kızılbaş Agustos 2013-Sayı 29 kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü! savaşın kirlisi temizi olmaz lanetliyoruz! kızılbaş - sayfa 2 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kızılbaş yayınlayan / veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni: ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan av. birliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan ankara temsilcisi: hatice çevik tel: 0506 818 66 55 kizilbasankara@hotmail.com berlin temsilcisi: ali koçak alikocak50@hotmail.com tel: 0177 457 79 78 stuttgart temsilcisi: ali usta info@ali-usta.net tel: 0176 78 56 12 71 adres: bergheimer str 51 d - 47228 duisburg almanya tel: +49 (0) 177 502 88 53 http://www.kizilbas.biz kizilbasdergisi@kizilbas.biz kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplerine aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz. yayın tarihi: 15 ağustos 2013 sayı: 29 yeni web sayfamız: http://www.kizilbas.biz kızılbaş’ın eski sayılarını bize vereceğiniz e-mail adresinize pdf dosya olarak gönderebiliriz. k izilbasdergisi@k izilbas.biz gönüllü katkı formu adı soyadı :.................................................................................................. adres :.......................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 500 00 Sparkasse Duisburg 6 sayı 30 € - 12 sayı 60 € kızılbaş - sayfa 3 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 içindek iler: Sayfa 04 - Cangözü ile görmek ................................................. Ali Ülger Sayfa 06 - SEY QAJİ’NİN ANIT MEZARI’NIN AÇILIŞI KONUŞMASI ................................................................................ Dr. Daimi Cengi Sayfa 08 - Aleviler ve MİT-Öcalan Mutabakatı - 2 ..... Cemil Gündoğan Sayfa 14 - FESTİVALE DAİR SÖZÜMÜZ VAR! ..................... Hatice Çevik Sayfa 17 - Kültürel ve Ekolojik Kırıma Hayır. Diren Dersim! .............................................................................. Okan Manaz Sayfa 18 - Zazaca Kursu, yaz tatilinden sonra devam edecek! Sayfa 19 - İSMAİL BEŞİKÇİ VE DERSİM PANELİ .................................................................... Dr. Daimi Cengiz Sayfa 21 - İttihat ve Terakki’nin Kürd politikaları ............ Porf. AYŞE HÜR Sayfa 24 - GEZİ DİRENİŞİ DEĞERLENDİRİLMESİ - YERELDE OLUŞTURULMAYA ÇALIŞILAN PLATFORMLAR VE ALEVİLERİN TUTUMU. .................... Mustafa Karabudak Sayfa 25 - AYKIRI DOĞRULAR .................................................. Cevat Sinet Sayfa 27 - Yedinci yüzyılda, İslam ordularının Zerdüştilere yaptığı ........................................................................... katliama ağıt Sayfa 28 - Belçika’da Süryani soykırımı anıtı dikiliyor Sayfa 29 - Tunceli Cemevi’nden Ramazan iftarı Sayfa 30 - Türkiye PYD Görüşmesi… ............................... İbrahim GÜÇLÜ Sayfa 32 - Süryaniler ve Yakındoğu .......................... Dr. İsmail Beşikci Sayfa 36 - PONTOS SOYKIRIMI TBMM’DE (21 AĞUSTOS 1922) NASIL KONUŞULDU .................................. Devrimci Karadeniz Sayfa 37 - Nevşehir’in Rum Mirası Kentsel Dönüşüm Kurbanı ......................................................................... Serdar Korucu Sayfa 38 - PONTUSLARIN YAŞADIĞI YURTLARININ ADAI ANADOLU DEGİL. Sayfa 40 - ΔΕΛΤΙΟ ΤΥΠΟΥ .................................. Stefanos Tanimanidis Sayfa 41 - SOYKIRIMLA SİLİNEN BATI-ERMENİSTAN’IN TARİHSEL GERÇEKLİĞİ İNKAR EDİLEMEZ! .. Hovsep Hayreni Sayfa 48 - Kayıp Ermenileri Buluşturan Mezar Taşları ....... Sultan Kılıç Sayfa 51 - Akh merıt merni Sari Gyalin ...................................... Aram Ararat Sayfa 52 - Komşunun peygamberine “kış” demek ne zaman suç olur? ....................................................................... Sevan Nişanyan Sayfa 53 - ANNEANNEM ........................................................... Canan UÇAR Sayfa 54 - PERİ’DE SEFERBERLİK ............................. Hovsep Hayreni Sayfa 55 - Minaresiz Camiiler ve Alevi Asimilasyonu! ......... Erdal Yıldırım Sayfa 56 - (K)Odlama Mı? ............................................ Adnan Cangüder Sayfa 57 - Salih Müslim ikinci kez İstanbul da Sayfa 57 - ERMENİ YETİM DÜNYASINDAN Aintura Yetimhanesi .......................................................................... Sait Çetinoğlu Sayfa 58 - Söyleşi ................................................................................ Cemal Taş Sayfa 61 - 2 Ağustos 1914: İttihat ve Terakki, Almanya ile gizli ittifak anlaşması imzaladı Sayfa 62 - Bir Kavram Bin KIRIM Yanilsamalar-7 Laiklik: laiklikği isim ................................................................................. Ali Haydar Kanlı Sayfa 64 - 1931 Jandarma’nın Dersimli Tarifi Sevdiğim'le malımızı bölüştük. Halı ona düştü, çul bana düştü, Şu senin, bu benim derken anlaştık Kervan ona düştü, yol bana düştü Beni üryan etti, saldı çöllere, Kendisi benzedi gonca güllere Karayı bitirdik, döndük sulara, Derya ona düştü, sel bana düştü. Kul Ahmed'im güzel didara baktık Ay ile Güneşi ona bıraktık, Gayri yer yeryüzünden göklere çıktık, ALLAH ona düştü, KUL bana düştü, Kul Ahmed Aşık Hüdai Gönül Çalamazsan Aşkın Sazını Ne Perdeye Dokun Ne Teli İncit Eğer Çekemezsen Gülün Nazını Ne Dikene Dokun Ne Gülü İncit Dinle ki Bülbülü Gelesin Coşa Karganın Namesi Gider Mi Hoşa Meyvesiz Ağacı Sallama Boşa Ne Yaprağını Dök Ne Dalı İncit Bekle Dost Kapısını Sadık Dost İsen Gönüller Tamir Et Ehli Dil İsen Sevda Sahrasında Mecnun Değilsen Ne Leyla'yı Çağır Ne Çölü İncit Rızaya Razı Ol Hakka Kailsen Ara Bul Mürşidi Müşkülde İsen Hakikat Şehrine Yolcu Değilsen Ne Yolcuyu Eğle Ne Yolu İncit Gel Haktan Ayrılma Hakkı Seversen Nefsini Islah Et Er Oğlu Ersen Hüdai İncinir İnciden Versen Ne Kimseden İncin Ne Eli İncit kızılbaş - sayfa 4 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Cangözü ile görmek remez. Çünkü bu siyaset CHP aracılığıyla işletilmektedir. CHP Dersim ve diğer katliamların ve soykırımlarının birincil dereceden sorumlusu! CHP gölgesine giren Solcuların ve Zazacıların günah ve suçları devletin MİT-APO ittifakından daha az değiller!... Ali Ülger Zaman ve siyaset hızla akıp gidiyor. Kimi zaman insanlar, topluluklar bu akıntının içinde kendilerini kaybederler. Dünyada ve memlekette değişimler, dönüşümler öylesine hızlı yaşanıyor ki, insan bu hıza yetişemeyince tarumar olup eziliyor asimilasyondan kendi yakasını kurtaramaz bir hâle geliyor.. Sovyetlerin, Doğu Avrupa’nın hızla çözülmesi çok ciddi aydınlanmayı da beraberinde getirdi. Yugoslavya, Arap-Baharı, YakınDoğuda işletilen siyasetler bizleri de derinden etkilemektedir. Kürt ulusal kesimlerinin içine girdikleri yeni dönemde biz Kızılbaşları direk etkiliyor. A. Öcalan’ın tek başına yürüttüğü MİT ile barış süreci de PKK’nin hukuki ve siyasi işleyişini de açık sergilemesi açısından önemlidir. TC. Devletinin elinde tutsak bulunan bir liderin özgürlük mücadelesine tek başına kendini yetkili ve hâkim görmesi de sağlıklı bir davranış ve demokratik bir tutum değildir. Güney Kürdistan’da yapılan ulusal birlik toplantılarına Kızılbaş Kürtlerin davet edilmemesi de biz Kızılbaşlara güven vermemektedir. *** Dersim festivali yapıldı. Katılan ve organize edenlerin kendi iç dünyalarını kendi işleriyle ortaya koydular. “iş kişinin aynasıdır” deyimi çok güzel süzülüp söylenmiş doğru sözdür. Bu hâliyle Dersim Festivali için de geçerlidir. Kürt devleti istemeyen beyaz Kürtler Türk kardeşleriyle insanca barış içinde bir arada(!) TC dâhilinde yaşayabileceklerinin ön anlaşmasını TC devletinin gizli istihbarat teşkilatı şefiyle ortaklık yapıyorlar. CC. Allah hayırlı uğurlu eylesin deriz. İstemeyenleri de Cin-Şeytan çarpsın diyelim. Bizim çok açık ne TC devletinin ne de A. Öcalan’ın bu ortaklığına güvenimiz yoktur. Bu iş Kedi Fare kardeşliğidir. Şimdi Dersim Festivaline bu ruhun gölgesinde ev sahipliği yapanların da işleri bu gölgenin altında kalmıştır. Dersime bu ittifakı bu kardeşliği dayatan devlet Apo siyaseti dayatılmıştır. Bu yaklaşıma destek azalmıştır. Giderek de azalacaktır. Hayırlı bir gelişmedir... Diğer yanda da devlet Apo ittifakına karşı çıkıp devletin diğer kesimine sığınanların da siyasetleri Dersim’e hiç hayır geti- *** CHP daha önce MHP ile ortak hükümet kurdu. Bu ittifaka hiç bir Alevi - Bektaşi örgütlenmelerinin karşı tepkisi olmadı. Yakın gelecekte yapılacak olan seçimlerde CHP ve müritleriyle yeni ittifaklar gündeme gelecek. CHP, MHP, İP ve diğer yedek solcular ile oluşabilecek bloka karşı açık tavır alan Alevi - Bektaşi örgütleri olacak mı? Bunu hep beraber göreceğiz!. *** Devletin her iki kolu da toplumda var olan siyasal gurupları kendilerine yedeklemek için özel çaba gösterirler. Bunu başaramazlarsa bastırmaya etkisiz hâle getirmeye çalışırlar. Tam da bu noktada Kızılbaş-Alevi-Bektaşi topluluklarının var olan örgütlenmeleri devlet tarafından parsellenip mülklerine geçirilmiştir. Bu zapta geçirilmeden rahatsız olanların bu işgalin dışında kendini ifade edecek öz örgütlülüğünü oluşturması gerekiyor. Devlet partilerinin Kızılbaş-Alevi siyaseti tektir “Kızılbaş-Alevileri önce Türk yapılacak. Sonra da devletin müsaade ettiği kadar da Müslüman yapılacaklar. Bunlara uymayanları da imha edilecektir.” Kızılbaş-Alevilere uygulanan devlet siyaseti TC tarihinde hep böyle olmuştur. Yapılan katliam soykırımları bu devlet kuramının ürünleridir. kızılbaş - sayfa 5 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Şimdi bunları bilen sadece biz miyiz? Elbette hayır. Kızılbaş-Alevi örgütlenmelerindeki kadroların hemen hemen tümü bunu bilirler. Ama gereğini yapmazlar! Çünkü maraba kalmaya iman etmişlerdir de ondan. Bu durumlarını bilip de boyun eğenlerimiz Hınzır Paşalar elbette düşkündürler. Kapılarının önünde KARATAŞ vardır!... “Hz. Ali’yi sevmek Alevilikse ben dört dörtlük Aleviyim diyen Başbakana soruyorum?! Siz de Bizim gibi KIZILBAŞ-ALEVİ MİSİNİZ?! Atalarınızın kanlı fetvalarına kendinizi de dâhil ediyor musunuz? Osmanlı Devletinin almış olduğu insanlık suçu olan bu fetvalar TC Devletinde de yürürlüktedir. Bu utanç verici fetvaların kaldırılıp özür dilemeyi öneriyorum!.. *** Kızılbaş-Alevilerin de kendi partisi olsun dendi mi hep bir ağızdan “hayır olmaz” diye yükselen devlet partilerinin ve marabalarının korosuyla karşılaşıyoruz. Demek ki yaraları var gocunuyorlar!... Haklı bir talebin sesini bastırmak için... *** Kızılbaş-Aleviler içinde İslam Müslüman, AKP düşmanlığı yapanların düşürüldükleri durumları vahimdir. Bu siyaset devlet siyasetidir. “Kızılbaşın kestiği yenmez” “Kızılbaşa selam verilmez” “Kızılbaşın malı canı ırzı helaldir” “Kızılbaşı öldüren cennete gider” “Kızılbaş elinde ölen ve şehit(!) Müslüman’a cennet garantisi var” “Kızılbaş-Aleviler ana bacı tanımazlar! Mum söndürürler” Bu kanlı fetvanın tam metnini alttaki adresten görmek mümkündür. http://www.kizilbas.biz/ belgeler/101-seyhuelislamebussuud-efendi-fetvalari.html Müslümanlar içinde de KızılbaşAlevi düşmanlığı da devlet siyasetidir. Her iki kesim de devletin hâkimiyeti için bu iğrenç siyasete maraba yapılmışlardır. Her iki kesimde var olan dürüst samimi bireylerin bu bölücü asimilasyoncu ırkçı siyasetine karşı çıkmasını öneriyorum, Talep ediyorum! Kızılbaş-Alevilerin de kendi siyasal, ekonomik, demokratik taleplerimizi kazanmak için siyaset alanına kendi öz örgütümüz ile kendi gücümüz ile çıkıp mücadelemizi yükselterek haklarımızı kazanabiliriz. Bugüne kadar devlet partilerinden medet umarak hiç bir basit sorun çözülmediği gibi sorunlarımıza da zam yapılmıştır. *** Kızılbaş-Alevilerin siyasal öz örgütlenmemizin sorunları tartışmak kamuoyuyla açık, yüz yüze konuşabilmek için son baharda Ankara’da bir konferans hazırlığımız var. Tarih, gündem, yer ve zaman bilgilerini yakın gelecekte kamuoyumuz ile paylaşacağız. Bilgi ulaşım çağında yaşıyoruz. Kurulacak öz Partimizin var olan klasik partilerden farklı olmalıdır. Modern teknik teknolojik donanımlar ile yüklenmelidir. Şiddetin, terörün dışında barışçıl, demokratik değerler ile donatılıp açık siyaset geniş katılımlar ile gelişmelidir. Yenilenme, yeniden yapılanma ile demokratikleşme önümüzde duran ciddi bir sorumluluktur. - Ya adam gibi kendimize sahip çıkacağız! - Ya da devletin ırkçı inkârcı asimilasyoncu siyasetine yem olacağız!.. Saygılarım ile can cana yeni çıktı PANELİN tamamı video kayıtı yapıldı. 2 dvd den oluşan paneli isteyen herkeze posta ile gönderilir. posta ücreti dahil 15,00 tl. avrupa ve diyer ülkeler 15,00 € kızılbaş - sayfa 6 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 sey qaji’nin türbesi açıldı SEY QAJİ’NİN ANIT MEZARI’NIN AÇILIŞI KONUŞMASI Dersim’in koca Homeros’u Sey Qaji (Seyit Gazi) Alevi Ocaklarının serçeşmelerinden Sey Sovınu (Seyit sabun) Ocağı’ı mensubu ve cem yürüten dede olarak seyit kimliği ile tanınırdı. Kılam ve mani yakıcısı, Dersim halk şairlerinin piri olarak da şair kimliği ile tanınırdı. Ancak onun şair kimliği hep önde idi. Bıxeleşnime namus u serefê Anadoliye. İngiliz ve Fransız emperyalistleri Anadolu’nun kapısı ve kilidi olan Çanakkale ve Gelibolu’yu işgâl ederek İstanbul ve bütün Anadolu’yu ele geçirmeyi hedefliyorlardı. Anadolu’da seferberlik vardı. Desimliler de bu seferberliğe zorunlu dahil edilmişlerdi. Bu işgâl hareketini ve savaşı Sey Qaji şöyle dile getirir: Sey Qaji üzerine yaptığımız 30 yıllık alan çalışması ile şairin yaşamını, sanatını ve manzum eserlerini içeren ‘Dizeleriyle tarihe tanık Dersim şairi Sey Qaji’ adlı kitabı yayımlandık. Bazı bilim adamları bu çalışmamızı şöyle yorumladılar: ‘Bu kitap ile şair sözlü hafızanın kısa tarihinden alınarak edebiyatın yazılı tarihine kazandırıldı ve ölümsüzleştirildi’. Sey Qaji; Tanzimat, Meşrutiyet, İttihat ve Cumhuriyet dönemlerinin tanığı ve manzum tarihçisidir: O, bu iktidar dönemlerinin Dersimliler için ne ifade ettiğini şu mani ile ifade eder: rine, emperyalist işgâllerine ve aşiretlerin kör kadeş kavgalarına kılam ve manileriyle protest duruş sergiler. Şairin bu uzlaşmaz tavrı ve duruşu, zalimin karşısında secde etmeyen ahlaki bir tavırdır. Çarlık Rusyası’nın 1916’da Doğu Anadolu’yu işgaline şu kılamla karşılık verir: Dewrê Tanjımati Dewrê Hurati Dewrê Cumrati Pêro ki mı di. Bara marê bi tertele u afati. Bu dönemlerin anti demokratik uygulamalarına, feodal baskı ve zülümle- Rozê ama disemiye Wurıs koto Anadoluye Padisi kerdo qexpen u yıntızar u babağıye Lawo pêrode ma pêrodime Bıxelesnime namus u serefê Desim u Kırmanciye Dr. Daimi CENGİZ Sewqetê ma do are berdo Çhanaqala u Gelibolıye. Ma cek giredayi, duzmeyi eşti ho miye Hot seriyo dame pêro Seweta kılıtê Anadoluye. Haq paytaxte padısi bırızno Xêr u hêsa ma hette qewıl nebiye Neche vosnê qeri, Kılıtê kowunê Desımi kerdi vind seferberliğiye Dame pêro, gorn u mezelema belu niye Sair! Şuarede namê ma cıfıye. Sey Qaji’nin kılam ve manilerinde Dersim halk kimliği, kişiliğinin ve sosyal değerlerinin kodları mevcuttur. O, Dersim’in Homeros’u, Dede Korkut’u, Ahmedi Xani’si ve Firdevsi’sidir. Bazı bilim adamları akademik or- kızılbaş - sayfa 7 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tamlarda Sey Qaji üzerine yaptığımız sunumlarımızı değerlendirdiler. Hayatın değişik alanlarını konu edinen, kılam ve manilerinde çizdiği rol ve karekterlerden ötürü Sey Qaji ile 16 yy. İngiliz şairi ve oyun yazarı William Sekspir’in çizdiği rol ve karekterler arasında şöyle paralellik kurdular: ‘Sekspir İngiltere’nin tapusu ise Sey Qaji de Dersim’in tapusudur’. Almanya’nın Frankfurt Üniversitesi karşılaştırmalı diller bölümü başkanı Prof.dr Jost Gippert, ‘Dizeleriyle tarihe tanık Dersim Şairi Sey Qaji’adlı kitabımıza yazdığı önsözde şaire dair şu tespitte bulunur: ‘Sey Qaji’nin manileri ve kılamları belagati yüksek (derin anlam, anlatım,estetik ve stilistik) içeren bir belge olma özelliği taşır…. Şairin ana dilinin henüz resmiyette anadil olarak algılanmadığı bir zamanda oluşmuş eserler olarak Zazaca’nın muktedir ifade derinliğinden yakın bir perspektif sunmaktadır. Sey Qaji ile aynı yüzyılın bir kesitini paylaşan biri Türk halk şairi Asık Veysel ve diğeri de Kürt dengbeji Evdale Zeynıke arasında küçük bir mukayese yapmak istiyorum. Gözlerinden ama olan Aşık Veysel (1894-1973) de büyük bir Alevi şairi olarak pek çok değerli manzum eserler üretti ve sazda essiz icra tarzını miras bıraktı. Daha ziyade tabiat ve aşk konulu repertuar icra etti. Ancak Veysel’in resmi dildeki icrası, Atatürk ve Cumhuriyet üzerine methiyeleri, O’nun eserlerinin devlet kurumlarınca basılması, maaş bağlanması, resmi medya tarafından tanıtılması ile zirveye çıkartıldı. 1894 doğumlu olan Veysel; İttihat ve Cumhuriyet devri şairi olarak onca savaş ve badireyi gönül gözüyle Sey Qaji gibi göremedi ve dile getiremedi. Sey Qaji, Veysel’e kıyasla dik durdu ve daha güçlü icralar yaptı. Ama yasaklı bir dil ve inancın şairi olması nedeniyle görülmedi ve yok sayıldı. Bir diğer değerli şair de Kürt dengbeji olan Evdale Zeynıke (1800-1913)’dir. Eleşkirtli Sürmeli Mehmet Paşa’nın konağında kalır. Osmanlı fermanı alarak yola çıkan Sürmeli Mehmet Paşa ve 400 kişilik suvari kuvvetine, şair ‘gazanız mübarek olsun’! diyerek katılır. 1865 yılında Adana-Toros böl- gesinde Kozanoğlu ve Avşar isyanını bastırmaya gider. Savaş sonrası şair Evdale Zeynıke, himayesine girdiği Paşası üzerine kürtçe methiyeler yazar. Yaşar Kemal, bu dönemin tanığı ve manzum tarihçisi Evdale Zeynıke’yi Kürtlerin Homeros’u olarak görür. Estetik ve sanatsal değeri olan manzumelerin sahibi bu büyük dengbejin, saldırıya uğrayan Avşar ellerinin ozanı Dadaloğlu (1785-1868) ve Sey Qaji ile farkı neydi? Sarayın şairi olması ve şavaşı tek taraflı olarak anlatması ve Paşasına olan övgüleridir. Ama karşısında yıkıma uğrayan Avşar’ın o gür ve onurlu sesi ise Dadaloğlu idi ve şöyle diyordu: Beğê 366 dewu To qeyd sano gerıs u kowu Hardo dewres to destte be rızawo Dewranê Beğ u Pasawu Dinalığede jê şiya daro, jê hewnê sewo Mire zalımeni meke Zulım verê pırnıka zalımude Je teliyê kengeri rewo. İşte Dadaloğlu ile Sey Qaji’nin Veysel ve Evdale Zeynıke ile olan farkı şudur: Tarihsel olaylara, zulme ve işgallere karşı olan dik ve ahlaki duruşlarıdır. Sanırım bundan böyle Sey Qaji’in farkı ve önemi daha iyi anlaşılacaktır. Anlaşıldıkça çoğalacaktır. 16.yy Alevi şairi Pir Sultan’da zulme karşı şu dizelerle durmuştu: Onca ağıt yakan ve 1936 baharında hakka yürüyen Sey Qaji, vefatı sonrası üzerine ağıt yakacak şairlere sitem ediyordu. 1935 sonrası Dersim’e yapılan yol, kışla ve karakolların halkına kıyım getireceği öngörüsünü bu siteme yükleyerek şu mısraları son olarak dillendiriyord: ‘Yürü bıre Hızır Paşa Senin çarkın kırılır Güvendiğin ol Padışah’ın O da birgün devrilir’ ‘Sayıroke mı sero suare vano Tü kon feke deyi Nara dıme kılamı bene seyi Surğın sone qeseyi’. Tarihsel olarak Pir Sultan ve Dadaloğlu damarını temsil eden Sey Qaji’de yaşadığı bölgede 366 pare köyün sahibi, baskı ve zulumüyle ün yapan Şah Hüseyin Bey varisi Haydar Bey’e methiyeler dizmez, aksine şu protest dizelerle cevap verir: Tew Beğe mı tewu Hedefimiz: Bu güne kadar yapılmış çalışmalara ek olarak Sey Qaji’nin belgeselini yapmaktır. Uygun bölge ve zemine Heykel ve büstünü yerleştirmektir. Adını yörenin akademik kurumlarına vermektir. Onun mirasını zamanın ruhuna uygun çoğaltarak ve geleceğe aktarmaktır. Kalktı göç eyledi Avşar elleri Ağır ağır giden eller bizimdir. Hakkımızda ferman vermiş padışah Ferman padışahın dağlar bizimdir. kızılbaş - sayfa 8 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Aleviler ve MİT-Öcalan Mutabakatı - 2 Genel bir tasvirini önceki yazıda(*) vermeye çalıştığım Avrupai Türkler, MİT-Öcalan mutabakatından en çok etkilenen gruplardan biridir. Bu etkilenme, temelde, söz konusu mutabakatın Türkiye Cumhuriyetinin inşa yıllarında kurulan bazı dengeleri sarsmasından kaynaklanıyor. Aşağıda bu dengeleri ve söz konusu mutabakatın bunları nasıl etkilediğini özetlemeye çalıştım. Yazı biraz uzadı. Yaz sıcağında fazla göz korkutmasın diye soluklanmaya yarayacak bazı ara başlıklar ekledim. Buna rağmen yazının tümünü okumayı göze alamayacak okurlar sadece siyaha boyanmış yerlere bakarak içerik hakkında genel bir fikir edinebilirler. Avrupai Türklerin Azınlık Olarak Kuruluşu Türkiye’nin kuruluş döneminde oluşmuş ve şimdiye kadar fazlaca tartışılmamış dengelerden biri, ağırlıkla Avrupai Türklere dayanan, emperyalizmle işbirliği içindeki bürokrasi ve (yeni doğmakta olan) burjuvazinin öncülüğünü yaptığı azınlık benzeri bir toplumsal grubun Asyatik Türkler ile Kürtler üzerindeki egemenliğiyle ilgilidir.Türkiye uzun süre bu azınlık yönetimiyle idare edilmiştir. Esasen bu Türkiye’ye özgü bir durum değildir. Emperyalizmin I. Dünya Savaşı öncesinde geliştirdiği bir stratejiye dayanır ve kabaca azınlık yönetimler eliyle yönetmek olarak tarif edilebilir. Ortadoğu’da yakın zaman öncesine kadar geçerli olan düzeni yerleştirmiş olan Sykes-Picot Anlaşması bu anlayış üzerine kurulmuştur. Buna göre, Ortadoğu çok sayıda yeni devlete bölünecek, ancak bu devletlerin yönetimi mümkün olduğu ölçüde azınlıklara devredilecekti. Azınlık yönetimleri iktidarlarını koruyabilmek için emperyalist devletlere bağımlı kalacaklarından, Batılı güçler yeni kurulacak devletleri görece kolay bir şekilde kontrol edebilecekti. Nitekim bu stratejiye uygun olarak Irak’taki yönetim, çoğunluğu oluşturan Şii Araplara değil, azınlıktaki Sünni Araplara verildi.Keza, Suriye’deki iktidar kori- ğişik unsurlar içerse de her şeyden daha çok bu eski modeli İran’dakiyle aynı doğrultuda yıkmak isteyen Arapların mücadelelerini anlatır. Ama bu ilişkiyi anlatmak başka bir makaleye kalsın. Biz tekrar Türkiye’ye dönelim. Cemil Gündoğan dorlarında da çoğunluğu oluşturan Sünni Arapların değil, azınlıktaki Nusayrilerin etkinliği arttırıldı. Biraz farklı bir yoldan gidilmekle birlikte, Türkiye’de de benzer bir durum oluştu. Farklılık, Türkiye’de yönetimi ele geçiren Kemalistlerin, kelimenin bildiğimiz anlamında tek bir etnik veya dini azınlığa mensup olmayıp, farklı etnik gruplardan devşirilerek geleneksel kimlikler karşısında (esas olarak Türklerle Kürtlerin oluşturduğu çoğunluk karşısında) adeta yeni bir etnik grupmuş gibi kurulmalarıyla ilgilidir. Geleneksel kimliğin karşısına dikilen yeni “Türk” kimliği, o yıllarda, yeni oluşmakta olan bir etnik azınlığın kimliği görünümündeydi. Çoktandır popüler hale gelmiş bir anlatı bu durumu gayet güzel özetler. Anlatıya göre, Cumhuriyetin başlangıç yıllarında köylünün birine gururla Türk olduğunu anlatan bir Kemaliste köylü, “Estağfrullah Beyim, biz Müslümanız,” mealinde cevap verir. Bu anlatımdaki Kemalistin eski etnik mensubiyetinin (Bulgar, Türk, Boşnak, Kürt, Rumen, Aranavut veya Makedon) bir önemi yoktur. Onlar artık yeni bir etnik grupturlar. Yeni, azınlıkta ve yöneten bir etnik grup. Emperyalist devletlerle işbirliği içinde çoğunluğu yöneten azınlık modeli Türkiye’de işte bu yolla kuruldu. Elbette oluşum Türkiye’ye özgü değildi. Örneğin, İran’da da genel hatlarıyla buna benzeyen bir süreç yaşandı. Nitekim bu modeli yıkan ilk ülke de İran oldu. Ne yazık ki yıktığından da beter bir modelle değiştirerek. Günümüzün her derde deva sözü “Arap Baharı”, de- Türkiye’nin kuruluşundaki bu oluşum, Cumhuriyet Türkiyesinin üzerinde fazla tartışılmamış şifrelerinden birini oluşturur. Oluşum, genel hatlarıyla özetlenirse, bazı iç ve dış dengelere ve mekanizmalara dayanır. Dengenin dış ayağını yukarıda özetledim; çoğunluğu oluşturan geleneksel kimlikler karşısında Batılı emperyalistlerle yapılan işbirliğince belirlenir. İç ayakları ise biraz daha karmaşıktır. Öncelikle yeni inşa edilmekte olan “Türk ulusu”na insan devşirecek, yani yeni azınlığın sosyal zeminini genişletecek sistemlerin kurulması gerekmiştir. Bunların en önemlileri, Kemalist eğitim sistemi ve Ordu’dur. Bu iki kurum, bir fabrikanın işleyişi gibi, bir ucundan geleneksel sektörlere mensup insanları almakta, şiddet ve indoktrinasyonla öğütüp yoğurduktan sonra diğer ucundan yeni etnik Türk kimliğine değişik düzeylerde entegre edilmiş insanlar olarak piyasaya salmaktadır. Türkiye’de Ordu’nun siyasal, sosyal ve kültürel yaşama müdahalesi genellikle onun darbeci faaliyetleri ekseninde tartışılmıştır. Oysa bu analiz, Ordu’nun anılan fonksiyonu hakkında fazla bir şey söylemez. Ordu’nun en önemli toplumsal ve kültürel işlevi, onun yeni ulusun kurucu fabrikalarından biri olarak işlemesidir. Bu fabrika sayesinde, kendi köyünün dışına pek çıkmamış, geleneksel kimliklerden bir veya birkaçına mensup, Müslüman bir Mehmet, askere alınıp iki yıl boyunca dayağın ve küfürün eşlik ettiği bir indoktrinasyondan geçirildikten sonra, köyüne genellikle Türkleşmiş bir Müslüman olarak dönmüştür. Geleneksel kimliklere Türklük aşısı yapılarak oluşturulan bu yeni tipoloji, Asyatik Türklerin ideolojisini oluşturan Türk-İslam sentezinin sosyal maddesini oluşturmaktan başka, Kemalist rejim kızılbaş - sayfa 9 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 açısından tehlike arzeden komünizm, anarşizm, Kürt hareketi,solculuk, liberalizm gibi “tehlikeli” akımlara (ki neredeyse hepsi sosyalist bir söylem kullanmışlardır) karşı Kemalist yönetimin başvurduğu gericiliğin ve kıyıcılığın insan kaynağını da meydana getirmiştir. Bu işbirliğini -ki zirvesini 12 Eylül ile Hizbullah-JITEM işbirliği oluştururmümkün kılan şey, esas olarak Komünizm tehdidi ve Soğuk Savaş’tı (Hizbullah-JİTEM örneğinde Kürt hareketinin oluşturduğu tehdit). Nitekim bunlar ortadan kalkınca, geleneksel kimliklerin asıl patronu olma iddiasındaki Asyatik Türklerin önderleri, Avrupai Türklerin kontrolündeki kitleyi yavaş yavaş geri aldılar (Bin Ladin-Amerika ayrışmasının Türk versiyonu). Bu iktidar kavgası, uluslararası koşulların da el vermesiyle esas olarak 2000’li yılların başlarında Asyatik Türkler lehine sonuçlandı. Elbette askerden evine sadece Türkleşmiş Müslümanlar dönmedi. Modernist, laik, Batıcı bir Türk olarak dönenler de oldu. Ama geleneksel malzemeden bu tür modernist Türkler türetmek, esas olarak sivil Kemalist eğitim kurumlarının ve diğer bürokratik aygıtların işi olarak kaldı. Bu kurumlarda yeterince rendelenenler, kural olarak milliyetçi, laik, modernist ve Batıcı Türkler olarak şekillendiler. Avrupai Türklerin sosyal tabanının genişlemesi esas olarak bu şekilde sağlanmıştır. AKP’nin, iktidarını sağlama alır almaz okul sistemiyle oynamaya başlamasının temelinde de bu ilişki yatar. Bu okullarda artık Avrupai Türkler değil, Asyatik Türkler yetiştirilecektir. İktidar kanadından sık sık duyduğumuz “Bundan böyle dindar nesiller yetiştireceğiz,” yolundaki sözler bunu anlatır. Alevilerin Kemalistlerce Arkalanması Sosyal tabanındaki genişleme, Avrupai Türklerin çekirdeğinde duran Kemalist bürokrasiyle büyük burjuvazinin sorunsuz biçimde Türkiye’ye egemen olabilmelerine yetmemiştir.Bunun için geleneksel Türk kimliği, Aleviler ve Kürtlerle ilgili bazı ek düzenlemeler ve mekanizmalar gerekmiştir. Birincilerle ilgili olarak yapılan en önemli düzenleme, geleneksel dini kurumların yasaklanarak din işlerinin Diyanet İşleri Başkanlığına bağlanması olmuştur. Kamusal alanlarda dinin ve geleneğin etkisini sınırlayıp Cumhuriyetin sembolik egemenliğini sağlama yönündeki uygulamalar, diğer bir tedbir manzumesini meydana getirir. Alevilere gelince, Kemalist laisizm, Aleviliği yasaklamış, fakat karşılığında onlara, pogrom tehdidini azaltan bir güvenlik ortamı sunmuştur. Tehdidi yok eden diyemiyoruz; çünkü 1970’lerin sonlarında gerçekleştirilen Maraş ve Çorum katliamlarında görüldüğü üzere, Kemalist rejim, iktidar mücadelesi gerektirdiğinde Alevilere karşı pogromlara devam etti. Bununla birlikte pax-Kemalanın egemen olduğu Cumhuriyetin ilk elli yılında Türk Alevilerine karşı pogrom uygulanmadığı da bir gerçektir. Yeni düzenin bu özelliğini fark eden örgütsüz Aleviler, geleneksel Sünni tehdidini, iktidardaki azınlık rejimine yaklaşarak dengelemeyi rasyonel bir varoluş stratejisine dönüştürdüler. Bir diğer deyişle, kitlesel kırım tehdidinden bir ölçüde uzak yaşamanın bedeli olarak inançlarını gizlice ifa etmeye razı oldular. Buna, Kemalist azınlığın Alevileri arkalaması adını verebiliriz. Bu ilişkiye arkalamak diyoruz, çünkü gördüğümüz şey, eşitler arası bir ittifak veya işbirliği ilişkisi değildir. Kemalist yönetim, Alevileri asla işbirliği yapılacak eşit bir partner olarak görmemiştir. Tersine Sünni geleneğe sadık kalmış, Alevileri sistemli ve inatçı bir şekilde dışlayıp asimile etmeye çalışmıştır. Örneğin, Alevilerin köylerine cami yaptırmış, çocuklarını Sünni tedrisat çerçevesinde din eğitiminden geçirmiştir. Alevileri, Ordu’nun ve diğer güvenlik kurumlarının yönetiminden uzak tutmuştur.Bürokraside ve iş hayatında da aynı ayırımcı politikayı sürdürmüştür. Cumhuriyetin ilk elli yılında devlet eliyle palazlandırılan büyük iş adamları arasında Alevi yok gibidir. Alevilerin büyük iş adamları arasında görünmeye başlamaları, toplumsal ve iktisadi yapının devlet tarafından kontrol edilemeyecek kadar kompleks bir nitelik kazanmasından sonraki döneme denk gelir. Bürokrasi alanında da durum farklı değildir. Kazara müsteşar veya genel müdür makamına yükselmiş bir Alevinin –ki genellikle dört başı mamur bir oportünizm veya takiye sayesinde mümkün olur- bu makamdaki ömrü, kural olarak, Sünni bir rakibi tarafından Alevi olduğu gerekçesiyle gammazlanmasına kadar sürebilmiştir. Fakat bütün bu sistematik dışlama ve yok etme siyasetine rağmen, Kemalist rejim, Alevilerin ileri gelenlerini küçük jestlerle satın alarak ve sıradan Alevilerin geleneksel Sünni korkularını değişik mekanizmalarla besleyerek Türk Alevilerini arkalamayı başarmıştır. Aynı formül Kürt Alevileri için de işletilmek istenmiştir. Özellikle Cemal Bardakçı’nın Elazığ valiliği döneminde bu yönde ilginç girişimler yapılmıştır. Fakat 1938’de gerçekleşen soykırıma kadar Dersim’in egemenleriyle Kemalist yönetim arasında arzulanan düzeyde bir yakınlaşma sağlanamamıştır. Dersim Alevilerinin de Türk Alevilerinin izlediği çizgiye getirilmeleri/gelmeleri, esas olarak soykırımdan sonra ve onun sayesinde mümkün olmuştur. İslamcılara, Alevi Türklere ve Sünni Kürtlere karşı dışlama, bastırma ve en uç noktada katliam politikası uygulayan Kemalist rejimin, Kürt ve Alevi kimliklerinin üst üste düştüğü Dersim’e karşı soykırımı da repertuvarına eklemesi, Kemalist rejimin değişik sosyal ve kültürel kimliklerle kendisi arasına koyduğu mesafeyi anlamak bakımından iyi bir göstergedir. Sünni Kürtlerin Dengedeki Yerleri Sünni Kürtlere gelince, bunların bir kısmı Ermeni soykırımına aktif biçimde katıldıkları veya katledilen Ermenilerin mallarına el koydukları için başından beri Kemalist güçleri bir koruyucu olarak görmüşlerdir (Buradan, Alevi Kürtlerden de bu tür işler yapan insanlar olmadığı sonucu çıkmasın. Fakat bunlar Sünni Kürtlerle kıyaslandığında daha küçük orandadır). Kemalist hareket,bunlara ve Müslümanların birliği düsturunu diğer her türlü ilkenin önünde tutan diğer bazı Kürtlere yaslanarak Sevr Anlaşması’yla ortaya çıkan tehlikeli durumu savuşturmuş, dönemin yeni canlanan modern Kürt milliyetçi hareketini ezmiştir. Fakat dışarıdan Kemalist orduların, içeriden ise kökleri II. Abdülhamit’in politikalarına (Hamidiyecilik) uzanan bu iki gücün yarattığı kuşatmaya rağmen Sünni Kürtlerin belli kesimleri, milli- kızılbaş - sayfa 10 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yetçi Kürt aydınlarının da katkılarıyla Avrupai Türklerin azınlık yönetimine karşı direnmeye devam etmişlerdir. Bu direniş, özellikle “Şark Islahat Planı” çerçevesinde Kürdistan’daki geleneksel egemen sınıf ve tabakaları sindirme politikalarının yürürlüğe konulmasıyla genişlemiş(Bu aşamada Hamidiyeci Kürtlerin bir kısmı da direniş saflarına katılmıştır) ve yer yer silahlı biçimler alarak 1930’lara kadar sürmüştür. Dersim’deki soykırım, Sünni Kürtlere uygulanan bu ezme ve sindirme politikasının başarıya ulaşmasıyla mümkün hale gelmiştir. Dikkat edileceği üzere Avrupai Türklere dayanan Kemalist rejimin başarısının arkasında yatan etkenlerden biri, karşısına aldığı geleneksel Türk ve Kürt kimliklerini bölerek aralarında birliğin oluşmasını engelleyebilmiş olmasıdır. Normal olarak, Kemalistlerin öldürücü tehdidi altında yaşayan bu grupların kendi aralarında birleşerek direnmeleri beklenir. Fakat böyle olmamıştır. Sadece Türkiye’nin değil tüm bölgenin en modern örgütlenmesi olan İttihat ve Terakki’nin tecrübesine, örgütçülüğüne, kadro gücüne, entelektüel donanımına, politika yapabilme kabiliyetine vb. dayanan Kemalist hareketin karşısındaki geleneksel güçleri manipüle etmesi, bölmesi ve giderek birbirine düşürmesi zor olmamıştır. Kemalizmin karşısındaki güçlerden geleneksel Türk kimliğine yaslanan muhalifler, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde, Kürtler söz konusu olduğunda, kural olarak birlikten kaçan bir tavır takınmışlardır. Yer yer Kemalistleri destekleseler bile ilgisizlik baskın tutumları olmuştur. Cumhuriyetin ilerleyen dönemlerinde ise, yukarıda özetlediğimiz gibi, söz konusu kitle Türk-İslam sentezinin ana toplumsal maddesine dönüşmüş ve böylece Kürtlere karşı Kemalist iktidarın asker kaynağını oluşturmuştur. Kürtler cephesinden böyle bir birlik sağlamaya yönelik bazı adımlar daha çok Sünni Kürtlerden gelmiştir. Örneğin, Azadi örgütünün liderlerinden Yusuf Ziya Bey’in 1924’taki Beytüşşebap isyanı öncesinde Türk muhaliflerle birlik oluşturmak amacıyla İstanbul’da bazı görüşmeler yaptığını biliyoruz. Ancak bu görüşmelerden somut bir işbirliği çıkmamıştır. Bir diğer deneme Şeyh Sait ayaklanmasının hemenöncesinde ve ayaklanma esnasında yapılmıştır. Hareketin öncü kadroları İstanbul’daki Türk muhalefetiyle birleşebilmek için çaba göstermiştir. Israrla dinci bir söylem kullanmalarının arkasında yatan nedenlerden biri de böyle bir birliğin imkanlarını arttırma düşüncesidir. Ancak bunlar hiçbir sonuç vermemiştir. Aynı dönemde Dersimli Kürt Alevilerle birleşme yönündeki girişimler ise sadece bireysel veya ailesel ölçeklerde başarı sağlamıştır. Nitekim Sünni Kürtlerle işbirliği yapan bazı Alevi Kürtler, ayaklanma bastırıldığında Elazığ ve Diyarbakır’da idam edilmişlerdir. Fakat Aleviler, kural olarak bu ayaklanmanın dışında kalmıştır. Genel tutum böyle olmakla birlikte, geleneksel Alevi-Sünni çekişmesinin aşiretler arası çatışmalarla üst üste düştüğü bazı durumlarda, Alevi Kürtler, ayaklanan Sünni Kürtlere karşı Kemalist yönetimle işbirliği halinde hareket etmiştir. Yukarıdaki özetten de anlaşılacağı gibi, Kemalist rejim, gerçekte bir tür etnik azınlık yönetimi gibi kurulmasına rağmen, Alevileri büyük ölçüde arkaladığı, Kürtler arasındaki geleneksel bölünmeleri beslediği ve geleneksel Sünni Türkler ile Sünni Kürtlerin birleşmelerini engelleyebildiği için Türkiye’yi uzun yıllar yönetmeyi başarmıştır. Bu, Cumhuriyet Türkiyesinin pek de gizli olmayan bir sırrıdır. MİT-Öcalan Mutabakatının Kuruluştaki Dengelere Etkisi MİT-Öcalan mutabakatı, bu sırrın arkasında yatan dengeleri bozacak bir içerik taşıdığı için Avrupai Türkleri ürkütmektedir. Çünkü bu mutabakat, Öcalan’ın Newroz konuşmasında açıkça ifade ettiği üzere, Kürtleri, devletle mücadele eden bir güç olmaktan çıkarıp, Sünni İslam kardeşliğine dayanan yeni-Osmanlıcı bir program çerçevesinde iktidardaki Asyatik Türklerin Ortadoğu’ya yayılması eyleminin destekçisi haline getirmeyi öngörmektedir. Bu açıdan, Öcalan’ın yapmak istediği şey, Kürtleri, iktidarın ezdiği bir diğer grupla birleştirerek ezilen grupların soluk almalarını kolaylaştıran bir ittifak yapmak değildir. Tersine, Kürtleri iktidarın arkasına takarak diğer ezilenler üzerindeki tahakküm gücünü arttır- maktır. Daha önceki yazılarımın birinde Türk devletini Ortadoğu’nun efendisi yapmayı öngören bu tür planların boş hayallerden ibaret olduğunu belirtmiştim. Bu, sadece dış koşulların uygun olmayışıyla ilgili bir durum değildir. Bizzat mutabakatın Kürtler için öngördükleri de böyle bir programın köküne kibrit suyu dökecek cinstendir.Çünkü Türkiye’yi Ortadoğu’da emperyal bir devlet haline getirmenin karşılığı olarak Kürtlere verilmesi öngörülen şey, kocaman bir hiçtir. Mutabakata göre, Kürtlere statü bir yana, dil hakları bile verilmeyecektir; ama Kürtlerden Türkiye’nin emperyal yayılması için savaşması istenecektir! Denklemin kuruluşundaki bu çarpıklık, mutabakatın ne kadar çürük bir zemine dayandığını göstermektedir. Avrupai Türklerin Türkiye çapında eyleme geçmeleri, bu zemine Türkler cephesinden de ağır bir darbe indirmiştir. Erdoğan’ın Ortadoğu’da hegemonya kurma hayali, Türk ulusunun son eylemlerdeki bölünüşüyle birlikte iyice zora girmiştir. Amerika ve Rusya’nın Suriye konusunda stratejik planda bibirlerine biraz daha yaklaşmaları da benzer etkiler doğurmuştur. Kısacası, burada MİT-Öcalan mutabakatının Avrupai Türklere etkisinden bahsederken bunun mutlaka gerçekleşecek bir mutabakat olduğunu söylemiş olmuyoruz. Sadece böyle bir mutabakatın lafının bile, Türkiye Cumhuriyeti denilen politik bütünlüğü oluşturan ana kütleler arasındaki ilişkileri etkileyebileceğini anlatmaya çalışıyoruz. Bir varsayım yapalım ve diyelim ki mutabakatın bahtı açık gitti ve Hanefi Türkler ile Şafi Kürtler İslam kardeşliği esasında birleşerek yönlerini Kürdistan’ın diğer parçalarına (Suriye ve Irak’taki parçalar) çevirdiler ve mutabakatta öngörüldüğü üzere sınırları silikleştirip Suriye Kürtleri ile Irak Kürtlerini Türkiye’nin bir parçasına dönüştürdüler. Böyle farazi bir tabloda Avrupai Türklerin durumu ne olacaktır? Böyle bir tabloda Avrupai Türkler, Sakarya’dan El Haseki’ye, oradan da Süleymaniye’ye kadar uzanan büyük Sünni deryasında yüzmeye çalışan küçük bir tekneye dönüşeceklerdir. O teknenin bu denizdeki ömrünün uzun olmayacağını söylemek ise gereksiz bir kızılbaş - sayfa 11 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 laf olur. Mutabakatta öngörülen birlik başarılı bir şekilde inşa edilirse Avrupai Türkler bir daha asla iktidar yüzü göremeyeceklerdir. Daha da önemlisi, Avrupai Türkler bir süre sonra muhtemelen Asyatik Türklerin içinde eriyip yok olacaklardır. Tabii süreç barışçı biçimde ilerlerse. Burası Ortadoğu, bu tür süreçlerin kanlı aşamalar içermesi ihtimali de tümüyle yok sayılamaz. Türkiye’dekine benzer bir süreç şu sıralar Mısır’da yaşanıyor ve dünkü olaylarda 16 kişi öldü bile. İşte Avrupai Türklerin MİT- Öcalan mutabakatına karşı tavrını belileyen şey bütün bu ilişki ve olasılıklar sistemidir. Dikkat ederseniz, MİT-Öcalan mutabakatı ile Alevilerin ilişkisini ele aldığımız yazıda(**) çizdiğimiz tablonun bir benzeriyle karşı karşıyayız. Avrupai Türkler için yukarıdaki paragrafta dile getirilen durum, Türk Kürt fark etmez Aleviler bakımından da geçerlidir. Eğer bu mutabakat gerçekleşirse uzun vadede Alevilerin bu coğrafyada yaşama şansı olabildiğine azalacaktır. İlişkinin bu karakteri matematik bir kesinlik taşıdığı için Öcalan’ın Newroz konuşmasındaki yeni-Osmanlıcı programın kamuoyuna sunulduğunun ertesindeki gün, Türk Kürt fark etmez bütün Alevilerin ve Avrupai Türklerin bu programa karşı direneceklerini yazmakta tereddüt etmedim. Nitekim şu sıralar olup bitenler, her şeyden çok bu iki toplumsal gruptaki hareketlenmeye işaret ediyor.Aleviler irkilmiş vaziyetteler ve kötü gidişatı durdurmak için bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Medyada, Taksim direnişi esnasında öldürülen dört kişinin dördünün de Alevi olduğuna dair haberler çıktı. Bu durum, Alevilerin son direnişte tuttukları yer konusunda bir fikir vermesi bakımından dikkat çekicidir. İstanbul’da, Taksim dışındaki en çok ses getiren gösterilerin Gazi Mahallesi’nde yapılmış olması da aynı şeye işaret ediyor. Kürdistan’daki Kürtler arasında Taksim direnişine tek gerçek kitlesel desteğin Dersim’den gelmesi, aynı yöndeki bir başka veridir. Kısacası, Aleviler gidişatı görüyor ve kendi kaderlerine etki edebilmek için yavaş yavaş hareketleniyor. Hükümet de bu silkinmeyi pasifize etmek ve gelişmeyi rayından çıkarmak için şu sıralar Alevileri bölmeye yönelik yeni bir paket hazırlamakla meşgul. Taksim Direnişinin MİT-Öcalan Mutabakatıyla İlişkisi Avrupai Türklere gelince, onların kimler olduğunu ve yeni süreci nasıl algıladıklarınıTaksim patlamasıyla pratikte görmüş olduk. Piyasada Taksim direnişini analiz etmek amacıyla geliştirilmiş bir çok görüş var. Buların büyük çoğunluğu, bu direnişi, onun bir parçasına eşitleme düşüncesine dayanıyor: Orta sınıf hareketi, post-modern direniş, ayrıcalıklıların eylemi, burjuvaların direnişi vbg. Gerçekte bu tanımların hiç biri hareketi açıklamayamıyor; çünkü hareket başka her şeyden çok bir ulusal harekete benziyor. İçinde burjuvası da işçisi de, modernisti de post-modernisti de, Ergenekoncusu da liberali de, Marksisti de faşisti de.... var. Taksim direnişi, çok yönlü bir fenomen olamkla birlikte, başka her şeyden çok, Avrupai Türklerin yeni bir ulus yaratmaya götürebilecek devinimlerinden biri olarak tanımlanabilir. Karşımızda, kendisi Müslüman olsa da sosyal yaşamın referanslarını Şeriat’tan almak istemeyen ulus-benzeri bir topluğun, Asyatik Türklerin dayattığı programa yönelttiği bir itiraz var. Bu devinimin ileride dört başı mamur bir ulus kurmayla neticelenebileceği gibi soluksuz kalıp bambaşka bir şeye de dönüşebilir. Hareketin hangi yöne evrileceğini kesin olarak bilemeyiz. Fakat Şafi Kürtlerle Hanefi Türklerin Türkiye’nin yönünü Ortadoğu’ya doğru çevirme hedefinde birleşmeleri olasılığı yükseldikçe, birinci ihtimalin güç kazanacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Buradan kalkarak, Taksim direnişinin, MİT-Öcalan mutabakatının birinci aşamasının sorunsuz biçimde sona erdiğine dair bir izlenimin yaygınlaşmaya başladığı bir dönemde patlamasının tesadüf olmadığı söylenebilir. Avrupai Türkler bu eylemleriyle, Sünni Türklerle Sünni Kürtlerin İslam birliği zemininde Türkiye’nin yönünü Ortadoğu’ya çevirme niyet ve girişimlerine itiraz ettiklerini deklare etmiş oldular. Bu manada anlaşılmak kaydıyla, Taksim direnişinin MİT-Öcalan mutabakatına karşı bir boyut içerdiği doğrudur. Ancak bu karşıtlık, PKK-BDP çevrelerinin sunmaya çalıştığı türden bir karşıtlık değildir. Çünkü onlar, özellikle Taksim direnişinin başlangıç günlerinde, bu direnişi Ergenekoncuların barış süre- cini boşa çıkarma girişimi olarak lanse ettiler. Hala da ortada sanki gerçek bir barış süreci varmış da Ergenekoncular onu sabote etmeye çalışıyormuş gibi konuşanlar var. Bu tür değerlendirmeler, meselenin küçük bir parçasını onun esası olarak sunmaktan ibarettir. Ergenekoncular elbette bu hareketin içinde varlar ve harekete kendi renklerini vermek için çalışıyorlar. Tıpkı bazı küçük Marksist grupların militan çıkışlarla bu hareketi kendi çizgilerine doğru yönlendirmeye çalışmaları gibi. Ne var ki Taksim direnişinin Ergenekoncu bir hareket olduğu yolundaki iddia, dinci iktidarın kara propagandasından başka bir şey değildir. Taksim’de direnenlerin ana hedefleri Kürtler değildir. Onlar, muhtemel bir Sünni deryasında iki gün içinde darmadağın olacak bir tekneye dönüşmemek için direnen Avrupai Türklerdir. Bu nedenle ana hedefleri de Kürtler değil, Asyatik Türklerdir. Direnişin içinde, Kürtleri esas problem olarak gören kesimlerin, örneğin Ergenekoncuların varlığı bu gerçeği değiştirmiyor. Kürtler, yeni-Osmanlıcıların gerici fetih programına destek verdikleri ölçüde böyle bir hareketin hedefine dönüşürler. Mevcut durumda ise, bu harekette, Kürt muhalefetiyle çıkar ortaklığı içinde olduklarına dair bir bilinç yavaş da olsa gelişmeye devam ediyor. Taksim direnişçilerinin geçtiğimiz hafta içinde İstanbul ve İzmir’de yaptığı “Lice yalnız değilsin” gösterileri bunun bir göstergesi. Bu açıdan bakıldığında Avrupai Türklerin direnişini, Kürtlere karşı bir hareket olarak görmek sadece yanlış olmaz, aynı zamanda Kürt hareketini, sırf liderinin tutsaklığından ötürü içine yuvarlanmakla yüz yüze bulunduğu gericilik kuyusundan (yeni-Osmanlıların Ortadoğu’daki yayılmasına destek olma eylemi) uzaklaştırmaya yardımcı olabilecek önemli bir olanağı da tepmek anlamına gelir. Türkiye’nin mevcut durumunda Avrupai Türkler ve Kürtler, Asyatik Türkler karşısında iki azınlıktır. Artık darbe yaparak Avrupai Türkleri bu durumdan kurtaracak bir ordu da bulunmadığına göre, bu iki grubun çıkarları bundan sonraki süreçte, isteseler de istemeseler de büyük ölçüde paralel yürüyecektir. Bu durum, esasen kabaca 2005’ten be- kızılbaş - sayfa 12 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ri, yani Ordu’nun darbe yapamayacağının belli olduğu tarihten beri böyleydi. Nitekim tabloyu daha rahat görebilsinler diye referandum dönemi yazılarımda konuyu şöyle özetlemiştim. “Tarihin garip cilvesine bakınız ki, bugün, Avrupai Türkler, kan kusturdukları Kürtlerle ittifaka muhtaç duruma düşmüşlerdir. “Böyle olmasının nedeni, Avrupai Türklerin önlerinde sadece iki yol kalmış olmasıdır: “1-‘Yenildik, yapılacak bir şey yok’ diyerek, iktidara elveda demek. Yani kendi kaderine razı olmak. “2-Kürtlerle ittifak yoluna giderek Asyatik Türklerin iktidarını dengelemeye çalışmak. “Eğer Avrupai Türkler, Kürtlerle ittifak yaparak Asyatik Türklerin iktidarını dengeleme yoluna gitmezlerse, Kürtler, Asyatik Türklerin yarım kalmış işlerini tamamlamalarını seyretmekle yetineceklerdir. Bundan kuşkunuz olmasın. Öcalan’ın Mustafa Kemal aşkı bile Kürtleri bu tavrından alıkoyamaz. Kaldı ki otuz bin evladını Avrupai Türklerin inkâr ve imha polikasına kurban vermiş bu halkın içinden Asyatik Türklerin eylemini seyretmekle kalmayıp hararetle destekleyecek bir hayli insan çıkacağı da kesindir.” (Dönemeç Yazıları, Vate Yayınları, 2011, s. 200-201) Ama Avrupai Türkler bu gerçeği o zaman görüp buna uygun hareket etmediler. Çok küçük bir kesimi Kürtleri anlamaya çalıştı. Büyük çoğunluk Kürtleri kendisine dert edinmedi. Grubun içindeki etkin ve örgütlü kesimler ise, AKP’nin Kürtlere karşı açtığı savaşı kışkırtıp derinleştirerek iki tarafın da güçten düşmesine yol açacağını umdukları bir strateji güttüler. Ama umdukları gibi olmadı; ne Kürtler yenildi, ne AKP iktidardan düştü. Ve gelinen noktada deniz tükendi. Taksim direnişinin tam böyle bir anda patlaması hem dikkat çekicidir, hem de hayra alamettir. Çünkü Avrupalı Türklerin meseleyi yavaş yavaş idrak etmeye başladıklarını göstermektedir. Ordu’nun darbe yapmasından umudunu kesmiş Avrupai Türkler, kendi göbeklerini kendileri kesmeye karar vermiş görünüyorlar. Sokağa inmeleri bunun ifadesidir. Bir yandan sokağa inerken diğer yandan da Kürtlerin bu mücadelede kendilerine kalıcı bir müttefik olabileceğini idrak etmeye başlıyorlar. Esasen görmesini bilenler için bu yönlü gelişmeleri Taksim direnişinden önce de tespit etmek mümkündü. Örneğin, bu direnişten yaklaşık bir ay evvel Avrupai Türklerin popüler yazarlarından Ertuğrul Özkök, Kürtlerle Türkler arasındaki problemin en iyi çözümünün “ya dostça ayrılık, ya da federatif bir model” olduğunu yazdı. (bkz. Ertuğrul Özkök, “Işın: ‘Düello mu istiyorsun? Buyur’”, 24 Nisan 2013/Hürriyet. (* * *) Kemalist rejimin son otuz yıllık kötülüklerinin ortaklarından biri olan Özkök’ün birden bire Kürtlere bağımsız devlet veya federasyon önerecek kadar hayırlı bir çizgiye gelmiş olmasının nedeni ne olabilir? Nihayet doğruları görmüş olabilir mi? Olabilir. Ama neden bugün? Kürtlerin önüne yağlı bir börek atmak suretiyle “barış sürecini” dinamitlemek amacıyla böyle bir yazı yazmış olabilir mi? Olabilir, ama bağımsız Kürdistan teklifi biraz fazlaca yağlı bir börek olmuyor mu? Nedir Özkök’ü bu kadar yağlı teklifler yapmaya razı eden şey? Soruları uzatmak mümkün. Fakat teklifin yapıldığı konjonktürü gözden kaçırırsanız en masumundan en komplocusuna kadar bütün bu sorulara bulabileceğiniz cevaplar sadece yeni sorular doğurur. Bu nedenle gözlerimizi konjonktüre çevirmemiz gerekiyor. Orada ise Sünni Türklerle Sünni Kürtlerin birleşerek Türkiye’nin yönünü Ortadoğu’ya çevirmeleri eyleminin politik gündeme girmesi ihtimali duruyor. Bu ihtimalin ciddileştiğini gören bir Avrupai Türk’ün, Kürtlerin en doğal haklarını kabul ederek onlarla ittifak yolları aramasından daha rasyonel ne olabilir? Yani Özkök’ün davranışında mutlaka bir komplo aramamız gerekmiyor. Çünkü böyle bir strateji kendi mantıki sonuçlarına varırsa, Asyatik Türkleri bir müttefikten yoksun bırakıp zayıflataacağı gibi, Avrupai Türklere de bir müttefik kazandırarak pozisyonlarını daha da güçlendirecektir. Bir diğer deyişle Özkök, üç yıl evvelki makalemde Avrupai Türklere önerdiğim yolun tek çıkar yol olduğunu iş ciddileştikten sonra görmüş olabilir. Durumun böyle olup olmadığını bilmiyorum. Dahası, şahıs olarak Özkök’ün ve onun gibi düşünenlerin yeni çizgilerinde sebat edip etmeyeceklerini de bilemem. Ancak toplumsal bir grup olarak Avrupai Türklerin önündeki tek yolun Kürtlerle ittifak yaparak Asyatik Türklerin iktidarını dengelemek olduğunu, üç yıl sonra bugün daha güvenli biçimde ileri sürebilirim. Denklemin kuruluşu böyle olduğu müddetçe, Avrupai Türklerin saflarında Kürtlerin haklarını kabullenme yönünde başka gelişmeler görmek şaşırtıcı olmayacaktır. Taksim direnişçilerinin Lice’ye destek eylemleri bu türden bir gelişmedir. Kürtler cephesinden yapılması gereken şey, bunu teşvik etmek ve daha bilinçli hale gelmesini sağlamaktır. Avrupai Türkler İlerlerken Kürt Hareketi Geriliyor mu? Ne yazık ki Kürtler cephesinden bu yönde ölçülmüş, kararlı ve istikrarlı bir tutum görmüyoruz. Hatta bazı belirtilere bakılırsa Avrupai Türkler olumlu yönde ilerlerken Kürtlerin ters tarafa doğru yürümeye başladıkları bile söylenebilir. Kürt hareketinin saflarındaki önemli bir kitlenin, Avrupai Türklerin olumlu veya olumsuz her eylemini gözü kapalı bir şekilde Ergenekoncuların süreci sabote etme eylemi olarak lanse etmeleri bunun işaretidir. O kadar ki, Taksim direnişi gibi Türk tarihinde görülmemiş nitelikteki bir eylem bile Kürt hareketi tarafından görmezden gelindi. Hatta ilk günlerinde olumsuz değerlendirmelerin konusu edildi. Elbette kaçamak ifadelerle. Bütün Türkiye’de eyleme destek vermemiş dört vilayetin Hakkari, Şırnak, Muş ve Bitlis olduğu yolundaki medyada çıkan haberler bu açıdan dikkat çekicidir. Bütün bu olumsuzlama, görmezden gelme, önemsizleştirme eylemlerinin üstü “biz gaz ve bomba yerken siz neredeydiniz?” türünden siyasette anlamı olmayan söylemlerle örtülmeye çalışıldı. Bunlar geriye doğru gidişin işaretleri. Peki neden? Durumu kavrayamamaktan kaynaklanan geçici bir tekleme olabilir mi? kızılbaş - sayfa 13 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Olayın bir teklemeyle açıklanabileceğini sanmıyorum. Doğrudur, Taksim direnişibirçokları açısından beklenmedik bir olaydı. Bu nedenle Kürt hareketinin de başlangıçta durumu anlamakta zorlanması anlaşılır bir şeydir. Hele son otuz yıldır bu topraklarda kendileri dışında dişe dokunur bir direniş hareketi göremeyen PKK yöneticilerinin, bu pozisyonlarının yol açtığı kendileri dışındaki her direnişe tepeden bakma tavrını artık içselleştirmiş oldukları gerçeğiyle bir arada düşünülürse.Buna rağmen, bütün olup bitenleri, beklenmedik bir durumu anlayamamanın geçici şaşkınlığıyla açıklamak ikna edici değil. Direnişe karşı Kürt hareketi saflarında şahit olduğumuz dayanıklı soğukluk, bunun ötesine giden bir direnişe işaret ediyor. Aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen bugün bile aynı soğukluğun hissediliyor olması, açıklanmaya muhtaç bir durumla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. En yaygın izah tarzı, Kürt hareketinin, Taksim direnişinin “barış süreci”ni sabote etmek için Ergenekoncular tarafından tezgahlanmış olduğundan kuşkulandığı için direnişe şüpheyle yaklaştığı yolundadır. Bu izahta bir gerçek payı vardır. Yani, Ergenekon komplosuyla ilgili kuşku, Kürt hareketini Taksim direnişi karşısında bir dereceye kadar tedirgin, şaşkın ve hareketsiz bırakmıştır. Fakat tek sebebin bu olduğuna inanmak zordur. Eğer öyle olsaydı direnişin Ergenekonla ilgili bir şey olmadığının anlaşılmasıyla birlikte Kürtlerden bu direnişe tam katılım sağlanırdı. Oysa Dersim dışında böyle bir katılım yok ve Dersim’deki katılım da PKK-BDP’nin çabasından ziyade bölgenin Alevi olması ve sosyalist akımların bölgede hala belli ölçülerde varlıklarını sürdürmeleriyle ilgili bir durum. Dolayısıyla başka faktörlere göz atmamız gerekiyor. Kendi payıma en az iki faktör sayabilirim. İlk faktör, Kürt hareketinin kendi politikasının sınırlarını cezaevindeki bir tutsağın sınırlarına hapsetmeyi kabul etmiş olmasıdır. O sınır çok dardır ve Taksim türünden gelişmeler yaşandığında manevra yapma kabiliyetini ortadan kaldırmaktadır. Kürt hareketi, politikasının sınırlarını bir cezaevinin sınırlarına hapsetmeye devam ettiği müddetçe bundan sonra da eline geçecek politik fırsatları doğru veya etkili biçimde kullanamayacaktır. Çünkü kafanızı kendi elinizle bir hapishaneye soktuğunuzda, bütün yumurtalarınızı o cezaevinin gardiyanı olan Erdoğan’ın sepetine koymuş olursunuz. Yumurtalarınız Erdoğan’ın sepetinde duruyorken diğer sepetler otomatikman manevra alanınızın dışına çıkar. Böylece, dünya ölçeğinde örgütlü bir hareket olmanıza rağmen Taksim direnişi gibi Türkiye’yi sarsan bir olayı dahi elinizi böğrünüzde bağlayarak seyretmek zorunda kalırsınız. İkinci faktör ise, Kürt hareketindeki gelenekselci reflekstir. Buna Sünni refleksi de diyebilirsiniz, çünkü kültürel planda Sünniliğin değerleriyle paralel yürümektedir. PKK yönetimi, söz itibarıyla da olsa, bir süre önce Taksim’e ilişkin destek tavrını ilan etti. Ama PKK tabanı buna rağmen Taksim direnişine kitlesel bir destek sunmadı. Bu geri duruşun bir kısmının Hükümete verilmek istenen “mutabakata sadığız” mesajıyla ilgili olduğunu tahmin etmek zor değil. “Biz bomba yerken siz neredeydiniz?” şeklindeki duygusal tepkileri de bir faktör olarak sayabiliriz. Yine de geleneksel kültürel kodlara epeyce bağlı bir tabanın, kendisini Taksim’le sembolize olan modern, hatta post-modern yaşam tarzlarıyla özdeşleştirmekte hissettiği zorluğu anmazsak tabloyu eksik bırakmış oluruz. Daha açık bir şekilde yazmak gerekirse, PKK kitlesinin en azından bir bölümü, Avrupai Türklerle Asyatik Türkler arasındaki kapışmada kendilerini kültürel olarak ikincilere yakın hissetmektedir. Bu nedenle Avrupai Türk- lerin eylemi, Kürt hareketi safalarında MHP’dekine benzer sorunlar yaratmaktadır. MHP’nin durumunu bu yazının birinci bölümünde özetlemiştim. Kürt hareketinin sorunu ise, hareketin omurgasını kültürel planda Avrupai Türklerinkine benzer değerler taşıyan kadrolar oluşturuyorken, hareketin tabanın Asyatik Türklerin kültürel kodlarına yakın duran kitlelerden oluşuyor olmasıdır. Dün fazla sorun çıkarmayan bu terslik, Avrupai Türklerle Asyatik Türkler arasındaki kültürel kodlar üzerinden yürüyen savaş keskinleştikçe Kürt hareketinde de iç gerilim yaratmaya başlıyor. Taksim’e karşı kitlesel dirençten anlaşılıyor ki Kürt hareketinin saflarındaki Sünni refleksi artık reel bir siyaset faktörüdür. Bu durumda bize kalan, üç yıl önce Avrupai Türkler için yazdıklarımızı bu kez Kürt hareketi için tekrarlamak oluyor: Türkiye hızlı bir cemaatleşmeye doğru gidiyor. Bu koşullar altında Avrupai Türkler, Kürtler, Müslüman olmayan azınlıklar ve Aleviler artık Türkiye’deki Asyatik Türklerin iktidarından muzdarip birer azınlık pozisyonundadırlar. Erdoğan’ın, kendisini destekleyen % 50’lik payı kemikleştirmeye yönelik provokativ bir politika izlemesine ve Polis aygıtına yeni yatırımlar yapmasına bakılırsa bu durumun daha uzun yıllar sürmesi ihtimali vardır. Dolayısıyla azınlıktaki gruplar ya gerçek hayattaki bu ilişkinin gereklerine uygun davranıp Asyatik Türklere karşı herkes için yaşam alanı sağlayacak demokratik bir işbirliği geliştirirler, ya da Asyatik Türklerle tek tek hesaplaşmayı tercih ederek kötü kaderlerine razı olurlar. Dünün efendileri olan Avrupai Türklerin bu gerçeği yavaş yavaş görmeye başladığı bir dönemde, Kürt hareketinin, sırf lideri tutsaktır diye bundan yançizmeye başlaması veya gelişmeye ayak uyduramaması tarihin ironisi olsa gerek. 2013-07-02 cemil_gundogan@yahoo.se (*) http://www.gelawej.net/index.php/cemil-gundogan/10917-2013-06-22-16-06-17. html (**) ht t p: // w w w.g el awe j. n e t / i nd ex.php/c e m i l-g u ndo gan/10557-2013-06-03-12-14-12.html (***) Yazının internet adresi şöyle: http:// www.hurriyet.com.tr/yazarlar/23120048. a s p? u t m _ s o u r c e = h u r r i ye t &; u t m _ m e d i u m = y a z a r l a r& u t m _ campaign=yazarsonyazi kızılbaş - sayfa 14 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 FESTİVALE DAİR SÖZÜMÜZ VAR ! çekici.. Bu kalekollar aynı zamanda psikolojik baskı unsurlarıdır ve devletin ‘ben buradayım’ mesajı açıktır. JARA GOLÊ ÇETU ve MUNZUR Hatice Çevik 13. Munzur Kültür ve Doğa Festivali Dersim 25-28 Temmuz 2013 tarihinde merkez ve ilçelerindeki yoğun programların gerçekleşmesi ile sona erdi. 3 günlük programın kimine katıldık kimine yetişemedik. Sonuç itibariyle kendi adıma festival zamanı Dersim’de olmamak kanatine vardım. Dersimin doğasıyla baş başa kalamamak, kutsallığına sığınma isteğim beni böyle düşündürüyor. Sanırım bu beklentilerimizle orantılı olsa gerek. Dersim’de geçirdiğim birkaç gün içindeki gözlemlerimi aktarayım. Geniş bir coğrafyada böylesi büyük bir organizasyonu gerçekleştirmek elbette zor bir sorumluluk. Festival Dersim asimilasyonuna bir tepki olarak doğdu, desteklenmesi gereken bir eylemdi. İnsanlar topraklarına gelsin, tepkilerini ortaya koysun tarihine, diline sahip çıksın, yozlaşmanın önüne geçilsin istendi. Gel gör ki bugün gelinen nokta kültürü bir tarafa bırak eğlence festivali olmuş gibi.. Sanatçıların akın ettiği konser ağırlıklı programların yer aldığı şölen… Şölen diyorum çünkü her akşam merkezde ve her ilçede birkaç sanatçının aynı anda program yaptığı bir şölen… Kendilerini dinlemekten zevk aldığım değerli dost sanatçıların konserlerine katılamadım. O nedenle konserlerde ne olup bitti ne mesaj verildi bir şey diyemem. Katılanlardan dinlediğim basından takip ettiğim kadar bilgiliyim.. Dillerine sahip çıktıkları müziğin evrenselliğiyle birleştirip yaşattıkları için, geleceğe aktardıkları için emeğe teşekkür etmek düşer bana.. Emeği geçen herkese teşekkürle beraber… DERSİM DÖRT DAĞ İÇİNDE KALEKOLLAR VAR TEPESİNDE ! Ben daha çok Dersim’in kendisi şuan ki durumu ile ilgiliyim. Yani asimilasyonun yarattığı yeni Dersim… Yeni Dersim diyorum eskisinden nerdeyse eser kalmamış. Panayır havasında yoğun insan kalabalığının gizlediği perdeyi araladığınız da karşılaştığınız yeni dersim… Kafanızı ne tarafa çevirseniz kalekollarla karşılaşıyorsunuz. Çok rahatsız edici bir durum. O kadar yakınlar ki sürekli izleniyormuşsunuz hissini yaşıyor, devletle adeta göz göze geliyorsunuz. Abartısız evinizin içini dahi görebilecek yakınlıkta.. Dersim halkı kalekollar konusunda doğal olarak tepkili, festivalde panellerde ve son gün yapılan yürüyüşte bu tepki ortaya kondu. Kalekol yapımı özellikle Kürdistan’ın birçok yerinde yapılıyor ama Dersim’deki sayısı hayli dikkat Gece Ankara’dan başlayan yolculuğumuz bir hayli zahmetliydi. Ama herkesin Dersim’e biran önce ulaşma isteği her türlü zorluğa karşı sabrettiriyor. Dersim dağlarından doğan güneşle sabahı karşılıyoruz Pertek’e girerken.Feribotla Keban baraj gölünü geçerek geldiğimiz Pertek festivalin gereği davul zurnayla karşılıyor bizi.. Lavaş içinde peynir olan kahvaltı yorgunluğumuzu bir nebze alıyor. Kutsal topraklara ulaşmanın mutluluğu ile Pertek’i ardımızda bırakıyoruz. Dersime girişte akreplerin varlğı uzun yıllardır doğal kabul ediliyor biliyorsunuz. Kutsal güneş ışığıyla yıkanan Munzur öyle mahsun öyle hüzünlü kaşılıyor ki dilim adeta lal oluyor. İki nehrin birleştiği Hızırın mekanı kutsal ziyaret yeni düzenlemesi ile misafirlerini karşılıyor. Yıllarca insanların çevresinde ki kayaları ağaçları öperek doğaya niyaz ettikleri Gola çetu ziyareti direniyorum diyor geçişimizde.. Hes projelerinin yarattığı tahribat, girişte çevresine yapılmış apartmanlar imara açılmış yerleri doldurmuş., Son iki gün gidebildiğim gözelerde de durum farklı değil.. Turistlere(!) hizmet versin diye kıyısına beton dökülerek oluşturulan plastik sandalye masaların kiralandığı, kutsallığı bir kenara bırakılmış adeta ötelenmiş Hızır’ın mekanı Munzur susturulmuş. Aslında Munzur’un bütün kıyıları Dersim’in dağları sayısız ziyaretlerle dolu, toprağı farklı kılan doğayla bütünleşen Dersim Kızılbaş inanç sistemi Dersim kültürünü var eden. Munzur özgür akmalı ki bu kültür yaşayabilsin… Devlet bu kültürü yok etmek için Munzur’u yok etmenin gerekli olduğunu çoktan keşfetmiş. Biz ne yapıyoruz buna karşılık? Devlet eliyle yapılana zaten itirazımız var ama ya Dersimlilerin Munzur’u katletmesine yok mu? Elbette çuvaldızı kendimize batıralım önce; Munzur gözeleri bütün kıyıları ataların kutsal mekanlarıyla dolu kutsal toprakları boydan boya geçen Munzur’a deniz muamelesi yapıp kenarında demlenmek midir Munzur’a sahip çıkmak. Gözelere uğradıysanız görmüşsünüz- kızılbaş - sayfa 15 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 dür oturacak yer bulmak nerdeyse imkansız, bakir doğaya tecavüz edilip betonla doldurmak marifet mi? Üstelik orada oturabilmek için 20 lirayı gözden çıkarıyorsunuz. Kıyıda boş bir yer bulursanız şanslı sayın kendinizi… Buna göz yumanları Hızıra şikayet ederken içim acıyor. İlk defa Dersim’e gelenler bunun farkında bile değil elbette, buralarda doğmuş her yıl ziyareti görev bilmiş Dersim’in özgürlüğü için çırpınanlar sanırım benim gibi duygusal şaşkınlık içinde gözleri yaşararak gözlerini kaçırmıştır Munzur’dan, çaresizlik içinde… İlgili kurum temsilcilerinin ve aktivistlerin bu talanı görmelerini ve durdurmalarını umuyorum. ÖZÜNE SAHİP ÇIKMAK Festivalin ilk günü yapılan birlik cemi pek ilgi gördü denemez. Zazaca ve Türkçe yapılan cemde eksiklik kendimizdeydi, özellikle gençler bilmiyor cem nedir nasıl olur? Festival nedeniyle Dersim’e gelen BDP Eşgenel Başkanı Gultan Kışanak Diyarbakır Cem evinde gerçekleştirilen Birlik Cemine katıldı. Semaha duranlara katılan Kışanak cem sonrası gazetecilerin sorularını yanıtladı. ‘Bu birlik cemiydi. Herkesin tarihine, kültürüne, diline sahip çıkması, geleneklerini inançlarını yaşatması gerekir. Ben de inancımın, kültürümün bir parçası olan cem töreninde semah dönülürken içimden geldi. Doğal bir refleksti bunu yerine getirdim’’dedi. Özüne sahip çıkması önemli ve takdire şayandır. Buna orada bulunanlar şahit oldu öyle palanlı programlı yapıldığını sananlar boş konuşanlardır. Doğal kıyafetiyle ceme katılan Kışanak’ın semah dönmesi birinci derece haber değeri taşıyor, bir genel başkan O, gazteciler ceme alın- masaydı kimse öğrenemeyecekti ama birlik cemine herkes katılabilir bunu da görmek gerekir. Dersimliyim, Kızılbaşım, Kürdüm diyemeyen bir genel başkan da var bildiğiniz üzere.. Ben aleviyim diyen özüm bu diyen bir insanın onurlu duruşuna da saygı göstermek gerekir. Alevi Kızılbaş inanç sistemi ve ritüellerini İslamiyet içinde görmeye çalışmak nasıl bir yanılgı ise özellikle gençler arasında bunu ilkellik olarak görmekte o kadar büyük bir yanılgıdır. Yozlaşmanın ta kendisidir. Çünkü bu inanç sistemi insanın toplumla, doğayla ilişkisini belirleyen etkileyen en önemli unsurdur, kısaca hayattır. Siz bu inanç sistemini yok ettiğinizde kültürü yok edersiniz ki o zaman Dersimin dağları vadileri suyu sıradan bir coğrafi özellik olup Dersimli olmanın farkını da ortadan kaldırır. Direnci kırmak isteyen asimilasyon politikalarına hizmet edenlere karşı inanç sistemine inatla sahip çıkılmalı, anlatılmalı öğretilmeli… Cemevinde iftar vermek şöyle dursun yakında minareli cemevlerini gördüğünüzde işişten çoktan geçmiş olur geçmiş olsunları kabule başlarız.. CHPNİN DERSİM’E ÖZEL İLGİSİ 3. köprüye Yavuz adının verilmesi, Gezi direnişi, Yaklaşan belediye seçimleri CHP nin her zaman ki gibi alevi seçmene yaklaşmakta fırsat değerlendirmesi için yeterli oldu. Dersim se CHP nin devlet eliyle rahat hareket ettiği bir alan.. O nedenle sayısız CHPli belediyelerin dersime gideceklere araç tahsis etmesi doğal görmek gerekir. Bu sözüm ona hizmeti hiç sorgulamadan kabul eden Alevi Kızılbaş ve Dersim derneklerinin hiç sorgulamadan kabul etmesi akılalır değil, şaka gibi ama bir gerçekti. Başta bu nedenle festival için Ankara Dersimliler Derneğinin yaptığı organizasyon katılımcılardan geçersiz not aldı. Ben Ankara-Dersim arasında gidip gelmekten başka organizasyonuna katılmadım ama herkesin ortak kanısını dönüş yolunda dinlediğimde bir şey kaçırmadığımı görmek sevindirdi hatta kendimi şanslı bile gördüm diyebilirim. Bir daha ki festivale kadar dernek yöneticilerin kendini bir daha gözden geçirmesini temenni ediyorum. Festivale tam anlamıyla örgütlenerek gelen CHPli aleviler belediyelerinin onlara verdiği olanaktan hayli memnun görünüyorlardı. Birçoğunun Dersimli olmamasına rağmen ilginin çokluğunu görmezden gelmek mümkün değil. Hemen festival sonrası CHP genel başkanının Ramazan bayramı nedeniyle Dersime ziyareti de hiç tesadüfi değildir. Yakında neleri göz ardı edip nelere hoşgörü gösterdiğimizi acı bir şekilde görürsek şaşırmayalım derim. BDP li olan belediye başkanı Edibe Şahin’e Eşgenel Başkan Gultan Kışanak’ında konuşmacı olarak katıldığı ’38 den Sakinelere Kadın özgürleşmesi’ konulu panel sonrası sordum. Neden hiç afiş, resim yok burada ve nerdeyse hiçbir yerde diye. Dersim’de sayısız değer olduğunu ama organizasyon komitesi olarak böyle bir karar alındığını belirti. Yani ne CHP gibi siyasetler ne de devleti rahatsız edecek bir görsel yoktu. Bu kadar da hoşgörü rahatsız edici sonuçlar vermez umarım. TAŞLAŞAN ACI 38 DUVARI Festivalin benim gözümde en önemli etkinlikleri arasında yer alan 38 duvarının açılışı BDP Eş Genel Başkanı Gultan Kışanak tarafından yapıldı. Seyid Rıza Meydanından Ovacık yoluna çıkışta sağ taraf adeta Dersim gerçeğiyle yüzyüze gelmenize neden oluyor. 38 de yapılan soykırım ve Seyid Rıza’nın fotoğraflarının sergilendiği doğal bir galeri olmuş. DERSİM 38 DUVARI yazılı panonun üzerine yazılan TUNCELİ BELEDFİYESİ yazısı asimilasyonun acı gerçeği olarak karşımıza çıktı. Devletin verdiği isim Tunceli kara bir hançer gibi adeta yerini almış. Dersim’de ve sürgün yolarında katledilen canlara, Seyid Rıza’ya saygı gereği bunun tabeladan çıkartılması yerinde olur. Yoksa gördüğünüz- kızılbaş - sayfa 16 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 de acıyla taş kesilmemek elde değil ! SEYİD RIZAnın köyü Memnu Mıntıka (Yasaklı Bölge) AĞDAT ‘ta ilk defa anma yapıldı. Bu yıl festivalde bir ilk yaşandı ve yıllarca girişe izin verilmeyen Seyid Rıza’nın köyü Ağdat’ta anma yapıldı. Adeta haritadan silinen köyde yüzlerce kişinin katılımıyla Seyid Rıza ve 38 kurbanları anıldı. Ev sahipliğini Seyid Rıza’nın torunları Zeliha Polat ve Rüstem Polat’ın yaptığı anma etkinlikte çok sayıda kişi söz alarak 38in hafızalarda yeniden canlanmasına vesile oldu. Anmada konuşan Zeliha Polat Kürt tarihinin bu topraklarda başladığını geçmişin izlerinin silinmesine izin verilmemesi gerektiğini söyledi. Kürt halkı tarihine sahip çıkmalı diyerek burada yeniden konak yapılacağının müjdesini verdi. Programa anlatıcı olarak İbrahim Karakaya, Ali Kılıç ve Hüseyin Ayrılmaz katıldı. Soykırıma ilişkin araştırmalarıyla tanınan Hüseyin Ayrılmaz’ı dinleyenler gözyaşlarını tutamadı. Ayrılmaz konuşmasında Dersim’de Alevi, Kürt ve Ermeni halkın beş yüz yıldır bir arada yaşadığını söyledi. Eskiden devlet, karakol yoktu. Ulus devlet projesi ile birlikte yeni cumhuriyetin yönetici konumundaki cellatların Dersim’i haritadan silmek için hareket düzenlediğini ve direniş olmasaydı Dersim’in haritadan da silineceğini belirtti. Hüseyin Ayrılmaz duygu seli yaşatan sözlerini ‘’Seyid Rıza’nın yalnız kaldığını öğrenen Demenanlar Seyid’e haber göndererek yanlarına çağırırlar. Her elçi gönderildiğinde Seyid Rıza bir türlü yol bulup gelemez. Onlara sordum aranıza gelseydi ona ne yapardınız diye ‘Altın kutuya koyup koynumuzda saklar devlete vermezdik’ diye tamamladı. Dersimlileri topraklarına dönmeye çağıran Sul- tanbaba çevre köyleri yardımlaşama derneği başkanı Emirali Yıldız en büyük acının yaşandığı memnu mıntıka denilen bölgenin 38 köyden oluştuğunu ve 15 köyün tamamen yakılıp yıkıldığını aktardı. nin farkında bile değildi. Çünkü onun inancına göre bir candı, insandı ve yeterliydi. Ayşegül ve Zeyno’nun çocuksu heyecanlarını görmeniz benim gibi mutlu olmanıza ve umudunuzu yeşertmeye yeterdi. FESTİVALİ ANLAMAK Acaba festival nedeniyle Dersim’e gelen insanların ne kadarı özüyle buluşabildi, bugün ne durumda olduğunu görebildi. Söyleşiler ve sergiler bu nedenle öncelikli olarak önemliydi kanımca.. Bir daha ki festivalde komitenin bunu dikkate almasını diliyorum. Bir örnek vereyim hemen; Ankara Dersimliler Derneği’nin kafilesinde yer alan ve bu seyahatte tanıştığımız, oğlumun oda arkadaşı, ağabeyleri Devran, Yusuf ve Altay’ın teyzesi kökeni Dersimli olan Emine can heyecanla şunu anlatıyor, Hozat dönüşünde bana.. Ben hiçbir şey bilmiyormuşum!.. Küçük ve tutucu bir ilde esnaf olan Emine yıllarca inançlarını gizlemek zorunda kaldıklarını büyüklerinden gördükleri kadar gereğini yapabildiklerini anlatıyor hızlı hızlı.. Kendine de kızıyor bu arada hiç araştırmamışım okumamışım diye kıyasıya eleştiriyor kendini.. Hozat’ta sergilenen Kalan Müziğin Hasan Saltık’a ait arşivinden alınarak sergilenen fotoğrafları gördüklerini öğrendilerini aktarıyor acıyla karışık ama artık biliyor olmanın sevinciyle… Gelirken yolda da hiç bilgi verilmedi Dersim hakkında ne yapsın kendi kendine öğrenme çabasında.. Bu çabanın önünde utanarak ve saygıyla eğilirim. Çünkü o kadar çok can var ki böyle bir haber susturulmuş, köredilmiş… O nedenle insanları bilgiyle buluşturmak festivalin çıkış amacına ulaşmasında etkili olacaktır. Ne yazık ki bu çok değerli arşivde yer alan 38 Fotoğraf sergisini çok kişi göremedi. Ermeni halk oyunları topluluğunun gösterisini herkes izleyebidi mi? Ermenilerin bu topraklarda var olduğunu ve onlara ne olduğunu öğrenebildi mi herkes? Geçmişte yaşanan acıları, toprakları bol olsun katledilen canları ne kadar anlayabildi? Öylesine gidip öylesine döndülerse işte düşündürücü olan da budur! Öyle yoğun ki program hangi birine yetişeceksin üstelik birbiriyle çakışan programlar. Az zamanda çok şey yapabilme telaşı, ulaşım zorluğu da cabası.. Paneller önemliydi ama konserler kadar ilgi görmedi. Seyid Rıza Meydanını dolduran siyasi partilerin standlarını bayraklarını gösterme çabası da bir dersim gerçeği olarak akılda kalanlar arasında.. Herkes Dersim’de herkes diyor ben buradayım.. Dersimden başka hiçbir ilde sanırım hepsini bir arada görmek mümkün değil! Dersimliler ise köylerine çekilmiş festivalin bitmesini beklerken misafirlerine gösterdikleri güleryüz ve sevgi değişmeyen tek şeydi diyebilirim. Dersimde yaşayan çok kişiyle sohbet imkanı buldum. Hep aynı öf ke, serzeniş aynı dilekler … Ve direnç! Bir de hala çok değişmeyen korkunun getirdiği sessizlik! Anmadan edemeyeceğim unutulmaz bir anımı da burada paylamak isterim. Yeraltı çarsına inmeden kızının tezgahında karşılaştığımız ve babaanneme çok benzediği için gidip öptüğüm Emine ana yanımda bulunan gençlerle ve benim ellerimi birleştirip avucuna alarak bir Kızılbaş duası yaptı. Bilinmeyen bir dille yapılan bu niyazda siz kimsiniz nerelisiniz demeden sevginin dili vardı. Emine anam oracıkta Kızılbaş duasını yaparken; bir Siverek’ten gelmiş Kürdün, Hopa’dan gelmiş bir Ermeninin ellerini nasıl birleştirdiği- Festivale dair sözümüz var dedik söyledik ya, göremediklerimiz de oldu zamansızlıktan dolayı.. Bir daha ki festivalde daha güzel ve verimli etkinliklerin devamı dileğimiz olsun! Hızır yardımcımız olsun! kızılbaş - sayfa 17 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kültürel ve Ekolojik Kırıma Hayır. Diren Dersim! asılmamalı. Festivalin tüm etkinlikleri, festival komitesi tarafından kesintisiz olarak videoya alınıp, ilgili makamlar istediğinde verilmalidir. Bu yıl 13.sü gerçekleşen ve “Kültürel ve Ekolojik Kırıma Hayır, Diren Dersim!” şiarıyla düzenlenen Munzur Kültür ve Doğa Festivalini geride bıraktık. Kuşkusuz kazanımları, olumlulukları olduğu gibi aşılması gereken eksiklikleri de var. Yazının ilerleyen bölümlerinde olumluluklarına, kazanımlarına ve eksikliklerine değineceğim. Ancak, öncelikle Munzur Kültür ve Doğa Festivali nedir, nasıl bir tarihsel sürecin sonunda, hangi ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıkmıştır? Bu soruları yanıtlamaya çalışacağım. Festivaller, yerel bir topluluk tarafından belirlenmiş, gelenekselleşmiş tarihlerde kutlanan, yapıldığı yörenin özelliklerini taşıyan bir etkinlikler bütünüdür. Elbette düzenlenen her festivalin kendine özgü bir anlamı ve amacı vardır. Dersim’de festival; devlet zülmünün, köy yakmaların, ambargonun, aramaların, zorla göçertmelerin (1994-95 yılları arasında elli bin insan göçertilmiştir) kalkması ve yaşanan bu olumsuzlukların ülke ve dünya kamuoyuna yansıtılması için organize edilmiştir. Bu insanlık dışı uygulamalar neticesinde ata topraklarını terketmek zorunda kalmış olan Dersim’liler, kamuoyunu aydınlatmak, geri dönüşleri sağlamak için festivallere bir zorunluluk olarak bakmışlardır. Munzur Kültür ve Doğa Festivali, İstanbul Tuncelililer Derneğinin öncülüğünde, bir çok kurum ve kitle örgütünün desteğiyle ortaya atılmış bir fikirdir. Dersim için mücadele edenlerin öncülüğünde ortaya çıkmış, 1998 yılında “tatilini Dersim’de geçir kampanyası” ile de hız kazanmıştır. 1999’da ilk adım atılmasına karşın, yasal müracaatına izin verilmemiştir. Uzun bir uğraşın sonunda yasal engeller kalkmış, ilk festival 2000 yılında gerçekleşmiştir. Önce de belirttiğim gibi Munzur Festivaline ağır bir sorumluluk biçildi. Açık hava oyunlarının metinleri programdan 48 saat önce Emniyete sunulmalı. Okan Manaz Öyle ki, dünyanın hiç bir yerinde bir festivale bu kadar derin, zor ve onurlu bir misyon yüklenmedi. Festivalin, Dersim’de yaşanan zorbalığa karşı oluşu, görkemli doğasını kurtarma azmi, binlerce yıllık renkli kültürürünü tanıtma çabası, elbette düzen temsilcilerini rahatsız edecekti. Bundandır ki, festival, gerek görkemi, gerekse her yıl yaşanan gerginliklerle kendinden söz ettirmeyi bildi. 2003 yılında 4. Munzur Festivali öncesinde, valiliğin belediyeye dikte ettirdiği 17 maddelik “Munzur Festivali Taahhütnamesi” gerçek anlamda bir yasaklar zinciriydi. Taahhütnameye göz atalım: Festival komitesince provokatörlere karşı müdahale timi oluşturulmalı. Stad içindeki olaylara bu ekipler anında müdahale etmeli. Ekipler arasında yer alan beş kişinin cep telefon numaraları ve diğer bilgileri emniyete verilmeli. Program sunucuları, halkın tahrik edilmemesi için uyarılar yapmalı ve tansiyonu mümkün olduğu kadar düşük tutmalılar. Proğram yapılacak yerlere büyük boy Atatürk posteri dışında hiçbir pankart Taaahhütnamenin amacı; festivali yaptırmamak, yapılacaksa da içinin boşalmasını sağlamaktı. Yani öz değerlerinden kopmuş, heyacansız, zevksiz, onursuz bir şey... Oysa Dersim Festivalinin en önemli özelliği; direngenliğini, dilini, tarihini, kültürünü yaşatıp, ileriki kuşaklara taşımaktı. Kısacası, politik, devrimci bir duruş sergilemekti.... Valiliğin bu tavrı bize şunu gösteriyordu: Egemenler, devrimcileri kitlelerden kopardıkları ölçüde ve kitleleri, düzenlerini tehdit edemeyecek bir mesafede tutabildikleri ölçüde demokrasicilik oynayabilirler. Oysa görünen demokrasi müsameresinin arkasındaki kuşkusuz diktatörlüktür. Dersim, farklı kimlik ve kültürlerin buluştuğu, kaynaştığı ve zenginleştiği bir coğrafyadır. Bununla birlikte çelişkileri, egemen güçlerle uzlaşmayan tarihsel arka planı, onun devrimci duruşunu besleyen doğal bir katalizör görevi görür. Güncel olarak da, bir çok farklı bölgede yapılmak istenen ve yapımı süren Heslere karşı diğer bütün bölgelerden çok daha görkemli ve etkili bir direniş göstermiş olması Dersim’in tarihinden almış olduğu güçle açıklanabilir. Ha keza Jara Gola Çetu... 1994’te yapımına başlanan Uzunçayır Barajı ve Hidroelektrik Santrali (HES) nedeniyle sular altında kalma tehdidiyle karşılaştı. 2011 yılında Tunceli Belediyesi, mekanın, baraj alanının içinde kalmasını engellemek için park haline getirdi. Ne var ki, 2013 yılında bu uygulamanın kanunsuz olduğu kızılbaş - sayfa 18 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 gerekçesiyle Tunceli Belediyesi, 2,2 milyon TL para cezasına çarptırıldı. Arkasından da park için yıkım kararı çıkarıldı. Dersimlinin ve Dersim dostlarının yoğun tepkileri üzerine Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu; ziyareti yıkmaktan vazgeçip, davaları geri almak zorunda kaldı. Ancak Dersimlilerin, tarihlerinden ve misyonlarından kaynaklanan direngen güçlerini üretime aktardıkları söylenemez. Munzur Festivalinin özgünlüğü, doğal zenginliklere sahip çıkmak, binlerce Dersimliyi buluşturup hasret gidermekle sınırlı kalmamalı. Tabi ki bu da olmalı, ama yeterli değil. Dersim’in başta işsizlik olmak üzere yozlaşma, cemaatleşme, karakollaşma ve giderek artan madde bağımlılığı gibi sorunları çözüm beklerken öf kesini, enerjisini bu alana aktarmak mecburiyetinde kalması tek kelimeyle haksızlıktır, zulümdür. Dersim’de onca sorun varken Dersim halkını kültürel, siyasal ve sosyolojik olarak ileri taşıması beklenen Dersim’in kurumları, malesef dargrupçu kaygılarından dolayı sorunlarını çözememişlerdir. Güçlü, birleştirici, halkın katılımını arttıracak, Zazaca Kursu, yaz tatilinden sonra devam edecek! 12 Haziran Çarşamba günü başlayan Zazaca Kursu, iki aylık bir öğretim sürecinin ardından yaz tatiline girdi. İki aydan beri, yapılan kursun son iki dersi, 7 Ağustos günü gerçekleştirildi. Kesin tarihi daha sonra açıklanacak olan yeni dönem Zazaca Kursu, Eylül sonu ya da Ekim başı gibi planlanıyor. Yeni dönem için yeni kayıtlar devam ediyor. Hallac Haber – Viyana Alevi Öğrenciler ve Akademisyenler Derneği’nin (Alevitische StudentInnen- und AkademikerInnenvereinigung Wien – ASAV), Viyana’daki Dersimin kültürel değerlerini koruyacak festivaller örgütlemek, bu konuda çaba gösteren devrimcilerin önünde duran görevler arasındadır. Halka bilinç taşıyan, devrimci kültürü büyüten ve can bedeli örülmüş değerlerin geleceğe taşınır nitelikte olması, Dersimlilerin ve Dersim dostlarının sorumluluğundadır. Festivaller, Seyit Rızalar’ın mirasını yaşatan, asimilasyonlara karşı kültürümüzü koruyan, insanlarımıza, sürdürülebilir eğitim kurumlarından BİLCOM’da organize ettiği ve 12 Haziran Çarşamba günü başlayan Zazaca Kursu, iki aylık bir öğretim sürecinin ardından yaz tatiline girdi. İki aydan beri, her Çarşamba günü, 18:00-20:00 saatleri arasında yapılan kursun son iki dersi, 7 Ağustos günü gerçekleştirildi. Kesin tarihi daha sonra açıklanacak olan yeni dönem Zazaca Kursu, Eylül sonu ya da Ekim başı gibi planlanıyor. Yeni dönem için yeni kayıtlar devam ediyor. Kurslardaki gruplandırmalar, Zazacayı “az bilenler” ve “hiç bilmeyenler” kıstaslarına göre yapılıyor. Gelecek dönemdeki kurslarda yer almak isteyenler, ASAV ya da BİLCOM üzerinden, şimdiden kayıtlarını yaptırabilirler. Grupların oluşumunda, en az 5, en fazla 10 katılım- sosyal, bilimsel, politik, sanatsal, kültürel, etik ve estetik bir bakış açısı verecek mahiyette olmalıdır. Yabancılaşmanın, yozlaşmanın, fuhuşun ve uyuşturucunun panzehiri olan komünâl yaşam kültürünü yaymak, kendine duyarlıyım diyen herkesin görevi olmalıdır. Festivalin son gününde Munzur Çayına düşerek boğulan Gökhan Kılınç ve Kenan Eren’i saygıyla anıyor anıları önünde eğiliyorum. cı prensibi de gözetiliyor. Önceki dönemin Zazaca Kursu’na devam edenler, sadece kursa katılmakla kalmadı, ortak birkaç etkinlik de gerçekleştirdi. Birlikte açık havada kahvaltı yapmak, günlük bisiklet turu düzenlemek gibi. Sonraki dönemlerde de kursa katılanlara yönelik sosyal aktiviteler organize edilerek, bu süreler içinde öğrenildiği kadarıyla Zazaca konuşulmasına özen gösterilecek. Yani bir bakıma, kurslarda öğreninlenlere uygulama alanları yaratılmaya çalışılacak. Yeni Kayıt İçin: ASAV Tel: 0650 361 55 47 BİLCOM Tel: 01 641 99 85-10 Kurs Adresi: Senefelderg. 11/Top 1 1100 Wien kızılbaş - sayfa 19 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İSMAİL BEŞİKÇİ VE DERSİM PANELİ Dr. Daimi Cengi z Bu yıl Dersim’de yapılan 13. Munzur Kültür ve Doğa Festivali programı ile eş zamanlı olarak 27 Temmuz 2013 günü Celal Doğan Parkı’nda İsmail Beşikçi Vakfı tarafından bir halk toplantısı gercekleştirildi. Söyleşi yerine vardığımda, Türk burjuvazisinin 1915 Ermeni soykırımı ve Rum halkına yapılan katliam sonrası geride kalan mülklerle palazlandığından söz eden Beşikçi, bir gerçeğin altını çiziyordu. Ancak Dersim soykırımında yaşanan kıyım ve göçü anlatırken, tek taraflı ve sığ görüşleri ile bizde hayal kırıklığı yarattı. Yıllarca Kürt sorunu ile haşir-neşir olan Beşikçi’nin bir sosyoloğ olarak Dersim’i pek tanımadığı kanaati bizde pekişmiş oldu. Beşikçi’nin Kürt sorunu için ödediği bedel ve bilim adamı olarak sorunu sahiplenmesi ve ahlaki duruşu her zaman tarafımızdan da taktir ve saygı ile karşılandı. Dersim katliamını ilk kez soykırım olarak tanımlaması da… Aynı şekilde Kürt hareketinin de ödediği bedel ve yarattığı değerler de bu cerçevededir. Bu toplantıda Beşikçi’ye hep bu kıstasları ve hassasiyetleri dikkate alarak açıklamalı sorular yönelttik. Beşikçi; “1938 Dersim soykırımı bir Kürt kıyımıdır, bir Alevi kıyımı değildir. Ama Alevi oldukları için devlet Dersim sürgünlerini özellikle Batı Anadolu’daki Alevi-Türk köylerine yerleştirerek onları Türk Aleviliği üzerinden asimile etmek istedi” diyor. Bu açıklamasına karşı cevabımız şu oldu: Anlaşılıyor ki sosyolog Beşikçi Dersim kıyımının sosyolojik okumalarını eksik yapıyor. Yıllardır Dersim’de, İç ve Batı Anadolu’da ve Avrupa’da yaşayan Dersim sürgünü aileler içinde sözlü tarih çalışmaları yapıyoruz. Açılan arşivler ve yaşayan tanıklar da bu kıyım ve sürgünü hiç de sayın Beşikçi’nin aktardığı gibi aktarmıyorlar. 1937 Dersim Askeri Harekatı tamamen Dersim inanç önderleri ve aşiret reislerine yönelikti. Amaç Dersimlilerin inanç ne aşiret önderliğini yoketmekti. 38 kıyımı ise tüm kitleyi kapsadı. Dersim’de konuşlandırılan tümen, tugay, alay vb. askeri birliklerdeki hazır kıtalarda kıyım için eğitilen 18-20 yaş gurubu genç askerlere ‘Askerın el kitabı’ndan şu talimatlar yapıldı: ”Dersim halkı İslam dışı bir mezhebe sahiptir. Bunlar zındıktır. Taşa, ağaca ve suya taparlar, sakalı pis seyitlere secde ederler. Cemde ana-bacı bilmezler. Kadınları çok seksidir. Gazanız mübarek olsun”. Resmi kayıtlarda İç ve Batı Anadolu’ya sürülen 13000’den çok Dersim sürgününden sadece 150-200 kişi kadarı tesadüfen Alevi-Bektaşi köylerine yerleştirilirken, geride kalan 13000 kişinin hepsi sunni Hanifi köylere yerleştirildi. Bu sunni yerleşim alanlarında Dersimli sürgünlerin karşılaştıkları en büyük sorun camiye gitmemeleri ve namaz kılmamaları vesilesiyle dışlanmalarıdır. İkinci bir tıravma yaşamalarıdır. Hatta Beşikçiye şu hatırlatmayı da yapmak isteriz. Bu sürgün ailelerden az bir kesimi de Doğu’da sunni şafii Kürt köylerine yerleştirildi. Dini açıdan (ŞafiiKızılbaş çelişkisinden ötürü) Desimliler Batı’da çektikleri sıkıntıdan daha fazlasını bu bölgede çektiler. Ve yerleştikleri köyleri rizke girerek terk ettiler. Cumhuriyet sonrası Doğu’da yapılan Kürt katliamlarında hiçbir zaman Dersim ve Ermeni katliamlarında olduğu kadar pervasız bir kıyım yaşanmadı. Bunun tek nedeni devletçe iki halkın da İslam dışı görülmeleridir. Dersim halkı 1938 Laç Deresi ağıdında bu kıyımı Ermeni kıyımına benzeterek şöyle aktarır: ‘Nıka ke teseliya ho mara gurete Bizi bertaraf (kıyım) ettikden sonra Peniya sıma peniya Hermenano Akibetiniz Ermeni akibetine döner Nıkake teseliya ho mara gurete Bizi bertaraf ettikten sonra Cereno ra kaf u koke sıma ano. Döner soyunuzu keser Dersim halkına uygulanan jenosid, Osmanlı ve İttihat dönemlerinde hazırlanan raporların yeniden icrasından öte bir şey değildir. Jenosidin bu katmerli boyutu ancak Alevi inanç kimliği ile açıklanır. Ulusal kimlik bu kıyımda ikinci yerde durur. Dersim kıyımında bir tek sunni vatandaşın burnu bile kanamamıştır. Cumhuriyet dönemi sunni Kürtlerin katliamlarında inanç talidir. Ağılıklı olarak şeriat talepli Şıh Sait İsyanı hariç, bu katliamlarda sadece ulusal kimlik ön plandadır. Devlet hiç bir Kürt hareketini bastırmada Kızılbaş Dersim üzerinde uyguladığı Ebu Suud Fetvası fermanını ve Yavuz ile İdri-i Bitlisi’nin kök kurutma planını uygulamadı. Desim soykırımı ile diğer Kürt katliamları ve harekatları arasındaki fark budur. İ. Beşikçi’nin ikinci açıklaması da şöyledir: ‘Mehmet Bayrak’ın Horasan üzerine yayımlanan son çalışmasında “Desimliler arasında yaygın söylenen ‘Horasan’dan geldık’ söyleminin Şah kızılbaş - sayfa 20 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İsmail döneminde Horasan bölgesine yeleştirilen Dersim aşiretlerinin Şah Abbas dönemi sonrası tekrar Dersim’e dönmesi sonucu bu söylem oluştu”. tora programı icra ederken,Beşikçi’nin böylesine bilim dışı düşünceleri ve tavrı O’nun bilinen bilim adamı kimliğine hiç yakışmıyor ve de zedeliyor. Bizim Beşikçi’ye cevabımız şöyle oldu: Sayın Beşikçi bu “Dersim’e dönüş” hikayesi son 20-30 yıldır biliniyor. Sayın Bayrak’ın yayınından evvel başka yayımlar yapıldı. Ancak Şah İsmail döneminde Çemisgezekli aşiretlerden sadece Khewu aşireti ile yanındaki biriki küçük aşiret ve Şadlu aşireti (ki bu aşiret Azeri kürtleri arasında da var) Özbek akınlarını durdurmak amacıyla Horasan’a yerleştirildi. Bu aşiretlerin az bir kısmı Şah Abbas dönemi sonrası tekrar Dersim’e döndü. Oysa Horasan’a gitmeyen onlarca aşiretin (%95) yerleşik olduğu Dersim’de ortak söylem “Horasan’dan geldik”tir. Bu söylem daha çok Dersim’den Horasana gitmeyen ocakzade Dersim aşiretleri ve diğer talip aşiretler arasında çok daha yaygın ve kadimdir. Neden? Çünkü konuştukları Kırmancki (Zazaca) dili başlı başına bir dildir. Bu dil Kürtçe (Kurmanci) değildir, ancak Kürtce’ye komşu olan bir dil olarak kadim kökleri İran Daylamistan ve Horasan bölgelerindedir. 1617. yy’ın 1.Şah Abbas dönemi ve sonrası söylemi hiç değildir. “Horasandan geldik” söylemi geriye doğru ve kadim bir tarihe, 9.yy ve 10. yy İran’ına referans verir. Hatta kurmanci (Kürtçe) konuşan bazı aşiretler de bu bölgeden gelmiştir. Bu Horasan-Dersim hattı öyle ‘CHP’nin Alevi dedelerini kandırdığı’ ucuz söylemi ile açıklanamaz. Aşiretler ve Alevi ocaklarının bu söylemi var iken Chp’nin esamesi okunmuyordu. Söz alan Munzur Cem, Beşikçi’nin “Dersim soykırımı Kürt kimliğinden ötürü oldu” düşüncesine katkı yapmak için kıyım öncesi devletin hazırladığı raporların hep kürtlüğe vurgu yaptığını söylerken İnönü’nün “Erzincan’ın kütleşmesi” örneğini verdi. Beşikçi’ye dinleyicilerden biri şu soruyu sordu: ‘Zazaca Kürtçenin lehçesi midir? Cevabı şöyle oldu: “Bu konuda bilgi sahibi değilim. Ama Munzur Cem, Malmisanij ve Roşan Lezgin’in düşünceleri benim için muteberdir”. Doğrusu peh! Kürt çevrelerde “Bilimin namusu” olarak onurlandırılan Beşikçi, dilbilimci olmayan, sadece sahada folklorik çalışma yapan bu kişilerin Zazaca konusundaki düşüncelerine itibar edeceğine, dünyaca ünlü dilbilimci David Neil MacKenzie, Karl Hadank, Oskar Mann, Jost Gippert, Paris Kürt Enstitüsü başkanı Joyce Blau’nun düşüncelerini muteber göremez miydi? Bu gün bazı üniversiteler Zazaca’nın bir dil olarak araştırılması ve geliştirilmesi için kürsü ve bölüm açıp lisans, master ve dok- Ama M. Cem, devletin A. Reşit Tankut’a hazırlattığı “Dersim Zazadır, Zaza kökenlidir ve Zaza Kızılbaşıdır” roporundan hiç söz etmemekle dürüst davranmadı. Oysa devlet yer yer Kürt ve yer yer de Zaza ve Kızılbaş kimliği altında Dersim’i raporluyordu. Beşikçi ve Cem sadece işine geleni alıyor ve kürtlüğe entegre ediyor. Zazalık ve Kızılbaş vurgusundan özellikle vebadan kaçar gibi kaçıyorlardı. Munzur Cem; Sah İsmail-Yavuz Sultan Selim ve İdrisi Bitlisi karşılaştırmasında Osmanlı tarihçilerine itibar ederek “Şah İsmail’in katliamcı ve anasını öldürdüğünü, İdris-i Bitlisi ve Yavuz Sultan Selim’den daha gaddar olduğunu” söyledi. Dersim halk inancında ve Alevi-Bektaşi inancında Ali algısı gibi Sah İsmail (Hatayi) algısını kavramama cahaletini gösterdi. Tarihsel Ali ile Sah İsmail kişiliğini değil, Anadolu AleviBektaşileri ve Dersimlilerin inancında yarattığı Ali ve Sah İsmail algısı dersimliler için önemlidir. M. Cem bu ayrımın farkında bile değildir. Dinleyicileden tesettürlü Diyarbakırlı bir Hanım bizlere cevaben şu hatırlatmayı yaptı: “Şu anda Dersim’de bulunuyorum. Seyit Rıza’nın vatanında…S. Rıza’nın son sözü şu olmadı mı?”: “Ben şehit oluyorum ve Kürdistan şehitleri kervanına katılıyorum”. Cevabımız şu oldu: “Hanımefendi galiba 1980 öncesinin politik dünyasında yaşıyor. Baytar Nuri’nin gayıpta(!) Seyit Rıza’ya söylettiği bu bayatlamış sözü tekrarlayıp duruyor. Seyit Rıza’nın idamı esnasında söylediği varsayılan sözler Baytar Nuri’nin uydurmalarıdır. Baytar Nuri, Seyit Rızanın idamından aylar önce evvela Avrupa’ya giriş yapmak ister, beceremeyince de Suriye’ye sığınır. Orada önce Dersim Tarihi adı altında yazdığı kitabı Bedirhaniler tarafından ‘Desimlilik yapıyorsun’ müdahalesi ile değiştirilir. Bu kitapta iddia edilen sahşiyeti, ailesi, S.Rıza ve Dersim aşiretleri hakkında verdiği bir çok bilgi yanlış ve eksik iken bazı bilgiler de uydurmadır. Baytar Nuri ve kitapları artık Dersim aydınları arasında pek güvenilir değildir. Kuşkusuz bizi daha ziyade Beşikçi’nin düşünceleri ilgilendiriyor. Beşikçi, Dersim kıyımına ilk kez Jenosid dedi ve parlamentonun gizli celselerindeki Dersim konuşmalarını yayımladı. Bu çok doğru bir tespit saygı değer bir başlangıç idi. Ancak geçen 20 yıl içinde Beşikçi’nin Dersim’e dair gelişmeleri iyi takip edemediği ve bazı çevrelere fazla angaje olarak Dersimi sosyoloğ olarak sosyolojik okumadığı, artık pek çok Dersimli aydın tarafından kabul görmektedir. Ancak bu ve benzer başka toplantılardaki söylemlerinde, Beşikçi’nin yazılarında genellikle Beşikçi’nin ‘ödediği bedel’in gölgesinde kalınmaktadır. Bu hassasiyet nedeniyledir ki çoğu zaman Beşikçi’nin ‘bilim metodu’adı altında yazdığı bir çok yazıdaki bazı yanlış ve eksiklikler ya görülmemektedir ya da görülüp eleştirilmemektedir. Aslında bu Beşikçi’ye yapılan kötülüktür. Şubat 1994’te Cemşit Bender’i Kürt kültürü üzerine yayımladığı uyduruk yazılarından ötürü ‘Bender yaratmaları mı, Kürt yaratmaları mı?’ adlı makalemle eleştirmiştim. Bazı Kürt vd. kökenli aydınlar da Bender’i eleştirmişlerdi. Mehdi Halıcı adıyla Anadolu medeniyetini Türk mühürlü yaratmalar olarak görürken, isim değiştirip Cemşid Bender olunca bu medeniyeti Kürt mühürlü medeniyet ediverdi. Bu uyduruk tezleri eleştirdiğimizde de Beşikçi’nin tavrı bir yazısında ya da ropörtajında yaklaşık şöyle olmuştu: ‘Cemşid Bender uyduruk şeyler yazıyor ama Kürtlerin bir tarih bilincine ve motivasyona ihtiyacı vardır. Bu nedenle O’nunla uğraşmayın’ demişti. Benzer uyduruk tarih ulusal inşa döneminde Türk devleti tarafından da yazıldı. Ama bugün o tarihin inandırıcı hiçbir yanının olmadığı ve sıkıntılarının ağır fatura olarak Anadolu’nun halklarına çıktığı görülüyor. Beşikçi bu ve benzer hususlarda daha mesafeli, eleştirel bir tutum izlese, ya da hakkında bilgi sahibi olmadığı konularda (Dersim vb.) daha ketum davransa saygıdeğerliliğine helal gelmez. kızılbaş - sayfa 21 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İttihat ve Terakki'nin Kürd politikaları İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) Kürd politikasını İTC’nin ideoloğu sosyolog Ziya Gökalp oluşturmuştur. Meşrutiyet’in ikinci kez ilan edildiği 1908’den sonra Ziya Gökalp’in ilk işi Diyarbakır’da Milan (Milli) aşiretler topluluğunun reisi Hamidiyeci İbrahim Paşa’nın hegemonyasını kırmak için Diyabarbekir’de İTC’nin şubesini açmak ve paşaya karşı gönüllüler toplamak olmuştu. Ardından Diyarbakır’da yayımlanan Peyman gazetesine Kürd aşiretleri hakkında makaleler yazmaya başladı. Bu makalelerde Türklük ve Kürdlük meselesinin nasıl ele alındığını (sadeleştirilmiş dille) şu cümlelerinden anlamak mümkün: “Köylülerimiz çoğunlukla Kürd kavmine mensup cahil ve aşiret ahlakıyla davranır (...) Kürdler vatan ve millet hissinden tümüyle mahrumdur. Kürd köylüsü genel bütçeye katkının şerefini bilmediği için vergi vermek istemez. Vatanı köy ya da aşiretten ibaret sandığı için askerlikten kaçar (...) Bu hastalık, uygun sosyal tedavi yöntemleriyle iyileştirilebilir.” Habis urdan iyi huylu ura Ziya Gökalp Kürdlerin sosyolojik durumunu ‘hastalık’ olarak tarif etmişti ama kendi ifadesine göre Kürdleri “cerrahi bir operasyon ile milli bünyeden kesip atmak mümkün olmadığı için”, “temsil ve isticnas (asimilasyon ve benzetme) yoluyla” bu “evram-ı habise (zararlı urları) bir münasip tedavi tatbikiyle zehirden ve vehametden (tehlikeden) tecrid ederek (soyutlayarak) evram-ı selime (iyi huylu ura) haline getirmek” yoluna gitmek lazımdı. Ziya Gökalp’in bulduğu ‘sosyal tedavi usulleri’ arasında Kürdlerin göç yollarının tespit edilip bunların zamanla daraltılması, mahkeme üyelerinin bölge halkından seçilmesi, arazi sahiplerinin memuriyete alınmaması, mahkemelerde (Kürdler Türkçe konuşmak zorunda kalsınlar diye) davalıların bizzat hazır bulunmasının mecbur kılınması, Kürdleri eğitmek için köy okullarının kurulması vardı. Ancak bu düşüncelerin “kuvveden fiile geçirilmesi” ancak İTC’nin iktidara tamamiyle el koymasını sağlayan 23 Ocak 1913’teki Babıali Baskını’ndan sonra oldu. (dolaşma yerleri) belirlenecekti. Ayrıca Kürdlük ile ilgili her türlü materyalin, orijinalinin ve kopyalarının toplanıp İstanbul’a gönderilmesi isteniyordu. Kürdlerin zorunlu iskânı Porf. AYŞE HÜR hurayse@hotmail.com Ziya Gökalp’in anketi Mart 1913’te Aşâir ve Muhâcirîn Müdüriyet-i Umûmisi (AMMU, kısaça Aşiretler ve Göçmenler Müdürlüğü) kuruldu, 13 Mayıs 1913’te İskân-ı Muhacirin Nizamnamesi çıkarıldı. Temmuz 1914’te Ziya Gökalp tarafından hazırlanan bir anket tüm Kürd bölgelerine gönderildi. 68 soruluk ankette Kürd toplumunun ve aşiretlerin yapısına (aşiret reisinin isimleri, yaşadıkları bölgeler, aşiret hiyerarşisi içindeki yerleri, seçilme biçimleri, aşiretlerin demografik, askeri ve coğrafi gücü, kullanılan diller, lehçe farkları, aşiretlerin dostları, düşmanları, geçmişte katıldıkları isyanlar, Hamidiye olup olmadıkları vb.) ilişkin 29 soru, dini organizasyonlarına (şeyh, molla gibi dini şahsiyetlerin isimleri, bağlı oldukları halifeler, bu kişilerin zaafları, diğer tarikatlar ve dinsel gruplarla ilişkileri, devletle ilişkileri vb.) yönelik 19 soru, iktisadi organizasyonlarına (aşiretlerin geçimlerini nasıl sağladıkları, ticari ilişkileri, aşiret reislerinin kapitalist eğilimleri olup olmadığı vb.16 soru vardı. Dört soru ise bölgedeki her türlü topografik oluşumun ve yerleşim yerinin adlarının, Kürd tarih ve etnografyasına, örf ve adetlerine dair her türlü bilgi ve belgenin derlenmesine dairdi. Anketin bölgelerdeki devlet birimlerinin yetkilileri ile Kürdler ve aşiretler hakkında bilgisi olanlarca doldurulması isteniyordu. Anketle birlikte Kürd aşiretleri haritalanacak, böylece aşiretlerin konaklama ve ‘cevelangâhları’ Bu anket yapılırken Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’na girmişti. 1915’te ‘Ermeni Meselesi’ Kürt çeteleri, başıbozuklarının da yardımıyla ‘halledildikten’ sonra, sıra Ziya Gökalp’in terminolojisiyle ‘Kürdleri medenileştirmeye’ gelmişti. Ancak savaşla birlikte bu işin başarılmasını zorlaştıran yeni bir durumla karşı karşıyaydı İTC: Doğu sınırları Rusya ve İran’dan (özellikle Van ve Urmiye Gölü arasındaki bölgeden) gelen Kürd asıllı Müslüman muhacirlerin akınına uğramıştı. 1916 Ocak ayında tüm Batı vilayetlerine yollanan bir telgraf, mülteci durumundaki Kürdlerin Anadolu’nun Batı bölgelerine sevklerinin düşünüldüğüne dair ipuçları içeriyordu. Telgrafta “nerelerde ne kadar Kürd köyleri vardır. Nüfûsları mikdârı nedir? Lisân ve âdât-ı asliyelerini muhâfaza ediyorlar mı? İştigâlleriyle Türk köylü ve köylerine münâsebetleri ne derecededir?” gibi sorulara acil cevap isteniyordu. Mayıs ayında Talat Paşa Kürdlere uygulanacak İttihatçı politikayı vali ve mutasarrıflıklara üç tamimle bildirdi. İlk tamim Diyarbekir, Sivas ve Mamuretülaziz ve Erzurum gibi Rus işgalindeki bölgelerin sınırındaki vilayetlere gönderilmişti. İkinci tamim, Musul, Urfa, Maraş ve Ayıntap (Gaziantep) gibi ‘Kürdlerin yoğun olduğu’ diye tarif edilen vilayetlere gönderilmişti. Üçüncü tamim ise Ankara, Eskişehir, Konya, Hüdavendigar (Bursa), Kastamonu, Tokat, Kayseri, Niğde ve Kütahya gibi ‘Türklerin yoğun olduğu’ diye tarif edilen vilayet ve livalara gönderilmişti. Yüzde 5 usulü Tamimlerde özetle her iki bölgedeki Türk nüfusun yerinde tutulması ve/ veya güçlendirilmesi, Kürd nüfusun seyreltilmesi, göçertilecek Kürdlerin kızılbaş - sayfa 22 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Türk nüfusun yüzde 5’ini geçmeyecek şekilde Türk bölgesine serpiştirilmesi ve nihayet göçertilen Kürd nüfusun hiç bir şekilde asıl memleketine iade edilmemesi isteniyordu. İttihatçıların asimilasyon programının en önemli unsurlarından biri de aşiretlerin liderlerinin (telgraflardaki dille ‘rüesanın”) aşiretten ayrı bir yere iskan edilmesiydi. Hatta 4 Mayıs 1916’da Urfa, Maraş ve Ayıntap’a yollanan telgrafta “rüesa” ailelerinin de 2-3 kişilik birimlere bölünerek bu livaların kuzeyinde bulunan Türk köylerine dağıtılması, bu kişilerin birbirleriyle ve aşiret mensuplarıyla ilişkilerinin kesilmesi isteniyordu. Bütün bu ‘nüfus hareketleri’ (Ekim 1916’da 659 bin, Aralık 1917’de 1.077.155, Mart 1918’de 1,5 milyon mülteci vardı ancak bunun ne kadarının Kürd olduğu bilinmiyor) İstanbul’dan günü gününe takip edildi. Ancak devletin kayıtlarında hiç bir zaman açıkça yer almadı. Yapılan işler değişik adlar altında perdelendi. Savaşın Osmanlı İmparatorluğu ve müttefiklerinin yenilgisiyle bitmesi yüzünden İTC’nin başlattığı ‘Kürdleri asimile etme” işini tamamlamak Kemalistlere kaldı. Bir Meşahir-i Meçhule: Habil Adem İttihatçıların ‘Kürd çalışmaları’ için görevlendirdiği kişi yazılarında ‘Habil Adem’ adını kullanan Naci İsmail (Pelister) adlı ilginç bir şahsiyetti. Doğum tarihi ve ailesi bilinmeyen Habil Adem’in eğitimi konusunda ise çelişkili bilgiler vardı. Kendi ifadesine göre “elektrik mühendisi olmak için gittiği Almanya’dan felsefe doktoru olarak” dönmüştü. Kendisiyle 1932’de tanışan Abidin Nesimi’nin deyimiyle ‘Meşahir-i Meçhule’ (tanınmayan ünlüler) grubunun en mümtaz örneklerinden biri olan Habil Adem, Almanca, İngilizce, Fransızca ve Macarca biliyordu. Almanya’dan döndükten sonra İttihatçı karşıtı Mevlanzade Rıfat Bey’in Serbesti gazetesinde çalışmıştı. 1908 sonrasında Emniyet Umum Müdüriyeti’nin (EUM) “Yahudilerin eline geçmesinden endişe eden Talat Paşa’nın, EUM’un üst kadrolarına atadığı 13 ‘Müslüman memur’ arasında Habil Adem de vardı. Habil Adem çok dil bildiği için EUM’un çeviri bürosunda görevlendirilmişti. İTC’nin ‘Halaskâran Hareketi’ tarafından iktidardan uzaklaştırıldığı 1911 ve 1913 arasında birazdan anlatacağım bir olaydan dolayı yurt dışına gitmiş, 1913’ten sonra da AMMU’da Türkmenler Şubesi’nde etnik konularla ilgili kitapların çevirisi ile görevlendirilmişti. Uydurma adlarla ‘ilmi kitaplar’ Habil Adem, 4’ü 1916 yılında olmak üzere 12 eser kaleme aldığını iddia eder. (Fuat Dündar, bir kişinin bu kadar kısa sürede her biri farklı konuda, uyduruk bilgilerden oluşsa da 12 kitap yazmasının imkansızlığına dikkat çekerek bu kitapların İttihatçıların etnik politikalarına ‘ilmi kılıf’ uydurmak için 1917’de AMMU bünyesinde kurdukları Encümen-i İlmiyye Heyeti tarafından yazıldığını düşünür. Heyette İttihatçı sosyolog ve etnologların yanısıra Alman uzmanlar da görev yapıyordu. lanması güç idi. (...) ve nihayet kendi şahsımı ortadan kaldırmaktan başka çare bulamadım. O zaman kendi eserlerimi hayali birer Avrupalı yazara atf eyledim. Kamuoyunun etkilendiği bilfiil sabit olan 12 eser yayımladım. Hepsinde de ben çevirmen durumunda idim. Çevirmenin fikirler üzerinde ne etkisi olabilirdi? Hiç!... İşte bu hiçdir ki bugünkü ilmin oluşmasını mümkün kıldı. En muğlak, en çetin konular en açık ve kesin bir şekilde yazdırabildi.” İtalya sürgünü Nitekim bu eserlerle Habil Adem’in ismi ya hiç geçmiyor, ya da çevirmen olarak geçiyordu. Yazarların adları ise Prof. Cons Mol, Prof Libah (Habil’in tersi), Dr. Frayliç, Mühendis Rolig, Bokkert, Prof. Vayt gibi uydurma isimlerdi. Abidin Nesimi’ye göre, bu kitaplardan biri olan ve yazarı Prof. Cons Mol olarak belirtilen Londra Konferansındaki Mes’elelerden: Anadolu’da Türkiye Yaşayacak mı? Yaşamayacak mı? adlı kitap yayımlandığında Alman Sefiri Talat Paşa’yı ziyaret etmiş ve Almanya’da böyle bir profesör olmadığını söylemişti. Bunun üzerine Talat Paşa Habil Adem’i çağırmış, Habil Adem de profesörün Alman değil Macar olduğunu, metnin de kitap değil bir konferans kaydı olduğunu iddia etmişti. Talat Paşa buna inanmış görünmüş ancak Türk-Alman ilişkilerinin bozulmaması için bir süreliğine ülkeden ayrılmasını istemişti. Habil Adem de İtalya’ya gitmişti. Habil Adem kitaplarında neden uydurma adlar kullandığını 1923 yılında yayımladığı Ankara ve Avrupa Siyaseti adlı kitabında (günümüz Türkçesiyle) şöyle açıklayacaktı: “... On sene önce yayımladığım çeşitli eserlerde savunduğum konuların birer birer gerçekleştiğini görüyorum. O zamanın tehlikeli ve kararsız hükümeti karşısında yeni düşüncelerin yeni anlayışların yayım- Habil Adem beş parasız çıktığı sürgünü paraya tahvil etmek için İtalya’nın kanatları altındaki Arnavutluk’un taht kavgalarına karışmış, uzak akrabalık vesilesiyle Arnavutluk Kralı olma hevesindeki Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa’nın kral olabilmesi için gerekli sahte soyağacı belgesini imal etmiş, belgeyi Vatikan arşivine yerleştirmeyi bile başarmıştı. Sahte belgenin ka- kızılbaş - sayfa 23 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 muya açıklanması siyasi çalkantılara neden olunca, Talat Paşa Habil Adem’i İstanbul’a getirmişti. Bu olayların yukarıda belirttiğim gibi 1911-1913 arasında olması büyük olasılıktı. Kürdlerin dili 1917’de kurulan Encümen-i İlmiyye Heyeti, imparatorluktaki etnik, dinsel ve sosyal gruplara ilişkin bir dizi kitabın yanısıra, 1918 yılında Osmanlı döneminin Kürdler hakkındaki ilk ve son kitabı olan Kürdler, Tarihi ve İçtimai Tedkik’i yayımladı. Kitabın yazarı “Berlin Şark Akademisi profesörlerinden Dr. Friç (Fritz)”, çevirmeni Habil Adem olarak belirtilmişti. Halbuki kitabın ana bölümleri daha önceden AMMU’nun Ahileri incelemekle görevlendirdiği Zekeriya (Sertel’in) İçtimaiayyat adlı dergisinde, 1917 yılının Ağustos ve Eylül aylarında iki bölüm halinde yayımlanmıştı. Bu iki yazıda da yazar adı yoktu. Kitapta Dr. Friç, Kürd diye bir milletin olmadığını, Kürdlerin tarihte hiçbir ciddi rollerinin bulunmadığı, hatta kendilerine ait bir dillerinin bile olmadığı güya ‘ilmi’ bir dille anlatıyordu. Örneğin Dr. Friç’e göre Kürdçe toplam 8.428 kelimeden ibaret olup bu kelimelerin 3.080’i “Türk (eski Türkmen)”, 2.000’i “Arap (yeni lisandan)”, 1.030’u “Farisi (yeni edebiyattan)”, 1.240’ının “Zen”, 370’i “Pehlevi (eski)”, 220’si “Ermeni”, 108’i “Keldani”, 60’ı “Çerkes”, 20’si “Kürdçe (eski lisandan)” geliyordu. Böylece gerçek Kürdçe kelime sayısı 300’e kadar indiriliyordu. Ancak yazarın yanına Türkçe olduğunu belirtmek için (T) harfi koyduğu kelimelerin sayısı 575 adetti. Yani uydurma yazar (Habil Adem) uydurma bilgilerde bir tutarlılık bile sağlamaya bile gerek görmemişti. Aynı şekilde, AMMU’nun 1918’de yayımladığı Beynelmilel Usulü’t Temsil, İskan-ı Muhacirin (Uluslararası Asimilasyon Yöntemleri, Göçmenlerin Yerleştirilmesi) adlı kitabın künyesinde aynı isim “Prusya Müstemleke Nezareti memurlarından Dr. Friç” olarak boş gösteriyordu. Ancak bu ‘sahte ilim’ üretiminden maksat hasıl oldu ve bu ‘sözde’ Dr. Friç’in Kürdler ve Kürdçe hakkındaki uydurma yargıları, neredeyse tüm Cumhuriyet tarihi boyunca, Kürdle- ri yok saymak, küçümsemek, hakaret etmek ihtiyacı her doğduğunda “Ama Alman bilim adamı Dr. Friç diyor ki…” diye başlayan cümlelerle ısıtılıp ısıtılıp önümüze kondu, hatta hala da konmaya devam ediyor. Habil Adem çetesinin işleri İTC’li olup olmadığı bilinmeyen ancak hayatındaki bütün iniş çıkışlar İTC’nin iniş çıkışlarıyla paralel olan Habil Adem’in 1918 Mondros Mütarekesi’nden sonra bir süre gizlendiği, ardından bir Amerikan gaz şirketinin tercümanı olarak İran’a gittiği sanılıyor. (Farsça bilmediği halde bu işi nasıl aldığı bir muamma.) Bir yazısında Mudanya Mütarekesi’nin imzalandığı (11 Ekim 1922) günlerde İstanbul’da olduğunu belirten Habil Adem bir süre dava vekilliği yapmış (o günlerde avukat olmayanlar da dava vekili olabilirdi). Ama hayatını kazandığı asıl iş 15 kişilik maiyeti (çetesi demek daha doğru olabilir) ile çeşitli çevrelerden zorla ilan, abonelik bulmaktan kazanmıştı. Habil Adem çetesinin işlerinden birkaç örnek vermek gerekirse; Temsilciliğini üstlendiği gazetelere ilan vermeyi reddeden Adapazarı Türk Ticaret Bankası’nı, gazetelerde tefrika ettiği bilimsel kisveli raporlarla batırmıştı. (Bankanın varlıkları daha sonra Türkiye İş Bankası’na devredilecekti.) Yine reklam vermeyi reddeden ünlü sigortacı Piyos’a I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’nin savaş halinde olduğu Fransa’dan aldığı şeref nişanı beratı ile şantaj yapmış, ardından Mareşal Fevzi Çakmak’ı ikna ederek Piyos’u sınır dışı ettirmişti. Ardından Piyos’un hisseleri haczedilmişti. Tek Parti Dönemi’nin ilan işlerini elinde tutan Hofer Şirketi ile kağıt işlerini elinde tutan Burla Biraderleri kontrolünde tuttuğu İstanbul’un Sesi adlı gazetede yayımladığı “Türk Matbuatı Yahudilerin Kontrolünde” başlıklı yazıyla korkutmuştu. Yunus Nadi’yi, sahte TKP bildirileri satarak dolandırmış, Nadi belgeleri yayımlayınca da sahtekarlığı nasıl yaptıklarını anlatarak komik duruma düşürmüştü. Kontrolündeki Yarın gazetesinde istihdam ettiği Nazım Hikmet’i, Sovyetler aleyhine yazılar yazma tehdidiyle Sovyet şirketlerinden ilan almaya zorlamıştı. Serbest Fırka günleri 1930’da 98 günlük macerasında Serbest Fırka’yı destekleyen Habil Adem, Abidin Nesimi’ye göre Arif Oruç’un Serbest Fırka’nın yayın organı gibi çalışan Yarın gazetesinin asıl yürütücüsüydü. Arif Oruç’la birlikte Lâyık Cumhuriyetçi İşçi ve Çiftçi Fırkası’nı kuran Habil Adem, Arif Oruç’un rejim tarafından sürgüne gönderilmesi sırasında yurtdışına çıkmıştı. İsmet Paşa Habil Adem ve maiyetinin elindeki gazetelerdeki imtiyazları kaldırmak için (elbette basın üzerindeki sansürü arttırmaktı temel amaç)1931’de Matbuat Kanunu’na madde eklemek zorunda kalmıştı. Habil Adem’in hangi ülkelerde yaşadığı ve ne zaman yurda döndüğü bilinmediği gibi ölüm tarihi de kesin bilinmemektedir. Abidin Nesimi’ye göre 1937-1939 arasında Halil Yaver adıyla kitaplar yazmış, muhtemelen 1940’ta ölmüştür. Özet Kaynakça: Fuat Dündar, Modern Türkiye’nin Şifresi, İletişim Yayınları, 2008; Hamid Bozarslan, “M. Ziya Gökalp”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, C.I, Tanzimat ve Meşrutiyet, Editör: Mehmet Ö. Alkan, İletişim Yayınları, 2003, s. 314-319; Şevket Beysanoğlu, Ziya Gökalp’ın İlk Yazı Hayatı, Diyarbakır Tanıtma Derneği Yayınları, 1956; Mustafa Şahin-Yaşar Akyol, “Habil Adem Ya da Nam-ı Diğer Naci İsmail (Pelister) Hakkında”, Toplumsal Tarih, S.11, Kasım 1994, s. “Habil Adem Ya da Nam-ı Diğer Naci İsmail (Pelister) Hakkında II”, Toplumsal Tarih, S.12, Aralık 1994, s. 17-23; Ali Birinci, “Hâbil Âdem Pelister Hakkında”, Toplumsal Tarih, S. 19, Temmuz 1995, s. 54-55; Cüneyt Okay, “Hâbil Adem’e Dair Bazı Notlar”, aynı yerde, s. 56-57; Abidin Nesimi Fatinoğlu, Yılların İçinden, Gözlem Yayınları, 1977; Alişan Akpınar, “Bir Sahtekarlık Hikayesi ya da Kürtlerin Asimile Edilmelerine İlk Adım”, http://kurd-tarihi.blogspot. com/2009/10/bir-sahtekarlk-hikayesiya-da-kurtlerin.html; Dr. Fritz, Kürtlerin Tarihi, Çevrimyazı: Sinan Şanlıer, Hasat Yayınları, 1992. Kaynak: Radikal Gazetesi kızılbaş - sayfa 24 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 GEZİ DİRENİŞİ DEĞERLENDİRİLMESİ - YERELDE OLUŞTURULMAYA ÇALIŞILAN PLATFORMLAR VE ALEVİLERİN TUTUMU. Taksim meydanından durup geriye baktığımızda 1 Mayıs 1978 Taksimini gördük, Fatsa’yı gördük.1980’de darbeyle sönmüş bir yanardağı andıran dipten içten içe mayalanan kor ateş gezide patlamış, lavları Türkiye’ye dağılmıştır. Gezi parkındaki direniş-duruş toplumdaki dengeleri değiştirmiş, ezberlerini bozmuştur. Üç beş ağacın derdi değildi o duruş o kavga. Otuz üç yıllık birikimdi herkes kendi sorununda doğru sokağa çıktı direndi - diklendi. -Öyle bir çıkıştı ki her kesim şaştı ve sürece müdahil olamadı. -Devlet şaşırdı böyle olacağını kestiremedi, eğer bir gün öncesinden tahmin etmiş olsa o parkı sessiz sedasız gençliğe sunardı, toplumun uyanmamasını önlemek adına. Devletin acizliği ve AKP yönetimin kudurganlığında bundandır. Başbakanından, bakanlarından, valilerinden, polis şeflerine kadar. İrade koyamadılar, yönetemediler ve bu halkı korkutamadılar. Kendileri korktukça daha çok saldırdılar. -Devrimcilerde şaşırdı dünden bugüne çalışma yapan, faaliyet yürüten, bedel ödeyen devrimciler. Her eylem etkinlik tepkisini koyduğunda belli kişiler, kurumlar alanda olurdu. Bir baktı bu güne kadar kendi dünyasında yaşayan suya sabuna dokunmayan “a sosyal”, “a politik” insanlar kendini durduğu yerden bir adım ileride. -Bu şaşkınlık o gücü kontrol edemedi. Alt yapısı oluşmuş olsaydı. Şu anki durum daha başka olacaktı. Ulusalcılar ve CHP alanlarda bu kadar alt oynatamazdı. Ulusalcılar Her zamanki görevlerini yerine getirmeye çalıştılar. “Devlete dokunmadan, hükümete yüklenmek ve katil devleti aklamak, yaklaşan seçim arifesinde nemalanmaktır amaçları. Güya AKP’nin yıprattığı Cumhuriyeti yeniden onarıp canlandırmak. Kokuşmuş Militarizmi gezide biriken enerjiyle güçlendirmek, Silivri’ye kan taşımaktı.” -Yerellere yayılan direniş devrimcile- dunuz? Siz ne zamandan beri devrimcilere düşman oldunuz?. Yaptığınızın farkında mısınız?. Koruduğunuz sahip olmaya çalıştığınız bu Cumhuriyet’in yasalarıyla ezilmediniz mi? Mustafa Karabudak rin önderliğiyle mücadeleyi büyütürken, devrimcilerin çalışma yapmadığı yada devrimci iradenin zayıf olduğu yerlerde CHP ve ulusalcılar, sisteme tepkisini göstermek için alanlara çıkan halkın tepkilerini farklı amaç da kullanarak milliyetçiliği hortlatmaya çalışmışlardır. Sanki On yıl önce Türkiye güllük gülüstanlıkmış gibi, sanki hiç katliamlar yaşanmamış gibi. Sadece AKP’yi hedef göstererekten kendilerini aklayıp kafası karışık ve küskün Alevileri tekrar kendilerine çekme yarışına girdiler. Oluşturulan ya da oluşturulmaya çalışan platformlarda alanlardaki halkların talepleriyle buluşmamış. Küçük olsun bizim olsun mantığıyla herkes kendi platformunu oluşturmuş, Kendi bağımsız çalışmasını yürütmeye çalışmaktadırlar. Gezi direnişi boyunca alanlarda olan Aleviler yine ulusalcıların oyununa gelmiş. Cumhuriyet-bayrak- Kemalizm üçlemesiyle. Adeta kendi düşüncelerine ihanet edercesine davranmışlardır. Şimdi sormak lazım. : Eyy “kabesi insan olan Aleviler.”. “Yetmiş üç millete bir nazarla bakan düşünceye sahip Aleviler.” Siz ne zaman Milliyetçi oldunuz? Siz ne zaman diğer halkları öteler ol- O bayrağın dalgalandığı binaların altında işkenceye, tacize, tecavüze ve ölümlere uğramadınız mı? Mustafa Kemal’in askerleriyiz diye slogan atarken hangi mantıkla bunu söylüyorsunuz. Koçgiri’yi yerlebir eden, Dersim’i havadan karadan kuşatıp masum halkı katleden Mustafa Kemal’in askerleri değil mi? Maraş’a üç gün sonra giden ve oradaki katliama seyirci kalan. Malatya, Çorum katliamlarını izleyen destekleyen darbenin koşullarının yaratılması için beklediklerini itiraf eden Kemal’in askerleri değimli?. Madımak’ta oteli çember alan gerici güruhu kollayan katillerin otele saldırmasına önleyecekleri yerde, Alevlerin yoğun yaşadığı mahallelerde halkın merkeze inmemesi için mahalleyi çembere alan Mustafa Kemal’in askerleri değimli ?. Direniş boyunca katledilen, yaralanan canlarımızı bu devletin askeri –polisi Katletmiştir ve halen devam eden saldırıların sorumlusuda bunlardır. -Ethem’in, Ali’nin, Medeni’nin, Mehmet’in ve Abdullah’ın dostuysanız, devletin de düşmanı olmalısınız. Ne yaparsanız yapın. Bu devlet sizin devletiniz değil. Bu ordu bu asker sizi her fırsatta katleden güçtür. Ve kendi düşüncenize felsefenize ters gelen bir mantıkla nasıl çıkarsınız alanlara. Aleviler hiçbir zaman asker olmamış- can almamışlardır. Yeriniz katillerin yanı değil. Devrimcilerin emekçilerin ve ezilmiş, ötelenmiş ve katledilmiş halkların yanıdır. kızılbaş - sayfa 25 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 AYKIRI DOĞRULAR Ce va t S i ne t cevatyaylica72@gmail.com Ermeni Askere Kazara Cinayet “Bir ermeni daha telef oldu.”Bu sözü askerler kendi aralarında konuşurken duydum.Batman'da askerlik yaparken er Kıvanç Ağaoğlu'nun silahından çıkan kurşunla ölen er Sevag Balıkçı, askerlik görevini Batman'ın Kozluk ilçesi Gümüşörgü Karakolu'nda yapıyordu. Terhisine kısa bir süre kala, üstelik de tam 24 Nisan günü arkadaşlar arasındaki bir tartışmada bir başka er Kıvanç Ağaoğlu'nun silahından çıkan kurşunla hayatını kaybetti. Bu olay basında kaza kurşunu olarak geçti. Ancak üstü çizilen önemli bir ayrıntı vardı: olay tarihi, tam da 24 Nisan 1915 Ermeni Soykırımı Günü’ne denk getirilmişti. Bir başka ayrıntı, er Kıvanç Ağaoğlu, Elazığlı ve Alperen Ocakları üyesiydi. 6.6.2012 tarihinde Kozluk Asliye Ceza Mahkemesinde aynı zamanda korucu olan 18 Tanığın ifadeleri toplam iki buçuk saat sürdü. Ve edindiğimiz izlenim şu, -ki ifadelerde de mevcut bu- cinayet günü orada görevli olan tanık korucuların ifadelerinden hiçbiri birbirini tutmadı. 8.6.2012 günü Gümüşörgü (Timok) kızılbaş - sayfa 26 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Jandarma Karakolu’nda keşfe gittik. Keşif günü cinayet zanlısı Kıvanç Ağaoğlu ve tanık korucular ve askerler, Jandarma İstihbaratı’ndan görevliler, Askerî Mahkeme Heyeti ve AGOS’tan Sarkis Güreh, er Sevag Balıkçıyan’ın babası Garabet Balıkçıyan, Av. İsmail Cem Halavurt, Av. Münir Topuk keşfe katıldı. Dosyada hiçbir gizlilik kararı olmamasına rağmen, basın mensuplarının davayı izlemesine dahi izin verilmedi.ve birden bir hareketlenme yaşandı. Apaçiler geldi denildi bizde karakolun içinde heycanlan’dık ne oluyor diye saldırımı var dedik acep.meğerse karakolun çöplüğüne gelen kürt çocuklarına askerler kendi aralarında adlarını apaçi koymuşlar. Benim kişisel kanaatim ve izlenimlerim şu yönde. Katil zanlısı, sigara içerken bile tam psikopat edasıyla, normal bir insandan farklı olacak şekilde, uyuşturucu madde içer gibi davranıyordu. Daha sonra, birebir konuştuğumuz gerek korucularla ve o tarihte çevre köylerde yaptığımız görüşmelerde Sevag Balıkçıyan’ın öldürülmeden önceki gece sabaha kadar silah seslerinin duyulduğunu söylediler. Korucular ise, çok yüklü miktarda Kıvanç Ağaoğlu’na para verildiğini ve bu cinayetin sıradan bir cinayet olmadığını iddia ediyordular. Benim gördüğüm ise, Kıvanç Ağaoğlu çok rahattı. Ve korucuların tamamı gerek mahkeme saf hasında gerekse keşif saf hasında çok tedirgin bir havadaydılar. Ölümle bir daha yüzleşti. Hüzün verir insana. Her tükeniş, Sevag Balıkçıyan’ın babası Garabet Balıkçıyan, oğlunun askerlik künyesini boynunda taşıyordu. Yüz çizgilerinden ve gözlerinden hüzün boşalıyordu. Gözleri sanki hayata bomboş bakıyordu. Sürekli oğlunun adını sayıklıyordu. Biz ne ettik de oğlumun başına bu geldi diye veryansın ediyordu. Babaya göre bu olay özel bir gün seçilerek, özel kişiye yönelik yani Ermeni Soykırımı Günü’nde bir Ermeni asker öldürülerek gerçekleştirilmişti: “Dilerim bu gerçek açığa çıkar. Çok umutlu olmasam da! Çünkü keşfin olaydan en geç 15-20 gün sonra yapılması gerekirken, ancak 2 sene sonra yapılması umudumu azaltıyor. Yargı süreci çok ağır işlemektedir. Bu da bizi derinden kaygılandırıyor.” kızılbaş - sayfa 27 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Yedinci yüzyılda, İslam ordularının Zerdüştilere yaptığı katliama ağıt: Werdeng Berwar hormizgan riman atiran kujan Wêşan şardewe gewrey gewrekan Zorkar ereb keridne xapûr Ginaw paleyî heta şarezûrşîn û kenîkan We dîl beşîna Mêrd aza tlî we rûy hwêna Rewişt zertuştire manewe bê des Bezêka nêka hormiz we hwêç kes ‘Kutsal yerler yakıldı, kutsal ateşler söndü Herkesten gizlerdi namlı büyükler Zalim Araplar girdi ta Fırat’a dek Köylerden tut da ta Şehrizur’a kadar Esir alındı bütün kızlar ve kadınlar Kendi kanında boğuldu özgür adamlar Kimsesiz kaldı Zerdüşt’ün töresi, dini Yüce Hürmüz affetmeyecek hiç birisini’... kızılbaş - sayfa 28 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Belçika'da Süryani soykırımı anıtı dikiliyor Moushé Malke özel bir taşın üzerine güvercin motifi işledi. Belçika'da Süryani soykırımı anıtı dikiliyor Avrupa’da yeni bir Süryani (SEYFO) soykırımı anıtı dikiliyor. Avustralya, Amerika, Ermenistan ve Fransa’dan sonra bu defa Belçika’nın Liège şehrinde yeni bir Asuri (Süryani) Seyfo soykırımı anıtı dikiliyor. "Asuri (Süryani)" terimi, Asuri, Arami, Keldani, Süryani gibi diğer isimler ile aynı anlamda kullanılıyor. Çalışmaları bir seneden beri devam eden anıt, Belçika Süryani Enstitüsü ve Seyfo Center’in inisiyatifiyle gerçekleşti. Süryanice dilinde Seyfo “kılıç” anlamına geliyor ve 1915 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nda Hristiyan halklara karşı gerçekleşen Asuri (Süryani), Ermeni ve Pontus Rum halklarının soylarının büyük oranda yok edildiği soykırımı adlandırmak için kullanılıyor. Dünyaca tanınmış ünlü ressam Moushé Malke, 12 ton ağırlığında özel bir taşın üzerine vurulmuş bir güvercin motifi işledi. Anıt Seyfo kurbanları anısına Fransızca ve Süryanice bir yazı içerecek. Asuri (Süryani) soykırımı anıtı, Belçika’nın Liège şehrine bağlı Banneux Sanctuerin’de dikilecek. Özel bir statüye sahip olan ve uluslararası ün taşıyan bu bölgenin en işlek parkında yer alacak Seyfo anıtının bulunacağı alanı senede bir milyonun üzerinde kişi ziyaret etmekte. 4 Ağustos 2013 tarihinde saat 13:00’te Banneux’de gerçekleşecek olan soykırım anıtının resmi açılış merasimine dünyanın dört bir tarafından yüzlerce katılımcı bekleniyor. Bütün uluslardan soykırım karşıtları açılışta yer alacak. (Demokrat Haber) kızılbaş - sayfa 29 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Tunceli Cemevi'nden Ramazan iftarı Tunceli Hacı Bektaş-ı Veli Kültürünü Yayma ve Yardımlaşma Derneği Cemevi tarafından Ramazan nedeniyle iftar düzenlendi. Tunceli Hacı Bektaş Veli Kültürünü Yayma ve Yardımlaşma Derneği tarafından iftar yemeğine Vali Hakan Yusuf Güner, 4.Komando Tugay Komutanı Tuğgeneral Metin Akkaya, Tunceli Cumhuriyet Başsavcısı Mustafa Tarsuslu, Vali Yardımcısı Eşref Yonsuz, İl Jandarma Komutanı Jandarma Albay Yurdakul Akkuş, İl Emniyet Müdürü Hayati Yılmaz, kurum müdürleri, Alevi dedeleri ve vatandaşlar katıldı. Dualarla başlayan iftarda, konuklara Cemevi tarafından çeşitli ikramlarda bulunuldu. Düzenlenen iftara ilişkin açıklama yapan Cemevi Dedesi Ali Ekber Yurt, "Diğer Alevi nüfusun olduğu yerlerde Muharrem ayında Sünni kardeşlerimiz Alevilere iftar oruç açma erkanları davetleri yaptığı gibi cemevlerinde de Aleviler Sünni kardeşlerimize bu tür programlar düzenliyor. Kesinlikle art- ması gerekiyor. Bu toplumun kaynaşması önyargıların kırılması için bunlar önemlidir" dedi. İftarla ilgili basın mensuplarına açıklama yapan Tunceli Valisi Hakan Yusuf Güner ise; "Mübarek Ramazan ayı münasebetiyle birlik, beraberlik, kardeşlik ve kucaklaşma duygularının bir kez daha hatırlandığı bu gün vesilesiyle cemevi yönetimine Tuncelili kardeşlerime teşekkürlerimi şükranlarımı iletiyorum. Yunus Emre'nin dediği gibi ben gelmedim kavga için benim işim sevi için, dostun evi gönüllerdir gönüller yapmaya geldim diyor. Bu iftar sofralarında bu güzel birlikteliklerde bir kilimin motifinin güzelliği, desenin ahengi gibi bütün kardeşlerimizle Alevisiyle Sünnisiyle cemevinin bahçesinde buluştuk ve iftarımızı paylaştık. Madem ki tek Allaha inanıyoruz Tunceli'de 13'üncü Kültür ve Doğa Festivali'ne katılan BDP Genel Başkan Yardımcısı Gültan K ışanak, Tunceli Cemevi'nde yapılan 'birlik töreninde' Belediye Başkanı BDP'li Edibe Şahin ve sanatçı Ferhat Tunç ile birlikte semah döndü. aynı peygamberin ümmetiyiz bundan daha doğal daha güzel bir şey olamaz. Bizler hangi ekole, hangi yoruma sahip olursak olalım peygamber efendimizin sofrasında; inancımızın sofrasında kucaklaştık bir ve beraber olduk. Bu güzel barış sofrasının, muhabbet sofrasının bütün ülkemize; bütün dünyaya güzel bir örnek olarak gösterilmesinin de faydalı olacağına inanıyorum" diye konuştu. Düzenlenen iftarda Tunceli Emniyet Müdürlüğü tarafından hazırlanan Cemevi Dedelerinden Ahmet Yurt Dede portresi ile Zülfikar Kılıcının portresi Vali Hakan Yusuf Güner tarafından cemevi dedelerine hediye edildi. Alevi Dedeleri hediyeler için yetkililere teşekkür ederek birlik ve beraberlik mesajı verdi. CNN Türk’teki Aykırı Sorular programına konuk olan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “Atatürk’e karşı çıkmak vatan hainliğidir. Ben böyle biliyorum. Böyle öğrendim, böyle okudum” dedi. hurriyet.com.tr/gundem/22279930.asp kızılbaş - sayfa 30 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Türkiye fetinin Kürdistan’a fiilen yönelmesini sağlamak için PYD’yi silahlandırmaya ve Kürdistan’ın belli bölgelerini de PYD’ye bıraktı. PYD Görüşmesi… Türk Devleti’nin Kürsdistan’ın Güney Batısısnda Federal Statünün Oluşmasını Engelleme; Kürt Hareketini PKK/PYD İle Kontrol Altına Alma; Türkiye’nin İran ve Suriye’ye, PYD’yi Sizler Değil Ben Kontrol Ederim Mesajı… İbrahim GÜÇLÜ (ibrahimguclu21@gmail.com) PKK bilindiği gibi, Kürt Ulusal Hareketinin İkinci Bahar Döneminde yani 1970’lerden sonra, Kemalist Devlet’in bir projesi olarak oluştu. Bu projenin amacı, Kürt ulusal hareketini kontrol etmek, hedefinden şaşırtmak, Kürtlerin kendi kaderlerini kendi iradeleriyle bağımsız devlet olma doğrultusunda gelişmesini engellemek, bütün zamanlarda Kürt ulusal hareketini Kürdistan’ın Kuzeyinde ve Ortadoğu genelinde kontrol etmek ve denetlemek; Kürt ulusal hareketine karşı doğal olmayan dış müdahalalerin olmasını sağlamaktı. Bu proje ile, Kürdistan’ın Kuzeyinde, Kürtlerin bağımsız devlet olma ve en azından federe yapı kazanmasının önü geçici de olsa alınmıştır. Bu durum, Devlet ve Öcalan tarafından 2013 Newroz’un yayınlanan 2. Lozan Manifestosu ile açıkça ifade edilmiştir. Bu manifesto, Kürtlerin hükümranlığına sadece bağımsız devlet olarak değil; bütün hükümranlık biçimleriyle (Konfederasyon, Federasyon, otonomi) karşı olunduğu açıklanmıştır. PKK, yapısal özelliği itibariyle devletlerin desteğiyle oluşan ve yaşayan bir örgüt olduğu için, 1980’lerden sonra da Suriye, Irak ve İran sömürgeci devletlerinin uydusu bir yapı haline geldi. Bütün sömürgeci devletlerin çıkarlarına göre hareket etme kıvraklığını göstermeye başladı. PKK, Kürdistan’ın diğer parçalarında Kürt ulusal hareketinin önüne geçmek, kontrol etmek için kendi uydusu olan örgütler kurdu. Kürdistan’ın diğer parçalarındaki tüm örgütleri, liderlerini ve yönetimlerini gayrı meşru ilan etti. Bunu pratikte Kürdistan örgütlerine karşı savaş ilan etmekle ortaya koydu. Binlerce Kürt yurtseverinin katline sebep oldu. Bu tutumundan bir değişiklik yapmadan da yoluna devam ediyor. Bu yapısına rağmen, siyasetinde ve yaklaşımında bir değişiklik olmamasına rağmen; sömürgeci devletlerin hesapları/çıkarları ve kendisinin hegemonik yapısını Kürdistan’da gerçekleştirme stratejisis değişmemesine rağmen, yeni dönemin taktikleri içinde Kürdistan örgütlerine yaklaşmakta, onlarla bir Konferans yapma ikiyüzlüğünü ve riyakarlığını göstermektedir. PKK, Kürdistan’ın Güney Batısındaki Kürt Ulusal hareketine Suriye adına müdahale etmek, Kürdistan örgütlerini etkisiz kılmak, kendi egemenlik alanını genişletmek için Suriye’de PYD’yi kurdu. Suriye’yi rahatsız etmemek için de PYD’nin isminde “Kürt” ve “Kürdistan” kavramlarını kullanmadı. Dolayısıyla PYD’yi yeri gelince bir Kürt örgütü olarak, yeri gelince de Suriye örgütü olarak kullandı. Böylece PKK, PYD eliyle doğrudan Kürdistan’ın Güney Batısındaki Kürt ulusal hareketine taraf oldu. PYD’de de Suriye’nin stratejisisne uygun hareket etmeye başladı. Kürdistan’da halka zulüm ve baskı yaptı. Kürt liderlerini ve Kürt yurtsever kadrolarını kaçırdı, işkence etti ve öldürdü. En son aşamada da kısa bir dönem önce, PYD’nin zulmüne karşı demokratik bir tarzda ve mitinglerle karşı koymaya çalışan Kürtler, Kürdistan’ın Amud şehrinde katledildiler. Başer Esat ve Baas rejimi adına Kürdistan’ın belli bölgelerine hakim olan PYD’ye İslamcı muhalefet güçleri saldırarak, Suriye’deki savaş Kürdistan’a taşındı. Bu süreç tehlikeli bir şekilde tırmanıyor. PYD’nin Türkiye ile olan açık ilişkilerinden sonra da, bu savaşın daha da tırmanacağı görülmektedir. Türkiye ile Öcalan vasıtasıyla ilişki kuran PYD’nin, Beşar Esat ve Baas yönetimi tarafından toleransla karşılanmayacağı bilinmektedir. İki gün önce PYD yöneticilerinden birinin arabasına konulan bomba ile öldürülmesi de, bunu en önemli göstergelerinden biri olarak görülmektedir. PYD’nin yöneticisinin öldürülmesinde İslamcı güçler üzerinde durulmasına rağmen, Baas tarfından PYD’nin dikkatinin çekilmesi ve uyarılması için öldürülmüş olabileceği de hesap dışında tutulmamalıdır. PKK, PYD eliyle Kürdistan’daki tüm örgütlerin, liderlerin, yurttsever kadroların tasfiyesini stateji olarak benimsedi. Bunun gereklerini de yerine getirdi. PKK, “çok kocalı hürmüz” gibi çıkar çatışması olan dört sömürgeci devletle ilişlki kurma laışmkanlığını bu dönemde de devam ettiriyor. Öcalan, Türk Devleti’nin adamı olarak hareket ederken, aynız amanda İran, Suriye ve Irak Devleti ile de ilişkilerini devam ettirmeye çalışıyor. PKK’nın bu politikası, Mart 2011 yılında “Arap Baharı” hareketinin Suriye’de de başlamasından sonra daha etkin hale getirildi. Suriye Devleti, Kürdistan’daki ulusal demokratik güçlerin Arap muhalefeti ile birleşmemesi, Kürtlerin Başer Esat ve Baas rejiminin yıkılması stratejisis etrafında birleşmemesi, Arap silahlı muhale- PKK doğrudan PYD’yi yönettiğinden, devletlerin uydusu olma alışkanlığını aynı zamanda ona da bulaştırdı. PYD, bir yanda Suriye ve Irak Devleti ile ilişki kurarken (biliniyor ki kısa bir süre önce PYD lideri son günlerde Türkiye’de boy gösterdiği gibi Irak’ta boy göstermişti) Öcalan ilişkilerinden dolayı Türk Devleti ile ilişki kurmaya kızılbaş - sayfa 31 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 hazır olduğunu söylüyordu. Sonuç olarak, PYD’nin Türk Devlet MİT’iyle görüşmesi kısa bir süre önce gerçekleşti. PYD lideri muradına erdi. Çünkü Türk Devleti MİT’inin bir sorumlusu ile bir çay içmeye çok istekliydi. Ne yazık ki şanına uygun olanı da yaptı. Sık sık geleceğini de basına açılmakla da MİT sevdasının ne kadar içten olduğunu gösterdi. Bununla da açığa çıktı ki, PYD aynı zamanda Suriye yanında Türk Devleti için de çalışacak. Böyle bir ilişki ve anlayışın Kürtlerin başına ne kadar büyük belalar açacağı açıktır. PYD’nin Türk Devlet rotasında hareket etmesi gerektiğini Öcalan istemişti. Öcalan sadece PYD’nin ve uzantılarının Türk devleti ile işbirliği yapmasını istemedi; bu işbirliğinin Misak-i Milli’nin gerçekleşmesi merkezinde gerçekleşmesini istedi. Bunun için, Kürdistan’ın üç parçası (Güney, Batı, Kuzey) için bir konferansının yapılmasını önerdi yani Kürdistan’ın Güney ve Batı parçalrının da Türk Devleti’nin hegemonyası altına girmesi için bu konferansta karar alınmasını önerdi. Öcalan ve PKK için Hewlêr’de yapılması düşünülen konferans bu amaçla yapılmaktadır. PYD, Öcalan’ın bu isteği ve siyaseti sonucu Türk devleti ile ilişki kurdu. Bunun amacı da, Türk Devleti’nin Misaki Milli amacının gerçekleşmesi için çalışma yürütmektir. Türk Devleti PYD ile ilişki kurarken, Suriye’deki yeni yapılanmada Kürtlerin federe bir statüye kavuşmasını engellemeyi; Güney Batı Kürdistan’da nüfuzunu artırmayı, Öcalan’ın yol göstericiliğinde Misaki Milli siyaseti ve stratejisis içinde kendi egemenliği altına alma siyaseti gütmektedir. Bunun yanında da Türk Devleti, Suriye, Irak ve İran Devletlerine, “PYD’yi siz değil, ben Öcalan vasıtasıyla yönetirim” diyor. Yani rol çalma peşinde. Bu da PKK’ya ve PYD’ye büyük yatırım yapan ülkelerin, bunu Kürtlere pahalıya mal edecekleri de görülmeli. Buna izin verilmemeli. Güney Batı Kürdiatan’daki kardeşlerimiz ve Kürditan örgütleri yöneticileri bu tehlikeyi görmek zorundalar. Türk Devleti’nin ve Öcalan’ın/PKK’nın bu kirli hesaplarına ve stratejilerine hizmet etmemeliler. Buna karşı durmalıdırlar. PYD, Kürdiatan’ın diğer güçleriyle bir birlik içinde olmasına rağmen, Türk Devleti ile kendi başına ilişki kurmak istemesinin, temiz siyasi ve ulusal çıkar amacı olmadığını; tersine kirli ve tehlikeli amaçlarının olduğunu gösteriyor. Güney Batı Kürdiastan’daki örgüt- ler PYD’nin Türk Devleti ile olan ilişkisinin tarzından ve amacından rahatsız oldukları da bir gerçek. Bunu da açıkça ifade ediyorlar. Kürdistan Federe Bölge yönetiminin de durumdan rahatsız olduğu dile getirilmekte; Kürdistan Başbakanı’nın bu rahatsızlığını Türk devlet yetkililerine aktardığı, aktaracağı da ifade edilmektedir. AK Parti Hüküğmeti’nin bu yaklaşımı, Kemalist Türk Devletinin bölge çapındaki Kürdistan meselesine eski paradigma ve anlayışla baktığının bir göstergesidir. Türk Devleti’nin, diğer sömürgeci devletlerin Kürdistan’ın diğer parçalarına ve Güney Batı Kürdistan’daki ulusal hareketlere müdahale etmeye hakkı yoktur. Kürtlerin bütün parçalarda kendi kaderlerini kendi iradeleriyle tayin etmesine saygı duyulması gerekir. Ayrıca AK Parti Hükümeti’nin, “Türkiye’dseki silahlı PKK’dan rahatsız olduğunu, Kürdisatan’ın diğer parçalarındaki silahlı yapısından rahatsız olmadığını, tersine Öcalan’la bütün Kürtleri yönetmeyi PKK’nın bu silahlı yapısı ile gerçekleştirmeye çalıştığını” hep söylüyorum. Ne yazık ki bu ön görümün gerçekleşmekte olduğunu görüyorum. Buna da üzülüyorum. Amed, 1 Ağustos 2013 türk kürt islam kardeşliğinin asıl amacını hoca efendi çok gözel özetlemiştir! kızılbaş - sayfa 32 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Süryaniler İttihat ve Terakki bu düşüncelerini yaşama geçirmek için çok çaba harcadı. Çok ayrıntılı planlar yaptı. Balkan Savaşları’ndan sonra, Türkçülük düşüncesinde yoğun bir gelişme yaşandı. Osmanlıcılık, İslamcılık, Osmanlıyı kurtaramamıştı. Türkçü düşüncenin ve eylemin Osmanlıyı kurtaracağı hesaplanıyordu. Türkçülüğün çok önemli bir dayanağı ise İslamcılık anlayışıydı. ve Yakındoğu Dr. İsmail Beşikci Bizans İmparatorluğu, Bizans’ı, İstanbul’u, dünyanın merkezi sayıyor ve Doğu’ya doğru, coğrafyayı şu şekilde bölümlere ayırıyordu: Yakındoğu, Ortadoğu, Uzakdoğu. Yakındoğu’da, Anatolia, vardı. Kızılırmak’ın Batı tarafına, Anatolia deniyordu. Bugünkü Anadolu adlandırmasından farklı bir kavram olduğu besbelli... Yakındoğu’da Pontus vardı. Orta Karadeniz yörelerine Pontus deniyordu. Doğu Karadeniz Lazistan olarak adlandırılıyordu. Pontus’un ve Lazistan’ın güneyi Ermenistan’dı. Van Gölü çevresi Kürdistan, Dicle-Fırat havzası Mezopotamya olarak adlandırılıyordu. Kuzey Mezopotamya’da Turabdin, Süryanilerin de yaşadığı bir alandı. Bugünkü Çukurova yörelerine Kilikya deniyordu. Ermenilerin, Rumların, Arapların yaşadığı bir bölgeydi. Ortadoğu, Mısır’dan Hindistan’a, Kuzey Rusya’dan, Umman Denizi’ne kadar olan coğrafyayı içeriyordu. İran, Yakındoğu ve Ortadoğu arasında kalıyordu. Uzakdoğu, Altay Dağları’nın doğusunu, Mançurya, Çin, Japonya, Vietnam gibi ülkeleri kapsıyordu. Yakındoğu, Yakındoğu’nun yerli halkları (otokton halkları) uzaktan gelenler tarafından (allochtoon) soykırıma uğratılmıştır. (autochthone- allochtoon) Bu yazıda bu konuyu incelemeye çalışacağız. Bu soykırım nasıl gerçekleşmiştir, bunu dile getirmeye çalışacağız. İttihat ve Terakki Fırkası’nın Devlet ve Toplum Projesi İttihat ve Terakki’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nu, Türk etnisi esasına göre yeniden organize etmek gibi bir sorunu vardı. Bu İttihat ve Terakki’yi en çok uğraştıran, İttihat ve Terakki’nin üzerinde en çok kafa yorduğu bir sorundur. Adriyatik Denizi’nden, Büyük Okyanus’a bir imparatorluk olacak, Türk imparatorluğu. Ama bu imparatorluk içinde Türk’ten başka bir etni olmayacak. Tamamen Türklerden oluşacak bir imparatorluk... Bu anlayışın, Osmanlı Devleti’ndeki mevcut toplumsal ve etnik yapıyla uyuşmadığı açıktır. İmparatorluk sınırları içindeki Hıristiyan halklar, Ermeniler, Rumlar, Süryaniler… bu anlayış karşısında önemli pürüzler olarak ortaya çıkmaktadır. Şüphesiz Ezidi Kürdlerin durumu da önemlidir. Müslüman olan ama Türk olmayan Kürdler, Kürdlerle birlikte Lazlar, Çerkesler… yine önemli bir pürüz oluşturmaktadır. Türk ya da Kürd olan ama Müslüman olmayan Kızılbaşlar (Aleviler) da çok önemli bir sorundur. İttihatçılar, 1910’larda bu konu üzerinde çok çalıştılar. Kızılbaşlar (Aleviler) hakkında ayrıntılı çalışmalar yaptılar. İttihat ve Terakki’nin gerçekleştirmek istediği ikinci bir durum daha vardı. İttihat ve Terakki Osmanlı ekonomisini millileştirmek istiyordu. Bu, Ermenilerin ve Rumların elindeki sermaye birikimine, ekonomik kaynaklara el koyup, bunları Müslüman Türk unsurun denetimine vermek anlamına geliyordu. Bugün, Türkiye’de, büyük burjuvazinin zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Rum mallarıdır. Kürd bölgelerinde, Kürd ağalarının, aşiret reislerinin, Kürd şeyhlerinin zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Süryani mallarıdır. Gizli-açık toplantılarda, zaman zaman yapılan ayrıntılı tartışmalarda, şöyle kararlar alındı. Karadeniz havalisindeki Rumlar-Pontuslar, Kapadokya’daki, Egedeki, Kilikya’daki Rumlar, Ege adalarına, Yunanistan’a sürgün edilecek. Ermeni nüfus tehcir adı altında uygulanan politikalarla tamamen çürütülecek, yok edilecek. Hıristiyan Süryanilere, Ezidi Kürdlere de aynı tehcir politikası uygulanacak. Kürdler Müslüman oldukları için Türklüğe asimile edilecek. Lazlara, Çerkeslere de aynı asimilasyon politikası uygulanacak. Kızılbaşlar (Aleviler) Müslümanlığa asimile edilecek. Tehcir edilen Ermenilerin ve Rumların taşınmaz mallarına el konulacak, bunlar, Müslüman Türk unsurun denetimine verilecek… İttihatçılar, bu düşüncelerini yaşama geçirmek için elverişli bir zaman bekliyorlardı. Birinci Dünya Savaşı İttihatçılara aradıkları bu fırsatı verdi. Savaş başlar başlamaz, Kapadokya’daki Rumlar, Karadeniz havalisindeki Rumlar-Pontuslar, Ege’deki Rumlar, Yunanistan’a, Ege adalarına sürgün edilmeye başlandılar. 1915’in, Mart, Nisan, Mayıs, Haziran aylarında, 3-4 ay içinde, bir- bir buçuk milyon Ermeni, tehcir adı altında soykırıma uğradı. Böylece, İttihatçılar, savaş sırasında iki önemli pürüzü kendilerince çözmüş oldular. Bu arada, Süryanilerle ve Ezidi Kürdlerle ilgili sorunları da kendi anlayışları doğrultusunda çözmüş oldular. İttihatçıların, Ermenilere karşı sürdürdüğü soykırım, Almanya tarafından yoğun bir şekilde destekleniyordu. Wolfgang Gust’un, Ermeni Soykırımı 1915-1916 Alman Belgeleri Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşiv Belgeleri bu konuda önemli bir kaynaktır (Çev. Zekiye Hasançebi- A.Takcan, Belge Yayınları, Ocak 2012). kızılbaş - sayfa 33 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Rumlara, Pontuslara, Süryanilere, Ezidi Kürdlere de aslında soykırım yapılmıştır. Ama Ermenilere soykırım, Rumlara-Pontuslara ise sürgün uygulamasının önemli bir nedeni de vardır. Rumlara-Pontuslara Yunanistan’ın sahip çıkacağı düşünülmüştür. Hâlbuki 1894-95’de, Sason’da, İstanbul’da, 1909’da Kilikya’da meydana gelen Ermeni direnişlerinde ve bu direnişlerin Osmanlı tarafından kanlı bir şekilde ezilmesinde, Batı devletlerinin Osmanlıya karşı hiçbir tepkisi olmamıştır. Bu tepkisizlik soykırım konusunda İttihatçılara cesaret vermiştir. Kürdler ve Kızılbaşlar (Aleviler) konusunda temel politika asimilasyondu. Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu, Alevilerin, Ezidi Kürdlerin Müslümanlığa asimilasyonu İttihat ve Terakki ile başlayan bir süreçti. Cumhuriyetle birlikte çok daha sistematik bir şekilde uygulamaya konan politikalar oldular. Lazlar, Çerkesler, Ezidi Kürdler için de asimilasyon geçerli bir politika oldu. Ahmet Önal, “Yakındoğu Soykırımla Yok Edildi. Neden?” başlıklı yazısında bu ilişkileri ele almaktadır. Yazının alt başlığı “ ‘Anadolu’ ve ‘Türkiye’ isimleri İnsanlık Hapishanesi Olarak İnşa Edildi” şeklindedir. Gürdal Aksoy’un, “Halklar Hapishanesi Anadolu, Kürdlerde Anadolu Merkezci Yabancılaşma” (Komal Yayınevi, Haziran 2002) çalışması da bu konuda dikkate değer özellikler taşımaktadır. İttihat ve Terakki’nin bu devlet ve toplum projesini ayrıntılarıyla incelemekte yarar vardır. Osmanlıyı Türk esasına göre yeniden organize etmek... Devleti yeniden organize etmek... Jön Türklerin, İttihat Terakki’nin bu projesi Almanya tarafından çok yoğun bir şekilde destekleniyor. İttihat Terakki’nin en yoğun destekçisi Almanya’dır. Örneğin Adriyatik’ten, Orta Asya içlerine, Çin’e, Mançurya’ya kadar Türk imparatorluğu olduğu zaman Hindistan, İngiliz sömürgesi Hindistan, tehdit altında, Alman tehdidi altında olabilecektir. Bu proje, bir anlamda da yakın doğunun imhası anlamına geliyor. Çünkü Türk esasına göre yeni bir devlet kuracaksınız. O sınırlar içerisinde Türk’ten başka halklar varsa onları şu veya bu şekilde imha edeceksiniz. Almanya bunu çok yoğun bir şekilde destekliyor. Yakın Doğu’nun imhası Alman Görüşü. Ama İngiltere’nin, Fransa’nın ve Rusya’nın da Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşma diye bir sorunu var. İşte biliyoruz 1915 yılı sonunda, Sykes Picot görüşmeleri başlıyor. Ve bu görüşmeler 1916’da sonuçlanıyor. Yani Osmanlıyı, Osmanlı topraklarını paylaşma... Kürdistan coğrafyası için de Sykes Picot’ta bir paylaşma söz konusudur. Sykes Picot’ta Kürdistan’ın paylaşılması da var, ülke olarak, halk olarak. Ama 1917’de, Rusya’da meydana gelen Bolşevik hareketi, devrim hareketi İngiltere’nin ve Fransa’nın bu projesinin yaşama geçmesini engelliyor. Ve İngiltere ve Fransa, Bolşevik Devriminin daha güneye inmesini engellemek için yeni projeler oluşturmak durumunda kalıyorlar. İşte benim kanımca bugünkü Anadolu dediğimiz yerde yeni bir devlet organizasyonunun oluşumu, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması bu çerçevede gündeme geliyor. Afganistan’da Emanullah Han, Afganistan devleti, Uzak Doğu’da Çan Kay Şek hareketi… Bolşevik devriminin Rusya’nın sınırlarının dışına taşmaması için böyle projeler oluşturuluyor. Yakındoğu’nun imhası, böylece, bu sefer, İngiliz, Fransız ve Sovyet destekli olarak yaşama geçiyor. Bu, şu anlama geliyor benim kanımca, İttihat ve Terakki’nin Alman desteğiyle oluşturmaya çalıştığı Yakın Doğu’nun imhası, bu sefer İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birliği tarafından destekleniyor. Kemalistlerin, İttihat ve Terakki’nin organik olarak devamı olduğu ise çok açıktır. Yakın Doğu böyle ortadan kalkıyor. Yakın Doğu’nun ortadan kalkması... Bugün örneğin Kilikya diye bir sorun yok. Veya ne bileyim Pontus diye bir sorun yok. Turabdin diye bir sorun yok. Son yıllara kadar bu adları kullanmak suçtu. Buralarda da soykırım vardır arkadaşlar. Örneğin Süryaniler söz konusu, Ezidiler söz konusu. Buralarda da soykırım var. Ama diyoruz ki Yakın Doğu imha edildi. Yakın Doğu yani Yakın Doğu’daki otokton halklar... Kimdir bunlar? İşte Süryaniler, Kürtler, Pontuslar, Rumlar, Erme- niler Yakın Doğu’nun otokton halkları. Bu Yakın Doğu’nun otokton halkları uzaktan gelenler tarafından soykırıma uğratılmıştır. İşte biz de yüzleşme, hakikat dediğimiz zaman soruna bir bütünlük içerisinde bakmamız gerekiyor. İşte Süryaniler, Ezidiler, Rumlar, Ermeniler, Kürtler, hepsinin birden ele alınması gerekiyor. Hepsinin birlikte değerlendirilmesi gerekiyor. Yani yüzleşme dediğimiz zaman, hakikat dediğimiz zaman bu çerçevede bakmak gerekir. Bunun için her şeyden önce ifade özgürlüğünün sınırsız bir şekilde işlemesi, özgür düşüncenin yaygın bir şekilde gelişmesi gerekiyor. 1920’li yıllara özgürce bakabilmek için bu gerekli oluyor. Özgür düşünce, özgür eleştiri zaten bilim ortamının oluşması için büyük bir gerekliliktir. Akademik özgürlük ifade özgürlüğünü karşılamaz. İfade özgürlüğü yoksa akademik özgürlük de zaten var olamaz. Soykırım ve Mülkiyet Transferi Rumlar-Pontuslar, Süryaniler, Ezidi Kürdler sürgün edildiler, tehcir edildiler, soykırıma uğratıldılar. Ermenilerden, Rumlardan, Süryanilerden kalan taşınmaz mallar ne oldu? Mülkiyet transferini üç aşamada değerlendirmek mümkündür. Birincisi şudur: 1915, Ermeniler, Süryaniler kafile kafile, yerlerinden yurtlarından sökülüp atılmakta, sürgün edilmektedir. Tehcir söz konusudur. Tehcire tabii tutulanlar, kadınlar, çocuklar, yaşlılardır. Erkekler, zaten savaş başlar başlamaz silâhaltına alınmışlardır. Orduda, taş ocaklarında, yol yapımında, yük taşımakta kullanılmaktadırlar. Kendilerine silah verilmemiştir. Kadınlar, para, mücevher gibi yükte hafif değerli varlıklarını beraberlerinde ama gizli olarak götürmeye çalışmaktadır. Kafileye muhafızlık eden emniyet güçleri bunun farkındadır. Zaman zaman, fırsat buldukça çeşitli bahanelerle veya hiç bahane aramadan, kadınları öldürmekte paralarına, altınlarına el koymaktadır. Kafileyi yürütmekle görevli bütün muhafızlar bunu yapmaktadır. Sonra da bu paraları, kendi aralarında paylaşmaktadır. kızılbaş - sayfa 34 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Teşkilat-ı Mahsusa’nın payını da ayırmaktadır. Bu süreç bir-iki gün içinde, bu kafilelerde muhafız olarak yer alan görevlilerde büyük bir zenginleşme sağlamıştır. Bu dönemde, Teşkilat-ı Mahsusa’nın elemanları kimlerdir? Teşkilat-ı Mahsusa’da üç türlü eleman çalışmaktadır. a) Cezaevlerindeki mahkûmlar. Bunlar, ağır suçlardan dolayı cezaevlerinde tutulmaktadır. Teşkilat-Mahsusa elemanları, bunlarla sözlü anlaşmalar yapmışlardır. Eğer bunlar, Ermenilerle mücadele ederlerse, Ermenileri, Süryanileri bulundukları yerlerden kaçırtırlarsa, maddi ve manevi ödülleri çok büyük olacaktır. Ermenileri, Süryanileri öldürebilirler de. Eğer böyle yaparlarsa cezaevlerinden çıkarılacaklar, dosyaları da kapatılacaktır. Teşkilat-ı Mahsusa’nın, birinci planda kullandığı elemanlar bunlardır. b) Teşkilat-ı Mahsusa’nın kullandığı ikinci grup elemanlar Balkan göçmenleridir. Bunlar, Balkan yenilgisi sonucu, oralardaki yerlerini yurtlarını terk ederek gelmişlerdir. Bundan dolayı çok öfkelidirler. Öf kelerini Ermenilerden öç alarak gidermeye çalışmaktadırlar. Balkanlarda kaybettiklerini Ermeni mallarına sahip çıkarak karşılamaya çalışmaktadırlar. c) Teşkilat’ı Mahsusa’nın kullandığı üçüncü grup elemanlar ise, Kürd aşiretleridir. Bunlar, bazı Kürd bölgelerinde, Ermenilere ve Süryanilere karşı yoğun bir şekilde kullanılmıştır. Mülkiyet transferinde ikinci aşama, Ermenilerin ve Süryanilerin bırakıp gittikleri evlerdeki eşyaların yağmalanmasıdır. Bunu daha çok Ermenilerin ve Süryanilerin komşuları gerçekleştirmiştir. Yağmalanan eşyalar arasında, para yanında, mücevher, kıymetli kâğıtlar da vardır. Büyükbaş, küçükbaş hayvan sürüleri, kağnı, at arabası, gibi üretim araçları da bu yağmaya dahildir. Marangozluk, demircilik, boyacılık, keçecilik vs. atelyelerindeki üretim araçları da… Bu da yağmacıları bir anda zenginleştiren bir süreçtir. Bütün bu sürecin devlet tarafından, İttihatçılar tarafından desteklendiği, teşvik edildiği açıktır. Mülkiyet transferindeki üçüncü aşama Ermenilerden ve Süryanilerden kalan, taşınmaz malların, tarlaların, bağ ve bahçelerin evlerin, dükkânların, atelyelerin yağmalanmasıdır. Bunlar da ilgili kişileri zamanla zenginleştiren süreçler olmuşlardır. Mülkiyet Transferinin Kürd/Kürdistan Sorunuyla İlişkisi Kısaca özetlemeye çalıştığımız mülkiyet transferi Kürd sorunuyla, Kürdistan sorunuyla çok yakından ilişkilidir. Organik olarak ilişkilidir. Ermenilerin yaşadığı soykırımdan sonra, şu veya bu şekilde Ermeni/Süryani malı yağma eden bir kişi, bu malı sürekli olarak tasarruf etmek ister. İşte o zaman devletle karşı karşıya gelir. Devlet ona şöyle söyler. Bu malı kullanabilirsin, bu mal senin olabilir. Buna göz yumabilirim. Ama sen de benim görüşlerimi destekleyeceksin. Benim görüşlerimin yaygınlaşması için çalışacaksın. Aksi halde, bu malı senin elinden alırım. Kullanmana izin vermem. Devletin görüşleri elbette Kürdlerle ilgilidir, devletin asimilasyon politikaları ile ilgilidir. 1915’den önce şöyle bir ilişki var. Van Gölü ve çevresinde Kürdler kırsal alanlarda, Ermeniler daha çok şehirlerde yaşıyorlar. Kuzeye doğru çıkıldıkça Ermeni nüfus yoğunlaşıyor. Van Gölü’nün Güney kesimlerinde de benzer bir ilişki var. Buralarda da Kürdler ve Ermeniler iç içe yaşıyor. Kırsal alanlarda Kürdler, şehirlerde daha çok Ermeniler. Ama Güneye doğru inildikçe Kürd nüfusun daha yoğunlaştığı görülüyor. Ayrıca, Kürdler ve Ermeniler yanında, Süryaniler de var. Süryaniler hem kırsal kesimlerde hem de şehirlerde var. 1915’den sonra şu şekilde bir nüfus hareketi yaşanmış olabilir. Kürdlerin Güney’den Kuzey’e doğru bir nüfus hareketi olabilir. Böylece, Batı Ermenistan’da Ermenilerden boşalan topraklara Kürdler el koymuş olabilir. Yine, Batı Ermenistan’da ve Kürdistan’da kırsal alanlardan şehirlere doğru bir nüfus hareketi de yaşanmış olabilir. Bu varsayımların olgularla test edilmesi gerekir. Ermenilerden, Süryanilerden kalan taşınmaz mallar bugün kimlerin denetiminde? Türk Ekonomi Tarihi Nasıl Yazılıyor? Bugün, Türkiye’de, büyük burjuvazinin zenginliğinin kaynağının Ermeni malları, Rum malları olduğunu söylemiştik. Kürd ağalarının, aşiret reislerinin, şeyhlerinin zenginliğinin kaynağının Ermeni malları, Süryani malları olduğunu da belirtmiştik. Fakat Türk ekonomi tarihi, Türkiye İktisat tarihi gibi kitaplarda bu durumdan hiç söz edilmez. Osmanlıdan, Cumhuriyete geçişte, Ermenilerden, Süryanilerden kalan taşınmaz malların akıbeti hiç sorgulanmaz. Ama son yıllarda bu konuda önemli bir bilinç de gelişmektedir. Nevzat Onaran’ın, Emval-i Metruke Olayı, Osmanlı’da ve Cumhuriyet’de, Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi, (Belge Yayınları, Mayıs 2010) incelemesi önemlidir. Sait Çetinoğlu’nun, bu kitap için yazdığı önsöz de değerli bir yazıdır. Bu yazı, “Önsöz Ya da Türk Kapitalistlerinin Kökeni ve Gelişimi” başlığını taşımaktadır. Sait Çetinoğlu’nun Varlık Vergisi 19421944 (Belge Yayınları, 2009) kitabı da dikkate değer. Kürdlerin Durumundaki Farklılık Yakındoğu’nun imhası sürecinde Kürd ler de soykırıma uğramıştır. Ve bu süreç günümüzde zamana ve mekâna yayılmış olarak devam etmektedir. Yalnız, Kürdlerin durumunu iki aşamada ele almak gerekmektedir. Kürdlerin bir kısmı, 1915’de, Ermeni- Süryani soykırımında İttihatçılara tetikçilik yapmışlardır. Şu veya bu şekilde soykırıma katılmışlardır. Soykırımı planlayan, yaşama geçiren şüphesiz İttihatçılardır. Ama Kürdlerin tetikçiliği de dikkatlerden uzak değildir. Bundan dolayı, maddi ve manevi olarak ödüllendirilmişlerdir. Kürdlerin önemli bir kısmı, 1919-1920’lerde, Mustafa Kemal’le işbirliği de yapmışlardır. O dönemde Mustafa Kemal, Kemalistler, Kürdlere milli haklarla ilgili bazı sözler de vermişlerdir. Ama Kemalist hareket güçlendikçe Kürdlere verilen sözler unutulmuştur. Lozan Antlaşması imzalandıktan sonra, devlet kendini çok daha güçlü hissetmiştir. Lozan Andlaşması’nın gerçek adının, “Yakındoğu İşleri İle İlgili Lozan Andlaşması” olduğu bilinmektedir. Artık Kürdleri ve Kürdçeyi inkâr etmeye, kızılbaş - sayfa 35 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 inkâr görüşüne katılmayan Kürdleri imha etmeye başlamıştır. Kürd soykırımı bu inkârdan sonra başlayan bir süreçtir. Zamana ve mekâna yayılarak sürdürülmüştür. Bugün de devam etmektedir. Arşivle İlgili Sorunlar Kürd/Kürdistan sorunu, Ermeni sorunu, Pontus sorunu Süryani sorunu, Alevilik gibi sorunlar gündeme geldiğinde hemen arşiv konusu dile getirilmektedir. “Arşivler açılmalıdır”, “Arşiv neden açılmıyor?”... Örneğin Kürdistan İstiklal Komitesi yani Azadi, Kürd tarihinde çok önemi olan bir örgüttür. Fakat Azadi ile ilgili arşiv açılmamaktadır. Hınıs Harb Divanı, Bitlis Harb Divanı ile ilgili arşiv de açılmamaktadır. Bunun nedenleri üzerinde düşünmek şüphesiz önemlidir. Burada arşivle ilgili bazı düşüncelerimi belirtmek istiyorum. Bu konuda üç olaydan söz edeceğim. Birincisi 24 Eylül 1996’da meydana geldi. Diyarbakır Cezaevi’nde PKK’li tutuklular ve hükümlüler, bir görüş gününde, maltada, gardiyanlar tarafından, demir çubuklarla, zincirlerle, kalaslarla dövülerek katledildiler. On tutuklu ve hükümlü öldürüldü. Onlarcası ağır yaralandı. Yaralı olanlar, Antep Özel Tip Cezaevi’ne sürgün edildiler. Bu dönemde Başbakan Prof. Dr. Necmettin Erbakan’dı. Adalet Bakanı Şevket Kazan’dı. İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’dı. Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı idi. İkinci olay, 26 Eylül 1999’da, Ankara’da Ulucanlar Cezaevi’nde yaşandı. Gardiyanlar, hamamda ve hamam yolunda tutuklulara ve hükümlülere saldırdılar. Gardiyanlar, tutukluları demir çubuklarla, zincirlerle, kalaslarla dövdüler. On tutuklu ve hükümlü katledildi. Onlarcası ağır yaralandı. Cinayetin işlendiği bu dönemde Başbakan Bülent Ecevit’ti. Adalet Bakanı Prof. Dr. Hikmet Sami Türk’tü. İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’dı. Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’ydu. Olgulardan ilk ikisi bunlar. Bu iki olgu üzerine iki varsayım geliştirmek istiyorum. Birinci varsayım şu: Diyelim 2080’lere geldik. 2080’lerde, üniversiteden, basından herhangi bir kişinin, araştırmacının veya herhangi bir yaza- rın bilincine böyle bir konu çarpıyor. 1990’larda, Diyarbakır’da, Ankara’da, cezaevlerinde neler oldu? Mahkumlar nasıl öldürüldü, şeklinde bir soru gündeme geliyor. İkinci varsayım da şu: 2080’lere geldik ama, Türkiye’nin siyasal sisteminde, siyasal rejiminde herhangi bir değişiklik, köklü bir değişiklik yok. Üç aşağı beş yukarı bugünkü siyasal sistem aynen devam ediyor. Bu araştırmacı ne yapabilir? Herhalde önce arşivlere bakar. Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Diyarbakır Valiliği, Ankara Valiliği, Diyarbakır Cezaevi, Ankara Cezaevi arşivlerine bakar. Araştırmacı, arşivlerde ne bulabilir? Kanımca hiçbir şey bulamaz. Onlar zaten teröristlerdi, teröristler arasında da nizah, anlaşmazlık, uyuşmazlık hiç bitmiyordu. Kendi aralarında çatışmaları vardı. Birbirlerini öldürmüşlerdir. Veya güvenlik güçleri teröristlerin saldırısı karşısında kendilerini korumuşlardır. Arşivden yararlanılamadığına göre, araştırmacılar nasıl bir yol izleyeceklerdir? Elbette mağdurların yakınlarıyla konuşarak olayı anlamaya çalışacaklardır. Katliamı, yaralı olarak atlatanlarla konuşarak anlamaya çalışacaklardır. Her iki olay da, mağdur yakınları ve yaralı olarak kurtulanlar tarafından mahkemeye intikal ettirilmiştir. Davacıların savunmaları şüphesiz önemlidir. Bu savunmalar, bakanlıkların, valiliklerin, cezaevlerinin arşivinde şüphesiz olmayacaktır. Ama ilgili avukatların, davacıların arşivinde şüphesiz olacaktır. Olayın basına nasıl yansıdığına bakmak elbette önemlidir. Bu olgulardan kalkarak 1915’e dönmek gerekir kanısındayım. 30 Ekim 1918’ de,Mondros Mütarekesi’nden sonra, İttihatçı liderler, Enver Paşa, Talat Pa şa, Cemal Paşa, ülkeyi terk ettiler. Ama ülkeyi terk etmeden önce, pek çok evrakı Cağaloğlu hamamlarında yaktılar. Cağaloğlu hamamlarına, külhanlara, günlerce çuval çuval belgeler getirdiler. Yaktılar. Bu belgelerin içeriği neydi? Ermeni soykırımıyla ilgili oldukları çok açık... Bu belgeler neden yakıldı? Bunun da üzerinde düşünmek gerekir, Bunları, arşive pek de güvenilemeye- ceğini belirtmek için yazıyorum. Ermenilerle ilgili arşiv, 1980’lerde açılırken, yeni bir elemeden daha geçirildiği bilinmektedir. Böylesine bir yakmadan sonra yeni bir eleme daha yapılıyor. Toplu Mezarlar Nasıl Kazıldı? Burada üçüncü bir olgudan daha söz etmeyi gerekli görüyorum. Ekim 2006’ da, Nusaybin’de, kırsal bir alanda, köylüler kendilerine ev yapmak için temel kazmaya başlıyorlar. Kazıda, bir süre sonra kemikler çıkmaya başlıyor. Bizim İskilip’de olsa insanlar, bu kemikler hangi hayvanlara ait, acaba buralarda hangi hayvanlar yaşamış diye düşünür. Ama Kürdler bunun bir toplu mezar olduğunu düşünüyor. Kazıda bir süre sonra bir-iki kafatası da çıkıyor. Köylüler bunu, karakola ve İnsan Hakları Derneği’ne bildiriyor. O bölgedeki toplu mezarlardan haberi olanlar, bunu İsveçli Profesör David Gaunt’a bildiriyor. David Gaunt’un bölge ili ilgili bir kitabı da var “Katliamlar, Direniş, Kurtarıcılar” ( Çev. Ali Çakıroğlu, Belge Yayınları, Kasım 2007) Prof. Gaunt, İsveç’ten Nusaybin’e geliyor. Toplu mezar yerini inceliyor. Toplu mezardan fotoğraflar çekiyor. Toplu mezarı kazıldığı kadar fotoğraflarla tespit ediyor. Toplu mezarı kazmak için çalışmalar başlıyor. Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu da gelişmelerden haberdardır ve oradadır. Prof. Gaunt’a, “Şimdi kışa giriyoruz. Yağmur-yağış var. Yakında kar yağar. Toplu mezarı gelecek sene baharda açalım” der. 27 Nisan 2007’de Prof. David Gaunt ve Prof. Yusuf Halaçoğlu, toplu mezarın başındadır. Ama Prof. Gaunt büyük bir şaşkınlık içindedir. Kemiklerden, kafataslarından eser kalmamıştır. Bu duygularını Halaçoğlu’na da bildirir. Prof. Halaçoğlu, “yağmur oldu, sel oldu, rüzgâr oldu, kemikleri sel suları götürmüştür” der. Daha sonra köylüler, İnsan Hakları yöneticilerine, “bir sabah birkaç kişi çuvallarıyla geldi. Kemikleri, kafataslarını toplayıp götürdüler…” der. Bütün bunlar, arşivin, toplu mezar ka- kızılbaş - sayfa 36 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 zılarının Türk siyasal sistemi çerçevesinde, nasıl bir içerik kazandığını göstermektedir. Burada şunu söylemek önemlidir. Arşiv elbette önemlidir. Ama arşive şüpheyle bakmak gerekir. Arşivin bilinçli olarak, kasıtlı olarak açılmadığı alanlarda, araştırmacılar, o alana ilişkin kendi yorumlarını yapabilmelidirler. En azından, arşiv açılıncaya kadar, bu yorumlar geçerli olur. Azadi ile ilgili arşiv neden açılmıyor, Hınıs Harb Divanı, Bitlis Harb Divanı arşivleri neden açılmıyor. Bu herhalde, Cibranlı Halid’in, Yusuf Ziya’nın, Teğmen Ali Rıza’nın, Faik Bey’in, Mela Abdülkerim’in savunmalarından dolayıdır. Diyarbakır İstiklal Mahkemesi’nde yargılanan Dr. Fuad ile ilgili arşiv de açılmıyor. Herhalde o da Dr. Fuad’ın savunmalarından dolayıdır. Bu savunmaların içeriği konusunda araştırmacılar düşünce ve yorum geliştirebilirler. http://www.ismailbesikcivakfi.org Telefon: + 0212 245 81 43 library@ismailbesikcivakfi.org PONTOS SOYKIRIMI TBMM’DE (21 AĞUSTOS 1922) NASIL KONUŞULDU Dev r i mci K araden i z Kemalist vekiller, özellikle de Pontos bölgesinden olanlar, Kemalist hükümetin vahşi tutumundan rahatsızdılar. Bunlar 21 Ağustos 1922′de yapılan parlamento oturumunda Bursalı meslektaşları Emin Bey tarafından ”Pontos Fikirleri”nin savunucusu olmakla suçlandılar ve ardından da tutumlarından dolayı soruşturma komisyonu önünde hesap vermek zorunda kaldılar. (Goloğlu Mahmut: Trabzon Taribi, Ankara 1975, sayfa 3) 21 Ağustos 1922′de yapılan sözkonusu oturumda öne çıkan kişi özellikle büyük bir gayretle tehcirlerle (zorunlu göç) kendi arasına mesafe koyan Sinop milletvekili Hakkı Hami Bey‘di (Ulukan) ve konuşmasında şöyle diyordu: ”Tehcirlerden dolayı yüzümüzdeki utanç lekesi ebediyen silinmeyecek. Eğer insanlığın benliğini katleden tehcirlerin muhasebesini yapacak olursak, o zaman efendiler, bu çok nefret verici bir şeydir. Bu olaylar tüm dünyanın gözü önünde bizi kirletmektedir. Zira artık hükümet de kendini haklı çıkaramaz. Kendi gözlerimle gördüm. Öyle ahlak dışı şeyler yaşandı ki, Beyler, bugün bizim memurlarımızın yaptığı çirkinlikler, İngilizler tarafından bile yapılmadı.” TBMM Gizli Celse Zabıtları, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Cilt 3, sayfa 721) Kırşehir Milletvekili Yahya Galip (Kargı) söz alıyor: ”… Pontos sorunu çok önceden ortaya çıkmıştır. Pontosluların bir örgüt kuracağını, bir hükümet kuracağını, şunu bunu yapacağını duyduk. Ancak insanların tehcirlerden dolayı ortadan yokedildiği gibi bir sorun olduğunu duymadık… Efendiler, meydana geldiği söylenen tüm kötülüklerin özel yetkilerden kaynaklandığına emin olabilirsiniz. Şunu anlamıyorum; bir ülkeyi ayakta tutan, yasalardır. Ve yıkan şey ise yasaların çiğnenmesidir. Özel yetkilerin anlamı, herkesin keyfine göre insan asması, kesmesi, kentleri yerle bir etmesi, evlerin talan edilmesi ve dünyanın yakılıp kül edilmesi midir? Çünkü işleri baskı olan insanlar, hırsızlıkları ortaya çıkmasın diye evleri yakıyorlar. Pontos sorununu yaratan ve bu kötülüğü Pontos’un başına getiren herkes, bize en büyük kötülüğü yaptılar. Pontosluların techir edilmesi adı altında köylerdeki yaşamı, mal ve mülkü ortadan kaldırdılar… Tek bir kişinin bile techirini onaylamadığıma buradaki herkesin şahit olmasını istiyorum. Sürgünler bu ülke için saatli bomba gibidir. Çok korkunçtur. Bunun bedelini daha kaç yıl boyunca ödemek zorunda kalacağız? Mahkemeler kimin suçlu kimin suçsuz olduğuna karar vermelidir.” TBMM: Türk Genelkurmay Başkanlığı, Türk İstiklal Harbi (T.İ.H.) cilt 4, Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, Ankara, 1962, sayfa 2708) Mersin Milletvekili (Hüseyin) Selahattin Bey (Köseoğlu) de konuşmasını aynı yükses ses tonuyla yaptı: ”… Yüz, yüzyirmi yıl boyunca yönetimin düzeltilmesine dönük, pek de memnun edici olmayan çabalar oldu. Avrupalı güçler yönetimimizde eksikler gördüğü sürece, bize saldıracaklardır. Reformlar talep edecekler. Taleplerinde haklılar mı? Evet haklılar. Tebaa sıfatıyla bizleri elinden geldiğince kucaklayan halkın namusunu, itibarını ve malını korumaya dönük görevlerimizi yerine getiremedik… Millet Meclisinin amacı, tek bir gayrimüslimin dahi geriye kalmaması, en sonuncusunun bile sürülüp, imha edilmesi midir acaba? Böylesi bir durumda dünyanın gözündeki varlığımız ne olur? Kendi ayaklarımızın üzerinde durabilir miyiz? Affınızı diliyorum, ama bu sorunun çözümlenmesi milli can damarlarımızla alakalalıdır. Efendiler, bir hükümet bir İslami hükümet, bir Osmanlı hükümeti ya da nasıl adlandırırsanız adlandırın, bir Türk hükümeti, dininden, cinsiyetinden veya dogmalardan bağımsız olarak düzenine tabi olan tüm tebaanın hükümetidir. Yoksa sadece müslümanların olan bir hükümet mi? Herkese aynı eşit haklar tanıyacak mı? Neden imhaya ve yıkıma dayalı bir politika izliyoruz? Zira imha, başka tarz ve yöntemlerle hayata geçirilebilir. Çeşitli yolları var…” Kayseri Milletvekili Osman Bey (Uşşaklı) tam da bu noktada konuşmacının sözlerini şu sözlerle kesti: ”Bu yağmaya ve yıkıma dönük bir politikadır” Selahattin Bey onaylayarak devam etti: ”Bu sayede kimin adı lekeleniyor? Zavallı millet!.. Ve şöyle sorulacaktır: acaba hangi ulusun tarihinde katliamlarla onur duyulur ve övünülür?” TBMM: Türk Genelkurmay Başkanlığı, Türk İstiklal Harbi (T.İ.H.) cilt 4, Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, Ankara, 1962, sayfa 2708) kızılbaş - sayfa 37 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Nevşehir’in Rum Mirası Kentsel Dönüşüm Kurbanı TOKİ’nin ‘inşa harekâtı’nda moloza dönüşen Muş’un Ermeni mahallesinin kaderinin benzerini Nevşehir’deki eski Rum yerleşimi yaşıyor. Şehrin geçmişteki merkezini oluşturan bölge bugün kentsel dönüşüm kapsamında kelimenin tam anlamıyla şantiyeye dönüşmüş durumda. Doğal güzellikleri ve peri bacaları ile olduğu kadar erken Hıristiyan tarihinin izlerini taşıdığı için de turizm sektörünün ilgisini çeken Nevşehir’de uzun zamandır hummalı bir çalışma sürüyor. 2009’da başlayan proje ile şehrin eski merkezi Cumhuriyet Mahallesi’nde kilise ve camiler ile belirlenen birkaç bina dışında taş taş üstünde kalmadı. Antik Yunan tiyatrolarında olduğu gibi yukarıdan aşağıya basamaklı şekilde yapılandırılan bölgedeki konak tipi gösterişli evler, çeşmeler, dükkanlar ve okullar yerle bir edilmiş durumda. Nedeni ise kentsel dönüşüm. İstanbul’daki gibi… Belediye yetkililerine göre evler artık yaşam koşullarını sağlayamadıkları için yıkıldılar. Zira Cumhuriyet’in ilanının ardından alınan mübadele kararı ile el değiştiren binalar kötü kullanılmış, bazısına kaçak kat çıkılmış bazısına ise eklemeler yapılmıştı. Belediye bu durumu gerekçe gösteriyor yıkarak başlattığı restorasyon için. Ancak bir gerçek daha var ki bu süreç sonunda Rumlardan sadece birkaç bina günümüze ulaşacak. Rum mahallesinin yerine ise orijinal hallerine ‘yakın’ ama ‘modern’ binalar yapılmaya başlanacak sıra sıra. Tıpkı İstanbul’da olduğu gibi… Bu hızlı değişimde yıkıntıların arasında bir başına duran, şehir merkezinin Hıristiyan kimliğini ilk bakışta ön plana çıkartan bina ise halk arasında Meryemana Kilisesi olarak bilinen Koimesis Theotoku Kilisesi… 1849’da yapılan, bölgenin Post-Bizans anıtlarının başını çeken kilise, mahallenin Rumlarının topraklarından kopartılması nedeniyle bir süre boş kaldı önce. Daha sonra ise cezaevine dönüştürülmesine karar verildi. Sütunlarının arasına duvarlar örüldü, koğuşlar oluşturuldu. Tavanı yüksek olduğu için iki kata bölündü, odalar, banyo ve tuvaletler eklendi. Ünlülerin cezaevi Cezaevi olduğunda içine ilk girenlerden biri Kemal Tahir’di. Tahir, Nazım Hikmet ile birlikte yargılandığı Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi tarafından tutuklanmasının ardından Nevşehir’e gönderildi. 1948-1950 yılları arasında hapiste kalan Kemal Tahir cezaevi günlerinde Nazım Hikmet’in salıverilmesi için açlık grevi başlatmış, Nazım Hikmet ise 10 Mart 1950’de yazdığı bir mektupla kararından vazgeçmesini istemişti: ''Açlığını duydum. Doğruluğuna inanamadım. Doğru ise bana en büyük kötülüğü yapıyorsun. Benim başım için vazgeç. Vazgeçtiğini hemen telle.'' Kiliseden cezaevine çevrilen binanın bir sonraki ünlü ismi Yılmaz Güney oldu. Güney, 15 Haziran 1961’de ‘Tatlı Bela’ isimli filmin çekimi sırasında gözaltına alındıktan sonra Üsküdar Paşakapısı cezaevinin ardından nakledildi Nevşehir Cezaevi’ne… Yılmaz Güney, “Hayatımın akışı değişti” dediği, “Benim ilkokulumdur” diye nitelediği cezaevi olarak kullanılan kilisede ‘Boynu Bükük Öldüler’ adlı ilk romanını yazdı. Kasım 1975’te yayınlanan kitabın önsözünde Güney şöyle anlatıyordu binada geçen günlerini: “Boynu Bükük Öldüler, Nevşehir Cezaevinde, siyasiler koğuşunun en dip köşesinde, rutubetli bir duvara komşu ranzada, geceli gündüzlü on altı aylık bir çalışmanın ürünüdür. Ranzamdan hiç indirmediğim küçük bir masam vardı. Yatma zamanı gelince, ayakucuma çeker, ayaklarımı altına sokar uyurdum. Çoğunlukla, anlattığım insanları görürdüm düşlerimde, onlarla yaşardım.” 1973’te ise binada başrollerini Türkan Şoray ve Hakan Balamir’in oynadıkları “Mahpus” filmi çekiliyordu. Altın Portakal’da ödül kazanan film kilisenin 1970’lerdeki durumunu da belgeliyordu. 1980 darbesinde tutuklananların da yolu düştü Nevşehir Cezaevi’ne. Bu dönem- de sol görüşlü tutukluların talebi üzerine, cezaevi yönetiminin izin vermesiyle freskler açıldı. Ancak bu ‘özgürlük’ dönemi kısa sürdü. Koğuş değişikliği sonrasında sağ görüşlü tutukluların gelmesi ile yeniden üstleri kapanarak yeniden ‘hapsedildiler’. 1983’te ise bina yeni cezaevi yapımı ile boşaltıldı, üç yıl sonra Nevşehir Belediyesi’ne kültürel amaçlı olarak kullanılması için verildi. Ancak bu süreç yılan hikâyesine döndü. Dönem dönem restorasyon projeleri gündeme geldiyse de sonuç çıkmadı. Metruk kaldı, adeta definecilerin ellerine teslim edildi. Kilisenin avlusunda görülebilen büyük çukurlar da o süreçten kaldı bugüne… ‘Çanlı Kilise’ Ayakta kalan bir başka Rum yapısı ise halk arasında ‘Çanlı Kilise’ olarak bilinen Hagios Georgios Kilisesi. Adının ‘çanlı’ diye bilinmesinin nedeni 1797’da yapılan kiliseden geriye sadece İbrahimpaşa İlkokulu’nun içinde kalan çan kulesinin ulaşması… Bugün öğrencisi olmayan ve kendisi de metruk halde bulunan okulun bahçesindeki çan kulesi de korunmuyor. Bölgede bir zamanlar 100 kadar evden oluşan bir Ermeni mahallesi bulunmasına rağmen ayakta kalan tek bir Ermeni eseri bile yok. Karasoku Mahallesi’nin yakınındaki mahallenin yerini apartmanlar aldı, kiliseden geriye ise hiçbir iz kalmadı. Kilise ile ilgili tek bilinen binanın bazı taşlarının 1950’de inşa edilen Nevşehir Lisesi’nin giriş merdivenlerinin yapımında kullanıldığı. Bu sürecin sonunda bugün Kapadokya’da yani ‘güzel atlar ülkesi’nde ne atlar var, ne de sahipleri… Artık hepsi çok uzaktalar… Yaşar Kemal’in dediği gibi güzel insanlar güzel atlara binip gideli çok oldu bu topraklardan... Serdar Korucu/Agos http://www.bas kahaber.org/2013/07/nevsehirin-r ummiras-kentsel-donusum.html kızılbaş - sayfa 38 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 PONTUSLARIN YAŞADIĞI YURTLARININ ADAI ANADOLU DEGİL. lütfen inkarcı asimilasyoncu adadolu şemsiyesinin gölgesine girilmesin. Anadolu ittihatçıların asimilasyon aracıdır!..... 19 Mayıs 1919 tarihi Karadeniz halkları açısından yeni bir tarihin başlangıcıdır. Bu tarihe kadar İttihat ve Terakki'nin 1915 'de Ermeni Soykırımı ile başlayan ''Anadolu'yu müslüman olmayanlardan temizleme operasyonu''nun Pontos Rumlarına karşı da bu kez daha ''deneyimli'' olarak devam edeceğinin yani ''ikinci etap''ın başladığı tarihtir. Bu tarih Pontos Soykırımı tarihidir. - 353 bin Pontoslu Rum, 1919-1923 yılları arasında Mustafa Kemal'in emriyle; - ölüm yürüyüşlerinde - Mustafa Kemal'in sadık katilleri Topal Osman, İpsiz Recep gibilerinin oluşturduğu çetelerin, Nurettin Paşa'nın askeri birliklerinin işkence, ev ve köy yakmalarıyla - kadınlara ve kızlara tecavüz edilerek - mağaralarda boğdurularak - gemi kazanlarında diri diri yakılarak - İstiklal Mahkemeleri'nin kararlarıyla idam edilerek katledildi. - 1 milyon 250 bin Pontoslu Rum ''mübadele anlaşması'' ile Anadolu'dan sürgün edildi. - Bütün Karadeniz'de 1920'lerin başından itibaren hızla asimilasyon politikaları hayata geçirildi. - Geride kalan Rumlar zorla müslümanlaştırıldı/türkleştirildi, daha önce müslümanlaştırılanlar da türkleştirildi. - 1921'de Mustafa Suphi ve yoldaşları yine Mustafa Kemal'in emriyle boğdurularak katledildi. uluslararası hukuka aykırı “uygar dünyanın mahkum ettiği” insanlığa karşı işlenmiş en büyük suçtur. - Lazlara, Gürcülere ve Ermenilere (Müslüman Ermeniler / Hemşinliler) Türkçe öğrenmeleri dayatıldı, şarkı sözleri, öyküleri, fıkraları Türkçeleştirildi. Türkçe dışındaki bütün diller yasaklandı. - Şehir, kasaba ve köy isimleri değiştirildi, Türkçe isimler verildi. “Soykırımın, uluslararası kurumların, ulusal devletlerin ve kişilerin sorumluluk duyması gereken en büyük insanlık suçu” kabul edilmesi anlayışına temel olan düşünce, ikinci paylaşım savaşında insanlığa karşı işlenmiş suçları, halklar hukuku bağlamında anmak için Birleşmiş Milletler'in 21 Aralık 1947 tarihili genel kurulunda kabul ettiği 180 numaralı kararıdır. - Her kesimden muhalifler istisnasız imha edildiler... Olası yeniden başkaldırıları engellemek için şehir şehir kontra örgütlenmeler oluşturuldu ve devlet tarafından sınırsız desteklendi... PONTOS SOYKIRIMI 20. yüzyılın başında Pontoslu Rumlar, 353.000 kurbanla ikinci büyük soykırıma maruz kalmışlardır. “SOYKIRIM” KAVRAMI NE ANLAMA GELMEKTEDİR? Birleşmiş Milletler, 9 Aralık 1948 tarihinde, 12 Ocak 1953’te yürürlüğe giren soykırımın önlenmesi ve cezalandırılmasına ilişkin 260 numaralı kararı (Convention on the Prevention and Punishment of the Crime of Genocide) onaylamıştır. Federal Almanya soykırım konvansiyonunu Şubat 1953’te imzalamıştır. Bu Karar gereğince soykırım, Birleşmiş Milletler Soykırım Konvansiyonu ikinci maddesi “bir ulusu, bir etnik, ırksal, ya da mezhepsel grubu tamamen ya da kısmen kasıtlı olarak tahrip etmek amacı ile” aşağıda sıralan suçlardan her hangi birinin işlenmesini soykırım olarak değerlendirmektedir. Gruba mensup bireylerin katledilmesi Grup üyeleri üzerinde bedensel ve ruhsal ciddi zararlara sebep olunması Grubun yaşam kaynaklarının tamamen ya da kısmen kasıtlı olarak ortadan kaldırılması Grup üyelerinin doğal üremelerinin kasıtlı olarak engellenmesi Grup üyelerinin çocuklarının zorla ellerinden alınıp başka bir gruba verilmesi Pontoslu Rumlar açısından dini motif ta- kızılbaş - sayfa 39 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yin edici olmuştur. Hristiyan olan Pontoslu Rumlar, ya imhayı ya da İslamiyet’i seçmek zorunda bırakılmışlardır. Bu gün soykırım dendiğinde akla 20. yüzyılın insanlığa karşı işlenmiş en kötü iki katliamı gelir. Yani İttihat ve Terakki'nin 1915 Ermeni Soykırımı ve Nazi Almanya’sının Yahudilere ve Slav halklara karşı gerçekleştirmiş oldukları soykırımlar. Halbuki, bu günkü dünya düzeninin üzerini örtmeye çalıştığı, 20. yüzyılda işlenmiş daha başka soykırımlar da vardır. Bir soykırımın akla gelebilecek bütün yöntemlerini yaşayan halklardan biri de Pontos Rumlarıdır ve bu soykırımın faili, Ermeni Holocaust’unun, Kürt ulusuna karşı yapılan katliamların da ortak faili olan Türkiye Cumhuriyeti Devletidir. PONTOS RUMLARINA KARŞI İŞLENMİŞ SOYKIRIM MASKELENMİŞTİR Pontos halkı, Trabzon’un düşüş tarihi 1461’den bu yana Osmanlı egemenliği altında, katliamlara, sürgünlere, köleleştirilmeye, akla gelebilecek bütün insanlık dışı muamelelere maruz kalmıştır. Bu politikanın doruk noktası, 20. yüzyılın soykırımıdır. Soykırıma varacak olan yol, 1908’den kısa bir süre sonra İttihat ve Terakki tarafından belirlenmiştir. 1919’dan 1923’e kadar da, Mustafa Kemal tarafından uygulanmıştır. Bu cinayetin işlenişinde önemli bir kavrama, “sistematik” kavramına dikkat etmek gerekir. Küçük Asya’nın bütün alanlarını Türkleştirmek ve İslamlaştırmak için İttihatçılar ve ardılları Kemalistler tarafından uygulanan plan ve yöntem bunun en açık kanıtıdır. Pontos halkının erkeklerinin köle olarak çalışma kamplarına sokulması sonucu bütün köyler ateşe verilmiş, sağ kurtulanlarsa, İslam dinine geçmeye zorlanmıştır. Kadınlar ve yaşlılar yollarda öldürülmek maksadıyla sürgüne gönderilmişlerdir. Hristiyanlara ait ne kadar dini okul, kilise vb. sosyal kurum varsa tümü ya yakılmış, tahrip edilmiş ya da camiye dönüştürülmüştür. Bu gerçekleri bütün detayları ile teyit eden yüzlerce kaynakr mevcuttur. Bu yapıtlardan bazı bölümler: Alman Dış İlişkiler Dairesi (Politisc- hes Archiv des Auswärtigen Amtes) Belgelerinden, Türkiye Nr. 168, Türkiye-Yunanistan ilişkileri, Cilt 14 ve 15, Dragomans Schwörbel’in Ayvalıya seyahati sırasındaki gözlemleri; Tarih 2 / 19 Ağustos 1915 İstanbul’da bulunan Alman büyükelçi Metternich, Jön Türklerin, Karadeniz sahil şeridinde yaşayan Helenlerin sürgün edilmesini Rusların yardımı ile silahlanmalarına ve bir ayaklanma hazırlığı içinde olmaları ile gerekçelendirdiklerine, ancak bunun yanlış olduğuna dikkat çekiyor. Metternich, eli silah tutan Pontosluların ya askere alındıklarını ya da yabancı ülkelere savrulduklarını (sürgün ve takibatlar sonucu elbet) söylüyordu. Sürgün edilenlerinse, neredeyse tamamını kadınların, çocukların ve yaşlıların oluşturduğunu söylüyordu. Soykırım ve sürgün harekatı ile hemfikir olmayan bazı Alman ordu mensupları, dışişleri bakanlığına raporlar göndererek, olaylardan sorumlu tutulmamak için Jön Türklerle aralarına mesafe koyuyorlardı. Ermeni Holocaustundan dünya kamuoyunun haberdar edilmesinden sonra araya mesafe koyanların sayısında artış görülüyordu. Amisos (Samsun) konsolosu Kückhoff, 16 Haziran tarihli raporunda Berlin içişleri bakanlığına şu bilgileri aktarıyordu: “Güvenilir kaynaklardan edindiğim bilgilere göre, Pontos halkının Sinop’tan ve devamı sahil şeridinden kökünden sökülürcesine boşaltılarak sürgüne gönderilmiş olduğunu öğrenmiş bulunuyorum. Bu durumda sürgün etmekle imha etmek Türkçede aynı anlamı ifade etmektedir. Zira imha edilmekten kurtulanları açlık ve hastalık yok edecektir.” Avusturya belgelerinde, HHStA Viyana, PA, Türkiye, XII, Liasse 467 LIV Griechenverfolgung in der Türkei (Türkiye’de Helen takibatı) 1916 -1918, No. 97/ pol., Konstantinopel (19.01.1916) ve (02.01. 1917) Ve yine Alman Belgelerinde Bonn PA AA, Türkei (Türkiye) Nr.168, Cilt 15, f. Cilt16, (9.2.1917) Avusturya’nın Konstantinopel (İstanbul) büyükelçisi Pontos’un Amisos (Samsun) ve yöresinde son olarak şahit olduğu olayları 19.12.1916 ve 2.1.1917 tarihlerinde Viyana’da şu sözlerle ifade etmektedir: “Tarih 11 Aralık 1916, beş Helen köyü yağmalandı sonra da yakıldı. Köy sakinleri kovuldu. 12 Aralık 1916 çevrede başka köyler de yakıldı. 14 Aralık 1916, bazı köylerin tamamı okulları ve kiliseleri ile birlikte yakıldı. 17 Aralık 1917, Samsun yöresinde yağmalama devam etmekte kadınların ırzına geçilmekte, ahali dayaktan geçirilmektedir. 31 Aralık 1916, 18 köyün tamamı 15 köyün de bir bölümü yakıldı; yaklaşık 60 kadına tecavüz edildi; kiliseler yağmalandı. Helen P. Enepekidis 17.08.1997 tarihli „Kathimerini“ gazetesinde soruna ilişkin düşüncelerini şu sözlerle ifade etmektedir: “Jenosit Made in Turkey, doğu karakterli ve sinsidir; teorik bakımdan arka plansızdır; fakat pratik olarak yağmacıdır. Bir bütün olarak köy ahalisinin kovulması, sürgün edilmesi, savunma gücüne sahip erkeklerin askere “amele taburları” denen temerküz kamplarında toparlanması, kadınların, yaşlıların karda, boranda yaya olarak yollara düşürülerek merhametsizce imhası bir Auschwitz’le son bulması anlamına gelmiyordu. Hayır, burada hareket halinde olan, seyyar olan bir Auschwitz söz konusuydu. Yollara düşürülmüş kurban kafileleri belli bir hedefe değil, iftira ve kötü muamele altında açlıktan, susuzluktan, ölüme yürütülüyorlardı, yollarda imha ediliyorlardı. İblisane sistemin örgütlü mesajı buydu. Kurbanlarının sonunu bekleyen Auschwitz yoktu. Kurbanların çoğu için zaten son yoktu. Ölüme yolculuğun hedefi değil, kendisi ölümdü.” “Pontus-Rum Soykırımı”, Tarihçi Prof. Konstantinos Fotiadis Dünya kamuoyunun tarihi gerçeklerden haberdar edimesi için Helen Komitesi Başkanı ve Öğretmeni P. Kinigopoulos şöyle diyor: “Türk devlet mekanizması Helen çocukları ‘korumak’ için ailelerinden koparıp kendi ‘sorumluluğu’ altında Sivas’ta Türk okullarına göndermiştir. Tabii ki, çocukları orada kendi düşünceleri temelinde eğittiler. Çocukların bile özünü boşaltmakta vicdani rahatsızlık duymadılar. Sonuç, Hıristiyan çocukların İslamlaştırılması oldu. Alman ve Avusturya belgelerinin tarihlerine bakıldığında daha 1915 yılında Ermeni Soykırımı yaşanırken Pontos Rumlarına karşı da saldırı ve cinayetlerin başladığı anlaşılacaktır. kızılbaş - sayfa 40 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Stefanos Tanimanidis ΔΕΛΤΙΟ ΤΥΠΟΥ Με τη μαζική συμμετοχή του κόσμου πραγματοποιήθηκε σήμερα Κυριακή 19.Μαίου .2013, η εκδήλωση «Διεκδίκησης και Μνήμης» που οργάνωσε το ΠΑ.Σ.Π.Ε. , σε συνεργασία με την Π.Ο.Π.Σ. και την Π.Ο.Σ.Ε.Π., στο άγαλμα μνήμης της Ποντιακής Γενοκτονίας στην πλατεία Αγίας Σοφίας στην Θεσσαλονίκη. Μετά την κατάθεση στεφάνου στο Μνημείο της Γενοκτονίας από τον Πρόεδρο του Π.Α.Σ.Π.Ε κο Γιάννη Μωυσιάδη, μίλησε ο καθηγητής του Α.Π.Θ Διεθνολόγος κος Βενιαμίν Καρακωστάνογλου. Ο κος καθηγητής αναφέρθηκε στα ιστορικά γεγονότα, που συντελέστηκαν σε βάρος του πληθυσμού της Θράκης του Πόντου και της Μικράς Ασίας, από τους Νεότουρκους και τους Κεμαλιστές ,στην περίοδο 1914-1922,τονίζοντας ότι σύμφωνα με τα υπάρχοντα τεκμηριωμένα στοιχεία, αποτελούν πράξη Γενοκτονίας σύμφωνα με το Διεθνές Δίκαιο και την Σύμβαση του Ο.Η.Ε του 1948. Ενώ τόνισε ότι η αναγκαστική αλλά και βίαιη ανταλλαγή που συντελέστηκε από το 1922-1924,σε βάρος αυτών των πληθυσμών, δεν ήταν τίποτε άλλο, παρά μια συγκεκαλυμμένη «ΕΘΝΙΚΗ ΕΚΚΑΘΑΡΙΣΗ ΠΛΗΘΥΣΜΩΝ», που από μόνη της ως ενέργεια, αποτελεί κολάσιμη πράξη όπως προκύπτει και από την νεώτερη νομολογία των Διεθνών Ποινικών Δικαστηρίων. Τόνισε τέλος την ανάγκη να τροποποιηθεί ο νόμος 4093/12 ,που στερεί το δικαίωμα συνταξιοδότησης σε 10.000 χιλ. Έλληνες, από τις χώρες της πρ. ΕΣΣΔ. Χαιρετισμό απεύθυνε ο Δήμαρχος Γιάννης Μπουτάρης , που ζήτησε από την Τουρκία να αναγνωρίσει τη Γενοκτονία που οι πρόγονοί τους έκαναν σε βάρος του Ελληνισμού της Ανατολής, γιατί έτσι μόνον μπορούν να δημιουργηθούν προϋποθέσεις ανάπτυξης, καλών σχέσεων, μεταξύ των δύο γειτονικών χωρών. Χαιρετισμό απεύθυναν εκπρόσωποι κομμάτων, μέλος της επιτροπής Απόδημου Ελληνισμού του Κοινοβουλίου, που τόνισαν την ανάγκη επίλυσης του θέματος των συντάξεων των υπερήλικων Ελλήνων από τις χώρες της πρ. ΕΣΣΔ και ανακοίνωσαν την συγκρότηση διακομματικής επιτροπής, που θα επισκεφθεί τους αρμόδιους για την επίλυση του θέματος υπουργούς, στους οποίους και θα μεταφέρουν τις προτάσεις τους. Τέλος οι εκπρόσωποι του ΠΑ.Σ.Π.Ε , Αντιπεριφερειάρχης Κεντρικής Μακεδονίας κος Ιωάννης Μωυσιάδης, ο Πρόεδρος της Π.Ο.Π.Σ κος Χαράλαμπος Αποστολίδης και ο Πρόεδρος της Π.Ο.Σ.Ε.Π κος Σέργιος Καλπαζίδης, αφού συνέδεσαν τα προβλήματα που αντιμετωπίζουν χιλιάδες Έλληνες από την πρ. Ε.Σ.Σ.Δ. ,εξαιτίας της άδικης διακοπής των συντάξεων τους ,με την ημέρα μνήμης της Ποντιακής Γενοκτονίας και τις επιπτώσεις της σε χιλιάδες Έλληνες που εγκατέλειψαν χωρίς την θέλησή τους τον Ιστορικό Πόντο και μετακινήθηκαν στην γειτονική Ρωσία, κάλεσαν την κυβέρνηση και τους αρμόδιους Υπουργούς, να υιοθετήσουν την σχετική τροπολογία ,που ήδη στην συνεδρίαση της επιτροπής Απόδημου Ελληνισμού της Βουλής, στις 15 Μάιου ,έθεσαν υπόψη τους , για άμεση λύση του προβλήματος. Τόνισαν επίσης , ότι ήρθε επιτέλους η ώρα η Τουρκία να συμβιβαστεί με το ιστορικό της παρελθόν και να ανα- γνωρίσει την Γενοκτονία που έκαναν οι πρόγονοί τους σε βάρος των Ελλήνων της Ανατολής. Ενώ κάλεσαν την Ελληνική Κυβέρνηση να αναλάβει πρωτοβουλία και να φέρει το θέμα της αναγνώρισης της Γενοκτονίας του Ποντιακού Ελληνισμού στους ΔΙΕΘΝΕΣ ΟΡΓΑΝΙΣΜΟΥΣ. Δήλωσαν ότι θα συνεχίσουν τον αγώνα τους με την παρουσία και πάλι του θέματος σε Διεθνείς οργανισμούς ,μέχρι την τελική δικαίωση, ως ελάχιστο χρέος τιμής στη μνήμη των 353 000 χιλιάδων συμπατριωτών τους που έπεσαν θύματα της πολιτικής της γενοκτονίας. Μηνύματα στην εκδήλωση έστειλαν, ο Πρόεδρος της Ν.Δ. και Πρωθυπουργός Αντώνης Σαμαράς, ο πρόεδρος του ΣΥΡΙΖΑ Αλέξης Τσίπρας, ο Πρόεδρος του ΠΑΣΟΚ Βαγγέλης Βενιζέλος, ο Πρόεδρος των Ανεξάρτητων Ελλήνων Πάνος Καμμένος,,ο Πρόεδρος της ΔΗΜΑΡ, Φώτης Κουβέλης,ο γεν. Γραμμα;τέας του Κ.Κ.Ε. Δημήτρης Κουτσούμπας. Μετά την ολοκλήρωση της εκδήλωσης που συμπεριλάμβανε και τραγούδια του Πόντου με την ποντιακή χορωδία της Φιλόπτωχου Αδελφότητας Ιμεραίων και του Γιώργου Μουστόπουλου, ακολούθησε πορεία από τον κόσμο που παρακολούθησε την εκδήλωση , στο Τουρκικό Προξενείο και επίδοση σχετικού ψηφίσματος καταδίκης της Ποντιακής Γενοκτονίας. Από το Γραφείο Τύπου του ΠΑ.Σ.Π.Ε. Υπεύθυνη Τύπου Πόπη Γαλαζίδου kızılbaş - sayfa 41 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 SOYKIRIMLA SİLİNEN BATIERMENİSTAN'IN TARİHSEL GERÇEKLİĞİ İNKAR EDİLEMEZ! Belçika Ermeni Demokratlar Derneği adına katıldığımız Brüksel Konferansı'nda yüz yıl önceki tarihin dersleriyle mazlum halklar arası birlik ve dayanışmayı teşvik eden mesajlar vermiştik [1]. 1915 öncesi Batı Ermenistan-Kuzey Kürdistan bileşkesine atıfta bulunan ve Kürt aydınlarından o tarihsel gerçekliğe saygılı yaklaşım talep eden bir cümlemiz, daha sonra Radikal yazarı Ayşe Hür'ün yaptığı değinme [2] vesilesiyle, hem kendisine hem bize yönelik haksız suçlamalara yol açtı. Konferans tebliğimizi belki de hiç okumamış bazıları, o sözleri “gelecekte Kürtleri kovma yoluyla büyük bir Ermenistan kurma arzusu”na yordular. Ve tam da duyarlılık beklentimizin tersine etik ölçüleri hiçe sayarak tarihsel Batı Ermenistan gerçekliğini inkara devam ettiler. O coğrafyada Kürtlerin “hancı”, Ermenilerin “yolcu” olduğunu söyleyecek kadar alaya aldılar tarihi. Bu tür eleştiri yapanlardan biri, daha önceki bir yazımda inkarcı yaklaşımlarına değinip geçtiğim, asıl eleştirisini sonraki bölüme bıraktığım Xerzî Xerzan isimli yazar. “Ayşe Hür'ün Cehaleti ve Tarih Çarpıtmaları” başlığı altında ölçüsüz suçlamalar yürütmüş [3]. Bu konularda “cehaletini gidermesi” için ona altı ay önce kendi yazdığı bir makaleyi tavsiye ediyor. Xerzi'nin o makalesini ben çoktan okuyup yazılı eleştirisini de hazırlamış, fakat henüz yayınlamamıştım. Şimdi bu yeni yazdıklarına yanıt verdikten sonra onu da ayrı olarak sunacağım. Bir başka “eleştiri” sahibi Şakir Epözdemir, Ermenistan-Kürdistan ihtilafı üzerine daha berbat fikirler yürütmüş [4]. Bu zat-ı muhterem de Ermenileri kendi anavatanında “işgalci” gösterip Kürtlerin Alpaslan komutasında Türklerle birlikte “haksız işgallere son verdikleri”nden dem vuruyor. Bir de onun atıfta bulunduğu Ahmet Kahraman'ın “Ayşe Hür Tarihi” başlıklı yazısı var [5]. Ahmet Bey'in yazdıkları gerçi diğerlerinden daha usturupludur, ama o da hakkaniyetten uzak ve tarihsel Batı Ermenistan'a dair dikkat ile Rıza Aydoğdu'ya teşekkürü borç biliyoruz. Burada eleştirisini yapacağım yazıların (Xerzi ve Epözdemir'in) hasmane ruhunu, konferansta hiç değilse bizim görüştüklerimizden kimsede görmedik. Uç noktalardaki bu görüşlerle tartışırken onları paylaşmayan kimselerin üzerlerine alınmamaları gerektiğini özellikle belirtmek isterim. Hovsep Hayreni çektiğimiz inkarcılığı örtülü olarak paylaşma durumunda. Yeni Özgür Politika'nın bir diğer yazarı Yusuf Serhat Faik (Serhat Bucak), hemen konferans sonrası yazdığı “Brüksel İzlenimleri” makalesinde, onca olumlu mesajlarımızı es geçerek şöyle diyordu: “Ermeni katılımcı Hovsep Hayreni’nin sunumunda diaspora Ermenilerinin hiddeti, Öcalan’ın ilk BDP heyeti ile görüşmesinde dile getirdiği bir cümleye yönelik tepkisi vardı.” [6] Serhat Bey anlaya anlaya bir tek bunu anlamış ve Türk medyasından devraldığı allerjik üslupla yalnız böyle bir cümle yansıtmış! Canı sağolsun. Konferansta pekçok Kürt katılımcı yaptığımız sunumu olumlu karşılamış, tebrik etmişti. Eleştiri noktalarını yanlış algılayan ve inceden sitem eden bazıları ise konuştukça daha iyi anlayıp en azından yaklaşımın dostane olduğunu teslim ettiler. Konferansta çeşitliliğin daha çok bir imaj olarak önemsendiğini hissetmekle beraber farklı görüşlerimizle katkı yapmanın yararlı olduğunu gözlemledik. Ana akım Kürt basınında eleştirel yaklaşımların geriye itilip “sürece destek” beyanlarının öne çıkarılması problemliydi. Bunu da bizimle röportaj yapmış muhabirlerle diyalog içinde gidermeye çalıştık. Sonuçta biraz gecikmeli de olsa görüşlerimiz doğru şekilde yer buldu. Bunun için Fırat Haber Ajansı'ndan Ali Güler'e ve yaptıkları geniş röportajı eksiksiz yayınlayan [7] Yeni Özgür Politika'dan Nihal Bayram Ayşe Hür'e ölçüsüz suçlama ve istismar edilen hatalar... Bize yapılan haksız yüklenmeye geçmeden, bu yazıların ilk muhatabı olarak Ayşe Hür'e söylenenlerin ölçüsüzlüğüne değinmem gerekir. Xerzi onun son birkaç yıldır “resmi ideoloji karşıtı (...) duruşunu terk” ederek “tüm enerjisini (...) mazlum bir halk olan Kürtlere yönelt”tiğini söylemekte. Dönemin yerli-yabancı gözlemcilerinden yaptığı aktarımlarda geçen sözleri (hangisinin ne kadar haksız olduğu ayrı mesele) sanki de o söylemiş gibi “Kürtlere hakaret edercesine kullandığı tabir ve sıfatlardan dolayı kendisine saygı duymakta zorlanıyoruz” diyor. Son yazısında referans verdiği üç kişiden ikisinin Hristiyan misyoner, birinin de Ermeni Cismani Meclisi oluşunu onun 'kötü niyet'inin kanıtı olarak değerlendiriyor. “Misyonerlerin... Hristiyan olmayan milletlere bakış açıları herkesçe bilinmektedir” diyerek, aslında onlara ilişkin Türk-İslam şovenizminin çizdiği ve bugün bile cinayetlere vesile ettiği subjektif imajı güçlendiren bir vurgu yapıyor. Onların gerisindeki devletlerin politik amaçları ne olursa olsun, pek çok misyonerin kendi inançlarını yaymaya çalışırken hümanist duygularla hareket edip savaş ve barış koşullarında gönüllü insani yardım faaliyeti yürüttüklerini hatırlatmak gerekir. Bu faaliyetleri içinden yapmış oldukları gözlem ve tanıklıklar da o duygudan bağımsız değildir. Ama bakın Xerzi onların tanıklığını neye benzetiyor: “O yıllarda vücuda gelmiş olayları misyonerlerin ağzından anlatmak, tarihin gördüğü en büyük soykırımlardan biri olan Ermeni soykırımını, o soykırımda kızılbaş - sayfa 42 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bizzat rol almış '7 gavur öldürene cennet kapıları ardına kadar açılır' diyen bağnaz ve radikal sözde bir müslüman din adamının ağzından dinlemekle eşdeğer değil midir?”. Sanıyorum izan sahibi bir okuyucu için bunda yoruma gerek yok. Diğer eleştiriciler de Ayşe Hür'ün tarih yazılarını “montajcılık” filan diye karalıyor. Ama acaba hoşlarına gitmeyen bu konulara girmese öyle mi diyecek, yoksa takdir mi edeceklerdi? Önceki yazılarını takdirle karşıladıkları Xerzi'nin “resmi ideoloji karşıtı duruş” sözünden anlaşılıyor. Peki Kürtlerin o resmi ideolojiyle dirsek temaslarını da eleştirince o duruştan ayrılmış mı oluyor Ayşe Hür? Çok değişik konularda kısa kısa ve haftalık periyodlarla yazmanın, derinleşme, özümseme ve doğru analiz bakımından büyük bir dezavantaj olduğunu belirtmek gerekir. Önemli bir tarihsel kesitin karakteristik yönlerini bir sayfalık bir yazıda özetlemek de ayrı bir zorluktur. Kendisi bu makaleleri, geniş kitleler için kolay okunacak türde ve farkındalık yaratmaya yönelik olarak yazıyor. Toplumsal sorgulayıcılık ve demokratik bilinç geliştirmeye katkıları inkar edilemez. Bu olumlu yönü yanında sakıncalarını dile getirmek farklı, itibarsızlaştırmaya dönük kulplar takmak ve hele de düşmanca niyetler yüklemek farklıdır. Ahmet Kahraman daha sonraki bir yazısında “tepki”nin dozunu arttırarak şu yakışıksız ve ürkütücü sözleri sarfetmiş: “Bugünün son notu, aklen ilgisiz, ilintisiz, mantıken birbirinden uzak olayları ardı ardına monte edip, bundan tarih çıkaran Ayşe Hür’e dair. "Kürtlerin tepesinde bela olmaya bir tek sen eksiktin" dedirten Ayşe Hür’e...” Ayşe Hanım'ın yazdıklarında hatalar doğal olarak var. Şimdi eleştiri konusu edilen makalesinde benim de katılmadığım şeyler olmuştu ve bunları kendisine belirterek görüşlerimi paylaştım. Yanlış yansıyan noktalardan biri “1894 Sason Olayları” başlığıyla işlenen bölümde geçiyordu. Orada Sasun'dan başlayıp yayılan “toplumlar arası çatışma” tabiri akla genel bir Kürt-Ermeni boğazlaşması getiriyor, sonraki yıllar ve alanlar belirtilmediği için de neyi kastettiği muğlak kalıyordu. Gerçekte Sasun Ermenileri kendi hakları için birkaç yıl yerel ağalara ve merkezi otoriteye karşı direniş gösterdikten sonra 1894'te Türk ordusu ve Kürt aşiret güçlerince katliama uğratılmıştı. Başka alanlarda yaşananlar ise bu lokal olayın bitmesinden bir yıl sonra gündeme gelmiş yaygın pogromlardı. Abdülhamit'in, kabul etmek zorunda kaldığı Ermeni reform tasarısını uygulamamak için Ermeni halkına yaşattığı organize katliam, talan, yakma-yıkma ve din değiştirtme olaylarıydı. Bu saldırıların ağırlıklı bölümü 1895'in son üç ayında, bir kısmı ise 1896 yazı ve güzünde cereyan etmiş, onlarca şehir ve yüzlerce köyü yarı harabeye çevirmişti. Avrupalı gözlemcilerin 100-150 bin, Ermenilerin 300 bin ile ifade ettikleri ölü sayısı bütün bu süreçte bir tür Cihad gibi Ermeni halkına estirilen terör ve pogromların toplam bilançosuydu. Ancak yazısında Ayşe Hür bunlara atıfta bulunmadığı için (gerçi farkedince internet versiyonunda bir küçük ilaveyle eksiğini gidermeye çalışmış, ama) okuyucunun o rakamı 1894 Sason katliamıyla ilgili sanması, politik yaklaşımla isteyenin de istismar etmesi mümkündü. Nitekim Xerzi bu noktayı yakaladığı gibi, hatalı bir özetleme diye eleştirmek yerine şöyle yüklenmiş: “Sason olaylarında telaffuz ettiği 300 bin ölü ve ona yakın rakamlara ise söyleyecek bir şey bulamıyoruz... Bugün bile toplam nüfusu 10 bini geçmeyen (...) Sason’da nasıl 300 bin kişi ölüyor, o da başka bir muamma…?!” Aslında Xerzi o rakamların Ermeni kırımları tarihinde neyi ifade ettiğini biliyor olmalı. Çünkü önceki bir yazısının kaynakçasında “1894-96 Ermeni Katliamları ve Charmetant Raporu” mevcut. Eğer onu gözden geçirmişse, Ayşe Hür'ün zikrettiği rakamların yalnız Sasun değil, onu da kapsayan iki yıllık bir süreç ve 11 vilayet gibi geniş bir alanla ilgili olduğunu anlamış olması gerekirdi. Gerçekten hiç çağrışım yapmadı mı kafasında, yoksa anladığı halde anlamazlıktan gelerek daha farklı suçlamayı mı tercih etti? Bu da kendisinin izah edebileceği bir muamma. Ayşe Hür'ün yazısındaki bir başka hatalı değinme, 1896 Van katliamlarına karşılık Taşnaklı fedailerin yaptığı 1897 Xanasor misillemesiyle ilgili. Bu olayı “Ermeni çetecilerinin gece yarısı kör ateşinde sadece kadınlar ve çocuklar öldü, çünkü Şeref Bey ve adamları baskını haber alıp kaçmıştı” diye özetlemesi yanlış. Orada yapılan eylemin kör bir intikam olduğu ve sonuçta katliama katliamla cevap verme anlamına geldiği doğrudur. Fakat sadece kadın ve çocukların öldüğü doğru değil. Taşnaklar tersine saldırıda kadın ve çocuklara dokunulmadığını ileri sürmektedir. Eylemin oluş biçimini değerlendirince bunun fiilen mümkün olmadığını, ölenlerin kadın-erkek, çoluk-çocuk karışık olması gerektiğini anlıyoruz. Öte yandan bu olayı öncesinden kopuk ve abartılı şekilde konu edenlerin amacına da dikkat çekmek gerekiyor. Bunlardan birisi de Xerzi'nin kendisiydi. Fikirdaşı Cewo'nun Ermenice kaynakları tahrif etme yoluyla uydurduğu akıl mantık çatlatan “40.000 Kürt katledildi” iddiasına dört elle sarılmış, bunu yaparken “Xanasor denilen yer köy müydü, kasaba mı, çadırlardan oluşan bir oba mı, çokçası kaç kişi yaşıyordu?” diye hiç sormamıştı. Şüphe etmek ve sormak aklına mı gelmemişti, yoksa işine mi? Şimdi Sasun konusunda Ayşe Hanım'a referans gösterdiği Mayevsriy'in kitabından bir de Xanasor olayının bilançosuna baksın bakalım, ne görecek? Sasun direnişini bastırma sırasında katledilen Ermeni sayısını Fransa'nın Diyarbakır konsolosu 7.550 olarak rapor etmiş, Osmanlı heyeti ise 200-250 ölü göstermiştir. Elbette Osmanlı az gösterecek, çünkü kendi ordu harekatının sonuçlarıdır. Mayevsriy de resmi açıklamadan hareket ederek öyle küçük bir rakam vermiş. Xerzi bunu güle oynaya kabul ediyor. Ama aynı Mayevsriy 1897 Xanasor olayının bilançosunu da 150 olarak kaydetmiş. Bu da devletin resmi açıklamasına bağlı olmalı. Fakat burada katliam Ermenilerin işi, hedef olan da Hamidiye saflarındaki bir aşiret olduğuna göre devlet bilançoyu olduğundan az göstermez; tersine fazla göstermeye çalışır, değil mi? Şu halde, asıl hayretle karşılanacak şey kendi ortak olduğu 40 binlik Xanasor iddiası iken, neden geriye bakıp bunu sorgulamıyor? Olayın duyarlılık gerektiren diğer yönüne gelince; Taşnakların o olayı zafer gibi kutlamalarını öğrendiğimiz zaman -ki buna vesile olan Cewo'nun yazısıydı- biz de konuyu irdeleyip vicdani temelde mahkum eden tarihçi Stepan Boğosyan'a hak verdik ve sürdürülen ayıbı kınadık. Gerçi o kutlama kızılbaş - sayfa 43 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 marşlarında “Ermeni fedaisi kadın ve çocukları esirger, korkma bacım” gibi sözler geçiyor, ama tasavvur edilen ile gerçeklik bağdaşmadığına göre bunu mazur görmemiz sözkonusu olamaz. Tarihte bu eylemi yapanlar “katliamlara uğratılan Ermeni halkının hesap sormaya kadir olduğu”nun göstergesi olarak savunmuş, “aşiretin erkeklerini yok ettik” diye propaganda etmişler. Zamanla milliyetçi yönü daha sivrilen Taşnak partisinin takipçileri o “zafer” efsanesini hiç sorgulamadan sürdürüp bir geleneğe dönüştürmüşler. Şüphesiz ki bu fanatizmle mücadele görevi demokratik duyarlılık sahibi Ermenilere düşer. Bunun için bizim de Ermenice makale ve çağrı yazılarıyla etki yapmamız gerekiyor. Ama bunun Xerzi tarafından tasavvur ediliş biçimi hakkaniyetli değil. devrimcilerdi. Vanlı Ermenilerin katlinden sorumlu gördükleri aşiret güçlerini sivil halktan izole hedeflemek yerine toplu yerleşim alanında hedeflemekle büyük bir yanlış ve kötülük yapmışlardı. Sonuçta bu da bir katliamdı. Ama hareket saikleri Xerzi'nin gösterdiği gibi değildi. Bu anlamda yukardaki sorusu yanlış olduğu gibi, Kürtlerin katliam yapan kimseyi ulusal kahraman yapmadıkları savı da doğru değil. Örneğin yakın tarihteki ilk toplu katliamları Nasturilere yaşatan Bedirxan Bey genelde nasıl tanımlanıyor? Yada 1908 Dersim harekatı ve sonra da Ermeni soykırım sürecindeki rolü bilinen Hamidiye Alaylarının ünlü komutanlarından Cibranlı Halit Bey?.. Daha önce belirtmiştim; Ermeni fedailerinin Xanasor eylemi, 90-100 yıl sonra PKK grupları tarafından korucu köylerine yapılan bazı kör intikam saldırılarından farklı değildir. Bir defada 30-40 kişinin evler içinde çoluk-çocuk öldürüldüğü olmuştu hatırlanırsa. Bunlar eleştirildiği zaman “Bu savaştır, kurşun adres tanımıyor, kurunun yanında yaş da yanabilir” gibi yanıtlar veriliyordu. Xerzi tarihteki Xanasor olayını karakter olarak bunlarla benzeştirme yerine, soykırım süreçlerinin katil ve talancılarıyla mukayese ediyor. Ayşe Hür'e yönelttiği soru ve yaptığı vurgular şöyle: “Kürtlerin hangisi, kendi içlerinden çıkmış menfaatperest ve katillerin yaptıkları katliamı milli bayram olarak kutlama utanmazlığını göstermiştir bugüne kadar…?! Tek bir örnek gösteremezsiniz, aksine burada dikkat çeken olgu, Kürtlerin kendi içlerinden çıkmış olan katiamcıları ve servet düşkünlerini haklı olarak dışlamaları ve eleştirmeleri iken, radikal Ermenilerin ise kendi içlerindeki bu tip insanları Ulusal Kahraman olarak nitelendirmeleri ve adlarına marşlar bestelemeleridir.” “Batı Ermenistan-Kuzey Kürdistan tanımına gelince” diyor Xerzi, “Herkes istediği gibi düşünür (...) Ama gerçek tektir. En azından tarih biliminde bu böyledir”(!). En azından ne demek? Herhalde tarih bilimini matematikle karıştırmış. Ardından şöyle açıklıyor o tek gerçeği: “Kürtler 5.000 yıldan fazla bir süredir Kürdistan coğrafyasında yerleşiktirler. Mitannilerden bu yana, Nairiler, Xaltiler (Urartu), Medler, Med-Pers Konfederasyonları, Partlar vb. birçok organizasyonlarda bazen başat, bazen de arka planda kalarak, ama hepsinde varlıklarını hissettirerek yaşamışlardır. (...) Kürtlerin kadım coğrafyası olan Mezopotamya ve çevresi, işgalci ve istilacılar için hep cazip olmuştur. Ama hancı-yolcu ilişkisinde hancı olan Kürtler, her zaman kendilerini ve özellikle dil ve kültürlerini korumayı bilmişlerdir. Bu uzun süre zarfında yolcu rolüne sahip olan bu işgalcilerin sadece isimleri ve nesebleri değişmiştir, baki olan sadece Kürt Halkıdır. Bu tüm bilim dünyasınca da böyle kabul edilmektedir.” Altını çizdiğim kelimelere dikkat. Burada Kürtler içinden gönderme yapılan tipler Ermeni-Süryani kırımlarında sahneye çıkan ve gerçekten de servet düşkünlüğüyle cinayetin en adisini işleyenlerdir. Peki Xanasor'da Ermeni fedailerinin hareket saikleri bu muydu? Onlar en az PKK gerillaları kadar kendi halkının özgürlüğü için savaşan Kürtler bu coğrafyada hancı, Ermeniler yolcu muydu?.. Gördünüz mü neymiş? Mezopotamya ve çevresinde (saydığı eski uygarlık isimlerine bakılırsa o çevre kuzeye doğru bütün dağlık bölgeleri de kapsıyor) Kürtler 5 bin yıldan beri yerleşik esas unsur, bütün başkaları gelip geçici işgalci güçlermiş. Asurileri ve Ermenileri de bunlar arasında anlamamız gerekiyor. “Baki olan sadece Kürt halkı” vurgusu bunu ima etmek içindir. Devamında yine “bilimsel ça- lışan herkesin kabul ettiği gerçek” (!) diyerek şöyle eklemiş: “Kürtler tarihin hiçbir döneminde hiçbir kavmin toprağını işgal ve istila etmemişlerdir. Her zaman savunma pozisyonunda kalarak, ülkelerini korumaya çalışmışlardır”. Bu söylemi kendi tezleriyle çelişiyor. Mesela yazar Medleri Kürtlerin atalarından saydığına göre, Kuzey-batı İran'da ortaya çıkan Medya'nın bir dizi güçlü devleti yıkarak Hint Denizi'nden Akdeniz'e ve Kızılırmak'a kadar yayılmasını neyle açıklıyor? Devam edelim okumaya: “Kürtler, ne Trakya'dan, ne Frigya'dan, ne Avrupa'dan, ne Kaf kaslar'dan, ne de Orta Asya steplerinden bu ülkeye gelmemişlerdir, buranın en eski ve en kadim halklarından bir tanesidirler”. Trakya-Frigya Ermeniler için vurgulanmış. Bununla anlatılmak istenen “Türkler 1.000 yıl önce gelmişlerse, Ermeniler de 2.500 yıl önce gelmiş, ne fark eder daha eski olmaları, kökleri burdan değil” oluyor. Son cümlesinde, daha önceki altını çizdiğim tanımlarla çelişki de var, ama Kürtler dışında “en eski ve en kadim” olarak kimleri gördüğü yine muamma. Her halükarda Ermenileri bu sınıfa sokmak istemediği belli. Ermeniler kendi dillerinde kendilerine Hay derler. Bu bakımdan M. Ö. 15-13. yüzyıllar arası Hitit kayıtlarının çokça sözünü ettiği komşu Hayasa krallığı (ki anılan kentleri Yukarı Fırat çevrelerine aittir) Ermeni halkının bölgedeki bilinen en eski öz kaynağı sayılıyor. Armen (Ermeni) isminin kaynağı Herodot'un bazı değinmelerinden hareketle Trakya çıkışlı Frig boylarından biri diye tahmin edilmekle beraber, bu ismi Urartu devletinin kurucu kralı Aram'la ilişkilendiren görüşler de var. Halen tartışmalı olan konuda Ermenilerin Urartu yıkılırken bu bölgeye geldikleri görüşüne karşı, başından beri Urartu'nun konfederatif yapısı içinde Ermenilerin etkin olduğu görüşü güç kazanıyor. Buna göre daha önceki Hayasa'nın mirası Urartu'ya intikal etmiş, göçle gelenler ise Yukarı Fırat ve Dicle kaynaklarında Hayasa ve Nairili kavimlerle kaynaşarak Ermeni halkının oluşumuna eklemlenmişlerdir. Urartu'nun yıkılışı ardından ortaya çıkan ilk Ermeni krallıklarının Medz Hayk (Büyük Ermenistan), Pokır Hayk (Küçük Ermenistan) gibi isimlerle kurulmuş olması bu görüşün lehine kızılbaş - sayfa 44 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bir olgudur. Hayasa ismindeki -sa, -asa tamlaması Hititçede peşine eklendiği kavim ve tanrı isimleriyle bağıntılı yurt belirtir. Bunun bir çok örneği var. En önemlisi de Hititlerin başşehri Hattusa'nın kendi kimlikleri olan Hatti ve -sa'dan oluşmasıdır. Hayk ismindeki “k” de Ermenicede aynıdır. Eski dilde hem çoğul eki, hem yurt belirten bir tamlama. Daha sonra İrani etkiyle -stan benimsenmiş ve modern Ermenicede Hayk'ın da yerini Hayastan almıştır. Uzun sözün kısası, Hayasa'dan Hayk'a, Hayk'tan Hayastan'a uzanan yerleşik Ermeni tarihi yazılı kayıtlarla 3.500 yıl eder. Öncesi meçhul, ama kadim yerleşik ve otokton bir ana damara sahip olduğunu söylemek için bu kadarı yeterli. Xerzi'nin Kürt tarihine gelince, o kadar çok eski uygarlığı Kürtlere mal eden yazar, bilinen kimliğiyle Kürt halkının ne zaman ve nerelerde belirginlik kazandığına değinmiyor. Bunun bilimsellikle bir ilgisi yok. Halkların tarih sahnesine çıkmaları bir evrim işidir. O evrim içinde pek çok eski kavimlerin rolü vardır. Diller ve etnik kimlikler, bir taraftan ana grupların ayrışması, bir taraftan da çeşitli kavimlerin birleşmesi ve etkileşmesiyle oluşmuştur. Bu anlamda Ermeni halkını oluşturan en önemli kaynaklardan pro-Ermeniler diye söz etmek gibi, Kürt halkını oluşturan en önemlileri için de pro-Kürtler demek mümkündür. Ama buna eski dönemlerin akla gelen bütün kavim ve uygarlıklarını katıp karıştırmak itibar edilecek bir şey değil. Mukayese etmek gerekirse, Nairi ve Urartu konfederasyonları içinde pro-Ermeni unsurların pro-Kürt unsurlardan daha önemli bir yer tuttuğunu söyleyebiliriz. Buna rağmen o uygarlıkları Ermeni diye tanımlamak da doğru olmaz. Mezopotamya'da varlık göstermiş kimisi daha eski ve daha geniş alana dağılan bir dizi uygarlığı Kürt saymak ise ondan da subjektif ve zorlama olur. Bugünkü dört parçalı Kürdistan haritasının tarihte aynı genişlikle, hele de 5.000 yıl gerilere uzanan bir karşılığı yoktur. Hatta 500 yıl önce bile demografik-etnolojik gerçeklik öyle değildir. 16. yüzyıl doğu sancaklarına dair Osmanlı tahrir defterleri çoğu yerde Hristiyanların yarıdan fazla nüfus oranına sahip olduğunu gösterir, ki bunun çok büyük bölümü de Ermenilerdir. Kürt halkının çekirdeği olarak Kardaka/Karduhi/Karduk isimlerini alırsak, hatta kökleri onlara dayanabilir diye eski Guti'leri de hesaba katarsak, bu halkın esas oluşum alanı Zagros dağları çevresidir. Med İmparatorluğu birçok İrani kavmin birliğinden oluşmuştur. İçinde Kürtlerin, yada o zamanki Kardukların önemli bir etkinliği olabilir, ama bu devletin uzun sürmeyen ömründe yayıldığı alanları genelde Kürt yurdu saymak mümkün değil. Sonraki yüzyıllarda Ermenice haritaların Gortuk yada Gorcayk diye gösterdiği bölge (Zap Suyu ile Dicle arası) ve Zagros çevreleri, yani bugünkü Türkiye-Irak-İran sınırlarının kesiştiği hatlar yine Kürtlerin esas yoğunluk alanları olmalıdır. Araplar ile Türklerin istila dönemleri arasında kurulabilen Kürt beylikleri yine buralarda, Musul'da ve Amid-Meyafarkin bölgesinde ortaya çıkmıştır. En erken 12. yüzyılda Selçuklu hükümdarları tarafından kullanıldığı görülen Kürdistan ismi de zaten bu çevreleri ifade eder. [8] Daha yukarıları M.Ö. 6. yüzyıldan beri komşu halkların yazılı kayıtlarıyla Ermenistan olarak bilinir. (Perslerde Armina, Yunanlılarda Armenia vb...) O tarihten itibaren Ermenilerin bazen bağımsız, bazen yarı bağımlı siyasi birliklere sahip oldukları alan aşağı yukarı eski Urartu sınırları ile örtüşür. En eskilerinden başlayarak coğrafyacılar da bu dağlık alana Ermeni Platosu demiştir. Kısa bir dönem II. Dikran'ın yayılmacı savaşları ile geniş imparatorluk hüviyetine ulaşması hariç, kendi doğal sınırları içinde küçülüp büyüyen, bir yerde sönüp bir yerde canlanan krallık ve prenslikleri görülür. Pers ile Selefki, Part ile Roma, Sasani ile Bizans arasında çoğu zaman el değiştiren ve parçalı da olsa, her hükmedenin kendi dilinde Ermenistan'a karşılık gelen isimlerle andığı bir ülkedir. Arap istilası altında yine yaşayabilen prenslikleri olmuş, Türk istilacıları en son ayakta olan Pakraduni krallığını yıkmıştır. Selçuklular, Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmenler, Osmanlılar da sırasıyla hakim oldukları bu alanı Ermenistan olarak anmış, bazıları kendine Şah-ı Armen sıfatını bile vermiştir. Ermenilerin kendi öz tarih kaynakları ise, özgün alfabelerini yaratmalarından beri (son 1600 yıl boyu) yazılmış sayısız klasikleriyle, her döneme, her yüzyıla ve Ermenistan'ın her bölgesine daha ayrıntılı tanıklık eder. Kürtlerin kendi tarihleri üzerine oldukça geç yazdıkları Şerefname dışında bir klasik eserlerinin olmayışı modern zamanda yazılanların öz kaynaklara dayanması açısından önemli bir fark ve dezavantajdır. Sözlü tarih malesef yazılısı gibi olmuyor. Şimdi yazılmaya çalışılan Kürt tarih tezleri antik dönem ve orta çağla ilgili öz birikimden oldukça yoksun. Öyle olunca gerideki tarihte kendi köklerini keşfetme imkanı daha zayıf kalıyor ve milliyetçi tarih yazımı en uzak geçmişe kadar o coğrafyada olup biten herşeyi, kurulup yıkılan bütün uygarlıkları kendine maletmenin açgözlü uğraşısıyla daha uyduruk şekilleniyor. Bunun diğer yönü de, aynı coğrafyada rakip gördüğü ulusun tarihini inkar etmedeki fütursuzluk oluyor. Ama hiç değilse Kürtlerin klasiği Şerefname'ye bakılırsa Ermenistan gerçekliği şimdikiler gibi inkar edilme durumunda değil. Şerefname'de Osmanlı-Kürt ittifakının yapılış koşulları ve gelişmeler aktarılırken şöyle deniyor: “Dostlarının üstüne titreyen ve düşmanlarını yerle bir eden bu hükümdar, Kürdistan Emirlerinin talebine uyarak, Acemistan (İran) topraklarına egemen olmak amacıyla Ermenistan ve Azerbaycan üzerine yürüyüşe geçti...” Bu pasajı aktaran Sait Çetinoğlu, bir parantez açarak “Ermenistan'a yürüme sözüne okuyucunun dikkatini çekmek isterim” diyor ve “Osmanlı'nın egemenliğinde Kürtlerin Ermenistan'ı fethettiğini söyleyebiliriz” diye ekliyor [9]. Bunu da Ayşe Hür'le tartışmasında onu “Sait Çetinoğlu'nu bile okumuyor ve bilmediği konularda en yetkin isimlerden bile faydalanmıyor” diye suçlayan Xerzi'nin dikkatine sunmak gerekir. Şüphesiz bir etnisitenin ismiyle anılan ülkeler yalnız onun yurdu değildir. Tarihte hiç bir ülke nüfus olarak homojen, hiç bir halk da soy olarak katışıksız olmamıştır. Ermenistan içlerinde Medler, Persler, Partlar döneminden İrani gruplar ve tabii ki Kürtlerin ataları da bulunmuştur. Nasıl ki Asuri-Süryani, Gürcü-Kartveli, Yunan-Pontus, Tsani, Yahudi ve eski Hitit halkları eksik olmamışsa... Bütün bu renklerin Ermeni kültürü içinde eriyenleri de olmuştur. Ama Kürtlerin Ermenistan içlerine nüfuz etmeleri esasta Arap ve Türk is- kızılbaş - sayfa 45 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tilalarına paralel ve onlarla din ortaklığının imkan verdiği bir gelişmedir. Yine de Doğu Torosların kuzeyinde çoğalmaları daha geç, Osmanlı devletine savaş hizmeti karşılığı elde ettikleri beylik alanları sayesinde mümkün olur. Doğal göçlerle gelen ve boş alanlara yerleşenler de olmuştur. Hepsine işgalci diyemeyiz. Gelip yerleşmenin zorbalık ve gasp yoluyla olduğu veya başlangıçta öyle değilken zamanla güç toplayarak yerli halkı kovmaya dönüştüğü ölçüde işgalci karakter taşıdığını söyleyebiliriz. Tarihsel Ermenistan'ın Kürdistan'la içiçe geçmesi böyle tedrici bir yayılma ve demografik değişimin ürünüdür. Nihayet soykırımla Ermeni halkının yok olması Batı Ermenistanı tamamen Kürdistan'a dönüştürünce, artık o uzun tarihsel gerçekliği inkar etmenin yolu da ardına kadar açılır. İşte bizim konferansta bir küçük paragrafla değindiğimiz istismar olayı bununla ilgilidir. Bu açık kapının gamsızca kullanılmasıdır. Xerzi de bu kapıdan girdiği gibi, “biz hancı siz yolcu” şarkısıyla dalgasını geçiyor. Sormak lazım, oralarda hancılık taslamak için gösterebileceği kaç tane tarihi eser, Kürt damgasını taşıyan kaç önemli uygarlık kalıntısı var? Camilerin, köprülerin, hanların mimarları, Kürt beylerine ait konakların ustaları kimlerdi? Oralarda daha düne kadar gösterilebilen asırlık ceviz ağaçları, dutluk ve üzüm bağları bile Ermeni işiydi. Bakın Türklerle ortak fetihler ve sağlanan avantajlar bir yana, Ermenilerin yok edilişinden önceki son 50 yıl zarfında yapılan gasplar bile kendi başına çok şey anlatır. Başta Kürt ağaları olmak üzere Müslüman zorbalar tarafından Vilayet-i Sitte kapsamında Ermenilerden gaspedilen toprak ve mülklerin miktarı 26.185 tarla, 2.591 ev, 1.066 değişik yapı, 1.190 bağ-bahçe, 2.007 çayır, 460 mera sayılıyor ve bunların toplam genişliği 1.030.000 hektar ölçülüyordu [10]. Soykırım sonrası paylaşılan ganimetler bu hesabın içinde değil ve zaten onların haddi hesabı da yok!.. Ermeniler kendi vatanında işgalci, 1071'de gelen Türkler ise kurtarıcıymış! Yukardaki noktayla bağlantılı olarak bir de Şakir Epözdemir'in yakınmasına değinelim. “Neden Kayserililere pastırmayı, Maraşlılara dondurmayı, Afyonlulara kaymaklı şekeri öğret- tiniz de biz Kürtlere bir şeyler öğretmediniz?” diyor. Muhakkak Kürtlerin de öğrendikleri şeyler olmuştur. Hiç değilse göçebe aşiretler çiftle çubukla tanışmıştır. Başka alanlara gelince, bir yazısında Tarık Ziya Ekinci, Ermenilerin ziraatteki yerini inkar ederek onları neredeyse sadece zanaat ve ticaretle uğraşır gösterdikten sonra şöyle demişti: “Kürtler Ermenilerin yaptıkları mesleklerle ilgilenmeyi kendilerine yediremiyor, bunu aşağılık bir uğraş sayıyorlardı”. Şakir Bey buradan bir sonuç çıkartabilir mesela. Zanaat ve sanat gibi insanı insan yapan uğraşları “aşağılık” nitelemek, kedinin erişemediği ciğere mundar demesi gibidir [11] Şakir Epözdemir bir soruyla başlamış ve yine o soruyla bitirene kadar tarihin canına okumuş. İddiasına göre Ermeniler “hile ve desise (entrika) ile sahiplendikleri Kürdistan topraklarını” 1020'de Bizans'la trampa etmişler. Kastettiği Vaspuragan toprakları (Van gölünün doğu çevresi) Urartu'dan veya hemen sonrasından beri kesintisiz orada yaşayan Ermenilerin ve son dönem etkin olan Ardzruni naxararlığının (beylik, prenslik) elindeydi. Türklerle Bizans arasında durumunu güvensiz bulan Vaspuragan kralı Senekerim Bizans'la anlaşarak önemli bir nüfusla Sepasdia (Sıvas) bölgesine yerleşir. Yazarın iddiasının aksine bu alan boşaltmanın daha sonra Kürtler tarafından doldurulmaya hizmet ettiğini söylemek mümkün. Van çevresindeki Ermenilerin orayı uzak tarihte Kürtlerden ve hele de Kürdistan'dan aldıklarını söyleyebilecek hiç bir veri yoktur. Bu noktada “işgalci Ermeniler” diye kastettiği, herhalde ki Urartu'nun ardından Medler'in hakimiyet döneminde ortaya çıkan Yervantuni (Orontes) isimli ilk özerk Ermeni yönetimidir. Medler önceleri Kuzey-batı İran'da oluşmuş bir güç iken eski Asur ve Urartu'yu yıkarak bu topraklar üzerinde yaklaşık 100 yıl sürecek bir hakimiyet kurmuşlardır. Medler içinde Kürtlerin ataları etkin bir unsur olabilir, nasıl ki Urartu içinde Ermenilerin ataları olmuşsa. Fakat eski Urartu topraklarını Kürtlere ait göstermek hiç mümkün değil. Bu açmazı gidermek için yazar Urartu'yu da Kürt uygarlığı sayıyor. Ermeniler içinse şöyle bir tablo çiziyor: “Trakya tarafından göç edip Kürt Haldi/Halti/khalti devletinin ve Med İmparatorluğunun himayesine girdikten bir müddet sonra Mekadonlar ve Romalılar bölgeye hâkim olunca hemen akrabalıklarını öne sürüp sarmaş dolaş olmaya başladılar ve daha önce Kürtler onları himaye mi etmiş, onlara devlet mi kurdurmuş, onlara Rewan Düzlüğünü tahsis ve hibe mi etmiş, onlarla dindaş, dost ve komşu mu olmuş, hiçbir şey akıllarının ucundan geçmedi.” Yazarın Kürt Haldi dediği Urartu devletidir. Buna göre Kürt Medler, Kürt Urartu'yu yıkmış oluyor. Eskisi ve yenisiyle bütün o bölgeleri Kürdistan saymanın uyduruk tarihi böyle yazılıyor. Ermeniler ise bütünüyle Trakya'dan gelip Kürtlerin himayesi sayesinde buralara yerleşebilmiş, fakat daha sonra Batı'dan gelen istilacılarla işbirliği yaparak Kürtlere sırt dönmüş nankör bir millet oluyor!.. Rewan (Yerevan) düzlüğünü de Kürtler hibe etmişmiş! Hatta başka bir yerde daha da ileri giderek “Ermenilerin zaten Kürtlerin kendi rızalarıyla onlara verdiği Yerivan yada Rewan'dan başka toprakları yoktu ki” diyor. Tabii, Yerzınga'nın Xarpert'in, Muş'un düzlüğünü de Kürtler vermiş olmalı!.. Urartu döneminin Erebuni şehrini de Kürtler kurmuş olmalı! Şakir Bey Yerevan'ın “belirme, görünme” anlamında Ermenice bir sözcük olduğunu bilir mi? Nahçıvan'ın aslının Ermenice Naxiçevan olup Nuh tufanına atıfla “ilk inilen yer, ilk konaklama” anlamına vaftiz edildiğini de bilmez. Ama yazısının sonunda eski yer isimlerinin çok değişik alternatifleri olduğuna değinerek, “Bir yerin, bir merkezin otantik ve tek ismi yok mu? Hayır, Kürdistan’da yok. Araplar geldi değiştirdi, Ermeniler geldi değiştirdi, Türkler geldi değiştirdi” diyor. Bunu söylerken örnek olarak andığı “Serékanîyé, Kanyaxezalan, Rasulayn, Ceylanpınar” çeşitlemesi. Orada Ermeni ismi yok, ama nerelerde varsa onların da eski Kürt toprağı olduğunu ima ediyor. Sevan Nişanyan'ın “Adını Unutan Ülke/Türkiye'de Adı Değiştirilen Yerler Sözlüğü”nde değişik dillerden eski yer isimlerinin dağılımını gösteren haritalar var. Orada Ermenice isimlerin daha çok doğu illerinde, Kürtçe isimlerin daha çok güney-doğuda yoğunluk arzettiği görülür. Ermenice isimlerin büyük çoğunluğu o yerleşimleri ilk kuranların verdikleri kızılbaş - sayfa 46 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 isimlerdir. İki halkın yaşam alanlarının kesiştiği ve Kürtlerin nispeten geç yerleştikleri hatlar için tersine, bazı Kürtçe isimlerin daha eski Ermenice isimleri dönüştürme yoluyla ortaya çıktıklarını da söyleyebiliriz. Bunun pek çok örneği var. Yervantuni Ermeni özerk krallığının eski Urartu alanında Medlerle anlaşmalı şekilde kurulmuş olması yukardaki bir yığın illüzyona dayanak yapılmış. Bu süreçte istilacı olan Medlerdi. Onlar başka ele geçirdikleri yerler gibi Urartu alanında da geniş toprakların kontrolünü sağlayabilmek için yerel valiler atamaya ihtiyaç duymuşlardı. Tarihteki bütün hızlı büyüyen imparatorlukların ortak özelliğidir bu. Onlardan sonra gelenler de (Persler, Romalılar ve başkaları) aynı alanda yine Ermeni hanedanlık evlerine dayandılar. Dışardan hakim olanların (Partlar gibi) kendi soylarından atadıkları kralları da oldu, ama bunlar dahi bölgede baskın olan Ermeni kültürüne adapte oldular, xınamilik bağlarıyla Ermenileştiler. Şakir Bey M.Ö. 333'te Romalılar tarafından işgal edilen bölgeyi yine Kürdistan sayıyor. Ondan 70 yıl önce Anabasis'i yazan Ksenofon'un Karduk'tan yukarı dağlık bölgeleri Ermenistan olarak andığını yine umursamıyor. Daha sonrası için ise şöyle yazmış: İslamiyet Erzurum ve Karsa Miladi 640’ta dayandıktan sonra, Kürtler ilk olarak doğru bir karar alıp Müslüman olunca talih yüzlerine güldü. Çünkü Ermeni yöneticilerin Mezopotamya, Kürdistan, Kafkasya, Anadolu ve Kilikya toprakları üzerindeki bütün kabadayılıkları ve çalımları Romalıların, Bizanslıların ve özellikle Hıristiyanlık dininin sayesindeydi. Eğer Kürtler tez davranıp Hıristiyanlığı kabul etse ve Bizanslılarla sıkı bir ilişkiye Ermenilerden önce girebilselerdi, meydan Ermenilere kalmayabilirdi.(...) İslam Orduları 640 yılında Kürdistan’ı baştanbaşa işgal etti. Bu koca toprakları kimlerden aldı? İşgalcilerden aldı. Daha önce 972 yıldır bu topraklar Roma, Bizans, Ermeni, Gürcü ve Hıristiyan dinine mensup “keysfillelerin” işgalindeydi.(...) Kürtler kendi topraklarına sahip çıkmaya başladılar ve Alpaslan o dönemde İslam Halifesi tarafından komutan olarak seçildi. Hıristiyanlara karşı İslam kuvvetlerini başta Merwani Kürt devleti olmak üzere diğer Kürdistan Statüleri tarafından da desteklendi ve Romalıların Milattan önce 333 te işgal ettiği Kürdistan toprağının geri kalan kısmı da 1404 yıl işgalden sonra kurtulmuş oldu.(...) İki de bir Kürtler: 'Türklere Anadolu Kapılarını açtık' demelerine karşın, biz İslam olarak kuvvetlerimizi birleştirerek Malazgirt’te 1404 yıldır devam eden haksız işgallere son verdik derim.” (abç) Bravo! Hele son sözleri Türk Tarih Kurumu'ndan madalya almayı bile hak eder. Baksanıza, İslamın kılıcının değdiği her yeri anasının ak sütü gibi helal sayıyor. Roma ve Bizans'a Ermeni ve Gürcü gibi yerli halkları da katarak hepsini ortak işgalci gösteriyor. Orta Asya'dan akınlarla gelmiş Türkleri ise kurtarıcı!.. Anlaşılan, nerede ve kim olursa olsun, Hristiyanlık=İşgalcilik, İslam=Kurtarıcılık formülüyle bakıyor tarihe. Bu kadar saçmalığın neresine laf yetiştirelim? Herşeyden önce, Roma ve Bizans'ın işgal ettikleri yerler daha çok Ermenistan'dı. Kürtler o dönem Hristiyan olsaydı bile Doğu Toroslar'ın kuzeyinde önemli bir varlıkları olmadığı için Ermeni naxararlarından daha tercihli bir dayanak olmaları mümkün olmazdı. Ermeniler Roma'dan sonra değil, kendi krallıkları ile daha önce Hristiyan olmuşlardı. Halk olarak Ermenilerden de önce Hristiyanlığı benimseyen Süryaniler vardı, ama onlar da Kürtler gibi daha güneyde bulundukları için yukarı bölgelerde yerel otorite olamadılar. Bizans döneminde Hristiyanlık Ermenilere de çok avantaj sağlamadı, 6. yüzyılda Justinianos'un düzenlemeleri Ermenistan'ın kendi naxararlarıyla özerk yönetim imkanlarını budadı. Bu uygulama 1300 yıl sonra II. Mahmut'un merkezileşme hareketiyle Kürt beyliklerinin budanmasına benzerdi. Osmanlı'nın Bizans mirasından çok şeyleri devralmış bir imparatorluk geleneği olduğunu düşünürsek, II Mahmut'un merkezileşme ve Tanzimat uygulamasının bir Justinianos taklidi olduğunu da söyleyebiliriz. Fakat iki otonomi sürecini karşılaştırmak gerekirse, Bizans dönemi Ermeni prensleri daha önceden de Ermeni nüfusun yoğun olduğu bölgelerde varlık göstermişken, Osmanlı dönemi Kürt beyleri Şii İran'a karşı savaşta etkin rol oyna- maları sonucu yalnız daha güneydeki Kürt bölgelerinde değil, kuzeye doğru ağırlıkla halen Ermeni olan bölgelerde de yerel otorite oldular. Mesela Pahahovid yöresini ele geçiren Cimşit Bey “Palu fatihi” ünvanıyla orada otonom hükümet sahibi oldu [12]. Bu süreç Kürt nüfusun kuzeye yayılmasını, Ermeni nüfusun göçlerle dağılmasını ve Batı Ermenistan'ın tedrici şekilde Kuzey Kürdistan'la içiçe geçmesini sağladı. Osmanlı'nın son dönemi o bölgeler net sınırlarla ayrıştırılamayacak kadar iki vatanın bileşimine dönüşmüştü. Ancak soykırım Ermeni halkının kökünü kurutunca bütün o bölgeler demografik olarak dört başı mamur Kürdistan oldu. Yukardaki sözlerin diğer acınacak tarafı, işgalci imparatorluklarla dinsel temelde ittifak ve yerel imtiyazlar sağlamayı bir yandan (başkası için) ayıplarken, bir yandan (kendi milleti için) kıskançlıkla savunmasıdır. Roma-Bizans zamanında Ermenilerin başka halklara “kabadayılık ve çalım”larından sözediyor. Bunu ne tür tarihsel verilere dayandırdığı belli değil. Osmanlı döneminde Kürt beylerinin Hristiyan komşularını yıldıran zorbalıklarına ise hiç değinmiyor. Oysa bunun yığınla somut görüngüsü ve ayrıntılı belgeleri var. Ermeni köylüsü onların elinde zar ağlıyor, çareyi göç etmekte buluyordu. Ama hayır, Şakir Epözdemir'in tarihi bambaşka. Tıpkı “eşsiz Türk-Osmanlı hoşgörüsü” gibi, aynı İslam kültürüyle yoğrulmuş Kürt yöneticileri de Ermenilere “unutulmaz bir cennet” yaşatmış. Bakın ne diyor? “Şimdi Radikal Ermenilere soralım 1020 de mi Ermenilerin ekonomik durumları iyiydi veya 1820 de mi? Eğer 1820 de yani 800 yıl sonra Kürdistanlı Ermeniler daha müreffeh ve daha huzurlularsa biliniz ki Kürdistan yönetimlerinin sayesinde bu zenginliğe ve refaha kavuşmuşlardır. Kürdistanlı Ermenilerin bunca vatan hasretini çekmelerinin nedeni de, Kürdistan’da kendi vatanlarındaymış gibi bu 800 yıl boyunca askerlik yapmadan ve hiçbir kargaşayla karşılaşmadan huzur içinde ticaret, sanat ve ziraat sektöründe çalışarak, inanç ve eğitim haklarını kullanarak insan gibi yaşamalarındandır.” (abç) Evet, bunlar ciddi ciddi yazılmış. Fakat kızılbaş - sayfa 47 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tam tersi gerçekliği anlatmaya yarayan bir tür mizah olarak da okunabilir. 800 yıl boyu hiç kargaşa bile görmeden, tam huzurlu, “gel keyfim gel” bir yaşam!.. Düşünün ki, Türk-Tatar-Moğol akınları bile etkilememiş, Celali kargaşalıklar, Yeniçeri zulümleri, savaşlar, kıtlıklar bile hanelerine uğramamış. Çünkü Kürt beylerinin azizler gibi koruyucu kanatları altındalarmış. Üstelik orası kendi vatanları olmadığı halde, bir gün olsun sığıntı hissi yaşatmayan alicenap beyleri sayesinde neredeyse “kendi vatanları gibi” ısınmış da, ezelden beri Kürdistan olan o yerleri Ermenistan zannetmeye bile başlamışlar. İşte Kürdistan'a Ermenistan denmesinin ol hikayesi bu imiş!.. Dünyada bunun kadar eğlenceli bir tarih ne duyulmuş, ne okunmuş olmalı. İlgisiz “emeller” yüklemek değil, söyleneni anlamaya çalışmak gerekir Son olarak dikkat çekmek istediğim, her iki yazarın bu tartışmayı yürütürken, zerre kadar bizim meramımızı anlamamış görünerek, kendilerince bir takım “emeller” yüklemeleri ve yazılarının son sözlerini üst perdeden “uyarı”larla bağlamalarıdır. Biz, eğer dürüst olunacaksa, tarihten bahsedilirken o toprakların bütünüyle Kürdistan değil, bir tarafıyla Ermenistan ve son dönem için daha çok ikisinin bileşkesi bir ortak vatan olduğu kabul edilmeli demiştik. Buna karşılık Şakir Bey'in efelenmesi şöyle: “Ermenilerin Dernek Başkanı da buraya Kürdistan demeyin diyor... Görmüyor musunuz? Kardeş kardeşi birkaç balya ot için öldürüyor. Sen bu halkı buradan çıkarıp adına Ermenistan koyacaksın. Bu kıyamette olmaz beyim!..” Ve son söz olarak da söylediği şu: “Biz hala kapkaranlıkta iken başta Ermeniler olmak üzere bütün dünyanın bu mazlum halktan yana olması gerekirken, eski yanlış ve gerçekten hem hayali ve hem de tehlikeli senaryoların sinyallerini almamız çok kötü bir talihsizliktir.” Daha önce yazısını irdelediğimiz Xerzi daha da sert gürlemiş: “Yumuşak koltuklarda, fildişi kulelerde, Avrupalarda yaşayarak, Ermenistan'daki açlığa ve sefalete gözlerini kapayarak, Kürdistan'daki acılara sırtını dönerek, yüzyıllık macera dolu hayallere saplanmış şekilde yaşayarak, ne Kürtlere, ne de Ermenilere bir katkınız olabilir. Bu mazlum halkların üzerinden ellerinizi ve emellerinizi çekiniz. Binlerce yıllık Anadolu ve Mezopotamya coğrafyası tüm otokton halkların ortak vatanıdır ve bu her ne kadar inkar etseniz de böyledir!” (abç) ve emelimiz de yok. En az sizin kadar özgürce konuşma, acımızı dillendirme ve silinmek istenen tarihimizi savunma hakkına sahibiz. Buna karşı kabadayılığın ne anlamı var, ne de etkisi olabilir. 02 / 08 / 2013 Bakın hele, kim neyi inkar ediyormuş? Yukardan beri hancı-yolcu tekerlemesiyle Ermenilerin o topraklarda yerli ve otokton OLMADIKLARINI anlatmaya çalışan, 5000 yıldır bütün o bölgeleri komple Kürdistan sayan yazar, son cümlesinde savurduğu tehdite makul bir görünüm vermek için “ortak vatan” vurgusu yapıyor. Hatta başka halkların da otoktonluğunu kabul ediyormuş gibi... Öyle ise sorun nedir? Bizim savunduğumuz o değil mi zaten? Kıyamet kopartılan çağrımız, Osmanlının son döneminde içiçe geçmiş olan Batı Ermenistan-Kuzey Kürdistan gerçekliğine saygılı olunması, tarihten söz ederken buna uygun tanımlar yapılmasıdır. Siz buna saygılıysanız o zaman neye çatıyorsunuz? Yukardaki sözlerin her cümlesi birbirinden vicdansız ve salt kindarlıkla söylenmiş şeyler. Kim fildişi kulelerde yaşıyormuş? Sefalet ve acılara göz kapadığımızı nerden çıkarttınız Xerzi Bey? Siz bizi ne sanıyorsunuz? Başka yazdıklarımızı da mı okumadınız? Biz yalnız Ermeni soykırımının değil, Dersim'in de, Zilan'ın da, Maraş'ın, Sıvas'ın ve Roboski'nin de davacısıyız. Türk haberlerini izlerken adaletsizliğin, pervasızlığın her türüne karşı öf keleniyor, Kürtlerin haklarını tanımamaya dönük siyaset manevraları karşısında Kürt politikacılarının köpürmediği kadar köpürüyoruz. Biraz da sizlerin inkarcılığı kızdırıyor bizi. Ve işte bu yüzden tartışıyoruz. Kürt halkıyla bir sorunumuz yok, haklı mücadelesiyle dayanışma içindeyiz. Kimseyi yerinden yurdundan sürmek aklımızdan geçecek şey değil. Kimsenin üzerinde elimiz [1] http://www.gelawej. net/dex.php/dosyalar/166hukuk/11093-2013-06-30-22-43-11.html [2] Ayşe Hür, Hele Kurulsun Ermenistan, Kürtlerden Tek Kişi Kalmaz, 14 Temmuz 2013, Radikal [3] http://www.mezopotamya.gen.tr/ drok-tarih/ayse-hurun-cehaleti-ve-tarihcarpitmalari-h1905.html [4] http://www.kovarabir.com/sakirepozdemir-ermeni-demokratlar-dernegibaskani-hovsep-hayreni-ve-ayse-hur/ (Not: Yazarın benim için kullandığı dernek başkanı sıfatı doğru değil-HH) [5] http://www.yeniozgurpolitika.org/ index.php?rupel=nivis&id=4205 [6] http://www.yeniozgurpolitika.org/ index.php?rupel=nivis&id=4129 [7] Soykırım hala devam ediyor; http:// www.yeniozgurpolitika.eu/index. php?rupel=nuce&id=22630 [8] Vahan Bayburtyan, “Kırderı, Haygagan Hartsı yev Hay-Kırdagan Haraperutyunnerı Badmutyan Luysi Nerko” (Tarihin Işığında Kürtler, Ermeni Sorunu ve Ermeni-Kürt İlişkileri), Yerevan, 2008, s. 7 [9] Sait Çetinoğlu, Emir Bedirhan’ın Cizre-Bothan Direnişini Doğru Okumak -1-2 [10] Hamo K. Vartanyan, “Arevmıdahayeri Azadakrutyan Hartsı yev Hay Hasaragagan-Kağakagan Hosanknerı XIX Tari Verçin Karortum” (19. Yüzyıl Son Çeyreğinde Batı Ermenilerinin Kurtuluş Sorunu ve Ermeni Sosyal-Siyasal Akımları), Yerevan, 1967, s. 99 [11] Bütünü için bakınız: Toros Sarian, Tarık Ziya Ekinci'nin 'Tarihsel Sosyolojik İnceleme'sinde Ermeni İmajı, 4 Ekim 2011, HYPERLINK "http://www.gelawej. net/index.php/joomla/joomla-overview/ yazarlar-arsivi.html"gelawej.net. [12] Feyzullah Demirtaş, Mirdasi Hükümdarları, Palu-Egil Hükümetleri ve Çermik Beyliği ile Hakkari Hükümdarları, İstanbul 2007, s.42-43 kızılbaş - sayfa 48 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kayıp Ermenileri Buluşturan Mezar Taşları Yurtsuz Ermenileri Yaşatan Vatan Hasreti Krikor Marc Kazourian’ın dedesi Toros, Malatya’da terzidir . Malatya merkezde ve Babuhtu’da iki evleri vardır. Yazın Babuhtu’da otururlar, bahçelerinde her tür ağaç ve bostan yetiştirirler. Akrabalarıyla, komşularıyla paylaşırlar ürettiklerini. Mutluluk budur, diye kaygısız yaşarken Ermeni soykırımı başlar apansız. Tüm Ermeniler gibi Malatyalı Ermeniler de temmuzda zemheriyi iliklerinde hisseder. Babuhtu’daki evlerinde gizlenirler bir süre, balta darbeleriyle parçalanma korkusuyla. Kışlık evler taranmış, sıra yazlıklara, köylere gelmiş, çember daralmıştır Ermeniler için. Endişe, ölüm korkusu Babuhtu’nun bağlarını cennetlikten çıkarmıştır. Her tıkırtı, ölümün ayak sesidir artık. Tüm mal varlıklarını, yaşanmışlıklarını, dost, komşu ve akrabalarını arkalarında bırakarak bir gece Malatya’dan çıkıp yollara düşerler. Gündüzleri saklanırlar mağaralarda, ağaç kovuklarında. Parçalanmış giysiler içerisinde, yazı yabanda çoğu zaman ot yemek zorundadırlar. Hastalıktan, açlıktan, susuzluktan, kavurucu sıcaktan, yakıcı soğuklardan daha beterdir öldürülmek korkusu. Zaptiyelere yakalanarak ölüm kafilesine katılırlar, Der-Zor çöllerine doğru sürülürler. Kesik Başlardan Oluşan Piramit Bir yerde tepeler gibi yığılmış insan kafasıyla karşılaşırlar. Genç Toros Kazourian’ın göz bebekleri büyür, başı döner, midesi altüst olur, göğüs kafesine sığmaz soluğu, boğazına bir taş oturur, ağzı kupkuru olur, yutkunamaz bile. Kalbinin gümbürtüsünü zaptiyeler ya da yol kesen, Ermeni avına çıkan Kürtler, Türkler duyacak diye de ödü kopar. Gözlerinin önünde tüm ailesi katledilir Toros Kazourian’ın. Sevdiklerinin kanlı başlarıyla daha da heybetli bir hal alır piramit şeklindeki kesik baş yığını. Kendisi, öldü sanılarak yaralı terk edilir. Yara bere içerisinde Halep’e, Halep’ten Beyrut’a, oradan da Marsilya’ya ulaşır Toros Kazourian. Aşçı olarak çalışmaya başlar. Kendisi gibi yaralı Malatyalı Ermeni Maryam Güreryan ile evlenerek yaşamın kıyısına tutunmaya çalışır. İki Babam 86 yaşında, oldukça dinç; ama Türkiye’ye gelmek istemedi o kadar ısrar ettiğim halde. Bakın, şu yol arkadaşımız doksan yaşında, bu da Fransa’da doğmuş bir Malatyalı Ermeni. Doksan yaşındaki bu insan, Malatya hasretiyle yollara düştü bu yaşta. Dedemin hasreti babama, babamın hasreti bana, benim hasretim de çocuklarıma aktarılıyor. Hepimiz Malatyalıyız burada doğmamış olsak da. Babam Malatya özlemiyle yaşıyor. Sultan Kılıç sultankilic44@hotmail.com erkek çocukları olur. Çocuklarının biri ölür, diğer çocukları Hagop, soylarını sürdürür. Fransa’da yaşıyoruz, evde Ermenice konuşuyoruz, diyor 61 yaşındaki torun Krikor Marc Kazourian. Babam Fransa’da doğmuş, ben Fransa’da doğmuşum, benim dört çocuğum Aram, Maryam, Civan, Astğik Yıldızcık Fransa’da doğdular; ama nerelisin sorusuna ‘Malatyalıyız’ yanıtını veriyoruz. Malatyalıyız sözünü inanarak, gurur duyarak söylüyoruz. Büyük bir hasret acısıyla söylüyoruz, diyor Ermeniceden Türkçeye çevirmenimiz Arlet kuyrik aracılığıyla. Dedesi aşçılık yapmıştır, babası duvar ustalığı; kendisi de hukuk bürosunda icra takipçisi olarak çalışır eşiyle birlikte. Ermeni soykırımı, soykırımda yaşatılan acılar, katliamlar, zorunlu göçler, mal mülk gaspları biz çocuklara doğrudan söylenmedi. Evde Ermenice konuşulurdu. Biz çocuklar evde Ermenice, dışarıda Fransızca konuşuyoruz. Büyükler kendi aralarında konuşurken içeri girdiğimizde derhal ya konu değiştirilir, ya biz anlamayalım diye konuşmada Türkçeye geçiş yapılır ya da işaret parmakları dudaklara konarak susulurdu. Bizim duymadığımızı sandıkları konuşmalarına kulak misafiri olduk önceleri. Okudukça, araştırdıkça büyüklerimizi konuşmaya zorladık, böylece öğrendik atalarımıza Türkiye’de yaşatılan acıları. Fransa’da Manuel adında Malatyalı bir tanıdığımız vardı. Malatya özlemiyle yaşadı, nihayet geçen yıllarda Malatya’yı dünya gözüyle gördü. Fransa’ya döndükten üç ay sonra öldü. Bana göre onu yaşatan, hayata bağlayan Malatya hasretiydi. Hasretine kavuştu ve dünyaya veda etti. Babamın hasretine kavuşmasını istiyorum elbet. Diğer yandan, bu büyük hasretin bitmesi ya da hasretine kavuşulan sevgiliden yeniden ayrılmanın dayanılmaz acısı, babamı bizden koparırsa diye çok korkuyorum tabi, diyor Krikor Marc Kazourian. Bu arada fotoğraf makinesindeki aile fotoğraflarını gösteriyor Krikor. Küçük kızı Yıldızcık, oldukça güzel, sevimli görünüyor. Babası Hagop Kazourian da hakikaten pek yakışıklı ve dinç görünüyor. Babasının Malatya özelinde Türkiye ile ilgili duygularını soruyorum. Ermeniceden Türkçeye çevirmenimiz sevgili Arlet, anlattıklarını bana aktarmayı sürdürüyor. Krikor’un anlattıklarını bana aktarırken çoğu yerde Arlet’in gözleri doluyor. Babam şu anda 86 yaşında. 60 yaşındayken Ermenistan’da meydana gelen büyük depremde Hayistan’a gitti, orada depremzedelere yardım etti. Orada okul yapımında çalıştı duvar ustası olarak. İnsanları ve yaşamı seviyor babam. Ermeni Soykırımının Acısı Paylaşılmadı Babam, atalarına Türkiye’de, ailesine de sürgün ve soykırım yollarında yaşatılanları hiç bağışlamıyor. Babam ve babam gibi kılıç artıklarının Türkiye’yi bağışlaması için yüz yıldır bir çaba gösterilmiyor. Türkiye’deki Ermenile- kızılbaş - sayfa 49 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 re hâlâ hakaret ediliyor, korku ve baskı uygulanıyor. Türkiye’deki Ermenileri, baskı altında susturuyorlar. Türkiye dışındaki diaspora dedikleri, dünyanın her yanına yayılmış olan Ermenileri susturamıyorlar. Bu nedenle Türkiye’deki yöneticilerin, Türkiye’de yaşayan ırkçıların ilan ettikleri en kötü Ermeni diasporadaki Ermeniler. İnsanların zorla yerlerinden edilmesi, evlerine, tarlalarına, bahçelerine, birikimlerine el konulması, gasp edilmeleri, soyulmaları, yağmalanmaları, sonra da hadi bakalım def olu gidin denmesi… Gidin denmekle kalınmayıp, namuslarına el uzatılması, canlarına kastedilmesi… Soylarını kurutmak üzere katliamlara girişilmesi. Bu acıları yaşattıkları Ermenilerin, mucize eseri hayatta kalmayı başarabilenlerin dünyanın öbür ucuna kaçarak hayata tutunmya çabalaması hiç kolay değil. Hadi unutun, demekle olmuyor. O piramit gibi yığılı Ermeni kafalarının içerisinde sevdiklerinizden birirnin sevgili başını hayal ediniz. Bu katliamın hayali bile insan olanı altüst ediyor. Bu acı, unutun demekle unutulur gibi değil. Diaspora olmak zor zanaat… Bir de bunca hakarete, toplu kıyıma uğrattıkları Ermenilerin hayat sigortası poliçelerini, yurt dışında bulunan sigorta şirketlerinden isteme yüzsüzlüğüyle utanmazlığın doruklarındaki Türkiye devletinin yetkililerini de öğrendik. Soykırım Arşivlerinin Anahtarı Er- Foto: Sultan Malatya menistan’da mı? Bir de hükümetlerin ve çoğu Türkiyelinin dilinde şu uyduruk gerekçe var: “Biz, arşivleri açmak istiyoruz; ama Ermenistan kaçak güreşiyor, arşivleri açmaya yanaşmıyor.” deniyor. Bu kalıp sözü hiç düşünmeden tekrarlıyorlar. Madem Ermenistan arşivlerini açmaktan kaçınıyor, kendi masumluğunuza inanıyor, güveniyorsanız siz açın arşivlerinizi. Arşivlerinizin anahtarı Ermenistan’da mı? Onlardan arşivinizin kilidini mi alamıyorsunuz? Babamın göz bebekleri büyüyor, sesi çatallaşıyor, ağzı kuruyor, başına ağrılar giriyor, yanaklarından gözyaşları süzülüyor atalarımıza yaşatılan acıları anlatırken. Beni hiç görmediğim, bana anlatıldığı kadarıyla hayal ettiğim masal ülkem Malatya’ya getiren, peşinden sürükleyen acılarımızdır. Altmış bir yaşımdayım, sorularıma cevap vermek zorunda kalıyor babam; ama ben kendi çocuklarıma anlatmıyorum, anlatamıyorum. Onlar da bunları, öğrenecekleri yaşa geldiklerinde öğreneceklerdir. Babam kin de duyuyor, acıdan kıvranıyor da, korku ve endişe de var babamın duyguları arasında. Ama en baskını da babasının- anasının yaşadığı Malatya’ya, Babuhtu’ya duyduğu amansız hasret. Fransa’ya gidince burada gördüğüm yerleri, tanıdığım insanları, çektiğim fotoğrafları göstererek anlatacağım. Her gün telefonda soruyorlar, bir an önce fotoğraflardaki Malatya’yı benden dinlemek istiyorlar. Aileme Malatya’dan Bir Avuç Hasret Götüreceğim Babam da çocuklarım da Malatya’nın bir avuç toprağını, bir de mişmiş çekirdeğini istediler. Şimdi siz, götüreceğim mişmiş çekirdeğini bir avuç Malatya toprağına dikeceğimizi sanacaksınız belki; ama hayır. Sevgiliden bir parçayı, bir kavanoza koyup başucumuzda bulundurarak ona her gün sevgiyle, özlemle dokunacağız… Atalarımızın acılarına dokunacağız. Hiç kapanmayan yaralarımızın kabuklarına dokunacağız… Sevgilinin bir tutam saçı gibi saklayacak babam Malatya’dan götüreceğim bir avuç toprakla bir mişmiş çekirdeğini. Atalarımıza yaşatılan acıların somutlaştığı bir avuç toprağı; yoğun acılarımızın, özlemlerimizin simgesi olarak somutlaştıracağız, acılarımıza dokunabileceğiz. Hrant Dink’in: “Evet, bu topraklarda gözümüz var; ama götürmek için değil, taa dibine gömülmek için.” dediği gibi. Babam, ata topraklarına gömülemeyecek belki, bu bir avuç Malatya toprağını, kalbinin üstüne koyarak defnedilmeyi isteyecek. Zorla koparıldığı, hiç kavuşamadığı, hasretinden öldüğü sevgilinin bir tutam saçıyla bu dünyadan göçer gibi… Mezar Taşında Buluşan Amca Torunları Malatya’ya geldiğimiz ilk gün yol arkadaşlarımız, Ermeni mezarlığına dağılarak aile mezarlarını ziyaret ettiler. Mumlar yaktı, karanfiller koydu, dualar ettiler gözyaşlarıyla. Ben de aralarında öylesine dolaşıyordum. Bir baktım eski, yekpare yontma taştan bir mezarın üzerinde Ermeni alfabesiyle soyadımız Kazourian yazıyor. Mezarın başında birileri dua ediyor. Meğer, varlıklarından bile haberdar olmadığımız amca torunlarıymışız. Amca torunlarımız da İstanbul’dan gelmişler grupla, benim gibi. Sevinç, şaşkınlık, hüzün, heyecan hepsi birbirine karıştı. Çarpıldım, karmakarışık oldum, dikkatim dağıldı. Hemen telefonla babama müjdeyi verdim. Babamın sesi çatallaştı, benim yaşadığım karmaşık kızılbaş - sayfa 50 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 duyguları babam da yaşadı. Hasretle kucaklaştığımız kuzenlerimizle iletişimimiz sürecek elbet. Soykırıma uğrayan Ermenileri, mezar taşları mucizesi buluşturabiliyor. Bana anlatılan Malatya yemyeşildi. Yeşil bağlar bahçeler arasında asmalı, serin avlulu, avlularından ya da tozlu yollarının kıyısından arklar dolusu sular akan serin avlulu kerpiç konakları, zanaatkârların çalışma sesleriyle şenlenen bir Malatya, sebzeleriyle ünlü bir Babuhtu vardı hayalimde. Bana anlatılan masal ülkesi yeşil cennet Malatya’yı merkezde bulamadım. Her yan beton bloklarla kaplanmış. Çevresini gezerken Horata’da, Venk’te, Orduzu’da, Aşağı Şehir (Battalgazi)’de, Çırmıhtı’da, Arapgir’de, Darende’de, Kündübek’te, Sürgü-Takaz’da, Kaptaj’da görebildim yeşili, suyu… Ata topraklarımı gördüm, Malatya’mda altı gün yaşadım, sıcacık dostlarla sarıldım, Aspuzu’nun suyunu içtim, havasını soludum, nefis yemeklerini tattım. Bir avuç ata toprağı, bir mişmiş çekirdeğiyle döneceğim Fransa’ya. Bir avuç acı hasreti kalbimin bir köşesinde götüreceğim. Aklımın Bir Köşesindesin Her Zaman Aklımın bir köşesinde hep Malatya; Orduzu, Aslantepe Höyüğü, Çarmuzu, Babuhtu, Kiltepe Ermeni Mezarlığı, Kaptaj, Kündübek, Horata, Çırmıhtı, Venk, Bahri, Sevserek Han, Aşağı Şehir, Darende, Günpınar Şelalesi, Somuncu Baba Külliyesi, Arapgir, Surp Yerrortutyun Kilisesi (Taşhoran), Sürgü Takaz olacak. edilen Krikor Marc Kazourian, Fransa- Valance’de yaşıyor. Atalarının acılarının peşinden sürüklenerek ata topraklarına duyduğu özlemle 61 yaşındayken ilk kez Malatya’ya geliyor. Kendisine elini uzatan, kollarını açanların ırkını, inancını hiç merak etmeden kendisi de karşısındakilere sevinçle elini uzatıyor, kollarını açıyor. Ve aklımın her köşesinde bize sevgiyle kucak açan, sarılan, Malatya’da yaşayan insanlar olacak. Hasretim diner sanıyordum; ama dinmedi. Tekrar geleceğim, bir dahaki gelişimde babamı da getirmeye çalışacağım, diyor Krikor Marc Kazourian. Krikor dese ki: “Atalarıma sizin atalarınız bunca acıyı yaşatmış. Atalarımın mallarını, o zamanki ve ondan sonraki hükümetlerin devlet politikasıyla atalarınız gasp etmiş. Yüz yıldır da gasp ettiğiniz topraklarımızı işletiyorsunuz. Hani, ölümlü dünya, atalarımın toprağından iki metre kare yer verseniz de öldüğümde gömülsem bari…” Krikor’la kâh bir yerden bir yere giderken otobüs yolculuğunda kâh bir yerde yemek yerken sohbet ettik. Krikor Fransa’ya ulaşmak üzere önce İstanbul’a gitti. Ben de söyleşimizi yazıya geçirmeye başladım. Gördüm ki merak ettiğim; ama sormadığım pek çok sorum varmış daha. Bir sorum var ki onu da okurlara sormak istiyorum. Krikor, Gaspçılardan Mezar Yeri İstese Dedeleri Malatya’dan sürülen; ataları göç, sürgün yollarında katledilen; evleri, bağları, bahçeleri, tarlaları gasp Ermenilerden özür dilemek kolay da… Özür dilesek, mesele kapansa iyi. Özür dileyince soykırımı kabul etmiş olacağız. Ondan sonra da tazminat ödeyeceğiz. Topraklarını da isteyecekler, diyor gaspçılar. Gaspçı olduklarını çok iyi biliyorlar çünkü. Bu nedenle en büyük korkuları, gasp ettikleri malları asıl sahiplerine geri verme ihtimali. Şimdi turist olarak gördükleri için kucakladıkları Krikor’a, Krikor iki metre kare mezar yeri istediğinde nasıl davranırlar? Kırkısrak köyü dostluk ve dayanışma Şöleni'ne katılım orta seviyede olsada çoşku hat safadaydı halayların çekildiği zılgıtların atıldığı. Köyü anlatıldığı klamların söylendiği sık sık özüne dönüş geleneklere bağlılığın dile getirildiği konuşmalar yapıldı. Yerel sanatçıların katıldığı şölene birlik olma duygusu hakim oldu. Bunun bir başlangıç olduğunu ilerliyen senelerde dahada kitlesel şölen yapılacağın sözü ile bitirildi.. Ali Ülger / Kayseri kızılbaş - sayfa 51 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Akh merıt merni Sari Gyalin Aram Ararat Aman dağlar aman Aman yollar aman Aman acı aman Aman ölüm sen bize doydun ama biz sana doyamadık.. Büyük büyük adamlar, ülkenin muhtelif bölgelerinde toplantı üstüne toplantılar gerçekleştiriyorlardı. Her toplantının sonucunda yeni yeni kararlar alıyorlardı. Bu kararlar doğrultusunda silahlı çeteler, ülkenin dört bir tarafında gayrimüslim avına çıkıyorlardı. Gavurları(!) öldürenler bu dünyada mal ve mülkleriyle, diğer dünyada ise cennet-i bakiye ile mükafatlandırılıyorlardı. Dolaysıyla ne kadar Gavur (!) öldürmek o kadar sevap anlamına geliyordu. En azından fetva böyle verilmişti... Zaman savaş zamanıydı, kötülük tanrısı Ehriman, yedi deryanın yedi kanatlı doruk tayına binmiş ve gök kubbenin yedi katında, ortaklarıyla birlikte, bir yudum kan kutsuyorlardı. İğrenç iğrenç kahkahalar atıp kapkara bulutların arasına karışıyor, bir var oluyor bir yok oluyorlardı. Ahali tedirgindi. Yetişkinler çocuklarını korumak için dağlara, durmadan dağlara kaçırıyorlardı. Çocuklar korku içinde, dehşetle, çaresizce ebeveynlerinin gözlerinin içine bakıyorlardı. Ebeveynler çaresiz ebeveynler yangın ebeveynler pare pare yürektiler... Devlet-i Ali Osman’dan arta kalan İttihat ve Terakki çeteleri, yanlarına doğu vilayetlerinin bazı aşiret reislerini de alarak bir kıyıma ve bir katliama girişmişlerdi. Avrupalıların hasta adam dedikleri ve yıkılmakla yüz yüze kalan devlet-i ali osman, kendi iç birliğini sağlamayı Ermenilerin tehciri ve soykırımında bulmuştu. Bu nedenle merkezi hükümetin talimatıyla ülkenin her bir tarafında korkunç katliamlar gerçekleştiriyorlardı. Kadın, çocuk, genç, yaşlı demeden milyonlarca insanı kendi topraklarından ve öz yurtlarından kopartarak demir trenlerin vagonlarına doluşturup Erzingan, Tercan ve Aşkale toplama kamplarına getiriyorlardı. Oradan yaya yoluyla Bın Xetê dedikleri sınırın öte yakasına sürgüne gönderiyorlardı... Nisan yağmuru hışımla yağıyordu. Yüzbinlerce hatta milyonlarca insan, sorgusuz ve sualsız yollara düşürülmüştü. Dağlar, vadiler ve ovalar her yaştan insanlarla dopdoluydu. Bir insan selidir akıp gidiyordu bilinmezliğe doğru. Acı, züllüm ve ölüm çığlık çığlığaydı. Bebekler açlıktan bir deri bir kemik kalmış annelerinin kurumuş memelerine yapışmış ve öylece kurumuş kalmışlardı. Yaşlıların beti benzi atmış, avurtları avurtlarına geçmiş, gözlerinin ferri sönmüş, bir kemik yığını gibi, gruplar halinde yürüyen insanların en gerisinde düşe kalka, zorbela yürüyorlardı. Kadınlar yangın, kadınlar kederli ve kadınlar yarı çıplak, yalın ayaklarla bir yandan çocuklarını çetelerin kırbaçlarında koruyorlardı, bir yandan da kendilerini yollarına vuruyorlardı. Gücü kuvveti yerinde olan bütün erkekleri bir araya toplamış, onları bir birleriyle bağlamış ve bu mahşeri kalabalığın önünden kırbaçlaya kırbaçlaya götürüyorlardı. Sekiz on yaşlarında çocuklar hep bir arada tıpkı ebeveynleri gibi yarı çıplak ve yalın ayaklarla, korku ve göz yaşları içinde anne ve babalarının bacaklarına sarılıp ağlaya ağlaya gidiyorlardı... İttihat çeteleri, Rıza yê Xêlît’in, Hecî Mûsa’nın ve diğer kandırılmış aşiret reislerinin adamları ile hükümet askerleri birlikte bu zavallı insanların arasında geziyorlar, en ufak bir itirazda bulunanların kafasına sıkıyorlardı. Yürümeye mecalleri kalmamış yaşlı, hasta ve çocukların ayaklarından tutup uçurumlardan yuvarlıyorlardı. Açlıktan ve hastalıktan ağlayan bebekleri annelerinin göğsünden kopartıp süngülerin ucuna takıyor sonra kayalıklardan aşağı atıyorlardı. Genç kadınları ve genç kızları yerlerde sürükleye sürükleye mağaralara çekiyorlar, orada alçak emellerine kurban ediyorlardı. Karşı koyan kadınları ve kızları oracıkta boğazlayıp öldürüyorlardı. Açlık yemiş, yağmur çamur yemiş, ölüm, zulüm ve sürgün yemiş bu insan selinin en önünde genç bir delikanlı ve destani bir güzelliğe sahip bir genç kız elele tutuşmuş binlerce dert, keder, elem içinde yürüyorlardı. Az sonra çete başı Rıza yê Xêlît’in emriyle askerler bu iki gence saldıracak, delikanlıyı sırt üstü yere yatırıp ellerini arkadan bağlayacak, genç kızı saçlarında tutup mağaraya doğru sürükleyeceklerdi. Genç kızın çığlıkları, delikanlının haykırışlarına karışacak ve gök kubbeyi yırtarak arş-ı alada yankılanacaktı. Ama arş-ı ala sağır, arş-ı ala dilsiz ve arş-ı ala bu acıya bu zulme sessiz kalacaktı. Çok geçmeden genç kızı perişan bir halde giyitleri üstünde lime lime olmuş, üstü başı toz toprak içinde ve yarı baygın bir durumda delikanlının ayaklarının dibine yığdılar. Delikanlı genç kızı o halde gürünce başı kesilmiş bir tavuk gibi yerde çırpınıp durdu. Bir zaman sonra diz üstü çöktü, ağzını kızın kulağına götürdü, çok içten ve yürük paralayacak bir sesle şu ağıdı söyledi. ambela para para neynim aman neynim aman sarı gyalin yes im seradzin çara akh merit merni sarı gyalin sarı gyalin sarı gyalin dardot yarim... Delikanlının bu feryat figanına Kürt kızılbaş - sayfa 52 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bir kavalcı, Ararat Dağının yamacında karşılık verdi... Kavalcı pir-i fani, yetmiş yaşı çoktan geçmiş bir dervişti. Saçları sakalları kar beyazdı, elleri, yüzü kırışık bir örümcek ağı gibiydi. Bıyıkları cigaradan sararmıştı. Derviş gözlerini kapatmış, sadece kavalına gömülmüş, öyle acıklı öyle yürekleri parçalayan nağmeler çalıyordu ki insanın yüreğini kökünden söküp alıyordu adeta. Yaşlı derviş bu delikli ağaçla ölümü anlatıyordu, çocukların ölümünü , kimsesizliği anlatıyordu. Çaresizliği, sonra ırzına geçilen kadınları, kellesi uçurulan erkeklerin ve binlerce yıl kardeşçe yaşayan insanları bir gecede nasıl birbirlerini boğazladıklarını anlatıyordu. Kavalın sesi bir harlanıyor, bir sakinleşiyordu. Hırçınlaşan ses sonunda hüzünlü bir ırmak gibi süzülüyor, ağıt ağıt akıyordu. 24 Nisan yani büyük felaketin günü. O gün yedi cihan, al rengine boyandı, yer gök kızıla kesildi, dağ taş, vadi ve tüm ormanlar kırmızıya bulanmıştı. Toprakta biten otlar kan rengiydi, deryalar nehirler çeşmeler kan akıyordu. Kan güneşe sıçramıştı, güneş utanmış ve ürkmüştü bu çaresiz insanlar karşısında. Işınlarını topladı, terk-i diyar eyledi buralardaki semaları. İnsanların çaresiz çığlığı ölümün sessizliği ve kavalın yürek delen sesi, dağların en yücesi Ararat dağında yankılandı. Ararat dağıdır bu; soyludur! Dayanamadı bu acıya. Hırslandı, kızdı, gürledi ve büyük bir dehşetle patladı. Ararat’ın göz yaşları ve kanı lav oldu, aktı aktı aktı, Ermenilerin kanına karıştı. Ondandır Ermeniler için Ararat Dağı kadimdir. Evet değerli dostlar bu acılar bütün çıplaklığıyla ve bütün gerçekliğiyle yaşandı bu topraklarda. Benim amacım bu yaşanan acıların üzerine de yeniden bir kin ve nefret tohumu ekmek değill elbette. Fakat bu acıları da unutulmamalı, unutturmamalı. ilanlarınız için: kizilbasdergisi@ kizilbas.biz Sevan Nişanyan Komşunun peygamberine "kış" demek ne zaman suç olur? Bin defa da anlatsak birileri anlamamakta ısrar edecek elbette. Gene de anlatalım. Ötekiler bağıra çağıra susturmaya çalışsa da, her şeye rağmen düşünebilen ve anlayabilen epeyce insan var memlekette. Türk Ceza Hukuku açısından: TCK 216/3 maddesinde tanımlanan "halkın bir kısmının benimsediği dini değerleri aşağılama" eyleminin suç olması için “fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması” şartı vardır. Mahkeme, aşağılama eyleminin “kamu barışını bozmaya” ne surette elverişli olduğunu soruşturmadığı müddetçe vereceği mahkûmiyet kararı yasaya aykırıdır. İnsan Hakları Hukuku açısından: 1. TC Anayasa 90/son maddeye göre, insan hakları hukukuna ilişkin uluslararası sözleşme hükümleri amirdir. Türk mevzuatı ile uluslararası sözleşme hükümleri çeliştiğinde ikincisi esas alınır. 2. AİHS dokuzuncu maddede korunan “din, vicdan ve düşünce özgürlüğü” hakkı, AİHM içtihatlarına göre “insan yaşamının herhangi bir ciddi ve önemli boyutuna ilişkin felsefi inançları” (Campbell ve Cosans davası, 1983) ve somut olarak “tanrıtanımazların, agnostiklerin, şüphecilerin ve umursamazların” inanç ve düşünce özgürlüğünü (Kokkinakis davası 1993) kapsar. 3. AİHS onuncu maddede korunan “ifade özgürlüğü” hakkı, AİHM içtihatlarına göre “sadece genel kabul gören veya zararsız veya önemsiz sayılan bilgi ve düşünceleri değil, devletin veya nüfusun bir bölümünü inciten, onları şoke eden veya rahatsızlık veren bilgi ve düşünceleri” de koruma altına alır (Handyside davası 1976). 4. AİHM Otto-Preminger Institut davasında (1994) din-karşıtı söylemin “dini inançlara sahip insanların dinlerini uygulama ve ifade etme özgürlüğünü kullanılamaz hale getirmesi” halinde kısıtlanabileceğini karara bağlamıştır. Azınlık dinleri mensuplarının sözel saldırı ve tacizlerle yıldırılmasına karşı etkili bir önlemdir. 5. AİHM Wingrove davasında (1997) dine yönelik hakaretin “‘önemli’ (significant) boyutta olması ve ileri bir küfür düzeyine (a high degree of profanation) varması” halinde devletin tedbir alma yetkisini tanımıştır. Din sebebiyle çıkacak kargaşa ve çatışmaları önlemek devletin görevidir. 6. Mahkemenin, peygambere hakaret kovuşturmalarında yukarıdaki İKİ İLKEDEN BİRİNİN ihlal edildiğini, yani hakaret olduğu ileri sürülen söylemin “insanları dinlerini icra etmekten men edici” nitelikte olduğunu VEYA “ileri bir küfür düzeyine vardığını” göstermesi gerekir. Bunun yapılmaması halinde, verilecek olan mahkûmiyet kararı hukuka aykırıdır. http://nisanyan1.blogspot.de/2013/07/komsunun-peygamberine-ks-demek-ne-zaman.html kızılbaş - sayfa 53 - sayı 29 - ağustos 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Hulvenk Mezarlık ziyaretinden dönen köyün Ermenileri. ANNEANNEM Elazığ merkeze bağlı Hulveng köyünde yaşayıp hayatta kalmayı başaranlar, 1915 yılını Büyük Felaket olarak anmalarını haklı kılacak derin acılar yaşadılar. Bütün köy bir gecede katledilip Hizol Çayına dökülürken Suriye Derzor çöllerine sürgüne gönderilenlerin bir kaçı hariç hiç birisi geri dönmedi. Varter Ohannes, kendilerini bekleyenleri birkaç gün önceden sezen annesinin sayesinde kurtulmuş ve sonrasında ailesini katleden askerlerden birisiyle evlenerek yaşamına Kayseri'de devam etmişti... Adı Ermenice'de Gül anlamına gelen Varter TUMACANYAN sesiz ve çalışkan mizacı, sebebini bilemediğimiz farklılığı ile çocuklarının dahi yaşam öyküsünü tam olarak bilmediği, kendisine bir isim verilmediği için torunları tarafından dahi veyve (gelin) olarak seslenilen , 87 yaşında aramızdan sessizce ayrılan benim anneannem… Onu kaybettikten sonra tüm çocukları ve torunları onu anlamadıkları, yalnızlığını paylaşmadıkları için çok üzüldüler. Ona dair anılarını biriktirmeye çalışsalar da, onun aslında kimseyle bir şey paylaşmadığını, hayatının bir dönemini adeta beton atarak gömdüğünü anlamaları uzun sürmedi. Oğulları kızları son anda hatırlanacak küçük bir ayrıntı için birbirinden medet umdular uzun süre... Geçmişinin kimse tarafından merak edilmediğini düşündüğünden midir bilinmez, yıllarca ne tek kelime Ermenice konuştu ne de yaşadıklarını paylaştı. En küçük kızı olan annem Şirin ile kaçamak zamanlarda Kayseri'ye giderek Papaz ile görüşür, Büyük Felaket öncesinde Amerika'ya kaçan abisine mektup gönderir, papaza abisinden gelen mektupların çevirisini yaptırarak köye dönermiş. Ermeniceyi zor okuyup yazdığı için papaza okuttuğu mektupları, köye döndükten sonra yalnız kaldığı zamanlarda açarak uzun uzun yazılara bakmasını halen gözyaşları içerisinde hatırlar annem. Bir de abisinin gönderdiği fotoğraf varmış cebinde taşıdığı. Şimdi hepimiz için yürek sızısı olan o sorular "niçin sormadık, niçin dinlemedik, neden anlatmadı" simetrik aynalar gibi birbirimize bakarak sonsuza çoğalttığımız sorular benim sessiz anneannemin bize bıraktığı yürek yüküdür... "Bize vaad edilen bu mudur, Gittikleri yer Hizol Suyudur" Annem içinde bu satırın geçtiğini hayal meyal hatırladığı bir türkü mırıldandığını söyler anneannemin. Hizol Çayı'nın, hepsi kendisinden küçük olan kardeşlerinin anne babasının ve tüm köy halkının atıldığı dere olduğunu biliyoruz ama bu türküyü kendisi mi yaktı, birinden mi duydu bilmiyoruz. Anneannemin sevdiği ya da sevmediği şeyler hakkında kimsenin fazla bir fikri yoktu. Taleplerinin yok denecek kadar az olduğunu, sadece çalıştığını, zor güldüğünü hatırlar çocukları. İstekleri hakkında kimsenin hafızasında bir yer tutmayan Warter Ohannis ölmeden önce yaptığı son istek ile kaldı hepimizin aklında. Hayastaninfo.net Kara bir kefen ile düz bir mezara gömülmek istediğini söylemiş kendisi ile birlikte yaşayan oğluna. Ailesine ve kendisine yaşatılan acılara karşı tek protestosu bu muydu bilemiyoruz ama biz bir tek bundan haberdar olduk. Vasiyetinin yerine getirilmeyeceğinden kuşkulandığı için "kefenimi getirip asın karşıma" demiş ölmeden 3 gün önce ve mecburen bunu yapan dayımın söylediğine göre bu Kara Kefene bakarak vermiş son nefesini. İstediği gibi o Kara Kefen ile gömüldü. Ancak düz bir mezara çocuklarının gönlü razı olmadığı için bu isteği yerine getirilmedi. Seçmediği bir yaşama mecbur edilen, kendi dilinde kimseyle selamlaşamadığı bir kentte annemin tabiriyle katilinden bir aile kuran, Hulveng köyünün en güzel kızı iken Kayseri'de Kara Kefen ile gömülen benim Anneannem…. Çok pişmanlıklar kaldı ondan bizlere. Bir araya geldiğimizde öyle çok keşkeler savruluyor ki çocuklarında, torunlarında. Varter Ohannes sessiz protestosu ile çok şey anlatmaya çalışmış aslında bizlere ama ben yine de keşke diyorum geç kalmasaydım, keşke böyle aymaz olmasaydım, keşke Kayseri'deki ocağın başına oturup önce özür dileyip sonra da sorsaydım ona: Sahi, 1915'te size ne oldu anneanne? Canan UÇA R http://www.armenieninfo.net kızılbaş - sayfa 54 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 PERİ’DE SEFERBERLİK - Derleme-Çeviri-Yorum: Hovsep Hayreni (Peri Dersim-Akpazar) «Savaş söylentileri çoktan dolanıyordu, ama halkın bir şeyden haberi yoktu. Bir gün tellal İbrahim Peri çarşısında hükümetin savaşa katılma ve seferberlik ilanını duyurdu. Ertesi sabah duvarlara kağıt yapıştırıldı ve askere alınacaklar hakkında bildirim yapıldı. Peri’de zenginler kişi başına 45 Osmanlı altını bedel ödeyerek askerlikten muaf olurken, köylerden askerlik çağındaki bir çok insan da kendi katırı yada atıyla “demirbaş” olarak kaydolup Erzurum hattında askeri mühimmat taşımayı cephede savaşmaya tercih edecekti. Ermenilerin büyük bölümü ise askere alındıktan sonra ordu içindeki bir düzenlemeyle amele taburlarına devredilecek ve yol yapımı işlerinde çalıştırılacaktı. Bu, ordu içinde Ermenilerin silahsızlandırılması ve tehcir uygulamasına paralel olarak tasfiye edilmesi yönünde alınmış bir tedbirdi. Çarsancak Ermenileri savaşın gelişmelerinden haberdar olamıyordu. Yalnız Türkiye’nin Rusya’ya karşı savaştığını biliyor ve eğer savaş ortamında kendi başlarına bir felaket gelmezse Rusya’nın kurtarıcı olabileceği umudunu taşıyorlardı. Seferberlikle beraber çalışan eller eksilmişti. Kadınlar, çocuklar ve yaşlılar tarla işlerine koyulmuştu. Ürün yetersizliği ağaların baskısını da artırıyordu. Aynı zamanda hükümet ek vergiler talep ediyordu. Kürt aşiretleri içinde bağımlı olanlar asker ve jandarmaya yazılırken bağımsız Dersim aşiretleri ne asker veriyor, nede şehre iniyorlardı. 1914 sonbaharında Çarsancak Ermenile- ri zor günler yaşarken Türkler belirgin şekilde husumet gösteriyordu. Enver Paşa’nın Ardahan ve Sarıkamış’ı kuşattığı haberleri dolaşıyor ve Türkler zafer şarkıları söylüyordu: “Bize verseler Kars ile Batum...”. Erzurum’a giden Ermeni demirbaş askerlerden gelen haberler de iyi değildi. Katırı yolda kalan, akıl almaz eziyetlere maruz kalıyordu. Nihayet Erzurum’un şiddetli kışı bastırmış ve Enver Paşa’nın doğu cephesindeki taarruzu bozguna uğramıştı. Çözülen ordunun kaçak askerleri bölgedeki Türk ve Kürt köylerine dağılıyordu. Peri’deki askeri güç ikiye katlanmış ve Hamidiye Alayı oluşturulmuştu. Çapulcu çetelerden oluşan bu silahlı güç dizginsiz şekilde çevreye saldırıyor, asker kaçaklarını arama bahanesiyle Ermeni nüfusa eziyet ediyor ve soygunlar yapıyordu. 1915 Mart’ında jandarmalar Çalxadan köyünden iki Kürt kaçak yakalayıp Peri’ye getirmişlerdi. Çömlekçiler yanındaki tarla içinde iki çukur kazdırıp bu kaçakları çukurlara diktiler ve milletin gözü önünde kurşuna dizdiler. Ermeniler çok tedirgin durumdaydı. Çokları Dersim’e sığınmayı düşünüyordu. Fakat bağımsız Dersim’e ulaşmak için bağımlı aşiretler arasından geçmek gerekiyordu ki, bunlara güven duyulamadığı için gidilmesi kolay değildi. Dahası Dersimlilerin Peri’ye saldırı yapacakları yönünde bir söylenti tekrar dolaşmaya başlamıştı. Çarsancak merkezinde Ermenilere karşı dolduruşa getirilen Türkler “hain gavur” diye hakaret ediyor; asker kaçaklarını sakladıkları ve dağdaki fedailere yardım ettikleri suçlamasıyla sıkıntı veriyorlardı. Tehdit altındaki halk daha önceki badireler gibi bunların da gelip geçeceğini umut ediyor ve fakat bu defa yüzleşeceği şeyin topyekün bir felaket, nihayi bir hesaplaşma ve ulusal imha olacağını tahmin edemiyordu. Kaynak : Çarsancak Ermenileri Tarihi, Kevork Yerevanyan, 1954-Beyrut kızılbaş - sayfa 55 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Minaresiz ze kadar bir şekilde getirmişlerdir. Bu yazı, tam da inkâr, yasaklama, imha ve katliam dışında, bir de çok sistemli gerçekleştirilen asimilasyon politikalarına, bu politikalara bilerek ya da bilmeyerek hizmet edenlere yöneliktir. Sisteme karşı o ya da bu şekilde, bölük pörçük, eksik de olsa sürdürülen bir karşı duruş mücadelesi vardır ve asimilasyon politikalarından vazgeçilene kadar da bu mücadele sürdürülmelidir. Camiiler ve Alevi Asimilasyonu! Erdal Yıldırım Alevi dernek yönetici ve dedeleri, aydın, yazar, araştırmacıları, kanaat önderleri açık açık Müslümanlığı dayatanlara, işbirlikçilere, yol düşkünlerine dur demeli, öncelikle Cemevi ve dergâhlarında Alevi erkânı yerine Müslüman inancına uyan cenaze töreni ve 40 lokması töreni yapılmasına son vermelidirler. MiNARESİZ CAMİİLER VE ALEVİ ASİMİLASYONU! Dedeler var hoca olmuş bir nevi İhtirasa kurban edilmiş sevi Minaresiz cami gibi cemevi Aleviyi namaz kılarken gördüm (Ozan Emekçi) Son zamanlarda çeşitli Cemevi ve Dergahlarda cenaze erkânının, Kırk Lokmasının Müslüman inancına uygun bir şekilde gerçekleştirildiğini, Ramazan ayı süresince veya sonunda Alevi erkan, ritüel ve kurallarında olmayan ne idüğü belirsiz “bayram cemi”, ve “bayram namazı” gibi uygulamaları duyar ve görür olduk. Ben de geçtiğimiz günlerde demokratik Alevi Hareketinin ve örgütlemesinin lokomotifi sayılan, Alevi örgütlemesinde, demokrasi ve emek mücadelesinde son 20 yılda çok önemli işlev, görev ve sorumluluklar üstlenen bir dernek/cemevimizde Kırk Lokması (yemeği) erkânını büyük bir şaşkınlık ve üzüntüyle izledim. Töreni gerçekleştiren sözde “dede” olan kişi adeta bir Arap ülkesindeki cami hocası gibi tek sözcüğünü anlamadığımız Arapça duayla töreni gerçekleştirdi. Kitle bir çeşit asimilasyon olan bu durumu, yani hoşnutsuzluğunu, homurdanmalar ve kısmen konuşarak belli etti. Daha önce de bir Alevi dedesiyle bu konuda tartışma yaşayan “cemevi hocası /imamı” ise bildiğinden şaşmadı.(1) Sorun, Cemevlerinde salt cenaze erkânın, 40 lokmasının Müslüman inancına uygun sürdürülmesi değil. Sorun, sadece Cemevlerimizde salt Ramazan sonunda “bayram cemi”, “bayram namazı” da değil. Kimi Cemevlerinde ilin valisine, komando tugay komutanına, cumhuriyet başsavcısına, Jandarma komutanına, il emniyet müdürüne ramazanda “iftar sofrası” kuran Cemevleri var. Öte yandan Cemevinde devrimcilerin cenaze törenlerinin yapılmasına izin vermeyen sözde Alevi dedeleri var. Bayram cemi, bayram namazı yaratan, devrimci cenazelerini Cemevine almayan, Alevi cenaze törenini Müslüman inancına göre uygulayan / uygulatanların yaptıkları “düşkünlük”tür. Yüzyıllar boyu Alevi Kızılbaş inancına karşı sürdürülen kıyımlar, sadece Mezopotamya ve Anadolu topraklarında değil, sadece Selçuklular ve Osmanlılar zamanında değil, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana da sürdürüldüğünü; Alevi Kızılbaş inancının yasaklandığını, horlandığını, inkâr edildiğini, kimi zaman Alevi önderlerinin, kimi zaman da Alevi Kızılbaş toplumunun toplu kıyımlara uğratıldığını biliyoruz. Bu katliamların, soykırımları çok acı örneklerini biliyoruz, kimi kıyımları da yakın süreçlerde bizzat yaşadık.(2) Sistematik bir şekilde sürdürülen bu baskı, yasak, inkâr ve imha politikalarına rağmen bu YOL’u sürenler, sürdürmek isteyenler çeşitli sürgün, kıyım ve asimilasyon uygulamalarına karşı bedeller ödeyerek yol’u günümü- Devletin özellikle diyanet kurumuyla kuşatma altına aldığı, naylon dernek ve onurlarını satan bazı rantiyeci, düşkün Alevi kökenden gelenler yardımıyla da Aleviliği asimile etmeye çalıştığı yadsınamaz bir gerçekliktir. İşte devletin her türlü olanaklarını kullanarak asimilasyona çalışanlar kadar, çeşitli hangi sebeple olursa olsun bu politikalara göz yumanlar, önemsemeyenler, bilerek ya da bilmeyerek bu duruma hizmet edenler de bir o kadar suçludurlar. Ne yazık ki, Alevi kanaat önderlerinin önemli bir kısmı da, Aleviliği bilimsel şekilde inceleyen, araştıran kimi yazar ve dernek yöneticileriyle, bilinçli Alevi dedeleri de bu asimilasyona karşı mücadeleyi terk etmiş bir görüntü sergilemektedirler. Bu kişiler En-el Hak dediği için Hallacı-Mansur’un idam edildiğini, Nesimi’nin derisinin yüzüldüğünü, Pir Sultan Abdal’ın darağacında idam edildiğini, Kalender Çelebi’nin öldürüldüğünü unutmuş olmalılar. Hepimiz gibi bu yukarıda saydıklarımda görülüyor ki, kimi Dergâh ve Cemevinde ezan okunuyor, kuran kursları organize ediliyor, mevlüt okutuluyor, sadece cübbeleri eksik kimi din görevlileri de Müslüman inancına uygun cami imamı benzeri icraatlar gerçekleştiriyor. Ve müdahil olması gerekenler sessiz kalıyor, susuyor, göz yumuyor. Oysa unutulmamalıdır ki, sessiz kalmak, susmak, göz yummak ve tepki göstermemek onaylamaktır. Ve bu durum en basit anlatımıyla “asimilasyon suçuna ortak olmak” demektir. Aleviliğin asimile edilmesinde Cemevine “cümbüşevi”, “Alevinin kestiği yenmez” diyen, köprülere, semtlere, cadde ve meydanlara katil “Yavuz Sultan Selim” adını veren, Alevi Kızılbaşların malı, canı ve namuslarının helal olduğu şeklinde fetvalar veren “Ebu kızılbaş - sayfa 56 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Suud’u” öven, zorunlu din derslerini uygulamaya devam eden, eğitim sistemini imam hatipleştiren Alevi düşmanları kadar, onlarla işbirliği içinde olanlar, ya da bu asimilasyon politikalarına sessiz kalanların da suçu vardır. Bu yaşanan olumsuzlukların yanında kimi olumlu çabaları da gözlemlemekteyiz. Asimilasyona karşı, Alevi yolu, erkânının özüne uygun bir tarzda gelecek kuşaklara aktarılması için Alevi toplumunun belli bir kesimi, kimi dernek ve dergâhlarla, kimi bireyler tarafından Aleviliğin kendi özüne dönüşüyle ilgili çeşitli adımlar atılıyor. Alevi kanaat önderleri, özellikle dernek yönetici ve dedeleri mutlaka akıllarını başlarına almalı ve asimilasyona karşı mücadeleyi asla terk etmemelidirler. Bu onların öncelikli görevleri, inançları uğruna kimi derileri yüzülerek, kimi darağaçlarına giderek hakka yürüyenlerimize ve Alevi toplumuna borcu; gelecek kuşaklara karşı da tarihi sorumluluklarının gereğidir. Alevi dernek yönetici ve dedeleri, aydın, yazar, araştırmacıları, kanaat önderleri açık açık Müslümanlığı dayatanlara, işbirlikçilere, yol düşkünlerine dur demeli, öncelikle Cemevi ve dergâhlarında Alevi erkânı yerine Müslüman inancına uyan cenaze töreni ve 40 lokması töreni yapılmasına son vermelidirler. Bozatlı Hızır yardımcımız ola. NOTLAR: 1- AABK İnanç Kurulu Başkanı, Cafer Kaplan dede, Hasan Kılavuz Dede, Hüseyin Gazi Metin dede, Ali Kenanoğlu, Musa Kazım Engin’inde aralarında olduğu bir çok dedenin defalarca yazılı ve sözlü olarak belirttikleri gibi, Alevilikte “Ramazan Orucu”, “Ramazan Cemi”, “Bayram Cemi” veya kimi dede geçinenlerin gerçekleştirdiği bir cenaze töreni, ya da 40 duası da yoktur. 2- Alevi Katliamları: 1920 Koçgiri (Alevi Kızılbaş Kürt katliamı) , 193738 Dersim Katliamı, 1938 Zini, 1966 Ortaca Katliamı, 1967 Elbistan, 1971 Kırıkhan, 1978 Sivas, 1978 Malatya, 1978 Maraş, 1980 Çorum, 1993 Madımak Katliamı, 1995 Gazi Katliamı (K)Odlama Mı? Adnan Cangüder Anadolu‘ ya kim zulmetmişse Anadolu‘nun zulmüne uğramış ve yarı Türk,yarı Kürt Ahmed Arif‘in dediği gibi selamsız sabahsız çekip gitmişler. Nice bin yıllardır devam eden bu zulüm düzeni günümüze kadar timsahın yavrusunu yeme misali süregelmiştir.Nice Anadolu halkları bu zulme karşı çıkmış ama her seferinde kırılmaktan ve yok olmaktan kurtulamamış, kurtulanlar ise öyle yada böyle asimileye uğramış dini, dili ve ırkı karışmış, eriyip gitmiş ve bu gün sadece bir isim olarak dillerde bir türkü yada masal olarak söylenir olmuş. Günümüz Anadolu‘nun yöneticileri geçmişin zulüm uygulayacılarının torunları ve devamıdırlar. Geçmişteki renkleri, giydikleri elbiseleri, yaşadıkları evleri ve yaşayıp yaşadıkları mekanları ile (K)odlanan bu zulüm altındaki halklar günümüzde ise başka bir (K)odlama ile baskının ve ezilmenin bir değişik şeklini yaşamaktalar.Geçen haftalarda Agos gazetesinin yaptığı bir haber aslında Anadolu topraklarında (K)odlanan halklarının nasılda her an yok edilecek ve ortadan kaldırılacak şekilde sistemde kayıtlı olduğunu gösterdi ve nedense körlerle sağırlar birbirini ağırlar misali vurdum duymazlığa terk edilerek bir sonraki yok oluşa bırakıldı. Anadolu‘nun yöneticileri tarafından yapılan bu (K)odlama aslında biz Kızılbaş Aleviler tarafından yüzyıllardır biliniyordu, bilinmeyen ise Cumhuriyet dönemi ile bu (K)odlamanın sona erdiğinin kanısının oluşması idi. Aslında durum hiçte öyle değil çünkü Selçuklu‘dan bu yana Osmanlı ve Cumhuriyet Anadolu‘sunda biz Kızılbaş Alevileri bu duruma alışık vede kendilerinde içselleştirdikleri bir olaydı. Peki neden birden böyle bir olay ortaya pat diye çıktı? Asıl sorulması gereken bu olsa gerek öyleyse cevabı ise artık AKePe‘nin devletin bütün kurum ve kuruluşlarına tam olarak hakim olmasının yanında şakirtlerinin devletteki devamlılığı yani sürekliliği bilmemesinin getirmiş olduğu acemiliktir. Hiç bir zaman her hangi bir devletin kurumunun yöneticileri kendi halkına-halklarına bu şekilde resmi olarak bir mektup yaz(a)maz ve açıklamada bulun(a)maz, buradaki zihniyet halen Anadolu‘ yu yönetenlerin Anadolu halklarını kendilerine göre tebaa yani sürü olarak görüp kasaplık koyun misali (K)odlamasıdır. Günümüz Kemalist, faşist ve ırkçı kafa yapısının Anadolu’daki sürekliliği AKePe tarafından kesintiye uğratılırken, Türk-İslam yerine sadece İslam‘ın alması ve İslam‘a göre toplumu son hız dizayn etmesi bu (K)odlamanın bitmediğini, bitmeyeceğini ve devam edeceğini göstermiştir. Unutulmasın ki Cumhuriyet sadece Osmanlı‘nın isim ve şekil değiştirmiş ama zihniyet ile anlayışın değişmemiş halidir. 6-7 eylül talanı ve yağması, 12 eylül askeri faşist darbesi sonrası yapılan (K)odlama yani fişleme bu duruma en basit örneklerdir. Yaşanılan her ne olursa olsun Anadolu halkları kendilerini (K)odlayanları üzerlerinden atmadıkca, birleşerek atamadıkca bu (K)odlama nasıl ki Selçuklu, Osmanlı (Fatih,Yavuz,Kanuni) 1915 Ermeni soykırımı, Süryani,Yezidi, Karadenizde Pontus, Koçgiri,Dersim, 1. ve 2. Sıvas katliamları, Maraş ve Çorum`da yapılmışsa günümüzdede yapılacaktır ki kapıların işaretlenmesi bunun en sağlam işareti ve halende Suriye‘de Arap-Nusayri Alevilerine karşı yapılan yine bu (K)odlamanın devamıdır. Yapılması gereken yine (K)odlanmadan önce bütün (K)odlananların bir araya gelip yapılmış olan bütün kodlamaların ortadan kaldırılmasıdır yoksa daha çok (K)odlanacağız. Sahi sizin kodunuz ne? Sewgi ve saygılarımla.. kızılbaş - sayfa 57 - sayı 29 - ağustost2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Salih Müslim ikinci kez İstanbul da Sait Çetinoğlu 25 Temmuz'da İstanbul'a gelen PYD' nin eşbaşkanı Salih Müslim´ün dün gece saat 02:00'da ikinci kez İstanbul'a geldiği bildirildi.Milliyet' in haberine göre,” MİT ve Dışişleri yetkilileri; Müslim'le Suriye'deki çatışmalı süreç, bölgede bir süredir hazırlığı devam eden özerk Kürt yönetimi ve Türkiye'nin bölgedeki rolü konusunda görüş alışverişinde bulundu. İstanbul'a daha önce 25 Temmuz'da gelen, MİT ve Dışişleri yetkilileriyle bölgenin geleceğine yönelik bir çok konuyu masada tartışan Müslim, dün gece ikinci kez Erbil üzerinden İstanbul'a geldi. ERMENİ YETİM Kürt internet siteleri, PYD lideri Salih Müslim'in uluslararası Erbil Havaalanından Türkiye Dışişleri Bakanlığı tarafından gelen resmi davet üzerine dün gece saat 02.00'de İstanbul'a geçtiğini duyurdu. Müs-lim'le görüşmede, Rojava’daki du rum, Suriye’deki karışıklık ve radikal islami grupların Türkiye sınırından girişleri konularının ele alınacağı belirtildi. İstanbul'a geçmeden önce Erbil'de yayınlanan Rudaw gazetesine açıklama yapan Salih Müslim, "Daha önceki Türkiye ziyaretimizde Türkiye ve Rojava arasındaki sınır kapısı açılacaktı ama açılmadı. Biz de niçin açılmadığını bilmiyoruz. Biz bu ziyaretlerde sonra Serekaniye (Ceylanpınar) sınır kapısının açılacağını umuyoruz" dedi. Müslim, birinci İstanbul ziyareti sonrası ikinci görüşmenin Ankara'da olacağını belirtmişti. Bu nedenle Müslim'ün İstanbul'dan Ankara'ya geçmiş olabileceği ihtimali üzerinde de duruluyor.“ RO/Cemil Süphan DÜNYASINDAN Aintura Yetimhanesi Türk yetimhaneleri içerisinde en önemli yere sahip olan Aintura Yetimhanesi Cemal paşa tarafından Lübnan’da açılmıştı. Cemal Paşa Aintura kasabasında fransız Lazarist papazlarının Saint Joseph Koejini yetimhaneye çevirir. İstanbul’da bulunan Pantürkist kadın yazar, feminist Halide Edip Hanımı davet ederek yetimhaneyi yönetmesini ve ermeni yetimlerinin islamlaştırılmasını sağlar. 1916-1918 yılları arasında bu yetimhanede yaklaşık 1000 çocuk bululmaktaydı. Burada ermeni yetimlerinin türkleştirilmesi için çalışmalar yapılmaktaydı. Erkek çocukları sünnet edilip, isimleri türkçe ve arapça isimlerle değiştiriliyordu. Fakat ad ve soyadlarının ilk harfleri değiştirilmiyordu. Halide Edip burada ermeni çocuklarını türkleştiren kılavuz rolünü oynamıştır. Türkleştirme operasyonu çerçevesinde onunla birlikte 40 kadar görevli çalışmaktaydı. Ermeni yetimleri çeşitili işkencelereden geçiyorlardı, bunlarda biride demir sopayla yapılan falaka cezasıydı. Falaka ve dayak esnasında birçok çocuk hayatını kaybetmiştir, çünkü onlar ermenice konuşmaktaydılar. Yaklaşık olarak 300 çocuk Aintura yetimhanesinde açlık ve salgın hastalıktan ölmüştür. Bir yıl sonra bu kadın ve çalışma grubu yetimhaneden uzaklaşıp Lübnan’ı terkederler. Bundan sonra yetimhane lübnanlı papazlar tarafından idare edilir. Burada 470 erkrk, 200 kız toplam 670 yetim bulunmaktaydı. Papazlar ermeni çocuklarına as ve soyadlarını tekrar verirler. 1919 yılının sonbaharında erkekler Halep’e, kızlar ise Ghazir yetimhanesine yollanır. 1993 yılında katolik papazlar ermeni yetimlerin kemiklerini kolejin ve kilise arasındaki arazide bulurlar. Olay kolejteki inşaat esnasında ortaya çıkar. Kolejdeki papazlar yetimlerin kemiklerini papazların mezarının yanına gömerler. “Kohar”ın kurucusu papaz Harut Khaçaduryan olayı duyar ve bir anıt yaptırarak mezarlarının üzerine koyar. Anıtta Osmanlı devletini gerçekleştirdiği ermeni soykırımı ibaresi bulunmaktadır. Anıt 2010 yılında açılmıştır. Anıtı gören ermeni bir ziyaretçi şu şekilde tarif eder: “anıtın tepesinde Kilikya kralı Levon’un tacının bir örneği bulunmaktadır. Lahitin üzerine ise Kilikya krallığının bayrağı taşa oyulmuş ve 5 yetim çocuğun resmi konulmuştur. Lahitin ön tarafında gururumuz olan alfabemizin ilk üç harfi ve haberleşme aracımız bir arp bulunmaktadır. Alt tarafta ise 4 farklı dilde şu yazılmıştır – Ermeni şehitlerin anısına, onlar osmanlı hükümetinin düzenlediği soykırım yüzünden hayatlarını kaybetmişlerdir - Anıtın merdiven kısmında bronzdan yapılmış ve oturmuş bir yetim figürü bulunmktadır. Elinde altın rengi bir küre tutmuştur yetim ve bu ermeni halkının hayatta kalıp zafere giden yolunu simgelemektedir”. Bu lahit Zaven Goşdoyan’ın maddi desteği ve Mimar Raffi Tokatlıyan’ın elleriyle hayat bulmuştur. Anıtın biraz ilerisindeki kolejin mezarlığında ermeni yetimlerinin anıt mezarı bulunmaktadır ve üstünde şu ifadeler yer alır: “Ermeni yetimleri burada yatmaktadır”. söyleşi kızılbaş - sayfa 58 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dersim araştırmacısı Cemal Taş: Dersim'deki toplu mezarları savcılara göstermeye hazırım! Devlet özrünün hukuki sonuçlarını beklerken Dersim katliamı hakkında, sözlü tarih çalışmalarıyla bu işin peşine düşen Cemal Taş’a sorduk: HAZAL ÖZVARIŞ-T24 Dersim katliamı, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “devlet adına” dilediği özür ve CHP-AKP tartışmasının ardından hiç olmadığı biçimde gündeme gelmiş bulunuyor. İletişim Yayınları, 1930'larda yaşanan ve açık bir sırra dönüşen facia konusunda Kurtuluş Savaşı komutanlarından Orgeneral İzzettin Çalışlar’ın kitaplığından çıkan ve sadece 100 nüsha olan “Dersim Raporu” da dâhil olmak üzere özel kitaplar yayımladı. Bu kitaplardan biri de Cemal Taş’ın hazırladığı “Dağların Kayıp Anahtarı”ydı. Dersim doğumlu Cemal Taş, bir sözlü tarihçi. Yıllardır hem projeler, hem de kişisel çabalarla Dersim katliamı tanıklarıyla görüşen Taş, konuştuğu kişiler arasında 12 tanığın hikâyesini seçerek “Dağların Kayıp Anahtarı”nda yayımladı. Biz de devlet özrünün hukuki sonuçlarını beklerken Dersim katliamı hakkında, sözlü tarih çalışmalarıyla bu işin peşine düşen Cemal Taş’a sorduk: noktası var’ menizi isterse bunu yapar mısınız? - Toplu mezarlar nerede? Tabii ki gösteririm. Ayrıca, sözlü tarih çalışmalarını yaparken katliamda ölen insanların isimlerini de tespit ediyoruz. Bir film çalışmamız olduğundan şimdilik kamuoyu ile paylaşmasak da, elimizde kısmen de olsa katledilenlerin bir listesi de var. Dersim coğrafyasının her bir kilometresinde neredeyse bir katliam yeri var. Küçüklükten beri bildiğimiz yerler vardı. Son yıllarda, bilmediğimiz noktaları da, hâlâ devam eden Dersim 1937-38 Sözlü Tarih çalışmaları çerçevesinde köy köy gezerek katliam tanıklarına sorduk. Bize göstermelerini rica ettik, onlar da gösterdi. Dersim dağlık bölge olduğu için, tanıklar sadece yaşadıkları yerleşim yerlerini değil, dağın karşı tarafında yapılan katliam bölgelerini de gösterebiliyor. Ya olay esnasında görmüşler, ya silah sesleri duymuşlar ya da sonrasında cesetleri görmüşler. Benim yaklaşık 100 noktaya gitmişliğim var. Birçok yerde toplu mezar yeri var, insan kemiklerini bulduk. - Yani Dersim'de 100 toplu mezar yeri mi var? Toplu mezarlar nerede? Dersim'de evlatlık verilen kızların listesi Genelkurmay Başkanlığı arşivinde mi? Kenan Evren’in eşi Sekine Evren Dersim’in kayıp kızlarından mıydı? Harekâtta Alevi askerler de var mıydı? Katliama katılan askerler yaşananları nasıl anlatıyor? Seyit Rıza, öne sürüldüğü gibi bir kukla mıydı? Dersimli CHP milletvekili Kamer Genç katliamı neden reddediyor? Ve Dersimliler neden hâlâ önemli oranda CHP’li? Gördüğüm her katliam yeri şu an toplu mezar olmasa da 100 tane katliam noktası biliyorum. Katliam noktalarından en azından 30'unda toplu mezar var. Toplu mezar olmayan yerler, nehir yatağı veya dere kenarlarıdır. Bunlar kanıt bırakmamak için bilinçli seçilen mekânlar. İnsanlar katledildikten sonra ya suya atılmış ya da kuşlar, kurtlar yesin diye açık alanda bırakılmış. Açıkta kalan cesetler çevreye dayanılmaz koku yaymış günlerce. İnsan cesetlerini yiyen köpekler kudurmuş. İşte Cemal Taş'ın www.t24.com.tr'nin sorularına verdiği cevaplar: 'Toplu mezarları savcılara gösterebilirim' ‘En az 30 toplu mezar, 100 katliam - Savcılar toplu mezar yerlerini göster- - Kaç isim var elinizde? Binlercesine ulaşamıyoruz, çünkü katliamın ertesinde ailesinden geriye kalmayanlar oldu. Ama elimizde yüzlerce isim var. İsimlerinin yanında cinsiyet, yaş gibi detayları da belirtmeye çalışıyoruz. Yürüttüğümüz Dersim 193738 Sözlü Tarih Projesi kapsamında imkânlarımız olursa en son tanığa kadar gitmeyi planlıyoruz. Kenan Evren’in eşi Dersim’in kayıp kızlarından mı? - Proje için bugüne kadar maddi desteği kim sağladı? Yurtdışında yaşayan Dersimlilerin kurduğu Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu (FDG) proje yürütücüsü oldu. Dersimlilerin katkıları ve federasyon üyelerinin proje için yaptığı etkinliklerden elde edilen gelir ve bağışlardan toplanan mütevazı kaynaklarla finanse edildi. Çalışanların hepsi gönüllü çalışıyor. Şu ana kadar hiçbir kurum ve fondan kaynak başvurusu yapılmadı. Ancak asıl kaynak bundan sonra lazım olacak. - Kenan Evren'in eşi Sekine Evren’in Dersim'in kayıp kızlarından olduğu iddia ediliyor. Çalışmalarınız bunu kızılbaş - sayfa 59 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 doğruluyor mu? Bunu iddiayı destekleyen kaynaklardan biri (gazeteci) Yavuz Semerci'nin amcası Hayri Koç’tu. “Herkesin Bildiği Sır: Dersim” kitabında da yayımlandığı üzere, Koç, "Amcamın Cemile adında bir kızı, Cemile'nin Sakine adında bir kızı vardı. Yani amcamın torunu. Benim yaşlarımdaydı. Sakine hakkında bir iddia çıktı, hatta gazeteler de yazdı. Dersim'den evlatlık alınmış diye. O bir söylenti değil, gerçektir. Çünkü eşimi evlatlık alan subay, Elazığ Dişili nahiyesinde açıkladı. Gerçekten de adı Sakine'ydi. Kaynanam, Mehmed Ali Kankotan'ın kızıydı. Sakine de Mehmet Ali Kankotan'ın kızıdır" dedi. Elimde konuşmanın görüntülü kaydı var. - Eğer iddia doğruysa, Kenan Evren neden kabul etmiyor? Bunu anlatan kaynak şu an yaşamıyor. Ancak Kenan Evren’den tersi bir açıklama gelmediğine göre de iddia hâlâ geçerli sayılır. ‘80 yaşındaki amcamda süngü izleri hâlâ duruyor' - Siz bu araştırmaya neden başladınız? Ben doğduğum topraklarda folklorik alan araştırmalarına başladım. 80’li ve 90’lı yıllarda geleneksel müzik ve mitoloji üzerine kayıtlar yaparken gördüm ki, her bir bireyin Dersim ‘38 ile kesişen ortak bir hayat hikâyesi var. Yaşlılara yaşını sorduğunuzda bile, yaşlarını ‘38 öncesi ve sonrasına göre hesaplıyor. ‘38 herkes için bir milat. Ayrıca, katliamda benim ailemden de 20 kişilik bir kafilenin süngülenerek öldürüldüğünü sonradan öğrendim. Evlerinden alınıp götürülen o kafileden 7 yaşındaki bir çocuk olan Sedali amcam yaralı olarak kurtulmuş. O amcam şimdi 80 yaşında, İstanbul’da yaşamını sürdürüyor. Vücudunda o zamanın süngü izlerini taşıyor. Bu olaydan sonra dedem kahrından ölüyor. Sürgün kararı çıkan halam sürgüne gitmektense intiharı tercih ediyor. Ailemin diğer fertleri ormana kaçarak kurtulmuş. Bu yaşananları dinlemek de beni tetikledi. Kendi dilim ile yazı yazma hissiyatı buna benzer yaşanmışlıkları kayıt altına almamı destekledi. Bu çalışmaları kişisel çabalarla ‘90lı yıllarda yapmaya başladım. Son iki yıldır da akademik bir çalışma olan Dersim 1937-38 Sözlü Tarih Projesi ile devam ediyorum. Bu proje kapsamında 250 tanık ile görüştük. Şimdilik bu projenin Türkiye ayağından sorumluyum. Tunceli'de bir büro kurduk, '38 tanıklarıyla görüşmelere devam ediyoruz. Mayıs ayında projenin çalışma raporunun bir kitapçık halinde basılarak kamuoyu ile paylaşılmasını hedefliyoruz. 4 Mayıs tarihi aynı zamanda TBMM tarafından onaylanan Tunceli tenkil harekâtına dair Bakanlar Kurulu kararının verildiği tarihtir. Bu tarihi bilinçli olarak belirledik. 'Çocuğunu boğan bir annenin itirafının ses kaydı var' - Süreç içerisinde sizi en çok etkileyen ne oldu? Her hayat hikâyesi genelde benzerlik taşısa da, özelde detaylarda çok ayrıntılar gizli ve her bir dram insanın içini burkuyor. Ancak en ağır olanları çocuk ve kadın hikâyeleridir. Subaylar tarafından evlatlık alınmak için annelerin koynundan alınan kız çocukları, yetim olarak sürgüne gönderilenler, askerin eline düşmektense kayalıklardan ve uçurumlardan kendini atan genç kadınlar, ağlamaların sesi askerlerce duyulmasın diye annelerin çocuklarını elleriyle boğmaları… İnanılmaz gibi gelebilir, ancak bende bunu itiraf eden bir annenin ses kaydı var. Nasıl yapabildin diye sorunca, “yüz kişi öldürüleceğine bir, iki çocuk feda edilirdi” diye açıkladı. Askerlerin hamile kadınların karnındaki cenininin cinsiyeti üzerinde bahis tutulmaları, karnı süngü ile deşilme canilikleri… Bu süngülemeler sırasında yaralı kurutulan insanlar oluyor ve günlerce yapayalnız, cesetler içerisinde kalakalıyorlar. Ormana yaralı kaçıp kurutulanlar da var. Yemek ve su ihtiyaçları için köylere inmek istiyorlar, ama ortada kalan cesetleri yiyen köpekler kudurduğundan, köye inemiyor ve açlıktan ölüyorlar. Bütün bunarlı tanıklar anlattı. ‘Asker anlattı: Kurşuna dizip gaz dökerek yaktılar’ - Harekâta katılan askerlerle de görüştünüz mü? İki askerle görüştük. Bunlardan biri şöyle anlattı: “37 kişiyi evlerden topladık götürdük, başka bir bölüğe teslim ettik. Gözlerimizin önünde kurşuna dizdiler. Sonra altına bir sıra odun, üstüne insanlar ve üstlerine tekrar bir sıra odun koydular, tost gibi yaptılar. En son gaz döktüler ve yaktılar. Sonra yakılan kafilenin içinden bir çocuk fırladı. Askerlerden biri koştu, süngüyle yakalayıp tekrar ateşin içine attı.” 'Harekâta katılan travma yaşıyor' Alevi askerler - Bu iki asker ne durumda? İlginçtir, ama ikisinin de ortak paydası Alevi olmaları. Biri yaşananları şöyle anlatıyor: “Bizi oraya götürdüklerinde ‘Biliyor musun? Bunlar Kızılbaş’tır.” Diğeri de “Ermeni saklamış Dersimliler” dediklerini aktarıyor. Demek ki katliama giden askerleri motive etmeye çalışmışlar. Mehmet Ali Çavuş adındaki tanık “Öldürülmek için içtima edilen insanlar, salâvat getirirken yer gök inliyordu, ‘ya Hızır’ diye bağırıyorlardı” diye aktarıyor. Bu asker, ayağına diken batan kadın yere çökünce ağlamaya başlamış. Komutan, “Neden ağlıyorsun?” diye sorunca "Annem aklıma geldi" demiş. Komutan adamın duygusallığını fark edince "Sen artık mağaradan adam toplamaya gelmeyeceksin" demiş. Diğer asker Haydar Dede de “Çocukları öldürdükleri zaman ağladım. Komutan, ‘neden ağlıyorsun’ dediğinde belli etmemek için ‘çocuklarımı özlediğim için ağlıyorum’ dedim” diyerek anlattı olanları. Onların da bizim yaşadıklarımız gibi travmalar yaşadıkları açık. - Çocuklarına anlatabiliyorlar mı? Anlatmış olmalılar, çünkü onlarla iletişim, torun veya çocukları aracılığıyla başladı. ‘Seyit Rıza uydurulan senaryonun lideridir’ - Sizce Dersim katliamı neden yapıldı? Sebebi isyan değildi. İsyan, Dersim'de yapılan katliamın meşrulaştırılması için kullanıldı. Ulus-devlet projesi, yani tek dil, tek din, tek kimlik anlayışı. Dersim meselesi halledildikten sonra da gayrimüslimler ve diğer azınlıklara da inkâr ve dışlama planları uygulandı. Sözlü tarih araştırmacısı olarak Dersim'e yapılan harekâtla ilgili şunu söyleyebilirim: Dersim, uzun yıllar Osmanlı'yla mezhepsel ve farklı nedenlerle uyum so- kızılbaş - sayfa 60 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 runları yaşamıştır. 4. Ordu Komutanı Zeki Paşa’nın kaleminden çıkmış 1896 tarihli, “Dersim Islahatı Hakkında Babıali’ye Takdim Olunan Mayıs 1312 Tarihli Layihadır” başlıklı rapor bugüne ulaşan Dersim konulu en eski layihalardan biridir. Osmanlı'dan Cumhuriyet dönemine 30'a yakın harekât yaşandı. Cumhuriyet döneminde 1935 yılında çıkarılan Tunceli Vilâyetinin İdaresi Hakkında Kanun ile Osmanlı dönemi lahiyaları arasında öz anlamda bir benzerlik söz konusu. Yani Cumhuriyet bir anlamda yarım kalan bir hesabın rövanşını iştahla yapmış. - Dersimliler, özerk olmak istiyorlar mıydı? Özerk yaşama istekleri var. Bunu Osmanlılara karşı direnişlerinde görüyoruz. İnanç kimliğine karşı bağlılıkları öne çıkıyor. Ama Dersim’de bir tek inanç ve etnik kimlikten bahsetmek karşılığını bulmuyor. - Birçok kaynakta iddia edildiği üzere idam edilen Seyit Rıza’nın İngiltere'nin kuklası olduğu ne kadar doğru? Uydurdukları isyanın başına bir lider gerekiyordu. Seyit Rıza bu senaryonun lideridir. Bir de bu liderin ihanet senaryosu gerekiyordu. Bu filme yabancı değiliz... İstanbul’daki gayrimüslimler için linç girişimi gerekçesi “Selanik'te Atatürk’ün evini yaktılar”, Maraş için “Aleviler camiye bomba attılar” , Sivas’ta 37 aydın yakıldığında da “Allahsızlar Tanı'ya laf uzattılar” denilmemiş miydi? Provokatif linçler hâlâ belleklerde… Dersim'de bir tek aşiret yok ki Seyit Rıza lider olsun. Her aşiretin bir lideri var ve her aşiretin etkinlik alanı farklı. Varsayalım lider Seyit Rıza idi. Neden 7 aşiret lideri 1937’da Elazığ’da idam edildi ve 70 küsuru da ağır hapis ile cezalandırıldı? - Özerklik isteği Cumhuriyet döneminde de sürdü mü? Kızılbaşlar için bir endişe kaynağı olan Osmanlı’nın Cumhuriyet’e evrilmesi daha kabul edilir bulunuyor. Sıcak bakılıyor. Hatta görüşmelerde otonomi vaatleri verildiği biliniyor. Bu anlamda Osmanlı, Cumhuriyet'e göre daha geri bulunuyor. Dersimlilerin CHP ile bağını koparmamasının iki nedeni - Dersimliler tüm yaşananlara rağmen CHP'yle bağları koparmadı. Stockholm sendromu Türkçeleştirerek yöneltilen “Dersimliler neden cellatlarına âşık” sorularına ne diyorsunuz? Gerçekten âşıklar mı, değiller mi, bir araştırma konusu olabilir. Katliamdan kurtulanların çoğuna, “Atatürk, Fevzi Çakmak olmasaydı, siz ölecektiniz. Onların haberi yoktu, katliamı öğrenince onlar sizi kurtardı” diyorlar. Bu propagandanın uzun yıllar etkileri olabilir. Ayrıca, 1938'den itibaren tek partili bir dönem var. CHP dışında düşünebilecekleri başka bir seçenek yok. Ama çok partili dönemin ardından 1960'larda yaşanan aydınlanma süreci ve sonrasında Dersimlilerin CHP'den çok, daha radikal sola eğilimli olduğu görülüyor. Ama genelde CHP'ye yönelen bu eğilim, CHP’nin alternatifi parlamentodaki diğer partilerin hâlâ sağ ve Şafi-Sünni mezhebinin temsilcileri olmasından kaynaklanıyor. Bu son seçimlerde de Erdoğan, sürekli Kılıçdaroğlu’nu etnik ve inançsal kimliğinden vurmaya başladı. AKP’nin bu politikası Dersimlileri Kılıçdaroğlu'na yönlendirdi. 'Kamer Genç katliamı onaylıyorsa Dersimlilerin kanında eli var’ - Özür için Kemal Kılıçdaroğlu önce “Topluma nefret tohumları ekildi” dedi, bir gün sonra da taleplerden bahsetti. Dersimliler açısından bu tutum ne ifade ediyor? Kılıçdaroğlu, kendi partisi içindeki muhalif sesleri memnun edeyim derken önce Erdoğan’ı Dersim özrü konusunda bölücülükle suçladı. Ertesi gün Erdoğan’dan daha geri ifadelerde bulunduğunu fark edince çark etti ve sürgünlere toprakların iadesi gibi taleplerden söz etmeye başladı. Ancak bu konuda devlette bir süreklilik söz konusu. AKP, bu işi CHP’ye yükleyerek sıyrılamaz. CHP ise hâlâ 30’lu yılların CHP’si olduğunu ispatladı. Geçmiş misyonuna sahip çıkarak hâlâ ulusal bir çizgide ısrar ettiği, İnönü’nün torununun açıklamalarında da ifadesini buldu. Kılıçdaroğlu, “Dersim’de bir isyan olabileceği için harekât yapıldı, sonra bir isyan çıktığı için bu isyan bastırıldı. Dersim olayı münferit bir olaydı” dememiş miydi? - CHP Tunceli Milletvekili Kamer Genç, “Dersim’e durup dururken harekât diye bir şey söz konusu değildir. Derebeyleri ta Osmanlı döneminden beri bölgede devleti tanımıyor, vergi vermiyor, askere gitmiyor. Atatürk bunlara karşı önce ikna yöntemini kullandı. Sonuç alamayınca harekât kaçınılmaz oldu” dedi ve “katliam” kelimesinin yeni icat edildiğini söyledi. Başbakan özür dilerken, Dersimli Genç’in sözlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Kamer Genç, TBMM'de kaç dönemdir milletvekilliği yapan bir Dersimli. Eğer Kamer Genç, bu katliamı yapan zihniyeti onaylıyorsa onun da Dersimlilerin kanında eli var demektir. O suça ortak olmak demektir. Genç, seçimler sürecinde de yaptığı açıklamalarda “Dersimliler halis muhlis Türk'” dedi. Elbette Dersim’de Türkler de var, ama ben Dersim katliamında öldürülen on binlerce kişi arasında bir Türk ismi duymadım. - Kamer Genç, bir dahaki seçimlerde Tunceli'den Meclis’e girebilir mi? Sanmıyorum.… Zaten katıldığı bir televizyon programında “Dersim meselesini gündeme ilk getiren benim” iddialarında bulundu. Sizin hatırlattığınız cümleleri şimdiden unutmuş gözüküyor. 'Kılıçdaroğlu dürüst biri, ama söylediklerine inanamıyorum' - Kılıçdaroğlu'na karşı bu kadar sert değilsiniz... Zaten keskin cümlelere gerek yok. Kılıçdaroğlu kişisel olarak dürüst kimliğiyle tanınır. İdeolojik tercihine bir şey demiyorum, ancak Dersim konusunda politikaya ilk atıldığında da “Münferit bir olaydır” demişti. Ancak kendisi de bir Dersimli olmasına rağmen Başbakan'ın yarım ağız özrü üzerine ifade ettiği cümlelere inanamıyorum. Şaşkınım. Başbakan'a bundan dolayı “bölücü” dedi. Bu duruşu ne ona sevgi besleyen Dersimlilerin gönlünde yer yapacak, ne de genel başkanı olduğu partiye yaranacak… Bence bir Dersimli olmasa da Dersim konusunda devleti daha ileri şeyler yapmaya zorlamalı. Eğer siyasal hayatındaki konumunu kaybederse, önerim politikaya atılmadan önce ilgi duyduğu Dersim davasına hizmet etmeli. kızılbaş - sayfa 61 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ‘Genelkurmay'da Dersim bombardımanı görüntüleri olabilir’ - Dersimliler, özürden sonra AKP oy verir mi? Sanmıyorum. Birincisi özür, devlet adına verilir. İkincisi AKP zihniyetinin, Maraş, Çorum, Sivas olaylarında sicili temiz değil. AKP, Kürt açılımı ve Alevi çalıştayında da sınıfta kaldı. AKP’nin samimi olabilmesi için onunda kendi tarihiyle yüzleşmesi gerekiyor. - Açılması beklenen Genelkurmay arşivlerinden ne çıkması bekleniyor? Kaç kişinin öldürüldüğünün, hangi ailenin nereye sürgün edildiğinin ve birbirinden ayrılan ailelerin, evlatlık verilen kızların kimlere verildiğinin listesi mutlaka vardır. Görüşme yaptığımız bir tanık, kendi kız kardeşini bulmak için Genelkurmay’a başvurduğunu ve orada olan bir defterden bakılarak kız kardeşinin verildiği aileye ulaştığını belirtti. En önemlisi de, uçaklarla yapılan bombalama görüntülerinin olabileceği ihtimali var. Bir de Dersimli ailelerden gasp edilen paraların kimlerce gasp edildiği açıklanmalı. “Dersim zenginleri” diye tabir edilen kişiler var. Ordunun kimyasal gaz kullandığını, Dışişleri Bakanlığı yapmış İhsan Sabri Çağlayangil itiraf etti. Dersim trajedisinin boyutlarını gerek tanık anlatımları gerek dönemin resmi ağızlarının anı ve yayınlanan resmi raporlardan az çok biliyoruz. Ancak, arşivler açıklanırsa devletin asıl niyeti ve uygulanma tarzını kamuoyu öğrenmiş olacak. Mağdurların taleplerinde haklı olduğu anlaşılacak. İnsanların bir daha böyle acılar yaşamasının önüne geçilecek, kardeşçe yaşamanın yolu açılmış olacak. Yüzleşme demek, tekrarı önlemek demektir. 2 Ağustos 1914: İttihat ve Terakki, Almanya ile gizli ittifak anlaşması imzaladı 1913 yılında kanlı Bâb-ı Âli baskınıyla iktidarı gasp eden İttihat ve Terakki Fırkası, uzun süreden bu yana Alman emperyalizmiyle sürdürdüğü yakın ilişkileri kâğıda döktü. Başını Enver Paşa'nın çektiği fraksiyon, Almanya'nın Orta Asya'da Rusya'yı arkadan vurma planı olan Turancılığı resmi devlet görüşü haline getirdi. Almanya ile Osmanlı arasında 2 Ağustos 1914'te imzalanan saldırmazlık anlaşması, aslında bir ittifak anlaşmasından başka bir şey değildi. 1898 yılında Almanya imparatorlu II. Wilhelm'in Osmanlı İmparatorluğu'nu ziyaret etmesiyle birlikte, Osmanlı-Almanya ilişkilerinde yeni dönem resmen ilan edildi. Kayzer Wilhelm, eşiyle birlikte İstanbul'da geçirdiği 6 günden sonra, Kudüs'e doğru hareket etti. Şam'da Sultan Selahattin'in mezarını ziyaret ederek, "dünya üzerindeki 300 milyon Müslüman'ın en iyi dostu olduğunu" ilan etti. Almanya imparatorunun bu ziyareti ve bu konuşması boş yere değildi; ana hatlarını ezeli rakibi ve düşmanı olan Rusya'ya karşı Orta Asya'da Müslümanların yoğun olarak yaşadığı yerde ikinci cepheyi açmak, bunun için de Osmanlı İmparatorluğu'nu köprü olarak kullanmak olarak açıklayabileceğimiz siyasetinin temellerini atıyordu. Bu siyasete ideolojik zemin olarak hazırlanan Turancılık düşüncesi, İttihat ve Terakki içinde başını Enver Paşa'nın çektiği kanadın büyük ilgisini gördü. Turancılık emperyalizmi, çok kısa bir sürede Osmanlı İmparatorluğu'nun resmi devlet görüşüne dönüştü. 2 Ağustos 1914'te Osmanlı İmparatorluğu ile Almanya bir saldırmazlık anlaşması imzaladılar. Bu anlaşmaya göre Rusya, Almanya ve Avusturya'ya savaş ilan ettiği takdirde, Osmanlı Devleti de kendini Rusya ile savaş halinde sayacaktı. Ancak bu anlaşmanın imzalandığı tarihte, Almanya Rusya'ya ve onun müttefiki Fransa'ya çoktan savaş ilan etmişti bile. Bu durumda İttihat ve Terakki yöneticileri de iki Alman gemisine Rus limanlarını bombalatmak suretiyle, Osmanlı İmparatorluğu'nu savaşa soktular. Sonuç ise tam bir felaket oldu. İttihatçıların Turancılık çerçevesinde Orta Asya'yı fethederek Kızıl Elma'dan Çin Seddi'ne kadar uzanacak bir Türk imparatorluğu kurma hayalleri, daha savaşın hemen başında Sarıkamış faciasında on binlerce askerin donarak ölmesiyle son buldu. Savaşın başlarında 18 milyon olan Osmanlı nüfusunun 3 milyon kadarı cephelerde savaşırken öldü ya da yaralandı, Ermeni soykırımında yaklaşık 1,5 milyon Ermeni katledildi, yüz binlerce Anadolu Hıristiyanı katledildi ve sürüldü, imparatorluğun geniş bölgeleri ıssızlaştı, ekonomik ve sosyal hayat durma noktasına geldi. Kaynak: http://www.marksist.org/tarihte-bugun/12416--2-agustos-1914-ittihat-veterakki-almanya-ile-gizli-ittifak-anlasmasi-imzaladi kızılbaş - sayfa 62 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bir Kavram Bin KIRIM Yanilsamalar-7 Laiklik: laiklikği isim Ali Haydar Kanlı 1. Laik olma durumu, laisizm 2. hukuk Devlet ile din işlerinin ayrılığı, devletin, din ve vicdan özgürlüğünün gerçekleşmesi bakımından yansız olması, laisizm (Türk Dil Kurumu Sözlügünden alıntı) Laik kelimesi Yunanca laos ismi ve laikos sıfatından gelir, Latincesi laicus’tur. Laos: halk, kalabalık, kitle demektir ve zıddı kleros’tur. Laikos: halka ait, ruhban olmayan demektir. Laicus: dinsel olmayan, demektir ve Osmanlıcada bu terim ladini ile karşılanmış fakat bu tutmamış, Fransızca laik kelimesi Türkçeye girmiştir. Laos/ kleros karşıtlığı MÖ 3. yüzyılda, din yönetiminde iki sınıfı belirtmek üzere kullanılmıştır. Hıristiyanlığın ilk yüzyılından itibaren kilise adamlarına klerikoi (Latince clerici), bunların dışında kalanlara laikoi (Latince laici) denilmiştir. Bu adlandırma, ruhani ve cismani bir ikiliğe de işaret eder. Yeniçağda laik terimi, felsefi ve hukuki, siyasal bir anlamla genişleyerek devlet ve din ilişkilerine ait bir tarzı ifade etmeye başlamıştır. Fransa’da 3. cumhuriyette laicisme kelimesi dile girmiştir. İngilizcede, papazdan başka bütün halka lay, laity denir ve laic, secular kelimeleri de cismaniliği ifade eder. Latince saecularis’ten gelen secular, özellikle İngiliz ve Alman toplumunda kullanılır. En yaygın hukuki tanımıyla Laiklik, devlet ile din işlerinin ayrılmasıdır.' Devlet, bir dine inanıp inanmama meselesini özel bir problem sayar, fertlerinin sadece maddi yönüyle ilgilenir, kendisi devlet olarak hiçbir dini taşımaz, hiçbir dini ayine katılmaz, fakat Devletin dini vardır (İslam) Devlet okullarında din dersi zorunludur (İslam dini) Devlet Camiler yaptırır (Devlet kasasından finanse edilen İmam Hatip Okulları vardır. Devlet, kendi vatandaşı olan gayrimüslümlerin kurdugu ve kendilerinin finanse ettigi okullardaki egitimcilerin Türk (müslüman) olması zorunlulugunu getirmiştir (üstelik 2-3 kat daha yüksek ücretle) fertlerin her türlü dini serbestliklerini kabul eder. Devlet, dini esaslara dayanan kanunlar yapamayacağı gibi, bütün dinlere eşit mesafede durur ve hiçbir şekilde dinlerin ibadet hüküm ve kurallarına müdahale edemez. Ve fakat; dinlerin düzenini bozacak davranışlarını da önlemekle yükümlüdür. Özü bir etnik arındırmadan öteye gitmeyen ulusal kurtulus (!) savaşı süreci ve sonrasında birbiri ardına yaptığı kırımlarla müslüman olmayanlara hiç bir şekilde yaşam hakkı tanımayan Kemal, devlet eliyle kurdugu ve devlet kasasından finanse ettigi DİB. (Diyanet İşleri Başkanlığı) aracılığıyla islam dinini devletin dini olarak ilan ve himaye etmiştir. Ermeni, Süryani kırımlarından sonra Pontus kırımıyla soykırımcı mirasi devralan Kemal, devamla Koçgiri Alevilerini kırımdan geçirir ve süreci Dersim Tertelesine dek sürdürür. Kürtlerin (Zilan istisnası hariç) kırımlardan payını almamasının asıl nedeni de onların islam üzerinden türkleştirilebilecekleri varsayımına dayanmaktaydı. Sivas ve Erzurum Kongrelerinde iki yanına din adamlarını alarak pozlar veren Kemal, pragmatist duruşunu net bir şekilde ortaya koymuştur. İslam üzerinden kurdugu Ulus Devletin kuruluş felsefesi anti laiktir!... İşte kanıtları: Din işlerinin devlet işlerinde ayrı tutulması gerekirken islamist devletimizin DİB’i vardr (Diyanet İşleri Başkanlığı) İmamlar ordusunun maaşları devlet kasasından ödenmektedir!... 1923 ten başlayarak kökleri Osmanlı sürecinde yatan "Nüfus Kodu" uygulamasiyla tüm gayrimüslümleri kodlayarak (Rumlar 1, Ermeniler 2, Süryaniler 3, Digerleri 4) girişim süreclerini denetim altına almıştr. Alevileri müslüman sayarak asimile etmiştir (2006 yılında aldığım Nüfus kagıdındaki din hanesini boş bırakmak veya dinsiz yazdırmak istegim bir yıldan fazla süren ve yüz sayfayı aşan iç yazışmalara, konsolosluk nezdinde sert tartışmalara malolmuştu) Kemalist Laiklik; Dinin devleti yerine devletin dinini yerleştirmiştir. Devlet eliyle kurulan DiB (Dyanet İşleri Başkanlığı) Milli savunma Bakanligindan sonra gelen en yüksek bütçeye sahiptir ki; kimi kaynaklara göre bu bütçe yedi bakanlığın bütçesinden daha fazladır. Devletin dini içindeki kimi cemaat örgütlenmeleri o kadar palazlanmışlardır ki, dinin devletini kurma girişimlerine degin ileri gidebilmişlerdir Kemal´in kendilerine hazırlayıp sundugu olanaklar üzerinden. Dini kullanmak, kimi dinci akımlara ilericilik payesi vererek ittifak arayışına girmek, ya da toplumsal gerceklikten kopuk bir demokrasi savunuculuğu ile özgürlük bayrağını onlar için de sallamak, aydin müsveddelerinin kafalarda yarattığı karışıklığın ürünleridir. Çağdışı bir ekonomik, toplumsal, siyasal sistem adına, kapitalizm karşıtlığı ile modern insanin bir birlik arayışı kızılbaş - sayfa 63 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 söz konusu bile olamaz. Şeriat düzeninde ifadesini bulan tarihsel gelişimindeki kimi özellikler dolayısıyla, diğer dinlere göre daha fazla siyasal, toplumsal ekonomik yaşamın bütün alanlarını düzenlemek zorunlulugunu koyan, kapitalist reformasyonun kirli bohcasında kalmış İslamiyet gibi bir din söz konusuysa, bu konu çok daha özel bir anlam taşır. Çünkü onda öz ve içerik olarak, demokrasinin zerresini bulmak mümkün değildir. Tarihin çarklarını geriye, karanlık bir çağa doğru çevirmek isteyen dinci gericiliğe karşı tutarlı bir mücadele yürütülmeden, bırakalım aydın olmayı, vasat bir insan bile olunamaz • Hilafetle beraber Türkiye’de mevcut olan Ortodoks ve Ermeni kiliseleri, patrikhaneleri ve Musevi hahamhanelerinin ortadan kaldırılması lazımdır. Hilafet ve bu muhtelif patrikhaneler asırlardan beri ruhani yetkilerinin sınırları dışında çok büyük ayrıcalıklar aldılar. Halkın anlayışına dayanarak bahşedilen hukuk dışı ayrıcalıklar ile cumhuriyet idaresinin uygulanması mümkün değildir…/ M. Kemal (04. 05.1924, New York Herald Tribune Muhabirine Demeç.) etnik arındırmaya verilebilecek en güzel itiraf örnegi bu olsa gerek ... • İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz son dindir. Eksiksiz dindir. Çünkü dinimiz akla mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor./ M. Kemal (07. 02. 1923, Balıkesir) Le Journal Muhabiri Paul Herriot’ya Verilen Beyanat.) binlerce yıkık kilise, manastır ve hatta mezarlığın taşları bile yerinde kalmamıştır Taksim Gezi Parkı´nın altında kalan Ermeni Mezarligi örneginde oldugu gibi, mezar taşları başka bir alana nakledilerek müslüman camiinin merdiven yapımında kullaniımiıştır!. Faşist darbe/ci/ler karşısında bugünkü tutum sadece siyasal konjonktürü çözümlemede yaşanan belirsizlik ve zorlanmaların bir sonucu degildir. Solun ağırlıklı bir bölümünde bugün de örtülü örtüsüz darbe yandaşlığının, tutum belirsizliklerinin temelinde, halkçı devrimcilik, maoculuktan-misaki millici analizlerden kopamama, Türkiye'nin sınıfsal siyasal tarihinde “Kemalizm”in yer ve rolünün birbirlerine karıştırılması bulunmaktadır. Bu Türkiye'de sağ oportünizmin darbecilerle flörtünün tarihsel-teorik köklerinden birisidir. 870'lerde Bismark, Alman Katolik Partisi'ne karşı yasalar, polis kovuşturmaları ile yürütülen bir kültür savaşı açmıştı. Kemalist şarlatanlar tarafından yere göge sıgdırılamayan Kemalist laiklik savaşımı da Bismark´vari yöntemlere dayanır. Üstyapıda, burjuva demokrasisinin diger unsurlarından arındırılmış olarak, tepeden inmeci ve baskıcı. Faşizmin Kemalizmde kendi ideolojisine buradan da dayanaklar bulması ve her askeri darbede dinci gericiliği gerekçe yapması bundandir .(Chp, İp vb) Sonuc yerine; laiklik, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin bir parçasıdır ve diğer demokratik istemlerle bir bütün oluşturmalıdır. Dinsel gericilige karşı mücadele bu temelde ele alınmadıgı zaman burjuva liberal eskileriyle ittifak anlayışından, faşist kliklerin yedeğine düşmeye uzanan bir labirentte debelenilip durulur ki: içinden geçmekte olduğumuz süreç bunun örnekleriyle doludur (Taksim Gezi eyleminde oldugu gibi) Keza; Kürt sorununun "Kürt-Türk İslam Kardeşligi"nde ifadesini bulan çözüm/ süzlüg/ü de bu kafa karışıklığının bir sonucudur. Demokrasinin olmazsa olmazları; insanin insan olmaktan kaynaklı doguştan gelen haklarının (bakiniz Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi) teslimidir. Bu anlamda asgari bir çözümün yolu burjuva demokratik devrimden geçer. Algı ve analiz bozuklugu olmayan her insanın rahatlikla kavrayabilecegi gibi Türkiyede Laikm bir düzen yoktur ve hiç bir zaman da olmadı. Bu görev; burjuva devriminin çöz/e/medigi tüm diger demokratik görevler gibi önümüzde durmaktadır... Kemal´den panislamist söylem örnegi. fazla söze ne hacet? • Sonra Kuran’ın çevirisini emrettim. Bu da, ilk defa olarak Türkçe’ye çevriliyor. / M. Kemal (30.11.1929, Vossische Zeitung Muhabirine Demeç.) tepeden inmeciligin, kitle dayanagindan yoksunlugun daha açık bir ifadesi olamazdı. Ahcam bir fesat ve hainlik ocağı bulunan memlekette nifak tohumları ve uyuşmazlık saçan, hıristiyan hemsehrilerimizin refahı için de uğursuzluk ve felaket nedeni olan Rum Patrikhanesini artık topraklarımız üzerinde bırakamayız. Bu tehlikeli teşkilâtı memleketimizde muhafazaya bizi mecbur etmek için ne gibi vesile ve sebepler gösterilebilir? / M. Kemal (25.12.1922, http://www.yurtgazetesi.com.tr/gundem/ ataturk-ilke-ve-devrimleri-cumlesicikartildi-h37480.html hayırlı bir adım! İSTANBUL- İstanbul Üniversitesi Senatosu mezun olan İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin yemin törenlerine dair yönergeden, aldığı bir karar ile 'Türkiye Cumhuriyeti yasaları' ve 'Atatürk devrim ve inkılapları' cümlelerini çıkarttığı öğrenildi. Tepkilerin büyümesi üzerine konu ile ilgili Tweet atan İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yunus Söylet, "Ölmüş devlet büyüklerini putlaştıranlara hep üzülerek baktım" dedi. Bilindiği gibi 1930'larda Üniversite reformu yapıldığında Atatürk, o dönemde Darul Fünun olarak bilinen İstanbul Üniversitesi'ne gelip incelemelerde bulunmuş ve derslere katılmıştı. kızılbaş - sayfa 64 - sayı 29 - ağustost 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 1931 Jandarma'nın Dersimli Tarifi Jandarmanın Dersim 38 dönemine dair raporları gün ışığına çıktı. Gerçekten devletin bakış açısını buradada görüyoruz… Bu zihniyet bitmedikçe bu ülkede daha nice katliamlar darbeler sürer gider KİM BU DERSİMLİLER Rapordaki en dikkat çekici bölüm ise devletin bakış açısını ortaya koyması açısından Dersimliler’le ilgili tespitler: Konuştukları dil Zazacadır. Dersim kalabalık ve çok silahlıdır. Dersim’de silah toplamak gün ve ay işi değildir. İki sene işidir. Türk ve Türklüğü telkin etmek için iki mektep açılmalı. Hükümete karşı tamamıyla anarşiktir. Dersim hükümeti cumhuriyet için bir çıbandır. Dersimliler askerlik yapmazlar. Zaza kadını, Türkmen ve Yörük kadınları gibi cinsi temasa pek düşkündür. Türkmen kadını gibi evinin işlerini çevirir. Yavuz Sultan Selim’in gazabı olmasaydı bugün güzel Türkiyemiz’de tek bir Sünni’ye tesadüf etmek imkanı belki de mümkün olmayacaktı. Aleviliğin en kötü ve tefrika değer cephesi Türklük’le aralarındaki derin uçurumdur. Bu uçurum Kızılbaşlık itikadıdır. Kızılbaş, Sünni Müslümanı sevmez. Kin besler, onun ezelden düşmanıdır. Kızılbaşları, yuvarlak kafası, geniş alnı basık yüzü ile gözlerinin daima akın yollarını, uzakları araştıran cevvaliyeti ile Türk neslinden ayrı bir nesle bağlamak güç bir iş olur. Dersim; Türk, Faris, Asur, Ermeni, Arap gibi milletlerin tortularını almış bir mıntıkadır. Ermenilik Dersim içinde şimale gittikçe kesafetini kaybetmiş ve ancak kasabalar ve onların yakınında barınıp taşamamış ve hiçbir zaman Dersim umum nüfusunun yüzde 20’sini aşamamıştır. Harbi umumiden sonra izlerini bırakarak ölmüştür. DERSİM’DEKİ durumu analiz eden 1931 tarihli Jandarma Umum Kumandanlığı’nın raporunda, dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın “ıslah planı” var. Kaya, “Aşiret ağaları ve aşiret ağası olabilecekleri Dersim’den uzaklaştırılmalı. Dersim’de topraksız ve ağaların esiri köyler, mahallen veya naklen topraklandırılmalı” diyor ve ekliyor: “Bunların tatbiki askeri bir harekete bağlıdır.” Jandarma’nın raporuna göre, merkezi otoritenin Dersim üzerinde hâkimiyet kurma çalışmaları 1860 tarihinde başlıyor. Tam 11 kez askeri harekât yapılıyor. Dersim’e Jandarmanın dönemlere ayırdığı raporlarda, “Dersim giderek Kürtleşiyor” tanımı bulunuyor. Vatandaşın aşiretlerden çok çektiğini ve bu nedenle sesini çıkaramadığı yorumları da var. Hızır Baba Deli dolu esen rüzgâr Yare benden selam söyle, Yollarımı kesen rüzgâr, Yare benden selam söyle. Karşı dağlar dizim dizim, Her yanımı sardı hüzün, Rüzgâr sana benden izin, Yare benden selam söyle.. Yüreğimde hatırası, Zor imiş gönül yarası, Ben sevdim aldı başkası, Yare benden selam söyle... 400 SENE NÜFUZ EDİLEMEDİ Jandarma raporunda, “Dört yüz seneden beri Dersim’e hükümet nüfuzu girememiş” değerlendirmesi dikkat çekerken, Şeyh Sait isyanının bastırılmasından sonra halkta büyük bir yılgınlık oluştuğuna dikkat çekiliyor. 1930 yılından sonra yapılan harekât planında Aşiret reislerinin Dersim’den sürgün edilmesi ve Türklüğün telkini yönünde propagandaya önem verilmesi kararlaştırılıyor. Kürtçe yerine Türkçe’nin ikame edilmesi, ‘Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli’ söyleminin hayata geçirilmesinde yarar olduğu vurgulanıyor. Yaradan İşine Karışmam Haşa Yaradan işine karışmam haşa Neden insanları öldürüyorsun İster çoban olsun isterse paşa İsmini defterden sildiriyorsun Akılı arife ettin hediye Ya bu cahilleri yarattın niye Cennet-ü alâda huri var diye Ahmaklara namaz kıldırıyorsun Böyle işler yakışır mı allaha Yarattığın kullar bitap billaha Öldürdüğün kullar gelmez bir daha Onları nereye dolduruyorsun Söylediğim söze gücenme yarap Yarattığın kullar bitap ve harap Şekkip Rezzani'ye içirdin şarap Softayı kendine güldürüyorsun