YazanTarih @yazantarih 1 yazantarih YazanTarih yazantarih yazantarih.tr.gg ———————————————— Bizden Size———————————————–——— YAZ 2017 Anadolu’nun Kaderi Malazgirt Dergimizin birinci sayısında Ankara Savaşı’nı, ikinci sayısında ise dinler tarihi açısından çok büyük bir öneme sahip olan Kudüs’ü ele aldık. “Tarih yazıldığı sürece var olur” sloganıyla yola koyulduk. Bu amaçla üçüncü sayımızda Anadolu’nun kaderi diye niteleyebileceğimiz Malazgirt Savaşı’yla karşınızdayız. Anadolu’nun kaderini değiştiren bu savaş Bizans açısından olumsuz sonuçlar doğururken, Selçuklu Devleti ve Türkmenler açısından olumlu ve çok önemli sonuçları olmuştur. Bu savaşla ilgili romanlar, şiirler, kitaplar ve dergiler yazılmıştır. 1071 yılı Türkler için bir yükseliş olurken, Bizans için ise bir yok oluşun başlangıcıdır. Şimdi de bu savaşı kaynaklar dâhilinde aktararak ve hamaseti bir yana bırakarak gerçeği olduğu gibi aktarma zamanı tarih öğrencilerinde! Bu sayımızda birçok alanda çeşitli makaleler sizleri bekliyor. Ayrıca bu sayının bir diğer önemi ise kitap tanıtımına ağırlık vermemiz oldu. Belki de biz öğrencilerin en iyi yaptığı iş bu. Bunlardan başka özel dosyada Moğolları ele aldık. Bu sayımızda Adıyaman Üniversitesi Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalı hocalarından olan Doç. Dr. Mustafa Alican ile bir söyleşi yaptık. Derginin çıkmasında ve her konuda bize destek veren YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü hocalarından Yrd. Doç. Dr. Abdurrahim Tufantoz hocamıza teşekkürlerimizi borç biliriz. Oscar Wilde’nin dediği gibi “Herkes Tarih Yapabilir lâkin sadece bir kişi tarih yazabilir.” Sizde bu serüvende yer almak istiyorsanız ekip olarak her zaman yanınızdayız. Kitapla kalın… Yazan Tarih Yazı İşleri Müdürü Muhammed Oflas Tarih Yazıldığı Sürece Var Olur! Genel Yayın Yönetmeni MAZLUM ŞAHİN DEMİR Yazı İşleri Müdürü MUHAMMED OFLAS Editör CİHAT YATCI Editör Yardımcıları EBRU ALAN LEYLA ÖZİŞÇİ NURSEL ABUL Sosyal Medya Sorumlusu MURAT GENÇ NURSEL AKGÜN Dergipark Sorumlusu SİNAN ERGİNOĞUZ Projeler Direktörü ÖZCAN EVRENSEL Grafik-Tasarım MAZLUM ŞAHİN DEMİR Danışma Kurulu Yrd. Doç. Dr. ABDURRAHİM TUFANTOZ Doç. Dr. CAVİD QASİMOV İletişim yazantarih@gmail.com Dağıtım yazantarih@gmail.com Dergipark Academia SAYI:3 YAZ 2017 Abonelik Ücretsiz e-dergimize abone olmak için iletişim adreslerimize başvuru yapabilirsiniz. Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 2 ———————————————— İ Ç İ N D E K İ L E R İçindekiler———————————————–——— 15 8 29 69 24 12 49 Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 3 ———————————————— İ Ç İ N D E K İ L E R İçindekiler———————————————–——— 34 79 57 63 61 72 65 66 32 75 78 05 82 83 84 GÜNCEL MİZAH OKU! AYIN SORUSU Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 4 —————————–————————— Güncel ———————————————–——— YAZAN TARİH EKİBİ MALAZGİRT’TE Bizler Yazan Tarih ekibi olarak üçüncü sayımız olan Malazgirt özel sayısı için, Selçukluların Anadolu’ya giriş kapısı olarak kullandığı ve sonucu Türkler açısından büyük bir zafer olan Malazgirt Ovası’ndaydık. Burayı yerinde görmemizi sağlayan ve yardımlarını esirgemeyen hocamız Yrd. Doç. Dr. Abdurrahim Tufantoz, Orman ve Su İşleri 14. Bölge genel Müdürü Mustafa Şentürk, Millî Parklar şube müdürü Abdulcelil Özkan’a teşekkür ediyoruz. Ahlat civarından Süphan Dağı’nın eteklerinden Malazgirt Ovası’na geldiği tespit edildi. Ahlat Yolu’nun sağ ve solundaki derelerde Selçuklu okçularının saklandığı ve 25 Ağustos 1071’de öncü birliklerin nabız yokladı. Asıl savaş olan 26 Ağustos 1071’de Bizans’ın ve birçok kahramanlığı bulunan Romanos Diogenes’in hezimetiyle sonuçlanan ve bir daha çıkarılmamak üzere Anadolu’nun kapılarını Türklere açan Malazgirt Meydan Muharebesi meydana geldi. Saklanan Selçuklu okçularının aniden saldırmasıyla ok saldırılarına maruz kalan Bizans ordusu neye uğradığını şaşırdı. Hilâl taktiğiyle Bizans ordusunu bir çember içine alan ve sıkıştıran Selçuklular Bizans kralının da esir düştüğü ve tarihe Selçukluların müthiş zaferi olarak geçen muharebe böylece son bulmuş oldu. Malazgirt Ovası’nda Sayın Mustafa Şentürk ile bir röportaj gerçekleştirdik. Daha sonra bölge halkıyla da görüşmelerde bulunduk. Onların ağzından da savaşın nasıl meydana geldiğini öğrendik. Malazgirt eski muhtarlarından Alihan Sarıbatur (1950) ve Ömer Çaylak (1956)’tan savaşın Malazgirt’in Yaramış Köyü civarında olduğunun ve Sultan Alparslan’ın karargâhını ve ordusunu buranın hâkim tepelerine kurduğunu söylediler. Savaşın kazanılmasında bu köyün çok büyük bir etkisi olduğundan Sultan Alparslan,“Siz bizim işimize çok yaradınız” diyerek köye bizzat kendisi Yaramış ismini vermiştir. Böylece o zamandan beri köy, Yaramış Köyü olarak varlığını bugüne kadar sürdürmüştür. Muhtarlarla ve yöre halkıyla yapılan görüşmeler ve yapılan incelemelerde savaşın bu köy civarındaki ovada yapıldığı anlaşıldı. Ayrıca bölgede Malazgirt Savaşı’ndan kalma bir de şehitliğin olduğunu öğrendik ve ziyaret ederek incelemelerde bulunduk. Yaptığımız röportajda Malazgirt Millî parkı dışında, Çanakkale Millî Parkı, Sarıkamış Millî Parkı ve Erzurum’da Nene Hatun Millî Parkı’nın da bu projeler kapsamında korunduğu bilgisini aldık. Genel müdürümüz Sayın Şentürk, bu projelerin uluslar arası yerler için uygulandığını belirtti ve bu kapsamda Malazgirt’in biraz ötelendiğini ve kendilerinin de bunu daha iyi duyurabilmek ve yeni nesile aktarabilmek için çalıştıklarını söyledi. 14. Bölge Müdürü olarak bölgeye geldiğinde aklında bu projeyle buraya geldiğini anlattı. Bu tür projelerin gerekli incelemeler ve bakanlık onayından sonra yapıldığını söyleyen ve ilk amaçlarının Malazgirt Ovası’nı Millî park ilân ettirmek olduğunu anlattı. Bölge müdürümüz Nemrut Dağı’ndaki kalderanın bir doğa harikası olduğu ve krater gölü bakımından Amerika’dan sonra dünyanın ikinci büyük gölü olduğu söyledi. Krater bakımından da dünyada on altıncı sırada ve buranın bir tabiat parkı olduğunu belirtti. Millî Parklar kanunu altında; Millî park, Tabiat parkı, Tabiat alanı ve Koruma alanı adlı dört başlık altında bu projeler toplandığını öğrendik. Yapılan röportajda bölge müdürümüz Mustafa Şentürk, savaş alanının burası olduğunu kesinleştirip Millî park ilân ettirme amacını güttüklerini ve bu amaçla Millî Parklar projesini en kısa zamanda hayata geçirmek için uğraştıklarını belirtti. Savaş alanının daha önce Ağrı- Patnos ile MuşMalazgirt arasında 15 kilometrelik mesafede “Gülkoru Köyü’nden” Malazgirt’in girişine kadar olan bölge savaş alanı olarak belirlenmişti. Bölge Müdürümüz Mustafa Şentürk, yaptıkları ikinci ve son incelemelerde gerçek savaş alanının Yaramış Köyü ile Malazgirt arasındaki geniş ovada olduğu tespit ettiklerini söyledi. Yapılan bu son incelemelerde Selçuklu karargâhları Yaramış Köyü’nün hâkim tepelerine kurulduğu ve Sultan Alparslan’ın Bunun dışında Sayın Mustafa Şentürk, hayalinin Malazgirt Savaşı’nı üç boyutlu olarak canlandırmak istediklerini anlattı. Amaçlarının elçilerin ve Romanos Diogenes ile Alparslan’ı konuşturmak, savaşı üç boyutlu olarak canlandırmak olduğunu ve bunun içinde elinden geleni yapacağını söyledi. Çağın bilgisayar çağı olduğu ve bu teknolojiyle büyüyen nesillerin tarihi daha iyi anlayan ve savunan Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 5 ——————————————–———— Güncel ———————————————–——— Sayın Şentürk, gençlerin bu alanlara yönlendirilmesi gerektiğini belirtti. Yine unutulan Zeve Şehitliği’nin de yaşanan acıları ve bu vatanın nasıl kazanıldığının anlaşılması gerektiğini söyleyen sayın müdürümüz, üç boyutlu olarak bu olayları canlandırarak bunları daha iyi anlatmayı amaçladıklarını belitti. Ekibimizin Malazgirt Ovası’na gidip üçüncü sayımız için burayı bizzat görmemizi sağlayan başta YYÜ Ortaçağ Anabilim Dalı Öğretim Üyesi hocamız Yrd. Doç. Dr. Abdurrahim Tufantoz, Orman ve Su İşleri 14. Bölge Genel Müdürü Mustafa Şentürk ve Millî Parklar şube müdürü Abdulcelil Özkan’a Yazan Tarih ekibi olarak tekrardan teşekkür ediyoruz. Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 6 —————————————–————— Güncel ———————————————–——— Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 7 ——————————————–—— Kaynakların İzinden ———————————————– YAHYA BİN ABDÜLLATİF KAZVİNÎ’NİN LÜBBÜ’T TEVÂRÎH’İNDE ŞEYBÂNÎ HANLARI eserlerden yararlanan yazarın Muhtasar el-Tevarih2 ve hal tercümeleri ile alakalı Nefâis el-Me’ser isimli eserleri de bulunmaktadır.3 Kazvinî, 1554 yılında düşmanları tarafından Sünni olduğu gerekçesiyle Şah Tahmasb’a şikayet edildi. Bunun üzerine Şah onu hapse attırmış ve bir yıl sonra Kazvini hapiste ölmüştür.4 Eser ve Yazar Hakkında Yahya bin Abdüllatif Kazvinî tarafından 1541 yılında kaleme alınan Lübbü’t Tevârîh, İslam, İran ve Safevi tarihi hakkında genel bilgiler vermektedir. Eserin müellifi Mir Yahya bin Abdüllatif Kazvinî’dir. Kazvini, 1481 yılında Kazvin’de dünyaya gelmiştir. Seyit ailesine mensup olan yazar, Safevi sarayında göreve başladıktan sonra Şah Tahmasb, ona Yahya Masum unvanı verdi.1 Birçok eser ortaya koymuştur. Bu eserlerinden yola çıkarak yazarın iyi bir eğitim aldığı anlaşılmaktadır. Birçok nüshası bulunan Lübbü’t Tevarih çeşitli dillere çevrilmiştir. Esas olarak İran’da 1948 yılında Seyit Celalettin Tahrani tarafından düzenlenmiştir. Ancak, Lübbü’t Tevârih’in biz esas olarak Mir Haşim Muhaddes’in düzenlemesini ele aldık. Eserin dördüncü bölümü olan Safeviler kısmını Hamidreza Mohammednejad tarafından Safevi Tarihi başlığı altında Türkçeye çevrilmiştir. Selçuklular ve Akkoyunlular kısmını ise, Prof. Dr. Altan Çetin tarafından “ Yahya Kazvinî’nin Lubb et-Tevârih’inde Akkoyunlular İle Alakalı Bilgiler ” ve “ Yahya Kazvinî’nin Lubb et-Tevârih’inde Selçuklular İle Alakalı Bilgiler “ isimli makaleler başlığı altında çevrilmiştir. Bu çalışmamızda Özbek sultanları kısmı tercüme edilmiştir. ŞEYBÂNÎ HANEDANLIĞI TARİHİ HAKKINDA Orta Asya tarihinde önemli bir yere sahip olan Şeybaniler, Timur devletinde ortaya çıkan karışıklıklardan faydalanarak Timur’un mirası üzerine Muhammed Şeybani tarafından kuruldu. Şeybani hanlığı, Cengiz soyundan gelen Şeybani Han’ın önderliğinde zaman zaman bağımsız ve zaman zaman güçlü devletlere bağlı kalarak yaklaşık bir asır hükümdarlık sürdü. Şeybaniler günümüz Orta Asya’sının ve Özbekistan’ın etnik ve siyasi olarak şekillenmesine katkıda bulunmuşlardır. Özellikle Safevi devletinin İran’da Şii bir devlet kurmaları karşısında, Sünni bir devlet olarak Harezm bölgesinde bir set durumunda oldular. Şeybaniler’in soyu, Cengiz Han’a dayanmaktadır. Cengiz Han’ın büyük oğlu olan Cuci’nin oğlu Şiban bu devletin atasıdır. Büyük ataları Şiban’a nispetle bu hanedana Şeybani hanedanı denilmiştir.5 Muhammed Şeybani Han 1500 yılında kendi hanedanını kurdu. Hakimiyet kurduğu alan Timur’un hakimiyet alanıydı. Timur’un kılıcı ile kurmuş olduğu büyük imparatorluk oğlu Şahruh’un ardından hızla çökmekteydi. Yaşanan taht kavgaları ve bölünmüşlük durumunun ardından Hüseyin Eser, dört bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde, Hz Muhammed’in ve 12 imamın tarihini anlatır. İkinci bölümde, Pişdadiyân, Keyaniyân, beylikler ve Sasaniler kısmını anlatır. Üçüncü bölümde, dört halife, Emeviler, Abbasiler, Tahiriler, Saffariler, Samaniler, Gazneliler, Guriler, Büveyhoğulları, Selçuklular, Harzemşahlar, İsmailîler, Karahıtaylar, Moğollar, Akkoyunlular, Karakoyunlular ve üçüncü bölümün sonunda makale konumuz olan Özbek Sultanlarını anlatır. Dördüncü bölüm ise Safeviler kısmına ayrılmıştır. Yazar eseri yazarken kronolojik sıralamaya dikkat etmemiştir. İlk bölümde Hz Muhammed’ten bahsederken sonraki bölümlerde İslam öncesi İran’da hâkimiyet kuran devletlerden ve şahlardan bahsetmiştir. Eser 1541 yılına kadar geçen olayları aktarır. Yazarın yaşadığı dönem olan Şah İsmail ve Şah Tahmasb dönemini anlatması bakımından önemli dönem kaynaklarındandır. Dolaysıyla bu dönemde Özbek Sultanlarını anlattığı kısımda, Safevi – Özbek ilişkisi hakkında verdiği bilgiler birinci elden kaynaktır. Şeybani Hanlığının kuruluş sürecinden 1541 yılına kadar gerçekleşen olayları ve Şeybani hanlarını başlıklar altında anlatır. Kazvini, eserini Şah İsmail’in oğlu Behram Mirza’ya sunmuştur. Ravzatü’s Safa, Zafername-i Yezdi ve Camiü’t Tevarih gibi önemli eserlerden Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 8 ——————————————–—— Kaynakların İzinden ———————————————– Baykara’ın ( 1470 – 1506 )6 uzun saltanat döneminde imparatorluk yeniden toparlanmışsa da Hüseyin Baykara’nın vefatının ardından ülke yeniden bölündü. Ülke Hüseyin Baykara’nın oğulları Bediüzzaman Mirza ve Muzaffer Hüseyin Mirza arasında bölünmesiyle7 Şeybani Han bu durumdan faydalandı. Bir dizi faaliyetlerinin ardından Mâverâünnehir, Harezm ve Horasan’ın birçok şehirlerini ele geçirerek8 devletinin sınırlarını hızla genişletti. Parçalanmış olan Timur’un mirası için onun torunları ile savaştı. Bediüzzaman Mirza ve Muzaffer Hüseyin Mirza ile yaptığı savaşlarda galip gelmesiyle Sultan Hüseyin Mirza’nın evlatlarından olan Mirza Bediüzzaman Irak’a kaçtı.9 Onun diğer evlatlarından bazıları Özbeklerin eline esir düşerek öldürüldü. Mirza Babür ise yaptığı savaşlarda başarı gösteremeyince Hindistan tarafına giderek kendi imparatorluğunu kurdu.10 Böylece yaklaşık bir asır sürecek olan Şeybani Han’ın kurmuş olduğu bu hanedan, hem Timur mirası üzerinde kurulmuş hem de orta Asya’da Sünniliğin en güçlü temsilcisi konumuna gelerek İran’da bir Şiî devleti kuran Şah İsmail ile mücadeleye girişti. Bu amaçla Safevilerin Kızılbaş ismine karşı Sünni Müslümanların temsilciliği iddiasında olan Şeybaniler kendilerine “ Yeşilbaşlar ” ismini verdiler. geçti. Ebu Said’in vefatının ardından Şeybani Han’ın yeğeni olan Ubeydullah Han (1533 – 1539) Buhara da tahta çıktı.15 Ubeydullah Han zamanında sık sık Safevileri ile mücadele etmeye devam etti ve Safeviler üzerine yedi sefer düzenledi. Bu seferler sonucunda, Şiiliğin orta Asya’ya yayılmasını engelledi.16 Ancak her seferinde geri çekilmek zorunda kaldı. Ubeydullah Han’ın 1539 yılında vefatıyla yerine I. Abdullah ( 1539 – 1540 ) Şeybani Hanedanlığının başına geçti. Abdullah Han’ın kısa süreli saltanatının ardından Buhara da Abdülaziz han ( 1540 – 1550 ) tahta geçerken Semerkant’ta ise Yahya bin Abdüllatif Kazvinî’nin eserinin Şeybani Sultanları kısmında, “Abdüllatif Han, Abdullah Han’ın ardından padişah oldu. O da Köçküncü Han’ın oğludur. Halen, ki 948 yılıdır, o Mâverâünnnehir’de padişahtır.” diyerek eserini tamamladığı çağdaşı olan Şeybani Hanı, Abdüllatif Han bin Köçküncü ( 1540 1552 ) tahta geçti. Yazar eserini Abdüllatif Han zamanında tamamlar. Yazarın eserini tamamladığı çağdaşı olan Abdüllatif Han’ın ardından Nevruz Ahmed Han (1551 - 1557), I. Pir Muhammed Han ( 1557 - 1561 ) ve İskender Han 1561 – 1583 yılında tahta geçti. Ardından oğlu II. Abdullah Han bin İskender (1583 1598) tahta geçti. 1588 yılında Taşkent’te çıkan isyanı bastırdıktan sonra Safevilerin iç mücadelerinden faydalanarak Bedehşan, Horasan, Gilân ve Hârizm bölgesinden bazı şehirleri ele geçirdi. Safevilere karşı Osmanlı devleti ile işbirliği yaparak 1588 yılında Ferhad Paşa’nın Safevi seferi sırasında oğlu Abdülmü’min Meşhed’i ele geçirdi.17 Bu dönemde bütün Türkistan birleştirildi.18 II. Abdullah’ın 1598 yılında vefatının ardında oğulları arasında taht kavgası başladı. II. Abdullah’ın oğlu Abdül-mü’min tahta geçtikten 6 ay sonra öldürüldü. Böylece Maveraünnehir ve Belh’te Şeybani hanedanlığı sona ermiş oldu. Daha sonra tahta II. Pir Muhammed Han geçti.19 1598 yılında çıkan karışıklık ardından bazı emirleri tasfiye edince Canoğullarının kurucusu Bâki Muhammed’in müdahalesiyle karşılaştı. Yapılan savaşta Pir Muhammed Han bozguna uğrayıp hayatını kaybetti. Böylece, Türkistan’da Şeybani Hanedanı hükümdarlığı1599 yılında sona erdi.20 Şeybani Hanedanının Safeviler ile yaptıkları mücadele sonucunda Şeybani Han, Şah İsmail ile yaptığı savaşta öldürüldü.11 Onun öldürülmesinin ardından “ Ülke hanedanın ortak malıdır.” anlaşıyla, ülke sadece Şeybani Han’ın oğullarının malı değil aynı zamanda Ebülhayr Han’ın diğer oğullarının ortak malı olarak benimsendi. Böylece Şeybani Han’ın vefatından sonra hanedanın başına oğlu değil sülâlenin en yaşlı üyesi olan Ebülhayr’ın oğlu Köçkünçü Han geçti.12 Ebuhayr’ın oğlu ve Muhammed Şeybani Han’ın amcası olan Köçküncü Han zamanında, Safevilerin düşmüş olduğu iç karışıklıktan faydalanmak isteyen Ubeydullah Han’ın gayretleri ile Meşhed ve Esterâbad’ı ele geçirdi.13 Ardından Herat üzerine yöneldi. Şah Tahmasb batı da Osmanlı ile mücadelesini sonlandırıp doğuya yönelmesiyle geri çekilmek zorunda kaldı.14 Köçküncü Han’ın 20 yıllık saltanatı ardından 1530 yılında vefat etti. Yerine oğlu Ebu Said Han (1530 – 1533) Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 9 ———————————–————— Kaynakların İzinden ———————————————– ESERDE ÖZBEK SULTANLARI KISMININ CEVİRİSİ Özbek Sultanlarının Zikri Gicduvan bölgesinde Özbek askerleri ve o taifenin büyüklerinden biri olan Ubeyd Sultan ile bahsi edilen yılın Ramazan ayının yedisinde, Salı günü savaştı ve yenildi. Serasker olan Emiryar Ahmet ve önemli emirden birkaçı, bu savaşta öldürüldü. 900 yılından sonra Mâverâünnnehir ve Horasan bölgesine geldiler. Bu olaydan sonra 934 yılının aylarında Ubeyd Sultan’ın tahrik etmesiyle Köçküncü Han, bütün Özbek hanlarının tamamı ile birlikte Horasan’a geldi. Cam şehrinin Zurâbâd bölgesinde, 935 yılının Muharrem ayının 11’inde, Cumartesi günü Nevvab-ı Kamyab zamanın yüce padişahı Â’la Hazret, Hakan-ı Süleyman Mekân, sultan oğlu sultan Ebu’l Gazi Şah Tahmasb-ı Bahadır Han – Allah onun mülkünü ve saltanatını daim eylesin – savaştılarsa da yenilerek Mâverâünnnehir’e kaçtılar. Diğer yıl olan 936 yılında yeniden Merv’e gelerek saldırılarda bulundular. Ancak barış yaparak geri döndüler. Çünkü o diyara bahsi edilen yılda Köçküncü Han’ın vefat ettiği haberi ulaştı. Onların ilki; Şahi Bek Han21 bin Budak Sultan bin Ebu’lHayr Han’dır. Cengiz soyundandır. 904 yılında Mâverâünnnehir sultanlığını Timur’un evlatlarından aldı. Orada 9 yıl saltanat sürdü. Çünkü Horasan hâkimi Sultan Hüseyin Mirza vefat etmiş, evlatları ise ittifaktan yoksundu. Her biri kendi memleketinde hâkimiyet kurup, birbirlerine itaat etmiyordular.22 Şahi Bek, 913 yılının Muharrem ayında askerleri ile Horasan üzerine hareket etti. Bu bölgenin hükümdarları olan Bediüzzaman Mirza ve Muzaffer Hüseyin Mirza ile savaşarak galip geldi. Sultan Hüseyin Mirza’nın evlatlarından olan Mirza Bediüzzaman Irak’a kaçtı. Onun diğer evlatlarından bazıları Özbeklerin eline esir düşerek öldürüldü. Onlardan bazılarının ise vefat etmesiyle Şahi Bek Horasan saltanatına geçmiş oldu. Bu tarihten 3 buçuk yıl geçtikten sonra Nevvab-ı Kamyab Hazreti Â’la Şah-ı din-i penah, Ebu’l Muzaffer Şah İsmail Bahadır Han Hüseyni Safevi askerleri ile Horasan üzerine hareket etti. Onu 916 yılının Şaban ayının 26’sında Cuma günü, Merv sınırında öldürerek Horasan’ın tamamının üzerinde hâkimiyet kurdu.23 Ebu Said Han bin Köçküncü: Babasından sonra tahta oturdu. Yaklaşık 4 yıl saltanat sürdü. 939 yılında vefat etti. Ubeyd Han bin Mahmut Sultan: Şahi Bek Han’ın kardeşinin oğludur. Ebu Said Han’ın ardından Mâverâünnnehir’de padişah oldu. O defalarca Köçküncü, Ebu Said ve kendi saltanatı zamanında Horasan’a gelip yüce hazretin emirleri arasında savaşlar yaptı. Onun fitnesinin aracılığıyla Horasan beldelerinin çoğu ile vilayetler harap olmaya yüz tuttu ve çok sayıda insan telef oldu. Her seferinde Nevvab-ı Kamyab-ı Â’la nefes nefese onu defetmek için Mâverâünnnehir’e gitti. Bu durum 946 yılının Zilkade ayının başlarında Buhara’da vefat etmesine kadar sürdü. Köçküncü Han: Kücüm Han ismiyle meşhurdur. Şahi Bek’in öldürülmesinden sonra hanedanın en yaşlısı olan Köçküncü Han, Mâverâünnnehir’de padişahlığa ulaştı. Çünkü onların törelerinde, hanedanın en yaşlı olan üyesi tahta geçerdi. Yaklaşık 20 yıl saltanat sürdü. Abdullah Han bin Köçküncü Han: Ubeydullah Han’ın ardından Mâverâünnnehir padişahı oldu. Yaklaşık altı ay padişahlık yaptı. 947 yılında vefat etti. Onun zamanında Necm-i Sani lakaplı Emiryar Ahmed İsfahani bazı meşhur emirler ile birlikte 918 yılının aylarında Maverünnehir bölgesinin fethi için Irak’tan Ceyhun’un kenarına gitti. Amuye suyundan geçip Hindistan sınırlarının padişahı olan Mirza Babür’e katıldı. Onunla ittifak yaparak Demirkapı’dan geçerek Karşı24 beldesine genel bir katliam ve yağma buyurdu. Daha sonra Abdüllatif Han: Abdullah Han’ın ardından padişah oldu. O da Köçküncü Han’ın oğludur. Halen, ki 948 yılıdır, o Mâverâünnnehir’de padişahtır.25 Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 10 ————————————–———— Kaynakların İzinden ———————————————– DİPNOTLAR 1 Abdüllatif Kazvinî, Safevi Tarihi, Çev.Hamitreza Mohemmednejad, Birleşik yayınevi, Ankara, 2011, s 13 2 Yahya bin Abdüllatif Kazvinî, Lübbü’t Tevarih, düzenleyen Mir Haşim Muhaddes, Encümen-i Asar-ı ve Mefahir-i Ferhengi, 1386, 3 Altan Çetin, “Yahya Kazvinî’nin Lubb et-Tevârih’inde Akkoyunlular İle Alakalı Bilgiler” Belleten, Cilt LXXI, sayı 260, 2007, Muhaddes, a.g.e. s 2. 4 Abdüllatif Kazvini, Safevi Tarihi, s 14, Muhaddes, a.g.e. s 2. 5 İsmail Türkoğlu, “Şeybaniler”,DİA,yıl: 2010, cilt: 39, s.45. 6 Hamid Algar – Ali Alparslan, “Hüseyin Baykara” TDVİA,cilt 18, s 531, 1998, 7 Hasan Bey Rumlu, Ahsenü’t Tevarih, haz. Abdül Hüseyin Nevayi, cilt 2, 1013, s 1012, İsmail Türkoğlu,” Şeybânî Han” TDVİA, cilt 39, 2010, s 43 8 Timurlan Omarov, “ Türkistan’daki Özbek Hanlarının Kısaca Tarihi ve Özbek Boyları” Tubav Bilim Dergisi, 2012, cilt 5, sayı 2, sayfa 7 -18 9 Yahya bin Abdüllatih Kazvini, Lübbü’t Tevarih, haz. Mir Haşim Muhaddes, Encümen-i asar-ı ve Mefahiri ferhengi, 1386, s 264 10 Halis Bıyıktay, Timurlar Zamanında Hindistan Türk İmparatorluğu, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1991, s 20 11 İskender Bey Türkmen, Alem Ara-i Abbasi, haz. Ferid Muradi, müessese-i intişaratı negah, 1352, s 59, Omarov, a.g.m, s 11, Abdüllatih Kazvini, Lübbü’t Tevarih, s 263 12 Türkoğlu, “Şeybaniler”, s.48. Abdüllatih Kazvini, Lübbü’t Tevarih, s 264. 13 Abdullah Gündoğdu, “Şiban Han Sülalesi ve Özbek Ulusunun Teşekkülü”, Türkler, cilt 3, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, s 606 – 616, Sedat Macit, s 58 , 14 Şah Tahmasb-ı Safevi, Tezkire, çev: Hicabi Kırlangıç, Anka yayınları, 2001, İstanbul, sayfa 33 15 Abdullah Gündoğdu, a.g.m. s. 606 – 616 16 Muallâ Uydu Yücel, “Ubeydullah Han” TDVİA, cilt 42, 2012, s 22-23. 17 Mehmet Saray, “Abdullah Han” TDVİA, cilt 4, 1988, s 104. 18 Gündoğdu, a.g.m. s. 606 – 616. 19 Omarov, a.g.m, s 13, Gündoğdu, a.g.m. s. 606 – 616. 20 Türkoğlu, “Şeybaniler”, s 48, Omarov, a.g.m, s 15, Gündoğdu, a.g.m. s. 606 – 616. 21 Şahi Bek Han: Asıl ismi Muhammed’tir. Cengiz Han’ın evlatlarından Cuci Han’ın oğlu Şiban’ın ismine nispetle Şeybânî Han denilmektedir. Arapçalaşmış hali Şeybân, Şiban Han, Şeybak Han, Şah Baht Han, Şâhî Beg Han’da denilmektedir. Türkoğlu, “Şeybaniler”, s 45 22 Hüseyin Baykara 1438 yılında Herat’ta doğdu. Horasan’da Timurlu hükümdarı Ebu Said’in ölümü üzerine Herat’a 1469 yılında hakim olarak adına hutbe okuttu. 37 yıl boyunca başarılı bir saltanat sürdü. Ancaak sık sık oğullarının isyanlarıyla uğraştı. Şeybânî Han’a karşı seferde iken 1506 yılında vefat etti. Hüseyin Baykara’nın vefatından sonra Timur Devleti’nde Muzaffer Hüseyin ve Bedîüzzaman ortak sultan ilan edildi. Bu bölünmüşlük durumu Muhammed Şeybânî Han’ın kısa sürede Timur hanedanının hüküm sürdüğü şehirleri ele geçirmesini kolaylaştırmıştır. Hamid Algar – Ali Alparslan, “Hüseyin Baykara” TDVİA, Cilt 18, s 532. İsmail Aka, “Timurlular” c. 41. S 178 23 Bu durum Zübdetü’t Tevârîh’te şöyle geçmektedir: 907 yılının Şaban ayının 6. gününde Merv kalesinin olduğu bölgeye nüzulü eclal buyurdu. Bir kaç kez Özbekler ve Kızılbaşlar arasında savaşlar yapıldı. Ancak o mekânda, savaştan bir üstünlük kazanılmadı. Bir menzil geri çekilmeleri üzerine, bunu duyan Şâhî Bek Han, Kızılbaşlara zayıf bir saldırı yaptı. Diğer gün kaleden dışarı çıkıp sabahtan öğleye kadar savaştılar ancak Rüstem ve İsfendiyar Bey savaşmadılar. O gün yaklaşık 2.000 Özbek ve kaçarken yakalanan Şâhî Bek, öldürülerek başı Şah İsmail’in hizmetine getirdiler. Bu zaferden sonra Şah İsmail bir elçiyi, Şâhî Bek’in başı ile birlikte Rum’a, Handegar’a gönderdi. Ayrıca Şâhî Bek’in ellerini kesip Div Sultan’a gönderdi. Sedat Macit, Muhammed Muhsin Müstevfî’nin Zübdetü’t Tevârih’i ( Mukaddime, Tercüme ve Notlar ), ( Basılmamış Yüksek lisans Tezi ) Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Denizli, 2017. s 51 24 Karşı: Günümüzde Özbekistan’da Kaşkaderya ilinin yönetim merkezi olan şehirdir. Taşkent’in 520 km güneyinde bulunur. 25 Yazar eserini Abdüllatif Han’ın saltanat yılında tamamlamıştır. Yani 1541 yılıdır. Bu yüzden bu dönem yarım kalmıştır. Abdullatif Han 1540 – 1552 yılları arasında saltanat sürmüştür. Sedat Macit Pamukkale Üniversitesi, Yeniçağ Tarihi Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Mezunu Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 11 ———————————–—————— Tarihi Coğrafya ———————————————–——— TARİHSEL SÜREÇ İÇERİSİNDE MUŞ Anadolu coğrafyası geçmişten günümüze birçok kadim millete ev sahipliği yapmıştır. Bu topraklar sürekli el değiştirmiş ve bu bölge için sürekli savaşlar yapılmıştır. İlkçağlarda Anadolu’da Hititler, Urartular, Frigyalılar vb. birçok devlet kurulmuştur. Daha sonra Bizans devleti Anadolu topraklarına hâkim olmuştur. Böylelikle Anadolu’da yeni bir hükümranlık dönemi başladı. Dört halife döneminde İslâmiyet yapılan fetihler sonucu Arap yarımadasından çıkarak Orta Asya ve Anadolu’nun içlerine kadar ilerlemiştir. Muş ise Hz. Ömer döneminde Müslümanlar tarafından fethedilen şehirlerden biridir. O dönemden Selçukluların bölgeye gelişine kadar Muş’ta Müslümanların hâkimiyeti kısmen sağlanabilmiştir. Çünkü şehir ve ilçelerinde Müslümanların iskânı ve islâmlaşma oranı az olmuştur. Ancak IX. yüzyılda Malazgirt’te az da olsa Müslüman Arapların iskânı görülmektedir1. aşıladı. 1038 tarihinde Gazne devleti ile Selçuklu arasında yapılan Serahs savaşında Selçuklular savaşı kazandı. Bu savaş sonucunda İbrahim Yınal, Tuğrul Bey adına hutbe okutmasından sonra Selçuklu Devleti kuruldu5. Böylelikle, Orta Asya bozkırlarından gelen Kınık obası devletleşti. Tuğrul Bey, Selçuklu devletinin ilk hükümdarı oldu. Tuğrul Bey, döneminde Abbasîler ile ilişkiler kuruldu. Bu ilişkiler sonucunda İslâm halifesinin desteğini de aldı. Böylelikle islâmiyetin hâmiliğini yapmaya başladılar 6. Tuğrul Bey döneminde Anadolu’ya ilk defa Selçuklu ordusu gönderildi. Bu sırada Anadolu’da Bizans Devleti bulunmaktaydı. Tuğrul Bey, Van Gölü çevresini dolaşarak Ani kalesini kuşattı. Hatta bu kaleyi ele geçirmek için Bitlis’ten mancınık getirdi. Lâkin kaleyi ele geçiremedi7. Bizans Devleti ile Selçuklular arasında ilk ciddi karşılaşma Erzurum’da meydana geldi. Hasankale ‘de yapılan bu mücadelede Selçuklular kazandı (1048). Bundan sonra Tuğrul Bey, Abbasî devletinin başına bela olan Fâtımîlere karşı mücadele etmek için Bağdat’a gitti. 1058 ve 1060 yılları arasında Bağdat’a yapılan seferlerde Abbasî devleti, Şiî dünyanın baskısından kurtarıldı8. Tuğrul Bey, 1063 tarihinde Kasran’da vefat etti. Tuğrul Bey’in oğlu olmadığı için kardeşi Çağrı Bey’in oğlu Alparslan yapılan toy da tahta geçti. Alparslan başta kendisine karşı yapılan taht mücadelerini bertaraf ettikten sonra sefer hazırlıklarına başladı. 1064 tarihinde oğlu Melikşah ile veziri Nizamülmülk’ü Anadolu topraklarının bir tarafından gönderirken kendisi de Azerbaycan topraklarına girdi. Azerbaycan topraklarının bir bölümünü Alparslan ele geçirdi. Daha sonra Anadolu topraklarına yöneldi. Bu sırada Anadolu’da Bizans tahtında Romanos Diogenes bulunuyordu. Bizans Devleti, Ortodoks (gerçek) mezhebine sahipti9. Ermeniler ise Gregoryan mezhebine sahipti. Bizans Devleti, Ermenilerin kendilerine karşı yapacağı bir isyana karşı onları Doğu Anadolu bölgesine yerleştirdiler. Orta Asya topraklarında Aral gölü ile Hazar denizi arasında bulunan Oğuz yabgu devletinden Selçuklular teşekkül etmiştir. Kınık obası ile Oğuz yabgu arasında çıkan tartışmadan dolayı Selçuklular, Cend bölgesine gelip buraya yerleştiler2. Kınık obası, kaynaklara göre burada islâmiyeti kabul etmiştir. Selçuk Bey ise 1007 tarihinde Cend’te vefat etti. Bu sırada ailenin en büyüğü olan Musa yabgu başa geçti. Bu dönem itibariyle Orta Asya’da Karahanlılar, Gazneliler ve Sâmânîler birbirilerine karşı mücadeleler vermekteydi. Bu mücadelelerde Sâmânîler, Selçuklulardan yardım istedi. Savaşı kazanan Sâmânîler, Selçuklulara Nûr kasabasını savaş ganimeti olarak verdi3. Karahanlılar ile Gazneliler arasında yapılan mücadeleler sonucunda Tuğrul Bey, Merv’e çekildi Çağrı Bey ise yurtluk bulmak amacıyla 1018 yılında Orta Asya’dan Anadolu topraklarına doğru harekete geçti. Çağrı Bey, Anadolu topraklarına vardığında bölgede Ermeniler bulunmaktaydı4. Çağrı Bey, Azerbaycan’dan Gürcistan bölgesine kadar birçok yerde mücadeleler vermiştir. Lâkin bu sefer keşif amaçlı oldu. II. Basil döneminde Doğu Anadolu bölgesinde bulunan Ermeni krallıklar Bizans’a bağlandı. Böylelikle Doğu Anadolu bölgesinde bulunan tampon bölge ortadan kalktı. Alparslan, Azerbaycan topraklarını ele geçirdikten sonra Bizans’ın doğuda bulunan en önemli kalelerinden biri olan Ani’yi Çağrı Bey’in yaptığı bu sefer ileriki süreçte Anadolu’nun kaderini değiştirecek ilk adımlardan biriydi. Çağrı Bey, Tuğrul Bey’in yanına gelerek Anadolu topraklarının ne kadar verimli olduğunu Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 12 ———————————–—————— Tarihi Coğrafya ———————————————–——— kuşattı. Ani etrafı sularla çevrili olan yarım ada şeklindeydi. Alparslan burayı ele geçirdikten sonra İslâm âleminde büyük bir sevinç meydana geldi 10. Bizans devleti ise üzüldü. Alparslan daha sonra İslâm âlemindeki ikililiği kaldırmak için Fâtımîler üzerine sefere çıktı. Bizans tarafında ise Romanos Diogenes, Anadolu’ya doğru harekete geçti. Sivas, kayseri ve güneyde Münbic’i ele geçirdi. Bu sefer sonucunda Bizans tarafında büyük bir sevinç yankılandı. Daha sonraki seferlere Romanos Diogenes katılmadı kendi yerine komutanları gönderdi. Lâkin bu komutanlar başarısız oldu. Sinirlenen Romanos, Türkleri Anadolu’dan tamamen atmak için büyük bir ordu topladı. kısa süreli Harezmşahların yönetimde kaldı. Bu bölge 1232 yılında Anadolu Selçuklu topraklarına dâhil olmuştur. Ancak Anadolu Selçuklularının Muş ve bölge üzerindeki hâkimiyeti fazla sürmemiştir. Zira Moğolların 1242 yılında Baycu Noyan tarafından Erzurum ele geçirildi. Akabinde 3 Temmuz 1243 tarihinde II. Gıyaseddin döneminde yapılan Kösedağ Savaşı’nda Türkiye Selçukluların yenilmesi üzerine bu bölgeye Moğollar hâkim oldu13. Moğol döneminin ardından sonra Karakoyunlu yönetimine geçen Muş, 1387 Karakoyunlu topraklarına sahip olan Timur’un idaresi altına girdi. Arkasından Akkoyunlular’ın eline geçti. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ın Fatih Sultan Mehmed’e Otlukbeli savaşı’nda yenilmesinin ardından Muş ve çevresi Akkoyunlular’ın idaresinde kalmaya devam etti (1473)14. Şehrin Osmanlı idaresine kesin olarak geçişi Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran zaferinden sonradır (1514). Kanunî Sultan Süleyman ve IV. Murad döneminde Muş, Bitlis’e bağlı bir ocaklıktı15. Romanos Diogenes, topladığı bu ordu ile birlikte harekete geçti. Bu sırada Marmara yakınlarında bulunan Artuk Bey, Sultan Alparslan’a haber gönderdi. Sultan Alparslan haberi alınca Fâtımîlere karşı yaptığı seferi kaldırarak Ahlat’a doğru harekete geçti. Ordusunu toparladıktan sonra Muş’a doğru harekete geçti. Malazgirt ovasına geldi. Bizans ordusu da ovaya gelip yerleşti. Yapılan savaşta Selçuklular, turan taktiğini kullanarak savaşı kazandılar (26 Ağustos 1071)11. Bu savaş sonucunda klasik tabir ile Anadolu’nun kapıları Türklere açıldı. Sultan Alparslan, doğuda Selçuklu Devletine karşı sıkıntı olan Karahanlılar üzerine sefere çıktı. Lâkin bu sefer esnasında Yusuf Harezmî tarafından göğsünden hançerlenerek öldürüldü(1072). XIX. yüzyılın başlarında Osmanlılar’ın Yunan isyanıyla uğraşmaları sırasında İran Şahı Feth Ali Şah’ın oğlu ve Azerbaycan Valisi Abbas Mirza, Doğu Anadolu’nun birçok yerine saldırırken Muş’u da işgal etti ve şehre zarar verdi (1821). 1901 ve 1905 yıllarında Ermeni çetelerinin isyanları oldu. I. Dünya Savaşı’nda Doğu Anadolu’nun birçok şehri gibi Muş’ta Rus işgaline uğradı. 18 Şubat 1916 tarihindeki işgal kısa sürdü. 26 Temmuzda şehir kurtarıldı. Ardından Ruslar, tekrar şehri ele geçirdiler. 1 Mayıs 1917 tarihinde şehir kesin olarak Rus işgalinden kurtarıldı. Bu savaştan tamamen harap olmuş bir vaziyette çıkan Muş ancak Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra toparlanmaya başladı16. Sultan Alparslan’ın ölümü üzerine tahta oğlu Melikşah geçti. Melikşah döneminde komutanlara fetihlerde ikta verileceği bildirdi. Böylelikle birçok komutan Anadolu’da fetih hareketine başladı. Yapılan bu seferler sonucunda Anadolu’da Türkler tarafından devletler kuruldu. Böylelikle; Erzurum ve çevresinde Saltuklular, Ahlat ve çevresinde Sökmenşahlar, Mardin ve çevresinde Artuklular, Malatya ve çevresinde Danişmendliler, Elazığ ve çevresinde ise Mengücekler kuruldu12. Muş şehri, tarihsel süreç içerisinde birçok kadim devlete ev sahipliği yapmıştır. Günümüzde muş şehrini gezmeye gittiğimizde birçok devletin muazzam eserlerini görmek mümkündür. Anadolu toprakları İpek yolu üzerinde olduğu için bu bölge daima devletler tarafından elde tutulmuştur. Malazgirt Savaşı sonrasında Muş ve çevresinde yoğun Türkmen iskânları görülmektedir. Muş ve çevresi Büyük Selçuklular döneminde Sundukoğulları, Mervânîler ve Sökmenlilere ikta olarak verilmiştir. Sökmenlilerden sonra Eyyûbîlerin hâkimiyetinde kalan Muş ve çevresi, Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 13 Tarihi Coğrafya ———————————————–——— —————————————–———— DİPNOTLAR 1 Mithat Eser, “Selçuklular Dönemi Muş ve Çevresi”, Turkish Studies, Ankara: 2014, 185. 2 Ali Sevim- Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi Siyaset, Teşkilât Ve Kültür, Ankara: TTK Yayınları, 2014,19. 3 Reşîdü’d-din Fazlullah, Camiü’t- Tevârih, çev: Erkan Göksu- H. Hüseyin Güneş, İstanbul: Selenga Yayınları, 2013, 71; Ali Sevim- Erdoğan Merçil, 21; Erdoğan Merçil, Gazneliler, İstanbul: Bilge Kültür Sanat Yayınları, 77. 4 Ali Sevim, Genel Çizgileriyle SelçukluErmeni İlişkileri, Ankara: TTK Yayınları, 2002, 2; Mustafa Demir, Büyük Selçuklular Tarihi, Sakarya: Sakarya Yayınları, 2011, 39. 5 El- Hüseynî, Ahbârü’d- Devleti’s- Selçukiyye, çev: Necati Lugal, Ankara: TTK Yayınları, 1999, 8; El- Azîmî, Azîmî Tarihi, Çev: Ali Sevim, Ankara: TTK Yayınları, 2006, 3. 6 El- Hüseynî, 13. 7 Ali Sevim, 4; Ali Sevim, Anadolu’nun Fethi Selçuklular Dönemi, Ankara: TTK Yayınları, 2014, 33. 8 Hüseyin Tekinoğlu, Selçuklu Tarihi, İstanbul: Kamer Yayınları, 2015, 101. 9 Mazlum Şahin Demir, XI. Asırda Değişen Anadolu’da Türkler: Malazgirt Savaşı (26 Ağustos 1071), Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi, IV/11, 2017,241. 10 Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi (952-1136) Ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162), çev: Hrant D. Andreasyan, Ankara: TTK Yayınları, 2000, 100; Hüseyin Tekinoğlu, 112; Cihan Piyadeoğlu, Sultan Alparslan Fethin Babası, İstanbul: Kronik Yayınları, 2016, 87; Ali Sevim, 58; Mustafa Alican, Kıyametin İlk Günü Malazgirt 1071, İstanbul: Kronik Yayınları, 2017, 51; Mazlum Şahin Demir, 238. 11 Mazlum Şahin Demir, 242-243; Mıkhaıl Psellos’un Khronographıa’sı, Çev: Işın Demirkent, Ankara: TTK Yayınları,2014, 264-266. 12 İbn Bibi, El- Avâmirü’l- Alâ’iyye fi’lUmûri’l- Alâ’iyye, II, Çev: Mürsel Öztürk, Ankara: TTK Yayınları, 2014, 12. 13 İbn Bibi, 501. Mustafa Alican, Tarihin Kara Yazısı Moğollar, İstanbul: Timaş Yayınları, 2016, 17. 14 Kemal, Selâtîn- Nâme (1299-1490), Çev: Necdet Öztürk, Ankara: TTK Yayınları, 2001, 180; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, Ankara: TTK Yayınları, 2011, 100; Mehmet İnbaşıErsin Gülsoy- Zübeyde Güneş Yağcı, “Güçlü Sultanlar Dönemi”, Osmanlı Tarihi El Kitabı, Ankara: Grafiker Yayınları, 2014, 90; M. Çetin Varlık,” Anadolu Beylikleri”, Doğuştan Günümüze İslâm Tarihi, X, İstanbul: Çağ Yayınları, 2002. 15 Metin Tuncel, “Muş”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, XXXI, 369. 16 Metin Tuncel,370. Muhammed Oflas YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 14 ———————————————— Kapak Dosyası ———————————————–——— MALAZGİRT: YENİ BİR ÇAĞIN BEDİR’İ Peygamber Efendimiz Bedir muharebesinin en şiddetli anında ellerini gözyaşları içerisinde semaya kaldırmış ve Âlemlerin Rabbi’ne şöyle dua etmişti: “Allahım! Burada senin adını yüceltmek için savaşan bir avuç mücahidi helak edersen yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmaz…” Sayıca Müslümanların üç katı olan Mekkeli müşrikler Allah Rasûlü’nün ashabını ve İslâm’ı yok etmeye ahdetmiş, 624 senesinin Ramazan ayında yürekleri kinle bilenmiş askerlerini toplayarak henüz küçük bir cemaat, meyveye durmak üzere olan taze bir tohum olan Müslümanlar üzerine yürümüşlerdi. Onları ortadan kaldıracak, iman ettikleri yeni dini tarihin o karmaşık ringinin dışına itecek ve daha da önemlisi, yaptıklarıyla o dinin “hak din olma iddiasını” iptal etmiş olacaklardı. Müslümanlar için bir ölüm kalım mücadelesiydi Bedir… Hazreti Peygamber’in hüzünlü duası da bu duruma işaret ediyordu. Biliyordu sahabeler, Allah’ın adını anan tek topluluk olduklarını, Hazreti Muhammed’in yanında saf tutmakla omuzlarına tarihin en büyük sorumluluklarından birini aldıklarını ve korumakta oldukları şeyin canları değil, kanları ile sulayarak büyütecekleri o tek, büyük ve mukaddes, elbette sadece kendileri için değil bütün kâinat için can suyu olan o muazzam kurtuluş umudu olduğunu… Olası bir mağlubiyet İslâm ümmetini henüz doğum sancıları içerisindeyken boğabilir, bütün samimiyetleri ile iman eden Müslümanlar nice isimsiz topluluk gibi tarihin karanlıklarına gömülebilirlerdi. Lâkin öyle olmadı. Allah’ın tarih planındaki takdiri öyle değildi. Zafer müyesser oldu ve Müslümanlar bu büyük varoluş eşiğini aşarak ümmetin temellerini attılar. 1071 yılının Ağustos ayında, Bedir savaşından tam dört yüz kırk yedi sene sonra bir Cuma günü aynı sahne yeniden tekrarlandı. Bu sefer Bedir’de değil, Malazgirt meydanında karşı karşıya gelmişlerdi Müslümanlar ve onları yok etmeye ahdetmiş olan düşmanları… İslâm tarihine yeniden hayatiyet kazandıran ve yeni bir yükseliş devrinin perdesini açan Selçuklu Türklerini yok etmek isteyen Bizanslılar da tıpkı Mekke müşrikleri gibi sayıca Müslümanların üç katı, hatta daha fazlaydılar. Kendilerine olan güvenleri eksiksiz, zafer kazanacaklarına, Selçukluları özelde Anadolu, genelde ise Yakındoğu’dan söküp atacaklarına olan inançları tamdı. Sultan Alparslan’ın ısrarlı anlaşma taleplerini görmezden gelmelerinin nedeni de buydu zaten. Savaşı kazanılmış görüyorlardı. “Daha önce sadece birkaç zafer kazanmış” genç ve tecrübesiz Selçuklu ordusunun bin yıllık savaş ve siyaset tecrübesi olan imparatorluk karşısında bir şey yapmasının mümkün olmadığını düşünüyorlardı. Bizans İmparatoru Romanos Diogenes kışı nerede geçireceğini hesap ederek Türk şehirleri hakkında bilgi topluyor, savaş sonrasının planları ile meşgul oluyordu. Ağzı kulaklarında Müslüman topraklarını adamları arasında paylaştırıyor, onlara parlak gelecek vaatlerinde bulunuyordu. Fakat savaş esnasında yaşanan tanıdık bir sahne, Bizans’ın devasa kibrine istinat eden “zafer ve sonrasına dair planların” esasen nasıl da kendinden menkul bir ham hayalin ürünü olduğunu ortaya koydu. Beyaz kefenini giyerek gözyaşları içerisinde askerlerine Cuma namazını kıldıran ve Rabbine niyaz ile halis niyetini ortaya koyan Sultan Alparslan, askerlerine irad ettiği coşkulu hutbe ile hem şehadetin hem de gazîliğin aynı derece şerefli olduğunu, zaferle değil seferle mükellef olduklarını ilan etmiş, mücadelelerinin ölümü kucaklama mahiyetinde bir mücadele olacağını ihsas etmişti. Daha sonra atını mahmuzlayıp düşman saflarına dalmış, büyük bir adanmışlık ve ihlâs ile yorulana kadar kılıç sallamıştı. Koca sultanın diriltici mücahede coşkusu ile helecanın doruklarına çıkan İslâm askerleri de ok gibi ileri fırlamış, kendilerine gösterilen şehadet menzilinin kollarına atılmakta tereddüt etmemişlerdi. Selçukluların mücadelesi cesurcaydı. Fakat kılıca yem edilerek tüketilmeleri mümkün olmayan düşman askeri çok, zaferin gelip gelmeyeceği belirsizdi. Savaşın bütün şiddetiyle devam ettiği anlarda, Sultan Alparslan yaşlı gözlerini tıpkı Allah Rasûlü’nün Bedir’de yaptığı gibi semaya dikerek duaya durdu: “Yarabbi! Sana tevekkül ettim ve bu cihâd sebebiyle sana yaklaştım. Senin azametinin önünde yüzümü topraklara sürdüm, ciğerimin kanıyla boyadım. Gözlerimden yaş, kan boşanıyor. Eğer bu dilimle söylediğim sözlerim kalbimdeki düşüncelere uygun değilse, beni ve benim yanımdaki yardımcılarımı ve kölelerimi helak et. Eğer kalbimdeki sözlerimi bu dilimle söylediğim sözlerime uygun bulursan, düşmanlara karşı yaptığım bu cihâdda benden yardımını esirgeme, her müşkülü bana kolay yap.” Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 15 ———————————————— Kapak Dosyası ———————————————–——— İslâm tarihinin en büyük hükümdarlarından biri olan Selçuklu Sultanı Alparslan’ın, varlığını Allah’a adamış bir dervişin nefis tezkiyesini andıran duası makbul, niyeti halisti. Hiçbir şeyden değilse bile bulutların ardından sıyrılarak âlemi aydınlatan güneş gibi Malazgirt ovasına düşen tarihin bu en büyük zaferlerinden biri olan bu zaferin şualarından anlıyoruz bunu… Sultan, Hazreti Peygamber Bedir’de nasıl farkında idiyse bir ölüm kalım savaşının içerisinde olunduğunun, aynen öyle farkındaydı kendilerinin de bir ölüm kalım savaşı içerisinde olduklarının… Fâtımî tehdidi altında olan İslâm dünyasını koruyabilecek tek güç merkeziydi Selçuklular. Bizanslılara direnebilecek, İslâm dünyasının sosyal, siyasal ve kültürel geleneğini tahkim ederek Müslüman dünyasında birliği tesis edebilecek yegâne kudretin sahibi onlardı. Malazgirt’te maruz kalınacak bir hezimet yalnızca Selçuklular açısından bir yok oluş sürecinin değil, aynı zamanda İslâm dünyasının geleceğinin belirsiz bir hale gelişinin başlangıcı da olabilirdi, olurdu, olacaktı. Lâkin öyle olmadı. Allah’ın tarih planındaki takdiri öyle değildi. Zafer müyesser oldu ve Selçukluların önderliğindeki Müslümanlar bütün dünya açısından belirleyici dönüşümlere sebebiyet verecek olan yeni bir çağın kapısını açtılar. Bu bakımdan, Malazgirt’te Bizanslılara karşı kazanılan muazzam zaferin yeni bir Müslüman çağının Bedir’i olduğunu söylemekte herhangi bir mahsur yoktur. Bedir Müslümanlar için bir diriliş ve yükseliş noktasıydı, Malazgirt de öyle oldu. Bedir ile birlikte Müslümanlar bir daha geriye döndürülemeyecek ve döndürülmesi mümkün olmayan coşkun bir nehir hüviyeti kazandılar, Malazgirt ile de öyle oldu. Bedir ile birlikte Müslümanlar gözlerini ebedin ufuklarına dikerken, Malazgirt ile de aynı bakışı yakaladılar. Bedir ile birlikte Müslümanlar yükselişe geçip müşrikler çözülüş sürecine girerken, Malazgirt ile de Müslümanlar yükselişe, yüzyıllardır mücadele halinde oldukları Bizanslılar çözülüş sürecine girdiler. Bedir’de Mekke’nin kalbine düşecek olan oku atan yay çekilirken, Malazgirt’te de aynı şey İstanbul için gerçekleşti. Hem Bedir’de hem de Malazgirt’te fedakârca kendinden geçmiş olmanın o ilahî sekeratında tüllenen bir varoluş şuuru, bir ben idraki vardı. Her iki savaş da gerçek anlamıyla birer dönüm noktasıydı. Bugün geriye dönüp baktığımızda İslâm tarihinin akışında bu düzeyde bir etkisi olan ve uzun vadede bu akışın aldığı biçime rengini veren büyük bir sembolik anlama sahip bulunan Malazgirt’in, kendisine gösterilmesi istilzam eden ilginin muhatabı olmadığı ortada… Elimizde bu büyük tarihi hadiseye dair birkaç kitap ve dergi, birkaç düzine şiir, on yıllarca sürüncemede kaldıktan sonra iyi kötü inşa edilebilen bir anıt, bir avuç pul ve madalyon, birkaç kötü belgesel ve alabildiğine sınırları daraltılmış bir anlamlandırma teşebbüsünden başka bir şey yok. Birkaç hamasi söylemi dışarıda bırakacak olursak, atalarımızın bir daha geri dönmeyi akıllarının ucundan bile geçirmedikleri o kanlı meydanda elde ettikleri zaferin üzerine kurulan bir siyasal paradigma, bir dünya görüşü, bir bakış açısı ya da benlik inşası ufuklarda görünmüyor. Yalnızca bu bile o büyük savaşın onlarca, yüzlerce ve hatta binlerce kez yeniden ve yeniden, tekrar tekrar ele alınması, anlamlandırılması, anlaşılır kılınması ve Osmanlı çiçeğini besleyen öz suyunun, üsaresinin tarihimizin bereketli topraklarına akıtılması gerektiğini açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Umulur ki bizim de göreceğimiz bir gün gelsin de Malazgirt zaferi tarih içerisinde gerçekten sahip olduğu yere konularak hakikatimize ruh veren o haliyle anlaşılabilsin. Doç. Dr. Mustafa Alican Adıyaman Üniversitesi, Tarih Bölümü, Ortaçağ Ana Bilim Dalı, Öğretim Üyesi Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 16 ———————————————— Kapak Dosyası ———————————————–——— Bizans-Selçuklu İlişkilerinde Alparslan Dönemi İbnü’l-Esir’e göre 20 Ocak 1029 tarihinde doğan Alparslan, Çağrı Bey’in oğludur. Alparslan amcası Tuğrul Bey ölünce ( Eylül 1063), Tuğrul Bey’in vasiyeti üzerine tahta çıkarılan Süleyman’ın sultanlığını kabul etmedi ve Süleyman ile mücadeleye girişti. Bu taht mücadelesinde Alparslan sadece Süleyman ile girmemiş idi; nitekim Kirman meliki Kavurd, amcası Musa İnanç Yabgu, büyük babasının torunu olan Kutalmış ile de mücadeleye girmiş idi. Bu çetin mücadeleler sonucunda Alparslan galip çıktı ve Abbasi Halifesi el-Kâim Biemrillâh’ın ilânı ile birlikte tahta çıktı (Nisan 1064)1. Gürcü kuvvetlerinin savunduğu Borçala Irmağı kıyısında bulunan Allaverdi kentini aldıktan sonra Gürcü Prensi IV. Bagrat, Selçukluların karşısına çıkamayıp kaçtı daha sonra ise sultana elçilik heyeti göndererek ‘’itaat ve tabiiyetini’’ arz edip yıllık vergi vermek şartıyla barış isteğinde bulundu5. Alparslan, buradan bütün kuvvetleriyle Bizanslıların elinde bulunan Ani üzerine hareket etti. Arpaçay üzerinde bulunan, yüksek ve sağlam surlar, içi su dolu derin hendeklerle korunan Doğu Anadolu’nun bu ünlü kalesi, Bizans generalleri Bagrat ve Grigor tarafından savunulmaktaydı. Ani ahalisi sultan ve askerlerini ilk önce tacir olarak düşünmüşlerdir. Çünkü şimdiye kadar şehir ve çevresinde düşman askeri görmemişlerdi. Bizans kuvvetleri şehir dışında karargah kurup kaleyi kuşatmak isteyen Selçuklu askerlerine karşı saldırıda bulundularsa da yenilgiye uğrayıp kaleye sığınmak zorunda kaldılar. Çok geçmeden kaleyi kuşatan Selçuklu kuvvetleri Ani kalesini fethetti. Ordunun Ani’yi korkunç bir katliama ve yağmaya uğrattığına çoğu kaynak müttefiktir. Nitekim Urfalı Mateos şöyle demektedir: ‘’Onlar, derhal bütün halkı merhametsizce öldürmeğe başladılar. Şehrin sayısız halkı, yeşil ot gibi biçildi ve birbiri üzerine düşürülen cesetler taş yığını haline geldiler. Bütün şehir, bir an içinde bir kan denizi oldu. Bütün Ermeni reisleri ve zadegân, zincirle bağlı oldukları halde Sultanın önüne getirildiler. Asil ve güzel kadınlar esir olarak İran’a götürüldüler. Nur gibi erkek çocuklar ve dilber kızlar da anneleriyle beraber götürüldüler. Birçok aziz papazlar ateşle mahvedildi, bunların bazıları da derileri yüzdürülmek suretiyle ve korkunç işkencelerle öldürüldü6. Alparslan hükümdarlığı süresince devletin batı yönüne daha çok önem vermiştir. Batıda fetih doğuda ise genellikle asayiş temin amacıyla harekâtta bulunmuştur. Bunun nedeni ise babası Çağrı Bey’in Bizans topraklarına yaptığı akınlar sırasında keşfedilen Doğu Anadolu yaylalarının Türkmenler için en uygun yerleşme alanı olarak görülmesidir 2. Bu nedenle Alparslan devlette huzuru ve istikrarı sağladıktan sonra 1064’de büyük bir ordu ile Rey’den Azerbaycan’a geldi3. Burada bulunan Türkmen boyları, reisleri ile birlikte sultana katıldılar. Alparslan Urmiye gölünün kuzeydoğusundaki Merend kentine eriştiği zaman Anadolu’ya sürekli akınlarda bulunan emîr Tuğtegin kuvvetleriyle beraber kendisine katılarak yaptığı akınlar ve Anadolu’ya giden yolar konusunda ona geniş bilgi verdi4. Ayrıca sultanın kardeşi olup uzun zamandan beri Bizans hudut komutanlığı yapan Yakutî ile aralarında İbrahim Yinal ve Kutalmış’ın oğullarının da bulunduğu diğer Selçuklu şehzadeleri de sultanın huzuruna geldiler. Sultan ordusunun bir kısmını oğlu Melikşah ile kardeşi Yakutî’nin emrine verip vezir Nizamülmülk’ü bunların yanına katarak Vaspuran bölgesinde bulunan ve şimdiye kadar fethedilmemiş olan müstahkem şehirlerin ve kalelerin ele geçirilmesine memur etti. Sultan Alparslan ise Nahçıvan’a geldikten sonra Aras Irmağını teknelerden oluşturulan köprüden geçerek ileri harekata başladı. Daha sonra Gürcistan bölgesine girerek Tiflis-Çoruh Irmağı arasındaki bölgeyi ele geçirdi. Daha sonra Sepidşehr/Akşehir olarak da ifade edilen Akhalkelek/Ahılkelek yörelerini ele geçirdi (Temmuz 1064). Bundan başka sultan, Alparslan’ın Anadoluda hızlı bir şekilde başarılar elde etmesinde amcası Tuğrul Bey’in önemli bir etkisi vardır. Nitekim onun yönetiminde Türkmenler Anadolu’ya girmiş ve Bizans’ı zor durumda bırakmışlardır. Hatta Bizans İmparatoru, Merwani Emîri Nasruddevle7 aracılığıyla Tuğrul Bey’e mektup yollamış ve bunun sonucunda İstanbul’da bir cami onarılıp Tuğrul Bey ve Abbasi Halifesi adına hutbe okumuştur8. Aynı zamanda, Nasruddevlenin de Diyarbakır yöresinde Tuğrul Bey adına hutbe okutması, Anadoluda Selçuklu adını ve otoritesini artırmıştır9. Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 17 ———————————————— Kapak Dosyası ———————————————–——— Alparslan Gürcistan ve Anadolu seferlerinden sonra devlet içerisinde bulunan iç-isyanları bastırmak için doğuya sefere çıktı. Bu durumda Anadolu akınları Türkmen komutanlar tarafından devam etti. Horasan Saları, Urfa’yı kuşattı fakat alamadı (1065). Buna rağmen Urfa’ya akınlar devam etti ve buraya gelen Bizans ordusu bozguna uğratıldı. Dönemin bir diğer güçlü devleti şiî Fatımî devleti idi. Musul Hamdanoğulları’ndan Nasruddevle Sultan Alparslan’a elçi yollayarak Fatımîler üzerine sefer teşvik etti. Alparslan ordusunu toplayarak Anadolu üzerinden Urfa’ya geldi. Urfa’yı muhasara altına aldı. Fakat zaman kaybetmemek için Halep’e oradan da Dımaşk’a hareket etti. Bu sırada Bizans İmparatoru kendisine elçi göndererek Erciş, Ahlat, Malazgirt ve Membiç’in geri verilmesini talep etti12. Sultan elçiyi sert bir cevapla geri gönderdi. Emîr Mahmud’u Suriye ve Mısır’ın fethiyle görevlendirdikten sonra kendisi büyük bir ordu ile Ahlat’a gelerek Bizans İmparatorunu karşılamaya koyuldu. 1066 yılında Gümüştegin, Afşin, Ahmedşah gibi emirler el-Cezire bölgesine inerek SiverekKahta arasındaki Nisebin’i kuşattılar. Buradaki savunmayı kıramayan Selçuklu kuvvetleri Fırat’ı geçerek Adıyaman’a geldiler. Buraya yağma akınları düzenlediler. Bu akınları önlemek amacıyla Bizans uç kumandanı Arvandanos Selçukluların yolunu kesmeye çalıştıysa da başaramadı ve esir düştü. Gümüştegin ile arası bozulan Afşin, onu öldürerek beraberindeki Türkmenlerle beraber Bizans’a akınlar düzenledi Antakya-MalatyaKayseri-Karaman-Halep diyarları bu akınların düzenlendiği yerler idi. Romanos Diogenes büyük bir ordu ile (tahminen 200.000)13 Ahlat’a doğru harekete geçti. Erzurum’da karargâh kuran imparator birkaç öncü kuvveti Ahlat’a yolladı. Fakat meydan muharebesinden önce meydana gelen bu savaşları Selçuklular kazandı14. Bundan sonraki süreçte Meydan Savaşı vukua geldi (1071). Savaş sonucu hezimetli oldu, Bizans ordusu darmadağın olmuş ve Roman Diogenes esir düşmüştü15. Bu savaştan sonra Diogenes ile Alparslan anlaşarak barış antlaşması imzaladı. Bu antlaşmaya göre; Anadolu’da Selçuklu istilâ hareketlerinin başlamasından itibaren Bizans İmparatorluğunda iç karışıklılık ve buhranlar devam edip gidiyordu. Konstantin X. Dukas’ın 1067’de ölümünden sonra karısı Eudokia Kapadokyalı general olan Romanos Diogenes ile evlendirildi (Ocak 1068)10. Romanos Diogenes Anadolu’yu bu akınlardan kurtarmak için Uz-Peçenek, Frank, Alman, İskandinav ve İtalya Normanlarından bir ordu meydana getirdi. Bu ordu Kayseri, Sivas, Maraş yolu güzergâhında ve Halep’de Selçuklulara karşı başarılar elde etti11. Bundan sonra İstanbul’a dönen ( 1068 kışı) Diogenes parlak bir törenle karşılandı. 1069 yılında Selçuklu akıncı kuvvetlerinin Anadolu’nun çeşitli bölgelerine akınları devam etti. Bu akınları önlemek üzere Romanos Diogenes Anadolu üzerine sefere çıktı. Amacı akınlara ordugahlık eden Ahlat’ı almak idi. Fakat başarılı olamayınca geri döndü. 1070 yılında kuvvetli bir ordu ile Manuel Komnenos’u Anadolu’ya yolladı. Komnenos Alparslan’ın eniştesi olan er-Basgan tarafından bozguna uğratıldı. Alparslan ile arası açık olan er-Basgan Komnenos’un önerisiyle İstanbul’a sığındı. Bundan haberdar olan Afşin ise Alparslan’a mektup yazarak durumu izah etti. İmparator, kurtuluş akçesi olarak bir buçuk milyon altın verecek Bizans Devleti her yıl Selçuklu Devletine üç yüz altmış bin altın ödeyecek Bizans’ın elinde bulunan bütün İslâm tutsakları salıverilecek Bizanslılar gerektiğinde Selçuklulara askeri yardımda bulunacak İmparator kızlarından birini Sultanın oğluna verecek İmparator yeniden tahta oturduğu takdirde Antakya, Urfa, Membiç, Malazgirt kent ve kaleleri Selçuklulara bırakılacak idi. Romanos Diogenes’in Malazgirt’te yenildiğini duyan Bizans ahalisinde Mihael Dukas İmparator oldu16. Romanos Diogenes ise Konstantin Dukas tarafından hapse atıldı ve gözlerine mil çekildi. Daha sonra ise çektiği ızdıraplar sonucu hayata gözlerini yumdu (1072). Romanos Diogenes’in ölümüyle Bizans-Selçuklu barış antlaşması bozuldu17. Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 18 ———————————————— Kapak Dosyası ———————————————–——— Sultan Alparslan ise Malazgirt meydan muharebesinden sonra Türkistan seferine çıktı. Sultan Alparslan’a Barzam kalesi muhasarası sırasında kale muhafızı olan Yusuf Harezmî tarafından suikast düzenlendi. Sultan 25 Kasım 1072’de öldü18. DİPNOTLAR 1 İbrahim Kafesoğlu, Alparslan, DİA, II, İstanbul: 1992, 526. 2 Refik Turan, “Türklerin Anadolu’ya Akınları ve Malazgirt Zaferi’nden Önce Anadolu’da Türk Varlığı”, Selçuklu Tarihi El Kitabı, Ankara: Grafiker Yayınları, 2012, 95-96. 3 Coşkun Alptekin, “Büyük Selçuklular”, Doğuştan günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul: Çağ Yayınları, 1992, 118. 4 Ali Sevim, Malazgirt Meydan Savaşı, Ankara: TTK yayınları, 1971, 18-19. 5 el-Hüseynî, Ahbârü’d-Devleti’s-Selçukiyye, Çev: Necati Lügal, Ankara: TTK Yayınları, 1999, 25-26. 6 Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli, Çev. Hrant D. Andreasyan, Ankara: TTK Yayınları, 2000, 120121. 7 Şerehhan Bitlisi, Şerefnâme, I, Çev: Abdullah Yegin, İstanbul: Nûbihar Yayınları, 2015, 72. 8 Nevzat Keleş, “Malazgirt Savaşı Öncesinde Doğu Anadolu’nun Siyasî Durumu”, Alp Arslan ve Malazgirt, İstanbul: Copyright@Kültür A.Ş. Yayınları, 2014, 50. 9 Thomas Ripper, Diyarbekir Merwanileri, Çev. Bahar Şahin Fırat, İstanbul: Avesta Yayınları, 2012, 198. 10 Işın Demirkent, “Bizans”, Diyanet İslâm, VI, İstanbul: 1991, 237. 11 Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türkİslâm Medeniyeti, İstanbul: Ötüken Yayınları, 2014, 167. 12 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul: Boğaziçi Yayınları, 1998, 23. 13 Gülay Öğün Bezer, “Alp Arslan Zamanı”, Büyük Selçuklu Tarihi, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2013, 49. 14 Mıkhael Psellos, Khronographıa, Çev. Işın Demirkent, Ankara: TTK Yayınları, 2014, 264. 15 Mehmet Altay Köymen, Alp Arslan ve Zamanı, İstanbul: Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Kültür Yayınları, 1972, 64-65. 16 Ali Sevim, Malazgirt Muharebesi, DİA, XXVII, İstanbul: 2003, 483. 17 Metin Ayışığı, Bizans İmparatorluğu Tarihi, Van: 2015, 94. 18 Mustafa Demir, Büyük Selçuklular Tarihi, Sakarya: Sakarya Yayınları, 2011, 83. Sinan Erginoğuz YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 19 ———————————————— Kapak Dosyası———————————————–——— Anadolu’da Var Olma Mücadelesi: IV. Romanos Diogenes ma gücünü de yok ettiklerinin farkında değillerdi. Bu sert tedbirlerin yanlış olduğunu anladıkları zaman ise düşman her taraftan devleti kuşatmış durumdaydı6. XI. yüzyılın başında barış dönemine giren Bizans, bu alışık olmadığı barış döneminde iç meselelerini çözüme kavuşturup, müesseselerini sağlamlaştırmak ve daha güçlü bir merkezi yönetim oluşturmak yerine, bu zamana kadar oluşturulan her şeyi yok ederek bu barış döneminde yeteri kadar faydalanamayıp eskisinden daha çok kayıp vermiştir. Bizans kendi iç meseleleriyle uğraşırken sınırlarında yeni kavimler boy gösteriyordu. Doğuda Selçuklu Türkleri, batıda Normanlar, kuzeyde step kavimleri olan Peçenek, Kuman ve Uz’lar vardı 7. IV. Romanos’un Hayatı ve Tahta Çıkışı Romanos Diogenes’in babası, Konstantinos Diogenes ile ilgili elimizde çok bilgi bulunmamakla birlikte onun 1015’de Selanik theması strategosu olduğu bilinmektedir. Ayrıca 1019 yılında Sirmium bölgesinin idaresini üzerine almış ve 1026’da bu göreve ilaveten Bulgaristan Duksluğuna tayin olunmuştu8. Konstantinos Diogenes, imparator VIII. Konstantinos (1025-1028) zamanında Bulgaristan topraklarını yağmalayan Peçeneklere karşı başarılı bir sefer yapmış, Peçenekleri Tuna’nın ötesine atmış ve bölgede Bizans hakimiyetini sağlamlaştırmıştı. Konstantinos Diogenes, imparator III. Romanos Argyros’un (1028-1034) kız kardeşi Pulkheria ile evli idi9. Ve bu imparatora karşı 1029 yılında bir komplo hazırlanmakla suçlanarak yakalanıp İstanbul’da bir kuleye hapsedildi. Ioannes, Orphanotrophos tarafından sorguya çekilen Konstantinos Diogenes’in sustuğunu fakat yapılan işkencelere daha fazla dayanamayıp surların üzerinden sahildeki kayaların üzerine atlayarak intihar ettiğini yazar. Buna karşılık Ostrogorsky ise Konstantinos Diogenes’in 1035’de keşiş olduğunu yazar10. IV. Romanos Diogenes, Kappadokia’da doğdu ve imparator III. Argyros’un küçük yeğeni 11 idi . Romanos, Bizans ordusu tarafından sevilen cesur bir kumandı. Romanos’un ikinci adı olan Diogenes ile ilgili çeşitli görüşler öne sürülmektedir. Attaliates’e göre tanrı Zeus’tan indiklerinden dolayı idi. Bir diğer görüş ise İtalya’da yazılmış olan Robert Guiscard destanında geçen ve çifte sakal anlamına gelen duo geneion’dan geldiğidir. IV. Romanos Diogenes’den Önce Bizans İmparatorluğunun Durumu XI. yüzyıla barış döneminde giren Bizans devleti, bu yüzyılın sonlarına doğru hem içeride hem de dışarıda var olma mücadelesi vereceğinden habersiz, bütün düşmanlarını mağlup etmenin rahatlığını yaşamaktaydı. II. Basileios’un (976-1025) ölümü Bizans tarihinde bir dönüm noktasıdır. Ancak bu dönüm noktası yükselişe değil çöküşe doğrudur. Bundan sonra Herakleios’un (610-641) yaptığı ve II. Basileios’un (976-1025) sağlamlaştırdığı sistemin çözülmesi başladı. Feodal güçlerle savaşmakta II. Basileios’un (976-1025) halefleri başarısız oldu. Böylece köylü ve askeri sınıfın çöküşü başladı. Devletin, iktisadi ve sosyal yapısı kökten değişikliğe uğradı1. X. yüzyılda askeri asalet ve memur asalet sınıfı olarak adlandırılan feodal güçler yönetimde etkili olmaya başladılar. Yetenekli ve güçlü imparatorlar döneminde [II.Nikephoros Phokas (963969), Ioannes Çimiskes (969-976), II. Basileios (976-1025)] feodal güçlerle mücadele edilerek onların yönetimde söz sahibi olmaları engellendi. Ancak XI. yüzyıla gelindiğinde II. Basileios’un (976-1025) halefleri bu mücadeleyi kaybetmekle kalmadılar, güçlü olan feodal grubun temsilcisi haline geldiler2. Devlete karşı birlikte mücadele veren memur asalet sınıfı ve askeri asalet sınıfı, bu mücadeleyi kazandıktan sonra kendi aralarında mücadeleye başladılar. Tahta oturan imparator hangi sınıfı temsil ediyorsa o sınıf varlığını sağlamlaştırırken diğer sınıfı yok etmek için devletin çıkarlarını bile gözetmez oldu3. VIII. Konstantinos (1025-1028) ile başlayan zayıf imparatorlar dönemi Aleksios Komnenos (1081-1118) ile son bulur. Memur asalet sınıfının yönetimde etkili olduğu dönemlerde, I. Isaakios Komnenos (1057-1059), IV. Romanos Diogenes (1068-1071) dönemleri hariç, imparatorluk kültürel anlamda gelişme gösterse de iktisadi ve askeri anlamda çökmekteydi4. Gücünü korumak isteyen memur asalet sınıfı, askeri asalet sınıfına karşı sert önlemler aldı. Alınan önlemler sonucunda sayıları azalan yerli kuvvetlerin yerini ücretli askerlerden oluşan ordu almaya başladı5. Memur asalet sınıfının aldığı bu önlemler sadece askeri asalet sınıfının değil, devletin sa- Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 20 ———————————————— Kapak Dosyası———————————————–——— Romanos’un sakalı çatal yani iki uçlu olduğu için ona bu lakabın verildiği söylenmektedir12. Romanos Diogenes, imparator X. Konstantinos Dukas (1059-1067) zamanında Serdika (Sofya) stategosu idi. Burada Peçeneklere karşı başarılı seferler yaptı. Bu başarılarından dolayı imparator ona Bestarches unvanını verdi. Romanos, imparatorun ölümünü haber alınca hemen isyana hazırlandı. Ancak imparatoriçe Eudokia bu isyandan haberdar oldu. Romanos’u bir asker ihbar etti ve imparatoriçe onu Edirne de yakalattı. İstanbul’a getirilen Romanos’un cezası bağışlanarak Kappadokia’ya gönderildi13. Eudokia, 1042-1059 yılları arasında Patrik olan Mikhail Kerullarios’un yeğeni idi. Kerullarios, Ortodoks ve Katolik kiliseleri arasındaki ayrılığı destekleyen, kesinleştiren bir kilise ileri geleni olarak tanınmaktaydı14. Eudokia, devletin kötü gidişatının farkındaydı ve bu durumu ancak yetenekli bir kumandanın durdurabileceğini biliyordu. Bunun içinde kendisinin bir askerle evlenmesi gerekiyordu. İmparatoriçe kendisine başarılı ve yetenekli bir kumandan olan Romanos Diogenes’i seçti15. Evlilik merasimi 1 Ocak 1068’de yapıldı. IV. Romanos’un saltanatı bu tarihten itibaren başladı. Romanos tahta çıktığında Psellos’a göre 40 yaşında16, Semai Eyice’ye göre ise 30 yaşında idi17. Romanos’un bu evlilikten Konstantinos, Nikephoros, Leon adında üç oğlu oldu. Konstantinos Diogenes, Aleksios Komnenos’un küçük kız kardeşi Theodora ile evlendi, Isaakios Komnenos kumandasında Antakya’da çarpışırken öldü. Diğer iki oğlunun VII. Mikhail Dukas (10711078) zamanında bütün hakları ellerinden alındı. Aleksios Komnenos (1081-1118) tahta çıkınca onlara haklarını geri verdi. Leon Diogenes, Aleksios’un yanında Peçeneklere karşı savaşırken 1088’de öldü. Nikephoros Diogenes ise 1094’te Aleksios’a karşı bir suikaste karıştı ancak yakalanarak gözlerine mil çekildi18. Bu evlilik başta X. Konstantinos Dukas’ın kardeşi Ioannes Dukas, Patrik Xiphilinos ve genç Mikail’in [VII. Mikhail Dukas (1071-1078)] hocası Psellos gibi saray mensuplarının çıkarlarına ters düştüğü için onları kızdırmıştı. Romanos ile birlik- te memur asalet sınıfı geri plana düşerken askeri asalet sınıfı ön plana geçmişti19. Romanos, zeki, kabiliyetli ve strateji bilgisi çok iyi bir kumandı. Ancak şartlar çok zorluydu, dışta Türkler Anadolu’nun her tarafına akınlar düzenliyor, içte ise ordunun büyük bir kısmı ücretli askerlerden oluşuyor ve Romanos komutanlara güvenemiyordu20. Bütün bu zor şartlar altında yine de Romanos, tahta çıkar çıkmaz Türklerle mücadeleyi ele aldı. Norman, Frank, Peçenek ve Uz’lardan oluşan ücretli ordusu ve sayıca az, silah ve teçhizat bakımından yetersiz Frigya bölgesindeki birlikleriyle savaş meydanına çıktı21. Romanos, uzun zamandan sonra ordunun başında sefere çıkan ilk Bizans imparatoru idi. Bir 18. yüzyıl tarihçisi olan Ch. Lebeau’nun (17011778) da dediği gibi Bizans ordusu koruyacakları bölgeleri talan ederek savaşa hazırlanıyorlardı, Türkler ise imparator tarafından bizzat idare edilen bu ordunun çok kudretli olduğuna inanıyorlardı 22. 1068’de ilk seferine çıkan Romanos, büyük bir zafer kazanamasa da tamamen boş dönmedi. Bu seferde Menbiç kalesini ele geçirdi. 1069 yılında ikinci seferine çıkan Romanos bu seferinden eli boş döndü. İtalya’daki durum da pek iç açıcı değildi. İtalya’daki son Bizans kalesi olan Bari 1070 yılında kuşatıldı ve 16 Nisan 1071’de teslim oldu. Bizans’ın Batıdaki hakimiyeti böylece sona ermişti. Romanos, 1070 yılında üçüncü ve son seferine çıkar. Bu sırada Türkler Anadolu’da Batıya doğru ilerlemeye devam etmektedirler23. Malazgirt kalesini Türklerin elinden alan Bizanslılar, kalenin düzlüğüne ordugahlarını kurdular. 1071 yılının 26 Ağustos, bazı tarihçilere göre ise 19 Ağustos, Cuma günü meydan muharebesinde Bizans ordusu mağlup oldu ve imparator Türklere esir düştü24. İmparatorun Türklere esir düştüğü haberi Bizans sarayında öğrenilir öğrenilmez, Ioannes Dukas’ın desteğiyle VII. Mikhail imparator ilan edildi, imparatoriçe Eudokia da manastıra kapatıldı25. Mağlup imparator Romanos, galip Sultan tarafından iyi bir şekilde karşılandı. Alp Arslan, Romanos’un kurtuluş akçesi ödemesi, Türk esirlerin iade edilmesi ve Bizans Devletinin Selçuklu Devletine vergi vermesi karşılığında serbest bıraktı26. Türk esaretinden yurduna dönen Romanos, iktidar sahipleri tarafından düşman muamelesi yapıldı, iç savaş patlak verdi ve imparator tarafından kendisine zarar verilmeyeceğine dair Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 21 ———————————————— Kapak Dosyası ———————————————–——— bir mektup alan Romanos teslim oldu. Romanos, İstanbul’a gelmeden gözlerine mil çekildi ve manastıra kapatıldı. Aldığı yaralara dayanamayan Romanos, 1072 yazında öldü27. Bizans Devletinde feodal güçler arasındaki çıkar savaşı o kadar önemli bir hal almıştı ki, devletin çıkarı ikinci plana itilmişti. Batıdan ve Doğudan düşmanlar Bizans arazisini parça parça yok ederlerken, Bizans sarayında memur asalet sınıfı elde ettiği üstünlüğü askeri asalet sınıfına kaptırmamaya çalışıyordu. Bu durumda Bizans devletinin toparlanması artık çok zordu. DİPNOTLAR 1 Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, Çev: Fikret Işıltan, Ankara: TTK Yayınları, 1999, 296. 2 G. Ostrogorsky, 297. 3 M. V. Levtchenko, Bizans, Çev: Erdoğan Berktay, İstanbul: Milliyet yayınları, 1979, 240. 4 G. Ostrogorsky, 297. 5 M. V. Levtchenko, 242. 6 G. Ostrogorsky, 297; M. V. Levtchenko, 241. 7 G. Ostrogorsky, 309; M. V. Levtchenko, 272. 8 G. Ostrogorsky, 290. 9 Semai Eyice, Malazgirt Savaşını Kaybeden IV. Romanos Diogenes (1068-1071), Ankara: TTK, 1971, 17. 10 Mikhali Psellos, Khronographia, Çev: Işın Demirkent, Ankara: TTK, 1992, 223. 11 S. Eyice, 17. 12 S. Eyice, 15. 13 M. Psellos, 225. 14 S. Eyice, 7. 15 S. Eyice, 11. 16 M. Psellos, 225. 17 S. Eyice, 11. 18 M. Psellos, 229. 19 S. Eyice, 11; M. Psellos, 226, 227. 20 S. Eyice, 24. 21 S. Eyice, 24, M. V. Levtchenko, 272. 22 S. Eyice, 24. 23 S. Eyice, 30; M. Psellos, 226,227. 24 S. Eyice, 57. 25 G. Ostrogorsky, 319. 26 A. A.Vasiliev, Bizans İmparatorluğu Tarihi, Çev: Ahmet Müfit Mansel, I, Ankara: Maarif Yayınları, 1943, 451. 27 Auguste Bailly, Bizans Tarihi, Çev: Haluk Şaman, II, 274, G. Ostrogorsky, 319. Sultan Gürsoy Celal Bayar Üniversitesi, Ortaçağ Tarihi Yüksek Lisans Öğrencisi Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 22 ———————————————— Kapak Dosyası ———————————————–——— MALAZGİRT SAVAŞI VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ Büyük Selçuklu Devleti’nin kurulması Ortadoğu’nun siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel, dini, ilmi ve demografik yapısını büyük ölçüde değiştirmiştir. Bu sadece Müslümanların yaşadıkları coğrafyada gerçekleşen bir sonuç olmayıp, Kafkasya ve Anadolu gibi Hıristiyan coğrafyalarında da etkisini göstermiştir. Bu Hıristiyan ülkeleri yoğun Türk saldırıları ile iyice yıpratılmış, 1071’de kazanılan Malazgirt zaferi ile de tamamen Türk hâkimiyeti altına alınmıştır. Bu zafer, kalabalık Türkmen topluluklarının hızlı bir şekilde Kafkasya ve Anadolu’ya yerleşmelerine ve buralarda çeşitli devletler kurmalarına zemin hazırlamıştır. Türklerin yerleşmeleri ve siyasi hâkimiyetler kurmaları bu bölgelerin demografilerinde ve dini yapılarında Türkler ve Müslümanlar lehine gelişmeler yaşatırken, aynı durum ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda da kendisini göstermiştir. İslâm dünyasındaki büyük ilmi gelişmeler, Eskiçağ’dan sonra büyük bir durgunluk yaşayan doğu Hıristiyan dünyasına Türk hâkimiyeti ile birlikte yayılmış ve buralarda ilmin tekrar canlanmasına zemin hazırlamıştır. Bu halklar Bizans feodal hâkimlerin kontrolünden çıkarak ya Türk sultanları ve beylerinin yönetimine girmişler veya Çukurova’daki Ermenilerde olduğu gibi kendi devletlerini kurmuşlardı. Kafkasya’daki küçük Gürcü Krallığı, üzerinden Bizans baskısı kalkınca güçlü bir devlet haline gelmişti. Süryaniler bir devlet haline gelememekle birlikte, Bizans baskısının kalkması ile birlikte sosyal, ekonomik, kültürel ve dini alanda büyük ilerlemeler katederken, kendilerini özgürce ifade edebilecek duruma gelmişlerdi. Bizans’ın asli halkı Rumlar açısından da durum farklı olmamıştır. Bizans Devleti’nin ağır ekonomik ve sosyal baskıları altında yaşamaya çalışan bu halk genelde yarı köle haline gelmiş iken, ülkelerini ele geçiren Türk sultanları ve beyleri bu halkları ekonomik özgürlüklerine kavuşturmuşlar, haklar ve hürriyetler vererek insanca yaşamalarını sağlamışlardır. Sonuç olarak, Malazgirt zaferi sadece Türkleri ilgilendiren ve onları yeni bir coğrafyanın efendileri haline getiren bir başarı olmaktan çok, bütün Orta-doğu ve Yakın-doğu’nun kaderini değiştiren muazzam bir hareketin başlangıcı olmuştur. Müslümanlar ve Hıristiyanlar bu zaferle birlikte barışçıl ve daha insanca bir hayata adım atmışlardır. Zaferin en önemli sonucu da bu olmalıdır. Malazgirt zaferi, Gürcüler, Ermeniler ve Süryaniler gibi doğu Hıristiyan halklarının kaderini de olumlu yönde etkilemiştir. Bu halkların yüzyıllar süren Bizans hâkimiyeti döneminde yaşadıkları durgunluğu üzerlerinden atmalarını sağlayacak dinamizm Türklerle birlikte gelmiş ve onların kaderini değiştirmiştir. Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Kayhan Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Tarih Bölümü, Ortaçağ Ana Bilim Dalı, Öğretim Üyesi Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 23 ——————————————–—— Kültür Mozaiği ———————————————–——— XI. YÜZYILDA ANADOLU’NUN SOSYAL, EKONOMİK VE KÜLTÜREL YAPISI başlı başına devletin göreviydi. Bunuda yapılacak olan akınlarla, seferlerle elde edilen başarılar ve ganimetlerle yaparlardı. Boy’a baktığımızda Budundan daha küçük bir yapıdır. Baktığımızda Türklerde boylar arası mücadelelerde yer aldığını görmekteyiz. Diğer bir terim olarak aile’dir.1 Selçuklu Devleti’nin sosyal yapısına baktığımızda, Aile yapısı büyük ölçüde Orta Asya Türk aile ğeleneğine uymaktadır. Aile reisi, çocuklar ve kadınlar üzerinde tartışmasız bir yetkiye sahipti. Kaynaklara ve yapılan araştırmalara göre; eski Türklerde ve Selçuklularda aile yapısı, o devirlerin Çin, Hint, İran, Mısır, Yunan ve diğer kavimlerde görülen aile yapılarından farklı bir özelliğe sahip olmakla birlikte sağlam bir yapıya sahipti. Hiç söphesiz bu yapı ve aile göcü, töre ve töreye dayalı inanç ve telakilerden almaktaydı. Aile içerisinde kadının konumuna baktığımız zaman İslamiyet Öncesi Türk ailesi karşılıklı saygı ve sevgi esasına dayanmaktaydı. Ana, baba ve çocuklar arasındaki ilişkiyi korumayı ve dayanışmayı sevgi ve saygı çerçevesinde tayin etmekteydi. Türk aile hukukuna göre babadan sonra aileyi anne temsil ederdi. Babanın ölümü halinde miras anneye düşerdi. Kadının Aile içinde çocuğun terbiyesi, çadırın kurulması, keçe pişirme, çorap örme vb görevler üstlenmekteydi. Türkler, evlenme ile gelecek olan akrabalık bağına çok önem veriyorlardı.İki aile akrabalık münasebetlerini devam ettiği sürece, sevinçte, kederde ve kaderde ortak sayılıyorlardı. Aynı zamanda evlilikte bazı şartlar yer almaktaydı. Bu şartlara baktığımızda Evlenme sırasında düğün yapmak zorunluydu. yemek indirme, para saçma gibi.2 Kadının evlilik esnasında ve daha sonra aile içindeki durumuna bakacak olursak, bazı usullerin o dönemden günümüze kaldığını görmek mümkündür. Örneğin kız çeyiz hazırlamak zorundadır. Kızın getirdiği çeyize “Yumuş” denilmektedir. Erkeğin ailesinde mevki sağlamak için çeyiz çok önemlidir. Selçuklu Türk kadını, sosyal hayata kapalı değildi. Kadın evinde, arabasında, çadırında, atı üzerinde daima eşleriyle birlikteydiler. Hak ve mesuliyetler paylaşılmış olup, millet bütünlüğünü ve devlet otoritesini kadın erkeği ile birlikte korumakta ve temsil etmektedir.3 İbn Batuta göre; Kadının toplumdaki yerine baktığımızda , kadınlar erkeklerden kaçmazlar ve yola çıkılacağı zaman akraba, ya da hane halkındanmışçasına onlarla vedalaşırlar, bu ayrılıktan Bu araştırmamızda XI. yüzyılda Anadolu’nun Sosyal, Ekonomik ve Kültürel yapısına değindik. Fakat Anadolu’nun sosyal, ekonomik ve kültürel yapısına geçmeden önce Anadolu’nun kısaca tarihine baktığımızda Anadolu verimli topraklara sahip bir bölgedir. Bundan dolayı gerek uzun süreli gerekse de kısa sürelide olsa kendi bünyesinde birçok kavmi barındırmıştır. Bu da bize farklı dillerin, dinlerin ve kültürlerin bir arada yaşadğını gösterir. 1071 yılına gelinceye kadar Anadolu’nun doğu sınırları Bizans ve Müslümanlar arasında sürekli mücadelelere neden olmuştur. Bu mücadeleler sonucunda bölgenin nufusunun azalmasına neden olmuştur. Sadece nufusun azalmasıyla kalmayıp birçok bölgenin tahrip olunmasına neden olmuştur. Bu olaylar ileriki süreçte Büyük Selçukluların Anadolu’ya yönelik faaliyetlerinde ve fetihlerinde kolaylıklar sağlayacaktır. XI.yüzyılın ikinci yarısında Anadolu Büyük Selçukluların saldırısına maruz kalacaktır. Büyük Selçuklular’ın Bizans’a karşı kazandıkları başarılar ve 1071 yılındaki Malazgirt zaferi, Anadolu’da yeni bir ortamın ve kültürün doğmasına yol açmıştır. Birçok Türk aşiretleri doğudan batıya doğru Anadolu’nun çeşitli yörelerine sevk edilmiş. Özellikle Sultan Melikşah, döneminde Türkistan, Horasan ve Azerbaycan’dan Anadoluya çeşitli Türk akınları yaşanmıştır. Ve bunlar Anadolu’nun çeşitli bölgelerine yerleştirilmişlerdir. 1071 Malazgirt Meydan Savaşından sonra Anadolu’ya yeni göçler meydana gelmiştir. Bu göçler daha çok yurt edinme amaçlı olduğu için kendileriyle birlikte eşyalarını da getirmişlerdir. Bu göçlerin ve akınların sonucu Anadolu’nun Türkleşmesini hızlandırmıştır. Aynı zamanda bu göç edenlerin arasında ilim, sanat, din ve edebiyat alanında ilerlemiş şahıslar yer almışlardır bu şahıslar, faaliyetlerini Anadolu’da yayılmasına zemin hazırlamıştır. SOSYAL YAPI Sosyal yapıya baktığımızda, Bodun, Boy ve Aile karşımıza çıkmaktadır. Bodun:Toplumdaki en büyük birim olarak bilinir. En küçük birim olarak da aile ‘dir. Budun, Kaşgarlı Mahmud’un eserinde “Millet” anlamına gelmektedir. Aynı zamanda Türklerde son derece kuvvetli bir millet anlayışı vardı. Milletin huzur ve refah içinde yaşatmak Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 24 ————————–———————— Kültür Mozaiği ———————————————–——— üzüntülerini, gözyaşlarını dökerek belirtirlerdir. Ayrıca haftada bir pişirdikleri ekmeklerini misafir ve yabandan gelenlere gönderdiklerini belirtmişti.4 kültür ve medeniyet tarihi meydana gelmiştir.Anadolu’ya göç eden bu halkın, kültürel yapılarına baktığımızda gerek ilim alanında gerekse de yaşayış biçimlerden dolayı farklı kültürler meydana gelmiştir. Anodolu’nun mimari yapısına baktığımızda, Selçuklu evleri iki katlı olup alt katta ahır, mutfak, ambar ve hizmetçi odaları, üst katta da ev sahiplerinin oturma ve yatmaları için yapılmış daireler mevcuttu. Yapılan bu evlere bir avludan girilir. Katlara ise tahtadan yapılmış merdivenlerle çıkılır.5 Selçuklu imparatorluğunun kurulması ile müslüman kavimler arasında yeni bir kültür kaynaşmasına neden olmuştur. Selçuklular zamanında gerek siyasi birliğinin kurulmuş olması gerekse de ticari amaçlarla Türkistan, Harezm, Horasan ve başka ülkelerden diğer islam ülkelerine ve özellikle de Anadolu’ya pek çok göç olmuştur. Anadolu’ya göç eden bu kavimler arasında ilim, din, mutassavıf, edebiyat ve sanat alanına ilgi duyan şahıslar yer almışlardır.8 (Anadolu’da ilim ,sanat ve edebi faaliyet bu dönemlerde başlamıştır.Ancak bu faaliyetler Türk diliyle değil, Arapça ve farsça yapılmaktadır. Bu dönemde Selçuklu Sultanları okumuş bilgili kişilerdir hemen hemen hepsi Arapça Farsça bilen şahıslardır. İçlerinde şiir yazanlarda vardır. Selçuklu Sultanları İlim ve sanata çok önem ve ilgi verdikleri için Anadolu’ya gelen sanat adamlarını koruma altına almıştır.) Bu kişiler Anadolu’nun kültürel yapısında önemli aşamalar kaydetmişlerdir.9 Aynı zamanda Anadolu özgür düşünceye saygı duyulan bir bölge olmasından dolayı farklı fikirler, görüşler ve önemli alimler yetişmesine olanak sağlamıştır. Bu ortam içinde XII. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan fikri hareketler XIII.yüzyılda Mevlana Celalüddin Rümi ve Yunus Emre gibi önemli şahsiyetlerin yetişmesine neden olmuştu. Sultan Alaeddin Keykubad, ilim sanat, ve dine yaptığı büyük hizmetlerle Anadolu’yu en yüksek medeniyet seviyesine ulaştırmıştır. Selçuklu İmparatorluğu devrinde büyük din adamları, Fıkıh, Kelam tefsir, hadis, felsefe bilginleri yetişmiş ve bu bilgin kişiler sultanlar tarafından himaye altına alınmıştır. Selçuklular devrinde yetişmiş olan din adamlarından bazıları şunlardır: İmamül- Haremeyn olarak meşhur Ebul-Meali Cüveyni, İbnül-Cevzi, Zemahşeri, EbulKasım Kuşeyri vb.10 Büyük Selçuklular devrinde şiir ve edebiyat alanında da büyük ilerlemeler kaydedilmiş ve bundan bilhassa, imparatorluk devrinde, Fars edebiyatı faydalanmıştır. Farsça dili Selçuklular devrinde böyle üstün bir seviyeye ulaşınca Anadolu’da da tesirlerini göstermiş, aynı zamanda birçok eser bu dille kaleme alınmıştır. Fakat bir yandan Sosyal hayat içinde eğlence kültürüne baktığımızda birçok yarış türleri ve oyunlar bulunmaktadır.Bunlardan avcılık ve atıcılık, at biniciliği, göreş, at koşuculuğu, deve göreşi, cirit, top kapma, çögen oyunu satranç, koşu yapma, yol yürüme yarışı dağdan kayma, dağa çıkma, dağdan inme gibi oyunlar v eğlenceler yer almaktadır. Bu oyun ve eğlencelerden bazılarına devlet adamlarının yanında halkında katılım gösterdiği bilinmektedir. Bunlardan birtaneside avcılıktır. Sosyal hayat içinde diğer bir kültür özelliği olan, Ölüm, Yas ve Ecdada saygı adeti yer almaktadır. Yakının kaybeden bir kişi belli bir süre eğlenceden uzak kalarak, başsağlığı dilemek için gelen misafirleri karşılamakla meşgul olunurdu. Yakın komşular cenae evine her türlü yardım yapılırdı. Törbeler, dörtgen, çokgen veya dairesel bir plan üzerine inşaa etmişlerdir. Törbelerde daha çok din ve devlet büyükleri yatmaktadır. Bu din ve devlet büyükleri tek yattıkları gibi bazen aileleriyle birlikte gömüldükleride bilinmektedir.6 İbn Batuta Anadolu’nun sosyal yapısından bahsederken eserinde halkın meşgul olduğun işlerden de bahsetmiştir. Hemen hemen her şehir ve yerleşim merkezinden bahsederken dükkanlardan ve çarşılarından da bahsetmiştir. Örneğin Denizli’de pamuktan altın işlemeli kumaş imal olunmaktadır. Bunlardan başka halkın bir bölümünün de zirai faaliyetle uğraştığınıda dile getirmiştir.7 KÜLTÜREL YAPI Anadolu’nun kültürel yapısına baktığımız zaman gerek siyasi, gerek ekonomi gerekse’de dini amaclardan dolayı Anadoluya birçok göç olmuştur. Bu göçler sayesinde Anadolu’da büyük bir Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 25 —————————–——————— Kültür Mozaiği ———————————————–——— Kur’an dili olduğu için medrese yoluyla kendini muhafaza eden Arapça, diğer taraftan da işlenmiş bir edebiyat dili olan Farsça ve Türkçe dili arasında mücadeleler yer almıştır. Nihayet Arapça dilini medreselere sıkıştıran, Farsça’yı da günlük dil olmaktan uzaklaştıran Türk dili, bu mücadeleyi kazanmıştır. Sonuç olarak Arapça, Farsça ve Türkçe arasındaki mücadeleyi Türkmen kitleleri sayesinde birçok Farsça ve Arapça unvanların Türkçeleştirmeleri ayni zamanda Selçuklu sultanların şehirlere Türkçe adlarını takmalarıyla Türçe dili büyük bir önem kazanmıştır.11 anlatmaktadır: “Avdan döndüğü sırada, kendisi ile belde haricinde karşılaştım. Hayvanımdan indim. O da hayvanından indi. Selam verdim. Bana ikbal ve teveccüh etti” Burada İbn Batuta, Anadolu’da beylerin selamlama ve karşılama ile ilgili bu adetlerine riayet edilmezse, hoş karşılanmayacağını da dile getirmiştir. Anadolu’nun diğer bir kültür özelliği kaplıcalara gitme ve hastalıklara tedavi etme adetidir. İbn Batuta’nın eserine göre ; Anadolu’nun hemen her şehrinde su kaynakları yer aldığını Özellikle Bursa’da yer alan kaplıcaları hakkında bilgi veren yazar, hastalanan halkın şifa için Bursa’ya geldikleri, biri erkeklere, diğeri kadınlara mahsus iki sıcak su havuzunun bulunduğunu girmeleri için de iki ayrı binanın mevcut olduğunu belirtmiştir.12 Anadolu’nun kültürel yapısında halkın yaşam tarzı da önemli bir yere sahiptir bunlara baktığımızda; misafirpervellik, selamlaşma, karşılanma, aydınlanma, ısınma, hastalıkları tedavi etme gibi önemli adetleri ve kültürleri yer almıştır. Anadolu’nun diğer bir kültür özelliği ısınma ve aydınlanma kültürüdür. Isınma kültürüne baktığımızda Kaşgarlı Mahmut’un eserinde bizlere şu bilgileri vermektedir: Türkler gerek ısınmak için gerekse yemek pişirmek için ocakta, türlü maddeler yakmaktadırlar. Bu maddelere baktığımızda koyun, deve, ve at göbreleri başta gelmektedir. Bunun yanısıra ısınma için odunun da kullanıldığı bilinmektedir. Çünkü Kaşgarlı, eserinde bir kişinin tenceresinin etrafında odun yığdırdığından bahsetmiştir. Bu da bize odunun hem ısınma hem de yemek pişirme amaçlı olarak kullanıldığını gösterir. Diğer taraftan halkın kömür kullanıldığıda bilinmektedir. Misafirperverlik anlayışına baktığımızda, Türk Milleti’nin misafirpervellik davranışı tüm dünya’da ün kazanmış bir davranıştır. Biz Türklerin bu davranış biçimini İbni Batuta’nın önemli eseri olan Seyahatnamesinde görmekteyiz. İbn Batuta ve arkadaşları Birgi’ye vardıklarında, rastladıkları bir şahsa ahi zaviyesini sormuşlar. Bu zat, kendilerine işaretle “ Sizi oraya götüreyim” demiştir. Gittikleri yerin o şahsın evi olduğunu anladıklarını kaydeden seyahımız, kendilerini götüren ev sahibinin yaz mevsimi olduğundan misafirlerini evinin damına oturtuğunun , çeşitli meyveler ikram edip aynı zamanda hayvanlarına da yem verdiğini ifade etmektedir. İbn Batuta aynı zamanda misafirliğin üç gün olduğuna dair eserinde şöyle belirtmiştir: Ahi Duman’ın zaviyesinde iki gün kalmışlar ve ikinci günde ayrılma arzularına karşı, zaviyenin sahibi, bundan üzüntü duyarak, “ Eğer böyle yaparsanız, yani bugün ayrılırsanızi itibarıma gölge düşer, çünkü misafirliğin en az müddeti üç gündür” demiştir. Aydınlanma , kültürüne baktığımızda Türkler, evlerini bugün çıra denen yağlı odun parçalarıyla aydınlatmıyorlardı. Aydınlanma aracı şişesiz lambaydı. Bu alet için keten tohumu yağı ve fitil şarttı. Fitil içinde özel pamuk kullanılıyordu.13 Selçuklularda, diğer bir kültür özelliği askeri alandadır. Bunlara baktığımızda: “Sürgün avına çıkmak”, “ok göndermek”, “geçit töreni yapmak” “ savaş meclisi toplamak”, “ yüzük göndermek”, “barış önerisinde bulunmak”, “ saltanat çadırı kurmak”, “ yada taşı ile yağmur yağdırmak” vb özellikler yer almaktaydı.14 Anadolu’nun diğer bir kültür özelliği selamlaşma ve karşılama adetidir. Bu konuda İbn Batuta, hemen her bey ve sultanı ziyaret ettiğini, selamlaştığını ve hal hatır sorduğunu, bunun yanısıra selamlaşma ve karşılaşmada dikkat edilecek görgü kurallarının da mevcut olduğunu kendi eserine yansıtmıştır. İbn Batuta, Larende Sultanı Bedreddin bin Karaman ile karşılaşmasını şöyle EKONOMİK HAYAT Selçukluların hakim oldukları ülke ve bölgelerde, siyasi birliği sağlamaları ekonomik ve ticari Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 26 ———————————–————— Kültür Mozaiği ———————————————–——— ceviz ve kestane yetiştiriciliği, bunun yanısıra erik, elma, kaysı ve şeftali gibi meyvelerin kurutulduğunu dile getirmiştir. Sinop’ta incir ve üzüm yetiştiriciliği, aynı zamanda arpa ve buğdayın yetiştirildiği, pirinç tarımının yapıldığını da dile getirmiştir.18 Meyve üretiminin ardından dış pazarlara da çeşitli işlemlerden geçirilerek gönderilmiştir. Selçuklu ülkesinin önemli tarım havzaları Maveraünnehir bölgesi ve Fergana havzasıdır. Devletinin batıya doğru sınırlarını genişletilmesiyle yeni tarım alanlarına da sahip olmuşlardır. Horasan. Harezm ve Irak bölgesi bunlara örnek olarak söylenilebilir. Merv ovasında açılan sulama kanalları ve Ceyhun nehrinin sularıyla sulanan Maveraünnehir ovaları tarım için en elverişli arazilerdir.19 TİCARET Bütün dünya ülkelerinde ekonomiye hareketlilik getirip, yenilikler yapan başlıca unsur ticarettir. Türkler, İslam dünyasında ticari hayata yeni bir hareketlilik ve sistem kazandırdılar. Daha Selçuklulardan önceki Müslüman devletler ticarete büyük önem vermiştir. Selçukluların ticarete verdiği değeri tüccarlara verilen ayrıcalıklardan ve öneminden anlayabiliriz. Ülke genelinde tüccarlar büyük bir itibara sahip olmuşlar. Aynı zamanda onlar için önemli olan diğer bir aşama ise tüccarların mallarının sigortalaştırmalarıdır. Böylece herhangi bir saldırıya uğrayıp malları telef olursa bu zararını devlet tarafından karşılanma imkânını elde etmişlerdir.20 Anadolu, Türkiye Selçuklularının birlik ve beraberliğinin sağlamasından sonra, Müslüman ve Hıristiyan toplumlar arasındaki dünya ticaret yollarının geçiş noktası üzerinde yer almış, böylece ülke iktisadi ve kültürel alanda büyük bir gelişme kaydetmiştir. Türkiye Selçukluları, ekonomik durumu kendi yaşam şekillerine bağlı olarak geliştirmişlerdir. Göçebe olarak yaşayanların hayvancılıkla uğraşmaları sebebiyle Türkiye’den Bizans ve Trabzon Rum Devleti’nin yanı sıra daha çok Arap ülkelerine bol miktarda hayvan ve hayvani ürünler ihraç ediliyordu. Yön, tiflik ve ipekten çeşitli kumaşlar yapılıyordu. İhraç malları arasında ham ve mamul deri maddeleri de yer almaktadır. Zirai ürünlere baktığımızda, şehir hayatının kenar bölgelerinde meyvecilik ve bağcılık önemli bir yere sahip konumundaydı. Aynı zamanda bahçeler sulama sistemleri ve çeşitli bölgelerde yetişen üzüm, karpuz, kavun, kaysı, şeftali, erik, portakal, limon vb. Ürünlerin yer aldığını durumun gelişmesine zemin hazırlamıştır. İmparatorluk ticaret yollarının daima kontrol ve göven altında tutulması sonucu ticaret kervanlarının Hindistan ile Suriye sahillerine, Batı Avrupa ile Türkistan ve Harzm arasında gövenli bir şekilde ve rahat bir şekilde sefer yapmalarına imkan sağlamıştır. Selçuklular, aynı zamanda hakim oldukları bölgelerdesulama kanalları ve tesislere verilen önem sayesinde zirai üretim artırılmıştır. Nitekim bu sayede Merv ovalarında pamuk ziraati çok gelişmişti. Ticaretin ve ziraatin gelişmesinin yanında, her şehirde de kendine has sanayi ve imalat ilerlemişti.15 Selçuklu ekonomisine baktığımızda genelde şu unsurlarla karşılaşmaktayız: Tarım, hayvancılık, ticaret ve sanayidir. Orta Asya Türkleri ilk başlarda göcebe bir hayat yaşarlarken daha sonra yerleşik hayata geçmişlerdir. Buda onların ekonomik yaşam koşullarında önemli bir aşama kaydetmiştir. HAYVANCILIK Türkmen boyları daha çok konar göçer bir yapıya sahip olan bir toplumdu. Bu yaşam tarzları onları daha çok hayvancılığa sevketmiştir. Hayvancılık alanında daha çok koyun, keçi, sığır, at, deve gibi hayvanları beslemektedirler. Canlı hayvanların ihracı önemli gelirlerden sayılmaktaydı. Aynı zamanda bu hayvanlardan savaş alanındada faydalanılmaktaydı.16 Hayvancılık konusunda İbn Batuta, eserinde Selçukluların, muhtelif vesilelerle at satın aldıklarını, aynı zamanda kendisine hediye olarak atın, verildiğini belirtmiştir. Attan başka diğer hayvanların da beslendiğini gösteren kayıtlara rastlanmaktayız. Denizli’de Ramazan bayramı namazından önce, fakir fukaraya dağıtılmak için sığır ve diğer hayvan türlerinin kesildiği bilinmektedir. Bunun yanısıra çarşılarda hayvanları bağlayacak yerlerinin bulunduğu, hayvanlar için samanın satılması hayvancılığının önemli bir yere sahip olduğunu göstermektedir.17 TARIM Anadolu’nun toprağı ürün verme bakımında zengin bir konuma sahiptir Bu konu hakkında İbn Batuta’nın eserinde yeteri kadar bilginin olmadığını dile getirmiştir. Fakat Gölhisar’da suyun ortasında yetişen kamışlar, Denizli’de önemli bir yere sahip olan pamuğun daha o dönemlerde bile kıymetli olduğu dile getirilmiştir. Kastamunu’da Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 27 Kültür Mozaiği ———————————————–——— ———————————————–— bilmekteyiz.21 Gerçekten Anadolu, Selçuklu istilaları sayesinde, İslam sınırlarına dahil olma ve ticareti engelleyen göçleri ortadan kaldırdıktan sonra Anadolu ticari alanda büyük gelişmeler göstermiştir.22 SONUÇ Sonuç olarak Anadolu sosyal açıdan Orta Asya geleneğinin devamıdır. Sosyal yapıda genelde aile reisi babadır. Babanın gerek eşi üzerinde gereksede çocukları üzerinde mutlak göce sahiptir. Ailenin içinde kadın, önemli bir yere sahiptir gerek ev işlerinde gereksede farklı alanlarda daima erkeğinin yanında yer almaktadırlar. Sosyal yapı içerisinde çeşitli eğlencelerin yer aldığını görmekteyiz. Bunlara baktığımızda avcılık, at biniciliği, göreş, cirit atma gibi eğlence türleri yer almaktadır. Buda halkın refah seviyesinin yükseltiğini işaret etmektedir. Kültürel yapısına baktığımızda Anadolu’nun Türkleşmesinden sonra Anadolu’da önemli gelişmeler yer almıştır ve Türk kültürü büyük bir aşamada Anadolu’da yayılmıştır. Bu alanlara baktığımızda yeme-içme, giyim-kuşam, misafirperverlik, ikram ve hedite taktimi selamlaşma, karşılama,ısınma ve aydınlanma gibi kültürler yer almıştır. Aynı zamanda sanat, edebiyat ve dil alanında da önemli gelişmeler olmuştur. Hatta bazı Selçuklu Sultanların şiir yazdıkları da bilinmektedir. Ekonomik yapıya baktığımızda; tarım hayvancılık ticaret ve iktisadi alanında önemli gelişmeler yer almıştır. Ticarete baktığımızda gerek iç ticaret gerekse de dış ticaret alanında Anadolu büyük bir gelişme kaydetmiştir. Halk geçim kaynaklarına ve uğraşlarına baktığımızda, hayvancılığın önemli bir yere sahip olduğunu görmekteyiz. Hayvanların derisinden çeşitli ürünler elde ederek satmışlardır. Bunun yanısıra ülkede meyvecilikte önemlidir çeşitli meyveleri kurutarak satmışlardır. Tarım alanına baktığımızda sulama kanallarını inşaa ederek arpa, buğday yetiştiriciliği büyük bir aşama kaydetmiştir. Anadolu ticareti iç, dış ve transit ticaret olarak ele alabiliriz. Şehir hayatının gelişmesiyle iç ticaret arasında önemli bir ilişki meydana gelmiştir. Açık ve kapalı çarşılar, parekende ticareti için, toptan tiçaretler için ise hanlar önemli bir yere sahipti. Açık ve kapalı çarşılardaki dükkanlarda esnaflar genelde üretim ve parekende ticaret ile meşgul oluyorlardı. Tüccar zümresine baktığımız zaman iç ve dış ticarete katılan, kervanları donatan, mal ithal eden ve sanayi faaliyetlerini düzenleyen bir zümredir. Ticaret yollarında sürekli olarak işleyen kervanların güvenliklerini ve barınmalarını sağlamak amacıyla bir kervansaray şebekesi oluşturulmuştur.23 kervansaraylarda halkın belirli ihtiyaclarını karşılamak ve sorunlarını gidermek için hastane, mescid, ilaç ve tabibler bulunmaktaydı. Aynı zamanda kervansarayları güvence altına almak amacıyla başlarına bir idareci ve muhafız birlikleri konmuştu. Bu kervansaraylarda yolcular, hayvanlarıyla birlikte, üç gün olmak üzere kalıp yemek ihtiyaçları karşılanılıp, hastalar tedavi ediliyor ve hatta fakir yolculara giyim yardımı bile yapılıyor. Bu kervansaraylarda herhangi bir ırk ayrımı yapılmaksızın zengin- fakir hür- köle Müslüman Hıristiyan ayrımı yapılmadan ihtiyaçları karşılamışlar.24 Aynı zamanda kervansaraylar, sadece tiçaret kafilelerin konaklama yeri değildi. Zengin olan halkın kendi mallarına herhangi bir saldırı olmaması için mallarını buraya getirmişlerdir. Bundan dolayı baskınlara dayanabilmeleri için sağlam inşaa etmişlerdir. Kervansarayın içinde gövenli bir şekilde konaklamak için demir kapılar sur duvarlar inşaa etmişlerdir.25 DIPNOTLAR 1 Mehmet Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Ankara: TTK Yayınları, 299. 2 Mehmet Altay Köymen, 306. 3 Refik Turan, Selçuklu Tarihi El Kitabı, Ankara: Grafiker Yayınları, 2014, 479-481. 4 Mehmet Şeker, Anadolu’nun Türkleşmesi ve Kültürel Hayat, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 141. 5 Refik Turan-Güray Kırpık, Selçuklu Devrinde Türk Sosyal Hayatının Unsurları, Ankara: Grafiker Yayınları 2014, 23. 6 Refik Turan, 486. 7 Mehmet Şeker, 140. 8 Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, İstanbul: Ötükent Neşriyat, 2008, 337. 9 Malazgirt Armağanı, Ankara: TTK Yayınları, 1993, 298. 10 Ali Sevim-Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi, Ankara: Gazi Yayınları, 2014, 638. 11 İbrahim Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, İstanbul: Milli Eğitim Yayınları, 1992, 117. 12 Mehmet Şeker, 155. 13 Mehmet Altay Köymen, 408. 14 Salim Koca, Selçuklular’da Ordu ve Askeri kültür, Ankara: Berikan Yayınları, 2005, 185. 15 Ali Sevim, Erdoğan Merçil, 636. 16 Refik Turan, 501. 17 Mehmet Şeker, 173. 18 Mehmet Şeker, 172. 19 Refik Turan, 501. 20 Refik Turan, 503 21 Ali Sevim, Erdoğan Merçil, 637. 22 Osman Turan, 355. 23 www.enfal.de/sosyalbilimler/s/018.htm 24 Osman Turan, 356. 25 Osman Turan Selçuklu Tarihi Araştırmaları, Ankara: TTK Yayınları, 2014, 89. Murat Genç Ardahan Üniversitesi, Tarih Bölümü, Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 28 Tarihten Kurguya———————————————–— ——————————————–—-—— MUSTAFA NECATİ SEPETÇİOĞLU: ANAHTAR Birinci bölümde (s.5-75) “vakit geldi sayılır…“ anahtar cümlesinden hareketle tarihi roman dönemi aydınlatmak için ilk ışığını yakar. Eserin giriş bölümü Alparslan’ın ölümü ile karşı karşıya kalan Selçuklu Devleti’nin yaşadığı içsel bunalımı ve ayakta kalma çabasını güçlü bir biçimde ortaya koymaktadır. Eser Epik bir anlatımın yoğunlaştığı eserden ziyade Melikşah’ın hem insani vasıflarını hem de liderlik vasıflarını etkili bir biçimde anlatmaktadır. Babasının ölümüyle hüzünlenen Melikşah, yönetimdeki tedirginlikleri nedeniyle yaşadığı korkuların yanında, korku ve hüznünü geri plana atıp etkili bir devlet adamı olma yolundaki olgunlaşma süreci eserde çarpıcı bir şekilde yansıtılmıştır. Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU’nun Anahtar adlı kitabını tanıtacağız. Kitabı tanıtmadan önce kitabın künyesi hakkında bilgi verecek olursak: Mustafa Necati Sepetçioğlu, Anahtar, İrfan Yayıncılık, İstanbul 2010, s.295 ve kitabın sonunda eski yer adlarının bugünkü isimlerini gösteren bir sözlükte yer almaktadır. Eserin adından da anlaşıldığı üzere Anahtar ismi Malazgirt zaferi ile Anadolu kilidinin açılması ve devletleşme sürecine giren beyliğin imgesidir. Tabi ki kapının açılması tek başına yeterli değildir. Kapıyı açan anahtarı bulunduran kişinin, devlet olma sürecindeki atılımlara da kılavuzluk etmesi gerekir. Eserin ilk kısımlarında Selçuklu Devleti’nin yaşam biçimine bağlı olarak renkli bir çadırda oturan Melikşah’ın ve onun veziri, beyleri, diğer bütün halkının ölüm karşısında yaşanan iktidar boşluğunun yarattığı bocalanmanın verdiği huzursuzluk sebebiyle başlarda ortamda bir kaos durumunu görüyoruz fakat bu çok uzun sürmeyecektir çünkü ilerleyen safhalarda Melikşah ve veziri Nizamülmülk’ün kurdukları etkili otorite ile birlikte bu kaos ortamı yerini yeniden sükuna bırakacaktır. Eser 6 bölümden oluşmaktadır. Eserin birinci bölümünde (s.5-74), Alparslan’ın ölümüyle yaşanan iktidar boşluğunun yarattığı bocalanma sürecini; ikinci bölümünde (s.74-139), Selçuklu Devleti’nin otoritesini sağlamlaştırıp fethedilecek bölgelerle ilgili planlar hazırlamasını; üçüncü bölümünde (s.139-203), Kutlamış oğlu Süleyman Bey ile kardeşi Mansur’un sultanlık ile ilgili tartışmalarını; dördüncü bölümünde (s.203-239), Süleyman Bey’in fetih planlarını; beşinci bölümünde (s.239-251), vatandaşlaşma süreci ve Türkiye adının kullanılmaya başlanmasını; altıncı bölümünde (s.251-292) ise Mansur’un ölümünü ve Süleyman Bey ile Tutuş arasında geçen çeşitli sıkıntıları görmekteyiz. Nizamülmülk’ün hem İranlı oluşu hem de Selçuklu kanı taşımamasına rağmen onun sözlerine duyulan saygı Afşin’i rahatsız etmektedir. Bu sebepten dolayı Afşin ile Nizamülmülk arasında iktidar çekişmesi söz konusudur. Kurulan bir divanda Melikşah karşısında saygısızlık yapılmaya kadar ilerleyen bu durum karşısında Melikşah, Afşin’i ve beraberindekileri Urumeli’ye akınlar yapmak için göndererek yaşanan bu durumu kontrol altına almaya çalışır. Afşin’e babasının denize varmak istediğini söyler, ona denize de göğe de kilit vurulmaz deyip göğün kendisinde kalmasını, denize de onun varmasını istediğini söyleyerek, ilk vardığı denize kılıcını üç defa vurmasını ve bir avuç kum alıp gelmesini tembihleyerek Afşin’i akınlar yapmaya gönderir. Melikşah devlet içindeki ayrışmayı bu şekilde kontrol altına alarak, Alparslan’dan devraldığı iktidarı yoluna koymak için ilk icraatlerine başlar. Kitabın ana konusunu incelediğimizde Malazgirt Savaşı sonrasında Anadolu’nun Türkleşme süreci ve beylikten devlete geçiş aşamaları anlatılmaktadır. Yeni yurt edinme, eski ülkü değerleri koruma, yeni değerler oluşturma, o dönemde yaşanmış çeşitli problemler kitapta akıcı bir şekilde dile getirilmiş ve dönemin tarihine ışık tutmuştur. Yazar dönemi anlatırken gerçeklerin ışığında vatanı Türkleştiren alperen tipinin özelliğinin yanında, vatanı yurt edinme aşamalarından ve vatandaşlaşma sürecinden akıcı şekilde söz etmiştir. Milli bilinci uyandırması bakımından önem teşkil eden tarihi roman, Selçuklu Devleti’nin örf adet ve geleneklerinin yanı sıra teşkilat yapısı, adalet ve savaş gücünü etkili bir şekilde yansıtmıştır. Olaylar 1072 ile 1075 tarihleri arasında gerçekleşmiştir. Eserin giriş kısmında Afşin Bey’den söz eden Sepetçioğlu, sağdaki Sav-Tekin Bey, soldaki Buldacı bey ve ortadakinin Afşin Bey olduğundan söz etmiştir. Bu da Eski Türk teşkilatı geleneği olan Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 29 —————————————–—-——— Tarihten Kurguya———————————————–— sağ-sol oturma düzeninin Selçuklularda halen devam ettiğini göstermektedir. Bunun yanı sıra cenaze töreni olarak yapılacak yuğ töreninden söz edilmesi, ad verme, vasiyet, evlilik kuralları, otağda oturma, divan üyelerinin toplanması, ok ve yay kullanımı, eski Türk savaş, gelenek ve göreneklerinin yani eski kültürel değerlerin hala kullanılmaya devam edildiğini eserde net bir şekilde görmekteyiz. Kitabın sonraki aşamasında Ömer Hayyam ve Hasan Sabbah ‘tan bahsedilir. Küpeli Hafız, Hasan Sabbah’ı değerlendirirken mel’un da olsa zeki, korkusuz ve yiğitlik gibi özelliklerinin yanı sıra yaşam hikâyesini anlatırken onun hakkında da bazı bilgiler verir. Hasan Sabbah’ın Alparslan tarafından kovulduktan sonra Abbasi Halifesinin yanına gittiğini orda da yüz bulamayınca Fatımi halifesiyle görüştüğünden söz etmektedir. Tekin aracılığı ile annesi Selcan Hatun’a gönderir. Mektupta Melikşah’ın amcası Kavurd ile annesi Selcan Hatun’un evlenmesi gerektiği yazılıdır. Yola çıkan. Sav-Tekin devlet içerisindeki söz konusu sıkıntılardan dolayı hastalanacak daha sonra Küpeli Hafız tarafından iyileştirilecektir. Melikşah’ın sultan olacağı haberinin yayılmasıyla beraber, Peçenek Balçar adındaki bir haberci Melikşah’a Kavurd bey’in isyan ettiğini ve Rey şehrine doğru hareket ettiğinin haberini getirir. Melikşah haberin doğruluğunu tasdik ettikten sonra, amcası Kavurd’a mektup yazmaya karar verir. Melikşah’a karşı çıkan dedesi Sav-Tekin, Kavurd’u ancak zor kullanarak etkisiz hale getirmenin doğru olduğu kanaatinde olsa da Melikşah, dedesine karşı çıkarak, amcasını tatlı sözle yola getirmenin çarelerini düşünmüş, savaşmadan bu konuyu halletmeye karar vermiştir. Eserde Selçuklu içinde yer alan Peçenekli Balçar ve Boğaç’ın Hasan Sabbah ile karşılaşması Acem kızlarını gördükten sonra akıllarının karışması ve yaşadıkları olağanüstü olaylar eserde büyüleyici bir biçimde hissettiriliyor. Burada Hasan Sabbah’ın uyuşturucu ve içki ile dünya cenneti, ölümsüzlük gibi vaatlerle Selçuklu’ya karşı, milleti nasıl kandırdığını net bir biçimde görmek mümkün fakat asıl önemli olan Hasan Sabbah ile karşılaştıktan sonra ölen Boğaç’ın ölüm nedeninin merak konusu olmasıdır. İkinci Bölümde (s.74-139) Küpeli Hafız ölüm döşeğindeyken, oğlu İltutmuş’a bir vasiyetname yazdırır. Selçuklu Devleti’nin sonraki aşamaları için önemli bilgiler veren bu vasiyetname de Kutlamış Süleyman Şah’ın aldığı yerlere, başkanlığını illa Arslan Baba adlı pirin yaptığı tekkelerin kurmasını ister bu tekke de bekârlardan oluşan kişiler olacaktır. Bunun yanı sıra aldığı bölgeleri önce İslamlaştırmasını daha sonra Selçuklu yapmasını tembihler. Bencil olmamayı, yoksula yaklaşmayı, zengine boyun eğmemeyi, merhametli, insaflı ve cömert olmayı öğütleyen bu vasiyetname hem Selçuklu’nun büyüme aşamalarını hem de bir beyde olması gereken özellikleri net bir biçimde ortaya koymuştur. Bu aşamadan sonra Melikşah’ın çocukluktan, olgunlaşma evresine geçişi, etkili zekâsı ve liderlik vasfı daha fazla ön plana çıkmıştır. Yaşanan iktidar sıkıntısı sonraki aşamalarda çözüme ulaşacak mı? Nasıl ulaşacak bütün bu soruların cevabını eseri okuduğunuzda daha net bir şekilde anlayabilirsiniz. Eserde dikkat çeken bir diğer noktaysa Melikşah’ın dedesiyle arasında geçen konuşmasında “…korkmak ayıp değildir.” diyerek yaşadığı içsel bunalımını rahatlıkla dile getirebilmesidir. Yazar burada hükümdarın insani vasıflarını net bir şekilde yansıtabilmiştir. Sonraki aşamalarda Çavuldur Boyu’ndaki gündelik yaşam anlatılır. Ahmet Yesevi’den söz edilir. Bunun yanı sıra kopuz eşliğinde çalınan türküler ve maniler eseri eğlence tadında okumanızı sağlayacak. Tam bu sırada Çavuldur boyuna baskın yapan Bizanslılar ortalığı yakıp yıkarken dehşete kapılacak ve hüzne boğulacaksınız. Melikşah, Alparslan’ın vasiyetini ve töre geleneklerini anlatan bir mektubu dedesi Sav- Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 30 ———————————–—-————— Tarihten Kurguya———————————————–— Üçüncü Bölümde (s.139-203) İkonyum’un alınışı ve Kutlamış oğlu Süleyman Bey’in töreleri hiçe sayan kardeşi Mansur ile tartışmalarının yanı sıra Mansur çadırında Atsız ile görüşürken Süleyman Bey’e yakalanmasıyla gerçekleşen konuşmalarda Süleyman Bey’e gönderilen birbirinin aynısı olan iki mektuptan söz edilmesi ve sultanlık tartışmalarına şahit olacaksınız. Olaylar bir film şeridi gibi gözlerinizin önünden akıp gidecek sizde bu yazılı tarihin akıp giden sayfalarında keyifli dakikalar geçireceksiniz. Yağmur Bey aldığı bilgileri Süleyman Bey’e iletir. Süleyman Bey Bizans’ın kendilerine karşı yapmış oldukları anlaşmalar hakkında bilgi verip, Mansur ile ilgili çeşitli sıkıntıları Melikşah’a bildirmek için Yağmur Bey’i görevlendirir. Porsuk Bey’in Süleyman Bey ile görüştüğünü görüyoruz. Görüşmede devletle ilgili çeşitli haberlerle beraber, Mansur Bey ile ilgili sorunların tartışıldığına şahit oluyoruz. Süleyman Bey Mansur sorununu ısrarla kendisinin halledeceğini söylese de Porsuk Bey’in Mansur Bey ile dövüşüp onu öldürdüğünü ve bu ölümle birlikte Süleyman Bey’in yaşadığı acıyı, hüznü ve yalnızlığı eserin akıp giden sayfalarında hissetmemek hiçte mümkün değil. Dördüncü Bölümde (s.203-239) Süleyman Bey ile Ersagun Bey’in gelecekle ilgili yaptıkları planlardan hareketle, Süleyman Bey’in sonraki süreçte atacağı adımları görme fırsatınız olacak. Süleyman Bey, kardeşi Tutuş’a mektup göndererek aldığı bölgeleri geri vermesi için uyarıda bulunur. Tutuş’ta Süleyman Bey’e cevap niteliğinde bir mektup yazar. Süleyman Bey aldığı mektup ile birlikte Melikşah ile görüşmek için yola çıkar. Çıktığı bu yolda ecelin zamansız gelişi ile karanlığa doğru yol alacaktır. Beşinci bölümde (s.239-251) Süleyman Bey’in Nikomedya üzerinden Nikiya’ya yürüdüğünü ve bölgeyi aldığını görüyoruz. Kitabın en can alıcı noktalarına değindiğimizde Süleyman Bey, beyliğin toprağını genişletirken aldığı yerlerde, öncelikle dil birliğini sağlamak için ana dilinde konuşmayı serbest bıraksa da resmi dilin Türkçe olması gerektiğini açıkça vurgular. Türkmenler’in bulundukları yerlere Türkiye adını vererek bölgeyi Türkleştirme çabası içinde olan Selçuklu Devleti’nin vatandaşlaşma sürecinde attığı adımları ve bölgeyi kalıcı hale getirebilmek için gösterdiği çabayı net bir biçimde eserde görmekteyiz. Sonuç olarak; bu Tarihi roman Malazgirt sonrası dönemi idrak etmek, yaşamak, anlamak ve anlamlandırmak için doyurucu bir kitap niteliğindedir. Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun hayal dünyası ile tarihi gerçeklerin harmanlandığı bu akıcı eserin herkes tarafından okunmasını temenni eder, iyi okumalar dilerim. Altıncı Bölümde (s.251-292) Süleyman Bey’in Boğaç tarafından öldürüleceğini duyan Yağmur Bey, onu durdurmak için yola çıkar bir handa Boğaç’a rastlar. Boğaç hastalanır tedavi edilir fakat yine de ölür. Burada Yağmur Bey’in hancıdan ve Boğaç’tan Hasan Sabbah hakkında bilgi aldığını da görüyoruz. Neslihan Eroğlu Ardahan Üniversitesi, Tarih Bölümü, Lisans Öğrencisi Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 31 —————————————–——-——— Düşünce ———————————————–——— METAFİZİĞİN TARİHİ SÜREÇ İÇERİSİNDEKİ EVRİMİ Metafizik etimolojik olarak Yunanca; sonra, öte, üst anlamlarına gelen “meta” sözcüğü ile doğa ve özdeksel anlamlarını veren “phyusika” sözcüğünden oluşmaktadır. Kısacası metafizik “Fizik ötesi”, “Fizikten sonra” anlamlarına gelmektedir. Metafiziğin bu şekilde günümüze kadar nasıl geldiğine ve adını nasıl aldığına değinecek olursak; Aristotales’in yazmış olduğu kitaplara verdiği adın “İlk Felsefe” olduğunu görmekteyiz. Bu kitaplar on dört cilt halinde olmakla beraber metafizik adına açıkça rastlayamayacağımız şekildedir. Metafizik yerine daha çok bilgelik anlamına gelen “Sophia” adı kullanılmıştır. Aristotales’in öğrencilerinden olan Rodoslu Andrinokos ise daha sonra bu esere “Fizika’dan sonra gelen” anlamında Meta ta Physika adını vermiştir. Bu terimin eserlerde kullanılması ise VI. yüzyılı bulmuştur. inceliyor olmasıdır1. Metafiziğin tarihsel evrimini anlatmaya başlamadan önce metafizikle neredeyse iç içe olan epistemoloji ve ontoloji kavramlarını açıklamakta fayda vardır. Metafiziğin tam olarak ne anlama geldiğiyle alakalı birçok görüş vardır. Yüzyıllar boyunca doğa dışı niteliğini sürdürerek çeşitli anlamlarda kullanılmıştır. Felsefe (Filozofi), tanır bilim (Teoloji), varlık bilim (Ontoloji) ve bilgi bilim (Epistemoloji) gibi birçok deyimlerle de anlamdaş kılınmıştır. Aritotales’in metafizik hakkında görüşüne değinecek olursak insanoğlunun doğuştan bilmeye ve öğrenmeye meraklı olduğunu savunmaktadır. İnsanların zihinlerini önce güçlüklere yönelttiğini ancak yavaş yavaş ilerleme göstererek araştırmalarını ayın değişimlerini, güneşin ve yıldızların hareketleri ve nihayet evrenin meydana gelişi gibi daha önemli sorunlara eğilim gösterdiğini söylemektedir. Aynı zamanda insanların farklı konulara yönelerek araştırma alanlarını genişletmeleri de bilgisizliklerini kabullendiklerinin göstergesidir. Metafizikle ilgili bir diğer görüş ise; metafiziğin görünüşün arkasındaki gerçekliği aramasına, akıl üstü bilgi ve sezgiye dayanan tamamen doğru olduğuna dairdir. 4.)Bilimsel teşebbüsün değerleri ve sınırları2. Epistemoloji: Bilgi Felsefesi olarak da adlandırılmaktadır. Epistemoloji bilgileri arttırmak ya da yıldızların veya yumuşakçaların gözlemlenmesi gibi deneysel sahaları keşfetmekle hiçbir şekilde ilgilenmemektedir. Kısaca epistemoloji için sınırları belirlenmiş dört analiz ve düşünme alanı sunmaktadır diyebiliriz. Bunlar ise; 1.)Bilimsel teori ve kavramların yapısı ve niteliği. 2.)Bilimsel teori ve kavramların kapsamı ve konusu. 3.)Bilimsel metot. Ontoloji: Varlık bilimi olarak da adlandırılmaktadır. Yunanca kaynaklı bir kelimedir ve anlamı onta (var olan) ve logos (öğreti, teori, bilim) kelimelerinden oluşmaktadır. Ontoloji genel olarak ise en temel varlık bilimi, varlığın en güzel kavramlarının, varlığın en güzel anlamları ve belirlemelerinin bilimi olarak ifade edilmektedir3. Tarihi gelişimi bakımından metafiziğe özgü araştırmaların başlangıcına gidecek olursak konuyu İlkçağ ile anlatmaya başlamalıyız. Grek Filozoflarının araştırmalarına baktığımızda doğa hakkındaki düşünceleri incelemekte olduklarını görmekteyiz. Ancak onların doğa kavramı bizlerin bugün tanımladığımız modern doğa kavramından farklıdır. Bunların yanında fizik ile ilgili konular doğa felsefesi dahilinde işlenmekteydi. “Doğa” terimi ise ilk kez Parmenides tarafından kullanılarak “var olan” anlamında ifade ederek, görünüşlerin ve değişimlerin ardındaki asıl varlığı kastetmiştir. Bu anlamda değerlendirdiğimizde ilk felsefenin aslında bir metafizik olduğunu görebiliriz. Çünkü Parmenides, varlık felsefesini tabiat filozofu gibi empirik verilere değil mantığın ilkelerine ve kavramların analizine dayandırılmıştır. Aynı zamanda iki dünya arasındaki ayrımı ilk metafizikçilerden olan Parmenides ve Eflatun ifade etmiştir. İlkçağla Metafizik, evren ve varlık hakkında temel bir açıklama yapmak ister. Bu nedenle varlık nedir, varlık neden vardır, varlığın özü nedir gibi sorulara daha İlkçağ’ın Filozoflarından günümüze gelinceye kadar felsefenin temel soruları oluşmuştur. Şunu da belirtmeliyiz ki metafizik ile fizik arasındaki en bariz fark, fizik ilminin varlıkları tek tek incelemesine karşılık, metafiziğin varlığın soyut yönünü Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 32 —————————————–——-——— Düşünce ———————————————–——— ilgili son olarak söylenilebilir ki bilinçli bir şekilde metafizikle meşgul olan ilk filozoflardır. felsefi problemler ortaya çıkmıştır. Varlık problemi yerini bilgi problemine bırakmıştır. Yani ontolojik problemlerin yerini epistemolojik problemler almıştır. Aynı zamanda Yeniçağda metafizik, antidiyalektik düşünme şekli olarak kabul edilmiştir. Daha sonraki zamanlarda ise Aydınlanma düşüncesinin ve pozitivist dünya görüşünün bilim ve teknolojide yaşanan ilerlemelerin etkisiyle de bilim tek gerçek kabul edilmiştir. Metafiziğin mümkün olmadığına inanan Kant’ın yapmış olduğu görüş ise metafiziğin etkisini iyice kaybetmesine sebep olmuştur5. Ortaçağda metafiziğe ne kadar önem verildiğine bakacak olursak metafizik kavramının en parlak dönemini bu zamanda yaşadığını söyleyebiliriz. Metafiziğe bu dönemde olumlu bir anlam yüklenmiş ve özellikle Ortaçağ Skolastik Hıristiyan düşüncesiyle metafiziği güçlü bir dünya görüşü haline getirmişlerdir. Yani denilebilir ki bu felsefenin en önemli konusu Tanrı’dır. Aynı zamanda Ortaçağ felsefesinin bir tipik özelliği de tanrıbilimsel olmasıdır. Bu çağ Hıristiyan kiliselerinin dinsel dogmaları tek gerçeklik olarak kabul etmeleri nedeniyle Karanlık Çağ da denilmektedir. Bu düşüncelerin kurucusu ise; Scottus Eriugena (883880)’dır. Ortaçağın tamamen metafizik bir temele dayandığını da söyleyebiliriz. Son olarak ise Ortaçağda, İlkçağın ontoloji nitelikli metafizik görüşü yerine teoloji nitelikli bir metafizik anlayışının zuhur ettiğini ifade edebiliriz4. Bütün bunlara rağmen metafiziğin eski çağlardaki canlılığına kavuşmasının nedeni varlığının ilk günlerinden bugüne merak ettiklerini araştırmalar yaparak öğrenmeye çalışan insanın, teknolojide birçok buluş yapıyor olmasına rağmen bilinmezliğin alanı olan metafizik konularını incelemekten kendini alamıyor olmasıdır6. DİPNOTLAR Yeniçağda metafizik kavramıyla ilgili araştırmalara baktığımızda başta Rönesans’ın ortaya çıkmasıyla beraber bilime büyük ilgi gösterildiğini görmekteyiz. Bu süreçte birçok filozof metafiziği neredeyse yok sayarak Aristotales’in metafiziğini de eleştirmişlerdir. Buna karşı olarak da matematik ve yeni bir matematiksel doğa bilimi inşa etmişlerdir. Bu bilime göre ise evrende bulunan yasalar hem gökyüzünde hem de yeryüzünde aynı tutularak hareketleri tamamen matematik ve mekanik yasalara göre açıklanmıştır. Bu dönemde metafiziğe karşı çıkan ilk isim ise Descartes (1596-1650) ile Bacon (1561-1626) olduğu söylenebilir. Daha sonra ise bu isimleri Leibniz, Spinoza ve Berkeley takip ederek bireysel metafiziksel sistemler oluşturmuşlardır. Bunların yanında bu dönemde yeni 1 Aristoteles, Metafizik, I, Çev: Ahmet Arslan, İstanbul: Sosyal Yayınları, 2010, 153. ; İlhan Kutluer, “Metafizik”, DİA., XIX, İstanbul, 2004, 399. ; Melisa Baran, Farabi ve İbn Sina’da Metafizik Terimi ve Mahiyeti, Ankara: Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2013, 1. ; Ayşenur Günler, Berkeley’ın İmmateryalist Metafiziği, Erzurum: Yayınlanmış Yüksek Lisans Tezi, 2014, 12. 2 Jean Claude Simard, “Epistemoloji”, Bilimname: Düşünce Platformu, II, Çev: Ramazan Adıbelli, Kayseri, 2003, 14. 3 Doğan Göçmen, Neden Ontoloji? , 2. 4 İlhan Kutluer, 399. ; Melisa Baran,24. 5 Cevher Şulul, “Metafiziğin Tarihsel Evrimi”, Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, IV, Şanlıurfa, 2003, 58. ; Melisa Baran, 28. ; Ayşenur Günler, 13. 6 Melisa Baran, 1. Ebru Alan YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 33 ———————————–-————— Özel Dosya ———————————————–——— MOĞOLARIN SOYU ÜZERİNE Zira atın üstünde üstün de büyür ve iki üç yaşına kadar ata binmeyi öğrenirlerdi. Ayrıca din konusunda Şamanizm ve Paganizm arasında gidip geliyordular7. XII. asrın sonunda Asya hatirası; Çin, güneyde millî Song İmparatorluğu, Kuzeyde Cürcetler, Kinler Krallığı arasında şekillenmişti 8. XII. yüzyılda, Moğolistan ve çevresinde yaşayan boylar birbirleriyle mücadele içindeydiler. Orhon ve İrtiş arasında ve Altay Dağlarının kuzeyinde olmak üzere en batıda Naymanlar, Naymanların doğusunda Orhon Nehri çevresinde Kereyitler boyları vardı. Kereyitlerin kuzeyinde Selegne Irmağı’nın orta ve aşağı bölgesinde Merkitler, Naymanların kuzeyinde ve Merkitlerin batısında Oyratlar hüküm sürüyordu9. Büyür Gölü çevresinde Tatarlar ve ilk başlarda fazla kuvvetli olmamakla beraber Kerulen ve Onon nehirleri arasında Moğollar vardı. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Moğolistan ve çevresinde yaşayan boylar dağınıktı. Zaman ilerledikçe dengeler değişmiş ve XII. yüzyılda üç büyük güç ortaya çıkmıştı. Bunlar: Kara-Hitaylar, Harezmşahlar ve Moğollardı. 907’de Uygur topraklarında kurulan Kitanlar 1125’te ikiye ayrıldı. Kitanlar daha sonra Kırgızları yenerek, batıya doğru ilerlediler. Kitanlar, Kırgızları da hâkimiyetlerine alarak Kara-Hitay devletini kurdular. Kara-Hitay Devleti XII. yüzyılın sonlarına doğru Hami’den Aral Gölü’ne kadar olan bölge ile Yenisey Irmağı’nın yukarısına kadar yayıldılar10. Maverâünnehir ve bütün İran Coğrafyası’nda Harezm Sultanlığı hüküm sürüyordu. Harezmşahlar ilk kurulduğunda kuvvetli olmayıp Kara-Hitayve Gurlu çatışmasında izlediği politika ile birden parlamaştı11. Cengiz Han’ın kurduğu Moğol Devleti’nin ilk başlarda sınırları ise Ubsa-Nor’da Kara İrtiş’e kadar olan bölgeyi kapsıyordu. İlerleyen zamanlarda Cengiz'in yükselişinde büyük rol oynayan kavimler, Orhun-Selenga nehirleri üzerinde ve onun batısında hüküm süren kavimlerdir. Bu kavimlerden en kuvvetlileri; Uyratlar, Tayciyutlar, Salciyut, Barlas, Urugut, Urenküt kabileleriydi12. Bununla birlikte yükselen Cengiz Han, bir tarafı Bağdat, bir tarafı Hindistan, diğer tarafı Deşt-i Kıpçak ve İdil Nehri olan bölgelere kadar uzanan bir Moğol İmparatorluğu’nu kuracaktı13. Ayrıca kurulan Moğol İmparatorluğu’nda Cengiz Han’da dâhil olmak üzere bütün Moğollar mevcut dinleri Tanrı’ya Cengiz Han Moğol Devleti’nin Teşekkülü Öncesi Orta Asya’nın Durumu Kuzeyden Orta Asya'yı Sibirya'dan ayıran sıradağlar, güneyden Tibet, Kura, Seyhun Nehri ve Hazar Denizi ile sınırlı olan Orta Asya'da, Volga kıyılarından Japon Denizi’ne kadar uzanan bu geniş kıtada eskiden beri, Türkler, Tatarlar ve Moğollar hüküm sürerdi1. İlk başta da Çinlilere vergi verirlerdi2. Daha sonra X. ve XI. yüzyıllarda güneybatıya doğru göç eden Moğollar, Onon ve Kerulen nehirlerinin aktığı bölgeye gelerek bugünkü Doğu Moğolistan’a kendilerine yurt edindiler 3. Daha sonra aynı bölgedeki diğer boylarla ilişkiler kurarak iyi bir şekilde teşkilâtlandılar. Moğol ismi, Çin’de Tang dönemindeki kaynaklardan itibaren geçmekte ve bu dönemden kalan Çince metinler İe-Wei kabileleri arasında Aşağı Kerulen ve Kuzey Kingan’da, Moğol adını Mong-wu veya Mong-wo şekillerinde geçmektedir4. Moğolların yaşadıkları bölge, çöller, otlaklar, denizlerden uzak ve ovalardan oluşmaktaydı. Bu alan Altay, Sayan ve Tanrı Dağları gibi sıradağlar uzanırken, su kaynakları bakımından yetersiz ve geniş otlaklar bölgeyi kapsıyordu. Bu geniş bölgede birçok boy yaşamakta ve bu boylardan biriside Moğol idi ki bunlarda kendi aralarında boylara ayrılmıştı. Moğollar dış görünüşleri itibarı ile diğer boylarda ayrılır, nedeni ise yanakları ile gözleri arasındaki mesafe diğer insanlarınkinden daha geniş olması. Elmacık kemikleri de çenelerine oldukça uzaktır. Burunları düz ve hayli küçüktür. Aynı şekilde küçük olan gözleri de, göz kapaklarına kadar çekiktir. İstisnalar dışında belleri incedir ve hemen hemen hepsi orta boylu olup, sakalları da çok yavaş büyür. Bazılarının üst dudaklarının, üzerinde bıyıklarının olduğu yerde, hiç bir zaman kazımadıkları tek tük kıllar vardır 5. Başlarının üst kısmını tıraş edip saçlarını iki örgü şeklinde bağlarlardı. Halk göçebeydi. Bunlar köpek ve kurt kürküyle yaptıkları elbiseleri giyer ve fare gibi hayvanların etini yer, kısrak sütü içerdi6. Öküz ve atların çektiği arabalarıyla bütün mal varlıklarını kendileriyle beraber taşırdılar. Genellikle su kaynağını olduğu bölgelere göç ederlerdi. Uygun buldukları yerde konaklardılar. Hayvancılıkla uğraşır, öküz, at, deve hayvancılığı yapar ihtiyaçlarını buradan karşılardılar. Moğollar için at çok önem arz ederdi. Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 34 ———————————————–-— Özel Dosya ———————————————–——— 22 ulaşmaya yarayan birer iletişim aracı olarak gördükleri ve din adamlarını korudukları bilinirdi14. Moğol-Tatar Adı Üzerine Çin kaynakları Orta Asya da yaşayan boyları Türk, Moğol olarak ayırmayıp genelde orada yaşayan boylar için Tatar adını kullanırlardı. Tatar ismine bir kavim olarak VIII. asırda Orhon yazıtlarında tesadüfen bulunduğu bilinmektedir15. Daha sonra Çin kaynakları Moğolları, Beyaz Tatar, Kara Tatar ve Yabanî Tatar olarak üç kısma ayırdılar16. Bunlardan Beyaz Tatarlar Çin Seddi civarında, Kara Tatarlar ise Gobi Çölü civarındaydı. Moğol-Tatar kullanımı ilim dünyasında Ruslar tarafından çıkarıldığı bir terminoloji olarak karşımız çıkmaktadır. Ruslar, Moğollara bazen Moğol bazen de Tatar adını zikrederlerdi. Tatar ismi, gerek Türk gerek de Moğollar arasından beri bir boy adı niteliğinde kullanılırdı. Yalnız, Moğollar ve Türkler arasındaki Tatarlar aynı değildi. Moğol-Tatarlar, 1202 ‘de Dalan-Nemürges savaşında Moğollar tarafından Tatarlar mağlup edildi. Cengiz Han Tatarların kaderini belirlemek için danışma toplantısı yaptı. Toplantı sonucu bütün Tatarlar diğer boylara dağıtıldı17. Böylece Tatar boyu Moğollar arasında kalkmakla beraber Tatar kelimesi yabancılar tarafından hem Türk hem de Moğol olarak kullanılmaktaydı. XIII. yüyılda Çin’in büyük kısmı, Türkistan,''' İran, Irak, Suriye, Anadolu, bugünkü Rusya, Kafkasya, Kırım, Ukrayna, Polonya, Moğollar (Tatarlar) tarafından ele geçirildi. Bu Moğol hâkimiyeti altında yaşayan milletlerde Moğol (Tatar) sülalerine mensup olan kişiler tarafından yönetildiği için Tatar diye anıldılar. Böylece XIV. yüzyıldan itibaren Tatar adı, etnik, kavmi, şeklinde değil artık hukukî durumu farklı olarak vatandaşlığı ifade eden bir anlam kazanmıştı. Yani Tatar sözü ırkı anlam yerine siyasî anlam kazanmış oluyordu18. Günümüzde Moğol ve Mongol olarak adlandırılan Cengiz’in oluşturduğu topluluk, XIII ve XIV. yüzyıl Arapça yazan İslâm tarihçilerinin kaynaklarında “Tatar” bazen Moğol olarak geçmektedir. Çoğunlukla İslâm tarihi kaynaklarında “Tatar” ismi kullanılmış ve günümüze kadar da aynı tercihi sürdürülmiştür19. İslâm tarihçisi İbnû’l-Esir, Moğollardan hep Tatar diye bahsederdi. “Tatarların İslâm diyarına girişi”20, “Tatar felaketi”21, “Buhârâ’yı muhasara eden Tatarlar” , “Tatarların Tirmiz ve Belh’e kadar ulaşmaları”23, gibi benzer cümleler kullanmıştır. Ayrıca Mehmed Maksudoğlu “Tatarlar Moğol mu? Türk mü?” adlı makalesinde: İbn Haldun’un da, “Bu sultan, Çingiz Han, Tatarların sultanıdır.” dediğini naklediyordu24. Aynı şekilde Al-Melik-Al-Zahir’de eserinde “Harran’da bazı eserlerin Tatarlar tarafından yani Moğollar tarafından yok edilmesi”25, “Dımaşk’tan kendisine Tatarların elçi göndermesi”26 şeklinde Moğol adı yerine Tatar adını kullanırdı. Moğol tarihçisi Atamelik Cüveynî’de Moğollar yerine Tatar ismini kullanmıştır. “Tatarların Cengiz Han’dan önce liderinin olmaması”, Cengiz Han’ın devletin bayrağını yükseltince Tatarların yokluktan bolluğa geçmesi”27, gibi cümleler zikretmiştir. Ayrıca Moğollara denmesinin diğer sebebi ise Orta Asya coğrafyasından çıkıp gelmeleridir. Nitekim yukarıda da bahsettiğimiz gibi o dönemlerde Orta Asya’ya Türk-Moğol ayrımı yapmadan genellikle Tatar denildiğindendir ki İslâm dünyasında Moğollara Tatar denilmiştir. Moğol-Türk Adı Üzerine Eski dönemlerden beri Türklerin anayurdunun bir parçası olarak bilinen ve bugünkü Moğolistan ve Mançurya’yı alan Asya’nın kuzeydoğu bölgeleri çeşitli Türk-Moğol boylarını içinde barındırıyordu. Türklerin en eski dil ve kültür anıtı olan Yenisey ve Orhun Yazıtları burada inşa edildi. Hala burada korunmakla beraber bugünkü Moğolistan sınırları içerisinde yer almaktadır. Türkler ve Moğollar aynı bölgede yaşardı. Aralarında bin yıldan bile uzun ortak yaşam vardı. Yaşam tarzları bazı istisnaî durumlar haricinde birbirlerine çok benzerdi. İkisi de bozkırlarda yaşar, hayvancılıkla geçinirdi. Dinleri ise Şamanizm’di. Söz ve teknikleri iç içe girmişti. İki boyun sınırlarını belirlemek pek mümkün değildi. Birbirleriyle öyle kaynaşmışlardı ki Türklerin arasında yaşayan Moğollar, Türkleşirken aynı şekilde Moğolların içinde yaşayan Türklerde Moğollaşırdı28. Yüzlerce sene Türklerle beraber yaşayan, sayıca ve kültürce Türklerden daha az olan ve bu yüzden de ister-istemez Türklerden etkilendiler. Moğollar, 10. asırdan sonra hem toplum yapısıyla, hem de devlet teşkilatı açısından Türkleri örnek aldılar29. Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 35 ——————————–-—————— Özel Dosya ———————————————–——— XIII. yüzyılda ortaya çıkan Moğolların çok kısa zamanda kuvvetlenmesinde şüphesiz Türklerin rolleri büyüktü. Moğol ordusunda Moğollardan çok Türklerin yer alması Türk kavimlerinin Moğollara katılmasını kolaylaştırdı. Bu olaylar hem Moğol hem de Türk tarihlerinin gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Nitekim Moğolların siyasî birliği ve devlet teşkilatlanmasında Türklerin geçmişte Orta Asya’da kurdukları Asya Hun Devleti, Göktürk, Uygurlar gibi devletlerin etkisi büyüktü. Nitekim Cengiz Han’dan önce Moğolların devlet teşkilâtı yoktu. 1206’da kurultay toplandı ve ordu ve içtimaî hayat düzenlendi. Bunlardan en önemlisi Türklerden etkilenen Moğolların Cengiz Han yasasıydı30. Cengiz Han döneminde Moğollar çok azdı. Bunun için nüfusu fazla olan Türklere kendisini kabullendirmek için çözüm arayışlarına girdi. Muhtemelen etrafındaki Uygur Türklerinden oluşan danışmanlarına kendisine bir şecere çıkarmalarını söyledi. Çıkarılan şecere Türklerin Türeyiş ile Oğuz Kağan destanıyla önemli benzerlik taşıyordu. Moğol Devleti’nin oluşumu ve yükselişinde iki aile ön plandaydı. Birincisi Türkler tarafından itibarı olan ve sevilen Börülüler (Aşina), ikincisi ise Börülüler’e yardımcı olan Arslanlardı (Aşite). Moğollar’da millî destanlarını oluştururken bu iki aileyi örnek alarak, Nirun ve Dürligin adlı sülalerini ön plana çıkardılar31. Cengiz Han’ın ilk başta kurduğu Moğol Devleti’nin etnik unsuru Moğol olmakla beraber sınırların genişlemesiyle halkın ve askerlerin çoğunluğu Türktü. Bununla beraber devlet teşkilâtlanması ve bazı kurumların Türk gelenekleriyle kurulmasıyla bazı tarihçiler Moğol İmparatorluğu’na Türk-Moğol İmparatorluğu demiştir. Yapılan araştırmalar neticesinde Moğol-Türk boyları kardeş kabiledir tezi karşımıza çıkıyor. Benzerlikleri olduğu kadar Moğol-Türk arasında farklarda vardır. Bunlar: Moğollarda beyaz, Türklerde kara rengi önemlidir. Moğollarda köpek, Türklerde kurt önemlidir. Moğollar sol tarafı Türkler sağ tarafı üstün tutarlar. Moğollarda anne önemlidir ve maderşahi denilen hukukî kanununun geçerli olduğu aile tipi vardır. Türklerde ise baba önemlidir ve pederi tipte baba hukukunun geçerli olduğu aile tipi vardır32. Sonuç Cengiz Han’dan önce Moğollar, dağınık yaşamakla beraber kendi içlerinde de boylara dağılırdı. Bu boylar da birbirleriyle mücadeleye girişirdi. Moğollar, göçebe yaşar ve bozkır kültürünün etkisi görülürdü. İlk başlarda güçsüzdü ve o dönemim güçlü boyu olan ve Moğolca konuşan Kitanlar tarafından da kaderine terk edildi. Ama 924’de Kitanların Kırgızları yenmesiyle birlikte Moğolistan bölgesinde oluşan boşluğu kendi lehine çeviren Moğollar boşalan bölgeyi doldurmaya başladı. Bu dönemden itibaren yükselişe geçti. Ama hala bölgede yaşayan Moğol boyları dağınıktı. Temuçin 1206’da Han unvanını alınca yaptığı ilk iş dağınık bozkır bölgelerinde yaşayan Moğolları bir araya getirmekti. Bunu başarmasıyla beraber sınırlarını genişletip bir cihan devletini kurmaya muvaffak olacaktı. Böylece Moğollar için yeni bir dönem başlayacaktı. Moğollara “Tatar” denilmesi yaşadıkları coğrafya ile alakalıydı. Nitekim o dönemde Orta Asya bölgesine genellikle Tatar ismi verilmekteydi. Moğollarında Orta Asya’dan çıkması neticesinde bu isim kullanılırdı. O dönemde yaşayan çoğu ilim adamları aynı görüşte oldukları için eserlerinde Moğol yerine Tatar ismini tercih ederdi. Diğer taraftan Moğollar ve Türkler aynı coğrafyada bulunurdu. Zamanla birbirleriyle oluşan etkileşim kültür alışverişine döndü. Nitekim birbirlerinden etkilenmeleri kurdukları devletlerden de görülürdü. Zira Cengiz Han’nın kurduğu Moğol Devleti’nde Türklerin etkisi büyüktü. Buda kurulan Moğol İmparatorluğu yerine Türk-Moğol İmparatorluğu denilmesine sebebiyet veriyordu. Yıllarca içi içe yaşamalarının neticesinde Türk-Moğol boylarına kardeş boylar denilirdi. Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 36 ——————————————–-—— Özel Dosya ———————————————–——— DİPNOTLAR 1 Abraham Constantin d'Ohsson, Moğol Tarihi Denizler İmparatoru Cengiz, Çev: Bahadır Apaydın, İstanbul: Nesnel Yayınları, 2008, 30. 2 Gregory Abû’l-Ferec, Abû’l-Ferec Tarihi, Çev: Ömer Rıza Doğrul, II, Ankara: TTK, 1987, 476 3 Jean Paul Roux, Moğol İmparatorluğu Tarihi, Çev: Aykut Kazancıgil – Ayşe Bereket, İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2001, 31. 4 Mualla Uydu Yücel, Moğollar Tarihi, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Açık Uzaktan Eğitim Fakültesi 2010, 27. ; Jean Paul Roux, 31. 5 Johann de Plano Carpini, Moğol Tarihi ve Seyahatnâme, Çev: Ergin Ayan, Trabzon: Derya Kitabevi, 2000, 29. 6 G. Abû’l-Ferec, 476. 7 Mustafa Alican, Tarihin Kara Yazısı Moğollar, İstanbul: Timaş Yayınları, 2016, 26-27. 8 Renê Grousset, Stepler İmparatorluğu, Çev: Halil İnalcık, Ankara: TTK, 2015, 199. 9 M. U. Yücel, 27. 10 M. U. Yücel, 29. 11 Ramazan Şeşen, İslam Medeniyeti Tarihi, İstanbul: İSAR Vakfı Yayınları, 2012, 514. 12 A. Zeki Velidi Togan, Cengiz Han (11551227), 1960, 21. 13 Ötemiş Hacı, Çengiz-Nâme, Çev: İlyas Kemaloğlu, Ankara: TTK, 2014, 30. 14 Özgür Türker, S. Serkan Ükten, “Haçlılar, “Moğollar ve Orta Doğu’da Moğol-Haçlı Münasebetleri”, Ankara Üniversitesi Dil-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Ankara 2014, 330. 15 Ali Bademci, Cengiz ve Yasası, Timur ve Tüzükâtı, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2012, 29. 16 M. U. Yücel, 29. , Ali Bademci, 29. 17 Moğolların Gizli Tarihçesi, Çev: Mehmet Levent Kaya, İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2011, 107. , M. U. Yücel, 30. 18 Mehmet Maksudoğlu, “Tatarlar Moğol mu? Türk mü?”, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, İstanbul 1997, 207. 19 Mehmed Emin Şen, “Bilim Tarihçisi Sübki’ye Göre Cengiz Han”, Akademik Bakış Dergisi, VIXI, 2012, 239. 20 İbnü’l-Esîr, İslâm Tarihi El-Kâmil fi’t – Târih Tercümesi, Çev: M. Beşir Eryarsoy, XII, İstanbul: Bahar Yayınları, 1985, 316. 21 İbnü’l- Esîr, XII, 319. 22 İbnü’l- Esîr, XII, 323. 23 İbnü’l- Esîr, XII, 326. 24 M. Maksudoğlu, 216. 25 Al-Malik-Al-Zahir, Baypars Tarihi II, Çev: Şerefeddün Yaltkaya, Ankara: TTK, 2000, 5. 26 A. M.-Al-Zahir, 5. 27 Alaaddin Ata Melik Cüveynî, Tarih-i Cihan Güşa, Çev: Mürsel Öztürk, Ankara: TTK, 2013, 83. 28 Jean Paul Roux, 32. 29 Saadettin Gömeç, “Türklerin ve Moğolların Tarihi İki Boyu”, Çingiz Kağan ve Oğullarının İcraatlarının Türk Dünyasındaki Akisleri Uluslar Arası Sempozyumu, İstanbul: 2006, 15. 30 İhsan Arslan, “Büyük Moğol İmparatoru Cengiz Han’ın Din Algısı”, Uluslar Arası Sosyal Araştırmalar Dergisi VIII-XXXVIII, 2015 1013. 31 S. Gömeç, 15. 32 M. U. Yücel, 31. Özcan Evrensel YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 37 ———————————————–-— Özel Dosya ———————————————–——— CENGİZ HAN (1155-1227) şekilde devlet yönetimiyle ilgili töre, ulus, bayrak ve yasa gibi kavramların Türkçeden Moğolcaya geçtiği bilim adamlarınca iddia edilmektedir. Cengiz Han’ın devlet merkezi olarak Hun, Gök-Türk ve Uygurların başkenti Ötüken’i yani Türklerin kutlu vatanını seçmesi de bir tesadüf değildir. Bilge Kağan’ın Orhun abidelerinde Türk milletine vasiyet ettiği “Ötüken ormanı memleket tutulacak yer imiş” nasihatini Cengiz Han dinlemiştir5. Dünya tarihi bakımından en dikkat çeken fetih hareketlerinden biri Moğol lideri Cengiz Han’ın XIII. yy da yaptığı fütuhat olmuştur. Çünkü kaynaklarda 1155 doğumlu olan ancak 1153 veya başka rivayete göre 1167 doğumlu1 olan daha sonra liderliğini üstlendiği ve “Dünya devleti” kurma hayali ve başarısı sayesinde çok kısa bir sürede dünyanın gördüğü en büyük imparatorluk haline gelmişti2. Başta Doğu Avrupa'dan Çin'e ve Rusya'dan Doğu Asya, Hint, İran ve Anadolu'ya kadar geniş bir coğrafya da egemenlik kurmayı başarmışlardır3. Bu yönüyle Cengiz Han tarihin en çok ilgi çeken şahsiyetlerinden biri olmuştur. TİMUÇİN (CENGİZ HAN) Büyük Moğol imparatoru Cengiz Han, 1155 yılında Moğolistan’da dünyaya geldi. Babası Yesügey Bahadır annesi Höelin’dir. Gerçek ismi Temuçin’dir. Cengiz Han, Moğol kabilelerini buyruğu altına alarak, Moğol İmparatorluğu'nu 1206 yılında siyasî birliğini kurdu. Tüm dünyada acımasız bir lider olarak tanınsa da Cengiz Han, Moğolistan'da oldukça sevilen bir liderdir. Şimdiye kadar Cengiz Han’ın kişiliği ve onun tarihe yansıttıkları hakkındaki birçok eser kaleme alınmış, görüşler süre gelmiştir. Tarihçiler başta olmak üzere birçok dergi, bilim araştırmaları, sosyolojik araştırmaların ilgisini çekmiş ve bu ilgi bazen kitap bazen makale, bazen dergi bazen de film konusu olarak farklı dillerde ortaya konulmuştur. Bu çalışmalarda Cengiz daha çok siyasî açıdan ele alınarak onun “Dünya devleti” kurma idealiyle dünyayı fetheden, bir şeyler yapmaktan çok, yakıp yıkan büyük bir savaşçı olarak tanıtılmıştır. Yeryüzünde gelmiş geçmiş en büyük zulüm yapanların ilk üç sıralaması kime sorulsa, şüphesiz bu ilk üç isim arasında Cengiz Han olacaktır. Onun XIII. yüzyılda ani olarak ortaya çıkışı ve durdurulamayan bir güce sahip oluşu, günümüze kadar birçok tarihçiyi ilgilendirmiştir4. Bozkır’ın zorlu hayat şartları altında bir çocukluk geçiren Cengiz Han, daha 9 yaşındayken gelenekleri gereği başka bir kabilenin kızıyla sözlü olarak evlendirildi. Babası Yesügey Bahadır, bu yoluculuktan evine dönerken, Tatarlar tarafından zehirlendi. Bunun sebebi de onlara karşı yaptığı seferler ve saldırılardı. Bu sayede Temuçin kabilenin reisi olmuştu. Ancak kabilenin üyeleri küçük bir çocuğun liderliğini kabul etmedi ve Temuçin'i ve ailesini terk etti. Devam eden yıllarda Temuçin ve ailesi doğada göçebe hayatı yaşadı. Cengiz Han ve Moğollara siyasî açıdan baktığımız da çoğu tarihçiler tarafından hem fikir olduğunu bildiğimiz “yakıp yıkma” siyasetini benimsediklerini bu sebeple çoğu önemli şehir olmak üzere birçok şehri harabeye ve insanları ise katlettiği kaynaklarda yazılmaktadır. Cengiz Han, 1182'deki başka bir olayda da eski kabilesi tarafından saldırıya uğramış ve esir düşmüştü. Tayçiyutlar'a esir düştüğünde gelecekte generallerinden biri olacak olan Çilayun'un yardımı ile kaçtı. Annesi Höelin, Temuçin'e hayatta kalabilmesi için Moğolistan'ın politikasından, diğer kabilelerle ittifak kurmaya ve zor tabiat koşullarına kadar birçok ders verdi. Gelecekteki generallerinden Cebe ve Borçu da bu dönemde Temuçin'e katıldı. Ancak onun küçüklüğüne indiğimiz de neler yaşadığını nasıl bir çevrede büyüdüğünü ve neleri amaç edindiğini bilmek gerekir. Bütün bunlar sorgulandıktan sonra izlediği siyaseti anlamak çok da zor olmayacaktır. Temuçin'in kendini göstermesi ise Kereitler'in güçlü kralı Tuğrul Han'ın yardımıyla gerçekleşti6. Temuçin, Tula kıyısındaki Kereitlerin kralına hürmetlerini ve bağlılığını bildirmeye gitmişti. Vaktiyle Timuçin'in babası tarafından yardım gördüğünü hatırlayan Tuğrul Han, genç adamı hi- Moğollar devlet yönetimi ve teşkilâtı konusunda da pek çok unsuru Türk kültüründen almışlardır. Cengiz Han’ın yasaları olarak bilinen Töresinin kaynağı da Türk kökenlidir. Yine aynı Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 38 ———————————————–-— Özel Dosya ———————————————–——— ğüne inanılıyor. 1227 yılında Cengiz Han öldüğün de yerine Moğol tahtına Ögeday Han geçti8. mayesine aldı. Tuğrul Han ile Temuçin, müttefik olmuşlar ama Temuçin kesin şekilde Tuğrul'un himayesine girmiştir. Tuğrul Han'ın Kin hanedanının desteği ile babasını öldüren Tatarlar'a karşı kazandığı zaferde Temuçin de Kereitlerin yanında savaşmıştır. Tuğrul Han, bu savaşta "Wang-han" ünvanını almıştır. Tuğrul Han'ın kızını Temuçin'in oğlu Cuci'ye vermek istememesiyle birlikte ikili arasında da ayrılıklar oluşmaya başladı. Tuğrul Han ve Temuçin aralarında daha sonra bir savaş bile çıkar ancak Tuğrul, bozguna uğratılır. Moğolların Menşeî: Moğolların menşeî (İslâm kaynaklarında Tatarlar) ve VI. yüzyıldan önceki tarihleri oldukça karanlıktır9. Moğol adı, kaynaklarda ilk defa VII. Yüzyılda T’ang sülalesi resmi tarihleri Chiu T’angshu ve Hsin T’angshu’da “Meng-wu” ve “Mengwa” şeklinde Proto- Moğol Shih-wei kabile grupları arasında önemsiz küçük bir kabile ismi şeklinde geçer10. Devlet ve hanedan adı olarak kullanılması Cengiz Han zamanında, millet adı olarak kullanılması ise çok daha sonra gerçekleşmiştir. Arkeolojik kazılardan elde edilen bilgilere göre Moğol asıllı kabileler daha milattan önce II. bin yıldan itibaren Türk kökenli kabilelerin doğusunda yer almakta ve Tula nehrinin kaynakları her iki ırk arasında sınır teşkil etmekteydi. Moğol kabilelerinin birleşmesiyle kurulan Moğol İmparatorluğu Cengiz Han'ın önderliğinde seferlere dayalı bir savaş ve ekonomi politikası izledi. Tangutları himayesine alan Cengiz Han, daha sonra Kuzey Çin'deki Jin Hanedanı'na savaş açarak, Pekin'i 1211 yılında kuşattı. Çin hükümdarı barış için Çin'li prenseslerden birini Cengiz Han ile evlendirse de, barış uzun sürmedi. 1215'de oldukça kanlı geçen bir savaş sonrasında ise Çin'i himayesi altına aldı. Cengiz Han, Orta Asya'daki Kara Hıtay, Kuzey Çin'deki Batı Xia ve Jin Hanedanı'nı ele geçirmiş, İran'daki Harezmşahlar Devleti de dâhil olmak üzere birçok yeri fethetmiştir7. Bu dönemde Moğollar, Tula nehrinin kaynaklarından Mançurya’nın batı ve güneybatısına kadar yayılmıştır. Hunlar’dan itibaren Moğollar ile Türkler arasındaki temasların sıklaştığı görülmektedir. Büyük Hun Devleti’nin yıkılmasının ardından Asya’da ortaya çıkan güç boşluğu, III. yüzyılın başlarından VI. yüzyılın ortalarına kadar Moğol asıllı Hsien-pi ve Juan- juanlar tarafından doldurulmuştur. VI. yüzyılın ortalarından itibaren önce Göktürk, daha sonra Uygur hâkimiyetine giren Moğollar bu dönemde Türk kültürü ve devlet geleneklerinden önemli ölçüde etkilenmişlerdir. Moğol geleneklerine göre Cengiz Han, hayattayken topraklarını oğulları arasında paylaştırdı. Cengiz Han, yerine Cuci ve Çağatay arasındaki tartışma yüzünden ikisini de uygun görmezken, Ögeday bu göreve layık oldu. Cuci; avcıbaşı, Çağatay ise örf ve hukuk uygulayıcısı, Tului de savaş bakanı oldu. Cuci'nin arası Tului ile de açılmıştı, ancak batı ülkelerin fethinde önemli rol oynadı. Cuci bilinen tüm yerleşik batı ülkelerini ele geçirdikten sonra Moğolistan'a dönmedi. Ancak aradaki mesafe oldukça uzundu ve bir haber alınamıyordu. Bunu bir kopma olarak algılayan Cengiz Han, ordularını hazırlarken oğlu Cuci'nin ölüm haberini aldı. X-XII. yüzyıllarda Moğol asıllı kabileler tarafından Kuzey Çin ile İç Asya’da Curcen, Kitan ve Karahitaylar gibi devletler kurulmakla birlikte Moğollar’ın dünya tarihinde önemli rol oynaması, ancak XIII. yüzyılın başlarında Timuçin’in kurduğu Moğol İmparatorluğu ile olmuştur. Timuçin, uzun mücadelelerin ardından bütün Moğol aşiretlerini tek bir devlet çatısı altında toplamayı başardı11. 1206’ da Cengiz Han unvanını aldıktan sonra 1209 yılına kadar sırasıyla Kırgız, Merkit, Nayman ve Uygurlar’ı idaresine aldı. Moğolistan’a tam anlamıyla hâkim olarak Cebe Noyan vasıtasıyla eski düşmanı Güçlüg’ün ( Güçlüğ, Küçlük) yönetimine giren Karahıtay topraklarını ele geçirdi (1218). Cengiz Han’ın Kuzey Çin’de hüküm süren Kin Devleti’ne Cengiz Han; 1225'de Batı Xia Hanedanı'na karşı sefere çıktı. Hsia merkezinin teslim olmadan iki gün önce günümüz Gansu'sunda Tangut seferi sırasında hastalanarak, 1227 yılının 8 Ağustos'unda öldü. Moğol geleneği uyarınca mezarı gizli tutulsa da cesedinin Onon ve Kerulen nehirleri yakınında Burhan-Haldun dağları arasında bir yere gömüldü- Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 39 ————————————–-———— Özel Dosya ———————————————–——— karşı başlatığı savaş ise ancak halefi Ögeday zamanında sona erdi (1234). Cengiz Han yaptığı idarî, içtimaî ve askerî düzenlemelerle kendisine nisbetle Cengizîler diye de anılan Moğolları tarihlerinde ilk defa düzenli bir teşkilâta kavuşturdu ve onları cihan devleti gayesi ile yeniden yapılandırdı12. Moğol yazı kültürü de ilk olarak bu dönemde yaygınlık kazandı. Karahitay topraklarının ele geçirilmesi Cengiz Han’ı batıda Harezmşahlar’a komşu yapmıştı13. 1218 yılında 450 kişilik bir Moğol kervanının Otrar’da kılıçtan geçirilip mallarının yağmalanması ve gönderilen elçilerin de öldürülmesi üzerine Cengiz Han ertesi yıl güçlü bir orduyla Harezmşahlar’a karşı sefere çıktı14. Sultan Alâeddin Muhammed b. Tekiş, Moğollar’a karşı meydan savaşı vermek yerine ordusunu şehirlere taksim ederek savunma savaşı yapmayı tercih etti15. Önce Otrar ve Hucend, ardından Buhârâ ve Semerkand düştü16. Bu durumda mücadelenin imkânsız olduğunu anlayan Alâeddin Muhammed, Horasan üzerinden Mâzenderan’a ve oradan Hazar Denizi’ndeki Âbeskûn adasına kaçtı, kısa bir süre sonrada öldü (20 Aralık 1220). Celâleddin Harezmşah yaklaşık on yıl boyunca Kuzey Hindistan, Irak-ı Acem ve Azerbaycan’da başarılı bir mücadele verdiysede çabaları Moğolları durdurmaya yetmedi. 1220-1221 yıllarında Cebe ve Sebutay kumandasında gerçekleştirilen askerî harekâttan sonra Horasan üzerinden Irak-ı Acem ve Azerbaycan’a giren Moğol askerleri, Kafkaslardan Karadeniz’in kuzeyine geçtikleri zaman gerilerinde harabe bir ülke bıraktılar17. Bu harekâtı 1224’te yağma ve tahrip amaçlı başka seferler takip etti. Nihayet Celâleddin’in son önemli direnişini de 1228 yılında İsfahan önlerinde kıran Moğollar, kendi hâkimiyetlerini tanıyan Fars Atabeyleri idaresindeki Güney İran dışında bütün Orta ve Batı İran’ı yağmaladılar18. Halkının önemli bir kısmını öldürüp harabeye çevirdikleri ülkeyi birkaç yıl kendi kaderine terk etti19. Cengiz Han 1227 yılında öldükten sonra Moğol İmparatorluğu’nun genişlemesi durmadı20. Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 40 —————————————–-——— Özel Dosya ———————————————–——— DİPNOTLAR 1 Zeki Velidi Togan, Cengiz Han(1155-1227), 1969,1. 2 Marco Polo, Marco Polo Seyahatnamesi, I, Çev: Filiz Dokuman, Tercüman Yayınları, 1986,7. 3 Abraham Constantin d'Ohsson, Moğol Tarihi Denizler İmparatoru Cengiz, çev: Bahadır Apaydın, İstanbul: Nesnel Yayınları, 2008, 17. 4 Mehmet Emin Şen, Bilim Tarihçisi Sübki’ye Göre Cengiz Han, Gazi Akademik Bakış Dergisi, VI, 2015, 238. 5 İbrahim Onay, Cengizhan Devletinde Türk Kültürünün Etkisi ve Katkısı, Turkish Studies, IV, 2441 6 Mustafa Alican, Tarihin Kara Yazısı Moğollar, İstanbul: Timaş Yayınları, 2016,35. 7 Johann de Plano Carpini, Moğol Tarihi ve Seyahatnâme, Çev: Ergin Ayan, Trabzon: Derya Yayınları,2001,53-54. 8 Faruk Sümer, Anadolu’da Moğollar, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, I, Ankara 1969, 1. 9 İbnü’l- Esîr, el-Kâmil Fi’t-Tarih, Çev: M. Beşir Eryarsoy, İstanbul: Bahar Yayınları, 1991, 316; Mustafa Alican, 25. 10 Osman Gazi Özgüdenli, “Moğollar” DiA, XXX, Ankara 1988, 225. 11 Ali Bademci, Cengiz ve Yasası Timur ve Tüzükâtı, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 59. 12 Moğolların Gizli Tarihçesi, Çev: Mehmet levent Kaya, İstanbul: Kabalcı Yayıncılık, 2011, 161; Abû’l- Farac, Gregory(Bar Hebraeus), Abû’l- Farac Tarihi, II, Çev: Süryanîce’den İngilizce’ye Ernest A. Wallis Budge, Türkçe Çev: Ömer Riza Doğru, Ankara: TTK, 1999, 478-479. 13 İbnü’l- Esîr,320. 14 Ramazan Şeşen, İslam Medeniyeti Tarihi, İstanbul: İsar Vakfı Yayınları, 2012, 382; İbnü’lEsîr,320;Mustafa Alican, 60; Bertold Spuler, İran Moğolları, Ankara: TTK Yayınları, 2011, 31; Abû’l- Farac, II, 482. 15 Bertold Spuler,29 16 Mustafa Alican, 69; Ramazan Şeşen, “Buhara” DİA, VI, Ankara 1988, 363. ; Osman Aydın, “Semerkand”, DİA, XXXVI, Ankara 2009, 481.; Abû’l- Farac, II, 481. 17 Abû’l- Farac, II, 483. ;Ötemiş Hacı, ÇengizNâme, Çev: İlyas Kemaloğlu, Ankara: TTK Yayınları, 2014, 3;İbnü’l- Esîr,317; M. Fahrettin Kırzıoğlu, Kars Tarihi, I, İstanbul: Işıl Yayınları, 1953, 433. 18 W.Barthold-M.Fuad Köprülü, İslâm Medeniyeti Tarihi, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 1984, 184-185. 19 Mustafa Kafalı, “Cengiz Han”, DİA, VII, Ankara 1988, 367. 20 Moğolların Gizli Tarihçesi, 235; Abdulkerim Özaydın, “Harizm” DİA, XVI, Ankara 1997, 217. ; Mustafa Kafalı, ÇAĞATAY HANLIĞI(12271345), Ankara: Berikan Yayınları, 2005, 80. Cihat Yatçı YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 41 ——————————————–-—— Özel Dosya ———————————————–——— CENGİZ EVLATLARI İMPARATORLUĞU naklarına göre Cengiz’in bu seferi 600 bin veya 700 bin kişiyle yaptığı söylenmektedir. Ancak Barthold asker sayısının 150 binden az 200 binden fazla olmayacağını belirtmektedir4. Tatarların (Moğollar) oturdukları, doğup büyüdükleri yerler, ziraata elverişli olmayan yerlerdir. Ülkenin Doğusunda Hıtay, Batısında Uygur, Kuzeyinde Kırgız ve Selenga, Güneyinde ise Tungut ve Tibet bulunur. Moğollar hakkında ilk ciddi tarihi kayıt VII. yüzyılda T’ang sülâlesinin resmî tarihi olan Chiu T’ang-shu ve Hsing T’angShu’da “Meng-wu” şeklinde bir kabile adı olarak geçer. VI. yüzyıldan itibaren uzun yıllar, Göktürk ve Uygur hâkimiyetinde yaşayan Moğollar, Türk kültüründen etkilenmişlerdir1. Sultan Alâeddin Muhammed b. Tekiş, Moğollara karşı meydan savaşı vermek yerine ordusunu şehirlere taksim ederek savunma savaşı vermeyi tercih etti. Ancak önce Otrâr ve Hucend ardından Buhara ve Semerkand düştü. Bunun üzerine Alâeddin Muhammed, Hazar denizindeki Âbeskûn adasına kaçtı. Kısa bir süre sonra öldü (Aralık 1220). Yerine sultan ilân edilen oğlu Celâleddin Hârizmşah yaklaşık on yıl boyunca Kuzey Hindistan, Irâk-ı Acem ve Azerbaycan’da başarılı bir şekilde mücadele verdiyse de çabaları Moğolları durdurmaya yetmedi5. Cengiz Han (1206-1227) Cengiz Han’ın ortaya çıkışından önce Tatarların belli bir reisi veya yöneticisi yoktu. Muhtelif kabilelere ayrılmışlardı. Bu kabileler her zaman kendi aralarında savaş halindeydi. X-XII. yüzyıllarda Moğol asılı kabileler tarafından Kuzey Çin ile iç Asya’da Curcen, Kitan ve Karahıtaylar gibi devletler kurulmuştur. Moğolların dünya tarihinde önemli rol oynaması, ancak XIII. yüzyılın başlarında Timuçin (Cengiz Han)’in kurduğu Moğol İmparatorluğuyla olmuştur. Timuçin uzun mücadelelerden sonra bütün Moğol aşiretlerini tek bir devlet çatısı altında toplamayı başardı. 1206’da Cengiz Han unvanını aldıktan sonra 1209 yılına kadar sırasıyla Kırgız, Merkit, Nayman ve Uygurları idaresine aldı. 1218’de Karahıtay topraklarını ele geçirdi ve Batı’da Hârizmşahlara komşu oldu2. 1220-1221 yıllarında Cebe ve Sübütay kumandasındaki birlikler ile gerçekleştirilen askerî harekâttan sonra Horasan üzerinden Irâk-ı Acem ve Azerbaycan’a giren Moğollar ülkeyi yağmaladılar. Bu harekâtı 1224’te yağma ve tahribat amaçlı başka seferler takip etti. Celâleddin son önemli direnişini de 1228 yılında İsfahan şehri önlerinde kıran Moğollar, kendi Hâkimiyetlerini tanıyan Fars Atabegleri idaresindeki Güney İran dışında bütün Orta ve Batı İran’ı yağmaladılar6. Cengiz Han, bir iç kanama sonucu 18 Ağustos 1227’de öldü. Ölmeden önce oğulları Ögedey ve Tuluy’u yanına çağırmıştı. Çağatay yoktu. Batı’da çarpışan orduyla geri dönmeyen Cuci, kısa bir süre önce Şubat 1227’de Aral bozkırında ölmüştü. Cengiz Han öldükten sonra Moğol ilerleyişi durmadı. Yerine geçen oğlu Ögedey Han, geçti (11 ya da 15 Ekim 1229). Babasının, Asya'nın her tarafında topladığı hazinelerini getirtti. Prenslere, kumandanlara, askerlere dağıttı. Adet gereğince, babasının yakınında bulunanlara üç gün yemek verilmesini emretti7. Göçebelerden oluşan ordusuyla Doğu Türkistan’a sefer düzenledi. Kaşgar dâhil olmak üzere birçok şehir ele geçirildi. Daha sonra Kuzey Çin’e sefere çıktı. Çin Seddi’ni aşarak başkent Pekin (Hanbalgasun)’i zapt etti. Burayı oğlu Cuci’ye bıraktı3. Hârizmşah Alâeddin Muhammed, Çin’i fethederek cihan fatihi olmak istiyordu. Fakat bu hususta ilk adımı Cengiz Han atmıştı. Hârizmşah Sultanı, Cengiz’in hareketlerini dikkatle takip ediyordu. Bunun için Cengiz Han’a iki defa elçi göndermişti. Cengiz Han bu elçilik heyetine karşılık çok zengin bir ticaret kervanı göndermiştir. Ancak bu kervanlar Otrâr’da yağma edildi. 450 kişilik Moğol kervanı kılıçtan geçirildi. Bu hadiseler neticesinde Cengiz Han’ın Hârizmşahlara karşı bir sefer düzenlemesine neden olmuştur. İslâm kay- Ögedey Han (1229-1241) XIII. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Moğol İmparatorluğu artık tek bir merkezden yönetilmeyecek kadar büyümüştü. Cuci’nin oğlu Batu, babasının hissesine düşen Deştikkıpçak’a hâkim oldu. Ögedey Han, yollar, vergiler, bozulan yönetimi düzenleyip bir başkent kurdu. Çökmüş ekonomiyi yeniden yapı- Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 42 —————————————–-——— Özel Dosya ———————————————–——— landırıyordu. Cengiz Han’ın kendisine saygısızlıkta bulunanlardan almak istediği öçler alınmıştı. Celâleddin’in büyük yenilgisi Harizm savaşını sona erdiriyor (1231); Kin (Jin) İmparatorluğu’nun yıkılışı Uzakdoğu seferini tamamlıyordu (1234). Moğollar her cephelerde savaşmaya devam ederek on yıl içinde en parlak dönemini yaşayacaktır8. kabul ederek vasalı olmayı ve altın, gümüş, at ve deveden oluşan bir haraç ödemeyi kabul etti. Moğollar bunu kabul etti. Bu Selçukluların ne sonu ne de tam anlamıyla yıkılışı oldu11. Ögedey’den sonra idareyi nâibi sıfatıyla karısı Töregene Hatun ele aldı (1241-1246). Daha sonra tahta çıkan Güyük Han (1246-1248) uzun süre hükümdarlık yapmamıştır. İmil’deki Ulus’una giderken Batu’nun kardeşi Şeyban’ın topraklarına yakın bir yerde Nisan 1248’de Batu ile mücadeleye hazırlandığı sırada öldü. Möngke (Mengü) Han (1251-1259) tahta çıktı. Ögedey Han zamanında (1227-1241) Çin’in önemli bir kısmı zapt edilmiş batıya seferler düzenlemekle görevlendirilen Çormagan, İran ve Azerbaycan’daki Moğol hâkimiyetini daha da güçlendirdi. Kura ve Aras yukarı su yoluna yerleşen Çormagan, on yıl boyunca Cengiz Han’ın ordusunun başında kaldı (1231-1241). Ögedey’in oğulları Güyük (Göyük) ve Kada’an başta olmak üzere pek çok şehzadenin katıldığı, Cuci’nin oğlu Batu kumandasındaki bir ordu ciddi bir direnişle karşılaşmadan Doğu ve Orta Avrupa’yı istilâ etti (12371241). (1241-1242) yıllarında Afganistan’a gönderilen Tair Bahadır kumandasındaki bir ordu da Herat, Sistan ve Lahor’u ele geçirdi9. Möngke (Mengü) Han (1251-1259) Onun döneminde fetihler durmuştu. 1253 yılında yapılan kurultayda Möngke askerî atılımlarla ciddi bir biçimde ilgilendi. İşe kardeşi Hülâgû’yu “İlhanlar” olarak İran, Irak Suriye, Kafkasya, Mısır ve Anadolu’ya tayin etti. Ayrıca diğer kardeşi Kubilay ise, Yuan ya da Çin Moğolları hanedanını kuracaktı. Başlangıçta idarî zorunlulukların gerektiği bu taksimat, hânedan içerisindeki anlaşmazlıların artmasına paralel olarak Moğol hâkimiyetinin zamanla parçalanmasına neden olacaktır12. Noyan Baycu, 1242-1243 kışında Erzurum’u aldı ve ilkbaharda Orta Anadolu’ya doğru ilerledi. Selçuklular, Franklar, İznik ve Trabzon hükümdarlarından yardım istedi. Düşmanların gelişini beklemeden Selçuklu Sultanı II. Keyhüsrev (1237-1246) güçlerini Erzincan bölgesinde bir sıradağ olan Kösedağ’a doğru yerleştirdi. Birçoğu gibi, kibir onun da gözlerini kör etmişti. Savaştan önce heyetler karşılıklı ilişki içindeyken Baycu’ya küçümseyici yanıtlar vermişti. Baycu ona şu sözleri söylemekle yetinmişti: “Pek küstahça konuştunuz. Zafer, Tanrı’nın onu bahşettiği kişinin olacaktır10.” Möngke, Songlara karşı bir yayılma saldırısı yapmak amacıyla, kardeşi Kubilay’a Çin’in çevresini güneyden dolaşmasını emretti. Kubilay, 1252 yılı sonbaharında Yunnan’a hareket etti. XIII. yüzyılda Yunnan henüz Çinlileşmemişti. Çin İmparatorluğunun bir parçası değildi. 1253’te krallığın başkenti Ta-li, düştü. Halk Moğolların safına geçti. Moğol egemenliği tanındı. Daha sonra Kubilay Annam ve Tonkin’i istilâ etti. Hanoi, Aralık 1257’de ele geçirildi ve yağmalandı. Üç ay sonra Mart 1258’de Çinhindi hükümdarı Moğol vasalı olduğunu kabul etti13. Baycu, Selçuklu ordusuna saldırmayı denedikten sonra kaçıyor gibi görünmekte ibaret olan eski kurnazlığına başvurdu. Selçuklu ordusu Moğolların peşine düştüler ve 26 Haziran 1243’te korkunç bir yenilgiye uğradılar. Anadolu teslim olmuştu. Baycu, kapılarını işgal karşısında hemen açan Sivas’a, direnmek isteyen ve ağır biçimde cezalandırılan Tokat ve Kayseri’ye vardı. Sultan Ankara’ya kaçmıştı. Vezirin esnek ve hızlı politikası ülkeyi yıkımdan kurtardı. Vezir teslimiyetini ilân etmek için Baycu’yu Hazar Denizi’nin güneyinde ziyarete gitti. Galip gelenin tüm isteklerini Möngke, 1258 yılının Ekim ayında Sişuan’a girdi. Birkaç şehir aldı. Song İmparatorluğu hem Kuzey hem Batı hem de Güney’den istilâ edilmişti. Batı Çin, Doğu Çin’e artık yalnızca Çang-ça ile Mavi Irmak arasında uzanan dar toprak parçasıyla bağlıydı. Moğollar her yerde zafer kazanıyordu. Fakat Möngke dizanteri sonucu 11 Nisan 1259’daki ölümü kısa bir süre fetihlerin durmasına neden oldu. Kubilay kardeşinin ölümünü, Yang-tsö Kiang bölge- Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 43 ——————————————–-—— Özel Dosya ———————————————–——— sinde bulunduğu sırada 19 Eylül 1259’da haber aldı. Çevresindekiler tahta geçmesi için hemen Moğolistan’a dönmesini istedilerse de bunu reddetti. “Güney’e yürüme emri aldım. Kendi kararımla yarı yoldan dönmem,” dedi. 3 Ekim’de Vu-çang’a vardı ve kuşatma başladı. Kuşatma uzun sürünce ateşkes antlaşması yapıldı. Onun için şimdilik önemli olan veraset sorunuydu. Bunun neticesinde Hebei’ye geri döndü14. Gâzân Han (1295-1304) Gâzân Han, (1295-1304) Emîr Nevruz’un teşviki ile samimi olarak Müslümanlığı kabul etti. Gâzân Han, merkezi otoriteyi güçlendirdi. Gâzân Han devrinde İlhanlılar Yakın Doğu’nun en önemli gücü durumundaydı. Ezeli rakipleri Memluklulara karşı üstünlük sağladı. Memluklar, 1298’de Anadolu’ya doğru ilerleyerek Maraş’ı ele geçirdi. Bir kolu da Mardin yakınlarına kadar ulaştı. Bu kısmi başarı Mısır’da heyecan yarattı. Fakat 1299 yılında Memluklara karşı başlatılan sefer sonucunda Suriye adeta bir Moğol vilayeti haline geldi. Yeni teşebbüsler de başarısız kaldı. Moğol yayılması, Batı’da Anadolu Selçuklularının Kösedağ Savaşı sonucu tâbi devlet konumuna gelmesiyle (1243) Bizans sınırlarında sona erdi16. Hülâgû Han (1259-1265) ve Abaka Han (1265-1282) Möngke ölünce kardeşi Hülâgû tahta geçti (1259). Bu döneme kadar devam eden Moğol ilerleyişi 1260 yılında Memluklar tarafından yapılan Aynicâlût savaşı ile durduruldu. Hülâgû Han ilk defa yenildi ve ordusu ağır bir yenilgi aldı. Daha sonra Abbasî Halifesi sınırlarına kadar topraklarını genişletti. Bağdat’a girerek şehri yağmaladı. Abbaî Halifesi’ni de öldürdü. Abaka (1265-1282) zamanında sarsılan siyasî otoritenin temini için bir taraftan Suriye’ye ordu gönderirken diğer taraftan Atabek Şemseddin Cüveyni’yi Anadolu’daki yıkılan rejimi tesis etmek amacıyla Anadolu’ya gönderdi. O bilhassa Türkmenlere baskı uygulayarak Anadolu’daki hâkimiyetini yeniden tesis etti. Ancak yapılan tüm baskılar sonuç vermedi. 1281 yılında Abaka’nın Memluklularla yaptığı Hums Savaşında mağlup olması sonucunda iktidarında büyük bir yara açtı. Çok geçmeden kahrından öldü (1282) 15. XIII. yüzyılın ikinci yarısında merkezî Moğol hâkimiyetinde parçalanmalar oldu. Bu parçalanmayı Cengiz Han’ın torunları arasındaki iç savaşlar takip etti. Abaka, Argun, Gâzân ve Olcaytu zamanında İlhanlılar, Azerbaycan hâkimiyeti için Kafkaslarda Altın Orda, Horasan hâkimiyeti için de Doğu’da Çağataylılar ile mücadeleye girdiler. Bu iki hanlık zaman zaman ciddi istilâ teşebbüsleriyle İlhanlıları daima tehdit altında tuttu. Orta Asya’da ise Ögedey’in torunu Kaydu ile Büyük Han Kubilay arasında şiddetli savaşlar cereyan etti. Gâzân Han zamanında İslâmiyet’in kabulüyle (1295) İlhanlılar büyük hanlardan koptu. Bütün bu olumsuzluklar neticesinde İlhanlı Devleti, Ebû Said Han’ın (1335) yılında vefatının ardından yıkıldı17. XIII. yüzyılın ikinci yarısında merkezî Moğol hâkimiyetinde parçalanmalar oldu. Bu parçalanmayı Cengiz Han’ın torunları arasındaki iç savaşlar takip etti. Abaka, Argun, Gâzân ve Olcaytu zamanında İlhanlılar, Azerbaycan hâkimiyeti için Kafkaslarda Altın Orda, Horasan hâkimiyeti için de Doğu’da Çağataylılar ile mücadeleye girdiler. Bu iki hanlık zaman zaman ciddi istilâ teşebbüsleriyle İlhanlıları daima tehdit altında tuttu. Orta Asya’da ise Ögedey’in torunu Kaydu ile Büyük Han Kubilay arasında şiddetli savaşlar cereyan etti. Gâzân Han zamanında İslâmiyet’in kabulüyle (1295) İlhanlılar büyük hanlardan koptu. Bütün bu olumsuzluklar neticesinde İlhanlı Devleti, Ebû Said Han’ın (1335) yılında vefatının ardından yıkıldı17. XIV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Altın Orda ve Çağatay devletleri hızlı bir Türkleşme sürecine girdi. Çağatay Hanlığı 1380’lerden itibaren Emîr Timur’un nüfusunu tanımaya başladı. Altın Orda ise, 1380 yılında Mamay’ın Kulikov sahasında Ruslara karşı uğradığı yenilgi ve Toktamış’ın Timur’dan aldığı darbenin ardından iyice zayıflayarak yıkıldı18. Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 44 ————————————–-———— Özel Dosya ———————————————–——— DİPNOTLAR 1 Kemal Ramazan Haykıran, Moğollar ve Mev6 O.G. Özgüdenli, 225-226; Jean Paul Roux, Moğol lana, İstanbul, Sentez Yayıncılık: 2015, 61; İmparatorluğu Tarihi, Çev: Aykut KazancıgilAlaaddin Ata Melik Cüveynî, Tarih-i Cihan Ayşe Bereket, İstanbul, Kabalcı Yayınevi: 2001, Güşa, Çev: Mürsel Öztürk, Ankara: TTK, 2013, 174-175; Alaaddin Ata Melik Cüveynî, Tarih-i 82. Cihan Güşa, Çev: Mürsel Öztürk, Ankara, Türk 2 Alaaddin Ata Melik Cüveynî, Tarih-i Cihan Tarih Kurumu Yayınları: 2013, 160. Güşa, Çev: Mürsel Öztürk, 83; Osman Gazi 7 Reşîdüddin Fazlullah, Câmiu’t-Tevârih, Çev: Özgüdenli, “Moğollar”, DİA, XXX, İstanbul: İsmail Aka-Mehmet Ersan-Ahmad Hesamipour TDV, 2004, 225; İhsan Arslan, “Büyük Moğol Khelejani, İstanbul, Gazi Yayıncılık: 2013, 71; A. İmparatoru Cengiz Han’ın Din Algısı”, XIII, Say: Konstantın Ohsson, Moğol Tarihi Denizler İmpa38, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, ratoru Cengiz, Çev: Bahadır Apaydı, Nesnel Ya2015, 1014; Rizaeddin Fahreddin, Altın Ordu ve yınlar: İstanbul: 2008, 164; Jean Paul Roux, 128. Kazan Hanları, Çev: İlyas Kamalov, İstanbul, 8 Jean Paul Roux, 233; Rizaeddin Fahreddin, Altın Kaknüs Yayınları: 2003, 23. Ordu ve Kazan Hanları, Çev: İlyas Kamalov32. 3 Rizaeddin Fahreddin, Altın Ordu ve Kazan 9 Reşîdüddin Fazlullah, 71; O.G. Özgüdenli, 226; Hanları, Çev: İlyas Kamalov, 23. Jean Paul Roux, 257. 4 İ. Arslan, 1015; O.G. Özgüdenli, 225; Rizaeddin 10 Jean Paul Roux, 301; A. Deniz, 91. Fahreddin, Altın Ordu ve Kazan Hanları, Çev: 11 Reşîdüddin Fazlullah, 71; Arda Deniz, 91; K.R. İlyas Kamalov, 24; Arda Deniz, Moğolların AnaHaykıran, 67; Jean Paul Roux, 301. dolu Politikası ve İlhanlılar Devleti Tarihi, Ekim 12 O.G. Özgüdenli, 226. Jean Paul Roux, 314; K.R. Yayınları, İstanbul: 2013, 34; K.R. Haykıran, 34. Haykıran, 67. 5 Alaaddin Ata Melik Cüveynî, Tarih-i Cihan 13 Jean Paul Roux, 322. Güşa, Çev: Mürsel Öztürk, 148; O.G. Özgüdenli, 14 K.R. Haykıran, 67; Jean Paul Roux, 323-324. 225; Rizaeddin Fahreddin, Altın Ordu ve Kazan 15 O.G. Özgüdenli, 226; A. Deniz, 138; K.R. HayHanları, Çev: İlyas Kamalov, 24; K.R. Haykıran, kıran, 68. 63. 16 A. Deniz, 153-154; O.G. Özgüdenli, 226. 17 O.G. Özgüdenli, 226. 18 O.G. Özgüdenli, 228. Nursel Abul YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 45 ———————————–-————— Özel Dosya ———————————————–——— Güneşin Doğduğu Ülkede Cihangirlik Davası Siz adamlarımı, tüccarlarımı öldürür, mallarımı onların elinden alırsınız değil mi? O halde karşı koymaya güç yetiremeyeceğiniz kalabalık bir orduyla üzerinize geliyorum, hazır olunuz! İbnü’l-Esîr Cengiz Kağan Moğol siyasî birliğini sağlamasından sonra bölgede tek hâkim devlet konumuna gelmiştir. Özellikle 1218 yılında Karahitaylar’ın topraklarının ele geçirilmesi onlar için dönüm noktasını teşkil eder. Nitekim Karahitay topraklarının Moğol egemenliğe girmesi, Harezmşahlar ile sınır komşuluğunu sağlamıştır. Bunun dışında Cengiz Kağan’ın yaptığı idarî, içtimaî ve askerî düzenlemelerle kendisine nisbetle Cengizîler diye de anılan Moğollar’ı tarihlerinde ilk defa düzenli bir teşkilata kavuşturdu ve onları cihan devleti telakkisiyle yeniden yapılandırdı4. Başları büyük, burunları ezik, derileri beyaz, saçları siyah, gözleri çekik, boyları, kol ve bacakları küçük ve sağlam, sakalları çok az ve çenelerinde, sesleri ince keskin olarak tasvir edilen Moğollar1, XIII. yüzyılın başlarına kadar Orta Asya’nın ücra bir köşesinde yaşayan, batı ve doğunun kültür dünyasında adı sanı bilinmeyen küçük bir göçebe topluluğu iken birdenbire tarih sahnesine çıkarak, yüzyıllarca dünyanın çeşitli bölgelerinde hakim olan kuvvetli imparatorlukları silip doğu ve batının muazzam kültür sahalarını işgal ederek, büyük bir imparatorluk kurmaya muvaffak olmuşlardır. Asya bozkırlarının atlı müdavimleri olan Moğollar, Türklerin kadim komşusu olmaları dışında işgal ettikleri bölgeler genel itibariyle Türkler ile meskûn idi. Bu sebeple Türk Tarihi, Moğol Tarihi ile iç içe gelişme göstermiştir2. Cihan hakimiyeti düşüncesine sahip Moğollar bu amaç uğrunda engelleri birer birer aşıp faaliyetlerine hız kazandırmışlardı. Özellikle Otrar’da Moğol kervanının kılıçtan geçirilmesi 5 ve Moğollar tarafından gönderilen elçilerin Harezmiler tarafından öldürülmesi Moğolların amacına bir bakıma hizmet etmiştir6. Çünkü bu olaylardan sonra Cengiz Kağan Harezmşahlar üzerine sefere çıkmış7, Buhârâ ve Semerkand gibi dönemin önemli iki şehri Moğollar’ın eline geçmiştir8. Harezmşahlar tahtına Celâleddin’in geçmesiyle birlikte başarılı savunmalar yapılmıştır. Fakat onun hüküm sürdüğü son yıllarda Moğollar bu savunmayı aşıp son önemli savunma kalesi İsfahan’ı alıp İran coğrafyasına da hüküm sürmeye başlamışlardır9. XIII. yüzyıl başlarından itibaren giriştikleri büyük ilerleyiş neticesinde, bütün haşmetiyle tarih sahnesine çıkan Moğolların bu hareketi, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük imparatorluklarından birinin teşekkülü ile sonuçlanmıştır. 1206 yılındaki Büyük Kurultay’da Cengiz Kağan’ın devletinin teşkilatlandırmasını tamamlamasının ardından Moğollar, Türkistan ve Çin sahası başta olmak üzere Asya’nın hatta Doğu Avrupa’nın önemli bir kısmını ele geçirdikten sonra buralarda siyasî hâkimiyetlerini sağlamlaştırmış, tarih sahnesinde önemli bir rol üstlenmişlerdir3. Cengiz Kağan’ın ölümünden sonra cihan hakimiyeti düşüncesi devam eden Moğollar, Ögeday’ın tahta oturmasından sonra da bu yönde seferler yapmışlardır. Özellikle Çin seferlerinden sonra batı komutanlığına getirilen Curmagun Noyan, İran ve Azerbaycan’daki Moğol hâkimiyetini güçlendirirken, bunun dışında Ögeday’ın oğulları başta olmak üzere ve birçok şehzadenin katıldığı Cuci’nin oğlu Batu kumandasındaki ordu, Doğu ve Orta Avrupa’yı işgal etmiştir (1237-1241). Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 46 ———————————————–-— Özel Dosya ———————————————–——— XIII. yüzyıla gelindiğinde Moğollar artık tek bir merkezden yönetilemeyecek kadar büyümüşlerdi. Bundan dolayı devlet taksimi kardeşler arasında yapılarak Hülagû “ilhan” olarak İran, Irak, Suriye, Mısır, Kafkasya ve Anadolu’ya tayin edildi10. Hülagû’nun Horasan’a girmesiyle Yakındoğu’da Moğol hâkimiyetinin yeni bir devri başladı. galip ayrılan Selçuklu Sultanları, Abbasî halifelerinden memnuniyet belirtisi olarak es-Sultanü’lMuazzam lakaplarını alıyorlardı. Nitekim bu asırda İslâm âleminin gözdesi konumunda olan Selçuklu Devleti, kurtarıcı olarak görülüyor, dönem siyasetinin akışını değiştiriyordu. Aynı asırda Anadolu’ya egemen bir imparatorluk olan Bizans, Selçukluların akın akın Anadolu’ya gelmelerini göz ardı ediyordu12. Bunu fırsat bilen Selçuklular kendilerine Anadolu’yu mesken olarak görüyorlardı. Bunun neticesinde ise Anadolu, Türk yurdu haline gelecektir. 1243 yılı öncesi Moğollar’ın güttükleri politikalara baktığımızda, onların Türkler gibi cihan hâkimiyeti düşüncesine sahip olduğunu görebiliriz. Nitekim tarihin gelmiş geçmiş en büyük komutanlarından olan Cengiz Kağan’dan sonra Moğol cihan hâkimiyeti düşüncesi son bulmamış, aksine artarak devam etmiştir. Bizans İmparatorluğu belli süre sonra Türklerin bu akınlarını ciddiye almıştır. Fakat özellikle II. Basileios sonrası liyakatlı bir bürokrat yetiştiremeyen Bizanslılar, bu akınlara karşılık veremeyecek duruma gelmişlerdir. Özellikle 1071 Malazgirt Savaşı13 sonrası ise bu akınların durdurulamayacağı anlaşılmıştır. Bu tarihten sonra Bizans savunma durumuna geçmiş, Türkler ise saldıran konuma gelmişlerdir. Moğollar gibi Türklerde tarih öncesinden beri Türk cihan hâkimiyeti düşüncesine sahiptirler. Bu düşünce tarihi akideler içerisinde Hunların ünlü Hanı Mete ile başlar. Daha sonra bu akide Göktürkler ile zirveye ulaşır. Tarihte ilk Türk isminin kullanıldığı Göktürk Devleti’nin dağılmasından sonra boylar şeklinde kabileci bir oluşumdan Oğuzlara giden bir süreç, tarihin akışı içerisinde kendini gösterir. Türk cihan hâkimiyetinin yeniden oluşum içerisine girme süreci bundan sonra başlayacaktır. Nitekim Selçukluların siyasi birliğini tamamlayıp bir cihan imparatorluğu kurmaları bunun belli bir göstergesidir. Malazgirt sonrası Alparslan, Türk komutanlara Anadolu’da aldıkları yerde bir devlet kurma yetkisi vermişti14. Bunlardan biri olan Türkiye Selçuklu devleti Kutalmışoğlu Süleymanşah önderliğinde İznik’te bir devlet konumuna gelmiştir. Bizans İmparatorluğu’nun sınırında faaliyet alanı bulan Türkiye Selçukluları, kısa bir süre içerisinde önemli bir konuma sahip oldu. Kuruluşundan yıkılışına kadar sürekli Bizans ile mücadele eden Türkiye Selçukluları, Bizansın nefes almasına fırsat vermiyordu. Bunun neticesinde Avrupa’dan yardım isteyen Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos, geldikleri günden gittikleri güne kadar kan akıtan haçlıları bu coğrafyaya gelmesine sebep olmuştur. Haçlıların bu coğrafyada hüküm sürmesinden sonra Anadolu’nun egemeni yeniden Türkiye Selçukluları olmuştur. Özellikle Alâeddin Keykubad devrinde kıyı şeritlerine de hâkim olan Selçuklular15, bu yönden ticari odak konumuna gelmişti. Böyle ekonomik açıdan da zirveye oturmuştu. Selçuklular, tarih sahnesine çıkış evrelerinde Türk kökenli bir devlet olmalarından dolayı cihan hâkimiyeti düşüncesine sahiptiler. Fakat Selçuklular önceki Türk devletlerinden farklı bir hâkimiyet sembolleri vardı: İslâmiyet11. İslâmiyeti kabul eden Selçuklular yaptıkları her seferde bunu İslâmın cihana egemen olması için yapmışlar ve dönem içerisinde İslâmın hamiliği görevini üstlenmişlerdir. XI. asırda iç buhranlar ile boğuşan İslâm devletleri Selçuklular ile yeniden vücut bulmuştu. Özellikle İslâm inancında Hanefi ekolü kabul eden Selçuklu Türkleri dönem içerisinde İslâmda ayrık şekilde faaliyet yürüten Şiî-Sûnnî tartışmasını sonlandırıp dönem içerisinde İslam birliğini oluşturma gayretindeydiler. Bunun neticesinde Şiî devletlerden olan Büveyhîler ve Fatımîler Selçuklu mücadele sahasında bulunuyordu. Bu mücadelelerden Selçukluların bu kadar kısa sürede Anadolu içlerine egemen olmasını genel itibariyle İslam ile yoğrulan Türk cihan hâkimiyetine bağlayabiliriz. Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 47 ————————————–-———— Özel Dosya ———————————————–——— Nitekim Türk gelenek ve göreneklerinden mahrum kalmayan, egemenliğini İslâm ile meşrulaştıran Selçuklar, bu politik adımlarının başka bir vizyon ile nitelendirilmesini öngörmüyoruz. . Kurulmuş olan büyük ittifakın ve oluşturulan büyük ordunun Moğolları durduracağına inanılıyordu17. Fakat 1243 yılının Temmuz ayında Kösedağ mevkinde savaş başlamadan önce Selçuklu öncü birlikleri Baycu Noyan tarafından imha edildi. Bunun sonucunda iki ordu karşılaşmadan Selçuklu birlikleri dağıldı. II. Gıyaseddin Keyhüsrev İbn Bîbî’nin tabiri ile ağlayarak payitahtı bırakıp kaçtı. Cihangirlik davası yürüten iki görkemli devletin güneşin doğduğu ülkede sınırdaş olması sonucu birbirleri ile mücadele etmesi sürpriz sayılmayacaktı. Özellikle Alâeddin Keykubad’ın ölümünden sonra Türkiye Selçuklu Devleti sultanı olan II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in istikrarsız bir politika yürütmesi Moğolları Anadolu’ya yönlendirmişti. Ayrıca 1241 yılında Babaî isyanının güçlükle bastıtırılması Anadolu’nun ele geçirilmesi yönünde Moğolları cesaretlendirmişti. Cesaretlerini toplayan Moğollar 1242 yılında Erzurum’da büyük bir katliam yaptılar16. Savaş sonrası barış yapabilmek maksadıyla Selçuklu veziri Mühezzibüddin Ali, Baycu Noyan’ın yanına Şemseddin İsfahani ise Altınordu Hükümdarı Batu Han’a giderek Moğol tabiiyeti altında olma ve her yıl yüklü miktarda vergi ödeme şartıyla anlaşma yaptılar. Böylece Alâeddin Keykubad, II. Kılıç Arslan gibi sultanların hayali olan cihangirlik davasını liyakatsız bir sultan Moğollar’a teslim etmişti. Bu olaydan sonra Selçuklular birdaha toparlanamayacak ve 1308 yılında tarih sahnesinden çekilecektir. Erzurum katliamından sonra Selçuklular, Doğu Anadolu ve Suriye’de hüküm süren bütün hükümdar ve emirlerle ilişki kurarak Moğol karşıtı bir ittifak kurma girişiminde bulunmuşlardı DIPNOTLAR 9 Thomas Ripper, Diyarbekir Merwanileri, Çev. 1 İbrahim Kafesoğlu, Alparslan, DİA, II, İstanbul: Bahar Şahin Fırat, İstanbul: Avesta Yayınları, 2012, 1992, 526. 198. 2 Refik Turan, “Türklerin Anadolu’ya Akınları ve 10 Işın Demirkent, “Bizans”, Diyanet İslâm, VI, İsMalazgirt Zaferi’nden Önce Anadolu’da Türk Vartanbul: 1991, 237. lığı”, Selçuklu Tarihi El Kitabı, Ankara: Grafiker 11 Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Yayınları, 2012, 95-96. Medeniyeti, İstanbul: Ötüken Yayınları, 2014, 167. 3 Coşkun Alptekin, “Büyük Selçuklular”, Doğuş12 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, tan günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul: Çağ İstanbul: Boğaziçi Yayınları, 1998, 23. Yayınları, 1992, 118. 13 Gülay Öğün Bezer, “Alp Arslan Zamanı”, Büyük 4 Ali Sevim, Malazgirt Meydan Savaşı, Ankara: Selçuklu Tarihi, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi YaTTK yayınları, 1971, 18-19. yınları, 2013, 49. 5 el-Hüseynî, Ahbârü’d-Devleti’s-Selçukiyye, 14 Mıkhael Psellos, Khronographıa, Çev. Işın Çev: Necati Lügal, Ankara: TTK Yayınları, 1999, Demirkent, Ankara: TTK Yayınları, 2014, 264. 25-26. 15 Mehmet Altay Köymen, Alp Arslan ve Zamanı, 6 Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi (952-1136) ve İstanbul: Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Kültür Papaz Grigor’un Zeyli, Çev. Hrant D. Yayınları, 1972, 64-65. Andreasyan, Ankara: TTK Yayınları, 2000, 12016 Ali Sevim, Malazgirt Muharebesi, DİA, XXVII, 121. İstanbul: 2003, 483. 7 Şerehhan Bitlisi, Şerefnâme, I, Çev: Abdullah 17 Metin Ayışığı, Bizans İmparatorluğu Tarihi, Van: Yegin, İstanbul: Nûbihar Yayınları, 2015, 72. 2015, 94. 8 Nevzat Keleş, “Malazgirt Savaşı Öncesinde 18 Mustafa Demir, Büyük Selçuklular Tarihi, SakarDoğu Anadolu’nun Siyasî Durumu”, Alp Arslan ya: Sakarya Yayınları, 2011, 83. ve Malazgirt, İstanbul: Copyright@Kültür A.Ş. Mazlum Şahin Demir Yayınları, 2014, 50. YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 48 ———————————————— Cumhuriyet Tarihi ———————————————–—— MUSUL MESELESİ Musul ilk olarak 1055-1056 yıllarında Selçuklu Devleti’ne bağlanmıştır. Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Seferi’yle 1516’da Musul, Kanuni Sultan Süleyman’ın 1534’teki Bağdat Seferi’yle de Mezopotamya (Irak) Osmanlı Devleti’nin egemenliği altına girmiştir. Musul vilayeti, doğuda İran, kuzeyde Diyarbekir (Diyarbakır), güneyde Bağdat, batıda Şam, kuzeybatıda Halep vilayetleri ve Zor sancağı ile çevrelenmişti1. Osmanlı hâkimiyetinin son yüzyılında Musul vilayeti, 91.000 km arazi üzerinde 350.000 nüfusu barındırmakta idi. İdari taksimata göre Musul; Kerkük, Süleymaniye ve Musul sancaklarına ayrılmıştır2. İngiltere, I. Dünya Savaşı devam ederken sıcak çatışma bölgelerinden uzak durmak ve Rusya ile sınır olmamak adına Sykes-Picot Antlaşması ile Musul’u Fransızlara bırakmasına rağmen sonraki süreçte zengin petrol yatakları ve Rusya’daki Bolşevik İhtilâlının de etkisiyle Musul ve çevresini kendi kontrolüne almıştı. I. Dünya Savaşı’nda Binbaşı Süleyman Askeri’nin başarısız olmasından sonra Kutul Ammare’yı alan İngiliz ordusu Kasım 1915’te Selmanpak’ta Osmanlı ordusu tarafından bozguna uğratılmış ve Halil Kut Paşa, İngiliz ordu kumandanı General Townshend’i esir almıştı. Ali İhsan Paşa, bölgede İngilizlerle mücadele ederek, Nisan 1916’da bölgenin kontrolünü sağlamış, Haziran 1916’da bölgede başlayan Arap isyanı bölgedeki dengeleri İngilizler lehine değiştirmeye başlamıştı4. Çarlık Rusya’sına karşı Osmanlı Devleti’ni ayakta tutmaya çalışan İngiltere’nin, 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı (93 Harbi) sırasında Osmanlı Devleti’nin iyice zayıfladığını görerek Osmanlı Devletini korumaktan vazgeçmesi ve yıkma politikasını uygulamaya koyması üzerine Osmanlı Devleti 1888-1918 yılları arasında Almanya ile yakınlaşma içerisine girmiştir. İşte bu dönemde Almanlara, Irak’ta demiryolu imtiyazı ile birlikte petrol arama imtiyazı da verilmiştir. Petrole büyük ilgi duyan II. Abdülhamit, daha 1890’ların başında İngiltere’de öğrenim görmüş İstanbullu bir Ermeni tüccarın oğlu olan Kalust Gülbenkyan’a Musul civarında petrol ile ilgili araştırmalar yapma görevini vermiştir. Gülbenkyan’ın Musul civarında araştırmalarını tamamlayarak, yörede petrol bulunduğu yolunda rapor vermesinden sonra, II. Abdülhamit 1888 ve 1898’de yayınladığı iki özel fermanla burasını “Memalik-i Şahane”si ilan etmiş ve kendi şahsi arazisi haline getirmiştir 3. İngilizler, Irak’ta tıpkı Almanlar gibi bu imtiyaza sahip olabilmek için İstanbul’da Osmanlı yetkilileri ile görüşmeler başlatmışlardır. Yayılma siyaseti uygulayan güçlü ülkeler Osmanlı Devletindeki petrol sahalarına sahip olmak için bölgeye yönelik bazı politikalar uygulamışlardır ve her zaman bölgedeki etnik kimlikleri ön plana çıkarmaya çalışmışlardır. Bölgedeki Türk unsurunu saf dışı göstererek oradaki Kürt, Süryani, Arapları ve Nasturilerin koruyuculuğunu yapmaya çalışmışlardır. Bu bölgelerde yaşayan halkı kendilerine bağlayarak buralardaki hammaddeyi almak istemişlerdir. Bu nedenle bölgede propaganda faaliyetleri yürüterek halkı devlete karşı kışkırtmışlardır. Rusların bölgeye inmesiyle Osmanlı birliklerinin bir kısmının İran tarafına kaydırılmasını fırsat bilen İngilizler takviye kuvvetlerle Mayıs 1917’de Kerkük’ü ele geçirmişlerdi. Bu süreçle birlikte 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasıyla Mondros hükümlerinde olmamasına rağmen İngiltere savaş sırasında işgal edemediği toprakları işgal sürecini başlatmıştır. Ateşkes sözleşmesinin imzalanmasından bir hafta sonra 9 Kasım’da İngiliz birlikleri Halep ile İskenderun’u işgal ettiler ve Fransa’ya bıraktılar. Benzer gelişme Musul’da daha sorunlu yaşandı çünkü bölgedeki komutan Ali İhsan Paşa Musul’u boşaltmamakta direniyordu. İşgalin biran önce gerçekleşmemesi halinde geçersiz sayılacağını anlayan İngilizler Musul’daki Ermenilerin güvenlik sorunu yaşayarak kenti terk başladıkları bahanesiyle asayişi temin etmek üzere işgal hakkı veren Mondros’un 7. Maddesini dayanak yaparak Türk birliklerinin kenti boşaltmasını talep etmişlerdir. Ali İhsan Paşa bu suçlamaları yalanladı ve kentte huzurun korunmasına yönelik gerekli önlemlerin bulunduğunu bildirdi. 7 Kasım’da Ali İhsan Paşa’ya 15 Kasım öğleye kadar Musul Osmanlı birlikleri tarafından boşaltılmazsa dökülecek kanın hesabını kendisinin ödeyeceğini bildirdi. İstanbul’un kayıtsızlığı ve Ali İhsan Paşa’nın tek başına inisiyatifi üstlenmekten çekinmesi sonucunda 8 Kasım’da kent boşaltılmaya başlandı. Musul valiliğine İngiliz bayrağı çekildi. 15 Kasım’da Mondros’un imzalanmasından 16 gün sonra Musul tümüyle İngiliz denetimi altındaydı. Gelişen bu olaylar üzerine Mustafa Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 49 ———————————————— Cumhuriyet Tarihi ———————————————–—— Kemal Paşa Musul’un kaybedilmesinde Ali İhsan Paşa’nın rolünün olduğunu, Musul’dan Nusaybin’e gittiği için aşiretler arasında hükümetin manevi otoritesini kırdığını iddia etmişti5. Ali İhsan Paşa, bu iddialar karşısında Musul’u bırakmayı şartların zorladığını öne sürmüştür6. rının Türk kuvvetlerinin eline geçmesinden sonra Türk yönetimi Musul meselesine daha kararlı bir şekilde eğilmeye başlamıştı. Musul’da bu fiili durum devam ederken İngilizler, 16 Mart 1920’de İstanbul’u işgal edip meclisi dağıtmışlar, milletvekillerini de tutuklamış, bundan kurtulan milletvekillerinin bir kısmı Anadolu’da Mustafa Kemal önderliğinde başlatılan Millî Mücadele’ye katılmışlardı. Musul’un Arap idaresine girmesini istemeyen Kürt ve Türkmenler de Anadolu’da başlayan bu mücadeleden cesaretle İngilizlerle mücadeleye başlamışlardı. İngiltere ve Fransa 26 Nisan 1920’de toplanan San Remo Konferansı’nda Musul petrollerini kendi aralarında paylaşmışlardı. Petrol gelirlerinin % 75’i İngiltere’ye, % 25’i ise Fransa’ya bırakılmıştı11. Sykes-Picot anlaşmasıyla Fransa’nın denetimine bırakılmış olduğu halde İngiltere petrol zengini bu bölgeyi Fransa’ya bırakmayı düşünmüyordu. Aralık 1918’de Fransa başbakanı Clemenceau Musul’un İngiliz etki alanına geçmesine razı oldu. Böylece İngiltere ile Türkiye arasında gerilime yol açacak olan Musul sorunu başladı7. Ancak, Musul’da İngiliz yönetimi başlamasına rağmen Musul ve Dahok’daki aşiretler İngilizlere karşı cephe almışlardı8. Buna karşılık İngilizler, Musul coğrafyasında ilerlerken aşiretleri kendi saflarına çekmeye çalışmışlardır. Bunun için bölgeye en güvenilir casuslarını yollamışlardır. Binbaşı Noel, Musul ve Kerkük bölgesinde önemli casusluk faaliyetlerinde bulundu. Hatta İngiltere’nin o dönemde Güney Kürdistan politikasının düzenleyicisi idi. Diğer bir İngiliz istihbaratçısı ise Binbaşı Soon idi ve Süleymaniye bölgesinde siyasi faaliyetlerde bulunuyordu. Yüzbaşı Hay ise Erbil bölgesinde istihbarat çalışmalarında bulunuyordu9. Mustafa Kemal Paşa, 28 Aralık 1920 tarihli konuşmasında Musul’un ateşkes anında Türk Ordusu’nun hâkimiyetinde olduğunu, işgalin İngilizler tarafından mütareke hükümlerine aykırı olarak gerçekleştirildiğini ifade etmiştir12. Mustafa Kemal bu bağlamda Musul halkının silahlı mücadelesini desteklemiştir. Mustafa Kemal’in bölge halkı üzerinde etkisini gören İngilizler, Lord Curzon’un tüm karşı çıkmalarına rağmen, onunla irtibata geçmek istemiş, Mustafa Kemal, İngilizlerle yapılacak olan görüşmelerde Türkiye’nin elini güçlendirmek için 1921 Aralık ayında bölgeye Özdemir Bey’i göndermişti. Özdemir Bey komutasındaki birlikler Revanduz’u ele geçirmiştir13. Revanduz’un ele geçirilmesinden sonra ordu, bölgede geniş çaplı istihbarat toplamaya başlamıştı14. Bölgede görevli Türk birliği, 21 Ağustos 1922’de İngilizleri yenip Musul’a iyice yaklaşmış, cesaretlenen bölge aşiretleri de İngilizlere karşı mücadeleyi şiddetlendirmişlerdi. Özdemir Bey, İngilizlerle yaptığı Derbent Muharebesi’ni kazanmış, bu mücadele sonucunda İngilizler, her ne kadar Süleymaniye’yi terk etmek zorunda kalsalar da, Şeyh Mahmud’un desteğiyle aşiretlerin mücadele kararlılığını zayıflatmayı başarmışlardır. İngilizlerin desteğiyle Şeyh Mahmud’un melik unvanıyla atandığı bir Kürdistan Hükümeti kurulmuştu. Kürt aşiret reislerinin katılımıyla bir kongre düzenlenmiş, Türk Hükümeti’nin yeni kurulan Kürdistan Hükümeti’ni tanımasını istemişlerdi. İngilizler, bu işbirliğinden kısa bir süre sonra Şeyh Mahmud’un Mustafa Kemal’le irtibata geçtiğini öğrenince, bu kez Seyyit Taha’yı devreye sokmuşlar ve Kral Faysal’ın Musul bölgesindeki Araplar İngilizlere karşı Mustafa Kemal Paşa ile iş birliğini düşünmüşlerdir. Bu tezi destekleyen bazı oluşumlar da meydana gelmiştir. Nitekim bu sırada önde gelen din adamlarının da katılımıyla kurulan Cemiyet-i Hilaliye adındaki bir teşkilat Musul’da kamuoyunu uyanık tutmaya çalışıyordu. Bu teşkilat halkı tekrar Osmanlı egemenliğine yönlendirirken İngilizlerin Iraktan kovulması için de gizli faaliyetlerde bulunuyordu10. Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nde alınan kararla Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada Türk ordusunun elinde bulunan Türk-İslam çoğunluğun yaşadığı yerler Türk toprağıdır ilkesiyle İngiltere’nin Musul’u işgal etmesinin haksız olduğu tezi öne sürülmüştü. Bu tez farklı cephelerde sürdürülen mücadele nedeniyle çok güçlü bir şekilde işlenememişti. Sakarya Savaşı’ndan sonra Fransızlarla yapılan Ankara Antlaşması ile Güney sınırlarının güvence altına alınması ve demiryolla- Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 50 ———————————————— Cumhuriyet Tarihi ———————————————–—— Irak’taki egemenliğini yasallaştırmak için düzenledikleri seçime karşı çıkanları tutuklatmışlardı. Musul’u elde etmenin tek yolunu silahlı mücadelede gören Fevzi Paşa, Özdemir Bey’e takviye birlikler göndermişti. Anadolu’daki Yunan işgali nedeniyle daha önce bu bölgeye gönderilen birliklerin bir kısmını geri çekmek zorunda kalınca, buradaki Türk kuvvetleri zayıf düşmüş ve takviye edilen İngiliz birlikleri tarafından geri püskürtülmüştü. Böylece Musul, daha Lozan görüşmeleri bitmeden tamamen İngiliz egemenliğine geçmiştir15. 1. Lozan Konferansı’nda Musul Meselesi Lozan Barış görüşmelerine; Türkiye, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya, Rusya, Ukrayna, Gürcistan, Amerika Birleşik Devletleri, Belçika, Portekiz ve Bulgaristan katılmışlardır. Konferans 20 Kasım 1922’de açılmış ve görüşmeler 21 Kasım 1923’te başlamıştır. TBMM, İsmet Paşa başkanlığında Trabzon milletvekili Hasan Bey ve Sinop milletvekili Rıza Nur Bey’den oluşan bir delegeler kurulu seçmiş askerî, malî, iktisadî, hukukî kâtiplerle birlikte İsviçre’nin Lozan şehrine gönderilmek üzere 40 kişilik bir heyet oluşturulmuştur. Musul konusunda her iki taraf kendi tezlerini ortaya atmıştır. İsmet Paşa Türk tezini etnografik, hukuki, tarihi, coğrafi, ekonomik, askeri ve stratejik açılardan ele almış, bilimsel delillere dayandırmak suretiyle konuyu açıklamaya çalışmıştır. İsmet Paşa, Musul vilayetinde yerleşik nüfusun son resmi istatistiklere göre 500.000 civarında olduğunu söylemiş, Türk-Kürt ayırımı yapılmaksızın bölge halkının çoğunluğunun Türk olduğunu vurgulamış ve bölgenin Anadolu’dan ayrılamayacağını ifade etmiştir. Musul’un işgalinin hem uluslararası hukuka, hem de Wilson Prensipleri’ne aykırı olduğunu vurgulamış, bölgede bir halk oylaması yapılmasını istemiş, ancak İngiliz Heyeti, bölge halkının cahil olduğu gerekçesiyle buna yanaşmamıştır. Tarihsel olarak Musul’un XI. yüzyıldan beri Türk egemenliğinde olduğunu savunan İsmet Paşa, Musul’un coğrafi açıdan Anadolu’nun uzantısı olduğunu belirtmiş, ekonomik bakımdan da Musul’un Diyarbakır’a ve Akdeniz limanlarına bağlı olduğunu açıklamıştır. İngiltere’nin ise, konferans boyunca ve daha sonraki görüşmelerde en çok üzerinde durduğu nokta, Türklerle- Kürtlerin aynı soydan gelmediklerine ilişkin tezidir. Türklerle Kürtlerin aynı soydan gelmedikleri ve farklı özellikler taşıdıkları görüşü, konferansta İngiliz tezinin temelini oluşturmuş ve Curzon “Müslüman Azınlık” kavramını ortaya atarak, Türk tarafını zayıflatmaya çalışmıştır. İngilizler bu iddianın yanı sıra, Türklerin Ermenilere ve diğer azınlıklara da kötü davrandığını ileri sürmüştür. Türk yetkililerin Musul’un ateşkes ilanından sonra haksız yere işgal edildiği görüşüne karşı ise İngilizler, ateşkesin bölgede geç öğrenildiği, zaten mütarekenin 7. Maddesinin de buna izin verdiği savunmasını yapmışlardır16. Rıza Nur Bey, 5 Aralık 1922 tarihinde Lord Curzon ile buluşarak, Musul vilayetinin Türklere bırakılması halinde, İngilizlerle tatmin edici bir anlaşma yapılabileceğini hatta Türkiye’nin siyasi olarak Sovyet Rusya’dan kopabileceğinin işaretini vermişti17. Bu teklif üzerine İngiliz merkezi yönetimi ile yapılan görüşmelerden sonra Lord Curzon, Hakkari’den Süleymaniye’ye kadar Kürtlerin yaşadığı sıkıntılı dağlık bölgeleri Türkiye’ye teklif etmiş, mamur topraklar ve petrol açısından zengin güney bölgeleri İngiliz kontrolünde kaldığı için İsmet Paşa bu teklifi kabul etmemiştir18. İsmet Paşa, Mustafa Kemal Paşa’ya Ocak 1923’te Lozan görüşmelerinin kesintiye uğrama ihtimalinin olduğunu hazırlıklı olunması gerektiğini bildirmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Musul’un barışçı yollarla çözümünün daha doğru bir yol olduğunu vurgulamıştır. İsmet Paşa, Musul meselesinin Lozan konferansından sonra ikili görüşmelerle çözülmesi noktasında bir irade ortaya koymasına rağmen İngiltere Musul’un kendi himayeleri altında Irak’a bırakılması yönünde ısrarını sürdürmüştür. İsmet Paşa Lozan Konferansı sırasında yaşanan gelişmeleri telgraflarda şöyle dile getirmiştir; “...Kesin karar günlerindeyiz. Oysa görüşlerimizde bir yakınlaşma yoktur. Musul konusunda kesin tavır takınmışlar... Konferans her an kesilebilir.”19 Görüşmeler 4 Şubat 1923’te kesintiye uğramıştır. Konferansın ikinci safhası 23 Nisan 1923 yılında tekrar başlamıştır. Konferansta Musul konusunda tekrar konuşmalar geçmiştir. Konferansa Musul’un Türkiye’den ayrılmaması için birçok telgraf dilekçe yollanmıştır. Curzon, Musul şehrini vermeyerek Kürdistan arazisini vermeyi ve petrolde Tür- Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 51 ———————————————— Cumhuriyet Tarihi ———————————————–—— kiye’ye bir hisse vermeyi teklif etmiştir. Buna karşı İnönü, Musul şehrini almadan doğu ve güneydoğudan arazi alınamayacağını ve Musul şehrini istediğini söylemiştir. Türkiye için Musul’un bir vatan meselesi olduğunu buna karşılık İngiltere için petrol meselesi olduğunu ifade ettikten sonra petrol konusunda İngilizlerle kendilerini tatmin edecek şekilde birlikte çalışmaya hazır olduğunu belirtmiştir. Görüşmelerin sürdürdüğü en yoğun süreçte İngiltere Musul konusunun Cemiyeti Akvam’da görüşülmesini önermiş, Türkiye bu teklifi kabul etmemişti20. İngiltere, dünya kamuoyunu yanıltmak için Türkiye’nin Musul’u ısrarla istemesinin altında petrol faktörünün yattığını iddia ederek kendi emellerini gizlemeye çalışmıştı. Süreç uzadıkça İngiltere bu konunun ikili görüşmelerle çözülemeyeceğini, meseleyi Cemiyeti Akvam’a taşıma noktasında ısrarını sürdürmeye devam etmiştir. Musul Meselesi, İngiliz Heyeti’nin olumsuz tutum izlemesi nedeniyle Lozan Konferansı’nda çözümlenememiştir ve dokuz ay içinde iki ülke arasında yapılacak görüşmelere bırakılmıştır. ve imanla sarılmalıyız ve ben bütün mevcudiyetimle buna taraftarım.”21 Erzurum Milletvekili Mustafa Durak Bey, “Efendiler Musul meselesine atfı kelam edersek arkadaşlardan birçoğu buna temas ettiler. Görüyorum ki bundan sonra yeni hudutlarımız dahilinde, Musul gayet mühim bir meseledir. Bendeniz bugün harbin Çanakkale’sini ne kadar mühim görüyorsam Türkiye için Erzurum’u Kars’ı nasıl mühim görüyorsam Musul’u da o kadar mühim görüyorum. Çünkü orada bir Kürdistan hükümeti teşkil etmiştir. Efendiler, o Kürdistan muhiti bugün Erzurum’a sekiz saat cenubuna kadar geliyor. Efendiler mesele gayet mühimdir. Açık söylemek lâzım gelirse şimdiye kadar memlekete iyi bir idare tesis edememişizdir. Halk gayri memnundur. Efendiler eğer memlekette iyi bir idaremiz olmuş olsaydı, ben bunu bu kadar mühim görmeyecektim. Fakat iyi bir idare görmediğim için atideki tehlikenin pek yakında olacağını görüyorum… Eğer Musul meselesi etrafa intişar eder ve Kürdistan’da gerek İngiliz propagandasıyla gerek İngiliz parasıyla birçok şeyler yapılır ve orada birçok esaslar zuhura gelirse bunu kolay kolay imha etmek imkânı yoktur. O vakit korkarım ki Şarkta da mühim vakayı cereyan eder, zannederim efendiler… Bu memleket bizimdir. Bizi çıkarıyorsunuz, siz idare ediyorsunuz. Bu nasıl taliktir anlamıyorum? Efendiler Musul’u Cemiyeti Akvama bırakıyoruz. Bu Cemiyeti Akvam meselesi nerden çıktı? Ben bunu bir türlü anlamıyorum. Cemiyeti Akvamla bizim ne işimiz vardır. Cemiyeti Akvam, Avrupa’da birtakım hükümetlerin mümessillerinden teşekkül etmiş bir Cemiyeti Akvam varmış. Bunu biliyoruz. Fakat Asya’daki hükümetlerden bir mümessil Cemiyeti Akvamda gösterebilir misiniz? Yok. Bizim onunla ne alâkamız vardır?”22 1. TBMM Gizli Celse Zabıtlarında Musul Meselesi Musul meselesi Lozan Konferansı devam ederken TBMM gizli oturumlarında hararetli bir şekilde tartışılmıştır. Milletvekilleri Musul konusunda farklı gerekçelerle farklı fikirler öne sürmüşlerdir. Bir kısım milletvekili soruna güvenlik eksenli yaklaşırken, bir kısım milletvekili ise Musul meselesinin Kürtlerle Türklerin arasını açacağı için temkinli bir yaklaşım sergilemiştir. Musul konusunda bazı milletvekillerinin yaptıkları konuşmalar şöyledir: Lazistan Milletvekili Abidin Bey: “Her kim derse desin. Bendeniz diyorum ki Musul vilâyeti, Musul’dan bir karış arazimiz giderse, emin olunuz Anadolu da tehlikededir. Çünkü Musul Anadolu için bir noktai hayattır. İstanbul nasılsa, İstanbul, Rumeli ile ve ihtimal İstanbul Rumeli’den biraz ileride olmakla kabildir. Fakat Musul’dan bir karış toprak giderse emin olun ki Anadolu da tehlikededir. Binaenaleyh ben buna ukde-i hayat diyorum. Ben ona, yine tekrar ediyorum, Musul için bütün mevcudiyetimizle, hepimiz bir kanlı mezar teşkil etmeğe, hepimiz bütün mevcudiyetimizle azim Musul meselesinin çözümünü bir sene sonraya bırakmanın Musul’u kaybetmekle aynı anlama geldiğine de değinen Ali Şükrü Bey; “Musul’u kim terk etmiştir? Efendiler soruyorum; düşmanların altı ay sonra iade etmiş olduğu bir toprak var mıdır? Yoktur efendiler. Hangi toprak bir daha iade edilmiştir? Musul’u bir sene sonraya bırakmak bir Mısır yapmak demektir. Binaenaleyh neticede gaip etmek demektir. Bu da Girit gibi gidecektir. Binaenaleyh Musul’u bırakmak caiz değildir. Efendiler bu Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 52 ———————————————— Cumhuriyet Tarihi ———————————————–—— siyasete benim aklım ermiyor. Ben Musul’da bulunmadım. Oraları bilmiyorum. Fakat okuduğum üzerine söylüyorum. Süleymaniye, Gerkük, Zaho filan bilmem nereleri vardır. Buraların tâli komisyonda bize verilmesi görüşülmüş ve bize bırakılmış efendiler; işittiğime nazaran bu saydığım aksam da Musul’un üçte ikisi imiş. Bakınız bilenler onda dokuzu diyorlar. Tali komisyonda buraların bize verileceği kabul edilmiş iken, bugün bütün Musul’un bir sene sonraya ertelenmesini ayıp değil ya anlayamıyorum... Musul meselesi Milletler Cemiyeti’ ne havale edilince, bütün İngiliz murahhaslarının ve sömürgelerinin murahhaslarının orada oy haklarının olması nedeniyle, Musul tamamen gitmiştir. Efendiler o halde soruyorum. Hepsini kaybetmektense, hiç olmazsa dörtte üçünü alsaydık, bizim için daha iyi olmaz mıydı?”23 hudut yoktur. Bunun içinde yapılmış olan işlerde veya yapılması teklif olunan işlerde hiçbir vakitte buna taarruz edilmemiştir. Bilakis riayet edilmiştir. Musul Meselesinin hallini muharebeye girmemek için bir sene sonraya talik etmek demek ondan sarfı nazar etmek demek değildir. Belki bunun istihsali için daha kuvvetli olabileceğimiz bir zamana intizardır. Bugün sulh yaparız bir ay sonra iki ay sonra Musul meselesini halletmeye kıyam ederiz. Fakat bugün Musul meselesini halletmek istediğiniz bu meselede karşınıza yalnız İngiliz değil, Fransız, İtalyan, Japon ve bütün dünyanın düşmanları vardır. Yalnız karşı karşıya kaldığımız zaman İngilizlerle karşı karşıya kalacağız ve yalnız İngilizlerle karşılaşacağız. Bunda menfaat var mıdır yok mudur bunu meydana çıkarmak gayet kolaydır. Maruzatımı ikmal ve ikmam için tekrar ediyorum ki mesele bunu takdir etmek ve tağyir etmekten fazla heyeti murahhasayı müzakeratı sulhiyede mutavassıt teklifinden can alacak noktaya karar vermektir. Musul meselesini bu günden hal edeceğiz. Ordumuzu yürüteceğiz. Bu gün alacağız dersek bu mümkün müdür? Musul’u gayet kolaylıkla alabiliriz. Fakat Musul’u aldığımızı müteakip muharebenin hemen hitam bulacağına kani olamayız. Şüphesiz bir harp cephesi açmış olacağız. Yani bunu ayrıca mevzu bahis etmek isterseniz mahzurlar kendi kendine meydana çıkar. Sözümün sonu şudur: heyeti vekileyi kendi mesuliyeti dahilinde heyeti murahhasaya yeniden talimat verip vazifesine devam ettirmek talep edilebilir ve yahut men edip harbe başlamak olabilir.”24 1. Lozan’dan Sonra Musul Meselesi Lozan Antlaşması gereğince Türkiye-Irak sınırını tespit etmek amacıyla Türk ve İngiliz heyetleri arasındaki görüşmelere 19 Mayıs 1924’te İstanbul’da başlanmış ve 5 Haziran 1924’e kadar devam etmiştir. Bahriye Nezareti eski binasında yapılan Haliç Konferansı’nda Türkiye’yi Fethi Bey (Okyar), İngiltere’yi Irak’taki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Percy Cox temsil etmiştir. Bu görüşmelerde de tarafların görüşleri değişmemiş üstelik İngiliz Heyeti Nasturi Hıristiyanları nedeniyle Hakkâri’nin de Irak’a katılması gerektiğini savunmuştur. Türk Hükümeti’nin Fethi Bey’e verdiği talimat, Lozan Konferansı’na giderken İsmet Paşa’ya verilmiş olan hükümet talimatına benzer şekilde düzenlenmişti. Bu talimatta Musul Vilayeti’nin (Süleymaniye, Kerkük ve Musul sancaklarının) Türkiye’de kalacak Mustafa Kemal ise Musul meselesinin barışçı yollarla çözülmesi gerektiğini ileri süren şu konuşmayı yapmıştır; “Bugün suhuletle hepimiz anlayabiliriz ki Musul’u vermemekte ısrar edersek muharebeye dâhil oluruz. Binaenaleyh Musul meselesini bir seneye kadar hal etmek üzere talik edip sulhe geçmek ve muharebeyi kabul etmemek mümkün müdür? Kabil midir? Ve faideli midir? Bu muhakemeyi suhuletle yapabiliriz ve bunun için zan etmem ki vaziyeti askeriye hakkında vaziyeti hariciye hakkında fazlı malumata arzı ihtiyaç edersiniz. Fakat lüzum görürseniz bu günden Musul meselesini müspet veya menfi bir surette hal ederiz. Menfaatimiz bunu iktiza ediyor diye buna karar verirseniz o zaman bugün vaziyet taayyün eder. O zaman bunu alır bütün teferruatıyla tetkik edersiniz, her şeyi yaparsınız ve son kararınızı veririsiniz. Bazı arkadaşlarımız mesela Sırrı Bey gibi arkadaşlarımızın medarı kelamı Misakı Milli oluyor. Heyeti murahhasa Misakı Milliyi mahvetmiş Heyeti Vekile Misakı Milliyi feda etmiş. Ben de diyorum ki Sırrı Bey Misakı Millinin ne olduğunu anlamamıştır. Misakı Millinin ne olduğunu evvela anlamalı ondan mütecavizlerin kimler olduğunu meydana koymalı. Efendiler arazi meselesi ve hudut meselesi Misakı Millinin malumu aliniz birinci maddesinin daire-i şümulündedir. Misakı Milli şu hat bu hat diye hiçbir vakitte hudut çizmemiştir. O hududu çizen şey milletin menfaati ve Heyeti Celilenin isabeti nazarıdır. Yoksa bu haritası mevcut bir Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 53 ———————————————— Cumhuriyet Tarihi ———————————————–—— şekilde sınırın çizilmesi öngörülmüştür. Türkiye’nin bu talebi yerine getirildiği takdirde, bölge petrollerinin işletilmesinde İngiltere ile ortaklık kurulabileceği ve öncelik tanınabileceği hususları da yer almıştır25. İki taraf Lozan’dan sonra 19 Mayıs-5 Haziran 1924 tarihleri arasında yapılan Haliç Konferansı’nda da anlaşamayınca dağılmasından sonra İngiltere tarafından Milletler Cemiyeti’ne götürme önerisinde bulunmuştur. Türkiye konferansta Musul’un kendisine ait olduğunu bilimsel bir tezle dile getirirken İngiltere ise, konferans boyunca çeşitli oyunlara başvurarak sorunun çözümü için Cemiyet-i Akvam’ı adres göstermiştir. Türkiye, İngiltere’ye yeni bir ikili görüşme yapma önerisi sunmuşsa da İngiltere bunu kabul etmeyerek Milletler Cemiyetine başvurmuştur. Konferansın dağılmasından sonra İngilizler tampon bir bölge oluşturmak için Nasturileri kullanmışlardır. Fethi Bey, İngiltere’nin sınır tarafında Müslümanlar arasında karışıklık çıkartmak amacıyla Nasturileri kendi çıkarları için kullandığını ifade etmişti. Nasturi isyanı karşısında Cafer Tayyar Paşa, askeri harekâta girişerek Eylül 1924’te isyanı bastırmıştı. Nasturi isyanı devam ederken, Musul meselesi Cemiyet-i Akvam’da görüşülmeye başlanmış, Türkiye’yi Haliç Konferansı’nda olduğu gibi Fethi Bey temsil etmişti. 19 Eylül 1924 tarihinde Milletler Cemiyeti’nde Musul meselesi görüşülmeye başlanmıştır. Türkiye bölgede plebisit yapılmasını isterken İngiltere bölge halkının cahil olduğu bahanesi ile plebisit yapılmasını reddetmiştir. Milletler Cemiyeti de İngilizlerin isteğine uygun olarak plebisit yapılmasını reddederek üç tarafsız devletin birer temsilcisinin yer alacağı bir komisyon kurulmasına karar verilmiştir. Bu komisyon çalışmalarına başladığı sırada bölgede işgal hareketine girişmiş olmaları nedeniyle Milletler Cemiyeti 30 Eylül 1924 tarihinde Bruxelles’de toplanmış ve Bruxelles hattı olarak da bilinen Musul’u Hakkâri’den ayıran bir sınır çizilmiştir. Komisyon 16 Temmuz 1926 tarihinde sunduğu raporunda Irak’ın 25 yıl Milletler Cemiyeti mandasında kalması adalet ve eğitimin yürütülmesi için Kürtlerden memur istenmesini ve Kürtçenin resmi dil olmasını manda sona erdikten sonra Kürtlere özerklik sağlanamazsa Musul’un Türkiye’ye bırakılmasını ve bölgenin taksimine karar verilirse Küçük Zap Suyu sınır olmak koşulu ile Musul’un Türkiye’ye Kerkük’ün ise Irak’a bırakılmasını önermiştir. Bu rapor İngiltere tarafından memnuniyetle karşılanırken Türkiye tarafından Lozan’da Milletler Cemiyeti’ne bağlayıcı karar alma yetkisi tanımadığını iddiasıyla reddedilmiştir27. Türkiye’de büyük tepkiyle karşılanan bu karar Türk-İngiliz ilişkilerini olumsuz şekilde etkilemiş, gerginleşen ilişkiler ve savaş ortamına bağlı olarak Türkiye askeri hazırlıklara başlamıştır. Hatta Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa, Musul üzerine bir askeri hareket için çeşitli zamanlarda müzakere etmişler, Kazım Karabekir Paşa ile Musul’un alınması için fikir alışverişinde bulunmuşlardır. Mustafa Kemal Paşa ile aralarında şöyle bir konuşma geçmiştir; “Musul hakkında Haliç Konferansı’nda Fethi Bey siyaset yolu ile muvaffak olamadı. Sıra Karabekir’e geldi. O, bu meseleyi asker kuvvetiyle başaracaktır!” demiştir. Kazım Karabekir de cevaben “İngilizlere harp açmak felaketli bir iş olur. Yunanistan’ın yapamadığını bu sefer İtalyanlara teklif edebileceklerini hesaba katarak İzmir Harp oyununda tehlikeyi belirttiğiniz halde şimdi böyle bir istila ya kendimizin sebebiyet vermesi doğru olur mu? Lozan’ da Musul meselesinin halli sonraya fakat siyasi bir yoldan halle bırakılmadı mı? Bu meseleyi daha öne alarak Hilafetin lağvında acele buyrulmamalı idi. Eğer mütalaam sorulsaydı belki bu teklifimi siz de kabul buyururdunuz. Bugün İstiklal Harbi zamanından daha zayıf bir halde olduğumuzu iddia edebilirim. Herhangi bir muvaffakiyetsizliğin bilhassa Kürtlük mıntıkasındaki akisleri pek zararlı olabilir. Doğunun ıslahına yazık ki hiç ehemmiyet verilmiyor. İçtimai düzenimiz dolayısıyla ahlaki durumumuz da günden güne her tarafta bozuluyor”26şeklinde konuşarak savaşa girmenin zararından bahsetmiştir. Milletler Cemiyeti Musul Araştırma Komisyonu 11 Şubat 1925’te çalışmalarına başlamış iki gün sonra 13 Şubat 1925’te Şeyh Sait İsyanı çıkmıştır. Komisyonun Musul’daki incelemeleri bu isyanın gölgesinde gerçekleşmiştir. Şeyh Sait İsyanının Musul’un kaybedilmesinde etkili olup olmadığı günümüzde de süregelen bir tartışma konusudur. Bu konu hakkında Mete Tunçay’ın görüşleri Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 54 ———————————————— Cumhuriyet Tarihi ———————————————–—— ise şöyledir; “Ayaklanmanın niteliği sorusundan sonra, yabancı parmağı konusuna eğilmemiz doğru olur. Hemen belirteyim ki, resmi ideolojiyle ileri sürülen (ve sol çevrelerce de benimsenen), bu harekete İngiliz kışkırtmalarının yol açtığı savı, bana inanılması güç görünüyor. İngilizler, dinsel yönden halifeliğin geri getirilmesini amaçlayan ya da siyasal yönden Kürdistan’ın bağımsızlığını gerçekleştirmek isteyen bir ayaklanmayı niçin kışkırtsınlar veya desteklesinler? Ayaklanmanın sonuçta Musul’la ilgili çıkarları dolayısıyla İngiltere’ye yaramış bulunması, fazla bir şey değiştirmez. Kürtlerin İngiliz desteği aramış olmaları da doğaldır. Ama, İngilizlerin tutumuna bir kanıt değildir. Türkiye’nin ise bu bağlamda bir ajan-provakatör kullandığı biliniyor.”28 Türkiye’nin katılmadığı 16 Aralık 1925 tarihli oturumunda Milletlerarası Adalet Divanı Musul’un Irak’a verilmesine karar vermiştir. Türkiye bir savaşı göze alamamış, tepkisini ancak 17 Aralık 1925 tarihinde SSCB ile Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması imzalayarak gösterebilmiştir. 5 Haziran 1926 tarihinde Türkiye, Irak ve İngiltere arasında Ankara Anlaşması gerçekleştirilmiştir. 500.000 sterlin tutarında bir ödeme ile 25 yıl süreyle Irak’ın petrol gelirlerinden %10 pay verilmesini talep etmiştir. Türkiye %10’luk payından vazgeçmemiş, buna göre 1954 yılına kadar alması gereken tutar 5.500.000 sterlin olmuştur. Ancak bu paranın sadece 3.500.000 sterlin kadarı ödenmiştir. Irak’la ticari ilişkiler geliştirildiği için tahsil edilemeyen Irak hükümetinin Türkiye’ye kalan 2.000.000 sterlin borcu 1986 yılına kadar bütçe maddesi olarak gösterilmiştir29. Hikmet Uluğbay’ın çalışmalarının sonucuna göre Türkiye’nin Irak petrollerinden alması gereken pay yaklaşık 5.5 milyon sterlindir. Bu alacak karşılığında kesin hesaplara geçen miktar Uluğbay’a göre 25.7 milyon TL.dir. Bu miktarda o günün değeri ile 3.5 milyon sterlin etmektedir. Dolayısıyla ilk kez bu bilgileri ortaya koyan Hikmet Uluğbay’ın görüşüne göre Türkiye’ye 5 Haziran 1926 tarihli antlaşmada öngörülen 25 yıllık “Royalty” gelirinden yaklaşık 2 milyon sterlin eksik ödeme yapılmıştır. 1951 yılına kadar düzenli ödenen “Royalty”ler Menderes döneminde Irakla oluşturulan dostluk ilişkileri nedeniyle Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 55 ———————————————— Cumhuriyet Tarihi ———————————————–—— Irak Hükümeti’nden talep edilmemiştir. 1958’de Irak’ta General Kasım’ın bir darbe ile iktidarı ele geçirmesi ve Türkiye-Irak ilişkilerinin gerginleşmesinden sonra bu paranın tahsil edilebilmesi mümkün olamamıştır. Türkiye, Özal döneminde ise bu biriken meblağdan hukuken vazgeçmiştir30. Bu anlaşmanın imzalanmasından sonra Türkiye’nin Irak’la ilişkileri gelişmeye başlamış Türkiye ve Irak arasında karşılıklı elçilikler açılmıştır. 1929’da Türkiye ile ilişkileri daha iyi düzenlemek adına Musul Ticaret Odası Başkanı Necip Çadır Musul’a fahri konsolos olarak atanmıştı. 1932 yılında Irak’ın bağımsız bir devlet haline gelmesinden sonra da 1937 yılında her iki ülke de Sadabat Paktı’nda yer almıştır. SONUÇ Zengin petrol kaynaklarına sahip olan Musul ve civarına 19. Yüzyıldan itibaren petrolün önem kazanmasıyla birlikte büyük devletlerin dikkati yoğunlaşmıştır. II. Abdülhamit döneminde kazı yapma bahanesiyle petrol aramak için başvurmuşlar ve bunun üzerine bölge Memalik-i Şahane ilan edilerek koruma altına alınmıştır. II. Abdülhamit’in tahtan indirilmesiyle bu bölge de petrol arama imtiyazı yabancı devletlere verilmiştir. I. Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizler Mondros mütarekesinin 7. Maddesine dayanarak Musul’u işgal etmiştir. Bölgede bir direniş gösterildiyse de sonunda Musul, İngilizlere bırakılmıştır. Türkiye Musul’un Misak-ı Milli sınırları dâhilinde olduğunu ve ayrılmaz bir parça olduğunu anlatmıştır. İki taraf da Musul’la ilgili konuşmalar yapmış, Lozan’da sonuç alınamayınca ikili görüşmelere bırakılmıştır. Haliç konferansında da bir sonuç çıkmayınca mesele Milletler Cemiyetine gitmiştir. Milletler Cemiyeti kurduğu komisyon ile bölgede araştırma yapmış ve bu sırada Türkiye’de meydana gelen birtakım gelişmeler İngilizlerin lehine olmuştur, sonuç olarak Musul’un Irak’a verilmesine karar verilmiştir. DİPNOTLAR 1 Cemal Kemal, “Birinci Dünya Savaşı ve Sonrasında Musul Meselesi”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, S. 40, Kasım 2007, s. 645. 2 Emine Kısıklı, “Yeni Gelişmelerin Işığında Geçmişten Günümüze Musul Meselesi”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, S. 24, Kasım 2003, s. 488. 3 Kemal Melek, İngiliz Belgeleriyle Musul Sorunu (1890- 1926), Üçdal Neşriyat Yayınları, İstanbul 1983, s.12-13. 4 Zekeriya Türkmen, Musul Meselesi (1922-1925), Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2011, s. 13; Şevket Koçsoy, Irak Türkleri, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1991, s. 3. 5 Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk (1919-1927), Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2002, s. 452. 6 Ali İhsan Sabis, Harp Hatıralarım, IV, Nehir Yayınları, İstanbul 1991, s. 284. 7 Baskın Oran, Türk Dış Politikası (1919-1980), I, İletişim Yayınları, İstanbul 2001, s. 199-200. 8 TİTE Arşivi, Kutu:318, Gömlek:33, Belge:33001 9 Zekeriya Türkmen, Musul Meselesi…, s. 20. 10 Zekeriya Türkmen, Musul Meselesi…, s. 24 11 Kemal Melek, İngiliz Belgeleriyle Musul Sorunu…, s. 26. 12 Emine Kısıklı, Yeni Gelişmelerin Işığında Geçmişten Günümüze Musul Meselesi, s. 492. 13 Zekeriya Türkmen, Musul Meselesi…, s. 8. 14 TİTE Arşivi, Kutu:47, Gömlek:24 Belge:24-2001. 15 Mim Kemal Öke, Musul Meselesi Kronolojisi (1918-1926), Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul 1991, s. 89. 16 Emine Kısıklı, Yeni Gelişmelerin Işığında Geçmişten Günümüze Musul Meselesi, s. 493- 494. 17 M. Kemal Öke, Musul Meselesi.., s.92. 18 İhsan Şerif Kaymaz, Musul Sorunu, Otopsi Yayınları, İstanbul 2003, s. 258. 19 Bilâl N. Şimşir, Lozan Telgrafları (1922- 1923), I, TTK, Ankara 1990, s. 289- 290. 20 TİTE Arşivi, Kutu;28, Gömlek:113 Belge:113-1001. 21 TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt III, 28 Kânunusâni 1338- 1923, İnikat, 182 s. 1243. 22 TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt IV, 6 Mart 13391923, 6. İnikat, 1. Celse, s. 153- 154. 23 TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt IV, 5 Mart 13391923, 5. İnikat, 4. Celse, s. 133. 24 TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt III, 27 Şubat 13381923, 200. İnikat, 1. Celse, s. 1317- 1318. 25 Uğur Mumcu, Kazım Karabekir Anlatıyor, Tekin Yayınevi, İstanbul 1995, s. 135. 26 Kazım Karabekir, Paşaların Kavgası, Emre Yayınları, İstanbul, 2005, s. 267-268 27 Esra Sarıkoyuncu Değerli, “Lozan Barış Konferansında Musul”, Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, X/18, Aralık 2007, s. 137. 28 Mete Tunçay, Türkiye’de Cumhuriyeti’nde TekParti Yönetimi’nin Kurulması (1923- 1931), Yurt Yayınları, Ankara 1981, s. 130. 29 Esra Sarıkoyuncu Değerli, Lozan Barış Konferansında Musul, s.138 30 Emine Kısıklı, Yeni Gelişmelerin Işığında Geçmişten Günümüze Musul Meselesi, s.524 Yunus Özdurgun YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Doktora Öğrencisi Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 56 Röportaj ———————————————–——— ——————————————–—-—— DOÇ. DR. MUSTAFA ALİCAN İLE TARİH SOHBETİ yerinde insanların (belki içlerinde dedelerimden de biri bulunan insanların) onları inşa edişlerini hayal ettiğim, alınlarından akan terleri sildiğim, hayal dünyamı hep tetikleyen şeylerdi. Bir bakıma beni tarihe ulaştıran patikanın o yol olduğunu söyleyebilirim sanırım… Yine beni tarihe çeken en önemli etkenin hikâyeler olduğunu düşünmüşümdür her zaman… Tarih de bir hikâye olarak, üstelik gerçeği aksettiren ya da aksettirdiğini düşündüğümüz bir hikâye olarak bana hep cazip gelmiştir. Kelimelerle haşır neşir olmayı tarz-ı hayat edinmiş biri olarak, metinleri hep sevdim. Eh, tarih de bir metin olarak hep ilgi alanımdaydı zaten… Bir de küçükken dinlediğimiz büyük sohbetlerini de unutmamak lazım. Benim çocukluğumda bayramlarda seyranlarda bir araya aile büyükleri İslam tarihinden birçok meseleyi bir uzman edasıyla ateşli ateşli tartışır, sağdan soldan işittikleri bilgilerle Peygamber Efendimiz, sahabeler, Raşid Halifeler hakkında ya da Sultan Alparslan, Fatih, Yavuz, Kanuni, Sultan Abdülhamid gibi tarihimizin kilit şahsiyetleriyle ilgili yarı gerçek yarı hayal bin bir türlü hikâye anlatırlardı. Anlatılanları dinlerken o büyük adamlar gibi olmayı hayal ederdim hep… Bir Fatih gibi mesela, Mus’ab b. Umeyr ya da Hz. Ömer gibi… Her zaman ilgi alanımda, merak merceğimde olurdu bu büyük adamlar… Üzerinde düşündükçe birçok şey daha çıkacaktır eminim, lakin tarihe dönük merakımı ören ilmeklerin belli ölçüde bu hatlar üzerinden biçimlendiğini söyleyebilirim. Soru 1: Öncelikle sizi tanımak isteriz. Bize kendinizden bahseder misiniz? Doç. Dr. Mustafa Alican kimdir? Trabzon doğumluyum. Çocukluk yıllarım Bursa ve İstanbul’da geçti. Ege Üniversitesi Tarih Bölümü’nden mezun 2007’de oldum ve yine 2012’de doktoramı da orada, Prof. Dr. Mehmet Ersan Hoca’nın danışmanlığında tamamladım. Adıyaman Üniversitesi Tarih Bölümü’nde çalışıyorum. Evliyim ve bir oğlum var. Soru 2: Hobileriniz ve sizi tanımlayacak özellikler nelerdir? Aslında böyle netameli sorulara cevap vermek zor… Çünkü her şeyden önce insanın kendini tanıması hadisesi epeyce sorunlu bir meseledir. Hobi olarak tarif edilen etkinliklerin genellikle belirli zaman, mekân ve daha da önemlisi yaşa ilişkin olarak biçimlendiğini düşünen biri olarak, buna net bir cevabım olmadığını söylesem daha doğru olur. Fakat yine de kendimi bildim bileli yapmaktan hoşlandığım bir şeyden söz edecek olursam, bu okumak olacaktır. Okuma portföyüm çeşitlilik arz eder, kendimi en çok bu noktada şanslı hissederim. Ruh halime göre okuduğum metinler vardır mesela. Yazın sıcağında okunacak bir metin ile kışın soğuğunda okunacak şeyler aynı değildir. Kitaplığım yarısından fazlası tarih ile değil, edebiyat ve felsefe ile ilgili kitaplardan oluşur. Takip ettiğim, yeni kitaplarını heyecanla beklediğim romancılar var. Öykücüler. Bu bakımdan, kendimi belki de insanın izini süren bir söz seyyahı olarak niteleyebilirim. Soru 4: İzinden gittiğiniz veya örnek aldığınız bir tarihçi var mı? Elbette. Kendim için merhum Osman Turan’ı bir deniz feneri olarak görüyorum. Onun tarihçilik ve tefekkür bakımından eriştiği zirvelere ulaşmayı, ulaşabilmeyi, âlemi ve eşyayı oralardan, belki de daha yukarılardan seyretmeyi, kendime ve çağdaşlarıma oradan seslenmeyi ve nasip olursa onun bina etmeye giriştiği sur üzerine bir tuğla koyabilmeyi umuyor, diliyorum. Bu benim kavli ve fiilî duamdır. Soru 3: Neden tarih bölümü ve sizi bu bölüme yönlendiren nedir? Bu sorunun cevabı öyle kolay verilemez elbette… Neticede insanın kendisini yönlendiren şeylerin önemli bir kısmına vâkıf olmadığını, Freudyen bir tanımlama ile söyleyecek olursak, bilinçdışının insanın sanılandan fazla yönlendirdiğini bugün biliyoruz. Öte yandan özellikle Bursa ve İstanbul gibi adeta tarihin vitrini olan şehirlerde büyümüş olmamın bunda muhakkak etkisi vardır. Camiler, türbeler, surlar, su kemerleri vb. Bunlar her önlerinden geçtiğimde heyecanlandığım, zamanın bir Soru 5: Sizce gelişen teknoloji ile tarihi anlamak daha mı kolay? Teknolojinin her alana olduğu gibi tarihe de birçok imkânlar sağladığı şüphesizdir. Bu imkânların doğru ve efektif kullanımı ile tarihe yönelik anlama Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 57 ————————————–—-———— Röportaj ———————————————–——— teşebbüsü daha güçlü sonuçlar ortaya koyabilir. Bugün bizim ulaşabildiğimiz kaynak ve verilere, otuz yıl önce ulaşılması çok zordu. Bu açıdan teknoloji ve onun getirdiği imkânlar nimet mesabesindedir. Fakat her gelen, olumlu şeylerle beraber olumsuz şeyler de getirir. Bugün teknolojik ürünlerinin kullanımı ile üretilen tarih metinlerinin (film, dizi, belgesel) büyük kısmının tarihi doğru bir şekilde bina etmeye ya da anlatmaya değil, onu tahrip ve tahrif etmeye daha fazla hizmet ettiğini kim inkâr edebilir? Yine bugün, örneğin 70’li yıllarda çalışan ve eserler veren tarihçilere kıyasla çok daha geniş imkânlara sahip olmamıza rağmen, kalite açısından onlardan bir kısmının kaleme almış oldukları eserlerin yanına bile yaklaşamıyoruz. Yani evet, teknoloji önemli, faydalı; fakat ondan önce o teknolojiyi kullanabilecek zihinler lazım. Oysa teknolojik gelişmeler insanı zihinsel anlamda tembelleştiren, geri götüren ve teknolojiyi kullanan değil de teknoloji tarafından kullanılan özneler haline getiriyor. kiyor ve bu da ancak tarih yoluyla gerçekleşebilir. Bu bakımdan, ortaçağ tarihine yönelmeme bir neden arayacak olursam, bunu, dünyayı idrak etme biçimime istinat eden bir tür görev duygusuna sahip olmakla izah edebilirim. Soru 8: Ortaçağı Türk-Arap-Fars ve Avrupa açısından nasıl değerlendirirsiniz? Öncelikle akıldan çıkarılmamalıdır ki, ortada bir bütün olarak kendisinden söz edebileceğimiz yekpare bir ortaçağ dünyası yoktur. Bu unutulmamalı. Batı merkezli bir ideolojik konumlanışa karşılık gelen çağ tasavvurlarının, tarihin idrak edilmesi ameliyesi bağlamında yeniden ele alınmaları gerekiyor diye düşünüyorum. Bir Japonya’nın ya da Hindistan’ın ortaçağı ile Güney Afrika’nın ortaçağı aynı değildir. Bunun yanında özellikle modern dönemlerin fikri parametreleri ile oluşturulan kavramları kullanırken de dikkatli olmak gerekiyor. Mesela İslam tarihi içerisinde Türk, Fars ve Arap gibi birtakım “ulus” ayrımlarına gitmenin doğru olmadığını düşünüyorum. Çünkü ortaçağa baktığımız zaman, bu tanımlama biçimleri ayrı ayrı ve müstakil isimler olarak kullanılıyor olmasına rağmen, bunların belirli sosyo-kültürel ya da siyasal birimlere karşılık geldiğini söylemek mümkün değil. Bu bakımdan ayrımlarımızı daha gerçekçi ve “o zamana ait” hatlar üzerinden inşa etmemiz lazım. Ben ortaçağ dünyasını (eğer ısrarla bu kavramlar üzerinden bir tarif yapmak istiyorsak tabi) doğu ve batı olarak ikiye ayırma taraftarıyım. Bu ayrım da tabi Müslümanlığın ve Hıristiyanlığın kristalize olduğu işlevsel bir ayrım olarak düşünülmelidir. Bu doğunun içerisine bölgedeki bütün etnik ya da sosyolojik birimlere ek olarak, farklı din mensupları da girer. Bu bakımdan, mesela Süryanîler ya da Ermeniler de ortaçağda sosyo-kültürel açıdan doğulu, bir diğer ifadeyle Müslüman’dırlar. Meseleye bakışımızı bu hat üzerine kurduğumuzda, ortaçağın doğu ve batı açısından bugünkünün tam tersi bir görünüme sahip olduğunu söyleyebiliriz. Çok kaba bir ifadeyle, medenî doğubarbar batı şeklinde kurulabilir ortaçağ. Soru 6: Yaşamak gibi bir durumunuz olsaydı tarihte hangi dönemde yaşamak isterdiniz? Bu soruya vereceğim cevap ruh halime göre değişecektir. Fakat her hâlükârda Asr-ı Saadet’te yaşamayı isterdim sanırım. Soru 7: Anabilim dalı olarak neden Ortaçağ’ı seçtiniz? Sanıyorum merhum Fuad Köprülü’ydü, yanılıyorsam okurlar bağışlasınlar beni, bu soruya güzel bir cevap vermişti. “Eskiçağ arkeoloji, yakın çağlar gazeteciliktir. Gerçek tarih ortaçağdır.” İşin tabi esprisi bir yana, ortaçağ bizim medeniyetimizin muhteşem çağıdır. Bugün o ihtişama yeniden ulaşabilmek için evvela o muhteşem çağın yeniden ve tekrar tekrar, elbette bize özgü ve bizi biz yapan haliyle inşa edilmesi gerekir. Ülkemizde özellikle modernleşme süreçlerine paralel olarak sorunlu bir ortaçağ algısı vardır. Bu da hiç kuşkusuz bizim Batılılaşma ameliyesini tabir yerindeyse bir tür yanlış anlama ile gerçekleştirmeye çalışmamız ile yakından ilgilidir. Söz konusu sorunlu algı, benim çocukluk ve ilk gençlik yıllarıma denk gelen 1980 ve 90’lı yıllarda bir nesli ifsat ve iğfal etti maalesef. Dolayısıyla söz konusu algının çözülmesi gere- Soru 9: Günümüz tarih çalışmaları ile ilgili fikirleriniz nelerdir? Bugün tarihçiliğimizin geldiği yer özellikle batıyla kıyas edildiğinde arzu edilenin çok gerisinde olsa da Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 58 Röportaj ———————————————–——— ——————————————–—-—— iyi çalışmalar yapılıyor. Bunu çok dil bilen ve dünyayı tanıyan, bunu da keyifle yapan kuşakların yetişmesi ile ilgili bir gelişme olarak görüyorum. Bununla birlikte yüzün üzerinde tarih bölümü olan, binlerce tarihçinin meslek icra ettiği bir ülke olarak, olmamız gereken yerden çok uzak bir yerdeyiz. Özellikle taşra üniversitelerinin birçoğunda pek çok akademisyen ne yaptığının bilincinde olmadan adeta bir duvarcı ustası gibi sürdürüyor işini. Yine bunu çok üzülerek belirtmeliyim ki, tarih bölümüne gelen öğrencilerin büyük kısmı rastlantısal nedenlerle geliyorlar ve pek çoğunun bu işle ilgili bir tutkusu yok. Bu da tarih bölümlerindeki eğitimöğretim faaliyetlerini bir tür dershaneciliğe dönüştürüyor. Öğretim üyeleri de çalışıp üretmek, yeni fikirler ortaya koymak ve ilmî tartışmalara girmek yerine her yıl aynı dersleri kendisini dinleme konusunda çoğunlukla isteksiz olan bir kitleye tekrar etmekten başka bir şey yap(a)mayan bir dershane öğretmeni haline geliyor. Yazma ve üretme etkinlikleri nicel bir zemine yaslanmış durumda ve yeni şeyler ortaya koymaktan çok uzak genel anlamıyla. Kalite, maalesef bunu kabul etmek zorundayız, bugün devasa bir kalitesizlik okyanusu içerisinde arada bir parlak ışıklar saçan zayıf buz kütlelerinden ibaret bizim tarihçiliğimizde. başarılı olmak çok daha kolaydır. Fakat bütün girişimlerinize rağmen bölümü ve tarihi sevmeyi bir türlü beceremiyorsanız derhal okulu bırakın. Boşu boşuna kendinize de ailenize de zahmet ve eziyet vermeyin. Gidin bir okul öncesi öğretmenliği, tıp teknisyenliği, hemşirelik ya da tomografi uzmanlığı falan gibi bölümlere girin. Özel üniversitelerde bu tür bölümlere cüzî fiyatlara çok rahat bir şekilde okunabilir. En azından yarına dair başka bir türden bir planınız olur. Bu düşüncenin ağırlığını elbette biliyorum, fakat bu bölümde kalmaya devam edip hayatın kalan yıllarını tamamen bir mutsuzluğa mahkûm etmektense, ben şahsen birkaç sene geç başlanmış, ama daha arzulanabilir bir hayatın peşinde koşmayı tercih ederdim. Soru 10: Bir tarihçi olarak tarih öğrencilerine önerileriniz nelerdir? Üniversiteye başladığım ilk yıldan itibaren kendisiyle yakın bir münasebetim olan, mesleğe adım atma sürecimde elimden tutan ve her zaman takdir ve yüreklendirmeleri ile bana ustalık yapan kıymetli hocam Mehmet Bey’in çalışma saham üzerindeki etkisi elbette tartışılmazdır. Kendisiyle birlikte kaleme almış olduğumuz kitaplar (şu anda dördüncüsü üzerinde çalışıyoruz) benim için okul olmuştur. Kendisine olan saygı, minnet ve muhabbetim hiç bitmeyecek. Allah hocama uzun, sağlıklı, verimli ve mutlu bir ömür versin inşallah. Soru 11: Kaynak dili olarak Arapçayı bilmeniz size neler kazandırmıştır? Bu mesleği yapıyor olmamdaki en önemli faktörlerden biri Arapça öğrenmiş olmamdır. Sanıyorum bu açıklama sorunuz için tatminkâr bir cevap olarak addedilebilir. Soru 12: Selçuklular alanında yoğunlaşmanızda hocanız Prof. Dr. Mehmet Ersan’ın etkisi ne doğrultudadır? Ben öğrencilerime de hep söylüyorum: Bu iş için daha önce bir eğitim almamış olmanız, kitap okumamış olmanız ya da bir şekilde üniversiteye girmek için tarih bölümüne gelmiş olmanız ve bölüm ile ilgili bir hedefe sahip olmamanız… Bütün bunlar, eğer gerçek anlamda bir karar alıp bu karara uygun bir hayat tarzını icra ederseniz sorun olmaktan çıkar. İnsan yemediği yemeğin tadını bilmez, hiç okumayan bazı arkadaşlarımız okumayı sevmediklerine inandıkları için okumamaya devam ediyorlar. Hâlbuki denemek lazım… Okumayı, dil öğrenmeyi, okunmakta olan bölümle ilgili bir tasavvur ve gelecek planı içerisinde olmayı denemek lazım. Eğer içinizde sizin de şimdiye kadar hiç fark etmemiş olduğunuz bir ilgi ve sevgi olduğunu fark ederseniz devam edin bu işe… En yukarıyı hedefleyin… Hatta bakınız, bir sır değil bu, ülkemizde arzu edilen seviyenin çok uzağında olduğumuz için Soru 13: Kıyametin ilk günü tabirini Malazgirt için kullanmanızdaki sebep nedir? Kitabıma isim olarak da verdiğim bu tabiri ben Bizans’ın İstanbul algısına istinat eden bir çerçeve olarak kullanıyorum. Biliyorsunuz, kitabımın ilk kısmında da bunu detaylı olarak ele almaya çalışmıştım, Bizanslılar İstanbul’un kaybını kıyamet kavramı ile aynileştirmişlerdi. İstanbul ancak kıyamet koptuğu zaman bizim elimizden çıkacak, diyor, buna Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 59 ————————————–—-———— Röportaj ———————————————–——— inanıyorlardı. Malazgirt zaferi ise İstanbul’a giden yolun ilk taşı oldu. Orada Sultan Alparslan tarafından konulan bu taş, İstanbul’un fethine uzanan süreci ateşledi. Bir anlamda İstanbul’un fethi Malazgirt ile başlayan bir şey olduğu için o büyük zaferi bu şekilde kodlamak gerektiğini düşünüyorum. Evet, Malazgirt’te uğradıkları hezimet, Bizanslıların kıyametinin başlangıcı, ilk günüydü. Soru 15: Sayın Hocam, Moğollar alanında da çalışmalar yaptığınızı biliyoruz. Yaptığınız çalışmalar sonucu Moğolların Türk tarihi açısından önemi nedir? Moğol istilasının özellikle bizim tarihimiz açısından önemini iki aşamada ele almak gerekir. İlk olarak kısa vadede korkunç bir yıkım, istila, kan, gözyaşı ve ölüm getirmiştir bu istila. Milyonlarca insan ölmüş, yüzlerce şehir haritadan silinmiş, çok büyük acılar yaşanmıştır. Hatta çağdaş tarihçilerin, bu istilanın olumsuz etkilerinin bin yıl geçse bile silinmeyeceğini kaydettiklerini biliyoruz. Bununla birlikte, uzun vadede bu istilanın etkileri ilginç bir şekilde olumlu olmuştur. Anadolu başta olmak üzere Orta ve Yakındoğu’nun, hatta Balkanların bile tam manasıyla Türkleşmesi ve İslamlaşmasının bu istila ve istilanın tetiklediği kitlesel hareketlerle yakından ilgisi vardır. Osmanlı’nın ortaya çıkışının ve Müslüman Türklerin Viyana kapılarına kadar gidişi ile taçlanan sürecin, Moğol istilası ile meydana gelen çöküşün içerisinden yükselen yeni bir dirilişle çok yakından bağlantılı olduğunu unutmamak lazım. Soru 14: Malazgirt Savaşı’nın tarihe etkisini nasıl yorumluyorsunuz? Bu aslında çok önemli, fakat bu öneme uygun bir ilgiye hiçbir zaman muhatap olamamış bir sorudur maalesef. Malazgirt Savaşı yalnızca Türk ve İslam tarihi ya da Bizans tarihi açısından değil, dünya tarihi açısından da bir dönüm noktasıdır. Çağın en büyük siyasal tahakküm aygıtı olan Bizans İmparatorluğu’nun çöküşüne giden sürecin, bir diğer ifadeyle dünya siyasetinde değişmekte olan dengelerin yeni dönemdeki biçimlenişini ortaya koyan bir gelecek manifestosudur. Malazgirt’ten sonra ne bugün Ortadoğu olarak tarif edilen coğrafya ne Anadolu ne de Avrupa bir daha eskisi gibi olmamıştır. Bu savaş Müslüman Türklerin dünya tarihine raptettikleri büyük imajın zafer takıdır, diyebiliriz. Yine bu açıdan bakıldığı zaman İslam’ın ve Müslümanların dünyanın siyasî efendileri haline gelmesi ile de alakalı bir yanı vardır bu savaşın… Bu açından da İslam tarihinin zirvelerinden biri olarak değerlendirilmeyi hak eder. Soru 16: Son olarak, çocuğunuzun isminin Melikşah olmasındaki etken nedir? Bu da muhakkak benim bir ortaçağ tarihçisi olmamla bağlantılı… Oğlumun ismi aslında Ahmet Melikşah… Ahmet, biliyorsunuz, Peygamber Efendimizin ismi, Melikşah ise dünyaya adalet dağıtan bir sultanımızın… Bunun elbette benim gelecekte onda görmek istediğim hasletlerle ilgisi var. Çocuklarımıza isimleriyle beraber misyon da vermek isteriz. Ben de onun kendi köklerini bilen, isminden başlayarak kendisini var eden geçmişten beslenen bir bakış açısıyla mücehhez olan ve ismine bakıp “hangi tarafta” olduğunu hiçbir zaman unutmayan biri olmasını istediğim için bu isme sahip olmasını, bir başka ifadeyle bu ismin ona sahip olmasını, onu inşa etmesini istedim. İnşallah niyetlerim dua niyetine geçer de, hem Ahmet hem de Melikşah olur. Yazan Tarih Ekibi Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 60 ——————————————–—-—— Kitap Tanıtımı ———————————————–——— Marshall Berman: Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor Marshall Berman 1940 yılında Amerika´nın New York şehrinde dünyaya geldi. Columbia üniversitesinde lisans eğitimi gördü. Ardında Harvard Üniversitesinde doktorasını tamamladı. Dissent adlı politika ve kültür dergisinde editörlük yaptı. Berman önemli eserler kaleme almıştır bunlardan biride 1971- 1961 yılları arasında yazdığı Katı Olan Her şey Buharlaşıyor kitabıdır. terler Goethe ve çağdaşlarının yaşadığı dünya tarihsel drama ve travmalarının çoğunun büyük bir kişisel yoğunlukta hissetmektedir. Marshall Berman kendisini Marksın yolundan giden hümanist olarak tanımlayan ve siyaset sosyolojisi ve modern şehir alanları inceleyen bir yazardır. Bu kitabında sosyal ve ekonomik alanda modernleşmeyi inceliyor. Baudelaire: her güzel şeylerin bir edeli vardır. Modernleşmek güzellikleri ile beraberinde ayrılıkları da getirir. Aynı şehirdeki farklı giyim farklı yaşam kibir asosyallik güç ve benzeri gibi ayrılıklar kesin çizgi ile çizer. Kitaba gelince, Marshall Bermanın kendi deyişiyle modern olmak bizlere serüven güç coşku gelişme kendimizi ve dünyayı dönüştürme olanakları vaat eden ama bir yandan da sahip olduğumuz her şeyi yok etmekle tehdit eden bir ortamda bulunmaktır. Ayrıca modernizm bitmemiş tamamlanmamış olarak görür. Postmodernizme karşıdır ve bunu eleştirir. Modernizmin yeniden değerlendirmesinden yanadır. Modernizm Bermana göre Karl Marksın eseri olan Komünin manifestosunda´ katı olan her şey buharlaşıp gidiyor kutsal olan her şey dünyevileşiyor´ .(Burada anlatmak istenen artık insanların iç dünyasından çok dış görüntüsünün önemli olduğunu belirtiyor ). ve en sonunda insanlar hayatlarının gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyor. Kitabın birinci bölümünde goethe´nin faust :gelişme trajedisine bir bakalım; Goethe faust teması üzerine çalışmaya 1770 te 21 yaşında iken başlamış ve 6 yıl ara vermeksizin bunun üzerinde durmuştur.Faust bir klasik alman efsanesinin baş kişisidir.Gerçek bir tarihi kişi olan simyacı doktor Johonn Georg fausta dayanmaktadır.çok başarılı ama hayattan memnun olmayan bir alim onu şeytan olan mephisto ile bir anlaşmaya sürükler. Ruhunu sınırsız ilim ve dünyevi zevkler için değiş dokuş etmesine sebep olur. Ancak girdiği bu yolda kendi trajedisini yaratır. Modern insanın kendisini dönüştürebilmesinin tek yolu içinde yaşadığı bütün fiziksel toplumsal ve ahlaki dünyayı bütünüyle kökten dönüştürmektedir. Faustun aşık olduğu Gretchent çekip çıkardığı o küçük dünya foustun hayal dünyasındaki düzen ve huzur onun başına yıkılmıştır. Kızın abisi Valentine çok övdüğü kız kardeşinin kendi dünyasına göre görmüştür. Ancak bunun dışına çıkınca fausta saldırır. (modernite ile post modernizim arasındaki çatışmayı simgeler). Faustu yaralamak ister ancak mephistonun yardımıyla faustu kurtarır ve gretcheni öldürür. Ölmeden önce kız kardeşini lanetler. Bunun üzerine toplum bunu görmezden gelmeyerek hapse atar. En sonunda ölür. Faustun modernleşme ile girdiği mücadelede kendi trajedisi ile karşı karşıya gelir. Kitabın bir başka bölümünde petersburgu ele almaktadır. Petersburg az gelişmişliğin modernizmi adlı başlıkta 19.yüzyıl modernizminin ortaya çıkış sürecini ele almaktadır. I.peter ,petersburgu bir bataklık üzerine kurar. İnşasında binlerce insan çalışmış ve hayatını kaybetmiştir. Bu şehir kemikler üzerinde inşa etmiştir. Puşkin´nin brons süvari adlı şiirinde petersburgu ele almaktadır. Petersburg mo- Marks ise komünü manifestosunda yer alan katı olan her şey buharlaşıyor da modern ile post modern arasındaki çatışmaların sonlandırılmasından ve yeni bir dünya yaratma peşindedir. Kitabın başında modernleleşmenin göstergesi olarak bazı şehirleri ele almıştır . Bunlar St Petersburg , Paris, New York gibi… Ayrıca kitapta önemli isimlerin fikirleri üzerinde durmaktadır. Bunlar Nietzche, Geothe, Marks , Baudelaire gibi, Nietzche , ortaya attığı nihilizm hiççilik her şeyi her gerçeği reddetme görüşü ile modernite arasında bir anoloji andırma kuruyor. Nietzche ´biz modern insanları biz yani barbarlar kutsal sonsuz mut luluğumuza en fazla tehlikede olduğumuz anda erişiriz iştahımızı kabartan tek uyarıcı sonsuzluk ölçüsüzlüktür.´Diyerek kendi tavrını ortaya koyar. Goethe:´faust´eserinde modern olmak için toplumun ilerlemesinin bedelleri olduğunu vurgulamıştır. Goethe´nin kahramanı ve çevresindeki karak- Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 61 ———————————–—-————— Kitap Tanıtımı ———————————————–——— dernleşmenin sembolü idi. Görsel açıdan ihtişamlı rahat güzel görünen bu şehir aslında beton yığınından oluşmaktadır. Yapılan her bina insan doğasını yok etmekle kalmayıp ayrıca insanı doğasından da uzaklaştığını görebilmekteyiz. Bu modern dünyanın tüm göz kamaştırıcı vaatlerini sunuyordu. Ancak durum kritikti. Kaybedilen insan duygusu idi. Kitapta en başta dediğimiz gibi sadece St. Petersburg üzerine yazılmamıştır ayreten Paris ve New York ta bahsetmektedir özellikle kitabın başka bi bölümünde Paris ve petersburgu karşılaştırmıştır. Bunları Dostoyevski ve Baudelairenin modernleşen şehrin kişisel ve politik yaşamını karşılaştırmaktadır. Bu iki yazar 19.yy ortasındaki Paris ve St. Petersburg arasındaki karşıtlık dünya modernizm tarihinde daha büyük bi kutupsallığı görmemize yardımcı olur. Bu evrenin bi parçası olan insanların yaşadığı çevreyi kendi hayal dünyasında veya gerçekte de kurgular.Bazen bu kurduğu veya girişim dünyanın değişmemesi için çaba gösterir. Bunun nedeni ya hallerinden memnun olmaları yada var olan düzenin yerine daha kötü bir düzenin gelme korkusunun olmasıdır. Değişmesini isteyenler ise var olan dünyanın değişik yönlerini bulma ya da daha iyisini yapmak için riski göze alanlardır. Bu kitapta gözle görünen yada görünmeyen yönlerini ortaya koymaktadır . 19. Yy da yaşanan olayları, değişimi ve eserleri müthiş bi şekilde ele almaktadır. ilerlemenin kuralı değişen dünyaya ayak uydurmaktır. Çünkü yaşadığımız evren daha kemikleşmeden yeni şeylerin çıkmasıyla işlevini yitiriyor . Karl Marksın dediği gibi katı olan her şey buharlaşıyor Kitabın başka kısmında dikkat çeken nokta ise Dostoyevskin eseri olan yeraltındaki Notlar da modernizmin yarattığı ikililiğinden geri planda kalan modernizme ayak uydurmayan diğer insanları ele almıştır. Modernizmle ihtişamın ön plana çıkması ile bu insanlar göz ardı edilmiştir. Dostoyevskinin bu eserinde yer altı insanı olarak tanımlayan modernizmin acımasızca yarattığı ikililiğin dışta kalan modernizme ayak uydurmayan diğer bir grup olarak ele alır. İnsanların en doğal en saf tarafını temsil etmektedir . diğer bir grup olan modern insanlar ve beraberinde yarattıkları ihtişam şan şöhret güç ve gösrreri ş bunlar arasında bir set oluşturmaktadır. Bir mühendisik harikası olan Kristal sarayı ihtişamin ve gücün simgesi olmuştur. Kitabın sonlarına doğru gelirken son olarak simgeler ormanında New York ta modernizmin üzerine adlı yan başlık karşımıza çıkar . Burada New Yorkun şekillerin varlığı ve yaşamak acısında zengin ve tuhaf bir yer olduğu ayreten simge ve simgeciliğin ortaya çıkması ile tehlikeli bir yapıya dönüşmekten bahsetmektedir. Herakleitosun bir sözü ile bitirelim ´değişen tek şey değişimin kendisidir.´ Miyaser Yılmaz Sonucu daha basitleştirirsek: Tunceli Üniversitesi Tarih Bölümü Lisans Öğren- Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 62 ———————————————–—-— Kitap Tanıtımı ———————————————–——— Talha Uğurluel-Cansu Canan Özgen: Selçuklu’nun Şifreleri yor (47). Bundan başka resimlerle süslenen kitabın bu bölümünde Oğuz boylarına mensup tabloda Kınık yerine Kayı boyunun kırmızı yazılarak nitelendirilmesi (46) ise bir Selçuklu tarihi kitabına uygun düşmüyor. Çünkü böyle bir kitapta Kınık boyunun kırmızı yazı ile nitelendirilmesi gerekiyordu. Fakat bunun dışında bu bölümde Selçuklu-Oğuz ilişkileri gayet açık bir şekilde anlatılıyor. Türk tarih camiasında yankı bulan Selçuklu’nun Şifreleri adlı eser, Talha Uğurluel ve Cansu Canan Özmen’in kaleminden bizlere kazandırıldı. Bu eserin Türk tarih yazıcılığına ve Selçuklu tarihi araştırmalarına birçok katkısı olacağından berhaberiz. Eser genel hatlarıyla birçok resim ile süslendiğinden dolayı Selçuklu tarihi açısından sadece tarihçilerin değil toplumun birçok kesiminin de bu eseri iştahlı bir şekilde okuması öngörülüyor. Nitekim günümüz tarih yazıcılığında eksik olan popüler tarihçilik bu ve benzeri eserler ile gündemde yer alması tarihin sevdirilmesi yönünde önemli adımlar olacağı kanaatindeyiz. Eserin üçüncü bölümünde, “Esir Düşsem de Durmayın” başlığı ile Selçukluların kısa süre içerisinde siyasi hakimiyet kurmasında bölge coğrafyasının öneminden bahsediliyor (62). Bu konudan bahsedilirken Karahanlıların siyasi buhranından kurtulmak için Oğuzları alt etmek gerektiği ve bunun içinde Gaznelilerden yardım istediği belirtiliyor (64-65). Daha sonra Gaznelilere değinilerek Hindistan ve Uzak Doğu’nun İslâmî etkisinde büyük bir payı olduğu sürekli belirtiliyor (68). Gaznelilerden sonra Selçuklulardan bahseden yazar, 1009 yılında Selçuk Bey’den sonra obanın başına geçen Arslan Yabgu’nun faaliyetlerini sıralıyor (71-72). Bu faaliyetlerden sonra Arslan Yangu’nun hapsedilmesi ve yeğenleri olan Çağrı ve Tuğrul beyler hakkında olan olaylar sıralanıyor (75). Daha sonra Arslan Yabgu’nun ölümü ile bu bölüm sona eriyor (75). Selçuklu’nun Şifreleri adlı eser, oniki bölüm, önsöz ve kaynakçadan oluşmaktadır. Anlatımın anlaşılır ve akıcı olması okurun bir çırpıda okumasını ve bu yönde sıkılıp kitabı bir tarafa atmasını engeller nitelikte. Eserde özellikle bir konuyu açıklarken bunu sosyal bilimler çerçevesinde yorumlaması Selçuklular dışında birçok ek bilgi elde edilmesini sağlıyor. Eserin ilk bölümünde, “Kader Kalemi Öyle Bir Dokundu Ki” başlığı ile Türklerin müslümanlaşma süreçleri aktarılıyor. Nitekim bu süreç aktarılırken, Türklerin hiçbir zaman İslâmiyet’e zorla girmediklerini (14) ve Buhârî-Tirmîzî gibi hadis ilminde önemli âlimlerin Türk olduklarını öğreniyoruz (17-18). Aynı zamanda Türklerin İslâmiyet’i, bir annenin göğsünden bebeğin süt emmesi gibi direkt ve katkısız olarak öğrenmiş bir toplum olduğunu (34) ve Türklerin, İslâm peygamberinin sünnetini uygulayan bir toplum olduğunu kavrıyoruz (41). Eserin dördüncü bölümü, “Selçuklu Devleti Doğuyor” başlığını taşımaktadır. Kıyaslama ile başlayan bu bölüm Selçukluları yücelterek başlıyor (78). Zaten Selçuklular muhteşem çağın mütevazi çocukları değimliydi? Bu övgülerden sonra Selçuklu bağımsızlık mücadelesi Oğuzlar üzerinden aktarılıyor. Fazla bilgiye yer vermeden Dandanakan Savaşı ile bölüm sona eriyor (84). Eserin beşinci bölümü, “İslâm’ın Hamiliği ve Anadolu” başlığını taşımaktadır. Bölüm Çağrı Bey’in 1015 yılındaki Anadolu seferi ile başlıyor. Daha sonra bu seferlerde şehit olan Harakanî hazretlerinin türbesinin Lala Mustafa Paşa tarafından yapıldığını öğreniyoruz (93). Ayrıca bölümde Hz. Ali taraftarlığının Sasanilerle ilişkilendirilmesi pek gerçekçi görünmüyor (96). Daha sonra bölüm Rey ile devam ediyor. Burada, İran demek Büyük Selçuklu toprakları demekti cümlesi ise dikkat çekiyor (102). Daha sonra Fatımîlerden bahsedilirken bu ismin Hz. Fatıma’dan geldiği yazıyor (108). Fakat bu isim Cafer Eserin ikinci bölümünde, “Türklerin Gözbebeği Oğuzlar” başlığı Oğuzlar ile Selçuklular arasındaki bağdan bahsediliyor. Bu bölümde Oğuzların dokuz Oğuz boyundan meydana geldikleri (46) ve bu Oğuzların, Karlukların Batı Göktürk Devleti’ne son vermesi sonucu Maverâünnehir’e indikleri aktarılıyor (47). Daha sonra Rafi b. Leys’in Maverâünnehir’de isyan etmesi sonucu Oğuzların bu isyana destek vermesi sonrası yeni yurtluk olarak Hazar Denizi’nin doğusu ile Aral Gölü’nün doğusunu kapsayan arazilere yerleştikleri belirtili- Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 63 Kitap Tanıtımı ———————————————–——— ———————————–—-————— es-Sadık’ın oğlu olan İsmail’in annesi Fatıma’dan geldiğine göre yazarın burada yanıldığını görüyoruz. Eserin altıncı bölümünde, “Türk Yurdu Olmaya Hazırlanan Anadolu” başlığı ile Malazgirt Savaşı öncesi Bizans’ın durumu anlatılarak başlıyor. Genel itibari ile başsız bir imparatorluk olan Bizans’ın durumu üzerine vurgular yapılıyor (115-116). Daha sonra başsız duruma son veren Romanos Diogenes’in faaliyetleri üzerine yoğunlaşıyor yazar (117). Bunlara değindikten sonra Malazgirt Savaşı’na geçen yazar, Bizans ordusunun asker sayısının Selçuklu ordusunun asker sayısından dört kat fazla olduğunu söylemesi (120) ise yersiz olduğunu düşünüyoruz. Nitekim dönemin kaynakları mukayese esildiğinde ordu miktarları arasında küçük farklar olduğu ortadadır. Yazar daha sonra esrinde Malazgirt Savaşı’nı duygu yüklü olarak kaleme alır ve savaşın sonuçları ile bu bölüm sona erer. Eserin yedinci bölümünde, Suriye ve Irak Selçukluları ele alınırken “Unutulan Türkler” başlığı ile bu bölüm dikkat çekiyor. Bölümde Melikşah’ın gönderdiği Atsız adındaki komutanın Ortadoğu’daki hakimiyeti ele alınıyor. Gerçektende unutulan Türk olan Atsız Bey’in faaliyetleri, onun önemli bir devlet adamı olduğunu gösteriyor. Özellikle Tuğrul Bey’in ve Alparslan’ın amacın olan Şiî İslâm Devleti’ne son verme fikri Atsız Bey tarafından sürdürülüyordu (144-147). Fakat bu durum Melikşah’ın kardeşi olan Tutuş’un Atsız Bey’i öldürmesiyle son bulacaktır (149). Daha sonra bölüm Tutuş’un faaliyetleri ile devam ediyor. Artuk Bey’in Kudüs hakimiyeti ile bölüm devam ederken haçlıların Kudüs’ü ele almasıyla bölüm sona eriyor (155). yardım çağrısı sonucu İstanbul önlerinde binlerce Türk gaza askerleri görülmüştür. Nitekim yardım çağrısına cevap veren Artuk Bey’i Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması yönünde etkisi olduğu kanaatine varabiliriz. Artuk Bey bu olaydan sonra Amasya ve Niksar’ı ele geçirmişti (200). Fakat daha sonra Sultan Melikşah’ın emri üzere 2000 km’lik yol kat ederek Riyad ile Bahreyn arasındaki Aksa bölgesine geldi (200). Burada Karmatîlere karşı mücadele edecekti (203). Bölüm Karmatîlerin itaat altına alınması ile sona eriyor (203). Eserin onbirinci bölümünde, “Şiîliğe Karşı Sünnî Medreseler Kuruluyor” başlığı ile Nizamiye Medreseleri anlatılıyor. Dönem içerisinde İsmâîli düşünceye sahip Fatımî Devleti’nin kurduğu Darü’l-Hikme (el-Ezher) medresesine karşı kurulduğu belirtiliyor (209). Bir ortaçağ medresesi düşünün ki 6000 cilt kitaplı kütüphanesi olsun. Bağdad Nizamiye Medresesi böyle idi (215-216). Bu muhteşem medreselerin günümüzde bakımsızlığı üzerinde duruyor yazar. Daha sonra çeşitli camiler anlatıldıktan sonra bölüm sona eriyor. Eserin sekizinci bölümünde, “Anadolu’dan Hindistan’a, Gazali’den Hayyam’a” başlığı ile Selçukluların altın çağının neden Melikşah dönemi olduğu açıklanıyor. Daha sonra Melikşah’ın başarısında babası Alparslan’ın etkisinden bahsediliyor. Bölüm Kavurd isyanı ile son buluyor (167-168). Eserin onikinci bölümünde, “Diyar-ı Rum Adım Adım Anadolu Oluyor” başlığı ile Alparslan’ın komutanlarının faaliyetleri anlatılıyor. Bunlardan biri olan Süleymanşah, Antalya’yı fetheder (238). Emir Çubuk Bey ise Harput’u fetheder (239). Daha sonra diğer komutanların fethettikleri yerler anlatılır. Bu olaylardan sonra Melikşah’ın Haleb’i ele geçirmesi anlatılır (241). Bu olaylardan sonra manevîyata giren yazar Selçukluların sadece savaşan kavim olmadığını manevîyata önem verdiğini arz eder (243-244). Daha sonra muhteşem bir sonuç ile kitap sona erer (246). Eserin dokuzuncu bölümünde, “Sultan Sancağı Geri Döndürülemez” başlığı ile Doğu Anadolu illerinin Selçuklulara nasıl geçtiği anlatılıyor. Özellikle Mervânîlerle olan mücadele anlatılıp Diyarbakır’ın savaş sonucu ele geçmediği belirtiliyor. Daha sonra Melikşah’ın merhametli tarafından bahsediliyor (180). Bundan sonra ise Ermenilerden bahsedilerek bölüm sona eriyor. Sonuç olarak, popüler tarihçilikte önemli olan bir eserin daha ülkemize kazandırıldığını söyleyebiliriz. Umarız bu tür eserler çoğalıp ülkemizin tarih bilincinin doruğa çıkmasını sağlar. Eserin onuncu bölümünde, “Doğu Roma Bile Selçukluya Güveniyor” başlığı ile İmparator VII. Mikhail’in Frank Ursel isyanında Türklerden yardım aldığı anlatılıyor. Yardıma gelen kişi Artuk Bey idi. Bu Mazlum Şahin Demir YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 64 —————————————–—-——— Kitap Tanıtımı ———————————————–——— Kemal Ramazan Haykıran: Moğollar Zamanında Yakın Doğu Bu kitabin önemi de Moğolların inanç, düşünce yapıları, kültürel değişim gibi etkiler konu edilmiştir. Moğollar yerleştikleri coğrafyalarda bir çok devletle etkileşime, anlaşmazlığa girmişler. Ele geçirdikleri topraklarda yaşayanlara inançlarında serbestlik hakkı verdi. Bu da Moğolların aynı anda bir çok inanç içine girmesine neden olacaktır. Ama bozkır insanını, kültürünü, geleneklerini, siyasetlerini biçimlendiren şamanlık olmuştur. Ve bu coğrafyada Müslüman, Yahudi, Hıristiyan, Zerdüşt, şia mezhebinde insanlar vardı. Moğollar bunlara müsamaha göstererek onları etkilemiş ve çok çapta etkilenmiştir. İlhanlı devletinde bu çokça görülür ki bazı hükümdarlar şaman, bazıları da farkla inançlara sahip olmuşlardır. Yine Cengiz hanın çin e yaptığı sefer sıradasın da budizm ile tanışmış buda dinini lamalar yaymaya çalışmışlar. Moğollar arasında buda yaygınlaştı. Başkent kara kurum da bir tapınak inşa etmişler. Yahudiler de ilhanlı sarayında görev almışlardı. Vezirlik makamı Yahudilerin elindeydi. Yine devletlerle girdiği münasabetler sonucunda etkileşimler görülmüş. Asya bozkırlarında göçebe kültürün güçlü temsilcisi olan Moğollar XII. Yüzyılın sonu ve XIII. Yüzyılın başlarında Cengiz Han öncülüğünde büyük bir imparatorluk kurarak kadim uygarların bulunduğu toprakların yeni yöneticileri olmuşlardı. Asya´ nın neredeyse tamamını bir asırdan uzun bir süre Moğollar yönetmişlerdi. Moğolların en kalabalık kollarından Hülagü öncülüğünde 1256 yılında Ceyhun nehri ´ni aşıp Horasan´a girmesi ile başlayan ilerleyişi, Azerbaycan merkez olarak İran, Irak ve Anadolu topraklarının da önemli bir kısmını kapsayan bir devletin kurulması sonuçlanmıştır. Moğolların bu güçlü harekatı hem kendilerine hem de yönettikleri coğrafyada köklü değişimlerin yaşanmasına yol açmıştır. Genel itibari ile değişimler köklü hayatı ve düşünce yapısı üzerinde görülmüştür. Hülagü öncülüğünde kurulan ve köklü kültürel ve etkileşimin yaşandığı devlet İran, Azerbaycan gibi köklü medeniyetlerin merkezinde şekillenen ilhanlılar olmuştur. İşte yakın doğuda ilhanlılar da yaşanan değişimler Moğollar zamanında yakın doğu kitabına konu olmuştur. 80 yıl gibi kısa bir siyasi ömürleri olan ilhanlılar, yakın doğuda nasıl bir etki ve değişim yaşamışlar tam da bu sorunun cevabını yazarımız bu kitapta vermiştir. İlhanlılar da bu etkileşim ve değişim sonucunda düşünce bilimde yenileme ilerleme olmuştur. Eğitim için medreseler vakıflar kurulmuştur. Yine astronomiyle bu dönemde uğraşılmıştır. Bu değişimler dilde de etkili olmuştur. Çeşitli dillerin varlığı meydana gelmiştir. Sanat tasarımı çeşitlenmiş, işte kitapta bu konular ele alınmıştır. İlhanlılar devrinde yakın doğuda görünen dini düşüncedeki gelişmeler, fikri ve edebi ortam bilimsel faaliyetler ve imar faaliyetleri de birer alt başlık halinde incelenmiştir. Moğollar bu güne kadar ya istila ettikleri Türk ve Müslüman beldelerde yol açtıkları durum yahut vahşetleri ve siyasi süreçleri konu edinmiştir. Sonuç olarak; yakın doğuya gelip köklü değişimler yaşayan Moğollar aynı zamanda bölgenin kültür hayatında da köklü değişimlerin yaşanmasına ve bölge kültürün zenginleşmesini sağlamışlardır. Kitaptaki konular genel itibari ile bunlardan ibaretti. Yazar, bu değişimlerin ve çeşitliliğin nedenleri üzerinde durmuş. Kültürün neden bu kadar farklılaştığı ve inançların değişiminin getirdiği etkileri incelemiştir. Kültür üzerine özellikle Moğol kültürel etkileşimi üzerine hazırladığı bu kitabi nadir araştırma konuları arasındadır. Bu açıdan Moğolların bu yönündeki değişimi ele almıştır. Nursel Akgün Tunceli Üniversitesi, Tarih Bölümü, Lisans Öğrencisi Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 65 ———————————————–—-— Kitap Tanıtımı ———————————————–——— Mustafa Alican: Tarihin Kara Yazısı Moğollar tarihin pekte önemli olmayan konu ve konukları arasında olan Moğolları tarihin en etkili milleti haline getirecekti. 13. yüzyıl dünya tarihinde silinmez izler bırakan bir kavmin asırlarca kin öfke nefret ve korkuyla anılacak olan Moğolların şaşırtıcı aynı zamanda da ürkütücü yükselişine tanıklık etti. Peki kim bu Moğollar Türkçe ve Korece gibi dillerle birlikte Altay dil ailesi içinde yer alan Moğolcayı konuşan ve batılı seyyah Wilhelm Rubruck böyle adlandırılmaktan hoşlanmadıklarını iddia etse de kaynaklarda kendilerinden ( tatar) adıyla söz edilen Moğollar coğrafi bir isim olarak Cengiz handan sonra ortaya çıktığı bilinen Moğolistan ´nın kuzey doğusundaki Onon ve Kerulen Nehirleri arasındaki bölgede yaşıyorlardı. Başlarının üst kısmını tıraş edip saçlarını iki örgü halinde omuzlarına salan bu insanlar göçebeydiler. Bütün yaşamları suyu temiz ve otlağı taze yerleri bulup göçmekle geçiyordu. Sürekli hareket halindeydiler. Öküz at ve develerin çektiği arabalarıyla bütün varlıklarını yanlarında taşır su kıyılarında ve pınar başlarında konaklar. Yazın serin yaylalarda, kışın ise rüzgar olmayan dağ eteklerinde ikamet ederlerdi. At yetiştiriciliği hususunda dillere destan yetenekleri olan ve askerlerin tamamı atlı birliklerden oluşan Moğollar için atın önemi büyüktü. At sırtında büyürlerdi. Henüz 2-3 yaşında itibaren bütün Moğollar at binmeye başlar kadınlar da dahil olmak üzere herkes biniciliği öğrenirdi. Moğollar, mensubu oldukları bozkır kültürünü temsil eden diğer topluluklar gibi ağırlıklı olarak hayvancılıkla uğraşırlardı. Öküz, at, koyun ve deve hayvancılığı yaparlardı. Nasıl ortaya çıkmışlardı? Timuçin babasından kalma bir intikamı olan Merkitleri manevi babası Tuğrul handan yardım alarak mağlup ettikten sonra kan kan kardeşi Camuka ile aralarında olan kardeşlik akdini yenileyen Timuçin kendi küçük babasını Camukanın büyük ve güçlü obası ile birleştirmeyi kabul etmiştir. Bu durum o zamana kadar dağlarda yaşayan Timuçin ve ailesi için bozkırlara inerek yeni bir hayat tarzını benimseme anlamına geliyordu. Fakat oldukça makul gibi görünen bu seçenek Timuçin ile Camuka aralarının açılmasına neden olacaktır. Nedeni taraflar arasındaki iktidar çatışmasıydı. Timuçin´nin Camuka karşısındaki zaferi onun konumu daha da güçlendirmiş ve Camukaya karşı üstünlüğünü tescillemiştir. Bu büyük zaferin ardından halen kendisine tabi olduğu Tuğrul hanın emri ile tatarlar üzerine yürüyen Timuçin onlara karşı büyük bir zafer elde etti. Tatarların bölgedeki bozkır toplulukları içerisindekileri en kalabalıklarından biri olmalarından dolayı Moğolların sayısını daha önceden hiç olmadıkları kadar artırmışlardı. Moğollar ile tatarlar arasındaki kaynaşma zamanla o dereceğe ulaşacaktı ki Moğollar gerek İslam dünyasında gerekse batıda yüzyıllar boyunca tatarlar olarak anılacaklardı. Camuka´nın ölümü ile birlikte artık bozkır coğrafyasının tek halimi durumuna gelen Timuçin geniş bir sahanın efendisi olmuştu. 1206 yılanda Burhan Haldun Dağı yakınlarında Onon ırmağı kıyısında “dokuz parçalı ak tuğ” dikildi ve o güne kadar bozkır halklarının şahit olmadığı büyüklükte bir kurultay toplayan Timuçin soy kamile ve aşiretlerden kaynaklanan unvanları ve kişiler ya da gruplar arasında hiyerarşik ilişki meydana getiren imtiyazları kaldırdı. Kendisi de (Haşim, serte tabiatlı, cihan hükümdarı, göklerin oğul, güçlü gözü pek ve mükemmel savaşçı) gibi anlamlara geldiğine dair çeşitli değerlendirmeler bulunan Cengiz han unvanını aldı. Cengiz han devletin merkezini kara kum a nakletti. Halkına “Yeke ( Büyük) Moğol Ulusu” adını verdi. Ve bu tarihten itibaren 6 yıl boyunca çeşitli etnik gruplardan meydana gelen tek bir millet haline getirecek Moğolların başlıca yiyeceği Çinlilerle olan temasları arttıkça pirinç yemeğe başladıkları bilinse de, temel anlamda et idi. Tavşan geyik yaban domuzu boyun kemiği ile yapılan dağ sincabı yuan yong sincabı, ceylan yaban atı ve nehirlerde yaşayan balıklar gibi çeşitli av hayvanlarında eşlik ettiği göçebe safralarını genellikle koyun ve sığır eti şenlendirir. Büyük bir toy ya da ziyafet olmadıkça at yenmezdi. ( Moğol) ismi esasen yazılı Çin kaynaklarında 7. yüzyıla kadar uzanan bir geçmişe sahipti. 13. Yüzyıla gelinceye kadar asırlar boyunca dağınık topluluklar halinde yaşayan Moğollar tarihlerinde ilk kez güçlü bir lider tarafından bir araya getirilmiş ve tek bayrak altında toplanmışlardı. Bu büyük lider daha sonra Cengiz Han namı ile bilenecek olan Timuçin, bilinen dünyanın büyük kısmına boyun eğdirecek kendi zamanına kadar Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 66 —————————————–—-——— Kitap Tanıtımı ———————————————–——— faaliyetlere yoğunlaştı. Cengiz han yasaları olarak bilen bir diziz kanun ile biçim verdiği dünya tarihinde benzeri görülmemiş bir sosyal ve siyasal yapı inşa eden Cengiz han yaklaşık bir yüzyıl içerisinde Orta Asya ve Yakın doğu hatta doğu Avrupa´nın tahini bütünüyle değiştirecek olan bir tarihi süreci başlatmış oluyordu. Yazar döneminde diğer devletlerle ilişkilerini ve onlara karşı kazandığı zaferleri ayrıntılı bir şekilde ele almış, Moğollar ile Türkler arasındaki ilişki tarihi varlıklarını Türklerin ana yurdunu da içine alan bir coğrafyada icra eden Moğollar,en başından beri Türk toplulukları ile yoğun komşuluk ilişkisi içerisindeydiler. Örneğin Cengiz Han´ ın kurduğu askeri ve siyasi yapı tamamıyla geleneksel Türk yapıları ile aynı özelliklere sahipti. Hanlardan beri Türklerin askeri yapılarının organizasyonunda kullanılan onlu sistem Moğollar tarafından da kullanıyordu. “ Mevlana gerek Anadolu da gerekse başka coğrafyalarda Moğollara karşı takınılan iki tutumdan birini benimsemiştir ve onlarla olan ilişkilerini bir anlamda içleyerek dışlama yöntemi üzerine kurmuştu. Kösedağ savaşı ile Selçuklulara son veren Moğollara karşı Selçuklular bir tedbir almamışlar mıydı? Türkiye Selçuklularına tarihlerinin en parlak dönemlerini yaşattığı kaynakların ittifakı ile sabit olan sultan Alaeddin´nin zehirlenerek bir suikasta kurban gitmesinden sonra bölgedeki bütün dengeler değişmişti. Alaeddin´nin siyasi perspektifi ve vizyonuna sahip olmayan bir kişinin işret ve eğlenceyi her şeyin üstünde tutan siyasi anlamda pekte yetenekli olmayan ve devlet idaresini de tıpkı kendisi gibi yetersiz kimselere teslim eden II. Gıyaseddin ´in Keyhüsrev´in hükümdür olmasıydı. Yozlaşma devlet bünyesinde sirayet etmişti ve yeniden toparlanma ihtimalide pek yok gibi gözüküyordu. Eyyübi Meliki Salihin idaresi altında bulunan Amed´in ele geçirildiği ve Erzurum a askeri birlikler sevk edilerek Moğollara karşı hazırlıkların yapıldığı 1240 yılında patlak veren Babai İsyanı devletin ne kadar da çökmüş bir halde olduğunu açık bir biçimde ortaya ortaya koymuştu. Bu isyanı bastırmak için Moğolların önünde set işlevi gören Erzurum da konuşlandırdıkları askerleri geri çekilmeleri ve geleneksel stratejilerine tamamen aykırı olarak ücretli birliklerden istifade etmeleri de bu durumu onların zayıfladıklarının bir göstergesiydi. Devletin yapılanmasında başat önemi olan ikili idare sistemi hükümdarın hakim olduğu topraklarının idaresinin evlatları arasında paylaştırılması “ cihan hakimiyeti anlayışı” ya da yerlere ve göklere hükmeden tek tanrının siyasi iktidarı kut aracılığıyla kendi seçtiği bir kimseye vermesi gibi geleneksel kavrayışların hemen hepsi Moğol siyasi anlayışı açısından da bütünüyle belirleyiciydi. Ayrıca Cengiz han ın tek bir bayrak altında bir araya getirerek kurduğu Moğol birliği içerisinde Türklerde vardı. Moğol göçerliği Türklerinkinden farklı olarak bütüncül bir göç olma özelliğini sahip olmadığından dolayı batıya giden Moğollar gittikleri yerlerde her zaman azıklık konumunda oluyor ve hakim oldukları yerlerin büyük kısmında halkın ana unsuru Türklerden meydana geliyordu. Cengiz hanın Türklüğü meselesi yaklaşık 1- 1,5 asırdan beri tartışma konusu olmakla birlikte bugün gelinen noktada tarihçiler arasındaki ağırlıklı görüş Onun Türk olmadığı yönündedir. Mevlana ile ilgili ajanlık ithamını özellikle oryantalist bakış açıları tarafından üretilen pozitivist metodolojinin bir ürünü olan derinlik yoksunu edep- dışı ithamlarla birlikte ele alınması gerektiğini savunan Alican “ Mevlana´ nın Moğollarla olan ilişkilerinin mahiyet ile alakalı bilgiler yani Mevlana´ nın bizatihi kendisi anlaşılmamış yanlış anlaşılmıştır. Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 67 ———————————————–—-— Kitap Tanıtımı ———————————————–——— Kösedağ bozgunu sonrası yapılan anlaşma ile Selçuklular bütünüyle Moğollara tabi bir devlet getirmişti. Moğollar sünni hilafeti yıktılar, 1255 yılında Abbasi halifesine haber gönderip İsmaililere karşı çıkacağı sefer için ondan askeri destek istemiş halife ise bunu karşılık değerli hediyeler göndererek söz konusu sefere askeri destek sağlayamayacağı için özürlerini beyan etmiştir. Bunun üzerine ilhanlı hükümdarı Hülagü Bağdat a hareket etmiştir. Karşılıklı mektuplaşmalarda bir sonuca varılmayınca savaş ilan edilmişti. Hülagü Bağdat ın işgal edilerek Abbasi halifesi Mu´tasım Billah´ ın feci şekilde öldürülmesi ile sünni halifelik kurumunda fiilen yok edilmiş bu şekilde 500 yıllık bir mazisi bulunan Abbasi hanedanı ortadan kaldırılmıştı.Moğolların yenilmez Memlüklülerle yapılan Ayn Calut savaşı ile sarsılmıştı. Sonuç olarak, siyasal bir yapı ve güçlü bir ulus olarak 13.yüzyılda tarih sahnesine çıkan Moğollar önce kendi tarihlerini sonra da dünya tarihini değiştirmiş büyük tarihi akışa özgü bir yön vermişlerdir. Bu yıkımlara rağmen ele geçirilip kontrol altına aldıkları coğrafyalarda yaşamaya devam eden köklü kültür ve güçlü medeniyet karşısında durabilmeleri mümkün değildi. Bir süre sonra fethettikleri kültürün içeriği tarafından fethedilerek boyun eğdirdikleri rakiplerinin inançlarına kültürlerine medeni hayatlarına ve yaşam biçimlerine teslim olarak yakın doğunun bir parçası olmuşlardı. Yaprak Gökdemir Tunceli Üniversitesi, Tarih Bölümü, Lisans Öğrencisi Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 68 ——————————–—-—————— Kitap Tanıtımı ———————————————–——— ERKAN GÖKSU: BERZEM raz daha baktığında ise yanılmamıştı. Bu adam Ferraş Câmi idi. Akademik kariyerini Selçuklu Tarihi üzerine tamamlayan Doç. Dr. Erkan Göksu, Selçuklu Kültür ve Medeniyetinin de bilinmeyenlerini araştırarak bizlere önemli bilgiler sunmaktadır. Bu bilgi birikiminden de faydalanarak Berzem adlı tarihi romanını yazmıştır. Roman 168 sayfadan oluşmakla beraber, Bilge Kültür Sanat yayınları tarafından 2016 yılında basılmıştır. Sonra atından inip Câmi’nin yanına koştu. Ellerini tutup gözlerinin içine baktı. Elleri, ölü bir adamın ellerinden farksızdı. Fakat gözlerinde, acının ve çaresizliğin esareti altında can çekişen son bir ümit hâlesini görünce sevindi. Ne o bir şey sordu, ne de Câmi anlattı. Bir müddet öylece durdu. Ardından onu sırtlayıp Bâbü’l- Merâtib’e doğru ilerledi. Birkaç gulâm ve hizmetkâr, Kapı ağasının işaretiyle Gevherâyîn’in yanına koşup yardım etmek isteseler de kabul etmedi; dost, dosta ağır gelir miydi? Muhteşem çağın mütevazı çocuklarının hikâyesi… Öğle vakti girmek üzereydi. İhtiyar adam, iki büklüm vaziyette yerde oturuyordu. Üstü başı, yüzü gözü, yaşlı ve titrek elleri toz toprak, kan revan içindeydi. Belli ki canı çok yanıyordu. Ama yüzündeki keder, vücudunda açtığı yaralara ait olamayacak kadar derin ve içtendi. Bu “ah” sesi bir yürek yarasından, bir ciğer yangınından başka bir acıdan gelemezdi. Gevherâyin, Câmiyi o halde gördüğünde deliye dönmüştü onu delirten ise öfkesi değil hüznüydü. Kapı ağasına Câmi’nin bu duruma nasıl geldiğini, neler olduğunu sordu. Kapı ağası, Gevherâyin’in dostlarından biriydi onun her halini iyi bilirdi biraz sakinleşmesini bekledikten sonra ise anlatmaya başladı. Halife’nin gulâmlarından biri Câmi’nin dükkânına gitmiş ve o sırada orada oğlu Alp Kara varmış. Bu Kara gulâm aldığı malları yok pahasına kapatmaya çalışmış. Alp Kara bunu kabul etmeyince Kara gulâm bu işi inada bindirmiş ve en sonda Alp Kara’nın söylediklerine kızınca atın eyerinde asılı duran gürzü çıkarıp ona vurmuş. Alp Kara orada Allah’ın rahmetine kavuşmuş ve o günden sonra Câmi’nin tutan elleri tutmaz, gören gözleri görmez olmuş. Katilin kim olduğunu bulmaya çalışmış. En sonunda da oğlunu vuran kişinin Halife elMuktedi’nin sarayında Ziyâd adında bir Kara gulâm olduğunu öğrenmiş ve o günden beri Bâbü’lMerâtib’in önünden ayrılmayarak bana katili verin diye bağırıyor, kısas istiyormuş. Böylece Bâbü’l Merâtib’in önünde oturarak “bana katili verin” diye bağırıyor. Ona ne katili denildiği zaman ise hiçbir cevap vermeyerek yine “bana katili getirin” diye feryat figan etmeye devam ediyordu. Bu duruma başta ses çıkarılmamışsa bile o gün Halife el-Muktedî’nin sarayına Sultan Melikşah’ın, Bağdat şıhnesi olan Gevharâyin’in gelecek olması Kapı ağasını endişelendirmişti. Çünkü Gevherâyinin Bâbü’l- Merâtib’in önündeki yaşanan hadiselere şahit olmaması gerekiyordu. Kapı ağası birkaç gulâmı, ihtiyarın yanına göndererek oradan kaldırmalarını emretmiş. Ancak ihtiyar adamın asasını kaldırarak bir gulâmın başına vurması olayları iyice karıştırmış ve gulâmlar ihtiyar adamı vurmaya başlamışlardı. Kapı ağası ne kadar durun, yapmayın söylese de artık çok geç kalmıştı. Gevherâyin, hâcibi Süleyman ve beraberindekiler bu olayı görmüştü. Gevherâyin duruma müdahale ederek gulâmlara bağırmış ve ihtiyar adamı alıp içeriye götürerek iyileşmesi için ellerinden geleni yapmalarını emretmiş. Kapı ağası durumu Bağdat şıhnesi Gevherâyine açıklamaya çalışırken, onun gözleri o yaşlı adama takılmış, çünkü yüzü tanıdık geliyordu. Gulâmlar adamı kaldırdıkları zaman Gevherâyin o ihtiyarın Câmi olduğunu gördü. Bi- Kapı ağası, Gevherâyinle biraz daha konuştuktan sonra kimsenin Halife’nin gulâm’ı olduğu için sesini çıkarmayıp, şahitlik yapmadığını söylemiş. Gevherâyin den de sakin bir şekilde düşünerek adım atmasını istemiş. Çünkü bu defada Bağdat Câmi için karışırsa hiçbir şey yolunda gitmeyecekti. Gevherâyin biraz düşündükten sonra Kapı ağasına hak verdi. Ama Câmi’nin o hali gözünün önünden gitmiyordu. Gevherâyin’in Bağdat’a gelmesindeki sebep ise şehirdeki halkın Selçuklu aleyhtarı olarak faaliyetlerde bulunmaları olmuş. Halkın, Bağdat’taki Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 69 ————————–—-———————— Kitap Tanıtımı ———————————————–——— Türk gulâmlara karşı kin duymaları şehirdeki Türk gulâmlarla ilgili en ufak hadise bile kendisini gösterirdi. Öyle ki pazarlarda bir Türk gulâm alış-veriş yapmaya kalksa her şeyin fiyatı yükseltilirdi. Türk gulâmlar da mecburen bu vaziyeti sineye çekiyorlardı. Ancak bir gün Türk gulâm ve satıcı tartışmaya başladı. Tartışma bir tek satış fiyatından dolayı değil satıcının konuşma tarzından dolayı da olmuştu. Türk gulâm dayanamayarak tezgâhtaki bir kıyyelik demiri alıp satıcının kafasına vurdu. Olaylar böyle olunca etraftaki bütün esnaf oraya toplanmış ve olaylar kontrolden çıkmaya başlamıştı. Çünkü bu hadiseyi duyan herkes geliyordu. Bağdat’ın asayişinden sorumlu ehl-i şurtanın ve saraydaki muhafız kıtasından bir bölüğünde araya girmesiyle kalabalık yatıştırıldı. Bunu duyan vezir Ebû Şucâ çıldırmış gibiydi. Halife el-Muktedî üzerinde baskı kurmaya, etkisi altına almaya çalışıyordu elMuktedi, her ne kadar serinkanlılığını koruyorsa da vezirinin “Eğer Türk gulâmlarını cezalandırmazsanız, ahali nazarında itibarınız düşer. Kalabalığın saraya yürümesini mi istiyorsunuz?” sözleri karşısında fazla dayanamadı. Hiç olmaması gereken bir karar aldı ve birkaç sene önce evlendiği Sultan Melikşah’ın kızı Mahmelek Hatunla birlikte gelerek hareme yerleşmiş bulunan Türk gulâmların Hilafet sarayından çıkartılmalarını emretti. emretti. Sultan Melikşah uykuya daldığı gibi kendisini bir dağlık alanda buldu. Buranın Hemedan olduğunu anladı. Bu dağ ise Hızır dağıydı dağda üç pîr-i fâninin oturmakta olduğunu gördü. Bu dervişlerden birinin okuduğu âyet-i kerîme ve hikmetli sözler, Sultan Melikşah’ı etkilemişti. İçini dolduran öfkenin kaybolduğunu, onun yerini büyük bir huzurun kapladığını hissetti. Uyandığı zaman ise rüyasını Nizamülmülk’e anlatarak onun düşüncesini öğrenmek istedi. Nizamülmülk, Sultan Melikşah’ın görmüş olduğu rüyanın manasının açık olduğunu biliyordu. Fakat Sultan’a bu şekilde söylemeyerek Bağdat üzerine direk ordusuyla savaş için gitmemesini söyledi. Çünkü Abbasilerin Selçuklulara karşı duracak güçlerinin olmadığını ve onları diğer devletlere karşı koruduklarını anladıklarını düşünmüş. Sultan Melikşah, Nizamülmülk’e hak vererek, Gevherâyin’e bir ulak gönderdi. Sultan’ın mektubunu alan şıhnenin, yüzünde hafif bir tebessümün belirmesiyle hâcibi Süleyman, yazılanların iyi olduğunu anladı. Zaten Halife el- Muktedi de savaş istemiyordu. Yaptıkları dîvân toplantısında da Ebû Şûca’yı susturarak, Kaşgarlı Mahmud’a hak vermişti ve Selçuklular’a herhangi bir ordu hazırlığında bulunmayacaklarını söylemiş. Ayrıca Ebû Şûca’ya da saraya görüşmek için gelecek olan Gevherâyin’i en iyi şekilde karşılamasını emretmiştir. Durumlar böyle olunca Bağdat halkı için korkulan olmadı ve herkes rahat bir nefes aldı. Böylece Selçukluları istemeyen Halife’nin adamları onları öyle bir saraydan çıkardılar ki buna Halife dahi çok şaşırmıştı. Sonradan aldığı bu karardan pişman olduysa da yapacak bir şey kalmamıştı. Artık her şey için çok geçti. Bu durum üzerine Sultan Melikşah büyük bir orduyla Isfahandan hareket etmişti. Nizamülmülk, büyük emirler, hâcibler ve hâdimler de yanında bulunuyordu. Bunu da haber alan Halife el Muktedî aldığı karar için çok pişman olmuştu. Çünkü Abbasi oğullarının, Selçukluların karşısında duracak kadar büyük bir ordusu yoktu. Bununla beraber şuana kadar Bağdat’ta huzur ve güvenli bir şekilde tahtında oturuyorsa bunu Sultan Melikşah’a borçluydu. Şimdi her şey değişmişti. Belki de Bağdat üzerine bir sefer düzenlenecekti. Zaten bunu duyan halkta yavaş yavaş Bağdat’ı terk etmeye başlamıştı. Melikşah ise ordusuyla beraber yoldayken artık gözlerini açamayacak kadar yorulduğunu fark etti. Atından inerek kendisi için mahfe hazırlanmasını Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 70 ——————————–—-—————— Kitap Tanıtımı ———————————————–——— Ebû Şûca ve daha birçok önemli saray çalışanları Sultan Melikşah’ı karşılamaya gitti. Bu karşılama çok görkemli olmuştu. Sultan Melikşah’ın Bağdat’a gelmesinden itibaren onun getirdiği adalet konuşulmaya başlanmış. Hatta Melikşah Bağdat’tan ayrıldığı zaman uzun bir süre onun gelişiyle yaşanan bolluktan bahsedilmiştir. Sultan Melikşah’ın sorunsuz bir şekilde Bağdat’tan ayrılması başta Halife el- Muktedi olmak üzere bütün herkesi mutlu etmişti. Hatta Halife yaşananlar için af dileyerek, Türk gulâmlara yapılanların cezasını dahi vereceğini bildirmişti. Bu şekilde Bağdat’tan ayrılan Melikşah’ı yolcu edenler arasında vezir Ebû Şûca da vardı. Ancak birden Sultan’ın yolunu bir ihtiyar adam kesti. Bundan sonrada kimse ne olduğunu anlamadan Sultan’ın tekrar Bağdat’a dönüyoruz diye sesini duyuldu. Bu durum Halife el- Muktedi’yi ve saraydakileri şaşkına çevirmişlerdi ve korkulan oluyordu. Hiç dedikodusu bitmek bilmeyen sözde Medinetü’s- selâm olarak adlandırılan Bağdat bu seferde Câmi için karışacaktı. Câmi herkes için olduğu gibi Melikşah içinde çok önemli birisiydi. Sultan Alp Arslan’ı Berzem günü yalnız bırakmayanlardan biride Câmi idi. En önemlisi de herkes o gün kendisini göstermişti. Çünkü Berzem Alp Arslan’ın Ududuydu ve Uhud günü kaç kişi sadık kalmıştı ki ona. Sultan Melikşah, Câmi’nin anlattıklarını dinledi. Câmi, Halifenin sarayında olan Ziyâd adlı kara gulâm kısas için istiyordu. Ancak devletler arasında ne olursa olsun haremine girmek olmazdı. Zaten bunu Halife el- Muktedi de kabul etmezdi. Sultan Melikşah ne yapacağı düşünürken Câmi ona yaşamış olduğu evlat acısını hatırlattı, Ahmed’in acısına nasıl dayanabildiğini sordu ve babası Alp Arslan’ı Berzem gününde yalnız bırakmayarak Yusuf adlı o katili nasıl vurduğunu anlatarak kendisinin de kısas istediğini söyledi. Sultan Melikşah bu durumu çözeceğine dair Câmi’ye söz verdi. Daha sonra ise Nizamülmülk bu durumların içinden zor çıkılacağını görmüş ve Halifenin de Ziyâd’ı vermemesiyle İslâm âleminde büyük şöhrete sahip olan Gazzalî’yle konuşmuş. İmam Gazzalî’nin de araya girmesi ve Halifeyle konuşması sonucunda Ziyâd’ın verileceği söylenmiştir. Bu haberi alan herkes sarayın önüne toplanmıştı. Câmi’de öylece oturup onu bekliyordu. Ziyâd, hıçkırıklara boğulduğu esnada meydanı dolduran kalabalığın dikkati bir kez daha Bâbü’l- Merâtib’e çevirildi. Halife, Sultan, Vezir, Şıhne, Amid… Ne kadar üst düzey yönetici varsa hepsi oradaydı. Böylesine seçkin bir topluluk, meydanı dolduran bu kalabalık, ya bir düğünde ya da bir cenazede bir aradaydı. Bu kalabalık, bu merasim alayı, Câminin düğünü, Ziyâd’ın ise cenazesi içindi. Câmi kısas yaptı mı, bu kararından vazgeçmiş miydi? Mecburi gelişen siyasi evlilikler, Çağrı Bey, Tuğrul Bey, Alp Arslan, Sultan Melikşah, Nizamülmülk, İmam Gazali, Kaşgarlı Mahmud ve torunu genç Reşat, nasıl kurulduğuna dair Bağdat masalları ve daha bir çok güzel konular için ve en önemlisi eğer küçük bir zaman diliminde dahi Ortaçağ’ı yaşamak isterseniz Berzem’i okumanızı tavsiye ederim. Ebru Alan YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 71 Kitap Tanıtımı ———————————————–——— Cihan piyadeoğlu: Sultan Alp Arslan Fethin Babası ——————————————–—-—— 1007 veya 1009’da ölmesiyle torunları Tuğrul ve Çağrı Beylerin Oğuz Yabgu Devleti’nden gelebilecek tehlikelere karşı yeni yurt aramak için önemli siyasî başarılara imza atması bölgedeki güçlü devletlerin endişelenmesine ve iki kardeşe yönelmelerine neden olmuş ve bunun neticesinde iki kardeşin Hârûn Buğra Han’ın emrine girdikten sonra Batıya yani Anadolu’ya kesif hareketlerinin başladığını ve Selçukluların, Gazneli-Karahanlı çekişmesinin odak noktasında olduğu ve bunun Selçukluları Horasan’a yerleşmesine neden olduğu kısa ve yalın bir dille okuyucuya sunulmuş ve giriş bölümüne Son verilmiştir. Cihan Piyadeoğlu, Sultan Alp Arslan Fethin Babası, Kronik Yayıncılık, İstanbul 2016, 255 sayfa içindekiler, önsöz, harita, sonuç, Kaynakça ve dizin kısımları dahil olmak üzere IX bölüm ve ayrı ayrı alt başlıklar içermektedir. Kapat tasarımı başarılı ve ilgi çekici olmanın yanında kitabın ismi ile bir uyum sağladığını söylemek mümkün kitabı ilk açtığımızda yazarın kısa bir öz geçmişi ile karşılaşmamız kitap için olumlu sonuçlar verecektir. Önsöz (9-12) sayfa aralığındadır. Yazar önsözünde Türklerin Asya’dan Avrupa’ya Afrika’dan Sibirya’ya kadar geniş topraklarda hâkimiyet kurduklarına ve Büyük Selçuklu Devleti’nin Cend şehrinde küçük çaplı olarak başlattığı bu etki ve gücün Osmanlı Devleti ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile doğru orantılı olduğuna değinen yazar ayrıca bu sürecin Dandanakan Savaşı (1040) ve Malazgirt savaşı (1071) ile başladığını bir kez daha bizlere sunmaktadır yazar bundan sonraki cümlelerin de Alp Arslan ve tahta kaldığı dokuz yıllık hükümdarlık süresince nasıl siyasî, askerî ve kültürel başarılara imza attığına değinmiş ayrıca Malazgirt Savaşı ile ilgili bilgi veren İslâm kaynaklarının birbirleriyle çelişen bilgiler vermesini eleştirmektedir. Yazar kitabın yazılış amacına değindikten sonra teşekkür konuşması ile önsöze Son vermiştir. I.Bölüm: Alp Arslan’ın Doğumu ve Gençliği (27-43) sayfa aralığındadır. Bölümde ayrıca dört alt başlık bulunmaktadır. Doğumu ve doğum tarihi meselesi adlı alt başlıkta Selçuklu ve Karahanlı Ali Tegîn arasındaki mücadelenin devam ettiği bir zamanda doğumu uğur kabul edilerek savaşılan ve bunu neticesinde galibiyet elde edilen çocuğun Alp Arslan olduğuna ve doğum tarihinin bilinmediğine değinilmiştir. Yine ikinci alt başlık olan Çağrı Bey’in Horasan hâkimiyeti ve Alp Arslan kısmında Dandanakan Savaşı sonrası gelişen siyasi olaylarla birlikte Çağrı Bey’in oğlu Alp Arslan ile birlikte Gaznelileri yendikleri ve Belh’e hâkim olduklarına değinilmiş ve bir sonraki alt başlık olan Alp Arslan’ın ilk başarılarına geçilmiştir. Gazneli Mesûd’un ölümü üzerine tahta çıkan oğlu Mevdûd Selçuklulara bırakılmış toprakları geri almak için Belh’e saldırması ile Çağrı Bey buna engel olması için oğlu Alp Arslan’ı görevlendirmesi ile önemli bir basari sağlaması ile babası Çağrı Bey tarafından kendisine önemli bazı yerlerin idaresi verilmesi ile Alp Arslan böylelikle idarî anlamda da söz sahibi olur ve Nizamülmülk gibi önemli bir vezirin denetiminde siyasi başarılarına devam etmiştir. Diğer bir alt başlık olan Tuğrul Bey’e yardım, kurtulan taht kısmında ise Büyük Selçukluların iç mücadelesi özellikle İbrahim Yınal ile olan taht mücadelesi işlenmiştir . Giriş (15-24) sayfa aralığındadır. Büyük Selçukluların kolu, boyu ve yerleştikleri coğrafya hakkında bilgi verildikten sonra Selçukluların Oğuz Yabgu Devleti bünyesinde yaşarken Sübaşı Selçuk Bey’in Yabgu ile yaşadığı birtakım sorunlar neticesinde Cend’e yerleştiği, orada tutunmak ve yeni komşularının düşmanlığını kazanmamak için İslâm’ı kabul ettiklerine ve dönemin güçlü devleti olan Karahanlılara karşı Selçuk Bey’in, Sâmânîler ile ittifak yaparak Nûr kasabasına yerleştiklerine değinilen eserde Selçukluların Mâverâünnehir’e ayak basarak Cend’den sonra küçük bir hâkimiyet bölgesi daha elde ettikleri bunun yanı sıra Sâmânîler tarafından Selçuklulara verilen Nûr kasabası Karahanlı-Sâmânî sınırlarının korunması ve Türk topluluklarının sınır ihlallerinin korunması karşılığında Selçuklulara verilmiş olduğuna değinilmiş, Selçuk Bey’in oğlu Arslan Yabgu ve ona bağlı toplulukların bölgeye yerleştikleri kısa ve öz bir anlatımla esere yansıtılmıştır. Selçuk Bey’in II. Bölüm: Horasan Hâkimiyeti Dönemi (4750) sayfa aralığındadır. Eserin en kısa bölümü ve Sultanlığa Hazırlanan Alp Arslan başlığı olan bir bölüm. Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 72 ————————————–—-———— Kitap Tanıtımı ———————————————–——— III. Bölüm: Alp Arslan’ın Taht Mücadelesi (53-75) sayfa aralığındadır. İki alt başlığı bulunur. Kutalmış ve Diğer Hanedan Mensuplarını Bertaraf etmesi, adındaki alt başlıkta Tuğrul Bey’in ölümünden sonra başlayan taht mücadelesi özellikle Kutalmış ve Alp Arslan’ın yapmış olduğu savaş ve Savaşın sonunda Kutalmış’ın ölümü ve Alp Arslan’ın tahta geçerek ikinci Selçuklu sultanı olmasıyla diğer alt başlık olan Tahta Çıkış ve Yaptığı ilk Düzenlemeler, adlı başlıkta Vezir Amîdülmülk’ün siyasi hataları ve yaptığı yanlış uygulamalardan dolayı vezirlikten azledilip vezirliğe Nizamülmülk’ün getirilmesi ve Nizamülmülk hakkında kısa bilgilerden sonra Alp Arslan’ın Bağdat’ta adına Hutbe okutup para bastırması ile hem maddi hem manevi olarak Selçuklu sultanı oluşu ve halife ile olan bir takım mektuplaşmaları bu bölümde görmek mümkün. sonraki alt başlıkta Alp Arslan’ın ağabeyi Kavurd’un vezirinin dolduruşuna gelerek isyan ettiği ve Alp Arslan’ın duruma müdahalesi ile pişman olduğu ve yapılan bu Fars seferi esnasında önemli kalelerin alındığı anlatılmıştır. Diğer alt başlıkta ise Sultan Alp Arslan’ın daha önceden Şeddadiler’den Ebu’l-Esvar’a vermiş olduğu ani ve çevresinin tekrardan Gürcüler tarafından yapılan saldırı karşısında Alp Arslan’ın harekete geçtiği ve elde ettiği başarılar anlatılmıştır. Diğer alt başlık olan Kavurd’un ikinci isyanı ve Fazlûye’nin durumunda ise ittifak oluşturarak Alp Arslan’a tekrar isyan eden ağabeyi Kavurd’un isyanının sonuçsuz kaldığını ve destekçisi Fazlûye’nin öldürülmesi anlatıldıktan sonra bir sonraki alt başlıkta Alp Arslan’ın çevre Emirlikler ile olan münasebetleri anlatılmıştır. Bir sonraki başlıkta ise hanedan üyelerinden Erbasgan’ın Sultan Alp Arslan’dan kaçarak Bizans’a sığınması neticesinde Malazgirt savaşının yaşandığı anlatılmış ve Alp Arslan adına Mekke’de Hutbe okutulması başlığından sonra bölüme Son verilmiştir. IV. Bölüm: Devr-i Saltanat (79-137) sayfa aralığındadır. On bir alt başlık içermekte ve kitabın en uzun bölümüdür. Bu bölümde Sultan Alp Arslan ve oğlu Meliksah’ın Ermenistan ve Gürcistan gibi önemli bölgeleri aldıklarını ve daha sonra Anadolu’nun kapısı konumunda olan ve Bizans’ın sınır karakolu vazifesinde bulunan Ani Kalesinin Selçukluların eline nasıl geçtiği sürükleyici bir dille anlatılmış ve bir sonraki alt başlık olan Alp Arslan -Kavurd Bey mücadelesinin sebeplerine geçilmiştir. Burada Alp Arslan’ın abisi Kavurd Bey’in isyan sebepleri ve bu isyanın Alp Arslan tarafından nasıl etkisiz hale getirildiği anlatılmıştır. Diğer bir alt başlıkta ise Alp Arslan’ın Nîşâbûr’a gitmesi ve oğlu Meliksah’ın Batı Karahanlılar’ın kurucusu ve ilk Hükümdarı olan İbrahim Han’ın kızı ile evlendirilmesi ve yapılan evliliklerin devlet için önemi anlatılmış ve bir sonraki alt başlık olan Mangışlak seferinin sebepleri ve elde edilen başarı sonrası Selçuk Ata’nın kabrine gitmek amacı ile Cend şehrine yapılan ziyaret anlatılmıştır. Bir sonraki başlık olan Melikşah’ın veliaht ilan edilmesi ve ülkenin paylaştırılması, başlığında ise öne çıkan ise Alp Arslan’ın ülkeyi paylaştırmaktaki maksadının merkezi otoriteyi hanedan mensuplarının eliyle güçlendirdiğini ve devlet içinde güç kazanan Gulamların yerini hanedan mensuplarının aldığı ayrıca eski düzene ait uygulamaların Alp Arslan tarafından değiştirilmek istendiği anlatılmıştır. Bir V. Bölüm: Malazgirt’e Giden Yol (141-158) sayfa aralığında olup üç alt başlığı bulunmaktadır. Bu bölümde Tuğrul Bey zamanında Anadolu’ya yapılan seferler, Türkmen gruplarının kontrol altına alınmaları, Bizans ile yapılan savaşılar ve Bizans’a indirilen darbeler ile hanedan üyelerinden Kutalmış ile İbrahim Yınal isyanları anlatılmış ve bir sonraki alt başlıklarda Alp Arslan Zamanında Anadolu’ya yapılan seferler özellikle Afşin ve diğer Selçuklu emirlerin Anadolu’ya olan akınları ve Bizans’ın siyasi anlamda nasıl yenildiğine yer verilmiş ve daha sonra Bizans imparatoru Romanos Diogenes’in çabasına rağmen Bizans’ın başarısızlıkları anlatılmıştır. Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 73 ———————————–—-————— Kitap Tanıtımı ———————————————–——— VI. Bölüm: Varılamayan Hedef: Mısır (161-171) sayfa aralığında olup üç alt başlığı bulunmaktadır. Mısır’a davet başlığında Ortadoğu’nun en önemli devleti Fâtımîlerin Veziri Nâsüriddevle tarafından Alp Arslan’a yapılan Mısır daveti ve Alp Arslan’ın gitmek istemesindeki sebepler anlatılmıştır. Diğer başlıklarda ise Alp Arslan’ın buraya olan sefer hazırlığı ve takip ettiği güzergâh üzerindeki Muş ve Erdiş gibi önemli kaleleri alması ve Bizans’ın elinde bulunan Tulhum ve Siverek kalelerinin alınmasından sonra Urfa’nın kuşatılması ve Haleb’in ele geçirilmesi anlatılmıştır. Diğer bir alt başlıkta ise Alp Arslan’ın diplomasiye şans vererek görüşmeleri başlattığı bu barış görüşmelerinin Bizans tarafından görmezlikten gelindiğini ve savaş hazırlıklarının başladığı anlatılmıştır. Bir sonraki alt başlıkta Malazgirt Savaşında alınan savaş pozisyonları akıcı bir şekilde anlatılmış, Bizans İmparatorunun esir düşmesi ve dönemin kaynaklarında Malazgirt savaşından farklı nakledilmesi ile ilgili yazıları bulmak mümkün sonraki alt başlıkta barış şartları ve imparatorun ülkesine yollanması ve yapılan barış şartlarının neden yerine getirilmediği anlatılmış ve bilinmeyen Malazgirt başlığında yazar genel bir değerlendirme yaptıktan sonra VII. Bölüme Son vermiştir. VII. Bölüm: Malazgirt Savaşı (175-208) sayfa aralığında ve altı alt başlığı bulunmaktadır. Savaşa kadar Romanos Diogenes’in durumu adlı başlıkta Bizans’ın izlediği siyaset ve aldığı yol sürükleyici bir dille anlatılmış ve tabi Bizans ordusunun karşılaştığı olumsuzluklar ve yaptığı yağmaların dışında Bizans ordusunda yer alan ve Malazgirt savaşının seyrini değiştirecek olan Türk kökenli Peçenekler, Uzlar, Kıpçaklar ve Hazar Türklerine de değinilmiştir. Ayrıca Malazgirt’in Romanos Diogenes’in eline nasıl geçtiği ve orduda oluşan başıbozuklukları da bu bölümde okumak mümkün, bir sonraki alt başlık savaşa kadar Sultan Alp Arslan’ın durumda ise Alp Arslan’ın Mısır seferini düzenlerken Bizans elçisinin Sultana gelerek Menbiç, Ahlat ve Malazgirt’in iadesini istemesi ve Alp Arslan’ın aldığı tutum ve izlediği siyaset ve yolda karşılaştığı sorunlar çok iyi bir şekilde okuyucu ile paylaşılmıştır. VIII. Bölüm Mâverâünnehir Seferi ve Ölümü (211-215) sayfa aralığında iki alt başlığı bulunmaktadır. Alp Arslan’ın Mâverâünnehir seferinin bir savaş değil de hayırlı bir iş için çıkıldığı ve çıkılan bu seferinde sonunda Sultan Alp Arslan’ın nasıl öldürüldüğü ve yaralı iken vermiş olduğu vasiyet anlatılmış ve bölüme Son verilmiştir. IX. Bölüm: Sultan Alp Arslan ve Dönemi (219-236) sayfa aralığında iki alt başlığı bulunmaktadır. Bu bölümde Nizamiye medreselerinin açılma sebepleri Nizamülmülk’ün devlet içindeki etkisi ve özellikle Nizamiye Medreseleri ile Şâfiî mezhebinin öne çıktığı ve Hanefi mezhebine mensup Alp Arslan’ın Nizamiye Medreselerinin kurulmasına izin vermiş olmasının aslında mezhepler arasında denge politikası izlemeye yönelik olduğu anlatılmış ve Alp Arslan ve siyasi başarıları hakkında bir değerlendirme ile yazar bölüme Son vererek sonuç kısmına geçmiş ve kitabına Son vermiştir. Semra Şeker YYÜ. Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 74 —————————————–—-——— Kitap Tanıtımı ———————————————–——— MUSTAFA ALİCAN: KIYAMETİN İLK GÜNÜ MALAZGİRT 1071 Mustafa Alican, Malazgirt Kıyametin İlk Günü 1071 Kronik Yayınları, 3. Baskı 2017, İstanbul, Kaynakça ile birlikte 219 sayfadan oluşmaktadır. Eserin “Kıyametin İlk Günü: Malazgirt” birinci bölüm (33-45) sayfaları arasındadır. Bu bölümde eseri neden kıyamet ile bağdaştırdığını dile getiriyor yazar. Eserin “Malazgirt Savaşı’na Doğru” ikinci bölüm (51-60) sayfaları arasındadır. Eserin bu kısmında Bizans İmparatoru olan X. Konstantinos hayatını kaybetmesi ve devletin naileliğini üstlenen eşi Eudokia’a geçmiştir. Kraliçe kayını ile birlikte ülke yönetimine idare etmeye başlasa da, mevcut bir imparatorun olmamasından kaynaklanan sorunlar ortaya çıkmaya başladığı görülmektedir. Bu esnada Selçuklular Bizans yerleşimlerinde yağma ve tahribatlarda bulundular. Yazarımız bu bölümde Romanos Diogenes’in Bizans tahtına çıkma sürecini ve yaptığı savaşları anlatmaktadır. Türk topluluklarına karşı mücadelelerde bulunduğundan dolayı halkın güvenini kazanmıştır. Romanos’un hem soylu oluşu hem siyasi hem de askeri başarılarla dolu geçmişinden dolayı 27 Mayıs ( 1067 ) tören eşliğinde ordu komutanlığına getirildi belli bir süre sonra ise taç giydirildi ve Doğu Roma İmparatoru olarak tahta çıktı .Türk birliklerine karşı kazandığı zaferlerin sarhoşluğu içinde olan Diogenes daha büyük başarılar elde etmek için stratejilerini geliştirdi. Tahtını sağlamlaştırmak ve kraliçenin emrinin altında olmamak için büyük umutlarla yeni seferler düzenlemeye çalışıyordu. Ancak devletin doğu sınırlarını Selçuklulardan korumak için sağlam kaleler inşa ettiriyordu ancak bütün bu çabalar sonuçsuz kalıyordu çünkü Türkmenlerin durdurulamaması ve Bizans’ın kayıpları gün geçtikçe arttığından dolayı İstanbul da büyük bir endişe ve korku yayılmaya başladı. Bunun sonucunda stratejisini geliştirerek yeni bir savaş yaklaşımını benimsedi. 1070-1701 kış aylarını savaşa hazırlanarak geçirdi. Malazgirt Meydan savaşı için hazırlıklar başlamış bulunmaktaydı. Bu eser; İkinci Baskıya ait bir Ön söz, Ön söz, Giriş ve XV bölümden oluşmaktadır. Her bölümün alt başlıklarından mevcuttur. Bu eseri incelendiğimizde Selçukların Malazgirt Meydan Muharebesi için yapılan mücadeleyi belgeler ışığında biz okurlarına sunmuştur. Giriş bölümünde ise 1040 yılında Dandanakan’da Gaznelileri mağlup ederek bağımsızlıklarını elde eden Selçuklular, arada henüz çeyrek yüzyıl bile geçmeden kimsenin hayal bile edemeyecekleri bir güce ve büyüme gösteride bulundular. İlk Selçuklu Sultanı olan Tuğrul Bey’i 1055’te Bağdat’a gelerek Şiî Büveyhî egemenliğine son vererek ve Halife el- Kâim Biemrillah tarafından kendisine verilen “Doğu’nun ve Batı’nı Hükümdarı” sultana verilmesiyle birlikte İslâm âlemindeki siyasal profili çizilir. Selçukluların erken dönemde Müslümanlar arasında siyasal ve düşünsel anlamda giderek keskinleşen bir yarılmaya neden olan Şiî-Sünnî kutuplaşmasının zirve noktasına ulaştığında Şiîlik lehine sonuç alması ile Sünnî anlayışın temsilcisi oldular. Mısır merkezli Şiî-Fâtımî halifeliğin durdurulması gerektiğini savulmaktadırlar. Bu dönemlerde sultanın halifeye gönderdiği mektuplarla Fâtımî karşıtı bir dış politika yönelmesine sahip olan Selçuklular, bu yönelme ile sonraki dönemlerde de sürdürdüler. 1071’de Sultan Alparslan da aynı politik tutumun yönlendirilmesiyle siyasal bir karmaşa içerisinde olan Mısır’da Selçuklu egemenliğini tesis etmek amacıyla sefere çıkmasa da bu sefer Malazgirt Savaşı dolayısıyla yarım kalmıştır. Eserin “Bizans Ordusundaki Ünlü Selçuklu Şehzadesi Kimdi? (63-67) sayfaları arasınadır. Eserin bu kısmında Selçuklu Şehzadesi Elbasan’ın İstanbul’a gelerek Bizans’a sığınma talebinde bulunması imparatoru memnun etmiştir çünkü imparator Bizans üzerindeki emellerini bu şehzade üzerinde yürütecektir. Bu kısımda şehzade neden Bizans’a sığınmak istemiştir? Önümüze çıkan bu soruyla yazarımız olayı irdelemiştir. Selçukludan kaçıp Bizans’a sığınma amacı güçlü bir destek alıp tahta çıkmaktı ama olaylar istediği gibi gidemedi çünkü Selçukluların temel amacı Bizanslarla mücadele etmek değildir. Asıl hedef Mısır’da hâkimiyet tesis etmek ve Fâtımî coğrafyasını Sünnîleştirmek gibi bir amaçları olsa da ancak tarihi süreç önlerine bambaşka durumlar çıktı. Hocamız giriş bölümünde Malazgirt Savaşı’nın oluşum sürecini kısaca bize aktarmaya çalışmaktadır. Şimdi bizde kitabın içine girip derinlemesine bir inceleme yapacağız elimizden geldikçe tabi. Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 75 ———————————————–-— Kitap Tanıtımı ———————————————–——— Romanos tarafından 1070 yılında Anadolu da Türkmen akımlarına karşı onu görevlendirmiştir. Eserin “Sefere Daha Yeni Çıkan İmparator’un Başına Birçok Uğursuzluk Gelmişti” ( 71-75 ) sayfaları arasındadır. Dördüncü bölümde 1071 yılının kış aylarında savaş hazırlıklarına geçen Romanos ilkbaharın yüzünü gösterdiği mart ayının ortasında harekete geçti. Sefere çıkmak için bayram günü yani Hıristiyanların Hz. İsa’nın yeniden doğuş günü olduğuna inanılan Paskalya Yortusunu seçmişti. Devlet ve din adamları Ayasofya da bir araya gelerek Selçuklu Türkleri üzerine sefere çıkacak olan imparator için başarı duaları edilmiştir. İmparator sefere çıkmadan önce ilk uğursuzluk eşi İmparatoru Eudokia ile kavga etmiş ve kötü ayrılmışlardı. Bir diğer uğursuzluk ise ordunun mola vereceği ilk liman olarak İzmir Körfezinin Güney kıyısındaki Elenapolis ile ilgili söylentiler moralini bozmuştur. Sağa sola uçuşan kuşlardan anlamlar çıkartılmıştır. Kötü başlayan sefer önlem alınmamasından dolayı başladığı gibi devam edilmiştir. Kabe deki putun yıkılması sayılan uğursuzluklar arasındadır. Romanos ile birlikte Malazgirt’e doğru ilerleyen Bizanslılar arasında oldukça yaygın olduğu anlaşılan uğursuzluk işaretlerini daha çok kendini göstermeye başlamıştır bir diğeri ise gökyüzü semalarında uçuşan siyah güvercindir. İmparator’un gösterişli çadırının yıkılması da bir diğer uğursuzluktur. Sefer başındayken yaşanan aksilikler gerek imparatoru gerek orduda bulunanlar tarafından uğursuzluk olarak görülmesine rağmen devasa ordu ilerlemeye devam etti. Yangının çıkmasıyla beraber orduda büyük hasarlar meydana gelmiştir. değil Fatımi egemenliği altındaki Suriye ve doğu Akdeniz sahil şeridine dönük olarak inşa eden Selçuklular,1050 yılların sonunda mısır topraklarında patlak vererek aralıklarla seferler düzenlenmiştir. Doğu Akdeniz ve mısır bölgesi üzerine ortaya çıkan doğal afetler ve kıtlık ülkede asayiş kalmayıp Selçuklular bunu fırsat bilerek daha hızlı hareket etmiştir. Selçuklu birlikleri Urfa önlerine geldiğinde Bulgar kralı büyük bir korkuya kapılmıştır. Alparslan Urfalıları o kadar korkutmuştur ki sekiz gün boyunca surların çevresinde beklemişlerdir. Urfalılar Alparslan’ın şehri teslim edilmesi yönündeki teklifleri reddederler bundan dolayı kale kuşatılmıştır. Selçukluların bütün saldırılarına cevap vermeyen Urfalılar geri çekilmediler. Sultanın bütün çabaları neticesiz kalıp kuşatmayı kaldırıp geri çekilmişlerdir. Eserin “Bizanslılar İlerlerken Selçuklular Halep Kuşatmasındaydı” altıncı bölüm olan bu kısın (91- 100) sayfaları arasındadır. Bu bölümde Urfa hezimeti sultanın moralini epeyce bozmuştur. Sultan Alparslan bütün olumsuzluklara rağmen derhal harekete geçerek Halep üzerine harekete geçmiştir. Urfa kuşatması esnasında tecrübeli birliklerin orduyu terk etmesi sultan için olumsuz sonuçlara neden olmuştur. Sultan Alparslan Halep’i tahkim edip diğer yandan Suriyenin diğer bölümlerine birlik göndermek için hazırlıklar yapılıyordu Halep çevresinde ordular yerleşmiştir ve orda ki halkın mallarını yağmalamışlardır. Emir Mahmud’un sultan’ın huzuruna çıkmadığı için mirdasi hâkimiyetindeki şehri kuşattılar ve sultan emir mahmud huzuruna gelmediği için kasten kuşatmayı uzatıyordu. Halep ele geçirildi. Eserin “Selçuklu Sultanı Alparslan Mısır Seferine Çıkması” beşinci bölüm olan bu kısımda (77-86) sayfaları arasındadır. Bu kısım da Selçuklu Alparslan’ı Malazgirt savaşından dolayı yarım kalan mısır seferini tamamlamak için harekete geçmiştir Mısır seferi Selçuklular ve Fatımiler arasında iktidarın yükselişine paralel olarak ivme kazanan bir karşıtlık ilişkisi vardı ve bu ilişkinin iki devleti karşı karşıya getirmiştir. Bu seferin düzenlenmesinin somut bir diğer nedeni Tuğrul Bey döneminden itibaren genişleme stratejilerini genel anlamda Bizans hâkimiyetin deki Anadolu üzerine Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 76 ————————————————–- Kitap Tanıtımı ———————————————–——— Eserin “İmparator Selçuklular Konusunda Yanılmıştır” yedinci bölüm olan bu kısım (101-110) sayfaları arasındadır. Bu kısımda Halep kuşatması sırasında Bizans imparatorunun büyük bir ordu ile Anadolu içine doğru ilerlediğini haber alan Sultan Alparslan Mısır seferine son verdi. Eserin “Malazgirt’te Tarafların Askeri Açıdan Durumları Neydi?” on ikinci bölüm olan bu kısımda (145-160) sayfaları arasındadır. Şüphesiz savaşın sonucunu belirleyen askerlerin sayısı ve hangi kesimden oldukları üzerinde durulmuştur. Savaş hazırlığı esnasında her iki tarafta ülkelerinin dört bir yanına ulaklar göndererek asker toplamak için hazırlıklar yapılmıştır. Kesin olmamakla birlikte sayılar abartılarak eserlerde kayda geçmiştir. Bizans ordusunun sayısı hakkında kesin bir sayı yoktur. Selçuklu sultanı askeri savaş öncesi kayıp vermesine rağmen Malazgirt savaşına giderken yanında az sayıda askerin bulunduğunu ve yeni askerler bulundurmak için çabaladığı kaynaklarda geçmektedir. Eserin “Selçuklu ordusu savaştan önce ağır kayıplar vermiştir” sekizinci bölüm olan bu kısım (111-118) sayfaları arasındadır. Bu kısımda yazarımız savaş öncesi kayıplardan söz etmektedir. Selçuklular büyük kayıplar elde etmiştir. Bizans ordusu ile savaşmak Selçuklular açısından bir felaketle sonuçlanacaktı. Hem mısırda hem Halep’te ve Fırat nehrini geçmek için ağır kayıplar vermiştir. Eserin “ Benim Yerimde Sen Olsaydın Ne yapardın?” on üçüncü bölüm olan bu kısımda ( 161-174) sayfaları arasındadır. Bizans’ın kayıplarından dolayı askerler canını kurtarmak için savaş alanını terk etmişlerdir diogenes in etrafında sadık bir avuş asker kalmıştır. Var gücüyle mücadele eden diogenes ancak askerlerin az olmasından dolayı savaştan darbe alarak yere yuvarlanmıştır. Selçuklu sultanı diogenesin cezasını kesmişlerdir. Eserin “Bizans Öncü Birlikleri Arasında Mağlup Edildiler” dokuzuncu bölüm olan bu kısım (119-124) sayfaları arasındadır. Bu kısımda Diogenes sultan Alparslan’ın savaştan kaçtığı yönündeki asılsız söylentisi orduda moral bozukluğuna neden olmuştur. Bu söylentiden dolayı Diogenes istediği gibi hareket etmiştir. Malazgirt için yol haritasını belirlemeye çalışırken Bizans öncüleri tatsız bir sürprizle karşılaştılar. Rouselios komutasında ki Bizans birliklerinin Selçuklular tarafından mağlup edilmesi sırasında hezimetten henüz haberdar olmadığı anlaşılan imparatorun kolayca Malazgirt’in kolayca ele geçirileceği kanaatine varmıştı. Bizanslılar Malazgirt ele geçirdikten sonra şehir yakınlarında kurmuş oldukları karargâhtan ayrılan bazı askerlerin yiyecek aramak üzere Türkler tarafından pusuya düşürüldüğü haberi gelmiştir. Nikephoros ek birlik istemiştir. Ordunun üçe bölünmesiyle strateji hatası yapmıştır Diogenes. Eserin “Romanos Diogenes’in Hazin Sonu” on dördüncü bölüm olan bu kısımda (175-182) sayfaları arasındadır. Bu kısımda Bizans imparatoru olan diogenesin cezası kesilmiştir. İmparator saçları keşişler gibi kestirmeyi ve ömrünün sonuna kadar keşiş olarak yaşamayı kabul etmiştir. Diogenes Malazgirt savaşıyla birlikte tacını ve tahtını kaybetmiştir. İmparator Malazgirt mağlubunun gözlerine mil çekilerek kör edilmesi emrediliyordu. Emir karşısında dehşete düşen imparator yapacak hiçbişi olmadığı için kabul etmiştir. Cellâtlar onu sürükleyerek küçük bir odaya kapatarak acemi olan bir Yahudi cellâda onu teslim etmişlerdir. Eserin “Atalarınız Hem eda’da Kışlarda da, Sizi Bilemem” onuncu bölüm olan bu kısımda (125-133) sayfaları arasındadır. Ahlât ile Malazgirt arasında karargâhlar kuran iki devlet birbirlerine yakın bir durumdaydılar. 24 ağustos 1071 Selçuklular ile aralarında muhtemelen bir ok atımından biraz daha fazla mesafe vardı. Selçuklu elçisi bizansın karargâhına gittiğinde onu ciddiye almamışlar. Eserin “Sultan Alparslan Malazgirt Savaşından Bir Süre Sonra Öldürüldü” on beşinci bölüm olan bu kısımda (183190) sayfaları arasındadır. Alparslan 1072 yılında maveran nehir seferine çıktı. Ceyhun nehri kıyısına gelen sultan son derece kendinden emindi. Sultanı öldürmeye niyetli olan El Harezmi planlar yapıyordu. Sultanın ölümü el-Harezmi’n elinden olmuştur. Selçuklu sultanı ile Bizans imparatoru arasında savaş öncesi kurulan diyaloglarla ilgili pek olumlu neticeler ortaya çıkmamıştır iki tarafta birbirlerinin elçilerinin söylediklerini dikkate almamıştır. Fazla hazırlıklar yapılmadan birbiriyle mücadele etmişlerdir. Selçuklu sultanı Bizanslıların üstüne yürürken halifeninde duasını alarak harekete geçmiştir. Eserin “Bu Meydan da Sultanlık,Askerlik Yoktur” on birinci bölüm olan bu kısımda (135-143) sayfaları arasındadır. Bu kısımda savaşın gerçekleştiği anı anlatılmaktatır 25 Ağustos 1071 Selçukluların rahve düzlüğü üzerinde hücum emri beklenmekteydi aynı şekilde Bizans ordusunda da aynı hareketlilik vardı. Ordularda ücretli askerlerde bulunmaktaydı sultan Alparslan birliklerini bir araya getirerek Malazgirt ovasında birliklerine hutbe vermiştir. Sultan secdeye kapanarak yaptığı duanın ardından rüzgar yön değiştirmiştir. Toz fırtınası düşmanın gözlerini kör etmiştir. Savaşın kazanılması için her şey hazırdı ve Selçuklular Bizans’ı hezimete uğrattı. gümüş altın ve zırhları paylaşmışlardır. Leyla Özişçi YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 77 ———————————————–-— Kitap Tanıtımı ———————————————–——— AHMET ŞİMŞEK: TARİH İÇİN METODOLOJİ Ahmet Şimşek, Tarih için Metodoloji, Pagan Akademi Yayınları, Ankara 2016, 499 sayfa, Önsöz ve Tarih için mini bir sözlükten oluşur. Tarih için metodoloji, daha önce bu konuyla ilgili yazılmış nadir eserlerden bir tanesidir. Zira kitabın önemi zaten kitaptaki yazar kadrosundan anlaşılıyor. Büyük bir yazar kadrosuyla çalışılmış dev bir eser niteliğinde, her biri kendi alanında usta tarihçilerin çalışmalarından oluşmaktadır. Kitabın editörü Ahmet Şimşek, 1975 Konya Karapınar Doğumlu, ilk, orta ve lise eğitimini burada tamamladı. Gazi Üniversitesinde 1997’de Sosyal Bilgiler (Yan dal Tarih) lisans, Tarih eğitiminde 2000’de yüksek lisans, 2006’da Doktorayı tamamladı. 2010’da aynı üniversitede Doçent Ünvanını almıştır. Ahmet Şimşek’in daha önce yayımlanan “ Tarih Nasıl Yazılır” adlı eseri yine tarihçiler arasında büyük bir ilgi uyandırmıştır. Umarız Tarih yazımı alanına katkı sağlaması adına çalıştay ve eser çalışmaları devam eder. Tarih kimin için ve neden yazılır? Cevap açık ve nettir. İnsanın kendini açığa vurması amacıyla, insanı insana anlatmak için yazılmalıdır. İnsana insanı, insan eylemlerini anlatmak, ama yine insan için anlatmak amacıyla yazımlaş olmasıdır. Kitap on iki ana bölümden ve bunlara ait alt başlıklardan oluşmuştur. İlk altı ünite okuyucuya tarih kavramı, uzman görüşleri tarih yazımının gelişimi, güncel tarih yazım tarzları, çağdaş yöntemler gibi, daha çok “kurumsal” bir hazırlığın sunulması planlanmıştır. Son altı bölümden sonra aşama aşama araştırma kaynaklarının neler olduğu, bunların nerede bulunabileceği, nasıl kullanılabileceği, bunlardan elde edilen verilerin nasıl çözümlenebileceği, nasıl anlamlı hale getirilebileceği, nasıl yazılabileceği, nasıl raporlaştırılabileceği, gibi konulara odaklanılmıştır. Tarihin ne zaman başladığı hakkında üç iddia önemlidir. Birincisi; insanların yeryüzünde görüldüğü an itibarıyla tarihin başladığıdır. Bu çok eskilere kadar gider ve herhangi bir zaman aralığı telafuzu zordur. Ancak insanın biyolojik varlığı üzerine inceleme yapan bilim insanları verileri üzerinde bir sonuca varılabilir. Bunlar da Yüzbinlerce öncesine gider. İkinci olarak, Tarih, insanoğlunun ardında bıraktığı ilk kayıtlardır. Burada söz konusu olan mağara ve kaya üzerine yapılan çizimlerdir. Üçüncü iddia ise; tarihin bugün ki anlamda yazının icadıyla birlikte oluşan metin olarak ilk kayıtlarla birlikte başladığıdır. Kitap, Birinci bölümde; tarih düşüncesinin doğası ve ana unsurları açıklanmıştır. İkinci bölümde ;Tarih yazımının geçmişten bugüne geçirdiği serüveni, dünya ve Türkiye örneğinde anlatılmıştır. Üçüncü bölümde; on altı ayrı alanda çalışan usta tarihçi çalışma alanları anlatılmıştır. Dördüncü bölümde; Tarihçiliğin olmazsa olmazı eleştirel okumanın nasıl yapılacağı işlenmiştir. Beşinci bölümde; dünyada yaygın olarak kullanılan ama ülkemizde yaygınlaşmayan tarih yazım tarzları tanıtılmıştır. Altıncı bölümde; Dünya da tarih araştırmalarında kullanılan çok çeşitli yöntemlere ve dijital imkanlara örnekleriyle yer verilmiştir. Yedinci ünitede; bir tarihçinin ve tarihçi adayının başlangıçtan itibaren nasıl araştırma yapabileceği, süreçte nasıl davranması ve nelere dikkat etmesi gerektiği sorularına cevap bulmaya çalışılmıştır. Sekizinci bölümde; tarih kaynaklarının neler olduğu ve bunlardan nasıl yararlanılması gerektiği örnekleriyle işlenmiştir. Dokuzuncu bölümde; tarihçinin ihtiyacı olan belge ve diğer kaynaklara nerelerde ve nasıl erişilebileceği örneklerle anlatılmıştır. Onuncu bölümde; bir tarih metni nasıl yazılır, nasıl bir süreç içerir, nasıl atıf yapılır, kaynakça nasıl düzenlenir sorularına cevaplar verilmiştir. On birinci bölümde; tarih araştırma ve yazımında etik sorunların neler olduğu ve etik davranmanın önemi yine örnekleriyle işlenmiştir. Son bölümde ise; zamanımızda ön plana çıkan ve uzun süre de gündemde kalacak olan “ Tarihte Proje Nasıl Hazırlanır” konusu uygulama örneklerle işlenmiştir. Kitap tarihçi olmak isteyen her kişinin metodolojik bir bakış kazanarak araştırmalarını yapabilmesi için başvuru kaynağı olarak tasarlanmıştır. Özellikle tarih bölümlerinde “ metodoloji, usul ya da yöntem” adıyla okutulan derslere kaynak olarak katkı sağlaması planlanmıştır. Kitap bu sebepten konuyla ilgili çalışmaları olan geniş bir tarihçi gurubunun yazılarından oluşmuştur. Dolayısıyla her bir konu başlığında Türkiye’nin tarihçilik deneyiminin kağıda dökülerek paylaşılması amaçlanmıştır. Bedir Şahin Harran Üniversitesi Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 78 Tarihi Yansıtanlar ———————————————–—— NİZÂMÜLMÜLK (ö.485 /1092) ————————————————— vinde tuttu. Fakat başlangıçta vezirin kardeşi Süleyman’ın tarafını tutmuş olması ve Nizâmü’l Mülk’ün te’-siri ile veziri görevinden uzaklaştırdı ve Nizâmü’l Mülk’ü vezir tayin etti. 17 Muharrem (29 Aralık) çarşamba günü Sultan Alp Arslan, ‘’Amîdü’l- Mülk’ün kendisine hizmetten (vezirlikten) uzaklaştırılmasını ve derhal Nizâmü’l Mülk’e vezirlik hil’atı giydirilmesini ‘’ emretti5. Nizâmü’l Mülk vezirlik mesleğine atandığı sürede pek çok olayı aydınlatmış ve kısa sürede farklı alanlarda ilerleme göstermeye başlamıştı. 21 Zilkade 480 ’de (10 Nisan 1018 ) Doğu İran’da, Horasan’ın Tûs şehrine bağlı Nûkhan Kasabası’nın Râdkân köyünde doğdu. Nûkhan’da doğmasına rağmen Tûsî (Tûslu) olarak tanınmıştır. Ailesi hakkında pek bir şey bilinmemekle birlikte kaynaklar oldukça yetersizdir. Annesini henüz bebekken kaybeden Nizâmü’l-Mülk’ün eğitimiyle babasının ilgilendiği söylenir. Annesi ile ilgili herhangi bir bilgi mevcud değildir. Babasının Tûs bucağından olan Râdkân ve Beyhak yakınında ki çiftlik sahiplerinden bir dikhandır. Bazı kaynaklarda babasının Selçuklular’da divân kâtibî olduğu söylenir. Nizâmü’l-Mülk’ün eğitimi küçük yaşlardan itibaren babası Ali b. İshak tarafından verilmeye başlandı1. Zaten Nizâmü’l Mülk, melikliği döneminde de Alp Arslan’ın veziri idi. Kendisinden önceki veziri Âmidü’l-Mülk Kündürî Selçuklu Devleti ile Abbâsî ilişkilerini düzene sokmuş iyi bir siyasetçiydi. İyi tahsil görmüş, tecrübeli ve faziletli bir devlet adamı idi. Yalnız siyasî mevkiini koruyabilmek için rakiplerine karşı çok şiddetli davranırdı. Ahlâk ve fazilet sahibi olmasına rağmen işe gereği gibi sarılmaz, tedbirsiz davranır; böyle gevşek davranması da birtakım problemler ortaya çıkarırdı. Taassup derecesinde Hanefî mezhebine bağlı idi. Sonradan bu taassubunu terk etmişti. Öldürüleceğini anlayınca abdest alıp namaz kılmış, tövbe ederek ailesi ile helâlleşmiş ve Sultan’ın bu idam kararında yeni vezirin te’-siri olduğu düşüncesi ile Nizâmü’l Mülk’e: “ Vezir öldürmekle dünyaya kötü bir bid’at ve çirkin bir kaide getirdin; bunun âkıbetini düşünmüyorsun, senin ve evlâtlarının da aynı âkıbete uğrayacağından korkarım ” demişti6. Nizâmü’l Mülk, küçük yaşta Kur’ân-ı Kerîm’ i ezberledikten sonra Halep’te Ebü’l-Feth Abdullah b.İsmâil el Halebî’den, İsfahan’da Muhammed b. Ali b.Muhammed’den, Nîşâbur’da Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî’-den, Bağdat’ta Ebü’-Hattab b. Batr’dan hadis okudu. Ebû Abdullah b. Muhammed et- Tûsi, Ebû Bekir Muhammed b. Yahyâ el-müzekkî, Abdülkerîm el-Kuşeyrî gibi muhaddislerden hadis rivayet etti. Ayrıca devrin meşhur âlim, edip ve şairlerinin sohbet meclislerine ve derslerine katılıp inşâ ve hitabet sanatında ileri bir seviyeye ulaştı2. Kısa sürede pek çok şey öğrenen Nizâmü’lMülk ilim alanında olduğu gibi edebiyat alanında da kendini göstermeye başlamıştı. Çok çalışıyor zamanını iyi değerlendiriyor ve kendini sürekli geliştiriyordu. Şâfiî fıkhını tahsil etti. Onun yaşadığı dönemde kitabet ve hitabette seçkin bir yere geldi. Âmidü’l-Mülk Kündürî’nin Alp Arslan’ı değilde Süleyman’ı desteklemesi onun düşüşünün en önemli nedeniydi. Bunlara ek olarak Âmidü’lMülk Kündürî’nin devlet hazinesini boş yere harcaması da eklenmişti. Nizâmü’l Mülk bu fırsattan yararlanarak vezirlik makamına ulaşmıştı. Âmidü’lMülk Kündürî’nin tek çocuğu olan kızı ve eşiyle beraber Meverrûd’da yaklaşık bir yıl hapis tutulduğu ve saraydan gönderilen iki gulam (köle) tarafından kılıçla başı gövdesinden ayrılarak infaz edilmiştir. 456/1064 yılının Zilhicce’sinde (Kasım –Aralık) gerçekleşen bu olay Nizâmü’l Mülk’ün önündeki en büyük engelin kalkmasını sağlamıştı7. Nizâmü’l Mülk babasıyla beraber Gazneliler’in Horasan valisi ya da Horasan Sipahsaları Ebû’l-Fazl Sûrî’nin hizmetinde bulunmuştur. Devrin önemli kişilerinden ders alan Nizâmü’l Mülk, Selçuklu Sultanı Çağrı Bey’in yanına gitti3. Burada da çalışmaya devam ettikten sonra Çağrı Bey’in kendisini Alp Arslan’ın hizmetine verirken : ‘’Senin için o, ( Nizâmü’l Mülk) güvenilir bir insan olsun.’’demiştir4. Selçuklu Veziri Nizâmü’l Mülk sultandan sonra en yetkili kişi olarak tüm görevlerini yerine getiriyor ve kimseye göz açtırmıyordu. Kendi otori- Alp Arslan, Selçuklu sultanı olduktan sonra, Tuğrul Bey’in veziri Kündüri’yi bir süre göre- Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 79 ————————————————— Tarihi Yansıtanlar ———————————————–—— ritesini sarsacak her olayı en ince ayrıntısına kadar irdeliyor ve çözümlere en uygun yöntemleri getiriyordu. Nizâmü’l Mülk azîmli, dirayetli, cesur, bilgili ve çok zeki bir vezirdi. Abbâsî Halifesi Kâim-Biemrillâh tarafından Nizâmü’l-Mülk, Kıvâmü’d-din ve’d –devle, Radiyyi Emîril-mü’minîn lakapları verilmiştir8. Ayrıca Tâcü’l-hazreteyn, Vezîr-i Kebîr, Hâce-i Büzürg ve Atabetü’l-cüyûş gibi lakaplarla anılmıştır. Selçuklu Sultanı Alp Arslan Mâverâünnehr Seferi’nde Berzem Kalesi Komutanı Harezmli Yusuf’la karşı karşıya gelirler. Harezmli Yusuf sultanı öldürmek bahanesiyle teslim olur. Kısa bir süre sonra tazim de bulunmak bahanesi ile sultanın yanına getirilen Harezmli Yusuf eğildiği sırada çizmesinde sakladığı hançerle Sultan Alp Arslan’ı ağır yaralar. Sultan’ın yanında bulunan adamlar tarafından derhal öldürülür (20 Kasım 1072)9. Selçuklu Sultan’ı Alp Arslan vefatından sonra vasiyet etmiş, Melikşah tahta geçirilecek ve Nizâmü’l-Mülk onun veziri kalacaktı10. Babası öldüğü zaman henüz 18 yaşında bulunan Melikşah (1072-1092) çok genç yaşta Selçuklu Sultan’ı olmuş ve babasının isteği üzerine Nizâmü’lMülk’ü vezirlik konumunda bırakmıştı. Tahta çıktığı zaman yanında bulunanları “Sizin ulularınız babam, ortancalarınız kardeşim, küçükleriniz oğullarımdır” diyerek teb’asının güven ve sevgisini kazanmaya çalışmıştı. 20 yıllık saltanatında yaptıkları ile Selçukluların en büyük hükümdarlarından biri olduğunu göstermiştir. Fetihleri sebebiyle kendisine “Ebu’l Feth”(fetihler babası) lâkabı verilmiş ve devrinde Selçuklu devleti en geniş sınırlarına ulaşmıştır. Hakseverliği, merhamet, şefkat ve adaleti ile teb’asının gönlünde taht kurmasını bilmiştir. Babası Alp Arslan, ondaki bu üstün meziyetleri gördüğü için çocuklarının en büyüğü olmadığı halde onu veliahd ilân etmiş ve bu kararını birkaç kere açıklamak lüzumunu duymuştur11. Sultan Melikşah, Nizâmü’l-Mülk’ün başarılarını ve devletleri için yaptığı çalışmaları biliyor ve güveniyordu. Babasının vasiyeti ve Nizâmü’lMülk’ün kendisini desteklemesi ve tahta geçmesindeki yardımlarından dolayı ayrıca seviyordu. Melikşah, Nizâmü’l-Mülk’e önce atabek unvanı vermiş daha sonra Peder diye hitap etmiş böylece verdiği değeri gösteriyordu12. Nizâmü’l- Mülk, Alp Arslan ve oğlu Melikşah’a bir tür nedimlik ve yöneticilik etmiş ve onların gören gözü, duyan kulağı olmuştu. Büyük Selçuklu Devleti veziri Nizâmü’lMülk’e göre “hükümdara saygı öyle olmalıdır ki hiç kimse tatbik etmedikçe onun fermanını elinden bırakmak cesaretini gösterememelidir. Yine ona göre, hükümdar ile başkaları arasındaki fark, emrine boyun eğilmesinde ve fermanına itaat edilmesindedir”13. Nizâmü’l-Mülk, eğitime çok önem veriyor ve bunun için gerekli tüm düzenlemeleri bizzat kendisi takip ediyordu. Öyle ki öncülüğünü ettiği ve kurduğu Nizâmiye Medresesi için vakıf kurduğu, sonra da kadılar ve adalet mensuplarıyla Beytü’nnübe’de bir araya gelip medreseye çarşı, çiftlikler ve bir takım yerleri vakfettikleri, bunun için bazı esasları tespit ettikten sonra da bunları ilgililere mektupla bildirdikleri kaydedilmiştir14. Nizâmü’l-Mülk’ün açtığı Bağdat Nizâmiye Medresesi, dünyada eşi benzeri olmayacak ve adını kıyamete kadar yaşatacak bir eser olması düşüncesiyle kuruldu. Zilhicce 457’de (Kasım 1065 ) inşaatına başlanan Bağdat Nizâmiye Medresesi 10 Zilkade 459 (22 Eylül 1067 ) tarihinde tamamlanır. Nizâmü’l-Mülk, Bağdat Nizâmiye Medresesinde sonra Nîşabur Nizâmiye Medresesi, İsfahan Nizâmiye Medresesi, Belh Nizâmiye Medresesi, Musul Nizâmiye Medresesi, Basra Nizâmiye Medresesi, Herat Nizâmiye Medresesi, Merv Nizâmiye Medresesi, Âmül Nizâmiye Medreselerini açmakta büyük rol oynamıştır15. Uzun süren vezirliği sırasında devlet yönetimine tam anlamıyla hâkim olmasından rahatsız olan bazı devlet adamları Nizâmü’l-Mülk’ün idarî tasarruflarını, evlât ve kölelerinin önemli mevkilerini ele geçirmelerini bahane ederek onunun vezirlikten alınmasını istiyorlardı16. Sultan Melikşah, Bağdat’ta bulunduğu sırada bir gün ava gitmişti. Bu sırada ateşli hastalığa yakalandı, kısa süre sonra da vefat etti. Onun ölümünü haber alan halîfe, derhal Bağdat’a geri dönerek yönetimini eline aldı. Melikşah (1081) yılında Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 80 Tarihi Yansıtanlar ———————————————–—— ————————————————— Isfâhan’da doğan en büyük oğlu Berkyaruk’u Nizâmü’lMülk’ün tavsiyesi üzerine veliaht tayin etmişti. Ancak onun dul eşi Terken Hatun, beş yaşındaki oğlu Mahmûd’u veliaht tayin ettirmek için harekete geçti17. Terken Hatun, Nizâmü’l-Mülk’ün isteğinin gerçekleşmesinden korkuyor ve Nizâmü’l-Mülk’ü yapmadığı şeylerle suçluyordu. Çoğu zaman Sultan Melikşah ile tartışan Nizâmü’l-Mülk, kendisinin huzurundayken eskiyi anarak zoraki olayların üstesinden gelebiliyordu. DİPNOTLAR 1 Mustafa Şahin, ‘’Büyük Selçuklu Devleti Vezîri Nizâmü’l Mülk’ün Siyasal, Sosyal, Dinî ve Kültürel Hayattaki Rolü (1018-1092)’’, History Studies, V/6, 2013, 226.. 2 Abdülkerim Özaydın, ‘’Nizâmü’l Mülk’’, DİA, XXXIII, 194-195. 3 M. Şahin, 227. 4 M. Şahin, 228. 5 Sıbt İbnü’l Cevzî, Mir’âtü’z-Zamân Fî Târîh’lÂyân’da Selçuklular, Çev: Ali Sevim, Ankara: TTK, 2011, 143. 6 Hüseyin Algül, İslam Tarihi, IV, İstanbul: Gonca Yayınevi, 1997, 30-31. 7 Mustafa Alican, “Selçuklu Veziri Âmidü’l-Mülk Kündürî’nin Yükselişi Ve Düşüşü”, Tarih Okulu, XXIX, 237-259. 8 Sıbt, 132. 9 Ali Sevim-Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi, Ankara: TTK,: 1995, 73. 10 A. Sevim-E. Merçil, 74. 11 H. Algül, 146. 12 A. Sevim-E. Merçil, 126. 13 Reşat Genç, Karahanlı Devlet Teşkilatı, Ankara: TTK, 2002, 71. 14 Sıbt, 161. 15 Abdülkerim Özaydın, ‘’ Nizâmiye Medresesi’’, DİA, XXXIII, 188-189. 16 A. Özaydın, ‘’Nizâmü’l Mülk’’, 194-195. 17 Adem Apak, Ana Hatlarıyla İslâm Tarihi, İstanbul: Ensar Yayınları, 2016, 458. 18 A. Sevim-E. Merçil, 131. 19 M. Şahin, 229-230. Sultan Melikşah, Nizâmü’l-Mülk’ün gözden düşmesinden sonra üçüncü kez Bağdat’a gitmeye karar vererek Ekim 1092’de yola çıktı. Beraberinde Terken Hatun, Nizâmü’l-Mülk ve Tacü’l-Mülk’de vardı. Onlar, Nihavend yakınlarında Sıhne denilen yerde konakladılar. Nizâmü’l-Mülk, iftardan sonra otağına gitmekte iken, Batınîlerden sufî kıyafetleri giymiş Deylemli Ebu Tahir adında ki bir fedai, elindeki dilekçeyi ona verdi. Vezir kendine verilen dilekçeyi okuduğu sırada Batınî fedai ansızın bıçağını onun göğsüne sapladı. Batınî bu olaydan sonra kaçarken ayağı çadır ipine takılıp düşmüş ve onu derhal yakalayıp öldürmüşlerdi. Nizâmü’l-Mülk, bu bıçak yarasının etkisiyle kısa süre içinde öldü (14 Ekim 1092).O, öldüğünde 74 yaşında idi. Uzun süre Selçuklulara hizmet etmiş olan bu büyük devlet adamının cenazesi, İsfahan’a götürüldü ve orada yapılan Türbe-i Nizam’a gömüldü18. Nizâmü’l-Mülk, Siyâsetnâme adlı eserini bu gün dahi siyaset ile ilgilenenlerin başucu kitaplarındandır. İyi bir devlet yöneticisi olduğu kadar yaşadıklarını ve hayat tecrübelerini yazıya dökerek gelecek nesillere Farsça, yazdığı Siyâsetnâme’sini bir miras olarak bırakmıştır. Eser Türk-İslâm devletlerini siyâsi, îdâri, mâlî, askerî, sosyal ve kültürel yönlerini incelemektedir. Sultan Melikşah’ın 1091 yılında düzenlediği devletin yönetimi ile ilgili bir yarışmanın sonucu olarak oluşturulmuştur. Nizâmü’l-Mülk, Tâcü’l-Mülk, Ebu’l-Ganâîm ve Mecdü’l-Mülk’ün arasında en iyi eser Nizâmü’lMülk’ün olmuştur. 484/1091 yılında Sultan Melikşah’a sunulmuştur19. Nizâmü’l-Mülk, İslâm Devletleri’nde ve çeşitli devletlerde gıbta ile bahs edilmiştir. Siyâsi, îdâri, mâlî, askerî, sosyal ve kültürel yönlerde yaptığı yenilikler uzun süreli ve plan ve programlı yapıldığından farklı devletler tarafından uyarlanarak ülkelerinde uygulanmıştır. Nizâmü’l-Mülk, açtığı medreselerle İslâm Medeniyeti’nin ilmî hayata ve okumaya verdiği değerleride ortaya çıkarmış ve medreselerin önemini birkez daha gözler önüne seriyordu. Canan Karabulut YYÜ Edb. Fak. Tarih Bölümü Lisans Öğrencisi Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 81 ———————————————–——— BİR DE SENİN KULUNA BAK Mizah ———————————————–——— KABAHAT TARLAYI GÖSTERENDE Köylü yağmur duasına çıkıyormuş, Bektaşi'ye 'sen de gel' demişler. Baba Erenler kalabalığa katılmış, yolda küçük tarlasının yanından geçerken elindeki sopayı tarlaya dikmiş, göğe bakarak: Bektaşi Baba İstanbul'da gezinirken, padişahın sarayı olduğunu zannettiği görkemli bir binanın yakınından geçmekte idi. Binanın önünde şatafatlı bir fayton durmakta idi. Binadan sırmalı elbiseleri olan adam çıkınca, muhafızlar selama durdu. Adam faytona binerken, Bektaşi meraklalandı ve muhafızlardan birinin yanına sokularak sordu. -Faytona binen -Hayır padişahın Cevabını -Bizimki burası, demiş. Duadan sonra bir yağmur bir yağmur; ortalığı seller basmış. Bektaşi'nin tarlasında ne varsa sular almış götürmüş. Bu manzarayı gören Bektaşi, ellerini yukarı kaldırmış: padişahmıdır? bir de -Ulan, demiş; kabahat sende değil, bu tarlayı sana gösterende... kuludur. aldı. Bektaşi, tepeden tırnağa önce faytondaki adama baktı. Sonrada kendi haline baktıktan sonra, ellerine açarak: -Tanrım, bir padişahın kuluna bak! Sonra, bir de senin kuluna bak! Diye söylendi. Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 82 ————————————————–—— Oku! ———————————————–——— Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 83 ———————————————–——— Ayıın Sorusu ———————————————–——— Ayın Sorusu uygulamasında ilk üç doğru cevaba kitap hediyemiz olacaktır. Bu sayıdaki hediyemiz Mustafa Alican’ın “Kıyametin İlk Günü Malazgirt 1071” adlı kitabı olacaktır. Cevabınızı yerleşim adresinizle beraber aşağıda bulunan iletişim adreslerine gönderebilirsiniz. İLETİŞİM ADRESLERİ yazantarih@gmail.com BU SAYININ SORUSU Malazgirt Savaşı’ndan önce Sultan Alparslan hangi devlet üzerine sefere çıkmıştır? Yazan Tarih Sayı: 3 YAZ 2017 84