sunuş Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı ATCOSS Toplantısından Kobani’ye Türkiye Gündemi SDE tarafından 2010 yılından bu yana düzenli olarak gerçekleştirilen Arap Türk Sosyal Bilimler Kongresinin (ATCOSS) dördüncüsü bu yıl 26-27 Ekim 2014 tarihlerinde Ürdün’ün başkenti Amman’da yapıldı. Akademisyenler, Eğitim, Ekonomi ve Kalkınma ana teması etrafında sundukları yüz civarındaki bildiriyle bölge ülkelerinin ortak sosyo-ekonomik sorunlarını tartışma imkânı buldular. Bizler de bu vesileyle bölgenin siyasi açıdan büyük bir hercümerç yaşadığı kritik bir dönemde entelektüellerin ve Arap sokağının nabzını tutma imkânı bulduk. Türkiye hala Arap halkları için ilham kaynağı olmaya devam ediyor. *** Türkiye’nin iç ve dış siyasi gündemi ise oldukça yoğun. Hükümet, iç içe geçmiş birkaç krizi aynı anda yönetmeye çalışıyor. IŞİD’in, Suriye’nin Türkiye sınırına yakın bölgeleri kontrol etmek için giriştiği ve Kobani (Ayn-el Arab)’de yoğunlaşan saldırıları uluslararası toplumu harekete geçirdi. Kuzey Irak’ı IŞİD’den korumak adına başlatılan ABD öncülüğündeki hava operasyonları son haftalarda Kobani’ye yöneldi. Türkiye’nin izlediği, koalisyona ilkesel olarak destek vermek ama kara operasyonlarından uzak durmak politikası, 2011’den beri Türkiye’nin Suriye’ye girerek kan kaybetmesini isteyen bazı çevreleri rahatsız etti. Türkiye’nin IŞİD’i desteklediği şeklindeki temelsiz iddiaların ve dezenformasyonun asıl hedefi de hükümeti savunma pozisyonuna sokarak IŞİD’e karşı savaşmaya ikna etmektir. Türkiye’nin stratejik aklı ve siyasi basireti böyle bir çatışmaya tek taraflı olarak girmesini engellemektedir. Uluslararası bir operasyon yapılacaksa, bunun hedefi öncelikle 200 bin kişinin katili olan Esed rejimini ülkedeki muhalefet ile uzlaşmaya ikna etmeye yönelik olmalıdır. Bu yapılamıyorsa en azından komşu ülkelere mülteci akımlarını önlemek için Suriye içinde güvenlikli bölge ihdas edilmelidir. *** Kobani olayları vesilesiyle, HDP’nin yaptığı sokağa çıkın çağrılarına istinaden PKK yandaşlarınca 6-7 Ekim’de gerçekleştirilen sokak eylemleri barış sürecine ciddi şekilde zarar vermiştir. Asker ve sivil masum insanların hunharca öldürülmesi ve kamu ve özel mülkiyetin yağmalanması insani ve ahlaki bir davranış değildir. Siyasi mücadelenin ve savaşın da bir ahlakı olmalıdır. Hükümetin soğukkanlılıkla asayiş ve güvenliği sağlayıcı tedbirler alması ve kamu düzenini restore etmesi son derece önemlidir. *** Uzun zamandır üzerinde fırtınalar kopartılan HSYK seçimleri nihayet sonuçlandı. Belli bir grubun ideolojik hâkimiyetine karşı farklı kesimlerin dayanışma içine girmesi, yaklaşmakta olan yeni bir siyasi krizi de bertaraf etmiştir. Bu sonuç, halkımızın 30 Mart ve 10 Ağustos seçimlerinde ortaya koyduğu siyasi iradeyle son derece tutarlıdır. Son olarak, henüz Soma trajedisinin yarattığı acılar unutulmadan Karaman Ermenek’te meydana gelen maden kazası milletimizi derinden yaraladı. Milletimize ve acılı ailelerine sabırlar dilerken, çıkarılan iş güvenliği yasasına rağmen bu tür kazaların neden önlenemediğinin de mutlaka araştırılması gerekir. Gelecek sayıda buluşmak üzere. icindekiler STRATEJIK DUSUNCE • Sayı: 60 • Kasım 2014 Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı İktisadi İşletmesi Adına Sahibi Dr. Nurol Canbolat Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Birol Akgün Yayın Kurulu Prof. Dr. Yasin Aktay Doç. Dr. Mehmet Şahin Dr. Murat Yılmaz Dr. Cemil Ertem Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca Orhan Miroğlu Aydın Bolat Alper Tan Prof. Dr. Muhsin Kar Prof. Dr. Murat Çemrek Doç. Dr. Yusuf Tekin Doç. Dr. Bekir Berat Özipek Bülent Orakoğlu Dr. M. Levent Yılmaz Danışma Kurulu Prof. Dr. Sacit Adalı Prof. Dr. Mustafa Aydın Prof. Dr. Şaban H. Çalış Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu Prof. Dr. Haluk Alkan Prof. Dr. Talip Özdeş Prof. Dr. Ali Şafak Prof. Dr. Mehmet Şişman Prof. Dr. Osman Can Doç. Dr. Yaşar Akgün Doç. Dr. Caner Arabacı Dr. Zafer Aydın Ecemiş Mehmet Akif Ak Bayram Girayhan Veli Şirin Sinan Tavukcu Yazı İşleri Müdürü Mehmed Cahid Karakaya Yayın Asistanları Adem Karaağaç İbrahim Kaya Hasan Gökmeşe Reklam Sorumlusu Gamze Kılıç Yönetim Yeri Stratejik Düşünce Enstitüsü Çetin Emeç Bulvarı A. Öveçler Mah. 4. Cad. 1330 Sokak No: 12 Çankaya / Ankara Tel: 0 312 473 80 45 Faks: 0 312 473 80 46 Tasarım-Baskı Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti. Anadolu Bulvarı Meka Plaza No: 5/15 Gimat Yenimahalle - Ankara Tel: 0 312 397 16 17 Faks: 0 312 397 03 07 www.basakmatbaa.com Fotoğraflar AA, İHA, ShutterStock Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü temsil etmemektedir. 6 IV. ATCOSS Toplantısı ve Orta Doğu’nun Geleceği Prof. Dr. Birol Akgün 10 ATCOSS IV Kapanış Oturumu Konuşması Prof. Dr. Emrullah İşler 12 ATCOSS’un Önemi Prof. Dr. Talip Özdeş 17 Ekonomi, Eğitim ve Kalkınma 20 Arap-Türk Buluşmasının Önemi 24 28 7-8 Ekim Kıyımı ve Siyasi Amaçları 32 Kobanê Bahane Çözüm Sürecine Ateş Etmek Şahane! 70 Kobani’de Düşen Maskeler 74 Orta Doğu’da Kesişen Politikalar ve Girift İlişkiler Orhan Miroğlu 38 Çözüm Sürecinin İdeolojik Mızıkçıları 43 Rehine Kurtarma ve Algı Operasyonları Kobani Provokasyonu İlişkisi Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca 48 Dr. Abdulellah Saud Al-Sadoun Röportajı Siyasal Parti Kurumsallaşması ve AK Parti 80 Hong Kong’da Demokratik Hareket-1 86 Bit(irele)meyen Soğuk Savaş Rusya–Batı Çekişmesi Eğitim Alanından Devşirilen Vesayet 57 İş Güvenliği Eylem Planı 62 Osman Can İle HSYK Seçimlerini Konuştuk Ahmet Kızılkaya Tarkan Zengin Prof. Dr. Osman Can Röportajı Doç. Dr. Erkin Ekrem Ferit Temur 92 Prof. Dr. Haluk Alkan 54 Prof. Dr. Yasin Aktay Aydın Bolat Bülent Orakoğlu Dr. M. Levent Yılmaz IV. Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi Sonuç Bildirgesi Dr. Murat Yılmaz İskoçya’daki Bağımsızlık Referandumunun Ardından Zeynep Songülen İnanç 96 Osmanlı’dan Bugüne Kaybedilen Toprakları Geri Alma Stratejisi-1 “İstirdat” Sinan Tavukcu 102 Özelleştirmeye Alternatif Bir Bakış Dr. Cemil Ertem 106 Enflasyon Yine Öncelikli Konu Göktuğ Şahin IV. ATCOSS Toplantısı ve Orta Doğu’nun Geleceği Prof. Dr. Birol Akgün ATCOSS IV Kapanış Oturumu Konuşması Prof. Dr. Emrullah İşler ATCOSS’un Önemi Prof. Dr. Talip Özdeş Ekonomi, Eğitim ve Kalkınma Dr. M. Levent Yılmaz Arap-Türk Buluşmasının Önemi Dr. Abdulellah Saud Al-Sadoun Röportajı IV. Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi Sonuç Bildirgesi ATCOSS IV DOSYASI İslam le demokrasnn bağdaşableceğne, Müslüman toplumların petrole ve doğalgaza bağlı olmadan beşer sermayesn gelştrerek ve sanayleşerek (üreterek) zengnleşebleceğne ve dahası kend toplumsal ve syas sorunlarını barışçıl yollardan çözebleceğne lşkn olarak Türkye öneml br örnek ve lham kaynağı olarak görülüyor. Soldan sağa: Jawad Al-Anani, Prof. Dr. Emrullah İşler, Taher Al-Masri, Prince El Hassan Bin Talal, Prof. Dr. Birol Akgün, İbrahim Badran iletişim, tanışma ve tartışma imkânı da doğdu. Toplantının Türkiye’den katılan pek çok akademisyen ve medya mensubu açısından önemli bir sonucu ise, bölgenin siyasi açıdan büyük bir hercümerç yaşadığı kritik bir dönemde entelektüellerin ve Arap sokağının nabzını tutma imkânı sağlamasıydı. Neden Eğitim ve Kalkınma? IV. ATCOSS TOPLANTISI ve ORTA DOĞU’NUN GELECEĞİ Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı S tratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) tarafından 2010 yılından bu yana düzenli olarak gerçekleştirilen Arap Türk Sosyal Bilimler Kongresinin (ATCOSS) dördüncüsü bu yıl 26-27 Ekim 2014 tarihlerinde Ürdün’ün başkenti Amman’da yapıldı. Akademisyenler, Eğitim, Ekonomi ve Kalkınma 6 KASIM 2014 ana teması etrafında sundukları yüz civarındaki bildiriyle bölge ülkelerinin ortak sosyo-ekonomik sorunlarını tartışma imkânı buldular. Ayrıca hem Türkiye tarafından hem de Ürdün tarafından sağlanan üst düzey siyasi ve bürokratik katılımlar sayesinde akademia ile karar vericiler arasında doğrudan bir Arap dünyası ve aslında tüm Orta Doğu yüz yıl aradan sonra yeniden büyük bir siyasi sarsıntı geçiriyor. 2010’da başlayan Arap Baharı süreci yalnızca Arap halklarının kendi otoriter yöneticilerine karşı bir isyanı değildi. “Halk düzenin değişmesini istiyor” sloganları, aynı zamanda bölgenin batı emperyalizmiyle başlayan ve Sykes-Picot anlaşmasıyla resmileşen, Arap ve diğer Müslüman halkları uluslararası sistemde özne olmaktan çıkartıp nesneleştiren ve kimliksizleştiren yüzyıllık küresel düzene de başkaldırıydı. Kendi tarihsel dinamiklerini dışarıdan darbelerle kaybeden bölge halkları bugünlerde yeniden ortak geleceğini tartışıyor. Bu bağlamda Müslüman entellektüellerin üzerinde en çok durduğu ve yoğunlaştığı konuların başında ise eğitim, ekonomi ve kalkınma gibi sosyo-ekonomik sorunlar geliyor. Aslında günümüz Arap toplumları bölgedeki jeopolitik, stratejik ve siyasi tartışmalardan bıkmış durumda. Petrol’ün ekonomi politiği, İsrail’in güvenliği, Şii-Sünni kutuplaşması, radikal grupların yayılması ve otoriter baskılar gibi sıcak gündem tartışmaları halkları ve aydınları her anlamda yormuş durumda. Aslında yorulan yalnızca bölge halkları değil; aynı zamanda ABD gibi hegemonik güçler de Irak ve Afganistan savaşları nedeniyle siyasi, askeri ve zihni anlamda yorulmuş durumda. Son zamanlarda hem ABD hem de bölgedeki bu yorgunluk durumunu en iyi ifade eden kavram “stratejik yorgunluk” (strategic fatigue) hissidir. Stratejik Yorgunluk G. Bush döneminde 11 Eylül sonrasında büyük bir siyasi heyecan ve kızgınlıkla başlayan, Orta Doğu ülkelerindeki siyasi rejimlerin askeri güç kullanılarak değiştirilmesi ve böylece Pax Americana’ya direnen İslamcı ideolojinin de ortadan kaldırılmasıyla Amerikan hegemonyasının 21. yüzyıla uzatılması projesi hayal kırıklığı ile bitti. ABD ve Avrupa ülkeleri 2008’de başlayan büyük ekonomik krizi ve bunun yarattığı sosyal buhranları henüz atlatabilmiş değiller. Başkan Obama’nın İslam dünyası ile ilişkileri normalleştirme politikası İran’la yürütülen stratejik yakınlaşma dışında, ideolojik ve siyasi olarak Müslüman halklar ile Batı, daha özelde ise ABD arasındaki karşıtlığı ve çatışmayı bitirebilmiş değil. Bölgedeki IŞİD gibi gruplar hem halklar nezdinde var olan bu güçlü anti-batı tutumları kullanıyorlar hem de bölgedeki yerel, kalıcı ve sahici düzen arayışlarını karşılama projesiyle toplumsal destek buluyorlar. Fakat bölge halklarının asıl güçlü talebi yalnızca güvenlik ve sahici düzen arayışları ile sınırlı değildir. Asıl talep; modernleşme yoluyla özgürleşme, demokratikleşme, gelişme, kalkınma ve müreffeh bir hayat sürme arayışlarıdır. Arap sokağı artık bitmek bilmez ve sonu gelmez dost-düşman tartışmalarından, İsrail düşmanlığı üzerinden meşrulaştırılan otoriter rejimlerin baskıcı politikalarından ve son zamanlarda ortaya atılmaya çalışılan Şii-Sünni kutuplaşmasından bıkmış ve bunalmış durumda. Elbette Arapların en laik olanı ve hatta yerli Hıristiyanlar da siyonizme karşıdırlar. Ancak eğitim imkânlarının artırılması, fakirlik ve yaygın işsizlikle mücadele edilmesi, dikey toplumsal hareketlilik (sosyo-ekonomik statü değişimi ya da sınıf atlama talebi) beklentileri geniş kitleler için çok daha önemli ve öncelikli konulardır. Gözlemlere dayanarak şunu söylemek mümkündür: Geniş halk kitleleri yüksek düzeyli çatışmacı dilden, jeopolitik oyunlardan ve bini bir para etmez komplo teorilerinden sıkılmış ve yorulmuş durumdadır. En az Amerikan kamuoyu kadar, Arap dünyasındaki geniş halk kitleleri de derin bir stratejik yorgunluk yaşıyor. Halklar kendi yöneticilerinin ve medyanın toplumların gerçek ve somut gündemine KASIM 2014 7 Soldan sağa: Marwan El-Muwalla, H. E. Sedat Önal, Adnan Badran, Prof. Dr. Beşir Atalay, Prof. Dr. Birol Akgün, Elsadig Elfagih geri dönmesini istiyor. Eğitim, ekonomi ve kalkınma gibi konuların bugün Arap dünyasındaki entellektüeller, medya ve akademisyenler için çekici gelmesinin nedeni de burada yatmaktadır. Arap Aydınları İçin Türkiye İlham Kaynağı Bu bağlamda Arap sokaklarındaki kitleler ve entellektüeller için Türkiye hala önemlidir ve çekici bir örnek olmasının temel nedeni ise Batılı değerleri de İslami değerleri de dışlamayan ve bu anlamda Müslüman halklar için taklit edilebilir (imitable) ve sahici bir örneklik oluşturmasıdır. ATCOSS toplantısının kapanışına katılan ve son derece sıcak ve samimi bir konuşma yapan Prens Hasan B. Talal’in altını çizdiği şey tam da buydu. İslam ile demokrasinin bağdaşabileceğine, Müslüman toplumların petrole ve doğal gaza bağlı olmadan beşeri sermayesini geliştirerek ve sanayileşerek (üreterek) zenginleşebileceğine ve dahası kendi toplumsal ve siyasi sorunlarını barışçıl yollardan çözebileceğine ilişkin olarak Türkiye önemli bir örnek ve ilham kaynağı olarak görülüyor. Bu çerçevede, Türkiye’nin bölgedeki önemi, sahip olduğu askeri gücünden ziyade, sosyal ve siyasi modellik yönüdür; başka deyişle soft power’ıdır. Tam da bu nedenle Türkiye’nin IŞİD’e karşı mücadeleyi destekleyen, ama bazı zorlamalara ve provokasyonlara 8 KASIM 2014 rağmen bir Arap toprağı olan Suriye’ye askeri olarak müdahaleden uzak duran hassas yaklaşımı aslında Arap dünyasında ciddi olarak takdir görüyor. Ancak Arap halklarını değilse de, özellikle Ürdün ve S. Arabistan gibi Monarşik yönetimleri rahatsız eden en önemli şey Türkiye’nin tek başına Mısır’daki darbeye karşı çıkması ve ilkesel olarak Arap sokaklarındaki özgürlük ve demokrasi taleplerine destek vermesidir. Asında İran’ı ve bazı otoriter Arap başkentlerini Türkiye karşıtlığında birleştiren şey tam da Türkiye’nin bu demokrasi desteğini sürdürmesi ve reel-politik söylemlere teslim olmayan dış politikasıdır. riyetlerin işi monarşilerden çok daha zor. Zira bu ülkelerdeki rejimlerin halktan gelen baskılar karşısında geleneksel, tarihi veya dini meşruluk kaynakları yok. Bu nedenle o ülkelerde rejimler hızla krize girdiler veya iç savaşa sürüklendiler. Otoriter zihniyetli Arap siyasi elitlerinin de onların Batılı müttefiklerinin de unuttukları sosyolojik gerçek şudur: Bölgede ve ülkelerin içinde gerginlikler çıkartarak veya IŞİD gibi hayaletler üzerinden korkular yaratarak stratejik yorgunluk yaşayan geniş halk kitlelerinin meşru toplumsal ve siyasi taleplerini unutturmak mümkün değildir. Güç kullanılarak veya darbeler yaptırılarak bastırılan veya halının altına süpürülen sosyal ve ekonomik talepler emin olun ki yarın çok daha güçlü biçimde karşınıza çıkacaktır. Mursi gibi demokrasi ile gelen ve demokrasi ile gitmeye hazır olan siyasi liderlere karşı gösterilen anlamsız hazımsızlık, maalesef bugün IŞİD gibi yapılarla çok daha sert siyasi hareketler üreten bir siyasi ve psikolojik atmosfer yaratmaktadır. Çözüm ister hızlı, ister tedrici olsun bölgedeki siyasi rejimlere düşen görev; halkların özgürlük, demokrasi ve kalkınma taleplerini karşılamaya yönelik, sahici çareler üretecek reform adımları atmaktır. ATCOSS’un Kritik Rolü Türklerin ve Arapların ortak devleti olan Osmanlı, 20. yüzyılın başında yıkıldı. Uzun yıllar birlikte yaşa- yan halklar da kendi ulus devletlerini kurma arayışına girdi. Her ulus geçmişi kendi ihtiyaçları doğrultusunda tekrar yorumladı, ortaya farklı milliyetçi kurgusal tarih anlatıları çıktı. Bizler ortak hafızamızı ne yazık ki kaybettik. Zira Osmanlı sonrasında ortak geçmişi yaşatacak halklar arası veya aydınlar arası kurumsal yapılar oluşamadı. Türkler ve Araplar arasındaki doğrudan temaslar ve iletişim kanalları kaybolup gitti. Şimdi yeniden dünya sistemi yeni bir yapılanmaya doğru gidiyor. Batı ile dünyanın geri kalanı arasındaki hâkimiyet (dominasyon) ilişkisi zayıflıyor. Farklı kültür ve medeniyet havzaları kendi kadim değerler sistemiyle dünya gündemine geri dönüyor. İslam dünyası da kendi içindeki farklı renkleriyle yeniden dinamizm kazanıyor. Bu değişim süreci yalnızca batının inisiyatifine ve merhametine bırakılamaz. Orta Doğu halkları kendi ortak geleceklerini konuşmak ve tartışmak zorundadırlar. Bu çerçevede bölgedeki Osmanlı bakiyesi olan halkların temsilcileri olan biz akademisyenler de daha soğukkanlı bir şekilde ortak tarihimizi yeniden okumak ve anlamak durumundayız. Bu zamana kadar bu tür tartışmaların yapılacağı Türkleri ve Arapları bir araya getirecek ortak platformlar ne yazık ki yoktu. ATCOSS tam da bu amaca hizmet etmek için oluşturulan bir platformdur ve bu nedenle kıymetlidir. Köklü Reform İhtiyacı Sürüyor Yanlış olan şey şu ki, Arap dünyasındaki pek çok otoriter yöneticiler ve hatta bölgede çıkarı olan Batılı ülkeler halklar nezdindeki stratejik yorgunluğu kendi lehlerine kullanmak eğilimindeler. IŞİD gibi radikal örgütler desteklenerek veya mezhep savaşları gibi güvenlik tehditleri tırmandırılarak Arap halkları, bölgedeki yüz yıllık siyasi statükonun devamına ve Batıyla bölge başkentleri arasında kurulan çıkar ilişkilerinin (unholy alliance) sürdürülmesine razı edilmeye çalışılıyor. S. Arabistan, Fas, Ürdün gibi monarşiler bazı palyatif tedbirler ve göstermelik reformlarla değişim talepleri karşılanıyor görüntüsü veriyorlar. Mısır, Tunus, Yemen ve Suriye gibi otoriter cumhu- KASIM 2014 9 ATCOSS IV DOSYASI leceğini göstermek bizlerin elindedir. Esasen, Orta Doğu’nun kendine has çok dinli, çok mezhepli ve çok kültürlü yapısı, farklı din ve mezheplere mensup halkların karşılıklı sevgi, saygı ve dayanışma içerisinde bir arada yaşayabileceğinin en canlı örneğidir. Değerli Konuklar; Prof. Dr. Emrullah İŞLER’in ATCOSS IV KAPANIŞ OTURUMU KONUŞMASI O rta Doğu ve Kuzey Afrika köklü bir değişim ve dönüşüm sürecinden geçmektedir. Bu değişimin görünen yüzü bugün artık yaygın bir terim haline gelmiş olan Arap Baharı denilen süreçtir. Sürecin başladığı güne dek otoriter rejimlerin dünyadaki tüm değişim dalgalarına karşı koyarak ayakta kalmanın yolunu hep bulduğu bölgede kentli orta sınıfların başını çektiği bir özgürlük ve egemenlik hareketi sarsılmaz denilen pek çok yerleşik yapıyı sarstı ve bir anda hem bölgenin hem de dünya siyasetinin niteliğini değiştiren bir boyut aldı. Sürece yönelik yapılan tüm saldırılara rağmen halkların ortaya koyduğu iradeli tavır bölgemizde daha iyi bir gelecek için umutları artırmıştır. Bölge halklarının özgürlük, itibar ve refah yönündeki talepleri bu yeni dönemin temelini teşkil etmektedir. Fırsatları ve sınamaları birlikte barındıran bu dönüşüm sürecinde bölge, uzun ve zorlu bir yolculuğa başlamıştır. Bu süreçte iniş ve çıkışların yaşanması doğaldır. 10 KASIM 2014 Saygıdeğer Konuklar; Gelinen aşamada artık bölgede hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı aşikârdır. Orta Doğu’da uyuşukluğa meydan okuyan yeni bir uyanış bulunmaktadır. Bölge halkları artık kendi kaderlerini kendileri belirleme noktasında geri döndürülemez bir yere ulaşmıştır. Bölgede yaşanan hadiseler gerek bölgesel gerekse küresel ölçekte pek çok ülke için bir test mahiyetini taşımaktadır. Bu süreçte üzerinde önemle durulması gereken husus, Arap coğrafyasındaki devinimin dini, mezhepsel veya etnik temelli yeni kutuplaşmalara yol açmaması, ülkelerin toprak bütünlüğü ile sosyal huzurunun muhafaza edilmesidir. Bugün yaşanan gelişmeler bölgemizin bu alanda ciddi sınamalarla karşı karşıya bulunduğunu göstermektedir. Orta Doğu’daki gelişmeleri mezhepsel çatışma ve din mücadelesi zaviyesinden anlamaya ve anlatmaya çalışanlara karşı ortak bir mücadele verilmesi gerekmektedir. Dini inançların bölücü ve ayrıştırıcı değil, birleştirici ve bütünleştirici bir nitelik taşıyabi- Yaşadığımız çağda İslam dünyasını ve bütün dünyayı tehdit eden önemli problemler mevcuttur. Hem İslam ülkelerini hem de diğer ülkeleri tehdit eden ortak tehlike ırkçılık, mezhepçilik ve bizim görüşümüzden olmayanları dışlamaktır. Özellikle İslam coğrafyasında yaşanan trajediler, ölümler, kaoslar ve sıkıntılarla Müslümanlar karşı karşıyadır. “Haksız yere bir insanı öldüren tüm insanlığı öldürmüş gibidir” ayeti önümüzde bulunurken, şu içerisinde bulunduğumuz süreçte değişik isimlerdeki hareketler ve gruplar tarafından sebepsiz yere katledilen insanlar, masum kadınlar ve günahsız çocukların öldürülmesine tanıklık etmekteyiz. İsmi dahi güvenlik, esenlik ve barış olan bir dinin mensuplarının bu hale düşmesi kabul edilebilecek bir durum değildir. Yüzyıllar boyu aynı coğrafyayı huzur içinde paylaşan Müslümanların şu an düştüğü durum çok acıdır. Hâlbuki Müslümanların, birbirleriyle karşı karşıya gelebilecek her türlü oyuna ve tuzağa karşı her zamankinden daha fazla uyanık olması gerekmektedir. Ancak ne yazık ki; İslam dünyasındaki kimi dini akımlar İslamofobiye hizmet etmeye devam etmektedir. Bütün ülkeleri tehdit eden ortak tehlike için tüm dünya ortak bir tavır geliştirmek zorundadır. Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası tüm kuruluşlar bu tehlikenin tüm dünyayı sarmasından önce tedbir almalıdır. Özellikle İslam ülkeleri, ayrımcılığa fırsat vermeden, Müslümanların karşı karşıya getirilmesine, her türlü etnik, mezhebi ve meşrebi düşünceye karşı birlikte politikalar geliştirmeli, ayrımcılığa fırsat verilmemelidir. Bir ve beraber hareket etme noktasında düne göre daha fazla emek ve çaba sarf edilmelidir. Çünkü dünyanın en ücra köşesine kadar uzanan geniş bir coğrafyada yer alan kardeş Müslüman ülkeler olarak, kökenleri tarihin derinliklerine kadar uzanan sağlam ve kopmaz bağlara sahibiz. Bu çerçevede tüm İslam ülkeleri kendi aralarındaki siyasi, sosyal ve ekonomik dayanışmalarını ve işbirliklerini kuvvetlendirerek daha ileri seviyelere götürmelidirler. korunmasına, reform süreçlerinin ilgili ülke halkları tarafından sahiplenilmesine ve yönetilmesine büyük önem vermektedir. Türkiye, geçiş sürecinde bulunan bölge ülkeleri ile bilgi ve tecrübesini paylaşmak ve gerekli desteği sağlamak yönünde aktif çaba içinde olmuştur. Bununla birlikte, Türkiye’nin model ülke olarak görülme iddiası bulunmamaktadır. Esasen, bölgede her ülkenin kendine özgü koşullarının bulunduğu hatırda tutulmalıdır. Bu hassas süreçte, toplum içindeki dini, mezhepsel ve etnik her türlü ayrımcılığı reddeden bir yaklaşım benimseyerek, anayasal garantiler altında vatandaşlık esasına dayalı düzen vurgusu yaptık. Bölge ülkelerine kendi demokratikleşme deneyimimizden edindiğimiz birikimle elimizden gelen her türlü yardımı sağlamaya gayret ettik. Özellikle ülkemizi iltica etmiş olan Suriyeli, Iraklı tüm kardeşlerimize ensar şuuruyla kucaklarımızı açtık. İnsani yardım konusunda hiçbir sorumluluk ve yükümlülükten kaçınmadık ve kaçınmayacağız. Bu çerçevede Ürdün hükümetinin de göstermiş olduğu duyarlılık ve yüklendiği sorumluluğu da özellikle vurgulamak isterim. Başta mülteci sorunu olmak üzere bölgedeki sorunları yakından takip etme gayretinde bulunan bir birey olarak Ürdünlü yetkililere teşekkür ediyorum. Saygıdeğer Bilim İnsanları, İçinde bulunduğumuz buhrandan kurtulmanın yegâne bir yolu vardır. Bu yol, İslam’ı ve ona ait değerleri hakkıyla öğrenmemizi sağlayan bir eğitim ve değerler sisteminin oluşturulmasıdır. Herkesin hatırında tutması gerekir ki, giderek medeniyetler çatışmasını körükleyen gizli dinamiklere karşı koymanın yolu ancak mukabil ölçüde güçlü bir eğitim sistemi oluşturmaktır. İki gün boyunca burada gerçekleştirilmiş olan bu kongrenin başlıklarından birinin eğitim olmasını bu bağlamda önemsiyorum. Değerli Katılımcılar; Tüm katılımcılar iki gün boyunca İslam dünyasını yakından ilgilendiren ekonomi, eğitim ve kalkınma hususlarında sunulan tebliğlerle tarihi kayıtlara müşahede ettiler. Sunulan tebliğlerin başta İslam dünyası olmak üzere tüm dünyanın sorunların çözümünde önemli katkılar sunması ümidiyle hepinizi saygıyla selamlıyorum. Türkiye, Arap Baharından etkilenen ülkelerin bağımsızlığına, siyasi birliği ve toprak bütünlüğünün Prof. Dr. Emrullah İşler, Ankara Milletvekili ve Milli Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor Komisyonu Başkanı’dır. KASIM 2014 11 ATCOSS IV DOSYASI Uzun süredr kopuk olan Türkye ve Orta Doğu ülkeler arasındak lşklern tanzmne, blm nsanlarını, araştırıcıları, uzmanları ve syas karar vercler brbryle kaynaştırarak tecrübe paylaşımının yollarını açarak zengn br fkr platformu oluşturan, geleceğe yönelk önerler ortaya koyan ATCOSS ve benzer toplantılar, ülkemz, Arap ve İslam dünyasının geleceğ çn ümt verc gözükmektedr. Mısır’a, Libya’ya Orta Doğu ve Körfez ülkelerine kadar diktatörlükleri ve totaliter rejimleri temellerinden sarsan demokrasi ve değişim rüzgarlarının esmeye başlaması arasında fazla bir zaman geçmemiştir. Arap Baharı’nın, global aktörlerin bölgede izledikleri siyaset ve stratejilerin yön ve seyri üzerine bir kısım sonuçları günümüze yansıyan önemli etkiler icra ettiği herkesin malumu. ATCOSS’UN ÖNEMİ Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ SDE Uzmanı T ürk ve Arap Akademisyenler arasında doğrudan diyalogun ilk adımı olarak ilki SDE (Stratejik Düşünce Enstitüsü), Kahire Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi ve Osmangazi Üniversitesi’nin organizatörlüğü altında 2010 yılında Ankara’da, daha sonra Kahire ve İstanbul’da yapılan Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi’nin dördüncüsü, bu yıl Stratejik Düşünce Enstitüsü, Arap Düşünce Forumu (ATF) ve Petra Üniversitesi’nin ortaklaşa düzenlemesiyle 26-27 Ekim 2014 tarihleri arasında Amman’da icra edilmiştir. Kongreye ülkemizden ve Arap dünyasından çok sayıda bilim adamı, araştırmacı, akademisyen ve öğrencilerin yanında devlet adamları ve medya mensupları da katılmıştır. Bu faaliyetin hedefi, Türkiye’nin Orta Doğu ve İslam 12 KASIM 2014 dünyası ile olan tarihi bağlarının güçlendirilmesine, insani ve sosyal bilimler alanında Türkiye ve Arap dünyası arasında karşılıklı tecrübelerin paylaşılarak ortak sorunların tartışılmasına, bilim, kültür, eğitim ve diğer alanlarda İslam dünyasının etkinliğinin artırılmasına matuftur. Orta Doğu ve İslam dünyasının sosyal, ekonomik ve siyasi dönüşümünün de tartışıldığı kongrede, aynı coğrafyada yaşayan, ortak tarih ve kültüre sahip Türk ve Arap dünyasının birlikteliğinin geliştirilmesine vurgu yapılmıştır. Kongre, Arap ve Türk akademisyenler arasında güçlü bir ağ oluşturulması konusunda işlevsel olmaktadır. Nitekim 2010 yılında gerçekleştirilen Ankara’daki toplantının ardından hükümet dışı aktörlerin öncülüğünde adına “Arap Baharı” denilen, Tunus’tan Yirmi birinci yüzyılı idrak ederken, Kuzey Afrika ve Türkiye dahil Orta Doğu’da yer alan ülkelerin kendi tarihi ve kültürel kaynaklarından kopmadan, İslam’ın öne çıkardığı ahlaki ve hukuki değerlerlerle insanlığın geliştirdiği evrensel tecrübeleri uzlaştırarak Batı medeniyeti ile yüzleşme cesaretini göstermeleri, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki bağımsızlık döneminde kolonyalizmin inisiyatifi altında oluşturulan Nasırcı, Baasçı, ulusalcı ve Esedci diktatörlüklere ve totaliter rejimlere karşı itirazlarını yükseltip daha onurlu ve bağımsız hareket etme iradesi göstermeleri, 20. yüzyılın başından beri bu coğrafyada açık bir üstünlük ve hakimiyet kuran, oluşumunda etkin rol aldıkları rejimler aracılığı ile ülkeleri ve bölgeyi dizayn eden oryantalist kolonicileri korku ve endişeye sevk etmiştir. Askeri darbelerin, diktatörlüklerin ve totaliter rejimlerin desteklenmesiyle Arap Baharı’nı Arap Kışı’na dönüştürme plan ve stratejileri bu korku ve endişenin bir sonucudur. Samuel Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezini gündeme getirmesini takiben her şeyi ile tertip olduğu anlaşılan 11 Eylül hadisesinden sonra “bölgeye demokrasi getirme” iddialarıyla önce Afganistan’ı, daha sonra da Irak’ı işgal edip milyonlarca insanın katledilmesine, yaralanıp sakatlanmasına neden olan aktörlerin, bugün Arap Baharı’nın önünü kesmek, onu kışa döndürmek için ellerinden geleni arkalarına koymamaları düşündürücüdür. Amaç İslam coğrafyasında yaşayan halkların kendi kültür ve değerlerinden hareketle bağımsızlaşma, kendi gelecekleriyle ilgili özgür karar verme, demokratikleşme, kendi doğal kaynaklarına sahip çıkma, ortak tarihe ve kültüre sahip halklar arasında birlik ve dayanışmayı gerçekleştirme yönündeki taleplerinin bir şekilde önünün kesilmesi! Mısır’da askeri darbeye ve Sisi yönetimine, körfezde totaliter rejimlere, Suriye’de Esed rejimine destek verilmesi, Irak’ta mezhepçi Maliki’ye destek verilip Suriye’de Esed karşıtı muhalefetin zayıflatılarak IŞİD’in önünün açılıp maniple edilmesi, Türkiye’nin etnik çatışma ve teröre mahkûm edilmek istenmesi hep bu menfur amaca hizmet için! Son iki yüzyıldır koloniciliğin İslam dünyasındaki varlığı hep devam etmiş, İslam dünyasına ait literatür de oryantalizmin inisiyatifi altında üretilmiştir. Batı’nın merkeze alındığı bilgi üretiminde, her konu Batı’nın dünya görüşü, bilgi anlayışı, çıkarları, kolonyalist KASIM 2014 13 politika ve çıkarları doğrultusunda ele alınarak Batı dışı toplumlar tek yönlü bir tanımlanmaya tabi tutulmuştur. Batılılaşma ve modernleşmenin içselleştirilmesi, gerek Batı’da gerek Doğu’da ortaya çıkan sorunların Batılı bir perspektifle değerlendirilmesini, dünyanın sorunlarının Batılı görüş açısına entegre edilmesini beraberinde getirmiştir. Modernitenin Batılı olmayanlar tarafından benimsenmesi, Batı’nın kendisine göre bir dünya inşa etmesini oldukça kolaylaştırmıştır. Oryantalist dünya görüşü, diyalektik bir bakış açısıyla dünyadaki bütün olay ve gelişmelerin merkezine Batı’nın çıkarlarını, politika ve stratejilerini yerleştirirken; Batı’yı ileri ve gelişmiş, İslam dünyasının da içerisinde yer aldığı diğerlerini geri ve az gelişmiş kategorisine yerleştirmiştir. Bu kategorik ayırıma göre Batı, demokrasi, çoğulculuk, barış ve özgürlüklerin temsilcisi olarak lanse edilirken; ötekileştirilen diğerleri ise tam tersine bilim, barış, demokrasi, çoğulculuk ve özgürlük karşıtı bir konuma oturtulmaya çalışılmıştır. Oryantalizmin İslam dünyasına bakışı ve bilgi üretimi bilgi-iktidar denklemi içerisinde bu minvalde gelişmiştir. Ne yazık ki, bu 14 KASIM 2014 dönemde Batı karşısındaki mağlubiyet psikolojisinin etkisi altında özgün medeniyet tasavvurları dumura uğrayan, kimlik kaybı ve kendine yabancılaşma yaşayan İslam dünyasına mensup aydınlar ve yöneticiler kendi bilgi paradigmalarını ortaya koyup geliştirme noktasında yetersiz kalmışlardır. Soğuk Savaş döneminde tamamen Batı’ya endeksli politikalar izleyen Türkiye, Arap ve İslam dünyasına açılım yapamamıştır. Ancak Sovyetler Birliği’nin dağılması, Soğuk Savaş’ın sona ermesi, İran devrimi ve küreselleşmenin ortaya çıkardığı durumlar dünyadaki kuvvet dengelerini etkilemiş, İslami kimliğin yeniden keşfedilmesine yönelik eğilimleri hızlandırmıştır. AK Parti’nin iktidara gelmesiyle beraber devreye sokulan iktisadi projeler ve yatırımlar, enerji ve pazar ihtiyacı Türkiye’nin Arap dünyasıyla ilişkilerini geliştirmesini gerekli kılarak bölgeye açılım sürecini hızlandırmıştır. Türkiye’nin İslam âleminin meseleleriyle ilgilenmesinin yanında komşularıyla, Türk ve İslam dünyası ile ilişkilerini geliştirmesinin; uzlaşmayı, barışı, istikrar ve emniyeti merkeze alan bir siyaset anlayışından hareketle demokrasi, insan hakları ve hukukun ikamesi noktasında attığı ileri adımların bunu istemeyen bazı merkezleri harekete geçirmiş olması normaldir. 11 Eylül hadisesinden beri İslam ve Müslümanları bir şekilde mahkûm etmeye, politika ve stratejilerini buna göre dizayn etmeye çalışanlar, bugün Orta Doğu’da yakılan fitne ateşinin baş sorumlusudurlar. Ancak şu var ki, zihniyet ve bakış açılarının, düşünceye temel olan kavramların Oryantalizm tarafından şekillendirildiği bir İslam dünyası onların plan ve projelerini hayata geçirebilmeleri için uygun zeminler oluşturmaktadır. Yani, zihin ve ruh dünyaları modernitenin etkisi altında şekillenerek referanslarını İslam dışı kaynaklardan alan her türlü ideolojik ve siyasal hareketler; kabilecilik, etnik milliyetçilik, mezhepçilik, dincilik üzerinden siyaset yaparak kendi dışındakileri ötekileştirip düşmanlaştıran yapılar sadece global aktörlerin ve kolonicilerin emellerine hizmet etmiş olmaktadırlar. Osmanlı’nın mirasına ve devlet tecrübesine sahip Türkiye’nin merkezi konumda olduğu coğrafyada istikrar, huzur, kardeşlik ve dayanışmanın tesisi, medeniyetimizin asli kaynakları referans alınıp in- sani tecrübelerle bütünleştirilerek insanımızın yeniden temel değerler üzerinden inşası ile mümkün olabilir. Bu inşa işinde ilahiyat ve sosyal bilimler alanında çalışan bilim adamlarının yanında aydınlar ve yöneticiler sorumluluk ve misyon yüklenmek durumundadır. ATCOSS, bu sorumluluk ve misyonun önderliğine soyunmuştur. “Ekonomi, Eğitim ve Gelişme” başlığı altında Amman’da gerçekleştirilen bu yılki kongrenin ağırlıklı konusu eğitim olmuştur. Sunulan tebliğlerde eğitim, ekonomi ve gelişme arasındaki bağlantılar, dini eğitim, dini eğitimin iş ahlakı üzerindeki etkisi, din eğitimi ve modernite (İmam-Hatip tecrübesi), eğitimin demokratikleştirilmesinde öğretmenlerin ve ailelerin rolü, Ürdün ve Türkiye arasındaki akademik ilişkilerde lisan eğitimi problemi, eğitim hürriyeti gibi konular ele alınmıştır. Yine eğitim konularının yanında Arap dünyasında demokratikleşme süreci, gençliğin sivil ve demokratik gelişmeye olan katkısı, Türk ve Arap kadınların ekonomik gelişmeye katkıları, barış paradigması ve İslami barış eğitimi, ekonomik gelişmede insan kaynakları, işsizlik ve fakirlik probleminin çözü- KASIM 2014 15 ATCOSS IV DOSYASI münde İslami bakış açısı, Arap devrimlerinde Yeni Türkiye’nin icra ettiği fonksiyon, Türk-Arap kültürel ilişkilerinin geleceği, Türk-Arap Müslümanlar arası ilişkilerin geliştirilmesinde izlenecek metodoloji vb. konular da müzakere edilmiştir. Kongrenin açılışında eğitim ve kalkınma arasındaki ilişkiyi konu eden bir konuşma yapan Eski Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, bu ilişkinin fonksiyonel olabilmesi için demokrasi, hukuk devleti ve özgür bir ortamın olmasının vazgeçilmez olduğuna vurgu yapmış; Kudüs, Şam, Bağdat, Halep gibi merkezlerin büyük tahriplere maruz kaldığı zor bir coğrafyanın problemleriyle karşı karşıya kalan sosyal bilimcilerin misyonunun büyük olduğuna işaret etmiştir. Kongrenin yapılmasında riayet ve yardımlarını esirgemeyen Ürdün Prensi El-Hassan b. Talal’ın, eski Başbakan Yardımcısı, Milli Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Emrullah İşler’in, Petra Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mervan el-Muvella’nın, Stratejik Düşünce Enstitüsü Onursal Başkanı Prof. Dr. Yasin Aktay’ın, Stratejik Düşünce Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün’ün, Arap Düşünce Formu Genel Sekreteri Dr. Es-Sadık elFakih’in, Türkiye Cumhuriyeti Ürdün Büyükelçisi Sedat Önal’ın ve ATCOSS Koordinatörü Dr. Ahmet 16 KASIM 2014 Uysal’ın yaptıkları konuşmalar dikkat çekmiştir. Yapılan konuşmalarda Türkiye ve Arap ülkeleri arasında birlik, beraberlik ve dayanışmanın, huzur, emniyet ve istikrarın tesisine, eğitimin ekonomi ve kalkınmadan bağımsız olamayacağına, özgür düşünce ve bilim anlayışının geliştirilmesine, demokratikleşmeye, kabiliyet ve maharetleri geliştiren, üretim ve istihdama yönelik bir eğitim yapılanmasının gerekliliğine işaret edilmiştir. Ayrıca, İslam dünyasının bugün yaşamakta olduğu sorunlar karşısında insanımızın yeniden inşa edilip kendi paradigmalarımızın oluşturulmasında cehaletin, fanatizmin, aşırılık ve yanlış anlamaların elemine edilmesine, yüce dinimizin, kültür ve medeniyet tasavvurumuzun kardeşliği, barışı, farklılıklara toleransı, hoşgörüyü, sevgi ve saygıyı öne çıkaran temel değerlerinin ikame edilmesine olan ihtiyaç da dile getirilmiştir. Uzun süredir kopuk olan Türkiye ve Orta Doğu ülkeleri arasındaki ilişkilerin tanzimine, bilim insanlarını, araştırmacıları, uzmanları ve siyasi karar vericileri birbiriyle kaynaştırarak tecrübe paylaşımının yollarını açarak zengin bir fikir platformu oluşturan, geleceğe yönelik öneriler ortaya koyan ATCOSS ve benzeri toplantılar, ülkemiz, Arap ve İslam dünyasının geleceği için ümit verici gözükmektedir. EKONOMİ, EĞİTİM VE KALKINMA Dr. M. Levent YILMAZ SDE Uzmanı S tratejik Düşünce Enstitüsü olarak Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi’nin (ATCOSS) dördüncüsünü 26-27 Ekim 2014 tarihlerinde Ürdün’ün başkenti Amman’da gerçekleştirdik. Dünya’nın dört bir yanından akademisyenlerin katıldığı oturumlardaki ana temayı “Eğitim, Ekonomi ve Kalkınma” konuları oluşturdu. Bu bakımdan kongrenin içeriği ve sonucunda elde edilen tecrübelerin Türk-Arap Dünyasındaki mevcut durumun analizinden çok geleceğe ilişkin beklentiler açısından büyük önem taşıdığı düşünülebilir. Zira kongrenin konu başlıkları itibariyle birbirleri ile ilişkili son derece önemli üç başlık çerçevesinde atılacak adımlar, sadece söz konusu ülkeler için değil dünyanın geri kalanının yaşantısı için de önemli olacaktır. Türkiye ve Arap dünyası söz konusu olduğunda geçmişten gelen tarihi bağlara vurgu yapmadan bir analiz yapmak görüşlerin bir ayağının havada kalmasına neden olur. Çünkü Türkiye ile etrafındaki coğrafyanın önemli bir kısmını oluşturan Arap Dünyasının genetik, kültürel, dini ve ekonomik tarihini birbirinden ayırt etmek oldukça zordur. Bu durum- KASIM 2014 17 Tarh yönden sıkı bağları olan bölge ülkelernn önlernde rol model olarak alablecekler ve halklarının öneml br kısmının hayranlık duyduğu Türkye, sadece bu yönlerden değl ayrıca tcaret yoları açısından da bölgenn en öneml fırsatlarından brsdr. 1990’lı yıllarda bölgede başlayan eğtm hareketlerne lave olarak, ekonomk alanda atılacak yen şbrlğ adımlarının demokras le beraber oldukça öneml poztf sonuçları olacağı şüpheszdr. da bölgedeki ilişkilerin yeniden hayata geçirilmesinin herhangi bir batı ülkesine oranla çok daha kolay ve verimli olacağı da düşünülebilir. 17 Aralık 2010’da Tunus’ta bir seyyar satıcı olan Muhammet Bouazizi’nin zabıta görevlilerinden yediği dayağın ardından protesto amacıyla kendini yakması, bölgede batı ile iyi ilişki peşinde olan monarşiler tarafından ezilen halkların da başkaldırısının fitilini ateşlemişti. Önce Tunus devlet başkanı Zeynel Abidin Bin Ali’nin ülkesini terk etmesi ile başlayan süreçte Mısır, Libya gibi ülkeler başta olmak üzere hemen hemen bütün Arap ülkelerinde halk, diktatör rejimlerin devrilmesi niyetiyle sokaklara döküldü. Yönetime karşı başlayan bu protestolar her ne kadar sadece diktatörlerin gitmesi temelli gibi görünse de arka planda, ekonomik şartlardaki olumsuz tablo ve gelir dağılımı adaletsizliği gibi pek çok ekonomik sorun da halkı sokaklara döken unsurların başında geliyordu. Görece olarak modern eğitimde geri kalmış toplumların ekonomik gelişmesinde de önemli sorunlar olduğu bilinmektedir. Bu bakımdan kalkınmanın temelini ekonomik gelişme ile beraber eğitime bağlamak yanlış olmayacaktır. 18 KASIM 2014 Arap Dünyası’nı içine alan Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkeleri (MENA) ile Türkiye’nin sahip olduğu toplam ekonomik potansiyeli göz önüne getirdiğimizde söz konusu coğrafyanın önemi daha iyi anlaşılabilecektir. Zengin yeraltı kaynaklarının yanı sıra, dünya ticaretinin de en önemli kavşak noktaları (Aden Körfezi, Basra Körfezi, Süveyş Kanalı, Anadolu Yarımadası’nın tamamı) bölgenin sınırları içerisinde yer almaktadır. Dünya’daki toplam petrol rezervinin yaklaşık yüzde 57’si bu bölgede bulunmaktadır. Bununla birlikte, yine aynı bölge küresel doğalgaz rezervinin de yüzde 51’ini oluşturmaktadır. Bu durumda bilinen rezervler ele alındığında bugünkü fiyatlardan bölgede toplam 78 trilyon dolarlık petrol rezervi ile 11,4 trilyon dolarlık bir doğalgaz rezervi olduğu hesaplanabilir. ABD borsalarında işlem gören bütün şirketlerin toplam büyüklüğünün 19 trilyon Dolar civarında olduğu düşünüldüğünde bölgenin ekonomik önemi daha da iyi anlaşılacaktır. Ancak bununla birlikte tüm bu zenginliğe rağmen bölgedeki sorunların yol açtığı geri kalmışlık da detaylı bir şekilde analiz edilmesi gereken bir unsur olarak ortaya çıkıyor. Bölgede başlayan ve “bahar” metaforu ile ifade edilmeye çalışılan ve özünde “demokrasi” isteyen halk hareketlerinin temelinde; 1990’lı yıllarda başlayan eğitim reformlarının etkisinin olduğu açıkça görülmektedir. Otoriter rejimlerde sisteme yöneltilen eleştirilerin sert bir şekilde bastırılması son döneme kadar bölge için oldukça alışılmış bir durumdu. Hatta çok ciddi bir ekonomik potansiyele sahip ülkelerdeki belirgin yoksulluk ve bununla birlikte muhalefetin yoksunluğu, var olan zenginliğin lider ve çevresindekiler tarafından paylaşılmasına zemin hazırlaşmıştır. Gelir dağılımındaki ciddi adaletsizlik konusu zaten kendisini dışlanmış hisseden halkı giderek daha fazla rahatsız etmeye başlamıştır. İletişim teknolojilerindeki hızlı değişimle beraber, dünyanın kalanı hakkında fikir sahibi olmaya başlayan gençler sistemi daha fazla sorgular hale gelmiştir. Giderek nitelik kazanan genç nüfusun karşı karşıya kaldığı işsizlik sorunu aynı zamanda ekonomik sistemin de geri kalmışlığının en önemli göstergesidir. Buraya kadar anlatılmaya çalışılan gelişmeler de göstermektedir ki; eğitim, ekonomi ve kalkınmayı birbirinden ayırt etmek mümkün değildir. zamanlı olarak kalkınmanın da hızlandığı görülmektedir. O halde bölgede başlayan demokratikleşme hareketlerinin bu noktadan sonra ekonomi açısından da desteklenmesi gerekmektedir. Oldukça ciddi rezervlere sahip olan bölgenin aynı zamanda ticaretin de önemli bir kavşak noktası olması sebebiyle sahip olduğu potansiyelin tekrar harekete geçirilmesi hususu giderek önem kazanmaktadır. Tarihi yönden sıkı bağları olan bölge ülkelerinin önlerinde rol model olarak alabilecekleri ve halklarının önemli bir kısmının hayranlık duyduğu Türkiye, sadece bu yönlerden değil ayrıca ticaret yolları açısından da bölgenin en önemli fırsatlarından birisidir. 1990’lı yıllarda bölgede başlayan eğitim hareketlerine ilave olarak, ekonomik alanda atılacak yeni işbirliği adımlarının demokrasi ile beraber oldukça önemli pozitif sonuçlarının olacağı şüphesizdir. Bölgenin geçmişte yaşadıkları bugününe yön vermiş ve toplumsal hareketler daha özgür ve daha iyi ekonomik şartların gerekli olduğunu ortaya koymuştur. Bu bakımdan bölgenin geleceği, geçmişte yaşadıklarından çok daha önemli olacaktır. İşte ATCOSS böyle bir ortamda çok önemli olan “eğitim, ekonomi ve kalkınma” konularını ele alarak proaktif bir çalışmaya imza atmayı başarmıştır. Akademik düzeyde yapılan pek çok çalışmayı pratikle de desteklediğimizde, demokrasinin geliştiği ülkelerde eş KASIM 2014 19 röportaj Ankara’da yaşadığınız dönemler boyunca nasıl br Türkye vardı? Türkye’y nasıl tarf edersnz? Arap-Türk Buluşmasının Önemi Röportaj: Hayati ÜNLÜ SDE Asistanı Dr. Abdulellah Saud Al-Sadoun kmdr? Dr. Abdulellah Saud Al-Sadoun, Suud Arabstan vatandaşı olarak, 1976-77 yıllarında Ankara’da Syasal Blgler Fakültes’nde Doktora eğtm almıştır. Özellkle Türk - Arap lşkler hususundak svl toplum çalışmalarında ve kongrelerde yer alan Dr. Abdulellah Saud AlSadoun, halen Türk - Arap Dyalog Formu üyesdr. İslam coğrafyasının brçok yernde bulunan Dr. Al-Sadoun, özellkle İslam brlğ konusundak açıklama ve faalyetler le tanınmaktadır. 20 KASIM 2014 Benim yaşadığım yıllarda Türkiye bugünkü kadar olmasa da yine de birçok Orta Doğu ülkesine göre gerek sosyal gerekse de iktisadi açıdan çok daha iyiydi. O zamanlar Türkiye’de bugüne göre daha fazla ucuzluk vardı. Ancak şimdiki Türkiye’ye baktığımız zaman ise gerek sosyal gerek iktisadi gerekse de kültürel açıdan büyük bir gelişme olduğunu fark ediyoruz. Sanıyorum Türkiye’ye bizler kadar yakın olmayan Orta Doğu halkları da aynı şeyleri hissediyorlar. Değerl hocam, bugün ATCOSS çn buradayız. ATCOSS kongres hakkında ne düşünüyorsunuz? Her şeyden önce altını çizmem gerekiyor ki ATCOSS kongresi böyle bir zamanda çok iyi bir teşebbüs. Arap âlemi ve Türkiye’nin daha iyi ilişkiler kurması yolunda, özellikle de iktisadi ve sosyal ilişkileri geliştirme yolunda önemli bir hizmet olarak görüyorum. Hiçbir şey olmasa bile, en azından tarafların birbirlerini daha yakından tanıması adına oldukça önem arz ediyor. Bu açıdan başta Stratejik Düşünce Enstitüsü olmak üzere kongrede emeği geçen herkese şükran borluyuz. İnşallah ATCOSS gibi girişimlere devam edilir. Bizler Osmanlı İmparatorluğu zamanından bu yana 600 senelik kardeşleriz ve inşallah bu gibi girişimler sayesinde barış içerisinde yaşamaya devam edeceğiz. Blyorsunuz ATCOSS, 4. kez Arap ve Türk halklarını brleştryor. Daha önce de 3 farklı ATCOSS kongres organze edlmşt. Türkler ve Arapların her yıl farklı mekânlarda br araya gelp farklı konular üzernde tartışmalarını nasıl değerlendryorsunuz? İlk 3 ATCOSS sonrası 4. ATCOSS’un organize edilişi bile ilk üçünün ne kadar yararlı ve verimli geçti- Efendm, öncelkle hoş geldnz. Bz öğrendk k hayatınızın öncek dönemlernde br Türkye maceranız olmuş. Kısaca Türkye serüvennz bzlerle paylaşır mısınız? Tabiî ki. Öncelikle bizler açısından, Türkiye ve Suudi Arabistan açısından hiçbir farkın olmadığını belirtmek isterim. Ben de bu hissiyatla seve seve Türkiye’ye gittim ve unutamayacağım komşuluk ilişkileriyle Ankara’da birkaç sene yaşadım. Ankara’da kaldığım sürece hiçbir yabancılık hissetmedim. Hala da görüştüğüm arkadaşlarımın ve dostlarımın olduğunu söyleyebilirim. Ankara’da kaldığım 1975-77 yıllarında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde de okudum. Orada doktora yeterliliği alıncaya kadar okumaya devam ettim ama maalesef yeterlilik sonrası Kahire’ye dönmek zorunda kaldım. Hala Ankara denilince duygulanıyor ve hüzünleniyorum. KASIM 2014 21 sa odaklansın orada olacağımı açıklamak istiyorum. Ben aynı zamanda Türk-Arap Diyalog Forumu üyesi olarak burada yer alıyorum. Bizim bu noktada düşüncemiz aynen bu yıl yapıldığı gibi mümkün oldukça siyasete uzak konular tercih edilmeli diye düşünüyorum. Türk-Arap Diyalog Forumu olarak da biz siyasete hiç karışmamaya çalışıyoruz. İktisadi ve sosyal konuların tartışılması bence daha sağlıklı görünüyor. Tabi Türk ve Arap halklarının tanıtımına daha fazla öncelik verilebilir. Pek blyorsunuz k ATCOSS kongresne düzenleyenlerden br de Stratejk Düşünce Ensttüsü’dür. Stratejk Düşünce Ensttüsü hakkında ne düşündüğünüzü bzlerle paylaşablr msnz? ğinin en büyük ispatıdır. Bu kapsamda ATCOSS’un önümüzdeki yıllarda da devamı gelmelidir. İnşallah bir sonraki ATCOSS için de farklı bir mekânda farklı konular üzerine kafa yormaya devam edeceğiz. Ama benim mekân ile ilgili tavsiyem Riyad ya da Kahire olacak. İnşallah bir sonraki sene Riyad ya da Kahire’de tekrar bir araya geliriz. Pek, ATCOSS 4’ü nasıl bulduğunuzu öğreneblr myz? Daha önceki ATCOSS organizasyonlarına katılan biri olarak benim gördüğüm bu sene bir başka özverili ve başarılı bir çalışma var. Onur konuklarından katılımcılara, misafirlerden ev sahiplerine kadar herkes ATCOSS’un öneminin farkında bir şekilde buradalar. Bu yıl ayrıca daha önceki ATCOSS’lardan farklı olarak kongre konuşmalarının ötesinde röportaj vesilesiyle herkesin görüşlerine başvurulduğunu görüyorum. Bunu çok olumlu buluyorum. Sonuç olarak çok faydalı sonuçlara ulaşacağımız kanaatindeyim. 22 KASIM 2014 Szn de bldğnz gb bu yıl k ATCOSS “ekonom, eğtm ve kalkınma” temalarına odaklanıyor. Szce bu konuda doğru br tespt yapılmış mı? Kesinlikle çok doğru bir tespit yapılmış olduğunu düşünüyorum. Böylesine trajik olayların yaşandığı bir dönemde gerçek gündemimizin ne olması gerektiği konusunda çok büyük bir malumat aldığımızı düşünüyorum. Kongrede gördüğümüz kadarıyla ekonomi, eğitim ve kalkınma konularında büyük tartışmalar yaşandı. Ancak bana göre sonuçta daha büyük yatırımların yapılması gerektiğini kavramış olmamız gerekiyor. Kendi aramızda yapacağımız karşılıklı yatırımlar bizler için en hayırlı olacak olan çıktılardır. Tabi burada tartışılan hiçbir konunun teoride kalmaması pratiğe de yansıması gerekiyor. Bu yıl k ATCOSS’u da göz önünde bulundurursak szce br sonrak ATCOSS’un teması hang konulara odaklanmalı? Öncelikle seneye gerçekleştirilmesi planlanan ATCOSS’un temalarının hangi konulara odaklanır- Stratejik Düşünce Enstitüsü, ATCOSS organizasyonunun en başından beri dikkatimi çekiyor. Bence bu durum tüm Arap ülkeleri nezdinde de aynı. ATCOSS dışında takip edebildiğim kadarıyla çalışmalarını çok olumlu buluyorum. Bence hem Türk hem de Arap halklarının Stratejik Düşünce Enstitüsü gibi kurumlara daha fazla ihtiyacımız var. Biliyorsunuz bu gibi kurumlar daha çok ABD’nin yardımlarıyla bu topraklarda faaliyet gösteriyor. Bu açıdan kendi topraklarımızdan çıkan Stratejik Düşünce Enstitüsü gibi kurumların faaliyet ve yayınlarının takip edilmesini herkese tavsiye ediyorum. Son zamanlarda İslam Dünyasında çeştl trajk olaylarla karşı karşıyayız. Szce gelşen bu trajk olayların sebeb ne olablr? Ben hayatım boyunca öncelik olarak özellikle de İslam Dünyası için “kardeşlik” kelimesinin önemine inandım. Evet, bugünlerde İslam dünyasının Irak, Suriye ve Yemen gibi birçok noktasında büyük acılar yaşanıyor. Ancak ben bu ülkelerde yaşanan acı olayların kısa bir süre içinde biteceğine inanıyorum. İnşallah bu acılar en kısa zamanda sona erecek ve tüm halklar hak ettikleri refah ortamına kavuşacaklar. Olayların sebebi ise birden fazladır. Mevcut huzursuzluğun en büyük sebebi terör meseleleri ve tabiî ki de yabancı güçlerin bölgeden bir türlü çekmedikleri elleridir. Bizim bu olayların üstesinden gelmemizin tek yolu ise el ele vermemizdir. Pek bu noktada başta Gazze olmak üzere İslam coğrafyasındak mevcut kanayan yaralara karşılık İslam Dünyası szce yeterl tepky vereblyor mu? Gerekli tepkiyi verdiklerini söylemek tabiî ki çok zor. Çünkü İslam dünyasının birlik ve beraberlik halinde olmadığını düşünüyorum. Bu noktada en büyük ihtiyaç İslam dünyasının birlik ve beraberliğidir. İslam dünyasında birleşme şarttır. Bu birleşme ilk etapta en azami şekilde gerçekleşebilir. Bu bir Kongre çatısı altında olabilir, siyasi bir karar ile birlikte olabilir. Biliyorsunuz İslam âlemi çok büyük bir coğrafyaya ve imkânlara sahiptir, eğer bu potansiyelin farkında olabilirsek, kitle olarak birleşebilirsek dünyada 1 numara olabiliriz. Bugüne kadar gerekli tepki verilmemiş olabilir, ancak bu tepki bugün verilmediyse yarın verilecektir. Tüm bu gelşmeler ışığında Türkye’nn tutumunu nasıl buluyorsunuz? Türkiye tabiî ki bizim için kardeş ve büyük bir devlettir. Türkiye bugüne kadar büyük görevler üstlendi ve bundan sonra da ağır vazifeleri olacak gibi görünüyor. Bizim açımızdan Türkiye inşallah bölgede önemli bir rol üstlenecektir. Çünkü başında büyük bir adam olan Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bulunuyor. Bu vesileyle onu da yeni görevi nedeniyle tebrik etmek istiyorum. Erdoğan’ın politik duruşu ve fikirleri Orta Doğu bölgesini barışa götürebilir. Yani genel anlamda Türkiye’nin tutumunu olumlu buluyorum ve bölgenin Türkiye’ye ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Son soruyla paralel olarak br soru daha sormak styorum; tüm Orta Doğu’dak Türkye algısı szce nasıldır? Daha önce de söylediğim gibi Türkiye bu bölgenin önemli bir parçası olarak büyük bir devlet ve Orta Doğu konusunda samimi davranan az sayıda ülkeden biri. Ben tüm bölge insanının da aynı kanaatte olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin bölgede vazifesi çok büyük ve bu vazifeyi yerine getirebilecek kapasiteye de sahip bir ülke. Onun için ben Türkiye’nin yeniden bölgede daha fazla söz sahibi olacağına inananlardanım. Efendm kıymetl vaktnz bzlere ayırdığınız çn çok teşekkür edyoruz. KASIM 2014 23 SONUÇ BİLDİRGESİ 26-27 Ekim 2014 Amman, Ürdün Dördüncü Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi, 2627 Ekim 2014 tarihlerinde Stratejik Düşünce Enstitüsü, Arap Düşünce Forumu ve Petra Üniversitesi ortaklığında ve Saygıdeğer Prens Hasan Bin Talal’ın himayelerinde Ürdün’ün Başkenti Amman’da gerçekleştirilmiştir. Kongre’de genel temamız olan Eğitim, Ekonomi ve Kalkınma etrafında konular tartışılmıştır. Özel tema olarak da Türk-Arap ilişkilerinin dünü ve bugünü tartışılmıştır. Toplantıda Arap ve Türk Dünyası’ndan 100’e yakın bilimsel tebliğ sunulmuştur. Kongreye çok sayıda bilim adamı, uzman ve basın mensubu katılmış ve iki gün boyunca yakından takip edilmiştir. Sonuçlar: İki gün boyunca sunulan bildiriler ve yapılan değerlendirmeler ışığında aşağıdaki sonuçlara vurgu yapılmıştır: 1- Dördüncüsü yapılan Türk-Arap Sosyal Bilimler Kongresi (ATCOSS) çok uzun süredir kopuk olan Türkiye ve Orta Doğu ilişkilerinin yeniden canlandırılması sürecinde akademisyenler, entellektüeller ve siyasi karar vericiler için bir iletişim, diyalog ve bilimsel tartışma platformu olarak önemli katkılar sağlamaktadır. 2- Dördüncü ATCOSS Konferansında, ana tema olan eğitim, ekonomi ve kalkınma çerçevesinde tartışmak üzere bir araya gelen akademisyenler, uzmanlar ve siyasetçiler kendi ülke tecrübelerinden hareketle zengin bir fikir platformu oluşturmuşlardır. 3- Kalkınma sadece ekonomik bir olgu değildir; bölge insanının kültürel, sosyal ve beşeri sermayesinin güçlendirilmesi de bu anlamda son derece önemlidir. 4- Bu toplantının en önemli sonuçlarından biri de Orta Doğu’nun beşeri sermaye kaynaklarının entegrasyonu ve toplumlar arası ilişkilerin farklı zeminlerde geliştirilmesine katkı sağlanması gereğinin vurgulanmasıdır. 5- Bu kongre göstermiştir ki, ulusal kimliğin korunmasına yönelik önlemler alınması yoluyla küreselleşmenin eğitim sistemi üzerindeki etkileri sınırlanabilir. 6- Bu Kongre’de, Türkiye ve Arap dünyasındaki eğitim kurumlarında internet temelli eğitimin yaygınlaşmasının gerekliliği ve online eğitimin geniş kitlelere ulaştırılmasını önemi özellikle vurgulanmıştır. 7- Kongre, Türk-Arap ilişkilerinin geliştirilmesinde insana yapılacak yatırımın temel ilgi alanı olması gerektiğini ortaya koymuştur. Öneriler: 1- Orta Doğu toplumlarının içinde bulunduğu çatışma konuları göz önünde bulundurularak, kalkınma kavramına Washington konsensüsü ekseninde değil, tekil bakış açısını aşan ve farklı kalkınma modellerini de dikkate alan yeni bir yaklaşım geliştirilmesi gerekmektedir. Bölgenin kendi kültürel kodlarını ve sosyal sermaye bileşenlerini dikkate alan bir kalkınma stratejisi benimsemelidir. 2- Kalkınmayı gerçekleştirmek için Türkiye ile Arap ülkeleri arasında eğitim bağlarının güçlendirilmesine ciddi ihtiyaç vardır. 3- Bu kongre göstermiştir ki, Orta Doğu’da sosyal kalkınmayı gerçekleştirmek için sivil toplumun, alternatif sivil inisiyatiflerin ve ATCOSS benzeri tartışma platformlarının desteklenmesi gereklidir. 4- Öğrenci ve öğretim görevlisi değişim programlarının başlatılması, kurulan ilişkilerin güçlendirilmesi ve karşılıklı dil öğrenimi fırsatlarının geliştirilmesine yönelik çalışmalar artırılmalıdır. 5- Ticari ilişkilerin geliştirilmesine yönelik kurumların desteklenmesi ve belli alanlarda önde olan ülkelerden bilgi transferinin güçlendirilmesi teşvik edilmelidir. 6- Bölge ülkelerini spesifik olarak araştıracak araştırma merkezlerinin kurulması ve bölge ülkeleri arasında yardımlaşma ve dayanışmayı sağlayacak kurumların geliştirilmesi desteklenmelidir. 7- Bölge hakkında birincil bilgi kaynaklarına dair malumat eksikliğinin giderilmesine yönelik çalışmalar yapılmalıdır. 8- Bölge üzerine temel çalışma ve araştırma konularına yönelik kurumlar geliştirilip desteklenmelidir. 9- Arap dünyası ve Türkiye arasında özellikle mesleki eğitim alanında ve farklı ülkelerdeki KOBİ’ler arası işbirliği imkânlarının desteklenmesi gereklidir. 10- ATCOSS’un beşinci toplantısının Fas’ın Marakeş şehrinde yapılması tavsiye edilmiştir. 7-8 Ekim Kıyımı ve Siyasi Amaçları Dr. Murat Yılmaz Kobanê Bahane Çözüm Sürecine Ateş Etmek Şahane! Orhan Miroğlu Çözüm Sürecinin İdeolojik Mızıkçıları Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca Rehine Kurtarma ve Algı Operasyonları Kobani Provokasyonu İlişkisi Bülent Orakoğlu Siyasal Parti Kurumsallaşması ve AK Parti Prof. Dr. Haluk Alkan Eğitim Alanından Devşirilen Vesayet Ahmet Kızılkaya İş Güvenliği Eylem Planı Tarkan Zengin Osman Can İle HSYK Seçimlerini Konuştuk Prof. Dr. Osman Can Röportajı İÇ POLİTİKA rin ortak paydasını teşkil eden amaçların altını çizelim. Kürt siyasi hareketi Öcalan’ın yakalanmasından sonra, ikinci büyük yenilgi ve travmasını, KobaniRojava’da yaşamaktadır. Daha birinci yenilgiyle baş edemeyen hareketin peşinden yaşadığı ikinci yenilgi, büyük bir travma yaratmıştır. Öcalan ve HDP Kobani eylemleriyle Hükümeti sıkıştırıp pazarlık gücünü arttırmak ve daha fazla ve daha hızlı bir netice almak amacındadır. Bu travmayı çok daha ağır bir şekilde yaşayan PKK ise, bu olaylar marifetiyle birinci yenilginin bir neticesi olarak gördüğü ve hazmedemediği müzakere sürecini bozacak ve böylece Kobani’deki yenilgisinin de üzerini örtecek bir çatışma atmosferine dönmek istemektedir. Üstelik IŞİD’in varlığı ve Suriye’deki durum konuyu, uluslararası bir zeminde değerlendirmeyi kaçınılmaz hale getiriyor. Bu yazıda değerlendirme dışı bırakılacak uluslararası zemin, PKK’nın dönüşmesini engelleyen bir bilinmezlik ve imkan haznesi yaratmaktadır. bir eylem olan 7-8 Ekim olayları bir öfke krizi, fırtına, gençlik vs. değil, siyasi amaçları olan bir tür silahlı propaganda eylemidir, aracıdır. Bu itibarla eylemlerin ardındaki siyasi amaçlara yoğunlaşmak olayların anlaşılması bakımından hayati ehemmiyettedir. PKK, her siyasi hareket gibi, karşılaştığı büyük krizle başedemeyince kuruluş döneminin ayarlarına dönmektedir. Mamafih 7-8 Ekim olayları PKK’nın kuruluş dönemine, hatta 90’lara dönmesinden öte bir cüretkarlığı barındırmaktadır. PKK yenilgilerinin sorumlusu olarak uluslararası komplo ve Türkiye’nin yanında, Kürt toplumun bir kısmını da görmektedir. 7-8 Ekim kıyımında sıradan dindarlardan siyasi İslamcılara kadar dindarlara saldırılması yeni bir eşiği ifade ediyor. 7-8 Ekim olayları PKK’nın, en zor dönemlerinde bile kaçındığı, şehirlerde kitlesel kıyıma yönelebileceğini göstermektedir. “Köy Basma ve Yakma Talimatnamesi” olan bir PKK’nın bu pratiği şehirlere taşıma cüretkarlığı, yenilgi travmasının büyüklüğünü ve PKK’nın bu travmayla baş etmekte ne kadar zorlandığını gösteriyor. 90’larda çatışmanın en yoğun zamanında bile yapılmayan şeyler yapılarak, düşman görülen Hizbullah başta olmak üzere İslamcı gelenekten gelen herkesin parti, dernek, evler ile sakallı-türbanlı kişilere saldırılması PKK’nın geldiği eşiği göstermektedir. Bu eşik 70’lerin Maraş ve Çorum olaylarının benzeri toplumsal kıyımın göze alınmış olmasıdır. Bir silahlı propaganda eylemi olarak 7-8 Ekim olaylarının siyasi amacı, bu eyleme yol açan Öcalan, HDP ve KCK/PKK için farklılaşmaktadır. Bu farklılıklara geçmeden eylemin arkasındaki bütün aktörle- PKK’nın geldiği bu eşik, yönettiği Kobani Kantonundaki iki yüz bin insanı IŞİD karşısında koruyamayarak bu insanların Türkiye’ye sığınmak zorunda kalması ve Rojava’da meydan okudukları herkesle 7-8 EKİM KIYIMI VE SİYASİ AMAÇLARI Dr. Murat YILMAZ SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü T ürkiye Kurban Bayramı’nın üçüncü günü akşamı İmralı’da abisi Abdullah Öcalan’ı ziyaretten dönen Mehmet Öcalan’ın müzakere sürecine yönelik ve Kobani vurgulu mesajının ardından, HDP genel merkezinin ve KCK’nın Kobani için taraftarlarını sokağa çağırmasıyla 7-8 Ekim olaylarını yaşadı. 7-8 Ekim olaylarının bu haliyle planlı ve örgütlü bir eylem olduğu ve bir kızgınlık eseri kendiliğinden olmadığının altı çizilmeli. Planlı ve örgütlü 28 KASIM 2014 PKK bu eylemlerle, AK Part Hükümetne büyük hatalar yaptıracak, yan güvenlk kuvvetlernn sert br şddete yönelmes sağlayacak, böylelkle de Öcalan ve HDP’y müzakere sürecnden vazgeçmeye cbar edecek br şddet uyguladı. Böylece syas seçenek bertaraf edlecek ve Kürt syas hareketnde ağırlık yenden PKK’ya, yan Kandl’e geçeblecekt. işbirliği yapmak zorunda kalmalarının sonucudur. Öcalan’ın yenilmesini uluslararası komplo olarak niteleyen ve Barzani hareketini ABD ile işbirliği dolayısıyla emperyalistlerle işbirliği yapmakla suçlayan PKK, şimdi Kobani’de ancak ABD’nin hava desteğiyle tutunabilmiştir. Bu travmanın PKK tarihinde derin bir iz bırakacağı açık. PKK Kobani eylemleriyle Kobani yenilgisinin yanında, memnuniyetsizce takip ettiği ve silah bırakmasını amaçlayan müzakere sürecinden de kurtulmayı amaçlamıştı. PKK, 2013 nevruzunda Öcalan’ın mesajında ortaya konulan silah bırakma, şiddetten vazgeçme ve siyasileşme hedeflerini başlangıçtan beri hazmetmekte zorlanıyordu. Müzakere sürecinin ilerlemesi, müzakere sürecine ilişkin çıkan kanun ve bu kanuna dayanarak çıkarılan Bakanlar Kurulu kararıyla müzakere sürecinin derinleşmesi ihtimali PKK’nın korkularını depreştirdi. Müzakere sürecindeki derinleşmenin yanında, Kürt siyasi hareketinin “demokratik hareket” boyutunun; yani, HDP’nin 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde geliştirdiği siyasi söylemi ve seçimde yakaladığı % 9.5’lik başarı da PKK‘da ciddi rahatsızlık yaratmıştı. Giderek güçlenen siyasi seçenek, PKK’nın siyasileşmesinin pekala mümkün olduğunu gösteriyordu. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde HDP adayı Demirtaş’ın başarılı bir performansla KASIM 2014 29 mansla kendi performansıyla bağdaşmayan bir tutarsızlık sergileyerek büyük bir itibar kaybına uğradı. Buna karşılık, Öcalan-HDP ile PKK arasındaki farklılaşmayı örtmek ve müzakere seçeneği güçlendirmek bakımından Hatip Dicle ön plana çıktı. 7-8 Ekim olaylarını takiben gerçekleşen HSYK seçimlerinde çözüm sürecine karşı olan ve siyasi alanı asimetrik müdahalelerle vesayeti altına almak isteyen yapının seçimleri kaybetmesi de, demokrasinin, siyasi alanın ve dolayısıyla çözüm sürecinin tahkimi bakımından kaydedilmelidir. HSYK seçimlerini paralel yapı olarak takdim edilen grubun kaybetmesi, yakın dönemde hem hükümete hem çözüm sürecine yönelik yargı kökenli bir problemin çıkması ihtimalini zayıflatmış ve siyasi alanı korumuştur. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti Hükümetinin siyasi gücünün tartışılmayacağı bir siyasi ortam, müzakere sürecinin derinleşmesi bakımından elverişlidir. ortaya koyduğu Türkiyelileşme, demokratikleşme, siyasileşme söylemi çözüm sürecinin ve yeni anayasanın önünü açan bir siyasi iklim yaratmıştı. AK Parti ile HDP arasındaki siyasi yakınlaşma müzakere sürecinden rahatsız olan PKK için Kobani üzerinden yapılacak eylemler altın bir fırsat sunuyordu. PKK bu eylemlerle, AK Parti Hükümetine büyük hatalar yaptıracak, yani güvenlik kuvvetlerinin sert bir şiddete yönelmesi sağlayacak, böylelikle de Öcalan ve HDP’yi müzakere sürecinden vazgeçmeye icbar edecek bir şiddet uyguladı. Böylece siyasi seçenek bertaraf edilecek ve Kürt siyasi hareketinde ağırlık yeniden PKK’ya, yani Kandil’e geçebilecekti. PKK’nın bu senaryosu, çeşitli sebeplerle başarılı olamadı. İlk olarak Türkiye’nin son 12 yılda yaşadığı demokratikleşme ve çözüm sürecinin birikimi, AK Parti hükümetini, güvenlik kuvvetlerini ve medyayı PKK’nın beklediği büyük hataları yapmaktan, şimdilik alı koydu. AK Parti Hükümeti ve güvenlik kuvvetleri şehirlerde organize olmuş grupların güvenlik kuvvetleriyle karşı karşıya gelmesine izin vermedi. Yakılan yüzlerce kamu binası, aracı ve saldırıya uğrayan güvenlik güçlerine rağmen bunun başarıl- 30 KASIM 2014 ması kayda değerdir. Güvenlik güçlerini karşısında bulamayan PKK’nın sokaktaki unsurlarının topluma karşı saldırılarının üzerini örtecek bir sis ve meşrulaştırıcı kalkan ortadan kalkmış oldu. 7-8 Ekim kıyımının geldiği korkunç boyuta rağmen, AK Parti Hükümetinin müzakereleri devam ettirme kararlılığı, Öcalan ve HDP’ye PKK’nın dışında bir seçenek arama imkanı verdi. 7-8 Ekim kıyımının kazandığı boyut karşısında Abdullah Öcalan’ın HDP’ye gönderdiği mesajla sokak eylemlerine son vermeye, şiddete son vermeye çağıran ve AK Parti hükümetiyle müzakerelerin devam ettiğini ilan eden HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın açıklamasından sonra, PKK ile ÖcalanHDP hattında bir ayrışma belirdi. Böylece PKK’nın 7-8 Ekim kıyımındaki siyasi amacı gerçekleşmedi. Müzakere süreci, PKK’nın bu kıyımına rağmen devam ediyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sergilediği performansla öne çıkan ve siyasi seçeneğin temsilcisi olarak temayüz edeceği düşünülen HDP Eşbaşkanı Demirtaş, 7-8 Ekim olaylarında sergilediği perfor- 7-8 Ekim kıyımının ahlaki ve siyasi sorumluluğu üzerinde olan Öcalan ve HDP bundan sonra PKK’nın şiddet ve sokak gücü üzerinden pazarlık yollarını denemek yerine, Kürt siyasi hareketinde yakın, orta ve uzun dönemde temel konuları belirleyerek kendi içindeki bir dönüşümle müzakere sürecini devam ettirebilir. Bu durumda Öcalan, HDP ve PKK’yı bekleyen ciddi tartışma konuları vardır. PKK silah bırakarak şiddetten vazgeçerek tamamen siyasi bir harekete dönüşmeyi kabul edebilecek midir? PKK Kürt toplumu içinde kutsal teşkilat olma iddiası yerine rekabet eden siyasi partilerden biri olmayı hazmedebilecek midir? Çözüm sürecinde çözümden kastedilen siyasi bir çözüm mü, coğrafi bir çözüm müdür? Başka bir deyişle PKK demokratik hak ve hürriyetleri mi, kendisinin statüsünü belirleyece- HSYK seçmlern paralel yapı olarak takdm edlen grubun kaybetmes, yakın dönemde hem hükümete hem çözüm sürecne yönelk yargı kökenl br problemn çıkması htmaln zayıflatmış ve syas alanı korumuştur. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Part Hükümetnn syas gücünün tartışılmayacağı br syas ortam, müzakere sürecnn dernleşmes bakımından elverşldr. ği ve yöneteceği bir bölgeyi mi talep etmektedir? Eğer amaç Türkiyelilik ise Kürt siyasi hareketi Pankürdizmden vazgeçerek Türkiye dışındaki Kürtlerle ilgisini insan hak ve hürriyetleri çerçevesine oturtabilecek midir? Türkiye, bütün bu soruların tartışılarak PKK’nın siyasileştiği bir dönüşümün yapılabilmesi için, belirsizliklerin arttığı Orta Doğu coğrafyasından kaynaklanabilecek yeni problemleri denkleme ithal etmeyen bir çözüm sürecinin bir takvim dahilinde hızla ilerleyeceği bir politika belirlemeli ve bunu güçlü bir siyasi iradeyle hayata geçirmelidir. AK Parti Hükümeti Gezi, 17-25 Aralık ve 7-8 Ekim olaylarını kendisine karşı asimetrik mücadelenin tezahürleri olarak görüyorsa, bu mücadelede asıl gücünün hukuktan ziyade siyasetten geldiğini dikkate alarak bu kayıtdışı siyaset hamlelerine asıl olarak siyasi alanı koruyacak ve siyasi alanı genişletecek siyasi hamlelerle cevap vermelidir. AK Parti Hükümeti Kürt meselesi başta olmak üzere siyasi alana yansıyan siyasi problemlerin ardındaki sosyal meseleye yönelecek yeni bir politika geliştirmek durumundadır. Aksi halde siyasi meseleler üzerinden bir alan devşiren örgüt, cemaat, elit vs’nin 7-8 Ekim kıyımında olduğu gibi kendi tabanını ikna etmek ve onlara hesap vermek zorunda kalmadan yaptığı büyük hataların maliyeti AK Partiye çıkacaktır. KASIM 2014 31 İÇ POLİTİKA KOBANÊ BAHANE ÇÖZÜM SÜRECİNE ATEŞ ETMEK ŞAHANE! Sınıra vardıklarında geçşler çn alınacak kararı beklerken gün uzamış yüzyıl olmuştu sank. Anlatıldığına göre, o bekleyş sırasında, PYD güçleryle IŞİD arasında yaşanan çatışmalar hız kesmemş ve sınıra gelen nsanlar br slah ses duyduklarında önlern kesen teller parçalamaya başlamışlardı. İçlernde mayına basanlar, hayatını kaybedenler ve patlayan mayınlardan yaralanalar olmuştu. halinde bir meydanın içinde insan adacıkları gibi duruyorlardı. Bir bidon peynir, tuza yeni basıldığı besbelli bir bidon kışlık turşu, getirebildikleri yegane şeyler bunlar olmuştu ve on gün, bazen daha fazla süren yolculuklarda tek gıda evlerinden getirdikleri peynir ve ekmekten ibaretti... Yüzlerine yolculuğun yorgunluğu ve çöllerden kopup gelen tozların ağırlığı çökmüştü. Ve gözlerinin içine bakıp bir çift söz söylemek çok zordu. Derin bir onur kırılması içinde oldukları besbelliydi. Bir merhabaya bile katlanamayacak kadar hassaslaşmış ve onurları kırılmıştı. Onları bu hale getirenlere de, bu hal karşısında suskun kalanlara da kızgınlık içindeydiler. Karşılaştığı ve düşman bellediği her insanı yok eden bir örgütten kaçıp günlerce yol yürümüş ve IŞİD’in dillerde dolanan dehşetini, acımasızlığını ve zulmünü bu uzun yolculukta hep yanı başlarında hissetmişlerdi. Orhan MİROĞLU SDE Tarih ve Toplumsal Hafıza Araştırmaları Programı Koordinatörü S uriye’nin küçük bir şehri olarak, Kobanê’nin bütün ağırlığıyla gelip Türkiye’nin siyasi, insani, sosyal ve kültürel gündemine oturması sizi bilmem ama bana Kudüs’ü düşündürdü. Hayır, Kobanê Kudüs gibi bir şehir değil elbette. Ama Kobanê veya Ayn el-Arap siyasi gündemi öyle bir kilitledi ki, bunun sebepleri üzerinde düşünmek gerekir. Şimdiye kadar kimsenin pek farkına varmadığı bir şehir iken, 77 milyonluk bir ülkeyi ilgilendiren çözüm sürecine vurulmak istenen kilidi açacak şehir haline geleceği söylenseydi, buna herhalde Kobanelilerin kendileri bile inanmada zorluk çekerlerdi. Dehşet içinde kalmış insanların arasında yaşlılar, kadınlar ve çocuklar çoğunluktaydı. Kobanê, her ne kadar Amerikalıların stratejik önceliği olmasa da, öyle görünüyor ki, Kürt-Türk siyasi ilişkilerini etkileme potansiyeli yüksek bir direniş mekanı. IŞİD ve PKK arasında yaşanan savaşın sembol adı. Gözlerini ufka dikmiş gencecik kadınlar vardı. Yaşlıları, kadınları ve çocukları Türkiye’ye sağ salim geçirdikten sonra, geriye dönüp IŞİD’le Kobanê önlerinde savaşmak için sabırsızlanan yirmili yaşlarda, hatta daha da genç delikanlılar gördüm. Eylül ayının son haftasında Kobanê’yi görebilen, çatışmalardan ve IŞİD’ten kaçan halkın geldiği sınırın sıfır noktasında Yumurtalık denen bölgede bir gün Yüzü gözü toza bulanmış, dünya güzeli çocuklar etraflarına hüzünlü bakışlar yöneltiyorlardı. Sırtlarda taşınan yaşlılarda hal mecal kalmamıştı. Kümeler 32 KASIM 2014 geçirdim. Orada yaşananları özetlemek istiyorum. Sonrasında Kobanê’nin Türkiye’deki Kürt siyaseti için neden bu kadar önemli hale geldiğini anlatmaya çalışacağım. Sınırdaki manzara özetle şöyleydi: Suni sınırlarla bölünmüş bir ülkenin öbür tarafında yaşayanlar, kitleler halinde bu tarafa yani Türkiye’ye geçmeye çalışıyorlardı. Sınıra vardıklarında geçişler için alınacak kararı beklerken gün uzamış yüzyıl olmuştu sanki. Anlatıldığına göre, o bekleyiş sırasında, PYD güçleriyle IŞİD arasında yaşanan çatışmalar hız kesmemiş ve sınıra gelen insanlar bir silah sesi duyduklarında önlerini kesen telleri parçalamaya başlamışlardı. İçlerinde mayına basanlar, hayatını kaybedenler ve patlayan mayınlardan yaralananlar olmuştu. Sınırın öbür yanında yaşanan ve IŞİD’in sebep olduğu vahşete karşı mücadele eden eşlerini, evlatlarını bilinmezliklerle dolu bir kadere terk edip, yine nasıl gelişeceği çok da bilinmeyen farklı bir kaderi yaşamak için sınıra gelip dayanmışlardı. zaba geldiğinde, sınırın öte yakasına geçiyorlardı. Suriye bir zamanlar, Türkiye’deki Kemalist rejimden kaçıp giden Kürt beylerinin ve aydınlarının sığındığı bir ülkeydi. Kürt milliyetçiliğinin edebiyatı ve siyaseti şimdi içinden uyanmaya çalıştıkları bir kabus gibi yaşanan bu tarihin içinde ve bu topraklarda vücut bulmuştu. Sınırda ilk günlere nazaran daha sakin bir ortam vardı. Konuştuğumuz görevliler, ‘Gelenlerin sayısında artış yok, ama bu sayı, savaşın şiddetlenmesiyle alakalı olarak beklenmedik bir şekilde artabilir’ diyorlardı. Geçişlerle ilgili prosedür olabildiğince hızlı işliyordu. AFAD ve sivil toplum örgütlerinin gönüllüleri takdire şayan bir görev aşkıyla çalışıyordu. Biz sınırda, yasak bölge olan tel örgülerin dibindeyken bir otobüs dolusu kişi geldi. Otobüstekiler asker ve görevlilerin yardımıyla otobüsten indirildi. Çoğu yaşlı insanlardı. Askere bir soru sorduk, IŞİD bu sivillere ateş açıp öldürmek istese ne yaparsınız diye. Askerin cevabı netti: ‘Karşı koyarız elbette, bu insanlara ateş edilmesine izin vermeyiz.’ Sınırda bu ihtimale karşı çok sıkı bir güvenlik önlemi alındığının herkes farkındaydı.. Sınırın öte yanında tam bir savaş manzarası vardı. Dünyada belki bir ilk: İnsanlar bir müsabakayı izler gibi savaşın yaşandığı alanı görebilen tepelere çıkıp, bu tepeleri bir tribün gibi kullanıyorlardı. Büyük bir merak ve heyecan içinde, oradan dürbünlerle savaşı seyrediyorlardı. Elleriyle dokundukları, gözlerini bir dakika bile ayırmadan baktıkları birkaç metre uzunluğundaki tel örgüler, onların gözünde, kendi ülkelerini ikiye bölen suni bir engelden başka bir şey değildi sanki... Kim ne derse desin Kobanê’deki savaş bir ilkler savaşıdır. Ama bir şey daha var ki, Kobanê’deki savaşın faturası sanki Türkiye’ye çıkarılmak isteniyor. Bu bağlamda, savaşın hedefinde Türk-Kürt siyasi ilişkilerinin ve çözüm sürecinin geleceği var. ‘Kobanê düşerse’ söylemi almış başını gidiyor. O tel örgülere rağmen, yıllardır birbirleriyle kız alıp kız vermişler, sınır ticaretiyle kazandıkları her şeyi, birbirleriyle paylaşmışlardı. Türkiye’deki rejim ga- Bütün bunların ötesinde, dostun düşman gibi gösterilmek istendiği, düşmanın da dost sayıldığı bir savaş bu. KASIM 2014 33 Geçşlerle lgl prosedür olabldğnce hızlı şlyordu. AFAD ve svl toplum örgütlernn gönüllüler takdre şayan br görev aşkıyla çalışıyordu. Bz sınırda, yasak bölge olan tel örgülern dbndeyken br otobüs dolusu kş geld. Otobüstekler asker ve görevllern yardımıyla otobüsten ndrld. Çoğu yaşlı nsanlardı. Askere br soru sorduk, IŞİD bu svllere ateş açıp öldürmek stese ne yaparsınız dye. Askern cevabı nett: ‘Karşı koyarız elbette, bu nsanlara ateş edlmesne zn vermeyz.’ Türkiye bütün imkanlarıyla seferber olmuşken, bir kısım Kürtler, ‘Türkiye’nin Kürtler’e ihaneti’ konulu bir gündem oluşturmakla meşguller. Kürtler bu savaşı istemediler, bu savaşa adeta itildiler. Ama eğer eğer Kürtler bu savaşı IŞİD’e karşı kazanmak istiyorlarsa, Kürt halkının dostlarını düşman gibi göstermekten vazgeçmeliler. Türkiye, Kürtler’e dost bir ülke... Kürtlerin siyaset stratejisine hiçbir dahli olmamış bir ülke. Ne Erbil’de federalizm ne Kobanê de Kanton Türkiye’yle danışılarak ilan edildi. Türkiye ne Kobanê’de ne de Zaho’da komşusunun Kürtler değil, IŞİD olmasını istemez. Bunu istemesi için hiçbir sebep yok. Bunu isteyen bir Türkiye kendi ayağına kurşun sıkan bir Türkiye olur. Ama maalesef Türkiye’ye karşı haksız ve kışkırtıcı bir algı üretimi adım adım hayata geçirildi. Kobane’den kaçanların güvenli bir biçimde sınırı geçebilmeleri için görev yapan askerlere bir milletvekili taş attı. Bir belediye başkanı görevli askerlerden biriyle, yine toprak ve devlet üstüne anlamsız bir tartışma yürüttü. Bu tartışmalardan doğan mesaj, zaten ateş üstünde bekleyen sokak göstericilerine ulaşmada gecikmedi ve olanlar oldu. Okullar, kütüphaneler, sağlık merkezleri, yılların emeğiyle oluşmuş Ziya Gökalp Müzesi gibi müzeler bir gecede kül oldu. İnsanların evlerine girildi. İnfazlar gerçekleşti. Bir hafta öncesine kadar çözüm sürecinin başarısı için kafa yoran bir ülke, çözüm sürecinin yol haritasını resmi gazetede yayınlayan bir hükümet, kendisini birden bire bir ayaklanma provasının içinde buldu. Kobanê’de yaşanan trajediye üzülse de, doğruyu söylemek gerekirse, şu anda Diyarbakır’da olsun, Batı’da Türk halkıyla aynı mahallede, aynı sokakta yaşayanı olsun, yegane amacı barış içinde yaşa- 34 KASIM 2014 mak olan her Kürd’ün aklından geçen tek şey, bu korku ve tahakküm ortamından kaçıp kurtulmaktır. Ama nereye ve nasıl kaçılacak? İşte bu soruya kimsenin verecek net bir cevabı yok. Nedenine gelince: Doğu’da yaşayan Kürtler, artık 1990’lı yıllarda olduğu gibi, Türk halkının Batı’da onları bağrına basacağına pek inanmıyor ve Batı’da yaşayan Kürtler’in arasında, tersine göçün eli kulağında diye düşünenlerin sayısı her gün biraz daha artıyor. Doğu’dan, Batı’ya kaçıp gitmek yeteri kadar güvenceli değil ve Kürt liderlerin zaman zaman yapmakta olduğu çağrıya uyup tersine göçün yollarına koyulmak da çare değil artık. İran, Irak ve Suriye’ye gitmek? Bu, hiçbir Allah’ın kulunun aklının köşesinden bile geçmiyor. Zor bilmecelerin şairi Ece Ayhan’ın bile, yaşasaydı cevap veremeyeceği tarihin en zor bilmecelerinden biri bu. Türk halkı devletin zulmünden, faili meçhullerden, köy boşaltmalardan kaçarak metropol şehirlere gelen Kürt halkına kardeşçe davrandı. Bu mağduriyeti anlamaya çalıştı. Ama sürüp giden savaşa hiçbir anlam veremedi ve bu savaşta kaybettiği oğullarının, vatan için can verdiklerine inandı ama Kürt halkını kardeş bir halk olarak bilmeye devam etti. Üç bin köyün haritadan silindiği, binlerce asker ve polisin şehit olduğu, PKK’nin zaman zaman şehirlerdeki eylemlerinde sivillerin hayatını kaybettiği bir iç çatışmayı Türk ve Kürt halkı, güçlü bir sağduyu ve kardeşlik duygusuyla barış içinde ortak yaşama iradesine dönüştürdü. Ama şimdi yeniden komşunun komşuya kuşkuyla bakmaya başladığı günlere döndük. Kimin ulusal hain, kimin IŞİD’çi ilan edileceğinin bilinemediği, Kürtçe bilmeyen sakallıların anında infaz edildiği günlerden geçiliyor. Bir takım medya erbabının gayretli çabalarına rağmen, bütün kötülüklerin Erdoğan’dan geldiğine bir türlü inanmayan Kürtler tam bir tayakkuz halindeler ve medyanın Arabistanlı Lawrens’in raporlarından bile ‘sağlam’ görünen raporlarına göre değil de, görüp yaşadıkları tecrübeler ışığında hayatta kalmak için önlem almaya çalışıyorlar. Medyanın gösterdiği gibi, son kalkışmada evlerini, derneklerini basan, canlarına kasteden herkesin birer devlet ajanı olduğuna inanmıyorlar. Görüştüğüm dostlarımın anlattıklarına göre, akıllıca bir taktik geliştirdiler. Gece evleri basılmasın diye nöbet tutan gençler, gündüz olup eylemciler sokaklara döküldüğünde, balkona çıkıp eylemcilere el sallıyor bazen de aralarına katılıp slogan atıyorlar. ’Bizden olmayan birilerinin oturduğu ev ve sokak’ damgası yemek bugünlerde çok tehlikeli çünkü... Bilindiği kadarıyla tarih, mesela Kudüs gibi, yüzyıllar boyunca etnik-dini hınç ve öfkenin yol açtığı çatışmalara sahne olmuş Kobanê adıyla bilinen bir şehirden söz etmiyor. O halde bu şehrin IŞİD’in eline geçmesi halinde başta Ankara olmak üzere bütün şehirlerin düşeceği, otuz yıldır devam eden bir iç çatışmayı sona erdirmek için bunca emek ve fedakarlıkla yürütülen çözüm sürecinin sona ereceği yolunda giderek yaygınlaşan kanaatin sebebini anlamak ve doğru bir siyasi teşhiste bulunmak gerekir. PKK/PYD açıklamalarına bakılırsa, Kobanê’nin düşmesi istenmiyor, ama IŞİD’e karşı mücadelenin dünya çapında bir mücadeleye dönüştüğü şu günlerde IŞİD’le PYD saflarında mücadele edecek ‘yabancı’ bir güç de istenmiyor. Tampon bölge ve uluslararası bir müdahaleye Kürdistan’ın işgali gözüyle bakılıyor. Buna peşmerge gücü de dahildir. Rojava’nın savunulması için Barzani’nin eğittiği 3 bin civarındaki peşmerge gücünün Rojava’ya ve dolayısıyla Kobanê’ye girmesi hala yasak. Diyelim ki Türkiye koridoru açtı. Peki PYD bu 3 bin peşmergenin koridordan geçip Kobanê’ye gitmesine rıza gösterecek mi, bu da belli değil. İlginç olan şu ki, PKK/PYD ve peşmergeler Irak’ta IŞİD’e karşı aynı cephede tam bir ulusal birlik ve dayanışma duygusu içinde omuz omuza savaşıyor. Ama bu ulusal dayanışma PYD’nin elinde tuttuğu bölgelerde yerini tek bir güce bırakıyor. Bu ulusal güç ölüm kalım savaşına giriştiği Kobanê’de yanında savaşacak başka kimseyi istemiyor. IŞİD’le Kürdistan Bölgesel Yönetimi sınırları içinde ve hatta Kerkük’te, Musul’da savaşmak ulusal bir savaş. Ama aynı IŞİD’le Kobanê’de savaşmak tek bir örgüte havale!. Kobane gariplikleri bununla da bitmiyor. Suriye’de savaşacağım diye İran’la savaşı durduran PKK, Kobanê’yi ve Rojava’yı IŞİD’e karşı daha iyi savunmak için Türkiye’deki savaşı bitirmeye yanaşmıyor, tersine geçen yıl geri çektiği grupları yeniden KASIM 2014 35 Öcalan’ın mahkeme savunmaları duyulduğu andan itibaren, PKK’nin ilk kurucularına sigaralarını tersten yaktırıyordu. (Bakınız Aliza Markus, Kan ve İnanç, İletişim yay.) Türkiye’ye gönderdiğini bilhassa Avrupa-Almanya medyasına ve birinci ağızdan deklare ediyor. Kobanê düşmesin ve Kobanêliler yeniden ve güven içinde yerlerine dönsün. Bu hepimizin arzusu. Ama Kobanê direnişi PKK için bundan daha fazla bir anlama sahip. PKK tarihi iki paradigmaya işaret ediyor. İlki Türkiye’yle ilgiliydi ve Kürtleri sol-jakoben bir anlayışla teritoryal bir bölgede ve tek başına yönetmek, yani Türk jakobenizmine benzer bir şekilde, ‘modern bir ulus inşa etmek’ anlayışına dayanıyordu. Türkiye herkesin ortak demokrasisi ve hukuku yolunda sağlam adımlar atınca ve AK Parti Kürtler’in ikinci partisi olmayı başarınca, bu paradigmayı ve onu teminat altına alan silahlı mücadeleyi savunmak zorlaştı. Ama zaten bundan çok daha önceleri, ve AK parti’nin henüz siyaset sahnesinde olmadığı bir zamanda, Öcalan İmralı’da ve yargılanırken bu ilk paradigmanın ipini kendi elleriyle çekmiş, PKK’nin önüne hak temelli bir mücadele anlayışını koymuştu. PKK bunu hiçbir zaman içine sindiremedi ve içselleştiremedi. O tarihten bu yana PKK içindeki siyasi kararsızlıklar, şüphe ve endişeler hiç bitmedi. Sonra aynı paradigma Suriye’de yaşanan kargaşa ortamında kantonlar adıyla yeniden gündeme geldi. İddia aynıydı: Tek başına Kürtler’i yönetmek. Arap Şammar aşiret liderinin eş başkan olduğu ve Esat’ın maaşlarını ödediği Kantonlar Suriye’de çökerse, bu tam bir trajedi olacak ve PKK/PYD’yi siyasi manada olumlayan geniş kitlelerin yeni bir travma yaşamalarına yol açacak. İlk travma, Öcalan’ın İmralı savunmasıyla yaşanmıştı, çünkü o savunmalar ilk paradigmanın iflas ettiğini gözler önüne seriyor, 36 KASIM 2014 PKK’nin ikinci paradigmasının bugün çökme tehlikesiyle karşı karşıya olması doğrusu ne dünyanın, ne bölge ülkelerinin ve aslına bakarsanız ne de başka Kürt partilerinin umurunda. Ama bana kalırsa bu çöküş Türkiye’nin ve Kürdistan hükümetinin umurunda olmalı. Şu an hiçbir karşılığı olmayan, PKK’ye hayali silah bırakma tasarıları yerine, Ankara-Erbil asıl bu çöküşün engellenmesi için Kobanê’ye dikkatle eğilmelidir. Çünkü bu çöküşten en çok etkilenecek olan iki ülke Türkiye ve Bölgesel Kürt yönetimidir. Bu yazı kaleme alındığında, Kürt ulusal birliğinin inşası için Mesut Barzani’nin başkanlığında Duhok’ta bir toplantı gerçekleşmiş ve taraflar kamuoyuna birlik mesajları verilmişti. Kuşkusuz bu önemli bir gelişme ama bir anlaşma zemini yaratıp yaratamayacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz. Çözüm sürecinin muhatabı eğer PKK/HDP ise, bu iki partiyi siyasi manada olumlayan milyonlarca insanın şu veya bu sebeple yeni bir travma yaşamalarına Türkiye’nin de seyirci kalmaması gerekir. Şu çok iyi bilinmeli ki, ortada, doğabilecek travmanın faturasını Türkiye’ye çıkarmak isteyen uluslararası bir koalisyon var ve Kürt siyaseti bu koalisyonun her türlü desteğini alarak, yeni bir atılım yapabileceğine inanıyor. HDP ve PYD liderleri Kobanê’de çatışmalar sürerken Washington ve Avrupa merkezlerinde destek arayışına çıktılar. Ama medyaya yansıyan haberlere ve bizzat bu liderlerin yaptığı açıklamalara bakılırsa, elleri boş döndüler. Döner dönmez de Ankara’da hükümetle yeni bir diyalog arayışına gidiler ve hiçbir engelle karşılaşmadılar. Bundan anlamamız gereken önemli bir husus var ki o da şudur: Türkiye ayaklanma operasyonuna rağmen, 34 kişinin hayatını kaybettiği bir kalkışmaya rağmen, demokratik zeminde kalmaya çok kararlıdır. Bu kararlılık her fırsatta vurgulanmaktadır. Uluslararası koalisyonun ise, Kürt siyasi ve silahlı hareketinden istediği somut bir şey var: Türkiye’ye karşı savaşın yeniden başlaması... Kobanê bahane edlerek grşlen eylemler daha farklı yorumlaması beklenrken, kardeş Mehmet Öcalan aracılığıyla verdğ mesaj, zaten çok gerlml hale gelen ortamı tetkled. Öcalan her yerde IŞİD’le mücadele edlmes gerekr dye mesaj yollarken, PKK medyası IŞİD’le mücadelenn hükümetle mücadeleden geçtğn vaz eden manşetler ve yazılar kullandı. Bütün bunlar halkın yanlış br algı etrafında toplanmasını sağladı ve HDP Lder Selahattn Demrtaş’ın açıklamasıyla beraber nsanlar sokaklara dökülüp, ancak vandalzmle tanımlanablecek eylemlere grştler. 34 kişinin hayatını kaybettiği bir kalkışma provası, aslında tamamen siyasi bir tercih. İnsanların sokaklara dökülmesini sağlayan şu ya da bu çağrılardan ziyade -işin o kısmı oldukça teknik bir konu- ortada olan hakikat, bir siyasi hareketin yaptığı yeni bir siyasi tercihi hem çözüm muhatabı hem kendi tabanı nezdinde denemek istemiş olmasıdır. Türkiye’yi ve kamuoyunu, ‘çözüm sürecinin geleceği Kobanê’ye bağlı’ fikrine inandırmak istiyorlar. Ama bu o kadar da kolay değil, hatta imkansız. Suriye’de savaşın ne zaman sona ereceği belli değil, ama Türkiye AB’yle müzakere eden bir ülke. AB’yle müzakere eden bir ülkede ‘milli’ bir sorun, bir başka ülkenin iç savaşının kaderine ya da kadersizliğine nasıl terk edilebilir? Kürt siyaseti tersine bir arguman geliştirebilse ve çözüm sürecinin başarılı olması Kobanê’ye de güç katar inancıyla hareket edebilse ve mesela silahlı güçlerini Türkiye’ye sevk etmek yerine, geri çektiğini ilan etmesi durumunda, Kobanê ve çözüm süreci için, ortaya konulacak daha fazla taleplere hükümetin kapısını kapatması imkansız olurdu. Kürtler’in tamamına yakını Kobanê’nin IŞİD’in eline geçmesini istemez. Ama çözüm sürecinin Kobanê’ye bağlanmasına sadece hükümetin değil, Türküyle, Kürdüyle en geniş manada Türkiye kamuoyunun da bir anlam vermesi zor; aynı kamuoyu ve hükümet, çözüm sürecinin Kobanê’ye feda edilmesini de istemez. Bu ayrımı Kürt siyasetinin de görmesi gerekir. Kobanê düşerse Ankara düşer demek doğru bir siyaset tarzı değil. Bir yandan Türkiye’den koridor talep ediliyor, bir yandan tezkereye karşı çıkılıyor, bir yandan da Türkiye’ye gerilla sevkiyatı yapıldığı söyleniyor. Yani Türkiye’nin eli kolu önce bağlanıyor; sonra bir siyasi hareketin, kendi yanlışları ve konjoktürü okuyamaması nedeniyle yaptığı hataların sonucu olarak, o hareketin geniş tabanında, kimsenin istemediği yeni bir siyasi travma ya- şama ihtimalinin ağır faturası, peşinen Türkiye’ye kesiliyor: IŞİD’e yardım eden Türkiye algısı, insanları daha Kobanê direniyorken bile, sokaklara döküyor ve 34 insanın hayatına mal olan bir kalkışma provası meydana geliyor. Vicdanen söylemek gerekirse, Türkiye bu algıyı ve bu kalkışmayı hiç hak etmiyor. Bu gerçeği dünün ve bugünün devletini herkesten iyi bilen ve tanıyan Öcalan’ın dahi görmediğine işaret eden bazı açıklamalar doğrusu umutsuzluğa yol açıyor. Sanki bugünlere gelineceğini biliyordu Abdullah Öcalan. Bekaa’deyken ve Türkiye’ye getirildikten sonra, uluslararası güçlerin Türkiye üzerine oynadıkları büyük oyunu boşa çıkarmaya hazır olduğu ifade ediyordu. Çözüm süreciyle attığı adım, elbette son derece önemlidir. Diyarbakır newroz alanında geçen yıl okunan mektubu Kürt-Türk siyasi ittifakının ne kadar önemli olduğuna vurgu yapıyor, Misaki Milli sınırlarının hep beraber korunması gerektiğini savunuyordu. Kobanê bahane edilerek girişilen eylemleri daha farklı yorumlaması beklenirken, kardeşi Mehmet Öcalan aracılığıyla verdiği mesaj, zaten çok gerilimli hale gelen ortamı tetikledi. Öcalan her yerde IŞİD’le mücadele edilmesi gerekir diye mesaj yollarken, PKK medyası IŞİD’le mücadelenin hükümetle mücadeleden geçtiğini vaaz eden manşetler ve yazılar kullandı. Bütün bunlar halkın yanlış bir algı etrafında toplanmasını sağladı ve HDP Lideri Selahattin Demirtaş’ın açıklamasıyla beraber insanlar sokaklara dökülüp, ancak vandalizmle tanımlanabilecek eylemlere giriştiler. Çözüm süreci, Kürt-Türk siyasi ve sosyal ilişkileri zarar gördü. Peki Kobane kazandı mı? Türkiye kamuoyu Kobanê’ye yardım konusunda şimdi daha istekli mi acaba? Soruya cevabı okurlara bırakıyorum.. KASIM 2014 37 İÇ POLİTİKA ÇÖZÜM SÜRECİNİN İDEOLOJİK MIZIKÇILARI Doç. Dr. Ahmet Erkan KOCA SDE Savunma ve Güvenlik Programı Koordinatörü uzun yılların oluşturduğu, halkın neredeyse her kesimini bir biçimde ilgilendiren büyük sorunlara her ne şekilde olursa olsun ideolojik etkiden yeterince arınmadan yaklaşıldığında, varolan sorun çözülmediği gibi mecra değiştirerek ana meselesinden sapma tehlikesi içerir. Bu tehlikeden uzak durmak için ısrarla çözüm sürecini ideolojikleştirerek -isteyerek ya da istemeyerek- çıkmaza sokan kesimleri tanımak ve ne yapmaya çalıştıklarını anlamak gerekir. Kimdir bu kesimler? Burada ilk olarak BDP’yi ele almak gerekir şüphesiz. BDP, seküler bir politik görüşe ve sol geleneğin farklı çizgilerinden beslenen bir ideolojik öngörüye sahip, radikal unsurlar içeren, modern demokrasilerin ‘uç’ diye nitelediği bir konumda yer alan, bölgesel bir parti hüviyeti taşıyor. Aşağıdan yukarıya bir siyasal süreci kendi içerisinde işletiyormuş gibi görünse bile aslolarak bu görüntünün yarattığı korunaklı alanı kendi ideolojik bakış açısının tabanda kabul görüp derinleşmesi için bir fırsat olarak kullanan, aslında yukarıdan aşağı ve elitist işleyişini tersten bir kılıfla toplumsal bir mücadeleye dönüştürebilen bir ince siyasete sahip. Dinle ve inançla bir sorunu yok esasında ama bir biçimde buna açık bir duruş sergilediğinde bu durumun, kavgasını verdiği siyasal mücadelenin içini dolduran ideolojik argümanları zayıflattığını ve asıl gücünü aldığı bölgesel zemini kendi elleriyle yok ettiğini biliyor. Bunu bildiği için dine karşı ‘saygılı bir mesafe’den ancak solun sınıfsal kurgusunun yarattığı mücadele gücüne daha çok yaslanarak ‘şiddet’e her an sapabilecek bir radikalliği meşru bir siyasal söyleme dönüştürmenin mücadelesi içerisinde. Ç özüm süreci aslolarak Türkiye’nin her yerinde, ideolojilerin bir süreliğine askıya alınarak, ölümlerden yorulmuş, silah seslerinden söylediği duyulmaz olmuş insanların hüsn-ü kabulüne dayanan, daha çok demokrasi, daha çok özgürlük ve refah isteyen bir toplumun prangalarından kurtulmak için ortak paydada buluştuğu, gücünü toplayarak ileri doğru yaptığı bir hamleydi. Bu, paslı bir vidaya ilk hareketi vermek kadar zordur ama vida bir kez oynatıldığında artık geriye dönüş yoktur. İhtiyatlı yaklaşanlar, sürecin başarısızlıkla sonuçlanacağına kâni olanlar ya da bölüneceğiz endişesinin yarattığı tedirginlikle saldırganlaşanlar dahi başarıya 38 KASIM 2014 ulaşma ihtimalinin olduğunu hesaba katarak, kendi kendilerine itiraf edemeseler de içten içe bunun olumlu sonuçlarının yarattığı hoşnutluk halini duyarak hareket ettiler. Bu anlamda genel bir olumlu havadan, memlekette uygun bir iklimden söz etmek mümkün. Buna karşın bir kesim var ki bu sürecin asıl ortaya çıkma nedeni olan sorunlardan kurtulmaktan çok kendi ideolojisinin yaşadığı güç kaybının endişesini taşımakta, Kürt halkının acılarından kurtulmasından önce iktidara duyduğu öfkeyi bu süreci fırsat bilip bu vesileyle ortaya koymaya çalışmakta. Bu gibi Ayrılıkçı mı? Aslında hayır, ama bu ihtimalin düşünülmesinin yarattığı tekinsizlikten güç devşirebilme potansiyeline sahip... Kürt halkı arzuladığı gibi bir hayata kavuştuğunda bu durum Partinin geleceğini daha güçlü kılar mı şüpheli. BDP aslında bu gibi çelişkilerin partisi. İbrahim Güçlü’nün ifadesiyle ‘BDP, ne Kürt ne de Türkiye partisi’. Sekülerliği ve dine olan mesafeli tutumu, politik alanını aslında ‘içerideki’ Kürtlerle sınırlı tutmasına yol açıyor ve bu da onu büyük bir Kürt davasından çok büyük bir sol-seküler mücadelenin içine sürüklüyor ve tabi böylelikle çelişkilerine bir yenisini daha eklemiş oluyor. Seçim barajının kalkması, kadının siyasette eşit temsil edilmesi, ekolojik sorunlar gibi alanlarda kay- Artık şunu biliyoruz ki her kim Kürt halkının bitmeyen acılarından ve çilesinden kendi ideolojisine güç devşirmeye çalışırsa sürecin dışında kalıp etkisizleşiyor. Bu durum, hem Kürt hem de Kürt olmayanlar için ayrım yapmaksızın aynı şekilde işliyor. Kürtler üzerinden solculuk yapmanın süreci nasıl da başka bir mecraya çektiğini görmemizi sağlıyor. gılar taşıyor ama bütün bunlar aynı zamanda onun ideolojik olarak kendini meşrulaştırarak dünyevi bir ahlak oluşturmasına ve bu sayede arkasındaki kitlenin politik olarak kendini yeniden üretebilmesine de imkan sunmuş oluyor. Başka bir deyişle, parti asıl gücünü aldığı enerjiyi kayıp yaşanmaksızın ideolojik bir mecraya sokabilmek için bütün bunlara ihtiyaç duyuyor. Çözüm süreci ise sürekli olarak bunu yapabilmesini engelleyici bir etkiyle aslolan üzerinden dönüyor, dönmesi gerekiyor. Bu nedenle BDP çözüm sürecinde içten içe bir sarsıntı yaşıyor aslında; çünkü sol üzerinden inşa ettiği hareket içinin boşalması tehlikesini beraberinde getiriyor. Sürekli olarak ‘mızıkçı’ gibi davranıyor. Bu boşluğun oluşma ihtimalinden kendisine hareket alanı bulan çok farklı ideolojik kesimler ve güç merkezleri kendini gösteriyor. Bu bazen Kandil oluyor, bazen hükümetle başkaca hesapları olan Kürt meselesini de bunda kullanan kesimler, bazen de muhalefetteki diğer partiler. Bu açıdan ilginç bir başka grup olarak, kendini ateşe atmaktan çekinmeyen, biraz da ‘anticiliği’ne hareket alanı bulamayarak Kürt meselesini bunun için uygun bir zemin yapan bir sol/sosyalist entelektüel kesimden söz etmek gerekir. İçinde anlı şanlı (duayen mi deseydim!) gazetecilerin, akademisyen ve Marksist gelenekten gelen siyasi figürlerin yer aldığı bu gruptan kişiler Kürt olmamalarına karşın Kürt meselesinin alemdarlığını yaparak, Kandil’e kadar giderek me- KASIM 2014 39 sela, kendilerini ne denli ortaya koyduklarını gösterip etki güçlerini arttırmaktalar ama bunu gerçekten ‘öteki’nin, sesi kısılmış, ezilmiş ve baskı altında kalmış olanların acısını kendi üzerinde hissettikleri için mi yoksa bu durum iktidara duydukları öfkeye ve romantik sol arzulara iyi geldiği, uygun bir kanal açtığı için mi yaptıkları şüpheli. Bu küçük fark, sanıldığından büyük bir öneme sahip alında... Şüpheli, çünkü iyi biliyoruz ki bugüne gelinceye kadar ülkenin hemen her döneminde devletin baskı ve zulmüne maruz kalan, makbul bulunmayan kesimler oldu, olmuştu. Dindarlar, ülkücüler, solcular, komünistler vs. listede ilk akla gelenler. Bu aydınların dindarlar ya da ülkücüler için benzer bir tavır gösteremediklerini de yakın tarihten biliyoruz. Gösteremediler, çünkü onlar ya ‘faşist’ti ya da kendi iradeleriyle kapanmayan, erkek egemenliğinin uzantısı ‘başörtülüler’. İnsanların kendilerini nasıl adlandırdıkları, neleri talep ettikleri kadar bu durumların özgürlükler, ilkeler, evrensel değerler gibi açılardan değerlendirilmesi de gerekmişti. Bir kez daha ideolojileri her şeyin önüne geçmişti aslında -mızıkçı bir çocuk gibi istemezlik içinde ve şımarıktılar- tıpkı bugün olduğu gibi. Belli ki bu kesimin kendini ortaya koyup gerekli entelektüel katkıyı verebilmesi için mağdur ya da mazlum olmak yetmez, sol düşünceye uyumlu bir ezilen psikolojisi içerisinde olması da gerekir. Bu yoksa ezilenin yanında olmaktan 40 KASIM 2014 kolaylıkla muktedire karşı çıkma safhasına geçilir ve tabii yeniden devrim sabahı beklenir. bu düşünceye göre kurulacak bir düzende Kürtlerin bu ideolojiye katkı vermesi umuduyla yaşamak güzel belki ama süreç açısından pek hayırlı değil. Entelektüel zihin, birbiriyle ilgisiz gibi görünen meseleler arasında bağlantı kurma gücüne sahiptir ve yüceltilmesi biraz da buradan gelir ama aynı yeti aynı zamanda konuları birbiriyle bağlantısız kılabilme becerisi de içerir. Esas niyeti, düşünsel bir söylem içinden geçirerek ideolojik yanlarını incelikle örtük hale getirip herkesin kolay kabul edebileceği bir hale de getirebilir. Gerçek anlamda düşünce, muhaliftir. Neye karşı? Gerçek manasıyla hür düşüncenin ortaya çıkmasını engelleyen her şeye ve herkese karşı... Bunun da başında iktidar gelir çünkü o, elindeki güç aygıtları ve iktidar araçlarıyla ilk şüphelidir. Ancak bu düşünsel muhalif tavırla ideolojik karşıtlığı ayırmak gerekir. Birincisi tamamen düşünseldir ve amacı düşünsel alanı özerk ve özgür kılabilmektir ama ikincisi, bilinçli ya da bilinçdışı bir biçimde karşı bir iktidar ve baskı altına alma mücadelesidir. Bunun ilk şüphelisi ise entelektüellerdir. Çözüm süreci, pek çok ezberi bozduğu gibi perde gerisindeki farklı yüzleri görmemizi de sağladı. Buradan hareketle artık şunu biliyoruz ki her kim Kürt halkının bitmeyen acılarından ve çilesinden kendi ideolojisine güç devşirmeye çalışırsa sürecin dışında kalıp etkisizleşiyor. Bu durum, hem Kürt hem de Kürt olmayanlar için ayrım yapmaksızın aynı şekilde işliyor. Kürtler üzerinden solculuk yapmanın süreci nasıl da başka bir mecraya çektiğini görmemizi sağlıyor. Özgürlükler ve demokratik yaşam yaygınlaşıp derinleştikçe ideolojiler ve yıllar yılı hayata belli ideolojik pencerelerden bakmış kişilerde hep bir ‘istediğini alamamışlık’ psikolojisinin oluştuğunu gösteriyor. Aynı şeyi yelpazenin karşı ucundaki Türk milliyetçiliği için de söylemek mümkün. Antici bir söylemle kendi ideolojik dayanaklarını tahkim etme arzusu işe yarar gibi gözükse bile bu geçici bir durum. Sonucu konforlu bir yerden bekleme arzusunun dışavurumu sadece. Sonuç olumlu ya da olumsuz olsun hiç fark etmez, her iki durumda da sanılanın aksine bu dönemde kendi ideolojisine çalışanların kaybedeceği muhakkak çünkü yeni dönemde eski yapıya göre tanımlanmış ideolojiler kaçınılmaz bir ayak bağı ve demokratikleşmeyi kesintiye uğratan birer engel gibi görünecek. Kürt meselesinin, bütün zihinsel varoluşunu karşıtlık üzerine kurmuş ve seçkinci çevrelerde kendisini aydın olarak kabul ettirmiş bir zümrenin küllenen seküler solcu arzularına iyi geldiğine şüphe yok ama bu işte en büyük zarar verme gücü olanlar da onlar. BDP’nin ideolojik çıkmazlarına ‘çıkar yol’ gösterme görevini kendi kendilerine iş edinen bu kesim, iyi bildiklerini sandıkları, muhafazakârlarla mücadele geçmişlerinden edindikleri tecrübeleri ve öfkeyi yeniden üreterek Kürt hareketi üzerinden hayata geçirme peşinde. Ama bunu, çözüm sürecinin zorunlu olarak dayattığı ideolojilere mesafeli bir yerden yapıyor gibi görünmek gerektiğinden incelikle ve iktidar karşıtlığı üzerinden yapmak zorundalar. Lisan-ı halleriyle her fırsatta, ‘Kürtleri en çok biz anlıyoruz, onlara en yakın biziz’ demek istiyorlar ve bu, Kürtlere de iyi geliyor belki ama bununla yakınlaşmak isteyen geniş kesimlerin önünü keserek fayda kadar zarar da veriyorlar. Zira Kürtleri en iyi sol düşünce savunucularının anladığına inanarak çözüm sonrası Sağdan ya da soldan örtülü ve incelikli bir şekilde ideolojik olanı memleket yararına olan yegâne yolmuş gibi göstermeye çalışarak çözüm sürecini çıkmaza sokanlar aslolarak çözüm süreciyle görünür olan kendi ideolojik çıkmazlarına çözüm arıyor gibiler. Çözemedikleri ölçüde de şiddet ve sert mücadele şirin gözüküyor gözlerine belli ki. Soldakiler, iktidarın siyasal alanı baskı araçlarıyla tuttuğunu ve buna karşılık sokakta siyasetin onurlu bir hak savaşı olduğunu düşünen bir romantizmle, sağdakilerse memleketin geçmişte olduğu gibi bir karışıklığa düşmemesi için kan tükürüp kızılcık şerbeti içiyor gibi görünüp büyük bir fedakârlıkta bulunduklarını düşünen avuntusunun ötesinde çözüm süreci, iktidar partisini ya da Kürt halkını aşan bir bakışı ve ideolojinin dar alanına hapsolmayan bir zihnî dönüşümü dayatıyor. Bu yüzdendir ki bu sürece yön verenlerin her ne şekilde ve nedenle olursa olsun geçmişte ‘militanca’ bir tecrübe yaşayanlar arasın- Kürt meselesinin, bütün zihinsel varoluşunu karşıtlık üzerine kurmuş ve seçkinci çevrelerde kendisini aydın olarak kabul ettirmiş bir zümrenin küllenen seküler solcu arzularına iyi geldiğine şüphe yok ama bu işte en büyük zarar verme gücü olanlar da onlar. dan olmamasında büyük fayda var. Aksi takdirde siyaseten tıkanılan her fırsatta şiddeti ‘meşru’ bir siyasal araç gibi görme tavırlarını değiştirmeleri oldukça zor. Geçmişte ne yaşadılarsa yaşadılar, elbette çekilen acılara saygı duymak gerekse de, yeni bir dönem için bu insanların icracı birimlerden kendi istekleriyle geriye çekilmeleri şart. Güneydoğu sokaklarında tırmanan şiddet sanılanın aksine çözüm sürecindeki aksaklıklardan ve iktidarın baskı araçlarından değil, Kürt halkının baskıdan kurtulup haklarına kavuştukça kendi siyasal gücünün farkına varmasından ve bunun verdiği sokağa taşan coşkunluktan biraz da. Tıpkı Bask bölgesinin bağımsızlığı için 1968’den itibaren silahlı mücadele veren ETA’nın da etkisiyle 1979 yılında hükümet tarafından bu bölgede yaşayan yaklaşık iki milyon kişiye önemli ölçüde özerklik tanınmasına rağmen silahlı mücadeleyi daha da arttırıp tam bağımsızlık için mücadele etmeye devam edilmesinde olduğu gibi. Bazen özgürlüklerin artması tam bağımsızlığa daha fazla özlem duyulmasına neden olur ama Güneydoğu’daki durum bereket versin ki Bask’takinden farklı. Birincisi Bask, kişi başına düşen 30,880 dolarlık gelirle İspanya’nın en zengin bölgesi olmasına rağmen Franco gibi bir diktatörün baskısı ve zulmü altında 30 yıl inlemiş, zenginliğini ve özgürlüğünü yitirmiş bir yer. İkinci ve belki daha önemlisi ise tarihsel olarak zaten özerk bir geçmişten gelmekte olması ve Bask’a özerkliğin müzakere yapılmadan Bask için mücadele veren güçleri dışarıda bırakmak için verilmiş olmasıdır. Türkiye’de daha farklı bir süreç işliyor. Politik düzeyde işlemez gibi gözüktüğü zamanlarda bile içten içe, zihinlerde ve gündelik KASIM 2014 41 İÇ POLİTİKA hayatın sokak aralarında bir şekilde işliyor. Solun kültürel alandaki hegemonik baskısını siyasal alana taşıyamamasından kaynaklanan öfkeli muhalif enerjinin Kürt hareketi ve bağlantılı sokak eylemleri üzerinden kendini dışa vurması aynı anda gerçek anlamda solun gerilemesine ve sanılanın aksine -kapsayıcılıktan çok- radikalleşmesine ve yıllarca sesi kısılmış olan Kürt halkının bu kez de başkalarının ağzıyla konuşmasına ve esas meselesinin farklı bir mecraya sapmasına neden olmaktadır. ya ulaşabilmesi için kendi içinden yeni fikir, kanaat ve siyaset önderlerini çıkarması, tıpkı Mitchell’in getirdiği ilk ‘müzakereleri şiddet olayları yüzünden sonlandırmama’ ilkesinde olduğu gibi her türlü şiddete rağmen ‘inadına’ bir ısrarla süreci sürdürme cesareti gösterecek bir siyasal liderlik son derece önemlidir. Bu liderlik sadece iktidar partisine değil her siyasal organizasyona düşen bir sorumluluktur aslında ve birilerinin ideolojik rezervlerinin bu liderliğe gölge düşürmesine izin vermemek gerekir. Kuzey İrlanda’daki 25 yıllık çatışma sürecinin barış anlaşmasıyla bitmesi sürecindeki kilit isim olarak bilinen Amerikalı senatör George Mitchell, ‘Her çatışma kendine özgüdür, hepsinin koşulları farklıdır. Hepsine uyan tek bir formül yoktur. Hepsi kendi tarihi bağlamında kendi özgünlükleri üzerinden değerlendirilmelidir.’ İdeolojik yaklaşımlar, en çok bu tarihi bağlamın ve özgünlüğün yitirilmesine, varolan durumun illa ki kafalardaki politik şablona uydurulmaya çalışılmasına neden oluyor. Kürt meselesi, ne Kuzey İrlanda, ne de Bask’a benzer. Kendi tarihsel koşulları içerisinde, kendi özgünlükleri olan, üzerinde bağsız ve bağımsız bir dikkat gösterilmesine ihtiyaç duyulan bir konu... Bu durumun, ‘eski tüfekler’in eskimiş görüşlerine egemenlik alanı kılmak büyük bir hatadır ve çözüm sürecinin başarı- İyimser olmamız için Kuzey İrlanda güzel bir örnek aslında. Son sözü yine Mitchell’e verelim bu yüzden: 42 KASIM 2014 Barışı ve barışın getireceği faydaları görene kadar, insanları müzakere konusunda ikna etmenin gerçekten zor olduğunu düşünüyorum. Kuzey İrlanda’da da müzakerelerin başarıya ulaşamayacağına dair bir inanç vardı. Barış anlaşmasına ulaşmamızdan bir hafta öncesinde, Kuzey İrlanda’da yapılan kamuoyu yoklamaları halkın önemli bir bölümünün müzakerelerin başarılı olacağına inanmadığını ortaya koymuştu. Bu çok zor bir durum… Bu yüzden politik liderliğin güçlü, cesur olması ve şüphelere rağmen müzakerelere devam etmeleri gerekir (16 Ocak 2013 tarihli Mahmut Hamsici röportajından. www.bbc.co.uk). REHİNE KURTARMA VE ALGI OPERASYONLARI KOBANİ PROVOKASYONU İLİŞKİSİ Bülent ORAKOĞLU SDE Başkan Danışmanı I ŞİD’in elinde rehin tutulan Musul konsolosluk görevlilerinin sağ salim başarılı bir MİT operasyonu ile kurtarılması, Türkiye’nin güçlü ve büyük bir devlet olduğunun en önemli göstergesidir. Eski Türkiye’nin, dış politika ve istihbarat alanlarında Batı’ya olan bağımlılığı yerini, Yeni Türkiye’de, ülke menfaatleri ve ulusal güvenliğimiz açısından, Orta Doğu’da ve dünyada inisiyatif alabilen, üzerinde oyun kurulan bir ülke statüsünden oyun kuran ülke statüsüne geçen, Orta Doğu’da IŞİD terörü ve vahşetinin elinden 49 vatandaşını burnu kanamadan kurtarabilen, stratejik akla ve güce sahip dünyada sözü geçen büyük bir devlete bırakmış görünüyor. Hatırlanacağı üzere, ABD Başkanı Obama’nın Irak ve Suriye’de, IŞİD ile mücadele stratejisinin temel noktasını teşkil eden “çekirdek koalisyon’dan” Türkiye’de “uzak durma ve operasyonlara sınırlı destek verme” yönünde bir karar alınmıştı. Örgütün elinde rehin bulunan diplomat ve sivillerin hayatlarının riske girebileceği endişesi, ulusal güvenliğimize yönelik tehdit oluşturabilecek diğer çekinceler, ülke ve bölgesel çıkarlar birlikte değerlendirilerek bu yönde bir dış politika stratejisi belirlenmişti. Türkiye, Musul Konsolosluğu’nun, IŞİD tarafından ele geçirilerek aralarında üç çocuğun da bulunduğu 49 diplomat ve sivilin rehin alınması sonrasında vatandaşlarımızın burnu dahi kanamadan sağ salim kurtarılmaları amacıyla uluslararası camia ile birlikte, arka kapı diplomasisi de devreye sokularak, devletin üst katlarının birlik ve beraberlik içinde yaptığı taktiksel çalışmalar sayesinde dünya ülkeleri ve istihbarat servislerinin de takdir ve övgüyle söz ettiği başarılı bir operasyonla rehineler kurtarılarak Türkiye’ye getirilmişti. KASIM 2014 43 mel işbirliği ve koordinasyon, IŞİD ile ilgili haberlere konan yayın yasağına sağduyulu medya organlarının riayet etmesi, kaçırılan Konsolosluk görevlileri ve sivillerin ailelerinin yetkililerin verdiği direktiflere harfiyen uymaları, büyük bir gizlilik ve hassasiyet içerisinde yürütülen operasyonun başarı ile sonlandırılmasının en önemli parametreleriydi. Rehinelerin tümünün sağ salim kurtarılması konusunda, yetkililerin haklı olarak gösterdiği hassasiyet ve arka kapı diplomasisinin olumlu sonuçları, Sinyal istihbaratı ve elektronik izlemenin yanı sıra ajanların verdikleri bilgiler, rehineleri elinde tutan IŞİD militanlarının bütün hareketlerinin sağlıklı olarak izlenebilmesini sağladı. Bu sayede rehinelerin tutulduğu mekanın, zaman zaman yer değiştirmeler dahil bilinmesine rağmen, özel timler kullanılarak yapılacak nokta bir operasyonla rehinelerin kurtarılması ihtimali en son seçenek olarak düşünüldü. Zira Türkiye bu tür nokta operasyonlarda rehinelerin can güvenliğinin tehlikeye girebileceği endişesi ile askeri bir operasyona sıcak bakmadı. Bu nedenle yumuşak güç stratejisi ve taktikleri çerçevesinde sivil ve insani diplomasi devreye sokularak, Kuzey Irak’ta Sünni Arap aşiretleri ile irtibat kuruldu. Bölge’de köklü, etkin, iyi bir temas ağı nedeniyle bütün ilişkileri çok iyi bilen MİT, bu ilişkileri ustalıkla yönlendirerek neticeye ulaştı. Rehinelerin sağ salim kurtarılması amacı ile Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, MİT, Genelkurmay Başkanlığı ve Emniyet arasındaki özlenen mükem- 44 KASIM 2014 IŞİD’in konsolosluk baskınından bir gün önce 10 Haziran’da rehin aldığı 32 Türk kamyon şoförünü 3 Temmuz’da yine benzer bir istihbarat operasyonu sonucu bırakması 49 konsolosluk rehinesinin de bırakılabileceğine yönelik yorum ve beklentilere neden olmuştu. IŞİD’in zaman zaman konsolosluk rehinelerini de serbest bırakacağı yönünde, Türkiye’yi oyalamaya yönelik psikolojik harekât olduğu anlaşılan, asparagas haberlerin medyada yer alması da ilginçti. Zira karşımızda sosyal medya platformlarını ve ‘cihadist’ propaganda yöntemlerini çok iyi kullanan ve bu sayede 40 ülkeden örgüte katılımları sağlayan, Orta Doğu’daki dengeleri altüst eden, rehin aldığı insanları toplu olarak katleden veya kafa kesme eylemleri ile Batı’da ve dünyada İslamofobi’yi körükleyen cinayet mekanizması esrarengiz bir örgüt var. Türkiye, son yıllarda, Afganistan’da, Suriye’de ve Irak’ta bir dizi rehine kurtarma operasyonları yapmış, tecrübeli bir ülke statüsünde bulunuyor. Tamamen yerli ve milli, yumuşak güç stratejisi ve taktikleri çerçevesinde başarı ile gerçekleştirilen, rehine kurtarmaya yönelik istihbarat operasyonları, Yeni Türkiye’nin ve MİT’in yüzünü ağartacak, imajını parlatacak seviyede, dünya ülkeleri ve gizli servislerinin takdir ve övgülerini kazanmış görünüyor. Yeni Yasa’nın, 4-d maddesi ile MİT’e dış operasyon yetkisinin verilmesi şüphesiz bu başarılı istihbarat operasyonunun en önemli halkalarından birine işaret ediyor. Musul’da başkonsolosluk binasında rehin alınan diplomatlar ve aileleri 101 gün “esir” hayatı yaşadılar. Onlara bu muameleyi reva görenlerin amacı da muhtemelen siyasi bir sonuç elde amacına yönelikti. Rehinelerin IŞİD’in elinde olduğu sürece, Türkiye’nin Orta Doğu’da inisiyatif almasının engellenebileceği düşünülmüş olabilir. Ancak Türkiye’nin IŞİD üzerinde çok etkili olan Kuzey Irak’taki Sünni aşiretleri devreye sokmasının ve IŞİD’in Türkiye ile çatışmayı göze alamamasının rehinelerin serbest bırakılmasında önemli bir rol oynamış olduğu anlaşılıyor. Rehine olayı, AK Parti iktidarını antidemokratik bir şekilde yıkmak için halkı kışkırtarak sokak terörü yaratan geziciler ile 17-25 Aralık darbe girişiminde bulunan paralel yapı unsurlarını ve dış destekçisi medyayı da heyecanlandırmıştı. IŞİD’in elindeki rehinelerin tamamının veya bir kısmının IŞİD tarafından infaz edilmesi ihtimalini güçlendirecek şekilde dezenformatik ve asparagas haberlerle uluslararası ve yerel kamuoyunda Türk-Kürt ittifakı ve çözüm sürecini de hedef alan yeni algı operasyonları ve propaganda yöntemleri devreye sokulmuştu. Türkiye aleyhindeki uluslararası ve yerel asparagas propagandalar bu kez Orta Doğu üzerinden Kürtleri sokağa dökmeyi amaçlıyordu. Bu amaçla faaliyete geçen iç ve dış şer odakları, IŞİD’in elindeki rehinelerin uzak-yakın akrabaları ile irtibat kurarak IŞİD aleyhinde tepki vermeleri konusunda zorlamalara başvurdu. Oysa iktidar, rehinelerin hayatını tehlikeye atacak söylemlerle IŞİD’çilerin hedef alınmasını önlemek amacıyla yayın yasağı getirmiş, rehine yakınlarını da bu konuda uyarmıştı. Yetkililerce, Musul’da rehin alınan konsolosluk görevlilerini kurtarma operasyonunun, MİT Dış Operasyonlar Daire Başkanlığı’nca tamamen yerli bir operasyon olarak yürütüldüğü ve rehineler için herhangi bir fidye ödenmeyerek, bırakılmaları karşısında herhangi bir şart kabul edilmediği açıklanırken, IŞİD’e yakın haber kaynaklarında ise Türkiye’nin İslam Devletini dolaylı yollardan tanıdığı iddialarına yer verildi. Belli ki en üst düzey gizlilik kuralları içerisinde yürütülen, yumuşak güç stratejisi ve taktiklerinin uygulandığı dünya’nın parmak ısırdığı bu başarılı operasyonun detayları ve sırlarını uzun süre öğrenemeyeceğiz. Bu durum, AK Parti’yi antidemokratik yollardan iktidardan uzaklaştırmak isteyen iç ve dış 32 vatandaşın katledlmelerne sebep olan, açıklamalarıyla sokağı tahrk ederek terörze eden syaset mekanzmalarının temslcler, kamu düzennn bozulmasını teşvk, yağma ve yıkımlardan vcdan olarak sorumlu oldukları kadar hukuk olarak da sorumlu olduklarından haklarında gerekl yasal şlemler aclen yapılmalıdır. Ayrıca Koban’dek yen gelşmeler karşısında, Türkye’nn ç ve dış düşmanlarının muhtemel yen provokasyonlarına karşı ön alıcı tedbrlern hayata geçrlmes de mll güvenlğmz açısından elzem görünüyor. şer koalisyona ve kontrollerindeki yazılı ve görsel medyaya, Türkiye aleyhine kara propaganda, asparagas haber ve uydurma iddialarla yeni algı operasyonları yapma fırsatı sunmuş gibi gözükmektedir. Batı’lı ülkelerde özel yetiştirilmiş rehine kurtarma timlerinin yaptığı operasyonlarda rehinelerin hayatlarını kaybettiği olaylarda bile yetkililerin verdiği bilgilerle yetinilmesi karşısında, Türkiye’de 49 rehinenin IŞİD gibi kafa kesecek derece vahşet sergileyen bir terör örgütünün elinden sağ salim kurtarılmasında bile hükümeti zor durumda bırakmak amacıyla rehinelerin hangi pazarlık veya tavizler karşılığında bırakıldığına yönelik milli güvenliğimizi ve iç barışı dahi tehlikeye düşürebilecek asparagas haberler, dezenformatik köşe yazıları ve hayali iddialar iç ve dış kamuoyunun gündemine taşınmıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın BM Genel Kurulu için ABD’ye hareketinden önce yaptığı açıklamada, IŞİD’le, takas yapılıp yapılmadığı hakkındaki soruya, “Takas var ya da yok! Önemli olan 49 vatandaşımızın kurtarılmasıdır. Velev ki takas olsa bile 49 vatandaşımızın karşılığı hiçbir şeyle değişilmez.” cevabını vermesi, IŞİD militanları ile takas yapıldığı yorumlarına neden olmuştu. Bu kez kimlerin takas edildiğine yönelik tezvirat başlatılmıştı. Niğde’nin Ulukışla ilçesinde bir polis ile bir astsubayın şehit olması, bir vatandaşımızın da ölümü ile sonuçlanan terör saldırısını gerçekleştiren El Kaide bağlantılı IŞİD üyesi oldukları iddia edilen üç teröris- KASIM 2014 45 nünde Türkiye genelinde yayılan AK Parti/IŞİD yakınlığını vurgulamak amacı ile ortaya atılan psikolojik harekâtın yalan ve hayal mahsulü olduğu kurtarılan konsolosluk görevlilerinin medyaya yaptığı açıklamalardan anlaşıldı. Üstelik IŞİD militanlarının Musul Başkonsolosu Öztürk Yılmaz’a, katlettikleri ABD’li gazetecilere giydirdikleri turuncu giysiyi giydirip başına silah dayayarak Türkiye aleyhine konuşması için birkaç kez tehdit ettikleri, ancak kahraman Başkonsolosun ölüm tehditlerine rağmen, ‘ülkem aleyhine konuşmam’ diyerek direnmesi TürkiyeIŞİD işbirliği iftirası ve yalanını bir kez daha gözler önüne serdi. tin 49 rehineye karşı takas edildiği haberleri teröristlerin cezaevinde olduklarının anlaşılmasıyla fos çıktı. Bu kez İngiliz Times, Türkiye 49 rehineyi, 180 IŞİD’liyle takas etti haberini kamuoyu gündemine taşıdı. Haberi İngiliz yetkililerine soran BBC “itibar edilebilir” yorumunda bulundu. Takas edilenler arasında İngiliz, Fransız ve Belçika vatandaşlarının da bulunduğu haberde öne sürüldü. Yenişafak yazarı ve Ankara temsilcisi Abdülkadir Selvi köşe yazısında, işin perde arkasını araştırdığını, IŞİD için çok ama çok önemli olan birkaç ismin takasta kullanıldığını tespit ettiğini, bu durumun MİT’in çok önemli bir operasyonel başarısı olduğunu, her türlü imkân devreye sokulmadan, böylesine muazzam bir başarının elde edilemeyeceğini yazmıştı. ülkelerine geri getirilmesi, büyük ve güçlü bir devlet olmanın olmazsa olmaz şartıdır. Rehine kurtarma operasyonunun büyük bir gizlilik içinde yürütülmesi, Başbakan Davutoğlu’nun operasyonla ilgili bilgilerin gizli kalacağını, ayrıntıları sadece üst düzey yetkililerin bileceğini özellikle açıklaması, gayet samimi ve devlet sırları ile alakalı bir durumdur. MİT’in rehine kurtarma stratejisi ve taktiklerini dost-düşman herkese açık etmesi, istihbaratın doğasına ve kurallarına aykırı bir duruma işaret eder. 2009 yılında Afganistan’da gerçekleştirilen operasyonda Taliban’ın eline esir düşmüş olan çavuş Bergdahl karşılığında, ABD 10 yıldır Guantanamo’da tuttuğu 5 Taliban liderini serbest bırakmıştı. ABD kamuoyu sadece birkaç kez, serbest bırakılan Taliban liderlerinin kendilerine karşı eylem yapıp yapmayacağı konusunu sorgulamışlardı. IŞİD’in 49 rehineyi neden bıraktığına yönelik en gerçekçi yorum Cambridge Üniversitesi ve Dış Politika Merkezinde araştırmacı olan Ziya Meral’den gelmiştir. Daha önce başka rehineleri ekran karşısında öldürebilen bir örgütten 49 kişiyi sağ salim, askeri bir operasyona girmeden kurtarmanın başarı olduğunu dile getiren Meral, hiçbir ülkenin rehine ve istihbarat operasyonlarının detaylarının açıklanmadığına dikkat çekerek, bunun nedenleri arasında başka fidye olaylarına neden olmamak, güvenlik birimlerinin çalışma şekil ve yöntemlerinin ortaya çıkmaması gibi hususların sayılabileceğini ifade etmiştir. Meral’e göre, bölgedeki en büyük Müslüman ülkelerden biri olan Türkiye’nin diplomatlarının rehin tutulması ile Batı’lı rehinelerin tutulması farklı dinamiklerdir. Çünkü Türk diplomatlar öldürülseydi, IŞİD Müslüman dünyası içerisinde büyük bir tepkiyle karşılaşacaktı ve büyük zarar görecekti. Bu örneklerden de anlaşılacağı gibi önemli olan, IŞİD’in elinde rehin tuttuğu 49 konsolosluk görevlisinin birinin dahi burnu kanamadan kurtarılarak IŞİD’in 49 konsolosluk görevlisini kaçırma olayının mizansen olduğu, kaçırılan görevlilerin IŞİD tarafından misafir olarak tutulduğu, çok iyi bakıldıkları yö- Aslında rehine kurtarma operasyonlarında, Takas olayı küresel ve Batı’lı ülkelerde işin doğası olarak kabul görüyor. İsrail Hamas’ın elinde esir olan er Gilat Şalit’i geri almak için tam 1027 Filistinli tutukluyu serbest bırakmayı kabul etmişti. 46 KASIM 2014 Türkiye aleyhinde başlatılan kara propaganda amaçlı “Hükümet IŞİD ile ortak hareket ediyor” iftirası ve yalanı ve diğer asparagas haberler algı operasyonlarının argümanı olarak iç ve dış kamuoyunu etkileyecek şekilde ardı ardına takip etti. Rehinelerin serbest bırakılması karşısında Kobani’nin feda edildiği, IŞİD’in savaşan gücünün, Türk Özel timcilerinden oluştuğu, Musul’un işgalinden Mahmur’a, Mahmur’dan Şengal’a, Kobani’ye varana kadar bütün kuşatmaların akıl hocalarının ve komutanlarının -sayılarının 2 bin civarında olduğu söylenen- bu özel timler olduğu, 49 rehineye karşı IŞİD’e 49 tank verildiğine yönelik hayal mahsulü efsanelerle, Kürt vatandaşlarımız tahrik edilerek, Türk-Kürt savaşı çıkarılmasına yönelik eylemlere hız verildiği açıkça anlaşılıyor. İŞİD’in Kobani’ye saldırarak önemli mevziler elde etmesine mukabil, Türkiye’nin IŞİD’e karşı neden askeri operasyon yapmadığına yönelik olarak, Kürt’leri Türkiye aleyhine kışkırtacak ve tahrik edecek bir üslupla yapılan kara propaganda ve algı operasyonlarına ilaveten, Selahattin Demirtaş ve KCK Eş Başkanı Besa Hozat’ın, PKK’ya şiddeti Türkiye geneline yayma (Serhildan) talimatı vermeleri, Türkiye’yi yeni bir kaos ve terör dalgası ve iç savaş tehdidi ile karşı karşıya bırakmış görünüyor. KCK Eş Başkanı Besa Hozat’ın, Kobani ateşi Türkiye’yi saracaktır tehdidi ve PKK’nın IŞİD ile yaptığı mücadele nedeniyle “Eli kanlı terör örgütü” söyleminin yerle bir olduğunu ifade etmesi, Batı tarafından IŞİD ile mücadele çerçevesinde PKK’nın uluslararası arenada imajının düzeleceği ve terör örgütleri listesinden çıkarılacağı yönündeki psikolojik harekatların örgüt üst yönetimindeki etkilerini açıkça ortaya koyması bakımından önemli görünüyor. HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın Kürt’lere ayaklanma çağrısı yapmasına, HDP’li Ertuğrul Kürkçü’nün, cihatçılara karşı harekete geçtik açıklamasıyla sokakları terörize etmesine ve CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu’nun, Gezi vicdanını Kobani vicdanıyla birleştirelim açıklamasına karşın, MHP Genel Başkanı Sayın Bahçeli’nin bir devlet adamı olarak ülkenin birlik beraberliğini koruma tavrı içinde ülkü ocaklarına olaylara bulaşmama talimatı vermesi, Türkiye’nin istikbali ve geleceği açısından tezkereyi desteklemesi kamuoyunda takdir ve sevgiyle karşılanıyor. Öcalan’ın Kandil ve Kürt kamuoyu üzerindeki otoritesini de hedef alan Türk-Kürt çatışması amaçlayan Serhildan talimatı, Öcalan’ın devreye girerek, “Şiddeti durdurun, çözüm sürecinin önünü açın, diyalog ve müzakereyi hızlandırın” talimatı HDP, DTK, DBP tarafından yapılan ortak bir açıklamada yer buldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çözüm sürecini bozmak isteyen emperyal güçlere ve Türkiye’deki maşalarını hedef alan, “Gezi’de, 17-25 Aralık’ta başaramadınız, yine başaramayacaksınız. Hayatım pahasına 77 milyonun kardeşliği için mücadeleye devam edeceğim” açıklaması şüphesiz Yeni Türkiye’nin Orta Doğu politikalarının tehdit ve vandalizm taktikleri ile değişmeyeceğinin açık bir işareti gibi görünüyor. Bingöl’de iki üst düzey polisin PKK tarafından gerçekleştirilen suikast sonucu şehit olmaları İl Emniyet Müdürü’nün saldırıdan ağır yaralı olarak kurtarılması eyleminde paralel yapının gerek eylemde bizzat rol alıp almadığı gerekse eylemcilere istihbarat sağlayıp sağlamadığı konusu çok ciddi olarak araştırılmalı. Varsa sorumlular tespit edilip haklarında acilen gerekli işlemler yapılmalıdır. 32 vatandaşın katledilmelerine sebep olan, açıklamalarıyla sokağı tahrik ederek terörize eden siyaset mekanizmalarının temsilcileri, kamu düzeninin bozulmasını teşvik, yağma ve yıkımlardan vicdani olarak sorumlu oldukları kadar hukuki olarak da sorumlu olduklarından haklarında gerekli yasal işlemler acilen yapılmalıdır. Ayrıca Kobani’deki yeni gelişmeler karşısında, Türkiye’nin iç ve dış düşmanlarının muhtemel yeni provokasyonlarına karşı ön alıcı tedbirlerin hayata geçirilmesi de milli güvenliğimiz açısından elzem görünüyor. KASIM 2014 47 İÇ POLİTİKA sosyal ilişkileri ve çıkar çatışmalarını açık, görünür ve anlaşılır hale getirmeleridir. Siyasal partiler yine konumlarının bir sonucu olarak yalnızca karmaşık toplumsal etkileşimleri anlaşılır kılmazlar, aynı zamanda var olan sorunları anlamlı talep bileşimlerine dönüştürerek bunların siyasal otoritelere karşı ileri sürülmesinde hayati rol oynarlar. Siyasal partiler dile getirdikleri taleplere yönelik politika seçenekleri geliştirerek bunları program haline dönüştürürler. Siyasal partilerin taleplerin toplaması, ifade etmesi ve bunları somut politika seçeneklerine dönüştürmesi işlevleri, onların önemli bir siyasal toplumsallaşma işlevi edinmelerine de neden olmuştur. Birey ve grupların taleplerinin kamu politikalarına dönüşmesinde elde ettikleri bu stratejik konum siyasal partilerin yaygın toplumsal destek bulmalarının ve siyaset sürecinin ağırlıklı olarak parti politikaları üzerinden şekillenmesinin başlıca nedenidir. Onların bu niteliği zaman içinde siyasal partilerin çevrelerinden belli bir özerklik kazanmalarına yardımcı olmuş, bu da partilerin talep-politika sürecini bloke eden kurumlara dönüştükleri yönündeki eleştirileri öne çıkarmıştır. SİYASAL PARTİ KURUMSALLAŞMASI VE AK PARTi Prof. Dr. Haluk ALKAN SDE Uzmanı S iyasal partiler, Neuman’ın tanımı ile, toplumun çeşitli kesimlerinin siyasal eylemliliği üzerinde oluşmuş, yaygın halk desteğini sağlayarak iktidar olmayı hedefleyen ve yine bu amaçla rakip toplumsal grup ve görüşlerle mücadele eden örgütlerdir.1 Siyasal partiler toplumdaki belli başlı talepler ile devlet kurumları arasında aracı rol oynarlar ve bu gruplar adına kararlar almak ya da karar alıcıları etkilemeye dönük etkinlikler yürütürler. Siyasal 48 KASIM 2014 partiler karmaşık toplumsal hayatın ortaya çıkardığı farklılıkları, üretilen politikaların sonuçlarını birey ve gruplar açısından daha açık ve anlaşılır hale getirerek onları kamu politikaları konusunda uyarırlar. Tek başına insanların göremeyeceği ilişkilere onların ilgisini çekerler ve bu şekilde bireyleri ve grupları siyaset sürecine çekerler. Siyasal partilerin demokrasinin gelişimi sürecinde ‘de facto’ olarak bu kadar güçlenmelerinin en başta gelen nedeni karmaşık Tüm bu özellikler demokrasi içinde, teorik olarak öngörülmemiş olmalarına rağmen, siyasal partilerin güçlenmelerine ve siyaset sürecinin şekillenmesinde belirleyici olmalarına neden olmuştur. Dolayısıyla siyasal partilerin siyasal sistemle olan ilişkileri bir ülkede demokrasinin işleyişi açısından anahtar öneme sahip bulunmaktadır. Kurumsal siyasal partilerin demokrasinin yerleşmesindeki önemi bu noktada ortaya çıkmaktadır. Sovyet sonrası ülkelerde demokratik sisteme geçiş sürecinde yaşanan zorlukların başında siyasal partilerin zayıf olmasının bu ülkelerde lider eksenli otoriter yönetim sistemlerinin yerleşmesinde belirleyici rol oynadığına ilişkin birçok analiz yapılmıştır. Yine kurumsal siyasal partilerin ve siyasal eğilimlerin gelişmediği çok partili sistemlerde istikrasız demokrasilerin ortaya çıktığına ve bazı örneklerde bu yapının demokrasiye dışarıdan müdahalelere zemin hazırladığına ilişkin birçok çalışma bulunmaktadır. Kurumsal siyasal partilerle demokratik işleyiş arasındaki ilişkinin açıklanabilmesi için öncelikle kurumsal siyasal partinin ne olduğu sorusu üzerinde yoğunlaşmak gerekmektedir. Syasal part kurumsallaşması açısından AK Part’nn önündek en öneml konulardan brnn Part’nn düşünsel ve etkleşm düzeynde seçmenler, üyeler ve part grubu arasında br tutarlılık sağlayablmes olduğunu göstermektedr. Belrtldğ gb tutarlık kurumsal br değer olmanın koşullarından brdr. Lyakate dayalı br kadro poltkasının yürütüleblmes de bu yönde atılacak adımlara bağlı bulunmaktadır. AK Part’nn svl toplum alanı le gelştrdğ lşklern de ancak bu temelde sınırları bell ve syasetn öncülüğünde şeklleneblmes mümkün olablr. Bu tutarlılık br yandan zaman çnde AK Part’nn başlı başına br değer olarak kalıcı olmasını sağlarken, dğer yandan dışarıdan vesayet kurma grşmlerne karşı daha drençl hale gelmesne yardımcı olacaktır. Kurumsal Siyasal Parti Nedir? S. Huntington kurumsallaşmayı; örgütlenme ve yerleşik prosedürler vasıtasıyla bir değer ve istikrara ulaşma süreci olarak tanımlanmaktadır.2 Bu tanımı esas alacak olursak kurumsallaşma olgusunun beş unsura dayandığı söylenebilir: örgütlenme düzeyi; yerleşik prosedürler; değer; istikrar ve süreç. Kurumsallaşma her şeyden önce bir deneyim edinme sürecidir. Bu şekilde örgüt, sorunlarla baş edebilmekte, yerleşik kural ve gelenekler geliştirebilmekte, tabanını konsolide edebilmekte, kurum dışı çevre ile ilişkilerde istikrarlı ve tutarlı bir hareket zemini oluşturmakta ve en önemlisi düşünsel ve kültürel anlamda ayırt edilebilir bir konum edinebilmektedir. Süreç kurumsal yaş ile yakından ilgilidir. Yukarıda belirtilen unsurların yerleşiklilik kazanması her şeyden önce belli bir sürenin geçmesine bağlıdır. Örgütlenme düzeyi ve yerleşik prosedürler kurumsallaşmada diğer bir önemli göstergedir. Örgütlenme açısından dikey ve yatay büyüme, hiyerarşik yapının oluşması, danışman ve yardımcı birimlerin gelişmesi, örgüt içinde kural ve prosedürlerin yaygın kabul KASIM 2014 49 görmesi ve uygulanması, kurum kültürünü yeni katılanlara aktaran mekanizmaların geliştirilmesi örgütsel açıdan kurumsallaşmanın birer göstergesidir. Değer, kurumun total olarak gerek kendi bileşenleri, gerekse dış aktörlerce tanınır ve saygı duyulur bir konum edinmesidir. Değer aynı zamanda, kurumdan soyutlanamaz bir düşünce ve sosyal etkileşimin geliştirilebilmiş olmasını ifade etmektedir. Son olarak tüm diğer unsurlarla birlikte kurumun istikrarlı bir görünüm kazanması, bir bütün olarak karşılaştığı sorunların üstesinden gelebilmesi, stratejik kararların örgüt bütünlüğü kaybolmadan alınabilmesi anlamına gelmektedir. Kurumsallaşma bütün bu unsurların total bir sonucudur. Yukarıdaki kurumsallaşma unsurlarını gerçekleştirebilmiş siyasal partilerin siyasal hayatta belirleyici olduğu bir sistemde demokratik kurumların işleyişi de yerleşik, istikrarlı, düşünsel ve geleneksel anlamda ayırt edilir şekilde ve işbirliğine dayalı olarak işleyebilir. Kurumsal aktörler sistemin kurumsallaşmasına olumlu katkı yaparak, işleyişi şekillendireceklerdir. Bu noktada siyasal parti kurumsallaşmasının ölçülebilmesinde yukarıdaki unsurları içeren bir analiz için Basedau ve Stroh’un3 geliştirdikleri model hareket noktası olarak alınabilir. Basedau ve Stroh’un analizine göre siyasal partilerin kurumsallaşmasında dış ve iç etkenlere bağlı olarak dört farklı boyut ortaya çıkmaktadır (Tablo 1). Bu boyutlar kurumsal istikrar ve kurumsal değer temelinde şekillenmektedirler. Dış etkenler parti dışı sosyal, grupsal, ekonomik aktörleri ifade ederken, iç etkenler parti içi bileşenleri tanımlamaktadır. Buna göre bir siyasal partinin seçmen desteğini koruması ve geliştirmesi anlamında toplumsal tabanı ve örgütlenme düzeyi onun istikrara bağlı sırasıyla iç ve dış boyutlarını oluşturmaktadır. Değer, bir siyasal partinin üyeleri ve seçmenleri arasında oluşturduğu ortak paylaşımı ifade etmektedir. Bu paylaşım öyle bir hale gelmiştir ki, partinin değerini oluşturan bileşenlerden biri olmadığında o partinin varlığını sürdürebilmesi mümkün değildir. Değer de sırasıyla dış ve iç etkenlere bağlı olarak özerklik ve tutarlılık olmak üzere iki boyutta ortaya çıkmaktadır. Özerklik, partinin karar almasını zorlaştıran ve ona nüfuz edebilen birey ya da baskı gruplarının var olup olmadığını ifade etmektedir. Buna karşılık tutarlılık, parti yönetimi, parti grubu ve örgütü arasında politika ve 50 KASIM 2014 temel düşünceler konusunda bir uyumun var olup, olmamasıyla tanımlanmaktadır. Tablo-1: Parti Kurumsallaşmasının Boyutları İstikrar Değer Dış Etkenler Toplumsal Köken Özerklik İç Etkenler Örgütlenme Düzeyi Tutarlılık Tablo-2: Siyasal Parti Kurumsallaşmasının Göstergeleri Boyutlar Göstergeler Ülkenin bağımsızlık tarihine göre siyasal partinin yaşı Toplumsal Köken Ülkede çok partili sisteme geçilen tarihe göre siyasal partinin yaşı Son iki seçimde seçmen desteğindeki değişim Sivil toplum örgütleri ile ilişki düzeyi Parti liderliğindeki değişim sayısı Özerklik Parti liderliğindeki değişimlerin seçmen desteğindeki değişimle ilişkisi Birey ve gruplar karşısında karar alma özerkliği Popüler beğeni düzeyi (kararlara ilişkin) Üyelik gücü Düzenli parti kongrelerinin yapılması Örgütlenme Maddi ve personel yapısı açısından kaynak düzeyi Düzeyi Yaygın örgütlenme düzeyi, seçim kampanyaları yönetimi Parti yönetimi ile parti grubu arasındaki tutarlılık Tutarlılık Parti içi gruplar arasındaki ilişkilerin ılımlı olup, olmaması Parti içinde farklı görüşlere tolerans derecesi (Basedau ve Stroh, 2008) Her bir boyutun göstergeleri bulunmaktadır (Tablo 2). Partinin istikrarlı bir toplumsal tabana sahip olup olmadığı, ülkenin bağımsızlığa ve çok partili hayata geçiş tarihlerine göre partinin yaşı arasındaki ilişki; son iki seçimde seçmen eğilimindeki değişim ve sivil toplum örgütleri ile partinin geliştirdiği ilişki düzeyi gibi göstergelerle belirlenmektedir. Buna karşılık özerklik boyutu, parti liderliğindeki değişim sayısı; lider değişimlerinin seçmen desteği üzerindeki etkisi; parti kararlarının birey ve baskı gruplarının nüfuzundan ne ölçüde özerk alınabildiği ve alınan kararların popüler destek üzerindeki etkisi gibi değişkenlerle ölçülmektedir. Üyelik gücü; kongrelerinin düzenli yapılabilmesi; maddi donanım ve personel gücü; yaygın örgütlenme ve kampanya organizasyon becerisi örgütlenme düzeyi ile ilgili göstergelerdir. Son boyut olan tutarlılık ise parti yönetimi ile parti grubu arasındaki uyum; parti içi gruplar arasında ılımlı ilişkilerin yerleşmiş olması ve parti içindeki farklı görüşlere tolerans derecesi gibi göstergelerle tanımlanmaktadır. Bu analiz çerçevesini izlersek, bir siyasal partinin kurumsallaşabilmesi; • Partinin ülkedeki siyasal hayata ve çok partili sürece mümkün olduğunca uzun süreli dahil olması, • Bu çerçevede istikrarlı bir seçmen tabanı oluşturup genişletebilmesi, • Sivil toplum örgütleri ile etkili iletişim kurabilmesi, • Barışçıl lider değişimini seçmen tabanını koruyarak veya genişleterek gerçekleştirebilmiş olması, • Birey ve baskı gruplarının nüfuzuna karşı karar alma inisiyatifini koruyabilmesi, • Bu şekilde aldığı kararlara yaygın halk desteği sağlayabilmesi, • Geniş bir üye tabanına sahip olması, düzenli parti kongrelerinin yapılmış olması, güçlü bir maddi ve personel alt yapısına sahip bulunması, • Yaygın örgütlenmesi ve etkili seçim kampanyaları düzenlemesi, • Parti yönetimi, parti örgütü ve parti grubu arasında görüş birliği oluşturup sürdürebilmesi, • Parti içi grupların, bölünmeye yol açmayacak şekilde ılımlı bir rekabet kültürüne sahip olması, • Parti içinde farklı düşüncelere belli bir toleransın gösterilebilmesine bağlı olarak ortaya çıkan bir durumdur. AK Parti ve Kurumsallaşma Basedau ve Stroh’un geliştirdikleri model ışığında AK Parti’nin kurumsal bir parti olarak nerede konumlandığının üzerinde durmaya çalışacağız. Toplumsal Köken Yukarıda belirtildiği gibi toplumsal köken boyutu dört değişkene bağlı olarak değerlendirilebilir bir boyuttur. Ülkenin bağımsızlık tarihi ve çok partili hayata geçiş tarihi ile partinin yaşı oranlandığında AK Parti’nin genç bir parti olduğu görülmektedir. Bu değerler, sırasıyla % 17 ve % 21 olarak çıkmaktadır. Yukarıda ifade edildiği üzere, kurumsallaşma KASIM 2014 51 S. Huntngton kurumsallaşmayı; örgütlenme ve yerleşk prosedürler vasıtasıyla br değer ve stkrara ulaşma sürec olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımı esas alacak olursak kurumsallaşma olgusunun beş unsura dayandığı söyleneblr: örgütlenme düzey; yerleşk prosedürler; değer; stkrar ve süreç. Kurumsallaşma her şeyden önce br deneym ednme sürecdr. rıdaki duruma benzer yansımalar yaptığı söylenebilir. AK Parti on iki yıllık iktidarını Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde sürdürmüş ve liderinin cumhurbaşkanı seçilmesinin bir sonucu olarak başkanını değiştirmiş bir siyasal partidir. Bu nedenle AK Parti için lider ve program değişimi türünden bir gelişmenin yaşandığı söylenemez. Lider değişiminin seçmen desteğine nasıl yansıyacağı ise 2015 Meclis seçimlerinden sonra değerlendirilebilecek bir durumdur. için belli deneyimlerin kazanılması her şeyden önce parti yaşı ile ilgili bir süreçtir. Buna karşılık AK Parti, genç bir siyasal parti olmasına rağmen, kuruluşundan kısa bir süre sonra yaygın halk desteği ile iktidara gelmiş ve girdiği bütün seçimlerden başarı ile çıkmış bir partidir. Seçmen tabanını genişleten ve koruyabilen genç bir siyasal parti olması onun özgün yönünü oluşturmaktadır. Benzer şekilde AK Parti, Türkiye’deki diğer siyasal partilerin aksine, sivil toplum örgütleri ile ağ biçimli bir ilişki kurabilmiş ve proje tabanlı etkileşim modeli geliştirebilmiştir. Özellikle dış politikada yumuşak güç unsuru olarak farklı sivil toplum örgütleri ile ortak hareket edebilme yeteneği geliştirebilmiş bir siyasal partidir. Bu etkileşim modeli Türk siyasal hayatı için oldukça yeni bir durumdur ve AK Parti’nin başarısının arka planında belirleyici olan dinamiklerden biri de farklı alanlarda birçok sivil toplum örgütü ile güçlü bağlar kurabilmiş olmasıdır. Ancak, AK Parti ile sivil toplum örgütleri arasındaki ilişkilerin henüz demokratik anlamda devlet sivil toplum ayrımı temelinde şekillendiğini söyleyebilmemiz mümkün değildir. Emniyet-yargı işbirliği ile şekillendirilen ve doğrudan hükümet ve parti yönetiminde 52 KASIM 2014 değişimi hedefleyen 17-25 Aralık operasyonlarının bizzat en üst düzeyden Gülen Cemaati ile ilişkilendirilmesi ve bu yapının birçok yan kuruluşunun operasyon öncesinde AK Parti’nin yakın etkileşimde bulunduğu kuruluşları içermesi yukarıdaki durumun en somut göstergesi olmuştur. Çağdaş bir demokraside siyasal otoritelerin ve partilerin sivil toplum örgütleri ile farklı politikaların hayata geçirilmesinde işbirliği yapmaları son derece normal ve olması gereken bir durumdur. Buna karşılık sivil toplum ile devletin arasındaki sınırın korunması da bir o kadar önemlidir. Bir örgütün otoritelerle kurduğu ilişkiler üzerinden bizzat devlet olmaya çalışması bir tür darbe girişimidir. 17-25 Aralık süreci bu hassas sınırın iyi çizilemediğini açık bir biçimde göstermiştir. Dolayısıyla, AK Parti’nin kurumsallaşma sürecinde sivil toplum-devlet ilişkileri konusunda geliştireceği politikalar önümüzdeki süreçte belirleyici olacaktır. Başka bir ifade ile AK Parti’nin kurumsallaşması açısından bu yönde politikalar geliştirilmesine gereksinim bulunmaktadır. Özerklik Özerklik boyutu açısından da AK Parti’nin reformist, hızlı gelişme gösteren bir genç parti olmasının yuka- Buna karşılık, AK Parti iktidarı süresince birçok nüfuz girişimi ile karşı karşıya kalmış ve bu girişimleri stratejik kararlar alarak bertaraf edebilmiş bir partidir. Askeri vesayet, yargı vesayeti, yerleşik güç odaklarının vesayet kurma girişimleri ve en son 17-25 Aralık süreci bu girişimlerin başlıcalarıdır. AK Parti tüm bu vesayet girişimlerine karşı almış olduğu kararlara ve geliştirdiği politikalara yaygın seçmen desteği sağlayabilmiş bir partidir. Örneğin CemaatAK Parti çatışmasından partinin oy kaybederek çıkacağı beklentisi, gerek 30 Mart yerel seçimlerinde, gerekse Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde boş çıkmıştır. AK Parti genç bir siyasal parti olmasına rağmen karar alma özerkliğini önemli ölçüde hayata geçirebilmiş bir partidir. Örgütlenme Düzeyi Örgütlenme düzeyi boyutunda tüm göstergeler açısından AK Parti’nin yüksek düzeyde örgütlenmiş bir siyasal parti olduğu görülmektedir. AK Parti sekiz milyonu aşan üyesiyle Türkiye’de en fazla üyeye sahip partidir. Üye ve seçmenlerini seçim kampanyalarında aktif biçimde mobilize edebilmekte ve aynı zamanda profesyonel kampanya yönetimi ile öne çıkmaktadır. Türkiye’nin her bölgesinden hatırı sayılır oranda oy alabilmekte, olağan parti kongrelerini düzenli olarak yapabilmektedir. AK Parti kuruluşundan bu yana yalnızca bir olağanüstü kongre, o da cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonucuna bağlı olarak, gerçekleştirmiştir. Kısaca örgütlenme düzeyi açısından AK Parti kurumsal bir partinin gösterdiği bütün özelliklere sahip bulunmaktadır. Tutarlılık Parti yönetimi, parti örgütü ve parti grubu arasındaki uyuma odaklanan tutarlılık boyutu açısından AK Parti’nin hemen her nüfuz girişimi denemesinde etkili isimlerinden bazılarını kaybettiği görülmektedir. 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesindeki tartışmalar ve seçim sürecinde bazı etkili isimler Parti’den kopmuştur. Erkan Mumcu, Abdüllatif Şener, Turan Çömez bu isimler arasında sayılabilir. Yakın dönemde Parti kurucularından Dengir Mir Mehmet Fırat parti yönetimini eleştirerek AK Parti’den istifa etmiştir. 1725 Aralık sürecinde aralarında bakanlık görevi yapmış üç ismin bulunduğu dokuz milletvekili Parti’den istifa etmiştir. Bu isimlerin çoğunun Cemaat ile bağlantılı isimler olması bu tür gruplar ile Parti etkileşiminin henüz kurumsal bir temelde gelişmediğinin diğer bir göstergesini oluşturmuştur. Bu analiz siyasal parti kurumsallaşması açısından AK Parti’nin önündeki en önemli konulardan birinin Parti’nin düşünsel ve etkileşim düzeyinde seçmenler, üyeler ve parti grubu arasında bir tutarlılık sağlayabilmesi olduğunu göstermektedir. Belirtildiği gibi tutarlılık kurumsal bir değer olmanın koşullarından biridir. Liyakate dayalı bir kadro politikasının yürütülebilmesi de bu yönde atılacak adımlara bağlı bulunmaktadır. AK Parti’nin sivil toplum alanı ile geliştirdiği ilişkilerin de ancak bu temelde sınırları belli ve siyasetin öncülüğünde şekillenebilmesi mümkün olabilir. Bu tutarlılık bir yandan zaman içinde AK Parti’nin başlı başına bir değer olarak kalıcı olmasını sağlarken, diğer yandan dışarıdan vesayet kurma girişimlerine karşı daha dirençli hale gelmesine yardımcı olacaktır. Dipnotlar 1 Moshe Maor, 2005. Political Parties and Party Systems: Comparative Approaches and the British Experience, Routledge, London, 5. 2 Samuel P. Huntington, 1968. Political Order in Changing Societies, Yale University Press, New Haven, 12. 3 Matthias Basedau ve Alexander Stroh, 2008. Measuring Party Institutionalization in Developing Countries, GİGA Working Papers, Hamburg. KASIM 2014 53 İÇ POLİTİKA EĞİTİM ALANINDAN DEVŞİRİLEN VESAYET Ahmet KIZILKAYA Araştırmacı - Yazar Ç Bugün yaşadığımız süreç, paralelc vesayetn, eğtm alanında başlattığı bu darbec projenn, ülkedek tüm alanları kuşatacak denl genşlemesnden ve ülkenn bekasını lglendrecek denl öneml br sorun ve tehdt kaynağına dönüşmüş olmasından barettr. 54 KASIM 2014 ok partili hayata geçtiğimiz 1946 yılından günümüze dek geçen süre, yalnızca Türkiye’nin siyasal tarihi bakımından değil, aynı zamanda dünya siyasal tarihi açısından da özgün sayılabilecek birçok örneği muhtevidir. Ancak siyasal tarihimize verili bu örneklik durumu, bizim ulusal gururumuzu okşayacak bir tarihsel mirasa ya da başkaları için emsal teşkil edecek bir gelişme/kalkınma/demokratikleşme modeline atıfta bulunan olumlu bir içeriğe değil, vesayetçi paradigmaların iğdiş ettiği anti-demokratik bir geçmişe işaret etmektedir. Zira bu geçmiş, sık aralıklarla yapılan konvansiyonel nitelikli askeri darbeler ve/veya darbe teşebbüsleri, halkın özgür iradesiyle işbaşına gelmiş sivil siyasal iktidarları alaşağı etmeye dönük post-modern nitelikli müdahale girişimleri, e-muhtıralar, siyasal partilere yönelik kapatma davaları, kişi hak ve özgürlüklerini kısıtlayıcı/yasaklayıcı yasalar ve benzeri uygulamaların şekillendirdiği militarist bir iklim üretmiştir. Ancak belirtilmesi gerekir ki, ülkemizin demokratik evrenini adeta iğdiş eden bu iklimi üreten aktörler ve mekanizmalar, geniş toplumsal kesimlerin sessiz ve fakat istikrarlı direnci karşısında hep başarısızlığa uğramışlar, halkın iradesine rağmen ve ona karşı kurdukları vesayetçi yapıların sürdürülebilir olmasını sağlayamamışlardır. Bu yönüyle baktığımızda, Türkiye’nin demokrasi tarihini sessiz çoğunluk ile vesayetçi azınlık arasındaki diyalektik mücadelenin tarihi olarak okumak mümkündür. Yirminci yüzyılın ikinci yarısının neredeyse tamamını kuşatan ve genellikle sessiz çoğunluğun aleyhine ola- Eğtm alanında kırk yılı aşkın süredr devam eden ve zamanla devletn otortesn şlevsz kılacak denl büyük ve hegemonk br güce dönüşmeye başlayan bu paralelc örgütlenme, br yandan ülkedek ntelkl nsan kaynağını kend vesayetç amaçları doğrultusunda devşrrken, dğer taraftan da eğtm gb saygın br alan üzernden kendler çn hayırhah br toplumsal ve kurumsal maj oluşturmuş, ayrıca büyük br ekonomk rant ve nüfuz alanı elde etmştr. cak şekilde devam eden bu mücadele, yirmi birinci yüzyılın ilk yıllarından itibaren farklı bir şekilde seyretmeye başlamış; kendisini ülkenin gerçek sahibi olarak gören seçkinci zümrelerin oluşturduğu statüko/yerleşik düzen zayıflamaya ve halkın demokratik iradesini yansıtan aktör ve mekanizmalar öne çıkmaya başlamıştır. Bu süreçte, geçmişte yapılan askeri darbeler ve darbe teşebbüsleri sorgulanmaya, dahası yargılanmaya başlamış, siyasal ve hukuki düzenlemeler yoluyla özgürlük alanları genişletilmiş, başta yazılı ve görsel medya olmak üzere, tüm yaşam alanları ülkenin sahip olduğu çoğulculuğu yansıtacak şekilde çeşitlendirilmiştir. Fakat bütün bu olumlu değişimlere ve ülkenin gerek içeride gerekse dışarıda yakaladığı güçlü gelişme ivmesine rağmen, geçmiş yüzyıldan tevarüs ettiğimiz olumsuz mirasın izleri varlığını halen devam ettirmektedir. Zira on yıllar boyunca devam eden ve zaman içinde kurumsallaşan vesayetçi paradigma, kendisini her koşul ve şart altında yenileyebileceği zengin bir ‘demokrasiye müdahale literatürü’ üretmiştir. Türkiye’nin kısa süreli demokrasi tarihi, bu literatür uyarınca gerçekleşen veya akim kalan çok sayıda siyasal, askeri, bürokratik ve hukuki darbelerle ya da darbe teşebbüsleriyle doludur. Ancak yukarıda da belirtildiği üzere, bu darbe girişimleri, halkın orta-uzun vadede ve sağduyulu bir şekilde gösterdiği demokratik refleksler sayesinde atlatılmış ve ülkenin yörüngesi geri döndürülemez bir şekilde demokrasi rotasına oturtulmuştur. Bugün geldiğimiz noktada, Türkiye, yeni ve ilginç sayılabilecek bir darbe teşebbüsüyle karşı karşıya bulunmaktadır. Türkiye’deki yerleşik vesayetçi geleneğin ürettiği demokrasiye müdahale araçlarından farklı olarak, bu darbe girişimi, toplumsal alanda örgütlendiği, sosyal, kültürel ve eğitimsel nitelikli işlerle iştigal ettiği ve dahası insanlığın baki kurtuluşu için çalıştığı varsayılan bir “sivil toplum örgütünden” gelmektedir. Kendisini her ne kadar salt manevi yönelimli bir iyilik hareketi olarak sunsa da, bu “sivil toplum örgütü”nün gerçek amacı hep bir sır olarak kalmış, bu yapının niyetlerinden şüphe ya da sual edenler korku, tehdit ve şantajla bastırılmıştır. Ancak geride bıraktığımız yıl itibarıyla yaşanan dershane tartışması ve ardından devam eden süreç, bu yapının toplumsal alanda örgütlenmiş hayırhah bir sivil toplum örgütü olmadığını, tam aksine devletin bürokratik aygıtını ele geçirerek onu içten içe dönüştürmeyi hedefleyen bir suç örgütü olduğunu açığa çıkarmıştır. Peki ama, bu yapı bugünlere nasıl gelmiştir? Kırk yılı aşkın süredir devam eden örgütlenme süreçleri boyunca kendilerini nasıl kamufle etmiş, gerçek hedeflerini nasıl saklayabilmişlerdir? Devletin neredeyse tüm kurumlarına nüfuz edecek ve meşru sivil iktidarı alaşağı etmeye cesaret edecek denli büyük bir güce nasıl ulaşmışlardır? Şüphesiz ki, bu ve benzeri nitelikteki soruların yanıtını vermek ya da analizini yapmak ancak kitap büyüklüğünde bir çalışmayla mümkün olabilir. Fakat kamuoyunda “paralel yapı” olarak da anılan bu suç örgütünün yalnızca eğitim alanıyla kurduğu ilişkinin kısa bir özeti bile ne türden bir sahtecilikle karşı karşıya olduğumuzu anlatmaya yetecektir. Kaldı ki, paralel yapının en derin şekilde kök saldığı ve varlık nedeni olarak gösterdiği alanların başında eğitim gelmektedir. Zira bu yapı, eğitim alanını, kendi varlığını meşrulaştırmak ve gizil amaçlarına ulaşmak için ihtiyaç duyduğu her türlü imkânı kendisine sunan mümbit, fonksiyonel ve kullanışlı bir araç olarak tanımlamaktadır. Bu yapılanmanın kırk yıllık geçmişi, örgütlenme biçimi, liderlik algısı ve söylemi ile temel metodolojisi incelendiğinde, eğitim alanının niçin ve hangi gerekçelerle araçsallaştırıldığı daha iyi anlaşılacaktır. Çünkü bu yapı, eğitim alanını, Sayın Cumhurbaşkanımızın deyimiyle, bir taşla iki kuş KASIM 2014 55 İÇ POLİTİKA vurmanın değil, adeta kuş katliamı yapmanın “meşru zemini” olarak kullanagelmiştir. Eğitim alanında kırk yılı aşkın süredir devam eden ve zamanla devletin otoritesini işlevsiz kılacak denli büyük ve hegemonik bir güce dönüşmeye başlayan bu paralelci örgütlenme, bir yandan ülkedeki nitelikli insan kaynağını kendi vesayetçi amaçları doğrultusunda devşirirken, diğer taraftan da eğitim gibi saygın bir alan üzerinden kendileri için hayırhah bir toplumsal ve kurumsal imaj oluşturmuş, ayrıca büyük bir ekonomik rant ve nüfuz alanı elde etmiştir. Paralel yapı, eğitim alanı üzerinde oluşturduğu bu çok yönlü fayda ve rant mekanizması sayesinde, devletin tüm organlarını ele geçirmeye dönük uzun vadeli bir toplumsal mühendislik çalışmasının temelini atmıştır. Bugün yaşadığımız süreç, paralelci vesayetin, eğitim alanında başlattığı bu darbeci projenin, ülkedeki tüm alanları kuşatacak denli genişlemesinden ve ülkenin bekasını ilgilendirecek denli önemli bir sorun ve tehdit kaynağına dönüşmüş olmasından ibarettir. Ancak yakın zamanlara kadar büyük bir özen ve maharetle sürdürülen bu “gizil darbe oyunu” artık tümüyle deşifre olmuş, gerek meşru sivil siyasal irade gerekse geniş toplumsal kesimler, kendilerini hizmet erbabı olarak sunan bu hareketin, her türlü ahlaki kriterden yoksun bir vesayet aracı olduğunu kesin bir şekilde fark etmişlerdir. Tabi burada tarihe karşı duyduğumuz sorumluluğun bir gereği olarak, özellikle bir hususun altını çizmekte fayda var. Az önce de ifade edildiği gibi, kendi gizil ve gayrimeşru amaçlarına ulaşmak için eğitim alanını araçsallaştıran paralelci yapı, tarihin bir ironisi ve ülkemiz ve milletimiz adına da güzel bir jesti olarak, yine eğitim alanında ilk defa deşifre olmuştur. Yani takiyeci vesayetin takkesi, ilk kez büyük bir gizlilik ve maharetle arz-ı endam ettikleri eğitim alanında düşmüş, ayıplı bir geçmişle maruf yapı tüm gerçekliğiyle ayan olmuştur. 56 KASIM 2014 İŞ GÜVENLİĞİ EYLEM PLANI Tarkan ZENGİN Sendika Uzmanı Ü lkemizde ölümlü iş kazalarında artış yaşanmaya devam ediyor. 13 Mayıs’ta Soma’da meydana gelen iş kazasında 301 madencinin ölümü ülkemizi yasa boğmuştu. O dönemde toplumun tüm kesimlerinde iş kazalarına ilişkin bir duyarlılık oluşmuştu. İş kazalarının önlenmesinde duyarlılığın üst noktalarda olması önemli bir unsurdur. Ancak bir süre sonra ülkemizin gündemi değişti ve iş kazaları gündemden düştü. Bir inşaat kazasında 10 işçimizi kaybetmemiz dikkatlerin yeniden iş kazalarına odaklanmasına neden oldu. 6 Eylül’de Mecidiyeköy’de Torunlar Holding’e ait yapılan rezidans inşaatında işçileri taşıyan asansörün zemine çakılması sonucu 10 işçi hayatını kaybetti. Bu olayın ardından Başbakan Davutoğlu önemli açıklamalar yaptı ve Çalışma Bakanlığı’nda sosyal tarafların da katıldığı bir toplantının ardından “İş güvenliği eylem planını” açıkladı. Bu eylem planına ilişkin çalışmalar sürerken Karaman-Ermenek’ten üzücü haber geldi. 28 Ekim günü Has Şekerler Maden ocağında su baskını sonucu 18 işçinin mahsur kaldığını öğrendik. Özellikle torba kanunla maden çalışanlarının 8 saat günlük çalışma süresi 6 saate indirildi ve maden ocaklarında çalışanlara en az iki asgari ücret verilmesine ilişkin düzenleme yapıldı. İşçilerin mahsur kaldığı maden ocağında yemeklerin ve servislerin kaldırılması ile ücretlerin yaklaşık üç aydır ödenmiyor olması, yapılan bu düzenlemelere karşı işverenlerin acımasız karşı önlemleridir. Çalışanların emeklerini sömürme üzerine kurulu bir çalışma hayatı bu kazaların en önemli nedenleridir. Yasal tüm tedbirler alınmasına rağmen hala bu faciaların yaşanıyor olması bizleri yeni eylem planları yapmaya zorlamaktadır. Bu çerçevede Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun 12 Eylül’de açıkladığı iş güvenliği eylem planını ülkemizde yaşanan iş kazaları çerçevesinde değerlendirmeye çalışacağız. Ülkemizde son yıllarda iş kazalarında artış olduğu dikkat çekmektedir. Özellikle büyüyen inşaat KASIM 2014 57 olması dikkat çekici bir sonuçtur. Ölümlü iş kazalarının 2011’de 1700 kişiden, 6331 sayılı yasanın çıktığı 2012’de yüzde 56 azalarak 744 kişiye düşmesi yeni yasanın etkisi olarak değerlendirilebilir. Ayrıca yasa taslağının yasalaşması sırasında iş sağlığı ve güvenliğinin sosyal tarafların ve kamuoyunun gündeminde olmasının etkisi de ölümlü iş kazalarının azalmasında önemli bir faktördür. Son iki yılın resmi olmayan ölümlü iş kazaları istatiktikleri de durumun giderek kötüleştiğini göstermektedir. Zira 2013’te 1235 kişi iş kazaları nedeniyle hayatını kaybetmiştir. 2014 yılının ilk dokuz ayında iş kazaları nedeniyle ölenlerin sayısı 1413 kişidir. Soma maden kazasının yaşandığı Mayıs ayında iş kazalarında 417 kişiyi kaybettik. Mayıs ayından itibaren geçen 4 aylık sürede 584 işçi hayatını kaybetti. Bir başka anlatımla son dört ayda Soma acısının iki katı kadar işçi kardeşimizi kaybettik. Bu bakımdan durumun ciddiyetinin farkında olarak yeni yol haritaları çıkarmak zorundayız. sektörü ölümlü iş kazalarında ilk sırada yer almaktadır. İş kazalarıyla ilgili son resmi veri 2012 yılında yayınlanmıştır. Resmi verilerin son beş yılı esas alındığında, en az iş kazasının 62 bin 903 sayısıyla 2010’da, en çok iş kazasının ise 74 bin 871 sayısıyla 2012’de gerçekleştiği görülmektedir. Ancak ülkemizde resmi verilere yansımayan çok sayıda iş kazasının olduğu da bilinmektedir. Yaşanan ölümlü iş kazalarına bakıldığında; en fazla ölüm 1700 kişiyle 2011’de, en az ölüm ise 744 kişi ile 2012’de gerçekleşmiştir. Resmi verilere göre 2008’de 865, 2009’da 1171 ve 2010’da 1444 kişi iş kazalarında hayatını kaybetmiştir. Son beş yıl içinde en fazla iş kazasının 2012’de gerçekleşmesine rağmen en az ölümlü iş kazasının yine 2012’de gerçekleşmiş 58 KASIM 2014 İş sağlığı ve güvenliği konusunda yasal düzenlemelerin tek başına yeterli olmayacağı bilinen bir gerçektir. En iyi yasalar yapılsa da uygulanmadıkça bir ilerleme sağlanamaz. İş kazalarını azaltmada iş sağlığı ve güvenliği bilincinin geliştirilmesi ve bir kültür oluşturulması gerekir. Bu çerçevede Başbakan Davutoğlu’nun açıkladığı “iş güvenliği eylem planı” yeni bir yaklaşıma işaret etmesi bakımından önemlidir. Ayrıca Çalışma Bakanı Faruk Çelik iş sağlığı ve güvenliği yasasının çıkması sırasında işçiler lehine tavır almış, 6331 sayılı yasanın çıkmasına önemli katkı sağlamıştı. Son yaşadığımız Ermenek faciasında Bakan Çelik “Bu acı çekilecek gibi değil. Ocağı kapatacağımız zaman işveren 50 kişiyi devreye sokuyor. Sorumluluk hepimizde can önemliyse kapatırız. İşverenler ‘İşçiye 3 kuruş ödeyeceğiz’ diye işçiden 5 kuruşu kesiyor. Biz o parayı kesilsin diye vermedik. Keşke kayıpsız aklımız başımıza gelse” diyerek öz eleştiri yapmıştır. Hükümet yetkililerindeki bu tavır iş kazalarında duyarlılığı artıran bir etkiye sahiptir. Başbakan Davutoğlu 6 Eylül’de meydana gelen 10 işçiyi kaybettiğimiz inşaat kazasının hemen sonrasında yaptığı açıklamada “Her türlü soruşturma en detaylı şekilde yapılacak, bu olayın oluş şekli, varsa ihmal veya başka sebepler derinlemesine araştırıla- cak. Kamuoyumuzun şunu bilmesini isterim ki; bu tür olaylarda bir an bile tereddüt etmeden gerekli her türlü araştırmayı, soruşturmayı yapar, bir daha böyle bir olay yaşanmaması için de her tür tedbiri alırız. Bu konuda bütün sorumlularla ilgili olarak da en derin araştırma, soruşturma yapılacak” dedi. Son derece önemli ve zamanında yapılan bu açıklama olayın tüm taraflarının dikkatine neden olmuştur. Bu açıklama gerek hukuki gerekse idari soruşturmaların daha dikkatli ve titiz biçimde ele alınmasını sağlamıştır. Siyasetin, ekonominin, iş hayatının, toplumsal hayatın bütün öznesinin ve hedefinin insan olduğunu anlatan Davutoğlu, “İnsana hizmet etmeyen ve insanı esas almayan hiçbir faaliyet ne kutsal addedilebilir ne de topluma hizmet olarak görülebilir” demişti. Başbakanın bu sözleri insana bir kıymet olarak baktığını göstermektedir. Bu açıklamalar aynı zamanda son yıllarda iş gücü piyasalarında insana bir üretim aracı olarak bakan çarpık anlayışın yanlışlığına da işaret etmektedir. Başbakan Davutoğlu bu acı iş kazasından sonra ilk Bakanlar Kurulu’nun en önemli gündem maddesinin iş kazaları olacağını söylemesi de meselenin üzerinde hassasiyetle durulacağını göstermektedir. 8 Eylül’de toplanan Bakanlar Kurulu’nda önceden planlandığı gibi iş kazaları görüşüldü ve Çalışma Bakanlığı’nda sosyal tarafların da katılacağı bir toplantı yapılması kararlaştırıldı. 12 Eylül’de Çalışma Bakanlığı’nda yapılan toplantı sonucunda dört başlıktan oluşan bir eylem planı ortaya çıktı. Başbakan Ahmet Davutoğlu, İş Güvenliği Eylem Planı’nı “süreç yönetimi”, “insan faktörü ve eğitim”, “toplumsal duyarlılık-bilinçlendirme ve iş güvenliği kültürü” ve “yasal düzenleme” olarak dört başlıkta açıkladı. Hazırlanan eylem planının temel amacının iş kazalarının minimize edilmesi olduğu söylenmektedir. Eylem planında bu amacın gerçekleştirilmesi için alınması gereken tedbirler planlanmaktadır. Süreç Yönetimi Başbakan iş güvenliği ile ilgili süreç yönetimine dikkat çekmektedir. Somut inşaat kazasında olduğu gibi, asansörlerin denetimi bir bakanlıkta, iş güvenliğinin denetimi başka bir bakanlıktadır. Maden ocakları da farklı yönlerden birden fazla bakanlığın denetimine tabidir. Bu durum işyerlerinde iş güvenliğine ilişkin önlemlerin alınmasında sorunlara 2014 yılının lk dokuz ayında ş kazaları nedenyle ölenlern sayısı 1413 kşdr. Soma maden kazasının yaşandığı Mayıs ayında ş kazalarında 417 kşy kaybettk. Mayıs ayından tbaren geçen 4 aylık sürede 584 şç hayatını kaybett. Br başka anlatımla son dört ayda Soma acısının k katı kadar şç kardeşmz kaybettk. Bu bakımdan durumun cddyetnn farkında olarak yen yol hartaları çıkarmak zorundayız. neden olmaktadır. Başbakan Davutoğlu önemli bir ihtiyaca işaret ederek, kurumlar arasında koordinasyon sağlanacağını ve bir süreç yönetimi olacağını söylemektedir. Ayrıca bu süreç yönetimine işçi ve işverenlerin birlikte hareket ederek katkı vermesi sağlanmalıdır. İnsan Faktörü ve Eğitim Başbakan Davutoğlu, “Eğitilmiş insan olacak. En fazla üzerinde durduğum konu mesleki yeterliliğin güçlendirilerek devreye sokulması. Meslek okulları ve üniversitelerde iş güvenliği dersleri konacak. Bundan sonra emekçi tanımı saygı duyulan bir tanım olacak. Çalışanlar hangi mesleği yapacaksa onun belgesini alacak. Her iş yerinde çalışan işçinin sertifikası olacak” ifadelerini kullandı. Başbakanın ifade ettiği konu önemlidir. Mesleki yeterlilik kurumu ülkemizde mesleklerle ilgili standartları belirleyen bir kurumdur. Kurum belirlediği mesleki yeterliliklere ilişkin düzenlemelerin resmi gazetede yayınlanmasını sağlar. Çok tehlikeli ve riskli birçok mesleğin standartları henüz belirlenmemiştir. İş güvenliği eğitimi gündeme geldiğinde birçok kişinin aklına işçilerin eğitimleri gelmektedir. Ancak iş güvenliği alanında sorumlulukları ve yükümlülüklerini bilmeleri için işverenlerin de önemli ölçüde eğitime ihtiyaçları vardır. Zira işverenlerin büyük bölümü “iş güvenliği KASIM 2014 59 da değerlendirmek ve teşvik vermek yerinde bir uygulama olmaz. İş güvenliği kültürü oluşturacak eğitimlerin çalışanın, işverenin ve Hükümetin ortak projeleriyle işyerlerinde hayata geçirilmesi sağlanmalıdır. Ayrıca kısa metrajlı bilgilendirici filmler ve görüntüler hazırlanmalıdır. Yasal Alan Davutoğlu, dördüncü alanın ise yasal alan olduğunu belirterek, “Bazen en önemli alan yasal alan zannediliyor. Çıkardık ama ondan sonra kaç tane iş kazası yaşandı? Bu iş kazalarını durduracak net tutum almamız gerekir. Uygulamalardaki aksaklıkları görmek gerekir” dedi. Başbakan yasal tedbirlerle iş kazalarının azaltılamayacağını ortaya koymaktadır. Bunun yanı sıra işverenler bazen yasal zorunluluk olmasına rağmen, ilgili ILO sözleşmeleri onaylanmadı diyerek (maden ocaklarında yaşam odalarının yasal zorunluluk olmadığını söylemeleri gibi) yükümlülükten kaçıyor. Bu mazeretlerin ortadan kalkması için Başbakan Davutoğlu, ILO sözleşmelerinin bütün unsurlarının uygulanacağını söyledi. Bu çerçevede Hükümet 23 Eylül’de, ILO’nun 167 sayılı İnşaat İşlerinde Sağlık ve Güvenlik Sözleşmesi ile 176 uzmanı istihdam ediyorum” ya da “gerekli ödemeleri yaparak iş güvenliği hizmeti alıyorum” demek suretiyle sorumluluklarını yerine getirdiklerini zannediyorlar. Bu nedenle, işçilerin eğitiminin yanı sıra, işverenlerin eğitimine de önem verilmelidir. Her büyük iş kazasından sonra işverenlerin yaptığı açıklamalar 6331 sayılı yasanın kendilerine nasıl bir yükümlülük getirdiğini bilmediklerini göstermektedir. Hele Ermenek’te yaşanan olaydan sonra Has Şekerler Maden adına açıklama yapan işverenin çalışanlara sadece kaçmayı önermesi ise akılla izah edilecek bir şey değildir. Toplumsal Duyarlılık-Bilinçlendirme ve İş Güvenliği Kültürü Başbakan Davutoğlu iş güvenliği eylem planının üçüncü adımını açıklarken, “Sosyal duyarlılık kaza olduğunda ortaya çıkıyor. Toplum kesimlerine çağ- 60 KASIM 2014 sayılı Madenlerde Sağlık ve Güvenlik Sözleşmesi’ni onaylanmak üzere TBMM’ye gönderdi. Kanımızca ILO’nun 184 sayılı Tarımda Sağlık ve Güvenlik Sözleşmesi de onaylanmak üzere TBMM’ye gönderilmeliydi. ILO’nun 2002 yılında hazırladığı “Güvenlik Kültürü Raporu”na göre, meslek hastalıklarının tamamı, iş kazalarının ise yüzde 98’i önlenebilir. Birçok ülkede işyerlerinin daha güvenli hale getirilmesi sonucu iş kazalarında önemli oranlarda azalma meydana gelmiştir. Mesela işyerlerinin daha güvenli hale getirilmesi sonucu Japonya ve İsveç’te son yirmi yılda iş kazalarında yüzde 20, Finlandiya’da ise yüzde 62 oranında bir düşüş olmuştur. Bunu başka ülkelerin yaptığı metotları uygulayarak biz de başarabiliriz. Nitekim Başbakan “İş güvenliği için ne yapılması gerekiyorsa bunlar yapılacak” demişti. İş kazalarını sadece yasal düzenlemelerden ibaret saymadan, bir süreç içinde eğitim, bilinç ve duyarlılık oluşturmak, AB ve ILO normlarının gereklerini yasal olarak yerine getirmek ve her şeyden önemlisi iş güvenliği kültürünün tüm sosyal taraflarca benimsenmesini sağlamak gereklidir. rıda bulunmak istiyorum, İşverenlerimizin iş güvenliğini teminat altına alacak maliyet, iş güvenliği ortadan kalktıktan sonra bir işçi bile ölse ortaya çıkacak sosyal itibardan daha öncelikli olmalıdır. İşverenin itibarı esas ise bu itibara zarar veren iş kazalarını engellemek için harcama yapmaktan çekinmemeliyiz. Bundan sonra yaptırımları, yasal düzenlemeleri artıracağız ama ödülleri de artıracağız” dedi. Bu adımda yapılması gereken en önemli husus iş güvenliği kültürü oluşturacak çalışmaların/eğitimlerin artırılmasıdır. Ancak iş kazası olmayan yerlerin ödüllendirilmesi için işsizlik sigortası işveren payının devlet tarafından ödenecek olması kanımızca uygun değildir. Çünkü bazı işverenler bu ödülden yararlanmak için işyerlerinde meydana gelen iş kazalarını gizleme yolunu tercih edebilirler. Ayrıca son verilere göre 1 milyon 538 bin işyerini aynı kapsam- KASIM 2014 61 röportaj Osman Can ile HSYK Seçimlerini Konuştuk Röportaj: İbrahim KAYA SDE Asistanı Prof. Dr. Osman Can kmdr? 1992’de Ankara Ünverstes Hukuk Fakültesnden mezun oldu. 1997 yılında yüksek lsansını, 2000 yılında se doktorasını tamamladı. Temmuz 2002 tarhnde Anayasa Mahkemesne Raportör-Hâkm olarak atandı. 2006 yılında doçent oldu. 2007 yılında ortaya çıkan Cumhurbaşkanlığı krzn çözmey amaçlayan Anayasa Değşklğnn ptal çn Anayasa Mahkemesnde açılan davanın raportörlüğü le görevlendrld. Görüşler doğrultusunda Mahkeme ret kararı vernce Cumhurbaşkanı’nın Türkye tarhnde lk defa halk tarafından seçlmes mümkün hale geld. 2008 yılında AK Part’nn kapatılması talebyle açılan davanın raportörlüğünü üstlend ve kapatma stemnn redd yönünde görüş sundu. Part kapatılmadı. Raporunda savunduğu usule lşkn görüşler, mahkemece oybrlğyle lke kararlarına dönüştü. 2011 Temmuzunda Marmara Ünverstes Hukuk Fakültes, Anayasa Hukuku Anablm Dalında öğretm üyelğne başladı. AK Part 4. Olağan Kongresnde AK Part Merkez Karar ve Yönetm Kurulu Üyelğne seçld. 30.04.2013 tbaryle Anayasa Hukuku Profesörü oldu. Halen SDE Yüksek İstşare Kurulu üyelğn de sürdüren Can, Almanca ve İnglzce blmektedr. 62 KASIM 2014 Devletn zrves HSYK seçmlern neden bu kadar önemsed? HSYK yargının kilit noktası. Yargı da egemenliğin sacayaklarından bir tanesi. Egemenlik de üç fonksiyon vardır, üç sacayağı vardır. Bunlardan bir tanesi yasamadır, bir tanesi birisi de yargıdır. Yürütme, politik bir alandır, tam anlamıyla politik, parti alanıdır. Yasama, gene politik bir alandır ama daha fazla partilerin temsil edildiği bir müzakere ve müşavere mekânıdır. Yargı ise adalet mekânıdır. Bu açıdan bakıldığında en hassas, en fazla toplumun, üzerinde ittifak kurabileceği bir alandır ve HSYK’nın karanlık, batıni, mesiyanik, totaliter bir siyaset felsefesine sahip bir yapı tarafından ele geçirilmesi demek, o ülkenin işgale uğraması demektir. O ülkenin egemenliğinin çökmesi demektir. Burası çöktüğü zaman geri kalanını tutturamazsınız. Bu yüzden hayati idi, bu yüzden cumhurbaşkanlığı seçimlerinden çok daha önemli bir ilgi uyandırması kaçınılmazdı. HSYK’nın öncek yapısı bağımsız yargı fkrn zedeleyecek br durumda mıydı? Tabi 2010 öncesi itibariyle HSYK’nın bağımsız yargı güvencesi olmadığını biliyorduk. Tam tersine politik olarak iktidara gelmesi çok fazla mümkün olmayan bir siyaset, bir siyasi düşüncenin buna geleneksel devlet partisi diyelim Cumhuriyet Halk Partisi ve en azından o dünya görüşüne mensup olanların kendi hegemonyalarını devam ettirebilmelerinin imkanıydı, daha önceki HSYK. Ama devleti ele geçirme mekânı değildi onlar için. Yani vesayet makamı olarak kendi konumlarını koruyorlardı, sağlama almışlardı. HSYK, onların parlamento ve siyaset karşısında dokunulmazlıklarını sağlıyordu, bir güvence sağlıyordu. Ama HSYK’dan hareketle parlamentoyu ortadan kaldırma gibi bir şey yoktu. Sadece risk durumunda Anayasa Mahkemesi devreye girerdi, partileri falan kapatırdı. En azından bir denge anlayışı vardı. Fakat 2010’dan sonra demokratikleştirme çabası içerisinde Anayasa değişikliklerinin ardından ortaya çıkan HSYK’da amaçlanılanın tam tersi bir durum ortaya çıktı. Nasıl? Birinci olarak Anayasa Mahkemesi, Anayasa’yı ihlal etmek suretiyle o alana müdahale etti, anormal bir durum ortaya çıktı. İkinci olarak da o dediğimiz batıni, mesiyanik, totaliter bir örgütlenme anlayışına sahip olan bu yapı, siyasete de tuzak kurmak suretiyle bakanlık bürokrasisini özellikle bu konuda seferber etmek suretiyle ve şöyle söyleyelim; Bakanlık bürokrasisinde örgütlenmenin verdiği güç ile siyaseti ikna etme suretiyle –bu daha doğru bir ifade- bu yolla HSYK’yı kontrol eder hale geldi. Siyaset, bunun çok fazla farkına varmadı. Ardından Yüksek Yargı’ya, yapılan atamalarla Yüksek Yargı’da dengeleri değiştirdiler. Bunun ardından artık orada da durmadılar. Eskiden Kemalistlerin kendilerine bir sınır çizme gelenekleri vardı. Parlamento çalışmalı, hükümet falan çalışmalı ama bunların alanlarına çok fazla dokunmasın. Ama bunlarda bir denge, bir fren mekanizması yoktu. Bütün alanları kontrol etme ihtiyacı vardı. Bütün devleti, devletin bütün sistemini tamamiyle kontrol etme, ele geçirme ve meşru hükümeti devirme, meşru hükümeti tamamen ortadan kaldırma, kukla hükümetler getirme tarzında yapıları vardı. Onları kontrol etmeye başladılar. Bunların yargı bağımsızlığı ile bağdaşıp, bağdaşmaması ayrı kenara bunların ortaya çıkardığı tehlike, yargıyı ortadan kaldırma tehlikesiydi. Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliğini çökertme tehlikesiydi. Bu yüzden yargı bağımsızlığı, yargı için güvence tartışması bile abes, daha doğrusu hafif bir tartışma kalıyor. Bunların meydana getirdiği tehlike, çok ciddi bir tehlikeydi ve bu tehlike, şimdi bertaraf edildi. Tam olarak bertaraf edld m szce? HSYK üzerinden bertaraf edildi tabi ki. Şu an ortaya çıkan HSYK tablosuna baktığımız zaman bundan ciddi ölçüde mutluluk duymamız gerekiyor. HSYK seçmlern ve sonuçlarını nasıl değerlendryorsunuz? O soruyla bağlantılı olarak şöyle söyleyelim: Bir, HSYK’ya hiçbir siyasi görüş tek başına hakim olamadı. İki, yargıyla ilişkisi olmayan, derdi yargılama olmayan, derdi yargıyı tehlikeli bir iktidar aracı olarak kullanma arzusunda olan yapı, -paralel yapı- totaliter örgütlenme biçimine sahip, mesiyanik siyaset felesefesi’ne de sahip olan o yapı ciddi bir yenilgiye, başarısızlığa uğradı ve yargıyı kontrol edemez hale geldi. Bu çok önemli bir şey. Yani yargı, yeniden yargı haline gelme imkanını elde etti. Bunun bu şekilde elde edilmesinin şöyle bir yansımasını, bir okumasını yapmak gerekiyor; Peki bu nasıl gerçekleşti? Bu Yargıda Birlik Platformu dediğimiz bir platformun or- KASIM 2014 63 Seçm sonuçlarına göre br paralel yapı gtt başka br paralel yapı geld dyenler szce haklı mı? taya çıkmasıyla gerçekleşti. Nedir bu platform diye sorduğumuz zaman, bu platform; negatif ortak paydası, yargının o yapılar tarafından kontrol edilmesinin engellenmesi, pozitif ortak paydası ise toplumun renklerinin yansıdığı bir yargı ortaya çıksın. Kısacası çoğulculuk aslında. Çoğulculuğu tehdit eden yapıya karşı yek vücut hareket etme, onun dışında tamamen çoğulcu bir yapı tesis etme. Bu iki temel ilke üzerinde bir araya gelmiş bir yapı vardı. Bu yapı kürsü yargıçlarının büyük bir kısmından destek aldı ve bu desteğin ardından HSYK’nın bugünkü yapısı ortaya çıktı. Mesaj çok net; çoğulculuk, yani yargının bir iktidar alanı ya da bir muhalefet alanı olmadığı, yargının bir yargılama alanı olduğu ve yargılama alanı olduğu için ve toplumun tamamına da ait olduğu için, toplumun bütün farklılıklarının el verdiği ölçüde orada temsil edilmesi. Bu bir denge meydana getiriyor ve dengenin olduğu yerde adaletten söz edebiliriz. Dengenin olmadığı yerde adalet de çok fazla olmaz. Seçimler bu bağlamda çok önemli. Diğer bir sonuç, ilginç bir sonuç; Adalet Bakanlığı bürokrasi’sinden hiçkimse listeye girmedi. Ya da ilk listeye girmedi. Asıl üye listesine giremedi. Her ne kadar Adalet Bakanlığı’nın bürokratı olarak HSYK adayı olanlar, işte son bir- 64 KASIM 2014 kaç ayda, paralel yapıyla mücadele nedeniyle Adalet Bakanlığı’na çağırılan hakimlerdi. Ama yine de sembolik açıdan bunun da önemli bir şey olduğunu düşünüyorum. Bize bir şey daha gösterdi. Paralel yapının yargıdaki tablosunu net olarak gösterdi. Trajik bir şey, on yıl içerisinde idari yargıyı yargı olmaktan çıkarmışlar. Bir çete mekanı haline getirmişler, bunu gördük. İkinci olarak da adli yargıda aşağı yukarı %40 lık oy potansiyellerinin olduğu ortaya çıktı. Oy potansiyeli, onların da bu seçimi kazanabilme ihtimali nedeniyle hakimlerin kendilerini koruma kaygısından da kaynaklandığını söyleyebiliriz. Şimdi artık bu kaygı yok dolayısıyla şimdi aslında bir seçim yapılırsa muhtemelen %20-25 civarı bir oy alacaklardır. Dolayısıyla bunların aslında yargı içerisindeki çekirdek kadrolarının %15-20 arası bir çoğunluğa sahip olduğunu da belki söyleme imkanına sahip olabiliriz ama idari yargıda biraz daha fazla. Bunlar en azından göründü. Kendilerini görünür hale getirdiler. Bu açıdan bu durum Türkiye’nin kazanımı. Daha önce görünmez, muhatap bulamayacağımız bir yapıydı, bir tehditle karşı karşıyaydık. Şimdi görünür haldeler, görünür oldukları zaman toplum, bunlara karşı gerekli tedbirleri alacaktır. Şöyle söyleyelim; Mevcut sistemden mutlu olmayan tabiki böyle diyeceklerdir. Hangi paralel yapı mesela geldi? Paralel yapı deyince paralel yapının anlattığı bir şey vardır, bir realite vardır. Nedir bu realite? Kapalı, topluma hesap vermeyen, toplumun meşrulaştırmadığı başka yerlerden emir ve talimat almak suretiyle hareket eden, koordineli, senkron bir şekilde hareket eden bir iradeleri olmayan ve sinyallerle, talimatlarla hareket eden bir yapı. Bu yapının hedefi sadece kendinden menkul ve sadece kendileri bilirler, kendileri de aslında bilmezler, onlara talimat verenler bilir. Paralel yapı denen şey budur. Paralel yapı kötü bir kavram, kötü bir imaj oluşturdu ya, bunun üzerine kalkar dersiniz ki çoğulcu bir yapı ortaya çıktı, ona da paralel deyin. Demokratik yöntemlerle bir parlamento ortaya çıktı, buna da paralel deyin, her şeye paralel deyin. Yani ciddiye alınabilecek bir şey değil. Ama şunu söylememiz gerek; Hiçbir grup HSYK’da tam kontrolü sağlayabilecek bir durumda değil, çoğulculuğun önemli olduğu, yargıcın yargıçlık yapması gerektiği şeklindeki temel referanslara göre bir araya gelmiş, paralel yargının oraya hakim olmaması gerektiğini düşünenlerden oluşan bir koalisyon, işin esası bu zaten. İşin esası buysa bir paralel gitti yerine başka bir paralel geldi demek ciddiye alınabilir bir iddia değil. YARSAV’ın br üye ble seçtrememesn nasıl yorumluyorsunuz? YARSAV’ın cemaatin kontrolünde olduğu ya da cemaatle ittifak halinde bu seçime girdiğine yönelik çok ciddi iddialar vardı. Özellikle yargının içinden ve yargıyı çok iyi bilen isimler bunun kesinlikle böyle olduğunu söylediler. Muhtemelen burada bir gerçeklik payı vardı ki, cemaatte zaten bir yandan bunlarla ittifak kurarken, bir yandan kendi listesini çıkardı. Kendi listesini çıkarınca tabiki YARSAV aslında kendisine gelebilecek olan üyeleri de kaçırdı. İkinci olarak da YARSAV’ın aslında potansiyeli cemaat idi. Cemaat kendi köşesine çekilince yargıda herhangi bir varlık göstermeleri çok fazla mümkün olmadı. Bu da tabiki başka bir tablo. HSYK neden bu kadar önemldr? HSYK, Yargıtay üyelerini seçiyor, Danıştay üyelerinin 3/4’ünü HSYK seçiyor ve HSYK hakim ve savcıların özlük hakları, disiplin meseleleriyle ilgili, meslekte yükselme meseleleriyle ilgili birinci sınıf ayrımlarla ilgili meselelere bakan, cevap veren, teftiş kurumunu harekete geçirebilen bir yapı. HSYK meslekten atılmaya karar veren bir yapı. HSYK, yetkilendirmeler ve görevlendirmeler, terfiler ve tayinler, yer değiştirmeler bütün bunlara karar veren bir yapı. Dolayısıyla HSYK yargının en tepe noktası, esas yargılama yapan en tepe noktası. Orayı kim KASIM 2014 65 kontrol ediyorsa aşağı da ona göre dizayn eder. Bu, geçtiğimiz yıllarda çok net olarak gerçekleşti. Yani mesela idari yargıda en fazla siyasete meydan okunduğunu, savaş ilan edildiğini görüyoruz. İdari yargıdaki oy potansiyeli de zaten bunun niye böyle olduğunu bize anlattı. HSYK’nın yapısının yine son zamanlara kadar onlar tarafından kontrol edilmesinin de bunda çok ciddi bir etkisi vardı. İşte bu yüzden HSYK çok önemli ve HSYK’nın şimdi o yapılardan temizlenmiş olması, artık yargıda bir konsolidasyona, bir restorasyona işaret ediyor. Bir normalleşmeye işaret ediyor. Bundan sonra HSYK kimsenin kontrolünde olmadan yargıya güven sağlayacak ve yargının hakikaten yargılama yapmasını sağlayacak, adil yargılama yapmasını sağlayacak bir mekanizma olarak çalışacaktır, güvence unsuru olarak orada duracaktır. Yargı, kendi görev alanıyla sınırlı olarak çalıştığı zaman yani hukuki denetimle sınırlı olarak çalıştığı zaman kendi alanıyla sınırlı olarak çalıştığı zaman siyasetin o alana müdahale etmesi mümkün değildir. Ama yargı kendi alanından taşıp, siyasal alana geçtiği zaman siyasal alan da yargı alanına geçebiliyor çünkü hatlar karışıyor o zaman. Bu yüzden yargının kendi alanında kalması erkler ayrılığı bakımından en önemli nokta ve HSYK’nın bunu sağlayacağını öngörmek pekala mümkün. Çünkü her şeyden önce az önce dediğim gibi çoğulcu yapının aynı zamanda kendi yargısal alanlarıyla sınırlı kalmasının da temel güvencesi. HSYK’nın seçm sstem sürec değşmel m? 2010 referadumundak değşklkler yeterl değl myd? 2010’daki Anayasa değişikliklerinin 2010 şartlarına göre hazırlandığını, o dönemin etkilerinin, o dönemin güç dengelerinin göz önünde bulundurularak hazırlandığını da unutmayalım. Yani o dönemde bir tarafta vesayet organı olarak Anayasa Mahkemesi vardı ve Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa’yı ihlal etmek suretiyle, yapılan değişikliklerin tamamını iptal edebilme riski vardı. Bu yüzden HSYK yeteri kadar demokratikleştirilemedi. Örneğin Anayasa Mahkemesi’nin iptal etme korkusuyla TBMM’nin HSYK’ya üye seçmesi mümkün olmadı. Avrupa standartları diyorsanız, Parlamento’nun üye seçmediği bir HSYK’da sınır yok ve yargıçların 2/3’ünden fazlasını hatta 3/4’ünü oluşturduğu bir HSYK’da yok. Böyle bir idari yargı organı yok bu da aslında Avrupa standartlarına aykırı. Bu açıdan bakıldığında HSYK için biz eskiye nazaran yetmez ama evet dedik ama çok ciddi demokrasi açıkları olduğunun Avrupa standartlarına uyumlu olmadığını da dile getirdik. Bu konularda bazı değişikliklerin yapılması da gerekiyor. Mesela Teftiş Kurulu’nun HSYK’da olmaması gerekiyor. Çünkü bir kişiyi hem suçlayıp hem de suçladığınız kişi hakkında karar verdiğiniz zaman bu felaket bir şeydir. HSYK’nın elinde şu anda böyle bir felaket yetki var. Yani çoğulculuk dediğimizde bunun daha dikkatli kullanılacağını varsayabiliriz ama sonuçta bu hukuk devletine aykırı bir durum. Ama bu böyle olmamış olsaydı 2010 yılında belki de Anayasa Mahkemesi iptal ederdi. Nitekim HSYK Kanunu’nda geçtiğimiz aylarda Anayasa Mahkemesi neden Teftiş Kurulu’nu Adalet Bakanlığı’na bağladınız hukuk devletinde böyle bir şey olur mu diye iptal etti. Oysa hukuk devletinde tam tersi yanlıştı. Paralel yapıyı ortadan kaldırmak çn yapılacak asıl operasyonların HSYK seçmler sonrasına bırakıldığı söylenyor bu konuda sz ne düşünüyorsunuz? Yargı çok önemli bir mekan dedik, tarafsızlık ve güven mekanı dedik, dolayısıyla zırhları vardır, anayasal zırhlar vardır. Bir bağımsızlık zırhı vardır, erkler ayrılığı zırhı en fazla yargı alanında geçerlidir mesela. O zırhların arkasına saklandığınız zaman siz her şeyi yapabilirsiniz, kimse sizden hesap soramaz. Paralel yapı orayı bir defa ele geçirdiği zaman geri kalan kısmı çok da önemli değil. Polis Teşkilatı’nda ya da bürokrasinin diğer alanlarında yani bir çete mensubu olduğu çok net olan, yasa dışı işlere karıştığı çok net olan, nerdeyse anayasal düzene karşı suç mahiyetinde işlemler yapmış olanları çok olmasına rağmen bunlara karşı yapılan, açılan soruşturmalar, idari tasarruflar idare mahkemeleri tarafından iptal edildi ve geri çevrildi mesela. Niye böyle oldu? Çünkü yargı onların kontrolündeydi. Şimdi HSYK artık onların kontrolünde değil. Dolayısıyla hukuk düzeni hukuka tecavüz etmeye kalkışan, milletin egemenliğine, milletin kendi kaderini tayin etme hakkına tecavüz etmeye kalkışanlara karşı vereceği cevap vardı. Bu cevap şimdi yargı zırhı nedeniyle geciktirilmiyor, tam tersi yargı zırhı şu an onlara karşı mücadele edilmesinin ama adalet ve hukuka uygun bir biçimde onlara karşı mücadele edilmesinin imkanını sağladı. Şimdi bu imkan çerçevesinde Türkiye yürüyecektir. Osman Bey, sorularımızı yanıtladığınız çn çok teşekkür edyoruz. 66 KASIM 2014 KASIM 2014 67 DIŞ POLİTİKA sını Ulusal Konferans Partisi’nin kongresi dolayısıyla Sudan’da görüştüğüm Lübnan’lı mütefekkir Münir Şefik ‘kırk yıldır siyaseti izlerim, son bir yıl içinde yaşadıklarım bana Orta Doğu ve dünya siyasetine dair bildiğim bütün ezberleri bozdurdu, bütün teorilerimi yıktı bıraktı’ diye ifade ediyor. KOBANİ’DE DÜŞEN MASKELER Prof. Dr. Yasin AKTAY SDE Onursal Başkanı ‘K obani’yi kurtarma’ meselesinin bir anda dünyanın birinci önceliği haline gelmiş olduğu ilginç bir olay yaşıyoruz. Tabii 40 ülkenin karşısında koalisyon kurduğu IŞİD’in bizzat bu koalisyon yoluyla nasıl bir reklam konusu olduğunu da ayrıca kaydetmeliyiz bu süreç içinde. Bu reklamın aslan payı yine Türkiye’ye düşse yeridir tabi. Ne de olsa aralarında dünyanın en güçlü ülkelerinin de yer aldığı 40 ülkenin bir araya gelerek baş edemediği dünyanın en büyük ve tehlikeli örgütüyle baş edilmesi Türkiye’nin kararına, bu mücadeleye katılmasına bağlanmış durumda. Dünyayı esir almış bir örgütten dünyayı ancak Türkiye kurtarabilirmiş. Türkiye destek vermezse dünya yerin dibine batacakmış. Kobani ve IŞİD ile ilgili son zamanlarda okuduğumuz bütün analizler gizli veya açık şekillerde bu mesajları veriyor. Türkiye’nin bir hayli önemli ve güçlü olduğunu biliyoruz da, bu söylemlerin takdir edip beslediği 70 KASIM 2014 ‘Türkiye gücü ve önemi’ bahsinde bir hinlik olduğu çok açık. Türkiye dünyayı kurtaran ülke, ama bu gücünü, bütün dünya kendinden bu rolü beklerken bu yardımını esirgeyen ülke olarak resmediliyor aynı zamanda. Ya dünyaya gerçekten bir haller oluyor veya bu garip dünyanın yeni seyrinde Türkiye’ye karşı oynanan oyun sanılandan büyük. Saddam’ı ince bir teşvik yoluyla Kuveyt’e sokup sonra girdi diye cezalandıran ve dünyayı ona dar eden bir oyunu daha önce seyretmiştik. Bu oyunun ilk hamleleri Türkiye’nin mızıkçılığı yüzünden belki uygulanamadı, belki geçerliliğini bile yitirdi. Ama istenen hedefe ulaşmak için oyunun kuralları, hatta oyunun kendisi bile değiştirilmiş olabilir. Zira ne Türkiye’ye ne IŞİD’e biçilen bu roller, hatta ne Amerika’nın kendisine biçtiği bu rol doğal gibi duruyor. Aslına bakarsanız, bölgede İran ve İsrail de dâhil olmak üzere bütün aktörlerin ciddi bir rol karmaşası içinde yaşadıkları görülüyor. Bu rol karmaşa- Bu siyaset sahnesi içinde Amerika, Amerika gibi davranmıyor, koca süper güç bütün dünyayı arkasına alarak türeyen bir örgütün peşine takılmış, gidiyor. İran, İsrail’in güvenliği tasasına düşmüş, Esad düşerse İsrail’in güvenliğinin tehlikeye düşeceği yönünde Amerika’yı uyarıyor. Irak’ta IŞİD diye bir yapı bütün Irak’ı ve Suriye’yi işgal ediyor ve bu işgal bütün dünya ülkelerine rağmen yürüyor, Yemen’de Husiler diye toplumsal karşılığı olmayan başka bir örgüt nerdeyse Yemen’in tamamını ele geçirecek. Kendi ülkesinde darbenin güvenliğini sağlayamamış ve kendine hayrı olmayan Mısır, Libya’ya darbe ihraç etmeye kalkışıyor. Tabi bütün bu olanlar tuhaf olaylar. Benzeri daha önce yaşanmayan olaylar. Bir de hiç değişmeyen aktörlerin hiç değişmeyen tavırları oluyor. O da şöyle: Kobani olayları başlarken ‘Devlet bize izin versin gidip savaşalım’ diye ortalığı velveleye veren PKK ve HDP çevreleri bir fiili durum yaratıp gittikten sonra pabucun orda göründüğünden daha pahalı olduğunu görür görmez Türkiye’ye doğru geri geldiler. Çünkü IŞİD’e karşı savaşmak şimdiye karşı alışık oldukları pusu kurma ve insanları en savunmasız hallerinde saldırarak katletmekten daha farklı bir meydan savaşı gerektiriyordu. Bu sefer ‘devlet koridor açsın oraya silah yollayalım’ mesajları duymaya başladık. Amerikan silahları Türkiye’nin göndereceği silahlara ihtiyaç bırakmadığı halde PYD savaşta bir ilerleme kaydedemeyince bu sefer tam da klasik tavırlarını ve davranışlarını ortaya koydular: ‘Türkiye askeri gitsin savaşsın, Kobani’deki trajediye seyirci kalmasın, Kobani’yi kurtarsın.’ Kobani’yi Türk askeri kurtarsın demenin daha doğru tercümesi aslında şu: ‘devlet gitsin orda bizim için savaşsın, eli değmişken de bize devlet kursun.’ Bu talep aslında şimdiye kadarki HDP ve PKK siyaset çizgisinin de tam tercümesidir. HDP her ne istiyorsa bunu Kürt halkını özgür iradesiyle muhatap olarak, onu ikna ederek, dolayısıyla onun özgür desteğini arkasına alarak istemiyor. HDP Kürt halkının taleplerini ifade edip bu talepleri devlet nezdin- Aslına bakarsanız, bölgede İran ve İsral de dâhl olmak üzere bütün aktörlern cdd br rol karmaşası çnde yaşadıkları görülüyor. Bu rol karmaşasını Ulusal Konferans Parts’nn kongres dolayısıyla Sudan’da görüştüğüm Lübnan’lı mütefekkr Münr Şefk ‘kırk yıldır syaset zlerm, son br yıl çnde yaşadıklarım bana Orta Doğu ve dünya syasetne dar bldğm bütün ezberler bozdurdu, bütün teorlerm yıktı bıraktı’ dye fade edyor. de dillendiren bir yolu asla düşünmedi. Aksine Kürt halkına kendi örgütünün taleplerini dayattı. Kürt halkından kendisini makul bulmayanlara zorla kendi çizgisini dayattı. Devletten ise Kürt halkına karşı yaptığı bu uygulamalar için izin istedi. Yani kısaca HDP’nin devletten talep ettiği Kürt halkının özgürlüğü değil, vesayetidir. PKK Kürt halkının vesayetini bizzat Kürt halkından istemiyor, devletten istiyor. Buna ilk ve en güçlü itirazın bizzat Kürt halkından geleceğini bildiği için de Kürt halkını bildiği yöntemlerle, yani tehditle, baskıyla, şiddetle ikna etmeye çalışıyor. Demokratik Özerklik gibi süslü söylemlerle halkın üzerinde kurduğu bu vesayet ilişkisinin devlet tarafından tanınmasını, hatta daha ötede bunun şartlarının sağlanmasını talep ediyor, hepsi bu. Kobani’de ise bu talep garip bir biçimde biraz daha açık tebarüz ediyor. En iyi bildiği şiddet yolunun da kâr etmediğini görünce bunu da devletin üstlenmesini istedi ve demeye çalıştı ki: ‘Devlet kurmak hakkımız, ama buna bizim gücümüz yetmiyor, bari devlet bize devlet kursun.’ ‘Kontrolden Çıkan Kalabalıklar’ Sorunu Kobani’yi bahane ederek estirilen ve 40’a yakın kişinin ölümüne, yüzlerce kamu ve özel binanın tahribine yol açan şehir teröründe HDP’nin rolü ve sorumluluğu ne? Herkesin gözü önünde cereyan eden olayların akışında HDP’nin olaylar başlamadan hemen önce halkı Kobani için ayağa kalkmaya çağırdığını, çağırmak ne kelime, sert söylemlerle kışkırttığını hepimiz duyduk, gördük. Olayların bütün aşamalarında, yakmalarda, yıkmalarda, HDP kadrolarının başrolü oynadığını da gördük. Şehirlerde HDP’li yetkililerin ‘Kobani uyuyamayacaksa, burada bu gece hiç kimse uyuyamayacak’ demesiyle birlikte bütün şehirlerde tam bir savaş ortamı yara- KASIM 2014 71 tılmaya çalışıldı. Kütüphaneler, müzeler, yetiştirme yurtları, öğrenci yurtları, okullar, masum sivil insanların işyerleri, evleri içinde insanlar varken yakıldı, yağmalandı. Çok sayıda hırsızlık vakası bu esnada yaşandı. Bütün bu Vandal eylemler aslında bir hareketin ne kadar güçlü olduğunu değil, sadece ne kadar vandallaşabildiğini ve zincirinden boşaldığında ne kadar kontrol dışına çıkabildiğini gösterdi. Kontrol dışına çıkan hiç bir hareket güçlü değildir. Tahribata yol açabilir ama ne kendisi için ne de temsil ettiği hiç bir hareket için olumlu bir değişime ve kazanıma neden olamaz. Kobani’ye destek adına harekete geçtikten sonra, ortaya çıkan görüntünün savunulabilir hiç bir tarafı olmadığı görüldüğünde HDP’nin bu işin sorumluluğunu üzerinden pişkince atmaya çalıştığını gördük. Selahattin Demirtaş’ın olayı ‘yaptık, ama bir sorun niye yaptık?’ noktasına düşüren açıklamaları, ona çırpındığı yerde daha da batıran bir pişkinlik imgesini yapıştırıp bıraktı. Ama kuşkusuz olaylar bu raddeye geldikten sonra yapılan ‘eylemcileri kontrol edemiyoruz’ açıklaması başlı başına irdelenmesi gereken bir beyan. Bu arada kontrol edilemediği söylenen bu kalabalıkların bir şikâyet konusu değil, bir tehdit veya ‘uyarı’ konusu olarak zikredilmesi dikkatlerden kaçmıyor. Sokağa davet edilen toplulukların baştan itibaren kontrol edilemeyeceği bilinmiyor muydu? Yoksa bu kalabalıkların yaptıkları eylemler beklenmeyen eylemler miydi? İşte buna hiç kimseyi inandıramazsınız. Hiç tanımadığınız bir topluluk değil ki bu. Altan Tan’ın isabetle kaydettiği gibi, bu topluluğun artık eylem tarzı, konuşma tarzı, iletişim tarzı biliniyor. Konuşarak iletişim kuran bir yapı olmaktan çıkmış, çıkarılmış bir topluluk. ‘Bu topluluğu anlamaya ça- 72 KASIM 2014 lışalım, yaşadıklarına bakalım’ diyerek hiç kimseyi zoraki empatiye davet etmeye de kalkmayın. Bal gibi bu topluluğa insan gibi konuşmanın dışında, Vandal bir dili öğreten, aşılayan, buna kışkırtan, kontrolünüzdeki bir talim ve terbiye var. Bu talim ve terbiye, ‘kontrolden çıkan kalabalıklar’ manzarasında bir şantaj ve koz potansiyeli görüyor. Küçücük yaştaki çocukların eline taşı, molotof kokteylini verip onları oyun zevkinin doruklarında gezdirerek zehirlemeye dayanan bir talim ve terbiye. Doğrudur, o çocukların eline o silahı, o molotof kokteylini, hatta o taşı verdiğiniz andan itibaren o çocuklar sizin kontrolünüzden de çıkarlar. Bu sosyal psikolojinin anlamayacağı ve açıklayamayacağı karmaşıklıkta bir konu değil. O çocuk o zirvelerde bir süre gezindikten sonra istendiğinde annesini-babasını bile öldürür. Nitekim Kamboçya’nın yetmişli yıllardaki komünist lideri Pol Pot da bir ilkokul öğretmeni olarak ilk ordusunu hepsi de 15 yaşın altındaki kendi öğrencilerinden birlikler kurarak oluşturmuş ve ilk aşamada onlara, devrime mutlak sadakati kanıtlamak üzere anne-babalarını öldürtmüştü. Uzun süre BDP çevreleri ‘taş atan çocuklar’ tiplemesi üzerinden bu zehirleyici eğitim süreçleri için ciddi kazanımlar sağladılar. Bugün geldiğimiz noktada bu ‘kontrol edilemeyen kalabalıklar’ın en önemli kaynağının çirkin bir çocuk istismarından başka bir şey olmadığı anlaşılıyor. O yaştaki çocukların eline verdiğiniz silahın, sizi de esir almasının önüne hakikaten geçemezsiniz. ‘Biz konuşabileceğiniz son kuşağız, arkadan gelen nesille konuşamayacaksınız’ sözündeki tehdit, arka planında böylesi bir çocuk ordusunu hazırlayıp motive ediyordu. Ama bu motivasyon aynı zamanda kendisini de esir alacak, kendi kontrolünü tamamen yok edecek bir radikalizmi de hazırlıyordu. Bugün HDP gerçekten de kendi kalabalıklarını kontrol etmekten aciz duruma düşmüş olabilir, ama bu onu bu kalabalıkların ortaya koyduğu terör, vandalizm, yağmacılık ve vahşetin sorumluluğundan kurtarmaz. Bu vahşet taammüden 40 can aldı. Bunların arasında kurban eti dağıtırken o azdırılmış kalabalıkların linçine maruz kalarak, damdan atılarak, bıçaklanarak ve kafası ezilerek vahşice katledilen 16 ya- şındaki Yasin Börü de vardı. O masum bebeklerden Yasin’e uygulanan vahşetin canavarlarını üreten bir siyasetin üretebileceği hiç bir olumlu değer olamaz. cezalandırma arzusu bir bedene o kadar şiddetli bir biçimde odaklanıyor ki, adeta bir ölümü yeterli görmeyip bedene biteviye işkenceye dönüşüyor. Terörist Laik Olunca, Muhabbet Kavî Olur! Yıllar önce PKK’lı cesetlerine kötü muamele üzerine burada da yazdığımı hatırlıyorum. Bedene bu işkence neresinden bakılırsa derin bir sapkınlık. Bunu kim yaparsa yapsın… Yasin Börü Kobani’yi kurtarmaya çalışan, Kobani’de bir insani trajedi olduğu için oraya dünyanın dikkatini çekmek üzere hareket eden kalabalıklarca öldürüldü. Bu olay 7 Ekim’de meydana geldi, yani yeni değil. Günlerdir bu olayın bütün detaylarını ezberlemiş olmalısınız. Kobani’de bir insanlık trajedisi olduğunu, IŞİD terör örgütüne karşı dünyanın ve tabii ki öncelikle Türkiye’nin hareket etmesi gerektiğini söyleyerek bu vahşi cinayeti işleyenler Kobani’ye nasıl bir yardım etmiş olabilirler? Cinayeti işleyen insanlar zaten insanlıktan çıkmış, fersah fersah uzaklaşmış. Onların irtikâp ettikleri terörden daha tehlikeli ve daha kötü bir terör olabilir mi? IŞİD’in öncelikle İslam’ın temel değerlerini katleden, onları tahrip ve tahrif eden bir terör teşekkülü olduğunda hiç kuşku duymadık da, Kobani dolayısıyla bu cinayet şebekesinin bir anda bir özgürlük savaşçısı muamelesi görmeye başlaması da başlı başına bir cinayet değil mi? Bu uyanıklığıyla örgüt aslında ‘özgürlük savaşçısı’ değerini de gasp etmiş, kaçırmış oluyor. ‘Kıstırıldığı daireden çıkarılan Yasin Börü birçok kişi tarafından bir defa değil, defalarca öldürülüyor. Önce silahla vuruluyor, sonra bıçaklanıyor, yetmiyor üçüncü kattan merdiven boşluğuna atılıyor. Bu esnada yere düşünceye kadar kenarlara çarparak zaten muhtemelen ölmüş olduğu sanılan Yasin düştüğü yerden sürüklenerek dışarıya çıkarılıp önce boğazı kesilmeye çalışılıyor sonra üzerinden arabayla geçiliyor, kafası taşla eziliyor, o da yetmiyor son olarak üzerine molotof kokteyli atılarak yakılıyor. Onun cesedi de, kendisiyle beraber öldürülen diğer iki arkadaşının da cesetleri bulunduğunda tanınmaz halde. En yakınları bile çok ince ipuçlarıyla cesetleri teşhis edebiliyorlar.’ Bu öldürme biçimi gerçekten tuhaf, bir bedenden, üstelik hiç tanımadığı birinin bedeninden hınç alma yoluna sapmış olan bu insanlar bir insana tek bir ölümü yeterli görmüyor, defalarca öldürüyorlar. Manzara ünlü Fransız tarih felsefecisi Michel Foucault’nun Hapishanenin Doğuşu’nda anlattığı korkunç infaz sahnesindeki vahşetin boyutlarını andırıyor ama onu da fersah fersah aşıyor. Orada da PKK’lıların şikâyet ettikleri her şeyin çok daha fazlasını kendi kavgalarıyla ilgisiz insanlara yapıyor olmaları bir tek şeyi gösteriyor: Verdikleri kavgada hiç bir etik kırıntının olmadığını... Maruz kaldıklarını iddia ettikleri ırkçılığa karşı kendi ırkçılıklarını seviyorlar sadece. Zulme karşı çıkmaları zulmün kendilerine yapılıyor olmasından, yoksa zulmün kendisine karşı değiller, kendileri başkasına yaptıkları sürece sorun yok. Yıllarca JİTEM’lerin türlü muamelelerine maruz kalmış Kürt halkına bugün öz-savunma birlikleri ayaklarıyla JİTEM’e rahmet okutan muameleleri reva görüyorlar. Dün JİTEM’in falii meçhullerine, adam kaçırmalarına, haraçlarına, baskılarına maruz kalan Kürtler bugün aynı muamelelerin çok daha ağırını, çok daha fazlasını KCK yapılanmasından görüyor. JİTEM’in doksanlarda uyguladığı da bir tür özerklikti, yani başına buyrukluktu, kanunsuzluktu. Onlar hiç olmazsa buna ‘demokratik’ demiyorlardı. Kobani olayları esnasında hepsi de özel olarak seçilmiş hedef evlere, işyerlerine saldırılarak evler kundaklandı, yakıldı. Belirlenmiş hedeflerin hepsi siyasi tutum olarak HDP’ye oy vermemiş olan veya HDP’ye muhalif insanların evleri ve işyerleriydi. Olayların toplamında kırkın üstünde insan öldürüldü. Diğer taraftan Yüksekova’da silahsız ve sivil giyimli 3 askerimiz, kalleşçe, şehrin ortasında kafalarına ateş edilerek öldürüldü. Bu kafanın Kobani’de kimi kimden kurtaracağını düşünebiliriz? Bütün bunların üstünde Batı basınında son günlerde PKK saflarında savaşan kadın görüntülerinin bolca kullanılması neyin mesajı sizce? Onca IŞİD haberinden sonra elinde silah, savaşan açık kadın görüntüsünün verdiği laiklik mesajları PKK’nın vahşetinin ve terörizminin aklanmasına yetiyor mu? Terörizm, laiklik görüntüsünde geldiğinde kabul görebiliyorsa, karşı çıkılan terör değil, sadece ve basitçe terörü kimin yaptığıdır. Laik olduğunu kanıtlayınca vahşeti ve terörü görmezden gelinebiliyorsa, ki öyle olduğu anlaşılıyor, terörle mücadele eden yüzün üzerindeki bir maske daha düşüyor demektir. Maskenin ardında ne mi var? Maske zaten bu bin bir suratı örtmeye yetmiyor ki? KASIM 2014 73 DIŞ POLİTİKA ORTA DOĞU’DA KESŞEN POLTKALAR VE GRFT LŞKLER Türkye’dek demokratk değşm sürecnn etksyle harekete geçen Arap Baharı özgürlük, demokras ve hak arayışlarını bölgesel ve küresel çıkarlarına cdd br tehdt olarak algılayan egemen güçlern savaşıdır bu. Daha özet olarak Batı-İsral hegemonyasına karşı gderek güçlenen İslam toplumlarının drencn ve hazırlığını erken boğma ve bastırma operasyonudur. Aydın BOLAT SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı S on dönemde Irak-Suriye ekseninde yaşananlar, bunların bölgesel ve küresel yansımaları ile Türkiye üzerinde etkileri uluslararası gündemin en önemli konusu olmuştur. Bu durum olan-biten ve devam eden süreçlere daha geniş bir perspektiften bakmayı gerektiriyor. Küresel çapta büyük fotoğrafa dikkat edilirse; uluslararası güç dengelerinde önemli değişimler yaşandığını, buna bağlı olarak da bölgemizdeki vesayet statükosunun sarsıldığını yaşayarak görüyoruz. Orta Doğu düzeni yeniden kurgulanıyor, sınırlar değişecek! IŞİD Ne Kadar Büyük Bir Tehdit? Haziran ayından itibaren Irak ve Suriye’deki operasyonlarıyla adını etkili bir şekilde duyurmaya başlayan “yeni oyuncu” IŞİD’e karşı sürpriz bir küresel savaş seferberliği başlatıldı. Galler’deki NATO zirvesinin sonrasında, 11 Eylül miladının 13. yıldönümü olan 11 Eylül 2014 tarihinde hem de Demokrat Başkan Barack Hüseyin OBAMA tarafından Orta Doğu’daki bir “terör örgütü”ne karşı orantısız ve asimetrik küresel bir tepkiyle savaş çağrısı yapıldı. ABD liderliğindeki Batı ittifakının oluşturduğu koalisyona bölgeden Arap ülkelerinin de katılımıyla IŞİD’a karşı savaş cephesi kısa bir sürede 40 ülkeyi aşan bir sayıyla genişledi. Altı üstü bir terör örgütüne karşı bir dünya gönüllüler cephesi kuruldu! ABD, İngiltere, Fransa savaş uçaklarının yanında Belçika, Danimarka, Avustralya, Suudi Arabistan, Katar jetleri Irak ve Suriye’deki IŞİD hedeflerine günlerdir bomba yağdırıyorlar. IŞİD gibi muhayyel bir terör örgütüne karşı ABD liderliğindeki Dünya..! Bu abartılı, orantısız ve asimetrik küresel tepki neden? Bu size de garip gelmiyor mu? Yoksa mesele IŞİD değil mi? IŞİD üzerinden kimler neye karşı güç mücadelesi veriyorlar? IŞİD terörü neyin gerekçesi, nelerin bahanesi? Bu nasıl bir oyun, hedefi ne? Bu uluslararası algı operasyonunun bölgesel ve küresel mesajı nedir? Bu soruların küresel jeopolitik konjonktürde sanırım iki cevabı var. Birincisi; Orta Doğu İslam Coğrafya- 74 KASIM 2014 sı halklarının Türkiye’nin desteğinde bölge vesayet statükosuna ve uluslararası sisteme karşı isyanına erken mani olmak çabası. Doğu’nun uyanışı ve ayaklanmasını stratejik takaddümle önleme mücadelesi. Türkiye’deki demokratik değişim sürecinin etkisiyle harekete geçen Arap Baharı özgürlük, demokrasi ve hak arayışlarını bölgesel ve küresel çıkarlarına ciddi bir tehdit olarak algılayan egemen güçlerin savaşıdır bu. Daha özet olarak Batı-İsrail hegemonyasına karşı giderek güçlenen İslam toplumlarının direncini ve hazırlığını erken boğma ve bastırma operasyonudur. İkincisi; Ukrayna krizinde Rusya’nın işgalci ve saldırgan tutumuna karşı onunla savaşı göze alamayan ABD ve Avrupa’nın Orta Doğu’da muhayyel bir düşman IŞİD üzerinden cevap vererek küresel hegemonyasını güncelleme girişimidir. “Mahallenin kabadayısı benim, raconu ben keserim” algısını yaratma çabası. Esas hedef IŞİD değil, tek egemen güç olduğunu kanıtlamak... Aktörlerin Kesişen Politikaları Bu büyük fotoğrafın detaylarında daha spesifik çıkarlar ve politikalar var. Batı; diktatör ve despot yönetimler üzerinden bölgeyi elinde tutmak istiyor, yönetimlere oynuyor. Orta Doğu ülkelerini mezhep ve etnisite üzerinden parçalara ayırarak, birbirleriyle savaştırarak Batı’ya zararsız ve kendi enerjisinde boğulan kaos içinde bir Orta Doğu yaratmak istiyor. Kürt kartı ve IŞİD üzerinden Türkiye ve bölge jeopolitiğini destabilize ediyorlar. Büyük Kürdistan hayallerini kullanarak Bağımsız Kürt Devleti yani bölgede ikinci İsrail’i yaratmak amaçlanıyor. Türkiye’nin çözüm sürecine karşılık Batı-İsrail güdümünde Bağımsız bir Kürdistan… Türkiye’nin, Barzani’nin ve Öcalan’ın dışlandığı bir Kürt vizyonu sahnelemek isteniliyor. Batı; Türkiye’yi Suriye ve Irak’ta savaşa sokarak oyalamaya ve İran’la rekabete çekmeye zorluyor. Suriye’de Irak’ta, bölgede ve ülke içinde Türkiye’nin çözüm, barış ve ittifak politikaları berha- KASIM 2014 75 Çözüm karşıtı br avuç zavallı HDP-PKK-KCK’lının Koban provokasyonuyla bıraktığı, hayal kırıklığı, kandırılmak, arkadan hançerlenmek ve barışa hanettr. Ancak büyük Kürt kamuoyuna ve 76 mlyon Türkye’nn radesne rağmen vandallık, şddet ve hanet kazanamaz. gün açıkça görülüyor. ABD ve Batı istiyor diye Türkiye, IŞİD’a düşman olup, cephe açıp savaşamaz. Türkiye Ne İstiyor ve Ne Öneriyor? va edilerek, oyun kurucu aktör rolü kırılmak isteniliyor. Batı-İsrail ittifak blokunun içinde alt aktörlerin de kendilerine özgü politika ve hesapları var. ABD tek hegemon ve egemen güç olmak isterken, İngiltere Sykes-Picot düzenini sürdürmek istiyor. Almanya; Orta Doğu’da enerjiden pay almak isterken, Rusya asırlık kazanımlarını korumak çabasında... İsrail güvenliğini ve Büyük İsrail’in hesaplarını yaparken, İran bölgesel etkinliğini artırmak ve Batı-İsrail ekseniyle uzlaşarak yeni konumlar elde etmek istiyor. Etki alanındaki daha küçük aktörler de yangından mal kaçırmak yarışındalar. KDP’nin Rojova’da PKK ve PYD ile aktörlük mücadelesi var. PKK, Türkiye ile müzakereden maksimum kârla çıkıp bölgeyi kalıcı bir misyonla tek başına yönetmek istiyor. Bütün bu hesapların ortasında Türkiye ne yapıyor ve ne yapmak istiyor? Bölgede ve içeride halklara dayanan ve halk iradesini önceleyen bir siyaseti önceliyor. Yani halklara oynuyor. Yerli dinamiklerin etkin olduğu Yeni Orta Doğu için çalışıyor. Kürtlere ve Araplara bölgenin geleceğini birlikte kuralım 76 KASIM 2014 diyor. Ülke içinde ve bölgede Kürtlerle savaşarak değil onları da yanına alarak geleceği hazırlamak istiyor. Bunun için çözüm sürecini bütün provakatif saldırılara rağmen sürdürmek istiyor. Türkiye, müttefikleri ABD ve Avrupa’nın Arap Baharı ve özelde Suriye-Irak konusunda yanlışlarını ve telafisi mümkün olmayan hatalarını gösteriyor, IŞİD karşısında çaresiz ve öngörüsüz tutumlarını eleştiriyor. Terör belasından çok acı çekmiş bir ülke olarak elbette Terörle Mücadeleyi uluslararası bir mücadele olarak önemsiyor ve destekliyor. Türkiye Suriye ve Irak krizinden en çok etkilenen ülke; milyonu aşan mülteciye kucak açmış, savaşın ateşi, yangının alevi yüzüne vuruyor. Bölge jeopolitiğine duyarlı fay hatları var. Sınırları boyunca süren savaş karşısında müttefiklerinin rahatı ve konforu Türkiye’de yok. Bunun için Türkiye’nin uyarıları, çağrıları çok önemli. Esed’e müsamaha, Maliki’ye himaye radikalizmi ve terör gruplarını besler derken, bölgede demokrasi desteklenmezse umutsuzluk ve şiddet güçlenir diye feryat ederken Türkiye haklıydı. Eskimiş strateji ve yöntemlerle Orta Doğu’nun anlaşılamayacağı bu- Suriye sınır hattı boyunca uçuşlara yasak “güvenlikli bölge”... Suriye’deki ılımlı muhalif unsurlar için eğit-donat önerisi... Buradan çıkan sonuç Esed rejiminin devrilmesi, Suriye ve Irak’ta yaşayan halkların geleceğinin garantiye alınması. Müttefiklerine Türkiye’nin önerileri ve şartları bunlar. Eğit-donat önerisine sıcak bakılırken diğerleri üzerinde müzakere ve pazarlıklar sürüyor. Bu konularda BM’den bir karar çıkartmak mümkün gözükmüyor ancak ABD isterse uluslararası koalisyonun teminatı altında pekâlâ operasyon yapılabilir. Rusya ve İran’ın muhalefetinin bir problem yaratması bir türlü önlenebilir. “Güvenlikli bölge” Türkiye ile birlikte NATO ülkeleri ya da Müslüman ülkelerin çoğunlukta olduğu bir barış gücüyle oluşturulabilir. Muhalif unsurların eğitimi ve donatımı da bu alanlarda yapılırken olası mülteci akınları da o bölgelerde karşılanabilir. “Güvenlikli Bölge” Türkiye’nin Olmazsa Olmazı… Bölgemizdeki ve özellikle Suriye’deki krizin çözümü için Türkiye’nin önerdiği “uçuşa yasak güvenlikli bölge” uluslararası toplum ve müttefiklerimiz tarafından kabul görmezse Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un dediği gibi “Suriye halkı ve Türkiye’nin güvenliği uluslararası toplumun insafına bırakılamaz.” Türkiye’nin öncülük yapacağı bölgedeki müttefiklerin (Peşmerge güçleri gibi) desteği ile Suriye içerisinde alanı, sınırları, haritası ile insani ve güvenlik amaçları Başbakan Davutoğlu tarafından açıklanan bu operasyon en kısa zamanda gerçekleştirilebilir. Ayn el-Arap (Kobani), Süleyman Şah Türbesi hassasiyeti ile sınır hattındaki diğer risk ve tehditler dikkate alınarak TSK, tankları, topları, zırhlı araçları ile bütün askeri hazırlıkları tamamlamış durumdadır. Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hulusi Akar “etrafımız ateş çemberinde her türlü savaşa hazır olmalıyız.” diyerek, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu ciddi vaziyeti, mecbur kalması halinde her türlü reaksiyonu verebileceğini en açık bir şekilde dosta ve düşmana duyurmuştur. Bu hal Türkiye’nin içeride ve dışarıda karşı karşıya kaldığı tehdit ve risklerin karşılanması için meşru müdafaa hakkından doğan tabii bir meşruiyet durumudur. İşte bütün bunları ve Suriye ve Irak’taki terörist örgütlerden Türkiye’ye yönelebilecek saldırıların bertaraf edilmesini öngören Başbakanlık tezkeresi Ekim ayı başında TBMM’de kabul edildi. Tezkere, “TSK’nın gerektiği takdirde sınır ötesi harekât KASIM 2014 77 Bütün bu hesapların ortasında Türkye ne yapıyor ve ne yapmak styor? Bölgede ve çerde halklara dayanan ve halk radesn önceleyen br syaset öncelyor. Yan halklara oynuyor. Yerl dnamklern etkn olduğu Yen Orta Doğu çn çalışıyor. Kürtlere ve Araplara bölgenn geleceğn brlkte kuralım dyor. Ülke çnde ve bölgede Kürtlerle savaşarak değl onları da yanına alarak geleceğ hazırlamak styor. Bunun çn çözüm sürecn bütün provakatf saldırılara rağmen sürdürmek styor. ve müdahalede bulunmak üzere yabancı ülkelere gönderilmesi ve aynı amaçlara yönelik olmak üzere yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması, bu kuvvetlerin, hükümetin belirleyeceği esaslara göre kullanılması ile risk ve tehditlerin giderilmesi için her türlü tedbirin alınması ve bunlara imkân sağlayacak düzenlemelerin hükümet tarafından belirlenecek esaslara göre yapılması için 4 Ekim 2014 tarihinden itibaren 1 yıl süreyle izin verilmesine Anayasa’nın 92. Maddesi uyarınca arz ederim. Ahmet Davutoğlu, Başbakan.” ifadesi ile talep edilerek onaylandı. “Suriye rejimi kaynaklı tehditlerin kapsamı, terör tehlikesi ile birlikte genişlemiş; bölgesel ve uluslararası barış, güvenlik ve istikrara yönelik ciddi bir tehdit haline gelmiştir.” ifadesi kullanılan tezkerede “IŞİD ve benzeri terör örgütleri…” ifadesine yer verilerek Türkiye’nin IŞİD’a karşı pozisyonuna da dikkat çekilirken “Irak’ın Kuzey bölgesinde, silahlı PKK terör unsurları varlığını sürdürmektedir” denilerek PKK’ya özellikle dikkat çekilmiştir. Bölgedeki özellikle tüm terör örgütlerinin faaliyetlerine karşı BM üyesi tüm ülkelere, 1373 sayılı BM Güvenlik Konseyi Kararı ve uluslararası hukuk çerçevesindeki sorumluluklarına uygun şekilde gerekli tedbirleri alma çağrısında bulunulmuştur. Çok Aktörlü Kaotik Bir Süreç Görüldüğü üzere Kürt meselesi gibi IŞİD üzerinden Irak-Suriye eksenli Orta Doğu sorunu da çok aktörlü bir uluslararası ve küresel bir problemdir. Küresel güçlerin, bölgesel aktörlerin ve yerel oyuncuların strateji ve politikalarının menfaat ve pratik hesaplarının kesiştiği, girift ilişkilerin yaşandığı bir karmaşa ortamı var. Açık-gizli operasyonlar, legal-illegal psikolojik algı yönetimlerinin uygulandığı, diplomatik pazarlıkların baş döndürdüğü ve istihbarat örgütlerinin cirit attığı bir kaotik süreç yaşanıyor. IŞİD’ın Irak-Suriye operasyonları, Musul işgali, Telafer, Tuzhurmatu, Tikrit, Mahmur, Kerkük, Erbil 78 KASIM 2014 saldırıları, Sincar (Şenkal) Ezidi bölgesi girişi, Ayn el-Arap (Kobani) harekâtı ve bunun 6-7 Ekim’de Türkiye’deki sokak şiddetiyle yansımaları bölgemizde yukarıda izah etmeye çalıştığımız aktörlerin güç, alan ve statü mücadelelerinin farklı yansımalarıdır. Türkiye bu mücadelelerin odağında bulunuyor. Kürt meselesiyle ilgili Çözüm Süreci üzerinden içeride ve bölgede dominant durumdadır. 1200 km’lik sınır hattıyla Suriye ve Irak krizine temas halindedir. Medeniyet, tarih, coğrafya ve kültür derinliğiyle bölgenin sıkıntı ve sorunlarının ortağıdır. Çözüm Sürecini Teröre Kurban Vermeyiz The Guardian Türkiye için haberden çok beklentilerini şöyle yazıyor: “Suriye’deki kriz Türkiye’yi yeni bir krize düşürdü, ekonomik yavaşlama ve sosyal bölünmelerle yüzleşti. IŞİD tehdidi büyürken kendi içinde kuşatılan ülke, komşularını ve müttefiklerini de kaybediyor. Kobani gerekçeli eylemlerde 35 kişi öldü, büyüme 4’ten 3,3’e düşürüldü. AB ilerleme raporu olumsuz. “Gezi: Gerçekten Yeni Türkiye” diyenler az değil. Kürtler ve dindar milliyetçiler yine çatışıyor…” IŞİD’e karşı Kobani’de Türkiye’den yardım bekleyen PYD lideri Salih Müslim “Türkiye için Şam ile savaşamayız” diyor. Çözüm sürecinin bir tarafı olan PKK-HDP Kobani için Kürt halkını sokağa, şiddete, vandallığa çağırıyor. Kobani’den gelen 200 bine yakın Kürde kucak açan Türkiye’ye savaş açıyorlar. Kobani’de Kürtlere IŞİD, Türkiye’de Kürtlere PKK saldırıyor. IŞİD; Rakka, Musul, Tuzhurmata, Telafer, Tikrit’i, işgal edince, Türkmen, Şii, Arap öldürüldüğünde kılını kıpırdatmayanlar, iş Kobani’ye gelince kıyameti koparıyorlar. “Barışa Öcalan, savaşa biz karar veririz.” (C. Bayık) diyerek, “işgalcilere karşı silah kullanmak meşrudur” (YPG-H) diyerek sokak olaylarıyla Türkiye’yi baskı altına almaya çalışıyorlar. Sincar ve Kobani’deki karton kanton devrimleri baş- larına devrilenler bu bitişin, tükenişin, sükut-u hayalin, acziyetin, yalnızlığın acısını Türkiye’den çıkarmaya çalışıyorlar. Türkiye’ye rağmen ABD-İsrail’le iş tutmaya çalışarak Rojova üzerinden güdümlü Büyük Kürdistan hayali kuranların ütopyaları yıkıldı. Takke düştü kel göründü. Öcalan’ı, Barzani’yi ve Türkiye’yi dışlayan ve ‘çözüm süreci’ni çökertmek isteyenlerin (bir kısım PKK, HDP, Kandil baronları) plan ve stratejileri berhava oldu. IŞİD’a karşı duramayanlar, Türkiye’yi destabilize edeceklerdi akıllarınca, başaramadılar, başaramazlar. Öcalan, “Kobani ile ilgili protestoların kontrolü sağlanmalıdır. Taraflar diyaloğu güçlendirmeli…” çağrısı yaparken, Barzani: “Türkiye bize silah gönderdi. Ama konjonktür gerekçesiyle açıklanmasını istemedi. Türkiye’nin IŞİD’i desteklediğine dair elimizde bir veri yok. Ben Türkiye’yi dost olarak görüyorum ve Kürdistan bölgesinin gelişimine karşı duracağını sanmıyorum. Türkiye ile büyük ilişkiler devam ediyor ve kuvvetini koruyor.” (SKY News) derken, Başbakan Ahmet Davutoğlu; “Çözüm Sürecini teröre kurban vermeyiz” iradesini gösterirken Kürtlerin de Türklerin de çözüm ve barıştan başka bir yolu ve çıkışı yoktur. Çözüm karşıtı bir avuç zavallı HDP-PKK-KCK’lının Kobani provokasyonuyla bıraktığı, hayal kırıklığı, kandırılmak, arkadan hançerlenmek ve barışa iha- nettir. Ancak büyük Kürt kamuoyuna ve 76 milyon Türkiye’nin iradesine rağmen vandallık, şiddet ve ihanet kazanamaz. Sonuç: Türkiye İç ve Dış Tehditleri Karşılayacak Güçtedir Sonuç olarak, Türkiye hem içerideki çözüm ve barış sürecine yönelik dışarıdan destekli PKK tehdidini, hem de IŞİD üzerinden beslenen risk ve tehditleri karşılayacak güçtedir. Türkiye, ABD liderliğindeki koalisyonun IŞİD tehlikesine karşı 400 milyar dolarlık savaşını yetersiz, tehlikeli ve öngörüsüz buluyor. Bütüncül bir strateji ile bütün Suriye ve Irak’ı kapsamayan, tek boyutlu, geçici, tek bölge ya da tek şehre endeksli olmakla eleştiriyor. Bunun yerine Türkiye müttefiklerine ve dostlarına, kapsamlı bir strateji ile tüm Suriye ve Irak’ı içerisine alan, ilkeleri açık, hedefleri net, sonuçları belirli, kültürel, siyasi, ekonomik boyutları olan bütüncül bir projeye ihtiyaç olduğunu ısrarla seslendiriyor. Kalıcı bir çözüm için oryantalist önyargılar ve İslamofobik kaygılardan uzak insani bir yaklaşım şarttır. Müslümanlara düşen görev ise Kur’an’ın emrettiği gibi, birlik ve dirlik içinde dayanışmak, her alanda güçlü olmak, böylece kimsenin onlara saldırmaya cesaret edememesini ve güçlerinin “herkese adalet” için kullanılmasını sağlamak olmalıdır. KASIM 2014 79 DIŞ POLİTİKA Men Meydanı olayı üzerindeki sert tutumu Hong Kongluları korkutmuş ve İngiltere yönetimindeki Hong Kong’un demokrasi sistemine kavuşması için çalışmalar başlatılmıştı. HONG KONG’DA DEMOKRATİK HAREKET-1 Doç. Dr. Erkin EKREM SDE Uzmanı Ç oğunluğu Çinli yaklaşık 7 milyon nüfusu ve 6,544/km² nüfus yoğunluğu olan Hong Kong bölgesi, 1840 yılında, Britanya ile Mançu İmparatorluğu arasında yaşanan Afyon Savaşı sonrası savaş tazminatı olarak İngiltere’ye 100 yıllığına kiraya verilmişti. İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru Çin Cumhuriyeti (1911-1949) Devlet Başkanı Çan Kay-şek, Hong Kong’u geri almaya çalışmıştı. Winston Churchill bu talebi reddetmişti. Çin Halk Cumhuriyeti, 1984 yılında, Hong Kong’un geri alınması konusunu tekrar gündeme getirmişti. Döneminin Çin liderlerinden Deng Xiaping ile İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher arasında yapılan görüşmelerden sonra, 19 Aralık 1984’te imzalanan bir bildirgeye binaen Hong Kong yönetiminin 1 Temmuz 1997’de Çin’e devredileceği deklare edilmiş- 80 KASIM 2014 ti. Deng Xaoping, Hong Kong’un egemenliği Çin’e geçtikten sonra, sosyal ve ekonomik sistemin, mevcut yasaların ve yönetim tarzının değişmeyeceğini ifade etmişti. En önemlisi Hong Kong’un özel konumu ve uluslararası ticaret ve finans merkezi olma özelliği değişmeyecekti. Hong Kong’un diğer ülke ve bölgelerle olan ekonomik ilişkileri de devam edecekti. Pekin Hükümeti, ordu göndermenin dışında, Hong Kong Hükümetine memur göndermeyecekti. Çin ordusu sadece Hong Kong’un güvenliğini sağlayacaktı, Hong Kong’un içişlerine karışmayacaktı. Bu politika 50 yıl değişmeyecekti. Çin’in Hong Kong politikası “bir devlette iki sistem” olarak adlandırılmış, Çin’in sosyalizmle, Hong Kong’un ise kapitalizmle yönetilmesi gündeme gelmişti. Ancak Pekin Hükümeti’nin 4 Haziran 1989’daki Tian-an Hong Kong yönetiminin 1 Temmuz 1997’de Britanya’dan Çin’e devredilmesi ile birlikte, Çin Halk Kongresinde Çin Halk Cumhuriyeti Hong Kong Özerk Yönetimi Bölgesi Temel Yasası hazırlanıp karardan geçmişti. Söz konusu yasanın 45. maddesinde: “özerk bölge başkanı seçim ve istişare yoluyla ortaya çıkacak ve merkezî hükümet tarafından görevlendirecektir” diye belirtmekteydi. Başkan adayı ise, geniş temsilli Aday Gösterme Komitesi tarafından demokratik prosedürler ile aday gösterilerek halkın seçimine sunulacaktır. Hong Kong toplumunda ise, Aday Gösterme Komitesi’nin gerçekten “geniş temsilli” olabileceğine dair endişeler vardı. Uluslararası önemli finans, hizmetler ve denizcilik merkezi olarak bilinen Hong Kong; yönetimdeki temizlik, toplumsal istikrar, ekonomik özgürlük, vergi sisteminin kolaylığı ve hukuk sisteminin mükemmel olması ile övünmekteydi. Küresel Finans Merkezleri Endeksi verilerine göre, Hong Kong çoğu zaman dünyanın üçüncü büyük finans merkezi olarak tespit edilmektedir. Hong Kong, aynı zamanda dünyanın en güvenli, yaşam standardı ve refah seviyesi yüksek ve ortalama yaşam süresi uzun olan bölgelerden biridir. Hong Kong’daki demokrat taraftarlar, Hong Kong Özerk Bölgesi Başkanının ve Özerk Bölge Meclis (Yasama Konseyi) üyelerinin halk tarafından seçilmesini istemektedir. Hong Kong’daki demokratikleşme süreci İngiliz yönetimi döneminde başlamıştı. Pan-demokrasi Kampı adıyla bilinen demokratlar, 1980 yılında Hong Kong Hükümetinin ve meclisin doğrudan seçim yoluyla oluşturmasını istemiş ve bu uygulamanın 1988 yılında yapılacak seçimde hayata geçirilmesini talep etmişti. Ancak doğrudan seçim 1991 yılında gerçekleşebilmişti. 1995 yılında Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu Hong Kong’un Meclis seçiminin Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin 2. (1), 25. ve 26. maddelerine uyumlu olmadığını beyan edince, Hong Kong demokratları derhal kapsamlı genel seçime gidilmesini talep etmişlerdi. Hong Kong Özerk Bölge Meclisi ise, bu eleştiriye cevap vermeye çalışmıştı. 10 Hazran 2014’te, Çn Hükümet “Br Devlette İk Sstemn Hong Kong Özerk Bölgesnde Uygulanması” başlıklı br ktap yayınlamıştır. Bu raporda, merkezî hükümetn Hong Kong üzernde kapsamlı yönetm hakkının olduğu, özerklk yetksnn ancak merkezî hükümetn onayı le meşru olacağı ve “tek devlet” “k sstemn” ön şartının yukarıda fade edlenler olduğu belrtlmektedr. Raporun yayınlanması demokratların şddetl tepksne neden olmuştur. Bu gelişmelerle birlikte, Hong Kong’un sivil toplumunun gelişmesi de hızlanmıştı, ancak “tek devlet” ile “iki sistem” arasında ideal bir denge bulması kolay olmamıştır. 1990 yıllarının başında kurulan Hong Kong Demokrat Partisi, Hong Kong Liberal Partisi ve Hong Kong İhya ve İlerleme Demokratik İttifakı gibi partiler, 2007 yılındaki Özerk Bölge Başkanlık seçiminin ve 2008 yılındaki Meclis Seçiminin halk tarafından yapılmasına destek vermişti. 1 Temmuz 2003’te, 500 bin Hong Konglu sokağa dökülerek 2007 ve 2008 yıllarında yapılacak seçimlerin halkın oyuyla yapılmasını talep etmişti. Bu talepler ABD ve İngiltere tarafından desteklenmişti. Bu talepler üzerine 26 Nisan 2004’te Çin Halk Kongresi, 2007 yılındaki Özerk Bölge Başkanlık seçiminin genel seçim olmayacağına ve 2008 yılındaki Özerk Bölge Meclis üyelerinin sadece yarısının genel seçim ile oluşturulacağına dair karar almıştı. Bu karara karşı Hong Konglu demokratlar 3 Aralık 2005’te, 250 bin kişilik bir protesto faaliyeti düzenlemişlerdi. 22 Aralık’ta Pekin Hükümeti mevcut kararının arkasında olduğunu tekrar etmişti. 7 Ekim 2007’de Hong Konglu demokratların çağrısıyla 7 bin şemsiyeli Hong Konglu, 2012 yılında genel seçime gidilmesini talep etmiş, Guinness Rekorlar Kitabına giren bir protesto gerçekleştirmişti. 29 Aralık 2007’de, Çin KASIM 2014 81 Street’te “Wall Street’i İşgal Et” (Occupy Wall Street) eylemi başlatılmıştı. Bu yeni tipteki halk eylemleri ve toplumsal hareket Hong Kong’da da yankı bulmuştu. Ekim 2011’de, Hong Kong’un yönetim ve finansal merkezi olan Chung-huan’de benzer bir şekilde “Merkezi İşgal Et” (Occupy Central) eylemi yapılmıştı. Bu eylemin, işgal edilen bölgede birçok bankanın, çokuluslu finans kuruluşlarının ve çok sayıda konsolosluğun bulunması sebebiyle, Hong Kong’un siyasî, ekonomik ve toplumsal yaşamını etkilemesi söz konusudur. 13 Ağustos 2012’de Hong Kong Yüksek Mahkemesi bu eyleme karşı ihtiyati tedbir kararı alınca 11 Eylül’de işgal hareketi sona ermişti. Halk Kongresi aldığı kararla eski tutumunun devam edeceğini duyurmuş ve Özerk Bölge Başkanının seçimi için ancak 2017 yılında genel seçim yapılabileceğini beyan etmişti. Aynı günde 7 bine yakın Hong Konglu bu kararı protesto etmişti. 13 Ocak 2008’de çoğunluğu demokratlardan ve Hıristiyan cemaati mensuplarından oluşan 20 binden fazla Hong Konglu, 2012 yılında genel seçim istedikleri, 2017 yılındaki sahte demokrasiyi istemedikleri sloganı ile bir gösteri düzenlemişti. Hong Kongluların bu demokrasi faaliyetleri kararlı Pekin Hükümeti ve Hong Kong Hükümeti karşısında beklendiği sonuçları almış sayılmaz. Hong Kong Demokratlar Partisi’nin 5 milletvekili, Ocak 2010’da istifa ederek ara seçim yolunu açmakla toplumun demokrasi duyarlığını arttırmayı ve Hong Kong’un siyasî geleceğini güçlendirmeyi amaçlamıştı. Ancak bu girişim de beklendiği gibi sonucu alamamış ve 15 Mayıs’taki ara seçime sadece % 17,1 seçmen katılmıştı. Aynı yılın Haziran ayında Hong Kong Meclisi’nde gerçekleşen 2012 Hong Kong Siyasi Sistem Reform Programı oylamasında demokratlar arasında fikir ayrılıkları yaşanmış ve aralarındaki ittifak zarar görmüştü. Bunun sonucunda toplumun bir kısmı 2017 yılında gerçekten bir genel seçim yapılıp yapılmayacağı hususunda endişe duymaya başlamıştır. 82 KASIM 2014 2012 yılı Hong Kong Özerk Bölgesi Başkanlık seçiminde, Seçim Komisyonu tespit çalışmasının sonucunda demokratlar ancak bir aday çıkarabilmiş ve Pekin yanlıları ise iki aday çıkarabilmişti. 25 Mart 2012’deki seçim sonucunda, Pekin’e yakın olan Leung Chun Ying seçilmişti. 1997 yılından bu yana dört seçim yapılmış, hepsinde de Pekin’e yakın olan adaylar kazanmıştı. 29 Temmuz 2012’de 10 bine yakın Hong Konglu, Çin’in ülke ve ulus sevme eğitim uygulamasına karşı protesto faaliyeti düzenlemişti. Hong Konglular, Eylül 2012 ayından itibaren yeni eğitim-öğretim yılında okutulması planlanan “Çin Vatandaşlık Bilgisi” dersinin bir çeşit “beyin yıkama” olduğu görüşündedir. Çin’in bu uygulamasına karşı üniversite öğrencileri ile birlikte lise öğrencileri de protestoya iştirak etmiş ve sonuçta Öğrenciler Düşünce Akımı (Scholarism) Örgütü’nü vücuda getirmişlerdir. Başında 1997 doğumlu Joshua Wong (Hristiyan) bulunmaktadır. Bu gelişmelerden anlaşıldığı gibi Pekin’in Hong Kong üzerindeki etkisi giderek güçlenmektedir. Hong Kong’da “Merkezi İşgal Et” Hareketi 17 Eylül 2011’de, sosyal eşitsizliği ve şirketlerin ABD yönetimi üzerindeki nüfuzunu protesto etmek için ABD’de çoğunluğu eğitimli gençlerden oluşan ve ABD’nin finansal kalbi olan New York Wall Soldan Zhu Yao Ming, Benny Tai Yiu-ting ve Chan Kin Man 27 Mart 2013’te, Hong Kong Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyeleri Doç. Dr. Benny Tai Yiuting (Hıristiyan) ve Zhu Yao Ming, Hong Kong Çin Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Chan Kin Man ve Hong Kong Baptist Churches Papazı Zhu Yao Ming gibi akademisyenler birlikte Sevgi ve Barış ile Merkezi İşgal Et (Occupy Central with Love and Peace) inanç belgesini yayımlamıştı. Bundan önce Benny Tai Yiu-ting, 16 Ocak 2013’te bir yazısında sivil itaatsizliğin en büyük kitle imha silahı olduğunu ileri sürerek işgal faaliyetinin planlarını ortaya koymuştu. Bu işgal hareketinin amacı, 2017 yılı Hong Kong Özerk Bölgesi Başkanının halk tarafından seçilmesini sağlamak ve mevcut Seçim Komisyonun aday belirlemesine engel olmaktır. 10 Haziran’da söz konusu üç kişinin başlattığı “Merkezi İşgal Et” hareketi, karar verme mekanizmalarını oluşturduklarını ve ilgili teknik sorunların çözümlendiğini beyan etmişti. Bu hareketin daha geniş kitleleri bildirilmek için görsel ve yazılı medyada teşvik edilmesine çalışılmıştı. Bu esnada Hong Kong yönetimi 4 Aralık 2013’te, 2017 yılı Özerk Bölgesi Başkanı ve 2016 yılı Özerk Bölgesi Meclis Üyeleri Polslern sert davranışının ve daha önce hç kullanılmayan gaz bombasının etksyle toplumda daha fazla tepk toplamış, bu durum daha fazla protestocunun katılmasına sebep olmuştu. Önce 30 bne, sonra 100 bne ulaşan eylemcler, Hong Kong’un syasî ve tcarî faalyet merkez olan Mong Kok’u, Wan Cha ve Causeway Bay bölgelern de şgal etmşlerd. seçimleri ile ilgili siyasî reform danışmanlık görüşmelerini başlatmıştır. Ocak 2014’ten Ekim 2014’e kadar bir kaç kez yapılan kamuoyu yoklamalarında, 60 bini aşan Hong Konglunun % 90’ının 2017 yılında yapılacak olan genel seçimlerde Başkan’ın seçilmesini istediği tespit edilmiştir. Ayrıca Hong Kongluların % 88’inin de Seçim Komisyonu’nun temsilciliğinin arttırılmasını istedikleri belirlenmiştir. Kamuoyu yoklamasına katılan Hong Kongluların başkan ve milletvekili seçiminde daha demokratik olma istekleri Hong Konglu demokratların özgüvenini de artırmıştır. Ancak Çin’e yakın olan kesimler bu kamuoyu yoklamasını küçümsemekte ve başarısız olacağına dair görüş beyan etmektedirler. 10 Haziran 2014’te, Çin Hükümeti “Bir Devlette İki Sistemin Hong Kong Özerk Bölgesinde Uygulanması” başlıklı bir kitap yayınlamıştır. Bu raporda, merkezî hükümetin Hong Kong üzerinde kapsamlı yönetim hakkının olduğu, özerklik yetkisinin ancak merkezî hükümetin onayı ile meşru olacağı ve “tek devlet” “iki sistemin” ön şartının yukarıda ifade edilenler olduğu belirtilmektedir. Raporun yayınlanması demokratların şiddetli tepkisine neden olmuştur. Demokratlara göre, merkezî hükümet Hong Kong Özerk Bölgesi için yapılan taahhüdü ihlal etmiş ve “bir devlette iki sistemi” yeniden tanımlamaya çalışmıştır. Hong Kong demokratları ve hukuk çevresi raporu protesto etmek için mitingler düzenlemiştir. 20 Haziran’da, Hong Konglu demokratlar “Merkezi İşgal Et” eylemini internet ortamında bir referandum düzeyinde düzenlenmiştir. Referandum ilk günün- KASIM 2014 83 leri ve başkan seçiminin söz konusu Seçim Komisyonu tarafından tespit edilip halk tarafından seçilmesine ilişkin karar geri alınsın; diğeri ise yeniden siyasî reformun başlaması ve mevcut Hong Kong Özerk Bölgesi Başkanı Leung Chun Ying’in Hong Kong halkının gerçek isteklerini yansıtan siyasi reform raporunu hazırlamasıdır. Eylemciler bunlar yapılmadığı takdirde eylemi arttıracaklarını ve Başkan Leung Chun Ying’in istifasını isteyeceklerini de beyan etmişlerdi.. den itibaren zaman zaman hackerlerin saldırısına uğradığı için oylamalar zorlukla yapılmış, buna rağmen 10 gün kadar devam etmiştir. Ancak 80 bine yakın Hong Konglunun katıldığı halk oylaması demokratların beklediği gibi sonuçlanmamış ve halkın çoğu “Merkezi İşgal Et” eylemini desteklememiştir. Hong Kong Öğrenci Birliği lideri Alex Chow Yong-kang ile Öğrenci Düşünce Akımı Örgütü lideri Joshua Wong 27 ve 31 Ağustos’ta Çin Halk Kongresi tarafından alınan kararlarla, Hong Kong Özerk Bölgesi Meclis Üyeleri ve Başkanının Seçim Komisyonu tarafından tespit edilerek adaylığa sunulacağı beyan 84 KASIM 2014 edilmişti. Bu durum bazı Hong Kongluların şiddetli tepkisine neden olmuş ve bu kararın Çin’in kontrolündeki sahte seçim olduğu dile getirilmişti. Bunun üzerine 27 Eylül akşamı, “Merkezi İşgal Et” Eylem Komisyonu çağrısı ile sekiz kolej ve üniversite tarafından oluşan Hong Kong Öğrenci Birliği ve Öğrenci Düşünce Akımı Örgütü 50 bin kişi toplamıştı. Bir yıldan beri “Merkezi İşgal Et” eylemin hazırlığını yapan Benny Tai Yiu-ting bunu fırsatı bilerek 28 Eylül’de Hong Kong hükümeti merkezinin bulunduğu caddede protesto eylemine geçmişlerdi. Bu eylemle, hükümet binasını işgal etmek ve taleplerinin kabul edilmesini sağlamak amaçlanıyordu. Buna benzer bir olay daha önce Tayvan’da yaşanmıştı. Mart-Nisan 2014 aylarında Tayvan öğrencileri, hükümetin Çin ile yaptığı bir ticaret anlaşmasının Tayvan’ın ekonomisine zarar vereceği gerekçesi ile Tayvan Meclisini işgal etmişti. 23 günlük işgal eylemi Tayvan-Çin arasındaki anlaşmanın hayata geçirmesini engelleyememiş ve polisin müdahalesiyle öğrenciler Meclis’ten çıkarılmıştı. Ancak bu eylem, Ayçiçeği Öğrenciler Hareketi gibi güçlü bir muhalif örgüt yaratmıştır. Hong Kong eylemcilerinin iki talebi vardı; Çin Halk Kongresi’nin Hong Kong Özerk Bölgesi meclis üye- 28 Eylül’de 10 binlerce protestocu hükümetin bulunduğu Admiralty caddesine akın etmiş ve oturma eylemi yapmışlardı. Hong Kong Hükümeti bu eylemi yasadışı bir faaliyet olarak tanımlamış ve her zamankinden daha fazla polise müdahale emri vermişti. Hong Kong çevik kuvvet polisi 87 adet göz yaşartıcı gaz bombası kullanmıştı. Polislerin sert davranışının ve daha önce hiç kullanılmayan gaz bombasının etkisiyle toplumda daha fazla tepki toplamış, bu durum daha fazla protestocunun katılmasına sebep olmuştu. Önce 30 bine, sonra 100 bine ulaşan eylemciler, Hong Kong’un siyasî ve ticarî faaliyet merkezi olan Mong Kok’u, Wan Chai ve Causeway Bay bölgelerini de işgal etmişlerdi. Eylem boyunca memurların işe gitmeleri zorlaşmış, halkın yaşamı olumsuz etkilenmiş ve eyleme karşı Hong Kongluların da protestosu olmuştu. Hem eylemciler ile anti eylemciler arasında hem de eylemciler ile polisler arasında itiş-kakışlar ve arbedeler yaşanmıştı. Bazı eylemciler de gözaltına alınmıştı. Zaman içerisinde eylemcilerin sayısı da azalmıştı. Çin yönetimi ve Hong Kong yönetimi bu eylemin arkasında yabancıların, özellikle Batılıların parmağı olduğunu ifade etmiş ve eylemin mahiyetini hükümet karşıtı bir girişim olarak tanımlamıştı. Eylemcilerin direnişi ile Hong Kong yönetimin meydanı temizleme çağrısı gerilim yaratmaya devam ederken, eylem siyasal çıkmaza girmiştir. Eyleme karşı eylemler de meydana gelmiş, örneğin 12 Ekim’de 22 bin karşı eylemci “polisin meydan temizlemesine destek, hukukun uygulanmasına destek” sloganı ile Pekin ve Hong Kong Hükümetlerine destek çıkmıştı. Hong Kong Özel Yönetim Başkanı Leung Chun Ying, 12 Ekim’de Hong Kong’un yerel TVB (Television Broadcasts) kanalına verdiği demeçte sokakları göstericilerden temizlemek için güç kullanmak istemediklerini, ancak polisinin buna mecbur kalması halinde ise bunun minimum düzeyde olacağını Hong Kong eylemclernn k taleb vardı; Çn Halk Kongres’nn Hong Kong Özerk Bölges mecls üyeler ve başkan seçmnn söz konusu Seçm Komsyonu tarafından tespt edlp halk tarafından seçlmesne lşkn karar ger alınsın; dğer se yenden syasî reformun başlaması ve mevcut Hong Kong Özerk Bölges Başkanı Leung Chun Yng’n Hong Kong halkının gerçek steklern yansıtan syas reform raporunu hazırlamasıdır. Eylemcler bunlar yapılmadığı takdrde eylem arttıracaklarını ve Başkan Leung Chun Yng’n stfasını steyeceklern de beyan etmşlerd. ifade etmişti. Başkan Leung, göstericilerin Pekin’in tutumunu değiştirebilecek “neredeyse sıfır şansı” olduğunu da iddia etmişti. Hong Kong yönetimi, 10 Ekim Cuma günü göstericilerle yapılması planlanan görüşmeleri, öğrencilerin tutumundaki değişiklik dolayısıyla iptal etmişti. Bunun üzerine üçüncü haftasına giren gösterilerde bir önceki haftalara göre sayıları azalmakta olan göstericilerin sayısı yeniden artmaya başlamıştı. Eylemciler ile hükümet arasında birkaç kez diyalog teşebbüsünde bulunulmuş, buna rağmen taraflar görüşlerinden vazgeçmemiştir. 20 Ekim’de taraflar arasında tekrar bir görüşme gerçekleşeceğine dair anlaşmaya varılmışsa da, taraflar birbirlerini eleştirmeye devam etmektedir. 21 Ekim akşam saatlerinde Hong Kong Hükümeti ile eylemci liderler arasında yapılacak görüşmeler öncesi Başkan Leung, bir seferlik görüşme ile sorunların hepsine çözüm getirilemeyeceğini ifade etmişti. Bir sonraki sayımızda, ‘Hong Kong Demokrasi Hareketinin Akıbeti’ ele alınacaktır… KASIM 2014 85 DIŞ POLİTİKA yeni dış politika konseptini “blijniye zarubejye” (yakın çevre) olarak belirlemişlerdir. Burada belirtmek gerekir ki “Antizapadnik” Ruslar dış politikada Kremlin için keskin bir eksen değişikliğine giderek eski Sovyet hinterlandında yeniden merkezi güç olma stratejisini uygulamaya koysalar da, mezkur hedeflerine ulaşma çabalarında 2000’li yıllara kadar kayda değer bir sonuç elde edememişlerdir. BİT(İRELE)MEYEN SOĞUK SAVAŞ RUSYA–BATI ÇEKİŞMESİ Ferit TEMUR Rusya Uzmanı 1991 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) ve Varşova Paktı’nın (Организация Варшавского договора: ОВД) dağılması, tarihe Soğuk Savaş olarak geçen iki kutuplu dünya sisteminin de son bulmasına yol açmıştır. Bu dönemde Ruslar, kuruluş amacı komünizmle ve Sovyet yayılmacılığıyla mücadele olan Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (North Atlantic Treaty Organization: NATO) varlık nedeninin ortadan kalkmasıyla kendini lağvedeceğini ve pazar ekonomisine geçen yeni Rusya’yı da kapsayacak “Ortak Avrupa Evi’nin” (общий европейский дом) kurulacağını varsaymışlardır. Dahası, yine Rusların iddiasına göre, SSCB’nin dağılma sürecinde Batılı ülkelerle kapalı kapılar ardında yürütülen müzakerelerde Kremlin yönetimine Rusya ekonomisinin toparlanması için ihtiyaç duyulan maddi ve teknik yardımların yapılacağı da vaat edilmiştir. Nitekim “Sov- 86 KASIM 2014 yet deneyinin” ardından yaşanılan sosyo-ekonomik çöküntü koşullarında Batıyla daha fazla rekabet etmek yerine işbirliğine yönelen Moskova, bahsi geçen süreçte Boris Yeltsin liderliğinde 1991-93 yılları arasında “Atlantikçi” bir dış politika izlemiş; Amerika Birleşik Devletleri (ABD) de Post–Sovyet sahasında yeni oluşan dengelerde “first Russia” (önce Rusya) stratejisini uygulamıştır. Bununla birlikte Soğuk Savaş döneminde kıyasıya mücadele içerisinde olan iki kutup arasındaki bu yakınlaşma süreci Moskova’nın başta ekonomik destek olmak üzere Batı’dan beklentilerinin gerçekleşmemesi sebebiyle sekteye uğramıştır. Öyle ki 1993 yılından itibaren, Rusya tarihinde sıkça rastlanan “Zapadniki” (Batı yanlıları) ve “Antizapadniki” (Batı karşıtları) mücadelesi tekrar boy göstermiş ve bu iç çekişmeyi Antizapadnikler kazanarak Moskova’nın gelişmelerle birlikte ele alınarak üzerinde ciddi anlamda araştırma yapılması gereken bir konu olan; bu ülkenin adeta küllerinden doğmasına öncülük edecek; Rus zihniyetine, kültürüne ve tarihine uygun lider prototipini temsil eden Vladimir Putin siyaset sahnesine çıkmıştır. I. Putin Döneminde Rusya-Batı İlişkileri Yeltsin döneminde Rusya Federal Güvenlik Hiç kuşkusuz bunda, 1990’lı yıllardaki Rus dış poTeşkilatı’nın (FSB) başına getirilen Putin, Yeltsin’in litikasının Batı karşısında uğraştırıcı bir boyutunun beklenmedik bir şekilde devlet başkanlığı görevibulunmamasının başlıca nedeni olarak, ülkenin fevni kendisine devretmesiyle 2000 yılında Kremlin’in kalade ciddi iç sorunlarla karşı karşıya kalmasının yeni patronu olmuştur. Deyim yerindeyse koca bir yarattığı zayıflığı görmek gerekir. Zira geçiş dönemi“enkaz” devralan Putin’i son derece zorlu iç ve dış nin ağır sosyo-ekonomik sıkıntılarını yaşayan Rusya sınamalar karşılamıştır. Genel anlamda asayişsizlibuna ek olarak bünyesinde barındırdığı farklı etnik ğin kol gezmesi, Rus Oligarkların ülke yönetimine grupların ayrılıkçı hareketleriyle yüz yüze kalmış ve arka planda karışması, federe birimlerin ayrılıkçı bundan dolayı Çeçenistan’la iç savaşa dahi gireğiliminin sürmesi gibi önündeki temel iç sorunları miştir. Ülke serbest pazar ekonomisine geçerken çözmesi gereken genç devlet başkanı ilk zamanlarSSCB döneminde tezahür eden ve adına “Nomenkda Batıyla uzlaşmacı bir dış politika izlemeyi tercih latura” denilen elit tabaka, geçmişte edindiği ayrıcaetmiştir. Üstelik dış konjonktürde meydana gelen lıklardan faydalanarak yapılan özelleştirmelerde en radikal olaylar da yeni “Çarın” ekmeğine yağ sürstratejik sektörlerde söz sahibi olmayı başarmıştır. müştür. Çünkü 11 Eylül 2001 tarihinde İkiz Kulelere “Oligarklar” ya da “Yeni Ruslar” (Новые русские) yapılan terör saldırısı sonucunda ABD tarafından olarak adlandırılan yeni Rus elit sınıfının önde gelen gerek yurt içinde gerekse uluslararası arenada oluşzenginleri başta enerji, bankacılık ve medya olmak turulan “İslami terör” algısının üzere ülkedeki stratejik sekyarattığı konjonktürü Rustörleri ele geçirerek zamanla ya iyi değerlendirmiştir. Zira arka planda Kremlin’i yönPutin’in iktidara mevcut gelişme karşısında lendirecek güce erişmişler“terörizmle mücadelede” gelişiyle birlikte dir. I. Çeçenistan Savaşı’nın uluslararası işbirliğinden yana kamu düzenine ve kaybedilmesiyle yeniden net bir tavır alan “Silovikler”1, ülke bütünlüğüne dağılma tehlikesi yaşayan ABD’nin Afganistan’a silahlı Rusya’da federasyona bağlı yeniden kavuşan, müdahalede bulunmasına sibirimler merkezi yönetimden enerji piyasasındaki yasi ve askeri yönden destek giderek daha çok “taviz alvermiş; buna karşılık içeride fiyat artışları sayesinde maya” ve “başına buyruk” başat tehdit olarak görülen ekonomisini belirli hareket etmeye başlamıştır. Çeçen sorununun kökten ölçüde toparlayan Vergi kaçakçılığı gibi pek çok çözümü adına II. Çeçenisyasadışı işin yaygınlaştığı ülRusya’nın, esasında tan Savaşı’nı başlatmışlardır. kede ekonominin bir türlü to1990’lı yıllarda Elverişli uluslararası konjonkparlanamaması üzerine ulustürün de etkisiyle II. Çeçenisuygulamak isteyip de lararası enerji piyasalarındaki tan Savaşı’nın kazanılması gücünün yetmediği dalgalanmaların da etkisiyle Putin’in Rus toplumunun politikaları yürürlüğe 1998 yılında ekonomik kriz gözündeki liderlik karizmasını patlak vermiştir. koymaya çalıştığını arttırmış ve içeride Oligarklasöylemek yanlış Ülkede işlerin böylesine sarra karşı girişilen mücadelede pa sardığı bir sırada, Sovyet halk desteğini arkasına almaolmayacaktır. yakın tarihindeki iç siyasi sını sağlamıştır. KASIM 2014 87 ya karşıtı, Batı yandaşı iktidar değişimlerinin ABD/ AB bloku tarafından teşvik edilmesi, Rusya’nın giderek Batı tarafından kuşatma altına alınmaya başlandığı yönünde algılanmıştır. “Yakın çevresine” yönelik Batı tarafından izlenen “düşmancıl politikaların” Moskova’da yarattığı derin rahatsızlığı ise Rus lider Putin 2007 yılında adeta Batıya meydan okuyarak dile getirmiştir. 43. Münih Güvenlik Konferansı’nda konuşan Putin’in “artık tek kutuplu dünyanın kabul edilmez” olduğunu savunarak ABD politikalarının sert bir dille eleştirmiş, “Çar’ın” bu çıkışı da “yeni Soğuk Savaş’ın” ilanı olarak yorumlanmıştır. Medvedev Dönemi Rusya-Batı İlişkileri Ancak Rusya tarafından ABD’nin Afganistan müdahalesine verilen destekle iki ülke arasında beliren yakınlaşma havası, Washington’un “terörizmle mücadele” sahasını genişleterek 2003 yılında Irak’a askeri operasyon yapmasıyla yerini yeniden çıkar uyuşmazlığına bırakmıştır. 1999 yılında Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya’yı üye yapan NATO’nun Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya’yı da 2004 yılında bünyesine katarak sınırlarını Rusya’ya kadar genişletmesi Moskova tarafından ulusal güvenliğini hedef alan bir hareket olarak algılanmıştır. Rusların tezine göre eski Varşova Paktı ülkelerinin NATO’ya alınması için bu ülkelerin güvenliğine yönelik ortada bir tehdit yokken NATO’nun bu yönde genişleme stratejisi izlemesi aslında Rusya’yı askeri açıdan kuşatma niyetinden başka bir şey değildir. Keza 2003 yılından itibaren Rusya’nın arka bahçesi olarak görülen eski Sovyet ülkeleri Gürcistan (2003/“gül devrimi”), Ukrayna (2004/“turuncu devrim”) ve Kırgızistan’da (2005/“lale devrimi”) başarıya ulaşan, fakat Özbekistan (2005/Andican olayları) ve Belarus’ta (2006/Vasilkova devrim girişimi) gerçekleşemeyen, tarihe “renkli devrimler” diye geçen Rus- 88 KASIM 2014 Putin döneminde yeniden kızışarak asimetrik boyutta cereyan eden Rusya ve Batı arasındaki güç mücadelesi, 2008 yılında Medvedev’in devlet başkanı olmasıyla alenen sıcak çatışmaya dönüşmüştür. Batı destekli “renkli devrimle” Gürcistan’da iktidara gelen Mihail Sakaşvili’nin merkez Tiflis yönetimiyle sorunları bulunan ve ayrılıkçı tutum sergileyen Güney Osetya’ya askeri müdahalede bulunması üzerine Rusya buradaki soydaşlarını “koruma” gerekçesiyle bu ülkeyle savaşa girmiştir. Batı kamuoyunu şaşkınlığa uğratan bu hamlenin akabinde Moskova’nın Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlığını tanıma kararı alması Batı ve Rusya arasında yeniden beliren hasmane ortamı güçlendirmiştir. ABD’de dış politikada daha şahin bir yaklaşım sergileyen Neo-Con iktidarının son bularak yerine Barak Obama liderliğinde Demokratların işbaşına gelmesi ABD-Rusya ilişkilerinde restorasyon beklentisini oluşturmuş, bu minvalde Beyaz Saray yönetiminin, Moskova ile “Stratejik Silahların Sınırlandırılması Görüşmelerine” (The Strategic Arms Limitation Talks: SALT) yeniden başlama kararı alarak 2010 Nisan’ında resmen anlaşmaya varması da bunun bir işareti şeklinde değerlendirilmiştir. Ne var ki taraflar arasında esmeye başlayan ılımlı hava kısa sürede ortadan kalkarak Soğuk Savaş’taki gibi tekrar karşılıklı güvensizliği zihinlere kazıyan bir gelişmeye sahne olmuştur. 2010 Haziran’ında Federal Soruşturma Bürosu’nun (FBI) ABD’de faaliyet gösteren ve 10 yılı aşkın bir süredir takip edilen 10 kişilik Rus casusluk şebekesini deşifre ederek yakalamıştır. Hemen ardından 17 Aralık 2010 yılında Tunus’ta başlayan ve kısa sürede Kuzey Afrika’dan Orta Doğu’ya kadar yayılan “Arap Baharı” süreci de Rusya ve Batı arasındaki çıkar çatışmalarını iyice tırmandırmıştır. “Arap Baharı” Süreci ve Rusya’nın Tutumu Moskova’da düzenlenen geniş katılımlı protestoları Batı kamuoyunun “Rus baharı” olarak adlandırması ve Obama tarafından Moskova’ya büyükelçi olarak atanan Rusya uzmanı Profesör Michael McFaul’un diplomatik teamülleri zorlayarak bahsi geçen protestoların öncülüğünü yapan Putin muhalifleri ile görüşerek onlara açıkça destek olması, Kremlin yönetiminin bu konudaki kaygılarını ve Batıya olan güvensizliğini pekiştirmiştir. 2010 yılında Tunus’ta başlayarak hızla Kuzey Afrika’dan Orta Doğu’ya sosyal medya aracılığıyla yayılan, temelde sosyo-ekonomik sorunlar ve uzun süredir iktidarı elinde bulunduran otoriter siyasal rejimlerden duyulan hoşnutsuzluğun yansıması olan “Arap Baharı” sürecinin en başından itibaren Rusya II. Putin Dönemi: Rusya Ne Yapmaya karşıt bir tutum takınmıştır. Bu bağlamda Libya’daÇalışıyor? ki ayaklanmada Kaddafi rejiminin yıkılması için Batılı güçlerin muhaliflere askeri ve siyasi destek verme- Putin’in iktidara gelişiyle birlikte kamu düzenine ve sini ve bununla yetinmeyip bu ülkeye askeri ope- ülke bütünlüğüne yeniden kavuşan, enerji piyasarasyon düzenlemesini açık bir şekilde eleştirmiştir. sındaki fiyat artışları sayesinde ekonomisini belirli ölMısır’daki süreçte de benzer bir tavır alan Moskova, çüde toparlayan Rusya’nın, esasında 1990’lı yıllarhalk ayaklanmasının Soğuk Savaş döneminde Orta da uygulamak isteyip de gücünün yetmediği politiDoğu’daki başlıca müttefiklerinden olan Suriye’ye kaları yürürlüğe koymaya çalıştığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bir başka ifasıçraması karşısında kayıtsız deyle Rusya, selefi SSCB’nin kalmayarak askeri ve siyasi dağılmasının ardından oluolarak alenen Esed rejiminin Hiç kuşkusuz bunda, şan jeopolitik boşluğun yine yanında yer almıştır. Nitekim 1990’lı yıllardaki Rus kendisi tarafından dolduruRusya’nın Suriye’de mevlarak eski birlik ülkeleri nezdış politikasının Batı cut rejimin ayakta kalması dinde daha önce edindiği yönünde İran’la birlikte net karşısında uğraştırıcı nüfuzunu sürdürmeyi hedefbir politika izlemesi ve Batıbir boyutunun lemektedir. Bu doğrultuda nın “Arap Baharı” sürecinde bulunmamasının Kremlin’in temel stratejisinin ikileme düşmesi sonucunda öncelikle eski Sovyet coğrafbaşlıca nedeni olarak, İslam jeopolitiğindeki siyasal yasında ekonomik entegrasgeçiş dönemi akamete uğraülkenin fevkalade ciddi yonun sağlanmasını amaçlayarak kördüğüme dönüşmüşiç sorunlarla karşı dığı görülmektedir. Bu temel tür. Kremlin’in “Arap Baharı” karşıya kalmasının stratejinin hedefe ulaşması sürecine başından itibaren için Yeltsin döneminde başyarattığı zayıflığı görmek karşı çıkmasının nedenini ise latılan, Putin zamanın da kabaca, bölgeye savaşmaya gerekir. Zira geçiş geliştirilen ve birbiriyle ilintili giden Kuzey Kafkasyalı milidöneminin ağır sosyoolan iki entegrasyon projesi tanların süreçten güçlenerek ekonomik sıkıntılarını Moskova’nın öncelikli güngeri dönmesi ve Suriye’den demini teşkil etmektedir. Jeyaşayan Rusya buna sonra halk ayaklanmalarının opolitik ve jeo-ekonomik açısırasıyla İran, eski Sovyet ülek olarak bünyesinde dan iki halka şeklinde tasarlakeleri ve hatta nihai aşamada barındırdığı farklı etnik nan söz konusu projelerden Rusya’ya sıçrama kaygısına birincisi yakın zamanda Begrupların ayrılıkçı bağlamak mümkündür. larus, Rusya ve Kazakistan hareketleriyle yüz yüze Nitekim 2012 yılındaki devarasında anlaşmaya varılan kalmış ve bundan dolayı let başkanlığı seçimlerini ve 2015 yılında yürürlüğe giÇeçenistan’la iç savaşa Putin’in kazanmasının ardınrecek olan Gümrük Birliği’dir dan “seçimlere hile karıştırıl(GB: Таможенный союз). dahi girmiştir. Üç ülke arasında gümrüksüz dığı” gerekçesiyle başkent KASIM 2014 89 sarmalında yer alan Ukrayna olduğunu vurgulamakta yarar vardır. Ukrayna Krizi’nin Arka Planı AEB Mi? ticareti ve 3. ülkelerle ortak gümrük tarifesini öngören GB’ne Kırgızistan, Tajikistan, Ermenistan, Suriye, Gürcistan topraklarından 2008 yılında de facto ayrılan Abhazya ve Güney Osetya ile Moldova’nın ayrılıkçı Trans-Dinyester Otonom Cumhuriyeti’nin girmek istediği bilinmektedir. Aynı şekilde GB’nin genişletilmiş halini oluşturan ve Avrupa Birliği’ne alternatif olması öngörülen ikinci proje ise “Avrasya Ekonomik Birliği’dir (AEB: Евразийский экономический союз). 29 Mayıs 2014 yılında Belarus, Rusya, Kazakistan ve Ermenistan arasında imzalanan ve 01 Ocak 2015 yılında yürürlüğe girmesi kararlaştırılan AEB’e Kırgızistan’ın da yakında katılması beklenmektedir. AEB, son Batı-Rusya gerilimi sonrasında, esasında 2001 yıllında Belarus, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tajikistan arasında Moskova’nın inisiyatifiyle kurulan “Avrasya Ekonomik Topluluğu” (Еврази́йское экономи́ческое соо́бщество: ЕврАзЭС) örgütünün 2014 yılında lağvedilmesiyle oluşturulmuştur. Bizzat Putin AEB vasıtasıyla neyi hedeflediklerini şöyle açıklamıştır: “Biz güçlü bir ulus-üstü entegrasyon modelini oluşturmayı, çağdaş dünyanın yeni bir kutbu ve Avrupa ile dinamik Asya-Pasifik bölgesi arasında etkin bir “bağlantı” olmayı öngörüyoruz”. Ancak, “Yeni Rusya’nın” Avrasya bölgesi ve küresel siyasal sisteme ilişkin bu kurgusunun gerçekleşmesinde en kilit noktayı oluşturan ülkenin, hâlihazırda nasıl çözümleneceğine dair öngörülmesi zor bir kriz 90 KASIM 2014 Ukrayna krizinin patlak vermesinden hemen önce Moskova ve Kiev yönetimleri arasında Ukrayna’nın GB’ne katılması için yoğun müzakereler yürütülüyordu. Rusya’nın Avrasya’da AB’ne alternatif olacak yeni bir ekonomik birlik kurma niyeti ve çabasında oluşunun, Ukrayna’yı da buna dâhil etmek için ciddi gayret gösterişinin farkında olan AB, 2013 yılında “Ukrayna-AB Ortaklık Anlaşması’nı” gündeme getirerek, uzun bir süredir halkın geniş kesimlerinde var olan “AB umudunu” tekrar Kiev’in önüne koymuştur. AB’nin son hamlesinden ciddi şekilde rahatsız olan Rusya, devrik lider Viktor Yanukoviç’i doğalgazda indirim ve maddi yardım vaadiyle ikna etmiş, Yanukoviç de Rus tarafının Gümrük Birliği projesini daha cazip bularak AB ile anlaşma imzalanması sürecini dondurmuştur. Bunun üzerine, ABD ve AB destekli, Ukrayna’daki Rusya karşıtı kesimler ayaklanarak Yanukoviç’i devirmiştir. Böylelikle 1991 yılındaki bağımsızlığından bu yana yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma ve milli kaynakların yeterince kullanılamaması gibi temel ekonomik sorunları çözemeyen, tarihsel süreçte de ülkenin Batısında keskin bir şekilde oluşan “Rusya karşıtlığının” Batılı aktörlerin devreye girmesiyle harmanlanması sonucunda Ukrayna da iç savaşın eşiğine gelinmiştir. Etnik bakımdan Rus olan ve Rusça konuşan ülkenin Doğu ve Güney bölgelerindeki Rusya yandaşlarına yönelik sert tedbirler alan yeni Kiev yönetimini “faşist” olarak nitelendiren Moskova, soydaşlarına yönelik uygulamaların devam etmesine tahammül etmeyerek Kırım’ın önce bağımsızlığını, sonrasında da kendisine katılmasını desteklemiştir.2 Kremlin yönetiminin bölgesel dengeleri yerinden oynatıcı, Batı için umulmadık bu son hamlesi karşısında Ukrayna krizi daha da derinleşmiş, Batının Rusya’ya ekonomik yaptırımlar uygulanmasına yol açmıştır. Peki, Batıyla Rusya arasında böylesine çetin bir mücadeleye sahne olan Ukrayna neden önemli? Küresel bağlamda uluslararası enerji ve ticaret güzergâhları boyutuyla jeo-ekonomik önemi olan Ukrayna, bünyesinde barındırdığı Slav-Ortodoks, Slav-Katolik ve Müslüman-Tatar unsurları sebebiyle de derin bir jeo-kültürel özelliğe sahiptir. Türkiye ile birlikte Avrasya coğrafyasının tam merkezinde yer alan Ukrayna bu açıdan pek çok uluslararası projenin hayata geçmesinde ya da önünün tıkanmasında yadsınamaz bir rolü haizdir. Özellikle Karadeniz’in Kıbrıs’ı konumundaki Kırım Yarımadası’nda, birçok liman ve iskele bulunmakta ve bu doğal yapısı deniz ulaşımına stratejik bir anlam kazandırmaktadır.3 Kırım’ın jeopolitik konumu bölgesel ve küresel güvenlik açısından da büyük önem arz etmektedir. Gelinen aşamada Ukrayna’nın küresel güvenlik denkleminde Batı ile Rusya arasında “tampon bölge” görevini ifa eden yönü kuvvetlenmiş ve Rusya ile Batı arasında “bit(irile)meyen Soğuk Savaş’ın” tam ortasında kalmıştır. Kiev üzerinden devam edeceğini ve bu çekişmenin Karadeniz Havzası’ndaki ekonomik işbirliği sürecini ister istemez sekteye uğratarak tüm bölge ülkelerini etkileyeceğini söylemek mümkündür. Bu çerçevede Ukrayna krizinin taraflardan birinin üstün gelmemesi hassasiyetiyle geçici çözüme kavuşturulma olasılığının bulunduğu, buna karşın Kiev’in, Moskova merkezli yeni “Avrasya denkleminin” içinde yer almama adına Batının var gücüyle bu ülke üzerindeki mücadelesini kısa ve orta vadede de sürdüreceği tahmin edilebilir. Dipnotlar Rusça “Cиловики” (Siloviki) olarak adlandırılan grup Rusya’da çoğunlukla istihbarat, asker veya polis kökenli kişilerden meydana gelen ve kendilerini “devletin bekası” Batı ve Rusya arasında süregiden tarihsel nitelikiçin her türlü yetkiye sahip görüp bu doğrultuda hareket teki çıkar çatışmaları SSCB’nin yıkılmasıyla durakeden organize bir örgüt yapısındadır. Rusya’nın yönetici elitini oluşturan Siloviklere, genel lasa da, Putin önderliğinde olarak KGB, askeri subay veya tekrar ekonomik ve siyasi diğer emniyet/savunma teşkilatlaolarak güçlenen Rusya’nın, rında eğitim görmüş oldukları için Batı ile Rusya “yakın çevresine” yönelik Türkçe “Güvenlikçiler” denilmekarasındaki en çetin tedir, ancak bu grubun “TeşkilatBatının uyguladığı politigüç mücadelesinin çılar” olarak adlandırılması terimin kalar ve NATO’nun eski içeriğine daha uygundur. Kiev üzerinden devam 1 Değerlendirme Varşova Paktı ülkelerini içine alarak Doğuya doğru genişleme stratejisi karşısında büyük rahatsızlık duyarak karşı tavır almayı yinelemiştir. Kremlin yönetimi her fırsatta dile getirdiği üzere, ABD’nin hegemonik güç olarak temsil ettiği tek kutuplu dünyanın çıkarları açısından kabul edilemez olduğunu savunmakta ve bunun bertaraf edilmesi amacıyla Moskova’nın yeniden eski Sovyet coğrafyasında AEB gibi bir örgüt kurarak küresel siyasette yeni bir kutup olmasını istemektedir. Rusya’nın Avrasya bölgesinde ekonomik entegrasyon süreci başlatıp bunda başarılı olması ise Ukrayna’nın pozisyonuyla yakından ilintilidir. Dolayısıyla Batı ile Rusya arasındaki en çetin güç mücadelesinin edeceğini ve bu çekişmenin Karadeniz Havzası’ndaki ekonomik işbirliği sürecini ister istemez sekteye uğratarak tüm bölge ülkelerini etkileyeceğini söylemek mümkündür. Bu çerçevede Ukrayna krizinin taraflardan birinin üstün gelmemesi hassasiyetiyle geçici çözüme kavuşturulma olasılığının bulunduğu, buna karşın Kiev’in, Moskova merkezli yeni “Avrasya denkleminin” içinde yer almama adına Batının var gücüyle bu ülke üzerindeki mücadelesini kısa ve orta vadede de sürdüreceği tahmin edilebilir. 2 Rusların, SSCB döneminde Sovyet lider Kruşçev tarafından Kırım’ın Ukrayna’ya verilmesini aslında bir türlü kabullenmediği ve tarihi yarım adada gözü olduğu bilinmekteydi. 2010 yılında Ukrayna’ya ilişkin olarak yaptığımız bir analizde, “Kremlin’in bulduğu ilk fırsatta Kırım’ı tekrar topraklarına katma yönünde bir niyetinin olduğu da akıllardan çıkarılmamalıdır” diye bahsetmiş (Bkz. Ferit Temur, “Ukrayna’da Seçim Sandıklarından ‘Büyük Rusya’ Çıkar mı?” 05 Ocak 2010, http:// www.bilgesam.org/incele/112/ukrayna%C2%92da-secimsandiklarindan-%C2%91buyukrusya%C2%92-cikar-mi-/#. VDqErtJ_t5g), keza Stratejik Düşünce Dergisi Eylül 2010 sayısındaki “Rus Jeopolitiği Kıskacında Kırım’ın Geleceği” isimli başka bir yazımızda da “Kırım’da ohal durumunda yarımadanın Rusya’ya katılması için şartların hazır olduğunu” belirtmiştik. Kemal OLÇAR, Karadeniz Politikaları ve Türkiye Ukrayna Stratejik ilişkileri, IQ Kültür Sanat yay. s. 340 3 KASIM 2014 91 DIŞ POLİTİKA lamıyla özerk bir bölge haline gelmedi. İngiltere’deki yerleşik kurumlar, özerklik taleplerini duymazdan geldiler ve bu konuda hareket etmeyi ağırdan aldılar. Bu durum, İskoç milliyetçiliğinin yükselmesine zemin hazırladı. Buna ek olarak 2008 küresel mali krizinin etkisiyle sağlık, eğitim ve sosyal hizmetler gibi alanlara İngiltere tarafından tasarruf önlemleri konulması ve vergilerin aşırı yükseltilmesi, İskoçları bağımsızlığı düşünmeye yöneltti. Bu anlamda Londra ile Edinburgh arasında terör eylemi, çatışma, sınır anlaşmazlığı, azınlık sorunları gibi meseleler bulunmuyor. Zeynep SONGÜLEN İNANÇ SDE Uzmanı İSKOÇYA’DAKİ BAĞIMSIZLIK REFERANDUMUNUN ARDINDAN İ ngiltere Başbakanı David Cameron, İskoçya’daki bağımsızlık referandumu kampanyası sırasında İskoçya’nın Birleşik Krallık’tan ayrılması ve böylelikle Birleşik Krallık’ın sona ermesi durumunda kalbinin kırılacağını söylemişti. İskoçyalılar Cameron’u üzmemek için mi bilinmez ama 18 Eylül günü düzenlenen bağımsızlık referandumunda “hayır” oyu kullandılar. % 45 oranındaki bağımsızlık yanlısı İskoçlar karşısında % 55 gibi halkın büyük bir kısmı Birleşik Krallık’tan ayrılmama yönünde oy verdiler. 1707 yılında çıkarılan ve İngiltere ile İskoçya’yı bir araya getiren Birleşme Yasası, Büyük Britanya’nın kuruluşunu kabul eder. Büyük Britanya, İngiltere ve 92 KASIM 2014 İskoçya’ya ek olarak Galler ve Kuzey İrlanda olmak üzere dört ayrı bölgeden oluşur. İskoçya, 1990’lı yıllarda Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ortaya çıkan yeni uluslararası ortamda daha fazla bölgesel yetki talep etti. 1997 yılında gerçekleştirilen referandum sonucunda yerel yönetimler güçlendirildi ve 1999 yılında yerel parlamento ve yerel hükümet göreve geldi. 1999 yılından beri İskoçya, yerel yönetim, sağlık, eğitim, tarım, çevre, ulaşım ve turizm gibi konularda bölgesel tasarruflar ışığında yönetiliyor. Dış politika, savunma, istihdam, sosyal güvenlik, ticaret ve enerji gibi konularda ise İngiltere’ye bağlı hareket ediliyor. Ayrıca İskoçya’nın kilisesi de İngiltere’den ayrı. Bu adımlar atılmasına rağmen İskoçya tam an- İskoçların bağımsızlık taleplerinin arkasında mevcut sistemden ve yerleşik kurumlardan memnuniyet duyulmaması yatıyor. İskoçlar, İngiltere’deki bürokrasinin taleplerini ertelemesinden ve İngiltere’nin Büyük Britanya’da uygulanacak programları öncelikle İskoçya’da deneyip işe yaraması durumunda genele yaygınlaştırmasından yorgun düşmüş görünüyorlar. Ayrıca bağımsızlık referandumunun düzenlenmesini gündeme getiren ve bu referandumun gerçekleşmesini sağlayan motivasyon, hâlihazırdaki siyasi ve ekonomik farklılıklardan bıkan halkın gidişata meydan okuma isteği olarak ortaya çıktı. Bağımsızlık taraftarı olsun veya olmasın İskoçlar, İskoç oldukları için gurur duyduklarını dile getirdiler. Ancak son derece pratik anlamda ‘nasıl yaşayacakları’ sorusunun bağımsızlık referandumu aracılığıyla cevabını aradılar. Bu anlamda bağımsızlık referandumu dendiğinde kimlik meselesinin ötesinde pragmatik talepler ön plana çıktı. Bu pragmatik taleplere bağımsızlık yanlılarının cevap üretebildiklerini söylemek pek mümkün değil. Bağımsızlık referandumu için yürütülen kampanya döneminde seçmenlerle iyi bir iletişim içerisinde olan Ulusal Parti lideri ve bölgesel hükümetin başbakanı Alex Salmond, seçmenlere İskandinav tarzı bir sosyal demokrasi vaat etti. Bununla birlikte İskoçya’nın bağımsızlığına kavuşması durumunda hayata geçirilecek yapısal reformlarla ilgili ikna edici bir söylem geliştiremedi. Sınır güvenliğinden para birimine, güvenlikten tanınmaya, banka borçlarını kimin ödeyeceğinden ayrı bir merkez bankasının kurulup kurulmayacağına, vergilerin kim tarafından toplanacağından emekli maaşlarının nasıl ödeneceğine kadar pek çok alanda reformların nasıl gerçekleştirileceği açıkça ortaya konmadı. Ayrıca AB ve NATO gibi örgütlerle ilişkilerin geleceğine dair be- İskoçya’da bağımsızlığa “hayır” denmesi Cameron için önemli bir zafere karşılık geliyor. Zira İskoçların bağımsızlığı seçmeleri durumunda İskoçya’yı kaptıran başbakan olarak anılmanın ötesinde Büyük Britanya’nın sonunu getiren başbakan olarak nitelendirilecekti. lirsizliği azaltacak bir yaklaşım sergilenmedi. Bilinen iki şey; İskoçya’nın bağımsız olması durumunda başkentinin neresi ve bayrağının nasıl olacağı oldu. Buna ek olarak bağımsızlık yanlıları, Kuzey Denizi’ndeki petrol ve gaz yataklarının yanı sıra su, gelgit enerjisi, rüzgâr enerjisi, balıkçılık, tarım ve viski başta olmak üzere doğal kaynaklarının zenginliğine güvendiklerini dile getirdiler. “Birlikte Daha İyi” kampanyasını yürüten ve referandumda “hayır” diyenleri temsil eden grup ise kampanyanın merkezine “risk” mesajını yerleştirdi. İskoçya’nın bağımsız olması durumunda belirsizliğe sürükleneceğini, uluslararası alanda tanınmayacağını, ekonomisinin kötüleşeceğini savundular ve bu riskin büyüklüğüne işaret ettiler. Bu kampanyanın önde gelen ismi kendisi de İskoç olan eski İngiltere başbakanı Gordon Brown oldu. Bağımsız olmak ve bu riskleri almak yerine İskoçya’nın özerkliğinin artırılması gerektiğini vurguladılar. Bu anlamda yeni bir siyasal yapılanma sürecine ihtiyaç duyulduğunu ve fakat çözümün Büyük Britanya’dan ayrılmak olmadığını ifade ettiler. Bu siyasi kamp, İskoç halkının yarısından fazlasını ikna etmeyi başardı. Sandıktan çıkan bağımsızlığa “hayır” oyları, İngiltere’deki hükümet açısından kaçınılmaz siyasi sonuçlar doğuruyor. Referandum kampanyası sürecinde İskoçya’ya vergi, bütçe ve sosyal yardımlar konularında verilen sözlere sadık kalınması gerekiyor. Referandumdan önce İngiltere’nin üç ana partisi (iktidardaki Muhafazakâr Parti, koalisyonun küçük ortağı Liberal Parti ve ana muhalefetteki İşçi Partisi) İskoçya’ya daha fazla yetki verilmesi konusunda KASIM 2014 93 Bu amaç, referandum sayesinde Westminster tarafından görmezden gelinemeyecek kadar dikkat çekici hale geldi. Bu anlamda referandum işlevsel ve pragmatik bir rol oynadı. Sesini duyurmak isteyenlerin, mevcut durumdan memnun olmayanların, daha fazla siyasi ve ekonomik hak isteyenlerin taleplerini meşru ve güncel bir zemine taşıdı. uzlaştılar. Bu partiler referandumun hemen ardından İskoçya’nın bölgesel yetkilerinin genişletilmesiyle ilgili programlar hazırlamaya başladılar. Ayrıca İngiltere başbakanı Cameron İskoçya ve tüm Britanya için ileriye gitme zamanı olduğunu dile getirdi ve değişim mesajı verdi. Buna göre İskoçların yanı sıra Birleşik Krallık halklarından Galler ve Kuzey İrlanda halkları için de daha fazla adalete dayanan dengeli antlaşmalar yapılacağını duyurdu. Ayrıca Cameron “yetkilendirme devrimi” yapılacağı sözünü verdi. Belirtmek gerekir ki İskoçya’da bağımsızlığa “hayır” denmesi Cameron için önemli bir zafere karşılık geliyor. Zira İskoçların bağımsızlığı seçmeleri durumunda İskoçya’yı kaptıran başbakan olarak anılmanın ötesinde Büyük Britanya’nın sonunu getiren başbakan olarak nitelendirilecekti. İngiltere’nin etkin partilerinin liderleri referandum kampanyası sürecine aktif olarak katılmadılar. Muhafazakâr Parti lideri David Cameron, Liberal Parti lideri Nick Clegg ve İşçi Partisi lideri Ed Miliband, İskoçya için bağımsızlık değil; daha fazla özerklik yanlısı olduklarını vurgulamakla birlikte doğrudan kampanya sürecine müdahil olmadılar. Bu tavrın İskoçları etkilediği söylenebilir. Yerleşik 94 KASIM 2014 kurumlara ve bürokrasiye yöneltilen itirazın dile getirildiği bu kampanyaya İngilizlerin doğrudan müdahil olmamalarının, “hayır” oylarının artmasında rol oynadığı ileri sürülebilir. Cameron her ne kadar kampanya sürecinde 2015’teki seçimler öncesinde herhangi bir anayasal değişikliğe gidilmeyeceğini açıklamış olsa da referandumun hemen ardından harekete geçilmesi dikkat çekiyor. Birleşik Krallık’ın federal sisteme doğru yaşadığı bu değişime İngiltere’nin etkin ve kalıcı çözümlerle katkıda bulunması önem taşıyor. Ayrıca yapılan anketlerde İngilizlerin çoğunluğunun, İskoçların taleplerini haklı buldukları ve İskoçların ayrılmamasını memnuniyetle karşıladıkları ortaya konuyor. Söz konusu anketlere göre İngilizler, Britanya’nın en gelişmiş bölgelerinden bir tanesi olarak nitelendirilen İskoçya’nın bağımsız olması durumunda ekonomik anlamda zorluk yaşanacağını düşünüyorlar. İskoçya’daki bağımsızlık referandumu gerekçeleri ve talepleri itibarıyla Avrupa’daki diğer bağımsızlık hareketlerinden ayrılıyor. İskoçya’da sınır, kimlik, egemenlik taleplerinden ziyade İskoçların ve İskoçya’da çalışanların hem siyasi hem de ekonomik farklılıklarının giderilmesi amacı öne çıkıyor. Avrupa’daki diğer bağımsızlık hareketlerine bakıldığında İspanya’daki Katalonya’da, İtalya’daki Veneto bölgesinde, Bosna-Hersek’teki Bosna Sırp Cumhuriyeti’nde, Fransa’daki Britanya veya Korsika bölgelerinde kimlik temelli taleplerin öne çıktığı görülüyor. Bu örnekler içerisinde bağımsızlık hareketinin en fazla olgunlaştığı Katalonya’da yerel meclisin, 9 Kasım’da bağımsızlık referandumu düzenlenmesine ilişkin kararnameyi kabul etmesine karşın merkezi hükümetin bu kararı tanımak istemediği görülüyor. Madrid hükümeti bu kararnamenin yasadışı olduğunu ileri sürerek kararnameyi Anayasa Mahkemesi’ne götürdü. Mahkeme ise bu referandum kararını askıya aldı. İngiltere başbakanı David Cameron ise İskoçya Hükümeti’nin referandum kararı karşısında bölgenin başbakanı Salmon ile bir anlaşma imzalayarak yapılacak referandumun hukuki çerçevesi konusunda anlaşmıştı. İngiltere referandum konusunu uzlaşı zemininde değerlendirmiş ve referandumdan çıkacak olan sonucu kabul edeceğini duyurmuştu. Buna karşın İspanya’da Katalonların bağımsızlık referandumu düzenlenmesi yönündeki taleplerini, hükümet ile bürokratik ve yargısal kadrolar engellemeye çalışıyorlar. Bu nedenle bağımsızlık ve referandum ile ilgili konular İspanya’da ve Katalonya’da hararetli tartışmalara neden oluyor ve büyük kitlesel hareketler düzenleniyor. Bu hareketler bağımsızlık yanlıları tarafından düzenlendiği gibi bağımsızlık karşıtları tarafından da düzenlenebiliyor. Referandumun düzenlenmesinin engellenmesi durumunda 2015 yılında gerçekleştirilecek olan genel seçimlerin Katalonya’nın bağımsızlığının oylandığı bir referanduma dönüşmesi bekleniyor. Bu seçimin sonuçları, 2016 yılında gerçekleşmesi öngörülen yerel seçimlerin de gündemini belirleyecek gibi görünüyor. Avrupa’daki ayrılma ve bağımsızlık yanlısı hareketleri tek bir çerçeve üzerinden değerlendirmek mümkün görünmüyor. Elbette nihai amaç olarak bağımsızlığın benimsenmesi, bu hareketler arasında benzerlikler kurulmasına ve bu hareketlerin Avrupa’daki baskıcı rejimler ve bu rejimlerin etkileri azaldıkça (İspanya’daki Franco diktatörlüğü dönemindeki gibi) Avrupa’da sınırların değişmeyeceğine yönelik yaygın kanı da zayıflıyor ve yerel seviyedeki özgürleşme hareketleri güçleniyor. Avrupa’da dukalıklar dönemine dönüş yaşanır mı bilinmez ancak bölgesel eşitsizliklerin giderilmesi dendiğinde yalnızca ekonomik bağlamın göz önünde bulundurulmaması ve siyasi alanın dikkate alınması önem taşıyor. birbirilerini etkilemelerine neden oluyor. Örneğin birbirinden son derece farklı gerekçelerle bağımsızlık isteyen İskoçların düzenledikleri referandum Katalonlar veya Flamanlar için heyecan verici bir deneyime işaret edebiliyor. Bu deneyimlerden herkes kendi payına düşeni alıyor ve fakat her hareket kendi yolunda gitmeye devam ediyor. Avrupa’daki bağımsızlık ve ayrılma odaklı hareketler açısından talepler korkularla, fırsatlar ise risklerle kol kola gidiyor. Örneğin kendi kaderini tayin etme fırsatı, ekonomik çöküş riski taşıyor. Buna ek olarak ayrı bir devlet kurma talepleri uluslararası alanda izole olma korkularıyla birlikte var oluyor. Tüm bu konjonktürel ve idari analizlerin ötesinde bu süreç, Avrupa demokrasisi ve çeşitlilik açısından önemli bir tartışmaya karşılık geliyor. Avrupa’daki baskıcı rejimler ve bu rejimlerin etkileri azaldıkça (İspanya’daki Franco diktatörlüğü dönemindeki gibi) Avrupa’da sınırların değişmeyeceğine yönelik yaygın kanı da zayıflıyor ve yerel seviyedeki özgürleşme hareketleri güçleniyor. Avrupa’da dukalıklar dönemine dönüş yaşanır mı bilinmez ancak bölgesel eşitsizliklerin giderilmesi dendiğinde yalnızca ekonomik bağlamın göz önünde bulundurulmaması ve siyasi alanın dikkate alınması önem taşıyor. KASIM 2014 95 DIŞ POLİTİKA OSMANLI’DAN BUGÜNE KAYBEDİLEN TOPRAKLARI GERİ ALMA STRATEJİSİ-1 “İSTİRDAT” Sinan TAVUKCU SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi M üslüman fakihlerin pek çoğuna göre, Dar’ül İslam olan topraklar bir daha Dar’ül Harp statüsüne girmez. Dolayısıyla bu topraklar Müslümanların elinden çıkmış olsa bile tekrar fethedilmez, fakat İSTİRDAT edilirler. Devletin güçlü olduğu dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun fethettiği toprakların daha sonra savaşlar sebebiyle elinden çıkması, idarecileri müşkül duruma sokmuş ve Dar’ül İslam’ı terk etme sorumluluğu onları güç yetiremeyecekleri bir savaşa devama zorlamıştır. Bu çıkmaz, siyasi olarak İSTİRDAT kavramını ortaya çıkarmış ve zamanla bu kavram bir strateji olarak geliştirilmiştir. Edirne’nin istirdadı sırasında mekanizmaları geliştirilen bu politikada, uluslararası konjonktürde sıkışmış ve taahhüd altına girmiş olan devlet, Müslüman ahaliyi ve yaşadığı toprakları gayrimüslim işgalinden korumak için gayrinizami çeteler oluşturmuş, resmen onları tanımamış ve gerektiğinde devlet otoritesine karşı çıkan hainler olarak ilan etmiş, bu gayrinizami unsurlar işgal altından kurtardıkları topraklarda muvakkat devletler kurarak ana vatana bağlanma stratejisi uygulamışlardır. İstirdat Kavramının Ortaya Çıkışı 1683 yılında II. Viyana kuşatmasında mağlubiyete uğrayan Osmanlı Devleti Viyana’dan geri 96 KASIM 2014 Fethedldkten sonra Dar’ül İslam halne gelen toprakların kaybedlmesne razı olmak halfe padşah çn kabul edleblr br durum değld. Ancak, 16 yıldır aralıksız devam eden savaşlar orduyu ve hazney tükenme noktasına getrmşt. Sadrazam Amcazade Hüseyn Paşa, dönemn hükümdarı Sultan II. Mustafa’ya, savaşa devam edp yen zararlara uğramaktansa önce barış yapılmasını, devlet toparlanıp, güç kazandıktan sonra terk edlen yerlern ger alınmasını (strdatını) teklf ett. çekilmişti. Ancak, Osmanlı Devleti bu defa Papa XI. Innıocentius tarafından 1684 yılında “Mukaddes İttifak” adı altında bir araya getirilen, Avusturya, Lehistan ve Venedik ile daha sonra bu ittifaka katılan Rusya’ya karşı 16 yıl devam eden bir savaşa girmek zorunda kalmıştı. Rusya, tarihinde ilk defa Avrupalı Hıristiyan devletler ile aynı cephede Türklere karşı büyük bir harbe katılıyordu. Sürekli yenilgilerle sürüp giden savaş sırasında, 21 Şubat 1695’de, Kaptan-ı Derya Amcazâde Hüseyin Paşa’nın Sakız Adası’nı Venediklilerden geri alması, yılgınlığa düşen halka ümit vermişti. Sakız Adası’nın geri alınmasından sonra, 1696 yılında Sultan II. Mustafa’nın girişmiş olduğu II. Avusturya seferi kazanıldı. Bu zaferin verdiği cesaretle, kaybedilen yerleri geri almak üzere, Nisan 1697 tarihinde III. Macaristan seferine çıkıldı. Prens Eugene komutasındaki Avusturya ordusu Osmanlı ordusunu yenilgiye uğrattı. Osmanlı tarihinin seyrine tesir eden bu savaşta ordunun sekizde biri telef olduğu gibi yüklü miktarda hazine kaybedildi. Bu mağlubiyetlerin etkisiyle Osmanlı hâkimiyetindeki Sırbistan, Bulgaristan ve Makedonya gibi yerlerde isyanlar çıktı ve Anadolu ve İstanbul’a doğru Müslüman halkın göç akını başladı. Fethedildikten sonra Dar’ül İslam haline gelen toprakların kaybedilmesine razı olmak halife padişah için kabul edilebilir bir durum değildi. Ancak, 16 yıldır aralıksız devam eden savaşlar orduyu ve hazineyi tükenme noktasına getirmişti. Sadrazam Amcazade Hüseyin Paşa, dönemin hükümdarı Sultan II. Mustafa’ya, savaşa devam edip yeni zararlara uğramaktansa önce barış yapılmasını, devlet toparlanıp, güç kazandıktan sonra terk edilen yerlerin geri alınmasını (istirdatını) teklif etti. Bu teklifin uygun bulunması üzerine 26 Ocak 1699’da “Karlofça Andlaşması” yapıldı. Osmanlı Devleti, bu andlaşma ile dört devlete önemli toprak parçasını terk etmek zorunda kaldı. Banat ve Temeşvar hariç bütün Macaristan ve Erdel Beyliği Avusturya’ya, Ukrayna ve Podolya Lehistan’a, Mora ve Dalmaçya kıyıları Venedik’e bırakılmıştı. Karlofça Andlaşması müzakereleri devam ederken, Ruslar da bir heyet göndererek, Kerç kalesini istemişlerdi. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti, Avrupa Devletleri ile savaşmaktan uzak durmaya çalışıp, krizleri diplomasi yoluyla çözmeye çalıştıysa da, katılmaya mecbur kaldığı pek çok savaşta toprak kaybetmeye devam etti. 1789 Fransız İhtilali’nin kamçıladığı milliyetçilik cereyanı, Avrupa’lı devletlerin tahrik ve desteği ile kısa zamanda İmparatorluk dâhilindeki azınlıklar arasında hızla yayıldı ve Balkanlardaki etnik unsurların isyanına sebebiyet verdi. Eflak, Boğdan ve Sırbistan’a muhtariyet verildi. Nihayet, 3 Şubat 1830 tarihinde İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanan “Londra Protokolü” ile bağımsız Yunanistan Devleti’nin kurulduğu ilan edildi. Ardından, Osmanlı Devleti de Yunanistan’ın bağımsızlığını kabul etti. Bu antlaşma ile Osmanlı devleti, ilk defa Hristiyan tebaanın isyanı karşısında geri adım atarak, taviz vermişti. Rusya’nın 24 Nisan 1877’de Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmesi, Osmanlı Devleti’nin çöküşünü hızlandırdı. Sırbistan, Romanya ve Karadağ prenslikleri de Osmanlı Devleti’ne isyan ederek Rusya’nın yanında yer aldılar. Rusya, Osmanlı Devleti’ne karşı iki cepheden, Kafkasya ve Tuna cephelerinden saldırdı. Bu savaşta önce Kafkas cephesi çöktü ve Ruslar Erzurum’a kadar ilerlediler. Kafkas cephesinde alınan yenilgi, Tuna cephesindeki direnişi de olumsuz etkiledi. Neticede, Rus kuvvetleri Meriç Nehri’ni geçip, 20 Ocak 1878’de Edirne’yi işgal ettiler. Silivri’yi de alarak Ayastefanos’a (Yeşilköy) kadar ilerlediler. İstanbul’un işgal edilmesi tehdidi karşısında, Osmanlı Devleti sulh istemek mecburiyetinde kaldı. 3 Mart 1878’de Ruslarla ağır şartlar taşıyan Ayastefanos Antlaşması imzalandı. KASIM 2014 97 Devletn güçlü olduğu dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun fethettğ toprakların daha sonra savaşlar sebebyle elnden çıkması, darecler müşkül duruma sokmuş ve Dar’ül İslam’ı terk etme sorumluluğu onları güç yetremeyecekler br savaşa devama zorlamıştır. Bu çıkmaz, syas olarak İSTİRDAT kavramını ortaya çıkarmış ve zamanla bu kavram br stratej olarak gelştrlmştr. Bu andlaşma ile Avrupa’da dengenin Rusya lehine bozulduğunu gören Avusturya, İngiltere, Fransa ve Almanya bu andlaşmaya karşı çıktılar. Balkanları Rusya’nın tekeline bırakan bu anlaşma hükümlerini tadil etmek üzere, Osmanlı Devleti, Rusya, İngiltere, Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan ve İtalya’nın katılımıyla 13 Haziran 1878’de Berlin’de bir kongre toplandı. Yapılan Berlin Andlaşması ile Osmanlı Devleti, Sırbistan, Bulgaristan, Romanya ve Karadağ’ın bağımsız prenslikler olmalarını kabul etti. Bosna-Hersek imtiyazlı vilayet haline getirildi. Niş Sancağı Sırbistan’a, Teselya Yunanistan’a, Dobruca Sancağı Romanya’ya, Kars, Batum, Artvin ve Ardahan Rusya’ya bırakıldı, Kıbrıs Sancağı İngiltere’ye kiralandı. Doğu Rumeli vilayeti kurulması kabul edildi. Bu anlaşma ile Osmanlı Devleti, Karlofça Andlaşması’ndan sonra en büyük toprak kaybına maruz kalmış, Müslüman halkın yaşadığı toprakları da bırakmak zorunda kalmıştı. 1878 Berlin Anlaşması’ndan sonra, Rumeli topraklarının büyük bir kısmı Osmanlı Devleti’nin elinden çıkmış olmasına rağmen, bu topraklar üzerinde yaşayan halklar arasında bir taksimat sağlanamamıştı. Bulgarlar, Sırplar, Karadağlılar ve Yunanlıların anlaşmaları önündeki en büyük engel “kiliseler meselesi” idi. İttihat ve Terakki yönetimi, benimsediği “ittihad-ı anasır” politikası gereği, Makedonya’da Ortadokslar arasında yaşanan kargaşayı sona erdirmek ve bölgeyi sükuna kavuşturmak üzere, çatışma ve uzlaşmazlık kaynağı olan “kiliseler meselesi”ni halletmeye karar verdi. 3 Temmuz 1911’de çıkardığı bir kanun (Rumeli’de Kain Münazaun-fih Kilise ve Mektepler Hakkında Kanun) ile bu meseleyi çözdü. Osmanlı devleti, yıllardır birbiriyle çatışan Bulgarlar, Sırplar, Karadağlılar ve Yunanlıların aralarındaki en büyük ihtilafı hallederek, kendisine karşı ittifak edilmesinin yollarını açmış oldu. Batı Trakya’nın İstirdadı Politikası Rusların teşvik ve yardımlarıyla, 13 Mart 1912’de Bulgaristan-Yunanistan, Ağustos 1912’de Karadağ- 98 KASIM 2014 Bulgaristan ve 6 Ekim 1912’de de Karadağ-Sırbistan arasında yapılan ittifak anlaşmaları ile Osmanlı Devleti’ne karşı “Balkan İttifakı” doğmuştu. Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ hükümetleri 3 Ekim 1912’de Babıali’ye ortak bir nota vererek, Türk hükümetinden üç gün içinde eski Sırbistan, Makedonya, Arnavutluk ve Girit’e muhtariyet verilmesini istediler. Bu notanın ve ek süre tanıyan ikinci notanın cevapsız kalması üzerine, 8 Ekim 1912’de önce Karadağ Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etti. Bunu, Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan’ın savaş ilanları takip etti. Seferberliğe geç hazırlanmış, askerinin önemli bir kısmını terhis etmiş, üstelik subayların İttihatçı ve İtilafçılar olarak siyasi hiziplere bölünmesiyle hiyerarşisi ortadan kalkmış ordu bu ittifak karşısında ağır bir yenilgiye uğradı. 30 Mayıs 1913’te yapılan Londra Konferansı’nda imzalanan antlaşma ile, Osmanlı Devleti ile Balkan devletleri arasında devam eden savaş sona erdirildi. Midye-Enez hattı Osmanlı-Bulgar sınırı olarak kabul edildi. Edirne, Trakya ve Dedeağaç Bulgaristan’a; Selanik, Güney Makedonya ve Girit Yunanistan’a; Kuzey ve Orta Makedonya Sırbistan’a; Silistre de Romanya’ya bırakıldı. Londra Andlaşması, Edirne’nin kurtarılacağı vaadiyle 23 Ocak 1913 günü darbe yapan İttihad ve Terakki için büyük bir prestij kaybına sebep olmuştu. İttihad ve Terakki hükümeti, Edirne’yi kendi eliyle Bulgarlar’a teslim etmek zorunda kalmıştı. Osmanlı Devleti’nin kaybettiği toprakların paylaşımı konusunda, Sırbistan, Yunanistan, Karadağ ve Romanya ile Bulgaristan arasında ihtilaflar çıktı. Bulgaristan 23 Haziran 1913’te Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan’a karşı savaşa başladı. 10 Temmuz’da Romanya da Bulgaristan’a savaş ilan etti. Böylece Osmanlı mirasını paylaşamamalarından dolayı Balkan Müttefikleri arasında II. Balkan Savaşı başlamış oldu. Müttefikler arasındaki bu savaş, üzerinde Müslüman çoğunluğun yaşadığı, kaybedilen Balkan topraklarının yeniden kazanılabileceği ümidini doğurdu. Osmanlı Devleti, 19 Temmuz 1913’te batılı devletlere bir nota vererek, İstanbul ile boğazların savunulması için Meriç’e kadar olan bölgenin elde tutulması gerektiğini, ayrıca Doğu Trakya’yı ellerinde bulunduran Bulgarların Türklere eziyet ettiklerini, bu yüzden Osmanlı ordularının ileri harekâta geçeceğini fakat Meriç’in batısına geçilmeyeceğini ilân etti. Enver Bey, 23 Temmuz 1913’te Edirne’yi istirdat ettikten sonra, hükümetin taahhüdü dolayısıyla, Meriç’ten öteye geçemedi. Halbuki, Meriç’in ötesinde bulunan Gümülcine, İskeçe havalisi halkının % 85’inden fazlası İslam ahalisi idi. Umum Çeteler Kumandanlığı adı altında kurulan gayri resmi bir kuvvetle Batı Trakya’ya girilmesine ve toprakların kurtarılmasına karar verildi. Artık istirdat edilecek yerler, gayrimüslimler tarafından işgal edilen Müslüman ahalinin yaşadığı topraklar olacaktı. Bu işle Eşref Kuşçubaşı görevlendirildi. Eşref Kuşçubaşı emrindeki 116 kişilik gönüllü akıncı müfrezesi 15 Ağustos 1913’te Ortaköy’e girdi. İlerleyen gönüllü birlik, Koşukavak’ta Bulgar komitacı Domuzciyef çetesiyle çatışmaya girdi ve 1.200 çeteciyi telef etti. Alınan esirler Edirne’ye gönderilirken, burada bir Milli idare teşkil edilip, bölgenin asayiş ve emniyeti bu idareye bırakıldı. Akıncı müfrezesi, yeni teşkil edilen 600 kişilik bir taburla birlikte, Mestanlı ve Kırcaali’yi ele geçirdi. Gönüllü birliklerin işgal hareketi, Meriç’i geçmeyeceği taahhüdünde bulunmuş olan Osmanlı Hükümeti’ni batılı devletler nazarında müşkül durumda bırakmıştı. Osmanlı Hükümeti, bu ilerlemenin durdurulmasını istiyordu. Ancak, Eşref Bey’in devlete yük getirmeden bütün mesuliyeti üstlendikleri açıklaması ve Enver Bey’i ikna etmesiyle harekâta devam edildi. Enver Bey, ihtiyaç duydukları subay, er, silah, mühimmat gibi konularda ne lazımsa karşılanacağını vaad etti. 31 Ağustos 1913’te Gümülcine, 1 Eylül 1913’de İskeçe, Eğridere ve bilahare Sofulu, Ferecik ele geçirilerek kısa zamanda Batı Trakya’da tekrar Türk hâkimiyeti sağlandı. Ele geçirilen her havalide aynı zamanda sivil idare ve askeri düzenlemeler de yapılıyordu. Gümülcine düşmandan alındıktan sonra, kurulmuş bulunan muhtelif geçici idareler merkezi bir devlete bağlandı. Osmanlı hükümeti, asıl amaçları olan Edirne’nin alındığını ve artık Batı Trakya’daki birliklerin geri dönmesini istedi. Ancak Batı Trakya’daki Türkleri tekrar Bulgar zulmüne bırakmak istemeyen Eşref Bey, Süleyman Askeri Bey ve diğer subaylar bu teklifi reddettiler, ardından da 31 Ağustos 1913’te Osmanlı Devleti ile tüm bağlarını kopardıklarını açıklayarak, Müderris Salih Efendi başkanlığında, başkenti Gümülcine olan “Garbi Trakya Muhtar Türk Cumhuriyeti”ni ilan ettiler. Teşkil edilen “Garbi Trakya Hükümet-i İcraiyesi”nde Kuşçubaşı Eşref, kardeşi Sami, Süleyman Askeri Bey’de vardı. “Garbi Trakya Hükümeti Müstakilesi” 25 Eylül 1913’te ilan edildi. Rejimi cumhuriyet olan bu devletin başkanlığına Süleyman Askeri Bey getirildi. Garbi Trakya Türk Cumhuriyeti’ni kuranların hedefi; bilâhare Makedonya’nın geneliyle Bulgaristan, Tesalya, Epir-Yanya, Arnavutluk, Kosova ve Bosna-Hersek’le birleşerek süratle “Balkan Federatif Birliği”ni oluşturmaktı. Bu devleti Yunanistan, Sırbistan, Karadağ, Arnavutluk, İtalya ve ilk başlarda Bulgaristan tanıdı. Bu devletin kuruluşuna Rusya en büyük tepkiyi gösterdi ve fesh edilmemesi halinde Doğu Anadolu’yu işgal tehdidinde bulundu. Ancak yaklaşan 1. Dünya savaşı öncesinde Bulgarlarla ittifak yapmak isteyen hükümet 29 Eylül 1913’te Bulgarlarla İstanbul Antlaşması yaptı. Yeni kurulan devletin feshine ikna için Albay Cemal Bey’i (Meşhur Cemal Paşa) görevlendirdi. Hükümetin baskılarına direnemeyen Garbi Trakya Hükümeti Müstakilesi 25 Ekim 1913’te kendisini fesh etmek mecburiyetinde kaldı ve Edirne-Kırklareli hattı ötesi Türk toprakları Bulgarlara bırakıldı. Bulgar Dışişleri Bakanı Geşof, “Eğer Osmanlı Hükümeti Batı Trakya’da kurulan hükümeti kendi eliyle yok etmiş olmasaydı, büyük devletler bu tampon devleti kesin olarak tanıyacaklar ve böylece Türkler de Balkanlardan çıkmamış olacaklardı. Bizde bu sonuçtan çok endişe ettik. Fakat Osmanlı devlet adamları, özellikle Cemal Paşa, bize bizden çok hizmet etti” demişti. Ömrü kısa da olsa, “Garbi Trakya Muhtar Türk Cumhuriyeti” ve bunun kuruluşu için verilen mücadele daha sonraki istirdat faaliyetleri için model oluşturmuştur. **** Evliye-i Selâse’nin, Anadolu’nun, Hatay’ın ve Kıbrıs’ın İstirdad Politikaları Aralık sayımızda ele alınacaktır. KASIM 2014 99 Özelleştirmeye Alternatif Bir Bakış Dr. Cemil Ertem Enflasyon Yine Öncelikli Konu Göktuğ Şahin EKONOMİ ÖZELLEŞTİRMEYE ALTERNATİF BİR BAKIŞ Dr. Cemil ERTEM SDE Ekonomi Programı Koordinatörü E kim ayı başında Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, yeni bir özelleştirme planı açıkladı. Bu plana göre, elektrik üretim santralleri, otoyol ve köpüler, stratejik sayılabilecek limanlar ve Halk Sigorta ile Halk Emeklilik özelleştirme kapsamında. Ayrıca Şimşek, 25 şeker ve 5 makine fabrikası olmak üzere Şeker İşletmelerini de özelleştirmeyi düşündüklerini söyledi. Bu özelleştirme kapsamı seçimlere kadar olan özelleştirme planını kapsıyor. Bunun tar kavram oldu. Türkiye özelleştirme kavramını hep yanlış tartıştı. Tam şu süreçte, Maliye Bakanı Şimşek’in açıkladığı özelleştirme planı, bize göre çok stratejik bir hatadır. Bunun nedenlerini bu yazının sonraki bölümünde açıklaycağız. Ancak önce söylediklerimizin yanlış anlaşılmaması için özelleştirme kavramına nasıl baktığımızı ve buna bağlı olarak nasıl bir “özelleştirme” önerdiğimizi teorik olarak açıklayalım. Anahtar Bir Kavram Olarak Özelleştirme* dışında Ziraat, Halkbankası ve Vakıfbank’ın da hisse satışlarının uzun dönemde kapsamda olduğunu biliyoruz. Nitekim bu kapsamda, Vakıfbank’ın Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde olan hisselerinin Hazine’ye devrini sağlayacak yasa tasarısı ekim ayı sonunda TBMM’ne sunuldu. Türkiye, 1986’dan 2014 yılına değin, 70 milyar dolarlık özelleştirme yaptı. Bu önemli rakam dışında özelleştirme, bütün bu süreçte, çok tartışılan anah- Bu dönemde, özellkle üç kamu bankamız çn önermz şudur: Bu üç bankamız, bırakın özelleştrmey, bu bankaların kılına ble dokunulmamalı, bu bankalar, KOBİ ekonoms (Halk Bankası) Tarım (Zraat Bankası) ve Grşm Sermayes yen teknoloj destekler (Vakıflar Bankası) alanlarında daha fazla dernleşmel ve pyasayı yönlendrmeledr. Türkiye’de özelleştirme süreci ekonomi-hukuk arasındaki ilişkileri asit görmüş turnusol kâğıdı gibi ortaya çıkaran bir dinamiktir. Bu açıdan, bu çalışmada özelleştirme süreci bize bütün bu anlattıklarımızın sonuçlarını verecek kadar anahtar bir kavramdır. Türkiye’nin son 10 yılında özelleştirme alanında izlenen gelişmeler ve yaşanan sıkışmışlık, ekonomik dinamiklerle hukukun statükosu çelişkisini bütün çıplaklığı ile açığa vurmuştur. Bugün gelinen aşamada bile Türkiye bu sıkışmışlığın sonuçlarını yaşamaktadır. Statükocu yargı vesayetinin, belki de kamuoyu önünde, meşru tek direneceği alan özelleştirme uygulamaları olarak ortadadır. Bu meşruiyeti yargı oligarşisine, Türkiye’deki özelleştirme uygulamalarının yanlışlığı vermektedir. Türkiye’de özelleştirme devletçi yağma ekonomisinin devamı olarak gündeme gelmiş ve bu çerçevede uygulanmıştır. Oysa dünyada, özelleştirme uygulamaları tam anlamıyla, devletçi ekonomiden çıkışın başlangıcı olarak gündeme oturmuştur. Türkiye’de özelleştirme bir mülkiyet sorunu olarak görülmüştür. Bu sorunu ulusalcı sol kesim ‘devlet mülkiyeti iyidir, özel mülkiyet kötüdür’, yerleşik neoliberal zihniyet ise ‘devlet mülkiyeti kötü, özel mülkiyet iyi’ sığlığı çerçevesinde almış ve bu sığlıktan Türkiye zarar görmüştür ki, bunun en somut örneği Türk Telekom özelleştirmesidir. Dünyada Özelleştirme Özelleştirme, dünyanın gündemine 1970’lerin sonlarında girmeye başlamıştır. İlk özleştirmeler Şili’de yapılmışsa da, özelleştirmenin dünya çapında bir eğilim haline gelmesine Thatcher’in Başbakanlığı döneminde Birleşik Krallık’ın öncülük ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Birleşik Krallık’ta özelleştirme hareketi kamunun elindeki konutların sa- 102 KASIM 2014 tılması ve kamu tarafından finanse edilen mal ve hizmetlerin çeşitli sözleşmeler yolu ile özel sektöre yaptırılması ile başladı. Kamu iktisadi teşebbüslerinin özelleştirilmesine ilk örnek ise 1984’te British Telecom’un (BT) hisselerinin yarıdan fazlasının satılması oldu. Bu tarihten sonra özelleştirme hareketine kamu iktisadi teşebbüslerinin özelleştirilmesi damgasını vurdu. Oysa Türkiye’de Türk Telekom’un özelleştirme hikâyesi bilinir. Burada vesayetçi yargı ve siyaset güçlerinin işbirliği ile Türk Telekom uygun konjonktürü kaçırmış ve değerinin çok altında satılmıştır. Türkiye’de özelleştirme sol gelenekten gelen siyasetçiler tarafından bir mülkiyet sorunu olarak görüldü. Devletin elinde yağmalanan işletmeleri halkın malı zannettiler, sağ taraf da özelleştirmeleri bir yağma fırsatı olarak gördü. Dolayısıyla özelleştirme, bu iki sıkışmışlık arasında ekonominin dinamiği ile hukukun statik halini en çok bir araya getiren alan olarak ortaya çıktı. Özelleştirme, yağma ya da kamu servetini “özele” aktarma mekanizması değildir. 2013 yılının şubat ayında Başbakan Erdoğan’ın iradesiyle, köprü ve otoyolların özelleştirilmesi ihalesi iptal oldu. Herkes şaşkındı çünkü ihaleyi alan grup Koç-Ülker ve Malezyalı UEM Grup’tu. Koç bu ihale konusunda hem kendinden emin hem de iddialıydı çünkü yanına stratejik bir kararla Ülker ve Malezyalı bir ortak almıştı. Bu ortakların iktidar nezdinde saygın olduğunu da hesap ederek ihalenin alınmasına kesin gözüyle bakmıştı ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Zira artık çarşı bildikleri çarşı değildi. Onların denetledikleri piyasa, daha doğrusu, devletçitekelci düzen ortada yoktu. Koç gibilerin devletçiliği de, Başbakan’ın her fırsatta söylediği bürokratik oligarşinin kendileri tarafından denetlenmesi ve buna bağlı olarak, piyasa girişlerinin tamamen, yerleşik tekelci sermayenin denetiminde olduğu bir sistemdi. Otoyol ve köprü geçişleri ihalesinin Erdoğan’ın inisiyatifinde iptal edilmesi, ekonomi yönetimindeki vizyon ve bakış açısı ayrışmasını da ortaya çıkaran bir gelişmeydi. Bu gelişmenin birçok açıdan ele alınması gereken bir yol ayrımı olduğunu belirtmeliyiz. İhaleyi, Koç’un başını çektiği konsorsiyum, 5 milyar 720 milyon Dolar karşılığı almıştı. Tabii ki önce bu konsorsiyu- KASIM 2014 103 özelleştirmeler yol gösterici bir etkiye sahip. Örneğin devlet tekellerini doğrudan blok olarak özel tekellere devrediyorsanız burada çok büyük bir sorun var demektir. Bir köprü ve otoyol özelleştirmesinin fiyat düzeyi, siyasi irade tarafından yeterli bulunmadığı için iptal edilmesi önemli bir eşik olsa da, yeterli değildir. mun nasıl bir araya geldiği ve bu ittifakın arkasında ‘bir başka yönelim’ olup olmadığı tartışılarak ortaya bir yığın komplo teorisi atıldı. Ülker ve Malezyalı UEM’den ötürü ihalenin tartışmasız bu konsorsiyuma verileceği konuşuldu. Ancak ekonomi her zaman bir başka nehirde akar ve meseleye de tam buradan bakmak gerekir. Bakılması gereken, ihaleyi alan grupların kimliğinden ziyade, siyasi iradenin bu konudaki tavrıydı. Artık Türkiye, özelleştirme ‘sorunsalına’ bir yağma ve servet aktarımı mekanizması olarak bakmıyordu. Eskiden olsa, bırakın ‘yetersiz fiyat’ dolayısıyla bir özelleştirme iptalini, daha özelleştirme ihalesi olmadan ihaleyi kimin kazanacağı ve yoluna nasıl devam edeceği belli olurdu. Tabii buradan siyasi mekanizma ve bürokrasi de payını alırdı. Çok şükür, bu günlerin geride kaldığı anlaşılıyor. Bu da sevindirici bir gelişme ancak tartışmamız gereken, özelleştirmelerin piyasa mekanizmasının siyasi olarak da demokrasiyi destekleyen bir yanının olup olmayacağı. Şu çok açık ki, bir ekonomide piyasaya girişler ne kadar açık olur ve piyasacı rekabet ne kadar öne çıkarsa, orada demokrasi ile sağlanan siyasi istikrar da o kadar öne çıkar. Bu anlamda 104 KASIM 2014 Devletin işletme tekelini özel alana devrediyorsunuz. Peki ama burada iki önemli kurumsal yapının oluşması gerekir: Birincisi, piyasaya giriş serbestisinin her an olması gerekir ancak piyasaya giriş serbestisinin fiziki sınırları varsa, köprü ve otoyollar gibi, burada da kamu adına piyasa denetim kurumlarının oluşturulması gerekir. Demek ki, piyasaya girişi ve piyasa denetimini oluşturacak kurumları sağlam temellere oturtmalı ve kurumsallaştırmalıyız. Burada çok stratejik bir alan olan enerji piyasası örneğinden devam edelim. Enerji Piyasaları, Enerji Borsası ve Özelleştirme Enerjide hem yerli kaynakların kullanımı, hem de alternatif enerji kaynaklarının devreye girmesi ve burada piyasaya giriş serbestisinin sonsuz olması çok önemli. Türkiye 2014 başında Enerji Piyasaları İşletim A.Ş’yi (EPİAŞ) kurarak bir enerji borsası oluşturmayı önüne koymuştu… Enerji Piyasaları İşletim A.Ş.’nin (EPİAŞ) ana sözleşme taslağı ve yol haritası 2014’te belli olmuştu. Aslında merkezi Ankara olacak olan Türkiye Enerji Borsası bölgesel bir enerji borsası olacak. BIST ve Türkiye Elektrik İletim A.Ş. yüzde 30 hisse ile enerji borsasının ortağı olacaktı. Yüzde 30’unun özel sektöre ve yüzde 10’unun da NASDAQ gibi stratejik bir ortağa verilmesi düşünülüyordu. Aslında burada kamunun payı yüzde 60 gibi görünse de BIST’in özelleştirilmesi sonrası bu oran değişebilir ama burada kamunun payı ağırlıkta olmalıdır. Böylece bölgede özellikle yeni doğalgaz hatlarının belirginleşmeye başlamasına paralel olarak Türkiye Enerji Borsası bölgesel bir özellik kazanacak. Türkiye Enerji Borsası’nın böylece, Güney ve Doğu Avrupa, Hazar Bölgesi/Avrasya ve Orta Doğu’nun çok önemli bir kısmını kapsayacağını söyleyebiliriz. Irak’taki, özellikle Kuzey Irak’taki doğalgaz rezervlerinin değerlendirilmeye başlaması, Enerji Borsası’na çok önemli bir ivme kazandıracaktır. Bugün Kuzey Irak Kürt Bölgesi’nde yaklaşık 45 milyar varillik petrol rezervi olduğu hesaplanıyor. Kuzey Irak’ta tahmin edilen doğalgaz miktarı ise 3,2 trilyon metreküp, yani Türkiye’nin gaz ihtiyacını 300 yıl karşılayabilecek büyüklükte. Öte yandan bu enerji hatlarının Bakü-Hazar enerji hatlarıyla birleşip, TANAP ve TAP projeleriyle, Avrupa içlerine kadar gideceğini düşünürsek bu büyüklükte bir enerji çıkışının piyasası ve bunun fiyatlandırılması çok önemli olacaktır. Fiyat istikrarı-ekonomik istikrar için önemli bir düzenleyicidir. Ayrıca, Türkiye Enerji Borsası piyasa şeffaflığını sağlayacak ve yatırım ortamını iyileştirecektir. Şimdi böyle bir piyasanın ortaya çıktığı süreçte, siz enerji ile ilgili bir toplu iğneyi bile bu süreç bitmeden özelleştiremezsiniz. Eğer özelleştirirseniz yanlış fiyattan ve kamunun zararına özeleştirirsiniz. İkincisi, bu süreç bitse ve doğru fiyatlama yapacak olsanız bile, bu kadar önem kazanmış ve stratejik varlıkları ancak yönetimi kamuda olmak üzere, doğrudan halka arzla özelleştirmeniz lazımdır. Aynı şekilde, verimli tarım işletmeleri ve otoyol, köprüler için de aynı şey geçerlidir. Hükümet, bugün Halk Sigorta, Halk Emeklilik gibi çok karlı kamu finans kurumlarını blok olarak özelleştirmemelidir. Bunların gelirlerinin Halkbankası’na aktarılıp aktarılmaması da önemli değildir. Burada kamu çıkarı zarar görür. Türkiye’de daha önce “vasayetçi yargı” özelleştirmeye çok yanlış bakıyordu. Ama bu yanlış, özelleştirmeyi, özel tekele kamu varlığını devretmek olarak gören anlayıştan farklı değildi. Yargının buradaki bakışı, kamu mülkiyetinin hem ekonomik verimlilik açısından hem de kamu maliyetlerini azaltıp toplumsal faydayı azamileştirmesi açısından devletçi yapının en uygun sistem olduğu kanısından kaynaklanmakta ve özelleştirme kararları bu anlamda Türkiye’nin son 10 yılında yargının devletçi ve giderek korporatist bakışını adeta özetlemektedir. Yani yukarıda Üç kamu bankasının Katılım Bankacılığı adımları geckyor; bu konuda Türkye acele etmeldr. Türkye’nn, tasarruf düşüklüğünden şkayet eden yetkllern, eğer bu adım daha da geckrse artık “tasarruf düşüklüğü” sorununu kendlernden sormalıyız. vurguladığımız gibi, bu bakış açısı (yani devlet tekelini özel tekele devredelim kurtulalım) yanlış bakış açısının tam tersi ama aynı derecede yanlış bir açıdır. Önemli olan kamunun (devletin değil) çıkarıdır ve kamu tekelleri özel tekele devredilemez. Bunlar ancak halka arz edilip kamu yararına işletilebilir. Aslında bu bakış açısı bize göre, yeni neo-liberal politikaların dışında bir ekonomi yoludur da… Burada yapılması gereken, doğrudan halka arz yöntemi ile özellikle karlı, stratejik kamu varlıklarının yönetiminin kamuda kalmasını sağlamak ve bu yolla hem gelir elde etmek hem de bu gelirin kamu tarafında sürekliliğini sağlamaktır. Özellikle, enerji, şeker gibi endüstriyel tarım işletmeleri ve kamu bankaları bu dönemde blok özelleştirilmemelidir. Bu dönemde, özellikle üç kamu bankamız için önerimiz şudur: Bu üç bankamız, bırakın özelleştirmeyi, bu bankaların kılına bile dokunulmamalı, bu bankalar, KOBİ ekonomisi (Halk Bankası) Tarım (Ziraat Bankası) ve Girişim Sermayesi-yeni teknoloji destekleri (Vakıflar Bankası) alanlarında daha fazla derinleşmeli ve piyasayı yönlendirmeledir. Ayrıca bu üç bankanın Katılım Bankacılığı adımları gecikiyor; bu konuda Türkiye acele etmelidir. Türkiye’nin, tasarruf düşüklüğünden şikayet eden yetkililerin, eğer bu adım daha da gecikirse artık “tasarruf düşüklüğü” sorununu kendilerinden sormalıyız. Sonuç olarak, Maliye Bakanlığı’nın açıkladığı özelleştirme programı kamu yararına değildir. Bu program, bizim yukarıda anlattığımız teorik ve pratik çerçevede ve kamusal vizyon kapsamında değiştirilmelidir. * Bu konuda Bkz: Cemil Ertem; Yatağını Bulan Nehir; Erdoğan Dönemi Ekonomi Politiği; S: 331- Selis Yayınları-2014 İstanbul. KASIM 2014 105 EKONOMİ ENFLASYON YİNE ÖNCELİKLİ KONU Göktuğ ŞAHİN* Öğretim Görevlisi S on dönemde ülkemiz ekonomisinde enflasyon ile mücadele tekrar gündemdeki yerini almış durumdadır. Daha önceki hükümetlerin ekonomi yönetimi sırasında üç haneli enflasyon oranlarını bile yaşamış olan orta yaş ve üstü vatandaşlarımıza pek ciddiye alınmayacak seviyede olarak gözüken enflasyon rakamları şu an yeni ve güçlü ekonomimiz için bir süre daha üzerinde çalışılması gereken konuların başında gelmektedir. Bu hedefe ulaşmanın yolu, istikrarlı bir şekilde politika hedeflerine sıkı sıkıya bağlı kalmaya devam etmek, iyi bir koordinasyon, bilimsel temelli çalışmalar, güncellik ve en önemlisi de halkımızın beklentilerinin iyi yönetilmesinden geçmekte… 2014 yılının Eylül ayına kadarki zaman dilimi (Haziran ayı hariç), enflasyonun tahminlerin üzerinde seyrettiği bir dönem oldu. Eylül ayında ise enflasyon bir nebze hız kesmiş gözükmekte. Orta Vadeli Program 2015-2017’de de belirtildiği üzere yılın ilk 9 ayında TÜFE önceki yılın aynı dönemine göre artış göstererek %6,4 olarak gerçekleşti ve enflasyonla mücadele hükümetin ekonomide öncelikli hedefi halini aldı. Bu artış, özellikle olumsuz hava koşulları ile birlikte yükseliş gösteren gıda fiyatları, Türk Lirası’nın değerindeki aşağı yönlü seyir, yukarı yönlü fiyatlama davranışları ile tütün ve petrol ürünlerindeki fiyat artışlarından kaynaklandı. 106 KASIM 2014 Öncelikle resmin genelini görebilmek açısından Ekim ayına kadar olan dönemde 2014 yılı için enflasyonun genel görünümü betimleyecek olursak: I. Çeyrek (Ocak, Şubat, Mart): Yılın I. çeyreğinde (Ocak, Şubat, Mart) Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) yıllık olarak % 8,39 düzeyinde karşımıza çıktı. 2014 enflasyon tahmini % 6,6’dan % 7,6’ya çıkartılırken, 2015 yılı için enflasyon tahmini % 5,0 olarak belirlendi. Enflasyon tahminindeki bu artışın ağırlıklı olarak nedenleri şu şekilde sayılabilir: d) Olumsuz hava koşulları ile uluslararası fiyat artışları nedeniyle gıda fiyatlarında meydana gelen artış, a) Döviz kuru geçişkenliği etkisi sonucu Türk Lirası’ndaki değer kaybı, e) Enflasyon konusunda olumsuz beklentilerin artması. b) Artan otomobil vergisi nedeniyle temel mal fiyatlarında meydana gelen artış, Gıda, temel mal ve hizmet fiyatları I. çeyrek enflasyonunu yukarı çeken faktörler olurken, EPDK’nın uyguladığı tavan fiyat uygulaması ve petrol fiyatlarındaki düşüş ile birlikte Enerji fiyatları enflasyonu sınırlandırıcı etkide bulunmuştur. Çekirdek enflasyon c) Lokanta ve otel fiyatları başta olmak üzere hizmet fiyatlarında meydana gelen artış, KASIM 2014 107 gıda sektörü dışında maliyet yönlü olarak hafiflediği görülmekte. III. Çeyrek (Temmuz, Ağustos, Eylül): Temmuz ayı: rakamları Türk Lirası’ndaki değer kaybı ve hizmet fiyatlarındaki artış nedeniyle yükselme eğilimini korudu. 2014 yılı gıda fiyatlarındaki artış % 9 olarak ön görüldü. Ayrıca I. çeyrekte 2014 yılı için ortalama petrol fiyatları tahmini 106 ABD Dolar’ı olarak belirlendi. Yurt İçi Üretici Fiyat Endeksi (Yİ-ÜFE) I. çeyrekte imalat sektörü fiyatlarındaki keskin artış nedeniyle bir önceki çeyreğe göre % 5,34 yükselme gösterdi. Bu yükselişte etkili olan faktör Türk Lirası’ndaki değer kaybı oldu. İmalat sektöründeki yüksek fiyat artışları tüketici fiyatlarında yukarı yönlü ciddi bir baskı oluşturdu. II. Çeyrek (Nisan, Mayıs, Haziran): Yılın II. çeyreğine (Nisan, Mayıs, Haziran) baktığımızda ise TÜFE ilgili dönemde bir önceki çeyreğe göre artış göstererek yıllık % 9,16 düzeyinde gerçekleşti. 2014 enflasyon tahmini daha dar bir aralıkta belirlenmesine rağmen % 7,6 düzeyinde korundu, fakat 2015 yılı enflasyon tahmini yine değiştirilmeyerek % 5 düzeyinde belirlendi. II. çeyrekteki enflasyon rakamlarında gıda ve temel mal fiyatlarındaki artışlar etkili oldu. Gıda fiyatlarında I. çeyrekte yurt dışı fiyatlarla bir paralellik söz konusu iken II. çeyrekte bu durumun aksine yurt dışı fiyatlar düşerken ku- 108 KASIM 2014 raklık, döviz kuru etkileri gibi nedenlerle yurt içi gıda fiyatları artmaya devam etti. Bunun yanında fiyatlarında artış gözlenen ürünlerin birçoğunda dış ticaret vergilerinin yüksek olduğu ve bu soruna bir çözüm bulunması gerektiği Hükümet ve Merkez Bankası tarafınca vurgulandı. Hizmet sektöründe ilgili dönemde artış gözlenirken enerji fiyatlarında ise düşüş söz konusu oldu. Ayrıca II. çeyrekte TL’nin değerindeki kaybın enflasyona olan etkisinin maksimum düzeyde gerçekleştiği ve çekirdek enflasyon rakamlarında ise özellikle TL’nin değerinde yaşanan pozitif görünüm nedeniyle artışın sınırlandığına dikkatler çekildi. Enflasyon üzerinde yoğun baskı oluşturan gıda fiyatlarındaki artış 2014 yılı için % 9 olarak ön görüldü. Bunun yanında II. çeyrekte petrol fiyatlarının beklenen değerlerin üstünde gerçekleşmesi nedeniyle 2014 yılı için tahmini petrol fiyatları ortalama olarak 106 ABD Dolar’ından 108 ABD Dolar’ına yükseltildi. Yurt İçi Üretici Fiyat Endeksi (Yİ-ÜFE) yıllık olarak önceki çeyreğe göre azalma göstererek % 9,75’e geriledi. Bu gerilemede etkili olan başlıca faktör Türk Lirası’ndaki değer artışı nedeniyle imalat fiyatlarındaki pozitif görüntüydü. Bunun yanında ilgili dönemde tüketici fiyatlarındaki yukarı yönlü baskının Temmuz ayı enflasyon rakamları incelendiğinde tüketici fiyatlarının beklentilerin üzerinde olduğunu görüyoruz. Haziran ayında yaşanan baz etkisi kaynaklı bir düşüşün ardından yıllık olarak TÜFE Temmuz ayında tekrar yükseliş gösterdi. Bu yükselişte etkili olan faktörler; lokanta ve oteller, gıda ve alkolsüz İçecekler ile ulaştırma fiyatları oldu. Beklentilerin üzerinde gerçekleşen tüketici fiyatlarındaki aylık değişimde etkili olan faktörler ise eğlence ve kültür, ulaştırma ile alkollü içecekler ve tütün fiyatları oldu. Ayrıca arz yönlü faktörler ve Ramazan ayı nedeniyle önceki yıllara göre gıda fiyatlarındaki temmuz ayı yükselişi belirgin bir şekilde gözlenirken haberleşme kalemi fiyatlarındaki artış da diğer bir dikkat çekici faktör olarak karşımıza çıktı. Aylık olarak çekirdek enflasyon rakamlarında ise görünüm ılımlıydı. Çekirdek enflasyon rakamlarının yıllık seyri ise haziran ayında yaşanan düşüşten sonra yüksek gidişatına geri döndü. Üretici fiyatları açısından ise yıllık olarak Yurt İçi Üretici Fiyat Endeksi (Yİ-ÜFE)’nde baz etkisiyle sınırlı bir düşüş gerçekleşirken, aylık olarak önceki ayların aksine tekrar bir yükseliş gözlendi. Sektörel açıdan yıllık olarak elektrik, gaz üretimi ve dağıtımı hariç diğer alt kalemlerde artış gözlenirken aylık olarak tüm alt kalemlerde artış görülmekte. Türk Lirası’nın değerindeki volatilitenin geçiş etkisindeki gecikme ve gıda ürünleri fiyatları Yİ-ÜFE üzerinde etkili olan faktörler oldu. Ana Sanayi Grupları Sınıflamasına (MIGs) göre incelediğimizde gerek aylık gerekse yıllık olarak en yüksek artış Dayanıksız Tüketim Malları grubunda gözlenmekte. Bunun yanında tüketici fiyatlarındaki yukarı yönlü baskının imalat sektöründe gıda sektörü dışında maliyet yönlü olarak hafiflediği görülmekte. Ağustos ayı: Ağustos ayında tüketici fiyatları aylık olarak beklentinin altında gerçekleşirken yıllık olarak incelendiğinde baz etkisinin azalmasıyla birlikte yükselişini sürdürdü. Yıllık TÜFE’de etkili olan faktörlerden özellikle gıda fiyatlarındaki yükselişin baskın olduğu Resme baktığımızda 2014 yılında Ekim ayına kadar yaşanan enflasyon üzerinde en büyük baskının, gerek üretici gerekse tüketici fiyatları açısından gıda fiyatları yönlü olduğu görülüyor. Bu sorun genelde yaşanan olumsuz hava koşulları ve döviz kurunda yaşanan olumsuz gelişmeler sonucu ortaya çıkmakta. Ayrıca gerçekleştirilen gıda malları ithalatı ile ilgili düzenlemeler de fiyatların artışında etkili olmayı sürdürüyor. Bunu zaman zaman yurt dışı gıda fiyatları ile korelasyon içinde olmayan yurt içi gıda fiyatlarına bakarak görmek mümkün. gözlenirken hizmet fiyatlarında da gerçekleşen yükseliş dikkat çekti. Bunun yanında akaryakıt fiyatlarındaki düşüş kaynaklı olarak enerji fiyatlarında yaşanan olumlu görüntü enflasyonun yükselişini bir nebze sınırladı. Yıllık olarak en yüksek artış lokanta ve oteller grubunda gerçekleşti. Aylık olarak TÜFE’de etkili olan faktörler mevsimsel nedenlerle gıda fiyatları ve bayram nedeniyle lokanta ve otellerdeki fiyat artışları oldu. Bunun yanında mevsimsel etkilerle birlikte giyim ve ayakkabı ile petrol fiyatlarındaki düşüş nedeniyle ulaştırma fiyatları aylık olarak tüketici fiyatlarında yaşanan artışı sınırlandırdı. Aylık olarak en yüksek artış lokanta ve oteller grubunda gerçekleşti. Çekirdek enflasyon rakamları ise yıllık olarak sınırlı bir gerileme kaydetti. Üretici fiyatlarını incelediğimizde gıda fiyatlarındaki artış ve Türk Lirası’nda yaşanan değer kaybı nedeniyle aylık ve yıllık olarak Yİ-ÜFE’de artış gerçekleşti. En yüksek aylık artış gıda ürünlerinde gerçekleşti. Ana Sanayi Grupları Sınıflamasına (MIGs) göre fiyatlardaki en belirgin artış gıda ürünleri imalatındaki olumsuz tablo nedeniyle Dayanıksız Tüketim Malları grubunda gerçekleşti. Önceki aylarda olduğu gibi KASIM 2014 109 Ekonomi hayatın kendisiyse enflasyon da bu hayatı kaliteli yaşamanızı sağlayan bir lükstür ve lükse ulaşmak hatta lüksü korumak istikrarlı bir şekilde çok çalışmayı gerektirir... gıda sektörü dışında tüketici fiyatları üzerindeki maliyet yönlü baskılar yine hafif seyretti. Eylül ayı: Eylül ayı enflasyon rakamları incelendiğinde tüketici fiyatlarının sürpriz bir şekilde beklentilerin altında gerçekleşmesi ile bir nebze sevindirici bir tablo karşımıza çıktı. Bu düşüşteki en önemli faktör gıda fiyatlarında yaşanan ılımlı artış oldu. Yıllık olarak TÜFE’yi incelediğimizde enflasyon rakamlarında etkili olan baz etkisi nedeniyle endekste bir düşüş gözlendi ve mart ayından sonra en düşük yıllık TÜFE ile karşılaştık. Bu düşüşte en fazla katkısı olan iki unsur, gıda fiyatları ve yatay seyreden hizmet fiyatları oldu. Yıllık olarak en fazla artış lokanta ve otel grubu fiyatlarında gerçekleşti. Aylık olarak incelendiğinde TÜFE’de yaşanan olumlu tabloda giyim ve ayakkabı fiyatlarındaki düşüş, indirimlere bağlı olarak alkollü içecekler ve tütün fiyatlarındaki gerileme etkili olurken, beklentilerin altında gerçekleşse de halen yüksek seyreden gıda fiyatları, son dönemde etkisi hissedilen konut fiyatları, okulların açılmasıyla birlikte eğitim fiyatları ile bayram döneminin etkisiyle lokanta ve otel fiyatlarındaki yükseliş aylık enflasyonun gerilemesini sınırlayan faktörler oldu. Aylık olarak en yüksek artış eğitim grubu fiyatlarında gerçekleşti. Enflasyonun seyri açısından verdiği sinyallerin dikkate alınması önem arz eden çekirdek enflasyon rakamlarında ise kur geçişkenliğinin zayıflaması ve temel mal grubu fiyatlarındaki ılımlı tablo nedeniyle birlikte gerileme sürmekte. Fakat çekirdek enflasyon rakamlarında önümüzdeki aylarda da düşüşün korunması için hizmet sektörü fiyatları dikkate alınması gereken bir konu. Üretici fiyatlarını incelediğimizde Yİ-ÜFE’de belirgin bir gerileme kaydedilmedi. Aylık olarak en yüksek artış gıda ürünlerinde gerçekleşti. Ana Sanayi Grupları Sınıflamasına (MIGs) göre önceki aylarda olduğu 110 KASIM 2014 gibi fiyatlardaki en belirgin artış yine gıda ürünleri imalatı fiyatlarındaki artış nedeniyle Dayanıksız Tüketim Malları grubunda gerçekleşti. Tüketici fiyatları üzerindeki maliyet yönlü baskı gıda imalatı sektörü nedeniyle devam etmekte ve bu durumun TÜFE’nin önümüzdeki aylarda düşüşünü sınırlandırmaya devam edeceği görülmekte. selişler, yapılan elektrik ve doğal gaz zammı, Türk Lirası’nın değeri, piyasa beklentileri ile fiyatlama davranışlarındaki bozulmanın sürmesi ve yeni yapılan değişiklik ile birlikte zorunlu karşılıklara ödenmeye başlanacak olan faizin piyasa etkisidir. Bunlarla birlikte yılsonu manşet enflasyon rakamının % 9’un üzerinde geleceği muhtemeldir. Sonuç Merkez Bankası’nın temel görevi kanunen fiyat istikrarını sağlamak ve 2006 yılından beridir enflasyonla mücadelede enflasyon hedeflemesi yöntemine sıkı sıkıya bağlı olarak uygulamaktır. Peki, Hükümet ve Merkez Bankası enflasyonla mücadelede başarılı mıdır? Cevap: Yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen enflasyonun tek hanede kalması sağlanmış gözüküyor. Daha önce bahsettiğim gibi çoğumuz iki haneli hatta üç haneli enflasyon oranlarıyla büyümüş bir nesiliz. Şu an için bahsedilen rakamlar ise en azından tek hanenin korunmasına ve ileriki dönemde hedefe ulaşılmasına yönelik önemli göstergelerdir. Resme baktığımızda 2014 yılında Ekim ayına kadar yaşanan enflasyon üzerinde en büyük baskının, gerek üretici gerekse tüketici fiyatları açısından gıda fiyatları yönlü olduğu görülüyor. Bu sorun genelde yaşanan olumsuz hava koşulları ve döviz kurunda yaşanan olumsuz gelişmeler sonucu ortaya çıkmakta. Ayrıca gerçekleştirilen gıda malları ithalatı ile ilgili düzenlemeler de fiyatların artışında etkili olmayı sürdürüyor. Bunu zaman zaman yurt dışı gıda fiyatları ile korelasyon içinde olmayan yurt içi gıda fiyatlarına bakarak görmek mümkün. Bu sorunun enflasyon üzerindeki etkisi ile ilgili dillendirilen çözüm önerilerinden birisi enflasyon sepeti içerisindeki payı % 24,45 olan gıda ve alkolsüz İçecekler grubunun payını düşürmek oldu. Fakat hükümet tarafından yapılan açıklamalar bu konuda bir değişikliğin olmayacağını göstermektedir. Çünkü ortada bilimsel olarak hazırlanıp kabul edilmiş olan bir yöntem bulunmaktadır. Ayrıca, enflasyon her yüksek çıktığında bu yöntemlerde değişikliğe gidilecek olunursa, yeni ekonomide istikrar söz konusu olmayacaktır. Çünkü ülkemizin ve ekonomimizin en başta gelen hedefi ve sloganı ‘istikrar’dır! İktisat sosyal bir bilimdir ve işin içinde insan faktörü varsa matematiksel hesaplar sınırsız değişkenleri veya sınırsız sayıda olasılığı kontrol etmeye çalışmaktadır. Bu değişkenlerin yanına bir de dünya eklenince gerisini siz düşünün. Bu kadar zorlu bir görev bizim gibi bir ülke için her şeyi bir kenara bırakıp sadece enflasyonla savaşsaydık belki gerçekleşirdi. Ama biliyoruz ki büyümeden tutun da cari açığa kadar gerek enflasyonun etkilediği gerekse enflasyonu etkileyen birçok faktör bulunmakta. Bu durumu bir tahterevalli gibi düşünmeye çalışın: Eğlenceli olması için bir taraf yukarıya çıkarken diğer taraf aşağıya inmek zorundadır. Her iki tarafın da dengede olması için kilo, boy uzunluğu vs. gibi birçok özelliği göz önüne almak gerekir, fakat bu durum size pek eğlenceli gelmeyecektir. Ayrıca kilosu çok fazla birisiyle kilosu çok az olan birinin dengeye gelmesi sizce ne kadar mantıklı ve gerçekçi? İşte ekonomide de bazen işlerin yolunda gitmesi için aynen tahterevallide olduğu gibi bir taraf yukarı çıkarken bir taraf aşağı inmek zorundadır. Bu iyi hazırlanmış ve çalışılmış politikalar ışığında bilinçli olarak gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Nasıl ki üçüncü bir kişi gelip sizin dengenizi bozabilir, bunu da dış ülkelerin müdahalesi olarak görebilirsiniz. Gerek yurt içi gerekse yurt dışı konjonktürün etkisiyle bozulmaya çalışılan dengemiz eninde sonunda istendiği noktaya gelecektir. Bunun için tekrar ediyorum ki en gerekli şey ne pahasına olursa olsun istikrarın korunmasıdır ve hepimiz bunun için canla başla çalışmalıyız. Son olarak ekonomi hayatın kendisiyse enflasyon da bu hayatı kaliteli yaşamanızı sağlayan bir lükstür ve lükse ulaşmak hatta lüksü korumak istikrarlı bir şekilde çok çalışmayı gerektirir… Grafik-1: Yİ-ÜFE Yıllık Endeks Değişimleri (2003=100) Ayrıca Türk Lirası’nın değerindeki volatil durum da enflasyon üzerinde baskı oluşturan faktörlerin ilk sıralarında yer alıyor. Fakat bu konuda uluslararası konjonktür nedeniyle ülkemizin elinden piyasayı beslemek dışında bir şey gelmemektedir. Aksi takdirde eski dönemlerde olduğu gibi dövize yoğun müdahale sonucunda istenmeyen sonuçlar doğacaktır. Bunun yanında enflasyon açısından maliyet yönlü baskı oluşturan ve döviz kuru ile de yakından ilişkili olan enerji fiyatları da var ki bu konuda yapacağımız hamle alternatif çözümler üretmeye devam etmek olmalıdır. Önümüzdeki dönemde enflasyonun yukarı yönlü gidişinde diğer önemli faktörler ise indirim döneminin bitmesiyle birlikte giyim fiyatlarında yaşanacak yük- Kaynak: TÜİK KASIM 2014 111 Grafik-2: TÜFE Yıllık Endeks Değişimleri (2003=100) Kaynak: TÜİK Tablo-1: 2014 Yılı I. Çeyrek, II. Çeyrek, Eylül Ayı Tüketici Fiyat Endeksi ve Yurt İçi Üretici Fiyat Endeksi Değişimleri Tablosu (%) Eylül TÜFE (aylık) Eylül TÜFE (yıllık) I. Çeyrek TÜFE II. Çeyrek TÜFE 0,14 8,86 3,57 2,06 Eylül ÖKTG-H (aylık) Eylül ÖKTG-H (yıllık) Eylül ÖKTG-I (aylık) Eylül ÖKTG-I (yıllık) 0,38 9,95 0,28 9,25 Eylül Eylül Yİ-ÜFE (aylık) Yİ-ÜFE (yıllık) 0,85 9,84 I. Çeyrek Yİ-ÜFE II. Çeyrek Yİ-ÜFE 5,52 -0,38 Kaynak: TÜİK, TCMB Tablo-2: TCMB Enflasyon Hedefi ve Tahmini Tablosu (%) ENFLASYON HEDEFİ 2014 ENFLASYON TAHMİNİ 2015 ENFLASYON TAHMİNİ 2014 Enflasyon Raporu I 5,0 6,6 5,0 2014 Enflasyon Raporu II 5,0 7,6 5,0 2014 Enflasyon Raporu III 5,0 7,6 5,0 Kaynak: TCMB Tablo-3: Orta Vadeli Program (2015-2017) Yıl Sonu TÜFE ve GSYH Deflatörü Değişimleri Tablosu (%) 2014 (tahmin) 2015 2016 2017 TÜFE 9,4 6,3 5,0 5,0 GSYH Deflatörü 9,1 6,0 5,3 5,0 Kaynak: BUMKO * ODTÜ İktisat Bölümü mezunu. Gazi Üni. Öğretim Görevlisi. Yıldırım Beyazıt Üniversitesinde Ekonomi Doktorası yapmaktadır. 112 KASIM 2014