Doğal Zekanın Doğal Uzantısı: Yapay Zeka Cem Bozşahin 9 Kasım 2001, Sevim Tan Anfisi, ODTÜ Esin Saka’nın sunumu: ODTÜ bilgisayar topluluğu olarak bugün yapay zeka seminerlerimizden ilkini düzenliyoruz. Ve ilk misafirimiz Cem Bozşahin. Şimdi sizi Cem hocanın konuşmasıyla başbaşa bırakıyorum. Cem Bozşahin’in konuşması: Teşekkürler. Ben size bundan sonraki konuşmacıları da tanıtayım isterseniz. Benden sonra haftaya galiba Ahmet hoca konuşacak; Ahmet İnam. “İnsan simüle edilebilir mi?” üzerine. Sonra Erdinç Sayan, Searle’ün Çin odası deneyi üzerine konuşacak. En son Göktürk Üçoluk da bilinçlilik üzerine konuşacak. Önce itiraf edeyim, yapay zekayı biraz paslanmış bir yapay zekacıdan dinleyeceksiniz. Her ne kadar doktoramı yapay zeka üzerine yapmış olsam da, doktoradan hemen sonra zekanın daha ilkel kökenleri üzerine merak sardıkça “merkezden” uzaklaştım sayılır; vardığım yer ise Dil oldu. Nedenini daha sonra açıklayacağım. Bilgisayar kulübünün yapay zeka konusunu felsefecilerin ve bilgisayarcıların katıldığı bir seminer dizisi haline getirmesinin bir nedeninin de, bu konuya biraz felsefi ve bilimsel açıdan bakıp ne tip sorunları var ve neler önerilmiş, bu konularda bir şeyler söylemek olduğunu düşünüyorum. O yüzden kalkıp burada bir yapay zeka dersinin içeriğini anlatacak değilim. Öne çıkan birkaç önemli konuyu, bu soruları ortaya atan Alan Turing, Marvin Minsky, Derek Bickerton ve diğer araştırmacılardan özetlemeye çalışacağım. İsterseniz işe konunun ismiyle başlayalım. Yapay zeka deyimi iki kelimeden oluşuyor; yapay ve zeka (ing. artificial intelligence). Ve bence ikisinin de ciddi bir şekilde sorgulanması lazım. Yapay zekanın nesi yapay, ve zeka bunun neresinde? Yapay kelimesini sorgulamak daha kolay. Bu bağlamda yapay dediğimiz şey, doğal olarak ortaya çıkmayan, nedensellik isteyen bir şey. Yapay zekadaki kullanımı gereklilik ve istem de içeriyor. Başka açıdan bakarsanız yapaylığa, örneğin dağlar da yapaydır bir anlamda; iki tane tabaka birbirinin üstüne çıkıyor ve ortaya dağ çıkıyor. Dağ kendisini yaratmıyor. Yapay zekanın yapayı ile diğer yapayın, nedenselliğin ötesinde bir istem ve tasarım içermesi önemli çünkü bir açıklamaya ulaşmak çabası da var. Yani çatal-bıçak gibi tasarlanmış yapay aletler de sayılmaz; yapay bir sistemin zeki olmak veya zeka edinmek üzere tasarlanmış olması bekleniyor. Ama doğal zekada böyle bir gereklilik yok; evrimin ulaşmaya çalıştığı bir amacı olmadığına göre başarı için ille de zeka gerekmeyebilir; unutmayın nükleer bir yıkım olsa geriye büyük bir ihtimalle sadece karafatmalar kalacak. Zeka konusuna gelince: “Zekanın doğalı tam anlaşılamamışken yapayı üzerinde nasıl çalışırız “ tartışması bir zamanlar yaşanmıştı. Ama bilim tarihine bakarsanız ikibin yıl önce fizikçiler de fikir yürüttükleri olguların ne olduğunu pek bilmiyorlardı; ama bu onları çalışmaktan alıkoymadı. Dolayısıyla çok da fazla anlamadığımız, ya da operasyonel bir takım tanımlarla idare ettiğimiz bir durumda bile yapay zeka üzerine çalışabiliriz bence. En azından gün geçtikçe böyle tanımlamalardan kurtulmaya başlarız. Yapay zekayı elde ettiğimizi düşündüğümüzde karşımıza ne çıkıyor? Bu bize doğal zekayla ilgili birşey söyleyebilir mi, ya da sadece yapay zekayla ilgili birşey mi söyleyebilir? Bu aslında yapay zeka çalışmalarında amaç farklılıklarını en iyi gösteren sorulardan biri. Bugün ingilizcesiyle “strong AI” diye bilinen birinci yaklaşım oluyor, buna isterseniz çok iddialı yapay zeka diyelim çünkü “weak AI” da iddialı ama daha teknolojik iddialar bunlar. İkinci tür çalışmalar doğal zeka ile ilgili bir şey söylemese de, amacın insan performansını yakalamak olduğu açık. Davranışsal bir takım araçlarla insan performansına erişebilirsek bunun yeterli olabileceği görüşü bu. Daha mütevazi bir amaç diyebiliriz. Özetle, iki tür yapay zeka çalışması var; bilim olarak yapay zeka çalışması, ve teknolojik yapay zeka. Bilim olarak yapay zeka çalışmasının da her bilim gibi tanımlama, öngörme, ve açıklama getirmesi lazım. Neyi açıklayacak? Büyük ihtimalle zekanın kökenlerini. Neyi öngörecek? Bir şeye zeki denmesi için gerekli ve yeterli şartların ne olduğunu. Ama insan kökenli bir zeka tanımında israr edeceksek bu irdelemenin pek bir anlamı yok çünkü zaten insanların zeki olduğunu biliyoruz ve yapay sistemler insan olmadığına göre tanım gereği zekanın dışında kalıverirler. İlginç ve zor olan insandan bağımsız bir zeka tanımımız olup olamayacağı sorusu. Şimdi biraz yapay zeka tanımlarına bakalım. Burada bir sürü yapay zekacı var, o yüzden dikkatli olmam gerek, fakat bilgisayar kulübünün genel semineri olduğu için herkesin yapay zekayı bildiğini varsayarak konuşmayayım. Yapay zeka konusunu Spielberg’in filmi dışında bilen kaç kişi var? Epey fazla. Yapay zekanın tanımlarına baktığımızda genelde birkaç başlıkta toplayabiliriz. Bir tanesi--çok kestirmeden--insan gibi olmak. Çok iddialı bir ekol. Bir diğeri insan gibi yapmak, tabi insanlara kolay gelen şeyleri, çünkü zaten insanlara zor geleni bilgisayarlar kolay yapıyor. Bu daha az iddialı, ama iddialı. Fakat her ikisi de çok insan merkezli zeka tanımları. Elimizde de başka bir örnek olmadığı için, daha doğrusu kendimize yakışacak başka örnek göremediğimiz için, şimdilik idare eden, operasyonel tanımlarla da yapay zeka çalışmalarına başlayabiliriz. Yeter ki onlara saplanıp kalmayalım. Bir diğer tanım, problem çözme yeteneği. Yapay zekayı, bir sistemin problem çözme yeteneğinin olması, bu yeteneğini geliştirmesi ve hangi ortamda hangi yolların geçerli olduğu konusunda doğru seçimler yapması olarak tanımlayabiliriz. Bunlar oldukça soyut kavramlar. Daha somut bir öneri: yapay zeka, hayatta kalma becerisinin sisteme verilmesi olarak da düşünülebilir--yapay bir sistemin 2 hayatta kalma becerisi nasıl tanımlanabilirse—ama bugün artık yapay yaşam modellerinden de bahsediliyor. Bu noktada, zekada yapaylık-doğallık sınırında, bence en önemli konu Derek Bickerton’un gündeme getirdiği bir sorun. Diyelim ki yapay zekayı, problem çözme yeteneği, bunu öğrenmek, geliştirmek ve uygulamak olarak tanımladık. Doğal sistemler, yani biz ve diğer canlılar, problem çözerken kendi problemlerimizi çözüyoruz. Sorun şu ki yapay sistemler de problem çözerken bizim problemlerimizi çözüyorlar, kendi problemlerini değil. Arada çok ciddi bir fark var. Dolayısıyla yapay bir sisteme bu açıdan baktığımızda, kendisine problem yaratıp onu halletmeye çalışan bir yaratık olmaktan çok, doğal zekanın yapay bir uzvu, “doğal olarak yapay uzantısı” gibi gözüküyor. Buradaki kritik soru şu: bir problemi nasıl sistemin kendi problemi yaparsınız? Bu dışarıdan empoze edilebilir mi? Yoksa bu zaten hayatta kalmayla ilgili birşey mi? Belki evrimsel bir kökeni vardır. Benzer bir süreçten geçmeden elde edilemez. Dolayısıyla “ya kendi problemlerinizi çözersiniz ya da hayatınız boyunca başkalarının problemlerini çözmeye mahkum olursunuz” sorusuna mı geliyor iş? Ütü denen alet de bizim problemlerimizi çözüyor; o zaman bu yapay zeka programlarının iyi programlanmış ultra-modern bir ütüden farkı ne? Fark onların açık sistemler olması, içsel gösterimlerinin olmasının amaçlanması, ve isterlerse başka şeylere de kafayı takabilecek olmalarının beklenmesi; yani bizim kendimizde olduğunu düşündüğümüz meziyetleri onlara da aşılamak. Ama teknoloji olarak bunun yanına bile yaklaşamıyoruz şu anda. Belki de, yapay da olsa bizim gibi bir yaratık olsun istiyoruz çünkü yalnız kalmak/olmak istemiyoruz, ama biraz acilci davranıp bu aşamaya gelmemiş sistemlere de meziyetler atfetmekten kendimizi alamıyoruz. Aslında teorik olarak yapay bir sisteme, yani bilinçle ve istemle yaratılmış bir sisteme, kendi problemlerini çözme yeteneği verme konusunda şu anda görebildiğimiz bir sınır yok. Ama “yaparız” diyecek bir noktada da değiliz. Zaten bunun cevabını da bilim veremeyecek büyük bir ihtimalle, felsefe verecek. Şu anda felsefecilerin bu konuda oldukça ilginç yorumları var. Birkaç isim vermek gerekirse: Daniel Dennett, John Searle, Hilary Putnam, Hubert Dreyfus; Marvin Minsky, John McCarthy, Allen Newell ve Herbert Simon. Bu listenin ilk yarısı felsefeci. Diğer yarısı da yapay zekacılar—yani ilk grubun irdelediği kavramları ortaya atan, çalışmaları yapan insanlar. Bu insanlar yapay ve doğal zekanın niteliği, hangi şartları sağlaması gerektiği, ya da ne olamıyacağı konusunda yıllardır fikir üreten insanlar. Şimdi de şu çok iddialı yapay zeka-iddialı yapay zeka ayrımına gelirsek: İlkinin yani “strong AI” dediğimiz yapay zekanın amacı zeki davranışı anlamak. Aslında bilimsel bir yapay zeka. Bir şeyi sadece modellemeye çalışmıyorsunuz, ayrıca anlamaya çalışıyorsunuz. Fakat tabi burada bir kapalı kutu problemi var, zeki davranış dediğimiz şey bilinç ve irade kullanan bir davranış. Beynimizde işlevsel bir modülarite olduğunu varsaysak da içini açıp göremiyoruz. Bir kapalı kutu bu 3 işlevsellik. Bu kapalı kutunun içini göremiyorsak, ama içindeki zekanın yapısallık içeren birşey olduğunu düşünüyorsak, içindeki yapısallığı içini görmeden nasıl anlayabiliriz? Bu ciddi bir soru. Ama “weak AI” dediğimiz yaklaşımın böyle bir derdi yok. Onun amacı daha teknolojik. Dolayısıyla kapalı kutuyla ilgili bir hipotez öne sürmeden de, performansı yakaladığınız sürece, bir sistemin davranışını yönlendirebilirsiniz. Performansı yakalamaktan bahsederken yine tabi insan kaynaklı bir performanstan bahsediyoruz, çünkü sonuçta kendimize yakıştırdığımız başka zeki varlık yok maalesef. Çok iddialı yapay zekanın ise bir ideali var. Diyor ki akıl ve bilinçlilik (ing. mind and consciousness) yapay olarak elde edilebilir. Bu en tartışmalı konulardan biri. Yapay zekanın hayatımıza getirdiği teknolojik kolaylıklara ya da başka konulara kimsenin fazla itirazı yok; ama akıl ve bilinçliliği de yapay olarak geliştirebiliriz dendiğinde kimileri hop bir dakika diyor. İsterseniz biraz da bilimsel, teknolojik ve felsefi olarak yapay zekanın miladı sayılan bir gelişmeye bakalım: Alan Turing ve sanal makinası. Daha serinkanlı fikir yürütebiliriz Turing sayesinde. ‘İnsan gibi makine’ tartışmaları aslında bilgisayarlar ortada yokken de vardı. Hatta Turing meşhur testini 1950’de önerdiğinde ortalıkta şimdiki maharetli bilgisayarların hiçbiri de yoktu. Turing testini çoğunuz biliyorsunuzdur, ama ben yine de anlatmakta fayda görüyorum. Turing’in “makinalar düşünebilir mi?” sorusuyla lafı getirdiği yer şuydu: İnsanlarla makinaları karşılaştırmak kolay değil, bilimsel bir test bulmak gerek, çünkü bir tanesini insan olarak karşınızda gördüğünüzde ona bir takım yetenekler atfediyorsunuz. Ondan belli beklentileriniz oluyor. Fakat karşınızda bir demir yığını gördüğünüzde ondan beklentileriniz başka türlü oluyor. Dolayısıyla pek adaletli davranamıyorsunuz. Onun yerine bir insan hakem olsun. Karşısında iki tane sistem olsun, iki kapalı sistem; arkalarında ne olduğu hakem tarafından bilinmiyor ama biri yapay sistem diğeri ise bir insan. Hakemin iletişimi, algılama ve iletişim modalitesi her iki sistemle de aynı. Turing zamanında teletype/daktilo benzeri birşey öneriliyor. Ortam şöyle: ortada bir hakem var, teletype’ın önünde oturuyor. Bu teletype iki sisteme de doğrudan bağlı. Hakem bir şey soruyor, karşıdan cevap geliyor etkileşim halinde. Her biri doğrudan hakemle etkileşiyor. Ve sonunda eğer hakem ikisini ayırdedemezse davranışsal olarak yapay sistemin diğer sistemin performansına ulaştığı yargısına varabilir. Zaman kısıtı da yok. Bu deney 1950’de ortaya atıldı ve günümüzde bile bir sisteme zeki demenin kıstası olarak kullanılıyor. Dünya çapında yarışmaları ve ödülleri var. Ama Turing testinin ilginç özellikleri var. Birincisi Turing testi algılama ve iletme modalitesini kısıtlayan bir test. Diyelim ki teletype’la yazışıyorsunuz ve karşınızdaki sistemlerden biri bu ortamda avantaj sağlıyor, mesela insan bireysel iletişim konusunda diğer modalitelerde çok daha becerikli ise onun bu becerikliliğini ortaya koyma şansı yok bu testte. Herşeyi teletype’ın hakeme sunabileceği şekilde ifade edebilmesi lazım. Aynı sorun yapay sistem için de geçerli tabi. İkinci ilginç özellik de teletype’la neyin gidip geldiği. Burada Turing’in 4 çok önemli fakat genellikle çok fazla bahsedilmeyen bir varsayım yaptığını görüyoruz: Zeki davranışın, zeki olmanın en büyük göstergesi, dil kullanmaktır. O zaman tabi dil-zeka ilişkisinde oldukça önemli bir noktaya geliyoruz. Zeka konusundaki hakim görüş, bir yaratık yeteri kadar zeki ise zaten dil gibi bir şeyi keşfedeceği şeklindeydi, çünkü zaten iletişim için gereksiniyordur vs.vs. Dolayısıyla zeki olan bir şeyin dili olması çok doğaldır. Bu çok makul gözüküyor. Ama evrim açısından bakarsanız işlerin böyle gelişmemiş olma olasılığı daha fazla. Zeka dediğimiz şeyi her ne kadar tam olarak anlamış değilsek de, bir sürü göstergeleri olduğu ve tek boyutlu olmadığı biliniyor. Standart zeka testlerini hatırlayın: kelime anlamları bulmak, eşleştirmek, aritmetik, görüntü tanıma ve eşleştirme; bir sürü boyutu var, farklı farklı algılama yöntemleriyle. Böyle farklı boyutları olan bir şeyin evrimde ilk ortaya çıkma olasılığı ve bütünlük göstermesi zor görünüyor. Alternatif görüş şöyle: Belki de önce tek bir özellik ortaya çıktı, ondan sonra bu yetenek çeşitli modalitelerde evrimleşmeye ve faklılaşmaya başladı. Bu özellik de basit bir simgesel yetenekti. Bu öneri bir dilbilimciden geliyor (Derek Bickerton). Dil bütün bu yetenekler içinde, gerçekten saf anlamda simgesel olan en önemli özellik. Bilişsel yetenek olarak dilden bahsediyoruz tabii; kültürel veya eğitsel anlamda değil. Bilişsel bir yetenek olarak simgesel kalan tek şey aslında dil. Diğerlerinin hepsinin başka modalitesi var. Belki de dil ortaya çıktı çeşitli aşamalarda, sonra da diğerleri. Ya da Terrence Deacon’ın gözüyle, dil ve simgesellik birbirlerini evrimsel olarak tetikleyerek ortaya çıktılar. Dil bir gösterge sistemi. Kendi içinde bir gösterge sistemi oluşturduğu için de saf simgesel; simgelerarası bir ilişki sonuçta. Simgelerin dünyayla ilişkisi sonradan öğrendiğimiz bir şey, ama bu ilişkiyi kurma yetisine doğuştan sahibiz. Örneğin ince fikir dediğimizde sadece dünyada ince olan şeylerle fikirler arasında bir ilişki kurmuyoruz, hatta sadece fikirler ve onların olası özellikleri ile ilgili bir ilişki de kurmuyoruz; en önemlisi, ad olabilecek şeylerle onların nitelemesi arasında çok simgesel bir ilişki kuruyoruz. Öyle ki, renksiz yeşil fikir dendiğinde garipsesek bile bir simgesel çıkarımda bulunmaktan kendimizi alıkoyamıyoruz. (Wittgenstein’ın Chomsky tarafından da kullanılan güzel bir örneğidir bu). Ama sadece evrende anlamı olan ilişkileri dille ifade ediyor olsaydık son örneğin anlamdan yoksun olması gerekirdi; dikkatinizi çekerim garip anlamlı ya da saçma demiyorum, bir simgesel anlamdan bile yoksun olmaktan bahsediyorum. Alıkoyamamak durumu da temel bir yetenek olduğunu gösteriyor. Bir çeşit refleks gibi (bu da felsefeci Jerry Fodor’un psikolog Merrill Garrett’a atfettiği bir metafor). Bickerton’ın iddiası, böyle simgesel bir yetenek ortaya çıktığında farklı bir bilinçlilik düzeyine yol açacağı şeklinde. Farklı bilinçlilik düzeyleri ortaya çıktıkça, ortaya zeki davranış da çıkabilir. Bilinçlilik kavramından herhalde Göktürk Üçoluk daha detaylı bahsedecek. Ben temelde şunu söyleyebilirim. İnsan da bir evrimsel süreçten geçip bu noktaya geldi. Bilimsel açıdan baktığımızda hayvanlar dünyasında da—biz başka yerdeyiz sanki—zeka belirtisi olarak algıladığımız davranışlar var. Biraz bu çok aşamalı bilinç kavramı üzerine konuşalım. 5 Bilinçliliğin en ilkel düzeyi belki de homeostasis; yani iç dengeyi sağlamak, kendini refleksle de olsa korumayı bilmek; ya da Bickerton’un deyimiyle en azından çevrenin farkında olmak. Bunu çok basit bir hücre bile becerebiliyor. Gelişmiş hayvanların daha sofistike davranışlarında bunu gözlemek de mümkün. Örneğin çok sıcakta güneşten kaçmak, çok soğukta gidip saklanmak, doğal aletlerle örtünmek, vesaire. Bunun çok basit bir düzeyde bilinçlilik olduğu görüşü var. Buna birinci bilinçlilik düzeyi derseniz, birinci aşamada insanlarla hayvanlar arasında niteliksel bir fark yok. İkinci bilinçlilik düzeyi için de birinci bilinçlilik düzeyinin farkında olmak diyelim. “Ben varım” bilinçlilik düzeyi. Bu aşama, dünyevi ve hemen müdahele isteyen dertler dışında beynin başka işlere de zaman ayırmaya başladığının göstergesi. Yani çevrenin tetikleyici olmadığı bir durum. Bu aşamanın da hayvanlar dünyasında olma olasılığı fazla; şempanzelerin gözlerine bakın kendinize yakın birşeyler hissedersiniz, sanki düşünüyorlarmış gibi. Ama “evet ben düşünüyorum” demedikleri için emin olamıyoruz. Hemcinslerine böyle laflar ettikleri konusunda da haklı şüphelerimiz var. Şempanze ‘dilleri’ incelendiğinde karmaşık ifade bulunamıyor; herşey sanki basit bir yan yana dizmeden ibaret. Bickerton’un tanımıyla proto-dil. Tam-dil/proto-dil ayrımını anlama yöntemi de konuşma sinyali içinde tekrar edilmiş alt öbekler bulmaya çalışmak. Ama yok gibi gözüküyor. Kısacası bu iletişim dil değil çünkü özyinelemeli (ing. recursive) bir yapısı yok. Burada Bickerton üçüncü bilinçlilik düzeyinden bahsediyor, yani ikinci ve birinci bilinçlilik düzeylerini ifade etme yeteneği. Üçüncü düzey insanlardan başka kimsede yok. Ve üçüncüsünü diğerlerinden ayıran tek şey de dil. Bickerton’un kuramı bağlamında, yapay zeka çalışmalarının temel taşlarından Newell ve Simon’ın fiziksel simge sistemi hipotezi (ing. physical symbol systems hypothesis) ve Marvin Minsky’nin A-beyni/B-beyni ayrımını anmakta fayda var. Fiziksel simge sistemi hipotezine göre, zeki davranış için gerek ve yeter şart fiziksel bir simge sistemine sahip olmaktır. Bickerton bu simgeselliği dilin verdiğini söylüyor. Minsky’nin vurguladığı ise birinci ve ikinci bilinçlilik düzeyinin yapay sistemlerdeki karşıtı. A-beyni dünyayla ugraşıyor, B-beyni ise Abeyni ile. Minsky’nin, bu ayrımı zeka için gerekli şart gördüğü belli. Toparlamak gerekirse, yapay zeka sistemlerinin etkileyici bir performansa ulaşması teknolojik açıdan başarı olabilir, ama başkalarının problemleriyle uğraşmaya devam ederlerse, bir süre sonra insanlar sıkılıp, yeni bir romantizmle, kendilerine layık(!) zeka parıltılarını uzaydan gelen yeşil adamlarda aramaya dönebilirler. Dönmemeleri için yapay zekayı doğal olanın bir uzvu olmaktan kurtarmak gerekir. Yani bizi şaşırtmayı becermeliler. Çevresinin farkında olup onunla etkileşen bir sistemin zeka noktasına gelebilmesi için de—sanki o noktaya gelmesi kolaymış gibi—çevreyle boğuşmaktan kafasını kaldırabilmesi, epey evrimsel sabır ve laf ebeliği gerekecek anlaşılan. 6