küresel krizin finansal piyasalara etkisi

advertisement
T.C.
DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
İKTİSAT ANABİLİM DALI
İKTİSAT PROGRAMI
YÜKSEK LİSANS TEZİ
KÜRESEL KRİZİN FİNANSAL PİYASALARA ETKİSİ
Tuğçe GÜNTAY
Danışman
Yrd. Doç. Dr. Lale ALKINOĞLU KARAMIZRAK
İZMİR – 2013
ii
YEMİN METNİ
Yüksek Lisans tezi olarak sunduğum “Küresel Krizin Finansal Piyasalara
Etkisi” adlı çalışmanın, tarafımdan, akademik kurallara ve etik değerlere uygun
olarak
yazıldığını
ve
yararlandığım
eserlerin
kaynakçada
gösterilenlerden
oluştuğunu, bunlara atıf yapılarak yararlanılmış olduğunu belirtir ve bunu onurumla
doğrularım.
27/06/2013
Tuğçe GÜNTAY
iii
ÖZET
Yüksek Lisans Tezi
Küresel Krizin Finansal Piyasalara Etkisi
Tuğçe GÜNTAY
Dokuz Eylül Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü
İktisat Anabilim Dalı
İktisat Programı
Küreselleşme kavramı insanlık tarihiyle eşdeğer olmakla birlikte, önem
kazanmaya başladığı tarih, iletişim teknolojilerinin oldukça geliştiği 21.
yüzyıldır. Küreselleşmenin, tarihi, siyasi ve toplumsal sonuçlarının yanısıra ülke
ekonomilerinin
üzerinde
önemli
etkileri
bulunmaktadır.
Sermayenin
küreselleşerek, özellikle gelişmekte olan ülkelere kayması, söz konusu ülkelerde
doğrudan ve yabancı yatırımlar şeklinde değerlenmektedir. Bu nedenle,
gelişmekte olan ülkeler, daha fazla sermaye çekebilmek adına finansal
serbestleşme sürecine girmektedir. Gelişmiş ülkeler ise, piyasaya çeşitli
enstrümanlar sürerek yeni sermayeler yaratmakta, süreçten olabildiğince
yararlanmaya çalışmaktadır.
İşte bu süreç, 2008 krizine, Dünya’nın Büyük Buhran’dan bu yana
gördüğü en şiddetli krizlerden birine, yol açmıştır. Amerika’da Mortgage
balonunun patlamasıyla başlayıp, finansal piyasalar yoluyla Dünya’ya yayılan
krizin etkileri Türkiye’de de görülmüştür. Bir ekonomide oluşan krizin diğer
ülkelere yayılması, küreselleşmenin beraberinde getirdiği sonuçlardan biridir.
Sonuçların daha iyi değerlendirilmesi için, temel ve teknik analiz yöntemleri
birlikte kullanılarak, ayrıntılı bir değerlendirme yapılmalıdır.
Anahtar Kelimeler: Küreselleşme, Kriz, Teknik Analiz
iv
ABSTRACT
Master’s Thesis
The Effects of Global Crisis on Financial Markets
Tuğçe GÜNTAY
Dokuz Eylül University
Graduate School of Social Sciences
Department of Economics
Economics Program
Though the usage of globalization is old as human history, its value is
increased due to the advancing in technology and communication in 21st
century. Globalization has effects on history, in politics and social as well as in
economics. Globalization in capital is flowing from developed countries to
developing countries in the form of direct and indirect investments. Because of
that, developing countries, for the sake of gaining more of this capital, having
reforms on financial globalization. Developed countries on the other hand, are
creating new financial instruments, for the advance of gaining more capitals to
invest.
That is the timeline caused the 2008 global crisis, the one that the world
is faced as bad as The Great Depression. Started with the mortgage bubble’s
explotion in USA, spreaded by the financial markets to the world, affected
Turkey as well. Globalization is the reason of a crisis in one economy’s effects
on the others. To have a better understanding of the consequences of crisis,
basic and technical analysis methods must be used together.
Keywords: Globalization, Crisis, Technical Analysis
v
KÜRESEL KRİZİN FİNANSAL PİYASALARA ETKİSİ
İÇİNDEKİLER
TEZ ONAY SAYFASI
ii
YEMİN METNİ
iii
ÖZET
iv
ABSTRACT
v
İÇİNDEKİLER
vi
KISALTMALAR
x
TABLOLAR LİSTESİ
xii
ŞEKİLLER LİSTESİ
xiii
GİRİŞ
1
BİRİNCİ BÖLÜM
EKONOMİK KRİZLERE KURAMSAL YAKLAŞIM
1.1. EKONOMİK KRİZLERİN TANIMI, KAPSAMI, TEMEL UNSURLARI VE
GÖSTERGELERİ
3
1.2. KRİZ KURAMLARININ TARİHSEL SÜRECİ
5
1.2.1. Klasik Okul
5
1.2.2. Marksist Kuram
6
1.2.3. Neo-Klasik Yaklaşımda Kriz
7
1.2.4. Keynes Öncesi Kriz Kuramları
7
1.2.5. Keynesçi Yaklaşımda Kriz
8
1.2.5.1. Tüketim Eğilimi
8
1.2.5.2. Likidite Tercihi
10
1.2.5.3. Sermayenin Marjinal Etkinliği
11
1.2.6. Avusturya Okulunda Kriz
11
1.2.7. Parasalcı Kuramda Kriz
12
1.2.8. Yeni Keynesçi Krizler
12
1.2.9. Post-Keynesyenci Açıklamalar
14
vi
1.3. KRİZLERİN SINIFLANDIRILMASI
1.3.1. Finansal Krizler
15
16
1.3.1.1. Para/Döviz Krizleri
19
1.3.1.2. Bankacılık Krizleri
20
1.3.1.3. Borsa Krizleri
21
1.4. EKONOMİK KRİZLERİN OLUŞUMU
21
1.4.1. Konjonktür Kavramı
21
1.4.2. Konjonktürel Dalgalanma Teorileri
27
1.4.2.1. İklim Teorisi
27
1.4.2.2. Aşırı Üretim Teorisi
27
1.4.2.3. Eksik Tüketim /Aşırı Tasarruf Teorisi
28
1.4.2.4. İcatlar Teorisi
29
1.4.2.5. Nakdi Teoriler
30
1.4.2.6. Aşırı Yatırım Teorileri
31
1.4.2.7. Yatırım Oranlarındaki Eşitsizliğe Bağlı Teoriler
31
1.4.2.8. Modern Konjonktür Teorileri
31
1.4.2.8.1. Yeni Keynesyen Konjonktür Teorileri
31
1.4.2.8.2. Monetarist Konjonktür Teorisi
32
1.4.2.8.3. Yeni Klasiklerin Rasyonel Bekleyişler Teorisi
33
1.4.2.8.4. Yeni Klasiklerin Reel Konjonktür Teorisi
33
1.4.2.9. Siyasi Konjonktür Dalga Teorisi
1.4. FİNANSAL KRİZ MODELLERİ
1.4.1. Birinci Nesil Modeller
34
35
35
1.4.1.1. Kanonik Birinci Nesil Modeller
37
1.4.1.2. Modifiye Edilmiş Birinci Nesil Modeller
39
1.4.2. İkinci Nesil Modeller
40
1.4.3. Üçüncü Nesil Modeller
40
vii
İKİNCİ BÖLÜM
KÜRESELLEŞME VE FİNANSAL KRİZLER
2.1 KÜRESELLEŞME KAVRAMI VE ORTAYA ÇIKIŞ NEDENLERİ
42
2.1.1. Tanım ve Kavramsal Çerçeve
42
2.1.2. Küreselleşme Sürecinde Serbest Sermaye Hareketleri
44
2.1.3. Finansal Serbestleşme (Mc Kinnon-Shaw Yaklaşımı)
50
2.2. DÜNYADA YAŞANAN FİNANSAL KRİZLER
52
2.2.1. Latin Amerika Krizleri
52
2.2.1.1. Meksika Krizi
53
2.2.1.2. Arjantin Krizi
56
2.2.1.3. Brezilya Krizi
57
2.2.2. Güneydoğu Asya Krizi
58
2.2.3. Rusya Krizi
60
2.3. TÜRKİYE’DE FİNANSAL SERBESTLEŞME SÜRECİ
62
2.4. TÜRKİYE’DE YAŞANAN FİNANSAL KRİZLER
65
2.4.1. 1994 Krizi
65
2.4.2. 1998 Krizi
68
2.4.3. Kasım 2000 ve Şubat 2001 Krizleri
70
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
2007-2009 KÜRESEL KRİZİ VE FİNANSAL PİYASALARA ETKİSİ
3.1. UZUN DÖNEMLİ DALGALANMALAR (TRENDLER)
75
3.1.1. Trendlerin Sınıflandırılması
76
3.1.2. Trend Dönüş Formasyonları
78
3.1.2.1. Omuz-Baş-Omuz
79
3.1.2.2. İkili Tepe-İkili Dip
80
3.1.3. Sıkıştırma Formasyonları
3.1.3.1. Üçgen Formasyonu
81
82
viii
3.1.3.2. Takoz Formasyonu
83
3.1.3.3. Bayrak ve Flama Formasyonları
84
3.2. TEKNİK ANALİZ TEORİLERİ
85
3.2.1. Dow Teorisi
86
3.2.2. Fibonacci Çalışmaları ve Elliott Dalgaları
88
3.2.2.1. Fibonacci Çalışmaları
89
3.2.2.2. Elliott Dalgaları
92
3.3. DİĞER TEKNİK ANALİZ YÖNTEMLERİ
3.3.1. Boşluklar
94
95
3.3.1.1. Kaçış Boşlukları
95
3.3.1.2. Ölçüm Boşlukları
96
3.3.1.3. Tükeniş Boşlukları
96
3.3.1.4. Ada Dönüşleri
97
3.3.2. Bollinger Bantları
97
3.3.3. CCI (Mal Kanal Endeksi)
98
3.3.4. Osilatörler
100
3.3.4.1. Stokastik
101
3.3.4.2. Relatif Güç Endeksi (RSI)
104
3.3.4.3. Hareketli Ortalamalar Yakınlaşması-Uzaklaşması
106
3.3.4.4. Ortalama Yön Endeksi (ADX)
108
3.4. KONUT BALONUYLA BAŞLAYAN KÜRESEL KRİZ
109
3.4.1. Küresel Krizin Türkiye Ekonomisine Etkileri
115
3.4.2. Dünya ve Türkiye Piyasalarının Teknik Analizi
134
3.4.3. Türkiye Finansal Piyasaları Üzerinde Görülen Etkileri
141
SONUÇ
158
KAYNAKÇA
164
ix
KISALTMALAR
AB
Avrupa Birliği
ABD
Amerika Birleşik Devletleri
ADX
Average Directional Index
ASEAN
Association of Southeast Asian Nations
ASO
Ankara Sanayi Odası
BDDK
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu
BDE
Baltık Dry Endeksi
BIST
Borsa İstanbul
CCI
Commodity Channel Index
DAX
Deutscher Aktienindex (Alman Birleşik Borsa Endeksi)
DGD
Doğrudan Gelir Desteği
DPT
Devlet Planlama Teşkilatı
EPDK
Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu
FED
Federal Reserve Bank
GATT
General Agreement on Tariffs and Trade
GKO
Gosudarstvennoye Kratkosrochnoye Obyazatyelstvo (Devlet KısaVadeli Tahvilleri)
GSMH
Gayri Safi Milli Hasıla
GSYİH
Gayri Safi Yurt İçi Hasıla
IMF
International Monetary Fund
ISDA
International Swaps and Derivatives Association
İYA
İktisadi Yönelim Anketi
KEP
Katılım Öncesi Ekonomik Programı
KİT
Kamu İktisadi Teşebbüsü
KKO
Kapasite Kullanım Oranı
KVSH
Kısa Vadeli Sermaye Hareketleri
MACD
Moving Average Convergence-Divergence
NAFTA
North American Free Trade Agreement
OAPEC
Organization of Arab Petroleum Exporting Countries
OPEC
Organization of the Petroleum Exporting Countries
x
PACTO
Pact for Economic Solidarity
ROK
Rezerv Opsiyonu Katsayısı
ROM
Rezerv Opsiyonu Mekanizması
ROO
Rezerv Opsiyonu Oranı
RSI
Relative Strength Index
SSCB
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği
TASAM
Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi
TBB
Türkiye Bankalar Birliği
TCMB
Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası
TDK
Türk Dil Kurumu
TEFE
Toptan Eşya Fiyat Endeksi
TEKEL
Tütün, Tütün Mamulleri, Tuz ve Alkol İşletmeleri A.Ş. Genel
Müdürlüğü
TPAO
Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı
TSPAKB
Türkiye Sermaye Piyasası Aracı Kuruluşları Birliği
TÜİK
Türkiye İstatistik Kurumu
TÜFE
Tüketici Fiyatları Endeksi
WTO
World Trade Organization
xi
TABLOLAR LİSTESİ
Tablo 1: Türkiye’de Finansal Yapıdaki Gelişmelerin Kronolojisi
s. 64
Tablo 2: TCMB Döviz Rezervleri, Sermaye Hareketleri, TEFE ve TÜFE
s. 69
Tablo 3: Kriz Öncesi Konut Kredileri ve Menkul Kıymetleştirme Oranı
s. 112
Tablo 4: Hedge Fonlar
s. 114
Tablo 5: BIST 100 Aylık Değerleri
s. 118
Tablo 6: Ülke Gruplarına Göre Dış Ticaret (Milyar Dolar)
s. 119
Tablo 7: Seçilmiş Temel Göstergeler
s. 120
Tablo 8: Reel Güven Endeksi
s. 127
Tablo 9: İmalat Sanayi Kapasite Kullanım Oranları
s. 128
Tablo 10: Dış Borç Dağılımı (Milyon Dolar)
s. 130
Tablo 11: Portföy Yatırımları (Milyon Dolar)
s. 145
Tablo 12: Enerji İthalatının Toplam İthalat İçindeki Payı
s. 147
Tablo 13: Türkiye’nin Gaz, Kömür ve Petrol İthalatı(Milyon Dolar)
s. 148
Tablo 14: Türkiye’nin Hububat, Şeker ve Pamuk İthalatı (Milyon Dolar)
s. 152
xii
ŞEKİLLER LİSTESİ
Şekil 1: Ekonomik Krizlerin Sınıflandırılması
s. 15
Şekil 2: Konjonktürel Dalgalanma Devirleri
s. 23
Şekil 3: Dalgalanma Evreleri
s. 25
Şekil 4: Hava Sıcaklıkları ile Borsa İlişkisi
s. 28
Şekil 5: Kondratieff Dalgalanmalar
s. 30
Şekil 6: Belirsizliğin Olmadığı Durumlarda Saldırı Zamanı
s. 38
Şekil 7: Yükselen Trend
s. 76
Şekil 8: Trend İçinde Trendler
s. 77
Şekil 9: Yatay Trend
s. 78
Şekil 10: Omuz-Baş-Omuz Formasyonu
s. 79
Şekil 11: İkili Dip
s. 81
Şekil 12: Simetrik Üçgen
s. 82
Şekil 13: Takoz Formasyonu
s. 83
Şekil 14: Bayrak Formasyonu
s. 84
Şekil 15: Fibonacci Yayları
s. 90
Şekil 16: Fibonacci Yayları ve Fan Çizgileri
s. 91
Şekil 17: Fibonacci Geri Alma Çizgileri
s. 91
Şekil 18: Elliot Dalgaları
s. 92
Şekil 19: Kaçış Boşlukları
s. 95
Şekil 20: CCI
s. 99
Şekil 21: Stokastik Osilatörü
s. 104
Şekil 22: RSI
s. 106
Şekil 23: MACD
s.107
Şekil 24: CCI ve ADX
s. 108
Şekil 25: Hedeflenen ve Gerçekleşen Enflasyon (TÜFE %)
s. 122
Şekil 26: TCMB Faiz Oranları
s. 124
Şekil 27: TCBM Faiz Oranları (%)
s. 126
Şekil 28: Altın Ons-Dolar Grafiği
s. 135
Şekil 29: Baltık Dry Endeksi
s. 137
Şekil 30: Dax/Dolar Endeksi
s. 138
xiii
Şekil 31: Avro-Dolar Paritesi
s. 139
Şekil 32: Dow-Jones Endeksi
s. 140
Şekil 33: BIST 100’ün Elliot ile Analizi
s. 142
Şekil 34: Türk Lirası/Dolar
s. 143
Şekil 35: Türkiye/ABD Tahvilleri
s. 144
Şekil 36: Portföy Yatırımları (Milyon Dolar)
s. 146
Şekil 37: Avro/Dolar Ton Başına Petrol Fiyatları
s. 149
Şekil 38: Dolar Cinsinden Yıllık Gaz Fiyatları
s. 150
Şekil 39: Dolar Cinsinden Aylık Kömür Fiyatları
s. 151
Şekil 40: Dolar Cinsinden Şeker Yıllık Fiyatları
s. 153
Şekil 41: Dolar Cinsinden Hububat Fiyatları
s. 154
Şekil 42: Dolar Cinsinden Pamuk Fiyatları
s. 155
xiv
GİRİŞ
a. Araştırmanın Konusu ve Amacı
2008 yılında yaşanan küresel krizin, tüm dünyada önemli etkileri
görülmüştür. Amerika’da mortgage balonunun patlamasıyla başlayan kriz, finansal
küreselleşmenin bir sonucu olarak bütün dünyaya yayılmıştır. Bu nedenle,
küreselleşmenin
tarihsel süreci
ve finansal küreselleşme teorileri, çalışmanın
konusu kapsamında ele alınmıştır. Krizler, temel olarak sistemin aksayan yönlerine
ışık tutan olaylar olduklarından, oluşum süreçlerinin anlaşılması büyük önem
arzetmektedir. Çalışmanın temel amacı, ABD mortgage ile başlayıp dünyaya yayılan
2008 krizinin, Türkiye ve dünya finansal piyasalarını etkilediğini, temel ve teknik
analiz yöntemleri kullanarak ispatlamaktır.
b. Araştırmanın Yöntemi
Temel analiz, temel ekonomik göstergelerin yorumlanması ile yapılan bir
analiz yöntemidir. Teknik analiz ise, fiyat endekslerinin trend çizgileri yardımıyla
yorumlanmasına dayanır. Bu iki analiz türü, ancak birlikte kullanıldıklarında tam ve
doğru yorumlar yapılabilir. Bu nedenle çalışmada her iki analiz türüne de yer
verilmiştir.
Türkiye’nin temel ekonomik göstergeleri, temel analiz yoluyla incelendikten
sonra, Amerika’da başlayan krizin finansal piyasalar yolu ile dünyaya yayılması
nedeniyle, belli başlı dünya endekslerinin yorumlanmasına yer verilmiştir. Ardından
Türkiye’nin finansal piyasaları teknik analiz kuralları yoluyla detaylı bir şekilde
analiz edilmiştir.
c. Araştırmanın Planı
Birinci bölümde, kriz kelimesinin kelime kökeninden başlanarak, çeşitli kriz
tanımlarına yer verilmiştir. Ardından, hangi durumların kriz olarak sayılacağı ve bir
krizi yaratan temel unsurlar açıklanmıştır. Kriz kuramlarının tarihsel süreci
1
incelenmiş, krizler belirli bir sınıflandırmaya tabi tutulmuştur. Krizlere neden olduğu
pek çok kuram tarafından kabul edilen konjontür kavramı incelenerek, çeşitli
konjontür kuramlarına ve bir konjonktürün devrelerine yer verilmiştir. Birinci kısım
finansal kriz modellerinin tanımlanması ile bitirilmiştir.
İkinci bölümde, krize neden olan temel sebeplerden biri olduğundan,
küreselleşme
ve
finansal
küreselleşmeye
yer
verilmiştir.
Küreselleşmenin
tanımlanması ve tarihsel çerçevede incelenmesi bu bölümde yer almaktadır. Finansal
küreselleşmeyi açıklayan McKinnon-Shaw yaklaşımı ve bu yaklaşıma eleştiriler
incelenmiştir. Türkiye’de yaşanan finansal serbestleşmenin aşamaları ele alınmış,
ardından Türkiye ve dünyadaki belli başlı finansal krizler anlatılmıştır.
Üçüncü ve son bölümde, analizlere geçilmeden önce, teknik analizin temel
kavramı olan trend kavramı, özellikleri, belli başlı trend formasyonları ve trendlere
yol açan teoriler açıklanmıştır. Kriz küresel çapta yayılmadan önce, birinci ayağı
olarak sayılan Amerika’daki mortgage krizi üzerinde durulmuştur. Ardından, temel
ve teknik analizle Dünya piyasalarına yayılması adım adım takip edilmiştir. Krizin
ardından Türkiye’de uygulanmaya konan yeni ekonomi düzenleyici araçlardan bu
bölümde bahsedilmiştir. Sonuç kısmında, elde edilen bulgular eşliğinde, piyasaların
genel bir değerlendirmesi yapılmıştır.
2
BİRİNCİ BÖLÜM
EKONOMİK KRİZLERE KURAMSAL YAKLAŞIM
1.1. EKONOMİK KRİZLERİN TEMEL UNSURLARI VE GÖSTERGELERİ
Kriz sözcüğünün temeli, Yunancadaki “κρίσις - krisis”den gelir. Bu kelime
kriz ve kritik anlamlarının ikisini birden kapsamaktadır. Türkçe’ye Fransızca’dan,
“crise” sözcüğünden geçmiştir ve sözlükte ilk anlamı “Bir organda birdenbire ortaya
çıkan fizyolojik bozukluk, akse”dir. “Bir ülkede veya ülkeler arasında, toplumun
veya bir kuruluşun yaşamında görülen güç dönem, bunalım, buhran” anlamı kriz
sözcüğünün altıncı ve bu çalışmada kastedilen kullanımıdır (TDK, 2012:919). Genel
anlamda kriz, iktisadi sistem ya da alt dallarının işleyişinde, beklenmedik bir şekilde
meydana gelen, bütün sistemin sürekliliğini önemli ölçüde olumsuz etkileyen durum,
olarak tanımlanır.
Buradan da anlaşılacağı gibi, herhangi bir krizin etkileri sadece ortaya çıktığı
alanı değil, yaşanan dönemdeki bütün koşulları etkileyen bir süreçtir. Diğer yandan,
krizlerin sistemdeki aksaklıkları ortaya çıkaran, sistemin güçlendirilmesini sağlayan
bir etkisi de bulunmaktadır (Dalyancı ve Oktar, 2010:2). Zaman zaman baş gösteren,
kısa süreli, düşük etkili krizlerin, sistemin işleyişi hakkında bilgi vermesi ve
sorunlara işaret etmesi açısından önemi büyüktür. Bu nedenle krizler, sistemin
sorunlarını tanımlama işlevini de taşırlar.
Literatürde bazı sözcükler, finansal kriz kavramının yerine kullanılmaktadır.
“Finansal istikrarsızlık”, “finansal düzensizlik”, “finansal kırgınlık” ve “sistematik
risk” bunlardan bazılarıdır. Bu kavramlar, varlık ve üretim miktarlarındaki ani
değişimlerden bahsettiklerinden, finansal krizlerin ortaya çıkma olasılığını ifade
etmektedirler. Bazı kullanımları sadece finansal piyasalarla sınırlı kalmamakta,
tüm ekonomiye yansıyan yıkıcı etkilerden bahsedilmektedir.
Bütün ekonomik darboğazlar kriz demek değildir. Bir ekonomik darboğazın,
ekonomik kriz sayılabilmesi için, herhangi bir mal, hizmet, üretim faktörü veya
döviz piyasasında, fiyat ve/veya miktarlardaki, kabul edilir miktarların dışında
şiddetli bir dalgalanmanın olması gerekir (Kibritçioğlu, 2001:174). Krizlerin ayırt
edici özelliği, piyasada normalin dışında görünen sapmaların varlığıdır.
3
Ekonomilerin
krize
girdiğine
işaret
eden
bazı
temel
göstergeler
bulunmaktadır. Bunların birinin veya bir kaçının aynı anda ortaya çıkması, krizi
tetikleyebilir. Gerek bunları şu şekilde maddelemiştir (Gerek, 1999:66):

Uluslararası rezervlerde aşırı düşüş

Yerli paranın aşırı değer kazanması

Kredi genişlemesi

Enflasyon ve dolayısıyla reel ücretlerin, uzun süre sabit kalması veya
aşırı azalması

Artan enflasyonda, reel ücretlerin sabit kalması veya azalması

Dış ticaret dengesinin bozulması

İhracat performansında düşüklük

Para arzı ve kamu açıklarında ciddi artışlar

İş yerlerinin kapanması sonucu işsizlik artışları

Sermaye girişinin azalması ve/veya eksilere düşmesi
Bu göstergelerin varlığına rağmen, normal koşullarda ortaya çıkan her
durumu kriz olarak değerlendirmek doğru değildir. Krizin zamanı ve boyutları, bütün
göstergelerine karşın tam olarak tahminlenemez. Kriz dönemlerinde eski kural ve
koşullar geçerliliğini kaybeder, yeni çözümlere odaklanılır (Uygur, 2001:11). Kriz,
bu anlamda değişimin aracısıdır. O güne kadar süregelen sistem krizi yarattığından,
krizin atlatılabilinmesi için yeni araçlar, yeni yöntemler gereklidir. Nihayetinde bu
yeni sistem ve yöntemler de kendi içinde yeni sorunlar, yeni aksamalar yaratacak ve
yeniden bir kriz ortaya çıkacaktır. Sistem, kendi içinde bir döngüden oluşmaktadır.
Krizler, kimi iktisatçılar tarafından “eski tip kriz” veya “yavaş hareket eden
kriz” ve “yeni tip kriz” olarak ikili bir ayrıma tutulmuştur. Eski tip krizler
aşırı harcamalarla başlar, devalüasyon ile devam eder ve aşırı sermaye hareketleri ile
sonuçlanır. Yeni tip kriz ise, liberalizasyon sürecinin hemen ardından, bilançoların
kredibilitesine ilişkin endişeleri olan yatırımcıların, döviz kuru üzerindeki artan
baskılarından ve spekülatif ataklardan kaynaklanan bir olgudur
(Balı ve
Büyükşalvarcı, 2011:4). Günümüzde meydana gelen krizler, genellikle spekülasyon
kaynaklıdır. Sabit kur sisteminin terk edilmesi, devalüasyona giden süreci büyük
ölçüde ortadan kaldırmıştır. Ancak insan psikolojisinin, beklentilerin yarattığı
4
spekülasyonün kanunlarla denetim altına alınması oldukça güçtür. İktisat okulları,
krizleri kendi görüşleri doğrultusunda incelemeye almışlardır.
1.2. KRİZ KURAMLARININ TARİHSEL SÜRECİ
Her dönemde her okulun, krize karşı kendi yaklaşımları bulunmaktadır.
Çalışmanın bu kısmında, çeşitli okulların kriz kuramları incelenecektir.
1.2.1. Klasik Okul
Klasikler, Say Kanunundan hareketle, her arzın kendi talebini yaratacağını
kabul etmiş ve genelde, kapitalist toplumlarda, aşırı üretim ve işsizlik gibi iktisadi
krizlerin ortaya çıkmayacağını öne sürmüşlerdir (Savaş, 1997:484). Say’dan önce
bazı iktisatçılar, özellikle Malthus, ekonomik buhranların
üretim fazlasından
kaynaklandığını öne sürmüştür. Bu yaklaşıma göre, her maldan ihtiyaçtan fazla
üretildiği için krizler çıkmaktadır. Say bu düşünceyi onaylamaz. İnsanlar,
yanılmadıkları takdirde, yalnızca ihtiyaç duyulan, talep edilen malları üretirler. Eğer
mallar satılmıyorsa bunun nedeni, kişilerin bu mallar karşılığında verecekleri başka
mallara sahip olmamalarıdır. Öylese buhran, üretim yetersizliğinden doğmaktadır,
dengesizliğin nedeni budur, üretim arttırılmalıdır (Özateşler, 2000:91). Böylece
piyasada, her türlü mala karşılık gelen üretim düzeyi bulunacak, ekonomi krize
girmeyecektir.
Klasikler, piyasa mekanizmasını, kendini düzenleyen bir sistem olarak ele
aldıklarından, düzenleme süreçleri ihmal edilmiş, dengeli ve statik büyüme üzerinde
yoğunlaşılmıştır. Sistem düzgün çalıştığı sürece, krizlerin oluşma sebepleri ancak dış
kaynaklı olabilir; doğal afetler, kuraklık, sel, deprem gibi doğa şartları ya da
tahminlenemeyen insan doğasından doğmaktadır; iyimserlik, kötümserlik, siyasal
gaflar…vb.
Doğa şartları ve insan yapısı gibi tek seferlik faktörler krizlerin düzenliliğini
açıklamayadığı için, klasikler iş çevrimleri kuramını öne sürmüşlerdir. Piyasa
mekanizması, yine kendini düzenleyen bir sistem olarak ele alınmıştır, ancak bu
sistem düz değil, çevrimsel bir süreç olarak kabul edilmiştir. Klasik iktisatçılara göre,
5
bu çevrimlerin yarattığı bunalımlar “kriz” niteliği taşımamakta, tutarlılığı korumak
amacıyla küçük dalgalanmalar meydana getirmektedir (Özsoylu ve diğerleri,
2010:3). Krizler, sistemdeki sorunları ortaya çıkararak, sistemin bir sonraki çevrimde
daha iyi çalışmasına olanak veren, yararlı kırılmalardır.
1.2.2. Marksist Kuram
Klasik okulun iddia ettiği, piyasa mekanizmasının çalışması durumunda,
krizlerin yalnızca dış etkenlerden doğduğu yaklaşımın aksine, Karl Marks ve diğer
Marksistler, klasiklerin önerdiği sistemin sürekli olarak kriz ürettiğini ve krizlerden
beslendiğini ileri sürmüşlerdir (Özsoylu ve diğerleri, 2010:4). Bu yaklaşıma göre,
klasiklerin öne sürdüğü küçük kırılmalar yararlı değil, sisteme zarar veren önemli
sorunlardır.
Say yasasını tutarlı bulmayan Marks, bu yasanın sadece trampa ekonomileri
için geçerli olacağını kabul etmiştir. Zira, kapitalist sistemde mallar önce parayla,
sonra malla değiştirilirler.
Marks’a göre, sermaye oluşum hızına bağlı olarak emeğin verimi, dolayısıyla
ücret artar. Sermaye sahipleri, sömürü oranını1 yükseltmek için işçilere daha az ücret
verir ve sermayeyi arttırmak için daha çok yatırım yaparlar. Bu durum, işçilerin alım
gücünü azaltırken, sermaye yoğun teknikler kullanılmaya başlanıldığından, işsiz
sayısı da artar. İşsizliğin ve ücretlerin düşüşü alım gücünde, dolayısı ile toplam
tüketim harcamalarında bir azaltma yaratır. Sermaye yoğun üretime yeterli talep
yaratılamadığından arz talebi aşar. Üretimlerini satamayan girişimciler, sabit
giderlerini ve faizin sürekli şişirdiği borçlarını ödeyemez duruma gelirler. Bu
bunalımlar küçük şirketlerin iflasına neden olur ve kriz sürecini başlatır (Ersoy,
1986:191). Sistem, küçük firmaları piyasadan silerken, büyük firmaların hakimiyetini
güçlendirir. Krizler, söz konusu küçük işletmelerin sonunu getirdiklerinden,
1
Sömürü oranı: Toplam artı değer ne kadar fazla olursa, sermaye birikimi de o kadar fazla olacaktır.
Marks’ın deyimi ile, sömürü oranı ne kadar yüksekse, sermaye sahibi çalıştırdığı işçinin ürettiği
hasılanın ne kadarını kendi için alıkoyuyorsa, sermaye oluşumu o kadar fazla olacaktır. Bu oran s/v
şeklinde ifade edilir. S burada artı değeri, v ise ücretle çalışan emek gücünü ifade etmektedir. A
malının fiyatı A=s+v olacaktır. 12 saatte üretilen A malının 6 saatlik kısmı ücret olarak işçiye
verilirken (v) geriye kalan 6 saat ise (s) fazla değer olarak sermaye sahibinin karını oluşturur.
6
sorunlara ışık tutan kırılmalar değil, sistemi besleyen ve sürmesini sağlayan
olaylardır.
1.2.3. Neo-Klasik Yaklaşımda Kriz
Neo-Klasik yaklaşım, değişen koşullar, teknolojik gelişmeler ve yeni üretim
süreçleri neticisinde öne çıkmıştır. Esas itibariyle klasiklerin kendi kendine dengeye
gelen piyasa tanımını kabul etmekle beraber, Say Kanununa yönelik yoğun eleştiriler
içermektedir. Roscher, bu kanunun sadece trampa ekonomilerde geçerlilik
kazanacağını, Lexis ise Say kanununda ciddi soyutlamalar olduğunu, gerçek hayata
ilişkin koşulların dikkate alınmadığını öne sürmüştür. Neo-Klasikler, ilgi alanlarını
krizlerden çok konjonktür teorileri üzerine yoğunlaştırmışlardır (Savaş, 1997:624).
Konjoktür teorileri çalışmanın ilerleyen kısımlarında ele alınacaktır.
1.2.4. Keynes Öncesi Kriz Kuramları
Bu periyottaki kuramlar, neo-klasik yaklaşımla oldukça paralellik gösterir ve
genel olarak aşırı üretim ve yetersiz tüketim üzerinde dururlar.
Bounitian, krizleri içsel ve dışsal olarak inceleyerek literatüre önemli bir
katkı yapmıştır. İçsel sebepler; piyasa mekanizmasından doğan faktörlerden
oluşurken, dışsal sebepler; doğal afetler, savaşlar, salgın gibi nedenleri içermektedir.
Fisher, faiz oranlarında fiyatlara paralel bir artış olmaması durumunda
oluşacak dengesizlikte, girişimcilerin yatırımlarını arttıracağını öne sürmüştür.
Yatırımlarını finanse etmek isteyen girişimciler, kredi talep ederek faiz oranlarında
yükselişi tetikleyecek, artan faiz oranlarıyla düşen fiyatlar yüzünden azalan
harcamalar sonucunda açığa çıkan aşırı üretim, psikolojik ve finansal krize neden
olacaktır (Özsoylu ve diğerleri, 2010:5).
Kondratieff ve Stolper analizlerinde, fiyat ve ürün gibi serilerde uzun vadede
oluşan
dalgalanmaları incelemişlerdir.
“Uzun
konjonktür
hareketleri” olarak
adlandırdıkları bu dalgalar, ekonomik konjonktürde yeni dönemlerin başlangıcı
takip eden yıllarda düşüşe geçişi gösterirken, bir dalganın sona erip diğerinin
başlaması da, önemli teknolojik devrimlere, savaşlara ve sosyal dönüşümlere işaret
7
eder (Özsoylu ve diğerleri, 2010:7). Krizlerin ortaya çıkmasının sebebi, süregelen
sistemin ömrünü doldurarak, yerini değişen teknoloji, siyasi rejim gibi faktörlerin
oluşturduğu yeni siteme bırakması ve bu değişime ayak uydurmakta zorlanan
kitlenin varlığıdır.
1.2.5. Keynesçi Yaklaşımda Kriz
John Maynard Keynes, 2008 yılında Türkçesi yayımlanan “Genel Teori,
İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” kitabında, kriz kavramına ayrı bir önem
atfetmiştir. Ona göre daralma ve genişleme dönemlerinde, düşüş eğilimlerine geçiş
hızlı ve sert bir şekilde olurken, yükseliş durumları aynı sertlikte gerçekleşmez. Bu
eğilimlerin sık sık ve hızlı biçimde gerçekleşmeleri Keynes’e göre krizi
tanımlamaktadır
(Keynes,
2008:313-314). Tüketim
eğilimi,
likidite
tercihi,
sermayenin marjinal etkinliğindeki dalgalanmalar ve konjonktürler, krizlerin
oluşumunda önemli rol oynamaktadır. Bu nedenle yukarıdaki kavramlar biraz daha
detaylı açıklanacaktır.
1.2.5.1. Tüketim Eğilimi
Keynes’e göre tüketim eğilimi, toplumun tüketim için yaptığı harcama
miktarı, öznel ve nesnel unsurlar olmak üzere iki temel ilkeyle açıklanabilir. Öznel
ve nesnel unsurları ayrı ayrı ele alıp açıklamasına rağmen, Keynes insan doğasının
değiştirilemez olması sebebiyle, analizinde sadece nesnel unsurlara yer vermiştir.
Nesnel unsurlar şunlardır (Keynes, 2008:86-90):

Ücret
biriminde meydana gelen değişme:
Keynes tüketimin reel
gelirlerden çok, parasal gelirin bir fonksiyonu olarak açıklamıştır.

Gelir ve net gelir arasında meydana gelen bir değişme: Net gelire
yansımayan gelir değişmesi tüketimi etkilemeyeceğinden dikkate alınmaz, ancak net
gelir değişimleri hesaba katılmalıdır.

Net gelirin hesaplanmasında, hesaba katılmayan sermaye değerlerinde
meydana gelen beklenmedik değişmeler: Bu değişmeler, gelir miktarıyla istikrarlı bir
8
ilişkiye sahip değildir. Servet sahibi sınıfın tüketimi, servetin parasal değerinde
meydana gelen beklenmedik değişmelere aşırı duyarlı olabilir.

Zaman açısından iskonto yapılmasını sağlayan oranda meydana gelen
değişmeler: (Bugünkü mallar ve gelecekteki mallar arasındaki mübadele oranı) Bu
oran, faizle aynı şey değildir. Zira, paranın satın alma gücünde, gelecekteki
değişmeler
ancak
tahmin
edilebildikleri
ölçüde
hesaba
katılır.
Örneğin,
kamulaştırmaya neden olacak bir vergileme, ve buna benzer gibi her türlü değişkeni
içermektedir.

Maliye politikalarında meydana gelen değişme: Tasarruf, faiz oranları kadar
devletin maliye politikalarına da bağlıdır. Vergilerde değişikler talepte ciddi
derecede artma veya azalmalara sebep olur, bu nedenle faiz oranları kadar önem
taşır.

Bugünkü ve gelecekteki gelir arasındaki ilişkiye bağlı olarak beklentilerdeki
değişmeler: Bu unsur, kişinin tüketim eğilimini önemli ölçüde etkilese de, toplumun
geneline oranlandığında değişme kendi kendini denkleştirecek nitelik kazanmaktadır.
Ortaya çıkacak etkinin büyüklüğü, belirsizliğin büyüklüğü ile ilişkilidir.
Bireylerin harcamaktan kaçındıkları öznel unsurlar ise, sekiz başlık altında
toplanabilir:

İhtiyat:
Bireyin
öngörülemeyecek
olaylara
karşı
tasarruf
yaparak
harcamadan kaçınması

Öngörümlülük: Gelecekte, kuvvetle muhtemel meydana gelecek olaylar için
tasarruf yapması. (Eğitim harcamaları, yaşlılık masrafları…)

Hesap: Faiz ve artık değerlerden faydanma amacıyla tasarruf yapılması

Hırs: Yapılan tasarruflarla, gelecekte daha çok harcama yapabilme imkanı

Bağımsızlık: Bağımsız hareket edebilmek amacıyla yapılan tasarruflar

Girişim: Spekülatif ya da ticari planları gerçekleştirebilmek için bir hareket
alanı oluşturabilmek

Kibir: Vasiyetine uygun bir servet bırakabilmek

Cimrilik: Bireyin karakteristik özelliklerinden dolayı, aşırı tasarruf etmekten
zevk alması
9
1.2.5.2. Likidite Tercihi
Krizlerin oluşmasında rol oynayan diğer bir etmen, likidite tercihidir. Likidite
tercihi, veri faiz oranında bireylerin tutmak istediği para mikatını sabitleyen,
potansiyel ya da fonksiyonel eğilim olarak tanımlanabilir. Keynes, likidite tercihini,
paranın gelir dolaşım hızıyla ilişkilendirmiştir. Zira paranın dolaşım hızı, halkın
gelirinin ne kadarını nakit olarak elde tutmak istediğini ölçmektedir. Bu nedenle
paranın dolaşım hızının artması, likidite tercihinin azalmasının bir belirtisi olabilir.
Ancak bu ikisi aynı şey değildir. Kişinin likit tercihi gelirinden çok, birikmiş
tasarrufları çerçevesinde gerçekleşir. Yani, paranın tüketim hızı, halkın elinde tuttuğu
nakit
varlıkların
yalnızca
bir
kısmına
uygulanır.
Halkın
elinde
nakit
tutmasını, Keynes dört motif altında incelemiştir (Keynes, 2008:90-95):

Gelir Motifi: Bu motif, paranın gelir dolaşım hızı kavramına uyan motiftir.
Elde nakit tutmanın nedeni, gelirin elde edilmesi ve fiilen ele alınması arasında
köprü kurulmasının sağlanmasıdır. Motifin
büyüklüğü,
bu
süre
arasındaki
zamanın uzunluğuna bağlıdır.

İşlem Motifi: Tüccarlar parayı, satın alma ve satışın gerçekleşmesi arasında
köprü kurmak amacıyla ellerinde tutarlar. Bu talebin gücü, cari çıktı hacmine
(dolayıyla cari gelire) ve çıktının el değiştirme sayısına bağlıdır.

İhtiyat Motifi: Acil olarak harcama yapılmasını gerektiren beklenmedik
gelişmeler ya da avantajlı satın alım fırsatları gibi, öngörülemeyen durumların ortaya
çıkması ihtimaline karşı nakit para tutmaya ilişkin motiflerdir.

Spekülasyon Motifi: Para otoriteleri, para miktarında değişmeler meydana
getirerek, iktisadi sistem üzerinde etki yaratırlar. Bu da faiz oranlarını ve tahvil
fiyatlarını etkilemektedir. Böyle bir durumda ortaya çıkacak fırsatları kaçırmamak
amacıyla elde para tutmaya teşvik eden motif, spekülasyon motifi olarak
adlandırılmaktadır.
10
1.2.5.3. Sermayenin Marjinal Etkinliği
Keynes, analizinde malın piyasa satış fiyatını değil, imalatçıyı aynı maldan
bir birim daha üretmeye teşvik edecek fiyatını, yenileme maliyetini, kullanmıştır.
Yenileme maliyeti ve söz konusu birimi üretme maliyeti arasındaki fark ise
sermayenin marjinal etkinliğidir. Ya da başka bir ifade ile, sermaye malının yaşam
süresi boyunca sağlayacağı varsayılan yıllık gelir serilerinin bugünkü değerinin, söz
konusu sermaye malının arz fiyatına eşitleyen iskonto oranıdır (Keynes, 2008:123).
Bu oran, gelecekteki beklentileri, faiz oranına nisbeten daha iyi yansıtmaktır.
Sermayenin marjinal etkinliği, sermaye mallarının kıt veya bol oluşundan, bu
malların cari üretim maliyetlerinden ve gelecekte elde edilece beklentilerden
etkilenir.
Keynes
krizlerin,
sermayenin
marjinal
etkinliğinin,
beklenen
getiri
konjonktürüne bağlı olarak değişmesinin bir sonucu olduğunu öne sürmüştür. Yani,
krizler sermayenin iskonto edilmiş getirisi ile faiz oranı arasındaki farkın ortadan
kalkmasından doğmaktadır. Beklentiler burada hassas bir rol oynar.
Yatırımcılar, gelecekle ilgili yeterli bilgiye sahip olmadıklarından, kararlarını
içgüdüsel bir şekilde alırlar. Geleceğe ilişkin beklentiler güvenilmez, istikrarsız ve
ani değişimlere açıktır. Hızlı ve şiddetli biçimde değişmeleri, krizlere nden
olabilmektedir. Beklentilerin belirsizliği, marjinal tüketim eğilimini, reel para
talebini, faiz oranını, ayrıca konjonktürlerin ve krizlerin temel sebebi olan
sermayenin marjinal etkinliğini değiştirmektedir (Bocutoğlu ve Ekini, 2009:74).
Tam olarak ifade etmek gerekirse, Keynesyen iktisatçılara göre krizler
“Yükselen
konjonktür
ortamında,
iktisadi
ajanlar
tarafından
genellikle
öngörülemeyen ve çoğu zaman şiddetli ve ani olarak meydana gelen bir olaylar”dır.
1.2.6. Avusturya Okulunda Kriz
Avusturya okulunda krizler, Mises, Hayek ve Schumpeter’in görüşleri
çerçevesinde incelenebilir.
Mises’e göre krizler, piyasa mekanizmalarına devlet ve bankaların
müdahalesi sonucu ortaya çıkmaktadır. Girişimcilerin ucuz kredi için devlete
11
baskı yapması sonucu faiz oranları
düşer, böylece oluşan kredi arzındaki
genişlemeler yatırımları arttırır. Ancak, sermaye malı arzı artarken, tüketim malı arzı
artmaz. Sermaye malı fiyatları düşerken, tüketim malı fiyatları artar. Meydana gelen
bu fiyat dengesizliği sonucu ortaya bir konjonktür çıkar. İşte bu konjonktür krizlere
sebebiyet vermektedir. Hayek de benzer bir görüş sunmuştur (Tekeoğlu, 1993:222).
Schumpeter ise konjonktür ve krizlerin oluşumunda, girişimcinin önemine ve
inovasyona dikkat çeken ilk iktisatçı olmuştur (Tekeoğlu, 1993:222).
1.2.7. Parasalcı Kuramda Kriz
Parasalcı kuram, krizleri aktif iktisat politikalarına bağlar. Özellikle
genişleyici maliye politikaları, dışlama etkisi2 sebebiyle ekonomide daralmalara
neden olacaktır. Konjonktür ve krizlere yol açmayan para politikaları, para arzında
sabit bir artışa izin veren politikalardır. Geliri etkileyen en önemli faktör para arzı
olduğundan,
konjonktülerin sorumlusu para arzındaki değişmeler, krizlerin
sorumlusu ise para arzındaki azalmalardır (Karabulut, 2002:31-34).
1.2.8. Yeni Keynesçi Krizler
Yeni Keynesçi yaklaşım, neo-klasik yaklaşımın büyüme ve bölüşüm
üzerindeki görüşlerini eleştirirerek, krizlerde gelir dağılımı eşitsizliği üzerinde
durmuştur. Yeni Keynesçi yaklaşımın önemli isimlerinden Mishkin’e göre temel
sorun, asitmetrik bilgi sorunu ve etik ihlalleri nedeniyle, fon yatırımlarının
etkinsizleşmesidir. Finansal piyasalarda, tarafların farklı derecede bilgilere sahip
olmalarına asitmetrik bilgi sorunu denmektedir. Bu sorun kendini, ters seçim ve
ahlaki risk olarak gösterir. Ters seçim, işlem, piyasada gerçekleşmeden önce,
asimetrik bilgi sorununun yarattığı, verilmek istenen kararın tam tersi yönde karar
alınması durumudur. Ahlaki risk ise, bir sözleşme yapıldıktan sonra borcu alanın,
borç verenin bakış açısıyla istenmeyen, borcun geri ödenmesi olasılığını azaltan her
türlü asimetrik bilgidir.
2
Devlet, artan kamu harcamalarını finanse edebilmek için piyasadan borçlanınca piyasada faiz
oranları yükselir. Artan faiz oranları yatırımın maliyetini arttırarak özel yatırımların oransal olarak
düşmesine neden olmasına dışlama etkisi denmektedir.
12
Mishkin, krizlerin ortaya çıkışını aşağıdaki nedenlere bağlamıştır (Mishkin,
2001:3-16):

Faiz oranlarındaki yükselme: Kredi oranlarındaki yükselme ya da para
arzındaki düşüş nedeniyle yükselen faizler, kredi riski olumlu kişileri kredi almaktan
soğutacak, kredi riski yüksek kişileri ise kredi alma konusunda teşvik edecektir. Ters
seçimlerdeki bu artış sonucu, yatırım oranları düşecek ve ekonomi daralma dönemine
girecektir.

Belirsizliklerdeki artış: Çeşitli etkilerden ötürü finansal
piyasalardaki
belirsizliğin artması, borç verenlerin, kredi riskini elemede zorlanmalarına neden
olur. Bu da onları borç verme konusunda isteksizleştirir. Yatırımlardaki azalma,
zamanla ekonomiyi daralma sürecine sokar.

Bilançoların menkul kıymet piyasasına etkisi: Menkul kıymet piyasalarında
sert bir düşüş,
firmaların
bilançolarında bozulmaya neden olarak, finansal
piyasalarda ters seçim ve ahlaki risk sorunlarını arttırır. Böyle bir gelişme, finansal
krizin tetikleyicisi olabilmektedir.

Bankacılık sektöründe sorunlar: Bankalar, borç verme işlevleri nedeniyle
finansal sistemde önemli role sahiptir. Bankaların bilançolarındaki bozulmalardan
kaynaklanan sermaye azalışları, onların borç vereceği kaynakları da azaltarak
yatırımları düşürmektedir. Bu da ekonomiyi daralma dönemine sokar.

Kamu
maliyesindeki
dengesizlikler:
Kamu
maliyesindeki
sorunlar,
devletin bankacılık sistemine borç vermesini güçleştirebilir. Bankalar bu durumda,
devlet tahvil ve bono alımlarını kısacaklardır. Bu durum bankaların bilançolarına
olumsuz olarak yansır. Bir diğer olasılık, bu durumun bir döviz krizini tetiklemesi
olabilir. Çünkü, yatırımcılar yabancı paraya yatırım yaparak, ulusal parada değer
kaybı yaratırlar. Bu da, yabancı para ile borçlanmış firmaların bilançolarında ciddi
bozulmalarla
sonuçlanacaktır.
Bozulmalar
ters
seçim
ve
ahlaki
risk
sorunlarını arttırarak, borç alma miktarını azaltacak ve ekonomide daralmaya neden
olacaktır.
13
1.2.9. Post-Keynesyenci Açıklamalar
Post Keynesçi okul, krizleri belirsizlik ve konjonktürel yönüyle ele almıştır.
Bu yaklaşımda öne çıkanlar, asimetrik bilgi sorunu, finansal kırılganlık kuramı ve
para arzının içselliğidir. Finansal kırılganlık, Minsky’nin yatırımların finansmanı
konusunu, konjonktürel dalgalanmalara entegre ederken kullandığı kavramlardan
biridir. Mali araçların çeşitlenmesi ve yaygınlaşması sürecinde, likiditenin artmasına
bağlı olarak, iktisadi birimlerin borçlanma düzeyleri yükselirken, birbirlerine karşı
bağımlılıklarının artması anlamına gelmektedir (Minsky, 1993:17).
Minksy’nin modelinde kilit nokta, yatırımların nasıl finanse edileceğidir. Bir
ekonomide, yatırımların ağırlıklı olarak borçlarla finanse edilmesi, ekonomide önce
bir canlanma yaratmakta, ancak ekonomik genişleme ile birlikte finansal kırılganlık
artmaktadır. Ardından, aşırı borçlanmanın sonucu olarak, ekonomik sistem bir
durgunluğa hatta bir çöküntüye sürüklenmektedir. Bu esnada, kredi arzında olan
genişlemeler konjonktürün yükseliş, daralmalar ise düşüş dönemine denk
gelmektedir (Kindleberger ve Aliber, 2005:25).
Minsky’ye göre krizler, kapitalist sistemin yapısından kaynaklanan, doğal
süreçlerdir. Piyasa mekanizması da bu yüzden finansal kırılganlık içermektedir.
Finansal kırılganlık, küçük şokların finansal sistem üzerinde büyük etkiler yaratması
durumu olarak tanımlandığında, finansal kırılganlık ne kadar yüksekse, kriz riski de
o kadar yüksek olacaktır (Allen ve Gale, 2007:126). Minsky, kapitalist bir sistemde, ,
borçlu bireylerin faaliyet gelirlerini ve borç ödemeleri arasındaki ilişkiyi temel alarak
üç temel finansman yapısı ortaya koymuştur (Minsky, 1992:8):

Hedge Finansmanı: Firmanın faaliyet gelirleri, borca ilişkin ana para ve faiz
ödemelerini aşmaktadır. Gelir akımları, her dönemde finansal yükümlülükleri
(borçları) karşılamada yeterlidir.

Spekülatif Finansman: Gelir akımları, borçların sadece faizini karşılamaya
yetmektedir. Bu finansman yapısı, daha çok uzun vadeli yatırımlarda karşımıza
çıkmaktadır.
14

Ponzi Finansmanı: Beklenen nakit akımları, anapara ve faiz ödemelerinin
ikisini de karşılamamaktadır. Firma, ya yeniden borçlanacak ya da varlık satışına
gidecektir.
Para arzının içselliği, para otoritelerinin çeşitli politikalar yoluyla para
miktarını etkileyebilmesi anlamına gelmektedir. Para arzı, krediyi talep edenler,
bankalar ve merkez bankasının da dahil olduğu bir mekanizma yoluyla kontrol
edildiğinden
Minsky
para
arzını
içsel
kabul
etmiştir
(Işık,
2004:11).
Sonuç olarak Minsky, para ve krediyi içsel olarak yaratan ve finansal yenilikler
ortaya koyan ekonomik sistemin, piyasalarda istikrarsızlığı ve finansal kırgınlığı
arttırdığını ileri sürmektedir. Bu da ekonomik krize kapı açan, önemli bir etmen
olmaktadır.
1.3. KRİZLERİN SINIFLANDIRILMASI
Krizleri, kendi içinde alt dallara ayırmak mümkündür. Böyle bir
sınıflandırma, krizlerin çıkış nedenleri ve etki alanlarının anlaşılmasına yardımcı
olacaktır. Literatürde değişik ekonomik kriz sınıflandırmaları bulunmaktadır. Bu
çalışmada, Kibritçioğlu’nun (2001) ekonomik kriz sınıflandırması izlenecektir.
Şekil 1: Ekonomik Krizlerin Sınıflandırılması
Ekonomik
Krizler
Reel
Sektör
Krizleri
Mal ve Hizmet
Piyasalarında
Kriz
Enflasyon
Krizi
İşgücü
Piyasalarında
Kriz
Durgunluk
Krizi
Finansal
Krizler
Bankacılık
Krizi
Döviz
Krizi
Ödemeler
Dengesi Krizi
Borsa
Krizi
Döviz Kuru
Krizi
Kaynak: Kibritçioğlu, 2001:175
15
Reel sektör krizleri, mal ve hizmet fiyatları genel düzeyinin sürekli artması
ve paranın değer kaybetmesi, şeklinde tanımlanan enflasyonun (Özateşler, 2006:16)
belli bir sınır üzerine çıkması, yani enflasyon krizleri veya; mal ve hizmet
piyasalarındaki üretim daralmaları sonucu, durgunluk krizleri şeklinde ortaya
çıkabilir.
Bir diğer reel sektör krizi türü, işgücü krizleridir. İşsizlik tanım olarak, bir
ülkede çalışabilecek durumda olan ve çalışmak isteyen kişilerin bir bölümünün,
işinin olmaması olarak tanımlanır (Ünsal, 2005:12). İşgücü piyasası krizleri ise,
istihdamda ciddi daralmalar olarak ortaya çıkar.
1.3.1. Finansal Krizler
Finansal sektör, reel sektöre gerekli finansal desteği sağlamaktan
sorumludur. Ancak sektörün temel amacı, kendi karını
maksimize etmek
olduğundan, yoğun bir rekabet ortamında yer alır. Finansal sektördeki bütün
oyuncuların, makroekonomik göstergeleri ve geleceği her zaman tamamen doğru bir
biçimde tahmin etmeleri olanaklı değildir. Aynı zamanda, aşırı kazanç hırsı,
yüksek
risklerin
üstlenilmesi,
etik
dışı davranışlar,
manipülasyon
ve
aşırı spekülasyon gibi durumlar, finansal sektörün işleyişine sekte vurabilen
durumlardır. Literatürde, çeşitli finansal kriz tanımlarına yer verilmiştir.
Sundararajan ve Balino’nun tanımına göre finansal kriz, devlet müdahalesinin
zorunlu olduğu, finansal kurumların borçları, varlıkların piyasa değerlerini aştığı,
iflasların ve portföy kaymalarının olduğu ve bazı finansal kurumların çöktüğü
durumdur (Sundararajan ve Balino, 1998:7).
Davis, finansal krizi, kredilerin geri ödenmesinin veya dağıtılmasının
mümkün olmadığı, finansal sistemlerin çökmesi olarak açıklamıştır (Davis, 1998:11).
Kısaca finansal krizler, belirsizlik durumunda, geri ödenemeyen fonlar
yüzünden finansal sistemin çökmesi olarak tanımlanabilir.
Ortak tanımlamalara bakarak,
finansal krizlere kapı aralayan dört önemli
faktör üzerinde durmak mümkündür. Bunlar (Gerek, 1999:65):
16

Finansal sektör bilançolarındaki bozulma

Faiz oranlarındaki olağandışı artışlar

Belirsizlikteki artışlar

Varlık
fiyatlarındaki
değişmeler
nedeniyle
finansal
olmayan şirket
bilançolarının bozulması.
Gerek, finansal krizlerin nedenlerine ilişkin görüşlerini, üç ana başlık altında
toplamıştır (Gerek, 1999:66):

Ekonomideki
yapısal
bozuklukların
krizlere
sebep
olması: Kamu
açıklarının, cari işlemler açıklarının ve tasarruf açığının artması, ekonomide yapısal
bozukluklara sebep olabilecek başlıca kalemlerdir. Doğru şekilde kullanılmayan
genişleyici para ve maliye politikaları, bu açıkları ortaya çıkarır. Döviz kurunda
olağanüstü değerlenme ve aşırı yüksek faiz oranları, açıkların bir sonucudur. Bu artış
aynı zamanda devalüasyon beklentisine sebep olur.

Ekonomide yapısal sorunlar bulunmadığı halde, spekülatif saldırıların
krizleri ortaya çıkarabileceği görüşü: Bu görüşe göre spekülatif saldırı nedenleri,
ekonomi dışı sebeplerdir. Güneş üzerindeki karanlık bölgelerden esinlenilerek
“sunspots” olarak isimlendirilen ve ekonomiye de aynı terimle geçen bu saldırılar,
beklentileri etkileyerek dengeleri bozabilmekte ve krize neden olabilmektedir.

Finansal krizlerin hem yapısal bozukluklardan, hem de spekülatif
saldırılardan dolayı meydana geldiğini savunan görüş: Bu görüşte, yapısal sorunlar
ve spekülatif saldırılar, birbirini nötrleyen etmenler değildir. Zira, birinci görüş
spekülatif saldırıları dışlarken, ikinci görüş, spekülatiflerin tam bilgiye sahip olduğu
varsayımına dayanmaktadır.
Şimdiye kadar yaşanmış krizler incelenerek, bunlardan alınan dersler sonucu,
bir tür erken uyarı sistemi oluşturulmaya çalışılmıştır. Karminsky, Lizondo ve
Reinhart’a göre finansal krizlerin bazı ortak belirleyici özellikleri bulunmaktadır
(Karminsky ve diğerleri, 1997:1-46). Aşağıda bahsedilen ana kalemde ve/veya
bunların alt kalemlerinde, olağandışı bir hareketlenme ya da bozulma olması, olası
bir finansal krize işaret etmektedir.
17

Borç Profili:
Kısa
vadeli
borç, kamu
kesiminin
dış borcu,
toplam
dış borç, faiz ve kreditöre göre borcun dağılmasından oluşur.

Sermaye Hesapları: Sermaye hareketleri, uluslarası rezervler, kısa vadeli
hesap hareketleri, doğrudan yabancı yatırımlar, yurtiçi ve yurt dışı
faiz
oranları arasındaki
Faiz
farkları kapsamaktadır.
Uluslararası Değişkenler:
oranları, reel büyüme ve fiyat seviyeleridir.

Cari İşlemler: Cari işlemler dengesi, dış ticaret dengesi, ihracat ve ithalat,
ihracat fiyat endeksleri, yatırım ve tasarrufları kapsar.

Finansal Liberalizasyonlar: Para çarpanındaki değişmeler, kredi büyümesi,
reel faiz oranları, banka borçlanmasındaki ve mevduat
faizleri arasındaki
yayılımlardan oluşur.

Reel Sektör: Yıllık bazda Reel Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH)
düşüşü, üretim, ücretler, hisse senedi fiyatlarındaki değişmeler, istihdam ve işsizlik
ile üretim açığını kapsamaktadır.

Bütçe Değişkenleri: Bütçe açığı, devlet harcamaları ve kamu sektörüne
yönelik kredileri kapsar.

Kurumsal-Yapısal Faktörler: Burada kastedilen, döviz kontrollerinin ve
sabit döviz kurunun uygulandığı dönemdir. Varsa finansal serbestleşme ve finansal
açıklık süreci de buraya dahildir.

Politik Değişkenler: Politik istikrarsızlıklar ve seçim süreçleridir.

Diğer Finansal Değişkenler: Para arzı ve talebi arasındaki açıklık, tahvil
gelirleri, enflasyon oranı, gölge döviz kuru, uluslararası rezevler, alt kalemler olarak
sayılabilir.
Sonuç olarak, temel ekonomik göstergeler ve siyasi olaylarda beklenmedik
bir sapmanın, olası bir finansal krizi tetiklediği söylenebilir. Göz önünde tutulması
gerekilen bir diğer konu, ölçülmesi mümkün olamayan psikolojik faktörlerin
varlığıdır. Gelecekle ilgili olumlu ve olumsuz beklentiler, bireylerin iyimser veya
kötümser karaktere sahip olmaları gibi öznel faktörlerin de finansal (aynı zamanda,
ekonomik) krizlerin üzerinde etkisi bulunmaktadır. Finansal krizleri de kendi içinde
sınıflandırmak mümkündür.
18
1.3.1.1. Para/Döviz Krizleri
Tanım olarak para krizi, nominal veya reel anlamda, ulusal paranın önemli
ölçüde değer kaybetmesidir. En önemli göstergesi, döviz kurunda meydana gelen ani
değişimler ve sermaye hareketlerindeki keskin yön değişimleridir. Para krizleri,
spekülasyonların devalüasyon ihtiyacını doğurduğu durumlar olarak görülebilir.
Döviz krizleri, meydana gelmeden önce bazı belirtilerle kendilerini belli
ederler. Bu belirtiler aşağıda sıralanmıştır (Kibritçioğlu, 2001:175):

Zayıf makroekonomik göstergeler ve hatalı iktisat politikaları

Finansal alt yapı yetersizlikleri

Ahlaki risk ve asimetrik bilgi sorunu

Piyasadaki
kreditörlerin
ve
uluslararası finans kuruluşlarının hatalı his
ve önsezileri

Siyasal suikast veya terörist saldırıları
Hemen her döviz krizi öncesinde, bu sebeplerden dolayı ulusal paraya karşı
bir spekülatif atak başlamakta, yerli paradan döviz kuruna kaçışla, mevcut döviz kuru
üzerinde kendini gösteren baskı (Merkez bankası rezervlerinde erime göze alınarak)
devalüasyon yoluyla veya yurt içi faizler ciddi ölçüde yükseltilerek ya da bu üçünün
bir karışımı olacak şekilde uygulanan politikalarla kontrol altına alınmaktadır.
Sabit döviz kurunun çökmesi ve spekülatörlerin merkez bankası rezervlerinin
çoğunu satın almasıyla, ödemeler bilançosu krizi meydana gelmektedir. Ödemeler
bilançosu krizleri, para krizlerinin bir alt türü olup, rezervlerin ihtiyaçları
karşılamakta yetersiz kaldığı spesifik durumları tanımlamak için kullanılan bir
kavramdır. Sabit döviz kuru sistemi, yapısı itibariyle sıkı para politikalarına ihtiyaç
duymaktadır. Bu nedenle yapılan emisyon devam ettirilir ve sabit kur sistemini
sürdürmede ısrarcı olunursa, rezervlerin azalması sonucu ödemeler bilançosu krizi
meydana gelir.
Döviz kuru krizleri ise esnek döviz kuru sistemlerinde, ödemeler bilançosu
rezerv açıklarından çok, kurdaki ani ve beklenmedik değişimlere dikkat çeker.
1990
sonrası gelişmekte
olan
ülkelerde
görülen
para
krizlerindeki
tetikleyicisi, yüksek sermaye hareketliliğinin yarattığı sermaye hesabı krizleridir
19
(Delice, 2003:60). Sermaye hareketlerindeki tersine dönüş para krizini başlatabilir.
Dış finanman kaynaklarının azalması, cari hesap kaleminde bir açığa sebep olur. Zira
kısa vadeli krediler, bu hesabın önemli bir bölümünü oluşturmaktadır.
Uluslararası sermaye akımları, yurt içi tasarruflara eklenerek toplam hasılayı
arttırır. Hükümetin sabit kur sistemini terk etmesi sırasında, yabancı alacaklılara
sağladığı garantiler, kriz yaratana kadar ülkeye yabancı sermaye girişimlerinin
akmasını sağlar. Zamanla, yurtiçi finansal sektör kırılgan hale gelerek, kriz için
uygun bir ortam yaratır. Sürekli dış borç altına giren bankalar, sermaye girişleri
durduğunda borçlarını ödeyemez hale gelir. Hasıla şiddetli bir şekilde düşer (Dekle
ve Kletzer, 2001:3). Kriz sonrasında büyüme, yeni yabancı sermaye yatırımları için
teşvikler verilip verilmeyeceğine bağlı olacaktır.
1.3.2.2. Bankacılık Krizleri
Ticari bankaların, borçlarının vadelerini uzatamaması ya da vadesiz
mevduatlarında meydana gelen ani çekme talebini karşılayamaması sonucu likidite
sıkıntısına düşmeleri ve ardından iflas etmeleri, bankacılık krizleridir (Delice,
2003:61). Bu ifade iki farklı durumu ele alır; gerçek veya potansiyel banka iflasları
ve devletin yardım amaçlı müdaheleleri.
Bankacılık krizleri, düşük gelirli ülkelerde daha yaygın ve maliyeti göreceli
olarak yüksek olmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerde meydana gelen bankacılık
krizlerinin nedenleri iki ana başlık altında toplanabilir (TBB, 2000:37):

Bankaların, hem makroekonomik dalgalanmalar, hem de önemli rejim
değişiklikleri açısından, volatilitesi yüksek bir ortamda faaliyet göstermeleri

Bankalara politik müdahalenin olması
Bankaların borçlandıkları para birimi de önemlidir. Döviz olarak borçlanıp,
ülke parası cinsinden borç vermeleri halinde, para ve vade cinsinden uyumsuzluk
sorunları başgösterebilir. Böyle bir durumda döviz kurlarında yükselme, iflaslara yol
açabilecek istikrarsızlığı tetikleyebilir, sermaye akımlarının çekilmesine sebep olarak
krize neden olabilir.
20
1.3.1.3. Borsa Krizleri
Menkul kıymet piyasasında görülen aşırı dalgalanmalardır. Dalgalanmalar,
ülkede faaliyet gösteren firmaların bilançolarındaki bozulma gibi mikro bazlı veya
siyasal krizler, dünya ekonomisindeki hammadde ya da emtia fiyatlarındaki aşırı
dalgalanmalardan dolayı, makro nedenlere bağlı olabilir.
1.4. EKONOMİK KRİZLERİN OLUŞUMU
Ekonomik krizlerin oluşumunu açıklamada en yaygın olarak kullanılan
kavram, kuşkusuz konjonktür kavramıdır. Çalışmanın bu kısmında, ilk olarak
konjonktürün tanımı yapılacak, ardından çeşitli konjonktür teorileri tartışılacaktır.
1.4.1. Konjonktür Kavramı
Konjonktür kelimesi, iktisadi yaşayışın arz ettiği dalgalanmaları ifade etmek
için, ilk defa 1800 yılların ikinci yarısında C. Juglar tarafından kullanılmıştır (Güven,
1973:3). Köken olarak, “ile” ve “irtibat” anlamına gelen Latince “junctura”
sözcüğünden
türemiştir.
Dilimize
Fransızcadan, “conjoncture”
kelimesinden
geçmiştir.
Ekonomide
benzer
olaylar
ve
veriler,
genellikle
benzer
sonuçlar
doğurmaktadır. Konjonktürel dalgalanmalar, üretim ve yatırımdaki büyümelerin,
zaman
içerisinde
hanehalkı ve
dolayısıyla
milli
gelir
üzerinden
büyüme
oranlarını gösterirler (Aliber ve Kindleberg, 2005:21).
Literatürde, refah ve bunalım dönemlerinin birbirini izlemesi, dönemsel
dalgalanmalar sonucu değişen istihdam düzeyleri, milli gelir, istihdam ve fiyatlar
düzeyinde meydana gelen dalgalanmalar, belirli bir anda veya hareket halindeki
ekonomik olayların, bütünüyle ilgili gözlemleri gibi, oldukça değişik tanımlamarı
bulunmaktadır (Aydın, 2003:7).
Türk Dil Kurumu iktisat terimleri sözlüğünde, “Reel gayrisafî yurtiçi
hasılanın, reel büyüme eğilimi (uzun dönem büyüme hızı-ortalama büyüme hızı)
etrafında birbirini izleyen daralma, dip, yükselme, patlama gibi aşamalardan geçtiği
21
ve her aşamanın, bir sonraki aşamayı oluşturacak dinamikleri içerdiği ve etkilediği
süreç” olarak tanımlanmıştır.
Marx’tan önceki iktisatçılar, iktisadi krizleri üretim fazlası ve sürekli büyüme
sürecinde ani bir sekte olarak ele almışken, Marx soruna neden olanın devresel
dalgalanmalar olduğuna işaret eder ve krizin, kapitalizmin iç çelişkilerinin yarattığı
bir
patlama
evresi
olduğunu
savunur.
Kapitalizm
geliştikçe,
krizler
de
artacaktır (Kazgan, 2009:327). Çelişkilere neden olan durum, üreticilerin (işçilerin)
ürettileri mallara denk düşecek şekilde tüketim yapmamalarıdır. Yani, üretim ve
talep birbirini karşılayamamaktadır. Aşırı üretim, fiyatların ve dolayısı ile karların
düşmesine, ardından üretim ve yatırım daralmalarına sebep olur. Buna bağlı olarak
satın alım gücü de düşer ve bütün bu etkenlerin birikimi, bunalım dönemlerini
doğurur (Görmezöz, 2007:5). Marx’a göre konjonktürlere sebep olan, kapitalizmin
kendisidir.
Juglar,
sürelerinin
devresel
farklı
dalgalanmaların
olduğunu
belirtmiştir
düzenli
aralıklarla
(Uygur,
2006:14).
yenilenmediğini,
Çalışmasında,
konjonktürlerin varlığının iktisadi krizden ibaret olmayıp, sistemin bütününün
dengesizliğini, gelişme sürecinin istihdam, üretim ve gelirde, iniş ve çıkışlarla
belirlendiğini göstermiştir. Böylece sürecin sürekli olduğunu, dalgaların birbirini
izlediğini ortaya koymuştur. Krizler, konjonktürün dönüm noktalarıdır. Yatırım ve
üretim artışları, talep artışları ile desteklenmedikçe, genişleme sürecinde sert bir
kopma olacağını öne sürmüştür. Üretim, fiyatlar, kârlar, ücretlerin satın alma gücü ve
buna bağlı olarak talep, düşecektir.
19. yüzyılda kurulan neo-klasiklere göre, sistemin devamını sağlayan devlet
müdaheleleri,
işçi sendikaları, ücret politikaları
gibi uygulamalar aslında
iş gücü pazarının çalışmasını engelleyeci, serbest piyasa ekonomisi dışı faktörlerdir.
İşsizliğin
varlığı, ücretler
genel düzeyini aşağıya çekerek tam istihdamın
olmasını engeller (Yılmaz ve diğerleri, 2005:79). Konjonktür dalgalanmalar başlıca
dört evreden oluşmaktadır:
I.
II.
III.
Toparlama (Canlanma)
Genişleme (Refah)
Gerileme (Duraklama)
22
IV.
Daralma (Bunalım)
Şekil 2: Konjktürel Dalgalanma Devirleri
Kaynak: Şimşek, 1998:12
Canlanma evresinde, devletin başarılı müdahaleleri ya da yeni teknolojik
gelişmeler, stratejik ögelerdeki değişmeler gibi olumlu sonuçlara bağlı olarak, üretim
ve istihdam düzeyleri yükselmeye başlar. Ham madde fiyatları artar, ekonominin her
yanında bir canlanma, gelişme kendini gösterir. Güven duygusunun varlığı
yatırımlarda artışa sebep olur (Şahin, 1997: 486).
Mevcut kapasitenin tam olarak kullanıldığı, istihdam ve milli hasılanın en
yüksek seviyeye ulaştığı evre, genişleme evresidir. Bu evre içindeki en yüksek nokta,
zirve noktasıdır. Milli gelir ve istihdam seviyesinin yükselmesi, fiyatlarda
yükselmeyi ve spekülasyonu da beraberinde getirir. Fiyat ve üretim artışını, kar
artışları takip eder. Yeni yatırımlar kredi taleplerini arttıracağından, faiz oranları da
yükselir. Beceri ve uzmanlık isteyen kalifiye işgücünün artması sonucu doğan işgücü
kıtlığı, ücret artışlarını doğurur. Böylece refah, dalga dalga bütün ekonomiye yayılır
(Şahin, 1997: 486).
Gerileme evresinde, kredilerde görülen artış, faiz oranlarını oldukça
yükseltmiştir, bu nedenle yatırımlarda azalmalar başlar. Tüketim düzeyindeki düşme,
fiyat artışlarını durdurur, üretimin azaltılmasıyla atıl üretim kapasitesi ortaya çıkar.
23
Karlar azalır, kısmı bunalımlar başlar. Bu gelişmeler, güven ortamını da yok
edeceğinden ekonomik hayata girişler azalır (Şahin, 1997: 486).
Ekonomide, karların azalmasını zararlar, zararları da iflaslar izlediği evre,
daralma evresidir. İşsizliğin artması ve gelir düzeylerinin düşmesi ile bunalım son
noktasına gelir. Dip noktasında GSYİH, konjonktür döneminde en düşük düzeydedir.
Ekonomik dibi sosyal çöküş izler. Toplum psikolojisinde umutsuzluk yaygındır. Bu
dönemdeki zorluklar, yenilikleri özendirici de olabilir, içinde fırsatları da
barındırabilirler.
Bu
evrenin
uzunluğu,
bunalımın
nedenlerine
ve
devlet
müdahalelerinin başarısına bağlıdır (Şahin, 1997: 486).
Durgunluk, bunalım ve buhran kelimeleri birbiri yerine kullanılsa da,
aralarında
farklılıklar
bulunmaktadır.
Durgunluk,
ekonomik
faaliyetlerin
yavaşlaması anlamına gelir. Büyümenin yavaşlaması, üretimin düşmesidir.
Durgunluğa uğrayan kesimin ekonomideki ağırlığı fazla ise bunalım yaratabilir.
Bunalım ise, arz-talep dengesinin bozularak ekonomik faaliyetlerinin tümünün
etkilemesi ve düşme eğilimi yaratmasıdır. Belirtileri, fiyat ve üretimin düşmesi,
işsizliğin artmasıdır (Parasız, 2000:232).
Buhran, piyasalarda genel bir durgunluğun başgöstermesi ve yükselişin daha
fazla korunamaması anlamına gelir. Buhran, her konjonktür devrinde görülebilir.
Sadece darlık değil, bolluk buhranları da vardır. Darlık buhranlarında aşırı fiyat
yükselişleri görülür ve tüketici etkilenir. Bolluk buhranlarında ise etkilenen kesim,
aşırı fiyat düşüşleri nedeniyle üreticiler olmaktadır.
Kriz, darboğaz, depresyon ve resesyon da eşanlamlı olarak kullanılmaktadır.
Oysa bunlar da birbirlerinden ayrılması gereken kavramlardır. Kriz kavramı,
duraklamanın şiddetlenerek uzadığı, bu nedenle öneminin arttığı durumlar içindir
(Aren, 1960:70).
Depresyon, piyasa faaliyetlerindeki durgunluğun uzadığı, işsizliğin giderek
tırmandığı, fiyatların düşme eğilimi gösterdiği ve satın alma gücünün düştüğü bir
konjonktür aşamasını ifade eder. Kısaca, piyasada çöküntü olarak tanımlanabilir.
İşsizlik oranları, satın alma gücü yetersizliği gibi, daralma olarak tanımlanabilecek
durumlar uzadığı takdirde depresyon yaratabilir (Parasız, 2000:233).
Darboğaz,
piyasa
faktörlerinden
birinin,
değişen
duruma
ayak
uyduramamasından doğar, geçicidir ve bütün piyasayı etkilemez. Döviz yetersizliği,
24
iş bulmada sıkıntılar, kredilerin ihtiyaçları karşılayamadığı durumlar, darboğaza
örnek olarak verilebilir. Darboğazlara refah dönemlerinde rastlanır (Parasız,
2000:233).
Daralma veya resesyon, iktisadi faaliyetlerin durgunlaştığı düşüşlerdir.
Talebin satınalma gücünün azaldığı, zayıfladığı durumları ifade eder. Daralma,
konjonktür döneminin belli bir aşamasında değil, genel olarak ekonomide değişikliğe
yol açtığından, darboğazdan farklı bir karakter taşımaktadır. Daralma ve depresyon,
şiddet ve uzunluk açısından farklıdır adlandırılır (Parasız, 2000:233). Bir ekonomide
daralma yeteri kadar şiddetli ise resesyon meydana gelir. Bu kavram, ekonomik
faaliyetlerde aşağı doğru bir gidişi ifade eder. Konjonktür devrelerindeki çok derin
dipler, depresyon ya da slump olarak adlandırılır (Parasız, 2000:234). Bütün bu
tanımların grafik üzerinde gösterimi şekilde yer almaktadır.
Şekil 3: Dalgalanma Evreleri
Kaynak: Parasız ve Bildirci, 2006:10
Kindleberger ve Aliber, “Manias, Panics and Crashes: A History of Financal
Crises(2005)” isimli kitaplarında, konjonktür hareketlerinin açıklamasını şu şekilde
yaparlar: Konjonktürün “Cinnet” aşamasında, yatırımcılar nakitten kaçarak ya da
borçlanarak finansal varlıklara yatırım yaparlar. “Panik” aşamasında ise, ters hareket
oluşarak bu sefer, borç ödeme amacıyla, yatırımlar nakite çevrilmeye çalışılır. En son
aşama olan “Kırılma” aşaması, elde tutulan bütün finansal ve reel varlıkların
fiyatlarında düşüş ile sonuçlanır (Kindleberger ve Aliber, 2005:21-24).
25
Kindleberger’e göre krizler, konjonktürün tepe noktasında reel ve finansal
varlıkların değerlenmesi nedeniyle, bireylerin bu varlıklara yatırım yapması ile
başlar, cinnet gibi artan talep sebebiyle aşırı kazanan varlıkların bir balon
oluşturması ile devam eder, balonu fark eden ve borçlarından kurtulmak isteyen
bireylerin, panikle finansal ve reel varlıklarını likite çevirmeye çalışmaları ile
“kırılma” yaşayarak fiyatlarda aşırı düşmeye sebep olur ve bu aşamada kriz patlak
verir.
Konjonktürler, zamana bağlı olarak oluşabilecekleri gibi, değişik şekillerde
de ortaya çıkmaktadırlar. Aşağıda dalgalanma çeşitlerine ve tanımlarına yer
verilmiştir (Parasız, 1998:218):

Düzensiz Dalgalanmalar: Önceden tahmin edilmesi mümkün olmayan dışsal
etkenler yüzünden meydana gelen dalgalanmalardır. Savaşlar, doğal afetler, kıtlık,
moda değişimleri, siyasi karışıklıklar… bu tür dalgalanmalar sebep olabilir. Bu tür
dalgalanmaları önceden tahminlemek oldukça zordur.

Mevsimsel Dalgalanmalar: Her yıl, düzenli olarak ticaret artışında meydana
gelen değişimlerdir. Başlıca sebepleri, hava koşulları ve sosyo-kültürel koşullardır.
Tarım sektöründe mevsimlik işçiler, Şeker Bayramında tatlı satışlarındaki artış,
örnek olarak verilebilir.

Devresel Dalgalanmalar: Bu tür dalgalar, ekonominin tamamını kapsamakta
olup, şiddet bakımından düzenlilik taşırlar. En çok, serbest piyasa ekonomilerinde
görülmektedirler.

Sistematik Dalgalanmalar: Dalgayı meydana getiren herhangi bir kural
veya düzen mevcut ise, buna sistematik dalgalanma denmektedir. Eğer hareket hiçbir
düzen izlemiyorsa, tesadüfi dalgalanmadır.

Monotonik ve Çok Yönlü Dalgalanmalar: Dalga tek yönlü ise monotonik,
alçalır ve yükselir bir seyir halinde ise çok yönlü dalgalanma adını almaktadır.

Periyodik Dalgalanmalar: Zamansal olarak düzenli olan dalgalanmalar
periyodiktir (Unay, 1985:8).

Antipasyon Dalgalanmalar: Arz ve talebin, beklentiler nedeniyle belli bir
zaman içinde birikmesidir. Fiyat değişmelerinin beklendiği dönemlerde, gelecekte
26
yapılacak işlemlerin öne alınması ya da daha sonraya bırakılması şeklinde
tanımlanmaktadır. Bu da alım satım işlemlerinde yığılmaya neden olmaktadır.

Uzun Dönem Dalgalanmaları (Trend): Her ekonomik faaliyeti zaman içinde
etkileyen çeşitli faktörler bulunmaktadır. Bu faktörler yüzünden seride az ya da çok
sapmalar meydana gelse de, uzun dönemde, eğilimler sabit bir durum gösterebilir.
İşte bir zaman serisinin uzun dönemde belirli bir yöne doğru gösterdiği ana eğilime
“trend” ya da “uzun dönem eğilimi” adı verilir (Güven, 1973:10). Trendlerle ilgili
detaylar, üçüncü bölümde açıklanacaktır.
Konjonktür dalgalanmaların niçin ortaya çıktığı ile ilgili çeşitli görüşler
bulunmaktadır. Konjonktür hareketlerini ülke ekonomisine bağlayan teorilere iç, ülke
dışı ekonomik ve sosyal sebeplere bağlayan teorilere ise, dış teoriler denmektedir.
İklim teorisi ve icatlar teorisi iç, konjontür teorileri (Aşırı tasarruf, aşırı üretim…)
ise dış teorilerdir.
1.4.2. Konjonktürel Dalgalanma Teorileri
1.4.2.1. İklim Teorisi
Bu teoriye göre, meteoroloji koşullardaki değişmeler, tarımsal ürünlerin
verimliliğine
ve
insan
psikolojisine
etki
ederek,
ekonomik
faaliyetlerde
dalgalanmalar yaratmaktadır. Bu teorinin en önemli savunucularından biri
Jevons’tur. Jevons’a göre, meteorolojik koşullar üzerinde en etkili olanı, zaman
zaman güneşin üzerinde görülen lekelerdir. Bazı iktisatçılara göre bu lekeler,
ekonomik devrelerin de sebebi olmaktadır. Bu lekeler 10-11 yıllık düzenli devreler
içinde
genişleyip
daralmaktadır.
Bu
devrelere
“Bruckner
Devreleri”
adı
verilmektedir. Aynı zamanda 33 yılda bir devrimini tamamlayan, uzun dönemli bir
hareketi de bulunmaktadır (Peart, 1991:243-265).
İklim teorisine olan ilgi, bazı dönemlerde yeniden canlanmaktadır. İklimlerin,
insan davranışlarını, satın alma alışkanlıklarını, buluş geliştirme kapasitelerini, hatta
faiz oranlarını etkilediği düşünülmektedir. New York ve Londra borsaları ile hava
sıcaklığının paralellik gösterdiğini öne süren yaklaşımlar bulunmaktadır. Şekilde de
27
1929-1930 yıllarında, sıcaklık değişimi ve borsa endeksleri arasındaki ilişki
görülmektedir (Parasız ve Bildirici, 2006:110).
Şekil 4: Hava Sıcaklıkları ile Borsa İlişkileri
Kaynak: Parasız ve Bildirici, 2006:111
1.4.2.2. Aşırı Üretim Teorisi
Tüketim mallarının fiyatlarının yükselmesi, üreticileri yeni yatırımlar
yapmaya iter. Üretim kapasitelerini genişletmek isteyen yatırımcılar, yeni yatırım
malları talebinde bulunurlar. Ancak bu genişleme, en erken bir sonraki döneme etki
edebileceğinden, fiyatlar gittikçe artar. Yükselen fiyatlar, yatırımcıları daha da fazla
yatırım yapmaya teşvik eder. Bu sırada ilk yapılan yatırımlardan elde edilen mallar
piyasaya sürülünce, tüketim malları arzı yükselir ve fiyatlar düşmeye başlar. Üretim
hacmi, tüketim hacminin üzerine çıkmıştır ve bir çevrim süreci meydana gelmiştir
(Aren, 1998:80).
1.4.2.3. Eksik Tüketim/Aşırı Tasarruf Teorisi
Bu teoride konjonktürün temel nedeni, gelir dağılımı eşitsizliğidir. Bu
eşitsizlik yüzünden toplam gelirin büyük kısmı, tasarruf eğilimi yüksek, harcaması
ise düşük olan yüksek gelir gruplarında toplanır. Bu da tüketimin azalmasına neden
olacaktır. Dolayısıyla fiyatlar düşecek ve üretim hacmi daralacaktır. Yeni
28
yatırımların yapılmaması, ekonomide daralmayı ve krizi getirecektir (Aren,
1998:82).
1.4.2.4. İcatlar Teorisi
Joseph Schumpeter tarafından geliştirilen bu teoride, varolan icatların, yeni
üretim yöntemlerinin uygulanmaya koyulması konjonktürleri doğurur. Belli bir anda
bir takım üreticiler yeni buluşları, yeni prosesleri uygulamaya koyarlar. Diğer
üreticiler de bunları takip eder. Yatırımlarda ve üretim hacimlerinde genişlemeler
olur. Yenilikler bütün piyasayı kapladığında yatırım hacminde duraklama görülür.
Böylece ekonomi bunalıma girmiş olur. Yeniliklere ayak uyduramamış girişimciler
iflas etmiştir. Bir süre sonra yeni teknolojik gelişmeler veya yeni örgütlenme
biçimleri faaliyete geçer böylece konjonktür tekrar başlar (Schumpeter, 1939:84100). Schumpeter analizinde, Kontratieff dalgalarını genel anlamda kabul etmiştir.
Uzun dönemli dalgalanmaların, yenilik akımları doğurduğunu savunmuştur.
Kondratieff’e göre, çevrimsel dalgalar yaklaşık elli, altmış yıllık süreçleri
izler, bu devrimler yalnızca kısa dönem iş çevrimleriyle değil, uzun dönem süper
çevrimlerdir, ki bu da teknolojik gelişmelerin yükseliş ve çöküş sürecidir.
Konjonktür eğrisi teknolojiler yoğun olarak kullanılmaya başlanıldığında yükselişe
geçer, olgunlaşmada zirveye ulaşır, ardından eski teknolojiler eskimeye yüz tuttukça
çevrim eğrisi aşağı doğru çekilir. Bu arada yeni teknolojik gelişme, henüz deneme
aşamasında olduğu için iki devre arası bir durgunluk dönemi baş gösterir (Yılmaz ve
diğerleri, 2005:79). Süreç bu şekilde sürekli bir çevrim içindedir.
Bir Kondratieff döngü; ekonomik gelişmeleri izleyen refah döneminde, yeni
firmaların piyasaya girmesi ve yoğun rekabetin yaşanması, piyasanın doygunluk
noktasında, karların ve fiyatların azalması ve ardından gelen ekonomik durgunluk,
durgunluktan çıkmak için, yeni tekniklere dayalı, yeni ekonomik faaliyet alanlarının
yaratılması çabaları sürekli devam eden, uzun dönemli bir döngü olarak
tanımlanabilir (Kondratieff, 1979:5).
Kondratieff’in
çalışmalarında
yer
verdiği
uzun
dalgalar,
şekilde
gösterilmektedir.
29
Şekil 5: Kondratieff Dalgalanmalar
1810/17
1.Dalga
1788
1914/1920
1870/75
2.Dalga
1844/51
3.Dalga
1890/96
Kaynak: Schumpeter, 1939:212
Birinci dalga, 1770-1780 erken mekanizasyon ve 1830-1840 sanayi devrimi
nedeniyle oluşmuştur. İkinci dalgayı yaratan, 1830-1890 arası dönemdeki temel
gelişme, buhar enerjisinin kullanılması ve demiryollarıdır. 1890-1940 dalgası ise ağır
sanayiye geçiş sürecini göstermektedir.
1.4.2.5. Nakdi Teoriler
Bankalar, karşılık oranları, mevduat hacimlerine göre fazlayken, kredi
talebini arttırmak için faizleri düşürürler. Girişimcilerin, yatırımlarını attırması
sonucu, ekonomik faaliyet hacmi genişler. Bankalar, kullanabilecekleri kredi
miktarını bitirdikten sonra, faiz haddini yeniden yükseltirler, bu da yatırımların tekrar
kredi almalarını durdurur. Bu sırada, bankaların faiz oranlarını daha da yükseltmeleri
için yeni nedenler ortaya çıkar. İç fiyat düzeylerinin yükselmesi, açığa çıkan para
talebini karşılamak ve ödemeler bilançosunun açık vermesi sebepleriyle, bankalar
rezervlerini azaltır. Azalan likidite miktarını karşılayabilmek amacıyla, faizler
üçüncü kez yükseltilir. Bu da ekonomiyi bunalım sürecine sürükler. Fiyatlar düzelip
ödemeler bilançosu dengelenince, banka rezervleri yerine gelecek, yeni bir
konjonktür noktasına geçilecektir (Aren, 1998:85).
30
1.4.2.6. Aşırı Yatırım Teorileri
Bu teori, üretim malları sanayi ile tüketim malları sanayinin, konjonktürden
farklı zamanlarda etkilendiği için krizlerin çıktığını savunur. Tüketimde meydana
gelen artış, yeni yatırımların yapılmasına, bu da ekonomide bir genişleme, üretimde
ise artma meydana getirir. Ancak, toplumun alım gücü sınırlı olduğundan, bu refah
ve genişleme sonsuza kadar süremez. Bir noktadan sonra çöküntü kendini gösterir
(Aren, 1998:87).
1.4.2.7. Yatırım Oranlarındaki Eşitsizliğe Bağlı Teoriler
Tasarrufu meydana getiren ve yatırımı yapan kişiler, bu teoriye göre aynı
kişiler değildir. Dolayısıyla, tasarruf ile yatırım arasında bir eşitsizlik durumu söz
konusudur. Tasarruf, genel olarak kesiksiz ve devamlı yapılırken, yatırımların hayata
geçişi için zamana ihtiyaç duyulmaktadır. Konjonktür dalgaları, yatırımların
tasarruflardan fazla ya da eksik olduğu durumlarda meydana gelmektedir.
1.4.2.8. Modern Konjonktür Teorileri
Modern konjonktür teorilerini, arz yanlı ve talep yanlı olmak üzere iki
gruptaa incelemek mümkündür. Bu iki grubun dışında, siyasal konjonktür teorisi,
modern teorilerin arasında incelenebilir. Talep yanlı konjonktür teorileri Monetarist,
Yeni Klasik ve Yeni Keynesyen, arz yanlı olanlarsa Yeni Klasiklerin Reel
Konjonktür Teorisidir.
1.4.2.8.1. Yeni Keynesyen Konjonktür Teorileri
Klasik ekonomistlerin savuduğu, her karar biriminin, kendi çıkarını
savunmasıyla, arz-talep dengesinin herhangi bir müdaheleye gerek kalmadan
sağlandığı, görüşüne karşı çıkarlar. Söz konusu karar birimlerinin bilgiye ulaşmaları
kolay olmadığı gibi, arz-talep dengesinin anında oluşması da mümkün değildir. Bu
31
nedenle, makroekonomik dengesizliklerin oluşması kaçınılmaz olacaktır (Dinler,
2003:305).
Ekonomiyi ve konjonktürü etkilemek için, para ve maliye politikaları
kullanılmalıdır. Öncelik maliye politikasındadır, zira para politikalarının, büyüme
üzerinde olumsuz etki yarattığını ve para arzı değişmelerinin nominal milli gelirde
dalgalanmalara sebep olduğu düşünülmektedir. Beklenmedik bir talep şoku, tüketim,
yatırım veya kamu harcamalarındaki artış, kısa dönemli enflasyona sebebiyet
verebilir. Oysa para arzının sabit tutulması bu tür riskleri ortadan kaldırır (Şahin,
1997:578).
1.4.2.8.2. Monetarist Konjonktür Teorisi
Diğer ismiyle parasalcılık teorisi, Keynesyen teoriye eleştiri olarak 1960’lı
yıllarda M.Freidman ve A. Schwartz tarafından geliştirilmiştir. Bu teoriye göre,
konjonktürün temel sebebi, para talebine bağlı olmayan para arzı, yani parasal
değişmelerdir. Üretimi, istihdamı ve fiyatlar genel seviyesini belirleyen temel unsur
budur. Para arzının artışı, dolayısıyla fiyat ve enflasyonun artışı, faiz oranlarını
düşürür. Bu da yatırımları uyararak, milli gelirde artışa sebep olur (Freidman ve
Schwartz, 1963:32-64).
Sistemde, piyasa kendiliğinden dengeye geldiğinden, devlet müdahalesi
gereksizdir.
Herhangi
oluşturmaktadır.
Parasal
bir
devlet
ücretler,
müdahalesi,
fiyatlardaki
konjonktür
değişmeye
dalgalanmaları
kolayca
uyum
sağladığından, ekonomi kendiğinden tam istihdama ulaşır (Freidman ve Schwartz,
1963:32-64).
Monetaristler, para politikalarının maliye politikalarından güçlü olduğunu
ileri sürmüşlerdir. Para talebi istikrarlıdır. Ancak uygulanan para politikalarının
sürekli
tekrarlanması,
enflasyona
süreklilik
kazandıracağından
dikkatli
kullanılmalıdır.
32
1.4.2.8.3. Yeni Klasiklerin Rasyonel Bekleyişler Kuramı
Yeni Klasiklere göre üretim ve istihdam düzeyindeki dalgalanmalar,
“Rasyonel Beklentiler” ile açıklanabilir. Monetaristler gibi Yeni Klasikler de, para
talebinin istikrarlı olduğunu kabul ederler. Konjonktürlerin nedeni, istikrar
sağlanmaya çalışılırken yapılan parasal müdahalelerin, tam bilgiye sahip olmayan
yatırımcıların, üretim ve satın alma kararlarında, hatalara sebebiyet vermesidir.
Rasyonel
beklentiler
kuramına
göre,
bireyler
sürekli
olarak
aynı hataları yapmazlar. Ekonomik birimler yeni koşullara, hızlı bir biçimde ayak
uydurmaktadır. Bu yüzden para ve maliye politikaları, yalnızca enflasyonun
yükselmesine sebep olacaktır. Ekonomik konjonktürü, ancak beklenenin dışında
iktisat
politikaları
etkileyebilmektedir.
Önemli
olan,
istikrarlı
politikalar
uygulamaktır. Para politikalarının düzgün sonuçlar vermesi, ancak şans eseri
mümkün olabilir. Büyük sorunlar karşısında bile uygulanacak en iyi politika “laissezfaire” dir (Parasız, 1998:237).
1.4.2.8.4. Yeni Klasiklerin Reel Konjonktür Teorisi
Bu teoriye göre, para arzı ve fiyat düzeyi gibi nominal değişkenler, istihdam
ve Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) gibi reel değişkenleri etkilemez. Reel
değişkenlerdeki dalgalanmalar, maliye politikaları ve üretim teknolojisi değişiklikleri
ile
açıklanır.
açıklanmasında,
Bu
teorideki
nominal
“reel”
sözcüğü
değişkenlerin
de,
dalgalanma
dışlanmasını
sebeplerinin
vurgulamak
amacıyla
kullanılmaktadır (Parasız, 1998:242).
Konjonktürün sebepleri, parasal şoklardan (veya talep şoklarından) çok reel
şoklara
(veya
arz
şoklarına)
dayandırılmaktadır.
Reel
şoklar,
teknolojik
değişiklikler, yeni örgütlenme sistemleri, hammadde kaynaklarında yeni bir keşif,
kötü hava koşulları, nüfus değişimleri…dir. Bu etkilerin içinde en önem olansa
teknolojik yeniliklerdir (Parasız, 1998:243).
Reel konjonktür teorisine göre, vergilerdeki, tercihlerdeki ve para
politikasındaki değişikliklerin konjonktürler üzerinde etkisi sınırlıdır. Meydana gelen
şoklar, üretim sürecinde, emek ve sermaya stoklarını etkileyerek olumlu katkıda
33
bulunurlar. Çünkü, bu şoklar sayesinde, varolan emek ve sermaye stoku ile geçerli
olan fiyat düzeyinde, üretim artacaktır.
Reel konjonktür teorisi, istihdam ve üretimin niçin dalgalanmadığını, emeğin
zamanlararası ikamesiyle açıklar. Ekonomide, faiz oranlarının yükselmesine veya
ücretin
geçici
olarak
artmasına
neden
olan
şoklar,
istihdam
seviyesini
yükseltmektedir. Bu da üretimi arttıracaktır.
1.4.2.9. Siyasi Konjonktür Dalga Teorisi
Bu teoriye göre konjonktür, siyasetçilerin seçmen kararlarını etkilemek için
uyguladıkları ekonomi politikalarından kaynaklanmaktadır.
W. Baumol ve A.Blinder, seçmen davranışlarını incelemiş ve bunların üç
temel özelliğine dikkat çekmiştir (Baumol ve Blinder, 2009:293-295):

Seçmenler ekonomik koşullara çok duyarlıdır.

Seçmenler bütün ekonomik büyüklüklere aynı önemi vermezler. Reel
gelirlerdeki artış, enflasyon ve işsizlikten önce gelir.

Seçmenlerin hafızaları zayıftır. Dolayısıyla davranışları, seçimlerden bir
önceki yılın reel gelirlerindeki değişmelere bağlıdır.
Bu nedenlerle politikacılar, seçimlerden bir yıl kadar önce, genişletici
politikalar izlemeye başlarlar. Böylece seçime kadar olan süre içinde reel gelir artar,
işsizlik geriler. Enflasyon artışları ise, kendini seçim sonrası dönemde gösterecektir.
Bunun üzerine enflasyon düşürücü önlemler alınmaya başlanır. İstikrar önlemleri bu
dönemde tehlikesizdir. Yeni seçim döneminde aynı politika tekrarlandığından bu
sistem bir konjonktür yaratmaktadır.
Konjonktür dönemi, ekonomik faaliyet hacminin birbirini takip eden en
düşük iki noktası arasındaki mesafedir. Ya da reel GSYİH ve diğer makro ekonomik
değişkenlerle ölçülen ekonomik faaliyetlerdeki dönemsel ancak düzensiz iniş çıkışlar
olarak tanımlanabilir. Konjonktürlerin devreleri, şiddetleri, süreleri, ekonomik
değişkenlere etkileri ve coğrafi yayılışları açısından farklıdır, her devrenin kendine
has özellikleri bulunmaktadır.
34
1.4. FİNANSAL KRİZ MODELLERİ
Spekülatif saldırıların para krizlerine neden olduğu kabulü, bu saldırıların
mekanizmalarını açıklayan üç farklı modelin doğmasına neden olmuştur. Birinci
nesil
modeller,
sorunu
makro
ekonomik
politikaların
yapısal
bozukluğu,
sürdürülemezliği olarak belirlemiştir. İkinci nesil modeller, para krizini yaratan temel
sebebin, beklentilerde meydana gelen ani değişmeler olduğunu ileri sürerler.
Üçüncü nesil modellerde ise krize sebep olan faktör, ahlaki riske neden olan
politikaların izlenmesidir.
1.4.1. Birinci Nesil Modeller
Birinci nesil kriz modeller, 1970-1980’lü yıllarda Amerika’da meydana
gelen krizleri açıklamak amacıyla geliştirilmiştir. Temelleri Krugman tarafından
atılan modelde krizler, tutarsız ya da sürdürülemez para ve döviz kuru politikalarının
ve/veya yapısal dengesizliklerin sonucu olarak çıkarlar (Krugman, 1979:311-325).
Sistem, sabit döviz kuru sistemini benimsemiş
bir ülkede, bütçe
açıklarının emisyon yoluyla karşılandığı bir ekonomide çalışmaktadır. Bu rejimin
sürdürülebilmesi, ihracat gelirlerinin büyüklüğüne bağlıdır.
Sabit kur uygulaması, merkez bankası rezervlerinin erimesine sebep olacaktır.
Yerli paraya olan talep, yerini yabancı para, menkul kıymet ya da yerli para
cinsinden, faiz getirili finansal varlıklara bırakacak, kredi taleplerindeki artış da yerli
paraya olan talep artışından büyük olacaktır. Bu da yerel paranın değer kaybetmesine
neden olur.3 Merkez bankası, sabit döviz kuru sistemini sürdürebilmek için,
rezevlerini bitirmek pahasına döviz talebini karşılamaya çalışır. Döviz rezervleri
kritik bir noktanın altına indiğinde, yatırımcıların sermaye kaybından kaçınma
çabalarını, birinci nesil model, spekülatif bir saldırı olarak görmektedir.
Spekülatörler, merkez bankasında döviz tükenmeden önce en çok getiriyi kazanmak
için birbiriyle mücadele girerler, bu da rezerv tüketimini hızlandırır. Bütün rezervini
tüketen merkez bankası, döviz kurunu serbest bırakmak zorunda kalır. Kaybettiği
3
Yerel parasal varlıklara talep, fiyatları yükseltirken getirileri azaltacaktır. Getirisi daha yüksek
yabancı para varlıklarına doğru kayma başlar.
35
rezervler, yanlış politika seçimi sonucu ödediği bedel olmuştur (Parasız ve Bildirci,
2006:167).
Spekülatif saldırıyı tetikleyen iki temel sebep bulunmaktadır. Bunlardan
birincisi, piyasada oluşan gelecekle ilgili görüşlerdir. Büyük bir bütçe açığının var
olup olmadığı, bu noktada önemli değildir. Şoklar nedeniyle devletin özel ve finansal
sektörü desteklemesi gerektiği inancı ve yerel paranın değer kaybedeceği endişesi,
spekülatif atağı başlatabilir.
Bir diğer neden, kronikleşen cari açıklardır. Cari açık, bir ülkenin net olarak
borçlanıcı olduğunun göstergesidir. Dış ticaret hadlerinde oluşacak olan herhangi bir
kötüleşme, yabancı yatırımcıların ülkeye borç vermesine set çekeceğinden, krizin
önlenmesi yalnızca paranın devalüe edilerek, ihracattaki rekabet gücünün
arttırılması ile mümkün olacaktır.
Cari açıkla ilgili bir diğer sorun, cari açığın ne kadar sürdürülebilir
olduğudur. Bir ülke, ancak gelecekte dış ticaret fazlası verme potansiyeli taşıyorsa,
cari açığını sürdürebilir. Birinci nesil model, özel sektör ve devletin davranışlarının
doğrusal olduğunu varsayar. Sabit döviz kuru uygulamasını sürdüren bir ülkede, yurt
içi fiyatlar, yurtdışı fiyatlarla paralellik gösterecek, yerel para faiz oranları,
yabancı para faiz oranları ile eşitlenecek ve uluslararası rezervin miktarı, para
piyasasında dengeyi sağlamak üzere değişecektir. Esnek döviz kuru uygulanan bir
sistemde ise, tam tersi olarak rezervler sabit tutulacak, para piyasası dengesi döviz
kuru değişimleri üzerinden sağlanacaktır (Parasız ve Bildirci, 2006:168).
Belirsizliğin olmadığı bir ortamda, döviz kuru, yurtdışı fiyatları ve yabancı
para faiz oranları sabittir. Açığın finansmanı, yurtiçi krediklerin sabit bir oranda
büyümesini gerektirmektedir. Buna karşılık, uluslararası rezervler, aynı oranda
azalacaktır. Böyle bir ülkenin uluslararası rezervlerini yitirerek sabit kur sistemini
terk etmeleri kaçınılmazdır (Parasız ve Bildirci, 2006:168). Spekülatörler, devletin
elindeki rezervleri tüketinceye kadar saldırırlar, devlet de sonunda döviz kurunu
serbest bırakmak zorunda kalır. Sabit döviz kuru rejiminin ne zaman çökeceği, rezerv
miktarına ve yurtiçi kredi büyüme hızına bağlıdır. Modelde, para arzındaki düşüş,
para talebindeki düşüşe eşit kabul edilmiştir.
36
Yukarıda temel unsurları açıklanan basit tipteki birinci nesil modelde, para
otoritelerinin sterilizasyon4 yoluna gideceğinin spekülatörlerce bilinmesi, sabit döviz
kuru politikasında kalınmasını imkansız hale getirmektedir. Standart modele
sterilizasyon faktörünün yerleştirilmesiyle, modifiye edilmiş birinci nesil modeller
geliştirilmiştir.
1.4.4.1. Kanonik Birinci Nesil Modeller
Salant’tın
(1970),
istikrar
programlarının
mal
piyasalarında
yıkıcı
spekülasyonlara maruz kalacağı yönündeki yaklaşımını, Krugman, Flood ve Gorver
para piyasalarına uygulayarak, kanonik birinci nesil modelleri geliştirmişlerdir.
Salant’a göre, spekülatörlerin bir malı ellerinde tutma nedeni, diğer mallara kıyasla
yüksek getiri sağlayacak olmasıdır. Tükenen kaynak fiyatlandırması olarak
adlandırılan bu durumda, fiyatlar faiz oranlarına bağlı olarak artmaktadır. Fiyatın
aldığı değer, talebin daha fazla artamayacağı noktada durmaktadır (Parasız ve
Bildirci, 2006:170).
Salant’ın analizi, resmi istikrar kurumunun mal fiyatlarını sabitlemesi halinde
ne olacağını inceler. Kurum sabitleme yaptığında, spekülatörler getiri elde
edemeyeceklerini düşündüklerinden mallarını satarlar. Kurumun elinde stok birikir.
Kurum sabitlemeyi kaldırdığında ise fiyat, kurumun belirleyeceği fiyatın üzerinde
olacaktır. Spekülatörler, karlı olduklarına tekrar karar verdikleri malı toplamaya
başlayacaklardır.
Krugman, Flood ve Gorver’in modelinde devlet, sabitlediği kuru devam
ettirebilmek için döviz rezervlerini kullanarak alım-satım yapmaktadır. Modelde,
küçük bir ülkenin, parasını büyük bir ticaret ortağı ülkenin parasına sabitlediği
varsayılır. Döviz kurunu sabitleme yetkisi, ülke içinde para otoritelerindedir. Analiz,
yurtiçi para piyasalarında özel ve kamu kesimi faaliyetleriyle gerçekleşir. Kanonik
kriz modellerinde, döviz kurulunun gölge fiyatında5 yukarı yönde eğilim, hükümetin
bütçe açıklarını para basarak finanse ettiği varsayıma dayanmaktadır.
4
Sterilizasyon spekülatif atağı, genellikle para otoritesinin yurt içi kredi hacmini genişletmesi ve
ardından bunu devlet iç borçlanma senetleri satmak için kullanması şeklinde gerçekleşmektedir.
5
Gölge fiyat, spekülatif atağı takiben oluşan fiyattır.
37
Burada spekülatif ataklar önem taşımaktadır. Spekülatörler, döviz kurunun
yükseleceğini bilmektedirler, elde döviz tutmak getiri sağlayacağından caziptir. Yerli
paradan dövize yönelme eğilimi, rezervler bittiği noktada, sabit kurun kaldırılmasıyla
sonuçlanır. Ya da, döviz kuru, sabit bir orandan, başka bir sabit orana devalüe
edilmelidir (Parasız ve Bildirci, 2006:170).
Krugman, Flood ve Gorver, analizi bir adım daha ileri götürererk, “gölge
döviz kuru” kavramıyla, spekülatif saldırı zamanını belirlemekte kullanmışlardır.
Gölge döviz kuru, kur serbest bırakıldığında oluşacak döviz kurudur.
Şekilde saldırı sonrası döviz kuru ile saldırı öncesi döviz kuru görülmektedir.
İki eğeri A noktasında kesişir (Özer, 1999:62-63). Modelde belirsizlik yok
sayılmıştır. ̃ gölge döviz kuru, ̅ ise sabit döviz kurunu temsil etmektedir. S, döviz
kurunda beklenen ve gerçekleşen değişim, d ise spekülatif saldırı zamanıdır.
d < dA olduğu bütün durumlarda, spekülatif saldırılar ülke parasının değerini
arttıracağından spekülatiflerin zararı ile sonuçlanır.
d > dA durumunlarında aynı zamanda olmaktadır, bu koşulu sağlayan bütün
noktalarda spekülatörler hükümetten aldıkları rezervlerden kar etmektedirler. Artan
rekabet zaman içinde d = dA (dolayısıyla ) eşitliğini yaratarak dengeyi A noktasında
kurar. Döviz kuru sıçramaları spekülatif rekabet tarafından dışlanır.
Şekil 6: Belirsizliğin Olmadığı Durumda Saldırı Zamanı
(Döviz Kurundaki Değişim)
(Gölge Döviz Kuru)
(Sabit Döviz Kuru)
(Spekülatif Saldırı Zamanı)
Kaynak: Özer, 1999:63
38
Döviz kuru µ kadar arttığında, faiz paritesi yurtiçi faiz oranının da µ kadar
artması gerekir. Bu durum birinci nesil modellerin temel anahtarıdır. Yurtiçi faiz
oranı, gelecekteki ulusal paranın değer kaybını yansıtmak üzere artmalıdır. Saldırı
esnasında para dengesini ayarlayabilmek için:

Yüksek güçlü para arzının saldırı boyutu kadar düşmesi

Yurtiçi faiz oranının gelecekteki ulusal paranın değer kaybını yansıtmak
üzere arttığı için yurtiçi para talebinin düşmesi gerekmektedir.
Modelin iki önemli sonucu vardır. Para krizleri, yurtiçi ekonomik
politikalardaki tutarsızlıktan kaynaklanmaktadır ve kriz esnasında, merkez bankaları
önemli bir işleve sahiptir. Modele yöneltilen en önemli eleştiri ise, hükümetin bütçe
açıklarını monotize etme ve merkez bankası rezervleri tükeninceye kadar, sabit
döviz kurunda ısrar edeceği varsayımlarıdır (Parasız ve Bildirci, 2006:172).
1.4.4.2. Modifiye Edilmiş Birinci Nesil Modeller
Modifiye edilmiş birinci nesil modellerde, döviz rezervlerinde oluşan
açıkların, para arzı üzerindeki etkilerini, emisyon yöntemiyle azaltmaya çalışarak
sterilizasyona giden hükümetin çabaları göz önüne alınmıştır. Diğer bir değişle, basit
birinci nesil modellere sterilizasyon eklenerek oluşturulmuş modellerdir.
Basit kriz modeli, sabit kurun kalıcı olmadığını, para otoritelerinin
uluslararası rezervlere olan saldırıyı sterilize etmeye çalışmalarının spekülatörlerce
anlaşıldığı an çökeceğini göstermektedir. Saldırıyı sterilize etmek, genellikle para
otoritelerinin yurtiçi kredileri genişletmesi ve bunlarla yurtiçi menkul kıymetlerin
satın alınmasını içermektedir (Flood ve Marion, 1998:7-10).
Flood ve Marion tarafından yapılan analizde ise, rezervlerin fazlalığı ve
beklenen döviz kurunun yüksekliğinin, gölge döviz kurunun, beklenen döviz
kurundan, her koşulda büyük olacağı sonucunu değiştirmediği görülmüştür.
39
1.4.2. İkinci Nesil Modeller
Birinci nesil modeller, hükümetin bütçe açıklarını emisyon yoluyla
kapatmaları, merkez bankasının sabit kur sistemini koruyabilmek adına, bütün
rezervlerini tüketikleri gibi, çok da gerçekçi olmayan varsayımlar içerdiği için,
temellerini Obsfelt’in attığı ikinci nesil modeller geliştirilmiştir. Bu modeller,
gelişmiş ülkelerin döviz krizlerine odaklanır ve beklentilerle ekonomi politikalarının
çelişmesi durumunda krizlerin çıkacağını öne sürerler. Diğer bir değişle, bu tür
modellerde en önemli nokta, kendi kendini besleyen beklentiler ve bunların
sonucunda oluşan çoklu dengelerdir (Parasız ve Bildirci, 2006:175).
Ekonomik birimler, birinci nesil modellerde varsayılanın aksine, her zaman
doğrusal davranışta bulunmazlar. Bu nedenle, bir ekonomik probleme birden fazla
yaklaşımda bulunulabilir. İkinci nesil modeller, özellikle devletin doğrusal davranış
göstermesi sonucu oluşabilecek çoklu dengelere odaklanmıştır.
Bir spekülatör, diğer spekülatörlerin de sabit döviz kuru rejiminin
sürdürülemez olduğunu düşünüyorsa ve spekülasyonun sürdürülme maliyeti çok
yüksek değilse, sabit rejim alehine bir tutum sergileyecektir. Spekülatörlerin, diğer
spekülatör davranışlarını tahminleyerek ya da takip ederek, “sürü psikolojisi”
tutumuyla karar almaları, krizlerin tetikleyicisi olabilmektedir. Calvo ve Menzo,
çalışmalarında, dünya sermaye piyasası genişledikçe sürü davranışlarının arttığını,
fon yöneticilerinin sağlıklı bilgi edinmek yerine, portföylerini genişleterek riskten
kaçınmaya çalıştıklarını göstermişlerdir (Parasız ve Bildirci, 2006:175).
1.4.3. Üçüncü Nesil Modeller
Üçüncü nesil kriz modelleri, birinci ve ikinci nesil modellerin 1997 Asya
krizini açıklamada yetersiz kalmalarından dolayı geliştirilmiştir. Ahlaki risk ve
spekülatif saldırı yaklaşımına dayanırlar. “Asya krizi sonrası literatürü” olarak da
adlandırılan bu modellerde üç nokta öne çıkmaktadır (Parasız ve Bildirci, 2006:177178):
40
 Kurumsal karlılık, Borç/Sermaye oranı gibi mikroekonomik göstergeler,
standart
makroekonomik
göstergelerle
karşılaştırıldıklarında,
para
krizlerini
öngörmede daha başarılı olmaktadır.
 Serbest piyasa sürecine geçişte, finansal sektör düzenleme ve denetimlerine
ağırlık verilmelidir. Finansal serbestleşme sebebiyle yurtdışından borçlanmanın
artması, dolayısıyla yabancı para ile aşırı borçlanılarak elde edilen fonlar, çok yüksek
riskli varlıklara veya düşük gelirli projelere yatırılarak değerlendirilmektedir. Bu gibi
hatalar, krizlerin tetikleyici nedenlerine dönüşmektedir.
 Özel sektöre yönelik açıklar veya devlet garantileri, ahlaki risk taşımaktadır.
Krugman, finansal sistemin bu gibi uygulamalar nedeniyle aşırı büydüğünü, oluşan
balonun patlayarak krize neden olduğunu öne sürmüştür.
Üçüncü nesil kriz modelleri, spekülatif atak ve kendi kendini besleyen
karamsarlık üzerine yoğunlaşan birinci/ikinci nesil modellerden unsurlar içermekle
beraber, finansal kırgınlıklar üzerine yoğunlaşmıştır (Parasız ve Bildirci, 2006:179).
Günümüzde,
spekülasyona
yol
açan
en
önemli
nedenlerden
biri
küreselleşmedir. İzleyen bölümde, küreselleşmenin detaylı olarak tanımları yapılmış,
ardından küreselleşme kuramlarına değinilmiştir. Dünya’da ve Türkiye’de yaşanan
önemli finansal krizlerden sözedilmiştir.
41
İKİNCİ BÖLÜM
KÜRESELLEŞME VE FİNANSAL KRİZLER
2.1. KÜRESELLEŞME KAVRAMI VE ORTAYA ÇIKIŞ NEDENLERİ
2.1.1. Tanım ve Kavramsal Çerçeve
Küreselleşme teriminin ortaya çıkışında, Marshall McLuhan’ın “Global Köy”
(1968) adlı eserinde tanımladığı kitabına ismini veren kavramın önemli yeri
bulunmaktadır. McLuhan eserinde, Dünya’nın, teknoloji ve iletişimdeki gelişmeler
sebebiyle, herkesin birbirinden ve her türlü olaydan haberdar olduğu bir köy haline
gelmekte olduğunu öne sürmüştür. Dünyanın küresel bir köy haline geldiği görüşü,
ülkeler arasındaki sınırların öneminin giderek azaldığını, yer kürenin uzak
köşelerinde yaşayan, farklı insan grupları arasındaki ilişkilerin sınırlara takılmaksızın
yoğun ve hızlı bir şekilde gerçekleştiğini hakkında fikirler içermektedir (Tutar,
2000:21).
Thomas L. Friedman “Dünya Düzdür” adlı kitabında küreselleşme olgusunun
üçüncü çağını yaşadığını savunmakta ve “Küreselleşme 3.0” adı altında bu sürece
nasıl gelindiğini incelemektedir. Berlin duvarının yıkılması, Netscape’in6 halka arzı,
iş akışı yazılımlarının geliştirilmesi, açık kaynak yazılımları, taşeronluğun
uluslararası boyutlara taşınması, offshore işlemlerinin yaygınlaşması, tedarik
zincirlerinin oluşturulması, insourcing, bilgiye anında ulaşılmasını sağlayan google,
yahoo, msn gibi arama motorlarının varlığı ve taşınabilir cihazların yaygınlaşması
(Cep bilgisayarları, tabletler...) adımlarıyla Dünya “düzleşmiştir.” (Friedman,
2008:55-160).
Literatürde,
Evrenselleşme,
küreselleşme
uluslararasılaşma,
yerine
pek
çok
globalizasyon,
kelime
kullanılmaktadır.
liberalizasyon,
batılılaşma,
karşılıklı bağımlılık, modernizasyon, global bütünleşme, global entegrasyon,
sözcükleriyle eş anlamlı olarak kullanıldığı çalışmalar bulunmaktadır.
6
İnternette dolaşımı sağlayan ilk tarayıcıyı piyasaya süren firma. Windows işletim sistemine Internet
Explorer’ın entegre edilmesinden sonra doğan rekabete ve Microsoft tarafından açılan tekelcilik
davasını kaybetmesi sebebiyle düşüşe geçen firma, 1999 yılında AOL’ye (Amerika Online)
satılmıştır. Satımının ardından kaynak kodlarını yayınlayarak, Modzilla Firefox’un doğumuna katkıda
bulunmuştur.
42
Küreselleşme kavramı için çeşitli tanımlar yapılmaktadır. Devlet Planlama
Teşkilatı raporunda küreselleşme, “Ülkeler arasındaki iktisadi, siyasi, sosyal
ilişkilerin yaygınlaşması ve gelişmesi, ideolojik ayırımlara dayalı kutuplaşmaların
çözülmesi, farklı toplumsal kültürlerin, inanç ve beklentilerin daha iyi tanınması,
ülkeler arasındaki ilişkilerin yoğunlaşması, maddi ve manevi değerlerin ve bu
değerler çerçevesinde oluşmuş birikimlerin ulusal sınırları aşarak dünya çapında
yayılması” olarak tanımlanmıştır (DPT, 1995:1).
Küreselleşmenin, tarihin akışı içinde ortaya çıkan bir olgu (realite) olduğunu
savunan tanıma göre, uluslararası ticaretin yaygınlaşması, emek ve sermaye
hareketlerinin artması, ülkeler arasındaki ideolojik kutuplaşmanın sona ermesi,
teknolojideki hızlı değişim sonucunda ülkelerin gerek ekonomik, gerekse siyasal ve
sosyo-kültürel açıdan birbirlerine yakınlaşmaları da, globalizasyonun olağan
sonuçlarındandır (Aktan ve Şen, 2001:104).
Başka bir tanıma göre küreselleşme, ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel
alanlarda bazı ortak değerlerin yerel ve ulusal sınırları aşarak dünya çapında
yayılması olarak verilmiştir (TASAM, 2006:4).
Robertson, küresellemenin, modernizasyondan ayılması gerektiğini savunur,
ona göre bu iki kavramı bir tutmak doğru değildir. Küreselleşmeyi hem dünyanın
küçülmesini simgeleyen, hem de bir bütün olarak dünyanın bilincinin güçlenmesini
gönderme yapan bir kavram olarak görmektedir (Robertson, 1999:21).
Küreselleşmenin yeni bir dünya düzeni, kapitalist sermayenin oluşturduğu
emperyalizmin gerçek yüzü, ya da 21. yüzyılın en büyük ideolojisi olduğunu öne
süren çalışmalar bulunmaktadır. İdeoloji olarak bakıldığında, devletin birey
üzerindeki zincirlerinin kırılarak, birlikte iş yapmak isteyen kişileri ayıran sınırların
ortadan kaldırılmasını savunmaktadır. Bu bağlamda, küreselleşmenin tanımının,
içinde yaşanılan toplumun kültür birikimi ve gelir düzeyiyle ilgili olduğu açıktır.
Küreselleşme aynı zamanda, sermaye ve üretimin ulusal sınırlara bağlı
kalmadan hareket edebilmesidir. Ulus-devlet gücünün aşılması, serbest piyasa
ekonomisinin devreye girmesi, küreselleşmeyle beraber gelen yeniliklerdendir. Bu
yenilik, sadece mal ve hizmetle sınırlı kalmamaktadır. Zaman ve mekan
kavramlarında, tüketim alışkanlıklarında değişmeler küreselleşmenin yarattığı
sonuçlardandır.
43
Bütün bu tanımlara göre küreselleşmenin, iletişim teknolojilerinde ilerleme
sebebiyle Dünya’nın küçültmesi, kültürler arası farkları azaltmaya başlaması,
sermaye hareketlerinde serbestliğin artması, milletler arası örgütlerin kurulmasında
rol oynaması üzerinde büyük etkileri bulunmaktadır.
Gelişmiş ülkeler açısından bakıldığında, ele geçirilecek yeni pazarların
meydana gelmesi, daha ucuza üretim gibi olumlu yanları varken, gelişmekte olan
ülkeler için daha ağır sonuçlar doğurabilmektedir. Artan işsizlik, gelir dağılımda
bozulmalar ve genç demokrasiler için bir tehdit olarak algılanmakmadır.
Küreselleşme olgusu, her yeni gelişme gibi bazı kesimlere refah, bazı kesimlere ise
yoksulluk getirdiğinden, değerlendirilmesinde hem olumlu ve hem de olumsuz
görüşlerin yer alması doğal karşılanmalıdır.
2.1.2. Küreselleşme Sürecinde Serbest Sermaye Hareketleri
Küreselleşme yeni çıkan bir kavram değildir. Bazı yazarlar küreselleşmenin
tarihini, insanlık tarihi ile eşdeğer tutmaktadır. Ancak, kavramın gündeme gelmesi ve
insan yaşamında eskisine göre daha büyük bir yer tutmasının, özellikle iletişim
teknolojilerindeki gelişimin sonucu olarak patladığı dönem, bilginin, hammaddenin,
mal ve hizmetlerin değişim hızının aşırı derecede arttığı 20. yüzyıldır.
1750-1850 dönemlerini kapsayan, İngiltere’de başlayıp Batı Avrupa’ya,
Kuzey Amerika’ya ve Japonya’ya sıçrayan sanayi devrimi, küreselleşmenin birinci
basamağı sayılabilir (Kazgan, 2009:195). Bu dönemde buhar gücünün üretimde ve
ulaşımda kullanılması, demirin eritilerek yeniden şekillendirilmesi, fabrikaların
kurulmasına ve bir işçi sınıfının doğmasına neden olmuştur. Taşıma masraflarının
düşmesi, üretim ve pazarlama maliyetlerinde düşüş yaratmıştır. Bu da üretimin
uluslararasılaşmasında kolaylıklar yaratmıştır. Klasik okulun temsilcilerinden Adam
Smith, Ulusların Zenginliği adlı kitabında, serbest piyasadaki rekabet ortamının
fiyatların düşük kalmasını ve çok çeşitli mal-hizmet üretimini teşvik ettiğinden
genişletilerek devlet kısıtlamalarının kaldırılmasını savunmaktadır (Smith, 2007:2756). Onun izinden giden David Ricardo da, uluslararası ticarette her türlü müdaheleyi
reddetmiştir.
Bugün
küreselleşmenin
getirdiği
serbest
piyasa
kavramının
temellerinin, bu dönemde Smith ve Ricardo tarafından atıldığı söylenebilir.
44
1914-1945 arası dönem, dünya tarihin en çalkantılı dönemlerinden biridir. Bu
periyotta iki büyük dünya savaşı ve bütün dünyayı etkileyen bir ekonomik kriz,
büyük buhran, yer almaktadır. Bu dönemde olan olaylar, siyasi ve ekonomik tarihi
derinden etkileyen sonuçlara neden olmuştur.
İkinci Dünya Savaşı, bugün küresel ekonomide büyük ölçüde rol oynayan
uluslararası kuruluşların oluşumuna önayak olması açısından önemlidir. Savaşın
ardından, uluslararası fon akımlarında ulusal ve uluslararası düzenlemelere
gidilmiştir. Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar
oluşturulmuş, yeni bir kur sistemine geçilmiştir. Uluslararası örgütlerin yönetme
gücü ve savaşın sonunda kimi ülkelerin öne çıkması, bu dönemi 1914 öncesi
dönemden ayırmaktadır (Hirst ve Thompson, 1998:8). Ülkelerin üstünde yer alan,
temel görevi, gelişmekte olan ülkelere fon sağlamak olan bu oluşumların kurulması,
küreselleşmenin ikinci basamağı olarak kabul edilmektedir.
Küreselleşmenin üçüncü ve bugün için son basamağı, 1980 sonrasında,
sermaye hareketlerinin serbestleşmeye başladığı dönemdir. Bu gelişmelere sebep
olan olayların başında, hiç kuşkusuz Bretton-Woods sisteminin çökmesi yer
almaktadır. Bir diğer önemli gelişme, ikinci dünya savaşının hemen ardından
başlayan soğuk savaşın sona ermesidir. Bu döneme kadar süregelen AmerikaSovyetler Birliği Dengesi, Amerika lehine bozularak dünya liderliğinin Amerika’ya
(ve onun desteklediği diğer gelişmiş ülkelere) geçmesine neden olmuştur. Böylece
çoğulcu demokrasinin ve serbest piyasanın hüküm süreceği bir dönem başlamıştır
(Kazgan, 2009:198).
Sermaye hareketlerinde serbestleşme, gelişmekte olan ülkelerin küreselleşme
sürecine
uyum
sağlaması
açısından
önemli
bir
süreçtir.
Sermayenin
serbestleşmesinin üç değişik boyutundan bahsedilebilir. Bunlardan birincisi,
doğrudan yapılan yabancı yatırımlardır. Bu kavram, gittiği yerde fiziksel yatırım
yapan, istihdam yaratan, ülkenin üretim kapasitesini genişleten yabancı sermaye için
kullanılır ve uzun vadeli sermaye hareketlerini oluşturur. İkincisi, akışkan fonlar
halinde hareket eden, genellikle kısa vadeli olan parasal sermayedir. Bunlar,
genellikle faiz oranları gibi çekici faktörler nedeniyle, ülke değiştirerek gittiklerinden
ve buralarda doğrudan istihadam yaratmadıklarından, kapital finans olarak da
adlandırılırlar. Bu iki yabancı yatırım biçimine bir üçüncüsünü eklemek mümkündür.
45
Yabancılara satılan veya ortaklık şeklinde yapılan özelleştirmeler. KİT’leri satın
almak veya senetlerini borsada ele geçirmek biçiminde olan bu özelleştirmeler, her
zaman yerel ülke için en seçenek olmayabilir. Çünkü bu gibi özelleştirmelerin bir
kısmı, özelleştirilen şirketin batırılarak yerel rekabetin önlenmesi amacıyla
yapılmaktadır (Kazgan, 2009:199).
Portföy şeklinde yapılan yatırımlarsa, o ülkede yerli paranın değerlenmesine
neden olarak ihracatta azalma ve ithalatta artışa yol açabilmektedir. Ödemeler
bilançosu bozulan bu ülkelerde, para otoriteleri yerli para biriminin değer
kazanmasını engellemek için piyasaya para sürdüğünde, parasal kontrolü
kaybetmektedir. Bunun yanında, sıcak para şeklinde gelen yabancı sermaye, ülkede
varlık fiyatlarının artmasına ve varlık sahiplerinin refah düzeylerinin yükselmesine
neden olmaktadır ki bu yükseliş, daha sonra yurt içi talebi arttırarak enflasyona, yurt
dışı talebi uyararak ise ithalatta artışa neden olmaktadır (Arestis ve Demetriades,
1999:450). Aynı zamanda, sıcak para herhangi bir risk durumunda bulunduğu
ülkeden kaçarak, yerel ekonomide krizi tetikleyecek etkiler yaratabilir.
Sermayenin küreselleştirilmesi ile ilgili bir diğer yanılgı, bu kavramın
teknolojik
gelişmelerle
bir
tutulmasıdır.
Oysa
elektronik
devrim
olarak
tanımlanabilecek bilgisayar ve internet teknolojisinden önce de mali sermaye,
değişik yöntemlerle olsa da, sınır ötesine hareket edebilmekteydi. Tarihsel olarak,
küreselleşmenin bir uzantısı olan finansal küreselleşmeyi de üç döneme ayırmak
mümkündür. İlk dönem olan 1870-1945’e bakıldığında, finansal küreselleşmeye
katılan ülke ve sektörlerin sayısı kısıtlıdır. Finansal aracılık işlemleri güçlü ailelerin
elindedir. Uluslararası finansal kurunlar ve piyasalar henüz oluşmakta olduğundan
denetimler yetersizdir. Denetim yetersizliği, 1920’lerde oluşacak krizin zemini
hazırlamaktadır. Bu dönemdeki sermaye akımlarının bugünkü gibi çok fazla sorun
yaratmaması dört temel nedene bağlanabilir (Adam, 2002:55):

Sermaye akımları altın standardının bağladığı para üzerinden
gerçekleştirildiğinden bu durum nominal faizleri sabitliyordu. Bu da enflasyon
beklentilerinin düşük olması anlamına gelmektedir.
46

Ana yatırım amacı olan tahvillerin uzun dönem nominal faiz oranları
istikrarlıydı.

Finansal varlıklar son derece sınırlıydı, finansal akımlar belirli bir
tipte ve basit bir şekilde yapılıyordu.

Sermaye hareketleri, çoğu sermaye yoğun alt yapı yatırımlarıın
finansmanı için kullanıldığından uzun vadeliydi.
Bu dört özelliğinden dolayı sermaye hareketleri günümüzdeki gibi geniş
boyutlu sorunlar yaratmamıştır.
Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması, ardından Büyük Buhran ve İkinci Dünya
Savaşına yol açan istikrarsızlık ve kriz dönemi, sermayenin küreselleşmesini sekteye
uğratmıştır. 1930’lu yıllarda ABD’de başlayan depresyonla birlikte borsa çökmüş,
birçok banka iflas etmiştir. Bu nedenlerden dolayı bir çok ülkenin sermaye
hareketlerini kontrol altına alması, finansal küreselleşme sürecini bir süre için
durdurmuştur (Schmukler, 2004:39). Bölümün başında da bahsedildiği gibi, IMF ve
Dünya Bankası gibi kuruluşların kurulması da bu döneme rastlamaktadır. Böylece
uluslararası kuruluşların aracılığı ile finansal küreselleşmeye yeni bir düzenleme
getirilmiştir. Ayrıca bu dönem, Amerika Birleşik Devletlerinin yeni bir güç olarak
dünya sahnesine çıktığı dönemdir.
1945-1980 arası döneme, sabit fakat ayarlanabilir döviz kurları, sınırlı
sermaye hareketleri ve bağımsız para politikalarıyla Bretton-Woods sistemi hakim
olmuştur. Bilindiği gibi, Bretton-Woods 1944-1973 arasında geçerli olan döviz kuru
sistemidir. İkinci Dünya Savaşının son döneminde, Amerika’nın Bretton-Woods
kasabasında düzenlenen bir konferansta, savaş sonrası istikrarlı büyüme, ekonominin
düzenlenmesi ve canlanması sorunlarına yanıt arayışın bir sonucu olarak kabul
edilmiştir. Bu toplantı sonucunda Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF)
kurulması kararları alınmıştır.
Yapılan Bretton-Woods anlaşmasına göre, dolar çekirdek para olarak
belirlenmiş, diğer ülkeler ulusal paralarının değerini dolar olarak değerlemişlerdir.
Amerika dışındaki ülkelerin, piyasa döviz kuru ile Bretton-Woods’da belirlenen
döviz kuru arasındaki pozitif/negatif
fark yüzde birden büyük olunca döviz
piyasasına müdahale etmeleri kararlaştırılmıştır, ancak bu müdahele (devalüasyon ve
revalüasyon) oranı yüzde onu geçemez. Bu oranı aşmak isteyen ülkelerin, IMF’den
47
izin almaları gerekir. Buna karşılık, Amerika döviz piyasasına müdahele
etmeyecektir (Ünsal, 2005:500).
Ülkelerin Merkez Bankaları, talep etmeleri halinde, ellerinde bulundurdukları
doları; 1 Ons Altın = 35 Dolar veya 1 Dolar = 0,88867 gr. altın değişim haddi
üzerinden, altına çevirebilirler. Ayrıca, Bretton-Woods’ta merkez bankaların merkez
bankası olarak kurulan IMF, döviz piyasasına müdahele eden ülkelere gerekli
yabancı paraların temin edilmesi ve temel bir dengesizlikle karşı karşıya olan
ülkelerin pariteyi değiştirebilecekleri kararlaştırılmıştır. Bu son madde hesaba
katıldığında, Bretton Woods sistemi ayarlanabilir bir sabit döviz kuru sistemi
görüntüsünü almaktadır (Ünsal, 2005:500).
Bu sistem ancak 1971 yılına kadar devam etmiştir. Savaşın bittiği 1950’li
yıllarda Dünya genelinde görülen dolar kıtlığı, Marshall Yardımları, ABD’nin
Japonya ve Avrupa ülkelerine açtığı dış krediler sayesinde dolar bolluğuna
dönüşmüştür. Özellikle Vietnam Savaşı sonrası dış açıkları büyeyen ABD dolarına
olan güvenin sarsılması, dolardan altına kaçış şeklinde gerçekleşmiş, FED’in
rezervleri üzerinde baskı yaratmıştır. 1971 yılında Nikson Şoku olarak da bilinen
olay gerçekleşmiş, ABD sistemden çıktığını duyurmuştur. 1973 yılında resmi olarak
altının dolar karşılığı ortadan kaldırılarak, döviz kurları dalgalanmaya bırakılmıştır.
Sermaye akımlarına bakılacak olursa, 1950 ve 1960’lar döneminde tarihi
olarak en düşük seviyededir. 1970’lere gelindiğinde, başta Avrupa olmak üzere,
gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere sermaye hareketleri başlamışsa da,
Demir Leydi lakabıyla alınan İngiltere başbakanı Margaret Thatcher ve ABD’de aynı
dönem başkanlık yapan Ronald Reagan, neoliberal sistemi oturtana kadar,
İngiltere’de yurtdışına çıkarılan mal ve sermayelere çifte kur uygulanırken,
Amerika’da da sermaye çıkışlarını vergilendirme politikası izlenmekteydi. Bu
politikalardaki amaç, sermayenin ve kaynağın ülke sınırları içinde kalarak, istihdama
ve büyümeye katkı sağlanmasıydı. Ancak aşırı sendikalaşma sonucu güç kazanmış
işçi sınıfının törpülenmesi ve düşen kar hadlerinin önüne geçilmesi amacıyla, iktisadi
etkinliğin ağırlık merkezinin finans sektörüne kayması, kapitalist sistemde değişim
yaratarak sermayenin küreselleşmesi olgusunu öne çıkarmıştır (Kazgan, 2009:204).
48
1970’ler uluslararası finansal sistemde yeni bir dönemin başladığı dönemdir.
Petrol şokunun ve Bretton-Woods sisteminin çöküşünün bir sonucu olarak, finansal
küreselleşmenin yeni bir dalgası başlamıştır. Petrol şoku, uluslararası bankalara,
gelişmekte olan ülkere yatırım yapabilmek için fon sağlamıştır. Bretton-Woods’un
ardından, ülkeler bağımsız para politikalarıyla daha yüksek sermaye hareketliliğine
sahip olmuşlardır. Bu dönemde Keynesyen politikaların stagflasyon sorununu
çözememesi, liberal politikalara geçişi hızlandırmıştır.
Finansal piyasalarda serbestleşmenin 1980’lerden sonra hızlanmasının bir
diğer sebebi, 1986’da başlayan Urugay Görüşmelerinin, 1994’te tamamlanmasıdır.
Bu süreçte yapılan müzakerelerde finansal hizmetler de ele alınmış, bankacılık ve
sigortacılık alanında verilen hizmetlerin uluslararası alana yayılmasına, bu da
rekabetin artmasına neden olmuştur. Urugay görüşmelerinin sonucunda, Gümrük
Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) geliştirilerek Dünya Ticaret Örgütü
(WTO) doğmuştur. GATT sadece mal ticaretini kapsarken, WTO mal, hizmetler ve
fikri mülkiyet hakları olarak da bilinen fikir ticaretini de kapsamaktadır (Kazgan,
2009:138).
Kopya-taklit konularında önemli maddeler içeren bu anlaşmanın (Telif ve
patent hakları, modeller, ticari markalar vb.) gelişmekte olan ülkelere ne kadar yarar
sağladığı tartışmaya açıktır. Bu anlaşmaya kadar, gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş
ülkelerdeki
buluşları
taklit
yöntemi
ve
ucuz
işgücü
avantajı
sayesinde
üretebildiğinden, gelişmiş ülkelerle bir dereceye kadar rekabet edebiliyordu. Bu
süreç, Japonya ve ardından Asya Kaplanları gibi güçleri yaratan, önemli bir adımdır.
Yeni düzenlemeler bu adımı ortadan kaldırarak hem gelişmekte olan ülkelerin
maliyet avantajını kullanmasını engellemekte, hem de teknolojik tekelin kırılmasını
erteleyerek gelişmekte olan ülke halklarına yüksek fiyatlı ürünleri kullanmaya
mecbur bırakmaktadır (Kazgan, 2009:138-139).
1980 sonrası dönemde finansal küreselleşmenin temel oyuncuları, elbette
gelişmiş ülkelerdir. Ancak sürecin tüm dünyaya yayılması gelişmekte olan ülkelerin
de katılımıyla mümkün olacaktır. Türkiye’nin de içinde olduğu bu ülkeler, daha çok
yapısal uyum programlarıyla sürece dahil olmaya çalışmaktadırlar. Sözkonusu
ülkerin önünde iki temel problem bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, 1970’lerden
itibaren daha sık görülmeye başlayan ve etkileri bulaşıcı olan ekonomik ve bunların
49
tetikleyicisi/tamamlayıcısı olan siyasal krizlerdir. Latin Amerika ülkerindeki borç
krizleri, ideolojik alanda, Küba’da otoriter yönetimin iş başına gelmesi, Soveytler
Birliğinin dağılması, Mao’nun ölümünden sonra Çin’de yaşanan karşı devrimler
bunlara örnek olarak gösterilebilir.
İkinci
sorun,
gelişmekte
olan
ülkelerin,
etkin
bir
büyümeyi
gerçekleştiremeyen ulusal kalkınma politikalarıdır. Türkiye’de yaşanan krizlerde de
inceleneceği üzere, pek çok gelişmekte olan ülke benzer sorunlar yaşamaktadır.
Oransız vergilendirme, kurların aşırı değer kazanması, devletin kaynak dağılımına
müdahele etmesi, kamu işletmelerinde verimsizlik, KİT’lerde gizli işsizlik sorunu,
rüşvetin yaygınlaşması bu sorunların başlıca nedenlerindendir (Aydın, 2003:123).
2.1.3. Finansal Serbestleşme (Mc Kinnon-Shaw Yaklaşımı)
Finansal serbestleşmenin, büyüme ve enflasyon gibi makro ekonomik
etkilerinin incelenmesini sağlayan teorik yaklaşımların temeli, Mc Kinnon ve Shaw
tarafından atılmıştır. Geleneksel yaklaşım olarak da bilinen McKinnon-Shaw
yaklaşımı;
gelişmekte
olan
ülkelerde
uygulanan
finansal
liberalizasyon
politikalarının, tasarrufları arttırarak ekonomik büyümeyi hızlandıracağını ve
enflasyonu aşağı çekeceğini ileri süren, neo-klasik temellere dayanan bir yaklaşımdır
(Eser, 1993:84).
McKinnon’un hipotezinde kullandığı temel araç, faiz oranlarıdır. Faiz
oranları, ekonomik büyüme üzerinde, tasarrufları ve yatırımları uyarması sebebiyle
etkilidir. Finansal baskı altında olan para otoritelerinin belirlediği düşük veya negatif
faiz oranları, tasarrufları azaltarak ve kaynak dağılımını bozarak finansal piyasaların
bölünmesine ve bankaların kredi verme işlevinin olumsuz etkilenmesine neden
olmaktadır. Düşük reel faizler tasarruf oranlarını etkileyerek, kredi olarak
verilebilecek fon arzını azaltır, ekonomik büyüme oranını düşürür. (Işık ve diğerleri,
2005:37-51). Bu şekilde, finansal baskı altında olan bir ekonomide, faiz oranının
otoritelerce piyasa denge düzeyinin altında belirlenmesi, yüksek ölçüde belirsizlik
yaratmaktadır. Bu belirsizliğin getirdiği yüksek enflasyon beklentisi ve döviz
kurunda devalüasyona gidileceği korkusu tasarrufları azaltmaktadır (Shrestha ve
Chowdhury, 2007: 1529–1540). Böylece, büyüme hızı da yavaşlamaktadır.
50
McKinnon ve Shaw, para ve fiziki sermaye (yatırım) piyasalarının arasında
tamamlayıcı bir ilişkinin bulunduğunu öne sürmektedir. Bu ilişkiden hareketle,
finansal liberalizasyon politikalarının uygulanması sonucunda faiz oranlarının
yükseltilmesi, aradaki dengeyi sağlayarak, tasarruf düzeylerini arttırıcı etkide
bulunmaktadır (Hepsağ, 2009:63). Faiz oranlarının tasarruf, yatırım ve büyüme
oranları üzerindeki etkileri, üç varsayım çerçevesinde açıklanmaktadır (Odhiambo,
2005:70-72):
 Tüm ekonomik birimler, yatırım kararı alırken, kendi kendilerini finanse
etmek durumunda olduklarını göz önüne almaktadırlar.
 Sermaye kısıtlı ve eşit dağılımlı değildir. Piyasada imtiyazlı kredi
kullandırmalar mevcuttur.
 Mali sektör, kentsel endüstrilere ve ihracat endüstrilerine kredi verme
eğilimindedir.
McKinnon ve Shaw’ın geliştirdiği finansal serbestleştirme teorisine, çeşitli
iktisat okullarından eleştiriler gelmiştir. Neo-Keynesyen yaklaşımlar, liberalizasyon
politikalarının yatırımlar, tasarruflar ve dolayısıyla ekonomik büyüme üzerinde
olumsuz etki yaratacağını öne sürmüşlerdir. Bu yaklaşıma göre, piyasada yüksek reel
faiz oranlarının varlığı ve piyasada kredi bolluğunun olması, bankacılık sektörünü
daha riskli konuma getirerek, finansal kriz riskini arttıracaktır (Hepsağ, 2009:67).
Finansal serbestleşmenin ekonomik büyüme yaratmayacağı, aksine büyümeyi
yavaşlatarak enflasyonu yükselteceğini savunan, alternatif bir yaklaşım, öncülüğünü
L. Taylor'un yaptığı yapısalcı yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre, faiz maliyetlerinin,
işletme sermayesi maliyetlerine dahil edilmesi gerekir. Faiz oranlarının finansal
liberalizasyon sonucu artması, işletmenin sermaye maliyetlerini de yükseltecektir.
Yapısalcı yaklaşım, gelişmekte olan ülkelerde, işletmelerin mark-up fiyatlama7
yöntemini kullandığını varsayar. Üretim maliyetlerindeki artış, mark-up fiyatlama
yoluyla ürün fiyatlarına yansıyarak, enflasyonu hızlandırıcı bir etki yaratır (Eser,
1993:90).
7
Mark-Up Fiyatlama: Eksik rekabet piyasalarında, firmanın üretimin ortalama maliyetine belirli bir
oranda kâr ekleyerek fiyatı belirlemesine dayanan geliştirilen fiyatlandırma yöntemidir.
51
Yine yapısalcı yaklaşıma göre, fon talebi, resmi olduğu kadar, gayri resmi fon
piyasalarından da karşılanmaktadır. Dolayısı ile tasarruf sahipleri, hem resmi hem de
gayri resmi piyasalar aracılığı ile fon sağlamaktadır. Finansal serbestleşme esnasında,
faiz oranlarının serbest bırakılması, fon birikim dengesini, resmi kuruluşların lehine
bozar. Diğer bir değişle, gayri resmi fon sağlayacılardan, resmi fon sağlayıcılarına
doğru bir akım oluşacaktır. Bu arada, resmi piyasalarda, kanuni karşılık tutma
zorunluluğu varken, gayri resmi piyasalarda bu zorunluluğun olmadığı göz önünde
tutulmalıdır. Bütün bunların sonucunda, fonların resmi kaynaklara (bankacılık
sistemlerine) akışı, her iki sistemde toplanan yatırıma dönüştürülebilir kaynakların
azalmasını da beraberinde getirecektir (Eser, 1993:90-91). Bu durumun bir sonucu
olarak yatırımlar azalacak ve büyüme hızı düşecektir.
2.2. Dünyada Yaşanan Finansal Krizler
2.2.1. Latin Amerika’da Krizler
1980’li yılların başında, Latin Amerika ülkerinde meydana gelen finansal
krizler, esas itibari ile borç krizleridir. Özellikle Brezilya, Arjantin ve Meksika’da
endüstrileşme ve altyapı çalışmalarında kullanılmak üzere alınan dış borçlar, ülkerin
geri ödemeyeceği kadar artmıştır. Genel olarak bakıldığında, borç krizine neden olan
olayları tarihsel bir çerçeve içinde irdelemek mümkündür.
1973 Arap – İsrail Savaşında, İsrail ordularına destek veren ABD ve
Hollanda’ya karşılık olarak, OPEC ülkeleri, ek olarak Mısır ve Suriye (OAPEC), bu
ülkelere petrol ambargosu uygulamıştır. Ayrıca Aralık 1973’te Tahran’da toplanan
konferansta, petrol fiyatları %130 oranında arttırılmıştır. Onu izleyen dönemde
meydana gelen İran Devrimiyle, petrol fiyatları bir kere daha yükseltilmiştir. Tarihte
petrol şoku veya petrol krizi diye adlandırılan bu kararın önemli sonuçlarından biri,
Bretten-Woods sisteminin sonunu hazırlamasıdır, aynı zamanda petrol ihraç eden
ülkelerde biriken fonların uluslararası sermayeye katılması, Latin Amerika krizinde
de önemli rol oynayacaktır.
52
Petrol fiyatlarını aşırı yükseltmesi sonucu zenginleşen petrol ithal eden
ülkeleri, nakit sıkıntısı çeken Latin Amerika ülkerine, uluslararası bankalar aracılığı
ile aşırı yatırım yapmışlardır. 1975’te, Amerika’da ve Avrupa’da faiz oranlarında
görülen artış, borçların ödenmesini daha da güçleştirmiştir (Schaeffer, 1997:90).
Dolar kurunun gerilemesi sonucu, Latin Amerika ülkelerine yerel para ile borç
verilmemesiyle, alım gücü iyice düşen bu ülkelerin, 1981’de dünya ticaretinde
meydana gelen daralmayla ihraç ürünlerinin ucuzlaması, borç krizini tetiklemiştir
(Bernal, 1991:565-619).
1982 borç krizi, Latin Amerika tarihindeki en önemli krizdir. Bu süreçte
enflasyon aşırı derece artmış, gelirler azalmış ve ekonomik büyüme gerilemiştir. Bu
krizden dolayı bir çok ülke, ithal ikameci sanayileşme modelini bırakarak, IMF’nin
desteklediği sanayileşme stratejisi olan neo-liberal stratejiyi benimsemişlerdir
(Bernal, 1991:565-619). Ayrıca bu borç krizinin, Brezilya ve Arjantin’deki
iktidarların yıkılmasına yol açan etmenlerden biri olduğu söylenmektedir.
2.2.1.1. Meksika Krizi
Meksika’da pezonun Aralık 1994’te devalüe edilmesinin etkisiyle ortaya
çıkan krizdir. Bu krizin Güney Konisi8 üzerindeki etkisine, “Tekila Etkisi”
denilmiştir.
Meksika, 1980’lere kadar, döviz kuru ABD dolarına sabit, enflasyonun orta
düzeyde seyreden, konvertibilite üzerinde herhangi bir kısıtın bulunmadığı ve milli
gelirin görece yüksek olduğu bir ekonomiye sahipti. Ancak 1970’lerde petrol
fiyatlarındaki artış, ekonomik göstergelerde, özellikle milli gelir üzerinde, sapmalara
neden olmuştu. Artan petrol fiyatları yüzünden oluşan bütçe açıkları, dış borçlanma
yoluyla kapatılmıştı. Aynı zamanda uygulanan genişletici para politikaları ve1980’li
yıllardan itibaren görülen yüksek enflasyon krizin tetikleyici unsurlarındandır
(Dornbusch ve Werner, 1994:257). Şubat 1981 ve Ağustos 1982’de yapılan
devalüasyonlar yurt dışına sermaye kaçışlarına neden olmuştur.
8
Güney Amerikanın Brezilya, Paraguay, Arjantin, Urugay’ı içine alan kısmı
53
Ağustos 1982’de Meksika moratoryum ilan ederek borçlarını, ana para ve
faizlerini, geri ödemeyeceğini açıklamıştır. Bu durum, petrol ihraç eden bir ülke olan
Meksika’nın yaşayacağı ekonomik sıkıntıların ise henüz başlangıcıdır. 1985 yılına
kadar sıkı para politikaları uygulanmış, bankalar devlet yönetimine geçmiş, ithalat
kısıtlanmış ve bütçe açığı azaltılmaya çalışılmışsa da, düşen petrol fiyatlarının
tetiklediği, 1986 yılında patlak veren ikinci kriz, politikaların yetersizliğine işaret
etmektedir.
Bunun üzerine yeniden politika değişikliğine giden hükümet, para birimini
tekrar devalüe ederek ithalat kısıtlamalarını azaltmış, imalat sanayi rekabete açılmış
ve özelleştirilme yoluna gidilmiştir. Bu reformlar sürerken, enflasyonda ciddi bir artı
yaşanarak, enflasyon üç haneli rakamlara ulaşmıştır (Krueger ve Tornell, 1999, 1-5).
1986’da IMF ile yapılan anlaşma çerçevesinde yeni düzenlemelere
gidilmiştir. Dış borçlar yeniden yapılandırılmış, para ve maliye politikalarında
sıkılaştırılmaya gidilmiş, döviz kuru tekrar devalüe edilmiş, ticaret serbestleştirilmiş
ve özelleştirilme ciddi şekilde arttırılmıştır. Bu sırada yeniden yükselen petrol
fiyatlarının da etkisiyle, Meksika büyüme sürecine girmiştir. Ancak yeniden
yükselen eflasyon, ödemeler dengesinin fazla vermesiyle oluşan olumlu tabloya
gölge düşürmüştür. Rakamsal olarak, Aralık 1985’te %63.75 olan enflasyon, Aralık
1987 yılında %159.17’ye ulaşmıştır.9 Meksika Merkez Bankasının pezoya destek
vermeyişi, para biriminde aşırı değer kaybına neden olmuştur (Loser ve Kalter,
1992). Bu programın da ekonomik durumda fazla bir iyileştirme sağlamaması,
1988’de yeni bir programın yürürlüğe konmasını gerektirmiştir.
1987-1994 arası döneminde geçerli olacak yeni programın ilk ve temel
amacı, enflasyon oranlarının düşürülmesidir. Programın dört ana unsuru vardır
(Edwards, 1997:3):

Ülke ekonomisinin uluslararası rekabete açılması

Ciddi bir özelleştirme
9
Bank of Maxico, http://www.banxico.org.mx/politica-monetaria-e-inflacion/estadisticas/graficas-decoyuntura/inflacion/cpi--headline-core-and-non-co.html 23.01.2013
54
 Belirlenmiş bir döviz kuru çapasına dayalı sıkı para ve maliye politiklarının
uygunladığı bir istikrar programı

Hükümet, özel sektör ve sendikaların anlaşmasıyla belirlenecek kur, ücret
ve fiyat anlaşması.
Pacto (the Pact for Economic Solidarity) sözleşmesi olarak da bilinen son
madde, programın temelini oluşturmaktadır (Edwards, 1997:3). Teoriye göre, dışa
açık bir ekonomide ticarete konu olan malların yurt içi fiyatları, döviz kurları
taraından belirlenir. Döviz kurlarının kontrol edilmesiyle enflasyon üzerinde
hakimiyet kurmak amaçlanmaktadır. Pacto anlaşmasına sadık kalınarak, asgari ücret,
döviz kurları ve temel kamu sektör fiyatları (elektrik, gaz…vb) hükümet, özel sektör
ve sendikalar ortak kararıyla belirlenmiştir (Krueger ve Tornell, 1999:6). 1989
yılında Meksika ekonomisi reel büyümeye geçmiş, 1990-1991 Körfez Krizinden
kaynaklanan petrol fiyatlarındaki artış, büyümenin sürdürülmesini sağlamıştır.
1994
yılına
gelindiğinde
Meksika’da
herhangi
bir
kriz
beklentisi
oluşmamıştır. Aksine 1993 yılı sonu NAFTA’ya girişin onaylanması sonucu yabancı
sermaye girişlerinde artış beklentisi hakimdir. Ancak yurtiçindeki olumsuz politik
gelişmeler bu beklentiyi boşa çıkarmıştır. Ocak ayında NAFTA’ya karşı Chiapas
ayaklanmaları çıkmış, Mart ayında başkan adayı Colosio ve Eylül’de iktidar partisi
genel sekreteri Ruiz Massieu suikastları işlenmiştir. Görevi Aralık 1994’te devrelan
Ernesto Zedillo döneminde, peso değer kaybetmeye başlamış ve kriz patlamıştır.
Bunda, oluşan güvensizlik ortamı sonucu yatırımcıların sermayelerini kaçırmasının
payı oldukça büyüktür. Aynı zamanda, özelleştirilen bir bankanın içinin boşaltıldığı
ve yöneticilerin tutuklanması, dikkatleri bu konudaki diğer yolsuzluklar, finans
çevrelerinde bankaların güvenilirliğini sorgulatmaya başlatmıştır (Mishkin, 1996).
20 Aralık’ta döviz kurunda devalüasyona gidilmesi bile rezerv kaybını
durduramamış, 22 Aralık 1994 tarihinde peso dalgalanmaya bırakılarak sabit kur
sistemi terkedilmiştir.
Genel olarak bakıldığında, Meksika krizine sebep olan üç temel etmen
görülmektedir. Politik istikrarsızlık ortamının yarattığı güvensiz sonucu yabancı
sermaye çıkışları, para krizinin bir borç krizine dönüşmesi ve bankaların kredi
sorunları.
55
Başta belirtildiği üzere, Meksika krizinin etkileri Meksika’yla sınırlı
kalmamıştır.
Özellikle Brezilya
ve
Arjantin,
zarar
gören Güney
Konisi
ülkelerindendir.
2.2.1.2. Arjantin Krizi
Arjantin, 1920’li yılların başında Dünya’nın en büyük on ekonomisi içinde
iken, takip eden altmış yıl içinde sürekli gerileyen bir ekonomiye sahiptir. İkinci
dünya savaşından sonra Arjintin’in önemli sorunlarından biri, kronik enflasyon
artışlarıdır (Çiloğlu, 2002:3). Hükümet, bu sorunu çözmek amacıyla 1991 yılında
IMF’nin desteği ile para kurulu10 uygulamasına geçmiştir. Mart 1991’de göreve
gelen yeni ekonomi bakanı Domingo Cavallo, australi11 dolara sabitlemiş ve
konvertibl hale getirmiştir. Uygulamaya konan yeni planda endekslemeye son
verilmiş, vergi denetimleri başlatılmış, KİT’ler ve bankalar özelleştirilmiş, finans
sektöründe yeniden yapılandırmaya gidilmiştir. Bu uygulamalarla enflasyon kontrol
altına alınmış, kamu açıkları kapatılmış ve %5 büyüme sağlanmıştır.
Arjantin bu uygulamaların kendisini Meksika krizinden koruyacağını
düşünmüştür. Yeni kur politikasıyla, pezo ve doların birebir bağlantısı ayrılarak ve
rezerv karşılığı olmasızın pezo arz edilemeyeceği yönünde bir izlenim oluşmuştur.
Ancak yaşanan işsizlik artışları sonucu para kurulundan çıkılacağı inancı
spekülatörlerin Arjantin pezosuna karşı pozisyon almalarını sağlamış, büyük oranda
sermaye kaçışları başlayarak devleti yeniden borçlanmaya itmiştir.
Sonuç olarak, bu uygulamalar Arjantin’e pahalıya patlamış, bankacılık
sistemi 1994’te krize girmiştir (Özel, 2000:75). Devletin ekonomiye aşırı müdahalesi
ve yüksek bütçe açığı ekonominin kötü yönde gidişatının başlıca sebeplerindendir.
Arjantin ekonomisinin kötüye gitmesinin diğer bir sebebi, Merkez Bankasının
oynadığı ikili roldür. Yeteri kadar rezervi olduğu halde sınırlı borç veren bir oyuncu
10
Para kurulu, döviz rezervi karşılığı sabit kur üzerinden para çıkaran bir kuruluş olarak
tanımlanabilir. Yani, bir ülkenin para arzını döviz rezervlerinin tutarına bağlayan bir sistemdir. Bu
sistemde ülkenin döviz rezervleri arttıkça para arzı artmakta, azaldıkça da azalmaktadır. Böylece
merkez bankasının para arzını ve dolayısıyla faiz oranlarını belirleme işlevi de ortadan kalkmış
olmaktadır.
11
Austal planla yürürlüğe konan yeni para birimi. 1 USD=0.8 Austral ve 1 Austral = 1000 Pezo
56
olması ve pezo ile dolar arasında tam konvertibiliteyi sağlamasıdır (Caprio,
1996:626-627).
1990’lara güçlü bir ekonomiyle başlayan Arjantin, 2000’li yıllara işsizlik ve
yoksulluk sorunlarıyla, müdahele yetkisi olmayan bir merkez bankasıyla girmiştir.
2001 yılının ortalarına doğru Arjantin’de ekonomi politikalarına duyulan
güvensizlik, kredi değerlendirme kuruluşlarının Arjantin’in notunu düşürmesiyle
doruğa ulaşmış, İpanyol bankalarının piyasalardan çekilmeye başlamasıyla ülkeden
kaynak çıkışı oldukça hızlanmıştır. Ülke IMF ile anlaşmak istemiş ancak IMF’nin
önerisi olan dalgalı kur sistemine geçmeyi reddettiği için, 13 milyon dolarlık
kredisini kullanamamış ve %41 oranında devalüasyona gitmiştir (Yatırım
Finansman, 2002:51).
2.2.1.3. Brezilya Krizi
Uzun yıllar yüksek enflasyon probleminin yaşandığı Brezilya’da ekonomikpolitik dinamikler sorunun önemli bir kısmını teşkil eder. 20 yılı aşkın askeri
diktatörlükle yönetilen ülke, 1980’lerin ilk yarısında demokrasiye geçmiş, 1982
yılında yaşanan borç krizinin hemen ardından yüksek enflasyon sorunu başlamıştır.
Toplumsal yapı ve askeri sistemden kalan kurumsal yapı bu sorunu çözmekte başarılı
olamamıştır (Yılmaz, 2001:17). Yürürlüğe konan planlardan hiç biri sonuç
vermediğinden (1986 yılında Cruzado Planı, 1989 yılında Summer Planı, 1990
yılında Collor Planı ve 1994 yılında Real Planı) 1993-1994’te sorun daha da
şiddetlenerek Brezilya hiper-enflasyon sürecine girmiştir.
1990-1994 döneminde kamu sektörünü yeniden yapılandıran, yoğun
özelleştirmeye giden ve dış rekabete açılan Brezilya, aynı zamanda borçlarını
ödemek için IMF ile görüşmelere başlamıştır. 1993 yılında devreye giren Real Planı
sayesinde, enflasyon kontrol altına alınarak 1998’de %2’ye kadar düşürülmüş, %4
büyüme oranı yakalanmıştır (Ferrari-Filho ve Paula, 2003:4).
Real Planı, diğer Latin Amerika ülkelerindeki planlara benzer şekilde, mali
ayarlamalar, parasal reformlar ve kuru çapa olarak kullanan politikalara
dayanmaktadır. Bu plan uygulamaya başlandıktan sonra ülke yüksek faiz oranlarıyla
ödemeler dengesinin ihtiyacından fazla yabancı sermaye çekerek rezervlerin
57
seviyesini yükseltirken, döviz kuru değerlenmiştir. Ticarette serbestleşmenin de
etkisiyle ithalat artışlarıyla ticari dengede açık olmasına neden olmuştur (FerrariFilho ve Paula, 2003:4). Kısa dönemli sıcak para akışlarına aşırı bağımlılık, dış
finansal kırılganlığı arttırmıştır.
1994-1995 yılında Meksika’da Tekila krizinin meydana gelmesi, Brezilya’da
mini bir para krizine sebep olmuştur. Tekila etkisinin sonucu olarak, yabancı
sermaye girişleri azalmış, düşen rezervler nedeniyle Real değer kaybetmiştir. Faiz
oranları yükseltilerek yabancı sermaye yeniden çekilmeye çalışılmıştır. Ancak artan
borçlar ve 1998 seçimleriyle bütçe açıklarının iyice artması yüzünden 1999’un
başında Real dalgalanmaya bırakılmıştır.
2.2.2. Güneydoğu Asya Krizi
Uzak Doğu, gerek tarihsel gerek kültürel egzotikliği ile her zaman merakla
incelenen bir bölge olma özelliğini korumuştur. Ekonomistler için de durum farklı
değildir. Bu bölgede yer alan ülkelerin ekonomik büyümeleri/kalkınmaları, Uzak
Doğu mucizesi adı altında, pek çok makaleye konu olmuştur.
Ekonomik tarihine kısaca göz atılacak olursa, Uzak Doğu ülkerinden
gelişmişlik sırasında başı çekenin Japonya olduğu görülür. 1997 petrol krizini,
alternatif enerji kaynakları kullanarak atlatan Japonya12, maliyetli olsa da enerji
sektörüne bağımlılığını azaltarak üretimini arttırmayı başarmıştır. Mikrodevreler ve
elektronik alanlarında yapılan yatırımlar, bilgisayar sanayi gibi yeni endüstri kolları
yaratarak bilgiye dayalı bir büyüme süreci yaratmıştır.
Bölgedeki bir diğer önemli gelişme, ASEAN’ın kurulmasıdır. Güneydoğu
Asya Uluslar Birliği’nin kısaltması olan ASEAN 1967’de Vietnam Savaşından
kaynaklanan komünist genişlemeye karşı olarak Filipinler, Malezya, Tayland,
Endonezya ve Singapur arasında kurulan uluslararası örgüttür. Sonradan eklenen
üyeleri bulunmakla beraber, ASEAN-5 olarak bilinen bu ülkeler, Güneydoğu Asya
krizinden en çok etkilenen ülkeler arasında yer almaktadır.
12
1971-1979 yılları arasında altı ayrı birim olarak kurulan Fukuşima Nükleer Santrali dünyaki yirmi
beş büyük santralden biridir. 11 Mart 2011’de depreminde üç birimi zarar görmüşse de, 2013 ve takibi
yıllarda yeni birimler hayata geçirilecektir.
58
Asya Krizinin tetikleyicisi Tayland’ın parası Baht’ı 1997’de devalüe etmesi
olsa da çeşitli yazarlarca krizin nedeni, Asya mucizesini gerçekleştiren büyümenin
kendisidir (Stiglitz ve Furman, 1998:4). Krugman, gelişimin bir mucize ya da efsane
olmadığını, maddi sermaye ve insan kaynakları olmak üzere faktör birikimine
dayandığını, faktörlerin ve yüksek oranlı yatırım eğiliminin marjinal verimlilik ilkesi
gereğince düşüşe geçeceğini açıklamıştır (Krugman, 1994:7).
Tayland’ın devalüasyon yapmasının ardından, “Genç Kaplanlar” olarak
bilinen Malezya, Endonezya ve Filipinler de ihracattaki rekabetlerini koruyabilmek
adına aynı yolu izlemişlerdir. Bu da domino etkisine yol açarak krizin yayılmasına
sebep olmuştur.
Ancak elbette, krizi oluşturan tek bir etmenden söz etmek olanaksızdır.
Tayland ekonomisi, sıcak parayla gittikçe şişen bir balona dönüşmüştür, aynı durum
Endonezya ve Malezya için de geçerlidir. Bu ülkelerin kültürel özelliklerinden biri
olan “Eş-Dost Kapitalizmi” sorunuyla durum daha da güçleşmiştir (Hughes, 1999:310). Süreçte kısa süreli sermaye akışı pahalıdır ve en kısa sürede kar getirmesine
odaklanmıştır. Fonlar, gerekli kurumlara değil, iktidara yakın kişiler arasında
paylaştırılmaktadır.
1990’lı yılların ortalarında Tayland, Endonezya ve Güney Kore’nin özel cari
hesap açıkları çok açılmıştır. Kurların sabit tutulması, dış borçlanmayı teşvik
etmekte, finans sektörünü ve kurumsal sektörleri aşırı derece kur riski altına
sokmuştur. Bu dönemde durgunluktan çıkan Amerika (Alan Greenspan’ın
yönetiminde olan) Merkez Bankası enflasyonu önlemek için faiz oranlarını
yükseltmiştir. Sıcak para için Güneydoğu Asya’dan daha cazip hale gelen
Amerika’da dolar değerlenmiştir. Asya ülkerinin ihracatı pahalılaşarak cari açıklar
derinleşmiştir. Ayrıca bazı ekonomistler, ASEAN-5’in ihracatının düşmesini, Çin’in
gelişen ihracatıyla da ilişkilendirirler. 1990’lı yıllarda yaptığı bir dizi reformun
ardından Çin, özellikle diğer Asyalı ülkelerle rekabete başlamıştır.
Bir çok ekonomiste göre Asya Krizinin sebebi, piyasa psikolojisi veya
teknolojideki yenilikler değil, alacaklı-borçlu ilişkisindeki teşvikleri değiştiren
politikalardır. Büyük miktarda kredi alma imkanı ekonomik iklimi ısıtarak mülk
fiyatlarının yükselmesine neden olmuştur. Ancak fiyatlar nihayet dibe vurduğunda,
kişi ve kurumlar borçlarını ödemeyez duruma gelmişlerdi. Kredi verenler arasında
59
başlayan panik yayılarak yabancı yatırımcıların da paralarını çekmesine neden
olmuştur, iflaslar başlamıştır, kur piyasası krize giren ülkelerin parasıyla dolmuştur.
Bu ülkeler paralarının daha fazla değer kaybetmesini önlemek amacıyla yurtiçi faiz
oranlarını aşırı düzeye çıkarmış ve döviz rezervleriyle piyasadan sabit kurdan kendi
paralarını satın almışlardır. Bu politikaların hiç biri uzun sürede istikrar sağlayıcı
olmadığı gibi, sağlıklı bir ekonomiye bile zarar verecek cinstendir. Sermaye çıkışının
engellenemez olduğu anlaşılınca kur serberst bırakılmıştır (Balı ve Büyükşalvarcı,
2011:169). Kurların serbest bırakılması para birimlerinin hızla değer kaybederek
döviz borçların yerel para biriminden olan karşılıklarının büyük oranda artarak
iflasların, dolayısıyla krizin derinleşmesine sebep olmuştur.
Ani şokun muhtemel bir sebebi, Hong Kong’un el değiştirmesi olabilir. Hong
Kong, 1839-1842 arasında olan afyon savaşlarının, 1842’de Nanking Anlaşması
imzalanarak sona ermesiyle, yüz yıl süreyle İngiliz yönetimine geçmiştir. Bu sürenin
bitiş tarihi, 1 Temmuz 1997, krizle aynı zamana denk düşmektedir.
Doğu Hindistan’da üretilen afyonun Çin’e sokulmasından rahatsız olan Çin,
1729 yılında afyon girişlerini yasaklamıştır. Yasağa rağmen ülkeye giren afyonların
1838 yılında denize dökülmesi, İngiltere ve Çin arasında afyon savaşının
başlamasına neden olmuştur. Anlaşma sonucunda Çin, İngiltere’ye savaş tazminatı
olarak 650 ton gümüş ve altı milyon dolar tazminat vermiş, Hong Kong ve
civarındaki adaları doksan dokuz yıllığına İngiliz yönetimine bırakmıştır. İçlerinde
Şanghay’ın (Shanghai) da bulunduğu bazı şehirler düşük gümrük tarifeleri ile
Birleşik Krallığa açılmıştır (Immanuel, 1999:215-218). 1 Temmuz 1997’de Hong
Kong’un
yeniden
Çin’in
egemenliğine
geçmesi
yüzünden
geleceğinin
belirsizleşmesi, yatırımcıların Asya’dan çekilmesine sebep olmuş ve Tayland
kötüleşen ekonomik koşullar nedeniyle Baht’ın değerini düşürmüştür.
2.2.3. Rusya Krizi
1991 yılının sonunda Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından Rusya’da
demokratik yönetime geçiş ve serbest piyasa ekonomisine uyum sağlamaya yönelik
hızlı bir süreç başlamıştır. Ruble’nin değeri piyasada belirlenirken, devlete ait
işletmeler çoğunlukla özelleştirilmiştir. Uyum sürecinde uluslararası firma ve
60
kuruluşlardan büyük miktarda sıcak para akışı sağlayan Rusya, bu kredileri kamu
açıklarını kapamak için harcamış, yatırım yönünden etkin kullanamayarak borç
ödeyici bir çalışma yapmamıştır. Sosyalist düzenden kapitalist düzene geçiş, aşırı
derece hızlı, kontrolsüz ve hukuki altyapıya dayandırılmadan yapıldığından, ekonomi
üzerinde baskı yaratarak krize sebep olmuştur (Saraçoğlu, 1999:27).
17 Ağustos 1998’de Güneydoğu Asya krizinin etkilerinin uzantısı olan bu
kriz “Ruble Krizi” olarak da bilinmektedir. Başta petrol, metal, kereste ve doğal gaz
olmak üzere ekonomisi hammadde ihracatına dayanan bir ülke olan Rusya’nın,
Güneydoğu Asya krizinden sonra emtia fiyatlarının dünya çapında düşmesi krizi
oluşturan sebeplerden biridir.
Kamu
açıkları,
Sovyetler
Birliğinin
ardındaki
Rusya’nın
temel
sorunlarından biridir. Vergi toplanamaması, askeri harcamaların büyüklüğü, eski
rejimden kalan sosyal güvenlik sistemi ve kayıt dışı ekonomi, kamu açıklarına yol
açmıştır (ASO, 1998:5). Rusya bu açıkları kısa vadeli, yüksek faizli fonlarla
kapamaya çalışmıştır. IMF ve Dünya Bankasının onayladığı yardım pakediyle, kısa
vadeli GKO13 fonlarını uzun vadeli Eurobond’a çevirerek reformların desteklenmesi
piyasayı bir süre sakinleştirese de krizi engelleyememiştir. Kriz aynı zamanda siyasi
bir çalkalanmaya yol açarak dönemin başbakanlığını yapan Yeltsin’i istifaya
çağırmıştır.
Rusya Hükümeti, tutarlı ekonomik reformları gerçekleştiremediği için
yatırımcıların güveni büyük ölçüde azalmıştır. Piyasa, bu yatırımcıların satışa
çıkardıkları Ruble ve Rus tahvilleri ile dolmuş, Ruble üzerindeki baskı artmıştı.
Merkez Bankası Ruble’yi koruma adına döviz rezervlerini harcayarak yatırımcıların
güvenini iyice kaybetmiş, Ruble’nin değeri tekrar düşmüştür.
13 Ağustos 1998’de Rusya’nın hisse, bono ve döviz piyasaları çökmüştür.
Ruble’nin devalüe edileceği ve iç borçların ödenemeyeceği korkusu hakimdir. 17
Ağustos 1998’te Rusya Hükümeti ve Merkez Bankası bir bildiri yayınlayarak 1
Ruble = 9.5 Dolar olacak şekilde devalüasyon gerçekleştirmiş, vadeli ve vadesiz
döviz hesapları da dahil olmak üzere bankaların 90 gün için bazı ödemeleri
yapmaycağını ilan etmiştir (Balı ve Büyükşalvarcı, 2011:182).
13
GKO: Rusça’da Gosudarstvennoye Kratkosrochnoye Obyazatyelstvo. Hükümetin piyasaya sürdüğü
kısa-vadeli fonlar.
61
Rusya’nın krize girmesi şaşırtı olmasa da, toparlanması şaşırtıcı biçimde
hızlı gerçekleşmiştir. Bunda 1999-2000 yıllarında yeniden artan petrol fiyatlarının ve
gıda işletmesi gibi yerli sektörlerin, ithal gıda fiyatlarını oldukça arttıran
devalüasyondan yararlanmış olmalarının payı büyüktür (Stiglitz, 2010:121). Ayrıca
Rusya ekonomisi büyük ölçüde para harici araçların değiş-tokuşuna dayandığından,
üreticiler krizden bankalara bağımlı olan ekonomilerde görülebileceğinden çok daha
az etkilendiler. Ekonomiye akıtılan nakitle şirketler geriye dönük borçlarını ödemiş,
tüketicilerin artan talebi sayesinde ekonomi canlanmıştır. İşçi alımlarının yeniden
başlaması, kalkınma sürecinde hayati bir rol oynayarak ekonominin kısa sürede
toparlanmasına yardım etmiştir.
2.3. TÜRKİYE’DE FİNANSAL SERBESTLEŞME SÜRECİ
Türkiye’de finansal serbestleşme süreci, küresel piyasalara entegrasyonun bir
parçasıdır. Faizlerin serbest bırakılması, döviz kontrollerinin kaldırılması, milli
paranın konvertibiliteye geçmesi, bu aşamada kritik unsurlar olmuştur. Türk işletme
finansında küreselleşme, mali serbestleşmeyi, dış ticaretin küresel sistemle
entegrasyonu ve sermaye akımlarının yoğunluğunun bir sonucu olarak birlikte
değerlendirilir. Bu gelişmelerin sonucunda, finansal yapıda küresel kaynak
kullanımda artış ve küresel yatırım stratejilerine yönelmeler artmıştır.
Türkiye, Bretton-Woods sisteminin içinde yer alan bir ülke olmakla beraber,
Türkiye’de uygulanan sıkı kambiyo kontrolleri, bu sistemin bir çok yönünü Türkiye
için geçersiz kılmıştır. Bu dönemde Türkiye’de yasal bir döviz piyasası henüz
oluşturulmamıştır. Türk Lirası konvertibil değildir ve parite, merkez bankasının
müdahaleleri ile değil, yasa ve yönetmelikler yolu ile sürdürülmeye çalışılmaktadır.
Bretton-Woods sistemi yıkıldıktan sonra ise, Türk Lirası devalüe edilerek yeniden
dolara bağlanmıştır (Seyidoğlu, 2001:561). Bu, eskiye göre daha esnek bir uygulama
olup, her üç-dört ayda bir Türk Lirasının, Dolar kuruna göre ayarlaması yapılması
gereken bir sistemdir ve yalnızca 1974-1981 yılları arasında geçerli olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik tarihi incelendiğinde, 24 Ocak 1980
kararlarının, Türkiye’de liberal dış ticarete geçilmek üzere önemli bir adım olduğu
görülmektedir.
62
1 Mayıs 1981’de yeni bir uygulamaya geçilmiş, Merkez Bankası dolar ile
birlikte, alım satım konusu olan bütün döviz fiyatlarını her gün yeniden belirleyip
yayınlamaya başlamıştır. Günlük ayarlamaların amacı, Türk Lirasının gerçek
değerini bulmasına yardımcı olmaktır.
Liberalizasyon konusunda bir diğer önemli adım, Türk Parasının değerini
koruma kanunu hakkında 30 sayılı kararla atılmıştır. Bu kararla, Türkiye’deki
yerleşik kişilerin, yanlarında döviz bulundurmaları, her türlü dövizi alıp satmaları,
bankalarda döviz cinsinden hesap açmaları serbest bırakılmıştır. Bu doğrultuda 1987
yılında, banka dışında bazı kurumlara (döviz müesseleri, döviz büfeleri…) döviz
alım satım yapma hakkı tanınmıştır.
1988 Ağustos ayında, Merkez Bankası bünyesinde döviz ve efektif borsaları
açılmıştır. Bu borsalar, bankalar, özel finsans kurumları, yetkili müesseseler ve
Merkez Bankasının katılımıyla oluşur. Bu kuruluşlar arasında döviz kuru, arz ve
talebe göre her gün yeniden belirlenir (Seyidoğlu, 2001:562).
Bütün bu gelişmelerin ardından, 22 Mart 1990’da Türkiye, IMF’ye
başvurarak serbest döviz piyasının kurulduğunu ilan etmiş ve Türk Lirasını
konvertibil bir para olarak tescil ettirmiştir.
1989 yılı başlarında, Merkez Bankası bünyesinde, döviz karşılığı altın
piyasası kurulmuştur. Amaç, kaçak altın ithalatının engellenmesidir. Bu gelişmeye
kadar, ihtiyaç duyulan altının, konsinye olarak ithal edilip satılması yolu izlenmiştir.
Altın piyasasının kurulması, 1995’te altın borsasının resmen kurulmasına önayak
olmuştur. Ardından, altın ithalat-ihracatı serbest bırakılarak, Merkez Bankasının
tekeli kaldırılmıştır (Seyidoğlu, 2001:562). Finansal serbestleşme sürecinde diğer
önemli gelişmeler, kronolojik olarak aşağıdaki tabloda listelenmiştir.
63
Tablo 1: Türkiye’de Finansal Yapıdaki Gelişmelerin Kronolojisi:
Yıl
Uygulama
1980
24 Ocak kararları
1980
Vadeli mevduat ve kredi faizlerinin serbest bırakılması
1980
“Bankerler” sermaye piyasası kanunu
1982
Sermaye piyasasının kuruluşu
1984
Gelir ortaklığı senetlerinin piyasaya çıkışı
1984
Özel finans kurumları faaliyetleri
1985
Leasing şirketlerinin kurulumuna izin verilmesi
1985
Devlet tahvillerinin satışına başlanması
1986
Banka bonoları ve banka garantili bonolar
1986
Finansman bonolarının piyasaya çıkışı
1986
Bankacılıkta tek düzen hesap planına geçiş
1986
İMKB faaliyetlerinin başlaması
1987
Açık piyasa işlemlerinin başlaması
1988
Bankalar arası TL Piyasasında merkez bankasının işlemlerinin başlaması
1988
Döviz ve efektif piyasalarının kuruluşu
1988
Faiz oranlarının piyasada belirlenmesi
1989
Altın piyasası işlemlerinin başlatılması
1990
Konvertibiliteye geçiş
1994
Tek düzen hesap planına geçiş
1994
Altın borsasının kurulması
1994
Özelleştirme idaresinin kuruluşu
2001
Serbest dalgalı kur politikasına geçiş
2002
Muhasebe standartları kurulunun faaliyete başlaması
2005
İzmir Vadeli İşlemler Borsasının faaliye başlaması
2005
Katılım bankacılığının başlaması
Kaynak: Yıldıran, 2010:74
64
Türk Lirasının yeni ve sağlam bir para olması, ekonomideki olumlu
gelişmelere bağlıdır. Enflasyon oranın düşüklüğü, sanayi de verimlilik, teknolojik
ilerleme hızı, ödemeler dengesinin denkliği gibi faktörlere bağlı olarak, Türk
Lirasına iç ve dış piyasalarda duyulan güven de değişmektedir. Güvenin artması
Türk Lirasını konvertibl duruma getirecektir. Kambiyo rejiminin liberalleşmesi
sonucu Türkiye’de yabancı mali sermaye giriş ve çıkışları üzerindeki kısıtlamalar da
kalkmıştır. Özellikle BIST’de hisse senetlerine yönelik yurt dışında çok sayıda
yatırım fonu kurulmuştur. Yabancı fonlardaki bu sermayenin, ülke içinde yaşanan
gelişmeler nedeniyle toplu olarak ana vatanlarına kaçırmaları yeni bir istikrarsız
konusudur.
2.4. TÜRKİYE’DE YAŞANAN FİNANSAL KRİZLER
Türk iktisat tarihi, gerek iç gerek dış dinamiklerden dolayı sayısız krizle
doludur. 1990’dan sonra yaşanan krizler (1994, 1999 ve 2001 krizleri) bu tarihten
önceki krizlerden farklı karakterlerde olup, iktisadi yazın tarihinde “ikinci kuşak
para krizleri” olarak adlandırılırlar (Çakmak, 2007:83).
2001 öncesi krizlerde, bütçe açıklarının Merkez Bankası tarafından basılan
parayla kapatılması ve döviz rezervlerinde beklenen azalmanın gerçekleşmemesi,
2001 krizini birinci nesil kriz statüsünden çıkarmaktadır. Ulusal paraya ani saldırının
olması, iç ve dış şoklarla ekonomiyi krize götüren şokların varlığı, bu krizin ikinci
nesil krizlerin içinde değerlendirilmesi gerektiğine işaret etmektedir. Her üç krizde
de, net dış sermaye girişlerinde azalma ve çıkışlarından artış, Türk Lirasının aşırı
değerlendiği ve yüksek faiz oranlarının yabancı sermayeyi çektiği görülmektedir. Bu
bölümde 1994, 1998 ve 2001 krizleri incelenecektir.
2.4.1. 1994 Finansal Krizi
Türkiye’de ilk finansal kriz, 1994 yılında yaşanmıştır. Kimi iktisatçılara göre
bu kriz, mini bir Güneydoğu Asya krizidir. Krizi tetikleyen faktör, 1993 yılı
sonlarına doğru bozulan ekonominden dolayı, rating kuruluşu Moody’nin Türkiye’ye
düşük not vermesi olup, büyük bir dolara hücum hareketini başlatmıştır.
65
Türkiye ekonomisi, 1980 sonrası yaşadığı hızlı değişimlere paralel olarak
çeşitli sorunlarla karşılaşmıştır. Artan kamu kesimi açıkları, yetersiz vergi gelirleri, iç
ve dış borçlanmada hızlı artışlar ve döviz rezervlerinde azalma, bunlardan bazılarıdır.
Kamu kesimi borçlarının GSMH’da payı artmış, açığın finansmanında
yine
borçlanma yolu izlenildiğinden, anapara ve faiz ödemeleri katlanarak yükselmiştir.
1994 yılında ortaya çıkan dış borç baskısı, borç finansmanını içe yönelterek, sürece
bir de dış borçların iç borçlara dönüşmesini eklemiştir. İç borç ödemeleri vergi
gelirlerini aşmıştır. Bu dönemde kamu otoriteleri, enflasyonu belirli bir düzeyde
tutabilmek
amacıyla,
para
arzındaki
artışları
dövizlerle
emme
politikası
izlediklerinden, döviz arzında artış meydana gelmiş, yabancı para bu nedenle değer
kaybetmiştir. 1993 yılı sonunda, Türk Lirası yabancı paralar karşısında değer
kazanınca, ödemeler dengesi ithalat lehine değişmiştir. Yüksek faiz oranları, değerli
Türk Lirası ortamında, kamu açıklarının kısa vadeli sermaye girişleriyle
finansmanının uzun dönemde sürdürülebilirliğini zorlaştırmıştır. Siyasi iktidarın
döviz sıkıntısını yok sayarak yeni bir
istikrar programını devreye sokmakta
geciktirmesi, 1994 krizinin oluşmasına zemin hazırlamıştır (Parasız, 2006:61).
1990’lı yıllarda, Dünya’da yaşanan durgunluğa paralel olarak dünya
borsalarındaki gerileme ve durgunluğun aksine BIST’deki yükseliş eğilimi,
uluslararası fonların Türkiye’ye çekilmesi açısından önemli bir araç olmakla birlikte
dövize hücumu engelleyememiştir. Döviz fiyatlarının kontrolden çıkmasının
ardından, ekonomiyi istikrara kavuşturmak ve enflasyonu düşürmek amacıyla, 5
Nisan istikrar programı devreye sokulmuş, ardından IMF ile 14 aylık bir stand-by
anlaşması imzalanmıştır (Eğilmez ve Kumcu, 2004:379).
Genel olarak, ekonomik istikrarın sağlanmasında iki farklı politika
izlenilebilir; aşamalı ya da şok stratejiler. Aşamalı yöntemde enflasyon, her dönem
yavaş yavaş düşürülür. Şok stratejisinde ise ekonomi önce bir süre donuklaşır,
ardından hızlı bir biçimde tepki vererek kendini toparlar. Şok stratejisinin
uygulanabilmesi için bazı ön şartlar bulunmaktadır (Parasız, 2006:65):

Şoktan sonra izlenecek olan politikanın kredibilitesi ve inandırıcılığı
yüksek olmalıdır.

Kamusal mal ve hizmet fiyatlarında ani bir artış yaratılmadır.
66

Kamu harcamalarında kısıtlamaların ve vergide artışların kısa
zamanda uygulanmaya konması gerekmektedir.

Disiplinli
bir
şekilde
hareket
etmek
gerekmektedir.
Kamu
otoritelerinin koyacağı kurallara ve takvime uyulmalıdır.
Şok politikasının başarısız olması durumunda fiyat artışları katlanarak
hızlanacak, başaralı olması durumunda ise enflasyon oranı önce yükselecek, ardından
hızla düşmeye başlayacaktır.
Aşamalı stratejilerde, istikrarın sağlanması ve enflasyonun düşürülmesi
zamana yayılır. Nihai amaca ulaşmak için ara amaçlar belirlenerek, uzun vadeli bir
planlama yapılır.
5 Nisan programı, iki temel hedefi olan enflasyonu düşürmek ve istikrarı
sağlamak özellikleri dışında, güçlü ekonomik reformlar da içermektedir. İçeriği
sebebiyle bir şok stratejisi olup, ekonomide kısa süreli stagflasyon yaratmıştır.
Alınan önlemler şu şekilde sıralanabilir (Karluk, 2005:414-415):

Türk Lirası %39 oranında değer kaybetmiştir.

Hazine bonosu, tahvil ve repo gelirlerinden alınan gelir vergileri
kaldırılmıştır.

Varlığa dayalı menkul kıymet ve döviz hesaplarına %22 oranında
disponibilite14 uygulaması gelmiştir.

Önce çok yüksek faiz oranları uygulanıp daha sonra düşürülerek
hazine borçlanması cazip hale getirilmeye çalışılmıştır.

Bankaların uygulayacakları faiz oranını merkez bankasına bildirme
zorunluluğu kaldırılmıştır.

Kamu gelirlerini arttırabilmek için ek vergiler getirilmiş, ayrıca vergi
borcu bulunanlar teşhir edilmeye başlanmıştır.
14
Mevduat kabul eden bankaların taahhütlerine karşılık olarak nakit veya kolaylıkla nakde
çevrilebilir, diğer bir ifadeyle likiditesi yüksek değerler bulundurma zorunluluğu olarak ifade
edilmektedir. Bankalardaki mevduat ile bu mevduata karşılık bulundurmak zorunda oldukları nakde
çevrilebilecek değerler arasındaki ilişkiyi ifade eden disponibilite oranı piyasanın likiditesini etkileyen
bir para politikası aracı olarak kullanılmaktadır.
67

Bütçe
kısıtlamaları
uygulanmaya
başlanmış,
ücret
artışları
enflasyonun altında kalması de dahil kamu harcamaları azaltılmaya başlanmıştır.

Aylık olarak uygulanan vergi iadesi sistemi, yıllığa çevrilmiştir.

Serbest döviz kuru uygulamasına geçilmiştir.

KİT ve TEKEL ürünlerine (%50-%100) rekor oranında zam
yapılmıştır.

Akaryakıt üzerinden alınan kesintilerin oranı arttırılmıştır.

Kamu kuruluşlarına ait birikimlerin Merkez Bankası veya Ziraat
Bankasında tutulma zorunluluğu getirilmiştir.

Merkez
Bankasının
hazineye
verdiği
avanslara
sınırlandırma
getirilmiştir.

Bankaların karşılık oranları arttırılarak hazineye kaynak akışı
amaçlanmıştır.
5 Nisan kararlarının kapsamı genel olarak incelendiğinde, topluma ağır
sonuçlar getireceği açıktır. Kur ve faiz oranları ile ilgili düzenlemelere ağırlık
verilmişken, ücrete ilişkin politikalar konu dışı bırakılmıştır. Programın başarıya
ulaştığını söylemek güçtür. Öncelik enflasyon hedeflemesiyken, bütçe açıklarındaki
artış ve dış ticaret dengesini sağlamaya yönelik kur avantajının ortadan kalkmasıyla
enflasyon beklentisi artmıştır (Parasız, 2001:404-409). Şok programlarında olması
gereken güvenilirlik, kur ve faizdeki yükseliş dolayısıyla artan kamu borçları
yüzünden sağlanamamıştır. Ortaya çıkan talepteki daralma ve elde kalan arz stokları,
stagflasyonu tetiklemiştir. 1985’ten beri IMF’den destek görmeyen Türkiye, 1994’te
yeniden IMF yardımı almıştır. Bankacılık sektörü krizden etkilenen en büyük sektör
olmuştur. İstikrar pakedi, sonuçları itibari ile başarılı olamadığı gibi, bu gibi iktisadi
programlara olan güveni de zedelemiştir.
2.4.2. 1998 Ekonomik Krizi
1998 krizi, Asya Krizi’nin Türkiye üzerinde etkilerinin bir sonucu olup,
1998’in ikinci yarısında resesyon sürecini beraberinde getirmiştir. Bunda, 1980
sonrası ekonomik serbestleşme sürecinin etkileri ve Avrupa Birliğinin kurulmasıyla
hız kazanan gümrük birliği hareketinin de önemli payı bulunmaktadır.
68
Asya Krizinin diğer ülkelerle beraber Türkiye’yi de etkilediği konuların
başında talep daralması gelmektedir. Büyüme oranları üzerinde olumsuz etkisi,
üretim ile yatırım alanında hacimlerin ve eğilimin düşmesine neden olmuştur. Bu
dönemde aynı zamanda yabancı sermayenin ülkeden çekildiği görülmektedir. Buna
karşın döviz rezervleri üzerinde etkisi görülmemektedir. 1997-1999 yıllarına ait ilgili
veriler tablo 2’dedir.
Tablo 2: TCMB Döviz Rezervleri, Sermaye Hareketleri, TEFE ve TÜFE
Yıl
Döviz Rezervi (Milyon $)
KVSH
TEFE
TÜFE
1997
18 609
-7
91%
99.10%
1998
19 718
1 313
54.30%
6.70%
1999
23 177
1 024
62.90%
68.80%
Kaynak: Merkez Bankası veri tabanından yararlanılarak oluşturulmuştur.
TEFE ve TÜFE değerleri TÜİK’ten alınmıştır. (1987 Taban Yılı)
1998 krizinin nedenlerini sadece dış dünyada olan gelişmelere bağlamak
doğru değildir. 1997-1999 süreci Türkiye’de siyasi çalkantıların yaşandığı bir
dönemdir. 28 Şubat 1997’de yapılan darbenin ardından kurulan Bülent Ecevit-Mesut
Yılmaz hükümetinin izlediği anti-enflasyonist politikalarla enflasyon bir süre için
düşürülebilmiştir. 1998 Kasım ayında Türk Ticaret Bankasının özelleştirilmesine
karışan yolsuzluk suçlamaları nedeniyle hükümet bir kere daha düşerek yeni bir
güvensizlik ortamı oluşturmuştur.
Ardından terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanması sonucu rekor
yükselişe geçen BİST’in yarattığı olumlu hava, 17 Ağustos 1999 depremiyle sona
ermiştir. DPT’nin hazırladığı rapora göre bu depremin ekonomik ve sosyal maliyeti
10 milyon civarındadır. Bütün bu gelişmeler üst üste konduğunda 2000’li yıllara yeni
bir ekonomik krizle girilmesi şaşırtıcı olmamıştır.
69
2.4.3. Kasım 2000 - Şubat 2001 Ekonomik Krizleri
22 Kasım-5 Aralık 2000 ve 19-23 Şubat 2001 tarihleri arasında yaşanan
krizler, kısaca Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizleri olarak anılmaktadır. Bu krizlere
ortam hazırlayan kriterler, aşağıdaki gibi özetlenebilir (Keyder, 2001:38):

Türk Lirasının aşırı değerlenmesi

Mali sektörün yeterli sermayeye sahip olmayışı

Banka, reel sektör ve kamu sektöründeki açık pozisyonlar

Cari işlemler açığı

Mali sektörün yetersizliğinden kaynaklanan kur ve faiz riski
Kriz ortamını hazırlayan bu maddeler yeni birer sorun değildir. 1980’lerden
beri var olan ve çeşitli çözümler üretilen, ancak hiç birinin içsel veya dışsal sorunlar
yüzünden uygulamaya geçememesi, 2000’lere girerken yeni bir istikrar programının
devreye girmesine neden olmuştur.
1994 döneminde, döviz kurunun çok fazla yükselmesi, sermaye hareketlerinin
serbestleştirilmesi ile istikrara kavuşturulmaya çalışılmıştır. Faiz oranı piyasada
belirlenirken, borçlanma ihtiyacı iç piyasadan alınan borçlarla karşılanarak faiz
oranlarının yükselmesine sebep olmuştur. 1999 yılına gelindiğinde, iç borçlanmalar
yüzünden reel faiz yükü aşırı artmış, iç piyasadan uzun vadeli borçlanmalar
neredeyse imkansız hale gelmiştir (Togay, 2001:80-82).
Türkiye 2000’li yıllara
giderken, cari işlemler hesabında fazla sorun
olmamasına rağmen, enflasyon, kamu iç borçlanmaları ve bankacılık sektöründe
sorunlar hala çözümsüz durumdadır. Aralık 1999’da IMF ile yapılan üç yıllık plan,
enflasyonu düşürme hedefli olup sıkı maliye politikalarıyla birlikte uygulanmaya
başlanmıştır. Döviz kurunun enflasyondan etkilendiği ülkelerde, döviz kuruna bağlı
olarak oluşturulan istikrar programlarının başarısı, kredibilite ile yakından alakalıdır.
Bu nedenle IMF desteği, sıkı maliye politikaları ve yapısal reformlarla
desteklenmesi, programın en önemli gerekliliklerindendir (Celasun, 2002:15).
Uygulamaya konan “Enflasyonu Düşürme Programının” üç yıl süreyle yürürlükte
kalması kararlaştırılmıştır.
70
Eflasyon alışkanlığını tümden kırmayı hedefleyen bu programın ana hatları şu
şekildedir (Erçel, 1999:4):

Sıkı bir maliye politikası uygulayarak faiz dışı fazlanın artırılması,
yapısal reformların gerçekleştirilmesi ve özelleştirmenin hızlandırılması

Enflasyon hedefi ile uyumlu gelirler politikası

İlk iki maddenin, enflasyon ve reel faizlerin düşürülmesine yapacağı
katkıyı desteklemek ve ekonomik birimlere uzun vadeli bir bakış açısı kazandırmak
için, enflasyonun düşürülmesine odaklanmış kur ve para politikası uygulaması.
Program süresince, döviz kuru politikası iki farklı dönemde, iki farklı kur
rejimi altında şekillendirilmiştir. 2000 Ocak-2001 Haziran dönemini kapsayan ilk 18
aylık sürede, “enflasyon hedefine yönelik kur sepeti”, takip eden dönemde ise
“kademeli olarak genişleyen band” çerçevesinde yürütülmüştür. Kur sepeti15, 1 ABD
Doları + 0.77 EURO olarak devam ettirilmiştir.
İkinci dönemde, genişleyen band sisteminde, kurlar 1 Temmuz 2001’den 31
Aralık 2001’e kadar kademeli olarak yüzde 7.5’e, 30 Haziran 2002’ye kadar yüzde
15’e ve 31 Aralık 2002’ye kadar yüzde 22.5’e yükseltilmiştir. “Band”
uygulamasında, kurun “band”’ın içindeki hareketlerine Merkez Bankası’nın hiç bir
müdahalesi olmamıştır. Kurların belirlenmesindeki amaç, döviz kuruna ilişkin
belirsizliği ortadan kaldırarak, enflasyonist beklentinin kırılmasıdır.
Döviz kuru sisteminden beklenen diğer bir olumlu sonuç, sermaye girişini
hızlandırmasıdır. Zira döviz kurunun önceden belirlenmesi, risk üzerinde düşürücü
etki yaparak sermaye girişlerini arttıracaktır. Sermaye artışı faiz oranlarını
düşüreceğinden, reel sektörü olumlu yönde etkileyerek ülkede büyüme yaratacağı
beklenmektedir.
15
Döviz sepeti de denir. Bir ülkenin parasının, birden fazla ülke parasına karşı değerini gösteren bir
ölçüm biçimidir. Bu sepet en az iki para biriminden oluşturulur.Şu şekilde hesaplanır;
1 Dolar= 1.8250 TL ve 1 Avro = 2.5270 TL
1 Dolar + 1 Avro = 4.3520 TL
4.3520 / 2 = 2.1760 TL  Avro – Dolar Sepeti
71
Para politikaları incelendiğinde, Merkez Bankasının net iç varlıklarına
sınırlama getirildiği görülür. Net iç varlık16 sınırı 1.2 katrilyon Türk Lirası olarak
belirlenmiş ve net iç varlıkların, döviz girişi oranında artırılması kararlaştırılmıştır.
Böylece ekonomideki likiditenin döviz karşılığı yaratılması ilkesi benimsenmiştir.
Ayrıca bankanın kısa vadeli faizler üzerindeki etkisi de sınırlandırılmıştır (TCMB,
2001:1).
Programda bir takım yapısal reformlardan da sözedilmektedir. Bunlar
arasında öne çıkanlar, kamu yönetiminde şeffaflık, vergilendirmede reformlar, sosyal
güvenlik ve tarımsal desteklemede yapılacak değişiklikler, sermaye piyasasıyla
bankacılık sisteminde yeni denetleme prosedürleri ve özelleştirmelerdir. Bütün
iyimser öngörülere rağmen, daha uygulanmaya koymadan eleştirilmeye başlanan
programın başarısı tartışmaya açıktır.
Programın uygulanmaya başlanmasıyla faiz oranlarında gerileme yaşanmıştır.
%103 seviyelerinde olan devlet borçlanma senetlerinin birleşik faiz oranları, 2000
Kasım krizinden önce %40’lara kadar gerilemiştir. Bu düşüşteki en önemli etmen,
uygulanan döviz kuru çıpasıdır. Düşük faizle dış borçlanma imkanı, faiz oranlarının
düzenlenmesinde etkili olmuştur.
Ana hedef olan enflasyon oranlarının düşürülmesi gerçekleştirilmişse de,
hedefe
ulaşılamamıştır.
Enflasyon
oranları
ve
döviz
kurlarının
dengede
götürülememesi, Türk Lirasının aşırı değer kazanmasına yol açarak ithalatı arttırmış,
ihracatın ise önünü tıkamıştır. Bu da ödemeler bilançosuna yansıyarak 1999 yılında
1.4 milyon dolar açık veren cari işlemler dengesinin, 9.8 milyon dolara ulaşmasına
neden olmuştur. Bu rakam GSMH’nın %5.1’idir. 2000 yılında cari işlemler açığı
%622 oranında artış göstermiştir (TCMB, 2001:3).
Cari işlemlerde açıklar, hedefenen özelleşme ve yapısal reformların
uygulanmasına da sekte vurmuştur. IMF’nin Ekim ayında vermesi beklenen krediyi
ertelemesi,
iç piyasalarda tedirginliğe neden olmuştur. Bu dönemde yaşanan
Arjantin krizi de Türkiye’ye giren sermayenin yavaşlamasında etkilidir. Sermaye
akışında duraklama, faiz oranlarını arttırarak bankaların mali dengesini bozmuştur.
Devalüasyon beklentisinde bulunan bankalar döviz talebine girmişlerdir. Piyasalarda
16
Net İç Varlık kalemi, bu planda, “kamu sektörüne açılan nakit krediler (net)”, “fon hesapları”,
“banka dışı kesimin mevduatı”, “bankalara açılan nakit krediler”, “açık piyasa işlemleri”, “değerleme
hesabı”, “IMF acil yardım takip hesabı” ve “diğer” kalemlerin toplamından oluşmaktadır.
72
likitide sıkıntısı başlamıştır. Bu da faiz oranlarında patlama meydana getirmiştir. 22
Kasımda, bankalar arası piyasalarda ortalama gecelik faiz oranları %210 seviyesine
kadar yükselmiştir. Sonuçta Merkez Bankası piyasaya müdahele ederek piyasaya
döviz sürmüştür (Acar ve diğerleri, 2001:103).
Bütün bu olanlar incelendiğinde, 2000 Kasım krizine neden olan temel
etmenin, finansal piyasalardaki büyük ve ani sermaye çıkışları olduğu söylenebilir.
Bu durum para krizine dönüşerek paniğe neden olmuş ve BIST’e yansıyarak
borsanın neredeyse %50 düşmesine neden olmuştur.
Kasım ayında başlayan kriz, uygulanan döviz kuru politikasının yetersizliğine
işaret etmiştir. Başta kamu bankaları olmak üzere bankacılık sisteminin finansal
yapısına büyük zararlar vermiştir. Yaşanan bu güvensizlik ortamına 19 Şubat
2001’de siyasal tartışma da eklenince, “Anayasa krizi” olarak da bilinen döviz krizi
başlamıştır. Kasım ayında yabancı saldırılara maruz kalan döviz talebine yurtiçinden
de yüklenilmesiyle, döviz talebinde aşırı artış meydana gelmiştir. Merkez Bankası da
rezervlerini eritmek pahasına piyasaya müdahele etmiş, bu nedenle rezervlerinde
yaklaşık 5.5 milyar dolarlık bir azalma meydana gelmiştir. Aynı zamanda, likiditeyi
kısma çabası faiz oranlarında muazzam bir artış meydana getirerek gecelik faizlerin
%7000 seviyesine kadar yükselmesine neden olmuştur. Yine de döviz talebinde
herhangi bir gerileme yaşanmamıştır. Bütün bu gelişmelerden sonra döviz kuru
serbest bırakılmıştır (Eğilmez ve Kumcu, 2001:13).
Kasım kriziyle zor bir döneme giren Türkiye’nin, Şubat krizinin ardından
yaşadığı toplam kaybının 25 milyon dolar olduğu tahmin edilmektedir (Eğilmez ve
Kumcu, 2001:13). Krizin ortaya çıkmasında IMF politikaları ve yerel ekonomik
hedefler büyük ölçüde eleştirilerek sorumlu tutulmuştur.
Krize yol açan en büyük faktörün ne olduğu konusunda iktisatçılar görüş
birliği içinde değildir. Oluşan krizin bir likidite krizi olduğu ve nedeninin bankalarda
uygulanan yeni düzeltmelerin çok hızlı bir biçimde hayata geçirilmesi olduğunu ileri
süren iktisatçılar bulunmaktadır.
Krizde IMF’nin rolünün büyük olduğunu öne süren bir grup iktisatçı, IMF
zoruyla dayatılan yanlış ekonomi politikalarının, yanlış zamanda uygulanmaya
konduğunu ve yine IMF zoruyla yanlış zamanda kesildiğini savunarak suçun büyük
kısmını IMF’ye yüklemektedir. Bu görüşün öncüleri olan iktisatçılar, Merkez
73
Bankasının piyasaya likidite
akıtmaya devam ettiği takdirde krizin bu kadar
derinleşmeyeceğini savunmaktadır.
Nihayetinde, hükümetin uyguladığı döviz politikasının tamamen kusurlu
olduğu ve yapısal reformların gerçekleştirilmesinde geç kalındığı yönünde görüşler
bulunmaktadır. Ülkemizdeki tekelci eğilim nedeniyle oluşan eksik rekabet koşulları,
fiyat artışları yaratmakta ve ihracatın önünü kesmektedir.
Nedeni ne olursa olsun kriz, Türkiye ekonomisine ciddi ölçüde zarar
vermiştir. Güçlü Ekonomiye Geçiş programıyla, IMF rehberliğinde serbest kur
sistemine geçilmiş, Ağustos 2000’de BDDK kurularak bankacılık alanında yeni
düzenlemelere gidilmiştir.
Krizlerin analizinde kullanılması gereken yöntemler, temel ve teknik
analizlerdir. Teknik analize ilişkin detaylar, izlenen bölümde açıklanacaktır. Teknik
analizde en önemli kavram, trend kavramıdır. Bu nedenle üçüncü bölüme, trendin
tanımlanmasıyla başlanmıştır.
74
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
2007-2009 KÜRESEL KRİZİ VE FİNANSAL PİYASALARA ETKİSİ
Tanım olarak piyasa, alıcı ve satıcıların bir araya geldiği herhangi bir ortama
verilen isimdir. Finansal piyasalar, finansal sistemin bir parçası olarak fon arz
edenlere getiri, fon talep edenlere ise sermaye sağlanan piyasalardır. Finansal
piyasaları çeşitli başlıklar altında sınıflandırmak mümkündür.
Kullanım sürelerine göre, para piyasaları ve sermaye piyasaları olarak,
kullanılan araçlara göre para piyasası, menkul değerler piyasası, gayrimenkul
piyasası, kambiyo piyasası ve kıymetli madenler piyasası, pazar yerlerine göre,
organize ve serbest finansal piyasalar, işlemlerine göre birincil ve ikincil piyasalar,
teslim şekillerine göre spot ve vadeli piyasalar olarak sınıflandırılabilirler (Akkaya
ve Taner, 2009:5).
Bu çalışmada finansal piyaslar ele alınacaktır. Finansal piyasalar, temel analiz
ve teknik analiz yöntemleri ile incelenebilir. Bu iki yöntemin birlikte kullanılması, en
ideal analiz biçimidir. Literatürde, temel analiz yöntemleri ile ilgili pek çok çalışma
bulunmaktadır. Bu nedenle temel analiz, yalnızca uygulamada yer alacaktır. Teknik
analiz yöntemlerinin incelenmesi ve uygulanması ise, bu bölümün ana konusunu
oluşturmaktadır.
Teknik analizde bilinmesi gereken en önemli kavram, trend kavramıdır.
Çalışmada önce trendler ve özellikleri incelenmiş, ardından trendleri oluşturan
teorilerden bahsedilmiştir.
3.1. UZUN DÖNEMLİ DALGALANMALAR (TRENDLER)
Trendin tam tanımı, çalışmanın başında konjonktür teorilerinde yapılmıştır.
Tekrarlanırsa, bir zaman serisinin uzun dönemde belirli bir yöne doğru gösterdiği ana
eğilime “trend” ya da “uzun dönem eğilimi” adı verilir (Güven, 1973:10). Trendler
kısaca piyasanın gittiği yön olarak özetlenebilir. Trendsel hareket sırasında fiyat
grafikleri destek17 ve direnç18 seviyelerinden sapmamaktadır. Her trend, kendisinden
önce gelen, daha büyük bir trendin parçası olmaktadır. Orta trend, ana trendin bir
17
18
Destek: Düşen fiyatın belli bir düzeyin altına inmemesidir.
Direnç: Yükselen fiyatın belli bir seviyenin üzerine çıkmamasıdır.
75
düzeltmesi olup, bu düzeltme, daha kısa vadeli tepe ve dip noktalarının yarattığı
dalgalanmalardan oluşabilir.
3.1.1. Trendlerin Sınıflandırılması
Trendleri zamana göre, ana trend, orta
trend ve kısa trend olarak
sınıflandırmak mümkündür. Gerçekte, çok kısa vadeli olarak dakikalardan veya çok
uzun vadeli olarak 50-100 yılı bulabilen sonsuz sayıda trend bulunmaktadır. Zamana
göre sınıflandırma, teknik analizciye göre farklılık gösterebilir. Örneğin, Dow
teorisinde, ana trend bir yıldan uzun süre etkili olan trend, orta trend üç haftadan
başlayıp birkaç aya uzanan trend ve kısa trend, iki üç hafta süren trend olarak
tanımlanmaktadır (Kabakçı, 2009:62).
Trendler yönlerine göre de sınıflandırılırlar. Talebin arza göre fazla olduğu
dönemlerde, fiyatlar yükselme eğilimindedir, bu nedenle piyasada yükselen bir trend
mevcuttur. Bu tür piyasalara boğa (bull) piyasası denmektedir. Fiyatların azalma
eğiliminde olduğu, alçalan trend ise ayı (bear) piyasasını ifade etmektedir. Arz ve
talebin dengede olduğu dönemlerde yatay trendler görülür (Kabakçı, 2009:64).
Yükselen trend, alıcıların hakim olduğu piyasalara işaret etmektedir, bu
nedenle, talep baskısını belirleyebilmek adına, fiyat grafiklerinin dip noktaları
birleştirilir.
Şekil 7: Yükselen Trend
Kaynak: Grafik, 1928-2013 Dow Jones endeksi aylık fiyatlarının, logaritması alınarak
76
oluşturulmuştur. Veriler yahoo.finanstan alınmıştır.
Aynı prensiple, alçalan trend, satıcıların hakim olduğu piyasalarda
oluşacağından, baskının takip edilebilmesi için tepe noktaları birleştirilmelidir.
Şekilde, ana yükselen trend içinde, yükseliş ayağında bir düşüş trendi ve düşüş
ayağında bir yükseliş trendi görülmektedir.
Şekil 8: Trend İçinde Trendler
Kaynak: Grafik, 1928-2013 Dow Jones endeksi aylık fiyatlarının, logaritması alınarak
oluşturulmuştur. Veriler yahoo.finanstan alınmıştır.
Yatay çizgiler, genellikle güç toplama evreleridir. Yüksek seviyelerde oluşan
yatay çizgiler, kağıdın güçlü ellerden zayıflara, düşük seviyelerde olması ise zayıf
ellerden güçlülere geçtiği anlamına gelir.
77
Şekil 9: Yatay Trend
Kaynak: Grafik, BIST 100’ün, Mart 1993 tarihinden itibaren günlük fiyatlarının logaritması
alınarak oluşturulmuştur.
Çizilen trendlerin güvenilirliğini belirleyen üç etmen bulunmaktadır. Bunlar,
çizgiye temas eden dip ve tepe noktalarının fazlalığı, çizginin uzunluğu ve çizginin
açısının düşük olmasıdır. Bir trendin sona erdiğini anlamak için de, piyasalarda
kullanılan üç basit kural vardır; fiyatın çizgiyi kırdıktan sonra, çizgiden en az %35
uzaklaşması beklenir, fiyatın üç gün süreyle ters yönde kalması beklenir, kırılmadan
sonra işlem miktarında artış beklenir (Karan, 2001:507). Bunlardan biri
gerçekleştiğinde, trend çizgisinin tekrar çizilmesi gerekmektedir.
Trende çizilen destek ve direnç çizgilerinin arasında kalan alan, trend
kanalıdır. Çizgiler yükselen kanalda uzaklaşma, alçalan kanalda ise yakınlaşma
eğilimindedirler (Karan, 2001:507).
3.1.2. Trend Dönüş Formasyonarı
Hisse senedi fiyat hareketlerinin birbirine en çok benzeyen formasyonlar
(şekiller) oluşturulmasından hareketle, teknik analizde çeşitli formasyonlar
kullanılmaktadır. Bu bölümde en çok görülen formasyonlardan örnekler verilecektir.
78
3.1.2.1. Omuz-Baş-Omuz Formasyonları
Adını, oluşturduğu şeklin insana benzemesinden alan bu formasyon,
genellikle uzun yükseliş trendlerinin sonunda görülür. Oluşum süresi bir aydan bir
yıla kadar değişir ve trend dönüşünün en önemli sinyallerinden biridir. Sağ ve sol
omuzlar simetrik olma eğilimindedir.
Formasyonun oluşumu dört aşamadan geçmektedir. Yükselen trendin ivme
kazanmasıyla hisseye ilgi başlar. Ardından, karını maksimize etmeye çalışan
yatırımcıların satışları ve genel olarak talebin azalmasıyla çıkış hızı düşer. Fiyatlar
bir süre yatay olarak seyreder, ardından gerilemenin başlamasıyla “sol omuz” oluşur
(Taner ve Akkaya, 2009:200).
Fiyatlar bir süre daha geriledikten sonra, tekrar talep oluşur. Bu talep, ilk
yükselişte alış ve önceki tepe fiyatından satış yapamayan yatırımcıların da desteği ile
fiyatı ilk tepeden daha da yükseğe taşır. Ancak bu yeni talep geçici ve kısa sürelidir.
Çünkü sol omzun oluşumu sırasında yüksek fiyattan alış yapanlar, bu yeni tepede
satış yaparak fiyatın çok fazla yükselmesini engellerler. Böylece düşmeye başlayan
fiyatlar “baş” kısmını oluşturur. Baş oluşumu, fiyatın sol omuzun zirve fiyatının
altına düştüğünde tamamlanmış olur. Sol omuz ile başın sonuçlandığı dipler
arasındaki hatta “boyun çizgisi” denir ve bu nokta, bir sonraki aşama için kritik bir
destek seviyesidir (Taner ve Akkaya, 2009:200).
Sağ omuzun oluşumu, genelde bir tepki aşaması niteliğindedir. Önceki
aşamalara kıyasla çok daha düşük işlem hacmiyle gerçekleşen bu çıkış, genelde sol
omuz seviyesine vardığında durur. Hiçbir durumda baş seviyelerine ulaşamayan bu
fiyatlar gerilemeye başlar, boyun çizgisine ulaşınca da durur. Bu hareket “sağ omzu”
oluşturur (Taner ve Akkaya, 2009:200).
Boyun çizgisi seviyesine gelen fiyatlar, herhangi yeni bir taleple
karşılaşmadıklarında bu seviyeyi aşağı doğru kırarlar. Bu durum “teyit” veya
“kırılma” adını alır. Fiyatların, boyun çizgisini %5 aşağı kırmasıyla omuz-baş-omuz
formasyonu onaylanmış olur. Talebe bağlı olarak, fiyat çok aşağılara inebilir, atak
yaparak yeniden boyun çizgisi hizasına gelebilir ya da boyun çizgisini biraz yukarı
çekebilir (Taner ve Akkaya, 2009:200).
79
Şekil 10: Omuz-Baş-Omuz Formasyonu
Kaynak: Grafik, 1928-2013 Dow Jones endeksi, aylık fiyatlarının logaritması alınarak
oluşturulmuştur. Veriler yahoo.finanstan alınmıştır.
Yükselen trendde oluşan omuz baş omuz formasyonları gibi, düşüş trendinin
sonunda
da
“ters
omuz-baş-omuz”
formasyonları
oluşabilir.
Adından
da
anlaşılabileceği gibi bu formasyon, omuz-baş-omuz formasyonunun ters çevrilmiş
halidir. Omuz-baş-omuz formasyonunda oluşan üç tepenin aksine, üç adep dip söz
konusudur. Oluşan sonuçlar da omuz-baş-omuz formasyonunun tam tersidir. Ancak
bu formasyon, çoğunlukla omuz-baş-omuz formasyonuna kıyasla daha uzun sürede
oluşmaktadır (Kabakçı, 2009:74).
3.1.2.2. İkili Tepe ve İkili Dip Formasyonları
Trend dönüşlerinde önemli sinyaller alınmasına yardımcı olan değişim
formasyonlarıdır. Çift tepe formasyonları “M” harfine benzemektedir. Zirvelerin
oluşumunda işlem hacmi, özellikle soldaki ilk tepede çok yoğun iken, aralarda çok
düşüktür. Birinci tepe oluşurken, fiyatlarla birlikte işlem hacmi de yükselmekte ve ilk
tepenin doruğunda en yüksek seviyeye ulaşmaktadır. İkinci tepede de işlem hacmi
yine yüksektir ancak ilk tepenin zirvesine ulaşamamaktadır. İkinci tepenin
oluşumunun ardından fiyatlar düşmeye başlar ve ilk dipte destek arar. Eğer bu destek
80
de kırılırsa, fiyatlar dip noktasından itibaren çıktığı kadar aşağı iner. Çift tepe
formasyonları, ana trend değişim formasyonları olduklarından oluşumları iki üç ayı
bulmaktadır (Kabakçı, 2009:74).
Şekil 11: İkili Dip
Kaynak: Grafik, 1928-2013 Dow Jones endeksi, aylık fiyatlarının logaritması alınarak
oluşturulmuştur.
Çift dip formasyonlarında durum tam tersidir. Şekil olarak “W” harfine
benzemektedirler. İşlem hacmi, ilk dibi meydana getiren fiyat düşüşleri nedeniyle
artmakta ve dip noktasında en yüksek seviyeye çıkmaktadır. Bu noktadan sonra
fiyatlar artsa bile işlem hacmi düşük kalacaktır. İkinci dibin dip noktasında ise işlem
hacmi fiyatlarla beraber artmaya başlar. Bu yükseliş, ikinci dip ile destek seviyesi
arasında iyice belirgin hale gelmektedir. İkinci dip, genellikle birinci dibin biraz
üzerinde oluşsa da, aynı seviyede ya da daha aşağıda oluştuğu durumlar da
bulunmaktadır (Kabakçı, 2009:75).
3.1.3. Sıkıştırma Formasyonları
Trend formasyonları gibi, sıkıştırma formasyonlarının da pek çok çeşidi
bulunmaktadır. Sıkıştırma formasyonları fizikte enerjinin sıkışmasına benzetebilir.
Sıkışmış enerjiler şiddetli reaksiyonlara neden olabilmektedir. Örneğin fay hatlarında
81
enerjinin uzun yıllar boyunca birikmesi, şiddetli depremlere yol açabilir. Teknik
analizde ise arzın ve talebin dengelenmesi, fiyatı sıkıştırmaktadır. Arz ve talebin
dengesinin bozulması durumunda, alım ve satım konusunda temkinli davranan
yatırımcıların birbirlerinden etkilenerek, sürü psikolojisi halinde işlem yapmaları,
sert hareketlere neden olmaktadır. Bu bölümde en çok rastlanılan sıkıştırma
formasyonları incelenecektir.
3.1.3.1. Üçgen Formasyonları
Sıkıştırma formasyonları içinde en bilineni, üçgen formasyonlarıdır. Devam
etmekte olan bir yükseliş veya düşüş esnasındaki duraklamaya işaret ederler. Üç
türlü üçgen formasyonu bulunmaktadır. Aşağı eğimli üçgen, yukarı eğimli üçgen ve
simetrik üçgen. İsimlerinden de anlaşılacağı gibi, yukarı eğimli üçgen görüldüğünde
yükseliş sinyali, aşağı eğimli üçgen ise bir düşüş sinyalidir. Simetrik üçgen
formasyonunda fiyatın gideceği yönü önceden bilmek mümkün değildir. Yönün
belirlenmesi, ancak üçgen çizgilerinden biri kırıldıktan sonra yapılabilir. Üst çizgi
kırılırsa yükseliş, alt çizgi kırılırsa düşüş başlar. Üçgen formasyonları, teşhisi kolay
ve doğruluk oranı yüksek formasyonlardır (Karan, 2001:513-515).
Şekil 12: Simetrik Üçgen
Kaynak: Grafik, BIST 100’ün 16.09.2002-07.07.2003 haftalık fiyatlarının logaritması
alınarak oluşturulmuştur.
82
3.1.3.2. Takoz Formasyonları
Bu formasyonların oluşumu, teknik olarak piyasanın zayıfladığını ifade
etmektedir. Zira her dalgalanma bir öncekinden daha düşük olmakta, fiyatlar yavaş
yavaş yükselse bile talep giderek azalmaktadır (Kabakçı, 2009:77).
Takozlar belirli bir dönem içerisinde fiyatların nispi olarak gittikçe azalarak
hareket ettiği ve sıkıştığı alanı ifade eden bir oluşumdur. Oluşması üçgenlere
benzemekle beraber, süreci çok daha uzundur ve daralan her iki sınır çizgisi henüz
birleşmeden fiyat kırılır. Takoz formasyonları, yükselen ve alçalan takoz olarak ikiye
ayrılabilir. Takozun eğimi takozun yönü olarak takoza ismini verir.
Yükselen takoz formasyonu, çoğunlukla hızlı bir yükselişten sonra, yükselişin
uca giden bölgesinde oluşur. Adının aksine, yükseliş trendinin son kısmına işaret
eder, bu noktadan sonra trend genellikle düşme eğilimi gösterir (Kabakçı, 2009:78).
Alçalan takoz formasyonlarında, fiyatların kırılmasıyla yükselişler daha
yumuşak olmakta, bazen fiyatların bir süre yatay gittikten sonra yükseldiği
görülmektedir (Kabakçı, 2009:78).
Bu formasyonlar piyasanın sağlamlaştığını ifade etmekte ve yükselme/düşme
dönemlerinde geçici duraklamalar yaratabilmektedir. Grafikte, düşüş trendlerinin
arasında yükselen takoz formasyonu görülmektedir.
Şekil 13: Takoz Formasyonu
Kaynak: Grafik, BIST 100’ün 16.09.2002-07.07.2003 haftalık fiyatlarının
logaritması alınarak oluşturulmuştur. Veriler BIST’ten alınmıştır.
83
3.1.3.3. Bayrak ve Flama Formasyonları
Bu formasyon, ismini bayrağa benzemesinden almaktadır. Fiyatların trend
sürerken yaptıkları hızlı yükseliş
ya da düşüş hareketlerindeki kısa sürekli
duraklamaları gösterir. Özellikle spekülatif hareketler gösteren hisselerde görülür
(Karan, 2001:515).
Trend yükselirken, işlem hacminin çokluğu fiyatları yüksek seviyelerde
tutmaktadır. Bu hareketin yarattığı oluşum, bayrağın direk kısmıdır. Karını realize
etmek isteyen bir grup yatırımcı, fiyatların daha da yükselmesini engeller. Fiyatlar
yatay seyretmeye başlar. Bu yatay dalgalanmanın oluşturduğu formasyon, paralel
kenarı andıran bayrak formasyonunu oluşturur. Bayrak formasyonları, yükselen
piyasada hafif aşağı eğimli iken, düşen piyasada hafif yukarı eğilimlidir (Kabakçı,
2009:79).
Yükselen piyasalarda işlem hacmi, formasyonun başında yüksek noktalara
ulaşmakta, formasyon esnasında düşmekte ve formasyon kırıldıktan sonra rekor
düzeyine yükselmektedir. Alçalan piyasalarda ise işlem hacmi formasyonun oluşumu
ile azalmaktadır. Fiyatların yükseliş esnasında işlem hacminin düşmesi, piyasanın
zayıflığına işarettir. Alçalan piyasalarda kırılma anında herhangi bir patlama
yaşanmaz. Fiyatlarda yükseliş veya düşüşler, kopma/patlama noktasından itibaren,
bayrağın direği kadar olmaktadır (Kabakçı, 2009:79).
Bayrak formasyonları 5 gün ile 3-4 hafta arasında oluşurlar. Böylecc
formasyonun oluşumu, günlük grafiklerde izlenebilmektedir. Fiyatların ne kadar
yükseleceği ve ne yönde gideceği hakkında bilgi veren, güvenilir bir formasyondur.
Şekil 14: Bayrak Formasyonu
Kaynak: Grafik, Tüpraş 18.06.2012-27.07.2012 günlük kapanış fiyatlarının logaritması
alınarak oluşturulmuştur. Veriler BIST’ten alınmıştır.
84
Flama formasyonlarının bayrak formasyonlarından farkı, formasyonun paralel
kenar şeklinde değil, üçgen şeklinde oluşmasıdır. Bir diğer önemli fark ise flama
formasyonu öncesinde sert bir hareketin meydana gelmesidir (Kabakçı, 2009:79).
3.2 TEKNİK ANALİZ TEORİLERİ
Teknik analiz, herhangi bir hisse senedi, endeks, mal, döviz kuru ya da vadeli
işlem sözleşmesinin, daha önce piyasada gerçekleşmiş alım-satım fiyatlarının
genellikle grafik olarak kayıt edilmesi ve geçmişe ait bu verilerden gelecekteki
muhtemel trendi tahmin etme yöntemidir. İncelenen başlıca göstergeler, sözgelimi
hisse senedi için, borsadaki verim, piyasa fiyatı ve işlem miktarlardır. Önemli olan,
ait olduğu işletmenin kendisi değil, değeri arttırılan hisse senedinin arz ve talebidir
(Kabakçı, 2009:55).
Teknik analiz, bir modelleme yöntemi değildir. Fiyatların gitmekte olduğu
yönde, yatırımcıların iyimserlik/kötümserlik arasında değişen duygularından hareket
ederek tahminlemede bulunur. Bunu yaparken piyasada oluşan fiyat verilerini
dikkate alır. Fiyat grafikleri incelenerek, üzerlerinde Dow Teorisine dayanan bir
takım istatistik ve çizgi çalışmaları yapılır. Böylece fiyatların gitmekte olduğı yön,
fiyat seviyelerindeki yükseliş ve düşüşler, duraklamalar ve dönme olasılıklarının
fiyat aralıkları tesbit edilmeye çalışılır.
Teknik analiz dört aşamada yapılmaktadır (Karan, 2001:501):

Fiyat değişikliklerinin incelenmesi: Fiyatların o gün gördüğü en düşük
ve en yüksek değerleri arasındaki farklar, bu değerlerin bir önceki günün
değerleriyle, grafikler aracılığı ile kıyaslanmasıdır.

Zamanın incelenmesi: Kullanılan grafiklerin alt yatay çizgileri,
incelenen serinin zaman boyutunu yansıtmaktadır. Bu incelemenin amacı,
yatırımcıların davranışlarının hangi sıklıkla değiştiğini tesbit etmek ve bunu
kullanarak geleceğe dönük tahminler yapmaktır. Grafikte kullanılan zamanın birimi
(yıllık, haftalık, günlük, saatlik…) araştırmanın niteliğine göre belirlenmektedir.
85

İşlem miktarının incelenmesi: İşlem miktarları, arz ve talep arasındaki
gücün ölçütü olup fiyatların ne kadar şiddetle aşağı veya yukarı hareket ettiğini
yansıtmaktadır. Bu hareketler, yatırımcıların hislerinin davranışlara dökümü
olduklarından trendleri meydana getirmektedir.

Pazarın (derinliğin) incelenmesi: Teorik olarak bakıldığında, herkesin
pazar hakkında her türlü bilgiye sahip olabilmesi gerekmektedir. Ancak gerek
asimetrik bilgi sorunu, gerek diğer kısıtlar, (zaman, kaynak yetersizliği…) herkesin
pazar hakkında tam ve güvenilir bilgi sahibi olmasını engellemektedir. Böyle bir
ortamda, piyasa hakkında en çok bilgi sahibi olan analizci, en avantajlı olan durumda
olacaktır.
Teknik analizin başlangıcı denebilecek teori, Dow Teorisidir. Ardından,
Fibonacci’nin çalışmalarından yararlanan Elliott, Dow’un teorilerini bir adım öteye
götürerek bugün bile kullanılan analizlerin yolunu açmıştır. Bu bölümde, Dow ve
Elliott’un teorileri ile İtalyan matematikçi Fibonacci’nin çalışmaları incelenecektir.
3.2.1. Dow Teorisi
Teknik analizde trendin belirlenmesinde kullanılan en eski yöntem, Dow
Teorisidir. Dow teorisinin kurucusu, Dow Jones şirketinin kurucusu ve The Wall
Street dergisinin sahibi olan Charles Dow’dur. Dow'un The Wall Street Journal
gazetesinde 1900 - 1902 yılları arasında yayınlanan makalelerinden derlenerek ortaya
çıkarılan Dow Teorisi, teknik analiz yöntemlerinden, hakkında en çok araştırma
yapılmış olanıdır.
Dow teorisine göre, hisse senetlerinden elde edilecek kazanç, yönlendirilmesi
imkansız olan denge fiyatlarına bağlıdır. Bilginin asimetrik olması, risk iştahının,
iyimserlik/kötümserlik gibi hissiyatların kişiden kişiye farklılaşması gibi durumlar
nedeniyle, fiyatlar, denge durumundan sapacak ve dalgalanmalar olacaktır. Ancak bu
dalgalanmalar tümüyle düzensiz değildir, zaman içinde bir denge oluşturarak trendi
meydana getirecektir. Dow Teorisi altı temel prensipten hareket etmektedir
(TSPAKB, 2011:60):
86

Birinci ilkesi, piyasanın her şeyi hesaba katmasıdır. Teknik analiz,
hisse senedinin piyasa fiyatına etki yapabilecek her şeyin (temel veriler, psikolojik
durumlar, ülke politikaları..) hisse senedi fiyatlarına yansıdığını kabul eder.
Yatırımcılar, edindikleri bilgileri hemen kararlarına yansıtarak, olumu ya da olumsuz
çıkarımlarıyla arz ve talebi etkilerler. Bu nedenle fiyattaki değişimler, incelenmesi
gereken tek veri olarak ortaya çıkar. Denge fiyatı arz-talep kanununa göre
işlemektedir. Talep arzdan fazla olursa, fiyatlar yükselir, arz talepten fazla ise fiyatlar
düşer. Teknik analizci bu kanundan yola çıkarak, fiyatlar yükseliyorsa, özel nedenler
ne olursa olsun talep mutlaka arzın üzerine çıkmıştır, temel ekonomik göstergeler
yükselme eğilimindedir şeklinde çıkarımlar yapmaktadır.

Piyasalar trendler halinde dalgalanmaktadır ve üç temel hareket/trend
bulunmaktadır. Birincil trend, yükseliş (bull) ya da düşüş (bear) trendini gösteren ana
hareket bir yıldan birkaç yıla kadar olan zaman dilimi içerisinde gözlenebilmektedir.
Yeni oluşan fiyat, eski fiyata göre yükseliş eğiliminde ise (higher-highs, higherlows), ana trend yükseliş yönündedir Yeni fiyat eski fiyattan düşük ise (lower-highs,
lower-lows) trend düşme eğilimi gösterecektir.
İkincil trendler, yükselen piyasalardaki önemli düşüşleri veya düşen
piyasalardaki önemli yükselişleri gösteren, bir aydan bir kaç aya kadar süren
hareketlerdir. Bunlar ana trendin ara/düzeltme tepkilerinden oluşurlar. Genellikle bir
önceki ikicil hareketin 1/3 - 2/3 arasında hareket ederler.
Üçüncül/minor trendler, bir günden üç haftaya kadar süren kısa süreli
trendlerdir.
Birincil
ve
ikincil
trendlerin
aksine
süreleri
nedeniyle
manipülasyonlardan etkilenenerek yatırımcıları yanlış yönlendirebilirler.

Ana trendler üç aşamadan oluşmaktadır. Başka bir değişle, ana trendin
gelişimi ve sonuçlanması üç kademede olmaktadır.
Yükselen (bull) trendin ilk aşaması, iyimser yatırımcıların piyasanın daha
iyiye gideceği (ekonomik iyileşme, uzun vadeli büyüme) tahminleriyle yoğun bir
alım sürecine girmesiyle başlar. İkinci aşama, piyasanın yükselmekte olduğunu gören
diğer yatırımcıların da alımlara başlamasıyla
sürer. Üçüncü aşama, oldukça iyi
görünen ekonomik koşullardan etkilenen kötümser yatırımcıların da alım sürecine
girmesiyle başlar. Piyasadaki yükseliş trendinin sürekli devam edeceği kanısı
hakimdir. Bu arada bilinçli olan yatırımcılar düşüş beklentisine girdiklerinden ilk
87
aşamada almış oldukları hisseleri elden çıkarmaya başlarlar. Bu şekilde karlarını
maksimize ederek olası düşüşlere karşı önlem almış olurlar.
Düşen (bear) trendinin ilk aşaması ile, kötümser yatırımcıların düşüş
beklentisi içinde olduklarından zarar görmemek için ellerindeki hisseleri çıkarmaları
ile başlar. İkinci aşamada, ekonomik koşullar kötüleşir, şirket karlarında düşüşler
görülür. Buna aşırı arz nedeniyle fiyatların düşmesi de eklenince, çok sayıda
yatırımcı hisselerini elden çıkarma sürecini hızlandırır. Son aşamada, kötü piyasa
haberini hızla yayılması sonucu, portföy sahipleri panikleyerek hisselerin gerçek
değerlerini göz önüne almaksızın satışlarını sürdürürler. Bu arada bilinçli
yatırımcılar, düşüşün bir noktada duracağını tahminleyerek, ilk aşamada elden
çıkardıkları hisseleri yeniden satın alarak karlarını maksimize ederler.

Dow teorisinin dördüncü kuralı, endekslerin birbini doğrulaması
gerektiği üzerinedir. Zira borsadaki bütün endeksler, trendin değişimini işaret
edebilmek için aynı yönde hareket etmek zorundadır.

Beşinci kural, işlem hacimlerinin trendleri onaylamasıdır. Açıklamak
gerekirse, işlem hacmi grafiği ana trend grafiği ile paralellik göstermelidir. Fiyat
artarken işlem hacminde aynı oranda artış görülmüyor veya fiyat düşerken işlem
hacmi artıyorsa, süregelen trendde bir değişim olacağı ihtimali bulunmaktadır.

Dow teorinin son kuralı, kesin bir dönüş sinyaline kadar trendin aynı
kalmasıdır. Trende etki eden pek çok faktör olduğundan bunların trend üzerinde
küçük sapmalar meydana getirmesi beklenebilir. Ancak trendin değişmesi için güçlü
bir sinyalin varlığı gerekmektedir.
3.2.2. Fibonacci Çalışmaları ve Elliott Dalgaları
Trend analizlerinin çoğu takipçi bir yapıdadır. Bütün üstünlüklerine rağmen
Dow Teorisi sinyalleri, trend ortaya çıktıktan sonra verme eğilimindedir. Elliott
Dalgaları ise, Dow Teorisiyle uyum sağlamakla kalmaz, onun ilerisine geçerek
bütünsel çevrim içinde piyasanın nerede olduğunu belirlemeye yardımcı olur. Ralph
Nelson Elliott’un teorisini oluştururken, Charles Dow gibi denizden etkilenmiştir.
Dow, piyasanın ana, orta ve küçük trendlerini okyanusun akıntı, dalga ve çırpıntısına
benzetmiştir. Elliott da yazılarında med-cezirden söz eder ve kuramını dalga ilkesi
88
olarak adlandırır. Dalga prensipleri, kitle davranışlarındaki zıtlıkların sonucu olan
karşılıklı etki ve tepkilerle, ileri gidiş ve geri dönüş süreçlerini oluşturduğunu kabul
eder. Hiçbir ilerleme kesintisiz değildir, her ileri gidiş, bir geri dönüşle kesintiye
uğramaktadır. Tıpkı gel-gitler gibi, denizin alçalıp yükselmesi şeklinde belirli bir
ritim içinde dalgalanmaktadır.
Ekonomi literatüründe Elliott Dalgaları, hisse senedi piyasasının beş dalgadan
ve bunu takip eden üç geri çekilmeden oluşan sürekli bir ritmi takip ettiğini
söylemektedir. Bu ritmi kontrol eden mekanizma ise, “Fibonacci Sayı Serileri” ve
“Altın Oran”dır. Bunlar, doğadaki tüm büyüme, genişleme, küçülme ve daralma
süreçlerinde etkili oldukları gibi insan etkinliklerinin açıklanmasında da kullanılırlar.
Bu bölümde Fibonacci’nin serilerinin ve Elliott dalgalarının hisse senedi
fiyatlamalarında kullanımı incelenecektir.
3.2.2.1. Fibonacci Çalışmaları
Fibonacci, 11. yüzyılda kendi ismiyle anılan sayı sistemini geliştirmiş İtalyan
bir matematikçidir. Bu sistemde ilk iki sayı 1 olmak üzere, sonraki sayılar bir önceki
sayı ile toplanarak belirlenir. 1,1,2,3,5,8,13,21,24,55… diye sonsuza kadar giden bu
sayılar arasında ilginç bağlantılar bulunmaktadır. Bu dizinin ileri elemanlarında, bir
sonraki sayının bir önceki sayıya oranı, altın oran denilen, yaklaşık olarak 1.618
sayısını vermektedir. Teknik analizde altın oran, fiyat hareketlerini tahmin etmek için
kullanılır (Kabakçı, 2009:66).
Formülsel ifadesi aşağıdaki gibidir:
0 = 0
= 1 = 1
+
> 1
Bu sayı dizisi kullanılarak, Fibonacci zaman bölümleri, Fibonacci yayları,
Fibonacci yelpazeleri ve Fibonacci geri dönüş çizgileri elde edilmektedir. Bu
araçların yardımıyla, hisse senedi grafiklerine çizilecek destek ve direnç noktalarının
yeri yaklaşık olarak belirlenebilir.
89
Fibonacci yayları, iki uç nokta arasına (örneğin bir dip ve bir tepe) bir trend
çizgisi çizerek, sonra da ikinci noktayı merkez alarak %38.2, %50.0 ve %61.8
seviyelerine çizilen yaylardır. Fiyatlar yaylara yaklaştıkça gösterdikleri destek veya
direnç artacaktır. Bu yöntem, genellikle Fibonacci fan çizgileri ile beraber
kullanılmaktadır (Kabakçı, 2009:66).
Şekil 15: Fibonacci Yayları
Kaynak: Grafik, 1928-2013 Dow Jones endeksi, aylık fiyatların logaritması alınarak
oluşturulmuştur. Çizgiler, MetaStok 4.0 Programı yardımıyla çizilmiştir. Veriler
yahoo.finanstan alınmıştır.
Fibonacci fan çizgilerinin oluşturulması için, yine bir dip ve tepe noktası
arasına trend çizgisi çekilir. Ardından, ikinci uç noktadan dikey çizgi bir çizilir. Bu
dikey çizginin üzerine, başlangıç noktası trend çizgisinin başlangıç noktası olan ve
%38.2, %50.0 ve %61.8 seviyelerinden geçen üç yeni trend çizgisinin çizilmesiyle
fan çizgileri oluşturulur.
90
Şekil 16: Fibonacci Yayları ve Fan Çizgileri
Kaynak: Grafik, 1928-2013 Dow Jones endeksi, aylık fiyatlarının logaritması alınarak
oluşturulmuştur. Çizgiler, MetaStok 4.0 Programı yardımıyla çizilmiştir. Veriler,
yahoo.finanstan alınmıştır.
Fibonacci geri alma çizgileri, bir tepe ve bir dip arasına çizilen trend
çizgisinin, 9 ayrı parçaya bölünmesi ile oluşturulur. Bu 9 yatay çizgi, %0.0, %23.6,
%38.2, %50, %61.8, %100, %161.8, %261.8 ve %423.6 seviyelerinden geçecek
şekilde çizilmelidir. Bu çizgilerden bazılarının skala dışında kalması olasıdır. Aşağı
ya da yukarı belirli bir fiyat hareketinin ardından, fiyatlar geri dönerken, Fibonacci
çizgileri seviyelerinde destek ya da direnç bulmaktadır.
Şekil 17: Fibonacci Geri Alma Çizgileri
Kaynak: Grafik, 1928-2013 Dow Jones endeksi, aylık fiyatlarının logaritması alınarak
91
oluşturulmuştur. Çizgiler, MetaStok 4.0 Programı yardımıyla çizilmiştir. Veriler
yahoo.finanstan alınmıştır.
3.2.2.2. Elliott Dalgaları
“Elliott Dalgaları Prensibi”ne göre, bu dalgalar toplumun psikolojisinin genel
bir grafiğidir. Fiyat hareketleri Elliott’un tarif ettiği dalga modellerinden biri olup,
her biri kendine özgündür. Elliott dalgalarının bir piyasaya uygulanabilinmesi için
bazı temel koşulların bulunması gerekmektedir:

Fiyatların piyasada serbestçe belirlenebilmesi

Ölçülebilir parametrelerin olduğu bir piyasanın varlığı

İstatistiki olarak anlamlı sayıda alıcı ve satıcıya sahip, diğer bir
değişle derinliği olan, tekelci olmayan bir piyasa
Elliott Dalga Prensibinin temel varsayımı piyasanın dengesiz ve verimsiz
olduğudur. Fiyat hareketlerini belirleyen, çeşitli duygusal nedenlerle kişilerin
kitleleri oluşturduğu sosyolojik davranışlarıdır. Ancak bütün bunlar tamamiyle
düzensiz değildir. Dalga prensipleri, Fibonacci sayı serilerinden hareketle insan
etkinliklerinin ve sonuçlarının bir dereceye kadar kestirilebilir olduğunu varsayar.
Böylece, fiyat hareketlerini düzenleyerek piyasa hakkında tahminlerde bulunur.
Elliott Dalga Kuramına göre, hisse senedi piyasası beş dalga ve bunu takip
eden üç düzeltmeden oluşan bir ritmle hareket etmektedir. Çevrimin yukarı doğru
olan bölümünde, dalgaların her biri numaralandırılmıştır.
Şekil 18: Elliott Dalgaları
Kaynak: Frost, Prechter, 2005:25
92
1, 3 ve 5 numaralı dalgalar, yükselen (itici) dalgalar olarak adlandırılır. 2 ve 4
numaralılar yükselen trende karşı dalgalar olup 1. ve 3. dalgalara karşı hareket
ettiklerinden, düzeltme dalgaları adını almaktadır. İlk beş dalga hareketi bittikten
sonra, üç düzeltme dalgası başlar ve bunlar sırasıyla A,B ve C harfleri ile gösterilir.
Bu temel sekiz dalganın her birinin, kendine has özellikleri bulunmaktadır (Frost,
Prechter, 2005:66-94):
1. dalga, ilk üç dalgalanın yaklaşık yarısıdır, ana sürecin bir parçası olmakla
birlikte genellikle ilk beş dalganın en kısasıdır. Baskılanmış fiyat hareketlerinden
sonraki ilk sıçrama hareketidir. İlk dalgalar, özellikle ana taban formasyonlarından
sonra çok dinamik olabilirler.
2. dalgalar, birinci dalganın kazandırdığının çoğunu ya da tamamını geri alan
hareketlerdir.
3. dalga genellikle en uzun ve en dinamik dalgadır. Üçüncü dalganın birinci
dalgayı geçmesi, Dow Kuramındaki alım sinyalinin ve kopuşların ifadesidir. Diğer
bir değişle bu nokta boğa piyasasına geçişi gösterir. Bu dalga esnasında genellikle
işlem hacmi artar, ülkedeki temel göstergeler iyileşmeye başlar. Fiyat boşukları daha
görünür hale gelir. Üçüncü dalga ilk beş dalga arasında hiç bir zaman en kısa olanı
olamaz.
4. dalga ikinci dalga gibi bir düzeltme ya da erteleme aşamasıdır ancak yapısı
yönüyle ikinci dalgadan ayrılır. Üçgen formasyonları genellikle dördüncü dalga
esnasında açığa çıkar. Elliott analizinin önemli kurallarından biri, dördüncü dalga
tabanının hiç bir zaman birinci dalga tabanını örtememesidir.
5. dalga çoğunlukla daha az dinamiktir. Bu esnada bir çok teknik gösterge
fiyat gerileme eğilimindedir. Muhtemel bir tepe noktası uyarıcısı olup, osilatörlerin
negatif uyumsuzluk göstermesi bu dönem içindedir.
A dalgası, düzeltme dalgalarının ilki olup, yukarı trend yalnızca bir geri
çekilme olarak sık sık yanlış yorumlanır. Bu noktada, bir önceki yukarı harekette
osilatörlerde ortaya çıkan uyumsuzluklar ve işlem hacmindeki değişimlere karşı
tetikte olunmalıdır,
zira
yüksek
işlem
hacmi aşağı düşüş
hareketleriyle
gerçekleşmektedir.
B dalgası, yeni oluşmaya başlamış aşağı trendden, yukarıya doğru olacak
biçimdedir ve genellikle satış yapmak için son noktadır. İşlem hacminde düşüş
93
sürmektedir. Düzeltmenin tipine bağlı olarak, yukarıya doğru olan bir hareket önceki
tepeyi geçebilir.
C dalgası, yukarı trendin sona erdiğini gösteren düzeltmedir. Yine tipine bağlı
olarak, A dalgasının tabanından aşağıya gidebilir veya 4. Dalga ve A dalgasının
tabanından bir trend çizerek, baş-omuz modelini ortaya çıkarabilir.
3.3 DİĞER TEKNİK ANALİZ YÖNTEMLERİ
Teknik analiz yapmayı kolaylaştıran ve fiyat grafiklerine anlam kazandıran
çeşitli teknik analiz yöntemleri bulunmaktadır. Bunlardan bir kısmının hesaplanması,
çeşitli bilgisayar programları aracılığı ile yapılmaktadır. Günümüzde kullanılabilecek
pek çok program bulunmaktadır. Bu çalışmadaki hesaplamalar, NetDania Financal
Charts yardımı ile yapılmıştır.
3.3.1. Boşluklar
Boşluk, hiçbir hisse senedinin el değiştirmediği fiyat alanı olup günlük
grafiklerde, belirli bir hisse senedinde, herhangi bir günde işlem gören en düşük
fiyatın, önceki günde işlem gören en yüksek fiyattan daha yüksek olduğu ya da bir
günün en yüksek fiyatının, önceki günün en düşük fiyatından daha düşük olduğu
zaman meydana gelmektedir (Kabakçı, 2009:80). Haftalık ve aylık boşlukların
oluşumu da aynı şekildedir, ancak bunlar günlük boşluklar kadar sık meydana
gelmezler. Bir boşluğun oluşmasında etkili olabilecek çeşitli faktörler bulunmaktadır
(Kabakçı, 2009:80):

Bir hisse senedinin, iki veya daha fazla piyasada işlem görmesi. Bu
hisse senedinin değişik piyasalardaki fiyatları birbirini etkileyerek boşluklara neden
olabilir.

Bir piyasada işlem gören hisse senedinin, kapanış ile açılış süresi
arasında, senedin fiyatını etkileyecek önemli gelişmelerin olması

Hisse senedi piyasasının ince olması, diğer bir değişle senedin yeterli
derinliğinin olmaması. Bu, hisse senedinin haftada sadece iki veya üç defa işlem
94
görmesi anlamına gelir. Böyle bir durumda boşlukların oluşumu da kaçınılmaz
olacaktır.
Piyasada pek çok boşluk oluşumu gözlemlemek mümkündür. Ancak oluşan
bütün boşluklar teknik açıdan herhangi bir öneme sahip olmayabilir. Gelecek için
anlam taşıyan boşluklardan bir kısmı, kaçış boşlukları, ölçüm boşlukları, ada
dönüşleri ve tükeniş boşlukları, bu çalışmada incelenecek olanlarıdır.
3.3.1.1. Kaçış Boşlukları
Kaçış Boşlukları, belirli bir sıkışma sürecinden sonra, fiyatlar bu sıkışma
alanının destek/direnç bölgelerini kırdığında ortaya çıkmaktadırlar. Özellikle üst
yükselen üçgen gibi üst çizginin yatay olduğu formasyonların bitiminde
oluşmaktadır. Bu boşlukların bir diğer adı da kırılma boşluklarıdır. Boşluğun
büyüklüğü, fiyatların hedefleri ve kopuş gücünün kuvveti hakkında önemli ipuçları
vermektedir (TSPAKB, 2011:68).
Şekil 19: Kaçış Boşlukları
Kaynak: Grafik, Arçelik 05.06.2007-03.09.2007 günlük fiyatlarının logaritmasının alınması ile
oluşturulmuştur.
Kaçış boşluğunun kapanma olasılığının saptanması için, boşluktan önceki ve
sonraki işlem hacminin incelenmesi gerekmektedir. Boşluğun meydana geldiği başlangıç
fiyatı seviyesinde işlem hacmi yüksek, fakat fiyatlar ileriye hareket ederken işlem hacmi
95
azalmışsa, boşluğun kapanma şansı bulunmaktadır. Ancak fiyatlar, boşluktan ileri hareket
ederken işlem hacmi de artmışsa, boşluğun kısa sürede kapanma şansı azdır (TSPAKB,
2011:68).
3.3.1.2. Ölçüm Boşlukları
Ölçüm boşlukları fiyatların, hızlı ve dik yükseliş veya düşüşlerinin yönünde
meydana gelmekte ve bu hızlı hareketin içinde görülen boşluklar, fiyatın yaklaşık
olarak daha ne kadar bu yönde gidebileceğini belirlemektedirler. Fiyat, ilk harekete
başladığı yerden, boşluğun görüldüğü yere kadar dik olarak ölçülmektedir. Fiyatlar
aşağı doğru iniyorsa, ölçülen mesafe kadar daha aşağı inmesi beklenirken, yükselen
trendde aynı ölçüm yukarı doğru yapılmaktadır.
Bu
boşluklar
ölçümde
kullanıldıklarından dolayı, boşluk türleri içinde en yararlı olanlarıdır.
Ölçüm boşlukları genellikle kaçış boşlukları ile karıştırılır. Kaçış boşlukları
fiyatların sindirildiği bölgelerde görülürken; ölçüm boşlukları hızlı hareketlerin
ortalarında oluşmaktadır. Bayrak ve flama formasyonlarının sonuçlanması sırasında
başladıkları da görülebilir. Kısa sürede kapanma ihtimali çok zayıf olup; boşluğun
işlem hacmi ile desteklenmesi trend eğiminin yüksek olacağına işaret etmektedir.
3.3.1.3. Tükeniş Boşlukları
Fiyatların zirve yapmasından sonra görülen bu boşluklar, trendin sonunda
meydana gelmektedir. Kaçış boşlukları bir hareketin başladığına, ölçüm boşlukları
hareketin devam edeceğine işaret ederken; tükeniş boşlukları hareketin sona ereceği
sinyalini vermektedir. Tükeniş Boşlukları kısa sürede, çoğunlukla iki ile beş gün
içinde kapanmaktadır.
Grafiklerde tükeniş boşlukları ile ölçüm boşluklarının birbirinden ayrılması
oldukça zordur. Bu nedenle bir boşluğun, tükeniş boşluğu olduğunu gösteren bazı
göstergeler mevcuttur:

Boşluğu takiben işlem hacmi olağanüstü bir seviyeye ulaşır, fakat
fiyatlardaki yükselme trendi eski momentumunu koruyamazsa, boşluk yüksek
ihtimalle bir tükeniş boşluğudur.
96

Boşluğun meydana gelmesinden sonraki günün kapanış fiyatı,
boşluğun yakınına geri dönerse boşluk yüksek ihtimalle bir tükeniş boşluğudur.

Boşluktan önceki geri dönüş veya konsolidasyon örneği, fiyat hareketi
ile ilgili bütün hedeflere ulaşmışsa, boşluk yüksek ihtimalle bir tükeniş boşluğudur.
3.3.1.4. Ada Dönüşleri
Ada dönüşleri, bir zirve veya bir dip oluşumu sırasında, fiyatların aniden
trend yönünde bir boşluk bırakması, sonrasında bu hareketin ters yönünde tekrar
boşluk bırakarak trend yönünün değişmesi sırasında ortaya çıkmaktadırlar. Örneğin
yükselen bir trendde oluşan tükeniş boşluğundan sonra, fiyat yükselmeye devam
ederken, aniden gelen satışlarla gerilemeye başlarsa, bu iniş esnasında oluşacak
boşluk, ada dönüşüm boşluğu olacaktır. Burada, fiyatın çevresinde oluşan kopukluk
bölgesi şeklen adayı anımsattığından, boşluk da ismini buradan almaktadır.
Trend dönüşleri genelde uzun zaman gerektirirken, ada dönüşleri daha kısa
zamanda oluşmaktadır. Bu dönüşler genelde işlem hacmi düşük olan, derinliği
olmayan hisse senetlerinde görülmekte, endekslerde ise bu formasyona nadiren
rastlanılmaktadır.
3.3.2. Bollinger Bantları
Bollinger Bantları, John Bollinger tarafından 1980’li yıllarda tasarlanmış
olup, hareketli ortalamaların19 yukarı ve aşağı yönde standart sapma değeri kadar
kaydırılması ile elde edilir. Hareketli ortalama için varsayılan periyod değeri 20,
standart sapma değeri 2’dir. Standart sapma değeri periyodun süresine göre
değişebilir, örneğin 40 periyodluk bir ortalama kullanıldığında standart sapma değeri
2.1 olabilir (Kabakçı, 2009:87-88).
19
Hareketli ortalamanın n gün için hesaplanması, son n günlük fiyatların toplanarak n’ye bölünmesi
ile hesaplanır. Formülsel olarak:
= ( + − 1 + − 2 + ⋯ . . + − )/
97
Bollinger
bandı
kısaca
piyasanın
oynaklık
göstergesidir,
piyasanın
volatilitesine göre kendini ayarlar. Bu nedenle oynak piyasalarda genişlerken, durgun
piyasalarda daralmaktadır. Amacı, düşük ve yüksek fiyatlar için göreceli de olsa bir
tanımlama sağlamaktır. Fiyatlar, Bollinger Bantlarının üstüne yakınsa yüksek, alt
bandına yakınsa düşüktür. Tanımlamalar olası formasyonların belirlenmesine
yardımcı olurken, diğer göstergelerle karşılaştırmalar yapmayı kolaylaştırır.
Bollinger bantlarında temel varsayım, piyasanın alt ve üst limitler içinde
kalacağıdır. Fiyatlar bantların dışına çıktığında var olan trendin devam edeceği kabul
edilir. Ama; bantların içinde gerçekleşen tepe veya dip noktalarının ardından,
bantların dışında oluşacak tepe veya dip noktaları varsa, trendin yön değiştireceğine
dair bir işaret olabilir. Bir banttan başlayan hareket, diğer bir banda kadar sürme
eğilimi gösterir, bu da fiyatların belirlenmesinde kullanır. Bollinger Bantlarının
hesaplanması şu şekildedir:
Orta Bollinger Bandı = 20 Günlük Hareketli Ortalama
Alt Bollinger Bandı = Orta Bollinger Bandı – 2 Standart Sapma
Üst Bollinger Bandı = Orta Bollinger Bandı + 2 Standart Sapma
Bollinger’in ürettiği bir diğer gösterge, Bant Genişliği göstergesidir. Bant
genişliği, alt ve üst bandın hareketli ortalaması olarak hesaplanan orta bandın yüzdesi
olarak hesaplanır. Grafiklerde bant genişliği histogram olarak gösterilir. Histogramın
tepe ve dip noktalarının belirlenmesi için üzerine hareketli ortalamaların çizilmesi sık
kullanılan bir yöntemdir (Kabakçı, 2009:87-88).
3.3.3. CCI (Mal Kanal Endeksi)
Mal kanal endeksi, Amerikalı Donald Lambert tarafından geliştirilen ve
yaygın olarak kullanılan indikatörlerden biridir. Aslen emtia için düşünülen ve
geliştirilen bu gösterge, rahatlıkla hisse senetleri için de kullanılabilmektedir. Diğer
indikatörlerde olduğu gibi, aşırı alım ve satım bölgelerinin hesaplanması için
kullanılır. Pratikte, CCI, ADX osilatörü ile beraber kullanıldığında daha kesin
sonuçlar vermektedir.
98
Gösterge hesaplanırken kapanış fiyatları kullabilir ancak; en başarılı
uygulama, en yüksek, en düşük ve kapanış fiyatlarının ortalaması alınarak
hesaplanan, orta fiyatın kullanılmasıdır. Göstergede aşırı alım sınırı +100 ve aşırı
satım sınırı -100’dür. Her gün için hesaplanacak sapma değeri aşağıdaki gibi
hesaplanır (Kabakçı, 2009:91):
= |
−
ı ℎ
ı|
Bulunan değer negatif işaretliyse bile pozitif olarak kabul edileceğinden
formül mutlak değer içine alınmıştır. Sapma ortalamasının hesaplanması da, her gün
için hesaplanan sapmaların gün sayısına bölünmesi ile bulunur.
ı=
/ ü ı ı
Ortalama sapmalardan sonra CCI hesaplanmasına geçilebilir.
=
/
ı 0.015
0.015 burada sabit bir sayıdır. CCI pozitif veya negatif işaretli olabilir.
CCI’nın verdiği sinyali yorumlamanın farklı biçimleri bulunmaktadır.
Şekil 20: CCI
Kaynak: Grafik, NetDania Financal Charts yardımı ile, Dow Jones endeksinin haftalık
fiyatları ile çizilmiştir. CCI program yardımıyla yerleştirilmiştir.
99
CCI’nın düzleştirilmesi için hesaplanan hareketli ortalama, CCI’yı aşağıdan
kesiyor ise al sinyali, yukarıdan kestiğinde ise sat sinyali olarak yorumlanır. Burada
alımlar satım sinyali ile, satımlar ise alım sinyali ile kapatılır.
CCI’nın üzerine çizelecek olan trend çizgileri, fiyat grafiğinin üreteceği
sinyallerden daha çabuk sonuç verdiğinden analizde kullanılması yararlıdır. CCI
üzerine aşağı trend çizgisi yukarı trend çizgisini kestiğinde alım sinyali, tam tersi
olarak yukarı trend çizgisi aşağı trend çizgisini kestiğinde satım sinyali gelmiştir.
3.3.4. Osilatörler
Osilatörler, piyasanın aşırı alım ya da aşırı satım bölgesinde olup olmadığını
belirleyen göstergelerdir. Fiyat grafiğinin altına çizilirler. Bir osilatör, yukarı uca
eriştiğinde aşırı alım bölgesinde, aşağı uca eriştiğinde aşırı satım bölgesindedir.
Fiyatların yapay bir bant içinde dolaştığı, trendlerin henüz oluşmadığı (veya
trendlerin iyi sonuç vermediği) piyasalarda kullanımları oldukça yararlıdır. Ancak
kullanımları yalnızca bu yatay piyasalarla sınırlı kalmamaktadır. Trend sahibi
piyasalarda da fiyat grafikleriyle bağlantılı kullanıldıklarında, kısa dönemde aşırı
alım, aşırı satım gibi uç noktaların sinyallerini vermekte ve trendlerin momentum
kaybetmeye başladığı zamanlarda bir uyarı niteliği taşımaktadır (Kabakçı, 2009:97).
Teknik analizde kullanılan pek çok osilatör bulunmaktadır. Çalışmanın
ilerleyen bölümlerinde, bunlardan en çok kullanılanlardan bazıları incelenecektir.
Ancak, bütün osilatörler için genel-geçer denebilecek bazı durumlar bulunmaktadır
(Kabakçı, 2009:97-100):

Genel bir kural olarak, bir osilatörün kendi aşağı veya yukarı sınırına
ulaşması, fiyat hareketlerinin çok fazla ilerlemiş olduğunu, bu nedenle bir tür
düzeltme ya da ertelemenin geleceğini gösterir.

Bazı osilatörlerde yatay bir orta değer vardır. Kullanılan formüle bağlı
olarak bu orta çizgi sıfır değeri alır. -1 ile +1 arasında ve 0 ile 100 arasında uzanan
osilatörler de mevcuttur.

Bir osilatörü yorumlamanın en kolay yolu, orta değer üreten bir sınır
çizgisi kullanmaktır. Bu çizginin üstünde alım, altında ise satım yapılır. Momentum
100
grafiklerinde en sık kullanılan yöntem budur. Sıfır çizgisi aşağı trendlerde direnç,
yukarı trendlerde ise destek rolündedir.

noktalarının
Osilatör kullanımının diğer bir yolu, ekstrem band analizleri ya da
belirlenmesidir.
Osilatör
bantlarının uçları,
piyasanın
ekstrem
noktalarına işaret ederek uyarıcı karakteri kazanmaktadır.

Osilatör analizinin üçüncü ve en iyi sonuç veren yolu uyumsuzlukları
gözlemektir. Bir uyumsuzluk, osilatör çizgisi ve fiyat çizgisinin birbirinden ayrıldığı
ve zıt yönlere hareketin başladığı durumu göstermektedir. Uyumsuzluk analizi için
önemli bir gereklilik, uyumsuzluğun osilatörün uç değerlerinde ortaya çıkmış
olmasıdır.

Bir yukarı trendde en çok rastlanılan uyumsuzluk, fiyatlarda çıkış
mevcutken osilatörün fiyat hareketini izlememesidir ve negatif uyumsuzluk olarak
adlandırılır. Bir aşağı trendde ise, osilatör fiyat hareketlerinin oluşturduğu yeni tabanı
onaylamaz. Böylece ortaya pozitif bir uyumsuzluk ortaya çıkar ve kısa dönemde
yukarıya doğru bir tepki hareketinin ortaya çıkabileceğinin uyarısını vermiş olur. Her
iki durumda da osilatörler ikilit tepe veya ikili tabana benzemektedir.

Osilatörlerin ikinci bir biçimi, osilatör çizgisinin fiyattan önce bir tepe
ya da tabanı geçmesidir. Trendin yönüne bağlı olarak osilatörde yukarı veya aşağı
doğru bir hareketlenme görünür. Örneğin, osilatör aniden önemli bir tabanın daha da
altına düştüğünde bu, trendin aşağı yönde bir eğim kazanacağının göstergesidir.
Diğer işaretlerle desteklendiğinde, osilatörler trendlerin değişim noktaları hakkında
ipuçları verirler.
3.3.4.1. Stokastik
Bu gösterge, George C. Lane tarafından bulunmuştur. Mühendislik ve
istatistikte önemli yer tutan bu kavram, teknik analizcilerce aşırı alım-satım
bölgelerinin belirlenmesinde kullanılan, özel bir momentum osilatörüdür. Stokastiğin
amacı, seçilmiş bir zaman döneminin fiyat aralığının, en son gerçekleşen kapanış
fiyatı ile ilişkisini belirleyebilmektir. Stokastik, fiyatlar artarken kapanış fiyatının
işlem aralığının yukarısına doğru kapatma eğiliminde olduğu gözlemine dayanır.
101
Bunun tersi olarak aşağı-trendlerde kapanış fiyatları, işlem aralığının aşağılarına
yakın bir yerde olma eğilimindedir (Kabakçı, 2009:93).
Stokastikte %K ve %D ismi verilen iki değer hesaplanır. %K temel değer,
%D ise sinyal olarak kullanılır. Hızlı stokastik ismi verilen yöntemde değerlerin
hesaplanması (Karan, 2001:521):
K : Hızlı stokastik değeri
%
= 100 −
−
C: Kapanış fiyatı
Ln : Son n periyodun en düşük fiyatı
Hn : Son n periyodun en yüksek fiyatı
%D (hızlı) değeri ise elde edilen %K değerinin 3 periyodluk hareketli
ortalaması olarak hesaplanır. %K tipik olarak kesiksiz siyah çizgiyle, %K’nın
hareketli ortalaması olan %D ise çoğunlukla kesik bir çizgi ile gösterilir. Hızlı
stokastik çok fazla salınıma sahip olduğu için, yatırımcılar tarafından fazla tercih
edilmez. Bunun yerine, yavaş stokastik adı verilen değer kullanılır. Yavaş stokastiğin
hesaplanması (Kabakçı, 2009:93):
%
= % (Hızlı)
% =
ş%
ı 3
ı
Yavaş stokastik parametre değerleri tipik olarak 14, 3, 3 olarak alınır.
Stokastik osilatörü 0 ile 100 arasındadır. Gösterge üzerine, aşırı alım ve
satımı gösteren, biri altta diğeri üstte olacak şekilde iki paralel çizgi yerleştirilir.
Teknik analizciler, stokastik osilatörü belli bir sınırın üzerine çıktığında satış, belirli
bir sınırın altına indiğinde ise alım yapar. En yaygın kullanılan aşırı alım ve aşırı
satım sınırları 80 ve 20'dir. Ancak bu sayılar genel bir kural olmaktan uzaktır.
Analizi yapılan farklı finansal varlıkların farklı sınırları mevcuttur.
Aşırı alım ve satım bölgeleri arasında stokastik osilatörün yönüne göre fiyat
trendi hakkında tahmin yapılabilir. Stokastik osilatörünün 80 sınırının üzerine
çıkması, yukarı trendin hızlanacağı anlamına gelir. Satım sinyali, stokastik eğrisi
aşırı alım bölgesinde tepe yaptıktan sonra, aşırı alım sınırını aşağı doğru kırdığı
zaman görülür. Gösterge bu seviyeden itibaren, genellikle orta bant olarak kabul
edilen 50 değerine yaklaştıktan sonra bir tepki çıkışı verir. Talebin yüksekliği
102
göstergenin yeniden üst sınırın üstüne çıkmasını sağlar. Bu durumda yeniden alım
tavsiye önerilir; ancak yüklenilecek olan risk daha yüksektir (Kabakçı, 2009:94).
Göstergenin aşırı satım bölgesine girmesi durumunda ise, yukarıdaki
kuralların tam tersi geçerlidir. Sınırın 20’nin altına düşmesi, aşağı trendin daha da
düşeceği olarak yorumlanır. Alım sinyali, stokastik eğrisi aşırı satım bölgesinden
tabanın altına inmesinin ardından, aşırı satım bölgesini de kırdıktan sonra görülür.
Gösterge bu seviyeden itibaren, orta bant değerine yaklaştıktan sonra bir tepki inişi
verir. Burada yeniden satım yapılmalıdır, ancak risk ilk duruma göre daha yüksek
olacaktır.
Alım satım sinyalleri için, bir çok analizci %K ve %D eğrilerinin kesişimini
kullanır. Aşırı alım bölgesinde %K’nın, %D’yi üstten kesmesi satım, aşırı satış
bölgesinde %K’nın %D’yi alttan kesmesi ise alım sinyali olabilir, ancak grafiklerde
kesişme sayısı çok fazla olduğundan, yanıltıcı sinyallerin sayısı da bir o kadar fazla
olacaktır. Bu sinyallerin doğruluğu diğer yöntemlerle beraber kullanılarak
sağlanmalıdır (Kabakçı, 2009:94).
Bazı analizciler, stokastik osilatörü grafiğinin tepe ve dip noktalarıyla, fiyat
grafiğinin tepe ve dip noktalarını karşılaştırarak, gelecekteki fiyatların yönü hakkında
tahminlerde bulunurlar.
Stokastik osilatörü ile elde edilen önemli bir uyarı da, stokastik eğrilerin aşırı
alım ve aşırı satım bölgelerinde kesişmesinden sonra gelen aykırılıklardır. Bunlar iki
şekilde oluşabilir. Birincisi, stokastik eğrilerin (Yavaş %K ve %D) aşırı alım
bölgesinde kesişmesinden sonra ortaya çıkan, fiyatların düşeceğine işaret eden
olumsuz (nagatif) ıraksama, diğeri ise aşırı satım bölgesinde görünen ve fiyatların
yükselme trendine geçeceğini gösteren olumlu (pozitif) ıraksamadır (Kabakçı,
2009:95).
103
Şekil 21: Stokastik Osilatörü
Kaynak: Grafik, NetDania Financal Charts yardımı ile, Dow Jones endeksinin haftalık
fiyatları ile çizilmiştir. CCI program yardımıyla yerleştirilmiştir.
Olumsuz ıraksamalarda, fiyat grafiğinde küçük tepeler hep daha yukarıya
çıkmakla beraber, stokastik bir önceki tepeyi aşamaz. Bu durum fiyatlardaki
yükselişin yakında biteceğini göstermektedir. Aynı durum dip noktaları için de
geçerlidir. Olumlu ıraksamalarda ise, stokastik grafiği fiyat grafiğine uyum
sağlayamamaktadır. Bu, fiyatın gitmekte olduğu yönden döneceği anlamına
gelmektedir. Fiyat grafiği aşağı giderken stokastiğin yukarı dönmesi pozitif ıraksama
olarak ele alınır ve düşüşün sona ermekte olduğunu, bir yükseliş olasılığını gösterir
(Kabakçı, 2009:95).
3.3.4.2. Relatif Güç Endeksi (RSI)
Relatif Güç Endeksi en çok kullanılan osilatörlerden biri olup, J. Welles
Wider tarafından 1978’de ortaya atılmıştır. İki hisse senedinin relatif gücünü değil,
tek bir hisse senedinin kendi iç gücünü ifade etmek için kullanıldığından, iç güç
endeksi demek belki de daha doğru bir ifade olacaktır. Hesaplanmasında aşağıdaki
formül kullanılır (Karan, 2001:520):
104
U: Yukarı fiyat değişiminin ortalaması
= 100 − D: Aşağı fiyat değişiminin ortalaması
RSI sinyallerini farklı şekillerde yorumlanabilir. 100’e yaklaştığı bölgeler
aşırı alımı, 0’a yaklaştığı bölgeler ise aşırı satımı gösterir. Bu bölgeler aşıldığında,
RSI, fiyat grafiklerinden daha önce tepki verdiğinden, geri dönüş beklenmelidir.
Uygulamada, RSI’nın üst ve alt sınırları, sırasıyla 70 ve 30 olarak kabul edilmiştir.
Açıklamak gerekirse, RSI 30 değerini gördüğünde alım sinyali, 70 değerini
gördüğünde ise alım sinyali olarak yorumlanır (Kabakçı, 2009:87). RSI’da orta band
50 kabul edilmiştir.
Aşırı alım ve satım bölgelerinde, RSI’nın yönüne göre fiyat trendi hakkında
tahminleme yapılabilir. Değerin 70 sınırına ulaşması, yukarı trendin hızının arttığı ve
aşırı alım bölgesinde bulunduğı için her an trendin yönünün değişeceği şeklinde
algılanır. Satım sinyali, RSI’nın aşırı alım bölgesinde tepe yaptıktan sonra, aşırı alım
sınırını aşağı yönde kırdıktan sonra oluşur. Gösterge genellikle orta bant değerine
yaklaştıktan sonra bir tepki çıkışı verir. Talep yüksekse, gösterge yeniden üst sınıra
yaklaşma eğilimi gösterir. Bu durumda alımlara yeniden başlanması önerilse de, riski
ilk duruma göre daha yüksektir (Kabakçı, 2009:87). Göstergenin aşırı satım
bölgesindeki yorumu da yukarıdaki açıklamaya paralel olarak yapılır.
RSI’nın fiyat grafikleriyle uyuşmadığı durumlar, uyumsuzluk olarak
adlandırılır ve RSI’nın önemli göstergelerinden biridir. Fiyatlar yükselerek yeni
zirveler yaparken gösterge önceki zirveleri geçemiyorsa, uyumsuzluk söz konusudur.
Bu durum bir güç kaybı ve fiyatlarda muhtemel bir geri dönüş olarak yorumlanır.
Aynı şekilde, fiyatlar dip yaparken RSI bunu takip ediyor ancak fiyatlar ikinci kere
dibi gördüğünde RSI yeni bir dip yapmıyor, bir önceki dip seviyesinin üzerinde
kalıyorsa, ortada bir uyumsuzluk bulunmaktadır. Bu gibi durumlarda yeni bir trendin
oluşma
olasılığı
vardır.
RSI
indikatöründe
uyumsuzlukların
oluşumu
ve
yorumlanması önemli bir yer tutar (Kabakçı, 2009:87).
Bazı teknik analizciler, alım/satım sinyallerini sağlamak amacıyla basit
hareketli ortalama kullanılmasını önerirler. Güvenilirlik açısından uzun vadeli
fiyatların ortalamalarının kullanılması gerekmektedir. RSI sinyali basit hareketli
105
ortalamayı aşağıdan yukarıya kestiğinde alım, yukarıdan aşağıya kestiğinde ise satım
sinyali olarak algılanır.
Şekil 22: RSI
Kaynak: Grafik, NetDania Financal Charts yardımı ile, Dow Jones endeksinin haftalık
fiyatları ile çizilmiştir. RSI, program yardımıyla yerleştirilmiştir.
3.3.4.3. Hareketli Ortalamalar Yakınlaşması-Uzaklaşması
Kısaca MACD olarak bilinen, 1979 yılında Gerald Appel tarafından
geliştirilmiş olup, aşırı alım ve aşırı satım durumlarının ve trendin yönünün
belirlenmesinde kullanılan bir osilatördür. Göstergenin temelinde biri yavaş, diğeri
hızlı olmak üzere iki ayrı üstel hareketli ortalama20 yatar. Göstergenin yaratıcısı
Gerard Appel’e göre, 12 günlük üssel hareketli ortalamadan, 26 günlük üssel
hareketli ortalamanın çıkarılması ile elde edilir. MACD, hem trend takip edici, hem
de indikatör olarak kullanılabilen, güvenilir bir osilatördür.
HÜHO: Hızlı üstel hareketli ortalama
= Ü
( )− Ü
( )
YÜHO: Yavaş üstel hareketli ortalama
20
Üstel hareketli ortalamalar, yakın verilere daha
hesabaaralıkları
katmakla beraber bütün veri noklarının
m,n:çok
Zaman
kullanılmasıyla hesaplanır.
2
Ü
=Ü
+
( −Ü
)
+1
106
MACD değerleri bu formülle elde edildiğinde, ortaya çıkan sonuçlar bir
histogram olarak ifade edilir. İki hareketli ortalamanın birbirini kestiği noktalarda
MACD değeri sıfırdır. Hızlı ortalama, yavaş ortalamanın üzerinde ise, MACD pozitif
değer taşır. Bu durum fiyatların yükseldiğini, yani piyasanın yukarı trend içinde
olduğunu göstermektedir. Yavaş ortalama, hızlı ortalamanın üzerinde ise MACD
değeri negatiftir, fiyatlar ortalamadan daha hızlı bir biçimde düştüğünden piyasanın
aşağı trend içinde olduğunu gösterir (Kabakçı, 2009:84).
MACD pozitif tarafta alçalıyorsa piyasa hala yukarı trenddedir ancak, trend
kuvvetini yitirmektedir. Aynı şekilde, MACD negatif trendde yükseliyorsa, aşağı
trend halen mevcuttur, fakat trend gücünü kaybediyordur. Sıfır çizgisine yakın
hareketler piyasanın trendsiz olduğunu gösterir (Karan, 2001:522).
Şekil 23: MACD
Kaynak: Grafik, NetDania Financal Charts yardımı ile, Dow Jones endeksinin haftalık
fiyatları ile çizilmiştir. MACD, program yardımıyla yerleştirilmiştir.
Bütün bu yorumlar, trendin yönünün ve şiddetinin MACD’in histogramına
bakılarak yapılır. Ancak alım satım sinyalinin zamanlanması için farklı bir
hesaplama yapılmalıdır:
=
ü
ℎ
ı
107
Sinyal çizgisi, MACD’deki dalgaları düzleştirerek MACD’nin tepe yapıp
yapmadığını gösterir. İki hareketli ortalamının verdiği histogram sayesinde, alım
satım sinyalleri hareketli ortalamadan daha önce oluşur (Kabakçı, 2009:85).
3.3.4.4. Ortalama Yön Endeksi (ADX)
J. Welles Wilder tarafından geliştirilen bu gösterge, yukarı ya da aşağı trendin
gücünü ölçmek için kullanılır. Fiyat hareketlerinin belirli bir trend içinde olup
olmadığını gösteren en iyi göstergelerden biridir. Diğer teknik analiz yöntemlerine
kıyasla fazla kullanılmamasına karşın, yanlış sinyalleri filtrelemesi açısından da
önemlidir. (Kabakçı, 2009:96). Daha güvenli kararların verilmesine yardımcıdır.
Şekil 24: CCI ve ADX
Kaynak: Grafik, NetDania Financal Charts yardımı ile, Dow Jones endeksinin haftalık
fiyatları ile çizilmiştir. CCI (mavi) ve ADX (yeşil), program yardımıyla yerleştirilmiştir.
ADX, 0 ile 100 arasında gidip gelen bir osilatördür, ancak 60 üstü değer
alması nadiren görülmektedir. 20’nin altındaki düşük değerler zayıf bir trende işaret
eder. 40’un üstü ise yüksek kabul edildiğinden bu seviyedeki trendler güçlü kabul
edilir. Ancak bu göstergenin ayı ya da boğa piyasasına işaret ettiği izlenimine
kapılmak yanlış olur. ADX yalnızca, piyasanın bir yön tutup tutmadığı hakkında
108
bilgi verir, bu osilatöre bakılarak piyasanın hangi yönde hareket edeceği hakkında
yorum yapılmaz. ADX değeri ne kadar güçlü ise trend de o kadar güçlüdür. Değerin
düşük seviyelerden yükselmesi, yeni bir trendin doğacağı anlamına gelirken, yüksek
seviyelerden düşmesi, piyasanın bir süre için konsolidasyon dönemine gireceğine
işarettir (Kabakçı, 2009:96).
3.4. KONUT BALONUYLA BAŞLAYAN KÜRESEL KRİZ
Piyasalardaki şiddetli büyümenin başlaması, konut balonunu (veya herhangi
bir balonu) tetikleyen ilk önemli etken olarak ortaya çıkmaktadır. Spekülatörler gayri
menkulleri alıp küçük parçalara bölerek, hisse senedi gibi satış yapıp karlarını kısa
sürede arttırmışlardır. Yeni teknolojik gelişmelerin ortaya çıkardığı fırsatların
cazibesine katılan halkın Wall Street’te neredeyse kumar sayılacak yatırımlar
yapması balonu şişiren bir diğer etmendir.
Hükümet ve FED ise spekülatif dalgayı durdurmak yerine, yarattığı yeni
kredi olanakları ve finansal araçlarla balonu büyütmüştür. Ekonomistlerin çoğu,
piyasanın kendi kendini düzelteceğini öne sürerek devlet müdahelesine karşı
çıkmıştır.
Çöküş gerçekleştiğinde bir sürü köklü firma bir gecede batmış, ülke
genelinde yapılan yolsuzluklar, gizli anlaşmalar ortaya çıkmıştır. Borsa çökerken
ödenemeyen kredi yığınları da birikmektedir. Tüketiciler taleplerini kıstıklarından
büyük bir durgunluk dönemi başlamıştır. Bu noktada, ABD’de başlayan kriz
yayılarak diğer ülkeleri de etkisi altına almaya başlamıştır.
Bütün bunlar 2008’de yaşanan ABD konut krizini anımsatmakla beraber,
aslında 1929 yılında gerçekleşmiş Büyük Buhran’daki gelişmelerdir. 2008 krizinde
olduğu gibi, Büyük Buhran’da da gayri menkul piyasasındaki ve borsadaki
spekülatüf balonlar, yetersiz ekonomik düzenlemeler, teknolojik ve finansal
sistemdeki yeniliklerin getirdiği coşkunun yarattığı balon patladığı zaman, finansal
sistemin çökmesine, reel ekonomide gerilemeye ve dünya çapında bir duraklamaya
neden olmuştur (Buluş ve Kabaklarlı, 2010:2-3).
Modern kapitalizmin tarihine bakıldığında, krizlerin istisna değil, standart
olduğu görülür. Bu, bütün krizlerin aynı olduğunu söylemek değildir. Borç krizleri,
109
finansal sektördeki zayıflıklar, uygulanan yanlış ekonomi politikaları ve hatta
savaşlar krizlere neden olabilir. Yine de, dikkatle incelendiğinde, çoğu krizin belli
aktif varlıkların, fiyatların asıl değerinin çok üzerinde yükseldiği bir balonla
başladığı görülür. Bu balonlar, genellikle, yatırımcılar yükselişten pay almak için,
gereğinden fazla borca girmeleriyle iyice şişerler. Bu durum, finansal sistemin
yeterince sıkı olmayan düzenlemelerinden veya somut teknolojik gelişmelerden
(örneğin demiryolunun icadı, internetin bulunuşu gibi) dolayı olabilir.
Yükseliş nasıl başlarsa başlasın, bir varlık grubu, yoğun spekülatif ilginin
odağı haline gelir. Talep gören varlık herhangi bir şey olabilir, ancak hisse senetleri,
konut ve gayri menkuller, en yaygın olanlarıdır. Böylesi başlangıçlarda, finansal
felaketler öngörülebilir bir yolda ilerler. Krediler ucuzlaşıp bollaştıkça, talep gören
varlığın satın alınması da o kadar kolaylaşır. Talep arzın üzerine çıkarak fiyatların
yükselmesini sağlar. Ama bu sadece başlangıçtır. Balonun merkezindeki varlıklar,
genelde teminat olarak gösterilebilen varlıklardır. Teminlerin fiyatı da balonla
beraber yükseldiğinden, her gün daha fazla borçlanılır. Diğer bir değişle, finansal
varlığın kaldıraç gücünden yararlanılır (Roubini ve Mihm, 2012:25-27).
Böylesi bir dinamik, ekonomide kısır döngü yaratır. Ekonomi büyüdükçe
gelirler artar ve şirketler daha çok kar ederler. Riskler hakkındaki endişeler
neredeyse yokolur (Risk alma iştahı artar), borçlanma maliyetleri düşer, hanehalkı
harcamaları artar. Bir noktada, balona konu olan varlığın arzının, talebi aştığı
noktada, balonun büyümesi durur. Fiyatların yükselmeye devam edeceğine dair inanç
azalır ve borçlanmak giderek zorlaşır. Balonlar, devamlı borçlanmaya ve kolay
paraya ihtiyaç duyduklarından, bunların eksikliğinde fiyatlar düşmeye başlar, aşırı
yükseliş çöküşe dönüşür (Roubini ve Mihm, 2012:25-27).
Balonun kökenindeki varlık fiyatının düşmesi, panikle yapılan teminat
tamamlama çağırısını tetikler (margin call), kredi kullananlardan ek teminat ve/veya
nakit talep edilir. Bu, kredi kullananları, mal varlıklarını elden çıkarmaya kadar
zorlayabilir. Kısa sürede arz talebin çok üstüne çıkar, fiyatlar daha da düşer ve kalan
teminatların değeri dibe vurur. Durumdan kurtulabilmek amacıyla herkes daha
güvenli ve daha likit varlıklara yönelerek, balonun merkezindeki varlıktan uzak
durur. Böylece balon patlayarak paniği başlatır. Balon esnasında asıl fiyatının çok
110
üzerine çıkan varlık, çöküş sırasında da asıl değerinin oldukça altına iner (Roubini ve
Mihm, 2012:25-27).
Bu model 2000’lerden başlayarak ABD ekonomisinde işlemiştir. Konut
fiyatları artmaya başladıkça, hanehalkları teminat olarak kendi evlerini göstererek
kredi kullanmışlardır. Aldıkları borçlarla ev dekorasyonu, hatta ikinci bir konut gibi
balona katkı sağlayan yatırımlar yapmışlardır. Konut fiyatlarındaki artışlar, aynı
zamanda inşaat sektörünü tetikleyerek, ihtiyaçtan fazla konut üretilmesine ve
kaynakların atıl duruma gelmesine neden olmuştur. Aileler, ödeme olanaklarının çok
üzerinde harcama yapmaktadırlar. Bu dönemde, tasarruf oranları neredeyse yok
denecek kadar düşmüştür.
2007 ve 2008’de balon patladığında, ev sahipleri ipotekli konut kredilerini
ödeyemedikçe, bu kredilerle üretilmiş olan menkul kıymetlerin değerleri hızla
düşmeye başlamıştır. Bankalar kredi vermeyi kesmiş, böylece bütün ekonomiye
yayılan bir likidite ve kredi krizi sorununu tetiklemişlerdir. Böylece, mevcut
kredilerini yenileyemeyen bireyler ve kurumlar, mal ve hizmetlere çok az harcama
yaparak, ekonomide küçültme yaratmışlardır. Finansal sektörde başlayan bu kriz,
yayılarak reel ekonomiye de yansımıştır (Demir ve diğerleri, 2008:14-15).
Konut kredisi (Mortgage) sistemi, uzun vadeli konut kredilerinin, finansal
tekniklerle desteklenmiş bir biçimidir. Taşınmaz malın ipotek altına alınması şartıyla
verilen bir tüketici kredisidir. Ödeme tamamlandığında ipotek de ortadan kalkar. Evi
satın alan kişi, önceden belirlenmiş bir miktarı, peşin olarak kredi veren kuruluşa
öder. Geri kalan kısmı ise, anlaşmaya bağlı olarak 15 ila 30 yıl arasında değişen bir
sürede aylık olarak, kira öder gibi geri ödenir. ABD’de 12 trilyon dolarlık bir hacme
ulaşan mortgage piyasası, sisteme kredi almak üzere başvuran bireyden, yatırım
bankaları ve hedge fonlarla uluslararası finans sistemine uzanan, oldukça karmaşık
bir sistemdir.
Süreç, ev sahibi olmak isteyen bireylerin, mortgage brokırına başvurarak,
çeşitli alternatifleri değerlendirmeleriyle başlar. Brokırlar, ülke çapında bankalardan
teklifleri değerlendirerek, en uygun olanları seçen aracılardır. Aynı zamanda, normal
koşullar altında, kredi alması zor veya imkansız olan kişilerin, kredi almasını
mümkün haline getirirler. Banka krediyi onayladığında, brokır da belli bir komisyon
alır. Bu sistemde, brokırların daha fazla kredi alabilmek için, müşterilerinin finansal
111
durumlarını makyajlamalarına sıkça rastlanmaktadır.
Tablo 3: Kriz Öncesi Konut Kredileri ve Menkul Kıymetleştirme Oranı
Yüksek
Yüksek
Riskli
Yüksek
Riskli
Kredilerin
Konut
Menkulleşme
Riskli
Kredilerin
Menkul
Kredileri
Oranı
Krediler
Oranı
Kıymetleştirme
Yıllar
Milyar $
(%)
Milyar $
(%)
Oranı (%)
2001
2215
60.7
160
7.2
60
2002
2885
63
200
6.9
61
2003
3945
67.5
310
7.9
65.5
2004
2920
62.6
530
18.2
79.8
2005
3120
67.7
625
20
81.3
2006
2980
67.6
600
20.1
80.5
Kaynak : Birdal, 2003:17-19
ABD’de, bireyler ekonomik durumlarına, daha önce kullandıkları kredilere,
bunları geri ödeme performaslarına ve buna benzer kriterlere göre, “çok riskli, riskli
ve risksiz” şeklinde sınıflandırmalara tabi tutulur. Bu sınıflandırma, kredi kullanırken
ödeyecekleri faiz oranlarını etkilemektedir. Düzenli işi ve mülkü olmayan bireyler,
çok riskli grupta olup normal şartlarda kredi kullanamazlar. Ancak bu grubun 2008
krizi öncesinde, yüksek faiz ve komisyon karşılığı kredi alıp kullandığı
bilinmektedir.
Mortgage piyasalarının en önemli özelliği, kredi veren kurumların, bu
krediler üzerinden belli bir pay aldıktan ve gerekli anlaşmalar imzalandıktan sonra,
krediyi ikincil piyasalara satmalarıdır. Menkul kıymetleştirme olarak bilinen bu
işlem, bankaların sahip oldukları kredi ve diğer alacakların, bazı kurumlara transfer
edilmesi yoluyla, menkul kıymet ihraç edilmesine dayanan bir finansman modelidir.
112
Krediler, genellikle özel yatırım bankalarına satılır ve buradan da tahvillere
dönüştürülerek dünya pazarlarına ihraç edilir (Demir ve diğerleri, 2008:3-10).
Konut krizinde rol oynayan bir diğer yatırım aracı ise, hedge fonlardır. Hedge
fonlar; yatırım amaçlı olarak kullanılabilen ve profesyonel yatırım idarecileri
tarafından yönetilen özel fonlardır (Warsh, 2007:2). Hedge fon şirketleri, genelde bir
portföy oluşturarak yatırımlarda bulunurlar ve portföylerini piyasalarda meydana
gelecek konjonktürleri etkisiz kılacak şekilde oluştururlar. Genellikle offshore21
merkezlerinde kurulmaktadırlar.
Bunun
nedeni,
yerine getirilmesi gereken
hükümlülüklerin daha az olmasıdır, yatırım portföylerini daha geniş bir alana
yayabilirler.
Hedge fonların yatırım stratejileri değişiklik göstermektedir. Risk/getiri
profilini yükseltmek için açığa satış, türev ürünlerin alım satımı ve kaldıraç
(borçlanma) kullanmak gibi pozisyonlar alırlar. Bu özellikleri ile hedge fonlar
oldukça
özel,
değişken
ve
açık
uçlu
bir
yatırım
ortaklığı
olarak
da
tanımlanabilmektedir (Chambers, 2008:5).
Hedge fonların başarısı, elde ettikleri pozitif getiri ile ölçülürken, geleneksel
yatırım fonlarının başarısı, belirlenmiş bir göstergeyle karşılaştırıldığında elde edilen
getiriyle ölçülmektedir. Bir hedge fon yöneticisinin kazancı, yönetim ve performans
ücretlerine bağlıdır (Chambers, 2008:6). Farklı yatırımcıların tercih edebileceği
çeşitli hedge fon türleri bulunmaktadır.
Bu
fonların,
finansal piyasalarda
arbitraj
imkanı
sayesinde
yanlış
fiyatlamanın önüne geçilmesini sağlaması, önemli birer likidite kaynağı olmaları gibi
olumlu özellikleri bulunmaktadır (Terzi, 2009:75).
Hedge fonlara hem kurumsal, hem de bireysel yatırımcılar yatırımda
bulunabilirler. Kurumsal yatırımcılar, sigorta şirketleri, üniversiteler, vakıflar,
emeklilik fonları ve bankalar gibi kurumlardır. Aşağıdaki tabloda, küresel çapta
hedge fon sayısı, değerleri ve coğrafi dağılımları verilmiştir.
21
Kıyı bankacılığı. Ülke dışında sağlanan fonların, yine ülke dışında kullanılmasını amaçlayan ve
sektörle ilgili her türlü yasa ve yönetmeliklerin dışında kalan serbest bankacılık, olarak tanımlanabilir.
113
Tablo 4: Hedge Fonlar
Coğrafi Dağılım(%)
Hedge Fon
Varlık Değerleri
Yıllar
Sayısı
Milyon $
Asya
Amerika
Avrupa
Diğer
2000
4800
408
-
-
-
-
2001
400
564
-
-
-
-
2002
5700
600
5
82
12
1
2003
7000
850
5
77
16
2
2004
8050
1050
6
72
21
2
2005
8500
1350
8
67
23
3
2006
9800
1750
7
66
24
3
2007
10500
2150
7
67
22
4
2008
9600
1500
6
68
23
3
2009
9600
1700
6
68
23
3
Kaynak: ISDA İstatistikleri
Hedge fonların çeşitli faydalarının olduğu inkar edilemese de, önemli birer
risk kaynağı oldukları göz ardı edilmemelidir. Bu fonların saldırgan yatırım
stratejileri ve önemli oranda yüksek getirili-yüksek riski yatırımları tercih etmeleri,
krizlerin tetikleyicisi olabilmektedir. Krugman, hedge fonların genel kanının aksine,
dalgalanmalardan kar elde ettikleri için çok riskli olduklarını ileri sürmüştür. Riskli
pozisyonlardaki yüksek getiri ihtimali, Krugman’a göre, yatırımcıların olması
gerekenden yüz kat fazla pozisyon almalarına neden olmaktadır (Krugman,
2010:128-129).
Joseph E. Stiglitz’e göre, Amerika’da meydana gelen 2008 krizi şaşırtıcı
olmaktan çok uzaktır. Likidite ve düşük faiz oranları içinde boğulmuş,
kısıtlamalarından kurtulmuş bir piyasa, küresel bir gayrimenkul balonu ve fırlamış
oranlarla riskli subprime kredilendirme ve yaygın olarak kullanılan hedge fonlar, çok
tehlikeli bir birleşimdir. Buna ABD bütçe açığı ve Çin’deki büyük dolar rezervleri
eklendiğinde, sonucun korkunç derecede çarpık olacağı açıktır (Stiglitz, 2012:39).
114
Stiglitz, küresel krizin anlaşılabilmesi için, konut balonundan daha önceye,
2000’lerde patlayan Nokta.com (Dot.com) teknoloji balonuna dönülmesi gerektiğini
söylemektedir. Bu balon, 1995-2000 arasında gerçekleşen spekülatif bir balondur.
Şirketlerin, öz değerlerini yeni internet teknolojilerini kullanarak arttırabilecekleri
düşüncesinden dolayı şişmiştir. İnternet teknolojileri yoluyla oluşturulacak yeni
marka bilincinin, gelecekte daha çok kar getireceği umuluyordu. Zarar edilen
dönemde masrafları karşılamak için de, değerleri borsada gittikçe şişen hisse
senetlerine güvenilmekteydi. Bu da her an patlamaya hazır bir borsa balonu
yaratmıştır (Balı ve Büyükşalvarcı, 2011:159-163).
Balonun patlamasıyla, ileri teknoloji yatırımlarının çoğu durma noktasına
gelmiştir. Mart 2001’de Amerika resesyon dönemine girmiştir. Bu dönemde
başkanlık yapan Bush ve Merkez Bankası Alan Greenspan’ın vergi indirimleri
politikası, Stiglitz’e göre hatalı bir uygulamadır.
Bu zaman aralığında gerçekleşen 11 Eylül saldırısı ve ardından yapılan
Afganistan ve Irak müdaheleleri, harcamalarını karşılamak amacıyla emisyon daha
önce görülmemiş boyutlara ulaşmıştır. Ekonomiyi düzenlemek istihdamda artışın
sağlanması ve uygulanan düşük faizler, zaten likidite içinde yüzen piyasayı konut
satın almaya iten çılgınlığa sürüklemiştir (Stiglitz, 2012:46).
Ekonomik krizin etkileri, ekonomik alanın önüne geçerek, değişik alanlarda
doğrudan ya da dolaylı etkiler doğurmuştur. ABD’de işsizliğin yaygınlaşmasıyla
dışlamalar öne çıkmış, göçmen ve göçmen asıllı yabancıların varlığına, düşmanca
yaklaşıma bir zemin hazırlamıştır. Kriz yoksulluğu, yetersiz beslenmeyi ve açlık
sorununu da beraberinde getirmiştir. Türkiye de Dünya’yı derinden sarsan bu krizden
hiç etkilenmeden çıkamamıştır. Bir sonraki bölümde, krizin Türkiye ekonomisine,
özellikle finansal piyasalarına olan etkisi incelenecektir.
3.4.1. Küresel Krizin Türkiye Ekonomisine Etkileri
Amerika’da konut kriziyle başlayan ve bütün Dünya’yı etkileyen küresel
krizin, Türkiye ekonomisinde neden olduğu etkiler, diğer ülkelerden oldukça farklılık
göstermektedir. Bunun nedeni, ABD, AB ve diğer ülkelerde krize neden olan türev
araçların, 2008 yılının ortalarından önce Türkiye’de varlık göstermemesidir. Hedge
115
fonlarla ilgili yasal düzenlemeler, ilk kez 2006 yılında yapılmasına rağmen, fonların
piyasada satışa çıkarılması, Haziran 2008’i bulmuştur. Ancak hedge fonlarla ilgili
bilgi düzeyinin finansal çevrelerde yetersiz olması, bu fonlara farklı bir yatırım
sınıfıymışçasına bakılması ve çok riskliymiş gibi algılanması, hedge fon talebinin
çok az olmasının nedenleri olarak sayılabilir (Çağıl ve Hosseini, 2011:10). Ayrıca,
2001 krizinin ardından alınan önlemlerin, 2008 krizinin etkilerini hafiflettiği
söylenebilir. Güçlü ekonomiye geçiş programıyla gelen, özellikle bankacılık
alanındaki iyileştirmeler, krizin etkilerini bir ölçü de olsa azaltmıştır.
Bütün bunlara rağmen, Türkiye 2008 krizinden tamamen zarar görmeden
kurtulamamıştır. 2007’den itibaren görülmeye başlanan durgunluk, bu dönemde
yaşanan genel seçimler, anayasal yargı sürecindeki sıkıntılar, cumhurbaşkanlığı
seçimleri gibi siyasal hareketlerle ilişkilendirilmekteyse de, iktisadi nedenleri
görmezden gelinemez.
2008 krizinin Türk ekonomisine etkisi, Türkiye’nin yüksek dış borçlanma
oranları nedeniyledir. Artan belirsizlik ortamında, risk algılamalarının bozulmasının
ve güven kaybının etkisiyle, kredi piyasasında kaynak akışının durması, gelişmiş ve
gelişmekte olan ülke ayrımı olmaksızın, iktisadi faaliyetlerde keskin bir yavaşlama
yaşanmasına neden olmuştur (Yörükoğlu, 2009:1).
Orta Vadeli Programa (2010-2012) uygun olarak hazırlanan 2009 yılı Katılım
Öncesi Ekonomik Programı, küresel krizin ekonomi üzerindeki olumsuz etkilerinin
ve geleceğe ilişkin belirsizliğin sürdüğü bir dönemde hazırlanmış olup, Türkiye
ekonomisini, dış ticaret, finansman ve beklenti kanalları açısından etkilediğini
vurgulamaktadır (DPT KEP, 2009:1).
Bu bölümde, krizin Türkiye ekonomisine olan etkileri, temel ekonomik
göstergelerden, BIST 100 endeksi ve GSYH’da yaşanan değişim, işsizlik, enflasyon
ve faiz oranları, dış ticaret göstergeleri, tüketici ve reel kesim güven endeksi, imalat
sanayi kapasite kullanım oranı ile, iç ve dış borç rakamlarında yaşanan gelişmeler
çerçevesinde, daha detaylı olarak ele alınacaktır. Krizin küreselleşerek Türkiye’nin
finansal piyasalarına etkisinin teknik analizle incelenmesi, bir sonraki bölümde
yapılacaktır.
Küresel krizin ilk kez ABD finansal piyasalarında başlayıp, buradan dünyaya
yayıldığı göz önüne alınarak, öncelikle BIST 100 endeksinin aylar itibari ile değişimi
116
üzerinde durulacaktır. Aynı endeksin teknik analiz yardımıyla incelenmesine, bir
sonraki bölümde yer verilecektir. Tablo 5’te 2000-2012 döneminde, BIST 100
endeksinin aylık kapanış fiyatları yer almaktadır.
2000’li yılların başında durağan seyir izleyen borsa, Kasım 2000 krizinin
etkisiyle düşerek yılı 9 139 değeriyle kapatmıştır. 2001 Ocak itibari ile biraz artış
görülse de, 2001 Şubat kriziyle, yıl içinde 8 396 değerine kadar gerilemiştir.
Ekonomiye yapılan müdahaleler sayesinde, 2003 yılının özellikle Ağustos ayından
sonra ekonomi toparlamış ve bu dönemden sonra borsa, yükseliş trendine girmiştir.
2004 yılı Aralık ayında 23 714 olan borsa endeksinin, dünya ekonomisinde
genişleme döneminin yaşandığı yıllarda yükselerek, 2007 yılında en yüksek 56 177
değerine çıktığı tabloda görülmektedir. Küresel krizin yaşandığı 2008 yılı ayları
itibariyle incelendiğinde, endeks değeri dalgalı bir seyir izlediği görülür. 2008 yılına
48 744 kapanış fiyatıyla başlayan endeks, krizin de etkisiyle önemli ölçüde değer
kaybederek, Aralık ayının sonunda 25 716 seviyesine düşmüştür. Düşüş eğilimi 2009
yılının Nisan ayına kadar devam etmiş, daha sonra toparlanma sürecine girmiş ve
izleyen aylarda sürekli artış göstererek yılı 50 275 endeks değeri ile kapatmıştır.
2010 yılında da genel olarak artış eğilimi sürmüş ve Nisan, Ağustos ve Ekim
aylarında borsa yeniden yükselmeye başlamıştır. 2011 ve 2012 yıllarında genel
eğilime bakıldığında, ekonominin toparlanma sürecinde olduğu görülmektle birlikte,
endeksteki yükseliş ve düşüşler, kriz öncesi yükseliş döneminin kapanmış olduğuna
işaret etmektedir.
117
Krizin, Avrupa Birliği ülkelerini ciddi bir şekilde etkilediği göz önünde
tutulduğunda, ihcatının yaklaşık yarısını bu ülkelerin oluşturduğu Türkiye’nin de
olumsuz etkilendiği kaçınılmaz bir sonuç olmaktadır. Tabloda, Türkiye’nin 20072011 aralığında, ihracat yaptığı ülkeler ve pay oranları görülmektedir.
Tablo 6: Ülke Gruplarına Göre Dış Ticaret (Milyon Dolar)
Mal
Yıllar
Diğer
Serbest
Mal
Diğer
Serbest
İhracatı AB-27 Ülkeler Bölgeler İthalatı AB-27 Ülkeler Bölgeler
2007
107.3
60.4
43.9
2.9
170.1
68.6
100.2
1.2
2008
132
63.4
65.6
3
202
74.8
125.8
1.3
2009
102.1
47
53.2
2
140.9
56.6
83.4
1
2010
113.9
52.7
59.1
2.1
185.5
72.2
112.5
0.9
2011
134.9
62.3
70
2.5
240.8
91.1
148.7
1
118
2007 (%)
100
56.3
41
2.7
100
40.3
58.9
0.7
2008(%)
100
48
49.7
2.3
100
37
62.3
0.7
2009(%)
100
46
52.1
1.9
100
40.1
59.2
0.7
2010(%)
100
46.3
51.9
1.8
100
38.9
60.6
0.5
2011(%)
100
46.2
51.9
1.9
100
37.8
61.7
0.4
Kaynak: Veriler TÜİK’ten alınmıştır.
AB ülkelerinden yapılan ithalatın toplam ithalat içerisindeki payında son
yıllarda gözlenen dalgalanmada, Türkiye’nin AB dışı ülkelerden ithal ettiği enerji
hammadde fiyatlarında gözlenen hareketler etkili olmuştur (DPT KEP, 2009:19).
2011’in özellikle son çeyreğinden itibaren,
ana ticaret
ortağı olan AB
ekonomisindeki sorunlar artmasına rağmen, Türkiye’nin ihracat performansının aynı
düzeyde kalmasının temel sebebi, ihracat pazarlarında çeşitlendirmeye yönelik
politikaların başarıyla uygulanmasıdır (DPT KEP, 2012:17).
Benzer şekilde 2007-2008 döneminde krizde olan AB-27 ülkerinden yapılan
ithalat verileri incelendiğinde, toplam ithalat içindeki payının 3,3 puan azalarak
yüzde 37’ye gerilediği görülmektedir. 2009 yılında, AB ülkelerine yapılan ihracatın,
toplam ihracat içindeki payı yüzde 46, AB ülkelerinden yapılan ithalatın, toplam
ithalat içindeki payı ise yüzde 40.1 olarak gerçekleşmiştir. 2010 yılı ve izleyen
yıllarda, ihracat rakamları krizin bozucu etkisinden kurtularak, düzelme eğilimine
girmiştir.
AB ülkelerinden yapılan ithalatın toplam ithalat içerisindeki payında son
yıllarda gözlenen dalgalanmada, Türkiye’nin AB dışı ülkelerden ithal ettiği enerji
hammadde fiyatlarında gözlenen hareketler etkili olmuştur. (DPT KEP, 2009:19)
2011’in özellikle son çeyreğinden itibaren,
ana ticaret
ortağı olan AB
ekonomisindeki sorunlar artmasına rağmen, Türkiye’nin ihracat performansının aynı
düzeyde kalmasının temel sebebi, ihracat pazarlarında çeşitlendirmeye yönelik
politikaların başarıyla uygulanmasıdır (DPT KEP, 2012:17).
Tablo 7: Seçilmiş Temel Göstergeler
119
Büyüme
Yıllar
Hızı
(%)
İthalat
Enflasyon (Milyon $)
İhracat
(Milyon $)
Net Dış
Ticaret
(Milyon $)
İhracat
/
İthalat
(%)
2002
6.2
29.75
51.554
36.059
-15.495
69.9
2003
5.3
18.36
69.34
47.253
-22.087
68.1
2004
9.4
9.32
97.54
63.167
-34.373
64.8
2005
8.4
7.72
116.774
73.476
-43.298
62.9
2006
6.9
9.65
139.576
85.535
-54.041
61.3
2007
4.7
8.39
170.063
107.272
-62.791
63.1
2008
0,9
10.06
201.964
132.027
-69.937
65.4
2009
-4.7
6.5
134.401
109.679
-24.729
72.5
2010
8.9
6.4
185.5
113.9
-71.661
61.4
2011
8.8
10.4
240.8
143.4
-105.934
56
2012
2.2
6.15
152.4
236.5
-84.056
64.5
Kaynak: Veriler TÜİK’ten alınmıştır.
Daralan dünya ekonomisi ortamında, Türkiye’nin dış ticaret hacmi önemli
oranda düşmüştür. Krizden AB ülkelerinin de ciddi şekilde etkilendiği ve
Türkiye’nin ihracatının büyük bölümünü AB piyasalarına gerçekleştirdiği yukarıda
ayrıntıları ile açıklandığından, bu durum şaşırtıcı olmamaktadır. Tabloda, 132 milyon
dolar olan 2008 yılı ihracat değerinin, 2009 yılında 109.6 milyon dolara gerilediği
görülmektedir. Başka bir şekilde söylemek gerekirse, ihracat 22 348 milyon dolar
azalmıştır. Aynı dönemde ithalat, 202 milyon dolardan, 134.4 milyon dolara
düşmüştür. Diğer taraftan, ithalatın ihracattan daha hızlı düşmesi sebebiyle, 2008
yılında %65 olan ihracatın ithalatı karşılama oranı, 2009 yılında %72.5’e
yükselmiştir. Avrupa Birliği ülkelerinin Türkiye’ye ithalatının azalması, bunda en
büyük etkendir. İhraç edebilmek için ithal etmek zorunda olan Türkiye ekonomisi, bu
daralmanın etkisiyle 2009 yılında %4.7 oranında küçülmüştür (Işık ve Duman,
2012:92). Aynı zamanda bu oran, son on yılda görülen en kötü değer olmaktadır.
120
Kriz esnasında, net sermaye çıkışlarının yaşanması, reel sektörün finansman
ihtiyacını karşılamasını zorlaştırmıştır. Bütün krizlerin en önemli özelliklerinden biri
olan belirsizliğin artması, ileriye dönük beklentilerin bozulmasına yol açarak,
tüketim ve yatırım kararlarını etkilemiş, bu durumun doğal sonucu olarak ekonomide
daralma yaşanmıştır (Işık ve Duman, 2012:89-90).
Enflasyon rakamları ele alındığında, 2002 yılında yaklaşık %30 düzeyinde
olan enflasyon oranı, 2005 yılında %7.72 seviyesine kadar gerilemiştir. Bu aralıkta
izlenen düşük enflasyon politikalarının, bir dereceye kadar etkili olduğu söylenebilir.
Ardından gelen yıllarda ise enflasyon, inişli-çıkışlı bir seyir izlemiştir. 2007 yılında
%8.39 olan oran, kriz yılında %10.06 seviyesine çıkmış, ekonomide yaşanan
durgunluğun da etkisiyle, krizi takip eden 2009 yılında %6.53 seviyesine
gerilemiştir. 2010 yılı oranı %6.40 düzeyinde gerçekleşmiştir. Aynı zamanda, krize
yaklaştıkça ve kriz yılı olan 2008’de belirlenen enflasyon hedefleri oldukça
sapmalıdır. Şekil 25’te de görüleceği üzere, 2008 yılı için hedeflenen enflasyon
değeri %4.0’dır. Bu da gerçekleşen değerin 6 puan altındadır.
Şekil 25: Hedeflenen ve Gerçekleşen Enflasyon (TÜFE %)
121
Kaynak: TCMB, TÜİK
Enflasyonda görülen bu hızlı yükelişin nedeni, küresel çapta risk almada meydana
gelen düşüşle Türk Lirasında oluşan değer kaybı ve 2008 yılının son çeyreğinde
ürünlerin fiyatında yapılan ayarlamalar olmuştur (TCMB, 2012:6).
Ekonomideki olumsuzlukları doğrudan yansıtan bir diğer gösterge, TCMB
gecelik faiz oranlarıdır. Lehman Brothers’ın batmasıyla, yeni bir dönemin habercisi
olan küresel kriz, bu gelişmenin öncesinde, çoğu gelişmekte olan ülkenin merkez
bankacılığı politikası olan, fiyat istikrarını koruma eğilimiyle izlenen enflasyon
hedeflemesi rejimini temellerinden sarsmıştır. Son yıllarda, kriz öncesinde uygulanan
geleneksel enflasyon hedeflemesi rejiminin tek aracı olan kısa vadeli faiz oranlarıyla,
hem enflasyon hedeflerinin tutturulmasının, hem de kriz ile birlikte ortaya çıkan
finansal riskler ile mücadele edilmesinin mümkün olamayacağı görüşü ağırlık
kazanmıştır. Gelişmekte olan ülke merkez bankaları, bu risklerin başında gelen
sermaye akımlarındaki oynaklığın olumsuz sonuçlarıyla mücadele etmek için,
sermaye kontrolleri ve makro-finansal riskleri azaltıcı tedbirler gibi araçları
kullanmıştır. Bazen çok kuvvetli, bazen de çok zayıf olan sermaye akımlarına karşı,
merkez bankaları tarafından yapılan döviz alım satımlarının ideal araç olmadığı
görüldükten sonra, bu araçlara alternatif olarak, kısa vadeli faiz oranlarının
öngörülebilirlik derecesinin değiştirilmesiyle, sermaye akımlarının dengelenebileceği
fikri ortaya atılmıştır (TCMB, 2012:3).
Avrupa borç kriziyle derinleşen küresel krizle birlikte, merkez bankaları,
esnek enflasyon hedeflemesi olarak tanımlanan ve fiyat istikrarının yanında, finansal
istikrarı da gözeten yeni bir yaklaşım benimsemiştir. 2010’un son çeyreğinden beri
uygulanan bu sistemde, TCMB ortalama fonlama faizi, günlük likidite yönetimi
araçları kullanılarak, gecelik borç verme ve borç alma faiz oranları arasındaki fark
olan faiz koridoru aralığında herhangi bir noktada oluşturulabilmektedir. Politika
duruşu, Para Politikası Kurulunun bir sonraki toplantısı beklenmeden, günlük olarak
yeniden düzenlenebilmekte, bu da TCMB’ye büyük esneklik kazandırmaktadır
(TCMB, 2012:4).
122
TCMB, küresel krizin ardından sermaye akımlarının arttığı dönemlerde faiz
koridorunun
genişliğini
değiştirerek,
politika
öngörülebilirliğinin
derecesini
belirleme imkânına sahip olmuştur. Faiz koridorunun geniş tutulması, kısa vadeli faiz
oranlarında
dalgalanmaya
izin
vererek
döviz
kurlarındaki
dalgalanmayı
azaltmaktadır (TCMB, 2012:4).
Şeki 26’da, bu yeni uygulama öncesi TCMB gecelik borç alma/borç verme
faiz oranlarının gelişimi yer almaktadır. Göstergeye göre, 2004 Şubat ayında %24
seviyesinde olan borç alma faiz oranı, 2006 Nisan ayına kadar sürekli gerileyerek,
%13.25 seviyesine inmiştir. Daha sonraki dönemde ise, dünya ekonomisinde yaşanan
sarsıntılardan sonra, Türkiye’de faiz oranları artmaya başlamış ve 2006
Temmuz’unda %17.5 düzeyine kadar yükselmiştir. Şubat 2008’de %15.25’e gerilese
de, Eylül ayında Lehman Brothers’ın batmasıyla şiddetlenen krizin etkisiyle Ekim
ayında tekrar %16.75’e çıkmıştır.
Şekil 26: TCMB Faiz Oranları
123
Kaynak: TCBM, 2012:6
İzleyen dönemde, daralan ekonomilerin canlanması için birçok ülkede olduğu
gibi, Türkiye’de de faiz oranları ciddi ölçüde indirilmiş ve Ekim 2009’da %6.75
düzeyine gerilemiştir. Şubat 2012 itibariyle söz konusu oran %5 düzeyindedir.
Şekilden de izlenebileceği gibi, borç alma faiz oranında yaşanan duruma benzer bir
eğilim, borç verme faiz oranları için de mevcuttur.
TCMB, 2010 yılının son çeyreğinden itibaren uygulamaya başladığı yeni
strateji çerçevesinde, söz konusu dönemde enflasyon oranlarının da olumlu düzeyde
olmasının
sağladığı imkân dâhilinde, makro finansal risklerin azaltılabilmesine
yönelik politikalar geliştirmiştir. Bu doğrultuda, geleneksel politika aracı olan bir
hafta vadeli repo ihalelerine ek olarak, zorunlu karşılıklar, faiz koridoru ve diğer
likidite politikaları aktif bir şekilde kullanıma sokulmuştur. Bu yeni politika
çerçevesinde, Kasım 2010’dan, Avrupa’da ekonomik belirsizliğin yoğunlaştığı
Ağustos 2011 arası dönemde, bir yandan kısa vadeli sermaye akımlarının
sınırlanması ve döviz kurundaki aşırı değerlenmenin önlenmesini hedeflemiş, diğer
yandan da yurt içinde krediler ve talebin daha kontrollü biçimde büyümesinin
sağlanmasıyla, iç ve dış talebin dengelenmesine odaklanmıştır (TCBM, 2011:3).
Bu dönemde, risk iştahının güçlü olması ve sermaye akımlarının kısa vadede
yoğunlaşması nedeniyle, Merkez Bankası faiz koridorunu aşağı doğru genişletmiştir.
Böylelikle, gecelik piyasada oluşan faiz oranlarının politika faiz oranından daha
düşük seviyede oluşmasına izin verilerek, gecelik piyasa faizlerinde aşağı yönlü
oynaklığın artırılması ve çok kısa vadeli sermaye girişlerinin azaltılması mümkün
olmuştur. Diğer taraftan, aynı dönemde aşırı kredi genişlemesini engellemek ve iç
talebi kontrol altında tutabilmek amacıyla, zorunlu karşılık oranlarında güçlü bir
artışa gidilmiştir. Ayrıca, bu dönemde açılan düzenli döviz alım ihaleleriyle, kısa
vadeli sermaye akımlarının mümkün olduğunca Merkez Bankası rezervlerinin
güçlendirilmesi amacıyla kullanılması hedeflenmiştir. Alınan bu tedbirler Türk lirası
üzerindeki aşırı değerlenme baskısının giderilmesini sağlamıştır. Başta Bankacılık
Düzenleme ve Denetleme Kurumu olmak üzere, diğer kurumların aldığı tedbirlerin
de katkısıyla, kredilerde 2011 yılının ortasından itibaren belirgin bir yavaşlama
124
gözlenmiştir. Sonuç olarak, talep kompozisyonu ve sermaye akımları arzu edilen
yönde değişmeye başlamış ve ekonomideki dengelenme süreci 2011 yılının
ortalarından itibaren başlamıştır (TCMB, 2011:4).
2011 yılı Ağustos ayına gelindiğinde, Avrupa’da büyüyen kamu borç sorunu
nedeniyle risk alma iştahının oldukça düştüğü görülmektedir. Risk iştahındaki
oynaklık, tarihsel anlamda en yüksek seviyesindedir. Bu sorun nedeniyle gelişmekte
olan ülkelerdeki sermeye çıkışlarının hızlanması üzerine, Merkez Bankası gecelik
borç alma faizi yükseltilerek faiz koridoru daraltılmış ve bankacılık sisteminin
likidite ihtiyacını azaltmaya yönelik olarak, Türk lirası zorunlu karşılıklarda bazı
düzenlemeler yapılmıştır. Döviz kurlarında dalgalanmaların önüne geçilmesi
amacıyla da bir takım likidite tedbiri alınmıştır. Küresel ekonomiye dair giderek
artan sorunların yurtiçi iktisadi faaliyet üzerinde durgunluğa yol açma riskini
azaltmak için de politika faizinde22 ölçülü bir indirime gidilmiştir (TCMB, 2011:6).
Şekil 27: TCMB Faiz Oranları (%)
22
Politika Faizi: Merkez Bankası'nın ilan ettiği gecelik, haftalık ve aylık bazda bankalara borç
verirken (repo fonlaması) tutturmaya çalıştığı faizdir.
125
Kaynak: TCMB, 2011:6
Reel kesim ve tüketici güven endeksleri, krizin etkisini görebilmek açısından
önemli göstergelerdir. Reel kesime yönelik anketler, konjonktürel gelişmelerdeki ana
eğilimleri ortaya çıkarmak ve ekonomideki büyüme ve daralma faaliyetleri hakkında
önceden bilgi sahibi olmak amacıyla kullanılmaktadır. Güven endeksleri ise, üst
düzey yöneticilerin bugünkü durumlarını ve geleceğe yönelik beklentilerini yansıtır.
Bu anketler, bir çok ülkede farklı yöntemler kullanılarak hazırlanmaktadır.
Türkiye’de kullanılan yöntem, İktisadi Yönelim Anketi (İYA)’nın seçilmiş bazı
sorularına verilen yanıtları değerlendirerek hesaplanmasıdır (Işık ve Duman,
2012:93). Bu kapsamda, krizin etkilerinin tam olarak izlenebileceği Eylül 2009
yılından, toparlanma sürecine geçildiği Nisan 2010 arasındaki değerler, tabloda
verilmiştir. Endeksin, anketin kapsadığı reel kesim temsilcileri tarafından yapılan
değerlendirmelere göre, ekonomik faaliyetlere ilişkin 100 değeri alması istikrarı,
100’den küçük değer alması, güvenin azaldığını (kötümserliği), 100’den büyük değer
alması ise güvenin arttığı (iyimser) durumlara işaret etmektedir.
Tablo 8: Reel Güven Endeksi
126
Eylül Ekim Kasım
Reel Kesim Güven
Endeksi
Toplam Sipariş Miktarı
(Mevcut Durum)
Mamul Mal Stok Miktarı
(Mevcut Durum)
Üretim Hacmi
(Gelecek 3 Ay)
Toplam İstihdam
(Gelecek 3 Ay)
Toplam Sipariş Miktarı
(Son 3 Ay)
İhracat Sipariş Miktarı
(Gelecek 3 Ay)
Sabit Sermaye Yatırım
Harcaması
Genel Gidişat
Aralık
Ocak Şubat Mart
Nisan
2009
2009
2009
2009
2010
2010
2010
2010
97.8
94
91.2
92.2
102
105.4 110.6
118.8
64.9
61
63.9
64.7
64.9
67.8
71.4
85.1
105.7
107.8
106
99.8
104.1
101.1
114.4 131.2 140.9
146.1
103.2 108.5
110
98.7
89.3
91.3
99.2
93.9
90.4
90
99.2
105.8
98.1
94.2
94.5
98
112.5
99.4
98.2
99.7
118.7 132.8
77.6
85.9
89.2
90.1
107.7
109.2 106.6
98.9
99.1
105.6 107.9
97.4
116
101.7
129.1
136
136.4
107.5
111.8
106.9 107.6 115.4
125.1
101
Kaynak: TCMB
Tablo 8’den de takip edilebileceği gibi, reel kesim güven endeksi kalemi,
2009’da 97.8 iken, giderek düşerek yılı 91.2 değeri ile kapatmıştır. İzleyen ŞubatNisan aylarında ise sırasıyla, 102, 105.4, 110.6 değerlerini görerek, yıl sonunda
118.8 değerine ulaşmıştır. Bu artışın nedeni, tüketicilerin mevcut ve gelecek dönem
satın alma gücü, gelecek dönemde genel ekonomik durumda beklenen iyileşme,
gelecek dönem için daha iyi iş bulma olanakları ve mevcut dönemin, dayanıklı
tüketim malları satın almak için uygunluğuna yönelik izlenimlerin iyileştirmesinden
kaynaklanmaktadır (Işık ve Duman, 2012:95).
İmalat sanayi kapasite kullanım oranı (KKO), imalat sanayi sektöründe
faaliyet gösteren işyerlerinin, anket döneminde, mevcut fiziki kapasitelerine göre
fiilen gerçekleşen kapasite kullanımlarının alınmasını amaçlamaktadır (TCMB,
127
2013:3). Tablo 9’da, 2007-2012 yılları arasında oluşmuş aylık bazda imalat sanayi
kapasite kullanım olanakları görülmektedir.
Tablo 9: İmalat Sanayi Kapasite Kullanım Oranları
Aylar/Yıllar
2007
2008
2009
2010
2011
2012
Ocak
78.5
78.7
63.1
70.0
75.5
75.5
Şubat
78.9
79.4
62.3
69.5
74.4
74.4
Mart
81.9
79.4
61.2
69.8
75.0
74.5
Nisan
81.6
79.5
60.1
73.2
75.4
75.2
Mayıs
81.3
79.1
63.5
73.2
75.3
74.7
Haziran
80.7
79.4
66.1
72.7
76.3
74.2
Temmuz
80.8
78.7
66.4
73.6
74.9
74.3
Ağustos
78.3
78.9
67.4
71.9
75.2
73.8
Eylül
80.3
76.4
67.4
72.7
75.5
73.5
Ekim
80.3
74.5
67.3
74.0
76.0
74.2
Kasım
80.0
71.1
69.2
75.0
76.2
73.2
Aralık
79.3
65.8
68.5
75.6
75.6
73.6
Kaynak: TCMB, 2007 baz yılı, mevsimsellikten arındırılmış rakamlar
2007 sonu itibariyle %79.3 olan oran, özellikle 2008’in son çeyreğinde,
küresel krizin etkisinin şiddetlenmesiyle, 2008 yılı sonunda %64.9 seviyesine kadar
gerilemiştir. Düşüş eğilimi 2009’un ilk yarısında da devam etmiş, Mart ayında %58.7
düzeyine inen söz konusu oran, izleyen aylarda artış eğilimine girmiş ve 2009 yılını
%67.7 değeriyle kapatmıştır. Ekonomideki toparlanma süreciyle paralel olarak, 2010
yılının ikinci çeyreğinden itibaren yükselmeye başlayan imalat sanayii kapasite
kullanım oranı 2010 sonunda kriz öncesi seviyelerine tekrar dönmüştür.
Kriz döneminde, iç ve dış borçlarındaki artış, izlenmesi gereken önemli
göstergelerden biridir. Küresel krizin ardından, hükümetlerin krize karşı aldıkları
tedbirler kapsamında, hükümetlerin ve merkez bankalarının uyguladığı politikalar
yeni risklerin doğmasına, dış dengesizliklerin devam etmesine, krizin merkez
128
ülkelerinde kamu maliyesinin bozulmasına ve yeni bir yapıya neden olmuştur. 2011
yılının başından itibaren küresel ölçekte bir yavaşlama gözlenmiştir. ABD
ekonomisinin toparlanma hızı, özel tüketim ve sabit yatırımlarda görülen artışa
bakılarak yorumlandığında, Avro bölgesi ve Japonya’ya kıyasla daha hızlı
olmaktadır (Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı, 2012:13).
Aynı dönemde, özellikle Avro bölgesinde derinleşen borç krizi ise, küresel
ekonomik görünümün bozulmasında önemli etkenlerden biridir. Borç krizi nedeniyle
oluşan güven kaybı ve finansal piyasalarda yaşanan tedirginlik, reel sektör
faaliyetlerini olumsuz yönde etkilemiştir. Bozulan kamu mali dengelerini düzeltmek
amacıyla uygulanan mali sıkılaştırma tedbirleri, büyümeyi sınırlandırıcı etki
yapmaktadır. Yunanistan’a sağlanan ikinci finansal yardım paketi, Avro bölgesinde
denk bütçe uygulaması getiren mali anlaşmanın imzalanması, krizdeki ekonomilere
yapılan desteklerin büyüklüğünün artırılması gibi kararların yanı sıra, Avrupa
Merkez Bankası tarafından bankalara sağlanan yüksek miktarda uzun vadeli likidite,
bölgedeki krizin daha da derinleşmesini engellemiştir. (Türkiye Cumhuriyeti
Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı, 2012:14-15).
Uzak doğu ülkelerinde de durum benzerdir. Japonya ekonomisinde, 2011
yılında yaşanan deprem, Tayland’daki sel felaketinin etkileri ve Avro bölgesindeki
sorunların küresel ticaret hacmine olumsuz yönde yansımasına bağlı olarak,
toparlanma süreci sekteye uğramış ve 2011 yılında sınırlı bir daralma kaydedilmiştir.
(Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı, 2012:14-15).
Tablo 10: Dış Borç Dağılımı (Milyon Dolar)
Toplam Dış
Dış Borç/GSYH
Yıllar
Kamu
TCMB
Özel
Borç
(%)
2002
64 533
22 003
43 056
129 592
56.2
2003
70 844
24 373
48 870
144 087
47.3
2004
75,668
21 410
63 928
161 006
41.2
2005
70 411
15 425
84 666
170 502
35.4
2006
71 587
15 678
121 072
208 337
39.6
2007
73 525
15 801
161 002
250 328
38.6
2008
78 288
14 066
188 691
281 045
37.9
129
2009
83 464
13 377
172 383
269 223
43.7
2010
89 076
11 949
190 899
291 924
39.9
2011
94 306
9 871
200 030
304 207
39.3
2012
103 117
7 724
226 022
336 863
42.9
Kaynak: Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı
2002-2012 dönem arasında Türkiye’nin dış borç tablosuna bakıldığında,
kamu ve özel kesimde dış borçların sürekli artış halindeyken, Merkez Bankası 2004
yılından itibiren borçları azalma eğilimindedir. Kriz dönemimde, uluslararası likidite
daralmasının da etkisiyle, 2009 yılında bir önceki yıla göre yaklaşık %5 azalarak,
172 milyon dolara gerilemiştir. Bu değerin, 2007 yılına kıyasla, yaklaşık %15
oranında bir artış olduğunu vurgulamak gerekir. 2003-2008 arasında kamunun dış
borcu ise yaklaşık olarak 70 ile 80 milyon dolar arasında değişmektedir. 2009’da
borçlanma konusunda sorun yaşayan özel sektörün aksine, kamu dış borcu yaklaşık 5
milyon dolar artarak yaklaşık 83 milyon dolara çıkmıştır.
Dış borçlanma, iç borçlanmayla karşılaştırıldığında, 2004-2008 arası
dönemde dış borç artış oranlarının daha yüksek olduğu izlenebilir. Bunun nedeni,
küresel piyasalardaki likidite bolluğu nedeniyle, düşük maliyetşe borçlanmanın daha
kolay olmasındandır (Işık ve Duman, 2012:98).
Dış borçların değerlendirilmesinde bir diğer önemli oran, GSMH’ya oranıdır.
Bu oran, genellikle bir ülkenin kredibilitesinin ölçülmesinde kullanıldığı gibi, risk ve
borç yükü analizlerinde de genel bir ölçüt olarak değerlendirilmektedir. Bu rasyonun
değerlendirilmesinde, Dünya Bankası ve IMF tarafından da kabul edilen bazı eşikler
bulunmaktadır. Oran %30-%50 arasında ise ülke orta derece borçlu, %50’nin
üzerinde ise aşırı borçlu kabul edilir (Adıyaman, 2006:31).
130
2002’den önceki yıllarda dış borç oranları %70 civarındayken, 2002
sonrasında istikrar programının devreye sokulması ve bunun diğer bir olumlu etkisi
olan GSMH’nın da artmasıyla, 2002 yılında %56.2’ye, 2003 yılında %47.3’e
indirilmiş, 2004 sonunda ise %41.2 olarak gerçekleşmiştir (Kocaoğlu, 2005:70). Bu
oran, 2005 yılında düşüşe geçerek %35.3’e inmiş, 2006’da %39.4, 2007’de %38.4,
2008’de %37.4 ve 2010 yılında %39.5 değerlerini görmüştür. 2011 yılında ise hemen
hemen aynı oranda devam etmiştir. Bu rasyonun %50 ve üstü değerlere sahip olması,
aşırı dış borçluluk göstergesi olarak değerlendirildiğinden, 2012’de görülen %42
oranı, borçların sürdürülebilirliği açısından, dış borçlar konusunda ciddi önlemlerin
alınması gerektiğini göstermektedir. Bununla birlikte, 2000’li yılların başına kıyasla
görülen düşüş eğilimi, olumlu bir gelişme olarak değerlendirilebilir.
İç borçlanma rakamları ele alındığında, 2009 yılındaki borçlanmalar büyük
ölçüde planlandığı gibi gerçekleşmiş olmakla birlikte, 2008 yılının ikinci yarısında
başlayan küresel krizin etkisiyle, borçlanma dışı kaynakların beklenenin altında
olması, toplam borçlanmayı öngörülenin üzerine çıkartmış olup, %77.8 olarak
programlanan toplam iç borç çevirme oranı23 %103.5 değerini almıştır (Türkiye
Cumhuriyeti Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı, 2009:36). Bu değer, Hazine’nin
piyasaya ödediği her 100 TL için, piyasadan yaklaşık 103 TL borç aldığı olarak
yorumlanır ve Hazine’nin ödediğinden fazlasını borçlandığını göstermektedir. Borç
stoku, nominal olarak artış eğilimindedir.
2008 küresel ekonomik krizin başlamasından itibaren, merkez bankalarınca
ekonomiye destek vermek amacıyla gevşek para politikaları uygulanmıştır. Kriz
döneminde uygulanan gevşek para politikalarıyla oluşan likidite bolluğu ve sermaye
girişleri, özellikle 2010 yılında Hazine borçlanma imkânlarını iyileştirmiştir. Bu
dönemde, borçlanma faizleri düşerken borçlanmanın ortalama vadesi uzatılmıştır. Bu
doğrultuda, 2010 yılında ilk defa 10 yıl vadeli sabit faizli TL cinsi senet ile iç
piyasadan borçlanma yapılmıştır (Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Hazine
Müsteşarlığı, 2012:23).
Öte yandan, kriz döneminde izlenen politikaların, ekonomilerde yeni
dengesizliklere yol açmaması için, TCMB 2010 yılı sonunda ve 2011 yılı boyunca,
ekonomide meydana gelen gelişmeleri değerlendirerek, ilgili dönemdeki ihtiyaca
23
İç borç çevirme oranı= İç borçlanma / İç borç ödemeleri
131
göre, zorunlu karşılıkları ve faiz koridorunun sağladığı esneklikleri kullanarak, para
politikasında değişikliğe gitmiştir. Bu politika kararları, piyasadaki likidite
koşullarının ve kısa vadeli faiz oranlarının değişmesi kanallarıyla, Hazine ihalelerine
gelen teklif miktarını ve ihalelerde oluşan faiz oranlarını etkilemiştir. Diğer taraftan,
uygulanan politikayı desteklemek amacıyla, para politikasıyla koordinasyonlu bir
borçlanma politikası izlenmiştir (Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Hazine
Müsteşarlığı, 2012:23).
2010 yılı son çeyreğinde artan sermaye girişleri, hızlı kredi genişlemesi ve
uyarılan ithalat talebi, cari dengede bozulmaya yol açmış, istikrara ilişkin riskleri
gündeme getirmiştir. Bu durumun düzeltilmesi amacıyla TCMB, kısa vadeli sermaye
girişlerinin önüne geçmek için, 2011 yılının ilk yarısında, gecelik borç alma faiz
oranlarını düşürerek, uygulamış olduğu faiz koridorunu politika faizinin altına doğru
genişletmiştir. Böylece,
kısa vadeli faizlerdeki belirsizliği artırarak, kısa vadeli
sermaye girişlerinin önüne geçmiştir. Öte yandan, zorunlu karşılık oranları artırılarak
piyasadaki likidite koşulları sıkılaştırılmış ve hızlı kredi genişlemesi önlenmeye
çalışılmıştır. Bu politikların, sıkılaştırıcı yönde etkileri olmuştur (Türkiye
Cumhuriyeti Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı, 2012:23).
Bu dönemde iç borçlanmada, piyasa borç çevirme oranı yüksek tutularak,
TCMB’nin sıkılaştırıcı politikaları desteklenmiştir. Diğer taraftan, TCMB’nin
politika faizini yükseltmeden zorunlu karşılıklar yoluyla sıkılaştırmaya gitmesi, uzun
vadeli faizlerin daha fazla artmasına sebebiyet vermiştir. 2011 yılı son çeyreğinde
ise, kısa vadeli enflasyon görünümünün bozulması ve yurt dışındaki olumsuz
gelişmelerin Türk lirasında aşırı değer kaybına yol açması, TCMB’nin borç verme
faiz oranını yükselterek politika faizinin üzerinde bir faiz koridoru oluşmasına sebep
olmuştur. Söz konusu gelişme, sermaye çıkışlarını yavaşlatarak, döviz kurundaki
oynaklığın diğer gelişmekte olan ülkelere kıyasla daha sınırlı kalmasını sağlamıştır
(Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı, 2012:23).
Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankasının, 2008 krizinden sonra uygulamaya
koyduğu politikalardan biri de, son dönemde sermaye hareketlerindeki aşırı
oynaklığın, makroekonomik ve finansal istikrar üzerindeki etkilerini düzenlemek,
TCMB brüt döviz rezervlerini güçlendirmek ve bankalara likidite yönetimlerinde
daha fazla esneklik sağlama amacıyla, uygulamaya konan “Rezerv Opsiyonu
132
Mekanizması”dır. Bu mekanizma, bankaların Türk lirası zorunlu karşılıklarının
belirli bir yüzdesini, yabancı para (dolar ve/veya avro) ve altın cinsinden
tutabilmelerine imkân tanıyan bir uygulamadır. Otomatik bir dengeleyici gibi
çalışması gereken ROM’un, sermaye akımlarının yurt içi kur üzerinde yarattığı
oynaklığı
düşürmesi
beklenmektedir.
ve
faiz
koridoruna
olan
ihtiyacı
kısmen
azaltması
Bu yeni mekanizmanın faydaları geniş olarak şu şekilde
sıralanabilir (Alper ve diğerleri, 2012:1):

Kısa
vadeli
sermaye
akımlarının
yaratabileceği
oynaklığı
azaltmaktadır.

TCMB brüt döviz rezervlerini güçlendirmektedir.

Bankalara likidite yönetimlerinde esneklik sağlamaktadır.

Kredilerin sermaye hareketlerine olan duyarlılığını azaltmaktadır.

Her bankaya kendi likidite optimizasyonunu yapabilme olanağı
sağlamaktadır.

Diğer politika araçlarına duyulan ihtiyacı azaltmaktadır.
Karşılık oranlarının hangi ölçüde döviz veya altın olarak tutulabileceğine dair
üst limitler “Rezerv Opsiyonu Oranı” (ROO) ile belirlenmektedir. Türk lirası zorunlu
karşılıkların her birimi için tesis edilebilecek yabancı para veya altın karşılığını
belirleyen katsayılar ise “Rezerv Opsiyonu Katsayısı” (ROK) olarak tanımlanmıştır.
Bankaların bu imkândan hangi ölçüde yararlanacakları (optimal kullanım oranı),
bankaların sağlayabildiği yabancı para kaynak miktarına ve imkânı diğer fonlama
araçlarıyla kayıtsız bırakan marjinal ROK değerine (eşik ROK) bağlı olarak
değişecektir. Eşik ROK ise, temel olarak yabancı para ve Türk Lirası kaynakların
göreli maliyetlerine bağlıdır (Alper ve diğerleri, 2012:3).
Sermaye girişlerinin hızlandığı dönemlerde, genellikle yabancı para
kaynakların maliyeti, Türk lirası kaynakların maliyetine göre düşmektedir. Bu
durumda, eşik ROK artmakta ve bankalar, Türk Lirası zorunlu karşılıkların daha
yüksek bir oranını, yabancı para cinsinden tutma eğiliminde olmaktadır. Böylelikle,
yurt içine giren dövizin bir kısmı, bankalarca Türk Lirası zorunlu karşılıkların
tesisinde kullanılmak üzere, TCMB nezdinde bulunan hesaplara aktarılarak
piyasadan çekilmekte ve bu şekilde Türk lirası üzerindeki değerlenme baskısı
133
sınırlanmış olacağı gibi, ülkeye giren dövizin krediye dönüşüm oranı da
azalmaktadır. Söz konusu dönemlerde, borçlanma kısıtlarının gevşemesine bağlı
olarak artan sermaye akımları, ROM imkânının daha fazla kullanılmasına,
dolayısıyla artan döviz likiditesinin belirli bir kısmının, yine bu mekanizma
aracılığıyla piyasadan çekilmesine neden olmaktadır (Alper ve diğerleri, 2012:5-6).
Sermaye girişlerinin yavaşladığı dönemlerde ise, yabancı para kaynaklarının
maliyeti, Türk Lirası kaynaklarının maliyetine göre artmakta ve yurt dışı fonlara
erişim zorlaşmaktadır. Bu durumda, bankalar ihtiyaç duydukları döviz likiditesinin
bir kısmını ROM kullanımlarını azaltmak suretiyle elde etme yoluna gitmektedir.
Sermaye girişlerinin yavaşlamasının, borçlanma kısıtlarını daha da bağlayıcı hale
getirmesi nedeniyle de, bankalar rezerv opsiyonu kullanımlarını azaltmaktadır. Bu
durum, Türk Lirası üzerindeki değer kaybetme yönlü baskıyı hafifletirken, Türk
Lirası likidite talebini arttırmaktadır. Sonuç olarak ROM, hem döviz kurunun, hem
de piyasa likiditesinin oynaklığını sınırlama potansiyeli taşımaktadır. Ayrıca, ROM
kredilerin sermaye akımlarına olan duyarlılığını da azaltabilmektedir (Alper ve
diğerleri, 2012:5-6).
3.4.2. Dünya ve Türkiye Piyasalarının Teknik Analizi
2008 krizi, Türkiye’ye finansal piyasalar yoluyla sıçramış olup, süreç
çalışmanın diğer bölümlerinde ayrıntılarıyla incelenmiştir. İncelemelerin tam olarak
bir anlam ifade etmesi açısından, temel analizi yapılmış verilerin, aynı zamanda
teknik analiz yardımıyla da yorumlanması gerekmektedir.
Krizin finansal piyasalara etkisini, teknik analiz yardımıyla inceleyebilmek
için, çalışmada küresel çapta Dow Jones, Dax endeksleri, emtia fiyatlarına örnek
olarak altın dolar, Avro-Dolar paritesinin grafikleri ve Baltık Dry Endeksi
kullanılmıştır. Kriz esnasında Dünya’da belli başlı finansal piyasalardaki durumun
incelenmesi, krizin Türkiye piyasalarına yansımasını açıklamaya yardımcı olacaktır.
Emtia fiyatlarına örnek olarak, altın(ons) dolar endeksi seçilmiştir. 2008
krizinin etkisiyle yatırımcılar, döviz ve hisse senedi borsalarından çıkarak emtia
mallarına yönelmişlerdir. Altın, diğer emtialar içinde (bakır, kakao, kahve, gümüş,
platinyum…) güvenilir ve veri bulma kolaylığı açısından, literatürde en çok
134
kullanılan endekslerden biridir. 1982’den beri düşüş trendinde olan altının, Mart
2002 tarihinden itibaren bu trendden çıkması ve yükseliş trendine geçmesi,
piyasalardaki likidite bolluğunun, o tarihten itibaren başlaması olarak yorumlanabilir.
Grafik, altının, ons-dolar fiyatının logaritması alınarak oluşturulmuştur.
Şekil 28: Altın Ons-Dolar Grafiği
Yüzde (%)
Fiyat
Kaynak: Veriler, BIST’nin veri bankasından aylık olarak alınmıştır.
Altının ons-dolar grafiğinde, altın piyasanın üst noktasından çizilen yükselen
trend çizgisi, aynı zamanda bir direnç olup, altın fiyatlarının bu trend içinde çizgiyi
aşamadığı görülmüştür. Destek çizgisinin arasında kalan trend kanalı, 2008 krizinde
ihlal edilmiş olup, sonrasında tekrar altın fiyatlarının yükseliş kanalın içine
girmesiyle, bu kanal geçerliliğini korumaktadır. Yükseliş trendinin sona erdiğini
söylemek, bu esnada mümkün değildir.
Ancak Şubat 2013 tarihinde, yükselen kanalın destek çizgisinin kırılmasıyla,
altın fiyatları çok şiddetli bir düşüş yaşamıştır. Bu tamamen teknik olup, altın
fiyatlarının, kanalın altına düşmesi nedeniyle, altın piyasası aktörlerinin satışa geçtiği
görülmüştür. Bu kanalın kırılması, teknik analiz kuralları uyarında beklenen bir
135
olaydır. Çünkü üst direnç kanalı dört defa test edilmesine rağmen aşılamamış ve
2001 senesinden beri, %600’e yakın değer kazanan bir emtiada (burada altında),
kaçınılmaz bir kar realizasyonu beklemek rasyoneldir. Bu da, altın fiyatlarındaki çok
ciddi düşüşün en görünen nedenidir.
Yine, teknik analiz kurallarına göre, 2011 ve 2012 yıllarında altın fiyatlarının
üst noktalarından çizilen direnç çizgisi geçilmeden, altın fiyatlarında yeni bir
yükselişten bahsetmek mümkün değildir. Bundan böyle, altının 2001 senesinden beri
yapmış olduğu yükselişin, Fibonacci ve diğer metotlarla öngörülen düzeltme miktarı,
yani yeni dip oluşumu beklenmelidir.
Baltık Dry Endeksi, ekonominin öncü göstergelerinden biridir. Temel olarak,
hammadde taşıyan gemicilik maliyetleri ile ilgilidir. Demir, çelik, kömür, çimento,
bakır, kum, gübre ve benzeri yük taşımacılığının göstergesidir. 26 farklı rotadan,
çeşitli malların taşıma fiyatları, alıcı ve satıcıdan sağlandıktan sonra, bu bilgiler tek
bir endeks haline getirilir. Bu endeksin diğer endekslere üstünlüğü, spekülasyon
imkanının olmaması, herhangi bir revizyon yapılamaması, manipüle edilememesi ve
endeksin gerçek zamanlı olarak güncellenmesidir. Mamul madde ve konteynır
taşımacılığı hariç tutulmaktadır.
Endeks, hammadde taşıma maliyetlerini izlediğinden, direk olarak üretim
miktarları hakkında fikir sağlamaktadır. Yukarıda sözü edilen hammaddeler, reel
sektörün ve endüstrinin en önemli ham maddeleri olup, küresel ekonomi ve sanayi
üretiminde önemli rol oynamaktadırlar. Baltık Dry Endeksi (BDE) ile borsa
endeksleri arasında bir ilişkinin olduğu da, aynı nedenden dolayı ileri sürülebilir.
Hammaddelere talep olunca taşıma talebi de artmakta, gemi arzı ve talebine göre
taşıma ücretleri yükselmekte, bu da BDE’yi artırmaktadır. BDE’deki yükselme ise,
sermaye piyasasındaki hisse değerlerinin artışı, emtia fiyatlarındaki artış, tüm bunlara
bağlı olarak küresel ekonomideki yükseliş, fazla mal satın alınması ve taşınması
nedeni ile bunun finansmanı için kredi ihtiyacı ve buna bağlı olarak faizlerdeki artış
için de iyi bir gösterge olmaktadır. BDE’deki düşüşler tam tersi bir duruma işaret
etmektedir. Dolayısıyla sermaye piyasası endeksleri ile BDE arasında bir korelasyon
olduğu ileri sürülmektedir (Şişmanyazıcı, 2011:2).
Bu nedenle küresel ticaretteki düşüş, üretimde bir duraksama olduğuna,
durgunluğun derinleşeceğine işaret eden, öncü bir gösterge olarak ele alınabilir.
136
Yükselişler ise, aktif olarak üretim yapıldığından, ekonomide bir canlanma olduğu
şeklinde yorumlanabilir. Baltık dry endeksi, genel olarak ana trendi gösteren bir
gösterge olarak kullanılabilir.
Şekil 29: Baltık Dry Endeksi
Kaynak: Grafik Findata.comdan alınmıştır.
Şekil 29’da, 2006-2008 yılları arasında yükseliş eğiminde olan BDE, krizden
önce piyasanın likitide bolluğunda olduğu, üretim ve ticaretin doruk yıllarını
göstermektedir. 2008 yılındaki ani çöküş, küresel krizin birinci ayağıdır. 2008-2009
yılları arasındaki yükselme, bu aralıkta devletlerin çeşitli yardım paketleriyle
üreticileri koruması nedenliyle oluşan bir yükseliştir. 2008’in ikinci yarısında ise,
piyasada oluşan balon patladığından, sert bir düşüşe neden olarak üretimde ve
dolayısıyla piyasalarda oluşan durgunluğa neden olmuştur.
DAX Endeksi (Deutscher Aktienindex) ya da Alman Birleşik Borsa Endeksi,
Frankfurt Borsasında işlem gören otuz büyük Alman şirketinin, üçer aylık
performanslarını yansıtan, Almanya’nın en önemli hisse senedi endeksidir. Aynı
zamanda, Avrupa’da türev ürünlerin işlem gördüğü en önemli ve büyük piyasalardan
biri olduğundan, çalışmada göstergelerden biri olarak DAX’a da yer verilmiştir.
Alman ekonomisi, Avrupa Birliğinin motor gücü konumundadır. 2008 krizinin
Alman piyasalarına etkisi, diğer Avrupa ülkelerindeki kadar etkili olmamıştır. Bunun
etkili nedenlerinden birinin, kriz öncesinde de istikrarlı bir ekonomik program
137
izleyen Almanya’nın, aynı zamanda, para basma politikasına karşı takındığı negatif
tutum olduğunu söyleyen iktisatçılar bulunmaktadır.
Şekil 30: Dax/Dolar Endeksi
Yüzde (%)
Fiyat
Kaynak: Grafik, 2001-2012 haftalık fiyatlarının logaritması alınarak oluşturulmuştur. Veriler
yahoo.finanstan alınmıştır.
2008 krizinde, 2300’lü rakamlardan 8000’e dört senede gelen DAX
endeksinin, alternatif kazanç imkanlarına göre (faiz oranları, devlet tahvilleri, sanayi
hisselerinin temettü getirileri vb.) oldukça karlı olması, bir balonun oluştuğu
izlenimiyle piyasa aktörleri tarafından gibi satışlarla değerlendirilmiş, zincirleme
reaksiyonlarla, dünyadaki krizden kurtulamadığı şeklinde açıklamalar getirilmiştir.
DAX endeksinin dolar bazlı grafiği incelendiğinde, 2008 krizinden sonra
oluşan kurt kapanında (Endekste oluşan üçgen formasyonu kırıldığında) fiyatın aşağı
veya yukarı hangi yönde hareket edeceği, ancak 2014’ün ilk aylarında belli olacaktır.
Hareketli ortalamaların, apeks civarında iyice daralarak sarmala girmesi, trend
çizgileri ile desteklendiğinde, beklenen hareketin tarihinin tahmin edilmesini
mümkün kılmaktadır.
138
Avro-Dolar paritesi, bu iki para birimi arasındaki ilişkiyi gösteren bir
endekstir. Avro-Dolar grafiğinde ilk duraklama sinyali 2005 yılında, birinci fan
çizgisinin kırılmasıyla alınmıştır. 2007 yılının 3. çeyreğinden sonra, parite grafindeki
sert yükselişe rağmen, 2008’in son günlerinde, parite grafiğindeki ikili tepe ve sert
yükseliş trendi kırılmıştır. 2002’den gelen üç numaralı trend çizgisinin de kırılması
ve 2005 tepesinin de altına düşmesiyle bir krize dönüşmüştür. Teknik analizin
kurallarından, 2. trend çizgisinin üstünde kaldığı mesafe kadar altına düşüşü, krizin
grafik üzerinde belirlenmesini sağlamaktadır.
Şekil 31: Avro-Dolar Paritesi
Kaynak: Çizgiler, NetDania Financal Charts yardımıyla çizilmiştir.
Şekil 31’de görülen çift uçlu kırmızı ok, Avro/Dolar değerleri için, 1.10 ile
1.40 kur değerleri arasında oldukça geniş bir hareket alanıdır. Bu da, güncel olan kur
savaşları konusunu hatırlatmaktadır.
2000 senesinde, Dow Jones endeksinin tepe noktalarında tutunamaması, Dow
Jones’taki düşüşün bir krize dönüşmesine neden olmuştur. Bunun en büyük sebebi,
Amerika’da internet teknolojilerine yatırım yapan risk sermayesi şirketlerinin,
yatırımlarının
geri
dönüşünü
sağlayamamaları
sonucunda
bu
sektörlerden
çekilmelerinin ardından, hisselerinde yaşanan aşırı değer kaybıdır.
139
Nokta.com krizinin hemen ardından 11 Eylül 2001’deki terör olaylarının
ekonomi üzerinde yarattığı ikinci duraklama, bu dönemde başkanlık yapan Bush ve
Merkez Bankası başkanı Greenspan tarafından, piyasaya likidite sürme planıyla
aşılmış,böylece 2003 senesinde ekonomi kendini toparlamaya başlamıştır.
Şekil 32: Dow-Jones Endeksi
Yüzde (%)
Fiyat
Kaynak: Grafik,1928-2013 Dow Jones endeksi, aylık fiyatlarının logaritması alınarak
oluşturulmuştur. Veriler yahoo.finanstan alınmıştır.
2007’nin sonuna gelindiğinde, Dow Jones ve diğer piyasalardaki yükseliş,
balon olarak tanımlanan noktalara ulaşmıştır. Teknik analizde, 2003 senesinde ters
baş omuz, 2006 senesinden itibaren tepkisi kadar yukarı yükselmiş ve formasyonu
icabı, piyasalardaki likidite doygunluğuna işaret etmiştir. Balonun patlaması, balona
konu olan (türev piyasalarda gizlenen zehirli varlıklar, düşük kalite mortgage
ipoteklerini taşıyan şirketler…) varlıkların gerçek değerlerine dönmelerine neden
olmuş, bu da Dow Jones’da büyük bir düşüş yaratmıştır. Neticede, bu piyasadaki
kriz dalga dalga tüm dünya piyasalarına yayılmış, o esnada yükseliş trendinde olduğu
ve bünyesinde türev araç bulundurmadığından; 8 aylık faz farkıyla Türkiye’ye
yansımıştır.
3.4.3. Türkiye Finansal Piyasaları Üzerinde Görülen Etkileri
140
Bir yatırımcının, riski dağıtmak üzere kullanacağı çeşitli portföy teorileri
bulunmaktadır. Bu yaklaşımlardan çalışmada kullanılmak üzere, Leland B.
Hevner’ın savunduğu teori, The Perfect Portfolio kitabında detaylı olarak incelediği
gibi, portföyü çekirdek ve hedef piyasalar olmak üzere iki ayrı sınıflandırmaya tabi
tutmaktır. Çekirdek piyasalar, yerli ve yabancı hisse senetleri, nakit para-döviz,
yerli ve yabancı fonlardan, hedef piyasalar ise, tarım, enerji, altın ve gayri
menkullerden oluşmaktadır. Hedef piyasalara, tıpkı birer finansal piyasaymış gibi
yatırım yapılarak risk dağıtılmaktadır (Hevner, 2009:31). Aynı teori, ülkelerin
portföy yönetimlerine de uygulanabilir. Bir hükümet, yukarıda adı geçen piyasalara
yatırım yaparak elindeki nakdi değerlendirebilir.
Bu teoriden yola çıkılarak, önce Türkiye’nin, BIST 100 endeksi üzerinden,
krize bağlı BIST’teki oynaklığı, Elliott kuramı çerçevesinde incelenmiştir. Ardından
Türk Lirası ve doların değerindeki değişmeye bakılmış, Türkiye ve ABD tahvil
piyasaları birbirine oranlanarak faiz getirileri arasında bir kıyaslama yapılmıştır.
Bir sonraki aşamada, Türkiye’nin en çok ithal ettiği, petrol, kömür ve doğal
gaz ithalatı üzerinden enerji, hububat ve şeker ithalat rakamları üzerinden ise tarım
sektörleri değerlendirilmiştir. Altın ise, 2008 krizinden çok, özellikle Rusya, Çin gibi
devletlerin tekrarlanan, yüksek alımlarına bağlı olarak hareketlendiğinden, krizle
ilgili bağlantısı konu dışı bırakılmıştır.
BIST 100’ün, 2003’te başlayan yükseliş ayağı, krizin etkisiyle 2008 senesinin
başında tamamlanmıştır. Yükseliş ayağının, Elliott Dalgalarından biri olduğu grafikte
de net olarak görülebilir. Küresel kriz, Türkiye’de bir dönemi kapatmıştır. 2003-2008
arasında yaşadığı yükseliş konjonktürünü bitirmiştir.
Şekil 33: BIST 100’ün Elliott ile Analizi
Yüzde (%)
Fiyat
141
Kaynak: Grafik, 31.01.2000 tarihinden 2013 Mart ayına kadar olan BIST haftalık
fiyatlarının logaritması alınarak oluşturulmuştur. Veriler BIST’ten alınmıştır.
2001 senesi ekonomik krizinden sonra, çeşitli düzenlemeler geçiren BIST,
son zigzagını, Elliott dalgalarının birinci yükseliş ayağı (mal toplama fazı) olarak,
belli belirsiz geçiştirmiştir. (1 numaralı çizgi.)
İkinci Körfez Krizinden (Irak Savaşından), Türkiye’nin fazla zarar
görmeyeceği piyasa tarafından anlaşılmasının ardından ve Dünya’da oluşan ekstra
likiditenin ülkeye çekilmesiyle, BIST ikinci yükseliş fazını başlatmıştır. (2-3
numaralı çizgilerin arasındaki dönem.) 2006 yılında, 2001 senesindeki tepenin (çatal
tepe) görülmesi ile, teknik bir düzeltme yaşanmış, ikinci yükseliş fazı sona ermiştir.
Dünya’da bu düşüşü destekleyecek bir finansal kötüleşme olmadığından, BIST
üçüncü yükseliş fazına girmiştir. (4-5 numaralı çizgilerin oluşturduğu kanal.)
Dünya’da mortgage ile başlayan, (kimilerine göre, Merkez Bankalarının kötü
yönetilmesi nedeniyle) mortgage krizini fazlası ile aşan durum, tüm dünya borsaları
ve zaten üçücü yükseliş fazını tamamlanmakta olan BIST için bir dönüm noktası
olmuştur. Bunun nedeni, küresel sermayenin çok hızlı bir biçimde geldiği ülkeye
dönerken, içinden çıktığı ülkenin ekonomik şartlarını dikkate almamasıdır. Bu
dönemde, döviz fiyatlarındaki (paritedeki) hareket dikkat çekicidir. Türkiye’nin bu
krizden IMF yardımlarına başvurmadan çıkması da değinilmesi gereken diğer bir
önemli noktadır.
142
2001 krizinin ardından yapılan, bankalar ve diğer kanunlarda yapılan
düzenlemeler
sayesinde, döviz fiyatları 2001 öncesine göre oldukça stabil hale
gelmiş, mertebe olarak yatay bir trende geçmiştir. Şekil 34’te, son 13 senedir, döviz
(dolar) fiyatlarının üst limitinin aşılmadığı görülmektedir.
Şekil 34: Türk Lirası/Dolar
Yüzde (%)
Fiyat
Kaynak: Veriler Merkez Bankasından alınmıştır.
Ancak, döviz fiyatlarındaki stabilite, ülkede, yabancı sermayeye verilen reel
faizi göstermemektedir. Türkiye’deki uzun vadeli devlet tahvillerinin kümülatif
getirisinin, Amerikan doları için, 10 senelik ABD tahvillerinin kümülatif getirisine
oranı, döviz fiyatlarındaki bu sabitliğin, yüksek faizle sermaye çekme politikasının
bir sonucu olduğuna işarettir. Ziraat Bankası Likit Fonu, devlet tahvillerinin getirisi
olarak kabul edilmiştir.
Şekil 35: T.C Faizin Dolar Cinsinden Getirisi/ABD Tahvillerinin Getirisi
Yüzde (%)
Fiyat
143
Kaynak: Veriler BIST’ten alınmıştır.
Şekil 35, bir yatırımcının elindeki nakdi, Türk veya ABD tahvillerine yatırması
durumunda elde edeceği getiriyi göstermektedir. Grafiğin yükselen bir trendi izlemesi,
Türk tahvillerinin getirisinin (verdiği faizin) ABD tahvillerinin getirisinden (verdiği
faizden) yüksek olduğuna işaret etmektedir. Grafikteki yatay trendler, aradaki oranın
bire eşit olduğu, her iki tahvil arasında getiri açısından bir farklılık olmadığı
durumlardır. Düşüş trendleri ise, yatırımcının elindeki nakdi ABD tahvillerine
yatırmasının daha karlı olduğu, ABD tahvil getirilerinin Türkiye’nin faizlerinden daha
karlı olduğu durumlara işaret etmektedir.
Grafiğe dayanarak, Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizlerinde, Türkiye’den çıkan
yüklü miktardaki sermayenin tekrar ülkeye döndürülmesi için ödenen bedelin, 2008
yılına kadar anaparaya verilen %280’e kadar çıkan faiz ödemeleri olduğu, yükselen
trend çizgisiyle net olarak görülmektedir. Ancak, yabancı sermayeye ödenen faiz
miktarı, 2008 senesinden sonra her geçen gün azalmaktadır. Krizden sonra, türev
piyasalara ve Amerikan hisselerine olan güvenin azalması, yabancı parayı piyasaya
çekmek için gereken yüksek faiz oranlarını aşağıya çekmiştir. Bu düşüşün başka bir
yorumu da, Türkiye’de sıcak paraya olan bağımlılığın azalmaya başlaması olabilir.
Nitekim ülkemiz 2008 senesinde IMF ile yapılması istenen stand-by anlaşmasını
144
yapmayarak ve IMF’ye olan tüm borçlarımızın da ödenmesiyle doğrulanmaktadır.
Tablo 11’de, ödemeler bilançosu kalemlerinden portföy yatırımları yer almaktadır.
Tablo 11: Portföy Yatırımları (Milyon Dolar)
Yıllar
Portföy Yatırımları
2000
1.022
2001
-4.515
2002
-593
2003
2.465
2004
8.023
2005
13.437
2006
7.415
2007
833
2008
-5.014
2009
227
2010
16.093
2011
21.986
2012
40.780
Kaynak: Veriler TCM’dan alınmıştır.
Tablo 11 grafiğe dönüştürüldüğünde, şekil 35’in zaman açısından
sadeleştirilmiş bir biçimi (Şekil 36) elde edilmektedir. Bu da, Türkiye ve ABD faiz
oranları arasındaki ilişkinin, ödemeler bilançosu sermaye hesabında yer alan portföy
yatırımları üzerindeki etkisini göstermektedir. Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizlerinin
etkisiyle ülkeden çıkan sermayenin, 2006 ve 2007 yılında uygulanan yüksek faiz
politikalarıyla geri kazanıldığı görülmektedir. Kriz yılı 2008’de ise, büyük bir çıkış
yaşanarak portföy yatırımları, yeniden 2001 yılı seviyesine inmiştir. İzleyen
senelerde, sermayenin eski hızıyla Türkiye’ye girmemesi, uygulanan faiz
politikalarının bir sonucudur.
145
Şekil 36: Portföy Yatırımları (Milyon Dolar)
Portföy Yatırımları
1000
900
800
700
600
500
400
300
200
100
0
-100
-200
-300
-400
-500
-600
-700
Portföy Yatırımları
Kaynak: Veriler Merkez Bankasından alınmıştır.
Türkiye’nin ödemeler bilançosunda dengesizliğin en önemli nedenlerinden biri,
ithalat ve ihracat oranları arasındaki aşırı farktır. Bu farkın bir kısmının nedeni ise,
Türkiye’nin enerjiye olan ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Tablo 12’te, enerji
ithalatının, toplam ithalat içindeki payı yer almaktadır.
Tablo 12’den de görülebileceği gibi, 2000 sonrasında enerji ithalatının toplam
ithalat içindeki payı genel olarak %20 civarındadır. Özellikle kriz yılları olan 2007 ve
2008’de, enerji fiyatlarındaki düşüşten yararlanmak isteyen Türkiye, bu yıllarda enerji
ithalatını %2-%4 oranında arttırmıştır.
Tablo 12: Enerji İthalatının Toplam İthalat İçindeki Payı
146
Yıllar
Toplam İthalat
Enerji İthalatı
Enerji/Toplam
2002
51.55
9.2
0.18
2003
69.34
11.58
0.17
2004
97.54
14.41
0.15
2005
116.77
21.26
0.18
2006
139.58
28.86
0.21
2007
170.06
33.88
0.20
2008
201.96
48.28
0.24
2009
134.40
29.91
0.22
2010
185.50
38.91
0.21
2011
240.80
54.1
0.22
Kaynak: Veriler TÜİK’ten alınmıştır.
Daha detaylı incelenecek olursa, Türkiye’de en çok ithal edilen enerji
hammaddelerinin, doğal gaz, kömür ve petrol olduğu görülür. Türkiye’nin, 2000-2011
yılları arasında gaz, kömür ve petrol ithalatı, tablo 13’te dolar cinsinden verilmiştir.
İthalat miktarları, 2002 yılında çıkan kanunla artık halka açıklanmadığından, bu
verilere ulaşmak mümkün değildir.
2000-2006 yılları arasında ithalat genel olarak çok değişmezken, 2008 yılında,
fiyatlardaki aşırı düşüşlerden yararlanılarak, ülkeye hammadde stokları yapıldığı
yorumu yapılmaktadır. Ancak, yukarıda da belirtildiği gibi, ithalat verilerine ulaşmak
mümkün olmadığından, bu yorum ancak mantık çerçevesiyle sınırlı kalmaktadır.
Tablo 13: Türkiye’nin Gaz, Kömür ve Petrol İthalatı (Milyon Dolar)
147
Yıl
Doğal ve Mamul Gaz
Kömür
Petrol ve Ürünleri
2000
3 078 658
676 254
5 642 685
2001
3 153 781
348 089
4 675 071
2002
809 703
397 748
5 410 836
2003
6 578 868
289 758
6 578 868
2004
1 164 601
359 319
8 635 900
2005
1 646 662
618 696
12 412 477
2006
1 664 207
690 178
16 608 314
2007
1 857 002
832 070
7 555 155
2008
2 349 684
1 362 628
11 395 507
2009
1 640 130
1 193 560
8 756 448
2010
2 366 471
1 216 230
11 390 607
2011
1 418 402
2 973 590
15 245 939
2012
2 945 722
1 264 901
16 179 248
Kaynak: Veriler TÜİK’ten alınmıştır.
Dünya genelinde, krizden dolayı düşen hammadde fiyatlarından doğal gaz,
kömür ve petrol endekslerine yer verilmiş, bu endekslerde izlenen fiyat düşüşleri ile
Türkiye’nin ithalatındaki artışlar karşılaştırılmıştır.
Şekil 37: Avro/Dolar Ton Başına Petrol Fiyatları
148
Kaynak: Grafik yahoo.finanstan alınmıştır.
2008 krizinde, petrol fiyatlarının 140 dolardan, 40 dolar civarında düşmesi,
petrol ihraç eden ülkelerde, (Rusya, Brezilya…) büyük ekonomik çöküşlere neden
olurken, enerji hammaddelerine çok bağımlı olan Türkiye gibi ülkelerin lehine bir
durum yaratmıştır. Zira, Türkiye’nin ödemeler dengesinin yapısında daha da büyük
bozulmalara neden olmamıştır. Ancak petrol fiyatlarındaki düşüşün ve petrol
ithalatındaki artışın, dolayısıyla ülkedeki petrol miktarındaki olası artışın, talep
kanunu gereği son kullanıcıya, fiyatlar bazında yansımaması, ancak hükümet
politikalarıyla açıklanabilir. Nitekim Türkiye, Dünya’daki en pahalı benzini kullanan
ülkelerden biri olmaya devam etmektedir.
Türkiye’de doğal gaz kullanımı, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO)
tarafından, 1970 yılında Hamitabat ve Kumrular doğal gaz sahalarında keşfedilen
doğal gazın 1976 yılında Pınarhisar Çimento fabrikasında kullanılmasıyla başlamıştır
(EPDK, 2011:26). Nüfus artışı ve sanayileşmeye bağlı olarak artan enerji ihtiyacını
karşılamak amacıyla, 1984 ve 1986 tarihlerinde, Türkiye ile SSCB arasında
imzalanan iki anlaşmanın ardından, 1986 yılında inşaatına başlanan 842 km
uzunluğundaki Rusya Federasyonu-Türkiye Doğal Gaz Boru Hattı, Bulgaristan
sınırındaki Malkoçlar mevkiinden Türkiye’ye girerek, Ağustos 1988’de Ankara’ya
ulaşmıştır (EPDK, 2011:27). 1970’lerde kullanımına başlanan ve özellikle hava
149
kirliliğine yol açmaması nedeniyle, kullanım oranı ve alanları gittikçe artan doğal
gazın kullanımının karşılanmasında yurt içi rezerv ve üretim miktarlarının oldukça
sınırlı düzeylerde kalması, Türkiye için doğal gaz ithalatını zorunlu hale getirmiştir.
Şekil 38: Dolar Cinsinden Yıllık Gaz Fiyatları
Kaynak: Grafik yahoo.finanstan alınmıştır.
Dünyada 1991 yılından başlayarak dolar cinsinden aylık doğal gaz fiyatları
incelendiğinde, doğal gaz fiyatlarındaki ilk düşüşün 2006-2007 aralığında olduğu
görülür. Ancak bu durumu gerileyen dünya ekonomisine bağlamak çok gerçekçi
olmayacaktır. Aynı dönemde Ukrayna ile Rusya arasında yaşanan doğal gaz
anlaşmazlıkları ile İran’da yaşanan teknik aksaklıklar ve iç talebin karşılanmasında
sorunların yaşanması, bu dönemdeki düşüş nedeni olmaktadır (EPDK, 2011:34).
2007-2008 yıllarında yeniden eski fiyatına dönen doğal gaz, 2008 yılında krizin
etkisiyle neredeyse 400 dolar düşerek metrekübü 90 dolar civarından satılmaya
başlanmıştır. Türkiye’nin doğal gaz ithalat tablosu incelendiğinde, 2008 yılında, bir
yıl öncesine kıyasla ithalatını neredeyse ikiye katladığı görülmektedir. Pay olaraksa,
enerji ithalatının toplam ithalat içinde çok büyük bir artış göstermemesi, Türkiye’nin
düşük fiyattan büyük bir miktarda alımla stoklarını doldurduğuna işaret etmektedir.
150
Türkiye’nin kömür ithalatı, üç tür kömürü içermektedir, taş kömürü, kok
kömürü ve linyit. Kendi içindeki paylara bakıldığında, en büyük pay linyite ait olsa
da, çalışmada kullanılan kömür kelimesi, her üç kömür türünü de kapsamaktadır.
Şekil 39: Dolar Cinsinden Aylık Kömür Fiyatları
Kaynak: Grafik yahoo.finanstan alınmıştır.
Tıpkı, petrol ve doğal gazda olduğu gibi, kömürdeki fiyat düşüşleri de,
Türkiye’nin kömür alımlarını arttırarak, stoklarında artışa neden olmuştur.
Enerji maliyetlerinin ucuzlamasının bir diğer etkisi, üretim maliyetlerine
olacaktır. Daha ucuza üretilen malların, imalat sanayi başta olmak üzere, aile
ekonomisine kadar, ekonominin her alanında bir ferahlama etkisi yaratması
beklenmektedir. Ancak, bir önceki bölümde incelenen imalat sanayi kapasite
kullanım verileri incelendiğinde, 2007-2009 aralığında herhangi bir artıştan söz
edilemeyeceği gibi, aksine, gerileme yaşanmıştır. Bunun nedeni, aynı dönemde
özellikle doğal gaz kullanıma ilişkin vergi artışlarıdır. Bir diğer neden, Türkiye’nin
doğal gazı, petrol fiyatına dayalı anlaşmalara dayalı fiyatlardan almakta olmasıdır
(Kazgan, 2013:20). Ayrıca küresel krizin, beklentiler üzerindeki olumsuz etkisi de
göz önünde tutulmalıdır.
Enerji sektörünün yanında, tarıma yönelik yapılan yatırımların da
incelenmesi gerekmektedir. Bu nedenle, tablo 14’te, Türkiye’nin en çok ithal ettiği
151
maddelerden şeker, hububat ve aynı zamanda teksile de örnek olabilecek pamuk
ithalat rakamlarına yer verilmiştir.
Tablo 14: Türkiye’nin Hububat, Şeker ve Pamuk İthalatı (Milyon Dolar)
Yıl
Şeker ve Ürünleri
Hububat
Pamuk
2000
15 604
408 267
1 079 791
2001
12 305
192 503
950 070
2002
20 451
392 020
1 293 241
2003
35 539
721 548
1 641 454
2004
38 579
557 634
1 982 197
2005
45 987
226 296
2 079 291
2006
40 361
211 783
2 090 189
2007
57 186
1 023 694
2 829 539
2008
92 129
2 207 585
2 331 906
2009
56 751
1 284 854
2 098 707
2010
52 891
1 169 797
3 385 753
2011
63 956
2 059 771
3 608 860
2012
97 604
1 638 320
2 377 567
Kaynak: Veriler TÜİK’ten alınmıştır.
Türkiye’nin 1980’li yıllara kadar izlediği dış finansman politikalarının içinde,
tarım ürünlerinde net ihracatçı olması yer almaktadır. Ancak, ABD ve AB
politikalarının baskısıyla, bu uygulamadan vazgeçilmek zorunda kalınmıştır.
Doğrudan Gelir Desteği (DGD) adıyla bilenen bu politika sonucunda, pek çok tarım
ülkesi, tarım sektörüne verilen önemi azaltarak sanayileşme yoluna girmiştir.
Örneğin, bu politikaya geçiş, IMF’den borç alma şartlarından biri olarak pek çok
tarım ihraç fazlası veren ülkenin önüne sürülmüştür (Kazgan, 2013:23). 1998-2008
yılları arasında uygulanan bu politika yüzünden, ayrıca aynı dönemde TL’nin aşırı
değerli hale gelmesiyle ihracattaki avantajını iyice kaybeden, net tarım ihracatçısı
olan Türkiye, net ithalatçı duruma gelmiştir (Kazgan, 2013:23).
152
Günümüzde, ABD’ye olan borçların neredeyse bitmesi nedeniyle DGD
uygulamasının kullanımı yavaş yavaş kalkmakta olsa da, halen ithalatçı durumunda
olunduğundan, bu alandaki fiyat düşüşlerinden yararlanmak, cari açık açısından
önemlidir.
Şekil 40: Dolar Cinsinden Şeker Yıllık Fiyatları
Kaynak: Veriler yahoo.finanstan alınmıştır.
Dünya şeker fiyatlarına bakıldığında, enerji fiyatlarında olduğu gibi keskin
düşüşler görülmese de, krizin etkisi hakkında yorum yapılabilir. Endeks üzerindeki
siyah çizgi, 2006-2008 yılları arasında şeker fiyatlarındaki düşüşü göstermektedir.
Aynı dönemde, Türkiye’nin şeker ithalatı da 40 361 milyon dolardan, 2008 yılı
sonunda 92 129 milyon dolara ulaşmıştır.
Hububat dendiğinde, içinde sayılan ürünler olarak, buğday, arpa ve mısır
anlaşılmalıdır. Türkiye’de hububat üretimi, yüksek oranda devlet politikalarına
bağlıdır. Hükümet, fiyatlara müdahale ederek, gübreleme ve yakıt maliyetlerine
sübvansiyonlar uygulayarak hububat üretimine destek olmaktadır. Her ne kadar
Türkiye hububat alanında önemli bir üretici olsa da, hektar başına 1.95 ton buğday
verimliliğiyle, hektar başına 5.66 ton olan AB-27 ortalamasının gerisinde kalmayı
sürdürmektedir (Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı, 2010:7).
153
Türkiye’nin hububat alımları incelendiğinde, 2007 yılına kadar büyük bir
yükseliş görülmezken, 2007 yılında aniden yedi haneli rakamlara ulaşıldığı
izlenmektedir. Bunun nedeni, 2007 yılında görülen kuraklık nedeniyle, hububat
üretimdeki düşüştür.
Şekil 41: Dolar Cinsinden Hububat Fiyatları
Kaynak: Grafik yahoo.finanstan alınmıştır.
2008 yılındaki, 2007 yılına kıyasla neredeyse iki katındaki ithalat artışı ve
izleyen senelerde bu artışın korunması ise, hububat fiyatlarındaki düşüşten
kaynaklanmaktadır. Türkiye, tıpkı enerjide olduğu gibi, bu alanda da stoklarını
yüksek tutmaktadır.
Şekil 42: Dolar Cinsinden Pamuk Fiyatları
154
Kaynak: Grafik yahoo.finanstan alınmıştır.
Dünya pamuk fiyat endeksine bakıldığında, küresel krizde pamuk fiyatlarının
yatay bir trend izlediği görülebilir. Türkiye’nin pamuk ithalat rakamları
incelendiğinde de büyük bir değişimin olmadığı izlenebilir. Ancak burada üzerinde
durulması gereken nokta, Türkiye’nin, pamuk ithalat eden ülkeler arasında Çin’den
sonra, ikinci sıradaki ülke olmasıdır. Pamukta dışa bağımlılık oldukça yüksektir.
Çünkü dünya pamuk endeksi, 1983’ten beri görülen en yüksek fiyata ulaşmasına
rağmen, Türkiye’de pamuk ithalatında bir düşüşe rastlanmamıştır.
Pamuk ithalatının diğer bir yorumlaması, tekstil sektörü üzerinedir. Bilindiği
gibi pamuk, bu sektörün ana maddesini oluşturmaktadır. Fiyattaki artışların, aynı
zamanda üretim malları fiyatlarında artışlara neden olacağı ve ekonomi üzerinde
enflasyonist bir baskı yaratacağı olasılığından dolayı, pamuk üretimi Türkiye için
günümüzde bir sorun teşkil etmektedir.
Genel olarak bakıldığında, Türkiye’de büyük özelleşmeler ağırlıklı olarak
2005-2008 aralığında yapılarak, 2008 krizine portföyün nakit tarafı güçlü girilmiştir.
Bu gücün özellikle hammadde alımlara yansıdığı görülmektedir. Portföyün
aktiflerinin, gıda ve enerji gibi Türkiye’nin net ithalatçı olduğu maddelerde karşılık
bulduğu tablolardan anlaşılmaktadır.
Türkiye’de emlak, son on senedir daha ziyade TOKİ eliyle yönetilmekte
olduğundan, özel sektör ve yabancı yatırımların bu sektörde marjinal kalması, ana
kalem olan çimentonun ülke içinde üretilmesi nedenleriyle, dünya krizinden büyük
155
çapta bir etkilenmeye tabi olmamıştır. Çünkü çimento, üretimden çok taşıma
maliyetlerinin yüksek olması nedeniyle, ihracat ya da ithalata yüksek oranda konu
olan bir madde değildir.
Altın, uluslararası para birimlerine karşılık olmaktan çıktığı günden itibaren,
önce bir çıkış trendine uğramış, 80’li yılların başında, onsu 40 dolardan 800 dolara
yükselmiştir. (Bu konu hakkındaki detaylı açıklama, çalışmanın önceki bölümlerinde
yapılmıştır.) Daha sonra, üretimde etken bir madde olmadığından, daha çok
tamamlayıcı bir madde ve süs eşyalarının yapımında kullanıldığından, fiyatı 2003
senesine kadar 240 dolar seviyesine kadar düşmüştür. ABD’de 2001 yılında yaşanan
İkiz Kuleler faciasından sonra, FED’in piyasaları rahatlatmak adına aşırı miktarlarda
para basması nedeniyle, dolara olan güvenin azalarak tekrar altına önem verilmeye
başlanmıştır. 2008 krizinden sonra, büyük miktarlarda döviz fazlası veren Çin gibi
ülkelerin, altını alternatif bir yatırım aracı olarak görmeleri dolayısıyla, büyük
miktarlarda sürekli olarak altın talep etmeleri, altın fiyatlarını 2000 dolar civarına
yükseltmiştir.
Türkiye’de altına yapılan yatırımlar, genel olarak yastık altı olarak tabir
edilen, stok yatırımlarıdır. Altın fiyatlarının yükselmesi sırasında, fiyatın daha da
yükseleceğini öngören bireyler altın almaya yönelirken, diğerleri ise bu fırsatı
değerlendirerek, altınlarını nakte çevirmişlerdir. Genel olarak Türkiye, altını ham
olarak alır, işler ve piyasaya mamul ürün olarak sunar. Altın fiyatının 1800 doların
üzerinde olduğu günlerde ise, İran’a olan doğal gaz ve petrol alımlarının karşılığı
altınla ödenmiştir (Ekonomi Milliyet, 08.07.2012). Merkez Bankası rezervleri
incelendiğinde ise, özellikle 2010’dan sonra, daha önceki bölümde bahsedildiği gibi,
uygulamaya konan yeni karşılık politikalarının da etkisiyle, bahsi geçen rezervde
büyük artış oranlarına rastlanmaktadır.
Genel olarak değerlendirildiğinde, küresel krizden finansal piyasalar
aracılığıyla etkilenen Türkiye’nin, ödemeler bilançosunda ciddi bir değişim meydana
gelmemiştir. Oluşan cari açığın daha fazla derinleşmemesinin temel sebebi, enerji
fiyatlarındaki düşüşlerden kaynaklanmaktadır. Zira enerji ithalatı, Türkiye’nin
toplam ithalatının %20’sini oluşturmaktadır. Bu dönemde enerji stokları arttırılarak
krizden faydanalınılmıştır. Ayrı durum, pamuk dışarıda tutulmak üzere, tarım sektörü
için de geçerlidir.
156
Krizin etkisiyle fon bulma olanakları kısıtlanan Türkiye’de, aynı zamanda
beklentilerin de olumsuz yönde değişmesiyle, BIST’te 5. yükseliş ayağını sona
erdirmiştir. Ancak, 2008 krizinin, genel olarak yükseliş trendini bozduğunu
söylemek güçtür. Çünkü Türkiye iki sene gibi kısa bir sürede, Avrupa Ülkeleri gibi
bir borç krizine girmeden, krizden çıkmayı başarmış ve IMF’ye olan borçlarını
neredeyse kapatmış bulunmaktadır.
2008 yılına kadar, Türkiye’de izlenen temel politika, sıcak parayı ülkeye
çekmek için kullanılan yüksek faiz uygulamasıdır. Aynı zamanda bu politika
yardımıyla, dövizde stabilite de sağlanmaktadır. Ancak 2008 yılından sonra Türkiye,
bu politikasını değiştirerek faiz oranlarını düşürme yoluna gitmiştir. Ödemeler
bilançosundaki portföy yatırımları kalemi, bu değişimin etkilerini yansıtmaktadır.
Küresel kriz, büyümeyi bir süre için azaltmış, işsizlik oranlarını ve cari açığını
arttırmış olsa da, Türkiye, krizin yarattığı fırsatlardan yararlanarak ekonomisini kısa
bir süre içinde toparlayabilmiştir.
SONUÇ
157
İktisat tarihinde kriz kavramı önemli bir yer tutmaktadır. Her dönemde, iktisat
okulları kriz süreçlerini değerlendirmiş, elde edilen bulgular doğrultusunda krizlerin
neden ve sonuçlarına dair çeşitli görüşler öne sürmüşlerdir. Klasik okul, krizleri, iş
çevrimlerine bağlayarak, sistemin sorunlarına işaret eden, yararlı kırılmalar olarak
görmektedir. Marksist kuramsa bu görüşü reddederek, krizlerin varolan sistemin
yarattığı, sisteme de zarar verdiğini savunmaktadır. Keynes krizlerin oluşumunun
tüketim eğiliminin, likidite tercihinin, sermayenin marjinal etkinliği üzerindeki
etkisine değinerek, krizlerde, sermayenin marjinal etkinliğinin rolünu tartışmıştır.
Son dönemde öne çıkan sebepler arasında en önemliler, asitmetrik bilgi sorunu ve
ahlaki risklerdir. Ahlaki risk sebebiyle oluşan finansal krizleri açıklamak amacıyla,
üçüncü nesil kriz modelleri geliştirilmiştir.
Krizlerin ortaya çıkmasında genel olarak kabül edilen görüş, konjonktür
dalgalanmaların varlığıdır. Konjonktürlerin ortaya çıkışıyla ilgili ise, pek çok farklı
görüş bulunmaktadır. İklimsel teoriler ve güneş lekeleri kuramı, konjonktürleri sözü
geçen öğelere bağlamaktadır. Literatürde, çevrimlerin ortaya çıkışını, aşırı üretim,
eksik tüketim, aşırı yatırım ile açıklayan teoriler bulunmaktadır. Bunların arasında,
dalgalanmaları teknolojik gelişmelere bağlayan icatlar teorisi dikkat çekicidir. Bu
teori, çevrimleri, 50-60 yıllık, uzun dönem süper çevrimler olarak ele alır. Her dalga,
bir diğerini, ortaya çıkan yeni teknoloji yüzünden geride bırakmaktadır. Dolayısıyla,
erken mekanizasyon devri, buhar gücünün bulunmasıyla sona ermiş, buhar gücünden
ağır sanayileşmeye geçilmesi ise yeni bir dalgayı başlatmıştır.
Diğer konjontür teorilerin arasından yeni klasiklerin reel konjontür teorisi de
icatlar teorisini desteklemektedir. Bu teoriye göre, ekonomiyi etkileyen esas
faktörler, (teoriye de adını veren reel şoklar) hammadde kaynaklarında yeni keşifler,
teknolojik gelişmeler, yeni örgütlenme sistemler gibi yenilik tabanlıdır. Aynı
zamanda siyasi olayların da konjonktürü etkilediği üzerine görüşler bulunmaktadır.
Bir konjonktür dört ana devreden meydana gelmektedir. Bunlar; canlanma,
genişleme, duraklama ve daralma evreleridir. Canlanma devresi, başarılı devlet
müdahelesi, uygulamaya konan yeni bir teknolojik gelişme gibi etkenlerle başlar.
Ekonomide bir uyanma, üretim ve istihdam düzeyinde yükselişlerle ekonomide
genişleme görülür. Bu yükselişin tepe noktasında, reel ve finansal varlıkların aşırı
değerlenmesi sonucu bir balon oluşabilir. Devlet kontrolü, bu aşamada oldukça
158
önemlidir. Yükselme aşamasını, piyasanın doymasıyla önce duraklama, ardından
gerileme izleyecektir. Kredilerde görülen artış, faiz oranlarını yükselttiğinden
yatırımlarda azalmalar başlar. Bu aşamada, piyasada eğer bir balon oluşmuş ise,
balona konu olan varlığın sahipleri ellerindeki varlıkları elden çıkarmaya başlayarak
bir kırılma yaratırlar. Böylece ekonomide daralma evresine girilmiştir. Ekonomide,
karların azalmasını zararlar, zararları da iflaslar izlemektedir. Bu evrenin uzunluğu,
bunalımın nedenlerine ve devlet müdahalelerinin başarısına bağlıdır. Konjontür
kökenli krizlerin temel süreci bu şekilde işlemektedir.
Günümüzde, bir ekonomide meydana gelen kriz, ortaya çıkığı ülke ile sınırlı
kalmamakta, finansal piyasalar aracılığıyla dünyaya yayılmaktadır. Bunun nedeni,
kavramın kendisi insanlık tarihiyle yaşıt olmakla birlikte, iletişim teknolojilerindeki
gelişmelerden sonra önem kazanmış olan küreselleşmedir. Küreselleşme ile ilgili
yapılan tanımların ortak özellikleri, iletişim teknoloji yardımıyla dünyanın çeşitli
yerlerindeki insanların iletişime geçerek, birbirlerini kültürel, siyasi, ideolojik ve
elbette ekonomik olarak etkilemesidir. Küreselleşme sayesinde milletler arası
örgütlerin kurulması hızlanmış, sermaye hareketleri serbestleşmiştir.
Bu sürece gelişmiş, gelişmekte olan ve gelişmemiş ülkeler açısından ayrı ayrı
bakıldığında, küreselleşmenin insanlığa katkıları da tartışmaya açık hale gelmektedir.
Gelişmekte ve gelişmemiş ülkeler açısından bakıldığında, hakim kültürlerin diğer
kültürler üzerine asimile edici etkileri bulunmaktadır. Ulusal lisanlar, dünyada baskın
olan lisandan etkilenerek değişmektedir. Genç demokrasiler etki altında kalmaktadır.
Dünya sermayesinin dağılımı hızla bozulmaktadır. Gelişmiş ülkelerde de, iş gücü
maliyetlerinin gelişmekte olan ve gelişmemiş ülkelerde daha ucuz olması nedeniyle
işsizlik sorununu doğurmaktadır.
Yukarıda sayılan bütün olumsuzluklarına rağmen, finansal küreselleşme
doğru araçlarla değerlendirilir ise, sermayenin aktığı ülkelerde ekonomik büyüme
yaratmaktadır. Sermaye, bir ülkeye doğrudan veya dolaylı yatırım olarak
girmektedir. Doğrudan yatırımlar, teknolojik gelişmeleri ve yeni üretim sistemlerini
beraberinde getirdiğinden, yerel ülke için büyük bir avantaj sağlamaktadır. Aynı
zamanda, yine yerel ülkede yeni istihdam kanalları yaratacaktır. Dolaylı yatırımların
ise, devlet tarafından doğru yönlendirilmesi, ülkeye giren sermayenin yeni yatırım
için bir araç olarak değerlendirilmesi gerekmektedir.
159
Türkiye de, bu yeni finansal sermayeden pay alabilmek adına bir finansal
serbestleşme sürecine girmiştir. Bu süreçte faizlerin serbest bırakılması, döviz
kontrollerinin kaldırılması, dalgalı kur sistemine geçiş, milli paranın konvertibiliteye
geçmesi, altın ve menkul kıymetler borsasının kurulması kritik unsurlardır. Ancak bu
geçiş, sancılı bir süreçtir. Bütün bu yenilikleri iki finansal kriz, 1994 ve 1998 krizleri
izlemiştir. Ardından meydana gelen Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizleri ile, özellikle
bankacılık alanında ciddi düzenlemelere gidilmiştir.
Hangi nedenlerle oluşursa oluşsun, bir finansal krizin sonuçlarının
değerlendirilmesi, temel ve teknik analiz yöntemlerinin birlikte kullanılmasını
gerektirmektedir. Temel analiz, temel ekonomik göstergelerin incelenmesi ile
yapılırken, teknik analiz trendler yardımıyla değerlendirilir. Trend, ekonomiyi
etkileyen her türlü faktörün uzun dönemde oluşturuğu eğilimi gösteren, özünde bir
konjonktür dalgasıdır. Fiyat endekslerine çizilen trendlerin yorumlanmasıyla yapılan
analizin kökleri, Dow Teorisine dayanmaktadır. Dow Teorisi, Elliott tarafından,
Fibonacci çalışmaları yardımıyla bir adım daha ileri götürülmüştür. Böylece Elliott,
Dow’un aksine trendler yardımıyla geleceğe yönelik tahminler de yapılabilen Elliott
Dalgaları teorisini ortaya koymuştur. Her iki teorinin de deniz dalgalarından ve gelgitlerden ilham almış olması ilginçtir.
Elliott Dalgaları, hisse senedi piyasasının beş dalgadan ve bunu takip eden üç
geri çekilmeden oluşan sürekli bir ritmi takip ettiğini açıklamaktadır. Bu ritmi
kontrol eden mekanizma ise Fibonacci Sayı Serileri’dir. Tıpkı denizlerdeki gelgitlerin bu sayı dizisi arasındaki oranlarla paralel gitmesi gibi, insan etkinlikleri de
Fibonacci Sayılarından elde edilen altın oranla açıklanabilmektedir. Böylece Elliott,
altın oranı fiyat hareketlerini tahmin etmek için kullanır. Teknik analizle tahminleme,
günümüzde bilgisayar programları yardımıyla yapılabilmektedir. Fibbonacci sayı
dizisi dışında kullanılabilecek, Bollinger Bantları, ADX, CCI, MACD gibi pek çok
değişik osilatör bulunmaktadır.
2008
krizi,
Amerika’da
konut
balonunun
patlamasıyla
başlamıştır.
Spekülatörlerin gayri menkulleri alıp küçük parçalara bölerek, hisse senedi gibi satış
yapmaları, bu krizin Büyük Buhran’la kıyaslanmasına neden olmuştur. Çoğu kriz
gibi 2008 krizi de, belli aktif varlıkların (2008 krizi için konutların), fiyatların asıl
değerinin çok üzerinde yükseldiği bir balonla başlamıştır. Üstelik, bu sefer, krize
160
konu olan varlıklar, teminat olarak da kullanıldığından, kriz aynı zamanda ciddi
anlamda likitide sorunu yaratmıştır. Finansal sektörde başlayan kriz, yayılarak reel
sektörü de etkilemiştir.
Mortgage piyasalarının en önemli özelliği, kredi veren kurumların, bu
krediler üzerinden belli bir pay aldıktan ve gerekli anlaşmalar imzalandıktan sonra,
krediyi ikincil piyasalara satmalarıdır. Krediler, genellikle özel yatırım bankalarına
satılır ve buradan da tahvillere dönüştürülerek dünya pazarlarına ihraç edilir.
Böylece, yüksek riskli borçlarla üretilen tahviller, finansal piyasalar aracılığı ile
dünyaya yayılır.
Küresel krizin, Türkiye ekonomisinde neden olduğu etkiler, diğer ülkelerden
oldukça farklıdır. Bunun nedeni, ABD, AB ve diğer ülkelerde krize neden olan türev
araçların, 2008 yılının ortalarından önce Türkiye’de varlık göstermemesidir. Hedge
fonların Türkiye’de piyasaya çıkışı 2008 yılının Haziran ayıdır. Bu varlıkların aşırı
riskli gibi algılanması nedeniyle piyasada talebinin olmaması, Türkiye’nin küresel
krizden etkilenmemesinin önemli bir sebebidir. Aynı zamanda 2001 krizi sonucu
özellikle bankalara getirilen sıkı denetimlerin, krizin etkilerinin hafifletilmesinde bir
etken olduğu söylenebilir. Bütün bu nedenler dolayısıyla, kriz Türkiye’ye bir dönem
geç yansımıştır.
Ancak Türkiye’nin krizden etkilenmeden kurtulduğunu söylemek mümkün
değildir. 2008 krizinin Türk ekonomisine etkisi, Türkiye’nin yüksek dış borçlanma
oranları nedeniyledir. Belirsizliğin arttığı bir ortamda, kredi piyasasında kaynak
akımının durması, iktisadi faaliyetlerde bir yavaşlama meydana getirmiştir. 2008
yılına 48 744 kapanış fiyatıyla başlayan BIST endeksi, krizin etkisiyle önemli ölçüde
değer kaybederek, Aralık ayının sonunda 25 716 seviyesine düşmüştür.
2009
yılında, Türkiye’nin reel mal ve hizmet ihracatının %5.3, ithalatının ise %14.3
oranında daraldığı görülmektedir. Türkiye ekonomisi, bu daralmanın etkisiyle 2009
yılında %4.7 oranında küçülmüştür. Bu olumsuz koşullar altında, yurtiçi talepteki
daralma %7.2 olarak gerçekleşmiştir. Enflasyon oranları kriz yılında %10.06
seviyesine çıkmıştır. Bu oran beklenenin altı puan üzerindedir. Gecelik faiz oranları,
Lehman Brother’sın batmasıyla %16.75’a yükselmiştir. Reel kesim güven endeksi
kalemi, 2009’da 97.8 iken, giderek düşerek yılı 91.2 değeri ile kapatmıştır.
161
BIST’in endeks değerleri teknik analizle incelendiğinde, 2003’te başlayan
yükseliş ayağının, krizin etkisiyle 2008’de bittiği görülebilir. Krize kadar yükseliş
kanalında giden endeks, krizle birlikte destek çizgisini kırarak, Elliott Dalgasının
beşinci ayağına dönüşmüştür.
2008
krizi,
Merkez
Bankalarının
uyguladıkları
politikaları
gözden
geçirmelerine neden olan, önemli bir uyarıcı olmuştur. TCMB, esnek enflasyon
hedeflemesinin yanı sıra, finansal istikrarı da korumaya yönelik yeni bir yaklaşım
benimsemiştir.
2010’un son çeyreğinden beri faiz koridoru adı altında yeni bir
uygulamaya geçmiştir. Faiz koridoru TCMB ortalama fonlama faizi, günlük likidite
yönetimi araçları kullanılarak, gecelik borç verme ve borç alma faiz oranları
arasındaki fark olarak tanımladığında, faiz oranları faiz koridoru arasında herhangi
bir noktada oluşabilmektedir. Bu uygulama, TCMB’ına esneklik sağlayan, yararlı bir
uygulamadır. Faiz koridoru sayesinde döviz oranlarındaki dalgalanmanın önüne
geçilebilmektedir.
2008 küresel ekonomik krizin başlamasından itibaren, merkez bankalarınca
ekonomiye destek vermek amacıyla gevşek para politikaları uygulanmıştır. Kriz
döneminde uygulanan gevşek para politikalarıyla oluşan likidite bolluğu ve sermaye
girişleri, özellikle 2010 yılında Hazine borçlanma imkânlarını iyileştirmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankasının, 2008 krizinden sonra uygulamaya
koyduğu politikalardan biri de, kısaca ROM olarak bahsedilen Rezerv Opsiyon
Mekanizmasıdır. Bu uygulama sayesinde, bankalar Türk Lirası karşılıklarının bir
kısmını altın veya yabancı para (dolar/avro) cinsinden tutabileceklerdir. Bu
düzenlemenin nedeni, sermaye hareketlerindeki aşırı hareketliliğin finansal istikrarı
etkilemesini önlemek ve bankalara likidite yönetiminde esneklik sağlayabilmektir.
Bu uygulamanın aynı zamanda faiz koridoruna olan ihtiyacı azaltılacağı
düşünülmektedir.
Her iki uygulama da, Türkiye’nin en çok etkilendiği, ani sermaye girişçıkışlarını önlemeye yöneliktir. Ancak burada temel sorun, çekilen sermayenin hangi
yönde kullanılacağıdır. Doğrudan yatırıma dönüşemeyen sermaye, ödenen faizlerle,
ödemeler bilançosundaki dengesizliği arttırmaktadır. Bu nedenle, gelen sermayenin
katma değeri yüksek sektör yatırımlarına yönlendirilmesi gerekmektedir. Türkiye,
162
genç nüfusunda işsizlik sorunu olan bir ülkedir. Yapılan yatırımlarla aynı zamanda
bu alana da bir çözüm getirilecektir.
Bütün olumsuzluklarına rağmen, Türkiye küresel krizden diğer ülkelere
oranla daha az etkilenmiş ve iki üç sene gibi kısa bir sürede yeniden istikrarı
sağlamıştır. Avrupa küresel krizin ardından ciddi işsizlik ve borç krizleri yaşarken,
Türkiye’nin IMF’den borç almadan bu süreçten çıkması ekonomik yapısının ve
devlet kontrollerinin sözü edilen ülkelere kıyasla daha güçlü olduğuna işaret
etmektedir.
KAYNAKÇA
163
Acar, M., Dönek, E., Doğanlar, M. ve Açıkgöz, Ö. (2001). Küreselleşen Türkiye
Ekonomisi, Serbest Piyasa Ekonomisinin Serüveni. Ankara: Siyasal Kitabevi.
Adams, J. (2002). Financial Globalization: Is It A Threat to Key Central Bank
Functions? The Case of Mauritius. Journal of Financal Regulation and Compliance.
11(1):55-63.
Adıyaman, A.T. (2006). Dış Borçlarımız ve Ekonomik Etkileri. T.C Sayıştay Dergisi.
Temmuz-Eylül 2006 (62): 21-45.
Akkaya, C.G. ve Taner, B. (2009). Sermaye Piyasası Faaliyet Alanı ve Menkul
Kıymetler. Ankara: Detay Yayıncılık.
Aktan, C.C ve Şen, H. (1999). Globelleşme, Ekonomik Kriz ve Türkiye.
Ankara:TOSYÖV Yayınları.
Allen, F. ve Gale, D. (2007). Understanding Financal Crises. New York:Oxford
University Press.
Alper, K., Kara, H. ve Yörükoğlu, M. (2012). Rezerv Opsiyonu Mekanizması.
Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası Ekonomi Notları. 2012(28):1-14.
Ankara Sanayi Odası (ASO). (1998). Rusyadaki Ekonomik Kriz ve Türkiye’ye
Etkileri. Ankara Sanayi Odası Yayınları. 44:5-8.
Aren, S. (1998). İstihdam, Para ve İktisadi Politika. Ankara: Savaş Yayınevi.
Arestis, P. ve Demetriades P. (1999). Financial Liberalization: The Experience of
Developing Countries. Eastern Economic Journal. 25(4):441-457.
Aydın, M. K. (2003). Sermayenin Küreselleşmesi. İstanbul:Değişim Yayınları.
164
Balı, S. ve Büyükşalvarcı, A. (2011). 1630’dan 2010’a Finansal Krizler Tarihi.
İstanbul:Çatı Kitapları.
Baumol, W.J. ve Blinder, A.S. (2009). Economics:Principles and Policy. USA South
Western: Cengage Learning.
Bernal, M.C.G. (1991). Iberoamerica: Evoluion de una Economia Dependiente:
Historia de las Americas. Madrid/Sevilla: Alhambra Longman/Universidad de
Sevilla. 4: 565-619.
Botucoğlu, E. ve Ekinci, A. (2009). Genel Teori, Küresel Krizler ve Yeniden Maliye
Politikası. Maliye Dergisi. 157:66-82.
Buluş, A. ve Kabaklarlı, E. (2010). 1929 Ekonomik Buhranı ile Son Dönem Global
Krizin
Karşılaştırılması.
Selçuk Üniversitesi
İ.İ.B.F.
Sosyal
ve Ekonomik
Araştırmalar Dergisi. 10(19):1-21.
Caprio, G. Jr. (1996). The Lender of Last Resort Function Under a Currency Board:
The Case of Argentina. Open Economies Review. 7(1): 625-650.
Celasun, M. (2002). 2001 Krizi, Öncesi ve Sonrası, Makroekonomik ve Mali Bir
Değerlendirme. ERC/METU. i053:1-56.
Chambers, N. (2008). Hedge Fonlar. Niğde Üniversitesi İİBF Dergisi. 1(1):5-13.
Çağıl, G. ve Hosseini, S.R. (2011). Türkiye’de Kurulan Hedge Fonlar ve Performans
Analizi Uygulaması. Marmara Üniversitesi Bankacılık ve Sigortacılık Enstitüsü EDergisi. 1(1):43-48.
Çağlar, Ü. (1997). İstikrar Politikalarında Nominal Çapa seçimi ve Para İkamesi.
Banka ve Ekonomik Yorumlar Dergisi. 11:33-38.
165
Çiloğlu, B. (2002). Arjantin Ekonomisi. Stratejik Analiz Dergisi. 2(22):3-10.
Davis, E. P. (1995). Debt, Financial Fragility and Systemic Risk, Revised and
Expanded Edition. New York: Oxford University Press.
Dekle, R. ve Kletzer, K.M. (2001). Domestic Bank Regulation and Financial Crises:
Theory and Empirical Evidence From East Asia. NBER Working Paper Series.
No:8322.
Delice, G. (2003). Finansal Krizler:Teorik ve Tarihsel Bir Perspektif. Erciyes
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi. 20: 57-81.
Demir, F., Ermişoğlu, E., Karabıyık, A. ve Küçük, A. (2008). ABD Mortgage Krizi.
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu Çalışma Tebliği. Sayı 3/Ağustos 2008.
Dinler, Z. (2003). İktisada Giriş. Bursa: Ekin Kitabevi Yayınları.
Dornbusch, R. ve Werner, A. (1994). Mexico: Stabilization, Reform and No Growth.
Brookings Papers on Economic Activity. 1994(1): 253-315.
Devlet Planlama Teşkilatı. (2009). 2009 Yılı Katılım Öncesi Ekonomik Programı.
http://www.dpt.gov.tr/PortalDesign/PortalControls/WebIcerikGosterim.aspx?Enc=83
D5A6FF03C7B4FCEA21373D51A71518 (14.05.2013).
Devlet Planlama Teşkilatı. (2011). Katılım Öncesi Ekonomik Programı 2011-2013.
www.dpt.gov.tr/DocObjects/Download/11010/KEP_2010.pdf (14.05.2013).
Devlet Planlama Teşkilatı. (2011). Katılım Öncesi Ekonomik Programı 2012-2014.
http://www.dpt.gov.tr/PortalDesign/PortalControls/WebIcerikGosterim.aspx?Enc=83
D5A6FF03C7B4FC79200BE3FAB7387F (14.05.2013).
166
Devlet Planlama Teşkilatı. (2012). Katılım Öncesi Ekonomik Programı 2013-2015.
http://www.dpt.gov.tr/PortalDesign/PortalControls/WebIcerikGosterim.aspx?Enc=83
D5A6FF03C7B4FC2F3425E615DABCCC (14.05.2013).
Duman, E. ve Işık, N. (2012). 1929 Ekonomik Buhranı ve 2008 Küresel Krizi’nin
Türkiye Ekonomisi Üzerindeki Etkileri. Çankırı Karatekin Üniversitesi İktisadi ve
İdari Bilimler Fakültesi Dergisi. 2(1): 73-101.
Edwards, S. (1997). The Mexican Peso Crisis: How Much Did We Know? When Did
We Know It?. NBER Working Paper Series. No:6334.
Eğilmez, M ve Kumcu E. (2001). Krizleri Nasıl Çıkardık. İstanbul: Creative
Yayıncılık.
Eğilmez, M ve Kumcu E. (2004). Ekonomi Politikaları ve Türkiye Uygulaması.
İstanbul:Remzi Kitabevi.
Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu. (2011). Doğal Gaz Piyasası, 2011Yılı Sektör
Raporu.
http://www.epdk.gov.tr/documents/dogalgaz/rapor_yayin/Dpd_Rapor_Yayin_Sektor
_Raporu_2011_YML4K810nps7.pdf (28.05.2013).
Erçel, G. (1999). 2000 Yılı Enflasyonu Düşürme Programı: Kur ve Para Politikası
Uygulaması. TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu Merkez Bankası Sunuşu.
http://www.tcmb.gov.tr/yeni/evds/konusma/tur/2001/tbmm/PBKsunu.html
(14.05.2013).
Eser, K. (1993). (14 Mayıs 2013). Mali Baskı Altındaki Gelişmekte Olan Ülkelerde
Uygulanan Finansal Liberalizasyon Politikalarının Etkinliği. Ekonomik Yaklaşım.
4(10):83:101.
Ersoy, A. (1986). İktisadi Düşünceler Tarihi. İzmir:Akyol Matbaacılık.
167
Ferrari-Filho, F. ve Fernando De Paula, L. (2003). The Legacy of the Real Plan And
An Alternative Agenda For The Brazilian Economy. Investigación Económica.
LXII(244):57-92.
Freidman, T.L. (2008). Yirmi Birinci Yüzyılın Kısa Tarihi:Dünya Düzdür.
İstanbul:Boyner Yayınları.
Freidman M. ve Schwartz, A.J. (1963). Money and Business Cycles. The Review of
Economics and Statistics. 45(1): 32-64.
Flood, R.P ve Marion, N.P. (1998). Perspectives on the Recent Currency Crisis
Literature. IMF Working Papers. 98/130.
Gerek, S. (1999). Finansal Küreselleşme ve Türkiye. Anadolu Üniversitesi İktisadi
İdari Bilimler Fakültesi Yayınlar. 1095(149):96-106.
Görmezöz, G. (2007). Türkiye Ekonomisinde Yaşanan Dalgalanmaların İstihdam
Üzerindeki
Etkisi
ve
Olumsuz
Etkilerin
Azaltılmasına
Yönelik
Önlemler.
(Yayınlanmamış Uzmanlık Tezi). Ankara:Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı.
Güven, Ö. (1973). Ekonomide Konjonktür Olayları ve Etkileri. İzmir: İstiklal
Matbaası.
Hepsağ, S. (2009). Finansal Liberalizasyon Politikalarının Geçerliliğinin McKinnon
Tamamlayıcılık Hipotezi Çerçevesinde Sınanması: Türkiye Örneği. BDDK
Bankacılık ve Finansal Piyasalar. 3(1):63-80.
Hevner, L.B. (2009). The Perfect Portfolio. New Jersey: John Wiley & Sons Inc.
Hirst, P. ve Thompson, G. (1998). Küreselleşme Sorgulanıyor. Ankara:Dost
Kitabevi.
168
Hughs, H. (1999). Crony Capitalism and The East Asian Curreny Financial Crises.
Policy.15(3) s:3-10.
Immanuel, C.Y. (1999). Rise of Modern China. USA: Oxford University Press.
Işık, S. (2004). Para, Finans ve Kriz. İstanbul:Akçağ Kitabevi.
Işık, S., Doğan, H. ve Kadılar, C.. (2005). Ekonomik Büyümede Para ve Fiziki
Sermaye: McKinnon Tamamlayıcılık Hipotezi’nin Türkiye için Testi. İktisat, İşletme
ve Finans. 233: 37–51.
Kabakçı, A. (2009). Portföy Yönetimi. İzmir:İlkem Ofset.
Karabulut, G.(2002). Gelişmekte Olan Ülkelerde Finansal Krizlerin Nedenleri.
İstanbul:Der Yayınları.
Karluk, R. (2005). Cumhuriyetin İlanından Günümüze Türkiye Ekonomisinde Yapısal
Dönüşüm. İstanbul:Beta Yayınları.
Karan, M.B. (2001). Yatırım Analizi ve Portföy Yönetimi. Ankara:Gazi Kitabevi.
Kazgan, G. (2009). Küreselleşme ve Ulus-Devlet. İstanbul: İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları.
Kazgan, G. (2013). 2008 Krizi Üsselleşirken Türkiye’nin Sürdürülemez Büyüme
Modeli.
Türkiye
Ekonomi
Kurulu
Tartışma
Metni
2013/4.
http://www.tek.org.tr/dosyalar/42-KAZGAN.pdf (28.05.2013).
Keyder, N. (2001). Türkiye’de 2000 ve 2001 Krizleri ve İstikrar Programları. İktisat,
İşletme ve Finans. 183:37-53.
Keynes, J.M. (2008). İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi. İstanbul:Kalkedon.
169
Kibritçioğlu, A. (2001). Türkiye'de Ekonomik Krizler ve Hükümetler. Yeni Türkiye
Dergisi. Ekonomik Kriz Özel Sayısı 1(41). 174-182.
Kindleberger C.P. ve Aliber R.Z. (2005). Manias, Panics and Crashes:A History of
Financal Crises. New York: Palgrave MacMillian Ltd.
Kocaoğlu, F. (2005). 1990 Sonrası Türkiye’de Dış Borç Sorunu, Dış Borçların
Sürdürülebilirliği ve Dış Borç Yönetimi. (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi).
Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Kondratieff, N.D. (1979). The Long Waves in Economic Life. Review (Fernand
Braudel Center. 2(4): 519-562.
Krueger, A. ve Tornell, A. (1999). The Role of Bank Restructuring in Recovering
From Crises: Mexico 1995-98. NBER Working Paper Series. No:7042.
Krugman, P. (1979). A Model of Balance of Payment Crises. Journal of Money
Credit and Banking.11(3): 311-325.
Krugman, P. (1994). The Myth of Asia’s Miracle. Foreign Affairs. 73(6):62-89.
Krugman, P. (2010). Bunalım Ekonomisinin Geri Dönüşü ve Küresel Kriz.
İstanbul:Literatür Yayıncılık.
Loser, C. ve Kalter, E. (1992). Mexico: The Strategy to Achieve Sustained Economic
Growth. IMF Occasional Paper. No:99.
Milliyet Gazetesi. (07 Temmuz 2012). İran'a Gönderilen 60 Ton Altının Sırrı.
Ekonomi Milliyet. http://ekonomi.milliyet.com.tr/iran-a-gonderilen-60-ton-altininsirri/ekonomi/ekonomidetay/08.07.2012/1564398/default.htm (26.06.2013).
170
Minsky, H. (1993). Finance and Stability. Jerome Levy Economics Institute of Bard
College. Working Paper No:93.
Mishkin, F.S. (1996). Understanding Financial Crises: A Devoloping Country
Perspective. Nber Working Paper Series. No:5600.
Mishkin, F.S. (2001). Financial Policies and the Prevention of Financial Crises in
Emerging Market Countries. NBER Working Paper Series. No:8087.
Odhiambo, N. M.. (2004). Money and Physical Capital are Complementary in
Kenya. International Economic Journal. 18: 65-78.
Oktar, S. ve Dalyancı, L. (2010). Finansal Kriz Teorileri ve Türkiye Ekonomisinde
1990 Sonrası Finansal Krizler. Marmara Üniversitesi İİBF Dergisi. 29(2):1-22.
Özateşler, M. (2000). Ekonomi Bilimi I. İzmir:İlkem Ofset.
Özateşler, M. (2006). Ekonomi Bilimi-II Makro Ekonomi. İzmir:Dokuz Eylül
Üniversitesi İktisat Bölümü Masaüstü Yayıncılık Birimi.
Özel, S. (2000). Türkiye'de Enflasyon, Devalüasyon ve Faiz. İstanbul:Alkım
Yayıncılık.
Özer, M. (1999). Finansal Krizler, Piyasa Başarısızlıkları ve Finansal İstikrarı
Sağlamaya Yönelik Politikalar. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları.
Özsoylu, A.F., Ünlükaplan, İ. ve Gedik, M. (2010). Küresel Kriz ve Türkiye.
Adana:Karahan Kitabevi.
Peart, Sandra J. Sunspots and Expectations: W. S. Jevons's Theory of Economic
Fluctuations. Cambridge Journals. 13(2): 243-265.
Parasız, İ. (1998). Makro Ekonomi: Teori ve Politika. Bursa:Ezgi Kitabevi Yayınları.
171
Parasız, İ. (2001). Enflasyon-Kriz-Ayarlamalar.Bursa:Ezgi Kitabevi Yayınları.
Parasız İ. ve Bildirci, M. (2006). Modern Konjonktür Teorileri. Bursa: Ezgi Kitabevi
Yayınları.
Prechter Jr., R.R. ve Frost, A.J. (2001). Elliott Wave Principle: Key to Market
Behavior. USA: New Classics Library.
Robertson, R. (1999). Globalization; Social Theory And Global Culture.
Ankara:Bilim ve Sanat Yayınları.
Roubini, N. ve Mihm, S. (2012) Kriz Ekonomisi: Dünya Ekonomisinin Çöküşü ve
Geleceği. İstanbul:Pegasus.
Saraçoğlu, B. (1999). Küresel Krizler ve Türkiye İhracatının Geleceği. İGEME'den
Bakış Dergisi. İGEME: Nisan-Haziran:23-32.
Savaş, V.F. (1997). İktisadın Tarihi. İstanbul:Liberal Düşünce Topluluğu Yayınları.
Schaeffer, R.K. (1997). Understanding Globalization. Lantham: Rowman &
Littlefield Publishers INC.
Schmukler Sergio, L. (2004). Financial Globalization: Gain and Pain for Developing
Countries. Economic Review-Federal Reserve Bank of Atalanta, Second Quarter.
89(2):39-66.
Schumpeter, J.A. (1939). Business Cycles:A Theoretical, Historical and Statistical
Analysis of the Capitalist Process. New York, Toronto, London : McGraw-Hill Book
Company.
172
Seyidoğlu, H. (2001). Uluslararası İktisat, Teori, Politika ve Uygulama.
İstanbul:Kurtiş Matbaacılık.
Shrestha, M. B. ve Chowdhury, K. (2007). Testing Financial Liberalization
Hypothesis with ARDL Modelling Approach. Applied Financial Economics.
17:1529–1540.
Smith, A. (2007). Ulusların Zenginliği 2. Cilt. Ankara: Palme Yayıncılık.
Stiglitz, J.E. (2012) Serbest Düşüş: Amerika, Serbest Piyasalar ve Dünya
Ekonomisinin Çöküşü. İstanbul:Gündoğan Yayınları.
Stiglitz, J.E. ve Furman, J. (1998). Economic Crisis, Evidence and Insight from East
Asia. Brooking Papers on Economic Activity. 2:1998.
Sundararajan, V. ve Balino J. JT. (1998). Banking Crises: Cases and Issues.
Washington DC: IMF.
Şahin, H. (1997). İktisada Giriş. Bursa: Ezgi Kitabevi Yayınları.
Şimşek, N. (1998). Fiyatların Konjonktürel Davranışına İlişkin Bir araştırma (196319995 Türkiye Örneği). (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). İzmir: Dokuz Eylül
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Şişmanyazıcı, H. (2011). Baltic Dry Bulk Endeksi ile Küresel Ekonomideki
Dalgalanmalar Arasındaki Etkileşim. Koç Üniversitesi Ekonomik Araştırma Forumu.
11(8):1-10.
Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi (TASAM). (2006). Küreselleşme
Sürecinin Medya ve Kültür Üzerindeki Etkileri. TASAM Stratejik Rapor. No:15.
173
Türkiye Bankalar Birliği, Bankacılık ve Araştırma Grubu (TBB). (2000). Bankacılık
Sisteminde Mali Bünye Sorunları ve Yeniden Yapılandırmada Ülke Uygulamaları.
Bankacılar Dergisi. 32:37-81.
Tekeoğlu, M. (1993). İktisadi Düşünceler Tarihi. Adana:Çukurova Üniversitesi
Matbaası.
Terzi, N. (2009). Hedge Fonlar-Küresel Finans Piyasalarının Gizemli Oyuncuları.
İstanbul:Beta Basım Yayım Dağıtım.
Togay, S. (2001). Kasım 2000 Krizine Teorik Yaklaşım: Para Arzının İçselliği ve
Minsky'nin Finansal İstikrarsızlık Hipotezi Üzerine Bir Not. İktisat, İşletme ve
Finans Dergisi. 16(182): 68-83.
Tutar, H. (2000). Küreselleşme Sürecinde İşletme Yönetimi. İstanbul: Hayat
Yayınları.
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı. (2012). Kamu Borç Yönetimi
Raporu.
http://www.hazine.gov.tr/default.aspx?nsw=BKsmUPQeFbnBXCDahrXm1A==H7deC+LxBI8=&mid=614&cid=22&nm=40# (14.05.2013).
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı. (2009). 2009 Yılı Faaliyet
Raporu.
http://www.hazine.gov.tr/default.aspx?nsw=BKsmUPQeFbnBXCDahrXm1A==H7deC+LxBI8=&mid=251&cid=25&nm=39# (14.05.2013).
Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası İstatistik Genel Müdürlüğü (2010). İmalat
Sanayinde
Kapasite
Kullanım
Oranı’na
İlişkin
Açıklama
Notu.
http://www.tcmb.gov.tr/imalat/KKO-Aciklama.pdf (14.05.2013).
174
Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası. (2001). 2002 Yılı Para Politikası Raporu.
http://www.tcmb.gov.tr/research/parapol/ppr-kasim2001.pdf (14.05.2013).
Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası. (27 Aralık 2011). 2012 Yılında Para ve Kur
Politikası.
http://www.tcmb.gov.tr/yeni/duyuru/2011/Baskan_ParaPol12.pdf (14.05.2013).
Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası. (25 Aralık 2012). ). 2013 Yılında Para ve Kur
Politikası.
http://www.tcmb.gov.tr/yeni/duyuru/2012/Baskan_ParaPol13.pdf (14.05.2013).
Türk Dil Kurumu (TDK). (1988). Türkçe Sözlük. Ankara:Türk Dil Kurumu
Basımevi.
Türkiye Sermaye Piyasası Aracı Kuruluşları Birliği (TSPAKB). (2011). Analiz
Yöntemleri.
http://www.tspakb.org.tr/tr/Portals/0/ETM_KILAVUZLAR/ETM_kilavuzlar_ileri_a
naliz_yontemleri_EKIM_2011.pdf (14.05.2013).
Unay, C. (1996). Ekonomik Konjonktür. Bursa:Ekin Kitabevi.
Uygur, E. (2001). Krizden Krize Türkiye: 2000 Kasım ve 2001 Şubat Krizleri.
Türkiye Ekonomi Kurulu Tartışma Metni. 2001:1.
Uygur, E. (2006) Ekonominin Gelişimi:İktisadın Bilim Olma Çabası. Türkiye
Ekonomi Kurulu Tartışma Metni. 2006:8.
Ünsal, E. (2005). Makro İktisat, Gözden Geçirilmiş 6. Baskı. Ankara:İmaj
Yayıncılık.
Ünsal, E. (2005). Uluslararası İktisat, Teori Politika ve Açık Ekonomi Makro
İktisadı. Ankara:İmaj Yayıncılık.
175
Yatırım Finansman, (2002). Gelişmekte Olan Ülkelerde Kriz Sürecinde Borç
Sarmalı: Arjantin(2). Ekonomi ve Finans Bülteni. 4(45):51.
Yıldıran, M. (2010). İşletme Finansının Küreselleşmesi. İstanbul:Hiperlik Yayınları.
Yılmaz, K. (2001). Yüksek Enflasyon Sürecinde Siyasi Elitlerin Rolü: Arjantin,
Brezilya, İsrail ve Türkiye Deneyimlerinin Karşılaştırmalı Analizi. İktisat, İşletme ve
Finans Dergisi. 16(183):15-36.
Yılmaz, Ö., Kızıltan, A. ve Kaya, V. (2005). İktisadi Kriz Kuramları, Finansal
Küreselleşme ve Para Krizleri. Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler
Fakültesi Dergisi. 24: 77-96.
Yörükoğlu, M. (26 Şubat 2009). Küresel Mali Kriz ve Türkiye Ekonomisi.
http://www.tcmb.gov.tr/yeni/iletisimgm/Yorukoglu_ActiveAcademy.pdf
(14.05.2013).
Warsh, K.M. (2007). Hedge Fonds. BIS Review. No:80.
176
Download