986 doğumludur. Olay tarihi olan 28 Kasım 2003 tarihinde 17 yaşındadır.) “Başvuran tutuklu olarak yargılanma süresinin makul süre kuralını aştığından şikâyetçi olmuştur. Ayrıca tutuklu olarak yargılanmasının kanuni geçerliliğine itiraz edecek etkili iç hukuk yolu bulunmadığını ileri sürmüştür.” Hükümet bu argümanlara itiraz etmiştir. İNSAN HAKLARI VE HUKUK 108 Hükümet başvuranın tutuklu olarak yargılanması için geçerli nedenler bulunduğunu belirtmiştir. Öncelikle başvuranın benzer suçlardan mahkûmiyetleri bulunduğunu belirtmiş ve ilgili mahkeme kararlarını sunmuştur. İkinci olarak, başvuranın silahlı soygunla suçlanması nedeniyle on beş yıl hapis cezası almakla karşı karşıya kaldığını ifade etmiştir. Bu noktada, aşağı haddi 3 yılı aşmayan hürriyeti bağlayıcı cezayı müstelzim fiillerden dolayı, küçükler hakkında tutuklama kararı verilemeyeceğini öngören Çocuk Mahkemelerinin Kuruluşu, Görev ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 19. maddesine atıfta bulunmuştur. AİHM, AİHS’nin 5/3 maddesinin tutukluluk için azami bir süre sınırı öngörmediğini hatırlatır. Tutukluluk süresinin makul olup olmadığı soyut olarak (in abstracto) değerlendirilemez. Bir sanığın tutuklu bulundurulmaya devam edilmesinin makul olup olmadığı her davanın özel verileri göz önünde bulundurularak değerlendirilmelidir. Tutukluluğun devam etmesi, masumiyet karinesinin kişisel hürriyete saygı ilkesinden ağır gelmesine rağmen ancak kamu yararı için gerçekten zorunlu bulunduğuna ilişkin belirli göstergeler bulunuyorsa haklıdır. Böyle bir zorunluluğun var olduğu veya olmadığı yönündeki koşulları incelemek ve bunları serbest bırakılma talebiyle ilgili kararlarında belirtmek öncelikle ulusal yargı makamlarına düşmektedir. İşte, bu kararlarda belirtilen nedenler ve başvuranın itirazlarında ifade ettiği ihtilafsız gerçeklere dayanarak, AİHM’den, 5/3 maddenin ihlal edilip edilmediğine karar vermesi istenmiştir (bkz. Klamecki – Polonya, 25415/94; W. – İsviçre; Contrada - İtalya). Mevcut davada, AİHM, göz önünde bulundurulacak sürenin, 28 Kasım 2003 tarihinde başvuranın gözaltına alınmasıyla başladığını ve 16 Ocak 2004 tarihinde İzmir Çocuk Mahkemesinde görülen ilk duruşmada serbest bırakılmasıyla sona erdiğini kaydeder. Dolayısıyla süreç kırk sekiz günü kapsamaktadır. AİHM bu davayı incelerken, ilgili iç hukuk kısmında atıfta bulunulan önemli uluslararası anlaşma ve kuralların varlığını göz önünde bulundurur ve çocukların yargılama öncesi tutulu bulundurulmalarının, tutukluluğun kesinlikle gerekli olduğu hallerde, ancak son çare tedbiri olarak kullanılması, olabildiğince kısa olması ve çocukların yetişkinlerden ayrı tutulması gerektiğini hatırlatır. AİHM, başvuranın tutuklu olarak yargılanmasına itiraz ettiğinde, İzmir Ağır Ceza Mahkemesinin, bu itirazı, dava dosyasının içeriği, suçun niteliği ve delil durumuna dayanarak reddettiğini gözlemler. Genel olarak “delil durumu” ifadesi, suçluluk durumunun ciddi bir belirtisi ve bu belirtinin devamlılığı için ilintili bir etmen olabilmesine karşın, mevcut davada başvuranın şikâyetçi olduğu tutuklu bulundurulma süresinin uzunluğunu yalnız başına haklı çıkaramaz (bkz. Selçuk – Türkiye, 21768/02). Yukarıda belirtilenler ışığında, özellikle de başvuranın o tarihlerde 18 yaş altında olmasıyla ilişkili olarak, AİHM, başvuranın tutukluluk süresinin AİHS’nin 5/3 maddesine aykırı olduğu kanısına varır. Dolayısıyla bu madde ihlal edilmiştir. Hükümet, iç hukukun başvuranın tutuklu olarak yargılanmasının kanuni geçerliliğine itiraz edilebilecek etkili başvuru yolları sağladığını savunmuştur. Başvuran tutuklu olarak yargılanmasına yaptığı itirazın, bunu kalıplaşmış ifadelerle reddeden ulusal mahkemeler tarafından ciddi biçimde değerlendirilmediğini ileri sürmüştür. AİHM, mevcut başvuruya benzer meseleleri ele alan birçok davada Hükümet’in yukarıda anılan savlarını reddettiğini kaydeder. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 298. maddesinin etkili bir çare olarak değerlendirilemeyeceği ve AİHS’nin 5/4. maddesinin ihlal edildiği sonucuna varmıştır (bkz., mutatis mutandis, Koşti ve Diğerleri – Türkiye, 74321/01; Öcalan – Türkiye [BD], 46221/99). AİHM bu davada, daha önceki davalarda vardığı sonuçlardan sapmasını gerektirecek özel koşullar tespit edememiştir. Sonuç olarak, AİHM, AİHS’nin 5/4 maddesinin ihlal edildiğine karar verir.” 109 İNSAN HAKLARI VE HUKUK Ayrıca, başvuranın avukatının, başvuranın 18 yaşından küçük olduğunu yetkili makamların dikkatine sunmasına karşın, yetkili makamların tutukluluğa karar verirken başvuranın yaşını hiç göz önünde bulundurmadıklarının anlaşıldığı kaydedilmiştir. Ayrıca dava dosyası, başvuranın tutuklu iken yetişkinlerle beraber bir cezaevinde tutulduğunu ortaya koymaktadır. 66 Rakamlarla insan hakları... 6 RAKAMLARLA İNSAN HAKLARI Bu bölümde, insan haklarını bazı rakamlar etrafında ele alacağız. Amacımız, sadece okuyucunun bilinçlenmesi (!) elbette. Her sayıda bir ya da birkaç rakamı masaya (siz bunu dergi sayfaları diye okuyun) yatırıp, o rakam(lar)ın insan hakları ve insan hakları savunucuları açısından, dolayısıyla insanlık bakımından anlam ve önemi üzerinde duracağız. Neşteri vurduğumuz rakam, bazen bir uluslararası belgenin, Anayasa’nın ya da bir yasanın bir maddesi olacak, bazen belki bir veri... Şimdi buyurun ilk şanslı sayımıza... 66:? İlk sayımızda ele alacağımız rakam, 66 (yazıyla altmışaltı). Sakın yanlış anlamayın; size bir iskambil oyunundan söz etmeyeceğiz. Tabii sizi “altmışaltıya bağlamak” gibi bir düşüncemiz de yok. Şimdi “Altmışaltıya bağlamak da ne demek?” diye sorduğunuzu duyar gibiyiz. Aslında siz, altmışaltıya bağlamanın ne demek olduğunu biliyor olmalısınız. Ne de olsa yıllardır birileri tarafından sürekli altmışaltıya bağlanıyorsunuz. Hâlâ açık değil mi? Neyse, sabrınızı bir de biz zorlamayalım. Efendim, altmışaltıya bağlamak, aynen şu demek: “Geçici bir çözümle durumu kurtarmış görünmek.” Artık şimdi, büyüklerimiz tarafından kaç kez altmış altıya bağlandığınızı saymaya başlayabilirsiniz. Gelelim bizim 66’ya. Bizim üzerinde durmak istediğimiz 66, başka bir 66 ve inanın ömür boyu yararını göreceğiniz bir 66. 66 = TÜRK. Evet, yanlış okumadınız. Bizim bu 66 sayesinde Türk’ün ne olduğunu, kim olduğunu öğrenip anlayacaksınız. Önce soralım: Türk kimdir? El cevap: “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes.” Kim diyor bunu? Anayasa, madde 66. Gördüğünüz gibi, bu 66 çok önemli. Kendinizi kaybetmemeniz, dost ve düşmanlarınızı iyi tanıyabilmeniz için bu 66’yı iyi bilmeniz lazım. Malum, Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur! Özellikle ana-babası ya da bunlardan birisi Türk olan arkadaşlar için daha önemli bir konu ise şu: Öyle babanız ya da ananız Türk olduğu için siz de kendinizi otomatikman Türk olarak kabul ve ilan etmeye kalkmayın. Çünkü bu 66’nın ikinci cümlesi “Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türk’tür” idi ve devlet büyüklerimiz, bu garip, bilim 111 diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 dışı cümleyi neyse ki, 2001’de kaldırdılar da bu saçmalıktan kurtulduk. İyi de yaptılar. Öyle tuhaf şey olur mu? Neymiş, Türk babanın veya Türk ananın çocuğu da Türk’müş. Türklük bu kadar ayağa mı düştü? Artık bundan sonra, Türk babalar ve Türk analar da boşa heveslenmesinler; çocuklarının “Türk” olması garantisi yok! Yani anlayacağınız, 2001’den bu yana, Türk olabilmenin doğumla, soyla herhangi bir ilişkisi kalmamıştır. Tabii küçük bir problem var geriye kalan: Vatandaşımız olmayan ama kendisini hâlâ Türk zannedenleri ne yapacağız? Aldığımız duyumlara göre bu konuda da bir uyum paketi hazırlanıyormuş. Ah, şu AB yok mu? Başımıza daha neler getirecek! Reform diye diye ne hale düşürdü bizi! Evet, gördüğünüz gibi, bu 66 da, bizi altmışaltıya bağlama teşebbüslerinden biri Böylece, bir etnik kimlik, birden fazla etnik grubun bir arada yaşadığı bir coğrafyada, bir üst kimlik olarak tanımlanıp dayatılıyor, olan da gariban etnik Türklere oluyor, etnik aidiyetleri, kimlikleri namına ortada bir şey bırakılmıyor. Çünkü sadece onlar değil, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Kürt, Arap, Çerkez, Laz herkes Türk. RAKAMLARLA İNSAN HAKLARI 112 İnsan Hakları Açısından 66. Madde (*) Her şeyden önce bu düzenleme, insan hakları açısından kabul edilmesi mümkün olmayan bir düzenlemedir. Çünkü birey, kişi, yurttaşlık, çoğulcu demokrasi, etnik ve dilsel, kültürel farklılıkların korunması ve geliştirilmesi hakkı, eşitlik ve denklik, kadın – erkek eşitliği, ayrımcılık yasağı, kimlik hakları gibi pek çok hak ve özgürlük standardına aykırılık içermektedir. Anayasa’nın 66. maddesinin incelenmesinden, Anayasa koyucunun “Türk kimdir?” sorusunu sorduğu anlaşılıyor. O nedenle, madde başlığı “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı” değil, “Türk Vatandaşlığı”dır. Yani maddede Türk tanımlanmaktadır. Buna göre Türk, Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olandır. Devlet de Türk devletidir. Bu durum, vatandaşlığın hukuksal bağ olarak algılanmadığını, vatandaşlığın etnik kökene göre belirlendiğini göstermektedir. Oysa sorun vatandaşlık sorunu olarak kavransa ve algılansa, maddenin başlığının ve içeriğinin, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Vatandaşlığı veya yalnızca Vatandaşlık şeklinde düzenlenmesi gerekirdi. Böyle bir bakış açısı ise doğal olarak, Türk’ün kim olduğu ya da kime Türk dendiğini sormaz, kim Türkiye Cumhuriyeti devletinin vatandaşıdır, kime Türkiye Cumhuriyeti devletinin vatandaşı denir, sorusunu sorardı. Yürürlükteki anayasal düzenleme, etnik kökene dayalı bir düzenlemedir. Ve diğer yasalarda devlete yüklenen görev ve çalışmalarla birleştirildiğinde, farklı dil, din, kültüre sahip Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının bu özelliklerini korumaları ve geliştirmeleri doğrultusunda hiçbir yasada devleti ödev yükleyen normatif 66 düzenlemeye rastlanmadığı gibi, farklılıkların yasaklandığı, farklılıkların ifade edilmesinin de yaptırım altında olduğu görülmektedir. Devleti ancak Türk’ün dili, kültürü, müziği, sineması, folkloru, edebiyatı ve benzeri alanlar için özel hukuksal düzenlemelere ve kurumsallaşmalara gitmiştir. Bu doğaldır. Doğal olmayan, farklı dil ve kültürlerin varlığının yok sayılması, hatta yok sayılma ile de yetinilmeyip, yasaklama rejimine tâbi tutulmasıdır. RAKAMLARLA İNSAN HAKLARI Çoğulculuk ilkesi, farklı dilsel, dinsel, etnik kimliklerin varlığının, farklı düşüncelerin ifade edilmesi özgürlüğünün bulunduğunun kabulü anlamına gelir. Hatta yalnızca kabul de yetmez, devletin temel amaç ve görevlerinin de buna göre belirlenmesi gerekir. Belirtilen durum, anayasal vatandaşlığın kapsamını da tayin eder. Anayasal vatandaşlıkta, devletin milli niteliği kaybolmaz. Milli nitelik, tek bir etnik kökene, topluluğa dayanmak olarak algılanamaz. Anayasal vatandaşlıkta ve yukarıda tartışılan vatandaşlık anlayışında, millilik, çeşitli etnik kökenden gelen Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarına (yurttaşlığa) dayalı olmak demektir. Anayasal vatandaşlık anlayışının benimsenmesi, devlete bugüne değin ihmal ettiği bir alanda yeni amaç ve görevler yüklemeyi gerektirir. Örneğin, etnik ve kültürel çoğulculuk alanında, “devlet Türkiye’nin çoğulcu etnik yapısını ve kültür çeşitliliğini, ülke 113 bütünlüğü içinde korumak ve geliştirmek için gerekli tüm koşulları hazırlar ve uygun önlemleri alır” şeklinde bir düzenleme yapılması gerekir. Böyle bir düzenlemenin ve devletin görev üstlenmesinin nedeni, Türkiye’nin çoğulcu etnik ve kültürel yapısıdır. Örneğin, Türkiye’de 1927–1965 yıllarında yapılan nüfus sayımlarında, konuşulan dil (anadil) istatistikleri yayımlanmıştır. Sonraki yılların istatistiklerinin hâlâ yayımlanmamış olması, büyük bir eksiklik olmakla birlikte, Türkiye’de Türkçe, Kürtçe, Abhazca, Arapça, Arnavutça, Çerkezce, Ermenice, Gürcüce, Kıptice, Lazca, Pomakça, Rumca, Süryanice, Tatarca, İbranice, Zazaca dilleri konuşulmaktadır. Bu ve şu anda sayamadığımız diğer dillerin korunması ve geliştirilmesi için devletçe bir çalışmanın gösterilmesi gerekirken, hâlâ farklı dilleri yasaklayan, cezalandıran hükümlerden kurtulabilmiş değiliz. Sonuç olarak, Anayasa’nın, belirli bir ideolojiyi, fikri, dini ve etnik aidiyeti dayatan değil, yurttaşlarının tamamını eşit ve denk olarak gören bir anlayışla ele alınması gerekir. Mevcut düzenlemelerdeki etnik vurgular çıkarılmalı, vatandaşlık haklarıyla ilgili düzenlemelerde Türkiye Cumhuriyeti Devleti ya da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları denmeli, farklı dil, din ve kültürleri yasaklayan ve aykırı davranışlar için yaptırım öngören hükümler ayıklanmalıdır. Türkiye’de anayasal vatandaşlık anlayışı hâkim olmalı ve ulusun vatandaşların tamamından oluştuğu gerçeğine uygun düzenlemeler yapılmalıdır. (*) Bu bölüm, İnsan Hakları Derneği, Kopenhag Siyasi Kriterleri ve Türkiye (Mevzuat Taraması). İnsan Hakları Derneği Yayınları, Ankara, 2000. s. 31–34’den özetlenerek hazırlanmıştır. Alternatif Kahramanlık Öyküleri... RE KA RŞI BİR Dİ RE AĞI E NAZ İL Ş Nİ KIZIL ORKESTRA Tanıl Bora “… AŞAĞILAYAN BAKIŞLARINIZLA CEZALANDIRIN…” Nasyonal-sosyalist (Nazi) Almanya’nın korkunç gizli polis örgütü Gestapo, 1942 sonbaharında giriştiği kapsamlı operasyon sonucunda, bir “casus ve hain şebekesini” açığa çıkardı. Sovyetler Birliği’ne casusluk yapan komünist bir yer altı teşkilatı olarak “deşifre” edilen bu yapıya, evinde telsiz cihazı bulunan bir piyanistten ötürü, Kızıl Orkestra adı verildi. Savaşın ortasında, bütün muhalefet tasfiye edilmişken, totaliter rejim propaganda ve baskı aygıtıyla kimseye göz açtırmazken, küçümsenmeyecek yaygınlıktaki böyle bir “şebeke”nin varlığının öğrenilmesi, Hitler’i çok öfkelendirmişti. Kızıl Orkestra’nın elli kadar mensubu derhal idam edildi. Kızıl Orkestra, Nazilerin yenilgisinden sonra da öyle bilindi: Komünistlerin yönetiminde, Sovyetler Birliği’ne hizmet eden bir casus şebekesi. Bu takdim, Soğuk Savaş’ın antikomünist ortamında, Kızıl Orkestra’nın itibarsızlaştırılmasını, unutturulmasını beraberinde getirdi. “Komünistlik” yaftası, “vatan hainliği” imasının zehrine de bulanıyor, böylece bu anti-Nazi direnişçiler neredeyse ayıplanıyordu. Almanya toplumunun büyük çoğunluğunun, “sıradan insanların” Nazi rejiminin zulmüne, Yahudi soykırımına ses çıkarmamış, dahası itaat etmiş ya da en azından bilmezden gelmiş olmasıyla yüzleşmeyi engelleyen bir tepkiydi bu. Bu cesur insan topluluğunu “casus” diye itibarsızlaştırmak ve yok saymak, “kimse bir şey yapamadı, zaten yapamazdı” bahanesini güçlendiriyordu. Oysa Kızıl Orkestracılar, casusluktan fazlasını yapmışlardı. Aralarında komünistler de vardı ama son on yılda ortaya çıkan yeni bilgiler ortaya koyuyor ki, çok sayıda başkaları da vardı: Solcular, demokratlar, liberaller, Hıristiyan muhafazakârlar ve belirli bir politik kimliği olmayan insanlar… Meslek sahibi seçkinler, entelektüeller, sanatçılar da vardı, küçük memurlar, işçiler de. Onları bir araya getiren tek saik, Nazilere karşı “bir şeyler yapmak”tı. Elden ne gelirse, ne yapabilirlerse - bir şeyler yapmak. Şayet bir programdan söz edilebilirse, Kızıl Orkestra’nın yazılı olmayan programı, insan onuru ve vicdanıydı. 1930’ların ortalarında bir arkadaş çemberinde oluşan ilişki ağı, merkezsiz bile denilemeyecek kadar dağınık bir şekilde yayıldı. Birkaçı dışında illegal örgütlenme tecrübesi olmayan bu insanlar, el yordamıyla, herkesin sadece işbirliği yaptığı arkadaşlarını tanıdığı, ötesini ise merak etmediği ilişkiler kurdular. 115 diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 Bu ilişki ağı, Yahudileri, komünistleri, takibat altında olan başkalarını sakladı. İstihbarat toplayıp Nazilere karşı savaşan devletlere aktardı. Anti-Nazi manevî direnci canlı tutacak ufak tefek bir şeyler yapmaya çalıştı. Evet, “ne olursa olsun, bir şeyler yapmak”tı dert. Kızıl Orkestra’nın en çok bilinen şahsiyetleri, Arvid Harnack ve Harro SchulzeBoysen’dir. Arvid Harnack, Markist bir iktisatçıydı. Uzun süre yurtdışında bulunduğu ve bilimsel faaliyetlerle uğraştığı için politik kimliği saklı kalmıştı. Ekonomi Bakanlığına girdi, 1937’de ‘mahsus’ Nazi Partisi’ne üye oldu ve epey yükseldi. 1942’ye kadar Sovyetler Birliği’ne ve Batılı müttefiklerine, Almanya’nın cephe gerisine ilişkin istihbarat raporları yolladı. Harro Schulze-Boysen ise, muhafazakâr aristokratik bir aileden geliyordu ve gençliğinde Nazi hareketine katılmıştı. Ancak Nazilerin iktidara geldikten sonra yaptıkları, onu tereddütlere sevk etti, giderek Nazizmden koptu. Alman Hava Kuvvetleri karargâhında görev alan Schulze-Boysen, Nazi karşıtı müttefik cepheye düzenli askerî bilgiler aktaracaktı. KAHRAMANLIK ÖYKÜLERİ 116 Yaptıklarının “casusluktan” ibaret olmadığını söyledik. Etkisi belki mütevazı, ancak insanlık onuru ve vicdanı adına yüksek değer taşıyan işler de yaptılar Kızıl Orkestracılar. 1942 Ocak’ındaki bildiri eylemi, önemli bir örnektir. Altı sayfalık bildirinin başlığı “Almanya’nın geleceğine dair kaygılar gitgide Alman halkını sarıyor” idi. Almanya’nın savaşı kaybetmekte olduğu söyleniyor, Nazi rejiminin korkunç işkenceleri, cinayetleri, insanlık dışı tedhişi hatırlatılıyor ve insanlar boyun eğmemeye çağrılıyordu. Bildiride söylenenler, Kızıl Orkestracıların hareket saiklerini de özetler: “Alman halkı biliyor ki, gün gelecek; tarih önünde, dünya önünde ve bizzat kendine karşı bu olanların sorumluluğuyla yüzleşmek zorunda kalacaktır... Varsın, hakikati arayacak takatten yoksun olanlar hiçbir şey yapmadan dursun... Savaşı uzatan her gün, tarifi imkânsız yeni acılar ve kurbanlara yol açmaktan başka bir sonuç doğurmuyor.” “Halkın çöküşe varmadan kurtulmasının tek ön koşulu, itaati ve istenen yükümlülükleri yerine getirmeyi reddetmektir… Herkes, bugünkü devlet ondan her ne istiyorsa aksini yapmanın derdine düşmelidir… Sokak köşelerinde yine kuyruk beklemek zorunda kaldığınızda, giderek daha yüksek sesle protesto edin. Her şeye rıza göstermeyi bırakın, kendinize emrettirmeyin. Kendinizi daha fazla ezdirmeyin. Nazi üniformalıları, aşağılayan bakışlarınızla cezalandırın! Halkın canilerden ve gammazlardan ruhunun ta derininde tiksindiğini hissetmelerini sağlayın onların! Kış yardımı adı altına para toplama kampanyası denen saçmalığa katılmayı artık bırakın! İktidardaki rejime yapılacak her kuruş yardım, savaşı uzatacak ve sefaletimizi derinleştirecektir! Düşüncelerimizin ve duygularımızın uyuşturulmasına son verelim artık.” “Bildiri eylemi” deyip geçmeyin; Nazi rejimi altında, olağanüstü zor bir işti bu. Dikkat çekmemek için Berlin’de bir dişçinin muayenehanesinde toplanıyorlardı. Üç kişiydiler: Dişçi, bir müzisyen ve sekreterlik yapan bir kadın. Kâğıt hem zaten kıttı hem de toplu alımlar kuşku uyandıracağından, ihtiyaç duyulan kâğıtlar, değişik yerlerden az miktarlarda toplanarak bir araya getirildi. Başka bir şehirden teksir makinesi temin ettiler. Telefon rehberlerinden ve başka kaynaklardan rastgele çıkarılan binlerce adrese, yine değişik postanelerden, teker teker postaladılar bildiriyi. Mektubun ulaştığı adresler arasında “sıradan insanlar” yanında, üst düzey Naziler de vardı. Bildiri elbette infiale yol açtı, Gestapo (gizli devlet polisi) aylarca iz sürdü. “Etkisine” bakıldığında mütevazı denemeyecek bir başka eylemden söz edelim: Ortaokul ve lise öğrencileri iki kız kardeş, Cato ve Mietje van Bek’in yaptıkları. Okula giderken banliyö trenine bindikleri istasyondan, düzenli olarak mahkûm ve savaş esirlerini taşıyan trenlerin geçtiğini fark edince, “bir şeyler yapmaya” karar verdiler. Üç arkadaşlarıyla beraber, tutuklu ve esirlerin boşaltılıp nakledildiği istasyonları keşfettiler. Kalabalığın arasından götürülüyorlar, insanlar bu geçenlere yokmuş gibi davranıyordu, zaten “yabancılar ve suçlular”la her türlü temas, bizzat tutuklanma nedeniydi. Sonraki günlerde küçük kızlar, trene yetişmek üzere koşar gibi yaparak veya orada eğleşiyor pozu takınarak tutukluların ellerine, ceplerine bir şeyler sıkıştırmaya çalıştılar: Bir dış fırçası, bir elma. Verecek hiçbir şey yoksa, cesaret dileyen, moral veren sözcükler karalanmış bir kartpostal. Veya bir çiçek… “Manevî destek vermek, KAHRAMANLIK ÖYKÜLERİ 117 diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 insan sıcaklığı sunmak” diye açıklayacaklardı sonraları, yapmak istedikleri şeyi. Mektupla bildiri eyleminin faillerinden biri, müzisyen Helmut Roloff’tu. Tutuklandı ancak tutarlı ifadeleri ve biraz da talihinin yardımıyla, idam edilmeden kurtuldu. Oğlu Stefan Roloff, savaştan sonra evlerinde Nazilerden ve “bu işlerden” hiç konuşulmadığını hatırlıyor. Hatta babasının son derece dakik ve disiplinli yaşantısına ve “Alman” soğukluğuna baktığında, onu da Nazilere yıllarca itaat ederek utanca ortak olan “tipik Alman”lardan biri olarak görüyordu. Babasının, vicdanının sesini dinleyerek bu zillete karşı “bir şeyler yapmak” için fedakârlıkları göze almış birisi olduğunu, çok sonraları öğrendi ve kendini Kızıl Orkestra’nın bilinmeyen yönlerini aydınlatmaya adadı. 2002’de yayımlanan kitabında, babasının ve onun tanıdığı ve tanımadığı arkadaşlarının yaptıklarını, “medenî cesaret ve insan haklarından yana tavrın” timsali olarak tanımlıyor. KAHRAMANLIK ÖYKÜLERİ 118 Evet, Nazi hava kuvvetleri karargâhında “casusluk” yapan üsteğmen Schulze-Boysen de bütün hayatı müzik olan kendi halinde bir adamken insanlık dışı bir rejime karşı bir bildiri eylemine girerek (ayrıca evinde telsiz cihazı saklayarak) canını tehlikeye atan piyanist Helmut Roloff da, yürekleri pır pır ederek, istasyonun karşı tarafındaki dik dik bakan şu siyah şapkalı adam, acaba Gestapo’dan mıdır, diye ödleri koparak, toplama kampına sevk edilen bir tutsağın eline bir kartpostal, bir dal çiçek tutuşturmak, “insan sıcaklığı sunmak” için fırsat kollayan o kız çocukları da insanlık onurunun ve vicdanının timsalidirler. Mercek... diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 KALABALIKLARIN YÜRÜYÜŞÜ Cihan Aktaş Kalabalıkların, kitlelerin hareketleri beni her zaman etkilemiştir; elbette baskıya, zulme, haksızlığa karşı bir duyarlığın ifadesi olduklarında. Kitlelerin ayağa kalktığı her konu, insanların kardeşliği açısından bir açılım ifadesidir kanımca. İnsanların kardeşliğini duyurtan her bir araya gelme çabası, İslam kardeşliğini de içeren bir mümkünler alanının ifadesi olmaktadır. Bu nedenledir ki Ali Şeriati, Paris’te Afrikalı öğrencilerle birlikte Belçika Kongosu’nun ilk Başbakanı, Afrikalı lider Partice Lumumba’nın öldürülmesinin protesto edildiği, pek çok milletten insanı bir araya getiren bir mitingin ardından, “Bir millet, ortak bir sancı duyan bütün insanların toplamıdır” diye yazmıştı. MERCEK 120 İçinde bulunduğumuz dönemde kalabalıklar, kuru-kalabalık olarak nitelendirilmelerine izin vermeyecek bir bilinçle bir araya gelerek protestolarını ve taleplerini dile getiriyorlar. Çok farklı görüşlere sahip olabilen insanlar, Gazze’nin ocak ayı boyunca bombalanması sırasında yaşandığı gibi, gece yarılarında kalkıp yollara düşüyor, yaşanmakta olan katliamı, işgali ve uluslararası kurumların bu olanlar karşısındaki ilgisizliğini protesto ediyorlar. Çeşitli yardım kuruluşları, gemilerle yardım taşıyor Gazze’ye. Sayısız sivil inisiyatif, sürüp giden katliam için sesini yükseltmeyi sürdürüyor. Bir ay boyunca, dünyanın her tarafında, kalabalıklar Gazze için akıyordu meydanlara... Meydanlara akan her bir kişide, Yasin suresinde bahsi geçen “şehrin en uzak ucundan koşarak gelen adam”ı görmeyi umuyorum ben. Haksızlığa, zulme karşı, mazlumun yanında olma adına caddelerden akan, meydanlarda toplanan kalabalıkları çok etkileyici bulduğumu söyledim ya… Bu muhalif kitlelerin tek vücut halinde görünen yürüyüşlerindeki farklı elementleri, iktidarı ellerine geçirdiklerinde nasıl da çehre değiştirdiklerini düşünmeden edemeyeceğim kadar tanıdığımı sanıyorum. Gücü bir baskı aracı, bir çıkar ağı kaynağına dönüştüren iktidarın değirmeni, gün geliyor muhalif kalabalıkları içine çekerek öğütmeye başlıyor. İktidarın o dolayımlı ve muğlak dilini bu kez eski muhalifler, kendi yumuşatılmış söylemlerinin rengiyle boyayarak terennüm ediyorlar. Yolsuzlukla, adam kayırıcılıkla, dış güçlerin maşası olmakla, bu kez onlar suçlanıyorlar. Yine de bu mümkün gelecek sahnelerine takılmadan, caddelerden akan kalabalıkların sunduğu bildiriyi önemsiyorum; o kalabalıkların hiç olmazsa, resmi iletişim kanallarının başka türlü gösterdiği ya da hiç göstermediği gerçeklikleri oldukları haliyle kavrama yeteneğine ve açığa vurma cesaretine sahip insanlardan oluştuğunu düşünerek. Çoktandır ulus devlet bir meşruiyet krizi yaşıyor. Kuzey ve Güney arasındaki uçurumun Güney’in aleyhine olacak şekilde derinleşmesi de sürüyor. 19. yüzyılda Avrupa ve Kuzey Amerika’daki devletlerin faaliyeti olan sivil toplumun inşası, rastgeleliğe terk edilmiş durumda. Devletler zayıflarken, paradoksal bir şekilde, kendini devletin yapısı ve işleyişine göre biçimlendiren sivil toplum da zayıflıyor. Sivil toplum kurumlarının yerini, içinde bulunduğumuz yıllarda gruplar alıyor. Immanuel Wallerstein bu gelişmeyi şöyle değerlendiriyor: “…bu gruplar, sadece yoğunlaşmış korku ve hayal kırıklıklarının değil, ayın zamanda eşitlikçi bilinç artışının da ürünüdürler ve bu nedenle çok güçlü bir çekim noktasındadırlar.” Bir taraftan eşitlikçi iddialara sahipken, aynı zamanda içe dönük görünümlü olmaları nedeniyle, bu grupların siyasi rollerinin büyümesi kaotik bir sonuç ortaya koyabilir, Wallerstein’a göre. Uluslararası kurumların inandırıcılığının yittiği bir noktada adalet çağrısını yapmak, ortak paydalar etrafında bir araya gelmenin değerine inanan grupların oluşturduğu kalabalıklara düşüyor. Gruplar ve bireyler bir araya gelerek yeni bir insan hakları etiğine duyulan ihtiyacı haykırıyor. Mevcut insan hakları etiğinin vardığı nokta, mesela Arapların, Müslümanların, Orta Doğu’luların içinde bulundukları tarif edilmiş durumun, kendi yetersizliklerinin, anlamsızlıklarının, kısacası kendi alt-insanlıklarının sonucu olduğunun ilanı. Bu insanların sefaletlerini oluşturan sebep ve şartların, kendi tembelliklerinden ve miskinliklerinden kaynaklandığını ilan etmeleri durumunda anlayışlı bir muameleyi hak ettikleri varsayılabiliyor. “Uluslararası Adalet Divanı, silahlı muhafızlığını NATO’nun (yani ABD’nin) yaptığı Yeni Dünya Düzeni’ne karşı çıkmaya çalışan herkesi, her yerde, insan hakları adına tutuklayıp yargılamaya hazır. Bugün “demokratik” totalitarizm, daha da sağlam bir biçimde yerleşiklik kazanmış durumda. Bu kölece düşünme tarzına karşı, uğruna dünyanın egemen halini ve mutlak adaletsizliğini kabul etmeye mecbur edildiğimiz bu sefil ahlakçılığa karşı, özgür düşünebilen herkesin ayaklanması, bugün her 121 MERCEK Grupların birer damla gibi kalabalığın içinde akarak bir nehir oluşturduğu apayrı bir katılım imkânı mevcut yine de... Ümit Aktaş’a göre, karmaşıklaşan ve şeffaflaşan bir dünya koşullarında gruplaşma eğilimi, Müslüman toplumlarda kendini yeniden cemaatleşmeye dönüş şeklinde hissettiriyor. Bu cemaat yapıları ise sivil, çoğulcu, özgürlükçü ve demokrat anlayışların geliştireceği çok sesli bir senfoniye (kendiliğinden ve çok sesli bir uyumun birliğine) ulaşma arzusuna sahip görünüyor. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 zamankinden daha fazla gereklidir” diye yazıyor, Alain Bodiou, Etik’inde. Ne barışta ne savaşta ne de ateşkeste uyulan bir genel kural var. Mültecilerin bulunduğu binalar, kaçmaya çalıştıkları yollar, nefes almaya çalıştıkları dinlenme alanları, tampon bölgeler herhangi bir ayrım gözetilmeksizin vuruluyor. Savaşın ateşinden kaçarak bir yerlere sığınmaya çalışan eli bayraklı insan, tarih boyunca belki hiç yaşanmadığı kadar hırslı-hınçlı bir öfkeyle yok ediliyor. Mevcut insan hakları etiği, önce kötü’yü kurguluyor, sonra negatif bir şekilde kitlelere özgürlüklere ve insan haklarına saygıyı dayatıyor. Önceden dayatılmış kötünün üretimi, ona yönelik olarak sürdürülen her türlü şiddeti ve müdahaleyi meşru kılacak şekilde sürüyor. Dünyanın globalleştiği, küçük bir köye dönüştüğü var sayıldığı halde, kişilerin veya toplumların birbirlerini doğru anlamasına izin vermeyen duvarlar, sinema ve edebiyatın başlıca konusu olmaya devam ediyor. Bilinmezliklerin oluşturduğu duvarlar, yerlerini, kayıtsızlığın duvarlarına bırakıyor. MERCEK 122 Apaçık haktan hukuktan yoksun bırakılan hemcinsini savunmak üzere kalabalıklara karışan kişi, soyut bir sevgiden değil, haksızlıklara karşı somut bir tepki göstermesini talep eden bir duyarlılıkla hareket ediyor. Böyle bir duyarlılığı Ayşe Kalyoncu “etik zeka” olarak isimlendirdi, bir sohbetimiz sırasında. “Yolunda gitmesi gereken niye öncelikle kendi hayatımız olmalı… Sanki niçin birilerinin varlığı bizim varlığımıza armağan edilmeli” Etik zeka, işte bu tür soruları sorduran zihinde kendini gösteriyor... 2008 yılı yazında, Tünel’in başında ikindi üzeri katıldığım “Darbeye Karşı 70 Milyon Adım” yürüyüşü sırasında şunları düşünmüştüm: İşte, 70’li yıllarda birbirine yabancılaşan, toplumsal adalet ve emperyalizm konusunda hassas kitleler, halkı sürü olarak telakki eden zihniyet karşısında bir araya gelmiş bulunuyor. Katılımcıların arasında yer tutan başörtülü genç kız gerici, eli bastonlu sakallı dede softa bir unsur değil. Sol görüşlü yürüyüşçüler satılmış kızıl komünist, başı açık kadınlar erkek olmayı doğuştan Allah tarafından bağışlanmış bir imtiyaz olarak telakki eden kimi dindarlar tarafından görüldüğü şekilde “kıyamet kadını” sayılmıyorlar. Türkiye’de belki de ilk kez böyle bir yürüyüş yapılıyordu. Bir gece önce ise, Taksim Meydanı’nda “futbolist”lerin şenliğine (ya da çilesine) tanık olmuştum. Darbeye Karşı 70 Milyon Adım yürüyüşü sırasında İstiklal Caddesi’ne akan “elenmiş, süzülmüş” kalabalığın heyecanı, Türkiye için yepyeni ve tazeleyen bir imkânı dillendiriyordu. Ben öyle ummak istiyordum. Uluslararası kurumlar, çekilen acılarla, çözüm üretecek seviyede ilgilenmiyor. Hoşgörü kelimesi, olabildiğince sık kullanılırken kürsülerden, çok uzak olmayan topraklarda bedenler parçalanıyor, yürekler dağlanıyor, topluluklar kutuplaşmalara yol açan nifaklarla zehirleniyor. Hükümetler ise İran gibi birkaç sistem dışı istisna bir kenara bırakılırsa, nadiren yaslandıkları “soğuk ideolojilerin” gereklerinin dışına taşırıyorlar demeç ve icraatlarını. Demokrasinin günümüzdeki anlamı bu: Kitlelerin talepleri bir filtreden geçirilerek yansıyor zirvelere. Bu sadece Müslüman toplumlar için geçerli bir tuhaflık da değil. İngiltere’de Tony Blair, İşçi Partisinin lideri olarak, yoksul ve toplumsal duyarlılığa sahip kesimlerin oylarıyla başbakan olmuştu, fakat iktidarda bulunduğu süre içinde seçmen kitlesinin talepleriyle hiç de uyumlu olmayan bir politika izledi. Siz ne kadar öfke duyarsanız duyun, Gazze’de olanlar için, ABD vetosuyla kilitleniyor BM ve bu demokrasiyi bir oyuna dönüştüren tuhaf kural, uluslararası sistemin işleyişine aksediyor. Adaletten uzak bir temsiliyet, zirvelerden eteklere doğru saçılıyor. Slogan atmaya yatkın bir mizaca sahip değilim. Yine de çok slogan attım geçmiş yıllarda; özellikle yirmili yaşlarımda katıldığım mitinglerde. Miting kalabalıkları, insanı kişiliğinin pek aşina olmadığı bir yanıyla buluşturuyor. Bazen de bir ajans haberinin zorlamasıyla yüze çıkıyor o yanınız. İki buçuk yıl önce, Doğu Konferansı’nın bir organizasyonuyla, bir otobüs içinde Suriye üzerinden Lübnan sınırına ulaşmak üzere yol alırken, Şam’da yapılacak basın açıklaması sırasında dillendirilecek sloganlar arıyorduk. “Dünya susma!” diye bir slogan yükselmişti benim içimden de... Dünya susuyordu çünkü. İsrail’in yüzlerce insanın ölümüne yol açan bombardımanlarını, “bir arka bahçe temizliği harekâtı” adı altında paranteze alması belletilmiş, zihni karışık bir dünyaydı, içinde yaşadığımız… Çürümüş, bayat ve zorbalığa sessiz kalan çehresiyle, yenik bir dünya. Gazze için de bir slogan uydurmayı istedim, bombardımana ilişkin ilk haberleri dinlerken. Sesinizi yükseltin, sesinizi yükseltin, sesinizi yükseltin! Başka bir cümle de gelmedi aklıma. Kalabalıkların yürüyüşü: Tek taraflı kararlarla sürdürülen, işgallere ve toplu cinayetlere 123 MERCEK “Dünya susma!” Sloganlar, bağlamlarını şaşırdığında itici ve yüzeysel gelirler bize. Fakat bir slogan uydurmak hiç de kolay değildir. Eski parlak sloganların silik bir kopyası gibi durmayan, sizi sokağa ve meydana, yola çıkmaya sürükleyen duyguyu ve düşünceyi, aklınızla yüreğinizi, en kestirme yoldan ve kısa süre içinde buluşturan kelimelerle ifade edebilmelisiniz. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 izin veren barış görüşmelerinin, dışlamalar üzerine inşa edilerek içi boşaltılan konsensüs söylemlerinin reddi… 2006 yılında bir yaz günü Kadıköy’de bir grup feminist aktivist ve yazar kadınla birlikte, Haydarpaşa Köprüsü’nün eteklerinde, akıp giden kalabalığı izliyordum. Candan, Nilgün, Gülnur, feminist bir duyarlılıkla yaklaşarak, önümüzden geçen gruplara katılma konusunda, bu gruplardan kimisi Troçkist, kimisi Maocu, kimisi anarşist, kimisi Mahir Çayancı, kimisi silahlı mücadeleden yana, kimisi Türk, kimisi Kürt şovenisti olduğu için tereddüt ediyorlardı. O sırada Mazlum-Der kortejinin önümden geçtiğini gördüm, korteje katılmak için onlardan ayrıldım. Kadıköy mitingi öngörülenden kalabalıktı. Benzeri mitinglerden farklı olarak canlandırma ve maketlerle güçlendirilmeye çalışılmıştı, ana temalar. Hatırladığım sloganlardan ikisi şöyle: “Emperyalizmin Orta Doğu’daki Temsilcisi Olmayacağız!” ve “Filistin’de Bir Kardeşin Var!” MERCEK 124 Bazen bu mitinglere katılan insanlar bile, sürüp giden protestoların ve atılan sloganların, devletlerin tavrı karşısında çok da yararlı olmadığını, tersine öfke ve tepki birikimini sönümleyen bir işlevi yerine getirdiğini savunuyor. Bir de bu sivil tepkilerin emperyalist karar mekanizmalarınca yönlendirildiği şeklinde, hiç de yabana atılamayacak bir iddia çıkıyor karşımıza. Bir mitingde yanı başımızda slogan atan ya da elinde megafonla konuşan kişi, provokatör bir ajan, bir fondan beslenen fırsatçının biri olabilir pekâlâ. Her şeyden haberdar, her türlü hak/hukuk ihlalleri ve ezilme biçimleri konusunda da donanımlı, kozmopolit bir duruşu olan kişilerdir belki de, sözü edilenler. Uluslararası konferanslarda somutlaşan bir lobiciliğin sağladığı imkânların farkındadırlar. Bir kampanya yapılır, biyografi zenginleşir. Bir makale yazılır, New York’ta ya da Londra’da yapılacak kadın hakları seminerine gidebilme şansı oluşur. CV zenginleşir, doktora başvuruları kolaylaşır. Kadın hakları alanında da sözün kimseye bırakılmadığı, sermayenin fonlarıyla ele geçirilmiş geniş bir STK’lar ağı oluştuğu söylenemez mi? Bölgemizdeki kadınların ezilmişliği, bir istismar (ve fon sağlama) alanına dönüşmüyor mu? Sivil etkinliklerin gizli bir ajandaya sahip olduğundan kuşku duyulabilecek kadın militanlarının bile, feminizmin kredisini fazlasıyla tükettikleri söylenebilir. Soros’a ait vakfın, Güneydoğu’da kadın lider yetiştirme programına katkıda bulunması, birkaç yıl önce Meclis’te bir soru önergesiyle gündeme gelmişti. Bölgemizdeki kadınların ezilmişliği, bir istismar alanına mı dönüştü? Kadınlarımızın ezilmişliğini oluşturan şartların ortadan kalkması için en küçük bir çaba olsun göstermiyorsak, fonların, STK’ların vaatlerinin çekimine kapılan mağdur ve mazlum kadınları da bir yere kadar kınayabiliriz. İşgallere ve toplu cinayetlere, insan hakları alanındaki ihlallere yönelik olarak yüreğimizden yükselen tepkileri, birileri farklı bir amaçla, gizli bir ajandada izlenen bir plan-program için kullanmak istiyor da olabilir. Fakat bu, bizim kötülüğün egemenliğine, yerleştirilmeye çalışılan güçlü olanın haklı olduğu şeklindeki yargıya yönelik protestomuzun ve eleştirimizin değerini azaltmaz. Birileri tarafından istismar edilme tehlikesi var diye, hakikati dillendirmekten ve sesleri bastırılanların, yargısız infaza uğrayanların yanında yer almaktan uzak duramayız. “Bir yalana inanmaya yöneltiliriz. Gözün içinden değil göz ile gördüğümüzde” diye yazmış William Blake. “Gözün içinden görmek”, kalp gözüyle görmekle aynı şey değil midir? Elbette daha önemli olan hayat tarzıdır. Nasıl bir hayat tarzı içindesiniz? Neleri, nasıl tüketiyorsunuz? Neler okuyor ve okuduklarınızı nasıl paylaşıyorsunuz? Yoksa okur olmaktan çok seyirci misiniz? Bir katliam sahnesini ekranlardan izlediğinizde ilk tepkiniz nasıl oluyor? Daha önemlisi, nasıl bir seyircisiniz? Esasında, gide gide katil, kurban ve seyirci şeklinde ayrılabilecek üç insan sınıfından hangisine dâhil edilebileceğinizi düşünüyorsunuz? Böylesi sınıflamalara karşı itirazı olan, bu üç insan sınıfının dışında bir yerde varlığını hissettiren bir bakışa ve kavrayışa mı sahipsiniz yoksa? Eğer öyleyse, katıldığınız gösteri, kolaylıkla içi boşaltılan bir gösteri, attığınız slogan da rengi tezlikle solacak bir slogan olmayacaktır. Geciken adalet adalet değildir. William A. Gladstone 125 MERCEK Hayat, bize gösterilen sınırların sunduğundan daha farklı yollarla da yaşanabilir ve vicdan, kurumların karmaşık bürokrasisi içinde azap çekmeye, dahası körelmeye terk edilmeyebilir. Orası öyle, protesto eylemleri, katılan kişinin kendi hayat tarzına dönük bir muhasebesini de içermiyorsa, anında oluşturduğu yadsınamaz etkiye karşılık, bazen mevcut düzenin dolaylı olarak olumlanması anlamına da gelebilir. Bir hayat tarzı eleştirisinden yoksun olması oranında, içeriği tezlikle boşalacak, sloganlarının rengi solacak eylemlerdir bunlar. Siz meydanlara dolarsınız; katliamı sürdüren, cinayetlerinin fotoğrafını, internet kanalıyla seyirciliği benimsemiş bir dünyaya ulaştırır. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 İnsan Haklarının İbretl‹k Haller‹ Karin Karakaşlı Hani size bir sözcük söylerler ve onun ilk aklınıza getirdiklerini anlatmanızı isterler. Çağrışıma dayalı bu oyunda bana “Türkiye’nin insan hakları” dense, “ibret” diyesim geliyor. Arkasından bir sözcük daha: “İnsaf...” İnsan haklarının tüm alanlarına ilişkin ibretlik davalarımız var. Ama nicedir hukuk, bizim vicdanımızdan tamamen ayrı bir mecrada seyrettiği için, esas hesaplaşmayı duruşma günleri dışında, yılın geri kalan tüm diğer günlerinde bir başımıza veriyoruz. MERCEK 126 İnsan haklarına ilişkin ibretlik süreçlerden biri Engin Çeber. Bilmem ki, bu denli uğruna mücadele ettiği şeyin doğrudan simgesine dönüşmüş kaç insan var? Engin Çeber, 28 Eylül 2008’de arkadaşları ile birlikte Ferhat Gerçek’i vuran ve felç kalmasına neden olan polisin hâlâ tutuklanmamış olmasını protesto ettiği basın açıklamasının ardından gözaltına alındı ve cezaevine gönderildi. Götürüldüğü karakolda ve Metris Cezaevi’nde aralıksız işkence gören Çeber, 10 Ekim’de yoğun bakımda olduğu Şişli Etfal Hastanesi’nde hayatını kaybetti. Zaten onun son fotoğrafında dimdik yüzümüze bakan gözleri yeterince ödeştiriciydi ama sonra bir de sözleri geldi. Bir mektup: “Merhabalar… Size bu dilekçeyi Metris T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu: 2 Nolu B-8’den yazıyorum. Ben ve Özgür Karakaya, Cihan Gül, Aysu Baykal, 4 kişi 29.9.2008 tarihinde Metris T tipi hapishanesine sevk edildik. İlk geldiğimizde askerin çırılçıplak soyma saldırısından başlayarak bizlere dayak atmaları. Bizi cezaevine getiren polislerin, askere, ‘bunlar asker öldürüyor’ gibi yalan yanlış sözlerle, askeri ve görevli gardiyanları bize karşı kışkırtmaları sebebiyle, askerlerin saldırmaları… Bizleri coplarla içeriye, infaz koruma memurlarına teslim ettiler. Sonra karantinaya koydular, adlilerin arasına. Sabah sayımında, bu sefer de gardiyanların saldırısına maruz kaldık. Bu saldırılar da sabah, akşam sayımlarında yapıldı. Tahta sopalarla vurmalar, ufak demirlerle vurmalar, vücudumuzun her tarafına, kafamızdan aşağıya soğuk su dökmeler, bulaşık sabunu dökmeler. Sonrasında da sopalarla saldırıya devam etmeler...” İşkenceler bu mektubun yazıldığı gün ve ertesinde de sürdüğünden, Çeber mektubu yollayamadı. Koğuş arkadaşının ayakkabısından çıkan bu kâğıt parçasını okuduğumuzda artık hepimiz alıcı, hepimiz muhataptık. Nitekim davanın “işkence suçundan adam öldürmek” gerekçesiyle açılmasında da, kamuoyuna mal olmasında da genel tepkinin payı büyük oldu. Ancak söz konusu gerekçe, sadece bir müdür ve üç infaz koruma personelini kapsadığından, mahkemenin iddianamede isnat edilen suçlardan ceza vermesi halinde dahi işkencecilerin büyük kısmı cezasız kalabilecek. Belli ki, toplumsal duyarlık ve baskıyı arttırarak sürdürmekten öte bir çıkar yol yok. Aksi halde, asıl biz Engin Çeber’i öldürmüş olacağız. Bir gelinin gösterdiği Kadınlar cephesinde de durum evlere şenlikti. Dünyaya ‘barış ve güven mesajı vermek’ amacıyla gelinlikle otostop yaparak ülkeleri dolaşan İtalyan sanatçı Pipa Bacca (Giuseppina Pasqualina Di Marineo), Kocaeli’nin Gebze ilçesinde tecavüz edildikten sonra boğularak öldürüldü. Dolayısıyla tam da uğruna mücadele ettiği şeyin ta kendisine dönüşen bir simgeyle daha kuşatıldık. Nefes almak daha da zorlaştı. Sonra Bursa’nın Mudanya ilçesinde 14 yaşındaki kıza cinsel istismarla suçlanan Vakit Gazetesi yazarı 76 yaşındaki Hüseyin Üzmez, Adli Tıp Kurumu’nun B.Ç.’nin beden ve ruh sağlığının bozulmadığı’ yönünde rapor vermesi üzerine tutuksuz yargılanmak üzere tahliye ediliverdi. Süregelen o davanın da esas takipçisi, kendi onurunu rencide edilmiş hisseden başta kadınlar olmak üzere herkesti. Sonra defalarca Savcılığa bir adamın tacizine ve tehdidine maruz kaldığı yönünde suç duyurusunda bulunduğu halde korumaya alınmayan ve evinde boğazı kesilerek öldürülen travesti Ebru Soykan cinayetini taşımak gerekti. Kamuoyu açıklaması, kendine insan diyen herkesin ortaklaşmasını gerektiren bir isyandı: “Travesti ve transseksüel cinayetleri sıradan cinayetler değildir. Bir travesti ya da transseksüeli öldürmeyi bu kadar kolaylaştıran, sıradanlaştıran bu karanlık sürdüğü sürece, aynı acıları yaşamaya devam edeceğiz. Travesti ve transseksüel cinayetleri politik cinayetlerdir, katili biliyoruz. Çünkü asıl katil; travesti ve transseksüellere yönelik suçlara karışan kişilere ceza indirimleri uygulayan, haklarını aramak için kurdukları örgütlerin kapısına kilit vurmak isteyen yargıdır. Asıl katil; seks işçiliği dışında bir seçenek tanımayıp, sonra da seks işçiliği yapıyorlar diye suçlayan, gündüz yaşamından dışlayıp geceye hapseden, sonra da su testisi su yolunda kırılır’ diyen her birimizdir.” 127 MERCEK Duruşmaya gelen Bacca’nın kardeşi Antonia Giuseppina Beatrice Pasgualina Di Marineo Cesedi teşhis ettim. Bacca’nın yüzü büyük korku ve şaşkınlık yansıtıyordu. Polisle yaptığım görüşmede, ablamın tecavüz edildikten sonra hunharca öldürüldüğünü öğrendim. Failden şikâyetçiyim” dediğinde ekledik: “Biz de şikâyetçiyiz. Sadece duruşma salonunda görünen sanıktan değil, onu ve sayısız benzerini türeten cinsiyetçi, şiddet merkezli zihniyetten.” diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 Ergenekon diye bir çerçeve Öldürüldüğü 19 Ocak’tan bu yana Türkiye’de vicdan miladı yaratan Hrant Dink ise, cinayet davasının çok ötesinde bir iç sorgulayışı dayattı. Bu cinayete vardıran tüm o bilinçli yalnızlaştırma, hedef olarak yaftalama süreçleri, o kutuplaştıran, ötekileştiren dil, en büyük mücadele alanlarımız olarak duruyor. 23 Ocak’ta yüz binlerle verdiğimiz “Hepimiz Ermeniyiz. Hepimiz Hrant Dink’iz” sözü tam da böylesi daimi bir mücadeleyi ve onun uğruna öldüğü o empatik, barış dilini daha da konuşulur kılmayı gerekli kılıyor. Öte türlüsü ancak haram bir yaşamdır olsa olsa. MERCEK 128 Ve nihayet tam da bu cinayetin eklemlendiği Ergenekon davası tüm yap-boz parçalarının yerleştirileceği kanlı, karanlık çerçevesiyle vicdan yüzölçümümüzü belirliyor. Ne denli sulandırılmaya ve kafa karıştırılmaya çalışılsa da, sürekli yolu birbirine çıkan kilit isimleri, kuyulardan fışkırıveren insan kemikleri ve ülkenin gıyabında tasarlanmış tüm darbeleri ile Ergenekon, ertelenmişliğe ve unutuluşa terk edilmiş yakın tarih ödeşmelerimizin adı. Şimdi artık görmezden gelemeyeceğimiz kadar aşikârken, onunla ne edeceğimiz, bundan sonraki Türkiye’nin halini de belirleyecek kadar hayati. Daha da hayati olansa, tüm bu karmaşa ortamında bazı unutulmaz ayrıntılara vereceğimiz öncelik. Hrant Dink’i hedef haline getiren “Türklüğü tahkir ve tezyif” yaftası ile sosyolog Pınar Selek’in araştırma kitabından Mısır Çarşısı bombası yaratan ve hep vicdanımızı bombalayan yargı kararları gibi... Görmek dediğin Görmek sorumluluktur; çünkü artık “bilmiyorum” diyemezsin. Üstelik görmek, seni tanık ve eğer susarak sineye çekiyorsan suç ortağı kılar. İnsanlığımızı da, bir insan olarak hak ettiklerimizi de, neleri katlanılır kabul ettiğimiz belirliyor. Davaları hukukun labirentlerinde kaybetmeden vicdanın pusulası kılmakla başlıyor her şey. Yok; eğer bahane kolaycılığına sığınacaksanız elbette sonu yok: Yazının başından beri konu ettiğim tüm cürümler için bahane çok! Seç beğen! “Ne işi varmış gösteride falan? Hem sayımda da kalkıverseymiş ayağa...” “O da gelinlikle otostop yapılmayacağını bilmemiş mi bu memlekette?” “Bak kızın annesi de işin içinde. Alan memnun, satan memnun bir düzen” “Ne beklersin işte. Namussuz hayat; zaten travesti!” “O da çok ileri gitti ama...” Yok; eğer bu bahaneleri okumak bile azıcık acıttıysa içimizi, halen umut var demektir. Ve gözümüzü Rachel Corrie’ye çevirmenin zamanıdır. Henüz 23 yaşındayken, 16 Mart 2003 de, İsrail ordusunun Filistin Gazze Şeridi’ndeki bir doktorun evini ve ailesini yok etmesini engellemeye çalışırken, bir askeri buldozer tarafından ezilerek yaşamını yitiren genç aktivist, kendini başkasının yerine koymanın ölümsüz heykeli gibi. ABD’nin en müreffeh yerini terk ederek, hariçten gazel okumadan, acının merkezindeki insanlarla bütünleşmeye, gözleri o bölgeye çekerek yaşanan vahşeti durdurabilmeye çalışan Rachel, bedeninin ezilmesi pahasına ezdirmediği onurla sesleniyor hepimize: Filistin’e geleli yalnızca iki hafta oldu. Buna rağmen gördüklerimi anlatmaya kelime bulamıyorum. Buradaki çocuklar, evlerinin duvarlarındaki tank mermisi delikleri ve bir işgal kuvvetinin onları sürekli izleyen kuleleri olmadan bir gün yaşamış mıdır? Bilmiyorum. Hiçbir okuma, konferanslara katılma, belgesel izleme ve kulaktan dolma bilginin beni buradaki durumun gerçekliğine hazırlayamayacağı düşüncesindeyim. Görmeden bunu hayal edemiyorsun ve gördükten sonra bile, bu deneyimin hiç de o gerçekliği bütünüyle yansıtmadığının farkındasın. Bizi de o merak kurtaracak. Gördüğümüz şeyin dayattığını yapmak kurtaracak. İnsan haklarının biricik sağlamasıyız biz. Yasa gediklerinin vicdan dolgusuyuz. Bizden farklı olanın, o farklılığını insanca yaşayabilme hakkını savundukça daha bir kendimiziz ve daha bir insan... 129 MERCEK Benim ailemden hiç kimse, memleketimde, bir ana caddenin sonundaki bir kuleden bir roketatar tarafından, arabamızla giderken vurulmadı… Bir evim var. Gidip okyanusu görme hakkım var. Eğer evinizin duvarlarının aniden içeriye yıkılmasıyla uyanma korkusu içinde bir gece geçirseniz, eğer ölüm saçan kuleler, tanklar, silahlı “yerleşimler” ve bu şimdiki dev metal duvar ile çevrelenmiş bir dünyanın gerçekliğini yaşasanız, dünyanın süper gücü tarafından desteklenen dördüncü büyük ordusunun, sizi vatanınızdan silmek için yaptığı baskıya karşı direniş içinde, sağ kalma mücadelesiyle geçen tüm çocukluk yıllarınız için dünyayı affedebilir miydiniz? Merak ediyorum. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 ŞU MALUM İNSAN HAKLARI Yıldırım Türker Kolay değildir, insan hakları mücadelecisi olmak. Düşman olmayı, lanetli olmayı, bütün güvencelerden birer birer soyunmayı göze almak, insanın yakınlarına tavsiye edebileceği bir hayat tarzını işaret etmiyor elbet. Ama kimileri, nedendir bilinmez, kendilerine böyle bir hayat seçer. Kendilerini böyle oldurabilirler. Sabahtan akşama gerilimli bir vakanüvislik sürdürür; yazılması, söylenmesi yasaklanmış, görmezden gelinmesinde karar kılınmış vahşeti, zulmü kayda düşerler. Onlar, kimi korku filmlerinde, ardında bekleyen canavarı sezse de, o karanlık kapıyı usulca aralamaktan kaçınmayan kahramanlara benzerler. Ama onları yönlendiren, ket vuramadıkları merakları değil, sesini duyuramayan kurbana ses olma konusundaki kararlılıklarıdır. MERCEK 130 Sevimsizdirler. Ağızlarını açtıklarında karanlıktan dem vururlar. Ellerinde kayıtlar, fotoğraflar; parçalanmış, elektrikle dağlanmış, çürütülmüş, yırtılmış bedenleri gösterirler. Çoğunluk bizi hiç ilgilendirmeyen hayatların uğradığı tecavüzleri ille de bize duyurmaya çalışırlar. İkide bir tutuklanırlar. Ellerinde kalabalıklara okumaya çalıştıkları raporlarla gözaltına alınırlar. Dayak yerler. Tehdit edilirler. Bu toplumun kurallarınca saygın işadamı-işkadını olmayı reddetmiş, her an polis takibi altında yaşayan, damgalı varoş sakinleri olarak kıyıda durmayı seçmişlerdir. Tuhaftırlar. Enerjileri had hudut bilmez. Çoğunluk uykusuz, kimileyin aç karnına, oradan oraya koştururlar. Basın toplantıları düzenlerler. İşkence mağdurlarına, tutuklu yakınlarına, kayıp analarına, türbanlı kızlara, düşünce ‘suçlularına’, travestilere, dayak yiyen kadınlara, hakkı çiğnenen işçilere; postalların, yumrukların, copların, küfürlerin menzilinde yaşayan herkese yetişmeye çalışırlar. Kapılarını, telefonlarını, kulaklarını gece gündüz açık tutarlar. Tuhaf bir inatla, burada, yanı başımızda, itile kakıla, hiçbir yere kaçmadan, sırası geldiğinde aralarından birkaç kişiyi hapishanelere uğurlayarak, ama hiç ara vermeden o uğultulu yayınlarını sürdürürler. Solcu bir işkence mağdurunu savunurken bölücü örgüt üyesi, türbanlı kızın hakkını savunurken irticacı, travestiyi savunurken ahlâk düşmanı ilan edilirler. Bir yere kaçmazlar. Hep burada, inadına vahşetin menzilinde dikilirler. Onları görmüş olabilirsiniz. Hiç değilse bir fotoğraflarını. Aşağılayıcı bir gazete manşetinin hemen altında. Belki de karşılaşmışsınızdır. Bir mahkeme ya da cezaevi kapısında, Cumartesi annelerinin arasında. Ama çoğunluk polis kordonunun berisinde. Tam da orada. ........................................ İnsan Hakları Derneği, 12 Eylül karanlığına karşı 1986 yılında, sivil toplum mücadelesinin öncülüğünü üstlenerek kuruldu. Bütün dernekler kapatılmıştı, İHD kurulduğunda. Daha önce Uluslararası Af Örgütü, Helsinki Yurttaşlar Derneği gibi yabancı kökenli kuruluşlar, insan hakları ihlalleriyle ilgili kayıt düşüyordu. Ama İHD, bu alanda ilk yerli örgüttü. 12 Eylül uygulamaları, insan hakları mücadelesini iyice kışkırtıyordu. Selimiye’den Metris’e koşuşturan tutuklu yakınları, konuya duyarlı sanatçı ve aydınlar, ilk üyelerdi. Genel Başkan, Nevzat Helvacı’ydı. Mahmut Tali Öngören, Emil Galip Sandalcı, Yavuz Önen, Haldun Özen, Şaziment Şülekoğlu, Leman Fırtına, Melahat Sarptunalı, Vahide-Hasan Açan, Sacide Çekmeci, Murat Çelikkan, ilk elde akla gelen isimlerden. İHD’nin ilk büyük etkinliği, idam cezasına hayır ve ayrımsız genel af kampanyalarıydı. O günün şartları altında cezaevlerinin koşulları, ifade özgürlüğü ve işkence, Dernek yoğunlaşmasının ana eksenlerini oluşturuyordu. Dernek daha sonra çalışma yaşamından kaynaklanan sorunlardan cinsel ayrımcılığa, çevreden kadın sorunlarına kadar geniş bir alanı kucaklayacaktı. Olağanüstü Hal koşulları, Güneydoğu-Kürt meselesini, gözaltında kayıplar, açlık grevleri gibi sorunları gündemde tutuyordu. İnsan Hakları Derneği, bu alanlarda verdiği mücadele sonucu çoktan lanetli, çoktan vatan haini ilan edilmişti. Unutmayın. Henüz muktedirlerimiz Avrupa kapılarında titreşmiyor, insan haklarına palavra diyor, yiğitliğe vicdan sürdürmüyordu. Henüz dünyalı olmanın kapılarını aralayacak olan ülkünün, bu bir avuç “münasebetsiz’in bekçiliğine soyunduğu insan hakları olduğu akla bile gelmiyordu. Kimi insanlar hayatlarını ahlâki bir öneri gibi kurgular, öyle de yaşar.Onlar hakkı çiğnenen, hayatı paralanan, sözü ketlenenlerin yanında durmayı sürdürecek. Çünkü, bu göreve kendi kendilerini memur ettiler. Bu, hayatını saf vicdanın, saf adaletin peşine salmış tuhaf insanlara akıl erdirebildiğimizde, insanın yepyeni, olağanüstü bir tanımını yapabileceğiz. O tanıma yakışacağız. 131 MERCEK Ama her şeyden önce, hayatımıza “insan hakları” tamlamasını armağan etmişti. Kimilerinin kirli bir istihzayla andığı, kimilerinin açıkça bölücülüğün fısıltısı olarak algıladığı bu kavram, zamanla hayatımızın orta yerine oturdu. İnsan olmanın, kendinin olduğu kadar ötekinin de temel haklarını korumaktan, savunmaktan geçtiğine inananlar çoğaldı. Zulmün adı kondu. İşkencenin adı kondu. İnsan hakları militanı, denetçisi insanlar, kayıt düşme ve hesap sorma geleneğine bağlı kaldılar. İhlalcilerin başına bela oldular. Gözaltındakilerin kayıp edilmemesi, zulme uğramaması için kapılarda beklediler. İtilip kakılmayı göze alarak hayat bekçiliği yaptılar. Bu topluma başka bir hayatın mümkün olduğunu hissettirmek için nice zorluğu göze aldılar. Bu toplumun insanları, yıllarca her gün yeni bir hakkını öğrenerek insan olma mücadelesinde yol aldı. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 Bir kuruluş... Bu bölümde, Türkiye insan hakları hareketinden bir kuruluşu ayrıntılı biçimde ele almaya çalışacağız. Bu, bazen bir dernek ya da vakıf bazen bir sivil inisiyatif ya da platform olacak; bazen bir üniversitedeki insan hakları merkezi ya da insan haklarıyla ilgili bir kamu kuruluşu. 132 Amacımız, internet sayfalarında da kolaylıkla bulunabilecek birtakım nesnel bilgiler vermekten çok, o sivil toplum örgütü, merkez ya da kurumun biraz kuruluş seyrine, yazılmamış, bilinmeyen arka planına uzanabilmek... İlk sayımızda, İnsan Hakları İçin Diyalog’u çıkaran İnsan Hakları Ortak Platformu’nu mercek altına alıyoruz. İNSAN HAKLARI ORTAK PLATFORMU Feray Salman Tüm siyasi partileri, sendikaları, dernek ve vakıfları temelli kapatan 12 Eylül askeri darbesinin gerçekleştirdiği yoğun, yaygın ve ağır insan hakları ihlalleri, insan hakları için örgütlenmeyi bir ihtiyaç olarak gündeme getirdi. 1986 yılında İnsan Hakları Derneği (İHD)’nin kurulmasıyla başlayan örgütlenme süreci, 1990 yılında Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV)’nın, 1991’de İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği (MAZLUMDER)’nin kurulmasıyla sürdü ve bundan sonra çok sayıda insan hakları alanında çalışan sivil toplum örgütü oluştu. Aynı yıllarda, Türkiye’de de Helsinki Yurttaşlar Meclisi’nin kurulması için çalışmalarını sürdüren aydınlar, 1993’te Helsinki Yurttaşlar Derneği (HYD)’ni kurdular. Bu arada Uluslararası Af Örgütü (UAÖ)’nün Türkiye’de örgütlenme çabaları da aralıklarla devam ediyordu. 12 Eylül askeri darbesinden kısa bir süre önce kapanan UAÖ Türkiye Şubesi, 1995 yılında kuruluş çalışmalarına başladı ve nihayet 2002 yılında tekrar kuruldu. Bunların dışında, insan hakları alanında çalışan pek çok STK olmakla birlikte, halen Türkiye’nin en önemli ve köklü insan hakları örgütleri olarak tanımlanabilecek bu kuruluşlar, bir süreden beri daha yakın iletişim ve işbirliği içerisinde çalışmalarını sürdürüyorlar. Düzenli olmasa da, bilgi ve deneyim paylaşımı ile başlayan ilişkiler, çeşitli ihlaller karşısında zaman zaman ortak tepki verme, kamu otoritesi karşısında ortak tutum belirleme ve birlikte etkinlikler düzenleme gibi faaliyetlerle daha yoğunlaştı, daha çok güçlendi. Bu yakınlaşma süreci, yaşanan uzun bir görüşme ve tartışma döneminin ardından İnsan Hakları Ortak Platformu (İHOP)’nun kurulmasıyla yeni bir boyut kazandı. Helsinki Yurttaşlar Derneği (hYd), İnsan Haklar Derneği (İHD), İnsan Hakları ve Mazlumlar için Dayanışma Derneği (MAZLUMDER) ve Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi (UAÖTürkiye), Türkiye’de insan hakları hareketi içinde yer alan örgütlü ve örgütsüz yapıların, politika oluşturma ve karar alma süreçlerine etkili ve nitelikli müdahalesini olanaklı kılacak bir ortamın geliştirilmesi amacıyla 2005 yılında İHOP’u kurdular. İHOP, insan hakları ve temel özgürlüklere saygıyı geliştirme ve bu hakların ulusal ve uluslararası düzeyde tanıtılması, insan hakları ve temel özgürlüklerin hukuk ve uygulama düzeyinde hayata geçirilmesi için inceleme, araştırma, saptama, değerlendirme, kamuoyu oluşturma yönünde faaliyet ve çaba gösteren kişi, grup ve sivil toplum örgütlerinin oluşturduğu insan hakları hareketinin, insan hak ve özgürlüklerinin korunması, geliştirilmesi ve yaygınlaştırılmasında ve hukukun üstünlüğü ilkesinin hayata geçirilmesinde önemli bir rol oynadığına inanmaktadır. İHOP, sözünü ettiğimiz bu insan hakları hareketini güçlendirmek ve ortak önceliklerini desteklemek için üç stratejik müdahale alanı belirledi: •Paylaşma ve Dayanışma, •Diyalog ve Savunuculuk, •Yapısal Gelişim ve Genişleme 1. Paylaşma ve dayanışma İnsan hak ve özgürlüklerinin korunması, geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması için üzerine düşen rolü oynayabilmesi, her şeyden önce insan hakları hareketinin, ihtiyaç duyduğu bilgi, beceri ve yöntemlere erişiminin sağlanmasını, ayrıca sahip olduğu bilgi ve becerinin de görünür kılınmasını gerektirmektedir. Aynı şekilde, insan hakları savunucularının, Türkiye’nin temel insan hakları ve demokrasi sorunlarına yaklaşımlarını paylaşacakları ve seslerini yükseltebilecekleri bir iletişim ve etkileşim zemininin oluşturulmasını, yani paylaşma ve dayanışma ortamının güçlendirilmesini gerekli kılmaktadır. İşte İHOP, üyeleri ile birlikte bu gereksinime yanıt vermeye çalışmaktadır. Bu alanda yapılan bazı çalışmalar şunlar: İnsan Hakları Seminer Programı: İnsan haklarıyla ilgili farklı alanlarda faaliyet gösteren aktivistler ile üniversite arasındaki bilgi, beceri ve deneyim paylaşımını güçlendirmek amacıyla, 2007 yılından bu yana her yıl düzenlenmekte olan Seminer Programı, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) İnsan Hakları Merkezi (İHM) ile İHOP tarafından ortaklaşa düzenleniyor. 133 diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 Deneyim ve Bilgi Paylaşımı: İnsan haklarının farklı tematik alanlarında çalışan örgütler arasındaki iletişimi, bilgi ve deneyim paylaşımını artırmaya yönelik toplantılar gerçekleştirilmektedir. Bu toplantılar, STK’lar arasındaki önyargıları gidermeye ve ortak kesişme noktalarını belirgin hale getirmeye katkıda bulunmaktadır. BİR KURULUŞ 134 Deneyim ve bilgi paylaşımının sağlandığı bir diğer alan, Türkiye’nin onayladığı insan hakları sözleşmelerinde yer alan yükümlülükler bakımından hükümetlerin performansının izlenmesi ve müdahale etme araçlarının geliştirilmesi ile ilgilidir. Bu konuda 2006 yılında, merkezi İsviçre’de bulunan HURIDOCS ile ortak bir çalışma yaparak aktivistlere yönelik on günlük bir eğitim programı gerçekleştirildi. 2007 yılında da eğitim ve sağlık hakkının izlenmesi ve raporlanması konusunda atölye çalışmaları yapıldı ve bu konularla ilgili yayınlar Türkçeye çevrildi. Çeviri Hizmetleri: İHOP, insan haklarına ilişkin bilgiye erişimi tercümeler aracılığıyla kolaylaştırarak insan hakları hareketinin, insan hakları norm ve standartlarına sahip çıkma sürecini hızlandırmaya, güçlendirmeye çalışmaktadır. Bu kapsamda farklı alanlarda mücadele eden örgütlerin ihtiyaçları imkânlar ölçüsünde karşılanmaktadır. İzleme ve Ortak Müdahale Alanlarının Genişletilmesi: İHOP, insan hakları alanındaki gelişmeleri ve eğilimleri önceden tespit edebilmek, bu gelişmelerden insan hakları hareketini haberdar edebilmek, ortak savunu alanlarını ve kamu idaresi üzerindeki sivil denetimi güçlendirmek üzere izleme yöntemleri geliştirmeye çalışmaktadır. İzleme faaliyetlerinin sonucu olarak, Türk Ceza Yasasının 301. maddesi başta olmak üzere, ifade özgürlüğü ile ilgili maddeleri, Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nda yapılan değişiklikler, Kişisel Verilerin Korunması Kanunu, TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Kanunu’ndaki değişiklikler, TBMM İç Tüzük değişiklikleri, sivil bir anayasanın oluşturulması konularında uzmanların da katılımını sağlayarak ortak görüşler oluşturuldu ve bu görüşler, çeşitli yol ve yöntemlerle, karar alıcılarla ve kamuoyuyla paylaşıldı. Hukukun üstünlüğü ilkesinin korunmasının en önemli koşullarından biri olan adil yargılanma ilkesinin güçlendirilmesi için çeşitli davalarda gözlemci heyetler oluşturuldu. Malatya’da Protestanların boğazları kesilerek öldürülmesi davası, insan hakları savunucularına karşı açılan davalar, Terörle Mücadele Kanunu kapsamında Diyarbakır ve Adana’da yargılanan 18 yaşın altındaki çocukların davaları gibi bir dizi dava, gözlemci heyetler tarafından izlendi. Yargı üzerinde sivil denetim gücünün artırılması için deneyimli hukukçularla adil yargılanmanın izlenmesine ilişkin bir el kitabı hazırlandı. 2. Dİyalog ve savunuculuk İnsan hakları ve özgürlüklerine dayalı politikaların ve uygulamaların hayata geçirilmesi için kamu idaresi ile diyalog ortamının geliştirilmesi, insan hakları hareketinin savunuculuk yöntemlerinin etkinleştirilerek sivil denetim kapasitesinin güçlendirilmesi son derece önemlidir. İHOP bu çerçevede, temel sorun alanlarında, sorunun kaynaklarını ortaya çıkaracak bilgi, beceri ve araçların paylaşımını sağlamaya, kamu idaresi nezdinde diyalog ve savunuculuk kanallarını geliştirmeye ve sorunun çözümüne katkıda bulunacak yasa, politika ve uygulamaların geliştirilmesine yönelik girişimleri desteklemek ve/veya başlatmak için kaynaklarını kullanmaktadır. Bu çerçevede özellikle diğer hak ve özgürlüklerin kullanılabilmesinin ön koşulu olan ifade özgürlüğünün korunması ve ayrımcılıkla mücadele alanlarında sürekli bir çalışma programı oluşturulmuştur. Bu eksende yapılan çalışmaların bazılarını şu şekilde özetlemek mümkündür: 2008 yılında ifade özgürlüğü alanındaki çalışmalara devam edilmiştir. Leeds Üniversitesi Öğretim Üyesi Yaman Akdeniz ve AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Kerem Altıparmak tarafından İnternet: Girilmesi Tehlikeli ve Yasaktır başlıklı bir rapor hazırlanmış ve yayınlanmıştır. Ayrımcılıkla Mücadele Programı: Türkiye’de görünen sorunların kaynağında yatan ayrımcılık sorunu, İHOP’un sürekli çalışma alanlarından birini oluşturmaktadır. 2007 yılında ayrımcılığa maruz kalan gruplarla bir atölye çalışması ile başlatılan faaliyetler, 2008 yılında da sürdürülmüştür. Helsinki Yurttaşlar Derneği tarafından geliştirilen haritalama yöntemi temelinde ayrımcılık kurumları ve pratiklerinin analiz edilmesi çalışmaları, medyada ırk ayrımcılığına ilişkin söylem analizi çalışmaları, ayrımcılıkla mücadele çerçeve yasa tasarısı taslağı hazırlama ve ayrımcılıkla ilgili atölye çalışmaları da program dâhilinde yürütülmektedir. Yayın çalışmaları kapsamında, uzmanlar tarafından Bir Kurucu Öteki Olarak Türkiye’de Gayrimüslimler ve Avrupa Birliği Ülkelerinde Ayrımcılık Yasağı ve Eşitlik Kurumları’nı konu alan iki araştırma hazırlanmıştır. 135 BİR KURULUŞ İfade Özgürlüğü Çalışmaları: “Düşünceye Özgürlük” kampanyası, yasama ve yürütme organlarının, ifade özgürlüğü üzerindeki yasal kısıtlamaları ortadan kaldıracak bir reform programı oluşturmak üzere harekete geçmelerini sağlamak amacıyla, 30 Ekim 2006 tarihinde başlatılmıştır. 2007 yılında da sürdürülen kampanya, öncelikli olarak TCK’nın 301. maddesinin kaldırılması için kamuoyu baskısı yaratmaya çalışmıştır. Kampanya çerçevesinde ifade özgürlüğüne aykırı olarak haklarında dava açılan kişi ve kurumlara yönelik bir veri tabanı hazırlanmış, AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi İnsan Hakları Merkezi ile birlikte İfade Özgürlüğü: İlkeler ve Türkiye konulu uluslararası bir sempozyum düzenlenmiş, otuz bine yakın imza toplanmış ve TCK’nın 301. maddesinin yürürlükten kaldırılması için bir yasa taslağı hazırlanarak hükümete ve TBMM’ye iletilmiştir. Kampanya yirmi ilde yerel kampanyalarla da desteklenmiştir. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 İnsan Hakları Ulusal Kurumuna Yönelik Çalışmalar: Türkiye’de kamu idaresinin insan hakları faaliyetlerinin denetimini yapacak, insan haklarının yaygınlaşması ve korunmasına hizmet edecek BM Paris Prensiplerine bağlı bağımsız bir insan hakları ulusal kurumunun oluşturulmasında insan hakları örgütlerinin etkileme kapasitesini güçlendirmek amacıyla, İHOP kurucu örgütleri içerisinde görüş oluşturmaya yönelik bir tartışma süreci başlatılmıştır. İHOP kurucu örgütlerinin her biri, kendi iç tartışma süreçlerini tamamlamış ve rapor haline getirmişlerdir. Ayrıca farklı ülke deneyimlerini içeren bir araştırma tamamlanmış, insan hakları kurumlarına ilişkin belgeler ve raporlar Türkçeye kazandırılmıştır. İHOP Yönetim Kurulu, bu görüşler ışığında kamu idaresinin ilgili organlarını izlemektedir. Tematik Ağların Güçlendirilmesi: Bu kapsamda, İHOP üyesi örgütlerin de içinde yer aldığı tematik alanlarda faaliyet gösteren ağlar desteklenmektedir. Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Koalisyonu, Mülteci Hakları İletişim Ağı ve Çocuklar İçin Adalet Girişimi, İHOP’un destek sunduğu ağlardır. BİR KURULUŞ 136 3. Yapısal gelİşİm ve genİşleme Platform Yapısının Güçlendirilmesi: İnsan hakları hareketinin kendi içinde etkileşimini, paylaşımını ve dayanışmasını güçlendirecek ve baskı ve denetim gücünü artıracak bir ortamın yaratılması, ancak, bu hedefleri gerçekleştirebilecek bir esnekliğe, katılımcılığa, şeffaflığa ve işlevselliğe sahip bir platform yapısıyla mümkün olabilir. Açık, işbirliğine dayalı ve etkili çalışma usullerini geliştirmek, demokratik bir örgütsel kültürü kalıcı kılmak ve alanın gereksindiği uzmanlığı ve gerekli beceriyi üretmek, İHOP’un amaçlarına erişimini kolaylaştıracaktır. Bu çerçevede, periyodik yönetim, genişletilmiş yönetim kurulu toplantıları, çalışma ilke ve usullerinin geliştirilmesi ve yazılı hale getirilmesi, faaliyet izleme, raporlama, değerlendirme ve mali denetim mekanizmalarının güçlendirilmesi, uzman ve gönüllü havuzlarının oluşturulması, programlama, proje uygulama, medyayı etkin kullanma becerisinin artması, stratejik ortaklıkların geliştirilmesi, sürdürülebilirliğin sağlanması, genişleme usullerinin belirlenmesi ve sekreteryanın kapasitesinin güçlendirilmesi yönünde etkili ve kalıcı adımlar atılmasına devam edilmektedir. Platformun Yapısı: Platform yönetim Kurulundan ve sekreteryadan oluşmaktadır. İHOP Yönetim Kurulu: İHOP Yönetim Kurulu, Platform’un karar alma organıdır. Yönetim Kurulu her kurucu örgütü temsil eden ikişer üyeden oluşmaktadır. Üye örgütler, altışar aylık dönemler halinde sırayla İHOP adına Sözcülük/Başkanlık görevini gönüllü olarak yürütmektedirler. Yerel insan hakları örgütlerinin ihtiyaçlarını ve perspektiflerini de dâhil edebilmek için her üç ayda bir Yönetim Kurulu, şubelerden katılan temsilcilerle istişarede bulunmaktadır. İHOP Sekreteryası: Sekreterya, Yönetim Kurulu tarafından onaylanan tüm program ve projelerin genel koordinasyonundan ve mali idaresinden sorumludur. Sekreterya bir Genel Koordinatör, Genel Koordinatör Yardımcısı ve iki tam zamanlı proje yürütücüsünden oluşur. Platformun profesyonel düzeyde çalışan tek organıdır. www.ihop.org.tr e-posta: ihop@ihop.org.tr İHOP Kurucu Üyeleri Helsinki Yurttaşlar Derneği Tomtom Mah. Kumbaracı Yokuşu No:50 Daire: 3 34433 Beyoğlu – İstanbul Tel: 0 212 292 68 42 iletisim@hyd.org.tr www.hyd.org.tr İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği (MAZLUMDER) Mithatpaşa Caddesi No: 21/14 Kızılay- Ankara Tel: 0 312 435 77 95 www.mazlumder.org.tr info@mazlumder.org.tr Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi Abdülhakhamid Cd. No:30/5 Talimhane Beyoğlu/İstanbul (0212) 361 62 17 ve 18 posta@amnesty.org.tr 137 BİR KURULUŞ İnsan Hakları Derneği Necatibey Cad. No: 82 / 11-12 (6. Kat) Demirtepe Ankara Tel: 0 312 230 35 67 posta@ihd.org.tr www.ihd.org.tr diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 Tarihte insan hakları... VAKTİ ZAMANINDA İNSAN HAKLARI Murat Toklucu İnsan hakları bilincinin sağlamlığını, onun sıradanlaşmasıyla da ölçmez miyiz biraz? Tersi de doğru, hatta daha aşikâr: İnsan hakları bilincinin yokluğu veya zayıflığı, gündelik, sıradan, “basit” olaylarda gösterir kendini. 138 İnsan Hakları İçin Diyalog’un “tarih” köşesinde, bu noktadan hareket ediyoruz. Eski gazete sayfalarını tarayarak, onlarca yıl öncesinde yayımlanmış haberlerden, Türkiye’de insan hakları pratiğinin ve insan haklarına bakışın tarihini okumaya çalışıyoruz. Kimisi politik ve toplumsal açıdan görece önem taşıyan, çoğu ise “önemsiz”, “küçük” sayılan olaylarla ilgili haberlere bakıyoruz. Otoriteler insan haklarını hangi yöntemlerle, nasıl bir hal ve tavırla ihlâl etmişler? Mağdurlar, bu muameleler karşısında ne ölçüde insan haklarının çiğnendiği bilinciyle hareket etmiş, ne ölçüde sineye çekmişler? Matbuat, (eskiden “basın” denmezdi, “medya” ise hiç denmezdi!), ihlâlleri ne derece normalleştirerek aktarmış, ne derece sorunlaştırmış? En önemlisi, insan hakları ihlâllerinde ve bunların basındaki sunumunda değişen ne, devam eden ne? Bu eski gazete kırpıklarının, insan haklarını savunucularını çoğunlukla sinirli bir tebessüme sevk edeceğini sanıyoruz. Belki arada, iyileşmeleri saptamamızı sağlayacak vesileler de çıkacaktır. Ne olursa olsun, maksat, azmimizin bilenmesi... Tartışmak polis tarafından yasaklanmıştır 4 Şubat 1959’da CHP Eminönü teşkilatından gençler “İfade-i meram en iyi nesirle mi olur, şiirle mi?” başlıklı bir münazara yapmak için Valilikten izin almışlar. Münazara başladığı sırada gelen polis, gençleri aralarında tartışmamaları konusunda uyarmış. Gençler, isterlerse tartışmaya mahal vermeyecek bir konuda sohbet edebileceklerini söyleyen polise izin belgelerini gösterseler de fayda etmemiş. Bunun üzerine gençler, “Böyle bir münazaraya müdahale etmeye lüzum var mı?” konusunda sohbet etmeye başlamışlar. Polis bunun da bir tartışma sayılacağı gerekçesiyle gençleri parti binasından çıkarmış. Devletin radyosuyla alay edilmez! 30 Nisan 1959 tarihli Yeni Sabah’ın haberine göre, “Radyolarda Partizan Neşriyatı ve Ajans Haberlerini Dinlemek İstemeyenler Derneği”nin kurucuları, üçer lira para cezasına mahkûm edilmiş, dernek de kapatılmış. Mahkemede derneğin kuruluşunda kanundışı bir durum bulunmadığı, ancak “Cemiyet nizamnamesinde, partizan yayınlar dinletilerek mağdur edilenlere yardım edileceğinin ve asabı bozulanların tesellisinde tıbbi ve psikolojik yardımda bulunulacağının belirtilmesinin” suç teşkil ettiği sonucuna varılmış. Kararda “Bu ifadeyle radyo ve neşriyatını istihfaf (hafifseme) ve onunla istihza (alay etme) kastı güdüldüğü kanaatiyle mahkûmiyet ve kapama kararı verildi” denilmiş. Polisten tıraş cezası 8 Eylül 1971 tarihli Günaydın’ın haberine göre polis, İstiklal Caddesi’nde kızlara laf atarken yakalanan gençlerin saçlarını karakolda “ceza olsun diye” kesmiş, daha doğrusu tıraş makinesiyle saçlarının ortasından yol açmış. 17 Aralık 1967 tarihli Hürriyet’te de Kadıköy’de Savcı Yardımcısının kızına laf atan ve karakolda saçı kesilen Ringo Süheyl’in haberi var. Süheyl’in saçlarını kestiren komiser, durumu “Sarkıntılıkla mücadelede maalesef yetersiz kalıyoruz. Bu yüzden adliyenin de onayıyla bu usulü tatbik ediyoruz” diye açıklamış. 139 diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 Türk düşmanı kadınlar 31 Ocak 1982 tarihli Hürriyet’te “Avrupa Konseyi’ndeki bir numaralı düşmanımız, Türkiye’yle uğraşan Rosetta” başlıklı bir haber yer alıyor. Habere göre, Avrupa Konseyinin Portekizli parlamenter üyesi Elena Rosetta, darbeciler gidip demokratik bir iktidar gelene kadar Türkiye’nin Konsey’den çıkarılmasını savunuyormuş. Haberde “Düzgün fiziğiyle Konsey’deki erkeklerin başını döndürüyor” diye bahsedilen Rosetta, komünist değil sosyal demokrat olduğunu söylese de, Hürriyet “Komünist Rosetta, Salazar cuntası döneminde tutuklanmasının acısını çıkarmaya çalışıyor” diyerek çıkmış işin içinden. TARİHTE İNSAN HAKLARI 140 Atatürk’e kravat takıp hakaret etmek 1982 yazında turist olarak geldiği Muğla’da “Posta pulundaki Atatürk resmine takke giydirip kravat takmak suretiyle Atatürk’e hakaret ettiği” gerekçesiyle tutuklanıp 1,5 ay cezaevinde kalan 19 yaşındaki Alman genç kız Dorte Plaue, Türkiye dışına çıkmamak kaydıyla 1000 mark kefaletle serbest bırakıldıktan bir süre sonra sahte pasaportla uçağa binip kaçmış. Almanya’ya döner dönmez bir basın toplantısı yapan Plaue, “Puldaki resme karalamalar yapmanın suç olduğunu nereden bilebilirdim?” demiş. Komünistlerin imhası meselesi 13 Haziran 1986 tarihli Günaydın’ın sürmanşetinde, 104 yaşındaki 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın “komünistleri imha etmek lazım” sözlerine yer veriliyor. Röportajın devamında, komünizm tehlikesinin geçmediğini söyleyen Bayar, “bu tehlike hiçbir zaman geçmeyecek” gibi bir tespitte de bulunmuş. Tek çözümün komünistlerin topyekûn imhası olduğunu belirten Bayar, “Türkiye’nin geleceğinden umutlu musunuz?” sorusuna “Çok umutluyum, komünizme dikkat etmek kaydıyla hiçbir tehlike görmüyorum” yanıtını vermiş. Eğer yasalara saygı gösterilmesini istiyorsak, önce saygı duyulacak yasalar yapılması lazımdır. Louis D. Brandeis DARBELER VE İNSAN HAKLARI 27 Mayıs Askeri Darbesi Ezgi Koman 27 Mayıs 1960 günü erken saatlerde TRT Radyosunda bir anons: “Sevgili Vatandaşlar, Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri, memleketin idaresini ele almıştır. Bu harekâta Silahlı Kuvvetlerimiz; partileri içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtarmak ve partiler üstü tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemliği altında, en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi, hangi tarafa mensup olursa olsun, seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzere girişmiş bulunmaktadır. Kabineye mensup şahsiyetlerin, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne sığınmalarını rica ederiz. Şahsi emniyetleri kanunun teminatı altındadır. Müttefiklerimize, komşularımıza ve bütün dünyaya hitap ediyoruz. Gayemiz, Birleşmiş Milletler Anayasası’na ve insan hakları prensiplerine tamamen riayettir. Büyük Atatürk’ün ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ prensibi bayrağımızdır. Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO ve CENTO’ya inanıyoruz ve bağlıyız. Düşüncemiz ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’tur.” Milli Birlik Komitesi Üyesi Albay Alparslan Türkeş Ve... TBMM feshedildi. Anayasa askıya alındı. Aralarında Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile 1950 seçimlerinde oyların yüzde 53.5’ini alarak iktidar olan Demokrat Parti (DP)’li Başbakan Adnan Menderes, DP’li Bakan ve vekillerin de bulunduğu yüzlerce kişi 141 TARİHTE İNSAN HAKLARI Girişilmiş olan bu teşebbüs, hiçbir şahsa veya zümreye karşı değildir. İdaremiz, hiç kimse hakkında şahsiyata müteallik tecavüzkâr bir fiile müsaade etmeyeceği gibi, edilmesine de asla müsamaha etmeyecektir. Kim olursa olsun ve hangi partiye mensup bulunursa bulunsun, her vatandaş; kanunlar ve hukuk prensipleri esaslarına göre muamele görecektir. Bütün vatandaşların, partilerin üstünde aynı milletin, aynı soydan gelmiş evlatları olduklarını hatırlayarak ve kin gütmeden birbirlerine karşı hürmetle ve anlayışla muamele etmeleri, ıstıraplarımızın dinmesi ve milli varlığımızın selameti için zaruri görülmektedir. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 tutuklandı. Menderes ve DP’li vekiller Yassıada’ya hapsedildi, Milli Birlik Komitesinin kurduğu Yüksek Adalet Divanı tarafından yargılanıp, ölüm cezasına çarptırıldılar. Cumhurbaşkanı Bayar yaşından dolayı idamdan kurtuldu. Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edildiler. DP’li vekiller çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı ve Kayseri Cezaevi’ne gönderildiler. Birkaç yıl sonra vekillerin cezalarına af geldi. Ekim 1960’da 147 öğretim üyesi üniversitelerden uzaklaştırıldı. Askerin siyasete müdahale etmesini yasaklayan mevcut 22 Mayıs 1930 tarih ve 1632 sayılı Askeri Ceza Kanunu dışında, 27 Mayıs’tan sonra 4 Ocak 1961 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu çıkarıldı. Bu kanun, Türk Silahlı Kuvvetlerinin daha sonraki darbe ve teşebbüslerinin dayanağı oldu. TARİHTE İNSAN HAKLARI 142 “Ve yine hiç şüphe etmiyorum; 27 Mayıs başarıya ulaşmamış ya da hiç yapılmamış olsaydı, ne ordu içinde cuntalar kurulacak, ne 12 Mart, 12 Eylül müdahaleleri yapılacak, ne de demokrasi dejenere edilebilecekti.” Celal Bayar (Dönemin Cumhurbaşkanı) Devlete karşı, onların yönettiği devlete karşı kazanılmış bir zaferdi... Onların elinden devleti alma hareketidir. 1960, halkın elinden devleti alma hareketidir. Süleyman Demirel (Dönemin DSİ Genel Müdürü) 60 İhtilali... Ve kaptılar, işte kendileri güya demokrasinin bayraktarlığını yapıyorlar... Müdahaleci ekip. Fakat ne yaptılar; üniversiteden geçmeler, 147’ler olayı, arkasından Bab-ı Ali önünden geçeceğiz lafları derken birden, bir ülke ve kültür birliği projesi ortaya çıktı. Bunu biz ortaya çıkardık. Dünyada görülmemiş bir totaliter rejim projesi, yani Nazi Almanya’sında bile eşi görülmemiş bir proje. Bülent Ecevit (Dönemin CHP Ankara Milletvekili) 12 Mart Muhtırası 12 Mart 1971 günü saat 13.00’de TRT Radyosunda bir başka anons: “Meclis ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatlarıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür. Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetleri’nin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliğini giderecek çarelerin, partilerüstü bir anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir. Bu husus süratle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır. Bilgilerinize...“ 143 TARİHTE İNSAN HAKLARI Fotoğraf Ali öz Ve... TSK bir muhtıra verdi. TBMM feshedilmedi. Anayasa askıya alınmadı. Ancak 12 Mart Muhtırası’nın verildiği gün Hükümet istifa etti. Askerin de onayıyla, Nihat Erim, hükümeti kurmakla görevlendirildi. Muhtırayla birlikte pek çok yayın toplatıldı, sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Binlerce kişi tutuklandı, işkenceye uğradı, yargılandı, mahkûm edildi. Sosyalist Deniz Gezmiş, Hüseyin İnsan, Yusuf Aslan ölüm cezasına çarptırıldılar ve idam edildiler. Türkiye İşçi Partisi ve Devrimci İşçi Sendikalar Konfederasyonu başta olmak üzere pek çok parti, sendika ve dernek kapatıldı. 12 Mart sonrasında yapılan anayasa değişikleriyle yürütme erkinin Meclis karşısında gücünü artıran “kanun hükmünde kararname” çıkarma yetkisi hükümete verildi. “Devlet Güvenlik Mahkemeleri” kuruldu. ULU SL AR SSII A A AARR SSAANN HHAAKKLLAARRII İİNN M MEEKKAANNİ İZZM MAA LLAA RRII Bİrleşmİş M‹lletler Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Kom‹tes‹ Feray Salman Nefret ve bölünmeyi yaratan faktörler olan ayrıştırma ve ayrımcılıktan azade kılınmış bir dünya toplumu oluşumu Birleşmiş Milletlerin temel amaçları arasındadır. 1963 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu önce Her Türlü Irk Ayrımcılığının Önlenmesi Bildirgesi’ni kabul ederek bu alanda mücadelenin ilk resmi adımını atmıştır. Ardından, 1965 yılında, Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme’yi kabul ederek BM Genel Kurulu, dünya toplumuna yasal bir araç sunmuştur. Sözleşme’yi onaylayan Devletler, böylelikle ırk ayrımcılığını ortadan kaldırmak için her türlü önlemi alma yükümlülüğünü almışlardır. Sözleşme 27 ülke tarafından onaylandıktan sonra 1969 yılında yürürlüğe girmiştir. Bugün toplam 173 ülke Sözleşme’yi onaylamıştır. Sözleşme, en eski ve en çok ülke tarafından onaylanmış Birleşmiş Milletler insan hakları sözleşmesidir. Türkiye de bu Sözleşme’yi yürürlüğe girdikten üç yıl sonra (1972) imzalamış ancak onaylaması 23 yıl (16 Eylül 2002) sürmüştür. Sözleşme, Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Komitesi (CERD)’ni kurmuştur. Taraf Devletlerin ırk ayrımcılığı ile mücadele etme yükümlülüklerini yerine getirmek için attığı yasal, yargısal, idari ve diğer adımların Komite tarafından incelenmesini mümkün kılacak üç prosedür oluşturulmuştur. Sözleşmeye taraf olan tüm Devletlerin Komite’ye düzenli rapor sunma zorunluluğu. Devletlerin Devletleri şikâyet etmesi. Irk ayrımcılığı mağduru olduğunu iddia eden bir kişi ya da grubun Komite’ye kendi Devleti aleyhine şikâyette bulunması. Bu ancak ilgili Devlet Sözleşmeye taraf olduysa ve CERD’nin bu tür şikâyetleri kabul etme yetkisini tanıdığını ilan ettiğinde gerçekleşebilir. Üyelik CERD, Sözleşme’deki ifadeyle, “tarafsızlıkları ve yüksek ahlaki duruşlarıyla tanınan 18 uzmandan oluşur”. Komite’nin üyeleri dört yıllık bir süre için Sözleşme’ye Taraf Devletler tarafından seçilirler. Seçimler iki yıllık aralarla üyeliklerin yarısı için yapılır. CERD’in oluşumunda dünyadaki farklı coğrafi bölgeler ve aynı zamanda farklı uygarlıklar ve adalet sistemlerinin adil temsiliyetine dikkat edilir. 145 diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 Özerklik CERD özerk bir yapıdır. Komite’deki uzmanlar kendi şahsi sıfatlarıyla seçilirler. Üyeler azledilemezler ya da kendi istekleri dışında değiştirilemezler. Sözleşme’ye uygun olarak kendi iç tüzüklerini oluştururlar ve dışarıdan asla talimat almazlar. Ancak, Birleşmiş Milletler ile olan ilişkileri açıktır. Komite, Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan ve kabul edilen bir Sözleşme altında kurulmuştur. Cenevre’deki İnsan Hakları Merkezi’nde bulunan sekreteryasının giderleri Birleşmiş Milletler’in olağan bütçesinden karşılanmaktadır. Yılda iki kere gerçekleştirilmesi planlanmış olan Komite toplantıları, genellikle Birleşmiş Milletlerin New York’taki Genel Merkezinde ya da Cenevre’deki Birleşmiş Milletler ofisinde gerçekleştirilir. ULUSLARARASI MEKANİZMALAR 146 Devletlerin Raporlama Yükümlülüğü Taraf Devletler, Sözleşme’yi onayladıkları tarihten itibaren iki yıl içinde, ilk raporlarını Komite’ye sunmak zorundadırlar. İlk raporun ardından her iki yılda bir güncelleme raporları ve her dört yılda bir de kapsamlı raporlar sunmakla yükümlüdürler. Komite’nin önüne incelemesi için bir rapor geldiğinde, ilgili ülkeden bir temsilci raporu sunabilir, uzmanların sorularına cevap verebilir ve uzmanların yaptıkları gözlemlerle ilgili yorumda bulunabilir. Komite’nin Genel Kurula sunduğu rapor bu süreçleri özetler ve fikir ve tavsiyelerini sunar. Hükümet Dışı kuruluşların da gölge ya da alternatif rapor hazırlayarak bu sürece katılmaları olanaklıdır. Komite, raporları gözden geçirdikten sonra, Sonuç Gözlemlerini Taraf Devlete bildirir ve Komite’nin belirleyeceği bir tarihe kadar sonuç gözlemlerinde yer alan sorun alanlarının giderilmesine ilişkin tedbirler almasını ister. CERD, raporlarını hazırlamaları için Taraf Devletlere bir rehber hazırlamıştır. Komite, ayrıca Sözleşme’de belli maddelerle ilgili olarak uzmanların gerçekleri ortaya koymak ve görüş oluşturmak için gereksinim duyacağı bilgilerin yetersiz olduğunu gördüğü durumlarda Taraf Devletler için genel tavsiye kararları almıştır. Komite şimdiye dek 31 Genel Yorum yayınlamıştır. Devletlerarası Şikâyetler Sözleşme’ye taraf olan tüm Devletler, Komite’nin bir devletin, bir diğer devletin Sözleşme’yi etkinleştirmediğine dair şikâyetini kabul etme ve bu şikâyet üzerine harekete geçme yetkisini kabul etmiştir. Ancak bu prosedür, ilgili taraflar için kullanılabilecek başka bir prosedür varsa onun yerini almaz. Prosedür, eğer başka bir yolla çözüme ulaşılmamışsa, arabulucu bir komisyonunun oluşturulmasını öngörmüştür. Bireysel Başvurular Sözleşme’nin ihlalinin mağduru olduğunu iddia eden birey ya da grupların başvurularının CERD tarafından kabul edilmesine ilişkin prosedür, on Taraf Devletin Komite’nin bu alandaki yetkisini kabul ettiği 1982 yılında devreye girmiştir. Komite bu tür başvuruları gizli olarak ilgili Taraf Devletin dikkatine sunar ve izinleri olmadığı takdirde, başvuru yapanların kimliklerini açıklamaz. Devlet görüşlerine bir açıklama getirdiğinde ve belki de bir tazminat önerdiğinde, Komite konuyu tartışır ve ilgili birey ya da gruba ve Taraf Devlet’e iletilmek üzere öneri ve tavsiyelerde bulunabilir. Sözleşme’ye göre Taraf Devletlerin haklarının ihlalinden dolayı mağdur olduğunu iddia eden kişi ya da grupların dilekçelerini almaya yetkili bir ulusal organ kurabilir. Dilekçe sahipleri ancak böyle bir yapıya başvurduktan sonra tatmin olmazlarsa konuyu Komite’nin dikkatine getirebilirler. Irk ayrımcılığını yasaklayan hükümleri dâhil edecek şekilde ulusal anayasalarda yapılan değişiklikler; Mevcut yasa ve yönetmeliklerin ırk ayrımcılığını devam ettirme eğiliminde olanları değiştirmek üzere sistematik olarak gözden geçirilmesi ya da Sözleşme’nin gerekliliklerini yerine getirmek için yeni kanunların yürürlüğe konulması; CERD’nin önerileri çerçevesinde yasalarda değişikler yapılması; Irk ayrımcılığının cezalandırılabilir bir suç haline getirilmesi; Adalet, güvenlik, siyasal haklar ya da kamunun kullanımına açık yerlere erişimde ayrımcılığa karşı yasal garantilerin oluşturulması... Eğitim programları Irk ayrımcılığı sorunları ile ilgilenmek ve yerel halkların çıkarlarını korumak üzere yeni kurumların oluşturulması; Yasalar ya da idari uygulamalarla ilgili planlanan değişiklerle ilgili olarak görüşlerinin dikkate alınacağını belirterek Komite’ye önceden danışılması. 147 ULUSLARARASI MEKANİZMALAR Etki Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin yürürlüğe girmesi ve CERD’nin yirmiyi aşkın yıl boyunca Taraf Devletlerin yükümlülüklerini yerine getirmek için nasıl harekete geçtiklerine dair raporları düzenli olarak gözden geçirmesi olumlu sonuçlar doğurmuştur. Bu sonuçların bir kısmı aşağıda belirtilmiştir: diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 Taraf Devletlerin ırk ayrımcılığına ilişkin politikalarından uluslararası bir forumda mesul oldukları gerçeği, ulusal kanun ve uygulamaları Sözleşme’nin hizasına getirmek için bir destek görevi görmektedir. ULUSLARARASI MEKANİZMALAR 148 Komite, Taraf Devletlerin dört alanda daha fazla çalışması gerektiğine inanmaktadır. Bunlar: Irksal üstünlüğe ya da nefrete dayalı ve ırk ayrımcılığını teşvik eden düşüncelerin yayılmasını ve aynı zamanda şiddet eylemlerine ve ırkçı faaliyetlere desteği cezalandıran kanunların geçmesi ile ırk ayrımcılığını teşvik eden ve güçlendiren faaliyetlerin ve örgütlerin yasaklanması; Bireylerin ırkları, renkleri, ulusal ya da etnik kökenlerine bakmaksızın hukuk önünde eşitliğini garanti altına alacak yasama faaliyetleri; Irk ayrımcılığına karşı korunmayı ve tazminatı garanti altına alan yasama faaliyetleri; Eğitim, öğretim, kültür ve bilgi alanlarında önyargılarla savaşacak, anlayış, tolerans ve dostluğu yaygınlaştıracak ve Birleşmiş Milletler Sözleşmesi ve uluslararası insan hakları sözleşmeleri hakkında bilgi yayacak eylemlerdir. Sözleşme uyarınca Taraf Devletler aşağıdaki hususları taahhüt etmiştir: Bireylere, kişi gruplarına ya da kurumlara yönelik ırk ayrımcılığı hareketleri ve uygulamalarına karışmamayı ve kamu yetkilileri ve kurumlarının böyle davranmasını sağlamayı; Kişi ya da kurumların ırk ayrımcılığını himaye etmeme, savunmama ve desteklememeyi; Hükümet politikaları ile ulusal ve yerel politikaları gözden geçirmeyi ve ırk ayrımcılığı yaratan ya da uygulayan kanun ve düzenlemeleri değiştirmeyi ya da yürürlükten kaldırmayı; Bireylerin, grupların ve kurumların gerçekleştirdiği ırk ayrımcılığını yasaklamayı ve sonlandırmayı; Birleşmeci ya da çok ırklı örgütler ve hareketler ile ırklar arasındaki engelleri ortadan kaldıracak diğer araçları cesaretlendirmek ve aynı zamanda ırksal bölünmeyi güçlendirme eğilimi olan her şeyin cesaretini kırmayı. www2.ohchr.org/english/bodies/cerd/index.htm www2.ohchr.org/english/bodies/cerd/index.htm www.ihop.org.tr” www.ihop.org.tr ............................................................. BM Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Komİtesİnİn Türk‹ye’ye Tavs‹yeler‹ BM Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Komitesi, 23–24 Şubat 2009 tarihlerinde, Türkiye tarafından, ilk rapordan başlayıp üçüncü raporu kapsayacak şekilde tek belge olarak sunulan dönemsel raporları değerlendirmiş ve gözlemlerini oluşturmuştur. Aşağıda özetlenen sonuç gözlemleri İnsan Hakları Ortak Platformunun web sitesinde bulunmaktadır. Komite, Türkiye’den sonuç gözlemlerinde dile getirilen bütün konulara ilişkin aldığı tedbirleri içerecek biçimde, dördüncü ve beşinci dönemsel raporlarını birleşik tek bir belge halinde 15 Ekim 2011 tarihine kadar sunmasını istemiştir. Türkiye’nin ulusal mevzuatını uluslararası insan hakları standartlarıyla bütünleştirmek amacıyla gerçekleştirmiş olduğu ve Anayasa değişikliğini, Medeni Kanun, Ceza Kanunu, Dernekler Kanunu ve Sözleşme’nin uygulanmasıyla ilişkili diğer bazı kanunların kabul edilmesini içeren kapsamlı yasal düzenlemeler, hâkimler, savcılar ve diğer kamu görevlilerinin insan hakları konusunda bilinçlendirilmesini amaçlayan eğitim programları, ırk ayrımcılığıyla küresel düzeyde mücadele etme konusundaki kararlılığını ortaya koyacak şekilde Birleşmiş Milletler Medeniyetler İttifakı Girişimine başlangıçta verdiği destek ve aktif katılımı, ülke içinde yerinden edilmiş ve çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu kişilerin geri dönüşü ve zararlarının tazmini konusunda attığı adımlar Komite tarafından olumlu gelişmeler olarak değerlendirilmiştir. Ancak Komite, Türkiye’nin raporunda verdiği bilgiler ışığında, Sözleşme’nin tam olarak hayata geçirilmesinin önünde engel teşkil eden bir dizi sorun alanı da tespit etmiş ve tavsiyelerini sunmuştur. Aşağıda özeti verilen Tavsiyelerin tam metinlerini İHOP web sitesinde ve orijinal metinleri de Komite’nin web sitesinde bulmak mümkündür. Tavsiyeler Türkiye’nin Sözleşme’nin 22. maddesine koyduğu çekincesini ve Sözleşme’nin uygulanmasına dair coğrafi kısıtlamayı da içeren beyanlarını kaldırmaya yönelik değerlendirme yapması. Komiteye göre, bir ülkede farklı etnik grupların özel ihtiyaçlarının ve ırk ayrımcılığına 149 ULUSLARARASI MEKANİZMALAR Komite’nin nihai gözlem raporunda, Sözleşme’nin hükümlerinin tam olarak hayata geçirilmesinde Türkiye’nin hâlihazırda gerçekleştirmiş olduğu ilerlemeyi değerlendirmektedir. Bu değerlendirme, bir yandan olumlu gelişmelere işaret ederken öte yandan da Komite’nin kaygılarını içermektedir. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 karşı korumada olası eksikliklerin belirlenebilmesinin önkoşulu, toplumun etnik yapısına ilişkin bilgilerin mevcut olmasıdır. Komite, konuyla ilgili nicel verinin bulunmaması durumunda Sözleşme’nin kapsadığı bütün alanlarda, nüfusun yapısını ve durumunu değerlendirebilmek için, taraf Devletin kullanılan ana dillere, yaygın olarak konuşulan dillere veya etnik çeşitliliğe dair diğer göstergelere ilişkin bilgileri ve bunların yanı sıra, bu alanda gerçekleştirilmiş akademik çalışmalardan derlenmiş bilgileri sağlaması. Farklı etnik grupların TBMM’de ve diğer seçilmiş yapılarda yeterli düzeyde temsil edilmesini ve kamu kurumlarında yer almalarını sağlamaya yönelik teşvikte bulunması ve bu tür bilgilerin taraf Devletin bir sonraki dönemsel raporuna dâhil edilmesi. Türkiye’nin kendi iç mevzuatında Sözleşme’nin 1. maddesinde sayılan tüm unsurları içerecek şekilde açık ve kapsamlı bir ırk ayrımcılığı tanımı yapmayı değerlendirmesi. ULUSLARARASI MEKANİZMALAR 150 Türkiye’nin, Sözleşme’nin 5. maddesinde belirtilen tüm hak ve özgürlüklerin Sözleşme kapsamına giren tüm gruplara ayrım yapılmaksızın uygulanmasını sağlaması, özellikle ulusal veya etnik köken nedeniyle ayrımcılığın üzerine yoğunlaşarak ülkedeki ırk ayrımcılığı durumunu etkili bir biçimde incelemeye ve değerlendirmeye yönelik bir çalışma yapması ve bu tür ayrımcılığı ortadan kaldırılmak üzere gerekli önlemleri alması. Komite, etnik grupların varlığının belirlenmesi konusunda kısıtlayıcı ölçütlerin uygulanmasının; bazı grupların resmen tanınıp diğerlerinin tanınmamasının farklı etnik ve diğer gruplara birbirinden farklı muamele yapılmasına yol açabileceğinden ve bu durumun Sözleşme’nin 5. maddesinde belirtilen hakların ve özgürlüklerin kullanılmasında fiili (de facto) bir ayrımcılığa neden olabileceğinden kaygı duymaktadır. Bu çerçevede, Türkiye’nin bu tür araştırmaların sonuçlarına ve alınan tedbirlere ilişkin bilgilere bir sonraki dönemsel raporda yer vermesi. Genel olarak kamunun Romanlara, Kürtlere ve gayrimüslim azınlıklara mensup kişilere yönelik ve saldırı ve tehditleri içeren düşmanca tavrının sürdüğüne dair iddialardan kaygı duyarak Türkiye’nin genel olarak kamunun eğitimini ve bilgilendirme kampanyalarını içerecek şekilde, bu tür davranışları önlemeye ve bunlarla mücadele etmeye yönelik adımlar atması. Ayrıca, ırk ya da etnik köken nedeniyle fiilen (de facto) ayrımcılığa neden olabilecek tüm eğilimleri izlemeye ve bu tür eğilimlerin olumsuz sonuçlarıyla mücadele etmek için çaba göstermesi. Komite, Sözleşme’nin 4. maddesinin doğrudan doğruya uygulanabilir nitelikte olmadığını; uygulanması için özel bir mevzuatın kabul edilmesi gerektiğini gözlemektedir. Ayrıca Komite, Ceza Kanunu’nun sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özellikler nedeniyle kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmeyi yasaklayan 216. maddesinin kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlike doğuracak eylemlerle sınırlandırıldığını; bu nedenle, diğer şeylerin yanı sıra, kamu güvenliği açısından tehlike doğurmayacak şekilde düşmanca eylemlere tahrik etmeye yönelik ifadelerin, yasanın kapsamı dışında kaldığını kaydetmektedir. Bu çerçevede Türkiye’nin Sözleşme’nin 4. maddesinin tam ve yeterli bir biçimde uygulanmasını sağlaması ve Ceza Kanunu’nun 216. maddesinin Sözleşme’ye uygun bir biçimde yorumlanması ve uygulanması. Komite, Türkiye’nin Mültecilerin Statüsüne ilişkin Sözleşme’ye koyduğu coğrafi çekincenin kaldırılmasına niyetli olduğu yönündeki beyanını memnuniyetle karşılamaktadır ve bu sürece yüksek öncelik vermesini teşvik etmektedir. Ayrıca Komite, taraf Devletin mültecileri ya da BMMYK’ya sığınmacı olarak kayıtlı kişileri sınır dışı etmekten kaçınmasını talep etmektedir. Türkiye’nin yürüttüğü yasal reform çalışması dâhilinde Sözleşme’nin 5. maddesinde korunan tüm hak ve özgürlükleri içeren, ayrımcılık karşıtı kapsamlı bir mevzuatı yasalaştırması. Komite, din görevlilerinin eğitimi ve mülklerin geri iadesi konuları dâhil olmak üzere, özellikle Rum azınlığın içinde bulunduğu ciddi durum hakkında kaygı duymaktadır. Komite, Türkiye’yi bu tür ayrımcılıkları çözüme kavuşturmaya ve Heybeliada’daki Rum Ortodoks Ruhban Okulunun açılması; el konulmuş mülklerin iadesi ve bu bağlamda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin ilgili tüm kararlarının gecikmeksizin uygulanması için acil olarak gerekli önlemleri almaya davet etmektedir. Komite, Romanlara Karşı Ayrımcılığa dair 27 sayılı Genel Tavsiyesini (2000) hatırlatarak; Türkiye’nin özellikle eğitim, çalışma ve barınma alanlarında süreğen ayrımcılığın yarattığı dezavantajları giderecek özel önlemleri alarak Romanların durumunu geliştirmesini tavsiye etmektedir. “Türk Vatandaşları Tarafından Yabancı Dilde Eğitim ve Öğretim ve Farklı Dil ve Lehçelerin Öğrenilmesi Hakkında Kanun” ve “Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerin Öğrenilmesi Hakkında Yönetmelik” in 2003’te kabul edildiğini kaydetmekle birlikte, özellikle taraf 151 ULUSLARARASI MEKANİZMALAR Türk Ceza Kanunu’nda yapılan değişiklikle, 301. maddenin “Türklük” yerine “Türk milletini” alenen aşağılamayı suç saydığını ve bu suçun soruşturulmasının Adalet Bakanının iznine bağlı kılındığını kaydeden Komite, yeni maddenin Sözleşme’de yer alan haklarını savunan kimselere karşı uygulanması olasılığından kaygı duymaya devam etmektedir. Bu çerçevede Türkiye’nin Ceza Kanunu’nun 301. maddesinin Sözleşme’ye uygun bir biçimde yorumlanması ve uygulanmasını sağlaması. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 Devletin özel dil kursları veren tüm okulların “kurslara yönelik ilgisizlik ve katılım azlığı sebebiyle kurucuları ve sahipleri tarafından kapatıldığı”na ilişkin bildirimi bağlamında, etnik gruplara mensup çocukların anadillerini öğrenmeleri için sağlanan olanakların yetersiz olmasından dolayı kaygı duymaya devam etmektedir. Komite, Türkiye’nin belirtilen kanunların etkin bir biçimde uygulanmasının sağlanmasını tavsiye etmektedir. Ayrıca Komite, taraf Devletin mevzuatta yapılacak diğer değişikliklerle, Türkiye’de konuşulan geleneksel dillerin yaygın eğitim-öğretim sistemi dâhilinde öğretilmesi olanağını sağlamayı değerlendirmesini tavsiye etmekte ve bu dillerde eğitim veren devlet okulları ağını kurmasını ve yerel toplulukların mensuplarının bu konudaki karar alma süreçlerine katılımını güçlendirecek araçları değerlendirmesini teşvik etmektedir. ULUSLARARASI MEKANİZMALAR 152 Irk ayrımcılığının görülmediği hiçbir ülke olmadığını göz önünde bulunduran Komite, taraf Devletin bu tür bir ayrımcılığa ilişkin şikâyetlerin neden yapılmadığını araştırmasını talep etmektedir. Kamu idaresinde ve ceza adalet sisteminin işleyişinde ırk ayrımcılığının önlenmesine ilişkin 31 sayılı Genel Tavsiyesini (2005) hatırlatan Komite, taraf Devletin bu tür hiçbir şikâyetin olmamasının mağdurların tazminat arayışının engellenmesinden; haklarından haberdar olmamalarından; tepkilerden korkmalarından; kolluk ve yargı görevlilerine karşı güvensizliklerinden ya da yetkililerin ırk ayrımcılığıyla ilgili davalara karşı ilgisiz ya da duyarsız olmalarından kaynaklanmadığını doğrulamasını tavsiye etmektedir. Komite, taraf Devletin bir sonraki raporunda ırk ayrımcılığı fiillerine ilişkin şikâyetler ve hukuk davalarında ya da idari davalarda yargılama sürecinde alınan kararlar hakkında güncel bilgi sağlamasını talep etmektedir. Bu bilgilerin açılan davaların sayısına ve niteliğine; alınan kararlara ve verilen cezalara ve varsa, bu tür fiillere maruz kalan kişilere verilen tazminat ve diğer telafi edici uygulamalara dair ayrıntıları içermesi gerekmektedir. Komite, taraf Devletin hâkimlerin, savcıların, avukatların ve polis memurlarının Sözleşme’nin içeriği ve önemi hakkında daha fazla bilgi sahibi olmasını sağlamak için ulusal düzeyde bu kişilerin eğitimine yönelik çabalarını arttırmasını teşvik etmektedir. Komite, taraf Devletin etnik köken, ırk ya da din nedenli nefretin ceza yargılamalarında cezayı ağırlaştıran bir unsur olarak dikkate alınmasını öngören özel bir hükmün ülkenin ceza hukuku mevzuatına dâhil etmesini tavsiye etmektedir. Komite, taraf Devletin bir sonraki dönemsel raporunda Azınlık Sorunlarını Değerlendirme Kurulunun çalışmaları hakkında ayrıntılı bilgi ve Kamu Denetçisi bürosunun ve Ulusal İnsan Hakları Kurumunun oluşturulması hakkında güncel bilgi vermesini talep etmektedir. Kültür ve Sanat Dünyasında İnsan Hakları.... Kübra Ceviz Türkiye’de ve dünyada işkence görmüş milyonlarca insana adanmış, etkili sinema diliyle ön plana çıkarak pek çok ödül alan 22 dakikalık, kısa, ama işkence konusunda belleği tazeleten bir film İşkenceye Tolerans. Kurulduğu 1990 yılından bu yana işkence ve kötü muamele gördüğü gerekçesiyle başvuru yapan 11.590 kişinin tedavi ve rehabilitasyonunu üstlenen Türkiye İnsan Hakları Vakfının özenli ve kapsamlı çalışmasıyla, Armağan Pekkaya ve Umut Kol’un sinema dilinin birleştiği film, 2008 yılından beri izleyicilerin karşısında. İŞKENCEYE TOLERANS: Armağan Pekkaya ile söyleşi Filmleri yurt içi ve yurt dışındaki festivallerde gösterilen ve çeşitli ödüller alan Armağan Pekkaya ve Umut Kol, halen bağımsız olarak kısa film ve belgesel çalışmalarını sürdürüyorlar. İşkenceye Tolerans dışında Pekkaya’nın, “Dışarıda Olmak” (2002), Kol’un da “Kimsesiz” (2006) adlı filmleri var. Dışarıda Olmak, 2002 yılında 42. Antalya Film Festivali “En İyi Belgesel Ödülü” aldı. İşkenceye Tolerans ise, İzmir ve İstanbul Uluslararası Kısa Film Festivallerinde aldığı “En İyi Belgesel” ödüllerinden sonra, geçtiğimiz ay gerçekleşen İstanbul 153 diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 8. AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nde de ikincilik ödülüne değer görüldü. Kazandığı başarının, işkencenin ve kötü muamelenin önlenmesi için verilen mücadelede önemli bir adım olduğu noktasından hareketle, yönetmenlerden Armağan Pekkaya ile “İşkenceye Tolerans” üzerine söyleştik. Armağan Pekkaya kimdir? “Sus, karışma, bulaşma!” nasihatleriyle yetiştirilmiş ancak yetişememiş bir nesildenim. Filmi bir ifade aracı olarak keşfettiğimden beri varoluşumu anlamlandırmaya çalışıyorum. Duyarlılıklarımı sorumluluklarım olarak algılıyorum. İşkenceye Tolerans belgesel fikri ortaya nasıl çıktı, süreç nasıl gelişti? Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın işkenceyi önleme projesi kapsamında geliştirildi. Araştırma ve hazırlık aşaması uzunca bir süre aldı. Bütün hassasiyetlere özen göstererek üretmeyi amaçladığımızdan uzunca bir süre sadece okuduk. KÜLTÜR-SANAT DÜNYASINDA İNSAN HAKLARI 154 Sizi böyle bir çalışmaya iten nedenler nelerdi? Yaşadığı ülkenin sorunları karşısında sorumluluk hissetme duygusuyla üretiyoruz. Bizi biz yapan hikâyelere sahip çıkarak üretiyoruz. Belgesel çekimi esnasında kimlerden destek aldınız ve kaynaklara/ vakalara ulaşmada sıkıntı çektiniz mi? Vakıf çalışanları en büyük destekçimizdi. Özellikle araştırma aşamasında Ülkü Özen’in büyük desteğiyle çalıştık. Aleni olana ulaşmada doğal olarak bir sıkıntı yaşamadık. İşkence ile ilgili bir belgesel çekmek yani devletçi geleneğe sahip bir toplumda normalleştirilen gerçekleri göstermek çok da kolay değildir. Özellikle politik film/belgesel biraz da cesaret istiyor diyebiliriz. Bu süreçte sizin çekinceleriniz ya da yaşadığınız gerilimler oldu mu? Sorunlar karşısında sorumluluk hissettiğiniz ölçüde bir şey yapmamanın gerilimlerini yaşamaktansa, bir şeyler üretebilmenin gerilimlerini yaşamayı tercih ettik. Çaresizlik en büyük gerilimdir. Öğretmenlerin, hukukçuların, doktorların, herkesin yapabileceği olduğu gibi, filmcilerin de yapabilecekleri olduğunu önce kendimize göstermeye çalıştık. Belgesel çok fazla ödül aldı. Genelde bu tip çalışmalar görmezden gelinir. Bekliyor muydunuz? Ödüllerin etkisi nasıl oldu? Ödülden ziyade çok insana ulaştırmak gibi bir kaygımız vardı. Ancak ödüllerin de etkisiyle filmin beş bine yakın seyircisi oldu. Bu rakam da bir belgesel film için ciddi bir rakam kuşkusuz. Film Antalya, İstanbul, İzmir, Ankara, Nurnberg, Boston, Londra festivallerinde gösterildi. Ödüller aldı. Bazı meselelerin görmezden gelinecek hali aştığı bir durumdayız artık. Belgeselde gördüğümüz görüntüler aslında çok tanıdık, her gün televizyonda izlediğimiz ve daha çok, kitlesel şiddetle ilgili sahnelerdi. Ancak daha yoğun ve ağır işkenceleri, hatta Engin Ceber’de olduğu gibi yaşam hakkını ihlal edecek bireysel vakalarla da karşılaşmaktayız. Neden bu görüntüleri tercih etmediniz? Sinemanın pornografik biçimiyle ilgilenmiyoruz. Seyircinin zekâsına güvenerek üretiyoruz. Kimseyi aptal yerine koymanın anlamı yok. Sonuçları göstermeye çalıştık. İnsanlar da nedenlerini algıladı. Bir yönetmen olarak göstergelerle anlattınız “işkence”yi. Kelimelerle anlatmanızı istesek? Enver Karagöz’ün suskunluğudur. Suskunluk sonuçtur. Nedenleri malumdur. Suskunluğun nedenlerine karşılık yine de önce tahtaya insan yazmak gerekir. Nedir insan? Belgesel, şiddet görenler üzerinden kurgulanmış. Bu esnada karşılaştığınız vakalar sizi nasıl etkiledi? Şiddet uygulayanlarla da görüşmeyi denediniz mi? Beni ilgilendiren, kitle iletişim araçlarında temsil olanağı bulamayan insanların öyküleri. “Sola dönüş yasaktır!”; özel bir anlamı var mı? Kızılay Meydanı’nda bulunan dört büyük trafik levhasıdır. Tabii ki, bu kadar değil! 155 KÜLTÜR-SANAT DÜNYASINDA İNSAN HAKLARI Tolerans kısa bir belgesel; işkencenin tarihi ise oldukça uzun. Seçmek ve kurmak zor olmadı mı? Atladığınız, bu da olsaydı’ dediğiniz şeyler var mıydı? Meselemiz işkencenin ya da şiddetin tarihi değildi. Meselemiz, 11 Eylül’den sonra artan, arttırılan baskının, evrenselden yerele fotoğrafını çekmekti. Bin bir üslupla ifade edilecek içeriği, bir üslupla ve sinematografik kaygılarla ifade ettik. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 Filmi çekerken ulaşmayı düşündüğünüz kitle hangisiydi? Ulaşabildiniz mi? Ne gibi eleştiriler aldınız? “Sıradan” insanların izlemesini, düşünmesini ve eleştirmesini istedik. Festivaller aracılığıyla da bunu sağladık. Film izlendikten sonra coşkulu alkışlar ve sonrasında uzun süreli sessizlik bizim için en anlamlı eleştiriydi. Tabii uzun sessizliklerden sonra uzun uzun konuştuk da. KÜLTÜR-SANAT DÜNYASINDA İNSAN HAKLARI 156 İnsan hakları ihlalleri konusunda oldukça geniş gündeme sahip bir ülkeyiz. Aslında daha önce çektiğiniz kısa filmler de bu alana dair ama doğrudan hedefi yok. Bu anlamda işkenceye öncelik vermenizin özel bir nedeni var mı? Diğer sorunlara/ihlallere yönelik projeleriniz de var mı? Uluslararası bir çalışma yapmayı düşünüyor musunuz? Doğrudan hedefimiz hayat aslında, sorunlara duyarlı değilseniz ve bir şey yapmıyorsanız sorumlusunuzdur. Biz de filmci olarak varoluşumuzu gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Tüm çelişkiler filmleştirilebilinir. “Tolerans” belgeselinin, Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın bir projesi kapsamında geliştirilen bir film olduğunu söylemiştim. Kişisel olarak önceliğim, insana özgü olan çelişkiler ve çatışmalardır. İnternet: G‹rİlmes‹ Tehl‹kelİ ve Yasaktır: Türkiye’de İnternet İçerik Düzenlemesi ve Sansüre İlişkin Eleştirel Bir Değerlendirme Yazarlar: Kerem Altıparmak, Yaman Akdeniz İHOP - İmaj Yayınları Türkçe – İngilizce 250 sayfa Raflardan... İnsan Hakları Ortak Platformu (İHOP)’nun yayınladığı, “İfade Özgürlüğü Programı” çerçevesinde Yaman Akdeniz ve Kerem Altıparmak tarafından yazılan “İnternet: Girilmesi Tehlikeli ve Yasaktır: Türkiye’de İnternet İçerik Düzenlemesi ve Sansüre İlişkin Eleştirel Bir Değerlendirme” başlıklı kitapta, Türkiye’de İnternet’teki içeriğe ilişkin yasal düzenleme ve sansür konularında durum değerlendirilmesi yapılmıştır. Çalışmada İnternet’teki içeriğin yasal düzenlemesiyle ilgili diğer girişimlerin yanı sıra, yeni çıkarılan ve kısaca “5651 Sayılı Kanun” diye anılan “İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun” ve onunla ilintili düzenlemeler de eleştirel açıdan değerlendirilmektedir. 157 diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 Kitap, var olan düzenleme sistemlerinin nasıl işlediğini ve ağırlıklı olarak Türk yargısının yetki alanı dışında bulunan web sitelerine erişimin, adli ve idari erişim engelleme kararlarıyla nasıl engellendiğini örnekler vererek inceliyor. Bu incelemede 5651 Sayılı Kanun’un uygulanmasıyla ilişkili olduğu ölçüde, “Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı” (TİB)’nın ve onun yasadışı etkinlikleri izleyen “İnternet Bilgi İhbar Merkezi”nin kuruluşu ve işleyişi de ele alınıyor. Çalışmada ayrıca yeni düzenlemenin kapsamı dışında kalan erişim engelleme kararları da değerlendiriliyor. Kitabın Birinci Bölümünde 5651 Sayılı Kanun’dan önceki sansür uygulamaları, 5651 Sayılı Kanun’un gelişimi ve yürürlüğe girmesi, onun uygulamaları ve eleştirel değerlendirmesi dâhil olmak üzere, Türkiye’de İnternet içerik düzenlemelerinin tarihçesi ayrıntılı olarak okuyucuya sunuluyor. Birinci Bölümde, ayrıca Türkiye’deki web sitesi engelleme ve kapatmalarının temel gerekçeleri de özetlenerek analiz ediliyor. RAFLARDAN 158 İkinci Bölümde, Türkiye’de İnternet yönetimine ilişkin mevzuatın ve uygulamanın Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Anayasa Hukuku açısından değerlendirilmesine yer veriliyor. Engellemeye ilişkin yargı kararlarının ve idari işlemlerin etkinliğiyle filtrelenmiş ve engellenmiş web sitelerine erişim için Türkiye’deki kullanıcılar tarafından başvurulan “boşluklardan yararlanma” teknolojilerinin değerlendirilmesi de yine bu bölümde yapılıyor. Kitabın Üçüncü Bölümünde, Türkiye’yi bu konuda ilgilendiren uluslararası gelişmeler gözden geçirilerek İnternet’te içerik düzenlemeleriyle ilgili Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi düzeyindeki gelişmelere değiniliyor. Akdeniz ve Altıparmak, kitabın son bölümünde ise bazı önemli tavsiyelerde bulunuyorlar. Bu bölümde, 5651 sayılı Kanun’un kamuoyundan destek görmediğinin altı çiziliyor ve 5651 Sayılı Kanun’un uygulanmasından kaynaklanan sorunlar ve var olan hukuksal rejim değerlendiriliyor. Kitapta açıklanan gerekçelerle 5651 Sayılı Kanun’un kaldırılmasının en doğru çözüm olduğu yazarlar tarafından öngörülüyor ve hükümetin var olan politikası yerine, çocukları gerçekten zararlı İnternet içeriğinden korumak için yeni bir politika geliştirecek geniş bir kamuoyu yoklaması yaptırması gerektiği belirtiliyor. Fakat Akdeniz ve Altıparmak, bu yeni girişimin şeffaflık, açıklık ve çoğulcu bir yöntemle gerçekleştirilmesi gerektiğini de vurguluyorlar. ............................................................. İfade Özgürlüğü: İlkeler ve Türk‹ye Editör: Tanıl Bora Yazar : Arnaud Amouroux, Ayhan Bilgen, Christoffer Badse, Fikret Başkaya, Fikret İlkiz, Gökçen Alpkaya, Kerem Altıparmak, Laurent Pech, Levent Korkut, Mustafa Erdoğan, Osman Can, Sophie Redmond, Şanar Yurdatapan, Türkan Sancar, Zühtü Arslan İletişim Yayınevi 263 sayfa ............................................................. Uluslararası Ceza Mahkemes‹ Temel Belgeler Derlemes‹ Çeviri: Hivren Özkol, Gülay Arslan Gözden Geçirme: Devrim Aydın İHOP yayınları, Ankara 2006 230 sayfa İnsan hakları ihlallerinin giderilmesinin önemli ve etkili araçları, insan hakları ihlallerini önlemeye ve ihlalcileri cezalandırmaya yönelik küresel, tekil devletlerin güdümünde 159 RAFLARDAN Demokrasinin ve bireysel özgürlüklerin vazgeçilmez unsuru olan düşündüklerini açıklama ve yayma hürriyetini, yani ifade özgürlüğünü, bir “turnusol kâğıdı” olarak değerlendirmek mümkündür. Bir ülkede demokrasinin, kişi hak ve özgürlüklerinin ne kadar önemsendiği en net bir şekilde, bu özgürlüklerle kurduğu ilişkilerde tezahür eder. Uzun yıllardır Türkiye toplumunun önündeki en büyük sorunlardan birisi, kuşkusuz ifade özgürlüğüdür. Hâlâ bu ülkenin aydınları, sorunlara duyarlı vatandaşları, düşüncelerini açıkladıkları için soruşturmalara uğruyor, haklarında davalar açılıyor, hatta hayatlarının bir bölümünü hapishanelerde geçirmek zorunda kalıyorlar. İfade özgürlüğü sorununun çözülmesi, Türkiye’nin daha demokratik bir ülke olma yolunda atması gereken öncelikli ve en önemli adımlardan biridir. İnsan Hakları Platformu (İHOP) ile Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İnsan Hakları Merkezi tarafından 30 Kasım–2 Aralık 2006 tarihleri arasında Ankara’da düzenlenen “İfade Özgürlüğü: İlkeler ve Türkiye” başlıklı uluslararası konferansta sunulan bildirilerle oluştu bu kitap… Bu derleme, ifade özgürlüğü konusunu farklı disiplinlerden uzmanların yeni yaklaşımlarla tartıştığı, sadece Türkiye’deki değil, dünyadaki uygulama ve örneklerle hayli zengin ve özenli bir çalışma olarak okuyucunun ve ilgilenenlerin istifadesine sunuluyor. diyaIog MAY IS-H AZİRA N 2009 olmayan, adil ve herkes tarafından kabul gören bir hukuk düzeni kuracak kurum ve kuruluşlardır. Henüz önleyici mekanizmalar konusunda yeterli ilerleme kaydedilmemiş olmakla birlikte, insan hakları ihlallerinin faillerini cezalandırmaya yönelik küresel yargı organının temelleri 1998 yılında Roma Statüsünün imzalanmasıyla atılmış, 2002 yılında bu Statü ile kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) faaliyetlerine başlamıştır. Mahkeme’nin kurucu sözleşmesi olan Roma Statüsü birçok Devlet tarafından da desteklenmiş ve şu ana kadar 100 Devlet onay vererek Statü tarafından kurulan mahkemenin yetkisini kabul etmiştir. Ancak, başta Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail gibi devletler olmak üzere, henüz Statü’ye onay vermeyen Devletler de mevcuttur. Üstelik bu devletlerden bir kısmı, Mahkeme’yi etkisiz hale getirecek uluslararası düzenlemeler yapmaktan da çekinmemektedir. RAFLARDAN 160 Türkiye, 2004 yılında gerçekleştirilen Anayasa değişikliği ile UCM kapsamına giren suçlarda “suçluların iadesine ilişkin” bir düzenleme yapmış olmakla birlikte (38. madde), Statü’ye taraf olacağına dair siyasi iradeyi henüz göstermemiştir. Bu çerçevede, çocuklardan kadınlara, engellilerden yaşlılara, ayrımcılık mağduru olabilecek etnik, dini, dilsel, ırksal farklılığa sahip tüm gruplara kadar herkesin insan onuruna saygılı bir yaşam sürdürebilmesi amacına hizmet edecek bir hukuk düzeninin oluşturulması çabasını ifade eden UCM, toplumun her kesiminin sahip çıkması gereken bir konudur. İnsan Hakları Ortak Platformu tarafından 2006 yılında yayımlanan “Uluslararası Ceza Mahkemesi Temel Belgeler Derlemesi” kitabı, insan hakları alanda çalışan kişi ve gruplar için bir başvuru kitabı. Kitap, Uluslararası Ceza Mahkemesinin kurucu sözleşmesi niteliğinde olan Roma Statüsü’nün daha önceden yapılmamış resmi çevirisini içeriyor. Bu nedenle de hem akademisyen çevresi hem de hukukçular açısından önemli bir kaynak özelliğini taşıyor. Dört bölümden oluşan kitabın birinci bölümünde, Uluslararası Ceza Mahkemesi hakkında temel bilgiler yer alıyor. Bu bölümde “Mahkemenin Kuruluşu”, “Yargı Yetkisi”, “Ceza Hukukunun Temel İlkeleri”, “Mahkemenin Oluşumu ve İdaresi”, “Soruşturma ve Kovuşturma Süreci”, “Yargılama”, “Cezalar”, “Temyiz ve Karar Düzeltme”, “Uluslararası İşbirliği ve Adli Yardım”, “İnfaz”, “Taraf Devletler Kurulu”, “Mahkemenin Mali Mevzuat” ve “Son Hükümler” başlıkları yer alıyor. “Suç Unsurları” adlı ikinci bölümde ise, Mahkeme’nin kapsamına giren suçlar tanımlanıyor ve suç tespiti üzerinde duruluyor. “Usuller ve Delil Kuralları” adlı üçüncü bölümde ise; “Genel Hükümler”in yanı sıra, yargı yetkisi ve kabul edilebilirlik, yargılama işlemlerinin çeşitli safhalarına ilişkin hükümler, soruşturma ve kovuşturma, yargılama, ceza, temyiz ve düzeltme gibi usul ve hükümler ele alınıyor. Kitabın son bölümü ise “Uluslararası Ceza Mahkemesinin Ayrıcalıkları ve Bağışıklıkları”. .............................................................