1 SÖYLEŞİ ‘Acının çığlığı her dilde kardeştir’ Zilan Tigris Haftalık haber gazetesi - 2.5 TL Sayı:106 13 - 19 Haziran 2016 S:16 bas-haber.com Türkiye’nin AB kriterleri ile imtihanı! .o ur d ak iv S:07 w w .a Minbic düştü düşecek S:05 rs Irak ile nasıl birarada kalabiliriz? rg Mesrur Barzani: w Almanya Parlamentosu’nda Ermeni Soykırım Yasa Tasarısı’nın kabul edilmesine öfkelenen Türkiye adeta Batı dünyasına savaş açtığı izlenimi veriyor. AB ile Türkiye ilişkileri 1959’dan bu yana konjonktürel olarak gelgitler yaşadı ancak bu süreçte Ankara, Brüksel için stabil bir partner olamadı. AKP iktidarı ile AB ilişkilerinde 2000’lı yılların başlarında yakın ilişkilerin kurulduğu umutlu süreç geride kaldı. Ömer Ekmekçi Yeşilçam’ın son ışığı S:14 Prof. Dr. Cengiz Aktar: Avrupa artık adaylık statüsünü de sorguluyor Antakya Arapları nereli? Türkiye’nin AB üzerinden Batı’ya karşı sesini yükseltmesinin arka planında hem Türkiye açısından hem de AB açısından anlamını değerlendiren Aktar, “Artık kim- S:12 ‘Soykırım’ ve korku FERHAT KENTEL Türk yetkililerin son yıllarda AB’nin Türkiye İlerleme Raporları’nı çöpe atması, AB Bakanı Ömer Çelik’in, “Türkiye için AB perspektifi çok önemlidir ama tek seçenek değildir” belirlemesi ve İngiltere Başbakanı David Cameron’un, “Mevcut hızıyla Türkiye’nin AB üyeliği 3000 yılını bulur“ şeklindeki yanıtı Brüksel–Ankara ilişkilerindeki trajik durumu ifade ediyor. S:02 - 03 - 06 - 10 -11 Gelecek mi, güvensizlik mi? s03 BİLAL SAMBUR s06 Demokrasi bloku mu? MESUT YEĞEN senin inanmadığı bir AB ilişkimiz var. Öyle bir yere geldik ki zaten Cumhurbaşkanı ki sözünü sakınmayan birisi malum, açık açık ‘siz yolunuza biz yolumuza’ diyor. S:08 - 09 Anlamak, gideni ve gelmekte olanı s09 SENNUR BAYBUĞA s14 02 BasHaber SÖYLEŞİ 13 - 19 Haziran 22016 MANŞET Türkiye’nin AB kriterleri ile imtihanı! AB, yüksek kaliteli demokrasi istiyor AB’ye uyum amacıyla yürütülen çalışmaların çoğu; hayat standartlarının yükseltilmesi, refahın arttırılması, temel hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi, ekonominin düzeltilmesi, sosyokültürel alanlarda yaşanan olumsuzlukların giderilmesi, halka en yakın birimlerce hizmet sunularak hizmetlerde maksimum etkinliğin sağlanması gibi doğrudan yaşamın kalitesini yükseltici Erdoğan: Bize ikide bir kriter dayatmasınlar, burası Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan, AB’den vize muafiyeti ve geri kabul anlaşması konularında Türkiye’ye sürekli kriter dayatılmaması konusunda uyarı niteliğinde bir açıklama yapmıştı. AB’den “lütuf değil dürüstlük” beklediklerini kaydeden Erdoğan, Türkiye vatandaşlarına Schengen bölgesinde vize serbestisi getirilmemesi halinde, Geri Kabul Anlaşması’nın uygulanmasına yönelik yasaların da TBMM’den geçmeyeceğini söylemişti. Martin Schulz’dan Erdoğan’a ‘kanı bozuk’ uyarısı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ermeni Katliamı Yasa Tasarısını onaylayan milletvekillerine yönelik sözleri de son zamanlarda yaşanan gerginliklere tu serpti. Spiegel’in haberine göre AB Parlamentosu Başkanı Schulz, bir mektupla Alman vekillere yönelik sarfettiği sözlerinden ötürü Erdoğan’ı kınadı. Schulz, “Sözlü saldırı ve suçlamaları büyük bir endişe ile öğrenmiş Prof. Dr. Murat Erdoğan: Türkiye, AB ile eksen kayması yaşıyor AB-Türkiye gerilimleri yeni değil. Son 4-5 yıldır AB’nin rotasından uzaklaştıkça Türkiye’nin demokrasi, basın hürriyeti, insan hakları alanında zaten daha farklı bir at-mosferde olduğunu biliyoruz. Ama vahim olanını son 1- 2 yılda yaşadık. Vahim olanı da şu; AB, Türkiye’deki önceliklerini tamamıyla değiştirdi. Yani Türkiye’de AB ilişkilerinde bir eksen kayması yaşandı. Bu eksen kaymasının temelinde de mülteciler var. AB için mülteciler Türkiye konusunda şu an en önemli konu oldu. İnsan hakları, demokrasi, basın hürriyetinin AB’nin o kadar da umurunda olduğunu düşünmüyorum. Bunu birçok tavırlarıyla da ortaya koyuyorlar. Dikkat edin Avrupa Birliği’ne sanki Avrupa Parlamentosu kontrol ediyor. Onun dışındaki bütün gruplar, kurumlar AB ku-rumları sanki Türkiye’de hiçbir şey yokmuş gibi her şey yolundaymış gibi davranıyorlar. Türkiye’yi yönetenlerin elinde bir koz oluşmuş oldu. Ama bu koz çok sürdü- .o ur d ak iv rs .a w The Guardian uyarısı: Türkiye uyumda zorlanıyor Ankara-Brüksel ilişkilerindeki gerginlik Avrupa basının da ilgisini çeken konuların başında geliyor. The Guardian yazarı Simon Tisdall konuya dair makalesinde, Erdoğan’ın dokunulmazlık yasasını onaylamasıyla Türkiye’nin AB üyeliği olasılığının tamamen kaybolduğunu yazdı. Türkiye’nin 2020 itibarıyla AB üyesi olma ihtimalinin kalmadığını belirten Tisdall, tüm aday ülkelerin demokratik yönetim ile hukukun üstünlüğü, ifade özgürlüğü ve azınlıkların korunması gibi temel değerlere bağlı kalmasını şart koşan 1993 tarihli Kopenhag kriterlerine Türkiye’nin uyum sağlamakta zorlandığını söyledi. Almanya’da 2 Haziran 2016 günü Ermeni Yasa Tasarısı’nın kabulünün ardından iyice gerilen Alman–Türk ilişkileri ile AB–Türkiye ilişkilerinin geleceğini, mülteciler, göç, iltica ve Kürd meselesinin varacağı yeni aşamayı yazar Recep Maraşlı, Prof. Dr. Mehmet Altan, BAGİF Başkanı Mehmet Tanrıverdi, Prof. Dr. M. Murat Erdoğan, Doç. Dr. Nezir Akyeşilmen Bashaber’e değerlendirdi. rg bulunuyorum. Çok uluslu, çok ırklı ve çok dinli bir parlamentonun başkanı olarak şunu belirtmek isterim: Parlamenterlerin özgürce görevlerini yerine getirmeleri, bizim Avrupa demokrasilerinin temel unsurudur. Parlamentoda yetkisini kullanan milletvekilleri, siyasi bir karar aşamasında hiçbir zarara uğramadan farklı görüşlerini ortaya koyabilirler ve bu yüzden teröristlerle ilişkilendirilemezler” diyerek Erdoğan’ın ifade ettiği ‘kanı bozuk’ söylemini şiddetle kınadığını belirtti. rülebilir bir koz değil. Bu saatten sonra da o kadar büyük rakamlarda insanların göçü beklenmiyor. Yani mültecilere Türkiye desteğini çekerse çok da bir şey olmaz. Önemli bir risk daha var Türkiye için yani Türkiye kapılarını falan açmaktan söz ediyor, eğer böyle bir şey olursa hem biz mülteci göndermeyiz hem de yenileri gelir Türkiye’ye. Bu Türkiye için de riskli bir politika. Avrupa Birliği’ne yönelik bizim politikamızın çok da Avrupa’yı böyle sallayacak bir halde olduğunu düşünmüyorum. w vrupa Birliği ile Türkiye ilişkileri 1959’dan bu yana konjonktürel olarak gelgitler yaşadı ancak bu süreçte Ankara, Brüksel için stabil bir partner olamadı. AKP iktidarı ile AB ilişkilerinde 2000’lı yılların ilk çeyreğinde en yakın ilişkilerin kurulduğu, en umutlu sürecin başladığı zamanlar artık geride kaldı ve ballı yıllar son 5-6 senede baş aşağıya inişe geçti. AB hedefinden sapmakla suçlanan Türkiye, o tarihten itibaren deyim yerindeyse ‘üye olmamak için AB’yi kızdıracak ne gerekiyorsa’ yapıyor. Geçtiğimiz hafta Almanya Parlamentosu’nda Ermeni Soykırım Yasa Tasarısı’nın ezici bir çoğunlukla geçmesine öfkelenen Türkiye adeta Batı dünyasına savaş açtığı izlenimi verdi. AB Bakanı Ömer Çelik’in, “Türkiye için AB perspektifi çok önemlidir ama tek seçenek değildir” şeklindeki açıklaması da Brüksel–Ankara ilişkilerinde gelinen trajik aşamayı ifade ediyordu. Türk yetkililerin son yıllarda AB’nin Türkiye izleme komisyonları tarafından hazırlanan İlerleme Raporları’nı TV’lerde çöp tenekesine atması, redetmesi, alay etmesi, AB’ye AB’nin kriterleri ile değil de, kendi koşulları ile girmeyi dayatması, Türkiye’den demokratik ve ekonomik kalitesini yükselterek ev ödevlerini yapmasını bekleyen Brüksel’in sinir uçlarına dokunan en önemli etkenlerden sayılıyor. Türkiye’nin AB hedeflerinden sapmasını eleştiren İngiltere Başbakanı David Cameron’un, “Mevcut hızıyla Türkiye’nin AB üyeliği 3000 yılını bulur“ şeklinde yaptığı açıklama ise AB’nin Ankara ile ilişkilerini özetleyen en umutsuz değerlendirme oldu. AB ile Türkiye ilişkilerini son zamanlarda gerek bir diğer faktör de Türkiye’de biriken ve çoğu Avrupa’ya geçmek üzere bekleyen Suriyeli mülteciler. 1 Haziran’dan itibaren uygulamaya geçmesi beklenen, 16 Aralık 2013’te Ankara’da imzalanan Geri Kabul Anlaşması uyarınca, bu tarihten itibaren AB ülkelerine Türkiye üzerinden gitmiş göçmenler, kendi ülkelerine iade edilmek üzere Türkiye’ye gönderilmesini kapsamaktaydı ancak beklenen olmadı aksine mevcut gerilimin daha da tırmanmasına sebebiyet verdi. niteliği olan uygulamalar. Aynı zamanda Türkiye’de yapılan son araştırma değerlendirme raporlarına göre de Türkiye’de toplumun önemli bir kesiminde AB standartlarında yaşam isteğinin artmakta olduğu görülüyor. Buna göre ülkede ezici çoğunluk AB’ye tam üyeliğin Türkiye’deki isktikrarı sağlamlaştıracağı görüşünü savunuyor. Kamuoyu yoklamalarına bakıldığı zaman, AB üyeliği sayesinde Türkiye’deki gelir dağılımının çok daha adil bir nitelik kazanacağı, bölgesel gelişmişlik farklarının azalacağı, çevre, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik ile çalışma yaşamında kalitenin artacağına dönük inanç her geçen gün büyümektedir. Siyasi, ekonomik ve yasal boyutları ile tarif edilen Kopenhag Kriterleri’nin müzakere süreçlerinde, ekonomik boyutları ile üyelikte belirleyici bir fonksiyon üstlenmezken, demokratikleşme, hukukun üstünlüğü, azınlık hakları, insan hakları ve düşünce özgürlüğü konularından yapılacak reformlar süreçte belirleyici rol oynamaktadır. Kürd meselesinin Çözüm Süreci zemininden çıkarılarak, çatışmalara dönüştürülmesi, Kürdlerin yerleşim bölgelerine yönelik Türkiye’nin geliştirdiği ‘terörü önleme’ gerekçesi AB tarafından eleştirilirken, ‘terör’ tanımının kapsamının da daraltılması talep edilmekte. AB–Türkiye ilişkilerinde gelinen yeni aşamayı bazı uzmanlar ‘normal’ bulsalar da; mülteciler, Kürd meselesi, insan hakları, basın ve ifade özgürlükleri konularında Türkiye’nin köşeye sıkıştığını ve hükümet yetkilileri ile Cumhurbaşkanı’nın AB’yi hedefleyen sert açıklamalarının ise iç siyasete yönelik bir yatırım olduğu iddia edilmekte. w A Besê Çelik ‘Türkiye’de AB’ye destek yüzde 70’lerde’ İç politika kısmında da şöyle bir sıkışmışlık var. Yıllardan beri ilk defa Türkiye’de Avrupa Birliği’ne yönelik desteğin arttığına dair kamuoyu araştırmaları yayınlanmaya başlandı. Bir ara böyle yüzde kırk elli olan desteğin tekrar yüzde yetmişlere çıktığını görüyoruz. Bu da bu konuda yeni bir algı aslında. Bu önemli bir şey. Bunun bir sebebi de Türkiye’nin dış politikada çok ciddi hatalar ve ciddi kayıplar yaşamasından kaynaklı. Çevremizdeki komşuları kaybettik, Rusya’yı kaybettik, ABD ile ilişkiler kritik vb. böyle olunca tabi bizim sınırımızda yaşananlardan dolayı AB’nin daha iyi ve bizi koruyacak MANŞET BasHaber 13 - 19 Haziran 2016 3 SÖYLEŞİ bir şey olduğuna inandık. Türkiye AB ilişkilerinde bir kopma yaşanırsa bu kopma Türkiye’yi hem iç hem de dış politikada daha zor durumda bırakır. Ben açıkçası böyle bir kopmanın olacağını da beklemiyorum. Yani bizimkilerin o sert açıklamalarını daha çok iç kamuoyuna yönelik olduğunu düşünüyorum. AB’nin de bu anlamda çok fazla değişiklik yapabileceğini düşünmüyorum. Prof. Mehmet Altan: Bu Türkiye’nin dünya sisteminde yeri yok Siyasal-İslamcı tek adam yönetimi zaten AB’de olmaz. Yani demokrasiden bağını kopardığı vakit insan haklarından, hukuktan, anayasadan sürekli suç işleyen, yolsuzluk yapan bir güruhun Avrupa Birliği’nde zaten işi olmaz. Böyle bir heyetin zaten AB ile ilişkisi olamaz ama gideceği bir yer de yok. Meşruiyetini çoktan yitirmiş bir heyet var. Sürekli anayasayı çiğniyorlar. Bunun aslında demokratik hukuk devletinde bir şekilde çok hızlı sonlanması lazımdı. Bugün Türkiye’de yargıyı, yasamayı yok ederek yol almaya çalışıyorlar ama hayatın kendi dinamiği var, çok zor gitmesi. Hatta mümkün değil. Almanya Türkiye’ye karşı bir şey yapmıyor. Türkiye’yi bir şekilde faşizan bir noktaya taşımak isteyen bir siyasi heyete kırmızı kart gösteriyor. Onlar da bunu milliyetçilik üzerinden istismar etmek istiyorlar. Yoksa Türkiye’ye karşı bir şey söyleyecek olsa bunu geçen sene bu meselenin yüzüncü yılında söylerdi. Neden son bir yılın nihayetinde söylüyor. Çünkü kabul edilemez bir üslup var Erdoğan’da. Herkese posta koyan, herkesi aşağılayan, diplomaside yeri olmayan ama bu oranda da gücü olmayan bir gruba yönelik bir kırmızı kart olarak görüyorum. Yani Zarrab’ın davası bir taraftan, Almanya bir taraftan dış dünyada durumlar gittikçe sıkıştırıyor. Çünkü bu heyetin arzu ettiği Türkiye’nin dünya sisteminde yeri yok. Türkiye’nin AB ile ta Tanzimat’tan beri bir geçmişi var. Bir anda bir heyet gelecek 15 yılın sonunda her şeyi yok edecek, siyasal İslamcı bir anlayışın egemen olduğu bir coğrafyaya dönüştürecek en çok bunu zor görüyorum. Bunun dışında bir duvara toslama meselesi çok yakında yaşanacaktır. Yani 2016’ın bir kader yılı olacağını düşünüyorum. Eğer böyle bir zorbalığı kabul ederse Türkiye, zaten yok olur. Yani etmese de zaten bu işin nihayetine gelinmiş olacaktır. Çok kritik bir süreç. Doç. Nezir Akyeşilmen: Türkiye, AB’den kopamaz AB ile Türkiye arasında zaman zaman böyle gerilimler oluyor aslında. Eskiden de vardı. Son yıllarda AKP döneminde demokratikleşmeyle biraz azaldı. Son hücumda bu gerilim daha çok yerini iş birliğine bıraktı. Fakat son zamanlar yine bir takım gerilimler baş gösterdi. Burada çeşitli faktörler var. Hem uluslararası gelişmeler hem de Türkiye’nin iç siyasetindeki gelişmeler. Uluslararası gelişmeler arasında, Arap Baharı, küresel ekonomik kriz var. Arap baharı çerçevesinde Türkiye ile Batı’nın farklı bakış açıları ve farklı çıkarlarının olması. Ve bu çıkarlarının çakışması var. Türkiye’de demokratikleşme, insan hakları ve Kürd sorununda yaşanan bir takım sorunlar. AB ile bir takım olduğunu görüyoruz. Başlıca nedenler bunlar. Türkiye ikinci dünya savaşından sonra tamamen Batı blokunda yer aldı. Avrupa’nın ve Batı’nın kurduğu platformlarda hep yer aldı. Fakat soğuk savaş döneminde olsun, sonrası olsun bu tarz gerilimlerde Türkiye, alternatiflerden bahsetti. Türkiye’nin hem toplumsal talepleri, hem de artık geldiği nokta itibariyle bence AB ve Batı dışındaki alternatifleri çok yok. O biraz daha dış politikada kullanılan bir söylem olarak kullanıldığını düşünüyorum. Şanghay Beşlisi tartışmaları döneminde de benzer bir şey vardı. Somut bir alternatiften bahsetmek zor. Fakat şu da var. Uluslararası ilişkilerde her zaman, farklı bir blok olmaktan ziyade farklı bir ilişki geliştirme anlamını da taşıyabilir. AB ile entegrasyon süreci biraz yavaşlamıştı. Davutoğlu döneminde bu hızlandı. Bunun tekrar belki yavaşlaması, işte bu göçmen antlaşmasının askıya alınması ya da yavaşlatılması gibi bir takım alternatifleri olabilir. Ya da Cumhurbaşkanı’nın dile getirdiği ‘Kopenhag Kriter-leri’ni Ankara kriterleri yapıp yolumuza devam ederiz’ söylemleri gibi. Biraz daha ilişkileri, düşürmeme, gibi. İlişki düzeyini düşürme şeklinde de düşünülebilir. İlla alternatif bir kurum olarak düşünmemekte lazım. ‘Türkiye AB için tampon bölge görevini yapıyor’ Türkiye’nin AB’den kopması mümkün değil ama zayıflaması olasıdır. Türkiye AB ile eskiden çok daha derin krizler yaşamıştır. Burada hem Türkiye’nin hem de AB’nin Türkiye’ye ihtiyacı vardır. Türkiye AB’nin Asya’ya açılan kapısı. Türkiye AB için tampon bölge görevini yapıyor aslında. Hem soğuk savaş döneminde hem soğuk savaş döneminden sonra. Karşılıklı bir bağımlılık olduğu muhakkak. Bu her zaman çıkarlarının örtüştüğü anlamına gelmez. Çıkarlarının örtüşmediği dönemlerde bu tarz tartışmalar olmuştur, oluyor, olacak. Ben ilişkilerinin tamamen kopacağına inanmıyorum. Fakat krizler olabilir, derinleşebilir, ama ilişkiler kopmaz. 03 “Soykırım”, hatırlamak ve korku FERHAT KENTEL Gezegenimizin doğudan batıya, kuzeyden güneye çeşitli bölgelerinde, otoriter, totaliter eğilimler gözle görünür bir şekilde artıyor. Modern zamanların garantili ‘gelecek hayalleri’ sona erdikçe, bilinmezlik, korku ve güvensizlik duyguları insanların düşünce dünyasının yatağını döşüyor. Başkalarından korkan, içine kapanan insanların endişeli halleri, ‘mutlak güç’ arayışını öne çıkarıyor. ‘Mutlak güç’, çeşitli gerekçeler ve teorik kurgularla ‘tek gerçek’, ‘tek meşru yol’ olarak pazarlanıyor. Bu mutlak gücü konsantre bir şekilde sembolize eden politikacılar ya da liderler de yarı kutsal yaratıklar olarak öne çıkıyor. Tabii ki, bu süreç her yere sızmış durumda değil ama ABD’den Hindistan’a, Polonya’dan Türkiye’ye kadar uzanan farklı coğrafyalarda tezahür eden benzer eğilimlere baktığımız zaman, hiçbir toplumun totalitarizmin kuyusuna düşmeyeceğinin garantisi olmadığını görebiliyoruz. Çok büyük umutlarla başlayan ve dünya tarihinde ulusdevlet ucubesini aşmak için ciddi bir alternatif olan Avrupa Birliği projesinin bugün geldiği aşama da hayal kırıklıkları içinde debeleniyor. AB bugün neredeyse sadece güçlü ekonomik yapıların, şirketlerin, kâr ve çıkarların birliği olmaya doğru hızla giderken, kültürlerin karşılaştığı, yeni bir yurttaşlığın, dayanışmanın inşa olmakta olduğu ‘sosyal Avrupa’ fikri de giderek cılızlaşıyor. Bizim buralarda ne olduğunu hatırlayalım; 80’ler ve 90’lar boyunca, Türkiye, darbeci militarizm imajına sıkışmış, doğulu ama otoriter Kemalizm sayesinde “batılı” gibi olmaya çalışan; sosyal hareketler ve kültürel kimlikler düşmanı bir devlet ve biraz da “deniz, kum, güneş, kebap, rakı” ülkesiydi. Sonra Türkiye toplumu Kürdü, Müslümanı, Alevisi, Ermenisi, kadınıyla konuşmaya başladı. AKP’nin iktidarda olduğu yaklaşık on sene içinde, Türkiye, Doğu ile Batı arasındaki sıkışmışlığı aşabilme potansiyeli taşıyan ve bütün dünyanın şaşkınlıkla karışık hayranlıkla izlediği, incelediği bir örnek ülke oldu. Ancak bugün, hayalleri kırılmış bir Avrupa ile mahvolmuş bir Ortadoğu arasındaki Türkiye, olumlu bir ‘örnek Türkiye’ değil. Geçtiğimiz 3-4 yıl içinde, Türkiye, gezegendeki korku hallerinin vücut bulduğu, olumsuz ‘örnek’ ülkelerden biri haline geldi. Sadece kendi içinde ‘korkan’ bir ülke değil, aynı zamanda ‘korkutan’; sadece kendi içinde otoriterleşmenin numunesi değil, aynı zamanda dışarı dönük olarak da şantaj ve baskı yapan bir ülke kıvamına geldi. Almanya’nın “Ermeni Soykırımı” hakkında kabul ettiği karar, başta Türkiye’nin resmi ideolojisinin bekçileri olmak üzere, o ideolojiyle iyi geçinmek zorunda olanlar ve onların etrafında örülmüş olan kutsallığın taşıyıcıları tarafından öfke ve nefretle karşılandı. Almanya’nın kendi tarihiyle de yüzleştiği bu karar, korku ve güvensizlikle dolu bir dönemde, Türkiye’nin ağır ideolojik atmosferini daha da ağırlaştırdı. Almanya parlamentosundaki Türkiyeli milletvekilleri, beklenebileceği gibi, en kısa yoldan “hain” ilân ediliverdi. Geçtiğimiz dönemde, geçmişiyle yüzleşen, geçmişte yapılan hatalar karşısında üzüntülerini dile getiren resmi şahsiyetler ve düne kadar soykırımın tanınması gerektiğini söyleyen bugünün aparatçikleri bugün geleneksel devletin kuytusuna ricat etmiş durumdalar. Türkiye’nin bir türlü yüzleşemediği, aslında hafızasının en derinine ittiği “Ermeni Soykırımı” ve onun üzerine inşa edilen Türkiye Cumhuriyeti devletinin felsefesi ve de maddi temelleri, bugün başkaları tarafından dile getirildikçe, o derinlerdeki huzursuzluk acı veriyor. Geçmiş ister istemez hatırlanıyor ve işte bu çaresiz hatırlama, o inşa edilen kurguyu da riske sokuyor. Bugün Avrupa’nın bir kesiminde ya da Türkiye’de yaşanan içine kapanma, farklı sebeplerle olsa da, kuşkusuz bu kurguların yıkılmasından duyulan korkulardan kaynaklanıyor; AB Türkiye’den; Türkiye bütün dünyadan uzaklaşıyor. 04 BasHaber SÖYLEŞİ 13 - 19 Haziran 42016 HABER Komutan Gerdi: Peşmerge Musul Operasyonu için hazır Mahmud Osman: Referandum yapılmalıdır Irak merkezi hükümeti ile KBY arasında ki temel sorunun diyalogsuzluk olduğuna dikkat çeken Kürd siyasetçi Güney siyaseti diyalog arayışında Goran Hareketi ile 17 Mayıs tarihinde 25 maddeden oluşan siyasi bir anlaşma imzalayan YNK, kendi Politbüro üyeleriyle yaptığı son toplantıda PDK ve Goran ile ayrı ayrı görüşmek için iki ayrı komite kurdu. PDK ile görüşecek komite de Kosret Resûl, Mela Bextiyar, Omer Fetah, Hakim Qadir, Ednan Muftî ve Rizgar Elî yer alırken Goran ile görüşecek komite ise Berhem Salih, Hakim Qadir, Hêro Îbrahîm Ehmed, Îmad Ehmed, Rifat Ebdula ve Şalaw Kosret Resûl’den oluşuyor. YNK ile Goran arasında ki anlaşmaya ilişkin de değerlendirmelerde bulunan Mahmut Osman söz konusu anlaşmanın yeni bir gelişme yaratmayacağını belirterek, “Goran Hareketi ile YNK temelde, tek bir partidir. Ortak bir geçmiş söz konusudur. Bu nedenle aralarındaki yakınlaşma ve anlaşma onlar açısından çok sıkıntılı ve zor olmadı. Aralarındaki ilişkilerde inişler ve çıkışlar olmuştur. Bazı dönemlerde sorunlar daha artmıştır. Fakat sonuçta bunlar aynı köken ve anlayıştan geldikleri için bir daha bir araya geldiler yani yeni bir şey yok. Değişik bir gelişme de yaratamazlar” şeklinde konuştu. rg .o ur d Mesrur Barzani: Irak ile nasıl birarada kalabiliriz? ak iv Erbil ve Bağdat uzlaşabilecek mi? Kürdistan İttifakı, 28 Mayıs’ta Irak Başbakanı Haydar el-İbadi ile yaptığı görüşmede “Peşmerge Güçleri’nin maaşının ödenmesi”, “Yüzde 17’lik Kürdistan bütçesi ve petrol satışlarından elde edilen gelirlerin gönderilmesi” konusunda uzlaşmaya varılmıştı. Irak Parlamentosu’ndaki Kürdistan İttifakı’nın, Irak Başbakanı Haydar İbadi ile yaptığı görüşmede, Bağdat ve Erbil arasında 2014 yılında imzalanan anlaşmanın, özellikle petrol satışı ve bütçe konusu yenilenmesini talep ettiği başka bir görüşmenin ise ertelendiği bildirilmişti. PDK Parlamenteri Erdelan Nureddin, BasHaber’e yaptığı açıklamada Kürdistan Bölgesi’nden Bağdat’a gitmesi planlanan heyetin ziyaretinin ertelendiğini belirterek, Bağdat ile yapılan tartışmaların sona erdirilmesi gerektiğini söyledi. Bağdat’a gidecek heyetin tüm tarafların temsilcilerinden oluşturulması gerektiğini belirten Nureddin, şöyle konuştu: “Bu heyet, Erbil ile Bağdat arasındaki çelişkileri görüşmek için üç ay sonra Bağdat’a gidecek. Bağdat, şimdiye kadar Kürdler için tek bir şey yapmadı. Herhangi bir adım da atmadığından bu heyet Bağdat’a gidecek son heyet olabilir.” Mahmut Osman da KBY ve Bağdat ilişkilerine ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Tarafların sorumlu davranmaları gerektiğini söyleyen Osman, “Herkes her şeyi söylüyor. Halk pratik ve diyalog istiyor. Tarafların sorumlu bir biçimde bu sorunları çözmesi gerekiyor. Oturulup tartışılmazsa sorunlar nasıl çözülür? IŞİD ile mücadele de biraz yakınlaşma var. Ancak diğer sorunların çözülmesinde sorun var. Örneğin Kerkük bir an önce bir statüye kavuşmalıdır. Özerk mi olur, Kürdistan’a mı bağlı olur, bunun için referandum yapılmalıdır” ifadelerini kullandı. rs ısa bir süre önce ortak hareket etme konusunda anlaşmaya varan Kürdistan Yurtseverler Birliği (YNK) ile Goran Hareketi, Kürdistan Bölgesi Başkanının görev süresini uzatmaya, bağımsızlık referandumunu parlamentonun aktifleştirilmesi şartına bağlamaya dönük çalışmalar yürütmeye ve diyalog heyetleri oluşturmaya başladı. Goran ve YNK’nin bu hamlesine karşın Kürdistan Demokrat Partisi (PDK) ise referandumun başkanlık konusundan daha hayati olduğu görüşünde. Kürdistan Bölge Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani başkanlığındaki PDK heyeti ile YNK Politbüro Sorumlusu Mele Baxtiyar başkanlığında ki YNK heyeti ile bir araya geldi. Toplantı hakkında resmi açıklama yapılmazken referandum, Kürdistan Bölgesi idaresi dışında ki Kürd bölgelerinin durumu ve diğer sorunların tartışılığı belirtiliyor. Öte yandan kendi içinde ekonomik ve siyasal sorun yaşayan KBY’deki Kürd heyetinin Irak merkezi hükümet ile yapmayı planladığı petrol ve bütçe görüşmeleri de ertelendi. Hafta içinde Bağdat’a geri dönen Kürd bakanların IŞİD ile ortak mücadele yürütme amacıyla bir araya gelen KBY ile Irak merkezi hükümetinin petrol ve bütçe konusunda olumlu görüşmeler yapılması bekleniyordu. Ayrıca, geçtiğimiz hafta Hazir Cephesi’nde IŞİD’e karşı yapılan başarılı operasyon KBY’de yoğun diplomasi trafiğine neden oldu. IŞİD ile mücadele eden uluslararası koalisyonun ülke temsilcilerinin yanısıra Süryani Ortodoks Kilisesi Patriği Moran Mor Ignatius II. Efrem Kerim de hafta içinde KBY’ni ziyaret ederek IŞİD’in elinden alınan Hıristiyan köyleri için KBY Başkanı Barzani’ye teşekkür etti. IŞİD’in merkezi Musul’a mevzilenen Peşmergelerin yakın bir zamanda Irak Ordusu ve uluslararası koalisyonun desteği ile Musul Operasyonu’nu yapması bekleniyor. BasHaber’e operasyon hazırlıklarının bittiğini belirten askeri yetkililer, Peşmerge’nin hazır olduğunu Irak Ordusu’nun da operasyon için Mahmur kentine takviye birlik gönderdiğini açıkladı. 05 Barzani: Kürd ve Süryanilerin kaderi birdir .a K Seydo İbrahim Ninova Ovası’na geçtiğimiz hafta operasyon düzenleyerek Kakeyi, Şabek ve Hıristiyan köylerini IŞİD’in elinden alan Peşmerge’ye hafta içinde kutlama mesajları geldi. IŞİD ile mücadele eden ülke temsilcileri KBY Başkanı Barzani’yi ziyaret ederek Peşmerge’yi kutladıklarını ve destek vermeye devam edeceklerini belirttiler. w YNK ve Goran Hareketi, referanduma, parlamentonun aktifleştirilmesi şartıyla destek vereceklerini belirtirken, YNK konuyu PDK ile de müzakere etmeye hazırlanıyor. PDK ve Goran ile görüşmeleri hususunda iki farklı heyet oluşturan YNK’nin Goran ve PDK’yi aralarındaki sorunların çözümü konusunda ikna etmeye hazırlandığı ve parlamentonun aktifleşmesi konusunda aracı olması bekleniyor. w Siyaset diyalog arayışında w KBY: Peşmerge Güçleri IŞİD’e karşı yürüttüğü operasyonlar ile KBY’nin idaresi dışında Irak’taki farklı etnik ve dini azınlıkların bölgelerini de IŞİD’den almaya hazırlanıyor. BasHaber’e konuşan Peşmerge cephe komutanlarından Ahmet Gerdi, IŞİD’in halklar için tehdit olmaktan çıkarılması için Musul’dan sökülüp atılması gerektiğini belirterek, şu değerlendirmelerde bulundu: “Peşmergelerin savaş hazırlıkları giderek daha da iyi oluyor. Giderek Musul’a yakınlaşıyoruz. Peşmerge Güçleri’nin bu yıl içerisinde IŞİD’e karşı düzenlediği en kapsamlı operasyonları yürütüyoruz. Karadan Peşmerge Güçleri’nin ilerleyişi sürüyor. Koalisyon uçakları da IŞİD hedeflerini havadan vurarak operasyona destek oluyor. Zerevani Kuvvetleri, Özel Gulan Birlikleri ile Duhok Peşmerge Komutanlığı’na bağlı birlikler Kakeyi, Şabek ve Arap köyleri IŞİD’den temizlenmişti. Büyük operasyon için ise hazırlıklarda sona geliniyor.” Kanada ve ABD’li özel askeri birimlerinin de cephede savaştıklarına dikkat çeken Komutan Gerdi, operasyonlara ilişkin şu noktalara değindi: “Silah yardımları konusunda söz verenler çok, bunların pratiğini görmek istiyoruz. Peşmergeler sadece Kürdler için savaşmıyor. IŞİD artık halklar için ortak bir tehdit durumuna gelmiş. Dolayısıyla bu ülkelerin her yönüyle bizimle birlikte olması gerekiyor. Xazir Cephesi’nde Kanada timi cepheye öncülük ediyordu. ABD’li güçlerde ön saflardaydı. Xazır ve kurtarılan diğer köyler Musul’a yakın yerlerdir. Bunun için Musul Operasyonu öncesi hazırlık anlamında çok önemli hamlelerdi. IŞİD şu anda Maxmur, Hewlêr, Şengal ve Giwêr mıntıkasından uzaklaştırıldı. IŞİD güçleri Musul merkezinin dışında fazla kalmadı. Irak bölgesinde bulunan Felluce gibi yerler halen tam olarak kurtarılamadı. Aslında operasyon için Irak Ordusu’nu bekliyoruz. Onlar kendi çevrelerindeki IŞİD’lileri daha temizleyemediler. Koalisyon güçleri, Irak Ordusu ile Peşmergeler Musul Operasyonu için ortak hareket edecekler.” “Haşdi Şabi’nin Musula girmesi provakasyon olur” Haşdi Şabi gibi mezhepçi bir örgütün Musul’a girmesinin provokasyon yaratacağının altını çizen Komutan Gerdi şunları söyledi: “Haşdi Şabi’nin Musul Operasyonu’na katılmasını uygun bulmuyoruz. Musul halkı onları istemiyor. Peşmerge olarak biz de onların operasyona dahil olmasını istemiyoruz. Onlar mezhep ayrılıklarını körüklüyor. Felluce gibi bazı yerlerde halka dönük saldırıları oldu. Yaklaşımları iyi değil. Sünniler onlardan korkuyor.” Öte yandan Irak Ordusu yetkilileri kendilerine bağlı olan 37. Tugay’a ait güçlerin bir bölümünü Musul Operasyonu’na hazırlık kapsamında Mahmur bölgesine gönderdiğini duyurdu. Aralarında tankların da bulunduğu 500 civarında askeri araçtan oluşan Irak Ordusu’na ait büyük bir askeri konvoy hafta içinde Mahmur’a ulaşmıştı. Ordu yetkilileri, devam eden Ramadi ve Felluce operasyonlarının yanısıra Musul için hazırlıklarına devam ettiğini belirtiyor. Ayrıca Irak Ordusu Ninova Kuvvetler Komutanlığı’nın Musul Operasyonu’nu idare ettiği dile getiriliyor. HABER BasHaber 13 - 19 Haziran 2016 5 SÖYLEŞİ K BY Başkanı Mesud Barzani, Doğu Süryanilerinin ruhani liderini de Başkanlık Konutu’nda kabul etti. Barzani, Süryani Ortodoks Kilisesi Patriği Moran Mor Ignatius II. Efrem Kerim’i kabulünde ‘‘Kürd ve Süryanilerin kaderi birdir’’ ifadesini kullandı.Kürdistan Bölgesi Başkanlık Konutu’ndan yapılan açıklamaya göre Patrik Mor Ignatius II. Efrem Kerim, Hristiyan halkları koruduğu için Mesud Barzani’ye teşekkür ederek, Barzani’nin ‘‘Hristiyanlar ülkelerini terk etmemeli! Öleceksek hep birlikte öleceğiz, yaşayacaksa da özgürce birlikte yaşayacağız’’ sözünden duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Patrik Mor Ignatius, tüm dinsel ve etnik bileşenlerin Kürdistan’da barış ve kardeşlik içerisinde yaşamasının önemine dikkat çekerek, Hristiyanların geleceklerinin garanti altına alınması halinde ülkelerini terk etmeyeceklerinin altını çizdi. Patrik Mor Ignatius, Başkan Barzani’den IŞİD’in işgali altındaki Hristiyan bölgelerinin de kurtarılmasını talep etti. Mesud Barzani ise görüşmede, IŞİD’in tüm insanlık değerleri ve dünya için büyük bir tehdit olduğunu belirterek, Kürd, Süryani ve diğer halkların kaderinin bir olduğu vurgusu yaparak, tüm bileşenlerin birlikte kardeşçe yaşaması ve kimsenin topraklarını terk etmeyi düşünmemesi gerektiğinin altını çizdi. Barzani, IŞİD’in işgali altın- daki bölgelerin özellikle de Musul’un kurtarılması operasyonu öncesi tüm tarafların görevlerinin iyi belirlenmesi gerektiğine dikkat çekerek, IŞİD’den sonraki süreçte Ninowa Eyaleti’ndeki bileşenlerin haklarının şimdiden garanti altına alınmasının önemine değindi. Kanada: Peşmerge’ye yardımlarımız sürecek KBY Başkanı Mesud Barzani, görev süresi dolan Kanada’nın Irak-Ürdün Büyükelçisi Bruno Sakomani ve beraberindeki heyeti de Selahadîn’deki Başkanlık Konutu’nda kabul etti. Görev süresinin dolması nedeniyle veda ziyaretleri gerçekleştiren Kanada’nın Irak-Ürdün Büyükelçisi Bruno Sakomani görüşmede, Irak-Ürdün görevine atandığı günden beri ülkesi ve KBY arasında iyi ilişkiler geliştirmek için birçok çalışma yürütüldüğünü söyledi. Kanada Büyükelçisi Sakomani, ülkesinin, Peşmerge’ye yardımlarının devam edeceğini belirterek, Peşmerge Güçleri’nin çok sınırlı askeri ve lojistik imkânlarla IŞİD’e karşı benzersiz bir mücadeleyle dünyaya Kürdistan’ın adını duyurduğunu belirtti. Bruno Sakomani ayrıca KBY’nin yaşanan ekonomik krize rağmen çok sayıda mülteciye kapılarını açmasının çok değerli olduğunu ve Kürdistan halkının misafirperverliğinin dünyanın hiçbir yerinde olmadığını ifade etti. KBY Güvenlik Ajansı Müsteşarı Mesrur Barzani, Fransa eski Başbakanı ve Ana Muhalefet Partisi Les Republicans (LR) Milletvekili François Fillon ve beraberindeki heyeti kabul etti. Fransa’nın Erbil Başkonsolosu Alen Goparte’nin de hazır bulunduğu Fransız heyetin başkanı François Fillon, Peşmergeleri savaş cephesinde bizzat ziyaret ettiklerini belirterek, Fransa’nın KBY’ye desteğinin sürmesi için gerekli olan çabayı göstereceğini söyledi. Mesrur Barzani, KBY’nin bağımsızlık referandumuyla ilgili hazırlıklarından bahsederek, ‘‘Bir ülkede insanlar sırf kimliği ve ait olduğu etnik gruptan dolayı öldürülüyorsa, o ülke ile nasıl birlikte yaşanabilir ki?’’ dedi. Görüşmenin sonunda, savaştan kaçan Iraklı göçmenlere kapılarını açtığı için Kürdistan halkı adına Mesrur Barzani’ye teşekkür eden Fransız heyet üyeleri, özeleştiride bulunarak Avrupa vatandaşları olarak, Kürdler ve Kürdistan’a karşı duyarsız yaklaşımlarından dolayı kendilerini suçlu hissettiklerini ancak en kısa sürede bu hatayı gidereceklerini söyledi. ‘Sınırlı silah ile direniyoruz’ KBY’deki yoğun diplomasi trafiği bu hafta da devam etti. KBY Güvenlik Ajansı Müsteşarı Mesrur Barzani, Filipinler’in Irak Büyükelçi Vekili Almer Kator ve beraberindeki heyet ile bir araya geldi. Son siyasal gelişmelerin ele alındığı görüşmede Mesrur Barzani’nin Peşmerge Güçleri’nin elindeki sınırlı silah ve cephaneye rağmen IŞİD’i bölgede durduran tek güç olduğunu belirtti. Barzani, IŞİD’in sadece bölge için değil tüm dünya için bir tehdit olduğunun altını çizerek, Filipinler ve diğer ülkelerin KBY ve Peşmerge’ye daha fazla destek olması gerektiğini kaydetti. Filipinler Büyükelçi Vekili Almer Kator ise Peşmerge Güçleri’nin IŞİD’e karşı büyük başarı elde ettiğini dile getirerek, Filipinler hükümeti adına başarılarından dolayı Peşmerge Güçleri’ni kutladı. IŞİD ile mücadele kapsamında Filipinler hükümetinin, Peşmerge Güçleri’ni eğitmeye hazır olduğunu vurgulayan Almer Kator, ülkesinin yakın bir gelecekte Erbil’de temsilcilik açmayı hedeflediğini açıkladı. MANŞET “Avrupa, Türkiye‘yi AB’ye almak istemiyor“ “Avrupa Türkiye‘yi AB’ye almak istemiyor. Türkiye ile müzakereler yapılıyordu ve aynı zamanda Türklere şu söyleniyordu: Müzakerelerden ne sonuç çıkarsa çıksın AB üyesi olmayacaksınız. Bunun için yeterince nedenimiz var diyorlardı. Almanya’nın fazlasıyla tereddütü vardı. Yine Fransa’dan da benzer tereddütler ifade ediliyordu. İslam ile biçimlenmiş bir ülkenin AB üyesi olması konusunda genel anlamda sıkıntıların yaşanacağı bekleniyordu. Bu tutum işin arka planındaydı. Bu gerilimin gerçek nedenin de ise, sözleşmeler gereği üyelik müzakereleri yapılmasına karşılık, müzakerelerin sonunda Türkiye‘nin gereken çabayı sarfetmemesi yatıyor. Bu Türk tarafında derin bir hayal kırıklığına yol açtı, inanıyorum ki özelikle AB‘nin bu tutumu Erdoğan‘ı çok yaraladı. Herşey açığa çıkmıştır. Gerçi şu anda görüşmeler devam ediyor, hatta mülteci sorunu sayesinde bu ve diğer bölümler müzakereler içine alınıyor. Öyle görünüyor ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkiye‘nin AB üyeliğine girmesi konusunda umursamaz bir hava içerisinde bunu da ifade etti zaten. Vize serbestliği ile ilgili “Erdoğan’ın devleti laik olmayacak“ “Erdoğan bir şeriat devletinden bahsetmiyor, arka tarafta konuşuluyor. İlk kez yeni Meclis Başkanı‘ndan duyduk. Erdoğan bunu da duymamazlıktan geldi. Ancak öyle bir devlet sözkonusu ki bu devlet Kemalist devletten ayrı olacak, onun gibi olmayacak. Artık laik olmayacak, öyle bir devlet gerçekten yüksek bir hacimde İslam ve İslam etiği ile biçimlenecek. Erdoğan bir islamist olduğunu düşünüyorum, ancak İslam Devleti için hemen eline silah alacak, militan bir İslamist veya bir terörist değildir. Ancak Türkiye‘nin bir İslam toplumu tarafından biçimlendiğini, bunun şöyle veya böyle bir şekilde bir devlet biçimi ile siyasi kurumlarda da ifade edilmesi gerektiğini düşünüyor ve şu ana kadar sözlü olarak da bunu “Türk devleti ile PKK arasındaki savaş tırmanacak“ Savaşın daha da tırmanacağına inanıyorum. Son olarak İstanbul‘daki patlamayı duyduk. Muhakkak arkasında PKK veya ona yakın bir grup bulunuyor. Türk gazetelerine de baktığımızda, hemen hemen her gün savaş haberleri yayınlıyorlar. Nerede ne zaman insanların öldürüldüğünü yazıyorlar veya işte “ordu operasyon yaptı“, veya kaç askerin “şehit“ edildiğini sayfalarına taşıyorlar. Bence savaş tekrar tırmanacak. Ilk hedefleri HDP‘yi yasaklamak ve onu oyundan safdışı etmektir. Bununla hedeflenen şey, şu veya bu şekilde Türk devleti ile Kürdler arasında aracı bir rol üstlenebilecek siyasi güç bertaraf edilmek isteniliyor. “AB, insan hakları eksenli bir anayasa istiyor“ “AB ilkesel olarak vatandaş ve azınlık haklarını destekliyor. Terörizme ve şiddete karşıdır. AB, din ve etnik azınlık sorunlarının vatandaşlık hakları temelinde çözümünden yanadır. AB, Kemalist düşünce ve kavramlardan yola çıkmayan, vatandaş haklarını, insan haklarını garanti altına alacak yeni bir anayasadan yanadır. Söylediğim gibi bu bir siyasi süreçtir. Avrupa tarafından her iki tarafın, Türk Devleti ve Kürd tarafının başvurduğu şiddeti aynı derecede mahkum ediyor ve karşı çıkıyor.“ emokratik Suriye Güçleri’nin (DSG) IŞİD kontrolündeki Minbic kuşatmasında sona yaklaşılıyor. DSG güçlerinin Minbic’in kimi mahallelerine girdiği ve IŞİD üyelerinin kentte sıkışttığı bildiriliyor. 1 Haziran’da başlayan operasyona Pentagon’un özel kuvvetleri hem havadan, hem de karadan katıldıkları operasyonu yönetiyor. ABD’li askerlerin yanısıra Fransız askeri uzmanlar da operasyona katılıyor. BasHaber’in bölgedeki kaynaklardan edindiği bilgilere göre, kentin Halep’e giden yolu üzerinde bulunan Cib Nahid, Remel Exder köylerini kontrol altına alınırken IŞİD güçleri kent merkezinde sıkışmış durumda. Öte yandan Londra merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi de IŞİD’in hava bombardımanını önlemek için şehir merkezi üstünde duman yaymaya çalıştığını belirtiliyor. Kuşatma öncesinde yaklaşık 120 bin nüfusa sahip olan kentteki nüfusun çoğunluğunun evlerini terk ederek DSG’nin kontrolünde bulunan yerleşimlere sığındıkları ifade ediliyor. 100 binden fazla insanın bölgeden ayrıldığı, kentte yaklaşık 20 bin sivilin kaldığı bildiriliyor. .o rg “AB ile ilişkiler, demokratik normlarla uyum meselesi“ “Tabiki böyle bir devlet AB normlarına uymayacak, eğer böyle bir yöne girerse Türkiye, Avrupa ilişkileri için büyük bir yük olmaya başlayacak. Şeriat devletinden bahsedilince, Avrupalı parlamenterler buna hemen reaksiyon gösterip, ‘böyle bir şeyin AB-Türkiye arasında yürütülen müzakerelerin de sonu olacağını’ söylüyorlar.“ Mehmet Salih Batırhan ur d “Kürd ve Ermeni meselesi ilişkileri olumsuz etkiler“ “Tabiki AB-Türkiye müzakerelerinde Kürd meselesi daima önemli rol oynadı. AB - Türkiye arasındaki ilişkilerin kalitesine gelince, bu hususta Kürd meselesi daima temel öğe idi. Federal Meclis’te Ermeni Soykırımı’nı tanıyan yasa tasarısının kabul edilmesinin mevcut ilişkilere olumsuz etkisi olacağına inanıyorum. Son haftada Ankara’nın konuyu fazla önemsemediğini gördük. Sembolik jestler söz konusu idi. Ancak geçmişe baktığımızda, Almanya’dan birkaç yıl önce Fransa’da aynı adımı atarken, ilk önce çok büyük bir fırtına estirildi ve birkaç haftadan sonra konu adeta unutuldu, kimse artık ondan bahsetmedi. Ve inanıyorum ki bu sefer de öyle olacak. Ayrıca Alman - Türk ilişkileri veya Avrupa - Türk ilişkileri ilk etapta Ermeni Meselesi’nin hedefi veya Ermeni Meselesi’ne bağımlı olmayacak. Esas olarak mesele Mülteci Anlaşması ve mülteci sorunudur. Evet, bu esas problem gelecek günlerde Alman - Türk ilişkilerinin veya Avrupa - Türk ilişkilerinin kalitesini yoğuracak, basamağı olacaktır.“ D söyledi. Şimdi de dış politikada Suudi Arabistan ile sıkı ilişkilerden dolayı olsun veya diğer İslam devletleriyle ilişkiler olsun, artık İslam Dünyası‘nın Batı‘dan bağımsız olarak kendisini organize etmesi gerektiğini, izah etmeye, açıklamaya çalışıyor.“ ak yapılan görüşmelerde, çok derin görüş ayrılıklarının olduğu ve işin ciddiye alınmadığı da herkes tarafından izlendi görüldü.“ iv ize serbestisi, mülteciler, devlet güçlerinin ile PKK arasındaki çatışmalar ve insan hakları ihlalleri konularının öne çıktığı müzakere sürecinde gerilen ilişkiler Türkiye-AB arasında en ciddi krize neden oldu. Türkiye-AB ilişkileri en negatif dönemine girerken, üyelik sürecinin kesintiye uğramasının yol açacağı sorunlara Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sert çıkışlarının neden olduğu iddia ediliyor. Uzmanlar, Batı dünyasının Türkiye’yi endişe ile izlediğini, Ankara’nın AB ile yaptığı mülteci anlaşmalarının boşa çıktığını, geçtiğimiz hafta Federal Almanya Parlamentosu‘nun kabul ettiği Ermeni Soykırım Yasa Tasarısı ile Alman-Türk ilişkilerinin de yara alacağına dikkat çekerek, sağduyu ile diplomatik ilişkilere geri dönülmesi çağrısında bulunuyor. Ankara-Berlin-Brüksel ilişkilerinin geldiği aşamayı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan‘ın ajandasında nelerin olduğunu Berlin Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Merkezi Direktörü Prof. Dr. Udo Steinbach BasHaber’e değerlendirdi. rs olmayı istememektedir. Geleneksel devlet aklında AB, Türkiye’nin güvenliğini bozan bir tehdit olarak değerlendirilmektedir. Derin devlet ideolojisine göre, Türkiye’deki bölücülük ve Alevilik sorunlarının arkasında Avrupa vardır. Avrupa’nın Türkiye’yi bölmek ve parçalamak isteyen gizli bir baş düşman olduğu düşüncesi, derin devlet aklının değişmeyen inancıdır. Bu değişmeyen inanç üzerine kodlanan derin devlet aklı, sahici anlamda hiçbir zaman Türkiye’nin AB’ye yakın olmasını veya üye olmasını istememiştir. Avrasyacılık, Rusya ile yakınlaşma çabaları ve Şanghay Beşlisine dahil olma arzuları, aslında Türkiye’nin hiçbir zaman AB üyesi olmayı istememesinin değişik zamanlardaki tezahürlerinden başka bir şey değildir. Avrupa Birliği de aslında Türkiye’yi tam üye olarak görmeyi istememektedir. AB, üyelik müzakerelerinin açık bir süreç içinde sürekli bir şekilde devamından yanadır. AB, Türkiye’nin tam üyeliğin kıyısından bile geçtiğini bile düşünmemektedir. İngiltere Başbakanı Cameron’un ‘Türkiye’nin üç binli yıllarda AB’ye üye olabileceğini’ söylemesi, aslında bir gerçekliğin ifadesidir. AB, Türkiye’ye Avrupa’nın varlığını tehlikeye atan bir tehdit olarak bakmaktadır. AB ve Türkiye’nin karşılıklı olarak birbirlerini tehdit ve düşman olarak kodlamaları, AB ve Türkiye’yi birbirine yabancılaştırmakta ve uzaklaştırmaktadır. Türkiye ve AB ilişkileri büyük bir kriz ve gerilim döneminden geçmektedir. AB’nin terör tanımının yeniden yapılması talebi ve Alman Parlamentosu’nun Ermeni Soykırımını tanıma kararı, Türkiye’de büyük bir tepkiyle karşılanmıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu gelişmeler üzerine AB’ye ‘sen yoluna, biz yolumuza’ restini çekmiştir. AB, Erdoğan’a, hükümete ve AK Parti’ye güvenmediği gibi, Erdoğan ve AK Parti’de AB’ye güvenmemektedir. AB’nin vize anlaşmasını Davutoğlu ile yapması Ankara’da AB’nin güvenilir alternatif muhatap oluşturma arayışı olarak değerlendirmiştir. Hatta daha ileri gidip Davutoğlu’nun başbakanlığı bırakmasında AB ile kurulan yeni ilişki girişimlerinin etkili olduğunu iddia edenler bile bulunmaktadır. Bugün AB ve Türkiye, karşılıklı olarak birbirine güvenmemektedirler. AB, şu anda büyük bir varoluş krizi ve ekonomik durgunluk yaşamaktadır. İngiltere’nin AB’den çıkması tartışılmakta ve konuyla ilgili referandum tartışmaları yapılmaktadır. Varoluşunu devam ettirme konusunda kendisini tehlikede gören ve dağılma riskiyle yüz yüze bulunan AB için, Türkiye’de olup bitenler birincil derecede önemli ve öncelikli görülmemektedir. AB, dokunulmazlıkların kaldırılması, çözüm sürecinin sona ermesi, çatışmaların yoğun bir şekilde başlaması, harabeye dönen kentler gibi sorunlarla öncelikli olarak ilgilenmemektedir. AB, mülteci sorununu varlığına yönelik önemli bir tehdit olarak değerlendirdiğinden dolayı Türkiye üzerinden bu sorunu çözmeye çalışmaktadır. AB, mülteci sorunundan dolayı Kürd Meselesi ve Güneydoğu’da olup bitenlere sessiz kalmayı tercih etmektedir. Mülteci sorunu, Kürd Meselesi’ni AB’nin gündeminden çıkarmıştır, Türkiye ve AB’nin ortak tarafı, ikisinin gündeminde Kürd Meselesi’nin olmamasıdır. Uzun süredir yaşanan gerilimler ve tartışmalar, AB ve Türkiye’yi birbirine yabancılaştırmıştır. Mülteci konusunun araçsal kullanımı, Türkiye ve AB’yi birbirine yakınlaştırmaya yetmemektedir. Mülteci sorunu, önümüzdeki günlerde yeni gerilim ve çatışma alanlarının oluşmasına yol açacak bir potansiyele sahip bulunmaktadır. Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği konusunun, önümüzdeki en az beş yıl boyunca dondurucuya kaldırıldığını söyleyebiliriz. AB ve Türkiye ilişkilerinin geleceğinden ziyade, güvensizliğinden ve geleceksizliğinden söz etmek şu an için daha mümkün gözükmektedir. Avrupa, Türkiye‘yi AB’ye almak istemiyor V .a Türkiye-AB ilişkileri hep gerilimlerle ve çatışmalarla dolu olmuştur. 56 yıllık Türkiye-AB ilişkiler tarihini ‘krizler tarihi’ olarak niteleyebiliriz. 56 yılın sonunda Türkiye, gerçekten AB’ye üye olmak istiyor mu veya AB, Türkiye’yi tam üyeliğe kabul edecek mi sorularını konuşmaya ve tartışmaya devam ediyoruz. AB ve Türkiye, birbiriyle ilişkide olmasına rağmen, her iki taraf da birbiriyle üye olarak iç içe ROJAVA 13 - 19 Haziran 2016 07 Minbic düştü düşecek Ortadoğu Uzmanı Prof. Steinbach: w BİLAL SAMBUR BasHaber 13 - 19 Haziran 2016 w TC - AB: Gelecek mi, güvensizlik mi? BasHaber w 06 IŞİD, Halep’ten de kaçıyor Operasyonun öncü kuvveti olarak bilinen Minbic Askeri Meclisi Genel Komutanı Adnan Ebû Emced yaklaşık 2 haftayı geride bırakan operasyona ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Komutan Emced, Minbic‘in IŞİD’in elinden alınması amacıyla başlatılan operasyonun başarılı şekilde devam ettiğini açıkladı. Güçlerinin şehir merkezini çembere aldıklarını ancak sivil kayıpların yaşanmaması için temkinli davrandıklarını ve ağır ilerlediklerini belirtti. İki haftadır süren operasyon kapsamında, bugüne dek 96 köy ve 16 mezranın IŞİD’den alındığı ve 200’e yakın IŞİD üyesinin öldürüldüğü ifade ediliyor. 70’e yakın DSG savaşçısının da çatışmalarda yaşamını yitirdiği belirtiliyor. Minbic kırsalının yanı sıra Halep Cephesi’nin kuzeyinde de askeri hareketlilik yaşanıyor. Minbic’te sıkışan IŞİD’in, Kilis’in karşısında bulunan 16 köyü bilinçli olarak ÖSO’ya bıraktığı ifade ediliyor. Halep’teki gelişmeleri ve IŞİD’in geri çekilmesine ilişkin BasHaber’e bilgi veren gazeteci Mohamed Eli, IŞİD’in; Kafer Kalbayn, Yaban, Tel Husên, Hazal, Yazmal, Cariz, Kelb Cibrin Sindif, Karaköprü’nün de aralarında bulunduğu birçok köyü ÖSO’ya terkettiğini belirtti. Suriye Ordusu’nun de Halep’in kuzeyine doğru ilerlediğini ifade eden Eli, rejim ile ÖSO arasında şiddetli çatışmaların yaşandığını, Rusya’nın desteğini alan rejimin Halep’te önemli bölgeleri kontrol etmeye başladığını söyledi. Çatışmalı bölgelerden kaçan sivillerin Efrin’e sığındıklarını belirten Eli, Efrin’ine 20 binin üzerinde sivilin sığındığını açıkladı. Halep’teki durumun Tahran, Şam ve Moskova’nın da gündeminde olduğu öğrenildi. İran’ın resmi ajansı İrna, Rusya Savunma Bakanı Sergey Şoygu, İran Savunma Bakanı Hüseyin Dehkan ve Suriye Savunma Bakanı Jassem al-Freij’in Halep’teki gelişmeleri konuştukları ifade ediliyor. İdris Nassan: YPG Fırat’ın batısında kalacak Kobanê Eski Dış İşleri Bakanı İdris Nassan, Suriye ve Rojava’da yaşanan askeri hareketliliği, Minbic kuşatmasını BasHaber’e değerlendirdi. Nassan, IŞİD’in işgal ettiği kent ve köylerdeki halkın IŞİD’in zülmünden kurtulmak için DSG’ye başvurduğunu ve bu sivillerin operasyonlar sonucunda kurtarıldıklarını ifade etti. DSG’nin Minbic’i IŞİD’e karşı mücadele eden uluslararası koalisyonun desteği ile kuşattığını açıklayan Nassan, “ABD ve diğer Batılı güçler DSG’nin IŞİD’i Suriye’den çıkaracaklarını anladılar. DSG, PYD ve Rojava’daki Özerk Yönetim’in yaratmış olduğu ortam sonuç vermeye başlıyor. PYD’nin öncülük ettiği sistem Rojava ve Suriye’deki halklar tarafından da benimsendi. Minbic’ı özgürleştirme hamlesinin başında Minbicli gençler ve savaşçılar alıyor. Kendi meclislerini kurdular ve IŞİD’i bölgelerinden çıkarıyorlar” şeklinde konuştu. Türk yetkililerin ‘YPG ve PYD Fırat’ın batısında kalmayacak-lar’ şeklindeki açıklamalarına da tepki gösteren Nassan, IŞİD’in YPG ve DSG’nin eli ile Fırat’ın batısından çıkarılacağını ve bu bölgelerin DSG ve YPG tarafından korunacağını söyledi. Efrin Yasama Meclisi Eşbaşkanı Hêvi Mistefa: Siviller Efrin’e sığınıyor Efrin Kantonu Yasama Meclisi Eşbaşkanı Hêvi Mistefa’da Minbic, bölgedeki duruma ilişkin BasHaber’e bilgi verdi. Minbic ve Bab bölgesinin IŞİD’in elinden alınmasının hayati bir önem taşıdığını söyleyen Mistefa, Kobanê ve Efrin’i n birleşmesi için bu bölgelerin IŞİD’den alınması gerektiğini söyledi. Minbic ve Şehba’daki IŞİD üyelerinin kısa bir zamanda bölgeden çıkarılacaklarını da sözlerine ekleyen Mistefa, “Rojava Yönetimi olarak bizim kan-tonları birleştirmek ve halkımız arasında koridor açmak gibi bir kararımız var. Bunu gerçekleştireceğiz. Biz de Türkiyeli yetkiler gibi ‘Minbic, Şehba ve Cerablus için düştü düşecek’ diyoruz” şeklinde konuştu. Mistefa, Halep’in kuzeyinde yaşanan çatışmalardan kaçan 10 binlerce sivilin Efrin’e sığındığını ifade ederek, Efrin yönetimi ve sakinlerinin sivillere kucak açtıklarını açıkladı. Suriye’deki çatışmaların Efrin çevresinde yoğunlaştığını sözlerine ekleyen Mistefa uluslararası yardım kuruluşlarına, “BM, AB, uluslararası kuruluşlar Efrin’deki dramı görmeli. Onlara sesleniyoruz; Sivil vatandaşların durumları çok kötü, ilaç ve temel ihtiyaç malzemeleri sona ermiş” sözleri ile çağrıda bulundu. PDKS’li Kawa Ezizi: PYD- YPG Kürdler ile ittifaktan kaçınıyor Suriye Kürdistan Demokrat Partisi (PDKS) Meclis Yürütme Kurulu Üyesi Kawa Ezizi de Suriye’de yaşanan gelişmelere ilişkin BasHaber’e konuştu. Ezizi, Suriye’deki savaşın telafisi olmayacak tahribatlara neden olduğunu söyledi. Rojava’nın insansızlaştığını söyleyen Ezizi, ”PYD ve YPG’nin siyaseti de Rojava’nın boşaltılmasına neden oldu. Rojava’da insan kalmadı. PYD Suriye’deki Araplar ile, Süryani ve Ermeniler ile ittifak kuruyor. Kendisinden olmayan Kürdleri de sürüyor” şeklinde konuştu. Minbic Operasyonu’nu da değerlendiren Ezizi, PYD ve YPG’nin Arapların rahatları ve kazanımları için mücadele ederek Kürd siyasetine zarar verdiğini ifade etti. Roj Peşmergeleri’nin, Rojava’ya gelişlerinin PYD–YPG tarafından engellendiğini ifade eden Ezizi şöyle dedi: “Roj Peşmergeleri Kürdlerin ka-zanımlarını korur. Peşmerge’nin Rojava’da bulunmasından çekiniyorlar. ‘Kardeş kavgası çıkar’ diyorlar. PKK ve PYD’nin ne yaptığı, kimler için çalıştıkları belli değil.” Yazar Heyder Omer: Esad’a Kürdlere saldıracak Almanya’da yaşayan Rojavalı Araştırmacı Yazar Heyder Omer BasHaber’in sorularına yanıt verirken, DSG’nin ve Kürd güçlerinin kazanımlarını düşünmeleri gerektiğini ifade etti. Omer, “DSG’nin dinamik gücünü Kürdller oluşturuyor ve ABD ve Rusya ile hareket ediyorlar. ‘Kürdlerin bu operasyonlarda kazanımları neler olacak’ sorusu netlik kazanmış değildir. Kürdler kendi kentlerini birleştirmek için çaba göstermeliler. Bu bir fırsattır. Rakka’da Kürd çocuklarını ölüme götürmemeleri lazım. ABD ve Rusya’nın öncü gücü olmaktan kaçınıp stratejik davranmalılar” ifadelerini kullandı. Omer, kısa vadede Kürdlerle rejim arasında çatışma beklediğini de belirtti. Arapların, Kürdlerin kazanım elde etmelerine razı olmayacaklarını savunan Omer şöyle dedi: “Kürdlere karşı esas savaşı Esad verecek. Esad Kürdlerin güç kazanmasından çok rahatsız. Kürdlerin bunu görmeleri geekiyor. Bu yüzden biran önce Cerablus, Minbic ve o hat üzerindeki bölge alınmalı ve Kürd kentleri birbirine bağlanmalı. Aksi taktirde bu bölgeleri Esad tehdit edecektir.” Kobanê Meclisi Eşbaşkanı Feyziya Evdo: Sêmalka’nın açılması önemlidir Öte yandan PYD ile ENKS arasında devam eden sorunlar ve kapıdaki uygulamalar nedeni ile bir süredir kapalı olan (Pêşxabûr) Sêmalka Sınır Kapısı yeniden açıldı. KBY ve Rojava arasında bulunan Sêmalka Kapısı’nın tüm insani yardımlar ve ihtiyaçlar için açık tutulacağı öğrenildi. Sêmalka Sınır Kapısı’nın açılmasını BasHaber’e değerlendiren Kobanê Yasama Meclisi Eşbaşlkanı Fewziye Evdo, Sêmalka’nın açılmasını KBY ve Rojava arasındaki gergin ilişkileri sonlandıracağını, kapının açılmasının Rojava’daki ihtiyaçların giderilmesine de olanak sağlayacağını ifade etti. KBY ile ilişkilerine de değinen Evdo, “Sêmalka sadece bir sınır kapısı değildir. Anı zamanda bir gönül kapısıdır. Kürdler birbirlerine gönüllerini kapatmamalıdır. Umarım kapının açılması bir başlangıç olur ve KBY ile olan sorunlar da çözülür. Tüm Kürdlerin birbirlerine yardım etmeli. Kuzey, Güney ve Rojava Kürdistan’da sıkıntılar ve çatışmalar var. Kürdler bu süreçten birlik ile çıkabilir. Çelişkiler büyütülerek sorunlar çözülmez” şeklinde konuştu. BasHaber SÖYLEŞİ 13 - 19 Haziran 82016 SÖYLEŞİ Türkiye Kopenhagen Kriterleri’nin neresinde? Türkiye bugün bu aşamadan çok uzak, yani bugün aday olup müzakereye başlama aşamasında olsaydı Kopenhag siyasi kriterine yeterince uymadığı için müzakereleri başlamazdı. Dediğim gibi Avrupa tarafında artık adaylık statüsü sorgulanıyor. Bırakın üyeliği ki asla gündemde değil, adaylığa layık mı bu sorgulanıyor artık. Bunun sonuçları olabilir. Türkiye, doğru dürüst proje üretemediği için tamamını harcayamadığı yıllık bir milyar avroluk hibe alıyor. Bunlar kesilebilir, nitekim artık dile getiriliyor. Eskiden Türkiye’nin adaylığa layık olmadığını marjinal siyasi gruplar dile getirirdi, şimdi artık ana akım siyaset de bunu söylemeye başladı. Avrupa tarafında Erdoğan yönetimindeki Türkiye’nin adaylığı sorgulanır hale geldi. Avrupa, Türkiye’nin adayığını sorguluyor, peki Türkiye’de AB’ye karşı durum ne? Türkiye tarafında ise öyle şizofrenik bir durum var ki, sürekli AB ile didişen, AB’nin önemli ülkeleri ile mesela Almanya ile atışan, önüne gelene ayar veren, bağırıp çağıran bir Ankara var. Şimdi bir taraftan böyle bir Türkiye var, diğer taraftan sözüm ona AB uyumu amacıyla 2009’da kurulmuş rg .o Türkiye, Avrupa Birliği ilişkileri baş aşağı gidiyor. Kimilerine göre sonun başlangıcı olarak da değerlendirilen bu süreci siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Brüksel ile Ankara arasındaki ilişki kopuyor mu? Sadece Brüksel değil, 28 ülkenin başkentlerinde de artık bu konu gündemde, gündemden kastım şu: Artık Türkiye’nin adaylığa yakışıp yakışmadığı, layık olup olmadığı konuşuluyor. 2005’te Türkiye müzakerelere başladı, şuan o aşamanın çok gerisindeyiz. Hatta 1999’da üye adaylığımızın tescil edildiği Helsinki Zirvesi’nden de geriye düşmüş vaziyetteyiz. Türkiye adaylığın vecibelerinin neredeyse hiç birini artık yerine getirmiyor ve bugün, bırakalım müzakereyi, Avrupa Birliği’ne aday dahî olamaz. Örneğin Avrupa’nın son komünist ülkesi Belarus bugün Brüksel’in kapısını çalsa Avrupa Birliği üyesi ülkeler “sen nerden çıktın, hiçbir şekilde Avrupa Birliği’nin normlarıyla uyumlu bir ülke değilsin” derler, bunu aynen Türkiye’ye de derler. 1999’dan bahsediyorum daha müzakere söz konusu bile değil. Müzakerelere bakarsak, müzakereye başlayabilmek için Kopenhagen siyasi kriterinin asgari bir şekilde yerine getirilmesi gerekir. ur d bir AB Bakanlığı var. Bu Bakanlığın uyum çalışmalarında eşgüdüm rolü vardır. Ama bir bakıyoruz yeni Bakan Ömer Çelik, “Türkiye’nin AB’den başka alternatifleri de vardır” diyor ilk beyanında. Bunu bir hükümet söyleyebilir, bir Başbakan dile getirebilir, Cumhurbaşkanı da söyleyebilir ama AB Bakanı düşünse bile bunu dile getirmez, işi o çünkü. Dolayısıyla artık kimsenin inanmadığı bir AB ilişkimiz var. Öyle bir yere geldik ki zaten Cumhurbaşkanı ki sözünü sakınmayan birisi malum, açık açık ‘siz yolunuza biz yolumuza’ diyor. Şimdi bunu, AB tarafındaki demin anlattığım “Türkiye artık aday dahi olmamalı” yaklaşımıyla birlikte okuduğumuzda bu iş biter, bu işin bir anlamı kalmaz. ak Yeter Polat iv “Türkiye artık aday dahi olmamalı” yaklaşımında olan AB’nin tavrıyla birlikte okunduğunda ise “bu iş biter, bu işin bir anlamı kalmaz” diyor Aktar. Avrupa tarafında Türkiye’nin adaylık statüsünün sorgulandığını vurgulayan Aktar, “Bırakın üyeliği ki asla gündemde değil, adaylığa layık mı Türkiye, bu sorgulanıyor artık” diyerek, AKP hükümetlerinin politikaları ile Avrupa’daki uygulamaların yüz seksen derece zıt olduğunu belirtiyor. Prof. Dr. Cengiz Aktar BasHaber’in Ankara-Brüksel ilişkilerine dair sorularını yanıtladı. AB’nin diğer koşulları konusunda Türkiye’nin tavrı ne? 72 koşul meselesine gelirsek… AB 2013’te Türkiye’nin koşullarını ve üyelik perspektifinin zayıflığını göz önüne alarak o koşulları yazdı, Erdoğan’ın Başbakanlığı sırasında. Yolsuzlukla mücadele ve terörle mücadele ederken terör tanımının çok geniş tutulmasıyla alakalı ikaz ve bunun Avrupa normlarına uydurulması. Bunlar Türkiye’yi olabildiği kadar üye yapmadan kontrol altında tutma amacını taşır. Neden? Yolsuzlukla mücadele koşulunda Avrupa’da kanaat o ki yolsuzluk bir toplumu çürüten, yok eden bir hastalık. İkincisi IŞİD bağlantıları ve o çerçevedeki yolsuzluğun IŞİD ile mücadeleye vereceği zarar. Terörle mücadele koşulunda, terör kavramının son derece geniş tutulması sonucunda zuhur edecek Türkiyeli mültecilerin önünü almak. Dolayısıyla burada söz konusu olan pasaporta vize vurma vurmamanın ötesinde, Türkiye’ye üçüncü ülke muamelesi yapan ve Türkiye’yi olabildiği kadar kontrol altında tutmayı amaçlayan ve bence son derece zekice kaleme alınmış 72 koşuldur. rs Hayatının 22 yılını BM’nin farklı kuruluşlarında geçiren Prof. Dr. Cengiz Aktar, görevi sırasında AB’nin adalet ve içişleri politikaları bağlamında Orta Avrupalı aday ülkelerde kapasite inşa programlarını yönetti. Türkiye’nin AB üzerinden Batı’ya karşı sesini yükseltmesinin arka planında hem Türkiye açısından hem de AB açısından anlamını değerlendiren Aktar, “Artık kimsenin inanmadığı bir AB ilişkimiz var. Öyle bir yere geldik ki zaten Cumhurbaşkanı ki sözünü sakınmayan birisi malum, açık açık ‘siz yolunuza biz yolumuza’ diyor. Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz’un söylediği şey de buna mı denk düşüyor? Türkiye’nin nefes kesen bir hızla AB’den uzaklaştığını ve bunun üyelik sürecini imkânsız hale getirdiğini söylemişti. AB üyelik sürecini sürdürmedeki siyasi iradesinden rahatsızlığın ifadesi miydi? Bu rahatsızlığın ötesinde bir şey artık. Sağır sultan duydu, herkes neyin ne olduğunu biliyor. Bir toplumun nasıl birlikte yaşaması konusunda, bireylerin ne kadar özgür olmaları konusunda Ankara’nın, AKP hükümetlerinin, Cumhurbaşkanı’nın politikaları Avrupa’daki uygulamalarla yüz seksen derece zıt. Bunun adına AB müktesebatı ile AKP mevzuatı arasındaki tezat da diyebiliriz. .a Doğu toplumlarının, esas olarak da İslam dünyasının en temel sosyal ve entelektüel sorunu üretememektir. Ekonomik, siyasal ve entelektüel anlamda üretememek. Batı ile karşılaşma sonrası kaybettiği üstünlüğünü kabullenmekte yaşadığı sorunu sindirmek adına sürekli şanlı geçmişlere dalıyor ve günümüze birtürlü dönemiyor. Ondan dolayı da kendini ilerliyor kabul ediyor. İslam dünyası felsefede Gazali ile biten akılcılık geleneğini bir kez daha diriltemedi ve artık temel olarak doğmaya kaptırmış kendini. Teolojiyi felsefe sanıyor ve herkesin de öyle görmesini istiyor. Felsefenin yani aklın kullanılma sahasını sürekli daraltıyor. İlahiyat ya da teoloji okulları pratik ihtiyaç sınırını çoktan geçti; ancak bir türlü doyuma ermiyor. Sınırlı modernlik tartışmaları dışında hemen hepsi geçmiş mezhepsel ayrışmalara temel olan yarı hayali, yarı mitolojik sorunları bile çözmeye yaklaşamıyorlar. Yaşadığımız dünyaya dair yeni bir ütopya üretmekten son derece uzak. Temel refleksi tepkisellik ve ötekini red üzerine kurulu. Hatta kendi aralarındaki teolojik ve ardından gelen siyasi sorunlar, İslam’ın dışındakilerle olan siyasi sorunlardan çok daha derin. Üreten yaratıcı olur. Kendine güveni olur. Kompleksi az olur. Referansı taa Habil-Kabil gibi dinsel mitolojik hikâyeler olmaz. Üretmeyen toplumlar değişmezler, elindekilere her ne olursa olsun dört elle sarılırlar. ‘Ötekine’, yeniye, değişime hep şüpheyle ve çoğu kez öfkeyle yaklaşır. Kendisine bir tehdit olarak algılar yeniliği. Geçmişinde zamanla keramet görmeye başlamış ve gerçeklik ilkesinden uzaklaşmıştır. Bir kısım Kürd İslamcının kendi ulusal gerçekliğinden uzaklaşması; hatta Kürd siyasi hareketlerine karşı aktif savaş içine girmesi bu gerçeklik ilkesinden uzaklaşması olarak görülebilir. Ümmet olarak tarif edilen hayali birlikteliğin gerçek unsurlarından olan güçlü ulus ve onların aydınları; ümmetin zayıf olan unsurlarının hep yöneticisi olmak istemiştir. Siyasal İslam’ın asırlar öncesinden yaşanmış pratiklerden soyutlayarak günümüze giydirmeye çalıştığı kavramsal çerçevenin bir etkisi varsa; işte bu geçmişten gelen iktidar ilişkilerinin devamını sağlamasındadır. Siyasal olmayan, ‘kendiliğinden dinin’ pozitif etkisinin varlığını ise biliyoruz; ancak idealize edilerek topluma sunulan siyasal İslam’ın bir karşılığını olduğunu söylemek güçtür. Siyasal İslam’ın çözüm gibi sunduğu ümmetin iktidarı pratikte hep zaten egemenlerin iktidarıdır. Ama bir kültür, bireyin bir ölümlü olarak hayata anlam yükleme yolu, bir ritüeller toplamı, bir estetik, bir mimarı olarak yaşanan İslam, onu yaşayanların hayatına bir anlam katar. Toplum olmanın, sosyalizasyonun, gündelik hayatın düzenlenmesinin ayrılmaz parçasıdır. Bu anlamda da son derece pozitif işlevi vardır. Bir kültür olarak dinin sınırları, onu yaşayanların sınırları kadardır; bu yüzden başkalarına bir zararı yoktur. Ancak siyasal İslam’ın iddiaları ümmeti ya da kendi topluluğunun sınırlarını aşarak diğerlerinin hayat alanını da etkiliyor. Bu da benzer iddialara sahip diğer dinler ve ideolojilerle zorunlu çatışma anlamına gelmektedir. Bundan dolayı da siyasal İslam, tıpkı siyasal Hıristiyanlık gibi kendi ‘barış’ dini iddialarına rağmen, pratikte ‘medeniyet çatışmalarına’ davetiye anlamına gelmektedir. Evrensel insanlar hakları kavramı, dinlerin sınırlarını aşma ve bunun yarattığı çatışmalara karşı en akılcı alternatif olarak duruyor karşımızda. Dinler kendi iç dünyalarında testten geçmeden, kendi farklı mezhepler arasındaki sorunlarını çözmeden bütün insanlığa yönelmesi gerçekçi görünmemektedir. Arap Baharı diye başlayan ve bir süre siyasal İslam’ın yeniden canlandırılması gibi bir izlenim veren bu hareketlerin Ortadoğu’da ortağı olduğu bu yıkım aslında din temelli bir Ortadoğu yaratmanın ne kadar gerçekçi olmadığının somut bir göstergesidir. Kürdler içinde de siyasal İslam’ın cazibesine kapılan küçük gruplar olmakla birlikte, bir bütün olarak Kürd dünyasının dine gündelik hayat pratiğinde sahip çıkmakla birlikte, siyasal geleceklerini daha çok insan hakları ve demokrasi gibi dünyevi ve aklın ürünü olan ve dolayısıyla insanın ihtiyaçları önünde gerici bir konuma her düştüğünde tadil edilebilme ihtiyat payını içeren yani doğma olmayan bu kavram ve kurumlarla kurmaya çalışması, Kürdlerin özgün yanı ve en önemli şansıdır. w ABDULLAH KARATAY Avrupa artık adaylık statüsünü de sorguluyor w Üretmek ve İslamcı aydınlar Üzerinde mutabık kalınan 72 koşuldan söz ediliyor sıklıkla. Türkiye’nin önüne konulan yol haritasında neler var? Türkiye neleri yapamıyor, nelerde inat ediyor? Bir defa müzakere eden aday bir ülke ile böyle, nevi şahsına münhasır, ad hoc (geçici çözüm) bir vize muafiyeti anlaşması yapmak abestir. Baştan yanlış. Ama bu hata değil aslında, bir mesaj. AB yetkilileri Türkiye’nin üyeliğine o kadar uzak bir olasılık olarak baktılar ki son dönemde, “bunların üye olacağı falan yok, yıllardır vize muafiyeti talebi ederler bunlara, Vize Muafiyeti Anlaşması yapalım ve koşullarımızı kâğıda dökelim” dediler. Mülteci anlaşması da öyle! Mülteci anlaşması müstakbel bir üyeyle yapılabilecek bir anlaşma değil. Müstakbel bir üye ile ‘Sen üye olacaksın bütün bu normların çoğunu zaten yerine getirmiş olman lazım, birlikte hareket edeceğiz, sen bizim ortağımızsın’ diyerek çalışılır. Vizede olsun, mülteci akımındaki işbirliğinde olsun Türkiye’ye hep üçüncü ülke muamelesi yapılıyor artık. Buna mim koyalım. SÖYLEŞİ BasHaber 13 - 19 Haziran 2016 9 SÖYLEŞİ Prof. Dr. Cengiz Aktar: w 08 Mülteciler, göç, Türkiye’de kalanlar, Avrupa’ya geçemeyenler, Türkiye’ye verilecek olan para meselesi son dönemin en popüler konuları arasında. Bunların dışına çıkarsak AB ve Türkiye arasında gündeme gelen en temel mesele nedir size göre? Erdoğan yönetimindeki Türkiye, Avrupa ile Batı ile klasik stratejik ortaklıklarıyla büyük tezat teşkil eden mecralara doğru ilerliyor. Bu durumda sadece AB ilişkisi değil NATO ilişkisi de sorgulanır günü geldiğinde. Ki AB ilişkisi kadar açık açık olmasa bile bu da sorgulanıyor. Türkiye hızla Avrupa’nın çeperinde bir Ortadoğu ülkesi, bir sorun kaynağı ülke haline geldi. Ortadoğu’nun öngörülemez ülkeleriyle ve kuzeyde öngörülemez devasa Rusya ile birlikte telakki ediliyor. Bunlar sorunların parçası ülkeler, çözümlerin ortağı ülkeler değil: Rusya, Ortadoğu, Türkiye. Burada Erdoğan’ın başını çektiği çok temel ve tarihî bir kırılma söz konusu. Nasıl yapıyor bunu? Sözle yapıyor, uygulamayla yapıyor. Mesela Türkiye’nin bugün herkesin bildiği, sağır sultanın duyduğu bir tuhaf Suriye ilişkisi var. El Nusralar, IŞİD’ler, bir dolu kaçakçılık haberi, bunları AB’nin veya genelinde Batı’nın istihbarat teşkilatları bilmiyor mu? Tabi ki biliyorlar. Kabul edebilirler mi? Mümkün değil. Çünkü Batı, IŞİD ile topyekûn mücadele ediyor. Böyle bir durumda, böyle bir Batı müttefiki olur mu? Böyle bir Avrupa müttefiki olur mu? Böyle bir müstakbel AB üyesi olur mu? Olmaz tabi, olmuyor zaten. Avrupa’nın burada hatası şu: Elinde, Rusya ve Ortadoğu ülkelerinden farklı olarak bir kaldıraç gücü vardı Türkiye için. Türkiye’yi normalleştirme imkânı vardı elinde. Neydi o? Müstakbel üyelik. Bu müstakbel üyelik ‘koşulluluk’, yani; “Sen yol yordam gözeteceksin, toplumunu ve bireyini özgürleştirmek için şunları yapacaksın ve özgürlük toplumu haline geleceksin, bunun karşılığında üye olacaksın Avrupa Birliği’ne.” Avrupa bunun değerini bilemedi ve bir çuval inciri berbat etti. 2005’den itibaren Türkiye’nin o zamanki AKP hükümetinin hevesini kırmak için elinden gelen her şeyi yaptı. Sarkozyler falan hatırlayalım. Üstelik öyle bir konjonktür vardı ki buradaki AKP’liler de “aman istemiyorsanız istemeyin” demeye getirdiler. “Biz zaten Osmanlı torunuyuz, bizim başka”, bugün Ömer Çelik’in dediği gibi, “alternatiflerimiz de var” deyip aşırı bir özgüvenle Avrupa’dan hızla uzaklaştılar. Alternatiften kasıt nedir? Şangay İşbirliği Teşkilatı dediler ama bu teşkilatın ne işe yaradığını bilmiyorlardı. Şangay İşbirliği Teşkilatı’nın bir numaralı işlevi Orta Asya’dan İslam’ı, özellikle de radikal İslam’ı silip atmaktır. Farkında bile değiller kiminle iş tutmaya çalıştıklarının. Zaten Rusya ile olan ilişkiler sonucunda da zaten o defter tamamen kapandı. Onun dışında geriye bir Suudi Arabistan, Kuveyt ile birlikte Sünnistan’ın veya Selefistan’ın eşbaşkanlığı gibi bir şey kaldı herhalde. Kürd meselesinin çözümsüzlüğü yada Çözüm Süreci’nde yaşanan tıkanmalar, son çatışmalar, bunların da AB, Türkiye ilişkilerinin geriliminde etkili oldu mu? Kürdlerin şu sıralar gördüğü topyekûn ve çok yönlü eziyet Avrupa’da haber oluyor. Siyasî karar vericiler, ister AB kurumlarında, ister üye ülkelerde olsun Kürd illerindeki kör şiddetin mağdur ettiği sivillerden haberdar. Dokunulmazlıkların kaldırılma olasılığıyla Ankara’daki rejimin, Kürd siyasî hareketi ve genelinde Kürdlerle hiçbir diyaloga girmeye, hiçbir iktidarı paylaşmaya hazır olmadığını aksine Kürdleri bir bakıma Türkiye’den tard etmeye niyetlendiğini görüyor. Böyle bir ortamda AB adaylığı ve üyeliğinden söz etmek şarlatanlıktır. Suriye’de yaşanan PYD ve PKK tartışmaları Türkiye’nin AB’den uzaklaşması için bir gerekçe olarak ileri sürülüyor, kabul edilebilinir bir gerekçe midir? Türkiye’nin IŞİD konusundaki gönülsüz çabaları Avrupa’da not ediliyor tabi ki. IŞİD’e yollanan destek, petrol kaçakçılığı, Batı düşmanı radikal gruplara kol kanat germe, bütün bu sorunlara yönelik bilgi akmaya devam ediyor. Diğer taraftan YPG’nin bu meselenin çözümünde kara kuvveti olarak ne kadar önemli olduğu bütün siyaset yapıcılar tarafından Avrupa’da biliniyor. Türkiye’nin şimdi kalkıp buna karşı siz teröristleri besliyorsunuz demesini işiten yok. Kimsenin böyle bir yaklaşımı ciddiye alacak hali de yok çünkü Brüksel’de Paris’te bombalar patladı. Dolayısıyla orada PKK eşittir YPG ki öyle zaten- Avrupalılar bunu bile bile Suriyeli Kürdleri ve dolayısıyla Türkiyeli Kürdleri el üstünde tutuyor. Bu tavrın Ankara’nın AB ve Batı karşıtlığını beslediği konusunda ise şüphe yok. Bundan sonra ilişkiler nereye gider? İnceldiği yerden kopar. AB, üyelik perspektifi kalmamış bir ülkeyle, tıpkı bugün İngilizlere hatırlatıldığı gibi, ilişkilerini bambaşka bir zemine taşır. Ne var ki 2015’te 61.607 milyar Euro ile ihracatımızın yüzde 44’ünü yaptığımız, açık ara bir numaralı ithalat ve ihracat ortağımız, toplam doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının hem stok hem yıllık bazda % 65-70’inin kaynağı olan yer AB. Kopuşun bedelini herkes kolayca hesap edebilir… 09 Demokrasi bloku mu? MESUT YEĞEN Milli ve yerli rejime hukuken geçemedik belki, belki geçemeyeceğiz de, ama fiilen etrafında dönmeye başladık. AK Parti’deki Genel Başkanlık değişimiyle birlikte milli ve yerli rejime geçişi AK Parti marifetiyle durdurabilmenin imkanı sıfırlandı, bu belli. Başka ihtimal var mı peki? Olsa gerek. Ama etrafta konuşulan ihtimallere, yapılan milli ve yerli rejimi durdurma tekliflerine bakınca, ümitvar olmak zor. Milli ve yerli rejimi durdurma işini gürültülü bir biçimde dert edenlerin bir kısmına kalırsa ortada tek yol var: Daha seküler, daha ulusal, daha anti-emperyalist, daha Gezici vs. bir cephe kurmak. Memleketin bu halinde CHP’nin çekip çevirdiği % 25’i (bu arada % 25’in karşısındakileri de) ‘militanlaştırmak’ hayalinden başka bir şeye denk düşmeyen bu teklife bakınca, “milli ve yerli rejim, sadece mukadder değil, kalıcı da olacak” diye düşünmek işten değil. Neyse ki, teklifler bunlarla sınırlı değil. Yakın zamanda daha makul teklifler de duyulur oldu. Bir zamandır işitilen bir dizi teklifin odağında milli ve yerli rejimi bir Demokrasi bloku ile durdurmak var. Odağına Erdoğan’la simgelenen otoriter rejim tehlikesini yerleştiren bu teklif hem tek gündemli olması hem de memleketin epey bir yekununu oluşturan milli ve yerli rejimin mevcut ve müstakbel mağdurlarına hep birlikte hitap etmesi itibarıyla ilkiyle kıyaslanamayacak bir üstünlük içeriyor. Ne var ki, bu teklifin de çalışabileceğine kani değilim. Niye çalışmayacağına dair kanaatimi temellendirmeden önce bir üçüncü teklifin olduğunu da hatırlatayım. 7 Haziran 2015’de milli ve yerli rejime gidişi durdurmuş gibi görünen HDP teklifi. Bu teklif, malum bugün de geçerli. Lakin, geçen bir sene galiba şunu gösterdi. HDP, niyeti ne olursa olsun, merkezinde Kürd hareketinin olduğu bir parti ve bu değişmedikçe, milli ve yerli rejimi durdurmanın esas aktörü olamayacak: Kendisine bağlı sebeplerle değil, bu memleketin tarihine, bugünden yarına değişmesi imkansız güç matrisine bağlı sebeplerle. Demokrasi bloku teklifinin niye çalışmayacağına döneyim. Aslında çalışabilir, ama bu haliyle değil. Erdoğan karşıtlığına dayanan ve esas hedefi milli ve yerli rejimi durdurmak olan bir blok HDP’de ve CHP seçmeninin bir kısmında ilgi uyandırmaz değil, uyandırır, ama yerlerini terk ettirecek kadar değil. AK Parti ve MHP seçmenlerini ise ancak yerlerine mıhlar. AK Parti ve MHP seçmenini yerlerine mıhlamayacak, HDP ve CHP seçmenini ise yerlerinden kıpırdatabilecek bir oluşum için Erdoğan’ı devirmeyi, rejimin otoriterleşmesini durdurmayı aşan niteliklere sahip bir siyasi platforma ya da inisiyatife ihtiyaç var. Şundan: Bugün memleketin epey bir kısmı için en büyük mesele Erdoğan’ın giderek otoriterleşmesi ya da milli ve yerli rejimin adım adım gelişi değil; Kürd Meselesi’nin ve uluslararası durumun seyri. Bu hal de, malum, milli ve yerli rejimin ideologlarınca tepe tepe kullanılan bir tedirginlik ve dehşet duygusuna yol veriyor. Bu duygu yatıştırılmadıkça milli ve yerli rejimin durdurulabileceğini sanmıyorum. Bu duyguyu yatıştırmanın sihirli yolunu bilmiyorum. Ama şu işe yarayabilir: Kalabalıklara, “Türkiye dindarların, sekülerlerin, Kürdlerin, Alevilerin bir diğerinin hukukunu tanıdığı ve bölgedeki alt üst oluşa uluslararası hukuku ve güç dengelerini tanıyan bir zaviyeden dahil olan bir ülke olabilir” duygusunu verebilmek. Kast ettiğim tabii ki “Türk, Kürd, Sünni, Alevi, Ermeni, Rum hepimiz kardeşiz” ya da “yurtta barış, cihanda barış” türünden sığlıklara sığınmak değil. Aksine, kast ettiğim kalabalıkların karşısına hem ülke içi hem de ülke dışı barışın imkan dahilinde olduğunu gösteren bir tür proto-anayasayla, bu proto-anayasayı referans alan bir platformla çıkmak. Anadilde eğitimi, yerelleşmeyi, cemevlerini, dindar ya da seküler hayat tarzlarını sürdürmeyi ve ülke dışında macera aramaktan uzak durmayı garanti eden bir proto-anayasa, bu türden bir anayasayı esas alan bir platform sözünü ettiğim tedirginlik duygusunu gidermeye yardımcı olabilir. Hülasa, memleketin gark olduğu beka kaygısını yatıştırmadan milli ve yerli rejimi durdurmak mümkün görünmüyor. MANŞET Etyen Mahçupyan Garo Paylan Almanya bu suç ile yüzleşmiş oldu HDP İstanbul Milletvekili Garo Paylan, tasarının daha önce de birçok parlamentodan geçtiğini hatırlatarak, Almanya’nın 1915’te yaşanılanlardan haberdar olduğuna dikkat çekerek, “Onların şahitliklerinde bu suç işlendi. Alman yetkililer bu suçu biliyordu. Merkezi hükümete raporlar gönderildi. Fakat merkezi hükümete ses çıkarmadığı gibi bu suça yol verdi. Alman parlamentosu bu suç ile yüzleşmiş oldu” ifadelerini kullandı. Kararın emsal olması temennisinde bulunan Paylan, Türkiye’ de ırkçı söylemlerin hala ön planda olduğunu dile getirerek, “Kürd Meselesi’nde çözüm günlerine dönüldüğü takdirde Ermeni Soykırımı daha rahat konuşulacaktır” dedi. Almanya’nın iç dinamikleri ile ilgili Gazeteci Etyen Mahçupyan da, kararın Almanya’nın kendi iç dinamikleriyle anlaşılması gereken bir karar olduğunu dile getirerek, Almanya’yı bu kanunu çıkarmaya zorlayan süreci şöyle aktardı: “Almanya’da uzunca bir süredir arşiv çalışmaları yapılıyordu. Bunlar yayınlandı, basıldı ve toplumsal tartışma konusu oldu. Bunun bir şekilde siyasete yansı- Selina Özuzun Rober Koptaş Tasarı sadece Türkiye’yi suçlamıyor Tasarıyı geniş çaplı ve sadece Türkiye’yi suçlayan bir karar olarak görmediğini belirten Ermeni Gazeteci Ali Saltan, Türkiye’ye Ermeni Meselesi ile yüzleşme çağrısında bulunarak tasarının iyi niyet çabası olarak görülmesi gerektiğini vurguladı. Fransa’da kabul edilen tasarıdan daha farklı olduğunu ve Türkiye’ye yönelik bir yaptırım kapsadığını hatırlatan Saltan, “Türkiye diğer devletlerin yaptırımlarına maruz kalmadan kendisi bir şeyler yapmalıdır. Soykırım kavramı ile tanıtılması önemli değil aslında. Yüzleşmek önemlidir. Ermeni toplumu da bu toprağın bir parçasıdır. Onların acısına da kulak verip konuşmak lazım” dedi. Ali Saltan Yetvart Danzikyan rg .o ’AB ile kısır döngüye devam’ Diğer bir faktör, yine başlangıçta ılımlı İslam diye tanımlanan AKP ve Erdoğan’dan sorunlu bölgede, Ortadoğu’da Batı ile birlikte yapıcı bir rol oynama beklentisi idi. Bugün bir zamanlar kendisinden sorunları çözmesi beklenen AKP Erdoğan yönetimindeki Türkiye, özellikle Kürd fobisi ve radikal İslam bağlantısı nedeniyle yaptıklarıyla sorun olmuştur. Son faktör de Avrupa’nın içinden kaynaklanan sorundur. Halen Avrupa’lı siyasilerin “hot potato” yani sıcak patates diye tanımladıkları göçmenlik sorunu çözülememiştir. Doğu Avrupa ülkelerinden gelen birlik vatandaşlarıyla iyice zorlanan Kuzey’in zengin ülkeleri Türkiye’nin olası üyeliğine de kendi sıcak patatesleri penceresinden bakmaktadır. Ciddi gazeteler örneğin üyelik halinde 12 milyon Türkiye vatandaşının İngiltere’ye gelebileceğini yazmakta. Başbakan ve Maliye Bakanları da bunun olamayacağını keskin ifadelerle dile getirmekteler. Kısacası AB ilişkileri üye olmadan iyileştirme çabalarıyla kısır döngü ile sürecektir. Ta ki artık “persona non grata” olmuş Erdoğan değişene kadar. Yazar Recep Maraşlı (Berlin): Almanya Türkiye’yi cezalandırdı Almanya Parlamentosu’nun soykırım konulu kararı birçok eşiğin birden aşılması an-lamında tarihi bir karar oldu. Bundan sonra Türkiye’nin soykırım inkarcılığı ve bu tip kararların kabulüne karşı yürüttüğü diplomatik çabalar önemli ölçüde anlamsız hale geldi. İkincisi, TC’nin o ünlü “lobi” hikayesi; “Almanya’da 3 milyon Türk yaşıyor, şunu yapamazlar, bunu diyemezler..” efsanesi iflas etmiş oldu. Hem de Parlamen-to’daki Türk, Türkiye kökenli milletvekilleri de bu karara olumlu oy verdiler; üstelik karar iktidar ve muhalefetiyle ittifak halinde alındı. Türkiye ile ilişkilere önem veren hiçbir hükümet üyesi bile kalkıp mecliste onları savunmak istemedi. Türkiye’nin tehditlerini umursamadıklarını, açıkça ilan etmiş oldular. Ve Almanya’daki “Türkiye” de verilen gazlara ur d Türkiye’yi suça bakmaya mecbur etti CHP’nin Ermeni Milletvekili Selina Özuzun Doğan, dünyanın tüm meclislerinin, Soykırımı tanımak gibi bir sorunu olmadığını belirterek, “Almanya Parlamentosu tarafından kabul edilen metin, Türkleri geriye, kendi tarihine, Türkiye’nin ve müttefiki Almanya’nın iştirakiyle işlenen suça bakmaya mecbur etti” dedi. Bu tarz olayların insanlığa karşı işlenen suçlar olduğunu hatırlatan Doğan, “Nitekim bu nedenle Avrupa’nın pek çok ülkesi, soykırımın önlenmesine dair sözleşmelere taraf olmuştur. Parlamentolar da bu sözleşmelerin gereklerini yerine getirmekle yükümlüdürler. Kaldı ki, eğer hukukiyse, Türkiye o zaman Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne taraf olsun ya da Lahey’e gidilsin, mahkeme karar versin” ifadelerini kullandı. ak Almanya bu konuda suç ortağı Türkiye’de yaşayan Ermeni yurttaşlar Almanya Parlamentosu’nda kabul edilen yasa tasarı ile ilgili BasHaber’e konuştu. Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yetvart Danzikyan, yasa tasarısını kabul eden Almanya’nın ayrı bir özelliği olduğuna ve Almanya’nın bu tasarıyla “yüzleşme çabasına girdiğine“ vurgu yaparak, “Almanya 1915 yılının ne olduğunu çok iyi bilen bir ülke. İttihat ve Terakki’nin ortağı ve müttefiki idiler. Alman kurmay ve siyasetçilerine Ermenilerin başlarına ne geleceğine dair birçok rapor gitmişti. Bu konu ile ilgili ellerinde çok arşiv de var. Almanya bu konuda suç ortağı” dedi. Almanya’yı 1915 olaylarını önlememekle suçlayan Danzikyan, “Almanya’nın o dönemki politikası sessiz kalmak yönünde oldu. Almanya Bağdat Demiryolunu güvene almıştı. Antep yolu civarında bir karışıklık istemiyordu. Almanya bunlara engel olmayarak bir suç ortağı konumundaydı. Almanya asıl bununla yüzleşmeye çalışıyor ve bunun soykırım olduğunu kabul ediyor. Bu gerçeğin altının çizilmesini önemli buluyoruz” diye ifade etti. maması mümkün değildi. Parlamentoda böyle kararların çok anlamlı olmadığını yıllardır söylüyoruz. Bu bir psikolojik ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Almanlar bu işin parçasıydı.” Almanya’nın bu kararından sonra Türkiye’nin yeniden düşünmesi gerektiğinin altını çizen Mahçupyan, “Dolayısıyla Almanya Parlamentosu bunu kabullenmesi ve telaffuz etmesi tarihsel açıdan Türkiye’ye yeniden düşünmesi gereken bir durum. Onun dışında somut olarak herhangi bir sonucu olacağını düşünmüyorum” dedi. iv lmanya Parlamentosu 1915 olaylarında Ermenilere soykırım uygulandığını çıkarılan yasa ile resmen kabul etti. Almanya’nın bu kararına Ankara sert tepkiler verilirken, Türkiye’de yaşayan Ermeniler ise tasarıyı “günah çıkarma girişimi“ olarak yorumluyor. Federal Alman Meclisi’nde “Ermeni Soykırımı” ifadesi ilk olarak geçen yıl 1915’in 100. yıldönümü nedeniyle yapılan anmada açık biçimde kullanılmıştı. Hem Meclis Başkanı Norbert Lammert, hem de Cumhurbaşkanı Joachim Gauck, İttihat ve Terakki yönetiminin 1915’te başlattığı sürgün ve katliamları “Soykırım” diye nitelemişti. Yasanın kabul edilmesinin ardından ise Türkiye’den tepkiler gecikmedi. Türkiye’de yaşayan Ermeni yurttaşlardan bazıları kabul edilen tasarıyı yerinde bulurken, bazıları ise yasayı eleştirdi. Türkiye’ye daha fazla sorumluluk yüklendi Kararın Ermeniler açısından önemine değinen ve kararı “değerli” bulduğunu dile getiren gazeteci Rober Koptaş, “Almanya’nın 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı ile müttefik olması nedeniyle daha önce Osmanlı-Türk tarafının sorumluluğunu vurguluyordu. Bu anlamda Türkiye’ye daha fazla sorumluluk yüklendi. Tarih, hakikati bir kez daha ortaya koymuş durumda” dedi. Ermeni Meselesi’nin yeniden uluslararası alana çıkarılacağı yönünde tespitler yapan Koptaş, şöyle konuştu: “Siyasette Türkiye’ye karşı bunu gösterecekler. İktidara dönük yurtdışı planlarının bir parçası olarak gösterecekler ve milliyetçi bir tonda konuşacaklar. Önemli olan resmi yalan pozisyondan vazgeçmeleri. Hakikate ulaşmaya çalışmadıkça bu tür tepkilerle karşılaşmaya devam edecektir.” Gazeteci Ali Manaz (Londra): Erdoğan, Avrupa’yı hayal kırıklığına uğrattı Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin Erdoğan yönetiminde giderek kötüye gitmesi bir kaç iç içe geçmiş faktör ile açıklanabilir. En önemli ama aynı zamanda gözlerden ka-çan faktör AB’nin AKP kadroları konusundaki yanılgısıdır. Avrupa, AKP ve lider kadrolarını ‘Hristiyan Demokratlar’ın İslami versiyonu’ olarak algıladı yıllarca. Hristiyan Demokratların liberal değerler, yani ifade ve örgütlenme özgürlüğü, farklı etnik, inanç ve cinslere fırsat eşitliği ile seküler hayat konusundaki politika ve uygulamalarının AKP tarafından da benimseneceği beklentisi vardı. Bu konuda Erdoğan’ın giderek ben merkezci ve totaliter tutumu bu konuda beklenti sahibi olan Avrupalıları derin hayal kırıklığına uğrattı. rs A Eren Dinç MANŞET 13 - 19 Haziran 2016 11 Berlin, Ankara’yı cezalandırdı Almanya Soykırım ile yüzleşiyor .a Daha önce de birkaç yazımda belirttim Kürdçe bilmesem de Kürd olmaktan hayatımın hiçbir döneminde eksiklik hissetmedim. Yeni tanıştığım her insana ‘Diyarbekirli’yim’ demek hep gurur verdi bana. Çünkü kime ‘Diyarbekirli’yim’ desem Kürt olduğumu anlamaları çok hızlı gelişiyordu. Kürdlük ile Diyarbekirli olmak iç içe geçmiş unsurlar halindeydi birçok insanın algı dünyasında. Geri kalan sohbetlerimizin hiç birinde de kendimi en Batılı’sının, en iyi eğitim görmüşünün yanında bile asla eksik hissetmedim. Konunun çok detayı var tabi. Ama ne derler anlatmaya imkânlar sınırlı! Son yıllarda kendine has yerelliğimiz, tüketim kültüründen, evrensel değer ve davranış biçimlerinin baskısından, kitle iletişim araçlarının etkisinden dolayı ciddi değişim göstermeye başlamıştı. Hayat görece barış ortamında bizi yeni bir var olma biçimine, güncel Diyarbekirli ve güncel Kürdü yaratma sentezine hazırlarken olan oldu. Tarihi Suriçi bölgesi üçte bir oranında yok oldu. Diyarbekir’i kendine has yapan eskiye verilen büyük zarar. Ketin sorumsuzca harabe haline getirmesi her şeyin değişmesinde, yeni bir senteze ulaşma serüvenimize son noktayı koymuş sanki. Artık hemşerilerim ‘eski Diyarbekir yok’ diyor. Bir daha da olmaz. Bence de olmaz çünkü Diyarbekir ciddi bir gerçekle, destek verdiği, oy verdiği siyaset kurumları tarafından sevilmediği, anlaşılmadığı gerçeğiyle yüzleşiyor şimdilerde. Her aşamada daha modern daha demokratik, daha katılımcı olması gereken siyaset yaklaşımımız gittikçe monolitik bir yapıya, tek sesli bir sağırlar korosuna dönüşmüş durumda. Silahların sesi korunması gereken sivil Diyarbekir’in sivil Kürdlüğün sesini öldürmeye çalışıyor. Durum böyleyken son günlerde belediye başkanlarının, HDP il yöneticilerinin, kurum yöneticilerinin tavrını hayretler içinde izliyorum. Memleket elden gitmiş onlar kaybettikleri prestijlerini, popülist davranışlar ve suni gündemlerle restore etmeye çalışıyorlar. Kent için çalışması, halkı dinlemesi gereken halkın kurumları birbiriyle aynılaşmış, hiçbir üretkenliği ve yetkisi olmayan bürokratik KİT’lere dönüşmüşler. Kapsayıcı, çoğulcu yaklaşımlarını yitirmişler. Siyasetçilerimiz Sur ablukasında toplayamadıkları halkı şimdi meydanlarda toplayıp ‘askeri darbeye karşı demokrasi mitingi’ düzenleyeceklermiş. Hendekler için aldıkları ‘iç ve dış duyumları’ kulaklarına fısıldayanlar şimdide darbe mi olacak dedi. Ne oldu anlamadım. Belki de memleketin ciddi ve en baş gündem maddesi kimsenin haberi yok ama ’darbe’ meselesidir. Bir de daha komik bişey var; iftar çadırlarında bütün başkanlarımız arzı endam edip sırayla hendek siyaseti mağduru evinden barkından olmuş insanlarımıza elleriyle yemek dolduruyorlar. Hiç bir şey olmamış gibi davranıyorlar. Yahu bu siyaset algısından ne zaman kurtulacağız ya da kurtulabilecek miyiz? Ama bildiğim bir şey var o da şu; Diyarbekir halkını ciddi küstürdünüz. Kırklar Dağı’nın talanıyla başlayan memleketin çoğulcu değerlerini hiçe sayan yaklaşımlarınıza, hendeklerle, yıkımlara çanak tutmakla devam ettiniz. Sonunda yok olan Diyarbekir değil bir anlamda Kürdlük’tür. En kadim en eski en büyük Kürd kentimizin ruhunu öldürdünüz. Bakalım geriye ne kalacak, neyi kurtarabileceğiz. Hafız Akdemir ve diğerleri… 8 Haziran 1992 yılında, sabah evinden çıktıktan sonra sokak arasında vuruldu arkadaşım Hafız Akdemir. Onun şahsında Kürdistan’da yaşamını yitirmiş bütün basın emekçilerini hatırlamanızı, anmanızı istiyorum. Kürd basınında çalışmaya devam eden bizlerin yakın geçmişimizde yaşananları unutmaması gerekiyor. Şiddet bu haliyle tırmanmaya devam ederse yakında bizim de söyleyecek sözümüz kalmayacaktır. Belki de hayat hepimiz için mermisini kusmaya hazır bir namlunun görünmeyen, derin karanlığında yeni sürprizler hazırlamaktadır. “Büyük uyur bazı ölüler bayraksız göklerin altında…” (M.Mungan) Türkiye Ermenileri: w ÖZTEKİN ÇAÇAN BasHaber 13 - 19 Haziran 2016 w Memleketimden pişkinlik manzaraları BasHaber w 10 rağmen ayağa falan kalkmadı. Böylece artık diğer AB ülkeleri olmak üzere dünyada, Türkiye’nin tepkisini çekmek istemediği için tasarıları bekleten devletler, “caydırıcı” bir etki olamayacağı, Türki-ye’nin herhangi bir yaptırım gücü olamayacağını görerek daha rahat kararlar alabilecekler. Türkiye ile AB arasında imzalanan “Mülteci Geri Kabul Anlaşması“ bir yıldan fazladır, Erdoğan yönetiminin bütün kaprislerine “katlanılan” bir süreçti. Artık başta Almanya olmak üzere AB ülkeleri, Türkiye’nin özellikle Kürd halkına karşı giriştiği topyekün savaşa ve işlemekte olduğu insanlık suçlarına karşı utanç verici sessizliğini bozacaktır diyebilir miyiz? Bence bu kararla Türkiye’ye güçlü biçimde “vazgeçilmez olmadığını” mesajı verildi, uyarı yapıldı ama eğer Türkiye, Mülteci Antlaşması’na uyarsa daha ileri gidileceğini sanmıyorum. Buradan daha öteye gideceklerine çok fazla ihtimal vermiyorum. Erdoğan yönetiminden rahatsız oldukları açık. Fakat Türkiye’de Kürd ulusal hareketi ve HDP dışında gerçek bir muhalefet yok ve Erdoğan bu nedenle alternatifsiz. Bu da AB’nin siyasi ağırlık koyma opsiyonlarını ortadan kaldırıyor. Yine de Erdoğan yönetimi için sürecin bundan sonra daha da zorlaşacağını söyleyebilirim. Öte yandan NATO’nun askeri ihtiyaçları gibi Türkiye’nin bir biçimde Batı kontrolü içinde tutulması stratejik bir önem taşıyor. Gerçi Rusya ve Ortadoğu’daki tüm devletlerle kavgalı olan Türkiye’nin bıraksan gidebileceği bir yer olmamakla birlikte, AB aynı zamanda güçlü ekonomik çıkarları olan Türkiye’nin iyice destabilize olmasını istemez. Almanya BAGİF Başkanı Mehmet Tanrıverdi: Mülteciler konusunda Almanya taviz verdi Türk-Alman ilişkileri çok uzun bir geçmişe sahip. Her iki ülke de NATO’nun üyesi ve etkin askeri güçlerini oluşturuyor. Ticari olarak da “ortak” diyebileceğimiz iki ülkenin ekonomilerinin önemli bir payını ithalat/ihracat oluşturuyor ve Almanya’da iki milyonun üze- rinde Türk kökenli kişi yaşıyor. Bunlara istinaden, Ermeni Soykırımı Tasarısı’nın kabulü sonrası, Türkiye’nin “dost ülke” Almanya’ya gösterdiği tepkide beklendiği üzere ağır oldu. Türkiye’nin soykırım tasarısına uzun bir süredir diplomatik yollarla engel olmaya çalıştığı biliniyor. Son dönemde dikkat çeken ise Almanya’da faaliyet gösteren Türkiye’ye yakın sivil toplum/lobi kuruşları üzerinden partileri ve milletvekillerini etkilemeye çalışmalarıydı. Tayyip Erdoğan açıklamalarıyla konuyu bir adım öteye taşıyarak, Avrupa Birliği ile varılan mülteci anlaşmalarının askıya alınması ve Avrupa’yla olan sınırlarının tekrar açılması yönünde tehditkâr ifadeler kullandı. Tasarının kabulünün sonrası da benzeri tepkiler devam etti. Türk kökenli Alman milletvekillerine karşı yürütülen nefret kampanyaları ve büyükelçilerinin geri çekilmiş olmasına zaten kimsenin şaşırdığı düşünülmüyor. Yani her gelişme beklenene yakın seyir halinde. Yine beklenilen olursa; bu vazgeçilmez iki eski ortağın ilişkileri orta vadede normalleşmeye aday görünüyor. Uluslararası politik arenada izole olmuş bir ülkenin, tehditlerini uygulama şansı da az görünüyor. Türkiye–Almanya arasındaki en önemli sorun olarak kuşkusuz mülteci sorunu olarak görebiliriz. Almanya’nın bu sorunun çözümünde gösterdiği performans hiç alışık olmadığımız türden. Almanya Başbakanı Merkel’in son 6 ayda 4 defa üst üste Türkiye’yi ziyaret etmesi, bu sorunun ne kadar ciddi bir boyutta olduğuna işaret eder ni-telikte. Öyle ki gündemde olan bu sorun, Avrupa değerlerinden bile taviz verilmesine yol açtı. İki ülke arasındaki diğer bir konu da Kürd meselesidir. Türkiye’nin baskısıyla 25 yıl önce, PKK ve yan örgütlerini yasaklılar listesine aldı. Almanya hala PKK’yi bir “terör örgütü” olarak görmeye devam ediyor. Almanya Navend Başkanı Metin İncesu: Almanların % 91’i Türkiye’yi güvensiz buluyor Öncelikle, Federal Meclis’te onaylanan Ermeni Soykırımı Tasarısı hakkında yaratılan bazı yanlış algıların düzeltilmesi gerekmektedir; İlkin, bu tasarı doğrudan Alman hükümeti tarafından değil, Federal Meclis tarafından kabul edilmiş ve Şansölye Merkel’in katılmadığı oylamada neredeyse oybirliği ile geçmiştir. Akabinde, Meclis soykırımı tanırken sadece İttihat ve Terakki’yi mahkum etmekle kalmamış aynı zamanda Osmanlı Devleti ile dönemin müttefiği olan Almanya’nın bu soykırımdaki sorumluluğunu ve dahi suç ortaklığını da kabul etmiştir. Bu da Türkiye’nin, Avrupa ülkelerinin hak ve özgürlükler konusunda tarafgir bir tutum sergilediğine yönelik eleştirisini bir nebze boşa çıkarmaktadır. Diğer yandan, tasarının kabulü ile adeta bir tehdit unsuru olarak tekrar gündeme getirilen Mülteci Geri Kabul Anlaşması, Almanya ile Türkiye arasında değil, Avrupa Birliği ve Türkiye arasında imzalanmıştı. Hatta bu anlaşmada aralarında Fransa, Belçika ve Hollanda gibi Ermeni soykırımını tanımış olan AB üyesi ülkeler muhatap alınmıştı. Buna karşılık Cumhurbaşkanı Erdoğan açıklamalarıyla konuyu iç siyaset malzemesi haline getirmiş ve Türkiye kamuoyunda bir düşmanlık algısı yaratmıştır. Sayın Erdoğan’ın milletvekillerine yönelik ‘kan testi’ talebi ve ‘PKK’nin uzantıları’ şeklindeki suçlamaları; Almanya’da yaşayan köktenci ve milliyetçi bazı Türklerin nefret ve tehdit mesajları, Almanya’da büyük bir rahatsızlık uyandırmıştır. Şansölye Merkel, açıklamaları kabul edilemez bulduğunu ifade etmiş; hem Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz (SPD) hem de Alman Federal Meclisi Başkanı Norbert Lammert (CDU), Erdoğan’ı sert bir dille eleştirmiştir. Hatırlanacaktır, benzer kışkırtıcı açıklamalar vize muafiyetinin ertelenmesi konusunda da dile gelmişse de, AB bu konuda geri atmamıştır. Almanya’da son zamanlarda yapılan bir kamuoyu araştırmasına göre Almanların %91’i Cumhurbaşkanı Erdoğan yönetimindeki Türkiye’yi güvensiz bulmakta ve yine ezici bir çoğunluğu vize muafiyeti ve mülteci mutabakatı konusunda taviz verilmemesi gerektiğini dile getirmektedir. Yine bu araştırmaya göre Alman halkının %74’ü Soykırım Tasarısı’nın kabulü yönünde görüş beyan etmiştir. Türkiye’de son dönemde milletvekili dokunulmazlığının kaldırılması, özellikle Kürdlere yönelik sivil siyasetin önünü kesen, düşünce özgürlüğünü tırpanlayan ve en doğal kültürel hakların dillendirilmesine karşı şiddetli bir tahammülsüzlük gösteren baskıcı bir atmosferin egemen oluşu Alman kamuoyu nezdinde Türkiye’yi ‘güvenilmez’, Alman siyasi çevreleri için de ‘kestirilemez, ölçülemez’ bir konuma düşürmektedir. İki ülke arasındaki ilişkilerin zedelenmesinden uzun vâdede en çok Türkiye’nin zarar göreceği ise su götürmezdir. 12 BasHaber SÖYLEŞİ 13 - 19 Haziran12 2016 TOPLUM Daha güçlü bir toplum için daha güçlü STK’lar H Daha da kirlenen savaş HAKAN TAHMAZ Diler Badîkan Suriye’deki savaşla politik uyanış yaşandı ‘Araplar tarihsizleştirilmek isteniyor’ Türkiye’de ilk olma özelliğine sahip Ortadoğu Arap Halkları Araştırma Enstitüsü’nün hedeflerini, projelerini Yönetim Kurulu Üyesi New York Eyalet Üniversitesi’nde Araştırma Görevlisi olan Antropolog Şule Can BasHaber’e anlattı. Enstitünün Türkiye’de ve Levant ‘Toplumsal bellek için siyasi partilere ihtiyaç yok’ Kurulduktan sonra ciddi zorluklar yaşamadıklarını ancak çalışmaların finanse edilmesi noktasında sıkıntılar olduğunu aktaran Can, “Küçük bir şehirden sınır ötesine ulaşan ve ulusal düzeyde faydalı işler yapmak için bir ağ oluşturmak gerekiyor. Tabii neredeyse herkes gönüllü çalışıyor bizimle, bu durumda isler daha da zorlaşıyor” diye konuştu. Siyasi bir amaç güdüldüğü düşüncesiyle pek çok kişinin enstitüden uzak durmayı tercih ettiği tespitinde bulunan Can şöyle konuştu: “Oysa bizim herhangi bir siyasi parti uzantımız yok, biz pek çok aktivist ile işbirliği .a .o ur d ak iv rs içindeyiz. Ancak biz Ortadoğu tarihi, siyaseti ve halkları ile ilgilenen sivil toplum örgütleri, akademisyenler ve gönüllüler ile çalışma yolunda varız. Bu mesajı verip toplumsal bellek uyandırmaya yönelik çalışmaların siyasi parti çalışmalarından bağımsız olabileceğini göstermek önemli ve yorucu bir süreç.” Can, kuruluşundan sonra Türkiye’nin ilk Arap Alevi konferansını gerçekleştiren enstitünün tarih, folklor, anadil ve Arap çalışmaları yaptığını aktardı. Can, ayrıca yapmış oldukları araştırmalara ilişkin saha çalışmaları ve sözlü tarih görüşmeleri sonucu ilhak dönemi devlet ile toplum ilişkileri ve uluslaştırma politikalarına dair bir rapor hazırladıklarını ve bunun kısa sürede yayınlanacağını söyledi. w ürkiye’de, yıllardır sürdürülen asimilasyon politikalardan nasibini alan etnik gruplardan biri de Arap Aleviler. Arap Alevileri hakkında ilk araştırma merkezi olma özelliğini taşıyan ve Antakya’da kurulan Ortadoğu Arap Halkları Araştırma Enstitüsü birinci yılını geride bıraktı. Türkiye’de yaşayan halklar üzerinde uygulanan politikalar nedeniyle dil, inanç, kültür ve yaşam tarzlarını sürdüremeyen haklar, diğer yandan da tarihlerinden de uzaklaştırıldı. Türkiye’de yoğun olarak yaşayan ancak gerek inançları gerekse de yaşam tarzlarından dolayı sürekli ötekileştirilirken Arap halkı, kimlik, kültür ve tarihlerinden uzaklaştırılmakla karşı karşıya bırakıldı. Ortadoğu Arap Halkları Araştırma Enstitüsü’ de tarihlerinin ve kültürlerinin yok olmaması için 1 yıldır çalışmalarını aralıksız sürdürüyor. Antakyalı Araplar’ın anadillerini unutmaması için yoğun çaba sarf eden enstitü, Arapça’nın dini bir merkezden öğretilmesine de karşı çıkıyor. Kültürel kıyımın önüne geçmek için kurulan enstitü Arap Alevi, Arap Hıristiyan ve Arap Sünnilerin de yer aldığı 7 kişilik yönetim kadrosundan oluşuyor. Enstitü, unutturulmak istenen kültürlerinin sesini duyurmanın yanı sıra tarih araştırmaları ve akademik çalışmalar da yapıyor. bölgesi içinde Arap halklarının tüm unsurlarını, kimlik tanımlamalarını ve tarihlerini araştırma amacıyla kurulduğunu hatırlatan Can, “Türk modernleşmesi ve Antakya’nın ilhakı sürecinde kültürel bir asimilasyona dâhil edilen Araplar bu coğrafyaya paraşütle gelmiş gibi tarihsizleştirilmiştir. Bu nedenle enstitü akademik çalışmalar ile yerel kimlik çalışmalarını birleştirerek Ortadoğu, siyaset ve Arap azınlıkları ilişkilerini irdelemeyi hedefleyerek kurulmuştur” dedi. Toplumdan genel olarak olumlu tepkiler aldıklarını belirten Can, çalışmaların daha iyi yürütülmesi ‘dayanışma’ vurgusu yaparak “Herkes çok heyecanlanıyor bu projeyi duyunca ama yerelde çalışmaya gönüllü kişiler bulmak epey zor. Bu tür çalışmalar hem zaman hem de emek isteyen çalışmalar. Dolayısıyla daha çok işbirliğine ihtiyacımız var. Örneğin enstitü web sitesinde daha çok yazar katkısına ihtiyaç duyuyoruz. Antropolojik saha araştırmalarında yer alacak öğrencilere yahut gönüllülere ihtiyacımız var” şeklinde konuştu. w T Dilan Almaz ‘Suriye’deki savaşla politik uyanış yaşandı’ Arapça’nın tamamen sözlü olarak devam etmesi, unutulmasını ve gelecek nesil tarafından öğrenilmemesine neden olduğunu vurgulayan Can, “Dolayısıyla yazılı olarak gelişme imkânı bulmuyor dil. Bunda ciddi bir aksan korkusunun da etkisi var. Türkiye’de Türkçe konuşmamak hemen çeşitli yargılar doğurduğu için insanlar hala baskı altında” diye kaydetti. Suriye’deki savaşla birlikte yoğun göç alan Antakya’da bir “politik uyanışın“ yaşandığına dikkat çeken Can, insanların “Biz nereden geldik?” arayışına girdiğini belirtti. Can, Arap halkının kültürel dokusuna, tarihine sahip çıkmasıyla hem kültürel hem de akademik üretim anlamında bir yükselişi sağlayacağını ifade ederek, “Ortadoğu Arap Halkları Araştırma Enstitüsü’de Antakya tarihi, dili ve kültürü araştırmalarına ve Ortadoğu barışına naçizane bir katkı olmaya uğraşmaktadır” dedi. er geçen gün gelişen sivil toplum inisiyatifleri toplumsal sorunların çözümünde daha sorumlu bir pozisyona ulaşmış durumda. Türkiye’nin yapısal ve sosyal sorunların çözümünde sivil topluma önemli görevler düşüyor. Sivil toplumun örgütlenmiş şekli olan sivil toplum kuruluşları da (STK) artık daha çok duymaya başladığımız, hayatın her alanında karşımıza çıkan örgütlenmeler. STK’lar farklı alanlarda çalışan gönüllü örgütlerden düşünce kuruluşlarına, sosyal hareketlerden yurttaş inisiyatiflerine, hükümet dışı örgütlerden sendikalara ve meslek odalarına kadar geniş bir yelpaze içerisinde hareket eden bir alanı temsil ediyorlar. Sosyal fayda sağlama amacının yanı sıra, toplumsal gelişme ile demokratikleşme amacıyla insan hakları, çevre, gençlik, eğitim, sağlık, engelliler, kalkınma vb. gibi farklı alanlarda çalışan farklı örgütlenme modelleri var. Bugün Türkiye’de yasal olarak yalnızca dernek ve vakıflar STK olarak tanımlanıyor. Girişim, platform, inisiyatif ve sosyal girişim gibi farklı örgütlenmeler de sivil alanda yer almalarına rağmen, bu tanıma dahil edilmiyorlar. Kürd illerinde ise STK’lar Kürd Meselesi’ne çözüm aramak, tarafları barışçıl yollarla sorunu konuşmaya davet etmekle özdeşleşmiş durumda. Bu bağlamda STK’ların toplumsal sorunların çözümüne dönük çalışmalarını, gelinen aşamadaki işlevini Kürdistan’da uzun yıllar sivil toplum adına emek vermiş aktivistlerle konuştuk. rg Antakya Arapları nereli! w Bir yıldır bu topraklarda Kürd Meselesi’nde kızılca kıyamet kopuyor. Savaş nitelik değiştirdi. En büyük tehlike ve vahim olanı ise savaşın toplumun tarafından kanıksamaya başlanmasıdır. Dahası iktidar çevresi ve onun bu konudaki ortakları milliyetçi, ulusalcı milli ortakları savaşla yaşamaya alışılmasını öğütlüyorlar, sabah akşam ‘savaşa teslim olun’ çağrısı yapıyorlar. Açık konuşmak gerek, bu savaşın ulusal veya uluslararası hukukta hiçbir karşılığı, meşruiyeti yok. Hukuki, siyasi, ahlaki, dini hiçbir değere bağlı bir savaş yürütülmüyor. ‘Her yol mübah’ anlayışıyla sürdürülen savaşın yarattığı sorunlar, tedavisi çok zor toplumsal yaralar açıyor. 40 yıldır süren Kürdlerle savaşın yeni döneminin nasıl ve ne zaman sona erebileceği öngörülemez bir hal aldı. Şimdi ciddi toplumsal travmalara yol açma potansiyeli taşıyan bir savaş sürdürülüyor. İnsanlar evlatlarının cenazeleriyle günlerce birlikte yaşamaya, uzuvlarını hafriyat alanlarında toplamaya mahkûm edildiler. Ama esas olarak savaşa karşı direnç veya barış umutlarının gelişmesi, savaşa ilişkin kuralsızlığa son vermekle ve cevapsız soruların tüketilmesiyle mümkün olabilir ancak. Bu günkü savaşın bilinmezlerinin oldukça fazla. Bunun birkaç nedenlerinden biri Türkiye’de süren Kürdlerle savaşı tetikleyen en önemli etmenlerden bir olan Suriye’nin geleceğinin ne olacağının belirsiz olmasıdır. Diğeri de Kürd Meselesi ile doğrudan bağlantılı küresel aktör/devlet sayısı çoğaldı ve sorunun karmaşık hal aldı. Batılı devletlerin tamamına yakını Kürd Meselesi’nin bir parçasılar. Bu devletler, Türkiye’nin yürüttüğü Kürdlerle savaşına tavır almıyor, aksine sessiz kalarak destek veriyorlar. Savaşın hukuksuzluğunun hukuk haline gelmiş olması ise siyasi çözüm arayışlarını zorlaştırmakla kalmıyor, belirsizliğin derinleşmesini ve toplumsal umutsuzluğun yaygınlaşmasını besliyor. Savaş daha da kirli bir halde sürdürüldüğünde ise toplumsal umutsuzluk ve hukuksuzluk daha bir derinleşiyor. Karşılıklı bir birini etkiliyorlar. 40 yıl dağda süren savaşın niteliğini belirleyen ve akıllara kazınan 17 bin köyün boşaltılması, köy/ mezra yakmalar toplu katliamlar ve yargısız infazlar oldu. Eskiden, 90’larda köyler boşaltılarak yakıldı. İnsanlar sokaklarda infaz ediliyordu. Bu uygulamaların ortak bir gerekçesi, ‘PKK terör örgütüne yardım ve yatakçılık’ olurdu. Bu gün Kürd kentleri, sokakları ve evleri/işyerleri içinde insanlar olduğu biline, biline havaya uçuruluyor, askeri araçlarla imha ediliyor. “Yeni bir Doğu ve Güneydoğu yaratmak” için tarih en kanlı ve kirli savaşı/temizlik hareketi yapılıyor. Hiçbir gerekçe ve bahane, devlete 21. Yüzyılda bu derece hukuksuz, acımasız ve vahşice haksız savaşı sürdürülmesini haklı kılmaz. Bu, ancak gerçek anlamda çaresizlik hissine kapılmakla ve acizlik içine düşmekle açıklanabilir. Ankara’nın PKK’ye, Kürd siyasetine karşı kullandığı dil, yürüttüğü propaganda Kürdleri, daha da ötekileştiriyor. ‘Kardeşim’ edebiyatının büyük yalandan ibaret olduğu açığa çıkıyor. Güvenlik güçlerinin operasyon bölgelerinde duvarlara yazdıkları yazılar, araçlardan yaptıkları anasonlar, çaldıkları marşlar, yandaş ve ana akım medyanın dili, manşetleri, haber başlıkları, ’Alevi/Yezid’ vurgu ve hatırlatmaların, ’dış güçlerin işbirlikçisi’ gibi söylem ve ithamlar bütün toplum nezdinde Kürdleri karşıtlığı büyütüyor, derinleştiriyor. Savaşa karşı uluslararası sessizlik ise, yeni dönemin bir başka özelliği olsa gerek. ABD ve AB ülkelerinin bir yıldır evlerin, işyerlerin, tarihi dokuların imha edilmesini ve ölü sayılarının yarıştırılmasını film izler gibi izlemeleri savaş cephesinin büyüklüğünü, barış cephesinin darlığını gözler önüne seriyor. Kobani’deki kazanımları kalıcılaştırmak için Türkiye’de çözümün ertelenmesini göze alan Kürd siyasetinin, yenilmezlik duygusuyla geliştirdiği yanlış strateji ve taktikler, felakete kulaç sallamak olduğu açığa çıkmıştır. Bunun moral etkisiyle kuralsızlığın kural haline getiren eylemlerle çıkmaz yola kaldırım taşları döşeniyor. Cenevre Sözleşmesi’ne bağlı olduğunu söyleyenlerin Vezneciler, Midyat saldırıları yapmaları tutarsızlığın ve çaresizliğin bir ürünü olabilir. 40 yıl sonra bunların olması savaşı daha da kirletti ve belirsizleştirdi. Umudu tüketen, barışı inşa edemez, siyasal çözümü yaratamaz. Bugünkü halimiz bu olsa gerek. TOPLUM BasHaber 13 - 19 Haziran 2016 13 SÖYLEŞİ ‘Yasalar sivil örgütlenmelere engel’ Sivil toplum kuruluşlarının demokrasinin gelişimine büyük katkı sağladığını ifade eden eski Sur Belediye Başkanı olan ve birçok sivil toplum hareketinde aktif olarak yer alan Abdullah Demirbaş, Türkiye’deki yasaların sivil örgütlenmelere “engel” olduğunu dile getirerek, “Mevcut sivil toplum örgütleri ya devletin yedeğinde ya da toplumsal sorunlara yabancılaşmış durumdalar” dedi. Gerçek anlamda sivil toplum örgütü olma çabasında olan kuruluşlara devlet baskısının olduğunu ileri süren Demirbaş, bu kuruluşlara toplumunda çok ilgi göstermediğini dile getirerek Abdullah Demirbaş şunları söyledi: “Örneğin İHD gibi kurumlara üye olanların sayısı ile yöre derneklerine üye olanların sayısı ve ilgisi aynı değildir. Bütün bunlara rağmen STK’lar önemli işlevler görüyor. Sivil projeler yeterli olmasa bile yinede önemli işlevler görüyor. Ama birçok sivil toplum örgütlerinin sadece adı var ve proje mezarlığı oluşturuyor.” ‘STK Çözüm Süreci’nde aktif olabilirdi’ Sivil toplum örgütlerinin problem alanlarında kurulup, çözüm geliştirmesinin önemine değinen Demirbaş, “Toplumsal, kültürel, inançsal çatışma alanlarında çözüm üretmek için kurulur ve çatışmaları çözen noktada olurlar” dedi. Kürd Melesesi’nin çözümünde STK’ların önemli rollerinin olduğunu hatırlatan Demirbaş, “Ama şu anda mevcut anlayış kendini buna kapatmış durumda. Mesela esir askerlerin veya polislerin getirilmesinde İHD, Mazlum-Der aracı olurdu. Şimdi buna kapı açılmıyor. Ama Çözüm Süreci’nde bu rol daha aktif olabilirdi. Ama yinede hem uluslararası hem de ulusal ölçekte STÖ’ler rol alabilir, almalıdır” diye konuştu. Kendisinin de içinde yer aldığı ve kadınlara, çocuklara yönelik birçok çalışmanın başarıyla sonuçlandığını belirten Demirbaş, “Oluşturduğumuz Kırklar Meclisi çok önemli işlevler yerine getirdi. Hem demokratik katılım hem de toplumsal barış ve inançlar arası ilişkilerde önemli işlevler gördü. Farklılıkların bir arada yaşamasını savunan, bunu topluma anlatan önemli bir model oldu” ifadelerini kullandı. ‘STÖ’ler kentin hafızası silinirken pasif kaldılar’ Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin karar alma mekanizmalarının tüm aşamalarına sivil toplumun katılımını sağlamak için özel yöntemler geliştirdiklerinin altını çizen Eşitlikçi ve Çoğulcu Demokrasi Ağı Proje Koordinatörü Lezgin Yalçın, STÖ’lerin ortaya çıkış sebeplerinin başında toplumun sosyal, kültürel ve ekonomik ihtiyaçlarına çözüm üretme istek ve kararlılığının olduğunu belirtti. Diyarbakır’ın sivil toplum bilinci açısından oldukça önemli bir kent olduğuna vurgu yapan Yalçın, “Diyarbakır Mehmet Kaya Lezgin Yalçın gerek sosyal, siyasal ve kültürel birikimi, gerekse de sivil toplumculuk geleneği ile her dönemde yerel ve merkezi yönetimlerin çalışmalarına yön verebilmiştir. Bu anlamda oldukça başarılı örnekleri görebilmek mümkün. 1990’lı yıllarda kurulan “Demokrasi Platformu” ve “YG21 Kent Konseyi” kuruldukları dönemler itibariyle oldukça başarılı çalışmalara imza atmışlardır” diye konuştu. ‘Kürd Meselesi’nde STÖ’ler yeterince refleks geliştiremedi’ STK’lar toplumsal sorunlara çözüm üretme rollerinden uzaklaşmış olmalarına rağmen istisna da olsa çözüme yönelik çalışan kuruluşların olduğuna dikkat çeken Yalçın, “Kürt Meselesi’nin çözümü konusunda STÖ’ler henüz yeterli bir refleks geliştirebilmiş değil. Kimi zaman geliştirilmek istenen sivil muhalefet ise yeterli bir toplumsal destek göremiyor. Nihayetinde son yıllarda sayıları yüzlerle ifade edilen STÖ’lerin ortak basın açıklamalarında katılımcıların sayısının beklenenin çok altında gerçekleşmesi STÖ’lere olan güven ve ilginin giderek azaldığına işaret ediyor” ifadelerini kullandı. Çözümsüzlük sivil örgütleri zorunlu kılıyor Kürd Meselesi’nin çözümünde atılan adımların kalıcı bir barışa evirilememesinin en önemli nedenlerinden birisinin de sivil toplum ayaklarının doğru oluşturulmaması olduğunu dile getiren Diyarbakır Toplumsal Araştırmalar Merkezi (DİTAM) Başkanı Mehmet Kaya, “Sürecin yerel ve sivil toplum katkılarının oluşturulmaması toplumu daha çok kutuplaştırmakta ve çözümü daha uzun zamana yayarak zorlaştırmaktadır” dedi. Gelişmiş toplumların yasama, yürütme ve yargı erkinin yanına sivil toplumu da alarak ilerleme sağladığına dikkat çeken Kaya, siyasetteki problemlerin ve çatışmalı ortamın sivil toplum örgütlerinin devreye girmesini zorunlu kıldığını ifade etti. AB’nin fon desteği, azınlık hakları, demokrasinin geliştirilmesi için AB ve fon veren kuruluşların öncelik verdikleri konuların başında demokrasinin gelişimi, azınlık haklarının geldiğini belirten Kaya, “Bu projelerin toplumsal duyarlılığı artırmasının yanı sıra özellikle sivil toplumun kapasitelerinin gelişimine ve güçlenmesine büyük katkı koymaktadır. Ayrıca bu projeler ile sivil toplum kuruluşlarının yerel yönetimler ve kamu kurumları ile ortak projeler yürütmesi sivil toplum kuruluşlarının yönetime katılması anlamında tecrübe kazanmalarını sağlamaktadır” dedi. 13 Öldürmek mi marifet yaşatmak mı? AHMET ÖZER Cumhurbaşkanı şehit ve gazi yakınlarına verdiği yemekte, Temmuz’dan bu yana 7.500 PKK’li öldürdüklerini gururla söylediği konuşmasında şehitlik mertebesini överek yeni şehitlik için adeta çağrıda bulundu. Bunu dinlerken irkilmenin yanında, iki soru gelip takıldı aklıma. Birincisi aynı Cumhurbaşkanı, daha güç zehirlemesine uğramadığı iktidarının ilk yıllarında “insanı yaşat ki devlet yaşasın” diyordu. Şimdi ise ‘eğer toprak kanla boynamazsa arazidir, tarladır’ diyor. Arsa olması için kana boynaması gerekirmiş! Vatanı arsa arazi diye tanımlayan bir bakış açışı ne büyük yaratıcılık… Acaba bu bakış açısını yönlendiren saik ne ola? Oysa bunu yapmak, insan öldürmek marifet olmadığı gibi ölümle sorunun çözülemeyeceği yüzyıllık tarihten ve son 30 yıllık çatışmadan anlaşılmış olması lazımdı. Bana kalırasa, biliniyor, o halde neden şehirler yerle bir edilip 8-10 ayda onbinlerce insanın ölümüne sebep olan bir savaş sürdürülüyor? Sanırım sebep, politik hesaplar ve oy uğruna ve başkanlığa giden yolda bu işin bir araç olarak kullanılması. Bir de tabi başta Rojava olmak üzere tüm Ortadoğu’da “Kürd anasını görmesin“ hesabı var ortada. Bunun için onca insan ölüyor ve habire şehitlik övülerek yenilerine davetiye çıkarılıyor. İkinci soru da bu noktada akla geliyor. Bu çağrılar yapıldığında neden kimse çıkıp da şunu sormuyor: “Bu övdüğünüz şehitlik neden sizin mahallere hiç uğramıyor?” Çapsız politikacılardan geçtim, yüreğine ateş düşmüş, ölen yoksul ana babalar bunu neden dile getirmez bir türlü anlamıyorıum. Bu vatan sadece yoksulların mı? Bu ölüm sadece onlara mı reva. Birilerinin sefa sürmesi için mi? Bu yol, yol değil. Sürdürülebilir de değil. Çözümün adresi siyaset kurumudur. Ama maalesef siyaset bugün çözümün değil, kendisi çözülmesi gereken sorunun bir parçası haline gelmiş durumda. Siyaset her bakımdan başka yöntemlerden çok daha üstündür. Ama son zamanlarda siyasete olan güven dip yapmış durumda. Bir kere, sistemde bir tıkanıklık var, siyasette bir kirlenmişlik var ve bir kayma var. İktidar kayması kurumlar arasında da yaşanabilir. Bugün olduğu gibi. Yürütme organı yönetmiyor. Hiçbir sorumluluğu ve anayasal görevi de olmayan cumhurbaşkanı fiilen ülkeyi yönetiyor. İşte bu iktidar kaymasıdır. Herkesin düzenden memnun olmama hakkı var, bu evrensel bir haktır. Bu yetmez, memnun olmadığın bir düzeni değiştirmek için çaba sarf etmen lazım. Bu da yok, ama bunların da nedenleri var. Birincisi korku var, toplum korkutuluyor. İkincisi baskı var, anti demokratik uygulamalar var. Üçüncüsü basın ile ilgili bir yönlendirme söz konusu. Basının ele geçirilmesi, basının tek bir yerden yönetilir gibi ses vermesi söz konusu. Ufak tefek bir takım ses veren yerel basın, radyo ya da ulusal basında bir iki gazete kaldı. Toplumun her tarafını kapsamıyor reytingler ve tirajlar. Dolayısıyla bu gidişat iyi bir gidişat değil. Bu tehlikeli bir gidişat. Buradan bir sosyolog olarak çağrı yapmak istiyorum: Herkesin bana göre aklını başına alması lazım, çocuk oyuncağı değil bu işler. Yeter 50 bin insanımız öldü, 50 bin kişi daha mı ölsün? Üstelik ölenler, yoksul halk çocukları. Cenazelerin gittiği evlere bakıyorsun, ailesiyle konuşuyorsun, babası simit satarak geçimini sağlıyor. Uzman çavuş olmuş, geçimini sağlamak için nişanlısını bırakıp gitmiş. Tuzu kurulara bir şey olmuyor. Kimsenin çocuğunun ölmesini istemeyiz, ama emin olun savaş çıkaranların çocukları bir gün bile savaş alanların da olsa, o savaş bir gün bile sürmez. Onun için yapılması gereken; savaşın, ölümün kimseye bir yararı olmadığının gür bir sesle haykırmak. Siyaset, sivil toplum, kurumlar bunu yapmalı. Çünkü ne kadar çok ölüm, o kadar az çözüm demek. Ne kadar az ölüm, o kadar çok çözüm demektir. Ölümler düşmanlığı artırmaktan, duyguları parçalamaktan başka bir işe yaramaz. Bir de gelecekte olası çözümü berhava etmekten başka. BasHaber SÖYLEŞİ 13 - 19 Haziran14 2016 PORTRE Haber Merkezi: Yeter Polat, Öztekin Çaçan, M. Salih Batırhan, M. Emin Kan, Dilan Almaz, Murat Özdemir, Eren Dinç, Mustafa Erğün Lakabı Yılmaz Güney’den Ömer Usta’ya “Şeytan” lakabını Yılmaz Güney takıyor. Sette yoğun tempolu bir çalışma sırasında Güney’in “Şeytan gibi ne dolaşıyorsun ortada, gel buraya” demesiyle Ömer Usta’nın adı İmtiyaz Sahibi: Basnews Medya Ltd. Şti. adına Faysal Dağlı Sahibi: Botan Tahsin Hukuk Danışmanı: Av. Sennur Baybuğa Görsel Yönetmen: Alp Tekin Babaç, Hüseyin Ünal “Vefa” vurgusunun yapıldığı setlerden acımasız gerçekliğe Evlenmeye karar veriyor ve isimlerini vermek istemediği iki çocuğu oluyor. İkisinden de dertli. Oğlu hep Şeytan’dan geçinmiş. Bir baltaya sap edememiş onu. Oğlu için “beni hep dolandırdı” diyor. Gezer dolaşır parasız kalınca da yanına gelirmiş bir iki sete takılır sonra tekrar gidermiş. Kumar dahil her tür illet varmış oğlunda. En sonunda da geliniyle bir kavga sırasında karısının bıçak darbesi ile hayatını kaybediyor oğlu. Kadın hapse, torun anneanneye, oğul mezara. “Sahip çıkamadım, oğluma pek faydalı olmadım” diyor. Kızı beş yıl kadar önce evlenmiş. Üç torunu var Ömer Usta’nın. “Onda neden kalmıyorsun?” diye sorduğumuzda “Bana sert davranıyor” diyor. “Orda otur, bunu şöyle yap” gibi hep kızgın tavırlıymış. O yüzden altı ay önce Tel: +90 212 243 27 60 E-mail: bas-haber@bas-haber.com www.bas-haber.com Kuloğlu Mh. Turnacıbaşı Sk. Tuner İş Hanı, No: 39 Kat:5 Beyoğlu / İST Baskı: İhlas Matbaası-Yenibosna/İST BasHaber/BasNûçe Gazetesi’nde yayınlanan haber, yazı ve fotoğrafların her türlü telif hakkı Basnews Medya Limited Şirketi’ne aittir. Avaşin Yorulmaz .o rg irçok Kürd dengbêjin seslendirdiği ve Metran İsa’nın şahsında Ali ile Meryem’in öyküsünü anlatan kilam/şarkı, Kürd/Türk ve Ermeni ilişkilerine ışık tutması açısından önemli bir eserdir. Kürd dengbêjlerin Hristiyan bir din adamını bu şarkı ile övmeleri sosyolojik açıdan değerli bir veridir. Kürdçe’de “Fermana Filan” olarak adlandırılan 1915 katliamlarına kadar Kürdler ve Hristiyan halklar birlikte barış içinde yaşamışlardır. Hristiyan Ermeniler ve Asuriler, Ezdi Kürdler ile Müslüman Kürdler aynı köyü, aynı sokağı paylaşmışlar. Küçük sorunlar ve anlaşmazlıklar yaşanmışa da, her taraf dininin üstün olduğunu iddia etmişse de, bu rekabet nefrete, dışlamaya dönüşmemiştir. Metran İsa, bu barışı, dönemin hoşgörüsünü aktaran önemli kilamlardan biridir. Akdamar Kilisesi’nde Başrahip (Metran) olan İsa, Van Valisi’nin aşkı olan Hrıstiyan kızı Meryem ile Müslüman Kolağası Ali’nin nikâhını İslami kaidelere göre kıymıştır. Metran İsa’nın barışı koruyucu hoşgörülü tavrı ve zalim Van Valisi’ne karşı koyuşu Müslüman dengbêjlerin takdirini almış ve onu ölümsüzleştiren bu şarkıyı dokumuşlardır. Kilamın tam olarak hangi döneme tarihlendiğini bilinmiyor. Ancak, 1915 Hristiyan katliamı öncesi olduğu içeriğinden anlaşılıyor. Çünkü Metran İsa, Van Valisi’ni ‘Pazar günü Ermenileri sokağa dökmekle’ diye tehdit etmesi olayın 1900’lü yılların başında geçtiğini gösteriyor. Kilamın önemli kişilerinden biri olan Ali’nin Kolağası olması başka bir veri sunuyor. Kolağası sistemi Yeni Çeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra yani 1826 yılında başlıyor. Bu durumda öykünün 1826 ile 1914 yılları arasında geçtiği söylenebilir. 1871 Erzurum Salnamesi’ne göre, Van ve civarındaki 156 kazanın erkek nüfusu 25.725 kişi idi. Bunun sadece 6.863’ü (yüzde 27) Müslüman, yüzde 73’ü ise ağırlıklı olarak Gregoryan Ermeni’dir. Şehrin ekonomik hayatını Ermeniler kontrol ederken, idari açıdan Türkler ve Kürdler daha öndedir. Şarkıya mekan olan kilise Gevaş açıklarındaki Akdamar Adası’nda yer almaktadır. Akdamar, Vaspurakan Kralı I. Gagik tarafından 915-921 yılları arasında Keşiş Manuel’e yaptırılmıştır. Metran İsa kilamını Salihê ur d ak Keşke bir ev alsaydım… Paralıyken yapamadığı işlere, ev alamadığına hayıflanıyor. Parasını en çok torunlarına, kendine ve oğluna harcadığından bahsediyor. Sektörün şanslı kişilerinden aslında. SESAM’dan emekli olmuş. Şimdilerde maaşı var yani. Ama yetmiyor tabi ki. Gelirini, tanesini 25 kuruşa aldığı selpak mendilleri satarak sağlamaya çalışıyor. Genelde Sadri Alışık, Ayhan Işık, Erol Dernek Sokak gibi Yeşilçam’a mekân olan eskiden birçok film şirketi, set bulunan bu sokaklardan kopamıyor usta. Esnaftan yana “Bir sıkıntım yok, bana bakıyorlar” diyor yani aşını, ekmeğini veriyorlarmış. E bir de mendil satarsa süper. Yeni filmleri imkân buldukça TV’den izliyormuş usta. “Şimdiki olanaklar çok iyi” diyor. Özellikle çekim sırasında monitöre aktarılan görüntünün ışık ayarında büyük avantaj olduğunu belirtiyor. Ama kendisi bütün olanaksızlıklara rağmen zamanında büyük iş başarmış. Yavuz Özkan’ın yönettiği Maden Filmi (1978) Antalya’dan Altın Portakal’dan ona ödül getirmiş. En iyi ışıkçı seçilmiş. Kimse “hiçbir ışıkçı madene inmek istemedi, ben evet dedim” diyor. İzleyenler hatırlıyordur gerçektende filmin çok iyi ışığı vardı. Kapalı mekânda ve karanlıkta çalışmak zor iştir. Işığın yüzü iyi göstermesi karanlığı da hissettirmesi gerekir. Ödülle birlikte bir zarf içinde biraz da para vermişler ustaya. Ödülünü ve zarfını dönemin Antalya Valisi’nin elinden almış, Biz kendisiyle sohbete başladığımızdan hemen önce Tanju Gürsu’nun Teşvikiye Camisi’ndeki cenaze töreninden gelmişti Şeytan. Tanju Gürsu 77 yaşında hayata gözlerini yummuş. Ömer Usta 76 yaşında. Yeşilçam‘ın emektar ışığı Şeytan da söneceği günü bekliyor artık. B iv Yaklaşık 300 filmde emeği var Şeytan kaç yönetmenle kaç filmde çalıştığını hatırlamıyor. Ama sayısını 300 olarak tahmin ediyor. Sanatçılardan en çok Fatma Girik, yönetmenlerden de Memduh Ün ile çalıştığını söylüyor. Fatma Girik’in kostümlerini arka fona uygun olarak çoğunlukla Ömer seçermiş. Makyajını da çoğu zaman o yaparmış: “Her kostüm değişiminde dışarı çıkardım. Fatma hanım bana kızardı diyor nereye gidiyorsun ortada ayıp bişey yok derdi. Bazen o kadar çok kostüm değiştirirdim ki, Fatma Hanım sinirlenir sesimize Memduh Ün gelirdi.” Bolluk bereket yıllarının içinden geçerken 30’lu yaşlarında kadınlarla ilgili birçok macera yaşamış Şeytan. “İlgi üzerimizdeydi” diyor. Pek bilgi vermiyor çoğu şeyi anımsamıyor. eşini kaybettikten sonra Tarlabaşı’nda yalnız yaşamayı tercih etmiş Şeytan. 500 lira kira verdiği iki göz evde yaşıyor ve “bu güne kadar ev alamadım keşke alsaydım” diyor. Kızının yanına da geçmek istemiyor, kızı da ondan ayda 300 lira kira istemiş çünkü. “Böyle iyiyim” diyor. rs 950-60’lar Yeşilçam’ın altyapısının oluşmaya başladığı yıllardır. Bu yıllarda özellikle Anadolu’da birçok ilde, ilçede açılan sinema salonları, yazlık sinemalar gibi gelişmeler sinema sektörünün yaşaması için ciddi bir dağıtım dolayısıyla gelir alt yapısı oluşturuyor. Birçok ilde ilk büyük sinemaların tamamı bu yıllarda açılıyor. Demokrat Parti (DP) döneminde yapılan karayolu ağları da buna eklenince yerel folklorun, radyo kültürünün yanında Yeşilçam kültürü de Anadolu’da yaygınlaşmaya başlıyor. Ciddi bir eğlence halini alan “Anadolu’da sinema” bol kazanç, yeni geçim kapısı demek. Yeni sektör yani sinema birçok insan için ne kadar iş demekse, birçok insan için de yeni bir macera ve umut kapısı demek. Yeşilçam’ın büyüsüne kapılan insanlar Yeşilçam kervanına dahil oluyor. Kimi mağdur kimi de abad oluyor. Kimi set işçisi kimi de aktör, figüran, ya da karakter oyuncusu olarak sektöre giriş yapıyor. Konuyla ilgili yazılara, tercihen biyografi olabilecek bir çalışmayla başlamak istedim. Bugün Yeşilçam’a ömrünü adayanların çoğu sona yaklaşmış durumdalar ve yakında ‘büyük rejisör’ birçoğu için ’stop’ diyecek. ‘Stop’a iyice yaklaşmışlardan biri Ömer Usta bilinen adıyla “Şeytan.” Şeytan 1940 doğumlu ve bugün yetmiş altı yaşında. Yeşilçam’ın büyüsüne 1960’lı yıllarda kapılmış. Kayseri’den gelip kervana katılanlardan. Gelir gelmez direk Uğur Film’de Memduh Ün’ün şimdilerde ismini hatırlayamadığı bir filminde ışıkçılıkla başlıyor. Başladıktan bir süre sonra da yine biriktirdiği parayla Uğur Film’den aldığı alet edevatla setten sete koşturmaya başlıyor. O yıllarda çok genç Ömer Usta yani Ömer Ekmekçi fiyakası yerinde çok da iyi para kazanıyor. Sektörde saadet zinciri kurulmuş yapımcı, yönetmen, setçi, ışıkçı, oyuncu, salon sahibi herkes kazanıyor. Kazanıyor ama kimsenin ilerisini düşündüğü yok. Bugün birçok oyuncu, aktör, figüran sosyal güvencesi ve birikimi olmadan hayatta kalmaya çalışıyor. “Şeytan”oluveriyor. Sonrasında da “Şeytan aşağı, Şeytan yukarı.“ Film aralarında molalarda ya da özel istek üzerine Yılmaz Güney ile rakı ve muhabbet arkadaşı da oluyor. Bugün Sadri Alışık Sokak ile Erol Dernek Sokağ’ın kesiştiği yerdeki tekel bayii önünde sık sık Yılmaz Güney ile Şeytan birer ufak açıp kaldırım masası kuruyorlar. Yılmaz Güney’le şimdi ismini hatırlayamadığı birçok filmde çalışan Ömer Usta “hiç hakkımı yemedi, bol bol verdi” diyor. Rahmet okuyarak yad ediyor. Nedense ben de biraz bu durumdan gururlanıyorum. Şeytan’ın içki arkadaşlarından biri de Cüneyt Arkın. Kimi zaman Arkın’ın evinde bile içerlermiş. .a 1 Çaçan Amedi w Annelerin ninnilerinden / spikerin okuduğu habere kadar / yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı / anlamak sevgilim / o bir müthiş bahtiyarlık / anlamak gideni ve gelmekte olanı… ‘Bingöl’de kurulan iftar çadırlarında halka, Ramazan’ın inayeti ve paylaşımcılığını anlatmak için kurulan iftar yemeği sırasına giren aç Suriyeli çocuklar zabıtalar tarafından yemek kuyruğundan atıldı, tartaklanarak. ‘Devlet yemeğini yerken ve kendine vaad edilen cennete bir adım daha yaklaştığını düşünürken, bu dünyasını cehenneme çevirdiği çocuklara bir lokma ekmeği çok gördü, büyükler cennete, cehennemine neden oldukları çocukları bile koymuk istemiyorlar.’ ‘Oysa namus benimdir Hakim Bey, bir kağıda imza attık diye kimselere bırakmam... İçimdeki hayatta kalma mutluluğunu atamıyorum Hakim Bey. Ağlayamamam bundandır.’ Ne yalan söyleyeyim aynı acının çemberinden geçmiş, sağ kalabilmiş kadınlarla aynı koğuşta, bir ömür kazasız belasız da yaşarım ben ama benim bir kızım, bir de memleketin aç kaldığı bir adalet var. Gel sen, ölmedim diye beni cezalandırma, benim bir derdim; kızımın bari mutlu olmasıdır. Yanında ben olayım. “Can alan bir katil değil, can derdinde bir kadın de bana.“ Kendisini satmaya yeltenen, yıllardır şiddetine maruz kaldığı kocasını, kendisini öldürmek için hazır ettiği silahı ile öldüren ve yaşamayı seçen Çilem Doğan böyle bağırıyor kendisine 15 yıl veren mahkemenin suratına. Kendisini öldürmek için alınmış silahla, ölmemek için öldürdüğü adam. Çilem’in kocası koca bir devlet, öldürme, tecavüz etme, satma, dövme hakkını yasalardan neredeyse almış ve mukabil şiddete aynı şiddetle cevap veren bir sistemin yarattığı canavar. Çilem’e meşru müdafadan beraat kararı vermeyeceklerini bilen ve her türlü öldürme hakkının sadece kendisi için bahşedilmiş bir hak olduğunu bilen devlet onun kocası, arkasında tuğlalarca kitaplar var. Çilem yattığı koğuşta kadınlara yemek yaparak yaşadığına mutlu olarak tehlikesiz bir biçimde hayatta kalmaya devam edecek. Evindeki devletten kurtulmuş ama daha büyük belaya bulaştığının henüz farkında değil. Ve en son dakikalarda Nurettin Demirtaş’ın Özgür Politika’da yazdığı, sayfalarıma henüz düşen makalesi: ’Almanya gerçekten ne yapmak istiyor? Demokrasiyle alakaları olmayanların amaçları Türkiye’yi demokrasiye duyarlı hale getirmek olabilir mi? Yoksa Türk ve Ermeni milliyetçiliğini kızıştırma konsepti mi devrededir? Bunları hiç sorgulamadan Almanya’ya alkış tutmak aydın tavrı olamaz.’ Milliyetçiliği sorgular görünen, buram buram devlet kokan bir ‘muhalif’ yazısı. Devleti ya olumlayan ya eleştiren, ama devlet dışı hiçbir düşüncenin manasının olmadığını açıkça kabul eden bir çığlık, bir benzerlik ve aynı aydın düşmanlığı. Git gide devletin sokaklara sirayet eden suratı, evlerimizin içine muhalefet alanlarına kadar giren ama kimsenin ne olduğunu yüksek seslerinden hala anlayamadığı erillik, ağır şiddet ve erkeğe dair ne varsa önümüze saçılan kaba faşizm. Dur denemez, bu araba buradan gidecek, herkes ölüp bitene kadar. Yayın Yönetmeni - Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Faysal Dağlı Barış ve mertliğin unutulmaz şarkısı w SENNUR BAYBUĞA 15 Metran İsa Yeşilçam’ın son ışığı Anlamak gideni ve gelmekte olanı KÜLTÜR BasHaber 13 - 19 Haziran 2016 15 SÖYLEŞİ Ömer Ekmekçi, namı diğer: Şeytan w 14 Qubînê, Mihemed Arifê Cîzrewî, Miço Kendeş, Esker Cîzrewî, Metin Barlık, Xelîl Xemgîn, Hesen Cîzrewî, Hîkmetê Xelatî’nin anlatımı üzerinde değerlendirdik. Konuştuğumuz sanatçılardan en fazla Salihê Qubînê’nin konuya vakıf olduğu anlatımlarından anlaşılıyor. Dengbêj Zahiro da Metran Îsa kilamını en iyi Salihê Qubînê’nin söylediğini belirtiyor. Dengbêj Salihê Qubînê ise, kilamı 1933 yılında doğan amcası Mamê Niyazî’den almış. Metran İsa’nın hikayesi Van’ın zalimliğiyle nam yapmış Valisi, Sarkis’in oğlu ile nişanlı rahibin kızı Meryem’e aşık olur. Meryem’in güzelliği dillere destandır. Vali her yere haber salarak, “Meryem ya benim, ya da kara toprağındır“ der. Vali’nin korkusundan nişanlısı Meryem’den vazgeçmek zorunda kalır. Ancak kaderine razı olmayan Meryem, Vali’ye bir mektup gönderir: “Ey Vali, eğer Allah varsa gasp ettiğin hayatımın hakkını senden mutlaka alır. Kaderimi tutsak almışsın. Elini kaderimden çek. Bırak kaderim yol alsın. Eğer bunu yapamıyorsan; o zaman bir adamını gönder de gelip beni alsın, evlenelim.“ Vali Meryem’i ikna etmek için en güvendiği komutanlarından Kürd olan Kolağası Ali’yi gönderir. Meryem, Kolağası Ali’yi görünce âşık olur. Meryem, Ali’ye aşkını ilan eder. Ali, Vali’nin korkusundan Meryem’i kabul etmez. Yusuf ile Züleyha hikâyesinde olduğu gibi Meryem, Ali’yi “Eğer beni kaçırmasan seni Vali’ye şikâyet ederim yine kurtuluşun olmaz“ diye tehdit eder. Ali, Vali’nin elinde kurtuluşlarının olamayacağını söyler. Meryem en güvenli yerin Akdamar Adası’ndaki kilisenin başrahibi Metran İsa olduğunu ve orada güvende olacaklarını belirtir. Sonrasını şarkıdan dinleyelim: Meryem der; Ali, sabahtır ne güzel bir sabah Ne nazenin ve ne bereketli bir sabahtır Haydi, kalk, çöz Metran İsa’nın kayıklarını Kilisenin ve Metran İsa’nın bahtına sığınırız Haydi kalk Ey tanıklar görün, duyun! Metran’ın yiğitliğini görün O günden bugüne namı yürümüş Metran İsa’yı görün! Ali der; Haydi, gidelim, çözdüm Metran İsa’nın kayıklarını Gidelim. Mihemed Arifê Cîzrewî ve onu kaynak alan birçok şarkıcı, Meryem’i Vali’nin nişanlısı olarak anlatılar. Oysa Meryem, Sarkis’in oğlu ile nişanlıdır. Vali’nin nişanlısı olmadığı kilam bütünlüklü olarak dinlendiğinde kendiliğinden anlaşılır: Ey tanıklar ey! Vali’nin kolağası Ali, Hıristiyan Meryem’i kaçırdı Rahibin kızı, Sarkis’in gelinini Vali’nin sevdiği Meryem’i kaçırdı Ali, bir tanrıya sığındı bir de Metran’ın yüce gönlüne. Aşk için din değiştirmeye razı olur Meryem ile Ali kiliseye sığınır. Metran İsa sabahın köründe onları görünce şaşırır, neden geldiklerini sorar. Ali cevap verir: Ey aziz Metran, Hıristiyanlığın namı Akdamar Kilisesi’nin bahtına ve sana sığındım Hıristiyan Meryem’i rahibin kızı, Sarkis’in gelini Vali’nin âşık olduğu kadını kaçırdım Eğer Hıristiyan Meryem’i Muhammed’in dinine göre nikâhlarsan Yaşa, yüz kere yaşa! Eğer Muhammed’in dinine göre nikâhlamazsan da Metran İsa’nın dinine razıyım. Ali’nin tercihi Başrahip’in nikâhlarını İslami kaidelere göre yaptırmasıdır. Ali aşkı için dininden vazgeçmeye razıdır. Din olgusunun bu kadar güçlü olduğu bir toplumda aşkı için dinini inkar etmek ya da din değiştirmek altı çizilmesi gereken bir tavırdır. Birçok dengbêjin üzerinde durmak istemediği bu “erdemli” tavırdır. Mihemed Arîf Cizrawî ve diğer şarkıcılar kilamın bu kısmını çarpıtırlar. Metran İsa İslam şeriatinin en ateşli savunucusuymuş gibi gösterilir. Miço Kendes, Metin Barlık, Xelîl Xemgîn ve diğer stranbêjler (şarkıcılar) Arifê Cizrewî’nin anlatımını esas alırlar. Mihemed Arifê Cîzrewî: Vali’nin nişanlısı Hristiyan Meryem’i kaçırdım. Benim ile Hristiyan Meryem’in nikâhını kıy. Kabul edersen et Benim ile Meryem’in nikâhını İslam dinine göre kıy. Ali bunu yapamam Şeraite karşı gelemem Bir Hristiyan kadın için Muhammed’in dinini rezil etmem Arifê Cîzrewî, söylediğini inkâr eder gibi: Yemin ettim Nurlu İsa’nın adına yemin ettim, Kilisenin yolunu tutan ölümüne razı olur Kilamın bozulmamış biçiminde Metran, Müslümanlar ile Ermeniler arasındaki barışı bozmamak için Hristiyan kaidesine göre nikâh kıydırtmaz. Metran İsa aynı zamanda kilisesinin itibarını düşünerek deyim yerindeyse diplomatik bir nezakette bulunur. Metran der, Ey delikanlı, ey Ali! Tanrı şahidimdir ki Akdamar kilisesinin ismi kadimdir Bu kadim ismi kötüleyemem! Muhammed’in dinini kilisede zayıflatamam Seni kilisede evlendiremem Bir imam iki şakirt getiririm yarın Allah’ın emri Muhammed’in kavliyle evlendiririm sizi! Van Valisi, Metran İsa’ya bir mektup yollar. Mektubunda, Ali ile Meryem’i teslim etme karşılığında bin kese altın verme vaadinde bulunur. Metran İsa, Vali’ye şu karşılığı verir. Ey zavallı Vali! Berdan, Henna ve Yewnan’ın kardeşi Metran’ım Başrahipliğin kepini atarım, Akdamar’dan leş gönderirim sana Yarın Pazar, Hıristiyanları sokağa dökerim. Ey Vali ne yaparsan yap yarın bu vakitte Ali damat, Meryem gelindir. Metran İsa kilisenin etrafında mevziler kurarak savaşa hazırlanır. Hikâyenin nasıl sonuçlandığına dair değişik anlatımlar vardır. Dengbêj Salihê Qubînê’nin anlatımına göre Metran İsa İstanbul hükümetine Vali’yi şikâyet eder. İstanbul’daki Ermeni dostlarının da yardımıyla Vali görevden alınır. Dengbêj Hikmetê Xelatî ise kan döküldüğünü söyler: Vali ile Metran savaştı. Müslüman ve Ermenilerin kanı nehirler misali Van gölüne aktı. 16 BasHaber SÖYLEŞİ 13 - 19 Haziran16 2016 MÜZİK Zilan Tigris Acının çığlığı her dilde kardeştir Murat Özdemir .a rs .o ur d iv ak Müzik serüveniniz nasıl başladı? Ben annemin Ayşe Şan ile beraber söylediği şarkılarla büyüdüm. Çocukken Mevlüt okurdum. Sonradan Ermenice olduğunu öğrendiğim ninemin hikayeleri ve ağıtlarıyla büyüdüm. 1989 yılında halk korosunda solist olarak müzik yaşamıma başladım. Profesyonel müzik yaşamım o zaman başladı diyebilirim. rg Kendinizden söz edebilirmisiniz, Kürd ismi ve Ermeni soyismili Zilan Tigris kimdir? Diyarbakır’da dünyaya geldim, ilk okul, lise ve üniversiteyi burada okudum. Dedem, Ermenice adı Germori olan Germili köyünden. Germori Ermenice’de ‚kırmızı’ anlamına geliyor. Dedelerim Elazığ’dan Diyarbakır’a gelmişler. Annemin babası da Bingöl’ün şu anki adı Dikme olan, Kur köyünden gelip bu bölgeye yerleşmişler. Annem Harputludur. Hepimiz Müslüman ve Kürd kültürüyle büyüdük. w w Göründüğü kadarıyla bu coğrafyanın geniş kültürünü müziğinize yansıtıyorsunuz. Bu coğrafyanın bir gizemi var mı sizce? Coğrafyamızda bir çok kültür yaşamakta, haliyle bunlar, yaşamın her alanını olduğu gibi müziği de etkiliyor. Bu etki de müziği zenginleştiriyor. İnsan değişik kültürlerle büyürse insanın hayata bakış açısı ve öngörüleri de gelişiyor. Müziğin en etkili tarafı da tüm değişik toplumları aynı bakış açısında birleştirebiliyor olmasıdır. Eğer bunu görürsek ve doğru bakabilirsek birleştirici olduğunu da görebiliriz. Dejenere etmeden ‚Sezar’ın hakkı Sezar’a’ diyebilmeli ve yasal hareket etmeli. İnsan farklı toplumların kültürüne alışıyor, onları tanıyor ve onlara empati duyabiliyor. Bu büyük bir avantaj. Ben babamın şu sözünü hatırlatmadan geçemeyeceğim. Babam her zaman şöyle derdi, “Her gül kendi kökleri üzerinde büyür.” İnsan, içinde yaşadığı toplumu anladığı kadar insandır. Ben her işimde bunu göz önünde bulunduruyorum ve öyle hareket ediyorum. w Savaşlar her yerde geride her zaman yakılıp yıkılmış kentler, kan, gözyaşı ve acılar bırakıyor. Bu acılar bazen hikayelere konu olurken bazen de şiir ve şarkılarla kendini dışa vurarak insanlara ulaşıyor. Müzik evrensel özelliği ile toplumlara ulaşmanın en iyi yollarından biridir ve her zaman acı ve dertleri dile getirmekte önemli bir yer tutar. Müzik her ne kadar evrensel olsa da, her halk kendi müzikal üslubunu yaratıp, örf ve adetlerini, kendi özgün durumunu sözlere anlam olarak katar. Bu durum çoğu zaman doğallığında gelişir. Belli bir topluma ait olmayan, müziği evrensel bir alan olarak kabul eden sanatçılardan biri de, Kürdçe, Ermenice, Süryanice, Arapça, Farsça, Rumca ve İbranice ezgiler seslendireren Zilan Tigris. Her otun kendi kökleri üzerinde yeşerdiğini söyleyen Tigris, yaşamı, müziği ve umutları ile ilgili BasHaber’e konuştu. Diyarbakırlı Ermeni sanatçı Zilan Tigris, Ortadoğulu halkların müziğinden etkilendiğini söyleyerek, farklı dillerle müzik yapıyor. Bölgede yaşanan acıları müziğinize aktarabildiğinizi söyleyebiliyor musunuz? Acının dili ve melodinin dili her dilde aynıdır. Bir Kızıldereli sözünde, “Renklerimiz ayrı olabilir, ancak göz renklerimiz aynıdır” der. Ben en çok acıları kendi sesimle görüyorum, bunun sebebi de benden öncekilerden aldıklarımdır. Parçalanmış bir toplumda oluşabilecek avantaj ve dezavantajlar nelerdir? İnsanın yaptığı her iş, insandan bir şeyler aldığı gibi insana bir şeyler de katıyor. bu coğrafyada müziğe başladığım zaman, temiz ve adaletli bir müzik hissini bırakmayı ilke edindim. İlkin bu şartlar altında herkesin bildiği bir müzik kültürü ile işe başlıyorsunuz. Alevilikte 4 kapı ve 4 makam vardır. ilkin toplumun bilip onayladığı bir kültürü yaşamınıza alıyorsunuz. Daha sonra öğrendikçe bakış açınız değişiyor. İnsanın yaptığı işi etkiliyor bu. Şimdi de durum böyle. Fakat kendinizi doğru ifade ettiğinizde durum değişiyor ve başka biri gibi görünüyorsunuz. O zaman dezavantaj dediğiniz olaylar başlıyor ve her zaman güzel görüp karamsar bakmam. Öyle olmazsa ben ilerleyemem. Beni en çok etkileyen sanatçı Gomidas Vartabet olmuştur. Ermeni bir sanatçıdır ve bütün yaşamını topluma adamıştır. Ortadoğu’nun farklı toplumlarının müzik kültürünü nasıl buluyorsunuz? Bu coğrafya zengin bir kültüre sahip. Er- meni, Kürd, Süryani, Keldaniler bu toprakları sahiplenmişler. Ünlü bir İngiliz şair müzik üzerine şunu söyle der: “Bir toplumun müziğini yapanlar, yasalarını yapanlardan daha güçlüdür.“ Yani doğru ve yerinde yapılan her müzik mutlaka akacak bir yol buluyor. Buradaki müzik de, her toplumdan bir avaz almış ve bütün duyguları beraber yaşatıp güçlü bir haykırışa dönüşmüş. Her ne kadar özü biraz değiştirilmişse de kabına sığmayıp sürekli gelişmiş. Güçlenen ve bertaraf olan bir yönü var. Şimdiye kadar kaç albümünüz çıkmış ve gelecek için projeleriniz var mı ? 1992 Îro adında yayınlanan tamamı Kürdçe olan bir albümüm var. 1998’de de Edle isimli bir albüm çıkmıştım. Bu coğrafyada ilkin bilip seslendirdiğim şarkılar Kürdçe’dir. Şimdi de çeşitli dillerde oluşan bir albüm üzerinde çalışıyorum. Araştırma ve derleme safhasındayım. Yıllardır müzikle uğraşıyorsunuz. Müziğe yeni başlayıp ilgienenler için tasiyeleriniz ne olur? Müziğe yeni başlayanlar için en önemli önerim doğru kaynaklardan istifade etsinler. İçi bolaştılmış ve dejenere edilmiş kaynakları sahiplenmesinler. Çünkü sanatçıların esas görevi geçmiş ve gelecek arasında köprü kurmaktır. Fakat bu sorumluluğunu yerine getirince kibirden uzak durmalı ve adaletli olmalılar. Asimilasyona yardımcı olmamalılar.