Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı 2015-2016 Yılı Tarih Eğitimi Programı Ülkü Ocakları Eğitim Programı EĞİTİM PROGRAMI TARİHİ EĞİTİM İMTİYAZ SAHİBİ OLCAY KILAVUZ GENEL YAYIN YÖNETMENİ CELİL COŞKUN HAZIRLAYANLAR MEHMET BALABAN MUSTAFA BUZLUK MEHMET KÖSEMEK DİZGİ-MİZANPAJ-KAPAK TOLGAHAN TURAMAN İDARE YERİ OĞUZLAR MAH. 1387. SOK. NO: 26 BALGAT / ANKARA TELEFON 0312 285 44 44 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı ÖNSÖZ Gençler geleceğe yakılan fenerdirler. Gençler geleceğin mutlu, huzurlu ve büyük Türkiye’sinin kurucularıdırlar. Gençler kültürün ve hatta medeniyetin yegane koruyucularıdırlar. Gençler ülkelerin emniyet sübabı, geleceğe açılan kapılarıdırlar. Bunun içindir ki bir gençlik hareketi olan Ülkü Ocakları, gençlerin geleceğin mimarları olduğunun bilincinde, en mühim yatırımın gençliğe yapılan yatırım olduğunun farkındadır. Gençliğin eğitimi için ciddi mesai harcamaktadır. Üretken bir toplum, bilinçli bir millet, milliyetçi bir Türkiye hedefinden hareketle Türkçülük Davası ve Turan Ülküsünü gaye edinen Ülkü Ocakları, hayatın her anında davasını ve kendisini anlatan bir gençlik yetiştirmeyi hedeflemekte bilinçli, bilgili, vatansever, ilkeli ve ülkülü bir gençliğin yetişmesi noktasında çalışmalar yürütmektedir. Kurumumuz, bu amaçla çeşitli projeler geliştirmekte yurt içi ve dışında konferans, sempozyum, münazara ve eğitim seminerleri tertip etmektedir. Bilgi Çağı olarak adlandırılan bu dönemde bilgiye erişimin kolaylığı ortadadır. Ancak bu kolaylık doğru bilgiye erişebilmekten ziyade bilgi kirliliğine ve kafa karışıklığına sebebiyet vermektedir. Bu durum doğru ve gerçek bilginin erişimini zor bir hale getirmiştir. Tabiri caizse bir yığın haline gelen bilginin, tasnifi ve insanların istifadesine sunulması artık önemli bir mecburiyet haline gelmiştir. Bunun içindir ki Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı olarak, hakikatin peşinden gidilerek bir araya getirilmiş yazılardan teşekkül eden ve belli bir program dahilinde sunulmak üzere hazırlanan 2015-2016 Eğitim Programı önemli bir işlev görecektir. Bu çalışma geçmiş yılların bilgi, birikim ve deneyimlerinden hareketle hazırlanmış olup; özellikle eski programlarımızda göze çarpan eksiklerimiz giderilerek sunulmuştur. Programımızda bulunan yazılar, alanında uzman akademisyenler ve yazarlar, Ülkü Ocakları Dergimizin Yazı Kurulu, Ülkü Ocakları Genel Merkezi Yöneticilerimiz ve İl-İlçe teşkilatlarımızda idareci konumunda bulunan yöneticilere aittir. Yazılar, eğitim programının ruhu ve takvimi Genel Merkezimiz bünyesinde, yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin oluşturduğu komisyonda değerlendirilmiştir. Program “Güncel, Genel, Kültür-Sanat, Dini, Tarihi ve Fikri Eğitim” başlıklarıyla ortaöğretim ve üniversite gençliğinin alması lazım gelen temel eğitimi kapsamaktadır. Ayrıca başta eğitim programını hazırlayan komisyonda yer alan Genel Merkez Yöneticilerimiz olmak üzere, bu kapsamlı çalışmaya yazılarıyla katkı sağlayan herkese teşekkürlerimi sunuyorum. Olcay Kılavuz Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Başkanı Ülkü Ocakları Genel Merkezi 3 www.ulkuocaklari.org.tr Programın, ortaöğretim ve üniversite gençliğinin gelecekte yapacağı büyük işlere vesile olmasını diliyorum. Türk Milletinin geleceği, gençliğin, ihtiyacı olan yeni ve çok yönlü bir eğitim seferberliğinin bir an önce başlamasını temenni ediyor, yetkili makamların faaliyetlerinin takipçisi ve bu yönde atılacak her adımın destekçisi olacağımızı ifade ediyorum. Ülkü Ocakları Eğitim Programı TAKDİM Tarihin her döneminde olduğu gibi 21. yy dünyasında da milletler ve devletler için en hayati nokta, nesillerin eğitimidir. Sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik alanlarda söz sahibi olabilmek için nesillerin eğitimi hususuna dikkatle eğilmek gerekir. Milletlerin ve devletlerin ortaya koydukları kısa, orta ve uzun vadeli hedeflerin gerçekleşmesi insan kaynakları ve buna paralel şekillenen yetişmiş insan gücüne bağlıdır. Bu çerçevede Türk Milletinin yetişmiş insan gücüne duyduğu ihtiyaç her zamankinden daha fazladır. Bunların yanında bölgesel ya da evrensel birtakım merkezler tarafından ‘ruhu’ kirletilmek istenen nesiller için tek çıkış yolu milli ve hakikat taneleriyle örülmüş bir eğitim seferberliğidir. Merhum Ziya Gökalp’in söylediği gibi, bir millet ruhunu kaybettiği zaman milli istiklalini ve vatanını kaybeder. Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı olarak Türk Milletinin maddi-manevi ruhunun taşıyıcısı olan nesillerin hizmetindeyiz. İnanıyoruz ki Türk Milletinin ebedi ruhunu taşıyan nesiller, sağlam, yüksek ve derin bir programla birlikte çağı değiştirecek inanç ve kuvvete de sahip olacaklardır. Yarım yüzyıllık fikri, kültürel, sosyal ve siyasal tecrübesiyle “nesillerin eğitimine” odaklanan Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı’nın “nesillerin eğitimi” noktasında ortaya koyduğu hedefler şu başlıklar altında toplanabilir: 1. Ahlaklı, samimi, adil, şahsiyetli, merhametli, namuslu, mütevazı, faziletli ve cesur nesiller. 2. Dini, tarihi ve kültürel alanlarda kendini yetiştiren, Türk Milletini vücuda getiren kıymetlerin muhafaza ve tekamülüne hizmet eden nesiller. 3. Bugünün ve yarının meselelerine dair kendi zaviyesinden söz söyleyebilen nesiller. 4. Değişen dünyanın farkında olan nesiller. 5. Türk Dünyası, İslam Alemi ve tüm insanlığın problemlerini doğru okuyan, yakın gelecekte bu problemlerin çözümü adına söz söyleyebilen nesiller. 6. Türk Milliyetçiliği ve Ülkücü Hareketin meselelerine dikkatle eğilen, bu meselelere dair yeni ufuklar açan nesiller. 7. Türk Milletini ve devletini uluslararası kamuoyunda hak ettiği yere getiren nesiller. 8. Tarih şuuruna, ilim zihniyetine, feragat, fedakarlık, hak ve fazilet duygularına sahip örnek Türk Milliyetçileri yetiştiren nesiller. 9. Ve en nihayetinde çağı değiştiren nesiller. Bu çerçevede Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı 2015-2016 Eğitim Programının, “Tarih Eğitimi” kısmı bu amaçlarla yurtiçi ve yurtdışındaki tüm temsilciliklerimizin ve Türk Gençliğinin istifadesine sunulmuştur. “Kültür-Sanat Eğitimi” kısmı 11 bölümden oluşmaktadır. Bu bölümlerde bulunan yazılar alanında uzman akademisyenler ve yazarlar, Ülkü Ocakları Dergisi Yazı Kurulu, Ülkü Ocakları Genel Merkez Yöneticileri ve İl-İlçe teşkilat yöneticilerimize aittir. Eğitim Programında yazısı bulunan herkese tek tek teşekkür eder, kıymetli tespitleri ve fikirleriyle nesillerin Program, istifade edecek milyonlarca kardeşimize ve Türk Milletine hayırlı olsun. eğitimine verdikleri katkıların Mahkeme-i Kübra’da beratları olmasını Allah-u Teala’dan niyaz ederiz. 4 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Tarihi Eğitim İçindekiler 1. Tarih Nedir?....................................................6 2. Türk Adı ve Anlamı……………………………............9 3. Türklerde Devlet ve Sosyal Yapı…………..........20 4. İlk Türk Devletleri………………………………….....103 5. İlk Türk İslam Devletleri………………………......121 6. Türkiye Tarihi………………………………………......196 7. Osmanlı Tarihi………………………………………....236 8. Milli Mücadele………………………………………...278 9. Cumhuriyet Tarihi…………………………………....333 www.ulkuocaklari.org.tr 10. 2. Dünya Savaşı………………………………………..383 Ülkü Ocakları Genel Merkezi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Tarih Nedir ? Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Eğitim Programı 6 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı TARİH NEDİR İnsanoğlunun zaman akışı içerisinde yaşayışı, tarihin tozlu sayfaları arasında mâkes bulur. Zaman içerisinde yaşayan insanoğlu daima geleceği hedefler. Geleceğe dair planlar yapar. Bu planları hazırlarken öngörülerde bulunur. Bu öngörüleri ise tecrübeye yani geçmişe dayanır ki bu da tarih vurgusunu öne çıkarır. Tarih, geleceği tasarlama gayesini bir ilke haline getiren insanoğlu için daima başvurulan bir gerçekliktir. Eşi bulunmaz bir dünyaya sahip olan tarih, kullanmasını bilen için bir hayat rehberi olur. Kullanması bilmeyen için ise malum ilanı açısından acı bir sonuca da götürür insanı... Geçmişte yapılan hatalar tekrarlanır ise akıbet de –muhtemelen- geçmişteki gibi olacaktır. Bu açıdan özellikle gelişmiş devletler tarih araştırmalarına çok önem verirler. Mesela ABD’deki tarihçilerin ekserisi ABD tarihi üzerinde uzmanlaşmışlardır. 300 yılı dahi bulmayan bir tarih çalışan uzmanlar, ABD’nin dünya siyaset arenasındaki mutlak hâkimiyetinde elbette ki büyük pay sahibidirler. Tarih, bireyleri ve içerisinde bulunduğu toplumu anlama hususunda en temel kaynaktır. İlgili toplum hususunda bir hususiyete dair soru işareti varsa bunun cevabı mutlak surette tarihte saklıdır. Kişi ne yerse odur, sözüne atıf yapacak olursak; birey ya da toplum nasıl bir geçmişten geliyor ise o minvalde bir hayat tarzına bürünür ve kimlik edinir. Bugünün anlaşılması şüphesiz ki tarihe, tarihi serüvene bakılmakla net bir şekilde görülecektir. Tarih bireye ve topluma tecrübe kazandırır. Gelen tecrübe kendi içerisinde bir maneviyat yükü barındırır. Birey ya da toplum bu yükü yüklenip yüklenmemek hususunda özgürdür. Yüklenilen maneviyat topluma belli çizgileri olan ahlak değerleri ve kaideleri sunar. Bu da zamane toplumun geçmişi ile sıkı bağlar kurmasına sebep olur. Gelişmiş tüm devletlerin geçmişiyle en azından manevi anlamda bir bağı olduğu mutlak bir gerçektir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 7 www.ulkuocaklari.org.tr Tarih, bireye milli kültürünü aşılar. Birey, toplum içerisinde dünyaya gelir ve hayatını sürdürür. İçinde bulunduğu toplum bir değerler bütününe sahiptir ki kültür ve medeniyet havzasına dair ipuçları içerir. Bu anlamda tarih, bireye; kültür ve medeniyet dairesinde milli bir şuur aşılar. Toplumun geçmişini, acılarını, başarılarını ve bunların arasından karakteriyle beraber hedeflerini de tarihin içerisinde bulabiliriz. Devletlerin ve milletlerin istenen özelliklerde tabir-i caizse aranan kan yetiştirmeleri hususunda tarihin eşsiz bir yer ve olmazsa olmazlığı vardır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Tarih Hakkında Bazı Değerlendirmeler Tarih, bir gelecek idrakidir; bir milletin gelecek idrakine aktarılan geçmişi o milletin tarihi olur. Bu nedenledir ki, Türkiye’de siyasal harekete dönüştürülen, sosyolojik aidiyetler, ciddi bir kültürel/tarihî bakış açısına (perspektife), gelecek idrakine sahip olamadıklarından, politik alanda kısa süreli başarılı olsalar da, milletin önünü açan bir ufuk sunamamakta, milletin tarihi de siyasî çıkar öbekleri arasında simgesel şiddetin bir aracı haline gelmektedir. (Fazlıoğlu, 2009) Tarih kâinâtın vicdanıdır. Ömer Hayyam Tarih, milletlerin tarlasıdır. Her toplum, geçmişte bu tarlaya ne ekmişse, gelecekte onu biçer. Voltaire Tarih; okuyana, kendi gözünün görme derecesine göre, yol gösteren bir kılavuzdur. J.J.Rousseau Bir çınar için toprak altındaki kökleri ne ise -ve bu kökler kurudukça çınar nasıl kurumaya başlarsa- bir millet için de tarih odur. Tarihini bilen millet, kökü sağlam çınar gibidir. Zamanla eski âdet ve ananesini, yaşayış tarzını unutan, tarihini bilmeyen, ecdadının neler yapmış olduğundan haberi olmayan bir millet, kendini ayakta tutan köklerinden birkaçını kurutmuş demektir. Tarih okuyarak onu sulamak lâzımdır. Kâzım Paşa Tarih okuyanın aklı çoğalır. İmam Şâfiî Tarih bilmeyen diplomat, pusuladan anlamayan kaptana benzer; her ikisinin de karaya oturmak tehlikesi vardır. A. Cevdet Paşa Geçmiş inkâr edilemez; geçmişine taş atanın, geleceğine gülle atarlar. Bahtiyar Vahabzâde Tarihinin sürekliliğini kaybeden bir millet, her şeyini kaybetmeye mahkûmdur. Hafızası parça parça kopmuş bir akıl hastası gibi, geçmişiyle, hatıralarıyla ve benliğini terkip eden bütün varlık unsurlarıyla ilgisi kesilmiştir. Yabancı tesir ve müdahalelere, yabancı korumaya hazır ve muhtaç bir hâlde, önce bağımsızlığını sonra da bütün millî şahsiyetini ve varlığını kaybeder. Peyâmi Safâ 8 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türk Adı ve Anlamı www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Eğitim Programı Ülkü Ocakları Genel Merkezi 9 Ülkü Ocakları Eğitim Programı TÜRK ADI Türk kavramı ilk defa “Orhon” abideleri( Şimdiye kadar Türk adının geçtiği ilk vesika olan taş abideler 720-725, 732, 735 tarihlerinde dikilmiştirler.)nde “Türk” daha çok da “Türük” şeklinde kullanılmıştır. Ancak bu halkın birden bire ortaya çıkmadığı tarihi belgelerle sabittir. Diğer yandan bir halkın tarih sahnesinde yerini alması için bir sürecin yaşanması gerekir. O halde burada cevaplandırılması gereken Orhon abidelerinde geçen Türklerin ilk ataları (proto ataları) kimlerdir? Bu soruya değişik zamanlarda çeşitli tarihçiler tarafından bazen farklı bazen de aynı cevaplar verilmiştir. Mesela W. Eberhard, İ. Kafesoğlu, B. Ögel ve L. Rasonyi gibi islam öncesi Türk tarihi konusunda uzman olan tarihçiler “Hiungnu” ların proto Türkler olduğu konusunda birleşirler. Diğer yandan Heredotos’un eserinde geçen “Targita”, Tevrat’ta adı geçen Yafes’in torunu “Togharma”, Hint kaynaklarındaki “Turukha” ve “Thrak”, Çin kaynaklarındaki “Tik” ön Asya çivi yazılı metinlerdeki “Turukku”lar Türk kavimleri sanılmıştır. Zent-Avesta ile Tevrat’da da Türk adı aranmıştır. Mesela Nuh peygamberin torunu “Türk” ve Avesta’da adı geçen hükümdar Feridun (Thraetaona)’un oğlu Tûrac veya Tûr’da Türk adını taşıyan bir kavim olarak gösterilmiştir. “Türk” kelimesini “Altaylı” yani “Turanlı” kavimleri ifade etmek için 420 tarihli bir Pers metninde (Pers edebiyatında “Türk” kelimesi güzel anlamında da kullanılmıştır.), daha sonra da cins isim olarak 515 yılında “kuvvetli Hun” tabiri yerine “Türk Hun” kavramı kullanılmıştır. Fakat millet ve devlet adı olarak Türk kelimesi ilk defa Çin’de Chou sülalesi yıllığında (557-579), Batı’da Romalı Tarihçi Agathias (ölümü 582)’ın eserinde, Arapça’da N. Zubyani (ölümü 600)’nin divanında ve İslavca’da XII. asırda ilk Rus kroniklerinde kullanılmıştır. Türk kelimesine çeşitli anlamlar verilmiş olup bunlardan yaygın olarak bilinenleri şu şekildedir. T’uküe (Türk) = miğfer, Trk (Türk) = terk edilmiş, Türk = olgunluk çağı. A.Wambery’ ve J. Deny’e göre de Türk kelimesi “türemek”ten çıkmıştır. İlk Türk sosyologu Z. Gökalp ise Türk kelimesini “töreli” yani kanun ve düzen sahibi anlamında kullanmıştır. Yusuf Has Hacip’in meşhur eseri “Kutadgu Bilig”de “türk” sıfat ve isim olarak iki anlamda kullanılmıştır. 10 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Sıfat olarak = “ay ilig baka kör seningde oza beg erdi atangilde erk türk tüze” (Ey hükümdar, bak, memlekette senden önce idareyi elinde tutan bey senin baban idi). Burada Türk adı “güç, kuvvet” anlamındadır İsim olarak = “Körü borsa emdi bu türk begleri ajun beglerinde bular yigleri” (Eğer dikkat edersen, görürsün ki, dünya beyleri arasında en iyileri türk beyleridir.) “Bu türk beglerinde atı belgülüg tonga alp er erdi kutı belgülüg (Bu türk beyleri arasında adı meşur ikbali ayan-beyan olanı Tonga Alp-Er idi. Türk Kavramının Kullanılış Şekilleri Tujue=Türkler Tu-küe (bilindiği gibi Çince de ‘r’ sesi yoktur) =Türküt=Türkit Türküz=Türkü=Turkyt=Turkid=Twrky=Türk Hung=Khun=Kün=Hun Hiung-nu=Hyiung-nu=Hsiung-nu=Hunlar=Proto Türkler Chuni=Hunlar T’u-chüe=Gök-Türkler Kök-Türük=Gök-Türk Türük=Türk Tu-ku=Türk Tu-cüe=Türkler Uz=Tork=Oğuz Türkmen= İslamın ilk yıllarında müslüman olan Oğuzlara Pers ve Arap tarihçilerce verilen isim. Turanlı= Türk (Turan, eski Perslerin Türkistan için kullandığı kavram.) Kaynak: Mustafa Aksoy’un, Proto-Türklerin Coğrafya ve Kültür Alanı, Başlıklı Yazısından Alınmıştır Ülkü Ocakları Genel Merkezi 11 www.ulkuocaklari.org.tr Tork=Uz (XI. asrın ortalarında Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan Oğuzlar’a Rus yazarları ‘Tork’, Doğu Roma yazarları ise ‘Uz’ demişlerdir.) Ülkü Ocakları Eğitim Programı TÜRKMEN ADI, MANASI VE MAHİYETİ Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu On birinci asır ortalarında, Yakın Doğu’da, Büyük Selçuklu İmparatorluğunu kurmak suretiyle Orta Çağ tarihinde çok ehemmiyetli bir rol oynamış olan Türk kabilelerine ‘Oğuz’ yanında ‘Türkmen’ de denilmektedir. Türkmen adı, bilindiği gibi, gerek eski eserlerde gerekse son zamanlardaki muhtelif araştırmalarda çeşitli tefsirlere uğramış, başka başka izah edilmiştir. Bu hususta kaynaklarımızda verilen bilgilerle modern görüşleri karşılaştırarak bu kelimenin gerçek manasını tespite çalışmayı uygun bulduk. Tetkikimizin, yalnız Türkmen tabirinin esasını belirtmekle kalmayıp, aynı zamanda Türkmen-Oğuz münasebeti bahsinde yeni problemlerin mevcudiyetini de ortaya koyacağını sanırız. 1.Türkmen kelimesi ilk olarak XI. asrın Türk asıllı müellifi Kâşgarlı Mahmud’un büyük lügatinde izah ediliyor. Bu münasebetle bir efsane nakleden Kâşgarlı’ya göre, Büyük İskender Türk ülkelerine yöneldiği sırada Balasagun’da oturan Türk hükümdarı doğuya çekilmiş, orada yalnız 22 kişi kalmış (bunlar Oğuz boylarını teşkil etmişler), az sonra bunlara iki kişi daha katılmış. İskender, üzerinde Türk belgeleri bulunan bu 24 kişiye Farsça ‘türkmânend’ (Türke benzer) demiş ve Türkmen adı böylece doğmuştur. Daha sonra, Divanü Lûgat’ten naklen, Bedreddin Aynî’nin İkdü›l-cümân’ında ve bu eserin Mabmud b. Şehâbeddin Ahmed el-Aynî tarafından yapılan ihtisarı Târihü’l-Bedr’de aynen bildirilen ve eski bir efsane ile karıştırılmış halk etimolojisinden ibaret olan bu rivayet, ilmi değersizliği dolayısıyla, kabul edilmemiştir. Reşîdeddin’in Câmiü’t-tevârih’inde ‘Tacikler onlara türkmânend dediler’ şeklinde benzer rivayet tekrarlanmaktadır. Â. VÂMBERY, Türk men’ (ben) Türküm’ izah tarzını Türk dili kaidesine uymadığı için reddetmiştir. Akkâ piskoposu J. V. Ariac’a göre, kelime, Türk ile Kuman sözlerinin birleşmesinden doğmuştur7 ki, bunun da tamamıyla bir yakıştırma mahsülü olduğu âşikârdır. Kelimenin bir de Türk + imân olarak manalandırılması vardır. Türklerden İslâmiyeti kabul eden kütlelere böyle ad verildiği esasına dayanan türkimân rivayeti Bedreddin Aynî tarafından, yukarıdaki rivayetten ayrı olarak, bildirilmekte ve Neşrî İbn Kesîr taraflarından nakledilmektedir. Yine halk etimolojisi mahsulü olan bu rivayet Müslüman Şarkta lûgat kitaplarına girecek kadar yayılmıştır. 12 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Son devir Türk müelliflerinden HÜSEYİN HÜSAMEDDİN’e göre, men Türkçe büyüklük eki olup, Türkmen ‹büyük Türk› demektir. NECİP ASIM’a göre, kelime, Türk ile adam manasına gelen man’dan terekküp etmiştir ve ‘Türk eri’ tabirinin tercümesidir. Nihayet S. A. DiLEMRE, Asurca ‘tüccar’ demek olan tuggar kelimesini Türk ile münasebete getirerek Türkmen’in ticaret adamı, kervan adamı olabileceğini söyler. Türk tarihi ve dili ile uğraşan Avrupalı bilginler de öteden beri Türkmen kelimesinin manası üzerinde durmuşlardır. Yabancı Türkologlar arasında ilk ilmî izah yapmağa çalışan VÂMBERY’ye göre, kelime Türk ile-men›den terekküp etmiştir ve ‹Türklük, Türkler› demektir, zira men Türkçede toplayıcı isimler vücuda getiren bir ektir. Daha sonra, ünlü Türkologumuz J. DENY Türk dili grameri adlı meşhur eserinde, Türkçedeki-men,-man ekinin, ‘kocaman (enorme) ‘, karaman ‘tres brun’, şişman ‘obese, enfle’ v.b. sözlerinde görüldüğü üzere, birleştiği kelimeye augmentatif (mübalâğa, fazlalık, büyüklük, üstünlük) manası verdiğini tespit ile, Türk ve-men›den mürekkep Türkmen tabirinin de ‹koyu Türk, halis kan Türk (turc pur sang) ‘ manasına geldiği neticesine varmıştır. L. LIGETI 1925’te yazdığı bir makalede ‘Aslî şekillerinde kabile ve boyların muayyen bir kütlesini ifade eden cemilerin, sonradan ism-i cemi halinde müfret olarak kullanılmağa başlandıklarını kabul etmek lazımdır’ demek ve buna Türkmen’i misal göstermek suretiyle, esas olarak VÂMBERY nazariyesine uymakla beraber, Türkmen adını ‘asli Türk› diye manalandırmaktadır. J. DENY’nin yaptığı izah GY. NEMETH, V. MINORSKY, GY. MORAVCSIK taraflarından isabetli görülmüş, nihayet son yıllarda. PRITSAK tarafından tekrarlanmıştır. Fakat bu izah tarzının Türk meseleleriyle ilgili her bilgin tarafından kabul edilmediğini söyleyelim. Mesela EI’deki Turk-mens maddesinde bu izahı bahis konusu etmeyen V. V. BARTHOLD 1927’de çıkan Orta Asya Türk tarihi hakkında dersler adlı mühim kitabında ‘Türkmen kelimesinin aslı ve menşei bugüne kadar hallolunmamıştır demektedir. İlâve etmek lazımdır ki, NEMETH ve PRITSAK, adları geçen makalelerinde-men,-man ekinin augmentatif olduğunu tasdik etmişler, fakat Türkmen kelimesinin manası üzerinde J. DENY kadar sarahatle durmamışlardır. Filhakika bu adın manası, menşei ve mahiyeti, şüpheleri ortadan kaldıracak şekilde açıklanmış değildir. Biz bu yazımızda önce, tarihi kaynaklarda ve adlarını sıraladığımız tetkiklerde görüldüğü gibi, Türk adı ile-men ekinden meydana geldiği muhakkak olan Türkmen kelimesindekimen,-man’ı, bu ekle yapılmış isim, sıfat ve fiillerin ışığında inceleyecek ve sayın DENY’yi destekler mahiyetteki bu fasıldan sonra, kelimenin menşe ve mahiyeti bahsine geçeceğiz. www.ulkuocaklari.org.tr 2. Türkçede-men,-man (-min,-mun, mung,-ming; m ~ b:-bin,-bang) ‘lı kelimeler. İsimler (son ek olarak): közmen ‘közde pişirilmiş et, közleme›. dilmen ‹çok dili, konuşkan›. elik (ilik) men ‘el kandili’. tokluman ‘bir yaşında doğuran (erken yetişmiş) kuzu.’ ataman ‘reis, başbuğ’. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 13 Ülkü Ocakları Eğitim Programı nijemen ‘gürültü, şamata’ (Yakutça nije ‘ses’, PEKARSKY). yülmen ‘dağ doruğu’. balaman ‘büyük, cesim’ şahman ‘iri, büyük’. dökmen ‘yakışıklı, levent, dökme vücutlu’. kermen ‘kale, müstahkem mevki’. sökmen ‹çok cesur, yiğit›. İsimler (önek olarak): mun kirleas (Çuvaşça) ‹Ocak ayı› (çok buz tutturan ay, mun = büyük). mang (man> ‹üç yaşında kuzu›. manmang ‘iri, koca başlı’. Yer adları: Menkermen Kiev şehrinin eski adı (kermen ‘kale’, men yüksek’). Mingi tau Elbrüz dağları (ming, meng ‘yüksek, sema’). Man (Min) kışlag Hazar Denizi’nin kuzey doğusundaki yayla. Bingöl Anadolu’da dağ (bin ‘büyük, yüksek’). Binboğa Anadolu’da dağ (bin ‘büyük, yüksek’). Kögmen Asya’da dağ. Çankırman bir kale. Tekmen bir yer adı. Çirmen bir yer adı, Kişi adları: Ming kara Uygurlarda (‘büyük, kudretli’). Ming temür Uygurlarda (‘kuvvetli, sert, sağlam’). Gökmen Anadolu’da (‘gözleri çok gök’). Tuman XI. asır başlarında bir kumandan. Tümen Uygurlarda. Karaman Peçenek reislerinden, Anadolu’da bir beylik adı. Min direk (Men direk) Emîr Şihâbeddin. Mingi direk Gazneli Sultan Mes’ud zamanında hacip. Min taş (Man taş) Memlûkler devrinde Malatya valisi. Bu isim Bezm u Rezm’de Mantaş şeklinde harekelenmiştir. Min taş (Man taş) Çağatay’ın torunlanndan biri, 14 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Men teş (Menteşe) Anadolu’da bir beylik kurucusu; Hacı Bektaş-ı Veli’nin kardeşi ve ayrıca müritlerinden biri. Sıfatlar ve fillerde: dikmen ‘çok dik, şahika’. ağırman (ağarman) ‘çok ağır hareket eden’. bütümen ‘büsbütün, tamamıyla’. kuduman ‹çok cebredici›. ıssıman ‹çok ısınmış› (güneş çarpmış). evcimen ‘evine düşkün kimse’. işçimen ‘işe sarılan, çalışkan’. teğirmen ‘değirmen’ (değirme ‘yuvarlak). sıkman ‘korse’. ökmen ‘harman’ (ökmek ‘yığmak’). koruman ‹öncü, koruyucu›. oyman ‹çukur, vadi›. nelemen ‘geniş, vasi’ (PEKARSKY). tuyuman ‹çok lafçı, geveze gülemen ‹çok, sık sık gülen›. yetmen ‘yeter, kamil kişi’ (Dede Korkut). dalaşman ‹çok kavgacı›. azman ‹çok büyümüş, iri, vahşi›. www.ulkuocaklari.org.tr Bunlardan başka, yine ‘büyük’ üstün, iri. v.b.’ manalarını veren şu kelimeler vardır: arman ‘mübalağa, fazlalık’ (PEKARSKY). dızman (tızman) ‘çok büyük, büyüklük’ (BIANCHI). yaman ‹çok kötü, çok fena›. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 15 Ülkü Ocakları Eğitim Programı maytalman ‹çok güzel, muhteşem› (RADLOFF). urman (orman) ‘ağır bir cilt hastalığı (kanser)’. tümen (dümen) ‘en yüksek rakam, 10 bin, binlerce’. Görülüyor ki, Türk dilinde-men,-man v. b. ekler, ister son ek, ister ön ek olsun, birleştiği isim, fiil ve sıfatlara daima augmentatif mana vermekte, aynı ekle meydana gelen kişi adları da yine augmentatif mana taşımaktadır.-men,-man eki ile kurulmuş kavim veya kabile adları da vardır: Tuman, Kalkaman, Avukman, Tokman, Akman, İlmen, Korman, Moçurman oymakları ve Azman, Kukman-yüs, Karaman, Kuzman, Ahtaman kabileleri gibi… İşte bu nevi adlardan biri de Türkmen’dir. Türkmen tabiri bu durumda ancak halis, asil, büyük, üstün, sağlam... Türk manasına gelebilir. 3. Şimdi Türkmenlerin niçin bu isimle anıldıkları meselesini tetkik edelim. Bu noktayı açıklayabilmek için Türkmen-Oğuz münasebetlerinden hareket etmek lazım geliyor; çünkü Türkmen adının menşe ve mahiyeti muammasının çözülmesinde bu nokta ‘büyük ölçüde yardım edecektir. Türk tarihi literatüründe Türkmen ve Oğuz kelimelerinin muayyen bir Türk boyunun iki ayrı adından ibaret bulunduğu umumiyetle kabul edilmiş gibidir. Geçen asrın 2. yarısında A. VÂMBERY şöyle diyordu: ‹Arapların Guzz adını verdiği kütleIeri zamanımızdaki Türkmenler olarak kabul etmek nokta-i nazarı tamamıyla doğrudur’. NEMETH, M. TH. HOUTSMA’ya istinaden, Türkmenlerin eski adları Oğuz yerine Türkmen ismini aldıklarım, bir aralık, XII. asır başlarında, Oğuz ve Türkmen adını müştereken kullandıklarını beyan etmekte; V. MINORSKY bir eserinde: ‘Oğuzlar umumiyetle Türkmen adı ile tanınmıştır’ demekte; PRITSAK, bir kısım Türklerin tarihi kaynaklarda Türkmen yahut Oğuz isimleriyle göründüklerini ve ‘Oğuz Yabgusu’ devletinin Oğuz ve Türkmen gibi çifte ad altında bir siyasi birlik teşkil ettiklerini bildirmektedir. Neticeleri bakımından doğru olan bu hükümlerde yalnız Türkmen tabirinin ne zamandan beri mevcut olduğu ve menşe ve mahiyeti hususu aydınlatılmış değildir. Memleketimizde ise, F. Köprülü’nün görüşü klasik bir değer kazanmıştır. Köprülü vaktiyle, Divânü Lhugat’e dayanarak, Türkmen adım Oğuzlardan Müslüman olan gruplara verildiğini söylemiş ve filhakika bu görüş, daha sonra meydana çıkan, Şerefü›z-Zaman-ı Mervezî’nin Tabâyiülhayvân’ındaki satırlarla aynen teyit edilmişti. Mervezhî’den önce, Türkmenlerden bahseden ilk İslam müellifi El-Mukaddesi (X. asrın 2. yarısı) onları İslamiyeti kabul etmiş kütleler olarak göstermişti. Kaşgarlı Mahmud’da Türkmen ile Oğuz›u çok yerde birlikte kaydetmektedir: Türkmâniyetü’l-uzziye, beyne’t-Türkmâniyet’i ‘l-Guzziye, bit-Türkmeniyeti’l-Guzziye, butûnü’l-Guzziyeti ‘t-Türkmâniye. Türkmen adını tarihini efsanevi Oğuz Han zamanına kadar çıkaran VÂMBERY’nin nazariyesi bir yana bırakılırsa, son yılların hakim fikri, Türkmen isminin XI. asırda zuhur 16 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı ettiği ve bunun da Müslüman Oğuzlara verildiği merkezindedir. Halbuki, Türkmen adının daha önceki devirlerde mevcudiyetini gösteren bazı deliller bulunduğu gibi İslamiyetin Oğuzlar arasında yayılması da bu kelimenin menşeini izah bakımından kafi gelmemektedir. Diğer taraftan, Oğuzların İslamiyeti kabul etmekle Türkmen adını aldıkları nazariyesi, bazı kaynaklardaki sarahate rağmen, ikna edici görünmüyor. Zira din değiştirmek, aynı zamanda isim değiştirmeği icap ettirmez. Böyle bir teamül olsaydı, İslam memleketlerinden Türkmenlerden önceki Türkler gibi daha sonra İslamiyete giren Oğuzların da yeni bir ad almaları veya Müslüman soydaşları gibi Türkmen diye anılmaları lazım gelirdi. Türk tarihinde, ad değiştirme nazariyesini destekleyecek bir misal bulunmamasına mukabil başka dinlere intisap yüzünden örf ve adetlerin, telakkilerin unutulduğunu fakat halis Türkçe kavim adlarının korunduğunu gösteren deliller çoktur. Buddhist, Maniheist Uygurlar, Musevi Hazarlar böyledir. Türk menşeli Bulgarlar ve Macarlar Hıristiyan camiası içinde kendilerine has her şeylerini unutmuşlar, ancak Türkçe adlarını muhafaza ‘etmişlerdir. Türkmen meselesi bu umumi nizam içinde bir istisna teşkil etmemektedir. El-Mukaddesî, Divânü Lûgat ve Mervezî’deki kayıtları Karluklarla münasebete getirmiştik. Filhakika, son araştırmalara göre, Karluklar, Çu, Talas, Yedisu bölgesine hakim bulundukları en kuvvetli devirlerinde (XI. asrın ilk yarısı) kendilerine, siyasi bir isim olarak, aynı zamanda Türkmen diyorlardı. Bundan başka IX. asır ortalarına doğru Balasagun’a kadar gelerek, orada Karluk Ülkü Ocakları Genel Merkezi 17 www.ulkuocaklari.org.tr Mervezî bir Türkmen-Oğuz-Peçenek hareketinden bahsetmiştir. Buna göre ‘Oğuzlar, Türkmen tazyiki altında Harezm’i terk ederek Peçenek topraklarına göçmüşlerdir’. Müellif bu muvaffakıyeti Türkmenlerin Müslüman oluşlarına atfeder. MINORSKY bu hadiseyi 893 yılına doğru vaki olup Konstantinos Porphyrogennetos’ta zikredilen ve İstahrî›de, Hudûdu’l-âlem›da (yazılışı 893) izlerine rastlanan, Peçeneklere karşı Hazar-Uz müşterek hücumuna bağlamakta ve hadisenin Mervezi tarafından, daha sonra kullanılan, ‘Türkmen’ tabiriyle modernize edilmiş olması ihtimalini ileri sürmektedir. Ancak kaynağımızda hadise Peçeneklerle Uzlar arasında değil, Türkmenlerle Oğuzlar arasında cereyan etmiş gösterildiğine göre, eğer bir modernleştirme mevcut ise, bunun Türkmen tabirinden ziyade, İslamiyet mefhumuna raci olacağı düşünülebilir. Çünkü, bilindiği gibi, VılI. asır ortalarında Çu havzasına tamamıyla hakim olan Karluklar, daha sonra, ihtimal aynı asrın sonlarında veya IX. asır başlarında, Talas ve Çu bölgesinden Oğuzları çıkarmışlar, bunlar da Peçenekleri daha batıya itmişlerdi. Buna nazaran Mervezî’deki kaydı hakikaten Harezm mıntıkasında, fakat Karluklarla Oğuzlar arasında cereyan etmiş bir hadisenin aksi olarak kabul etmek daha doğru olsa gerektir. Yine bu devirlere ait bir haber olduğu anlaşılan El-Mukaddesi’deki malumatta da Türkmenlerle Oğuzların ayrı ayrı yerlerde oturdukları zikredilmektedir. Coğrafi yakınlık, burada bahis konusu edilen ‘Türkmen’lerin de Karluklar olması ihtimalini kuvvetlendiriyor. Kâşgarlı Mahmud’u kendi zamanındaki çeşitli Türk lehçelerinin birbirinden farklarını bildiren satırları da bu bakımdan mühimdir. 0, bir çok harflerin telaffuzu ve bazı kelimelerin kullanılışı bahsinde ‘Türkler’ ile Oğuzlar arasındaki ayrılıkları belirtmiştir. Mahmud’un buradaki ‘Türkler’den maksadı, dar manada olarak, kendi öz vatanı olan Karahanlılar ülkesi halkı ve oğuzcadan ayırdığı ‘Türkçe’ o civarda konuşulan Türkçe ise, bunun da Karluklarla yakın ilgisi meydandadır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Yabgu’sunun Karahan unvanını almak suretiyle tarihte Karahanlılar, İlig hanlar veya Hakaniye diye maruf Türk devletini kuran Karluklar, Kaşgarlı’nın da belirttiği gibi, Oğuzlardan farklı bir lehçe konuşuyorlardı. Ayrıca, F. HIRT ‘tarafından Çin kaynaklarında ‘Türkmen’ tabirinin tespit edildiği malumdur. Dikkate değer ki, kelimeyi ‘Tö-Kö-möng’ şeklinde zapt eden Çin ansiklopedisi T’ung-t’ien, Karlukların aynı zamanda Türkmen diye anıldıkları devre aittir. Binaenaleyh şimdilik, hiç olmazsa, IX asır boyunca Türkmen sözünün, siyasi tabir olarak, mevcut bulunduğu ve Karluklar tarafından kullanıldığı, fakat o tarihlerde Oğuzlara Türkmen denilmediği kuvvetli bir ihtimalle kabul edilebilir. Türkmen tabiri niçin kullanılmıştır? Kanaatimize göre, bu tabirin, VI. ve VI11. asırlar arasında, Karlukların da dahil bulunduğu çeşitli Türk kabileleri konfederasyonunun kurduğu büyük Türk İmparatorluğu için kullanılmış olan ‘Kök Türk’ tabiri ile yakın bir münasebeti olmalıdır. Bilindiği üzere, tarihçe malûm Türk boyları veya budunları arasında doğrudan doğruya Kök Türk adında her hangi bir grup mevcut değildir. Orhon kitabelerinde görülen Kök Türk kelimesi siyasi bir isimlendirmedir ki, V. THOMSEN’e göre, ‹Geniş hudutlar içinde kısa süren, ‹fakat Türk İmparatorluğunun tam birlik teşkil ettiği parlak bir devrinde, dünyanın dört yönünün muhtelif kavimlerini veya kabilelerini topluca bir kelime ile ifade etmek üzere kullanılmıştır köklü, asil, necip›, öteki ‹sema, gök›. Her iki manası ile de kelime, asil, yüksek, büyük, cihan şümul mefhumlarını ifade eder ve bu mefhum, THOMSEN’in tarif ettiği siyasi duruma uyar. Türkmen kelimesi de gördüğümüz gibi, aynı manalara gelmektedir. Kök Türk tabiri nasıl belli bir kabilenin adı olmayıp siyasi bir terim ise, Türkmen tabiri de, aynı manada olmak üzere, Karlukların en kudretli zamanlarında kullandıkları siyasi bir terimdir. IX. asırda Göktürk kelimesinin ifade ettiği tarihi vakıa artık maziye mal olmuş, cihanşümul hakimiyet sona ermiş, siyasi Türk birliği dağılmış olduğu için bir yandan Uygurlar, bir yandan Oğuzlar gibi diğer Türklerle hasım vaziyette olan Karluklar tarafından Kök Türk tabiri şüphesiz kullanılamayacağı cihetle, Karluklanın, onun yerine, aşığı yukarı benzer bir mefhuma âlem olarak, ‘Türkmen’ tabirini ikame ettikleri anlaşılmaktadır. Bununla beraber biz, Orta Doğu kaynaklarında ‘Türkmen’den daha ziyade Oğuzların kastedildiğini görüyoruz. Oğuzların Kınık boyuna mensup Selçukoğulları kaynaklarımızda ‘Türkmen’ diye gösterilmiştir. İlk defa Selçuklulardan bahseden Farsça eserler hep böyledir: Gerdizî El-Kaim bi-emrillah 423’te halife oldu. Onun zamanında Türkmenler zuhur etti’ der. Nâsır-i Husrev Divan’ında ‘Tuğrul Türkmen ve Çağrı’ mısraı bulunmaktadır. Ebû’l-Fazl-i Beybakî’nin meşhur tarihinde Selçuklu kelimesinin yanında yalnız Türkmen adı bahis mevzuudur. Kaşgar da ‘Oğuz Türkmenler? ‘ veya ‘Türkmen Oğuzlar’ tabirlerini sık sık kullanılmıştır. Bütün bunlardan. Türkmen kelimesinin manası ve mahiyeti hakkında baştan beri verdiğimiz izahata dayanarak, aynı tabirin bu sefer X. asrın 2. yarısında Hazar-Aral kuzeyi düzlüklerinde büyük bir siyasi teşekkül vücuda getirmiş olan Oğuzlar tarafından kullanılmağa başlandığı neticesini çıkarabiliriz. Esasen Oğuzlar bu mefhuma yabancı değillerdi. Yukarıda adı geçen Çin ansiklopedisindeki Tö-kömöng kelimesi Hazar denizine yakan bir mahal ile ilgili bulunmaktadır. Ancak Orta Doğu’da yerliler ve daha bir çok Türk olmayan kavimler üzerinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu teşekkül ettikten, Selçuklu ailesi Türkmenlerle birlikte aynı zamanda bu yabancı kavimlerin de metbuları olduktan ve onları da, tıpkı Türkmenler gibi, kendi malı saymağa başladıktan sonradır ki, imparatorlukta hükümdar sülalesiyle aynı 18 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı adı taşıyan Türkmenlerin, bilhassa orduya her cinsten asker katıldığı ve daha ziyade köle kumandanların istihdam edildiği bu devirde, kısmen sülaleden ayrıldıkları müşahede olunuyor ki, ‘Türkmenler her ne kadar devlete büyük zorluk çıkarmışlarsa da, bu devlette hakları geçmiş, devletin kuruluşunda çok hizmetleri olmuş ve ağır meşakkatlere katlanmışlardır. Onların hanedan ile akrabalıkları vardır’ diyen Vezir Nizamülmülk’ün cümlelerini böylece izah etmek mümkündür. www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Eğitim Programı Ülkü Ocakları Genel Merkezi 19 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türklerde Devlet ve Sosyal Yapı Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Eğitim Programı 20 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı DEVLET, MECLİS, KURULTAY Prof. Dr. Bahaeddin Ögel Kurultay sözü, Türkçe kurul ve Moğolca tay ekiyle oluşmuş, bir sözdür. Bugünkü Türkçemize bu deyim, Çingiz Han devletinden girmiştir. Kurultay, bir Danışma Meclisidir. Oğuz Türkçesindeki asıl karşılığı kengeş demektir. Ancak, kurultayın bir toplantı olması sebebiyle, Oğuz Türkleri onu, yığınak, dernek, derim gibi birçok sözlerle de, adlandırmışlardır. Kurultay, devlet idaresinin temelini oluşturur. Bundan dolayı bu konu üzerinde, derin olarak durmak gereklidir. Çünkü bunun üzerinde, şimdiye kadar doğru dürüst bir araştırma da yapılmamıştır. Yapısını ve ayrıntılarını bilmediğimiz, temel bir devlet müessesesi hakkında birkaç bilgi ile hüküm vermek ve sonuca varmak, doğru değildir. Türk tarihinin kaderi budur. Her konuya derin olarak girmek gerekmektedir: A. KURULTAY ANLAYIŞININ TEMELLERİ Hunların doğusunda bulunan, Proto-Moğol Tunghu devletinden, Mete’ye bir elçi gelir ve Mete’nin ünlü atını ister. Tunghu devletinin gayesi, Mete henüz zayıf iken, onu bastırmaktır. Mete, devletin ileri gelenlerini toplar ve onlara durumu bildirir. Herkes buna karşı gelir. Ancak Mete, komşu devletten bir at esirgenmez, der ve kendi atını verir. Az sonra elçi yine gelir, Mete’nin kadınını ister. Ancak bu, Mete’nin ünlü ulu hatunu değildir. Mete yine kurultay toplar. Buna herkes çok kızar ve bu Tunghularda, ahlak anlayışı (tao) diye bir şey yok, diyerek bağırırlar. Ancak Mete, onları dinlemez ve kadınını verir. Az sonra aynı devletin elçisi yine gelir. Bu kez çorak bir toprak parçasını ister. Mete yine kurultay toplar ve durumu, devletin ileri gelenlerine bildirir. Buna bazıları karşı gelmezler ve at ile kadın verildikten sonra, bunu da verelim, derler. O zaman Mete kükrer ve şöyle bağırır: “-At ve kadın benimdi. Onun için verdim. Toprak ise, devletindir. Devletin malını başkasına nasıl verebiliriz?” Mete bunu dedikten sonra toprak parçasını verelim diyenlerin başlarını, hemen orada kestirir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 21 www.ulkuocaklari.org.tr 1. Mete ile İlk Kurultay Haberi Başlıyordu Ülkü Ocakları Eğitim Programı “Mete’nin kurultayı”, bir çeşit Oğuzların “kengeş” ve meşveret meclislerine benzemektedir. Toplanma, görüşme vardı. Ancak son söz devletin sahibi olan hakanın oluyordu. Mete orduda, çok sert ve disiplinli bir eğitim uygularken; ona benzer sert ve öğretici bir eğitimi de devlet içinde uyguluyordu. Kaşgarlı Mahmud’un derlediği çok eski bir Türk atasözünde dendiği gibi, Geniş elbise parçalanmaz, danışmakla gelişen bilgi ise, bozuk ve kötü çıkmaz! 2. Kurultay, Başlangıçta Türklerde, Din Töreni, Bayram, Yeme İçme Toyu, Eğlenme ile Yarışmayı da, İçinde Toplayan Bir Devlet Toplantısı idi 2. Önemli olan nokta budur. Bu toplantılarda. halk ile devlet birleşiyor ve kaynaşıyordu. Çingiz Han devletinde ise kurultay, aristokratların, yani Çingiz Han’ın soyundan gelenlerin toplantısıdır. Anlaşıldığına göre, dernek veya toy şeklinde olan bu kurultaylara, Hunlar ile Oğuzlarda, halk da katılıyordu. Büyük Hun devletinde başlıca üç büyük toy ve yığınak vardı: 1) Yeni yıl bayramı, 2) İlkbahar bayramı 3) Güz bayramı. Bilhassa bu sonuncusu, yani güz bayramı, büyük bir kurultay şeklinde, Çin’in kuzeyindeki Lung-ch’eng adlı yerlerde yapılırdı. Bu bayram veya toy kurultayına, devletin bütün ileri gelenleriyle, vassal veya bağlı kurulların da katılma zorunluğu vardı. Bu büyük Bayram Kurultayı’na gelmeyenler, Hun hakanına isyân etmiş sayılırlardı. Tıpkı Dede Korkut’taki gibi! Dış Oğuz, Bayındır Han’ın toyuna gelmedi diye, düşman ilân edilmişti. Güz kurultayında, atlar da semizleşmiş ve savaşa hazır olmuş olurlardı. Bu konuya az sonra yeniden döneceğiz. Oğuzlarda kurultay ve danışma toplantısı yaygın olarak, toy veya düğün-dernek şeklinde yapılırdı. Zaten, gerek halkı ve gerekse beyleri yedirip içirmek, hakanın bir vazifesi idi. Aşağıda da belirteceğimiz gibi, halk ile beyler Hanlardan davacı olabilirlerdi. Bu toyların içinde, hanın evini yağma etme de vardı. Divan veya devlet divanı, Dede Korkut’ta divanın, hem bir toplantı yeri ve hem de toy yeri olduğu görülmektedir. Ağır ulu divan, davulların gümbür gümbür düğüldüğü, bir yerdir. 3. Yıllık Büyük Din Töreni ile Kurultayın Bir Arada Yapılması Din ve devlet hayatını, devlet ve orduya ait heyecanı, hep birlikte yaşama ve böylece sosyal gelişmeyi, bu yolla tamamlama, Türk tarihine çok şeyler vermiştir. İslamiyetteki yücelik ile cihât ruhu da, bu kaynaktan geliyordu. Peygamberin başkumandan olması, duygu ve gönüllere bambaşka bir yön vermişti. Eski Türk tarihinde baş rahip, yahut Batıdaki deyimlerle “pontifex maximum” yani papa ve papaz, eski Türklerde bakanların kendileri idi. Şimdi, birkaç vesika sunduktan sonra bu konuya yeniden döneceğiz. a) Kurultay ile din törenlerinnin kaynaşması: Bu çeşit toplantılar, en muhteşem sahneleriyle, ilk defa Büyük Hun İmparatorluğu’nda görülmekte ve Göktürklerde de, devam etmekteydi. Kaynaklarımız, Hunlardaki, gerçekten büyük ve muhteşem üç kurultay için, şöyle diyorlardı: 1) Yılbaşında (veya yılın ilk ayında, yani ocakta), Hun hakanının sarayında (veya otağında), küçük kurultay yapılırdı. (Bu tören), atalara kurban verilen (saray ve otağdaki) sunakta yapılırdı. Bilindiği üzere Türklerde, Çin›de yapıldığı biçimde bir ata kültürü veya atalara tapınma ile atalara kurban verme gibi, çok ayrıntılı ritler 22 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı ve seremoniler yoktu. Nitekim Çin tarihleri de, Göktürklerin, atalara kurban verme tapınakları,-yani Çin biçiminde-yoktur. Ataların keçeden heykellerini yapar ve bir torba içinde, saklarlardı, diyorlardı. Türkler bu ata heykelciklerine, tös adı veriyorlardı. Ancak Hunlar, anlaşıldığına göre, bunun yerine bazı yerlerde altın heykel kullanıyorlardı. 2. Büyük Kurultay (veya toplantı,) yılın 5. ayında, (yani mayıs ayında, bahar başlangıcında veya yılbaşında Lung-ch’eng’de yapılırdı Bu toplantıda, kendi atalarına kurban verilirdi. (Halbuki yukarıda, atalar için verilen kurban sunağı, Hun hakanının sarayında bulunur, denmişti.) Yer ile göğe, kötü ve iyi ruhlara da kurban, burada verilirdi. b) Bağlılık ve sadakat andı’nın yenilenmesi, bu kurultayda yapılıyordu. Prensler, devlet büyükleri, boy beyleri ile Hun İmparatorluğu’na bağlı krallar, baharda bu kurultaya katılıyorlar ve Hun Hakanına, böylece bağlılıklarını bildirmiş oluyorlardı. Örnek olarak, Batı Türkistan’ın doğusundaki Wusun Kralı, ta Orhun’daki bu kurultaya gelerek, katılıyordu. Gelmezse bağımsızlığını ilân etmiş ve düşman biri olarak, kabul ediliyordu. Bunu, kesin olarak biliyoruz. Dış Oğuz, hanın toyuna gelmedi diye, Oğuzlarda kopan gürültüyü Dede Korkut’tan biliyoruz. Lung-ch’eng, Ejderha Kalesi demektir. Ancak, Hunlarda, surlu şehirler yoktu. Daha sonraki kaynaklar ise bu yeri, yalnızca Lung-kurban sunağı (tz’u) adıyla anıyorlardı (HHS, 119). En iyisi buna, Ejderha-kurbanı denseydi, belki daha doğru olurdu. Çünkü SC So yin’in, eski notuna göre Hunlar, batıdaki Ejderha Tanrısı’nı saygılarlardı. Bu notu, biraz dikkatle karşılamak gereklidir. Çünkü Hunlar ile Göktürklerde, bir ejderha kültü ve ibâdeti, görülmüyordu. d) Göktürklerde devlet toplantısı da, çoğu zaman bir din töreni şeklinde görülüyordu: Göktürkler de Hunlar gibi bu büyük toplantıyı 5. ayda, yani mayıs ayında bir Bahar bayramı şeklinde yaparlardı: (Göktürk) kağanı, sürekli olarak Ötüken dağında otururdu. Çadırı, doğuya, yani güneşin doğduğu yöne dönüktü, Böylece (güneşi) saygılamış olurlardı. Her yıl (Göktürk kağanı), devletin ileri gelenleriyle birlikte, kurban vermek için, ata mağarasına giderdi. 5. ayın yani mayısın ortalarında ise, toplanırlar ve “Gök Tanrı”ya, Temir (?) ırmağı kıyısında, kurban verirlerdi. Burası, Ötüken›den dört veya beşyüz mil kadar, bir uzaklıktadır. Oranın çevresini, çok yüksek dağlar, yükselerek çevirirler. Bu dağlarda, çok ot ve ağaç vardır. Burasına, Po-teng-ning-li dağları denir. Bunun manası ise Yer Tanrısı demektir. (CS, 50). Bu çok önemli vesikayı, P. Pelliot açıklamaya çalışmıştır (TP, 26, s. 214). Burada, diğer ayrıntılar konumuzu Ülkü Ocakları Genel Merkezi 23 www.ulkuocaklari.org.tr c) Savaş ve sayım kurultayı. Devletin kaynakları ile halkının kontrol ve sayımı, yapılan bir toplantıya Sayım Kurultayı da, diyebiliriz. Bu kurultay, sonbaharda, eylül ayında yapılırdı. Çünkü bu ayda atlar güçlenmiş oluyorlardı. Askerlik yapacak gençler de, evlerindeki işlerini bitirmişlerdi. Kaynaklarımız şöyle diyorlardı: Sonbaharda atlar güçlenince, (yani semizlenince), (Çin’in kuzeyindeki) T’ai-lin’de büyük toplantı (veya kurultay) yapılır. Burada insan gücü gözden geçirilir ve hayvanların sayımı yapılır. (Bk. Çin n. 24). Aslında bu vesika, içinde toplandığı sözler ve mana bakımından, çok görkemlidir. Bu vesikanın, devlet yapısı ve anlayışı bakımından taşıdığı büyük değeri, az sonra belirteceğiz. Daha sonraki bir kaynağımız şöyle diyordu: Hunlar bir yılda üç defa ejderha (veya Lung) kurban töreni yaparlar. Yılın birinci, beşinci ve dokuzuncu aylarının, (yani ocak, mayıs ve eylül aylarının) mwu günlerinde, göğe ve tanrılara kurban verirler (HHS, 119. 5). Buradaki wu günü, Çin imparatorunun tahtının bulunduğu yerin, yani yerin tam ortasının, sembolü olan bir gündür. Bu 5. gün olsa gerektir. Tan-lin şehri, Kuzey Çin’deki Ma-i şehrinin yakınında idi. De Groot’un da dediği gibi eylül ayı, Hunlarda kışın ve dolayısıyla savaş hareketlerinin başladığı bir çağdı. Bu çağ, aynı zamanda Çin’de harman mevsimi idi. Ülkü Ocakları Eğitim Programı doğrudan doğruya ilgilendirmediğinden, üzerinde durmayacağız. Bu törene, halk da katılıyordu. (Bk. Çin. n. 25). Bu mağara, Göktürk türeyiş efsanesinde, kurdun girdiği ünlü ata mağarası olmalıdır. Yüksek dağlarla çevrili yer de, herhalde “Ergenekon” idi. Bu toplantıda, at ve koyun da, kurban ederlerdi. e) Uygur Devlet-halk toplantısı, M.S. 983-985 yıllarında, Turfan’a gelmiş olan ünlü Çin elçi ve seyyah Wang Yen-t’e’nin gezi raporunda çeşitli yönleriyle, çok defa anlatılmıştır. Uygurlarda, tam bir demokrat idare vardı. Halk ile hakan arasındaki ayrılık ve mesafe azalmıştı. Sosyal adalet yine tam olarak kurulmuştu. Çünkü bu gezi raporunda, Uygurlarda herkes çalışır, çalışmayanlara da devlet yardım eder, deniyordu. 4. Kurultay, Milletin Birleşmesi, Kaynaşması ve Din ile Devlet Gücünü, Tek Elde Toplayan, Gösteri ve Toplantıdır Böylece, konunun temel noktasına, gelmiş bulunuyoruz. Türk devletlerindeki kurultayların bu özelliğine, Çin kaynakları yoluyla ilk defa inebilen ünlü Japon bilgini Şiratori olmuştu. Ona göre, devletin ve milletin temellerini sağlamlaştıran hiçbir müessese ve kuruluş (institution), Hunlardaki bu üç festivalkurultay kadar güçlü ve gerekli olamazdı. Milletin birleşip ve kaynaşması (the unification of nation), bu toplantılar yolu ile sağlanıyordu. Prensler, büyük memurlar ile vassallar, bu festival-kurultaylarına gelmek zorunda idiler. (Bilhassa mayıs ayı kurultayına). Bu festival-kurultaylara gelmeyenler, yalnızca Tanrı’nın değil; hakanın da emirlerine bağlanmama ve sadakatsizlik (disobey the summons) ile suçlanırdı. Gelmeyenler, kanun dışı hainler, tâbiler veya bağlılar (disloyal subject) olarak, kabul edilirlerdi. Aynı zamanda bunlar, isyân etmiş, başkaldırmış (insurgent) kişiler olarak sayılırlar ve cezalandırma yoluna gidilirdi. Bunların, tarihteki örneklerini de, görüyoruz. M.Ö. 85’te kızan Hun prensleri, Lunhgch’eng’deki büyük kurultaya gitmiyorlardı. M.Ö. 93 yılında Sol Bilge Prensi ise, hakandan korkup, kurultaya gitmedi. Bunu Şiratori de, anıyordu. (TB, T, s. 29). Hatuna kızan bazı prensler ise, hakanın otağındaki toplantıya gitmiyorlardı. Eskiden beri Hunlara bağlı olan Wusun kralı da biraz güçlenince, Hunların saray toplantılarına gitmedi. Bunun üzerine Hunlar ordu göndererek onları cezalandırmak istemişti. Bu davranışlar, devletin müesseselerinin kuruluşu ile, devlet anlayışının gelişip, güçlenmesini desteklediklerinden, bu hadiseleri Çince vesikalarla, vesikalandırmak gereklidir. Japon Şiratori›ye göre Hun hakanını da, bir Çin imparatoru gibi düşürmek gereklidir. Çünkü Çin›deki iki törende yere ve göğe, Çin imparatorunun bizzat kendisi kurban verirdi. Onun yerine başka hiçbir kimse bu işi yapamazdı. Hunların da bu büyük bayramlarında, herhalde yalnızca Hun hakanı toplantıya başkanlık ediyordu. Bu onun imtiyaz ve ayrıcalığı (privilege) idi, bu hak ve vazifesini hiçbir yolla, başkası hesabına feragat ederek, başkasına bağışlayamazdı. Çünkü Hun hakanı, Gök tarafından tahta çıkarılmış ve bu hak yalnızca kendisine verilmişti. (A. esr., s. 28). Şiratori, bu görüşlerinde çok haklıdır. Göktürk devletinde de durumunun, aynı olduğu görülüyordu. Oğuzlarda kengeş toyu, çok önemli idi: Hanlar hanı, Han Bayındır Han, yılda bir kere toy edüp, Oğuz beglerin konuklar idi (DK, 10, 4). Görülüyor ki Oğuzlarda,-önemli bir şey olsun olmasın-han, yılda bir kez beylerini toplayıp konukluyor ve bu arada, danışma ile görüşme oluyordu. Yukarıda gördüğümüz 24 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı gibi, toya gelmeyenler, Hunlarda da düşman kabul edilirdi. Dede Korkut’ta şöyle deniyordu: Üç Ok, Boz Ok yığnak olsa, Kazan evün yağmaladur idi İttifakı cem’i, Taş Oğuz Beğleri, Kazana gelmediler... âdavet eylediler... (DK, 291). Aslında ev yağmalatma toyu, bir halk toyudur. Yalnızca beglerin toyu, değildir. Dede Korkut’un birkaç yerinde görüldüğü gibi düşmanlık, toya gitmemekle veya toy çağrılmamakla başlıyordu. Türkmenlerin Şeceresi›ne göre Salur boyundan Öğürcik, kim ki toy tutmadıysa onları buldum, diyordu.[1] Toy tutmama da, herhalde bir ayıp idi. B. KURULTAY VE DİVAN TEŞİTLERİ 1. Töreyi Kurma ve Toplama Kurultayı Türklerde yeni bir devlet kurulunca, töreyi tespit edip kurmak için de, büyük bir kurultay yapıldığını görüyoruz. Aslında o devletin töresi, devletin kurucusunun adını taşırdı: Oğuz Han töresi ve orun ile ülüşü, Bumın Kagan, İstemi Kagan törüsü, Çingiz Han yasası, hatta Fatih’in Kanun-u Osmanîsi gibi_ Oğuz Destanı içinde, Oğuz Han savaştan döndükten sonra büyük bir zafer toyu yapar. Bundan sonra da ikinci bir Töre toyu yapar. Direkler üzerine konmuş olan tavuklara yapılan atışlar yapılır. Orun, ülüş ve ongun’ların, Oğuz Han’ın çocukları arasında dağıtılması ise, ikinci toyda yapılmıştır. Bu konu üzerinde, Türk Mitolojisi adlı eserimizde, derin olarak durmuştuk (s. 206). Türkmenlerin Şeceresi ise, bu töre toyunu, Gün Han zamanına almaktadır. Gün Han’ın veziri Irkıl Hoca, nişan ve damgaları, Oğuz Han’ın çocuklarına dağıtır ve töreyi kurar. Bundan sonra da, büyük bir toy yapar. b) Türk töresinin kuruluşu, herhalde çok eskilere dayanır. Ancak Reşideddin ile Türkmenlerin Şeceresi gibi Oğuz Destanı ile ilgili kaynaklar, Türk töresini koyan kişinin, Oğuz Han’ın Büyük oğul Gün Han’ın veziri, Irkıl Ata veya Bilge Irkıl Hoca olduğunu yazıyorlardı. Önemli olan nokta, Türk töresinin bilgeler tarafından kurulmuş olması ve Türk kavimlerinin de, buna inanmış olmalarıdır. Yoksa, Irkıl Ata diye bir vezirin veya bilgenin yaşamış olduğu, çok şüphelidir. Nitekim Prof. A. İnan, bu vezirin, Türk mitolojisinde yarı Tanrı bir kam veya şaman olabileceğini göstermiştir.[3] Bir kurultayda veya bir toplantıda, kim nerede oturacaktır? Bu, Türklerin deyimiyle, bir orun yani mevki meselesidir. Herkesin mülkiyet ve hakimiyetini gösteren bir damga ile, yine her Türk topluluğunun bir sembolü olan bir bayrak, Türk tarihinin hep bu mitolojik çağlarında oluşmuş, hukukî belgelerdir. Bütün bu töreler, topluluk düzeni Ülkü Ocakları Genel Merkezi 25 www.ulkuocaklari.org.tr a) Toylar ve devlet protokolü: Günümüzde bile devlet yemekleri, devlet içindeki protokol ve rütbelerin, kesinlikle belirlendiği yerlerdir. Resmî yemeklerde herkes, her istediği yere oturamaz. Türklerdeki “ülüş”, töre ve gelenekleri de, bu protokolü düzenleyen bir töredir. Topluluk içindeki herkesin yeri, bu ülüş haklarına göre, belirlenir. Ülüş sözü, ülüşmek ve üleşmek köklerinden gelir. Manası, pay demektir. Bir kişinin ülüş hakkı, başarısıyla yükselebildiği gibi, başarısızlığı ile de düşebilir veya kaybedilebilirdi. Bunun için Dingelsted ve ona dayanarak da Krader, Kazaklarda sınıf yoktur. Herkes, kendini atasından beri, soylu sayar. Herkes, atası ile öğünür. Yalnız aralarında, bir öncelik veya üstünlük hakları (the right of priority) vardır. Bu da ziyafetlerde, et kesmek ve ülüşmekle ortaya çıkar.[2] Görülüyor ki, Oğuz Destanındaki ülüş töresi, kuzey Türklerinde de, halk arasında hâlâ yaşamaktadır. Halk arasında sınıf yoktu. Ancak atalardan gelen bazı hizmet ve başarı üstünlükleriyle aralarında, karşılıklı rıza ve hoşgörüye dayanan, bazı ayrıcalıklar oluyordu. Ülkü Ocakları Eğitim Programı ve askerî bir disiplin kurmak için, konmuş kanunlardır. Hunlar, T’ai-lin kurultayında, ormanın veya fidanların çevresini, atları ile üç defa döner ve dururlardı. Bu onların atalarından kalmış, eski bir töre ve kanun gibidir.[4] Çin tarihi, kanun (fa) sözünü, burada bilerek söylüyor ve kullanıyordu. (Bk. Çin. n. 27). 2. Kurultaylar, Türk Tarihinde Hangi Gerekler İçin Toplanırlardı? Kurutayın sınırlandırılmış olanları aslında Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu›ndaki divan demektir. Nitekim Dede Korkut›ta da, Oğuzların büyük hanı Bayındır Han›ın divanından söz açılmaktadır. Çingiz Han ve oğullarının başkenti olan Kara-Korum’da da divana benzer bir ofis (office) vardı. Devlet içinde büyük bir saygı ve otoriteleri olan, Çinkay gibi bir bürokrat sınıfı, bu divanı oluşturuyorlardı. Buna rağmen seçimler, savaşlar, tayinler ile ekonomik düzenlemeler hatta büyük yargılar, Çingiz Han devletinde, kurultay tarafından karara bağlanıyordu. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Cengiz Han devletinde kurultaya, yalnızca Çingiz Han soyundan olanlar girebilirlerdi. Hunlar ile Göktürklerde, hanedan ile boy beyleri, bilgeler ve vassallar da giriyorlardı. Bunlar, yarı yarıya din toplantıları görüntüsü de, veriyordu. Dede Korkut’ta ise beglerin yanında, 366 alp erenler de vardı. Kurultay toyuna ise, bütün halk katılıyordu. Aslında Türklerde, yeme içmesiz bir toplantı düşünülemezdi. Kurultayın bu ana çizgilerini sunduktan sonra, bazı kurultay türlerini sıralayabiliriz. Tabiî olarak bu bizim sunduklarımıza, daha birçok kurultay çeşidi katılabilir ve konu daha da genişletilebilir: 1) Savaş Kurultayı; Atilla Hunlarında bu kurultay, ya savaş başında veyahut da savaş ortasında, yeni bir taktik uygulamak için, yapılırdı. Ancak şunu unutmamak gereklidir: Savaş kurultayı, at üzerinde yapılırdı. Bu da, bu tür bir kurultayın özelliğidir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Mete ile oğullarının devletinde savaş kurultayı, sonbaharda ve eylül ayında yapılırdı. Çünkü bu mevsimde atlar güçlenmiş ve savaşın güçlüklerine karşı hazırlanmış olurlardı. Buna Türkler, her çağda büyük bir önem vermişlerdir. Mete de, Yüeçileri yendiğini Çin İmparatoruna haber verirken, atlarının gücü ile sözünü, sözlerine katıyordu. Hunların eylül ayında Çin’in kuzeyindeki T’ai-lin’de yaptıkları kurultayda, Sayım yapılır ve devletin insan gücü hesaplanır ve hayvan sayısı da tespit edilirdi. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu toplantı, şuurlu ve hesaplı bir seferberlikti. Çin akınları ise, bundan sonra başlardı. Hem de harman mevsiminde. Burası, Hunların çok eski bir yurdu idi. Herhalde büyük din törenleri de, bu toplantıda yapılıyordu. Nitekim buraya sonradan gelen Proto-Moğol Sienbiler, göğe kurban verdikten sonra, ormanın çevresini atla üç defa dönüyorlardı. Savaş arasında yapılan toplantıların en tipik olanını, M.Ö. 99’da görüyoruz. Savaşı durduran komutanlar, bir araya gelerek hemen yeni bir taktik seçmişlerdi.[5] Göktürklerin tesiri altında kalan, yarı Proto-Moğol Kitanlar, savaşta bir araya gelebilmek için, işaret veriyorlardı.[6] Dinamik ve hareketli bir savaş taktiği uygulayan Türklerin, zaman zaman bir araya gelip, taktik değiştirmeleri çok görülürdü. Savaş öncesi yiğitlerin toplanması da, bir çeşit savaş kengesi ve meşveret kurultayı gibidir. Kaşgarlı Mahmud eski bir atasözünü verirken, alplar kamug tirkeşiir, yani alpların hepsi bir araya geliyorlar, çünkü düşmanın postacısı gelmiştir (MK, 3, 65). Tirkeş sözü de, eski Türkçede bir toplantı ve kurultay gibidir. Dede Korkut›ta bunun yerine yığıldı sözü kullanılıyordu. Yine başka, çok eski bir Türk atasözünde, Kalın eren tirkeşür, deniyordu (MK, 1, 148). Yani sayısı pek çok olan erler bir araya geliyorlardı. Brockelmann, kendi indeksinde, tirkeşme sözünü biraz da haklı olarak, sıraya girme, savaş 26 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı düzeninde dizilme diye yorumluyor (s. 209). Kuzey Türk mitolojisinde, savaş öncesi toy ve kurultaylarından da, sık sık söz açılır. Toya yığılan alplar sözü, tıpkı Dede Korkut›ta olduğu gibi, Altay masallarında da görülür.[7] Ayrıca bu masallarda, kırk yiğitler gibi, toya gelen kırk kişiden de söz açılır.[8] Aslında devlet kurmamış ve büyük devlet hayatı yaşamamış olan bu Türklerde, bu gibi inanışlar, herhalde mirasla geliyordu. Büyük alplar, güreş ve yarıştan önce de, bir toy verirlerdi.[9] Sözümüzü Dede Korkut›taki, muhteşem bir savaş tanıtması ile bitirelim: Kalkubanı Kazan Han, yerinden turı geldi. Ala dağda çadırın otağın dikti. Üç yüz altmış altı alp erenler, yanında yığınak oldu (DK, (256). Aslında Selçuklular ile Osmanlılar da buna benzer savaş divanlarının sayı ve örnekleri çoğaltılabilir. 2) Göçten önceki kurultaylar: Bilhassa eski Türklerde göç, çok önemli bir olay ve girişimdir. Göç, bütün halkı ilgilendirir. Osmanlılar da dahil, her çağda göçten önce, bir meclis kurulmuştur. Burada yalnızca iki vesika sunacağız Bunlardan birincisi, M.Ö. 43 yılına aittir. “Çin’e sığınmış olan Hunlar güçlenmişlerdi, (Çin elçilerinin) duyduklarına göre Hun hakanı, Hun büyüklerinin büyük bir kısmını toplamış ve onlardan görüşlerini sormuştu. Beylerin çoğu da, kuzeye kendi yurtlarına dönmek istemişlerdi”[10] (Bk. Çin. n. 28). Türkler Anadolu’ya geldikten sonra da göçlerden önce danışıp düşünüyorlardı. Bunun için kargaşalığa ve gürültüye meydan vermeden, ilerliyor ve duraklıyorlardı.[11] 4) İsyan ve tâbi olma kurultayı: Yukarıda, Hun hakanının sarayında yapılan kurban töreni ile kurultaya, Büyük Hun İmparatorluğu’na bağlı olan bütün vassalların, gelme zorunluluğu üzerinde durmuştuk. Gelmeyen, isyan etmiş sayılırdı. Dede Korkut kitabında da, Bayındır Han’ın toy ve kurultayına gelmeyen Dış Oğuz, düşman olarak kabul edilmişti. Manas destanının bir bölümü Köketey destanında da, Köketey, şöyle diyordu: Aşıma gelmeyeni yağma ederim! Bundan da anlaşılıyor ki, değil kengeş ve meşveret toylarına; ölü aşına bile gelmeyenler, düşman ilân ediliyorlardı. [13] Bu toyda, kâfirler ile Müslümanlar, hep birlikte yemek yemiş ve eğlenmişlerdi. Hakandan ayrılıp, başkasına bağlanmak için, beyleri ve halkı razı etmek gerekliydi. Bunun için de, beyler ile halkı toplayıp, onlarla görüşülmeliydi. Bu toplantıların en görkemlisi, M.Ö. 53 yılında oldu. İki kardeş, Cici Han ile Hubanyeh Han, Hun tahtı yüzünden bozuşurlar. Huhanyeh Han yenilir. Bunun üzerine güneye gidip, Çin’e bağlanmak ister. Bunun için de, beyleriyle halkını toplar ve durumu anlatır. Bunun üzerine beylerden biri, Huhanyeh Han’a şöyle der: Bu olamaz! Hunların gelenekleri, cesaret ve güçlülüğü, kök ve temel olarak bir üstünlük ve onur meselesi olarak kabul eder. Başkasına bağlanıp, ona hizmet etmek ise, aşağılıktır!_ Bu güzel konuşmalara rağmen Huhanyeh Han, Çin’e bağlanmaktan başka bir yol göremez.[14] Ülkü Ocakları Genel Merkezi 27 www.ulkuocaklari.org.tr 3) Barış için kurultaylar: Türk devletlerinde halk ve beyler, düşman bir devletle hemen bir barış kurmak için hazır değillerdi. Bunun için hakan, gerekli ortamı yaratmak için bazı tedbirler alırdı. Nitekim M.Ö. 68 yılından sonra Hun hakanı, Çin ile barış kurmak için, devletin ileri gelenlerini görüşmeye çağırdı[12] (Bk. Çin. n. 29). Aslında barış Türklerde, bir tören ve toy nedeni olabilirdi. Kişiler arasında da, öyle idi. Yakut Türkleri sulh ve barış için, özel olarak bir hayvan keser ve hayvanın aşıklı iliğini düşmana sunup yedirmekle, barış andı ile törenini tamamlamış olurlardı. Ayrıca Türkler çok önceleri, kız kaçırma yoluyla evlenirlerdi. Bu yüzden de bir çok savaş ve vuruşmalar olurdu. Sonradan kız isteme yoluyla evlenmeler başlayınca, bu tür akitlere, barış dendi ve düğün toyu kazanına da, barış kazanı adı verildi. Bu konular, Prof. A. İnan’ın ant ve evlenmeler hakkındaki araştırmalarında yer almıştır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı 5) Elçiler ile ilgili divanlar: Bu toplantılara artık kurultay değil de, divan toplantısı diyebiliriz. Osmanlılarda böyle önemli elçiliklere cevap hazırlamak için, divan toplanırdı. M.Ö. 8’de, önemli bir Çin elçiliği bir mühür dolayısıyla gelince, önce bir beyler divanı toplantısı ve sonra da toy yapılmıştı. M.Ö. 101 yılında ise, Çin elçisi Su Wu intihar edip, ağır yaralanınca, Hun hakanı devletin bütün ileri gelenlerini çağırarak, büyük bir toplantı yapmıştı. Kaynağımız, hakan, bütün beyleri çağırdı diyerek, toplantının önemini belirtiyordu.[15] (Bk. Çin. n. 30). Bu da herhalde büyük bir divan toplantısı idi. Çünkü bu kadar az bir zamanda, devletin her yanından büyük beyler gelemezlerdi. 6) Mahkeme ve yargı kurultayları: Anlaşıldığına göre, eski Türk devletlerinde adâleti temsil eden hakandır. Tabiî olarak bu hak, beylikten hakanlığa kadar değişirdi. Çingiz Han ile oğullarının saraylarında, Bulgay ve Mönggeser gibi Ulug Yarguçı veya Moğolca, Yeke Yarguçı, yani baş kadıların varlığından da haberimiz vardır. Ancak af hakkı, hakana aitti. Mengü Han’ın tahta çıkması ve hanedanın değişmesiyle cezalar, seçim kurultayının bir sonucu olarak hükme bağlanmış olmalıydı. Nitekim Mengü Han, seçim kurultayına gelmeyenlerden de, hesap sormuştu. Gazan Han, 1303’te Suriye’de başarı kazanamayan generalleri mahkeme için,-belki de normal mahkemelerin yetkileri dışına çıktığındankurultay toplanmasını emretmiştir.[16] Aslında, aksakallılar ile bilgelerden oluşan, bir kabile veya boy şûrası da küçük bir divandır. Açık bir yargı kurultayını, M.Ö. 101’de, Hunlarda görüyoruz. Çin elçileri General Wei Lü’yü öldürmek isterler. Bunun üzerine Hun hakanı çok kızdı ve konuyu konuşmak üzeri, devletin ileri gelenlerini (kuei) çağırdı... Ancak Hun vezirlerinden biri, durumu yatıştırdı.[17] Aslında, bu da bir divandır. Çünkü bu kadar az bir zamanda, devletin her yanından büyükler gelemezdi. Ancak Hun seçimlerinden sonra, bazı temizliklere girildiğine göre bu cezalar da, büyük kurultayın bir hükmü, sonucu olarak, düşünülebilirdi. C. HAKAN VE KURULTAY 1. Kurultay Divan veya Topun, Devlet Adına Hakanlar Tarafından Toplantıya Çağrılması Normal olarak kurultayın hakan tarafından toplantıya çağrılması gerekiyordu. Ancak bu bir “Toy” şeklinde olabilirdi. Bununla beraber Göktürkler ile Hunlarda kurultay belirli zamanlarda, aynı zamanda bir din ve kurban töreni gerekçesiyle, örnek olarak Mayıs ayında toplanıyordu. Çingiz Han’ın topluluğunda da, baharda kurbanlı bir toplantı yapılıyordu. Ancak bunun bir devlet bayramı ve kurultayı olması çok şüphelidir. Çünkü Çingiz Han devletine imparatorluk çehresi, ancak Ögedey Han’dan sonra gelebildi. Ögedey Han zamanında şulen yani yiyecek vergisi de yılda bir kez toplanıyor ve fakirlere dağıtılıyordu. Şulen üzerinde az sonra duracağız. Dede Korkut kitabında, Bayındır Han yılda bir kerre toy edüp, Oğuz beglerin konuklar idi. Görülüyor ki, bu devlet “Toy kurultayları” yılın belirli günlerinde oluyordu. Belki de davete gerek yoktu. a) Okla toylara çağırma geleneği Türklerde çok yaygındır. Türklerde okuma, davet etme ve çağırma demektir. Okucu yani davet için giden hizmetli, Türklerde hem düğünlerde ve hem de devlet kurultayları ile toylarında görülür. Örnek olarak bu, Çingiz Han devletinde çok yaygın bir habercilik sistemidir. Ancak yayın hâkimiyet, okun da bağlılık sembolü olduğu uygulamada pek fazla görülemiyor.[18] Kuzey Türk destanlarında Kücum Han, okçularım, diye alplarını çağırıp, okçularını 28 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı ağırlıyor.[19] Buna Dede Korkut’ta da rastlanır. Aslında ok, bir savaş haberi sembolüdür. Aynı zamanda oklar, ok sahibinin damgasını taşıdığı için, bir çeşit itimatnâme yerine geçmiş olmalıydı. b) Toy düzenleme de ayrı bir bilgi ve tecrübeyi gerektirir. Toy verdi sözü Türkçede en yaygın olan bir deyimdir. Oğuz Kağan destanında da, Oğuz Han toy verdi (berdi), deniyordu.[20] Toy kılmak da, Kuzey Türk destanlarına kadar uzanan bir deyimdir. Manas destanının bir bölümü olan Er Töştük destanında, Er Töştük oğlunun doğumu nedeniyle Toy kıldı ve pek çok halkı (köp curtu, yurdu), çağırdı (şagırdı).[21] deniyordu. Görülüyor ki, toyla ilgili deyimler, Manas destanında da pek değişmiyordu. Daha kuzeydeki mitolojik Türk destanlarında, Contai Mergen, halkı yığdı (yuudu), toy kıldı.[22] Dede Korkut kitabında da, yığmak, yığılmak, yığnak olmak, toyun toplanması ile ilgili sözlerdi. Begler yığıldı, divana geldi (DK, 298, 12). İç Oğuzun, Taş Oğuzun beglerin üstüne yığnak etgil (14, 6). Oğuz begleri bir bir gelüp, yığnak olmağa başladı. (11, 13). Bu konu üzerine az sonra döneceğiz. c) Toy idaresi: Kutadgu Bilig ile Çağatay sözlüklerinde mutfak ile ilgili birçok memuriyetler vardır. Ancak toyun başkanı, bilge ve saygı değer bir kişi olmalıydı. Manas destanında bu başkanlığı Manas Han, kendinden yaşlı olan Koşay Han’a veriyor.[23] Oğuz Destanındaki Irkıl Koca’nın da, belki böyle bir toy başkanlığı düşünülebilirdi. Çingiz Han devletinin geleneğini taşıyan Türklerde ise, yasavul ve bekavul gibi memurlar, toylardaki düzenleri kurarlardı. Osmanlılarda, yasavul, belki bu gelenekten dolayı, düğünlerde çocukları kovan ve düzeni sağlayan kişilere denmiştir. Toy yasamak yani toy düzenlemek deyimi de Çingiz Han geleneğinden gelirdi. Toy yasadı ve toy içtiler gibi deyimler ise, daha çok kuzey Türk destanlarında görülüyordu.[24] Toy yasamak, toyu donatmak ve idare etmek, demektir.[25] Kuzey Türk kesimlerinde bu toylar, yalnızca boy idaresi düzeyinde kalıyordu. Çingiz devletinde bile kurultay, bir boy konseyi veyahut da aile konseyi gibiydi. Dede Korkut’ta ise, bu bir beyler konseyi gibi, görünmektedir. Üyeleri ancak beyler, ünlü savaşçılar ve alplardır. Elbette ki eski çağlarda, tam bir parlamento veya diete meclisi düşünülemezdi. Ancak Mete’nin hayatı ile ilgili Çince metinlerde ise, Mete her konuda danışma için, devletin ileri gelenlerini çağırıyor ve onlara soruyordu. Mete’nin danışma meclisi ile ilgili vesikayı yukarıda sunduğumuzdan, burada konuya yeniden dönmeyeceğiz. Mete vezirlerini danışmaya çıkarıp, onlara sordu. Bazan, hepsi birden olamaz diyorlar; bazen de, bazıları evet, diyorlar. Bazan da, Mete sağındaki solundakilere sordu, deniyordu. Tabii olarak en sonunda, Mete’nin dediği oluyordu. Ancak her durumda, danışma meclisine bir defa olsun, danışma gereği duyuluyordu. (Bk. Çin. n. 31). M. Ö. 68 yılında Hun hakanı, Çinle barış kurma amacıyla, plan yapıp, düşünmek için, devletin ileri gelenlerini çağırdı. (Bk. Çin. n. 32). Burada, soylu, kişiler, Çince “kuei-jen” sözü geçmektedir. Ancak bu söz devletin ileri gelenleri, saygıdeğer kişiler manasına da gelir. Mete’nin divanı da diyebiliriz bu meclise. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Hunlarda kurultay, yarı din gösterisi halinde yapılıyordu. Devlet daha çok askeri bir idare şeklinde kurulmuştu. Bu nedenle büyük memur veya komutanlar, kendi bölgelerinde ve çok uzaklarda idiler. M. Ö. 60 yılındaki Hunların kurultayında, Ho-su adlı bir Hun prensi, Hun hakanının hasta olduğunu Ülkü Ocakları Genel Merkezi 29 www.ulkuocaklari.org.tr 2. Kurultay veya Divanın, Bir Danışma Meclisi Özelliğini Göstermesi Ülkü Ocakları Eğitim Programı duyunca, (seçim hakkına sahip) prenslerin kurultaydan uzaklaşmamaları için bir emir çıkardı. Bu prensin unvanı, o kadar yüksek değildi. Anlaşıldığına göre bu, kurultayın idaresine memur bir Hun prensiydi. Ayrıca saray içinde de, yazışmalar ile hukuk işlerine bakan, vezirler vardı. Bunların arasında, Çinliler de bulunuyordu. Chung Hang-yüeh ve Wei lüeh, bunların en ünlüleridir. 3. Dede Korkut Kitabında, Hanlar Hanı Bayındır Han’ın Divanı Üzerinde durulacak diğer bir nokta da, divan sözünün, Kutadgu Bilig ile Kaşgarlı Mahmud’da ve daha önceleri Türkçe’de görülmemesidir. Dede Korkut›ta yalnızca Hanlar Han›ı Bayındır Han›ın divanından söz açılmaktadır. «Divan» sözü bizce burada, «Bayındır Han›ın huzuru» anlamında kullanılmış olmalıydı. Yoksa Dede Korkut›ta, bir divan-ı hümâyûn (a council of state) düşünebilmek çok zordur. Çünkü Dede Korkut’ta ne yazıcı, ne yargıcı ve ne de defterdar’dan söz açılmaktadır. Herkesin kendisinden korkup titrediği, Deli Karçar Bayındır Han’ın divanına geldi, dizin çökdi,_ Devletli hanın ömrü uzun olsun, dedi (Dk, 93, 1). Bir diğeri de hana, Sultanım, der. Burada hanın otağı ve bir taht yeri söz konusudur. Han’ın divanı boş durmaz, boy veya devlet işleri görülürdü. Kötü haberlerde, bazan işler de dururdu. Gümbür gümbür davullar döğülmedi, ağır ulu divanın sürilmedi (DK, 146, 4). Buradaki sürülmedi sözüyle, “divan toplanmadı, işler görülmedi”, denmek isteniyordu. Ancak uzaktan gelen Oğuz beylerinin divanda toplanması, küçük bir kurultay özü gösteriyordu: Han Bayındır yerinden turmuş idi, ağban evin yerin üzerine diktürmiş idi İç Oğuz, Taş Oğuz begleri yığınak olmuş idi. (DK, 253, 8). Ancak, deyim ve terminoloji karışıklığı, Dede Korkut›ta da görülüyordu. Kazan›ın otağı da, divan diye adlandırılıyordu: Akındılı görklü suyu delip geçin. Kazan›ın divanına çarpıp (koşarak, sür’atle) varın (DK, 298, 5). Ancak Hanlar Hanı Bayındır Han’ın divanı, ağır ve ulu bir divandı. 4. Altın Otağ: Kurultay, Toy ve Divan Toplantılarında, Hakanlık ve Devlet Sembolü Bu konuya da en iyisi, Oğuzlar ile Oğuz destanından başlayıp, gerilere doğru gidelim: Hafız Abru’nun Farsça Oğuz destanında şöyle deniyordu: Köl Erki Han büyük bir toy yaptırdı. Tuman Han’ın atalarından kalan “altın evi”ni, diğer evlerin önüne kurdurdu. Korkut’u, bütün Oğuz uruklarını, büyükler ile ileri gelenleri toplayıp, şöyle dedi: “Otuz iki yıldan beri bu tahtta oturuyorum. Bugün artık hak, Tuman Han’ındır... Padişahlık tahtı, bu iş için Yüce Tanrı tarafından seçilmiş olanlarla, onların nesillerinden gelen insanlara lâyıktır. Bu soydan gelen kimseler, asla hata yapmazlar. Ben ise yapabilirim.[26]Bu destanda biraz Fars üslûbu vardır. Ancak Türk motifleri ile temaları da, açık olarak görülmektedir. a) Devletin sürekliliğinin sembolü, yukarıdaki vesikaya göre, hakanın altın otağı veya altın evi olarak görülüyordu. Altın otağ, Tuman Han’a atalarından kalmıştı. Oradan da oğluna geçmeliydi. Türkmenlerin Şeceresi’ne göre, Gün Han, babası Oğuz Han’ın yaptırdığı altın evi diktirdi.[27] Belki de Oğuzların inanışlarına göre, Tuman Han’ın otağı Oğuz Han’dan beri gelen bir altın otağdı. M.S. 840’ta Kırgızlar, Uygurları yenmişler ve Uygur Kağanının altın çadırını yakmışlardı. Bu olay Orta Asya tarihinde 30 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı çok ünlüdür. Bizans elçisi Zemarhos, Göktürk Kağanı İstemi Kağanın iki altınlı büyük otağından, uzun uzun söz açmıştı. M.S. 568 yılından az sonra gelen Zemarhos, Göktürk kağanının, otağının direklerinin altınla kaplı olduğunu görmüştü. Türk kağanı da, altın bir taht üzerinde oturuyordu.[28] b) Yerle göğü birleştiren otağ, görkemli bir dille, yalnızca Dede Korkut’ta anlatılıyordu. Oğuzların Hanlar Hanı, Han Bayındır bu otağı ile Göktürk kağanlarının evreni içine alan (cosmic) kağanlık anlayışına bürünmüştü: Han Bayındır yerinden durmuş idi. Ağ ban evini, yerin üzerine diktirmiş idi. Ala sayvan gök yüzüne aşanmış idi. Bin yerde ipek halıçası, döşenmiş idi. İç Oğuz, Taş Oğuz beyleri yığnak olmuş idi_ Dedem Korkut geldi, şadılık çaldı_ (DK, 235,5). Burada kapalı da olsa, eski bir gelenek ezana, Oğuzların hanının otağını, “yerle göğün birleştiği” bir yere oturtuyordu. Bayındır Han’a bağlı Kazan’ın, bir savaş otağından ise, şöyle söz açılıyordu: “Kalkubanı Kazan Han yerinden turı geldi. Ala dağda çadırını otağın tikti, üç yüz altmış alp erenler yanına yığnak oldu (DK, 293, 10). Bu, hakanlık ve devlet otağı değil; kumandanlık otağıdır. Bu da bir semboldür ve ordugâhtır. Bizce Türklerin bu büyük devlet geleneği ile sembolleri, Çingiz Han’dan az önce Kereit devletinde de devam etmişti. Kereit Hakanı (Ong-Kan altın çadırını kurarak, toy yapmaya hazırlanıyordu.[29] Çingiz Han devletinde de, Kurultay ile toylar ve yeme içmelerde, Hakanlık otağı kurulurdu. Ögeday Han, bin veda ziyafetinde, bu otağını kurdurmuştu. Ancak bu otağ, yeke çaçır, yani büyük çadır gibi görkemli bir dille anılıyordu. [30] Bununla beraber gezginlere göre, Batu Han’ın otağı, bir şehir kadar büyükmüş.[31] Çingiz Han devletinde, bu büyük otağlara, ordu da denirdi. Ancak bunları, tören otağlarından ayırmak gereklidir.[32] Tören otağları, tam bir otağ-ı Parişâhî idi. Prensler ile beyler, otağın içinde ağırlanırdı. Halk ise dışarıda, yer içer ve eğlenirdi. Çingiz Han devletindeki, bir tahta çıkma kurultayında kullanılan büyük bir otağı, gezgin Plano Carpini geniş olarak anlatmıştı. Bu konu üzerinde yukarıda durmuştuk. 5. Kurultaylar ile Toylarda, Devlet Protokolü ve Disiplini Herkes, yerini ve sırasını bilmeliydi. Yoksa anarşi doğabilirdi. Türklerin, bu konuyla ilgili oran ve ülüş töresi üzerinde, hocamız Abdülkadir İnan durmuştur.[33] Biz burada, yalnızca hocamızın üzerinde durmadığı, bazı önemli noktalar üzerinde, durmak istiyoruz. Ülüş töresi, yalnızca beyler ile devletin ileri gelenleri arasında değil; halk arasında da yaygındı. Toylar ile toplu yemeklerde, her ailenin kızartılan koyunun neresinden yiyebileceği ve et doğrama hizmetleri belirlenmişti. Bu konu üzerinde, yukarıda da durmuştuk. Ataların hizmetine göre, her aile topluluk içinde bir yer almıştı. Yoksa Kazak Türklerinde her aile soy bakımından birbirine eşitti.[34] Yani bir sınıf ayrılığı yoktu. Suç işleyenler, bu ülüş hakkını düşürebilir veyahut da büsbütün kaybedebilirlerdi. Böylece, Türk kavimleri sosyal bir topluluk haline geliyorlardı. Bunun için Selçuklu çağı kaynakları, Türkler kargaşılığı ve gürültüye meydan vermeden ilerliyor ve duraklıyorlardı. Çünkü onlar sessiz kalıyorlar ve uzun konuşmalardan hoşlanmıyorlardı.[35] Osmanlı çağında Busbecq ise, padişahın ordugâhı hakkında, Bu büyük kalabalık içinde, imrenilecek Ülkü Ocakları Genel Merkezi 31 www.ulkuocaklari.org.tr Yukarıda seçim ile kurultay bölümüne girerken, aile ile Türk topluluklarının, askeri bir birlik halinde geliştiklerini göstermeğe çalışmıştık. Kurultaylar ile toylara, sayıları çok yüksek olan begler ile geniş bir halk kitlesi de katılırdı. Bundan dolayı bu toplantılar, disiplin ve sessizlik içinde geçmeliydi. Ülkü Ocakları Eğitim Programı diğer bir şey de, sessizlik ve düzendi. Hiçbir bağrışma, uğultu ve gürültü yoktu. Bizde ise, birkaç kişi bir araya geldi mi, gürültüden durulmaz.[36] Yeme içmede bile, herkesin ne yiyebileceği belirlenmiş olan bir toplulukta, göç ve savaşta, yerleri belirlenmiş olurdu. Dede Korkut’ta, oğlu olanı ak çadıra, kızı olanı kırmızı çadıra, oğlu kızı olmayanı da kara çadıra koyup, önüne kara koyun yahnısından yemek koyma, yine orun ve ülüş töresine göre yapılmış bir konuklama olsa gerektir. Oğuzlar, ağca koyun şölenli; kâfirler ise, küçücük tonguz şölenli idiler. Dede Korkut iki kavmi de, aynı ölçülere göre sınıflara ayırıyordu (DK. 281, 5). Kuzey Türk destanlarında da, toplu yemeklerde ilk önce han ile hatun yemeğe başlıyorlardı. Kazancı yani aşçı, bunu düzenliyordu.[37] Öyle anlaşılıyor ki Hakanlar, kendilerine bağlı olan boy veya kesimler için kesilen her at veya koyundan pay, ülüş alarak yiyorlardı. Böylece, kendilerine bağlı herkes için hâkimiyetleriyle koşulma derecelerini belirlemiş oluyorlardı. Farsça Oğuz destanında, Üç Ok ve Boz Ok için, iki at kesiliyor ve han her iki attan da pay alıyordu.[38] Sofrada herkes, dengi dengine ve eşi eşine oturmalıdır. Nitekim Dede Korkut Kitabında, itim ile bir yalakta içen kâfir, deniyordu (DK, 41,1). Oğuzlar düşmanlarını, böyle aşağı bir protokolde görüyorlardı. Sofra âdâbı, Selçuklularda da, Osmanlılarda da çok önemli idi. Sofrada diziliş ve yer alışları, divan ile ilgili bölümümüzde ele alacağız. Örnek olarak, Osmanlı divanında Baş Defterdar, Sadrazam ile birlikte yemek yiyordu. Demokratik bir âyin veya din töreni, Oğuzların halk toylarının özünde yatar. Aslında toy ve yenmek için kesilen hayvanlar aygır, buğra ve koç gibi erkek hayvanlardır. Erkek hayvan kesimi, bir kurban işaretidir. Çingiz Han Devleti aristokrat bir devlet idi. Kurultaylar ile devlet toylarına yalnızca Çingiz Han’ın soyundan, yani Altın Urugdan olanlar, girebilirlerdi. Oğuz Han kurultayında ise Oğuz Han’ın soylarından başka, kuma çocukları yani onların akrabaları; ayrıca bunların dışında Kalaç, Kıpçak, Kanglı ve Karlık gibi uzakta kalan Türk soyları da katılıyorlardı. Türkmenlerin şeceresi, bunların listesini de vermektedir. [39] Buna göre, Oğuz Han kurultayı bütün Türk kavimlerinin müşterek bir kurultayı idi. Elbette herkes, dengi dengine ve orun ile ülüşüne göre, sofralarda yerlerini alacaklardı. Ancak, aynı içme yeme ve toy yerinde birleşeceklerdi. 900 at, 9000 koç kesildiğine, 90 deri havuz kımız, 40 havuz arak hazırlatıldığına göre, yiyecek ve içecekler de, birleşik olarak hazırlanıyor demekti.[40] Ancak Farsça Oğuz destanının dediğine uyarsak, bu aygırlar ile koçlar da, boylar arasında ülüşülerek ve boyların kendi paylarına göre, kesilmiş olmalıydılar.[41] Diğer büyük aş ve toylarda, Müslüman ile kâfir arasında, bir ayrılık da gösterilmiyordu.[42] Manas destanında, belki böyle karışıklık olabilirdi. Ancak Oğuzlarda, herkes kendi protokolüne göre yerini alıyordu. Elbette ki bu arada, fakir fukara da doyuruluyordu. 6. Kurultay veya Divan Otağının Başlıca Sembolleri Otağın başlıca sembolü, hiç şüphe yok ki tuğ idi. Ancak minyatürlerde tuğlar, divanda kapalı ve kaplarında görünüyorlardı. Bundan sonra ayak yani kadeh gelir. Bilindiği üzere, Göktürk çağının heykellerinin de elinde, birer kadeh bulunuyordu. Bulgar kabartmalarında da, bu kadehi görüyoruz. Geza Feher’e göre hakanın elinde bir kadeh tutması, hâkimiyet ve güçlülüğün bir sembolü idi (İnschriften, s. 16) b 568’de Zemarchos, Göktürk Kağanı İstemi Kağan’ın otağında da altın içki sürahileri ile kadehler görmüştü. 32 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı a) Hakanlara kadeh tutma: Türklerde bu gelenek ilk kez Hafız Abru’nun Farsça Oğuz destanında görülüyordu. Oğuz Kağan’ın babası Kara Han’a, gelinleri kadeh tutuyorlardı.[43] Türkler kımız veya şarap kadehine, ayag, derlerdi. Farsça destanda ise, buna, kâse dâşten, kâse giriften diyorlardı. Anlaşıldığına göre Türklerde, tahta çıkma toyu içinde, bir kadeh tutma seromonisi vardı. Yukarıdaki gelinlere sağrak sürdürme yani kadeh tutturma ise, Müslüman olmayan Oğuz›un babası, Kara Han tarafından yaptırılmıştı. Türkler Müslüman olduktan sonra ise, durum değişti. Ancak, Tuman Han, Köl Erki Han’ın kızlarını toyda kâse tutarlarken görmüş ve bunlardan birini, beğenerek istemişti.[44] Anlaşıldığına göre Türklerde asıl kadeh tutma töreni, tahta çıkma serenomilerinde oluyordu: Bu toy kararlaştırıldıktan sonra, “kadeh tutma töreni” için ayrıca üç bin koyun ve otuz kısrak hazırlanmasını emretti. Korkut’un gelip Tuman Han’a kadeh sunması için, bir adam gönderdi. Köl Erki Han, Tuman Han’a toy verdi ve Korkut da, Tuman Han’a kadeh sundu.[45] Görülüyor ki bu gelenek, sanıldığından da önemli idi. Çingiz Han devletindeki tahta çıkma kurultaylarında bu gelenek, daha açık olarak görülüyordu. Ögeday Han tahta çıktıktan sonra kadehi, küçük kardeşi Toluy’un elinden almıştı.[46] Toluy, Çingiz Han’ın en küçük oğlu olduğundan, bu sırada nâip olarak bulunuyordu. Aslında Çingiz Han devletindeki toy ve kurultaylarda, Büyük Hatun’un kadeh sunması, yaygın bir gelenek halindeydi. Bunu gezgin ve papanın elçisi Pl. Carpini de görmüştü. [47] İslamiyetin girmesiyle Türklerde kaybolan birçok gelenek, Çingiz Han devletinde yaşıyordu: “Kadeh çok sıkı bir sıra ve seremoniye göre tutulurdu, kadeh gezdirilirdi. Bu sırada da el çırpılırdı.[48] b) Altın hakanlık kadehi’ni, bir çeşit Uygur Devleti’nin kalıntıları üzerinde kurulan, Orhun’daki Kereit devletinde de görüyoruz. İslamiyetten önceki Türk devletlerinde, böyle sembolik altın bir kadehin bulunması gerekirdi. Çingiz Han Kereitleri yendikten sonra, şöyle bir emir (yarlıg) çıkardı: Ong Kan’ın altın çadırını ve bütün altın içki (ayaka) ve sofra (saba) takımlarını, hizmetçileriyle birlikte Badai ile Kişilik’e veriyorum.[49] Gizli Tarih, altın çadır için, altan terme deyimini kullanıyordu. c) Hakanlık sembolü kadeh (Ayag): Uygur edebiyatında “ayag” yani içki kadehi, büyük bir yer tutuyordu. Kadeh, Buda dininin de önemli bir sembolüdür. Kaşgarlı Mahmud’a göre yani XI. yüzyıl Türklerinde de ayag veya çanak sözü çok yaygındı. Ancak İslâmiyet, bu geleneği biraz olsun ortadan kaldırmıştır. Fakat Kutadgu Bilig’de vezirlik alâmeti olarak ayag yani kadeh sözü çok geçer. Kadeh (ayag), damga, at, at eyeri (üstem) ile elbise veya hil’at (kedüt), bunlar da birer vezirlik sembolleri idiler. Uygur edebiyatında ise, tanrılara sunulan kadehler, ulu türlü ağır kadeh (ayag), idiler.[50] D. YOKSULLAR İÇİN VERGİ VE ŞÖLEN Şölen sözü Türkçeye, Çingiz Han devletinden sonra, Moğolca yoluyla giriyordu. Moğolların Gizli Tarihi içinde, şölen, daha çok sabah çorbası veya sadece, yemek karşılığında kullanılıyordu. Ancak iki yerde, yılda bir kez alınan, bir hayvan vergisi olarak geçiyordu. Ögeday Kağan bir yarlığında, şöyle diyordu: (Halkın yoksulluk çekip, sefalet içinde kalmamasını söyledikten sonra), Her yıl yemek (şulen) için, halkın sürülerinden iki yaşlık birer koyun alınacaktır. Her yüz koyundan bir koyun alınarak, herkesin kendi ulusu içindeki fakirlere verilsin.[51] Gizli Tarih’in Çince karşılıklarında ise, (bu koyunların Ülkü Ocakları Genel Merkezi 33 www.ulkuocaklari.org.tr 1. Şölen, Yemek mi; Yoksa Yoksullar İçin Alınan Bir Yiyecek Vergisi veya Armağan mıydı? Ülkü Ocakları Eğitim Programı alındığı yerlerde) herkesin kendi yoksuluna verilsin, deniyordu. Çince öz tercümede ise, bundan, kendi ulusundaki yoksullara verilerek, yardım edilsin, deniyordu. (Bk. Çin n. 33). a) Yoksullara yiyecek armağanı ve yardımı için alınan bir vergiye, şulen dendiğini, yukarıdaki vesikalardan, anlıyoruz. Gizli Tarih’in 280. bölümünde yine bu vergiden biraz daha kısaltılmış olarak, yeniden söz açılmaktadır. Burada da, alınan koyunların, yoksullara verilmesi emredilmektedir. Kozin’in yiyecek vergisi deyimi, biraz tutarsızdır. Bu vergi, ordu için değil, halka yardım için alınıyordu. Vergi kesimi de yılda bir kez oluyordu. Bunun, şölen âyini veya yılda bir defa yapılan kurban âyini ile bir ilgisi görünmemektedir.[52] Ancak koyunlar verildiği zaman, hakan için bir toy yapılıyor idiyse, bunu bilmiyoruz. Burada, imparatorluk adına alınan bir vergi ile, yoksul halka verilen bir yemek, söz konusudur. Haenisch’in bunu imparatorluk kasasına giren bir vergi olarak sanması da doğru olmasa gerekir.[53] Sonradan Moğolca “şule”, vergi toplamak demekti.[54] b) Dede Korkut’taki “şölen” koyunları: Yukarıdaki çok önemli vesikadan sonra, Dede Korkut’ta görülen bazı konuların daha derinliklerine girebiliriz. İslâmiyetin girmesine rağmen, “kâfir kızlarına sağrak sürdürme» geleneği, Dede Korkut›ta da yaşıyordu. Yukarıda, kadeh ile ilgili bu konu üzerinde durmuştuk. Aşağıda ise, Dede Korkut›tan derlediğimiz, bazı sözleri sunuyoruz. Bunlar üzerinde düşünelim:-1). Ağayılda ağca koyunum sana şölen olsun! -2) Ağayılda ağca koyunı sorar olsam, ağam Beyreğin şöleniydi, Ağam Beyrek gideli şölenim yok: (Beyrek’in kızkardeşi böyle diyordu: (DK, 104, 2).-). Küçücük tonguz şölenlü bir torba samanı döşeklü, yarım kerpüç yastuklu: (DK, 281, 5). Yukarıdaki sözlere dikkat edecek olursak, şölen doğrudan doğruya koyun demektir. Ayrıca koyun burada, âdi bir mal değil; şölen, şöhret ve sevap gereği ve vasıtası olarak görünüyordu. Aslında şölen, Dede Korkut’ta bir yeme içme ve toy demekti. Zaten Basat kardeşi için söylediği “şöleninde korduğum koyunun” sözünden de bu anlaşılıyordu (DK, 223, 3). Deli Dumrul babasından can istemek için gittiği a) zaman, babası ona şöyle demişti: Ağayılda ağca koyunum gerek ise, kara mudbak altında anın şöleni olsun: (DK, 164, 13). Yani koyunumu al da, canımı isteme diyordu. Babanın oğluna koyun armağan etmesi de, koyun şölen, idi: Ağca yüzlü oğluna, ağca koyun şölen verdi: (DK, 252, 13). Görülüyor ki Dede Korkut’ta da, koyun varlığı, koyun armağanı, belki de koyun mirâsı, fâkir fukarayı doyuran, sahibinin adını ve şanını yükselten bir varlık olarak görülüyordu. c) Konuk hakkı ve şölen koyunu: Sosyal konuları fazla zorlamak doğru değildir. Ancak akla gelen bazı paralel gelenekler vererek, gelecek nesillere ışık tutmakta da bir yarar vardır. Bilindiği üzere, Türk ailelerinde konuk hakkı, atadan gelen bir miras olarak görülür. Bu meseleyi Prof. Abdulkadir İnan incelemiştir. Dış tesirlerin daha az sızdığı bazı Kuzey Türk kesimlerinde, ölen bir kimse vasiyetinde varlığını çocuklarına bırakırken, bir bölümünü de gelen konukların ağırlanması için bir yere ayırırdı. Daha tutucu Türk kesimlerinde, konaklanmayan bir misafir, bu hakkını alıp gidebilirdi. Aslında Anadolu’da evlerde misafir için ayrılan ve selâmlık denilen bir oda vardı. Anadolu’daki yaylacılar ise, gelecek konuklara ayrı bir çadır ayırırlardı. Dede Korkut’taki, Oğuzların bütün koyun varlıklarının hepsi, elbetteki yalnızca şölen için değildi. Ancak sürünün şölen payı, sürü ile sahibini, onurlayan bir sebep oluyordu. d) Şilan ve saray sofraları; Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Türk dilinin temel kaynakları olan Kutadgu Bilig ile Kaşgarlı Mahmud’un eserlerinde, şölen veya şilan sözlerini görmüyoruz. Osmanlı topluluğuna, 34 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı İlhanlılar yoluyla ve doğru şöylenişiyle şölen şeklinde geçmiştir. Çağatay kültür çevresinde ise bu söz, şilan ve şilân şeklinde gelişmiştir. Ancak İslâm devletlerinde de görülen fakirlere sofra çıkarma geleneğini, Türklerin toy veya kurultay yeme içmelerinden ayırmak gereklidir. Selçuklu devleti imparatorluk haline gelince, Türk-İslâm karakterini birbiriyle birleştirmiştir. Buna paralel olarak Çağatay Türk kültür çevresinde de bu benzeşme olmuştu. Bâbürnâme, aş ile şilânın her zaman eşikte, (yani sarayda, saray kapısında), yapılması gereğinden söz açıyordu.[55] Bu, Türk-İslam sentez ve karakterinde, bir sözdü. Ayrıca açık ziyafet veya toy, padişahın vazifeleri arasında gösteriliyordu: Bahşiş, beriş, (yani veriş, bağış), divan, (yani idare veya danışma konseyi), destgâh, (yani saray idaresi), şilân ve meclis, (yani halka açık toy, yeme içme ile misafir yemeği), padişahlara mahsus idi.[56] Görülüyor ki şilân dışarıda halka ait yeme içme; meclis ise, saraydaki sofra idi. Ancak, daha geç bir eser olan Ebülgazi Bahadır Han’ın Türklerin Şeceresinde, padişahlık şilân-hânesinden söz açılıyordu.[57] Radloff’a göre bu, devletin halka açık toy ve törenlerinin yapıldığı bir salon idi. Böyle büyük bir salon olmadığına göre bu, bir saray avlusu da olabilirdi.[58] Doğu Türkistan’da ise Şilân, asker için pişirilen yemek, Şilâncı (şölenci) ise, askerlere azığı bölüştüren kimse, demektir.[59] Bu da bir açık hava ve topluluk yemeğidir. Fakat resmidir. E. TOY VE KURULTAYIN YARARLARI 1. Büyük Halk Toyları İle Kurultaylarının, Askeri ve Ekonomik Yararları a) Ok atışı ve yarışmalar: Birçok yerde söylediğimiz gibi, Oğuz Han’ın toyunda, iki direk üzerine iki tavuk veya kuş konmuş ve Oğuzların, Üç Ok ile Boz Ok kesimleri, bu kuşlara ok atmışlardı. İslamiyette ok atma eğitimi, mukaddes bir vazife gibi kabul edilmişti. Bundan dolayı, kavis-nâme adlı pek çok kitap yazılmıştı. Türklerde de bu gelenek, başlangıçtan beri askerlik gereğince var gibi görünüyordu. V. yüzyılda yaşamış olan ve Uygur topluluğunun ataları sayılan Kaoçı adlı Türk kavimleri bayramlarda ve yıldırım düşerken, göğe ok atarlardı. Bu, Tanrı veya gök ile bir haberleşme gösterisi olsa gerektir. Yukarıda da gördüğümüz gibi, ok gönderme, çağırma veya haber verme sembolü veya aletidir. Çin’e giden bir Göktürk elçiliği veya heyeti, Çinlilerle büyük bir ok atma yarışması yapmışlardı. Bu da toy, ziyafet veya törende yapılan bir ok yarışması olmalıdır. Biraz daha doğuda, Proto-Moğol veya Kore yakınlarındaki kavimlerde, ok atışına, bir din töreni şeklinde görülür.[60] Ok yarışı Osmanlı topluluğunda da, gerçi biraz İslamiyetle benzeştirilmiş olmasına rağmen, bir tören gösterisi olarak, büyük bir yer tutmuştu. Kuzey Türk destanları ile mitolojisinde, Han halkı topladı, ok atışıp, oyun kıldılar, gibi anlatışlar görülüyordu. [61] Artuk Bey aldığı bir kilisenin tavanına ok atıyordu. Fatih’in Ayasofya’nın tavanına ok atmasıyla ilgili söylenti, Türklerdeki bu gelenek ve inanışların çerçevesi içinde incelenmelidir. Dede Korkut’taki Beyrek ile Banu Çiçek’in ok yarışması, gerdek yerinin ok atma yolu ile bulunması, Türklerdeki bu derin ve eski Ülkü Ocakları Genel Merkezi 35 www.ulkuocaklari.org.tr Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Türk tarihinde kurultaylar, din ve devlet törenleri şeklinde başlamıştı. Aslında Anadolu Selçuklu devletinde havass adı verilen, halka açık Cuma günü ziyâfetleri de, İslamiyetle benzeşmiş, ancak mana ve topluluğun eğitimi ile gelişmesi bakımından biraz daha gerilemiş Türk gelenekleridir. Çünkü eski Türk toylarında topluluk, han çevresinde birleşirdi. Ayrıca at, ok yarışları bu birleşmeyi güçlendirirlerdi. Bu bakımdan Türk edebiyatının kökleri, yarışma, teşvik, seçkinlenme ve ödüllendirme, hep bu toplantılarda yapılırdı. Devletin en iyi atışçıları, binicileri, atları ve damızlık hayvanları da, bu devlet-halk toylarında görülürdü. Şimdi bu konular ile ilgili birkaç vesika sunalım: Ülkü Ocakları Eğitim Programı geleneğin çeşitli görünüşleridir. b) At yarışları ve din-devlet törenleri: At yarışları, eski Türk topluluk hayatının, vazgeçilemez bir bölümü idi. Bu yarışlar dolayısıyla, halk da toplanmış ve birbirine kenetlenmiş oluyordu. Yoksa eski Türk toyları, yalnızca bir yeme-içme toplantısı değildi. Eski Hun topluluğunda at yarışları Hun hakanının da başında bulunduğu, bahar ayında Lin-hu adlı yerdeki büyük kurultayda yapılıyordu. Atlarla ormanın çevresinde dönülüyordu. Gerçi bu bir din seremonisi idi. Ancak içinde, at yarışı da vardı. Bu geleneği, İsa’dan sonraki çağlarda, Hun kültürünün tesirleri altında kalan ve kendilerini Hunların vârisleri sayan, Siyenpilerde daha açığa kavuşmuş olarak görüyoruz. Çin’in kuzeyinde devlet kuran Sienbiler, orman bulunmadığı yerlerde, söğüt dalları (veya fidan dikiyorlar ve bunların çevresinde, atla dört nala üç defa döndükten sonra, duruyorlardı. Bu onlara atalarından kalmış, kanun gibi bir gelenektir.[62] Bu toplantılara bütün halk katılırdı. Bu, büyük bir din ve devlet kurultayı idi. Göktürk topluluğunda, çevreyi bu atla dönme geleneğini, ölüm ve yuğ törenleri, içinde görüyoruz. Göktürkler ölünün bulunduğu çadırın çevresini, yedi defa dönüyor ve her dönüşte ağlayıp, bağırarak yüzlerini kesiyorlardı. Bunların doğrudan doğruya bir at yarışı olup olmadığını bilmiyoruz. Ancak atla ilgili önemli bir kült ve tören olduğu da bir gerçektir. Türklerde dokuz burçla ilgili dokuz sayısı kutludur. Batıdaki Türklerde ise, yedi sayısı kutlu sayılıyordu. Göktürk çağındaki Kırgız Türkleri ise, ölü çadırının çevresini üç defa dönüyorlardı. En iyisi bu törenleri, Prof. Eberhard’ın yorumundan dinlemektir:]63] İlkbaharda çayırların çoğaldığı ve tayların doğduğu çağda, bir bayram yapılır ki bu ziraatçıların kültürlerinde olduğu gibi bir bereket kültü ile değil, yer kültü, (veya Yer-su) ile ilgili bir inanıştır... At yarışları ile atların sergilenmesi, bu bayramlarda yapılırdı. Ölü aşlarında da, büyük at yarışları yapılırdı. Halk bu törenlerde bir araya gelirlerdi. Köketey’in toyunda, on beş gün, gece ve gündüz, atları yarıştırarak, terletiyorlardı. On yedi gün sonra da atlar, sınçı adı verilen yarış hâkemi önünden geçiriliyor ve hâkem (sınçı), her at hakkındaki görüşünü söylüyordu. Bunları da, güreş ve süngü yarışmaları izliyordu.[64] Anadolu’da da çoğu düğün ve panayırlarda, at ve cirit yarışmaları olur. Bu bir topluluk ve şenlik geleneğidir. Kuzey Türk mitolojisinde de toy düzenlediler (oyın yaşadılar), ata binip (at münüp) oynadılar gibi söz ve sahneler görülüyordu.[65] c) Hayvan güreşleri ve damızlık: Anlaşıldığına göre Hunlardan beri, din-devlet kurultayları ile toyları, bir çeşit panayır şeklinde düzenliyorlardı. Anadolu’daki deve güreşleri de bu geleneğin son izleri olsa gerektir. Çünkü Anadolu tarihinde de, kervanların deve ihtiyacı, Türkmen yörükleri tarafından veriliyordu. “Deve güreşi”, deve cinsleri ile damızlıkların bir çeşit sergilendiği ve seçkinleştiği bir seremoniydi. Bu konuda, atlar için de elimizde çok değerli bir vesika vardır. Çin kaynakları kuzeydeki Göktürk çağı Kırgız Türklerinden söz açarlarken şöyle diyorlardı: Çok büyük ve güçlü atları vardır. Bu atlar içinde en iyi döğüşenler (veya güreşenler), devlet içinde birinci olurlardı. Bu vesika üzerinde biz, çok yerde durmuştuk. Mete’nin atları da devlet atı gibi bunlara benzer adlar taşıyorlardı. Dede Korkut içinde de Deve ile Buğra, yani erkek develerin güreşini görüyoruz (DK. 15, 11). Hayvancı kavimlerde bu gibi yarışmaların olması, normal görülebilir. Ancak hakanların, büyük toyları ile din ve devlet kurultay ve toplantılarında bu yarışmaların görülmesi ayrı bir mana taşıyordu. İnsan ve hayvan sayımları da bu kurultaylarda yapılıyordu. Bu konu üzerinde, yukarıda geniş olarak durmuştuk. 36 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı 2. Türkler “Halk Toplantılarını, Kurultay, Divan ve Devlet Danışma Meclislerini” Nasıl Adlandırıyorlardı? Yukarıda da belirttiğimiz gibi, eskilerde devlet ve halk toplantıları, bir “din-devlet” toplantısı halinde görülüyordu. Ünlü Japon bilgini Şiratori›nin de dediği gibi bu toplantılar Hakana ve devlete bağlılık (Allegiance to Han) ve milleti birleştirip kenetleyen (unification of nation) gösteriler ve festivaller, şeklinde oluyordu. Bunun içindir ki Dede Korkut’taki yeyip içmeleri, toyları, Türklerin eğlence ve boğazlarına düşkünlükleriyle yorumlamak doğru değildir. Bunlar Türklerin çok eski çağlarından beri sürüp gelen, din ve devlet geleneklerinin birer devamıdır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, savaşta generaller arası, devlette beyler arası veya hanedan içinde, idarede ise, saraydaki bürokrasi divanında, bir «danışma veya meşveret meclisi» toplanıyordu. Bu toplantıları deyimler bakımından toplayıp, aşağıda sunmaya çalışalım: Vezir, Karahanlılardan önceki Türk devletlerinde, ayguçı, yani “söyleyen, akıl veren” kimse olarak anılırdı. Bu çağda ise, “Hakanla fikir alışverişi yapan”, bir kengeşçi oluyordu. Ancak kengeşçi vezir, akıl verme ve danışıklık ölçüsü, “örnek verme, karşılaştırma, kıyas ve mukayese ile denkleştirme” yoluyla, yani tengeşçi olmalıydı. (Kengeşçi, dengeci veya dengeleyici (tengeşçi) olmalıydı.[67] Ünlü Göktürk veziri Bilge Tonyukuk, örnekler ve atasözleriyle kağanına söyler, (ayıtır) ve durumu “arz ederek sunar.” (ötünür) idi. Kağan da bu görüşleri kabul ettikten sonra harekete geçerdi. Göktürklerde vezir, bilge idi, Karahanlılarda ise vezir, öge idi. Yani kengeşçi öge.[68] Görülüyor ki Türk devlet anlayışında, zengin Türkçe deyimler zaman zaman birbirlerinin yerlerini alıyorlar; ancak Türk düşüncesinin derinliği yerinde duruyordu. Daha sonraları bu söz, Mısır Türkçesi ile Kadı Burhaneddin’in divanında, kengeç oluyordu. Ancak Osmanlı Türkçesinde de, danışık ve kengeş veya kengeş ve meşveret gibi, çift ve yorumlu Ülkü Ocakları Genel Merkezi 37 www.ulkuocaklari.org.tr a) Kengeş veya Devlet meclisi: Bu sözün iki manası vardır: Bunlardan birincisi ve galiba öz olanı, karşılıklı danışma ve önleyici tedbir almadır. Bu toplantılar, kişiler ve devlet için, vazgeçilemez bir şeydir. Ancak asker bir millet olan Türklerde, çok konuşma ve her kafadan bir ses çıkması da, bir disiplinsizlik işareti gibi görülüyordu. Bu bakımdan da kengeş sözünün bu manası, disiplinsizlik karşılığı olarak görülmüştür. Kengeş sözcüğünü en eski Türkçede göremiyoruz. Rusların eski Türkçe sözlüğü Göktürk yazıtlarındaki, kingşür-sözünü, kengeşür-mek şeklinde yorumlamıştır. Birbirine düşürmek manasınadır. Bizce doğru olmalıdır. Deyim, XI. yüzyıl kaynaklarında, daha sık görülmeğe başlar. Kaşgarlı Mahmud’a göre danışma, müşavere demektir. Kengeşli ise, “tanışıklı ve tedbirli” manasında kullanılırdı. Buna ait iki ata sözü de verilir: Geniş don yani elbise yıpranmaz; danışıklı bilgi (kengeşlig bilig) ve iş ise bozuk olmaz (I, 368). Bununla ilgili olarak, “işlerinde kendi kendine iş görmemesi gereken kimse için söylenen bir sözdür.” diye de bir yorum yapılmaktadır. Yine çok eski bir Türk atasözünde ise, şöyle deniyordu: Danışıklı kengeşli bilgi gittikçe artar, danışıksız (kengeşsiz) bilgi ise eskir.[66] Brockelmann’ın bu yorumu, daha doğru olsa gerektir. B. Atalay ise bu sözü, Danışıklı bilgi güzelleşir, danışıksız bilgi ise, yıpranır. diye yorumluyordu. (I, 232). Ayrıca, Benim ile karşılıklı danıştı (kengeşdi), bilgisi benimle böylece denkleşti (tengeşti), diye başlıyan, eski bir Türk kahramanlık şiiri de vardır (I, 393). Kutadgu Bilig’de ise artık saray hayatı başlıyordu. Türk sarayının divanında, vezirler ile türkü danışmanlar vardı: Vezir beylere, sürekli olarak (tutçı), danışman veya danışıkçı (kengeşçi) olur. Ülkü Ocakları Eğitim Programı sözlerle devam edip, gidiyordu. Bu ünlü Türk devlet deyimi, Farsçaya girmiş olarak, Farsça Oğuznâme’de de, Oğuz hakanlarının divan toplantıları için sık sık kullanılıyordu.[69] Bu deyim ve anlayış, bugünkü Orta Asya Türklerinin günlük hayatlarında da, yaygın olarak yaşayıp durur. Kırgız Türkleri, iyi danışma (kengeş), başarının yarısıdır, derler.[70] Ayrıca eğri oturup, düz kengeşelim; danışma (kengeş) yoluyla kesilen parmak acımaz, diyorlardı. Ancak uzun süre büyük devlet hayatından uzak kalmış olan bu Türklerde kengeşçi sözü, daha çok «öğütçü» ve «nasihatçı” manasına kullanılırdı. Öğüt verenin veya nasihatçın yoksa, kendi kaburgana sor, gibi sözler bu anlayıştan gelen atasözleriydi.[71] Kişilerin kengeşi, daha doğrusu kişiler arasındaki münakaşa ve çekişme, Türklerde pek hoş karşılanmıyordu. Yukarıda da, Süryâni Mikâil ve Busbecq’ten örnekler vererek, bence göstermiştik ki, Türklerin büyük topluluklarında gürültü değil, sessizlik vardı. Kengeş ve danışma, ilgili ve yetkiler arasında olurdu. Nitekim Dede Korkut’taki, kavimli kavimiyle kengeşdi mi sözünde, bir kavga söz konusu edilmektedir (DK, 257, 10). Bunun için Türklerde, devlet ile kişilerin hayatında, bir ayrıcalık görmek gereklidir. b) Derilme, derim ve dernek sözleri ve anlayışı, Türklerin devlet hayatında, çok eski çağlardan beri yer almış sözlerdir. İkinci Göktürk devletini kuran İl-Teriş Kağan, “İli, devleti deren, toplayan” unvanı ve adıyla onurlanmıştı. Çingiz Han devletinin kurultay deyiminin kökleri de, Türkçe kavramak sözünden gelmeliydi. Bunun için Uygur-Türk edebiyatında kuvrag sözü, din veya devlet toplantılarını, karşılamak için söylenirdi. Ancak yine de çoğu zaman derlemek sözünden gelen ve toplantı karşılığında kullanılan terin deyimiyle birlikte söylenirdi. Anadolu›daki bu sözün karşılığı derim idi. Hatta toplantı yeri veya düğün evine de, derim evi denilirdi. Tarama Sözlüğü›nde, Osmanlı kitaplarından derlenmiş, derim evi ile ilgili, pek çok örnek bulabiliyoruz. Sonradan, derme çatma çadırlar için söylenmişti. Ancak Yazıcıoğlu Ali, Uygur Kağanının altın çadırı ile Oğuz Han’ın altın evi gibi Osmanlılarda da, altını büyük derim bân ev deyişiyle, bir Osmanlı padişah otağından söz açıyordu.[72] görülüyor ki Anadolu›daki derim sözünün eski Türkçedeki karşılığı terin idi. Kuwrag sözü, toplantı ve «toplantı yeri» karşılığı olarak, herhalde Türkçenin çok daha eski deyimlerinden biri idi. Kurultay sözünün kökleri de bu söze dayanır. Anadolu›da görüşme karşılığı olarak söylenen, kurama sözünün kökleriyle de, bunu karşılamak gereklidir. Bu eski Türkçe sözümüz, Moğolcaya da aynen girmiştir.[73] Terim kuwrag sözü ise, Uygur Türkçesinde tam bir «divan veya din meclisi» karşılığında söyleniyordu.[74] Bunu, Çince karşılıklarından, kesin olarak anlayabiliyoruz. (Bk. Çin. n. 34). Bu söz aynı zamanda, belirli bir topluluk, “cemaat” (gemeinde) karşılığı olarak da söylenmiştir. Yine aynı Türkçe Uygur eserinde, azmış kuvrag, yani yolunu şaşırmış topluluklar, belki de Buda dininden olmayan kimseler için söylenmişti.[75] Yine aynı eserler, devlet (ulus) ile Halk (budun) toplandı, demek için kuvraradı sözünü kullanıyorlardı.[76] Uygurların Türkçe metinlerinde, kavimlerin çeşitli cemaatleri için, terinleri kuvrakları da, deniyordu.[77] Din veya rahipler toplantısı. Buda dini gibi çeşitli dinleri kabul eden Uygurlarda büyük bir önem taşıyordu. Terin kuvrag, çoğu zaman bu gibi toplantılar için söylenmişti. Terinsiz kuvragsız, yani derimsiz, toplantısız bir topluluk ise yolsuz ve dinsiz sayılıyordu.[78] Erigli kuvrag ise, güçlü bir rahipler birliği ve ibâdet topluluğu idi. Bu toplantıya Hakan Tengri İlig Bögü Han başta olmak 38 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı üzere, onun dindarları, yani onları deyişiyle (dintarları) da gelmişlerdi.[79] Kuvrag sözünün Göktürk çağındaki karşılığı, herhalde kubran-mak veya kobranmak, sözleri idi. Tonyukuk Yazıtı’na göre, (Türk milletinin geriye) kalmış olanları bir araya gelip (kubranıp), yedi yüz kişi olmuşlardı (Ton. 4). Kül Tegin Yazıtı’nda ise, yoksul fakir (yok çıgay) milleti toplayıp, refahını yükselttim (kubratdım), deniyordu. Türk hakanlarının ilk vazifesi, dağılmış milleti derleyip, bir araya getirmekti. Bu sözün kökü de herhalde, kop yani hep, bütün sözünden gelmekteydi. c) Asker ile halkın düzene girmesi de, “birlik ve toplantı” karşılığında anlaşılırdı. Derik sözü Anadolu’da da yaşamıştır. “Savaş düzeni” içine girme ve dizilip toplanma da yine bu sözlerle anlatılmıştır. Buna benzer, Terig kuvrag gibi sözler, Uygurlarda da söylenirdi. Başka güzel bir örnek Alp, orduda, savaş düzeninde; bilge kişi ise derikte, toplantıda (terigte) sınanır. Türklerin, bir XI. yüzyıl atasözü böyle diyordu.[80] Brockelmann’ın da belirttiği gibi bu derik veya toplantı, bilgeler ile halkın ileri gelenlerinin bir derneği idi. Halkın toplanması ise, daha başka bir şey ve anlayıştı. Bunun için de, budun terildi, deniyordu. Yine bu çağ Türkleri, sık sık toplanıp bir araya gelen Türk boyları için ise, sürekli (tutçı) derilen yani terilgen diyorlardı (MK, I. 521) Dernek veya düğün dernek, eski Türklerde olduğu gibi Anadolu’da da,-biraz değişik manada-çok kullanılan bir deyimdir. Ternek Kaşgarlı Mahmud’a göre ise bu söz, yalnızca toplantı (versammlung) demekti. Bu konuda Besim Atalay daha haklıdır.[83] Dernek sözü şu örneklerde, Anadolu’da Dede Korkut kitabı ile gelişir ve çoğalmaya başlar: 1. Oğuz illerinde dernek var imiş (DK, 297, 19). 2. Segrek. bir gün bir derneğe uğradı, kondılar, yemek içmek etdiler, Segrek mest oldu (DK, 256, 8). Görülüyor ki Oğuzlarda dernek, bir yemek içmek meclisidir. Ancak bu yeme içmeler, beyler tarafından verilmiş toylar olmalıydılar. Düğün-dernek sözü de, yine ilk önce Dede Korkut’ta görünüyordu (DK, 260, 6). Bununla beraber Osmanlı çağında,-Farsça encümen karşılığı olarak-divan ve meclis manasına söylenmiş, dernek sözünü de görüyoruz. Bunun pek çok örneği, Tarama Sözlüğü içinde yer alır. Bu sözlükte dernek yeri ile derneşeceği gibi sözler ise, halkın bir araya gelerek, işlerini konuştukları yer olarak gösteriliyordu. d) Beyler ve askerler meclisi: Aslında bunları karşılayan sözlerin hepsi de, toplanmak toplantı yapmak, demektir. Ancak bu mananın içinde Mütercim Asım Efendi’nin belirttiği gibi, yığnak, insan cemiyeti, topluluğu anlayışı da vardır.[84] Uygur Yazılarında yıkılku, yığılgı sözleri, bir rahipler ve Ülkü Ocakları Genel Merkezi 39 www.ulkuocaklari.org.tr Göktürk yazıtlarında, arkış terkiş, kervan demektir. Buradaki arkış kervanı, terkiş sözü ise kervan topluluğunu veya düzenini tanıtıyordu. Nitekim Timurlu ve Çağatay kültür çevresinde de terkiş veya tirkeş, askerin saf düzeninde yürümesi, demektir.[81] Kaşgarlı Mahmud’un derlediği eski kahramanlık şiirlerinde yer alan, Alpların hepsi tirkeşür ile kalabalık, pek çok (kalın) erler tirkeşür, şiirlerindeki tirkeşür sözünü Brockelmann, hem “toplanma” ve hem de “sıraya girme” manasına yorumlamıştı.[82] Develerin arka arkaya dizilerek kervanda yerini almaları örneğindeki, tergeşmek sözünü de, bu anlayış içine katmıştı. Besim Atalay ise “develerin katarlanması”nı, “askerlerin dizilmesi”nden ayırmaktadır. (I, 206). Biz burada, Brockelmann’ın görüşüne katılıyoruz. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Tanrılar toplantısı, yıkılkulug, yığılgılık ise, toplantı yeri veya salonu karşılığında söyleniyordu.[85] Bunun anlamını, Çince karşılığından kesin olarak biliyoruz. (BK. Çin. n. 35). Yine Uygur metinleri, bütün Tanrıların divanı (kuvragı) toplandılar (yıgıltılar), gibi sözlerle, bu toplantıların divan veya meclisle ilgili olduğunu da gösteriyorlardı.[86] Uygurlara göre, Buda olacak kimseleri (bodisatv) yığınmağı, sözü de bir divan ve “meclis” demektir.[87] Ancak bu söz “halkın yığılması” demek değildi. Bu anlayışın, böylece köklerine kadar indikten sonra, daha geç çağlardaki gelişmelerine, daha güvenli olarak gelebiliriz. Dede Korkut kitabında şöyle deniyordu: 1. “Kazan’ın begleri yetdi. Üzerine yığnak oldı. Aru sudan abdest aldılar. İki rekat namaz kıldılar... kâfire at saldılar.” (DK, 152, 13). 2. Han Bayındır yerinden turmuş idi İç Oğuz Taş Oğuz Beyleri yığnak olmuş idi (DK, 235). 3. Kalkubanı Kazan Han yeprinden turı geldi Ala tağda çadırın otağın tikti 366 alp erenler, yanına yığnak oldu. (DK, 293, 10). Görülüyor ki burada yığnak sözü bir «savaş ve devlet meclisi» karşılığında söyleniyordu. DİPNOTLAR [1] Türk Mitolojisi, Wyngaert yayını. [2] Krader, 203. [3] A. İnan, Makaleler, s. 196 vd. [4] E. Chavannes, Memories historiques, V, s. 46. [5] HS, 54; De Groot, Die Hunnen, I, s. 168. [6] SS, 84, 9a-b; LMT, s. 126. [7] Radloff, Wb, 3, 1141. [8] A.e., I, 143, 896. 40 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı [9] Radloff, Pb, 4, 147/186. [10] HS, 94A: De Groot, A.e., I, 228; Yakinef, I, 91. [11] O. Turan, Cihan Hakimiyeti., s. 123. [12] HS, 94A; 3787; De Groit, A.e., I, 201. [13] A. İnan, Makaleler, s. 123-124. [25] Togan, Oğuz Destanı, s. 61. [26] Türk Mitolojisi, I, s. 211. [27] Chavannes, Documents, s. 238. [14] B. Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, II, s. 153. [15] A.e., II, s. 90 vd. [16] Makrizî, (Quatremere), II, s. 153. [28] YCPS, 130. [29] A.e., 272, 275. [30] Rubruk, (Risch yayını), s. 123. [17] B. Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, II, 92. [19] Pb., 3, 317/382. [20] W. Bang, Oğuz Kağan Destanı, 10, 8. [21] Pb., 3, 317/382. [22] A. İnan, Makaleler, s. 124. [23] Radloff, Wb., 3, 1141; Pb., 4, 5/7. [24] Radloff, Wb., 3, 1143. [32] A. İnan, Makaleler, s. 241-254. [33] Krader, Kazaks Social organization., s. 203. [34] O. Turan, Cihân Hakimiyeti..., s. 123. [35] A.e., a. yer. www.ulkuocaklari.org.tr [18] O. Turan, Belleten, 35, s. 305-318. [31] P. Pelliot, TP, 1930. [36] Pb, 4, 80/102. [37] Togan, Oğuz Destanıs, 52. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 41 Ülkü Ocakları Eğitim Programı [38] Türk Mitolojisi, s. 215. [54] A.e., 27. 11. [39] A.e., s. 212. [55[ Şecere-i Türkî, (Desmaison yayını), 117. [40] Togan, Oğuz destanı, s. 52. [56] Radloff, Wb, 4, 1077. [41] İnan, Makaleler, s. 123. [57] A.e., a. yer. [42] Togan, Oğuz destanı, s. 18. [43] A.e., s. 59. [58] Prof. W. Ebernard, Çinin Şimal Komşuları, s. 22. [44] A.e., s. 57. [59] Radloff, Pb, 4, 63/79. [45] Carpini, Risc yayını, s. 251. [60] Chavannes, Mermi. hist., V, s. 46. [46] Rubruk, s. 44 vd. [61] Çinin Şimal Komşuları, s. 94. [47] YCPS, 187. [62] A. İnan, Makaleler, s. 123. [48] TT, X, 171. [63] Radloff, Pb, 4, 28, 36. [49] YCPS, 279; E. Haenich, terc., 151. [64] Broçkelmann, Spr., 76. [50] Ahmet Temir, MGT, terc., s. 202 n. [65] KB, 2256. [51] E. Haenisch, (YCPS), I, s. 181 n. [66] KB, 2935. [52] Vladimirtsov, Moğolların İçtimai Teşkilatı, (Fransızca terc.), s. 181, n. 10. [67] Togan, Oğuz Destanı, s. 68. [68] A.e., a. yer. [53] Bbabürnâme, 218, 11; Radloff, Wb, 4, 1077. 42 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı [69] Tarama Sözlüğü, II, 1105. [70] Kowalevsky, Dict. Mong. -Française, I, 975. [71] Hüen Tsang, VII, 2080 ve Çince metin. [72] Aynı esr., 1816. [73] Kalyanamkara ve Papakara, 71, 4. [74] TT, IX, 979. [75] Suv., 299, 11. [76] TT, II, A. 34. [77] MK, I, 388; Spr., 35, 3. [78] Radloff, Wb., 3, 1372. [79] MK: AM Pr., 15, 2; 16, 8; AT, III, 65. [80] MK, I, 396, 11. [81] Buhran-ı Katı, s. 307. www.ulkuocaklari.org.tr [82] Uigurica, II, 52, 10. [83] Aynı esr., I, 23, 4. [84] Suw., 148, 9. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 43 Ülkü Ocakları Eğitim Programı ESKİ TÜRKLERDE DEVLET GELENEĞİ VE TEŞKİLATI Prof. Dr. Salim Koca A. TÜRKLERDE DEVLET FİKRİ Dünya medeniyet tarihinde rol oynayan bazı büyük milletler vardır. Bunlardan biri de, hiç şüphesiz Türklerdir. Türkler, dünya medeniyet tarihinde iki hususta başlıca rol oynayarak, dehalarını göstermişlerdir. Bunlardan biri; 1. İlk yurtları Orta Asya’nın son derece elverişsiz iklim ve çevre şartlarının gerektirdiği “atlıgöçebe hayat tarzı”nı gerçekleştirmiş olmaları; diğeri ise, 2. Yasalara ve törelere göre düzenli işleyen büyük devletler kurmalarıdır.[1] İnsan kütlelerinin belirli bir kültür etrafında bir araya gelmesiyle meydana gelen en büyük topluluk millettir. Öte yandan, insan topluluklarının kurdukları en büyük müessese ise devlettir. Türklerde millet ve devlet fikri pek erken çağlarda doğmuş ve gelişmiştir.[2] Türkler, Orta Asya›ya bütünüyle hükmeden büyük devletler kurdukları gibi, zaman zaman Orta Asya›nın dışına taşarak, gittikleri yerlerde de yeni yeni siyasî teşekküller meydana getirmişlerdir. Diyebiliriz ki, Türkler tarihin hiçbir devrinde devletsiz kalmamışlardır. Çünkü Türkler, devletin millî varlığı koruyan, yaşatan ve geliştiren vazgeçilmez bir müessese olduğunun daima farkında ve bilincinde olmuşlardır. Türkler, devlete “el” veya “il” adını veriyorlardı. Devlet kurmayı “illemek”, devlet idare etmeyi “il tutmak”, devletten yoksun kalmayı da “ilsiremek” kelimeleriyle ifade ediyorlardı. Devleti de, daima “töre” (el veya il törü) ile birlikte düşünüyorlardı.[3] Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, Türklerde töresiz (töre=yazılı olmayan kanun) devlet olmamaktaydı. Devlet, “halk, ülke, hâkimiyet (erkinlik, egemenlik) ve teşkilât” olmak üzere birbirini tamamlayan dört unsurdan meydana gelmektedir. Burada öncelikle bu dört unsurun içinde yer aldığı bir tanım yapalım: Devlet, bir topluluğun (halk) belirli bir toprak parçası (ülke) üzerinde hâkimiyet haklarını hiçbir sınırlama olmaksızın kullanmak suretiyle kurup, geliştirdiği siyasî, sosyal ve hukukî bir teşkilâttır. 44 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı 1. HALK (MİLLET) Eski Türklerde halka “kün”, “bodun” veya “el” (il) denmekteydi.[4] Bunlardan “bodun”, “boy” (bod) sözünün çoğulu olup, boylar birliği anlamına gelmektedir. Çünkü, “bodun” (halk) aynı soydan olan ve aynı dili konuşan boyların bir başkan etrafında toplanmasıyla meydana gelmekteydi. Yine bir başkan tarafından “bodunlar”ın bir araya getirilmesiyle de Türk devleti (Türk eli) ortaya çıkmaktaydı. Tarihî kayıtlara göre, Türkçe konuşan ve Türk soyundan olan topluluklara ilk defa millî kimliklerini sezdiren ve onlara büyük bir millet olduklarını öğreten lider, büyük Hun Hükümdarı Mete’dir (Bagatır/Batur). (M.Ö. 209-174). Mete, komşu devletleri birer birer yenip, baskı altına aldıktan sonra bütün güç ve enerjisini Hun siyasî birliğini kurma faaliyeti üzerinde toplamıştır. Bunun için 25 yıl gibi uzun bir süre mücadele eden Mete, 26 kadar büyüklü küçüklü devleti ortadan kaldırarak, Hun siyasî birliğini kurmuştur. Mete, M.Ö. 176 tarihli bir belgede bu faaliyetlerinin sonucunu, amacına ulaşmış bir liderin mutluluğu içinde, “Ok ve yay gerebilen kavimleri bir aile gibi birleştirdim; şimdi onlar Hun oldular”[5] şeklinde bir ifade ile açıklamıştır. Bundan da anlaşılıyor ki, Mete, sadece Hun siyasî birliğini kurmakla kalmamış, aynı zamanda Türk topluluklarına “Hun olma”, yani millet olma bilincini de aşılamıştır. Türkler, halkı, devletin temeli sayan bir anlayışa ve düşünceye sahip olmakla kalmamışlar; bu anlayışlarını ve düşüncelerini her yerde ve her vesile ile savunmuşlardır. Bu hususta büyük fatih Cengiz Han ile ilgili somut bir örneğimiz bulunmaktadır: Cengiz Han başlangıçta devlet fikrine sahip olmayan vahşi bir kabîle reisi durumundaydı. Ele geçirdiği şehirlerin insanını tamamen öldürüyor, mallarını da yağma ediyordu. Bu vahşet karşısında dehşete kapılan Tapan adlı bir Uygur Türkü, Cengiz Han’ı şu sözlerle uyarmak zorunda kalmıştır: “Siz, insanları öldürüp, toprağı boş bırakıyorsunuz. Halbuki devlet, insan ve topraktan meydana gelir. İnsansız devlet olmaz!” Cengiz Han, bu sözlerden gerekli dersi almış olmalı ki, bundan sonra teslim olan şehirlerin insanını öldürmemeye başlamıştır.[8] 2. ÜLKE Türkler, devletin sahip olduğu ve halkın üzerinde yaşadığı topraklara “ülke”[9], “uluş”[10] veya “yurt” gibi adlar vermekteydiler. Bunlardan “uluş”, toprakla birlikte halkı ifade etmekteydi. “Yurt” ise, daha çok “vatan” kavramı gibi kutsal bir anlam taşıyordu.[11] Türkler için yurt, sadece üzerinde yaşanılan ve Ülkü Ocakları Genel Merkezi 45 www.ulkuocaklari.org.tr Türklerde devlet, idareci unsur ile işbirliği yapan geniş halk kütlelerinin gayretleri ve katkıları sonucunda gerçekleşmekteydi.[6] Daha doğrusu, halk devletin hem kurucu hem de temel unsuru idi. Başka bir deyişle halk, devletin gerçek sahibiydi. Bundan dolayı, devletin yıkılması ve istiklâlin kaybedilmesi, Türk toplulukları arasında elem dolu yakınmalara ve dövünmelere sebep olmaktaydı. Meselâ, 630 yılında devletini ve istiklâlini kaybeden Türk milletinin feryatları, Göktürk yazıtlarına “İlli (devletli) millet idim, ilim (devletim) şimdi hani, kime il (devlet) kazandırıyorum der imiş”[7] (...) şeklindeki ifadelerle yansımıştır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı geçim temin edilen bir toprak parçası değildi; aynı zamanda kendilerini koruyan ata ruhlarının üzerinde dolaştığı bir mekân idi. Türkler, ancak üzerinde özgür olarak yaşadıkları ve hükümranlık haklarını hiçbir sınırlama olmaksızın kullandıkları toprakları “yurt” olarak kabul ediyorlardı. Daha doğrusu onlar için yurt, üzerinde Türk tuğlarının ve bayraklarının dalgalandığı kutsal bir ata yadigârı idi. “Yurt”, diğer yurtlardan “yaka” adı verilen sınırlarla ayrılmaktaydı.[12] Bu sınırlar devletin gücüne göre, bazen daralıyor, bazen de genişliyordu. “Yurt”, yani toprak, devletin ikinci temel unsurudur. Nasıl halksız devlet gerçeği olmayacağı gibi, topraksız da devlet düşünülemez. Türkler, çok erken çağlarda toprağın devlet için değerini ve önemini kavramışlar; onu daima terk ve fedâ edilmez kutsal bir değer olarak görmüşlerdir. Ancak, istiklâllerini ve hürriyetlerini kaybettikleri durumlarda, onu terk ve fedâ etmek zorunda kalmışlardır. Türk hükümdarları daima, toprağı devletin temeli sayan bir anlayış içinde olmuşlardır. Bundan dolayı da, vatan toprağını korumayı ve savunmayı kendilerine başlıca görev edinmişlerdir. Daha önemlisi, şartlar ne olursa olsun bu hususta en küçük bir tavize bile yanaşmamışlardır. Özellikle, büyük Hun Hükümdarı Mete›nin toprak konusunda Çin yıllıklarına yansıyan taviz vermez tutumu, sadece Türk tarihinde değil, dünya tarihinde bile emsalsiz bir örnek teşkil etmektedir: M.Ö. 209 yılında mükemmel bir darbe ile babasını bertaraf ederek, Hun tahtına çıkan Mete, «Tung-hu» adında komşu bir kavmin ağır siyasî baskısına mâruz kalmıştır. Moğol kökenli bir kavim olan Tung-hular, özellikle Hunlardaki iktidar değişikliğinin yarattığı şaşkınlık, karışıklık ve daha doğrusu zayıflık durumundan kendi lehlerine yararlanmak istemişlerdir. Gönderdikleri elçi ile Mete’den toprak da dahil olmak üzere bir dizi haksız istekte bulunmuşlardır. Bundan maksat, Hunlara saldırmak için bir sebep yaratmaktı. İşte bu önemli tarihî olayı kaynakta anlatıldığı şekliyle buraya alıyoruz: “Mete idareyi ele aldığı zaman, Tung-hular güçlerinin zirvesinde bulunuyorlardı. Mete’nin babasını öldürdüğünü ve bizzat tahta oturduğunu öğrenen Tung-hular, Tuman’a (Mete’nin babası) ait ‘bin li’ (bir günde 500 km) koşan ata sahip olmak istediklerini bir elçi vasıtasıyla bildirdiler. Mete danışmanları ile görüştü. Onlar, Hunlar için böyle bir atın verilemeyecek kadar değerli olduğunu söylediler. Fakat Mete şöyle konuştu: -Ben nasıl bir atı komşu devletten üstün tutabilirim? O, ‘bin li’ koşan atı (Tung-hu elçisine) teslim etti. Artık Tung-hular, Mete’nin kendilerinden korktuğuna kani oldular. Onlar, Mete’nin hanımını da istediklerini bildirmek için bir elçi (daha) gönderdiler. Mete tekrar çevresi ile görüştü. Hepsi sinirlenmiş olarak bağırdılar. -Tung-hularda ahlâk diye bir şey yok. Biz, onlara saldırmayı teklif ediyoruz. Bunun üzerine Mete şöyle konuştu: 46 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı -Ben nasıl bir kadını komşu devletten üstün tutabilirim? O, sevgili hanımını tuttu ve Tung-hu elçisine teslim etti. Fakat, Tung-hu hükümdarının haksız istekleri daha da arttı. İki devlet arasında kullanılmayan büyük bir toprak parçası vardı. Burada sadece iki devletin askerî birlikleri bulunuyordu. Tung-hu hükümdarı gönderdiği elçi ile Mete’ye ‘Benim ve senin sınırlarında askerî birlikler dışında insan bulunmayan bu toprak parçası, Hunlara çok uzak; ben bu toprak parçasına sahip olmak istiyorum’, dedi. Mete tekrar danışmanlarına sordu: Bazılarının fikri bu boş toprak parçası hem verilebilir, hem verilemez şeklinde idi. Bunun üzerine Mete, hiddetle parladı ve şöyle söyledi: -Devletin temeli olan toprağı biz nasıl verebiliriz? Hem verilebilir, hem verilemez şeklinde öğüt verenlerin hepsi, başlarını ayaklarının önünde buldu”. Bu arada hazırlığını tamamlamış olan Mete, ordusunu alarak süratle Tung-huların üzerine yürümüştür; anî bir baskın hareketi ile bu şımarık kavmi perişan ederek, onlara asırlarca unutamayacakları bir ders vermiştir. [13] Burada, devlet hayatında taviz politikasının sınırlarını göstermesi bakımından örnek tarihî bir olay naklettik. Bu tarihî olaydan anlaşılacağı üzere Mete, Hun tahtına çıktığı sırada ağır dış politik baskılarla karşı karşıya gelmiş, devlet meclisinin muhalefetine rağmen -şüphesiz bu arada zaman kazanarak hazırlığını tamamlamak için- bazı tavizlerde bulunmuştur. O, Tung-huların haksız ve ahlâk dışı isteklerini karşılarken de, atın ve hatunun şahsî malları olduğunu düşünmüş ve bu yüzden iki devlet arasındaki ilişkilerin bozulmasına fırsat vermemiştir. Fakat istenen taviz, şahsî olmaktan çıkıp, devlete ait bir toprak parçası olunca, Mete hemen harekete geçmiş, önce bu hususta tavizkâr olan devlet adamlarını saf dışı etmiş ve sonra da kendisinden toprak tavizi talebinde bulunan kavmi bir yıldırım harekâtı sonucunda ezmiştir. Bu hususta sonuç olarak şu hükme varıyoruz: Dünyada pek çok toplumun devlet fikrinden habersiz olduğu bir çağda, Türkler, sağlam, köklü ve gelişmiş bir devlet fikrine ulaşmış bulunuyorlardı. Zira, onların gözünde büyük Hun Hükümdarı Mete’nin dediği gibi, “toprak devletin temeli idi”. Devletin temeli olan toprak da, sebep ne olursa olsun, terk ve fedâ edilmez idi. Devlette hâkimiyet (erkinlik, egemenlik) iki şekilde kendini göstermektedir. Bunlardan birincisi “iç hâkimiyet”tir ki, devletin sahip olduğu topraklar ve bu topraklarda yaşayan halk üzerinde hukukî bakımdan emretme hak ve yetkisini tam olarak kullanması demektir. İç hâkimiyetin sağlanabilmesi için bu da yeterli olmamakta, idare edilenlerin, yani halkın idare edenleri meşru kuvvet olarak kabul etmeleri ve itaat etmeleri de gerekmektedir. Aksi taktirde devlet değil, zorbalık hâkim olur. Devlette hâkimiyetin ikinci tezahürü ise “tam bağımsızlık”tır. Türkler, hürriyetlerine ve istiklâllerine fazlaca düşkün bir millet idiler. Hürriyet ve istiklâl, onların Ülkü Ocakları Genel Merkezi 47 www.ulkuocaklari.org.tr 3. HAKİMİYET Ülkü Ocakları Eğitim Programı âdeta varlıklarının temel şartı idi. Daha açık bir ifade ile söylemek gerekirse, onlar, hürriyete ve istiklâle sahiplerse, kendilerini var, sahip değillerse “ölmüş” kabul ediyorlardı.[14] Bundan dolayı hiçbir şekilde ve şart altında hürriyet ve istiklâllerini fedâ etmeye yanaşmıyorlardı. Hatta hayatlarında en çetin ve en ağır mücadeleyi de hürriyetlerini ve istiklâllerini korumak ve devam ettirmek için veriyorlardı. Daha da önemlisi bu iki değerin hafife alınması, önemsenmemesi bile Türkler arasında sert tartışmalara yol açıyordu. Böyle tartışmalardan biri de M.Ö. 58 yılında Hun devlet meclisinde meydana gelmiştir: İç ve dış baskılara karşı koyamayan Hun Hükümdarı Ho-han-yeh, vezirinin de tavsiyesi üzerine Çin hâkimiyeti altına girerek, durumunu kurtarmak istemiştir. Fakat, Ho-han-yeh’in kardeşi Çi-çi ve bazı devlet adamları, istiklâlin fedâ edilmesine şiddetle karşı çıkmışlardır. Zira onlar, kurtuluşu başka bir devletin desteğinde ve himayesinde değil, kendi güçlerinde görmüşlerdir. Böylece Hun devlet adamları, istiklâli fedâ etmek isteyenler ve istemeyenler şeklinde iki gruba ayrılmıştır. Taraflar meseleyi Hun devlet meclisinde enine boyuna tartışmışlardır. Türklerin istiklâle verdikleri değeri ve önemi göstermesi bakımından bu tartışmanın bir kısmını aynen buraya alıyoruz: “Hunlar cesaret ve kuvveti taktir ederler; bağımlı olmak ve kölelik onlara en âdi bir şey olarak gelir. At sırtında savaşmak ve mücadele etmek suretiyle devlet kuruldu; kavimler arasında kuvvet ve otorite kazanıldı. Yiğit savaşçılar ölünceye kadar savaşmalı ki, varlığımızı devam ettirebilelim. Şimdi iki kardeş taht için mücadele etmektedir. Sonunda ya büyüğü, ya küçüğü devlete sahip olacaktır. O (İstiklâli savunan) ölse de, onun itibarı ve şöhreti öyle artacak ki, oğulları ve torunları (ileride) daima devletin hâkimi olacaklardır. Gerçi şimdi Çin bizden daha güçlüdür; fakat (bu durumda bile) Hun ülkesini ilhak edemez. Niçin kendimizi Çin’e bağımlı kılalım ve atalarımızın devletini Çinlilere devredelim? Bu, ölmüş atalarımıza büyük hakaret olur. Böylece (komşu) devletler arasında gülünç duruma düşeriz. Evet, bu suretle (Çin›e bağlanmakla) sükunet tekrar tesis edilebilse bile, kavimler arasında yeniden üstünlüğümüzü elde edebilir miyiz?»[15] Çi-çi ve taraftarları istiklâl fikrini mükemmel bir şekilde savundularsa da, bu fikri karşı gruba kabul ettiremediler. Bunun üzerine Hun Devleti parçalandı. Ho-han-yeh ve taraftarları Çin hâkimiyeti altına girdiler. İstiklâli fedâ etmeyi utanç verici ve aşağılık bir davranış sayan, daha önemlisi bunu atalarına karşı ağır bir hakaret olarak kabul eden Çi-çi ve taraftarları ise, Batı Türkistan›a çekildiler ve burada yeni bir Hun Devleti oluşturdular. Öte yandan, Türk istiklâline tamamen son vermeyi dış politikasının başlıca hedefi haline getirmiş olan Çin, Çi-çi›nin peşini bırakmadı. Büyük bir ordu ile Çi-çi›yi kendi merkezinde kuşattı. Çi-çi, burada hayranlık uyandıracak bir şekilde istiklâl mücadelesi verdi. Sonuç olarak, Çi-çi ve taraftarları, istiklâl mücadelesini hayatlarıyla birlikte kaybettiler. Fakat onlar, gelecek nesillere ölmez bir ideal ve örnek bıraktılar. Çünkü, Türk istiklâlinin bu eşsiz kahramanları, daha mücadeleye girmeden önce «oğullarının ve torunlarının daima devletin hâkimleri olacakları» inancını taşıyorlardı. Gerçekten de Onlar, istiklâl uğrunda öldüler; fakat inançlarını yaşatmayı başardılar. Bir süre sonra oğullarının ve torunlarının ruhunda istiklâl fikri tekrar uyandı; dedelerinin uğrunda hayatlarını kaybettikleri istiklâle kavuştular. 48 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Devletler ve milletler için siyasî istiklâl kadar, hatta ondan daha da fazla kültür istiklâli önemlidir. Türkler siyasî istiklâllerini korumakta ve savunmakta gösterdikleri hassasiyeti, kültür istiklâllerini korumakta ve savunmakta da gösteriyorlardı. Türklerin bu hususta gösterdikleri hassasiyete dair Türk tarihinde yüzlerce örnek bulunmaktadır. Bunlardan birkaçını buraya almak, Türklerin kültür istiklâline ne kadar önem verdiklerini göstermeye yetecektir: Bazen Türk beyleri, millî örf ve âdetlerinden uzaklaşarak, kendilerini yüksek Çin medeniyetinin şaşaasına kaptırıyorlardı. Meselâ Hun hükümdarlarından Ki-ok (M.Ö. 174-160), Çin elbise ve yemeklerinden çok hoşlanmaya başlamıştır. O, bu özentide o kadar ileri gitmiş olacak ki, veziri, millî kültürde bir yıkıma yol açacağı düşüncesiyle kendisini şu sözlerle uyarmak zorunda kalmıştır: “Bütün Hunların sayısı, Çin’in bir sınır eyaletininkine bile eşit olamaz. Halbuki, (nüfusunun çokluğu bakımından) Çin çok güçlüdür. Ayrıca, Çinlilerin elbiseleri ve yemekleri (bizimkinden) tamamen farklıdır. Şimdi, Hun hükümdarı örf ve âdetlerini değiştirmek ve Çinlilerin kullandığı elbiseleri ve yiyecek maddelerini almak isterse, Hunların tamamen Çin etkisi altına girmesi için, onların ürünlerinden onda ikisini elde etmesi yetecektir”.[16] Tıpkı Hunlar gibi Göktürkler de hem siyasî hem de kültür istiklâli hususunda son derece hassas idiler. Fakat, Göktürkler de Hunlar gibi Çin›in yıkıcı faaliyetlerinden kendilerini bir türlü kurtaramıyorlardı. Nitekim, kuruluşundan çeyrek asır geçmişti ki, Göktürk Devleti, Çin’in ustaca yürüttüğü kışkırtıcı ve yıkıcı faaliyetleri yüzünden sarsılmaya başladı. Göktürk istiklâli 585 yılında ağır bir darbe yedi; iç ve dış baskılara dayanamayan Işbara Kağan, sonunda Çin hâkimiyetini tanımak zorunda kaldı (585). Çin’in Göktürkleri hâkimiyet altına almaktan asıl maksadı, onları Çinlileştirmek idi. Türk geleneklerine son derece bağlı olan Işbara Kağan, Çin imparatoruna yazdığı bir mektupta, Çinlileşmeye yol açacak kültür emperyalizmine şiddetle karşı çıkmıştır. O, mektubunda Çin İmparatoruna bu hususta aynen şöyle demiştir: Yerleşik Çin medeniyetinin debdebe ve şaşaası, tıpkı Hun beylerini olduğu gibi Göktürk beylerini de etkilemekteydi: Ülkesini ve halkını maddeten ve manen kalkındırmak isteyen Bilge Kağan (716734), Çin’i örnek alarak, bazı önemli reformlar yapmak düşüncesindeydi. Bu düşüncelerinden biri, surlarla çevrilmiş şehirler ve kaleler kurup, Türk toplumunu yerleşik hayata geçirmekti. Onun başka bir düşüncesi de, Göktürk ülkesinde Budist ve Taoist tapınaklar kurup, bu din ve felsefeleri Türkler arasında yaymaktı. Çin kültürünün zararlarını ve bu zararlara karşı en etkili savunma tarzının neler olduğunu çok iyi bilen devlet danışmanı Tonyukuk, Bilge Kağan’ın bu fikrine Göktürk istiklâlini tehlikeye düşüreceği endişesi ile şiddetle karşı çıkarak ona bu hususta şöyle dedi. “Bu olmamalı! Türklerin sayısı çok az. Hatta Çinlilerin yüzde biri kadar bile değil. Buna rağmen, Ülkü Ocakları Genel Merkezi 49 www.ulkuocaklari.org.tr “Şimdi oğlumu sarayınıza gönderiyorum. Size, ilâhî kökten gelen atları her yıl takdim edecektir. Sabah akşam emirlerinizi bekleyeceğim. Fakat, elbiselerimizin önünü açmaya, omuzlarımızda dalgalanan saç örgülerimizi çözmeye, dilimizi değiştirmeye ve sizin kanunlarınızı kabul etmeye gelince, örf ve âdetlerimiz çok eski olduğu için, onları bozmaya cesaret edemedim. Bütün milletimiz de aynı kalbe sahiptir”.[17] Ülkü Ocakları Eğitim Programı Çin’e her zaman karşı koyabiliriz. Gerçekten biz bunu şu anda otları ve suları takip ederek, sabit bir yere konmayışımıza ve avcılık yapmamıza borçluyuz. Bütün halkımız savaş talimi içindedir. Kuvvetli olursak askerlerimize yağmalı akınlar yaptırırız. Zayıflarsak dağlara ve vadilere kaçar saklanırız. Çin askerinin çok fazla olduğunu düşünürsek, surların hiç faydası olmaz. İçinde oturmak için kaleler yaptırır ve eski geleneklerimizi değiştirirsek, günün birinde Çinlilere yeniliriz ve ülkemiz kesinlikle onlar tarafından ilhak edilir. Esâsen, Budist ve Taoist tapınaklarda sadece hoşgörülük ve uysallık telkin edilmektedir. Kuvvet ve savaşçılık yolu bu değildir. Bundan dolayı tapınaklar yaptırmamalıyız!”.[18] Türk kültürüne son derece bağlı olan Bilge Kağan, Tonyukuk’un bu yerinde ve önemli tavsiyesine uyarak, Budizm’in ve Taoizm’in Türk ülkesinde yayılmasına izin vermedi. 4. TEŞKİLAT Türklerde teşkilât fikrinin doğup gelişmesi milâttan önceki çağlara kadar iner. Orta Asya’nın çevre ve iklim şartları, tarımdan çok hayvancılığa imkân vermekteydi. Türkler, hayvanları da büyük sürüler halinde beslemekteydiler. Onlar, sürülerini besleyebilmek ve verimi artırabilmek için devamlı otlak ve su aramak, bir iklimden başka bir iklime göçmek zorundaydılar. Özellikle, büyük sürülerin sevk ve idaresi, otlakların önceden bulunup korunması gibi faaliyetler, onları dayanışmaya, işbirliğine, daha önemlisi hükmetmeye ve emretmeye hazırlamış, devlet teşkilâtı kurmalarında büyük kolaylık sağlamıştır. Özellikle at, onlarda hâkimiyet ve üstünlük duygusu uyandırmıştır. Diğer taraftan, geniş ülkelere ve birçok kavme birden hükmedebilmek, ancak merkeze bağlı ve iyi işleyen güçlü teşkilâtlar sâyesinde mümkün olabilmiştir. Kısaca söylemek gerekirse, Türkler, çok iyi işleyen idarî ve askerî teşkilâtlar kurarak tarih sahnesine çıkmışlar; geniş sahalara ve halk kütlelerine hükmetmişlerdir. Bunlardan özellikle, Oğuz Kağan’ın boy teşkilâtı ile büyük Hun Hükümdarı Mete’nin (Bagatır/Batur) askerî ve idarî teşkilâtı, bütün Türk tarihi boyunca ölmezliğini korumuş, devlet kurucularına daima örnek olmuştur. Eski Türklerde siyasî teşkilâtlanma ve devletin kuruluşu aileden başlamaktaydı. Devlet kurmak için harekete geçen kişi, hem itibarlı bir ailenin reisi hem de tanınmış bir boyun başkanıydı. Teşkilâtçılık bakımından da son derece yetenekli bir kimseydi. Boy başkanı, kendi boyu ile akraba olan boylara birer birer otoritesini kabul ettirmek suretiyle işe başlıyordu. Bunu, ya “ikna ve inandırma” yöntemiyle, ya da “mücadele”, yani “kuvvet (silâh) kullanma” yöntemiyle yapıyordu. Başkanın otoritesini kabul ettirdiği boy sayısı arttıkça da, devletin kuruluşu hızlanmaktaydı. Böylece, aile çevresinde başlayan teşkilâtlanma, boylara ve gittikçe toplumun diğer kesimlerine doğru yayılmaktaydı. Bundan sonra devletin kuruluşu bazı işlemlerle tamamlanıyordu. Artık boyların, yani bodun başkanlığına yükselmiş olan devlet kurucusu, belli bir yerde (Ötüken), belli bir törenle kendisini başında bulunduğu topluluğun hükümdarı ilân ediyor; tahta çıkıyor ve belirli unvanlar (Kağan) alıyordu.[19] Bu aynı zamanda, yeni hükümdarın iktidarını halka tanıtması ve onaylatması anlamına geliyordu. Başkanın hükümdarlığını ilân etmesiyle fiilen kurulan devlet, süratle teşkilâtlandırılıyordu. Devletin en önemli görevleri, başkanın yakınları[20] ile başkana teşebbüsünde destek veren boy beylerine 50 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı verilmekteydi. Bu kadro hem idarî, hem de askerî teşkilâtın çekirdeğini oluşturmaktaydı. Çekirdek ve üst kadro da kendi alt kadrolarını kurmaktaydı. Görev ve sorumlulukları da, devlet başkanının verdiği rütbe ve dereceler belirlemekteydi. İktidarın yeni sahibi, teşkilâtını kurarken, önceki Türk devletlerinin tecrübelerinden büyük ölçüde yararlanıyordu. Hatta çoğu defa vârisi olduğu devletin teşkilâtını aynen alıyor, onun görev ve sorumluluklarını bütünüyle üstleniyordu. Değişiklik ise, iktidara yeni bir hanedanın gelmesinden ibaret kalıyordu. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, iktidar el değiştirmiş oluyordu. Diğer taraftan, yeni hükümdara komşu bir devletten elçi gelmesiyle ve kendi elçilerinin de komşu devletler tarafından kabul edilmesiyle, yeni kurulan devlet hukuken tanınmış olmaktaydı. Hukuken tanınmanın başka tezahürleri de bulunmaktaydı. Meselâ, yeni kurulan devlet, komşu bir devlet ile bir antlaşma yapmışsa veya komşu devletlerle bir ittifak içine girmişse, bu durum yeni devletin siyasî bir varlık olarak tanınması anlamına geliyordu. B. HAKİMİYET ANLAYIŞI 1. HAKİMİYETİN İLAHİ TEMELLERİ Türklerde hâkimiyetin kaynağı ilâhî idi. Tanrı, hâkimiyeti doğrudan doğruya değil, bir vasıta ile kullanmaktaydı. Bu vasıta da Türk Kağanı idi. Bu duruma göre, Türk Kağanına devlet idare etme güç ve yetkisi, Tanrı tarafından bağış olarak verilmekteydi. Aynı şekilde, Türk Kağanı da kendisini Tanrı tarafından seçilmiş ve bazı olağanüstü güç ve yeteneklerle donatılmış bir kimse olarak görmekte ve kabul etmekteydi. Aynı inanışı halk da paylaşmaktaydı. Tanrı bağışı olan bu güç ve yetenekler Göktürk yazıtlarında şu kavramlarla ifade edilmiştir: Tanrı, “kut” bağışı ile Türk Kağanını “hükmetme ve hükümdarlık güç ve yetkisi”, yani “siyasî iktidar” sahibi kılıyordu. Türk Kağanı da Tanrıdan aldığı siyasî iktidarla, Orta Asya’da “Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar bütün milletleri kendisine tâbi kılıyor ve hepsini düzene sokuyordu”.[22] Bugünkü ifadelerle söylemek gerekirse, “kut” sahibi olan Türk Kağanı Orta Asya’da Türkçe konuşan ve Türk soyundan olan bütün toplulukları bir bayrak altında, yani bir devlet çatısı altında topluyordu.[23] A. Ülüg veya Ülüş “Ülüg ve ülüş” kelimeleri Türkçe “ülemek (dağıtmak, üleştirmek) veya “üleşmek” fiillerinden çıkmış birer isimdir. “Pay, hisse, nasip, kısmet” demektir. Tanrı, “ülüg veya ülüş” bağışı ile Türk ülkesinde bolluk ve Ülkü Ocakları Genel Merkezi 51 www.ulkuocaklari.org.tr a. “Kut” (siyasî iktidar), b. “Ülüg veya ülüş” (kısmet,nasip, pay), c. “Küç” (güç).[21] A. Kut (Siyasî İktidar) Ülkü Ocakları Eğitim Programı bereketi artırıyordu. Dolayısıyla Türk Kağanı’na “iktisadî bir güç” kazandırıyordu. Türk Kağanı da bu gücü halkın lehinde kullanıyordu. Yani, elde ettiği maddî varlığı âdil bir şekilde halka dağıtıyordu. Bu duruma göre, Tanrı Türk Kağanı’na, âdeta “babalık” görevi yüklemiş bulunuyordu.[24] Böylece Türk Kağanı da, Göktürk yazıtlarının ifadesiyle «aç milleti doyuruyor, çıplak milleti giydiriyor, fakir milleti zengin yapıyor, az milleti çok kılıyordu».[25] Bugünkü ifade ile söylememiz gerekirse, Türk Kağanı âdeta “refah devleti” yaratıyordu. B. Küç (Güç) Tanrı Türk Kağanı’na verdiği “küç” ile de, onun savaş yeteneğini artırıyordu. Göktürk yazıtlarının ifadesiyle Türk Kağanı’nın “askerlerini kurt, düşmanın askerlerini koyun gibi yaparak,[26] kendisine zaferler kazandırıyordu. Bu inancın tabiî sonucu olarak, Türk Kağanları savaşlarda elde ettikleri başarıyı hep Tanrının kendilerine verdiği “küç” bağışına bağlıyorlardı.[27] Bundan dolayı onlar, zaferden hemen sonra kurban sunmak suretiyle Tanrı’ya karşı minnettarlıklarını gösteriyorlardı. Temeli “Tanrı bağışı”na dayanan bu iktidar tipine sosyolojide “karizmatik iktidar” denmektedir. Bu duruma göre, eski Türk devletlerindeki iktidar tipi de “karizmatik” bir özellik göstermektedir. Bu iktidar anlayışının icabı olarak, Türk Kağanı Tanrı tarafından bazı olağanüstü güç ve yeteneklerle donatılmış olmasına rağmen, o hiçbir zaman olağanüstü varlık, yani bazı eski medeniyetlerde olduğu gibi “tanrı-kral” sayılmamıştır. Onun diğer insanlardan farkı, sadece ilâhî bağışa nail olmaktan ibaret idi. İktidarını Tanrıdan aldığına inanan Türk Kağanı da, kendisini daima bu iktidarın kaynağına karşı sorumlu sayıyordu. Ayrıca, Türk Kağanı’nın sorumlu olduğu ikinci bir yer daha vardı ki, o da yazılı olmayan kanun durumundaki “Türk töresi” idi. Esâsen o, bütün icraat ve faaliyetlerini Türk töresine uygun bir şekilde yürütmek zorundaydı. Bu da gösteriyor ki, Türk Kağanı’nın iktidarı sadece “ilâhî” değil, aynı zamanda “kanunî bir temele” de dayanıyordu. Öte yandan, Türk hâkimiyet anlayışına göre, Tanrı sadece siyasî iktidarı veren değil, aynı zamanda verdiği iktidarı geri alan bir kudrete sahiptir. Tanrının bu gücü, Türk hükümdarlarının üzerinde daima siyasî bir baskı aracı olmuştur. Bundan dolayı, Türk hükümdarları Tanrı›nın verdiği siyasî iktidarı ellerinde tutabilmek için idarede devamlı başarılı olmak zorunda idiler. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, Türk hükümdarları ancak hükümdarlığa lâyık oldukları müddetçe işbaşında kalabilmekteydiler. Aksi takdirde Tanrının verdiği siyasî iktidar (kut), yine Tanrı tarafından geri alınmaktaydı. Meselâ, büyük Göktürk Kağanı Kapgan›nın yerini alan oğlu İnel, hükümdarlık görev ve sorumluluklarını yerine getirememiş, yani idarede yetersiz ve başarısız kalmıştır. Bilge ve Köl-tigin kardeşler, «kut taplamadı», yani «kut ondan memnun olmadı» düşüncesiyle İnel Kağanı işbaşından uzaklaştırarak, idareyi el koymuşlardır. [28](716) 2. HAKİMİYETİN İNTİKALİ Eski Türk devletlerinde, taç baş değiştirirken, ilâhî bağış olan “kut” (siyasî iktidar), hanedan üyeleri arasında birinden diğerine kan yoluyla geçmekteydi.[29] Fakat Tanrı, hanedan üyeleri arasında seçimini ve tercihini sadece biri lehinde kullanmaktaydı. Bu seçim ve tercih de, genellikle hükümdarlığa en çok lâyık ve yetenekli bir hanedan üyesi üzerinde olmaktaydı. Tanrının iradesinin hangi hanedan 52 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı üyesi üzerinde olduğu da, ancak taht için yapılan bir mücadele sonucunda ortaya çıkmaktaydı. Bu yüzden eski Türk devletlerinde taht veraset hukuku son devirler istisna edilirse, hiçbir zaman belirli kurallara bağlanamamıştır. Bunun tabiî sonucu olarak da, hanedan üyeleri arasında taht kavgaları daima kaçınılmaz ve âdeta meşru bir vak›a olarak sık sık tekrarlanmaktaydı. Hatta hükümdarın daha sağlığında şehzadelerden birini kendisine veliaht tayin etmesi bile, diğer şehzadeleri durduramamaktaydı. Çünkü, veliahtın dışında hemen hemen her şehzade hakkının gasp edildiği duygusuna kapılarak, harekete geçmekteydi. Hem taht davacılarının hem de onlara destek veren kütlelerin yatışması ise, ancak bir taht kavgası sonucunda da olsa işbaşına dirayetli ve yetenekli bir hanedan üyesinin gelmesiyle mümkün olabilmekteydi. Fakat yine de, diğer hanedan üyeleri, siyasî ihtiraslarına gem vuramıyorlar; şartların kendileri için uygun olduğu zamanlarda, taht için harekete geçmekten hiçbir şekilde geri durmuyorlardı. Bazen bu hanedan üyeleri, hem içerden hem dışardan destek buluyor; teşvik ve tahrik ediliyordu. Böyle durumlarda mücadele gittikçe derinleşerek, yıllarca süren bir iç savaş halini alıyordu.[30] Sonunda devlet, zayıflayarak, parçalanma ve çökme durumuna geliyordu. Daha da kötüsü, komşu devletler bu durumu kendi lehlerine değerlendiriyorlar ve son darbeyi vurmak suretiyle çöküşü tamamlıyorlardı. C. DEVLET BAŞKANI 1. HAKİMİYET VE HÜKÜMDARLIK SEMBOLLERİ Eski Türk devletinin başında, tanınmış bir aileye veya boya mensup bir hükümdar bulunuyordu. [31] Her hükümdar belirli hükümdarlık ve hâkimiyet sembolleri almakta ve kullanmaktaydı. Böylece hükümdar hem içerde hem de dışarda bu semboller vasıtasıyla tanınmaktaydı. Bunlar “unvan” (tanhu veya şan-yü, kağan, han, hakan, yabgu, il-teber), “otağ” (kurvı çuvaç=hükümdar çadırı), “taht” (örgin, ornag, orunluk), “tuğ”, “bayrak”,[32] “davul” (köbürge, kövrüg), “kotuz”, (sorguç) “kemer” (kur), “kılıç”, “yay”, “kama”, “kamçı” (berge) gibi unsurlardı. Özellikle, hükümdarın oturduğu yer, yani devletin merkezi olan “ordu” da (=çadır kent) hükümdarlık ve hâkimiyet sembolü idi.[33] Ayrıca, hükümdarın çeşitli vesilelerle verdiği halka açık “toy”lar da hükümdarlık sembolü sayılmaktaydı. Bu toylar, Türk devlet başkanının iktidarını ve maddî gücünü sergilediği ve gösterdiği bir yer olmaktaydı. Daha doğrusu, Türk hükümdarı bu toylar vasıtasıyla kendisine destek veren beyler ve halk için ne kadar büyük fedakârlıklar yapabileceğini göstermekteydi. Bundan dolayı bu toylara herkesin, özellikle beylerin mutlaka katılması lâzım geliyordu. Çünkü, toya icabet, doğrudan doğruya iktidarın tanınması ve itaat anlamına geliyordu. Aksi durum ise, itaatsizlik ve isyan demekti. Hükümdar tarafından cezalandırılması gerekiyordu. Eski Türk hükümdarı, hem bütün devlet teşkilâtının başı hem de toplumun lideri durumundaydı. O, sadece içinde yaşadığı zamandan değil, aynı zamanda devletin ve toplumun geleceğinden de sorumluydu. Dolayısıyla onun görevi son derece ağırdı. Bu ağır görevi de, ancak iyi yetişmiş yetenekli, bilgili ve tecrübeli olan kimseler başarabilirdi. Bundan dolayı, Türk hükümdarının bazı yüksek vasıflara sahip olması gerekiyordu.[34] Bunların başında cesur, kahraman, bilge ve erdemli olmak gibi önemli özellikler geliyordu. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 53 www.ulkuocaklari.org.tr 2. DEVLET BAŞKANININ ÖZELLİKLERİ Ülkü Ocakları Eğitim Programı A. Cesur ve Kahraman Olmak Her kültür, kendisini yaşatacak ve devam ettirecek insan tipini yetiştirmeye çalışır. Atlı-göçebe kültürün ideal insan tipi cesur (yürelig) ve kahraman (alp) insandır. Zira, atlı-göçebe bir hayat yaşayan eski Türk toplumu, tehlikeler ve güçlüklerle dolu tabiî çevre içinde yaşıyordu. Üstelik bu hayat tarzında savaşlar ve akınlar, hayatta kalabilmek ve hayatı devam ettirebilmek için âdeta zorunlu, hatta kaçınılmaz bir faaliyetti. Hal böyle olunca, hem toplum hayatında hem de devlet hayatında cesur ve kahraman insanlara son derece ihtiyaç duyulmaktaydı. Çünkü, tehlikeler ve güçlükler, ancak onların cesareti ve kahramanlığı sayesinde alt edilebilmekteydi. Akınların ve savaşların zafere ulaşması da, ancak onların cesareti ve kahramanlığı sayesinde mümkün olabilmekteydi. Kısaca söylemek gerekirse toplumun ve devletin kaderi, büyük ölçüde kahramanların başarılarına bağlıydı. Eski Türklerde belli bir kahraman tipi vardı. Onun en başta gelen özelliği cesur ve atak olmasıydı. Düşmana üstün gelmek ve hâkim olmak kahramanın en büyük ihtirasıydı. O, cesaret ve kuvvetiyle ya “yavuz düşmanı” geri döndürür, yada ona boyun eğdirirdi.[35] Kahramanlar için kendi hayatlarının fazla bir değeri ve önemi yoktu. Toplumun yararına hayatlarını hiç düşünmeden fedâ etmek, onlar için en büyük erdem idi. Türk toplumunda hiçbir menfaat kaygısı gütmeksizin kendi hayatlarını tehlikeye atan, hatta fedâ eden insanlara büyük değer verilmekte ve onlara karşı büyük sevgi ve hayranlık duyulmaktaydı. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, Türklerde “kahramanlık kültü” (kutsal kabul edilen varlıklara saygı duyma) vardı. Kahramanların ölümü bütün milleti derin bir yasa boğmaktaydı. Bilhassa vatana, millete ve devlete hizmet yolunda can veren kahramanların arkasından günlerce yas tutularak, gözyaşı dökülmekteydi. Mezarlarının başına da bir yazıt (bengü taş/kaya=ebedî taş) dikilerek, hatıraları ebedileştirilmekteydi. Çünkü onlar, milletin övünç kaynağı idiler. Her Türk ferdi kendi soyunun kahramanları ile gurur duymaktaydı. Öyle ki, onların hayat ve faaliyetleri üzerinde daha sağlıklarından itibaren şiirler ve destanlar düzülmekteydi. Bu destanlar da “bahşılar” ve “ozanlar” tarafından düğünlerde, bayramlarda ve yas törenlerinde kopuz eşliğinde son derece içli ve duygulu nağmelerle söylenmekteydi. Böylece, bir taraftan kahramanlar onurlandırılmakta, diğer taraftan da toplumda yeni kahramanların çıkması teşvik edilmiş olmaktaydı. Çünkü, her Türk genci kendi idealinin örneğini onların hayatlarında görmekteydi. Türkler, sosyal hayatta babadan oğula geçen, yani irsî bir liyakat tanımazlardı. Her genç toplumdaki yerini ve hatta adını kendisi kazanmak zorundaydı. Meselâ Oğuzlar, bir kahramanlık göstermeden çocuklarına ad bile vermezlerdi; yani onu sosyal bir varlık olarak kabul etmezlerdi.[36] Bundan dolayı, Türk toplumunda her aile, daima kendi ideallerine, özlemlerine ve değerlerine uygun kahraman evlâtlar yetiştirmeye gayret etmekteydi. 54 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Devletin başı ve toplumun lideri olan Türk Kağanı’ndan istenilen en önemli özellik, onun cesur ve kahraman olmasıydı.[37] Zira Türk Kağanı, Türk topluluklarını bir devlet çatısı altında toplamak, isyan eden toplulukları itaat altına almak, düzeni sağlamak, akın ve savaşlarda zafere ulaşmak ve istiklâli korumak gibi devlet ve toplum hayatında son derece önemli ve büyük işleri başarmak zorundaydı. Bütün bu işler de büyük cesaret ve kahramanlık istiyordu. Gerçekten de Türk kağanı, devletin merkezinde oturan ve sadece emirler veren bir kimse değildi. O, her türlü mücadelede en ön safta bulunuyor ve verdiği emri de ilk önce bizzat kendisi icra ediyordu. Çünkü, Türk hükümdarı giriştiği her mücadelede başarının her şeyden ilk önce kendi cesaretine bağlı olduğunu çok iyi biliyordu. Öte yandan, o kendisinin göstereceği cesaret ve kahramanlıkla, şüphesiz arkasından gelenleri de etkileyerek, onları teşvîk edeceğinin ve cesaretlendireceğinin de bilincindeydi. B. Bilge Olmak Türk kağanında olması lâzım gelen ikinci özellik ise, onun “bilge” olmasıdır.[38] Bilge, yüksek kavrayış, derin düşünce ve büyük sezgi gücünü ifade eden bir kavramdır. Türklerde bu özelliklere sahip olan kimseye de bazen “bilge kişi” veya sadece “bilge”, bazen de “bögü” (büyü) denmekteydi. Bu kavramların bugünkü Türkçede kullanılan Arapça karşılığı ise, “filozof” (feylesuf) ve “hakîm” kelimeleridir. Burada hemen belirtelim ki, “bilge Türk kağanı”, felsefî düşüncelerle uğraşan bir “filozof” veya “hakîm” değildi. Onun düşünce ve tasavvurları sadece devletin ve toplumun geleceği ile ilgiliydi. Çünkü o, kendini daima Türk devletinin ve milletinin geleceğinden sorumlu saymaktaydı. Göktürklerde sadece Bilge Kağan değil, devlet danışmanı (Aygucı) olan Ton Yukuk da bilge bir kişi idi. Gerçekten de o, son derece dikkatli bir gözlemci ve iyi bir düşünürdü. Akıllı, bilgili ve tecrübeli bir devlet adamı olarak asla hayallere kapılmıyordu. Bıkmak ve yılmak nedir bilmezdi. Umutsuzluktan umut çıkarmakta son derece yetenekliydi. Ona göre, devlet için en büyük tehlike yakın tehlike idi. Bunda dolayı önce yakın tehlikeler hedef alınmalı ve bu tehlikeler bertaraf edilmeliydi. Ton Yukuk’un düşüncelerinin çoğu tecrübî bilgilere dayanmaktaydı. O, problemlerin büyümeden, dal budak salmadan daha kolay çözülebileceğine inanıyordu. Bundan dolayı Ton Yukuk, “Yufka olanın delinmesi kolay imiş, ince olanı kırmak kolay. Yufka kalın olsa delinmesi zor imiş. İnce yoğun olsa kırmak zor imiş” şeklindeki bir atasözünü kendi düşüncesinin ve faaliyetlerinin temel ilkesi yapmıştır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 55 www.ulkuocaklari.org.tr Göktürk Hükümdarı Bilge Kağan, Göktürk yazıtlarındaki ölmez fikirleriyle karşımıza zamanını aşmış “bilge bir lider” olarak çıkmaktadır. O, Türk milleti için yakın ve uzak tehlikeleri yüksek kavrayış ve sezgi gücü ile birer birer tespit eder ve gösterir. Bunlar Türk töresinden, Türk yurdundan, Türk devletinden, Türk kağanından ve Türk kültüründen ayrılmak gibi toplumun dağılmasına ve yok olmasına sebep olacak büyük tehlikelerdir. Bilge Kağan’a göre, sebep ne olursa olsun, sonu felâketle sonuçlanacak bu büyük tehlikelerden daima kaçınmak gerekir. O, Göktürk yazıtlarında, özellikle başında bulunduğu topluma ve gelecek nesillere bu büyük tehlikeler hakkında bilgi verir ve uyarılarda bulunur. Bu uyarılar, onu ileri görüşlü, bilge bir devlet adamı olarak vasıflandırmak için kâfidir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı C. Erdemli Olmak Türk kağanının üçüncü önemli özelliği de, onun “erdemli” olmasıdır. “Erdem” (ertem),[39] Türklük kadar eski kavramdır. Bu kavram yüksek ahlakî değerlerin ve üstün meziyetlerin toplamını ifade eder. Bu bakımdan erdem kavramı «cesaret, alplik ve bilge» gibi özellikleri de içine alır. Bunlardan cesaret ve kahramanlık, erdemin ilk ve en belirgin özelliğidir. Erdem kavramı sadece bu özellikleri değil, toplumu birlik ve dayanışma içinde tutan fedakarlık, bağlılık, dostluk, minnettarlık, vefa, samimiyet, mertlik, dürüstlük, cömertlik ve konukseverlik gibi meziyetleri de içine almaktaydı. Burada hemen belirtelim ki, diğer topluluklarda nadiren görülen bu yüksek insanî meziyetler, çok erken çağlarda Türk insanının şahsında doğmuş ve gelişmiştir. Daha doğrusu, bu meziyetler Türk insanın en belirgin karakter özellikleri olmuştur. Daha da önemlisi bu yüksek karakter özellikleri, Türkün manevî gücünü son derece artırmış ve ona tartışma götürmez bir üstünlük sağlamıştır. Yenisey bölgesindeki Altın göl yazıtında yer alan “Erdemli millet güçlü olur”[40] sözü ile âdeta Türk milletinin bu niteliği belirtilmiştir. Zira, manevî gücü meydana getiren sayı çokluğu değil, üstün niteliklerdir. Eski Türk toplumu için erdem, ailesine, aşiretine bağlılık ve kahramanlık demekti. Bundan dolayı eski Türk toplumunda düşman ile savaşmak ve onu yenmek, en büyük erdem sayılırdı. Bir insanın kahramanlığı, onun savaşta öldürdüğü düşman sayısı ile ölçülür ve takdir edilirdi. Öldüğü zaman da mezarına, sağlığında öldürdüğü düşman sayısı kadar “balbal” dikilirdi. 3. DEVLET BAŞKANIN GÖREV VE SORUMLULUKLARI Türk hükümdarı bütün devlet teşkilâtının başı ve toplumun lideri olarak, en büyük güç ve yetkileri kendi şahsında topluyordu. Her emri, kanun hükmünde ve değerindeydi. Devletin her kademesindeki görevliler ve bütünüyle halk, bu emirlere uymak zorundaydı. Öte yandan Türk hükümdarı, en büyük yargıç durumundaydı. O, bu sıfatıyla yüksek mahkemeye başkanlık ederdi.[41] Şahsına ve devlete karşı suç işleyenler için tutuklama kararı alabilir; bizzat yargılamasını yapabilir; ölüm dahil çeşitli cezalar verebilirdi. Türk kağanı, devletin başı olarak iç ve dış siyaseti düzenler; savaş ve barışa karar verir; savaş ve akınlarda ordulara komuta eder; elçiler gönderir, elçiler kabul eder; devlet teşkilâtının her kademesindeki görevlileri tayin eder veya görevlerinden alırdı. Türk kağanlarının en önemli görevlerinden biri de, Türkçe konuşan ve Türk soyundan olan bütün toplulukları bir devlet çatısı altında toplamak idi. Bu, ancak kuvvet, yani silâh gücü ile yapılabilmekteydi. Bunun için Türk kağanları, ordular sevk ederek savaşmak, devletleri ortadan kaldırmak, toplulukları itaat altına almak, birlik ve bütünlüğü sağlamak durumundaydılar. Bu durum Göktürk Yazıtlarında “İlliyi (devletli olanı) ilsizleştirdik, kağanlıyı kağansızlaştırdık. dizliye diz çöktürdük, başlıya baş eğdirdik (itaat altına aldık) “[42] şeklinde ifade ediliyordu. 56 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türk kağanları, sadece Türk topluluklarını değil, yabancı soydan kavimleri de bir devlet çatısı altına toplamayı kendilerine gaye edinmişlerdir. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, onlar daima dünya hâkimiyeti dâvâsı gütmüşlerdir. Çünkü Türk kağanları, dünya hâkimiyetinin Tanrı tarafından bir görev olarak kendilerine verildiğine inanıyorlardı. Bilge Kağan, bu hususta Göktürk yazıtlarında âdeta dünya hâkimiyetini gerçekleştirmiş bir hükümdar gibi şöyle konuşmaktadır: “Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar, onun içindeki millet hep bana tâbidir. Bunca milleti hep düzene soktum”.[43] Bu sözler, hiç şüphesiz ulaşılmış olan hedefi değil, ulaşılmak istenilen bir hedefi göstermektedir. Türk devleti, idarede yetersiz kalan kağanların zamanında zaafa düşüyor; devlet ve toplum düzeni sarsılıyor; töre[44] bozuluyordu. Böyle durumlarda töreyi yeniden düzenlemek ve korumak, Türk kağanına düşüyordu. Öte yandan kanun (töre) hâkimiyetini ve düzeni sağlamak da, Türk kağanının görevleri arasındaydı. Esâsen, Türk devletlerinde kanunsuz ve hükümdarın şahsî iradesine bağlı bir idare şekli mevcut olmamıştır.[45] Özellikle, her hükümdar doğru kanunlar koymak ve onu adâletle uygulamak durumundaydı. Zira, Türklerde adâleti, devletin temeli sayan bir hukuk anlayışı hâkimdi. Bu anlayış ünlü siyaset kitabı «Kutadgu Bilig»de, «Beyliğin temeli adalettir» şeklinde bir ifade ile ortaya konmuştur.[46] «Âdil ve doğru kanun»a «köni törü» deniyordu. Kutadgu Bilig›de «köni törü»yü de Hükümdar Kün-toldı temsil etmiştir.[47] Görüldüğü gibi, Türk hükümdarı burada güneşe benzetilmiştir. Çünkü güneş, ışığını ve ısısını bütün canlılara eşit olarak ulaştırmaktadır.[48] Türk kağanının iktisadî refah yaratmak için bazı tedbirler alması gerekiyordu. Bu tedbirlerin başında iç barışı ve düzeni sağlamak geliyordu. Çünkü, bazen kağanların idarede yetersiz kalmaları, bazen de taht için yapılan kavgalar yüzünden devlet otoritesi zayıflıyor, iç barış ve düzen bozuluyordu. Türk boyları arka arkaya devlete karşı isyan ediyor veya devletten ayrılıyordu. Karışıklık ve iç mücadele de, ekonomik faaliyetlerin büyük ölçüde sekteye uğramasına yol açıyordu. Bu durum ancak tahta güçlü ve yetenekli bir kağanın geçmesiyle düzeltilebilmekteydi. Böyle bir durumda Türk kağanının ilk işi, isyan eden Türk topluluklarını tekrar itaat altına almak, dağılmış olan Türk topluluklarını toplamak ve bunları belirli bir düzen içinde, belirli yerlere tekrar iskan etmekti. Bu faaliyet Göktürk Yazıtlarında “Doğuda Kadırgan ormanına kadar, batıda Demir Kapıya kadar kondurmuş”[52] sözü ile ifade ediliyordu. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 57 www.ulkuocaklari.org.tr Türk kağanının görevlerinden biri de iktisadî alanda idi. Çünkü, Türklerde «halk devlet için değil, devlet halk için» vardı. Bu anlayışın tabiî sonucu olarak, Türk kağanları, halkı iktisadî bakımdan bütünüyle refaha ulaştırmayı ve refah içinde yaşatmayı, kendilerine başlıca gaye edinmişlerdir. Bilge Kağan, bu gayeyi nasıl gerçekleştirdiğini Göktürk yazıtlarında şöyle anlatır: «Tanrı buyurduğu için, kendim devletli (kut) olduğum için, kağan oturdum. Kağan oturup, aç milleti doyurdum, çıplak milleti giydirdim, fakir milleti zengin, az milleti çok kıldım».[49] Fakat Bilge Kağan’ın bu gayeyi gerçekleştirmesi pek kolay olmamıştır. Onun, kardeşi Köl-tigin ile birlikte, “gündüz oturmadan, gece uyumadan ölesiye bitesiye çalışması” gerekmiştir.[50] Aynı anlayış başka Türk beylerinde de vardı. Meselâ, bir Göktürk beyi de (Aşina She-erh), maddî refahı artırmak için halktan 10 yıl hiç vergi almamıştır. Bu yüzden kendisi yoksul duruma düşmüştür. Bazı beyler, onun bu durumunu alay konusu yapmak istemişlerdir. Fakat o, “Ben ancak halkım zengin olunca huzur duyarım” sözü ile bu beyleri utandırmıştır.[51] Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ekonomik tedbirlerden biri de, komşu devletlerle ticarî anlaşmalar yaparak, halkın ihtiyacı olan malları bu devletlerden temin etmekti. Çünkü, Orta Asya’nın tabiat ve iklim şartları hayvancılığa olduğu kadar tarıma imkân vermiyordu. Bundan dolayı Türk toplulukları bazı ihtiyaçlarını komşu ülkelerden sağlamak zorundaydılar. Bu da ya komşu devletlerle ticarî anlaşmalar yapmak ya da yağmalı akınlar düzenlemek veya bazı devletleri vergiye bağlamak suretiyle sağlanabilmekteydi. Bilge Kağan her iki usulü de başarıyla uygulamıştır. O, Çin ile yaptığı ticarî anlaşma hususunda şöyle demektedir: “Bu yerde (Ötüken ormanı) oturup Çin milleti ile anlaştım. Altını, gümüşü, ipeği, ipekliyi sıkıntısız öylece veriyor”. [53] Öte yandan Bilge Kağan, seferlerini ve akınlarını genellikle ekonomik gayelerine vasıta yapıyordu. Böylece o, toplumun ihtiyacını eksiğini savaş yoluyla sağlamaktaydı. Bilge Kağan bu durumu Göktürk Yazıtlarında şöyle açıklamaktadır: “Sarı altınını, beyaz gümüşünü, kenarlı ipeğini, ipekli kumaşını, binek atını, aygırını, kara samurunu, mavi sincabını Türküme, milletime kazanıverdim”.[54] 4. DEVLET MECLİSİ Türk Kağanları, devlete ait işlerde kararları tek başına almazlardı. Eski Türk devletlerinde siyasî, askerî, ekonomik, sosyal ve kültürel konulardaki meselelerin görüşüldüğü, tartışıldığı ve karara bağlandığı meclisler vardı. Bu meclislere “toy”, “kengeş”, “ternek”, ve “kurultay” (moğ.: khuriltai) gibi adlar verilmekteydi.[55] Meclis üyelerine de “toygun” denmekteydi. Devlet meclisine kağan başkanlık ederdi. Kağan bulunmadığı zamanlarda meclis, “aygucı” veya “üge” unvanıyla anılan devlet danışmanlarının başkanlığında toplanırdı. Başta “hatun” ve “şad” olmak üzere “yabgu, tigin, il-teber, erkin, kül-çor, apa, tudun, tarkan” gibi askerî ve idarî yüksek görevliler, devlet meclisinin tabiî üyeleri idi. Bu duruma göre, devlet meclisindeki üyelerin bir kısmı hanedandan, bir kısmı da hanedan dışından seçilmekteydi. Asya Hun Devleti’nde her yılın birinci, beşinci ve dokuzuncu aylarında toplantılar düzenlenirdi. Bunlardan birinci toplantı dinî nitelikteydi. İkinci toplantı, daha çok bayram veya festival türünden bir toplantı idi. Asıl büyük ve kapsamlı toplantı ise, dokuzuncu ayda Şansi bölgesindeki Tai-lim adı verilen bir sahada yapılmaktaydı. Tai-lim’deki bu büyük toplantıya başta “hatun” olmak üzere tiginler, yüksek dereceli memurlar, birlikleriyle ordu komutanları, tâbi boylar ve topluluklar katılmaktaydı. Toplantıya katılmak, devlete ve hükümdara bağlılık işareti sayılmakta, aksi durum ise itaatsizlik ve isyan anlamına gelmekteydi.[56] Bu toplantıda ordu teftiş edilmekte, insan ve hayvan sayımı yapılmakta,[57] memleket meseleleri üzerinde genel görüşmeler yapılmakta, devlet politikaları görüşülüp karara bağlanmakta, idareye geniş yetkiler verilmekte ve hükümdarın meşruiyeti tekrar onaylanmaktaydı. Asya Hunlarının devlet başkanının isteği üzerine toplanan bir devlet meclisleri vardı. Büyük Hun Hükümdarı Mete, devlet meselelerini bu meclise getirmekte ve devlet adamlarının tartışmasına açmaktaydı. Mete, bu mecliste devlet adamlarının fikirlerini dinlemekle birlikte son kararın kendisinde olmasına daima dikkat etmekteydi. Öte yandanAvrupa Hunlarında da devamlı görev yapan bir meclis bulunmaktaydı. Bizans elçisi Priskos,Attila’yı ziyareti sırasında gördüğü bu meclisi “Seçkinler Meclisi” (logades) adı ile tanıtmıştır.[58] 58 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı 5. HATUN (TÜRK HÜKÜMDARININ EŞİ) Eski Türk hükümdarlarının eşleri “yin-çü” (yen-shih=yin-çü=incü veya evci), “hatun” veya “uluğ hatun” (ta yen-shih) unvanını taşırlardı.[59] Hatunlar da devlet yönetiminde söz sahibi idiler. Ayrı otağları ve “buyruk”ları (bakanları) vardı. Törenlerde hükümdarın yanında yer alırlar; devlet meclisine katılırlar; elçiler gönderirler; elçiler kabul ederlerdi.[60] Hatun, gelecekteki hükümdarın annesiydi. Bundan dolayı onun Türk soyundan olmasına özellikle dikkat edilirdi. Türk hükümdarları, “hatun” olacak eşleri genellikle tanınmış Türk boylarının birinden alırlardı. Türk kağanının “hatun”dan başka eşleri de vardı. Özellikle, Çinli bir prensesle evlenmek Türk kağanlarının âdeti idi. “konçuy” unvanı ile anılan bu prensesler, hiçbir zaman “hatun” derecesine yükselemezlerdi. Konçuy’dan olan çocuklar da taht üzerinde hak iddia edemezlerdi. 6. TİGİNLER (TÜRK HÜKÜMDARININ OĞULLARI) Türk kağanının oğulları “tigin” (prens) unvanı ile anılırdı. Tiginlerin her birine devlet teşkilâtının en yüksek kademesinde görevler verilirdi. Meselâ, Hunlarda hükümdardan sonra gelen ve “dört köşe” adıyla anılan yüksek memuriyetlere tiginler tayin edilmekteydi. Tiginlerden biri, genellikle büyük oğul, hükümdarın sağlığında veliaht tayin edilirdi. Veliaht olarak belirlenen tigin, bazen “sol bilge tigin” (Tso Hsien Wang) (Hunlarda) bazen de “şad” (Göktürklerde) unvanı alırdı; idaresine devletin doğu bölgeleri bırakılırdı; emrine de bir birlik (tümen) verilirdi. Veliaht olan tigin, bazen önemli bir Türk topluluğunun başına getirilmekteydi. Meselâ Uygur Kağanı veliaht olarak belirlediği oğlu Bayan-çor’u (Moyun-çor), devletin ikinci temel unsuru olan Oğuzların üzerine idareci olarak tayin etmiştir. Veliaht tayin edilen tiginin tahta çıkması her zaman kesin değildi. Çünkü, Türk hâkimiyet anlayışı, tahta çıkma hakkını sadece veliaht olarak belirlenen tigine değil, her tigine eşit bir şekilde vermekteydi. Hal böyle olunca, Türk devletlerinde taç baş değiştirirken, mutlaka bir taht mücadelesi meydana gelmekteydi. Bu mücadeleyi kazanan tigin de tahtın yeni sahibi olmaktaydı. Eğer tiginler yenişemezlerse, yani biri diğerine üstün gelemezse devlet ve saltanat bölünmekteydi. Öte yandan tiginler, çocuk yaşta, hasta veya malûl, yani iktidarın gerektirdiği sorumluluğu yerine getiremeyecek durumda iseler, töre gereğince tahta amcaları çıkmaktaydı. Meselâ, Köl-tigin ve Ülkü Ocakları Genel Merkezi 59 www.ulkuocaklari.org.tr Veliaht tayin edilen tiginin idaresine belirli bir bölge ile emrine askerî bir birlik verilmesinden maksat, onun ilerideki görevine -daha sorumluluk mevkiine gelmeden önce- hazırlanmasını, yani yetişmesini sağlamaktı. Burada “sol bilge tigin” veya “şad”, bir taraftan yaptığı pratik uygulamalarla idarede tecrübe kazanıyor, diğer taraftan katıldığı akın ve seferlerde komutanlık yeteneklerini geliştiriyordu. Meselâ, hükümdarlık mevkiine gelmeden önce “şad” unvanıyla Tarduş Türk topluluğunun üzerine idareci tayin edilen Bilge Kağan, bu makamda 19 yıl görev yaparak kendisini yetiştirmiştir. Aynı şekilde, Köl-tigin de, “şad” unvanı ile 16 yaşından itibaren Göktürk ordularının bütün savaşlarına katılarak, askerî tecrübesini artırmış; yeteneğini geliştirmiştir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bilge kardeşler, babaları El-teriş Kağan öldüğü zaman çocuk yaşta (7 ve 8 yaşlarında) oldukları için, töre gereğince tahta «Kapgan» (Fatih) unvanıyla amcaları Bey-çor (M›o-ço) geçmiştir. Diğer taraftan hükümdarın «hatun» olmayan eşlerinden doğan oğulları ne kadar yetenekli olurlarsa olsunlar, taht üzerinde bir hak iddia edemezlerdi. Meselâ Göktürk Hükümdarı Mukan Kağa›nın Ta-lo-pien (Tarban) adında başka bir eşinden doğmuş son derece yetenekli bir oğlu vardı. Mukan Kağan, annesi «hatun» olmadığı için bu oğlunu veliaht olarak gösterememiştir. Yerine, töre gereğince kardeşi Taspar (T›opo) geçmiştir. Taspar Kağan da ölmeden önce kardeşe vefa ve sadakatin bir nişânesi olarak, kendi oğlu yerine kardeşinin oğlu Ta-lo-pien›i veliaht göstermek istemişse de, bu tiginin veliahtlığı yine devlet büyükleri tarafından aynı gerekçe ile reddedilmiştir.[61] D. İDARİ Türk devlet teşkilâtının temeli, Türk kozmik (evrenin yaratılışı) düşüncesine dayanmaktadır. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, Türkler devletlerini, evrenin yaratılış düzenine uygun bir tarzda şekillendirmişlerdir. Göktürk Yazıtlarına yansıyan Türk kozmogonisine göre, “Üstte gökyüzü, altta yağız yer, ikisinin arasında insanoğlu yaratılmıştır. İnsanoğlunun üzerine de (Tanrı tarafından) Türk Kağanları (Bumin ve İstemi) oturtulmuştur”. Görüldüğü gibi, “gökyüzü ve yeryüzü”, yani bütün dünya Türk devletinin mekânını oluşturmaktadır. Türk Kağanları ise, “üniversal” (cihânşümul), yani bütün dünyanın hükümdarı durumundadırlar. Hiçbir ayrım yapılmaksızın bütün insanlar da (kişioğlu), onların halkıdır. Türk hükümdarları siyasî iktidarı da (kut), doğrudan doğruya Tanrıdan almaktaydılar. İlâhî bağış (kut) yoluyla Türk hükümdarlarına geçen siyasî iktidar, yukarıdan aşağıya doğru inmekte, yeryüzünde ikiye ayrılarak sağa ve sola doğru, yani doğu ve batı ekseni istikametinde yayılmaktaydı. Böylece Türk devletlerinde ülke, halk, teşkilât ve memuriyetler, genellikle “doğu-batı, sağ-sol, iç-dış, ak-kara, büyük-küçük” şeklinde ikiye ayrılmaktaydı. [62] Bunlardan “doğu”, yani “sağ” taraf daima üstün vaziyetteydi. Başka bir deyişle hâkimiyet ve üstünlük doğu taraftaydı. Batı, yani sol taraf, doğuya, yani sağ tarafa tâbi durumdaydı.[63] Devletin idare merkezi olan “ordu” (çadır kent), doğudaydı. “Ordu”nun tam ortasında da Türk Kağanının “otağ”ı yer almaktaydı. Türk Kağanı burada oturmaktaydı. O, aynı zamanda ikili teşkilâtın tam merkezinde bulunmaktaydı. Güneyinde ve kuzeyinde de yüksek rütbeli beyler (Şadpıt ve Tarkat buyruk beyleri) sıralanmaktaydı.[64] Diğer taraftan Türk hükümdarı, tahtına da doğuya dönük bir tarzda oturmaktaydı. “Otağ”ın kapısı ise, yine doğuya açılmaktaydı. Türk hükümdarı, her sabah otağın kapısından çıktığında kutsal kabul edilen güneşi selâmlamaktaydı.[65] Öte yandan, sol, yani ülkenin batı tarafına “yabgu” unvanı ile hükümdarın kardeşlerinden biri tayin edilmekteydi.[66] Meselâ 552 yılından Göktürk Devleti’ni kuran Bumin Kağan, devletin batı bölgelerini “Yabgu” unvanı ile kardeşi İstemi’ye bırakmıştır. Kardeşinin emrine de on bey vermiştir.[67] Devletin batı bölgelerinin başında bulunan yabgu, doğuda oturan hükümdarın yüksek egemenlik haklarını daima tanımakta, iç ve dış işleri hep onun adına yürütmekteydi. Fakat, karar ve icraatında tamamen serbestti. Tıpkı bir devlet başkanı gibi, o da elçiler gönderebilir, elçiler kabul edebilirdi; başka devletlerle anlaşmalar yapabilirdi; savaşa ve barışa karar verebilirdi. Öte yandan, bütün 60 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı devleti ilgilendiren meseleler söz konusu olduğu zamanlarda ise, devletin sağ ve sol bölgelerindeki beyler (şadlar ve yabgular), hükümdarın başkanlığındaki mecliste toplanmakta ve bu mecliste alınan kararlara göre hareket etmekteydiler. Ortak hareket edilecek seferlerde ise, bütün ordu hükümdarın başkomutanlığında birleşmekteydi. Ordu düzeni de ikili sisteme göre şekillenmekteydi. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, herkes mensup olduğu yöne ve yere göre ordunun sağ ve sol kanatlarında yerlerini almaktaydı.[68] Türk devlet teşkilâtındaki bütün yüksek memuriyetler de Türk kozmogoni anlayışına göre düzenlenmiştir. Türkler, devletin mekânını oluşturan dünyayı “dört köşe” (dört bulung) olarak düşünmüşlerdir. “Dört köşe” de doğu, batı, güney ve kuzey olarak dört ana yön ile ifade edilmiştir. Bunlardan doğuya “ileri”, batıya “geri”, güneye “beri”, kuzeye de “yukarı” denmiştir.[69] Öte yandan Türk hâkimiyet anlayışına göre, Tanrı, bütün insanların idaresini Türk hükümdarına vermiştir. Bu durumda, Türk hükümdarı “Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar bütün ülkeleri ve milletleri hâkimiyeti altına alması” gerekiyordu. İşte en eski devlet teşkilâtı da bu anlayışa göre kurulmuş ve düzenlenmiştir. Hun Devleti’nde “tan-hu” veya “şan-yü” unvanı ile anılan hükümdardan sonra “dört köşe veya boynuz” ile “altı köşe veya boynuz” adlarıyla anılan yüksek memuriyetler geliyordu. Bunlardan “dört köşe”, dünyanın dört ana yönü, “altı köşe” de altı tali yönü esâs alınarak oluşturulmuştur. “Dört köşe” ve “altı köşe” memuriyetler de, kendi içlerinde sağ ve sol olmak üzere iki kısma ayrılıyordu.[70] Her iki grupta yer alan memuriyetlere başta hükümdarın oğulları ve küçük kardeşleri olmak üzere hanedan ile akraba boyların başkanları tayin edilmekteydi. Meselâ, “dört köşe” grubuna bağlı memuriyetlerden ilk ve önemli mevkii, “sol bilge tigin” (Tso Hsien Wang) unvanı ile veliaht işgal etmekteydi. Her iki grupta bulunan görevlilerden her birinin idaresine de ayrı ayrı sahalar ve müstakil askerî birlikler verilmekteydi. Bunlardan sol grupta olanların sahaları devletin doğu bölgesinde, sağ grupta olanların sahaları da devletin batı bölgesinde bulunmaktaydı.[71] Göktürklerin, Uygurların ve diğer Türk devletlerinin teşkilâtları da esâs olarak Hun Türklerininki ile aynı idi. Çin Yıllıklarının bildirdiğine göre, Göktürklerde 28 çeşit unvan ve memuriyet vardı.[73] Diğer Türk devletlerinde görülen değişik unvan ve memuriyetlerle bu sayı şüphesiz daha da artmaktadır. Bu unvan ve memuriyet adlarının bir kısmını Türkçe kaynaklar vasıtasıyla öğrenebilmekteyiz. Bunlar; “yabgu, şad, kündür, ayguçı (devlet danışmanı), üge/öge (devlet danışmanı), yuğruş (bakan. Karahanlılarda vezir), il-teber (hükümdara bağlı bir topluluğun idarecisi), irkin/erkin (hükümdara bağlı bir topluluğun idarecisi), köl-erkin (Oğuzlarda hükümdar vekili), apa tarkan, tarkan, baga tarkan, boyla, buyruk (bakan, nazır, komutan), buyruk çor, köl çor (büyük komutan), inançu/inanç/inal/inak, ataman, babacık (Atabeg=şehzâde mürebbisi), tudun (vergi toplamaktan sorumlu görevli), tutuk (askerî vali), sü-başı (ordu komutanı), alpagu (subay), sengün/şengün (komutan, general), çabış/çavuş, kalabur (kılavuz, Ülkü Ocakları Genel Merkezi 61 www.ulkuocaklari.org.tr Ayrıca, yüksek rütbeli “24 komutan” (chang=başbuğ) da askerî birliklere komuta etmekteydi. Komutanların emrinde ise, büyük birer askerî birlik (bir tümen=on bin) bulunuyordu.[72] Her komutan, büyük bir ihtimalle, tanınmış birer boyun başkanıydı. Bu duruma göre, Türklerde halk, tamamen devlet teşkilâtı içine alınmış demekti. Ülkü Ocakları Eğitim Programı lider), yula, elçi, tilmaç (tercüman), agıçı (hazinedâr), alumçı (tahsildâr) tamgaçı (Tuğracı=mühürdâr), bitikçi (katip), yargan/yargucı (yargıç), emçi (otaçı=tabip)” gibi idarî, askerî unvan ve memuriyetlerdir. [74] Hemen belirtelim ki, bu rütbe ve dereceler boş bir unvandan ibaret değildi; her biri belirli bir yetki ve sorumluluğu göstermekteydi.[75] Fakat, bu unvan ve memuriyet sahiplerinin bir kısmının görev ve sorumluluklarını, daha da önemlisi devlet teşkilâtındaki yerlerini kaynaklar vasıtasıyla tespit etmek mümkün olmamaktadır. Öte yandan, bu unvan ve memuriyetlerin bir kısmı (Yabgu, Şad) hanedan üyelerine verilmekteydi. Hanedan üyelerine verilen unvan ve memuriyetler de irsiydi, yani babadan oğula geçmekteydi.[76] E. HUKUK Bilindiği gibi Türkler, pek erken çağlarda, Orta Asya’da geniş sahalara hükmeden ve büyük teşkilâtlar kuran bir millet olarak tarih sahnesine çıkmışlardır. Burada hemen şu hükme varmak mümkündür: Devlet kurmak, hiç şüphesiz kamu hukuku meydana getirmek demektir. Türklerin, sağlam ve değişmez hükümler ihtiva eden hem kamu hukukları hem de özel (aile) hukukları vardı. Hemen hemen bütün Türk topluluklarında, gerek kamu gerekse özel hukuka dair bütün kanunlara “töre” (törü) denmekteydi. Fakat onlar, töreyi hiçbir zaman yazılı hale getirmemişlerdir. Bundan dolayı, eski Türk hukukuna dair net, kesin, sağlam ve ayrıntılı bilgilere sahip değiliz. Biraz yukarıda zikrettiğimiz gibi, eski Türk devletlerinin merkez ve taşra teşkilâtlarında görev yapan çok kalabalık bir memur kadrosu buluyordu. En büyüğün den en küçüğüne kadar her memur, belirli bir unvan taşıyordu. Bu unvanlar sahibine sadece onur ve saygınlık değil, belirli bir görev ve sorumluluk da yüklemekteydi. Her memur, unvanın gösterdiği görev ve sorumluluğu yasalara (töre) uygun bir şekilde yerine getirmek durumundaydı. Daha doğrusu, başta Türk devlet başkanları olmak üzere devlet idare etme görev ve sorumluluğunu üzerinde taşıyan herkes (ehl-i örf), yasaları uygulamakla görevliydiler. Bütün devlet görevlileri ve halk da, yasalara uymakla yükümlüydüler. Zira, gerek devlet, gerek toplum hayatında hâkim ve geçerli olan güç, töre hükümleriydi. Eski Türk toplumunda töre hükümlerine aykırı hareket edenler, cezadan başka ayıplanmak ve dışlanmak gibi ağır manevî bir baskıya maruz kalıyordu ki, bunu kolay kolay kimse göze alamıyordu. Eski Türklerde, devlet ile hukuk (töre), birbirinden ayrılmayan, birbirini tamamlayan, daha önemlisi birbirlerinin varlık sebebi olan iki temel unsur idi. Bunun için eski Türk yazıtlarında devlet ile töre genellikle birlikte zikredilmiştir.[77] Özellikle Bilge Kağan (716-734), hem Türk devletinin hem de töresinin ölmezliğine inanmaktaydı. O bu inancını ve düşüncesini, “Üstte gök basmasa, altta yer delinmese (yani kıyamet kopmazsa), Türk milleti, devletini töreni kim bozabilir?” şeklinde ifade ile ortaya koymuştur. Fakat Bilge Kağan, bu inancında ve düşüncesinde kısmen yanılmıştır. Zira, ölümsüzlüğüne inandığı Göktürk Devleti, onun ölümünden kısa bir süre sonra yıkılmıştır.[78] Halbuki Türk milletinin bu husustaki inancı ve düşüncesi ise, daha gerçekçi ve doğru olmuştur. Ona göre, devlet yıkılabilmekteydi. Töre ise kalıcı idi (El kaldı, törü kalmaz=Devlet gider töre kalır).[79] 62 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Yeni bir Türk devleti kuran veya tahta çıkan her Türk hükümdarı, ilk iş olarak atalarından kalan töreyi düzenlemek ve yürürlüğe koymakla, yani kanun hâkimiyetini sağlamakla icraatına başlıyordu. [80] Çünkü, eski Türklerde töreyi, devletin temeli sayan bir hukuk anlayışı hâkimdi. Başka bir ifade ile söylememiz gerekirse, eski Türk devletlerinde hükümdarın şahsî idaresine kalmış keyfî bir idare hiçbir zaman söz konusu olmamaktaydı (bu hususta bkz. Türk devlet başkanının görev ve sorumlulukları). Devletin ve bütün teşkilâtın başı olan Türk hükümdarları, aynı zamanda adâlet teşkilâtının da başıydı. Şahsına ve devlete karşı suç işleyenler için en büyük yargıç sıfatıyla bizzat yargıda bulunabilir ve ölüm dahil her türlü cezayı verebilir ve uygulatabilirdi. Meselâ Attila, şahsına suikast düzenleyen Bizans elçisinin sorgusunu bizzat kendisi yapmıştır. Attila bu sorgulamada sadece Bizans elçisi değil, aynı zamanda bu olayın asıl müsebbibi olan Bizans imparatorunu da gıyaben yargılamıştır.[81] Göktürk kağanlarının zaman zaman başkanlık yaptıkları yüksek devlet mahkemesinde, “yargu” veya “yargan” (yargucu=assesseur=yargıç veya savcı yardımcısı) unvanını taşıyan bir yargıç bulunmaktaydı. Ünlü Göktürk veziri ve devlet danışmanı Ton Yukuk bir ara (705-716) bu yüksek mahkemede görev yapmıştır.[82] Hunlarda yargıçlık görevi belirli ailelerin reislerine verilmekteydi.[83] Hazarlarda ise, her dinî cemaat için ayrı yargıç tahsis edilmiştir. Buna göre, Hazar ülkesinde Yahudilerin davasına iki, Hıristiyanların davasına iki, diğer din mensuplarının davasına da bir yargıç bakmaktaydı. [84] Büyük ölçüde yerleşik hayata geçen Uygur Türkleri, besiciliğin yanında ziraat ve ticaret de yapmaktaydılar. Yerleşik hayat ve bu hayata dair çeşitli faaliyetler, Uygurlarda özellikle hukuk kültürünün gelişmesinde başlıca rol oynamıştır. Uygurlardan günümüze, fertlerin birbirleriyle, toplumla ve devletle olan ilişkilerini gösteren çok miktarda belge ulaşmıştır. Bu sözleşmeler, hiç şüphesiz belirli ve yazılı kanunlara dayanmaktaydı. Aksi takdirde bu belgelerin bir anlamı ve geçerliliği olamazdı. Uygurların zamanına göre çok ileri ve medeni bir toplum olduklarını gösteren bu belgeler, mal edinme, satış protokolü, malı ve eşyayı kiraya verme, parayı faize verme, ortaklık kurma, evlâtlık verme, iş sözleşmesi, köle satışı, vakıfnâme, vasiyetnâme, ipotek senedi gibi son derece çeşitli hukukî konuları kapsamaktaydı. Üstelik bu belgeler, tarafların hak ve hukukunu en iyi şekilde koruyabilecek bir hukuk anlayışı ile yazılmıştır ki, hiç kimse mağdur olmamaktaydı.[86] F. ORDU Eski Türk devletleri iki temel kuruma dayanmaktaydı. Bunlardan biri aile, diğeri ordu idi. Ordu, Türk devletlerinin hem temelini hem de başlıca güç kaynağını oluşturmaktaydı. Türklerin gerek Orta Asya’da, gerekse Orta Asya dışındaki geniş sahalarda ve çeşitli yabancı kavimler üzerinde hâkimiyet kurmaları Ülkü Ocakları Genel Merkezi 63 www.ulkuocaklari.org.tr Eski Türklerde, toplumunun hoş karşılamadığı suçlar oldukça ağır bir şekilde cezalandırılmaktaydı. Daha doğrusu bu hususta kanunlar, son derece sert ve tavizsiz idi. Adam öldürmek, barış zamanı kılıç çekmek, zinada bulunmak, hayvan kaçırmak, soygunculuk ve hırsızlık yapmak gibi fiiller kesinlikle yasak idi. Bu suçları işleyenler idam edilir, malları devlet hazinesine alınır ve aile fertlerinin hürriyetleri kısıtlanırdı. Irza tecavüz de ağır suçlardan sayılırdı. Bu da bazen idamı gerektirirdi. Hafif suçlar ise, 10 günü aşmamak üzere hapisle veya bedel ödetmekle cezalandırılırdı.[85] Ülkü Ocakları Eğitim Programı ve hâkimiyetlerini devam ettirebilmeleri, ancak güçlü orduları sâyesinde mümkün olabilmiştir. Eski Türklerde askerliğe özel bir meslek gözüyle bakılmazdı. Şahsını, ailesini ve malını korumak isteyen herkes asker olarak yetişmek zorundaydı. Bundan dolayı, hemen hemen her Türk bir savaşçı idi.[87] Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, Türklerde halk ordu, ordu da halk durumundaydı. Daha doğrusu, savaş zamanında bütün halk bir ordu haline gelmekteydi. Türklerde orduya ve askere “sü”[88] veya “çerig” (çeri)[89] denmekteydi. Askere, ayrıca “er” veya “eren” adları da verilmekteydi. Öte yanda Göktürk kağanlarının bahadırlardan seçilmiş özel bir muhafız birliği bulunmaktaydı. Bu muhafız birliğinin askerleri ise, “böri” (kurt) adıyla anılmaktaydı.[90] Türk ordusunun başkomutanı kağan idi. Karahanlılar ile Oğuz Türklerinde bir de ordu komutanı vardı. Bu komutan “sü-başı” unvanı ile anılmaktaydı. Türk kağanı her savaşta ordunun başında bulunur ve orduya bizzat komuta ederdi. Ordunun diğer komuta heyetini de, hükümdar ailesinin fertleri ile akraba boyların başkanları meydana getirmekteydi. Bunlar, Hunlarda “dört köşe” ve “altı köşe” adlarıyla anılan büyük memuriyetlere tayin edilmekteydi. Emirlerinde de, sayısı bazen on binlere (bir tümen) kadar varan çeşitli büyüklükte birlikler bulunuyordu. Bu birlikler devletin merkezî ordusunu teşkil etmekteydi. Hunlarda ayrıca, başlarında boy başkanlarının bulunduğu 24 büyük komutan vardı ki, bunlar da savaş zamanlarında emirlerindeki birliklerle merkezî orduya katılmaktaydılar. 1. TEŞKİLAT Eski Türk ordusu çeşitli sayılarda birliklerden meydana geliyordu. En büyük birlik 10 bin kişilikti. Bu birliğe “tümen” adı veriliyordu. Tümenler de, 1000’li, 100’lü ve 10’lu olmak üzere kademeli olarak küçülen birliklere ayrılmaktaydı. Bu birliklerin başlarında da derecelerine göre, “tümen başı”, “bin başı”, “yüz başı”, “on başı” gibi unvanlar taşıyan birer komutan bulunmaktaydı.[91] İlk defa büyük Hun Hükümdarı Mete (M.Ö. 209-174) zamanında görülen bu teşkilât, ufak değişikliklerle bütün Türk devletlerinde varlığını korumuştur. Fakat, bu değişiklikler İslâm medeniyeti çevresinde kurulan Türk devletlerinin ordularında daha fazla idi. Meselâ, Hun ordusundaki on binli, binli, yüzlü ve onlu sistem Karahanlı ordusunda pek fazla görülmemektedir. Karahanlı ordusu “otag”,[92] “hayl” ve “on otag” gibi adlarla anılan çeşitli birliklere ayrılmaktaydı. Bugünkü manga karşılığı olan “otag”, 8-10 erden (asker) meydana geliyordu. Başında bulunan komutana da “otag başı” deniyordu. “Hayl” ise 25-30 kişilik bir birlik olup, bugünkü bir takıma eşitti. Başındaki komutan da “hayl başı” unvanı ile anılıyordu. “On otag”[93] da 80-100 erden (asker) oluşuyordu. Bu da, bugünkü bir bölüğün tam karşılığı idi.[94] Karahanlılarda ayrıca, 4 ilâ 12 bin kişi arasında değişen bağımsız büyük birlikler de vardı.[95] Bu bağımsız büyük birliklere “sübaşı”lar komuta etmekteydi. Eski Türk ordularında önemli askerî faaliyetler için kullanılan bazı özel birlikler de bulunmaktaydı. Meselâ savaş zamanında düşman ordusunun durumunu öğrenmek için bir keşif kolu gönderilmekteydi. Bu keşif koluna “yelme” denmekteydi.[96] Karahanlılarda aynı keşif koluna “tutgak” adı verilmekteydi. Yine Karahanlılarda ordu sefere çıkarken “yezek” adıyla anılan bir öncü birlik oluşturulmaktaydı. 64 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ayrıca, düşmanın gece ordugâhını basan bir birlik daha vardı ki, buna da “akıncı” denmekteydi. Ordugâha ise, “han toyu” adı verilmekteydi. “Han toyu”, yani ordugâh, “sakçı” adı verilen nöbetçiler tarafından sıkı bir şekilde korunmaktaydı. “Sakçı”lar, düşman casuslarının sızma ve sabotaj faaliyetlerine karşı “im”, yani parola kullanmaktaydılar.[97] Parolayı bilmeyen kimse ise derhal öldürülmekteydi.[98] Türkler, baskın hareketine karşı son derece dikkatli idiler. Düşmanın askerî faaliyetlerini önceden öğrenebilmek ve gerekli tedbirleri zamanında alabilmek için onların gözetleme kuleleri vardı. Gözetleme kulelerine ve bu kulelerde görev yapan nöbetçilere “kargu”[99] denmekteydi. Ayrıca bu kulelere “küzet”, buradaki nöbetçilere de “küzetçi”[100] (közetdeçi/közetküçi) adı verilmekteydi. Gözetleme kuleleri, ordunun bir bakıma ileri karakollarıydı. Bunların yeri, genellikle çevreye hâkim tepelerden seçilmekteydi. Kaşgarlı Mahmud’un ifadesine göre, gözetleme kuleleri minare biçiminde yapılmaktaydı. Düşmanın durumu, kulelerde yakılan ateşler (gece) ve bu ateşlerden çıkan dumanlar (gündüz) vasıtasıyla haber verilmekteydi.[101] Böylece, binlerce kilometre uzaklardaki düşmanın hareket haberi çok kısa bir sürede devletin merkezine ulaşabilmekteydi. Türk ordusunun ideal sayısı 400 bin idi.[102] Tarihî kayıtlara göre, 400 bin kişilik ordu ilk defa Hun Türklerinde görülmüştür. Meselâ, büyük Hun Hükümdarı Mete, Çin ordusunu M.Ö. 203 yılında Pe-teng kalesi çevresinde 400 bin atlıdan oluşan ordusuyla dört taraftan kuşatmıştır. Bu kuşatmada Hun ordusu, ana yönler ve bu yönleri ifade eden renkler esas alınarak dört kısma ayrılmıştır. Bu duruma göre, kuzeyde 100 bin yağız (kara=siyah) atlı, batıda 100 bin kişilik ak (beyaz) atlı, güneyde 100 bin kişilik doru (bordo) atlı, doğuda da 100 bin kişilik demir kırı atlı bulunuyordu.[103] Bundan da anlaşılıyor ki, eski Türk ordularının birlikleri birbirinden bazen atların renklerine göre ayrılmaktaydı. Türk ordusu büyük ölçüde “atlı birlikler”den (atlıg=süvari) meydana geliyordu. Ayrıca, Türk ordusunda az da olsa “yaya birlikler” de (yadag) vardı. Meselâ El-teriş Kağan, 680 yılında istiklâl mücadelesine başladığı zaman komuta ettiği ordunun üçte ikisi atlı, üçte biri ise yaya idi.[104] 2. SAVAŞ (URUŞ / TOKUŞ) ARAÇ VE GEREÇLERİ(TEÇHİZAT) Türk atı ufak yapılı ve üstelik kaba kıllı idi. Onda saf kan Arap atının zarafeti ve gösterişi yoktu. Fakat son derece dayanıklı,[105] çevik ve süratli idi. Türkler bütün işlerini atları vasıtasıyla görüyorlardı. Kaşgarlı Mahmud’un ifadesiyle, kuş için kanat ne ise Türk için de at o idi. Bundan dolayı her çadırın önünde daima koşumlu bir at hazır bulunmaktaydı. Süvari tekniğini ilk bulan ve uygulayan kavim Türklerdir.[106] Türk savaş sisteminde atlı birlikler başlıca rol oynamaktaydı. Komşuları, özellikle Çinliler süvari tekniğini Türklerden öğrenmişlerdir. Hatta Çinliler, M.Ö. 307 yılında yaptıkları bir reformla hareket kabiliyeti az, ağır savaş arabalarını hizmetten kaldırarak, Hun Türklerininki gibi hafif süvari birlikleri oluşturmuşlardır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 65 www.ulkuocaklari.org.tr Savaş araç ve gereçlerinin başında at ve silâh yer alıyordu. Türklerin savaşlardaki başarıları, bu iki aracı çok iyi kullanmalarından ileri geliyordu. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Savaş araç ve gereçlerinin en önemli kısmını silâhlar oluşturmaktaydı. Eski Türk toplulukları silâha “tolum”, silâh kuşanmaya da “tolum manmak” veya “tolumlanmak” diyorlardı. Eski Türk askerleri, seferlerde ve savaşlarda silâhlarını ve yiyeceklerini yanlarında taşırlardı. Halbuki başka ordular, silâhlarını ve yiyeceklerini taşımak için binlerce araba kullanıyorlardı. Et ihtiyaçlarını karşılamak için de, ordunun arkasından binlerce sığır sevk ediyorlardı. Bu durum ise ordunun hareketini son derece güçleştiriyor ve yavaşlatıyordu. Türkler ise, yiyecek ihtiyaçlarını, genellikle yanlarına aldıkları et konservelerinden (kurutulmuş et) karşılamaktaydılar. Çinliler ve Avrupalı kavimler et konservesi yapmayı Türklerden öğrenmişlerdir. Eski Türk silâhlarının başında ok gelmekteydi. Türkler oku, daha ziyade uzaktan yaptıkları savaşlarda veya taktik gereği geri çekilme sırasında kullanmaktaydılar.[107] Özellikle, at üzerinde dört nala giderlerken oklarını önlerinde, arkalarında ve yanlarında bulunan hedeflere isabetli bir şekilde atmaktaydılar.[108] Eski Türk kurganlarında çeşitli silâhlar meydana çıkarılmıştır. Bunların başında uzaktan savaş silâhı olan ok ve yay gelmektedir. Ok, genellikle temren,[109] ahşap çubuk ve yelek gibi kısımlardan meydana geliyordu. En eski Türk oklarının temreni kemik idi. Daha sonra bu malzemenin yerini demir almıştır. Bundan dolayı ok ucuna demirden yapılmış anlamında bir söz olan “temürgen”, yani temren adı verilmiştir. Ayrıca ok ucuna “başak” da denilmekteydi. En çok kullanılan temren üç dilimli idi. Ayrıca düz, yivli veya çengelli temrenler de vardı.[110] Bunlardan en tehlikelisi çengelli temrenler idi. Atılan ok insanı öldürmemiş, yani yaralı bırakmışsa, okun çıkarılması sırasında çengelli temren yaralıda büyük hasar yapmaktaydı. Hatta bu yüzden yaralı ölmekteydi. Bazen temrenin üzerinde ortada birleşen delikler açılarak, hedefe giderken ses, yani ıslık çıkaran oklar yapılmaktaydı. Islık çıkaran oklar Osmanlı döneminde de kullanılmış olup, bunlara “çavuş okları” adı verilmekteydi. Bu oklar, genellikle işaret vermek veya hedef göstermek için kullanılmaktaydı.[111] Çavuş oklarını ilk bulan ve kendi birliklerinde uygulayan M.Ö. 209-174 yılları arasında Hun tahtının sahibi büyük Türk Hükümdarı Mete (Bagatır/Batur) idi.[112] Okun ahşap çubuğu, genellikle “huş” (koguş) ağacından yapılmaktaydı.[113] Ahşap çubuğun arkasına da yelek ilâve edilmekteydi. Bundan maksat okun hedefe giderken dengesinin bozulmamasını, yani dosdoğru gitmesini sağlamaktı. Bu tür oklara “yüklüg ok” denmekteydi.[114] Oklar, “sadak, okluk, kuruglug, kiş, kiş kuruglug” gibi adlarla anılan torbalarda taşınmaktaydı. Genellikle kavak kabuğundan yapılan bu sadaklar (torbalar), ya atın terkisine, ya da savaşçının omzuna veya bel kayışına (kemer) asılmaktaydı. Ok, müstakil bir silâh değildi. Ancak yay ile birlikte kullanılabilmekteydi. Merminin tabanca ve top vasıtasıyla atılabildiği gibi, ok da ancak yay ile fırlatılabilmekteydi. Yay, oku hedefe fırlatmak için kullanılan bir araçtır. Bu kelime büyük bir ihtimalle “yaymak” 66 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı fiilinin köküdür. Yay, genellikle son derece sert ve sağlam bir ağaç türü olan “kayın” ağacından yapılmaktaydı.[115] Yayın iki kısmı vardır. Biri sert ve sağlam bir ağaçtan veya boynuzdan yapılmış “kavisli kısmı”, diğeri öküz bacaklarının sinirinden veya hayvan bağırsağından yapılmış “gerilen kısmı”. Bu ikinci kısma “kiriş” denmekteydi. Kiriş, yani sinir kısmı, kavisli ahşabın iki ucuna bağlanmak suretiyle yay meydana getirilmekteydi. Yayın üzerine sırım (ince deri parçası) veya sinir sarılmaktaydı.[116] Bundan maksat, yayın hem direncini artırmak, hem de kuruyup evsafını yitirmemesini sağlamaktı. Ayrıca, esnekliğini koruması için yayın üzerine zamk da sürülmekteydi. Ok çubuğunun arka kısmının tam ortasında “gez” (kez) adı verilen bir kertik bulunmaktaydı. “Gez” vasıtasıyla kirişe yerleştirilen ok, yayı bir elle tutmak ve diğer elle kirişi germek suretiyle atılmaktaydı. Türklerin çok çeşitli yayları vardı. Bunlardan en mükemmeli tersine germek suretiyle kullanılan çift kavisli “refleks yaylar” idi. [117] Bu yaylarla atılan okların öldürme gücü çok yüksekti. Yay tıpkı sadak gibi omuza asılmak suretiyle taşınmaktaydı. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, ok ve yay Türk savaşçısının daima elinin uzanabileceği bir yerde bulunmaktaydı. Zira Türk savaşçısı, ancak silâhıyla birlikte olduğu zaman kendisini güvenlikte hissetmekteydi. Eski Türk kurganlarında kılıç, meç (kısa kılıç), mızrak (kargı, süngüg),[118] kısa mızrak (kaçut), bıçak, hançer (bügde/bükte), gürz (topuz), kamçı (berge) ve kement (ukruk) gibi çeşitli yakından savaş silâhları bulunmuştur. Bunlardan kılıç, Türk savaşçısının en çok kullandığı silâh idi.[119] Türk kılıçlarının kabzaya yakın kısmı düz, uca yakın kısmı ise hafif kavisliydi. Bu rastgele verilmiş bir eğrilik değildi. Zira, savaşçının vurduğu darbede bütün güç burada toplanmaktaydı.[120] Bundan dolayı Türk kılıcının kesici gücü çok yüksekti. Genellikle ahşap olan Türk kılıçlarının kabzaları (boyın), sade ve yalın değildi; kabzaların başı, bazen Türklerin hayatında önemli bir yer tutan kurt başları şeklinde yapılarak, kılıçlara bir sanat eseri özelliği kazandırılıyordu. Eski Türk hayatında bıçak, hem günlük hayatta hem de savaşlarda en çok kullanılan bir eşyalardan idi. Türklerin çok çeşitli bıçakları vardı. Bunlardan en çok dikkat çekeni ise, her iki tarafı da kesen “kingırak” adlı bıçaktır. Türkler bu tür bıçağa bugün “kama” adını vermektedirler. Türk savaşçılarının çeşitli savunma silâhları da vardı. Bunların başında kalkan (tura), zırh (yarık) ve tolga (tulga,yaşuk/aşuk) geliyordu. Kalkan, genellikle deri, ahşap ve demir gibi silâh darbelerine dayanıklı maddelerden yapılmaktaydı. Zırh ve tolga ise, deri[121] ve çeşitli madenlerden imal Ülkü Ocakları Genel Merkezi 67 www.ulkuocaklari.org.tr Kılıçlar, yalın halde değil, “kın” adı verilen bir çeşit kılıf içinde taşınmaktaydı. Kılıç kını da bir halka ile savaşçının kemerine asılmaktaydı. Kılıç çekmekte kolaylık sağlamak için, kılıç kınının yeri sol tarafta bulunmaktaydı. Ülkü Ocakları Eğitim Programı edilmekteydi.[122] Türkler, iki çeşit zırh kullanmaktaydılar. Bunlardan biri «kübe yarık», diğer «say yarık» adıyla anılmaktaydı.[123] “Kübe yarık” bütün vücudu örten bir zırh idi. “Say yarık” ise, sadece demir göğüslükten ibaretti. 3. ASKERİ EĞİTİM Geleceğin Türk savaşçısı, askerî eğitime daha çocukluk çağında başlamaktaydı. Özellikle çocukların oynadıkları oyunlar, askerî eğitim için önemli bir vasıta olmaktaydı. Meselâ, annesinin yardımından kurtulup, yürümeye başlayan Türk çocukları, koyunların sırtına binerek, önce farelere, gelinciklere ve kuşlara, daha sonra tilkilere ve tavşanlara ok atmak şeklinde oynadıkları oyunlarla âdeta ilk askerî eğitimlerini yapmaktaydılar.[124] Çocuklar, bununla kalmamaktaydılar; oyunla başladıkları askerî eğitime, tıpkı yetişkinler gibi atlara binmekle devam etmekteydiler. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, her Türk savaşçısı ata binmeyi ve at üzerinde ok atmayı da çocukluk çağında öğrenmekteydi. Hatta, Kazak konar-göçerlerinde 3-4 yaşlarındaki çocukların rahatça ata binebilmeleri için özel eyer takımları bile vardı.[125] Çocuklar, kendilerine sağlanan bu imkânlarla daha önce koyun sırtında yaptıklarını bu defa at üzerinde tekrarlayarak, eğitimlerini pekiştirmekteydiler. Böylece onlar gençlik çağına gelip, Türk ordularına katıldıklarında çok iyi ata binmekte ve at sırtında ok atabilmekteydiler. Bundan sonra sıra at sırtında silâhları kullanmakta, yeteneği geliştirmeye gelmekteydi. Bu da ordu saflarında yapılan eğitimlerle gerçekleştirilmekteydi. Türk orduları saldırı durumuna göre eğitilmekte ve düzenlenmekteydi. Eğitimler, genellikle canlı ve hareketli hedefler üzerinde yapılmaktaydı. Bu hususta, sürek[126] avları, yarışlar (at ve ok) ve çeşitli sportif faaliyetler (cirit oynama, gülle atma, güreş, kayak v.s.), savaş eğitimi için birer vasıta olarak kullanılmaktaydı. Binlerce av hayvanının vurulması ile sonuçlanan sürek avları, âdeta bir savaş tatbikatı şeklinde cereyan etmekteydi. Bu faaliyete hemen hemen bütün ordu birlikleri katılmaktaydı. Çin Yıllıklarının kayıtlarına göre, M.Ö. 62 yılında Hun hükümdarının yönetiminde düzenlenen böyle bir sürek avına 100 bin atlı birden katılmıştır.[127] Eski Türk askerî eğitimi; emre itaat, anında karar verme ve gösterilen hedefi vurma gibi bugün de geçerli temel ilkelere dayanmaktaydı. Tarihî kayıtlara göre, bu ilkelere dayanan eğitimi ilk defa büyük Hun hükümdarı Mete uygulamıştır. Şimdi bu eğitimle ilgili faaliyeti Çin Yıllıklarında anlatıldığı şekilde nakledelim: Mete, Hun Hükümdarı Tuman’ın “Ulu Hatun”undan doğmuş en büyük oğlu ve veliahtıydı. Tuman, büyük bir devlet adamı olmakla birlikte saray kadınlarının etkisine açık bir kimse idi. Gerçekten de o, sonradan aldığı eşlerinden birinin etkisi altında kalarak, oğlu Mete’den veliahtlık hakkını almak istemiştir. Bundan dolayı onu komşu Yüe-çilere göndermiş ve arkasından da bu kavme saldırmıştır. Bundan maksat, Mete’nin Yüe-çiler tarafından sessizce ortadan kaldırılmasını sağlamaktı. Fakat Mete, gafil avlanmamıştır. Babasının hareketini adım adım takip ediyor olmalı ki, Hun ordusu harekete geçer geçmez, kendisi Hun ülkesine kaçıp kurtulmayı başarmıştır. Kurduğu komplo hedefine ulaşmayınca, bu defa Mete’nin başarısına sevinmiş gözüken Tuman, yönetimine on bin atlı (bir tümen) vererek, 68 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı oğlunu ödüllendirmiş ve bu olayı da kapatmak istemiştir. Öte yandan Mete, babasının aksine bu olayı kapatmak ve unutmak niyetinde değildi. Nitekim o, bu olaydan hemen sonra babasının verdiği tümeni, babasına karşı bir darbe için katı bir askerî disiplin içinde eğitmeye başlamıştır. Olayın bundan sonraki kısmını Çin Yıllıklarından okuyalım: “Mete, (hedefe giderken) ıslık çıkaran bir ok imâl etti. Atlı-okçu birliğinin eğitimi esnasında kendisi bu oku nereye atarsa, erlerinin de hep birlikte o maddeyi vurmaları gerektiğini emretti. Bunu yapmayanın başını kesecekti. Avda, ıslık çıkaran ok nereye atılırsa, orayı vurmayan kimsenin başı hemen gövdesinden ayrılacaktı. Bizzat Mete, ıslık çıkaran okunu değerli atlarından birinin vücuduna attı ve bu anda maiyetinden okunu atmaya cesaret edemeyenleri idam etti. O, kısa bir süre sonra oku ile kendi sevgili eşini vurdu. Bu defa da maiyetinden bazıları (bu durum karşısında) donup kaldılar ve oklarını atmaya cesaret edemediler. Bunlar da Mete tarafından idam edildi. Bir süre sonra Mete, av sırasında ıslık çıkaran oku ile babasının değerli atını vurduğu zaman, maiyeti istisnasız hep birlikte aynı hedefe ok attı. Bu durum üzerine Mete, maiyetine tamamen güvenebileceğini öğrendi. Sonra o, babası ile ava gitti ve Hun hükümdarı (Tan-hu/Şan-yü) olan babasına ıslık çıkaran okunu attı. Bütün maiyeti de aynı istikamete nişan aldı ve böylece Hun hükümdarı öldürüldü. Bunun üzerine Mete, üvey annesi ve üvey kardeşini, kendisine itaat etmeyen bütün devlet büyüklerini öldürdü ve kendisini Hun hükümdarı ilân etti”.[128] Görüldüğü gibi, Mete, emrindeki birliği babasına karşı bir darbe hareketi için hazırlarken, onu tavizsiz katı bir askerî disiplin içinde eğitmiştir. Bunu yaparken de, bizzat kendisinin icat ettiği -hedefe giderken ıslık çıkaran- okları kullanmış ve tümenini canlı hedefler üzerinde birkaç defa denemeden geçirmiştir. Bundan maksat, her savaşçıya, savaş esnasında tek başına görevlerini başarılı bir şekilde yapabilecek vasıfları önceden kazandırmaktı. Bu vasıfları şöyle açıklayabiliriz: A. Verilen Her Türlü Emre Tam İtaat B. Süratli ve İsabetli Karar Verme Askerî faaliyetlerde hangi derecede ve rütbede olursa olsun görev verilen kişiye, hem yetki verilmekte hem de sorumluluk yüklenmektedir. Yetki ve sorumluluk verilen kişi de, hiç şüphesiz, tek başına bazı kararlar verip, bu kararları uygulamaktadır. Öyleyse bu kişinin kararları süratli ve isabetli bir şekilde vermesi gerekmektedir. Çünkü savaşlar sürat içinde geçmektedir; uzun uzun düşünmeye imkân vermemektedir. Tereddüt eden ve hissî davranan kimse, üstünlüğü karşı Ülkü Ocakları Genel Merkezi 69 www.ulkuocaklari.org.tr Emre itaat askerî disiplinin temel şartıdır. Disiplin olmaksızın hiçbir orduda düzen ve hareket birliği sağlanamaz. Çünkü bütün askerî faaliyetler emir-komuta zinciri içinde gerçekleşmektedir. Emir-komuta düzeni içinde emre itaati sağlayamamış bir ordu komutanının savaşlarda hiçbir başarı şansı yoktur. Bu durumu çok iyi bilen Mete, birliğini eğitirken öncelikle emir-komuta düzeni içinde emre itaati sağlamaya çalışmıştır. Fakat o, sadece emir vermekle yetinmemiş; verdiği emri önce bizzat kendisi uygulayarak, bu emrin dışında kimsenin kalamayacağını da göstermiştir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı tarafa kaptırmakta ve savaşı kaybetmektedir. İşte Mete, tereddüttün ve hissî davranışın hayata mâl olacağını eğitim esnasında göstermek suretiyle, askerlerini süratli karar vermeye alıştırmıştır. C. Hedefi Vurmada Tam İsabet Karşılaşan iki kuvvetten birinin diğerine üstünlük sağlaması, rakibin bertaraf edilmesi şartına bağlıdır. Bu da silâhı karşı taraftan daha iyi bir şekilde kullanmakla mümkündür. Bilindiği gibi, Türkler, savaş araç ve gereçlerini iyi bir şekilde kullanabilmek için askerî eğitime daha çocuk yaşta başlamaktaydılar. Bu eğitim sürekli egzersizlerle gençlik çağına kadar devam etmekteydi. Böylece Türk gençleri, ordu saflarına usta bir binici ve iyi bir silâhşor olarak katılmaktaydılar. Onlar, ordu saflarında katıldıkları av partileri, at ve ok yarışları ve çeşitli sportif faaliyetlerle, binicilikte ve silâh kullanmakta yeteneklerini geliştiriyorlar ve pekiştiriyorlardı. Bu suretle düşmanın karşısına çıkan Türk savaşçıları, her defasında hedefi vurmakta tam isabet sağlıyorlardı. Sidoine’nin dediği gibi, (Hunların) okları ölüm taşıdığından nişan aldıkları kimseye daima yazık olmaktaydı”. Sonuç olarak Mete, tarihte ilk defa bu vasıflara sahip, yani verilen emre uyan, anında karar veren ve gösterilen hedefi tam bir isabetle vuran, demir bir disiplin içinde, önünde durulmaz profesyonel bir ordu meydana getirmiştir. 4. SAVAŞ VE TAKTİK Türk savaş sistemi “hareket ve sürat” üzerine kurulmuştur. Süratin savaştaki önemini ilk keşfeden millet Türklerdir.[129] Türklere, savaşta hareket ve sürat üstünlüğünü sağlayan başlıca unsur at idi. Diyebiliriz ki, Türkler, atın sağladığı sürat ve hareket sâyesinde karşı konulmaz bir güce ulaşmışlardır. Türklerin savaş yetenekleri ve uyguladıkları taktikler çağdaş tarihçiler tarafından şöyle tasvir edilmiştir: Ammianus: “(Hunlar) piyade olarak dövüşmeye hiç alışkın değillerdi. Bir defa eyere oturduktan sonra, küçük ve çirkin, ama yorulmak bilmeyen ve yıldırım gibi giden atlarına sanki yapışık kalırlardı. Savaşlarda korkunç çığlıklar atarak, düşmanın üzerine çullanırlar. Bir direnme ile karşılaşınca, hemen dağılırlar, ama kısa zaman sonra aynı süratle gelerek, önlerine çıkan her şeyi delip geçerler. Buna rağmen bir müstahkem mevkii kuşatıp, merdivenlerle ele geçirme sanatını bilmezler. Ancak, şaşılacak kadar uzak mesafelere attıkları ve demir kadar sert ve öldürücü sivri kemikten uçlu oklarını atmada gösterdikleri maharete hiç kimse erişemezdi”.[130] Ammianus: “(Hunlar) yürürken ağır aksak, fakat at üstünde pire gibi çevik ve dayanıklıdırlar. Korkunç savaşçılar olup, yay ve kement kullanmakta eşsizdirler”.[131] St. Efraim: “(Hunların) haykırmaları arslanların kükremesini andırır. Atları üzerinde ufukta bir 70 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı fırtına gibi uçarlar. Ordularıyla bir tufan gibi kapladıkları bütün arz üzerinde dehşet uyandırmışlardır. Silâhlarına karşı gelebilecek kimse mevcut değildir.[132] Çinliler: «Türkleri üstün yapan atlıları ve okçularıdır. Kendilerine uygun gelirse, şiddetle saldırırlar, tehlikede olduklarını sezerlerse rüzgar gibi kaçarlar, şimşek gibi kaybolurlar”.[133] Türk savaş sisteminde müstakil ve hareketli birlikler başlıca rol oynamaktaydı. Bu birlikler, savaşta tam bir hareket serbestliği içinde sık sık dağılmakta ve birleşmekteydiler. Savaşçılar da at üzerinde süratle giderlerken öne, arkaya ve yana isabetli bir şekilde oklarını atmaktaydılar. Irmakların, vadilerin ve tepelerin sağladığı avantajlardan azamî ölçüde yararlanmak, âdeta Türk savaş taktiğinin bir parçası idi. Türkler, savaşta kendilerine avantaj sağlayacak stratejik yer ve mevkileri düşmana kaptırmamaya büyük özen gösteriyorlardı. Bundan dolayı savaş meydanına düşmandan önce gelmeyi ve stratejik mevkileri tutmayı hiçbir zaman ihmal etmezlerdi. Türklerde, savaş için ayın birinci ve ikinci yarısı, zamanın gece ve gündüz, havanın da yağışlı ve yağışsız olması gibi durumlar çok önemliydi. Bu hususta onlar, kendileri için en uygun zamanı seçmekteydiler. Meselâ Hunlar, genellikle ayın ilk yarısında hücuma geçmekteydiler, ayın ikinci yarısında da geri çekilmeye başlamaktaydılar. Sürpriz baskınlarda da, özellikle, ayın dolun (bedir) halde bulunduğu geceyi tercih etmekteydiler.[134] Çünkü bu durum, düşmanı en pasif halinde basabilmek için kendilerine büyük bir avantaj sağlamaktaydı. Öte yandan Türkler, yağmurlu havalarda da savaşmaktan daima kaçınıyorlardı. Çünkü, yağmurda yayın üzerindeki zamk erimekte, kiriş gevşemekte ve bu durum da yayın kullanılmasını son derece güçleştirmekteydi. Hatta bu durum savaşı bırakmayı ve geri çekilmeyi bile zorunlu kılmaktaydı.[135] Eski Türk savaşlarının bazı ortak özellikleri vardı. Bunları şu şekilde belirlemek mümkündür: a- Yıldırma ve yıpratma, b- Sahte geri çekilme, c- Pusuya düşürme ve imha. Şimdi bunları birer birer ele alarak, kısaca açıklamaya çalışalım: Türkler savaşa, önce düşmanın maneviyâtını bozmakla başlıyorlardı. Bu hususta en çok başvurdukları yöntem “korkutma” idi. Çünkü, savaşın gidişi ve sonucu üzerinde korkunun çok büyük etkisi vardı. Her şeyden önce korku, düşünceyi ve hareketi bozmakta, iradeyi zayıflatmakta, azmi ve cesareti kırmakta ve savunma gücünü azaltmaktaydı. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 71 www.ulkuocaklari.org.tr A. Yıldırma ve Yıpratma Ülkü Ocakları Eğitim Programı Korkunun insan üzerindeki bu gücünü ve etkisini çok iyi bilen Türkler, amaçlarına ulaşmak için “korkutma”yı ustalıkla kullanıyorlardı. Bunun için onlar, daha sefere çıkmadan önce kendileri hakkında korkunç rivayetler yaymak suretiyle düşmanlarının arasına büyük bir korku salıyorlardı. Bu faaliyet, düşmanla karşılaşıp, yüz yüze gelince, daha başka şekillerde devam ediyordu. Meselâ onlar, küçük gruplar halinde, beklenmedik zaman ve yerlerde yaptıkları sürpriz saldırılarla bir taraftan düşmana maddî kayıplar verdiriyorlar, diğer taraftan yeri göğü inleten korkunç naralar atarak,[136] tüyler ürperten çığlıklar çıkararak ve ağır tehditler savurarak, düşmanın moralini çökertmeye çalışıyorlardı. Burada hemen belirtelim ki, korkunç naralar veya çığlık atmanın sadece düşmanı korkutmaya değil, aynı zamanda kendilerine faydası vardı. Çünkü, bağırmak sinirleri germekte ve vuruşları daha kuvvetli hale getirmekteydi. Türkler, savaşın “yıldırma ve yıpratma” safhasında daima uzaktan savaşmayı tercih ediyorlardı. Bu, hiç şüphesiz, akıllıca bir davranış idi. Çünkü Türkler, uzaktan savaşla bir taraftan düşmana ağır kayıplar verdirirken, diğer taraftan kendileri için kan kaybını büyük ölçüde azaltmaktaydılar. Türklerin uzaktan savaş için kullandıkları yegâne silâh, çok uzak mesafelere isabetli bir şekilde attıkları ok idi. Onlar, atları üzerinde âdeta uçar gibi süratli bir şekilde saldırırlarken, bütün oklarını düşman üzerine boşaltmaktaydılar. Yağmur gibi yağan oklar karşısında düşman ordusunun ön safları da, âdeta tırpan yemiş otlar gibi birer birer yere serilmekteydi.[137] Bu hareket, düşman ordusunu maddeten ve manen çökertinceye kadar devam etmekteydi. Öte yandan, Türk birliklerinin yaptıkları keşif seferleri ve akınlar da bir bakıma düşmanın gözünü yıldırmak ve yıpratmak amacını güdüyordu. Türkler, özellikle gözlerine kestirdikleri ülke üzerine büyük bir fetih hareketine girişmeden önce birçok defa keşif seferi ve akın yapmaktaydılar. Bu arada küçük akıncı birlikleri düşmanın yığınak merkezlerine, irtibat noktalarına, ileri karakollarına, keşif kollarına, önemli yol kavşaklarına, yiyecek ve malzeme depolarına yüzlerce baskın düzenlemekteydiler. Bu baskınlar düşmanı takatsiz düşürünceye kadar devam etmekteydi.[138] B. Sahte Geri Çekilme Türk savaşçıları oklarını boşaltıp, düşman ile yüz yüze gelince, mızrak, gürz ve kılıç gibi yakından savaş silâhlarını kullanıyorlardı. Böylece taraflar arasında kanlı bir boğuşma başlıyordu. Fakat, yüz yüze çarpışma çok uzun sürmüyordu. Bu arada Türk komutanları düşmanın savaş gücünü ölçüyorlardı. Eğer Türk komutanları bu ilk yüz yüze çarpışmada baş edemeyecekleri bir kuvvetle karşılaştıklarını anlamışlarsa, birliklerine süratle geri çekilme emrini veriyorlardı.[139] Bundan amaç, düşmanı yormak, bitkin düşürmek ve kendileri için uygun bir yere çekip, burada pusuya düşürerek, imha etmekti. Halbuki karşı taraf bu durumu gerçek bir kaçış olarak değerlendiriyor ve hemen takibe başlıyordu. Bu da düşman saflarının bozulmasına ve emir-komutanın yitirilmesine sebep oluyordu. Sahte geri çekilme büyük bir sürat içinde gerçekleşiyordu. Bu arada Türk savaşçıları, tıpkı saldırıda olduğu gibi, atları üzerinde geri dönüp oklarını aynı isabetle atarak, arkalarından gelen 72 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı düşmana kayıplar verdiriyorlardı. Bu durum, pusunun kurulduğu yere kadar devam ediyordu. C. Pusuya Düşürme ve İmha Pusu, Türk savaş sisteminin son safhası idi. Pusu kurulacak yer önceden belirlenmekteydi. Pusu yeri için genellikle iki tarafı dağlık derin vadiler ile orman, bataklık, çöl ve uçurum kenarları gibi belirli özellikleri olan arazi parçaları seçilmekteydi. Savaştan önce bazı birlikler burada pusuya yatırılmaktaydı. Sahte geri çekilme ile pusu yerine çekilen düşman, burada kıskaç veya çember içine alınmaktaydı. Bundan sonra düşman birkaç saat içinde tamamen imha edilmekteydi. DİPNOTLAR [1] Krş. Köymen 1989: 18*. [2] Türklerde devlet fikri ve devlet kurma faaliyeti evrenin yaratılışına kadar geriye gitmektedir. BilgeKağan Göktürk Yazıtlarında atalarının faaliyetinden bahsederken bu hususta şöyle demiştir: «Üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldığında, ikisinin arasında insanoğlu yaratılmış. İnsanoğlunun üzerine (de) atam Bumin Kağan ve İstemi Kağan (hükümdar olarak tahta) oturmuş. (Tahta) oturarak, Türk milletinin devletini (ve) töresini yönetivermiş, düzenleyivermiş». Anlaşılacağı gibi, bu sözler, sadece bir dönemin faaliyetini değil, kökü ve başlangıcı evrenin, yani gök, yer ve kişioğlunun yaratılışına kadar uzanan binlerce yıllık bir faaliyetin ve çabanın özünü ifade etmektedir. [3] Orhun Âbideleri 1973: 20, 22, 24, 33, 34, 38, 67, 69, 70, 77, 80; Giraud 1999: 109 vd. [4] Uygur metinlerinde “İl kün” sözleri “millet, kavim” anlamında birlikte geçmektedir. (Caferoğlu 1968: 93, 122). Aynı sözleri bugün Anadolu’da “el gün ne der”, “ele güne karşı” gibi deyimlerin içinde eş anlamlı olarak hâlâ yaşamaktadır. www.ulkuocaklari.org.tr [5 ]Ssu Ma-Ch’ien 1989: 406-408; De Groot 1921: 76. [6] Kafesoğlu 1977: 218. [7] Orhun Âbideleri 1973: 21, 78. “Türk kara kamag bodun anca tirmiş: İllig bodun ertim, ilim amtı kanı, kimke ilig kazganur men tir imiş”. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 73 Ülkü Ocakları Eğitim Programı [8] Ögel 1971: II, 50. [9] «Ülke» sözü, Moğolcadan Türkçeye geçmiş bir kavramdır. [10] Türkçe «uluş» kavramı Moğollara «ulus» şeklinde geçmiştir. Bugün bu kavram, Moğolcaya geçen şekliyle alınıp, Arapça kökenli «millet» kelimesinin yerine kullanılmaktadır. [11] Ebû Hayyân 1931: 129. [12] Eski Türk Yazıtları 1987: 170. [13] De Groot 1921: 51 vd. [14] Orhun Âbideleri 1973:: 52, 91. Orhun Yazıtlarına göre, istiklâli kaybetmek Türk milleti için şu sonuçları ortaya çıkarıyordu: 1-İlsizleşmek (ilsiremiş=devleti kaybetmek), 2-Kağansızlaşmak (kagansıramış), 3-(Kadınlar için) cariye olmak (küng edmiş), 4-(Erkekler için) kul olmak (kul admış), 5-Türk töresini bırakmak (Türk törüsin ıçgınmış). (Orhun Abideleri 1973: 22, 36, 69, 79). [15] De Groot 1921: 214. [16] De Groot 1921: 80. [17] Danişmend 1966: 19; Liu Mau-tsai 1958: I, 53; Julien 1864: 6/3, 502. “Maintenant mon fils va se presenter a la cour; chaque annee, des chevaux d’origine divine vous seront offerts en tribut; du matin au soir, je n’ecouterai que vos ordres. Quant a couper le devant de notre vetement, denouer les tresses de nos cheveux flottants, changer notre lanque et adopter vos lois, nos habitudes et nos coutumes sont deja trop anciennes, et je n’a pa encore ose les changer. Tout le royaume a le meme cour”. [18] Liu Mau-tsai 1958: I, 8; Julien 1864: 6/3, 332. [19] Chavannes 1900: 21. 74 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı [20] Türk hâkimiyet anlayışının temelini oluşturan bu üç kavrama dair farklı yorumlar için bkz. Divitçioğlu 1987: 48-281. [21] Orhun Âbideleri 1973: 87. [22] Ssu Ma-Ch’ien 1989: 406-408; De Groot 1921: 76. [23] Geniş bilgi için bkz. Turan 1969: I, 102-110. [24] Orhun Âbideleri 1973: 66, 71, 81-82, 88. Bu hususta Buğut Yazıtında şu benzer ifade kullanılmıştır: Türk Kağanı (Mukan) “parayı iyi üleştirmiş ve halkı (bodun) iyi beslemiştir”. (Çağatay ve Tezcan 1976: 251). [25] Orhun Âbideleri 1973: 69. “Tenri küç birtük üçün kangım kağan süsi böri teg ermiş, yağısı koyn teg ermiş”. [26] Eski Türk Yazıtları 1987: 104 vd.; Giraud 1999: 154; Liu Mau-tsai 1958: I, 459. [27] Orhun Âbideleri 1973: 43. 85. [29] Türk tarihinin büyük bir kısmını dolduran ve Türk devletlerinin çökmesine yol açan taht kavgaları, genellikle tahta dirayetli ve yetenekli bir hanedan üyesi çıkıncaya kadar devam ediyordu. [30] Meselâ Hunların başında “Tu-ku”, Göktürklerin ve Hazarların başında “Aşina”, Uygurların başında “Yağlakar”, Kırgızların başında “A-jih”, Peçeneklerin başında “Kangar”, Macarların başında “Kabar”, Bulgarların başında da “Dula” boyuna mensup birer bey bulunuyordu. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 75 www.ulkuocaklari.org.tr [28] Türkler, siyasî iktidarın hanedan üyeleri arasında birinden diğerine kan yoluyla intikal ettiği inanışında oldukları için, taht mücadelesini kaybeden hanedan mensuplarının kanını dökmemeye bilhassa dikkat ediyorlardı. Mücadeleyi kaybeden hanedan üyesinin mutlaka ortadan kaldırılması gerekiyorsa, bu ancak yay kirişiyle boğulmak suretiyle yapılmaktaydı. Aksi durumda, siyasî iktidar hanedan üyesinin kanı vasıtasıyla toprağa ve oradan da hanedanla hiç ilgisi olmayan kişilere intikal edebilmekteydi. Bu inanış, İslâmî devirde de devam etmiştir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı [31] Göktürk tuğ ve bayraklarında sembol olarak altından bir kurt başı bulunmaktaydı. Liu-Mau-tsai 1958: I, 9, 40. «Auf die Spitze ihrer Fahnenstangen setzten sie einen goldenen Wolfskopf». Julien 1864: 6/3, 333, 350. «Au sommet de la hampe de leurs drapeaux, ils placent une tete delouve 3 en or”. Chavannes 1900: 49; Taşağıl 1995: 97, 110, 112. Türk bayraklarının rengi ise kırmızı idi. (Kaşgarlı Mahmûd 1941: III, 183). [33] Türklerde «ordu»ya dair geniş bilgi içi bkz. Esin 1968: 135-215. [34] Başkanlık seçimi yapılırken adayda yüksek vasıflar aranmaktaydı. Liu-Mau-tsai 1958: I, 6; Taşağıl 1995: 111. [35] Kaşgarlı Mahmûd 1939: I, 516; 1940: II, 74. [36] Bu anlayış, bugünkü Türk toplumunda başka bir şekilde devam etmektedir. Meselâ her Türk genci toplumdaki yerini ancak askerlik görevini yapmak suretiyle alabilmektedir. Zira, Türk toplumu askerlik görevini yapmamış olan gence adam olmuş gözüyle bakmamakta ve daha önemlisi ona sorumluluk vermemektedir. Bundan dolayı Türk gençleri askere gidişlerini davul zurna eşliğinde büyük bir coşkunluk içinde kutlamaktadırlar. [37] Göktürk yazıtlarında «alp» (kahraman) sıfatı ideal Türk hükümdarının başlıca özelliği olarak belirtilmiştir. Ayrıca bu sıfat, Uygur kağanlarının birçoğunun unvanı arasında yer almıştır. (Caferoğlu 1931: 110-114). [38] Göktürk ve Uygur kağanlarının birçoğunun unvanları arasında «bilge» sıfatı bulunuyordu. (Caferoğlu 1931: 105-119). [39] “Erdem”, “er” kelimesine “-tem/-dem” ekinin ilâvesiyle meydana gelmiş bir kavramdır. Meselâ, “birdem/birtem” (birlik), “kündem” (güneş gibi) ve “gündem” (günlük) gibi kelimeler de aynı ekle yapılmış kelimelerdir. [40] Eski Türk Yazıtları 1987: 104. [41] Kafesoğlu 1977: 239. 76 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı [42] Orhun Âbideler 1973: 23, 70. [43] Orhun Âbideler 1973: 17. Türkler dünyayı dört köşe olarak düşünüyorlardı. Dört taraftaki milleti hâkimiyet altına almakla da, kendilerini cihân hâkimiyetine ulaşmış kabul ediyorlardı. [44] Töre, sosyal hayatı düzenleyen ve yazılı olmayan örf âdetlerdir. [45] Kafesoğlu 1970: 17. [46] Yusuf Has Hacib 1974: b. 819, 821, [47] Yusuf Has Hacib 1974: b. 68, 355, 800, 809, 2015, 5172, 5285, 5903/5907, 5944; Genç1981: 107. [49] Orhun Âbideler 1973: 19, 25, 39. [50] Orhun Âbideler 1973: 25. [51] Chang Jen-T’ang 1968: 176; Chavannes 1900: 174. “Mes tribus vivent dans l’abon-dance; cela me suffit” (Boylarım bolluk içinde yaşıyor; bu bana yeter). [52] Orhun Âbideler 1973: 25. [53] Orhun Âbideler 1973: 18, 47. www.ulkuocaklari.org.tr [54] Orhun Âbideler 1973: 50. [55] Demokrasinin temel kurumlarından olan meclis, hemen hemen bütün Türk devletlerinde vardı. Türkler bu kurumu Batı toplumu gibi geliştirip, bir sisteme bağlayarak, parlâmentoya dönüştürememişlerdir. Dolayısıyla bu kurumu Batı’dan almak zorunda kalmışlardır. [56] Kafesoğlu 1980: 205; Mori 1978: 220. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 77 Ülkü Ocakları Eğitim Programı [57] De Groot 1921: 59. “Wenn im Herbst die Pferde fett sind, findet eine grosse Versammlung in Tailim statt, damit die Staerke der Bevölkerung und des Viehbestands festgestellt werde”. Mori 1978: 220. [58] Kafesoğlu 1977: 227; Altheim 1952: 138; Nemeth 1982: 85. [59] De Groot 1921: 50 vd., 201; Liu Mau-tsai 1958: I, 9; Taşağıl 1995: 96. [60] Kafesoğlu 1977: 231; Nemeth 1982: 86; Gökalp 1972: 165. [61] Liu Mau-tsai 1958: I, 43 vdd.; Chavannes 1900: 48. “Quand Mou-han kagan des Tou-kiue orientaux mourut, il ecarta (de la succession) son fils Ta-lo-pien et donna le pouvoir a son Frere cadet T’o-po kagan, T’o-po, avant de mourir, ordonna qu’on s’abstînt de prendre son fils An-lo et qu’on eût soin de nommer Ta-lo-pien. Les gens du pays, considerant que la mere de ce dernier etait de basse axtraction, ne voulurent pas lui donner le pouvoir”. Taşağıl 1995: 116, 158. [62] Oğuz Kağan›ın devlet ve boy teşkilâtı da «Bozok» (sağ), «Üçok» (sol) olmak üzere ikiye ayrılmaktaydı. Hâkimiyet ve hükümdarlık ise «Bozok»larda, yani sağda idi. [63] Hun Türklerinde doğu “sol” taraf olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyla Hunlarda üstünlük sol tarafta olmuştur. [64] Orhun Abideleri 1973: 17. [65] De Groot 1921: 60. “Morgens verlaesst der Tan-hu das Kriegslager, um sich vor dem tagesanbruch ehrerbietig zu verbeugen. Bei der Geburt des Neumondes (im Vesten) verbeugt er sich gegen den Mond”. Taşağıl 1995: 113. [66] Chavannes 1900: 21. [67] Chavannes 1900: 38. 78 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı [68] Kafesoğlu 1980: 206. [69] Eski Türkçede ana yönleri belirtmek için 37, ara yönleri belirtmek için de 4 kelime ve kavram bulunmaktadır. Bu hususta bkz. Arat 1987: 182-196. Öte yandan, Türk kültüründe yönlerin hem renklerle hem de hayvan isimleriyle belirtilen sembolleri vardı. Meselâ bunlardan doğuyu renk olarak “gök” (mavi), hayvan olarak da “ejder” (gök luu=gök ejder); batıyı renk olarak “ak”, hayvan olarak da “pars” (beyaz benekli pars); kuzeyi renk olarak “kara”, hayvan olarak da “yılan” (kara yılan); güneyi ise, renk olarak “kızıl”, hayvan olarak da “saksağan” (kızıl sagızgan) temsil ediyordu. (Esin 1978: 47; Gabain 1968: 108). [70] “Dört köşe” (Ssû Chiao): 1. Tso Hsien Wang (Sol Bilge Tigin), 2. Yu Hsien Wang (Sağ Bilge Tigin), 2. Tso Lu-li Wang, 4 Yu Lu-li Wang. “Altı Köşe” (Lui Chiao): 1. Tso Jih-chu Wang, 2. Yu Jih-chu Wang, 3. Tso Wen-yü-ti Wang, 4. Yu Wen-yü-ti Wang, 5. Tso Chan-chiang Wang, 6. Yu Chan-chiang Wang. [71] Mori 1978: 213. [72] De Groot 1921: 59. [73] Liu Mau-tsai 1958: I, 9, 41. “Insgesamt waren es 28 Klassen. Alle (Aemter) waren erblcih”. Eberhard 1943: 86; Julien 1864: 6/3, 333. “Ces fonctionnaires publics forment en tout vingt-huit classes distinctes. Toutes ces charges sont hereditaires”. Taşağıl 1995: 97. [74] Eski Türk devletlerindeki memuriyet ve unvanlara dair geniş bilgi için bkz. Donuk 1988; Giraud 1999: 113-127. [75] Nemeth 1982: 93. [77] Giraud 1999: 109 vd. [78] Bilge Kağan’ın düşüncesini ve inancını geniş anlamda ele alırsak, onun bu hususta yanılmadığını söyleyebiliriz. Zira, Türk milleti tarihin hiçbir devrinde devletsiz kalmamışlardır. Bir Türk devleti yıkılırken yerini başka bir Türk devleti almıştır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 79 www.ulkuocaklari.org.tr [76] Liu Mau-tsai 1958: I, 9. Ülkü Ocakları Eğitim Programı [79] Kaşgarlı Mahmûd 1940: II, 25. Buradaki “kalmak” fiili “geride bırakmak” anlamında kullanılmıştır. [80] Orhun Abideleri 1973: 22, 33, 36, 69, 77, 79. [81] Kafesoğlu, 1977: 239; Nemeth 1982: 92. [82] Liu Mau-tsai 1958: I, 171; II, 614. “Daraufhin ernannte (P’i-kia=Bilge) den Tun-yu-ku (Ton Yukuk), der unter Mo-tsch’o (Kapgan Kağan) “Ya-kuan” (yargan) gewesen war, zum Hauptratgeber”. [83] Mori 1978: s. 217, 218. [84] Şeşen 1985: 46, 156, 165, 174. [85] De Groot 1921: 60; Kafesoğlu 1977: 239; Taşağıl 1995: 98, 112; Ligeti 1986: 46. [86] Bu hususta geniş bilgi ve bazı örnekler için bkz. Arat 1987: 506-572; Caferoğlu 1934; Arsal 1947. [87] Bu anlayış, “Bir kişi bir asker demektir” şeklindeki eski Türk atasözünde de kendisini açık bir şekilde göstermektedir. [88] “Sü” kelimesi, İslâmî dönemde (Selçuklularda ve Osmanlılarda) “sü-başı” unvanının içinde varlığını korumuştur. Cumhuriyet devrinde ise, “sü” ile “bay” kelimeleri birleştirilerek (sü+bay=subay), bütün rütbeli komutanların genel adı olan “subay” kelimesi meydana getirilmiştir. Ayrıca Türkçe “sü” kelimesi ile Farsça “vârî” (benzer, gibi) kelimesi birleştirilerek, “süvari” (atlı) yapılmıştır. [89] İslâmiyet’ten önce Türk devletlerinde “ordu ve asker” anlamına gelen “çerig” kelimesi, Osmanlılarda “Yeniçeri” şeklinde kapıkulu ordusunun adı olarak yaşamaya devam etmiştir. [90] Julien 1864: 6/4, 201. “Les soldats de la garde s’appelaient Fou-li (=börü=kurt) “. [91] De Groot 1921: “Die 24 Grossen stellen wieder jeder für sichselbst Haeuptlinge von 80 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Tauscendschaften, Hundertschaften und Zehnersch ten, wie auch ‘Unterkönige’, ‘Reichsver-weser’, ‘Generalkommandanten’, Tong-ho, Tsu-ku und was dazu gehört”. Mori 1978: 215. [92] En küçük birlik olan “otag”ın sayısı, bir çadırın alabileceği asker sayısıyla belirlenmekteydi. Bu da 8 veya 10 kişiden ibaretti. Görüldüğü gibi, Karahanlı ordusundaki “otag” ile Hun ordusundaki en küçük birlik arasında sayı bakımından tam bir benzerlik bulunmaktadır. [93] “On otag”, 10 çadırlık asker demektir. Bu da, Hun ordusundaki 100 kişilik birlik ile benzer durumdadır. [94] Yusuf Has Hacib 1974: 2334, 2335. [95] Orhun Âbideleri 1973: 57/95; 60/97. “yelmeg”. [96] Koca 1997: 190 vd. [97] Kaşgarlı Mahmûd 1939: I, 38. “İm bilse er ölmez”. [98] Orhun Âbideleri 1973: 57/95; 60/97. “kargug”. [99] Caferoğlu 1968: 125. “Küzet” kelimesi, bugünkü “gözetmek” (göz atmak) fiilinin köküdür. [100] Kaşgarlı Mahmûd 1939: I, 426. www.ulkuocaklari.org.tr [101] De Groot 1921: 76; Liu Mau-tsai 1958: I, 433; Chang Jen-t’ang 1968: 142. Büyük Selçuklu ordusunun sayısı Sultan Melikşah zamanında 400 bin kişi idi (Nizâmü’l-Mülk 1976: 78; 1982: 216). [102] De Groot 1921: 76. [103] Orhun Âbideleri 1973: 52, 91. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 81 Ülkü Ocakları Eğitim Programı [104] Eberhard 1940-41: 162; Giraud 1999: 136. [105] Koppers 1941: 463, 471, 472/512, 522, 523. [106] Giraud 1999: 142. [107] Kaşgarlı Mahmûd 1939: I, 111. [108] Türklerin temrensiz okları da vardı. Bu oklara «ulun» adı verilmekteydi. (Kaşgarlı Mahmûd 1939: I, 78). Ayrıca Türklerin, eğitim amacıyla yaptıkları okları vardı ki, bunlara «kalva» denmekteydi. Bu okların da temreni yoktu. (Kaşgarlı Mahmûd 1939: I, 426). [109] Türklerin «kesme» (enli temren), «yasıç» (yassı ve uzun) gibi adlar taşıyan daha başka temrenleri de vardı (Kaşgarlı Mahmûd 1939: I, 434; 1941: III, 8). [110] Ögel 1971: 8. [111] De Groot 1921: 49. “Nun verfertigte Mo-tun (Mete) pfeifende Pfeile”. [112] Kaşgarlı Mahmûd 1939: I, 369. [113] Kaşgarlı Mahmûd 1941: III, 217. [114] Türkler kayın ağacına «kürt» adını vermekteydiler. Bu ağaçtan genellikle yay, kamçı ve deynek yapmaktaydılar (Kaşgarlı Mahmûd 1939: I, 343). [115] Kaşgarlı Mahmûd 1941: III, 123, 409. [116] Kafesoğlu 1977: 241; Koşay 1974: 92. [117] Bazı mızrakların başına tıpkı oklarda olduğu gibi temren takılmaktaydı. Bu tür mızraklara “başaklığ süngü” denmekteydi (Kaşgarlı Mahmûd 1939: I, 497). 82 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı [118] Eski Türk kılıcı hakkında geniş bilgi için bkz. Ögel 1948: 431-460. [119] Ögel 1971: 5. [120] Hun Türklerinin ağaçtan kalkanları ve deriden zırhları vardı (Eberhard 1942: 76). [121] Tolga, madenden imal edildiği için başa çıplak olarak giyilmemekteydi. Koruması için başa önce, “kedüt” adı verilen tüyden yapılmış bir takke geçirilmekteydi (Kaşgarlı Mahmûd 1939: I, 390). [122] Kaşgarlı Mahmûd 1941: III, 15, 158, 217. [123] Nemeth 1982: 34; De Groot 1921: 3. “Die Kinder können Hammel oder Schafe reiten, spannen Bogen und schiessen Vögel, Wiesel und Ratten; grösser geworden schiessen sie Füchse und Hasen, die zur Ernaehung dienen”. [124] Bacon Tarihsiz: 41. [125] Eski Türkçede sürgün avına “sıgır” denmekteydi (Kaşgarlı Mahmûd 1939: I, 364). [126] Kafesoğlu 1977: 244; De Groot 1921: 202. “İm folgenden Jahr (M. Ö. 62) hielt der Tan-hu mit über 100. 000 Reitern laengs der befestigten Grenzen Jagden ab, in der Absicht, einen Einfall zu machen und plüdern”. [127] De Groot 1921: 50. [128] Nemeth 1982: 82. www.ulkuocaklari.org.tr [129] Grousset 1980: 91. [130] Altheim 1967: 29. [131] Nemeth 1982: 54, 127. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 83 Ülkü Ocakları Eğitim Programı [132] Julien 1864: 6/3, 547. [133] Eberhard 1942: 76 vd.; Liu Mau-tsai 1958: I, 41. “Sie warten den Vollmond ab und gehen dann auf Raubzüge”. De Groot: 1921: 60 vd. “Soll eine Sache in Angriffge-nommen werden, dann beobachtet man die Sterne und den Mond. Beim Vollmond oder beizuneh-mendem Mond wird angegriffen oder gekaempft, bei abnehmendem Mond aber zieht man die Streitmacht zurück”. [134] Chang Jen-t’ang 1968: 33; Liu Mau-tsai 1958: I, 188. “...Gerade in dieser Zeit regnete es auch noch so schwer, dass die Bogen und Pfeile (der T’u-küe) sich alle verzogen und schlecht wurden. Daraufhin lösten (ihre Kampstellung) auf und kehrten zurück”. [135] Bir Süryani tarihçisi Türklerin savaşta haykırmalarını “arslan kükremesi”ne benzetmiştir. Aynı benzetme Kaşgarlı Mahmûd’un XI. yüzyılda tespit ettiği bir şiir parçasında da yapılmıştır. Bu şiir parçasında şöyle deniyordu: “-Düşmanı çevirelim, kuşatalım, -Attan inerek gayretle koşalım, -Arslan gibi kükreyelim, -Ta ki, bundan düşman zayıflasın” (Kaşgarlı Mahmûd 1939: I, 125, 441; 1940: 13, 138). Türk savaşçılarının ve komutanlarının vasıflarına dair geniş bilgi için bkz. Dankoff 1977: 95-112. [136] Kaşgarlı Mahmûd’un tespit ettiği eski bir şiir parçasında da aynı benzetme yapılmıştır. Bu şiir parçasında şöyle deniyordu: “Süsi otun oruldu” (Düşman askeri ot gibi biçildi). Kaşgarlı Mahmûd 1939: I, 195). [137] Kafesoğlu 1977: 243. [138] Kaşgarlı Mahmûd’un tespit ettiği bir şiir parçasında, Türklerde savaşa hazırlık, saldırı ve sahte geri çekilme hareketi şöyle tarif edilmiştir: “Kudruk katığ tügdümiz (Atın kuyruğunu sıkı sıkı bağladık. Tengriğ öküş ögdümüz Tanrıyı çok övdük. Kemşip atığ tegdimiz Gemi çekerek atı üzengiledik. Aldap yana kaçtımız”. Arkamıza düşsünler diye, onları aldatarak kaçıverdik). (Kaşgarlı Mahmûd 1939: I, 472). 84 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı KAYNAKÇA Altheim, F.; Attila et les Huns, Paris 1952; Asya’nın Avrupa’ya Öğrettiği, trc. E. T. Elçin, İstanbul 1967. Arat, R. R.; Türkçede Cihet Mefhûmu ve Bununla İlgili Tâbirler, Makaleler, I, Ankara 1987, 180203; Alm., Über die Orientations-Bezeichnungen im Türkischen, s. 204-221; Eski Türk Hukuk Vesikaları, Makaleler, I, Ankara 1987. Arsal, S. M.; Türk Tarihi ve Hukuk, İstanbul 1947. Bacon, E. E; Esir Orta Asya, trc. T. Say, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, tarihsiz. Caferoğlu, A.; Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü, İstanbul 1968; Uygurlarda Hukuk ve Maliye Istılahları, TM, IV, (1934). Chang Jen-T’ang; T’ang Devrindeki Doğu Göktürkleri Hakkında Yeni Belgeler, Tapei 1968. Chavannes, Ed.; Documents sur le Tou-kiue Occidentaux, Paris 1900. Çağatay S. -Tezcan S.; Köktürk Tarihinin Çok Önemli Bir Belgesi: Sogdça Buğut Yazıtı, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı (Belleten), (1975-76), 245-252. Danişmend, İ. H.; Türklük Meseleleri, İstanbul 1966. Dankoff, R.; Animal traits in the army commander, Annal of Turkish Studies, I, (1977), s. 95-112. De Groot, J. J. M.; Die Hunnen der vorchristlichen Zeit, Berlin-Leipzig 1921. Divitçioğlu, S.; Kök Türkler, İstanbul 1987. Donuk, A.; Eski Türk Devletlerin İdarî-Askerî Unvanlar ve Terimler, İstanbul 1988. Eberhard, W.; Çin’in Şimal Komşuları, Ankara 1942; Çin Kaynaklarına Göre Ota Asya’daki At Cinsleri ve Beygir Yetiştirme Hakkında Mâlûmat, Ülkü, 92, (1940-41), s. 161-172. Ebû Hayyân; Kitâb al-İdrâk li-Lisân al-Atrâk, Haz. A. Caferoğlu, İstanbul 1931. El-Cahiz; Hilâfet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri, trc. R. Şeşen, Ankara 1967. www.ulkuocaklari.org.tr Esin, E.; İslâmiyetten Önceki Türk Kültür Tarihi ve İslâma Giriş, İstanbul 1978; Orduğ (Başlangıçtan Selçuklulara Kadar Türk Hakan Şehri), Tarih Araştırmaları Dergisi, VI/10, 11, (1968), s. 135-215. Orkun, H. N., Eski Türk Yazıtları, Ankara 1987. Genç, R.; Karahanlı Devlet Teşkilâtı, İstanbul 1981. Giraud, R.; L’Empire des Turc celestes, Paris 1960; Gök Türk İmparatorluğu, trc. İ. Mangaltepe, İstanbul 1999. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 85 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Gökalp, Z.; Türkçülüğün Esasları, Haz. M. Kaplan, İstanbul 1972. Giraud, R.; Gök Türk İmparatorluğu, İstanbul 1999. Julien, S.; Documents Hisoriques sur les Tou-kioue (Turc), Journal Asiatique, 6/3; 6/4, (1864), s. 400549, 200-242, 391-477. Kafesoğlu, İ.; Türk Millî Kültürü, Ankara 1977; Eski Türklerde Devlet Meclisi, (Toy), I. Türkoloji Kongresi, İstanbul 1980. Kaşgarlı Mahmûd; Dîvânü’l-Lugati’t-Türk, trc. B. Atalay, I-III, Ankara 1939-1941. Koca, S.; Dandanakan’dan Malazgirt’e, Giresun 1997; Türk Kültürünün Temelleri, I, II, İstanbul, Trabzon 1990, 2000. Koppers, W.; İlk Türklük ve İlk İndo-Germenlik, Alm. Urtürkentum und Urindogermannentum, Belleten, V, (1941), s. 439-525. Koşay, H. Z.; Makaleler ve İncelemeler, Ankara 1974. Köymen, M. A.; Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, I, Ankara 1989. Ligeti, L.; Bilinmeyen İç Asya, trc. S. Karatay, Ankara 1986. Liu Mau-tsai; Die Chinesischen Nachricten zur Geschichte der Ost-Türken (T’u-küe), I, Wiesbaden, 1958. Mori, M.; Kuzey Asya’daki Bozkır Devletlerinin Teşkilâtı, İÜEF, Tarih Enstitüsü Dergisi, 9, (1978), Nemeth, Gy.; Attila ve Hunları, trc. Ş. Baştav, Ankara 1982. Ergin, M.; Orhun Abideleri, İstanbul 1973. Ögel, B.; Türk Kılıcının Menşe ve Tekâmülü Hakkında, DTCFD, VI/4, (1948), s. 431-460; Türk Kültürünün Gelişme Çağları, I, II, İstanbul 1971; Mitolojisi, Ankara 1971. Taşağıl, A.; Gök-Türkler, Ankara 1995. Turan, O.; Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, I, İstanbul 1969. Ssu Ma-ch’ien; Shih-chi (Tarihî Notlar), Urumçi 1989, 110. bölüm, “Hunlar Tezkeresi”, s. 406408. Şeşen, R; İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Ankara 1985. Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, trc. R. R. Arat, Ankara 1974. 86 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı ESKİ TÜRKLERDE BAYRAM VE FESTİVALLER Prof. Dr. Salim Koca Tarihî kayıtlara göre, Türklerin Hunlardan beri bayram ve festival türünden birçok tören ve faaliyetleri vardı. Meselâ, Hun Türkleri beşinci ayda, yani ilkbaharda “Lungcınğ” adı verilen yerde topluca büyük bir bayram yapmaktaydılar. Bu bayramda hem inançla ilgili âdetler yerine getirilmekte, hem de türlü müsabakalar düzenlenmekteydi. Dinî âdet olarak evrenin yaratıcısı “Gök Tanrı” ve kutsal sayılan “yer” için at kurban edilmekteydi.[2] Bundan sonra bayramın müsabaka ve eğlence kısmına geçiliyordu. Bu kısımda Türklerin en çok sevdikleri bir spor türü olan at yarışları yapılıyordu. At yarışları sekizinci ayda, yani sonbaharda bir kere daha tekrarlanmaktaydı. Yarış kulvarı olarak da bir ormanın etrafı veya yere çakılmış ve işaret vazifesi gören ağaç dalları ile belirlenmiş bir mekân seçilmekteydi.[3] Hunlarınkine benzer bayram ve festivallere Göktürklerde de rastlanmaktadır. Göktürkler, her yıl belirli bir zamanda “ecdat mağarası”nda atalarına kurban kesiyorlardı. Onlar aynı şekilde bayram kutlamalarına da, beşinci ayın ikinci yarısında “Gök Tanrı” ve “kutsal yer ve su” için kurban kesmekle başlıyorlardı. Kurbandan sonra da topluca eğlenceye geçilmekteydi. Ozellikle kızlar ayak topu (tepük) Ülkü Ocakları Genel Merkezi 87 www.ulkuocaklari.org.tr Bayram kavramı ilk defa Kaşgarlı Mahmûd’un XI. yüzyılda yazdığı “Dîvân”da görülür. Kaşgarlı, kelimenin aslının “bedhrem” olduğunu, bu kelimeyi Oğuzların “beyrem” şekline çevirdiklerini belirtir. Yine Kaşgarlı’ya göre, bayram «eğlenme, gülme ve sevinme günüdür.» Bayramlar XI. yüzyıl Türk toplumunda, şüphesiz «bayram yeri» adı verilen bir meydanda kutlanmaktaydı. Bayram yeri, özellikle çiçeklerle süslenmekte, çıra veya meşalelerle aydınlatılmaktaydı ki, burası Kaşgarlı’nın ifadesiyle âdeta “gönül açan” bir mekân olmaktaydı.[1] Bayram yerinin aydınlatılmış olmasından, bayram kutlamalarının gece de devam ettiği anlaşılmaktadır. Burada hemen belirtelim ki, Kaşgarlı Mahmûd bu açıklamayla Ramazan ve Kurban bayramları gibi dinî bir bayramdan değil, millî bir bayramdan söz etmektedir. Ancak Kaşgarlı, bu bayramın ne zaman kutlandığına dair bilgi vermemektedir. Dikkatli bir tarihçinin bu zamanı yine Kaşgarlı’nın ifadesinde geçen bir kelime ile tespit etmesi mümkündür. Kaşgarlı, bayram yerini tasvir ederken bu mekânın çiçeklerle süslendiğini söylemektedir. Çiçeklerin genellikle ilkbaharda açtığını düşünürsek, bayramın da aynı mevsimde kutlanmış olması muhakkaktır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı oynamaktaydı. Herkes kımız içmekteydi. Bundan sonra da şarkılar söylenmekteydi.[4] Burada dikkati çeken bir husus vardır. Türklerde bayram kutlamalarına toplumun hemen hemen her kesimi katılıyordu. Üstelik bu katılış seyirci olarak da değildi. Meselâ genç kızlar, bugün genellikle erkeklerin oynadığı ayak topu oyununu bizzat kendileri oynamışlardır. Aynı bayram ve festivaller Uygur Türklerinde de vardı. 450 yılında Uygur Türklerinden 5 grup birleşerek, Çin’in kuzeyinde büyük bir tören yapmışlardır. Onlar bu törende önce “Gök Tanrı”ya kurban sunmuşlar, sonra da şarkılar söyleyerek eğlenmişlerdir.[5] Öte yandan, 840 yılından sonra Tarım havzasına gelip, yarı yerleşik hayata geçen Uygurlar, din olarak Budizm’i kabul ettikleri halde eski geleneklerini terk etmemişlerdir. X. yüzyılın ilk çeyreği içinde Uygur Kağanını ziyaret eden Çin elçisi Wangyente’ye göre, Uygurlar, üçüncü ayın dokuzunda, yani 9 Mart›ta bir festival (Soğuk Yemek Festivali) düzenliyorlardı. Onlar bu festivalde birbirlerinin üzerine su atmak suretiyle eğlenmekteydiler.[6] Bilindiği gibi, Tarım havzasında yaz ayları çok sıcak ve kurak geçmekteydi. Kavurucu sıcaklar hayatı âdeta cehenneme çeviriyordu. Uygurlar ancak yerin altında evler inşa ederek veya yaylalara çıkarak bu sıcağın etkisinden kendilerini kurtarmaya çalışıyorlardı.[7] Onların özellikle bayram eğlencelerinde birbirlerini ıslatmalarının sebebi de, bu sıcakla ilgiliydi. Serpilen sularla hava âdeta etkilenmekte, böylece yaz ayının kavurucu sıcağı kovularak yağmur istenmekteydi. Verdiğimiz birkaç örnekle burada şu hükme varıyoruz: Türklerin İslâmiyetten önce Orta Asya’da kendilerine has bir hayat tarzları ve inançları olduğu gibi, yine kendilerine has bayramları ve festivalleri de olmuştur. Görüldüğü gibi, bu bayram ve festivallerin esâsını inançla ilgili davranışlar ve toplu yapılan eğlenceler oluşturmaktadır. Şimdi de bu bayram ve festivallerin hangi düşünce ve inançtan doğmuş olduğunu tespit etmeye çalışalım: Bilindiği gibi, tabiat ve iklim insan hayatının ve düşüncesinin şekillenmesinde başlıca rol oynar. Türklerin ilk ana yurdu olan Orta Asya›da tabiat ve iklim, yaşamak için son derece elverişsiz ve acımasızdır. Kışlar dondurucu ve fırtınalı, yazlar ise kavurucu sıcak ve kurak geçer. Bu iklim, tarıma yeteri kadar imkân tanımaz. Orta Asya Türkünün başlıca geçim kaynağını hayvan ve hayvan ürünleri oluşturuyordu. Fakat, kışların sert ve uzun geçmesi, sık sık hayvan kırımlarına (yut=yutmak) yol açıyordu. Başlıca ekonomik varlıklarını yitiren Türkler de, perişan oluyorlar ve güç durumlara düşüyorlardı. Bundan dolayı Orta Asya Türkünün hayatında iki önemli mevsim ve iki önemli yer olmuştur: Mevsim olarak kış ve yaz. Yer olarak da kışın geçirildiği “kışlak” ve yazın geçirildiği “yaylak”. Türk için kış, âdeta kısılmak ve birçok şeyden mahrûm olmak demekti. Yaz ise, yayılmak ve daha da önemlisi uzun süren kış aylarında yaşanan ekonomik sıkıntılardan kurtulmak anlamına geliyordu. Türk için bu, bir bakıma kurtuluş ve hürriyete kavuşma idi. Böyle bir durum da ancak bir bayramla kutlanabilirdi. İşte Türklerin, yazın müjdecisi olan ilkbaharda bir bayram yapmalarının başlıca sebebi bu idi. Fakat sosyal olaylar tek bir sebebe bağlanamaz. Daha doğrusu sosyal olayların oluşumunda birçok faktör birden rol oynar. Biz de birçok tarihçi gibi, Ergenekon Destanı’na konu olan olayların, Türk millî bayramının oluşumunda önemli bir katkısının bulunduğu inancındayız. Üstelik, Ergenekon 88 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Destanı’nda anlatılan olayın gerçek yanlarını yazılı belgelerde de tespit edebilmekteyiz. Burada, Türk bayramına kaynaklık ettiğini düşündüğümüz Ergenekon Destanı üzerinde biraz duralım: Bilindiği gibi, Türk destanlarından Manas Destanı hariç hiçbiri zamanında derlenip yazıya geçmediği için tam değildir; ancak bunlar tarihin kaynak kitapları arasında parçalar ve özetler halinde bulunmaktadır. Ergenekon Destanı’nın da iki ayrı parçası (versiyon, varyant) bulunmaktadır. Bunlardan biri Çin Yıllıklarında, diğeri Moğol İlhanlı tarihçisi Reşîdeddin’in “Câmiü’tTevârîh” adlı eserinde kayıtlıdır. İki farklı varyant halinde olan bu parçaları önce birbiriyle tamamlayarak özetleyelim: Göktürklerin Aşina ailesi, düşmanları tarafından tamamen imha edilir. Bu katliamdan geriye küçük bir çocuk kalır. Onun da bacakları kesilir ve bataklığa atılır. Bir dişi kurt gelir ve çocuğu kurtarır. Onu bir mağaraya götürür ve emzirerek büyütür. Düşmanları bu durumu öğrenince oğlanı öldürmek isterler. Fakat kurt buna müsaade etmez; mağaranın gizli geçidinden oğlanı Ergenekon vadisine götürür. Burada onunla çiftleşir. Bu çiftleşmeden on oğul doğar. Bu on oğul dışarıdan kız almak suretiyle çoğalır. Aradan dört yüzyıl geçer. Ergenekon vadisi Aşina ailelerine dar gelmeye başlar. Dışarı çıkmak isterler; fakat yol bulamazlar. Artık içlerinde mağaraya çıkan yolu bilen de kalmamıştır. Vadiyi kapatan dağlardan biri tamamen demirdir. Aralarındaki bir demirci, bu dağı eritmek suretiyle dışarı çıkabileceklerini söyler. Ateşler yakılır ve körükler kurulur. Demir erir ve çıkabilecekleri kadar bir delik açılır. Göktürkler bu delikten dışarı çıkarak Orta Asya’ya yayılırlar. Bugün Göktürkler için bir bayram olur. Onlar her yıl bugün “ecdat mağarası”na giderek, burada ataları için kurban keserler. Bu törenlerde Göktürk Kağanları bir parça demiri ateşe atıp kızdırdıktan sonra onu bir örsün üzerinde çekiçle döverler. Diğer Göktürk beyleri de aynı hareketi birer birer tekrarlar. Yazılı kaynakların bildirdiğine göre, Ergenekon Destanı’na temel olan bu tarihî olayın başlangıcı şöyle cereyan etmiştir: Çin’in başlıca amacı, kendisi için tehlike olarak gördüğü Hun Devleti’nin siyasî varlığına son vermekti. 216 yılında Güney Hun Devleti’nin siyasî varlığına tamamen son vererek bu amacına ulaşan Çin, Hun boylarını birbirinden ayırarak, her birini bir yere yerleştirmiş ve başlarına da birer Çinli vali tayin etmiştir. Böylece Çin, uzun bir süre rahat bir nefes almıştır. Sayıları 19’u bulan Hun boyları, bir asır sâkin ve hareketsiz bir hayat yaşadıktan sonra IV. yüzyılın başlarından itibaren Çin’de çıkan karışıklıklardan da yararlanarak, yeni Hun Devletleri kurmaya başlamışlardır. Bunlardan biri de Kansu bölgesinde kurulan Kuzey Liang Devleti’dir (401439). İşte Göktürk Devleti’ni kuracak olan Aşina aileleri de Kuzey Liang Devleti’ne bağlı boylar arasında yer alıyordu. Çin’in Ordos bölgesine hâkim Tabgaç Türk Devleti (338557), 439 yılında korkunç bir darbe ile Kuzey Liang Devleti’ne son verince, Aşina ailelerinin bu darbeden kurtulabilen fertleri kaçarak, Orta Asya’nın en büyük devletine sahip olan Avarlara sığınmışlardır. Çin Yıllıklarının kayıtlarına göre, katliam şeklinde gerçekleşen Tabgaç darbesinden 500 Aşina ailesi kurtulabilmiştir.[8] Ülkü Ocakları Genel Merkezi 89 www.ulkuocaklari.org.tr Görüldüğü gibi, Göktürk Devleti’nin kurucusu olan Aşina aileleri için Ergenekon’dan çıkış, bir kurtuluş ve özgürlüğe kavuşma günü olmuştur. Burada hemen belirtelim ki, Ergenekon Destanı’nda anlatılan olay tamamen hayal mahsulü uydurma bir olay değildir; aksine tarihî bir temele dayanmaktadır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Altay (Altın) dağlarının eteklerine yerleştirilen Aşina aileleri, burada uzun süre demircilik yapmışlar ve egemenlikleri altında bulundukları Avarlara silâh imal etmişlerdir. Onlar burada, sadece demircilik yapmakla yetinmemişler, Çin ile ticaret yaparak bir asır içinde güçlü bir kavim haline gelmişlerdir. Katliam şeklinde olan Tabgaç darbesi, uzun yıllar Aşina ailelerinin hafızasından silinmemiş, biraz yukarıda özetlediğimiz Göktürk Ergenekon Destanı’na konu olmuştur. Burada destanın ilk kısmını bir kere daha hatırlayalım: Göktürklerin Aşina aileleri düşmanları tarafından tamamen imha edilmişti. Bu imha hareketinden geriye bir erkek çocuk kalmıştı. Bu çocuk, bir kurt tarafından kurtarılmak suretiyle Ergenekon vadisine götürülmüştü. Çin Yıllıklarından yaptığımız tespitlere göre, bu olağanüstü olayın gerçek hikâyesi, Tabgaç darbesi ve bu darbeden kurtulabilen Aşina ailelerinin Avarlara sığınması şeklinde cereyan etmiştir. Fakat, Ergenekon’dan demir dağı eriterek dışarı çıkış nasıl bir tarihî temele dayanıyordu? Destanda anlatılan bu durumun yazılı kaynaklarda tarihî bir temelini bulamadık. Biz burada bu durumun ancak mantıkî bir izahını yapabiliriz. Kanaatimce, Aşina ailelerinin Tabgaç darbesinden kaçıp sığındıkları Altay dağlarında demir madeninin çokça bulunduğu bir yer vardı. Aşina aileleri bu dağda bir ocak açtılar. Ocak, maden alındıkça dağın içine doğru ilerledi. Âdeta büyük bir mağara haline geldi. Kalabalık bir işçi grubunun maden çıkardığı sırada büyük bir göçük meydana geldi. Büyük maden kütleleri ocağın çıkışını kapattı. Madencilerin hepsi içeride mahsur kaldı. Dışarıdakiler mahsur kalanları kurtarmak için ocağı kapatan kütleleri kaldırmak istediler. Fakat başaramadılar. Bu defa meslekî tecrübelerinden yararlanarak, ocağı kapatan maden kütlelerini büyük bir ateş yakmak suretiyle eritmeye başladılar. Ateşi devamlı canlı tutmak için de körükler kullandılar. Sonunda bu kütleler eritildi ve ocak açıldı. Fakat büyük bir felâketle karşılaştılar. Çünkü, içeride mahsur kalanların büyük bir kısmı ölmüştü. Bu bir millî felâket idi. Bu durum Aşina ailelerini çok etkiledi. Kimisi babasını, kimisi kardeşini kaybetmiş olan Aşina aileleri, her yıl bu felâketin yaşandığı günde bu ocağa geldiler ve burada ölen ataları için bir tören düzenlediler. Bu törende önce, ölen ataları için kurban kestiler. Sonra, atalarının hayatına mal olan demir madeninden bir parça alarak, onu örsün üzerinde çekiçle dövmek suretiyle bu olayı sembolik şekilde protesto ettiler. Bu durum Göktürk Devleti kurulunca devlet adamları tarafından kutlanan bir devlet töreni haline geldi. Öyle anlaşılıyor ki, Göktürk devlet adamlarının kutladıkları bu bayramda Aşina ailelerinin Tabgaç darbesinden kurtuluşları ve Altay dağlarının etrafında bir asır demircilik yaparak, güçlü bir kavim haline gelmeleri hâkim bir tema olmuştur. Destandaki hâkim temayı da büyük bir ihtimalle maden işçilerinin başına gelen felâket oluşturmuştur. Törendeki sembolik demir dövme motifi de, hem Aşina ailelerinin demircilik yaparak güçlü bir kavim haline gelmelerini anlatmak için, hem de yaşanan felâketin bir protestosu olarak kullanılmıştır. Bayramlarda ocağa bir demir parçası atarak, bunu bir örsün üzerinde dövme âdeti, sadece Göktürklere mahsus bir âdet olarak kalmamıştır; X. yüzyılda güçlü bir kavim olarak ortaya çıkan Oğuzlarda da bu âdet devam etmiştir. Oğuzlar, düşmanları ile yaptıkları savaştan sonra eve dönüşlerini Mart ayının son günlerine denk getirirlerdi. Bu zamana da “özgür, bağımsız gün” derlerdi. Oğuzlar, bu günde büyük bir ateş yakıp, içine bir parça demir atarlar ve sonra bu demiri örsün üzerinde çekiçle 90 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı döverlerdi. Böylece onlar, toprağı ve suyu etkilediklerini ve daha da önemlisi soğuğu uzaklaştırdıklarını düşünürlerdi.[9] Şimdi burada biraz durarak, bayram hakkında kaynaklardan aktardığımız bilgilere tekrar dönüp, bunları açıklamaya çalışalım: Canlıların hayatı «yenilenme» ile devam eder. Yenilenmenin bittiği yerde de ölüm başlar. Orta Asya›da kış mevsiminin uzun ve sert geçtiği yerlerde hayat âdeta durmaktaydı. Böyle bir iklimde yaşayan ve hayvancılıkla geçinen eski Türk toplulukları için baharın gelmesi ve tabiatın yeniden canlanması, kurtuluş ve âdeta yeniden doğuş demekti. Bundan dolayı Türkler baharın gelişini bir bayram ile kutlamışlardır. Bu kutlamayı da, genellikle yeni yılın başlangıcında yapmışlardır. Çin Yıllıklarının bize bildirdiğine göre, Kırgızlar yeni yılın ilk ayına “movşıai” demişlerdir.[10] Buradaki “movşı” kelimesi, muhtemelen Türkçe “baş” kelimesinin, “ai” de “ay” kelimesinin Çincedeki bir transkripsiyonu (söylenişi) olmalıdır. Bu duruma göre Türkler, yeni yılın ilk ayına “baş ay” adını vermişlerdir. O halde eski Türklerde bayramlar da “baş ay”da yapılmaktaydı. Bu “baş ay”, yılın hangi ayına tekabül ediyordu? Uygurlar, bayram ve festivallerini üçüncü ayın dokuzunda yapıyorlardı. Öyleyse, bu “baş ay”, Mart ayı olmalıdır. Zira, Kaşgarlı Mahmûd’un mevsimler hakkında verdiği bilgiler de bizim bu tespitimizi dolaylı olarak doğrulamaktadır. Kaşgarlı Mahmûd’a göre, Müslüman olmayan göçebe Türkler, seneyi dört kısma ayırmaktaydılar. Bunların her birine birer isim (köklem, yaz, güz, kış) vermekteydiler. Onlar, “yeni gün”, yani “nevruz”dan itibaren ilkbaharın ilk ayına “oglak ay” demekteydiler. Çünkü oğlaklar bu ayda doğmaktaydı.[11] “Oglak ay” ise, büyük bir ihtimalle Mart ayı idi. Biraz yukarıda Hunların ve Göktürklerin bayramlarını Mayıs ayında yaptıklarını söylemiştik. Görüldüğü gibi bu iki ay, yani Mart ile mayıs ayları arasında iki aya yakın bir zaman farkı bulunmaktadır. Bu fark neden ileri gelmiştir? Kanaatimizce, bu durum mevsimlerin erken veya geç gelmesi ile ilgilidir. Gerçekten de Hunlar ve Göktürkler, Turfan Uygurlarına göre daha kuzeyde oturuyorlardı. Dolayısıyla onların yurtlarında ilkbahar daha geç bir zamanda gelmekteydi. Bu değerlendirme ile vardığımız sonuç şudur: Eski Türk toplulukları bayramlarını ilkbaharın gelişi olan Mart ayında kutlamaktaydılar. Bu ay aynı zamanda yeni yılın da ilk ayıdır. Bundan dolayı onlar bu aya “baş ay” adını veriyorlardı. Kaşgarlı’nın Divanı’nında geçen ifadeden de anlaşıldığına göre, Türkler bayram yaptıkları günü büyük bir ihtimalle “yeni gün” (yengi/yangi kün) şeklinde adlandırıyorlardı. Bu kelime de Farsça “nevruz” kelimesinin tam bir karşılığıdır. Eski Türk bayramlarında dört unsur görülür. Bunları şu şekilde belirlemek mümkündür: www.ulkuocaklari.org.tr 1. Ritüel değer taşıyan davranışlar, 2. Hayatlarında rol oynayan nesneler, 3. Eğlence ile ilgili unsurlar, 4. Giyim, süslenme ve süsleme ile ilgili unsurlar. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 91 Ülkü Ocakları Eğitim Programı 1. RİTÜEL DEĞER TAŞIYAN DAVRANIŞLAR Dinî inançların tören ve kurallarına “rit” denir. Başka bir ifade ile “rit”, dinî tören ve tapınmanın şeklidir. Tapınma ile ilgili davranışlara ve dinî törenlerde kullanılan nesnelere de “ritüel” adı verilir. Bu davranışlar insanda heyecan yaratır; nesnelerin de uğur getireceğine inanılır.[12] Eski Türk topluluklarının bayramlarında da ritüel değer taşıyan bazı davranışlar ve nesneler bulunmaktadır. Meselâ kurban ve yağmur riti bunların başında geliyordu. Eski Türk dini “Gök Tanrı” inancına dayanıyordu. Bu, tek Tanrı’lı bir inanış idi. Türk inancının merkezine oturtulmuş olan “Gök Tanrı”, evrenin ve bütün canlıların yaratıcısı durumundaydı. Başta insan olmak üzere bütün canlılar onun iradesine bağlıydı. Yeryüzündeki hayatı, tabiatı ve iklimi o düzenlemekteydi. Hâkimiyet ve hükümdarlık, onun bağışıyla gerçekleşmekteydi. Ancak ondan dilekte bulunulabilmekteydi. Kısaca söylemek gerekirse, onun her şeyde rolü ve etkisi vardı. Dolayısıyla Türkler kendilerini daima, hayatları üzerinde tek ve mutlak söz sahibi olan “Gök Tanrı”nın destek ve himayesini almak durumunda hissetmişlerdir. Bunun için de bayramlarına önce “Gök Tanrı”ya kurban kesmekle başlamışlardır. Kurban olarak da, hayatlarında önemli bir unsur olan ve başlıca rol oynayan atı tercih etmişlerdir. 2. HAYATLARINDA ROL OYNAYAN NESNELER Türklerin büyük devletler kurarak Orta Asya’ya hâkim olmalarında ve yayılmalarında başlıca iki unsur rol oynamıştır. Bunlardan biri at, diğeri demirdir. Bilindiği gibi demir silâh sanayiinin başlıca madenidir. Kılıç, süngü, bıçak, topuz, kalkan, temren (temürgen), zırh (yarık) ve tolga gibi bütün savaş araç ve gereçleri hep demirden yapılmaktaydı. Tarihî kayıtlara göre, Göktürkler demiri işlemek ve bu madenden silâh yapmak suretiyle uzun süre geçinmişler ve güçlü bir kavim haline gelmişlerdir. Daha doğrusu, demircilik Göktürklerin ata sanatı durumundadır. Hatta onlar, meslekî tecrübelerini kullanarak, yani demir dağı eritmek suretiyle Ergenekon’dan çıkabilmişlerdir. Demir dağın eritilmesinde ve Göktürklerin kurtuluşunda, şüphesiz ateş de rol oynamıştır. Bundan dolayı ateş, Türklerin hayatında önemli bir unsur haline gelmiştir. Burada hemen belirtelim ki, Türklerde ateşin İranlılarda ve Hindûlarda olduğu gibi ritüel bir anlamı ve değeri bulunmamaktadır. Türklerde de ateş kutsaldır; fakat tapınmanın bir objesi değildir. Simocatt adlı bir Bizans tarihçisinin eski Türk inancı hakkında verdiği bilgi, bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. Simocatt’ın bu husustaki tespiti aynen şöyledir: “Türkler; toprağı, suyu, ateşi ve havayı kutsal sayarlar ve onlara saygı gösterirler. Bununla birlikte gökyüzü ile yeri yaratan tek bir Tanrı’dan başka bir şeye tapmazlar. Ona atlar, sığırlar ve koyunlar kurban ederler.”[13] 3. EĞLENCE İLE İLGİLİ UNSURLAR Eski Türk bayramlarının en önemli kısmını eğlenceler oluşturuyordu. Zira Türkler, hayata bağlı, hayatı seven, gülmekten ve eğlenmekten hoşlanan, son derece canlı, dinamik, hareketli, dışa dönük ve neşeli bir karakter yapısına sahip idiler. Türklerin bu özellikleri bayramlarda daha belirgin bir şekilde görülmekteydi. Onların bayram yerleri, özellikle yeteneklerin gösterildiği ve sergilendiği bir eğlence şöleni ve şenlik yeri olmaktaydı. Kaynakların sınırlı bilgilerinden öğrendiğimize göre, burada at ve ok yarışları yapılmakta, ayak topu oynanmakta, ayrı ayrı veya gruplar halinde neşeli şarkılar söylenmekte ve bolca kımız içilmekteydi. Böylece hoşça vakit geçirmek suretiyle eğlenilmekteydi. Bu eğlenceye toplumun hemen hemen her kesimi katılmaktaydı. 92 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türk toplumu, tarihin her devrinde canlı ve dinamik kalabilmiş ender toplumlardan biridir. Bunun başlıca sebebi neydi? Bu sorunun en iyi cevabını Kaşgarlı Mahmûd’un XI. yüzyılda yazdığı ansiklopedik büyük Türkçe sözlükte bulmaktayız. Kaşgarlı Mahmûd’un Dîvânı’nda 190’dan fazla “yardımlaşma ve yarışma” ile ilgili kelime bulunmaktadır.[14] Hemen belirtelim ki, bu tür kelimelerin hiçbirini başka milletlerin sözlüklerinde görmek mümkün değildir. Burada hiç tereddüt etmeden şu hükme varıyoruz: Eski Türklerde toplum hayatı “yardımlaşma ve yarışma” halinde geçiyordu. Bunlardan yardımlaşma, toplumu daima birlik ve dayanışma anlayışı içinde tutuyordu. Öyle ki, bütün halk, ihtiyaç halinde birbirine yardım eden âdeta bir aile gibiydi.[15] Yarışma ise, toplumun bütünüyle ilerlemesini sağlıyordu. Her ikisi de birleşince ortaya daima canlı, hareketli ve dinamik bir toplum çıkmaktaydı. İşte Türk toplumunun, tarihin her devrinde canlı, hareketli ve dinamik bulunmasının sırrı bu idi. [16] Eski Türk bayramlarının en önemli unsuru olan “yarışma” üzerinde burada biraz daha durmak gerekir: Kaşgarlı’ya dayanarak az önce belirttiğimiz gibi, “yarışma” sadece bayramlarda değil, Türk toplum hayatının her safhasında vardı. Hatta diyebiliriz ki, Türkler günlük işlerinin hepsini “yardımlaşma ve yarışma” anlayışı içinde görüyorlardı. Öte yandan, yarışma toplumdaki yetenekli insanları ön plâna çıkarmaktaydı. Türklerde özellikle kahramanlık kültü (inanç) vardı. Türk toplumunda yetenekli ve başarılı kişiler daima saygı görmekte, el ve baş üstünde tutulmaktaydı. Daha onların sağlığında haklarında kahramanlık destanları düzülmekteydi. Bu destanlar kopuz eşliğinde bahşılar ve ozanlar tarafından bayram, düğün ve yas törenlerinde söylenmekteydi. Böylece, hem yetenekli kişiler onurlandırılmakta, hem de toplumda yeni yetenekli kişilerin çıkması teşvîk edilmiş olmaktaydı. Türkler, hiç şüphesiz bayramların ruhuna ve havasına uygun bir şekilde giyinmekteydiler. Özellikle onların kıyafetlerinde kırmızı, yeşil ve sarı renkler hâkimdi. Meselâ, Tüekta kurganında ortaya çıkarılmış olan bir prens (tigin) cesedinin üzerinde üst üste kırmızı, yeşil ve sarı renklerde üç çeşit elbise giydirilmiş durumdadır.[17] Kırmızı, yeşil ve sarı renkler Osmanlı ordularının bayraklarında da yan yana bulunmaktaydı. Bu renklerden özellikle kırmızı Türklerin rengi idi. Zira, Karahanlı ve Selçuklu hükümdarlarının bayrakları, tuğları, saltanat şemsiyeleri (çetr), otağları ve giydikleri çizmeleri hep kırmızı renkteydi.[18] Öte yandan halk kesiminde de kırmızı renk çok sevilmekteydi. Türklerde kırmızı renk hemen hemen her devirde moda idi. Meselâ Vambery’nin tespitine göre, Türkistan’da kadınlar ve erkekler hep kırmızı renkli gömlekler giymekteydiler. Kadınlar özellikle düğün ve bayram günlerinde giydikleri uzun gömleklerinin üzerine şal sarıp, bu şalın iki ucunu sarkıtmaktaydılar. Ayrıca onlar, elbiselerine uygun kırmızı ve sarı renkte çizmeler giymekteydiler.[19] Öte yandan, Türk mimarî yapılarının süslemelerinde de kırmızı ve sarı renkler hâkimdi. Eski Türk çadır ve halılarının nakışları da hep kırmızı ve sarı renkte idi.[20] Türkler, bayramlarında hem kendileri süslenmekte, hem de bayram yerlerini süslemekteydiler. Daha önce belirttiğimiz gibi, bayram yerleri ışıklarla aydınlatılmakta, çiçeklerle donatılmaktaydı. Bu çiçekler hiç şüphesiz, “nevruz”[21] adıyla da anılan “kardelen” çiçekleri idi. Zira ilkbaharda ilk açan çiçek, “kardelen” çiçeğidir. Âdeta karı delerek çıkan bu çiçek, ilkbaharın da ilk müjdesini vermekteydi. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 93 www.ulkuocaklari.org.tr 4. GİYİM, SÜSLENME VE SÜSLENME İLE İLGİLİ UNSURLAR Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türklerde bayram süslemeleri, müsabakaya sokulan hayvanlar için de yapılmaktaydı. Meselâ yarıştırılacak atlar, güreştirilecek develer, tokuşturulacak koçlar, tosunlar ve mandalar, (camus=su sığırı), dövüştürülecek horozlar, sahipleri tarafından çeşitli boyalar, kınalar, boncuklar, nazarlıklar, türlü renklerde ve desenlerde kumaşlar ile süslenmekteydi. Bu âdet, bugün Anadolu köylerinde aynen devam etmektedir. Buraya kadar verdiğimiz bilgiden ve yaptığımız tahlillerden çıkan sonuç şudur: Türklerin İslâmiyetten önce Orta Asya’daki hayatlarında kendilerine has bayramları ve festivalleri olmuştur. Bu bayramların oluşumunda ve doğuşunda, hiç şüphesiz onların hayatlarını en çok etkileyen Orta Asya’nın tabiat ve iklim şartları ile destanlarına konu olan olayların başlıca rolü bulunmaktadır. Bu da, söz konusu bayramların dinî olmaktan ziyade millî nitelikli bayramlar olduğunu göstermektedir. Burada konuya son vermeden önce bir de şu soruya cevap vermemiz gerekiyor. Türkler millî bayramlarını İslâmî dönemde de devam ettirmiş midirler? Devam ettirdilerse, bunu hangi ad veya adlar altında kutlamışlardır? Burada hemen belirtelim ki, Türk siyasî hayatında istikrar yoktur. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, Türk siyasî hayatında zirveler ve çöküntüler vardır. Tıpkı bir yıldızın parlayışı ve sönüşü gibi Türk devletleri birden parlar ve birden söner. Tarih boyunca Türk siyasî hayatı hemen hep hemen böyle devam etmiştir. Arka arkaya kurulan Türk devletleri, hep zirveye çıktıktan sonra yıkılmışlardır. Türk siyasî hayatında bulunmayan istikrar, Türk toplum hayatında vardı. Zira, eski Türk toplumu yerleşmiş ve köklü değerlere sahipti. Bu değerlerin bütününe “töre” deniyordu. Türk töresi de, kendi toplumunu daima yaşatabilecek ve ayakta tutabilecek ölmez ilkeler ve kurallar ihtiva ediyordu. Siyasî sarsıntılar ve çöküntüler bile törenin ilkelerini ve kurallarını kolay kolay yok edemiyordu. İşte Türkler, törenin bu özelliğini “il (devlet) gider töre kalır”[22] sözü ile ifade ediyorlardı. Burada kastedilen, hiç şüphesiz Türk töresinin daima canlı ve ayakta tuttuğu Türk toplumudur. Gerçekten de, bir Türk devleti yıkılırken, Türk töresinin daima canlı ve dinamik tuttuğu Türk toplumu ayakta kalabilmekte ve yeni yeni Türk devletleri kurabilmekteydi.[23] XI. yüzyılda topluca Müslüman olup, İslâm medeniyeti dairesi içine girerek, İslâm dünyasının ortasında arka arkaya devletler kuran Türkler, millî değerlerini bütünüyle koruyorlar ve İslâm topluluklarının içinde âdeta Orta Asya’daki hayatlarını yaşıyorlardı. İran ve Arap kültürlerinin etkisi yüzeyde kalıyor, Türk toplum hayatının derinliğine nüfuz edemiyordu. Özellikle bayram, doğum, düğün ve ölüm olaylarında eski Türk âdetleri hâkimdi.[24] Öte yandan Türkler, İslâm dünyasında dillerini bütünüyle korumakla birlikte pratik gayelerle yan yana yaşadıkları toplulukların dillerinden de bazı kelime ve kavramlar alıp kullanmışlardır. Meselâ “nevruz” bunlardan biridir. Bilindiği gibi nevruz, Farsça kökenli bir kelimedir. Fakat nevruz, aynı zamanda hem Farsların, hem de Türk topluluklarının ilkbaharda yaptıkları bayramın adıdır. Daha açık bir ifade ile söylememiz gerekirse, Türkler, Orta Asya kökenli olan millî bayramlarını İslâmî dönemde “nevruz” adı altında kutlamışlardır. 94 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Burada hemen belirtelim ki, “Farsların millî bayramı nevruz” ile “Türklerin millî bayramı nevruz” arasında temelde ve özde büyük farklar bulunmaktadır. Her iki milletin nevruz bayramlarında şeklî olarak ortak unsurlar bulunmaktadır fakat, bu unsurların her iki millette anlamları ve yorumları tamamen farklıdır. Meselâ, ateş unsuru her iki milletin bayramında da vardır. Fakat, İranlılarda ateş tapınmanın bir objesidir.[25] Bundan dolayı ritüel bir anlam taşımaktadır. Türklerde ise ateş, temizlenmenin ve arındırmanın bir vasıtasıdır. Dolayısıyla eski Türk inancına göre, saflığından şüphe edilen herkesin ve her nesnenin iki ateş arasından geçirilmesi, bir ocağın etrafında döndürülmesi ve hatta bir ateşin üzerinden atlatılması lâzımdır. Meselâ, Göktürkler, Bizans elçisi Zemarkhos’u her türlü felâketten uzak tutmak için bir ateş etrafında döndürmüşlerdir.[26] Öte yandan Türk kamları (şamanları) da, hastayı kötü ruhlardan arındırmayı ateşle yapmaktaydılar.[27] Ateşin üzerinden atlatılmak suretiyle arındırma âdeti, Orta Asya Türk topluluklarında korunarak günümüze kadar ulaşmıştır. Orta Asya Türk topluluklarının nevruz adı altında kutladıkları bahar bayramlarının hemen hemen hepsinde bu âdet vardır. Türk topluluklarındaki bu âdet, sadece nevruz bayramlarında değil, aynı zamanda düğün törenlerinde de gelinin kemik ateşi üzerinden atlatılması ve çevresinde döndürülmesi şeklinde icra edilmektedir.[28] Türk bayramlarındaki bazı unsurlar İran bayramlarında hiç bulunmamaktadır. Meselâ, İran bayramlarında örsün üzerinde demir dövme âdeti yoktur. Bu tamamen Türklere has bir gelenektir. Bu geleneğin kökü de Göktürklere dayanmaktadır. Türklerde demircilik ata mesleği durumunda idi. Türklerdeki “tarhan” unvanının demircilikle çok yakın ilgisi vardı. Orta Çağ tarihinin kaynaklarında verilen bilgiye göre, ancak yedi göbekten beri ataları demircilik yapanlar bu unvanı alıp kullanabilmekteydi. Öte yandan, İran tarihinde Farsların demircilik yaptıklarına dair hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Türk bayramlarındaki yarışma türü eğlenceler İran bayramlarında hemen hemen hiç yoktur. Yarışma, eski Türk hayatının en belirgin özelliğidir. Esâsen yarışma, mücadele ve üstün gelme fikrine dayanır. Türkler, hayatta kalabilmek için Orta Asya’nın son derece sert ve acımasız tabiat ve iklim şartlarına karşı devamlı mücadele içinde olmuşlardır.[29] Böylece, mücadele ve üstünlük duygusu zamanla onların bütün faaliyetlerine yansımıştır. www.ulkuocaklari.org.tr İran bayramları Cemşîd ve Ferîdûn gibi hükümdarların tahta çıkışı olaylarına dayanır. Türk bayramının oluşumuna ise, Türkün hayatında rol oynayan unsurlar ve olaylar kaynaklık eder. Bunlar tabiat, iklim, büyük felâket, toplu kurtuluş veya özgürlüğe kavuşma gibi bütün toplumu ilgilendiren olaylardır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 95 Ülkü Ocakları Eğitim Programı DİPNOTLAR [1] Kaşgarlı Mahmûd, Dîvânü’lLugati’tTürk, I, Ankara 1939, s. 484; III, 1941, s. 176. [2] J. J. M. De Groot, Die Hunnen der vorchristlichen Zeit, BerlinLeipzig 1921, s. 59: “... und im fünften Monad eine grosse Versammlung am LiongWall. Man bringt dann seinen Ahnen, dem Himmel und der Erde, den Geistern und Göttern Opfer dar.” [3] W. Eberhard, Çin’in Şimal Komşuları, 1942, s. 76. [4] Eberhard, a.g.e., s. 87; Liu Mautsai, Die Chinesischen Nachricten zur Geschichte der OstTurken (T’uküe), I, Wiesbaden 1958, s. 42. “Waerend des 5. Monats pflegen die T’uküe, Schafe und Pferde zu schlachten, um sie dem Himmel zu opfern. Die Maenner spielen gern ein Würfelspiel, und die Frauen Fussball. Sie trinken gegorene Stutenmilch und berauschen sich damit. Dann singen und schreien sie miteinander.” [5] Eberhard, a.g.e., s. 73. [6] Ö. İzgi, Çin Elçisi WangYenTe’nin Uygur Seyahatnâmesi, Ankara 1989, s. 60 vd. [7] Ö. İzgi, a.g.e., s. 56, 57. [8] Liu Mautsai, a.g.e., I, s. 5, 40. [9] O. P. Baharlı, “Eski ve Orta Çağlarda ve Günümüzde Nevruz”, Nevruz, Haz. S. Tural, Ankara 1995, s. 210. [10] Eberhard, a.g.e., s. 67; Tsai Wenshen, Li Te Yü’nün Mektuplarına Göre Uygurlar (840900)), Tapei 1967, s. 37; W. Radloff, Sibirya’dan trc. A. Temir, I, İstanbul 1994, s. 130. Radloff, Çince “maoşı ai” şeklindeki ifadenin Türkçe “buz ayı” olabileceğini ileri sürmüştür. [11] Kaşgarlı Mahmûd, I, s. 347. 96 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı [12] H. Read, Sanat ve Toplum, trc. S. Mülayim, Ankara 1981, s. 180, 65. [13] Ed. Chavannes, Documents sur le Toukiue Occidentaux, Paris 1900, s. 248. [14] Bkz. Divanü Lûgati’tTürk Dizini, Haz. A. Caferoğlu, Ankara 1972. Kaşgarlı Mahmûd’un Divanı’nda yardımlaşma ile ilgili 46, yarışma ile ilgili 31, yardımlaşma ve yarışma ile ilgili de 114 tane olmak üzere toplam 191 tane kelime bulunmaktadır. Fakat, bu kelimelerin hemen hemen hiçbiri bugünkü Türkçe sözlüğümüzde yer almamaktadır. Bunun sebebi, “yardımlaşma ve yarışma” geleneğinin terk edilmesidir. Geleneğin terk edilmesiyle bu kelimeler de birer birer ölüp gitmiştir. [15] W. Radloff, Sibirya’dan (Seçmeler), İstanbul 1976, s. 173. [16] S. Koca, Dandanakan’dan Malazgirt’e, Giresun 1997, s. 199. [17] B. Ögel, İslâmiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, Ankara 1984, s. 143; A. İnan, Makaleler ve İncelemeler, I, Ankara 1968, s. 499. [18] S. Koca, a.g.e., s. 170, 172, 174. [19] A. Vambery, Bir Sahte Dervişin Orta Asya Gezisi, trc. N. A. Özalp, İstanbul 1993, s. 56. [20] J. Strzygonıski, “Türkler ve Orta Asya Sanatı Meselesi”, Türkiyat Mecmuası, III, (1935), s. 40. [22] Kaşgarlı Mahmûd, (1940), II, s. 25. “El kaldı, törü kalmaz” (Toprak kalır, töre kalmaz. Buradaki “kalmak” fiili “geride bırakmak” anlamında kullanılmıştır. Buna göre söylemek gerekirse, “toprak terk edilebilir, fakat töre terk edilmez.” dememiz gerekmektedir). [23] S. Koca, a.g.e., s. 195. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 97 www.ulkuocaklari.org.tr [21] Ebû Hayyân, Kitâb alİdrâk liLisân alAtrâk, İstanbul 1931, s. 60. Ülkü Ocakları Eğitim Programı [24] S. Koca, a.g.e., s. 202. [25] H. Güngör, “Ön Asya Kültürlerinde Yeniden Doğuş ve Türklerde Nevruz, Nevruz, Haz. S. Tural, Ankara 1995, s. 36. [26] J. P. Roux, Türklerin ve Moğolların Eski Dini, trc. A. Kazancıgil, İstanbul 1994, s. 185; Chavannes, a.g.e., s. 235. “Puis ce furent des sorciers turcs qui purifierent l’envoye romain en le faisant passer a travers des flammes.” [27] J. P. Roux, a.g.e., s. 62. [28] E. E. Bacon, Esir Orta Asya, trc. T. Say, Tercüman, 001 Temel Eser, tarihsiz, s. 93, 94. [29] S. Koca, Türk Kültürünün Temelleri, I, İstanbul 1990 s. 17. Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Eğitim Programı 98 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı TÜRKLERDE SOSYAL YAPI Abdulsamet ÇANKAYA Eski Türk topluluklarında sosyal yapı hakkında bugüne kadar birçok sınıflandırma yapılmıştır. Bu tasniflerin birbirini tutmaması veya birbirinden farklı olması ise net bir bilginin elimizde olmamasından kaynaklıdır. Türkler’de sosyal yapının ne olduğu, nasıl oluştuğu ve hangi adlarla anıldığı hakkında bilgilere o dönemde yazılan metinlerde ulaşabiliriz. Türk toplumunun sosyal, siyasal, kültürel ve günlük yaşantısını en iyi ve en doğru anlatan metinlerin başında Orhun Abideleri gelmektedir. Köktürk/Göktürk Devleti yapısı itibariyle kendinden sonra gelen bütün devletlere örnek teşkil etmiştir. Bu sebepten ötürü Köktürk Devleti’nin yazılı metinleri bize Türkler’de sosyal yapı hakkında önemli ipuçları ve bilgiler verecektir. Köktürk yazıtlarına baktığımızda bu sosyal yapıyı anlatmak için şu terimlerin kullanıldığını görmekteyiz. • Oguş(Aile) • Urug(Aileler Birliği) • Bod(Boy,Kabile, bir siyasi teşkilata bağlı) www.ulkuocaklari.org.tr • Bodun/Budun (Boylar Birliği, siyasi yönden müstakil veya değil) • İl/El (Müstakil Topluluk, siyasi teşekkül, Devlet) Ülkü Ocakları Genel Merkezi 99 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Yine bu konuda birçok araştırmacı da farklı farklı tasnifler yapmışlardır. Bunlar aşağıdaki gibidir: TÜRKLER’DE SOSYAL YAPI ZİYA GÖKALP İBRAHİM KAFESOĞLU BAHAEDDİN F A R U K S Ü - ORHUN YAZITÖGEL MER LARI SOY(KLAN-SOP) AİLE(ORGUŞ) AİLE AİLE(SOY) SOY(BİŞÜK) BOY(KABİLE-FRAT- SOY(URUG) Rİ) SOY OBA BOY(BOD) UZ(AŞİRET) BOY(BOD) BOY BOY(KABİLE) OGUŞ(KABİLE) İL OK(KABİLE BUDUN EL(BUDUN) BODUN(BOYBİRLİĞİ) İL BUDUN(MİLLET) İL İL Biz yazımızı Orhun kitabelerinde yapılan tasnife göre yazacağız. Oguş(Aile):Eski Türk cemiyetlerinde ilk sosyal birlik olan aile, bütün toplumun çekirdeği durumundadır. [1] Türk topluluklarında aile kan akrabalığı esasına dayanır.[2] Türkler dünyanın dört bir tarafına dağılmasına rağmen aile yapısında herhangi bir bozulma yaşanmadığına şahit oluyoruz. Bu da Türklerin aileye ne kadar önem verdiğinin göstergesidir. Bunun delili olarak da hiçbir millette Türk dilinde olduğu kadar akrabalık adına rastlanmamış olmasıdır.Eski Türk ailesi küçük aile tipinde kurulmuştur. Zaten konar-göçer hayat geniş aile tipine uygun değildir. Türk ailesi ata-erkil özellikler göstermiştir. Bu ata-erkillik ise Yunan veya Slav topluluklarında olduğu gibi baba ailenin tek hakimi, aile üyeleri ise babanın kölesi değildir. Babadan sonra evin direği kadındır. Ailede herkes babasının karşısında kaşlarını kaldırmadan konuşurdu. İsyan manasına gelen başkaldırma deyimi buradan gelmiş olabilir. [3] Türklerde izdivaç için kullanılan evlenme veya evlendirme tabirleri evlenen erkek veya kızın baba ocağından ayrılarak ayrı bir ev(aile) meydana getirdiğinin ifadesidir. Baba evi ise en küçük oğula kalırdı. Küçük çocuk ise baba ya da annesinden herhangi biri ölünce evlenebilirdi. Eski Türk topluluklarında genellikle dışarıdan evlenme(ekzogami) görülür. Aynı atadan geldiklerine inanılan kişilerin evlenmesi ise büyük günah sayılırdı. Türklerde leviratus(ölen erkek kardeşin dul kalan zevcesi ile veya dul fakat genç ve çocuksuz üvey anne ile evlenme şekli) mevcuttur.[4] Genellikle tek eşlilik mevcuttur. Birden fazla evliliğin görüldüğü durumlarda ise töreye göre evin gerçek hanımı ilk eştir. Birden fazla kadın alma durumu ise genellikle ilk eşin hasta veya kısır olmasından kaynaklanan durumlarda görülürdü. Erkeğin 100 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı bir kadınla evlenmesinin doğruluğuna işaret eden atasözleri mevcuttur. Evliliklerde erkek her bakımdan kızdan daha kuvvetli ve becerikli olmak zorundadır. Kam Börü Beg-oglu Bamsı Beyrek hikayesi bunun en güzel örneklerinden biridir. Bir yıl kadar kayınbabasının evinde güvey olarak kalan erkeğin başta gelen görevi ise çobanlıktır. Boşanmaya çok sık rastlanmaz. Eşler birbirleri ile şiddetli geçimsizlik yaşıyorsa, taraflardan biri eşlik vazifesi yapamıyorsa, aldatma gibi durumlar görülüyorsa, psikolojik veya fiziki bir hastalıkla karşı karşıya kalınmışsa, koca, karısının rızasını almadan bir baş eş alıyorsa boşanmalar görülür. Fakat buna rağmen eski Türk topluluklarından eşini boşamak büyük ayıp olarak görülmektedir. Türk ailesinde erkek çocuğu yetiştirmek babanın, kız çocuğu yetiştirmek ise annenin görevidir. Yine buna uygun atasözlerimizde mevcuttur: “Anasına bak kızını al”, “Tay yetişirse at dinlenir, oğul yetişirse baba dinlenir.” Urug: Urug tabiri aileler birliği manasına gelir. Ailenin geniş şeklini ifade etmektedir. Urug tabiri en eski Türkçe çağından beri kullanılmaktadır. Köl/Kül Tigin Yazıtı’nın doğu yüzünün 10.satırında “urugsıratmak” deyimine rastlıyoruz. Bunun manası ise kökünü kazımaktır. Boy: Aileler ve urugların bir araya gelmesi sonucu ortaya çıkan yapıya boy(bod) adı verilir. Boyların başında boy beyi bulunur ve boyun güvenliğini sağlamak, önderliğini yapmak, boya mensup kişilerin hakkını korumak gibi görevleri bulunuyordu. Buna göre boy siyasi mahiyetteki bir birlik olarak göze çarpmaktadır. “Boy beyi” unvanı babadan oğula geçmekle beraber, boy beyi olabilmek için kişinin kendini ispat etmesi gerekir. Boy beylerinin dini vazifeleri yoktur. Boylarda ayrıcalıklı sınıflara rastlanılmazdı. Boylar, belirli arazileri olan, savaşlarda asker çıkarabilen siyasi kuruluşlardır. Boy beyleri seçimle işbaşına gelirlerdi. Seçici heyet, boyu meydana getiren aile ve soyların temsilcilerinden kurulu olmalıdır. Boyların birbirlerinden ayrılması ve sınırlarının çizilmesi adına tamgalar ve ongunlar kullanılmıştır. Bunlar birtakım işaretlerdir. Eski Türk boylarının adları ise boyun sosyal ve siyasal özelliklerini taşımaktadır. a- Askeri teşkilat ve unvanlarla alakalı olanlar(Çor, Yula, Kapan, Külbey, Yabaku, Yeney, Çepni, Taryan, İğdir, Buku, Tarduş vb. b- Askeri ve siyasi hadiselerin tesirindeki adlar(Hazar-Kazar, Uygur, Sabar, Kesi,Bulgar vb.) c- Büyük, şöhretli ve zengin manalarındakiler(Bayındır, Bayat, Çavuldur, Tabgaç, Eymür vb.) d- Adam ve insan manasında olanlar(Hun, Mageri, Agaçeri, Kumeri vb.) f- Kuvvet, sağlamlık, cesaret, kahramanlık, fazilet ifade edenler(Kayı, Kangar, Karan, Gyormati, Ertim, Kınık, İgdir, Çepni vb.) g- Sayıya göre adlandırılanlar( On Uygur, Oğuz, Üç Kurıkan, Otuz Tatar vb.) h- Yetiştirdikleri hayvanlar ve bunların özelliklerin göre adlandırılanlar (Ala Yuntlu, Teke, Bugu) i- Adlarını bulundukları yerden alanlar(Horasanlı, Kara Dağlı)[5] Ülkü Ocakları Genel Merkezi 101 www.ulkuocaklari.org.tr e- Hal ve tavur bildirenler(Argu, Argın, Çuvaş, Karluk, Boran, Kıpçak vb.) Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bodun/Budun:Boyların birleşmesin meydana gelen yapıya bodun adı verilmektedir. Bodun’un büyüklüğüne göre başlarında Yabgu, Şad, İlteber gibi unvanları olan yöneticiler bulunmuştur. Bunlar devletin merkezinden gönderilen yüksek dereceli memurlardır. Bodun, siyasi bir tanımlamadır. Bodunlar müstakil olmakla beraber bir il’e de tabi olabilirlerdi. Köl Tigin yazıtı güney tarafı 4.satır ve Bilge Kağan yazıtı kuzey tarafı 3.satıra göre; idare ettikleri toplumu boy beylerine danışarak yönetirlerdi. İl/El:Eski Türk topluluklarının son hali ise il yani devlettir. İl, kendisine has bir yapıya sahiptir. İl’i yönetme yetkisi Tanrı tarafından kağana verilmiştir. Türk hükümdarı hem kutsiyet sahibi hemde bütün evrenin hakimidir ve özel kişisel özellikler taşır. Kağan sosyal devlet anlayışını tesisisinden, devletin, bağlı boy ve kavimlerin yöneticilerini atamakla görevlidir. Aynı zamanda töreyi uygulamak ve milletini ekonomik olarak refaha kavuşturmakla vazifelidir. Kağan milletinin adını yükseltmelidir. Kağan tek söz sahibi olmakla birlikte, kurultayın kararları bağlayıcıdır ve bu kararları kağan dahi hiç kimse değiştirememektedir. İl olmanın temel şartlarından biri de bağımsızlık(oksızlık)tır. Bağımsız olabilmek için ülke(uluş)ye sahip olmak gerekmektedir. Toprak milletin ortak malıdır. Ülkenin ise halk(kün)ı olmak zorundadır. Ülke halkının adil bir şekilde yönetilebilmesi için kanun(töre)a ihtiyaç vardır. Herkes toplum içerisinde kabiliyetine göre yer edinebilirdi. Görüldüğü üzere Türkler’de sosyal yapı oldukça sağlam bir şekilde yerleşmiş ve uygulanmıştır. Tasniflerde görülen farklılıklar bu konu üzerine eğilenlerin farklı bakış açılarının yansıması şeklinde değerlendirilmelidir. DİPNOTLAR [1] A.İnan, Makaleler ve İncelemeler, 2.Baskı, Ankara 1987, s.630-631 [2] A.İnan, Türk Etnolojisini İlgilendiren Birkaç Terim-Kelime Üzerine, s.181 [3] Saadettin Y.Gömeç, Türk Kültürünün Anahatları, Berikan Yayınevi, 3.Baskı, s.54 [4] W.Eberhard, Çin’in Şimal Komşuları,s.76 [5] Saadettin Yağmur Gömeç, Türk Kültürünün Anahatları, Berikan Yayınevi, 3.Baskı, s.60-61, [6] İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ötüken Yayınevi, s.222 102 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı İlk Türk Devletleri www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Eğitim Programı Ülkü Ocakları Genel Merkezi 103 Ülkü Ocakları Eğitim Programı İSLAMİYET ÖNCESİ TÜRK DEVLETLERİ Erol Güngör vTürkler’in ilk kurdukları imparatorluk Hun İmparatorluğu’dur. Türkler’in daha eskiden de devletler kurduklarını biliyoruz, ama Hun Devleti çok geniş bir saha üzerinde başka milletleri de idaresi altına alan büyük bir devlet olduğu için, ona imparatorluk adını veriyoruz. Hun İmparatorluğu Hun Türkleri tarafından M.Ö. 220 yılında kuruldu. Hunlar bugünkü Moğolistan bölgesinde, yâni Çin’in kuzeybatısında yaşıyorlardı. Bu bölgede hâkimiyet kurdukları ve genişlemeye başladıkları için Çinliler onları büyük bir tehlike sayıyorlardı. Gerçekten Hunlar, askerlikteki üstünlükleri sayesinde Çin ordularını devamlı bozguna uğratıyorlardı. Bu yüzden Çin Devleti, Hun saldırılarını önleyebilmek için Hun-Çin sınırı boyunca büyük bir duvar örmeye başladı. Çin Şeddi veya Büyük Çin Duvarı denen savunma hattı işte böyle ortaya çıkmıştır (M.Ö. 214). Sonraları Ming Hanedanı zamanında yenilenen bu büyük duvarın bâzı kısımları çok sağlam bir şekilde günümüze kadar ayakta kalmıştır. İlk büyük Hun hükümdarı Teoman Yabgu›dur (M.Ö. 220). O zamanlarda Türk hükümdarlarına «Yabgu» deniyordu. Teoman Yabgu birbirinden ayrı yaşayan Türk boylarını birleştirerek ilk Türk birliğini gerçekleştirmişti. Bu çağda Türkler’in askerî üstünlüklerinde süvârîlerin pek önemli bir yeri vardı. Çinliler atla çekilen savaş arabaları kullanıyorlardı, ama süvârî orduları yoktu. Türk atlıları çok süratli hareket kabiliyetine sahip oldukları için Çin birliklerini istedikleri yerde çeviriyorlar, düşman olunca da çabucak çekiliyorlardı. Onlara ummadıkları anda birdenbire hücum ediyorlardı. Çinliler bu yüzden ordularını Hunlar gibi donatmak zorunda kaldılar; askerlerini Hunlar gibi giydirdiler. Ama ne Çin Duyarı, ne Çin orduları, Hunlar’ın Çin içlerine kadar girmelerini engelleyebildi. Teoman Yabgu’dan sonra Hun tahtına oğlu Mete Yabgu geçti. Mete zamanında Hun İmparatorluğu’nun toprakları Japon Denizi’nden Hazar Denizi’ne kadar uzanıyordu. Bu topraklarda çeşitli Türk kavimlerinin yanışım öbür Altaylı kavimler de yaşıyorlardı. Mete devri, Hun İmparatorluğu’nun en parlak devridir (M.Ö. 209-174). 104 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Hunlar zamanında Çinliler medeniyet bakımından çok ileri bir durumdaydılar. Hem nüfûsları ve orduları çok kalabalık, hem medeniyetleri parlak olduğu hâlde Hunlar’la başa çıkamadılar. Bu da gösteriyor ki, Hun baskısının sebebi yalnızca askerî güç değildi. Gerçekten Hunlar teşkilâtçılık ve idare bakımından çok gelişmişlerdi. O sırada Çin’in ayrı ayrı prenslikler hâlinde bulunmasından da faydalanarak, Kuzey Çin’de sık sık iktidarı ele alıyorlardı. Fakat Çinlier›in şehir hayâtına kapılan simi boyu Türkleri yavaş yavaş Çinlileşiyor. Çinli prenses ile evlenen Hun hükümdarlarının saraylarında Çin dili ve gelenekleri yerleşiyordu. Mete’den sonra gelen Yabgular zamanında Çinlilerle ilişkiler arttı. Özellikle evlenme yoluyla Türk ve Çin hükümdar aileleri arasında yakınlıklar doğdu. Bu yakınlıklar ise Hunlar’ın iç işleri bakımından birçok karışıklığa yol açtı. Yine de Hun İmparatorluğu Milâttan önce Birinci Yüzyıl›a kadar üstünlüğünü devam ettirdi. Bu yüzyılda ise Türk beyleri arasında taht kavgaları alabildiğine arttı. Çinliler de bu kavgalardan faydalanarak, Türkler’i zayıflatmayı bildiler. Ancak Çinliler›in Hohan-şu dedikleri Yabgu’nun 27 yıllık imparatorluğu zamanında ve Çiçi Yabgu devrinde devlet eski gücünü biraz olsun toparlayabildi. Milâttan sonraki ilk yüzyılda Hun İmparatorluğu Doğu ve Batı Hunları olmak üzere iki ayrı devlete bölündüler. Bunlara Güney ve Kuzey Hunları da denir. Milattan sonra üçüncü yüzyılın başlarında (220) başka bir Türk kavmi olan Siyenpi’ler Hunlar’la iktidar mücadelesine giriştiler. Sonunda Moğollar’ın ve bazı Türk boylarının da yardımıyla Hunlar’ın hâkimiyetine son verdiler. Büyük Hun İmparatorluğu târihte bilinen eski imparatorlukların en büyüğü idi. Hun hükümdarlarından Mete, Hohanşu ve Çiçi Yabgular, dahî denecek kadar büyük birer kumandan ve devlet adamı idiler. Bu büyük şahsiyetler hakkında Çin târihlerinde verilen bilgiler, en büyük düşmanlarının bile onlara hayran kaldıklarını gösterir. Batı Hun Devleti Doğu’dan Batı’ya doğru uzanan Hun akınının yerinden yurdundan ettiği birçok kavimler böylece Batı’ya itilerek Roma İmparatorluğu topraklarını altüst ettiler. Kuzey Karadeniz’den İspanya’ya kadar her taraf allak bullak oldu. Avrupa’nın etnik manzarasını değiştiren bu büyük hâdiseye tarihte “Kavimler Göçü” denir. Dördüncü Yüzyıl’ın sonunda Hunlar Batı’da Tuna’yı geçerek Balkanlar’a indiler, Doğu’da da Kafkaslar’dan Anadolu’ya girdiler. Bu ikinci akıncı kolu Güney Anadolu’dan Suriye’nin Akdeniz kıyılarına ve Kudüs’e kadar yıldırım hızıyla ilerledi. Sonbaharda aynı yoldan Azerbaycan’a döndü. Roma İmparatorluğu bu akından o kadar şaşırmıştı ki, her tarafta Hunlar hakkında akıl-almaz Ülkü Ocakları Genel Merkezi 105 www.ulkuocaklari.org.tr Siyenpiler ile yaptıkları savaşları (220) kaybettikten ve Asya’daki Büyük Hun İmparatorluğu dağıldıktan sonra Hunlarîn bir kısmı Dinyeper Nehri ile Aral Gölü doğusu arasındaki bölgeye yerleştiler ve Dördüncü Yüzyıl’ın ortalarına kadar orada yaşadılar. Bu târihten itibare Batı’ya akın etmeye başladılar. Hunlar’ın yurtlarım niçin bırakıp göçettikleri iyice bilinmiyor herhalde geçim şartlarının bozulması onları bu işe zorladı. Hakanları Balamır’ın idaresinde Volga’dan Batı’ya doğru ilerlemeye başladılar. O târihlerde Kuzey Karadeniz’den Macaristan’a kadar olan yerlerde Cermen asıllı kavimler oturuyorlardı. Hunlar önce bunlardan Doğu Gotları’na hücum edip dağıttılar. (374), arkasından Batı Gotları’nı mağlûb ederek onların ülkesine girdiler (375). Ülkü Ocakları Eğitim Programı hikâyeler anlatılıyordu. Batı’da ise Balamır’ın oğluIldız’ın komutasındaki Hun süvari birlikleri Bizans İmparatorluğu’nu barışa zorladı, Batı Roma İmparatorluğu ise kendi ülkesini talan eden barbar kavimler (Gotlar, Vandallar, Burgondlar, Saksonlar ilh.) karşısında Hunlar’la anlaşma yoluna gitti. Ildız’dan sonra Hun tahtına geçen Karaton ve Rua zamanlarında Hunlar Bizans›ı yıllık vergiye bağladılar, Batı Roma›yı da barbar kavimlerin ve Bizans›ı istilâ tehditlerine karşı korudular. Hun gücü bir masal gibi bütün Avrupa›yı âdeta büyülemiş ve korkutmuştu. Bu korkunun izlerini Batı milletlerinin hafızalarında hâlâ bulabiliyoruz. Hun İmparatoru Rua’nın 434’de ölmesi üzerine devletin başına Attila geçti. Attila, Rua’nın kardeşlerinden Muncuk’un oğlu idi. Amcaları Aybars ve Oktar İmparatorluğun sağ ve sol kanat hanları idi. Attila kardeşi Bleda ile birlikte hükümdar oldu, ama asıl idare ve kudret Attila’nın elindeydi. Attila’nın hükümdarlık devri Hun İmparatorluğu›nun altın çağıdır. O târihte Hunlar Volga Nehri’nin doğusundan bugünkü Fransa’ya kadar olan bölgeye hakim olmuşlardı, idareleri altında çeşitli Türk boyları da dahil olmak üzere tam kırk beş kavim yaşıyordu ki, çoğu şimdiki Avrupa milletlerinin dedeleridir. Bütün dünyada Attila’nın karşısına çıkacak hiçbir güç yoktu. Hun hâkimiyeti Manş Denizi’ne kadar ulaşmıştı. Bizans kendisini devamlı baskı altında tutup vergiye bağlayan bu kuvvetten kurtulmak için Hunlar arasına nifak sokma yolunu denedi. Çeşitli sebeplerden Attila idaresiyle uzlaşamayan Hun beylerini Bizans’a davet ediyor, onları yüksek makamlara geçiriyor, Attila’ya karşı kendilerine yardım vâdediyordu. Attila nihayet Bizans’ı ortadan kaldırmak üzere harekete geçip ordularıyla Trakya’ya girdiği sırada meşhur Roma kumandanı ve konsülü Aetiüs araya girdi ve kendi oğlunu Attila’ya rehin vererek Bizans’ın barışı koruyacağına kefil oldu. Bu seferden yedi yıl sonra Bizans artık Hunlar’a bağlı bir devlet hâline gelmişti: Her yıl ödedikleri yıllık vergiyi üç katma çıkaracak ve bir defaya mahsûs olmak üzere altı bin libre altın ödeyeceklerdi. Attila 451 yılında Batı Roma İmparatorluğu topraklarının bir kısmı üzerinde hak iddia ederek (Roma prensesi ile nişanlıydı) harekete geçti. Romalılar o zaman Hunlar’ın kovaladığı diğer Barbar kavimlerden de topladıkları kuvvetlerle iki yüz bin kişilik bir ordu kurup Paris yakınlarında Attila’nın karşısına durdular. Attila’nın ordusunda da Hunlar’ın yanısıra başka kavimlerden yüzbine yakın asker vardı. Orleans yakınında bütün bir gün yapılan savaşta her iki taraf on binlerce kayıp verdiği halde kimin yendiği belli olmadı, ama gece olunca Romalılar ve müttefikleri savaş alanından çekildiler. Attila onları o sırada takip etmedi, geri dönüp ordusuna çekidüzen verdikten sonra Roma’ya doğru yürüdü. Po Ovası’na geldi. Roma’da halk korku ve panik içindeydi. Senato, ne pahasına olursa olsun barış yapılmasından yanaydı. Barış teklifini yapacak heyetin başında papa vardı: Papa, Hıristiyan dünyasını kurtarmak üzere bizzat Attila’nın huzuruna çıktı ve Roma’nın kendisine boyun eğdiğini bildirdi. Bunun üzerine barış yapıldı. 106 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Attila 452 yılında 60 yaşında iken şüpheli bir şekilde öldü. Yerine sırasıyla oğulları İlek, Dengizik ve İrnek, Hun Hakanı oldular. Bu sonuncular önceki Hun hakanları gibi başarılı olamadı. 470 yılında Batı Hun İmparatorluğu artık dağılmıştı. TABGAÇLAR (Siyenpiler) M.S. Üçüncü Yüzyıl başında Türkler’in Tabgaç Hânedanı Hun hükümdar ailesinin elinden hâkimiyeti almış ve Hunlar’ın idaresi altındaki topraklan ele geçirmişlerdi. Tabgaç yabguları Hunlarınki kadar geniş bir ülke sahihi olamadılar, ama Çin üzerindeki baskıları çok kuvvetli oldu. Bunların asıl hâkimiyet bölgesi Kuzey Çin’di. Tabgaç Devleti M.S. Dördüncü Yüzyıl sonuna kadar devam etti. Tabgaçlar Çin içlerinde çok ilerlemişler ve Çin’le çok fazla ilişki kurmuş olmaları dolayısıyla onların hayatlarına çok alışmışlardı. O kadar ki, bazı Tabgaç yabguları Çinlilere hayranlıkları yüzünden kendi halklarını ve kültürlerini hor gördüler; Türklerin kılık kıyafetini bile yasak ederek onları Çinliler gibi giyinmeye zorladılar. Çinlilerin değişik âdetleri onları o kadar kendine çekmişti ki, medeniyetin sadece Çin›de olduğunu sanıyorlar ve Türklerin Çinlilere benzedikçe daha medenî olacak düşünüyorlardı. Böylece Tabgaçlar Çin kültürü ve Çin kalabalığı içinde eriyip gittiler. Onların yerine Türk Devleti’nde iktidar, Avar Hanedanının eline geçti. AVARLAR (Aparlar) Avarlar’ın devleti M.S. Dördüncü Yüzyıl sonundan Altıncı Yüzyıl ortasına kadar devam etti. Avar Türkleri eskiden Hun ve Tabgaç hanedanlarının hâkimiyeti altında yaşıyorlardı. Avarlar kendi hükümdarlarına “Kağan” diyorlardı. Böylece Türk târihinde eskiden “Yabgu” denen hükümdarlar, artık “Kağan (Hakan)” diye anılmaya başlamış, “Yabgu” sözü ise “Kağan”dan daha küçük prenslerin unvanı olmuştur. Avar Devleti, Onabay Kağan zamanında Göktürkler (Kök Türk)’in isyanı üzerine yıkıldı (552). Avarlar’ın önemli bir kısmı Avrupa’ya gitmişlerdi; orada Avar Devleti uzun zaman devam etti. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 107 www.ulkuocaklari.org.tr Avar Kağanları hem Doğu’da, hem Batı’da fetihler yapmışlar, yine esas olarak Çin’le uğraşmışlardır. Bu devirde Türkler’in Hindistan’la da temas kurdukları görülüyor. Hun hâkimiyeti sona erince, bir kısım Hunlar Hindistan’a göç etmişlerdi. Ülkü Ocakları Eğitim Programı GÖKTÜRKLER Göktürkler’in boy beği olan Uluğ Yabgu’nun Bumin Ve İstemi adlarındaki iki oğlu, Apan Kağanı Onabay Kağan’a isyan ettiler ve devleti onun elinden aldılar. Bumin Kağan devletin Doğu bölgesine, İstemi de Batı bölgesine kağan oldular. Türk devlet geleneğine göre Doğu’da oturanlar Batı’da oturanlara üstün olur; Batı’ya hâkim olanlar Doğu’daki hükümdara bağlı bulunurlardı. Bu yüzden İlimin “Büyük Kağan” oldu. Fakat sonraları Doğu Kağanlığı zayıflayınca, Batı Kağanları onları zamanla dinlemez olmuşlardır. Doğu Göktürkleri siyâsî bakımdan hep Çin’le karşı karşıya geldiler. Çin’le sık sık savaş yapıyorlar, sonra arası uzun sürmeyen barış dönemleri geliyordu. Göktürk Kağanları da daha önceki Türk hükümdarları gibi zaman zaman Çinli prenslerle evleniyorlardı. Bu arada kendi kızlarını da Çin sarayına gelin ettikleri oluyordu. Göktürklerin ilk devirlerinde Çin’deki imparator ailesi Türk Tabgaç asıllı Wei Hanedanı idi. Doğu Göktürk Devleti’nin başına Bumin Kağan’dan sonra kısa bir zaman İstemi Kağan geçmiş, sonra devlet Bumin’in oğulları yoluyla devam etmiştir. Bumin’den sonraki ilk kağan onun oğlu Kara Kağan’dır. Sonra sırasıyla Mukan Kağan, Tapo Kağan, Bağa İşbara Kağan, Çur Bağa Kağan, Tulan Kağan, Bilge Tardu Kağan, Türe Kağan, Şipi Kağan, Çuluk Kağan ve Kara Kağan Göktürk tahtına oturdular. Kara Kağan zamanında (630) Çinliler büyük ordularla Göktürk ülkesine saldırdılar; yapılan savaşlardan birinde Kara Kağan esir düştü ve Türkler Çin hâkimiyetini tanımak zorunda kaldılar. Böylece Doğu Göktürk devleti sona ermiş oluyordu. Fakat Çin eline esîr düşen Türk prensleri hiçbir zaman esareti kabul etmediler, ve her fırsatta başkaldırdılar. Bu isyanların hepsi de kanlı bir şekilde bastırılıyor, Çinliler isyanla ilgili herkesi öldürüyorlardı. Bu isyanların en önemlisi, meşhur Kür Şad İhtilâli›dir. Kür Şad, Doğu Göktürk kağanlarından Çuluk Kağan’ın küçük oğlu idi. Çuluk Kağan ölünce yerine kardeşi, yâni Kür Şad›ın amcası Kara Kağan geçmişti. Çuluk Kağan’ın ikinci karısı İçing Katun adında bir Çin prensesi idi. Bu kadın Çuluk Kağan’ı zehirleyerek öldürmüştü. Eski Türkler’de büyük kardeş ölünce onun dul karısını küçük kardeşi aldığı için, Kara Kağan bu Çinli kadınla evlendi. İçing›in maksadı kendi ailesini Çin tahtına geçirmek için Göktürkler’i Çin üzerine savaşa sokmaktı. Devletin çok buhranlı bir döneminde Çin’le yapılan savaş, on binlerce Türk’ün Çin eline esîr düşmesiyle sonuçlandı. Kür Şad da bu esirler arasındaydı. Türkler Çin›in kendi ülkelerine oturttuğu kukla bir hükümdar olan Sırba Kağan’ı tanımadılar ve bütün ümîdlerini Kür Şad›a bağladılar. Kür Şad 639 yılında, yânî esaretten dokuz yıl sonra Çin’in başkentinde seçme Türk savaşçılarından otuz dokuz kişi ile birlikte bir ihtilâl komitesi kurdu. Kendisiyle kırk kişi olan bu komite Çin İmparatoru’nu esîr ederek kaçıracak, bu siyâsî kargaşalıktan faydalanan bütün esîr Türkler de ayaklanacak, sonra İmparator›un hayâtı karşılığı Türk bağımsızlığının tanınması istenecekti. İmparator’un geceleri kılık değiştirerek gezdiği söyleniyordu. Kırk Türk bir gece harekete geçmek üzere karar aldılar. Fakat o gece İmparator sarayından çıkmadı. Kür Şad gecikilirse hareketin duyulacağından ve pek çok masum Türk’ün öldürüleceğinden endîşe ettiği için ihtilâli ertelemedi. Adamlarıyla birlikte İmparator’u yakalamak üzere saraya hücum etti. Çin muhafız kuvvetleriyle kırk Türk arasında şiddetli 108 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı bir çarpışma başladı. Ok ve kılıçla pek çok düşmanı yere seren Türkler, sayıları gitgide kabaran Çin birlikleri tarafından sıkıştırılınca, Kür Şad Çin sarayının ahırlarını basarak oradaki seçme atlan aldı ve sağ kalan Türk ihtilâlcileri Göktürk ülkesine doğru at sürdüler. Vey Irmağı kıyısına geldikleri zaman müthiş bir fırtına çıkmış ve sel köprüleri yıkıp götürmüştü. Irmak kenarında Çin ordusuyla savaşa tutuşan Kür Şad ve arkadaşları son oklarını da attıktan sonra kılıçlarıyla düşman sürüsüne daldılar. Sonunda birer birer hepsi de ecelin şerbetini içerek dünyâdan göçtüler. Kapgan Han’ın son yıllarında devlet hem Çin tehdidi altında kalmış, hem de birçok Türk boyları Göktürk idaresine isyan etmişlerdi. Bilge Kağan ile Kül Tigin bütün bu tehlike ve tehdîdleri ortadan kaldırdılar, başkaldıran herkese boyun eğdirdiler. Bilge Kağan “Ülkenin, milletin ve devletin birliği” için ne gerektiyse yaptı. Türk beyleri esaret yıllarında görmüşlerdi ki, ne zaman Türk boyları birlik olsa Çin onlara harâç veriyor, ama ne zaman aralarında iktidar kavgası başlasa zayıflayan devletin üzerine yürüyor. Bu yüzden babaları İlteriş Kutluğ Kağan gibi, oğulları da hiçbir ayrılıkçı, bölücü harekete fırsat vermediler. Devlete isyan eden kabileleri gerektiğinde en şiddetli bir şekilde itaat altına aldılar. Bir de şuna çok dikkat ediyorlardı: Türklüklerini kaybetmemek. O târihte Türkler çiftçilik de yapmakla birlikte yarı göçebe yaşıyorlardı. Yazın yaylalarda, kışın ise kışlıklarda otururlar, her zaman tabiatla kucak kucağa hareketli bir hayat yaşarlardı. Çinliler›in büyük şehirleri vardı, daha çok ticâretle uğraşıyorlardı. Bir Türk Çin şehrine gelince oradaki eğlence hayâtına kapılıyor, çarşı-pazarda satılan renkli ve ipekli kumaşlara hayran kalıyordu. Çinliler bunu fırsat bilerek Türkler’i içki, kadın ve mal vermek suretiyle kandırıp, onları Türk hayâtından uzaklaştırıyorlardı. İşte Bilge Kağan bütün Türkler’i bu tehlikeye karşı uyardı. Yabancı ülkelerle ticâret yapılmasını uygun görüyor, ama Türkler’in kendi vatanlarını bırakıp oralarda oturmalarını hiç istemiyordu. Göktürk orduları başkumandanı Kül Tigin 731 yılında isyancı Dokuz Oğuz Türkleri’ne karşı yaptığı bir savaşta öldü. Ağabeyi Bilge Kağan ve vezir Bilge Tonyukuk ona büyük bir cenaze merasimi düzenlediler. Göktürk Devleti bu çağda o kadar tanınan ve saygı uyandıran bir devletti ki, bütün komşu Ülkü Ocakları Genel Merkezi 109 www.ulkuocaklari.org.tr Kür Şad ve arkadaşları kanlarıyla bir destan yazdılar. Bu destan bin beş yüz yıl sonra onların torunları olan bizler tarafından hâlâ heyecanla okunuyor. Çünkü bu kırk yiğit Türk Milleti’nin kalbinde sönmez bir istiklâl ateşi yakmış oluyorlardı. Onlardan sonra bu ateşle yanan Türkler her fırsatta baş kaldırdılar. Birkaç defa daha başarısız ihtilâl teşebbüsünden sonra, nihayet 682 yılında Kutluğ Şad, etrafına topladığı Türkler’le istiklâlini ilân elti ve İlteriş Kutluk Kağan adıyla Doğu Göktürk tahtına olurdu. Kutluğ Kağan dağılmış boylarını yeniden topladı (Hu yüzden “İlteriş” adı verilmişti) ve devleti eski gücüne kavuşturdu. O, daha önceki birçok Türk Kağanı gibi, Çinli bir prensesle değil, bir Türk kızıyla evlenmişti. Eşi İlbilge Katun (Hâtûn) ona her işinde yardımcı oldu. Kutluğ Kağan’ın iki oğlu oldu ki, Bilge Han ve Kül Tigin adlarındaki bu Türk prensleri bizim târihimizde pek seçkin bir yer işgal eder. Kutluğ ölünce yerine kardeşi Kapgan Han, Kağan oldu. 22 yıl kağanlık yaptıktan sonra öldürülen Kapgan Kağan’ın yerine sırasıyle oğulları İnal Bögü Han, İni Han ve Yoluğ Tigin kağan oldular. Fakat bu üçü de başarısız kaldılar ve bir yıl içinde arka arkaya öldürüldüler. Bunun üzerine İlteriş Kutluğ Kağan’ın oğulları Bilge Han ile Kül Tigin birleşerek ülkeyi kargaşalıktan kurtardılar. Bilge Han kağan oldu, küçük kardeşi Kül Tigin de başkumandan olarak ordunun başına geçti. Böylece Türk târihinde ilk defa iki kardeş devlet idaresinde birlikte hareket etmiş ve hiçbir kıskançlık duymadan birbirlerine yardım etmiş oluyorlardı. Ülkü Ocakları Eğitim Programı ve uzak ülkeler cenaze merasimine temsilciler gönderdiler. Çin İmparatoru kendi taş yontucularım gönderdi ve Kül Tigin anıtının yazılıp dikilmesine yardımcı oldu. Bilge Kağan ondan üç yıl sonra öldü. Ona da bütün ülke krallarının gönderdikleri temsilcilerin bulunduğu pek büyük bir cenaze merasimi düzenlendi. Hâtırası için Kül Tigin Anıtı’nın yanına bir anıt dikildi. Burada onun ağzından Türk Milleti’nin bir târihi ve bu târihten alınması gerekli dersler anlatılmaktadır. Kül Tigin’in, Bilge Kağan’ın ve büyük Göktürk veziri Bilge Tonyukuk’un hâtıraları için dikilen anıtlara Orkun Abideleri veya Orkun Kitabeleri denir. Bunlar Baykal Gölü›ne dökülen Orkun Nehri›nin doğu kıyısı yakınlarında dikilmiştir. Orkun Âbideleri Türk Milleti›nin binlerce yıllık târihi boyunca meydana getirdiği eserlerin en başta gelenleridir; dünyâda başka hiçbir milletin târihinde bu derece ebedî hakikatleri bu kadar yüksek bir edebiyat diliyle ortaya koyan eser bulunmaz. Orada Türk târihinin ve Türk Milleti’nin özü, taşlara kazılmıştır. Öyle ki, Türk’ün bütün târihi kaybolsa, sâdece Orkun Abideleri’ne bakarak bu milletin yüksek medeniyetini, devlet kurucu dehâsını, ahlâk ve faziletini, askerî kahramanlığını, devlet ve kanun anlayışını öğrenmek mümkündür. Bakınız, Bilge Kağan Türklüğün doğuşunu nasıl anlatıyor: “Yukarıda mavi gök, aşağıda yağız yer yaratıldığında ikisi arasında insan oğlu yaradılmış. İnsanoğlunun üstüne büyük dedelerim Bumin Kağan, İstemi Kağan hükümdar olmuşlar. Türk Milleti’nin iline, töresine çeki-düzen vermişler. Dört taraf hep düşman imiş. Ordular gönderip dört taraftaki milleti hep idaresi altına, almış. Başlıya baş eğdirmiş, dizliye diz çöktürmüş...” Kül Tigin âbidesinin baş tarafında ise Bilge Kağan Türk Milletinin halini şöyle anlatıyor: “Ben Tanrı gibi gökte olmuş, Türk Bilge Kağan, Tanrı’nın iradesiyle kağanlık tahtına oturdum. Bilhassa küçük kardeş yeğenim, oğlum, bütün soyum, milletim, güneydeki şadpıt beyleri, kuzeydeki tarkat, buyruk beyleri, Oğuz Tatar... Dokuz Oğuz beyleri, milleti. Bu sözümü iyi işit, adamakıllı dinle: Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar bütün milletler şimdi benim emrimdedir. Bunca milleti hep düzene soktum. O şimdi kötü değildir. Türk Kağanı Ötüken ormanında oturursa ilde sıkıntı yoktur... Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp konduktan sonra, onun hakkında kötü şeyler düşünürmüş. İyi bilgili insanı, iyi cesur insanı yürütmezmiş... Tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldanıp, ey Türk milleti, nice evlâdını kaybettin. Türk milleti, öldün; Türk milleti, öleceksin. Güneyde Çogay Ormanı’na, Tögültün Ovası’na konayım dersen, Türk milleti, öleceksin... O yere doğru gidersen, Türk milleti, öleceksin. Ötüken yerinde oturup kervan gönderirsen hiçbir derdin olmaz, Ötüken ormanında oturursan ebediyen il tutarak oturacaksın. Türk milleti, tokluğun kıymetini bilmedin. Açlık tokluk düşünmedin. Bir doyunca açlık aklına gelmedi, öyle yaptığın için, seni besleyip bakmış olan kağanının sözünü dinlemeden kalkıp Çin›e gittin. Hep orda mahvoldun, yok edildin. Orda, geri kalanınla hep zayıflayarak, ölerek yürüyordun. Tanrı buyurduğu için, kendim devletli olduğum için, kağan oldum. Kağan olup aç, fakîr milleti hep topladım. Yoksul milleti zengin ettim, az milleti çok kıldım. Yoksa bu sözümde yalan mı var? Türk beyleri, millet, bunu iyi işittin. 110 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türk milleti toplayıp il tutacağını bu taşa kazdım. Yanılıp öleceğini yine bu taşa kazdım. Her ne sözüm varsa ebedî taşa yazdım. Ona bakarak bilin... Beyler ve millet ahenksiz olduğu için, Çin milleti hilekâr ve sahtekâr olduğu için, aldatıcı olduğu için, küçük kardeş ve büyük kardeşi birbirine düşürdüğü için, bey ve milleti karşılıklı çekiştirdiği için, Türk milleti il yaptığı ilini elden çıkarmış, kağan yaptığı kağanını kaybedivermiş. Çin milletine beylik erkek evlâdını kul kıldı, hanımlık kız evlâdını câriye kıldı. Türk beyler Türk adını bıraktı, Çinli adı alıp Çin beyi olarak Çin kağanına itaat eder olmuş. Elli yıl işini gücünü ona vermiş. Doğuda gün doğusuna kadar, batıda gün batısına kadar ordular gönderip Çin Kağanı adına hep kendi ilini töresini zaptetmiş. Türk halkı şöyle dermiş: İlli millet idim, ilim şimdi hani? Kime il kazanıyorum? Kağanlı millet idim, kağanım hani, hangi kağanın hesabına çalışıyorum? Öyle deyip Çin kağanına düşman olmuş. Düşman olmuş, ama kendisini bir düzene sokamadığı için yine ona boyun eğmiş. Çinli onun kendisi için bunca çalıştığını hiç düşünmeden, Türk milletini öldüreyim, kökünü kurutayım dermiş. Millet yokolmaya gidiyormuş. Yukarıda Türk Tanrısı öyle irâde etmiş de, Türk milleti yok olmasın diye, millet olsun diye Babam İlteriş Kağan’ı ve annem İlbilge Hatun ‘u tutup yukarı kaldırmış. Babam Kağan on yedi erle isyan etmiş. O başkaldırdı diye işitip şehirdeki dağa çıkmış, dağdaki inmiş, toplanıp yetmiş er olmuşlar. Tanrı kuvvet verdiği için babam Kağan’in askeri kurt gibi imiş, düşmanı koyun gibi imiş. Doğuya batıya asker gönderip toplamış, yığmış. Hepsi yedi yüz er olmuş. Yedi yüz er olup ilsizleşmiş, kağansızlaşmış milleti; câriye olmuş, köle olmuş milleti; Türk Töresini bırakmış milleti atalarımın töresince düzenleyip yetiştirmiş...” Bilge Kağan Göktürk devletinin kuruluşundan kendi zamanına kadar geçen olayları böyle anlattıktan sonra milletine şöyle seslenmektedir: Bu sözlerden anlaşıldığına göre, Türk milleti için en büyük tehlike kendi kültürünü, kendi töresini bırakarak başka milletlerin örf ve âdetlerini benimsemek, devletin kanun ve nizamlarına itaat etmemek, geçici rahatlıklara aldanıp ileriyi görememektir. Bu konuda asıl sorumlu olanlar ise milletin ileri gelenleridir. Halk tehlikeyi görüp kurtulmak için çalıştığı halde beyler Çinlileştikleri için halka kurtuluşu bulmakta rehberlik edemiyorlar. Orkun Âbideleri›nin üçüncüsü vezîr Bilge Tonyukuk adına dikilmiştir. Unvanı Boyla Bağa Tarkan olan Bilge Tonyukuk büyük bir devlet adamı olup hem İlteriş Kağan, hem Kapagan Kağan ve Bilge Kağan devirlerinde Göktürk devletinin başvezîri olarak hizmet etmiştir. Bu âbidelerdeki yazıları yazan ise Kapagan Kağan’ın küçük oğlu Yoluğ Tigin’dir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 111 www.ulkuocaklari.org.tr “Türk Oğuz beyleri, millet, işitin: Üstte gök çökmese, altta yer delinmese, Türk milleti, ilini töreni kim bozabilecekti? Türk milleti, vazgeç, pişman ol. Disiplinsizliğin yüzünden, seni beslemiş kağanına, hür ve müstakil güzel yurduna karşı hatâ ettin, onları kötü duruma düşürdün. Kutsal Ötüken ormanını bırakıp gittin. Doğuya gittin, batıya gittin. Gittin de ne gördün? Kanın ırmaklar gibi aktı, kemiklerin dağlar gibi yığıldı. Bey olacak oğlun köle oldu, hanım olacak kızın câriye oldu. Yaptığın cahillik, kötülük yüzünden amcam kağan uçup gitti...” Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bilge Kağan’dan sonra Göktürk tahtına oğulları İçen Türk Bilge Kağan ve Tengri Bilge Kutlug Kağan oturdular. Sonra hep küçük yaşta prensler Kağan olup bunların zamanında devlet idaresi ya annelerinin ya başkalarının eline geçtiği için devlet zayıfladı ve nihayet 745 yılında Dokuz Oğuzlar (Uygurlar), Göktürk ailesinin hâkimiyetine son vererek onların yerine geçtiler. Büyük Göktürk İmparatorluğu’nun Doğu ve Batı olmak üzere iki kolu vardı. Doğu Kağanlığı Batıdakine üstün olmakla birlikte Doğu Kağanı Kimin Türe Kağan’ın ölümünden (609) sonra Batı Kağanları artık Doğu’yu tanımayıp müstakil olmuşlardı. Batı Kağanları Bumin Kağan’ın kardeşi İstemi Kağan’ın soyundan gelirler. Batı Göktürkleri bir taraftan Çin, bir taraftan İran, Bizans ve Arap dünyası ile temas halindeydiler. İstemi›den sonra Batı tahtına Bilge Tardu Kağan, sonra sıra ile Apa Kağan, İnal Kağan, Çulo Kağan, Şeku Kağan, Tung Yabgu Kağan, Bağatur Sepi Kağan geçtiler. 631 tarihinde Batı Göktürk tahtı Bumin Kağan’ın oğullarına geçti. 742’de Batı Kağanlığı Türgiş hanedanının eline geçti. Kül Tigin Kül Tigin Türk târihinin en büyük kumandanlarından ve en büyük kahramanlarından biridir. Türk milleti yokolma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı bir zamanda, ağabeyi Bilge Şad (sonradan kağan) ile birlikte bütün ömrünü savaş meydanlarında harcayarak milletimizin varlığını ve birliğini korumuştur. Kül Tigin 685 yılında doğdu. Babası ilteriş Kutlug üç yıl önce Çin›e karşı başkaldırmış ve başarılı bir hareketle Göktürk Devleti›ni yeniden kurmuştu. Fakat Göktürkler daha derlenip toparlanmış değillerdi. İlteriş Kağan gece-gündüz çalışarak devleti yeniden düzenledi. 692 yılında öldüğü zaman Kül Tigin 7, ağabeyi Bilge ise 8 yaşındaydı. Amcaları Kapgan, kağan oldu. Bilge’yi Tarduşlar’in başına şad yaptılar. Kül Tigin merkez ordusuna girdi. Kül Tigin on altı yaşına geldiği zaman artık savaşçı bir asker olmuştu. İlk defa 701 yılında Batı’ya açılan sefere katıldı. Burada Türgiş başbuğlarından birinin emri altındaki Soğd askerini bozdular ve halkı itaat altına aldılar. Soğdlar yenilince Çin ilerleyen Göktürk ordusun durdurmak üzere ellibin kişilik bir ordu ile bunların üzerine yürüdü. Kül Tigin emrindeki askerlerle Çin ordusunun merkezine saldırdı ve Çinli kumandanın kayınbiraderi olan bir komutanın üzerine atlayıp yakaladı, ellerini bağlayarak geriye, Türk ordusuna dönüp esir komutam Kağan’a teslim etti. Çin ordusu orada imha edildi. 706 yılında Kapgan Kağan Çin seferi açtığında Kül Tigin yirmi bir yaşındaydı. Çin generali Çaça›nın ordusuna karşı savaşa girdiklerinde Kül Tigin beylerinden birinin çok süratli olan atına binerek düşman içine daldı. Kendisine durduramayan düşmanlar atını oklayarak öldürdüler. Kül Tigin hemen doğrulup bu sefer İşbara Yamtar adlı Türk beyinin atına binip onunla saldırdı, o at da öldü. Üçüncü sefer Yigen Silig Bey’in giyimli doru atına binip hücum etti. Sonunda o at da vuruldu. Zırhından, kaftanından yüzden fazla ok darbesi alan Kül Tigin başım ve yüzünü oklardan sakınmayı bildiği için ölmedi ve Çaça›nın ordusunu orada yok ettiler. Sonraları Kül Tigin ve ağabeyi Bilge Şad dağınık Türk kabilelerini toplamak ve itaat altına almak üzere seferlere giriştiler. 112 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bayırku beyi Uluğ Erkin devlete isyan etmişti. Türig Yargım gölü kenarında yapılan savaşta Uluğ Erkin’in ordusu bozuldu, kendisi pek az askerle kaçarak kurtuldu. Kül Tigin yirmi altı yaşında iken Kırgızlar isyan ettiler ve Göktürkler’e hasım oları diğer boylarla anlaşarak birlikte Ötüken›e hücum etmeyi planladılar. Bu ittifakın gerçekleşmemesi için Göktürk ordusu kış ortasında Kırgızlar’a bir baskın hazırladı. Mızrak boyu kar sökerek Kögmen ormanını geçen Göktürk ordusu Kırgızlar’ı hiç ummadıkları bir zamanda gece baskınıyla dağıttı. Kırgız Kağanı toplayabildiği kadar orduyla Songa ormanında bunların karşısına çıktı. Kül Tigin Bayırkunun ak atına binerek hücum etti. Bir Kırgız’ı okla vurup ikisini mızrakla düşürdüğü sırada atını öldürdüler. O yine savaşa devam etti. Sonunda Kırgız Kağanı öldürüldü ve ülkesi Göktürkler’e bağlandı. Sonra Türgişler’i itaat altına almak üzere Ahun Ormanı’nı aşıp İrtiş›i geçerek yürüdü. Bolçu’da yapılan savaşta Türgiş ordusu adetâ bir fırtına gibiydi. Fakat Kül Tigin ön safta Türgiş askerinin arasına alnı beyaz boz atının üzerinde dalarak ordunun merkezine kadar girdi. Üzerine saldıran Türgiş askerlerinin çoğunu öldürdükten sonra Türgişler’in büyük beylerinden birini yakalayıp esir aldı. Türgiş Kağanı da orada öldürüldü ve ülkesi bağlandı. Soğd halkını itaat altına almak için Batı’da Demir Kapı’ya kadar ordu gönderildi. O sırada Türgiş halkının tekrar isyan ettiği duyuldu. Kül Tigin bunların üzerine çok az sayıda askerle gönderildi. Kalabalık Türgiş ordusu karşısında sırf kendi cesaret ve kahramanlığı ile Göktürkler’i kurtardı ve galip geldi. Ertesi yıl Çin’in kışkırttığı Karluklar büyük bir ordu ile Ötüken›e kadar sokuldular ve devlet merkezini tehdit ettiler. Kül Tigin Türgiş savaşında da kullandığı Alp Salcı adlı atıyla hücum edip mızrakla önüne gelen Karluklar’ı yıkmaya başladı. Karluk ordusu bozguna uğratıldı. Sonra Az kavmi isyan etti. Kül Tigin yine Alp Salçı’ya binerek hücum etti ve Az İlteberi›ni, yani Azlar’ın büyük beyini esîr etti. Az ordusu orada yok edildi. Arkadan İzgil halkı isyan etti. Onlarla olan savaşta Kül Tigin’in Alp Salcı adlı atı öldürüldü, ama İzgiller de yenildi. O yıl Amga kalesinde kışlayıp Dokuz Oğuz üzerine yeniden sefere çıktılar. Kül Tigin Göktürk Kağan Âilesi›nin korunmasıyla görevlendirilmiş, Bilge Kağan ve İnal Tiğin savaşa yürümüşlerdi. Dokuz Oğuz süvarileri, ordu merkezini bastılar. Bütün İmparatorluk ailesi esir düşecek ve Göktürkler’in orada sonu gelecekti. Kül Tigin Öksüz adlı atına binip düşmana göğüs gerdi. Saldıranlardan dokuz kişi onun mızrak darbeleriyle ardı ardına düştüler. Yanındaki pek az kişiyle ölesiye çarpıştı ve merkezi vermedi. Sonunda yetişen Göktürk birlikleri Dokuz Oğuzları bozdular. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 113 www.ulkuocaklari.org.tr En çetin savaşlar isyancı Dokuz Oğuz Türkleri ile oldu. Bir yılda beş savaş yapıldı. Togu Balık’taki ilk savaşta Kül Tigin, Azman adlı atıyla hücum edip altı eri mızrakladı, yedincisini kılıçla düşürdü. Dokuz Oğuzlar bozuldu. İkinci seferde Kuşalguk’ta Edizler’le savaş oldu. Kül Tigin yağız atına binip bir eri mızrakladı, dokuz kişiyi de çevirerek vurdu. Edizler’i orada bozdular. Üçüncü sefer Bolçu’da Oğuzlarla savaşa tutuştular. Kül Tigin onları da bozdu. Dördüncü seferde Dokuz Oğuzlar pek yaman saldırdılar. Kül Tigin kendi yiğitliğiyle bu hücumu zamanında püskürtmeseydi Göktürkler mahvolacaktı. Ezginti Kadızda yapılan beşinci savaşta Kül Tigin Azman adlı atıyla saldırıp Dokuz Oğuzlar ‘ı bozdu. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Kül Tigin 731 yılında 47 yaşında iken öldü. Ağabeyi Bilge Kağan, küçük kardeşinin hâtırası için onun türbesi başına diktiği anıtta şunları söylüyor: “Küçük kardeşim Kül Tigin vefat etti. Matemlere garkoldum. Görür gözüm görmez gibi, bilir aklım bilmez gibi oldu. Kaygıı ve tasa içinde kaldım. Zamanı Tanrı yaşar. İnsan oğlu hep ölmek için türemiş. Öyle düşünceye daldım. Gözden yaş gelse engel olarak, gönülden ağlamak gelse geri çevirerek düşünceye daldım. İki şadın ve küçük kardeş yeğenimin, oğlumun, beylerimin, milletimin hâli fena olacak diye düşünceye daldım.” Ergenekon Destanı Göktürkler bütün Türk illerinde herkesi itaat altına almış, başkaldıran kavim ve kabileleri devlete bağlamışlardı; hiç kimse onlarla boy ölçüşemezdi. Ama onların bu kudretini kıskanan düşman kavimler bir araya gelerek Göktürkler’i ortadan kaldırmak istiyorlardı. Bir defasında hepsi de ordularını birleştirerek Göktürkler’e hücum ettiler. Günlerce boğaz-boğaza savaş oldu. Göktürkler düşmanı dağıttılar. Düşmanlar baktı ki Göktürkleri erkekçe savaşta yenmeye imkân yok, bunları hile ile yok edelim dediler. Bir gün kaçıyormuş gibi yapıp saklandılar. Göktürkler’i gafil avladılar. Kılıç tutan erlerinin çoğunu kılıçtan geçirdiler, geri kalımını kadın ve çocııklariyle esîr alıp götürdüler. Göktürk ocağı artık sönmüştü. Kağanları İl Han ve onun oğulları da hep savaşta öldüler. Bir tek küçük oğlu Kayı sağ kalıp esîr düşmüştü. Kayı bir gece amcasının oğlu Dokuzla birlikte kaçmayı planladı, ikisi de eşlerini alarak gecenin karanlığında Göktürk iline doğru at sürdüler. Gündüzleri saklanıp geceleri yol alıyorlardı. Her taraf düşmanla dolu olduğu için, kimsenin görmeyeceği bir yer bulup orada oturmaya karar verdiler. Dışarıya geçit vermeyen bir vâdî buldular, hin bir güçlükle aşağıya inebildiler. Burası öyle kapalı, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdi ki, kendileri bile bir daha geldikleri yolu bulamazlardı. Geldikleri yere Ergenekon dediler. Ergenekon’un tatlı suları, türlü yemişleri, av için kuş ve geyikleri vardı. Ulu Tanrı’ya şükredip burada rahat ve güvenle yaşamaya başladılar. Aylar, yıllar birbirini kovaladı. İkisinin de çocukları oldu, torunları oldu. Atları da çoğalıyordu. Birkaç yüzyıl burada yaşadılar. Bir gün artık ne insanlarıyla ne hayvanlarıyla buraya sığamaz olmuşlardı. Ne yapacaklarını düşünmeye başladılar. Büyük dedelerinden Ergenekon dışında pek güzel ülkeler bulunduğunu, oralarda insanların yaşadığını işitmişlerdi. “Çıkıp atalarımızın yurduna gidelim” dediler. Ama dağlar yol vermiyordu. Dört bir yana koşturup etrafı yokladılar, bir adam sığacak yer bulamadılar. Aralarında bir demirci vardı. “Şu dağda bir.....mâdeni var, demiri eritirsek belki dağ bize bir geçit verir” dedi. Dağın her tarafını odun ve kömürle kat kat doldurdular. Yetmiş manda derisinden körükler yapıp yetmiş yere koydular. Tanrı’nın yardımı ile, dağ ateşe dayanamadı, demir eriyip gidince bir geçit açıldı. Çıkıp Göktürk yurduna geldiler. Kayı Han’ın torunu Börteçine kağan oldu, dört bir yana adam gönderip yurtlarını yine aldıklarını bildirdi ve herkesin kendisine boyun eğmesini emretti. Göktürkler yine eski şân ve şereflerine kavuştular. 114 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Dağı delip Ergenekon’dan çıktıkları günü kutsal kurtuluş günü ilân ettiler. Her yılın o gününde büyük merasim yapılır, Kağan bir demiri kızdırıp örse koyarak çekiçle döver, onun ardından bütün Türk beyleri demir döverek kurtuluşlarını anarlardı. TÜRGİŞ veya TÜRKEŞLER Türkeş Hanedanı başlangıçta Göktürkler’e bağlı oldukları halde 630 tarihinden itibaren Talas’ı başkent yaparak ayrı bir devlet oldular. Devletin kurucusu Göktürk tarkanlarından Uçele Kağan’dır. Sekizinci yüzyıl başlarında Arap-İslâm orduları Mâverâünnehr’e girmişler ve Türkler’le karşılaşmışlardı. O sırada devletin başında bulunan Sulu Çor Kağan bu orduları durdurmak için şiddetli savaşlar verdi. Bir taraftan Araplar’ın baskısı, diğer taraftan Çinliler›in siyâsî entrikalarıyla Türgişler arasına nifak girdi ve Kül Çor adlı bir Türgiş kumandanı Sulu Kağan’ı öldürdü. Bundan sonra Türgeşler ikiye ayrıldı. Kül Çor, “Bağa Tarkan” unvanıyla Sarı Türgişler’in başına geçti ve devlete hâkim oldu. Sonra Kara Türgişler’in lideri İltemiş Kutluk bilge Kağan ve Tanrı Bolmuş Kağan hükümdar oldular. 766’da Türgiş Hânedâm’nın saltanatını Karluk Türkleri sona erdirdiler. KARLUKLAR Göktürk Devleti tekrar kurulduğu zaman Kapgan Kağan bunları yeniden itaat altına almış, devlete bağlamıştı. Sonradan Karluklar Göktürk Devleti’nin yıkılmasında Uygurlar’la (Dokuzoğuzlar) işbirliği yaptılar. Uygur Devleti kurulunca Karluk beyine sol kol yabguluğu verildi. Daha sonra Karluklar Türkeş Devleti’nin zayıflamasından faydalanarak onların hâkim olduğu bölgelere yayıldılar. Bu yayılma onları Batı’da İslâm ordularıyla karşı karşıya getirdi. Bu sırada Çin, ilerleyen Müslüman kuvvetlerini durdurmak için büyük bir orduyla Batı seferi açmıştı. Asya’da Müslümanlığın kaderini belirleyecek olan bu savaşta Çin’in bütün entrikalarına rağmen Karluklar, Müslüman olmadıkları halde İslâm ordusuyla birleştiler ve 751 yılındaki meşhur Talaş Meydan Muharebesi’nde birleşik Türk-Arap orduları Çinliler›i müthiş bir mağlûbiyete uğrattı. Bundan sonra Karluklar artık Araplarla daha yakın temasa geçecekler ve ilk Müslüman Türkler olacaklardır. UYGURLAR Uygurlar, Büyük Hunlar’ın torunlarıdır. Bunlar Selenga Irmağı etrafında yaşıyorlardı. Erkin denen Uygur beyleri Göktürk Devleti’ne bağlı iken Göktürk Devleti 630’da Çin hâkimiyetine girince Uygurlar bağımsız bir devlet oldular ve beyleri İlteber adını aldı. 646 yılında Uygur Kağanlığı kuruldu, fakat Ülkü Ocakları Genel Merkezi 115 www.ulkuocaklari.org.tr Türgiş hâkimiyetine son veren Karluk Türkleri daha önce Göktürk Devleti›ne bağlı yarımüstakil bir hayat yaşıyorlardı. Karluk beylerine «Kül Erkin» denilirdi. Bunlar imparatorluğun batısında oturdukları için, İstemi Kağan›ın Hazar ve Mâverâünnehir taraflarına yaptığı seferlerde Karluklar’dan çok faydalanıldı. Göktürk Devleti yıkılınca Çin ona bağlı diğer Türk ülkeleri gibi Karluk ülkesinde de hâkimiyet kurmak istemişti, fakat Karluklar Çin’e boyun eğmediler ve kendi başlarına bir devlet oldular. Karluk prensleri, Türkler’in Aşına (Bozkurt) soyundan gelmedikleri için «Kağan» unvanını alamıyorlardı. Bunlar ancak «Yabgu» olabiliyorlardı. Ülkü Ocakları Eğitim Programı İkinci Göktürk Devleti’nin meşhur kağanı Kapgan bunları yeniden devlete bağladı. Uygurlar nihayet 745 yılında Göktürk Devleti’nin içine düştüğü kargaşalıktan faydalanarak, beyleri Kutlug Bilge Kül’ün idaresinde bu devleti ortadan kaldırdılar; Kutlug Bilge, Uygur Kağanı oldu. Uygurlar bir taraftan dağınık Türk kabilelerini kendi idareleri altında toplarken bir yandan Çin üzerindeki baskılarını artırdılar. 751 yılında, yâni Uygur Kağanlığının ilk yıllarında büyük Çin ordusu Talaş Meydan Savaşı’ndan Karluk ve Araplar’a mağlûb olmuş, böylece Çin’in kuvveti büyük Ölçüde kırılmıştı. Türkler artık Çin’in iç işlerine karışıyorlardı. Kutlug Bilge’den sonra oğlu Moyunçur, sonra da onun oğlu Bögü Kağan Uygur tahtına oturdular. Uygur Devleti’nin en parlak çağı Bögü Kağan’in yirmi yıllık hükümdarlık devridir. 779’da Bögü’nün yerine Tung Bağa Tarkan, arkasından Külüg Bilge ve Kutlug Bilge kağan oldular. Son büyük hakan Küçlüg Bilge 833’de öldürüldükten sonra, devlette iç kargaşalıklar çıktı. Uygur federasyonu içindeki en güçlü Türk uruklarından Kırgızlar gitgide kuvvetlenerek onlara rakîb oluyorlardı. Bu arada Uygurlar’ı kuvvetten düşüren başka bir şey daha vardı. Vaktiyle Bögü Kağan Tibet seferinden dönerken oradan Mani Dîni rahipleri getirmiş, bunlar vasıtasıyla Uygurlar’ı Mani Dîni’ne sokmuştu. Türkler’in hareketli ve savaşçı tabiatına aykırı düşen, onları temel gıdaları olan etten bile uzaklaştıran bu dîn, memlekette genel bir uyuşukluk yarattı. Sonunda Kırgızlar 840 yılında Uygur başkentine girerek, Uygur Hakanı dahil, halktan pek çok kimseyi kılıçtan geçirdiler. Böylece Uygur Devleti son buldu. Uygurlar bu mağlûbiyetten kendilerini kurtarıp toparlayacak bir varlık gösteremediler. Bir kısmı Kuzey Çin tarafına (Kansu bölgesine), bir kısmı da bugünkü Doğu Türkistan (Turfan ve Kâşgar) tarafına göç ettiler. Oralarda birer kağanlık kurdularsa da bunların fazla bir siyâsî ve askerî başarısı görülmedi. Ancak Doğu Türkistan’daki Uygur Devleti, Doğu-Batı ticâret yolları üzerinde bulunduğu için iktisadî bakımdan çok gelişti. Onuncu Yüzyıl başından Onüçüncü Yüzyıl başındaki Cengiz istilâsına kadar Uygur Devleti›nde san’at ve edebiyat çok gelişti. İslâmdan önceki Türk târihinde medeniyet eserleri bakımından en zengin dönem bu Uygur çağı olduğu için, Türkiye Cumhuriyeti zamanında bâzı kimseler “medeniyet” kelimesi yerine Uygur adının yanlış bir şekli olan “Uygar” sözünden “Uygarlık” diye bir kelime uydurmuşlardır. Bugün bâzılarının “medeniyet” yerine kullandığı “uygarlık” sözünün aslı budur. AVARLAR Doğu Asya’daki Avar (Apar) Devleti 552 yılında Bumin Kağan idaresindeki Göktürkler tarafından yıkılınca, bir kısım Avarlar Batı’ya kaçmışlardı. Bunlar önce Kuzey Kafkasya’da hâkim olan ve gerek Bizans’ı gerek İran’daki Sâsânî imparatorluğu’nu tehdîd eden Sabar Türkleri’yle (“Sibirya” adı buradan gelir) mücâdele ettiler ve 558 yılında onları yendikten sonra Kuzey Kafkas, Kuzey Karadeniz yoluyla Tuna boylarını ele geçirdiler. Merkezi Macaristan olmak üzere Orta Avrupa’da büyük bir devlet kurdular. İdareleri altında ve ordularında birçok kavimler bulunmakla birlikte esas çekirdek Türklerden meydana geliyordu. Avarlar Batı’daki Frank (Fransız) Krallığı’ndan Doğu’da Bizans sınırlarına kadar olan bölgenin yegâne hâkimi olmuşlardı. İki defa İstanbul’u kuşattılar, fakat ikisinde de donanmaları olmadığı için başarısız kaldılar. 116 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı 630’dan itibaren Avar hâkimiyeti zayıflamaya başladı. Buna rağmen Avarlar Dokuzuncu Yüzyıl’ın başına kadar ayakta kalmayı başardılar. Nihayet Frankların hücumları sonunda parçalanarak dağıldılar. Devletsiz kalan Avarlar bir daha kendilerini toparlayamadılar. Gittikleri ülkelerde dillerini unuttular, Hıristiyanlaşarak eriyip gittiler. HAZARLAR Avarlar Asya’dan Avrupa’ya geçerken Kuzey Kafkasya bölgesindeki Sabarlar’ın yurtlarım ellerinden almışlardı. Fakat Sabar Türkleri Avar fırtınası geçtikten sonra tekrar toparlandılar, Göktürk İmparatorluğu›nun Batı ucunda Göktürkler adına Bizans ve İran İmparatorlukları ile mücâdeleye devam ettiler. 630’dan sonra Göktürk İmparatorluğu Çin hâkimiyeti altına girince Sabarlar müstakil bir devlet haline geldiler. İşte Hazar Hakanlığı bunların eseridir. Hazarlar, İran’daki Sâsânî İmparatorluğu’nu devamlı baskılarıyla çok zayıf düşürmüşlerdi. İslâm orduları Sâsânîler’in böyle zayıf zamanlarında İran›a girerek onları kolayca çökerttiler. İran aradan kalkınca Emevî orduları Hazar ülkesine doğru yürüdülerse de Hazarların şiddetli direnişi karşısında Ermenistan sınırından öteye geçemediler. Hazarlar bütün Doğu Avrupa’yı ellerine geçirerek büyük bir devlet oldular. Bizans bunlarla iyi geçiniyor, ilerleyen Arap ordularına karşı Hazarların dostluğunu arıyordu. Hazar Hakanlığı Kafkaslar’dan Macaristan’a kadar uzanan geniş bir saha içinde öyle bir düzen kurmuştu ki, uzun yıllar savaş çalkantıları içinde yaşayan kavimler bu sayede ticâretle, san’atla, dîn hayâtının gelişmesiyle uğraşma fırsatını bulabildiler. Ticâretin getirdiği bolluk sayesinde Hazar şehirleri büyük bir canlılık kazandı. Hazar Hakanlığı Onuncu Yüzyıl ortalarına kadar, yâni tam üç yüzyıl büyük bir devlet olarak devam etti. Hazarlar’m yıkılması ve dağılması Türk târihinde büyük ibret alınması gereken olaylardan biridir. Bu devlet Türkler bakımından başarısız bir şehirleşmenin sonucu olarak dağılmıştır. Hazarlar eskiden olduğu gibi yan göçebe kabilelere dayanmadıkları için ücretli bir ordu kurmuşlardı. Fakat bu ücretli ordu sâdece kendi kavimlerinden değil, birbiri ile uzlaşması çok zor olan birçok kavimlerin insanlarından meydana geliyordu. Hazarlar aynı hatayı, dîn konusunda da işlediler. Memlekette bir dîn birliği sağlamayı düşünmediler. Hazar ülkesinde her dînin misyonerleri at oynatıyor, böylece Hazar halkı dînî inanç bakımından bir yamalı bohça haline geliyordu. Üstelik Hazar Hakanları Sekizinci Yüzyil’da Musevîliği kabul etmişlerdi. www.ulkuocaklari.org.tr Hazarlar’ın zayıflamasından en çok faydalanan İslavlar, yâni bugünkü Ruslar’ın dedeleri oldu. Hazar topraklarının büyük bir kısmı onların eline geçti. Ayrıca Macaristan da o devirde ayrı bir güç halinde ortaya çıktı. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 117 Ülkü Ocakları Eğitim Programı PEÇENEKLER, UZLAR ve KUMANLAR Peçenekler Peçenekler Büyük Göktürk Hâkanlığı’na bağlı kavimlerden biriydi. Onuncu Yüzyıl’da Kuzey Karadeniz bölgesinde yaşıyorlardı. Uzun müddet Ruslar’ın Kiyef Prensliği’yle mücâdele ettiler ve 968 yılında Hazar Hakanlığı başkentini zapteden Kiyef Prensi Svyatoslav’ı yenerek öldürdüler. Bu mücâdelede Ruslara karşı Peçenekler’i tutan Bizans, onlarla dostluk kurmaya çalıştı. Ayrıca kendini tehdîd eden Bulgarlar’a karşı Peçenekler’i kullanmayı düşünüyordu. Peçenekler daha doğudan gelerek kendilerini sıkıştıran Uz (Oğuz) Türkleri yüzünden ülkelerini bırakıp Orta Avrupa’ya dağılmaya başladılar. On birinci Yüzyıl başlarında Peçenekler Balkanlar üzerine sarkmaya başlamışlardı. Fakat Bizans bu akınları durdurabilmek için Peçenek beyleri araşma nifak soktu. Birbirine düşen Peçenekler bir defasında zayıf kuvvetlerden meydana gelen Bizans ordusuna karşı ağır bir yenilgiye uğradılar. Bizans bunların savaşçı güçlerini bildiği için onlardan kendi güney sınırında faydalanmak istedi ve Peçenekler’i Selçuklu’lara karşı çıkarmayı denedi. Peçenekler bu teklifleri geri çevirdiler; Bizans ordusuna girmiş olan Peçenek birlikleri ise Malazgirt Savaşı’nda kendi soydaşlarının safına geçtiler. Doğu Avrupa’da kalan Peçenekler ise 1080 yılından sonra tekrar toparlandılar, yanlarına Macar ve Kumanlar’ı da alarak Bizans’ı birkaç defa mağlûb ettiler. 1090 yılında Çekmece’ye kadar bütün Trakya onların hâkimiyeti altına girdi. O sırada Çavuldur Oğuzları’nm beyi Çakan, İzmir’i ele geçirmiş, Adalar Denizi’ne hâkim olduktan sonra İstanbul’u zaptetmeyi planlamıştı. Bu iş için Peçenekler’in yardımını almak üzere onlarla temasa girmişti. Böylece Bizans bir tarafta Selçuklu, bir tarafta Çakan (Çaka) Oğuzları, bir taraftan da Peçenekler’in baskısı altında kımıldayamaz hale gelmişti. Bizans, Çakan Bey ve Peçenekler’in ortak hareketlerini durdurmak için bir yandan Hıristiyan dünyâsını harekete geçirirken, bir yandan Kuman Türkleri’ni Peçenekler aleyhine kışkırttı. Peçenekler Çakan›ın donanmasıyla birleşmek üzere Meriç ağzında beklerken, Tugur Han idaresindeki kırk bin Kuman süvarisi bunların üzerine saldırdı ve hepsini mahvetti. Peçenekler dağıldılar ve eriyip gittiler. Uzlar Uzlar, Oğuz Türkleri’nden bir zümre idi. Peçenekler’i yurtlarından sürdükten sonra Özü (Dinyeper) Nehri etrafında yerleştiler. Fakat Rus Prensleri birleşerek onları bu bölgeden uzaklaştırdı. Bundan sonra Uzlar güneye sarktılar, Bizans ordusu ve Bulgarlar’ı yenerek Selânik’e kadar ilerlediler. Fakat buralara yerleşmeye fırsat bulamadan salgın hastalıklar ve Peçenek hücumları yüzünden dağıldılar. Bizans ordusuna katılan bir kısım Uzlar, Malazgirt’te Türk ordusu tarafına geçmiştir. 118 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Kumanlar Kumanlar, târihte uzun zaman ve çok değişik bölgelerde kendilerinden söz ettirmiş bir Türk kitlesidir. Bunlar, yine kendileri gibi Göktürk İmparatorluğu’nun Batı topraklan üzerinde yaşayan Kıpçaklar’la birleşerek Batı’ya yöneldiler ve Kumanlar, Rus Prenslerinin ortak kuvvetini mağlub ederek Karadeniz kuzeyindeki bozkırlara yerleştiler. On birinci Yüzyıl sonlarında Balkaş Gölü›nden Batı Karadeniz›e kadar muazzam bir bölge Kuman-Kıpçaklar’ın eline geçmişti, bu bölgeye Kıpçak Sahası veya Kumanya deniyordu. Rus prenslikleri Kumanlar’ı bu bölgeden atabilmek için birleşerek devamlı hücum ediyorlardı. Bu savaşlarda bazen Ruslar, bazen Kıpçaklar galip geldiler. Fakat 1185’te Kıpçak Başbuğu Könçek komutasındaki Türk kuvvetleri, Prens İgor›un emrindeki müttefik Rus ordusunu tamamiyte imha etti. Bir kısım Kumanlar Kırım’da yerleşik hayata geçerek, orada şehir ve kasabalar kurdular. Kuzey Kafkas bölgesindeki Kuman-Kıpçaklar ise Gürcistan Krallığı’yla ilişkiler kurduktan sonra, Gürcistan üzerinden o sırada Selçuklu beyleri idaresinde bulunan Doğu Anadolu şehirlerine kadar sarktılar. Kutlu Arslan ve Sevinç Beyler zamanında güney Kafkasya’ya çok sayıda Kıpçak yerleşti. Kıpçak sahasının Doğu bölgesinde bulunanlar, Harezmşahlar devleti hizmetinde çalıştılar. Meşhur Celaleddîn Harezmşah (Mengüberdi)’ın annesi bir Kıpçak prensesi idi. Harezmşah ordusunun büyük kısmı Kıpçak Türkleri’ydi. Mısır’da Eyyûbî Devleti yerli halktan ordu kuramadığı için yabancıları ücretli asker olarak alıyordu. Çok sayıda Kuman-Kıpçak genci Mısır’a giderek orada özel eğitimle Eyyûbî ordusuna girmeye başlamıştı. Bunlar kısa zamanda orduda yüksek mevkiler kazanıyorlardı. 1250 yılında Kıpçak beylerinden İzzeddîn Aybeğ, kendisini Sultan ilân etti ve böylece Mısır’da On dördüncü Yüzyıl sonlarına kadar sürecek olan bir Türk Devleti kuruldu. Mısır Kıpçak sultanlarından Baybars, “yenilmez” denen Moğol ordularını müthiş bir bozguna uğratmıştır. Fakat Asya’da kalan Kuman-Kıpçaklar, Moğol baskısına dayanamayıp dağıldılar. Burç Han idaresindeki bir kısım Kumanlar Moldavya’ya yerleşerek Hıristiyan oldu; Köten Bey’in Kumanları Macaristan’a yerleştiler. Geri kalanların herhangi bir siyâsî varlığı olmadı. BULGARLAR İlk Bulgar Devleti, Göktürk İmparatorluğu›nun 630›da dağılması üzerine kuruldu. İlk Bulgar hükümdarı, Asya Hun Tanhularının sülâlesinden gelen Kurt Han idi. Fakat Kurt Han›ın devleti, kendisinin 665›te ölümünden sonra Hazarlar’ın baskısıyla dağıldı. Bu ilk Bulgar Devleti, Kafkasya’nın kuzeyinde idi. Kurt Han’ın küçük oğlu bir kısım Bulgarlar’la birlikte Balkanlar’a geçti ve orada bir Bulgar Devleti kurdu (679). Şimdiki Bulgaristan topraklarında kurulan bu devletin toprakları üzerinde İslav kitleleri yaşıyordu. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 119 www.ulkuocaklari.org.tr “Bulgar” kelimesi Türkçe “Bulgamak” (birbirine karışmak) fiilinden gelir. Bir kısım Hunlarla Dinyeper-Volga arasında yaşayan Ogur Türkleri’nin karışmasından Bulgar kavmi doğmuştur. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bulgar kralları Bizans’la bazan dost, bazan düşman yaşadılar. Bizans bunlardan Arap kuşatmasına karşı yardım görmüş ve kendilerine birtakım ticarî kolaylıklar sağlamıştı. Fakat Bulgaristan›ın Macaristan istikametinde genişlemeye başlaması üzerine Bizans ürktü ve Bulgarlar’ı ortadan kaldırmanın yollarını aramaya başladı. Bulgarlar Bizans ordularını ardı ardına yendiler ve 814’te İstanbul kapılarına dayanarak şehri kuşattılar. Ancak bu sırada Bulgar Kralı Kurum Han öldü. Yerine geçen oğlu Omurtag Han Bizans’la barış yaptı. Tuna Bulgar Hanlığı’nın en parlak devri, bu Omurtag zamanıdır. Bulgarlar kendi toprakları içinde yaşayan İslavlar›ı devlet idaresine kattılar ve onlarla evlenmeye başladılar. Kalabalık İslav kitleleri arasında Türkler yavaş yavaş erimeye başlamışlardı. Boris Han’ın 864’te Ortodoks Hıristiyanlığı kabul etmesinden sonra Bulgarlar iyice İslavlaştılar ve Türk karakterini tamamen kaybettiler. Bugünkü Bulgaristan bir İslav devletidir. İtil boyunda kalan Bulgar kitlesi ticâret, çiftçilik ve hayvancılık yaparak büyük bir refaha kavuştu. İtil Bulgarları’nın hükümdarı Almış Han zamanında (Onuncu Yüzyıl başı) İslâm Dîni kabul edildi. On üçüncü Yüzyıl’da Moğollar bunların ülkelerini talan ederek halkı kılıçtan geçirdiler. Ama Bulgarlar tekrar toparlandılar. Ardından Altınordu Hanı Polat Timur ve en sonunda Timur Gürgan, Bulgar ülkesini tahrip ettiler. İtil Bulgarları Kazan bölgesine giderek oraya yerleştiler. Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Eğitim Programı 120 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı İlk Türk İslam Devletleri www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Eğitim Programı Ülkü Ocakları Genel Merkezi 121 Ülkü Ocakları Eğitim Programı TÜRKLER VE İSLAMİYET Prof. Dr. Osman Turan Yeni bir din veya medeniyetin kabulü, cemiyet içerisindeki inanış, düşünüş ve yaşayış gibi türlü bakımlardan husule getirdiği derin değişiklik ve inkişaflar dolayısıyla bir kavmin tarihinde en mühim bir hadise olmak vasfını daima muhafaza eder. Böyle bir inkılapla kavimlerin mevcudiyetlerini koruduğu veya yeni bir hızla ileri bir seviyeye eriştiği, yahut da bünyelerini sarstığı veya bir istihaleye maruz bıraktığı hakkında tarihi misaller göz önüne getirilecek olursa, böyle bir hâdisenin milletlerin mukadderatı bakımından ne kadar şümûllü bir mana taşıdığı kolaylıkla anlaşılır. Türkler, tarihleri boyunca, kısmen de olsa, değişik âmiller neticesinde birkaç defa din ve medeniyet değiştirmek veya daha mühim olarak, bazen aynı çağda birbirinden farklı din ve medeniyetler çerçevesinde yaşamakla, başka kavimlere nazaran çok farklı bir tarihi oluşa ve daha hususi bir içtimai bünyeye maliktirler. Bu keyfiyet, aşağıda işaret edeceğimiz, diğer daha bazı âmillerin iştirakiyle de, kültür tarihimizin, millî tarihin maddî azametine müvazi bir millî gelişme göstermesine engel olan ve onu kesinti ve sarsıntılara uğratan başlıca sebepleri teşkil eder. Bununla beraber Türklerin İslâm medeniyetine toptan girişleri, diğer din ve medeniyetlere intisaplarından farklı olarak, doğurduğu büyük bir müsbet neticeler itibarıyla, yalnız Türk ve İslâm tarihinin bir dönüm noktasını teşkil etmekle kalmaz, dünya tarihinin de en büyük hâdiselerinden biri sayılacak bir ehemmiyet taşır. Bu büyük hâdisenin cereyan ettiği şartlarla oluş tarzı ve bunun millî bünye üzerinde husule getirdiği müsbet veya menfi neticenin tetkikinden hasıl olacak ilmî kanaatlerini, girmekte olduğumuz Avrupa medeniyeti karşısında alacağımız vaziyeti tâyin ve yürütmekte olduğumuz yolu kontrol etmekte bize bazı tecrübi dersler vereceği, bazı hususlarda rehberlik edilebileceği dolayısıyla, ameli bir gayesi de olacağına dikkatimizi çekmemiz icabeder. Türkler ve İslâmiyet mevzuu altında temas edilmesi gereken meseleleri, Türklerin İslâm medeniyeti ve İslâm medeniyetinin Türkler üzerinde icra ettiği tesirler gibi iki esasa icra ederken bu keyfiyet bizi, zarurî olarak, Türklerin İslâm’dan önce inanış, düşünüş ve yaşayış bakımından nasıl bir kavim olduğu, İslâm olduktan sonra ne gibi değişiklik ve inkişaflara uğradığı, aynı veçhile Türklerin İslâmlaşmasından önce ve sonra İslâm âleminin nasıl bir vaziyette bulunduğu ve ne gibi bir istikamet aldığı hakkında umumî ve sentetik bir görüş sâhibi olmağa sevk eder. Böyle bir görüşe sahip olmaksızın Türklerin İslâm dünyasındaki mevkileri ile İslâmiyet’i ne suretle kabûl ettikleri, böylece İslâm tarihinin takip ettiği gelişme anlaşılamaz. 122 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı İslâm›dan Önceki Dini Durum İslâmiyet, X. asırda, Türkler arasında umumî ve millî bir din haline gelmeden önce, Türk halkları din bakımından bir parçalanma manzarası gösterir. Moğolistan›dan Tuna boylarına kadar geniş bozkır sahası içerisinde yaşayan göçebeler millî, Şamanî, dini ve kültürü çerçevesinde bulunuyorlardı. Siyasî bakımdan ancak Hiung-nu ve Göktürkler idaresinde bir birlik teşkil eden bu geniş bölgeler halkı düşünüş ve yaşayış itibarıyla, daha Herodot’tan başlayarak, İslâmiyet’in yayılışına kadar kültür vahdetini muhafaza ediyordu. Fakat bu sahayı dünya ile bitiştiren Şarkî Türkistan, Mâverâünnehir, Hazarlar ülkesi gibi yerlerde yaşayan ve eskiden beri yerleşik bir hayat geçiren Türklerin çok eski zamandan beri yabancı din ve kültürlerin tesirine marûz kaldığı gözükmektedir. Husûsiyle Şarkî Türkistan ve Maveraünnehir’de Milâdın IV. ve VI. asırlarında Buda, Zerduşt, Mani ve Hıristiyan dinlerinin nüfuz etmiş ve yerleşmiş olduğuna dair çağdaş kaynaklarda hayli vesikalar mevcuttur. Şamanîliğin tarihî tekâmülünü takip etmek mümkün olmamakla beraber, bildiğimiz çağlara nazaran bu din, başlangıçta daha basit inanışlar ve bu inanışlar üzerine kurulmuş birtakım dinî merasimlerin heyeti mecmuası idi. Şu kadar var ki Heredot’un Massagetler’e ati hasvir ettiği itikatlara VI-X. asırlar arasında bu dinin inanışlarına dair elimizde bulunan çeşitli kaynaklardan gelmiş bilgilerin birbirine benzerliği bize Şamaniliğin milattan önce IV. asırdaki durumu hakkında bir fikir vermeğe ve onu o tarihe kadar çıkarmağa imkân vermektedir. Göktürk kitabeleri ve daha sonra türlü Türk kavimlerine ve Moğollara dair İslâm kaynaklarında verilen haberler İslâmiyet’in intişarı sıralarında Şamanî Türklerin bir tek Tanrı’ya inandıklarını ve buna binaen bu dinin, din tarihçilerinin ileri bir inanç merhalesi olarak kabul ettikleri, monoteist (vahdaniyetçi) bir seviyeye eriştiğini açık olarak göstermektedir. Bu cihet, Şamaniliğin monoteist olmayan komşu dinlerden, hiç olmazsa başlıca inanışlarda, müteessir olmadığını meydana koymak bakımından da ehemmiyetlidir. Gök, yer ve mahlukarın yaratıcısı olarak telâkki edilen bu Tanrı’nın bir hususiyeti varsa o da vahdaniyetçi olan Musa dinindeki Yahudilerin Yahova’sı gibi, Türkleri başka kavimlerden üstün tutmasıdır. Orhon Kitabeleri’ne göre bu Tanrı güçlük zamanlarda Türklerin imdadına yetişir, üzerlerinde semavî bir menşeden gelen bir kahraman tayin ederek onları yok olmaktan Ülkü Ocakları Genel Merkezi 123 www.ulkuocaklari.org.tr İslâmiyet›in bu sahalara yayıldığı zamanlardır ki henüz millî Şamanî dinini muhafaza eden ve yerleşik hayata geçen Uygur, Hazar ve Bulgar adlarını taşıyan Türk halkları bu âlemin doğu ve batı uçlarında ilk defa olarak yabancı din ve kültürlere geçmeğe başlamışlardır. Dikkate şayandır, ki Cüveyni’nin, tarihî vak’ayı efsanevî bir tarzda nakleden rivayetine göre, Uygurlar arasında Manihaizm kamları yani Şamanî dinindeki Türk rahiplerini tamamıyla ortadan kaldırmak, yenmek suretiyle yerleştiği halde, İslâm coğrafyacılarının sarih ifadelerinden anlaşılacağı üzere, Şamanilik, Hazarlar arasında X. asra kadar Musevi, Hıristiyan ve İslâm dinlerine karşı dayanabilmiştir. Burada İslâmiyetin yayılmasıyla Şamaniliğin kaybolması arasında, aşağıda üzerine döneceğimiz üzere, diğer Şamanî sahalarda olduğu gibi, bir münasebet mevcuttur. Bu geniş sınır bölgeleriyle başka din ve kültürlere temas eden göçebelerin, yerleşik ırkdaşlarının yabancı dinleri kabûl etmiş olmalarına rağmen, uzun asırlar boyunca millî dinlerine, yani Şamanîliğe, bağlı kalmaları, onların yaşama şartları ve düşünüşleri ile yakından ilgilidir. Bu keyfiyet, İslâmlaşma oluşunu izah ederken üzerinde durulacak bir meseledir. Bunun için önce bu inanış ve yaşayışın umumî bir tavsifini yapmak zarureti vardır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı korur (Türk bodun yok bolmasun tiyin Türk Tanrı...) ve nihayet kendi necip kavmine dünyadaki kişileri idare etmek hakkını bağışlar. Bizim bugünkü bilgilerimize göre peygamberi, muayyen bir mukaddes kitabı ve galip bir ihtimalle de, tapınağı olmayan bu din kamları, yani rahipleri tarafından idare edilirdi. Mukaddes günlerde, ölüm, gömme ve bayram âyinlerini, her türlü dua merasimlerini idare eden, halkın müşküllerini hal eden, dertlere deva bulan bu kamların Tanrı ile münasebetlerde bulunduklarına dair bir inanış mevcut idi. Bu inanış daha VI. asır Bizans kaynaklarında, İslâm eserleriyle son etnografik tetkiklerde de rastlamaktayız. Çingiz Han’ın pek büyük ehemmiyet verdiği Gökçe adlı kamanın Tanrıdan zafer müjdeleri getirdiğine ve bütün yeryüzü hükümdarlığını Tanrı’nın Çingiz Han’a verdiğine ve bütün Moğollar arasında onun daima Tanrı ile münasebette bulunduğuna dair kayıtlar, kamların mahuyet ve nüfuzlarını ifade etmek için kafidir. Göğün üst katındaki cennete giden iyi ruhların orada, Tanrı’nın nezdinde, dünyadaki yakınları için şefaatte bulunduklarına dair inanış, Türklerde ecdadı takdis etmek akidesiyle ilgilidir. Ölenlerin ruhlarının bir kuş gibi oraya uçtuğuna (uça bardı) inanılır. Türkler İslâm olduktan sonra yeni dine ait birçok istilâhları Şamanî dinindekilerle karşıladıkları zaman, hiçbir güçlüğe uğmadan, Şamanî kültürü hazinesinden aldıkları uçmak kelimesini, pek isabetli bir şekilde, cennet istilâhı yerinde kullanmışlardır. Türkler savaşçı bir kavim olmak hasebiyle, bu dinin bir akidesi olarak, öldürdükleri düşmanlardan dolayı Âhiret›te bir mücazat değil, bilakis ölen düşmanın ehemmiyet ve sayısına göre bir mükafat göreceklerine inanırlar ki, bu, Türk mezarları etrafına dikilen ve balbal adını taşıyan taş heykelerin menşe ve mahiyetini izah eder. Savaş icabı ve mukaddes sayılan bu inanış ve teammülü basit bir kan dökme hâdisesiyle karıştırmamalıdır. Katili cezalandırmayı bir âmme hakkı telâkki ederek ferde bırakmayıp devlete mal eden, en gergin düşmanlıklar zamanında bile elçiye zeval vermeyecek kadar milletlerarası bir hukukî tekâmüle erişen bir cemiyette, meselâ Göktürklerde, câri olan bir âdeti ancak İslâmiyetin cihad fikriyle mukayese ettiğimiz zaman anlayabiliriz. Öte yandan Göktürk kitabelerinde Türk Kağanı kendi kavminin su gibi akan kanının bahsettiği halde, kazandığı zaferler dolayısıyla, hiçbir zaman Asurî hükümdarları gibi, öldürdüğü düşmanlardan ötürü bir gurur ve iftihar duyduğunu ihsas etmemiştir. Yerleşik Türkler, zamanla, yabancı dinlere geçtikleri halde, geleneğe daha bağlı kalan göçebeler, millî dinlerini muhafaza etmek ve yabancı dinlere karşı direnmekle varlıklarını koruyabileceklerine inanıyorlardı. Birinci Göktürk Devleti›nin yıkılışından sonra, kuvvetli Çin kültür tesirine karşı millî kültürü korumak ve millî duyguların gelişmesini göstermek bakımından başka milletlerin tarihinde örneğe rastlanmayan Orhon Kitabeleri›nde belirdiğini gördüğümüz millî tepki, göçebe kitlenin asırlarca Şamanizm›i nasıl muhafaza edebildiğini gösterir. Bu devre ait diğer bir misal, göçebelerin millî din ve kültüre bağlılıklarının sebeplerini anlayabilmek için çok daha dikkate şayandır. VIII. asırda Buda dini Yüksek-Asya›da yeniden yayılma imkânlarını bulduğu zaman herhangi bir tesirle, Göktürk Hükümdarı Bilge Kağan (ö. 734 M.) büyük veziri Tonyukuk’tan payitahtında bu din adına bir tapınak yapmak istediği zaman akıllı vezir ona, içtimaî ve coğrafî şartları pek iyi bilerek: “Savaşçı ve hayvan kesmeği yasaklayan ve miskinlik telkin eden bir dini kabûlün Türkler için bir felâket olacağını» söylemekle göçebe bir kavmin inanış ve düşünüşlerine hakkiyle tercüman olmuştu. Nitekim 124 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı 762›de Uygur hakanının Mani dinini kabûlü münasebetiyle IX. asrın ilk yarısına ait Karabalgasun Kitabesi bu vaziyeti açıkça ifade etmiştir. Kitabe “Evvelce et yiyen kavim, şimdi pirinç yiyecek, evvelce adam öldürmesi şâyi olan memlekette bundan sonra hayır hüküm sürecek” demektedir. Bu esasları emreden Manihaizm’in bu bakımdan Uygurlar üzerinde tesir ettiği İslâm müellifleri de kaydetmiştir. Aynı asrın Arap mütefekkiri Cahiz evvelce Uygurların az olmamalarına rağmen Karluklara galip geldikleri halde Mani dininin kabûlünden sonra onlara yenilmelerini bu dinin esaslarından doğan bir netice olarak izah eder. Bununla beraber dinlerin, kavimleri kendi esaslarına uydurmak kadar kavimlerin dinleri kendi bünyelerine göre tadil ettiklerine dair mevcut içtimaîyat kaidesini unutmamalıdır. Filhakika Uygurlar bu dine girdikten sonra Çin’deki dindaşlarını himâye edecek bir kudret gösterebildikleri gibi Moğolistan’dan Şarkî-Türkistan’a göçtükleri zamanlarda, daha zayıf bir durumda bulunmalarına rağmen, Mes’udi ve İbn ün-Nedim’in ifadelerine göre, Maveraünnehir’de Müslüman Şâmânîler idaresinde bulunan dindaşlarına karşı yapılan tecavüzlere karışabilecek bir tavır da takınabiliyorlardı. Müslüman Karahanlılarla Budist Uygurlar arasında mücadeleler ve bunları aksettiren Divânü lûgat it-Türk’teki şiirler Manihaizm veya Budizm’in Uygurların askerî kabiliyetleri üzerinde pek fazla bir tesir yapmadığını açıkça gösterir. Hattâ Kâşgarlı Mahmud’un Uygurları en iyi ok kullanan bir kavim olarak vasıflandırması da dikkate şâyândır. Bu kayıtlar savaşçı bir kavmin uyuşturucu bir dini kendi bünyesine uydurmakta gösterdiği kabiliyete güzel bir misal teşkil eder. Nitekim Hazreti İsâ›nın getirdiği esaslara rağmen Hıristiyanlık da Avrupalıların savaşçı ruhları üzerinde hiçbir değişiklik yapmamıştır. Bununla beraber göçebelerin bu dinlere karşı aldıkları vaziyet, onların bahsettiğimiz mahiyet ve esaslarıyla ilgilidir. Yabancı Dinler İslâmiyet›in Mâverâünnehir’de, Buda, Mani, Zerduşt ve Hıristiyanlık bakiyelerini kaldırarak, yerleştiği bir zamandadır, ki doğuda Uygurlar Mani, Buda ve Hıristiyan dinlerine girmekle millî Şamanî dininden ayrılmakta idiler. Bir zamanlar Akdeniz sahillerinden Çin’e kadar cihanşumûl bir din olmak istidadını gösteren ve Yakın-Şark, Balkanlar ve Avrupa’da Pavlakileri, Bogomiller’i ve Albigeois hareketlerini doğuran Manihaizm (meşhur Hıristiyan ilâliyatçısı St. Augustin’in evvelce bu dine mensup Ülkü Ocakları Genel Merkezi 125 www.ulkuocaklari.org.tr Türklerin Şamanilikten gayri bir dine girmeleri hadisesi ilk defa şüphesiz Şarki Türkistan ve Maveraünnehir’de vukubulmuştur. Bu sahalarda Zerduşt, Buda, Mani ve Nasturî Hıristiyanlığı gibi nedenlerden en çok tesir edeni herhalde Budizm olmuştur. Budizm›in Maveraünnehir’de yerleşmesi, burasının Zerduşt İran’dan ayrılmasına ve farslaşmasını önlemeğe sebep olduğundan Türk tarihi bakımından hususi bir ehemmiyet taşımasını mucip olduğu gibi, bu dinin İslâm medeniyeti üzerindeki tesirinin burada vuku bulması da bu sahanın tarihi rolünü arttırmaktadır. Gerçekten Budizm’in İslâm mezhep ve tasavvuf cereyanları üzerindeki tesiri ve ilk defa İslâm âleminde kurulan medreselerin (üniversite) Budist viharalarını (manastır) takliden kurulması Mâveraünnehir ile ilgilidir. O şekilde ki Buhara şehrinin adı bile Budist Viharalarından gelmektedir. İslâm medeniyetinde pek büyük mevkii olan Maveraünnehir’de cereyan eden medeni faaliyetlerin göçebelerin İslâmlaşması üzerinde nasıl büyük bir tesir icra ettiğine ileride temas edeceğiz. Ülkü Ocakları Eğitim Programı olduğu malumdur). İslâmiyet ve Hıristiyanlık gibi iki büyük din karşısında dayanamayarak sönmek üzere iken Uygurlar sayesinde birdenbire yeni bir hayat kazandı. Öyle ki, son zamanlara kadar bu din hakkındaki bilgilerimizin kaynağı yalnız ona düşman olan Hıristiyan ve İslâm müelliflerinin eserlerine inhisar ederken, Uygurlar vasıtasıyla bizzat kendi eserlerini ile geçirmekle bu hususta daha sağlam malûmata sahip olduk. Manihaizm, Uygurlar arasında, tarihin Türklerce mahsus olarak kaydettiği maruf dini müsamaha sayesinde, Şamanilik, Budizm ve Hıristiyanlıkla yanyana yaşayabilirdi. Uygurların bu dinler etrafında vücuda getirdikleri kültürün Türk-İslâm dünyası üzerindeki tesiri ancak Karahanlı ve Moğol Devletlerinin kurulmasıyla mümkün olmuştur. Fakat Müslüman Karahanlılar ile putperest telâkki edilen Uygurlar arasındaki düşmanlık bu tesiri çok tehdit ettiği halde devletlerinin medeni teşkilat ve müesselerini tamamen kabul ettikleri Uygur kültürü üzerinde kuran Moğollar sayesinde bu kültür, imparatorluklarının hâkim olduğu bütün ülkelere yayılmak imkânlarını bulmuştur. O şekilde ki Uygurca bu vasıta ile İslâmi Türk edebi dilinin inkişafında bir âmil olduğu gibi İlhaniler zamanından itibaren Fars dili üzerinde de tesirini gösterdi. Bundan dolayı Moğol İmparatorluğu’nun teşkilatını anlayabilmek için Uygur kültürünü bilmeye lûzum vardır veya Moğol devri kaynakları sayesinde daha müşkül bir durumda bulunduğumuz Uygur devrini öğrenmek mümkün olabilecektir. Bu metod, tarihi tekamülü ve zamanın şartlarını gözden uzak tutmamak şartıyla, Moğol devri kaynaklarının, kültür ve teşkilatını Uygurlara miras bırakan, Göktürkler hakkında da kullanabileceğini mümkün kılmaktadır. Halbuki İslâm dünyası dışında kalan göçebe Türkler üzerinde Uygurların bu nispette böyle bir tesirleri henüz tespit edilmemiştir. Türk aleminin Şark uçlarında bulunan Uygurlar, böyle bir dini istihale geçirirken bu alemin Garp uçlarında bulunan ve Uygurlar gibi yerleşik hayata geçmiş olan Hazarlar da Hıristiyan, Yahudi ve İslâm dinlerine, İtil (Volga) Bulgarları İslamiyet’e, Tuna Bulgarları Ortadoksluğa girmeye başlamıştı. Hatta bir rivayete göre İslavların havvarisi sayılan ve İncil’i eski İslav (Bulgar) diline tercüme eden Cyrille ve Methode onu Hazar Türkçesine de tercüme etmişlerdi. Bugün dinleri Musevi, dilleri Türkçe olan Karayimlerin menşei de bu Hazarlara bağlanmaktadır. Dikkate şayandır ki X. Asır arap kaynaklarının verdiği haberler, yabancı dinlerin yayılmasına rağmen devam eden Şamanî inanış ve adetleri Hazarlarla Göktürkler arasında bu bakımdan bir aynilik göstermekte ve iki devre ait bilgiler birbirini ikmal etmektedir. Görülüyor ki Maveraünnehir Türkleri, Şamanilikten sonra adı geçen dinleri bırakıp İslâm dinine geçerken Türk dünyasının doğusunda Uygurlar, batısında Hazarlar ve Tuna Bulgarları da millî dinden başka dinlere giriyordu. Türklerin X. asırdan itibaren İslâmlığı umumî ve millî bir din haline getirdikleri zamana değin din bakımından bu kadar dağınık bir mazara arz etmelerinin başlıca sebepleri, Göktürklerden sonra bir daha bütün Türkleri bir siyasî birlik halinde birleştiren devletlerin kurulamamış olması; sahanın genişliği ve türlü din ve kültürlerle ayrı ayrı temaslarda bulunmaları ve nihayet Türklerin bütün dinlere karşı gösterdiği müsamaha ile izah edilebilir. Gökttürk Devleti’nin yıkılışından sonra Türk dünyasının şark ve garp uçlarında ancak Uygurlar ve Hazarlar küçük bir siyasî varlık olarak mevcudiyetlerini muhafaza edebilmişlerdir. 126 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Moğolistan’dan Tuna boylarına kadar uzanan geniş bozkırlarda yaşayan göçebeler, Selçuk İmparatorluğu’nun kuruluşuna kadar, istikrarlı ve geniş bir siyasi birlik kuramamışlardır. Bu büyük göçebe kitlesi devam eden coğrafi ve içtimai şartlarla birlikte eski din ve kültür geleneklerine bağlılığı muhafaza etmişlerdir. Yukarıda andığımız dinlerin Türk tarihinin seyrinde büyük bir tesir göstermediklerini anlayabilmek için fazla araştırmaya değil, hattâ düşünmeğe bile lüzum yoktur. Bunun başlıca sebebinin şüphesiz bu dinlerin göçebe kitleleri arasında yayılmak imkanlarını bulamadığı meselesi üzerine dikkatimizi çekmemiz gerekiyor. Nitekim Türklerin İslâm tarihinde büyük bir âmil olmaları ve yeni bir devir açmaları da bu unsurun İslâmlaşmasının tabiî bir neticesi olarak tezahür eder. Türk tarihinin büyük hamlelerini yaratmak, büyük imparatorluklar kurmak gibi başlıca hâdiselerde sakin ve itaatli olan yerleşik halkın değil, hayat şartlarının icabı olarak, faal, savaşçı ve teşkilâtçı bir unsur olan göçebelerin rolü belirgin bir şekilde göze çarpar. Türk tarihinde devletleri kuran, idare ve orduları teşkil edenlerin esasını göçebelerin teşkil etmesi, çağdaş kaynaklarda Türklerin hep göçebe bir kavim olarak tasvir edilmesini gerektirmiş ve yerleşik Türkleri gözönüne getirmeksizin zamanımız müelliflerini de böyle bir kanaata sürüklemiştir. Bununla beraber, göçebeliğin bugünkü mânasıyla geri ve iptidaî bir cemiyet olarak telâkki edilmemesi gerektiğini unutmamalıyız. Aksine, ilk defa atı kullanmayı bilerek zamanın en süratli vasıtalarını mâlik olan bu göçebeler, türlü kültür sahalarıyla temas ettiklerinden, dış âlemle mahdud münasebetlerde bulunan bazı yerleşik kavimlere nazaran daha ileri bir medeniyet seviyesinde idiler. Bu hayatın gerektiği teşkilatçılık ve devletçilik kabiliyetleri ve netice olarak âmme hukukunda gösterilen gelişme, göçebe Türk unsurun üstünlüğünü teşkil eder. Kendilerine lâzım olan âletleri yapabilen ve bu münasebetle çok eski zamanlardan beri Altaylar’da demir işleriyle uğraşan, kısmen de ziraat yapan bu insanlar yazının keşfi olmasa bile onun kullanılmasını, mevsuk bilgilerimize göre, VI. asırdan beri biliyorlardı. Göktürk hükümdarının bütün Türk halkını Orhon yazılarını okumaya çağırması, biraz mübalâğalı gözükse de herhalde yazının oldukça yaygın olduğuna şüphe bırakmaz. Daha Sasaniler zamanında Oğuz-nâme’nin Türkçeden Farsçaya ve o vasıta ile de Arapçaya tercüme edildiğine dair Mısırlı Türk müellifi Aybeg’in ifadesi bu bakımdan ehemmiyetlidir. Kâşgarlı Mahmud’un Oğuzların devlet muhaberatında yazıyı kullandıklarına dair kaydı herhalde Oğuzların Göktürkler’den beri yazıyı devam ettirdiklerine bir delildir. Bundan başka, Kâşgarlı Mahmud’un göçebelerin dil hazinesinden bahsederken verdiği kültür kelimeleri de medeni hayatlarını anlamak için ehemmiyetlidir. Bu göçebe unsurun ne gibi şartlar içinde ve nasıl Müslüman olduğunu izaha girişmeden önce Türklerin X. asra kadar İslâmlarla vuku bulan münasebetlerine temas etmek, bu mevzuu kavrayabilmek için zaruridir. Bu keyfiyet bizi Türklerin İslâm dünyasındaki tesirlerini X. asırdan önce ve sonra olmak üzere iki kısma ayırmaya sevk eder. Orta çağlar tarihi İslâmlık ve Hıristiyanlık gibi iki cihanşumûl dinin zuhur ve inkişaflarıyla dünya tarihinde hususi bir mahiyet arz eder. Hıristiyanlık, politeist Roma, Yunan ve Yakın Şark’ın kargaşalık Ülkü Ocakları Genel Merkezi 127 www.ulkuocaklari.org.tr İslâmiyet›in Zuhuru Ülkü Ocakları Eğitim Programı halinde bulunan akidelerini yıkarak kendi inanışları etrafında ruhi birlik ve sukûn yaratmaya çalışırken ikinci büyük bir din, İslâmiyet, onun bu birleştirme ameliyesini ikmâle muvaffak olmasından önce, âni ve mucizevi bir hamle ve daha cihanşumûl bir iddia ile ortaya atılıp yalnız bu dinin gelişmesine set çekmekle kalmadı; tutunduğu ve kendi çerçevesi içine soktuğu birtakım memleketlerde bile onun aleyhinde genişlemek ve yakılmak kudretini de göstermeğe muvaffak oldu. Dikkate şayandır ki İslâm medeniyetinin inhitat içinde bulunduğu son asırlarda bile Hıristiyan kavimlerinin üstünlüğüne ve misyonerlik teşkilatının faaliyetlerine rağmen Afrika ve Şarki Hint adalarında yayılma kudreti Hıristiyanlığıa değil İslâm dinine aittir. İslâm ideolojisinin verdiği büyük hamle Abbasilerin iktidar mevkiine gelmesine kadar fütuhatçı bir istikamet takip ederek İslâm dünyasına geniş ülkeler kazandıkdan sonra, bu yeni devlet ve tâbileri zamanında yalnız Arapların değil, bu dine giren, İranlı ve Türk gibi yeni unsurların da gayretleriyle, fikri ve medeni faaliyetlere yöneldi. Bu suretle İslâmiyet eski Yunan, Roma, Yakın Şark ve kısmen de Hint ve Çin’in kültür mahsullerini kendi potasında eriterek yeni bir sentez, yani İslâmi medeniyeti vücuda getirdi. Gariptir ki Hıristiyanlık, kurulduğu ve yayıldığı sahalar dolayısıyla, daha imtiyazlı bir durumda bulunmasına ve İslâmlığın aksine olarak zuhurundan beri ruhani ve cismani hakimeyiti birleştirmek imkanına malik olmamış bulunmasına rağmen Antik medeniyeti geliştirmeye değil yaşatmaya bile muvaffak olamamıştır. Bunda Hıristiyanlığın Yunan ve Roma medeniyeti mahsullerine düşman gözüyle bakmış olmasının büyük bir tesiri olmuştur. Bunun için en tipik bir misal olarak antik medeniyetin fikri mahsullerini toplayan İskenderiye kütüphanesinin yakılması, mühim âlimlerinin öldürülmesi ve VI. asırda Justinien’in eski Yunan tefekürünün son ananesini yaşatan Atina felsefe mektebini Hıristiyanlık için zararlı bir ocak telâkki edip kapatması zikredilebilir. Halbuki Abbasiler zamanında Müslümanlar eski Yunan’ın her türlü fikir mahsullerini serbest bir kafa ile münaşaka edilebiliyorlar; onlardan faydalanabiliyorlardı. İslâmiyet her türlü fikir ceryanlarına Hıristiyanlık’tan daha müsait davranmakla beraber, İslâm Orta çağının medeni inkişafını ve Hıristiyan Orta çağının da medeni sukutunu münhasıran her iki dinin birbirine zıt bir görüş tarzına atfetmek istemiyoruz. Esasen dinlerin mahiyetleri ne olursa olsun milletlerin ilerleme ve gerilemelerinde hiçbir zaman bunun başlıca amil olmadığını tarih açık misalleriyle göstermektedir. Fakat her ne şekilde olursa olsun şurası muhakkaktır ki eski zamanlar medeniyetini Yeni zamanlar medeniyetine, mutavassıt yeni bir medeniyet sentezile, nakletmek şerefi Hıristiyanlığa değil, İslâmlığa aittir. Bu, şimdiye kadar pek az anlaşılan veya hiç de layık olduğu ehemmiyet derecesinde üzerinde durulmayan ve Yeni zamanlar medeniyetinin başlangıcı olan, Renaissance ve Reforme hareketlerinin doğuşunda İslâm medeniyetinin Avrupalılara icra ettiği tesir sayesinde mümkün olabilmiştir. Eski zamanlar medeniyetini Yeni zamanlara birleştiren bu halkanın ehemmiyeti şüphesiz ki Avrupa medeniyetinin gelişmesini anlayabilmek için bizi yalnız klasik izah tarzına saplanmaktan kurtaracaktır. İslâm dinini cihanşûmul bir mahiyet almasında fütuhatçı ve fikri hamlelerden sonuncunun daha büyük bir ehemmiyet taşıdığı aşikardır. Bu cihet, Türklerin İslamlaşmasını neticelendiren amillerden biri olarak zikredilecektir. 128 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türkler ve İslâmlar İkinci Göktürk Devleti›nin yıkılışı sıralarında Türkler İranlılarla birlikte Emevî Devleti’ni yıkan ceryanlara karışarak, daha adil ve müsavatçı bir siyaset güden, Abbasi Devleti’ni kurmaya muvaffak olduktan sonra İslâmiyete karşı yakın bir ilgi duymağa başladılar. Bunun başka bir sebebi de Garpte bu ümit verici hadiseler vuku bulurken Şarkta Orta Asya’ya doğru ilerleyen Çin istilasının Türkler için tazyikkar bir mahiyet almasıdır. Budan dolayı müstakbel mukadderatları üzerinde büyük bir tesir yapan Talas Suyu Meydan Muhaberesi’nde (751) Türkler Abbasiler tarafını tutmakla yalnız muhaberenin neticesini değil tarihlerini istikametini de değiştirdiler. artık Türklerin yüzü İslâm dünyasına dönmüştü. Abbasi halifeleri, başlangıçta İranlılara ehemmiyet verdikleri halde, yavaş yavaş imparatorluğun müdafaasında daha kabiliyetli bir unsur olan Türkleri kullanmaya başladılar ki bununla müvazi olarak Maveraünnehir’de İslamlaşma faaliyeti genişlemeye başladı. Bu ülkenin İslamlaşması ve İslâm tarihi bakımından haiz olduğu ehemmiyet, İslâm medeniyetini inkişaf edebilmek için burada iyi bir zemin bulabilmesi ve bu medineyete mensup birçok büyük ilim ve fikir adamlarını yetiştirmiş olması, İslâm imparatorluğunu teşkil eden orduların esasını buradan sağlaması ve nihayet Türk kitlelerini yeni din ve medeniyete sokmak için bir mutavassıt rolünü ifa etmiş olması tarzında hülasa edilebilir. Bu da burada hüküm süren Sâmânî Devleti zamanında vuku bulmuştur. Bu devletin başında bulunan hanedan İranlı olmakla beraber halkın ekseriyeti ve gittikçe artan bir nisbette, ordu ve idare unsurlarının menşei dolayısıyla bir Türk devleti karakterini arz eder. Bunlar zamanında Maveraünnehir’de (Türkistan’da) ilmî, iktisadi ve ticari faaliyetlerin gösterdiği gelişme bu ülkenin, İslâm medeniyetinin beşiği mesabesinde Ülkü Ocakları Genel Merkezi 129 www.ulkuocaklari.org.tr Arapların Türkleri daha Cahiliyye devrinde tanıdıklarına A’şa ve Nâbiga’nın eserleri göstermektedir. Esasen Göktürklerin Sâsânilerle münasebetleri ve Yakın-Şark işlerinde faal bir rol oynamaları gözönüne getirilirse bu tanımanın sebeplerinin de pek tabii olduğu anlaşılır. Bu münasebetlerdir ki H. Peygamber’in Türkler’den bahsetmesi mümkün olabilmiş ve bazı hadiselerin sıhhati bir terüddüde sebebiyet vermemiştir. Bununla beraber hadislerin doğruları Peygamber’in, uydurmaları da İslâm dünyasının Türklere karşı duygularını göstemek itibariyle, her iki cins de tarihi bir kıymet taşır. Buna rağmen Arapların Türklerle münasebetleri hakkında bu kayıtlar bir şey ifade etmez. Türkler Araplar arasındaki asıl münasebetler şüphesiz Emevîler zamanında başlar. Emevîler idaresindeki İslâm ordularının Maveraünnehir’e girmeleri Göktürk Devleti’nin Şarkta ikinci defa kurulduğu zamanlara rastlar. Fakat bu devlet önce kendini Garpte feodal bir vaziyette bulanan prenslerine tanıtmak, sonra da ilerlemekte olan Arap kuvvetleriyle çarpışmak ve nihayet ağırlık merkezini daima Moğolistan’da bulundurmak gibi mecburiyetlerle Arapların Semerkand, Baykend, Buhara şehirlerine girmelerine engel olamadı. İslâm kuvvetleri Kuteybe idaresinde Türkistan’a yerleştikten sonra Emevî Devleti’nin ezici ve gayru musavatçı bir tarzda devam eden siyaseti Türklerin İslâmiyet’e yanaşmamalarının en mühim sebebini teşkil eder. Bu hususta Müslümanların Buhara’da camiye silahla gitmelerinde bile, karşılaştıkları güçlüklere dair haberler güzel bir misal olarak zikredilebilir. Halkın İslamlara karşı ruhi bir durum ve hallerini belirtmek maksadıyla Semerkand Türk hükümdarının bu esnada Çin İmparatoruna yazdığı mektupta «Arap hâkimiyetinin 718›de zeval bulacağına» dair halk arasında mevcut olan bir itikat da, Türklerin Emevî idaresi zamanında İslâmiyete karşı tavırları, İslamlaştırmaktan uzak kalmaları sebepleri için, kayda değer. Ülkü Ocakları Eğitim Programı bulunan Mezopotamya ile muvaffakiyetle rekabet edecek bir seviyeye erişmesine sebep oldu. O şekilde ki İslâm âleminde otoritesi tanınan birçok âlimlerin vatanı bu memleket olmuştur. Mâveraünnehir’in İslâm tarihindeki bu kadar büyük ehemmiyetine rağmen buradaki yekleşik Türklerin rolü hiçbir zaman göçebe kitlelerinin islamlaşması kadar büyük bir netice yaratmadığını meydana koyacağız. İslâmiyet›in Orta Asya bozkırlarında yayılmasıyla Maveraünnehir’de ceryan eden ilmi ve ticari faaliyetler arasında sıkı bir ilişiklik mevcuttur. Bu memlekette bir taraftan büyük göçebe kitleleri, öte yandan Volga Bulgarları arasında vuku bulan ticari ve medeni münasebetler yavaş yavaş bu âleme İslâm medeniyetinin üstünlüğünü göstermiş ve ona karşı bir ilgi uyandırmıştı. Buradaki medreselerde yetişen ilim ve tasavvuf erbabı, dervişler bu ticâret kervanlarına karışarak göçebelere İslâmiyet’in esaslarını öğretiyorlardı. Bilhassa İslâmlığı dar şeriat kaideleri içinde değil, geniş ve yumuşak bir ruh ve mana ile anlayarak göçebelere telkin eden mutasavvıf Türk dervişleri bu İslamlaştırma faaliyetlerinde büyük bir rol oynadılar. Türklerin ata veya baba adını verdiği bu dervişlerin faaliyetleri neticesinde X. asırda Türkler artık İslâmiyete ısınmağa ve kitle halinde ona girmeğe başladılar. İbn Fadlan seyahatinin gösterdiği üzere 921’de Volga Bulgarları İslâm dinine girmişlerdi. Bu suretle Hıristiyan dinine giren Tuna Bulgarlarından bir asır sonra İdil Bulgarları da Şamaniliği terk ettiler. Bundan bir müddet sonra, 930’larda, Karahanlı Devleti’ni kuranlar da İslâm dinini kabul ettiler. Bu hadiseyi menkıbe şeklinde nakl eden Satuk Buğra Han Tezkeresi’nde, yukarıda temas ettiğimiz, medeni ve ticari tesislerin İslamlaşmadaki ehemmiyetini ve Samani Devleti’nin rolünü açıkça görmek mümkündür. İbn Fadlan Bağdat’tan Bulgar iline giderken yolda Oğuz Yabgularına uğramıştı, ki bu zamanda bunlar henüz Şamanî dininde bulunuyorlardı. 960 yılında 200.000 çadır halkının Müslüman olduğuna dair İbnül-Esîr’in verdiği haber bu Oğuzlara ait olmalıdır. Karahanlıların İslâm dinini kabul etmesiyle ilk defa olarak Türk ülkelerine hâkim bir Türk-İslâm devleti meydana çıktı. Bu devletin yeni dini, ırkdaşlarına kabul ettirmek hususundaki faaliyetleri daha ziyade Budist Uygurlara karşı yapılan seferlerde göze çarpar. Bunlarla vuku bulan savaşların Müslüman Türkler üzerindeki tesirlerini ve Müslüman Türklerin putperest Türklere karşı duygularını anlamak için Kaşgarlı Mahmud’un kaydettiği halk şiirleri dikkate layıktır. İslâmlığın Yayılma Sebepleri Göçebe kitlelerin hiçbir baskı altında bulunmadan, toptan ve kendi istekleriyle Müslüman olmalarını iki esaslı amille izah etmek mümkündür. Bunlardan biri o zamanda İslâm medeniyetinin üstünlüğü ve câzipliğidir. Fakat medeniyet üstünlüğü din değiştirmek için kâfi bir sebep teşkil etse idi bugün bütün dünyanın veya hiç olmazsa dinî hislerin kuvvetle yaşadığı sahaların Hıristiyan olması gerekirdi. Halbuki, yukarıda temas ettiğimiz üzere tamamen aksi şartlara rağmen İslâmlık Hıristiyanlığa nazaran daha fazla yayılma kudretini elan muhafaza etmektedir. Bundan dolayı bütün yabancı dinlere karşı uzak kalarak Şamanî inanışlarını devam ettirmeğe muvaffak olan göçebe kitlelerinin süratli bir şekilde İslâm olmalarında müessir başka bir sebep aramak icab eder. Bu sebep, İslâmlıkla Şâmânîliğin birbirine yakın esaslara malik bulunması ve yeni dinin Türklerin inanç ve mizaçlarına uygun gelmesidir. Filhakika Türkler Müslüman olurken kendi Tanrılarıyla İslâmiyet’in Allah’ı arasında bir fark görmemişlerdir. Allahın zat ve sıfatları ile Tanrı’nın zat ve sıfatları arasında esaslı benzerlikler vardır.[2] Bundan dolayı Müslüman 130 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türkler uzun zaman Allah adı yerine Tanrı adını kullanmakta hiçbir mahzur görmemişlerdir. Şâmâniliğin Muhammed’le mücadele edecek bir peygamberi olmadığından ve bu hususta mukeddaslarını incitecek bir vaziyet mevcut bulunmadığından Türkler Peygamberi kabul ederken bir şey kaybetmiş olmuyorlardı. Esasen doğruluğundan şüphe edilmeyen birtakım hadiselerde H. Peygamber Türklere karşı sempati göstermiştir, ki onlar arasında İslâmiyet’in yayılmasında bu hadiselerden faydalandığı ve bunların Türklerin temayüllerini okşadığı tahmin edilebilir. Bu sempatinin bir sebebi de herhalde Göktürklerin Müslümanlar için başlıca düşman sayılan Sâsânilere karşı kazandığı zaferler olmalıdır. Nitekim Müslümanlar siyasi bakımdan olduğu gibi Eh’li kitap olmak dolayısıyla Bizanslıları da ateşperest İranlılara tercih ediyorlardı. Bu, Kur’anda “Rumlar bizim memleketimize yakın bir yerde mağlup oldular; yakında galip geleceklerdir” ifadesiyle Rum suresinde tezahür eder ki hakikaten bu âyetin tebliğinden birkaç yıl sonra Heraklius Sasanilere galip gelmiştir. Eski ozan ve kamlarla İslâm evliyaları, mutasavvıf dervişleri mahiyet itibariyle birbirine yakın şahsiyetler idi. Esasen Müslüman Türk ata ve babalarının yaydığı İslâmiyet şeriatın dar kaidelerinden uzak, göçebelerin inanış ve mizaçlarına uygun bir uysallık şekli altında nüfuz ediyordu. Keramet sahibi olan ve kayıptan haber veren kamlar ile İslâm evliya ve mürşidleri birbiri yerine geçerken veya daha doğrusu birbirleriyle kaynaşırken husule gelen değişiklik pek duyulmuyordu. esaslardaki bu yakınlığın en kuvvetli bir tarafı şüphesiz İslâmiyetin emrettiği cihad mefkuresi ile Türklerin savaşçılık temayülleri arasında bir münasebetin mevcut bulunmasıdır. İslâmiyet Türklere cihadın faziletleri, Âhiret›te sağlayacağı mükâfatı bildirirken onlar bu yeni dinde kendi ideallerini de bulmuş oluyorlardı. Esasen Şâmânilikte öldürülen düşman nisbetinde öteki dünyada bir mükâfatın vâdedilmiş olması yeni dine girmek için teşvik edici bir âmil olmuştur. Bundan ötürü Türklerin kendi inanış ve ideallerine uygun gelen ve zamanın en üstün ve yaygın bir din ve medeniyetine neden ve nasıl toptan ve süratle girmiş oldukları, daha kolay anlaşılabilir. Halbuki yukarıda işaret ettiğimiz üzere göçebeler inanış ve yaşayışlarına aykırı olan Buda ve Mani gibi yabancı dinleri, halk olarak, kendilerine uygun bulmuyor ve tehlikeli sayıyorlardı. Türklerin İslâm medeniyetine girişleri ve bunun sebepleri hakkında bu umumî esasları belirttikten sonra bu büyük tarihî hâdisenin neticeleri üzerinde durabiliriz. Lâkin bu neticeleri anlayabilmek için X. asırla XI. asrın başlarında, yani Selçukluların İslâm dünyasını idarelerine almadan önce, İslâm âleminin umumî durumunu gözönüne getirmek zarureti vardır. Göçebe Türkler arasında İslâmlaşma faaliyeti cereyan ederken olgunluk devresine erişmiş bulunan İslâm medeniyeti, bugünkü Avrupa medeniyetinin geçirmekte olduğu buhranlara benzer bir buhran içinde meş’um bir âkibete doğru sürükleniyordu. Siyasî bakımdan birçok devletlere parçalanmış bulunan İslâm dünyası, fikir ve mezhep mücadeleleri ile de dayandığı esasları kemiriyordu. Bilhassa daha Abbasî halifeliğinin kuruluşundan beri varlıklarını duyuran ve zaman zaman İslâm dünyası ve medeniyeti için büyük tehlikeler teşkil eden ve bugün Avrupa medeniyetine karşı dogmatik ve müfrit akidelerle her türlü metod ve vasıtaları kullanarak saldıran komünist zümreler gibi aynı metod ve vasıtalara muharetle işleyen eski Zerdüş ve Mezdek taraftarlarının Batınî veya Gulât-i Şia (âşırı Şiî) adı altında İslâm medeniyetini baltalama hareketleri çok şiddetli ve tehlikeli bir mahiyet almıştı. İslâm âleminin sarsılmasından faydalanan İsmailî ve Karmatî fırkları İslâm dini ve hakimiyeti yerine İran’ın eski düalist ve komünist dinlerini koymaya çalışıyorlardı. Karmatiler Ülkü Ocakları Genel Merkezi 131 www.ulkuocaklari.org.tr Türklerin İslâmlaşması ve İslâm Dünyası Ülkü Ocakları Eğitim Programı bizzat Halifelik merkezine yakın sahaları, Suriye’yi ele geçirdikten sonra İslâmiyet’in mukaddes şehri Mekke’de Müslümanları heyecana düşüren hareketlerde bulundular. Horasan tarafları da müfrid Şialar tarafından M. 920’de alt-üst ediliyordu. Gulat-i Şia fırkaları İslâmiyet’i yıkarak kendi gayelerini gerçekleştirecek hayalî bir Sahib-i Zaman’ın pek yakında çıkacağına inanıyorlar ve bunu bekliyorlardı. İslâm dünyasının siyasi ve fikri kargaşalığından faydalanan Bizans İmparatorluğu, Makedonya sülalesine mensup kuvvetli hükümdarlar idaresinde, artık müdafaa siyasetini bırakıp taarruza geçmiş bulunuyor ve ordularını halifelik merkezine doğru ilerletiyordu. Yalnız İslâmlığın karşısında duran bu büyük imparatorluk değil, İbn ün-Nedim ve Mes’udi’nin ifadelerine göre, Uygurlar da Manihaistleri himâye maksadıyla Samanileri tehdit eder bir vaziyet almışlardır; şimaldeki Hazarlar da bir Yahudi havrasının yıkılmasına karşı memleketlerindeki Müslümanları sıkıştırmaya başlamışlardı. İslâm dünyası için içte ve dışta bu gibi korkunç hadiseler cereyan ederek Türkler arasında İslâmiyetin yayılmakta olduğuna dair gelen haberler yegâne teselli teşkil ediyor ve İslamların ümitlerini ve gözlerini Şarka doğru çeviriyordu. Gulâd-i Şia’dan olmayan ve İslâm medeniyetinin kurulmasında büyük hizmetler gören İranlılar da ırkdaşları tarafından güdülen bu yıkıcı hareketlere şüphesiz taraftar değillerdi. Fakat ne Arapların, ne de İranlıların bu tehlikeyi önleyecek kudret ve enerjileri kalmamıştı. Türkler hakkında gelen ilk ümit verici haberler dolayısıyladır ki Halife el-Muktedir, 921’de, İbn Fadlan idaresindeki meşhur elçilik heyetini, Oğuzlara uğramak suretiyle, Bulgarlara göndermişti. Bu haberler münasebetiyle X. asırda Bağdat’ta Şarktan gelecek fâtih Türklerin İslâmiyet›i kurtaracağına ve burada hüküm süren Şiî Büveyhoğullarının hâkimiyetine son vereceğine dair bir inanış yerleşmişti. İlk defa Kâşgarlı Mahmud tarafından kaydedilerek Türkler hakkında türlü kaynaklarda kullanılan ve sonraları da Moğol hükümdarları ve nihayet Timur tarafından benimsenerek gönderdikleri mektuplara dercolunan “Benim doğuda Türk adını verdiğim bir askerim vardır; hangi kavme gazab edersem anları o kavim üzerine saldırtırım” hadîs-i-kudsîsinin meydana çıkışı bu temayül ve inanışları göstermek ve İslâm dünyasının Türklere nasıl bir kurtarıcı göz ile baktıklarını meydana koymak bakımından dikkate şayandır. Selçuk İstilâsının Ehemmiyeti İşte İslâm dünyası böyle bir buhran ve âkibete doğru sürüklendiği zamanlardır ki göçebe kitlelerinin süratle İslâmlaşması ve İslâm ülkelerine göçmeleri vuku bulmuştur. İslâm medeniyetinin karşılaştığı buhranları yatıştırarak ve medeniyete yeni bir hız ve istikamet verip onun XVI. asra kadar dünyanın üstün bir medeniyeti olarak yaşayabilmesi bu göçebe Oğuzların İslâmlaşması ve bunun neticesi olarak da Büyük-Selçuklu İmparatorluğu’nun kurulması eseridir. Bu suretle İslâm âlemine giren bu taze ve enerjik unsur sayesinde İslâm idelojisi tekrar ilk zamanlardaki ruh ve hamlesini kazanarak dört asırlık bir ömürden sonra inhilâle yüz tutan bir medeniyet, bir âlem, daha asırlar boyunca yaşayacak ve ilerleyebilecek bir hayatiyet kazandı. Artık bundan sonraki İslâm medeniyeti yeni bir safhaya girmiş, İslâm tarihi de Selçukluların ve Osmanlıların bir eseri olarak zamanımıza kadar devam eden istikameti almıştır. Oğuzların Selçuk sultanları idaresinde kurdukları bu büyük imparatorluk İslâm âlemini siyasî ve içtimaî anarşiden kurtarmakla kalmadı; başlıca düşman olan Bizanslıları ezmek gibi İslâm idealini de gerçekleştirdi. Bu, Yakın Şark’ın ve hususiyle Anadolu’nun Türkleşmesi gibi neticeleri itibariyle daha 132 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı büyük bir tarihi oluşa imkân verdi. Bu hâdisenin mahiyeti hiç de haiz olduğu ehemmiyet nispetinde kavranılmamıştı. Filhakika, Büyük Selçuk sultanları için Anadolu’da girişilen fetihler, İslâm’ın hamilleri olmaları sıfatıyla, onun en mühim dış düşmanını yenmek ve Orta-Asya’dan göçen kesif Türk kitlelerini yerleştirecek bir yer bulmak gayesini güdüyordu. Bundan dolayı başlangıçta Büyük Selçuk sultanları nazarında Anadolu bir uç beyliği, âsi bey ve boyların bir sürgün yatağı olarak telâkki ediliyordu. Halbuki tarih, istilânın en mühim neticesi olarak bu uç beyliğinin bir Türk vatanı haline gelmiş olduğunu göstermiş; burada hazırlanan kuvvetler Türk ve İslâm tarihinin en büyük hamlesi olarak cihanşumûl Osmanlı İmparatorluğu ve dünya nizâmının vücût bulmasını doğurmuştur. O şekilde ki, bu yeni vatan yalnız Türk milleti için değil bütün İslâm kavimleri bakımından da bir kale vazifesini görmüştür. Selçuk istilâsından sonra Türkten başka kavimler için artık siyasî bir hayat kalmamıştır. Arap ve İranlı unsurlarını istilâya takaddüm eden zamanlarda tamamiyle enerjilerini kaybetmiş olmaları, tabiatıyla, bu hususta Selçuklular için herhangi bir mesuliyetin bahis mevzuu olmayacağını gösterir. O şekilde ki; bir kasırga gibi İslâm âlemini ve husûsiyle Türk ülkelerini sarsan ve uzun zaman da baskısı altında tutan Moğol istilâsı, maddî tesirlerini kaybettikten sonra bile siyasî kuvetler diğer unsurlara değil tamamiyle Türklere inhisar etmiştir. Bu keyfiyet Selçuk istilâsının tarihî ehemmiyetini ve sürekliliğini ve Türkten gayri unsurların zaaflarını göstermek için kâfi bir delildir. Nitekim Müslümanlar, fâtih Türkler sâyesinde kararlarda müdafaadan taarruza geçerek ilerledikleri zamanlarda, hiçbir zaman denizci bir devlet vaziyetine geçemeyen Selçuk İmparatorluğu idaresi dışında kalan ve Akdeniz’e hâkim bulunan İslâmlar bu denizde süratle gerileyerek hâkimiyeti Hıristiyan kavimlere terk ettiler. Araplar daha Abbasî Devleti’nin kuruluşunu müteakip askeri kuvvet ve hamleleri kaybetmişlerdi. Onların zâfile başlayan İran’ın siyasî rolü ise Sasaniler devrinde olduğu gibi hiçbir zaman hayatiyet gösterememiştir. Kültür bakımından İslâm medeniyeti üzerinde büyük bir rolü olan İranlıların siyasî bakımından tesirleri Türklere ve Araplara nazaran yok denecek bir mahiyette, bazen da menfi bir şekilde belirmektedir. Bu iki kavmin Selçuk istilâsından sonra devam eden kültür faaliyetleri her bakımdan Türkler sâyesinde mümkün olabilmiştir. Daha Abbasî Halifesi Mu’tasım zamanından itibaren İslâm İmparatorluğunda Türk askeri kuvvetlerinin baş gösteren üstünlükleri dolayısıyla Türklerin Arapları tekrar çöle süreceğini ifade eden İbn Sa’d’ın Tabakat’ındaki hadîs de burada zikre şayandır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 133 www.ulkuocaklari.org.tr Öyle ki denizde giden Haçlı kuvvetlerini durduracak ve onlarla karşılaşacak bir Müslüman donanması kalmamış gibi idi. Bundan başka, sebepleri ne olursa olsun, Selçuk İmparatorluğu›nun parçalanmasına rağmen İslâm dünyasını Haçlıların taarruzundan ve bu münasebetle diğer bir inhilâlden kurtaran tek unsuru da Türkler teşkil ediyordu. Öte yandan İslâm âlemine, Moğollar ve onlar idaresinde bulunarak saldıran, gayrimüslim Türklere karşı İslam medeniyetinin müdafaası da yine Müslüman Türkler sayesinde mümkün olabilmiştir. Memlûklerle İlhaniler arasında vuk ubulan’Ayn-i Câlût muharebesinden bahseden ve Moğolları Türk sayan İslâm müellifleri “Ne gariptir ki Türklere karşı İslâmiyet’i kurtaran yine aynı cinsten olan Türkler olmuştur” diyerek bu hakikati belirtmişlerdir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı istilâ, İslâmiyet için daima yıkıcı vasfını muhafaza eden fikir ve hareketlerin ezilmesine ve İslâm âleminde Sünnilik’in muzaffer olmasına, İslâm dünyasında maddî kuvveti temsil eden Selçuk sultanlığı ve manevî kuvveti temsil eden Abbasi halifeliği olmak ve ikincisi birincisine bağlı olmak üzere iki kuvvetin meydana çıkmasına sebep oldu. Selçuk sultanları devletlerinin menfaati kadar inançları icabı olarak da Sünniliği İslâm dünyasına hakim kıldılar. Bu münasebetle, halifeliğin Moğollar tarafından kaldırılmasına kadar, maddî sultalarını korumak şartıyla, bazı halifelerin menfi hareketlerine rağmen, onların manevî nüfuzlarına saygı gösterdiler ve bütün Müslümanları İslâm ideolojisine bağlamayı ihmal etmediler. Bundan başka onlar İslâmiyet›i kemiren hastalıkların yalnız silâh kuvvetiyle tedavi olunamayacağını pek iyi kavradıklarından İslâm medeniyetini ilmî ve medenî müesseseleriyle ve Sünnîlik esasları üzerinde yeniden kurarak kendi hâkimiyetlerinin temellerini de sağlamlaştırdılar. Cami, medrese, zâviyelerin kurulması ve kökleşmesi için sarfedilen gayretlerle, kılıç tutan askeri kuvvetler yanında, zamanın, ihmali caiz olmayan ilim ve tasavvuf erbabından müteşekkil irfan ordusunu da müşterek gaye etrafında toplamışlardı. Bu suretle İslâm âleminde Abbasî devrinin parlaklığına rağmen hiçbir zaman kurulamayan maddî ve manevî huzuru temine muvaffak oldular. Nitekim yalnız Sünniliği değil kökten İslâmiyet’i yıkmaya çalışan hareketler bir daha büyük bir tehlike mahiyetini almak imkanını bulamadı. XVI. asırda Türk kabilelerine dayanarak kurulan ve Şiîliği İran’ın resmi mezhebi haline sokan safevî hareketini yıkıcı müfrit Şii hareketleriyle pek karıştırmamalıdır. Selçuklular idaresinde Türklerin İslâm alemine yaptıkları hizmetler, zamanında pek iyi takdir edilmiş ve bunlara karşı duyulan minnet ve şükran duyguları devrin müellifleri vasıtasıyla bize kadar nakledilmiştir. Bu hususta çok karakteristik olan bir parça bize İslâm âleminin Selçuk hâkimiyetine karşı bakışını göstermek bakımından burada zikredilmeye lâyıktır. Râvendî Selçuk tarihi hakkında yazdığı Râhat us-Sudûr adlı eserinde der ki: “İmam-ı Âzam vedâ haccını yaparak Mekk’de Allah’a karşı niyazda bulunurken ‘Ey Tanrım, benim içtihadım doğru ve mezhebim hak ise yardım et; çünkü ben senin için Muhammed’in şeriatini takrir ettim’ demiş; hâtiften gelen bir ses ona ‘Sen doğruyu söyledin, kılıç Türklerin elinde bulundukça senin mezhebine zeval yoktur’ cevabını verir. Bunun nakl ve senetlerini kayıt eden Râvendi şöyle devam eder: «Tanrıya hamdolsun ki İslâm›ın arkası kuvvetli Hanefi mezhebi mensupları mesutturlar; Arap, Acem, Rûm ve Rus diyarlarında kılıç Türklerin elindedir. Selçuk sultanları Ebu hanife âlimlerini o kadar korumuşlardır ki onların sevgisi ihtiyar ve gençlerin kalbine bakidir”. Halbuki Selçuk devrinde yetişmeyen el-Bîrûni ve Abdulkadir Bağdadî gibi mütefekkirler Karahanlılarla Bulgarların İslâm olmasını İslâmiyet’i yıkmaya çalışan İran’ın Gulât-i şîa hareketlerine karşı bir zafer telâkki etmişler ve bununla İslâm medeniyeti için bir tehlike kalmadığını sanmışlardı. Türkler, bağlandıkları İslâm ideolojisi uğrunda, İslâmiyet’in yükselmesine çalışırlarken kendi temayül ve gayeleri olan cihân hâkimiyeti fikrini daha kuvvetli bir şekilde canlandırdılar. Onlar arasında bütün Orta zamanlar boyunca Tanrı tarafından dünya hâkimiyetine memur bir millet olduklarına dair bir inanış mevcuttur. Orhon kitabelerinde belirdiği üzere onlar, Tanrı›nın sevgili bir kavmi, ilâhi menşeden gelen Türk hakanlarının insanları idare için göndermiş bulunduğu akidesini İslâm dininde Peygamber›in «Türklerin, Tanrı›nın askeri» (Cund Allah) olduğu gibi hadîslerde bu inanış ve temayüllerini bulmakla ve bunun gerçekleşmesini mümkün kılan muvaffakiyetleri görmekle cihan hâkimiyeti mefkûrelerini 134 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı kamçıladılar. İslâm müellifleri gibi kendilerini Türklük camiası içinde hisseden Moğollar da bu telâkkiyi benimseyerek cihan hâkimiyetinin kendilerine Tanrı tarafından verilmiş olduğunu İslâm hükümdarlarına ve papalara yazdıkları mektuplarda (İslâm hükümdarlarına buna müteallik hadîsleri), gururlu bir ifade ile bildirmeyi unutmamışlar ve bu münasebetle başka kavimlerin boyun eğmekten başka çareleri olmadığına samimiyetle inanarak bunda ısrardan çekinmemişlerdir. İslâm ideolojisinin Araplara verdiği büyük hamle bir asır sonra bütün hızını kaybettiği halde Türkler için on asır süren bir hayatiyet göstererek İslâmiyet›in şerefini yücelten parlak bir tarih yaratmaya imkan verdi. Bundan dolayı Türkler, başlangıçta, Arap ve Farsların bu yeni medeniyette kendilerine üstün olduklarına kani olmakla beraber onlara enerjilerini kaybetmiş; gevşemiş, ahlâkça bozulmuş, hilekâr bir unsur nazariyle bakmışlardır. Bu münasebetle yalnız bunları değil medeniyetin gevşetici tesirleri içinde yaşayan Türk zümrelerini de tezyifkâr manasıyla Tacik adı altında zikrediyorlardı. Gariptir ki aynı tesirlere maruz kalan göçebeler tam İslâmi bir cemiyetin unsurları olduktan sonra göçebe hayatını sürmeğe devam eden ırkdaşlarını, vaktiyle şeref iade eden “Türk” kelimesiyle fakat tezyifkar bir mânadâ adlanmışlardır. Halbuki bunlar dahi bu ismin geniş manasının şümulüne girdiklerini unutmuş değillerdi. Selçuklular ile başlayan Türk hegomonyasının en belirgin vasfı şüphesiz İslâm dünyasının geniş ve sıkı bir devletçilik esasları üzerinde teşkilâtlandırılmasıdır. Halbuki I. asrın Arap müteferriki Câhiz Türklerin meziyetleri hakkında yazdığı Fâil ül-Etrâk adlı risalede onların askerî kabiliyetlerini, zekâ ve karakterlerini öğerken sanatın Çinlilere, felsefenin Yunanlılara, teşkilât ve devlet idareciliğinin İranlılara mahsus bir hüner olduğunu söylemşiti. O bunda mâdu; çünkü Câhiz Türkleri ancak halifelik merkezindeki mevcudiyetiyle tanıyor ve onlar hakkında o münasebetle malûmat sahibi bulunuyordu. Esasen onun zamanında Türkler, Hazar ve Uygurlar istisna edilecek olursa, başlıca bir siyasî mevcudiyet de göstermiyorlardı. Binaenaleyh İslâm›dan önce kurulan Türk devletlerini bilmediği gibi iki asır sonra İslâm âlemi için yeni bir nizam kuracaklarını da keşfedemezdi. Gerçekten Selçukluların, Orta Çağ›ın şartları içinde kurduğu devletçilik, işletme tarzı ve doğurduğu sağlam neticeler itabariyle hayrete şayan bir mahiyet arz eder. Bundan dolayı Selçukluların İslâm âleminde yaptıkları inkılabın iç cephesi yeni bir içtimaî nizam yaratan devletçilik siyasetidir. Bu, menşeini eski Türk devlet telâkkisinden ve zamanın buna lüzum gösteren şartlarından alır. İlmî, içtimaî, iktisadî ve ticarî bütün işler ve müesseseler devlet tarafından ya idare, ya müdahale veya bir himayeye mevzu teşkil ediyordu. İlk defa ilim müesseseleri umumileştirildi ve amme meselesi haline geldi. Meselâ ilk medreselerin (üniversite) bir ilim ocağı halinde İslâm âleminde yayılması ve herkese açılması Selçuk Devleti›nin eseridir. Bunların, Sünnilik esasları üzerinde, yetiştirdiği insanlar yıkıcı cereyanlara karşı İslâm-Türk imparatorluğunun tabiî müdafileri idi. Medreselerin müdererrislerine ve talebelerine maaşlar bağlanmıştı. Zâviye ve imâreler de devletin verdiği istikamette ve murakabesi altında bulunuyor; bu suretle içtimaî yardım ve imar bakımından olduğu kadar, memleketin her tarafına yayılmış kültür yuvaları olmak itibariyle de umumî gayeye hizmet ediyorlardı. Bu müesseseler sultanlar, devlet adamları veya hususî şahısların vakıflarıyla geçiniyor ve vâkıfların şartlarına uymak mecburiyetinde bulunuyorlardı. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 135 www.ulkuocaklari.org.tr Türk Hâkimiyetinin Karakteri Ülkü Ocakları Eğitim Programı Buna rağmen devlet her sahada olduğu gibi buruda da bu müesseselerin başlarındaki adamları tayin ve işleyişlerini kontrol etmek suretiyle nüfuzunu icra ediyordu. Halbuki Selçuklulardan önce ilim ve kültür müesseseleri ne amme müesesesi telâkki edilmiş ve ne de bu kadar yaygın bir mahiyet almıştı. Binaenaleyh İslâmiyet Selçuk orduları ve devletin teşkilâtlandırdığı kültür müesseseleri ve bunların faaliyetleri sayesinde Gulât-i Şîa adı altında başgösteren fikir ve zümrelerin yıkıcı ve bozguncu hareketlerinden kurtulmuş oldu. Fakat bununla Selçukluların kurduğu yeni nizamın yalnız askeri ve fikri kuvvetlere dayandığını ve bunların kâfi geldiğini sanmak tabiatıyla bugünkü tarih anlayışına uygun gelmez. Nitekim Gulât-i Şîa hareketlerini de münhasıran dinî bir menşee bağlamak da doğru olmaz. Şüphesiz müfrit Şiî hareketlerinin başında bulunanlar zaman zaman asilzade ve dıhkan sınıfının ellerinde ezilen sefil, çıplak halktan ve serserilerden faydalanmasını iyi bilen insanlardı. Binaenaleyh Selçuklulardan önce bu türlü zümrelerin Bâtınî hareketlerine iştirakleri ve bu sahada bir talih aramaları pek tabii idi. Bu münasebetle Bâtınî reislerinin dinî ve siyasî gayeleri esas olmakla beraber hareketlere iştirak edenlerin sevk eden iktisadî âmilleri gözden uzak tutmak doğru değildir. Selçukluların kurduğu nizamın sağlam esaslarından biri de şüphesiz içtimai tezatları kaldırmak veya teşekkülüne engel olmak idi. Devlet, feodal bir sistemde olduğu gibi, reayayı imtiyazlı sınıf veya şahıslara bırakmayıp bütün velayeti üzerine almıştır. Bu zamanda bir sınıftan bahsetmek icap ederse ancak halk ve sultan adına idare eden memurlar sınıfıdır. Fakat bu ikinci sınıfın yine devletçilik icabı hiçbir zaman bir sınıf halinde teşekkülüne mesade edilmemiştir. Topraksız köylüye toprak tevzii veya boş arazinin imar edilerek bunlar tarafından şenlendirilmesi devletin başlıca vazifelerinden biri olmuştur. Bu eski Türk devletçiliğinin bir devamı olsa gerek: Göktürk kitabelerinde hakan kendisini aç halkı doyurmak, çıplak halkı giydirmek, nüfusu çoğaltmak gibi hususlarda idaresinde bulunanlara karşı bir velayetle mükellef saymaktadır. Hükümdarların, toy veya Hân-i yağma adı altında, halka sarayında yemek ve ziyafet vermesi herhalde menşei kadim devirlerin dini inanışlarına kadar çıkan bir teâmül olup sonraki çağlarda müşahede ettiğimiz bir devletçilik zihniyetiyle yakından ilgilidir. Göktürk Hükümdarı Kapagan vaktiyle Çin’de yerleştirilmiş olan birkaç bin çadır halkını kendi topraklarına yerleştirince onları müstahsil vaziyete getirebilmek için Çin’den üç milyon kiloluk tohum, üç bin ziraat aleti celbetmesi hakkında Çin kaynaklarının verdiği kayıt, göçebe esasına dayanan bir devletin ziraat işleri ve tebaasiyle münasebetleri dolayısiyle olduğu gibi devletçilik bakımından da dikkate şayan bir vesikadır. Selçuk Devleti’nin toprak idaresinde tatbik ettiği yenilikler de herhalde, maziden gelen ve bugün vesikaların yokluğu dolayısiyle bizce aydınlatılması pek kolay olmayan, bir milli geleneğin amil olduğunu düşünmek yerinde olur. Şüphesiz bu hususta Selçuklulara hakim oldukları memleketlerin tabi bulunduğu içtimai şart ve zaruretlerin tesirini de ihmal etmemek icabeder. Herhalde Selçuklular Maveraünnehir’de, Horasan’da zengin arazi sahipleri ile topraksız, sefil halk yığınları arasında mevcut olan tezatları, içtimai ve iktisadi buhranları görmüşler; Bizans idaresinde bulunan Anadolu’nun toprak aristokrasisi elinde bir içtimai ahenksizlik, bir feodalleşmenin doğurduğu 136 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bu münasebetle Selçukluların bu siyasetine o zamana göre hürriyeti koruyucu gözüyle bakılabilir. Selçuk devrinde, Abbasi devrindeki serbest ve ileri fikirleri temsil eden Mutezile vesair kuvvetli ilim, felsefe cereyanlarına raslamamış olmamız bu siyasetin eseri olmayıp bu, çok daha evvel Eş’ariler ile başlayan ve Akliyecileri zayıflatarak Nakliyecileri kuvvetlendiren karşı bir cereyanın neticesidir. bundan dolayı Selçukluların Sünnilik siyasetleri akliyecileri değil hürriyete düşman olan ve İslamiyet ve Selçuk devleti için siyasi bir tehlike teşkil eden müfrit Şiileri hedef tutmuştur. Esasen Selçuk sultanları da, umumiyetle, eski Türk hakanları gibi din ve fikre karşı müsamaha gösteren geleneğe sadık kalmışlardır. Nitekim bazı Türkiye Selçuk sultanları bu bakımdan, yani dini ve fikri müsamaha dolayısiyle, birtakım ithamlara bile maruz kalmışlardır. Bunun açık bir delili de Rum, Ermeni gibi Hıristiyanların din ve mezhepleri hususunda Selçuklulardan gördükleri hürriyet ve himayedir ki bu keyfiyet bu devrin bu kavimlere mensup tarihçileri tarafından Türk sultanları hakkında yazılan methedici yazılarda göre çarpar. Hususiyle İslamiyet’in ilk zuhurunda Bizans’ın dini tazyiklerine karşı Mısır ve Suriye gibi memleketlerde yaşıyan Monofizitlerin İslam idaresini tercih etmelerine ve bu sahaları kolaylıkla Bizans’ın elinden çıkmasına sebep olan temayüller aynen Anadolu’da Süryaniler, Ermeniler ve diğer yerliler tarafından Selçuklular hakkında da görülmüş ve bu vaziyet istilayı kolaylaştırıcı amillerden ibir olmuştur. Nitekim aynı amil Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’a yayılmasında da kendini gösterir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 137 www.ulkuocaklari.org.tr hareketleri öğrenmişlerdir. Bundan dolayı bu yeni fethedilen toprakları, öşri ve haraci olsun, şahıslar elinde hususi mülk halinde bırakmayıp tamamiyle miri topraklar haline getirmişler; yani toprak üzerinde bugünkü manada, bir mülkiyeti kabul etmemişlerdir. Bu suretle, mahdut menşelerden gelen bazı mülk topraklar müstesna, bütün memleket devlet tarafından halka kiralanmış ve bu sayede içtimai bünyede aristokratlaşma ve feodelleşme şeklinde belirecek tezatlara imkan vermemişlerdir. Selçuk devletçiliğinin en karakteristik bir örneğini teşkil eden toprak sisteminin Tanzimat’a kadar Osmanlı İmparatorluğu tarafından dahiyane devam ettirilebilmesi bunun ne kadar sağlam esaslara dayandığını anlayabilmek için bize bir fikir verebilir. Ticari ve iktisadi diğer sahalarda da takip edilen devletçilik siyaseti ve buna dair vak’aların zikri de, bu yazının umumi çerçevesine sığmaz. İslam dünyasını bu kadar geniş bir devletçilik siyasetiyle idare etmenin İslam dünyasını bu kadar geniş bir devletçilik siyasetiyle idare etmenin İslam medeniyetinin gelişmesindeki müsbet veya menfi neticeleri üzerinde herhangi bir hüküm vermek ancak bu hususta yapılacak geniş araştırmaların neticelerini beklemekle mümkün olacaktır. Bu, herhalde bugünkü devletçilik ve liberalizm cereyanları arasında vuku bulan münakaşalar gibi bu hususta da birtakım müsbet veya menfi görüşlere yer verebilir. Mesela denebilir ki Selçuk Devleti’nin Sünniliğe dayanan fikir vcereyanlarını himaye etmesi ve teşkilatlandırması fikir hürriyeti ve bundan ötürü de medeni ilerleme için bir engel teşkil etmemiş midir? Fakat, şurasını hatırlamak lazımdır ki Selçukluların Sünnilik siyasetleri ancak açıktan açığa İslam medeniyetini baltalamak, her türlü fikir hürriyetini boğarak ve kendilerinden olmayanları yok ederek hüküm sürmek gayesini güden ve vaktiyle Sasani İmparatorluğu’nu yıkan hareketleri doğuran Mezdekçiliğin yeni mümessillerine karşı alınmış bir tedbir olarak göre çarpar. Bu bakımdan bunu bugün Avrupa medeniyetini ve bu arada başlıca fikir hürriyetini yıkarak bütün dünyada tek bir görüşü hakim kılmak ve başka türlü düşünen insanlara hayat hakkı vermek istemeyen totaliter cereyanlara karşı demokrasinin aldığı müdafaa tedbirlerine benzetmek mümkündür. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Millî Harsın İhmali Bu umumi taslak Selçuklularla başlayan Türk hakimiyetinin İslam medeniyetini nasıl yenileştirdiğini ve bu taze unsur sayesinde daha uzun asırlar boyunca İslam aleminin ne kadar büyük bir hayatiyet kazandığını gösterir. İlk büyük Selçuk sultanları ve onların kollarını teşkil eden birtakım varisleri, bazı Atabegler, yalnız irade ve siyasetleri bakımından değil, ahlak ve İslam ideali dolayısıyla da halife Ebu Bekir ve Ömer’in vasıflarını andıran büyük şahsiyetler idiler. İlk Türkiye Selçuk sultanları ve birkaç asır hiçbir zaaf göstermeyen dahi Osmanlı padişahları bu yeni unsurun haiz olduğu kudret ve hayatiyetin tam mümessilleridir. Bununla beraber burada Türk sultanlarının ve Türk kültürünü taşıyıcı olan yüksek tabakanın İslam ideolojisi uğrunda sarf ettikleri gayret ve fedakarlıkların Türk kültürü zararına olarak bazı tecellilerini de hatırlatmak ve bunu itiraf etmek icabeder. Onların İslam’dan önceki tarih ve geleneklerine karşı bir ilgisizlik şeklinde tezahür eden bu hareketleri İslamiyet’e aykırı ve putperestlik devrinin hatıralarını canlandırmak gibi bir endişenin neticesi olmalıdır. Esasen bütün Türk-İslam devletlerinde İslam dininin koyduğu İslami beynelmielciliği Türklerin samimiyetle kabul ettikleri ve yeni dinin icabı saydıkları görülmektedir. Türklerin İslamiyet›i kabulleri hakkında ve onların lehinde olarak Fahreddin Mübarekşah’ın verdiği malumatın bir misal olarak zikri bu bakımdan ehemmiyetlidir. Ona göre: “Başka kavimlerin Müslüman iken de ana, baba ve yakınlariyle ilişkilerini kesmedikleri çok defa görüldüğü ve samimi bir Müslüman olmak için uzun bir zamana ihtiyaç hasıl olduğu halde Türkler Müslüman olduktan sonra Müslümanlığa öyle sarılırlar ki bir daha adlarını, yerlerini ve yakınlarını hatırlamazlar; hiçbir Türkün irtidat ettiği de görülmemiştir”. Bu keyfiyet Arapların Hulafa-i Raşidin’in sonuna kadar Cahiliyye devri hatıralarını terk etmelerine benzer. Bununla beraber Peygamber zamanından uzaklaştıkça eski hatıraları canlardırma temayülü kuvvetlenmişti. O şekilde ki yalnız Araplar değil İranlılar ve Türkler bile çöllerde yaşayan kabileler arasına girerek dil, tarih, edebiyat ve etnoğrafya bakımından çok zengin bir malzeme topladılar ve araştırmalar yaptılar. Gerçi bunda Kur’an dilini öğrenmek gibi dini bir gaye mevcut idi. Fakat bunun asıl neticesi Cahiliyye devrini ve Arap harsının menşeini aydınlatmak ve yaşatmak olmuştur. Halbuki İranlılar da bir iki asırlık istiladan sonra milli dilleriyle ananelerini yeniden canlandırmağa çalıştılar. Bundan dolayı mesela milli ananeye daha sadık olan göçebe kitleri arasında vücut bulan Oğuz-name ve Dede Korkut Kitabı istisna edilecek olursa aydın Türklerden, Firdevsi gibi İran tarihi destanını ebedileştiren bir kimse değil, Oğuz Destanı’nı bize sadece nakleden bir Türk raviisi bile çıkmamıştır. Nitekim Mısırlı Türk tarihçisi Aybeg Oğuz-name›den bahsederken bunun birtakım parçalarını mahz-i küfr telakki ederek nakletmekten sakınmıştır. Vakıa Firdevsi de uzun zaman hakiki Müslüman muhitlerde putperest devrin ananelerini diriltmekle itham edilmişti. Bununla beraber bu telakki zamanla gevşeyerek Firdevsi’ye yalnız milliyetçi İranlılar arasında değil, Türkler arasında da büyük bir mevki verildi. İlk Selçuk sultanları ve aydın tabakanın devletin kuruluşundan önceki devirlere ait bir tarihi eser yazmayı veya yazdırmayı düşündüklerine ait bir kayıt henüz görülmemiştir; bilakis Tuğrul Bey’in doğuşuna dair Bundari tarafından zikredilen şifahi rivayet böyle bir eserin yazılmamış olduğunu gösteriyor. Sultan Sancar’ın yazdırdığı Mefahir ul-Etrak adlı eser kaybolduğu ve muhtevası malum bulunmadığı için bu hususta açık bir şey söylenemez. Halbuki küçük 138 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı bir kitle halinde İslam memleketlerine gelen ve kültür yakınlığı ve üstünlüğü ve nihayet muhitlerindeki ekseriyet dolayısiyle kolaylıkla Türkleşen Moğallar eski tarihlerini Cami üt-Tevarih’i yazdırmak suretiyle istikbale nakletmeğe muvaffak oldular, ki Oğuz-name’nin İslam kaynaklarına geçişi de bu vasıta ile oldu. İlk Osmanlıların milli tarih görüşüne sahip olmaları denebilir ki istisnai ve dikkate şayan bir hadisedir. İlk tarihçiler, Osmanlı tarihini Türkiye Selçukluları, Büyük Selçuklular, Karahanlılar devrelerini destani Oğuz Han›a çıkarmak suretiyle yazarlarken Türk tarihini bir bütün halinde mütalaa etmenin lüzumuna kani olmuşlardı. Onların ilk İslami Türk devleti Karahanlılardan önce doğrudan doğruya Oğuz Han’a çıkmaları daha evvelki Türk devletleri hakkında hiçbir bilgileri olmadığını gösterir ki, bu da Selçuklulardan veya diğer Türklerden böyle bir eser kalmaması dolayısiyle gayet tabiidir. Osmanlıları Selçuklulardan farklı olarak böyle bir milli tarih görüşüne sevkeden amillerden biri herhalde Osmanlı tarihini yazanların bizzat bu hanedan etrafındaki Türk müellifler olması idi. Bundan başka bu müelliflerin henüz canlılığını yaşatan Osmanlı aşiretinin ananelerine vakıf olmaları ve galip bir ihtimalle de Cami üt-Tevarih’ten istifade etmiş ve bizzat onun tesirinde kalmış bulunmaları bu hareketin sebeplerini teşkil etmelidir. Mahmud, türk dilinin öğrenilmesi ve yayılması için meşhur eserini yazarken bu maksadı terviç eden bir hadis de nakletmektedir. Hadis diyor ki; “Türk dilini öğreniniz; çünkü onların hakimiyetleri uzun sürecektir”. Mahmud’a göre bu hadis doğru ise Türkçeyi öğrenmek vacibtir; eğer doğru değilse aklen öğrenilmesi gerektir; çünkü zamanımızın sultanları ve hakim kavmi Türklerdir. Mahmud’un, zamanında şartların müsaadesizliği yüzünden semeresiz kalan çalışmalarına karşı Timurlular devrinde daha iyi bir zemin bulan Ali Şir Nevai’nin gayretleri Türk dilinin ilerlemesinde büyük bir hamle yarattı. Buna karşı İran edebiyatı ve kültürü bakımından Selçuk devri Türklerin teşvik ve himayeleriyle parlak bir devir olarak tarihe geçmiştir. Selçuk devrinin Türk dili ve tarihi bakımından böyle bir manzara göstermesi şüphesiz sadece yüksek tabakanın kayıtsızlığı eseri değildir. Vakıa Türkler İslam medeniyetini tamamiyle benimsemiş bir millet olarak milli kültürün, İslam kültürü çevresinde gelişmesini dünya hakimiyeti temayülleri için lüzumlu görmemişlerdir. Onlar imparatorluklarını kurdukları sahalarda içtimai ve ilmi müesseseleriyle kurulmuş üstün bir medeniyete rasladılar. Yeni gelen unsurun buralardaki kültür düzenini kolaylıkla değiştirmesi imkansızdı. Zaten bu yeni unsurun esası ve bizzat imparatorluğu idare eden tabakanın menşei göçebe idi. Bu münasebetle ister istemez kurulu medeniyetin diline de, edebiyatına da uzak kalmazlardı. Bundan başka, bu devlet kurulurken ne doğrudan doğruya ne de dolayısiyle milli vasfile gelişen Uygur-Karahanlı Ülkü Ocakları Genel Merkezi 139 www.ulkuocaklari.org.tr Selçuk sultanları ve münevver sınıfın Türk kültürüne karşı gösterdiği kayıtsızlığın en menfi neticesi Türk dili yalnız İran gibi Farsçanın kuvvetli bir edebiyat dili haline geldiği bir sahada değil, Anadolu gibi İslam medeniyetine yeni giren ve başlıca Türklerle meskun olan bir memlekette bile uzun zaman Farsçanın baskısı altında edebi ve resmi bir dil olmak imkanını bulamadı. Halbuki, Selçuk İmparatorluğu’nun kurulduğu zamanlarda, Karahanlıların idare ettiği yerlerde, Uygur kültürü tesiriyle, Türk dilinde mühim eserler vücuda getiriliyordu. Fakat bu sahaların çok sürmeden maruz kaldığı siyasi buhranlar gelişmekte olan Türk kültürü için bir darbe teşkil etti. Şartlar ne olursa olsun Selçuk Devleti’ni idare edenler arasında Türk kültürünün ehemmiyetini Kaşgarlı Mahmud gibi duyan ve anlayan alimler yetişse idi, milli dilin İslam dünyasındaki rolü pek ehemmiyetli olurdu. Ülkü Ocakları Eğitim Programı kültürüne dayanmak imkanına da malik değildi. Hatta Selçuk Devleti’nin ağırlık merkezi Maveraünnehir olsa idi tarihi ve içtimai şartlar böyle bir şuura malik olmaksızın dahi ister istemez milli temelden beslenerek milli kültür daha kolay gelişme imkanlarına sahip olacaktı. Nitekim tamamiyle Uygur kültürünü benimseyen ve ancak Müslüman ülkelerde birkaç nesil sonra Müslüman olan Moğallar sayesindedir ki Uygurların medeni tesirleri geniş sahalara kadar yayılma ve İslam medeniyetiyle imtizaç etme imkanını bulabildi. Selçukluların İslam kültürü içerisine girerken milli kültüre karşı kayıtsız kalmalarının bir amili de şüphesiz İslam dinini kendi arzulariyle kabul etmeleri ve bizzat İslam dünyasına hakim bulunmaları idi. Bundan dolayı onların yeni din ve yeni medeniyete karşı bir aksülamel duymalarına sebep kalmamış idi. Esasen Türklerin İslam ideolojisini tamamiyle benimsemeleri de ancak bu sayede mümkün olabilmiştir. Türkler cihanşümul hakimiyet ve kudretlerini muhafaza ettikleri asırlar boyunca milli üstünlüklerini müdrik bulunmakla beraber dar ve titiz bir milliyetçilik şuuruna sahip olmamalarını böyle bir siyasi kudret ve hakimiyete ftfetmek icabeder. Nitekim Orhon yazılarında beliren kuvvetli milliyetçilik hareketini de acı gelen Çin istilasiyle izah etmek mümkündür. Bunun gibi XIX. asırda Osmanlı İmparatorluğu’nda başlayan Türk milliyetçiliği cereyanında, Fransız İhtilali’nden ziyade iç ve dış tehlikeler karşısında zaafa uğrayan milli mevcudiyeti koruma ve kurtarma duygusunun tesirini aramak daha doğru olur. Bu ruhi amil gözönünde tutulmaksızın bu mesele tamamiyle kavranılamaz. Fakat bununla İslamiyet’in, bilhassa X. asırda, Türkler arasında süratle yayılmış olmasına rağmen bu İslamlaşmanın bazı iç mücadelelere ve buhranlara sebep olmadığını iddia etmiyoruz. Esasen bu içtimaiyat ilmi bakımdan da imkansızdır. Nitekim bu hususa dair bazı vesikalar da mevcuttur. Millî Harstan Kalan Unsurlar Bütün bu vak’a ve izahlara rağmen toptan Müslüman olan bir kavmin tamamiyle kendi harsından sıyrıldığını ve binaenaleyh İslam medeniyeti üzerinde bu bakımdan da bir tesirde bulunmadığını söylemek imkansızdır. Esasen bu sosyoloji kaidelerine aykırı bir iddia olur. Bu kavim, nasıl bir medeniyet seviyesinde olursa olsun, asırlardan beri devam eden yaşayış, düşünüş ve inanışlarını, şuurlu veya şuursuz, ister istemez ve birdenbire feda edemez. Selçuk sultanları ve idare sınıfı birçok eski Türk devlet telakki ve müesseselerini, İslami bir imparatorluk kurarken de muhafaza etmişlerdir. Başlangıçta eski Türk sistemine göre teşkilatlandırılan imparatorluk, zamanla İslami şekle uymak zorunda kalarak bir kısım hususiyetlerini kaybetti ise de bazı Türk müesseseleri imaratorluk çerçevesini aşarak İslam medeniyetinin de malı oldu. İslam akideleriyle açıktan açığa çarpışmayan adetler, merasimler, teşkilat ve devlet mansıb ve vazifeleri İslam dünyasının her tarafında kabul edildi. Selçuklularla birlikte İslam medeniyetinde başlayan Türk kültür tesiri henüz ciddi bir tetkike tabi olmamış olmakla beraber bugün umumi olarak bildiklerimizi bile burada sıralamak bu yazının hudutlarını aşar. Yalnız Selçukluların eski Türklere ait idari, askeri ve içtimai teşkilatları, Atabeglik teşkilatını devam ettirmeleri ve inşa divanını tuğra divanı haline çevirmeleri onların en fazla ihmal ettikleri bir hususta dahi Türk tesirinin ehemmiyetini göstermek için kayda değer. Bu, Kaşgarlı Mahmud’un Oğuzlar arasında yazının mevcut olduğuna dair ifadesini teyit edeceği gibi, Oğuz yabguları idaresindeki siyasi 140 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı teşekküllerin, büyük bir devlet haline gelmemiş olsa da, bir divan teşkilatına malik olduklarını meydana kor. Garp Türkçesinin edebi bir dil haline gelmesi Selçukluların son zamanlarında başlar ve Beylikler devrinde gelişir. Bu da İslamiyet’i, tasavvuf ve tarikat mensuplarının fikirlerini halk arasında yaymak gayesiyle başlamıştır. Bu suretle yavaş yavaş halk dili üzerinde bir edebiyat dili kuruldu. Ekserisi göçebe ve aşiret aslından gelen ve Arap ve Fars dilinde yazılı eserlerden anlamayan Anadolu beylerinin bu cereyanı teşvik etmeleri, edebi Garp Türkçesinin inkişafında çok tesirli oldu. Türkiye’de gelişen yazı dilinin tamamiyle halk dili üzerinde kulupu Orta-Asya yazı dili geleneğiyle hiçbir ilgisi olmadığı hakkında en kuvvetli delil şüphesiz burada Arap harflerinin Türkçeye tatbik şeklidir. Filhakika, Orta-Asya’da Arap harfleri Türkçeye tatbik edildiği zaman, herhalde Uygurcanın tesiriyle, Arap harflerinden bazı sesli harfler yaratıldığı halde Garp Türkçesinin ilk metinlerinde bu sesli harfler kullanılmamış; sefer çok defa hareketle gösterilmeğe çalışılmıştır. Bu suretle kurulmağa başlayan yazı dili ve edebiyat cereyanı Anadolu beyliklerinden biri olan Osmanlı Devleti’nin yükselmesi nisbetinde gelişti. Bu sayede ilk defa bütün kültür faaliyetlerini kendi dilinde yapan ilk Müslüman Türk devleti Osmanlı İmparatorluğu olmuştur. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 141 www.ulkuocaklari.org.tr Yüksek tabaka İslam medeniyeti içerisinde daha fazla İran kültürü tesirine maruz kalıp onun inkişafında başlıca amil olurken, İslamiyet’i sathi bir şekilde kabul eden ve İslam kültür merkezlerinden uzak sahalarda yaşayan ve hususiyle göçebeliği devam ettiren Türkler, uzun zaman Şamani inanış ve düşüncelerini İslamiyetle uzlaştırmak suretiyle muhafaza etmişlerdir. Milli destanın bir parçası olan ve İslami bir cemiyet kadar şimani bir cemiyetin yaşayış ve inanışlarını aksettiren Dede Korkut Kitabı bu göçebeler arasında vücut bulmuş; Oğuz-name’nin Cami üt-Tevarih’e geçmesi bunlar arasında yaşayan rivayetlerin toplanması sayesinde mümkün olmuştur. Battal-Gazi destanı ile Dede Korkut kitabindaki kahramanlar aynı İslam ideolojisi uğrunda savaşan insanlar olmakla beraber, birbirlerinden farklı hususiyetler arzederler. Birinciler tamamiyle İslamlaşan şehirli ve yerleşik Türklerin, ikinciler sathi bir şekilde islamlaşan ve eski Türk hayat ve telakkilerini yaşatan göçebelerin eseridir. Dede Korkut’ta geçen kahramanlar İslamiyet uğrunda Trabzon Rumları ve Gürcülerle savaşan, şarap içen, kadınlı meclisler kuran insanlar olup İslam’ın gazilerinden ziyade Türklerin alpleridirler; Bu hikayetler bize Müslüman göçebelerin ne derece İslamlaştıklarını, yaşayış ve düşünüşlerinin eski Türk karakterini nasıl devam ettirdiğini gösterir. Bu münasebetle Türkler tarafından kurulan bazı tarikatlar üzerinde Türk tesirini bulabiliyor ve Şamani unsurlara raslayabiliyoruz. bundan dolayı İslamiyet’i birbirinden farklı bir şekilde anlayan ve kabul eden şehirli unsurlarla bu göçebeler arasında yaşayış bakımından olduğu gibi inanış bakımından da bazı tezatlar vücuda gelmiş ve bu, birtakım mücadelelere sebep olmuştur. Bununla beraber, şüphesiz, göçebeler de bu yaşayış ve inanışları dolayısiyle İslamiyet’e aykırı davrandıklarına dair bir kanaat hiçbir zaman mevcut olmamıştır. Fakat münevver kitlenin takip ettiği yol karşısında milli temele dayanan bu İslami Türk kültürü galebe çalmak imkanını bulamamış; bilakis beslenemediği ve zamanla eski Türk hayatından uzaklaştığı için gittikçe kuvvetini kaybetmiştir. Eğer İslami Türk kültürü bu esas üzerinde kurulsa ve yürüse idi, şüphesiz bugün çok daha ileri ve daha sağlam bir milli kültür temeline sahip olacak idik. Bundan dolayı Türklerin İslam alemine hakim olmaları Türk kültüründen ziyade Arap ve bilhassa Fars kültürünün inkişafına yardım etti. Arapçadan sonra İslam dünyasının ikinci kültür dili olan Farsça, Türk ilim ve edebiyat adamlarının da kültür dili haline geldi. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bundan dolayı Türklerin vücuda getirdiği en büyük siyasi teşekkül olan ve dünya tarihinde Roma ve Halifelik imparatorlukları ölçüsünde bir tarihi role sahip bulunan Osmanlı cihanşumul İmparatorluğu’nun, milli kültür tarihimiz bakımından da hususi bir ehemmiyeti vardır. Filhakika Osmanlı İmparatorluğu her bakımdan Selçuk Türkiyesi’nin bir inkişafından ve üç kıt’aya ve iç denizlere hakim olarak Türk ve İslam tarihinin en son ve cihan nizami (Nizam-i alem) halinde yükselişinden başka bir şey değildir. Anadolu Bizans idaresinde, Selçuk istilasına takaddüm eden asırlarda, türlü sebeplerin tesiriyle, medeniyet bakımından çok geride bulunuyordu. İslam-Bizans mücadeleleri ve bu esnada dünya ticaretinin aldığı istikamet Anadolu’nun medeni ve iktisadi durumu için tam bir darbe şeklinde belirdi. Şehirler yıkıldı ve küçüldü. Selçuk istilası da başlangıçta inhitatı ikmal etti. İstiladan sonra Anadolu İslam dünyasının geniş iktisadi ve medeni faaliyetleri içine girmekle ve bu ülkenin tarihinde yeni ve mesut bir devir açılmakla beraber bu memleketin medeni seviye itibariyle diğer İslam memleketleri vaziyetine gelebilmesi için bir asırdan fazla bir yerleşme ve çalışma zamanına ihtiyaç vardı. Haçlıların ve Bizans’ın taarruza geçmeleri ve iç mücadelelerde medeni faaliyetlerin inkişafına engel çıkarmakta büyük bir amil oldu. Zaten Türkler Anadolu’da mamur bir ülkeye konmak, hazır bir medeniyete varis olmak talihine mazhar olamadılar. Bu, Selçukluların Anadolu’da İslami bir medeniyet kurabilmeleri için fethi kadar güç bir durumla karşılaşmalarına sebep oldu. Bunun açık bir delili de İslamiyet’in ilk fethettiği Bizans ve Sasani Devleti idaresindeki memleketlerde Hıristiyan unsurlar İslamlar üzerinde bariz bir medeni tesir ve üstünlük gösterdikleri halde, Anadolu’da Hıristiyan unsurların böyle bir tesir ve üstünlüklerine dair bir misale rastlanmamış olmasıdır. Hatta bu devirde Hıristiyan kavimlerin, şüphesiz İslam medeniyetine nazaran pek geri olmakla beraber, medeni ve fikri faaliyetleri Türkiye’de değil, daha ziyade eski İslam hudutları içerisinde vuku bulmuştur. Bundan dolayı, mevkiine rağmen İslam hudutları içerisene girmiş olan bu yeni ülkede başlayan medeni faaliyet Bizans medeniyetiyle karışarak yeni bir sentez halini alamayıp İslam medeniyetinin bir istitalesi mahiyetini arz eder. Bu sebeple güç şartlar içinde Türkiye’de inkişaf etmeğe başlayan Selçuk medeniyetinin İslam dünyasından uzun zaman daha beslenmesi, onun kuvvetlenmesi için zaruri idi. Filhakika bu beslenme devam etti ise de Moğol istilası bütün İslam dünyasayla birlikte Türkiye’yi de sarstı. Beyliklerin kurulduğu zamanda ise ne dahili inkişaf ne de İslam dünyasının vaziyeti sağlam bir zemin hazırlamağa kafi geldi. Bundan dolayı Osmanlı Türklerinin siyasi hamlesi ilim ve fikir bakımından beslenecek bir kaynak bulamadı; hukuki, siyasi, içtimai, idari en yüksek nizami çeşitli San’atlarda ve hususiyle mimaride imparatorluk azameti ile müvazi ihtişamlı eserler verdi ise de gittikçe kuvvetlenen Avrupa karşısında da bu zayıflık daha kuvvetle hissedildi. Nihayet Avrupa medeniyetinin ağır basan üstünlüğü İslam kavimlerini ve başta Türkleri artık yeni medeniyeti kabule icbar etti. Halbuki XVI. ve hatta XVII. asırlarda Türkiye’ye gelmiş olan Avrupalı seyyahlar, imparatorluğun azametini yaratan müesseselerin sağlamlığına, Türklerin ahlaki meziyetlerine, memleketin medeni ve içtimai tekamül ve teşkilatına karşı müttefikan hayranlıklarını ifade etmişlerdi. Esasen bu asırda Türkler her bakımdan Avrupalılara üstün olduklarına inanıyorlardı. Bu mevzua dair yazdıklarımızı bir iki cümle ile hülasa edersek: 1. Türklerin İslam dünyasının mukadderatı üzerinde büyük bir amil olmaları göçebe unsurun İslamlaşmasının ve binaealeyh Selçuk istilasının bir neticesidir. 2. Bu İslamlaşma İslam medeniyetinin üstünlüğü ile İslam dini esaslarının Türklerin inanış ve 142 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bu tarihi görüş bizi haklı olarak bugün girdiğimiz veya, daha doğrusu, girmekte olduğumuz bize göre yeni bir sentez yapmak zorunda bulunduğumuz Avrupa medeniyeti karşısında meydana çıkan birtakım meseleler hakkında derin düşüncelere sevk eder. Gerçekten on asır önce olduğu gibi bugün de milli tarihin bir dönüm noktası üzerinde bulunuyoruz. Bu dönüşü ne kadar milli şuura ve ilmi esaslara sahip olarak idare edersek milletin mukadderatı o kadar teminat altına alınmış olacak; aksi takdirde o nispette milli bünyemiz sarsıntılara, tehlikelere maruz kalacaktır. Bugün daha fazla milli endişelerle hareket edersek ilmi esaslara dayanmamızı gerektiren en nazik nokta da İslam medeniyetine girmekten farklı olarak hakim ve büyük bir millet mevkiinde bulunmak gibi bir imtiyazla değil küçük ve tabi bir millet menzilesinde cihanşümul bir medeniyeti kabul etmek zorunda olmamızdır. Diğer bir fark da yeni medeniyete girerken din değiştirmenin bahis mevzuu olamıyacağıdır. Burada her iki medeniyete mensup cemiyetlerde, dinin Orta çağdaki kudret ve tesirini muhafaza edememiş olması ileri sürülebilirse de; onun içtimai mahiyeti dolayısiyle hayati ehemmiyetinin bir vakıa olarak mevcut olduğu ve ne şekil ve nisbette olursa olsun daima mevcut olacağı aşikardır. Birinci fark milli bünyemiz için ne kadar sarsıcı bir tesire sebep olursa ikincisi de, asrımızın hakim bir cereyanı olan milliyetçilikle birlikte, bu sarsıntıyı tadil edici bir role sahiptir. Bundan dolayı yeni medeniyet bize kendini ne kadar ezici bir kuvvetle kabul ettirirse ettirsin ve buna karşı biz ne kadar tabi bir durumda bulunursak bulunalım İslam dini ve medeniyetinin bin yıllık bir tarih potası içerisinde milli kaynaktan gelen unsurlarla yoğurduğu bir içtimai bünyenin, şuurlu veya şuursuz, birtakım müdafaa kuvvetlerine malik olarak, ister istemez, bünyesine uygun bir şekilde bir alış yapacak ve yeni medeniyeti milli, İslami ve Avrupai unsurların dozuna göre yeni bir hamur haline sokacaktır. Tarihin bu dönüş ve akışında içtimai amillerin ehemmiyeti ne olursa olsun milli şuur ve ilim sahipleri olan yüksek tabakanın bu hususta oynadığı ve oynayacağı rol çok büyük olacaktır. Aksi halde milli mukadderatımız için tedavisi imkansız hastalıklar doğurabilir. Bundan başka üzerinde durulması gereken bir mesele de İslam medeniyetine girerken bu medeniyetin içinde bulunduğu buhranın yeni medeniyete girerken onda da buna benzer bir mahiyette bir buhranın mevcut olmasıdır. Avrupa medeniyetinden faydalanmamız, Avrupalıların İslam medeniyetinden faydalanarak yeni medeniyeti vücuda getiren Renaissance ve reforme hareketlerine benzer bir mahiyette mi olacak; yoksa bugünkü medeniyetin bütün dünya milletlerini içerisine alması dolayısıyla müşterek medeniyeti yaratan ve içinde yaşayan Avrupa kavimlerini birbirinden ayıran farklara yakın bir farkla yeni bir içtimai ve milli bünye mi arz edecektir? Bu meseleler ve bugün görmemiz ve çekinmeden söylememiz gereken hars buhranımız giriş mahiyetinde olan bu makalenin bir devamı olarak başka bir yazımızda tetkik mevzuu olacaktır.[3] Ülkü Ocakları Genel Merkezi 143 www.ulkuocaklari.org.tr mizaçlarına uygun gelmesi gibi iki başlıca amilin tesirinde vuku bulmuştur. 3. İslamiyet’i kurmak şerefi Araplara ait ise de onu yaşatmak ve Araplar nisbetinde yaymak şerefi Türklere aittir. Türkler olmasa idi İslamiyetin XI. asırdan sonra iç ve dış tehlikeler dolayısiyle, akıbeti meşkuk, Haçlı taarruzlariyle yıkılmağa mahkum olurdu. 4. Türkler, İslam medeniyetinin kuruluşunda Araplar ve İranlılarla birlikte çalıştılarsa da, türlü amillerin tesiriyle, bu medeniyet çerçevesi içerisinde Araplara ve İranlılara nazaran İslami Türk kültürü ihmale uğradı ve onlar nispetinde gelişemedi. 5. Türk tarihinin en mühim devresi İslam medeniyeti içerisinde yaratılmış ve Osmanlılar en son ve büyük azameti temsil etmiştir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı DİPNOTLAR 1 Bu mevzuun şümül ve ehemmiyeti, makalemizin ancak en umumî esasları ve hususî görüşlerimizi belirtecek bir mahiyet almasını gerektirmiş ve bu münasebetle tafsilat ve tahlillere girişilmemiş; bibliyografya gösterilmemiş; bu hususlar bu mevzu için hazırlayacağımız bir esere bırakılmıştır. Bir konferansın metni olan bu makale Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Dergisi’nde çıkmış (Ankara 1946, C. IV, Sayı 4) olup, mütevazi hüviyetine rağmen, Avrupalı meslekdaşlarım tarafından eserlerinde kullanılmıştır. 2 XII. asrın meşhur Süryanî tarihçisi Mihael de Türklerin dini ile İslamiyet arasındaki bu yakınlığın onların kolaylıkla Müslüman olmalarına sebep olduğunu yazarak bu görüşü ilk defa meydana koymuştur. Daha sonra tetkik ettiğimiz bu mühim kaynağa ait bu fikirler muahhar araştırmalarımızda kaydedilmiş ve işlenmiştir. 3 Türkiye’nin bugün karşılaştığı medeniyet dâvâsı Medeniyet tarihine göre ele alınması gerekirken, Türklerin İslâm dini ve medeniyetine girişlerine dair bir umumi görüş bu makale ile meydana konmuştur. Avrupa medeniyeti karşısında girişilen sathi taklitlerin zararlı ve hatta tehlikeli taraflarına dair yazdığımız çeşitli yazılara rağmen, bu makalenin giriş teşkil ettiği Medeniyet davamız henüz yazılmamıştır. Bunun Avrupa’nın İslâm medeniyetinden asırlarca yaptığı ilim, fikir ve teknik iktibaslar şeklinde olacağı tabiidir. Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Eğitim Programı 144 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı İSLAMİYET’İN KABULÜ ve İLK TÜRK-İSLAM DEVLETLERİ Prof. Dr. Semih Yalçın 1. İlk Müslüman-Türk Münasebetleri ve Türklerin İslâmiyete Girişi Emevi Halifeliği zamanında Müslüman Araplar, Suriye ve İran’ı hâkimiyetlerine alarak Maverâünnehir bölgesine ulaşmışlardı. Seyhun ve Ceyhun ırmaklarının arasındaki bu bölgede Türkler bulunmaktaydı. Böylece Araplar ile Türkler ilk defa temasa geçmişlerdir . Emeviler bölgede İslâmiyet›i yaymaktan çok, yeni zaferler peşinde koşmuşlar; Müslüman olmalarına rağmen yerli halka ağır vergiler yüklemişlerdi. Bu sebeple ilk karşılaşma pek dostça olmamış ve Türklerle Araplar arasında küçük çapta çarpışmalar cereyan etmiştir. Özellikle Kuteybe bin Müslim’in Horasan valiliğine getirilmesiyle mücadele iyice kızışmıştır. Kuteybe bin Müslim’in Maverâünnehir ‘in doğusuna düzenlediği akınlara karşı Türgeş Beğleri güçlü bir direnme göstermiştir. Göktürklerin batı kanadında yer alan Türgeşler, Arapları savunmaya çekilmeye zorlamış ve bu mücadele Göktürklerin yıkılmasına kadar devam etmiştir. Göktürk hâkimiyetinin sona ermesiyle Türk toprakları doğudan Çinliler, batıdan Arapların ilerlemesine maruz kalmıştır. Bu dönemde Maverâünnehir bölgesinin savunmasını, Türgeşlerden sonra Karluk Türkleri üstlenmiştir. Göktürk Devletinin yıkılmasından sonra, Çinliler bütün Türk ülkelerini ele geçirmeyi plânlamaktaydı. Emevilerin ortadan kalkmasından da faydalanmak isteyen Çin ordusu daha batıya yönelerek Karluk topraklarına girmişti. Bu durum üzerine Karluklar, Abbasilerin Horasan valisi olan Ebû Müslim›den yardım istediler. Ebû Müslim, komutanlarından Ziyad ibni Salih’i bölgeye gönderir. Arap ordusu ile batı bölgesinin genel valisi komutasındaki Çin ordusu Talas ırmağı boylarında karşılaşırlar. Türklerin de İslâm ordusu yanında hücuma geçmesi sonucunda Çinliler büyük bir yenilgiye uğratılır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 145 www.ulkuocaklari.org.tr Emevilerin Arap olmayan Müslümanlara karşı âdil ve eşit davranmamaları huzursuzluğu artırmıştı. Bu duruma karşı çıkanlar, Emevi idaresine son vererek yerine Abbasi Devletini kurmuşlardır. Türkler, Abbasi Devleti’ni daha çok benimsemişler, yeni yönetime daha sıcak bakmışlardır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türklerin İslâmiyet’le ilk tanışmaları Emevi dönemiyle başlar. Ancak Emevi yönetiminin tutumu sebebiyle, Türk toplulukları arasında İslâmiyet fazla yayılmamıştır. Buna rağmen, az sayıda da olsa Emevi ordusunda görev alan Müslüman Türkler bulunmaktaydı. Meselâ Horasan Vâlisi Ubeydullah bin Ziyad henüz 674 tarihinde 2000 Türk okçusundan bir ordu oluşturmuştu. Talas Savaşı, Türklerle Müslümanların birbirlerini daha yakından tanımalarını, dostane ilişkiler kurulmasını sağladı. Bu sebeple Talas Savaşı hem Türkler hem Müslümanlar için bir dönüm noktasıdır. Bu savaş neticesinde İslâmiyet Türkler arasında hızla yayılmaya başlamıştır. Abbasi ordusunda çok sayıda Türk görev aldı. Zamanla Türk askerleri, ordunun ve yönetimin denetimini ele geçirdiler. Hatta bazı Türk komutanları, Abbasi Devleti sınırları içerisinde kendi devletlerini bile kurmuşlardır.Türklerin kitleler hâlinde Müslüman olmaları özellikle X. yüzyılda hız kazanmıştır. Henüz 900 tarihlerinde İtil (Volga) çevresinde bulunan Bulgar Türkleri arasında Müslümanlığa çok büyük ilgi vardı. Nitekim İtil Bulgarları hükümdarı Almış Han, 920 ‘de Abbasi halifesine müracaat ederek din âlimleri ve mimarlar göndermesini rica etmişti. Aynı tarihlerde Önce Karluk, Yağma ve Çiğil boyları, ardından Oğuzlar arasında İslâmiyet yayıldı. Karluk, Yağma ve Çiğil Türkleri, ilk Müslüman Türk devleti olan Karahanlı Devleti’ni, Oğuzlar ise Selçuklu Devleti’ni kurmuşlardır. 2- İslâmiyet ve Türkler Türklerin Müslüman Olmasının Sebepleri: Türkler İslâmiyet’i kılıç zoruyla değil, kendi rızalarıyla kabul etmişlerdir. Şüphesiz bu dini seçmelerinin en önemli sebebi, eski Türk inancı ve anlayışı ile İslâmiyet arasında birçok benzerlik bulunmasıdır: 1- Eski Türk dini, Gök-Tanrı inancı adıyla bilinmektedir. Bu inanışa göre Türkler, İslâmiyet’teki gibi tek bir Allah’a inanıyor ve O’na Tanrı (Tengri) diyorlardı. İslâmiyet’te Esmâ-i hüsnâ denilen Allah›ın sıfatlarından bazıları, eski Türk inancında da mevcuttu . 2- Ahiret ve ruhun ölmezliği, her iki inançta da mevcuttu. Türkler cennet için uçmağ (uçmak), cehennem için tamu sözünü kullanmaktaydı. 3- İslâmiyet’te olduğu gibi Gök Tanrı inanışında da Tanrıya kurban sunuluyordu . 4- İslâmiyet’teki gaza ve cihât ile Türklerin dünya üzerinde töreyi hâkim kılmak için yaptıkları savaşlar benzer mahiyettedir. İslâm anlayışına göre savaş sonunda elde edilen ganimet helâldir. Türklerde ise aynı şekilde yağma geleneği vardır. 5- İslâmiyet’in telkin ettiği ahlakî kurallar, Türk anlayışına da uygun düşmektedir. Türkler tarih boyunca çeşitli dinlere girmişlerdi. Ancak bu dinler halk arasında değil daha çok idareci kesimde kabul görmüştü. Buna rağmen İslâmiyet dışındaki dinlere girenler Türklüklerini koruyamamışlardır. İslâm dini, millî yapıya uygun olduğu içindir ki Türkler kitleler hâlinde bu dini kabul etmişler ve Türklüklerini korumuşlardır. 146 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türklerin İslâmiyet’e Hizmetleri: Türklerin İslâmiyet’i kabul etmeleri hem İslâm âlemi hem de dünya tarihi açısından büyük sonuçlar doğurmuştur. Türkler, karışıklık içinde bulunan İslâm dünyasının koruyuculuğunu üstlendiler. Selçuklular, Abbasi halifelerini himaye ettiler. Batıda Haçlı Seferleri’ne, doğuda Moğol akınlarına karşı Türkler tarafından set oluşturuldu. Böylece İslâm dünyası dağılmaktan kurtulmuştur. Bin yıla yakın bir süre Türkler, İslâmiyet’in bayraktarlığını yapmıştır. Gazneli Mahmud’un Hindistan’a kadar yaptığı seferler neticesinde İslâmiyet Hindistan’a kadar ulaşmıştır. Böylece yakın dönemlerde kurulan Pakistan ve Bangladeş’in temelleri atılmıştır. Osmanlı döneminde ise Türkler Balkanlara yerleştiler. Arnavutlar, Bosna-Hersekliler (Boşnaklar) bu dönemde Müslüman oldular. Türklerin İslâmiyet’e hizmetleri sadece siyasî ve askerî alanla sınırlı kalmamıştır. Devlet idaresi ve askerî yapılanmada bütün İslâm dünyasını etkileyen Türkler, İslâm medeniyetinin gelişmesinde de inkâr edilemez hizmetlerde bulunmuşlardır. Bilim, sanat ve edebiyat alanında İslâm rönesansı, Türklerin katkıları ve sağladıkları huzur ve emniyet sayesinde gerçekleşmiştir. Dolayısıyla İslâm dininin ve medeniyetinin, dar Arap ve Fars çevresine sıkışıp kalmayarak, evrensel hâle gelmesi yine Türkler sayesinde mümkün olmuştur, demek yanlış olmaz. Meselâ, Selçuklu veziri Nizamülmülk tarafından Bağdat’ta kurulan Nizamiye Medreseleri (1066 ), öyle büyük bir üne sahip oldu ki, bu medreseler İslâm medreselerinin ilk örneği olarak kabul edilmişti. Halbuki Samanoğulları ve Gazneliler devrinde de medreselerin bulunduğu bilinmektedir. Ancak Nizamiye Medreseleri dinî bilimler yanında müspet ilimlerin de okutulduğu ilk medreseler olmakla, modern üniversitelere öncülük etmiştir. Oğuzların Karaçuk (Farab) şehrinde doğan Farabi (870 -950), matematik, fizik, astronomi vb. konularda 160 kadar kitap yazmıştır. Ancak onu asıl önemli kılan Helen felsefesinin akılcı, mantığa dayalı yönüyle İslâm düşüncesini kaynaştırdığı felsefe alanındaki çalışmaları olmuştur. Aristo›nun düşüncelerini en iyi açıklayan kişi olduğundan “Muallim-i Sâni” (İkinci öğretmen). adıyla anılmıştır. Eserlerinin çoğunun Lâtinceye çevrildiği batıda “Al-farabıus” adıyla bilinmektedir. İhsâ›ül -Ulûm isimli eseriyle bilimleri ilk kez sınıflandıran Farabi aynı zamanda Öklit geometrisini de açıklamıştır. Farabî’nin düşüncelerinden etkilenen İbni Sînâ (980-1037), çeşitli konularda 220 civarında eser vermiş diğer ünlü bir Türk bilginidir. Avrupa’da “Avicenna” adıyla bilinmektedir. Felsefe ve müspet bilimlerle uğraşan İbni Sina asıl ününü tıp alanında kazanmıştır. “El-Kanun fi’t-Tıb” adlı eseri Lâtince-ye Ülkü Ocakları Genel Merkezi 147 www.ulkuocaklari.org.tr Abbasiler zamanında başlayan eski Yunan ve Helen medeniyetlerine ait eserler ve felsefe akımlarının çevirileri, Türk hâkimiyeti devresinde zirveye ulaşmış idi. Böylece İslâm medeniyetinde büyük gelişmeler olmuştur. Batıda unutulmuş olan Yunan ve Helen medeniyeti, Haçlı Seferleri sayesinde İslâm medeniyeti ile birlikte tekrar Avrupa’ya taşınmıştır. İslâm medeniyetinin öncüleri durumunda olan Türk bilginler bütün dünya tarafından tanınmış ve eserleri yüzyıllarca bilime rehberlik etmiştir. Bu Türk bilginlerinin en ünlüleri Farabi, Birunî ve İbni Sina’dır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı çevrilmiş ve yüzlerce yıl ders kitabı olarak okutulmuştur. Birûnî (973 -1051), Harzemşahların sarayında yetişti ve Gazneli Mahmud’un himayesine girdi. Matematik, geometri, tıp ve coğrafya gibi alanlarda 113’ten fazla eser veren Birûnî’nin asıl başarısı astronomi dalındadır. Yıldızların yüksekliğini, açılarını ölçen hassas aletler geliştirdi. Dünya çekirdeğinin çapını sadece 15 kilometrelik yanılmayla 6338.8 km olarak tespit etmiştir. Yazdığı astronomi kitabı, dünyanın ilk astronomi ansiklopedisi olarak kabul edilmektedir. Farabî ve İbni Sina’nın açtığı yoldan birçok Türk âlim ilerlemiştir. Felsefe dalında; El-Harezmî, Şehristânî ve tasavvufun öncülerinden Gazali, İbni Rüşd, Fahreddin Razi, geometride Abdurrezzak Türkî, trigonometri›nin kurucularından Abdullah el-Baranî ilk akla gelenlerdir . Selçuklu Sultanı Melikşah İsfehan ve Bağdat’ta birer rasathane kurdurarak, İranlı ünlü matematikçi ve astronom Ömer Hayyam’ı buralarda görevlendirdi. Ömer Hayyam’ın da içinde bulunduğu bazı bilim adamları, Melikşah adına güneş yılına dayanan Celâlî veya Takvim-i Melikşâh adlarıyla anılan bir takvim hazırladılar. Sanat ve mimarlık alanlarında da Türk-İslâm devletleri zamanında büyük gelişme görülmektedir. Türk-İslâm kültürü ve sosyal hayatına uygun olarak gelişen mimarlığın en önemli örnekleri cami, medrese, kervansaray, imaret, darüşşifa (hastane) vb.dir. İlk Türk-İslâm mimarî örneği, Tolunoğlu Ahmed tarafından Kahire’de yaptırılan Tuluniye Camisi’dir ve bugün dahi varlığını korumaktadır. Türkler tarafından geliştirilen kubbe, kemer ve sütun biçimleri, Orta Asya yaşantısı ve çadır kültürünün, İslâm mimarîsine yansıtıldığı yeni bir mimarî üslûbu getirmiştir. Özellikle tekke, kümbet, cami ve medrese gibi yapılarda, Türk mimarî üslûbunun eşsiz örnekleri görülür. Yazı, cilt, çini, minyatür sanatları ile seramik, dokumacılık, taş ve maden işçiliği vb. alanlarda Türkler eşsiz örnekler vermişlerdir. İslâmî anlayışa uygun düşmemekle beraber heykel ve kabartma sanatını devam ettirmişlerdir. Örneğin birçok yapıda hayvan figürleri kullanılmış, Sultan Tuğrul bastırdığı madalyona kabartma resmini koydurmuştur. Müzik alanında da Türkler yenilikler getirmişlerdir. Farabî müzik üzerine iki eser yazmış ve bunlar dünya müzik tarihine geçmiştir. Eserinde ses ve müziğin fizik temellerini inceleyerek, ses perdesinin özelliklerini ilk defa ortaya koymuştur. Saraylardaki nevbet (bando), Osmanlı askerî mehterine örnek olmuştur. Ayrıca bazı tarikatlerin yaptıkları dinî müzik ve rakslar, Türk tasavvuf musikisinin ve semahların özünü oluşturmuştur. 3. İlk Türk-İslâm Devletleri a-Tolunoğulları (875-905) Abbasi Halifeliği sınırları içerisinde kurulan müstakil ilk Türk devletinin kurucusu Tolunoğlu Ahmet’tir. Oğuz Türklerinden olan Tolun, Halife Mu’tasım zamanında cesareti ve bilgisi ile ün yapmış bir kişiydi. 148 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Aynı şekilde cesur ve kültürlü olan oğlu Ahmet, ordu komutanı iken, Mısır’a vali tayin edilmişti. Ahmed Mısır›ı başarıyla yönetmiş ve kuvvetli bir ordu kurmuştu. Bağdat ile arası açılınca bağımsızlığını ilân etti (875-884). Mısır maliyesini düzeltip, halkı darlıktan kurtardığı için oldukça seviliyordu. Kısa zamanda Suriye ve Çukurova yöresini ele geçirdi. Ahmet›ten sonra yerine geçen oğlu Humâreveyh zamanında devletin sınırları Toroslara ve Irak’a kadar genişledi. Ancak onun yerine geçenler devleti koruyamadılar. Nihayet 905 yılında Abbasi kuvvetleri Mısır’a girerek Tolunoğullarına son verdiler. b-Ihşîdiler (935-969) Mısır’da kurulan ikinci Türk devletidir. Devletin kurucusu Maverâünnehir Türk beyleri sülalesinden olan Muhammed Ebubekir adında bir komutandır. Babası Toğaç, Tolunoğullarının hizmetinde bulunmuştur. Mısır valisi iken bağımsızlığını ilân eden Muhammed Ebubekir (935), önce topraklarını Dicle’ye kadar genişletti. Daha sonra İslâm’ın mübarek şehirleri olan Mekke ve Medine’yi devletine bağladı. Ölümünden sonra oğulları başa geçtiyse de asıl idare kölesi Kafur’un elindeydi. Kafur’un ölümüyle başlayan iç mücadelelerden faydalanan Fatimîler, Mısır’ı zaptederek Ihşidîlere (Akşitler) son verdiler (969). c. Karahanlılar (840-1212) Karahanlılar, daha önceki Türk devletlerinden farklı olarak, hükümdarların ve halkının çoğunluğunun Müslümanlığı seçtiği ilk Türk-İslâm devletidir. Bu sebeple Türk tarihi içerisinde Karahanlıların özel bir yeri ve önemi vardır. Karahanlıların ilk hükümdarı olarak Bilinen Bilge Kül Kadır Han, Maverâünnehir’deki Sâmanî devleti ile mücadelelerde bulundu. Oğullarından Arslan Han ulu hakan olarak Balasagun’da, Oğulcak Kadır Han ise Talas’ta oturdular. Kadır Han 893’te başkenti Kaşgar’a nakletti. Bu dönemde yeğeni Satuk Buğra Han Müslümanlarla temas kurdu ve Karahanlı Devleti’nin başına geçince de İslâmiyet’i resmî din olarak kabul etti (920). Bu tarihten sonra Abdulkerim Satuk Buğra han adıyla anıldı. Ancak Karahanlı sınırları içersindeki halkın tamamıyla İslâmiyet›i seçmesi Satuk Buğra Han’ın oğlu Baytaş zamanında gerçekleşmiştir. Karahanlı Hükümdarı Ebu Nasr Ahmed zamanında, kardeşi İlig Nasr tarafından Samaniler devletine son verildi (999). Ebu Nasr Ahmed Abbasi halifesi tarafından bir İslâm hükümdarı olarak tanınan ilk Karahanlı hanı olmuştur. Karahanlı Devleti’nin sınırları Balasagun, Özkent ve Tarım Havzası’nın batı kısmı ile Karakurum dağları dolaylarına kadar genişlemişti. Güneyde Gazneliler ile komşu oldular ve mücadele ettiler. Ancak hanedan arasında çıkan anlaşmazlık neticesinde devlet Doğu ve Batı olmak Ülkü Ocakları Genel Merkezi 149 www.ulkuocaklari.org.tr Hâkaniye ve İlig-Hanlar adlarıyla da anılan Karahanlı Devleti, başta Karluklar olmak üzere Çiğil, Yağma ve Tuhsı gibi Türk Boylarına dayanıyordu. Karluklar, Balasagun merkez olmak üzere Yedi-su bölgesinde bir devlet kurmuşlardı. Karluk yabgusu, bağlı bulunduğu Uygur Hakanlığı’nın 840 yılında Kırgızlar tarafından yıkılması üzerine istiklâlini ilân etti. Kendisini Türk hakanlarının yasal halefi sayan yabgu Karahan unvanını aldı. Ülkü Ocakları Eğitim Programı üzere ikiye ayrıldı (1042). Doğu Karahanlıların başında Tamgaç Buğra Han; Batı Karahanlıların başında ise Ahmet Arslan Han bulunuyordu. Doğu Karahanlı Devleti (1042-1211): Doğu Karahanlı Devleti’nin sınırları Kaşgar, Fergana, Balkaş gölü civarına kadar uzanmaktaydı. Devletin merkezi zaman zaman Balasagun, Talas ve Kaşgar şehirleri olmuştur. Doğu Karahanlı Devleti’nin ilk hükümdarı sayılan Tamgaç Buğra Han âdil ve dindar bir kişi olarak tanınmaktaydı. Yusuf Has Hacib’in yazdığı Kutadgu Bilig bu hükümdara sunulmuştur. Doğu Karahanlı Devleti 1090 yılında Selçuklulara bağlandı. Devlet 1133 yılında Moğol asıllı Karahıtayların hâkimiyetine girdi. Bu durum 1211›e kadar devam etti. Bölgenin tamamı Cengiz Han tarafından istilâ edildi. Batı Karahanlı Devleti (1042-1212):Batı Karahanlıların sınırları batıda Aral gölünden doğuda Çimkent ve Özkent›e kadar uzanmaktaydı. Devletin başkenti önceleri Özkent idi. Daha sonra Semerkant ve Buhara devletin merkezleri olmuştur. İlk hükümdarları Ahmet Arslan Han idi. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah bir Karahanlı prensesi ile evlenerek iki devlet arasında akrabalık kurdu ve böylece Karahanlıları kendisine bağladı (1089). Selçukluların Katavan Savaşı’nda yenilmesiyle beraber Batı Karahanlılar da Karahitay hâkimiyetine girmişti (1141). Harzemşahlar bölgedeki Moğol hâkimiyetine son vermiş, son Karahanlı hükümdarı Osman Han›ı da ortadan kaldırarak, bu devleti yıkmışlardır (1212). d. Gazneliler (969-1187) Gazneliler Devleti adını, Doğu Afganistan’da bulunan başkentleri Gazne’den almaktadır. Ayrıca hükümdarlık hanedanının kurucusundan dolayı Sebük-teginliler veya lâkaplarından dolayı Yemînîler diye de anılırlar. Sâmanoğulları Devleti’nin (819-1005), dağılmaya başladığı sırada, bu devlette komutanlık ve valilik yapan Türkler, bazı bölgeler de hâkimiyet kurmuşlardı . Bunlardan biride Horasan Emiri AlpTegin’dir. Alp-Tegin Doğu Afganistan’daki Gazne şehrini ele geçirerek, Gazneli Devleti’nin ilk temellerini atmıştır (963). Alp-Tegin’in ölümünden sonra yerine geçen oğulları aynı başarıyı gösteremeyince, Türkler Alp-tegin’in komutanlarından Sebük- tegin’i başa geçirdiler (977). Sebük-tegin ‘in başa geçmesiyle, Gazneliler Devleti hükümdarlığın babadan oğula geçtiği bir hanedanın idaresine girmiştir. Nitekim Sebük-tegin’in ölümüyle birlikte tahta oğlu Mahmut geçti. Gazneli Mahmut zamanında, devlet en parlak devrini yaşadı. Türk tarihinde sultan unvanını ilk defa Gazneli Mahmut kullanmıştır. Gazneli Mahmut 10011027 tarihleri arasında Hindistan’a 17 sefer düzenleyerek, Kuzey Hindistan’ı topraklarına kattı. Bölge İslâmlaştı ve böylece Pakistan devletinin temeli atılmış oldu. Gazneli Mahmut’un ölümü üzerine (1030) yerine geçen Sultan Mesut, babası gibi dirayetli değildi. Selçuklu tehlikesinin artmasına rağmen, O Kuzey Hindistan’a sefer düzenlemişti. Nihayet Dandanakan Savaşı’nda Selçuklular karşısında büyük bir yenilgiye uğradı. Topraklarını kaybederek 150 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Hindistan’a çekilmeye mecbur kaldı. Sultan İbrahim zamanında devlet Selçuklu hâkimiyetine girdi (1059). Afgan asıllı Gurlular, 1187 tarihinde Gazneli Devleti’ni ortadan kaldırdılar. e. Büyük Selçuklu Devleti (1040-1157 ) Batı Türklüğünün en kalabalık ve güçlü kesimi olan Oğuzlar, II. Göktürk Devleti ve Uygur Kağanlığı zamanında daha batıya göç etmek zorunda kalmıştı. IX. ve X. yüzyıllarda gerçekleşen ikinci göçte, Guz adıyla anılan bir kısım Oğuz kitleleri Doğu Avrupa’ya kadar ilerlemiş, asıl kitle ise Seyhun nehri civarında kalmıştır. Seyhun bölgesine gelen Oğuzlar, X. yüzyılda kışlık merkezleri Yenikent olan bir siyasî teşkilât oluşturmuşlardır. Başkanlarına Yabgu denildiği için bu devlete de Oğuz Yabgu Devleti adı verilmiştir. Devletin sınırları Seyhun’dan Hazar Denizi’ne kadar uzanmaktaydı. Ancak Oğuz Yabgulularında asıl siyasî ve askerî güç yabgudan çok sübaşı, yani ordu komutanının elindeydi. Selçuklu Devleti’ne adını veren Selçuk Bey ve babası Dukak da sübaşı görevinde olup, Oğuz yabgusu ile aralarında gizli bir mücadele söz konusuydu. Nitekim kaynaklarda adı belirtilmeyen Oğuz yabgusu, bir Türk zümresi üzerine sefer yapmak isteyince sübaşı Dukak bu sefere itiraz etmiş ve bu yüzden aralarında kavga olmuş ve gizli mücadele böylece gün yüzüne çıkmıştır. Bu olay Dukak’ı sübaşılıktan etmişse de, onun ve ailesinin Oğuzlar arasındaki itibarını artırmıştı. Nitekim ölümünden sonra oğlu Selçuk da sübaşılık görevine getirilmiş, devletin askerî gücünü eline geçirmişti. Sübaşı Selçuk ile yabgunun arası da açılmış, hem bu yüzden hem de yer ve otlak darlığı yüzünden, Selçuk ve emrindekiler Maverâünnehir’e göç etmek zorunda kalmışlardır. Selçuk Bey’in, Seyhun nehri kenarındaki Cent şehrine göçü (960) Selçuklu Devleti’nin ortaya çıkmasını sağlayacak önemli bir gelişmedir. Cent’te halkın büyük bir kısmı Müslüman idi. Selçuk ve kendine bağlı olanlar, eski inanışlarıyla benzerlik gösteren bu dine sıcak bakıyorlardı. Kısa bir süre sonra İslâmiyet’i kabul ettiler. Böylece siyasî ve sosyal yönden de yeni bir kimliğe ve güce sahip olmuşlardı. Nitekim Selçuk Bey, Oğuz yabgusunun yıllık vergiyi almak için gönderdiği memuru, kafire haraç verilmeyeceğini söyleyerek Cent’ten kovdu. Müslüman olmayan Oğuzlarla mücadele etmekten kaçınmadı. Böylece İslâm ve Türk dünyasında şöhreti gittikçe yayıldı. Sayılarının gittikçe artması üzerine Selçuk Bey, Sa-manoğulları hükümdarından kendilerine yeni bir yurt gösterilmesini istedi. Buhara yakınlarındaki Nûr kasabası yurtluk olarak gösterildi. Seyhun’u geçen Oğuzlar, Nûr kasabasına yerleşti. Buna karşılık Karahanlılarla çarpışan Samanoğullarına yardım edildi. Ancak Samanoğulları Devleti kısa bir süre sonra yıkıldı (999). Ülke Karahanlı ve Gazneliler tarafından paylaşıldı. Yüz yaşını geçmiş olan Selçuk Bey 1009 tarihin de Cent’te vefat etti. Selçuk Bey’in 4 oğlu vardı: Mikâil, Arslan (İsrail), Yusuf ve Musa. En büyük oğlu Mikail babası hayatta iken bir savaşta ölmüştü (998). Bu sebeple Tuğrul ve Çağrı adındaki iki oğlunu Selçuk Bey Ülkü Ocakları Genel Merkezi 151 www.ulkuocaklari.org.tr Müslümanlığı kabul eden Oğuz kitlelerinin kendisine katılmasıyla Selçuk Bey, gücünü her geçen gün daha da artırmaktaydı. Ülkü Ocakları Eğitim Programı yetiştirmiştir. Yabgu unvanını taşıyan Arslan, babasının ölümü üzerine başa geçti. Diğer kardeşi Musa ise onun yardımcısı durumundaydı. Arslan Yabgu, Maverâünnehir’i ele geçiren Karahanlılarla mücadele etti. Karahanlılara karşı isyan eden Ali Tegin ile ittifak kurdu. Buhara’yı ele geçirdiler. Bu güç birliğine karşı Gazneli Sultan Mahmut ve Karahanlı Yusuf Kadır Han anlaşmaya vardılar. Gazneli Mahmut, görüşmek isteği ile yanına çağırdığı Arslan Yabgu’yu tutukladı ve Hindistan’ın kuzeyindeki Kalincar Kalesi’ne hapsetti (1025). Arslan Yabgu 7 sene kaldığı bu kalede öldü(1032). Tuğrul ve Çağrı Beyler, amcaları Arslan Yabgu’nun tutuklanması üzerine fiilen Oğuzların liderleri durumuna geldiler (1025). Ancak geleneğe uygun olarak diğer amcaları Musa’yı yabgu ilân ettiler. Arslan Yabgu’nun ölümünden sonra Selçuklularda kısa süren bir dağınıklık yaşandı. Arslan Yabgu’ya bağlı Türkmenlerin bir kısmı, Gazneli Mahmut’un izniyle Horasan’ a geçti. Bunlar ileride Selçukluların Irak ve Horasan kolunu oluşturacaklardır. Arslan Yabgu ile ittifak kurmuş olan Buhara hâkimi Ali Tegin, Tuğrul ve Çağrı Beylerin kendine bağlı kalmasını istiyordu. Buna karşı çıkan Tuğrul ve Çağrı Beyler ile Ali Tegin arasında şiddetli muharebeler cereyan etti. Selçuklular Harezm bölgesine çekilmek zorunda kaldı. Gazneli Valisi Harezmşah Altuntaş’ın gösterdiği bölgeye oturdular (1030 ). Ancak daha sonra, artan Gazneli tehlikesine karşı Selçuklular, Ali Tegin ve Harezm valisi ile ittifak kurdular. Harezm’de Cent Hâkimi Şah Melik tarafından 7-8 bin Türkmen›in öldürüldüğü korkunç baskın(1034), ve müttefikleri Harzemşah Harun ve Ali Tegin’in ölümleri (1035) üzerine, Selçuklular Horasan’a geçmek zorunda kaldılar. Tuğrul ve Çağrı Beylerin beraberlerinde Musa Yabgu ve İbrahim Yınal kuvvetleri olduğu hâlde, Gazneli hâkimiyetindeki Horasan›a girişleri, Gazneli sultanı Mesut’u oldukça telâşlandırdı. Çünkü daha önce bu bölgeye gelen Türkmenler, Gaznelileri çok uğraştırmıştı. Bu sebeple Gazneli Mesut büyük bir ordu hazırladı. Ancak Nesa yakınlarında yapılan savaşta Selçuklular bu orduyu ağır bir yenilgiye uğrattı (Haziran 1035). Gazneli Mesut, Selçuklulara bazı bölgeleri bırakmayı kabul etti. Fakat Selçukluların kazandığı zaferi duyan Oğuz kitleleri bölgeye akmaya başlamıştı. Bu durum karşısında Gaznelilerden yeni bölgeler istendi. Bu isteği geri çeviren Gazneli Mesut, Selçukluların üstüne yeniden bir ordu gönderdi. Serahs yakınlarında yapılan savaşta Selçuklular yine büyük bir zafer kazandı (Mayıs 1038). Horasan’ın tamamı Selçuklu hâkimiyetine geçti. Selçuklular bağımsızlıklarını ilân ederek ilk idarî düzenlemeleri yaptılar. Tuğrul Bey ele geçirilen Nişapur’u devlet merkezi ilân etti. ea- Dandanakan Savaşı ve Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu Horasan’ı kaybeden Gazneli Sultanı Mesut, Selçuklulara kesin bir darbe indirmek için ordusunun başına geçti. Sefer esnasında katılanlarla birlikte Gazneli ordunun mevcudu 100 bine ulaşmıştı. Selçuklu kuvvetleri ise ancak 20 bini bulan hafif süvarilerden oluşmaktaydı. Bu dengesizlik sebebiyle Selçuklu ordusu yıpratma savaşı vermeyi uygun bulmuştu. Bu sebeple ordu çöllere doğru çekildi. Nişapur’a giren 152 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Gazneli Mesut, Selçuklu ordusunu takibe koyuldu. Selçuklu birliklerinin vur-kaç taktiği ile iyice yıpranan Gazne ordusuna karşı meydan savaşı yapma zamanının geldiğine karar veren Çağrı Bey nihayet Merv yakınındaki Dandanakan Hisarı önünde Gaznelileri karşıladı. Üç gün süren savaş sonucunda Gazneli ordusu ağır bir yenilgiye uğratıldı (22-24 Mayıs 1040). Gazneli Mesut beraberindeki 100 kadar atlı ile ancak kaçabildi ise de Hindistan’a giderken kendi adamları tarafından öldürüldü. Dandanakan Savaşı, Selçuklular için bir dönüm noktası olmuştur. Aslında Serahs Savaşı’yla fiilen kurulmuş olan devlet, bu savaş neticesinde hukuken bağımsızlığını kazanmış, bölge ülkeleri ve halife Selçuklu devletini tanımıştır. Böylece bölgedeki en büyük güç hâline gelen Selçuklular, Türkleri bir bayrak altında toplamaya başlayacak ve İslâmiyet’in öncülüğünü üstleneceklerdir. Dandanakan Savaşı’nın hemen ertesinde Tuğrul Bey Selçuklu Sultanı ilân edildi. Merv’de yapılan kurultayda devlet teşkilâtı düzenlendi. Selçuklu ülkesi ve ele geçirilmesi plânlanan memleketler Selçuklu hanedanına mensup üç lider arasında taksim edildi. Buna göre merkezi Merv olmak üzere Ceyhun ve Gazne arasındaki bölge Çağrı Bey’e; Herat merkez olmak üzere Bust-Sistan arazisi Musa Yabgu’ya verildi. Tuğrul Bey Sultan unvanı ile başkent Nişapur’da kaldı, Irak kendisine bağlandı. Çeşitli bölgelere gönderilen diğer hanedan üyeleri de Sultan Tuğrul’un emrine verildi. Bunlar daha sonra Büyük Selçuklulara bağlı kalmakla beraber kendi devletlerini kurdular. Hanedan üyeleri kendilerine ayrılan toprakları birer birer zapt ediyordu. Doğuda yapılan seferlerde Çağrı Bey Gaznelileri tamamen Horasan’dan çıkardı, Belh şehrini ele geçirdi. Karahanlıları barış yapmak zorunda bıraktı. Çağrı Bey’in oğlu Yakutî Hint denizi kıyılarındaki Mekran’ı aldı. Diğer oğlu Kara Arslan Kavurd ise Buveyhîler’in hâkimiyetindeki Kirman›ı, Hürmüz Emirliği›ni ve Umman›ı Selçuklu idaresine bağladı. Tuğrul ve Çağrı Beylerin birlikte çıktığı seferde Harezm bölgesi tamamen Selçuklulara geçti. (1043) Tuğrul Bey zamanında Bizans ve Gürcülere karşı da büyük başarılar sağlanmıştı. Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış ve İbrahim Yınal, Bizans-Gürcü kuvvetlerini Pasinler Savaşı ile büyük bir hezimete uğrattılar (1048). Bu savaşta Gürcü Kralı Liparit esir edilmiş; İstanbul’daki yıkık bir caminin onarımı ve Tuğrul Bey adına burada hutbe okunması şartıyla serbest bırakılmıştır. 1054 yılında Tuğrul Bey Azerbaycan’daki mahallî hükümdarları itaat altına aldıktan sonra Anadolu’ya yönelmiş ve Malazgirt’i kuşatmıştır. Ancak kışın yaklaşması üzerine geri dönmüş, Yakutî’yi Anadolu akınlarını devam etmekle görevlendirmiştir. Tuğrul Bey, Abbasi Halifesi Kaim bi-Emrullah’ın isteği üzerine, Şiî Büveyhoğullarının tehdidi altındaki Bağdat’a 1055 ve 1058’de iki kez girmiş ve böylece “doğunun ve batının hükümdarı” unvanını bizzat halifeden alarak, Selçukluların İslâm dünyasının koruyucu liderliğini üstlendiğini kabul ettirmiştir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 153 www.ulkuocaklari.org.tr Tuğrul Bey İran’daki birçok bölgeyi bizzat çıktığı seferle ele geçirdi. Tuğrul Bey’in üvey kardeşi İbrahim Yınal, İran’ın en önemli merkezlerinden Rey şehrini zapt etti ve Tuğrul Bey’i buraya davet etti. Tuğrul Bey, fetih bölgelerine daha yakın olması sebebiyle Nişapur’ u bırakarak, Rey’i devletin yeni başkenti yaptı .(1042) Ülkü Ocakları Eğitim Programı Devletin kuruluşunda önemli rol oynayan Çağrı Bey 1060’ta ve Sultan Tuğrul Bey ise 1063’de öldü. Çağrı Bey cesareti ve kumandanlığı, Tuğrul Bey ise adaleti ve siyasî zekâsıyla, II. Göktürk Devleti’ndeki Bilge ve Kül-Tigin kardeşleri hatırlatan büyük şahsiyetlerdir. Tuğrul Bey’ in çocuğu yoktu. Bu sebeple Selçuklu tahtına Çağrı Bey’in büyük oğlu Süleyman’ı vasiyet etmişti. Ancak Çağrı Bey’in diğer oğlu Alp Arslan bunu kabul etmedi. Henüz çocuk yaştayken babasını temsil eden Alp Arslan, Karahanlı ve Gaznelilere karşı başarılar elde etmiş, onları itaate zorlamıştı. Bu sebeple Selçuklu tahtının hakkı olduğunu düşünüyordu. Aynı zamanda Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış da kendini sultan ilân etmişti. Askerlerin desteklediğini alan Alp Arslan, Kutalmış’ın isyanını bastırdı ve Rey’de tahta çıktı. Nizamülmülk’ü vezirliğe getirdi (1064). Alp Arslan, devlet nizamını sağlar sağlamaz Azerbaycan ve Anadolu üzerine sefere çıktı. Tuğrul ve Çağrı Beyler, henüz devlet kurulmadan bu bölgelere akınlar düzenlemişler, kalabalık Türkmen kitleleri batıya yönelmişlerdi. Bu sebeple Alp Arslan, yeni fetih alanı olarak Anadolu’yu seçmiştir. Alp Arslan Azerbaycan ve Kafkasya’da birçok kaleyi ele geçirdikten sonra Doğu Anadolu’ya girdi. Hıristiyanlığın doğudaki en güçlü kalesi olan Ani’yi şiddetli bir kuşatmadan sonra ele geçirdi. Ardından Kars’a girdi (1064). 1065 yılında, atalarının ilk yerleştiği şehir olan Cend’e gitti ve Kıpçakları hâkimiyeti altına aldı. Kirman Meliki Kavurd’un isyanını da bastıran Alp Arslan, böylece devletin doğu sınırlarının emniyetini sağlayarak, bütün gayretini Anadolu’ya sarf etmeye başladı. Sultan Alp Arslan Azerbaycan üzerinden Malazgirt’e gelerek burayı kısa sürede ele geçirdi. Ardından Ahlat, Meyafarikin (Silvan), Amid (Diyarbakır) ve havalisini fethetti. Sultan, Abbasi halifeliğini tehdit eden Mısır Fatimî Devleti’ne karşı sefere hazırlandığı sırada Bizans İmparatoru Romen Diyojen’in Doğu Anadolu’ya ilerlediğini öğrendi. Şam’a yürümekten vazgeçen sultan, hızla geri döndü ve Malazgirt’te Bizans ordusunu ağır bir yenilgiye uğrattı. Bu savaş sonuçları itibarıyla Dandanakan’dan sonra cereyan eden en önemli meydan savaşıdır. Bu savaştan sonra Türkler için Anadolu’da yeni bir dönem başlar. Sultan Alp Arslan, Malazgirt’ten sonra çıkan karışıklıkları bastırmak amacıyla Maverâünnehir üzerine sefere çıkar. Ancak burada esir alınan bir kale komutanı tarafından hançerlenir ve 25 Kasım 1072’de vefat eder. Alp Arslan, kendinden sonra tahta geçmesi için oğlu Melikşah’ı veliaht olarak hazırlamıştı. Nitekim Alp Arslan’ın ölümü üzerine Melikşah henüz 18 yaşında iken sultanlığa getirildi (1072). Melikşah öncelikle sınırlara tecavüz eden Karahanlı ve Gazneliler’i yenerek, barışa zorladı. Ardından amcası Kavurd’un isyanını bastırdı (1073). Devlet merkezi Rey’den daha güneydeki İsfahan’a taşındı. Bizans’ın Malazgirt’ten sonra anlaşmaya uymamaları üzerine Anadolu akınları hızlandırıldı. Kutalmış’ın oğulları ve bazı Türkmen reisleri Batı Anadolu’ya kadar akınlar düzenlediler. Bu arada Türkmen liderlerinden Atsız Suriye’yi ele 154 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı geçirdi. Kudüs şehri Fatımîlerden alındı. Melikşah, kardeşi Tutuş’a Suriye’nin idaresini verdi (1078). Anadolu fatihlerinden Artuk Bey, Melikşah’ın emriyle Arabistan Yarımadası’ndaki Hicaz, Yemen ve Aden’i Selçuklu topraklarına kattı. Melikşah 1087’de çıktığı sefer sonucunda Karahanlıların doğu kolunu da hâkimiyeti altına aldı. Sultan Melikşah henüz 38 yaşında iken zehirlenerek öldü (1092). Melikşah zamanında Büyük Selçuklu Devleti en geniş sınırlarına ulaşmıştır. Bu sınırlar, batıda Anadolu ve Mısır’dan, doğuda Balkaş ve Isık gölüne; kuzeyde Kafkaslardan güneyde Arabistan Yarımadası›na kadar uzanmaktaydı. eb- Büyük Selçuklu Devleti’nin Dağılışı Melikşah döneminde Selçuklu Devleti en parlak yıllarını yaşamıştır. Ancak Melikşah’ın ölümünden sonra gelişen bazı olaylar devletin gücünü kırar. Büyük Selçukluların dağılışını hızlandıran gelişmeleri şöyle sıralayabiliriz : Haçlı Seferleri: Türklerin Anadolu’yu fethi ve Bizans’ı tehdit etmesi, Kudüs’ün Müslümanların eline geçmesi gibi sebepler, Hristiyan dünyasını ortak hareket etmeye yöneltmişti. Melikşah’ın ölümüyle başlayan taht mücadelelerini fırsat bilen Hristiyanlar, haçlı seferlerini başlattılar (1096). Suriye ve Filistin’in büyük bölümü Haçlıların eline geçti. Bâtınîlik Hareketleri: Mısır›daki Şiî Fatımîler, Selçuklu Devleti›ni zayıflatmak ve kendi propagandalarını yapmak için adamlar yetiştiriyordu. Bu kişiler İslâmiyet›le tamamen ters düşen inanışlar taşıdıklarından Bâtınî adıyla anılmışlardır. Bunlardan biri de Hasan Sabbâh’dır. Cahil kitleler arasında taraftarını artıran bu kişi Hazar’ın güneyinde yer alan Alamut kalesini ele geçirmiş ve burayı üs olarak kullanmıştır (1090). Haşhaş gibi uyuşturucularla kendine bağladığı fedaîler vasıtasıyla, devletin ileri gelenlerine suikastlar tertip etmişlerdir. Nitekim Melikşah’ın ünlü veziri Nizamülmülk de bu fedaîler tarafından öldürülmüştür. İç Mücadeleler: Selçuklu Devleti›nin dağılmasında esas rol oynayan, kendi aralarındaki mücadeleler olmuştur. Taht kavgaları, bağlı beyliklerin bağımsızlığını ilân ederek birbirleriyle mücadele etmeleri ve isyanlar ülkenin düzenini bozmuştur. Melikşah’ın ölümü üzerine Selçuklu tahtına oğlu Berkyaruk geçmişti (1092). Fakat Suriye Selçuklu Meliki Tutuş yeğeninin hükümdarlığını kabul etmeyerek, taht üzerinde hak iddia etti. Tutuş, Berkyaruk ile yaptığı savaşı kaybetti ve öldü (1095). Bu zafere rağmen Bâtınî ve Haçlı hareketleri karşısında başarılı olamayan Berkyaruk, henüz 25 yaşında iken öldü (1104). Berkyaruk’tan sonra Selçuklu tahtına kardeşi Mehmet Tapar geçti (1104-1118). Haçlılar Ülkü Ocakları Genel Merkezi 155 www.ulkuocaklari.org.tr Melikşah bu kötülük yuvasını yıkmak için Türkmen reisi Kızıl Sarıg’ı Alamut’a yollamış, fakat sultanın ölümü üzerine kuşatma kaldırılmıştır. Batınîlik hareketi XIII. yüzyıl ortalarına kadar faaliyetine devam etmiştir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı ve Gürcülere karşı bazı başarılar kazanıldıysa da iç mücadeleler birliğin sağlanmasını engelliyordu. Mehmet Tapar’ın ölümünden sonra tahta oğlu Mahmut geçmişti. Melikşah’ın diğer oğlu Horasan Meliki Sencer kendini sultan ilân etti ve Mahmut›u himayesine aldı (1119). Böylece Sencer büyük sultan olurken, Mahmut Irak Selçuklu Sultanı olarak kalıyordu. Selçuklu başkentini Merv’e taşıyan Sultan Sencer, Büyük Selçuklu Devleti’nin son büyük hükümdarıdır. Onun zamanında devlet tekrar eski gücünü toparlamaya başlamıştır. Bu sebeple Sultan Sencer zamanı için ikinci imparatorluk devri adı verilir. Sultan Sencer henüz Horasan meliki iken Gaznelileri ve Karahanlıları, 1121’de ise Afganistan’daki Gurlu Devleti’ni kendine bağlamıştır. Ayrıca Selçuklu ülkesinin tamamında hâkimiyet kurarak birliği sağlamıştı. Fakat 1141 yılında doğudan gelen Kara-Hıtaylar ‘a karşı yaptığı Katavan Savaşı’nda yenilince itibarını kaybetti. Maverâünnehir Kara-Hıtayların eline geçti . Ülkede tekrar otorite boşluğu doğdu. Nitekim İran asıllı memurların fazla vergi istemesi üzerine, devletin asıl unsuru olan Oğuzlar (Türkmenler ) isyan ettiler, daha fazla toprak istediler. Sultan Sencer soydaşı olduğu Oğuzlara esir düştü (1153). Oğuzlar Horasan bölgesini ellerine geçirdiler. Sultan Sencer serbest bırakıldı. Fakat bir müddet sonra öldü. Sencer’in ölümüyle Büyük Selçuklu Devleti fiilen son bulmuştur (1157).Büyük Selçuklu Devleti, Karahanlılar ve Gazneliler ile başlayan Türk-İslâm devlet geleneğini sağlam temellere oturtan ilk büyük cihan devletidir. Daha sonra kurulan Türk devletlerine her açıdan örnek olmuşlardır. ec- Büyük Selçuklulara Bağlı Devletler Dandanakan Savaşı’ndan sonra yapılan kurultayda ülkenin çeşitli bölgelerine hanedan üyelerinin idareci olarak gönderildiğini belirtmiştik. Gönderildikleri bölgelerde, devlete bağlı kalmak şartıyla kendi idaresini kuran bu kişiler, Melikşah’ın ölümünden sonra (1092) bağımsızlıklarını ilân etmeye başlamışlardır. Bu dönemde ülke dörde bölünmüştür: Irak ve Horasan, Kirman, Suriye ve Anadolu. Irak ve Horasan Selçukluları (1092-1194) Irak ve Horasan Selçuklu Devleti’nin merkezi durumundaydı. Sultan Mehmet Tapar’dan sonra Selçuklu tahtına geçen oğlu Mahmut tahta geçtiği sırada amcası Sencer Horasan meliki idi. Sencer Mahmut’u tahttan indirdi ve himayesine aldı. Mahmud, merkezi Hemedan olan Irak Selçuklu Devleti sultanlığına getirilirken, Sencer büyük sultan sıfatıyla Horasan’daki Merv’de tahta oturdu. (1119) Irak Selçukluları, Azerbaycan’dan Fars bölgesine, Horasan Selçukluları ise Maverâünnehir’den Afganistan’a kadar uzanan bölgeleri içinde barındırmaktaydı. Irak Selçuklularının son sultanı III. Tuğrul devrinde yönetim aslında atabeylerin eline geçmişti. Sultan Tuğrul’un Harezmşah Tekiş’e yenilmesiyle Irak Selçuklularının toprakları Harzemşahlara geçti (1194). 156 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Kirman Selçukluları (1092-1187) Çağrı Bey›in oğlu Kavurd, Selçukluların Kirman kolunun başı idi. İran’ın güneyinde yer alan Kirman’dan başka Fars, Hürmüz ve Umman’ı da zapt etmişti. Birkaç kez isyan eden Kavurd Sultan Melikşah tarafından boğdurulmuştu. Yerine geçen oğulları Selçuklulara bağlı kaldılar. Bir ara Gurlular’ın hâkimiyetine giren Kirman Selçuklularına Oğuz Başbuğu Dînar tarafından son verilmiştir (1187). Suriye Selçukluları (1092-1117) 1077 yılından beri Suriye Selçuklu meliki olan Tutuş, kendini sultan ilân ederek, Berkyaruk’un üzerine yürümüş, fakat yenilmişti (1095). Oğullarından Rıdvan Halep’te, ve Dokak Şam’da hâkimiyetlerini ilân ettiler. Halep hakimi Rıdvan Haçlılarla mücadele etti. Bir ara sınırlarını Güney Anadolu›ya kadar genişletti. 1117›ye gelindiğinde her iki bölgede de hâkimiyet, atabeylerin eline geçmişti. Türkiye Selçukluları (1075-1308) Türkiye Selçukluları kolu, Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış’ın neslindendir. Kutalmış’ın oğlu Süleyman Şah 1075›te İznik›i almış ve oğlu I. Kılıçarslan burada hükümdarlığını ilân etmiştir (1092). Daha sonraları Konya başkent olmuştur. Türkiye Selçukluları İlhanlılar tarafından ortadan kaldırılmıştır (1308). Atabeylikler Ülke idaresini öğrenmek için çeşitli bölgelere gönderilen şehzadeleri eğitmek ve onlara vekillik etmekle görevlendirilen tecrübeli komutanlara atabey denilmektedir. Atabeyler Selçuklu Devleti›nin zayıfladığı zamanlarda bölgedeki gücünü ve nüfuzunu artırarak, idareyi tamamen ellerine geçirmişlerdir. Böylece atabeylik adı verilen sülâleler ortaya çıkmıştır. Büyük Selçuklular zamanında ortaya çıkan atabeylikler şunlardır: Salgurlular (1147-1284) Oğuzların Salgur (Salur) boyundan Atabey Sungur tarafından kurulmuştur. Güney İran’daki Fars bölgesinde kurulduğu için Fars Atabeyliği olarak da bilinir. Merkezi Şiraz idi. İlhanlıların hâkimiyetinden sonra 1284’te sülâle sona ermiştir. İldenizoğulları (1146-1225) İldenizliler veya Azerbaycan Atabeyliği de denir. Kıpçak Türklerinden Şemseddin İl-deniz’in kurduğu Atabeyliğin merkezi Tebriz idi. Zamanla çok güçlenen İldenizliler, Azerbaycan’dan başka bütün Irak’a, Hemedan ve İsfahan’a da hâkim oldular. Celâlettin Harzemşah 1225’de Tebriz’i ele geçirince bu atabeylik sona ermiş oldu. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 157 www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim Programı Beg-Teginoğulları (1146 -1232) Musul Atabeyi Zengî’nin valilerinden Beg-tegin oğlu Zeyneddin Ali Küçük tarafından kurulmuştur. Merkezi Erbil olup, Şehr-i Zor, Hakkari, Sincar ve Harran atabeyliğin sınırları içerisindeydi. Ülkeyi 44 yıl başarıyla yöneten Kök-Böri, Anadolu Selçuklularına bağlıydı. Ölünce, vasiyeti gereği Erbil Abbasi halifeliğine verildi (1225). Böriler (Şam Atabeyliği) (1128-1154) Suriye Selçukluları’nın Şam kolu, Atabey Tuğtekin tarafından yönetiliyordu. Oğlu Tacü’l-mülk Böri babasının ölümü üzerine idareyi ele aldı. Pek güçlü olmayan bu atabeylik, Zengî Atabeyi Nureddin Mahmut tarafından ortadan kaldırıldı (1154). Zengîler (1127-1259) Melikşah’ın Halep Valisi Ak-Sungur’un oğlu İmadeddin Zengi’nin Musul valiliğine getirilmesiyle kuruldu (1127). Haçlılara karşı verdikleri mücadelelerle öne çıkmışlardır. İmadeddin Zengî, Haçlılardan Urfa’yı alınca Avrupalılar II. Haçlı Seferi’ni düzenlemişlerdir (1137). Zengî’nin ölümünden sonra atabeylik Musul ve Halep olmak üzere iki kola ayrıldı (1146). Halep’teki oğlu Nureddin Mahmut haçlı kontluklarına karşı başarılı mücadeleler verdi. Şam’daki Börileri kendine bağladı. Haçlılarla iş birliği yapan Mısır Fâtımî Devleti’ni ortadan kaldırdı (1171). Nureddin Mahmut ölünce atabeylik Eyyûbî ailesine intikal etti (1174). Nihayet 1259›da İlhanlılar atabeyliğin tamamını işgal ettiler. f. Harzemşahlar (1097-1231) Ceyhun ırmağının Aral gölüne döküldüğü yerin güney kesimleri Harezm (Harzem) adıyla anılır. Öteden beri burada hüküm sürenlere Harzemşah (Harezmşah) denilmiştir. Harzemşahlar sülâlesinin atası Anuş-Tegin isminde, Begdili Türk zümresine mensup bir kişidir. Anuş- tegin Selçuklu Sultanı Melikşah’ın saray hizmetinde bulunuyordu. Oğlu Kudbeddin Muhammed, Selçuklulara bağlı kalarak, Harzemşah unvanı ile bu bölgenin valiliğini üstlenmiştir (10971128). Daha sonra başa geçen Atsız ve İl-Arslan devirlerinde hem Irak Selçukluları hem de KaraHıtaylarla mücadele edildi. Nitekim İl-Arslan, Sultan Sencer’in ölümü üzerine bağımsızlığını ilân etti (1157). Harzemşahların en büyük hükümdarı Alaaddin Tekiş’tir (1172 -1200). Tekiş, önce Kara-Hıtaylar’ı, ardından son Selçuklu Hükümdarı II. Tuğrul’u yendi. Harzemşahlar kısa sürede sınırlarını Doğu Anadolu›dan Maverâünnehir’e kadar genişlettiler. Âdeta Selçuklu devletinin vârisi oldular. Karahanlı ve Kara-hıtay devletlerine son verdiler. Ancak bu parlak dönem uzun sürmedi. 1220›de bütün ülke Cengiz Moğolları’nın istilâsına uğradı. Celâleddin Harzemşah devleti yeniden toparlamak için uğraştıysa da başarılı olamadı. Ölümü üzerine Harzemşahlar Devleti tamamen ortadan kalktı (1231). 158 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı g- Eyyûbîler (1171-1348) Haleb Atabeyi Nureddin Mahmut’un komutanlarından Selâhaddin, Haçlılarla işbirliği yapmakla Mısır’daki Fatımî devletine son vermişti (1171). Burada güçlü bir idare kuran Selahaddin, Nurettin Mahmut’un ölümünden sonra bağımsızlığını ilân etti (1174). Kurduğu devlet babasının adından dolayı Eyyûbîler olarak bilinir. Selahattin Eyyûbî, emrinde bulunan Türk askerleriyle beraber Haçlılara karşı çetin mücadeleler verdi. Ünlü Hıttîn savaşı ile Haçlıları Kudüs’ten çıkardı ve İslâm dünyasında bir efsane hâline geldi (1187). Nitekim bir Arap şairi Selahattin Eyyûbî’nin Halep’i de alması üzerine “Arap milleti, Türklerin devletiyle yüceldi. Ehl-i Salib (Haçlılar) davası Eyyûb’un oğlu tarafından perişan edildi» demiştir. Eyyûbî Devleti’nin sınırları kısa sürede Mısır, Suriye, Güneydoğu Anadolu ve Arabistan’ın güneyine kadar genişledi. Ancak Selahattin Eyyûbî’nin ölümü üzerine devlet hanedan üyeleri tarafından paylaşıldı (1193). Mısır’daki asıl kol, ordu komutanlarından Aybeg tarafından yıkıldı ve yerine Memlûkler devleti kuruldu (1250). Hama kolu ise 1348’e kadar varlığını devam ettirmiştir. h. Memlûklar (1250-1517) Memlûk kelime manasıyla beyaz köle demektir. Ancak bu söz zamanla bir terimi ifade eder olmuştur. Savaş esiri veya satın alınanların oluşturduğu hükümdarın muhafız birliklerine bu isim verilmiştir. İlk defa Abbasi halifeleri Türk asıllı Memlûkleri kullanmış, zamanla bunlar güçlenerek kendi devletlerini kurmuşlardır. Mısır’da kurulan Tolunoğulları ve Ihşidîler böyle ortaya çıkmışlardır. İşte Mısır›da kurulan Memlûk Devleti›nin kurucusu İzzettin Aybeg de, Memlûk adı verilen askerî komutanlardan biriydi. Eyyûbîlerin son hükümdarı ölünce tahta, karısı Şecerüddür geçmişti. Ancak bu durum hoş karşılanmadığından komutanlardan İzzettin Aybeg ile evlendi. Ordu, İzzettin Aybeg’i sultan ilân etti. Böylece Eyyûbî hanedanına son verilmiş oluyordu (1250). Moğolların Abbasi halifesini öldürmesi üzerine, aynı aileden birini halife ilân ederek, halifeliği Mısır’a taşımıştır. Döneminin en güçlü devleti hâline gelen Memlûklar arasında zamanla iç çekişmeler başlamış ve bu durumdan faydalanan Çerkes kölemenleri devleti ele geçirmiştir (1382). Nitekim Yavuz Sultan Selim, Mısır›ı alarak bu devletin varlığına son vermiştir (1517). Ülkü Ocakları Genel Merkezi 159 www.ulkuocaklari.org.tr Memlûkler, Haçlıları ve o zamana kadar yenilemeyen Moğolları durdurarak İslâm dünyasının koruyuculuğunu üstlenmişlerdir. Aybeg’den sonra tahta çıkan Kotuz, Moğol-Ermeni ve Haçlı müttefik ordusunu Ayn-Câllûd Savaşı’nda bozguna uğratmıştır(1260). Bir Kıpçak Türk’ü olan Baybars, Suriye’yi Haçlılardan kurtarmış, Moğollara karşı başarılar kazanmıştır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı İLK MÜSLÜMAN TÜRK DEVLETLERİNDE KÜLTÜR VE SANAT Prof. Dr. Oktay Aslanapa İslâm dünyasında Türklerin (Etrâk) ortaya çıkması Fergana, Taşkent ve Maveraünnehir›den az sayıda gelen Türklerin, VIII. yüzyılın ikinci yarısında Abbasî halifelerinin hassa askerleri ve inzibat birlikleri arasında yer almaları ile başlamış XI. yy.›da bunların sayıları süratle artarak, Mu›tasım zamanında Hassa ordusunun tamamı Türklerden meydana gelmiştir. 838›de Bağdat›ın kuzeyinde, Dicle kıyısında Mu›tasım tarafından kurulan yeni merkez Samarra›ya Türk muhafız ordusunun ve Türklerin ve evlerin alçı süslemelerinde eğri (yatık) kesim tekniği ile yaş sıvalar üzerine tahta kalıplarla yapılan süslemeler, Türk sanatının İslâm sanatına getirdiği ilk yeniliklerdendir. Tolunlular ve Ahşitlerle, 95’da IX. yüzyılın ikinci yarısından X. yüzyılın ikinci yarısına kadar kurulan iki Türk devleti ile İslâm sanatında sağlam gelişmeler olmuştur. Fakat Türklerin kendi istekleri ile İslâmlığı kabul edip, bu yeni din içinde, tamamıyla orijinal, büyük bir sanat geliştirmeleri hareketi Asya’da kurulan Müslüman Türk devletleri ile başlamış, bunların birincisi olan Karahanlılar zamanında, sağlam temeller atılmıştır. Tolunlular Devleti Kültür ve Sanatı (875-905) Abbasî halifeleri zamanında, Mısır’da ilk bağımsız Türk İslâm Devleti Oğuz Türklerinden Tolunoğlu Ahmed tarafından kurulmuştur. Halifelik merkezi Samarra’da bulunan Buhara’dan gelen babası Tolun, Halife Mutasım zamanında (833-842) cesareti ve bilgisi ile tanınmış bir şahsiyetti. Aynı derecede cesur ve kültürlü olan oğlu Ahmed iyi tahsil ve terbiye görmüş, kültürlü bir şahsiyet olarak, öteden beri Türk kumandanların emrine verilen Mısır ülkesine 868 yılında vali olarak gönderilince, Mısır tarihinde parlak bir devir açılmış oldu. Daha ilk yıllarda Bağdat’a vergi ödemeyi durdurmuş, Mısır maliyesinde ıslahat yaparak halka refah sağlamıştır. Mısır tarihi boyunca en parlak ve refahlı devrini onun zamanında yaşamıştır. Kısa zamanda bütün Mısır’ı kalkındırdı. Fustat yeniden canlandı, 160 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı bunun yanında kışla ve saraylar mahallesi olarak el-Katayî gelişti. Burada, kendisine muhteşem bir saray, polo sahası ve bir Darü’l-İmâre yaptırdı. Sarayın dokuz kapısından biri olan Babü’l-Salat, üç geniş cadde ile, 600 m. ilerideki İbn Tolun Camii’ne bağlanıyor, kendisi ortadan, maiyeti iki yan caddeden atlarla camiye gidiyordu. Ayrıca bir hastane ve bugün hâlâ duran bir su kemeri yaptırmıştır. Tolunoğlu Ahmed’in on beş yıl içinde yaptırdığı eserler ve gerçekleştirdiği gelişmeler hayret vericidir. Mimari tarihinde yer alan İbn Tolun Camii, muhteşem bir saray, bir şifahane, su kemeri gibi eserler meydana geldi. Deltanın yukarı Mısır’ın diğer şehirlerinde de imar faaliyetleri gelişti. Üç yılda tamamlanan (876-879) İbn Tolun Camii›ni (122x140 m.), Samarra Mutevekkiliye Camii›nin basit bir benzeri olarak görmek doğru olmaz. Samarra›da ve Tolunoğlu›nun asıl memleketi Buhara›daki gibi tuğladan yapılan camide, kemerlerin dış ve iç yüzü, duvarların üst kenarı, çok sert beyaz bir ştukla, 60 kadar değişik örnek halinde süslemelerle kaplanmıştır. Samarra üslubuna benzer süslemeler de görülür. Ağaç kirişler üzerinde iki kilometreyi bulan, dünyanın en uzun kûfî kitâbesi bulunmaktadır. Asıl cami duvarlarının dışında 40.50 m. yüksekliğinde minare, Creswell›in araştırmalarına göre, yerden başlayan tuğladan spiral biçiminde, Samarra›daki Malviye›nin benzeri olarak yapılmıştı. Herhalde, 1296›da Memlûk Sultanı Lâcin›in tamirinde, alt yarısı kalker taşından kare bir kule ile çevrilmiştir. bir İbn Tolun Camii büyüklüğü, mimari asaleti, plânının sadeliği ile 37 yıl süren büyük devrin hatırası olarak yaşamakta ve şehir tablosunu kuvvetle canlandırmaktadır. Schneider’in araştırmalarına göre Mısır’da Tolunlu atölyelerinde Samarra ve Bağdat örneklerine göre polikrom perdahlı keramik yapılıyordu. Daha sonra gelen Akşidler Devri’nde sadece monokrom perdahlı keramik yapılmış Samarra’nın polikrom perdahlı keramikleri bir daha yapılamamıştır. Keramik merkezleri, yukarı Mısır’da Behnasa ve Aşmuneyn olarak görülmektedir. Mimari yanında, keramik gibi diğer sanatlarda da parlak bir gelişme olduğuna şüphe yoktur. Musiki sever, edip ve Türkçe şiirleri olan Ahmed’in 884’te ani ölümüne kadar bir altın devir yaşamış yerine geçen oğlu Humaraveyh zamanında bu gelişme devam etmiştir. Yeni hükümdar sanata ihtirasla bağlı, aynı zamanda lükse de çok düşkündü. Onun güzel kızı Katr’ün-Nedâ’nin halife ile evlenmesi tarihlerde destan haline gelmiştir. Fakat kendisinden sonra gelen oğul ve kardeşleri bağımsızlıklarını koruyamadılar. Ve Mısır, Halife El-Muktefi tarafından ele geçirilerek (905) vâliler idaresine verildi. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 161 www.ulkuocaklari.org.tr İslâm’da yapım tarihi bakımından beşinci hastaneyi kuran Türk general, vezir ve halife Mütevekkil’in yakın dostu Feth İbn Hakan’ın (ö. 861) damadı olan Tolunoğlu Ahmed 872 veya 874’te altıncı hastaneyi kurdu. Büyük mimarî âbide olan cami yanında yer alan bu hastanede kadın ve erkek hastalar için ayrı ayrı hamam, ücretsiz tedavi, ilaç, yatak, yemek ayrıca deliler koğuşu, acil servis, ilk yardım ve elbise teslim yeri gibi tesisler vardı. Hastalara özel kıyafetler verilirdi. Fakat hastanede çalışan hekimler hakkında çok az bilgi vardır. Tolunoğlu Ahmed hastaneden önce bir de dispanser yaptırmıştı. Burada her Cuma günü bir hekim hazır bulunuyordu. Burada amaç, tıbbi yardımı acil servis veya ilk yardım merkezine benzer bir biçimde yaygınlaştırmaktı. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Akşid (veya Ihşid) Oğulları Kültür ve Sanatı Abbasî halifeleri zamanında, Mısır’daki bu ikinci Türk İslâm devleti, Mısır Valisi Muhammed Ebu Bekir tarafından kurulmuştur. Babası Tuğaç, Tolunoğullarının hizmetinde idi. Mısır valisi iken (935) bağımsızlığını ilan ederek, önce orta Suriye’yi ve 942’de Mekke ve Medine’yi ülkesine kattı. Kuzey Suriye’de Hamdanîler ile mücadelesi yüzünden Buveyhilerin Bağdat’ı almasını önleyemedi. Ölümünden sonra (946) yerine geçen oğlu ile kardeşi fiili idareyi saray adamlarından Kâfûr›a kaptırmışlardı. Onun ölümü üzerine Mısır çıkan iç karışıklığı fırsat bilen Fâtımîler tarafından 969 yılında işgal edilmiştir. Tolunların parlak kültür ve sanat faaliyeti sonrasında Akşitler zamanında belirli bir gelişme olmamıştır. Onların yedi renkli şaheser perdahlı keramikleri da ancak tek renkli olarak devam ettirilmiştir. Irak’ın Şii Buveyhîler elinde kalması yüzünden Türklerin eskisi gibi Mısır’a akması engellenmiş bu yüzden ilk iki Türk İslâm devleti siyasi yönden fazla gelişememiştir. Bununla beraber Tolunluların parlak devrinde gelişen imar faaliyeti ve refah, Mısır’a damgasını vurmuştur. Tolunlu Ahmed Türk mimari şahaserleri arasında yerini alan İbn Tolun Camii’nden başka çeşme, hamam, su bendi ve İslâm dünyasında ilk defa fakirler ve yoksulların parasız tedavi edildiği bir devlet hastanesi yaptırdı (873). Humareveyh’in sarayının salonları hükümdar ailesi ferdlerinin heykelleri ile süslü duvarları da altın yaldızlarla bezenmişti. Son derece sanatkârane tarhlanmış bahçesi çok meşhurdu. Bahçe kültürü ve çiçekçilik de, ilk defa bu devirde görülmektedir. İlk hayvanat bahçesini de Humareveyh kurmuştu. Karahanlılar Karahanlılar, Asya’da kurulmuş ilk İslâm Türk devletidir. Bunlara İslâmlıktan önce, Türkistan Uygur Hanları, İlig Hanlar, Al-i Efrasyab gibi adlar verilirdi. Bu devleti kuran Karluk Türkleri olup, Çiğil ve Yağma Türkleri de bunlarla beraberdi. Karlukların yagbusu, bağlı olduğu Ötüken Uygur Hakanlığı 840’ta Kırgızlar tarafından dağıtılınca, kendisini Türk hakanı sayarak, Kara Han ünvanını aldı. Kaşgar-Yedi-Su arası asıl ülkeleri idi. IX. yüzyıl ortalarından, XIII. yüzyıl başlarına kadar (842-1212) hüküm sürmüşlerdi. Satuk Buğra Han, 920’ye doğru İslâmlığı resmi din olarak kabul etti ve Abdülkerim adını aldı. Bundan sonra Türkler gittikçe artan kütleler halinde İslâm olmuşlar, Satuk Buğra Han, Doğu Karahanlı Hükümdarı Büyük Hakan Arslan Han’la yaptığı Balasagun Savaşı’nda 959’da ölmüş, Kâşgar kuzeyinde Artuç’ta gömülmüştür. Onun yerine Batı Karahanlıların başına geçen oğlu Baştaş Musa, Büyükkağan Arslan Han’ı mağlup ederek, 960 yıllarında, bütün Karahanlıların Müslüman olmasını sağlamıştır. Karahanlılar 999’da Buhara’yı alarak Samanoğulları Devleti’ne son vermişlerdir. 1069’da Buğra Han adına, Yusuf Has Hacip tarafından manzum olarak yazılan Kudatgu Bilig ile, aynı zamanda Türk kültür tarihi bakımından çok önemli olan 1074’te Kâşgarlı Mahmud’un yazdığı, Divanü Lugati’t Türk gibi Türk dili ve edebiyatının seçme eserleri onlar zamanından kalmadır. Kâşgarlı Mahmud’un eseri Karahanlılara ait olmakla beraber, büyük Selçuklular zamanında, Bağdat’ta yazılmıştır. 162 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Seyhun’un doğu kıyısında, Türk şehri Karaçuk’ta (sonradan Farab) doğmuş olan Muhammed Fârâbî adlı Türk filozofu (ö. 950), ilk defa İslâm felsefesini eski Grek düşüncesini temeli üzerinde geliştirmiş, Aristo’nun eserlerini şerh edip açıklamıştır. İlim ve felsefe konularında 160 kadar eseri vardır. Bu devrin en ileri gelen matematik, coğrafya gibi çeşitli ilim dallarında 110’dan fazla eserin sahibidir. X. yüzyılda ilk yapılar kerpiçten, yavaş yavaş tuğla mimarisine geçişi göstermektedir. Buhara’nın 40 km. yakınında, Hazar şehrinde, XI. yüzyıldan kalan küçük Dagaron Camii’nde, kerpiç ve tuğla karışık olarak kullanılmıştır. Cami, plânı ve mimarisi bakımından inanılmaz bir gelişme göstermektedir. 30 cm. çapında, alçak yuvarlak payeler üzerine, dört sivri kemerle oturan, 6.50 m çapındaki kubbe, yanlardan tonozlarla çevrilmiş olup, köşelerde ortalama 3.60 m. çapında birer küçük kubbe ile küçük ölçüde bir merkezi plân şemasını ortaya koymaktadır. Duvarlar kerpiçten, payeler ve orta kubbeyi taşıyan kemerler tuğladandır. Kemerlerin eski şekli değişmiştir. Caminin içi, tuğla örgülerin sadeliği, kemerlerin hafifliği, plân ve mimarinin olgun ahengi ile kuvvetli bir tesir bırakır. XVI. yüzyıl Osmanlı mimarisinde büyük ölçüde ortaya çıkan dört yarım kubbeli, merkezi plânlı camiler bakımından bu erken Karahanlı yapısı, çok ilgi çekici olmaktadır. XI. ve XII. yüzyıllar Karahanlı tuğla mimarisinin parlak bir gelişme devri olmuştur. Eski Merv’in 30 km. yakınında, XI. yüzyıl sonu veya XII. yüzyıl başından kalan Talhatan Baba Camii, artık tamamen tuğladan yapılmış olup mimarisi ve plânı bakımından yine çok şaşırtıcı bir görünüştedir. 18x10 m. boyutlu diktörtgen biçimindeki cami, yanlara doğru küçük çarparz tonozlarla genişletilmiş tek kubbeli bir plân gösteriyor. Cepheler nişlerle teşkilandırılmıştır. Bunlar da, tuğlaların çeşitli şekilde dizilmesinden meydana gelen zengin mimari süslemeler daha sonraki Karahanlı eserlerine öncü olmuştur. Buhara’da Muğak Attari Camii, XII. yüzyılda yapılmış eski bir Karahanlı camisinin yerindedir. İçinde ilk camiden kalma, dört sütunun izleri belli olmakla beraber, orijinal plânı anlaşılamıyor. Belki bu da, bir merkezi yapı olarak ele alınmıştı. Şekli bozulmuş olmakla beraber, Karahanlı yapısından kalan hafif sivri kemerli, abidevî güney portali, nebatî ve geometrik motiflerle, yazının ahengi bir büyük meydana getirdiği gelişmiş mimari süslemeler için karakteristiktir. Küçük, parlak tuğlalar ve işlenmiş terrakota ile ştuk oymalardan bir zemin üzerinde beliren örneklerin ince kompozisyonu, büyük bir tekniğin ustalıkla canlandırılmışıdır. Burada portal nişin iki tarafında, bordürü meydana getiren geometrik süslemelerden en alttaki pano, birbirini kesen sekizgenlerden ortaya çıkan düğüm motifleri, Karahanlı mimari süslemelerinde çok önemli bir rol oynamış olup, daha sonra Gazneliler ve Büyük Ülkü Ocakları Genel Merkezi 163 www.ulkuocaklari.org.tr Ortada geniş, yanlarda daha dar üz kemerle dışarı açılan camide, tuğladan sivri kemerli mihrap nişinde, cephede görülen tuğla süslemeler tekrarlanmıştır. XVI. yüzyılda Osmanlı devrinde Mimar Sinan’ın tek kubbeli camileri, aynı prensiple yanlara doğru genişleterek mekân mimarisi araştırmalarına başlaması bakımından Tahatan Baba Camii plânı dikkate değerdir. Karahanlı camilerinden çoğu sonradan yapılan tamir, ilave ve değişikliklerle zamanımıza gelebilmiştir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Selçuklulardan Anadolu Selçuklularına ve hatta Osmanlılara kadar çeşitli sanatlarda, daima yeni bir görüşle değerlendirilmiştir. Portal nişinin genel kompozisyonu da, sonradan Anadolu Selçuklularında ve Timurlu mimarisinde devam etmiştir. Muğak Attari Camii’nin bugünkü, 6 sütun üzerine üç nefli plânı, XII. yüzyılın ikinci yarısına, Karahanlı mimarisinin en gelişmiş olduğu bir devre maledilmekte, böylece Anadolu’daki üç nefli camilerin öncüsü olarak ayrı bir önem kazanmaktadır. Buhara’daki eserlerden çoğu, Muhammed bin Süleyman Arslan Han (1087-1130) tarafından yapılmıştır. Bunlardan biri olan Mescidi Cuma XII. yüzyıl başlarında yapılmış ise de bugünkü Kalan Camii 1514’te Şeybanilerden Özbek Han zamanından kalmadır. Eski caminin yalnız aslında daha yüksek olan 47 m. boyundaki minaresi ayaktadır. Gövdesindeki (çini) kitâbede, Arslan Han’ın adı ve 1127 tarihi okunmaktadır. Aşağıdan yukarı incelen kalın bir silindir biçimindeki minare, on üç kuşak halinde geometrik kabartmalarla süslüdür. Kalan minaresi, şehre tamamıyla hakim olup, Buhara’nın sembolü haline gelmiştir. Sivri kemerlerle çevrili ve mukarnas konsollu şerefesinin orijinal olduğu ileri sürülmektedir. Bunun öncüsü, XI. yüzyılda, Özkent’te yapılmış diğer bir Karahanlı minaresidir. Kaide çapı, 9.40, yüksekliği 17 m. olan minarenin kalın tuğla gövdesi, geniş ve dar kuşaklar halinde geometrik süslemelerle çevrilidir. Kalan minaresinin üslubu ve süslemeleri daha yavandır. Özkent’ten gelen Karahanlı bir usta tarafından aslına benzetilerek yapıldığı düşünülebilir. Dehistan’da 1102 tarihli Meşhedi Misriyan minaresi aynı şekilde fakat süslemeleri farklı olup, gövdenin sadece bazı kısımlarını kaplar üst taraflarda sıklaşır. 1196-1197 tarihli Vabkent minaresi de kalan minarenin sadeleştirilmiş zarif bir benzeridir. Kalan minaresinin hemen hemen bir kopyası olarak yapılan Buhara kuzeyinde, 1198 tarihli Vabkend Minaresi, artık bir yenilik getirmekten uzaktır. Arslan Han, 1199-20’de Buhara dışında, yine Karahanlılardan kalan eski bir av parkını (Firdevs) büyük bir musalla haline getirmiştir. Bunun yalnız bir mihrap duvarı vardı ve ağaçlar altında namaz kılınırdı. Bugün XVI. yüzyıldan kalan Namazgâh Camii’nin kıble duvarı (batı duvarı) eski mihrap duvarıdır. Mihrap, sarı kırmızımtrak, küçük parlak tuğlalardan geometrik kûfî yazılarla süslüdür. Alınlıkta, Allah, Muhammed ve ilk dört halifenin adları, geniş bordürlerde “el mülk Allah” ibaresi tekrarlanmıştır. Tirmiz yakınında, Car Kurgen’da diğer büyük bir Karahanlı caminin de yalnız, 1108-1109 tarihli tuğla minaresi kalmıştır. Sekizgen kaide üzerinde, 16 yuvarlak yivli bir gövde halinde yükselen minarede üst kenarı geniş bir ayet kitâbesi kuşak halinde çevirir. Kaidesinin her yüzünde de kitabeler vardır. Kapının etrafında sekizgenlerin kesişmesinden meydana gelen dörtlü düğüm motifleri, burada da ortaya çıkmaktadır. Tuğlaların yatık ve dikey zikzaklı dizilmesiyle monotonluk giderilmiştir. Şerefe ile birlikte üst kısmı zelzeleden yıkılmadan önce minare çok daha yüksekti. Mimarın adı, Ali bin Muhammed el Serahsî olarak verilmekte, ustanın Serahs’tan geldiği anlaşılmaktadır. Silindirik gövdenin tamamen yivlenmesi, Türk mimarisinde bundan sonra bir taraftan kümbetler, diğer taraftan minarelerle yüzyıllar boyu devam ederek çeşitli varyantlar halinde geliştirilmiştir. Yuvarlak yivlerle çevrilen silindirik gövdelerin en yakın örnekleri, XIII. yüzyıl başından Radyan Kümbeti ile Antalya’da Yivli minare ve Erzurum, Çifte Minareli Medrese’nin minareleridir. Hemen hemen Car Kurgan minaresiyle aynı yıllarda yapılmış olan Gazne’de Sultan Mesud III. minaresi, Delhi’de Kutbeddin Aybey’in 164 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı yaptırdığı 1206 tarihli kutup Menar ile, Anadolu Selçukluların ve hatta Osmanlıların bazı minarelerinde aynı prensibin bazı değişikliklerle ve incelmiş proporsiyonlarla devam ettiği görülür. Doğu Türkistan’da Balasagun’da, Burana minaresi, Karahanlıların XI. yüzyılda diğer bir camiine işaret etmektedir. Nerşahî’nin Buhara tarihine göre: “Samanoğullarının minarelerinin çoğu, tahtadan olduğundan kolayca yanıyordu. Karahanlılar ise tuğladan abidevî minareler yaptılar. Bu sebeple, Türkistan’da kalan eski minareler hep Karahanlı devrindendir. Türkistan’da kalan en eski minareler gibi, camilerde de ilk defa kerpiç malzeme ve alçı süslemeyi kullanan Karahanlılar olmuştur. Daha sonraki ise, abidevî tuğla yapılarla ve minarelerle sağlam bir gelişme kendini gösterir. Medreseler N. B. Nemzova 1969, 1972 kazılarında Semerkant Şah Zinde yolunda çok önemli bir medresenin kalıntılarını buldu. 1066’da Tamgaç Buğra Han tarafından tuğladan yaptırılmış olan medrese, oyma ştuk süslemelerle kaplanmıştı. Burada henüz küçük eyvanlarla 45x55 m.’lik bir avlu ilek iki köşe kubbesinden ibaret bir plan ortaya çıkmıştır. Böylece eyvanlı medreselerin ilk örneğinin Karahanlı mimarisinde gerçekleştirildiği anlaşılmış, dört koldan tonozlarla çevrili küçük kubbeli giriş de ayrı bir yenilik olmuştur. Türbeler Bugünkü Kazakistan’da Talas’ta (Türkistan-Sibirya demiryolunun Cambul istasyonu yakınında), XII. yüzyıl başlarından kalmış. Ayşe Bibi ve Balaci Hatun Türbeleri, Karahanlı türbe mimarisinin süratle geliştiğini gösterir. Kubbesi yıkılmış olan 7x7 m. ölçüsündeki Ayşe Bibi Türbesi, süslü kalın köşe sütunları üzerine, dar ve derin portal nişi ve iki köşesinde altı, üstü geniş, ortası dar, garip minareleri ile dikkati çekmektedir. Bütün cephe ve minareler, 64 ayrı örnek halinde derin rölyeflerle, işlenmiş, yıldız, haç ve kare biçiminde, parlak renkli tuğlalarla kaplanmıştır. Bu kadar zengin gösterişli türbe, bir sultan kızı bir hakan hanımı olan Ayşe Bibi için yapılmış olmalıdır. Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan’ın kızı Ayşe, Karahanlılardan Şems ül Mülûk (Nasr bin İbrahim, 1968-1082) ile evlenmiştir. Bu hakan, ülkesinde birçok mimari eserler meydana getirmekle tanınmıştır. Hanımı Ayşe Bibi için ona layık böyle bir türbe yaptırmış olması pek tabiidir. Aynı ölçüde (7x7 m.) yapılmış olmakla beraber daha sade görünüşlü Balaci Hatun Türbesi, içten tromplar üzerine sekiz dilimli bir kubbe, dıştan 16 kıvrımlı piramit şeklinde bir külahla örtülüdür. Portalin iki tarafında dar ve uzun birer nişle teşkilandırılmış olan cephede, yalnız Ülkü Ocakları Genel Merkezi 165 www.ulkuocaklari.org.tr Zerefşan vadisi yakınında Tim’de 978 tarihli Arap Ata Türbesi Karahanlılardan kalan en eski mimari eserdir. Dört duvar üzerine (6x6 m.) tek kubbeden ibaret yapıda cephenin belirtilmesi fikri kuvvetle ortaya çıkmaktadır. Buhara’da, X. yüzyılın ilk yarısından kalma Samanoğulları türbesinden farklı olarak burada yonca biçiminde yükseltilmiş tromplar ve abidevî kubbeyi arkasında gizleyen portal, küçük yapıya olduğundan çok daha büyük ve yüksek bir görünüş sağlamaktadır. Büyük sivri kemerli portalin üst tarafında, yanyana sıralanan üç nişle portal cephesinin tuğladan zengin geometrik süslemeleri, büyük kısmı silinmiş olan kitabe kuşağı ve olgun mimarisi ile Arap Ata Türbesi, Karahanlıların daha sonraki türbelerinde göreceğimiz parlak gelişmenin öncüsü olmuştur. Ülkü Ocakları Eğitim Programı üst kenarda, tuğla hamurundan dağınık bir nesih kitabeden başka süsleme yoktur. Balaci Hatun’un Ayşe Bibi’nin bir yakını olması düşünülebilir. Karahanlıların türbe mimarisi en canlı olarak bugün Kırgızistan’da, Fergana vadisinin doğusuna düşen Özkent’de görülmektedir. Burada yanyana sıralanan üç türbeden ibaret topluluğun en eski ve en büyük yapısı, ortadaki türbeden sadece bir tromp ile portalin bir kısmı ayaktadır. Bu türbe Karahanlıların büyük hükümdarlarından Nasr bin Ali’nin 1012 tarihli türbesi olup kendisi Arslan İlig Han lakabını almıştı. Aslında genişliği 8.50 m. kare dört duvar üzerine tromplu kubbe olan yapıyı 1924-25’te Von Viller ön duvarı onarılmış haliyle görmüştü. Bugün kalan tek trompun altında yuvarlak dilimlerle çevrilmiş beş yuvarlak kemerli bölüm, ştuk üzerine Samarra’nın eğri kesim üslûbunu hatırlatan şematik lotus ve palmetlerle süslenmiştir. Portalin sağlam kalan geniş bordüründe, tuğladan birbirini kesen yarım sekizgenlerin meydana getirdiği dörtlü düğüm ve yıldız şekilleri sonraları Türk sanatında çeşitli değişikliklerle klasik bir süsleme motifi haline gelen geometrik kompozisyonun ilki olarak çok önemli bir yer alır. Bu süsleme motifinin gelişmesini, gerek mimaride gerek diğer sanatlarda Türk sanatının bütün devirleri boyunca takip etmek mümkündür. Yine Karahanlılarda bunun sekizgenlerin birbirini kesmesinden meydana gelen değişik bir şekli Muğak Attari Camii portalinin alt bordürlerindeki tuğla süslemelerde ve Özkent minaresinin ortasındaki dar kuşakta görülür. Nasr bin Ali türbesinde geometrik süslemeler yanında tromplarda stilize bitki motifleri de ilk defa ortaya çıkmaktadır. Kuzeyde bulunan en sağlam durumdaki ikinci türbe, portal nişinin kemer alınlığındaki kitabeye göre, Karahanlılardan Celaleddin Hüseyin tarafından 1152’de yaptırılmıştır. Türkçe adı “Alp Kılıç Tonga Bilge Türk Toğrul Hakan” onun Türklüğünü bilhassa belirtmektedir. Ölüm yılı 1156’dır. Dört duvar üzerine tromplu kubbe olan bu Karahanlı türbesi, cephesi ve dış görünüşü bakımından, Türk mimarisinin çığır açan en önemli eserlerinden biridir. Sivri kemerli portal nişi, geniş geometrik bordürlerle çevrilmiş, iki tarafta köşeler birer yuvarlak paye ile yumuşatılmıştır. Portal niş kemerini kaplayan nesih kitabede, ilk defa olarak rumîler görülmektedir. Portal alınlığında damarlı rumîler, lotus ve palmetlerden ibaret ince detaylı süslemeler, üç sivri kemerli sathî nişe bölünmüş olan yüzeyi tamamen doldurmaktadır. Bunlardan çoğu son yıllarda dökülmüştür. Portal niş kemerinin iç yüzünde terrakotadan iri sekizgen yıldızlar, ayrıca dört kolla birbirine bağlanarak aradaki boşluklar kıvrık dallar, palmet ve rumîlerle doldurulmuştur. Burada sadelik içinde ne kadar zengin bir süsleme sanatının geliştirildiği göze çarpmaktadır. Şahane kitabeyi taşıyan sivri portal niş kemerinin tam ucunda firuze bir çini dolgu iki taraftaki daire madalyon boşlukların da evvelce çini süslemeli olduğuna işaret ediyor. Güneyde bulunan üçüncü türbe, kitabesine göre 1187’de on ayda tamamlanmıştır. Burada da portal niş kemerinde bulunan tarih kitabesinde isim yazılı olan orta kısım kaybolmuştur. Celâleddin Hüseyin 166 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı türbesinden 35 yıl sonra yapılan türbede dikey hatlar hakim olmakla beraber, yapının ana hatları onun devamı görünüşündedir. Bu cephe şekli klasik olmuş, bir taraftan Anadolu’da Selçuklu mimarisinde diğer taraftan Semerkant Şah Zinde Türbelerinin ilk yapıları ile Timurlu mimarisinde rol oynamıştır. Türbede mimari detaylar süslemeler şeklinde düzenlenmiş olup dıştan içe birbirini takip ediyor. Tuğladan yuvarlak köşe payelerinin zengin baklava örgüsü, derin portal nişinde sütünlar üzerine oturan kitabeli kemer, ince kıvrık dallar, plastik rumî ve palmetlerle zenginleştirilmiş nesih bordür kitabeleri yanında örgülü küfi kitabe bordürleri ve diğer geometrik süslemeler kısa zamanda büyük bir zenginleşmeyi gösteriyor. Üç sivri kemerli nişle teşkilandırılmış olan yan cephe, Balaci Hatun Türbesi’nin asıl cephe nizamını tekrarlamaktadır. Süslemelerin bu zenginliğine rağmen diğer iki türbe yanında abidevî kuvveti zayıflamış olan bu türbe, tarihine göre Celâleddin Hüseyin’in torunu Muhammed bin Nasr’a ait olmalıdır. Türkçe adı Toğrol Hakan olup, kendisi Fergana’da hüküm sürüyordu. Merkezi Özkent’ti. 1182’de basılmış sikkelerine bakılırsa, bundan birkaç yıl sonra türbesini yaptırmış olmalıdır. Fergana’nın kuzeyinde, eski merkez Kassan’a yakın Sefid Bulan’da Şeyh Fazl Türbesi de Karahanlı mimarisinin önemli yapılarından biridir. Tamamıyla tuğladan, 14 m. boyunda ve üç kat halinde yükselen yapı, dıştan türbe ile kümbet arasındaki bir kaynaşmayı göstermektedir. Kübik dört duvar üzerine tromp bölgesi olarak sekizgen bir kat ve üç basamak halinde basık bir koni biçiminde nihayetleniyor. Düz tuğla yapının bu kadar sade dış görünüşüne karşılık içi şaşılacak bir süsleme ahengi gösteriyor. Kubbe ile örtülü iç mekânın duvarları, eşine az rastlanan sağlam bir mimari dekor anlayışıyla hayret uyandırmaktadır. Duvarların alttan başlayan ştuk süslemeleri üç dilimli yonca kemer biçiminde sıralar halindedir. Bundan sonra etrafı kûfî kitabelerle çevrili büyük süslü daireler alternatif olarak dört yuvarlak, dört köşeli dilimlerle çevrilmiş olarak yanyana sıralanmıştır. Duvarların üst kenarı kabartma olarak olgun bir kûfî ayet kitabesi kuşağıyla nihayetleniyor. Yuvarlak dilimli sivri bir kemerle çevrilen tromplar bölgesinin üstünde de diğer bir kûfî ayet kitabesi dolanır. Kubbenin içinin de aslında ştuk süslemelerle kaplı olduğu anlaşılmaktadır. Ali Tarih kitabesi olmayan Şeyh Fazıl Türbesi, üslup bakımından, Özkent’te Nasr bin ve Celâleddin Hüseyin Türbeleri arasında, XII. yüzyıl ortalarına işaret etmektedir. Bunlardan başka, Karahanlı eseri daha on beş yirmi kadar türbe kalmış olmakla beraber en karakteristik birkaç türbeden, genel bir fikir edinilebilir düşüncesiyle hepsi de alınmamıştır. Türk mimarisinde en eski kervansaraylar, Karahanlılardan kalmış olup bunlara Ribat adı verilmiştir. Karahanlı kervansaraylarının mimarisi ve planları daha sonra, Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluların yaptırdığı kervansaraylarda geliştirilmiştir. Alp Arslan’ın kızı ile evlenen Karahanlı Hakanı Şems ül Mülûk Nasr bin İbrahim, biri BuharaSemerkant, diğeri Semerkant-Hocent yolu üzerinde iki kervansaray yaptırmıştır. Daha mühim olan birinci abide 1078-79 tarihli Ribat-ı Melik, duvar izlerine göre, kare biçiminde (86x86 m.) bir yapı idi. Ortadaki avlunun etrafında birbirine benzeyen tonozlu odalar ve mekânlar iki katlı olarak sıralanmıştı. Tamamıyla kerpiçten ve üzeri tuğla kaplanmış yapıdan yalnız güney cephe duvarıyla Ülkü Ocakları Genel Merkezi 167 www.ulkuocaklari.org.tr Kervansaraylar Ülkü Ocakları Eğitim Programı portal ayakta kalmıştır. Köşelerinde yuvarlak takviye kuleleri yer alan cephe, tuğladan, iri yarım silindir biçiminde yivlerle düzenlenmiş, bunlar üstte kıvrık sivri kemerlerle kademeli olarak birbirine bağlanmıştır. Merv bölgesi için karakteristik olup, kalelerde görülen ve burada kervansaraya tatbik edilen cephe mimarisi, Merv, Hive ve Termiz’deki aynı şekildeki diğer bir sıra harabelerin tarihini de aydınlatmıştır. Cephenin tam ortasında yükselen sivri kemerli portal (Türkistan’da Piştak adını alır) Türk mimarisinin klâsik portal şeklini daha XI. yüzyılın ikinci yarısında olgunlaşmış halde göstermesi bakımından hayret uyandırıcıdır. Portal 12x15 m. olarak abidevî bir ölçüye varmıştır. Duvarların yüksekliği 12 m.’dir. Portal kemerini kûfî bir kitabe kuşağı belirtmekte, tuğladan kabartma iri yıldız haç motifleriyle süslü ve iki yandan boğumlu çift kaval silmelerle sınırlanmış olan geniş bir dikdörtgen bordür, bu kemerin etrafını çevirmektedir. Bu portal kompozisyonu, Karahanlılardan başlayarak, Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları, Osmanlı ve Timur Devri mimarisinde esas olmuştur. Duvarların üst kenarında tuğladan Farsça kûfî kitabenin başı ve sonu kaybolmuştur. Bartold, Kitab-ı Mollazade yazmasının bir haşiyesinde bunun tarihini ve yaptıran hükümdarın adını bulmuş; böylece kitabenin eksikleri aydınlanmıştır. Cephenin sol köşesinde 15.5 m. yüksekliğinde silindrik kulenin minare olduğu ileri sürülmüştür. Şerefenin altında geniş bir kitabe kuşağı dolanmaktadır. 1841’de yapılmış bir gravürden tamamı belli olan cephe, ortada portali, köşelerdeki silindirik kuleleri ve aradaki duvarların iri yivleri ve geometrik süslemeli sivri kemerli alınlıklarla nihayetlenen uzun nişleriyle gerçekten çok abirdevi ve unutulmaz bir cephe mimarisi örneğidir. Son kazı ve araştırmalarda Ribat-i Melik’in asıl mekânını örten 18 metre çapındaki büyük kubbesinin plan sistemi çizilerek çıkarılmıştır. Sekizgen plân üzerine, kemerleri taşıyan sekiz çift payenin desteklediği kubbenin şeması Edirne Selimiye Camii kubbesine uygunluk gösteriyor. Yalnız burada kare plânın dört tarafı 16 küçük kubbe ile çevrilmiştir. Anadolu’ya Silvan (Meyyafarikin) ve Kızıltepe (Dunaysır) Ulu Camileri ile gelen bu kubbe mimarisi Altuklular ve Selçuklulardan sonra Saruhanlıların Manisa Ulu Camii sekizgen şema üzerine kemerlerle oturan 10.80 m. çapında mihrap önü kubbesi ile ilk uygulamasını bulmuş. Edirne Selimiye Camii’nde Mimar Sinan’la sonuna kadar geliştirilmiştir. Karahanlılardan kalan diğer kervansaraylar, bunların hepsi plan sonraki devirlerde yapılan Türk kervansaraylarına etkilerini açıkça ve tiplerinin, göstermektedir. XI. yüzyıldan çok harap bir yapı olan Dahistan Kervansarayı (Türkmenistan), kare miçiminde (37x36 m.) plânı, köşe ve yanlarda kuleleri, ortasında revaklı avlusu (11.40x11.40m.) ile NişapurSebzevar yolunda, XI. yüzyıla ve Melikşah’a mal edilen Ribat-ı Zafarani ve Simman doğusunda, Ehvan’da Ribat-ı Anuşirvan ile benzerlik gösterir. Yalnız Dehistan kervansarayında 4 eyvan yerine sadece girişte bir eyvan vardır ve bunun onlardan daha eski olduğu düşünülebilir. 168 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Merv-Amul yolunda, Akçakale kervansarayı, kara kumlar arasına gömülmüş ve pek az kısımları dışarıda kalmış, diğer kervansaraylar arasında en iyisidir. Kerpiç tuğla karışımı olan yapı, dış görünüşü ve plânı bakımından Nişapur-Merv yolunda, Büyük Selçukluların 1114-15 tarihli Ribat-ı Şerifinin öncüsüdür. Arka arkaya dört eyvanlı revaklı iki avlu etrafına mekânlar sıralanmıştır. Ahenkli bir bütün olan plân ile, Akçakale kervansarayı, XI. yüzyıl sonundan kalmış gibi görünüyor. Amu Derya kıyısında, Amul’dan Harezm’e giden eski yolda bulunan Day Hatun Kervansarayı, köşelerde ve yanlarda masif ve boş iki çeşit kulelerle, 4 eyvanlı, kare bir plân göstermektedir. Kuzeybatı köşesinde ve batı eyvanının arkasındaki iki odanın plânı, Ribat-ı Şerif’teki mekanların aynıdır. Çok sağlam tuğla mimarisi ve tuğlaların değişik örgüsü, Talhatan Baba Camii’ne benzemektedir. Böylece, XI. yüzyıl sonuna konulması mümkündür. Kurtlu Tepe şehir (Başane) harabelerinde bulunan kervansaray, diğerlerinden farklı bir plânla ve Anadolu’da Selçuklu kervansaraylarının küçük bir benzeri olarak karşımıza çıkmaktadır. Önde avlulu kısım, arkada kapalı hol, büyük Sultan Hanların ana şemasını vermektedir. XI. yüzyıl sonu veya XII. yüzyıl başından kalmış olmalıdır. Daha başka eserlerde kalmış olan Karahanlı kervansarayları, Türk mimarisinde, gerek kervansaraylar gerekse medrese ve camiler üzerinde plân ve mimari bakımından daha sonraki etkileri açıkça gömülen önemli abidelerdir. Saray Mimarisi Tonozlar yıkılmıştır. Duvarlar ve payelerin zengin tuğla kaplamaları otuzdan fazla değişik örnekle işlenmiştir. Bunlarda geometrik örnekler esas olup, altıgenlerin içi rozet çiçekleri ve bitki motifleri ile dolguludur. Tuğla hamurundan hazırlanıp sonra şişirilmiş süslemeler de kullanılmıştır. Bundan başka rozetler, kuşlar, süvariler ve diğer tasvirlerle süslü cam madalyonlar ve duvarlara yerleştirilerek değişik bir dekorasyon unsuru meydana getirilmiştir. Ayrıca büyük hayvan figürleri olarak iki gövdeli tek başlı, kanatlı arslan ve arslan başlı ve gövdeli arka ayakları üzerine kalkmış bir dev gibi vücutları bitki motifleri ve rozetlerle süslemeli on çeşit tasvir görülüyor. Arkadan öküze saldıran arslan ve grifon figürleri de bunlar arasındadır. Kalan izlere göre bitki süslemeli boyalı idi. On ikinci yüzyılda tuğla kaplamaların ştukla sıvanarak yeni bir şekil aldığı görülmektedir. Buradaki bir kitabe Ebül Muzaffer Behramşah adı ile 1129-30 tarihini vermektedir. Bunun Gazne’deki minareyi yaptıran hükümdar olması tarih bakımından da uygun düşmektedir. Hakim Tirmizi Camii’nde de tuğla Ülkü Ocakları Genel Merkezi 169 www.ulkuocaklari.org.tr Bugünkü Tirmiz şehrinin eski kısmındaki Karahanlıların yazlık merkezleri, elli yıl öncesinden başlayarak etraflı bir araştırma bölgesi olmuştur. Burada saray külliyesi ortalama yedi bin metre karelik bir alanı kaplıyordu. Geniş avlunun ortasında tuğladan bir havuz vardı. Ortasında dört eyvanlı avlusu ile masif duvarlı kare yapı asıl saray olup, sivri kemerli bir portalle dışarı açılıyordu. Girişin karşısında 13.50x11.50 m. boyutlu şahane taht salonunun eyvanı göze çarpar. İki katlı yüksek ve geniş taht salonu üç tarftan alçak koridorlarla çevrili olup, kare payeler üzerine tonoz örtülü idi. Ülkü Ocakları Eğitim Programı duvar sonradan XII. yüzyıl ortalarında ştukla kaplanmıştır. Behramşah zamanında Gaznelilerce saray epeyce elden geçirilmişti. Hatta XIII. yüzyılda sarayın tamamen yenilenmesi için çalışmalar başlamış, fakat 1220’de Moğolların yağmalaması ile terkedilmiştir. Gazneliler 977’de Gazne’yi merkez yapan Sebük Tekin’in kurduğu bu Türk devleti Gazneliler adını almıştır. 998’de yerine geçen oğlu Sultan Mahmud, 17 sefer sonunda bütün Kuzey Hindistan’ı fethederek, Türkler idaresinde Müslümanlaştırmıştır. Harezm Horasan bölgelerini de imparatorluğuna katan Sultan Mahmud’dan sonra oğlu I. Mesud, 1040 yılında Selçuklulara yenilerek Afganistan ve Hindistan dışındaki ülkelerini kaybetmiştir. Bundan sonra, Gazneliler Devleti 1191 yılına kadar Selçuklulara bağlı olarak devam etmiştir. Gazne küçük önemsiz bir şehirken, Gaznelilerin elinde, Asya’nın en büyük kültür merkezlerinden biri haline gelmiş, Sultan Mahmud, medreseler, kütüphaneler kurmuş, alimleri sarayında toplamıştır. Firdevsî, Şehnamesini onun sarayında tamamlayıp, kendisine ithaf etmiş, Ferruhî onu, Şehinşahların başı ilan etmiştir (1038). Türkler Gaznelilerden önce buralara yerleşmişlerdi. Burada gelişen Türk sanatının bir taraftan Büyük Selçuklu sanatına, diğer taraftan Hindistan Türk sanatına tesir etmesi bakımından tarihi önemi fazladır. Camiler Yazılı kaynaklara göre (Utbi), Sultan Mahmud’un Gazne’de yaptırdığı muhteşem Arusü’l-Felek Camii, Hindistan’dan getirilen ağaç direkler üzerine çatı ile örgülü, kırmızı altın ve lacivert taşının da kullanıldığı çok zengin renkli süslemelerle gözleri kamaştıran bir yapı idi. Bundan başka, Gazne’de diğer camilerin de yaptırıldığına şüphe yoktur. Uzun zaman çeşitli ve yanlış fikirlere yol açan kulelerin durumu aydınlatılmıştır. Uçaktan alınan resimler, bunların camiyi andıran geniş bir harabe içinde bulunup, minare olması gerektiğini gösteriyor. Bir kazı yapılarak caminin meydana çıkarılması mümkündür. Minarelerden biri, kitabesine göre, Sultan III. Mesud’a ait olup, alçak bir taş kaide tuğladan sekiz köşeli yıldız biçiminde yivlenmiş bir kat üzerinde, yukarıya doğru incelen üst kısmı yuvarlak yivli silindirik bir gövde halinde yükseliyordu, 48 m. boyunda idi. Silindirik üst gövde depremden yıkılmıştır. İçinden spiral bir merdivenle yukarı çıkılmaktadır. Tuğla üzerine çok zengin kûfî kitabeler, çeşitli bitki motifleri ve geometrik şekillerden meydana gelen süslemeler, yukarıdan aşağıya doğru işlenmiş, alt tarafları tamamlanmadan bırakılmıştır. III. Sultan Mesud’un son yılı, 1115’te ölümü ile süslemelerin yarım kaldığı anlaşılıyor. 1953’e kadar Sultan Mahmud’a mâl edilen ve daha eski olduğu zannedilen ikinci minarenin J. Sourdel-Thomine’in incelemeleri sonunda kitabesinden Berham Şah’a ait olduğu (1117-1149) anlaşılmıştır. Aslında bu, Sultan III. Mesud minaresinin sadeleştirilmiş bir kopyesidir. Süslemelerde geometrik motifler hakim olmuştur. Gaznelilerden kalan, mimari bakımından çok önemli caminin Fransız arkeoloğu Schlumberger tarafından 1951’de yapılan kazılarla plânı meydana çıkan Leşkeri Bazar Ulu Camii olduğu anlaşılmıştır. Güney Afganistan’da Bust harabelerinde büyük kasrın güneyinde, Alay meydanını çeviren sularla dayalı Leşkeri Bazar Ulu Camii, büyük ölçüde, iki nefli, sade bir yapıdır. 86x10.50 170 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı m.’lik bir dikdörtgen biçimindedir. Mihrap önünde görülen dört diktörtgen tuğla paye, herhalde kubbeyi taşıyordu. Bunun iki tarfında sütunlar üzerine neflerin kuzey ve güney kanadı uzanıyordu. Sur duvarı önünde iki sıra ayaklar dizilmiş gibi bir durum vardı. Sıcak iklim sebebi ile cami, avluya ve yanlara açıktı. Mihrap önü kubbesinin iki tarafında neflerin nasıl örüldüğü belli değildir. İki sıra küçük kubbeler olduğu ileri sürülmüşse de bu tatmin edici bir plân şekli olmuyor. Düz tavan veya tonozla örülmesi ihtimallerini de düşünmek yerinde olur (Sonraları, Anadolu’da buna yakın planda Altuklu camilerinde tonoz örtüsü görülür). Tuğlaların kalitesi ve örgüsü, caminin planı XI. Yüzyılın ilk yarısında Sultan Mahmud (998-1030) zamanında yapıldığını gösterir ki Schlumberger de aynı fikirdedir. Cami bir defa harap olmuş, tamirde kaybolan süslü sütunlar yerine kaba payeler konarak kubbe küçültülmüş, eski mihrabın önüne yeni bir mihrap konulmuştur. Bu hali ile cami, yeniden kullanıldıktan sonra tamamen tahrip edilmiştir. Birinci tahrip ve tamirin Gurlular zamanında tam yıkılmasının ise Moğollar tarafından olduğu anlaşılmıştır. Leşkeri Bazar Ulu Camii’nin, mimari gelişme bakımından büyük önemi vardır. Mihrap önünde iki nef genişliğinde kubbe, Büyük Selçukluların İran›daki ilk camilerinden önce burada ortaya çıkmaktadır. Mihrap önünde kubbe problemini ele alan cami plânı, Büyük Selçuklularla İran›da çeşitli camilerde geliştirildikten sonra, Artuklularla Anadolu›ya ve bu yoldan Türk Memlûkleriyle, Beybars Camii›nde olduğu gibi Kahire›ye kadar uzanan geniş ve devamlı bir etki göstermiştir. Bust›taki kemer de XII. yüzyıldan bir Gazneli camiinin giriş eyvanı olarak kabul edilmektedir. Bugün çok kötü bir tamirle şekli bozulmuştur. Türbeler Türbenin yanında aşağıdan yukarı incelen, 22 m, boyunda, silindrik bir minare vardır, üst kısmı yıkılmıştır. Türbe, Arslan Cazip Tus valisi iken yapılmış kendisi de 1028’de ölünce buraya gömülmüştür. Gazneliler zamanında medreseler de yapıldığı bilinirse de, bunlardan bir eser kalmamıştır. İtalyanlar tarafından yapılan araştırmalarda Gazne’de, Pir Felizvan Mezarlığı’nda bulunmuş kitabelerde, medrese adı geçmektedir. Tarih-i Yeminî de, Gazneli Mahmud zamanında medreselerden bahseder. Fakat bunlardan medrese mimarisi bakımından bir fikir edinmeye imkân yoktur. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 171 www.ulkuocaklari.org.tr Türbe mimarisi bakımından Gazneliler, Karahanlıların yanında çok sönük kalır. Gazne’nin 2 km. doğusunda, Ravza’da, Sultan Mahmud Türbesi’nin, sandal ağacından zengin süslemeli kapı kanatları, bugün Delhi Müzesi’ndedir. Yalnız Sengbest’te Aslan Cazip türbesi, gelişmiş bir mimari gösteriyor. Gaznelilerin Tus Valisi olan Aslan Cazip Türbesi’nin (997-1028), doğduğu şehir Sengbest’te bir ribat yaptırdığı ve aynı yerde gömülü olduğu Tarih-i Yemini’de belirtilmiştir. 12.50 m’lik kare biçiminde ve tromplu kubbe ile örtülü türbe, tuğladan yapılmıştır. Duvarlar ve kubbe, tuğlaların zikzak ve merdiven biçiminde dizilmesinden başka renkli kalem işleriyle de süslenmiştir. Duvarların üst kenarında, yarım metre geniş kûfî bir kitabe kuşağı ince kıvrık dallarda çok renkli bir zemin üzerine beyaz olarak yazılmıştır. Kubbenin altında tuğladan kesme kûfî harflerle daha dar ikinci bir kitabe kuşağı dolanıyor. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Saraylar Tarihçi Beyhâkî’den, Sultan I. Mesud’un (1030-41) büyük bir mimari kabiliyete sahip olup, sarayının plânını kendisinin çizdiğini ve Abdülmelik adlı bir mimarın yardımı ile 4 yılda tamamlandığını (1036) öğreniyoruz. 1948’de ilk defa Schlumberger, Bust kalesi yakınında, Leşker-i Bazar’ı keşfetti. Buna eskiden Leşkergah denirdi. Hilmend nehri kıyısında yükselen üç yapıdan en büyük ve en önemlisi olan güneydeki Büyük Saray, bir dirsek üzerinde, iki cepheden nehre bakmaktadır. Yer ve manzara bakımından fevkalade bir görünüşü vardır. Büyük Saray’ın güneyinde sur duvarına dayalı Ulu Cami uzanıyor. XI. yüzyılın başından ve Sultan Mahmud zamanından kalan en eski saray budur. Önünde bir alay meydanı (Esplanade) vardı. Geniş bir bulvar, dış kapıya kadar götürüyordu. Burada, iki katlı gösterişli ştuk ve terrakota dekorlu nişlerle süslü bir cephe ve renkli ştuk oyma süslemeler de vardı. Bunlardan bir parça, Kabil Müzesi deposundadır. Büyük kısmı, tuğla temeller üzerine kerpiç, bazı önemli bölümleri tamamıyla tuğladan yapılmış olan saray kuzey-güney yönünde 164 m. doğu-batı yönünde 92 m., dış avlu ile uzunluğu 1/2 km. kadardı. Cephenin ortasındaki derin kapıdan, haçvari bir mekana buradan da sarayın dört eyvanlı avlusuna (63x45 m.) giriliyordu. Böylece Karahanlı kervansaraylarında gördüğümüz dört eyvanlı avlu şeması, Gaznelilerde daha gelişmiş olarak karşımıza çıkmaktadır. Harem daireleri avluya karşı gizlenmiş olup köşelerdedir ve kendi içinde 4 eyvanlı küçük avluları vardır. Daha geniş ve yüksek olan (10.50 m) kuzey eyvanından taht salonuna geçilir. Samarra Cevzak Sarayı ile bazı benzerlikler varsa da, 4 eyvanlı avlu bir yeniliktir ve Karahanlılardan gelmektedir. Partların Asur sarayında iptidai şekilde, çarpık, 4 eyvanlı bir avlu vardır. Eyvanlar belirtilememiştir. Haç biçiminde mekan Sasanîler ve Abbasîlerde görülür. Fakat Leşker-i Bazar Büyük Sarayı’nda bu mimari şekillerle başarılı ve ahenkli bir sentez meydana getirilmiştir. Burada göze çarpan yeniliklerden biri de taht salonundaki süslemelerdi. Duvarların üst kısmı pişmiş tuğla hamurundan, kenarı kûfî yazılı ortası geometrik bölümler içinde palmet ve rumilerle yüksek kabartma ve derin oyma süslemelerle kaplı idi. Bunlardan bir parça Kabil Müzesi’ndedir. Duvarların alt kısmında ise çok renkli tempera duvar resimleri (fresk) birbiri arkasına sıralanmış 44 askeri canlandırıyordu. Aslında bunlar 70 askerdi. Figürlerin başları silinmiş, sadece vücutları kalmıştır. Kıyafetleri çeşitli motifler ve canlı renklerle şahane kaftanlar, yumuşak çizmeler ve bunların üzerine kadar inen pantalonlardır. Bu çeşit kıyafet Orta Asya Türkleri için karakteristiktir. Askerler arasında görülen av kuşları, doğancılara işaret eder. Omuzlara dayalı bir silahın yalnız sapı kalmıştır. Yıkıntılar arasında bir süs sütuncuğu üzerindeki fresk sağlam halde genç bir insan başını gösterir ki, bu “ay yüzlü badem gözlü” diye tanınan Türk tipini canlandırmaktadır. Kaftanlar bir kemerle belden bağlanmış ve kemerden aşağı uzanan kayışların ucuna lüzumlu eşya ve torbalar asılmıştır. Kollarda tiraz şeritler vardır. Uygur fresklerinden tanınan bu çeşit kıyafetlere, Samarra’da Türkleri canlandıran tasvirlerde de rastlanır. 172 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı VIII. ve IX. yüzyıl Uygur freskleri ile Leşkeri Bazar freskleri arasındaki benzerlik çok açıktır. Bu fresklerdeki askerlerin kimler olduğu Cüzcânî’nin Tabakâtı Nâsırî adlı eserindeki şu satırlardan anlaşılıyor: “Gazneli Sultan Mahmud’un 4000 kişilik bir muhafız kıtası vardı. Merasimlerde, tahtın iki tarafında, ikişer bin kişi olarak sıralanırdı. Sağdakiler dört sorguçlu kalpak ve altın yaldızlı gürz (saplı topuz) soldakiler, iki sorguçlu kalpak ve gümüş yaldızlı gürz taşıyorlardı.” Fresklerdeki askerler bunlardır. Omuzlarına dayalı silahlar da gürzdür. Bunların ucundaki topuzlar başlarla birlikte tahrip edilmiştir. Beyhâkî, Sultan Mahmud ölünce, elçilerin kabul edildiği bir merasimi anlatırken, 4000 kişilik muhafız kıtasından bahseder. Bunlar tahta doğru rütbelerine göre sıralanıyordu. Rütbe alametleri çok belirli olup, değişik kaftanlar mücevherli, altın veya gümüş kemerlerle belirli idi. Taht salonu arkasından bir kanal geçmekte idi, biri taht salonunda diğerleri doğu ve batı tarafında üç havuz vardı. Freskler tamamen sökülmüş, ancak ikisi sağlam halde, Kabil Müzesi’ne getirilmiştir. Fresklerin bulunduğu kısmın güneyindeki bölümün batısında, 1931 kazılarında ştuk süslemeleri ve mihrabı ile bir mescit bulunmuş, 1964’te Kabil Müzesi’ne getirilmiştir. Saray ve Ulu Camii, Gurlulardan Alaeddin Cihansuz tarafından yakılmış sonra yine Gurlular tarafından, iptidai ilavelerle tamir edilmiştir. Mescit de Gurluların son devri, XII. yüzyıl sonuna mal edilmektedir. İtalyanlar tarafından Bombacı ve Scerrato başkanlığında, Gazne’de 1957-58 yaz ve sonbahar aylarında başlayıp, son yıllara kadar devam eden kazılarda, Sultan III. Mesud’un sarayı meydana çıkarılmıştır. Bir mihrap nişi üzerinde, sultanın adı ve 505 yılı Ramazan ayının ilk günü olarak tarihi (3 Mart 1112) okunmaktadır. Nesih kitabe, Muhammed bin Hüseyin bin Mübarek olarak mimarının adını da vermektedir. Bunların tamamı 250 m.’yi bulan 510 mermer levha idi. Üst kenarlarında çiçekli kûfî harflerle boydan boya Farsça bir kitabe vardır. Ribat-ı Melik’ten sonra, Türk mimarisinde görülen bu ikinci Farsça kitabe, aslında 250 m. uzunlukta idi ki, bunun bir eşi daha yoktur. Kalan izlerden anlaşıldığına göre, kitabeler ve süslemeler parlak kırmızı zemin üzerine lacivert renkli idi. Mermer levhaların alt kenarı, ince bir şerit halinde rumiler ve kıvrık dallarla işlenmiş, yarım metreden daha geniş olan asıl orta bölüm ise Gazneli sanatında, karakteristik üç dilimli kemerlerin içini dolduran palmet, lotus ve rumilerden ibaret alçak kabartmalarla süslenmiştir. Üç dilimli kemerler, Samarra ştuk kaplamalarında da görülür. Ayrıca mermer levhalarda kıvrık dallar arasında hayvan ve kuş figürleriyle süslemeler de vardır. Leşker-i Bazar sarayı kendi karşılaştırılırsa, devlet merkezinde tamamen tuğladan Ülkü Ocakları Genel Merkezi 173 www.ulkuocaklari.org.tr Gaznelilerin bu sarayı, mimari bakımından çok önemli olup, 4 eyvanlı avlu, plânın esasını meydana getirmektedir. Tamamı 50.60x 31.90 m. olan avluda, taht odasını içine alan güney eyvanı diğerlerinden daha geniş ve derindir. Avlunun kuzeybatı köşesine, herhalde sonradan, iki sıra halinde dörder payeli, dört köşe kademeli mihrabı olan, küçük dikdörtgen biçiminde bir cami yapılmıştır. Avluyu çeviren duvarlar tuğladan olup, üst taraflarında çok gösterişli terrakota ve ştuk plastikle sarı, kırmızı ve mavi renkli geometrik süslemeler ve yazılar, nişlerle eyvan cephelerini kavramaktadır. Alt tarafta, avluyu çeviren 70 cm. yükseklikte, işlenmiş mermer levhalardan 44’ü yerlerinde bulunmuştur. Ülkü Ocakları Eğitim Programı yaptırılmış olan Gazne sarayının duvarlardaki mermer levhalar, parlak mermer döşemeler ve cephesindeki çok renkli süslemelerle daha muhteşem ve gösterişli olduğu anlaşılmaktadır. III. Sultan Mesud, Hint seferinden aldığı ganimetlerle son saltanat yılında bir cami yaptırmıştır ki bunun minaresi onun adını taşıyan kitabesiyle ayaktadır. Saray, sultanın merkezi olup, karşısındaki çarşı, pazar yeri, cami ve minare ile büyük bir külliye meydana getiriyordu. Kazılar bu külliyenin plânını aydınlatabilir. Kazılarda yeşil, sarı ve kahve renkli olarak tek renkli sırla rölief halinde yırtıcı kuşlar, rozet ve çiçeklerle işlenmiş çiniler bulunmuştur ki, bunlar Gaznelilerin son zamanlarından (XII. yüzyıl ortaları) kalmıştır. Sultan Mesud ölünce oğlu Arslan Şah, bu sarayı terk etmiş, Devlethane denilen kendi sarayında taç giyip orada kalmıştır. 1150’de Gazne Sarayı da Gurlulardan Alaeddin Cihansuz ve dağlı kabileleri tarafından bir hafta yağmalanıp tahrip edildikten sonra yakılmıştır. Fakat Gazneli Behram Şah, hemen tekrar Gazne’ye hakim olmuş, sonra Selçuklular, Gurlular, Harezmşahlar sıra ile Gazne’ye gelmişler, 1221’de Cengiz orduları Gazne ülkesini tamamen yıkmışlardır. Kervansaraylar Karahanlı ribatlarından sonra Gazneliler de aynı isim altında abidevî eserler meydana getirmişlerse de, bunların çoğu zamanla kaybolmuştur. Sengbest’te, türbenin yanındaki ribat bir kervansaray olarak yapılmıştır. Bundan başka, Sengbest’ten beş fersah mesafede, TusSebahs yolunda, Gazneli Sultan Mahmud, 1090-1020’de Ribat-ı Çahe adı ile bir kervansaray yaptırmıştır. Hamdullah Müstevfi el Kazvînî’ta, 1340’ta yazdığı “Nükhet el Kulub” adlı eserinde, büyük kervan yollarını anlatırken Sengbest’ten 6 fersah uzakta, Ribat-ı Mahi’den bahsetmektedir. Godard, bunun Meşhed çayının sol kıyısında bulunduğunu uzaktan görmüş ve yazılı kaynaklarla karşılaştırınca da Ribat-ı Mahi’nin, Gaznelilerin, Ribat-ı Cahi’sinden başka bir şey olmadığını tespit etmiştir. Son yıllarda Derek Hill ve Clevenger, Ribat-ı Mahi’nin ölçülerini alıp resimlerini çekerek (Illustrated London News 13 August 1966 ve Islamic Architecture and its Decoration, London 1967) de kısaca yayınlamışlardır. Meşhed’in 100 km. doğusunda, Serahs yolunda, Sovyet sınırı yakınında bulunan Ribat-ı Mahi dört eyvanlı avlu etrafında sıralanan mekânlarla (70,68x71,92) kareyi yakın ve yuvarlak kulelerle takviyeli bir kervansaraydır. Verilen ölçülere ve fotoğraflara göre, tahmini krokisi çizilebilmiştir. Dört eyvanlı avlu şeması ve tuğla süslemeler gibi Karahanlı mimarisi geleneklerini devam ettiren Ribat-ı Mahi’de en çok dikkati çeken özellik, eyvan kubbe birleşmesinin Büyük Selçuklulardan çok önce (1019-20) de, daha XI. yüzyılın ilk çeyreğinde, Gazneliler tarafından gerçekleştirilmiş olmasıdır. Eyvan kemerlerinin içi ve yan duvarları geometrik bölümler içinde palmet ve rumilerden dolgularla süslenmiştir. Bu geometrik süslemeler atlamalı olarak bir kenarı kırık sekizgenlerin kesişmesi ile meydana gelen dörtlü düğümlerle Özkent türbesindeki motiflerin değişik bir şeklidir. Eyvanların dolanan 174 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı tuğladan kesme büyük harflerle çiçekli kûfî kitabe kuşağı, Sengbest, Arslan Cazip Türbesi kitabesine benzemekte olup, Gazneli üslubundandır. Leşker-i Bazar Ulu Camii’nde mihrap önü kubbesi, mekân içinde belirli bir yer alarak, İran’da daha sonraki Selçuklu camilerine bir hazırlık olmuş, Ribat-ı Mahi bir taraftan onların eyvan kubbe birleşmesine yol açarken, diğer taraftan da Selçuklu kervansaraylarının öncüsü olarak Karahanlı mimarisi ile Selçuklu mimarisi arasındaki bağlantıyı temin emiştir. Büyük Selçuklu Kültür ve Sanatı Daha önce Göktürklerin temel unsurunu teşkil etmiş olan Oğuzların Kınık oymağından gelen Dakak’ın oğlu Selçuk ve torunları tarafından Horasan’da Selçuklu devleti kurulmuştur (1040). Alp Arslan ve Melikşah Devirlerinde Selçuklu Devleti kısa zamanda bir İmparatorluk haline gelmiştir. 1157’de Sultan Sencer’in ölümünden sonra 1193’e kadar Irak Selçukluları hâkim olmuş, 1193’de Sultan III. Tuğrul’un ölümüne kadar devam etmiştir. Kirman Selçukluları 1211’de son bulmuş, yerlerine Harezmşahlar gelmiştir. Suriye Selçukluları da 1117 den itibaren hâkimiyetlerini kaybetmişlerdir. Azerbaycan’da Selçuklu Atabekleri Nahcivan’da (İldeniz) hâkimiyeti ise İlhanlıların kuruluşuna kadar sürmüştür. Camiler Karahanlı ve Gazneli camileri tanınmadan önce Türk cami mimarîsi İran’da Büyük Selçuklularla başlatılmış ve bu yüzden mimarî gelişmede birçok problemler aydınlatılamadığı gibi, sonradan değişen çeşitli hipotezler ortaya atılmıştır. Bugün mihrap önünde kubbesi olan ve bir mekân birliği gösteren plân tipinin Büyük Selçuklulardan önce Karahanlı ve Gazneli mimarîsinde ortaya çıktığı son yıllardaki araştırma ve kazılarla anlaşılmış bulunmaktadır. Selçuklular İran’da Türk mimarîsinde daha önce başlayan gelişmeleri değerlendirerek büyük ölçüde ebidevî cami mimarîsinin tipini ve şemasını ortaya koymuşlar. Bundan sonra da bütün İran ve Orta Asya’da bu plân fikri hâkim olmuştur. Bundan sonra cami XVIII. yüzyıla kadar, otuza yakın kitabe ile belirtilen uzun bir devrede çeşitli ilâve ve değişikliklerle genişletilmiş XIX ve XX. yüzyıllarda da tamirler geçirmiştir. Cami, Halife Mansur zamanına kadar uzanan, avlulu tipte, kerpiçten bir Abbasî camiinin yerine yapılmıştır. İlk olarak, Melikşah’ın emriyle Vezir Nizamülmülk, onun adına, 1080’de güneydeki büyük mihrap kubbesini yaptırmıştır. Dört payenin birleştirilmesinden meydana gelen demetler halinde toplanmış, ağır yuvarlak payeler üstüne oturan sekizgen tromp bölgesi, on iki köşeye intikal ederek bunun üzerine kubbe gelmektedir. Kenarları 15 m2 boyutlu bir mekânı örten kubbe, mihrap tarafında duvara Ülkü Ocakları Genel Merkezi 175 www.ulkuocaklari.org.tr İlk Selçuklu camii, en mühim kısımları 1072-1092 arasında Melikşah zamanında yapılmış olan İsfahan Mescid-i Cuması’dır. Kitabelere göre büyük mihrap kubbesiyle, bunun tam karşısında avlu dışında kuzeydeki küçük kubbeli mekân, dört eyvanlı avlu ve kubbeli revaklarla bütün ana hatları Selçuklular zamanında meydana gelmiştir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı oturmakta, sekiz büyük paye grubu üzerine ve üç yandan dokuz kemerle camiye açılmaktadır. Herhalde ilk yapıda bunun iki yanında nefler uzanıyordu ve belki de bunlar, düz ahşap çatı ile örtülü idi. Kubbenin önünde eyvan vardı. Daha sonra dört eyvanlı hale getirilince bu şekil değişmiştir. Melikşah kubbesinde, kare mekânın Damgan Camii’ni hatırlatan sıvalı kalın ve ağır demet payeleriyle, tromp bölgesinin ve kubbenin zengin mimarî şekilleri arasında göze çarpan bir tezat vardır. Bunlar adetâ birbirine bağlanmayan ayrı ayrı kısımlar gibidir. Dış taraftan tuğladan hafif sivri, çok sade bir kubbe görülmektedir. Tuğla yapısında dışta da, alt ve üst arasında görülen farklar göz önüne alınarak kubbenin eskiden kalan alt kısım üzerine yapıldığı ileri sürülmüştür. Fakat kitlevî bir alt yapı, üzerine zengin bir tromp ve kubbe mimarîsi daha önce Karahanlıların Arap Ata Türbesi gibi yapılarında görülen bir özelliktir. Avlu dışında kuzeyde bulunan daha küçük ölçüdeki kubbe 1088 yılında, Melikşah tarafından, Karahanlılardan Nasr bin İbrahim Tamgaç Han’ın (1053-1068) kızı olan hanımı Terken Hatun adına yaptırılmıştır. Kümbet-i Haki adıyla tanınan bu kubbeyi yaptıran, da Nizamülmülk’ün rakibi ve onun ölümünden sonra yerine gelen Selçuklu Veziri Tacül Mülk olup, kubbe kasnağındaki tuğla kitabede Merzehan ibn Husrev Firûz (Taceddin) adı ve 1088 tarihi yazılıdır. Bu 11 m. çapında 22 m. yüksekliğinde küçük bir kubbedir. Kubbe çatıdan başlayarak yukarıya yükselir. Mekânın dışarıya cephesi yoktur. Küçük bir kapı ile karanlık bir koridordan kubbeli mekâna girilir. Bir bütün olarak bu mekân yapısı Büyük Selçuklu mimarîsinin teknik ve estetik bakımdan en olgun ve başarılı eseridir. Pope’un da belirttiği gibi kubbenin içinde Gotik mimarîyi hatırlatan görünüşler vardır. Mimarî yapı küçük bir mekân olduğu için bütün detaylarıyla, bütün asaletiyle derhal kavranmaktadır. Payelerden kubbe kasnağına kadar uzun sivri kemerler, yonca biçiminde orta dilimi dik sivri tromplar ve bir sıra halinde sağır, sivri kemerler dikey hatlar aralıksız olarak devam eder. Hafif, sivri kubbe, külâhiyle sükûnete varan çok ahenkli bir bütün meydana getirmektedir. Kemerleri ve trompları taşıyan payelerin köşeleri kavallar halinde yuvarlatılmıştır. Alt ve üst kısımlar arasındaki birlik, Gotik sistemi hatırlatıyor. Burada bir mihrap yoktur. Yalnız güneydeki kemer asıl mihrapla aynı eksen üzerindedir. Melihşah’ın kubbesinden sekiz yıl sonra yapılan Büyük Selçuklu mimarîsinin bu en güzel eseri, Karahanlı prensesi ve Melikşah’ın hanımı Terken Hatun’un camiye gelişi ve gidişinde dinlenmesi ve namaz kılması için sakin bir köşe olarak meydana getirilmiştir. Bu gelişmenin başlangıcı Karahanlı kubbe mimarîsinde aranabilir. Bundan sonra İran’da birbiri arkasına diğer Selçuklu camileri hafif sivri tromplu kubbeleriyle küçük ölçüde İsfahan Mescid-i Cuması’ndaki iki kubbenin devam eden varyasyonları olarak görünürler. Bunların ilki olan Gülpayegân Camii, Melikşah’ın oğlu Ebu Şuca Muhammed tarafından (11081118) yaptırılmış olup, kenarları 10.63 m. boyutlu bir mekân üzerine mukarnaslı tromplarla çok hafif sivrilen bir kubbeden ibaretti. XVIII. yüzyılda Kaçarlar zamanında dört eyvanlı cami olarak genişletildi. Oldukça büyük ve ağır kalın payeler üzerine oturmaktadır. Fakat payeler geniş ve sağlam tuğla kemerlerle birbirine bağlanmıştır. Köşelerdeki ince kavallar kaybolmuştur. Kubbenin içi geometrik bir örnekle süslenmiştir. Dış taraftan kubbeye geçiş belli değildir, gizlenmiştir. 176 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Selçuklu kubbelerinin daha İsfahan’da tamamen gelişmiş olan zengin düzenlerine karşılık dış görünüşleri kubik, kitlevî ve her çeşit süslemeden uzak tuğla örgüsünden yüzeyler halindedir. Selçuklu kubbelerinin değişmeyen dış görünüşlerinin kuvveti, hafif sivri kubbelerin sağlam kübik mimarî yapısında kendini belli eder. Kübik blok üzerinde sekizgen bir geçiş bölgesinden sonra hafifçe sivrilen kubbe silueti, sağlam bir ifade kuvvetiyle Selçuklu kubbesini sembolize eder. Kazvin’de 1113 veya 1119 tarihli diğer bir Selçuklu yapısı olan Mescid-i Cuma kalın tuğla duvarlar üzerine kuvvetli düz tromplarla çok sade fakat o nispette ihtişamlı bir kubbe yapısıdır. Düz duvarlar üzerinde Gazne’de Sultan Mesut III. sarayından tanıdığımız üç dilimli kemer şekillerinden bir friz, bunun yukarısında, üst kenarda iri harflerle çiçekli kûfî kitabe kuşağı dört duvar boyunca uzanmaktadır. Bunlar sade mekânın abidevî etkisini artırmaktadır. Trompla’dan sonra, 16 küçük sivri kemer kubbeye geçişi tamamlıyor. Tromplar bölgesinde ve kubbede tuğlaların değişik dizilmesinden meydana gelen kûfî yazı şekilleri ve geometrik örnekler yüzeyi canlandırmaktadır. Tromp kemerlerini çeviren nesih kitabelerde caminin ve Melikşah’ın oğlu Ebu Şüca Muhammed tarafından H. 500-508 arasında yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Gülpayegân Camii ve Kazvin Mescid-i Cumasi’yle aynı tarihlerde yapılan Kazvin Haydariye Mescidi, kare bir mekân üzerine sade tromplu bir kubbe yapısıdır. Sağlam tuğla duvarlar üç taraftan geniş kemerlerle açılmış olup, yalnız mihrap tarafı kapalıdır. Örgülü ve çiçekli kûfî kitabe kuşağı, duvarların üst kenarını çeviriyor. Fakat burada mihrap etrafında ve bunun üstündeki bölgede göze çarpan gösterişli ştuk süslemeler, mimarî yapının ağırbaşlı üslûbuna tamamıyla uygun düşmemektedir. Kuzey cephesi ve kanatları aslında serbestti, fakat mihrabın iki tarafındaki açıklıklar ve minarenin durumu kıble duvarının da açıkta olduğunu gösteriyor. Minare garip bir şekilde mihrap duvarına bitişiktir ve giriş güneydoğudaki pencereye doğru olup 2.50 m.’ye yakın kalın duvarın içinden minareye yol açılmıştır. Kubbenin altındaki kitabe kuşağı, minare kitabesi ve mihrap nişinin etrafını çeviren bordür hep karakteristik Selçuklu kûfîsi ile tuğladan yazılmıştır. Mihrap bordür kitabesinin içinde iç bordür atlamalı olarak bir kenarı kırık yarım sekizgenlerin meydana getirdiği dörtlü düğüm ve yıldızlardan ibaret tuğla süslemelerde, iç dolgular, ştuko olarak damarlı rûmî palmet sülüs yazılarla işlenmiş fakat tamamlanmamıştır. Mihrap nişinin altıgenlerden meydana gelen geometrik köşe dolgularından üçgen biçiminde yazılmış kûfî Allah kelimelerinin sıralanmasıyla çok orijinal bir süsleme kompozisyonu geliştirilmiştir. Mihrap mukarnasları da geometrik yıldız geçmeler, damarlı rûmilerle süslü kûfî ve sülüs yazılarla, gamalı haç gibi geometrik süslemelerle işlenmiş, mihrap nişi ise tuğladan köşeli ve ince duvar payeleriyle beş bölüme ayrılmıştır. Mihrabın sol tarafına ters olarak sonradan eklenen beş ayaklı iptidai minber zevksiz bir görünüştür. Güney duvarında, dıştan mihrap nişine doğru plâna zorla girmiş gibi görünen minarenin durumu anormaldir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 177 www.ulkuocaklari.org.tr İsfahan yakınında Barsiyan’da, Berkyaruk zamanından kalan 1097-98 tarihli minaresiyle, Sultan Sencer zamanından 1134 tarihli Selçuklu kubbeli mescidi, Şah Tahmasp I tarafından (1524-15) bir nef ve eyvan eklenerek genişletilmişti. Bu bölüm tamamen haraptı. Selçuklu Camii bütün detaylarına kadar tamamlanamamıştır. Diğer Selçuklu örneklerine göre biraz basık olan asıl kubbe harap tepesi yıkıktır. İçi baklavalarla süslüdür. Üç dilimli yonca tromplar, bunların üstünde dolanan kûfî kitabe kuşağından parçalar, mihrap ve duvarlarda görülen tuğla süslemeler tamamıyla Selçuklu karakterindedir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Minarenin daha önce yapılıp arazi durumuna göre caminin buna eklenmiş olmasından ileri gelmektedir. İran’da Selçuklu camilerinin bütün yeniliklerinin tek bir plân halinde gerçekleştirildiği ilk eser Zevvare’de 1135 tarihli Mescid-i Cuma’dır. Burada kubbe önünde mihrapla dört eyvanlı ve minareli Küçük Selçuklu Camii muazzam bir gelişmenin başlangıcı olmuştur. 7.45 m. çapındaki kubbe artık plânın bütünü içinde yerini almıştır. Karahanlı kervansaraylarında ve Gaznelilerin saraylarında gördüğümüz dört eyvanlı plân şeması ilk defa bir Selçuklu camii içinde değerlendirilmiş ve bundan sonraki bütün İran ve Orta Asya camileri için yeni bir çığır açılmıştır. Plânda kubbe önünde bulunan kıble eyvanı, kuzey eyvanından daha geniş ve yüksek, kuzey eyvanı da yan eyvanlardan geniştir. Minare batı cephesinin güney köşesine yakındır ve İran’ın en eski tarihli minarelerinden biridir. Kubbeyi taşıyan duvarlar eyvana doğru geniş bir kemerle yanlara doğru ikişer kemerle açılmış, yalnız mihrap duvarı kapalı kalmıştır. Zengin ştuk süslemeli mihrap, camiden 21 yıl sonra 1156’da tamamlanmıştır. Duvarların üst kenarındaki çiçekli kûfî kitabe kuşağından bazı kısımlar dökülmüştür. Üç dilimli tromplar nişler de bölümlere ayrılmış, 16 sivri kemerle kubbeye geçiş sağlanmıştır. Tromplar bölgesinde ve kubbenin içinde tuğlaların değişik dizilmesinden geometrik örnekler, baklavalar meydana getirilmiştir. Tarih kitabesi avlu cephesinin üst kısmında bulunmaktadır. Zevvare Camii’nden sonra, başta Ardistan ve İsfahan Mescid-i Cumaları olarak diğer camiler de dört eyvanlı hale getirilmiştir. İran’da XII. yüzyıl Selçuklular Devri’nden kalan en ilgi, çekici camilerden biri de Ardishan’daki Mescid-i Cuma’dır. Abbasîlerden kalma eski bir caminin yerinde yapılmıştır. Zevvare Camii ile aynı ölçüde 7.45 m. çapındaki kubbeli mekânın yapılış tarihi kesin olarak bilinmiyor. Fakat Zevvare’den daha önce tek kubbe halinde yapıldığı ve Zevvare Camii kubbesinin bunu örnek aldığı kabul edilir. Alt kısım çiçekli nesih bir kitabe kuşağı ile nihayetlenmekte bunun üzerine İsfahan Mescid-i Cuması’ndaki Kümbeti Hakiye benzer bir tromp ve kubbe sistemi yerleştirilmiş bulunmaktadır. Tuğlaların değişik dizilmesinden meydana gelen örnekler ve kubbe içindeki baklavalar Zevvare’den daha itinalıdır. Burada diğer Selçuklu camilerinden farklı olarak kubbeyi taşıyan payeler arasındaki kemerlerin iç yüzleri kitabeler ve alçı süslemelerle canlandırılmış ve böylece mekân etkisinde mimarînin asaletini bozmayan bir zenginlik elde edilmiştir. 1158 ve 1160 tarihlerinde komşu şehirdeki Zevvare Camii’ne göre, Ardistan Camii de dört eyvanlı hale getirilmiş, cami o zaman daha birkaç yıllık olduğu halde, plânı eskimiş gibi göründüğünden, büyük hayranlık uyandıran Zevvare Camii plânına göre değiştirilmiş, ona uydurulmuştur. Bu arada eski, harap Abbasi camiinin sütun paye ve revak kemerleri gibi bazı kısımları da kullanılmıştır. Kubbeli kısımdaki büyük kitabe 1158, güney eyvanındaki 178 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı kitabe 1160 tarihlidir. Mihrap da 1158’den kalmadır. Minare burada da kuzeybatı köşesindedir. Selçuklular İran’da ilk defa orijinal bir cami mimarîsi meydana getirmişler, bunun için Karahanlı ve Gazneli camilerinde ortaya çıkan gelişmeleri değerlendirmişlerdir. Plân içinde, kubbe dıştan hâkim bir görünüşe sahip olmuştur. Gerçi, tromplu kubbe ve eyvanın İran’da, ta Sasanîlere ve Partlara kadar uzanan eski bir tarihi vardır. Aynı şekilde sütun, paye, kemer ve tonoz da her devirde kullanılmış mimari unsurlardır. Fakat bunların hepsini yeni bir mimarî içinde değerlendirmek ve orijinal plân şekilleri halinde camilere, medreseler, kervansaraylara yerine göre tatbik ederek yeni bir üslûp yaratmak Selçukluların işi olmuş onların millî karakteri sanatlarında ifadesini bulmuştur. İran’dan başlayarak Orta Asya’ya kadar bundan sonraki camiler yeni bir abidevî manzara kazandırmış olan Selçuklu cami plânı kalabalık bir cemaatin namaz kılması için ideal bir şekil değildir. Eyvanlar, mihrabın her taraftan görülmesine imkân vermez. Namaz kılarlar, birbirlerini görmezler. Bu yüzden asıl mihrap, çok küçük kalmış, çeşitli yerlerle mihraplar yapmak gerekmiştir. Eyvanların çok yüksek görünmemesi için, revakları iki katlıdır. Selçuklular birbirleriyle güç kaynaşan unsurları biraraya getirerek çok abidevî bir mimarî yaratmışlar ve bu yüzden pratik bakımdan camiye uymadığı halde bu plân, bütün İrân’da Asya’da hâkim olmuştur. Eyvanın genişliği 13.50 m., derinliği 27.90 m.’dir. Arka duvarında mihrabın solunda bir kapı açılmıştır. Mihrabın yönü de yanlıştır. Ayrıca eyvanın iki yanında, arkadan bir koridorla bağlanan üst kat mahfilleri vardır. Cami mimarîsinde garip olan bu görünüşler, eyvanın daha önce mevcut diğer bir yapıya bağlı olarak plânlandığını belli eder. Tarihî kaynaklara göre, 1210 yılında, Kirman eyaleti, Harzemşahla tarafından fethedilince, Harzemşah Alâeddin Mehmet bin Tekeş (11991221) zamanında, Kıvameddin Müeyyed el Mülk Ebubekir bin Ali Zevzenî, bu şehre vali olmuş ve Zevzen’de muazzam bir saray yaptırmıştır. Mihrabın yanındaki kapı ve üst mahfillerin durumu, sarayın, caminin, arkasında olduğunu gösteriyor. Eyvanın tonozu çökmüştür. Bunun yerden yüksekliği 20 m. kadardı. Tonozun üst cephesi ile birlikte eyvanın yüksekliği 30 m.’yi buluyordu. Muhteşem bir görünüşü vardı. Caminin asıl önemli tarafı çini süslemeleridir. Lâcivert ve firuze çiniler, geniş ölçüde kullanılmış olup iki renkli çini süslemelerin İran’da Selçuklu Devri’nden kalan en eski abidesidir. Eyvanın arka duvarında 13 m. uzunluk ve 5 m. genişlikte, pembe tuğla duvar üzerinde lâcivert ve firuze sırlı madalyonlar, kitabeler ve diğer süslemelerle şahane bir pano uzanmaktadır. Lâcivert sırlı kûfî kitabe, okunması güç bir yazıdır, fakat bunun sonunda bulunan nesih yazı ile tarih kitabesi 1219 tarihini Sultan Tekeş zamanını gösterir. XIII. yüzyıl başında ve Selçuklu geleneğinin devamı olarak, fakat iki eyvanlı cami tipinde Ülkü Ocakları Genel Merkezi 179 www.ulkuocaklari.org.tr İran Selçuklu camilerinden sonra, Harzemşahlar zamanında yapılmış olan, Horasan’da Zevzen Camii büyük ölçüde bir abidedir, fakat pek az kısmı ayakta kalmıştır. Bugün yalnız birbirinden 45 m. uzaklıkta iki eyvan görülür. Kubbe yoktur. Yalnız eyvanlı cami olarak, Selçuklu tiplerinden ayrılıyor. Kıble eyvanının iki tarafındaki kemer ayağı izlerinden anlaşıldığına göre, tek katlı revaklar avlunun etrafını çeviriyordu. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Horasan’da yapılan bu eser, Anadolu Selçuklu çini sanatı bakımından da sağlam ipuçları vermektedir. Moğol tahribinden kurtulan bir abide olarak sağlam ipuçları vermektedir. Moğol tahribinden kurtulan bir abide olarak İran’da Selçuklu çini sanatının birçok özelliklerini devam ettirmesi bakımından Anadolu’daki ilk çinili abidelerle paralel bir durumu vardır. Bundan biraz daha sonra Horasan’ın kuzeyinde, Forumad şehrinde daha küçük ölçüde bunun benzeri plânda diğer bir iki eyvanlı cami daha yapılmıştır. Selçuklulardan sonra Suriye’de, Zengîler zamanında ve Anadolu’da iki eyvanlı medreseler çok yapılmıştır. Bu camilerde de aynı plânın değerlendirildiği görülmektedir. Hargirt Medresesi’nin dört eyvanından ikisi alınmış ve cami olarak düzenlenmiştir. Klâsik Selçuklu camilerinde eyvan kubbeli mekânla birleştirilmiştir. Gerçi Sasanî saraylarında bunun daha eski örnekleri mevcut ise de, Godard’ın isabetle belirttiği gibi İslâmlık devrinde, Selçukluklardan önce ne Doğu ne de batı İran’da tek bir örnek görülmemiş ve Selçuklular bunu yeniden bulmuşlardır. Melikşah zamanında dört eyvanlı medrese şekli İsfahan’da tatbik edilmiş bu plân etkisiyle dört eyvanlı cami yaratılmıştır. Gelişmede tabiî olarak cami kubbeli mekânının önüne medresenin güney eyvanı gelmiş ve böylece ortaya çıkan dört eyvanlı klâsik Selçuklu camii Timurlu Devri’nden başlayarak, İran’ın gerek doğusunda gerek batısında bütün mimarîde hâkim olmuştur. Minareler Karahanlılar, Gazneliler ve Delhi Kutup Minar’da gördüğümüz gibi Türkler çeşitli minare şekillerini denedikten sonra Selçuklular İran’da ince uzun, silindirik minareleri geniş ölçüde yerleştirerek kendi zevklerine en uygun şekli bulmuşlardır. Isfahan yakınında 1122 tarihli, altta sekizgen, üstte kalın silindir biçimli Car Menar ve 1129 tarihli Sin minaresi gibi bazı istisnalar dışında, poligon veya dört köşeli alt kısım tamamen kaybolmuştur. Bunların en eskisi Damgan Mescid-i Cuması’nda daha Tuğrul Bey zamanından kalma 1058 tarihli, yukarıya doğru incelen yüksek endamlı, silindirik Selçuklu minaresidir. Ortada geniş bir kitabe kuşağı ve çok ince diğer beş kuşakla belirsiz şekilde bölümlere ayrılmakla beraber, kuvvetle yukarı yükseliyor. Bunun dışında düz silindirik gövde yalnız tuğlaların dizilmesinden meydana gelen baklavalar ve geometrik örnek ve bir de ince kûfî kabartma çini kitabe kuşağının açık mavi veya firuze sırlanmasıyla süslenmiştir. Selçukluların ilk çinili mimarî eseri olması bakımından da bu minarenin ayrı bir yeri vardır. Bugün yıkılmış olan şerefe çok yukarıda bulunuyordu. Save›de Mescid-i Meydan minaresi 1060 tarihinde bundan hemen iki üç yıl sonra ikinci Selçuklu minaresi olarak, yine Tuğrul Bey zamanında yapılmıştır. Zevvare plânı önemsiz ve Selçuklu alçı kabartmaları üzerine İlhanlı alçı süslemeleri kaplanmış olan Mescidi Pâmenâr›ın 1068-9 tarihli zarif silindirik minaresi ise Alparslan zamanından kalmıştır. Tuğla üzerine oyma, rumilerle süslü kûfî kitabe kuşağı Damgan minaresinden sonra ikinci Selçuklu kitabesidir. Minarenin gövdesinde bundan başka süsleme yoktur. Sade tuğla dizisi halinde yükselir. Şerefesi yıkılmıştır. İran’da XI. yy. sonuna kadar yaptırılan diğer Selçuklu minareleri Keşan’da 1073 tarihli Mescid-i Cuma minaresiyle, Isfahan yakınında Barsiyan Mescid-i Cuması’nın 1097 tarihli minareleridir. XII. y.y. 180 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı boyunca ve daha sonraları artık Selçukluların yerleşmiş olan bu silindirik zarif minareleri geliştirilip zenginleştirilerek devam etmiştir. Mezar Anıtları/ Türbeler ve Kümbetler Büyük Selçuklular zamanında camilerde olduğu gibi, türbelerde de gelişme Karahanlılara ve Gaznelilere bağlanmaktadır. İlk yıllardan Tuğrul Bey zamanından iki mezar anıtı kalmıştır. Bunlar, Isfahan’ın güneyinde Abarkûh’da Kümbet-i Ali ve Damgan’da Cihil Duhteran (Kırk Kızlar) adlı kümbetlerdir. Her ikisi de 1056 yılında yapılmıştır. Abarkûh’daki kümbet birçok bakımlardan daha önce İran’da yapılmış kümbetlerden farklıdır. Burada, yüzeyleri dümdüz alçak sekizgen gövde üzerine halen kubbe ile örtülü bir yapı ile karşılaşıyoruz. Arap Ata Türbesi ve diğer Karahanlı yapılarından tanıdığımız tromp şekillerine benzer mukarnaslardan zengi ve geniş bir plâstik kuşak, üst kenarın etrafını çevirmektedir. Bunun altında da ince bir kûfî kitabe kuşağı vardır. Kubbenin üstünde aslında sekizgen bir piramit kûlâh olup olmadığı kesinlikle belli değildi. İran’daki diğer kümbetlerin hep tuğladan yapılmış olmasına karşılık Kümbet-i Ali’nin taştan bir abide olması ilgi çekicidir. XI. yy.’ın ilk yarısında Hazar denizi güneyinde kalan Lacim, Resget ve Batı Radgan’daki kümbetler gibi, diğer mezar anıtları yukarı doğru incelmeyen düz silindir biçiminde tuğla yapılar olup, abidevî karakterleri zayıftır. Buna karşılık Kümbet-i Ali daha alçak gövdesine rağmen üstteki iri mukarnas frizi ve kitabe kuşağıyla tamamen abidevî bir etki uyandırır. Tuğrul Bey zamanından kalan ikinci mezar anıtı, Damgan’da Cihil Duhteran (Kırk Kızlar tuğladan silindirik gövde üzerine konik külâhlı bir kümbettir. Kazvin ve Hemedan arasında ve Tahran’ın batısında Harekân (Karağan) denilen bölgede Selçuklulardan kalma iki şahane kümbet keşfedilmiştir. Bunlar, birbirinden 29 m. aralıkla düz bir alanda yükselen kümbetlerdir.Yükseklikleri 13 m., çapları 11 m. olup sekizgen biçiminde ve tamamıyla tuğladandırlar. Kümbetlerin üstü çift kubbe ile örtülüdür. Dış kubbelerin yıkılan yerleri altından iç kubbeler görünmektedir. Köşelerde, aynı biçim ve çaptaki silindirik kulelerden birinci kümbette iki, ikinci kümbette bir kulenin içinde merdivenler vardır. Bunlar diğerlerinden daha geniştir. Diğer kuleler masiftir. Bunlar, takviye kuleleri olup dış kulelerin sekiz kaburgası halinde devam etmektedir. Her iki kümbet kitabeli ve çok zengin çeşitli tuğla süslemelerle kaplıdır. Fakat bu süslemeler, mimarî unsurları başarı ile ve ölçülü bir ifade ile belirtmektedir. Doğuda kalan birinci kümbetin kûfî kitabesi giriş cephesinin üst kısmında ve dış kubbede değişik bir düzende kûfî olarak yazılmıştır. Buna göre, kümbet, 1067-8 tarihli olup Alp Arslan zamanında ve Malazgirt Muharebesi’nden önce yapılmıştır. Mimarın adı Zincanlı Muhammed bin Mekkî olarak yazılır. Merdivenli kuleler giriş cephesinin solundaki ikinci cepheyi çevrelemektedir. Tuğla süslemeler hep Ülkü Ocakları Genel Merkezi 181 www.ulkuocaklari.org.tr Düz olarak yükselen tuğla gövdenin üst kenarında geniş bir kûfî kitabe kuşağı bunun altında ve üstünde tuğlaların değişik dizilmesinden meydana gelen birer geometrik kuşak ve yukarıya doğru kenarları taştan çift kirpi frizi ve baklavalardan ibaret ince bir kuşakla konik çatıya intikal etmektedir. Bu kümbet, aynı şehirde daha önceden 1027 tarihli Pir Alemdar Kümbeti’ne benzemekle beraber, onun sert ve monoton dış görünüş yerine olgun nispetlerle daha abidevî bir etki kazanmaktadır. Selçuklularla mezar anıtları mimarîsinde çok büyük ve parlak bir gelişme olmuştur. Son yıllardaki araştırma ve buluşlar bu durumu canlı olarak belirtmektedir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı cephede değişmekte ve inanılmaz bir zenginlik göstermektedir. İki kule yüksek rölyefli olup kitabelerin üstündeki frizde Özkent türbelerinden başlayarak, gerek mimarîde gerek çinilerde Anadolu Selçuklularına kadar Türk sanatında sık sık görülen iç içe geçmiş altıgenlerden meydana gelen süslemeler göze çarpar. Kümbetin içi de sekizgendir. Sivri kemerli nişler en belirsiz şekilde kubbeye geçişi sağlar. Burada aynı zamanda Selçuklulardan kalma en eski kalem işleri iç duvarları kaplamaktadır. Kubbenin içi de kalem işleri ile süslenmişti, fakat sıvalarla birlikte bunlar dökülmüştür. Sekiz duvar yüzünden her birinde alttan yükseltilmiş, kırık sivri bir kemerin tepesinden aşağıya zincirle asılı bir kandil resmedilmiştir. Kandiller üzerinde X. yüzyıl kûfîsiyle “Berekeli sahibini” yazılıdır. Kandiller bej bir zemin üzerine siyah, kahverengi konturla çizilmiştir. Kandillerin üstünde cephe, bir sivri kemerle nihayetleniyor. Bunların ortasındaki daire madalyonlar içinde tavus kuşları, yıldızlar gibi süslemeler görülür. Bunların renkleri mavi, açık yeşil, pembe, kahverengi ve koyu siyahtır. Kubbenin alt kenarında da çiçekli kûfî kitabelerden kalıntılar görülür. Bu kadar erken bir tarihte Selçukluların, böylesine abidevî ve zengin bir mezar anıtı meydana getirmeleri ancak Türklerde, kökleri çok derin mezar anıtı fikrinin parlak bir gelişmesi olarak görülebilir. Bu daha sonra Isfahan Mescid-i Cuması’nda, Kümbed-i Haki’de görülen eşsiz mimarî olgunluğun, kümbet olarak bir habercisidir. Yarım yüzyıl içinde basit kuleler şeklindeki çok sade kümbetlerden başlayarak Selçuklular zamanında gelişmenin nereye vardığı Harekân Kümbeti’nde açıkça belirmektedir. İkinci kümbetin kûfî tarih kitabesi beş satır halinde kapının üzerindedir. Bundan kümbetin 1093 tarihinde, Nasırûddin Mahmud zamanında Zincanlı Ebül Meali bin Mekki adında bir mimar tarafından Ebi Mansur Bek Elsi bin Tekin için yapıldığı anlaşılmaktadır. Diğerlerinden 26 yıl sonra yapılan bu kümbetin mimarının adından, iki kümbet mimarlarının kardeş ve baba oğul oldukları kabul edilebilir. Bu kümbet daha az haraptır. Cephelerdeki tuğla süslemeler aynı zenginlik ve değişikliktedir. Tuğlalar daha kabaca, fakat sağlam olarak dizilmiştir. Birinci kümbetten diğer bir farkı içeren duvarların çıplak tuğla halinde sıvasız bırakılması ve kıble cephesinde yonca kemerli tuğla süslemeli yarım kalmış bir mihrabın bulunmasıdır. Bunun dışında kümbetin içi tamamen düz tuğla duvarıdır. Dış yüzde tuğlaların değişik dizilmesiyle süsleme geleneğinin en başarılı eserlerindendir. Birinci kümbette yirmiden fazla burada ise elliden fazla değişik süsleme görülmektedir. Bunlara benzer bir üslûp gösteren üçüncü bir kümbet Demavent’te olup, köşeleri yuvarlak payelerle takviye edilmiş, 4.85 m. çapında, 9.90 m. yüksekliğinde sekizgen bir kule şeklinde olup üstü piramit çatı örtülüdür. Kapı, tamir esnasında yeni yapılmış, bunun üzerinde yanyana iki mihrap nişi, daha yukarıda dört yıldız ve bunları bağlayan haç şekilleriyle iki bölüm yer almıştır. Diğer kenarlar da üçer bölüme ayrılarak birbirinden farklı zengin tuğla süslemelerle kaplanmış, tuğla hem malzeme hem de süsleme olarak kullanılmıştır. İçi, silindirik ve kubbeli olup, kubbede tuğlalar balık sırtı dizilmiştir. Kümbetin kitabesi yoktur. Halk bunu, Devament Valisi Şeph Şibli’ye mal ederse de, kendisi 945’de ölmüş ve Bağdat’ta gömülmüştür. Üslûp bakımından XI. yüzyılın üçüncü çeyreğine girer ve Selçuklu kümbet mimarîsinin yaratıcı kuvvetini gösteren diğer iki kümbetle aynı grupta yer alır. Sekizgen kümbetler tuğla süslemelerin çeşitli zenginliği bakımından daha geniş imkânlar sağlar. 182 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Silindirik kümbetlerde, bu imkânlar daha sınırlı ve değişmeyen yüzeyler halinde kalır. Abarkûh’ta Kümbet-i Ali’den sonra gelen bu üç Selçuklu kümbetinin de sekizgen plânda olması karakteristiktir. Dehistan’da Meşhed denilen geniş mezarlık içinde 12. yüzyıl başından ayakta kalan kümbetler sade bir tuğla mimarîsi göstermekle beraber değişik plân şekilleriyle ilgi çeker. Silindirik veya sekizgen biçiminde aşağıdan yukarıya hafifçe daralan bu kümbetler yarım silindir veya dik kenarlı masif kuleler ve sivri kemerli sathi nişlerle çevrilmiş olup, önlerinde alçak bir eyvan biçiminde giriş yerleri vardır. Son yıllardaAfganistan’da Sar-i Pul (Cüzcan’ın merkeziAnbir) de Büyük Selçuklulardan kalma iki türbe (ziyaret) keşfedilmiştir. Bunlardan birincisi İmam Hurd denilen, Yahya bin Zeyd Türbesi, kare mekân üzerine, kubbeli basit bir yapı olup, önünde dikdörtgen ilâvesi vardır. Dıştan kerpiç kaplı belirsiz bir yapı olan türbenin içindeki çok zengin ştuk süslemeler ve çiçekli kûfî kitabeler şaşırtıcıdır. Mihrap süslemeleri 960 tarihli Nayin Camii’ni uzaktan hatırlatır. Bu süslemeler ve muhteşem çiçekli kûfî kitabeler, XI. yy. sonlarına girmektedir. Gaznelilerin kitabelerine uygun bir üslûpları vardır. Mihrap kemerini ve kaidesini çeviren kitabede mimarın adı Mima amele ebu Nasr Mehmed bin Ahmed el hanna el Tirmizi olarak Tirmizli Ahmed adı verilmekte ve mimarın Karahanlı ülkesinden geldiği de böylece anlaşılmış olmaktadır. Diğer kitabe, duvarların üst kenarını geniş bir kuşak halinde çeviriyor. Allah adı, örgülü yıldızlı ve çeşitli kûfî yazılarla başka benzeri olmayan bir orijinallikte yazılmış olup, bu kitabe, mihrap etrafındakinden daha üstün kalitelidir. Burada Gaznelilerden sonra, X. yy. sonundan en olgun çiçekli kûfî kitabe ile karşılaşmaktayız. Türbenin üstü iç içe kemerler şeklinde değişik tromplar üzerine bir kubbe ile örtülüdür. Büyük Selçuklular zamanında Horasan bölgesindeki türbelerde sistemli, bir gelişme kendini belli etmektedir. XI. yüzyıl sonuna mal edilebilen Serahs’ta Ebül Fazl ve Mihne’de Ebu Said Türbeleriyle, yine Serahs yakınında 1098 tarihli Yartı Kümbet, Vekil Bazar’da Abdullah İbn Büreyda Türbesi, Astanababa’da Alemberdar Türbesi, Merv’de 12. yüzyıl başından 1112 tarihli Muhammed İbn Zeyd Türbesi bu gelişmenin çeşitli basamaklarını gösterir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 183 www.ulkuocaklari.org.tr Sar-i Pul’un 1 km. kadar batısında bulunan diğer Selçuklu ziyareti İmam Kalan adını taşıyor. Aynı şekilde kerpiç yapı olup kitabeleri ve süslemeleri de oldukça haraptır. Önündeki diktörtgen kısımdan, kubbeli mekâna götüren kemerde Nesih yazı ile bir kitabe vardır. Fakat bu harap kitabede yalnız “Fi Şehri Şahan tis’a... “ okunabiliyor. Burada Neyin Camii’ni ve Zevvare Mescid-i Cuma mihrabını hatırlatan mihrap, ştuk, süslemeleri oldukça haraptır. Burada nesih yazılı kitabe, Selçuklularda görülen en eski örnektir. Gaznelilerde Sultan İbrahim zamanında (1059-99), Gazne abidelerinde kûfî yazı ile birlikte veya ayrı olarak nesih kitabeler vardır. Büyük Selçuklularda ilk defa İsfahan’da Cihil Duhteran minaresinde 1108’de görülür. İmam Kalan kitabesinde 9 rakamını 509 H. olarak kabul edersek bu türbeyi de 1117 tarihlerine koymak lâzım gelir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bunlardan Serahs yakınında bulunan Yartı Kümbet 12x12 m.’ye varan oldukça büyük ölçüde bir yapı olup, Arap Ata Türbesi’nden gelen yonca biçiminde trompları ve zengin mimarî süslemeleriyle dikkati çeker. Duvarlar kademeli nişlerle teşkilâtlandırılmış olup, giriş cephesi (güney), yarım silindirik, arka cephesi ise dik kenarlı köşe kuleleriyle takviyelidir. Buna yakın ölçüde Alemberdar Türbesi (Astanababa’da) tromplu kubbesi, kademeli nişlerle teşkilâtlandırılmış cepheleri ve köşe kubbeleriyle aynı gruba girmektedir. Daha küçük olmakla beraber, mimarî süslemeleri çok zengin olan Abdullah İbn Büreyda (Car Tak) Türbesi de Vekil Bazar’dadır. Burada Leşker-i Bazar Sarayı’nın kubbelerinden tanıdığımız basamaklı trompların tekrar kullanılması karakteristiktir. Ayrıca cephede ve içeride duvarların üstünde uzanan tuğla veya ştukdan kûfî kitabeler ve tuğla süslemelerle XI. yüzyıl sonundan karakteristik bir yapıdır. İçerde hafif sivri niş kemerlerini çevreleyerek duvarların üst kenarını dolanan iri kûfî kitabe kuşağı damarlı rûmiler ve kıvrık ştuk süsleme halinde çiçekli kûfî kitabelerin erken örneklerinden biridir. XII. yüzyıl başından Merv’de 1112-13 tarihli Muhammed İbn Zeyd türbesi ise tuğladan harflerle çiçekli kûfî kitabesi ve değişik dizilmiş tuğlalardan (balık sırtı vs.) süslemeleriyle aynı gelişmeyi devam ettirir. Yine XII. yüzyıl başlarından, Merv’in 28 km. kuzeyinde, bugün kubbesi yıkılmış olan Hüdayi Nazar Evliya Türbesi ise nişli cephesi, iki yanda geniş geometrik bordürleri ve tuğla süslemeleriyle Serahs ve Mihne’deki büyük türbelere bağlanır. Bugünkü Türkmenistan’ın güneyinde XI. yüzyıl sonundan kalma iki Selçuklu türbesi Karahanlıların ve Gaznelilerin tuğla mimarîsini devam ettirmekle beraber, 10 m. çapını aşan kubbeleriyle oldukça büyük ölçüde yapılardır. Bunlar, Serahs şehrinde Serahs Baba adıyla tanınan Ebul, Fazl ve Mihne şehrinde Ebu Sait Türbeleridir. Serahs’ta Ebül Fazl Türbesi dıştan nişlere bölünmüş çok kalın duvarlar üzerine doğu cephesinde ileri fırlamış portali ile çift kubbeli bir abidedir. Bugün dış kubbesi yıkıldığı için çıplak iç kubbe meydana çıkmış ve dış görüşünü ahenkli nispetleri bozulmuştur. İç taraftan da kalın duvarlara diktörtgen nişler açılmıştır. Burada daha XI. yüzyıl sonunda ve Selçukluların ilk devrinde çift kubbenin ilk defa ortaya çıkması çok önemli ve ilgi çekici bir yeniliktir. Mihne’de Ebu Sait Türbesi, aynı şekilde kalın duvarlar üzerine çift kubbeli bir yapı olup, burada sivri kemerli nişler yukarıya alınmış, duvarların alt yarısı bugünkü durumuna göre düz bırakılmıştır. Kubbe sivri kemerli mukarnas dolgulu tromplar üzerine oturmaktadır ki, bunların devamı sonraki yüzyılda Selçuklu camii kubbelerinde daha gelişmiş halde görülmektedir. Cephe ve portalleriyle kubbeli yapının umumî görünüşü bakımından Karahanlıların Arap Ata Türbesi’yle aradaki benzerlik gözden kaçmaz. Dört duvar üzerine kubbe yapısı olarak Karahanlılarda Özkent türbelerinde devam eden, gelenek onlar kadar zengin süslemeli olmamakla beraber, Büyük Selçuklularda kendini gösteriyor. Bu gelişme, Merv’de Sultan Sencer’in 1157 tarihli türbesiyle Anadolu dışında Asya’da son sınırına varmıştır, denilebilir. 184 XI. yüzyıl sonu Büyük Selçukluların türbe mimarîsi, XII. yy. başında Tus’ta İmam Gazali’ye ve Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı 1111 tarihine mal edilen türbede, daha gelişmiş halde, devam ediyor. Dışarıya doğru 8.70 m. genişlikte bir giriş eyvanından sivri kemerli kapı ile kemarları 12 m. olan kare, kubbeli mekâna girilmektedir. Arkaya doğru türbe, birbirinden farklı üç adet diktörtgen tonozlu oda ile uzatılmıştır. Hafif sivri kubbe, aslında çift külâhlı iken, dış kubbenin yıkılması ile çıplak iç kubbe meydana çıkmıştır. Serahs ve Mihne’de XI. yy. sonu Selçuklu türbelerinin çift kubbe sistemi, Horasan’ın merkezi Tus’ta hâkim olmuştur. Dış görünüş duvarların iki kat halinde yuvarlatılması ile değişik, abidevî bir karakter kazanmıştır. Zaman zaman Tus türbesi, XIV. yy.’a kadar genç bir tarihe konulmak istenmişse de, XI. yüzyıl sonundan, Serahs’ta Ebül Fazl ve Mihne’de, Ebu Sait Türbesi’nin tanınmasıyla, XI. yüzyılın başına ve İmam Gazali’nin ölüm yılı olan 1111 tarihlerine yerleştirileceği anlaşılmıştır. Önünde giriş eyvanı ve arkasına eklenen yanyana üç küçük tonozlu mekânla bu türbe uzunlamasına 18.60x25 m. bir yapı olmakla beraber, kubbe yapısı bakımından Sultan Sencer’in Merv şehrinde 1157 tarihli muhteşem türbesine bir hazırlık olarak görülebilir. Burada kubbe, galerilerin meydana getirdiği sekizgen bir kaide üzerinde yükselmektedir. Cephenin iki katlı niş sistemiyle teşkilâtlandırılması da, XIV. yüzyıl başında Sultaniye’de Olcayto Hudabende Türbesi’nde tekrar görülecektir. İran›da Selçukluların son büyük hükümdarı Sultan Sencer›in Horasan›da Merv şehrinde bulunan 1157 tarihli türbesi, Selçuklu türbe mimarîsinin o zamanına kadar gerçekleştirdiği gelişmenin yeniliklerin kuvvetli bir sembolüdür. Dünya mimarîsinin sayılı şahaserleri arasında yer alan abide, 17 m. çapındaki türbesi ile o zamana kadar erişilememiş bir ölçüye varmıştır. Daha sonra da Orta Asya›da, bundan büyük olarak, yalnız Yesi şehrinde (bugünkü adı Türkistan) Hoca Ahmet Yesevî›nin 1360 tarihli türbesinin 18 m. çapındaki kubbesi vardır. Dış görünüş bakımından Sultan Sencer türbesinin Kâşgar bölgesinde Moritim stupasıyla, Doğu Türkistan’da Aksu stupası arasındaki benzerlik gözden kaçmıyacak kadar açıktır. Gerçi stupa içi dolu, masif bir yapıdır, fakat içi boş olan stupalar da yapılmıştır. Kubbe kasnaklarının iyice yükseltilmesinde de İslâmlıktan önce Türklerin dini olan Buda tapınakları, stupaların etkisi inkâr edilemez. Sultan Sencer Türbesi’nde dış galeri, kubbenin yüksekliğini artırma yolunda bir adımdır. Sonradan kulevari, yükseltilmiş kasnaklar üzerine kubbe ile örtülü türbe tipleri Türklerle batıya da yayılmış ve Mısır’da Memlûk mimarîsinin yaratmalarıyla Orta Çağ Kahiresi’ne yepyeni bir çehre vermiştir. Semerkant’ta Şahzinde denilen türbeler grubu ile, Kahire’de Halife mezarları diye tanınan Memlûk türbeleri arasındaki yakın benzerlik, bütün canlılığı ile bunu aksettirir. Şahzinde türbeleri arasında en gösterişli olanı Bursa’dan giden büyük Türk matematik ve astronomi alimi Kadızade-i Rumî Ülkü Ocakları Genel Merkezi 185 www.ulkuocaklari.org.tr Sultan Sencer Türbesi de daha önceki Selçuklu türbeleri gibi çift kubbeli idi. Bugün yıkılmış olan dış kubbe, 1217-1219 yılları arasında. Moğolların şehri yıkmasından az öncesine kadar burada bulunan Yakut’a göre, firuze rengiyle (sınırlı tuğla) kilometrelerce uzaktan göze çarpıyordu. Tuğladan 27 m. kenarlı geniş kare blok üzerinde, 14 m.’ye kadar kubbe yükselmektedir ki, bugünkü halde, genel yükseklik 27 m.’yi bulmaktadır. 6 m. gibi inanılmaz bir kalınlığına varan duvarlar içten, her düz kenarda birer nişle hafifletilmiş, doğu ve batıda bunlar giriş halinde açılmıştır. Tromplar üzerine oturan kubbe, kaburgalarla örülerek zenginleştirilmiştir. Mimarînin esaleti ve üslûbunun büyüklüğü iç mekânın sadeliğinde kendini göstermektedir. Dış taraftan kubbe, bir dar bir geniş olmak üzere alternatif kemerli galeriler ve köşelerde geometrik tuğla süslemeli payelerle desteklenmiştir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı adı ile tanınan Musa Paşa’nın (1337-1412) türbesidir. Mozaik çini süslemeli yüksek silindirik kasnak üzerinde hafif oval kubbesi ile diğer türbeler arasında hemen göze çarpar. Bursa’da tahsilini bitirip Horasan’a, oradan Türkistan’a gitmiş Timur’un torunu Uluğ Bey (1394-1449) zamanında, Semerkant rasathanesinin başına getirilmiş ve medresede baş müderris olmuştur. Yetiştirdiği talebelerden Fethullah Şirvanî ve Ali Kuşçu, Türkiye’ye gelerek matematik ve astronomi ilmini yaymışlardır. Karahanlılar, Gazneliler ve Büyük Selçuklulardan devamlı olarak geliştirilen kubbe mimarîsi, Sultaniye’de Olcayto Hüdabende (1304-1306) ve Semerkant’ta Gûr Mîr’den (Timur türbesi, XV. yy. ilk yarısı), Hindistan’da Agra civarında diğer bir Türk hükümdarı Şah Cihan’ın ölen hamını için 1630-48’de yaptırdığı Tac Mahal türbesine kadar uzanmaktadır. Gerek camilerde, gerek türbelerde kubbe problemi ve kubbeli cami probleminin gelişmesi bütün Asya’da bir çıkmaz halinde tıkanmış kalmıştır. Gerçi, çeşitli kubbe şekilleri dış görünüş bakımından denenmiş ve Hindistan’da Bicapur’da Muhammed Adil Şah Türbesi’nde olduğu gibi, muazzam ölçüye varan kubbeler de yapılmıştır. Fakat, Tebriz’de Karakoyunlulardan Cihanşah’ın (1436-1467) yaptırdığı, XV. yy. ortasından Gök Mescit dışında bu ölçüde bir merkezî kubbe yapısı gerçekleştirilememiştir. Bunda da Anadolu Türk mimarîsinin etkilerini hesaba katmak lâzım gelir. Kubbe problemi yalnız Anadolu’da Türkler tarafından tam bir hâkimiyetle, çeşitli yönleriyle ele alınmış ve son imkânlarına kadar geliştirilmiştir. Büyük Selçuklular zamanında türbelerin bu gelişmesi yanında, kümbet mimarîsinde de XII. yüzyıl boyunca birçok yenilikler olmuştur. İran’da Selçukluların ilk devrinde, daha Tuğrul Bey zamanında Isfahan’ın güneyinde Abarkûh şehrinde 1056 tarihli Kümbedi Ali’de en sade şekliyle sekizgen gövdeli kümbetlerin başlangıcını görmekteyiz. İran’da Selçuklu camilerinin kubbeleri de genellikle dıştan sekizgen bir kaide üzerine oturmaktadır. Bundan sonra XI. yüzyılın sonuna kadar sekizgen kümbet şekli Büyük Selçuklularda Harekân Kümbetleri ve Demavent Kümbedi gibi en zengin ve gelişmiş abidelerde devam ediyor, yalnız bunlarda köşeler silindirik payeler halinde yuvarlatılmıştır. Kümbetlerin süslemelerinde de XI. yüzyıl sonuna kadar, geometrik şekillerin hakim olduğu görülür. XII. yüzyıldan Rey’de 1139 tarihli anonim kümbet, tuğladan silindirik bir yapı olup, keskin kenarlı mukarnaslarla nihayetleniyor, fakat bunlar Abarkûh Kümbeti’ne göre çok sadeleşmiş, plâstik kuvvetleri zayıflatılmıştır. Bunun üstü, her halde, çadır biçiminde, kronik bir külâhla örtülü idi. Mukarnaslar ve bunların üstünde yivlerden dar kuşak konik çatının varlığına işaret ediyor. Fakat bu yıkılmış, yalnız gövdesi ayakta kalmıştır. Azerbaycan bölgesinde, Meraga’da 1147 tarihli ve Sultan Sencer türbesinden on yıl önce yapılan Kümbedi Surh (Kümbedi Kırmız) ise kare plânı ile Karahanlı türbelerinin asıl şekillerine dönüşü gösteriyor. Kümbet, tuğlaların kırmızı rengi yüzünden bu ismi almıştır. Köşelerde, taş başlıkları olan kalın, yuvarlak payeler, çok ince bir tuğla işçiliği göstermekte olup aralarına kare biçiminde küçük firuze çiniler yerleştirilmiştir. Arka ve yan cepheler sivri kemerli ikişer sathî niş halinde teşkilâtlandırılmıştır. Portal alınlığı firuze mozaik çinilerden geometrik bir örgü motifi ile doldurulmuştur. Kümbet içten tromplu bir kubbe ile örgülüdür. Dış taraftan ise küp biçimindeki gövde üzerinde sekizgen 186 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı kaide yükselmektedir. Bugün ayakta kalan kubbenin üstünü sekizgen piramit bir çatı örtmekte idi. Altında tonozlu bir mumyalık vardır. Bunun tonozu kare biçiminde bir orta paye ile duvarlara dayanan, iç içe karelerden bir yıldız biçimindedir. Kümbet adetâ Karahanlı ve Gazneli Devri’ni hatırlatan sağlam ve teknik bakımdan ileri bir tuğla mimarîsi göstermektedir. Tuğlalar, geometrik örnekler meydana getirecek şekilde dizilmiştir. Yine meraga’da 1167 tarihli, tuğladan, silindirik diğer kümbet, çini süslemelerinin zenginliği ile yirmi yıllık kısa zamanda kendini gösteren parlak gelişmenin canlı bir örneğidir. Plânı tekrar XI. yüzyıldaki silindirik kümbetlere dönüşü göstermektedir. kûfî kitabenin harfleri ve örgü süslemeleri firuze sırlı tuğladandır. Portalin zengin süslemeleri dışında alçak silindirik gövde sade tuğladandır, kubbesi ve dış külâhı yıkılmıştır. Meraga’da kare ve silindirik kümbetler yanında diğer bir değişik yapı olarak 1196 tarihli Kümbedi Kabud, sekizgen biçimindedir. İçte kubbe, dıştan basık sekizgen piramit çatı ile örgülüdür. Selçukluların sekizgen kümbetleri plânına göre ve Nahcivan’da 1186 tarihli Mümine Hatun Kümbedi’ne benzer şekilde yapılan bu kümbet bütün yüzeylerini kaplayan çok zengin, yıldız geçme biçiminde süslemelerle dikkati çeker. Köşeler, silindirik payelerle yuvarlatılmış, bunlar üstten mukarnaslı sivri kemerli nişlerle birbirine bağlanmıştır. Daha yukarıda kûfî kitabe kuşağı ve piramit çatıya taşıyan mukarnas frizi yer almaktadır. Firuze çiniler, renkli kümbetin dış görünüşünün zenginliğini büsbütün artırmaktadır. Dıştaki kûfî kitabelere karşılık, içeride kubbenin alt kenarında, kabartma harflerle nesih bir kitabe kuşağı göze çarpar. Azerbaycan kümbet mimarîsinin merkezlerinden biri olan Meraga’dan sonra yine Azerbaycan’da Urmiye gölünün batısında, sınırlarımıza yakın Urmiye (şimdi Rızaiye) de 1184 tarihli Se Kümbet, Meraga’daki 1167 tarihli yuvarlak kümbetin biçimine tamamıyla uygun bir yapıdır. Güney Azerbaycan’da Meraga gibi, Kuzey Azerbaycan’da Nahcivan’da, mezar anıtları, kümbetler bakımından çok zengin bir merkez olarak dikkati çeker. Bu iki merkezin, mimarî bakımdan böyle parlak bir gelişme göstermesi, 1146’da kurulmuş olan Azerbaycan Atabeklerinin sanat ve imar aşkını açıkça belirtmektedir. Nahcivan’da 1162 tarihli Yusuf bin Kuseyr Kümbeti, Selçuklu öncülerine uygun olarak tuğladan sekizgen gövde üzerinde sekizgen piramit çatılı bir yapıdır. Üst kenarda geniş bir kûfî kitabe kuşağı gövdeyi çeviriyor. Birbirine geçme altıgenlerden geometrik tuğla süslemeler yüzeyleri kaplar. Portal üzerindeki kûfî kitabede mimarın adı, Acemi bin Ebu Bekir olarak yazılıdır. Bu eser, Azerbaycan Atabeklerinin ilk Hükümdarı Şemseddin İldeniz zamanında yapılmıştır. Fakat Nahcivan’da asıl şahane Ülkü Ocakları Genel Merkezi 187 www.ulkuocaklari.org.tr Yalnız burada kümbetin dıştan silindirik olmasına karşılık, iç mekân kare biçimindeki ve tromplu bir kubbe ile örtülüdür. Mukarnaslı portal nişi geometrik geçmelerden zengin süslemeler ve üstte kûfî bir kitabe ile iyice belirtilmiş olup, gövdenin diğer tarafları sade bir tuğla örgüsünden ibarettir. Yine Batı İran’da, Hemedan’da, XII. yüzyıl sonundan Kümbedi Aleviyan kare biçiminde kubbeli bir yapı olup Karahanlıların Özkent türbelerinin cephe mimarîsi geleneğini yeniden canlandırmaktır. Buradaki ştuk süslemeler bütün İran’da görülenlerin en zengin ve gelişmiş şekillerini biraraya toplamaktadır. Mihrap duvarında bunlar adetâ serbest plâstik görünüşler halinde gelişmiş ve daha sonra Divrik Ulu Camii’nde göreceğimiz taş işlerinin öncülerini meydana getirmiştir. Selçuklu camilerinde gördüğümüz ştuk süslemeler burada artık gelişmesinin son kuvveti ile ortaya çıkmaktadır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı mezar anıtı, İldeniz’in hanımı Mümine Hatun için oğlu Kızıl Arslan tarafından 1186’da yaptırılan, 25 m. boyundaki büyük kümbettir. İçten silindirik, dıştan on köşeli olarak yapılan bu tuğla kümbetin piramit çatısı yıkılmıştır. Kenarları dar ve uzun bir mihrap nişi şeklinde olup diktörtgen silmelerle kavranmaktadır. Daha yukarıda kûfî kitabe kuşağı ve sonra, piramit çatıyı taşıyan mukarnas frizi göze çarpar. Firuze çiniler, örgülü kûfî kitabeleri ve geometrik süslemeleri renklendirir. Süslemeler, hiç boşluk bırakmayacak şekilde bütün yüzeyler kaplamaktadır. Mimar Acemi bin Ebubekir, asıl şaheserini, ikinci eseri olan bu abide ile meydana getirmiştir. İki tarafında silindirik minarelerde sivri kemerli bir portalden, kümbet çeveresine giriliyordu. Bu abidelerde sivri kemerli bir portalden, kümbet çevresine giriliyordu. Bu abidevî giriş yıkıldığından, kümbet ortada kalmıştır. Böylece çifte minareli portallerin, Anadolu Selçuklu medreselerinde ne kadar büyük rol oynadığı düşünülürse, Nahcivan Mümine Hatun Kümbedi’nin önemi bir kat daha artar. Karahanlılarda, Ayşe Bibi Türbesi’nde, cephenin iki tarafında köşelerdeki minarelerden sonra Azerbaycan yolu ile bu gelenek Anadolu’ya gelmiş ve en büyük eserlerini orada vermiştir. Azerbaycan’da kümbetler böyle, parlak bir gelişme gösterirken İran’ın doğusunda Horasan’da Türklerin İran’a getirdikleri diğer kümbet tipleri otağların tuğladan abideler halinde ebedileşmiş şekilleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan Radkan (Doğu) da, Mil-i Radkan adıyla tanınan kümbet, 22 m. boyunda silindirik ve konik çatılı tuğladan bir yapıdır. On iki köşeli alçak bir kaide üzerinde 36 yuvarlak paye ile yivlenmiş silindirik gövde üzerinde konik çatıyı taşımaktadır. İçten kubbe ile örtülüdür. Konik külâh, firuze renkli dikdörtgen çinierle kaplıdır. Gövdenin üst kenarında da firuze çiniden kesilmiş kûfî harflerle 1.50 m. genişlikte bir kitabe kuşağı dolanmaktadır. Bunun sırları, çok yerde dökülmüş bazı yerlerde kalmış, kitabenin yarıdan fazlası da silinmiştir. Bunun altında yuvarlak payelere doğru sarkan, saçak motiflerini andıran bir palmet frizi, payelerin üst kenarını boydan boya çevirmektedir. Yuvarlak payeler üzerinde aşağıdan yukarıya kadar geometrik baklavalar şeklinde sıralanmış firuze çiniler göze çarpar. ekstil karakteri, gerek bu saçak motifinde gerek diğer süslemelerde ve bütününde açıkça belli olmaktadır. Kümbetlere örnek olan bu otağları Rubrusus, 1253’te Karakurum’da Möngü Kağan’ı ziyaret ettiği zaman görmüş ve seyahatnamesinde anlatmıştır. Bunlar tekerlek üzerinde, daire biçiminde sıralanmış ağaç direklerle kurulmuş ve renkli kumaşlarla örtülmüştü. Üstlerindeki keçeden konik çatıların ortası hava ve ışık deliği, aynı zamanda baca olarak açık bırakılmıştır. Bu çadırlarda Radkan Kümbeti’nin şekli açıkça görülmektedir. Birçok kısımları silinmiş olan kitabesinde tarih olarak yalnız Sitte Mie (600) okunmaktadır. Max van Berchem bunu boş kalan yere göre en yakın ihtimal olarak “isneyn” ile tamamlayıp, 602 yılını çıkarmayı uygun bulmuştur ki, 1205-6 tarihine rastlamaktadır. Tirmiz’de Karahanlıların 1108 tarihli Car Kurgan minaresinde, daha XII. yy. başında bunun şekli ortaya çıkmış bulunuyordu. Delhi’de diğer bir Türk Hükümdarı olan Kutbeddin Aybey’in 1200 tarihli Kutub Minarı’nda yivlenmiş gövdenin hem yuvarlak, hem dik kenarlı iki şekli de XII. yüzyılın son senesinde kendini gösterir. Buna göre, Radkan Kümbedi’nin XIII. yüzyıl başlarında yapılmış olması, üslûp ve tarihî gelişme bakımından akla yakın gelmektedir. 188 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Yine Doğu İran’da Horasan’da, Kişmar Kümbeti, çadır biçimini tuğlada tekrarlayan ikinci abidedir. Dört metreyi bulan on iki kenarlı bir kaide üzerinde yükselen silindirik gövde, 18 m. boyundadır. Bu defa yivler, bir yuvarlak bir dik kenarlı olarak değişmektedir. Bunların üzerinde yine oyulmuş halde, baklava motiflerinin ortalarının delinerek firuze çinilerle renklendirilmesinden meydana gelen bir dekor vardır. Kapı üzerindeki sivri kemerli alınlığın iki tarafında üç kısa satırlık nesih bir yazı ile kitabesinde tarih kısmı okunamamaktadır. Fakat üslûp bakımından Kişmar Kümbeti daha sonraki bir devri göstermektedir. Kutup Minar, 1200’de, her iki yiv şeklini fakat ayrı ayrı katlarda göstermektedir. Gazne’de XII. yüzyıl başından, Sultan Mesut III. ve Behram Şah minareler de, alt katta silindirik gövde etrafında dik kenarlı yivlemelerle göze çarpar. Kişmar Kümbedi’nin bunlardan daha sonraki bir tarihte yapılmış olması gerekmekte ve XIII. yüzyıl ortalarına, belki ikinci yarısına işaret etmektedir. XIII. yüzyıl boyunca ve İlhanlılar zamanında, Selçuklu kümbet mimarîsinde fazla bir değişiklik olmamış, aynı kümbet tipleri küçük farklarla devam etmiştir. Meselâ, Meraga’da İlhanlı Devri’nde yapılmış olan Kümbedi Caferiye (1316-36), daha önceki Kümbedi Surh’un hemen hemen tam bir benzeridir. Yivli veya düz silindirik gövde üzerine konik çatı sık sık görülen bir kümbet şekli oluyor. Nahcivan bölgesindeki kümbetler bu konuda ve Türk kümbet mimarîsinin sonraki gelişmesi bakımından bize iyi bir fikir verebilir. Nahcivan’ın Cuga köyünde XIII. yüzyıldan kalma zengin işlemeli, kesme taştan yapılmış kümbet, aynı zamanda Anadolu Selçuklu mimarîsi ile de bazı yakınlıklar göstermektedir. Köşeleri düzlenmiş, kare bir kaide üzerinde on iki köşeli olarak yükselen kümbetin onikigen veya piramit çatısı yıkılmıştır. On iki yüzeyden herbiri geometrik yıldız ve geçmelerden değişik bir oyma süsleme ile işlenmiştir. Kayseri’de 1276 tarihli Döner Kümbet’e olan benzerliği gözden kaçmaz. Sivas’ta Ertenaoğullarından kalma Güdük Minare adıyla tanınan 1348 tarihli Şeyh Hasan Bey Kümbeti ve Kayseri’de XVI. yüzyıldan kalma Sırçalı Kümbet’le aradaki benzerlik çok açıktır. Hepsi de Selçuklu geleneğini devam ettiriyorlar. Nahcivan’ın Karabağlar köyünde bulunan kümbet ise, zengin sırlı tuğla ve çini süslemeleri ile gösterişli bir abidedir. On iki yuvarlak yivli silindirik gövde, Horasan Radkan Kümbeti’nin on dördüncü yüzyıldaki geç bir devamını gösterir. Fakat yivli konik çatısı yıkılmıştır. Burada da gövdenin üstü baştanbaşa sırlı tuğladan kûfî yazılarla kaplıdır. Berde Kümbeti’nde farklı olarak, Allah adı ile birlikte Muhammed ve ilk dört halifesinin adları birarada görülmektedir. Burada çifte minareli abidevî portal (Taç kapı), komşu Nahcivan’da Mümine Hatun Kümbeti’nden sonra Azerbaycan’da görülen ikinci örnektir. Türklerin hâkim olduğu her yerde, mezar anıtlarında parlak bir gelişmenin görülmesi ilgi çekicidir. Azerbaycan mezar anıtlarında parlak bir gelişmenin görülmesi ilgi çekicidir. Azerbaycan mezar anıtlarının Anadolu’daki kümbetlerle bağlantısı gözden kaçmıyacak bir açıklıkla XIII. yüzyıl ikinci yarısına kadar kolayca takip edilebilir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 189 www.ulkuocaklari.org.tr Yine Kuzey Azerbaycan’da Berde şehrinde 1322 tarihli kümbetin mimarı Nahcivanlı Ahmed bin Eyyûb adlı bir ustadır. Kesme taştan, alçak bir kaide üzerinde, tuğladan 14 m. boyunda silindirik gövde kuvvetle yükselmektedir. Bütün gövde üzerinde kûfî yazı ile Allah adı tekrarlanmıştır. Konik çatı yıkılmış, üst kenarı çevreleyen geniş kitabe kuşağıdan ancak bazı harfler kalmıştır. Portali çevreleyen bordürlerde çini süslemeler ve çini kitabe göze çarpıyor. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Medreseler Şiiliğe karşı Sünniliği geliştirmek ve devlet memurlarını yetiştirmek üzere ilk devlet medreseleri XI. yüzyıl başlarında Gazne›de kurulmuştur. Bunlardan, Gazneli Sultan Mahmut zamanında Beyhaki›ye Saidiye, Ebu Saad el Astrabadî ve Ebu Ishak el-İsferainî olarak dört medresenin adları bilinirse de mimarî özelliklerini veya yapı şekillerini anlatan veya gösteren herhangi bir kaynak ve eser kalmamıştır. Sengbest’te, Gaznelilerin Tûs Valisi Arslan Cazip Türbesi’ne bitişik olarak ribatla birlikte bir medrese binasının bulunduğu ileri sürülmüş ise de tamamen yıkılmış olan bu yapı hakkında kesin bir bilgi edinilememiştir. 1913’te Niedermayer’in basit krokisinde iki yanda odalar sıralanan dikdörtgen veya kare bir avlu ön ve arkada iki veya yalnız önde bir eyvan belli olmaktadır. Büyük Selçuklular zamanında bu öğretim müesseseleri geniş bir devlet teşkilâtı haline getirilmiş devlet memurları buralarda yetiştirilmiştir. Bunlardan ilki Nişabur’da kurularak, ilk defa medrese adı kullanılmıştır. Nasırî Hüsrev, Nişabur medresesinin, Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in emri ile kurulduğunu kendisi Nişabur’dan 22 Nisan 1046’da geçerken yapının epeyce ilerlemiş olduğunu kaydeder. Bununla aynı zamanda ve sonraki yıllarda, diğer medreselerin de temelleri atılmıştır. Bağdat, Tûs, Isfahan, Herat, Belh gibi şehirlerde kurulan büyük medreselerde bu öğretim müesseseleri süratle gelişmiştir. Selçuklular ve Atabekleri zamanında, bunlar bütün imparatorluk memleketlerine dağılmış, Irak, Suriye ve Mısır’a kadar götürülmüştür. Bağdat medresesi 1067’de tamamlanmıştır. Büyük Selçuklu Medreselerinden, her ikisi Melikşah zamanından olmak üzere Horasan’da Hargird Medresesi ile, Rey’de küçük bir medrese kalmıştır. Tahminen 1087 tarihinde yapılmış olan, tam bir harabe halindeki Hargird Medresesi’nde, tonozu yıkılmış kıble eyvanından başka bir şey görünmez. Fakat, Godard tarafından yapılan son araştırmalar, her ne kadar Creswell tarafından şüphe ile karşılanmış ve cami olması ihtimali ileri sürülmüşse de bunun kare bir avlu etrafında dört eyvanlı medrese olduunu göstermiştir. Kıble eyvanında kalan tuğla süslemelerin tam benzerleri, güneydoğu taraftaki eyvanın duvar kalıntısı üzerinde de görülmektedir. Kıble eyvanının genişliği 7.04 m.’dir. Yan duvarları üçer sivri kemerle dışarı açılmaktadır. Uzun zaman pişmemiş topraktan olduğu zannedilmiş, fakat inceleme sonunda iyi cins sarı tuğladan yüksek kabartma olarak yapıldığı anlaşılmıştır. 90 cm. genişlikteki kitabe kuşağının alt yarısı yazı, üst yarısı rumî ve palmetlerden süsleme halinde olup, harflerin kolları, iki kısmı birbirine bağlamaktadır. Çok kabarık olan kitabe, tuğla zeminden 8-10 cm. kadar yükselmektedir. Kitabenin büyük kısmı ve tarihin yazılı olduğu sonu kaybolmuştur. Kitabenin kalan kısmı yerinden sökülmüş olup, şimdi Tahran Müzesi’nde bulunmaktadır. 1937’de Rey’de meydana çıkarılan ikinci dört eyvanlı Selçuklu medresesi Melikşah zamanından kalma bir yapıdır. Zengin ştuk süslemeli mihrabı, kuzey-güney eyvanları, doğubatı eyvanlarından daha küçük ve birbirine eşit olarak yapılmıştır ki, bu umumî kaideye aykırıdır. Medresenin duvarlarını kaplıyan süslemelerden bir kısmı kalmış olup, bunun eski ihtişamı hakkında fikir vermektedir. Geometrik bölümler içinde damarlı rumiler, palmetler ve kıvrık dallardan ibaret süslemeler arasında, karşılıklı iki sülünü canlandıran figürlü bir süsleme de dikkati çekmektedir. 190 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Creswell bunun bir ev olduğunu ileri sürmektedir. Talebe hücreleri de yoktur. Fakat mihrabı çevreleyen kûfî kitabeler, bunun ev olması fikrine uymaz. Selçuklu mimarisinde dört eyvanlı plân şeklinin camilerden önce medreselerde ortaya çıktığı, melikşah zamanından kalan bu iki medresede açıkça görülmektedir. Bu plân daha sonra yine Selçuklular tarafndan camilere tatbik edilerek dört eyvanlı cami plânı yaratılmıştır. Bu plân şeklini Selçuklular, Karahanlı ve Gazneli mimarisinden almışlardır. Akça Kale ve Kurtlu Şehir Kervansarayları ile Gaznelilerden Sultan Mahmut’un XI. yüzyıl başından Leşker-i Bazar sarayında dört eyvanlı plân tamamıyla gelişmiş olarak, Selçuklulardan önce gerçekleştirilmişti. Kervansaraylar Simnan-Şahrud yolunda, Ehvan’da taş ve tuğladan yapılmış olan ve Ribat Anuşirvan adıyla tanınan kervansaray, Selçukluların ilk devrinden Tuğrul Bey zamanında yapılmış olup, halen de ayaktadır. Karahanlıların Dehistan ve Day Hatun kervansarayları ile bazı benzerlikler gösterir. Kervansarayın adı, Ziyarîlerden, Şerefül Maâli Anuşivan’a (1029-1049) bağlanmaktadır. 72x72 m. kare plânda, bir kale gibi sağlam duvarlar köşelerde tam silindire yakın kenarlarda yarım silindir kulelerle takviyelidir. Dört eyvanlı ve payeler üzerine revaklı avlu, bunların arkasında tonozlu, uzun diktörtgen biçiminde yanyana simetrik olarak sıralanmış odalardan ibarettir. Üç köşede dört kollu eyvanlarla çevrili küçük kubbeler halinde ayrı daireler vardır. 5 metre genişlikte ve 17 m. derinlikte eyvanlardan, girişin karşısına gelen eyvanın arkasına gelen eyvanın arkasında, kare bir mekân vardır ki aslında belki kubbeli idi. Giriş eyvanı tam orta eksende olmadığından bir tarafında üç bir tarafında dört oda, diğer eyvanların her iki yanında üçer oda vardır. Aynı bölgede, Nişabur-Sebzevar arasında bulunan, Melikşah’ın kervansarayı Ribat Zafaranî teknik bakımdan bazı gelişmelerle, plân değişikliği gösterir. Tamamıyla teknik bakımdan bazı gelişmelerle, plân değişikliği gösterir. Tamamıyla harabe halindedir. Herzfeld’in plân taslağına göre 75x75 m. kenarlı kare biçiminde köşeleri kuleli bir yapı olup ortasında dört eyvanlı avlu ile kenarları simetrik bir kervansaraydır. İran’da, Büyük Selçukluların en önemli abidelerinden biri Meşhed ve Serahs arasında ıssız bir arazide bulunan Ribat-ı Şerif’tir. Eskiden adı böyle değildi. Bir zamanlar, Nişabu-Merv arasındaki büyük Horasan yolu buradan geçiyordu. Godard’ın etraflıca araştırıp yayınlanmış olduğu bu Selçuklu kervansarayının adı, tarihe dayanarak, 1088’den itibaren 40 sene boyunca, Selçukluların Merv Valisi ve Veziri olan, Şerefeddin ebu Tahir bin Sadeddin bin Ali el-Kumî’ye bağlanmakta ve üslûp özelliklerine göre ilk yapılış tarihi 1114-15’e konulmaktadır. Bu tarihde Melikşah’ın oğlu Ebu Şuca Mehmed zamanına rastlamakta olup, 1117’de de kardeşi Sultan Sencer gelmiştir. Selçuklu sultanları tarafından yaptırılması gereken kervansarayın asıl adı bilinmediğinden, Ribat-ı Şerif olarak tanınmaktadır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 191 www.ulkuocaklari.org.tr Odalar tek tek sıralanmış beyt şeklinde mekân grupları yoktur. Yüksek bir tuğla temel üzerine kerpiç duvarlarla yapılmış olan kervansaray tuğlaları söküldüğünden çok harap durumda idi. 1940’da bu bölgeleri araştıran Godard’ın notuna göre Ribatı Zarafanî tamamen ortadan yok olmuştur. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Çok olgun, simetrik plânı ve süslemeleri Büyük Selçuklu mimarîsinin bütün kuvvetini göstermekterdir. Kervansaray, arkada kareye yakın asıl ile, bunun önünde yatık dörtgen biçiminde eklenmiş kısımdan ibarettir. Yalnız, köşelerde kuleler vardır. Kuzey taraftaki 4/3 silindir köşe kulelerinin iki tarafında birer adet daha küçük yarım silindir kuleler vardır. Ön taraftaki köşe kuleleri beşgen biçimindedir. Her iki bölüm dört eyvanlı bir avlu etrafında sıralanmış mekânlar şeklindedir. Eyvanlardan üçü, dış ve iç portalden avlulara geçişi sağlar. Diğer beş eyvan kare biçiminde kubbeli mekânlara götürmektedir. Bunlar, tromplu kubbelerdir. Dış portal, kare biçiminde kulelerle çevrilidir. Bunların içi, tonozlu mekânlar olup, soldaki camidir. İkinci portal, masif kuleler takviyelidir ki bunların biçimi Karahanlıların Day Hatun Kervansaray portaline tamamıyla uygundur. Mimarîde ve yapıldığı tarihten kalan süslemelerde de Karahanlı mimarîsinden gelen birçok özellikler gözden kaçmaz. Tuğlaların çeşitli örneklere göre dizilmesi de oradan geliyor. Dıştan kaleyi andıran ribatın içi, adetâ bir sarayı andıran şaşılacak bir mimarî zenginlik gösterir. Birinci avlu, nispeten daha sade, fakat ikinci avlu daha kubbeli camiden başlayarak revaklı avlusu ve arka eyvanın iki tarafındaki küçük dört eyvanlı avluları ile özel dairelere varıncaya kadar her türlü konfora sahiptir. Büyük arka eyvan abidenin en zengin ve gösterişli kısmıdır. Bu eyvanın cephesinde tuğladan, kes geometrik geçmeler ve abidevî kûfî harfllerle etrafını çevreleyen geni bir kitabe kuşağı göze çarpar. Bu büyük kitabenin üst kısmı yıkılmışsa da altta yine tuğladan kûfî harflerle daha küçük bir satırlık kıta daha vardır. Serahs’lı, Ebu Mansur Esad bin Muhammed, kitabeyi yazarın adı olarak okunmuştur. Yukarıdan aşağı uzanan büyük kitabe kuşağının sağında, başlangıçta, “Ebul Kasım” solunda, bitiş kısmında ise, yalnız “seneti semane...” okunmaktadır. Godard, Karahanlıların Ribatı Melik Buhara’da Namazgâh Camii’nin mihrap duvarı ve Özkent türbeleriyle yaptığı karşılaştırmalar sonunda, isabetli olarak bunu 508 olarak tamamlanış ve yapılış tarihini 1114-15 olarak bulmuştur. Eyvanın içi, sonradan tamamıyla ştuk süslemelerle kaplanmış ve alçı kabartma çiçekli sülüs ile geniş bir kitabe kuşağı eyvanın yan duvarlarının ve arkasını boydan boya çevirmiştir. Tonoz yıkıldıktan sonra, çok bozulan ribatın bu tek sülüs kitabesinde, Sultan Sencer’in adı ile Ali Efrasyab Kutluğ Bilge, Terken bint el Hakan olarak, onun hanımı ve Karahanlılardan, Muhammed Arslan bin Süleyman Han’ın kızı Terken Hatun’un adı okunmaktadır. Tarih olarak 1154-55 yılı yazılıdır. Bu yeni kitabenin arkasında ve eyvanın arka duvarında eski, sade süslemeler belli olmaktadır. 1153 yılı başında, Oğuzlar’ın bir isyanı olmuş, Sultar Sencer onların eline esir düşmüş fakat kendisini yine sultan olarak tanımışlardır. Terken Hatun da beraber olduğu halde, 4 yıl esir kalan Sencer, 1156 başında onun ölümü üzerine Merv’e geldi ve 1157 başında, 72 yaşında öldü. Oğuzlar isyan halinde iken, ribatı tahrip etmişlerdi. Terken Hatun, babası Arslan Han’dan mimarî zevkini almıştı. Ribatı baştan başa tamir ettiren ve alçı (ştuk) süslemeleri yaptıran odur. Bu arada aynı şekilde, Oğuzlar tarafından tahrip edilen, Ribatı Mahi’yi de tamir ettirmiştir. Ribatı Şerif ilk yapıldığı zaman Horasan mimarîsinde gerek yapı gerek süsleme malzemesi olarak yalnız tuğla kullanılıyor, ancak aradaki boşluklarda tuğla örneklere uydurulan harç süslemeler görülüyordu. 192 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı 1154-55 tarihli büyük nesih kitabe yazıldığı zaman bütün değişiklikler ve alçı süslemeler de yapılmıştır. İkinci avluya ve mihrapları götüren portalin süslemeleri de değiştirilmiştir. da eski duvarlar üzerinde bu zamanda Camilerin süsleme yeniden yapılmıştır. Birinci avlunun güney cephesi de aynı tarihtendir. Nişli cephe tuğladan kesme geometrik geçmeler bu büyük kûfî kitabelerle asıl mimarî 1114-15’teki orijinal durumunu göstermektetir. Büyük Selçuklu Saray Mimarîsi Selçukluların merkezi Merv, Sultan Sencer’in ölümüne kadar parlak bir imâr faaliyeti görmüş daha sonra Harezm’de Ürgenç onun yerini almıştır. Merv’de kalan eserlerden Sultan Kale oldukça iyi bir durumdadır. Dört kilometre kare bir alanı çeviren surlar 15 yükseklikte ve her 15 metrede 4 m. çapında yarım silindrik bir kule ile takviyeli olup ayrıca bir hendekle korunmuştur. İçerisi duvarlarla bir şehristan olarak düzenlenmiştir. Saray ve kışlalar ark denilen bölümdedir. Eski meskûn şehrin ortasında bir havuz büyük bir cuma camii ve Sultan Sencer’in türbesi yer alıyordu. Selçuklular’ın XI. yüzyılda Merv’deki sarayları 45X39 m. ölçüsünde 50 odalı çok gösterişli bir yapı idi. Doğuda bulunan esas girişten dört eyvanlı ve 16x16 m. lik avluya geçiliyordu. Bunun yanında cephesi yarım sütunlarla dekorlu bir yapı içindeki dikdörtgen salon belki sultanın kütüphanesi olabilir. KAYNAKÇA A. Metz; Die Renaissance des Islam, Heidelberg 1922. Aydın Sayılı; “Ortaçağ Bilim ve Tefekküründe Türklerin yeri”, Erdem, 1985, s 170. Aydın Sayılı; “Central Asien Contribution to the Earlier Phases of the Hospital Buildings Activities in Islam”, Erdem, 1 Ocak 1987, s. 149-161, Türkçesi 135-147. “Ahmed b. Tolun Humaraveyh”, İslam Ansiklopedisi.R. Schneider; “Tulunidische Lüsterfayance”, Ars Orientalis V, 1963 s. 50-78. Mübahat Türker-Küyel, “Bugünkü Batı Kültüründe Türklerin etkisi ve katkısı”, TKA, XXXI/-2, 330349. Aslanapa, Oktay: Turkich Art and Architecture. London, 1971. Cohn-Wiener, E: Turan. İslamische Baukunst in Mittelasien. Berlin, 1930. Diez, Ernst: Churasanische Baudenkmaler. Berlin, 1918. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 193 www.ulkuocaklari.org.tr Mübahat Türker-Küyel; “Bugünkü Batı Kültüründe Türklerin Etkisi ve Katkısı”, TKA, XXXI/1-2, 330349. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Godard, A.: “Khorasan”, Athar-e İran, IV/1, 1949, s. 7-150. İslam Ansiklopedisi, madde: Ahmet İbn Tolun Hacmdzaweyh. İslâm Ansiklopedisi, Madde: Ihşid, Muhammed bin Tugaç, Fâtimîler. Hrbas, Milos-Knobloch», Edgar: Die Kunst Mittelasien. Prag. 1965. Cohn-Wiener, E: “Die Ruinen der Seldschukenstand von Merv und das Mausoleum Sultan Sandschars”, Jahrbuch der asiatischen Kunst, II, 1925, s. 114-122. Gabreel, Albert: “Le Mesdjid-i Djum’a d’Isfahan”, Ars Islamica, II/I, 1935, s. 7-44. Godard, Andre: “Ardistan et Zaware”. Athar-e, I, 1936, s. 285-309. Sourdel-Thomine, J: “L’Architecture İslamuque de I’Iran”, Art et lit. en İran, s. 77-94. Stronach, D. Cuyler-Young, T.: “Theree Octagonal Seljuk Tomb Towers” Iran, IV, 1966, s. 1-28. Glück, Heinrich-Diez, Ernst: Die Kunst des Islam. Berlin, 1925. (Proplean Kunstgeschicte V.). Grube, Ernst: The World of Islam, New York, 1967. Kafesoğlu İbrahim: Selçuklu Tarihi, İstanbul 1972. Kühnel, Ernst: “Die İslamische Kunst” A. Springer, Handbuch der Kunstgeschichte VI. Die Aussereuropdische Kunst. Leipzig, 1929, s. 369-548 Die kunst des Islam 2. baskı, Stuttgart, 1962. Akok, Mahmut: “Diyarbakır Ulucami Mimari Manzumesi” Vakıflar Dergisi, VIII, 1969, s. 113-139. Altun Ara: “Mardin’de İki Artuklu Medresesi” Sanat Tarihi Yıllığı, III. 1969-70, s. 253-263. Bakırer, Ömür: “Anadolu’da XIII. Yüzyıl Tuğla Minarelerinin Konum, Şekil, Malzeme ve Tezyinat Örnekleri” (A. Study on thirteenth century brick minarets in Anatolia) Vakıflar Dergisi, IX, 1971, s. 337365 (s. 363-65 İgn. Özet). Eldem, Halil Edhem: Anadolu Selçukluları Devrinde Mimari ve Tezyini Sanatlar. Ankara (t. s.) (Türk Tarihinin Ana Hatları, Seri I, No. 4). Erdmann, Kurt: Das Anatolische Karavansaray des 13. Jahrhundersts, 2. cilt, Berlin, 1962. Otto-Dorn, Katharina: “Bericht über die Grabung in Kobadabad 1966”, Archaeologischer Anzeiger, 1969, 438-506. 194 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ögel, Semra: Anadolu Selçuklularının Taş Tezyinatı, Ankara, 1966. Özergin, M. Kemal: “Anadolu’da Selçuklu Kervansarayları”, Tarih Dergisi 20, 1965, s. 141-170. Turan, Osman: “Selçuk Kervansarayları”, Belleten, X, 1946, s. 471-495. Aslanapa, Oktay: Türk Sanatı, C. I, II, İstanbul 1972-1973. Glück, Heinrich-Diez, Ernst: Die Kunst des Islam. Berlin, 1925. (Propylaen Kunstgeschichte V.). Cohn-Wiener, E: Turan. Islamische Buakunst in Mittelasien. Berlin, 1930. Diez, Ernst: Churasanicshe Baudenkmaler. Berlin, 1918. Godard, Andre: “Isfahan”, Athar-e, II, 1936-38, s. 3-176. Sourdel-Thomine-J: “L’Architecture İslamque de L’Iran’, Art et lit, en Iran, S. 77-94. Erdmann, Kurt: “Zur Türkischen Baukunst Seldschukischer und Osmanischer Zeit”, İstanbuler Mitteilungen, 8, 1958, s. 1-39. Gabriel, Albert: Monuments Turcs d’Anatolie, 2 cilt, Paris 1931-34. Gabriel, Albert: Voyages Archeologiques Dans la Turquie Orientale. Avec un recueil d’inscriptions arabes par jean Sauvaget. Paris, 1940. Kuran, Aptullah: Anadolu Medreseleri, c. 1, Ankara, 1969. Bakırer, Ömür: “Anadolu’da XIII. Yüzyıl Tuğla Minarelerinin Konum, Şekil, Malzeme ve Tezyinat Örnekleri”, (A. study on on thirteenth century brick minarets in Anatolia) Vakıflar Dergisi, IX, 1971, s. 337-365 (s. 363-65 İng. özet). Erdmann, Kurt: Das Anatolische Karavansaray des 13. Jahrhunderts. Teil. I. Katalog. Text, Abbildungen, Berlin 1961. (2 cilt). İstanbuler Forschungen Bd. 21. Özergin, M. Kemal: «Anadolu›da Selçuklu Kervansarayları», Tarih Dergisi 20, 1965, s. 141-170. www.ulkuocaklari.org.tr Turan, Osman: “Selçuk Kervansarayları”. Belleten X, 1946, s. 471-495. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 195 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türkiye Tarihi Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Eğitim Programı 196 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı ANADOLU’NUN TÜRKLEŞMESİ ve TÜRKİYE TARİHİ Prof. Dr. Semih Yalçın 1. Anadolu’nun Türkleşmesi İlk Müslüman-Türk Komutanların Akınları: Emeviler ve Abbasilerin hizmetine giren ilk Müslüman Türk komutanların Bizans›la mücadelesi, Anadolu›ya yapılan akınların diğer bir devresini oluşturur. Özellikle Abbasiler zamanında Bizans üzerine yapılan gazalarda Türk komutanları önemli rol oynamışlardır.Tarsus-Malatya-Erzurum hattı boyunca gerçekleşen mücadelede Sugur ve Avasım adı verilen uç (sınır) bölgelerine yerleştirilen Türkler, Batı Anadolu›ya kadar uzanan akınlara katılmışlardır(8.-9.yüzyıllar). Bu akınların başında Afşin, Vasıf et- Türkî, Kayı oğlu Ahmed, Haris, Buğa gibi Türk komutanlar bulunmaktaydı. Bu seferler neticesinde Anadolu›nun pek çok bölgesi harap hâle gelmiş, bu durum ileride yapılacak fetihler için kolaylık sağlamıştır. Oğuz-Selçuklu Akınları: Daha önce yapılan Anadolu seferleri yurt kurmak amacından uzak, sadece askerî harekâtlar şeklinde gerçekleşmişti. Selçuklu devrinde başlayan akınlar ise plânlı ve yurt kurmaya yönelikti. Bu sebeple Oğuz (Türkmen)-Selçuklu akınları büyük bir öneme sahiptir. Henüz bir devlete sahip olmayan Selçuklular, güçlü Karahanlı ve Gazneli devletlerinin şiddetli baskısı ve takibi altında kalmışlardı. Bu zor şartlar sebebiyle Selçuklular yeni bir yurt arama mecburiyeti duymuşlar ve Ülkü Ocakları Genel Merkezi 197 www.ulkuocaklari.org.tr Anadolu’nun fethi sonuçları itibariyle, Türk tarihinin en önemli olaylarının başında gelir. Bu fetih ile, Batı Türklüğü yeni ve ebedî bir vatana kavuşmuş ve bu vatan toprakları üzerinde Anadolu Selçukluları,Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Türkler Anadolu’ya IV.yüzyıldan başlayarak fasılalarla XI.yüzyıla kadar sürecek akınlarda bulunmuşlardı. Ancak, 1071 Malazgirt Savaşı’na kadar aralıklarla devam edecek olan bu akınlar neticeleri itibariyle,fetih amacı ön plânda tutulmayan akın ve keşif hareketleri olarak nitelenebilir. Büyük Selçuklu dönemindeki Oğuz-Türkmen akınlarıyla birlikte Anadolu’nun Türkleşmesiyle neticelenecek fetihler başlamıştır. Anadolu’ya ilk Türk akını Batı (Avrupa) Hunları döneminde gerçekleşmiştir. Roma İmparatorluğunun ikiye ayrılmasından sonra, Bizans’ın hâkimiyetinde kalan Anadolu’ya, Kafkasları aşarak ulaşan Kursık ve Basık adlı Hun başbuğları 398 yılında Erzurum, Malatya ve Çukurova hattını geçerek Kudüs’e kadar akınlarda bulunup, aynı yoldan geri dönmüşlerdi. Hunlardan sonra, Sabar (Sabir, Sibir) Türkleri hükümdarları Balak liderliğinde Doğu Anadolu’dan Ankara’ya kadar olan toprakları vurarak pek çok ganimet elde etmişlerdir (515/16). Ülkü Ocakları Eğitim Programı bu maksatla batıya keşif birlikleri göndermişlerdir. Böylece Anadolu’ya ilk Selçuklu akınları başlamış oluyordu. Çağrı Bey›in ilk Anadolu Seferi: Maveraünnehir›deki zor durumdan kurtulmak için Çağrı Bey komutasında Anadolu›ya bir keşif harekâtı düzenlendi. Çağrı Bey Emrindeki üç bin atlı ile önce Azerbaycan ve ardından Van, Kars yörelerine girdi (1018). Ermeni kaynaklarının belirttiğine göre Mızrak, ok ve yaydan oluşan silâhları çekili, beli kemerli uzun ve örülü saçlı, rüzgâr gibi uçan Türk atlıları karşısında Bizans Komutanı Senekerim›in gönderdiği kuvvetler yenilgiye uğradılar. Daha sonra Nahcivan ve Gürcü memleketleri üzerine yürüyen Çağrı Bey, karşılarında duracak bir kuvvet olmadığını gördü . 1021›de geri döndü ve bu durumu Tuğrul Bey›e iletti. Anadolu’nun yerleşmek için uygun olduğuna karar verdiler.Tuğrul Bey Zamanındaki Akınlar: Selçukluların lideri Aslan Yabgu’nun hile ile yakalanıp Kalencer Kalesine hapse-dilmişti. Bunun üzerine Arslan Yabgu’ya bağlı bazı kitleler Azerbaycan ve Doğu Anadolu’ya göçtüler (1028-38). Daha önce Irak bölgesine gelen Kızıl Boğa, Göktaş gibi kumandanların idaresindeki Türkmenlerlerle birlikte bu gruplar Diyarbakır, Mardin, Van ve Erzurum civarlarında görünüyorlardı. Gürcü ve Ermeni kuvvetlerine karşı başarı kazanan Oğuzlara engel olmak isteyen Bizans karşı harekâta geçti. Tuğrul Bey de buna karşılık İbrahim Yınal, Kutalmış ve Musa Yabgu’nun oğlu Hasan’ı Anadolu’ya akınlar için görevlendirdi.Pasinler Savaşı: Bizans ve Gürcü kuvvetleri Pasinler çevresinde akınlarda bulunan Musa Yabgu’nun oğlu Hasan Bey komutasındaki Selçuklu birliklerini pusuya düşürdüler. Zap Suyu yöresindeki savaşta Hasan şehit oldu. (1047/8). Tuğrul Bey bu duruma çok üzüldü. Hasan’ın intikamını almak için İbrahim Yınal ve Kutalmış’ı görevlendirdi. İki komutan Erzurum’a doğru ilerlediler. Bizans, Gürcü ve Ermeniler’den oluşan düşmanı Pasinler Ovası’nda karşılayan Selçuklular büyük bir zafer kazandılar (1048). Gürcü Kralı Liparit esir alındı. Pasinler Savaşı düzenli Selçuklu ordularının Anadolu’da kazandığı ilk büyük savaş olması sebebiyle önemlidir. Daha önceki devrede mücadele vurkaç taktiği güden Türkmenler tarafından gerçekleştirilirken, bu savaşta Selçuklu hanedanına mensup kişilerin komutasındaki ordu kullanılmıştır. Nitekim Bizans yenilgiyi kabul ederek Selçuklu devletiyle barış anlaşması yapar. Bu barışa göre Bizans imparatoru, IX. yüzyılda yapılan ancak sonra yıkılan İstanbul’daki camiyi tamir etmeyi ve burada Tuğrul Bey adına hutbe okutmayı kabul eder. Ancak vergi vermeyi reddeder. Tuğrul Bey’in Anadolu Seferi: Vergi ödemeyi reddeden imparatorun Doğu Anadolu’ya ordu sevk etmesi üzerine Tuğrul Bey bizzat sefere çıkar (1054). Erciş, Bayburt, Kemah ve Erzincan ele geçirilir. Malazgirt’i kuşatan Tuğrul Bey, kışın yaklaşması üzerine ordusunu geri çekerek, Rey’e döner. Bu seferden sonra Anadolu’nun fethi için Çağrı Bey’in oğlu Yakutî görevlendirilir (1057). Yakutî Yakutî Sivas’ı alır ve Kayseri’ye kadar ilerler. Öte yandan Kars ve Ani kuşatılır. Dinar Bey’e bağlı birlikler de Malatya civarına inerler. Bu akınlar Alp Arslan zamanına kadar devam etmiştir. İlk Akınların Önemi: Anadolu›ya yapılan bu ilk Türk akınları görünüşte kalabalık Türkmen kitleleri tarafından gerçekleştirilen, düzensiz ve yağmayı amaçlayan hareketlerdir. Halbuki bu gerçek değildir. Türkmen başbuğları komutasındaki Türkmen kuvvetleri, belirli bir plân çerçevesinde, disiplin içinde 198 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı hareket etmişlerdir. Anadolu›nun içlerine kadar yapılan akınlarda, Bizans ordularının ikmal yolları üzerindeki şehirler hedef olarak seçilmiştir. Böylece bölgedeki Bizans savunma gücüne ağır darbeler vurulmuştur. Bu akınlar, daha sonra gerçekleşecek olan fetih ve yerleşme hareketlerine uygun bir zemin hazırlanması açısından oldukça önemlidir. Malazgirt Savaşı ve Sonrası: Alp Arslan’ın Büyük Selçuklu tahtına geçmesiyle birlikte, Anadolu’ya yapılan akınlar tekrar hız kazanmıştır. Nitekim Alp Arslan 1064 yılında büyük bir orduyla Azerbaycan’a gelir. Gürcistan’ı tamamen fetheder. Doğu Anadolu sınırlarındaki Bizans idaresini kabul etmiş bazı Gürcü ve Ermeni prensliklerini kendine bağlar. Devrin en güçlü surlarına sahip olduğu için fethedilemez denilen Ani Şehrini ele geçirir (Ağustos 1064). Ayrıca Kars ve Van da Türkler tarafından alınır. 1066 yılından itibaren Gümüştegin, Afşin, Emir Sanduk gibi ünlü Türk komutanları Anadolu’ya akınlar düzenler. Bu akınlarda Türk kuvvetleri Orta ve Güney Anadolu’yu baştan başa geçer ve birçok şehri ele geçirir. Bizans’ın Karşı Tedbirleri: Bu sırada Bizans iç karışıklıklar ve taht mücadeleleri ile karşı karşıya idi. Türk akınları karşısında âciz kalan Bizans, Anadolu’nun elden gitmekte olduğunu görüyordu . Bu kötü gidişe dur demek için dul imparatoriçe, Kayserili bir general olan Romanos Diogenes ile evlenmek zorunda kaldı. Böylece Romanos Diogenes (Roman Diyojen) Bizans’ın yeni imparatoru oldu (Ocak 1068). İmparator Anadolu’ya geçerek, Selçuklulara karşı büyük bir ordu hazırlamaya başladı. Daha önce de Anadolu’daki birçok Bizans kaleleri yenilenmiş ve ordunun ihtiyaçları için zahire ve mühimmat toplanmıştı. Nihayet imparator Anadolu’ya birbiri ardına iki sefer düzenledi. Ancak Emir Afşin başta olmak üzere diğer Selçuklu komutanları, bu kalabalık ordu seferdeyken, Ege kıyılarına kadar birçok akınlar yapmakta , Konya, Afyon, Denizli gibi şehirleri tahrip etmekteydiler.(1068-69) İmparator yaklaşan kış sebebiyle İstanbul’a geri dönmek zorunda kaldı. Malazgirt Savaşı: Nihayet Bizans ordusu doğuya doğru sefere çıktı. Bu sırada Alp Arslan, Mısır seferine çıkmıştı. Henüz Halep kuşatmasında bulunuyordu. Bizans ordusunun ilerleyişini duyunca süratle geri dönmeye karar verdi. Yaşlı ve yorgun askerlerini bırakarak emrindeki dinç kuvvetlerle Ahlat’a geldi. Birkaç kez barış teklif ettiyse de bunu Alparslan’ın korkusuna yorumlayan Romanos Diogenes, barışı reddetti. Artık savaş kaçınılmazdı. Devrin kaynaklarına göre Bizans’ın 200 binlik ordusuna karşı, Selçuklu kuvvetleri 50 bin kadardı. Bizans ordusundaki Peçenek ve Uz askerleri, karşılarındakinin Türk olduğunu görünce Selçuklu tarafına geçmişlerdi. İki ordu Malazgirt Ovası’nda mevzilendi. İslâm ülkelerinin her köşesinde, Alp Arslan’ın zafer kazanması için hutbe okunuyor, dua ediliyordu. Nihayet Alp Arslan ordusu ile cuma namazını kıldıktan sonra askerini oldukça etkileyen, coşkulu bir konuşma yaptı; şehit düşerse üstündeki Ülkü Ocakları Genel Merkezi 199 www.ulkuocaklari.org.tr İmparator Diogenes, Türklere son ve kesin bir darbe vurmak istiyordu. Bu sebeble 200 bin kişilik büyük bir ordu hazırladı. Bu ordu da Ermeni, Gürcü ve ücretli Frank, Norman, Rus kıt›alarının yanı sıra, Türk soyundan Uz ve Peçenek kuvvetleri de bulunmaktaydı. Ülkü Ocakları Eğitim Programı beyaz elbisenin kefeni olduğunu, onunla gömülmesini vasiyet etti. Sonra eski Türk geleneğine uyarak atının kuyruğunu bağladı ve ordusunun başına geçti. (26 Ağustos 1071) Alp Arslan sayıca çok üstün olan Bizans kuvvetlerine karşı Türk savaş taktiği olan “Turan taktiği”ni başarıyla uyguladı. Askerlerin bir kısmı savaş alanının iki yanındaki tepelerde pusuya yattı. Diğer kuvvetler düşmana saldırdı ve kaçar gibi yaparak geri çekildiler (sahte ric’at). Türklerin bozguna uğradığını zanneden Bizans kuvvetleri disiplinsiz bir şekilde Selçuklu kuvvetlerini takibe başladı ve merkezden epey ayrıldılar. Pusuya doğru çekilen Bizans ordusu, bu tuzağı geç fark etti. Geri çekilmeye çalıştıkları sırada Ermeniler ve yedek kuvvetler savaş alanından kaçtılar. Tam anlamıyla çembere alınan Bizans ordusu, akşama kadar süren Türk hücumlarıyla âdeta yok edildi. İmparator yaralı olarak ele geçirildi (26 Ağustos 1071). Alp Arslan, imparatorun umduğunun aksine, ona çok iyi muamele etti; saygı gösterdi. Aralarında yapılan anlaşmaya göre, imparator kurtuluş akçası (fidye) karşılığında serbest bırakılacaktı. Ayrıca Bizans’ın elindeki bütün Müslüman esirler salıverilecek ve Selçuklulara yıllık vergi ödenecekti. Ancak Türk askerlerinin eşliğinde memleketine gönderilen Romanos Diogenes tahtından indirildi. Gözlerine mil çekilerek hapse atıldı. Yerine geçenler bu anlaşmayı tanımadılar. Bunun üzerine Türk komutanlara Anadolu’nun fethinin tamamlanması emri verildi. Malazgirt Zaferinin Önemi ve Sonuçları: Malazgirt Zaferi sonuçları itibarıyla hem Türk tarihi, hem de dünya tarihi bakımından çok büyük bir önem taşımaktadır. Malazgirt Zaferi sonucunda Anadolu’nun kapıları kesin olarak Türklere açılmış oluyordu. Böylece Anadolu’nun, Türklerin ebedî vatanı olması için en büyük adım atılmıştır. Zaferden sonra Anadolu’da irili ufaklı birçok Türk devleti kurulmuş, Türkiye Cumhuriyetine kadar uzanan Türkiye tarihi başlamıştır. Bu zaferle, Türklerin İslâm dünyasındaki prestiji ve liderliği daha da güçlenmiştir. Malazgirt Zaferi, Avrupa’da da derin izler bırakmıştır. Bizans’ın yenilmesi üzerine kendilerini de tehlikede gören Hıristiyan Avrupa, Türklere karşı ittifaklar oluşturmuşlardır. Haçlı ittifakı aslında bu zafere bir tepki olarak doğmuştur. Haçlı Seferleriyle Türk ilerleyişi durdurulmak istenmiştir. Malazgirt Zaferi ile Anadolu’nun kapıları ardına kadar açılmış idi. Böylece Anadolu’nun Türkleşmesi safhası başlamış ve kısa süre zarfında Türkler Anadolu’da çoğunluğu sağlamışlardır. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde irili ufaklı Türk devletleri ortaya çıkmıştır. Anadolu’da dengelerin Türkler lehine bu denli hızla değişmesinin sebepleri nelerdi? Bizans idaresindeki Anadolu’nun durumu: Bizans idaresinde yaşayan halk yönetimden memnun değildi. Çünkü Bizans özellikle köylülere ağır vergiler yüklüyor ve Ortodoks mezhebinden olmayanlara baskı uyguluyordu . Ayrıca aralıklarla süren İran, Arap ve Türk akınları halkın daha batıya göç etmesine yol açmıştı. Kısacası savaşlar, yönetimin baskısı ve salgın hastalıklar nedeniyle nüfus oldukça azalmıştı. Türk göçleri: Seyhun ötesindeki kalabalık Türkmen (Oğuz) kitleleri, Selçuklular tarafından Anadolu’ya sevk edilmekteydi. yerli nüfusun âdeta terk ettiği Anadolu toprakları, tarım ve hayvancılığa 200 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı elverişliydi. Bu sebeple Türkmen-ler, aileleri, hayvanları ile birlikte Anadolu yaylalarına yerleştiler. XIII. yüzyıldaki Moğol baskısı sebebiyle ikinci bir göç dalgası yaşandı. Böylece Anadolu’nun Türkleşmesi tamamlanmış oldu. 2- Türkiye’de Kurulan İlk Türk Devletleri Malazgirt Zaferi’nden sonra yapılan anlaşmaya Bizans’ın yeni yönetimi uymayınca, Sultan Alp Arslan komutanlarına Anadolu’nun tamamen fethedilmesi emrini vermişti. Alp Arslan’ın yerine geçen Melikşah zamanında da bu fetih hareketleri devam ettirildi. Kutalmışoğlu Süleymanşah ve kardeşi Mansur gibi hanedan üyeleri ile Artuk Bey, Tutak, Danişment Gazi, Mengücek, Ebulkasım gibi komutanlar emrindeki Türkmenlerle Anadolu içlerine akınlar düzenlediler. Anadolu’nun fatihi olan bu değerli komutanlar veya oğulları hâkim oldukları bölgelerde kendi devletlerini kurdular. Bu devletler, Anadolu’da kurulan ilk Türk devletleridir. Melikşah’ın ölümünden sonra (1092) bu Türkmen beylikleri daha bağımsız hareket etmişlerse de çoğu siyasî bakımdan Irak Selçuklularına bağlıydılar. Anadolu’nun Türkleşme-sinde önemli rol oynayan ilk Türk devletleri, genellikle küçük, mahallî devletlerdi. Ancak Saltuklular, Danişmentliler, Mengücekler ve Artuklular diğerlerinden daha güçlü idi. Zamanla Türkiye (Anadolu) Selçukluları, bu devletler üzerinde hâkimiyetini kurarak, Anadolu’da Türk birliğini sağlamıştır. a- Danişmentliler (1072- 1178) Sivas merkez olmak üzere Tokat, Niksar, Amasya ve Kayseri civarında kurulmuştur. Devletin kurucusu Melikşah’ın komutanlarından Danişment Gazi Ahmed Bey’dir. Rivayete göre Türkmenlere öğretmenlik yaptığı için Dânişmend Gazi diye anılan Ahmed Bey,Türkiye Selçukluları Sultanı Süleymanşah’ın ölümüyle nüfuzunu daha da artırdı. Ankara, Kas-tamonu, Çankırı’yı ele geçirdi. I.Kılıçarslan ile beraber Haçlılara karşı savaştı ve Antakya Haçlı Prensi Bohemond’u esir ederek Malatya’yı ele geçirdi. Yerine geçen oğlu Gazi Bey zamanında devlet en güçlü devrini yaşamıştır (1104). Öyle ki Türkiye Selçukluları ve Bizans’ın iç işlerine müdahale eder oldular. Gazi Bey, Haçlılardan Konya’nın geri alınmasına (1116) ve taht mücadelesinde desteklediği I.Mesud’un burada sultan ilân edilmesine yardım etti. Danişmentliler, her zaman Haçlılara ve Bizans’a karşı başarılar kazanmışlar ve fethettikleri toprakların Türkleşmesini sağlamışlardı. Bu sebeple Türkiye Selçukluları, Türkler arasında itibarı çok fazla olan Danişmentlileri en büyük rakipleri olarak görmüşlerdir. Nitekim taht mücadelelerinden faydalanan II.Kılıçarslan, Danişmentli şehirlerini ele geçirerek bu devlete son vermiştir (1178). Beyliğin merkezi olan Erzurum ve civarı, Alp Arslan’ın komutanlarından Ebûlkasım Saltuk tarafından fethedilmişti . Oğlu Ali Bey ise devletin asıl kurucusu sayılır. Ali Bey’in oğlu İzzettin Saltuk zamanında Saltuklular en güçlü dönemlerini yaşamışlardır (1132-1174). Bayburt, Kars, Oltu, İspir, Tercan ve Trabzon havalisi beyliğe dahil edilmiştir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 201 www.ulkuocaklari.org.tr b- Saltuklular (1072-1202) Ülkü Ocakları Eğitim Programı İzzettin Saltuk, bölgedeki diğer Türk beyleri ile iş birliği yaparak Gürcülere karşı başarılı savaşlar yaptı. Ayrıca Trabzon Rumlarıyla da mücadele etti. Gürcüler üzerine sefere çıkan Türkiye Selçukluları hükümdarı II.Süleyman Şah, Saltuklu Beyi Melikşah›tan Erzurum›u alarak bu devlete son vermiştir (1202). c- Mengücekler (1072-1228) Alp Arslan’ın komutanlarından emir Mengücek, Erzincan ve Kemah çevresini fethederek bu devletin temelini atmıştır. Beylik hakkındaki ilk bilgiler oğlu İshak zamanında başlar (1118-1142). Danişmentlilerin hâkimiyetini tanıyan İshak’ın ölümünden sonra devlet iki kola ayrıldı (1142). Oğullarından Davud Erzincan ve Kemah’a; Süleyman ise Divriği’ye hakim oldu. 1-Erzincan-Kemah Kolu: Şebinkarahisar’ı da içine alan bu kol, Alaaddin Keykubad tarafından ortadan kaldırıldı (1228). 2- Divriği Kolu: Bu kol hakkında fazla bir bilgi olmamakla birlikte, 1250 yılına kadar Selçuklu hâkimiyeti altında varlığını sürdürdüğü bilinmektedir.Mengücekler zamanında özellikle Erzincan ve Divriği birer kültür ve ticaret merkezi durumuna gelmiştir. d- Artuklular (1101-1409 ) Devlet adını Oğuzların Döğer boyundan Eksükoğlu Artuk Bey’den alır. Anadolu’nun fatihlerinden olan Artuk Bey, hizmetlerinden dolayı Suriye Meliki Tutuş tarafından Kudüs valiliğine getirilmişti. Ancak Kudüs’ün Fatımîlerin eline geçmesi üzerine (1098) Artuk’un oğulları Sökmen ve İl-Gazi burada tutunamadılar. Suriye’nin kuzeyi ve Güneydoğu Anadolu bölgesine geldiler. Selçuklular tarafından kendilerine verilen bölgede, üç kol hâlinde, Artuklu devletini kurdular .Hasankeyf-Amid (Diyarbakır) Artuklu Kolu (1101- 1231): Artuk Bey’in oğlu Sökmen tarafından Hasankeyf’te (Hısn-ı Keyfâ) kuruldu. Nurettin Mehmet zamanında, Selahaddin Eyyubî’nin de yardımıyla Diyarbakır (Amid) ele geçirildi (1183) ve burası Artukluların merkezi oldu. Eyyubîler Hasankeyf ve Amid’i ele geçirerek bu kola son verdiler (1231).Sökmen ve oğulları Haçlılar’a karşı mücadeleleriyle ün kazandılar. Nitekim Sökmen, Türkmen liderlerinden Çökürmüş ile birlikte, Urfa Haçlı Kontu II.Boudain’i esir etmeyi başarmıştır. Artuklular zamanında Diyarbakır ve çevresi Türk kültürünün en önemli merkezi hâline gelmişti. Mardin Artuklu Kolu (1108-1409):Artuklu şubeleri içerisinde en güçlü ve uzun ömürlü kolu oluşturur . Artuk Bey’ in diğer oğlu İl-Gazi tarafından Mardin’de kurulmuştur(1108). İl-Gazi Halep halkının isteği üzerine Halep’e girmiş ve oğlu Temurtaş’ı burada bırakmıştır. Oğlu Temurtaş, İl-Gazi gibi bölgedeki Haçlılarla mücadele etmiş; 1144’de Urfa’yı Haçlılardan alması İslâm dünyasında sevinçle karşılanmıştır. Güçlü devletler arasında kalan Mardin Artukluları, Eyyubîler ve Selçukluların hâkimiyetini tanımışlardı. 1243’ de ise İlhanlılar’a bağlandılar. Nihayet, Mardin’i alan Karakoyunlular bu devlete son verdiler (1409). Harput Artuklu Kolu (1185-1234): Hasankeyf koluna hükümdar olamayan Ebûbekir, Harput’a gelerek, Harput Artuklu kolunu kurmuştur (1185). Alaaddin Keykubad’ın Harput’a girmesiyle bu kol sona ermiştir (1234). 202 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı e-Sökmenliler (1100-1207) Sultan Alp Arslan’ın yeğeni Kutbettin İsmail’in komutanlarından Sökmen El -Kutbî tarafından, Van Gölü havzasında kurulmuştur. Sökmen, Müslüman Mervanoğulları’ndan Ahlat’ı alarak burayı merkez yaptığından bu beyliğe Ahlat Şahlar veya Ermen Şahlar da denilmektedir. Son Sökmen beyi İzzettin Balaban zamanında idare Eyyubîler’in eline geçmiştir. (1207) f. Toganarslanoğulları/Dilmaçoğulları (1084-1394) Bitlis-Erzen dolaylarında kurulmuştur. Beyliğe adını veren Dilmaçoğlu Mehmet Bey, Malazgirt Savaşı’na katılmış komutanlardandır. 1104 yılında başa geçen Mehmet Bey’in oğlu Togan Arslan, büyük bir üne sahipti. Bu sebeple kendi soyundan gelen Erzen beyleri için Togan-Arslanoğulları denmiştir. Gürcü ve Haçlılarla mücadele eden bu beylik, oldukça uzun ömürlü olmuştur. Selçuklulardan sonra Harzemşah ve İlhanlı hâkimiyetine girmişler; Akkoyunlular tarafından beyliğe son verilmiştir (1394). ğ- Çubukoğulları (1085-1113) Beyliğe adını veren Emir Çubuk, Anadolu’nun fethinde ve özellikle Amid’in (Diyarbakır) ele geçirilmesinde önemli rol oynamıştır. Bir ara Selçuklular adına Amid askerî valiliğine de getirilen Emir Çubuk, Harput merkez olmak üzere Palu, Arapkir ve Çemişkezek’te kendi hükûmetini kurmuştur. Oğlu Mehmed Bey zamanında Artuklu Belek Gazi, Harput’u ele geçirerek beyliğe son vermiştir (1113). g- İnaloğulları (1103-1183) Diyarbakır ve çevresinde kurulmuştur. Suriye Selçuklu meliki tarafından Amid (Diyarbakır) valiliğine getirilen Tuğ Tegin, Haçlılarla mücadele için ayrıldığı şehri Türk beğlerinden İnal’a vermişti. İnal Bey 1103’de Amid’de kendi hükûmetini kurdu. Yaklaşık 80 yıl süren beylik, Amid’in Selahaddin Eyyubî tarafından ele geçirilmesiyle sona ermiştir (1183). İnaloğulları, Amid’de(Diyarbakır) birçok eser bırakmıştır. Onlar zamanında şehirde 40 bin ciltlik bir kütüphane kurulmuştur. Kurulduğu yerden dolayı Lâdik-Denizli Beyliği adıyla da bilinir. Bu bölge Malazgirt Savaşı’ndan kısa bir süre sonra Türkleşmiştir. Nitekim Denizli bölgesine 200 bin çadır halkının yerleştiğini dönemin kaynakları yazar.1262 yılında Selçuklulara karşı ayaklanarak, İlhanlı hâkimiyetine geçen Mehmet Bey, devletin kurucusudur. Mehmet Bey’in torunu olan İnanç (Yinanç) Bey, beyliğe ismini vermiştir. Germiyanlıların ilhakıyla İnançoğul-ları beyliği sona ermiştir (1335). ı-Çaka Bey (1081-1097) İzmir ve çevresinde kurulduğundan İzmir Beyliği olarak da anılır. Oğuzların Çavuldur boyuna mensup olan Çaka Bey, uzunca bir müddet kaldığı İstanbul›dan kaçarak, İzmir› e gelmiş ve burada beyliğini kurmuştur (1081). Bizans tahtını ele geçirmek için Peçeneklerle ittifak kurmuşsa da amacına Ülkü Ocakları Genel Merkezi 203 www.ulkuocaklari.org.tr h- İnançoğulları (1262-1335) Ülkü Ocakları Eğitim Programı ulaşamamıştır. Ancak oluşturduğu donanma ile Midilli, Sakız, Sisam, Rodos gibi Ege adalarını ele geçirmiştir. Bu güçlü düşmandan kurtulmak isteyen Bizans, damadı olan I.Kılıçarslan›ı aleyhine kışkırtmıştır. Bir rivayete göre Kayınpederi Çaka Bey›i yanına çağıran I. Kılıçarslan, onu hileyle öldürtmüştür. Ancak bazı kaynaklarda Çaka Bey›in ölmediği ve Bizans donanmasının kuşatmasındaki İzmir›i teslim ettiği yazar (1097). Çaka Bey, Anadolu›daki ilk Türk denizcisi, kurduğu donanma ise ilk donanma olarak kabul edilmektedir. ii- Tanrıvermişoğulları Çaka Bey›in İzmir›de hâkimiyetini kurduğu yıllarda Tanrıbermiş adlı bir Türk komutanı da ele geçirdiği Efes›te beyliğini kurmuştu. Bizans›ın sahil bölgelerine yolladığı donanma Efes›i ele geçirince bu beylik de ortadan kalkmıştır (1097). 3. Türkiye Selçuklu Devleti Malazgirt Zaferi’ni takip eden yıllarda, Selçuklu komutanları emrindeki Türkmenlerle birlikte Anadolu’nun büyük bir kesiminde fetih hareketlerine girişmişlerdi. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi özellikle Doğu ve Güney doğu Anadolu bölgelerinde birçok Türk devleti kurulmuştu. Orta ve Batı Anadolu akınları ise Artuk Bey ve Tutak tarafından yönetil-mekteydi. Ordusu Malazgirt’te büyük ölçüde dağılmış, taht mücadeleleri ile çalkalanan Bizans, bu akınlara karşı koyacak güçten yoksundu. Artuk Bey’in bölgeden ayrılmasından sonra, Süleyman Şah ve kardeşleri, Melikşah tarafından Anadolu’nun fethiyle görevlendirildiler. Böylece Türkiye Selçuklularının temeli atılmış oldu. a. Türkiye Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu Türkiye Selçuklularının kurucusu olarak bilinen Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Selçuklu hanedanına mensuptu. Dedesi Arslan Yabgu, hile ile Gazneliler tarafından yakalanıp, tutsak alınınca, Selçuklu tahtına yeğenleri Tuğrul ve Çağrı Bey geçmişti. Arslan Yabgu’nun ailesi bu olayı hiçbir zaman unutmadı. Nitekim Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış, Alp Arslan’ın hükümdarlığını kabul etmeyerek isyan etmiş ve savaş sırasında ölmüştü (1063). Melikşah, Kutalmış’ın oğullarını Anadolu’nun fehtinde görevlendirerek, hem bu ailenin gönlünü almış hem de merkezden uzaklaştırarak, olası bir taht mücadelesinin önüne geçmiş oluyordu. Ayrıca Arslan Yabgu’ya bağlı Türkmenler de bu yolla, Anadolu’ya sevk ediliyordu.Kutalmışoğlu Süleyman Şah ve kardeşleri Mansur, Alpdilek ve Dolat, önceleri Fırat ırmağı boylarında ve Urfa civarında fetihlerde bulundular. Bizans’ın elindeki Antakya’yı kuşatarak, burayı vergiye bağladılar (1074). Süleyman Şah daha sonra Batı Anadolu’ya yönelerek Bizans’a karşı topraklarını genişletir. İstanbul’un yanı başındaki İznik’in fethiyle burası merkez yapılır ve böylece Türkiye Selçukluları fiilen kurulmuş olur (1075). Süleyman Şah’ın, devletin sınırlarını Üsküdar ve Kadıköy’e kadar genişlettiğini duyan Türkmenler akın akın Anadolu’ya göçüyor, ülkede Türk nüfusu sür’atle çoğalıyordu. Onun adil yönetimi, Müslüman olmayan kitleleri de kendine çekiyordu. Bizans’ın köle muamelesi yaptığı köylüler, Selçuklu 204 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı yönetimi altında hürriyetlerini kazanıyor, toprak sahibi oluyorlardı. Bizans tahtına geçen Aleksi Komnen, her geçen yıl itibarını ve topraklarını artıran Süleyman Şah ile bir anlaşma imzalamak zorunda kalır Anlaşmaya göre Selçuklular, İstanbul Boğazı’nı terk ederek Dragos Suyu’na çekilecek, karşılığında ise Bizans’tan vergi alacaktır (1081).Süleyman Şah, Bizans ile anlaşma yaptıktan sonra yeniden Doğu seferine çıktı. Ermeniler’in elindeki Antakya’yı ele geçirdi (1084). Antakya ile beraber Çukurova’nın tamamı Selçuklu hâkimiyetine girdi. Antakya’dan vergi alan Halep emiri Şerifüddevle, bu durumu kabul etmeyerek Süleyman Şah ile savaştı. Ancak savaş alanında öldü. Süleyman Şah Halep’i kuşattı. Kendi hâkimiyet sahasındaki Halep’in kuşatılması üzerine Suriye Selçuklu Meliki Tutuş, Artuk Bey’le beraber harekete geçti. Haleb yakınında yapılan savaşta Süleyman Şah yenildi. Üzüntüsünden kendi hayatına kıydı (1086). Sultan Melikşah, kendine bağlı beylerin birbiriyle mücadele etmesinin Selçuklu hâkimiyetini sarsabileceği endişesiyle duruma müdahale etmek üzere Suriye’ye gelir ve neticede hanedan üyelerinin hak talep ettiği Antakya, Halep ve Urfa’yı merkeze bağlar. Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın oğulları Kılıçarslan ve Kulan Arslan’ı (Davud), yanına alarak, geri döner. Böylece Anadolu Selçukluları Melikşah’ın ölümüne kadar merkezden gönderilen komutanlar tarafından idare edilmek istenir. Fakat bu maksatla Anadolu’ya gönderilen Porsuk ve Bozan bunu başaramazlar. Sultan Melikşah’ın vefat etmesi üzerine, Kılıç Arslan ve kardeşi 6 yıldır gözetim altında bulundukları İsfehan’dan Anadolu’ya dönerler (1092). Ancak Bizans’ın kışkırtmasıyla, Anadolu hâkimiyetine en-gel gördüğü Çaka Bey’i daha sonra ortadan kaldırdı (1093). Marmara kıyısında oluşturduğu donanma ile güçlenen I.Kılıçarslan, Bizans’a yöneldiği esnada kendisini Haçlılar gibi büyük bir tehlike bekliyordu. Vatan kurma aşamasında olan Selçuklular Haçlı seferleriyle büyük bir darbe yedi. Batı Anadolu ve Marmara elden çıktı.Selçuklular iç bölgelere çekilmek zorunda kaldılar. Kalabalık Haçlılar karşısında şehirler harap hâle geldi; sayısız can ve mal kaybı oldu. Suriye, Mısır ve Filistin’de birçok şehir Haçlıların eline geçti. İlk Haçlı Seferi: Bizans İmparatoru Aleksi Komnen, Türk ilerleyişini durdurmak için Papa II.Urban’dan yardım istemişti. Papa bir çağrıda bulunarak Türklere karşı harekete geçilmesini sağladı. Böylece Haçlı seferleri başlamış oluyordu. Piyer L’hermit liderliğindeki sayıları yüz binleri bulan çapulcu ve düzensiz kitlelerden oluşan ilk Haçlı grubu İstanbul’a ulaştı (1096). Bu sırada I.Kılıçarslan, Danişmentlilere karşı Malatya kuşatmasında bulunuyordu. Haçlı ordusunun geldiğini duyunca hemen geri döndü. İlk Haçlı kitlesinin tamamına yakını sultanın kardeşi Davud tarafından yok edildi. Ancak arkadan gelen ve sayıları yüz binleri bulan asıl Haçlı ordusu İznik’i ele geçirdi (17 Haziran 1097). I.Kılıçarslan Haçlı ordusunu Eskişehir (Doreleon) yakınında karşıladı. Onları bozguna uğrattıysa da sayıları oldukça fazla olan Haçlılar karşısında geri çekilmek zorunda kaldı. Bundan sonra Haçlılara karşı vur kaç taktiği uygulandı. Yıpratma savaşıyla Haçlılara büyük zayiat verdiriliyordu. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 205 www.ulkuocaklari.org.tr I. Kılıçarslan, İznik’te tahta çıkarak, Türkiye Selçuklularının hükümdarı olur. Büyük Selçuklu Devleti ile gizliden gizliye sürdürülen hâkimiyet mücadelesi Melikşah’ın ölümüyle aşikâr bir hâl almış ve Türkiye Selçukluları artık müstakil hareket etmeye başlamıştır. I.Kılıçarslan, kuvvetli bir donanma inşa eden Çaka Bey’in kızını alarak, onunla ittifak kurdu. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ancak Konya, Urfa, Antakya gibi şehirlerin düşmesine engel olunamadı. Nihayet Haçlılar, Fatımîlerin elindeki Kudüs’e ulaştı ve burayı işgal ettiler(15 Temmuz 1099). Haçlılar ele geçirdikleri yerlerde, Haçlı kontluklarını kurdular. I.Kılıçarslan’ın Ölümü: İlk Haçlı seferinin bu şekilde neticelenmesinden sonra, I. Kılıçarslan, Anadolu Türk birliğini sağlamak için tekrar doğuya sefer düzenler. Kendine rakip gördüğü Danişmentliler üzerine yürür. Elbistan, Maraş ve Malatya’yı alır. Hâkimiyet sahasını Musul’a kadar genişletir. Bunun üzerine Irak ve Suriye Selçukluları telâşa kapılırlar. Çavlı idaresindeki Büyük Selçuklu ordusu ile I.Kılıçarslan birlikleri karşı karşıya gelir. Artuklu İl Gazi ve Suriye Meliki Rıdvan’ın da katılmasıyla daha da kalabalıklaşan orduya karşı koyamayan I.Kılıçarslan savaşı kaybeder. Geri çekilirken Habur ırmağında boğulur. (1107) I.Kılıçarslan’ın ölümüyle, Anadolu’da hâkimiyet Danişmentlilerin eline geçmiştir. 1110 yılında I.Kılıçarslan’ın kardeşi Şehinşah tahta oturur. Ancak kardeşi I.Mesud, Danişmentlilerin de desteğini alarak, onunla mücadele eder ve Konya’da tahta çıkar (1116). İznik’in düşmesinden sonra artık Türkiye Selçuklularının yeni başkenti Konya olmuştur. Selçukluların içinde bulunduğu durumdan faydalanmak isteyen Bizans, Gürcü ve Ermeni kuvvetleri Türklere karşı harekete geçmişlerdir. Danişmentli Emir Gazi’nin ölümü üzerine (1134), Sultan Mesut tekrar güç kazandı ve birliği sağlamayı başardı. Bizans İmparatoru Manuel Komnen ile Konya yakınlarında yapılan savaşta Selçuklular büyük bir zafer kazandılar (1146). Ancak bu sırada II. Haçlı ordusu yola çıkmıştı. Musul Atabeyi İmadeddin Zengi Urfa’yı Haçlılardan kurtarınca (1144), II. Haçlı Seferi düzenlenmiştir. Seferin başında Alman Kralı III. Konrat ve Fransa Kralı VII. Lui bulunmaktaydı. Ceyhan yakınlarında yapılan savaşta III. Konrat hezimete uğrar ve İznik’e çekilir. VII. Lui de Yalvaç yakınında Türklerin anî hücumuna uğrar, Antalya’ya kaçar. Oradan Kudüs’e geçer (1147). Haçlılar’a karşı kazanılan bu başarılar, Selçukluların itibarını daha da artırır.Sultan I.Mesud daha sonra Ermeni işgalindeki Maraş’ı ele geçirir. Çukurova’da hâkimiyeti sağlar. Danişmentli Beyi Yağıbasan’ı kendine bağlar. Böylece I.Mesut öldüğünde Anadolu’da siyasî birlik sağlanmış oluyordu (1155). II. Kılıçarslan Dönemi: I.Mesut ölmeden evvel ülkeyi üç oğlu arasında taksim etmiş, fakat taht için II.Kılıçarslan’ı vasiyet etmişti. II.Kılıçarslan sultan olduğunda öncelikle, kardeşleriyle mücadele eder. Bu sırada gittikçe güçlenen Musul Halep Atabeyi Nurettin Mahmut’un güney sınırlarındaki faaliyetlerini önler. Karışıklıklardan faydalanarak Maraş’ı ele geçiren Ermenileri buradan çıkarır. Kardeşi Şehinşah’ı destekleyen Danişmentliler Bizans ile anlaşır. II. Kılıçarslan, nüfuzunu artırmak için Saltuklu Beyi’nin kızıyla evlenmek ister. Ancak Danişmentli Yağı-basan gelin adayını kaçırır. Bu yüzden Selçuklular, Yağıbasan’ın üzerine yürür, fakat yenilirler (1162). Danişmentliler ile yaptığı ittifakı bozmak için II.Kılıçarslan İstanbul’a gider ve Bizans’ın Danişmentlilere verdiği desteğin kesilmesini sağlar. Artuklular ile girdiği mücadeleden de zayıf düşen Danişmentlilerin şehirlerini teker teker ele geçirir. Nihayet Malatya ve Sivas’ı da ele geçiren II.Kılıçarslan, 206 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Danişmentlilerin hâkimiyetine son verir (1178). b. Miryakefalon Savaşı Bizans, II.Kılıçarslan ile yapılan anlaşmayı bozarak, tekrar Danişmentlileri desteklemeye başlamıştı. Ayrıca Danişmentli-lerden alınan bazı şehirlerin kendine verilmesini istiyordu. Dolayısıyla Selçuklularla savaşmak için bahaneler aramaktaydı. Gerçek sebep Selçukluların Anadolu’da siyasî birliği sağlaması ve Türklerin gittikçe güçlenmesiydi. Nitekim II. Kılıçarslan’ın barış teklifini reddeden imparator Manuel, 100 bin kişilik bir ordu hazırladı. Manuel’in maksadı işgalci olarak gördüğü Türklerden Anadolu’yu tamamen temizlemek ve onları Orta Asya’ya kadar sürmekti! İstanbul’dan çıkan Bizans ordusu Konya’ya doğru yola çıktı. Türkmen beyleri bu kalabalık fakat hantal orduya yol boyunca küçük çaplı saldırılarda bulunarak, onları yıpratıyordu. Bizans ordusu, Homa-Sandıklı-Dinar arasında Miryakefalon adı verilen sarp ve dar bir vadiye girdiğinde, Selçukluların tuzağına düştü. II.Kılıçarslan, çıkışını kestiği vadide Bizans ordusunu ablukaya aldı. Tepelerde mevzilenmiş okçuların oklarından kaçanlar, süvariler tarafından yok edilmekteydi. Miryakefalon Vadisi Bizans askerlerinin cesetleriyle dolmuştu. (Eylül 1176). Bu esnada III.Haçlı Seferi düzenleniyordu.Selahaddin Eyyubî’nin Kudüs’ü ele geçirmesi (1187), üçüncü kez Haçlı seferinin düzenlenmesine vesile olmuştur. Bu sefere Alman İmparatoru Frederik Barbaros, İngiltere Kralı Arslan Yürekli Rişar ve Fransa Kralı Filip Ogüst katılmıştır. Anadolu’ya geçen Frederik Barbaros’a karşı, kardeş kavgası ile uğraşan Selçuklu ordusu fazla bir direniş göstermedi. Konya Haçlıların eline geçti. Buna rağmen Türkmen cemaatleri baskınlar düzenleyerek Haçlı ordusunu oldukça yıpratmaktaydı. Alman İmparatoru F. Barbaros Silifke Suyu’nda boğulunca ordusu tamamen dağıldı. Böylece Selçuklular yeni bir Haçlı tehlikesini daha atlatmış oluyordu. Deniz yoluyla giden diğer krallar da başarı sağlayamadılar. Ancak II.Kılıçarslan, oğullarının birbiriyle mücadele etmesinden duyduğu derin üzüntünün neticesinde vefat etmişti (1192). II.Kılıçarslan’ın ölümünden sonra, Uluborlu Ülkü Ocakları Genel Merkezi 207 www.ulkuocaklari.org.tr Bu büyük zafere karşılık, Bizans İmparatoru Manuel ile mütevazi bir anlaşma yapıldı. Anlaşmaya göre Bizans, Eskişehir’de inşa ettiği mevzileri kaldıracak ve Selçuklulara yüklüce bir savaş tazminatı ödeyecekti. Bu savaş, yaklaşık yüz yıl önce kazanılan Malazgirt Savaşı’ndan sonraki en büyük zaferdir. Miryakefalon Savaşı ile, Anadolu’nun Türklerin vatanı olduğu onaylanmıştır. Bizzat Bizans kaynaklarının da belirttiği gibi o zamana kadar Türkleri işgalci olarak gören Bizans, bu zaferle gerçeği görmüş; Anadolu’nun Türklerin yurdu olduğunu kabul etmek zorunda kalmıştır. Nasıl ki, Malazgirt Meydan Muharebesi vatan kuran bir savaş olarak niteleniyorsa Miryakefalon da vatan kurtaran bir savaş olarak nitelenebilir. Son kez savunmada kalan Türklere karşı artık Bizans savunma yapmak zorunda kalacaktır. Bu savaş sonuçları itibariyle Başkomutanlık Meydan Muharebesi ve Büyük Taarruz ile benzerlik gösterir. Miryakefalon öncesinde Bizans, Türkleri Anadolu’dan atmayı plânlamış; İstiklal Harbi’nde de Yunanistan aynı maksadı gütmüştür. Fakat her iki mücadele sonunda Türklerin, Anadolu’nun tapusunu ellerinde bulundurduğu gerçeğini, düşmanların tescil etmek zorunda kalmasıyla neticelenmiştir. Miryakefalon Zaferi’nden sonra Selçuklular, Batı Anadolu yönünde genişlediler. II.Kılıçarslan zamanında Selçuklular bölgenin en kuvvetli devleti hâline gelmişti. İyice yaşlanmış olan sultan ülkesini eski Türk geleneklerine uygun olarak 11 oğlu arasında paylaştırdı. Küçük oğlu Gıyaseddin Keyhusrev’i veliaht tayin etti. Fakat henüz sağlığında oğulları arasında taht mücadeleleri başladı. Ülkü Ocakları Eğitim Programı hâkimi I.Gıyaseddin Keyhüsrev tahta çıktı. Ancak kardeşleri onun hükümdarlığını tanımadılar. Batıda Bizans ile mücadele ettiği sıralarda, Tokat meliki olan ağabeyi II.Süleyman Şah güçlenmekteydi. II.Süleyman Şah Konya üzerine yürüyünce karşı duramayan Keyhüsrev tahtı bırakarak, Bizans’a sığınmak zorunda kaldı. Bu dönem onun birinci hükümdarlık dönemidir (1192-1196). II.Süleyman Şah (1196-1204), Menderes havzasını ele geçirerek Bizans’ı vergiye bağladı. Anadolu’nun siyasî birliğini sağlamak maksadıyla kardeşleriyle mücadele etti; kardeşi Kayserşah’ın elinden Malatya’yı aldı. Erzurum’daki Saltuklu Beyliği’ni ortadan kaldırdı (1202). Gürcüler üzerine ikinci kez sefer düzenlemek üzereyken hastalanarak öldü (1204). II.Süleyman’ın hükümdarlığının son yıllarında dördüncü kez Haçlı seferi düzenlenmiştir. Selahaddin Eyyubî’nin yerine geçen Melik Adil Seyfeddin’in Yafa ve çevresindeki kaleleri alması üzerine Papa, yeni bir sefer çağrısında bulunur. Bizans’taki taht mücadelesinden faydalanmak isteyen Haçlılar, çağrıldıkları İstanbul’u işgal ederek burada bir Lâtin Devleti kurdular (1204). Bunun üzerine Laskaris, Bizans başkentini İznik’e taşımak zorunda kalır. Komnenler diye bilinen diğer hanedan kolu ise Trabzon’a yerleşir. II.Süleyman Şah’ın ölümü üzerine, oğlu III.Kılıçarslan başa geçtiyse de, özellikle Türkmenlerin desteğini alan I.Keyhüsrev onu saf dışı bırakarak ikinci kez tahta çıktı (1205). Büyük oğlu İzzeddin Keykâvus’u Malatya’ya, küçük oğlu Alaaddin Keykubad’ı ise Tokat’a melik tayin eder. İznik’teki Bizans İmparatoru Laskaris ile ittifak kuran II.Süleyman Şah, Lâtinler ve Trabzon’a yerleşen Komnen hanedanına karşı mücadele eder. Nitekim Aleksi Komnen’i yenerek, Samsun ve çevresini ele geçirir (1206). Böylece Karadeniz ticaret yolu güvenlik altına alınır. Aynı maksatla Akdeniz’in önemli limanlarından olan Antalya fethedilir (1207) ve Türkiye Selçukluları bir kara devleti olmaktan çıkar. Laskaris, Selçukluların topraklarını genişletmesi üzerine ittifakı bozar. Alaşehir’de yapılan savaşta Bizans yenilgiye uğrar. Fakat ordunun ganimete dalması sebebiyle, disiplin bozulur. Durumdan faydalanan Bizans askerleri Gıyaseddin Keyhüsrev’i şehit ederler (1211). Keyhüsrev’in veliaht tayin etmeden ölmesi, kardeşler arasında yeni bir mücadelenin doğmasına sebep olur. Devlet büyüklerinin çoğu Malatya’daki İzzeddin Keykâvüs’ü destekler ve onu sultan ilân ederler (1211). Tokat’daki Alaaddin Keykubad’ın arkasında ise Danişmentli Pervâne ve amcası Tuğrul Şah vardır. Alaaddin Keykubad kardeşine yenilir ve Ankara’ya kaçar. Burada ele geçirilen Keykubad, Malatya’daki Minşar Kalesi’ne hapsedilir (1212). İzzeddin Keykavüs ticarete büyük önem vermektedir. Bu maksatla Kıbrıs ile ticaret anlaşması imzalar. Anlaşma ile her iki ülkenin tüccarları için ticaret kolaylıkları sağlanır. Akdeniz’den sonra Karadeniz ticaretini de güvenlik altına almak için Sinop kuşatılır. Aleksi Komnen esir edilir (1214). Şehre zenginler yerleştirilerek, ticarî hayata Türklerin katılması sağlanır. Kardeş kavgasından faydalanarak Selçuklu topraklarına giren Ermeniler üzerine ordu sevk edilir. Keban yakınlarında Er-meniler hezimete uğrar. Kral Leon Selçuklu hâkimiyetini tanımak zorunda kalır (1218). Aynı tarihlerde Eyyubîler ve Artuklularla mücadele edilir. Bir ara Halep ve civarı ele geçirilirse de Selçuklu öncü kuvvetleri Eyyubîlere yenilir. İntikam almak için ordusunun başına geçen Keykavüs, Malatya’ya geldiği sırada hastalanır ve burada ölür. Sivas’ta yaptırdığı darüşşifa (hastane) yakınındaki türbeye defnedildi (1220). İzzeddin Keykâvüs zamanında Anadolu›da ticarî faaliyetlere öncelik verilmiştir. Ticaret hayatının 208 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı canlanması için birçok kervansaray yapılmış, ticaret anlaşmaları imzalanmıştır. c. Türkiye Selçukluları’nın Altın Çağı I.Alaaddin Keykubad Zamanı: Kardeşler arası mücadelede İzzeddin Keykavüs’ün tarafını tutan devlet adamları, Alaaddin Keykubad’dan çekinmekteydiler. Buna rağmen vezir Seyfeddin Ayaba’yı tutuklu olduğu Malatya’ya gönderdiler. Vezir Ayaba, Alaaddin Keykubad’a intikam almayacağına dair ahidnâme (sözleşme) imzalattı. Böylece Alaaddin Keykubad Selçuklu tahtına geçti (1220) .Alaaddin Keykubad, devlet işlerinde mutlak hâkim olmak istiyordu. Bu sebeble anlaşmaya rağmen, bir kısım devlet adamını ve komutanları tasfiye etmeye karar vermişti. Düzenlediği bir eğlencede, başta veziri Seyfeddin Ayaba olmak üzere bunların hepsini hapsedip, öldürttü (1223 ). Bu hareketi, devletin güçlenmesini sağlamıştır. Moğol tehlikesinin yaklaşması üzerine Keykubad, Konya, Sivas, Kayseri gibi şehirleri surlarla çevirdi. Anadolu’nun doğusundaki kaleleri onarttı veya yenilerini yaptırdı. Keykubad, Lâtin işgalinden sonra Rumların eline geçen Kolonoros (Kandelor) kalesini kuşattı. Burası askerî ve ticarî bakımdan büyük öneme sahipti. 100 mancınıkla kuşatılan Kolonoros, 1223’de Selçukluların eline geçti . Burada bir tersane kuruldu, şehrin surları yenilendi. Selçuklu sultanının adından dolayı buraya Alâiye denildi (Bugünkü Alanya). Alaiye devletin kışlık merkezi oldu. Tersanelerde yapılan gemilerle hem ticarî faaliyetler hem de askerî faaliyetler hız kazanmıştır. Kırım’daki Sogdak limanına, Sinop’tan bir donanma gönderildi. Emir Çoban komutasındaki donanma Soğdak’ı ele geçirdi. Çevredeki Rus knezlikleri (prenslik) itaat altına alındı (1224). Buraya tüccarlar ve din adamları gönderildi. Bu sefer Selçukluların düzenlediği ilk denizaşırı seferdir.Güneyden gelen tüccarlar, Ermeniler tarafından saldırıya uğramaktaydı. Bu nedenle, Keykubad, komutanlarından Çavlı ve Ertokuş›u Ermeniler üzerine gönderdi İçel ve çevresi alınarak buraya Türkmenler yerleştirildi (1226). Aynı yıl Diyarbakır (Amid) Artukluları, Eyyubîlere bağlanmak isteyince, Keykubad doğu seferine çıktı. Eyyubî-Artuklu ordularını yenerek, Artukluları tekrar kendisine bağladı. Ancak Moğol tehlikesi gittikçe yaklaşmaktaydı. Bu sebeple doğudaki kaleleri onarttı. Moğollara karşı Eyyubîlerle ittifak kurma gereğini duydu. Esir ettiği Eyyubî komutanlarını serbest bıraktı. Melik Adil›in kızıyla evlenerek, ittifakı daha da güçlendirdi. Erzincan ve Kemah›ı alarak Mengücekli Beyliğini topraklarına kattı (1228). Böylece Moğollara karşı alınacak tedbirler tamamlanmış oluyordu. Moğol istilâsına uğrayan ülkesini terk etmek zorunda kalan Celaleddin Harzemşah, Doğu Anadolu bölgesine gelmişti. Alaaddin Keykubad, Moğol tehlikesinin büyüklüğünü bildiğinden Eyyubiler’den sonra Harzemşah Celaleddin’e de ortak hareket etme teklifinde bulundu. Ancak Celaleddin, kendisini Büyük Selçukluların vârisi gördüğünden, Türkiye Selçukluları’nı hâkimiyeti altına almak istiyordu. Selçukluların Erzurum hâkimi Cihanşah’ın da kendine katılması ve kışkırtmaları onu daha da cesaretlendiriyordu. Nitekim Ahlat’ı kuşatarak niyetini göstermiştir. Alaaddin Keykubad, veziri Altun Aba’yı göndererek, son kez anlaşmak istediğini bildirdi.Fakat bu teşebbüsler sonuç vermeyince savaş hazırlıklarına girişildi. İhtiyatlı davranan Keykubad rakibini önemsiz görmüyordu. Her iki tarafın ordusu Ülkü Ocakları Genel Merkezi 209 www.ulkuocaklari.org.tr c- Celaleddin Harzemşah ile Mücadele ve Yassı -Çemen Savaşı Ülkü Ocakları Eğitim Programı da yaklaşık 40 bin kişiden oluşmaktaydı. İki ordu Erzincan yakınlarındaki Yassıçemen mevkiinde karşılaştı. Ordusunun büyük bir kısmını kaybeden Celaleddin Harzemşah, bu acı mağlûbiyetten sonra Trabzon Rumlarına sığınmak zorunda kaldı (1230). Ülkesine dönmek isteyen Celaleddin bir yıl sonra öldü. Müttefiki Cihanşah esir edildi, Erzurum ele geçirildi. Ahlat , tekrar Eyyubi emirine iade edildi. Celaleddin Harzemşah’ın yenilmesiyle artık Selçuklular ve Moğollar komşu olmuşlardı. Harzemşah ordusundan geriye kalanları da hizmetine alan Keykubad, bir yandan Doğu Anadolu’daki tedbirleri artırırken, öte yandan Moğollarla anlaşma yapmak istiyordu. Bu sebeple Karakurum’daki Moğol Hakanı Ögeday’a elçi gönderdi. Ögeday, Selçukluların kendine bağlanmasını barış için şart koşmaktaydı. Doğu Anadolu’yu tamamen ele geçiren Keykubad, buralara Türk nüfusu yerleştirmekteydi. Eyyubiler’e bıraktığı Ahlat’ı da alarak buraya Türkleri yerleştirdi (1232). Bunun üzerine Eyyubîler ittifakı bozarak Anadolu’ya ordu gönderdiler. Ancak Selçuklular bu orduyu mağlûp etti. Urfa, Harran , Harput gibi şehirler Eyyubiler’den alındı (1235 ). Moğol tehlikesine dikkati çeken Abbasi halifesi iki tarafı da ikna etti. İttifak tekrar kuruldu. Ancak elçilere verdiği ziyafet sırasında zehirlenen Alaaddin Keykubad 1237 yılında vefat etmiştir. Alaaddin Keykubad zamanı, her açıdan Selçuklular’ın en parlak dönemini oluşturur. Anadolu’daki Türk siyasî birliği tamamen gerçekleşmiş, devlet en geniş sınırlarına ulaşmıştır. Ülkenin dört bir yanında imar faaliyetleri hız kazanmıştır. Uzak görüşlülüğü sayesinde Moğol tehlikesi onun zamanında atlatılmştır. Ancak zamansız ölümü, Selçuklular ve İslâm dünyası için gerçek bir kayıp olmuştur. d. Türkiye Selçuklu Devleti’nin Dağılması Keykubad’dan sonra Selçuklu tahtına II.Gıyaseddin Keyhüsrev geçti (1237-1246). Ancak asıl güç veziri Saadeddin Köpek’te idi. Bu vezir türlü hilelerle büyük komutan ve devlet adamlarını öldürttü. Bunlar arasında II. Kılıçarslan ve Keykubad devrinde üstün hizmetleri bulunanan Altun-Apa, Emir Pervane ve ünlü komutan Kemalettin Kâmyar ilk akla gelenlerdir. Harzem Beylerinden Kayır Han’ın katledilmesi ise tam bir felâketle sonuçlanmıştır. Liderlerinin öldürülmesi üzerine Harzemşah askerleri isyan ederek Doğu Anadolu’nun büyük bir kısmını tahrip ettiler. Nihayet bu olayların sorumlusunun Saadeddin Köpek olduğunu anlayan II.Keyhüsrev, vezirini öldürttü (1239). Celâleddin Karatay’ı vezirliğe getirdi. e- Babaîler İsyanı Devlet otoritesinin sarsılması üzerine Doğu ve Güney-doğu’daki Türkmenler huzursuzlanmışlardı. Devlet Türkmenlere karşı şiddetli tedbirler alınca Türkmenler patlamaya hazır hâle gelmişlerdi. Baba İshak adındaki derviş bu durumdan faydalanarak, Türkmenleri etrafında topladı ve büyük bir isyan başlattı. Üzerine gönderilen orduları yenen isyancı Türkmenler, Adıyaman ve Maraş›tan sonra Amasya ve Tokat›a kadar isyanı yaydılar. Nihayet Kırşehir dolaylarında Selçuklu ordu-su, Türkmenleri yendi. Baba İshak›ın öldürülmesiyle, isyan güçlükle bastırılabildi (1240). 210 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı f- Kösedağ Savaşı Baba İshak İsyanı, devlet otoritesinin ve gücünün daha da zayıflamasına yol açmış idi. Bu isyana kadar, Türkiye Selçuklularından çekinen Moğollar, artık devletin bir isyanı karşılamaya bile gücünün yetmediğini düşünmeye başladılar. Bir Moğol ordusu, Erzurum’u kuşatarak, şehri yağma etti. Böylece Selçuklular’ın kuvvetini sınayan Moğollar, istedikleri sonucu alınca Anadolu’ya Baycu Noyan komutasında bir ordu gönderdiler. II.Gıyaseddin Keyhüsrev, Moğol ordusunu Sivas-Erzincan arasındaki Kösedağ mevkiinde karşıladı. Selçuklu ordusunun 80 bin kişiyi bulan kuvveti karşısında, Baycu Noyan’ın 30 bin iktisadî bulunmaktaydı. Bu sayı üstünlüğüne rağmen, Selçuklu ordusu iyi yönetilmemekteydi. Henüz öncü kuvvetlerin yenilmesi üzerine, sultan ve komutanlar savaşın kaybedildiğini düşünerek, savaş bölgesinden kaçtılar. Moğollar bile, Selçukluların taktik gereği çekildiklerini zannederek uzun süre onları takip etmediler (1243). Kösedağ Savaşı’ndan sonra Moğol orduları Sivas, Erzincan ve Kayseri’yi zapt ederek, bu kültür merkezlerini yağmaladılar; katliamlara giriştiler. II.Gıyaseddin Keyhüsrev, her yıl vergi vermek suretiyle Baycu Noyan ile bir anlaşma yaptı. Böylece Selçuklu Devleti, Moğolların hâkimiyetine girmiş oluyordu. Selçuklulara bağlı olan Anadolu’daki beylikler ve Trabzon Rumları bağlarını kopardı. Moğollar bu dönemden sonra istedikleri kişiyi Selçuklu tahtına getirmeye başladılar. Artık Selçuklu sultanları âdeta onların memuru gibi hareket etmeye başladılar. Ülkede dirlik düzenlik kalmamıştı. g- Türkiye Selçukluları’nın Son Zamanları ve Devletin Yıkılışı 1246’da Keyhüsrev öldü, üç oğlu arasında taht mücadelesi başladı. Bu esnada vezir Celaleddin Karatay ülkeyi toparlamaya çalışmaktaydı. Karatay’ın da ölmesi üzerine karışıklık iyice arttı. Kızılırmak’ın doğusu IV. Kılıçarslan’a; batısı ise II.İzzeddin Keykavüs’e bırakıldı. Ancak asıl yönetim vezirliğe getirilen Muîniddin Süleyman Pervane’ de idi. Muîneddin Pervane, ölene değin devletin bütün gücünü elinde toplamıştır. Bu nedenle 1262-1277 yılları arasına Muîniddin Pervane Devri de denilmektedir. Çok kurnaz bir politikacı olan bu kişi, olumsuz davranışlarına rağmen, halkı bir ölçüde rahatlatmış idi. Bir taraftan İlhanlıları oyalayarak, onların Anadolu’ya girmelerini önlerken, diğer yandan İlhanlılar’a karşı Memluklular’ı gizlice ülkeye davet etmekteydi. Memlûk Türk Hükümdarı Baybars, Moğollara ilk yenilgiyi tattıran kişi olmuştu (1260). Muîniddin Pervane gibi Anadolu’daki bir kısım beyler de onu Anadolu’ya davet etmekteydiler. Aralarında yapılan gizli görüşmeye göre Sultan Baybars Anadolu’ya geldiğinde Selçuklu beyleri de kendilerine katılacak ve İlhanlılarla mücadele edilecekti. Baybars ordusuyla Anadolu’ya girdi. Fakat İlhanlılardan çekinen Ülkü Ocakları Genel Merkezi 211 www.ulkuocaklari.org.tr Moğollların büyük hanı Kubilay, batı seferleri için kardeşi Hülagu’yu görevlendirmişti. Hülagu, İran merkez olmak üzere İlhanlı Devleti’ni kurmuştu. Böylece Türkiye Selçukluları da İlhanlılara bağlanmış oluyordu. Vezir Karatay’ın ölümü üzerine Hülagu, Anadolu’ya Baycu Noyan komutasında ikinci bir ordu yolladı (1254). Hülagu’nun emriyle Selçuklu ülkesi, Kızılırmak sınır olmak üzere ikiye bölündü. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Muîniddin Pervane ve beyler Baybars’ı karşılamadılar. Elbistan Ovasında yapılan savaşta Moğol ordusu büyük bir yenilgiye uğratıldı (1277). Kayseri’ye giren Sultan Baybars, Selçuklu tahtına oturdu. Fakat kendisini yardıma çağıranlar, yanına gelmediği için burada daha fazla kalmadı. Ülkesine geri döndü. Anadolu’ya giren İlhanlı Hükümdarı Abaka, Elbistan Ovası’ndaki yenilgi karşısında büyük bir öfke-ye kapıldı. Şehirler yağmalandı ve 200 binden fazla Türkmen katledildi. İkili oynadığını düşündükleri Muîneddin Pervane de ortadan kaldırıldı (1277). Muîneddin’in Pervâne’nin ölümünden sonra İlhanlılar, devlet işlerine daha çok müdahale etmeye başladılar. Halk üzerindeki baskılarını da gittikçe artırdılar. Vezirliğe getirilen Fahreddin Ali (Sahib Ata), İlhanlı baskısını hafifletmeye çalıştı. Sahib Ata’nın ölümünden sonra (1288) devlet bir daha toparlanamadı. İlhanlı Hükümdarı Gazan Han’ın emriyle, III.Keykubad öldürüldü. Yerine II.Gıyaseddin Mesut getirildi. Bu kişi İlhanlılar’ın sıradan bir memurundan farksız değildi. Nihayet onun ölümünden sonra, Selçuklu sülalesi ortadan kalktı. Artık Türkiye toprakları doğrudan İlhanlı Devleti’ne bağlandı (1308). İlhanlılar, sınır boyunda yaşayan Türkmen beyleri üzerinde istedikleri hâkimiyeti kuramamışlardır. Nitekim henüz 1277 tarihinde Karamanoğlu Mehmet Bey, Selçuklu şehzadesi olduğu iddiasındaki Siyavuş›un (Cimri) isyanını destekleyerek gücünü göstermiştir. Hatta Selçuklu başkenti Konya›yı ele geçirerek onu tahta oturtmuştu. İşte bu Türkmen beyleri, Türkiye Selçuklularının çöküntüye uğradığı zamanlarda, özellikle sınır boylarında faaliyetlerini artırmışlardır. Böylece Selçuklu Devleti’nin yerine, içlerinde Osmanlıların da bulunduğu yeni beylikler kurulacaktır. 4.Anadolu Selçukluları Hakimiyetinden Sonra Kurulan Türkmen Beylikleri Uc (uç) Teşkilâtı ve Uc’larda Hayat: Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu, sürekli olarak Türkmen (Oğuz) göçlerine sahne olmuştur. Kalabalık kitleler hâlinde gelen Türkmenler, Bizans sınırına kaydırılmıştır. Böylece hem daha önce yerleşen halkın toprakları korunmuş, hem de Bizans’a karşı mücadele eden Türkmenler sayesinde sınırlar genişletilmiştir. Bu siyaset, Anadolu’nun Türkleşmesinde önemli rol oynamıştır. XIII. yüzyılda Moğolların baskısıyla Anadolu’ya gelen Türkmenlerin de sınır boylarına yerleştirilmesiyle uc hayatı gittikçe önem kazanmıştır.Türkiye Selçukluları devrinde Bizans sınırına uc (uç) adı verilmekteydi. Sinop, Kastamonu, Bolu, Eskişehir, Kütahya, Denizli ve Antalya hattının doğusunda kalan bölgeler uç (sınır) olarak çnitelendirilmiş ve buralarda uc teşkilâtı oluşturulmuştur. Sınır bölgesine yerleştirilen Türklere ise uc etrâki (Sınır Türkleri, Türkmenleri) denilmiştir. Uc beyi unvanı verilen Türkmen aşiretlerinin liderleri, merkezden görevlendirilen emirlerin sorumluluğu altındaydılar. Meselâ XIII. yüzyılda Yağıbasan oğulları, Sahib Ata oğulları Selçukluların “Uc Emirleri” idiler. Uc beyleri emrindeki Türkmenlerle beraber, Bizans sınırlarına sürekli akınlar düzenleyerek, onları yıpratmaktaydı. Nitekim kalabalık Haçlı ordularını da, Selçuklu kuvvetlerinden çok, uc Türkmenleri hırpalamıştır. Bizans’a karşı yaptıkları akınlarda, serbest hareket eden Türkmenler, bazen Selçuklu Devleti’ni dahi zor durumda bırakmışlardır. Ancak Selçuklu idaresi bu beylerin sınır akınlarına hiçbir 212 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı zaman müdahale etmemiştir. Bizans’a karşı Türkmenlerin yaptıkları mücadele, din uğruna yapılan gaza ve cihat olarak nitelenmekteydi. Bu sebeple uc beylerinin akınlarına gazi-dervişler (alp-eren), Ahi teşkilâtına mensup esnaf şeyhleri vb. de bizzat katılmaktaydılar. Böylece fethedilen bölgeler kısa sürede Türk- İslâm hayatına geçmekteydi. Bölgede yaşayan gayrimüslim halk Bizans’ın yüklediği ağır vergilerden ve dinî baskılardan bıktığı için, Türk idaresine daha sıcak bakmaktaydı. Çünkü uc beyleri onlardan daha az vergi talep ediyor, dinî yaşantısına karışmıyordu. Bütün bunlar Uc beylerinin gittikçe güçlenmesini sağlamaktaydı. Beylikler Dönemi: Türkiye Selçuklularının Moğol tahakkümüne girmesinden sonra uc beyleri daha bağımsız hareket etmeye başlamıştır. Bu dönemde hem otoritesi kalmayan Selçuklulara hem de Moğollara karşı mücadele edilmiştir. Anadolu’daki İlhanlı hâkimiyetinin zayıflamasıyla birlikte Türkmen beyleri bulundukları bölgelerde bağımsızlığını ilân etmişler ve kendi beyliklerini kurmuşlardır. Bu döneme Beylikler Dönemi adı da verilmektedir. Selçukluların zayıflamaya başlamasıyla ortaya çıkmaya başlıyan Beylikler, İlhanlı hâkimiyetinin bitmesiyle beraber tam bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Uclarda yer almaları sebebiyle Anadolu’nun Türkleşmesinde büyük hizmetleri vardır. Onlardan kalan kültür mirası, şehirlerimizi süsleyen eserler, günümüze kadar ulaşmıştır. Anadolu Türk birliğini sağlamak için bu beylikler birleriyle mücadele etmişlerdir. Nihayet Osmanlı Beyliği gittikçe güçlenerek, birliği sağlamıştır . Başlangıçta en küçük beyliklerden biri olan Osmanlıların bu denli büyümesi, bulundukları coğrafya ve güttükleri siyasetle ilgilidir. Söğüt ve Domaniç arasında kurulan Osmanlılar, Bizans ile savaşarak itibarını artırırken, diğer beylikler zamanla uc olmaktan çıkmışlardır. Bu sebeple genişleme imkânını bulamamışlar ve birbirleriyle mücadele etmişlerdir. a- Karamanoğulları (1256-1487) İlhanlıların yıkılmasından sonra Karamanoğulları beyliği gücünü daha da artırmış, bölgedeki diğer beylikler ve özellikle Osmanlılarla mücadele etmiştir. İlk Osmanlı-Karaman mücadelesi Alaaddin Ali Bey zamanında başlamış (1361) ve beyliğin sonuna kadar devam etmiştir. Fatih tarafından kesin olarak itaat altına alınan Karamanoğulları (1473), daha sonra oluşturulan Karaman Eyaleti ile merkeze bağlanmıştır (1487). Karamanoğulları Beyliği, Osmanlıların en güçlü rakibi idi. Kendilerini, Selçuklular›ın mirasçısı olarak görmekteydiler. Bunu gerçekleştirmek için Osmanlılara karşı Timur, Memlûkluler ve Bizans ile iş birliği yapmaktan çekinmemişlerdir. Karamanoğullarının Türk tarihindeki yeri büyüktür. Onlar her dönemde hürriyet ve bağımsızlığın sembolü oldular. Anadolu›nun Türkleşmesine ve Türk Ülkü Ocakları Genel Merkezi 213 www.ulkuocaklari.org.tr Oğuzların Afşar boyuna mensuptular. Selçuklu Sultanı I.Alaaddin Keykubad tarafından İç-İl’e yerleştirilmişlerdi. Nure Sofı’dan sonra oğlu Karaman Bey, Afşarların lideri olmuş ve kurulan beylik onun adını almıştır. 1256’da Ermenek tarafında kurulan beylik Moğollara ve Selçuklulara karşı amansız mücadelelere girişmiştir. Karamanoğlu Mehmet Bey, Selçuklulara isyan eden Hatiroğlu ve Şehzade Cimri ile iş birliği yapmış; Selçuklular’ın elinden Konya’yı alarak, Cimri’yi (Siyavuş) tahta oturtmuş idi. Mehmet Bey, Farsça konuşan devlet adamlarına ve Moğollara tepkisini göstermek için, Türkçeyi resmî dil ilân etmesiyle tanınır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı kültürünün gelişmesine hizmet ettiler. Ermenek, Konya, Karaman, Niğde vb. şehirleri büyük eserlerle âdeta süslemişlerdir. b- Germiyanoğulları(1300-1429) Germiyanlı Türkmenleri önceleri Malatya civarında iken, I.Alaaddin Keykubad zamanında Kütahya havalisine göç etmişlerdir . Germiyan aşiretinin reisi Alişir Bey ve oğulları Selçukluların hizmetinde bulunmuştur. I.Yakup Bey zamanında Kütahya merkez olmak üzere Kula, Simav ve Denizli çevresinde Germiyan Beyliği kurulmuştur (1300). I.Yakup Bey zamanında Germiyanoğulları sınırlarını Ege’ye kadar genişletmiş; Bizans’ı vergiye bağlamışlardır. I .Yakup Bey’in ölümüyle Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Karesioğulları gibi yeni beylikler ortaya çıkmıştır. Germiyan Beyleri, Osmanlılarla yakın ilişkiler kurmuşlardır. Germiyan Beyi Süleyman Şah’ın kızı Devletşah Hatun, şehzade Yıldırım Bayezid ile evlenmiş; çeyiz olarak Simav, Emet ve Tavşanlı ve çevresi Osmanlılara bırakılmıştır. Ancak I.Murad’ın Kosova’da şehit düşmesi üzerine II.Yakup Bey anlaşmayı bozdu. Yıldırım Bayezid bunun üzerine kayın pederini hapsederek ülkesini topraklarına kattı (1390). Osmanlıların Ankara Savaşı’nda yenilmesinden sonra Timur, diğer beylikler gibi, Germiyanoğulları beyliğini de tekrar canlandırmıştır(1402). II.Yakup Bey yeniden beyliğin başına geçtiyse de, yerine geçecek evlâdı olmadığından, ülkesini Osmanlılara vasiyet etti. Ölümünden sonra Germiyan Beyliği Osmanlılar tarafından ilhak edildi (1429). Batı Anadolu’nun önemli şehirlerinden olan Kütahya, sonraları Anadolu Eyaletinin merkezi yapılmıştır. c- Saruhanoğulları (1300-1410) Germiyanoğulları komutanlarından Saruhan Bey tarafından kurulmuştur. Merkezi Manisa olan beyliğin sınırları içerisinde Menemen, Foça ve Kemalpaşa (Nif) da bulunmaktaydı. Yıldırım Bayezid iç mücadelelerin sürdüğü beyliğe son verdi. Manisa Osmanlıların şehzade sancağı yapıldı (1390). Fetret devri esnasında tekrar canlanmak isteyen beyliği, Çelebi Mehmet kesin olarak ortadan kaldırdı (1410). d- Aydınoğulları(1308-1426) Germiyanoğullarının sübaşılarından (ordu komutanı) Aydın oğlu Mehmet Bey tarafından kurulmuştur. Merkezi Birgi olmak üzere Aydın, İzmir ve Manisa çevresine hâkim olmuşlardır. Mehmet Bey’den sonra başa geçen Gazi Umur Bey zamanı, beyliğin en parlak devridir. Kuvvetli bir donanma kuran Umur Bey, Ege adalarına seferler yapmış , İzmir’i ele geçirmiş idi (1328). Ancak güçlü bir Haçlı donanmasının işgal ettiği İzmir’i tekrar kuşattıysa da bu savaşta şehit düştü (1347). Umur Bey’den sonra Aydınoğulları eski gücünü yitirdi. Yıldırım Bayezid, Karamanlıların kendisine karşı kışkırttığı beyliği Osmanlı hâkimiyetine aldı(1390). Ankara Savaşı’ndan sonra İzmiroğlu Cüneyt Bey, Osmanlıların fetret devri mücadelelerine katıldı. Nihayet II.Murat tarafından beyliğe son verildi (1426). e- Karesioğulları(1293--1359) Karesi Beyliği’nin kurucusu, Melik Danişment Gazi’nin soyundan gelen Kalem Bey oğlu Karesi Bey’dir. Selçuklular tarafından Bizans ucuna yerleştirilen bu beyler, Germiyanlılarla beraber 214 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı fetihlerde bulunmuşlardır. Balıkesir ve çevresininin Bizans’tan alınmasıyla beylik kurulmuştur. 1302 tarihinden itibaren ele geçirilen Bergama, Edremit, Susurluk gibi bölgenin mühim yerleşmelerine çok sayıda Türkmen yerleştirilmiştir. Karesi Bey’in oğulları Demirhan ve Yahşi Bey, beyliği Edremit ve Balıkesir olmak üzere iki kol hâlinde yönetmişlerdir. Kısa ömürlü olan beylik Orhan Bey tarafından ortadan kaldırılmıştır (1359). Hacı İl Bey, Evrenos Bey gibi beyliğin ileri gelenleri Osmanlılara katılarak büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. f- Menteşeoğulları (1282-1424) Antalya’dan gemilerle Muğla kıyılarına çıkan Türkmenler, Menteşe Bey isimli uc beyi liderliğinde Denizli’ye kadar olan bölgeleri fethetmişlerdi. Muğla ve Aydın’ın fethiyle beylik kurulmuş oluyordu (1282). Milas, Fethiye, Denizli bölgelerinin de alınmasıyla Mesut Bey zamanında Menteşeoğulları en geniş sınırlarına ulaşmıştır (1310). Yıldırım Bayezid, ünlü Batı Anadolu seferiyle bu beyliğe de son vermiştir (1390). Ankara Savaşı ile yeniden ortaya çıkan beylik, Menteşeoğlu İlyas Bey’in ölümünden sonra Osmanlı yönetimine girdi (1424). Fatih zamanında kesin olarak beyliğe son verildi (1451). Denizcilikte ileri giden Menteşeoğulları, Güney-Batı Anadolu’nun ve sahillerin Türkleşmesinde önemli rol oynamışlardır. g- Hamitoğulları(1280-1423) Selçukluların batıdaki uc beylerinden Hamitoğlu İlyas Bey, beraberindeki Türkmenlerle, Antalya ve Göller Bölgesinde faaliyet göstermekteydi. İlyas Bey’in oğlu Dündar Bey , önce Uluborlu, sonra da Eğridir merkez olmak üzere dedesi Hamit Bey’in adıyla anılan beyliği kurmuştur. Daha sonra beylik Antalya ve Eğridir şubeleri olmak üzere iki kola ayrılmıştır. Eğridir kolunun başına geçen Dündar Bey, İlhanlı hâkimiyetini tanımıştır. I.Murat’ın baskısıyla, Hamit Beyi Hüseyin Bey Akşehir, Beyşehir, Seydişehir ve Yalvaç’ı Osmanlılara satmak zorunda kalmıştır (1374). Tekeoğulları adıyla da bilinen Antalya koluna ise, Yıldırım Bayezid tarafından son verilmiştir (1391). Ankara Savaşı’ndan sonra yeniden canlandırılan beylik, 1423’ de kesin olarak Osmanlıların hâkimiyetine girmiştir. ğ- Sahibataoğulları (1288-1342) h- Eşrefoğulları(1280-1326) Selçuklu uc beylerinden olan Eşrefoğlu Süleyman Bey tarafından Beyşehir ve Seydişehir taraflarında kurulmuştur . İlk merkezleri Gurgurum iken daha sonra Beyşehri merkez yapılmıştır. Süleyman Bey’in yerine geçen oğlu Mehmet Bey, Akşehir ve Bolvadin taraflarını da ele geçirmiştir. İlhanlıların Anadolu valisi Timurtaş Bey, 1326 yılında beyliğe son vermiştir. Eşrefoğulları zamanında Beyşehir ve çevresi imar edilmiştir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 215 www.ulkuocaklari.org.tr Türkiye Selçuklu veziri Sahib Ata’nın (Fahreddin Ali) iktâ’ı olan Afyonkarahisar ve çevresinde, oğulları tarafından kurulmuştur. Sahib Ata’nın ölüm tarihi beyliğin başlangıcı olarak kabul edilmektedir (1288). Nusretüddin Ahmet (İbni Sahib)’in ölümüyle, beylik, Germiyanoğulları tarafından ilhak edilmiştir (1342). Ülkü Ocakları Eğitim Programı ı- Alâiye Beyleri Alaaddin Keykubad tarafından zapt edilen Alâiye(Alanya) şehrinde (1223), daha sonra küçük bir beylik kurulmuştu. Alaiye beylerinin Selçuklu hanedanından oldukları söylenir. Alaiye 1293’te Karamanoğlu Mehmet Bey’in eline geçti. Alaiye’deki Karaman beyleri Memlûklerin hâkimiyetini tanımıştı. Nihayet şehir 1427’de Memlûklere satıldı. Alaiye Beyleri kendileri ve Memlûkler adına para bastırdılar. Bu paralardan, ilk Alaiye Beyi’nin Savcı olduğu anlaşılmaktadır. Gedik Ahmet Paşa Alaiye’yi ele geçirerek, şehri Osmanlı idaresine katmıştır (1462).Tersane ve limanı ile Alaiye bir ticaret merkeziydi. Bu sebeple Alaiye Beyleri ve şehir halkı oldukça zengin idiler. i-Canik Beylikleri Samsun, Giresun, Ordu, Niksar’ı içine alan Orta Karadeniz bölgesine Canik adı verilmiştir. Canik bölgesi daha çok Oğuzların Çepni boyu tarafından iskân edilmişti. Türkiye Selçuklularının dağılma devrinde, ayrı ayrı ailelerden gelen beyler Canik Beylikleri adıyla bölgede hâkimiyet kurmuşlardır. Bayramoğulları, Kubadoğulları, Taşanoğulları, Taceddin oğulları bunlardan en önemlileridir. Kadı Burhaneddin Ahmet ve Yıldırım Bayezid arasındaki mücadeleye sahne olan bu bölge II.Murad devrinde kesin olarak Osmanlı hâkimiyetine girmiştir (1427). j-Taceddinoğulları (1378-1428) Nüfuzlu bir bey olduğu bilinen Emir Taceddin beyliğin kurucusudur. Beyliğin merkezi Niksar olup, Bafra ve Ordu’ya kadar sınırlar uzanmaktaydı. Emir Taceddin, ölümüne kadar bölgenin en güçlü devletini kuran Kadı Burhaneddin ile mücadele etmiştir (1387). Kadı Burhaneddin Niksar’ı ele geçirdiğinde Taceddin’in oğullarını yerinde bırakmıştır. Ancak Taceddinoğulları daha çok Osmanlılardın yanında yer aldılar. Taceddinoğulları’nın son beyi Mahmut, ülkeyi Osmanlılara bırakmak zorunda kalmış, böylece beylik tarihe karışmıştır (1428 ). k- Candaroğulları (1292-1461) Selçuklu Beylerinden Şemseddin Yaman Candar, beyliğin kurucusudur. Bir hizmetine karşılık İlhanlılar, Kastamonu ve çevresini kendisine vermiş; böylece beyliğin temelleri atılmıştır. Daha sonra Sinop’un da alınmasıyla beylik iki kola ayrılmıştır. Sinop kolunda İsfendiyar Bey bulunuyordu. Osmanlılar bu sebeple beyliğe İsfendiyar Beyliği de demişlerdir. Ankara Savaşı’ndan sonra Çankırı, Samsun ve Bafra beyliğe dahil edilmiştir. Fatih, Trabzon seferi esnasında bu beyliğe son vermiştir (1461). Ayrıca Sinop ve Çevresinde Pervaneoğulları, Kastamonu civarında Çobanoğulları ve Ankara’da Ahiler kısa süreli hâkimiyetler kurmuşlardır. 5. İlhanlı Hâkimiyeti’nin Ardından Kurulan Türk Devletleri (XIII.-XV. Yüzyıla Kadar) a- Eretna ve Kadı Burhaneddin Devletleri Eretna ve Kadı Burhaneddin Devletleri (1344-1398) Devletin kurucusu Eretna, aslen bir Uygur Türk’ü idi. İlhanlıların Anadolu Valisi Timurtaş, babasının İlhanlılara isyanı üzerine Mısır’a kaçmış, 216 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı yerine Eretna’yı vekil bırakmıştı. Timurtaş’tan sonra Anadolu valiliğine getirilen Şeyh Hasan Celâyirî de, taht mücadelesine katıldığından Eretna Bey’i görevinde bırakmıştı. İlhanlıların içinde bulunduğu durumdan faydalanan Eretna Bey, Anadolu’nun orta kesimlerinde hâkimiyetini kuvvetlendirdi. Bağımsızlığını ilân etti (1344). Devletin merkezi önce Sivas, sonra ise Kayseri olmuştur. Eretna Devleti’nde önce kadılık, ardından vezirlik yapan Kadı Burhaneddin Ahmet, devletin içinde bulunduğu güç durumdan faydalanarak Sivas’ta tahta çıktı (1381). Kendisi Oğuzların Salur boyundandır. Kısa zamanda Niğde, Erzincan ve Canik (Orta Karadeniz) bölgelerini hâkimiyetine aldı. Böylece Eretna Devleti’nden daha güçlü bir devlet kurmuş oluyordu. Kadı Burhaneddin Osmanlılar’a karşı çetin bir mücadele vermiş idi. Ancak ölümünden sonra devlet dağıldı ve hâkim olduğu bölgeler Osmanlılar tarafından ele geçirildi (1398). b-Dulkadiroğulları (1337-1521) Dulkadiroğulları, Maraş ve Elbistan civarında ortaya çıkmış bir Türkmen beyliğidir. Oğuzların Bozok kolu ve Ağaçeri Türkmenlerini etrafında toplayan Dulkadiroğlu Zeyneddin Karaca Bey, Memlûklu sultanının himayesinde, Eretna Devleti’nin elinden Elbistan’ı alarak beyliği kurmuştur(1337). Yerine geçen oğlu Halil Bey zamanında Maraş, Malatya, Harput tarafları ele geçirilerek sınırlar genişletilmiştir. Dulkadiroğulları Osmanlılar ile Memlûkler arasında bir tampon görevi görmekteydi. Varlığını sürdürmek için kâh Osmanlı, kâh Memlûk hâkimiyetini kabul etmişlerdi. XVI. yüzyılın başlarında başa geçen Alaüddevle Bozkurt, Akkoyunluların elinden Diyarbakır’ı aldı, fakat Şah İsmail karşısında ağır bir yenilgiye uğradı (1507). Dostluğunu kaybettiği Osmanlılar karşısında da yenilgiye uğraması üzerine Dulkadirli toprakları Osmanlıların eline geçti (1515). Yerine geçen Ali Bey, Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi’nde ve Canberdî isyanında, Osmanlılara mühim hizmetlerde bulunmuştu. Fakat Osmanlı veziri Ferhat Paşa onu kıskandığından, Yavuz’u kışkırttı. Ali Bey hile ile yakalanarak katledildi (1521). Böylece Dulkadir Beyliği ortadan kaldırılmış oldu (1521). Ramazanoğulları, Adana merkez olmak üzere Çukurova bölgesinde kurulmuştur. Beyliğe adını veren Ramazan Bey, Oğuzların Üçok koluna bağlı Yüreğir boyundandır. Memlûk Sultanı Baybars tarafından Gazze-Antakya arasına yerleştirilen Türkmenler, daha sonra Adana ve Payas bölgesini Ermenilerden almışlardı. 1378 tarihinde Memlûklerin gönderdiği vali, Dulkadiroğlu Halil Bey tarafından öldürüldü. Bu olayla birlikte Ramazanoğulları Beyliği kurulmuş oldu. Ancak Memlûklerin gücünden çekindikleri için daha çok onların hâkimiyetini tanıdılar. Memlûklerin ve Dulkadirliler gibi iki önemli güç arasında kalan Ramazanoğulları, Yavuz Selim’den itibaren Osmanlıların yanında yer almışlardır. 1608’de son Ramazanoğlu Beyi Pir Mansur, görevden alınarak toprakları Osmanlı beylerbeyiliğine çevrilmiştir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 217 www.ulkuocaklari.org.tr c- Ramazanoğulları(1378-1608) Ülkü Ocakları Eğitim Programı d- Karakoyunlu Devleti Karakoyunlu Devleti İlhanlı Hükümdarı Argun Han zamanında, Türkistan’dan çıkıp, Fırat ve Dicle vadilerine yerleşen Yıva, Döğer, Avşar gibi Oğuz boylarından müteşekkil Karakoyunlular (Baranlılar), İlhanlı Devleti’nin parçalanmasıyla beraber müstakil olmuşlardı. Bu dönemde başlarında bulunan Bayram Hoca’nın ölümünden sonra (1380), yerine geçen Kara Mehmet Bey, 1388’de Tebriz’i ele geçirip, burayı başkent yapmıştır. Oğlu Kara Yusuf dönemi (13891420) devletin en parlak devri olmuştur. Timur tehlikesini bertaraf ederek tekrar gücünü artıran Kara Yusuf, Artukluların Mardin koluna son vermiş, Diyarbakır’dan başka bütün Azerbaycan’ı hâkimiyetine almış ve bir müddet ittifak kurduğu Ahmet Celayir’i yenerek Bağdat’a hâkim olmuştur(1415). Kara Yusuf’un ölümüyle ortaya çıkan taht mücadeleleri bir sarsıntıya sebep olmuş ve geçici de olsa birlik Cihanşah döneminde (1436-1467) sağlanmıştır. Fakat Cihanşah’ın iki kez Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’a yenilmesi ve ölmesi Karakoyunluların sonu olmuştur. Nitekim Uzun Hasan 1469’da Karakoyunlu Devleti’ni tamamen ortadan kaldıracaktır. e- Akkoyunlu Devleti Akkoyunlu Devleti’ni kuran hanedan Oğuzların Bayındır koluna mensuptur. Tıpkı Karakoyunlular gibi İlhanlı hâkimiyetinin sarsılmasıyla, güçlenen Akkoyunlular, Bayındır, Döğer, Bayat, Çepni gibi Oğuz boyuna mensup kitleleri ve İnallu, Hacılu, Bayramlu ve Musullu gibi konar göçer cemaatleri etrafında toplayarak fetihlerde bulunmuşlardır. Henüz XIV. yüzyıl ortalarında Tur Ali Bey, Trabzon Rum devleti üzerinde baskı kurmuştu. Kara Yülüg Osman Bey’in kadı Burhaneddin Ahmet’i ortadan kaldırması ve Sivas’ı ele geçirmesiyle (1398) Akkoyunlular tamamen müstakil hâle geldiler. XV. yüzyıl başlarında devlet, Timur’un da yanında yer alarak gücünü artırdı ve Diyarbakır merkez olmak üzere, bütün güney ve doğu Anadolu, Akkoyunlu hâkimiyetine girdi. Uzun Hasan dönemi (1453-1478) Akkoyunluların en parlak dönemi olmuştur. Karakoyunluları ve Hasankeyf’teki Eyyubi hâkimiyetini yıkan Uzun Hasan, Azerbaycan’ın ele geçmesi üzerine başkenti Tebriz’e nakletmiş ve sınırlarını doğuda Hazar’a kadar genişletmiştir. Fakat Osmanlılara karşı Otlukbeli’nde uğradığı ağır yenilgi (1473), Uzun Hasan’ın bütün Türk dünyasının lideri olma hayalini sona erdirdiği gibi, devletinin de zayıflamasına yol açmış; ölümünden sonra çıkan taht kavgaları sonucunda devlet ikiye bölünmüştür. Neticede bundan faydalanan Şah İsmail, Tebriz’i ele geçirerek Akkoyunlu Devleti’ne son verip, Safavi Devleti’ni kurmuştur (1502). 218 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı SELÇUKLU DEVRİNİN ÖZELLİKLERİ Prof. Dr. Mehmet Altay Köymen Selçuklu Devri Türk tarihi, Cumhuriyet devrinde Türkiye’mizde çok büyük araştırma konusu olmuştur. İmparatorluk devrinde Türk tarihi deyince hemen hemen sadece Osmanlı tarihi anlaşılırdı. İmparatorluk tasfiye edilip de, onun yerine millî bir devlet kurulunca, Osmanlı tarihi bu devletin kuruluş esaslarını anlamaya yetmedi. İster istemez daha eski devirlere çıkıldı. İlk durak noktası Selçuklu Devri oldu. Selçuklu Devri üzerinde araştırma yapan Batılı ilim adamları da, Türk araştırıcıların eserlerini artık bol bol kullanmaktadırlar. Dünyaca meşhur Cambridge tarih serisinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi’ni yazan İngiliz âlimi C. E. Bosworth; Büyük Selçuklu imparatorluk İdarî, Teşkilâtı’nı yazan genç Alman tarihçisi H. Horst; Anadolu Selçukluları Tarihi’ni yazan meşhur Fransız ilim adamı Cl. Cahen; Amerikalı tarihçi S. Vryonis; Anadolu Beylikleri Devri’ne dair güzel bir eser yazmış olan B. Flemmingbuna misâl olarak verilebilir. İşin dikkate değer olan tarafı, Türk araştırıcılarının, daha ziyade memleket dışında tanınmaları ve takdir edilmeleridir. Nitekim, Batı’da yayımlanan eserlerde Selçuklu Devri ile ilgili konular, artık, doğrudan doğruya Türk ilim adamlarına yazdırılmaktadır. İçte ve dışta yapılan bütün bu araştırmalara rağmen, Selçuklu Devri Türk tarihinin bütün cepheleriyle yazıldığı henüz ileri sürülemez. Hattâ aydınların okuyacağı derli toplu bir Selçuklu tarihi de henüz yazılmamıştır denebilir. Cl. Cahen’in yazmakta olduğunu söylediği beş ciltlik Selçuklu Tarihi’ni sabırsızlıkla bekliyoruz. Derli toplu bir Selçuklu tarihinin bile yazılamamış bulunmasının türlü sebepleri vardır. Bunların başında W. Barthold’un da dediği gibi, konunun güçlülüğü gelmektedir: Selçuklu Devri Türk tarihi araştırmacısı, sıkı münasebetleri dolayısıyla hem İslâm tarihini hem de Bizans tarihini iyi bilmek zorundadır. Böylece bir araştırıcının Arapça ve Farsça dilleri yanında eski Yunanca ve Lâtince öğrenmesi güçtür. Kaldı ki, bu da yetmemektedir. Selçuklu tarihçisi, Orta Asya’yı Ülkü Ocakları Genel Merkezi 219 www.ulkuocaklari.org.tr Bugünkü Türkiye, son defa Selçuklu Türklerinin bundan 900 yıl önce fethedip vatan olarak seçtikleri ülkede kurulduğu için, Selçuklu Devri’ni araştırma hareketi yerinde idi. Selçuklular tarafından kurulan vatanı kurtaran Mustafa Kemal Atatürk, konumuz olan Selçuklu Devri tarihini araştıranların hemen hepsinin yetiştiği müesseseyi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni kurdu. İşte Cumhuriyet’in başında, Türkiye’de sadece bir kişi, rahmetli Prof. Mükrimin Halil Yınanç, doğrudan doğruya Selçuklu Devri ile meşgul olurken, bilhassa rahmetli hocam Fuad Köprülü’nün ve talebelerinin yetiştirildiği Selçuklu Devri Türk Tarihi ve Medeniyeti araştırıcılarının sayısı bugün düzineleri geçmektedir.Böylece, gerek Büyük Selçuklu İmparatorluğu, gerekse bu imparatorluk tarih sahnesinde iken onun vassalı olan ve yıkıldıktan sonra bütün diğer vassal devletler gibi bağımsız olan Anadolu Selçukluları Devleti tarihine dair, ana kaynaklara dayanılarak, ilmî ölçülere uygun, cilt cilt eserler yazılmıştır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı da iyi bilmek zorundadır. Bu ise, kaynaklar bakımından Çince, arkeolojik, etnolojik ve antropolojik araştırmalar bakımından Rusça öğrenmeyi gerektirdiğinden, daha da uzun süren bir hazırlığı gerektirmektedir. Bugün Türkiye’deki Selçuklu Devri araştırıcıları, araştırmalarını, daha ziyade Arapça ve Farsça kaynaklara dayanarak yürütmektedirler. Türk tarihi araştırıcılarının, Türk devlet anlayışı ve teşkilâtı için Kutadgu Bilgi’i; Türk Kültür Tarihi için de Divân-ü Lügati’t-Türk’ü ciddî olarak kullanmaları zamanı gelmiştir. Biz bilhassa bilgi hazinesi olan son eseri Selçuklu Devri kültür tarihi bakımından dikkatle kullanmaya başladık. Bu sebeple Selçuklu Devri tarihi araştırıcılarının yazdıkları eserler, ister istemez eksik kalmaktadır. Dış tarihten iç tarihe yani siyasî ve askerî tarihten medeniyet tarihine girince, bu eksiklik daha da açık olarak kendisini göstermektedir. Çünkü medeniyet ve kültür, çevre değişmelerinden daha az müteessir olmakta, yeni çevre içinde de bazı değişikliklere uğramakla beraber ana vasfını koruyabilmektedir. Meselâ Orta Asya Türk medeniyeti çevresinden Orta ve Yakın Doğu İslâm medeniyeti çevresine girerek, bu bölgeye yakın zamana kadar arasız hâkim olan; Selçuklu, Eyyubî, Memlûk ve Osmanlı devlerini kuran Oğuz Türkleri, özelliklerini, görüleceği gibi, zamanımıza kadar koruyabilmişlerdir. Şu halde Türk tarihi, bu arada Türk Medeniyeti ve kültürü, Fuad Köprülü’nün Türk edebiyatı için dediği gibi, esas itibarıyla bir bütündür. Bu sebeple de, Seçuklu Devri araştırıcısı, İslâm tarih ve medeniyeti kadar, Orta Asya tarih ve medeniyetini de bilmek zorundadır. Bu kısa açıklamamıza göre, Selçuklu devletlerini kuran Oğuzlar, Orta ve Yakın Doğu’ya bir mirâs ile, bir medeniyet mirâsı ile gelmişlerdir. Bunu İran ve Arap kültürlerine karşı korumaya çalışmakla kalmamışlar, kendilerinden sonraki devirlere aktarmışlardır ki, saf Türk kültürünün izlerini içine girdiğimiz Batı medeniyeti devrinde de görmek her zaman mümkündür. Bu ciheti, son zamanlarda yayımladığımız yazarlar da ortaya koymaya çalıştık. İşte bu sebeplerle Selçuklu Devri, «bugünkü varlığımızı borçlu bulunduğumuz bir dönüm noktasıdır ve ne kadar önem verilse azdır” diyoruz. O. Lattimore, W. Eberhard ve son defa da esas itibarıyla bunlara dayanarak güzel bir yazı yazan C. M. Kortepeter gibi Batılı bilim adamlarının araştırmaları sayesinde, Çin’in ve Hindistan’ın kuzeyinde Kore’den Hazar Denizi’ne kadar uzanan, pek değişik ve çetin iklim şartları gösteren, uçsuz bucaksız sahaların Türklerin hayatlarında oynadıkları rolü, daha doğrusu bu iklimin nasıl bir Türk medeniyeti yarattığını daha iyi anlamak mümkün olmaktadır. Bu iklim şartları ile başa çıkabilmek için mücadele eden ve tabiat kadar sert olan Türkler, gerekli tedbirleri ve bilhassa gerekli devlet teşkilâtını kurmuşlar, nihayet bu ülkelere hâkim olmakla kalmamışlar, muhtelif istikâmetlerde yayılmışlardır. Denebilir ki, dünya tarihinde hiçbir kavim, Türkler kadar hareketli olmamışlardır. Zaten “dinamizm”, Türk tarihinin ilk özelliğini teşkil eder. Coğrafyanın tesirini yalnız devlet teşkilât ve hayatında değil, her alanda müşahede etmek mümkündür. Kurdukları medeniyete, “atlı göçebe medeniyeti” dendiği malumdur. 220 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türk için hayat demek, mücadele demektir. Bunun izlerini vahşi hayvanları boğuşturan sanatta,yaz ile kışı savaştıran edebiyat ve şiirde de görmekteyiz. Görünüşe göre, hayat şartları Türke has bir devlet telâkkisinin meydana gelmesinde de âmil olmuştur: Yaşadıkları geniş sahalar, Türklerin bütün ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktır; daha doğrusu bu geniş sahaların mahsulleri onların ihtiyaçlarının ancak bir kısmını karşılamaktadır. Üstelik, zaman zaman baş gösteren kıtlıklar, kuraklıklar, hayvan kırımı, yaşamayı daha da güçleştirmektedir. Bazen nüfus artışı da yaşama şartlarını ağırlaştırmaktadır. Görülüyor ki, fert kendi ihtiyaçlarını kendi başına gidermek kudretinden mahrumdur. Bunu ancak devlet ve devletin başında bulunan hükümdar giderebilir. Gerçekten Orhun kitabelerinden öğrendiğimize göre, halkı beslemek, hattâ hattâ bütünü ile refah içinde yaşatmak ve zengin etmek, devletin başında bulunan hükümdarın başlıca vazifesidir. Bu anlayış, destan ve masallara kadar girmiştir. Bu anlayışı Yusuf Has Hacip tarafından Selçuklu Devri’nde yazılmış olan Kutadgu Bilig’de de bulmaktayız. Hükümdar, bu vazifesini daha ziyade dış ülkelere yaptığı seferlerden elde ettiği servetlerle yerine getirmektedir. Adı geçen Kutadgu Bilig, hükümdarın ve devlet adamlarının servetlerini, kendilerine bir şey kalmayıncaya kadar halka dağıtmayı tavsiye etmektedir. Orta ve Yakın Doğu’da geniş bir imparatorluk kurmuş olan Selçuklular, bu devlet anlayışını hemen hemen aynen uygulamışlardır: Orta Asya’daki selefleri gibi, bizzat Selçuklu hükümdarlarının veya prenslerinin muhtelif istikametlerde yaptıkları seferlerden elde ettikleri ganimetler, imparatorluk hazinelerinin başlıca gelir kaynaklarını teşkil ediyordu. Diğer taraftan, iktisadî ve ticarî hayatın düzgün gitmesi, devletin başlıca gayesi idi: Alp Arslan’ın daha tahta çıkar çıkmaz, Bağdad-Rey ticaret yolunu vuran Lur Kürtlerini tedibe girişmesi, daha sonra Orta Asya ticaret yolunu kesen kendi soyundan Türkmenler’e karşı sefer açarak onları perişan etmesi, imparatorluğun, iktisadî ve ticarî hayatın engelsiz yürümesini her şeyin üstünde tutulan şuurlu bir iktisadî siyasete sahip olduğunu göstermektedir. Şîî propagandacısı meşhur müellif Nâsır-ı Husrev’in, ilk uğrayışında harabe halinde gördüğü İsfahan’ı, Tuğrul Bey’in, şehri üç yıl vergiden muaf tutulması dolayısıyla ikinci uğrayışında pek mâmur görmesi, devletin halka karşı siyasi için bir delil olarak alınabilir. Daha eskiden olduğu gibi, başta Tuğrul Bey olmak üzere, bütün Selçuklu hükümdarlarının, her vesileyle şölenler vermeleri ve saraylarını halka açık tutmaları, Selçuklu Devri’nde da yaygın bir adetti. Şölenden sonra, eski bir Türk âdeti gereğince kaplar, davetliler tarafından yağma ediliyordu. Bugün, demokrasi devrinde bile, köylülerimizin herşeyi “devlet baba”dan beklemelerini, bu eski devlet anlayışının kalıntısı saymak mümkündür. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 221 www.ulkuocaklari.org.tr Selçuklu hükümdarlarından Alp Arslan ile Melikşah’ın, onları örnek alan Vezir Nizâmü’l-mülk’ün, fakirlere, din ve ilim adamlarına hiçbir devirde rastlanmayan miktarlara varan paralar dağıtmalarını, sadece dinî esaslara riâyet düşüncesiyle veya Türke has cömertlikle izah etmeye imkân yoktur; eski Türk devlet anlayışının devamından ibarettir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Yukarıdan beri verdiğimiz kısa izahat, Türk devletlerinin, bu arada Selçuklu Devletlerinin kendilerine has bir iktisadî siyasetlerinin bulunduğunu göstermiştir sanırız. Bu iktisadî siyaset, iktisadî hayatı geliştirecek ve emniyet içinde iktisadî faaliyette bulunmayı sağlayacak tedbirleri alan Anadolu Selçuklularında daha da şuurlu bir hal almıştır: Belli mesafelerle Türkiye’yi kervansaray ağları ile örme, zayi olan tüccar eşyasını ödemeyi üzerine alan bir nevi devlet sigortası kurma, vs. buna misâl olarak verilebilir. Devletin takip ettiği bu iktisadî siyaset neticesinde, Büyük Selçuklu İmparatorluğu zamanında İran halkı başka soydan olmalarına rağmen, tarih boyunca görmediği bir refah seviyesine ulaştığı gibi, Anadolu Selçukluları zamanında Anadolu, dünyanın en müreffeh ve zengin ülkesi olmuştu. Anadolu Selçuklu Devleti’nin bir özelliği de, medeniyetin nimetlerinden bütün Anadolu’nun aynı derecede faydalanmasını daima göz önünde bulundurmasıdır: Bütün Selçuklu şehirleri, devlet ve hükümet merkezi Konya kadar gelişmişti. Orta Asya ile Orta ve Yakın Doğu’ya hâkim Oğuzlar arasında toplum hayatı bakımından da, sıkı bir bağ kurmak mümkündür. Görebildiğimize göre, hiç olmazsa Selçukluların içinden çıktığı Oğuzlar devleti âdeta sınıfsız bir toplum yapısına sahipti: 922 yılında buradan geçen Arap seyyahı İbn Fadlan’ın anlattığına göre, kurultayın verdiği kararlara en basit bir Oğuz vatandaşı bile itiraz etse bozulurdu. Şüphesiz mübalağalı olmakla beraber, bu ifadeden Oğuzların demokratik bir yapıya sahip oldukları anlaşılmaktadır. Görünüşe göre, mevki ve servet, sınıf farkı yaratmadığı gibi; soy asaletine dayanan bir sınıf da yoktu. Orta ve Yakın Doğu’ya gelerek bir imparatorluk kuran ve hâkim zümreyi teşkil eden Oğuzlar, bu toplum anlayışını kendi aralarında sürdürmekle kalmadılar; aristokratik bir toplum yapısına sahip olan yabancı soydan yerleşik halka da uygulamaya çalıştılar. Meselâ orduya basit bir köle olarak giren bir Türkü, yükselmek için gerekli meziyetlere sahip ise, aradan 10-15 yıl geçtikten sonra büyük bir kumandan, hattâ bir devlet kurucusu olarak görmek her zaman mümkün idi. Bunun gibi, devlet mülki teşkilât kadrolarına memur olarak alınan yerleşik halkın en alt tabakasından bir kimse, zaman ile en yüksek makama çıkabiliyordu. Tuğrul Bey’in devlet teşkilâtına aldığı bu vasıfta bir kimse, Irak sivil valiliğine kadar yükselmişti. Tuğrul Bey, 1038 yılında ilk defa Nişapur’u fethettiği zaman, bu şehir âyanı, önüne gelenin bu Selçuklu hükümdarı ile konuşabilmesinden hayrete düşmüşlerdi. Selçuklular, toplumun aristokratik yapısını değiştirerek, aynı topluma demokratik bir mahiyet vermeyi, kültür müesseselerini, meselâ üniversiteleri kurarken bir sistem halinde ele aldılar ki, bunu aşağıda ayrıca söz konusu edeceğiz. Yukarıdan beri verdiğimiz misâller, Türk toplumunda Batılıların “social mobility” adını verdikleri, Türkçe “içtimai hareketlilik” diyebileceğimiz aşağıdan yukarıya doğru daimi yükselme imkânı lâyık olan herkese açık olduğunu, Türklerin bu telâkkilerini hâkim oldukları yerli halka da uygulamaya çalıştıklarını göstermiştir sanırız. Böylece Türkler, toplumu taze kuvvetlerle daima yeniliyorlardı. 222 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Asıl üzerinde durulacak nokta, Türk toplumunda yükselmeyi sağlayacak mekanizmanın var olup olmadığıdır. Yaptığımız araştırma denemelerinde vardığımız neticeye göre, Türk toplumunda büyük küçük, kadın erkek herkes günlük hayatında, ya yarışma ya da yardımlaşma halindedir. Türkler, özelliklerinden bahsettiğimiz tabiata ve dış düşmanlara karşı varlıklarını koruyabilmek için böyle hareket etmek mecburiyetindedirler. Meselâ, erkekler, ortaya bir şey koyarak veya koymadan, birbirleriyle ok atma yarışı, at yarışı vs. yaparlarken; yine mesela ana ile kız ip eğirmede ya da süt sağmada vs. birbirleriyle yarış ediyorlardı. Böylece kabiliyetli insanlar, kabiliyetlerini göstererek ve geliştirerek yükselme imkânlarını buldukları gibi, toplum da bütünü ile terakki etmek, gerektiği zaman başka kavimlere üstünlüğünü göstermek imkanına kavuşuyordu. Tesanüt örneği veren yardımlaşma ise, toplumun kendi varlığını korumasını sağlıyordu. Bugün beynelmilel askeri yarışmalarda hemen hemen daima birinci gelen Türk subayları, atı koşarken, arkadaki hedefleri vuran dedelerinin meziyetlerini muhafaza ettiklerini ispat eylemektedirler. Atın yerini uçak veya tankın; ok ve yayın yerini makineli tüfeğin, top veya roketin alması, görülüyor ki, hiçbir şeyi değiştirmemektedir. Yardımlaşma bugüne kadar köylerde imece adı altında devam etmektedir. Türk kadını, asıl yardımı geleneklerine ve alışkanlıklarına uygun olarak, Türk Kurtuluş Savaşı’nda yapmıştır. Selçukluların kısaca bazı cephelerini belirtmeye çalıştığımız içtimai siyasetleri gibi, bir kültür siyasetleri de var mı idi? Ne yazık ki, Beylikler devrine kadar, Selçukluların siyasi hakimiyetleri yanında kültürlerini, hakim oldukları milletlere kabul ettirmek şöyle dursun, Türk kültürünü bütünüyle ayakta tutmak için şuurlu bir siyaset takip ettiklerine dair elimizde kesin deliller yoktur. Bunun aksini gösteren emareler vardır. Selçuklular zamanında, devlet idaresinde olduğu gibi, medeniyette de bir ikilik dikkati çekmektedir: Sanat (mimari, güzel sanatlar vs.) gibi maddi medeniyet alanında Türkler, edebiyat gibi manevi medeniyet alanında ise İranlılar kendi dehalarını ortaya koymak fırsatını bulmuşlardır. Hele Anadolu Selçukluları zamanında mimari ve güzel sanatlarda Türkler, şimdi bile ulaşılamayan bir seviyeye yani çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkmışlardı. Unutmamak lazımdır ki, bir taraftan Türk kültürü ile İran kültürü, alttan alta mücadeleye devam ederken, bir taraftan da hükümdarlarından Ülkü Ocakları Genel Merkezi 223 www.ulkuocaklari.org.tr Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun kuruluşu sırasında başlıca rolü oynamış olan göçebe hür Türkmenlerin yerini, asker olarak gulâm (köle) Türklerin; halk olarak ve devletin mülki teşkilat kadrolarını işgal eden unsur olarak İranlıların alması siyasi bakımdan mağlup olan yerleşik halkın kültür bakımından galip gelmeleri neticesini doğurdu. Görünüşe göre, resmi dil olarak Farsçayı kabul eden devletin takip ettiği kültür siyasetinin, zamanla devletin askeri teşkilat kadrolarını işgal eden gulam Türkler tarafından da iyi karşılanmadığını, kenar bölgede hakim olduğu için İran medeniyetinin tesiri altında pek kalmayan Kirman Selçuklu Hükümdarı Kavurd’u, kendilerini zaferden zafere koşturan Alp Arslan ve Melikşah gibi Selçuklu hükümdarlarına tercih etmelerinden anlaşılıyor. Zira, ordunun Kavurd’u tercih etmesini, sadece taht mücadelesiyle izah etmeye imkan yoktur. Ülkü Ocakları Eğitim Programı türlü sahalarda yaşayan halka kadar Türkler kültürlerine bağlılıklarını sürdürüyorlardı. Meselâ Selçuklu saraylarında Selçuklu Devletleri yıkılıncaya kadar herkes Türkçe konuşuyordu. Meselâ Halife’nin genç kızı ile evlenen ihtiyar Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, kendi düğününde, kendi kumandanları ile birlikte Türk usulü oyun oynamış, Türkçe Türküler söylemişti. Asıl üzerinde durulması gereken nokta, onun, çehizi dışarıda herkesin görebileceği şekilde teşhir ettirmesidir. Bu adet, bilindiği gibi, Türkiye’mizde hâlâ yaşamaktadır. Selçuklu Devri’nde yapılan matem merasimleri, İslam’dan öncekinden pek farklı değildi. Türklerde cenazenin üzerine ipek kumaş parçası örtmek adeti vardı. Bu kumaş parçaları daha sonra fakirlere dağıtılırdı. Genç Melikşah, taht mücadelesinden esir edilerek huzuruna getirilen amcası Kavurd’a, babası Alp Arslan’ın ölümü münasebetiyle Türk adeti gereğince matem merasimi düzenleyecek ve cenazesine örtülmek üzere ipek kumaş parçası gönderecek yerde, şenlikler yaptığını yüzüne karşı söylemiş idi. Antaka’yı alan Haçlıların, Türkler çekildikten sonra, Türk şehitlerinin mezarlarını açarak içlerindeki eşyayı yağma etmeleri İslam’dan önceki ölü gömme adetinin imparatorluğun kuruluşundan 60 yıl sonra İslam-Türkler tarafından aynen muhafaza edildiğini göstermektedir. Sultan Sancar’ın, vasallık istemi gereğince sarayında rehin olarak bulunan Bavendli prens Alaü’ddevle Ali’ye, babası Şehriyar’ın ölümü münasebetiyle şarap göndermesi, ölü evine yemek götürme şeklinde de bugün de devam eden Türk adetinin, Selçuklu İmparatorluğu’nun sonuna doğru, kımızın yerini şarap alarak devam ettiğinin delilidir. Bu misalleri daha da çoğaltmak, şüphesiz, mümkündür. Görülüyor ki, devletin bütün Türk kültürünü kapsayan bir siyaseti olmamakla beraber, gerek devlet teşkilatında vazife alan Türkler, gerekse devlet teşkilatı dışında kalan Türkmenler, hemen hemen tamamıyla Orta Asya’daki İslam öncesi hayatlarını yaşıyorlardı; diğer bir deyimle kültürlerini muhafaza ediyorlardı. Büyük Selçuklu İmparatorluğu, siyasi hakimiyetine paralel olarak, kültürünü de yerel halka hakim kılmak için şuurlu bir siyaset takip etmemekle beraber, kurduğu kültür müesseseleri; bu arada üniversitelerle topluma ve hatta İslam medeniyetine yeni bir istikamet vermiştir. Batıdan bir bir buçuk asır önce Selçuklu Hükümdarı Alp Arslan zamanında kurulmaya başlanan devlet üniversiteleri üzerinde ne kadar durulsa azdır. Biz bu hususta bir başlangıç yaparak, Selçuklu Üniversitelerine dair uzunca bir yazı yazdık. Selçuklu Devri’ne gelinceye kadar tahsil, daha ziyade maddi imkanları olanların üstesinden gelebilecekleri pahalı bir işti. Selçuklular, yukarıda izaha çalıştığımız demokratik toplum anlayışlarına uygun olarak, adeta kastlaşmış, katılaşmış İslam toplumunda “içtimai hareketliliği” yaratmak gayesiyle, müstakil binası ve ihtisas kütüphanesi olan yatılı-burslu üniversiteleri kurdu. Böylece kabiliyetli olup da sırf maddi imkansızlıklar yüzünden okuyamayacak durumda olan gençler, topluma ve insanlığa büyük adam olarak kazandırıldı. Herkesin pek iyi tanıdığı Muhammed Gazali, Ömer Hayyam, Muizzi, Hakani, daha sonra Sadi misal olarak verilebilir. 224 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı www.ulkuocaklari.org.tr Yukarıdan beri verdiğimiz izahattan sonra, Selçuklu Devri’nin, Prof. Bausani’nin dediği gibi, yalnız dini hayat bakımından değil, devlet anlayışı, bu devletin takip ettiği kültürel ve ekonomik siyaset ve nihayet toplum hayatı bakımlarından da, bir dönüm noktası teşkil ettiği anlaşılmıştır sanırız. Bize göre, Selçuklu Devri’nin asıl özellikleri bunlardır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 225 Ülkü Ocakları Eğitim Programı BÜYÜK SELÇUKLU VEZİRİ NİZAMÜ’L-MÜLK VE TARİHİ ROLÜ Prof. Dr. Mehmet Altay Köymen Büyük İngiliz tarihçisi Carlyle’in dediği gibi, “Tarih, bir bakıma, kahramanların ve büyük adamların tarihi”dir. Kahramanlar ve büyük adamlar çıkarıldığı zaman, tarihte, geriye pek az şey kalır. Her millet, içinden çıkmış kahramanlar ile övünür. Onlar, milletleri için adeta güç kaynağıdırlar. Her millet gibi Türk milleti de, tarihi etkileyen, hatta tarihe yön veren kahramanlar ve büyük adamlar yetiştirmiştir. Bu yazımızın konusu olan büyük adam Nizâmülmülk de çok değerli vasıflar taşıyor. Soyca İranlı olduğu halde, bir Türk devleti olan Büyük Selçuklu İmparatorluğuna, adı geçen Alp Arslan ve Melikşâh zamanlarında, otuz yıla yakın Başvezir, bugünkü deyimli ile Başbakan olarak, büyük hizmetler yapmıştır. Nizâmülmülk’ün yaptığı hizmetler, emrinde çalıştığı Türk devletine mi, yoksa İranlılara mı mâl edilmelidir? Bu sorunun karşılığı, onun hakkında vereceğimiz bilgiden sonra, kendiliğinden meydana çıkacaktır. Horasan’da bir büyük toprak sahibinin oğlu yani bir aristokrat olarak dünyaya gelen ve babasının sayesinde iyi bir öğretim gören küçük Hasan önce, yine bir Türk siyasi teşekkülü olan Gazneliler Devleti hizmetinde bulundu. 1040 yılında Büyük Selçuklu İmparatorluğu Horasan’da kurulunca, Selçukluların hizmetine girdi. Genç Hasan, daha sonra Çağrı Bey’in tavsiyesi ile, oğlu Alp Arslan’ın emrine geçti. Alparslan bilindiği gibi, Selçukluların Horasan kolunun hükümdarı olan Çağrı Bey’in emrinde bir komutan iken, onun 1060 yılında ölümü üzerine, esas Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in vassalı olarak hükümdar olunca, beğendiği Hasan’ı kendisine vezir yaptı.[1] Yeri gelmişken, burada biraz durarak, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun bir vasfını belirtelim: Devletin kuruluşunda hür göçebe Türkmenler veya Oğuzlar rol oynamışlardı. Devlet kurulduktan 226 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı sonra, orduda göçebe Türkmenlerin yerini yavaş yavaş kölelikten (gulâmlıktan) yetişme Türkler almaya başladı. İmparatorluk, gitgide yabancı soydan yerleşik halka dayanan bir devlet haline geldi. Belki de bunun tabii sonucu olarak, devlet hayatında saray ve ordu, Türklerin; sivil idare ise, genellikle, İranlıların elinde idi. Bu durum, Selçuklu İmparatorluğu’nun kuruluşunda canla başla çalışan hür göçebe Türkmenleri gücendirdi. Bu yüzden onlar, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun başında bulunan sultanlara karşı taht mücadelesine girişen her Selçuklu prensini desteklediler.[2] Nizâmülmülk’ün Alp Arslan zamanında Büyük Selçuklu İmparatorluğu’na yaptığı hizmetleri anlatmaya devam etmeden önce, burada da bir an durarak, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun bu İran›lı veziri yakından ilgilendiren diğer bir vasfını ele almak gerekmektedir. Biraz önce sözünü ettiğimiz göçebe Türkmenlerden sonra, daimi İmparatorluk ordusunu teşkil eden Gulam (Köle) Türkler de devletin gidişinden memnun olmamaya başladılar. Öyle görünüyor ki, hükümdardan sonra en yüksek makamı işgal eden Nizâmülmülk başta olmak üzere, İranlıların, devlet idaresinde Türklerin aleyhine olarak gittikçe daha fazla nüfuz kazanmaları, bunun başlıca sebebi idi. Gerek daha önce bir kenara itilen hür göçebe Türkmenlere, gerekse imparatorluğun askeri teşkilat kadrolarını dolduran Gulam (Köle) Türklere bu konuda hak vermemek elden gelmez. Çünkü, tarihte bir millet tarafından kurulan devlete yabancı soydan başka bir milletin böylesine ortak edildiği görülmemiştir, denebilir bundan başka, orduyu meydana getiren Türkler, imparatorluğun Türklüğe, bu arada Türk kültürüne değil, daha ziyade İranlılığa ve İran kültürüne hizmet ettiğini de görüyorlardı. Mesele böyle ortaya konduğu takdirde, Selçuklu ordusunun, İran medeniyetinin etkisini pek duyuramadığı kenar bölgedeki Küçük Kirman Selçukluları Devleti’nin başında bulunan kardeşi Kavurd’u başta Malazgirt Meydan Muharebesi olmak üzere onları zaferden zafere koşturan Alp Arslan’a tercih etmesinin sebebi daha kolay anlaşılır. Gerçekten, Alp Ülkü Ocakları Genel Merkezi 227 www.ulkuocaklari.org.tr Nizâmülmülk, emrinde çalıştığı İmparatorluğa karşı ilk büyük hizmeti, işte böyle bir taht mücadelesi sırasında göstermek fırsatını buldu: 1063 yılında ölen ilk Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey’den boşalan Büyük Selçuklu İmparatorluğu tahtını elde etmek için Doğu İran’dan, (Horasan’dan) Batı İran’a geçen Alp Arslan karşısında Tuğrul Bey’in amcasının oğlu Kutalmış’ı buldu. Anadolu Selçukluları Devlet’inin kurucusu Süleyman Şah’ın babası olan Kutalmış, Selçuklu İmparatorluğu’nun kuruluşunda zahmetini çekip kuruluşundan sonra nimetinden mahrum bırakılan Türkmen kitlelerine dayanıyordu. Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun başkenti olan -bugün Tahran yakınındaki Rey’i kuşat makla meşgul bulunan Kutalmış, Alp Arslan’ın yaklaştığını görünce, kuşatmayı kaldırmakla kalmadı. Ona karşı bir meydan muharebesi vermeğe cesaret edemediği için, bentleri açarak, Alp Arslan ile arasındaki alanı su altında bıraktı. Alp Arslan’ın hücuma geçmekte tereddüd ettiğini gören Nizâmülmülk, bir sivil olmasına rağmen, savaş elbisesi giyerek, Alp Arslan’ın ordusunu savaş düzenine soktu, sonra da, Alp Arslan’ın cesaretini arttırmak için Horasan’da kendisi için kurduğu dua okları şaşmayan, 12 bin kişilik din adamları ordusunun zaferi için gece gündüz dua ettiğini söyleyerek, hemen hücuma geçmesini istedi. Tereddüdleri silinen Alp Arslan, Mustafa Kemal’in Çanakkale Savaşları’nda yaptığı gibi, ordusuna elindeki kamçı ile hücum işareti verdikten sonra, atı ile bataklığa daldı. Ordusu da kendisini takib etti. Kutalmış ordusu bozguna uğradı. Kutalmış’ın kendisi ise savaş alanından kaçarken, atından düşerek öldü.[3] Ülkü Ocakları Eğitim Programı Arslan, kendisine isyan eden Kavurd’a karşı birkaç kere Kirman’a sefer yapmak zorunda kalır. Bir defasında, ordusundaki bazı komutanların Kavurd’la mektuplaştıklarını öğrenip suçluları cezalandırır. Ancak, soruşturmayı derinleştirince, ordusunun büyük bir bölümünün Kavurd taraflısı olduğunu öğrenen Alp Arslan, tehlikeli bölge haline gelen Kirman’ı hemen terk etmekten başka çare bulamaz.[4] Alp Arslan zamanını kapamadan önce, Nizâmülmülk’ün bu hükümdar üzerindeki nüfuzuna dair de bir misal verelim: Bugünkü Diyarbakır ve Silvan merkez olmak üzere, Güneydoğu Anadolu’da hakim olan Mervan Oğulları Devleti›nin tahtı için, Alp Arslan bu hanedandan Said’e söz vermişti. Nizâmülmülk, tahtın öteki adayı ve Said’in kardeşi Nizameddin’in sunduğu hediyelere, kızları ile karısının yalvarmalarına dayanamayarak, Alp Arslan’ı kararından döndürdü ve Nizameddin’i Mervan-Oğulları tahtına geçirtti.[5] Fakat Nizâmülmülk, Alp Arslan’ı verdiği kararlardan her zaman dördüremiyordu: Alp Arslan, Halep önündeki bir şölende, pek içkili bulunduğu bir sırada, anlaşma yaptığı Halep Midas-Oğulları hükümdarı için: “Şu bedeviyi getirin, başını vurdurayım!” dedi. Buna devlet yararlarına aykırı bulan Nizâmülmülk engel olmaya kalkışınca, elindeki içki bardağını fırlatarak, onu yüzünden yaraladı. Alp Arslan’ı kararından döndürmek için, Nizâmülmülk’ün isteği üzerine işe Hatun karıştı ve onu kolundan tutarak yatağına götürdü.[6] Bununla beraber, Nizâmülmülk’ün emrinde çalıştığı imparatorluğa ne kadar büyük bir bağlılıkla hizmet ettiğine dair de misaller vardır. Biraz önce anlatılan Mervan-Oğulları tahtına çıkarılan hükümdar meselesinde Nizâmülmülk, adaylardan Nizameddin’in kızları ile karısına: «Yanınızdan bir (emir) olarak çıkan Nizameddin size bir (sultan) olarak dönecektir” demişti. Bermekoğlu’nun büyük halife Hârûnü’rreşid üzerindeki nüfuzuna benzer şekilde onu MervanOğulları tahtına oturtunca da, Bizim Alp Arslan’dan başka sultanımız yoktur. Sen Sultanü’l-ümera’sın (emirlerin sultanısın) dedi.[7] Alp Arslan’ın 1072 yılında ve beklenmedik bir zamanda, bir kale komutanının yaralaması neticesindeki ölümünden sonra, Nizâmülmülk, görünüşte emrinde çalıştığı imparatorluğa, gerçekte ise, kendisine ve kendisi ile birlikte imparatorluğun sivil teşkilat kadrolarında çalışan İranlılara ve İran kültürüne asıl büyük hizmeti yapmak fırsatını bulmuştur. Alp Arslan, daha ölümünden önce, oğlu Melikşâh’ı veliaht ilan etmişti. Buna rağmen, öldükten sonra ordusu, oğlunu değil, kardeşi Kavurd’u tercih etti ve imparatorluk tahtına geçirmek için kendisini davet eyledi. Bundan başka onun, İmparatorluğa küskün olduğunu gördüğümüz Göçebe Türkmenlere de güvendiği anlaşılıyor. Çünkü Kirman’dan yola çıktığı zaman Rey ile Hemedan arasında bulunan kesif Türkmenlere gitmek ilk hedefini teşkil ediyordu. İşte bu güvenledir ki, emrindeki küçük ordusu ile, impartorluğun başşehrini ele geçirmek için son süratle yola koyuldu. Fakat, Kavurd’un hareketini ve maksadını haber alan Melikşâh ile veziri Nizâmülmülk, ondan önce, Başkent’e girdiler ve Alp Arslan’ın şehrin kalesinde bulunan hazinelerinden 500.000 dinara 5.000 elbise ve birçok silah alarak Türkmenlerin yanına gittiler. Bunda da rakipleri Kavurd’dan daha çabuk davranan Melikşâh ile Nizâmülmülk, getirdikleri paraları ve eşyaları onlara dağıttılar. Bu kadar büyük hediyelere rağmen yine de, Türkmenleri kendi taraflarına çekemediler, sadece, tarafsızlıklarını sağlayabildiler. İki gün sonra gelen Kavurd, başlıca güvencini teşkil eden Türkmenlerin desteğini kaybetmiş olduğunu gördü. 228 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Sultan adaylarının böylece ortadan kalkmış olduğunu öğrenen ordu mensupları yatıştılar; artık herhangi bir istekte bulunmadılar, fakat bütün bu işleri yapan Nizâmülmülk’e lanet etmekten de geri kalmadılar.[8] İşi Türk olmayan bir vezirin ele alması, Selçuklu hanedanı üyeleri arasında öteden beri süregelen hoşgörülülük anlayışına yer bırakmamış ve mesele kesin bir neticeye bağlanmıştır. Öyle anlaşılıyor ki Kavurd, Melikşâh’tan da, iki-üç defa başkaldırdığı halde her defasında kendisini affeden kardeşi Alp Arslan’ın tutumunu umuyordu. Yine öyle görünüyor ki, vezir Nizâmülmülk’ün sultan Melikşâh’tan aldığı tam yetki geçici değildi. Hiç olmazsa, Nizâmülmülk bunu geçici olarak düşünmüyordu. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 229 www.ulkuocaklari.org.tr Hemedan civarında ve 1073 yılı Mayıs’ındaki karşılaşmada Melikşâh, ordusundaki Kavurd taraflısı Türk askerleri iyi savaşmadılar, üstelik çekildiler. Ancak vassallık şartları gereğince imparatorluk ordusuna katılan başka soydan yardımcı güçlerin ciddi çarpışmaları, Kavurd’un yenilmesi için yetti. Ordunun bel kemiğini teşkil eden Türkler, iyi savaşarak taht adayları Kavurd’un yenilmesini sağlayan başka soydan yardımcı güçlerin obalarını yağma ettiler. Öte yandan kaçan Kavurd yakalanarak hapsedildi. Fakat, Selçuklu ordusu bir türlü rahat durmuyordu. Bu sefer de, halkı yağmalamaya başladı. Olayların daha bu safhasında bile, ordu Nizâmülmülk’ü sorumlu tutuyordu. Öte yandan, Nizâmülmülk de ordunun bu davranışını genç hükümdar Melikşâh’a arz ederek, bu taşkınlıklar önlenmediği takdirde memleketin harabeye döneceğini, devletin zayıflayacağını, hatta elden gideceğini belirtti. Sonra da, gerekli tedbirleri Sultan’ın mı, yoksa kendisinin mi alacağını sordu. Genç hükümdar Melikşâh, işi, tam yetki ile vezirine bıraktı; karışmayacağına dair yemin etti. Sultan Melikşâh, bu münasebetle, vezirine hil’at denen şeref elbisesi giydirdi. altın eyerli atlar hediye etti. Doğduğu şehir olan Tûs’un vergi gelirini de ona bıraktı. Hatta kendisine, Türk geleneğine uygun olarak, Atabey unvanını verdi. Bu unvan, Selçuklu devrinde, ilk defa kullanılıyordu. Bütün bunlar, bir yandan, Sultan Melikşâh’ın bu işe ne kadar değer verdiğini; öte yandan da, imparatorluğun içinde bulunduğu güç durumu göstermektedir. Bu son derecede mühim işte, Sultan’ın bütün ümidi vezirinde idi. Onu teşvik için kendisine hediyeler, paralar ihsan etmekte, yeni yeni yerlerin vergi gelirlerini vermekte devam etti. Öte yandan, hapisteki Kavurd da, başına geleceği sezmiş olacak ki, yeğeni Melikşâh’a haber göndererek, kendisine Türke yakışır bir davranışta bulunmasını, Şam’a ve Hicaz’a gitmesine izin vermesini bildirdi. Görülüyor ki, bu anda her türlü iddiasından vazgeçen Kavurd, sadece canını kurtarma çabasında idi. Bu arada imparatorluk ordusu mensupları maaşlarının ve maaş karşılığı verilen dirliklerinin arttırılmasını istediler ve “Yaşasın Kavurd” diye bağırdılar. Bununla, onlar, istekleri yerine getirilmezse, Kavurd’u Melikşâh’ın yerine Büyük Selçuklu İmparatorluğu tahtına çıkaracaklarını ima ediyorlardı. Görünüşe göre, bu istekleri de bir bahaneden ibaretti. Ordunun asıl maksadı, hâlâ, Kavurd’u tahta geçirmekti. İranlı vezir Nizâmülmülk’ün de ordunun davranışını böyle yorumladığı anlaşılıyor. Çünkü, ordu mensuplarına, meseleyi Sultana arz edeceğini ve dileklerinin yerine getirilmesine çalışacağını söylediği halde, Kavurd’u boğdurttu. Ertesi gün ordu temsilcileri, isteklerinin sonucunu öğrenmeğe geldikleri zaman, Nizâmülmülk, bu işi Sultana açamadığını; çünkü, amcası Kavurd’un, yüzüğünün kaşında sakladığı zehiri içerek intihar etmesinden pek üzgün bulunduğunu bildirdi. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Tahta çıkarıldığı zaman 18 yaşında bulunan Melikşâh, başlangıçta, hemen hemen bütün zamanını av ve eğlence ile geçiriyordu. Orta Asya’dan Akdeniz’e ve Adalar Denizi’ne kadar uzanan Selçuklu İmparatorluğu’nu onun adına veziri Nizâmülmülk, büyük bir yetki ile idare ediyordu. Bu arada, imparatorluğun haşmetini herkese göstermekten de geri kalmıyordu. Nizâmülmülk, Selçuklu Ordusunun Amu Derya’dan geçmesini sağlayan gemicilerin ücretlerini Antakya’ya havale etmişti. Gemiciler, Sultan Melikşâh’a başvurarak, “Antakya’ya genç yaşında giden bir kimse, ihtiyarlığında ancak döner. Biz fakir insanlarız, ücretlerimizi oradan nasıl alırız?” diye sızlandılar. Hükümdar, vezirine bunun sebebini sorduğu zaman Nizâmülmülk, bunu imparatorluğun ne kadar geniş olduğunu herkesin bilmesi için yaptığını; gemicilerin ücretlerine gelince, haklarını almak için Antakya’ya kadar gitmelerine gerek bulunmadığını, ücretlerini dirlikleri Antakya’dan olan buradaki ordu mensuplarından hemen alabileceklerini bildirdi.[9] Nizâmülmülk, büyük bir servete sahip olmuştu. Bununla ilgili olarak, kaynaklarda şöyle bir olay anlatılır: Irak-ı Acem’de bulunan otlaklarındaki Arap atlarından 500 tanesinin sel sularına kapılarak öldüğünü öğrenen Nizamülmülk, bir süre düşündükten sonra, ağlamaya başlar. Yanında bulunanlar, son derecede zengin olduğunu bildikleri vezirin, uğradığı bu kayıptan dolayı ağlamasına şaşarlar ve kendisini teselli etmeğe çalışırlar. Nizamülmülk, bir yanlış anlamayı önlemek için, ağlamasının sebebini şöyle açıklar: “Kapıldığım derin üzüntü, uğradığım bu kayıptan dolayı değildir. Uğradığım kayıp bunun birkaç misli de olsa, üzülmeme değmez. Çünkü bu zarar, büyük servetimin yanında bir hiçtir. Ben, bu olay dolayısıyla, devlet hizmetine yeni girdiğim sırada, bir topal at satın alabilmek için 7 dinarı borç olarak zor bulduğum zamanları hatırladım da, duygulanarak ağladım.”[10] Seçme bir Arap atının o zamanki ortalama fiyatı 100 altın dinar olarak kabul edilirse Selçuklu vezirinin bu andaki ziyanı elli bin dinar idi. Halbuki, o zaman 1.000 dinara da alınıp satılan at vardı. Nizamülmülk’ün emrinde sanki bir kumandanmış gibi sayıları on binleri aşan köle (gulam) asker bulunması, servetine olduğu kadar parlak hayatına dair ayrı bir misal teşkil etmektedir. Onu kıskanan bazı İranlı hemşehrileri, zaman zaman, kendisini Sultan Melikşah’a şikayet ediyorlardı. Bir şikayet de, şahsına bağlı bu kalabalık köle (gulam) askerler dolayısıyla olmuştu. Techizatları kusursuz olan bu askerlerine Sultanın önünde bir geçit resmi yaptıran Nizamülmülk, bunları Selçuklu İmparatorluğu’nun yararına bulundurduğunu söyledi. Sultan Melikşah’ı ikna etti ve onun kendisine olan itimadını korudu. Üstelik Sultan, şikayet edenleri de cezalandırdı.[11] Nizamülmülk yalnız kendi nüfusunu değil, ailesinin nüfusunu da artırıyordu. Sayıları bir düzineyi bulan oğullarının her birini yüksek makamlara getirmişti. Buna dair de bir misal verelim: Nizâmülmülk’ün büyük oğlu Cemalülmülk, Sultan Melikşah’ın hükümdarın huzurunda babasının taklidini yaparak onu güldürüp eğlendirdiğini öğrenir. Belh ve çevresinin reisi olan Cemalülmülk, o sırada başkent olan Isfahan’a gelerek maskarayı hükümdarın huzurunda azarlar dışarıya çıkınca da, dilini koparttırmak suretiyle öldürtür. Bununla yetinmeyen nüfuzlu evlat, eline fırsat geçmiş iken, babasının 230 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı yerine vezir yapılacağı söylenen İbn Behmenyar adlı bir devlet adamını da yakalar gözlerine mil (kızgın bir demir çubuk) çektirerek kör eder. Melikşah, görünüşte, olup bitenlere ses çıkarmaz. Fakat, yanında veziri Nizamülmülk bulunduğu halde doğuya yaptığı bu seferde Nişabur’a varınca, şüphesiz, bir Türk olan Horasan askeri valisini gizlice huzuruna çağırarak, “kendi başını mı yoksa Nizamülmülk’ün oğlu Cemalülmülk’ün başını mı daha çok seversin?” diye sorar Vali: “Kendi başım daha sevgilidir. Onun (Cemalülmülk’ün) hangi hastalığını tedavi etmemi istersen onu yaparım.” karşılığını verir. Melikşah: “Eğer onu öldürmezsen ben seni öldürürüm” der. Bu emir üzerine Horasan eyaleti askeri valisi, Nizamülmülk’ün oğlunu gizlice zehirleterek öldürtür” (1082).[12] Bu hadise Nizamülmülk’ün ve oğullarının nüfuzlarının nerelere kadar vardığını buna karşılık Sultan Melikşah’ın vezirinin suç işleyen oğlunu açıktan açığa cezalandırmaktan çekinerek, bir hükümdara pek de yakışmayan gizli yollara başvurmak zorunda kaldığını göstermektedir. Öyle anlaşılıyor ki bu hadise, hükümdarla vezirinin arasının açılmaya başladığı ve hükümdarın onun yerine başka birini alttan alta vezir yapmağa kalkıştığı bir zamana rastlamaktadır. İranlı Nizamülmülk ile emrinde çalıştığı Selçuklu hükümdarı Melikşah’ın aralarının açılmasının sebebi veya sebepleri nelerdir?Yukarıdan beri yaptığımız açıklamanın ışığı altında, soruyu daha açık olarak soralım: Devleti kurdukları halde nimetlerinden faydalanamayan göçebe Türkmenlerden imparatorluk ordusunu teşkil eden ve devlet nimetlerinin İranlılarla paylaşılmasına katlanamayan kölelikten yetişme Türk ordusu mensublarından sonra, vezir Nizamülmülk ile Sultan Melikşah’ın karşı karşıya gelmesinin sebepleri nedir? Devletin sivil teşkilat kadrolarını dolduran İranlılarla askeri teşkilat kadrolarını ellerinde bulunduran Gulam Türkler arasındaki nüfuz mücadelesinin bilhassa Melikşah’ın saltanatının sonlarına doğru ne kadar sertleştiğini bizzat Nizamülmülk’ün yazdığı Siyasetname adlı eserden öğreniyoruz. Nizamülmülk, bu eserinde, Türklerin askeri teşkilat kadrolarını taşarak, sivil teşkilat kadrolarını da ellerine geçirmeğe çalışmalarından şikayet etmekte, şüphesiz, devletteki Türk nüfusunun kırılması maksadı ile, ordunun yalnız Türklere değil, türlü soydan unsurlara dayanması tezini savunmaktadır. [13] Alp Arslan zamanını bu bakımdan övdüğüne bakılırsa, Alp Arslan’ın saltanat zamanında, İranlılarla Türklerin devlet içindeki nüfuz alanları sıkı sıkıya belirlenmişti, aralarında bir denge vardı. Nizamülmülk’ün İranlılık bakımından ideal bir devir olarak vasıflandırdığı Alp Arslan zamanında, ordunun bu dengeden sorumlu saydığı bu Selçuklu hükümdarına bile karşı koymaktan çekinmediğini yazımızın başlarında belirtmiştik. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 231 www.ulkuocaklari.org.tr Öyle anlaşılıyor ki, gençlik çağı geçip de olgunlaşan Melikşah, tahta geçişinden 8-10 yıl kadar sonra, başında bulunduğu Selçuklu İmparatorluğu’nun bir Türk devleti değil, yarı yarıya, hatta yarıdan da fazla bir İran devleti olduğunu; daha doğrusu başta veziri olmak üzere, devlet teşkilatında çalışan İranlıların Türk devletini bir İran devleti haline getirmeğe çalıştıklarını fark etmişti ve ister istemez göçebe Türkmenlerle orduda hizmet eden köle (gulam) Türklere hak vermeğe başlamıştı. Ülkü Ocakları Eğitim Programı İranlı vezir Nizamülmülk, Türk hükümdarı ile emrindeki Türk ordusunun birleşmesi karşısında, daha doğrusu ordusunun davasını benimseyerek onu kendi davası yapan Melikşah karşısında gerilememiştir. Hatta, bu mücadelede, küçük yaştaki oğlunun tahta geçirilmesine Nizamülmülk’ün engel olduğunu sanan nüfuslu karısı Terken Hatun’un Melikşah’ın yanında yer alması da İranlı veziri korkutmamıştır. Tersine, mücadeleyi kabul etmiştir. Burada, daha önce kısmen ifade edildiği gibi, türlü safhalar gösteren bu mücadelenin son safhasını ele almakla yetineceğiz. Terken Hatun, veziri Tacülmülk ile birlikte, Melikşah’ın nezdinde, Nizamülmülk aleyhinde çalışmağa başladı. Vezir, imparatorluk tahtına, Melikşah’tan sonra büyük oğlu Berkyaruk’u geçirmek istiyordu. Biraz önce dendiği gibi, Terken Hatunda, bu sırada henüz üç yaşında bulunan oğlu Mahmud’u Sultan yapmak istiyordu. Bu takdirde, kendi veziri Tacülmülk de Selçuklu İmparatorluğu veziri olacaktı. Bu mücadele devam ederken, Merv’de çıkan şu olay bardağı taşıran son damla oldu: Melikşah, komutanlarından birini Merv Şahnelik›ine (askeri valiliğine) tayin etmişti. Nizamülmülk’ün oğlu Şemsülmülk Osman da orada sivil vali (Amid) bulunuyordu. Osman, şüphesiz babasının gücüne güvenerek, Sultan Melikşah’ın tayin ettiği bu askeri valiyi yakalattı ve hakaret etti. Askeri vali, saraya gelerek, uğradığı bu haksız davranışı Sultan Melikşah’a anlattı. Bu hadiseden son derecede üzülen Sultan Melikşah, veziri Nizamülmülk’e haber göndererek: “(Başında bulunduğum) devlete ortak mısın?” diye sorduktan sonra “Eğer benim emrim altında isen, yetkinin sınırını bilmen gerek” dedi. Sonra da, oğullarından her birinin, bir ülkeyi ellerine geçirmekle kalmayıp yetkilerini de aştıklarını söyledi ve kendisinin fermanı olmadan hangi yetki ile oğullarına ülkeler verdiğini sordu. Sonunda da “ister misin ki önündeki yazı takımı (divit) ile başındaki sarığın alınmasını emredeyim?” dedi. Sultan Melikşah, son sözü ile bu iki vezirlik sembolünü geri almak suretiyle, Nizamülmülk’ü vezirlikten azledeceğini söylemek istiyordu. Böylece Sultan Melikşah, güçlü vezirine karşı mücadeleyi açığa vurmakla kalmıyor, ona ilk defa meydan okuyordu. O zamana kadar tedbirli ve ihtiyatlı davranmayı hiçbir zaman elden bırakmayan ve böyle durumlarda genç Selçuklu Sultanı’nı yatışırmanın yollarını bulan ihtiyar vezir, bu defa, Sulta’nın meydan okumasına bir meydan okuma ile karşılık verdi. Gerçekten Nizâmülmülk, Melikşâh’ın gönderdiği kimselere «Sultan›a (şunları) söyleyiniz: Sen benim fikrim ve tedbirim sâyesinde bugünkü ikbâle ulaştın. Baban (Alp Arslan) öldürüldüğü gün seni nasıl idare ettim, (tabi)başta amcası Kavurd’u kastdederek) ayaklanmaları nasıl bastırdığımı, seni istemeyenleri nasıl ortadan kaldırdığımı hatırla ve, unutma ki, benim yazı takımım (divitim) ve sarığım ile senin tacın ve tahtın birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Devlet, bu ikisi ile ayakta duruyor. Yazı takımının ve sarığın ortadan kalkmasıyla ve taç ve taht da ortadan kalkar.” [14] Böylece kendisine yaptığı hizmetlerle devlete ortak olmağa hak kazandığını hiç çekinmeden belirten Nizâmülmülk, kendisi olmadan Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun idare edilemeyeceğini, hattâ 232 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı çökeceğini, tarihte gelip geçmiş büyük adamlara yakışan bu sözleri ile açıkça dile getirmektedir. Bu söz düellosundan sonra, Nizâmülmülk’ün vezirlikten azledilmesi beklenebilirdi. Büyük Selçuklu hükümdarı Melikşâh, bütün bu olup-bitenlere rağmen, vezirini fedâ etmedi veya fedâ etmeyi göze alamadı. Ama, Nizâmülmülk’ün gözden düştüğü bir gerçektir. Bağdat Abbâsî Halifesi ile evlenen mutsuz kızının başkent Isfahân’a dönmesinden sonra ölmesi üzerine, öcünü almak için, 1092 yılı sonbaharında Bağdat›a hareket eden Melikşah’ın maiyetinde Nizâmülmülk de bulunuyordu. Nihâvent yakınlarında konaklandığı sırada, Siyasetnâme adlı eserinde emrinde çalıştığı Selçuklu Devleti’nin baş düşmanı olarak ilân ettiği Hasan Sabbâh’ın Bâtınî fedâilerinden biri, bir dilekçe vermek bahanesi ile ve sûfi kılığında olarak, vezirin yanına yaklaştı. Vezir dilekçeyi okurken, fedâi birden bire, hançerini ihtiyar vezirin göğsüne sapladı. Vezir de, az sonra öldü. Hasan Sabbâh’ın öldürttüğü ilk devlet adamı,Nizâmülmülk’tür. Sultan Melikşâh da, bundan aşağı yukarı 35 gün sonra, Bağdat’ta yediği bir av etinden zehirlenerek öldü. Onu, kızını mutsuz etmesinden ve ölümüne sebep olmasından dolayı Bağdat’ı on gün içinde terk etmesini istediği, Halife’nin öldürttüğü söylenebilir. Böylece, İranlı büyük vezirin dedikleri çıktı: Vezir göçtü, arkasından da, çok geçmeden, Sultan Melikşâh genç yaşında (38 yaşında) göçtü.[15] Uğranılan bu iki kayıptan sonra, koskoca imparatorluk, sonu gelmez karışıklıklar içine düştü. Bir daha da eski haşmetini bulamadı. Bu, tarihin şaşılacak ve ibret alınacak bir tecellisidir. Nizâmülmülk, yaptığı propagandalarla, Selçuklu Devleti’nde her işi kendisinin yaptığı fikrini uyandırmıştı. Bu türlü işlerinden biri de, zamanımızın üniversiteleri demek olan medreselerdir. Alp Arslan zamanında bir düzine şehirde açılan üniversiteler, haksız olarak, Nizâmülmülk’ün adına bağlanmış ve “Nizâmiyye Medreseleri” adı ile anılır olmuştu. Oysa, son zamanlarda Türkiye dışında ve içinde yapılan araştırmalarla, Batı’dan aşağı yukarı yüz yıl önce temelleri atılan Selçuklu Üniversiteleri’nin, Türk devlet anlayışına dayanılarak, Alp Arslan’ın emri ile ve devlet parası ile kurulmuş burslu-yatılı yüksek eğitim-öğretim müesseseleri oldukları anlaşılmıştır. Nizâmülmülk’ün rolü, Alp Arslan’ın emrini büyük bir başarı ile gerçekleştirmiş olmaktan ibârettir. Kuruldukları XI. yüzyılın ikinci yarısından, kaldırıldıkları XX. yüzyıla kadar İslâm Medeniyeti’ne yön vermiş olan bu müesseseleri kurma şerefini bir kişiye, Nizâmülmülk’e mâl etmek yersizdir.[16] Nizâmülmülk, yalnız iyi bir idare ve siyâset adamı değil, aynı zamanda mükemmel bir ilim ve düşünce adamıdır. O, daha önce söz konusu ettiğimiz Siyâsetnâme, yani Siyâset Kitabı adlı eseri Ülkü Ocakları Genel Merkezi 233 www.ulkuocaklari.org.tr Yukarıdan beri yapılan açıklamalarla, Nizâmülmülk’ün emrinde çalıştığı Türk devletine, kendisine, âilesine ve İranlılığa nasıl yararlı olduğu anlaşılmıştır, sanırız. Yazımızı bitirmeden önce, şimdi de, başka bir ihtilaflı konuyu ele alalım. Ülkü Ocakları Eğitim Programı ile bunu ispât etmiştir. İran’da ve Batı’da metni basılan ve belli başlı Batı dillerine çevrilen bu kitap, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun bir nevi anayasası olduğu gibi, daha sonraki zamanlarda da devlet idaresinden göz önünde tutulmuş, devlet adamlarına dâimâ örnek olmuş ve uygulanmaya çalışılmış bir el kitabıdır. [17] Melikşâh, devletinin nasıl idâre edilmesi gerektiğine dâir bir yarışma açmıştı. Benzerleri arasında bu Türk hükümdarı tarafından birinciliğe lâyık görülen Nizâmülmülk’ün yazdığı bu eserin, şimdiye kadar memleket içinde ve dışında yapılmış yanlış değerlendirmelerle, İran devlet anlayışını yansıttığı tezi ileri sürülmüş; eserinde Selçuklu hükümdarlarının eğilimlerini göz önünde bulunduran yazarın, Türk devlet ve idare anlayışını da belirttiği görmezlikten gelinmişti. Oysa, tıpkı İslamdan önceki Türklerde olduğu gibi, hükümdarların Tanrı tarafından seçildiğinin belirtilmesi, Türk devlet geleneğine uygun olarak saray kapısının halka açık olmasının, hükümdar tarafından her fırsatta içkili şölenler verilmesinin resmen tavsiye edilmesi, Türk etkisine misâl olarak verilebilir. [18] Sonuç olarak, Nizamülmülk’ün yalnız Selçuklu Devri Türk Tarihi’nin değil, dünya tarihinin sayılı kişilerinden biri olduğu söylenebilir. Yalnız, daha başlangıçta, onun üstün kabiliyetlerini görüp, hizmetine alması için oğlu Alp Arslan’a tavsiye eden Çağrı Bey’i; yine hizmetlerini takdir edip kendisini vezir olarak seçen Alp Arslan’ı, onu devleti istediği gibi idare etmekte serbest bırakan Melikşâh’ı unutmamak lâzımdır. Bu kadar büyük devlet adamı olmasına rağmen, Nizâmülmülk’ü yine de tâlihsiz saymak gerekir. Fârâbî, Birûnî, hattâ Anadolu’da yetişmiş Mevlânâ gibi büyük adamlara sâhip çıkan İranlı komşularımız, galiba Türk devletine hizmet ettiği düşüncesi ile, bu büyük adamı unutmuş görünmektedir. Biz Türkler de, Nizamülmülk, Türk devleti içinde bir İran yurt severi gibi davrandığı için olacak, ona değer vermiyoruz. Siyasetname adlı değerli eserinin her dilde tercümesi bulunduğu halde, Türkçede doğru dürüst bir tercümesinin bulunmaması, belki de, bu yüzdendir. Yalnız içinde yaşadığımız zamanda bile Nizâmülmülk’ten ve eserinden alınacak birçok dersler bulunduğunu unutmamak gerekir. Ancak, bu büyük devlet adamına karşı gösterilen ilgisizlikte, hiçbir zaman, İranlılar kadar haklı olamayız. Çünkü Nizamülmülk’ün İranlılığa hizmeti, idarî işlerde daha çok İranlıları kullanmasından ibarettir. Halbuki, başta kendisi olmak üzere, bütün İranlılar Türk Selçuklu Devleti’nin gelişmesine, yükselmesine ve sağlamlaşmasına hizmet etmişlerdir. Bu hizmet ise, Türk tarihi için, küçümsenecek bir hizmet değildir. Bu sebeple, İranlıların bu büyük devlet adamını benimsememelerini, ilgisiz kalınmalarını anlamak kolaydır. Fakat durum bizim için tersinedir. Gereken ilgiyi göstermemekle yaptığımız tarihî ve ilmî haksızlığı düzeltmeliyiz. DİPNOTLAR [1] Nizâmülmülk’ün hayat ve faâliyetine dâir geniş bilgi almak için bk. Mehmet Altay Köymen, Alp Arslan-Zamanı, Hükümet Teşkilâtı. Selçuklu Araştırmaları Dergisi V. (basılmaktadır); ayrıca bk. S. Zakkar, Biographie de Nizâm al Mulk, BEO, XXIV (1971). S. 230-248, (Arapça); C. L. Klausner, The Seljuk Vezirate: A Study of Civil Administration, 1055-1194, s. 37 vdd., 105 vdd; Bowen, Notes on some early Seljuquid Viziers, BSOAS, XX (1957), s. 105-7; Aydın Taneri, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nda Vezirlik, DTCF, Tarih 234 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Araştırmaları Dergisi, V/8-9 (1968). s. 85-188; İbrahim Kafesoğlu, İslâm Ansiklopedisi, Nizâm-ül-Mülk maddesi. [2] Büyük Selçuklu İmparatorluğu›nun yapısına dâir daha fazla bilgi almak için bk. Mehmet Altay Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ankara 1963, s. 11-16; 158-167. [3] Mehmet Altay Köymen, Alp Arslan ve Zamanı, İstanbul 1972, s. 81 ve devamı. [4] Mehmet Altay Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 65-68. [5] Mehmet Altay Köymen, Alp Arslan Zamanı, Hükûmet Teşkilâtı, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, Sayı: V. (basılmaktadır.) [6] KEMÂL AL DİN İbn al-Adim, Bugyet at-Taleb Fi Târîh Halab, nşr. Ali Sevim, Ankara, 1976, s. 27-8, (Arapça metin). [7] Sibt İbnü›l-Cevzi, Mir’âtü’z-Zamân fi Târihi-i-Âyan, nşr. Ali Sevim, Ankara 1968, s. 158-9. [8] Mehmet Altay Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, s. 69-71. [9] Aydın Taneri, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nda Vezirlik, Tarih Araştırmaları Dergisi, v/8-9 (1967), s.110. [10] Mehmet Altay Köymen, Alp Arslan Zamanı, Hükümet Teşkilâtı. [11] Mehmet Altay Köymen, a.g.e., [12] İbrahim Kafesoğlu, Melikşâh Zamanında Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Ankara, 1953, s. 188-9. [13] Nizâmü’l-Mülk, Siyerü’l-Mülûk veya Siyasetnâme, I (metn-i Fârisî). nşr. Mehmet Altay Köymen, Ankara 1976, s. 168 ve devamı. [15] İbrahim Kafesoğlu, a.g.e., s. 203-7, ayrıca bk. K. Rippe, Uber den Sturz Nizâm-ul -Mulks, Köprülü Armağanı, Ankara 1953, s. 523-435. [16] Bu hususta ayrıntılı bilgi almak için bk. Mehmet Altay Köymen Alp Arslan Zamanı Selçuklu Kültür Müesseseleri, I. Üniversiteleri Araştırmaları Dergisi, IV (1975), s. 75-125. [17] Bu pek mühim eser Türkiye’de ilk defa tarafımızdan yayımlanmıştır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 235 www.ulkuocaklari.org.tr [14] İbrahim Kafesoğlu, a.g.e., s. 202-3. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Osmanlı Tarihi Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Eğitim Programı 236 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı OSMANLI DEVLETİ Prof. Dr. Semih Yalçın Anadolu (Türkiye) Selçuklularının 1308 yılında ortadan kalkmasıyla beraber, özellikle Batı Anadolu’daki beylikler arasında, Türk birliğini yeniden tesis etmeyi amaçlayan mücadeleler kızışmış idi. İşte bu mücadelelerin neticesinde Anadolu’da Osmanoğullarının yıldızı parlayacak ve altı yüz yılı aşan muhteşem bir Türk devletine tarih tanıklık edecektir. Osmanoğullarının Menşe’i: Tarihi kaynaklara göre Osmanlı devletini kuranlar, Oğuzların 24 boyundan biri olan Kayı boyuna mensuptur. Oğuz an’anesine göre Kayılar, sağ kolda yer alan Bozokların Günhan kolunun en büyük boyudur. Dolayısıyla Oğuz teşkilât yapısında Kayılar, hakim unsurdur. Bundan dolayı Dede Korkut’ta “hâkimiyet bir gün Kayı’ya değe; bu dediğim Osman neslidir” denilerek Osmanoğullarının hâkimiyeti meşrulaştırılır. Beylerini kaybeden “göçer evli”lerin bir kısmı, bugünkü Urfa-Viranşehir ve Mardin-Derik kazaları arasında bulunan Beriyye’ye gitmiş bir kısmı ise Anadolu’ya dağılmıştır. Bu sahalar, Kayı boyuna mensup Karakeçililer’in günümüzde de yoğun olarak yaşadıkları bölgelerdir. Babasının ölümü üzerine dört yüz kadar göçer evli ile bölgeyi terk eden Ertuğrul Gazi önce Pasin Ovası’na, Sürmeliçukuru’na varıp bir müddet burada kalmış, sonra Selçuklu Hükümdarı Sultan Alaaddin’in çağrısı üzerine Adıyaman ve ardından Ankara civarına gelmiştir. Yaklaşan Moğol tehlikesi ve uçları basan Bizans’a karşı yardımını gördüğü Ertuğrul Gazi liderliğindeki Kayıları Ankara civarındaki Karacadağ’a konduran Sultan Alaaddin, Rumlara karşı Sultanönü (Eskişehir)’nde kazanılan zaferde, Ülkü Ocakları Genel Merkezi 237 www.ulkuocaklari.org.tr Kayılar, Malazgirt Savaşı›nın hemen akabinde Anadolu›ya gelen Oğuz boylarındandır. Dolayısıyla onların Anadolu coğrafyası içerisinde yurt tutmaya yönelik göç hareketleri hem Anadolu›nun Türkleşmesi hem de Türkiye tarihinin şekillenmesi bakımından oldukça önemlidir. Tarihî kaynaklara göre elli bin kadar Tatar ve Türkmen gaza ve cihat maksadıyla önce Erzurum ve Erzincan›a, ardından da Artuklu sahasında yer alan Güneydoğu Anadolu’ya yönelmişlerdi. Kayı boyunun beyi Süleyman Şah, Halep’e giderken Fırat’ta boğulmuş ve “Türk Mezarı” da denilen Caber Kalesi’nde defnedilmiştir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı ordusunun akıncılığını üstlenen Ertuğrul Gazi›ye Söğüt, Domaniç ve Ermeni Beli›ni yaylak ve kışlak olarak tahsis etmiştir. Ertuğrul Gazi’nin vefatı üzerine (1281 veya 1288), küçük oğlu Osman Bey, Kayıların başına geçmiştir. 1. Kuruluş Devri Osmanlı Beyliğinin Kuruluşu; Osman Bey, Oğuz aşiretlerinin ittifakıyla başa geçtikten sonra, siyasî ve dinî bakımdan Anadolu’nun en itibarlı ve nüfuzlu tarikatlarından Ahilerin mühim bir şahsiyeti olan Şeyh Edebali’nin kızı ile evlenerek, gücünü artırmış idi. Bundan sonra Osman Gazi, Bizans’a karşı genişleme politikasını uygulayarak, İnegöl, Karacahisar ve Yarhisar’ı ele geçirdi ve bölgenin mühim merkezlerinden olan Bilecik’i alarak, burayı beyliğin merkezi yaptı (1299). Bu tarih devletin kuruluş tarihi olarak kabul edilir. Selçuklu Sultanı III. Alaaddin Keykubad’ın İlhanlı Hükümdarı Gazan Han’ın kuvvetleri tarafından tutulup, İran’a götürülmesi üzerine Selçuklu ümerasından bazıları ve bölgedeki Türkmen beyleri Osman Bey’e teveccüh göstermiş; Oğuz an’anesine göre onun hâkimiyetini tanımayı kabul etmişlerdir. Nitekim Oğuz beyleri Oğuz Han töresine göre tertip edilen bir törende Osman Bey›in önünde diz çökerek, onun verdiği kımızı içmek suretiyle tâbiyetlerini sunmuşlardır. Ancak henüz küçük bir beylik durumundaki Osmanoğullarının, şeklen de olsa bu dönemde, İlhanlı hâkimiyetini tanıdıkları bilinmektedir. Osman Gazi, beyliğini ilân ettikten sonra idaresi altındaki bölgeleri beş kısma ayırarak buraları güvendiği ve savaşlarda yararlık gösteren kimselere tevcih etti. Oğlu Orhan’a Sultanönü, büyük kardeşi Gündüz Bey’e Eskişehir’i, Aykut Alp’e İnönü’yü, Hasan Alp’e Yarhisar’ı ve Turgut Alp’e de İnegöl’ü verdi. Diğer oğlu Alaaddin’e ise şeyh Edebali’nin emin ve nazırlığında, ailenin geçimi için, Bilecik ve havalisinin gelirleri tahsis edildi. 1302’de Bursa tekfurunun liderliğinde birleşen Rum tekfurlarının Koyunhisar (Bafeon) savaşında ağır bir mağlûbiyet tatmaları, Osman Bey’in Bursa ve Kocaeli taraflarına akınlar yapmasını oldukça kolaylaştırmıştı. Bir taraftan Bursa öte taraftan İznik Türk kuşatması altında tutuluyordu. Ancak yaşlılık sebebiyle Osman Bey, fetihler için oğlu Orhan’ı görevlendirmişti. Nitekim 1324 yılında Osman Bey vefat etti ve oğlu Orhan Bey Osmanlı tahtına çıktı. Orhan Bey, 1326 yılında Bursa’yı, uzun süren kuşatmanın ardından, ele geçirince babasının vasiyetini yerine getirerek, Osman Gazi’nin naaşını Bursa’ya nakletti ve burayı devletin yeni merkezi yaptı. Orhan Bey’in komutanlarından Akçakoca ve Karamürsel ise İstanbul kıyılarına kadar akınlarda bulunuyorlardı. Bu fetih ve akınlardan telâşlanan Bizans İmparatoru Andranikos büyük bir ordunun başında Osmanlılara karşı harekete geçtiyse de Maltepe (Palekanon) Savaşı’nda ağır bir yenilgi aldı (1329). Bu zafer, İznik ve İzmit’in ele geçirilmesini kolaylaştırmıştır. Rumeliye Geçiş: Karasi Beyliğinde başlayan taht mücadelelerinden istifade eden Orhan Bey, Balıkesir ve civarını topraklarına katarak, ileride gerçekleşecek olan Rumeli fetihleri için mühim bir mevkiye sahip olmuştur. Nitekim Karasi Beyliğinin deniz gücü ve Hacı İl Bey, Evrenos Bey gibi değerli komutanlar artık Osmanlıların emrine girmişlerdir. Bizans içindeki taht kavgaları ve Bulgar-Sırp saldırıları 238 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı karşısında, gittikçe güçlenen Osmaoğullarından yardım isteyen Kantakuzen’in talebi üzerine Orhan Bey’in oğlu Süleyman, bir orduyla Rumeli’ye geçti (1345). Edirne’yi kuşatan Bulgar-Sırp kuvvetlerini bozan Süleyman Paşa bu zaferin karşılığında Gelibolu’daki Çimpe Kalesi’ni Bizans’tan aldı. Böylece Osmanlılar ilk kez Rumeli yakasında bir üs elde etmiş oluyordu (1356). Süleyman paşa Gelibolu’nun ardından Tekirdağ’a kadar olan bölgeleri de ele geçirerek buralara Anadolu’dan getirilen Türkmenleri yerleştirdi. Böylece Rumeli’de de Türkleşme hareketi başlamıştır. Süleyman Paşa’nın ölümünden sonra Rumeli’deki fetihler için kardeşi Murat Bey görevlendirildi (1359). Ancak 1362’de babası Orhan Bey’in de ölümü üzerine Murat Bey, Bursa’ya döndü ve Osmanlıların 3. hükümdarı olarak tahta çıktı (1362). Rumeli ve Balkanlarda Fetihler: I.Murat (Hüdavendigar) önce tahtta hak iddia eden kardeşlerini bertaraf etmekle işe başladı ve bu arada elden çıkan Ankara’yı yeniden aldı. Anadolu’da birliğin sağlanmasının ardından Murat Hüdaven-digar, inkitaya uğrayan Rumeli ve Balkanların fethine yöneldi. Bu sırada Balkanlar karşıklık içindeydi. Bir taraftan Sırp Hükümdarı Düşan’ın ölümü ile Sırplar arasında iç mücadeleler şiddetlenmiş, öte yandan Macar Kralı Layoş, Balkanlarda Ortadokslara olan baskıları artırmıştı. Evrenos ve Hacı İl Bey komutasındaki kuvvetler bu durumdan da yararlanarak Keşan’dan Dimetoka’ya kadar olan yerleri fazla bir mukavemet görmeden ele geçirmişlerdi. Sazlıdere Zaferi ile Edirne ve Filibe, Lala Şahin Paşa tarafından fethedildi (1363/4). Bu savaşlarda Bulgarların yanında yer alan Bizans barış yapmak zorunda kaldı. Türk ilerleyişini durdurmak isteyen Macar, Bulgar, Sırp ve Ulahlardan müteşekkil bir Haçlı ordusu Macar Kralı Layoş’un liderliğinde Edirne üzerine yürüdü. Bu tarihten sonra bir müddet Balkanlardaki fetihlere ara verilmiş ve Anadolu’da Türk birliğini sağlamlaştırmaya yönelik düzenlemelere geçilmiştir. Bu maksatla I. Murat, oğlu Bâyezid’i Germiyan beyinin kızı ile evlendirmiş; Tavşanlı, Emet ve Simav gelinin çeyizi olarak Osmanlılara verilmiştir. Aynı şekilde Akşehir, Yalvaç, Beyşehri gibi bazı şehir ve kasabalar Hamidoğulları’ndan para karşılığı satın alınmış, Candaroğullar da Osmanlı hâkimiyetine girmişti. Artık Osmanlıların karşısında tek bir güç kalmıştı; Karamanoğulları. Alaaddin Ali Bey, Osmanlıların yeniden Balkanlara yönelmesini de fırsat bilerek, harekete geçmiş ancak I. Murat Konya önlerinde Karamanoğullarını yendiğinde Karaman beyi af dilemek zorunda kalmıştır (1387) Ülkü Ocakları Genel Merkezi 239 www.ulkuocaklari.org.tr Ancak Meriç sahilindeki Sırp Sındığı denilen mevkiide, kalabalık Haçlı ordusunu hazırlıksız yakalayan 10 bin kişilik kuvvetiyle Hacı İl Bey, büyük bir bozguna uğrattı (1364). Sırp Sındığı zaferiyle Osmanlılar, Balkanlardaki fetihlerine hız verdiler ve bunu kolaylaştıracağı için Osmanlı başkenti Bursa’dan Edirne’ye nakledildi. Fetihler karşısında çaresiz kalan Bulgarlar Türk himayesini kabul etmek zorunda kaldılar (1369). Çirmen Zaferi ile (1372) Batı Trakya ve Makedonya’nın bir kısmı Osmanlı hâkimiyetine girdi ve Selanik ile Köstendil’in de ele geçirilmesinin ardından Sırp Kralı Lazar, vergi verip, gerektiğinde asker göndermek şartıyla Osmanlılarla barış anlaşması imzaladı (1374). Yaklaşık on yıl süren mücadelede, Rumeli ve Balkanlarda fethedilen bölgelere Anadolu’dan mütemadiyen Türk nüfus kaydırılarak bölgede demografik dengeler Osmanlılar lehine değiştirilmeye başlanmıştı. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Murat Hüdavendigar’ın yeniden Rumeli’ye yönelmesiyle birlikte Niş ve Sofya da dahil olmak üzere bütün Bulgaristan fethedildi.(1385/88). Timurtaş Paşa’nın Sırp kuvvetleri tarafından baskına uğratılıp, yenilmesi üzerine cesaretlenen Bulgar, Leh, Çek ve Macar kralları da Sırpların yanında yer aldılar. Fakat Çandarlı Ali Paşa, Bulgar Kralı Şişman’ı esir alarak Bulgarları bu ittifakın dışına attı. Buna rağmen Haçlı ordusu ilerleyişini sürdürünce, I. Murat ordusunun başına geçerek düşmanı Kosova’da karşıladı. I.Murat’ın oğulları Bâyezid ve Yakup’un da yer aldığı Osmanlı birlikleri büyük bir zafer kazandı. Sırp Kralı Lazar ve oğlu esir edilmiş, düşman kuvvetlerinin büyük bir kısmı imha olmuştu. (20 Haziran 1389). Fakat I. Murat savaş meydanını gezerken bir Sırp tarafından hançerlenerek şehit düştü. Bunun üzerine Sırp kralı da Osmanlı askerleri tarafından öldürüldü. Osmanlılar için Balkanlarda tutunabilmek yolunda ölüm kalım savaşı olarak görülen I.Kosova Zaferi Sırplar tarafından asla unutulmamıştır. Günümüzde dahi masum Müslüman halka yönelik vahşetin arkasında bu mağlûbiyetin ezikliği ve intikam hissi yatmaktadır. Babasının ölümünü fırsat bilen Anadolu’daki beyliklerin Osmanlılar’a bıraktığı toprakları yeniden ele geçirmek maksadıyla harekete geçtiklerini haber alan Bâyezid, süratle Anadolu’ya döndü. 1390 yılında Germiyan, Aydın, Menteşe ve Saruhan beylikleri ortadan kaldırıldı. Ertesi yıl Hamidoğulları Beyliği toprakları ele geçirildi ve bu beyliklerin yer aldığı topraklarda Anadolu beylerbeyliği adıyla idarî bir ünite oluşturuldu. Ardından Osmanlıların en önemli rakip olarak gördüğü Karaman Beyliğine yönelen Yıldırım Bâyezid, Konya’yı kuşattı. Alaaddin Ali Bey’in barış talebi, Beyşehir ve çevresinin Osmanlılara bırakılmasıyla kabul edildi.(1391). Fakat Yıldırım Bâyezid’in Mora ile ilgilenmesini fırsat bilerek Ankara Sancak Beyi Sarı Timurtaş Paşa’yı esir alması üzerine, Yıldırım Bâyezid, Alaaddin Bey’e kesin bir darbe vurmaya karar verdi. Anadolu’ya geçen Yıldırım, üç gün süren savaşın ardından ele geçirilen Alaaddin Bey’i ortadan kaldırdı ve toprakları Osmanlılara ülkesine dahil edildi (1397). Karamanoğlu tehlikesinin bertaraf edilmesiyle, Anadolu’da Osmanlılara direnebilecek en güçlü devlet olarak Kadı Burhaneddin devleti kalmış idi. Daha 1392 yılında, Kadı Burhaneddin’in müttefiki durumundaki Candaroğlu Süleyman anî bir baskınla öldürülüp beyliğin Kastamonu şubesi ortadan kaldırılmıştı (1392). Ardından, ertesi yıl Amasya ve Merzifon civarı Osmanlı hâkimiyetine alınmıştı. Kadı Burhaneddin’in 1398’de Kara Yülük tarafından öldürülmesi üzerine, ona bağlı Sivas, Tokat, Kayseri, Malatya gibi şehirler birer birer ele geçirildi. Böylece Fırat’ın batısında kalan Anadolu toprakları Osmanlı sancağı altında birleştirilmiş oluyordu. Yıldırım Bâyezid’in İstanbul Kuşatması ve Balkanlardaki Fetihleri. Yıldırım Bâyezid’in Karaman seferine anlaşma gereği katılan Bizans İmparatoru V.Yuannis’in oğlu Manuel’in, babasının ölümü üzerine anlaşmayı çiğneyerek İstanbul’a kaçması sebebiyle Yıldırım, İstanbul’u kuşatmaya karar verdi. 1391’de başlayan ilk muhasara 1396 yılına kadar sürdürüldü. Bu maksatla İstanbul Boğazı’nda Anadolu Hisarı inşa edildi. Şehre dış yardımların gelmesini önlemeyi ve iaşe zorluğu altında savunmayı kırmayı hedefleyen bu muhasara Timur’un Anadolu’ya ulaşmasına kadar fasılalarla devam ettirilmiştir. Bu kuşatma sürerken bir yandan da Yıldırım, Bulgaristan, Arnavutluk ve Bosna taraflarında fetih hareketlerine devam etmekteydi. Kuşatma altındaki Bizans’ın da talebi ile Türklere karşı yeni bir Haçlı ittifakı oluşturan Macar Kralı Sigismund, İngiltere dahil bütün Avrupa devletlerinden topladığı 120 bin kişilik bir orduyla harekete geçti. 240 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Yıldırım Bâyezid düşmanı şaşırtan bir hızla Niğbolu Ovası’nda düşmanı karşıladı. 50-60 bin kişilik Osmanlı ordusu, sayıca çok üstün olan Haçlı ordusunu büyük bir bozguna uğrattı. Savaş meydanından kurtulabilenler, kaçarken Tuna’da boğuldular.(1396) Haçlılardan geriye sadece muazzam bir ganimet kalmıştı. Bu ganimetle, Edirne ve Bursa’da pek çok cami, medrese ve imaret inşa edilmiştir. Zaferin ardından, Eflâk, Bosna, Macaristan ve Mora üzerine seferler düzenlendi. İtibarı bu zaferle bir kat daha artan Yıldırım, Niğbolu dönüşünde Anadolu birliğini kurmaya yönelik nihaî adımları atmaya başlayacaktır. Ankara Savaşı ve Fetret Devri: Yıldırım Bâyezid, Fırat boylarına kadar topraklarını genişlettiği sırada, Timur da İran, Azerbaycan ve Irak’ı ele geçirmişti. Bazı Anadolu beyleri Timur’a sığınırken, ülkeleri istilâ edilen Celayirli Ahmet ve Karakoyunlu Kara Yusuf da Yıldırım Bâyezid’in yanına kaçmıştı. Böylece her iki devlet biribirine sınır komşusu olmuş, ancak bu durum iki hükümdarın da Türk dünyasının liderliğine oynamaları sebebiyle olumsuz neticeler doğurmuştur. Timur, Osmanlılara sığınan Celayirli Ahmet ve Kara Yusuf’un iade edilmemesini bahane edip Sivas’ı kuşatmış ve kendisine teslim edilmesine rağmen şehri tahrip etmişti (1400). Bu olaydan sonra da her iki hükümdar arasında mektuplaşmalar devam etti. Fakat Timur’un, Anadolu beyliklerine topraklarının geri verilmesi ve bazı şehirlerin kendine bırakılması gibi talepleri Yıldırım tarafından reddedildi. Dolayısıyla iki fatih için savaş artık kaçınılmaz hâle gelmişti. 160 binlik Timur’un ordusunu, 70 bin kişiyle Çubuk Ovası’nda karşılayan Yıldırım Bâyezid, savaşın başlarında üstünlüğü ele geçirdi. Ancak Timur’un safında eski beylerini gören bazı askerlerin saf değiştirmesi ve Kara Tatarların Osmanlı ordusunun arkasını çevirmesi savaşın talihini değiştirdi. Bir avuç askerle direnmeye çalışan Yıldırım Bâyezid sonunda esir edildi (26 Temmuz 1402). Ankara Savaşı’nı kazanan Timur, Anadolu beyliklerini tekrar ihya etti ve böylece Anadolu Türk birliği parçalandı. Balkanlardaki Türk ilerleyişi durduğu gibi bir kısım topraklar da elden çıktı. Esir düşen Yıldırım Bâyezid, yedi ay boyunca Timur’un yanında şehir şehir dolaştırıldıktan sonra üzüntüsünden ecele yenik düştü. Osmanlı şehzadeleri tahtın sahibi olabilmek için kıyasıya birbirleriyle mücadele etmeye başladılar. Bu mücadele Çelebi Mehmet’in tek başına devlet idaresine hâkim oluşuna kadar devam etti (1413). Çelebi Mehmet kardeşleri Süleyman, İsa ve Musa Çelebi’yi bertaraf ettikten sonra Anadolu Türk birliğini yeniden tesis etmek için çaba sarf etti. Güçlenen Karamaoğullarının nüfuzunu kırdı, Karamanoğlu Mehmet Bey’in eline geçen Osmanlı topraklarını geri aldı. Candaroğulları beyliğinden Çankırı’yı ve ardından Canik (Samsun) bölgesini yeniden Osmanlı ülkesine kattı. Fakat Şehzade Mustafa ve Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin’in isyanları ülkeyi karıştırmaktaydı. (1419) Şehzade Murat Rumeli ve Manisa’da ortaya çıkan bu isyanı bastırdı, Şeyh Bedreddin ve adamları yakalanarak idam edildi. Timur’un beraberinde götürdüğü Mustafa Çelebi de Anadolu’ya döndüğünde tahtta hak iddia etmişti. Şehzade Mustafa’nın Selânik’te başlattığı isyan bastırıldı. Asi şehzade Bizans’a sığınmak zorunda kaldı. Çelebi Mehmet öldüğü zaman Osmanlı ülkesinde sükûnet büyük oranda tesis edilmeye başlanmıştı (1421). Ülkü Ocakları Genel Merkezi 241 www.ulkuocaklari.org.tr Yıldırım’ın oğulları arasındaki taht mücadeleleri Osmanlı devletinin “Fetret Devri” boyunca 12 yıl müddetle devam etti. Şayet bu savaş gerçekleşmemiş olsaydı, hiçbir direnme gücü kalmayan İstanbul büyük bir ihtimalle Yıldırım Bâyezid zamanında Türklerin eline geçecekti. Dolayısıyla Ankara Savaşı Osmanlıları en az 50 yıl geriye götürmüştür. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Babasının en büyük yardımcısı olan şehzade Murat tahta çıktığı zaman Bizans tarafından karşısına çıkarılan amcası Mustafa Çelebi›nin isyanını bir kez daha bastırdı ve Bizans›ı cezalandırmak için İstanbul›u kuşattı (1422). Bu defa küçük kardeşi Şehzade Mustafa›nın isyan haberini alan II.Murat, kuşatmayı kaldırarak kardeşini cezalandırmak zorunda kaldı. İsyancıların yanında yer alan Anadolu beyliklerine karşı harekete geçen II.Murat, Candaroğlu İsfendiyar Bey’i itaat altına aldı. İzmir Beyi Cüneyd’i ortadan kaldırıp, İzmir, Aydın ve Menteşe civarını ele geçirdi. Germiyanoğlu Yakub Bey’in çocuğu olmadığından, topraklarını Osmanlılara bırakmayı vasiyet etmişti. Onun ölümüyle Germiyan ili de Osmanlılara katılmış oldu(1428). Balkanlarda da durum Osmanlılar lehine düzelmeye başladı. Nitekim Fetret devri sırasında elden çıkan topraklar geri alındığı gibi, 1440’a kadar Belgrat hariç bütün Sırp toprakları Osmanlı hâkimiyetine girmişti. Fakat Erdel ve Eflâk’ta üst üste gelen bazı küçük bozgunlar Avrupa’da büyük bir sevinçle karşılanarak, Osmanlılara karşı yeni bir Haçlı seferinin tertip edilmesine cesaret vermişti. II. Murat, Balkanlardaki Osmanlı varlığını tehlikeye atmamak için Macarlarla Segedin Antlaşmasını imzaladı (1444) ve bu anlaşmadan sonra tahttan feragat etti. Küçük yaştaki oğlu II. Mehmet’in hükümdar olmasını fırsat bilen Macarlar anlaşmayı bozdu ve yeni bir Haçlı ittifakı oluşturuldu. II. Murat yeniden ordunun başına geçerek düşmanı Varna Savaşı’nda karşıladı. Macar kralı öldürüldü. Haçlıların lideri durumundaki Jan Hünyad güçlükle kaçabildi (1444). Çandarlı Halil Paşa’nın ısrarıyla ikinci kez tahta çıkan II. Murat, Mora ve Arnavutluk’a sefer düzenledi. Varna’nın intikamını almak isteyen Jan Hünyad yeniden harekete geçti. Fakat II. Kosova Muharebesi’nde bir kez daha Sırplar büyük bir yenilgiye uğratıldı (1448). Varna ve Kosova savaşlarıyla Osmanlılar Balkanlardaki durumunu iyice güçlendirmiş, Bizans’ın batıdan yardım alma umutları ise tamamen ortadan kaldırılmıştır. II. Murat 48 yaşında ölünce II. Mehmet yeniden Osmanlı tahtının sahibi olmuş (1451) ve Osmanlı Devleti artık bu dönemde tam bir cihan devleti hâline gelmiştir. 2. Fatih ve Cihan Devletinin Kuruluşu İstanbul›un Fethi: II. Mehmet, babasının ölümü üzerine ikinci kez Osmanlı tahtına oturduğunda, devletin ortasında bir şer adacığı hâlinde kalmış köhne Bizans›ı ortadan kaldırmayı öncelikle hedef olarak belirlemişti. Böylelikle Osmanlı devleti tam bir cihan devleti haline gelebilecekti. Hedefini gerçekleştirmek için ilkin Sırbistan ve Eflâk ile anlaşma imzalayan Fatih, Karamanoğlu tehlikesini de geçici de olsa bertaraf etti. Bizans’a ulaşabilecek muhtemel yardımı önlemek için Boğaz’ın Avrupa yakasına Rumeli Hisar’ını yaptırarak kuşatma hazırlıklarını tamamladı. Nihayet kuşatılan İstanbul’a karşı 6 Nisan 1453’te kara ve denizden saldırı başlatıldı. II. Mehmet, Edirne’de döktürdüğü çağının en güçlü toplarıyla İstanbul surlarını karadan sarsarken 18 Nisan’da donanma bütün İstanbul adalarını ele geçiriyordu. Fakat, Haliç›in zincirle kapatılması sebebiyle kara ve deniz birlikleri müşterek bir harekâta geçemiyor ve bu durum da kuşatmanın başarısına gölge düşürüyordu. Nihayet 22 Nisan›da Osmanlı donanmasının karadan Haliç›e indirilmesi gibi müthiş bir plânın gerçekleştirilmesi, kuşatmanın seyrini değiştirmeye başlamıştı. Seksen parçalık donanmayı bir anda karşılarında gören Bizans›ın direnme gücü artık kırılmıştı. 29 Mayıs 1453›teki nihaî harekâtla İstanbul fethedildiğinde, II. Mehmet, 242 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Peygamberimizin müjdesine mazhar oluyor ve «feth-i mübin” ile “Fatih”lik şerefini elde ediyordu. Bizans’ın ortadan kaldırılması hem Türk tarihi hem de dünya tarihi açısından büyük bir öneme sahiptir. Bu fetihle Osmanlı Devleti, artık tam bir cihan devleti hâline gelmiş, İslâm dünyası ve Avrupa içinde büyük bir prestij ve güç kazanmıştır. Avrupa için bu fetih çağ açıp, çağ kapayan bir fetihtir. Katolik Avrupa’nın, Ortodoks dünyasıyla bütünleşme çabaları, İstanbul’un fethiyle önlenmiş, aksine Balkanları da tamamen ele geçirmek suretiyle Fatih, kısa zamanda Ortodoksları himayesi altına almıştır. Nitekim Papa V.Nikola’nın Türklere karşı harekete geçilmesi fikri pek taraftar bulamamış, aksine, Ege adalarındaki halk, Balkanlardaki bazı despotluklar ve prensler Fatih›i İstanbul›un fethinden dolayı kutlayan mektuplar yazmışlardır. Papa›nın isteği-ne sadece Almanya, Napoli ve Venedik olumlu cevap vermiş fakat onlar da kendilerinden ziyade Sırp, Macar ve Arnavutları kışkırtarak sonuç almaya çalışmışlardır. Fatih›in Batı Politikaları: Sırbistan Seferleri; İstanbul›un fethinden sonra Osmanlılara bağlılığını bildiren ve ele geçirdiği bazı kaleleri geri veren Sırplar Macarlar ile iş birliği yaparak yeniden düşmanlıklarını göstermeye başlamışlardı. Bunun üzerine 1454-1457 arasında üç kez peşpeşe Sırbistan›a sefer düzenlendi. Belgrat dışındaki bütün Sırp toprakları ele geçirildi. Sırp Kralı Bronkoviç’in ölümüyle başlayan taht mücadelelerinden faydalanan Osmanlılar, Sırpları vergiye bağladılar. Taht kavgalarının yeniden alevlenmesi üzerine, Mora seferinde bulunan Fatih, Sırp meselesine son verilmesini emretti. Mahmut Paşa, 1459’da başkentleri Semendire’yi ele geçirilerek Semendire Sancakbeyliğini oluşturdu. Böylece Sırbistan’da 350 yıl sürecek Osmanlı hâkimiyeti başlamış oluyordu. Mora Seferleri: İstanbul’un fethinden sonra Bizans İmparatoru XII. Konstantin’in oğulları, rakipleri Kantakuzen ailesine karşı Mora’da, Osmanlıların yardımını istemişlerdi. Turahanoğlu Ömer Bey, akıncıları ile duruma müdahale etti ve muhalifler bertaraf edildi. Fakat bu sefer iki kardeş arasında mücadele başlamıştı. Bölge ülkelerinin Mora’yı istilâ niyetlerini bilen Fatih 1458’de harekete geçti. Korent’i ele geçiren Fatih, Mora’nın bir kısmını merkeze bağlayarak, burada bir sancak oluşturdu. Atina ve diğer bölgeler ise Osmanlı yönetimini kabul etti. Kardeşi Dimitrios’a karşı Arnavutların desteğini alan Tomas’ın Osmanlılarla yapılan anlaşmayı bozması üzerine 2.kez Mora’ya sefer düzenlendi. Tomas, Papa’nın yanına kaçmak zorunda kaldı. Bölgeye çok sayıda Türk yerleştirildi. Venedikliler bölge halkını Osmanlılara karşı ayaklandırmaya çalışıyorlardı. Ancak bunda başarı kazanamayan Venedik, Osmanlı kuvvetleri tarafından bozguna uğratıldı (1465). Ülkü Ocakları Genel Merkezi 243 www.ulkuocaklari.org.tr Arnavutluk Seferleri: Papalık ve Napoli krallığının desteği ve kışkırtmasıyla harekete geçen Arnavutluk hâkimi İskender Bey, vurkaç taktiği ile Osmanlı kuvvetlerine baskınlar düzenlemekteydi. Bunun üzerine Fatih, bizzat sefere çıkmaya karar verdi. 1465 yılında gerçekleşen I.seferde, İlbasan Kalesi’ni yaptırıp, içine asker yerleştiren Fatih, Balaban Paşa’yı bölge için görevlendirerek, geri döndü. Ancak, Papa ve diğer devletlerden aldığı kuvvetlerle Türklere saldıran İskender Bey, Balaban Paşa’yı şehit etti ve İlbasan kalesi’ni kuşattı. Bunun üzerine Fatih II. Arnavutluk Seferi’ne çıktı (1467). Ele geçirilen topraklarda yeni garnizonlar oluşturuldu. Bu sırada İskender Bey ölmüş ve yerine oğlu Jean geçmişti. Arnavutlukta başlayan kargaşa sebebiyle Fatih 3. kez Arnavutluk seferini başlattı. Arnavutların elinde kalmış olan Kroya ve İşkodra kuşatıldı. Nihayet 1479’da Arnavutluk da bir Osmanlı vilayeti haline gelmiş oluyordu. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Eflâk ve Boğdan Seferleri: Yıldırım zamanında vergiye bağlanan Eflâk Prensliği’nin başına Fatih tarafından Vlad (Kazıklı Voyvoda) getirilmişti(1456). Osmanlılara bağlı görünen Vlad aslında gizliden gizliye düşmanlık ediyordu Vlad’ın Fatih’in elçilerini kazığa oturtarak öldürmesi üzerine 1462 yılında Fatih, Eflâk’a bir sefer düzenledi. Boğdan’dan da yardım alan Osmanlı kuvvetleri voyvodayı uzun süre takip etti. Neticede, sığındığı Macarların, Osmanlılarla yaptığı anlaşma üzerine Vlad’ı esir etmeleri ile mesele çözüldü. Fatih voyvodalığa Radul’u getirdi ve Eflâk bir Osmanlı eyaleti hâline geldi. 1455’ten itibaren Osmanlı Hâkimiyetini tanıyan Boğdan Prensliği’nin Kefe’nin fethinden sonra izlediği düşmanca siyaset üzerine Osmanlı kuvvetleri 1476’da Boğdan’a girdi. Fatih’in bizzat başında olduğu Osmanlı kuvvetleri Boğdan ordusunu büyük bir bozguna uğrattı. Böylece Boğdan da yeniden Osmanlı hâkimiyetini tanımış oluyordu. Bosna-Hersek Seferleri: Osmanlılara vergi yoluyla bağlı olan Bosna Kralının, anlaşmalara riayet etmemesi üzerine Üsküp’ten harekete geçen Fatih, Sadrazam Mahmut Paşa ve Turahanoğlu Ömer Bey’e Bosna’nın tamamen fethedilmesi emrini vermişti. 1463 yılındaki seferle Bosna Kralı Osmanlı hâkimiyetini yeniden tanıdı. Ancak şeyhülislamın da fetvasıyla sonra öldürüldü ve bu topraklarda Bosna Sancakbeyliği oluşturuldu. Fakat ordunun İstanbul’a dönmesi üzerine aynı yıl, Macar kralı Bosna’ya girdi. İkinci kez düzenlenen seferle Osmanlılar, Yayçe dışındaki bütün kale ve şehirleri yeniden ele geçirdiler. Bosna seferleri esnasında Hersek Kralı Stefan da ülkesinin bir kısım toprağının Osmanlılara doğrudan bağlanması şartıyla tahtında bırakılmıştı. Ancak 1483 yılında Hersek tamamen Osmanlı toprağı hâline gelecektir. Fatih, Bosna’yı Osmanlı topraklarına kattığı zaman “Bogomil” mezhebindeki Bosnalılara çok iyi davranmıştı. Hem Katolik hem de Ortadoksların kendi kiliselerine almak için baskı yaptıkları Bogomiller bu sebeple Osmanlı yönetimine sıcak bakmışlar ve kendilerine sağlanan din ve vicdan hürriyetinden etkilenerek zamanla Müslüman olmuşlardı. İşte bu Müslüman Bosnalılara “Boşnak” denilmektedir. Fatih devrinde Osmanlıların karada en güçlü komşusu ve rakibi Macarlar, denizde ise Venedik idi. Macarlar bu dönemde tek başlarına Osmanlılarla baş edemeyeceklerini bildiğinden, doğrudan bir savaşı göze alamamış, Fatih de tabiî sınır olan Tuna›yı geçmeyi düşünmemiştir. Ancak akıncılar vasıtasıyla, Macaristan›a güvenliğin sağlanmasına yönelik yüzlerce başarılı akın düzenlenmiştir. Keza Venedik Cumhuriyeti de Osmanlılarla doğrudan karşılaşmaktansa Balkanlardaki diğer devletleri kışkırtmayı yeğ tutmuştur. Güçlü donmasıyla Mora ve Ege›deki adalara sahip olmak isteyen Venedik, Osmanlılar karşısında istediği sonucu alamamış, aksine pek çok ada ve kıyı kaleleri Osmanlıların eline geçmiştir. Ege Adalarının Fethi: İstanbul’u ele geçiren Fatih, Bizans’a ait bütün toprakları hâkimiyeti altında birleştirmek istiyordu. Böylece Bizans’ın yeniden dirilmesini önleyeceği gibi, iktisadî ve siyasî açıdan da nüfuz alanını genişletebilecekti. Öncelikle Anadolu kıyısına yakın adaları hedef alan Fatih, Bizans, Venedik ve Cenevizlilerin elindeki bu adalardan Anadolu’ya yapılan korsan akınlarının önünü kesmiş olacaktı. İkinci olarak Orta ve Doğu Akdenizdeki adalar hedef alınmıştı ki, bu adalar Fatih’in 244 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı İtalya’ya yani eski Roma’ya geçişini kolaylaştıracaktı. (Nitekim Gedik Ahmet Paşa komutasındaki bir Osmanlı donanması Napoli Krallığının elindeki Otranto’yu fethetmiş ve buradan Güney İtalya’ya akınlar düzenlenmiştir. (1480) Fakat Fatih’in ölümünden sonra başa geçen II. Bâyezid, Gedik Ahmet Paşa’yı geri çağırınca, şehir savunmasız kalmış ve İtalyanlar kaleyi tekrar ele geçirmişlerdir).1456 yılında öncelikle Çanakkale Boğazı’na hâkim olan adalardan Gökçeada (İmroz), Taşoz Enez ve Semendirek adaları ele geçirildi. Aynı tarihlerde Limni ve Midilli halkı Türk yönetimine girmek için Osmanlılara başvurmuştu. Önce Limni, ardından, uzun süren kuşatmayı müteakip Midilli (1467) ele geçirildi. Venedikliler 264 yıldır ellerinde tuttukları Ağrıboz Adası’ndan Mora ve Ege adalarındaki Türk birliklerine karşı saldırılarını yoğunlaştırmaktaydılar. Bunu önlemek maksadıyla Ağrıboz’un fethine karar veren Osmanlılar neticede 17 gün süren kuşatmadan sonra amaçlarına ulaştılar. Epir despotunun elindeki Zanta, Kefalonya ve Ayamavra gibi adalar da Fatih’in saltanatının son zamanlarında Osmanlı topraklarına dahil edilmiştir. Ancak St. Jean şovalyelerinin elindeki Rodos’a karşı girişilen birkaç muhasara neticesiz kalmıştır. Fatih’in Doğu Politikası: Karadeniz Politikası; Osmanlılar, Anadolu’nun büyük bir kısmını hâkimiyetleri altına almalarına rağmen kuzeyde, Karadeniz kıyısındaki bazı yerler Trabzon Rumları, Cenevizliler ve Candaroğullarının elinde bulunuyordu. Anadolu Türk birliğinin sağlanması ve ticaret güvenliği açısından bu bölgelerin ele geçirilmesi şarttı. İşte bu sebeplerle, Fatih karadan ve denizden kuvvetlerini harekete geçirdi. Gedik Ahmet Paşa komutasındaki donanma 1475 yılında Kefe, Azak ve Menkup iskele ve kalelerini ele geçirdi. Böylece Osmanlılar, Altınorda Hanlığı’nın zayıflamasıyla ortaya çıkan Kırım Hanlığı ile komşu oldu. Azak Kalesi’nin düşürülmesi sonucunda bazı Cenevizliler ile birlikte Kırım hanlarından Mengli Giray Han da esir edilmişti. Mengli Giray Han’ın İstanbul’a getirilmesiyle Kırım Hanlığı Osmanlı hâkimiyetine girmiş oldu. (1478). Kırım hanları 350 yıl boyunca Osmanlıların batıya karşı en güçlü müttefikleri olarak hizmet vermişlerdir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 245 www.ulkuocaklari.org.tr 1461 yılında Cenevizlilerin elindeki önemli bir üs olan Amasra teslim olmak zorunda kaldı. Seferin kendisine karşı yapıldığını sanan Candaroğlu İsmail Bey, Kastamonu’yu terk ederek Sinop’a çekildi. Bursa’ya dönerek birliklerini takviye eden Fatih, Trabzon seferine çıkarken, Sinop da dahil Candaroğullarının topraklarını savaşmaksızın ele geçirdi. Fatih’in asıl amacı 1204 yılında Lâtinlerin İstanbul’u işgal etmesi üzerine Bizans hanedanına mensup Komnenlerin ayrı bir devlet oluşturdukları Trabzon idi. Osmanlılara vergi vermeyi kabul eden Trabzon Rumları bir taraftan Fatih’in rakibi olan Uzun Hasan ile ittifak içine girmişti. Nihayet Fatih, karadan birliklerini Trabzon’a gönderirken, bir donanma da Sinop’tan kalkarak bölgeye yöneldi. Bu sırada Uzun Hasan’ın Osmanlı ordusunu arkadan çevirebileceği ihtimaline karşı Fatih, ordusunu Sivas’ın güneyinden Yassıçemen’e çevirdi. Uzun Hasan’ın annesi Sara Hatun’un ricası üzerine Akkoyunlularla bir anlaşma yapıldı. Anlaşmaya göre Akkoyunlular, Trabzon Rumlarına yardım etmemeyi vaat etmişlerdir. Anlaşmanın akabinde kara ve denizden Trabzon yeniden kuşatıldı. Çaresiz kalan Trabzon Hâkimi David Komnen şehri teslim etmeyi kabul etti (26 Ekim 1461). Böylece 258 yıl devam eden Trabzon Rum İmparatorluğu da tarihe karışmış oldu. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Anadolu’da Türk Birliğinin Gerçekleşmesi; Osmanlıların kuruluş devrinden beri en ciddî rakipleri durumundaki Karamanoğulları, Fatih’in politikalarına karşı, Akkoyunlu ve Memlûklu devletlerinin desteğini sağladığı gibi, Venediklilerle de bir ittifak kurmakta sakınca görmemişlerdi. Bu düşmanca tavır üzerine Fatih 1466 yılında Karamanoğulları üzerine yürümeye karar verdi. Beylik topraklarının büyük kısmı Osmanlıların eline geçmesine rağmen Fatih, Larende ve Silifke yörelerine çekilen Karamanoğullarına karşı mücadeleyi, Otlukbeli Savaşı’nın sonrasında da sürdürmüştür. Fakat Karaman Beyi Kasım’ın ölümünden sonra (1483) beylik tamamen oradan kalkmış olacaktır. Akkoyunlu Beyi Uzun Hasan, 1467 yılında Karakoyunlu topraklarına sahip olunca Osmanlılar aleyhine hâkimiyetini genişletmeye başlamıştı. Anyönündeki bu tehlike üzerine Fatih, 1473’te harekete geçti. Otlukbeli mevkiinde yapılan savaşta Osmanlılar büyük bir zafer kazandılar. Artık Akkoyunlular Osmanlılar için bir tehlike olmaktan çıkmıştı. Fatih bundan sonra Hicaz su yolllarının onarımı hususunu bahane ederek Memlûklar’a karşı harekete geçti. Fakat bu dönemde Memlûklarla büyük bir savaşa girilmemiştir. Fatih’in 1481’de hazırlık yaptığı ve ölümüyle yarım kalan seferin ya Rodos’a ya da Mısır’a yönelik olduğu söylenir. Fatih’in ölümü üzerine Osmanlı tahtına büyük oğlu Bâyezid geçmişti. Ancak diğer oğlu şehzade Cem, Rodos şovalyelerinin eline düşmesiyle sonuçlanan, taht mücadelesine girmişti. Bâyezid’in mütereddit ve ihtiyatlı politikaları sebebiyle, Akkoyunluların yerini alan Safaviler güçlenerek Anadolu›da Şahkulu İsyanı gibi ayaklanmaları kışkırtmış, Memlûklara karşı başarısız seferler düzenlenmiştir. Buna rağmen Bâyezid döneminde Kili ve Akkerman ele geçirilerek Boğdan tamamıyla Osmanlı hâkimiyetine girmiş(1484), Venedik ve Haçlılara karşı denizlerde üstünlük kurulmuş, Modon, Koron, İnebahtı ve Navarin gibi Mora kıyılarındaki kale ve limanlar zapt edilmiştir(1502). Barbaros kardeşlerin denizlerdeki zaferlerine rağmen özellikle doğudaki olumsuz gelişmeler ve Şahkulu İsyanı(1511), devlet işlerinden elini çeken Bâyezid’in sağlığında şehzadeler arasındaki taht mücadelesinin kızışmasına vesile olmuştur. Nitekim Şehzade Selim’in mücadeleyi kazanması üzerine 1512 yılında II. Bâyezid tahttan feragat etmiştir. Yavuz Sultan Selim Devri: Henüz Trabzon’da vali iken Doğu’da Safavilerin nasıl güçlendiğini gören ve onlarla başarılı bir mücadeleye giren Selim, tahta çıktıktan sonra, Anadolu’daki mezhep mücadelesine bir son vermek için Safavilerle doğrudan savaşa girmeyi kaçınılmaz görmekteydi. Nihayet ordusunun başında Doğu seferine çıkan Yavuz Selim, Çaldıran Ovası’nda Şah İsmail’in ordusuyla büyük bir meydan muharebesi yaptı. İki Türk hükümdarının mücadelesinden Selim üstün çıktı (23 Ağustos 1514). Doğu Anadolu toprakları Osmanlıların eline geçti. Yavuz, Tebriz’e kadar Şah İsmail’i takip etti. Dulkadiroğulları beyliği Osmanlı yönetimine alındı ve sonra ilhak edildi (1515). Babası döneminde Memlûklara karşı yapılan seferlerin çoğu kez başarısızlıkla neticelenmesi, Osmanlıların doğu’da ve İslâm dünyasında üstünlük kurmaları önündeki en büyük engel idi. Bu sebeple, Safavi tehlikesini bertaraf ettikten sonra Yavuz, Memlûklara karşı büyük bir ordu hazırladı. Mısır Memlûk Sultanı Kansu Gavri, Osmanlı ordusunu Halep’in kuzeyinde karşıladı. Ancak Mercidabık Savaşı Osmanlıların zaferiyle son buldu (24 Ağustos 1516). Kansu Gavri savaş sırasında öldü. Malatya’dan 246 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Sina yarımadasına kadar olan topraklar Osmanlıların eline geçti. Kışı Şam’da geçiren Yavuz, tekrar Mısır’a yöneldi. Yeni Memlûk Sultanı Tomanbay ile Kahire’nin kuzeyindeki Ridaniye mevkiinde yapılan savaşı da Osmanlılar kazandı. (22 Ocak 1517). Bu savaş Memlûk Devleti’nin sonu oldu. Suriye, Filistin, Mısır ve Hicaz Osmanlı hâkimiyetine girdi. Hülagû’nun Bağdat’ı işgal etmesiyle Memlûk himayesine giren halifelik müessesesi de böylece Osmanlılara geçmiş oluyordu. Nitekim Mekke şerifi şehrin anahtarını Yavuz Sultan Selim’e sunarak itaatini bildirmişti. Yavuz dönemi Osmanlıların doğu’da ve İslâm dünyası’nda en büyük güç haline geldiği bir dönemdir. 3. Yükseliş Döneminin Zirvesi: Kanunî Sultan Süleyman Yavuz Sultan Selim’in sekiz yıl süren hâkimiyet devrinden sonra Osmanlı tahtına oğlu I.Süleyman geçti (1520). I.Süleyman’ın 46 yıllık saltanatında Osmanlı Devleti siyasî, askerî ve iktisadî açılardan zirveye ulaşmıştır. Bu sebeple dost düşman ona Kanuni, Muhteşem, Büyük Türk gibi lâkaplarla hitap etmiş ve tarihe de böyle geçmiştir. Avrupa’daki Gelişmeler; Kanuni döneminde özellikle Avrupa’da önemli dinî ve siyasî değişiklikler söz konusudur. Güçlü Macar krallığının Osmanlı hâkimiyetine girmesinden sonra, Kutsal Roma-Cermen İmparatoru Şarlken en ciddî rakip hâline gelmiş, onun oluşturduğu imparatorluğun uzantısı durumundaki Avusturya Arşidükalığı Osmanlılara sınırdaş olmuştur. Bu devlet ile Avrupa’nın en güçlü hanedanı olacak olan Habsburglar Avrupa’yı âdeta parselleyeceklerdir. Bu dönemde güçlenmeye başlayan Protestanlık, Avrupa’da mezhep çatışmalarının şiddetlenmesine sebep olmuştu. Doğu Avrupa’da da Lehistan ve Ortadoks Rusya güçlenmeye başlamıştı. Kanuni, Avrupa’daki siyasî ve dinî çekişmelerden faydalanarak, onların birleşmemesine özen göstermiş ve bunu bir devlet politikası hâline getirmiştir. Yine bu dönemde Akdeniz’de ve Okyanuslarda güçlü bir ticarî ve iktisadî filo oluşturan İspanyol ve Portekiz donanmaları Venedik’in yerini almış görünüyordu. Belgrat’ın Fethi ve Macaristan Seferi; Fatih’in Sırbistan seferinde ele geçirilemeyen Belgrat, Avrupa içlerine yapılacak akınlar için bir sıçrama noktası idi. Avusturya Seferleri: Macaristan›ın ele geçirilmesi üzerine, ölen Macar kralı ile akrabalığını öne süren Avusturya Arşidükü Ferdinand, Macar topraklarında hak iddia etmiş ve Budin’i işgal etmişti. Bunun üzerine Kanuni, yeniden Macaristan›a sefer düzenledi. Budin kurtarıldı. Ancak Kanuni’nin asıl maksadı Viyana idi. Osmanlı ordusu şehri kuşattı ise de ele geçirmeye muvaffak olamadı (1529). I.Viyana Kuşatması’nın sonuçsuz kalmasından cesaretlenen Ferdinand, Budin’i tekrar işgal etti. Kanuni ünlü “Alman Seferi” ile mukabele ederek işgal edilen yerleri geri aldı. Ferdinand ile İstanbul’da Ülkü Ocakları Genel Merkezi 247 www.ulkuocaklari.org.tr Bu sebeple Kanuni, Macaristan seferine çıktığında ilkin Belgrat’ı kuşattı ve ele geçirdi(1521). Burayı bir üs olarak kullanan Osmanlılar artık rahatlıkla Avrupa içlerine sefer yapabilecekti. Nitekim Şarlken›e tutsak olan Fransa Kralı Fransuva’yı, kendisinden yardım talep etmesi üzerine, kurtarmayı amaçlayan Kanuni, 1526 yılında karşısındaki ittifakı parçalamak amacıyla yeniden Macaristan üzerine bir sefer düzenledi. 29 Ağustos 1526’da Mohaç Meydan Muharebesi ile Macar ordularını imha eden Kanuni, Budin’i (Budapeşte) ele geçirdi. Macaristan’ın bir bölümü ilhak edildi ve kalan kısmı Erdel Krallığı oluşturularak Osmanlı hâkimiyetine alındı. Ülkü Ocakları Eğitim Programı bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşmaya göre Ferdinand, Macaristan üzerinde hak talep etmeyecek ve Osmanlı hâkimiyetini tanıyacak ve elinde bulundurduğu Macaristan’a ait topraklar için de Osmanlılara vergi verecekti. 1533). Ferdinand’ın Macar kralının ölümünü fırsat bilerek anlaşmayı bozması üzerine Kanuni yeniden sefere çıktı. 1562’deki bu sefer sonucunda Macaristan’da Erdel Beylerbeyliği oluşturuldu. Avusturyalılar fırsat buldukça Macar topraklarına tecavüz etmişler ve her seferinde de Osmanlılardan gerekli cevabı almışlardır. Nitekim Kanuni’nin son seferi de Avusturya’ya karşı olmuş ve Zigetvar Kalesi kuşatılmıştır (1566) Fransa ile Münasebetler ve İlk Kapitülâsyon; Avrupa birliğini sağlamak isteyen Roma-Cermen İmparatoru Şarlken, bu maksatla Fransız Kralı Fransuva’yı esir etmişti. Kendisinden yardım isteyen kral ile iyi ilişkiler kuran Kanuni böylece Şarlken›e karşı bir müttefik kazanmış oluyordu. 1535 yılında iki ülke arasında ticaret ve dostluk anlaşması imzalandı. Anlaşma ile her iki ülke serbest ticaret hakkı elde edecek ve bu haklar iki hükümdarın yaşadığı sürece geçerli olacaktı. Lâkin kapitülasyon adıyla tarihe geçecek olan bu ticarî imtiyazlar sürekli hâle getirilmiş, sonraki devlet adamlarının basiretsizliği sebebiyle tek taraflı işlemeye başlamış ve başka devletlere de imtiyazların tanınmasıyla Osmanlı ekonomisi giderek dışa bağımlı hâle gelmiştir. İranla Münasebetler: Şah İsmail›in yerine geçen oğlu I.Şah Tahmasp, babası gibi, Osmanlıların düşmanı olan Venedik ve Avusturya ile ittifak kurmakta bir beis görmüyordu. Osmanlı ordusu, Avrupa’ya sefere çıktığında Safaviler, Doğu Anadolu topraklarına karşı saldırıya geçiyordu. Bu sebeple, Kanuni, Irakeyn (iki Irak; Irak-ı Acem ve Irak-ı Arap) seferi diye bilinen bir sefere çıktı (1534-35). Tebriz ve Bağdat Osmanlı topraklarına katıldı. Osmanlının Avrupa ile ilgilenmesinden yararlanan Safaviler fırsat buldukça yeniden harekete geçtiklerinde, bölgeye 1555 yılına kadar Nahcivan ve Tebriz üzerine birkaç kez sefer düzenlenmiştir. Osmanlılar karşısında fazla bir varlık gösteremeyen Şah Tahmasp nihayet barış anlaşması imzalamayı kabul etmek zorunda kalmış ve Amasya Antlaşması (1555) ile Osmanlı üstünlüğünü kabul ederek Bağdat, Tebriz ve Doğu Anadolu’nun Osmanlı hâkimiyetinde olduğunu tasdik etmiştir. Deniz Seferleri ve Fetihler: Kanuni devri karada olduğu gibi denizlerde de büyük bir üstünlüğün sağlandığı bir devirdir. Fatih›in alamadığı, St. Jean şövalyelerinin elindeki Rodos ve çevresindeki adacıklar, başarılı bir kuşatma sonunda ele geçirilmiş(1522), II. Bâyezid zamanından beri Akdeniz’de serbestçe faaliyet gösteren Barbaros kardeşlerin devlet hizmetine alınmasıyla deniz ve kıyılarda pek çok yer Osmanlı hâkimiyetine dahil olmuştur. Cezayir’i ellerinde bulunduran ve Osmanlılar adına, 1492 yılında İspanya’da soy kırıma uğrayan Musevîleri İstanbul’a gemilerle nakleden Barbaros kardeşler haklı bir üne sahip olmuşlardı. 1533 yılında Cezayir’i Osmanlılara bırakarak kaptan-ı deryalık görevini kabul eden Barbaros Hayrettin Paşa (Hızır Reis), 1538 yılında Andrea Doria komutasındaki Haçlı donanmasını Preveze’de büyük bir bozguna uğratarak, Osmanlılardın Akdeniz›in tek hâkimi olduğunu bütün dünyaya kabul ettirdi. Barbaros›un ölümünden sonra yerine geçen Turgut Reis de fetihlere devam etti. 248 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Nitekim St. Jean şövalyelerinin elinde bulunan Trablus-garp onun tarafından fethedilmiş (1551), Preveze’den sonraki en büyük deniz zaferi sayılan Cerbe Savaşı sonunda Haçlı donanması bir kez daha hezimeti tatmıştır. Sadece Akdeniz’de değil Kızıl Deniz ve Hint Okyanusunda da Osmanlı donanması faaliyette bulunmuştur. Uzak denizlerde istenilen sonuçlar elde edilememişse de bu dönemde Yemen ve Arabistan’ın güney kıyıları ile Habeşistan ele geçirilmiştir. Kanuni’nin Ölümü ve Sonrası: Zigetvar Muhasarası esnasında hastalanan Kanuni kalenin fethini göremeden 66 yaşında öldü (1566). Siyasî, askerî ve iktisadî bakımlardan Osmanlıyı zirveye çıkaran bu büyük hükümdarın yerine geçen ne II. Selim (1566-1574) ne de III. Murat (1574-1595) aynı evsafta kişiler değillerdi. Ancak Kanuni devrinde başlayan fetih rüzgârları o derece şiddetliydi ki, bu hükümdarlar devrinde de hızını devam ettirebildi. Şüphesiz bu başarılarda sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın dirayetli siyasetinin de rolü büyüktür. Anadolu’nun Akdeniz’e bakan kıyılarında bir çıban başı gibi duran Venedik’in elindeki Kıbrıs bu fetih rüzgârıyla kuşatıldı. Lala Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı donanması adayı ele geçirir geçirmez (1571), buraya Anadolu’nun çeşitli sancaklarından Türkler yerleştirildi. Artık Kıbrıs da Türk olmuştu. Bu durumu hazmedemeyen Venedik, İspanyol, Malta donanmaları papa ve diğer bazı Avrupa devletlerinin de desteği ile harekete geçerek büyük bir savaş filosu oluşturdular. Korent Körfezi yakınlarında, İnebahtı önlerinde yapılan deniz savaşını Osmanlılar kaybetti (1571). Ancak kendileri de oldukça fazla zaiyat verdiğinden, Haçlı donanması Osmanlı kadırgalarını takip edecek durumda değildi. Sokullu kısa zamanda donanmayı yenileyerek yeniden Akdeniz’e indirdi. Venedik bu durum karşısında yeni bir savaşı göze alamadı ve Osmanlılara vergi vermeyi kabul etti. Kılıç Ali Paşa komutasındaki donanma Tunus’u yeniden Osmanlı topraklarına kattı (1574). Bu esnada II.Selim ölmüş ve yerine III. Murat geçmişti. Bu padişah devrinde, Şah Tahmasp’ın ölümüyle çalkanan İran’a savaş açıldı (1576) Gürcistan ve Azerbaycan’ın büyük bir kısmının ele geçirilmesiyle neticelenen ilk seferden sonra savaş 15 yıl sürdü. Bu uzun savaş ile daha fazla yıpranmak istemeyen Osmanlı Devleti ile İran arasında 1590’da bir barış anlaşması yapıldı. Yine bu dönemde başlayan Türk-Macar Savaşı I.Ahmet devrine kadar devam etti. Don ve Volga nehirlerini birleştirmeyi amaçlayan kanal projesi ile Süveyş kanalı teşebbüsünün mimarı olan Sokullu’nun 1579’daki ölümü ile Osmanlı Devleti büyük bir yara almıştır. Özellikle III.Murat’ın oğlu III.Mehmet›in (1595-1604), hükümet işlerini annesine bırakıp, bir köşeye çekilmesi Osmanlı›yı XVII. yüzyılda daha kötü yılların bekleyeceğinin âdeta habercisi idi. III. Mehmet zamanında Avusturya’ya karşı devam ettirilen savaşlarda Eğri, Kanije ve Haçova zaferleri elde edilmişse de I. Ahmet (1604-1617), Zitvatorok Antlaşmasını imzalayarak (1606), Osmanlının, Avrupa’daki üstünlüğünün sona erdiğini bir anlamda kabul ediyordu. Her ne kadar ele geçen topraklar bu anlaşmayla Osmanlıda kalıyorsa da, artık iki devletin “eşit” sayıldığı hükme bağlanmıştı. XVI.yüzyıl başlarından itibaren Avusturya ve İran’la girilen uzun savaşlar, ehliyetsiz idareciler, liyakatin yerini iltimas ve rüşvetin alması, buna bağlı olarak devletin askerî ve iktisadî düzeninin temelini Ülkü Ocakları Genel Merkezi 249 www.ulkuocaklari.org.tr 4. Duraklama Dönemi ve Son Başarılar Ülkü Ocakları Eğitim Programı oluşturan timar sisteminin bozulmaya başlaması, devletin güç ve otoritesini, halkın huzur ve asayişini güvenliğini sarsmıştır. XVII. yüzyıla girilirken bu olumsuz şartlar, anarşinin artmasına sebep olmuştur. Merkez ve taşra teşkilâtında görülen bozulmalar, pek çok isyanın çıkmasını ve dolayısıyla devlet nizamının sarsılmasını beraberinde getirmiştir. Bu isyanları üç grupta toplamak mümkündür; Taşrada çıkan Celalî İsyanları, Eyalet isyanları ve İstanbul merkezli kapıkulu isyanları. Celalî isyanlarının en önemli sebepleri, yukarıda da belirttiğimiz gibi, devletin uzayan savaşlara bağlı olarak azalan gelirlerini karşılayabilmek için vergileri artırması, timar sistemindeki bozulmalar ve köylünün artan vergilere karşı huzursuzlukları idi. Halkın devlete olan güveninin sarsılması, isyancıların gücünü daha da artırıyordu. Kalenderoğlu, Karayazıcı, Deli Hasan gibi Celâlîlerin isyanlarına, medrese öğrencisi suhteler ve başıboş leventlerin isyanları da eklenince, devlet isyanları bastırmada oldukça zorlandı. Bu isyanlar yüzünden özellikle Anadolu’da dirlik ve düzenlik kalmadığı gibi, iktisadî durum da oldukça bozulmuştur. Yine bu otorite boşluğu nedeniyle Erzurum ve Sivas gibi yerlerin valileri ile Yemen, Bağdat, Eflâk, Boğdan gibi bağlı eyaletlerin yerli yöneticileri de isyan etmişlerdi. İstanbul›daki yeniçerilerin ulûfelerini zamanında alamamalarını bahane ederek çıkardıkları isyanlar doğrudan sarayı hedef almıştır. Fesat yuvası hâline gelen Yeniçeri Ocağı›nı düzenlemek isteyen II. Osman (1618-1622) yeniçerilerin hışmına uğramış, isyancılar sarayı basmıştır. Yeniçeriler, Genç Osman›ı tahttan indirerek yerine, III. Mehmet›in kardeşi I.Mustafa›yı getirmişler ve bununla da kalmayarak, Genç Osman›ı Yedikule Zindanlarında katletmişlerdir. Bu olay yeniçerilerin bir padişahı tahttan düşürüp, katletmelerinin ilk örneği olması açısından dikkat çekicidir. Yeniçerilerin başa geçirdiği I.Mustafa’nın bir yıl sonra ölmesiyle, Osmanlı tahtına IV. Murat geçer (1623-1640), genç padişah, hâkimiyetinin ilk on yılında devlet idaresindeki inisiyatifi valide Kösem Sultan’a bırakmış ve güçlenene kadar fesat çıkaranlara karşı tedbirli davranmıştır. Ancak saraydaki huzursuzluk ve Anadolu’da yeniden patlak veren isyanların tehlikeli boyutlara ulaşması üzerine 1632’de duruma müdahale eden IV. Murat, kısa zamanda otoriteyi tesis etmiştir. Sert tedbirlerle nifak çıkaranları, şeyhülislâm ve kardeşleri de dahil, öldürtmekten çekinmemiş, boşalan devlet hazinesini yeniden çeki düzene koymuştur. Toparlanan Osmanlı Devleti, Bağdat’ı ele geçiren İran’a savaş açtı. IV. Murat, ünlü seferiyle Bağdat’ı geri aldı (1638). İran ile yapılan Kasr-ı Şirin Antlaşmasıyla (1639), bugünkü sınırlara yakın olan Türk-İran sınırı yeniden çizildi. 1640’ta, IV. Murat’ın ölmesi üzerine yerine kardeşi I. İbrahim geçti (1640-1648). Fakat onun sekiz yıllık saltanatında devlet her açıdan kötülemeye başlamıştı. Sonunda 1648 yılında o da öldürüldü ve çocuk yaştaki IV. Mehmet Osmanlı tahtına çıkarıldı (1648-1687). Harem ve Yeni-çeri Ocağı devlet işlerine istedikleri gibi müdahale eder olmuşlardı. Bu kötü gidiş 1656’da Köprülü Mehmed Paşa’nın sadrazamlık vazifesine getirilmesine kadar devam etti. Köprülü Mehmet Paşa ve onun ailesinden olan diğer sadrazamlar XVIII. yüzyıl başlarına kadar Osmanlı Devleti’nin idaresinde belirleyici bir rol oynamışlardır. Köprülüler Devri olarak bilinen bu dönemde geçici de olsa bir istikrar sağlanmış ve Osmanlılar son fetihlerini bu devirde gerçekleştirebilmişlerdir. Köprülü Mehmet Paşa, içerde sükûneti sağladığı gibi, Venediklilerin eline geçmiş olan Bozcaada ve Limni’yi geri alıp, Çanakkale Boğazı’nı ablukadan kurtardı. Köprülü Mehmet 250 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Paşa öldüğünde, padişah yine geniş yetkilerle oğlu Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’yı sadarete getirdi (1661). Erdel işlerine karışan Avusturya›ya karşı başlatılan savaşta Fazıl Ahmet Paşa, Uyvar’ı fethetti. Avusturya yapılan anlaşmayla, Erdel ile Uyvar ve Neograt kalelerinin Osmanlı hâkimi-yetinde olduğunu kabul etti. Uzun süredir kuşatılan, Venedik’in elindeki Girit, Kandiye Kalesi’nin düşmesiyle Osmanlı hâkimiyetine girdi(1669). Lehistan’a yapı-lan sefer sonucunda Podolya da Osmanlı topraklarına katıldı (1676). Büyük başarılara imza atan Fazıl Ahmet Paşa’nın genç yaşta ölmesi üzerine, IV. Mehmet, Köprülü’nün damadı Kara Mustafa Paşa’yı sadrazamlığa getirdi (1676). XVI.yüzyıl başlarından itibaren Avusturya ve İran’la girilen uzun savaşlar, ehliyetsiz idareciler, liyakatin yerini iltimas ve rüşvetin alması, buna bağlı olarak devletin askerî ve iktisadî düzeninin temelini oluşturan tımar sisteminin bozulmaya başlaması, devletin güç ve otoritesini, halkın huzur ve asayişini güvenliğini sarsmıştır. XVII. yüzyıla girilirken bu olumsuz şartlar, anarşinin artmasına sebep olmuştur. Merkez ve taşra teşkilâtında görülen bozulmalar, pek çok isyanın çıkmasını ve dolayısıyla devlet nizamının sarsılmasını beraberinde getirmiştir. Bu isyanları üç grupta toplamak mümkündür; Taşrada çıkan Celalî İsyanları, Eyalet isyanları ve İstanbul merkezli kapıkulu isyanları. Celalî isyanlarının en önemli sebepleri, yukarıda da belirttiğimiz gibi, devletin uzayan savaşlara bağlı olarak azalan gelirlerini karşılayabilmek için vergileri artırması, tımar sistemindeki bozulmalar ve köylünün artan vergilere karşı huzursuzlukları idi. Halkın devlete olan güveninin sarsılması, isyancıların gücünü daha da artırıyordu. Kalenderoğlu, Karayazıcı, Deli Hasan gibi Celâlîlerin isyanlarına, medrese öğrencisi suhteler ve başıboş leventlerin isyanları da eklenince, devlet isyanları bastırmada oldukça zorlandı. Bu isyanlar yüzünden özellikle Anadolu’da dirlik ve düzenlik kalmadığı gibi, iktisadî durum da oldukça bozulmuştur. Yine bu otorite boşluğu nedeniyle Erzurum ve Sivas gibi yerlerin valileri ile Yemen, Bağdat, Ülkü Ocakları Genel Merkezi 251 www.ulkuocaklari.org.tr Kara Mustafa Paşa, Çehrin›i ele geçirdi (1678). Bu zaferden sonra, Ruslar, Dinyeper nehrinin sağında kalan toprakları Osmanlılara bırakmak zorunda kaldıkları ilk anlaşmayı Türklerle yapmıştır (1681). Zaferlerin devamı getirerek Osmanlı’yı yeniden Avrupa’daki en geniş sınırlara ulaştırmak isteyen Kara Mustafa Paşa, Orta Macaristan’da, Katolik Avusturya’ya karşı isyan eden Protestan Macarları himayesine aldı. İmre Tököli Osmanlılar tarafından Orta Macaristan kralı olarak tanındı. Mustafa Paşa, büyük bir orduyla Viyana’ya sefer düzenledi. Kanuni’nin ele geçiremediği Avusturya’nın merkezi Viyana’ya karşı başlatılan bu ikinci sefer boyunca Osmanlılar hiçbir direnmeyle karşılaşmadılar. 1683’te kuşatma başladığında, Avusturya imparatoru çoktan şehri terk etmişti. Ancak kuşatmanın uzun sürmesi, Lehistan ve Alman askerlerinin, şehrin imdadına yetişmesiyle neticelendi. İki ateş arasında sıkışan Kara Mustafa Paşa, büyük bir bozguna uğradı. (12 Eylül 1683). Osmanlılar Belgrat’a kadar geri çekilmek zorunda kaldı. Viyana bozgunu, sadrazamın Belgrat’ta hayatına mal olmuştu. Osmanlı devletine karşı Avusturya, Lehistan, Malta, Venedik ve son olarak Rusların katıldığı(1696) büyük bir ittifak oluşturuldu. Osmanlılar dört cephede bu ittifaka karşı mücadele verdiği sırada, içte de huzursuzluk artmaktaydı. IV. Mehmet tahttan indirilmesiyle yerine II. Süleyman (1687-1691), II.Ahmet (1691-1695) devirlerinde huzursuzluk devam etti. Bu dönemde yine bir Köprülüzade olan Fazıl Mustafa Paşa, ordu ve maliyeyi düzene koymaya yönelik başarılı icraatlerde bulunmuş ise de aynı aileden Hüseyin ve Nu’man Paşalar, sadaret makamında başarı sağlayamamışlardı. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Eflâk, Boğdan gibi bağlı eyaletlerin yerli yöneticileri de isyan etmişlerdi. İstanbul›daki yeniçerilerin ulûfelerini zamanında alamamalarını bahane ederek çıkardıkları isyanlar doğrudan sarayı hedef almıştır. Fesat yuvası hâline gelen Yeniçeri Ocağı’nı düzenlemek isteyen II. Osman (1618-1622) yeniçerilerin hışmına uğramış, isyancılar sarayı basmıştır. Yeniçeriler, Genç Osman’ı tahttan indirerek yerine, III. Mehmet’in kardeşi I.Mustafa’yı getirmişler ve bununla da kalmayarak, Genç Osman’ı Yedikule Zindanlarında katletmişlerdir. Bu olay yeniçerilerin bir padişahı tahttan düşürüp, katletmelerinin ilk örneği olması açısından dikkat çekicidir. Yeniçerilerin başa geçirdiği I.Mustafa’nın bir yıl sonra ölmesiyle, Osmanlı tahtına IV. Murat geçer (1623-1640), genç padişah, hâkimiyetinin ilk on yılında devlet idaresindeki inisiyatifi valide Kösem Sultan’a bırakmış ve güçlenene kadar fesat çıkaranlara karşı tedbirli davranmıştır. Ancak saraydaki huzursuzluk ve Anadolu’da yeniden patlak veren isyanların tehlikeli boyutlara ulaşması üzerine 1632’de duruma müdahale eden IV. Murat, kısa zamanda otoriteyi tesis etmiştir. Sert tedbirlerle nifak çıkaranları, şeyhülislâm ve kardeşleri de dahil, öldürtmekten çekinmemiş, boşalan devlet hazinesini yeniden çeki düzene koymuştur. Toparlanan Osmanlı Devleti, Bağdat’ı ele geçiren İran’a savaş açtı. IV. Murat, ünlü seferiyle Bağdat’ı geri aldı (1638). İran ile yapılan Kasr-ı Şirin Antlaşmasıyla (1639), bugünkü sınırlara yakın olan Türk-İran sınırı yeniden çizildi. 1640’ta, IV. Murat’ın ölmesi üzerine yerine kardeşi I. İbrahim geçti (1640-1648). Fakat onun sekiz yıllık saltanatında devlet her açıdan kötülemeye başlamıştı. Sonunda 1648 yılında o da öldürüldü ve çocuk yaştaki IV. Mehmet Osmanlı tahtına çıkarıldı (1648-1687). Harem ve Yeniçeri Ocağı devlet işlerine istedikleri gibi müdahale eder olmuşlardı. Bu kötü gidiş 1656’da Köprülü Mehmed Paşa’nın sadrazamlık vazifesine getirilmesine kadar devam etti. Köprülü Mehmet Paşa ve onun ailesinden olan diğer sadrazamlar XVIII. yüzyıl başlarına kadar Osmanlı Devleti’nin idaresinde belirleyici bir rol oynamışlardır. Köprülüler Devri olarak bilinen bu dönemde geçici de olsa bir istikrar sağlanmış ve Osmanlılar son fetihlerini bu devirde gerçekleştirebilmişlerdir. Köprülü Mehmet Paşa, içerde sükûneti sağladığı gibi, Venediklilerin eline geçmiş olan Bozcaada ve Limni’yi geri alıp, Çanakkale Boğazı’nı ablukadan kurtardı. Köprülü Mehmet Paşa öldüğünde, padişah yine geniş yetkilerle oğlu Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’yı sadarete getirdi (1661). Erdel işlerine karışan Avusturya›ya karşı başlatılan savaşta Fazıl Ahmet Paşa, Uyvar’ı fethetti. Avusturya yapılan anlaşmayla, Erdel ile Uyvar ve Neograt kalelerinin Osmanlı hâkimiyetinde olduğunu kabul etti. Uzun süredir kuşatılan, Venedik’in elindeki Girit, Kandiye Kalesi’nin düşmesiyle Osmanlı hâkimiyetine girdi(1669). Lehistan’a yapı-lan sefer sonucunda Podolya da Osmanlı topraklarına katıldı (1676). Büyük başarılara imza atan Fazıl Ahmet Paşa’nın genç yaşta ölmesi üzerine, IV. Mehmet, Köprülü’nün damadı Kara Mustafa Paşa’yı sadrazamlığa getirdi (1676). Kara Mustafa Paşa, Çehrin›i ele geçirdi (1678). Bu zaferden sonra, Ruslar, Dinyeper nehrinin sağında kalan toprakları Osmanlılara bırakmak zorunda kaldıkları ilk anlaşmayı Türklerle yapmıştır (1681). Zaferlerin devamı getirerek Osmanlı’yı yeniden Avrupa’daki en geniş sınırlara ulaştırmak isteyen Kara Mustafa Paşa, Orta Macaristan’da, Katolik Avusturya’ya karşı isyan eden Protestan Macarları 252 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı himayesine aldı. İmre Tököli Osmanlılar tarafından Orta Macaristan kralı olarak tanındı. Mustafa Paşa, büyük bir orduyla Viyana’ya sefer düzenledi. Kanuni’nin ele geçiremediği Avusturya’nın merkezi Viyana’ya karşı başlatılan bu ikinci sefer boyunca Osmanlılar hiçbir direnmeyle karşılaşmadılar. 1683’te kuşatma başladığında, Avusturya imparatoru çoktan şehri terk etmişti. Ancak kuşatmanın uzun sürmesi, Lehistan ve Alman askerlerinin, şehrin imdadına yetişmesiyle neticelendi. İki ateş arasında sıkışan Kara Mustafa Paşa, büyük bir bozguna uğradı. (12 Eylül 1683). Osmanlılar Belgrat’a kadar geri çekilmek zorunda kaldı. Viyana bozgunu, sadrazamın Belgrat’ta hayatına mal olmuştu. Osmanlı devletine karşı Avusturya, Lehistan, Malta, Venedik ve son olarak Rusların katıldığı(1696) büyük bir ittifak oluşturuldu. Osmanlılar dört cephede bu ittifaka karşı mücadele verdiği sırada, içte de huzursuzluk artmaktaydı. IV. Mehmet tahttan indirilmesiyle yerine II. Süleyman (1687-1691), II.Ahmet (1691-1695) devirlerinde huzursuzluk devam etti. Bu dönemde yine bir Köprülüzade olan Fazıl Mustafa Paşa, ordu ve maliyeyi düzene koymaya yönelik başarılı icraatlarda bulunmuş ise de aynı aileden Hüseyin ve Nu’man Paşalar, sadaret makamında başarı sağlayamamışlardı. II. Mustafa (1695-1703), Viyana bozgunu ve ardından gelen toprak kayıplarını önlemek amacıyla üç kez Avusturya’ya sefer düzenledi, ilk iki seferde kısmen başarı sağlandıysa da son seferde Osmanlı ordusu Zenta denilen yerde bozguna uğradı. Bunun üzerine İngiltere’nin araya girmesiyle Osmanlılar, ittifak güçleriyle Karlofça Antlaşması’nı imzalamak zorunda kaldı (26 Ocak 1699). 25 yıl için geçer olacak bu anlaşma sonunda, Avusturya’ya Macaristan’ın büyük bir bölümü ve Erdel, Venediklilere Dalmaçya kıyıları ve Mora, Lehistan›a ise Podolya ve Ukrayna bırakılıyordu. Rusya ile yapılan üç yıllık ayrı bir anlaşma ile de Azak Kalesi Ruslara terk ediliyor ve onların İstanbul’da daimî bir elçi bulundurmaları kabul ediliyordu. Karlofça Antlaşması, Osmanlıların toprak kaybıyla neticelen şimdiye kadar imzaladıkları en ağır anlaşma idi. Temeşvar ve Belgrat düştü. Osmanlılar Pasarofça Antlaşmasını imzalayarak (1718), Temeşvar ve Belgrad ile birlikte Küçük Eflâk ve Kuzey Sırbistan’ı Avusturya’ya bıraktı. Dalmaçya kıyılarındaki bazı kalelerin Venedik›e terki mukabilinde Mora muhafaza edildi. Osmanlılardın Balkanlar ve Orta Avrupa seferleri için staratejik bir mevkiide olan Belgrat’ın düşmesi, ağır sonuçlar doğurmuştur. Avusturya, Belgrat’tan Balkan içlerine sarkmakta daha başarılı olacaktır. Lâle Devri: Pasarofça Antlaşması neticesinde ortaya çıkan barışı iyi kullanmak isteyen Osmanlılar, artık Avrupa karşısında savunma durumunda kalacağını anladığından, Balkanlardaki sınır kalelerini tahkim etme, bölge halkını yanında tutmak için vergileri azaltma siyaseti uygulamaya ağırlık Ülkü Ocakları Genel Merkezi 253 www.ulkuocaklari.org.tr I. Edirne Vakası adı verilen bir ayaklanma ile Osmanlı tahtına III. Ahmet geçirildi (1703-1730). Rusya bu dönemde hem Doğu Avrupa hem de Karadeniz istikametinde topraklarını genişletme gayesini gütmekteydi. Poltova yenilgisinden sonra Osmanlılara sığınan İsveç Kralı XII. Şarl, iki ülke arasında yeniden bir savaşın başlaması için bir vesile oldu. Bu savaş ile Osmanlılar, Karlofça’da kaybettikleri toprakları tekrar kazanma fırsatını bulacaktı. Nitekim Prut’ta sıkıştırılan Ruslar (1711), anlaşma yaparak, Azak›ı terk etmek zorunda kaldılar. Karadağ›da isyan çıkartan Venedik›e karşı açılan savaşlarda ise işgal altındaki Mora kurtarıldı. (1715). Bu başarılar üzerine, sıranın kendisine geldiğini düşünerek harekete geçen Avusturya, Osmanlıları yenilgiye uğrattılar. Ülkü Ocakları Eğitim Programı vermekteydi. Damat İbrahim Paşa, Osmanlılara üstünlük kurmuş olan Avrupa’yı her yönüyle tanımak için Avrupa başkentlerine elçiler göndertti. 1718-1730 yılları arasındaki bu dönem, sanatta lâle motifinin işlenmesi sebebiyle “Lâle Devri” adıyla anılmaktadır. Bu dönemde matbaa açılması, çini ve kumaş fabrikası kurulması gibi bazı müspet yenilikler yapılmışsa da, III. Ahmet ve saray çevresinin şaşalı eğlenceleri ve harcamaları huzursuzluğu artırmaktaydı. Damat İbrahim Paşa’nın, İran’a karşı başlatılan savaşta (1722) kesin netice alamaması ve uzayan savaş esnasında Tebriz’in sadrazamın gizli emriyle İran’a terk edildiği haberi, muhalefetin harekete geçmesine yetti. Patrona Halil Ayaklanması’nın patlak vermesiyle bu dönem sona eriyordu. Damat İbrahim Paşa ve yakınlarıyla Sultan III. Ahmet asiler tarafından katledildiler (1730). Bu olayın ardından III.Ahmet’in yeğeni I. Mustafa hükümdarlığa getirildi. (1730-1754). Kafkaslardaki sınır olaylarını bahane eden Rusya, Kırım Tatarlarına karşı büyük bir saldırı başlattı. Azak ve Bahçesaray Rusların eline geçti (1739). Fransa’nın da teşvikiyle Osmanlılar, Rusya’ya karşı savaş ilân etti. Rusya’nın yanında savaşa katılan Avusturya da, Eflâk ve Boğdan’a girmişti. Osmanlılar iki cephede de büyük başarılar kazandılar. Prusya, Fransa ve İsveç’in Osmanlılara yakınlaşması, Osmanlılar karşısında ummadıkları bir yenilgi tadan Rusya ve Avusturya’yı barış yapmaya zorladı. Bu savaş sırasında tekrar Osmanlıların eline geçen Belgrat’ta bir anlaşma imzalandı (18 Eylül 1739). Belgrat Anlaşmasıyla, Avusturya, Pasarofça barışıyla elde ettikleri tüm topraklardan geri çekildiler. Ruslar da Azak’ı terk ederek bölgedeki kıyı ve deniz ticaretinin Osmanlı gemileriyle yapılmasını kabul etti. Bu anlaşma geçici de olsa Osmanlıların toparlanmasını sağlamıştır. Savaşta Türklerin tarafını tutan Fransa’yla, Kanuni döneminde tanınan imtiyazları genişleten ve süre tahdidi koymayan yeni bir kapitülâsyon antlaşması imzalanmıştır (1740). Damat İbrahim Paşa zamanında başlayan İran savaşları Lâle Devri’nden sonra da devam etmekteydi. Ruslar, çöküş dönemine giren Safavilerin elindeki Azerbaycan ve Dağıstan’ı işgal etmişlerdi. Şirvan halkının talebi üzerine Osmanlılar duruma müdahale etmiş, iki ülke arasında çıkabilecek savaş Fransa›nın araya girmesiyle önlenmişti. Rusya›nın kuzeydeki işgaline karşın Osmanlılar da Güney Azerbaycan›ı topraklarına kattılar. Şah Tahmasp 1732’de Osmanlılar ile barış yaptı. Bu durumu kabullenemeyen Afşar Nadir Bey, Şah Tahmasp’ı devirerek kendi hâkimiyetini ilan etti (1736). Osmanlılar bazı toprakları Nadir Han’a bırakmaya razı oldu. Her iki taraf için de yıpratıcı olan bu uzun savaşlar, Kasr-ı Şirin antlaşmasıyla çizilen sınırların aynen kabul edildiği 1746 anlaşmasıyla son bulmuştur. I. Mahmut döneminde, başarılı savaşların yanı sıra, ordu içinde de yeni düzenlemelere gidilmiştir. Aslen Fransız olup Osmanlı hizmetine girerek beylerbeyi olan Ahmet Paşa, Humbaracı Ocağı’nı kurarak (1734), batı savaş tekniklerini burada hayata geçirmiş idi. I.Mahmut’un üvey kardeşi III.Osman’ın (17541757) yerine geçen, amcaoğlu III. Mustafa (1757-1773) zamanında da ordu içerisinde bazı ıslahatlar devam ettirilmiştir. Nitekim onun döneminde Tophane ıslah edilerek yeni ve güçlü toplar dökülmüş, donanma yenilenmiştir. Ancak, Rusya ile başlayan harpler bu yeniliklerin yeterli olmadığını gösterecektir. 254 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı 5. Gerileme Dönemi ve Gerilemeyi Durdurma Çabaları 1764 yılında Rusya, Osmanlıların toprak bütünlüğünü garanti ettiği Lehistan’ı işgal etmiş ve kaçan mülteciler Osmanlı sınırını geçen Ruslar tarafından katledilmiştir. Bu olay üzerine Osmanlı Devleti Rusya’ya savaş ilân etmiştir(1768). Ruslar, Baserabya ve Kırım’ı işgal ettikleri gibi, İngilizlerin de yardımıyla, Baltık filosonu Akdeniz’e göndererek, Mora Rumlarını isyana teşvik etmişler ve Çeşme’de demirli Osmanlı donanmasını gafil avlayarak, gemileri yakmışlardır. Bu arada Mısır’da da bir isyan hareketi başlamıştır. Ruscuk ve Silistre önlerinde Osmanlı kuvvetlerinin mevzii başarılar kazanmasının ardından II. Katerina, Lehistan işini halletmeyi plânladığından Osmanlılarla anlaşma yapmayı kabul etmiştir. I.Abdulhamit’in (1773-1789) başa geçmesinden sonra imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması ile (21 Temmuz 1774) Kırım Hanlığı Osmanlıdan kopartılarak sözde bağımsız bir devlet olmuş, Baserabya, Eflâk, Boğdan Osmanlılarda kalmış, ancak Azak ve Kabartay bölgesi Rus hâkimiyetine geçmiştir. Ruslar bu anlaşmayla İngiltere ve Fransa›ya tanınan kapitülâsyonları da kazanmış ve her yerde konsolosluk açma hakkını elde ederek, Osmanlının iç işlerine karışabileceği bir ortamı kendine hazırlamıştır. Nitekim 1783›te Kırım›ı işgal ve ilhak eden Rusya, Karadeniz›e hâkim olarak, sıcak denizlere inme politikasını gerçekleştirme yönünde büyük bir adım atmış, Ortadoksları himaye bahanesiyle de Balkanlardaki nüfuzunu kuvvetlendirmiştir. 6. 19. Yüzyılda Osmanlı Devletinde Islahat Çabaları a-Nizam-ı Cedit İyi bir eğitim görmüş olan III. Selim bu barış döneminden faydalanarak, devlet içinde, özellikle askerî alanda, ıslahatlar yapmak istiyordu. Bu maksatla, Nizâm-ı Cedit adı verilen ilk ıslahat hareketiyle, yeni bir ordu kurdu(1793). Yeniçeri Ocağı’nı kaldıramayacağını bildiğinden, öncelikle Nizâm-ı Cedid Ülkü Ocakları Genel Merkezi 255 www.ulkuocaklari.org.tr Rusya’nın nihaî amacı, İstanbul’u ele geçirerek Bizans’ı yeniden diriltmek idi. İşte bu maksatla, Osmanlı Devleti’ni taksim etmek üzere Avusturya ile gizli bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşmayı haber alan Osmanlı Devleti, Prusya ve İngiltere’nin de tahrikiyle Rusya’ya karşı savaş açtı. Halkın infialine neden olan Kırım’ı geri almak Osmanlının en büyük arzusuydu. Ancak bu savaşa Rusya’nın müttefiki olan Avusturya’nın da katılmasıyla, Osmanlılar iki cephede birden mücadele etmek zorunda kaldılar (1788). Avusturya’ya karşı iki kez savaş kazanıldı. Belgrat ve Banat ele geçirildi. Ancak Rusya’ya karşı doğu cephesinde başarı sağlanamadı. Bu tarihlerde Osmanlı tahtına III. Selim çıkmıştı (1789-1807). III. Selim İsveç ile bir anlaşma yaparak Rusya’ya karşı bir müttefik kazanmıştı. Ancak Rusya Bükreş ile Küçük Eflâk’ı almış, ardından da Belgrat ve Bender düşmüştü. 1790›da Avusturya İmparatoru II.Joseph ölünce iç ayaklanmalar baş göstermiş ve Fransız ihtilalinin etkileri bu ülkede de hissedilmeye başlanmıştı. Bunun üzerine yeni İmparator II.Leopold, Ziştovi anlaşmasını imzalayarak Osmanlılarla olan savaşı sona erdirdi (1791). Bu anlaşma mevcut statükoyu muhafaza eden maddelerden ibaretti. Rusya ile de, İspanya’nın aracılığıyla Yaş Barış Antlaşması imzalandı (1792). Rusya’nın savaş sırasında işgal ettiği yerlerden sadece Özi, anlaşmayla verilmiş oluyordu. Hem Avusturya hem de Rusya bu anlaşmalarla, Fransa ve Lehistan’daki gelişmelere dikkatlerini verirken, Osmanlı Devleti de gerekli ıslahatları yapmak için bir soluklanma zamanı bulabilecekti. Ülkü Ocakları Eğitim Programı denilen bu orduyu batılı tarzda düzenleyip, başarısını kanıtlamak gerekliydi. Ancak bundan sonra Yeniçeri Ocağı lağvedilebilirdi. Fakat kendileri aleyhine ortaya çıkan gelişmelerden endişe duyan Yeniçeriler, bazı devlet adamlarını da yanlarına çekerek yeniliklere karşı çıktılar ve isyan ettiler. Üstelik bu arada Napolyon Bonapart, bir orduyla Mısır’ı işgale başlamıştı (1798). Osmanlılar, Rusya, İngiltere ve Sicilya’nın da menfaatlerine dokunan Fransız işgaline karşı harekete geçti. Ehramlar savaşıyla, Mısır’ı ele geçirip, kuzeye yönelen Bonapart, Akka’da Osmanlı savunmasını geçemedi (1799). Kuşatmayı kaldıran Napolyon geri dönerken, yerine bıraktığı ordu komutanları da mağlûp edildiler. Neticede Fransızlar Mısır’ı terk etmek zorunda kaldı(1801). Fransa’yı barışa zorlayan önemli bir sebeplerden birisi de, Akdeniz’de Rus ve Türk donanmalarının iş birliği yapmaları, İngiltere’nin Fransız savaş ve ticaret gemilerini taciz etmesiydi. Fransa’nın Akdeniz ve Orta Doğu’daki ticarî menfaatlerinin zedelenmesi onları barışa zorlamaktaydı. 1802’de imzalanan anlaşmayla Fransa bölgede yine ticaret yapma güvencesi almış ve kapitülâsyon hakkını elde etmiştir. Bu olayı bahane ederek Akdeniz’e inen Rus donanması, Osmanlı donanmasıyla birlikte Fransa’nın elindeki bazı adaları ele geçirmiş idi. Fakat halk, ebedî düşman olarak gördüğü Rusya ile iş birliği yapılmasına büyük tepki göstermiş ve bunun sonunda III. Selim’e ve ıslahatlarına karşı cephe genişlemişti. Üstelik Napolyon’un, Orta Doğu’da Araplara yönelik propagandasının da etkisiyle bölgede bazı isyanlar çıkmıştı. Böylece Bulgaristan ve Sırbistan’da çıkan isyanlara bir de Suriye’de ve Hicaz’da çıkan isyanlar eklenmiş oluyordu. Vehhabiler ayaklanarak, 1803-1804’te Mekke ve Medine’yi ele geçirmişlerdi. Osmanlıların tekrar Fransa ile yakınlaşmaları, İngiliz ve Rusları harekete geçirmiş ve sonunda Rusya Eflak ve Boğdan’ı işgal etmişti. Bu savaş sürerken Nizâm-ı Cedit’in Rumeli’’ye de kaydırılmasından memnun olmayan isyancılar Şehzade Mustafa’nın tahrik ve teşvikiyle birleşerek İkinci Edirne Vak’ası denilen büyük bir ayaklanma başlatmışlardı (1806). Neticede İstanbul’da patlak veren Kabakçı Mustafa İsyanı III. Selim’in sonunu hazırladı. Saraya giren isyancılar III. Selim’i tahttan indirerek yerine IV. Mustafa’yı tahta geçirdiler (29 Mayıs 1807). Nizâm-ı Cedid lağvedildi. Fakat III. Selim’e bağlı olan Ruscuk bayraktarı Mustafa, yenilik taraftarlarıyla birleşerek, karşı darbede bulundu. Amacı III. Selim’i yeniden tahta çıkarmaktı. IV. Mustafa’nın, sabık padişahı öldürttüğünün öğrenilmesi üzerine, kardeşi II.Mahmut başa geçirildi (28 Temmuz 1808). Alemdar Mustafa Paşa sadareti üslenerek, III. Selim’in başlattığı ıslahatları devam ettirmeye çalıştı. Nizâm-ı Cedit’i, Sekbân-ı Cedit adı ile yeniden canlandırdı. Ancak ulemayı ve yeniçerileri memnun edemeyen Alemdar Mustafa Paşa, 1809’da çıkan bir isyanda öldü. II.Mahmut ve Islahat Hareketleri: II. Mahmut devri (1808-1839), hem gerçekleştirilen yenilik hareketleri ile hem de etnik ve siyasî isyanlarıyla Osmanlı Devleti’nin yol ayrımına girdiği bir dönemi ifade eder. II. Mahmut, öncelikle orduyu baştan aşağı düzenlemek ile işe başladı. Yeniliklere karşı çıkan Yeniçeri Ocağı bir nizamname ile ortadan kaldırıldı. Vak’a-yı Hayriye olarak adlandırılan bu köklü değişiklikle (15-16 Haziran 1826), yeni bir ordu oluşturuldu. Ancak yeniçeriler bu düzenlemeye boyun eğmeyerek isyan ettiler. Sadrazam’ın sarayını basan yeniçeriler sadrazamın ve ıslahatçıları başlarını istediler. Ancak At Meydanı’nda toplanan yeniçeriler dağıtıldı, ocakları bombalandı. Böylece Avrupa tarzında yeni bir ordunun kurulması yönündeki en büyük engel ortadan kaldırılmış oluyordu. II. Mahmut hükûmet teşkilâtında da değişikliklere giderek kabine ve nezaret (bakanlık) usulünü benimsedi. 1836 256 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı yılında Dahiliye ve Hariciye Nazırlıkları kuruldu. Avrupa devletleri ile A.B.D ile ticarî anlaşmalar yapıldı. İktisadî ve adlî sistemde değişikliklere gidildi. Avrupa tarzında eğitim veren rüştiyeler, Harbiye ve Tıbbiye okullarının açılması vb. gibi eğitim alanında da ıslahatlar gerçekleştirildi. Fakat, kimi şeklî, kimi öze yönelik bu yenilikler devletin içinde bulunduğu zorlukları aşmasına yetmediği gibi, Osmanlı coğrafyasındaki parçalanma II.Mahmut döneminde daha da hissedilir hale geldi. Sırp ve Yunan İsyanları: Fransız İhtilâli›nin getirdiği milliyetçi fikirlerle temellendirilen ancak, daha ziyade arkasında Rusya ve diğer Avrupa devletlerinin teşvik ve tahriki olan etnik ve mahallî isyanlar bu dönemde alevlendi. III.Selim zamanında isyan eden Sırplar, 1812 Bükreş Antlaşması ile bazı imtiyazlar almalarına rağmen, yeniden ayaklandılar. Yeniçeri Ocağının kaldırıldığı tarihlerde Sırplarla kısmî bir anlaşmaya varıldı. Ancak 1830’da bir hatt-ı şerif ile Sırbistan’ın Osmanlı hâkimiyetinde bir prenslik olarak varlığı kabul edildi. Rusya’nın XIX. yüzyıla girerken Osmanlıya karşı sürdürdüğü savaşların altında Balkanları ve özellikle Rumları Osmanlı Devleti’nden koparmak yatıyordu. Nitekim Odessa’da yeniden örgütlendirilen Etnik-i Eterya adlı cemiyetin başkanlığına Yunan İsyanı sırasında Çar I.Alexsandre’ın yaveri Prens İpsilanti getirilmişti. Yapılan plana göre Yunanistan, Yanya ve Tuna civarında isyanlar çıkarılacaktı. İpsilanti 1821’de Romanya’ya geçerek Ortodoksları ayaklandırmaya çalıştı fakat başarılı olamadı. Çar, Türklere yenilerek Macaristan’a kaçacak olan İpsilanti›yi desteklemekten vazgeçti. Bu sırada Mora’da da Patras başpiskoposu isyan etmişti (25 Mart 1821). 1822’de Yunanlılar bağımsız olduklarını ilân ettiler, Mora’da ve adalarda çok sayıda Türk’ü katlettiler. Rusya ve Avrupa bu isyanı gayriresmî yollardan desteklemekteydiler. Mehmet Ali Paşa İsyanı ve Mısır Meselesi: Mora’nın elden çıkmasıyla, oğlu İbrahim’in Mora valisi olma ümidini kaybeden Mısır Valisi M.Ali Paşa, II.Mahmut’tan, yardımlarına karşılık, Suriye’nin idaresini istedi. Bu isteğin reddedilmesi üzerine M.Ali Paşa harekete geçti ve Filistin ile Suriye’ye girdi (1831). Akka ve Şam, oğlu İbrahim tarafından ele geçirildi. İbrahim Paşa, kısa zamanda Anadolu’ya kadar ilerledi. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 257 www.ulkuocaklari.org.tr Girit ve Mora valiliğinin kendisine verilmesini II.Mah-mut’a kabul ettiren Mehmet Ali Paşa bu isyanı bastırmakla görevlendirildi. 1822’de Girit’e, 1824-25’te Mora’ya girildi. Bu gelişme karşısında Rusya, Fransa ve İngiltere aralarında anlaşarak (1827), Yunanistan’ın özerk bir prenslik olarak kabul edilmesi hususunda Osmanlıları sıkıştırmak istediler. Türkler bu olayı iç işlerine müdahale olarak kabul edip, teklifi reddetti. Bunun üzerine Osmanlı ve Mısır donanması Navarin’de, bir kaza sonucu (!), yok edildi. Üç ülkeyle ilişkiler kesildi ve 1828’de Rusya, müttefiklerinin desteğiyle Osmanlı Devleti’ne savaş ilân etti. Rus ordusu doğuda Erzurum’u ele geçirdi. Batıda ise Edirne işgal edildi. Padişah, Prusya, Fransa ve İngiltere elçilerini araya sokarak, Londra Protokolünü kabul edeceğini bildirdi. Böylece Edirne Antlaşması (1829) ve ardından Londra Konferansı (1830) imzalandı. Antlaşma ile Prut iki ülke arasında sınır oluyor, Eflâk, Boğdan ile Sırbistan’ın özerkliği kabul ediliyordu. Girit’in Osmanlılarda kalması şartıyla Yunanistan’ın bağımsızlığı da tasdik ediliyordu. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Konya yakınlarındaki savaşta Osmanlı ordusunu yenilgiye uğrattı. Her birinin ayrı hesabı olduğu büyük devletler, telâşlanarak araya girmek istediler. Fransa ve İngiltere’nin anlaşamaması üzerine, Rusya durumdan faydalandı. Zor durumdaki II.Mahmut, Rus ordusunun ve donanmasının İstanbul yakınlarına gelmesine müsaade etti. Rusya’nın kârlı çıkmasından endişelenen Fransa ve İngiltere, II. Mahmut ile anlaşma yapması için M.Ali Paşa’ya baskı yaptılar. Neticede Kütahya Antlaşması imzalandı (1833). Bu anlaşmayla, Mehmet Ali Paşa, Mısır ve Girit’ten başka Şam ve oğlu İbrahim de, Cidde valiliği yanı sıra Adana’yı uhdelerine alacaklardı. Rusya, yardımlarına karşılık II.Mahmut ile Hünkar İskelesi Antlaşması diye bilinen bir anlaşma yaparak, İstanbul’daki durumunu kuvvetlendirmeyi başardı (1833). Anlaşmaya göre Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün garantisi ve gereğinde Osmanlının yardımına koşulması karşılığında Rusya, Boğazların bütün yabancı savaş gemilerine kapatılmasını kabul ettiriyordu. II.Mahmut, Kütahya anlaşmasından memnun değildi. Bu sebeple M.Ali Paşa’ya karşı yeniden harekete geçti. Fakat Osmanlı ordusu Nizip’te bir kez daha yenildi (1839). Üstelik Kaptan Paşa, Osmanlı donanmasını Mısır’a teslim etmişti. Bu arada II. Mahmut ölmüş ve yerine I.Abdulmecit geçmişti (1839-1861). Mısır Meselesi’nin Çözümü ve Boğazlar Meselesi: Rusya’nın Hünkar İskelesi Antlaşmasına dayanarak duruma tek başına müdahale etmesini uygun bulmayan İngiltere ve Fransa yeniden devreye girdiler. Avusturya ve Prusya’nın da katılmasıyla Londra’da bir konferans toplandı (1840). Toplantıda Mehmet Ali Paşa’nın veraset yoluyla Mısır valiliğine sahip olması karşılığında, Suriye’den ve elinde tuttuğu Osmanlı donanmasından vazgeçmesi istendi. Konferans kararlarını M.Ali Paşa’nın tanımaması üzerine İngiltere Suriye limanlarını donanması ile topa tuttu. Nihayet M.Ali Paşa durumu kabul etti. I.Abdulmecit de iki ferman yayımlayarak onun valiliğini onayladı. Ardından İngiltere kendileri aleyhine olan Hünkar İskelesi Antlaşması’nın yürürlükten kaldırılmasını öngören uluslararası bir konferansa ev sahipliği yaptı. Londra Antlaşması ile (Temmuz 1841), İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nın barış zamanında savaş gemilerine kapalı tutulmasının kararlaştırıldığı bir Boğazlar Sözleşmesi imzalandı. Böylece İngiltere, Rusya’nın elinden inisiyatifi almış oluyordu. b-Tanzimat Dönemi Daha önceleri gerçekleştirilmeye çalışılan Islahat Hareketleri, Osmanlı Devleti’nin kendi iradesiyle uygulamaya çalıştığı, içte ve dıştaki başarısızlıklarını önlemeye yönelik yenilikleri ifade etmekteydi. Ancak Avrupa ve Rusya’nın mütemadiyen iç işlerine müdahale etmesi, Osmanlı Devleti’ni, kendi inisiyatifi dışında, yeni tedbirler almaya zorlamaktaydı. Özellikle gayrimüslim unsurları bahane eden devletlerin müdahalelerine fırsat vermemek için idarî ve hukukî düzenlemelere gidilmesi düşünülmekteydi. Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa›nın hazırladığı düzenlemeler, I.Abdülmecit tarafından tasdik edilmişti. 3 Kasım 1839›da I.Abdülmecit «Gülhane Hatt-ı Hümayunu”nu ilan ettirdi. Bu fermanda, dini ve ırkı ne olursa olsun Osmanlı tebaasından olan herkesin eşit olması, herkesin yasalara göre yargılanması, varlığı ölçüsünde vergilendirilmesi ve askerlik süresinin 4-5 yılı geçmemesi gibi hükümler yer alıyordu. Ayrıca Osmanlı Devleti bu dönemde Avrupa tarzına öykünen idarî düzenlemelerde de bulundu. Bu şekilde Avrupa devletlerinin en azından bazılarının, Osmanlı 258 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Devleti’nin toprak bütünlüğüne saygısının kazanılması hedeflenmekteydi. Fakat gelişen siyasî olaylar, bunun o kadar kolay olmayacağını gösterecektir. Şark Meselesi ve Kırım Savaşı: Tanzimat döneminde nispeten sağlanan barış ortamı, Rusya›nın müdahalesiyle tekrar bozulmaya başladı. Balkanlarda panislavist bir politika izleyen Rusya, aynı zamanda “Kutsal Yerler Sorunu”nu ortaya atarak, doğrudan doğruya Osmanlı Devletinin varlığını hedef almaktaydı. Avrupalılar tarafından “Şark Meselesi”, önceleri Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün sağlanması şeklinde düşünülürken, daha sonra bu toprakların paylaşımı sorunu hâline dönüştürüldü. Çünkü Osmanlı Devleti artık bir “hasta adam” idi. Ancak R.Mantran’ın da ifade ettiği gibi, hasta, kendisini iyileştirmeyi amaçlamayan doktorların insafına kalmıştı. Onlar, Avrupa’nın hasta adamının mirasını paylaşma telâşındaydı. Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan sonra Osmanlı topraklarındaki Ortodoksların haklarını koruma rolünü üstlenen Rusya, Kudüs merkezli “Kutsal Yerler”in korunması ve idaresi hususunu da gündeme getirdi. Fransızlarla imzalanan kapitülâsyonlarda, Lâtin din adamlarına Kudüs Kilisesi üzerinde bazı haklar tanınmıştı. Bu madde ve Karadeniz’in tarafsızlığının kabulü, savaşın galibi durumundaki Osmanlılardın aleyhine idi. Nitekim, Eflâk ve Boğdan’ın birleşmesi ve Sırbistan’a yönelik yeni haklar da Paris Antlaşmasıyla tescil edilmişti. c- Islahat Fermanı Henüz Kırım Savaşı sürerken, Viyana’da bir araya gelen İngiltere, Fransa ve Avusturya, Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki farklılıkların her alanda ortadan kaldırılmasını öngören bir fermanı sultanın yayımlamasını, barış için ön şart koşmuşlardı. Paris Antlaşması müzakere edilirken, Ülkü Ocakları Genel Merkezi 259 www.ulkuocaklari.org.tr 1808’den itibaren Rusya’nın baskıları neticesinde onların yerini Ortodoks papazlar almaya başladı. Fransa’nın ve Rusya’nın 1850-51’de Bab-ı Ali’ye bu durum hakkında yaptıkları müracaatlar, kurulan komisyonlarda değerlendirildi ve bazı kararlar alındıysa da hiçbirini memnun edemedi. Bunun üzerine Çar I.Nikola, İngiltere’ye Osmanlı Devleti’ni aralarında paylaşmayı teklif etti ve İngilizlerin sessizliğini koruması üzerine de askerlerini Baserebya ve Lehistan’a çıkarttı. Rus elçisi Mençikof’un aşırı tavizler içeren teklifini reddeden I.Abdülmecit, İngilizlere yakın olan Mustafa Reşit Paşa›yı sadrazamlığa getirdi. Ruslar 26 Haziran 1853›te, Prut’u geçerek, Eflâk ve Boğdan’ı istilâ ettiler. Osmanlı Devleti, Fransa ve İngiltere ile ittifak anlaşması imzaladı. Bu ittifaka Avusturya ve İtalyan birliğini kurmaya çalışan Piyemento hükûmeti de katıldı. İttifak donanması Çanakkale’de mevzilenmişti. Durumdan endişelenen Rusya, askerlerini geri çekmeye başladı. Müttefikler, Rusya’nın Karadeniz’deki gücünü ortadan kaldırmak için, Kırım’a yöneldiler. Rusların en büyük üssü olan Sivastopol, bir yıl süren bir kuşatmanın ardından ele geçirildi (1855). Bu sırada tahta oturan II.Alexandre, barış yapmayı kabul etti. Müttefiklerin yanı sıra Prusya’nın da katıldığı Paris Antlaşması ile (30 Mart 1856), taraflar işgal ettikleri bölgelerden çekilecek, Osmanlıların toprak bütünlüğü ve Boğazların statüsü, Avrupa’nın “kefilliği” altında korunacaktı. Osmanlıların Avrupa Konseyi’ne dahil edilmesi karşılığında ise, sultan yeni bir ıslahat fermanı irat edecekti. Ülkü Ocakları Eğitim Programı müttefiklerin bu istekleri I.Abdülmecit tarafından yerine getirildi ve Islahat Fermanı ilân edildi (18 Şubat 1856). Tanzimat’la kabul edilen hususların esas alındığı bu fermanla, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında eşitlik sağlandığı Avrupa’ya garanti edilmiş oluyordu. Ayrıca iç hukuk alanında ve ticaret hukukunda da yenilikler getiriliyor, Ceza ve medenî hukukun bir bölümü, dinî esaslardan arındırılıyordu. Aslında Tanzimat süreciyle başlayan bu değişiklikler, idari yapılanmada da kendisini hissettirmiştir. 1868’de Şura-yı Devlet ve Divan-ı Ahkam-ı Adliye kurularak buralarda hem Hıristiyanlar hem de Müslümanlar görevlendirilmiştir. Islahat Fermanı ile getirilen düzenlemelerin uygulanması daha çok I.Abdülaziz’in tahta çıkması (1861-1876) ile gerçekleşebilmiştir. Paris Antlaşmasına imza koyan devletler, anlaşma maddesinde de yer aldığı için Islahat Fermanı’nı, Osmanlı Devleti’ne müdahale etmede bir koz olarak kullanmışlardır. Nitekim Fransa, Dürzilerin Katolik Marunilere saldırmasını bahane ederek Lübnan’a asker çıkarmış ve 1871’e kadar orada kalmıştır. Karadağ’da çıkan bir anlaşmazlık yine büyük devletlerin aracılığı ile halledilmiştir (1862). Güçlü devletler tarafından teşvik ve tahrik edilen Balkanlardaki Hristiyan toplulukları, çıkardıkları isyanlar bastırılsa dahi, Osmanlı Devleti’nden yeni haklar elde etmeyi başaracaklardır. Örneğin Sırplar ve Bulgarlar yeni haklar elde etmiş, Eflâk ve Boğdan’ın Romanya adı altında birleşmeleri kabul edilmiştir. Muhtariyet hakları genişletilen Mısır’da, İngiliz-Fransız nüfuz mücadelesi kızışmış, III. Napolyon’un teşebbüsü üzerine, Abdülaziz istemediği hâlde Süveyş Kanalı projesini kabul etmek zorunda kalmış ve kanal 1869’da büyük bir törenle açılmıştır. d- I.Meşrutiyet Dönemi Avrupa devletleri ve özellikle Rusya’nın kışkırttığı topluluklar, bağımsızlıklarını ilân etmek için harekete geçmekteydiler. 1866’da Girit İsyanı çıktı. Yunanistan’a bağlanmak amacıyla başlayan isyan bastırılmasına rağmen, Avrupa devletleri araya girerek sultanın Girit’e yeni bir statü vermesini sağladılar (1868). Rusya tarafından oluşturulan komitalar vasıtasıyla Bulgarlar ayaklandırıldı. Onlara da geniş haklar verildi (1870). Fakat bununla yetinmeyen Bulgarlar, Bosna ve Hersek’teki karışıklıkların ardından yeniden ayaklandılar (1875-76). Bulgar isyanı sert biçimde bastırıldı. Fakat bu sırada Genç Osmanlılar, Abdülaziz’e başlattıkları muhalefeti, mücadeleye dönüştürdüler. Nihayet Mithat Paşa’nın öncülüğündeki yenilikçi idareciler Abdülaziz’i tahttan indirerek yeğeni V.Murat’ı başa geçirdiler(30 Mayıs 1876). Ancak hastalığı sebebiyle üç ay sonra o da tahttan indirilerek, Kanun-ı Esasi’yi ilân edeceğini beyan eden kardeşi II.Abdülhamit Osmanlı tahtına çıkarıldı. Bu arada Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne baskı kurmasını kendi menfaatine aykırı gören İngiltere, Balkanlardaki bunalımı görüşmesi için İstanbul’da uluslar arası bir konferans toplanmasını sağlamıştı. İstanbul Konferans çalışmalarını sürdürürken II.Abdülhamit Meşrutiyet’i ilân etti (23 Aralık 1876). Kurulacak Meclis-i Mebusan’da bütün topluluklar temsil edilebilecekti. Parlâmenter monarşi, İstanbul Konferansı’nın toplanış sebebini tamamen ortadan kaldırmasına rağmen, konferansa katılan devletler, Balkan topluluklarının bağımsızlıklarını istediklerinden bir sonuca varılamadı. Osmanlı Devleti’nin çağrılmadığı Londra’da toplanan bir başka konferansta, büyük devletler isteklerini tekrarladılar. Rusya, 260 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Osmanlı Devleti’ne alınan kararları kabul ettirmek için savaş ilân etti.(Nisan 1877). Tarihimizde “93 Harbi” diye bilinen 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi, askerî ve siyasî bakımdan önemli sonuçlar doğurmuştur. Kanun-ı Esasi’nin kabulü ile açılan Genel Meclis, padişah tarafından seçilen Ayan Meclisi ve halk tarafından seçilen Mebusan Meclisi’nden ibaretti. Londra Konferansı’ndan önce çalışmaya başlayan bu meclis, hükûmet tarafından sunulan teklif ve kanun tasarıların karara bağlayarak ilk dönem çalışmalarını tamamlamıştı. Ancak 93 Harbi’nin sürdüğü sıkıntılı zamanlarda meclisteki azınlık mebusları çalışmaları sekteye uğrattığı gibi, bunalımın artmasını da sağlıyorlardı. Nitekim Gazi Osman Paşa’nın büyük bir kahramanlık göstererek 5 ay savunduğu Plevne’yi aşan Ruslar, Yeşilköy›e kadar ilerlemişlerdi. Doğu›da ise ancak Erzurum önlerinde durdurulmuşlardı. Meclis savaşın gidişatından hükûmeti ve padişahı sorumlu tutarak, siyasî tansiyonu yükseltmekteydi. II. Abdülhamit, devletin ileri gelenleri ve bazı mebuslarla yaptığı toplantıdan bir sonuç alamayınca, Kanun-ı Esasi’nin kendisine verdiği yetkiyi kullanarak, etnik yapısının karışıklığı sebebiyle çalışmaları aksayan meclisi kapattı (14 Şubat 1878). Bu I.Meşrutiyet’in sonu demekti. İngiltere donanmasını harekete geçirdi. Osmanlı Devleti ile yaptığı bir anlaşmayla Kıbrıs›a yerleşti (4 Haziran 1878). Araya giren Bismark, ülkesinde bir konferansa ev sahipliği yaparak hem muhtemel bir savaşı önlemek hem de Almanya’nın menfaatlerini korumak istiyordu. Nitekim Osmanlı Devleti, İngiltere, Fransa, Avusturya, Almanya, İtalya ve Rusya’nın da katıldığı Berlin Kongresi 13 Temmuz 1878’de imzalanan bir anlaşmayla son buldu. Bu anlaşma, artık Rusya’nın yanı sıra, diğer devletlerin de parçalamaya çalıştıkları Osmanlı’dan, kendi paylarını alma anlaşmasıydı. Berlin ve Ayestafanos antlaşmalarında öngörüldüğü gibi, Sırbistan, Karadağ ve Romanya’nın bağımsızlığı onaylandı. Bulgaristan üç bölüme ayrıldı. Bulgaristan Prensliği haricinde müstakil bir Doğu Rumeli eyaleti oluşturuldu. Girit’in statüsüne benzer bir statüyle Makedonya, Osmanlı Devleti’nin elinde kaldı. Yunanistan Tesalya ve Epir’in bir bölümünü aldı. Bosna-Hersek, Avusturya tarafından işgal edildi. Rusya, Kars, Ardahan ve Batum’a sahip oldu. Berlin Kongresi, büyük devletlerin Osmanlı Devleti’ni paylaşma ve ortadan kaldırma arzularının bir neticesi idi. Balkanlarda büyük devletlerin inisiyatifiyle ortaya çıkan küçük devletçikler, bölgede o dönemden günümüze kadar ulaşan siyasî ve etnik çatışmaların piyonları olmaktan öteye gidemediler. Nitekim Avusturya›nın ve Rusya›nın Balkanlarda nüfuzlarını artırmaları, Balkan Savaşları ve I.Dünya Savaşı›nın çıkmasına yol açacaktır. Berlin Kongresi›nin sonuçları kısa zamanda ortaya çıkmaya başlamıştı.Balkanlardan bir pay alamayan Fransa, önceden nüfuz sahasına dahil ettiği Cezayir ile Tunus arasındaki sınır problemini bahane ederek, Tunus’u işgal etti (1881). Fransa ile İngiltere arasında çekişmeye sahne olan Mısır’da, Hidiv İsmail Paşa’ya karşı başlatılan bir askerî ayaklanma ile ortaya çıkan durum İstanbul’da görüşülürken, İngilizler İskenderiye’yi topa tuttu. Osmanlıların karşı çıkmalarına rağmen İngilizler Mısır’ı ele geçirdiler(1882). Bulgaristan Prensliği, Doğu Rumeli’de çıkan isyanı değerlendirerek (1885), bölgeyi kontrolü altına aldı. Osmanlı Devleti Ülkü Ocakları Genel Merkezi 261 www.ulkuocaklari.org.tr Berlin Kongresi ve Balkanlardaki Gelişmeler: İstanbul önlerine kadar gelmiş olan Rusya ile Yeşilköy (Ayastefanos) Antlaşması imzalandı (3 Mart 1878). Bu anlaşmayla, sözde Osmanlı’ya bağlı Dobruca, Doğu Makedonya ve Trakya’yı içine alan Büyük Bulgaristan Prensliği kuruluyor; Romanya, Sırbistan ve Karadağ bağımsızlıklarına kavuşuyordu. Ancak, Rusya’nın genişlemesinden rahatsızlık duyan Avrupa devletlerinin araya girmesiyle bu anlaşma hükümleri yürürlüğe giremedi. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Rusya’nın baskısı sonunda, Kırcaali ve Rodop dışındaki Doğu Rumeli Valiliği›nin Bulgar Prensliği›nin idaresine geçmesini kabul etmek zorunda kaldı (1886). İkinci Meşrutiyet›in ilânı sırasında ise Bulgarlar bağımsızlıklarını ilân ettiler (1908). Bulgar, Yunan ve Arnavutların hak iddia ettiği Makedonya›da çıkan olaylar Osmanlı kuvvetleri tarafından bastırıldı. Fakat, Rusya ve Avusturya devreye girerek Osmanlı hâkimiyetindeki Makedonya’da, ülkelerinden iki gözlemcinin görev yapmasını sağladılar (1893). Megalo İdea adını verdiği Bizans’ı diriltme çabasındaki küçük Yunanistan, 1896’da çıkan isyanı bahane ederek Girit’i ilhaka yeltendi (1896). Osmanlılar Dömeke Meydan Savaşı ile Yunanlıları büyük bir bozguna uğrattılar (1897). Fakat Rusya ve Avrupa devletlerinin müdahalesi ile İstanbul’da toplanan bir konferans ile Girit’te valiliğine Yunan kralının oğlunun getirildiği özerk bir yönetim kurulması, adanın fiilen Yunanistan’a bırakılması anlamına geliyordu. 93 Harbi’nden sonra sun’i bir Ermeni Meselesi ortaya çıkarılmıştı. Osmanlı Devleti’ne bağlılıkları sebebiyle “millet-i sadıka” olarak adlandırılan Ermeniler, önceleri Doğu Anadolu’yu ele geçirmek isteyen Rusya ve ardından İngiltere tarafından kullanılmaya başladılar. Hınçak ve Taşnak tedhiş örgütlerini kurarak, İstanbul ve taşrada terör yaratan bazı Ermeniler özellikle İngilizler tarafından destekleniyorlardı. Doğu’da hiçbir zaman çoğunluk olamayan Ermenilere kurdurulacak bir devlet ile Rusya Akdeniz ve Orta Doğu’ya sızabilecekti. İngiliz himayesindeki bir Ermeni devleti ise aksine bunu önleyebilirdi. Her iki tarafında kullandığı Ermeniler 1889’dan itibaren tedhişe başladılar. Van, Erzurum ve Bitlis’te çıkan olaylar bastırıldı. Ardından başkentte Osmanlı Bankası’na kanlı bir baskın yaparak bankayı işgal ettiler. II. Abdülhamit’e yönelik bir suikast teşebbüsünde bulundular. I.Dünya Savaşı ve İstiklal Harbi yıllarında da Ermeniler devlet aleyhine faaliyetlerini devam ettirmişlerdir. e- II. Meşrutiyet Dönemi I.Meşrutiyet’in kaldırılmasından sonra II. Abdülhamit içte ve dışta meydana gelen olumsuz gelişmelerin de etkisiyle, katı bir yönetim sergilemeye başlamıştı. Meşrutiyet taraftarları da buna karşılık muhalefetlerinin dozunu artırmışlardı. Osmanlılık fikrinin temsilcisi olan Sadrazam Midhat Paşa 1881’de ölüm cezasına çarptırılmış, sonra affedilerek, Arabistan’a sürgüne gönderilmiş ve 1883’te öldürülmüştü. Ali Suavi, Ziya Paşa ve Namık Kemal gibi kişiler de sultan tarafından bertaraf edilmişlerdi. Ancak devletin içinde bulunduğu güç durum onların başlattığı muhalefetin güçlenerek büyümesine zemin hazırlamaktaydı. Balkanlardaki çalkantıların yanı sıra Osmanlı Devleti iktisadî açıdan da çok zor durumda idi. Devlet iç ve dış borçlarını kapatabilmek için batılıların elindeki Osmanlı Bankası ile malî bir anlaşma imzalamak zorunda kalmıştı (1879 ve 1881). Buna göre banka mali yardımları karşılığında, devletin bazı gelirlerini devralıyordu. İngiliz ve Fransızların kontrolünde bu maksatla kurulan Düyun-ı Umumîye İdaresi Osmanlı ülkesini âdeta bir sömürge hâline getirecektir. Genç Türkler veya Jön Türkler adı verilen ve yurt dışında ve içinde faaliyet gösteren Meşrutiyet taraftarları, İstanbul’da İttihad-ı Osmani derneğini kurmuşlar ve bu dernek 1894/95’te İttihat ve Terakki Cemiyeti adını almıştı. Selanik’te Enver ve Niyazi Paşalar gibi subayların da katılmasıyla güçlenen İttihatçılar, Osmanlı devletini ancak Kanun-ı Esasî’nin yeniden kabulünün kurtarabileceğini 262 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı düşünüyorlardı. Kolağası Niyazi Bey ve ona katılan Enver Bey’in Resne’de isyan ederek dağa çıkmaları ve Rumeli’de halk tarafından büyük bir destek bulmaları üzerine II. Abdülhamit anayasayı yürürlüğe koyarak II.Meşrutiyet’i ilân etti ((23 Temmuz 1908). 17 Aralık 1908’de meclis yeniden açıldı. Yapılan seçimlerde İttihat ve Terakki Fırkası büyük bir başarı sağlamıştı. Ancak bu gelişmeler esnasında Bulgaristan bağımsızlığını elde etmiş ve Girit Meclisi Yunanistan’a ilhak kararı almıştı. İşgal altındaki Bosna Hersek ise Avusturya tarafından fiilen ilhak edilmişti (5 Ekim 1908) Millî bir politika izlemeyi amaçlayan İttihatçılar, olumsuz gelişmelerin de etkisiyle gittikçe otoriter bir idare oluşturmaya başlamışlardı. Bundan faydalanmak isteyen Meşrutiyet aleyhtarları, bazı Avrupa devletlerinin de kışkırtmasıyla isyan ettiler. İstanbul›daki Avcı Taburları›nın 13 Nisan 1909›da başlattıkları isyan sırasında pek çok İttihatçı öldürüldü. II. Abdülhamit olayları önleyemedi. Bunun üzerine Mahmut Şevket Paşa komutasındaki ordu Selanik›ten yola çıktı. Harekat Ordusu adı verilen bu ordunun kurmay başkanı Mustafa Kemal idi. Harekat Ordusu, kısa sürede duruma hâkim olarak isyanı bastırdı. İsyandan sorumlu tutulan II. Abdülhamit, şeyhülislâmdan alınan fetva ile meclis tarafından tahttan indirildi (27 Nisan 1909) ve kardeşi V. Mehmet Reşat yerine getirildi. V.Mehmed (1909-1918) devlet idaresinde inisiyatifi İttihatçı hükûmete bırakmıştı. Yeni iktidar zamanında da felâketler birbirini takip etti. Osmanlı Devleti hızla dağılma devrine girmekteydi. 7. Trablusgarb Savaşı Osmanlıların iç işleri ve Balkanlardaki gelişmelerle uğraşmasını fırsat bilen İtalyanlar, Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhak etmesi (1908), Arnavutların isyanı (1910) gibi olaylardan da cesaretlenerek, pastadan pay alabilmek için Trablusgarp’a asker çıkardı. (Eylül 1911). İtalyan donanması denizden, İngilizler ise Mısır’ı ellerinde bulundurduğundan karadan, Osmanlıların bölgeye asker göndermesini imkânsız hâle getirmişti. Bu sebeple Osmanlı hükûmeti gizlice Türk subaylarını bölgeye göndererek mahallî bir direnişi örgütleme yolunu seçmişti. Derne ve Tobruk’da Mustafa Kemal, Bingazi’de ise Enver Paşa İtalyanlara karşı büyük başarılar kazandı. Savaşı kazanamayacağını anlayan İtalya, Osmanlıları barışa zorlamak için Oniki Ada’yı işgal etti. Ancak bundan ziyade Balkanlarda başlayan savaş Osmanlıların barışı imzalamaya zorladı. Uşi Antlaşması ile İtalyanlar işgal ettikleri yerleri muhafaza ettiler (1912) Türk-İtalyan Savaşı’nın başladığı sırada Balkan devletleri aralarındaki anlaşmazlıkları bir tarafa bırakarak, Osmanlı Devleti’ne karşı bir ittifak oluşturdular. Rusya’nın mimarlığında gerçekleşen BulgarSırp ittifakına daha sonra Yunanistan ve Karadağ da katıldı (1912). Karadağ ile başlayan savaşa 18 Ekimde diğer Balkan devletleri de iştirak etti. Bu sırada Osmanlı askerleri, subayların bir kısmının politik çekişmelerle meşgul olmasından dolayı dağınık bir hâldeydi. Bunun sonucunda Balkan devletleri, Osmanlılar karşısında kendilerinin de beklemediği bir zafer kazandılar. Yunanlılar Ege adalarını ele geçirdiler. Sırplar Kumanova’da üstünlük sağladılar. Sırpların denize çıkmalarını önlemek için Avusturya’nın desteği ile Arnavutluk bağımsızlığını ilan etti (28 Kasım 1912). Ülkü Ocakları Genel Merkezi 263 www.ulkuocaklari.org.tr 8. Balkan Savaşları Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bulgarlar ise Edirne’yi ele geçirerek Çatalca’ya kadar ilerlediler. (19 Kasım 1912). 16 Aralıkta Londra’da başlayan görüşmeler bir ara iktidardan düşen İttihatçıların yeniden iş başına gelmesi üzerine kesilmişti. Nihayet Mayıs ayında Londra Antlaşması imzalanarak I.Balkan Savaşı sona erdi. Gelibolu Yarımadası hariç Trakya, Bulgaristan’a verildi. Makedonya’nın büyük bir kısmı Yunanistan ve Sırbistan arasında paylaşıldı. Özellikle Makedonya’nın paylaşımı Bulgarları rahatsız etmekteydi. Sırbistan ve Yunanistan, Bulgarlara karşı ittifak oluşturdu. Bu ittifaka Romanya da katıldı. Bulgaristan ile bu ittifak savaşa girince, durumdan faydalanmak isteyen Osmanlı Devleti de Bulgar işgalindeki toprakları geri almak için harekete geçti. Kırklareli ve Edirne kurtarıldı. II.Balkan Savaşı, tarafların imzaladığı Bükreş Antlaşması ile sona erdi (1913). Bulgaristan ile imzalanan İstanbul Antlaşması ile, Meriç nehri iki ülke arasında sınır oldu. Bulgaristan’daki Türklerin hakları belirlendi. (29 Eylül 1913). Yunanistan ile imzalanan Atina Antlaşması ile ise Girit’in Yunanistan’a bırakılması kabul edildi (14 Kasım 1913). Büyük devletler bu anlaşmalardan sonra Çanakkale Boğazı yakınlarındaki Bozcaada ve İmroz’u Osmanlılara geri verdiler. Balkan Savaşları, Balkanlardaki Türk varlığının büyük bir kıyıma uğramasına sebep olmuştur. Yüz binlerce Türk savaşlar sırasında ve sonrasında aç ve yokluk içinde buradan göç etmek zorunda kalmıştır. 9. I. Dünya Savaşı ve Osmanlı Devletinin Yıkılışı Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesi ile (21 Haziran 1913), İttihat ve Terakki Fırkası, hükûmetin idaresini tamamen ellerine geçirmişti. Enver, Talat ve Cemal Paşalar, Osmanlı Devleti’nin iç ve dış politikasını belirlemede en etkili nazırlardı. Balkan savaşlarından sonra, ordu ve donanmayı güçlendirmek isteyen hükûmet, Avrupa devletlerinden mühendisler ve askerî uzmanlar getirtmekteydi. Osmanlı Devleti, dış siyasetini de, dengeleri gözeterek yeniden belirlemek ihtiyacını hissetmekteydi. Emperyalist devletler, nüfuz alanlarını korumak veya genişletmek maksadıyla siyasî, askeriî ve iktisadî açıdan ittifaklar oluşturmaktaydı. İngiltere ve Fransa’ya nazaran sömürgeciliğe geç başlayan Almanya, Afrika, Avrupa ve Orta Doğu’da nüfuz sahasını genişletmek istiyor ve Osmanlı Devleti’ne bu maksatla yakın durmayı yeğliyordu. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da, Balkanlarda Panislâvizmi gerçekleştirmeye çalışan Rusya’ya karşı Almanlarla iş birliği içindeydi. İngiltere ve Fransa tarafından pay edilmiş Kuzey Afrika’da gözü olan İtalya da bu ittifaka yakındı. Dolayısıyla Almanya önderliğindeki Üçlü İttifak’ın (Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya) doğal rakibi, İngiltere’nin öncülüğündeki Fransa ve Rusya’dan oluşan Üçlü İtilâf (Anlaşma) devletleri idi. Avusturya-Macaristan Veliahtı Ferdinand’ın, Sırbistan ziyareti esnasında bir Sırp tarafından öldürülmesi (28 Haziran 1914), bu iki cepheyi sıcak savaşa sokmaya yetti. Daha sonra Romanya, Japonya ve ABD İtilaf Devletleri, Bulgaristan ve Osmanlı Devleti ise İttifak devletleri safında bu savaşa girdiler. Osmanlı Devleti savaştan önce İngiltere ve Fransa’ya yakın bir politika izlemek istedi. Ancak hem hükûmet ve halk içerisindeki tepkiler hem de İtilaf Devletleri’nin buna sıcak bakmaması, Osmanlıları Almanya’ya yanaştırmaktaydı. Özellikle Enver ve Talat Paşalar, Osmanlı Devleti’nin yeniden silkinmesi ve kaybettikleri toprakları kazanabilmesi için Almanya’nın yanında yer almayı uygun buluyorlardı. Hükûmet başlangıçta tarafsız kalmayı tercih etmişti. Almanların II.Abdülhamit devrinden itibaren 264 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Osmanlı Devleti’nin yenileşme çabalarına katkıda bulunması ve bu maksatla gönderdikleri askerî ve sivil uzmanların varlığı, İtilaf Devletleri’nin, Osmanlı Devleti’nin tarafsız kalamayacağı şüphesini artırıyordu. Bu tutum, dolayısıyla Almanya yanlılarının tezini kuvvetlendirmekteydi. Enver ve Talat Paşa’nın öncülük ettiği bu grup, Almanların yanında savaşa girmekle, Kafkaslar, Balkanlar ve Ege’de kaybedilen toprakların geri alınabileceği ve Osmanlı Devleti’ni nefes alamaz hâle getiren kapitülâsyonlar ve düyun-ı umumîden kurtulunabileceğini öne sürmekteydiler. Nitekim Almanya’ya ait Goben ve Breslav zırhlılarının Türk bayrağı çekilerek, Rus limanlarını bombalaması, Osmanlı Devleti›nin Almanya safında savaşa girmesine vesile olacaktır (1 Kasım 1914). Osmanlı Devleti I.Dünya Savaşı’nda tam yedi cephede mücadele etti; Kafkasya, Kanal, Hicaz ve Yemen, Irak, Suriye ve Filistin, Galiçya ve Çanakkale. Bütün cephelerde Osmanlı askerleri büyük bir kahramanlık örneği gösterdiler. Ancak, yedi cephede birden savaşı sürdürmek, zor şartlar içerisinde bulunan Osmanlı Devleti için çok güçtü. Enver Paşa’nın kumanda ettiği Kafkas Cephesi’nde Osmanlılar büyük zayiat verdiler. Doğu Anadolu ve Trabzon düştü. Kanal (Süveyş) cephesinde ise Cemal Paşa, Fransız ve İngilizlere başarıyla direndi. Hicaz ve Yemen’deki Osmanlı birlikleri, destek görmemelerine rağmen, kutsal yerleri korumak uğruna, harbin sonuna kadar Şerif Hüseyin ve İngilizlere karşı koydular. Basra’ya çıkan İngilizler Kuttü’lAmare’de büyük bir bozguna uğradılar. Komutanları General Townshend esir edildi (29 Nisan 1916) Ancak, 1918’de yeni birliklerle saldıran İngilizler, ihanet eden Arap kabilelerinin de yardımıyla Basra’da olduğu gibi, Suriye’de de saldırılarını artırdılar. M.Kemal, Halep’te bir savunma hattı oluşturdu. Galiçya, Makedonya ve Romanya’da Osmanlı birlikleri, Avusturya ve Bulgaristan’a yardımcı olmak için büyük bir özveriyle savaştılar. Türkler, en büyük direnmeyi Çanakkale’de gösterdiler. İtilaf Devletleri 19 Şubat 1915’den itibaren muazzam bir donanma ve yüz binlerce askerle saldırıya geçtiler. 18 Mart’ta İtilaf donanmasına ait pek çok gemi batırıldı. Ardından Gelibolu Yarımadası ‘ndaki Settü’l-Bahir ve Arıburnu’na asker çıkararak, karadan da saldırıya geçtiler. Anzak ve Hint birliklerinin de katıldığı kara savaşları, tam bir ölüm kalım savaşı oldu. M.Kemal’in de büyük bir askerî deha olarak ortaya çıktığı bu savunma karşısında İtilaf Devletleri geri çekilmek zorunda kaldı. Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı’nda yedi düvele karşı muhteşem bir mücadele sergilemiştir. Ancak 29 Eylül 1918’de Bulgaristan’ın teslim olması Osmanlılar ile Almanya arasındaki irtibatın kesilmesine yol açmıştır. Müttefiklerinin savaştan yenik ayrılmasıyla birlikte Osmanlılar da ateşkes anlaşmasını imzalamak durumunda kalmışlardır. İttihat ve Terakki Fırkası’nın hükûmetten çekilmesinin ardından kurulan Ahmet İzzet Paşa başkanlığındaki hükûmet, Bahriye Nazırı Rauf Bey başkanlığındaki bir heyeti Limni’nin Mondros limanına göndermiş ve Mondros Ateşkes Anlaşması’nın imzalanmasıyla (30 Ekim 1918), Osmanlılar resmen savaştan çekilmişlerdir. Ateşkes anlaşmasıyla İtilaf Devletleri, Ülkü Ocakları Genel Merkezi 265 www.ulkuocaklari.org.tr Bütün dünyaya öğretilen “Çanakkale Geçilmez” sözü, 250 bin Türk evlâdının şehit kanıyla yazılan bir büyük destan oldu. İtilaf Devletlerinin Çanakkale bozgunu, Rusya’nın yardım alma ümitlerini suya düşürmüş ve bunun neticesinde gerçekleşen Bolşevik İhtilâli, Çarlık Rusyası’nın sonu olmuştur. Rusya’nın savaştan çekilmesi üzerine 7 Aralık 1917’de imzalanan anlaşmayla Doğu cephesinde TürkRus Savaşı sona ermiştir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Osmanlı ülkesini işgal etme hakkını elde etmişlerdir. Bu durum, Osmanlı Devleti’nin fiilen paylaşılması demekti. Nitekim, İngiliz, Fransız, İtalyan birlikleri bu anlaşmaya dayanarak Anadolu’da işgallere başlamışlar, Asırlarca Osmanlının hâkimiyetinde yaşayan Yunanlılar da, ağabeylerinin müsaadesiyle İzmir’e asker çıkarmışlardır (15 Mayıs 1919). İşgallere karşı Anadolu Türk’ünde büyük bir infial yaratmış ve 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkmasıyla, düşmana karşı “Milli Mücadele” başlamıştır. İtilaf Devletlerinin Sevr Anlaşması’nı İstanbul hükûmetine imzalatması (10 Ağustos 1920), Milli Mücadele’nin güçlenmesinden endişe eden düşmanların bir an önce Türk millî varlığını ortadan kaldırmayı amaçlamalarından başka bir şey değildi. Fakat bu anlaşma hükümleri hiçbir zaman uygulanamadı. Ankara’da açılan Milli Meclis’in iradesi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının büyük ve onurlu mücadelesi bu oyunları bozdu. İstiklâl Harbi’ni kazanılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuş oldu. Yeni Türk devleti “Millî Hâkimiyet” ilkesinin tabii bir neticesi olarak 1 Kasım 1922’de saltanatı kaldırdı. Dolayısıyla bu tarih 622 yıl devam eden Osmanlı Devleti’nin de resmen sonu oluyordu. 266 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Eğitim Programı Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı OSMANLI DEVRİ TÜRK KÜLTÜR VE MEDENİYETİNİN TEMEL ÖZELLİKLERİ Kültür, bir millete ait davranış ve karakterlere denir. Medeniyet ise, inanç ve ahlâk nizamıdır. Her milletin olaylar karşısında gösterdiği tepki farklıdır. İşte en basit anlamıyla kültür, toplumun karşılaştığı bir olay karşısında sergilediği tavır ve hareket tarzıdır. Bir toplumun kültürel hayatını şekillendiren en mühim unsur ise dinî inançlar ve geleneklerdir. Atadan, dededen kalma davranış kalıpları olan gelenekler sosyal hayatı yönlendiren temel normlardır. Dünya ve eşyayı algılamakta insanın davranışlarını tayin eden ean önemli faktör de inançtır. Türk tarihinin, diğer milletlerin tarihine nazaran birbirinden çok farklı coğrafyalarda cereyan ettiği görülür. Bu yönüyle Türklere benzeyen başka bir millet bulmak zordur. Çünkü Türkler, OrtaAsya’da meydana çıkmışlar, fakat orada kalmayarak eski dünyanın birçok bölgesine yayılmışlardır. Ana kol, İran üzerinden Anadolu, Kafkaslar, Suriye, Mısır, Kuzey Afrika ve Avrupa’ya uzanmış; ikinci bir kol Hazar Denizi’nin kuzeyinden Ukrayna, Balkanlar ve yineAvrupa’ya inmiş; diğer bir kol ise Hindistan’a ulaşmıştır. Birbirinden çok farklı özelliklere sahip ülkelere yerleşen Türkler, değişik zaman ve mekânlarda birçok devletler kurmuşlardır. Bir toplumun kültürü için en büyük iki tehlikeden ilki, başka toplumlarla münasebette bulunmamak ve kendi içerisine kapanmaktır. Böyle bir durumda kültür, dinamizmini, yani kendini yenileme ve üretme kabiliyetini kaybeder. Bu yüzden diğer toplumlarla sürekli münasebet halinde olan toplumlar kültür açısından şanslı ve güçlüdürler. Kolay kolay hâkim karakterini kaybetmezler. İkincisi ise kültürün kaynağı olan medeniyette bir çözülme başlaması yani, toplumun inanç ve ahlâkında bir yozlaşma meydana gelmesidir. Bu durumda kültür, seçme gücünü ve kendine has ahengi kaybeder. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 267 www.ulkuocaklari.org.tr Türkler, geniş bir coğrafya üzerinde sürekli hareket halinde oldukları için, birbirinden çok farklı, değişik toplum ve kültürlerle karşılaşmışlardır. Bu kültürlerden pek çok unsur almışlar ve o kültürlere de pek çok şey hediye etmişlerdir. Bu durum Türk kültürüne dinamik bir yapı kazandırmıştır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Belirli bir coğrafya üzerinde kalmış, siyasî ve askerî bakımdan herhangi bir varlık gösterememiş ve başka toplumlarla münasebet kurmamış toplumların kültürleri yeknesaktır (homojen), saftır, işlenmemiştir. Buna karşılık, Türkler gibi hareketli bir milletin kültürü çeşitlilik arz eder. Makbul olan da budur. Bir kültür, farklı toplumların kültürüyle temas ettiği ölçüde gelişme imkânı bulur ve güçlenir. Kültürde saflık, basitliği ve zayıflığı ifade eder. Kültür sürekli bir değişim ve gelişim içerisinde olmalıdır. Bu da ancak diğer kültürlerle kurduğu sağlıklı ilişki sayesinde mümkün olabilir. Türk kültürü bu yönüyle son derece dinamiktir. Çeşitli toplumlardan alınan unsurlarla zenginleşmiş ve güçlenmiştir. Kültürün, anî ve köklü bir değişiklik karşısında kalması onu zaafa uğratır ve belirli bir süre de olsa bocalatır. Türk kültürü bunu yaşamış ve tarih boyunca iki büyük badire atlatmıştır. Bunlardan birincisi, Türklerin Müslüman olmaları sırasında yaşanmıştır. IX. ve XI. yüzyıllarda Müslüman olan Türkler, ataları Müslüman olamadıkları için onların kültürel değerlerinin çoğunu terk etmişler, Orta Asya’da kullandıkları yazıyı da bırakmışlardır. Arap harfleri ile Türkçe eserlerin Anadolu’da ortaya çıkışı XII. yüzyılın sonlarında gerçekleşebilmiştir. Bu, 300 seneden fazla Anadolu Türklerinin kendi dilleri ile yazı yazmadıklarını gösterir. Bu durum Türk kültürü için çok zararlı olmuş, Orta Asya’da yüzlerce yılda teşekkül etmiş kültür birikimi yeni nesillere aktarılamamış, yazılı ve sözlü kültür unsurları unutulup gitmiştir. Sadece Oğuz Destanı ve Dede Korkut Hikâyeleri gibi Türkler arasında sözlü olarak yaşayan bazı destanlar ancak XV. yüzyıldan sonra yazıya geçirilebilmiştir. Fakat dinamik yapısı sayesinde[1] Türk kültürü kısa sürede bu kesintiyi telafi etmiş ve Osmanlı Devleti zamanında son derece güçlenmiş, işlenmiş ve bir imparatorluk kültürü haline gelmiştir. Bu dönemde meydana getirilen eserler ve ortaya konulan değerler Türk kültürünün klasiklerini teşkil eder. Osmanlı devrinde teşekkül eden kültürü de, bütün diğer kültürler gibi homojen ve statik olarak kabul edemeyiz. Zamanın ve şartların değişmesi ile farklı toplumlarla kurulan münasebetler çerçevesinde kültür sürekli bir değişim içerisindedir. Bu sebeple XIV. yüzyıldaki Osmanlı kültürü ile XIX. yüzyıldaki arasında dağlar kadar fark vardır. Sosyal değişmenin çapı bütün kültürü kapsadığı için, statik, yeknesak bir kültürden söz edilemez. Ancak XV. yüzyıldan XVIII. yüzyılın ortalarına kadar olan 250-300 yıllık dönemde köklü kültür değişmeleri yoktur ve kültür kendi tabiî seyri içerisinde bir gelişme ve değişme göstermiştir. Türk kültürünün karşılaştığı ikinci büyük tehlike ise, Batı ile yüz yüze kaldığımız son iki yüz yıllık dönemde ortaya çıkmıştır. XVII. yüzyılın sonlarından itibaren birleşik Avrupa karşısında uğradığımız askerî mağlubiyetler Türk insanında bir şok meydana getirmiş, teknolojik ve ekonomik alanda Batı’nın gerisinde kalmamız bu şoku pekiştirmiştir. Zaman içerisinde Batı’nın ilim, teknik, askerlik ve siyaset alanında gösterdiği üstünlük, insanımızı sahip olduğumuz değerlerden şüpheye düşürmüş ve sonuçta kendine ait değerleri inkâra götürmüştür. Bunun tabiî sonucu olarak Türk kültürüne ait unsurlar ihmal ve 268 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı hatta tahrip edilmiştir. Sultan II. Mahmud’dan itibaren devlet kurumlarını Batılılaştırmak için bir program uygulanmıştır. Bu uygulamaların toplumun kültüründe büyük değişiklikler meydana getirdiği ve hatta yer yer dejenerasyona uğrattığı bir gerçektir. Merhum Mümtaz Turhan bu döneme «Zoraki Kültür Değişmeleri Dönemi» adını vermektedir.[2] Osmanlı Devri Türk Kültürünün Evreleri Bu noktadan bakıldığında Osmanlı dönemi Türk kültürünün iki safhada ele alınması icap eder kanaatindeyiz. Birinci safha kuruluştan 1720’lere kadar olan devir, İkinci safha ise 1720›lerden XX. yüzyıla kadar olan devirdir. Klasik dönem olarak tanımlanan ilk safha da kültürün teşekkülü ve kemal devri olmak üzere ikiye ayrılabilir. Kültürün teşekkülü ve kemal devrinde Osmanlı kültürü son derece dinamik ve şahsiyetlidir. Hâkim millet olmanın sağladığı avantajla da, farklı kültürleri kendi potasında eriterek, hepsine kendi damgasını vurabilmiştir. Bu kültür zenginliğinin içerisine Orta Asya’dan gelenek halinde intikal eden Türklüğe ait değerler, İslamiyet’in Türk milletine kazandırdığı iman ve kendine güven duygusu ile Türklerin Anadolu ve Rumeli’de karşılaştığı toplumlara ait unsurlar yer almaktadır. XV. yüzyılın ortalarına doğru, Osmanlı Devleti klasik yapısını buldu. Fatih Sultan Mehmed, imparatorluğu merkezî devlet esaslarına göre düzenledi ve bu yapı XIX. yüzyıla kadar ufak tefek değişikliklerle devam etti. Tarihçiler, 1453’ten sonraki döneme Osmanlı Klasik Devri adını vermektedirler. Ancak klasik dönemin ne zaman sona erdiği konusunda kesin bir tarih verilememektedir. Bazıları bunu III. Selim, bazıları II. Mahmud’a kadar uzatmaktadırlar. Bir kısmı da Avrupa’nın tesiriyle kabul edilmiş olan Yeni Çağ ve Yakın Çağ gibi bölümlemeyi esas alarak klasik dönemi 1789’larda sonlandırmaktadırlar. Osmanlı kültürünün temel özelliklerine geçmeden evvel, bu kültürü meydana getiren Osmanlı medeniyetine, yani Osmanlı inanç ve ahlâk nizamına kısaca temas etmek gerekmektedir. Burada uzun uzadıya medeniyet ve kültür ayırımına girmek istemiyoruz. Çünkü bu konu oldukça çetrefil ve uzundur. Medeniyet ve kültür kavramlarının tanımı konusunda bir fikir birliği yoktur. İkisini aynı şey sayanlar olduğu gibi, ikisi arasında hiçbir fark olmadığı görüşünü paylaşanlar da çoktur. Bu hususta bizde ilk Ülkü Ocakları Genel Merkezi 269 www.ulkuocaklari.org.tr Bizim kanaatimize göre Osmanlı klasik döneminin sonu 1720’lerde başlamaktadır. Tarihçilerin Lâle Devri diye adlandırdıkları dönem, Türk kültür tarihinde mühim bir dönüm noktasıdır. Çünkü bu tarihten itibaren Osmanlı kültürü gittikçe süratlenen bir değişime maruz kalmıştır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı olarak Ziya Gökalp medeniyet ve kültür (hars) kavramları üzerinde durmuş ve medeniyeti kültürün bir sonucu olarak telakki etmiş ve medeniyetin kısaca bilim ve teknik ile meydana getirilen eserlerden ibaret olduğunu belirtmiştir. Bundan başka Ziya Gökalp, medeniyeti insanlığın ortak malı kabul etmiş ve malum olduğu üzere, Türk milletindenim, İslam ümmetindenim ve Garp medeniyetindenim, demişti.[3] Günümüz bilim ve fikir adamlarından Yılmaz Özakpınar ise tam tersine, medeniyeti bir inanç ve ahlâk nizamı olarak tarif etmekte; medeniyetin kültürü meydana getirdiğini, yani ona kaynaklık ettiğini ileri sürmekte ve bu konuda yeni bir teori ortaya atmaktadır.[4] Bizce de bu teori, ciddiye alınması gereken, Osmanlı medeniyet ve kültürünü izahta azami ölçüde başarılı bir görüştür. Burada tabii ki, sayın Özakpınar›ın teorisinden uzun uzadıya bahsedecek değiliz. Kendisi mezkur görüşlerini muhtelif kitap ve makalelerinde işlemiştir. Sadece burada medeniyeti onun tanımına uyarak, «bir inanç ve ahlâk nizamı» olarak ele alacağımızı belirtmek isteriz. Bu noktadan hareketle Osmanlı kültürünü yaratan medeniyetin temelinde yatan aslî unsurun ne olduğu hususuna bakmamız gerekmektedir. Zira Osmanlı inanç ve ahlâk nizamını kavramadan, 1450’lerden 1700’lere kadar bir cihan devleti olmayı başarmış ve sadece Osmanlı coğrafyası değil, bütün Avrupa, Akdeniz ve Asya’da siyasî, askerî ve kültürel açıdan başat bir rol oynamış olan Osmanlı medeniyeti vakıasını izah edemeyiz. Osmanlı Medeniyetinin Dayandığı Temeller M. Fuad Köprülü, «Selçukîler Zamanında Anadolu›da Türk Medeniyeti» adlı araştırmasında Uçlarda yaşayan Türkmenlerin yaşantıları, gelenekleri ve Selçuklu merkeziyle olan münasebetleri üzerinde durur.[5] Haçlı savaşları dalgası atlatıldıktan sonra XIII. yüzyılda Bizans hudut boyları Türkmen beyliklerine emanet edilmiştir. Henüz Orta Asya karakterini büyük ölçüde devam ettiren bu konargöçer Türkmenlerin hayatı, Dede Korkut hikayelerinde anlatılan yaşantı biçimine çok benzemektedir. Osmanlılar da, XIII. yüzyılın sonlarında ortaya çıktığı zaman Selçuklu Devleti’nin bir Uç Beyi idiler. Uç Beylerinin temel görevi düşmanın âni bir saldırısını önlemek ve merkezin emri üzerine gerektiğinde düşmana baskınlar yaparak zarar verdirmek şeklinde özetlenebilir. Uçlardaki hayat içerisinde en dikkati çeken nokta “gazâ ve cihad” motifidir. Ertuğrul Gâzi’ye bağlı Kayı aşiretinden güçlü bir devletin ortaya çıkışı konusu üzerinde tarihçilerce çok durulmuştur. Bu sebepsiz değildir. Çünkü Osmanlı Beyliği, Uç ve aşiret 270 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı geleneklerinden sıyrılıp, toprağa bağlı bir toplum tipini esas alan, merkezî bir devlete dönüşümü gerçekleştirebilmiştir. Anadolu’daki diğer beylikler de XV. yüzyıla kadar mevcudiyetlerini sürdürdükleri halde bu konuda başarılı olamamışlar, aşiret karakterli yapıdan bir türlü kurtulamamışlardır. Kuruluş dönemine ait kaynaklar üzerinde yapılan tetkikler, Osmanlı Devleti’nin kurucularının son derece dindar insanlar olduğunu göstermektedir. Aşıkpaşazâde, Osmanlı Devleti’ni kuranlar arasında saydığı dört unsurdan ikisi Ahiyân-ı Rum ve Abdalân-ı Rum’dur.[6] Osman Gâzi’nin, Şeyh Edebali’nin tekkesinde gördüğü rüya ve Kur’an’a karşı duyduğu hürmet ile onu takip eden Orhan, I. Murad ve diğer Osmanlı hükümdarlarının şeyh, müderris, derviş gibi âlim ve mutasavvıflara karşı gösterdikleri izzet ve ihtiram Osmanlı medeniyetinin karakteri konusunda bir fikir vermektedir. Bazılarının zannettiği gibi, Osmanlı hükümdarları siyaseten böyle davranıyor değildirler. Bu konuda son derece samimidirler. Nitekim Enderun ve Harem’deki eğitimin esası da dine dayanmaktadır. Osmanlı şehzadelerinin eğitiminde de din en önemli yeri işgal etmektedir. Gerek devlet hayatında ve gerekse sosyal hayatta dindârlık en mühim haslettir. Bir göreve tayin edilecek kişide aranan üç özellikten en baştaki dindârlık, sonrakiler ehl-i vukûf ve sırat-ı müstakim üzere olmaktır. Bir görüşe göre Osmanlı Devleti’nin temel ve resmî ideolojisi İslamiyet’tir. Bu ideoloji, İslamın ehl-i sünnet ve’l-cemâat yorumuna dayanmaktadır.[7] Osmanlı Devlet adamları da devletlerini bir İslam Devleti olarak görüyorlardı. Nitekim Osmanlı kaynaklarında padişah için birçok yerde “İslam Padişahı» denilmektedir. Osmanlı Devleti’ni kuranların kimliğine bakılacak olursa İslamî unsurun ne derecede ağır bastığı görülebilir. Bir kısmı Selçuklu bürokrasisine mensup, bir kısmı ahi, şeyh, abdal vs. olan bu insanların ortak yönü, nizâm-ı âlem ülküsüne inanmış, ilâ-yı kelimetullah, yani Allah’ın şanının yücelmesi uğrunda kendi benliğini yok etmiş idealist insanlar olmalarıdır. İşte Osmanlı medeniyetinin temelinde yatan esas unsur, güçlü bir iman, sağlam bir inanç ve ahlâk nizamıdır. Ahlâk anlayışının esası Hz. Peygamber’in güzel ahlâkıdır. Hz. Peygamber’in hareket, tavır, davranış ve sözleri her Müslüman için bir örnek teşkil etmiştir. Ayrıca İslam inanç ve imanı Türk insanına kendine güven duygusu vermiş, İslamın dışındaki hiçbir unsura kıymet atfedilmemiştir. Osmanlı Beyliği’nin büyük bir devlet olarak ortaya çıkmasını ve kurumlaşmasını sağlayanlar ise Ülkü Ocakları Genel Merkezi 271 www.ulkuocaklari.org.tr İslam inanç ve telakkisi o derece güçlüdür ki, İslam kaynaklı olmayan Orta Asya›dan gelen birçok örf ve âdet yanında, vergi hukukuna ait Bizans, Sasanî kalıntısı birçok unsurun da zamanla İslamileştirildiği görülmektedir.[8] Fetihler için motivasyonu sağlayan temel unsur da İslamın gazâ ve cihad anlayışı olmuştur. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Selçuklu devlet adamlarıdır. Kaynaklarda bunlardan bahsedilmektedir.[9] Osmanlı Medeniyetinin Üç Özelliği: Tevazu, Tesamuh ve Vakar Orta Asya’dan beri yaşayıp gelen gelenekler, fethedilen coğrafyada karşılaşılan unsurlar bu İslamî pota içerisinde eriyerek Osmanlı kültürünü meydana getirmiştir. Muhakkak ki, bu kültürün içerisinde, imparatorluk coğrafyası içerisindeki toplumların her birinden bir unsur bulunmaktadır.[10] Fakat bu unsurları kaynaştırıp, imtizacı gerçekleştiren Türk’ün kendine has karakter ve vasıfları ile İslamın kazandırdığı tesamuh, tevazu ve vakârdır. Ayrıca Osmanlı kavramının siyasî ve askerî mânâsından başka, vakur, hamiyetli, salabetli, şecaatli, mürüvvetli, cömert, merhametli, semahatli, ferasetli, faziletli, celadetli, nezaketli, şerefli ve haysiyetli bir insan tipini ifade eden “Osmanlı adam” ya da “Osmanlı kadın” gibi sıfat haline gelmesi Osmanlı kültürünün temel özellikleri arasındadır. Kısacası Osmanlı insanı bu dünyayı fâni bulan, fâni bulduğu için de ona metelik vermeyen, serâzâd ve kimseye minnet etmeyen bir özelliğe sahiptir. Bunu XVI. yüzyılın büyük şairi Bâkî’nin: “Fermân-ı aşka cân iledir inkıyâdımız Hükm-i kazâya zerre kadar yok inâdımız Baş eğmezüz edâniye dünyâ-yı dûn içün Allahadır tevekkülümüz, itimâdımız...” adlı şiirinde buluruz. Keza aynı yüzyılda bir Osmanlı sipahisi kılıcının üzerine: “Ey gönül bir can içün her cana minnet eyleme İzzet-i dünya içün sultana minnet eyleme”, diye bir beyit yazdırmıştır ki, Osmanlı insanını ifade etmesi bakımından dikkat çekicidir. Tesamuha gelince; medeniyetler için ölçü olarak alınabilecek temel bir tavır, o medeniyeti kuran toplumun kendine benzemeyenlere karşı olan yaklaşımıdır. Bu mânâda Osmanlı idaresinin temel prensibinin her toplumun inanç ve değerlerine saygı göstermek ve devlet düzenine zarar vermediği müddetçe diledikleri gibi örf ve âdetlerini yaşamaları konusunda müsamaha göstermek olduğu görülür. Osmanlı Devleti İslamiyet’i bir ideoloji olarak benimsemişse de ehl-i kitap saydığı zümrelerin din ve diyanetlerini sürdürmeleri hususunda son derece hoşgörülü davranmıştır. Bu hoşgörü bugün için bir anlam ifade etmeyebilir ancak mezhep farklılıklarına bile tahammül edilemeyen ve Engizisyon Mahkemeleri’nin hüküm sürdüğü aynı dönemdeki Avrupa göz önüne alınırsa önemi ortaya çıkar. Gerçi Osmanlı idaresinin Şiîlere karşı her zaman pek hoşgörülü davranmadığı ileri sürülebilir. Fakat bu da daha çok Safevîlerle siyasi ve askeri ilişkilerin gerginleştiği dönemlerde ortaya çıkan arızî bir durumdur. Osmanlı tavır ve vakarının kaynağı ise eskilerin salabet-i diniyye dedikleri iman pekliği ve kendine güven duygusudur. Vakar, XVII. yüzyıl sonlarına kadar sürekli zafer haberleri almaya alışmış, geniş bir coğrafya üzerinde hüküm sürmenin insan üzerinde meydana getirdiği mağrurluk duygusuna kapılmaktan korkan Osmanlı insanının geliştirdiği bir tavırdır. “Padişah-ı Cihan” denilen Osmanlı padişahlarının Cuma Selamlığı törenlerinde bir tabur askere “mağrur olma padişahım senden büyük 272 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Allah var!” diye bağırtmalarının sebebi budur. Osmanlı Kültür Üretim Merkezleri Osmanlı döneminde kültürün en başta gelen üretim merkezleri saray ve konaklardır. Buralarda, sanat ve bilim alanında en önde gelen isimler toplanmış olduğundan kültür faaliyetleri konusunda halka öncülük edilen yerler olmuştur. Padişah, vezir, paşa ve beylerin rütbeleriyle mütenasip büyüklükteki saray ve konaklarında ilim ve sanat adamları himaye edilmiştir. Bu sebeple yemek kültürü, güzel konuşma, şiir, musiki vs. alanında saray ve konaklar bulundukları çevreyi etkilemişlerdir. Kul sistemi içerisinde yetişen ve taşraya subaşı, sancakbeyi, beylerbeyi, kadı, müfti vs. olarak atanan devlet adamları da vazifeli olarak gittikleri yerlerde İstanbul’daki sarayın daha küçük çaptaki benzerini kurarak Osmanlı kültürünün üretilmesinde ve bütün imparatorluk coğrafyasına yayılmasında mühim bir rol oynamışlar, gittikleri yerlerdeki toplumları etkilemişlerdir.[11] Saray ve konaklarda üretilen Osmanlı kültürü tabiatıyla şehirlidir, şehir kültürüdür. Bu meyanda İstanbul, kozmopolit yapısı ile geniş Osmanlı coğrafyasının her yöresinden birçok unsuru bünyesinde toplamıştır. İstanbul’da, Kuzey Afrika’dan, Kafkaslar’dan, Balkanlar’dan, Orta Avrupa’dan kısacası en ücra eyalet ve bölgelerden farklı etnik kökenlere ve inançlara mensup gruplar bulunduğu gibi, ticaret, elçilik vs. amaçlarla Osmanlı hudutları haricinde kalan İran ve Hindistan gibi Doğu ülkelerinden gelmiş heyetlere de sık rastlanırdı. Bütün bu değişik ve farklı unsurların İstanbul’un kültürü üzerinde tesiri olduğu gibi, bu grupların da İstanbul kültüründen yani merkezi Osmanlı kültüründen etkilenmeleri söz konusu idi. İstanbul’un idare merkezi olması itibariyle yönetim, askerlik, tören, eğlence kültürü ve günlük yaşantı ile ilgili âdet ve gelenekleri, bu gruplarca uzak eyalet ve ülkelere taşınmakta idi. Bunların başında Osmanlı nezaket ve inceliğinin, mütehakkim diplomatik lisanın, nüktedanlığın, otoriter tavrın model olarak alındığı bilinmektedir. Osmanlı Kültürünün Tesirleri Her devlet ve medeniyet kendisinden önceki medeniyetlerin kültürel mirasından istifade eder. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 273 www.ulkuocaklari.org.tr Bunların dışında medrese ve tekkenin kültür üretiminde ve toplum kesimine yayılmasında mühim yeri olduğunu da belirtmek icap eder. Bilhassa tasavvuf İslamının halk arasındaki medreseyi gölgede bırakan nüfuz ve itibarı zikredilmeye değerdir. Yukarıda bahsettiğimiz tevazunun en önemli kaynaklarından birisi de tasavvuftur. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Müesseseler ve teşkilat yapısı çok defa örnek alınır. Fakat bu durum, herhangi bir müessesenin aynen alınması, yani taklit mânâsına gelmez. Taklit başka, müteessiriyet (etkilenme) başkadır. Etkilenmede orijinalliği kaybetmek söz konusu değildir. Taklitte ise şuur ve irade kaybolmuş demektir. Dolayısıyla taklit, bir toplumun ruhunu ve sanat zevkini yansıtamaz.[12] Osmanlı Devleti de kendisinden önceki Selçuklu, Bizans, Abbasî ve İlhanlı devletlerinden birtakım kurumlar iktibas etmiştir. Fakat bunların Osmanlı devrinde kazandıkları mahiyet ve fonksiyon tamamen farklı bir şekilde tezahür etmiştir. Çünkü klâsik dönemde Osmanlı medeniyeti kendi şahsiyetini müdriktir ve kültür kendini yenileme kabiliyetine sahiptir. Ayrıca Osmanlı medeniyetinin özelliği, sadece uzun bir dönemi kapsaması değildir. Hakim olduğu coğrafya üzerindeki toplumlar üzerinde bıraktığı muazzam tesirlerdir. Bazıları Girit’teki Rum’un, Yemen’deki Arab’ın, Kuzey Afrika’daki Berberi’nin Osmanlı ile ne alakası var diyorlar. Böyle sakat bir tarih anlayışı esasen bilgi eksikliğinden ve Osmanlı devri kültürünün özelliklerini kavrayamamaktan ileri gelmektedir. Orta Avrupa’dan Yemen’e, Afrika içlerinden Ukrayna bozkırlarına kadar olan geniş Osmanlı coğrafyası içerisinde hiçbir toplum yoktur ki, Osmanlı kültürünün herhangi bir unsurundan etkilenmemiş olsun. Bu coğrafya içerisindeki toplumlar hiç Türkçe bilmese ve Müslüman olmasa bile, kimisi Osmanlı lisanından, kimisi Osmanlı nezaket ve zarafetinden, kimisi devlet idare etme kabiliyetinden, kimisi askerî disiplininden, kimisi yemek kültüründen, kimisi oturup kalkma âdâbından, kimisi Türk musikisinden,[13] kimisi mimarisinden, kimisi giyim kuşamından, kimisi Osmanlı vakârından şöyle veya böyle etkilenmiştir. Osmanlı Devleti’nin bir dünya devleti haline gelmesi ve askerî ve siyasî gücü elinde tutuyor olması iletişim vasıtalarının bugünkü kadar gelişmemiş olduğu bir çağda, Osmanlı dışındaki toplumlara bile belli ölçülerle de olsa tesir etmiştir. Osmanlı Medeniyetinde Sarsılma XVI. yüzyılın sonlarında devlet, gücünün zirvesine ulaşmış, Osmanlı medeniyeti en parlak çağını yaşamıştı. Bu yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı medeniyeti geçmişte birçok medeniyetin başına gelmiş bir kaderi yaşamaya başladı ve kendi içerisine kapanmaya yüz tuttu. Dünya ticaretinin Akdeniz’den okyanuslara kayması, Amerika gibi yeni kıtaların maddi kaynaklarının Avrupalılar tarafından istismar edilmesi ve bu sayede sermaye birikimi sağlayıp, Rönesans ve reform hareketleri ile bilim ve teknolojide önemli merhaleler kat etmesi gibi gelişmelere yabancı kaldı. Osmanlı, kefere-i fecere, küffâr-ı hâksar gibi sıfatlarla hakir gördüğü, savaş meydanlarında yendiği, ahlâk ve faziletçe kendisinden çok geri olan Batılının ilim ve hikmette o derece ileri gidebileceğine ihtimal vermiyordu. XVII. yüzyılın sonlarında girdiği ve bütün Avrupa devletlerine karşı giriştiği savaşı kaybedince Osmanlı şok oldu. XVIII. yüzyılda bir dizi savaş daha yapılarak şok atlatılmaya, Karlofça Antlaşması’yla 274 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı kaybedilen topraklar geri alınmaya çalışıldı. Avrupalının kazanması tesadüf eseri zannediliyordu. Fakat bu defa da muvaffak olunamayınca o zaman bir şeylerin değiştiği anlaşıldı ve Batı’yı tanımak için harekete geçildi. Sefirler gönderilerek Avrupa’daki değişme ve gelişmeler öğrenilmeye çalışıldı ancak bu işte de muvaffak olunamadı. Giden bütün sefirler Batı’nın dış görünüşünün etkisinde kaldılar. Batı’yı, Batı yapan değerleri kavrayamadılar. Fransa’ya giden ilk elçimiz Yirmisekiz Mehmed Çelebi, bugün elimizde olan sefaretnâmesinde Fransa Kralının sarayların dan, bahçelerinden, caddelerinin genişliğinden; Fransız örf ve âdetlerinden ve katıldığı davetlerden bahsedip durmaktadır. Onu takip eden sefirler de aynı gözlemlerle döndüler. Birçoğu Avrupa ordu düzeninin, silahlarının ve donanımının alınması halinde meselenin hallolacağını düşünüyordu. Oysa Batı’nın askerî alandaki üstünlüğü, silah sanayi ve teknolojisi birer sonuçtu. Bu sonuçları meydana getiren gelişmenin arkasında teorik alanda Rönesans döneminden beri süregelen disiplinli ve büyük bir gayretin ürünü olan ilmî araştırma ve çalışmalar neticesinde ortaya çıkmış bilgi birikimi yatıyordu. Dolayısıyla Batı’nın sahip olduğu bu bilgi birikimini iktibas etmeden ve bunu geliştirmek için bir araştırmacı bilim adamı sınıfı yetiştirmeden problemin çözümü mümkün değildi. Gel gör ki, bütün reformcular, Batı’nın kültürel değerleri ile teknolojik ürünlerini almaya çalıştılar. Teknolojik ürünler ise oldukça pahalıydı ve kısa zamanda demode oluyorlardı. XVIII. yüzyıl, Osmanlı medeniyet ve kültürü için bir dönüm noktası oldu. Osmanlı insanı kendine güven duygusunu kaybetti. Sahip olduğu değerlerden şüphelenmeye başladı. Medeniyet, kendi asıl çizgisini, sentez ve üretim kabiliyetini kaybetti. İnanç ve ahlâk nizâmı açısından tamamen farklı ve taban tabana zıt bir medeniyetin maddî plandaki üstünlüğü Türk kültürünü bir bocalamaya itti. Türk insanı, şahsiyetini ve kendine has tavır ve karakterini yitirdi. Ne yapacağını bilemez hale düştü. Batı›yı körü körüne bir taklit başladı. Böylece Osmanlı medeniyeti kendine özgü ahengi ve seçme gücünü kaybetti.[14] Türk aydını müthiş bir şekilciliğe sapmıştı. Bu şekilcilik insanın görünüşünden tutun da, yaşanılan çevrenin fizikî yapısına kadar her şeye teşmil edilebilir. Sultan II. Mahmud, sarık yerine fes, şalvar ve diğer klasik kıyafetler yerine ceket, pantolon giyilmesi halinde Batılı olunacağını zannediyordu. Sultan Abdülmecid ve Aziz zamanlarında ise Avrupa tarzında saraylar yapılarak kalkınacağımız ve modernleşeceğimiz zannına kapılındı.[15] Ülkü Ocakları Genel Merkezi 275 www.ulkuocaklari.org.tr Sultan III. Selim, II. Mahmud, Tanzimatçılar ve Meşrutiyetçiler birçok reformlar yapmaya çalıştılar. Fakat bunlar iyi düşünülmüş ve araştırılmış teşebbüsler değildi. Ayrıca Batı kültürünün halka zorla kabul ettirilmeye çalışılması bir fayda sağlamadı. Avrupa’yı tanımak ve ilim tahsil etmek için Avrupa’ya birçok talebe gönderildi. Fakat çoğu paşazâde olan bu grup da Avrupa kültürünün ülkemize taşınmasından başka bir hizmette bulunmadılar. Ancak bu sayede Batı’nın kültürel değerlerini benimsemiş bir aydın sınıfı yetişmişti ve bunlar meselenin çözümünü Avrupa’nın rejimini almakta görüyorlardı. Bunu da yaptılar fakat sonuç yine hüsran oldu. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Malum, kültür bir davranış ve tavır olarak da tanımlanmaktadır. Bu tanımdan hareket edecek olursak, adına ister modernleşme, ister Batılılaşma, ister çağdaşlaşma, ne dersek diyelim, XVIII. yüzyıldan itibaren Türk’ün Osmanlı klasik devrindeki karakterinde köklü değişiklikler meydana gelmiştir. Çünkü klasik dönem Osmanlı toplum ve insanı hakkında bilgi veren kaynaklardaki Türk insanı ile XIX. ve XX. yüzyıldaki Türk insanı arasında tavır, karakter, ahlâk ve fazilet bakımından büyük farklılıklar mevcuttur. Bu cihetlerden Osmanlı dönemi kültürünün genel özellikleri konusunda kesin sonuçlara ulaşmak için daha pek ve esaslı çalışmaların yapılması gerekmektedir, kanaatindeyiz. DİPNOTLAR [1] Türk kültürünün dinamik yapısı, Türklerin İslamiyet›e geçerken hakim millet olmasından kaynaklanmaktadır. Karahanlılar zamanında kitleler halinde Müslümanlığı kabul ettikleri zaman devlet sahibi konumundaydılar. Keza Selçuklu Devleti kurulduğu sıralarda da Türklerin İslamiyet’e geçişi devam ediyordu. Türkler İslamiyet’e geçtikleri sırada başka bir devletin tebası olmuş olsalardı o medeniyetin içerisinde kaybolup gidecekleri, ad ve sanlarının dahi kalmayacağı ve dolayısıyla Türk tarihinin çok farklı şekillerde tezahür edeceği muhakkaktı. [2] Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, İstanbul 1987. [3] Bu konuda Z. Gökalp’in Türkçülüğün Esasları ve Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak, adlı eserlerine bakılabilir. [4] Yılmaz Özakpınar, Kültür ve Medeniyet Anlayışları ve Bir medeniyet Teorisi, İstanbul 1997; aynı yazar, Batılılaşma Meselesi ve Mümtaz Turhan, İstanbul 1997. [5] M. Fuad Köprülü, «Selçukîler Zamanında Anadolu›da Türk Medeniyeti», Millî Tetebbular Mecmuası, c. 2, sayı 5, (1331), s. 193-232. [6] Bu konuda bkz. M. Fuad Köprülü, Osmanlı İmparatorluğu›nun Kuruluşu, İstanbul 1972. [7] Bu hususta bkz. A. Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, İstanbul 1998, s. 71 vd. [8] Bu konuda bkz. Ömer Lütfi Barkan, “Kanunnâme”, İslam Ansiklopedisi (İA), c. VI, s. 191. 276 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı [9] İ. Hakkı Uzunçarşılı, Çandarlı Vezir Ailesi, Ankara 1974, s. 12. “...Cenderelü Kara Halil ve Karamanî Türk Rüstem bu ikisi ol zamanda ulular ve âlimler idi Anlardan ilerü hisap ve defter bilmezlerdi, heman kim onlar Osman beyleri yanına geldiler defteri ve hesabı onlar için telif ettiler”. [10] Ancak bu haricî unsurları birer malzeme olarak değerlendirmek gerekir. Bunların Türk kültür hayatındaki rolü son derece sınırlı kalmıştır. Çünkü “gavur” denilen bu toplumlara karşı Türkler psikolojik bir üstünlük duygusu içerisinde oldukları gibi, din farklılığı dolayısıyla gavura benzemek gibi bir zillete düşmek korkusu yüzünden yerli toplumların kültürel hayatı Türkler için bir örnek teşkil etmemiştir. Bilakis hakim millet olmanın sağladığı avantajlar sebebiyle Türk toplum hayatı onlar için örnek teşkil etmiş ve kıyafet başta olmak üzere toplum hayatıyla ilgili olarak konulan bazı tahditlere rağmen taklid yoluna gidilmiştir. Bu sebeple yerli ahali ile kültürel olarak tam bir kaynaşma meydana gelmemiş, temas etmeden ve yanyana yaşamak söz konusu olmuştur. Bkz. Ahmet Güner Sayar, Osmanlı İktisat Düşüncesinin Çağdaşlaşması, İstanbul 2000, s. 98-99. [11] Saray’ın Osmanlı kültür üretimindeki yeri için bkz. Mehmet Ali Ünal, Osmanlı Müesseseleri Tarihi, Isparta 1998, s. 23 vd. [12] Y. Özakpınar, bkz. yukarıda zikredilen eserleri. [13] Türk musıkisinin Osmanlı coğrafyası ve buna komşu olan coğrafya üzerindeki tesirleri için bkz. Hüseyin Sadettin Arel, Türk Musıkisi Kimindir?, İstanbul 1969. [14] Özakpınar, Batılılaşma Meselesi ve Mümtaz Turhan, İstanbul 1997. www.ulkuocaklari.org.tr [15] Bu dönemi Mümtaz Turhan, Zoraki Kültür değişmeleri dönemi olarak nitelemektedir, bkz. Kültür Değişmeleri, İstanbul 1987. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 277 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Milli Mücadele Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Eğitim Programı 278 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı TÜRK MİLLİ MÜCADELE HAREKETİ VE KUVA-YI MİLLİYE RUHU Prof. Dr. Semih Yalçın XX. yüzyıl başları, bu tarihe kadar devam eden mücadele ve muharebelerin, Türk milleti aleyhinde cereyan ettiği bir zamandır. Bilindiği gibi Osmanlı Devleti, Trablusgarp ve Balkan savaşları akabinde oluşan gruplaşmada tarafsız kalamamış ve Almanya’nın yanında I. Dünya Savaşı’na girmek zorunda kalmıştır. Çünkü Osmanlı Devleti’nin hem zayıf durumda olması, hem de Avrupa siyaseti dahilinde tarafsız kalması, o günkü şartlarda pek mümkün gözükmüyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkmasından itibaren beyanatlarıyla başlayan, kongrelerle ve nihayetinde Ankara Hükûmeti’nin kurulması ile devam eden çizgide temel amacın, hukuken temsili sağlamak olduğu görülür. Bu noktada en önemli mesele, Babıâli ve İstanbul Hükûmeti’dir. İşgal kuvvetlerinin zorlayıcılığı ile İstanbul Hükûmeti’nin kendi yapısından kaynaklanan hantallık ve âcizlik, millî istiklâli ciddî olarak tehlikeye sokuyordu. Bu durumda yapılması gereken Anadolu’da Millî Mücadele’nin başlatılması ve millî hukuku temin etmektir. Nitekim, müttefikler İstanbul Hükûmeti’ni muhatap alıyorlar, Kuva-yı Millîye’yi de «asi» olarak vasıflandırıyorlar ve Kuva-yı Millîye’nin önlenmesi için sürekli baskıda bulunuyorlardı. Böyle bir ortamda Türk milliyetçilerinin verdikleri mücadele iki buçuk yıl kadar devam etmiş ancak, Ankara Hükûmeti hukuken temsil konusunda muhatap alınmamıştı. 1921 yılı Millî Mücadele tarihinde bu anlamda bir dönüm noktasıdır. Zira bu yıl içerisinde cereyan eden olaylar, silâhlı mücadelenin gerçek amacının anlatılmasını ve Ankara Hükûmeti’nin Müttefik Devletlerce kabulünü, en azından kabulün başlangıcını sağlayacak bir mahiyet arz edecektir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 279 www.ulkuocaklari.org.tr Mondros Mütarekesi’nden hemen sonra Anadolu, Müttefik Devletlerce işgal edilmeye başlanmıştı. İşgallere karşı başlayan Millî Mücadele’nin başarıya ulaşabilmesi ve millî istiklâlin sağlanabilmesi için verilen mücadelenin hukuken tasvip ve teyit edilmesi gerekiyordu. Bu yönde netice alınabilmesi için Mustafa Kemal Paşa liderliğinde sürdürülen mücadele, askerî olduğu kadar siyasî bir mücadele idi. Ülkü Ocakları Eğitim Programı 1. Anadolu’nun İşgali Karşısında Türk Milletinin Tepkisi ve Millî Teşekküller Mondros Mütarekesi›nin imzalanması ülke üzerinde başlangıçta büyük bir ferahlık meydana getirmişti. 1911 yılından beri savaşın içinde olan Türk halkı bu durumdan umutlanmış ancak mütarekenin uygulanış şekli bu ümitleri kısa sürede ortadan kaldırmıştır. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasıyla ortaya çıkan Anadolu’nun haksız işgali meselesi, ülkenin kurtuluşu için fevkalâde ciddî düşüncelere ve teşebbüslere ihtiyaç olduğunun fark edilmesine yol açmıştır. Haksız işgallere karşı tepki olarak ortaya çıkan Millî Mücadele fikri, fiilî anlamda Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri vasıtasıyla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. “Müdafaa-i Hukuk” kavramı; Türklerin millet olarak bağımsız bir devlet kurmak suretiyle yaşama hakkının, Osmanlı payitahtına İmparatorluğun diğer unsurlarına ve bu hakkı tanımayan Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletlerine karşı fiilî bir mücadele sonunda elde etmeyi ifade etmektedir. Türk topraklarını işgal eden emperyalistlere karşı kurulan bu tür idealist cemiyetlerden bazıları ise şunladır; Kars Millî İslâm Şûrası; 5 Kasım 1918’ de kurulmuştur. 30 Kasım 1918’de Kars’ta büyük bir kongre düzenleyerek Batum, Ordubat, Iğdır ve Ahıska’yı içine alan Türk bölgelerinde bir Millî İslâm Şûrası Hükûmeti kurulmuştur. İngilizler tarafından da tanınan bu hükûmet, 17-18 Ocak 1919’da adını “Cenûbî Garbî Kafkas Hükûmeti” olarak değiştirdi ve Türk bayrağını millî bayrakları olarak kabullendi. Ancak kısa süre sonra İngilizler tarafından 13 Nisan 1919’da parlâmentosu basılarak ortadan kaldırılmıştır. Millî Kongre; Mondros Mütarekesi sonrası Rumların İstanbul’da teşkilâtlanıp “Megalo-İdea” uğrundaki çalışmalarına engel olmak için, göz hekimi Dr. Esat Paşa’nın çağrıları ile Türk Ocağı, Kızılay, Muallimler Cemiyeti, Baro ve her fakültenin mezunlar cemiyeti başta olmak üzere 70 kadar cemiyetten 2’şer temsilcinin katılması ile 29 Kasım 1918’ de “Millî Kongre” adı ile partiler üstü bir teşkilât kuruldu. Tüzüğünde belirtilen amacı, dünyada Türkler üzerinde yapılan haksız ve yalan yayınlara ilmî yoldan ve belgeler vasıtasıyla cevap vermek idi. 1919 yılı içinde Millî Kongre, İngilizce ve Fransızca olarak “Dünya Kamuoyu Önünde Türkiye”, “Ermenilerin Müslüman Ahaliye Yaptıkları Mezalim Hakkında Belgeler” ve “Avrupa’nın Ünlü Yazarlarına Göre Türkler” gibi değerli eserler neşretti. 1919 yılı sonunda milletvekili seçimlerinde adayların tespit ve tanıtılmasında Türk milliyetçilerini destekleyen Millî Kongre, 28 Ocak 1920’de “Misak-ı Millî”nin hazırlanmasına da fikrî anlamda hizmet etmiştir. İstanbul’un 16 Mart 1920’ de resmen işgali üzerine, çalışmalarını durdurmuşsa da, Mustafa Kemal Paşa’yı ve Ankara’da toplanan Meclisi fikren desteklemekten geri kalmamıştır. Trakya-Paşaeli Müdafaa-i Hukuk-ı Heyeti Osmaniyesi ; 2 Aralık 1918’ de, Edirne’de, Yunan istilâ ve işgaline, Mavr-i Miracıların iddialarına direnme ve cevap vermek gayesiyle kurulmuştur. Trakya’nın ırk, kültür, ekonomi ve tarih bakımından Türklere ait olduğunu ispat için çalışmıştır. “Yeni Edirne” ve “Ahali” adlı iki gazete çıkarmıştır. İzmir Müdafaa-i Hukuku Osmaniye Cemiyeti ; Nurettin Paşa’nın gayretleri ile kurulan bu cemiyet Rum iddialarına karşı mücadele için 26 Aralık 1918’de kurulmuştur. 1918 yılının Aralık ayı 280 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı sonunda İzmir’de kurulan “Müdafaa-i Vatan Heyeti” adlı cemiyet 14 Mayıs 1919 günü İzmir’e Yunan askerlerinin geleceği haberini protesto için beyannameler bastırıp dağıtırken adını İlhak-ı Red heyetine çevirmişti. İzmir’in işgalinin ertesi günü İzmir Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti ile birleşerek faaliyetlerini yürütmüştür. Vilâyat-ı Şarkiyye Müdafaa-i Hukuku Millîye Cemiyeti; Erzurumlu Raif Hoca ile Diyarbakırlı Süleyman Nazif cemiyetin merkezini 2 Aralık 1918›de İstanbul›da kurmuşlardır. Çıkardıkları Fransızca ve Türkçe «Hadisat» gazetesi ile Doğu illerimizin Türklüğünü ve İslâmlığını müdafaa ediyor, Ermenilerin hiçbir zaman çoğunluk teşkil etmediklerini belirtiyor ve Kürdistan Teâli ve Teâvün Cemiyeti ile de mücadele ediyordu. Mart 1919’da “Albayrak” gazetesini yeniden faaliyete geçirilerek cemiyetin fikirlerini yaymaya başladı. 3 Mayıs 1919’da Kâzım Karabekir Paşa’nın 15. Kolordu Komutanı olarak göreve başlaması ile birlikte cemiyet Kâzım Karabekir Paşa’nın şahsında bir baş, bir koruyucu ve kuvvetli bir el bulmuştur. Cemiyet, Mustafa Kemal başkanlığındaki Erzurum Kongresini yaparak, 7 Ağustos 1919’da Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiye-tine katıldı. Muhafaza-i Hukuk Cemiyeti; Cemiyet bölgesel bir amaca dayanarak ortaya çıkmış olmakla beraber Karadeniz kıyılarında hak iddia eden Pontusçu Rumlara, ayrıca Ermenilere karşı mücadele ediyordu.12 Şubat 1919’da kurulan bu cemiyetin başkanlığını Trabzonlu Barutçuzade Ahmet Hoca yapıyordu. “İstiklâl” adlı gazetelerini çıkararak Rum iddialarının çürüklüğünü, Ermenistan hayalinin boş olduğunu yurttaşlara ve dünyaya duyurmaya çalışmışlardır. Cemiyet mensupları Erzurum Kongresi’ne iştirak ederek kongre sonunda kurulan Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetine katılarak çalışmalarını genişletmişlerdir. Kilikyalılar Cemiyeti; İstanbul’daki Adanalı, Maraşlı, Antepli ve Tarsusluların Ermenilere karşı 20 Aralık 1918’de kurduğu bu cemiyetin başkanlığını Rifat Bey yapıyordu. Cemiyet yayın yolu ile işgale ve “Kilikya Ermenistanı” kurulmasına engel olmak istiyor, bunun içinde bölgede silâhlı mücadeleyi plânlıyordu. Daha sonra cemiyet, merkezini Adana’ya nakletmiştir. Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti; 5 Kasım 1919›da Sivas›ta kurulan cemiyet memleketin bütünlük ve istiklâlini müdafaa uğrunda bütün Anadolu›nun birliği için çalışmak gayesiyle mitingler tertip etti. İtilaf Devletleri temsilcilerine protesto telgrafları gönderdi. Millî şuura sahip bütün bu dernekler Sivas Kongresi’nde7 Eylül 1919’da birleşerek “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adını almışlardır. 2. Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’daki Hazırlıkları ve Millî Mücadelenin Başlaması Mustafa Kemal Paşa İtilaf donanmalarının mütareke hükümlerine göre İstanbul’u fiilen işgal ettiği 13 Kasım 1918 tarihinde bu şehre gelmişti. Gördüğü manzara karşısında çok sinirlenen Mustafa Kemal Paşa’nın yaverine söylediği “Geldikleri gibi giderler” sözü meşhurdur. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 281 www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim Programı Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’ya geçmeden önce İstanbul’da kaldığı altı aylık süre Millî Mücadele hareketinin başlangıcını oluşturan hazırlık dönemidir. Bu dönem yakın tarihimizde yeni Türk devletinin yapılanmasında siyasî ve fikrî temellerin oluştuğu fevkalâde öneme haiz tarihî hadiseler silsilesi ile doludur. Mustafa Kemal’in İstanbul’da bulunduğu süre içerisinde düşüncesi, henüz Mebuslar Meclisi’nde güven almamış bulunan Tevfik Paşa kabinesine, mecliste güvenoyu verilmesini önleyerek, iş başına millî ülküye bağlı, azim ve kuvvet sahibi bir kabine geçmesini sağlamaktı. Bu fikrini tanıdığı ve güvendiği arkadaşlarına, bir kısım milletvekillerine de kabul ettirmişti. Fert fert yaptığı bu temas ve anlaşmaları yeterli görmeyerek, Tevfik Paşa kabinesine giderek milletvekillerini toplu bir hâlde görmek ve fikrini orada da anlatmak istedi. Mustafa Kemal mecliste bir salonda toplanan milletvekillerine düşüncelerini açık olarak anlattı ve o gün için alınacak tek tedbirin kabineye güvenoyu vermemek olduğunu söyledi. Böyle bir karar karşısında meclisin dağılması ihtimalinden bahsedenlere bunun muhakkak olduğu ve esasen kabine güvenoyu alırsa ilk işinin yine meclisi dağıtmak olacağı cevabını verdi. Uzun tartışmalardan sonra bu hususî toplantıda bulunan milletvekilleri Tevfik Paşa kabinesini düşürmeye karar verdiler. Biraz sonra meclisin resmî toplantısı açıldı ve Sadrazam Tevfik Paşa, kabinesiyle gelerek beyannamesini okudu. İstediği güvenoyunu meclisten tartışma bile olmadan aldı. Dinleyici localarından birinde meclisin çalışmalarını takip etmiş olan ve o günkü neticeden hiç memnun kalmayan Mustafa Kemal’in evine döner dönmez ilk işi, Padişah’ın başyaveri vasıtasıyla Vahdettin’den bir görüşme istemek oldu. Padişah 22 Kasım 1918 Cuma günü selâmlıktan sonra kendisini kabul edeceğini bildirmişti. Padişah, cuma günü herkese tercihen, Mustafa Kemal’i kabul etmiş ve onun düşündüklerini anlatmasına yer bırakmayarak, ordunun, komutan ve subaylarının Mustafa Kemal’i çok sevdikleri için onlardan kendisine bir fenalık gelmeyeceğini temin etmesini istemişti. Buna karşılık Mustafa Kemal tarafından kendisine sorulan “...ordu tarafından aleyhinize hazırlanan bir harekete dair malûmat ve mahsulatınız mı var?” sorusuna, padişah kesin bir cevap vermemekle beraber o gün için değilse bile ilerisi için böyle bir ihtimali mümkün gördüğünü istemeyerek ifade etmişti. Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Paşa, Mütareke Dönemi’nde İstanbul’da, iktidara gelmenin bütün yollarını denedikten sonra, Anadolu’ya geçmek ve “millî mukave-met”te bulunmak gibi “ağır ve kat’i” bir kararı her yönüyle incelemiş ve “bundan başka bir şey yapmak ihtimali kalmadığına” inanmış idi. Sonunda devletin ve milletin İstanbul’dan kurtarılamayacağını anlayan M. Kemal Paşa Anadolu’ya geçerek millî mukavemette bulunma kararını vermiştir. Bu karardan sonra Anadolu’ya geçerek millî mukavemet kararına varmakla iş bitmemiştir. Bundan sonra O, mümkünse resmî bir görevle, bu mümkün olmazsa özel olarak Anadolu’ya geçme ve orada bir Millî Mücadele hareketini başlatmanın çarelerini aramaya başlamıştır. Bu hususta ona başta Ali Fuat Cebesoy olmak üzere arkadaşlarının büyük yardımı olmuştur. Önce Mustafa Kemal Paşa’ya Anadolu’da görev verilmesi için kendisinin hükûmette etkili bir kişiye tavsiye edilmesi gerekmiştir. Bu işi yapan kişi, Ali Fuat Paşa’dır. Ali Fuat Paşa, daha sonra dahiliye nazırı olan Mehmet Ali Bey’e Mustafa Kemal Paşa’yı tavsiye etmiş ve onu 282 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı bu hususta ikna etmiştir. Mehmet Ali Bey Samsun ve çevresinde bir asayişsizlik durumu ortaya çıkıp, İngiliz işgal komutanlığının Osmanlı Hükûmeti’ne protestolu bir rapor verdiği sırada dahiliye nazırı idi. Damat Ferit Paşa, Mehmet Ali Bey’e dahiliye nazırı olarak meselenin halli hususunda fikrini sormuştur. O da, bölgeye dirayetli ve tam salahiyetli bir komutanın gönderilmesi gerektiği ve bu komutanın da Mustafa Kemal Paşa olabileceği şeklinde fikrini beyan etmiştir. Mehmet Ali Bey, meselenin halli için sadece Mustafa Kemal Paşa’yı tavsiye etmekle kalmamış aynı zamanda sadrazamı bu hususta ikna etmeyi de başarmıştır. Bu görüşmeden sonra Erkân-ı Harbiyeyi Umumiye Reisi Cevat Çobanlı ve Mustafa Kemal Paşalar ile yemek yiyen Damat Ferit Paşa, bir gün sonra Harbiye Nazırı Şakir Paşa’ya Samsun ve çevresindeki olayın araştırılmasına Mustafa Kemal Paşa’nın memur edilmesi emrini vermiştir. Bundan sonra, “9. Ordu Müfettişliği” olarak gerçekleşecek tarihî tayinin işlemlerine geçecektir. Türk İstiklâl Savaşı’na başlangıç teşkil eden bu tayin tesadüfler sonucu olarak değil, Mustafa Kemal Paşa’nın Mütareke Dönemi’nde gösterdiği şuurlu faaliyetleri sonucu gerçekleşmiştir. Mütareke Dönemi’nde Mustafa Kemal Paşa memleket meselelerinin dışında veya gerisinde kalmamıştır. O, herkesin her şeyden ümidini kestiği bir dönemde kendisine, devletine ve Türk Milleti’ne olan güvenini yitirmemiştir. Kurtuluşu başka bir devletin himaye ve desteğinde değil, kendi gücümüzde görmüştür. O’nun Mütareke Dönemi’nde İstanbul’da gösterdiği faaliyetlerin temelinde bu inanç ve karar vardır. Mustafa Kemal Paşa’nın fikrî faaliyetlerinin başlıca hedefi Anadolu’ya geçerek millî mukavemet hareketini başlatmak olmuştur. O, bu gaye ile bir taraftan yakın arkadaşlarını bu fikir etrafında hazırlarken, diğer taraftan bunun tahakkuku için yollar aramıştır. Gerçekten de Mustafa Kemal Paşa, bu ideal için sadece önüne çıkan fırsatları değerlendirmekle kalmamış, amacı doğrultusunda yeni fırsatlar meydana getirerek bunlardan azamî ölçüde yararlanmıştır. Diğer bir ifade ile O, tarihin önüne çıkardığı fırsatlardan azamî ölçüde yararlanmasını bilmiştir. Bu büyük liderlere mahsus bir özelliktir. Mustafa Kemal Paşa için artık tarihî görev başlamıştı. Bu dönemden sonra Osmanlı Devleti bir süre âdeta iki elden idare edilecekti. Çünkü Mustafa Kemal Paşa her gittiği yerde halkın arasına girerek İstanbul Hükûmeti gibi halkı sükûnete değil, tersine onları harekete geçirmeye çalışacaktı. Yine O, sadece bir komutan olmayacak valiler ve millî teşekküllerle muharebe eden, Türk milletini düştüğü kötü durumdan haberdar eden, memleketin dertlerini dert edinen bunlara çare arayan, cemiyetleri toplayıp kararlar alan bir önder olacaktı. Mustafa Kemal Paşa Samsun’a gelir gelmez ordu müfettişliği görevinin kendisine yüklediği görevleri yerine getirmek amacı ile hazırlamış olduğu 22 Mayıs 1919 tarihli rapor, Millî Mücadele hareketinin, Türk insanın hangi temel değerleri üzerine bina edildiğini göstermesi bakımından fevkalade önemlidir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 283 www.ulkuocaklari.org.tr 3. Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya Geçişi ve Kongreler Dönemi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Millî Mücadelenin ilk ana programını teşkil eden rapor ana hatlarıyla şu fikirleri ihtiva etmekteydi; * Samsun bölgesi Rumları siyasî emellerinden vazgeçerlerse, asayiş kendiliğinden düzelir, * Türklüğün yabancı mandasına ve kontrolüne tahammülü yoktur, * Yunanlıların İzmir’de hakları yoktur. İşgal geçicidir. * Millet, millî hâkimiyet esasını ve Türk milliyetçiliğini kabul etmiştir. Bunu gerçekleştirmeye çalışacaktır. Mustafa Kemal Paşa Samsun’dan sonra ilk iş olarak 28 Mayıs 1919’da Havza’dan bütün ülkeye, kumandanlara, mülkî amirlere “Millî Teşkilât” kurmaları ve mitingler düzenlemelerini isteyen bir tamim gönderdi.(8) Bu tamim doğrultusunda ülkenin her köşesinde İzmir’in işgaline tepki olarak yüzün üzerinde mitingler tertip edilmiş ve Anadolu Türk insanının sesi dünya kamuoyuna duyurulmaya çalışılmıştır. Samsun ve Havza’dan sonra Amasya’ya geçen Mustafa Kemal Paşa, 22 Haziran 1919 tarihinde Türk milletine hitaben Amasya Tamimini yayımladı. Amasya Tamimi Türk İnkılâp Tarihimizde hukukî ve siyasî önemi ile yeni Türk devletinin kuruluşunu hazırlayan bir temel vesika olması bakımından daima özel bir değer ifade etmiştir. 3 Temmuzda Erzurum’a gelen Mustafa Kemal Paşa, burada bütün görevlerinden hatta askerlik mesleğinden istifa etti ve milletin bir ferdi olarak vatanın kurtuluşu için mücadelesine devam etti. 23 Temmuz 1919 günü başlayan Erzurum Kongresi yaptığı çalışmalar sonrasında on maddelik bir beyanname yayımladı. Erzurum Kongresi beyannamesi Türk milletinin kendi geleceğinin kendisi tarafından tayin edilmesi gerektiğini ortaya koymuş ve bu uğurda gerekli her türlü tedbiri almakta serbest olmasını ifade ederek millî iradeye dinamik ve pratik bir yön vermiştir. Erzurum Kongresi Beyannamesi çok az değişiklikle 4-12 Eylül 1919 tarihleri arasında toplanan Sivas Kongresi’nde de kabul edilmiştir.Geniş katılımın sağlandığı Sivas Kongresinde Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri birleştirilerek “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adında tek kuruluş durumuna getirilmiştir. Erzurum Kongresi’nde ortaya çıkan ve adeta geçici bir hükûmet niteliği taşıyan “Heyet-i Temsiliye” Sivas Kongresi’nde sayıca genişletilmiş ve Heyet-i Temsiliye başkanlığına da Mustafa Kemal Paşa getirilmiştir. Heyet-i Temsiliye’ye vatanın bütününü temsil etmek yetkisi verildi. Sivas Kongresi’nde İtilaf Devletleri’ne karşı takınılan tavır daha da sertleşmiş, milletçe müdafaa ve mukavemet esası kabul edilmiştir. Sivas Kongresi’nde ortaya çıkan önemli bir sonuçta ileride Meclis-i Mebusan tarafından kabul edilecek olan Misak-ı Millî kararlarının tespit edilmiş olmasıdır. Erzurum ve Sivas Kongreleri’nin yanı sıra Batı Anadolu’da toplanan Balıkesir ve Alaşehir Kongreleri Millî Mücadele hareketinin ülke geneline yayılması ve destek görmesi bakımından kayda değer gelişmeler olarak kabul edilir. 284 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Anadolu’da meydana gelen ve bir tepki olarak ortaya çıkan bütün kongrelerde millet ve milliyet kavramları ön plândadır. Bu kavramlar Türk tarih ve kültürünün gelişme seyri içerisinde kaçınılmaz bir netice olarak siyasî bir kimliğe bürünmüş ve yeni Türk devletinin kuruluşunun temel felsefesini oluşturmuştur. Anadolu’daki bu gelişmeler karşısında İtilaf Devletleri 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul’u resmen işgal ederek Meclis-i Mebusanı dağıtmışlardır. Osmanlı Meclis-i Mebusan’ın dağıtılması ile artık Millî Mücadele’nin ağırlık merkezi tamamen Anadolu’ya kaymış oluyordu. 4. Misak-ı Millî Mustafa Kemal Paşa 27 Aralık 1919 tarihinde Sivas’tan Ankara’ya geldi ve meclisin toplanması için hazırlıklara başladı. Sultan Vahideddin tarafından 21 Aralık 1918’den beri feshedilmiş bulunan mebuslar meclisinin toplanması için yapılan seçimlerde Mustafa Kemal Paşa ilk defa Erzurum mebusu olarak parlâmento üyesi oldu. Meclis-i Mebusan’a seçilen 168 üyenin ancak 72’si İstanbul’da 12 Ocak 1920 günü açılan Meclise katılabilmiştir. Meclis-i Mebusan’ın faaliyet gösterdiği dönem içerisinde aldığı en önemli karar Misak-ı Millî’nin kabul ve ilânıdır. Müsveddeleri Mustafa Kemal Paşa tarafından hazırlanan Misak-ı Millî metni Meclis-i Mebusan’ın 22 Ocak 1920 tarihli gizli oturumunda ele alınmış üzerinde çok az değişiklik yapılarak 28 Ocak 1920 tarihinde kabul edilmiştir. Gizli oturumda kabul edilen Misak-ı Millî esasları 17 Şubat 1920 tarihinde dünya kamuoyuna ilân edilmiştir. Misak-ı Millî metni üzerindeki ilk görüşmeler Ankara’da Mustafa Kemal Paşa’nın idare ettiği Heyet-i Temsiliye toplantılarında yapılmıştır. Bu özel toplantılar sonunda Türk istiklâlinin esaslarını tanzim eden bir metin hazırlanmış ve bu metin başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Heyet-i Temsiliye üyeleri tarafından imzalanmıştır. Misak-ı Millî metni Trabzon Mebusu Hüsrev Gerede’ye verilmiş, o da bunu, mecliste sulh programını tetkikle görevlendirilen komisyona ulaştırmıştır. (9) Yusuf Kemal Bey hatıratında komisyona gelen metinden söz etmemekte , buna karşılık Rıza Nur Bey, Misak-ı Millî esaslarının zaten daha önce İstanbul basınında çıkan çeşitli makalelerdeki cümleler ve hakikatler olduğunu ifade ederek, “Misak-ı Millî adını düşünen ve onu yapan İstanbul meclisidir” demektedir. Ona göre meclis, bilinen esaslara bazı ilaveler yaparak yeni bir düzen vermiştir. Meclis-i Mebusan’a intikal eden metin, 22 Ocak 1920’de Felah-ı Vatan Grubunun gizli toplantısında Hüsrev Bey tarafından okunmuş, 28 Ocak 1920’de de resmî olmayan gizli toplantıda oylanarak mevcut bütün üyelerin ittifakı ile kabul edilmiştir. (12) Adı geçen meclisin yaptığı başlıca işe yarar şey de bu Ülkü Ocakları Genel Merkezi 285 www.ulkuocaklari.org.tr Misak-ı Millî, İstiklâl Harbimiz sırasında Türk milletinin maksatlarını özetleyen ve Millî Mücadele’nin başından sonuna kadar değişmeyen bir programın adıdır. Mustafa Kemal Paşa, esaslarını Millî Mücadele’den yıllar önce tespit ettiği ve bulduğu çıkış yolunu cesaretle ortaya koyduğu bu programın ilk müsveddelerini 1919 yılı Aralık ayı sonunda yazmıştır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı olmuştur. Misak-ı Millî veya Ahd-ı Millî Beyannamesi olarak adlandırılan bu belge, İstanbul’un işgali ve mebuslar meclisinin tasfiyesi üzerine Ankara’da toplanan ve Türk milletinden feyz alan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunun yegâne nedeni olmuştur. Toplandığı ilk gün millî Misak’a bağlılığını açıklayan meclis, bu sadakatini sarsılmaz bir şekilde sürdürmüş ve onun gerçekleşmesini amaç bilmiştir. Misak-ı Millî sınırları esasen, I.Dünya Savaşı’nda düşmanlarımız olan İtilaf Devletleri’nin Osmanlı Devleti’ne taahhütleri idi. Müttefikimiz Almanların yenilmesi ile Mondros Mütarekesi’nin tatbikatından önce, Ahd-ı Millî ile çizilen sınırları bize garanti etmişlerdi. Bu garanti olağan bir şeydi. Yenik olarak çıktığımız bir savaşın sonunda dahi, Hatay, Musul-Kerkük, hatta Batum ve Halep Türk sınırları içerisindeydi. Batı Trakya Türkiye’ye katılmaya hazır, Boğazlar, bütün hukuku ile hükmümüze bağlı idi. Kıbrıs iade edilmek üzere İngilizler›e kiralanmıştı. Yani, İngilizler ve Fransızlar, verdikleri sözden dönmeselerdi, Türkler, İstiklâl Savaşı olmadan dahi Millî Misak sınırlarını koruyacaktı. İstiklâl Harbi›nin sonunda ise, verilen o muazzam mücadeleye rağmen Lozan Barışı›ndan düşmesi gereken pay alınamamıştır. Hâlâ da kudsî yemin sınırlarımızın çok gerisindeyiz. Gerçi, Lozan’ı içine sindiremeyen girişimleri ile Atatürk, Hatay’ı Türkiye’ye bağlatmış ve boğazlar üzerindeki hayati hukukumuzu geri aldırmıştı. Lâkin, Atatürk’ün ölümünden sonra, gözden ve gönülden çıkarılan Millî Misak ülküsü tamamen yanlış algılanır olmuştur. Atatürk, Misak-ı Millî ile ilgili olarak şunları söylemektedir. “Türk milletinin, kalbinden, vicdanından sahih ve mülhem olan en esaslı, en bariz arzu ve iman malum olmuştu: Kurtuluş...Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde arzu-yu millî tebellür ettirilmiş ve ifade olunmuştu...Milletin amal ve maksadını da . kısa bir programa esas olacak surette toplu bir tarzda ifadesi de görüşüldü. Misak-ı Millî unvanı adı verilen bu programın ilk müsveddeleri de, bir fikir vermek maksadıyla kaleme alındı. İstanbul Meclisi’nde bu esaslar, hakikaten toplu bir surette tahrir ve tespit olunmuştur...Malumdur ki, Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde tespit olunan esasat, son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nca kabul ve teyit olunup, Misak-ı Millî namı altında, züpte edilmiş idi. Bu esasat, Birinci Büyük Millet Meclisi tarafından da kabul edilerek, o daire dahilinde memleketin tamamiyyetini ve milletin istiklâlini temin ederek sulhu müsalemeti istihsale çalışıyordu.” (13) Mustafa Kemal Paşa’nın da yukarıda yer alan ifadelerinde de tespit ettiği gibi Misak-ı Millî, Millî iradeyi temsil eden milletvekillerinin namüsait şartlarda ortaya koyduğu bağımsızlık bildirgesidir. Misak-ı Millî ne bir efsane, ne de tarihîn derinliklerinden intikal etmiş bir destandır. Misak-ı Millî, Türklerin var olduğu devirlerden itibaren karakterinde mevcut olduğuna inandığımız İstiklâl fikrinin modern manadaki ifadesi ve tezahürüdür. Misak-ı Millî bölünmez bir Türk yurdunun sınırlarını tespit eden ve günümüzde de canlılığını muhafaza eden fevkalâde öneme haiz hukukî ve siyasî bir vesikadır. 286 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı 5. Kuva-yı Milliye Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasıyla İstanbul Hükûmeti ve buna bağlı olarak ordu İtilaf Devletleri’nin kontrolüne girmiş, devlet müesseseleri vazifelerini yerine getiremez duruma gelmişti. Türk milleti uğradığı haksızlıkların önüne geçilmesi hususunda resmî makamlara yapmış olduğu müracaat sonuç vermeyince vazifenin kendine düştüğünü kabullenip, işgal gören bölgelerde düşmana karşı harekete geçti. İşte bu direniş hareketini başlatanlara Kuva-yı Milliye(Millî Kuvvetler) adı verilmiştir. Mili Mücadele tarihimizde “Kuva-yı Milliye” deyiminin biri dar, diğeri geniş olmak üzere iki ayrı manası vardır. Bunlardan ilki “Milis” teşkilâtı adıyla da anılan millî kuvvetleri, yani silâhlı mukavemet teşkilatını anlatmaktadır. Diğeri ise Millî Mücadele’yi bütünüyle içine alan daha geniş bir anlamı ifade eder. Bu geniş mana içerisinde Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, Kongreler, İlk Büyük Millet Meclisi , Misak-ı Millî gibi dönemin temel gelişmeleri yer almaktadır. Yakın tarihimizde Kuva-yı Milliye dönemi İzmir’in işgali ile I.İnönü Muharebesi arasında geçen yaklaşık bir buçuk yıllık (Mayıs 1919-Aralık 1920) dönemi ihtiva eder. Bu zaman zarfında fiilen yabancı işgaline karşı koyan Kuva-yı Milliye hareketi Osmanlı Devleti’ne bağlı bir kuvvet hüviyetinde değildir. Mevcut hükûmetten ayrı fakat Türk milletine dayanan ve onun adına faaliyet gösteren, dolayısıyla yalnız Anadolu Türk halkının bünyesinden çıkmış bir direniş hareketidir. Kuva-yı Milliye’nin ortaya çıkışı bir siyasî parti hüviyetinde de olmamış, taraftarlarını memnun edecek mevkileri ve memuriyetleri de vaat etmemiştir. Buna rağmen az zamanda ülke genelinde samimî bir Türk birliği meydana getirmiş olmasını ancak halkın “hâlet-i ruhiyyesi”, geçirdiği sıkıntılar ve istiklâlini müdafaa hususundaki hassasiyeti ile izah etmek mümkündür. Kuva-yı Milliye’nin Milli Mücadele döneminde birçok faydaları olmuştur. Sağladığı en önemli fayda, dünya kamuoyunda Türk halkının Yunan işgalini sükûnetli karşılığı kanaatinin yerleşmesini önlemek ve Milli Mücadele hareketini mazlum bir milletin istiklâl hareketi olarak göstermek olmuştur. Kuva-yı Milliye ruhu sadece Milli Mücadele döneminde ortaya çıkan bir vakıa değildir. Kaynağını Türk milletinin bilinmeyen tarihinden bu tarafa sahip olduğu ve nesilden nesile intikal etmiş olan ilk cevherinden alan yeni bir Türk ruhudur. Yahya Kemal bu anlayışı şu şekilde dile getirmektedir.: “Anadolu’nun bu üç senelik tarihi yeni Türk ruhu olduğunu, en görmek istemeyen gözlere bile gösteriyor. Avrupalılar, Amerikalılar İstanbul’a geliyorlar. Bu hadisenin ne olduğunu bizden soruyorlar, daha yakından seçebilmek için Anadolu’ya kadar gidiyorlar. İnkârdan şüpheye, şüpheden tereddüde, tereddütten inanmaya doğru günden güne beliren bir hareket var. Bir gün gelecek ki bir Türklük , yeni bir Türk ruhu tâ karşıdan seçilecek” Ülkü Ocakları Genel Merkezi 287 www.ulkuocaklari.org.tr Mustafa Kemal Paşa “Anadolu’ya ayak bastığım zaman milleti bir istiklâl cidaline hazır ve teşne bir hâlde buldum” derken mevcut olan bu ortamın geniş bir propaganda şebekesi vasıtasıyla sağlandığı anlamına gelmediği açıktır. Anadolu Türkünün bu noktaya gelmesini sahip olduğu “cevher-i aslî”sinden çıkan tabiî ve an’anevî bir netice olarak kabul etmek en isabetli görüş olacaktır. “Kuva-yı Milliye” ruhundan anlaşılması gereken mana da bu olmalıdır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Milli Mücadele dönemi aydınlarının eserleri incelendiğinde Kuva-yı Milliye ruhunun Türk milleti için yeni bir istiklâl mücadelesini ifade ettiği hususunda müşterek bir görüşün ortaya çıktığı görülür. İstiklâl mücadelesinden amaç ise; Türklerin ekseriyeti teşkil ettiği bir coğrafî alan içerisinde “Türk milletinin gerek irfanca ve gerek iktisadiyatça bilâkaydü şart her türlü haricî nüfuzlardan ve kayıtlardan azade olarak kendi vesaitiyle azami inkişafına mazhar olmasıdır. “ Millî İstiklâl davasına atılmış olan Türk milleti bu dava devam ettiği sürece, bu istiklâle inanan ve onu gerçekleştirmek için hesapsız fedakarlığı göze alan bir ruh hâleti içerisinde olmuştur. Bu esrarengiz şuur hiçbir, ilmin, hiçbir eğitimin ve hiçbir propagandanın mahsulü değil, Türk karakterinin samimî bir tezahürüdür. Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi Kuva-yı Milliye, “Millilik” vasfının ön plânda tutulduğu, millî istiklâl ve iktisadî hürriyet mücadelesinin hareket noktasıdır. İstiklâl Savaşı’nda, millî heyecana dinî heyecanın da karıştığı, din ve milliyet fikirlerinin birbirinden ayrılmadığı şüphe götürmez bir gerçek olmakla beraber, o dönemin dinî duygularının millî bir karakter taşıdığı ve “millilik” vasfına hizmet ettiği söylenebilir. Millî Mücadele’nin yayın organı olan Hâkimiyet-i Milliye gazetesi ilk sayılarından birinde Kuva-yı Milliye’yi kamuoyuna şu şekilde anlatmaktadır: “Kuva-yı Milliye, milletin ruhundan ve ihtiyacı beka ve istiklâlinden doğmuş bir vahdettir ki, onu hiçbir şey ihlal edemeyecektir” Sonuç olarak Kuva-yı Milliye ruhu yüksek bir siyasî olgunluk seviyesine gelmiş bir milletin, bu siyasî kudretini en azametli ve göz kamaştırıcı bir şekilde kullanmasından başka bir şey değildir. Kuva-yı Milliye’yi ortaya çıkaran “ruh” bu hareketin başlangıç dönemi ile de sınırlı kalmamıştır. Millî Mücadele dönemi boyunca Türk halkının müşterek ve hâkim anlayışını ifade etmiş, yeni Türk devletinin kurulmasında bir manevî menbaa olmuş, yaşatılmasında milletin tarihi tekâmüllerinden kaynaklanan manevî dayanağı temsil etmiştir. Kuva-yı Milliye’nin boz kalpaklı kahramanlarının o günkü ruh hâli bugünde Türk milletinin benliğinde yaşamaktadır. Bu günkü yeni nesil, bedeli can ve kan ile ödenmiş Türk vatanının muhafazasında fevkalâde hassas olan sessiz ekseriyettir ve Millî Mücadele hareketinin Türk milleti adına gerçekleştirildiğini asla unutmamalıdır. ve “millilik” vasfına hizmet ettiği söylenebilir. 288 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı MİLLİ MÜCADELE’DE PROTESTO VE MİTİNGLER Giriş Birinci Dünya Savaşı sonunda mağlûp sayılan Osmanlı Devleti Mondros Mütarekesi’ni imzalamak mecburiyetinde bırakılmıştı. İtilâf Devletleri Mütareke’nin mahut 7. ve 12. maddelerine dayanarak Kasım 1918 başlarından itibaren memleketin çeşitli bölgelerini işgal etmeye başladılar. Bu işgal hareketlerine karşı Türk milleti, kendisine reva görülen mezalim ve haksızlıklara karşı bir tepki olarak memleketin en ücra köşelerine kadar her tarafta protesto mahiyetinde toplantılar düzenlemiştir. Bu toplantıların sonunda çeşitli makamlara protesto telgrafları gönderilerek, hâdiseler karşısında tavır ve düşünceleri ortaya konulmaya çalışılmıştır. Meselâ, güney bölgelerinde yapılan her işgal ve değişiklikler, Ali Rıza Paşa Hükûmeti’nin istifası, Sevr Antlaşması’nın imzalanması, herhangi bir devlet adamının millî menfaatlere uymayan sözleri ve davranışları veya yabancı bir devlet adamının Türkiye hakkında beyanatı, Osmanlı İstiklâl Günü münasebetiyle, herhangi bir cephede kazanılan galibiyet veya mağlubiyet üzerine, İzmir’in, İstanbul’un, Maraş’ın işgali üzerine, Kuvâ-yı Milliye’nin tanınması, Sivas Kongresi kararlarına iltihak edilmesi gibi, sayısı daha da artan pek çok mevzu üzerine mitingler yapılmış, miting sonunda alınan kararlar ilgili makamlara protesto telgrafları ile duyurulmuştu. Anadolu’nun birçok yerinde halk bu tür toplantılar yapmış ve çeşitli makamlara protesto telgrafları göndermiştir. Bunlar içerisinde hiç kuşkusuz en önemlisi İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali hâdisesidir. www.ulkuocaklari.org.tr Yunan kıt’aları 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir rıhtımına çıkmaya başladılar. Şehrin yerli Rum ahalisi Efzun taburlarını coşkun gösterilerle karşıladı; İzmir metropoliti, sevinç gözyaşları arasında, gelenleri takdis etti. Bu gelenler, asırların rüyasını gerçekleştiren son hamlenin müjdecisi olarak selâmlanıyorlardı. Bütün davranışlar, işgalin geçici bir süre için değil, aksine daimi olduğunu, bir ilhak niteliği taşıdığını gösteriyordu. Bu suretle başlayan İzmir’in işgali, başından sonuna kadar, sözün tam anlamıyla, tüyler ürpertici facia sahneleri ile doludur. 15 Mayıs’ta karaya çıkan Yunan askerleri ile İzmirli Rumların birlikte Türklere nasıl davrandıklarını gösteren çok sayıda belge vardır. Yunan işgal ve faciası sadece işgal günüyle kalmadı. Yunanlılar 16 Mayıs ile 12 Haziran arasında Urla, Çeşme, Torbalı, Menemen, Manisa, Bayındır, Selçuk, Aydın, Ayvalık, Tire, Kasaba, Ülkü Ocakları Genel Merkezi 289 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ödemiş, Nazilli, Akhisar ve Bergama’yı işgal ettiler. 17 Haziran’da Menemen’de bir katliam yaptılar. Hulâsa, ünlü Tarihçi Toynbee’nin dediği gibi “15 Mayıs 1919’da yıkıcı bir kuvvet Batı Anadolu’ya bir anda volkan dehşetiyle saldırmıştı. Birinci Dünya Savaşı’nın sona erişinden altı ay sonra sivil halk ve silâhsız Türk askerleri İzmir sokaklarında katledilmiştir. İzmir’in köyleri de tahrip edilmiş ve kan deryası hâline sokulmuştur.”[1] 1. İzmir’in İşgaline Karşı Gösterilen Tepkiler İzmir›in işgali ve sonrası ortaya çıkan faciaya karşı Türk milletinin tepkisi de büyük olmuştur. Tamamen haksız ve Mondros Mütarekesi›nin ruh ve maksadına aykırı olarak yapılan bu işgalin, bilhassa Yunanlılara yaptırılması, onların da İzmir›e ayak basar basmaz, katliam ve mukaddesata tecavüze girişmeleri, Türk milletinin millî duygularına çok büyük ölçüde tesir etmişti. Türk basını da genellikle, askerî işgal ve politik baskılara rağmen milletin duygularına tercüman olarak, İtilâf Devletlerine karşı millî ve medenî cesaretle mücadele ve halkı uyanıklığa, vatanları için ellerinden geleni yapmaya davet ediyordu.[2] Zaten İzmir’in işgal sabahı “Redd-i ilhak Heyet-i Millîyesi” tarafından bütün yurda gönderilen telgraflar bir bomba gibi patlamış, daha işgal anından itibaren, memleketin her tarafından pek çok telgrafla ilgili makamlara gönderilmeye başlanmış, yapılan mitingler sonucunda alınan kararlar da yine telgraflarla ilgili makamlara ulaştırılmıştı. Daha sonraları da İzmir katliamından kaçabilen Türklerin anlattıkları ve işgalin genişlemesiyle ortaya çıkan facianın bütün yurtta öğrenilmesiyle birlikte milletin ruhunda nefret fırtınaları büsbütün kabarıyor, bu heyecanla da art arda mitingler tertip olunarak, yapılan tecavüz ve mezalim şiddetle protesto ediliyordu. A. Mustafa Kemal’in İzmir’in İşgali Üzerine Mitingler Yapılmasını Tavsiye Etmesi Mustafa Kemal Paşa Samsun’a çıktığı günden itibaren memleket meseleleri ile yakından ilgilenmeye başladı. Özellikle İzmir’in işgali hâdisesinin memlekette yarattığı umumî heyecan, onun çalışmalarına değişik bir yön ve kuvvet kazandırdı. Tevfik Bıyıkoğlu’nun dediği gibi; “Yunanlıların İzmir’e çıkışının, Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçişiyle aynı günlere rastlaması, pek garip olduğu kadar hayırlı bir tesadüf olmuştur. Çünkü, Yunan darbesi en miskin ruhlarda bile; Bu kadar da olmaz isyanını yaratmıştı. Bütün gönüller ıstırap içinde sanatını bilen basiretli bir lider için bundan daha büyük cesaret ve kuvvet kaynağı olamazdı. Mustafa Kemal, milyonların gönül ıstırabından, millî mukavemet iradesini yoğuracaktı.[3] Mustafa Kemal, işe, önce Yunan tecavüz ve mezalimi hakkında fedakâr ve kahraman Anadolu halkını aydınlatmak için, İstanbul’da olduğu gibi Anadolu’nun her yerinde mitingler tertip ettirmekle işe başladı.[4] Bu vaziyeti Nutuk’ta kendisi şöyle anlatır: “Dikkate değer bir noktadır ki, İzmir ve onun arkasından Manisa’nın ve Aydın’ın işgali ve yapılan 290 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı tecavüz ve zulümler hakkında henüz millet aydınlanmamış ve millî varlığa vurulan bu feci darbeye karşı açıkça, herhangi bir şekilde tepki ve şikâyet gösterilmemişti. Milletin bu haksız darbeler karşısında sessiz ve hareketsiz kalması, elbette milletin lehinde tefsir olunamazdı. Onun için milleti uyandırıp harekete geçirmek lâzımdı. Bu maksatla 28 Mayıs 1919 tarihinde, valilere ve müstakil mutasarrıflıklara, Erzurum’da 15. Kolordu, Ankara’da 20. Kolordu ve Diyarbakır’da 13. Kolordu komutanlıklarına, Konya’da Ordu Müfettişliği’ne bir genelgeyle şu yolda tebligatta bulundum. İzmir›in ve maalesef bunu takip eden Manisa ve Aydın›ın işgali, ilerideki tehlikeyi daha açık olarak hissettirmiştir. Yurt bütünlüğümüzün korunması için milletçe daha canlı olarak tepki gösterilmesi ve bunun devam ettirilmesi lâzımdır. Millî hayat ve istiklâlimizde gedikler açan işgal ve ilhak gibi hâdiseler bütün millete kan ağlatmaktadır. Istıraplar zapt olunamıyor. Hazmedilmesi ve dayanılması mümkün olmayan bu duruma derhâl son verilmesinin bütün medenî milletler ile büyük devletlerin adalet ve nüfuzlarından sabırsızlıkla beklendiğini göstermek gayesiyle, önümüzdeki hafta içinde ve muhtelif vilâyetlere göre pazartesi başlayıp çarşamba günü müracaatın arkası alınmak üzere büyük ve heyecanlı mitingler yapılarak, millî nümayişlerde bulunulması, bunun bütün kasaba ve köylere kadar genişletilmesi, bütün büyük devletlerin temsilcileriyle, Bâbıâli›ye uyarıcı telgraflar çekilmesi, yabancıların bulunduğu yerlerde yabancılar da uyarılmakla beraber millî nümayişlerde terbiye ve sükûnetin korunmasına son derece dikkat edilmesi, Hıristiyan halka karşı bir tecavüz ve nümayiş ve düşmanlık gibi tavırlar alınmaması zarurîdir. Zâtıâlilerinin bu fikirler etrafında hassas ve müessir bulunmaları dolayısıyla işin iyi idare edileceği ve başarıya ulaşacağına acizlerinde tam bir güven vardır. Neticesinden haberdar buyurulmamı rica ederim.”[5] Bu tamim üzerine, zaten işgal gününden beri devam eden mitingler ve protesto telgraflarının sayısı gittikçe artmıştır. Üstelik bu davetin resmî bir ağızdan yapılmış olması daha büyük bir mana ifade ediyordu; çünkü Mustafa Kemal o zaman padişah ve hükümet adına bu vazifeyi ifa etmiş oluyordu. O Yunanistan ki eski bir Osmanlı vilâyeti idi ve Anadolu’da da birçok soydaşları vardı. Üstelik tarihî deneyler göstermiştir ki, Balkanlı milletler, Osmanlı hâkimiyetine son verdikleri yerlerde, çoğu kez Müslümanlık ve Türklük eserlerini silip süpürürcesine barındırmamakta, en azından pek ağır bir baskı altına almaktadır. Şimdi bu işlem, düşman ordularının birkaç kez çiğnedikleri Doğu Trakya gibi bir bölgeye değil, Ege bölgesine uygulanıyordu.[6] Bu uygulama da gelen haberlere göre korkunç boyutlardaydı. İnsanlık âlemine yakışmayan bir mezalim uygulanıyordu. Bu vaziyet Türk milletini derinden yaralıyordu. Millî Mücadele’nin başlamasında İzmir’in işgalinin küçümsenmeyecek bir yeri olmuştur. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 291 www.ulkuocaklari.org.tr İzmir›in işgali milletin hayatında gerçekten bir dönüm noktası olmuştu. Öyle ki o güne kadar, Mütareke pek çok defa ihlâl edilmiş, Mütareke şartları hilâfına işgaller ve davranışlar olmuştu. Fakat İzmir›in işgali halk üzerinde büyük bir tesir bırakmıştı. İzmir Anadolu›nun en önemli şehirlerinden biri ve miting kararlarında geçtiği şekliyle milletin can damarıydı. Denize açılan en önemli kapısıydı. Üstelik İzmir, diğer şehirler gibi İngiliz, Fransız veya İtalyanlar tarafından değil -ki onlarda olsa tepki yine bundan az olmazdı- Yunanlılarca yapılmıştı. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Mustafa Kemal, Türk milletinin bu duygularını, millî menfaatler doğrultusunda harekete geçirmek için, milletin daha çok aydınlatılması icap ettiğini iyi biliyordu. Bu da ancak mitinglerle mümkün olabilirdi. 28 Mayıs 1919 tarihli tamimi ile de bunu yapmak istemişti. Gerçekten de bu tamim üzerine her yerde mitingler yapılıyor, halkın heyecanı ve hissiyatı ortaya konuyordu. B. İstanbul Mitingleri Memleketin her yerinde yapılan bu protesto ve mitinglerin en kalabalık ve heyecanlı olanları, İtilâf Devletlerinin gözleri önünde İstanbul’da yapılmış olanlardı. Yapılan mitingler içerisinde İstanbul mitinglerinin ayrı bir yeri vardır; çünkü bu mitingler resmen olmasa bile fiilen İtilâf Devletlerinin işgalleri altında bulunan bir yerde yapılıyordu. Limanda demirlenmiş bulunan büyük düşman donanmasının şehre çevrilmiş olan toplarının korkunç namluları ne de İstanbul sokaklarında tüfeklerin ucunda parlayan süngüleriyle dolaşan müttefik askerleri, vatanlarından bir parçanın kopup gitmesi karşısındaki duygularını dile getirmek isteyen İstanbul halkını, coşkun bir sel hâline gelmekten men edebildi. İzmir›in işgalinin duyulmasıyla birlikte şehirde «millî matem» ilân edildi ve mitingler yapılması için faaliyete geçildi. Faaliyetin merkezi de umumîyetle Türk Ocakları oldu. İlk umumî toplantı 18 Mayıs›ta Darülfünûnda yapıldı. Darülfünun bilumum fakülteleri, müderris ve talebeleri, Darülfünûn konferans salonunda toplanarak İzmir›in işgalini protesto ettiler. Saat on bir sıralarında yapılan toplantı Tıp Fakültesi Meclisi müderrislerinden Akil Muhtar (Özden) Bey›in başkanlığında başladı. Müderrislerden Muslihittin Adil Bey, Dr. Akil Muhtar (Özden) Bey, Rıza Tevfik (Bölükbaşı), Yusuf Razi (Bel) Bey, Sırrı Bey ve bütün gençler namına söz alan Servet Bey›de konuşmalarında; İzmir›in işgalini şiddetle reddettiklerini ifade eden konuşmalar yaptılar.[7] Darülfünun toplantısını müteakip Türk Ocaklı gençler tarafından 19 Mayıs 1919 tarihinde Fatih Parkı’nda da bir[8] miting yapıldı. Saat ikiden itibaren Vezneciler’den Fatih Belediyesi önüne kadar büyük bir kalabalık toplandı. Kadın, erkek, çoluk-çocuk yetmiş beş-seksen bin arası olduğu tahmin edilen kalabalık siyah bayraklarla donatılmış meydanda oldukça heyecanlı bir kitle meydana getirmişti. Mitinge katılanların pek çoğunun göğsünde siyah kenarlı “İzmir kalbimizdir” etiketini taşıyorlardı. Siyah zemin üzerine beyaz ay yıldızlı bayrağın konmuş olduğu hitabet kürsüsüne ilk olarak Halide Edip (Adıvar) Hanımefendi olmak üzere pek çok kişi İzmir’in işgali ile ortaya çıkan vaziyeti anlatarak bu işgali kabul edemeyeceklerini belirten konuşmalar yaparak protestolarını ifade ettiler.[9] Fatih’te yapılan mitingden bir gün sonra 20 Mayıs 1919’da Dârülfünûn gençliği Üsküdar’da bir miting tertip etti.[10] Yine Fatih mitinginde olduğu gibi siyaha boyanmış bayraklar donatılmış meydanda otuz bin kişi kadar insan toplanmıştı. Mitingde ilk konuşmayı Üsküdarlı Şair Talat Bey yaptı. Talat Bey’in konuşmasını müteakip diğer konuşmacılar da işgali te’lin eden konuşmalar yaparak halkı birlik ve beraberliğe çağırdılar.[11] İstanbul›da art arda yapılan kapalı salon ve açık hava toplantıları devam eder. 22 Mayıs 1919 tarihinde havanın muhalefetine rağmen üçüncü açık hava toplantısı Kadıköy›de yapılır. Mitingin hazırlanışında Tıbbiyeli öğrenciler önemli rol oynarlar. Sürekli yağan yağmurun altında toplanan yirmi 292 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı bin kişi İzmir’in işgalini protesto eder.[12] İzmir›in işgali üzerine İstanbul›da 18 Mayıs›tan itibaren başlayan millî galeyan, 23 Mayıs 1919›da Sultanahmet Meydanı›nda büyük bir tezahür olarak kendini gösterdi. O zamana kadar yapılan mitinglerin en muazzamı olan bu mitinge tahminen 200.000 kadar kişi katıldı.[13] Saat on birden itibaren meydan kadın, çoluk çocuk dolmaya başladı. Namazı müteakip meydan hıncahınç dolmuştu. Mektep talebeleri de ellerinde pankartlarla mitinge iştirak etmişlerdi. Çocuklar “millî matemi” temsil eden kokartları mitinge gelenlerin göğüslerine takıyorlardı. Sultanahmet Meydanı’ndaki parkın her tarafı siyah bayraklarla donatılmış, çeşitli yerlere pankartlar asılmıştı. Bu pankartlarda: “Yaşamak isteriz”, “Müslümanlar ölmez, öldürülemez”, “Hak isteriz”, “İki yüz bin Müslüman Türk, iki yüz yirmi Ruma feda edilemez”, “Yaşamak isteriz, Müslümanlar öldürülemez”, “İzmir Türktür, Türk kalacaktır” cümlelerini yazmışlardı. Meydanın Sultanahmet Cami şerifi tarafındaki duvarın kenarına hitap kürsüsü yerleştirilmiş, kürsünün önüne de siyah bir çerçevenin içerisinde Wilson Prensiplerinin 12. maddesi yazılmıştı.[14] 23 Mayıs’ta Sultanahmet’te yapılan muazzam miting İtilâf Devletlerini ve hükûmet çevrelerini rahatsız etmişti. Bu tarihten sonra İstanbullu vatanseverlerce Beşiktaş ve Beyazıt’ta yapılması düşünülen mitinglere hükûmetçe izin verilmedi. Yayımlanan bir tebliğ ile de mitinglerin yapılması yasaklandı. Fakat bu yasaklama kararı İstanbul vatanseverlerini durdurmaya yetmedi. İzinsiz ve değişik bir usulle 30 Mayıs 1919’da Sultanahmet’te ikinci büyük miting yapıldı. Cuma gününe rasgelen bugünde yayımladıkları davetiye ile milleti Sultanahmet Camii’ndeki Cuma namazına çağırdılar. Bu Cami’de toplanan 100.000 kişi namazı müteakip dağılmayarak miting yaptılar.[15] 30 Mayıs 1919 Cuma günü binlerce ahali adı geçen camilerde toplanarak vatanın kurtuluşu ve İzmir şehitleri için dua ettiler. Namazı müteakip halk, toplu olarak Sultanahmet Meydanı’na doğru bölük bölük toplanmaya başlamıştı. Mitingi tertip edenler meydanda gerekli tedbirleri almışlardı. Meydanda siyahlarla örtülü bir kürsü yerleştirilmiş, kürsünün etrafını ellerinde çeşitli pankartlar bulunan mektep talebeleri çevirmişti. Konuşmacılar İzmir’in işgali hakkında bilgiler vererek bundan sonra gelişecek olaylara da dikkat çektiler. Mitingin sonunda alınan kararlar başta padişah ve hükümet yetkilileri olmak üzere İtilâf Devletleri temsilcilerine gönderildi.[16] İzmir›in işgali sözün tam anlamıyla başından sonuna kadar tüyler ürpertici facia sahneleri ile doludur. İzmir›in işgali sabahı «Redd-i İlhak Heyet-i Milliyesi tarafından memleketin her tarafına gönderilen telgraflar[17] bir bomba gibi patlamış, daha işgal anından itibaren pek çok sayıda protesto telgrafı ile ilgili makamlara gönderilmeye başlanmıştı. Daha sonraları da İzmir katliamından kaçan Türklerin anlattıkları ve işgalin genişlemesiyle ortaya çıkan fecayiin öğrenilmesiyle milletin ruhunda kopan nefret fırtınaları büsbütün kabarmış, bu heyecanla art arda mitingler tertip edilerek, yapılan tecavüz ve mezalim şiddetle protesto edilmiştir. Mitinglerin büyük heyecan içerisinde yapılmasında mutlaka Mustafa Kemal Paşa’nın 28 Mayıs 1919’da Havza’dan çeşitli makamlara göndermiş olduğu Ülkü Ocakları Genel Merkezi 293 www.ulkuocaklari.org.tr C. Anadolu’da Yapılan Mitingler Ülkü Ocakları Eğitim Programı tamimin de büyük tesiri olmuştur. Mitinglerde milletçe çeşitli kararlar alınarak ilgili makamlara telgraflarla duyuruluyordu. İstanbul›daki İngiliz temsilcisi Webb işgalden hemen bir gün sonra gönderdiği raporunda, «memleketin her tarafından hadsiz hesapsız protesto telgrafları aldığını, umumî efkârın her tarafta galeyana gelmiş görüldüğünü»[18] bildirir. Amiral Calthorpe da birkaç gün içinde 675 yerden şahsı adına protesto telgrafı aldığını yazar.[19] Bu mitingler İtilâf Devletleri üzerinde hemen tesirini gösterir. İngilizler ilk olarak da hükûmete baskı yaparak, mitinglerin yapılmasını yasaklama kararı aldırırlar.[20] Fakat bu karara rağmen memleketin her tarafında mitingler yapılmasına devam edilmiştir.[21] 2. Maraş ve Havalisindeki Ermeni Mezalimine Karşı Gösterilen Tepkiler Mondros Mütarekesi’nin imzalanması ile Osmanlı Devleti fiilen savaşı bitirmiş oluyordu. Bundan sonra İtilâf Devletleri ile yapılacak olan bir sulh antlaşmasıyla, Türkiye’nin geleceği tayin edilmiş olacaktı. Mütarekenin yapılması ile, Osmanlı ülkelerinden hiçbirisinin işgal edilemeyeceği ve Mütareke tarihinden itibaren ileri hatların “Mütareke hattı” olarak kabul edileceğine inanılıyordu. Mütareke, Osmanlı Devleti ile İtilâf Devletleri arasındaki düşmanlığa son veren bir mukavele sayılıyordu. Fakat, İtilâf Devletleri bu fiilî vaziyetten faydalanmak suretiyle, sonunda kârlı çıkmanın yollarını arıyorlardı. Mütarekenin hemen akabinde, Mütareke şartlarını istedikleri gibi tevil ederek Osmanlı memleketini yavaş yavaş işgale başladılar. Harp içinde İtilâf Devletleri arasında Petersburg’da imzalanan Sykes-Picot Antlaşması’na (9-16 Mayıs 1919) göre Musul vilâyetiyle Urfa, Maraş ve Ayıntap bölgeleri Fransızlara bırakılmıştı. Bununla beraber Mondros Mütarekesi’nden sonra İngilizler, Fransa’ya karşı bir pazarlık konusu olarak ellerinde bulundurmak amacıyla petrol sahası Musul vilâyetiyle birlikte Kilis, Cerablus, Birecik, Urfa, Maraş ve Ayıntab’ı da işgal etmeyi tasarladılar.[22] 1919 Ocak ayında Antep’i az bir zaman sonra da (22 Şubat 1919’da) Maraş ve Urfa’yı işgal ettiler.[23] İngilizlerin işgalinden sonra başka yerlere göç etmiş olan Ermeniler de tekrar Maraş›a dönmeye başladılar. Fransız ve İngilizlerin desteğinden cesaretlenen Ermeniler bazı yerli halka hakaretlerde bulunmakta ve fırsat buldukça saldırmaktaydılar. İngilizler, Ermenilerin bu gibi şımarıklıklarının ve tecavüzlerinin gittikçe arttığını ve Türkler üzerinde, İngilizlere karşı devamlı bir reaksiyon yarattığını gördükçe, Türklerin ayaklanmasına sebep olacağı düşüncesiyle tedbir almak zorunda kaldılar.[24] Bu arada İngilizler kendileri için riskli olmaya başlayan bu bölgeyi bir an evvel Fransızlara devretmeyi plânlıyorlardı. Fakat devretmeyi yaparken de, bundan azamî ölçüde faydalanmayı düşünüyorlardı. Bir kere devamlı olarak kaynayan bir bölgenin sorumluluğunu Fransızlara devretmek suretiyle onları Türklerle karşı karşıya bırakmışlardı. Sonra bölgeden çekilmek kararı ile büyük ölçüde kuvvetlerinin serbest kalmasını sağlamışlardı. En önemlisi, Türklerin ana vatanına dahil olan bu toprakları nasıl olsa yabancılara bırakmayacaklarını anladıklarından, Fransızları bu bölgede meşgul ederek dikkatlerinin Arap ülkeleri üzerinden dağılmasını sağlamış olacaklardı. 15 Eylül 1919’da İtilâf Devletlerinin Paris’te yaptıkları toplantıda İngiliz kuvvetlerinin Kilikya’dan çekilerek buraların Fransızlara devri kararlaştırıldı.[25] “Suriye İtilâfnamesi” diye bilinen bu antlaşmayla Güney Anadolu Fransızlara 294 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı teslim edildi. Maraşlılar, hâdiselerin bu minval üzere seyrine rağmen, hâlâ ümit var idiler. Ana vatana olan bağlılıklarını Mütareke ve İngilizlerin bu uzun işgal yıllarında göstermişler ve yurtlarının boşaltılacağı günleri güven içinde beklemişlerdir. Türk topraklarının yabancı işgalinden temizleneceğinin beklendiği bir sırada bölgeye bu defa Fransızlar tarafından el konması Türk halkını ciddî surette düşündürmüş, Barış Konferansı’na ve Wilson Prensiplerine ümit bağlayanları hayal kırıklığına uğratmıştı. Fransız Yüksek Komiserliği’nin karakol değişikliğinden başka bir şey olmadığını söylediği bu işgal hareketi Ermenilerin de kışkırtmaları ile iyice çığrından çıkmaya başlamıştı. Üstelik karakol vazifesi görecek kuvvetin çok üzerinde Maraş’a asker ve mühimmat toplanmıştı. Bu arada saldırı ve tecavüzler arttı. Fransızların, Maraş’a gönderdikleri kuvvetler yolları üzerindeki köylerde ırza tecavüze kadar varan hareketlerde bulunuyorlardı. Bu vaziyet de Türklerin sabrını tüketmeye yetiyordu. Nihayet 20 Ocak 1920’de bu gerilim doruğa ulaştı ve Türkler ile Fransızlar arasında kanlı bir mücadele başladı. Bu mücadele esnasında Maraş şehrinin yarısı yanmış ve üçte biri de top mermileriyle yıkılmıştı. Yapılan tahminlere göre en büyük mahallelerden on kadarı tamamen harap olmuştu. 7-8 cami, 15 okul ve Maraş kışlası yakılmıştı. Yapılan araştırmalara göre çarpışmalarda Maraşlılar 200 şehit ve 500 yaralı vermişlerdi.[26] Maraş’ta hâdiselerin başlaması üzerine “Elbistan Heyet-i Merkeziyesi” 23.1.1920 tarihinde “Umûm Heyet-i İdarelere” bir telgraf göndererek Maraşlılara yapılan mezalimin protesto edilmesini istedi.[27] Aynı mealde Mustafa Kemal de Heyet-i Temsiliye namına bir tamim yayımladı.[28] İstanbul Hükûmeti de ilgili makamlar nezdinde hâdiseyi şiddetle protesto eder. Mustafa Kemal hükûmetin protestosunu İstanbul›da bulunan Rauf Bey›den öğrenir,[29] ve 29.1.1920 tarihinde “malum adreslere tamim” ederek; “Maraş katliamı hükûmet-i merkeziyece şediden protesto edilmiş ve edilmekte bulunmuştur”[30] diye bildirir. “Maraş’ta Fransız ve Ermeniler tarafından Müslümanların katliamı insanlığı tedhiş edecek surette devam ediyor. Her tarafta derhâl mitingler yapılarak hükûmet-i merkeziyeye ve ecnebi mümessillere bu mezalime bir nihayet verilmesi için müracaat olunması ve bilfiil müdafaa ile meşgul olan felâketzede Maraşlı dindaşlarımızın yapılan teşebbüsattan doğrudan doğruya haberdar edilmesi ehemmiyetle rica olunur”.[31] Maraş hâdiselerinin duyulması üzerine, Anadolu’nun her tarafında derin bir teessür ve galeyan meydana gelir. Hâdiseyi protesto etmek için büyük mitingler yapılır ve ilgili makamlara protesto telgrafları gönderilerek Maraş’ta Fransızlar ve onların desteğindeki Ermenilerce yapılan katliam protesto edilir.[32] Pek çok şehir ve kasabada yapılan bu mitinglerde Maraş ve havalisinde Ermenilerce uygulanan Ülkü Ocakları Genel Merkezi 295 www.ulkuocaklari.org.tr Ayrıca Mustafa Kemal Paşa aynı tarihle 25.1.1920 tarihli tamimine “zeyl” olarak şu tamimi de ilgili makamlara gönderir. Ülkü Ocakları Eğitim Programı mezalim karşısında Türk milleti hissiyatını ortaya koymuş, bu hissiyat Millî Mücadele’nin verilmesinde önemli rol oynamıştır. Bu ruh ile hareket eden millet, çeşitli mahallerde kurdukları “Kuvâ-yı Milliye” birlikleri ile Maraşlıların yardımına koşmuşlar ve kurtuluşta mühim rol oynamışlardır. Mitingler tertip edenler İtilâf Devletleri ile tarafsız devletlerin temsilcilerine gönderdikleri telgraflarda haksızlığı açık şekilde ortaya koymuşlar, sadaret ve saltanat makamı ile Heyet-i Temsiliye’ye gönderdikleri telgraflarla da milletçe birlik ve mücadeleye devam etme azminde olduklarını göstermişlerdir. 3. Ali Rıza Paşa Hükümeti’nin İstifası Sebebiyle Gösterilen Tepkiler Mütareke sonrası kurulan Damat Ferid Paşa hükümetleri, ülkenin içine düştüğü kötü durumun sorumluluğunu İttihatçılara yükleyerek, onlardan sorulacak hesapla İtilâf Devletlerini, özellikle İngiltere’yi memnun edeceklerini umuyorlardı. Damat Ferid’in önderliğini yaptığı gerek Hürriyet ve İtilâfçılar, gerekse tarafsız addedilenler savaşarak elde edilecek bir şey yoktur kanaatini taşıyor ve Sulh Konferansı’nda İngiltere’nin desteği alındığı takdirde en az zararla kurtulabileceklerini düşünüyorlardı. Bu fikrin karşısında olanlar ise, Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde Anadolu’da örgütlenmiş, silâhlı ve fiilî bir mücadeleyi başlatmışlardı. Onlar da milletin kurtuluşunu ancak kendi “azim ve kararında” görüyor, her türlü mandacılığı ve himayeyi reddederek, tam bağımsız bir politika takip etmeye çalışıyorlardı. Bu siyasî ortam içerisinde, hükümetler bu iki görüşün kuvvet kazanması veya zayıflamasına bağlı olarak sık sık değişiyordu. Mütareke sonrası mağlubiyet psikolojisinin getirdiği yılgınlık ve bu durumdan kurtulmak için İngiltere’ye umut bağlanması, bu politikaların takipçisi Damat Ferid Paşa’yı sadarete getirmiştir. Kuvay-ı Millîye’nin Anadolu’daki belirgin üstünlüğü, işgallere karşı Batı Anadolu’da ve Çukurova’daki başarıları Damat Ferid yerine Kuvay-ı Millîyecilerin kabul edebileceği Ali Rıza Paşa ve Salih Paşa hükümetlerinin gelmesini sağlamıştır. Fakat kısmen de olsa milliyetçi karakterli olan ve Mustafa Kemal’in de desteğini alan bu hükümetler ne İtilâf Devletlerince ne de onların sesi olan muhâlefetçe kabullenilemedi. Bu hükümetlerden kurtulmak için siyasî oyunlar ve padişah nezdinde yapılan baskılarla bu hükümetlerin iktidarına son verdirildi. Bu hükümetlerden Salih Paşa Hükümeti sadece yirmi sekiz gün iktidarda kalırken, Ali Rıza Paşa Hükümeti 2 Ekim 1919’dan 3 Mart 1920’ye kadar iktidarda kalmıştı. Milliyetçilerin hissedilir bir güce ulaşmasının da, bu hükümet zamanındaki gelişmelerden fazlasıyla faydalandıklarından kaynaklandığı söylenebilir. Ali Rıza Paşa’nın istifasından sonra, istifadan çok, sadaret makâmına kimin geleceği merak uyandırdı. Bu sebeple tepkilerde iktidarı elinde bulundurmak isteyen güçler arasındaki mücadele ön plâna çıktı. Damat Ferid Paşa’nın taraftarları bu istifayı, Damat Ferid Paşa’yı tekrar iktidara getirmek için bir fırsat olarak görürken, Damat Ferid Paşa’nın tekrar iktidara gelme endişesi milliyetçileri oldukça huzursuz etmiş ve mâni olmak için çok fazla gayret göstermeleri gerekmiştir. Ali Rıza Paşa kabinesinin İtilâf Devletlerinin tazyikiyle istifaya mecbur bırakılması ve yerine 296 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Damat Ferid Paşa veya onun emsali bir hükümetin kurulması ihtimâli özellikle Anadolu ahalisini tedirgin etmiştir. Ali Rıza Paşa kabinesi döneminde elde ettikleri kazanımları kaybetmek ve başından beri destek verdikleri ve son umutları hâline gelmiş olan Kuvâ-yı Milliye hareketine son verilebileceği endişesiyle ve özellikle Mustafa Kemal’in vaziyeti açık bir şekilde anlatan 4 Mart 1920 tarihli “dakika fevt edilmeyerek, gayet şedît bir lisânla” ve aynı gece padişaha, Meclis-i Meb’usân Reisliğine ve matbuâta telgraflar gönderilmesi ve kendisine de bilgi verilmesini isteyen tamiminde[33] tesiriyle kimi yerde Müdafaa-i Hukük Cemiyeti, ahali ve eşraftan çeşitli zevat ile bazı din adamlarının imzalarıyla sadece protestonameler gönderilmiş, kimi yerlerde halk galeyanını mitingler ve mitingler sonunda gönderdiği telgraflarla protesto ederek, bu emr-i vakiyi kabul edemeyeceklerini, kendilerini tatmin edecek bir hükümet olmazsa karşı koyacaklarını belirtmişlerdir. Ülkenin hemen hemen her bölgesinden katılımın görüldüğü, Mustafa Kemal›in de tabiriyle tam bir «telgraf fırtınası»na dönen hareket etkili olacaktır. Gönderilen telgraflar da Mustafa Kemal›in tamiminde geçen ifadeler genellikle aynen alınmış, bazıları da bölgelerini alâkâlandıran millî taleple ve işgallere dikkat çekmeye çalışmışlar, padişaha ve saltanat makâmına bağlılıklarını bildirmiş olmakla beraber, milliyetçi harekete de inandıklarını açık ifadelerle ortaya koymaya çalışmışlardır. 201 yerleşim yerinden gönderilen protesto telgrafları[34] arzulanan sonucu verir. Öyle görünüyor ki bu kadar telgraf saraya ulaşınca, daha ilk günlerden itibaren padişah, Ali Rıza Paşa’nın yerine yine ona benzer birini sadarete getirmek, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının kabullenebileceği bir iktidar oluşturmak zorunda olduğunu anlamıştı. Bu telgraflar, Damad Ferid Paşa ve emsali birinin iktidara gelmesini engellemiş ve Mustafa Kemal’le Amasya görüşmelerini yapan Salih Paşa’ya iktidar yolunu açmıştır. 4. İstanbul’un İtilâf Devletlerince İşgali Üzerine Yapılan Protesto ve Mitingler Amasya’da yapılan görüşmelerle o zamana kadar kanun dışı telakki edilen milliyetçi hareket meşruluk kazanmıştı. Böylelikle Ankara ile İstanbul arasında bir yakınlık doğmuş oluyordu ki bu da İtilâf Devletleri için tehlikeli sonuçlar doğurabilirdi. İtilâf Devletleri, Ali Rıza Paşa iktidarı zamanında, Türk düzenli birlikleri ile Kuvay-ı Millîye›nin birbirlerine daha çok yardım etme durumuna girdiğini görmekte de gecikmediler. Onlara göre Harbiye Nazırı Cemal Paşa ile Genelkurmay Başkanı Cevat Paşa›nın Kilikya›da Fransızlara, İzmir›de Yunanlılara karşı direnen Kuvâ-yı Milliye›yi desteklediği bir gerçekti. Gerçekten de Cemal Paşa, Kuvâ-yı Milliyenin ihtiyaçlarını karşılamak üzere 12. Kolordu emrine para bile göndermişti.[35] Paşaların hareketinden tedirgin olan İtilâf Devletleri temsilcileri hükümete baskı yaparak 21 Ocak 1920’de bu paşaları istifaya mecbur etmişti. Bu arada seçimler yapılmış ve Anadolu’da yapılan seçimlerde mebusların çoğunluğunu Ülkü Ocakları Genel Merkezi 297 www.ulkuocaklari.org.tr İstanbul, Mondros Mütarekesi›ni müteakip 13 Kasım 1918›den beri gayri resmî olarak İtilâf Devletlerinin işgali altında bulunuyordu. Resmen işgal fikri ise 1920 yılının ilk aylarında ortaya atılmaya başlandı. Bunda Anadolu›daki milliyetçi hareketin güçlenmesinin oldukça önemli bir rolü vardı. Hele milliyetçilerin Maraş ve havalisindeki Fransızlara karşı başarıları İtilâf Devletlerini oldukça tedirgin etmişti. Bu arada sadarette bulunan Ali Rıza Paşa ve hükümeti de milliyetçilerle iyi geçiniyor, âdeta onlara yardım ediyordu. Ülkü Ocakları Eğitim Programı milliyetçiler kazanmıştı. Mustafa Kemal’in dışında bütün mebuslar İstanbul’a gelmiş ve 12 Ocak’ta açılan mecliste güçlü bir grup kurmuşlardı. Bu mebuslar İtilâf Devletleri temsilcilerinin gözleri önünde milliyetçi nutuklar atıyor ve İtilâf Devletlerinin menfaatlerine dokunan kararlar alıyorlardı. Hele 28 Ocak 1920’de kabul edilen “Misak-ı Milli” ile İtilâf Devletlerinin arzuladıkları Türkiye Antlaşması’nın tahakkuku mümkün görünmüyordu. Bu kararlara göre İtilâf Devletleri Mütareke’den sonra işgal ettikleri yerlerden çıkarılıyordu. Misak-ı Millî Beyannamesi ile her şeyden önce, millî ve bölünmez bir Türk ülkesinin sınırları çiziliyordu. Osmanlı Meclis-i Mebusanı bu kararlarla müstakil bir Türkiye’nin kabul edebileceği en son şartları tespit etmiş oluyordu. Hâliyle bu kararlardan memnun olmayan İtilâf Devletleri bu kararı alan meclisi cezalandırmak yolunu seçecekti. Ayrıca Anadolu’da başlayan ve gelişen milliyetçi hareket gittikçe güçleniyordu. İstanbul devre dışı bırakılmış, Türk milletinin temsilcisi Ankara olmuştu. Milliyetçilerin güneyde verdikleri mücadele büyük bir muvaffakiyetle neticelenmiş, hareket moral kazanmıştı. Güneyde mücadeleyi kaybeden Fransızlar, bazı iktisadî menfaatler sağlanması şartıyla, Mustafa Kemal’le anlaşma yoluna gitmişti. Zaten İzmir meselesinden dolayı küskün olan İtalyanlar da bu yolu takip etmişlerdi. Bu vaziyet karşısında tedirgin olan İngilizler ise barış şartlarını kendi menfaatlerine uygun olarak yaptırabilmek, kendileri için büyük bir tehlike teşkil eden milliyetçileri durdurabilmek için en tesirli yolun saltanat ve hilâfet merkezi olan İstanbul’un işgal edilmesi olacağını düşünüyorlardı. Böylelikle Anadolu’daki milliyetçi hareket üzerinde bir baskı kurarak, milliyetçilerin direncini kırabilecek ve istedikleri şartlarda bir antlaşma imzalatabileceklerdi. Böylelikle Londra Konferansı’nda kararlaştırılmış olan İstanbul’un işgali hâdisesi 16 Mart 1920 tarihinde gerçekleştirildi. Türk Millî Mücadelesi tarihinde pek mühim bir yeri olan bu işgal hâdisesi, İtilâf Devletlerince Türklere kabul ettirilecek olan antlaşma için bir baskı unsuru olarak kullanmak üzere tasarlanmış idi. Fakat bu hâdise karşısında galeyana gelen Türk milleti, Mustafa Kemal Paşa ve daha sonra Ankara’da faaliyete geçen Büyük Millet Meclisi’nin etrafında kenetlenerek istiklâlini korumak için büyük bir mücadeleye girmesine vesile olmuştur. Bu hâdise umulanın aksine dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Anadolu’da da büyük bir tepkiyle karşılanmış ve işgali yapanlar şiddetle protesto edilmişlerdir. İşgalin memlekette duyulması üzerine umumî bir heyecan meydana gelir. Bunun üzerine memleketin pek çok yerinde mitingler yapılır ve ilgili makamlara protesto telgrafları gönderilir. Bunda Heyet-i Temsiliye›nin gönderdiği tamimlerin de önemli rolü olur. Hey’et-i Temsîliye, İstanbul’un işgal edildiği gün, ilk iş olarak İstanbul’daki İngiliz, Fransız, İtalyan, Amerika siyasî temsilcisine, bütün tarafsız devletler dış işleri bakanlıklarına ve Fransa, İngiltere, İtalya Millet Meclislerine verilmek üzere Antalya’da İtalya temsilciliğine gönderdiği telgrafta, yapılan bu işgalin Wilson Prensiplerine dayanan Mütareke’ye aykırı olduğunu açıklayarak protesto etti. Heyet-î Temsiliye adına Mustafa Kemal imzasıyla gönderilen bu protestonamede şöyle deniliyordu: “Millî istiklâlimizi temsil eden Meclis-i Mebusan’da dahil olmak üzere, İstanbul’da bütün resmî daireler, İtilâf Devletleri askeri kuvvetleri tarafından resmen ve zorla işgal edilmiş ve millî dava için çalışan birçok vatanseverin tutuklanmasına da teşebbüs olunmuştur. Osmanlı milletinin siyasî hâkimiyet ve hürriyetine indirilen bu son darbe hayatını ve varlığını ne pahasına olursa olsun savunmaya azmetmiş olan biz Osmanlılardan 298 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı çok, yirminci yüzyıl medeniyet ve insanlığının kutsal saydığı bütün esaslara, hürriyet, milliyet, vatan duyguları gibi bugünkü insan cemiyetlerinin temel saydığı bütün prensiplere ve prensipleri meydana getiren insanlığın umumî vicdanına indirilmiş demektir. Biz haklarımızı ve istiklâlimizi savunmak için giriştiğimiz mücadelenin kutsallığına ve hiçbir kuvvetin bir milleti yaşamak hakkından mahrum edemeyeceğine inanıyoruz. Tarihin bugüne kadar kaydetmediği bir suikast teşkil eden ve Wilson Prensiplerine dayanan bir Mütarekename ile milleti savunmak imkânlarından mahrum etmiş olmasından doğan bir hileye de dayanması itibariyle, ilgili milletlerin şeref ve haysiyetleriyle de bağdaşmayan bu hareketin mahiyetinin takdirini, resmî Avrupa ve Amerika’nın değil, ilim, kültür ve medeniyet Avrupa ve Amerikası’nın vicdanına bırakmakla yetinir ve bu hâdiseden doğacak büyük tarihî sorumluluğa son olarak bir daha dünyanın dikkatini çekeriz. “Bütün Komutanlara, Vali ve Mutasarrıflara ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerine, Belediye Başkanlıklarına, Basın Cemiyetine,İtilâf Devletlerinin şimdiye kadar, memleketimizi bölüşmeye yol bulmak için başvurdukları çeşitli tedbirler bilinmektedir. Önce Ferit Paşa ile anlaşarak milleti savunmasız bir hâlde yabancı idaresine esir etmek ve memleketin birçok önemli kısımlarını galip devletlerin sömürgelerine ilâve etmek düşünülmüştü. Kuvâ-yı Milliye’nin milletin top yekün desteği ile istiklâli savunmak hususunda gösterdiği azim ve kararlılık, bu tasavvuru altüst etti. İkincisi, Kuvâ-yı Milliye’yi aldatmak ve onun müsaadesiyle doğuda bir üstünlük kurma siyaseti takip etmek için Hey’et-i Temsîliye’ye başvuruldu. Heyet,milletin istiklâli ve vatanın bütünlüğü garanti edilmedikçe ve bilhassa işgal bölgelerinin boşaltılmasına teşebbüs olunmadıkça, hiçbir şekilde görüşmelere yanaşmadı. Üçüncüsü, Kuvâ-yı Milliye ile birlikte hareket eden hükümetlerin çalışmalarına müdahale etmek ve cür’etlerini artırmak yolu takip olundu. Millî birliğin yarattığı kuvvet ve dayanışma karşısında bu saldırılar da eridi. Dördüncüsü, vatanın mukadderatı hakkında endişe verici kararlar alındığından bahsedilmek suretiyle, umumî efkâra baskı yapılmağa başlandı. Namusunu ve vatanını savunma uğrunda her fedâkarlığı göze almış olan Osmanlı milletinin azim ve iradesi önünde, bu tehditler de fayda vermedi. Nihayet bugün İstanbul’u zorla işgal etmek suretiyle, Osmanlı Devleti’nin yedi yüz yıllık hayat ve hâkimiyetine son verildi. Yani, bugün, Türk milleti, medenî kabiliyetinin, hayat ve istiklâl hakkının ve bütün istikbalinin, savunulmasına çağrıldı. İnsanlık dünyasının takdirlerini kazanmak ve İslâm dünyasının kurtuluş emellerini gerçekleştirmek, hilâfet makamının yabancı tesirlerinden kurtarılmasına ve millî istiklâlin şanlı mazisine layık bir imanla savunulup kazanılmasına bağlıdır. Giriştiğimiz kutsal istiklâl ve vatan mücadelesinde Cenab-ı Hakk’ın yardım ve esirgeyiciliği bizimledir.”[37] Millete yayımlanan bu beyannameyle birlikte aynı tarihte yine “Hey’et-i Temsîliye Namına Mustafa Kemal” imzası ile bütün vali ve komutanlara gönderilen bir talimatname ile, sivil ve askeri makamların Hey’et-i Temsîliye ile bağlarını muhafaza etmelerini, müttefik ve tarafsız bütün devletlerin, dış işleri bakanlıkları ile pârlamentolarına protesto telgrafları gönderilmesini istedi. Bu talimatnamede Ülkü Ocakları Genel Merkezi 299 www.ulkuocaklari.org.tr Davamızın meşruluğu ve kutsallığı, bu güç zamanlarda Cenab-ı Hak’dan sonra, en büyük yardımcımızdır.”[36] Ayrıca Mustafa Kemal Paşa yayımladığı bir beyanname ile milleti hayat hakkını ve istiklâlini savunmaya davet etti. Bu beyanname de şöyle deniliyordu: Ülkü Ocakları Eğitim Programı şöyle deniliyordu: “İstanbul’un ve resmî dairelerin bilhassa Meclis-i Meb’üsân’ın İtilâf Devletleri tarafından ve zorla işgal edilmiş olmasından ve bu hareketin, Mütareke ile milleti silâhından mahrum ettikten sonra yapılmasından bahisle, İtilâf Devletleri temsilcilerine ve bütün tarafsız devletler dış işleri bakanlıklarıyla, İtilâf Devletlerinin millet meclisi başkanlıklarına protesto telgrafları çekilmek üzere mitingler yapılması lüzumlu görülmektedir. Protesto telgraflarında bilhassa, yapılan saldırının, Osmanlı hâkimiyetinden ziyade, yirmi asırlık bir medeniyet ve insanlığın eseri olan hürriyet, milliyet ve vatanseverlik prensiplerine bir darbe olacağı ve Osmanlı milletinin hayat ve istiklâlini savunma hususundaki azim ve imanına, bu hâdisenin hiçbir tesir yapmayacağı, yalnız medenî milletlerin bu saldırıyı kabul etmekle, büyük bir tarihî sorumluluk altına girmiş olacakları belirtilmelidir. Tarafsız devletlerin dış işleri bakanlıklarıyla millet meclisi başkanlıklarına çekilecek telgraflar, İstanbul’da ait oldukları makamlara verilmekle beraber Antalya’da İtalyan temsilcisi vasıtasıyla da verilmelidir. Protesto telgraflarının birer suretinin de buraya gönderilmesini rica ederiz.”[38] Bu beyanname üzerine memleketin pek çok yerinden yukarıda bahsedilen esaslara uygun olarak mitingler yapılarak, protesto telgrafları gönderilmiştir.[39] Gönderilen metinler hemen birbirinin aynının olması, Mustafa Kemal›in bu beyannamesine uyulduğunu göstermektedir. 5. İstiklâl-i Osmanî Günü Münasebetiyle Yapılan Protesto ve Mitingler 20. yüzyılın başında Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü menfî durumdan kurtulmak için millete yeni heyecan ve millî şuur kazandırmak gayretlerinden biri olarak faydalanılan milli gün ve bayramlar, özellikle Balkan Harbi mağlubiyetinin ortaya çıkardığı sıkıntılı günlerde, milli birlik ve beraberliği sağlamada önemli rol oynamıştır. Balkan Harbi’ni müteakip daha büyük bir savaşın içinde kendini bulan Osmanlı Devleti yöneticileri, resmen kabul edilmemiş olmasına rağmen “İstiklâl-i Osmânî Günü”nü en yüksek seviyede kutlanmasını sağlamışlardır. Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında ülkenin her tarafında yoğunlaşan, son yıllarında ise azalan bugünün kutlanması daha çok Darülfünün talebeleri ile Türk Ocaklı gençler tarafından tertip edilmiştir. Mondros Mütarekesi ile savaşın biteceği, sulh ve sükün döneminin başlayacağı ümidini besleyen Türk milleti Mütareke’nin şartları hilâfında uygulanması karşısında kendini yeniden uzun ve kanlı bir mücadelenin içinde bulmuştur. Bu savaş, Türklerin elinde kalan son vatan parçası üzerinde istiklâlini koruma savaşı hâline dönmüştür. İşte bu ortamda “İstiklâl-i Osmânî Günü”nün anlamı, Osmanlı Devleti’nin kuruluş gününü kutlamaktan ziyade devletin ve milletin istiklâlini koruma anlamını taşımaya başladı. Millet bugün de tarihinin ve milletinin haşmetini görüyor, yeniden o günlere dönülebilecek ruhu ve içine düştükleri kötü vaziyetten çıkışın yollarını arıyordu. Millî Mücadele’nin lideri Mustafa Kemal Paşa’nın özellikle 1919 yılında bugünün kutlanması tamimini yayımladığı günler, Osmanlı hükümeti tarafından hakkında tutuklama kararının çıkarıldığı ve 300 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı saltanat makamı ile ilişkisinin kesildiği döneme rastlamaktadır. Buna rağmen, Mustafa Kemal Paşa’nın başlattığı milletin istiklâlini koruma mücadelesini kazandıracak ruhu Türk tarihinin derinliklerinde aradığı ve buna önem verdiği görülmektedir. Pek çok şehir ve kasabada yapılan törenlerde yapılan konuşmalar ve sonunda gönderilen telgrafların muhtevasına bakıldığında bunu görmek mümkündür. A. Mustafa Kemal Paşa ve İstiklâl-i Osmânî Günü Kutlamaları Mustafa Kemal Paşa, millî heyecanı diri tutmak, işgallere karşı milleti hazırlamak, millete millî şuur kazandırabilmek için onu harekete geçirebilecek her türlü gelişmeden faydalanmaktadır. Bunlardan biri de bayramlardır. Böylece bugünlerin heyecanından istifade ederek milletin büyük toplantılar yapmasının ve sonunda da, başta İtilâf Devletleri olmak üzere çeşitli devletlere protesto telgrafları göndererek, haklarını aramalarını, istiklâl için kararlılıklarını duyurmalarını istiyordu. Bu sebeple Meşrutiyet’in yıl dönümleri, şehitler için okutulan mevlitler, çeşitli dinî[40] ve millî günlerin kutlanmasından da bu mânâda istifade ediyordu. Bu tür toplantıların vatanperverane tezahürata vesile olmasını istiyordu. 21.7.1335 tarihinde bütün vilâyetlere, belediyelere ve kolordu kumandanlarına gönderdiği bir telgrafta; “Rüh-ı millînin kudretini bilhassa bu aralık cihana göstermek, vatanımızın halâsı ve selâmetine medâr olduğu cihetle iş bu iyd-i millînin parlak merâsim ve vatanperverâne tezâhürâta vesîle olması ve her tarafa münasip suretle tamim ve tebligât î’ta buyurulmasını... niyâz ederim” demektedir.[41] Kânünuevvelin 17’sinde kutlanan İstiklâl-i Osmânî Günü[42] Mütareke sonrasının zor şartları altında da kutlanmaya devam edildi. Bu kutlamalar oldukça büyük toplantılarla memleketin her tarafında icra edildi. Mustafa Kemal Paşa 30.12.1335 tarihinde «bilumüm» kayıtlı tamiminde bugünün kutlanmasını istemiştir. Bu tamimde şöyle denilmektedir: Mustafa Kemal Paşa’nın bu tamimi üzerine Anadolu’nun birçok yerinde mitingler ve törenler yapılmış; bu toplantıların sonunda başta İtilâf Devletleri temsilcileri olmak üzere çeşitli makamlara telgraflar gönderilmiştir.[44] Ayrıca Hey’et-i Temsiliye Reisi Mustafa Kemal Paşa’ya da gönderilen telgraflarda İstiklâl-i Osmânî Günü kutlanmış,[45] Mustafa Kemal Paşa da telgrafların çoğuna cevabî teşekkür telgrafları göndermiştir.[46] Sadece 1919 yılı kutlamalarında, ülkenin değişik bölgelerinde seksene yakın şehir ve kasabada törenler yapılmış ve bu törenlerin sonunda çeşitli makamlara telgraflar gönderilmiştir. Meselâ 30.12.1335 tarihinde Kuvâ-yı Milliye’nin merkezi olan Balıkesir’de çok büyük bir merâsim düzenlenmiştir.[47] Bugün vesilesiyle Türkün silâh ve vazife başına çağrıldığı bu toplantıda mülkî ve Ülkü Ocakları Genel Merkezi 301 www.ulkuocaklari.org.tr “Bu gün eyyâm-ı İstiklâl-i Osmânî olmak münasebetiyle arz-ı tebrikât eder bu vesîle ile vatanın temadiî halâsını ve devlet ve milletimizin altı asırlık şanlı İstiklâl ile mazhar-ı sa’âdet etmesini cenâb-ı Hakdan diler ve bu yevm-i mübeccelin sa’âdetini idrâk eden, bil’umüm milletdaşların yek diğerini tebrike şitâb eylemelerini temennî eyleriz. Hey’et-i Temsiliye Nâmına Mustafa Kemal”[43] Ülkü Ocakları Eğitim Programı askerî yöneticiler birer konuşma yaparak toplantının sonunda “Ankara Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Hey’et-i Temsiliyesine” 30/31 Kânün-ı evvel 1335 tarihinde “Balıkesir’de İzmir Şimâlî Mıntıkası Müdafaa-i Hukuk Cemiyet-i Hey’et-i Merkeziyesi Nâmına Vâsıf” imzasıyla gönderilen telgrafta şöyle denilmektedir: “Bugün büyük hakan Osman Gazi’nin ilân-ı istiklâli sene-i devriyesi olmak itibariyle fevkalâde muhteşem millî tezâhürat icrâ edildi. Memleketin çiftçi, esnaf, sanatkârı gibi her türlü sınıf-ı içtimâîyesi kendilerine mahsüs sancaklarıyla tezâhürata iştirak etmiş ve mukaddes hilâlimiz, Kuvâ-yı Milliye’den dört yüz müsellah süvarinin önünde Kemal-i iclâl ile dalgalanmıştır. Yirmi bini mütecaviz fevkalâde azîm bir kalabalık teşkîl eden alay, memleketin muhtelif mahallerini dolaşmış ve âteşîn nutuklar îrâd edilmiştir. İstiklâl-i mübeccelimizi hiçbir zaman fedâ edemeyeceğimizden bâhis olan bu nutuklar binlerce kişinin ahd-ü peymân sadâlarıyle karşılanıyordu. Geceleyin Kuva-yı Millîye karargâhında meş’aleler yakılarak mızıkalarla şenlik yapılmaktadır. Galeyân ve azm-i millî şâyân-ı şükrân bir derecededir. Hey’et-i merkeziyemiz, hey’et-i muhteremenizin bu millî bayramını tes’îd eder ve Türkün ecdâdından mevrüs, sarsılmaz azmi karşısında bütün düşmanların makhür kalarak mukaddes istiklâlimizi süngülerimizle daima muhafaza edeceğimiz ümîd-i kâvisini iblâğ eyleriz efendim.”[48] Millî Mücadele döneminde Kuvâ-yı Milliyeyi destekleyen Anadolu gazetelerinden Yeni Gün, Açıksöz, Hâkimiyet-i Millîye gibi gazetelerde “İstiklâl-i Osmânî Günü” için sütunlarında geniş yer ayırılmış ve köşe yazarları konu hakkında makaleler yazmışlardır. 31 Aralık 1920 tarihli Yeni Gün Gazetesi bugünün kutlamaları için “halkın itibar edebileceği bir âdettir” böyle bir günü mensup olduğu millet ve devletin büyüklük ve şanından söz etmeye sebep olacağı için önemli bulurken, köşe yazarı Yunus Nadi Bey de yazısında şöyle demektedir: “. Tarihin Türkü esir diye kaydettiği bir zaman yoktur. Bütün dünyaya meydan okuyan bir mücadele içinde olan Anadolu’da herhangi bir bağımsızlık bayramı yapılabilirdi. 600 yıl kadar önceye uzanan bir olayı değil, Türklüğü Ergenekon’dan çıkaran efsane tercih edilmektedir. Osmanlı Devleti’nin kuruluşu, asırlarca süren iniş çıkışlarıyla insanlık dünyasına kök salmış bir devletin, aynı cinsten bir anlayışın, Türklüğün devamıdır. Öncesi bağımsızlık olan Türklüğün, bağımsızlık vadisinde yol almasıdır. Anadolu’da mücadele eden insanlar, aynı bağımsızlığın devamı için uğraşmaktaydı. Anadolu, Osmanlı’dan önce de Türktü, şimdi de Türk, yarın da Türk olacaktı. Bu millet Bağdat’ta ne idiyse, Karacahisar’da adına hutbeler okuttuğu, Viyana surları önünde görüldüğü zaman da o idi. Şimdi millî bağımsızlık ve İslâmiyet’in onurunu savunan kutsal bir mücadele içinde de odur. Bugün Osman Gazi’nin şahsında Türklüğün an’ane, şeref ve izzetini selâmlamamız daha uygundur.”[49] 6. Miting ve Protestoların Ortak Özellikleri Millî Mücadele başlarında yapılmış olan mitingler ve çeşitli makamlara gönderilmiş olan miting 302 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı kararları ile protesto metinleri pek çok yönden birbirine benzemektedir. Aynı usul dairesinde icra edilen bu mitingler, Türk toplum hayatına daha çok II. Meşrutiyet ile girmiş bir hareket tarzı idi. O dönemde cereyan eden siyasî hâdiseler karşısında fiilî hareketlerde bulunamayan Osmanlı Devleti’nde Avrupa’da devlet aleyhinde cereyan eden siyasî gelişmeler ancak mitingler ile protesto ediliyordu. O günleri anlatan Fethi Okyar bu konuda şunları söylüyor: “İstanbul’da bize ihanet gibi gelen, fakat aslında beklenmesi tabiî olaylar hayal kırıklığı yaratmış ve devletin elinde olup bitenlere karşı fiilî kudret olmadığı, olsa da hangi birisiyle başa çıkılacağı meselesi ortada olduğu için sadece protesto mitingleri düzenlenmişti. Böylelikle siyasî hayatımıza yeni bir, hislerini açıklama tarzı giriyordu.”[50] Yirminci yüzyılın ilk çeyreği Türk milleti için en zor günler olmuştu. Pek çok müessesesi zamana göre kifayetsiz kalan ve özellikle de askerî ve siyasî gücünü çeşitli dış tesirler ve iş çekişmeler sonunda kaybeden devlet, hâdiseler karşısında kesin bir tavır koyamıyordu. Hâl böyle olunca halk tavrını mitingler ile ortaya koyuyor ve ilgili makamlara seslerini ancak böyle duyurabiliyorlardı. Ahmet Emin Yalman da bu vaziyeti şöyle anlatır; “Sesimizi duyurmaktaki imkânsızlık sık sık mitingler yapmaya bizi sevk ediyordu”. [51] Millî Mücadele başlarında da gelişenv hâdiselere karşı hislerini ve düşüncelerini mitinglerle ortaya koyan Türk milleti, İtilâf Devletleri ve tarafsız devletlere kararlılıklarını mitinglerde yapılan konuşma ve alınan kararlarla göstermişlerdir. Dağılan devletin içerisindeki son grup olan Türkler, artık kendilerini kurtarmaları gerektiğini anlamış idiler. Bu sebeple mitingler Türk Milliyetçiliği fikrinin aksiyon hâline geçişinin bir ifadesi olmuştur. Bu fikir böylelikle sadece aydınların inandıkları bir fikir olmaktan çıkıp -zaten asırlardır bir his olarak içinde bulunan- Türk milletine şamil olmuştur. Mitingler sadece bazı hâdiselere karşı tepki olarak ortaya çıkmamıştır. Aynı zamanda millî ruhun ve heyecanın oluşturulmasında da önemli rol oynamıştır. Bu ruh ve heyecan Kuvâ-yı Milliye’nin ortaya çıkmasında ve kuvvetlenmesinde büyük tesiri olmuştur. Ayrıca, mitinglerin yapılmasında önemli gayelerden birisi de halkı gelişen hâdiselere karşı uyandırmak ve teşkilâtlandırmaktı. Millî Mücadele başlarında en büyük eksiklik halkı aydınlatmaktı. Bunun için de eldeki imkânlar oldukça sınırlı idi. Sadece mükemmel şekilde işleyen telgraf şebekesi ile matbuat sayesinde gelişen hâdiseler hakkında bilgi alınabiliyordu. Mütarekeden sonra İstanbul matbuatı üzerinde uygulanan sansür sebebiyle de arzu edilen açıklıkta haber alınamıyordu. Bu sebeple mitingler Millî Mücadele başlarında mühim rol oynamıştır. Üstelik mitinglerde kitle psikolojisi icabı ortaya çıkan umumî heyecan milletin üzerindeki bıkkınlık ve yılgınlığı atmasına ve büyük moral kazanmasına sebep oluyordu. Aynı zamanda dünya kamuoyuna da Türk milletine yapılan mezalim ve haksızlıklar anlatılarak, Türkler lehinde bir ortam yaratılmaya çalışılıyordu. Anadolu’da başlayan milliyetçi hareketin teşkilâtlanması ve aksiyon hâle gelmesinde mühim bir mevkii olan mitingler şekil ve muhteva bakımından da pek çok yönleriyle birbirine benzemektedir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 303 www.ulkuocaklari.org.tr Bu sebeple millete doğru haberler ancak mitingler vasıtasıyla veriliyordu. Telgraf şebekesiyle ulaşan haberler hemen yapılan mitinglerle halka anlatılıyor, mitingde ortaya çıkan tavırda protesto telgrafları ile ilgili makamlara duyuruluyordu. Ülkü Ocakları Eğitim Programı A. Şekli Bakımdan Ortak Özellikler II. Meşrutiyet’in ilânından sonra gelişen hürriyet ortamı ile birlikte, halka toplanma ve cemiyet kurma hakkı tanınmıştı. 8 Ağustos 1909 tarihinde Kanun-i Esasi’de yapılan tadille, 20. maddede “Kanun-u mahsusuna tebaiyet şartı ile Osmanlılar hakkı içtimaa maliktir.”[52] deniliyordu. Böylelikle Kanun-u Esasi’ce tanınan bu hak, bundan sonra sıkça kullanılmaya başlandı. Mitinglerin hazırlanışı ve yapılışında şeklî bakımdan şunlar yapılmıştır: 1. Miting Heyetlerinin Teşkili Mitinglerin yapılabilmesi için bulunulan mahallîn mülkî amirliğinden izin alınması icap etmektedir. Bu izni alabilmek için de bir heyet teşkil olunarak müracaat edilir. “Miting Heyeti” diye bilinen bu tertip komitesi umumîyetle mahallîn ileri gelen şahıslarından olmaktadır. Bu heyetler, umumîyetle belediye reisi, müftü, ulemâ ve eşrafdan teşkil edilmektedir. Maraş ve İstanbul’un işgali üzerine yapılan mitinglerde ise çeşitli yerlerde yukarıda bahsedilen gruplar olduğu gibi, daha çok “Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri” reis ve azalarından teşkil edildiğini görülmektedir. Bu da İzmir’in işgalinden itibaren Türk milletinin sür’atle teşkilâtlandığının önemli göstergelerinden biri olarak kabul edilebilir. Ayrıca İzmir’in işgali üzerine İstanbul’da yapılan mitinglerin tertip heyetlerinde “Türk Ocakları” üyeleri ile “Darülfünün Talebeleri”nin faal rol aldıkları da görülmektedir. 2. Mitinglerin Yapılması İçin Müracaat ve İzinler Teşkil edilen miting heyetleri bir dilekçe ile mahallîn mülki amirine müracaat ederler.[53] Bu müracaatlar ilgililerce incelenerek mitingin yapılmasına karar verilir. Bu karar miting heyetine bildirilir.[54] Bunun üzerine bildirilen yerde miting yapılır. Millî Mücadele döneminde İstanbul Hükümeti’nin tesirinde olan bazı mülkî amirlerce izin verilmediği de olmuştur. Meselâ, 25 Mayıs’ta İstanbul’da Beşiktaş ve Beyazıt’ta yapılacak mitinglere hükümetçe izin verilmedi.[55] Afyon’un Rum asıllı mutasarrıfı Ali Ulvi Bey de mitingler yapılmasına karşı çıkarak izin vermemektedir. Ona göre miting yapılması “menfaat-i devlete muzırdır”. Kayseri’de mitingler yapılmasının, Antalya ve İzmir’e hiçbir nef’i dokunmayacağından başka, burada az miktarda da olsa Rumlar ve Ermeniler var ki, ufak şeyi izam ile (İslâmlar ayaklandı, korkuyoruz) tarzında şikâyetlere müheyyadır”[56] diyor. Mitinglerin yapılmasının zaman zaman İstanbul Hükümeti’nce yasaklanmasına rağmen (25 Mayıs 1919 ve 31 Mayıs 1919 tarihli resmî tebliğler), mahallî idarecilerin ve halkın bu yasağa uymadığı bu tarihlerden sonra yapılan mitinglerden anlaşılmaktadır. 3. Miting Davetiyeleri ve Programları Mitingler için idari makamlardan izin alındıktan sonra mahallî basın[57] veya matbu[58] 304 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı ilânlar ile halk mitinge davet edilmektedir. Bu davetiyelerde mitingin ne için yapıldığı, nerede ve saat kaçta yapılacağı, miting esnasında uyulacak kurallar ve miting süresince yapılacak işler belirtilerek, halkın mitinge iştirak etmesi istenilmektedir. Meselâ 22 Mart’ta Konya’da İstanbul’un işgali üzerine yapılan mitingin programı mahallî gazetede yayımlanmış,[59] mitingde de bu programa riayet edilmişti. Kastamonu’da da Lloyd George’un beyanâtı üzerine 12 Ocak 1920’de yapılan miting programı da 11 Ocak tarihli Açıksöz gazetesinde yayımlanarak[60] halka duyurulmuştu. 4. Dualar Hemen hemen bütün mitinglerde duanın önemli bir yeri var. Mitinglerin açılışı mahallîn önde gelen din adamlarından biri ve yahut müftüsü tarafından yapılan dua ile başlamaktadır. Aynı şekilde mitingin bitiminde de bir kapanış duası yapılmaktadır. Özellikle bu duada memleketin içine düştüğü vaziyetten bahisle Cenab-ı Hak’tan içine düştükleri musibetlerden kurtulmaları için yardım istenmekte, memleketin selâmeti ve kurtuluşu için niyazda bulunulmaktadır. 5. Mitinge Katılanlar ve Konuşmacılar Mitinglere her görüş, parti, yaş ve her kesimden insanlar katılmakta idi. Çoluk, çocuk, gençihtiyar, kadın-erkek, hatta zaman zaman gayrimüslimler bile mitinglere iştirak ediyorlardı. Hepsinin de ortak gayesi memleketin kurtuluşu idi. Bunun için de bir noktada birleşilmek icap ettiğinin farkında idiler. Öyle ki iktidarı elinde bulunduran Hürriyet ve İtilâf Fırkası umumîyetle teslimiyetçi bir politika takip ediyor olmasına rağmen şubeleri ve mensuplarının da mitingler ve protesto telgraflarına iştirak ettikleri görülüyor. Milliyetçilerden farklı düşünmediklerini ortaya koymaya çalışıyorlardı. Meselâ, 18 Mayıs 1919’da Edremit’ten,[61] 17 Mayıs 1919’da Kandıra’dan,[62] 16 Mayıs 1919’da Keskin’den,[63] 16 Mayıs 1919’da Nevşehir’den[64] gönderilen miting kararları ve protesto telgraflarının altında «Hürriyet ve İtilâf Fırkası» mensuplarının da imzaları bulunmaktadır. Mitinglerde konuşma yapanlar daha çok din adamları, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti mensupları, ulema ve müderrisler olmaktadır. Bazı mitinglerde kadın konuşmacıları da görüyoruz ki bu da Millî Mücadele dönemi mitinglerinin enteresan özelliklerinden biri olmuştur. Konuşmacılar daha çok memleketin içine düştüğü vaziyeti anlatarak, halkın millî ve dinî hislerine hitap etmişler, millî şuurun güçlenmesine çalışmışlardır. Mitinglerin sonunda alınan kararlar, miting kararları olarak ilgili makamlara duyurulur. Umumiyetle bu kararlar miting heyetince önceden hazırlanmakta ve mitingde halka okunarak tasvibi alınmaktadır. Daha sonra bu kararlar telgraflarla çeşitli makamlara gönderilmektedir. İstanbul’daki İtilâf Devletleri temsilcileri, Amerika temsilcisi, tarafsız devletlerin temsilcileri, padişah,sadaret makamı, Hariciye ve Dahiliye Nezaretleri, Meb’üsân ve Âyan Meclisi Riyaseti, Hey’et-i Temsîliye, ayrıca yukarıda bahsedilen devletlerin, devlet başkanı ve başbakanları, Meclis ve Hariciye Nezaretleri... Bunlardan başka kadınların yaptıkları mitinglerde alınan kararlar bu makamlara gönderildiği gibi çeşitli devletlerin başkan ve başbakanlarının eşlerine de gönderilmektedir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 305 www.ulkuocaklari.org.tr 6. Miting Kararları ve Gönderildiği Makamlar Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bu kararlar ilk önceleri normal yollardan telgraf şebekesi kullanılarak ilgili yerlere gönderiliyordu. Protesto telgraflarından tedirgin olan İtilâf Devletleri temsilcilerinin baskısı üzerine hükümetin yasaklama kararı alması ve İstanbul’un işgali ile de telgraf merkezlerine el konulması üzerine, İtalya’nın Antalya temsilcisi vasıtasıyla gönderilmeye başlanmıştır. B. Muhteva Bakımından Ortak Özellikler Yapılan mitinglerde, duygu ve fikir birliği vardı. Türk milleti gelişen hâdiseler karşısında hemen hemen aynı şeyleri düşünüyorlardı. Bu sebeple mitinglerde muhteva bakımından pek çok ortak özellikler görülmektedir. İlk olarak İzmir’in işgali üzerine yapılan mitingler belli yerlerden direktif alınmadan yapılan mitingler olması hasebiyle büyük bir ehemmiyet arz etmektedir. Bu mitinglerde, mitingi yapanlar daha çok kendi duygu ve düşüncelerini açıklıkla ifade etmektedirler. Maraş hâdiseleri ve İstanbul’un işgali üzerine yapılan mitinglerde ise, ekseriyetle Hey’et-i Temsîliye’nin gönderdiği tamimin esaslarına uyularak, miting kararları kaleme alındığı görülmektedir. Pek tabiî ki bu da Hey’et-i Temsîliye’nin Anadolu’da tam bir hâkimiyete sahip olduğunu ve millet tarafından kabul gördüğünü göstermektedir. Mitinglerde yapılan konuşmalar, miting kararları ve gönderilen protesto telgraflarında pek çok mevzuya temas edilerek milletin haklarının verilmesi talep edilmektedir. Daha çok üzerinde durulan mevzular ise şunlardır: 1. Millî İstiklâl Fikri Binlerce yıldan beri müstakil yaşamaya alışmış olan Türk milleti, gelişen hâdiselerle istiklâlini kaybetmek üzere olduğunu görmektedir. Bu sebeple Millî Mücadele aynı zamanda istiklâlini koruma mücadelesi olmuştur. Mitinglerde ortaya çıkan ilk fikirde bu olmuştur. Özellikle, İstanbul’un İtilâf Devletlerince işgal edilmesi üzerine yapılan mitinglerde bu bariz olarak görülmektedir. İstanbul’un işgali ile Osmanlı Devleti’ne son verilmek istendiği ve istiklâllerinin elinden alınacağını anlayan millet, yaptıkları mitinglerde ve gönderdikleri protesto telgraflarında, yapılan hareketleri, varlıkları tarihe karışmış olan milletlerin bile yeniden canlandırılmaya çalışıldığı bir sırada yedi yüz senelik bir saltanat ve bin beş yüz senelik bir hayata malik olan milletin imhasına müsaade etmeyeceklerini, millî haklar ve istiklâllerinin açıkça ayaklar altına alınmasının büyük heyecana sebep olduğunu belirterek millî istiklâllerini korumak için sonuna kadar savaşmaya kararlı olduklarını bildirirler. Mitinglerde ortaya çıkan bu istiklâl fikri, Millî Mücadelenin verilmesinde en önemli amillerden birisi olmuştur. 2. Vatanın Bütünlüğü Fikri Mitinglerdeki ortak fikirlerden birisi de “vatanın bütünlüğü” kavramı olmuştur. Devlet Mütareke’yi imzaladıktan sonra, siyasete hâkim olan güçler İtilâf Devletlerine karşı açık bir tavır koyamamışlardı. Üstelik İtilâf Devletlerinin hemen hemen her arzularını yerine getirebilecek bir halet-i ruhiyeye sahiptiler. Özellikle İngiliz te’sirinde olan Damat Ferit Paşa, verdiği beyanâtlarda Doğu’da bir Ermenistan devletinin kurulmasını bile kabul ettiği görülüyordu. Fakat Türk milleti buna en manalı cevabı mitinglerde vermişti. Meselâ Diyarbakır’da yapılan bir mitingin sonunda kendisine gönderilen telgrafta “Vilâyat-ı Şarkiyye Arnavut babanızdan kalmış mülk-i mevrusunuz değildir ki Ermenilere peşkeş çekiyorsunuz”[65] deniliyordu. Millet her ne kadar mağlubiyet gerçeğini kabul etmiş, bir kısım 306 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı vatan toprağının elinden çıkmış olduğunu anlamış ise de, Türklerin ekseriyette bulunduğu kısımların bütünlüğü hararetle savunulmuştur. Mitinglerde özellikle buna da dikkat ederek Mütareke’den sonra ellerinde kalan toprağın alınamayacağını ilgili makamlara bildirirler. İzmir’in işgalinden itibaren yapılan mitinglerle ortaya konulan bu istek, önce Erzurum Kongresi kararlarında ifadesini bulur, daha sonra da son Osmanlı Meclis-i Meb’üsân’ında “Misak-ı Millî” olarak şekillenir. 3. Mütareke Şartlarının İhlâli Bilindiği gibi Mondros Mütarekesi bir sulh antlaşması değil, ateşkes antlaşması idi. Mütarekenin imzalandığı günden itibaren işgal ve savaş duracaktı. Fakat Mütareke şartları öylesine yoruma müsait hazırlanmıştı ki, ilk bakışta diğer mağlup devletlere nazaran daha iyi şartlarda bir Mütareke imzalandığı zannedilirken, uygulamada korkunç bir vaziyetle karşı karşıya kalındı. Özellikle de Mütarekenin 7. maddesi bahane edilerek, çeşitli yerler işgal edilmeye başlandı. Buna rağmen yıllardır savaşan millet, ilk başlarda bu uygulamaya karşı sessiz kaldı. Çünkü bu işgalleri geçici olarak kabul ediyor, İtilâf Devletlerinin bir gün çekilip gideceğini zannediyordu. Fakat İzmir’in Yunanlılara işgal ettirilmesi, güney bölgesinde de Ermeni askerlerin kullanılması, milletin başına gelecekleri anlamasına vesile oldu. Bu sebeple yapılan mitinglerde bu konuya sıkça temas edildi. Özellikle de Mütareke’nin 7. maddesinin bu bölgelerin işgalini icap ettirmediğini, bunun açıkça Mütareke’yi ihlâl demek olduğunu, şayet böyle bir zaruret var idiyse de bunu, Yunanistan ve Ermenilere yaptırmak yerine İtilâf Devletlerince yapılması gerektiğini bildirdiler. Çünkü ortaya çıkan gerçek şu idi ki, Yunanlılar ve Ermeniler intikam hissi ile bu topraklarda büyük katliamlara girişecekler, ayrıca bu vatan toprakları Türklerin çoğunluğuna rağmen ellerinden alınarak Yunan ve Ermenilere verilecekti. Protesto telgraflarında ve miting kararlarında bu vaziyet açıkça anlatılarak Mütareke şartlarının ihlâl ve haklarına tecavüz edilmemesini istemektedirler. 4. Wılson Prensiplerinin Uygulanması İşte bu sebeplerden dolayı adilane bir fikir olarak görülen bu prensipler Türk milletince şayan-ı kabul gördü. Türk milleti siyasette riyayı kendinde görmediği için «Wilson Prensipleri» diye bilinen ve Türkün yaşama hakkını kabul eden bu prensiplere samimiyetle inanmıştı. Fakat zamanla, özellikle de İzmir›in Yunanlılarca işgaliyle de görüldü ki bu prensipler, Batılı devletlerin kendi menfaatleri için kullanmaya çalıştıkları bir stratejik program olmuştur. Öyle ki İzmir›in Yunanlılarca işgal edilmesine muvafakat eden devletlerin siyaset adamları içinde Başkan Wilson›un da olması kendi prensiplerine ne kadar sadakat gösterdiğini ortaya koymaktadır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 307 www.ulkuocaklari.org.tr Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Wilson’un 8 Ocak 1918’de Kongreye sunduğu 14 maddelik programının 12. maddesinde “Osmanlı Devleti’ne ait topraklarda Türk olan kısımların kayıtsız şartsız Türklere bırakılacağı, Türkten gayrî unsurlara inkişaflarını temin için muhtariyet verileceği”[66] şeklindeki beyanatı, memleket dahilinde gayrimüslim unsurlar hiçbir vilâyette ekseriyet teşkil edecek miktarda olmadıklarından, Türk’ten gayrî unsurlar tabiri sadece Araplara münhasır kalması icap ediyordu. Zaten Mütareke’nin imzalandığı sırada da bu topraklar Türklerin ellerinden çıkmış bulunuyordu. Hatta bu prensiplere göre Balkanlar’da milliyet esasına dayanan bir arazi taksimi husüle gelirse, büyük çoğunluğu Türk olan Batı Trakya’nın da Türklere verilmesi imkân dairesine girecekti. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Türk milleti İzmir’in işgali ile Wilson Prensiplerinin “serap mahiyetinde” bir fikir olduğunu gördü. Daha sonraları Maraş ve havalisinde cereyan eden hâdiselerde, bu düşünceyi pekiştirdi. Bu sebeple yapılan mitinglerin hemen hemen hepsinde bu prensiplerden bahisle, esaslarının yerine getirilmesi istenildi. Bunun içinde bizzat prensipleri ortaya atan Wilson’dan bu prensiplerin tahakkuku için elinden geleni yapması talep edildi. Miting neticesinde alınan kararlarda, Wilson’a ve İtilâf Devletleri temsilcilerine gönderilen protesto telgraflarında benimsenen ortak fikir şu şekilde ifade edilmektedir: “Wilson cenaplarının insanlık prensiplerine inanarak silâhını terk eden Türkler, Wilson Prensiplerinin on ikinci maddesiyle Türklerin çoğunlukta olduğu topraklarda hâkimiyet ve mülkiyet haklarını tasdik etmiş iken bugün bu hak ve adalet kaidelerine muhâlif olarak, Osmanlı memleketlerinden bazılarına asker gönderilmesi, İstanbul’da asayişi bozan hiçbir hareket görülmediği hâlde işgal edilmesi, mütarekenamede asla mevzubahis olmayan bir devlete İzmir’e asker çıkarttırılması ve neticesinde medenî milletlere yakışmayacak cinayetlere göz yumulması, Adana, Maraş, Ayıntab ve Urfa’da yerli Ermeniler ileri sürülerek İslâmların aleyhinde imha siyaseti takip edilmesi, Maraş’ta Müslüman ahalinin katliam edilmesini Wilson Prensipleri ile izah etmek mümkün değildir. Bu sebeple, prensiplerde vadedilenler yapılmadığı takdirde vatanın her parçasını müdafaa için tek bir fert kalıncaya kadar çalışılacaktır”. 5. Millî Birlik ve Beraberlik Türk milleti Millî Mücadele döneminde en karanlık günlerini yaşamakta idi. Gelişen hâdiseler ve umumi harbin neticesinde mağlup addedilmeleri, 1911 yılından beri devam eden aralıksız savaşlar, millet üzerinde bir bıkkınlık yaratmıştı. Mustafa Kemal Paşa’nın Nutku’nun giriş kısmında da izah ettiği gibi: Büyük Harbin uzun yılları boyunca millet yorgun ve fakir bir hâlde idi. Memleketin her tarafında Hıristiyan azınlıklar gizli, açık, millî emel ve maksatlarını gerçekleştirmek için, devletin bir an evvel çökmesine çalışıyorlardı.[67] Türk milleti ise psikolojik olarak moralini kaybetmişti. Millî birlik ve beraberliğe büyük ihtiyaç vardı. İstanbul›daki hükümet ise bunu sağlamaktan çok uzak olduğu gibi, üstelik teslimiyetçi tavrıyla mevcut birlik ve beraberliği de bozuyordu. Bu sebeple, Anadolu’da gelişen milliyetçi hareketin yapacağı ilk işlerden birisi de bu birlik ve beraberliği sağlamak idi. Bunun içinde mitingler bir araç olarak kullanılmıştı. Daha öncede bahsedildiği gibi mitinglere her kesimden ve siyasî görüşten şahıslar iştirak ederek, bu birlik ve beraberliğin tahakkukunda önemli bir adım atmışlardır. Mitinglerde yapılan konuşmalar ve alınan kararlarda şahsî ve nefsî her türlü düşünce bir kenara bırakılarak, düşülen vaziyet karşısında birlik ve beraberlik içinde olunması istenilmiş ve bu yönde çalışılmıştır. Miting kararlarında da görüleceği üzerine bu fikir de tahakkuk ettirilmiştir. Özellikle Hey’et-i Temsîliye’nin gönderdiği tamimlerin aynen uygulanması ve onların direktifi doğrultusunda protesto telgraflarının kaleme alınması da, Hey’et-i Temsîliye’nin etrafında bu birlik ve beraberliğin sağlanmış olduğunu göstermektedir. Böylelikle mitingler, milletin bir araya gelmesinde ve kaynaşmasında önemli rol oynadığı anlaşılmaktadır. 6. Manda ve Himaye Kabul Etmemek Millî Mücadele başlarında kurtuluş çaresini çeşitli devletlerin himayesinde arayan bazı aydınlar 308 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı ve siyaset adamları vardı. Hatta Anadolu’daki milliyetçi hareketin içerisinde de manda taraftarı olan şahıslar bulunmaktaydı. Ümitsizliğin getirdiği bir hisle bu fikre sarılan bazı aydınlara rağmen, halkta böyle bir düşünce mevcut değildi. Asırlarca hür ve müstakil yaşamış bir millet böyle bir fikri içerisine sindiremiyordu. Tespit edebildiğimiz miting kararları ve protesto telgraflarının hiçbirisinde başka bir devletin himayesi ve mandasının istenildiği görülmemektedir. Sadece Sinop mitinginde böyle bir vaziyet ortaya çıkıyorsa da miting kararlarını kaleme alan zat, daha sonra Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği bir telgrafta, kendilerinin yanlış anlaşıldığından bahisle, manda ve himaye istemediklerini açıklamaya çalışmaktadır. Diğer miting kararlarının büyük çoğunluğunda manda ve himaye isteyen ibareler olmadığı gibi, özellikle manda ve himayeyi kabul etmeyeceklerini bildiren ifadeler görülmektedir. Meselâ Denizli’nin Çal ilçesinden gönderilen miting kararlarındaki şu ifade, Anadolu’nun diğer yerlerindeki halkın bu konudaki duygularını da bir anlamda ortaya koymaktadır. Bu kararlarda şöyle denilmektedir: “Türkler altı yüz seneden beri müstakil olarak yaşamış olmak hasebiyle memleketi idare etmekteki liyâkatleri ve bu hususda haiz olmaları icab eden rüştü haiz olduklarını bütün dünyanın önünde ispat ettiklerinden, millî istiklâlimizi eksik edecek hiçbir kaydı kabul edemeyeceğimizi, bütün cihana ilân ederiz. Devletlerden herhangi birinin iktisadî ve ilmî yardımlarını memnuniyetle kabul ederiz.”[68] Bir kısım aydın ve şahıslara rağmen milletin manda ve himayeye karşı olması, Sivas Kongresi’nde Mustafa Kemal Paşa’nın mandacılara karşı daha güçlü olarak çıkmasını sağlamıştır. Öyle ki İstanbul’da bulunan bir kısım aydınlar kendi aralarında hangi devletin mandaterliğini tartışırken Anadolu’nun en ücra köşelerinden gönderilen miting kararları ve protesto telgraflarında bundan bahsedilmiyor. İtilâf Devletlerinden böyle bir istekte de bulunulmadığı gibi açıkça bu tür fikirlere de karşı olduklarını kesin bir dille ifade etmektedirler. 7. Saltanat ve Hilâfetin Devamlılığı Türk milleti için hilâfet ve saltanat merkezi büyük bir mana ifade etmektedir. Burasının işgali ile Devletin siyasî hayatına tamamen son verilebilirdi. Bunun için miting kararlarında hilâfet ve saltanat makamının masuniyetinden bahisle, buradaki işgale bir an evvel son verilmesi istenilmektedir. 8. Yapılacak Olan Sulh Şartları Osmanlı Devleti’nin İtilâf Devletleri ile Mütareke imzalamasından sonra, kendi aralarında çeşitli Ülkü Ocakları Genel Merkezi 309 www.ulkuocaklari.org.tr Bu mesele daha çok İstanbul’un işgal edileceği haberlerinin ortaya çıkması, daha sonrada bu fikrin tahakkuk ettirilmesi üzerine çıkar. O zamana kadar yapılan işgallerle doğrudan doğruya saltanat ve hilâfetin tehlikeye düşeceği fikri olmadığından olsa gerek, yapılan mitinglerde saltanat ve hilâfete bağlılıklarını bildirmelerine rağmen, herhangi bir tehlikeden bahsedilmemektedir. Fakat yukarıda bahsedilen vaziyetin ortaya çıkması üzerine, yapılan mitingler ve gönderilen protesto telgraflarında, hilâfet ve saltanat merkezlerinin tazyik ve tehdit altında kalmasına tahammül edemeyeceklerini, İslâm âleminin hilâfet ve saltanat merkezi olan İstanbul’un işgal edilmesinin izzet-i nefislerine ve dinî hislerine bir tecavüz olacağını, bu durum karşısında ise milletin sükût etmesinin mümkün olamayacağını bildirirler. Hatta bu uğurda güçleri yetmeyecek olursa hilâfet kürsüsü etrafında intihar etmek suretiyle tarihin takdir ve tenkitlerine bırakacaklarını söylerler. Ülkü Ocakları Eğitim Programı toplantılar yapan İtilâf Devletleri bu toplantılarda Osmanlı Devleti’ne kabul ettirecekleri sulh antlaşmasının esaslarını tespite çalışıyorlardı. Fakat bunda da bir türlü anlaşamıyorlardı. Türk milleti ise Mütareke imzalandığı sıradaki hududlar dahilinde ve Wilson Prensipleri esaslarına uygun bir sulh antlaşmasını kabule taraftardı. Fakat İtilâf Devletleri kendi aralarında Osmanlı sulhu üzerinde anlaşamadıkları gibi, geçen zaman içerisinde, Mütareke şartları hilâfına işgallere devam etmektedirler. Türk milleti, İtilâf Devletleri temsilcilerine gönderdikleri miting kararları ve protesto telgraflarında bu vaziyet şöyle açıklanmaktadır: “Umumi Harb neticesinde mağlup devletler kendileri için çok ağır şartlar ihtiva eden antlaşmalar imzaladılar. Fakat bu antlaşmalar o devletlerin bir kısım topraklarının gitmesine sebep oldu. Millî istiklâllerine ağır müeyyideler getirmedi. Oysa Osmanlı Devleti için düşünülen sulh şartları Türk milletini tarih sahnesinden silecek bir tarzdadır ki, millet bunu kabul edemez. Bu sebeple Türkler için düşünülen sulh şartlarında Wilson Prensipleri ve milletler arası hukuka riayet edilmelidir. Bu şartların Türk milletince de kabul edilebilir şekilde olması talep edilmekte, aksi hâlde bütün imkânsızlıklara rağmen mücadele edeceklerini bildirmektedirler. Miting kararlarında ifadesini bulan bu düşünceler İtilâf Devletlerince dikkate alınmaz ve Sevr Antlaşması gibi Türk milletince kabul edilmesi mümkün olmayan bir antlaşmayı, millete kabule çalışırlar. Ama millet, miting kararlarında ifade ettiği gibi böyle bir antlaşmayı kabul etmektense sonuna kadar mücadeleyi tercih edeceklerini ilân etmişlerdir. 9. Adalet, Hürriyet, Medeniyet, İnsaniyet ve Millîyet Fikirleri Harbin sona ermesinden sonra hak, adalet ve medeniyetin tekrar yerleşmesi için harp ettiklerini ilân eden İtilâf Devletleri, Osmanlı Devleti’nin mütareke imzalamasından sonra, sağlamlaştıracaklarını iddia ettikleri esasların hilâfında, Anadolu’da uygulanan işgal ve tecavüzlere karşı sükut etmektedir. Kendilerini medenî dünyanın temsilcileri olarak kabul eden bu devletler, söz konusu Türk milleti olunca bu vasıflarını unutuyorlar. Bu vaziyeti en iyi şekilde tespit eden millet miting kararları ve protesto telgraflarında bunu açıkça ifade ederek, iddia ettikleri esaslara kendilerinin uymalarını talep ediyorlar. Bu kavramları Hıristiyanlar için başka, Müslümanlar için başka manada olmadığını, oysa İtilâf Devletlerinin uygulamasında bu düstûrların Müslümanlar için zulüm ve vahşeti ifade ettiğini belirterek, Müslümanların ve Türklerin tabiî hakları olan hayat hakkının çok görülmemesini, yirminci asırda gerçek manasını bulan adalet, hürriyet, medeniyet, insaniyet ve millîyet esaslarına bağlı kalarak Türk milletinin de hakkının teslim edilmesi talep edilmektedir Sonuç Uzun süren harpten sonra bir mütâreke yapmak mecburiyetinde kalan Osmanlı Devleti, mütâreke ile silâhını terk etmesini fırsat bilen İtilâf Devletlerince yer yer işgal edilmeye başlanmıştı. Türk milleti bu vaziyeti mağlubiyetin faturası olarak görüyor ve sabırla yapılacak sulh antlaşmasını bekliyordu. Fakat Türklerle yapılacak sulh antlaşmasının esaslarını tespit etmek için Paris ve Londra’da toplanan komisyonlar, bu esasları tayin etmeden, Osmanlı Devleti toprakları üzerinde istedikleri faaliyetleri yapıyorlardı. Meselâ, Birinci Dünya Savaşı sonunda Orta Doğu ve Türkiye’nin geleceğini tayin etmek 310 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı üzere ağırlıklarını koyan İngiltere ve Fransa, Amerika’yı da kendilerine ayak uydurarak, Akdeniz’deki bir İtalyan üstünlüğüne mâni olmak için İzmir’e Yunan askerini çıkarmışlar ve Yunanistan’a destek olmuşlardı. O güne kadar İtilâf Devletlerinin hareketlerine ses çıkarmayan Türk milleti, İtilâf Devletlerinin er geç bu toprakları terk etmek mecburiyetinde kalacağından emin olarak, sabırla bekliyordu. Fakat 15 Mayıs 1919’da Yunan askerinin İzmir’e çıkarılması Türklerin beslediği iyi niyetin ortadan kalkmasına sebep oldu. İzmir›in işgali ve Türk halkına yapılan tecavüzler, Mütareke›den beri Wilson Prensiplerine beslenen son ümitleri de ortadan kaldırmıştı. Türkler bir kere daha anlamışlardı ki, masa başında haklarını almak mümkün olmayacaktır. Bütün güçlüklere rağmen, haklarını ancak savaş meydanında alacaklardır. İzmir›in Yunanlılara işgal ettirilmesi, Türk milleti üzerinde büyük bir heyecan yaratmıştı. Çünkü eski bir Osmanlı vilâyeti olan ve Anadolu›da birçok soydaşı olan Yunanistan, kurulduğu tarihten itibaren bütün topraklarını Türklerden almıştı. Şimdi de Anadolu›dan parça koparmaya çalışıyordu. Üstelik tarihî deneyler de göstermişti ki, Yunanlılar Osmanlı hâkimiyetine son verdiği yerlerde, alabildiğine bir mezalim uygulamakta, Müslümanlık ve Türklükle alakalı her türlü eseri ortadan acımasızca kaldırmakta idi. Mora, Girit, Makedonya ve Teselya faciaları halkın hafızasından henüz silinmemişti. Bu işgali her ne kadar İtilâf Devletleri muvakkat olarak yapıldığını söylüyorsa da, millet Yunanın bu topraklardan kendi isteğiyle bir daha çıkmayacağını çok iyi biliyordu. Bu sebeple bu hâdiseye karşı büyük bir tepki gösterdi. Memleketin en ücra köşelerinde bile yapılan mitingler ve telgraflarla bu haksız tecavüz protesto edildi. İzmir›in işgalini müteakip teşkilâtlanmaya başlayan Türk milleti için, ikinci bir tehlikede Güney bölgesinde Fransızların tavırları olmuştu. O zamana kadar bu bölgedeki Fransız işgalini Mütareke şartlarına göre kabul etmek mecburiyetinde kalan Türkler, Fransızların da er geç kendi memleketlerine dönmek mecburiyetinde kalacaklarını düşünerek yine tevekkül gösteriyorlardı. Fakat İngilizlerin İzmir›de yaptıkları hatayı bu seferde Fransızlar güney vilâyetlerinde yaptılar. Aralarında tarihî bir husumet olan Türklerle Ermenileri karşı karşıya getirdiler. Fransız üniformasıyla çevrede dehşet saçan yerli Ermeniler Türklerin huzurunu kaçırmıştı. Üstelik Ermeniler millî gayelerini tahakkuk ettirebilmek için çeşitli faaliyetlere girişiyorlardı. Çünkü Mütareke›nin 24. maddesinde «karışıklık vukuunda» altı Ermeni vilâyetinin Osmanlı idaresinden alınacağı hükmü vardı. Güneydeki Ermeniler de meydana getirecekleri kargaşalıklarla kendi ifadeleriyle «Küçük Ermenistan Krallığı›nın toprakları olan Kilikya»yı Ülkü Ocakları Genel Merkezi 311 www.ulkuocaklari.org.tr İşgal üzerine yapılan mitinglerle millî şuuru ve heyecanı galeyana gelen halk her tarafta, taarruza uğrayan vatanın kurtarılması için fiilî mücadeleye girişti. Bu mücadele Ankara›da Millî Meclisi›nin açılışından sonra kurulan düzenli ordu birliklerine kadar her cephede devam etmiş, Türk milletinin, Millî Mücadele diye adlandırdığı bir nev›i destan devri yaşanmıştır. Bu miting ve protesto hareketlerinden, mahallî mukavemet teşkilâtları, bunlardan Erzurum, Balıkesir ve Sivas kongreleri doğmuştur. Bu kongrelerde Anadolu›daki milliyetçi hareketin temelini teşkil ederek vatanın kurtuluşunda en müessir bir amil olmuşlardır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı da bu maddeye teşmil etmek istiyorlardı. Fakat Fransızlar İngilizlerin Kars’ta düştükleri hatayı kendileri de yapmıştı. Ocak ayı sonunda başlayan Ermeni intikam hareketleri Şubat ayı başlarına kadar öylesine çoğaldı ki, Fransızlar bile bundan rahatsız olmaya başladılar. Türkler ise bu hareketler karşısında süratle teşkilâtlanarak, arkalarına Türk milletinin de desteğini alıp, destani bir mücadeleye başladılar. Aynı zamanda memleketin her tarafında yapılan mitingler ve protesto telgrafları ile Maraşlıların yanında olduklarını bütün dünyaya ilân ettikleri gibi maddî ve manevî bakımdan da tam destek oldular. Daha sonra etraftan yetişen Kuvâ-yı Milliye’nin yardımları sayesinde Maraşlılar Fransız ve Ermenileri Maraş’tan çıkararak, ümitsiz bir anda bile büyük muvaffakiyetler elde edilebileceğini göstermiş oldular. Fransızlar da bundan sonra sür’atle Mütareke öncesi hudutlarına çekilerek Anadolu’daki milliyetçi hareketle anlaşma yoluna gittiler. Sonucunda da 20 Ekim 1921’de “Ankara İtilâfnamesi” yapılarak, Ermenilerin heveslerine son verilmiş oldu. Maraş ve havalisinde Kuvâ-yı Milliye’nin muvaffakiyetleri, Anadolu üzerinde büyük emeller besleyen İngilizler için tehlikenin başladığını göstermişti. Bir an evvel Türkleri mecbur bırakarak kendi menfaatleri doğrultusunda bir antlaşma imzalatmanın yollarını zorlamaya başladılar. Bunun için de diğer İtilâf Devletlerini de razı ederek, başından beri yaptığı hatalara bir yenisini daha ekledi. 16 Mart 1920’de Türkler ve Müslümanlar için kutsal olan hilâfet ve saltanat merkezi İstanbul’u işgal ettiler. Böylelikle Türkleri anlaşmaya mecbur edeceklerini düşünüyorlardı. Oysa İstanbul’un işgaliyle milletin her kesiminde tereddütler tamamen ortadan kalktı. Artık gerçek ortaya çıkmıştı. Wilson Prensipleri, hak, adalet, insaniyet, milliyet gibi esaslar tamamen sözde kalıyordu. Güya İstanbul’un işgali ile Türklere gözdağı vererek bir an önce istedikleri antlaşmayı imzalattıracaklarını sanan İngilizler, karşısında yek vücut olmuş bir milleti buldular. Üstelik bu hareketle Anadolu’daki milliyetçi hareketi durduracaklarını zannederlerken, bütün milletin Mustafa Kemal’in etrafında birleşerek yeniden büyük bir mücadeleye başladıklarını gördüler. Memleketin her tarafından kendilerine gönderilen pek çok miting kararları ve protesto telgraflarının muhtevası da bütün milletin Hey’et-i Temsîliye’nin kararlarına riayet etmeye başladığını gösterdi. Böylelikle, İzmir’in Yunanlılarca işgali, Ermenilerin Maraş’taki mezalimleri ve nihayet, Türklerin millî istiklâlini ortadan kaldırmaya yönelik İstanbul’un işgal hareketi, Türk Millî Mücadelesi’nin verilmesinde umulanın tersinde oldukça etkili bir rol oynadı. Bu mücadele Türk milletine dayanarak ve Türk milleti için girişilmiş ve başarılmış bir mücadele oldu. Türk milletinin kendi varlık, şeref ve istiklâli için topyekûn seferber olduğu; milletin her ferdinin kendi çap ve seviyesinde, kendine düşen rol ve görevini yaptığı bir mücadele olmasına yol açtı. Bu mücadele haklı, meşrû, haklılık ve meşrûiyyet çizgisini titizlikle korumuş bir millet hareketi olarak tarihte yerini almıştır. Türk millî mücadelesi, bir müstemlekelikten kurtuluş mücadelesi değildir. Tarih boyunca istiklâl tatmamış, devlet nedir bilmemiş bir kavmin ilk defa istiklâl kazanma ve devlet olma hareketi de değildir. Batı Türklüğü târihi boyunca, hür ve müstakil yaşamış; fetrete düşmüş, dolaylı olarak iktisaden sömürülmüş fakat bir tek gün yabancı esaretine düşmemiş ve müstemleke olmamıştır. Bu itibarla, târihin en büyük ve medenî varlıklarından biri olan Osmanlı Devleti’nin varisi bulunan Türkler, bu son ve en büyük devletlerinin 312 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı XX. asır başında talihsiz bir şekilde tasfiyesi esnâsında, yeniden organize olarak millî devletlerini kurmak, ölümle bir saydıkları istiklâlsizliği reddetmek, vatanlarında yabancı işgaline anında karşı durmak ve mümkün olan en kısa zamanda son vermek üzere Millî Mücadele denilen mukaddes cihada girişmişlerdir. Bu mücadelenin sonucu, Türk milletini yok etmenin, Avrupa’dan tamamen tart etmenin tarihî fırsatı doğdu zanneden emperyalist Batı’nın harp ederek ilk dize getirilişidir. Türk milleti bu mücadeleyi mitinglerden, silâhlı mücadeleye kadar her safhada birlik ve beraberlik içerisinde, kendisinin tarih sahnesinden silmenin mümkün olamayacağını en iyi şekilde ispatlamıştır. DİPNOTLAR [1] Selâhattin TANSEL, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, C. I-IV. Ankara, 1973, s. 201. [2] Türk İstiklâl Harbi. C. II. K. I. Ankara. 1963. s. 63. [3] BIYIKOĞLU Tevfik, Atatürk Anadolu’da 1919-1921, Kent Basımevi, 1981. s. 117. [4] BIYIKOĞLU, a.g.e., s. 117-118. [5] ATATÜRK, Mustafa Kemal, Nutuk, C. I, İstanbul, 1973, s. 26-28, ATASE, K1. 1, D. 335/1, F 4-1, Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Yı1: 30, Mayıs 1981, Sayı: 79, Belge: 1731, ATATÜRK, ATASE, s. 162. [6] AKŞİN Sina, İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücadele, İstanbul, 1976. s. 275. [7] ARIBURNU, Kemal. Milli Mücadele’de İstanbul Mitingleri, Ankara, 1975. s. 5; İzmir Fecayi. (basım yeri ve tarihi belli değil Osmanlıca olup 1919 yılında Osmanlı istihbarat dairesince yayınlandığı zannedilmektedir.) s. 59. İstiklâl Gazetesi, Memleket Gazetesi, İkdâm Gazetesi, Vakit Gazetesi, Yeni Gazete, Sabah Gazetesi, 19 Mayıs 1919. “Kardeşler ! Kalplerimizde pek derin hürmetlerle takdis ettiğimiz camilerimiz, medreselerimiz, bütün mukaddesatımız, sevgili İzmirimiz hepsi, hepsi işte bugün yalancı bir hak ve adâlet nâmına zorla elimizden alınıyor, boğazlanıyoruz. Dinimiz, ırzımız, namusumuz çiğneniyor. Yaşamak hakkımız gasp olunuyor. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 313 www.ulkuocaklari.org.tr [8] Yapılacak miting için şu davetiye yayımlandı:. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ey Türk! Yedi yüz senelik saltanatın kalbine indirilmek istenilen paslı hançer; seni tarihî ve millî vazifene davet ediyor. Pekâlâ bilirsin ki İzmir; dedelerinin bir beşiği, bir yatağı ve nihayet bir mezarıdır. Bugün İzmirsiz bir Anadolu ruhsuz bir cesettir. Vatan bugün için senden sükûnet, yarın için hayat, hareket bekliyor. Kardeşler! bugün düşmanlarının yaygaralarından sakın kederlenme ve belki seni felakete, inkıraza sürükleyecek kadar sakın bedbin olma!.... [9] İzmir Fecayi., s. 71-73; ARIBURNU, a.g.e., s. 13-14; ADIVAR, Halide Edip, Türk’ün Ateşle İmtihanı, İstanbul, 1982, s. 28-30. İstiklâl Gazetesi, Sabah Gazetesi, Alemdar Gazetesi, İkdam Gazetesi, İleri Gazetesi, Vakit Gazetesi, Tasvir-i-Efkâr Gazetesi, Memleket Gazetesi, 20 Mayıs 1919. İzmir Fecayi, 73-78. ARIBURNU, a.g.e., s. 15-16; MERAY, Seha, L. Lozan’ın Bir Öncüsü Ahmet Selahattin Bey (1878-1920), Ankara, 1976, s. 66. [10] “Darülfünun Gençleri” imzasıyla yayımladıkları bir davetiye ile halkı mitinge çağırdılar. Bu davetiyede şöyle deniliyordu. “Memleketimizden her gün bir parça düşman ayakları altında çiğnenirken biz Türk ve Müslümanlar bu aziz topraklarımızı kurtarmak çareleri düşünüyoruz. Bunun için bütün İslâm namını taşıyan kardeşler ve hemşirelerimizin bu gün saat üçte Üsküdar Parkı’na gelmelerini bekleriz”. [11] İzmir Fecayi. s. 69-84. ARIBURNU, a.g.e., s. 12-25. İstiklâl Gazetesi, Vakit Gazetesi, Memleket Gazetesi, İleri Gazetesi, İkdâm Gazetesi, 21 Mayıs 1919. [12] İzmir Fecayi. s. 104-111, ARIBURNU, a.g.e., s. 34-37. İstiklâl Gazetesi, İleri Gazetesi, Vakit Gazetesi, Memleket Gazetesi, Sabah Gazetesi, Yeni Gazete, 23 Mayıs 1919. [13] Altı yüz senelik Türk ve Osmanlı saltanatının hakkını tanıttırmak için yüz binlerce Müslümanı Sultanahmet Meydanı’na toplayan mitingin davetiyesinde şöyle deniliyordu: “Müslüman! Yedi asırlık bir saltanatın taksim olunduğunu görüyorsun! şu hicranlı günlerimizde birleşmeğe, anlaşmağa her hususta ihtiyacın var. İşini, gücünü bırak; Cuma namazından sonra Sultanahmet’teki içtimaa koş! Kadın, erkek, çoluk, çocuk orada bulun!” (2). [14] ARIBURNU, a.g.e., s. 19-42. İzmir Fecayi, s. 113-127. Yeni Gazete, İstiklâl Gazetesi, Alemdâr Gazetesi, İleri Gazetesi, Sabah Gazetesi, Vakit Gazetesi, Memleket Gazetesi, 314 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı İkdam Gazetesi, 24 Mayıs 1919. ADIVAR, a.g.e., s. 34-35;. [15] Bu mitingin davetiyesinde şöyle deniliyordu: “Müslüman! Önümüzdeki cuma günü resmî dua günüdür. Yevmi mezkûrda Fatih Sultanahmet, Beyazıt Camilerinde Cuma namazından sonra Müslüman ve Türk, yurtlarının halâsı için dua edecektir. Vatanını seven her Müslümanın bu içtimalarda bulunması vecibe-i diniyedir. Camilerde, evlerde tazarru et! Duadan sonra Allah’a yükselen kalbinle Sultanahmet’e bütün Türk ve Müslümanların koşacağı büyük ve umumî içtimaa gel!. Sevgili vatanın parçalanıyor, öldürücü felaketler yağıyor. Camilerini, mukaddesatını çiğneyecekler! Gözlerini aç, dindaşlarını, milletini düşün! İzmir facialarını öğren! Anadolu senin kararını bekliyor. Haksızlıklara karşı feryat et !. Alemin vicdanına hitap eden heyecanlarınla hakkını müdafaaya ve parçalanan vatanının imdadına koş!. Bu mitingde kurtarıcı kararlarını ver ve hâlâsın için çalışmaya yemin et!” Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Arşivi, K. 102/19216; İzmir Fecayi, s. 131-141, ARIBURNU, a.g.e., s. 53-60; İstiklâl Gazetesi, 30 Mayıs 1919; Bu gazetede davetiyelerin “Allah’a yükselen kalbinle Sultanahmet’e bütün Türk.” kısmı sansür edilmiş olarak yayınlanmıştır. İstiklâl Gazetesi, Yeni Gazete, Vakit Gazetesi, Tasvir-i Efkâr Gazetesi, Memleket Gazetesi, Alemdar Gazetesi, 31 Mayıs 1919. Bu mitinge iştirâk etmiş olan Enver Behnan Şapolyo Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü arşivine bu mitingde taktıkları “İzmir Türk kalacaktır” rozetinin bir örneğini vermiş olup, arşivde K. 102/28957’de bulunmaktadır. Bu rozet 23 Mayıs’ta yapılan mitingde de kullanılmıştır. [16] ARIBURNU, a.g.e., s. 53-60; İstiklâl Gazetesi, Yeni Gazete, Vakit Gazetesi, Tasvir-i Efkâr Gazetesi, Memleket Gazetesi, Alemdar Gazetesi, 31 Mayıs 1919. [17] Bu telgraflar için bkz. Hadisat Gazetesi, 19 Mayıs 1919. KARABEKİR, Kazım, İstiklal Harbimiz, İstanbul, 1969, s. 27. TÜRKEŞ, Ünal, Kurtuluş Savaşı’nda Muğla, İstanbul, 1973, s. 252253. TAÇALAN, Nurdoğan, Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken, Milliyet yayınları, 1971, s. 238. www.ulkuocaklari.org.tr [18] JAESCHKE, Gotthard, Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri, çev: Cemal Köprülü, Ankara, 1971, s. 81. [19] A.g.e., s. 80. [20] Alemdar Gazetesi, 26 Mayıs 1919. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 315 Ülkü Ocakları Eğitim Programı [21] Anadolu’da yapılan mitingler hakkında daha geniş bilgi için bkz. ŞAHİNGÖZ, Mehmet, İzmir, Maraş ve İstanbul’un İşgali Üzerine Yapılan Protesto ve Mitingler, (yayımlanmamış doktora tezi), Ankara, 1986. [22] Türk İstiklâl Harbi, C. I. Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, Haz. Tevfik Bıyıkoğlu, Ankara, 1962, Ankara, s. 77. [23] ABADİ, Türk Verdünü Gaziantep-Antep’in Dört Muhasarası, Çev. Kur. Yzb. Necmettin, Gaziantep, 1959, s. 17. [24] Türk İstiklâl Harbi, C. IV, Güney Cephesi, Ankara, 1966, s. 51. [25] Osman OLCAY, Sevr Antlaşmasına Doğru-Çeşitli Konferans ve Toplantı Tutanakları ve Bunlara İlişkin Belgeler, Ankara, 1981. s. LXVII. [26] Türk İstiklâl Harbi, C. IV, Güney Cephesi, Ankara, 1966, s. 89. [27] Bu telgrafta şöyle deniliyordu:. “Maraş’taki kardeşlerimiz üç gündür Fransızların, Ermenilerin top ve mitralyöz ateşleri altında kanlı müsademeler layen-kati devam ediyor. Memleketten eser kalmamaktadır. Ahvalden bahisle protesto edilmesini rica eyleriz”. ATASE, KL 24, D. 1336/13-4, F. 3-13. [28] “Heyet-i Temsiliye Namına Mustafa Kemal” imzasıyla gönderilen bu telgrafta şöyle deniliyordu: “Maraş’ta Fransızlar ve Ermeniler Müslümanları katliam etmektedirler. Her yerde ahalinin derhal mitingler yaparak makam-ı Sadarete ve mümessillere telgrafla protesto etmeleri ve âlem-i insaniyetten bir katliama nihayet verilmesini talep eylemeleri tamim olunur” ATASE, K1. 24, D. 1336/13-4, F. 3-1. [29] ATASE K1. 24, D. 1336/13-4, F. 3-26. [30] ATASE K1. 24, D. 1336/13-4, F. 3-27. [31] ATASE K1. 24, D. 1336/13-4, F. 3-112. ARSAN, a.g.e., s. 174. Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Arşivi 10/2711. 316 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı [32] Maraş’ta meydana gelen olaylar üzerine yapılan mitingler hakkında daha geniş bilgi için bkz. ŞAHİNGÖZ, Mehmet, İzmir, Maraş ve İstanbul’un İşgali Üzerine Yapılan Protesto ve Mitingler, (yayımlanmamış doktora tezi), Ankara, 1986. [33] ATATÜRK Mustafa Kemal, Nutuk, C. 1, İstanbul, 1970, s. 399. [34] Bu tegrafların tam metni için bkz: ŞAHİNGÖZ. Mehmet, Ali Rıza Paşa Hükümetinin İstifası ve Tepkileri, Ankara, 2001. [35] TANSEL, Selâhattin, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar c. III, Ankara, 1973. s. 19. [36] ATATÜRK, M, Kemal, Nutuk, C. 1. s. 508-509. KANSU, Mazhar Müfit, Erzurum’dan Ölümü’ne Kadar Atatürk’le Beraber. C. II. Ankara, 1968, s. 557. [37] ATATÜRK, a.g.e., 511-513. İrade-yi Milliye Gazetesi, 18 Mart, 1920. Öğüt Gazetesi, 17 Mart 1920. Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, Sayı; 13, Belge No: 331. KARABEKİR, Kâzım, İstiklâl Harbimiz, İstanbul, 1969. s. 507-508. [38] ATATÜRK, a.g.e., 510-511. [39] Bu protesto telgraflarıyla ilgili olarak bkz: ŞAHİNGÖZ, Mehmet, İzmir, Maraş ve İstanbul’un İşgali Üzerine Yapılan Protesto ve Mitingler, (yayımlanmamış doktora tezi), Ankara, 1986. [40] Meselâ 1919 yılının Aralık ayında yani İstanbul hükümeti ve saltanat makamıyla resmî ilişkisinin kesildiği günlere rast gelen Mevlîd günü münasebetiyle, başta padişah ve sadrazam olmak üzere, Hey’et-i Merkeziyeler, valiler, kumandanlar ve müstakil mutasarrıflıklara Sivas’tan gönderdiği 5.12.1335 tarihli telgraflarda şöyle denilmektedir: “Hey’et-i Merkeziyelere, www.ulkuocaklari.org.tr Hulüliyle bütün muvahhidînin müşerref ve mübâhî olduğu mevlîd-i nebevî-i hazret-i risâletpenâhîmizin vatan ve millet hakkında mutmain ve mübârek olmasını tazarru’ eyler arz-ı tebrîkât ederiz. Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukük Cemiyeti Hey’et-i Temsîliyesi Nâmına Mustafa Kemal”. ATASE. K. 29, D. 1336/26, F. 3-1. ‘’Atabe-i Felek-Mertebe-i Hazreti Tâcidar-ı A’zamîye. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 317 Ülkü Ocakları Eğitim Programı Makam-ı akdes-i hilâfet penâhîlerine cân-ı dîlden merbüt bütün âlem-i İslâmın ve tebaa-i sâdıkları bilumüm muvahhîdînin şeref ve idrâkiyle mes’ud ve mübâhî olduğu mevlîdi nebevî-i hazret-i risâletpenâhînin başta zât-ı şevket-sümat-hazret-i tâcidârîleri ve hânedân-ı celilüşşânları olduğu hâlde vatan ve millet hakkında mes’ud ve mübârek olmasını Cenâbü’r-Râhmanü’r-Rahîm’den tazarru’ eder tebrîkât-ı ubudiyetkârânemizi kemâl-i ta’zîm ve hürmetle sidd-i şubelerine arz eyleriz. Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukük Cemiyeti Hey’et-i Temsîliyesi Nâmına Mustafa Kemal”. “Sadrazam Devletlü Fahametlü Ali Rıza Paşa Hazretlerine. Şeref-i idrâkiyle mübâhî olduğumuz mevlîd-i nebevî-i hazret-i risâlet penâhînin vatan ve millet hakkında mutmain ve mübârek olmasını Cenâb-ı Haktan tazarru› eyler Hey›et-i celîleye arz-ı tebrîkât ederiz. Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukük Cemiyeti Hey’et-i Temsîliyesi Nâmına Mustafa Kemal”. ATASE. K. 29, D. 1336/26, F. 3-3. “Valilere, Kumandanlara ve Müstakil Mutasarrıflara, Şeref-i idrâkiyle mes’üd ve mübâhî olduğumuz mevlîd-i nebevî-i hazret-i risâlet-penâhînin vatan ve millet hakkında mutmain ve mübârek olmasını tazarru’ eyler arz-ı tebrîkât ederiz. Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukük Cemiyeti Hey’et-i Temsîliyesi Nâmına Mustafa Kemal”. ATASE. K. 29, D. 1336/26, F. 3-4. [41] ATASE K. 29. D. 1336/26 F. 1. [42] 1 Mart 1917 tarihinde kullanılan takvimde yapılan değişiklikten dolayı, bugün 30 Kânün-i evvel gününe tekabül etmiştir. [43] ATASE K. 29. D. 1336/26 F 4-4. İzmir’e Doğru Gazetesi, 3 Kânün-ı sânî, 1336. Kâzım ÖZALP, Millî Mücadele, 1919-1922. C. 1. Ankara, 1988. s. 80. [44] Bu telgraflar için bakınız: ATASE K. 29. D. 1336/26 F 4. Bu dosyada seksen adet belgede çeşitli şehir ve kasabalarda yapılan törenler hakkında bilgiler verilmekte, tören yapılmayan yerlerden ise Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukük Hey’et-i Merkeziyesine kutlama telgrafları gönderilmiştir. Bu telgrafların altında valiler, mutasarrıflar, kumandanlar, belediye reisleri, Müdâfaa-i Hukük Cemiyeti reis ve üyeleri ile eşraftan ve halktan imzalar bulunan bu telgraflarda günün ehemmiyetini ifade eden millî birlik ve beraberlik düşüncelerini ortaya koyan hâlihazırdaki durumu protesto eden ifadeler bulunmaktadır. 318 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı [45] Bunlardan bir tanesi ATASE K. 29. D. 1336/26 F 4-77. deki belgede Kâzım Karabekir tarafından 6 Kânünusânî 1336 tarihinde Erzurum’dan gönderilen telgraftır. Bu telgrafta şöyle denilmektedir:. “Ankara’da Hey’et-i Temsîliye Riyâsetine, Yevm-i istiklâl-i millîmizi mütekâbileten tebrîk eder ve altı asırlık necîp ve pâk hamiyetli bir kan, milletin bugünkü evlâtlarına tamamiyle müntekil olduğundan yine şeref ve sa’âdetli günler idrâk edeceğimiz emsilesini ta’zimâtımızı terdifen arz eyleriz. 15. Kolordu Kumandanı Mirliva Kâzım Karabekir. “. [46] ATASE K. 29. D. 1336/26 F 4-83’teki belgede, Sürmene’den gönderilen telgrafa Mustafa Kemal Paşa. 1. 1336 tarihi ile “Sürmene Kaymakamı Şevket Beyefendiye” gönderdiği cevabî telgrafında şöyle demektedir: “Sürmene ahalî-i muhteremesinin İstiklâl-i Osmâni münasebetiyle icrâ ettikleri tezâhürât-ı vatanperverâneye teşekkür eder, vatanımızın tamâmî-i istihlâsı temennîyatını terdîf eylerim efendim. Hey’eti Temsîliye Nâmına Mustafa Kemal”. [47] Bu merasim ile ilgi haberler “İzmir’e Doğru Gazetesi”nin 1 Kânün-ı sânî 1335 tarihli nüshasında oldukçatafsilâtlı bir biçimde verilmiştir. [48] ATASE, K-29. D. 1336/26. F. 4-2, 3. [49] Yunus Nadi, Anadolu’da Yeni Gün Gazetesi, 31 Aralık 1920. Nurettin GÜLMEZ, Kurtuluş Savaşında Anadolu’da Yeni Gün, Ankara, 1999. S. 263. [50] OKYAR, Fethi; Üç Devirde Bir Adam, İstanbul, 1980, s. 96. [52] GÖZÜBÜYÜK, A. Şeref, KİLİ, Suna; Türk Anayasa Metinleri, 2. Baskı, Ankara, 1982, s. 80. [53] Böyle bir müracaata misal olarak; 16 Mayıs 1919 tarihinde Erzurum vilâyetine yapılan müracaat aynen şöyledir: Ülkü Ocakları Genel Merkezi 319 www.ulkuocaklari.org.tr [51] YALMAN, Ahmet Emin; Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, 1918-1922, C. 2 İstanbul. 1970, s. 51. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Erzurum Vilâyet-i Celilesi Huzur-ı Âlisine, İzmir ve havalisinin Yunanistan›a ilhakına Düvel-i Mü›telife tarafından karar verildiği ve 14 Mayıs 335 tarihinden itibâren Yunan askeri tarafından işgaline başlandığı ajans tebligatından anlaşıldı. Bu mugayir-i hak ve adl kararın gayr-ı mümkinü› 1-icra bulunduğunu ve bu hususu bütün Türklüğün müttehiden protesto eylediğini Erzurum ve havalisi nâmına Düvel-i Mü›telifenin İstanbul›da ve Erzurum›da bulunan mümessillerine tebliğ için 18 Mayıs 335 tarihinde alaturka saat üçde eski hükümet konağı önündeki meydanlıkta bir miting akd edileceği ve miting heyetinin belediye âzasından Şeyh Eşref Efendi ile Dâvavekili Hüseyin Avni, Albayrak Müdürü Süleyman Necati ve Dursun Beyzâde Cevat Beylerden mürekkep bulunduğunu arz eyleri. z. Ol babda emr ü ferman hazret-i men leh›ül-emrindir. fi. 16 Mayıs 1335. M. Cevat, Hüseyin Avni, Süleyman Necati. İşlem: Kaleme: Asayiş ve İnzibat Kema hiye hakkehâ hüsn-i muhafazası esbâbı istikmal olunmak üzere Jandarma. Alay Kumandanlığına, Polis müdiriyetine 16/5/35. Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Arşivi. K. 24/2183. Baykal, a.g.m. s 537. [54] Erzurum Valiliği 16 Mayıs tarihli Miting Heyetince yapılan müracaata şu cevabı verir: “İzmir ve havalisinin Yunanistan’a ilhakına Düvel-i Mü’telife tarafından karar verildi. ği ve 14 Mayıs 35 tarihinden itibaren Yunan askeri tarafından işgaline başlandığı ajans tebligatından anlaşılmasına mebni mugayir-i adl ve hak ol. an iş bu karara karşı Erzurum ahalisinin protesto eylediklerini Düvel-i Mü’telife mümessillerine tebliğ için 18 Mayıs 35 tarihinde Alaturka saat üçte eski hükümet konağı önündeki meydanlıkta belediye âzasından Şeyh Eşref Efendi ile, Davavekili Hüseyin Avni, Albayrak Müdürü Süleyman Necati ve Dursun Beyzâde Cevat Beylerden mürekkep olarak bir miting akdine mumaileyhimin vâki’ olan müracaatları üzerine ruhsat verildiğini mübeyyin işbu ilmühaber makam-ı. vilâyetden tastir ve i’tâ kılındı. 16/Mayıs/335. [55] Alemdar Gazetesi, 25-26 Mayı. s 1919. [56] NADİ, Yunus, Mustafa Kemal Paşa Samsun’da, İstanbul, 1955. s. 22. [57] Basında yayımlanmış bir davetiye örneği: “İzmirimiz için miting. Yarınki cuma günü namazdan sonra Belediye önünde sevgili İzmirimiz için büyük bir miting yapılacaktır. Her Müslümanın bütün işlerini. terk ederek Belediye önünde toplanması vatanın menfaati namına ehemmiyetle tavsiye olunur.” İzmir’e Doğru Gazetesi, 27 Teşrin-i sâni 1919. No: 4. 320 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı [58] Matbu olarak basılıp dağıtılan bir davetiye örneği: “Müslüman ! Önümüzdeki cuma günü resmî dua günüdür. Yevm-i mezkurda Fatih, Sultanahmet, Bayazit camilerinde cuma namazından sonra, Müslüman ve Türk yurtlarının halâsı için dua edilecektir. Vatanını seven her Müslümanın bu ictimâlarda bulunması vecibe-i diniyedir. Camilerde, evlerde tazarru et! Duadan sonra Allah’a yükselen kalbinle Sultanahmet’e, bütün Türk ve Müslümanların koşacağı büyük ve umumî ictimaa gel! Sevgili vatanın parçalanıyor. Öldürücü felaketler yağıyor. Camilerini, mukaddesâtını çiğneyecekler! Gözlerini aç, düşmanlarını, milletini düşün! İzmir facialarını öğren! Anadolu senin de kararını bekliyor. Haksızlıklara karşı feryât et! Âlemin vicdanına hitap eden heyecanlarla hakkını müdafaaya ve parçalanan vatanın imdâdına koş! Bu mitingde kurtarıcı kararını ver ve hâlasın için çalışmaya yemin et !” Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Arşivi. K. 102/19216. [60] Bu program aynen şöyledir: “Muhterem ahalimizin yarınki miting programını berveçh-i zir derç ediyoruz. Madde l: Kânun-ı sâninin on ikinci pazartesi günü öğle namazını müteakib saat sekizden on’a kadar memleketin bilümum mekatib-i. resmîye ve gayrî resmîyesi ve bütün dükkanları ve mağazaları kemalen kapanacaktır. Madde 2: Ulemâ, meşayih, eşraf, ahali, mekatib talebesi. velhasıl bilumum Osmanlılar hep bu vatani büyük mitinge iştirâk edecektir. Madde 3: Bütün bu zevat ve he’yet öğle namazını müteakib Nasrullah meydanı’nda her hâlde içtimaa edecektir. Madde 4: Bu esnada bilumum minarelerde Kelimât-ı tevhid tilâvet olunacaktır. Madde 5: Nasrullah meydanında izhâr edilecek kürsüde Sofizâde Tevfik ve Taşköprülü Müderriszâde Hilmi Efendiler tarafından nutuklar irad edilecek ve miting heyeti. mukarreratı umuma tebliğ edilecektir. Madde 6: Tebliğden sonra Konyalızâde Hacı Mümin Efendi tarafın dan memleketin selameti ve necatı uğrunda Türkçe bir dua irad edilecektir. Madde 7: Bundan sonra en önde mekatib talebesi ellerinde bayraklar olduğu halde bütün heyet Hükümet Konağına gelecektir. Miting metalibatının kabineye arzına dair daire-i hükümet pişgâhında Tahsin Bey tarafından bir nutuk irad edilecek ve miting mukarreratı makam-ı vilâyete arz edilecektir. Madde 8: Makam-ı Vilâyetin bu babda vaki olacak beyânâtlarından sonra miting heyeti dağılacaktır. Miting Heyeti Açıksöz Gazetesi, Kânun-ı sâni 1336. [61] Belgelerle Türk Tarihi Dergisi. Sayı: l2, s. l4-l5, Belge No: II. [62] Belgelerle Türk Tarihi Dergisi. Sayı: 7, s. 22, Belge No: IX. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 321 www.ulkuocaklari.org.tr [59] Öğüd Gazetesi, 22 Mart 1920. Ülkü Ocakları Eğitim Programı [63] İzmir Fecayi. S. 156, İstiklâl Gazetesi, l9 Mayıs 1919. [64] Kara Amid, Yıl: II-III, Sayı: 2-4, Diyarbakır İl Yıllığı, l967, s. 208-209. [65] Wilson’un 14 maddelik prensiplerinin, Türkiye ile alâkalı olan 12. maddesi aynen şöyledir: “Hâlihazırdaki Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olan aksamına bilâ itiraz bir hakimiyet temini fakat elyevm Türk boyunduruğuna tâbi bulunan diğer millîyetlere emniyet-i mutlaka içinde mevcudiyetleri ve müzahimsiz olarak tamami-i inkişâfları imkânından taht-ı tekeffüle alınması., Çanakkale Boğazı’nın beynelmilel teminat altında bütün milletlerin sefain-i ticariyesinin serbestçe müruru için açık kalması”. TÜRKGELDİ, Ali, Mondros ve Mudanya Mütarekeleri Tarihi. Ankara, 1948. s. 14. [67] Atatürk, Nutuk, C. 1. s. 4. [68] Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Arşivi; K. 108/19020. Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Eğitim Programı 322 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı TÜRKİSTAN AYDINLARININ MİLLÎ MÜCADELEYE BAKIŞI Türkiye’nin yeniden doğuşunun temellerinin atıldığı 1919 – 1923 yılları arasında yürütülen milli mücadele döneminde Türkistan Türkleri de benzer bir çaba içindeydi. Milletler Hapishanesi olarak adlandırılan Çarlık Rusyası 1917’de ard arda gelen Şubat ve Ekim İhtilalleriyle çökmüştü. Rusya Türkleri Çarlık Rusyasından sonra ortaya çıkacak yeni siyasi yapılanmada kendi milli devletlerini kurmak için büyük bir mücadeleye atılmışlardı. İşte böyle bir ortamda dahi Türkistanlı aydın ve devlet adamlarının Türkiye’deki milli mücadeleyi dikkatle izledikleri görülmektedir. Çarlık Rusyasının yıkılmasından sonra, 1920 ve 1930’lu yıllarda ihtilallerin yaşandığı Orta Asya’da Bolşevik hâkimiyetinin tesis edilmeye çalışıldığı kargaşa ve karmaşanın yaşandığı ortamda, Türkistanlıların Türkiye ile fazla ilgilendiği söylenemez. Bu dönemde Türkistan’da Başkurt, Alaş Orda ve Türkistan veya Hokand Milli Muhtar devletlerini kurma teşebbüsleri olmuşsa da kalıcı bir başarıya ulaşamamıştı. Türkistan’daki aydınlar, o dönemde hangi safta olurlarsa olsunlar, ister milli demokratik görüşte, isterse Bolşevik taraftarı olsun, Anadolu’daki mücadelenin başarısı için gönülden destekçi olmuşlardır. İlk olarak Türkistan’da milli demokratik bir devlet yapılanması için mücadele eden ve Sovyetler Birliği tarafından Türkçü ve Panislamist olmakla suçlanan aydınların görüşlerine ve daha sonra Marksizmi benimsemiş ve Sovyet Hükümeti’nin kuruluşuna aktif olarak katılmış aydınların görüşlerini ifade etmeye çalışacağız. Ancak burada dönemin kısıtlı imkânları ve ideolojik baskılar sebebiyle bu konudaki görüşlerin sınırlı bir şekilde dönemin gazete ve dergilerinde yer aldığını da belirtmeliyiz. Bu dönemde Türkistan Türkleri I. Dünya Savaşını çok yakından takip ediyor ve Türkiye’nin bir Ülkü Ocakları Genel Merkezi 323 www.ulkuocaklari.org.tr Biz bu yazımızda bu iki karşıt görüşteki aydınların milli mücadele hakkındaki yorum ve görüşlerini dile getirmeye çalışacağız. Ülkü Ocakları Eğitim Programı ölüm-kalım savaşı verdiğini fark ediyorlardı. Mesela o dönemde Kazak Türklerinin önde gelen siyaset ve fikir adamlarından biri olan Mir Yakup Duvlat dünyadaki nüfusu 300 milyonu aşan Müslümanlar arasında en güçlüsünün Türkiye olduğunu ve bu Türkleri parçalamak için çeşitli devletlerin fırsat gözlediğini yazar. Kazakistan›da I. Dünya Savaşı yıllarında yayınlanmakta olan “Kazak” gazetesinin 1918 Eylül sayısında yer alan yazısında Duvlat bu fırsat beklemenin birkaç asırdan beri süre geldiğine işaret ettikten sonra, devam etmekte olan I. Dünya Savaşı sırasında düşmanların İstanbul’u almak ve Ayasofya’ya asmak üzere haçı da hazırladıklarını ifade eder. Fakat Türklerin boş durmadığını ülkelerini korumak için asırlardan beri mücadele ettikleri gibi dört seneden beri de diz boyu kanlar içinde milyonlarca yiğidini kurban ve mal-mülkünü feda ederek savaştıklarını yazar.[1] Görüldüğü gibi Mir Yakup Duvlat’ın yazısı Kazak bozkırlarından Türk topraklarında yapılan mücadelenin çok yakından takip edildiğini açıkça ortaya koymaktadır. O dönemde Taşkent’te bulunan Özbek aydınlarından Tahir Çağatay’ın belirttiğine göre, I. Dünya Savaşı esnasında Taşkent’te halk bütün heyecanıyla olayları takip ederdi. Türklerin muvaffakiyetini Rusların mağlubiyetini belirten herhangi bir haberi ihtiva eden gazete derhal karaborsaya düşüyordu.[2] Türkistan Türklerinin I. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi Kurtuluş Savaşını da her safhasına destek vererek yakından takip etmeye çalıştıklarını görmekteyiz. Türkistan içindeki aydınlar ve şairler halkı aydınlatıcı ve Kurtuluş Savaşını destekleyici yazılar yazarlarken, Türkistan dışına çıkabilmiş aydınlar da uluslararası platformda kendi siyasi meseleleriyle beraber Türkiye’nin bağımsızlığını ve reformlarını da destekleyici çalışmalar yapmışlardır. Sovyetler Birliği dışında Avrupa ülkelerinde bulunan Türkistanlı siyaset ve devlet adamları başından itibaren Atatürk’ün siyasi faaliyetlerini benimsedikleri görülmektedir. İstanbul’un İtilaf Devletleri tarafından işgal edildiği günlerde İdil-Ural Türklerinden Ayaz İshaki Sadri Maksudi ve Fuad Toktar Paris’te bulunmaktaydı. Onlar Bolşeviklerin İdil-Ural’da hâkimiyeti ele geçirmesinden sonra mücadelelerini yurt dışında devam ettirmek üzere Fransa’ya gelmişlerdi. Burada Fransız Dışişleri Bakanı ve Başbakanı Millerand ile görüşme gününü beklerlerken Türkiye Ayan Meclisi Üyesi Ahmet Rıza Bey ile karşılaşırlar. Ahmet Rıza Bey de Fransa hükümetinin isteği ile Türkiye’nin gayri resmi vekili olarak Paris’te bulunmaktadır. Kazanlı devlet adamları Ahmet Rıza Bey ile uzun uzun görüşmelerde bulunurlar. Görüşmenin yapıldığı 4 Nisan 1920 günü İngilizlerin Padişah›a baskı yapıp Mustafa Kemal›i asi ilan etmesini istediği günlere rast geliyordu. Kazanlı devlet adamları Ahmet Rıza Bey›i Padişah›ın böyle bir isteği yerine getirerek Mustafa Kemal gibi bir kahramanı asi saymasının ülkeye büyük zarar vereceğini anlatarak Padişah›a bu yönde telkinde bulunması hususunda ikna ederler.[3] Hokand Muhtar Hükümeti’nin Sabık Başbakanı Mustafa Çokay da Türkiye’nin uluslararası alandaki politikalarına destek veren çalışmalar yapmıştır. Çokay bilhassa Ermeni meselesinde Türkiye’nin haklarının savunulmasında büyük gayretler göstermiştir. Şubat 1918’de Hokand hükümetinin Kızıl Ordu tarafından yıkılmasından sonra 1919–1921 seneleri arasında Gürcistan›da bulunduğu sırada Ermeni meselesine vakıf olan Çokay ayrıca Tiflis’te Kuvayi Milliye temsilcisi olan Kâzım Bey (sonradan İzmir valisi Trakya umumi müfettişi Kâzım Dirik) ile temasta bulunarak Ermeni meselesi hususunda devamlı surette makaleler neşretti.[4] 324 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Mustafa Çokay 1919-1921 yıllarında Tiflis’te bulunduğu yıllarda Vol’nıy Gorets ve Gortsı Kavkazagibi Rusça dergilerde ve kendi yönetiminde Türkçe çıkan Şafak gazetesinde Kazım Bey’den temin ettiği malumatları “Anadolu Mektupları” adı altında yayınladı. Çokay bu işlerle meşgul olduğu sıralarda Ermenistan’daki Amerika misyon başkanı ve Türkiye aleyhtarı bir general şiddetli bir beyanatta bulunur. Bu beyanata Mustafa Çokay o kadar vazıh ve şiddetli cevap vermiştir ki, şahsi dostları bundan doğabilecek akıbetlerden endişe ederek bir takım koruyucu tedbirler almışlardır. Çokay Ermeni meselesi konusundaki makalelerini Gürcistan’dan Fransa’ya geçtikten sonra da yazmaya devam ederek bunları Fransızca Orient et Occident dergisinde yayınladı.[5] Mustafa Çokay Şubat 1921’de Gürcistan’dan Türkiye’ye geçti. İstanbul’a varır varmaz müttefik makamlar vasıtasıyla İtilaf Devletleri nezdinde Türkistan meselesinde teşebbüslerde bulundu. Ancak Türkiye’yi de unutmadı. İstanbul’da gördükleri Türkiye hakkındaki müttefik tasarıları ve Türkiye’nin geleceği hakkında Türkistan Türklerinin görüş ve dileklerini belirten bir memorandum hazırlayarak müttefik kuvvetler komutanlığına verdi.[6] Diğer yandan Türkistan’dan Anadolu’daki mücadeleyi yakından takip etmeye çalışan aydınlar bilhassa halkın duygu ve düşüncelerini dile getirmekte mahir şairler Kurtuluş Savaşı hakkında şiirler yazmışlardır. Bunlar böylece şiir diliyle Atatürk ve Kurtuluş Savaşı’na destek vermek istiyorlardı. İşin enteresan yanı böyle şiirleri Türkistan’daki hemen her Türk boyunun önde gelen şairleri kaleme almışlardır. Mesela Kazak Türklerinin milli şairlerinden Mağcan Cumabay bunlardan biridir. Osmanlı mağlup edilerek işgaline karar verildiği sıralarda Sovyet Rusya’sında iç karışıklıklar ve savaş sebebiyle açlık felaketi yaşanıyor ve halk sıkıntı içinde yaşıyordu. Buna rağmen Türkiye’nin işgale uğramak felaketi Türkistan halkı için çok derin bir yeis ve heyecanla karşılanmıştı. Kazak Türklerinin milli şairlerinden Mağcan Cumabay ilk baskısı 1923 yılında Taşkent’te yayınlanan eserinde yer alan “Alıstağı Bavrıma” yani “Uzaktaki Kardeşime” isimli şiirinde bu duyguları açıkça ortaya koymaktadır.[9] Magcan 12 dörtlükten oluşan uzun şiirine şöyle başlıyor: Ülkü Ocakları Genel Merkezi 325 www.ulkuocaklari.org.tr Mustafa Çokay Berlin’de 1933 yılında yayınladığı Yaş Türkistan dergisinde Ermenilerin Türkiye aleyhindeki oyunlarından birisini nasıl bozduğunu da teferruatıyla anlatmaktadır.[7] Çokay›ın belirttiğine göre, Lozan konferansı yıllarında (1922-1923) Ermeni Cumhuriyeti Heyeti Reisi A. Aharonyan düzmece bir iddia hazırlayarak, Hindistan, Kafkas ve Türkistan Müslümanlarının dahi Türkiye›yi Sevr anlaşmasına uymadığı için eleştirdiklerini ve Ermenileri haklı gördüklerini söylüyordu. Mustafa Çokay ve Ayaz Kafkasyalılar, İdil-Urallılar, Kırımlılar ve Türkistanlıları temsilen bu iddianın asılsızlığı konusunda bir memorandum hazırlayarak, Fransız dışişleri bakanlığına ve Lozan konferansına gönderdiler. Çokay yazısında şöyle demektedir: “Ahoranyan’ın Hindistan Müslümanları hususunda söyledikleri ne kadar doğrudur, bilemem. Fakat biz, Kafkasyalılar, İdil-Urallılar, Kırımlılar ve Türkistanlılar adına 22 Mart 1922 günü Sevr anlaşması ile alakalı memorandumu teslim ettik. Onu Fransız Dışişleri Bakanlığına Ayaz İshaki ile beraber götürüp verdik” Çokay bununla da yetinmez. Kendisi maddi sıkıntılar içinde olmasına rağmen, yol parasını borçla tedarik ederek Lozan’a da gitti.[8] Ülkü Ocakları Eğitim Programı Alısda azap çekken bavrım Quvarğan bayşeşektey kepken bavrım. Qamağan qalın cavdın ortasında Köl qılıp közdin casın tökken bavrım. Anadolu Türkçesiyle ifade edersek: Uzakta azap çeken kardeşim Kurumuş lale gibi solan kardeşim. Kuşatmış kalabalık düşmanın ortasında Göl gibi gözyaşı döken kardeşim. Önünü ağır kaygı örtmüş kardeşim Ömrünce yabancıdan zulüm görmüş kardeşim Katılaşmış yüreğiyle gaddar düşmanlar Diri diri derini soyan kardeşim. Şeklinde Magcan Anadolu Türklüğün içinde bulunduğu ağır şartları dile getiriyor. Şiirini devam eden mısralarında eski devirlerde Türklerin Altay dağlarında mutlu bir şekilde yaşadığı günleri hatırlatır. Daha sonra Anadolu Türklüğünün Altaylardan ayrılarak Karadeniz ve Akdeniz coğrafyasına yerleştiğini dile getirir. Ancak bu coğrafyada zor günler yaşanmaktadırlar. Onun için Mağcan Anadolu Türklerine eski ata toprakları olan altın taht Altay’a geri dönerek kendileriyle güç birliği etmeleri gerektiğini şu mısralar ile ifade ediyor:Heyhat! Ayrıldık mı büyük gruptan? Dağılıp yılmayan yağan oklardan, Kaynayan damarlardaki atalar kanı. Türkün aslan gibi yüreğinden, Kardeşim! Sen orada ben burada Gerçekten köle mi olduk düşmandan korkan. Kaygıdan kan yutuyoruz, bizim adımıza Özgürlük için çırpınan Türk canı, Layık mıdır köle olarak yaşamak? Gel gidelim, Gerçekten hasta mı, bitti mi hali? Altay’a, ata yadigârı altın tahta.[10] Ateş söndü mü, yürekteki, kurudu mu, 326 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Kırgız şairi İsmail Sarıbayoğlu da 1921 yılında Kurtuluş Savaşı için bir şiir yazmıştır. Hayatı hakkında fazla bir malumatımızın olmadığı bu Kırgız şairi “İngilizler Türklere Saldırırken Yazılan Şiir” ismini taşıyan şiirinde Anadolu Türklüğünün ölüm-kalım savaşına Kırgız Türklerinin dikkatini çekmek ve gerekirse yardımına koşmak gerektiğini ifade etmekte ve şöyle demektedir: Ekçeme içip kölösün Ayran içerek eğleniyorsun Bar önörün ordo atmak. Bütün hünerin eğlenmek. Musulmandın işi emes Müslümanın işi değildir Kılıç çappay cön catmak. Kılıç sallamadan boş yatmak. Koldon kelse kayrat kıl. Elinden geliyorsa çaba göster. Oygon Kırgız uykudan. Uyan Kırgız uykudan. Stambul türktön ayrıldın. İstanbul Türk›ten ayrılıyorsun. Bolup aldı ar bölök Oldular grup grup Ak cinister bölök. Beyazlar bir grup. Amerika sarı orus Amerika Sarı Rus Aydap cürdü türkündü. Önüne kattı Türk›ünü. Aylan kelse sen boluş. İmkânın varsa koş yardım et.[11] Türkistan’ın önde gelen şairlerinden Abdülhamid Çolpan da (1897-1938) bir taraftan Türkistan’ın hürriyeti için halkta mücadele ruhu uyandırmaya çalışırken diğer taraftan Türkiye’yi ihmal etmiyor ve Türk istiklal harbi için şiir yazıyordu. Onun Tufan adlı şiiri Anadolu’da milli mücadeleyi yürüten Türk ordusuna ithaf edilmiştir. Şiirde Türk ordusu “mazlumlar tufanının öç alıcı sellerine” işgalci kuvvetler ise “medeniyet beşiğinde oturan cellâtlara” benzetilir. 1920’lerde yazılan şiirin başında ve sonunda Türk ordusuna hitap eden iki mısralık şu bölüm: www.ulkuocaklari.org.tr Ey İnönü Ey Sakarya ey İstiklal Erleri Milli Misak alıngança totalmasdan ilgeri sözleri heyecan ve çoşkunluk yaratmaktadır. Şiir Ey istiklal ey Sakarya ey İnönü Erleri Yür mazlumlar tufanının öç alguçı selleri! Ülkü Ocakları Genel Merkezi 327 Ülkü Ocakları Eğitim Programı O dönemde milli mücadele ve onun lideri Atatürk’ü yakından takip edebilen nadir şahsiyetlerden biri Mustafa Çokay’dır. 1921–1941 yıllara arasında Paris’te yaşayan ve Yaş Türkistan isimli bir dergi yayınlayan Mustafa Çokay 1938’de Atatürk’ün ölümü üzerine bir makale yayınladı. Makalesinde Çokay, Türk siyasi tarihinin yeri doldurulamaz bu kaybından duyduğu üzüntüyü şu sözlerle dile getirmiştir: “Türk tarihinin kaydettiği yüce şahsiyetlerden biri olan Mustafa Kemal Atatürk gibi lider, büyük devrimci ve devlet adamının 57 yaşında bu dünyadan göçüp gitmesi ne kadar ağır ve ne kadar üzüntü verici bir kayıptır.”[13] Atatürk’ün ne derece büyük teşkilatçı ve lider olduğunu anlamak için I. Dünya Savaşı, Mondros Mütarekesi ve Sevir Antlaşmasından sonraki Türkiye’nin durumunu bilmenin gerekli olduğuna dikkatleri çeken Çokay, onun sadece yurdu kurtaran bir ordu komutanı değil aynı zamanda yeni bir devlet kuran büyük bir devrimci olduğuna dikkati çekmektedir. Çokay onun bu iki konuda da üstün yeteneklere sahip olduğunu, ancak dört bir yanı işgal edilmiş düşman ordularını saf dışı bırakan askeri yetenekleri mi, yoksa geri kalmış bir ülkeyi devrin genç ve modern devletleri arasına sokmayı başaran devrimci yeteneklerinin mi üstün olduğunu tespit vermenin zor olduğunu söylemektedir. Çünkü Çokay Atatürk’ün son 10 yılda gerçekleştirdiği devrimler sayesinde Türkiye’de meydana gelen değişimlerin, belki de dünyanın hiçbir ülkesinde yaşanmadığını söyler. Ona göre, bu değişimler ülkenin sadece dış görünüşünü değil, aynı zamanda ve en önemlisi Türk halkının dünya görüşünü ve hatta düşünce sistemini de etkilemiştir. Çokay, Atatürk’ün sadece yetenekli bir komutan ve bilge bir devrimci değil, aynı zamanda usta bir diplomat olduğuna da dikkati çekmektedir. 1938 yılının sonunda kaleme aldığı iki sayfalık makalesinde, üzüntü verici haberin etkisinin devam ettiği bir sırada ve kısa bir makalede Atatürk’ün hayatı ve hizmeti hakkında yeterli bilgi veremeyeceğini söyleyen Mustafa Çokay derginin gelecek sayılarında birçok makalenin bu konuya hasredileceğini ifade eder. Ancak, bundan kısa bir süre sonra, 1939 yılında önce Avrupa’da patlak verecek olan II. Dünya Savaşı Berlin’de yayınlanmakta olan Yaş Türkistan dergisinin de yayınına son vermesine sebep olacaktır. Buna rağmen, Çokay dergisinin 1939 yılındaki bir sayısında Atatürk’ün Devrimleri isimli ikinci bir makale yayınlama imkânı bulacaktır. Çokay Atatürk devrimleriyle Türkiye’de coğrafi isimlerin dışında her şeyin değiştiğine dikkati çekmektedir. Çokay’ın ifadesiyle, ülkenin yönetim sisteminden halkın yaşayış şekli, giyimine kadar her şey değişmiştir. Ancak, Türkiye dışında yaşayan birisi olarak Atatürk devrimlerini hakkıyla değerlendirecek bir konumda olmadığını söyleyen Çokay, yazısında devrimlerin ayrıntılarından ziyade, onların mana ve önemi üzerinde durmayı yeğleyeceğini belirtmektedir. Çokay, öncelikle Atatürk devrimlerinin yapılmasına sebep olan şartların tespitinin gerekli olduğunu, bunun özellikle Türkistanlılar için elzem olduğuna dikkati çeker. Çünkü Çokay’a göre, Türkiye’yi geri bırakan ve köklü ve geniş çaplı reformların yapılmasını gerekli kılan şartlar Türkistan’da da yeterince mevcuttur. Mustafa Çokay, Türkiye’nin yeni modern ve milli devlet yapılanması yolundaki çalışmaların Kurtuluş Savaşı’ndan da ağır ve zor şartlarda gerçekleştirildiğine dikkati çektikten sonra, zamanı geçmiş eski şeyleri yok etmeden, onların yerine yenilerini koymanın mümkün olmadığını söyler. Çokay’a göre, Osmanlı Devleti’nin kalıntılarının yok edilmesi sırasında, bazı yararlı şeylerin de tahrip 328 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı edilmesi kaçınılmazdır. Ancak, kayıplar ne olursa olsun, Sevr Antlaşması şartlarındaki Türkiye göz önünde bulundurulduğunda, bugünkü Türkiye için hiçbir Türk vatandaşı pişman olmamalıdır. Bu büyük devrimler sırasında tahribata uğrayan bazı milli değerler varsa da, bunları Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini sağlamlaştırıp güçlendirdikten sonra, tekrar yeşertip geliştirmek mümkün olacaktır. Çokay’a göre, dünya tarihinde bunun örnekleri az değildir.[14] Diğer yandan Sovyet ideolojisini benimsemiş aydınların da milli mücadele konusunda benzer duygu ve düşünceleri taşıdığını görmekteyiz. Ancak Türkiye ile Sovyet Rusya Türklüğü’nün ilişkilerinin gelişmesini Turancılık olarak gören Moskova Hükümeti tutumu bu konuda aydınların görüşlerini açıkça ifade etmesine fazla imkân tanımamıştır. Buna rağmen Sovyet ideolojisi çerçevesinde bazı makale ve yorumlar yayınlanmıştır. Bunlardan biri Sovyet Türk halkları içinde Doğu halklarına özgün Marksizm yorumlarıyla öne çıkan Mir Said Sultangaliyev’tir. Marksizmi sınıflar mücadelesi olarak değil ezen ve ezilen halkların mücadelesi olarak yorumlayan ve enternasyonel yerine sömürgeler enternasyonelini teklif ederek büyük bir siyasi düşünce adamı olarak ortaya çıkan Galiyev 1920 Mayısında yazdığı makalesinde Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basmasıyla başlayan milli mücadele hareketini TBMM’nin kuruluşuna kadar olan aşamalarını bütün ayrıntılarıyla yazabilmiştir. Galiyev “Son Zamanlarda Türkiye’deki Durum” başlıklı makalesinde Doğu ülkeleri ve Anadolu’daki mücadele konusundaki haberlerin Batı Avrupa bankerlerinin cebinden beslenen haber kaynaklarından geldiği için taraflı olduğuna ve hatta çarpıtıldığına işaret ederek başlayarak şöyle demektedir: “İtilaf Devletlerinin sürekli olarak Doğu ülkelerindeki ‘milli hareket’ten, Türklerin Hıristiyanlara karşı katliam hazırlığından ve sözde ‘Panislamizden’ bahsettiğini görüyoruz. Yine de uluslar arası emperyalizm için tatsız ve ‘incitici’ olan gerçekler, bu haberlerde de satır altında okunan gerçeklerdir.” Makalesinin geri kalan kısmında Galiyev, Kızıl Ordu’nun Doğu’da, Türkistan’da ve Güney cephelerindeki başarılarından sonra İtilaf Devletlerinin telgraf temsilcilerine ihtiyaç duymadan Türkiye’deki yeraltında olan bazı komünist yoldaşların Türkiye’deki durumla ilgili ayrıntıları öğrendiklerini belirterek bu kaynaklardan aldığı bilgileri vermektedir. Bu bilgilerde TBMM kuruluşundan bahsedilmemektedir. Bu da normaldir. Çünkü makalenin yayınlanış tarihi Mayıs 1920’dir. Büyük ihtimalle haberleşme imkânın kısıtlı olduğu o dönemde TBMM kuruluşu ile ilgili bilgiler makalenin yazımı esnasında Galiyev’e ulaşmamış olmalıdır. Ancak, Galiyev İtilaf Devletlerinin İstanbul’u işgal etmesi ve Meclis-i Mebusan’ın dağıtılmasından sonra Mustafa Kemal’den bir kurye geldiğini ve Anadolu asilerinin Sovyet Rusya ile ilişkiye girmek istediğini ve Anadolu’ya temsilci göndermesini veya kendilerinden gidecek bir heyeti kabul etmesini teklif ettiğini yazmaktadır.[15] Ülkü Ocakları Genel Merkezi 329 www.ulkuocaklari.org.tr Galiyev hacimli makalesinde Mondros Antlaşmasından sonra İtilaf Devletlerinin Istanbul’a girişi, Damat Ferit Paşa Hükümeti, Kuvay-ı Milliye oluşumu ve faaliyetleri, Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçişi, Sivas Kongresi, Amasya Görüşmeleri, Meclis-i Mebusan’ın milli tavrı, İstanbul’un işgali ve Meclis-i Mebusan’ın dağılması anlatılmaktadır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Galiyev’in bundan sonra Türkiye konusundaki görüşlerini KGB arşivlerinde bulunan 1925 yılında yazdığı, ancak tamamlamadığı ve yayınlamadığı bir makalesinde de dile getirdiğini görüyoruz. “Asya ve Avrupa Türk Halklarının Sosyo-Politik ve Kültürel Gelişme Temelleri Üzerine Tezler” isimli yazısında Japonya, Çin, Hindistan, Mısır, Fas ve Rusya Sömürgeleri ülkeleri üzerinde yorumlar yaparken Türkiye konusundaki düşüncelerini de kaleme almıştır. Burada Türkiye konusunda şunları söylemektedir: “Çok acı çekmiş olan Türk halkının ünlü düşmanları için bile artık bu ülkede neler olduğu apaçıktır. Sağlıklı bir milli diriliş süreci. Daha önceden buna inanmamış, ya da bundan kuşku duymuş olanlar, buna derinlerinde hissediyorlar. Türk işçi ve köylülerinin ve ilerici Türk entelijensiyasının Türkiye’nin milli dirilişi çalışmasına adanmış süngüleri, kime gerekiyorsa gerçekçi düşünmeyi öğretti.” Türkiye ilgili görüşlerinin sonunda ise şu görüşlerini ortaya koymaktadır: “Avrupalı yöneticiler Türkiye’nin gövdesinden parçalarını koparmayı başardılar. Ama Türkiye’yi parçalamayı başaramadılar. O yaşadı ve yaşayacak. Bize göre, o sadece yaşamakla kalmayacak, eskiden onun olan, ondan Avrupa’nın zoruyla koparılan parçalarına, Orta Doğu’nun[16] geri kalanına yaşam verecek.[17] Türkistan’da Bolşevik siyasi yapılanmanın önde gelen liderlerinden Turar Rıskulov’un da Türkiye’deki milli mücadeleye ve onun önderi Mustafa Kemal’e büyük hayranlık duyduğu kayıtlardan anlaşılmaktadır. Milli Komünizmin Öncüleri Rıskulov isimli eserin yazarı Hüseyin Adıgüzel’in tespitlerine göre, Rıskulov Türkiye’yi ve Türkiye’de olan bitenleri yakından takip ediyordu. Orada verilen savaşın, emperyalizmden kurtulma savaşı olduğunu bildiği için olayların gelişimini zamanında görüyor ve gelişmeleri izliyordu. Türkiye’nin lideri Mustafa Kemal Atatürk’e hayranlık ve saygı duyuyordu.[18] Stalin’in temizlik harekâtı sırasında 1937 yılında karşı devrimci, Pantürkist suçlamalarıyla tutuklanan ve bir yıl sonra kurşuna dizilen Turar Rıskulov kendisine karşı yöneltilen Türkiye için casusluk yaptığı suçlamalarına verdiği cevapta, “Bizim bazı konuşmalarımızda kastettiğimiz emperyalizmin oyuncağı olmuş Türkiye, eski Türkiye’dir. O şimdi yok. Yerinde Doğu’nun birçok halkını arkasından sürükleyen, emperyalizme, ilk defa büyük bir darbe vuran yeni Türkiye var. Bizim elimizde, Asya’da ve Türkistan’da toplumu Sovyet kuruluşuna çekmede yararlanabileceğimiz, önemi çok yüksek Kemalist ayaklanmanın deneyimi var. Bu deneyim bir kurtuluş hareketidir, emperyalizmin her türüne karşıdır ve bundan yararlanmamak büyük aptallık olur.” demektedir.[19] Kazakistan Komünist Partisi Bölge Başkanlığı görevinde bulunmuş ve Moskova’ya Türkistan’ın birliği yolunda Türk Komünist Partisi, Türk Sovyet Cumhuriyeti ve Türk Ordusu kurulması gibi tekliflerde bulunduğu için 1937 idam edilen Rıskulov sorgulama esnasında Atatürk hayranlığını da gizlemeyerek şunları söylemiştir: “Mustafa Kemal, bütün köle halkların, bütün doğulu halkların gözünde büyük ve bir ilki başaran devrimci liderdir. Ona büyük bir saygı duyuyorum. Çok üzgünüm, ama gerçekten çok üzgünüm ki, onun gibi bir insanla ilişki kuramadım ve karşılaşamadım. Bu benim açımdan büyük bir eksikliktir.”[20] Sonuç olarak, hangi siyasi görüşte olursa olsun dönemin Türkistan aydınları kendilerinin yaşadığı ağır şartlara ve sıkıntılara rağmen Türkiye’deki milli mücadeleyi yakından takip etmeye çalışmışlardır. Milli 330 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı mücadelenin başarısını kendi başarıları görmüş ve onun lideri Atatürk’e büyük hayranlık duymuşlardır. DİPNOTLAR [1] Mir Yakup Duvlat, “Kaytsek Curt Bolamız”, Kazak, 10 Eylül 1918’den naklen Kazak (Haz. Ü. Subhanberdine – S. Davitov – K. Sahov), Almatı, 1988, s. 440. [2] Y. T., Türkistan’da Türkçülük ve Halkçılık, İkinci Bölüm, İstanbul 1954, s. 69-70. [3] Muhammed Ayaz İshaki, “Günlük Notlarından Önemli Parçalar”, Muhammed Ayaz İshaki ve Faaliyeti, Ankara, 1979, s. 216-223; Tahir Çağatay, “Büyük Türklük Mücahidi Ayaz İshaki”, a.g.e., s. 94. [4] Y. T., a.g.e., s. 66; Abdulvahap Kara, Türkistan Ateşi Mustafa Çokay’ın Hayatı ve Mücadelesi, İstanbul, 2002, s. 182-183. [5] Mustafa Çokay, “Ermeni Meselesi I”, Yaş Türkistan, 1933, No: 40. s. 17-22 ve Mustafa Çokay, “Ermeni Meselesi II”, Yaş Türkistan, 1933, No: 41, s. 24-29 [6] Y. T., a.g.e., s. 66-67. [7] Yaş Türkistan aynı makale. [8] Mustafa Çokay, “Ermeni Meselesi II”, Yaş Türkistan, 1933, No: 41, s. 24-29; Y. T., s. 67-68; T. Çağatay, “Büyük Türklük Mücahidi Ayaz İshaki”, a.g.e., s. 94. [10] Magcan Cumabayev, Şığarmalar, c. I. Almatı, 1995, s. 72. [11] M. Şen, “Milli Mücadelemizi Anlatan Bir Kırgız Şiiri”, Bağımsız Kırgızistan, Düğümler ve Çözümler, (Haz. Prof. Dr. Emine Gürsoy), Ankara, 2001, s. 119-126. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 331 www.ulkuocaklari.org.tr [9] - Y. T., a.g.e., s. 67-68; Yaş Türkistan, 1930, sayı 3-4, s. 38-42; Günhan Kayhan, Magcan Jumabayulu’nun Hayatı ve Eserleri (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Hoca Ahmet Yesevi Uluslar arası Kazak – Türk Üniversitesi, Türkistan, 1998, s. 45-48; Feyzullah Budak, Altaydaki Yüreğim: Mağcan Cumabay’a Cevap, Ankara, 2003. s. 62-65. Budak ayrıca Magcan’ın bu şiirine Anadolu Türklüğü olarak bir cevap şiiri de yazmıştır. Bkz. A.g.e., s. 138-141. Türkistan Türkleri’nin Kurtuluş Savaşı’na askeri ve mali yardımları konusunda bkz. Abdulvahap Kara, “Türkistan Türklerinin Kurtuluş Savaşı’na ve Cumhuriyet’e Katkıları”, Mimar Sinan Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dergisi, Kasım 2003, Sayı 3, s. 71-81. Ülkü Ocakları Eğitim Programı [12] Hüseyin Özbay, Çolpan’ın Şiirleri, Metin, Aktarma, İnceleme, Ankara, 1994, s. 141-142, 329-331. [13] Mustafa Çokay, Yaş Türkistan, Aralık 1938, Sayı: 109, s. 40-41. [14] Aynı yer. [15] Sultan Galiyev Bütün Eserleri, (Yayına Haz. Özgür Erdem), İstanbul 2006, s. 325-332. [16] Eserde Yakın Doğu olarak çevrilmiş. [17] Sultan Galiyev, a.g.e, s. 668-669. [18] Hüseyin Adıgüzel, Milli Komünizmin Öncüleri Rıskulov, İstanbul 2005, s. 292. [19] A.g.e, s. 293. [20] Aynı yer. KAYNAK: “Türkistan Aydınlarının Milli Mücadeleye Bakış Açısı”, 90. Yılında Milli Mücadele, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2011, s. 271 - 282. 332 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Cumhuriyet Tarihi www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi Eğitim Programı Ülkü Ocakları Genel Merkezi 333 Ülkü Ocakları Eğitim Programı YENİ TÜRK DEVLETİ’NİN KURULUŞU VE CUMHURİYETİN İLANI Prof. Dr. E. Semih Yalçın 1. Büyük Millet Meclisinin Açılması ve Yeni Türk Devleti’nin Kuruluşu Mustafa Kemal Paşa, 8 Nisan’da yayımladığı bildiride, Damat Ferid’in Aydın ilini Yunanistan’a teslim ettiğini, tecavüze uğrayan Türklerin müdafaasına engel olduğunu, İtilaf Devletleri’ni askerî işgalde bulunmaya davet ettiğini fakat milletin bu sefer tedbirli ve hazırlıklı davranacağını Damad Ferit Hükûmetini tanımayacağını açıklıyordu. İstanbul işgal altında olduğundan normal faaliyetini sürdüremeyen Mebuslar Meclisi’nin olağanüstü yetki ile Ankara’da toplanması için her türlü tedbir alınmıştı. 19 Mart 1920’de bu hususta her tarafa bildiri gönderildi. Yapılan seçimler sonunda mebuslar Ankara’da toplandılar. 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açıldı. Mustafa Kemal Paşa derhâl bir hükûmet teşkil edilmesini istedi. Meclis, kurucu meclislerin sahip oldukları bütün haklara sahip olduğu gibi hükûmet vazifesini de üzerine almış bulunuyordu. Yeni kurulan bu devlet teşri, icra ve kaza kuvvetlerini kendinde topladığından bir “cumhuriyet” demekti. Fakat şartlar uygun olmadığından bu deyim o dönemde kullanılmamıştır. Mustafa Kemal Paşa, Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanlığına seçildi; böylece hem devlet, hem de hükûmetin başına geçmiş oldu. (21) Büyük Millet Meclisi, ilk iş olarak çıkarttığı 29 Nisan 1920 tarihinde Hıyanet-i Vataniye Kanunu ile yurtta meydana gelen olumsuz cereyanları önlemek, ayaklanmaları kışkırtanları ve ayaklanmalara katılanları yola getirmeyi amaçlıyordu. Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun çıkarılmasından hemen sonra Büyük Millet Meclisi, 3 Mayıs 1920’de şu 11 vekili seçerek programını yapmış ve yeni Türk Devleti’nin ilk hükûmetini I.İcra Vekilleri Heyeti adıyla kurmuştur. * Başkan:Mustafa Kemal Paşa, * İçişleri: Cami Bey (Aydın), * Adliye; C.Arif Bey (Erzurum), * Bayındırlık : İ. Fazıl Paşa (Yozgat), * Dışişleri :Bekir Sami Bey (Amasya ), * Sağlık :Adnan Adıvar (İstanbul), * İktisat :Yusuf Kemal Tengirşenk (Kastamonu), 334 Tarih Eğitimi * Maliye:Hakkı Behiç (Denizli ), * Maarif : Dr. Rıza Nur (Sinop ), * Millî Müdafaa:Fevzi Paşa (Kozan-Adana ), * Erkan-ı Harbiye :Albay İsmet İnönü (Edirne ). İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi Cumhuriyet tarihimizde fevkalâde önemli bir mevkie sahiptir. İlk meclisin fevkalâdeliği farklı ve zıt fikirlere sahip milletvekillerinden meydana gelmiş olmasına rağmen ülke savunması ve bütünlüğü konusunda tek bir ses ve tek bir yürek olabilmesidir. Bu temel hassasiyetine bağlı olarak ilk meclisin diğer özelliklerini de şu şekilde sıralayabiliriz; 1. Bu meclis her şeyden önce millî bir meclistir. Meclis üyeleri tamamiyle Türklerden oluşmuştur. Bundan dolayı da «Meclis-i Kebir-i Millî « adını almıştır. 2. Meclis idealist, demokratik bir ruha sahiptir. 3. Olağanüstü hâl meclisidir. Yasama, yürütme ve yargı kavramlarını temel güçler olarak benimsemiş olmakla beraber bu güçleri kendi bünyesinde toplamıştır. 4. Meclisin temeli ve bekası fedakârlık esasına dayandırılmıştır. 5. Şüphesiz bu meclis kahraman bir meclisti. Kısaca İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi Türk milletinin tarihteki mevkiine paralel yüksek seviyeli bir meclisti.(22) 2. TBMM’nin Açılmasından Sonra Meydana Gelen Askerî ve Siyasî Olaylar Türk İstiklâl Savaşı’nda, girişilen mücadeleyi başarısızlığa uğratmak için, ülke sınırları dahilinde çeşitli yörelerde iç isyanlar meydana gelmiştir. Bu tür isyanların bir kısmı saltanat ve hilâfet adına, bir kısmı da Türk yurdunu parçalayarak yeni siyasî oluşumları gerçekleştirmek amacıyla çıkarılmıştır. TBMM’nin meşruiyetine karşı çıkarılan ve ülke bütünlüğünü tehlikeye düşüren, askerî, siyasî ve sosyal yönlerden büyük zararlar meydana getiren bu isyanlar sonuç itibariyle TBMM Hükûmeti tarafından bastırılmıştır. Anadolu’da meydana gelen iç isyanların yanı sıra Doğu Anadolu Rus destekli Ermenilerin, Güney Anadolu ise İngiliz Ermeni ve Fransızların işgaline uğramıştı. Buna karşılık Türkiye Büyük Millet Meclisi, Misak-ı Milli sınırları içindeki topraklarının bir bütün olduğunu kabul etmiş ve bunu gerçekleştirmek için harekete geçmiştir. İlk olarak Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki kuvvetler Ermeniler’i bozguna uğratarak Sarıkamış ve Kars’ı Türkiye’ye kazandıran Gümrü Antlaşmasını 2 Aralık 1920 tarihinde imzaladı. Kısa süre sonra anlaşma yoluyla Ardahan ve Artvin de ana vatana bağlandı. Böylece Misak-ı Millî’nin Doğu Anadolu’daki sınırına kısmen ulaşılmış oluyordu. Güney ve Güneydoğu Anadolu’da meydana gelen işgale karşı bölge halkı kendi imkânlarıyla bu haksızlığa karşı koymaya çalışmıştır. Bu bölgelerimizde açılan Adana, Maraş, Urfa ve Antep Cepheleriyle Anadolu’da kurtuluşa giden yol açılmıştır. Güney cephelerimizde Türk kuvvetlerinin kazandığı zaferler sonucu Fransa, 20 Ekim 1921’de Ankara Hükûmeti ile Ankara İtilâfnamesini imzalamak zorunda kaldı. Bu antlaşma, Fransa ile Türkiye arasındaki savaşı sona erdirmiş, Türklere karşı batılı devletlerin kurmuş oldukları ortak cephe yıkılmıştır. Doğu ve kısmen güney cephelerinde çarpışmalar başarıyla sona erince Ankara Hükûmeti bütün gücüyle Batı Cephesi›ne yönelme imkanı buldu. Batı Cephesi’ndeki dağınık birlikler düzenli bir ordu Ülkü Ocakları Genel Merkezi 335 www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ülkü Ocakları Eğitim Programı hâline getirildi ve cephe komutanlığına İsmet Bey (İnönü) atandı. Bu sırada ileri harekâta geçen Yunan kuvvetleri 9 Temmuz 1920’de Bursa’yı işgal ederek Eskişehir yönünde ilerlemeye başladı. İnegöl-Pazarcık yoluyla ilerleyen Yunanlılar İnönü mevkiinde Türk kuvvetleriyle karşılaştılar. 9-10 Ocak 1921 günlerinde savaş sürdü. Yunan kuvvetleri 11 Ocakta geriye çekildiler. Üç aylık bir aradan sonra yeniden saldırıya geçen Yunanlılar, 23-31 Mart 1921 tarihleri arasında yine İnönü’de Türk kuvvetleri karşısında bozguna uğradılar. Fakat yeni birliklerle desteklenen Yunan Ordusu 10 Temmuzda saldırıya geçerek Afyon (13 Temmuz), Kütahya (17 Temmuz) ve Eskişehir’i (19 Temmuz) işgal ettiler. Türk ordusu Sakarya hattına çekildi. Yunanlıların son büyük saldırısı Sakarya hattında durduruldu. 22 gün ve gece süren (23 Ağustos-13 Eylül 1921) Sakarya savaşı Türk ordusunun zaferiyle sonuçlandı. Artık saldırı sırası Türk ordusuna gelmişti. Anadolu’dan düşman kuvvetlerini atmak için bir yıllık bir hazırlıktan sonra 26 Ağustos 1922 tarihinde saldırıya geçildi. 30 Ağustosta düşman kuvvetleri perişan edildi. Yunan başkomutanı Trikopis esir edildi (2 Eylül 1922). 9 Eylülde İzmir’de Yunan kuvvetleri denizine döküldü. 11 Eylülde Bursa kurtarıldı. Esirlerden başka Anadolu’da başka Yunan askeri kalmadı. Yunan kuvvetlerinin ezilmesinden sonra Mudanya’da mütareke görüşmeleri 3 Ekim 1922 tarihinde başladı.11 Ekimde imzalanan Mudanya Mütarekesi’ne göre, Türkler ile Yunanlılar arasındaki savaş 14-15 Ekim gecesi sona erecek, Meriç ırmağına kadar olan Doğu Trakya Yunanlılar tarafından boşaltılacak ve İstanbul, barış antlaşması imzaladıktan sonra İtilaf Devletlerince boşaltılacaktı. Trakya’yı teslim almak için 19 Ekim 1922 ‘de İstanbul’a gelen Ankara temsilcisi Refet Paşa büyük gösterilerle karşılandı. 4 Kasım’da İstanbul Hükûmeti kendi görevinin sona erdiğini ilan etti. 26 Kasım’da Trakya Türk yönetimine geçti. Böylece Yunan işgaline uğramış olan bütün vatan toprakları kurtarılmış oluyordu. Sıra barışın yapılmasına gelmişti. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti 20 Kasım 1922 tarihinde toplanan Lozan Konferansı’na İsmet Paşa başkanlığında bir heyet gönderdi. Görüşmeler 4 Şubat 1923’te kesildi. Ancak tarafların barış isteği ağır basınca 23 Nisan’da görüşmeler yeniden başladı ve 23 Temmuz 1923 tarihinde XX. yüzyılın en önemli barış antlaşmalarından biri olan Lozan Antlaşması imzalanarak yeni Türk Devleti dünyaca tanınıyor, sınırları saptanıyordu.(23) Türkler dışında, Birinci Dünya savaşının bütün mağlûp devletleri, kendilerine zorla kabul ettirilen antlaşmalara boyun eğmek zorunda kalmışlardı. Türk milleti ise Sevres Antlaşması gibi bir esaret belgesini kendi tarihinin şeref ve haysiyetine layık görmemiş, istiklâlinin sona erdiğinin zannedildiği bir anda, vatanın müdafaası için neler yapabileceğini düşmanlarına önce savaş meydanlarında göstermiştir. Daha sonra bu başarılarını I.Dünya Savaşı’nın galiplerine, karşılıklı eşitlik prensibine dayanan bir antlaşmayla tasdik ettirmiş kendi üzerine oynanan bütün oyunları bozmuştur. Dünya Savaşı’nın sonunda imzalanan adaletsiz anlaşmalar, Avrupa’da yeni bir savaşın çıkmasına sebep olup yürürlükten kalkmış fakat gerçek barışın kurulmaya çalışıldığı Lozan Andlaşması ise I. Dünya Savaşı sonrasının günümüze kadar geçerliğini koruyan tek antlaşması olmuştur. Antlaşmanın Türk milleti bakımından önemini en güzel şekilde Mustafa Kemal Paşa açıklamıştır. “Bu antlaşma, Türk milletine karşı, yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevres Antlaşması’yla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastin, sonunda neticesiz bırakıldığını ifade eder bir vesikadır”.(24) 336 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Lozan Barış Andlaşması, Millî Mücadele hareketinin askerî ve siyasî açıdan başarıyla tamamlanmasını, yeni Türk devletinin milletler arası toplulukta tanınmasını sağlayan önemli bir vesikadır. Genel olarak Misak-ı Millî ilkelerinin gerçekleştiği Lozan sonrasında, millî devlet, siyasî, sosyal ve ekonomik alanda zorunlu hale gelen yeni bir teşkilatlanmaya gidecektir. Mustafa Kemal Paşa’nın “Türk milletini son asırlarda geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak, yerlerine milletin en yüksek medenî icaplara göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri koymak” şeklinde tanımladığı Türk İnkılâbında esas amaç, millî modern bir devlet hâline gelmek olarak tespit edilmiştir. Türk inkılâbında, batılı anlamda millî bir toplum yaratmada, nazarî de olsa, millîlik ile medeniliğin bir bütün olarak ortaya çıktığı ve birbirine bağlı iki kavram olduğu görülür.(25) Saltanatın kaldırılmasından sonra Cumhuriyetin ilânıyla, Mustafa Kemal Paşa’nın “Medeniyet yolunda yürümek, muvaffak olmak hayatın şartıdır” prensibinin gerçekleşmesinde önemli bir adım atılmıştır. Cumhuriyetin ilânı ise her şeyden önce, kurulan yeni devletin bir “Millî Türk devleti” olduğunu ve devlet kültürünün Türk benliği ve gelenekleri üzerine kurulması gerektiğini ortaya koymuştur. Cumhuriyet rejimi ve Türk millî devlet fikri Mustafa Kemal Paşa’nın en başta gelen temel inkılâpları olmuştur. Onun yaptığı diğer inkılâplar, bu temel inkılâpları tamamlayan yenilikler mahiyetindedir. a- Saltanatın Kaldırılması İtilâf Devletleri, 28 Ekim 1922›de Lozan›da toplanacak barış konferansına B.M.M. Hükûmetiyle birlikte İstanbul Hükûmeti temsilcilerini de davet etmişlerdi. İtilâf Devletleri’nin bu davranışı Ankara ve İstanbul Hükûmetleri şeklinde iki ayrı otoritenin varlığını kabul ettirerek, ülkede ikilik yaratmak suretiyle Millî Mücadele Hareketini başarısızlığa uğratmak amacını taşımaktadır. Ancak bu teşebbüs, 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasıyla sonuçlanan Büyük Millet Meclisi kararının oluşmasına zemin hazırlamıştır. Tevfik Paşa, Sadrazam unvanıyla 29 Ekim 1922’de TBMM Başkanlığına çektiği telgrafta Lozan görüşmelerine İstanbul Hükûmeti temsilcilerinin de katılımını talep etmişti. Mustafa Kemal Paşa, konuyu 30 Ekim 1922 tarihli TBMM Genel Kurul görüşmelerine getirdi. Toplantıda iki ayrı görüş çarpışmıştır. Birinci grup milletvekillerinden Antalya Mebusu Rasih Bey (Kaplan), Hakkari Mebusu M.Müfit (Kansu) Bey ve Sıhhıye Vekili Dr. Rıza Nur Bey’in dile getirdikleri görüş: “Bab-ı Ali ve padişahın hükümsüzlüğü” şeklindeydi. İkinci grup liderlerinden Erzurum Mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey’in ifade ettiği görüş ise; “Tevfik Paşa’nın telgrafına ret cevabı yeterlidir, başka bir işleme gerek yoktur” şeklindeydi. Dr. Rıza Nur’un hazırladığı, Mustafa Kemal Paşa’nın da aralarında bulunduğu 82 mebusun imzasını taşıyan önergede “Osmanlı İmparatorluğu ve Sultanlığın devrildiği, Teşkilât-ı Esasiye kanunu ile hükümranlık haklarının millete ait bulunduğu” görüşü yer almıştı. Oya sunulan bu önerge İkinci Grup milletvekillerinin toplantıya katılmaması nedeniyle yeterli çoğunluk sağlanamamış ve kabul edilmemiştir. 1 Kasım 1922’de tekrar toplanan mecliste gerek Dr. Rıza Nur’un gerekse aynı gün verilen 26 imzalı Hüseyin Avni Bey’in önergeleri üzerindeki tartışmalar sırasında Mustafa Kemal Paşa konuya müdahale ederek geniş bir konuşma yaptı. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 337 www.ulkuocaklari.org.tr 3. Türk İnkılâbı Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bu konuşmadan sonra konuyla ilgili önergeler,Teşkilât-ı Esasiye, Şer›iye ve Adliye Komisyonlarına gönderildi. Bu komisyonlar ortak olarak hemen toplandı. Komisyon görüşmelerinde bir kısım mebusların hilâfet ve saltanatın ayrılmasına karşı çıkmaları üzerine Mustafa Kemal Paşa söz alarak şu konuşmayı yaptı: “...Türk milleti hâkimiyet ve saltanatını fiilen kendi eline almış bulunuyor. Bu bir oldu bittidir. Söz konusu olan, millete saltanatını hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele, zaten oldu bitti hâline gelmiş olan bir gerçeği kanunla ifadeden ibarettir. Bu mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabiî olarak karşılarsa, sanırım ki uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek,usulüne uygun olarak ifade edilecektir. Fakat belki de bazı kafalar kesilecektir”. Bu konuşma üzerine komisyonda çözüme kavuşan konu, sür’atle tasarı hâline geldi ve aynı gün ikinci oturumda genel kurula sunuldu. Tasarı oy birliği ile kabul edilerek 1 Kasım 1922 tarihinde kanunlaştı. 308 sayılı kanunla hilâfet ve saltanat ayrılmış, hilâfete dokunulmamış, saltanat ise kaldırılmıştır. Gerçekte saltanatın kaldırılması,16 Mart 1920’de sona eren, Osmanlı saltanat makamının sahip olduğu “hâkimiyet” mefhumunu çok daha önce 1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu ile Türk milletine intikalini sağlayan inkılâp hareketinin son halkasıdır. Saltanatın kaldırılması ile İstanbul’da Tevfik Paşa kabinesi 4 Kasım 1922 de toplanarak istifa etmiş,17 Kasım 1922 ‘de de son Osmanlı Sultanı Vahdettin İngiliz himayesinde ülkeyi terk etmiştir. b- Cumhuriyetin İlânı Mustafa Kemal Paşa,1921 Anayasası’nın ilk maddelerinde yer alan “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ve “Millî iradeyi millet namına temsil eden tek yetkili organ Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir” ifadelerini daima “Cumhuriyet” şekliyle yorumlamıştır. Gerçekten de 1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu ile kurulmuş olan siyasî rejim geniş anlamı ile Cumhuriyet’ten başka bir şey değildi. Ancak Cumhuriyet resmen ilân edilmemiş ve devlet başsız bir şekilde kurulmuştur. 26 Ekim 1923’de ortaya çıkan bir hükûmet buhranı sonucu Başvekil Fethi Bey istifasını vermişti. 28 Ekim akşamı Çankaya’da yeni hükûmet teşekkülü ile ilgili çalışmalar sırasında Cumhuriyetin ilanı kararlaştırıldı. Toplantı sonrasında Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa ile birlikte 1921 anayasasının bazı maddelerini değiştiren değişikleri tespit ettiler. 29 Ekim 1923 günü konu önce Halk fırkası grubunun öğleden sonraki oturumunda gündeme geldi. Mustafa Kemal Paşa’nın bir gün önce tespit ettiği değişiklikler uzun görüşmelerden sonra kabul edildi. Kanun teklifi, Kanun-i Esasi encümeni tarafından usulen incelenerek meclise sunuldu. TBMM 29 Ekim 1923 tarihinde 364 sayılı kararla Cumhuriyeti ilân etti. Cumhuriyetin ilânı ile 1921 Anayasası’nın 1, 2, 4, 10, 11 ve 12. maddeleri şu şekilde değiştirilmiştir. Birinci maddeye “Türkiye Devleti’nin şekl-i hükümeti Cumhuriyettir” cümlesi eklenmiştir. İkinci madde; «Türkiye Devletinin dini İslâm, resmî lisanı Türkçedir» şekliyle tespit edilmiştir. Bu madde 1921 Anayasası›nda mevcut olmayıp ana yasamıza ilk defa girmiştir. Dördüncü madde; Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur. Meclis, hükûmetin ayrıldığı idare konularında Bakanlar Kurulu vasıtasıyla yönetir. Onuncu madde; Türkiye Cumhurbaşkanı Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu tarafından ve 338 Tarih Eğitimi kendi üyeleri arasından bir seçim dönemi için seçilir. Cumhurbaşkanlığı görevi yeni Cumhurbaşkanının seçilmesine kadar devam eder. Görev süresi biten Cumhurbaşkanı yeniden seçilebilir. On birinci madde; Türkiye Cumhurbaşkanı devletin başkanıdır. Bu sıfatla gerekli gördükçe Meclis’e ve Bakanlar Kurulu’na başkanlık eder. On ikinci madde; Başbakan, Cumhurbaşkanı tarafından ve meclis üyeleri arasından seçilir. Diğer bakanlar, Başbakan tarafından ve yine Meclis üyeleri arasından seçildikten sonra Cumhurbaşkanı tarafından hepsi birden Meclis’in onayına sunulur. Meclis toplantı hâlinde değil ise, onaylama Meclis’in toplantısına bırakılır. Yapılan bu önemli değişiklerden sonra aynı gün Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılarak, Mustafa Kemal Paşa yeni Türk Devletinin ilk Cumhurbaşkanı olmuştur. 30 Ekim 1923’te ise Malatya Mebusu İsmet Paşa, M. Kemal Paşa tarafından Başbakan olarak atanmış ve yeni kabine teşekkül ettirilmîştir. c- Halifeliğin Kaldırılması İslâm›da din ve devlet işleri birbirinden ayrılmaz parçalardır. İslâm Devleti›nin başı hem ülkesinde dini koruyan bir «imam» hem de sınırların güvenliğini sağlayan bir «Devlet başkanı» dır. Cismanî ve ruhanî olmak üzere her iki otoriteyi (iktidarı) uhdesinde toplamıştır. Hristiyanlık’ta olduğu gibi “kilisedevlet” ayırımı yoktur. İşte İslâm tarihinde “dinî” ve “dünyevî” görevleri bünyesine toplayan devlet başkanlarına “halife” denmektedir. Saltanatın kaldırılmasından sonra Hilâfet muhafaza edilmiş, Abdülmecit Efendi halife olarak TBMM tarafından seçilmişti. Halife Abdülmecit Efendi seçilirken kendine sadece “dini reis” olarak yetkiler verilmişti. Lozan sonrasında halifelik konusunda gerek Meclis’te, gerekse kamuoyunda tartışmalar yoğunlaştı. Basının önemli bir bölümü Hilâfet’in korunmasını savunmuştu.Meclis’te Halk Fırkası mebusları tarafından Halifenin yetkisini aştığı iddialarının ortaya atılmasına karşılık, aynı görüşte olmayan mebuslar da vardı. Ortaya çıkan bu görüşlerden ilki; Mustafa Kemal Paşa’nın savunduğu gibi Hilâfet’in yabancı güçlerce kullanılabileceği endişesinden hareketle artık zararlı bir niteliğe sahip olduğu şeklindedir. İkinci tavır ise asıl halifeliğin kaldırılmasının Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikasında İslâm ülkeleriyle aralarındaki bağları keserek, devletin dış itibarını zedeleyebileceği mahiyetindedir. Mustafa Kemal Paşa, Şubat 1924’te İzmir’de iken Hilâfet’in kaldırılması kararını almıştır. İsmet Paşa, Kazım Karabekir Paşa ve Fevzi Paşa ile birlikte aldığı Hilâfet’in, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye ile Şer›iye ve Evkaf Vekaletlerinin kaldırılma kararını daha sonra 1 Mart 1924’te meclisi açış nutkunda dile getirecektir. Hilâfet’in kaldırılma meselesi önce 2 Mart 1924’te Halk Fırkasın da görüşülerek kabul edildi. 3 Martta toplanan Meclis Genel kuruluna ise üç ayrı kanun teklifi sunuldu; 1) Urfa mebusu Şeyh Saffet Efendi›yle 53 arkadaşının Hilâfetin kaldırılması ve Osmanlı hanedanının Türkiye dışına çıkarılmasıyla ilgili kanun teklifi. 2) Siirt Mebusu Halil Hulki Efendi ve 50 arkadaşının Şer›iye ve Evkaf vekaletiyle Erkan-ı Harbiye Vekaleti’nin kaldırılmasıyla ilgili kanun teklifi. 3) Manisa Mebusu Vasıf Bey ve 50 arkadaşının eğitim ve öğretimin birleştirilmesiyle ilgili kanun teklifi. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 339 www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ülkü Ocakları Eğitim Programı Bu kanunlarda yapılan görüşme ve tartışmalar beş saat kadar sürdü. Saat 18:45’te TBMM söz konusu tasarıları 429,430 ve 431 sayı ile kanunlaştırdı. Buna göre “Şer›iye ve Evkaf Vekâleti ile Erkan-ı Harbiye Vekâleti kaldırılmış, eğitim öğretim Millî Eğitim Bakanlığına bağlanarak birleştirilmiştir. Hilâfet’in tamamen kaldırılmasıyla ilgili karar kanunlaştıktan sonra İstanbul Valisi tarafından Abdülmecit Efendi’ye tebliğ edilmiş ve yurt dışına çıkması sağlanmıştır. Aslında halifeliğin kaldırılmasının siyasî gayeden çok daha önemli kültürel ve tarihî manası vardır. On dokuzuncu yüzyılın başlarından beri sürüp gelen yenilikçi-lâik grubun, dinci-muhafazakârlara karşı zaferini ifade etmiştir. Hilâfetin kaldırılması yurt dışında büyük tepkilere yol açmıştır. Batı dünyası bu olayı şaşkınlıkla karşılayarak hayranlıklarını ifade etmişler, İslâm dünyası ise olumsuz tepkilerini dile getirmiştir. d- Anayasa Hareketleri 23 Nisan 1920 tarihinden itibaren artık resmî bir hüviyet kazanan millî teşkilât gayelerini daha açık bir biçimde ortaya koymaya başlamıştır. Mustafa Kemal’in 19 Mart 1920 tarihinde askerî ve mülkî erkâna gönderdiği seçim talimatında, Meclis’in 23 Nisan 1920 tarihinde açılmasına karar verilmiş, 22 Nisan 1923 tarihli telgraf ile de söz konusu tarihten itibaren mülkî ve askerî makamların ve bütün milletin müracaat edeceği makamın “Meclis” olacağı duyurulmuştur. 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanan TBMM, yeni Türk devletinin ilk siyasî organı olarak faaliyete geçmişti. Aynı gün ilk oturumda en yaşlı üye sıfatıyla Şerif Bey, yaptığı konuşmada, “Türk milletinin yabancı köleliğine karşı çıkarak,geleceğini tayin etme hakkına sahip olduğuna ve bağımsızlık yolunda direnmek azminde olduklarını “ açıkladı. Açılışından hemen sonra çalışmalarına başlayan TBMM’nin aldığı 1 numaralı kararla İstanbul Meclis-i Mebusan’ından gelen milletvekillerinin kendi çatısı altında toplanmaları kararlaştırılmış, bununla birlikte kendi kuruluşunu da düzenlenmiştir. 24 Nisan’da Mustafa Kemal Paşa söz alarak geniş bir konuşma yapmış ve hükûmetin kuruluşu ile ilgili temel ilkeleri açıklamıştır. Bu ilkeler meclis tarafından kabul edilerek aynı günkü beşinci oturumda yapılan oylamada 110 rey alarak Meclis Başkanlığı’na seçilmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın hükûmet kurulmasının lüzumuna işaret eden teklifi 25 Nisan 1920 tarihinde kabul edildi ve “Kuvve-i İcraiye›nin” teşkiline karar verildi. Aynı gün yapılan görüşmelerde ayrıca Başkanlık Divanı seçimleri de tamamlandı. Mustafa Kemal Paşa’nın Meclis’e hükûmetin kurulması ile ilgili olarak verdiği teklifte, hükûmetin yapısına ilişkin ilkeler özetle şu şekilde belirtilmîştir: 1- Hükûmet kurmak zorunludur. 2- Geçici olarak bir padişah kaymakamı (vekili) ortaya çıkarmak uygun değildir. 3- İrade-i millîye’nin vatanın kaderine hâkim olmasının kabul edilmesi zorunludur. 4- TBMM’nin üstünde güç yoktur. 5- Meclis, yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplamıştır. Mustafa Kemal’in bu tekliflerinden de anlaşılacağı gibi dönemin zarureti gereği, “Meclis 23,24 ve 25 Nisan günü alınan kararların Millî Hâkimiyet ilkesine dayanan bir meclisi ve hükûmeti 340 Tarih Eğitimi oluşturması bakımından anayasa niteliği taşıdığı söylenebilir. Mustafa Kemal Paşa’nın 24 Nisan 1920’de kabul edilen anayasa niteliğindeki teklifi 13 Eylül 1920’de TBMM’ye verilerek, 18 Eylülde mecliste alınan ve siyasî ,sosyal , askerî ve idarî yönden düzenlemeleri öngören program, 20 Ocak 1921 tarihli anayasanın hazırlanmasına temel teşkil etmiştir. 20 Ocak 1921 tarihli TBMM’de 85 sayı ile kabul edilen anayasa, 23 madde ve bir de ayrı maddeden meydana gelmektedir. Bazı önemli maddeleri şunlardır: “Madde1: Hâkimiyet bilâ kayd-u şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir. Madde 2: İcra kudreti ve teşrii salâhiyeti milletin yegâne ve hakikî mümessili olan TBMM’de tecelli ve temerküz eder. Madde 3: Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükûmeti Büyük Millet Meclisi Hükûmeti unvanını taşır”. Görüldüğü gibi kabul edilen bu maddelerle ayrı bir “Türkiye Devleti”nin varlığından bahsedilmektedir. Osmanlı Devleti’nin yok olmasıyla yeni bir devletin kuruluşunu, hukukî yönden belgelemiştir. Yeni anayasa aynı zamanda Millî Hâkimiyet’i esas alan ve vatanın kaderine Millî Hâkimiyetin temsilcisi olarak TBMM’nin el koymasını mümkün kılan bir siyasî ve hukukî vesikadır. 1921 Anayasası Millî Mücadele’nin olağanüstü şartları içinde hazırlanmış geçici bir anayasadır. Meclis’in ve Millî Hükûmetin durum ve yetkisini, şekil ve niteliğini tespit ve ifade eden ilk kanundur. 1921 Anayasası’nda kuvvetler birliği sistemi hâkimdir. Türkiye’de bütün kuvvet ve yetkilerin kaynağı millettir. Millî iradeyi millet namına temsil eden tek yetkili organ, TBMM’dir. Meclis yasama ve yürütme yetkilerine sahiptir. Kuvvetler birliğine dayanan Meclis Hükûmeti sistemi 1921 Anayasası ile ilk defa Türkiye’ye girmektedir. Reissiz bir Cumhuriyet kuran bu anayasa ile millî irade Meclis tarafından temsil ve yürütülmekte, böylece kuvvetler birliği esası, millî kuvvetlerin şuurlu bir merkezde toplanmasını ve tek bir iradeye bağlanmasını da zorunlu kılmaktadır. 20 Ocak 1921 tarihli Anayasa’da yapılan en önemli değişiklik 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilânı ile olmuş, devlet şekli bu ilanla Cumhuriyet olarak değiştirilmiştir. 1921 tarihli anayasanın kabul edilmesinden sonra siyasî alanda önemli inkılâplar gerçekleştirilmiştir. Kasım 1922’de saltanat kaldırılmış, Ekim 1923’de Cumhuriyet ilân edilmiş ve Mart 1924’te ise halifelik kaldırılmıştır; ayrıca eğitim-öğretim alanında birtakım yenilik hareketleri ile Türk milleti siyasî, sosyal ve kültürel alanında hızlı bir değişim içine girmiştir. Bu hızlı değişimde toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilecek yeni bir anayasanın hazırlanmasını 1924 tarihînde 491 sayı ile Teşkilât-ı Esasiye Kanunu olarak TBMM’de kabul edilmiştir. Toplam 105 maddeden oluşan 1924 Anayasası’nın önemli maddeleri şunlardır: 1- Türkiye Devleti bir Cumhuriyet’tir. 2-Türkiye Devleti’nin dini İslâm dinidir. Resmî dili Türkçedir. Başkenti Ankara şehridir. 3- Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir. 4- TBMM milletin tek ve gerçek temsilcisi olup millet adına hâkimiyet hakkını kullanır. 5- Yasama yetkisi ve yürütme gücü TBMM’de toplanır. 6- Meclis yasama yetkisini kendi kullanır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 341 www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ülkü Ocakları Eğitim Programı 7- Meclis yürütme yetkisini kendince seçilmiş Cumhurbaşkanı ve onun atayacağı bir Bakanlar Kurulu eliyle kullanır. Meclis, hükûmeti her vakit denetleyebilir ve düşürebilir. 8- Yargı hakkı, millet adına, usulü ve kanununa göre bağımsız mahkemeler tarafından kullanılır Yeni Türk Devleti’nin ikinci anayasası olan 1924 Anayasası 1921 Anayasası’nın dayandığı temel ilkelerden esinlenmiş, millî hâkimiyet, tek meclis ve kuvvetler birliği, meclisin üstünlüğü prensipleri geliştirilerek kabul edilmiştir. 1924 Anayasası, 1921 Anayasası’ndan yumuşak bir kuvvetler ayrımına yer vermekle, parlâmenter rejime geçişte bir adım daha ileri gitmiştir. Millî Hâkimiyet ve meclisin üstünlüğü sistemini geliştirmekle, anayasa alanını daha geniş ve yaygın bir şekilde düzenlemekte, kamu özgürlüklerine geniş bir şekilde yer vermektedir. 1924 Anayasası beş kez değişikliğe uğramıştır. Nisan 1928, Aralık 1931, Aralık 1934, Şubat 1937 ve Kasım 1937 tarihînde yapılan değişikliklerle devletin dini İslâm’dır ibaresi kaldırılmış, seçmen yaşı 18’den 22’ye çıkarılmış, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmiş, Cumhuriyet Halk Partisi programındaki altı ilke anayasa ilkeleri olarak kabul edilmiştir. 1924 Anayasası dil bakımından 1945 ve 1952 yıllarında mana ve mefhumuna dokunulmaksızın iki defa değişikliğe uğramış ve 1960 yılına kadar yürürlükte kalmıştır. e- Hukuk, Eğitim ve Sosyal Alanlarda Yapılan İnkılâp Hareketleri Hukuk kuralları toplum yaşayışını düzenler. Fertlerin huzur ve güven içerisinde yaşamasını sağlar. En gelişmiş toplum düzeni olan devletle, fertler arasındaki ilişki modern hukuk kurallarının uygulanmasıyla arzu edilen seviyeye ulaşır. Yeni Türk devletinin kurulmasıyla birlikte başlayan batılılaşma hareketi zorunlu olarak devlet, cemiyet ve hukuk hayatında lâikliği bir temel prensip olarak öngörmüştür. Batı ülkelerinin kanunları, önemsiz değişikliklerle kabul edilmiş ve Türk toplumunun kısa bir zamanda Avrupa hukuk sistemine girmesi sağlanmıştır. Mustafa Kemal Paşa Hukuk İnkılâbının gerekliliğini 1 Mart 1924’te TBMM’de şu konuşmasıyla ifade etmiştir: “... adlî telakkimizi, adlî kanunlarımızı,adlî teşkilâtımızı,bizi şimdiye kadar şuur-i gayr-ı şuuri tesir altında bulunduran, asrın icabatına gayr-ı mutabık revabıttan (bağlardan) bir an evvel kurtarmaktır. Millet her mütemeddin memlekette (medenî memlekette) olan terakki-i adliyenin memleketin ihtiyacına tevakuf eden (uyan) esasatını istiyor. Milletin arzu ve ihtiyacına tâbi olarak adliyemizde her güna tesirattan silkinmek ve seri terakkiyata atılmakda asla tereddüt olunmamak lâzımdır. Hukuk-ı medeniyede,hukuk-ı ailede takip edeceğimiz yol ancak medeniyet yolu olacaktır. Hukukta idare-i maslahat ve hurafelere merbutiyet (bağlılık) milletleri uyandırmaktan men eden en ağır bir kabustur. Türk Milleti üzerinde kabus bulundurulamaz”. Modern hukuk sistemine ulaşmanın bir gereği olarak, özellikle 1926 yılından itibaren, büyük yenilik hareketleri yapılmaya başlanmıştır. Medeni Kanun : İsviçre’de 1907 yılında hazırlanan ve 1912 yılında yürürlüğe giren kanundan alınarak 17 Şubat 1926 tarihinde kabul edilmiştir.Ceza Kanunu : 1889 tarihli İtalyan ceza kanunundan alınarak 1 Mart 1926 tarihînde kabul edilmiştir. 342 Tarih Eğitimi Hâkimler Kanunu: 3 Mart 1926’da kabul edilen bir kanunla yargı organlarının bağımsızlığı ve halkın çıkarları gözetilmeye çalışılmıştır. Ticaret Kanunu : Alman ve İtalyan kanun ve eserlerinden yararlanılarak hazırlanan kara ticareti ile ilgili kısım 29 Mayıs 1926’da deniz ticaretiyle ilgili kısım ise 15 Mayıs 1929’da yürürlüğe girmiştir. İcra ve İflas Kanunu : 24 Nisan 1929 yılında İsviçre’den alınmış ancak faydalı olmaması neticesinde 30 Haziran 1932’de yeniden düzenlenerek kabul edilmîştir. Tevhid-i Tedrisat Kanunu: Eğitim, toplumsal bir ihtiyaçtır. Toplumun kültür ve karakterini muhafaza eder, hatta düzeltir. Bu nedenle de devlet hizmetleri arasında yer alır. Türkiye’de eğitim ve öğretimin modernleşmesi Tanzimat’la birlikte başlamış,gerçek anlamda modern eğitim-öğretim sistemine geçiş Cumhuriyet devrinde mümkün olmuştur. Mustafa Kemal Paşa,16 Temmuz 1921’de Ankara Maarif Kongresi’nde millî kültürün önemini ve gerekliliğini şu konuşmasıyla ifade etmiştir: “... Bir millî eğitim programından bahsederken eski devrin hurafelerinden ve fikri vasıflarımızla hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilen bütün tesirlerden tamamıyla uzak, millî seciye ve tarihîmize uygun bir kültür kastediyorum. Çünki millî dehamız tamamıyla inkişafı, ancak böyle bir kültür ile sağlanabilir. Gelişigüzel bir yabancı kültür şimdiye kadar takip olunan ecnebi kültürlerin yıkıcı sonuçlarını tekrar ettirebilir”. Mustafa Kemal Paşa, 1 Mart 1922’de TBMM’de yaptığı konuşmada eğitim-öğretim alanında yapılacak yeniliklerin temel prensiplerini tespit etmiştir; - Hükûmetin en önemli görevi maarif işleridir. - Eğitim-öğretim müesseseleri tek bir teşkilât tarafından idare edilmelidir. -Hazırlanacak eğitim programı milletimizin sosyal ve hayatî ihtiyaçları ile çağın icaplarına uygun olmalıdır. - Eğitimin hedefi milliyetçi, medeniyetçi ve ilmî zihniyete sahip bir nesil yetiştirmektir. Bu gelişmelerin ardından Millî Eğitim Bakanı Saruhan Mebusu Vasıf (Çınar) Bey ve elli arkadaşının Tevhid-i Tedrisat (Eğitim-öğretimin birleştirilmesi) konusundaki önergesi görüşülerek benimsenmiştir. 3 Mart 1924’de ise tasarı TBMM Genel Kurulu’na getirilmiş ve değişikliğe uğramadan kabul edilmiştir. Eğitim ve öğretim kadrolarını Millî Eğitim Bakanlığı bünyesinde toplayan ve medreseleri kaldıran bu kanunla Türk Eğitimine “Millî”lik vasfı kazandırılmış, ayrıca millî kültür anlayışında birlik sağlanmak istenmiştir. Ayrıca, 2 Mart 1926’da kabul edilen maarif teşkilâtı hakkında kanun ile de eğitim hizmetlerine yeni düzenlemeler kazandırılmıştır. Harf İnkılâbı; Harf İnkılâbı’na kadar bu konuda ülkemizde birçok tartışmalar yapılmıştır. Yeni Türk Devleti’nin kurulmasından sonra,1923 İzmir İktisat Kongresi’nde Lâtin harflerinin kabulü ile ilgili önerge verildiyse de kongre gündemiyle alâkalı görülmemiş, tartışılmadan Maarif Vekaleti’ne gönderilmiştir. 1927 yılı sonlarına doğru harf meselesinde ciddî çalışmalar başladı.1928 yılında Maarif Vekâleti bir alfabe encümeni kurdu. Kurul, Lâtin harflerine dayalı bir alfabe üzerinde çalışmalarda bulundu. Mustafa Kemal Paşa İstanbul Sarayburnu’nda yaptığı 8 Ağustos 1928 tarihli konuşmasında bu çalışmaların neticesi hakkında “Yeni Türk harflerini kabul ediyoruz” diyerek ilk haberi verdi.1 Kasım 1928 TBMM açış konuşmasında ise Lâtin esasından alınan Türk alfabesinin, Türk diline uygun olduğunu belirterek, okuma yazma oranı üzerinde olumlu etkiler sağlayacağını ifade etti. Daha sonra üç milletvekilinin Ülkü Ocakları Genel Merkezi 343 www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ülkü Ocakları Eğitim Programı TBMM’ye verdiği yeni Türk alfabesinin kabulü ile ilgili önerge Genel Kurul’da görüşülerek, 1 Kasım 1928 günü 1353 sayı ile kabul edildi. Yeni harflerin kabulü ile birlikte bütün yurtta eğitim-öğretim seferberliği başlatıldı.1 Ocak 1929 tarihinde Millet Mektepleri açıldı. 31 Mayıs 1933’te İstanbul Dar’ül Fünun’u kaldırılarak yeni bir üniversite kurulması kararlaştırıldı. Türk Tarih Tezi; Tarih, insanların zaman ve mekân itibarıyla geçirdikleri gelişmeleri sebep-sonuç ilişkisi içerisinde inceleyen ilim dalıdır. Tarih gerçeklerin ortaya çıkmasına yarar. Tarihi zengin bir millet güçlüdür. Güçlü bir milletin oluşması manevî miraslarına sahip çıkmasıyla mümkündür. “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır”. Mustafa Kemal Paşa eksik ve yanlış gördüğü tarih anlayışını değiştirerek yeni ve doğru bir tarih anlayışı getirmek istemiştir. Bu amaçla Türk tarihi üzerinde çalışmalar yapmak üzere 15 Nisan 1931’de “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu) “ kuruldu. 1932’de Ankara’da tarihçilerin katıldığı ilk “Türk Tarih Kongresi” toplandı ve “Türk tarih tezi” bu kongrede tartışıldı. Kongre sonucu ortaya çıkan yeni tarih tezi şöyledir; “Türk milletinin tarihi şimdiye kadar yazıldığı gibi yalnız Osmanlı tarihinden ibaret değildir. Türk’ün tarihi çok daha eskidir ve temasta bulunduğu milletlerin medeniyetleri üzerine tesir etmiştir.” Mustafa Kemal Paşanın tarih ilmine bu kadar çok değer vermesinin nedeni, tarihi, devletin ilerlemesi ve modernleşmesi için manevî bir destek olarak görmüş ve kullanmış olmasıdır. Ona göre Millî Mücadele sonrasında Türk halkı benliğini bulabilmesi için en güvenilir vasıtayı tarih ilmînden almıştır. Türk Dili İnkılâbı; Dil İnkılâbı,Türk İnkılâbının temel prensiplerine de uygun olarak dilde millileştirme ve bu akıma güç kazandırma inkılâbıdır. Harf İnkılâbı’nın olumlu sonuçlar vermesi üzerine 12 Temmuz 1932’de “Türk Dili Tetkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu)” kuruldu. Cemiyetin amacı Türkçenin sözlük, terim, dil bilgisi, cümle bilgisi, etimoloji konularını inceleyerek Türkçenin geliştirilmesine çalışmaktır. Cemiyetin çalışmalarıyla halk dilinde yaşayan kelimeler dilimize tekrar kazandırıldı. Konuşma dili ile yazı dili arasındaki ayrılıklar ortadan kaldırıldı. İnkılâplar içerisinde “Türklük şuurunu” en fazla geliştirmeye yarayan, dilimiz üzerinde yapılan bu çalışmalardır. Mustafa Kemal Paşa, Türk dilindeki gerekli gelişmenin önemini 1932’deki şu konuşması ile ifade etmektedir: “Millî Kültürün her çığırda açılarak yükselmesini Türk Cumhuriyeti’nin temel direği olarak temin edeceğiz. Türk dilinin kendi benliğine,aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için, bütün devlet teşkilatımızın dikkatli,alakalı olmasını isteriz». Şapka İnkılâbı ve Kılık-Kıyafet Değişimi; 1925 yılında yurt gezisine çıkan Mustafa Kemal Paşa 24 Ağustos 1925›te Kastamonu ve İnebolu›ya yaptığı seyahatinde şapka, kılık-kıyafet konusunda halkla konuştu. Halka giydikleri kıyafetin millî olmadığını daha medeni bir görüntüye bürünülmesi gerektiğini anlattı. Giydiği şapkayı ve kıyafetini halka göstererek buna uyulmasının gereği üzerinde durdu. Çünkü Mustafa Kemal Paşa batı medeniyetinin bir bütün olarak ele alınmasını ve bunun bir gereği olarak da medenî kıyafetin kabul ve tatbik edilmesini istiyordu. 2 Eylül 1925›de Bakanlar Kurulu memurlara şapka giydirilmesi için bir kararname yayımladı. 344 Tarih Eğitimi Ancak, Meclis bu kararnameyi anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle kabul etmek istememiştir. Bu gelişmelerin ardından TBMM 25 Kasım 1925 tarihinde 671 sayı ile şapka giyilmesi hakkındaki kanunu kabul etti. Yine 2 Eylül 1925›de cübbe ve sarık giymek, din adamlarının dışındaki kimselere yasak edilmiştir. 3 Aralık 1934 tarihînde de 2596 sayılı kanunla din adamlarının, dinî kıyafetlerini sadece ibadet yerlerinde giyecekleri tespit edilmiş, en yüksek düzeydeki din görevlisi bu uygulamanın dışında bırakılmıştır. Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması; Mustafa Kemal Paşa, 30 Ağustos 1925’de Kastamonu’da yaptığı bir konuşmada tekke ve zaviyelerin kapatılmasını ve tarikatların kaldırılmasının lüzumundan bahsederek “En doğru, en hakiki tarikat, tarikat-ı medeniyedir” şeklindeki sözleriyle halka akılcı olan yolu göstermiştir. 30 Kasım 1925 tarihli bir kanunla tekke, zaviye ve türbe-ler kapatılmış ve birtakım unvanların kullanılması yasaklanmıştır. Milletlerarası Takvim ve Saatin,Yeni Rakamların Kabulü ve Ölçülerde Değişiklik; Osmanlı Devleti döneminde uygulanan Hicri ve Rumi takvimler üzerinde Meşrutiyet’le birlikte yeni düzenlemeler yapılmak istendiyse de başarı sağlanamamıştı. 26 Aralık 1925’te kabul edilen bir kanunla Hicrî ve Rumî takvim kaldırılarak Milâdî takvim ve milletler arası saat uygulaması kabul edilmiştir. 26 Mart 1931 tarihinde çıkarılan 1782 sayılı kanunla da arşın, endaze, okka, çeki gibi bölgelere göre farklılık arz eden birimler kaldırılarak Avrupa’dan alınan metre ve kilo gibi uzunluk ve ağırlık ölçüleri kabul edilmiştir. Bu değişiklikler gerek ülke içinde, gerekse milletler arası ilişkilerde önemli kolaylıklar sağlamıştır. Soyadı Kanunu’nun Kabulü ve Eski Unvanların Kaldırılması; Gerek toplumsal ilişkilerde, gerekse nüfus işlerinde meydana gelen karışıklıkları önlemek amacıyla 21 Haziran 1934’te “Soyadı Kanunu” kabul edilmiştir. Soyadı Kanunu ile Türkler kendi adından başka bir de soyadı alacaktı. Soyadları Türkçe olacak, yabancı ırk ve millet adları ile ahlâka aykırı soyadı kullanılmayacaktı. TBMM Mustafa Kemal Paşaya 24 Kasım 1934’te “ Atatürk” soyadını vermiş, 17 Aralık 1934’de ise bu soyadını başkası tarafından alınmamasını kararlaştırmıştır. 26 Kasım 1934 tarihinde ise “Ağa, hacı, hafız, hoca, molla, efendi, bey, beyefendi, paşa, hanım, hanımefendi, hazretleri” gibi lâkap ve unvanlar savaş madalyası dışındaki madalya ve nişanların kaldırılması kabul edilmiştir. Millî Bayramlar ve Genel Tatil; 23 Nisan 1921›de TBMM›ye verilen iki ayrı önergede 23 Nisan gününün, Türk Milleti›nin bağımsızlığını elde etmesinin yıl dönümü olması nedeniyle resmî bayram olarak kabul edilmesi istenmişti. Önerge aynı gün Meclis Genel Kurulu›nda görüşülerek kabul edilmiş ve kutlanmıştır. 27 Mayıs 1935 tarihinde ise Millî Bayramlar ve Genel Tatiller Hakkındaki Kanun TBMM tarafından çıkarılmıştır. Bu kanun ile cuma günü olan hafta tatili pazar günü olarak değiştirilmiştir. Dinî bayramlardan Ramazan Bayramı tatili 3 gün, Kurban Bayramı tatili 4 gün olarak tespit edilmîştir. 30 Ağustos bir gün Zafer Bayramı adıyla, 23 Nisan bir buçuk gün Millî Egemenlik Bayramı adıyla,1 Mayıs bir gün Bahar Bayramı adıyla resmî bayramlar olarak kabul edilmiştir.1 Ocak tarihi ise Ülkü Ocakları Genel Merkezi 345 www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ülkü Ocakları Eğitim Programı bir buçuk gün Yılbaşı tatili olarak tespit edilmiştir. Kadın Haklarının Kabulü; Millî Mücadele’nin kazanılması topyekûn Türk milletinin eseridir. Türk kadını savaş döneminde, erkeğinin yanında görev almış, sırtında çocuğu ile cepheye koşmuş, dolayısıyla toplumdaki haklı yerini bir defa daha ispat etmiştir. Ancak kadınlarımızın toplumdaki bu önemli yerine karşılık medenî ve siyasî haklarında birtakım eksiklikler vardı. Bu konu üzerinde en fazla duran Mustafa Kemal Paşa olmuştur.21 Mart 1923’te Konya Kızılay Kadınlar Şubesi’nin bir toplantısında yaptığı konuşmada kadın haklarının tanınması ile ilgili birçok konuya temas etmiştir. 1926 yılından itibaren kadınlarımız kademeli olarak medenî, siyasî ve sosyal haklarına kavuşmuştur. İlk olarak 17 Şubat 1926’da “Medeni Kanunu’nun” kabulü ile Türk kadını medeni haklarına kavuşmuştur. 3 Nisan 1930’da çıkarılan “Belediye Kanunu” ise kadınlara belediye seçimlerinde oy verme ve seçme hakkını getirmiştir. Siyasî alandaki bu ilk hak daha sonra geliştirilerek Türk kadınlarına 26 Ekim 1933’te Köy İhtiyar Heyetleri’ne seçme ve seçilme hakkının tanınması sağlanacaktır. Nihayet 5 Aralık 1934’te yapılan anayasa değişikliği ile Türk kadını milletvekili seçmek ve seçilmek hakkını elde etmiştir. Türk Millî Mücadelesi maddî imkânsızlıklar içinde kazanılmış büyük bir zaferdir. Ancak bu zaferin kazanılmasından sonra yeni Türk devleti büyük bir mücadeleye daha girmek zorunda kalacaktır. Mustafa Kemal Paşa bu mücadeleyi İzmir İktisat Kongresi’nde yaptığı şu konuşmasında “ekonomik mücadele” olarak tespit ve işaret etmiştir; “...Siyasî,askerî zaferler ne kadar büyük olursa olsun, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazlarsa, kazanılacak başarılar yaşayamaz ve sürekli olamaz. Yeni Türkiye’mizi lâyık olduğu kuvvete yükseltebilmek için birinci derecede ve en çok ekonomimize önem vermek mecburiyetindeyiz. Zamanımız tamamen bir ekonomi devrinden başka bir şey değildir. Millî Hâkimiyet ise ekonomik hâkimiyetle kuvvetlenmektir. Yeni devletimizin,yeni hükümetimizin bütün esasları,bütün programları ekonomi programından çıkmalıdır». Gerçekten de demir yollarının, dış ticaretin, bankacılığın yabancıların elinde olduğu, sanayinin ise olmadığı ülkede devlet, ekonomik meselelere öncelikle el atarak iktisat kongresinde özetle şu kararlar almıştır: - Devlet,özel sektörün gerçekleştiremediği teşebbüslere bizzat el atarak,iktisadî açıdan görevlerini yerine getirmelidir. - Yurt içi ham madde üretimine dayalı sanayi dalları kurulmalıdır. - Özel teşebbüsü kredilendirecek bir devlet bankası kurulmalıdır. - Küçük imalâttan, büyük işletmeye bir an evvel geçilmelidir. - Yabancıların kurdukları tekellerden kaçınılmalıdır. - Sanayi desteklenmeli ve millî bankalar kurulmalıdır. Bu kararlar, Cumhuriyet’in ilânı ile birlikte yeni Cumhuriyet hükûmetlerine ışık tutacak, ekonomik alanda önemli mesafeler kaydedilecektir. Cumhuriyetin ilânından sonraki ilk on yıl, Türk devletinin ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmayı sağlaması bakımından hazırlık yılları olmuştur. Bu yıllarda yeni devlet derlenme toparlanma, alt yapıyı düzenleme, ekonomiyi yeniden organize etme çabalarında bulunmuştur. Tarım üretiminin ve tarımda verimliliğin arttırılması çabasına yönelinmiş, demir yolu yapımına önem verilmiş, Türkiye’yi demir ağlarla örme politikası hedef olarak seçilmiştir. Ekonomideki yabancılaşmayı önlemek için imtiyazlı 346 Tarih Eğitimi yabancı şirketler elinde bulunan demiryolları ve limanlar, maden işletmeleri ile büyük kentlerin su, elektrik, hava gazı, haberleşme ve taşıma ihtiyacını gideren işletmeler devlet tarafından satın alınarak millileştirilmiştir. Ayrıca iktisadî kalkınmanın finansmanı için gerekli kredi müesseselerinin kurulması ve etkili bir organizasyona kavuşturulması çabalarında da bulunulmuştur. 1929 yılında bütün dünyayı sarsmış olan ekonomik bunalım Türkiye’nin iktisadî ve sosyal gelişmesinde yeni bir dönem açmıştır. İktisadi sıkıntının getirdiği baskı Türk devletinin daha sonraki dönemlerde sert tedbirler almasına yol açacaktır. Özellikle 1933-1938 yılları arasındaki döneme Türk sanayisinin ilk ve plânlı kuruluş sayfası olarak bakılabilir. İlk beş yıllık kalkınma plânı 1934›te yürürlüğe konmuştur. Ham madde kaynakları, enerji sorunları, teknik personel problemi ciddiyetle ele alınmıştır. Malî dengenin korunmasına özen gösterilen bu dönemde dış ticaret açığı olmadan enflâsyona başvurmadan istikrarlı bir kalkınma programı tatbik edilmiştir. Bu dönemde yapılan yatırımlar daima devletçilik ilkesi adı altında yapılmıştır. Tarıma kıyasla, sanayileşmeye öncelik, eğitim ve nüfus artışına ağırlık verilmiştir. Atatürk döneminde alınan tedbirler sonucu fert başına millî gelir yıllık ortalama artış hızında, altın rezervlerinde önemli artışlar kaydedildi. Tarımda, sanayide, ulaştırmada ve bayındırlık hizmetlerinde ileri mesafeler kaydedilmiş. Türk ekonomisi kendi kendine yetecek duruma gelmiştir. Bu yeterlilikteki en önemli faktör, Atatürk’ün ekonomi politikasındaki temel amacın, “İmtiyazsız ve sınıfsız biçimde bütün halkın refahını yükseltmek,toplumun kısa zamanda kalkınabilmesi için de ekonomik ve sosyal kalkınmaya bir bütün olarak yaklaşması» olduğu söylenebilir. Osmanlı Devleti döneminde sağlık hizmetleri sistemli bir şekilde yürütülmemekteydi. Bugünkü gibi ayrı bir bakanlık şeklinde teşkilâtlanma mevcut değildi. İlk sağlık teşkilâtı 16 Şubat 1328 (1913)’de “Sıhhıye Müdüriyeti Umumiyesi” adıyla Genel Müdürlük olarak kurulmuş ve Dahiliye Nezareti’ne bağlanmıştır. TBMM’nin açılmasından sonra oluşturulan ilk hükûmette ise “Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti (Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı)” adıyla ayrı bir bakanlık ihdas edilerek, sağlık hizmetlerine gereken önem verilmiştir. Millî Sağlık Politikası; “Vatandaşların sağlığını korumak, takviye etmek, ölüm oranını azaltmak, nüfusu arttırmak, bulaşıcı hastalıklardan korunmak ve bu yolla da millet fertlerinin sıhhatli vücutlar hâlinde yetişmesini temin etmek” olarak tespit edilmiştir. Bu politika doğrultusunda 1930’da “Umumî Hıfzısıhha Kanunu” çıkarılmış, 1921’de “Türkiye Himaye-i Etfal Cemiyeti (Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu)” ve tıp odaları kurulmuş, Hemşire Okulu, Numune Hastahaneleri, Doğum ve Çocuk Hastahaneleri açılmıştır. Hastane, hekim, sağlık memuru ve ebe sayısında artış meydana getirecek tedbirlerin alınması ile ülkede sağlık alanında önemli gelişmeler sağlanmıştır. 4. Çok Partili Döneme Geçiş Denemeleri ve İnkılâba Karşı Tepkiler a- İlk TBMM’nde Oluşan Gruplar ve Muhalefet 23 Nisan 1920 günü açılan TBMM aldığı “1” nolu kararla İstanbul Meclis-i Mebusanı’na katılan üyeleri de kendi çatısı altına almıştır. Böylece TBMM üç ayrı şekilde katılmalarla meydana gelen bir meclis olmuştur. (43) Ülkü Ocakları Genel Merkezi 347 www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ülkü Ocakları Eğitim Programı 1) 19 Mart 1920 seçim talimatına göre seçilmîş üyeler 2) Meclis-i Mebusan’dan gelen üyeler 3) Yunanistan ve Malta’dan gelen üyeler TBMM’nin üye sayısı konusunda bazı ihtilâflar vardır. Bu üyeler 66 seçim çevresinden seçilmişlerdir. Çeşitli meslek gruplarına mensup olan milletvekilleri, değişik düşünce yapılarına, hayat tarzlarına ve kültürlere sahiptir. Misak-ı Millî ilkelerinin gerçekleşmesi bütün milletvekillerinin ortak ideali olmakla beraber bunun dışındaki konularda fikir birliği mevcut değildi. Farklı menşelerden gelmelerinden dolayı farklı düşüncelerin de sahibiydiler. (44) Damar Arıkoğlu meclisteki grupları İstiklâl, Muhafazakâr ve Bolşevikler olmak üzere üçe ayırır. Julıan E. Gillespie ise “Kemalistler, İstiklâl grubu, Enver Paşa taraftarları ve Bolşevikler” şeklinde 4 grupta toplamaktadır. Mustafa Kemal Paşa ise grupları beşe ayırmakla birlikte bu gruplardan başka isimsiz olarak özel maksatlı bazı küçük grupların da faaliyet hâlinde olduklarını söylemektedir. Bu gruplar şunlardır: 1) Tesanüt grubu (dayanışma grubu) 2) İstiklâl grubu (bağımsızlık grubu) 3) Müdafaa-i Hukuk zümresi (hakları savunma grubu) 4) Halk zümresi(halk grubu) 5) Islâhat grubu(reform grubu) Tesanüt grubu üyeleri bir çeşit sendikalizmi savunan bir program etrafında toplanmışlardır. Sayıları 40 kadar olan İttihat ve Terakki yanlıları bu grup içerisinde yer almıştır. Halk zümresi mensupları ise Bolşevik olmaya meyilli sol eğilimli milletvekillerinden meydana gelmiştir. İstiklâl grubu milletvekillerinin ekseriyeti ise ileri görüşlü gençlerden oluşmuştur. 1920 yılı sonlarına doğru ortaya çıkan bu grupların yanı sıra aynı dönemlerde kurulmuş «Türkiye Komünist Fırkası» ve «Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası» adlarında iki de parti mevcuttur. Ancak sol eğilimi temsil eden bu partilerin 1921 yılı Ocak ayından itibaren faaliyetlerinin sindirildiğini görüyoruz. Mustafa Kemal Paşa Meclis›te oluşan bu grupları bir araya getirmek ve bir uzlaşma sağlamak için çaba sarf etmiştir. Başarılı olamayınca da «Anadolu-Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu» (A-RMHG) adıyla bir grup kurma çalışmalarına başlamıştır. Mustafa Kemal Paşa TBMM’de mevcut grupları birleştirmek suretiyle Meclis’e işlerlik kazandırmak istediyse de bunda başarılı olamadı. Bunun üzerine 10 Mayıs 1921 günü Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nu kurdu. Bu teşekkül A-RMHC’nin Meclis grubunu oluşturmuştur.10 Mayıs tarihli toplantıda grubun iç tüzüğüyle ilgili maddeler ve Mustafa Kemal Paşa’nın hazırladığı A-RMHG’nin amaçlarını gösteren iki temel madde de kabul edildi. Bu maddeler şunlardır: Birinci Grup, Misak-ı Millî ilkeleri çerçevesinde memleketin bütünlüğünü ve milletin bütün maddî ve manevî kuvvetlerini gereken hedeflere yönelterek kullanacak, memleketin resmî ve özel bütün kuruluş ve tesislerinin bu ana gayeye hizmet etmeye çalışacaktır. İkinci Grup, devlet ve milletin teşkilâtını Teşkilât-ı Esasiye Kanunu›nun koyduğu ilkeler çerçevesinde sırasıyla şimdiden tespite ve hazırlamaya çalışacaktır. A-RMHG, grup başkanlığına Mustafa Kemal Paşayı, başkan vekilliğine de Edirne milletvekili 348 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı TBMM’de A-RMHG’nin kurulmasıyla, bu grubun dışında kalan Erzurum Mebusu Celalettin Arif Bey, Hüseyin Avni Bey ve arkadaşları ikinci grubu meydana getirmişlerdir. Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti de bu grubu desteklemiştir. Esas amacı Mustafa Kemal Paşanın kişisel egemenlik kurmasına karşı çıkmak olan ikinci grup, Başkumandanlık Kanunu’nun süresinin üçüncü uzatılışında resmen oluşmuş kabul edilmekle beraber, bu tür bir muhalefetin daha eskilere dayandığı açıktır. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 349 www.ulkuocaklari.org.tr Mehmet Şeref Beyi getirmiştir. Mustafa Kemal Paşa Meclisteki bütün milletvekillerinin aslında A-RMHG’nin tabiî üyeleri olduğunu belirtmiştir. (46) Ancak bunun dışında kalanlar daha sonra 2. Grubu meydana getirerek ciddi bir muhalefet hareketini başlatacaklardır. Mustafa Kemal Paşa Ankara’da 1922 yılının Aralık ayında gazetelere verdiği demeçte “Halk Fırkası” adında bir siyasî parti kuracağını açıklamıştır. Ayrıca Halk Fırkası’nın dayandığı iki temel ilkenin “Tam bağımsızlık” ve “kayıtsız şartsız millet hâkimiyeti” olduğunu ifade ederek, kurulacak partide bütün milletin temsil edileceğini belirtmiştir. TBMM, 1 Nisan 1923’te seçimin yenilenmesine karar vermiş, 3 Nisanda ise seçim kanununda birtakım değişiklikler yapmıştır. 8 Nisan 1923›te Mustafa Kemal Paşa yayımladığı «seçim hakkında beyanname» ile mecliste mevcut olan A-RMHG’nin Halk Fırkası’na dönüşeceğini bildirdi. Aynı beyanname ile grubun programını 9 madde hâlinde yayımladı. Seçimlerden sonra TBMM’nin ikinci dönemi 11 Ağustos 1923’te açıldı. 9 Eylül 1923’te ise Halk Fırkası kuruluşunu tamamladı. Genel Başkanlığına da kurucusu Mustafa Kemal Paşa getirildi. Bilindiği gibi, muhalefet, bütünüyle siyasî sürecin bir parçası ve unsuru, hükûmet veya iktidarın alternatifidir. İktidarın bir tamamlayıcısıdır. Nerede bir topluluk varsa orada değişik isim ve şekillerde siyasî çatışma vardır. Toplum ne kadar az gelişmişse, gruplar ve fertler arasındaki fikir ve çıkar çatışmaları da o kadar sert ve şiddetli olur. Gelişmiş toplumlarda ise bu çatışma birtakım usul ve kurallara bağlanmıştır. Siyasî anlaşmazlığın organize ifadesi “Siyasî Muhalefet” müessesiyle nihaî çözümü bulmuştur. Siyasî muhalefet, demokratik, liberal, parlâmenter, anayasal çoğunluk, hürriyetçi gibi çeşitli isimler taşıyan bütünüyle müesseseleşmiş bir siyasî toplumun temel kuruluşunu ve mihenk taşını oluşturur. Osmanlı Devleti’nde meydana gelen ilk muhalefet hareketi Genç Osmanlıların 1865’te kurdukları cemiyet ve faaliyetleri olarak kabul edilir. Cumhuriyet Türkiye’sindeki ilk muhalif siyasî parti Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası olmakla birlikte, ilk TBMM’nin açılmasıyla, siyasî parti hüviyeti altında olmaksızın, başlayan ve gelişen bir muhalefet hareketi olduğu kesindir. Mustafa Kemal Paşa’nın A-RMHG’yi kurmasından önce Erzurum Mebusu Hoca Raif Efendi , Yeşilzade Salih Hoca ve arkadaşları A-RMHC’den ayrılarak “Muhafaza-i Mukadde-sat Cemiyeti’ni” kurmuşlardı. Bu cemiyetin muhalif olduğu konulardan birisi “Komünist faaliyetlerinin artması” diğeri ise “Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nde meydana gelen değişiklikler” olarak gösterilmiştir. Ayrıca mevcut cemiyet ilkelerinin başına da, Hilâfet ve Saltanat makamının ve devlet şeklinin olduğu gibi bırakılmasını sağlayıcı birtakım eklemeler yapmışlardır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı Birinci ve ikinci Müdafa-i Hukuk Grupları Meclis’te sık sık birbirleriyle çatışmışlardır. Bu yüzden bir kısım vekiller(bakanlar) istifa etmek zorunda kalmışlardır. Vekil seçimi ile ilgili kanunda istekleri yönünde değişiklik yaptırarak Rauf Beyin İcra Vekilleri Heyeti Reisi (Başbakan) seçmeleri grubun sayısal gücünün küçümsenmeyeceğini gösterir. Ancak ikinci grup Meclis’in ilk dönemi sonuna doğru bu gücünü kaybederek dağılmaya yüz tutmuş ve seçimlerin yenilenmesiyle de tamamen Meclis’ten uzaklaşmışlardır. b- Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Cumhuriyet dönemi siyasî tarihinde kurulan ilk muhalefet partisi olarak kabul edilir. Meclis’te gerek ikinci grup muhalefetin, gerekse Halk Fırkası sonrası muhalefetin hazırladığı zemin, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın oluşmasını sağlamıştır. Halifeliğin kaldırılmasına, Mustafa Kemal Paşanın yakın silâh arkadaşlarından Rauf ve Adnan Beyler, Refet, Kâzım Karabekir, Ali Fuad ve Cafer Tayyar Paşa’lar olumsuz tepki göstermişlerdir. (49) Giderek şiddetlenen muhalefet hareketi 1924 yılının Ekim ayına gelindiğinde Refet Paşa, Dr. Adnan, İsmail Canbulat ve Rauf Beylerin etrafında toplanmaya başladı. Bu arada hem milletvekili hem orduda görevli olan generaller ya ordudan ya da milletvekilliğinden uzaklaştırılarak, Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin günlük politika cereyanları dışında kalması sağlanmıştı. (50) Askerlik görevinden Refet Paşadan sonra Kazım Karabekir Paşa ve Ali Fuat Paşa istifa ederek siyasî hayatı seçmişlerdir. Muhalifler gerçek bir Cumhuriyet rejimine ulaşabilmek için, Halk Fırkası›nın Meclis üzerindeki baskısını kaldırmayı başlıca zorunluluk olarak görmekteydiler. Nihayet 9 Kasım 1924›te Halk Fırkası›ndan kopmalar ilk olarak on milletvekilinin istifasıyla başlamış, daha sonraki günlerde de bu ayrılmalar devam etmiştir. 17 Kasım 1924’te ise TCF’nin kurulması tamamlanarak genel sekreterliğine Ali Fuat Paşa, Genel Başkanlığına da Kâzım Karabekir Paşa getirildi. Dr. Adnan ve Rauf Beyler de ikinci başkan olarak görevlendirildi. TCF’nin dayandığı esas fikir, muhalefet olmaksızın bütün kuvvetlerin Meclis’te toplanmasının otoriter bir sistem doğuracağı fikri idi. Bu nedenle fırkanın demokratik olmasına ve inkılâplara taraftar olmasına dikkat edilmiştir. Bu amaca ulaşmak için de fırka, mevcudunu 30 kişiyle sınırlandırmıştır. TCF’nin program ve nizamnamesi incelendiğinde; ferdî hürriyetlere taraftar, din düşüncesine ve inançlara saygılı bir tavır aldığı görülür. Cumhuriyet rejimi, liberalizm ve demokrasi yeni partinin kabul ettiği temel prensiplerdir. İktidar olmak için değil de sadece iktidarla muhalefetin yan yana çalışmasını temin etmek amacıyla kurulduğu iddia edilen TCF Meclis›te çok asabî bir ortamda doğmuştur. Hükûmetle fırka üyeleri arasında çok sert tartışmalar meydana gelmiştir. TCF yaklaşık 7 ay süren siyasî hayatı boyunca oldukça geniş taraftar kitlesine sahip olduğu söylenebilir. Doğuda meydana gelen Şeyh Sait İsyanı, İstiklâl Mahkemeleri’nin kurulmasına ve Takrir-i Sükûn Kanunu’nun çıkarılmasına sebep olmuştur. Diyarbakır İstiklâl Mahkemesi, TCF mensuplarından eski Urfa Mutasarrıfı Fethi Bey’i isyanla ilgisi olduğu gerekçesiyle hapse mahkûm etmiş, bu karara dayanarak ta 25 Mayıs 1925’te bölgedeki TCF’nin şubelerini kapatmıştır. 350 Tarih Eğitimi 3 Haziran 1925›te toplanan Bakanlar Kurulu, aldığı kararla TCF’nin ülkedeki bütün şubeleri ile birlikte kapatılmasını kararlaştırmıştır. Mustafa Kemal Paşa TCF’nin kurulmasından önceleri memnun olduğunu bildirdiyse de, daha sonra muhalefet partisinin programını tenkit ederek, TCF’nin diktatörlükle ilgili dokundurmalarından memnuniyetsizliğini ifade etmiştir. Dönemin Başvekili İsmet İnönü ise TCF’nin çıkışını; «Bu memlekette muhalefet ihtilâl demektir» şeklinde yorumlamıştır. c- Serbest Cumhuriyet Fırkası Serbest Cumhuriyet Fırkası, Cumhuriyet döneminde çok partili siyasî hayata geçiş için girişilen ikinci teşebbüstür. Mustafa Kemal Paşa ülkedeki mevcut tek parti yönetiminde, hükûmetin eleştirisiz bir durumda olmasından dolayı yeni bir muhalif partinin kurulmasını istemiştir. Bu maksatla da yakın arkadaşlarından Ali Fethi (Okyar) Beyi Paris Büyükelçiliğinden getirerek yeni bir parti kurmakla görevlendirmiştir. Kuruluşunu bizzat Mustafa Kemal Paşa›nın teşvik ettiği SCF, 12 Ağustos 1930›da İstanbul›da Ali Fethi Bey tarafından kurulmuştur. Meclis içinde 15 milletvekilinin partiye katılmasıyla kurulan SCF liberalizmi savunan bir parti programıyla siyasî hayata atılmıştır. Ayrıca “Cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve lâiklik” ilkeleri temel prensipler olarak kabul edilmiş, seçimlerin tek dereceli olması ve kadınlara siyasî hakların verilmesi savunulmuştur. SCF, açıldıktan sonra, kısa dönemde büyük bir suretle gelişti. Ekim 1930’da yapılan yerel seçimlerde, partinin yeni ve teşkilâtsız olmasına rağmen büyük bir başarı göstererek 502 belediyeden 22’sini kazandığı görülmüştür. Üstelik SCF her bölgede seçime katılmamıştır. Ali Fethi Bey; “Belediye seçimlerini aslında katıldığımız her yerde Serbest Fırka kazanmıştır. Halk Fırkası beklenmedik şekilde yenilmiştir” derken, farkın bu derece fazla olmasının sebebini seçimler sırasındaki baskıya bağlamıştır. Ali Fethi Bey›in, yerel seçim öncesindeki Ege gezisi sırasındaki halkın hükûmet aleyhine, inkılâplar aleyhine gösteriler yapması partinin sonunun gelmesine zemin hazırlamıştır. SCF’nin iktidar olma temayülünün yarattığı hava, CHF mensuplarını rahatsız etmiş ayrıca yerel seçimlerdeki yolsuzluk iddiaları mecliste sert tartışmalara neden olmuş, giderek büyüyen bu tartışmalar Mustafa Kemal Paşa ile Ali Fethi Beyi karşı karşıya getirmiştir. Bu olumsuz gelişmeler karşısında, Ali Fethi Bey 17 Kasım 1930’da Dahiliye Vekâleti’ne verdiği dilekçede; “...fırkanın,Gazi hazretleriyle siyasî sahada karşı karşıya gelmek vaziyetinde kalabileceği anlaşılmış-tır” diyerek SCF’nin feshine karar verildiğini açıklamıştır. SCF’nin kendi kendini kapatmasıyla, TCF’ndan sonra çok partili siyasî hayata geçiş için yapılan ikinci teşebbüs de başarısızlıkla sonuçlanmıştır. SCF’nin kapanmasından sonra CHF ileri gelenleri daha katı bir tek parti yönetimi anlayışıyla siyasî iktidarı 1950 yılına kadar ellerinde bulunduracaklardır. TCF ve SCF’nin siyasî hayatımızda önemli izleri olmakla beraber bu partilerin dışında kurulmuş veya kurulma teşebbüsünde bulunulmuş partiler de mevcuttur. Ancak kurulan bu partilerin gerek mecliste gerekse halkoyunda çok önemli etkileri olmadığı söylenebilir. TCF ve SCF’nin yanı sıra 1930’da Ahali Cumhuriyet Fırkası, Türk Cumhuriyet Amele ve Çiftçi Partisi, Lâyık Cumhuriyetçi İşçi ve Çiftçi Fırkası gibi siyasî teşekküller kurulmuşsa da bu partilerin çalışmalarına izin verilmemiştir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi 351 www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ülkü Ocakları Eğitim Programı d- Şeyh Sait İsyanı Şeyh Sait İsyanı, 13 Şubat 1925 günü Genç ilinin Ergani ilçesine bağlı Piran köyünde başlamıştır. Kısa zamanda genişleyen isyan hareketi bölgede etkili olmuştur. İsyancılar önce Genç›i, daha sonra Muş, Çapakçur, Elazığ ve Palu›yu ele geçirdiler. 7 Mart›ta Diyarbakır›ı kuşattılarsa da başarılı olamadılar. Daha sonra ordu birliklerinin olaya hâkim olmasıyla isyan hareketi gerilemeye başladı. Şeyh Sait ve isyanın elebaşıları 15 Nisanda ele geçirildi. Ancak isyanın bastırılması Mayıs ayı sonunu bulmuştur. Şeyh Sait İsyanı, diğer isyanlarda görülmeyen birtakım özellikler taşır. Olay bütün ülkeyi içine almak amacı güden Türk inkılâbına karşı yapılmış bir harekettir. Bu harekette hilâfetin yeniden kurulmasını sağlama ve saltanatı geri getirme ideali de vardır. Şeyh Sait İsyanı›nın arkasında, İstanbul›da bulunan Kürt İstiklâl Komitesi Reisi Seyyit Abdulkadir ile İngilizlerin etkisi görülmektedir.Bu komite İngiltere’nin mandası altında bağımsız bir Kürt devleti kurmayı plânlamaktaydı. İngiltere himayesi altında bir Kürdistan Devleti kurulmasını, bölgenin petrol yönünden taşıdığı önemden dolayı istiyordu. Bu amaçla bölgeyi ellerinde bulundurabilmek için Kürtleri, Türklere, Araplara hatta İran›a karşı kullanabileceklerdi. Ayrıca Musul Meselesi›nin görüşüldüğü bu dönemde bir taraftan Musul halkının Türkiye ile birleşmesini önlerken, diğer taraftan isyan hareketiyle Türkiye›yi siyasî istikrarı olmayan bir ülke şeklinde dünyaya tanıtmak istiyorlardı. Dönemin Başbakanı Fethi Bey, olayı bir karşı ihtilâl denemesi olarak değerlendirmiş ve sıkıyönetim tedbirlerini yeterli görmüştür. İsmet Paşa ise sert tedbirlerin alınmasında ısrar ederek, isyanı rejime yönelik ülke çapında bir hareket olarak değerlendirmiştir.2 Mart 1925’te Fethi Beyin başbakanlıktan ayrılmasıyla 3 Mart 1925’te İsmet Paşa yeni hükûmeti kurmuş, ilk iş olarak Takrir-i Sükun Kanunu’nu TBMM’ye sunarak çıkmasını sağlamıştır. Yapılan plânlı bir askerî harekât sonrasında isyan tamamen bastırılmıştır. Şeyh Sait ve Seyyit Abdülkadir’in de dahil olduğu isyanın elebaşıları, Takrir-i Sükun Kanunu ile kurulan İstiklâl Mahkemelerinde yargılanarak idama mahkûm olmuşlardır. Cumhuriyet döneminde meydana gelen en önemli isyan hareketi şüphesiz Şeyh Sait İsyanı’dır. Takrir-i Sükûn Kanunu’nun çıkarılmasına sebep olması bunun en çarpıcı delilidir. Ancak 1924 ile 1938 yılları arasında meydana gelen ve genelde Kürt kaynaklı isyan hareketleri de vardır. Bu ayaklanmaların hedefi daima rejime yönelik bir mahiyet arz etmiştir. Bu ayaklanma hareketleri şunlardır: 1) Nasturi Ayaklanması 12-28 Eylül 1924 2) Şeyh Sait Ayaklanması13 Şubat- 31 Mayıs 1925 3) Raçkotan ve Raman Tedip Har. 9-12 Ağustos 1925 4) Sason Ayaklanması1925-1937 5) Birinci Ağrı Ayaklanması16 Mayıs-17Haziran 1926 6) Koçuşağı Ayaklanması7 Ekim - 30 Kasım 1926 7) Mutki Ayaklanması 26 Mayıs-25 Ağustos 1927 8) İkinci Ağrı Harekâtı13 -20 Eylül 1927 9) Bicar Tenkil Harekâtı7 Ekim -17 Kasım 1927 10)Asi Resul Ayaklanması 22 Mayıs - 3 Ağustos 1929 352 Tarih Eğitimi 11)Tendürük Harekâtı 14 -27 Eylül 1929 12)Savur Tenkil Harekâtı 26 Mayıs - 9 Haziran 1930 13)Zeylan Ayaklanması Haziran - Eylül 1930 14)Oramar Ayaklanması16 Temmuz - 10 Ekim 1930 15)Üçüncü Ağrı Harekâtı7-14 Eylül 1930 16)Pülümür Harekâtı8 Ekim -14 Kasım 1930 17)Menemen Olayı23 Aralık 1930 18)Tunceli (Dersim) Tedip Har.1937-1938 (55) Bu ayaklanma hareketleri içerisinde Nasturi Ayaklanması ve Menemen Olayı Kürtlerle ilgili değildir. e- Takrir-i Sukûn Kanunu ve İzmir Suikast Girişimi Takrir-i Sükun Kanunu, Şeyh Sait İsyanı’nın yarattığı tehlikelere ve ülkede Türk inkılâbının gerçekleşmesine karşı çıkan bütün unsurları ortadan kaldırmak amacıyla çıkarılmıştır. 4 Mart 1925’de, İsmet Paşa Hükûmeti’nin Meclis’e verdiği önergenin 578 sayı ile kanunlaşması sonucu, iki yıllık bir süre için yürürlüğe konmuştur. Ancak daha sonra iki yıl daha uzatılarak 4 Mart 1929’a kadar yürürlükte kalması sağlanmıştır. Üç maddeden oluşan Takrir-i Sükun Kanunu’nun çıkarılması sırasında muhalefet, kanunun “anayasaya aykırılığı” ve “temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik olduğu” gerekçesiyle tepki göstermiştir. Muhalefetin rahatsız olmasındaki esas neden hükûmetin meclise sunduğu teklifle, birisi isyan bölgesinde diğeri ise Ankara’da kurulması öngörülen “İstiklâl Mahkemeleri” konusu olmuştur. Görüş-meler sonunda yapılan oylamada kanun, 22 ret oyuna karşılık 122 oyla kabul edilmiştir. 117 nolu Meclis kararıyla da Ankara İstiklâl mahkemesi ve ayaklanma bölgesinde de Şark İstiklâl Mahkemesi kuruldu. Şark İstiklâl Mahkemesi’nin vereceği idam kararlarında TBMM’nin onayı gerekmiyordu. TBMM, 7 Mart 1925’te ise her iki mahkemenin başkan, üye ve savcılarının seçimini yapmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın kanun ile ilgili görüşleri şöyledir: “Takrir-i Sükun Kanunu’nu ve İstiklâl Mahkemelerini bir baskı vasıtası olarak kullanacağımız düşüncesini ortaya atanlar ve bu düşünceyi benimsetmeye çalışanlar oldu. Biz, alınan fakat kanuni olan bu olağanüstü tedbirleri, hiçbir zaman ve hiçbir şekilde kanunun üstüne çıkarmak için bir vasıta olarak kullanmadık. Aksine memlekette huzur ve güveni sağlamak için uyguladık”. TBMM ilk dönem milletvekillerinden Ziya Hurşit ile Çopur Musa, Lâz İsmail ve Gürcü Yusuf’un 17 Haziran 1926 günü Mustafa Kemal Paşaya bir suikast girişiminde bulunacaklarının ihbar edilmesi üzerine, suikasti yapmakla görevli olanlar yakalandılar. İzmir Suikasti, Mustafa Kemal Paşaya karşı girişilen bir teşebbüs olmakla birlikte, Ziya Hurşit’in savunmasında reddetmesine rağmen, Mustafa Kemal Paşa ve İstiklâl Mahkemeleri’nin kabul ettiği gibi, rejime ve anayasaya yönelik bir olay olarak görülmüştür. Olaydan hemen sonra eski TCF milletvekilleri ve isyanla ilgili görülen herkes tutuklandı. Tutuklananlar arasında Ali Fuat Paşa, Refet Paşa, Cafer Tayyar Paşa ve Kâzım Karabekir Paşa da vardı. Kâzım Karabekir Paşa, İsmet Paşanın girişimiyle tutuklanması kaldırılarak serbest bırakılmıştır. Ankara İstiklâl Mahkemesi üyelerinin İzmir›e giderek başlattığı sorgulamalar 13 Temmuz 1926›da sona erdi. Mahkeme 15 kişi hakkında idam kararı verdi. Yakalanamayan Kara Kemal ve Abdulkadir’in Ülkü Ocakları Genel Merkezi 353 www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ülkü Ocakları Eğitim Programı dışındaki 13 kişinin idam kararı 14 Temmuz›da infaz edildi. Mustafa Kemal Paşanın etkisiyle Kâzım Karabekir, Cafer Tayyar, Ali Fuat ve Refet Paşalar beraat ettirildi. İzmir Suikastı ile ilgili olarak, eski İttihatçıların mahkemesi ise 18 Temmuz 1926’da Ankara’da yapılmış ve idam kararı da bu mahkeme sonunda verilmiştir. Böylece mahkeme sonucu eski ittihatçılar ortadan kaldırılmıştır. Ayrıca ülkedeki muhalefet susturulmuştur. (57) 5. Atatürk Dönemi Dış Politika Gelişmeleri 1923-1932 Dönemi Millî Mücadele hareketinden başarıyla çıkan Türk devleti ,Lozan Antlaşması’nı Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletleri ile eşit şartlarda imzalamış ve milletler arası alanda, bağımsız bir devlet olarak yerini almıştır. Lozan sonrasında,Yeni Türkiye bağımsızlığına sınırlama getirecek milletler arası bağlardan uzak kalacak, barışçı bir politika takip etmek suretiyle, komşularıyla dostluk ilişkilerini geliştirmeye çalışmıştır. Türkiye’nin bu dönemde barışçı bir siyaset takip etme gayretlerini çeşitli sebeplerle izah etmek mümkündür. Ancak,bu sebepler arasında toplum hayatında köklü değişiklikler yapan inkılâp ve kalkınma hareketlerine girişmenin önemli bir yer tuttuğu söylenebilir. Mustafa Kemal Paşa bu gerçeği Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı bir konuşmada şu şekilde izah etmektedir; “...esaslı ıslâhat ve inkişafat içinde bulunan bir memleketin hem kendisinde, hem de muhitlerinde sulh ve huzuru cidden arzu etmesinden daha kolay olunabilecek bir keyfiyet olmaz...». Türkiye’nin Lozan sonrası dış politikasına Mustafa Kemal Paşa fikir ve düşünceleri ile yön vermiştir. Mustafa Kemal Paşanın uyguladığı dış politika, millet menfaatine dayalı bir “Millî siyaset” ilkesini temel alır. Millî siyaset uygulamasında esas olan Millî bağımsızlık, Millî misak, milletler arası hukuk da saygı ile “Yurtta barış, dünyada barış” ilkelerinin titizlikle tatbik edilmesidir. Türkiye’nin Lozan sonrası dış politikada gösterdiği barışçı politikaya rağmen zaman zaman bir takım engellemelerle karşılaşılmıştır. Batılı devletlerin Osmanlı Devleti döneminden kalma “devletin iç işlerine karışma” alışkanlıklarını yeni Türkiye üzerinde de tatbik etmeye çalışmışlar, ancak her defasında Türkiye’nin direnmesiyle karşılaşmışlardır. 1923-1932 dönemi dış politikası, Türk millî siyaset anlayışına uygun olarak daha çok Lozan’dan arta kalan meselelerin halli ve Lozan esaslarının uygulanması yönünde bir seyir takip etmiştir. a- Türk-İngiliz Münasebetleri ve Musul Meselesi Musul,15 Kasım 1918’de İngilizler tarafından işgal edilmiş ve Millî Mücadele sırasında ise düşman işgalinden kurtarılamamıştır. Misak-ı Millî’nin birinci maddesine göre 30 Ekim 1918’de fiili işgal altında bulunmadığından Musul,Türk sınırları içerisindedir. Lozan Konferası’nda Türk-Irak sınır meselesi görüşülür-ken Türk heyeti bölgenin Türkiye›ye terk edilmesi gerektiğini iddia etmiş, Irak›ı mandası altında bulunduran İngiltere ise Musul›un Irak sınırları içerisinde kalmasını ısrarla savunmuştur. Lozan›da halledilemeyen konu, anlaşmanın üçüncü maddesinin ikinci fırkasında yer alan «Konu, Türkiye ile İngiltere arasında Lozan sonrasındaki dokuz ay zarfında görüşmeler yoluyla halledilecek, mümkün olmadığı takdirde milletler cemiyetine havale edilecektir» şeklindeki ibaresiyle Lozan sonrasına bırakılmıştır. 354 Tarih Eğitimi Ülkü Ocakları Eğitim Programı Ayrıca, Türkiye Musul Meselesi’nden dolayı yeni bir savaşı göze almak istemeyerek dönemin Dış İşleri Bakanı Tevfik Rüşdü Aras’ın 7 Haziran 1926 tarihli Meclis konuşmasında da belirttiği gibi “fedakârlık” yapmıştır. b- Türk-Yunan Münasebetleri ve “établi” Anlaşmazlığı Lozan Antlaşması sırasında 30 Ocak 1923’te Türkiye ile Yunanistan arasında azınlıklar konusunda bir anlaşma yapılmıştı. Bu anlaşmada Yunanistan’da bulunan Müslüman-Türk azınlıkları ile Türkiye’de bulunan Rumların mübadelesi öngörülmüştür. Ancak, uygulama safhasında anlaşmanın ikinci maddesinde yer alan «Batı Trakya Türkleri ile İstanbul›da sakin (établi) Rumların bu mübadeleden Ülkü Ocakları Genel Merkezi 355 www.ulkuocaklari.org.tr Uyuşmazlığı gidermek amacıyla 19 Mayıs 1924’te İstanbul’da İngiltere ile başlatılan görüşmelerde İngiltere’nin Irak lehine Hatay üzerinde de hak iddia etmesi üzerine konferanstan bir sonuç alınamamıştır. Tarafların ikili görüşmelerinden sonuç alınamayınca, Musul Meselesi Lozan Antlaşması’nın ilgili maddesi gereği Milletler Cemiyeti’ne havale edilmiş; cemiyet, konuyu 20 Eylül 1924’te görüşmeye başlamıştır. Görüşmelerde Türk tarafı daha önceki görüşünde ısrar ederek Musul’da bir plebisit yapılmasını istediyse de İngiltere bu talebi de “bölgede yaşayan halkın cahil olduğu ve sınır işlerinden anlamadığı” gerekçesiyle kabul etmemiştir. İngiltere, Musul konusundaki uzlaşmaz tavrını bölgede organize ettiği kışkırtma hareketleriyle desteklemeye çalışmıştır. Özellikle Lozan›dan sonra Kürtleri, Asuri kabilelerini ve Arapları sürekli olarak Türkiye aleyhine tahrik etmiştir. Milletler Cemiyeti’nde Musul Meselesi görüşülürken, Türk-İngiliz kuvvetleri arasında ufak çapta sınır çatışmaları meydana gelmiştir. Milletler Cemiyeti’nin konuyu incelemek üzere bölgeye gönderdiği Tahkik Komisyonu’nun Eylül 1925’te Cemiyet Meclisi’ne sunduğu raporda Musul’un Irak’ta kalması yönünde görüş beyan etmesi, gerek Türk temsilcileri, gerekse Türk halkı tarafından büyük bir tepkiyle karşılanmıştır. Türk tarafının itirazlarına rağmen Milletler Cemiyeti, komisyon raporuna uyarak bölgeyi,16 Aralık 1925 tarihli toplantısında Irak’a bırakma kararı alacaktır. Türkiye, Misak-ı Millî sınırları içinde olmasına rağmen Cemiyet Meclisi’nin verdiği bu karara uymak zorunda kalarak, 5 Haziran 1926’da yapılan bir anlaşmayla Musul’u Irak’a bırakmıştır. Türkiye’nin Musul’dan vazgeçmesinin karşılığı olarak bölgedeki petrol gelirinin %10’u 25 yıl süreyle Türkiye’ye verilmiştir. Musul’un kaybedilmesinde bölgenin stratejik önemi, petrol kaynakları açısından zengin oluşu ve İngiltere’nin imparatorluk yolları üzerinde olması önemli sebeplerdendir.(59) Bölgenin sahip olduğu bu özellikler İngiltere’nin, ısrarcı, uzlaşmaz ve baskıcı tutumuna neden olmuştur. İngiltere›nin görüşmelerdeki bu uzlaşmaz tavrının bir diğer sebebi de 1926›lı yıllarda hâlâ Türk milletinin hayat hakkını tanımak istememesinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca meselenin daha önceki görüşmelerde halledilmeyerek Milletler Cemiyeti›nin kararına kalması Türkiye açısından ayrı bir talihsizlikti. Çünkü bu tarihte Türkiye, Milletler Cemiyeti›nin üyesi değildir. Buna karşılık İngiltere, cemiyetin aslî ve kurucu üyesidir. İngiltere›nin Cemiyet Meclisi›ndeki bu konumu Musul Meselesi›nde diğer devletlere baskı yapmasını kolaylaştıracaktır. Ülkü Ocakları Eğitim Programı hariç tutulması” iki ülke arasında uyuşmazlığa sebep olmuştur. Mübadeleden İstanbul’da yaşayan Rumları hariç tutmak isteyen Yunanistan’ın bu tutumu iki ülke arasında uzun süren bir gerginlik yaratmıştır. Etabli kelimesinin yorumundan kaynaklanan bu anlaşmazlığın dışında tarafların münasebetlerini olumsuz yönde etkileyen bir diğer olay da “Patrik” meselesidir. Türkiye mübadele kapsamına dahil ettiği Ortodoks Patriği Arapoğlu Konstantin’i sınır dışı etmiş, bu olaya Yunanistan tepki göstermiştir. 19 Mayıs 1925›te Patrik Konstantin’in görevinden istifa etmesiyle konu halledilmîş, 1 Aralık 1926’da iki ülke arasında Atina’da yapılan anlaşmayla da iki ülke azınlıklarının emlâk konuları görüşülerek bir düzenleme yapılmaya çalışılmıştır. Ancak, 1926 Antlaşması ülkeler arasındaki meselelerin halli için yeterli olmamıştır. 1930 yılında İtalya Doğu Akdeniz’de bir dostluk ve güvenlik sistemi kurma çabası içine girmişti. Mustafa Kemal Paşa ile Yunanistan Başkanı Elefteros Venizelos’un bu sistemin gelişmesinde olumlu tavırlar alması Türk-Yunan münasebetlerindeki huzursuzluğu ortadan kaldırmıştır. 10 Haziran 1930’da Ankara’da iki ülke arasında imzalanan dostluk anlaşmasıyla Lozan’dan arta kalan mübadele konusu halledilmiş, komşu ülkeler arasındaki dostane ilişkilerde önemli bir adım atılmıştır. Venizelos’un, 27-31 Ekim 1930’da Ankara’yı ziyareti sırasında imzalanan üç vesikadan oluşan 30 Ekim 1930 tarihli dostluk, tarafsızlık, uzlaşma ve hakem anlaşması Türk-Yunan münasebetlerinin süratle gelişmesini sağlamış ve ileride yapılacak Balkan Antantı’nın imzalanmasına yol açmıştır. 1930 tarihli Türk-Yunan dostluk anlaşması 1830’da bağımsızlığını kazanan Yunanistan’ın bu tarihten itibaren ortaya çıkan Türkiye üzerindeki emperyalist macera hareketlerine son vermiş olması bakımından önemlidir.1930 anlaşması ile kurulan dostluk Kıbrıs Meselesi’nin çıkışına kadar devam edecektir. c- Türk-Sovyet Münasebetleri Millî Mücadele döneminde, gerek Sovyet hükûmetinin, gerekse TBMM hükûmetinin batılı devletlere karşı savaş hâlinde olması 1921 Moskova Antlaşması’nın imzalanmasına sebep olmuştu. Moskova Antlaşması ile başlayan Türk-Sovyet İttifakı Lozan sonrası döneminde de batılı devletlerin Türkiye’ye karşı davranışlarının etkisinde gelişmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri Almanya’yı saflarına alarak 1925’te Locarno sistemini kurmaları Sovyetler Birliği’ni rahatsız etmişti. (62) Ayrıca Musul Meselesi’nde Milletler Cemiyeti’nin tutumu Sovyetler Birliği ile Türkiye’yi birbirine yaklaştırmış ve iki devlet 17 Aralık 1925’te Paris’te bir tarafsızlık ve saldırmazlık anlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma iki ülke arasındaki iktisadî münasebetlerden daha çok siyasî münasebetlerin gelişmesine sebep olmuştur. Yine iki ülke arasında 11 Mart 1927’de Ankara’da bir ticaret ve Seyr-i Sefain Antlaşması imza edilerek ticari iş birliğinin geliştirilmesine çalışılmıştır. Amerika Birleşik Devletleri ile Fransa’nın girişimleriyle 28 Ağustos 1928’de Paris’te 9 batılı devlet tarafından Briand-Kellogg Paktı oluşturulmuştu. Türkiye tecavüzî savaşı yasaklayan bu belgeyi 19 Ocak 1929 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde onaylamıştır .Sovyetler Birliği Brian