Dominique Schnapper S O SY OL O jİ D Ü Ş Ü N C E S İ N İ N Ö Z Ü N D E ÖTEKİ İLE İLİŞKİ Zî İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI D O M IN IQ U E SCH N A PPER 1934’te doğan Fransız sosyolog Dominique Schnapper, akademik hayatının ilk adım­ larını Pierre Bourdieu’nun öğrencisi olarak attı ve bu dönemde İtalyan göçmenler, Ya­ hudiler, işsizler, devletin göç karşısmdaki entegrasyon politikaları konularında çalış­ malar yaptı. Schnapper halen yönetmekte olduğu Ecole des Hautes Jıtudes en Sciences Sociales’de ders vermekte, Fransa Cumhuriyeti Anayasa Komisyonu üyeliğinde bulun­ maktadır. Yazarın temel ilgi alanlarını ulus, yurttaşlık, göç ve göçmenlerin sorunları, de­ mokrasi, kültürel çeşitlilik gibi konular oluşturmaktadır Eserleri arasında, diğer birçok kitap ve makalenin yanısıra L’Europe des immigres, essai sur les politiques d ’immigration (1992), La Communaute des citoyens, sur Videe m odem e de tıation (1994-Türkçesi: Kesit Yayınları 1995), La democratie providentielle. Essai sur l’egalite contemporaine (2002) yeralmaktadır. 1 İST A N B U L B İL G İ Ü N İV E R SİT ESİ Y A Y IN L A R I D o m in iq u e S c h n a p p e r S o s y o l o j i D U ş O n c e s İn In ö z ü n d e ÖTEKİ İLE İLİŞKİ Ç e v Ir e n A y ş e g ü l S ö n m e z a y LA RELATION A L’AUTRE A u CCEUR DE LA PEN S LE S O C JO L O G IQ U E © E d i t i o n s G a l l im a r d , 1998 T ü r k ç e y a y in h a k l a r i A k ç a l i T e l If Aİ a n s i a r a c il iğ i İle a l in m iş t ir . İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI 120 S o sy o lo ji 3 ISBN 975-6176-37-7 K a p a k M e h m e t G ü l e r y ü z , “T a n i ” , 2005 KRAFT KÂĞIT ÜZERİNE AKRİLİK, 260 X 219 CM. 1. B a s Kİ İs t a n b u l, A r a l ik 2005 © BI l g I İl e t Iş Im G r u b u Y a y in c il ik M ü z Ik Y a p i m v e Ha b e r Aİ a n s i Lt d . Ş t I. Y a z iş m a A d r e s !: İn ö n ü Ca d d e s I, N o : 28 K u ş t e p e ŞI ş l İ 34387 İs t a n b u l T e l e f o n : 0212 3 1 1 6 0 00 - 217 28 62 / Fa k s : 0212 347 10 11 w w w .bilgiya y.com E - p o s t a yayin@ bilgiyay.com D a ğ i t i m dagitim @ bilgiyay.com T a s a r im M e h m e t U l u s e l D Iz g I v e U y g u l a m a M a r a t o n D Iz g İe v I DÜZELTİ SAİT KIZILIRM AK B a s k i v e C I l t S e n a O f s e t A m b a l a J v e M a t b a a c il ik S a n . Tlc. Ltd. Ş t I. U t r o s Y o l u 2. M a t b a a c il a r SI t e s İ B B l o k Ka t 6 No: 4 NB 7 -9-1 1 T o p k a p i İs t a n b u l T e l e f o n : 0212 613 03 21 - 613 38 46 / Fa k s : 0212 613 38 46 İsta n b u l B ilg i U n iv e rsity L ib rary C a ta lo g in g -in -P u b lic a tio n O ata İsta n b u l B ilg i ü n iv e rs it e s i K ü tü p h a n e si K a ta lo g la m a B ö lü m ü t a ra fın d a n k a ta lo g la n m ış tır. S c h n a p p e r, D om inique. S o sy o lo ji D üşüncesinin Ö zünde Öteki ile İlişki / D om in ique S c h n a p p e r; ç e v . A y şeg ü l S ö n m e z a y . p . cm. In d u d e s b ib lio g ra p h ica l re fe ren c e s a n d in d ex. ISBN 9 7 5 - 6 17 6 - 3 7 - 7 (pbk.) 1. S o c io lo g y . 2 . Pluralism (Social scie n c e s). 3 . C itizen sh ip. I. Title. II. S ö n m e z a y , A y şeg ü l H M 55 .S 3 3 1 9 2005 D o m in ic h je S c h n a p p e r SOSYOLOJİ DÜŞÜNCESİNİN ÖZÜNDE ÖTEKİ İLE İLİŞKİ Ç E V İR E N Ayşeg ü l Sö n m ezay Genç sosyologlara; sosyolojinin kurucularından baztlartnın tavsiyelerine kulak verdikleri için; kusurları ifşa etme yandaşlığına, yaranmacılığa, bilimciliğe ve denemeciliğe boyun eğmeyecekleri için. İçindekiler ı Giriş 21 Teşekkür 2 3 BİRİNCİ KISIM Öteki İle İlişkinin Temel Biçimleri 3 1 BİR İN C İ BÖ LÜ M K ab ul D üşün cesi 3 1 Montesquieu ve Aydınlanmanın Çifte Evrenselciliği 36 Farkçılığm Tarihsel Biçimleri 36 Yunan Sitesinde Siyasal ve Kültürel Farkçılık 42 Ortaçağ Toplumunda Dışlama Sistemi 49 Farkçılık ve Hoşgörü 52 Evrenselciliğin Açmazları 52 Yurttaşlığın İcadı 55 Keşifler Hıristiyan Evrenselciliğini Sınıyor 65 İKİNCİ KISIM Modern Evrenseldlik ve Sosyoloji 75 İK İN C İ BÖ LÜ M Biyolojik E vrenselciliğe K arşı 80 Weber’in Irkçılık Karşıtı Görüşü 81 Irk, Öncelikle Toplumsal Bir Olgudur 84 Topluluklaşma Olarak Etnik ya da Irksal Topluluk 89 Etnik Topluluklar Arasındaki İlişkiler 92 Ulusların Tarihsel Ayırt Edici Özelliği 94 Topluluklaşma/Toplumlaşma (Etni/Yurttaşlık) Diyalektiği 96 Ulusçuluk ve Toplumsal Gruplar 97 Ulus, Demokrasi ve Güç 100 Durkheim’ın Irkçılık Karşıtı Görüşü 102 Irk Kavramı 103 Irkçı Açıklamanın Eleştirisi 108 Bitmeyen Tartışma 108 “ Irk ve Tarih” in (1952 ) Yeniden Ele Alınışı (1971 ) 110 “ The Ethnic Phenomenon” 117 Biyolojistler ve Sosyologlar 1 2 1 ÜÇÜNCÜ BÖ LÜ M P sikolojik Y apının Sınırları 122 Doğuştan Farklar mı, Öğrenilmiş Farklar mı? 12 7 “ Önyargının D oğası” 128 “ Otoriter” (Adorno) ya da “ Önyargılı” Kişilik (Allport) 136 Günah Keçisi 140 Kurban Yaratma Süreci 142 “ Fiziksel Eşsoy” 143 Önyargı ve Ayrımcılık 14 4 Konformizm, İtaat ve Etkin Azınlıklar 146 Konformizm ve İtaat 148 Etkin Azınlıkların Rolü 15 0 Gruplar Arasında Düşmanlığın Doğuşu 15 1 Toplumsal Kimlik 152 Gruplar Arasındaki Düşmanlık ve Toplumsal Kategorileşme Süreçleri 15 9 DÖRDÜNCÜ BÖ LÜ M Evrensel ya d a G öreliliğin G öreliliği 16 0 Mutlak Durumculuk Eğilimi 166 Nesnelcilik Eğilimi 17 2 Kültürel Göreliliğin Açtığı Büyük Tartışma 176 Mutlak Kültürel Görelilik 183 Göreli Kültürel Görelilik 19 1 ÜÇÜNCÜ KISIM Sömürge-Sonrası Toplumda Çeşitliliğin Yönetilmesi 201 BEŞİN C İ BÖ LÜ M D em ok rasi ve A sim ilasyon 1 9 2 0 -1 9 6 0 202 Kentlerde Yaşayan Etnik ve Irksal Topluluklar 203 Irk İlişkileri Çevrimi 207 Irk Ayrımı ve Ayrımcılık 208 “ Getto” 211 Marjinaller ve Yabancılar 212 Ölçümler 214 Ölçümler ve Sosyolojik Anlamları 221 “Topluluklararası Evlilik” ya da Karma Evlilik 2 2 3 Etnik Gruplar ve Göçmenlerin Bütünleşmesi 227 Toplumsal Katmanlaşma ve Sınıf/Kast Sorunsalı 227 Topluluk Üstüne İncelemeler 230 Kast “ Kuram” ı 230 Kast “ Kuram” ının Eleştirisi 234 Gelişme Antropologları ve Dünya Çapında Asimilasyon 239 ALTINCI BÖ LÜ M Ç oğul T oplum lar mı, Söm ürge T oplum ları m ı? 240 Sömürgeler, Sömürgesizleşme ve Çoğul Toplumlar 241 Sömürge Toplumu 246 Sömürgecilik Sonrası “ Katı” Çoğul Toplumlar 249 “ Esnek” Çoğul Toplumlar 250 Bağdaştırma Toplumları 253 Çoğul Toplum Kavramı 255 Toplumsal Yapı ve Çoğulculuk 256 “ Race and Racism. A Comparative Perspective” 261 “ Comparative Ethnic Relations” 269 YEDİN Cİ BÖ LÜ M A sim ilasyonun B aşarısızlığı ve M ah k û m Edilişi 1 9 6 0 -1 9 8 5 272 Etnisitenin Keşfi 273 İlkselciler 278 “ Beyond the Melting Pot” 283 Amerika’daki Etnik Grupların Ayırt Edici Özellikleri 288 Toplumsal Sınıflar mı, Etnik Rönesans mı? 290 Etnisite ve Sanayi-Sonrası Toplum 293 Etnisitenin Stratejik Biçimleri 295 Akılcı Tercih Kuramı 298 “ Sınıfçılar” 299 “ Ethnclass” 302 Marxçılığın Getirdiği Yeni Yorum 306 Etnisite Kavramı 3 1 1 SEK İZİN C İ BÖ LÜ M Ayrılıkçılık: B ask ıd an H ak Talebine U zanan Yol ' 315 İlk Siyah Sosyologların Marjinalliği 315 “ The Philadelphia Negro” 319 Chicago Okulu ve Topluluklar Üstüne İncelemeler 327 “ An American Dilemma” 334 Radikal Sosyoloji 336 Etnik Gruplar Sosyolojisi mi, Irksal Gruplar Sosyolojisi mi? 338 “ Black Power” 343 Tıkelcilik ve Siyaset 3 5 1 DOKUZUNCU BÖ LÜ M P atlayan Bir T oplum da P atlak Veren A raştırm alar 1 9 8 5 -1 9 9 5 353 “Affirmative Action” Üstünde Yapılan Tartışmalar 358 Psikolojiye Dönüş 36 i Irk, Sınıf ve “W elfare” 362 Irk ve Toplumsal Sınıf: William Julius Wilson’ın Çalışmaları 365 “ Underclass” ve “ Welfare” 371 Etnik İlişkiler, Etnisite ve Topluluklar 372 Süreç Olarak Etnik Gruplar 374 Devlet’in Rolü 38 3 DÖRDÜNCÜ KISIM Ulusların Bütünleşmesi 389 ONUNCU BÖ LÜ M Irk D üşüncesi ve Büyük B ritan y a’d a Irkçılık K arşıtlığı 393 Irk İlişkileri Sosyolojisi 393 Irk İlişkisine Dair Durumlar (“ Race Relations Situations” ) 399 Azınlık Bilgisi 400 Ayrımcılıklar 404 Siyasal Davranışlar 406 Irkçılık, Çokkültürcülük ve Kapitalist Ulus 406 Çokkültürcülük ve Bütünleşme 410 Çokkültürcülük Üstüne Eleştirel Sorular 412 Irkçılık ve Marxçı Yaklaşımlar 413 1970- 1980: Marxçılığı Yeniden Yorumlayan Üç Model 420 1990 ’dan Bu Yana Yeni-Irkçılık ve Ulusçuluk 423 Irkçılık ve Cinsiyet 426 Ulus Düşüncesinden Ulusçuluk Sosyolojisine 435 O N BİRİN C İ BÖ LÜ M F ransa C um huriyeti’nde Etniğin R eddi 436 Cumhuriyetçi Sosyoloji 436 Etniğin Zayıflaması 439 Ulusal Toplum ve Evrenselci Vatanseverlik 441 Ulus, Yurttaşlar Toplumu 445 Göçmenlerin Bütünleşmesinden Yurttaşlığın Sorgulanmasına 445 447 449 451 Göçmenler Üstüne Bilgi Göçmenlerin Bütünleşme Biçimleri Sözcük Savaşları Göçmenler ve Ulusal Bütünleşme 455 İktisadi ve Toplumsal Yurttaşlık Mümkün mü? 456 456 458 460 Yeni Yurttaşlık Avrupa Yurttaşının Çoklu Yurttaşlığı Yabancıların Oturum-Yurttaşlığı Ulus-Sonrası Siyasal Yurttaşlık 464 Irkçılık ve Modernliğin Kesin Mahkûmiyeti 465 468 471 480 Dünya Uygarlığı ve Kendine Sadakat Bireyci Toplumda Bastırılmış Duyguların Geri Dönmesi Modern Toplumda Biyolojik ya da Kutsal Marxçı Sosyologların Eleştirisi 485 BEŞİNCİ KISIM Sosyolojide Yeni Bir Evre 491 O N İKİN Cİ BÖ LÜ M Y urttaşlık ve E tn ilerarası İlişkiler 492 Siyasal Düzenin Evrensel Boyutu 492 Yurttaşın Evrenselliği 497 Yurttaş Olmayanların Hakları 499 Oturma-Yurttaşlığı mı, Medeni Yurttaşlık mı? 502 Tikelliklerin Aşkmlığı 503 Toplumsal-İktisadi Ayırt Edici Özellikler 506 Cinsiyet 514 Etnik-Irksal Düzen: Kusur mu, Gereklilik mi? 516 519 521 526 Irksal Düzen Farkçı Irkçılık ve Asimilasyoncu Irkçılık Tarihsel Deneyim Irkçılık Üstüne Düşüncenin Çelişkileri 530 Etni ve Yurttaşlık Çatışkısının Ötesi mi? 545 Sonuç 557 K ay n ak ça 577 Dizin Giriş Y urttaşlar Cemaati* adlı kitapta, modern toplumların siyasal meşru­ luğunun temellerini oluşturan yurttaşlık ilkesinin mantığını çözüm­ lemiştim .1 Buradaki düşünceler, hem çözümsel anlamda Fikri,2 hem de modern demokratik ulusların ilan ettiği ideali kapsamaktaydı. Tutku­ nun kaynağı sosyolojik olsa da, araştırmanın özü tarihseldi. Elinizdeki bu çalışma ise, düşünceleri ileriye götürmekte, yurttaşlık ilkesinin aslın­ da nasıl uygulandığının somut usullerini, sosyolojik çözümlemenin top­ lumla ilgili nesnel bilgi bağlamında sınamayı amaçlamaktadır. Normlar ve ilan edilen değerler ile toplumsal işleyişin somut biçimleri arasındaki sapmayı nasıl yorumlamak gerekir? Eşit olmayan bireylerin hukuksal ve siyasal eşitliğini öne sürdüğü ölçüde toplumsal âlemin başaşağı edilmesi ilkesi olan yurttaşlık, tarihsel toplumlan etkili bir biçimde denetim altı­ na almayı ya da örgütlemeyi nasıl -ne ölçüde- başarmıştır? (*) Yurttaşlar Cem aati, Dominique Schnapper, Kesit Yayıncılık, 19 95, Türkçesi: ö zlem Okur ç.n. ı 2 Schnapper, 1994. Bana yöneltilen eleştiride belirtildiği gibi burada söz konusu olan, “idillere özgü bir bakış açı­ sı” değil, ideal türde bir çözümlemeydi. Sosyologlar çözümlemelerini, toplumsal gerçeklikle ilgili akılcı bilgiye, başka bir deyişle soruşturmaya dayandırırlar. Soruşturma teri­ minin anlamı istatistik araştırma ya da kamuoyu yoklamalarına indir­ genmemelidir. Soruşturma tarihsel olabildiği kadar, antropologların üs­ lubu doğrultusunda davranışların ve söylemlerin titiz ve uzun gözlemi­ ne de dayanabilir. Her durumda soruşturma, toplumsal gerçeklikleri he­ def alırken yurttaşlık ilkesinin etkilerini, ama aynı zamanda uygulanma­ sındaki zorlukları, kusurları ve hatta ihanetleri de gün ışığına çıkarır. Sosyolog bu sapmaların anlamı üstünde kendini sorgular. Onun proje­ si, doğası gereği, yerleşik düzeni eleştirir. Etnilerarası ilişkiler sosyoloji­ si olarak adlandırabileceğimiz şeyi, modern yurttaşlığın etkileri ve sınır­ ları üstüne geniş bir soruşturma olarak yorumlayabiliriz. Sosyolojik so­ ruşturma önyargıları ve ayrımcılıkları, ırkçılığın doğuşunu ve uygula­ malarını, etnik ya da kültürel azınlıkları, göçmenlerin asimilasyonunu, köleliğe dayalı siyasal rejimleri, etnik özellik taşıdığı söylenen gruplar arasındaki somut ilişkileri, ulusların ve ulusçulukların iktisadi, siyasal ve ideolojik kökenlerini inceler. Bunu yapmaktaki amacı, modern toplumlarda hukuksal ve siyasal eşitlik ilkesi ile iktisadi ve toplumsal dü­ zendeki çeşitlilikler ve eşitsizlikler arasındaki gerilimlere ve çelişkilere işaret etmektir. Doğrulanan değerler ile insani tutkulardan esinlenen so­ mut uygulamalar arasındaki gerilimleri ve çelişkileri ortaya çıkarır. Sosyolojinin “ sonuçlan” , sonsuza dek kabul edilmiş ve kanıt­ lanmış olgular olarak görülemez. Sosyoloji alanındaki her tür girişim, terimin Kantçı anlamıyla olsa olsa eleştirel olabilir; kendi gidişatı ve her daim geçici sonuçları bakımından eleştireldir. Sosyoloji uygulama­ sının eleştirisi sosyolojinin ayrılmaz bir parçasıdır. Buna göre Öteki hakkındaki sosyoloji düşüncesinin ana evrelerini de eleştirel bir üslup­ la sunmak gerekir. Sosyoloji düşüncesi derken, düşünürlerin 19. yüzyıldan başla­ yarak kendi toplumlarmı anlamak amacıyla oluşturdukları, toplumsal düzenle ilgili akılcı bilgiye ulaşma çabasını kastediyorum. Böylece “ sosyologlar” kendi projeleri ile, uzak diyarların gelenek ve görenek­ leri hakkında sistemli olmayan ve geçmiş zaman gezginlerinin bilgece gin; 3 merakı sayesinde meyve veren betimlemeleri birbirinden ayırt etmeyi hedefliyorlardı. İlk “ an tropologların ataları olan, ancak 19. yüzyılda benimsenen bilimsellik iddiasında olmayan bu gezginler renkli ve şa ­ şırtıcı olanı öne çıkarıyor, çoğunlukla betimlemelerine ahlaki ve siya­ sal değerlendirmelerini, şu ya da bu insanlarla ilgili yargılarını, “ doku­ naklı ya da eğlendirici” öyküleri ve “ruhu dinlendirdiği kadar zihne de hoş gelen tatlı bir ahlaka” dair görüşlerini3 katıyorlardı. Bilginin diğer bütün alanlarında olduğu gibi, belli bazı olgularla ilgili gözlemler ya­ zılı geleneklerin karşısına dikilmiyordu. Bilinen örneklerden biri şu­ dur: Hindistan’a giden gezginler, anlatılarında Herodotos’tan bu yana nakledilen arkaik stereotiplere vefa göstererek onları yineliyorlar ve gezilerini aktarırken her seferinde aynı canavarlık ve bilgelik örnekle­ rini veriyorlar, ne var ki bunu yaparken başkalarının kurduğu olgusal verilerin üstünü örtüyorlardı.4 Sosyologlar diğer yandan Aristoteles kaynaklı kuralcı düşünce­ den ve siyaset düşüncesinin felsefi geleneğinden kopmayı arzuluyorlardı. En iyi siyasal rejimin ne olduğu konusunda kendilerini sorgulam a­ yı da bıraktılar. Siyaset felsefesi, varoluşun maddi koşullarına müda­ hale etmiş olan kaba dönüşümler ve siyasal modernliğin doğuşu hak­ kında düşünebilmek için yetersiz geliyordu sosyologlara. Kendi yüzyıl­ larının bilimsel idealini sürdürdükleri ölçüde yeni dünya üstüne soruş­ turma yapmaları daha gerekli geliyordu. Onlar için önemli olan, akıl­ cı bilgi tutkusuyla uyuşmak, nesnel gözlem yapabilmek için kendi toplumlarıyla aralarına mesafe koymak, bilişsel düzen ile kuralcı düzeni çözümsel olarak ayırmak, bilgi ile eylemi karıştırmamaktı. Bu sistemli ve düşünülüp taşınılmış bilgi projesi, her ülkeye gö­ re üniversitelerin farklı bölümlerinde sınıflandırılmış uzmanları hare­ kete geçirmekteydi. Birçok araştırmacı Fransa’da sosyolog olarak ad­ landırılırken, Birleşik Devletler’de toplumsal psikoloji ya da antropo­ loji bölümünde yer alıyordu. Nitekim, 1969’da etnilerarası ilişkiler sosyolojisi alanında en büyük yankıyı uyandıran kişi bir antropolog 3 4 John Long’un V oyages adlı eserinde kullandığı formüle uygun olarak (s. 20). Catherine Weinberger-Thomas>1988. olan Fredrik Barth’tır. Örneğin, bir bütün olarak toplumsal sistem üs­ tüne sorgulama, uzun yıllar boyunca daha çok Büyük Britanya’da sos­ yal antropologlar tarafından geliştirilirken, aynı yıllarda Fransa’da Durkheim’ın küresel esinini geliştirmeye soyunanlar daha çok kendini sosyolog olarak adlandıranlardı. Bu, acaba entelektüel bakış açısındaki bir farklılaşmadan mı kaynaklanıyordu? Antropologlar, uzaklık ve başkalık peşinde olan ilk kâşiflerin bilimsel merakının varisleridir. Sosyoloji projesi ise, modern toplumların bütünleşme kapasitesi için duyulan endişeden doğmuştur: Bireyin egemenliği üstüne kurulmuş toplumlarda toplumsal bağlar na­ sıl sürdürülmeli ya da düzeltilmeli? Din ve dinsel uygulamalar insanla­ rı artık birbirine bağlamazken ve yurttaşlık bir taraftan siyasal meşru­ luk ilkesini, bir taraftan da soyut anlamıyla toplumsal bağın kaynağı­ nı oluştururken, toplumsal bağlar nasıl sürdürülmeli ve düzeltilmeli? Bununla birlikte antropologları sosyologlardan ayıran, yalnızca araş­ tırma mekânlarının ya da coğrafi uzaklığın, arazide uzun süre bulun­ manın ya da araştırma konularından onları ayıran entelektüel uzaklı­ ğın dayattığı özel yöntemler değildir. Onları asıl ayıran, araştırm ala­ rında karşı karşıya kaldıkları koşulların ta kendisidir; bu koşullar, özellikle son onyıllarda karşılaştırmalı perspektif, küresel ve yapısal yorumlamayı yeğlemeye itmiştir. Antropologlar uzun bir süre “örgüt­ lü gruplar” ve “ toplumsal yapı” terimleriyle akıl yürütmüşlerdir. Bu­ gün ise, antropologlar ve sosyologlar ne aynı gözlem mekânlarını ne de aynı yöntemleri yeğlemektedir. Antropologlar daha çok Batılı olma­ yan toplumlarda etnik gruplar arasındaki ilişkileri incelemişlerdir. Özellikle de sömürgeleştirme ile etnileştirme süreçleri arasındaki bağ­ ların altını çizmişlerdir. Sosyologlara göre hem modern toplum karşı­ sında daha toptan bir biçimde eleştirel bir tutum takınmışlar, hem de ırkçılık ile modernlik arasında doğrudan bağ kuranların sayısı çok da­ ha fazla olmuştur, içinde yer aldıkları bilim dalının geleneğine özgü yöntemler benimsemişlerdir: Uzun alan çalışmalarına dayanan ancak sosyologların çoğunun kullandığına göre daha doğrudan ve daha top­ tan yöntemler. Sosyologlar ise istatistik verilerinin ve nicel denilen yöntemlerin sağladığı kesinliği araştırmalarına sokmakta daha kaygılı davranmışlardır. Antropologlar mikrososyoloji düzeyindeki inceleme­ leri öne çıkarırken, sosyologlar makrososyoloji boyutlarını çözümle­ meye eğilimlidir; toplumsal katmanlaşmanın, devletin ve kamu siya­ setlerinin eyleminin etkilerini daha sık hesaba katmışlardır. Bugün, bu vurgulama farklılıkları artık iki disiplini karşı karşıya getirmez, olsa olsa kayırdıkları yönelimleri belirtir. 6 0 ’lardan beri, tu­ tumlar birbirine yaklaşmakta, “ ilkeller” ya da “ vahşiler” ile “ uygarlar” ya da “ modernler” arasında temel kopukluk olduğu yolundaki birincil fikir de kaybolma eğilimi göstermektedir. Birleşik Devletler’deki siyah toplulukları ya da İtalyan kökenli “kentsel köylüleri” ni betimleyen bir­ çok sosyolog ,5 kendi toplumlarını araştırmaya yönelen Fransız antro­ pologlar, Britanya kentlerindeki ırk ilişkilerini inceleyen sosyologlar, antropologların benimsedikleri üslupta çalışmaktadırlar; bu durumda onları nasıl adlandırmalıyız? Bilimsel bilgi, yöntemlerinden çok sorgu­ lamalarıyla tanımlanmakta ve bu bakış açısına göre, antropologlar ile sosyologlar ayırt edilememektedir. Aynı kavramları kullanmakta ve ay­ nı kuramsal tartışmalara katılmaktadırlar. Bakış açıları entelektüel ba­ kımdan birbirini tamamlamaktadır. Sürüp giden farkların kaynağı da ortak entelektüel tutku ya da toplumsal ilişkilerin anlaşılabilirliği değil, farklı disiplinlerin kuramsal tarihçesi ve araştırmacıların duyarlılığıdır. Sosyal psikolojiye bel bağlayan araştırmacılar etnilerarası ilişki­ lerin anlaşılabilirliğine büyük katkıda bulunmuşlardır. Çabalarını top­ lumsal insan üstünde yoğunlaştırmışlar ancak bakış açıları sosyoloğun görüşüyle karışmamıştır. Tarihin belli bir döneminde belli bir toplum­ da, kolektif ırkçılık biçimlerinin neden ve nasıl ortaya çıktığını anlamak gibi bir tutkuya kapılanların, ırkçı tutumların gelişmesini, insanların ya da insan topluluklarının farkının evrensel boyutlarda reddetmesiyle ya da güvenilir olmayan kişiliklerin kendi çocukluklarının çözülmemiş so­ runlarına bir çözüm bulma gereksinimleriyle açıklaması yeterli olmaya­ bilir. Kast düzeni, Birleşik Devletler’in güneyinde ve Brezilya’da plan­ tasyonlarda hüküm süren kölecilik, Birleşik Devletler’in kuzeyindeki büyük kentlerde Japonlara ve Siyahlara duyulan düşmanlık, Güney Af­ rika’daki hukuksal apartheid rejimi ya da Nazi rejiminin Devlet eliyle Yahudi düşmanlığı yapması, çeşitlilikleri reddetmenin ya da toplum olarak yönetmenin o kadar farklı tarzlarını oluşturmaktadır ki, insan­ ların ve insan toplumlarının evrensel doğası bağlamında açıklamalar getirmek, bu sorunlara bir nebze ışık tutmaktan öteye gidemez. Diğer yandan, sosyoloji çözümlemesinde bireylerin geçmişi hakkında bilgi al­ mak üzere tasarlanmış psikanalitik yorumları kullanmak, yalnızca örneksemeye ya da resimlemeye yönelik bir girişim olabilir. George Deveureux’nün dediği gibi “ Amerikan Anayasası’nın bilinçdışı yoktur.” Üniversite kurumlarının tarihçesi kadar bireyler, kuşaklar ve di­ siplinlerin çatışma ve rekabetlerinin tarihçesi de, başta beşeri bilimle­ rin “genç” dalları olmak üzere çeşitli akademik disiplinlerin toplum­ salı düşünme tarzlarının tarihsel, yani göreli niteliğini su yüzüne çıka­ rır. Araştırmacıların dağılımı, hakiki bir entelektüel gereksinimden çok akademik bölümlerin doğuşunda ve kurumsal tarihçesinde ülkeden ül­ keye değişen koşullara bağlıdır. Sözcükler üstüne verilen kavgaların ötesinde, bilginlerin kariyer stratejilerinin ve üniversite tarihlerinin sa ­ yısı kadar toplum üstünde önerilmiş bilimsel bilgi projesi olduğunu bi­ liyoruz; bu projelere katılanlar farklı akademik disiplinlerde yer alsa­ lar bile. Bu genel anlamda, sistemli ve eleştirel çözümleme yapma tut­ kusu taşıyan sosyoloji, araştırma konularını egzotik toplumlara ad a­ mış olsa da aslında kendi toplumu üstüne düşünen modern demokra­ tik toplumların bir buluşu ve girişimi olarak görülmelidir. Antropolo­ ğun kendi işi üstüne yaptığı meditasyonun söyleve dönüşmüş halidir; Tristes T ropiques ise, ötekileri aramak için yola çıkan insanın aslında nasıl kendisini aradığının en iyi örneğidir. “ Ötekilerden söz ettiğim öl­ çüde aslında hep kendimden söz ediyorum .” 6 Sosyologlar bakışlarını kendi toplumlarına çevirirler; sanayi ve demokrasi toplumunun doğu­ muyla ortaya çıkan altüst oluşların ortamı ve müsebbibi olan, üstelik bilimsel düşünceyle diğerlerinden ayırt edilen kendi toplumlarına. İs­ ter Çin’de ve Hindistan’da, ister Arap dünyasında olsun bütün diğer uygarlıklarda, toplum halinde yaşayan insanların yaşamının sorgulan­ dığı biliniyor; ancak sosyoloji, bilimsel yönelimi olan bilgi projesi ola­ rak modern demokratik toplumda, Avrupa’da doğmuştur. Ötekine ilişkin sosyoloji düşüncesi de Batı’ya özgü bir düşüncedir. Bu düşünce bugün, dünyanın geri kalan bölümüne modern yaşamın öteki biçimle­ riyle birlikte yayılmaktadır, elbette onu değiştiren ve gelecekte değişti­ recek olan yeni yorumlarla. “ Antropoloji” terimi bir süreden beri genellikle, beşeri bilimle­ rin alanına giren çeşitli bilim dallarının akademik sınırlarını aşmaya ve toplum halinde yaşayan insana dair bilim kisvesi altında görünmeye niyetlenen belli bir düşünceyi belirtmek için kullanılmaktadır. Bu yak­ laşımı benimsememiş olmamın nedeni, korporatist düşüncelerle sosyo­ lojiyi savunma kaygısı taşımam değil, -en büyük şansım, bu tür “ aidiyetler” e göreli bir yaklaşım getiren bir üniversite kurumunda çalışıyor olmam- son gelişmelere rağmen terimin bugün bile, daha çok egzotik toplumlan tanıma tutkusuna bağlı kalmış olmasıdır; oysa benim pro­ jem bizim toplumlarımızı konu alıyor. “ Estetik bakımdan egzotizm, antropoloji deneyiminin temel boyutudur.” 7 Modern demokratik top­ lumun çözümlenmesine doğrudan katkıda bulunacak çalışmalar dışın­ da antropolojiden yararlanmayacağım. Bütün tarihiyle sosyoloji, ken­ di kaderini kendi başına anlama projesini tek başına üstlenmiştir; bu özellik de, bizim toplumumuzun eşsiz boyutlarından biridir bence. SOSYOLOJİ, TOPLUMUN ELEŞTİRİSİ Bu tutku, akılcı bilgi çabası ve sosyologların toplumsal düzenle sür­ dürdükleri ilişki arasında kaçınılmaz bir gerilime yol açar; her şey doğ­ rulama ile ifşa etme arasında gidip gelir. Sosyoloji projesi, siyasete ve ahlaka sıkı sıkıya bağlıdır. İddia edildiğine göre bu proje şunlardan doğmuştur: Bireyci toplumların toplumsal bağı koruma ya da yeniden kurma kapasitelerine ilişkin bir kaygıdan ve siyasal modernliğin silip süpürdüğü toplumsal koşullardaki farklılıkların yerini alan, geniş an­ lamıyla yeni toplumsal bölünmeler olarak adlandırılabilecek şeylerin anlamının sorgulanmasından. Sosyologlar araştırma çabalarını top­ lumsal sınıflara göre bölünme, katmanlaşma, toplumsal hareketlilik ve değişim, egemenlik ilişkileri alanlarında yoğunlaştırdılar; çünkü onla­ rın tutkusu toplumsal işleyişi iyileştirmekti. Durkheim’a göre, toplumu iyileştirmeye yönelik öneriler geliştirmeyen bir sosyolojiyle uğraşmaya değmezdi: “ Eğer bizim araştırmalarımız spekülatif bir yarar sağlam a­ yacaksa onlarla bir saat bile uğraşmaya değmez .”8 Sosyolog, uygula­ ması sırasında -e n azından çözümsel olarak, bilim militanlığını, sosyo­ logun bir toplumsal aktör olarak gerçekleştirebileceği militan eylem­ den ayırt etmek gerekir; her ne kadar birinden diğerine geçiş sıkça gö­ rülse de- tanımsal olarak hiçbir zaman “ saf” olamayacak olan bilgiye ulaşma çabası ve toplumsal aktöre, yani kendi bilimsel etkinliği saye­ sinde militana dönüşme özentisi arasında gidip gelir. Sosyologlar özellikle etnilerarası ilişkiler ve ırkçılık söz konusu olduğunda toplumsala saplanıp kalırlar. İlk Amerikalı sosyologlar Si­ yahların köleliği ilkesini savunmuşlardı. 60 ’lı yıllara kadar, etnilerarası ilişkiler üstüne yapılan araştırmaların özü, çeşitli tarihsel topluluk­ lara bağlı grupların Amerikan ulusu içindeki biraradalığmdan doğan yasal sorunlara yanıt niteliğindeydi. Yanı sıra, 70’li yıllardan beri ço­ ğu sosyoloğun öne sürdüğü, ayrım yapılmaksızın bütün Ulus-Devletler’in mahkûm edilmesine, etnik ve özgün olan her şeyin değerli oldu­ ğunda ısrar edilmesine dayanan görüşler, özellikle toplumsal ve siyasal düzenimizin meşruluğuna değinen konularda nesnel bir çözümleme yapmanın ne kadar zor olduğunu açıkça ortaya koyar. Diğer yandan, 19. ve 20. yüzyıl tarihinin yaşattığı deneyim, bu konularla ilgili sosyoloji eleştirilerine trajik bir boyut eklemiştir; her ne kadar sosyologlar bu eleştirileri çoğu kez tarihçilere ve filozoflara bı­ rakmış olsalar da. Modernliğin özgüllüğü ve değerleri de kendi evren­ sel tutkusuna bağlıydı -bağlıdır. 194 5 ’ten beri bu tutkuyu trajik bir bi­ çimde yadsıyan sömürgeleştirme ve Auschwitz teriminin simgelediği şeyler yüzünden çifte suçluluk duyuyoruz. İşte bu psikolojik nedenle, başta Almanlar olmak üzere birçok araştırmacı sömürme ile yoketmeyi mahkûm ederken bu iki kavramı birbiri içinde eritiyorlar. Bu konu üstünde çalışırken şu tür anılardan kurtulmak zordur: Çeşitli tarihsel topluluklara yönelik uygulamada ve onların statüsünde eşitsizliğe d a­ yanan, yani demokrasi ilkesine aykırı olan sömürgecilik durumları; Birleşik Devletler’de Amerikan demokrasisi projesini tartışmalı kıla­ cak ölçüde özel bir yazgıya maruz bırakılan Siyahların yaşam koşulla­ rı; ırkların varlığını ve eşitsizliğini ileri süren bir öğretiye yaslanarak bazı halkları fiziksel olarak tamamen ortadan kaldırmaya yönelik tut­ kularını doğrulatmaya çalışan önderleriyle Nazi rejimi. 20. yüzyılın trajik tarihinin de ötesinde, modern toplumların değerler sisteminin bağrında yer alan ahlak düşüncesi, yani bütün insanların eşit derecede onurlu olduğu görüşü ırkçılık yüzünden tartışmalı hale geldiği için anı­ lardan kurtulmak daha da zorlaşmaktadır. Diğer alanlara göre bilim­ sel araştırmanın, ahlak tartışmalarından, siyasal kavgalardan daha az ayrıldığı bu alanda, araştırmacıların etnilerarası ilişkileri çeşitli ırkçı­ lık, önyargı ve ayrımcılık biçimlerine indirgemeye eğilimli olmalarının nedeni kuşkusuz budur. Öteki ile ilişki ahlak anlayışının temel kıstası haline geldiği öl­ çüde, başkalık sorununu doğrudan inceleyen sosyologlar da toplumsal değerlerin tutsağı olma tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Bizler, aşkın olanla ilişkiden vazgeçildiği, Öteki’nin din sayıldığı ve insanlar arasın­ da yatay denilen ilişkilere ayrıcalık tanındığı bir çağda yaşıyoruz. Z a­ ten Tocqueville de modern toplumun ayırt edici özelliğinin aşkınlığa yönelen dinden çok din-ahlak olduğunu göstermişti. Öteki’ni ırkçılık­ la suçlamaktan daha kötü bir hakaret olamazdı. Sosyoloji, demokratik toplumlarda bile -sosyoloji araştırmaları­ nın komünist rejimle yönetilen ülkelerde nasıl uygulandığından hiç söz etmiyorum- toplumsal düzenin yalın bir doğrulaması haline gelebilir: İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikan sosyolojisinin belli bir kesi­ mi bütün tutkusunu, kentteki ve işyerindeki gerilimleri yönetmeye in­ dirgeme eğiliminden dolayı suçlanmıştı. Ama bu daha çok, var olan du­ rumu ifşa etmeye yönelikti. Sosyologların yazılarında satır aralarında­ ki ister üstü kapalı ister açık okunan bu ifşa gayretlerinin hemen hepsi doğrudur. Düşünsel ve ahlaki bakımdan da rahatlık sağlar: Gerçekten de modern toplum kendi değerlerine ihanet eder; gerçekten de sosyolo­ ji eleştirisi güçlülerin kendi gücünü kötüye kullanmalarının engellenme­ sine katkıda bulunmalıdır. Bunu yaparken de somut uygulamaların ilan edilmiş kurallara ve ideallere uygun olmadığını göstermeli, yurttaşlar toplumuna ve sosyolojiye ortak değerleri hatırlatmalıdır. Bu anlamda, sosyoloji uygulaması demokrasi uygulamasının boyutlarından biridir. Her hakiki sosyoloji düşüncesi, toplumsal düzeni nesnelleştirdi­ ği ve görelileştirdiği ölçüde, özünde eleştireldir. Hatta bir proje olarak kendisi toplumsal düzeni tartışma konusu yapar. Ulusçuluk çağında, Weber, Durkheim ve M auss gibileri inanmış yurtseverlerdi; ama, ileri­ de görüleceği gibi, kişisel bağlılıklarını görelileştirebildiler ve ulusların varlığıyla ulusal aidiyetin anlamım tarihselleştirdiler. Aynı dönemde Fransa’daki “cumhuriyetçi tarihçiler” ve Almanya’daki Treitschke tar­ zı ulusçu tarihçiler gibi ulusçuluğun aşırı biçimlerine teslim olmadılar. Ne var ki sosyologlar iki tuzaktan kaçınmak durumundadırlar: “ An­ lam a” isteğine bağlı olarak toplumsal düzeni doğrulama ya da ifşa et­ me. Eleştiriden, bir yandan gönül almaya diğer yandan ifşaya nasıl ge­ çildiğini anlamak zordur ve bu durum süreklilik taşıyan bir risk yara­ tır. Modern sosyologlar çabalarını, yurttaşlık ilkesinin gerçek etkileri­ ni çözümlemekten çok, ilan edilen değerlerdeki kusurları ifşa etmeye hasretme eğilimindedirler. Kaçınmaları gereken şeyler şunlardır: Yal­ nızca ifşayla yetinmek ve farkına bile varmadan modern toplumun ku­ rallarına tutsak düşüp kendi eleştirilerini tarihselleştirme ve görelileş­ tirme yükümlülüğünden azade kalmak. Otantik olmak gibi çağdaş bir değer adına, tüm kültürlerin asli değerlerini ve bunlara saygı gösteril­ mesinin gerekliliğini olumlamaktadırlar. Sosyologlar, eşitlikle ilgili çağdaş değerler adına kimi kez açıkça kimi kez rakamsal verilerin gö­ rünürdeki tarafsızlığına dayanarak çeşitli toplumsal grupların fırsat eşitsizliği, ırkçılık ya da cinsiyetçilik yüzünden; yani varsayılan top­ lumsal ve biyolojik özellikler adına kimi grupların iktisadi ve siyasal iktidara ulaşmadaki eşitsizliği üstünde düşünür ve bunları ifşa ederler. Sosyoloji uygulaması da sosyoloji eleştirisinden kaçamaz. Sosyolojinin etnilerarası ilişkilerle ilgili dalı, sosyoloji projesinin gerilimlerine ve akılcı bir bilgi girişimini sürdürmenin zorluklarına ta­ nıklık eder. Toplumun merkezi değerlerine dokunulduğunda, baskın dü­ şünme yollarından belli ölçüde kurtulma tutkusunun harekete geçmesi de zorlaşır. Uluslarla ilgili literatür, ulusçuluktan uzak dursa bile güçlü bir biçimde ulusal özellikler taşır. Irkçılık üstüne yazılanların pek azı ah­ lakçılıktan, ifşa eğiliminden, mantıksal çelişkilerden kaçınabilmiştir. Irkçılık üstüne sosyoloji düşüncesine yeniden geleceğiz, ancak bazı temel ayrımların şimdiden ortaya konulmasını da önemli buluyo­ rum. Sosyologlar toplumsal yaşamın en yaygın sözcüklerini eleştirme­ lidir. 1895’te Emile Durkheim, bugünün “ yapısökümcüleri”nden çok daha yalın bir dille, hem toplumsal yaşamın hem de bilimsel düşünce­ nin araçları olan sözcüklerin anlamlarını çözümlemenin gereğini orta­ ya koyuyordu: “ Her bilimsel soruşturma, aynı tanıma karşılık veren belli bir olay grubunu konu alır. O halde sosyolog, ele aldığı şeylerin ne olduğunun kendisi dahil herkesçe iyice bilinmesi için onları tanım­ lamakla işe başlamalıdır .” 9 Nitekim, Fransız sosyoloji okulunun kuru­ cusu bize Pascal’ın bilgeliğini aktarır: “ Adlara verilen anlam konusun­ da uyarılmadığım sürece onları asla tartışmam.” Akılcı bilgi projesinin bedelidir bu. Irkçılık, iki olumlamayla kendini tanımlayan bilimsel iddialı bir kuramdan yola çıkar: Biyolojik bakımdan farklı, yani kesinkes eşitsiz ırklar vardır; bu biyolojik ayırt edici özellikler ile toplumsal davranış­ lar arasında zorunlu bir bağ bulunur -b aşk a bir deyişle biyolojik olan toplumsal olanı belirler. Bu kuram 1830 ile 1930 yılları arasında, Al­ manlar ve İngilizce kullanan düşünürler tarafından doruk noktasına ulaştırıldı; aynı esin kaynağından beslenen toplumsal Danvincilik ile aynı yıllarda benimsendi. Irk kuramı kökenli ideolojiyi belirtmek için “ırkçılık” terimini muhafaza etmek ve onu, bir yandan tutum-ırkçılıktan (ya da ırksalcılık) diğer yandan da herhangi bir biyolojik ırk kura­ mına dayanmayan ırklaştırıcı ideolojiden ayırt etmek akıllıca olacaktır. Irkçı ideoloji olarak adlandırılabilecek düşünceler ve söylemler ile bu olumlamadan yola çıkarak bireylerin şu ya da bu ırktan olmala­ rı nedeniyle onlara farklı ve eşitsiz muamele edilebileceği sonucunu çı­ karanları aynı terimin çatısı altında tutup birbirine karıştırmamak gere­ kir. Micheal Banton’ın daha 1967’de ırkçılık (ideoloji) ile ırksalcılık (tu­ tum) arasında kurduğu ayrımı korumak gerekir. Öte yandan günümüz­ de, ırkçılığın dar anlamı artık hiç kullanılmamaktadır. Irk kavramının kendisi bile olumsuz bir yananlam taşımakta ve pek çok Batı ülkesinde bu sözcüğün kullanılması yasal olarak suç oluşturmaktadır. Oysa, tam anlamıyla biyolojik mirası çağrıştırmayan ve Colette Guillaumin’in de­ yişiyle ırklaştırıcı olduğu söylenebilecek ideolojiler vardır (İngiliz sosyo­ loglar yeni-ırkçılıktan söz ederler). Bunlar, bazı grupları esastan kesin­ kes farklı ve eşitsiz ilan ederek onları algılamayı ve değersizleştirmeyi kapsar. Bu düşünce tarzı, gruplar arasında -n asıl tanımlanmış olurlarsa olsunlar- temel farklılıkların, daimi ve kesin eşitsizliklerin sürdüğü fik­ rine dayanır. Günümüzde en sık öne sürülen kavram, kültür kavramı­ dır. Ancak kültür, bir dinamik ve bir tarih olarak -y ani değişmeye açık bir olgu olarak- çözümleneceğine bir ırk gibi algılanmaktadır: Özgün, durağan ve kalıtsal. Irklaştırıcı üslupta düşünmekten vazgeçmek için “ ırk” sözcüğü yerine “ kültür” sözcüğünü koymak yetmez. Söz konusu olan ister tam ya da dar anlamıyla ırkçılık (uygulama­ da, insanlığı derilerindeki pigmentlere göre bölmeye varan ırklarla ilgili biyoloji kuramı), ister geniş anlamıyla ırklaştırıcı ideoloji (illaki ırk kav­ ramına atıfta bulunmayan, ancak genellikle kültürden söz eden kuram) olsun bu düşünce tarzının ayırt edici özelliği özcülük ya da tözcülüktür. “Özcü düşünce iki belirgin özelliğiyle tanımlanır: Toplumsal, etnik, ta­ rihsel ya da ırksal bir grubun bütün üyelerine, bu grup üyelerinde az ya da çok sık görülebilen nitelikleri atfeder; bu nitelikleri, toplumsal durum ya da yaşam koşullarıyla değil grubun doğasıyla açıklar. Eğer bu grubun iyi olduğu düşünülüyorsa, elverişli niteliklere de ayırt edici özellik paye­ si verilir; grubun kötü olduğu düşünülüyorsa yalnızca elverişsiz özellik­ ler ayırt edici nitelikte görülür. Bu durumda, kendi topluluklarına atfedi­ len aşağılamadan muaf tutulan bireyler de atipik istisnalar halini alır.” 10 Halbuki, bireylerin taşıdığı yargılar da aynı yapıdadır: Onlar da toplumsal yaşamın anlık düşünce yöntemidirler. Toplumsal psikolog­ lar bize, kategorilerin inşasının her tür düşünce ve eylemin önkoşulu olduğunu göstermiştir. Bu inşa sayesinde birey, toplumsal dünyada kendi yönünü bulur. Her toplumsal grup diğer gruplar hakkında ken­ dine bir temsil edinir, stereotipleri besler. Irklaştırıcı olma tehlikesini her zaman taşıyan özcü düşünce tarzı toplumsal yaşamla tözdeştir. Bi­ rey, özgürlükle donatılmış ve kendi kişisel kimliğini bir dizi farklı gön­ derimden yola çıkarak oluşturan bir kişi olarak kabul edilmek yerine bütünüyle ve yalnızca kendi boyutlarından biri tarafından tanımlandı­ ğı sürece; kişi, olduğu gibi, sırf kendi grubunun temsilcisi haline geldi­ ği sürece bu düşünce tarzı da ırklaştırıcı hale dönüşür. Toplumsal ya­ şamın gerçekliği ile değerleri arasındaki bağlar-özellikle de bu alanda bağlar sıkıdır- ne olursa olsun, sosyoloğun hem proje hem de ufuk ola­ rak bilginin evrensel olduğu fikrini koruma gayretini göstermesi önemlidir. Kaçınılmaz olarak kısmi ve geçici, esas olarak toplumsal söylemden farklı olan hakikat arayışı, akılcı bilgiyi hedefleyen bütün entelektüel girişimler gibi sosyoloji düşüncesinin de tutkusudur. ULUSAL SOSYOLOJİ Öteki ile ilgili kavrayış, ortak “ biz”in ve Öteki ile ilişkilerin sınırları­ na ilişkin düşünce, diğer konulardan daha fazla, tarihsel deneyimlere ve ulusal uygulamalara bağlıdır. Sosyologlar, önce kendi toplumlarını tanımak isterler. Kendi kişisel deneyimlerini aşarak ve eleştirerek daha genel hakikatlere ulaşma tutkusu taşısalar bile, toplumsal aktörler ola­ rak edindikleri ve kendi araştırmalarının nesnesi olan kişisel deneyim­ lerinden yola çıkmadan edemezler. Etnilerarası ilişkiler sosyolojisinin açık arayla en bol olduğu yer Birleşik Devletler’dir: Etnilerarası ilişki­ ler üstüne sosyoloji üretiminin en büyük bölümü, Amerikan toplumunun bütünleşmesi, sömürge ve sömürge-sonrası toplumlan üstüne dü­ şüncelerdir -Amerikan toplumu, sömürgesonrası toplumların ilkidir. Amerikalı sosyologlar araştırmalarını etnilerarası ilişkiler sosyolojisi içinde kolayca eritirler.11 Yaptıkları çalışmaların Fransız sosyologların çoğu tarafından pek az bilinmesinin nedeni de kuşkusuz budur. Onla­ rın düşüncelerindeki zenginlik ve zamanımızın tarihsel bilincinde işgal ettikleri merkezi konum bu kitaptaki beş bölümün Birleşik Devletler’e ayrılmış olmasını açıklasa da, bizim Amerikan sosyolojisini sosyolojiy­ le karıştırdığımız anlamına gelmez. Amerikalı sosyologlar, ulusal dene­ yimlerine bağlı kaldıkları için etnilerarası ilişkilere de dar bir anlam vermişlerdir. Bu alanda, Hitler’in iktidarı ele geçirmesinden sonra Bir­ leşik Devletler’e sığınan ve ırkçılık doğurabilecek psikolojik ve top­ lumsal güdülenimleri sorgulayan Alman bilginlerin çoğu istisnadır. Bu­ na karşılık, etnilerarası ilişki uzmanlarının çoğunun temel tutkusu Bir­ leşik Devletler nüfusunu oluşturan grupların nesnel ayırt edici özellik­ leriyle farklı toplumsal yazgılarını ve bunlar arasında kurulan ilişkile­ ri çözümlemek oldu; bu gruplar gerek ırk (Siyahlar, Kızılderililer), ge­ rek ulusal köken (İtalyan-Amerikalılar, Polonyah-Amerikalılar), ge­ rekse etnik (Yahudiler) köken bakımından birbirinden ayrılırlar. En anlamlı ayrımların hangileri olduğunu ve bu farklılaşmaların nasıl ek­ lemlendiğini sorguladılar: Irk (biyolojik gerçeklik olarak değil, top­ lumsal inanış yani toplumsal gerçeklik olarak), din, cinsiyet, yaş, tarih ve ulusal köken bakımından ortaklık ya da toplumsal sınıf. Asimilas­ yon süreçlerinin biçimlerini, ritimlerini ve sınırlarını incelediler. Bu araştırmaların yönelimi çoğunlukla pratik ve siyasaldı. Bu konularda yürütülen araştırmaların ulusal boyutu, toplum­ sal gerçekliği kavrama yollarının ulusal niteliğine de bağlıdır. Sosyolo­ ıı Birleşik Devletler’de etnilerarası ilişkiler üstüne en yaygın elkitaplarından biri (beşinci baskısını yaptı), George Eaton Simpson ve Milton J. Yinger’ın, R acial an d Cultural M inorities adlı çalış­ m asıdır; altbaşlığı ö n y a rgı ve Aynmcıltk Ü stüne Bir Ç özüm lem e (An A nalysis o f P rejudice and D iscrim ination)olan bu çalışm a yalnızca Birleşik Devletler’i konu alır (s.vu). jinin bütün alanları için geçerli olan bu durum, bizi meşgul eden ko­ nuda daha büyük önem kazanır: etnilerarası ilişkileri incelemek, top­ lumsal bütünleşme, yani bugüne kadar ulusal bütünleşme biçimleri üs­ tünde doğrudan çalışmak anlamına gelir. Durkheimcı kuralsızlık görü­ şü, yazarının ulusçu deneyiminden ve onu yetiştiren entelektüel gele­ nekten ayrılamaz. Sosyologların araştırmalarını ve düşüncesini sosyo­ lojik hale getirmek, diğer alanlarda olduğundan daha da gereklidir. Sosyoloji sorgulamasının toplumsal sorunlardan ne ölçüde beslsndiğini fark etmemek olanaksızdır. Kaldı ki bu durum, sıkça fark edildiği gibi, sosyolojideki ulus düşüncesinin kendisinin bile ne kadar zayıf kaldığını da açıklar. Burada benimsenen plan, ülkenin oluşum tarihini ve sorgulamalar ile araştırmaları doğuran toplumun ayırt edici özellik­ lerini hesaba katar: Sosyologlar, kendi toplumlarındaki ulusal bütün­ leşmenin toplumsal sorunları üstünde çalışırken bir ulusal entelektüel gelenekten miras kalan kavramlardan ve düşünme yöntemlerinden yo­ la çıkarlar. Bu durum o araştırmaların evrensel bir tutkuya dayanıp dayanmadığını tartışma konusu yapmaz. İşte ben de bu yüzden, her bölümde, şu ya da bu biçimde, farklı ülkelerden yazarlara yer vermek­ ten kendimi mahrum bırakmadım: Kendi girişimleri sayesinde uluslarüstü bir dünyanın, araştırma dünyasının parçası olan bilginleri etnik ya da dar ulusal kalıplarla sınırlamak söz konusu olamazdı. Etnilerarası ilişki sosyolojisi, ulusal karakterine karşın bir ev­ rensellik tutkusu da taşır. Kusursuz olm asa bile bu alanda çalışan bir bilim çevresi var; en azından İngilizceyi kullananlar. Öte yandan, Ame­ rikan bilim literatürü, kültürleri gereği özellikle Britanyalı araştırm acı­ ların içine işledi ve onlar da Amerikan literatürünü beslediler. “ Ameri­ k a” ve “ Britanya” sosyolojileri arasındaki ayrımın yapaylığını göz ar­ dı etmeksizin, örneğin ulusları ve kökenleri ne olursa olsun entelektü­ el bakımdan Amerikan araştırma ve üniversite dünyasından herkesi Amerikan sosyolojisine dahil etmeye gayret ettim. Bunların çok büyük çoğunluğu Birleşik Devletler’deki etni ve ırk ilişkilerini konu alırken öylesine rahat davrandılar ki, bunu belirginleştirmeye özen dahi gös­ termediler. Bazıları, özellikle de antropologlar yabancı ülkeler, en baş­ ta da üçüncü dünya ülkeleri üstünde çalıştılar. Buna karşılık, önceleri Alt-Sahra, sonra Latin Amerika uzmanı olan Pierre van den Berghe’nin de belirttiği gibi, bu tür durumlarda bile Birleşik Devletler’deki etnilerarası ilişkiler konusunda meslektaşlarının araştırmalarından bil­ gileniyor, gözlemledikleri gerçekleri her zamanki gibi kendi ülkelerinin gerçekleriyle karşılaştırıyor ve toplumsal aktör sıfatından yararlana­ rak bunları, Amerikan toplumunda etnik gruplar arasındaki ilişkiler­ de yaşanmış deneyimlere dönüştürüyorlardı.12 Çalışmalarını bu alana adayan sosyologların kimler olduğunun önemini de göz ardı edemeyiz. “ Azınlıklar”ın ya da “ marjinaller” in üst düzeyde temsil edilmesi de (ilk sosyolog kuşakları son gelen göç­ menlerden, Yahudilerden ve Siyahlardan, günümüzde de kadınlardan meydana geliyor) anlamlıdır. Sosyologlar, farklı nedenlerden dolayı, toplum içinde desteksiz kalanların en ayrıcalıklı olanları arasından çı­ karlar. Hiç kuşkusuz, son gelenler, toplumsal yaşamın yeni alanlarıyla ilgilenmeye daha yatkındır (sosyoloji genç bir disiplindir). Ancak, da­ ha da önemlisi, etnilerarası ilişki uzmanlarının çoğu kendilerinin yaşa­ dığı toplumsal bütünleşme sorununu sorgulayan kişilerdir -ço ğ u kez diğerleri, bu soruna itiraz ettiği ölçüde çalışmalarını yoğunlaştırırlar-; bunu da sosyoloji düşüncesiyle yanıtlamaya çalışırlar. Bu bile, onların girişimindeki anlamın tartışma konusu yapılmasına yetmez. Toplum­ sal işleyişin anlaşılmasına katkıda bulunmamalarının nedeni, bunu al­ gılamak için “ iyi nedenler”inin olması değildir.13 Sosyolog, üstünde düşüneceği konuları rastlantısal olarak seç12 P. Van den Berghe, UA Francophone African Encounters the Theory and Practice of American 13 Sosyologların kökenine yönelik inceleme, bu çalışmanın çerçevesini aşan bir soruşturma yapm a­ Races Relations” , Stanfield’de (yönetiminde), 1993, s. 238. yı gerektirmektedir. Bununla birlikte, en önemli durum larda ele aldığım bu yazarlardan bazıla­ rının kökenlerini belirttim; kah herkes tarafından tanındıkları için (Birleşik Devletler’deki “et­ nik” aidiyetler ya da örneğin, Durkheim’ın Yahudi olması) kah kendileri de kendi kökenleri üs­ tünde çözümleme yaptıkları ya da böylesi bir çözümleme yapılmasını talep ettikleri için (Ame­ rikalı siyah sosyologlar). Kendi kökenini gizlememekle birlikte, kendi yaptıkları araştırm alarda bundan söz etmeyen bilim insanlarının kökeninden ben de söz etmedim: Elbette bu tutumun, onların çalışmalarını uetnikleştirmek” ten vazgeçmekle bir ilgisi yok; böyle bir tutum kitabın an a düşüncesine ters düşerdi. mediği ölçüde nesnel anlama çabasını sürdürmek de hep zor olmuştur. Modern toplumların meşruluğuna temel oluşturan değerlere değinildi­ ğinde iş daha da zorlaşır. Beşeri bilimlerin bilim tutkusu, araştırmacı­ ların etnik ve ulusal kimliklere bağlı ihtiraslara kapılmalarına engel olamadığı gibi, değerlerin ağır yükünü taşıyan konular üstünde çalışır­ ken bunlarla ilgili siyasal söylemlere özgü anlam karışıklıklarından ka­ çınmalarını da önleyemez. Elbette ben de, kendi yetiştiğim ulusal ente­ lektüel geleneğin etkisinden ve kendi duygularımdan kolayca kaçabildiğimi iddia edemem; nesnel olma çabasını sürekli olarak kendime da­ yatmış olsam da. Hakiki nesnellik, değerlere karşı kayıtsız kalınıyormuş gibi yapmak değildir. Kendini sosyolojik bakımdan incelemek sosyoloji girişiminin bir parçasıdır. Bu nedenle şimdi, ilk ve son kez, hem “ sosyoloji” hem de “yurttaşlık” alanındaki inanışlarımı, yani ta­ nımsal olarak “ırkçılık karşıtı” olduğumu açıklamalıyım. Irk düşüncesi toplumsal bir inşadır. Bu nedenle, biyolojik an­ lamda ırkların var olduğuna inanmadığımı sergilemek için her seferin­ de sözcüğü tırnak içine almayı gereksiz buluyorum. Bu entelektüel du­ ruş sosyolojik bakış açısının ana ilkesidir ve bütün araştırmacılar tara­ fından benimsenmiştir.14 Irk bilimsel bir veri değil sosyolojik bir ger­ çekliktir; toplumsal yaşamın, geçmişten miras kalan temsillerine, uy­ gulamalarına ve belki de kurumlarına bağlı olarak algılanmasıyla ilgi­ li bir yol olduğu ve öyle kaldığı ölçüde. Sosyologa göre, ırkları doğu­ ran ırkçılıktır. Irkı yaratan, nesnel bazı fiziksel farkların varlığı değil, gerçek ya da hayali farkların sanki toplumsal bakımdan da anlamlıy­ mış gibi görülmesidir. Bence, toplumsal yaşam da bütün insanların eşit derecede onur­ lu olduklarının kabulü -bunun siyasal yaşamdaki karşılığı yurttaşlık ilkesidir-, hem ahlaki hem siyasal bakımdan, toplu yaşamın tek meşru ilkesidir; insan toplumlarında bu onurun kabul edilişleri farklı kılıkla­ ra bürünse de. Bu inanışın, özel bir toplumda yaşamanın getirdiği özel yazgıya ve demokratik değerlerin içselleştirilmesine bağlı olduğunun bilincindeyim. Asimile olduğu söylense de Yahudilik mirasına olan borcumu inkâr etmiyorum; büyükbabam, Yahudi dayanışması için de­ ğil, evrensel değerleri incelikli bir yurtseverlikle birlikte benimsediğin­ den tutkulu Dreyfus taraftarlarındandı -D reyfus ile aynı toplumsal çevrede yer alm ası bile yüzbaşıya yöneltilen suçlamanın ne kadar saç­ ma olduğunu düşünmesi için yeterliydi. Düşünme ve yazma tarzımın Fransa’daki evrenselcilik geleneğinden esinlendiğini biliyorum. En şan­ lı öncüllerinin bile, kendi dönemlerinin egemen düşünce tarzlarının et­ kisinden pek kurtulamadığını ve kendi değerler sisteminin, yaşadığı zamanın, en azından kendi toplumsal ve mesleki çevresinin zihniyeti­ ne uygun olduğunu gören bir sosyoloğa mütevazı olmak düşer. Kuşku­ suz bu gözlem, inançlarımın samimiyetine gölge düşürmez .15 Sosyologlar dünyası ikiye bölünmüştür: Her bir kültürün diğer­ lerine kesinlikle indirgenemeyeceğini savunarak her tür değer yargısı­ nı imkânsız kılan mutlak kültürel görelilik taraftarları; kültürel çeşitli­ liğin de ötesinde bir evrensellik ufkunun varlığına inanarak insanlar arasında iletişime fırsat veren ve ahlaki değerleri benimseme hakkı ta­ nıyan, kendisi de göreli olan görelilik yandaşları .16 Günün eğilimine pek uygun olm asa da - kendimi ikinci akıma dahil ediyorum. Pek çok yabancı tarafından “ Fransız usulü” olarak nitelenen evrenselciliğin yalnızca Fransızlere özgü olmadığını; biricik işlevinin ve tek anlamının da, toplumsal düzende ve iktidar ilişkilerindeki eşitsizlikleri maskele­ mek, dolayısıyla doğrulamak olmadığını savunuyorum. Öteki ile ya da başkalıkla kurulan ilişki toplumsal eylemin ta kendisidir; Weber’in tanımladığı gibi sosyoloji soruşturmasının konusu­ dur. O halde, bu disiplindeki entelektüel projenin bağrında, sosyolojiye vücut veren bir sorunla karşı karşıyayız. Bugün pek çok sosyolog, top­ lumsal sınıfın dışında cinsiyet, yaş ve etninin, anlamlı bölünmelerin ve çatışmaların ilkelerini oluşturduğunu keşfetmiş olsa bile, sosyoloji bilgi­ 15 Kadın olmam olgusunun düşünce tarzımı etkilediğini sanmıyorum. Ancak, dürüstlük gereği, Colette Guillaumin’in bana söylediği bir görüşü de aktarm ak istiyorum: Evrenselci tutumu en 16 iyi benimseyenler Yahudi kadınlardır. Tartışmanın öğeleri için bkz. Konu IV s. 168 ve devamı. si sayesinde, bakış açısı olarak yurttaşlar toplumundan yola çıkarak da kendimizi sorgulayabileceğimiz düşüncesi giderek belirginleşmektedir. İlk bölümde, bazı tarihsel örneklerden yararlanılarak farklılaştırıcı tutumların ve evrenselciliğin çıkmazları hızla gözden geçirilecek­ tir. İkinci bölümde, sosyolojiye özgü bilimsel bakış açısının nasıl geliş­ tiği ele alınacaktır. Üçüncü bölümde, Amerikalı sosyologların bu so­ runlar üstünde nasıl bir çalışma sürdürdükleri, dördüncüde ise Britanyalılar ile Fransızların aynı sorunlara yaklaşımı tanıtılacaktır. Nihayet son bölümde, etnilerarası ilişki ve yurttaşlar toplumu sosyolojisinin anlamına ilişkin kuramsal bir görüş ortaya konacaktır. Bu soruşturma­ nın bütünü, önceki çalışmaların devamı olarak modern demokratik toplum üstüne bir düşünce projesi oluşturmayı kapsar. Teşekkür K endi disiplinimizin geleneğine uygun olarak, Yurttaşlar Cemaati adlı kitapta da önerdiğim gibi, yurttaşlığa ilişkin sosyoloji kura­ mını siyasal meşruluğun ve toplumsal bağın kaynağı olarak ele alm a­ yı düşünüyorum. O halde bu çalışma, kişisel bir yorumdan hareketle kendini aramayı sürdüren bir sosyoloji düşüncesinin eleştirel bilanço­ sudur. Bu ne bir tarihtir ne de bir özet. Bu bir ödül dağıtım töreni de değildir. Soruşturmanın konusu uyarınca (sosyologlar, etnilerarası iliş­ kiler üstünde nasıl düşündüler) sunduğum yazarlar, kaçınılmaz eksik­ likleri pahasına kişisel önerimi en iyi açıklayacağını düşündüklerim arasından seçilmiştir. Bu seçim keyfi değildir ve kendi kurduğum ku­ ramsal çerçevenin kişisel inançlarımın bilinçli tercihidir. Modern toplum üstüne akılcı bilgi çabasına dayanan bir düşün­ ce oluşturmanın tek yolu, sosyoloji soruşturmalarının yöntemleri ile sonuçlarının neler olduğunu göstermektir. Sosyolog, çözümlemelerini soruşturmalara dayandırır. Bizim yaptığımız çalışma da sosyoloji lite­ ratürünün eleştirel bir gözle okunmasıdır. Ancak elbette, bunu kendi bütünlüğü içinde okuma ve sunma yolu tercih edilmemiştir. Dolayısıy­ la, kendi düşüncelerim bağlamında, gerek nitelikleri, gerekse disiplin üstünde bıraktıkları etkiyle modern ulusları oluşturan tarihsel toplu­ luklar arasındaki ilişkiler üstüne düşünm e tarzında çeşitli evreler oluş­ turduğuna inandığım yazarları ve eserleri, gerektiğinde ayrıntılara gi­ rerek -benim kuşağımın lise öğrencilerini yetiştiren büyük yazarların metinlerini açıklamak, bana hep verimli bir entelektüel alıştırma gibi gelmiştir- çözümlemeyi yeğledim. Kuşkusuz bu sefer de, İngilizce dilinin çok ünlü yazarlarını ele alırken takındığım tutum küstahlıkla suçlanacak. Araştırmalar üstün­ de serbest tartışma yapma hakkımı kullanıyorum, büyük bir dikkatle okuduğum ve tartıştığım kişiler ve eserler hakkında beslediğim saygı­ nın bu tutumla çeliştiğine hiç inanmıyorum. Philippe Besnard, Philippe Gauthier, Liah Greenfeld, Colette Guillaumin, Claudine Herzlich, Gerard Lemaine, Michael Lowi, Ro­ bert M iles bu metnin bazı bölümlerini (ya da bazı hazırlık metinlerini) okuyup düzeltmeme yardımcı oldular. Özellikle, bu çalışmanın birinci evresini bana öneren Henri M endras’ya teşekkür borçluyum. Uzun zaman alan bu girişim sırasında, hayalimdeki Üniversite’ye benzeyen ve Fransız eğitiminin son kurumu olan okulda, düşün­ celerimi geliştirmeme katkıda bulunan öğrencilerimin varlığından ya­ rarlandım. Jacqueline Costa-Lascoux, Pierre Manent, Alain Renaut, Antoine Schnapper ve Dominique Wolton bu elyazmasınm bütününü okumayı kabul ederek yerinde eleştirilerde bulundular. Serge Paugam ’ın ve François-Xavier Schweyer’in dostluğu, girişkenliği ve eleş­ tirileri olmasa bu kitap da var olmazdı. Onlara duyduğum tarifsiz minnettarlığı ifade etmek isterim. Eric Vigne bir kez daha gerçek bir yayıncı olarak eşsiz tavsiyelerde bulundu. Buradan hepsine bir kez da­ ha teşekkür ederim. BİRİNCİ KISIM Öteki ile İlişkinin Temel Biçimleri ile ilişki ve başkalık üstüne düşünce modern toplumla birlik­ Ö teki te doğmadı. Öteki’ni düşünme yolları Yunan Antikçağı’ndan bu yana gelişerek bize miras kaldı; bu arada, Yeni Dünya’nın keşfedilme­ si sonlu bir dünyada halkların, ülkelerin ve yaşam tarzlarının sonsuz çeşitlilik içinde olabileceğini hesaba katmayı dayattı. Daha sonra mo­ dern siyasal toplumun ortaya çıkması iki temel kırılmaya yol açtı. M o­ dern toplumun özgül olduğuna dair soruşturma geçmişi dışlayamaz. Öteki’ni tasarlamanın iki temel yolunu ya da Durkheim’ın üslubuna uygun olarak Öteki ile ilişkinin iki temel biçimini kabul etmek kaçınıl­ mazdır.1 Bunların yenilenmiş çeşitli tarihsel biçimlerini birkaç örnekle hatırlatacağız. Birinci durumda düşünce, farkın saptanmasına dayanır: Öteki ötekidir, insan toplumları çeşitlidir. Bu fark, kaçınılmaz olarak aşağı­ da olma bağlamında yorumlanır. “ Ben” , Öteki’ne değer biçerken “ be­ nim” kültürümün ölçütlerini kullanır ve bunu genel anlamıyla kültürı Tzvetan Todorov’un, “ başkalık deneyiminin iki temel biçimi” olarak adlandırdığı şey. Bkz. Todorov, 1982, s. 48. Pierre-Andre Taguieff’in Taguieff, 1 9 88’de geliştirdiği ve ırkçılığın iki m an­ tığını ortaya koyan çözümleme de hatırlanacaktır. le karıştırır. Bu durumda Öteki, kendisinin eksik halinden başka bir şey olamaz. Öteki bu farkla kabul görür, ancak değiştirilmesi mümkün olmayan bir aşağıda olma hali içinde donup kalır. Bu tutum, çeşitli biçimlerde kendini gösterir. En elverişli ente­ lektüel ifadesini de M ontaigne’de, Amerika’nın keşfiyle birlikte gele­ nek ve göreneklerde ortaya çıkan çeşitlilik için onun gösterdiği hoş­ görüde bulur; ne var ki bu hoşgörü az ya da çok, ama mutlak olarak aşağılayıcıdır. Nitekim bu hoşgörünün sonu, M ontaigne’in bazı me­ tinlerinde, vahşilerin yaşamının üstünlüğünü saldırgan bir dille kutla­ m asına, kendi toplumunu mahkûm etmesine ve böylelikle “ iyi vah­ şi ” 2 efsanesinin büyük bir gelecek vaat eden ilk biçimini oluşturması­ na varır. Bu tutumun liberal siyasal biçimi, örneğin Britanya İmparatorluğu’nun bir bölümüne egemen olan hom e rule'la özgün bir siya­ setin temellerini attı. Bu siyaset, kamu düzenindeki yerel kültürel öz­ güllüklerle ilgili sıralam aları, hayırhah sayılabilecek büyük bir kayıt­ sızlıkla bir araya getiriyor, “ farklı olma hakkı” adına ve sömürgeci­ nin iktidarının tartışma konusu yapılmaması kaydıyla ondan da “ say­ gı” talep ediyordu. Farkların olduğu gibi kabullenildiği, saptam adan norma ya da olgudan siyasete geçildiği koşullarda bu siyaset kaçınıl­ maz olarak çeşitli grupların varlığının billurlaşmasına ve onaylanma­ sına katkıda bulunurdu. Farklılaştırın tutum, saldırgan biçimiyle Öteki’nin reddini öneren özgün bir biçimde ortaya çıktı: Kendi ile Öteki arasındaki fark, farklı olanın çıkarılması, dışlanması ya da en uç durumda yok edilmesiyle sürdürülmeye çalışıldı. Irkçılığın mantı­ ğı budur ve Taguieff bu mantığı da temellerini kendi kendini ırklaştırmadan alan farklılaştırıcı/miksofob* olarak nitelendirir. Levi-Strauss da “ antropoemis'‘l'” den ya da dışlam adan söz ederek toplumların, “ bu korkunç varlıkları toplumsal yapının dışına atıp onları, geçici ya da kalıcı olarak tecrit etmek, sırf bu amaç için oluşturulan kurumlar 2 M ontaigne’in tutumundaki belirsizliğe dikkatimi çektiği için Pierre M anent’a minnettarım; ger­ çekten de onun tutumunu “kibar” bir hoşgörü olarak özetlemek imkansızdır. (*) M ix (o )-, yun. m iksis, karışım; -p h o b e , yun. p h o b o s, korku - ç.n. (**) A n th ro p (o )-y yun. a n th rö p o s, insan; em iey yun. hatm e, kan - ç.n. için alıp onların bütün ilişkilerini kesmekten ” 3 yana olduklarını söy­ lemişti. Bunun tersi olan tutum çok farklı bir yoldan ilerler. Evrenselci­ lik bir ilkedir. Farkların saptanmasının ötesinde, evrenselcilik ilkesi in­ san türünün birliğini iddia eder. Sırf insan olmaktan dolayı bütün in­ sanların, zihinsel ve ahlaki kapasitesinin ya da yeterliliğinin gerçekleş­ mesinde kesin farklar gözlemlense bile onların eşit olduklarını ortaya koyar; yetenek bakımından gösterdikleri performans eşit olmasa da özgürlük bakımından aynı nedeni ve eğilimi taşıdıkları için bu alanda da eşit olduklarını söyler. Ötekinin bir başka kendi olduğunu öne sü­ rer. Dolayısıyla gerek insan hakları, gerekse her bireyin onuru ve ona gösterilmesi gereken saygı bakımından insanlar arasında ilkesel olarak bir sınırlama yoktur. Bu ilkenin toplumsal düzendeki somut uygulaması, insanlar ile toplumları ayıran farkların nesnel gerçekliğiyle, aynı ya da farklı top­ lumlar içindeki bireylerin iktidar ve kapasite alanındaki eşitsizlikleriy­ le kaçınılmaz olarak çarpışır. Evrenselcilik ilkesi asimilasyonculuğa doğru gerileme tehlikesi barındırır. Bu durumda, “ Ben” Öteki’yi, bü­ tünlüğü olan, benle aynı haklan taşıyan insani bir varlık olarak görür. Ne var ki, başkasının özdeş olduğunu düşünmeden eşit olabileceğini tasarlam ak zor olduğu için “ Ben” onu kendi özgürlüğü içinde algıla­ maz. Öteki, “ Ben” gibi olmak durumundadır. Evrensel olan, “ Ben”in kültüründe asimile edilir. Böylelikle “ Ben” asimilasyoncu siyaseti uy­ gulamaya koyabilir; sonunda Öteki’nin kültürünü kökten kazır ve kendinde soğurur. Bütün insanların eşit oldukları ilan edilmiş olsa da ötekinin kimliği olduğu gibi kabul edilmez. Ve aynı zamanda hem eşit­ liği hem de farklı düşünme yoksunu olunduğu için alt-insanlık ya da insan olmamadan söz edilerek bazılarını mahkûm etme tehlikesiyle karşı karşıya kalınır. En saldırgan siyasal biçimiyle bu, emperyalist/sö­ mürgeci ya da asimilasyoncu ırkçılığın mantığıdır. Burada söz konusu olan Öteki’ni dışlamak değil, kendine benzetebildiği ölçüde onu inkâr ederek içine almaktır. Levi-Strauss bu durumlar için antropofaj* toplumlardan söz eder: “ Onlar, elinde kuşkulu güçler bulunduran bazı bi­ reyleri soğurmayı, onları etkisizleştirmenin ve hatta yararlı hale getir­ menin tek yolu olarak görürler.”4 Asimilasyoncu tutum ne asimilasyon siyasetiyle ne de evrenselcilikle karıştırılmamalıdır; yandaşları evrenselcilik iddiası taşıyan ar­ gümanlar ileri sürseler bile. Hakiki evrensel hiçbir özel kültürle, hiçbir somut tarihsel toplumla iç içe girmedigi ölçüde; yalnızca bir ufuk, bir ilke ya da düzenleyici bir Fikir olmaktan öteye geçemediği ölçüde bu tutum, gerçekten de sahte evrenselciliğe denk düşer. Bu anlamda özel olana ters düşmez, tikellikler arasındaki ilişkilerin ufku, onların değiş tokuş edilme ihtimalinin koşuludur. Evrensellik ilkesi somut olarak gerçekleştirilemez; bireyler ve tekil tarihsel topluluklar arasındaki iliş­ kilerin ufkunu oluşturabilir. Farklılaştırıcı tutum ile asimilasyoncu tutum arasındaki ayrım çözümleme düzeyindedir. Bunların tarihsel gerçeklikteki belirtileri de iç içe girmiştir. Tzvetan Todorov’un da gösterdiği gibi, söz konusu olan değerlerin bilgiye mi yoksa siyasete mi ait olduğuna bakılarak bu iki kutuptan birine yakın olan bir tutum benimsenebilir. Her iki düşünce de, yani farklılaştırıcı yaklaşımdan doğan, ken­ di ile ötekiler arasında mutlak fark olduğunu öne süren düşünce ve farkı inkâr eden asimilasyonculuğun haklılığına dayanan düşünce, Öteki olarak Öteki’ni reddeder. Todorov’un formülüne göre her iki durumda da fark-sızlık söz konusudur. Bu durumda, Öteki ile ilişkinin iki temel biçimi nasıl aşılabilir? Modern toplum ya da yurttaşlar toplumu oluştukça iki tutum arasındaki çatışkı giderek daha sivri ya da daha dramatik bir hal alır. Yeni siyasal meşruluk ilkesi, yani bütün birey-yurttaşların eşitliği orta­ ya atılır; bu ilke evrensel tutkusu bakımından asilimilasyoncu tutuma sürükleme riski taşır -sık sık yaşandığı gibi. Ancak aynı zamanda kül- (*) 4 İnsan eti yiyen canlı anlam ında sözcük - ç.n. Levİ-Strauss, 1955, s. 418. türün göreliliği düşüncesi ve farkçılıkla akrabalığı olan bir görüş; bü­ tün kültürlerin içkin değeri düşüncesi ortaya çıkar. Rönesans’a ve Büyük Keşifler’e kadar Öteki ile ilgili tartışma şuna dayanıyordu: “ İster tür ile bireyler arasındaki varlıkbilimsel iliş­ ki söz konusu olsun, ister ahlaki ideal ile uygulanan erdemler arasın­ daki mantıklı ilişki, Tek ile Çok’un yaşadığı soyut sorun .” 5 Yeni Dünya’nın, Uzakdoğu’nun ve genel olarak Avrupalı olmayan uygarlıkların keşfiyle birlikte “ Avrupa’da somutlaşan tartışma tür ile bireylerin ara­ sına ortalama bir çözüm getirdi: Gruplar ve onların kültürleri. 16. yüz­ yıldan başlayarak, özellikle de 18. ve 19. yüzyıllarda birbirini izleyen kuramlar ve öğretiler, evrenselcilik ve birliğin görünümlerini görelilik ve çeşitliliğin görünümleriyle karşı karşıya getirdiler.” 6 18. yüzyıl, ak­ lı ve özgürlüğüyle tanınan ve yurttaş kavramına esin kaynağı olan so­ yut birey üstünde ısrar etti. 19. yüzyılın romantik düşüncesi ise, etnik boyutun önemini ve değerini vurgulayarak, halk düşüncesini öne süre­ rek değerleri altüst etmeye yöneldi. Bu iki esinlenme -asim ilasyoncu ve farklılaştırıcı tutumlarla bu­ luşur -arasındaki gerilim ya da çelişki günümüzün tartışmalarında da kendini göstermektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi sosyologlar ile antropologlar zihinsel ve ahlaki nitelikte “ büyük bir tartışm a”nm ta­ raftarıdırlar: Kültürler arasında yaratılabilecek her tür iletişim olana­ ğını meneden mutlak kültür göreliliği yandaşları ve kendi yerini kültür çeşitliliğinin ötesinde evrenselliğin aşkın bir ufkuna bırakmak isteyen göreli görelilik taraftarları. Modern ırkçılığa yöneltilen kimi eleştiriler­ de asimilasyon siyasetinin, doğal farkların ifade edilmesini engelleye­ rek ve bastırılmış olan her şeyin sapkın etkileri altında kalarak kaçınıl­ maz olarak asimilasyoncu hale geleceği suçlaması yer alır. Toplulukçu düşünürlere göre bu iki konum -çelişkili görünmeleri de mümkündür —arasındaki gerilim ya da başka bir deyişle, bireysel insanın akla davet edilmesi ile onun kendi özel kültürüne duyduğu bağlılık arasındaki ça­ 5 6 Abou, 1992, s. 9. Abou, 1992, s. 10. tışmada modernliğin temel çıkmazlarından biri yatar; bu çıkmaz, bi­ reylerin onurunu savunan evrensel değer ile insanların otantik olduk­ larını kabul ettirmek üzere duydukları somut bir tarihsel topluluğa bağlanma ihtiyacı arasında kalmıştır.7 Kurumsal anlamda sosyoloji-öncesi düşünceye karşı düzenle­ nen ve küstahlığını reddedemeyeceğim saldırı iki farklı niyet taşıyordu. Sosyoloji düşüncesinin kurucuları, henüz girilen bilim çağında toplu­ mu yenileme imkânı verdiğini varsayarak onun üstüne felsefi düşünce­ ler öne sürmeye devam ediyorlardı; artık şimdi, sosyolojiyi ağır biçim­ de sakatlamaksızın onun taşıdığı felsefi ufku bertaraf etmek olanaksız­ dır. Başka bir deyişle sosyologlar, başka argümanlarla (soruşturmalar­ dan elde ettikleri) ve başka tarihsel deneyimlerden yola çıkarak iki yaklaşım arasındaki hayali diyaloğu muhafaza etmektedirler: Kendi toplumu karşısında kimi kez hoşgörülü ve kuşkucu, kimi kez saldırgan bir tutum takman M ontaigne’in göreliliği ile bence sosyoloji projesini en doğru biçimde formüle eden M ontesquieu’nün önerdiği ve Öteki’nin kabulüne dayanan düşünce. Öte yandan, Öteki ile ilişkinin geçmişte nasıl uygulandığı ve dü­ şünüldüğü gösterilerek hem demokrasi ve sanayi toplumunun hem de sosyolojinin özgüllüğü daha iyi değerlendirilebilir. Bilim toplumu nite­ liğinde olan toplumsal çözümlemeler, toplumsal gerçeklikleri formülleştirip çözümledikçe ve bunların oluşmasına katkıda bulundukça, bu toplumun sosyolojiden kopması imkânsızlaşır. Sosyologların da içinde yer aldığı toplumun kendi bilincine varması, nesnel gerçekliğin bir par­ çasıdır. Asimilasyoncu ve farklılaştırıcı görünümler böyle bir toplum­ da hangi özgül biçimleri alır? Öteki ile ilişkiye dair ebedi sorun bura­ daki düşüncelerde nasıl bir yer tutar? 7 Bu çelişki, özellikle Charles Taylor’un kitabında formülleştirılip ortaya konmuştur. Bkz. Taylor; 1992, konu xu, s. 481 ve devamı. BİRİNCİ BÖLÜM Kabul Düşüncesi K imi yazarların ilk sosyolog olarak benimsedikleri Montesquieu, sosyolojideki evrenselci akımın ilk büyük simasıdır. Düşüncele­ rinde farkçılık ile asimilasyonculuk arasındaki çatışkıyı aşmaya, yani Öteki’ni özel tarihsel birey olma özgüllüğü içinde kabul etmeye çalışa­ rak ve insanlararası ilişkilerde evrensellik ufkunu koruyarak sosyolo­ jinin zihinsel bakış açısını kurmuş ve kabul düşüncesi olarak adlandır­ mayı önereceğim görüşün oluşmasına katkıda bulunmuştur.1 M ontaigne ile Montesquieu arasındaki hayali diyalog çağdaş düşüncenin dü­ zenlenişindeki önemini hâlâ korumaktadır. MONTESQUİEU VE AYDINLANMANIN ÇİFTE EVRENSELCİLİĞİ Montesquieu’nün bütün çalışması toplumun, siyasal rejimlerdeki fizik­ sel, toplumsal ve tarihsel koşullarını göreli hale getirmeye dayanır. ı Todorov, 1989, bu konuda uiletişim”den söz ediyor. Bu terimin aşın derecede medyatik bir an­ lam kazanmış olması bir yana, “k abul” terimi hem anlam bakımından daha zengin hem de da­ ha doğru geliyor. Zira, Todorov’un sözünü ettiği iletişimin ortaya çıkması için varlıkların önce­ likle birbirlerini kabul etmiş olm aları gerekir. “Ulusların genel ruhu” kavramının kendisi bile bu koşullardan her bi­ rini tekil hale getiren ayırt edici özelliklerin bütününü özetler. Montesqieu’nün ilk sosyolog olarak nitelendirilmesini doğrulayan da işte bu projedir. Ancak, göreli olmasıyla sosyolojiye mal olan bu proje, insana dair evrensel bir kavrayış kapsamına girer; bunun en ayrıcalıklı örnek­ leri Siyahlara yönelik muameleye ve engizisyona karşı yazılmış ünlü me­ tinlerdir. Madem her ulus tekil “genel bir ruh” la öbürlerinden ayrılıyor, o halde bütün insanlara ait değerler de olmalıdır. İnsan özel bir ulusa ait olmadan önce insanlığın parçasıdır. “Herhangi bir şeyin benim ulusuma yararı olacağını ama bir başkasını çökerteceğini biliyorsam, gidip onu prensime önermem; çünkü ben Fransız olmadan önce insanım (ya da) çünkü ben zorunlu olarak insan, ancak tesadüfen Fransız’ım .” 2 İnsanın tarihsel durumu, insanlık durumu içinde anlam kazanır. Montesqueiu’nün ünlü metnini hatırlayalım; burada, köleliği mahkûm ederken köle sahiplerinin argümanlarını abartılı bir biçimde sunarak bunların saçmalığını kanıtlar. Retoriğin bu biçiminin bilimdeki adı reductio ad absürdüm ya da apodiokstur* ve kendi rakibinin argü­ manlarını aşırı ifadelerle formüle ederek bunların saçmalığını iyiden iyi­ ye ortaya çıkarmaya dayanır. Bu ifade biçimini en iyi kullanan İrlanda karşıtlarının önyargılarını gülünç duruma düşürmek isteyen Svvift’tir.3 “ Bunlar, tepeden tırnağa simsiyah insanlar ve burunları o kadar yassı ki onlara acım ak neredeyse imkânsız. Bu denli bilge olan Tanrı’nın bu denli siyah bir bedene bir ruh, hele iyi bir ruh yerleştirmiş olması düşünülemez. 2 Montesquieu, 1941 baskısı, s. 9. (*) Saçm a olanın reddedilmesi anlam ında Fransızca sözcük - ç.n. 3 Eğer, sevimli bir İngiliz araştırm acı, Aydınlanma’nın ırkçılıktaki rolünün belirsiz olduğunu ka­ nıtlamak ve “aydınlanm ış” düşünürlerin ırkçılığını üstü kapalı ihbar etmek için bu metni akta­ rarak aşağıdaki yoruma yer vermemiş olsaydı, köleliğe karşı çıkan ve haklı bir ün kazanmış bu metni aktarmazdım: “ M ontesquieu, Afrikalılardaki fiziksel ayırt edici özelliklerin kendisini, on­ ların köleliğine sempatiyle yaklaşm aktan alıkoyduğunu düşünüyordu” . Bkz. C. Loyd, “Universalism and Difference: the Crisis of Antiracism in the UK and France” , Rattansi-W estwood’da (baskı), 1994, s. 237. Bu konularda nesnel tutumu muhafaza etmenin zorluğuna dair yeni bir örnek oluşturan bu yanlış yorumun, Britanyalı ırkçılık karşıtları tarafından ortaya atılmış bir hakikat olarak görülmemesi gerekir. İnsanlığın özünü renklerin oluşturduğunu düşünmek çok doğal; haremağalarını yaratan Asya halkları, Siyahlan bizimle kuracakları ilişkiden yoksun bırakırken çok daha etkili bir yöntem düşünmüşler. Derinin rengiyle ilgili yargıya varırken saç rengi konusunda Mısırlıların takındığı tutumdan yola çıkabiliriz; onlar, dünyanın en iyi filozoflarıydı ve ellerine düşen bütün kızıl saçlı insanları öldür­ mekle çok doğru bir karara varmışlardı. Zencilerin sağduyu sahibi olmadıklarının bir başka kanıtı da, uygarlaşmış uluslarda son derece değerli olan altın bir kolye yeri­ ne, cam parçalarından yapılmış kolyeye değer vermeleridir. Bu ki­ şilerin insan olduğunu düşünmemiz imkânsız; aksi takdirde, kendi­ mizin Hıristiyan olduğundan bile kuşku duymaya başlayabiliriz.”4 Montesquieu -tıpkı Rousseau g ib i- kültürlerin ve ulusal gele­ neklerin ötesine geçerek bunların tikelliğini bir bütün halinde düşün­ meye çalışıyor; insana gönderme yaparken onu akılcı ve ahlaklı bir varlık olarak algılıyor, evrensele gönderme yapmaktan da geri kalmı­ yor.5 Bütün insanlara özgü doğal haklar ve belli bir ulusun ruhu kim­ senin tekelinde değildir. Yaşama ve düşünme tarzındaki çeşitlilikler bir yana, kültürel görelilik olgusu bir yana, tanım gereği özel uluslara bağ­ lı olan insanlar arasındaki ilişkilerde bir evrensellik ufku ya da ilkesi vardır. Yapılması gereken şey evrenselciliği, içeriği ile değil ilkesiyle ta­ nımlamaktır: İnsanların doğarken maruz kaldığı biyolojik ve toplum­ sal koşullardan, hiç olmazsa kısmen kurtulma olanağı ve iradesi; baş­ ka bir deyişle, insanların özgürlüğünün kabulü. Bu yaklaşım, Aydınlanmacılar tarafından ileriye götürüldü. Be­ lirlenimciliğe olan imanın ve bilimsel tutumun, Aydınlanmacılarda ah­ laki bir kanıya, yani insan türünün temel birliği ve bütün insanların eşitliğine sıkı sıkıya bağlı olduğu olgusunu ihmal etmek, onların hak­ kını vermemek anlamına gelir. Onların düşüncelerinin yönünü şu iki perspektifin; bilişsel ve ahlaki perspektiflerin buluşması belirler. Bilime duydukları güven de evrensel boyutlu hümanizmden ayrılamaz. 4 D e VEsprit d e s lois (Kanunların R uhu Üzerine, Seç Yayın Dağıtım, 20 0 4 ), XV. kitap, v. konu, 5 Bu konu için Selim Abou’nun güzel çözümlemesine bkz., Abou’da, 1992, s. 47. “De l’esclavage des negres” (Zencilerin köleliği üstüne), Gallimard, La Pleiade, 1951, s. 494. Bu kanının ne denli güçlü olduğu, hem önyargıların hem de ev­ rensel ahlaki değerler adına onları aşm a iradesinin yer aldığı metinler­ de ortaya konur. O dönemde en çok aşağılanan iki topluluğun ele alın­ dığı iki örnek vermek istiyorum. Kendi zamanının yaygın önyargıları­ na karşın rahip Gregoire, Yahudilerdeki kusurların onlara özgü ayırt edici özelliklerden değil, Hıristiyan Batı’nın onlar için oluşturduğu ko­ şullardan kaynaklandığını söylüyordu. Aynı dönemde Lord Kames “ Zenciler” in öncelikle kendi koşullarının kurbanı olduğunu keşfetti. Dönemin ahlaki üslubunu ve söz varlığını bir yana bırakırsak bu çö­ zümlemelerin Aydınlanmacıların bakış açısını yansıttığını görürüz; d a­ ha sonraları sosyologlar aynı bakış açısını benimsediler. “ Shaftesbury, Yahudilerin doğaları gereği karamsar ve melankolik olduklarını göz­ lemliyor. Dehşetin kucakladığı insanlar için bu anlaşılabilir bir durum­ dur. Bu sahte ve uğursuz bakış, bu sıkıntılı ve utangaç hava bütün fiz­ yonomilerine egemen olur, bütün tutumlarına yerleşip gelişir. Onlardaki bu ürküntü köleliğin meyvesidir; sefalet kalplerini kuruttu, umut­ suzluk tiksinti duygusuna yol açtı ve onları intikama sürükledi. Pek çok suçun şeceresinin böyle oluştuğu reddedilemez ve bu durumlarla karşılaşan insan doğasının kesin gidişatı hemen her zaman böyledir. Ancak Yahudilerin kusurları, onların mutsuzluğu, onlara karşı göster­ diğimiz davranışları suçlu duruma düşürüyor. Uluslar, içiniz sızlasa da bu durumun kendi eseriniz olduğunu itiraf edin! Yahudiler, üzerlerin­ deki etkileri yansıttılar; nedenleri oluşturan sizlerdiniz: Kim daha suç­ lu ?” 6 Lord Kames 1796’da, kendi zamanının önyargılarını açıkça be­ nimsemiş olsa da aynı tür bir görüş değişikliği sergiliyordu: “Yukarı­ da da gözlemlediğim gibi Zencilerin rengi, Beyazlardan farklı bir türe ait olduklarını varsaymamıza neden oluyor; vaktiyle zekâlarındaki ge­ riliğin de bu varsayımı doğruladığını sanıyordum. Düşününce, bu ge­ riliğin onların yaşam koşullarına bağlı olabileceğini anladım. Kendi yetilerini hayata geçirmekten yoksun kalan bir insanın muhakemesi ve zihni asla olgunlaşamaz. Onların, Zencilerin bu yetileri hayata geçir­ me fırsatı pek az; yetiştirmeye gerek kalmadan büyüyen meyveler ve köklerle besleniyorlar. Giysi gereksinimi de duymuyorlar ve zorlanma­ dan kulübelerini inşa edebiliyorlar. Yabancı ülkelerde, hiç kimsenin düşünmeye ya da davranmaya teşvik etmediği zavallı köleler olarak yaşıyorlar. Özgür insanlar olarak yaşasalardı, tıpkı Avrupalılar gibi kendi alınlarının teriyle ekmek paralarını kazanmak zorunda kalsalar­ dı çok daha iyi bir noktaya gelmiş olmayacaklarını kim söyleyebilir ?” 7 Rahip Gregoire’in ve Lord Kames’in başka bir sözvarlığmda di­ le getirdiklerini, daha sonra Chicago okulunun kurucularından biri, te­ orem olarak önerdi; bu, günümüzde Thomas teoremi ya da Robert K. Merton’un sözvarlığmda çembersel nedensellik kuramı ya da yaratıcı kehanet (self-fulfilling prophecy) olarak adlandırılmaktadır. “İnsanlar, durumları gerçekmiş gibi tanımladıklarında bu durumlar sonuçları ba­ kımından da gerçektir.” Başka bir deyişle, bireylerin toplumsal bir du­ rumu algılama tarzı o durumun kendisine de yansır: Şu ya da bu top­ lumsal kategoriye kimi kusurların atfedilmesi, bu kategoride yer alan üyelerin bu gösterime uygun davranmasına yol açar. Önyargılardaki ve ırkçılığın bütün biçimlerindeki kötücül döngüye işte böyle girilir. Daha sonraları, başka bir düşünce akımı Aydınlanma’daki bi­ lim tutkusunu geliştirirken, onun benimsediği etik yaklaşımı ihmal et­ ti. Sonunda bilimcilik olarak adlandırılabilecek bir noktaya yani, in­ san davranışlarını bütünsel bir belirlenimciliğin ürünü olarak gören noktaya ulaştı. Böylelikle, etik bilime boyun eğdi ve varlığın görevvarlık olduğu sonucuna varıldı. Bizim konumuz bakımından bu yak­ laşımın aldığı biçim ırkçı kuramdır. 19. yüzyılın ırkçı düşüncesi, Aydınlanma’nın canavar çocuğudur. Belirlenimcilik düşüncesini akılcı bilgi projesinin içinde tutar; insanlığın birliği ve bütün insanların eşit­ liği düşüncesini tümüyle dışlar. Hümanist boyutundan yoksun bırakı­ lan bilim, Aydınlanma idealine ihanet eder. Sosyolojinin bakış açısı da, işte bu anlayış karşısında doğrulanmaktadır .8 7 8 Poliakov tarafından aktarılmış, 1971, s. 176. Bkz. ii. Konu. FARKÇILIĞIN TARİHSEL BİÇİMLERİ Bu bölümde, farkçı düşünceyi açıklamak için onu somudaştıran iki ör­ nek vereceğiz; bunlardan biri tanrıların çokluğunu kabul eden ve ya­ bancı tanrıları buyur eden bir toplumu, diğeri ise tektanrılı düşünce ve esinlenmiş Hakikat çevresinde örgütlenmiş bir toplumu kapsıyor. Kla­ sik çağda Yunan sitesindeki farklar saptanmakla kalmaz, kuramsallaş­ tırılır, yani doğrulanırdı. Ben’in üstünlüğü ifade edilirdi. Atinalı olma­ ları için ötekilere dayatmada bulunulmazdı; toplumun bütünlüğü farklar sayesinde sağlanırdı. Buna karşılık Ortaçağ toplumu farkçılığa dayanıyordu; marjinallerin hukuksal anlamda dışlanması için kaba bir sistem kurdu ve kendi birliğini bu yolla güvenceye aldı. Yunan Sitesinde Siyasal ve Kültürel Farkçılık Öteki’nin, esas olarak farklı ve aşağı kabul edilmesi, kâh genel olarak Yunan kültürünün (Barbarlar) ya da sitenin (metoikos ve yabancılar) dışında olmasına, kâh başka bir yapı taşımasına (kadınlar ya da köle­ ler) dayanıyordu. Ötekilerin algılanmasını ve onlarla ilişkilerin nasıl kurulacağını düzenleyen pek çok karşıtlık vardı: Yerli ve yabancı, Yu­ nanlı ve Barbar, yurttaş olan ve olmayan, özgür insan ve köle, erkek ve kadın. Çeşitli kategorilerin birbirinden farklı olduğu konusunda kuşku duyulmuyordu. Bu farklar doğal sayılıyordu. Utanç verici sayılamazlar ve eşitsizlik olarak görülemezlerdi: Eşitsizlik bilinci bir ortak normun var olduğunu varsayar. Atina’da eşitlik tutkusu, siyasal topluluk olarak örgütlenmiş yurttaşlardan oluşan dar çember içinde ifade edilebiliyor­ du. Gruplar arasındaki belirgin farklar merkezin, yani polisin çevresin­ deki eşmerkezli dairelerde yer aldıklarını doğruluyor ve onlar arasında kurulan ilişkileri açıklıyordu. Barbarlar, metoikoslar, kadınlar ve köle­ ler, toplumun ve dünyanın farkçı görüşle algılanması kapsamındaydı; ortak benliğin üstünlüğü şöyle meşruluk kazanıyordu: Benliğin kültü­ rüne ve siyasetine asimile olan Yunan kültürünün ve siyasetinin, yapı olarak geri sayılan diğer kültürlerden ve siyasetlerden farklı olması. Bu karşıtlıkların dayandığı ilke hem siyasal hem kültürel nite­ likteydi. “Dünyanın göbeği” Delphoi’deydi, kalan kısmı da merkez­ den giderek uzaklaşan eşmerkezli daireler içinde yer alıyordu. En dış çemberi oluşturan Barbarlar aşağı insanlardı. Evrenin bu farklılaşmış algısı sürekli evrimleşen sayısız ilişkinin temelini oluşturuyordu: M er­ kezin en uzağında duran Barbar ile bir zamanlar siteye yerleşip Yunan­ lı olan Barbar aynı muameleyi görmüyordu. Sitenin içinde bile polise katılımı belirleyen eşmerkezli daireler bulunuyordu. Bireyler, kamu ya­ şamına farklı bir biçimde katılımı sağlayan kategorilere ayrılıyorlardı - bazıları da kesinkes dışlanmıştı. Polis, aynı topraktan çok, aynı yasaya bağlı yurttaş insanların oluşturduğu topluluktu: Atina polisi, kan haklarıyla bağlanmış siyasal bir yapı oluşturan “ Atinalılar” dı. Yurttaşlar topluluğu aile reislerinin bir araya gelmesiyle oluşuyordu: Polis, çeşitli sıfatlarla toplumsal ya­ şam a katılan köleleri, çocukları, bazen yaşlıları, yabancıları ve metoikosları dışlıyordu. Kendiliğinden dışlandıkları için, Aristoteles kadın­ lardan söz etmiyordu bile. Yurttaş yapısının üyesi olan erkekler bile si­ yasal yapıya otomatik olarak katılamıyorlardı: Yaş, servet ve meslek gibi koşullar kamu yaşamına katılan gerçekten etkin yurttaşların sayı­ sını sınırlıyordu. Bu yüzden Aristoteles kendine şu soruyu soruyordu: “ Kol emeğiyle çalışanları yurttaş olarak kabul etmeli miyiz?” 9 Polis, yalnızca yurttaşlarla sınırlı kalıyor ve sorumluluk içeren konumlar, okulda retorik eğitim alabilmiş zengin yurttaşlara veriliyordu. Yurttaş­ lığa alınmak her zaman zor oldu ve çok sıkı denetim altında tutuldu. Yunan polisi, modern dilde etnik olarak niteleyebileceğimiz bir yakla­ şımla hep sınırlı kaldı. Atina yurttaşlığı hakkının yabancılara verilme­ si ise istisnalardan ibaretti. Barbarlar Yunanlıların kültürüne ve siyaset anlayışına yabancıy­ dı. 6. yüzyılda Yunanlılar, siyasal bir birlik kuramamış da olsalarkültür topluluğu oluşturduklarının bilincine vardılar: Aynı dili konuşuyor, aynı kültürü paylaşıyorlardı (gymnasion ve yarışmalar, yaşam tarzı, tanrılara göndermeler ve kültler); saçmalıklardan ibaret bir dil kulla­ nan Barbarlardan tamamen farklıydılar (“ Barbar” ya da “ bla-bla-bla” teriminin kendisi de bunu ifade ediyordu). Barbarlar, Yunanlıların ne dilini ne de kültürünü bilen insanlardı. Yurttaşlığın ne demek olduğu­ nu da bilmiyorlardı. Yunanlılar, hakiki polisin, insanlar değil yasalar tarafından yönetilmesi gerektiği konusunda hemfikirdiler. Sitenin yasa­ ları, yurttaşların kabul edebileceği tek efendiydi. Yasal yollardan ölü­ me mahkûm edilen Sokrates kaçmayı reddetti: Fazlaca saygı duyduğu yasaları ihlal edemezdi. Kriton’un yasalarla ilgili ünlü dillendirmesi onun düşüncesini yansıtır: Sitenin yasaları yurttaş Sokrates’e gerekli olan her şeyi verdi, siteyi terketmekte de özgürdü; burada kendi iste­ ğiyle kalmakla yasalara itaat edeceğini taahhüt etmiş oluyordu. Tirana ya da oligarşi yöneticilerine boyun eğen kişiler, yani Barbarlar bütün bunlardan haberdar değildi; onlar ne özgürlüğü biliyorlardı ne de bu­ nun uygulanmasını sağlayan kurumlan. “ Atmalılar! Bildiğiniz gibi de­ mokraside, bireyi ve politeia yı yasalar korur; oysa tiranın ve oligarşi yöneticisinin kendini selamette hissetmesi için güvensizliğe ve silahlı muhafızlara ihtiyacı vardır. Oligarşi yöneticileri ve eşitsizliğe dayanan Devletleri yönetenler, kendi devletlerini yok etmek isteyenlere karşı ko­ runmak için silahların gücünü kullanmak zorunda kalırlar. Oysa biz, Anayasamızı eşitliğe ve hukuka dayandırdığımız için, yasaya karşı ko­ nuşanları ve davrananları dışlamak zorundayız .” 10 Kökenlerini Doğu krallıklarından alan Barbarlar yurttaşın özgürlüğünden habersizdi: Doğaları gereği köleliğe yatkın oldukları düşüncesi yaygındı. Yunanlılar arasında doğal bir fark da vardı: Özgür insanlar, ya­ ni eleutheroi ve köleler, yani douloi. Bu temel ayrım köleliği doğrulu­ yordu. Bazı insanlar, doğaları gereği köleliğe hasredilmişti. “Demek ki, doğası gereği kimilerinin özgür kimilerinin de köle olacağı, bunların köle olarak yaşamasının hem avantajlı hem de adil olacağı açıktır [...]. Ruhun bedenden ve insanın hayvandan (bütün faaliyetini bedenini kul­ lanmaya indirgemiş olanların ve kendi varlıklarından sağlayabilecekle­ ri en büyük faydayı böyle elde edenlerin tümü) farklı olması gibi, öte­ kilerden farklı olan varlıklar da doğaları gereği köledir [...]. Zaten do­ ğanın kendisi de, özgür insanların bedeni ile kölelerin bedeni arasında belli bir fark yaratmak istemiştir; bazıları zorunlu görevlerini yerine ge­ tirebilmek için güçlüdür; diğerleri ise dimdik cüsseleriyle bu tür faali­ yetler için elverişsiz, ancak siyasal yaşam için uygundurlar.” 11 Aristote­ les beden ile ruhun bu iki düzenlenişinde, özgür insanlar ile köleler ara­ sındaki doğal eşitsizliği görür. Yunan sitesinde çalışma amaç değil araç­ tır: Kölenin çalışması, özgür insanın kendini, insanın insanlığa layık ol­ masını sağlayan asil faaliyetlere adam asına, kamu işlerini çekip çevir­ mesine, siyaset yapmasına imkân verir. Ancak bu ayrımın dayanakları­ nı yitirmesi ve savaşların yazgısı gereği özgür insanların köle durumu­ na düşmesi mümkündür. “ Bazıları, özgür insanın yalnızca bedenini, ba­ zıları da yalnızca ruhunu taşır.” “En asil ünlü insanlar bile köle ya da kölenin oğlu durumuna düşebilir; esir düşüp satıldıklarında bu bile ge­ lebilir başlarına .” 12 Köleliği doğrulamak ya da yüceltmek söz konusu olamaz; insanın tüm insani eğilimi özgür bir yurttaş olmaktır, kölelik ise doğanın kusurlu bir hali olmaktan başka bir şey değildir.13 Kölelik korkusu egemendi: Özgür insanlar bile gün gelip köle olma tehlikesi içindelerdi. Köle tacirleri aşağılanıyordu. Dolayısıyla kölelik gerekli ve doğal sayılsa da, işleyişi pek akılcı değildi. Özgür in­ sanlar ile köleler arasındaki ayrım ne olursa olsun silahlarla gelen yaz­ gı, özgür insanı bile köleleştirebiliyordu, tersine köleler de azat edile­ biliyor, en az iki kuşak sonra olsa bile onların torunları gerçek özgür insan olarak kabul edilebiliyorlardı. Köleler, kesinkes aşağılık insanlar sayılmıyorlardı aslında. Her ne kadar insanların gruplardaki dağılımı tatminkâr olmasa da, insanlar arasında fark olduğu düşüncesi doğal bir olgu olarak kabul görüyordu. Bizim için ilginç olan, bu düşünce dünyasının ortaya koyduğu esasta farkçı bakış açısıdır. Yurttaşlığın silah kullanmaya sıkı sıkıya bağlı olduğu savaşçı toplumlarda erkeklerin üstünlüğü doğal karşılanıyordu. Aristoteles ıı Aristoteles, P olitique (Politika, Remzi Kitabevi 19 93), 1 ,125, Vatin tarafından aktarılmış, 1984, 12 13 Vatin, 1984, s. 213. Goldschmidt, 1984. s. 2 1 2-213 . hayvanlar âleminin tümünde erkeklerin üstün olmasının bir başka do­ ğal olgu olduğunu belirtiyordu. Erkekler kendilerini savaşa ve siyase­ te, kadınlar ise ev yaşantısına adarlar, dolayısıyla da hukuki özerklik­ leri yoktur. Evlilik iki erkek arasında, baba ile koca arasında yapılan bir sözleşmeydi; kadınlar, kamu yaşamından dışlanmış yaşıyorlardı. Aristophanes Kadınlar M eclisi adlı komedisinde dünyanın ters yüz edilmiş halini açıkça sahneye koydu: Kadınlar, site yaşantısına katıla­ bilmek için erkek kılığına girerler. Gerçek dünyada yurttaşların kızla­ rının, kız kardeşlerinin, karılarının ve annelerinin yalnızca kişisel ve dolaylı bir etkisi olabiliyordu - nüfusun diğer kategorilerinde yer alan kadınlardan söz etmiyoruz bile. İbadetle ilgili işbölümü, erkekler ile kadınlar arasında kolayca yapılıyordu. Hukuk, din, yurttaşlık statüsü bakımından kadınlar tamamen aşağıdaydılar. Yunanlılar Helen-merkezli ve siyaset-merkezli olmakla birlikte, örneğin Çin’in Orta İmparatorluğu dönemindeki gibi sistemli olarak ya­ bancılara düşman değildiler. Yabancılarla ve onların farklı gelenekleriy­ le ilgileniyorlardı. Denizcilikle uğraşan bir halkın üyeleri olarak dünya­ nın keşfi karşısında gerilememiş olsalar bile diğer kültürlerle ilgili yargı­ ya varırken kendi kültürlerini esas alıyorlardı. “Kötü Barbarlar” ek­ santrik varlıklardı; fiziksel görünümlerindeki kargaşa, aşırılık ve akıldışılık bunun göstergesiydi; hakiki kültürden habersizdiler. Herodotos’un Persler için söylediği, Todorov’un da Herodotos kuralı olarak adlandır­ dığı sözler Yunanlılar için söylenebilir. “ Kendi halkları bir yana, öteki halkları değerlendirirken öncelikle en yakın komşularına, sonra o kom­ şularının komşularına değer verirler ve kendileriyle aralarındaki mesa­ feye göre bu böylece sürüp gider; en uzakta bulunan halklar, onların gö­ zünde en az değer taşıyanlardır: Her bakımdan en asil halkın kendileri olduğunu düşündükleri için diğerlerinin saygınlığı bu kurala uygun ola­ rak değişir; en uzaktakilerin en değersiz uluslar olduğuna inanırlar.” 14 Ne var ki, başkaları da egzotizmin çekiciliğine kapılarak, tam tersine en uzakta olanın en iyi olduğunu düşünürler. Todorov bu ko­ nuda Homeros’un kuralını hatırlatır; “ iyi vahşi” nin gelecek vaat eden efsanelerine uzaktan esin kaynağı olan kural: “Dünyanın sınır uçların­ da, [...] ölümlülerin yaşamı hoşluklardan ibarettir.” 15 Ksenophon, Bü­ yük Keyhüsrev için ideal siyaset adamı değerlendirmesi yaptıktan son­ ra ortaya atılan “ iyi Barbar” kavramına, Yunan toplumunda eksik olan bütün erdemler atfedilir. Uzaklar, ütopyanın, dünyanın altüst olu­ şunun mekânı olur; bu da, Öteki’nin özgüllüğünü kabullenmemenin başka bir biçimidir. “ İyi vahşi” onları hem çeker hem de iter. Farkçılığın temel biçimine bağlanan bu tarz Öteki ilişkisinde, çoğunlukla bü­ yülenmenin ve küçümseyici cehaletin karışımına rastlanır. Akdeniz çevresine serpiştirilmiş Yunan sömürgelerinin üyeleri, yerlilerle pek kaynaşmadılar; öte yandan sitelere yerleşmiş Barbarlar ayırt edici özelliklerini kaybettiler ve giderek Helenleştiler. Somut du­ rumlarda çeşitlilik ve belirsizlik yaşanıyordu. Sonradan yerleşmiş bir yabancı, eğer Yunan asıllı ise, siyasal yaşama katılmadığı sürece dış­ lanma gibi bir tepkiye hedef olmuyordu. Bununla birlikte sitenin yaşa­ mına katılması halinde yargılanabilme, vergi mükellefi ve hayırsever olma haklarını elde edebiliyordu .16 Öte yandan konukseverlik görevi, yabancılar ve bilinmeyen insanlar karşısında takınılan olumsuz tutu­ mu telafi ediyordu. Gerek statülerde gerekse konumlarda büyük bir çeşitlilik göze çarpıyordu. “ Site, yabancıları itmez, onları içine de al­ maz; onlara tahammül eder.” 17 Helenlerin tümünün birbirine duydu­ ğu kardeşlik ve özgür insanlar arasındaki dayanışma, aşağılamanın Barbarlara ve kölelere yönelmesine yol açtı. Klasik Atina’nın siyaset felsefesi farkçı tutumu kuramlaştırdı. Öteki, Öteki olarak kaldı. İtilmedi ama kendi özellikleriyle kabul edil­ medi de. Bu yaklaşım, en azından çok yakın kategorilerin birbirine ta­ hammülünü, en iyi ihtimalle göreli olarak kolaylaştırmaya yaradı. Ne cinsiyet ne de derinin rengi, birilerini insan türünün dışına atmaya ye­ tiyordu. Her ne kadar yalnızca yurttaşlar, insan olma kaderini siyasal 15 16 17 Todorov, 1989, s. 298. Basiez, s. 204. Vatin, 1984, s. 192. etkinlikleriyle tam anlamıyla yaşayabilseler de, Barbarlar ve köleler, esas olarak daha aşağıda olmakla birlikte insanlığın bir parçası kabul ediliyorlardı. Statü farkları doğa tarafından doğrulanıyordu. Hukuk­ sal bakımdan köle, nesne düzeyine indirgenmiş bir insandı; ancak azat edildikten sonra bir metoikos, yani özgür bir insan doğurabiliyordu. Bir kategoriden diğerine geçiş oldukça zor ve marjinaldi, ancak ola­ naksız değildi -kadınlar dışında. Irkçı düşüncenin tohumları, Delacampagne’ın da öne sürdüğü gibi buralarda yeşermiş olabilir mi ?18 Gerçekten de yurttaş, daha do­ ğumunda tanımlanıyordu; yurttaş olmayanlar ise cinsiyetleriyle, yaşla­ rıyla, uzak diyarlarda ya da hukuksal ve alt toplumsal statüde doğmuş olmalarıyla dışlanıyorlardı. Ancak, büyük çoğunluğu biyolojik aktarı­ ma dayanmayan bir toplum olabilir mi? Her toplum kendi kökenini anlatan bir efsaneyi, kendi soyağacını sürdürür: Soyağacı efsanesi top­ lumsal düşüncenin ilk biçimidir. Her ne kadar Platon, Atmalıların “ Barbar kanıyla hısımlığı olmayan otantik Yunanlılar” olduğunu söy­ lese de, bu açıklamadan yola çıkarak 19. yüzyıldaki haliyle ırkçı dü­ şüncenin kaynağını Yunan düşüncesinden aldığı sonucuna varabilir miyiz? Fizik ya da soyağacı boyutu olan her toplumsal yaklaşımı ırkçı olmakla nitelendirirsek, bu anlamda ırkçı olmayan tek bir topluma bi­ le rastlayanlayız -b u da çeşitli toplumlar arasındaki anlamlı farkları düşünmeyi olanaksız kılar. Çok yakın bir tarihe kadar, biyolojik an­ lamda ırk düşüncesi halk düşüncesinden ayrı tutulmuyordu; biyolojik özelliklerin toplumsal olaylara yol açtığını -ırkçı düşüncenin kaynağıinkâr edenler bile bu ayrımı yapmıyorlardı. Bu durumun Yunan Antikçağı’nda da geçerli olduğu düşünülemez mi? Ortaçağ Toplumunda Dışlama Sistemi 13. yüzyılda oluşumunu tamamlayan toplum, Levi-Strauss’un “ antropoemik” olarak nitelediği toplumlarm çarpıcı bir örneğiydi. Hıristiyan­ lık mesajının evrensel boyutu, marjinallere karşı sistemli bir dışlama ve zulüm siyasetinin izlendiği, farklı statülerdeki gruplara dayanan toplu­ mun örgütlenmesine engel olmadı .19 12. ve 13. yüzyıllarda, gerçek bir apartheid siyaseti ya da Jacques Le Goff’un deyişiyle “ dinsel ırkçılık” yürürlüğe girdi.20 1 2 . yüzyılın başında “açık” olma özelliğiyle” ayırt edilen Avrupa, 14. yüzyılın ortasında “ kapalı” bir kıta” halini aldı .21 Feodal toplumun düşünce tarzı, uzunca süre iyi olanı birlikle, kötü olanı da çeşitlilikle özdeşleştirdi. Teslis’teki imge doğrultusunda, toplumun kendisi de hem bir hem üçtü. Ancak, kendi gösterimini oluş­ tururken rahipler, savaşçılar ve köylüler arasındaki statü farklarına rağmen bütün derinliğiyle birleşik kalıyordu. Birbirini tamamlayan bu farklar hep birlikte, toplumun tek ve uyumlu bedenini oluşturuyorlar­ dı. “Tek olduğuna inanılan Tanrı Evi aslında üçe bölünmüştür: Bazıla­ rı dua eder, bazıları savaşır, nihayet sonuncular da çalışır. Bir arada ya­ şayan bu üç bölüm birbirinden ayrı olduğu için zarar görmez; içlerin­ den birinin sunduğu hizmet diğer ikisinin eserlerinin koşuludur; her bi­ ri sırayla bütünün yükünü hafifletmeyi üstlenir. Böylelikle, bu üçlü bir­ liktelik yeterince birleşmemiş sayılamaz ve yasa böylelikle muzaffer ol­ muş ve dünya barışa kavuşmuştur.” 22 “ Ortaçağ Hıristiyanları, insan­ lığın geri kalanını” Hıristiyanlığa göre “ tanımladıkları, kendilerini ötekilere göre konumladıkları” 23 için Hıristiyan olmayanlarla kurulan ilişkiler de bu birlik iradesini yansıtıyordu. Kişinin sapkın, kâfir ya da pagan olmasına göre takındıkları tu­ tum değişiyordu. Sapkınlar, yani Bizanslılar karşısında hayranlık ve gıpta duyguları egemendi. Doğulu Hristiyanlar daha zengin ve daha uygardılar; Batılılar ise onları kalleş, hilekâr ve yapmacık olarak be­ timliyorlardı. Bizans’ın zenginliğini büyülenerek, şaşkınlıkla keşfettiler ve ilk kez ipeği, altını, baharatı ve sayısız emaneti hayranlıkla izlediler. 19 O rtaçağ’da, Hıristiyanlık m esajı ile dışlam a toplumu arasındaki çelişkileri, toplumun Yahudi olarak kalm ası ve Hıristiyanlık m esajının evrenselciliğini henüz tam anlamıyla özümlememiş ol­ m asıyla açıklam ak oldukça basit bir yaklaşımın ürünüdür. 20 21 22 23 L eG o ff, 1967, s. 195. Heer, 1961, çeviri 1970, s. 7. Le Goff, 1967, s. 320. L eG o ff, 1967, s. 178. Bu keşif, doğal olarak açgözlülüğe ve hınca yol açtı; nihayet 1204’te Batılılar Bizans’ı yağmaladı. “ Bu olay, Barbar savaşçının uygar zengin karşısındaki refleksidir.”24 M üslümanlara, yani Kâfirlere gelince; hüküm kesindi: Onlar alt-insanlardı. Burada dikkate alman Hıristiyanlığın evrensel mesajı değildi. 1095’te Birinci Haçlı Seferi’ni ilan eden Papa II. Urbanus sö­ zünü sakınmadı: Müslümanlar, şeytanın uşaklarıydı. “Aşağılanmayı hak etmiş, şeytanın aşağılık kölesi olmuş, insanlık onuru bakımından soysuzlaşmış bu kâfir ırk, her şeye kadir Tanrı’nın seçilmiş halkı kar­ şısında galip gelirse; bu bizim için ne büyük utanç olur [...]. Bir yanda gerçek varlıktan yoksun sefiller diğer yanda boğazına kadar gerçek zenginliğe batmış insanlar, bir yanda Tanrı’nın düşmanları diğer yan­ da dostları savaşacak .” 25 Muhammed kâbus olup onların tahayyülü­ ne yerleşti; o, Ortaçağ Hıristiyanlığı’nın en berbat korkuluklarından biriydi, o, Deccal’in ta kendisiydi. Buna karşılık bazı nüanslar varlığı­ nı sürdürdü. Bazıları, Tanrı’yı tanıyan Müslümanları ondan haberi ol­ mayan Kâfirlerden ayırdılar. Yine de Haçlı Seferleri ile birlikte Hıristi­ yanların M üslümanlara karşı duyduğu nefret git gide belirginleşti. Hı­ ristiyan ve Müslüman toprakların sınırlarında belli bir ölçüde yaşanan sembiyozun yerini, kaçınılmaz ve amansız bir sürtüşme aldı. Kutsal sa­ vaş, Sarazenler ile mücadele eden bütün Hıristiyan şövalyelerin ideali oldu. Hakiki Tanrı’yı tanımayan Kâfir taş kalpli pagana dönüştü. Her ne kadar Hıristiyanlar ile Kâfirler arasında ticari ve entelektüel alışve­ riş sürse de Sarazenlerin tümü pagan kabul ediliyordu. Diğer paganlar ise gerçek imana getirilebilirdi. Doğuda ve ku­ zeyde yaşayıp putlara tapanlar Hıristiyanlaştırılmalıydı. Gerçekten de Hıristiyanlık vaazı başarılı oldu; egemen şefleri ve toplumsal grupları ikna edince, onlar da kendi halklarını “ baskıyla” 26 Hıristiyanlığa dön­ dürdüler. Avrupa’nın doğusunda yaşayan Müslümanlar ve paganlar arasında Mongollar apayrı bir kategori oluşturuyorlardı. Le Goff’un 24 Le Goff, 1967, s. 179. 25 Le Goff tarafından aktarılm ış, 1967, s. 183. 26 L eG o ff, 1967, s. 193. bize anlattığına göre Moğol efsanesi, Ortaçağ Hıristiyanlığının en ilgi çekici efsanelerinden biriydi. Onları canavarlar olarak betimliyor, an­ cak yalnızca gerçek imanı kabullenmeye hazır olmakla kalmadıkları­ nı, zaten Rahip Jean tarafından gizlice Hıristiyanlığa döndürüldükleri­ ni sanıyor ve M üslümanları ezmek için Rahip Jean’ın kırallığıyla do­ laylı bir ittifak kurmayı hayal ediyorlardı. 13. yüzyıldan başlayarak içerde sürdürülen zulüm, toplumun birliğini sağlamanın aracı oldu; tıpkı son iki yüzyılda Kâfirlere karşı düzenlenen Haçlı Seferleri gibi. Hıristiyanlık dinine mensup olmak, değerlerin ve davranışların tek mutlak ölçütüydü. Çifte ahlakın ve çif­ te yargının temellerini atan da oydu. Hıristiyanlar arasında bir kötü­ lük olarak kabul edilen savaş, Kâfirlere karşı bir görevdi. Hıristiyanlar arasında yasaklanan tefecilik, Yahudiler için serbestti. Misyon dü­ şüncesinin yerine Haçlı Seferi düşüncesini koymakla ilk başlarda dün­ yaya açılıyormuş gibi görünen Hıristiyanlık, toplum içindeki kimi gruplara karşı din adına gerçek anlamda dışlamayı ve zulmü örgütle­ di: Sapkınlar, Yahudiler ve cüzzamlılar alt-insan düzeyine indirildiler. Gregorius devrimiyle, Kilise’nin iktidarı yeniden düzenlendi ve ona yaşamın ve düşüncenin bütün alanlarına müdahale etme yetkisi ve­ rildi. Reformun ateşi azalınca ve yolsuzluklar yeniden baş gösterince, başka sapkınlar ortaya çıktı ve bunlar, Havarilerin ilk alçakgönüllülü­ ğüne ve Incil’in hakikatine dönülmesini talep ettiler. Çoğunlukla müte­ vazı kökenden gelen bu insanlar, Hıristiyanlığın değerleri adına rahip­ lerin sefih bir yaşantı sürdürdüğünü ve Kilise yönetiminin yolsuzluk yaptığını açıkladılar. Onlara göre Kilise, yüzyılın gerekleriyle uzlaşan zengin bir kurum olmak yerine, selameti arayanların ruhsal gereksinim­ lerine cevap vermeliydi. Gösterilen bu tepki 12. yüzyıl boyunca giderek şiddetlendi. Kilise onları kovmak yerine etkin biçimde takip altında tut­ mayı tercih etti; tıpkı kadın ve erkek büyücülere yaptığı gibi onları “kâ­ fir” olmakla, “Kilise’nin ortak m alı”na ya da “Hıristiyan toplumunun iyi düzeni”ne kastetmekle suçladı. Yüzyılın son yıllarında toplanan Üçüncü Laterano Konsili sapkınlarla ve onların yandaşlarıyla her tür ti­ careti ve alışverişi yasakladı, bunu yapanlara aforozun yanı sıra bağlı­ lık sözleşmelerinin feshi ve mal varlığı ile arazilerinin müsaderesi ceza­ larını getirdi. İlk Engizisyon bu uygulamaları sistemleştirdi. Yahudilere karşı buna paralel bir siyaset güdüldü. Yaklaşık bin yılına kadar Kilise ile sinagog arasında süren rekabet, Hıristiyanlar ile Yahudiler arasında süren ilahiyat tartışmalarına da düzenli alışverişe de engel olmadı. Bin yılında, Birinci Haçlı Seferi’nden de önce ortam değişti. Tarih ilk pogromlara tanıklık etti. Haçlı Seferleri sayesinde katliamlar yepyeni bir tutku ve haklılık kazandı. Yüzyılın sonunda Ya­ hudi karşıtlığı çığrından çıktı. Dönemin insanları için dünya, Tanrı ile Şeytan’ın savaş alanıydı: Yahudiler ise Şeytan’ın ayrıcalıklı uşakları ol­ muşlardı. Hıristiyanları baştan çıkarmakla ve iblisin hizmetine sokma­ ya çalışmakla suçladılar onları. Ne feodal toplum ne de doğmakta olan şehir toplumu onlara alan bırakıyordu. Silah taşıma (1096’dan beri) ve arazi sahibi olma hakkını kaybetmişlerdi. Öte yandan şehirler­ de örgütlenen zanaatkar ve tüccar loncalarından dışlandılar. Onlara bırakılan tek alan, gereksinim duyulan ve küçümsenen ticaret ve tefe­ cilik gibi marjinal konumlardı. İlk ritüel cinayet suçlaması 1146’da İkinci Haçlı Seferi sırasında ortaya çıktı; 1348’deki Büyük Veba sıra­ sında kuyuları zehirlemekle suçlandılar. Getto ise daha geç bir tarihte, Trento konsilinden ve Karşı-Reform’dan sonra oluşturuldu. Cüzzamlılara dayatılan koşullar, farklı olmakla birlikte daha yumuşak sayılmazdı. Üçüncü Laterano Konsilinin kararları doğrultu sunda onları diğer insanlardan mutlak olarak ayırdılar. Kilise’ye, de­ ğirmenlere, fırınlara, pazarlara, çeşmelere, meyhanelere ve hastanelere gitmeleri, Hıristiyan mezarlarına gömülmeleri yasaklandı. Kentlerden kovuldular ve başlarına gelebilecek en iyi şey, şehir mekânının dışında kurulmuş cüzzam hastanelerine kapatılarak ağır bir disiplin altında tu­ tulmaktı: Cinsiyetlere göre ayrıldılar, gündelik yaşamlarına katı kural­ lar getirildi, içmeleri ve oyun oynamaları yasaklandı. Herkes tarafın­ dan tanınabilsinler diye giymeleri istenen “cüzzamlı giysileri” olmadan bu kapalı dünyayı terketmeleri, Hıristiyanlar onlardan uzaklaşabilsin diye yürürken kaynana zırıltılarını sallayarak (Yahudiler gibi) çevrele­ rini uyarmadan dolaşmaları yasaktı. “Hastalıklarını bulaştıracak kar­ şılaşmaları önlemek için” dar yollardan, çocuklara dokunmaktan ve cüzzamlı olmayanlarla yiyip içmekten kaçınmaları gerekiyordu. Laterano Konsilinin oluşturduğu ayrım ritüeli, hakiki bir ölüm ritüeliydi. Bunu açıklayan rahip tüm sonuçları ayrıntılarıyla veriyordu: Cüzzamlı ne yargıya başvurabilirdi ne de miras alabilirdi, ne korunma ne de mülkiyet edinme hakkı vardı; yaşayan bir ölüydü artık o. Bu sayede, 1315-1318 arasında yaşanan kıtlıktan sonra cüzzamlıları tıpkı Yahu­ diler gibi çeşmeleri zehirlemekle suçlamak ve katletmek kolaylaştı. Z a­ ten hastalar, sakatlar ve özürlüler de benzer muameleye tabi tutuluyor­ lardı: Fiziksel yoksunluklar günahın dış işaretleri, Tanrı’nın günah iş­ leyene verdiği ceza olarak görülüyordu. Kilise özürlülere papazlık yet­ kisi vermeyi reddediyordu. Yoksullar, aylaklar, hastalar, özürlüler ve serseriler bir tutuluyordu; onların tek kaderi avarelik edip dilenmekti. Ortaçağ Hıristiyan uygarlığı onları kentlerden uzaklara kovdu, yollar­ da ebediyen aylaklık etmeye mahkûm etti. Kurbanların hepsinde aynı fiziksel ve ahlaki özellikler bulundu­ ğu sanılıyordu. Cüzzamlıların yırtık pırtık pis giysileri, yuvalarından uğramış gözleri ve boğuk sesleri sapkınlara da atfediliyordu. Hepsi çöplerle, kokuşmuş ve çürümüş kokularla ilişkilendiriliyor, tümünde Hıristiyanların karılarının ve çocuklarının bütünlüğünü tehdit edecek istisnai ve netameli bir cinsel güç olduğu düşünülüyor, canavarlara öz­ gü fiziksel özelliklerle tarif ediliyorlardı. Yine yakıştırma bazı biyolo­ jik özellikler adına (koku, kalıtsal hastalıklar) 14. yüzyılda Fransa’nın güneybatısında aşağılanan ve zulüm gören gerçek bir kast, cagotlar*' yaratıldı; oysa ne fiziksel görünümleri, ne dilleri ne de kültürleriyle komşularından ayırt edilebiliyorlardı.27 Zulmedilenler iblisin uşakla­ rıydı ve Hıristiyan dünyasını, yani dünyayı kaosa sürükleyebilirlerdi. Sapkınları hapsetmeleri, cüzzamlıları karantinaya almaları ya da özel köylere kapatmaları, Yahudilere kent içinde özel mahalleler (*) Eski Beam dilinde Beyaz cüzamlı, günümüz Fransızcasında yalancı, sofu anlam ına gelen sözcük 27 -ç .n . Onların durumu, nüfusun geri kalan bölümünden ayırmanın imkansızlığı bakımından Japon­ ya’da Burakuminlerin durum una benzetilebilir. tahsis etmeleri aynı döneme rastladı. Hepsinin medeni hakları aynı dö­ nemde ellerinden alındı. “ Bu içe kapanma ve yola getirip birleşmeye zorlama süreci; “ kapalı ” 28 bir Avrupa oluşturma süreci nasıl açıklana­ bilir? Tarihçiler, ortak endişe duygusunu ve bin yılında duyulan büyük korkuyu, pandemileri, karışık zamanların “ toplumsal bunalım”ını ha­ tırlatıyorlar. Ne var ki, Robert M oore’a göre işin aslı başka. Bütün 12. yüzyıl, büyük şehircilik hareketinin yaşandığı ve kentlerin geliştiği bir dönemdi. Şehirlerdeki para ve ticaret iktisadının mantığı, giderek fe­ odal toplumun askeri ve toprağa dayalı örgütlenmesinin aleyhine işle­ meye başladı; bu da yoksullaşan kesimlerde endişe ve şaşkınlık duygu­ sunu besledi. Bu sırada idari ve merkezileşmiş iktidar da kendini yapı­ landırmaya başladı: Şehre ve devlete bağlı ilk kurumlar sayesinde par­ çalı toplumdan, birleşmiş topluma geçildi. Bireylerle ilgili tüm çeşitli­ liklerin ötesinde, o günlerde bütün nüfusun içine yayılan “ Yahudi” ya da “sapkın” stereotiplerinin inşası zulmü doğrulayacak argümanlar yarattı. Ancak zulmün asıl nedeni böyle bir inşa değildi. Toplumun, marjinallere böyle bir zulüm uygulamasının nedeni prensler ile kıdem­ li papazların temsilcilerinin bunu istemiş olmalarıydı. Devletin, yöne­ timin, hukukun ve toplumun doğmakta olan kurumlan kendi iktidar­ larını kurup güçlendirirken dinleri, ırkları ve yaşam tarzlarıyla tanım­ lanan gruplara zulüm uyguladılar .29 Kralın hukukçuları, yönetimin kullandığı teknikleri (hesap, mühürlü kararlar, yasa metinlerinin celbi) bilenlere zulüm uygulayarak kendi iktidarlarını kurup yerleştirdiler. Böylelikle toplumun birliği ve bu birliği kuranlar ile simgeleyenlerin iktidarı pekiştirildi. Zulüm “Kilise ile Devlet yönetiminin taleplerini ve tekniklerini geliştirmekle kalmadı, bunu uygulayanların onlarla bü­ tünleşmesini ve onlara karşı güvenini de sağladı [...]. Zulüm, önceleri siyasal iktidar için verilen rekabetin silahı oldu; galip gelenler onu, da­ ha sonra bütün toplum üstünde kurdukları iktidarı sağlamlaştırmanın aracına dönüştürdüler.”30 28 Heer, 1961, çeviri 1970, s. 15 ve 16. 29 Moore, 1987, çeviri 1991, s. 70 ve 71. 30 Moore, 1987, çeviri 1991, s. 169 ve 177. Yahudiler ve Siyahlar hakkında bize miras kalan toplumsal gös­ terimler bu dönemde billurlaştı. Bundan böyle Beyazın yananlamı olumlu, siyahmki ise olumsuzdu. Ham’ın soyundan gelen Siyahlar ka­ ranlığın, yani kötülüğün simgesine dönüştüler. Pagan inanışındaki Ya­ hudi karşıtlığı, Siyahlar ile kölelik arasında kurulan ilişki Hıristiyan toplumunun oluşumundan önce de vardı. Ancak, hem şeytanın hem de ölümün siyahla tanımlanması ve hayvanlarla ilgili öykü kitapların­ da derisi siyah olan insanın, insan ile hayvan arasında görülmesi Ortaçağ’a rastlar. Fiziksel bakımdan hemen ayırt edilebilecek Yahudi im­ gesi de Ortaçağ’da belirdi.31 Canavarların insan imgelemini kâbusa çe­ virdiği bir zamanda, 13. ve 14. yüzyıllarda fiziksel Yahudi karşıtlığı or­ taya çıktı: Tıpkı şeytan gibi Yahudilerin de boynuzları vardı. En yalın ve en popüler düşünce tarzı üç ırkı birbirine karşıt olarak tanımlar; an ­ cak gerçekte var olan iki kutup, Beyazlar ile Siyahlardır (sarılar, ara ırk olarak kabul edilir). Beyazlar ile Siyahların ikili karşıtlıklarında evren­ sel sayılabilecek bir simgeciliğin; aydınlık ile karanlığın, gündüz ile ge­ cenin, erdem ile fenanın, vb. izleri vardı. 6 . yüzyıla ait düzmece bir Arap İncil’i İsa’ya şunları söyletir: “ İsrailoğulları, zencilerle aynı dü­ zeyde yer alan halklardan biridir.” 32 Farkçı tutumun hukuksal ve hoyrat uygulaması iktidar ilişkile­ rinin içine öylesine işledi ki, bu nesnel ilişkilerin dışında anlaşılması da imkânsızlaştı. 13. yüzyılda evrensel boyutlu bir sevgi dini adına farkçı düşünce tarzını temel alan bir iç dışlama sistemi kuruldu. Yunanis­ tan’daki çoktanrıcılık, tektanrıcılığın taşıdığı Hakikat mesajı kadar hoyrat değildi. Farkçılık ve Hoşgörü Farkçı tutumun dışlama iradesiyle sonuçlanması şart değildir. Fransız geleneğinde, farkçı tutumun hoşgörülü biçimini en ustalıklı ve en nük­ teli ifadesi, M ontaigne’in bazı metinlerinde yer alır. 31 ö ze l bir kostüm giymek zorunda bırakılmaları bile, kendiliğinden algılanmalarının imkansızlı­ ğının kanıtıdır. 32 Poliakov tarafından aktarılmış, 1971, s. 20. Yeni dünyanın keşfi, Öteki’ni ve kendini düşünme tarzında kopmaya yol açtı. Avrupalıları, kendi toplumlarını dile getirmek zo­ runda bıraktı: Bu, sosyolojinin ilk evresiydi. Bilinen dünya genişleme­ ye başladığı andan itibaren Avrupa toplumu da yüzlerce toplumdan biri oluverdi. Bu sayede Montaigne de geleneklerin ve değerlerin çeşit­ liliğini gördü. Ötekilerin geleneklerini ve değerlerini yargılarken kendi geleneklerimizi ve değerlerimizi ölçüt alıyoruz; oysa bunlar, başka pek çoklarının yanında yalnızca olası tercihlerden biri değil mi? Her kül­ tür kendi değerler sistemini kurarken onunla ilgili hiçbir yargının oluşturulamamasına özen gösterir: Yalnızca özel bir kültürün yargısını ka­ bul eder. D es canrıibales (I, 31) adlı denemede özetlediği şu güzel for­ mülü hatırlayalım: “ Bana iletildiği kadarıyla bu ulusta barbarlıkla ve vahşilikle ilgili hiçbir şey yok; herkesin, kendi âdetleri dışında olanla­ rı barbarlıkla adlandırması dışında; gerçekten de öyle görünüyor ki, hakikatin ve aklın nişanı olabilecek tek şey var elimizde: Yaşadığımız ülkenin kanaatinin ve görgüsünün örnekleri ve düşünceleri.” Herkes, “ barbar” ya da “ vahşi” yargısını kendi kültüründen ol­ mayanlar için kullanır. Barbar ötekidir. Evrensel bir değer adına, yam­ yamlık yapan Kızılderilileri yargılayanlayız. Niçin, diyor bize M onta­ igne, yamyamlar gibi ölmüş bir insanı yemek, bizim gibi yaşayan bir insanı işkenceye mahkûm etmekten daha büyük bir barbarlık olsun? Pascal aynı tutumu başka bir bakış açısıyla şu ünlü formülünde özet­ ledi: “ Pireneler’in berisinde hakikat olan şey, ötesine geçince yalana dönüşür” . “Her âdetin bir nedeni vardır” : Bizleri çekip çeviren, yalnız ve yalnız âdetlerdir ve doğal, yani evrensel hukuk diyebileceğimiz bir şey olamaz. Mutlak kültür göreliliğinin temaları bundan iyi formüle edilemezdi. M ontaigne’in kimi metinlerinde bu tutum hoşgörüye ulaş­ tı; onun hoşgörüsü her şeyin eşdeğer olduğu düşüncesine ve âdetler ile yaşam tarzlarındaki çeşitliliğin seçkin insanlara, yani bunun tadına va­ rabilecek insanlara haz vereceği görüşüne dayanıyordu. Dolayısıyla yolculuk, doğru zihinler oluşturmak için en iyi okuldu. “ Ruh, yeni ve bilinmeyen şeyleri dikkate almak üzere sürekli alıştırma yapar; ve pek çok kez söylediğim gibi yaşamı oluşturmak için, bu denli çok sayıdaki yaşamın, fantazyaların ve âdetlerin çeşitliliğini durmaksızın ruha öner­ mekten; ve kendi doğamızın sonsuz biçimsel farklılıklarını ona tattır­ maktan daha iyi bir okul bilmiyorum .” 33 Mahkûm edilmesi gereken birileri varsa onlar, barbarlar -k e n ­ di değerlerimiz adına barbar sıfatını alırlar- değil, etnosantrist diyebi­ leceğimiz insanlardı; bunlar ötekileri barbar olarak nitelendiriyorlardı. Montaigne, yurtdışında yalnızca birbirleriyle görüşen ve karalamak dışında yerlilerle ilgilenmeyi reddeden kendi yurttaşlarını ağır bir dille eleştirdi. Barbar paradoksunun ilk biçimlenişi de bu noktada ortaya çıktı; La Bruyere bu deyişi kendi sözvarlığına aldı. “Ülkenin önyargısı ulusun gururuyla birleştiğinde, aklın bütün iklimlerde var olduğunu ve insanların olduğu her yerde düşüncenin de bulunduğunu unutuyoruz; barbar olduğunu söylediğimiz insanların bize, bizim onlara davrandı­ ğımız gibi davranmasını istemezdik; ve eğer bizde biraz barbarlık var­ sa o da; diğer halkların bizler gibi akıl yürüttüğünü görüp dehşete katpılmamızdır.” Bizlere çok daha yakın olan Levi-Strauss, M ontaigne’in çizgisinde ilerleyerek ötekilerin insanlığını tanımayı reddetmekle onla­ rın tutumunu benimsemiş olduğumuzu hatırlatır; yani, yaygın formü­ le göre “ barbar, her şeyden önce barbarlığa inanan insandır” . Bilgiç ve entelektüel haliyle farkçı konum, iyi vahşiyle ilgili ef­ sanenin temelidir. İyi vahşi ne kendi tekilliğiyle ne de tamamen insan­ cıl çokanlamlılığıyla algılanır: Bizlerin bireysel ve belirsiz olma hakkı­ mız varken neden “ vahşiler” in tamamı iyi ya da kötü olsun? İyi vahşi </ bizim toplumumuzun altüst edilmiş imgesidir. Aldatıcı bir mükemmel­ lik efsanesi kurgulayarak toplumumuzu serbestçe eleştirme imkânı ve­ rir bize; bu efsane sayesinde Öteki’ni kendi özgüllüğü içinde, yani ken­ dimizle aynı düzeydeki bir özne olarak kabul etmeme fırsatı buluruz. M utlak Yahudi severin Öteki’ne saygısının Yahudi düşmanınınkinden daha çok olduğu söylenemez. Bariz bir hayranlıkla Yahudilerin beyni­ nin diğerlerininkinden daha iyi olduğunu söyleyenler bunun tersini söyleyenlerden daha az ırkçı sayılamaz; her ne kadar ilk yargı, örtme­ ce yoluyla söylemek gerekirse, ahlaki bakımdan daha üstün (her za­ man için, nefret etmektense sevmek yeğdir) ve tarihsel sonuçları bakı­ mından tercih edilebilir olsa da. EVRENSELCİLİĞİN AÇMAZLARI Geçmişin deneyimleri, evrensel ilkelere başvuran bütün toplumların iç­ sel açmazlarını, başvurulan ilkeler ile tarihsel gerçeklikler arasındaki sapmayı açığa çıkarır. Roma, yurttaşlık düşüncesini yaratmıştı. Ne var ki, kamu yaşamındaki uygulamalar belli bir azınlıkla sınırlı kaldı. Ye­ ni Dünya’nın yabancı olması karışısında Hıristiyanlar da İsa’dan gelen mesajın evrenselliği hakkında kendilerini sorguladılar; herkes Tanrı’nın imgesine göre yaratılmış olmakla birlikte Hıristiyanları farklılaş­ tırmak için “kanın saflığına dayanan statüler” icat ettiler. Çünkü top­ lumlar, evrenselliğe dair tutkuları ölçüsünde, öne sürdükleri değerlere ihanet etmeye yatkmlaşırlar. Yurttaşlığın İcadı Roma, bunun iyi örneklerinden biridir. Hukuksal ve siyasal bakımdan tanımlanmış olan Roma yurttaşının evrensel olduğu ilkesi, yurttaşlığın somut uygulanışında bu yurttaşlardan önemli bir bölümünün dışlan­ masını da beraberinde getirdi. Fransız Devrimi’nin, yurttaşlığın evren­ selliğini ilan ettikten hemen sonra, siyasal hakların tamamını kullan­ ma yetkisini taşıyacak olanların yalnızca “ etkin” yurttaşlardan oluş­ masına karar verdiği bilinir. Roma’da geçerli olan farkçı tutum, Yunan sitelerinden geri kal­ mıyordu ve egemenlik altındaki halklar arasında çeşitli farklar olduğu bilinci epeyce güçlüydü. Ancak Roma iktidarının denetim altında tut­ tuğu toprakların ve halkların giderek artması bireyler arasındaki ilişki­ lerde, Yunan sitelerinde görülmeyen yeni bir biçim yarattı: Bundan böyle; yüz yüze yaşayan toplumlar söz konusu değildi. Roma, toplu­ mun hacmini değiştirerek insanlar arasındaki ilişkinin tarzını da değiş­ tirdi. Sitelere dayanan bir dünyadan; yani bütün üyelerinin doğrudan ilişki halinde olduğu siyasal yapılardan oluşan bir dünyadan, bilinen dünyanın temel bölümünü kaplayan bir imparatorluğa geçildi. Siyaset kavramı da dönüşüme uğradı. Hukukun yerleştirilmesiyle, insanlar arasındaki somut değiş tokuş ilişkilerinin yerini, hak sahibi kişiler ara­ sında kurulan soyut ilişkilerin alması sağlandı. Hukukun soyutlaştırıl­ ması evrensel bir boyut taşıyordu. Hukukun bir gerçekliği değil, bir normu oluşturması, gerçek etkilerinin azımsanmasına yol açmamalıdır. Sivil kadrolar, sınıflar, centurialaz, tribunuslar gerçek gruplar de­ ğil yönetim kategorileriydi. “ Bütünleştirici yapı” işlevi görüyorlardı (Geauthier). Aristoteles’in sitenin temel taşları olarak gördüğü somut ara gruplar ortadan kalkmıştı. “İnsanlar” , yani yurttaşlar belirmeye başlamıştı. Civis romanus medeni ya da kişisel hakları düzenliyordu: Ju s connubii, ju s commercii. “Yasa bakımından ortak olanlar haklar bakımından da ortaktır. Bu tür işlerde (yasa ve hak) ortak olanların ay­ nı siteye ait olduğu kabul edilmelidir.” 34 Görevler temel ölçüt olmaktan çıkıyor, yerini yasa alıyordu. Aristoteles’in polisi, toplumsal gerçekliğin doğrudan ifadesiydi ve Roma’nın siyasetçileri ile düşünürleri siyasal toplumu hukukla tanımlıyorlardı. Bundan böyle söz konusu olan, ger­ çek birey ile gruplar arasındaki yaşamı ve çatışmaları düzene koymak değil, hak sahibi kişiler arasındaki ilişkileri düzenlemekti. Yabancılarla kurulacak ilişkilere getirilen açıklık ilkesi, siyasal toplumun tanımında yer alıyordu. Yurttaşın statüsüyle ilgili hukuksal yapı, tanım gereği azat edilmiş kölelerin çocuklarını ve yabancıları yavaş yavaş kendi içine al­ ma fırsatı veriyordu -R om a tarihi boyunca bu durum yürürlükte kaldı; Caracalla fermanından, yani 2 1 2 ’den sonra bu seküler siyaset onayla­ narak imparatorluk sınırları içinde yaşayan insanların büyük çoğunlu­ ğuna yurttaşlık verildi; ne var ki, imparatorluk iktidarı bu sıralarda yurttaşlığın somut siyasal anlamını da daraltmıştı. Her ne kadar yurttaşlık evrensel bir ilke olsa da, uygulamada hep aristokratik, hatta oligarşik özellikler gösterdi. Önceleri taşra seçkinlerinin, daha sonra tüm insanların sivil yurttaşlıkla toplumsal bütünleşmesi, siyasete etkili biçimde katılma hakkını getirmedi bera­ berinde. Roma yurttaşları kendilerini asker-yurttaş olarak görüyor­ lardı, ancak bunların büyük bölümü kamu yaşam ına hiçbir biçimde katılmıyordu. İlkesel bakımdan açık sayılan Roma aristokrasisi ger­ çek anlam da pek açık değildi. Bütün Roma tarihi boyunca kamu işle­ rinin yönetimi zengin yurttaşların tekelinde kaldı. Kamu görevlerini elinde toplayan azınlık ile geniş halk kitlesi arasındaki kopukluk hem hukukta hem de gerçek yaşam da kendini gösteriyordu. Bununla bir­ likte, doğuştan aristokrasinin söz konusu olmadığını belirtmeliyiz: Yurttaş zenginleştikçe sınıfını ve centuriasını değiştirerek kamu yaşa­ mına katılma ve cu rsu s honoruma. girme hakkını kazanıyordu. İktisa­ di ve toplumsal başarı, nihai olarak siyasal katılımla sonlanabiliyordu; aristokrasi tümüyle kapalı değildi. Roma toplumunun boyutu bü­ tün yurttaşların kamu işlerini yönetmesini imkânsız hale getirince, gösterim düşüncesi de henüz bilinmediği için, hukuken ve fiilen siya­ sal etkinliklere doğrudan katılanların sayısını sınırlamak için önlem almak imkânsızlaştı. Hukuksal evrenselcilik, kendini, somut toplu­ mun özelliklerinden ve eşitsizliklerinden kaynaklanan gerçekliklerle karşı karşıya buluverdi. Bütün bu oligarşik uygulamalara karşın yurttaşı hukuksal iliş­ kileri içinde tanımlayan Romalılar, yurttaşlığı ve onun evrensel yöne­ limini potansiyel olarak bütün insanlara açm a düşüncesinin temelle­ rini attılar. Çağdaş yurttaşlardan oluşan toplum bu düşüncenin mi­ rasçısıdır. Bu anlam da, “ hepimizin Roma yurttaşları olduğu ” 35 dü­ şüncesini kabullenmek olasıdır. Ancak şu da doğrudur: Roma örneği, hukuksal-siyasal içerme ilkesinin evrenselliği ile bu ilkenin fiilen uy­ gulanma tarzları arasındaki kaçınılmaz gerilimi ortaya koyar. İktidar daima birkaç kişinin elinde olmuş ve Romalılaştırmaya karşın impa­ ratorluğa bağlı olan halklar, eşit olmayan koşullarda heterojen kal­ mıştır. Evrensellik yalnızca bir ilke olabilir ve asla somut gerçeklik ha­ lini alamaz. Keşifler Hıristiyan Evrenselciliğini Sınıyor İsa’nın mesajındaki evrenselcilik ile seçilmiş halkın tikelliğindeki karşıtlı­ ğı fazlaca yalınlaştırmak doğru olmaz. Evrenselcilik -asimilasyona yol açabilir- ile tikellik -kökünü kazımaya yönelik farkçılıkla sonuçlanabi­ lir- arasındaki gerilim, farklı biçimlerde de olsa her iki durumda görülün Yahudilerdeki tektanrıcılık, evrensel yönelimin bir biçimini barındırmak­ la birlikte seçilmiş halkta cisimleşir. Seçilmiş halk yalnızca Tanrı’nın işa­ reti olmakla kalmaz bu işareti bütün insanlar adına taşıç ancak bunu ya­ parken inancını ötekilere dayatma ihtiyacı duymaz: Yahudiler proselitizmden* kaçınırlar. Bununla birlikte Yahudilik, Tanrı ile seçilmiş halkın ittifakına dayanmıştır her zaman. Zaten havarilere göre İsa İsrail için gel­ miştir. Ancak Paulus kopmaya yol açmış ve Eski Ahit’e “evrensel tarih­ teki gücü” nü kazandırmıştır; M ax Weber’in hatırlattığı gibi, İsa’nın me­ sajını yayarken bu mesaja, “egemenlikle ilgili evrensel iddialar”ıyla bir­ likte “evrensel kutsal görev”ini36 veren de Paul’dur. Bundan böyle Hıris­ tiyan toplumların tarihi, evrenselcilik ilkesinin içsel gerilimine yönelik ör­ nekler sunar. Bütün insanları Adem’e dayandırarak bir soyağacı kuran İncil, insanlığın temel birliğini öngörür; dolayısıyla evrenselliğe dair bir boyut barındırır. Ancak, Yeni Dünya’nın keşfinden önce, insanlar arasın­ da farklar bulunduğu saptandığından bu kuram itiraza uğramıştır 37 Bu durum, Hıristiyanlığın evrensel boyutunu sınar: Bu denli uzak, bu denli yabancı, dolayısıyla aşağı bir dünyaya ait ve üstelik mağlup olan Kızılderili, tıpkı Hıristiyan Avrupalı, yani galip olan taraf gibi Tanrı’nın bir görüntüsü müdür? Yeni Dünya’nın keşfinin Avrupalılarda Öteki’ni ve kendini düşünme tarzında kopmaya yol açmasının nedeni, onların bu keşiflerden sonra kendi toplumlarmın varlığım gö­ relileştirmek zorunda kalmalarıdır. Bilinen dünyanın genişlemeye baş­ lamasıyla birlikte Avrupa toplumu diğer yüzlerce toplumdan biri hali­ ni almış ve yeni yeni sorular biçimlenmeye başlamıştır. Böylelikle, dü­ şünce dünyasındaki kültür farklarının, kültürler ile değerlerin görelili­ (*) Farklı dinden olanları kendi dinini benimsemeye zorlam a siyaseti - ç.n. 36 37 Webeü 1996 baskısı, s. 4 8 5 ve 3 2 3-324 . Poliakov, 1971, s. 125. ğinin yorumlanması gereği ortaya çıkmıştır; sosyoloji düşüncesinin te­ mel taşlarından biri de budur. Bilindiği gibi Kızılderililere karşı takınılan ilk tutum, asimilasyonculuğun en uç haliydi. Fethin Hıristiyanlık misyonunu üstlenmesi isteni­ yordu; ya da her durumda fetih, Hıristiyanlık imanını yayma niyetiyle doğruluyordu kendini. Kolomb, adamlarını peşinden sürüklemek için zenginleşecekleri argümanını kullanıyor ancak bu maceranın nihai hede­ fini ortaya koyup onu doğrulamaya çalışırken, paganları ya da vahşileri Hıristiyanlaştırmaktan söz ediyordu hep. Altına el koymanın Kolomb için taşıdığı anlam dinsel amaçlar uğruna imkân yaratmaktı. Bu yüzden de Kızılderilileri keşfettiğinde onları algılamaya çalışmadı; tek hedefi on­ ları döndürmekti. Onların dilini anlamıyor ve geleneklerinin anlamını hiç bilmiyordu; bu cehaletten nasıl kurtulabileceğini hiç düşünmedi. Ötekileri oldukları gibi algılamıyordu. Kesin olarak olumsuz bir biçim­ de betimliyordu onları: “Her şeyden yoksun” , “ ne mezhep var ne de put”, “silahları da yok yasaları d a” . Fiziksel olarak giysiden yoksun olan Kızılderililer imandan, kraldan, yasadan, kısacası kültürden yoksun ol­ dukları için Hıristiyanlık kültürü ile İspanyol kültürüne asimile edilme­ ye de uygundular. Yine bu yüzden onları birbirinden ayırt etmek imkân­ sızdı. Kolomb, içinde bulunduğu duruma ve mizaca göre ya hepsinin iyi ve güzel olduğunu ya da hepsinin zalim olduğunu söylüyordu; yani on­ ları kendi bireysellikleri içinde algılamayı reddediyordu. Onların davra­ nışlarının anlamı işgalcilerinkiyle bir tutulamayacağı için insani varlıklar olarak görülmüyorlardı; Avrupalıların merakını gidermek üzere bitkiler­ le, egzotik kuşlarla, zanaatkârların silahları ve eserleriyle birlikte Atlan­ tik’in öbür yakasına nakledildiler -b u sözcük özellikle seçilmiştir-; öz­ gün ve egzotik kategorilerden biri olarak algılanıyorlardı. Kızılderililer özne olarak görülmediler, aksine nesne konumuna indirgendiler; bu ba­ kış açısı asimilasyoncu siyasetin hem işareti hem de aracıdır.38 38 Bu paragrafta geliştirdiğim düşünceyi Todorov’dan, 1982, ödünç aldım. Katolik İsabel I kendi vasiyetinde, aynı düşünceyi açıkça ifade eder: “ Bizim asıl niyetimiz, oradaki halkları kutsal im a­ nımızı benimsemeye davet etmektir [...] Kocam kiralın, Kızılderililerin can ve m al varlıklarının zarar görm esine m üsaade etmemesini istirham ederim.” Fatihlerin açgözlülüğünün nerelere vardığı biliniyor. İsabel, En­ dülüs’te uygulanan sistemi 150 1 ’de Amerikan İmparatorluğu’na yay­ mıştı; böylelikle, encom iendalar ya da repartimientolar halinde bir araya getirilen arazilerin ve köylerin tamamı hidalgolara verildi: Köleleleştirilen Kızılderililer ise, hidalgolara haraç vermek ve onların an­ garya işlerini üstlenmek zorunda bırakıldı. Kendi kültürlerine yabancı koşullarda ve büyük kabalıklara maruz kalarak zorunlu çalışmaya mahkûm edilmek, bünyelerinin bağışık olmadığı hastalıklara yakalan­ mak yerlileri hızla kırıp geçirdi. Kızılderililer bir yandan zorunlu çalış­ mayla sömürülürken bir yandan da vaftiz ediliyorlardı. 1513 R equerimiento'sundan (1543’te kaldırıldı) sonra vaftiz işlemi şöyle betimleni­ yordu: “ Çevirmenler Kızılderililere doğru ilerleyecek ve onlara Hıris­ tiyanlığın vahyinden, papalıktan, VI. Aleksander’ın İspanya krallarına lütfundan söz eden kısa bir dünya tarihi okunacak, daha sonra Kızıl­ derililer Kilise’nin ve onun adına İspanya kralının egemenliğini tanı­ mak ve gerçek imanın onlara öğretilmesini kabul etmek “ zorunda ka­ lacaklar” . Eğer bunu yapmazlarsa onlara karşı “ haklı bir sav aş” sür­ dürme hakkı doğacak .” 39 1 511’de, Dominiken Antonio de Montesinos, Hıristiyanlığın evrensel değerleri adına İspanyolların siyasetine ilk karşı çıkan kişi ol­ du: “ Kendi ülkelerinde barış içinde yaşayan bu insanlara hangi hakla bu tüyler ürpertici savaşı açtınız? Neden onları böylesi bir tükenişe sevk ediyorsunuz; çünkü onları aşırı çalışmaya zorlayarak bitiriyorsu­ nuz? [...]. Ve onları kendi dinimizde eğitm ek için hangi özeni gösterd i­ niz? Onlar da insan değil mi? Onların da bir aklı ve ruhu yok m « ?”40 (altını ben çizdim). Aynı argüman, 1537’de Kutsal M akam tarafından kullanıldı; III. Paulus Sublimis D eus bağıtım ilan ederken şunları öne sürüyordu: “Akılla ve onurla donatılmış varlıklar olan Kızılderililer özgürlüklerinden de, mal varlıklarından da mahrum bırakılmamalıy­ dı; onlar Hıristiyanlığın nuruna ulaşmak için gerekli bütün özellikleri taşıyorlar ve onlar, Tanrı’nın sözlerini ve iyi gelenekleri anlatan örnek­ 39 L as C asas, 1 5 5 2 ,1 9 6 4 baskısı, s. 20 . Aynca, bkz. Meyer, 1975. 40 Las C asas, 1552, 1964 baskısı, s. 18. leri vaazlarda dinleyerek imana çağrılmalı.[...] Hakiki insanlar olan Kızılderililer, ne özgürlüklerinden ne de mal varlıklarından mahrum bırakılabilir.” 41 Bu tartışmalar bütün yüzyıl boyunca sürdü. Sembolik değeri bakımından en yüksek noktaya ulaşan epizot, Valladolid “ tartış­ ma ”sıydı; bu tartışmada, Cördoba piskoposluk üyesi ve Aristoteles’in çevirmeni olan hekim Gines de Sepulveda’nm argümanları ile Chiapa piskoposu senyör Bartolome de Las Casas bilgelerden, hukukçulardan ve ilahiyatçılardan oluşan bir jürinin önünde karşı karşıya geldiler. Bu olayın ününü yitirmemesinin nedeni, yüzyılın başından beri süren tar­ tışmalardaki argümanları yeniden ele alarak, Avrupalıların dünyaya yayılmasına yol açan siyasal, felsefi ve ahlaki soruları çok nitelikli bir biçimde formüle etmesidir. Sepulveda, Aristoteles’in otoritesine dayanarak Kızılderililerin daha aşağı bir doğada olduklarını öne sürüyordu. Bundan önce 1519’da Barcelona’da, piskopos Quevedo, Aristoteles’in formülünü yeniden ele alıp şu açıklamayı yapmıştı: “Kızılderililere gelince, gerek tanıdıklarım gerekse hakkında bilgi edindiğim diğer bölgelerin Kızılde­ rilileri aşağı varlıklardır, doğaları gereği köledirler ” 42 (altını yazar çiz­ miş). 1 550’de Valladolid’de, Aristoteles’in iyi bilinen formülünü hatır­ latan Sepulveda aynı argümanı yineledi: “ Gerçekten de, doğası gereği köle olan kişi [...], yalnızca duyuları ölçüsünde kısmen akıllı olabilen ancak tamamıyla akıllı olmayan kişidir” (Pol. 1254 b). Sepulveda’ya göre insan toplumu doğal olarak hiyerarşiktir. Değerlerle ilgili tek bir ölçek vardır; öyle ki Kızılderililerin “ İspanyollardan daha aşağı olma­ sı gibi, çocuklar yetişkinlerden, kadınlar da erkeklerden aşağıdır” . Gerçekten de bütün hiyerarşiler yalın bir ilkeye dayanır: “ Mükemmel­ lik mükemmel olmamaya, kuvvet zayıflığa, yüksek erdem de fenalığa egemendir”, başka bir deyişle, ikili evrensel karşıtlıkta olduğu gibi iyi kötüye egemendir. Sepulveda, buradan yola çıkarak dört “ gerekçe” ortaya koydu: 1. Doğaları gereği köle olmaya yatkın insanları silahla 41 42 Las C asas, 1 5 5 2 ,1 9 6 4 baskısı, s. 42. Las C asas, 1 5 5 2 ,1 9 6 4 baskısı, s. 30. köleleştirmek meşrudur; 2. Tanrı karşısında günah anlamına gelen yamyamlık ve insan kurban etme gibi suçları cezalandırmak meşru­ dur; 3. Hakiki imanı yayma yolunu misyonerlere açtığı için Kâfirler ile savaşmak mübahtır; 4. Tanrılara sunmak için kurban edip öldürdük­ leri masumları kurtarmak için silahlı müdahalede bulunmak meşru­ dur. Bu argümanlar, neredeyse “saf” biçimiyle farkçı tutumun sonuç­ larını özetler: Hakiki iman adına kendi farkına indirgenmiş olan Öte­ ki ile savaşılmalı ve sonunda onun kökü kazınmalıdır. Las Casas evrenselci argümanlarıyla Sepulveda’ya karşılık ver­ di. İspanyol üniversitelerini etkileyen ve insan türünün birliğini, Tanrı imgesiyle yaratılmış bütün insanların onurunu savunan büyük Thomasçılık akımının etkisiyle dört gerekçeye de karşı çıktı. İlk iki argü­ man, Salamanca okulundan İlahiyatçılar ve 1537’de Papalık tarafın­ dan ilan edilen Sublintis D eus adlı bağıtla bertaraf edilmişti. Las Ca­ sas savaşı onaylayan üçüncü argümanı vaaz adına çürütürken şunları söylüyordu: “ Eğer, bütün Kızılderili Cumhuriyeti ortak bir karar alıp bizi dinlemeyi reddederse onlarla savaşmamız imkânsız hale gelir.” Yalnızca dördüncü argümanın kabul edilebileceğini söyledi ancak Las Casas buradaki gerekçeden yola çıkılarak tanrılara kurban edilen in­ sanları kurtarmanın onlarla savaşm ak anlamına gelmediğini, çünkü “ iki fenalıktan en hafif olanının tercih edilmesi gerektiği”ni öne sürdü. Nitekim, o dönem için parlak sayılabilecek bir yaklaşımla, günümüz­ de kültürel özgüllük diyebileceğimiz bu kurban törenlerini anlamaya ve onaylamaya vardırdı işi: Kızılderililer imanlı insanlardır ve bu tö­ renlerle kendi tanrılarını kutsadıklarına inanıyorlar, diye yazdı.43 Las Casas, Aristoteles’in teorisine karşı çıkarak her insanın doğası gereği Hıristiyan olabileceğini, yani Hıristiyanlığa yatkın olduğunu öne süren Katolikliğin evrensel boyutunu yeniden formüle etti: “ Ne denli yontul­ mamış ve yetersiz uygarlaşmış olurlarsa olsunlar, saplandıkları günah­ lar ne denli korkunç ya da hayvani olursa olsun İsa’nın öğretisini ala­ mayacak ve böylelikle sağlığına yeniden kavuşamayacak insan ola­ maz, çünkü İsa herkese öğrenme ve iyileşme gücü vermiştir. Bununla da kalmayıp Havarilerini, tilmizlerini ve onların ardıllarını, İncil’ini müjdelemeye ve yaymaya çağırmıştır .”44 “ Onlar, doğaları gereği özgür insanlardır (altını ben çizdim); kendi kralları ve doğal efendileri var ve uygar bir biçimde yaşıyorlar. Saygıdeğer piskoposun, doğaları gereği köle oldukları iddiasına gelince; gökler toprağa ne kadar uzaksa bu id­ dia da hakikate o kadar uzak. Zaten Filozof da (Aristoteles) bir pagan­ dı ve şimdi cehennemde yanıyor [...]. Bizim dinimiz dünyanın bütün uluslarına yöneliyor; herkesi bağrına basıyor, doğaları gereği köle ol­ dukları gerekçesiyle hiç kimseyi özgürlükten yoksun bırakmıyor.”45 “ Görenekleri ne denli barbar, acımasız ya da sapık olursa olsun, gün gelip uygarlaşmayacak bir ulus yoktur; üyeleri de insanca ve akla uy­ gun davranacaklardır .”46 Las Casas, encomienda hakkıyla yerlilerin sömürülmesine da­ yandığı sürece sömürge projesinin “ öz olarak kötü” olduğunu söyledi; onu iyileştirmek de yetmez, dedi, asıl bu ilkeyi mahkûm etmek ve kal­ dırmak gerekir. İspanyol egemenliğinin meşru sayılabilmesi için Kızıl­ derili hükümetlerinin özgür onayının alınması gerekir, Kızılderililere İsa öğretisinin kabul ettirilmesi İspanyollara zenginleşme fırsatı verme­ meli. Sömürgecilerin elindeki her şey hırsızlığın meyvesidir. Birkaç yö­ netici, bilgin ve tüccarla birlikte yalnızca misyonerlerin yerleşmesine izin verilmeli; savaşçıların değil. Dominiken Las Casas’ın yerlilere ve yerel kültürlere duyduğu il­ gi ve yakınlık, -b u yaklaşımıyla, 16. yüzyılda Brezilya Kızılderilileri’ni “ imandan, yasadan, kraldan yoksun” olarak nitelemekle yetinen çoğu vakanüvisten ayrılıyordu- onu antropologların gerçek atası kıldı. Bu­ nunla birlikte, misyonerlik projesinin içinde yer almayı da sürdürdü. Onun nihai tutkusu, Kızılderilileri Hıristiyanlık imanına asimile etme­ yi hedefliyordu, onların özgüllüğünü kabullenmeyi değil. Bunu yapar­ ken onlara örnek olunmalı, yumuşaklıktan ve vaazdan yararlanılmalı, 44 45 46 Las C asas, 1 5 5 2 ,1 9 6 4 baskısı, s. 39. Las C asas, 1 5 52, 1964 baskısı, s. 30. Las C asas, 1 5 52, 1964 baskısı, s. 81. imanı şiddet kullanarak dayatmaktan ve geleneksel kültürleri kabalık­ la yok etmekten ve üyelerini dışlamaktan kaçınılmalıydı. Las Casas, Öteki’nin başka bir kendi olduğunu söyleyen güzel formülü sıkça kul­ landı: “ Orada bulunan bütün Kızılderililerin özgür olduğu kabul edil­ meli: Çünkü gerçekte özgürler, benim de özgür olmamt sağlayan hak­ lara dayanarak” (altını ben çizdim). Her ne kadar kaba asimilasyonculuk siyasetini geçersizleştirse de asimilasyonun kendisini, yani İspanyol-Hıristiyan kültürünün Kızılderililer tarafından iradi olarak yeni­ den yorumlanması sürecini göklere çıkarıyordu. Bu görüşünü şu ol­ guyla doğruluyordu: Müslümanların aksine Kızılderililer Hıristiyanlı­ ğın bütün erdemleriyle donatılmıştır; onlar kendinin farkında olmayan Hıristiyanlardır. Öteki’ni kendiyle özdeşleştiriyordu .47 Evrensel değer­ ler adına Kızılderilileri İspanyol fatihlere karşı savunan Bartolome de Las Casas’ın, yaşamı boyunca verdiği hayranlık uyandıran mücadele evrenselciliğin kaçınılmaz açmazlarını da gün ışığına çıkardı. Cizvitler de, Paraguay’daki ünlü reducciönlarda (“ indirgeme” ) bu asimilasyon siyasetini izlediler.48 Paraguay’da, Guaranilerin “ Cizvit Cumhuriyeti” nde (1609-1768) Kızılderililerin birkaç Cizvit’in (toplam yirmi dört) otoritesi altında Hıristiyanlaştırılması, AvrupalIla­ rın imgelemini alevlendirmekle kalmadı, Voltaire ile Montesquieu’nün övgüsüne de mazhar oldu. Cizvitler, Guaranilerin özgürlüğünü güven­ ce altına almayı ve onları, “ Beyazlardan üstün olmasa da onlarla eşit ”49 bir uygarlık düzeyine yükseltmeyi hedeflediklerini söylüyorlar­ dı. Guaranileri, merkez kilisenin çevresinde oluşturulmuş köylerde, gruplar halinde yerleştirdiler. İktidar, İspanyol yerleşimlerindeki mo­ delde olduğu gibi belediye encümeninin elindeydi; ancak caciquelerin* rolü muhafaza edildi. Her çekirdek aileye bir ev verildi. Çocuklar ka­ muya ait okullarda öğrenim görüyordu. İspanyol sömürgeciler bu ya­ 47 Todorov, 1982, s. 171. 48 Bu paragrafı Abou’nun son sentezinden ödünç aldım , Abou’da, 1995. 49 Abou, 1995, s. 33. (*) Isp. caciqu e, eskiden Amerika’da bazı Kızılderili Kabile reisleri için kullanılan sözcük; Ispan­ ya’da ve Latin Amerika'da, siyasal ve toplumsal yaşam üstünde fiili denetim hakkı olan yerel eş­ raf - ç.n. pının uzağında tutuluyor ve Cizvitler, reducciön üyelerini zorunlu ça­ lışmadan kurtarmak için her birimin iktisadi bakımdan özerk olması­ na özen gösteriyorlardı. Cizvitlerin uyguladığı liberal siyaset dışında, Guaranilerin inançları ve ortak yaşam a üslupları elde edilen başarının en önemli nedenleridir. Hıristiyanlık dininin kimi dogmaları, onlardaki üstün, yaratıcı ve dünyanın efendisi olan Varlık inancıyla örtüşüyordu. Eski cacique\erin rolünü sürdürmesiyle (hiçbir zaman her reduccid«da üçten fazla Cizvit yer almadı) toplumsal örgütlenmede yaratılan istikrar, çekirdek ailenin korunması, eşitlik duygusu Guaranilerin ge­ leneğinin bir parçasıydı. Cizvitler, Guaranilerin “ siteler”ini düzenler­ ken yerel kültüre ve halkların en mahrem bazı inançlarına saygı gös­ terdiler. “Dolayısıyla, Paraguay’daki Cizvit “ Devlet”i teokrasiye daya­ nıyordu; bu yapıda, yerlilerin yanı sıra Cizvit kültürünün ve Batı’nın öğeleri de yer alıyordu .” 50 Bu deneyim (Cizvitlerin kovulmasıyla son buldu), kendi geleneklerine göre modern toplumun biçimlerini yeni­ den yorumlamakta özgür bırakılan halkların asimilasyonunun bir mo­ deli oldu. Belli bir uygarlığın bütün dünyaya yayıldığı bir çağda, halk­ lar için tek siyasal çözüm bu değil miydi zaten? M utlak görelilik adı­ na “kamplar” da alıkonulmalarıyla yetinilseydi bile, kültürel ve biyo­ lojik ölüme mahkûm edilmiş olmayacaklar mıydı?51 Kilise’nin mesajında ilan edilen evrensellik ile onun uygulama­ ları arasındaki gerilimi örneklemek için, “ kanın saflığı statüleri” nin icadından daha iyisi bulunamaz. Her ne kadar bütün Hıristiyanlar Tanrı’nın imgesiyle eşit yaratılmış olsalar da Kilise onları, “safkan es­ ki Hıristiyanlar” ve “safkan olmayan yeni Hıristiyanlar” olarak ayırı­ yordu; çünkü yeniler, İspanyol R econquista’sının sonunda ve Yahudi­ ler ile M üslümanların dışlanmasının ardından dönen Yahudiler ile Müslümanların soyundan geliyorlardı. İlahiyatçılara göre cortverso\arın kanı, kendi yanlış inançları yüzünden bozulmuştu. İsa’yı reddet­ mekle sonsuza dek kirlenmişlerdi ve silinmesi imkânsız olan bu leke, dönmelerine rağmen çocuklarına ve torunlarına da bulaşmıştı; vaftiz 50 Girolamo Im bruglia, Abou tarafından aktarılmış, 1995, s. 94. 51 Bu sorun, ıv. Konu’d a tartışılacak, s. 168 ve devamı. bile bu lekeyi silemezdi. Kilise, kendi evrensel mesajını çiğneyerek ırk­ lara dayanan kategoriler oluşturdu. Leon Poliakov’un formülüne gö­ re, ırkçılık ilahiyat diliyle ifade ediyordu kendini .52 Dinsel Yahudi kar­ şıtlığının Yahudi düşmanlığına dönüşmesi için 19. yüzyılda ırkçı dü­ şüncenin gelişmesini beklemek gerekmedi. Daha doğrusu, geçmişte bi­ linmeyen bu belirgin ayrımı gün ışığına çıkaranlar günümüzün araştır­ macıları değil midir? Her durumda bu yaşananlar, geçmişten miras ka­ lan yaralayıcı algıları evrensel bir mesajla aşmanın çoğu kez ne denli zor olduğunu ortaya koyar. Demokrasilerin yakın tarihi bu konuda başka pek çok örnekle doludur. Geniş anlamda modern sömürgeleştirme siyasetleri iki tutum arasında gidip gelir: Beyaz insanın üstlendiği uygarlaştırma misyonun­ dan dem vuran, ancak nihai olarak asimilasyoncu siyasete varan evrenselci tutum ile az çok hoşgörülü, az çok aşağılayıcı, az çok yıkıcı farkçılığa dayanan, yerli uygarlıklara “ saygı gösterilmesi” siyaseti. İkinci siyasal formülle ilgili ahlaki yargı ne olursa olsun, en azından kı­ sa vadede onun daha istikrarlı ve siyasal bakımdan daha masrafsız ol­ ması mümkündür. Daha genel olarak, modern dünya bu açmazlardan kurtulamı­ yor. Öteki ile ilişkinin yenilenmiş bu temel biçimleriyle ve onların ka­ çınılmaz çelişkileriyle karşı karşıya kalıyor. Bununla birlikte, bütün kültürler arasında, tanımı gereği eşitsiz ilişkiler kurulduğu ve modern dünya evrensel olma eğilimi taşıdığı sürece çelişkiler de giderek keskin­ leşiyor. İKİNCİ KISIM Modern Evrenselcilik ve Sosyoloji S iyasal modernlik Öteki ile ilişkiye yeni bir anlam kazandırdı. Eşit­ lik temeline dayanan yeni bir başkalık anlayışı doğdu; eşitliğin bü­ tün insanlar arasında olduğu ve modern dünyanın evrenselliğe dair iki boyutuna dayandığı varsayılıyor ve iddia ediliyordu. Bu boyutlardan biri siyasal proje, diğeri de bilimin üretimde uygulanmasıydı. Evrensel, yalnızca eylemin ilkelerini öne sürmeye yönelen düzen verici bir dü­ şünce değildi artık; yanı sıra “ kurucu” bir ilke halini aldı ve kuşaktan kuşağa aktarılan somut uygulamalara ve toplumsal kurumlara esin kaynağı oldu .1 Modern evrenselcilik Aydınlanma’nın bıraktığı miraslardan biri­ dir; çünkü bütün insanların yurttaş olma ve iktisadi yaşama katılma ba­ kımından aynı yetide olduğu düşüncesine dayanır. Modern toplumlar evrenselliğin iki boyutunu barındırırlar. Etnik-dinsel bağlılıklarının ve toplumsal ya da biyolojik farklarının ötesinde, ilke olarak bütün birey­ lere açık olan yurttaşlık alanında siyasal düzenin meşruluğunu kurarak, evrensel değerler adına içselleştirme ilkesini öngörürler; insan haklarıy­ ı Bourdieu, 1997, s. 151. la ilgili evrensel bir yaklaşıma başvururken bunları, özel bir ulusun üye­ si olan bireyin haklarına indirgemezler. Öte yandan, üretimin örgütlen­ mesinde bilimsel düşüncenin kurallarım uygulayarak aklın sanal evren­ selliğindeki niteliklere kavuşurlar. Bilimsel ve teknik toplum, ırkların ve halkların yarattığı sınırları tanımaz. Para herkese aynı imkânları sunar; akılcılığın, iktisadi yaşamı düzenleyen biçimine bütün bireyler ulaşabi­ lir. Bu toplum gerçek olarak değil sanal olarak evrenseldir. Bütün insan­ lar, demokratik ve üretici boyutlar taşıyan modern topluma katılmak için gerekli kapasiteyle ya da yetenekle donatılmıştır. Yurttaşlığı evrensellik ilkesine dayandıran siyasal düzenin örgüt­ lenmesi sırasında, siyasetin etnikten ve dinden ilke olarak ayrılması, da­ ha önce var olan bütün aidiyetlerin ya da kimliklerin, ulusal topluluk­ lara bağlı bireyler arasındaki bütün ilişkilerin anlamını yeniden yorum­ lamayı dayatmıştır. Devlet-ulus halinde düzenlenen ve demokratik ulus idealini gerçekleştirmek isteyen bir dünyada, yalnızca farklı toplumlara ait bireyleri anlamak ya da yargılamak yetmez. Ayrıca, özel tarihsel topluluklara ait olduğu bilincini taşıyan ve bununla birlikte ulus olarak adlandırılan ve siyasal birlikler halinde düzenlenmiş ya da tersine fark­ lı uluslara bölünmüş toplumlarda bir araya gelen bireyler ile gruplar arasındaki ilişkileri kurmak ve çözümlemek gerekir. Siyasal meşrulu­ ğun, halkların tasarruf hakkının kendilerinde bulunmasına ve buna bağlı olarak bütün tarihsel toplulukların bağımsız ve egemen siyasal bir bütünlük oluşturmasına dayandığı andan itibaren, bu tarihsel topluluk­ lar arasındaki ilişkiler temelde birbirinden farklılaştı; bu temel farkla­ rın kaynağı, toplulukların bağlı olduğu siyasal ulusun siyasal düzen ta­ rafından kabul edilmiş olup olmamasıydı. Meşrulukla ilgili bu yeni il­ ke, Avrupalılarm sömürgeci yayılması ile sömürgecilerin yerleşmesine ve siyasal egemenliğini kurmasına da yeni bir anlam verdi. Bundan böy­ le sosyologlar gruplar arasındaki ilişkilere, Devlet-ulusların varlığı ya da halkların Devlet-ulus oluşturmak üzere elinde tuttuğu iradeye göre çözümlediler. Böylelikle, siyasal ulus-birimler halinde örgütlenmiş, yani bir Devlet ile donatılmış tarihsel topluluklar arasında kurulan uluslara­ rası ilişkiler ile bir devlet örgütlenmesiyle bir araya gelmiş ya da tersine farklı siyasal uluslar halinde dağılmış tarihsel topluluklar arasında sür­ dürülen etnilerarası ilişkileri birbirinden ayırmak gerekti. “ Etnilerarası ilişkiler” teriminin kendisi de, siyasal örgütlenmenin meşru biçimi ola­ rak ulusların oluşmasıyla birlikte belirdi. Modernlik, somut ulusal top­ lumlar ve sosyoloji aynı zaman dilimi içinde gelişti; bu sırada alt-ulusçu ya da üst-ulusçu tarihsel topluluklardan oluşan özel gruplar arasın­ daki ilişkileri inceleme gereği çıktı ortaya. Artık bu ilişkiler özel bir alanda, etnilerarası ilişkiler alanında biçimleniyordu. Alışkanlıkla etnik ya da ırksal grup olarak adlandırılan olguyu belirtmekte tarihsel topluluk kavramının benimsenmesini doğru bulu­ yorum .2 Aslında bu iki terim de, Amerikan toplumunun yaşadığı dene­ yime sıkı sıkıya bağlı görünüyor, çünkü bu toplum göçmenlerden (etnik gruplar) ve köle olarak getirilmiş insanlardan ya da yerli halklardan (ırksal gruplar) oluşuyor. Bu anlamda, ırk ilişkileri sosyolojisinin eleşti­ risinden gerekli sonuçları çıkarmak ve ırk terimini, bir yandan sürekli kullanıp diğer yandan da onun hakiki bir anlam taşımadığını açıkla­ maktan vazgeçmek gerekiyor.3 Bütün bunlara karşın, düşünmeye de­ vam edelim. Sanki bütün toplumların, toplumsal gerçeklik içinde yer alan etnik gruplardan oluşması su götürmez bir gerçekmiş gibi, ırksal grubu etnik grubun özel bir hali olarak görmek yeterli değildir.4 Weber’in de gördüğü gibi, Birleşik Devletler’de Siyahlar olarak adlandırı­ lan grubun bir tarihsel topluluk oluşturmasının nedeni derilerindeki pigmentler değil, tekil tarihsel koşullara maruz kalmış Afrikalıların so­ 2 Philip Gleason’un d a belirttiği gibi, etnik grupla ilgili en iyi tanım Milton Gordon’un tanımıdır, ua se n se o f p e o p le h o o d ” ; bkz.Gleason, Them strom ’d a (yönetiminde), 1980, s. 55. W em er Sollors'un tanımına göre, tarihsel bir ortaklaşmaya katılım, kaçınılm az olarak con sen t ya d a d escen t düzeyindedir; bkz. Sollors, 1986. 3 İngilizce olarak yayımlanmış pek çok dergi vardır ve bunlardan bazıları yayın hayatına yeni b aş­ lamıştır; kendi kullandıkları başlıkta bile şu ibareye yer verenler olmuştur: Ethnie an d R acial Stud ies, R ace, R ace and C lass, S o cia l îden tities. Jo u rn a l fo r th e Study o f R ace, N ation and culture adlı dergi 1 9 96’da kurulmuştu^ S a ge R ace R elation s A bstract; 1 9 98’de de R ace, Ethnicity an d E du cation , ete. yayın hayatına başlamıştır: 1947*de, Franklin Frazier belli sayıda Amerikan örgütünün, “ ırk ilişkileri” yerine “ insan ilişkileri” ibaresini kullandıklarını kaydeder (Frazier 1947, s. 2 7 0 ); ancak dah a sonra bu uygulam adan vazgeçilmiştir. 4 ö rn eğin , Katherine O’Sullivan See’nin ve W illiam J. W ilson> ın “ R ace an d Ethnicity” adlı m a­ kalede yapmış oldukları gibi, Sm elser’da, 1988, s. 224. yundan geldiklerini düşünmeleri ve öyle görülmeleridir; insan ticareti­ ne, köleliğe ve ardından yaşanılanlara maruz kalmışlar ve diğer Ameri­ kalılar onlarla ilgili gösterimleri ve kuracakları ilişkileri bunlara dayan­ dırmışlardır. Çünkü Siyahların toplumsal eylemi bu ortak kaderin için­ de yer alır. Onlar, özgül bir tarihsel süreç içinde tarihsel bir topluluk ola­ rak oluşmuşlardır. Toplumsal bakımdan Dakar’da ya da Cope Town’da yaşayan insanlarla ortak özelliklerinin olduğu söylenebilir mi? Bütün bunlar bir yana, tarihsel topluluk kavramı, “ halk” ile “dinsel grup” arasındaki toplumsal ayrımı aşarak bir grubu tanımlama imkânı verir. Zaten bu ayrım, toplumsal ilişkiyi siyasallaştırarak ve sekülerleştirerek ulus düşüncesi ile din düşüncesini birbirinden ayıran mo­ dernliğin ürünüdür. Oysa tarihsel deneyim her ikisi arasında sıkı ilişki­ ler bulunduğunu, dine ve ulusa bağlı kimliklerin karşılıklı olarak birbir­ lerini araçlaştırdığını ortaya koymuştur; Polonya halkı ile Katolik Ro­ ma Kilisesi arasındaki ilişkiler ihmal edildiğinde kendi tarihlerindeki de­ ğişimlere bağlı olarak Polonyalılarda oluşan yurtseverliğin ne anlamı kalır? İrlandalıların, Ermenilerin, Rusların, Sırpların ve Hırvatların kimlik iddiaları hem ulusal hem de dinseldir. Dinseli ulusaldan ya da et­ nikten, önce kurumsal ve hemen ardından çözümsel olarak ayrılmaya iten siyasal modernliğin mantığıdır. Somut tarihsel topluluklar ise, etnik ve dinsel özelliklerini her zaman iç içe tutarak varlıklarını sürdürmüş­ lerdir. Nitekim yakın dönemdeki evrim, bir kez daha, hem etnik hem de dinsel özellikler taşıyan ve “etnik-dinsel” alanı tanımlayan taleplerin, kimliklerin ve tutkuların hızla birbirine yaklaştığına tanıklık eder.5 Bu kavram aynı zamanda, etnik gruplar ile ırksal gruplar ara­ sındaki ayrımın haklı olduğunu savunan tartışmanın da aşılmasını sağlar. Sosyologlar bu tartışmada ikiye bölünürler. Birinci grubu, Ba­ 5 Bu çözümlemeyi Schnapper’de geliştirdim, 1993. Herbert Gans Birleşik Devletler’deki etnik gruplar için “etno-dinsel” kimlikten söz ederken, etnik kimlik ile dinsel kimlik arasındaki sıkı bağ üstünde ısrarla durur. Yahudilerin dinsel etnik bir grup oluşturduklarına, Rusların, Yunan­ lıların ve Ermenilerin yanı sıra Doğu Avrupa’daki diğer Ortodoks grupların da etno-dinsel grup oluşturduklarına dikkat çeker. Sonuç olarak, ona göre “Amerikan dini, giderek Amerikan etnisitesine benzemektedir” . (Bkz. Gans, 1994, s. 581). 1 9 74’te, Greeley de **religio-ethnic gro~ u p sntan söz etmişti (bkz. Greeley, 1974, s. 35). tı’nın özel tarihi karşısında Birleşik Devletler ile apartheidın uygulan­ dığı Güney Afrika’da ırkların varolduğunun ilan edilmesiyle ortaya çı­ kan toplumsal sonuçlar karşısında daha dikkatli olan sosyologlar oluşturur; bunlar, bireyler arasındaki ilişkiler incelenirken onların farklı ırklara ya da etnik gruplara bağlı olup olmadıklarına bakılması gerektiğini savunurlar .6 Onlara göre, ırk sorununu kibarca etnik bir sorun olarak niteleyip çözmek mümkün değildir. “ Etnik” , “ ırksal”ın örtmecesinden başka bir şey değildir. Böylelikle, ırkın belirgin görü­ nürlüğü ve sürekliliği adına onu etnik gruptan ayıran toplumsal aktör anlayışına daha yakın bir yerde dururlar. Birleşik Devletler’deki ırksal grupların kaderinin, Avrupa kökenli etnik grupların kaderinden dra­ matik farklar gösterdiğini ortaya koyan tarihsel olgudan çözümsel so­ nuçlar çıkarırlar.7 Diğer sosyologlar ise, tersine, derinin rengine verilen değeri (belli bir ırkın alâmeti farikası), gruplar arasındaki ilişkilerin özel biçimi olarak görürler. İki argüman öne sürerler: Birleşik Devlet­ ler’in tekil tarihinde aşikâr olan bu tarihsel bağın pek de gerekli olma­ dığı; gruplar ırka, kültüre ya da tarihe göre tanımlandığında -bu ta­ nım, bütün alanlarda toplumsal bakımdan oluşmuş olsa bile-, onlar arasındaki ilişkilere yön veren toplumsal mekanizmaların çözümsel bakımdan farklı olmadıkları. Ben bu ikinci akımda yer alıyorum. Irkın “ görünürlüğü” , yalnızca ona toplumsal bir değer atfedilirse anlam ta­ şır. Birleşik Devletler’de, o güne kadar Beyaz sayılan bir insanın atala­ rından birinin siyah olduğunun ortaya çıkması, artık onun Siyahlar arasında sayılması için yeterliydi. Irklar arasındaki ilişkilerin, toplum­ sal gruplar arasındaki ilişkilerde özerk bir alan oluşturmasının ırkçı görüşten kaynaklandığını öne süren Michael Banton’a 8 ve ırklar arası ilişkiler sosyolojisinin temel açmazlarını gün ışığına çıkaran daha ya­ kın tarihli eleştirilere katılıyorum .9 6 7 Van den Berghe ya da Francis k adar önemli araştırmacılar böyle düşünmektedir. örneğin, bkz. N. Glazer, “ Blacks and Ethnie Groups: the Difference and the Political Differen- 8 9 Banton, 1977, s. 2. Bkz. xı. Konu, özellikle C. Guillaumin'in kitabı, 1972, s. 4 2 7 ve devamı. ce it M akes”, 1971, Glazer’de yeniden ortaya atıldı, 1983, s. 70-93. Yahudi düşmanlığı konusunda da benzer bir tartışma sürdürül­ müştü. Yahudi düşmanlığı ırkçılığın biçimlerinden biri midir yoksa mutlak tekilliği olan başka bir olgu mu? Kimi militan örgütler genel olarak ırkçılığı Yahudi düşmanlığından ayırırlar. Siyasal nedenlerle böy­ le bir kararın doğrulanması onun, bilimsel düşünce tarafından benim­ senmek zorunda olduğu anlamına gelmez. Yahudi düşmanlığındaki mutlak tekillik ancak ve ancak metafizik düzeyde kabul edilebilir. Yön­ tem gereği bu yorum bir yana bırakıldığında Yahudi düşmanlığının, ırk­ çılığın ve ırksalllaştırmanın diğer biçimleriyle aynı başlık altında sosyo­ lojik çözümlemesinin yapılması gerektiği; onun hem tekil hem de uç, yani bu anlamda özellikle bu görüngüleri açığa vuran bir deyim olarak ele alınmasının zorunluluğu ortaya çıkar. Etnilerarası ilişkiler ile ırksal ilişkileri birbirinden ayırmakla, sosyologların görüşünü benimsemek yerine, toplumsal aktörlerin gösterimlerine ve özel bir tarihsel deneyime daha yakın kalınmış olacaktır. Yahudi düşmanlığını genel ırkçılık gö­ rüngüsünden ayırmak, onun yalnızca tekil olduğunu söylemekle kalma­ yıp aynı zamanda gerek ırkçılığın gerekse ırksallaşmanın bütün diğer biçimleriyle karşılaştırılmaz olduğunu düşünmek, paradoksal biçimde, Yahudiler ile ilişkileri mutlak bir tekilliğe dönüştüren Yahudi düşman­ larının yaklaşımını kabullenmek ve ırksallaştırıcı düşüncenin tuzağına düşmek anlamına da gelecektir.Toplumsal görüngüler tanımları gereği birbirleriyle karşılaştırılabilir; ancak bu, onların özdeş oldukları anla­ mına gelmez. Yahudi düşmanlığının, bütün toplumsal görüngüler gibi gizemli özelliğini taşımadığını da ifade etmez. Bütün beşeri bilimler gi­ bi sosyolojinin bakış açısı da gerçekliğin anlamını tüketme iddiası taşı­ yamaz; onun anlaşılmasına kısmen katkıda bulunabilir ancak. Modern toplumun evrensel eğilimi -işte bu noktada temel bir gerilim ortaya çıkar - başka modern bir düşüncenin; bütün kültürle­ rin göreli ve eşit değerde oldukları düşüncesinin karşıtıdır. Ulusal özel­ liklere verilen değer evrensele duyulan özlem kadar moderndir çünkü bu özlem insanların, tarihsel ya da dinsel bakımdan tanımlanan ve on­ ların varlıklarına ve deneyimlerine anlam vermelerini sağlayan özel topluluklara katılmaktaki somut gereksinimleriyle çoğu kez çelişir. Sosyoloji düşüncesi de, tıpkı toplum gibi bu gerilimden kaçınamaz. Bir yandan Rahip Gregoire’ın ya da Lord Kames’in görüşünün de­ vamıdır; onlar, en sefil topluluklar olarak niteledikleri Yahudiler ile Si­ yahların işe yaramaz olmadıklarını ve o dönemin ifadesiyle diriltilebileceklerini, yani insana ve yurttaşa dönüşmeye tümüyle uygun oldukları­ nı keşfetmişlerdi. Bu bakımdan, akılcı bilgi projesi olarak sosyoloji dü­ şüncesi tümüyle bilim toplumuna aittir. Bununla birlikte, öncelikle Bü­ yük Keşifler’den sonra kaynağını romantizmden alan ve bütün kültürle­ rin kendilerine özgü bir mantığı olduğunu söylemekle kalmayıp eşit de­ ğerde olduklarını da öne süren görelilik düşüncesinin de bir parçasıdır. Sosyolojiye özgü entelektüel bakış açısı hem tarihsel hem de gö­ relidir. İnsan davranışlarını toplumsal konumdan yola çıkarak çözüm­ leyip onların anlaşılmasına katkıda bulunur. Bu davranışların kalıtım ya da ırk bakımından yorumlanmasına ve ebedi psikoloji düşüncesine tarihsel bakımdan karşı çıkarak oluşturur kendini. Özgül yaklaşım olarak sosyoloji düşüncesi biyolojik, psikolojik ya da kültürel bakım­ dan tanımlanan grupların ve onların ayırt edici özelliklerinin süreklili­ ğini tarştışma konusu yapar. Her ne kadar ilk sosyologlar günün ege­ men düşüncesini benimseyerek gerçekte insanlığı ırklara bölmüş olsa­ lar da, sosyolojiye özgü bilimsel bakış açısı şunları kapsar: Gruplara aidiyeti gerçek-sizleştirmek, doğal-sızlaştırmak, biyoloji-sizleştirmeyi, ortaya çıkışlarındaki ve tezahürlerindeki tarihsel, toplumsal ve siyasal koşullara ne borçlu olduklarını çözümlemek. Sosyoloji, özcü düşünce biçimlerinin yerine, insanların ayırt edici özelliklerinin ve davranışları­ nın toplumsal yaşam koşullarından yola çıkarak yaptığı çözümlemeyi koyar. Irkçı düşüncenin özcülüğüne, psikolojik doğadan yola çıkarak yapılan çözümlemeye karşı çıkar. “Sosyoloji, ne Rümelin’in düşündü­ ğü gibi psikolojinin bir altbaşlığıdır, ne de Spencer, Schaeffle ve Lilienfeld’in dedikleri gibi biyolojinin bir eklentisi.” 10 İKİNCİ BÖLÜM Biyolojik Evrenselciliğe Karşı 1 820-18 3 0 ’lu yıllardan itibaren, insanlığın farklı, birbirine karşı ge­ çirimsiz, kapasiteleri bakımından eşitsiz ırklardan oluştuğuna dair görüş, bilimsel bir hakikat olarak çok genel bir kabul görmüştü. Irkçı düşüncenin en besili ve en iyi hazırlanmış hali Almanya’da ve İngiliz­ ce konuşulan ülkelerde geliştikten sonra Fransa’ya yayıldı. Burada yapmaya çalıştığım şey, günümüzde oldukça iyi bilinen ırkçı düşünce tarihini yeniden ele almak değil, sosyolojik bakış açısının özgüllüğünü anlamayı sağlayacak birkaç durumun altnı çizmek. Dünyayı ırkçı dü­ şünceden yola çıkarak yorumlayanların yalnızca Gobineau gibi yazar­ lar arasından değil, en meşru bilim insanlarından, doğabilimcilerden ya da biyoloji bilginlerinden, en bilgili tarihçilerden ve dilbilimcilerden çıktığını unutmak mümkün değil. Bütün ırkçı düşünürler belirlenimci düşünce tarzını benimseye­ rek bununla bilimsel düşünce arasında bağlantı kurarlar. İnsanların davranışını belirleyen onların ait olduğu ırktır. Lireylerin iradesinin bu davranışlarda payı yoktur. Böylelikle insanlar âlemi, doğanın oluştur­ duğu âlemin içinde eritilir. Bazı düşünürler, insan türünün birliği düşüncesini muhafaza ederler. Örneğin biyoloji bilgini olan Buffon, Siyahlar ile Beyazların dünyaya birlikte çocuk getirebildiklerini gözlemler ve insanlar, bütün insanlar arasında ve hayvanlar arasında köklü bir fark olduğunu orta­ ya koyar. Bu birlikten yararlanarak insanlar ve uygarlıklar arasında benzersiz bir hiyerarşi oluşturur; Beyaz ırkın üstünlüğünü bilimsel ola­ rak saptar ve Beyazlar, Samiler, Siyahlar, vb. arasındaki hiyerarşiyi or­ taya koyar. Böylelikle insanlığın birliği, insanların aynı ölçütle değer­ lendirilmesini ve bilim adına bazılarının diğerlerinden üstün oldukları­ nın ortaya konulmasını sağlar. Barbarlar kendilerini denetlemeyi bil­ meyen, toplumsallaşmayan kişilerdir: Düzenli bir toplumun yaratılma­ sı anlamında akılcılık ve toplumsallaşabilirlik insanın insanlığını ta­ nımlar. Ancak akılcılık ve toplumsallaşabilirlik, Beyaz Avrupa toplumunun bu özellikleriyle örtüşür; göreliliğe hiç yer yoktur. İnsanlar ara­ sındaki hiyerarşi öyle oluşturulur ki, en alt basam aklara yerleştirilen­ lerin hayvanlardan farkı kalmaz. Buffon, derinin rengiyle uygarlık ara­ sında kanıtlanmamış, ancak aşikâr olan bir bağ kurar. İnsanlığın sü­ reksizliğini, kendi toplumunun değerleri adına üstü kapalı kabul eder -Voltaire aynı şeyi açıkça yapacaktır. Buna karşılık Voltaire ve Renan insan türünün birliğine inan­ maz ve çokoluşçuluk varsayımını benimserler. Bu inancın onları götür­ düğü nokta, kültürlerin ya da değerlerin göreliliği düşüncesi değil ken­ di toplumlarındaki norm adına farklı ırklar arasındaki hiyerarşidir. Renan’a göre derisinin rengine, kafatasının biçimine ve kapasitesine göre tanımlanmış üç tür üç ayrı ırktan oluşur. “Irkların eşit olmadığı gözlemlenmiştir. İnsanlar eşit değildir, ırklar eşit değildir. Örneğin zen­ ciler, Beyazların istediği ve tasarladığı büyük şeylere hizmet etmek için yaratılmıştır.” “Hint-Avrupa ırkıyla karşılaştırıldığında, Sami ırkının gerçekten de insan doğasının bir alt bileşimini temsil ettiğini ilk orta­ ya koyan benim .” 1 Bu mutlak belirlenimciliğin sonunda, insanın yetkinleşmeyeceği düşüncesine varılır. “İnsan sonsuza kadar yetkinleşmez” diye yazar Gobineau. Ne bireysel özgürlük vardır ne de eğitim mümkündür. Avrupalı olmayan insan, eğitimle Avrupalı’ya dönüştürülemez. Irkçı dü­ şünürler ile ansiklopediciler arasındaki temel ayrım bu noktada orta­ ya çıkar; ansiklopediciler, bütün insanların temelde eşit olduğu düşün­ cesi adına, en mütevazı ve en sefil olan da dahil olmak üzere insanoğ­ lunun eğitilebileceğine ve “ diriltilebileceğine” inanıyorlardı; bu nokta­ da Aydınlanma düşünürlerinin evrensel yaklaşımına ters düştüler. Irka ilişkin biyolojik kavramın eleştirisi, Anglosakson ve Alman ülkelerden önce Fransa’da ortaya çıktı. 16. yüzyıldan başlayarak İngilizler kendileri hakkında düşünmeye ve kendi tarihlerini ırk temelinde yorumlamaya başladılar. Taşıdıkları erdemleri Sakson kanma mal edi­ yorlardı. İmparatorluğun ve “ Beyaz insanın taşıdığı yük” ün kanıtlan­ ması daha sonraki yıllara rastlar.2 Fransa’daki ırkçı düşüncenin daha çok kültür ve tarih alanlarına yönelmesi ona ırkçılığından hiçbir şey kaybettirmedi. Le Bon (1841-1931) diye birinin çıkıp büyük bir yalın­ lıkla insanın kalıtım tarafından belirlendiğini ve toplumsal çevrenin hiç­ bir etkisinin olmadığını açıklaması hiç kuşkusuz bunun bir örneğidir: “Farklı ırklar aynı tarzda hissedemez, düşünemez, davranamazlar, do­ layısıyla birbirlerini anlayamazlar .”3 Nitekim 1898’de ırk düşüncesinin “giderek genişlediğini ve bütün tarihsel, siyasal ve toplumsal kavramla­ rımıza egemen olduğunu” gözlemleyerek şu sonuca vardı: “Irkın rolü­ nü tanımlamak, sonsuza dek tarihi anlamamaya mahkûm olmaktır” . Bütün bunlar olurken daha kibar görüşler hızla ortaya çıktı. Renan’a göre saf ırklar hayalden başka bir şey değildi (aynı argüman, Durkhe­ im tarafından yeniden ele alındı). Ancak College de France’daki İbranice öğretmeni insanlık tarihinin merkezine Ari ırk ile Sami ırk arasında­ ki mücadeleyi koymaktan geri kalmıyordu. İnsanların tutumlarını, Ari ya da Sami dil gruplarından hangisine ait olduklarına göre açıklayarak ırkçı düşünce tarzına ulaşıyordu. Dinin, birliğin, tekbiçimliliğin ilintilendirildiği Samilik ile düşünceye dayalı araştırmanın, çoğulluğun, çe­ şitliliğin ilintilendirildiği Ariliğin karşılaştırmalı portreleri, tarih ve dil 2 3 Banton, 1977. Le Bon, 18 94, s. 32. bakımından özcü düşüncenin bir biçimiydi. Böylelikle Renan toplum­ sal dünyanın açıklamasını biyolojik kalıtımda (kan) değil dillerde bulu­ yordu. Oysa diller eşit değildi. Önce Yunanlılar sonra da Hint-Avrupalılar evrensel kültürle Samiler ise boşinançla özdeşleştiriliyorlardı. Aynı zamanda bilimin boşinanç karşısındaki üstünlüğü anlamına gelen ve Arilerin Samilerden üstün olduğunu savunan görüş, başka yazarlarda Beyazların “ Zenciler” den (o dönemin ifadesiyle) üstün olduğunda ifa­ desini buluyor ve aynı özcü düşünceden yola çıkıyordu. Bu, bir bakıma dilsel bir ırk kavramının icat edilmesiydi. Taine ise daha çok “ tarihsel ırk” kavramı üstünde çalıştı; burada biyolojik anlamda ırk, fiziksel çev­ re ve tarih işin içine katılıyordu. Ancak belirlenimciliğin etkisi aynıydı. Terimin dar anlamıyla ırkçılar için, ırkın belirleyiciliği karşısında insan güçsüzdü. Taine’e göre onun kaderini belirleyen atalarıydı ve eğitimin burada hiç işi olamazdı. Kültürel ya da tarihsel belirlenimcilik, ırklara dayalı belirlenimcilikten daha az mutlak olmayabilirdi. Durkheim’ııı yazdığı dönem Fransa’sında ırklara dayalı düşün­ ce en meşru sayılan araştırmacılar tarafından açıklanıp geliştirildi. Weber ise Germenlerin üstünlüğünü savunan pangermanizm militanları­ nın düşüncesine karşı çıkıyordu. 30 ’lu yıllara kadar “ ırk” , günlük dil­ de kullanılan bir terimdi. Hal böyle olunca dünya nüfusu da Beyaz, sa ­ rı ve siyah ırklara bölünüyordu ve bunlar yalnızca birbirinden ayrı -v e hep ayrı kalması gereken ırklar- olarak algılanmakla kalmıyor, bunla­ rın donanımlarının da eşit olmadığı düşünülüyordu. Irklar arasında kesin hiyerarşi bulunduğu düşüncesini reddedenler ve bazı gruplara karşı her tür ayrımcı uygulamaya muhalif olanlar bile ırkların var ol­ duğunu düşünüyor ve bu varlığın temellerini bilimde bulduğuna ina­ nıyorlardı. Yahudiler, Yahudi ya da Sami ırkından söz ederken ve ken­ di niteliklerini Ari ırkın nitelikleriyle karşılaştırırken tereddüt göster­ miyorlardı. Gerçekten de pek çok durumda biyolojik anlamda ırk ile tarihsel halk ya da dil grubu arasındaki ayrım belirginleştirilmemişti: Fransız ırkından ya da Alman ırkı gibi Sami ya da Hint-Avrupa ırkın­ dan da söz ediliyordu. Ne var ki bu olgunun kendisi bile ırk düşünce­ sinin düşünceye sızmış olduğunu gösteriyordu. Dönemin sosyologları egemen düşünce biçimini izlemekten ge­ ri kalmadılar. Güney kökenli WASP (W hite A nglo-Saxon Protestans) ilk iki Amerikalı yazarın 1854’te yayımladıkları eserlerin başlığında “sosyoloji” sözcüğü yer alıyordu; George Fitzhugh (1806-1881) ve Henry Hughes (1 8 6 2 ’de öldü) kölelik düzenini savunurken, bu görüş­ lerini doğrulamak için siyah ırkın aşağı olduğunu söylüyorlardı.4 Sos­ yolojinin kurucu atalarından ve Columbia profesörlerinden Franklin H. Giddings (1855-1931) için, ırka dayanan önyargı yaşam mücade­ lesinin olumlu bir öğesiydi.5 Chicago okulunun ilk sosyologlarından Charles A. Elhvood (1873-1946), ortalama zencinin doğadan gelen vahşi bir çocuk olduğunu açıklayarak onun karmaşık bir uygarlığa uyum sağlamasının zor olduğunu, dolayısıyla aşağı ırkın ugarlık düze­ yini eğitimden yararlanarak yükseltme görevinin, Kuzey’de ve Güney’de yaşayan Beyazlara ait olduğunu öne sürüyordu .6 Edward A. Ross da (1866-1951), yine ırkların eşitsizliği görüşünden yola çıkarak Beyazların, Siyahları uygarlaştırmak gibi manevi bir görev taşıdığı so­ nucuna varıyordu .7 E. Franklin Frazier dikkatimizi haklı olarak şu noktaya çekiyordu: Toplumsal Darwinciliğin ve ırk düşüncesinin top­ lumsal bakımdan egemen olduğu dönemlerde toplum bilimi uzmanla­ rının çoğu ırkçıydı. Kendi dönemlerinin görüşünü daha sonra da sür­ dürdüler; 3 0 ’lu yıllardan başlayarak uzmanların çoğunluğu çevreci yaklaşımı benimsedi. Tocqueville’den Durkheim’a ve Weber’e kadar, sosyoloji düşün­ cesinin gerçek kurucularının ırk yaklaşımım kökten eleştirmiş olm ala­ rından daha anlamlı bir şey yoktur. Sosyolojiye ilişkin özgün bakış açı­ sının iki temel ilkesi bu düşünceyi kesin olarak benimsemelerine yol açtı: Toplumdaki olguların doğal, biyolojik ya da psikolojik değil ta­ rihsel ya da toplumsal özellikler taşıdığının kabul edilmesi. Durkheim’ın formülüne göre “ toplumsal olgular, ancak ve ancak toplumsal 4 5 6 7 Fitzhugh, 1854, ve Hughes, 1854. Giddings, 1896. Elhvood, 1910. Ross, 1920. olgularla açıklanabilir” di. Ayrıca bu toplumsal olayları tek bir neden­ le açıklamayı reddettiler. Etnilerarası ilişkileri genel toplumsal ilişkile­ rin boyutlarından biri olarak incelediler. Tocqueville’in La D em ocratie en A m erique’in x. bölümünde mükemmel biçimde ifade ettiği düşünsel ve manevi görüşlerini ileride ele alacağız. Şimdi ise sosyolojiyi bilimsel bir disiplin olarak kuran Weber’in ve Durkheim’ın ırkçılık karşıtı düşüncesini daha ayrıntılı olarak inceleyeceğiz. WEBER’İN IRKÇILIK KARŞITI GÖRÜŞÜ Weber’in siyasal görüşü, “ doğal olarak” -o nun kendi tarihsel deneyi­ minden ötürü- Ulus-Devlet ile Avrupa ulusları arasındaki çatışmalar çerçevesinde yer alır. Weber ulusun gücünü hem bir araç hem de bir son olarak görüyordu: Ulus, insanların güvenliğini güvence altına alı­ yor, tanımı gereği ulusal sayılan kültürün yayılmasını sağlıyordu; insa­ nın büyüklüğünü ifade ediyordu. Weber 1899’a kadar Pangermanizm Birliği’nin üyesiydi; Ari ırkın bütün diğer ırklardan üstün olduğuna ka­ naat getirmiş çok sayıda Ari hayranı bu kuruluşta yer alıyordu. Bu bi­ lim adamının bütün siyasal taahhütleriyle birlikte, entelektüel düşün­ ceye dönüp sosyoloji düşüncesinin temelini atan sürece girişmesi hay­ ranlık uyandırıcıdır; bunu yaparken, “ bilgin” ile “siyasetçiyi” karşı karşıya getirerek ideal-tipik ayrımı yeniden ortaya koymuştur. Bu ko­ nularla ilgili yazılarından çoğu başta ulusla ilgili bir metni olmak üze­ re, tamamlanmamış ve düşünceleri tutkulu tartışmalara yol açmış olsa da düşüncesinin özünde yeterli bir berraklık olduğu söylenebilir.8 Meslek yaşamının başında, 1891’de Prusya hakkında yaptığı soruşturmalardan sonra Polonyalılar ile Almanları birbirinden ayıran ırksal, fizyolojik ve psikolojik farkları ortaya koymuş ve bu farkların Prusya’daki toplumsal ve iktisadi ortama nasıl uyum gösterdiğini açık­ lamıştı. Hiç kuşkusuz bunları, ırksal etkenlerden çok iktisadi ve top­ lumsal etkenlere bağlıyordu: Hatırlatmak gerekirse, o dönemde “ ırk” 8 “Ulus” konusunu doğrudan işleyen iki bölüm vuı. Konu’da, ıv. Konu’nun 5. bölümünde ve £ c o nom ie e t societe'n in 4. bölümünde (1971 baskısının çevirisi) yer almaktadır. terimi bir ölçüde belirsizlik taşıyor ve bugün, kimi kez halk olarak a d ­ landıracağımız yapıyı ifade ediyordu. 1895’te Fribourg kürsüsünde verdiği ilk ders, her şeye karşın, bugünün okuyucusunda rahatsızlık yaratabilecek ifadeler barındırmaktadır. Weber, bu konuyla ilgili düşüncesi belirgin olarak geliştikçe ya da belki yalnızca berraklaştıkça belirsizlikten kurtuldu. Nitekim, 1 9 0 9 -1 9 1 0 ’dan itibaren etnik ya da ırksal toplulukların -o n a göre, iki­ sinin yapısı aynıydı- doğuşundaki, özellikle toplumsal ve siyasal özel­ likleri ve bu topluluklar arasında kurulan ilişkileri açıkladı. Bundan böyle Weber için ırk, kesinkes toplumsal bir olguydu; etnik topluluk­ ların su yüzüne çıkması aile, din ya da klan gibi toplulukların doğu­ şunda görülen özel durumlardı; etnilerarası ilişkiler, genel anlamda toplumsal ilişkilerin aldığı biçimlerden biriydi. Irk, Öncelikle Toplumsal Bir Olgudur Weber günümüzde “ ırk” terimiyle özetlediğimiz biyolojik nitelikli, is­ tikrarlı ve kalıtsal temel özellikleri belirtmek için çeşitli ifadeler kullan­ dı: Antropolojik farklar ve tipler kalıtsal nitelikler ve içgüdüler, doğuş­ tan nitelikler ve içgüdüler, kalıtsal habitus, ırksal kalıtım, kalıtsal mal varlığı, ırksal nitelikler, ırksal aidiyet, kan, kan birliği. Kendi zamanın­ da herkesin kabul ettiği düşünceyi benimseyerek biyolojik anlamda farklı insan ırkları olduğunu kabul etmekle birlikte ırkçı düşüncenin can alıcı noktasını reddetti: Belli bir ırkın ayırt edici özellikleri toplum­ daki olguları açıklayamazdı. “Irkçı kuramların tartışılmaya layık ola­ bilmesi için bile iki gerekliliğin yerine getirilmesi gerekir: Her daim var olan, psikofizyolojik niteliğiyle tanımlanabilecek, hassasiyetle ölçüle­ bilecek ve kalıtsal olduklarını tanımlamaya fırsat veren su götürmez farkların gözlemlenmesi; “ uyarımlar”a “tepki” niteliği taşıyan farkla­ rın gözlemlenmesi (teknik bakımdan ifade etmek gerekirse); çünkü ka­ lıtımın hedefi bizim bilincimizin kültürel içerikleri değil psikofizik ay­ gıttır. İkinci gereklilik ise şudur: Bu farkların, kültürel gelişimin özgün ve farklı özellikleri için nedensel bir anlam taşıdığının tartışmasız ka­ nıtının bulunması. Yaşadığımız bu günlerde, bu türde tek bir olgu bi­ le yok elimizin altında .”9 “ Günümüzde, toplumsal olgular içinde yer alan herhangi bir kategoriyi başka bir ırkın kesinkes taşımadığı - ‘ke­ sinkes’ ifadesi üstünde ısrar ediyorum - doğuştan ya da kalıtsal nitelik­ lere indirgeyecek ve sosyoloji adına anlam değeri taşıyan tek bir olgu­ nun, kesin ve somut tek bir olgunun var olduğunu kesinlikle reddedi­ yorum ve böyle bir olguyu karşıma getirmedikçe onun varlığını red­ detmeyi sürdüreceğim .” 10 Weber, o sıralar bazı ulusçu çevrelerde egemen olan ve kendisi­ nin “zoolojik ulusçuluk” (1909-1910) olarak adlandırdığı akıma karşı çıktı. Bununla birlikte, toplumsal olayların biyolojik bir boyut taşıdığı ve Birleşik Devletler’deki ırk yapısının Beyazlar ile Siyahlar arasındaki ilişkilerde rol oynadığı düşüncesini dışlamadı. “Kişisel ve öznel olarak, biyolojik kalıtıma büyük bir önem atfetme eğiliminde ” 11 olduğunu bi­ le yazdı. Ancak, en azından o güne kadar bunun “ hangi ölçüde ve han­ gi yönde olduğunun bilinmediği”ni öne sürdü. Gerçekten de “ ırk ku­ ramlarıyla her istediğinizi kanıtlamak ya da çürütmek mümkün” 12dü. Buradan yola çıkarak, dar anlamda ırkçı kuram ile ırka ilişkin argü­ manlara dayanan ya da onlarla kanıtlanan toplumsal ve siyasal davra­ nışlar arasındaki farkın çözümleme yöntemiyle ayırt edilmesi gereğini kanıtladı. Irklarla ilgili biyolojik araştırmaların sonuçları ile sosyolojik çözümlemenin birbirinden bağımsız olması gerektiğini ortaya koydu. “Amerika’daki ırk ilişkilerinin doğuştan ya da kalıtsal içgüdülere da­ yandığını öne sürmemizi sağlayacak hiçbir kanıt yoktur; yine de, günün birinde böyle bir kanıt gösterilebileceğini kabul etmeye hazırım. Ancak gözümüze çarpan şu: Farklı ırkların “ içgüdüler”i öyle çalışıyor ki, ırk tartışmasının gerekleriyle hiç ilgisi olmayan nedenlerden ötürü bu ırk­ ları birbirinden ayırmak imkânsızlaşıyor.” 13 Örneğin, Roma İmparatorluğu’nun düşmesini açıklarken “ ırk-biyoloji” türü bir etkeni öne 9 Guillaumin-Poliakov tarafından aktarılmış, 1974, s. 11 7 (1912). L. Poliakov’un çevirisi, ıo ıı Guillaumin-Poliakov tarafından aktarılmış, 1974, s. 120 (1910). Webeı; 1996, s. 507. 12 13 Beetham tarafından aktarılm ış, 1985, s. 123. Guillaumin-Poliakov tarafından aktarılmış, 1974, s. 120 (1910). sürmenin hiçbir yararı olamaz. Buna karşılık, tarihsel ve kültürel etken­ lerden söz etmek yeterlidir: “Eski idari ilkelerin terk edilmesi ve iktisa­ di sıkıntıların ortaya çıkması Roma’daki eski geleneklerin, eski kültü­ rün ve eski askeri göreneklerin yok oluşunu öylesine net açıklıyor ki, ta­ mamlayıcı bir açıklama yapmak için hiçbir ırk kuramına başvurmaya gerek kalmıyor [...]. Bilinen yeterli nedenler elimizde varken, her zaman denetim dışında kalacak bir varsayım uğruna bu nedenleri bir kenara atmak bilimsel olmayan bir tutumdur.” 14 “Sosyoloji ve tarih çalışması­ nın öncelikli görevlerinden biri hep şu olmalıdır: Her tür alınyazısma ve çevreye karşı gösterilen tepkilerle yeterli ölçüde açıklanabilecek bütün nedensel etkileri ve bağlantıları gün ışığına çıkarmak .” 15 Etnik ya da ırksal toplulukların birbirine karşı duyduğu tiksin­ ti “ birincil ve normal bir tutum” olmakla birlikte, ırkların birbirine karşı duyduğu “tiksinti” duygularının, ne yabancılık ne de onları bir­ birinden ayıran fiziksel uzaklıkla orantılı olarak değiştiğini gözlemledi -ırklar arasındaki uzaklık düşüncesi doğrudan doğruya ırkların varlı­ ğına bağlıydı-; tiksinti duyguları hiçbir biçimde “doğuştan” , yani do­ ğanın oluşturduğu duygular değildi; onlar, ırksal dam galara verilmiş toplumsal anlamlandırmadan doğuyorlardı. “ Örneğin, Birleşik Dev­ letler’de yaşayan milyonlarca melez, birbirinden oldukça uzak ırklar söz konusu olsa bile cinsel yaşamda ırk tiksintisinin “ doğuştanlığı” karşısında yeterince görkemli konuşmalar yapıyorlar.” 16 Tam da bu yüzden, yani insan, bağlı olduğu ırk tarafından de­ ğil de takındığı tutumun akılcılığıyla, kendi eylemine bir anlam verme olanağıyla tanımlandığı için insan toplumu ile hayvan toplumları ara­ sındaki karşılaştırmada her tür bulgusal değerin reddedilmesi zorun­ luydu. Toplumsal olayları, “ insanoğlunun akılcı etkinliğini anlam a” gücü gösterdiğimiz ölçüde anlayabiliyorduk. Onları hayvan toplumla14 15 16 Guillaumin-Poliakov tarafından aktarılmış, 1974, s. 118 (1910). Weber, 1996 baskısı, s. 507. Webeı^ 1971 çevirisi, s. 4 1 2. Esas olarak bu çeviriyi benimsedim, ancak Jean-C laude Passeron ve Jean-Pierre Grossein Weber’de, 1996 yönelttiği bazı eleştirilerden dolayı bazı durum larda dü­ zeltmeler yaptım rıyla, yani arılarla ya da karıncalarla karşılaştırmamız “belli bir hay­ van toplumu için geçerli olmayan, ancak insanlar için geçerli olan araştırma yöntemlerinden vazgeçtiğimiz anlamına gelir.” 17 Topluluklaşma Olarak Etnik ya da Irksal Topluluk Irkı, öncelikle toplumsal bir olgu olarak kabul ettiğimizde, Weber’in ırksal ve etnik ilişkiler için önerdiği çözümlemeyi anlamanın tek yolu onu, W irtschaft und G esellschaft’daki* toplumsal ilişkiler konusunda sunduğu genel yorumla birlikte ele almaktır. Weber’in bağlı olduğu sosyoloji akımı, ırklar ya da etnik gruplar arasındaki ilişkileri anlam a­ ya çalışırken, bunu genel anlamda toplumsal düzenin çözümlemesin­ den ayrı tutmamak gerektiğini savunuyordu. Toplumsal aktörlerin etkin anlamda bütünleşmesi, gerek “ top­ lum” gerekse “topluluk” biçimi alan toplumsal grupların oluşmasıyla son bulabilirdi: İlk durumda yaşanan sürece “toplumsallaşma” , ikinci durumda da “topluluklaşma” deniyordu. Toplumsallaşma sürecinde, toplumsal aktörlerin güdülenimini çıkara ilişkin değerlendirmeler ya da bağlantılar oluşturuyor ve süreç çıkara yönelik düzenlemeler yapılması­ na varıyordu; topluluklaşma sürecinde ise grubun temelini oluşturan, kâh duygusal kâh geleneksel bir güdülenimle katılımcıların yaşadığı ai­ diyet duygusuydu. Topluluklaşma duygulara, duygulanımlara ya da belli bir geleneği benimsemeye dayanabilirdi. Bu iki süreç arasındaki karşıtlık ideal-tipik özellikler gösteriyordu; çünkü somut gerçeklikte “ toplumsal ilişkilerin büyük bölümünün kısmen topluluklaşma özelliği, kısmen toplumsallaşma özelliği gösterdiği” 18 açıktı (italikler yazarın). Etnik toplulukların oluşumu, topluluklaşma sürecinin tamam­ lanmasını sağlıyordu; ancak, Weber’in ifadesiyle diğer oluşumlara gö­ re “çok daha büyük sorunsallar yaratan” bir oluşumdu bu. Ev -aile, topluluk oluşumunun ayrıcalıklı bir örneğiydi-, komşuluk ya da soy 17 Guillaumin-Poliakov tarafından aktarılm ış, 1974, s. 121 (1912). (*) Bu eserin birinci cildi Toplum sal ve Ekonom ik ö rgü tlen m e Kuramı, İmge Yayınevi, 2 0 0 1 , çev. 18 Weber, 1971 çevirisi, s. 41. ö z e r Ozankaya - ç.n. topluluklaşmasında görülebileceği gibi doğal ya da “ ilksel” bir oluşum değildi. Etnik bir topluluğun ortaya çıkması için bireylerin, öncelikle nesnel ortak noktalarının neler olduğunun bilincine varmaları gereki­ yordu; sonra da, bu bilinçlenme ölçüsünde eylemlerine yön vermeliy­ diler. Yani, etnik ya da ırksal bir topluluk oluşturmaları için doğuştan ve kalıtsal olarak nitelenen bazı nesnel özellikleri bireylerin paylaşma­ sı yeterli değildi; onları birleştirenin ne olduğunun da bilincinde olma­ lıydılar. Topluluklaşma sürecinin kökeninde yer alabilecek nesnel özel­ liklerden biri olan ırkın da rol üstlendiği doğruydu, ancak ırk, kültür­ den ve siyasal örgütlenmeden çok daha zayıf bir rol oynuyordu. “ Ka­ lıtsal habitus” ya da ırk, topluluk duygusunu uyandıran “ ortak yaşam ”dan, yani toplumsal ve siyasal yaşamdan çok daha etkisizdi. Z a­ ten, farklı ırklara bağlı olduğu düşünülen bireylerin evliliğinden doğan melezler yüzünden “ antropolojik tipler” de sürekli değişim halindey­ di. Etnik topluluğun su yüzüne çıkması da insanların öncelikle aynı ya­ şam âdetleriyle ve aynı yaşam alışkanlıklarıyla var olduklarının bilin­ cine varmalarına bağlıydı. “ Adetler”deki büyük farklar, etnik topluluk duygularının oluşmasında kalıtsal habitusa denk bir rol oynar [...]. “ Etnik” topluluk inancının oluşmasında “ ırksal nitelikler” ancak son aşam ada dikkate alınır.” 19 Etnik bir topluluğun varlığına duyulan inancın kökeninde ırkın yalnızca pek zayıf bir yer tutması bir yana, insanlarda “ kan ortaklığı” düşüncesini uyandıran, tam tersine ortak kültür ve siyasal ortaklığın etkileriydi: Sosyolojik geri dönüşüm de buydu. Aynı kültürü paylaşan ve aynı siyasal örgütlenme içinde yer alan insanlar, aynı atalardan gel­ dikleri ve aynı ırka ait oldukları sonucuna varıyorlardı. Bu inanç, on­ ları etnik bir topluluk oluşturmaya yönlendiriyordu: “ Bütün bir tarih­ sel süreç, antropolojik bakımdan fazla çarpıcı olmayan farklar engel oluşturmadığında, “ kan ortaklığı” düşüncesini olağanüstü büyük bir kolaylıkla üreten [altını ben çizdim] etkenin siyasal topluluktaki etkin­ lik olduğunu gösterir.”20 19 W ebeç 1971 çevirisi, s. 419. 20 Webeı^ 1971 çevirisi, s. 421. Göçten ya da yerleşmeden sonra bile siyasal toplulukların kendi topluluklarıyla ilgili güçlü bir bilinci muhafaza etmeleri olgusu -hiç kuşkusuz Weber, 1 904’te ziyaret ettiği Birleşik Devletler’de bulunan et­ nik gruplar üstünde düşünüyordu-, etnik topluluğun oluşumunda siya­ salın ne denli güçlü olduğunu kanıtlıyordu. Amerikalılar toplumsal ya­ şamda, bağlı oldukları uluslara dayanan topluluklar halinde, yani Polonyalı-Amerikalı, İtalyan-Amerikalı, vb., halinde örgütlenmeyi sürdü­ rüyorlardı. Barışçıl ayrılık ve göç süreçlerinden önce var olan siyasal topluluk artık varlığını sürdürmüyor da olsa, yerleşim ülkesindeki etnik topluluğun varlık kaynağı olarak kaldı: “ Siyasal topluluk, en yapay ek­ lemlenmelerinde bile kendi alışkanlıklarını sürdürerek ortak etnik ya­ şam inancım uyandırdı; âdetlerde, habitusta ya da özellikle dilde görü­ lecek derin farklar engel oluşturmadığı sürece bu inanç, siyasal toplu­ luğun çökmesinden sonra bile varlığını sürdürme eğilimindedir.”21 Irksal ya da etnik topluluğu yaratan ne nesnel ayırt edici özelik­ lerdi (ırksal topluluk söz konusu olduğunda derinin pigmentasyonu) ne de bunların bilincine varmak. Bireyler, ortak ayırt edici özellikleri­ nin bilincine varıp eylemlerini buna göre yönlendirince topluluklaşma ortaya çıkıyordu. Geniş anlamda, asıl olarak toplumsal ve siyasal bir olaydı bu. Böylesi bir topluluğun varlığı, ona bağlı üyelerin, bu bilinç­ lenme ölçüsünde ve belli oranda istikrarlı bir ilişkiler bütünü kurduk­ larını, “topluluklaştıkları”nı varsayıyordu. Eğer Amerikalı Siyahlar derilerinin rengine bağlı olan ortak kaderlerinin bilincine varmamış, eylemlerini bu bilince göre yönlendirmemiş olsalardı, yalnızca derileri­ nin rengiyle ilgili olguya dayanarak ırksal ya da etnik bir topluluk oluşturamazlardı. Eğer toplum, onların özel fizik durumlarına özel bir anlam ya da değer atfetmeseydi, bunun bilincine varmaları ve bu bi­ linci ortak eylemlerinin asıl nedenine dönüştürmeleri için gerekçeleri de kalmazdı. “Bazı niteliklerde, aynı konumda veya aynı tutumda or­ tak olma olgusu (G emeinsamkeit) zorunlu olarak bir topluluklaşma süreci yaratmaz. Örneğin, belli “ bir ırk”ın ayırt edici özellikleri olarak kabul edilen kalıtsal biyolojik niteliklerin ortak olması, kendilerini bu özelliklerle ortaya koyan çeşitli üyelerin kendiliğinden topluluklaştıkları anlamına gelmez [...]. Böyle bir durum karşısında benzer tepkiler gösterilmesi bile topluluklaşma süreci demek değildir; tıpkı ortak du­ rum ve onun sonuçları karşısında yalnızca belli “duygular” taşımanın böyle bir süreç yaşandığı anlamına gelmeyeceği gibi. Gerçekten de bi­ reyler -h er birinin onu çevreleyen dünyaya bağlı olarak kurduğu bi­ reysel ilişkinin ötesinde-, bu ortak duygu nedeniyle şu ya da bu biçim­ de tutumlarını karşılıklt yönlendirdiklerinde, aralarında toplumsal bir ilişkinin doğduğu söylenebilir.”22 Bütün diğer kolektif kimlikler gibi etnik topluluk da, kendi bi­ lincini ve eylemini oluşturmuş diğer topluluklarla temas etmekten ve karşıtlık içine girmekten doğuyordu: “Irksal aidiyet [...], ortak bir ayırt edici özellik olarak öznel [altını ben çizdim] bir duyguya dönüş­ mediği takdirde, bir “ topluluk” oluşmasına yol açamaz; bunun ortaya çıkması için yerel komşuların ya da farklı ırklardan kişilerin oluştur­ duğu bir birliğin, bir tür ortak davranışla (çoğunlukla siyasal davranış) birbirine bağlı olması gerekir; ya da tam tersine, aynı ırktan bireylerin çeşitli biçimler alan ortak kaderlerinin, aynı ya da belirgin biçimde farklı ırktan bireyler arasında ortaya çıkan herhangi bir karşıtlığa ka­ tılmaları şarttır ”23 (italikler yazardan). Etnik topluluğu oluşturan şey, nesnel etkenler değil insanların inancıydı. O, belli bir toplumdaki insanlar ve gruplar arasında kuru­ lan ilişkilerin bir etkisidir. Nesnel etkenler (özellikle dil, “ benzer dinsel gösterimler” den doğan ritüeller ve tarihsel ya da siyasal anılar) toplu­ luğun kurulmasında ve sürdürülmesinde katkıda bulunuyorlardı, an­ cak onun oluşum nedeni değildiler. “Açıktır ki, dil ortaklığı ve yanı sı­ ra benzer dinsel gösterimlerle koşullanmış ritüel yaşam düzenlemesin­ deki benzerlik, her yerde, etnik yakınlık duygusu bakımından son de­ rece etkin etkenlerdir; özellikle de, ötekinin davranma biçimindeki an­ lamlı “ anlaşılırlık” , topluluklaşmayla ilgili en temel varsayım olduğu 22 Weber, 1971 çevirisi, s. 42. 23 Webeı; 1971 çevirisi, s. 411. için .” 24 Toplumsal alışverişi kolaylaştıran ve topluluk ya da toplum duy­ gusunu sürdürmeyi sağlayan ortak dil bile, kendi başına topluluklaşma sürecini yaratmaya yetmiyordu. “Aile ve en yakın çevre tarafından ak­ tarılmış ortak geleneğin ürünü olan dil ortaklığı bile karşılıklı anlaşma­ yı, dolayısıyla her tür toplumsal ilişkinin kurulmasını olabilecek en yük­ sek ölçüde kolaylaştırır. Bununla birlikte kendi başına topluluklaşmayı sağlamaz [...]. Üçüncü kişilerde bilinçli bir karşıtlığın belirmesiyle birlik­ tedir ki, ortak bir dil konuşan bu kişilerde benzer bir durum, bir toplu­ luk duygusu ve toplumsallaşmalar ortaya çıkar; bu toplumsallaşmaların varlığındaki bilinçli yapıtaşı, ancak bu durumda dil ortaklığıdır.”25 Her tür toplumsal gerçeklikten neredeyse tümüyle bağımsız kalı­ narak, bir topluluğun kökende yer aldığı inancı var olabilirdi; böylelik­ le, etnik grup ırkla ya da “ kan ortaklığı”yla tanımlanamayacağından “ bir köken topluluğunun var olduğuna dair öznel inanca başvurulur; bu inancın dayanağı dış habitusun ya da göreneklerin ya da ikisinin birden benzerlikleri olabileceği gibi, yerleşmeye ya da göçe ilişkin anılar da ola­ bilir; böylelikle bu inanç, topluluklaşmanın yayılmasında giderek önem kazanır -nesnel bakımdan kan birliğinin var olup olmaması önemli de­ ğildir.”26 Weber “ etnikler"i, yani Birleşik Devletler’de ulus temelinde ku­ rulan etnik grupları “ ırk” gruplarıyla, yani Siyahlar ve Kızılderililer ile bir tutuyordu. Kendileriyle, Amerikan toplumunun gerçeklikleri arasın­ da mesafe koyan en kuramcı sosyologlar için bakış açısı oluşturdu. Bunun tam tersine etnik topluluk, onu oluşturan kişiler arasın­ da yalnızca “ ırksal” değil, dilsel ya da dinsel alanlarda güçlü nesnel farklar var olduğunda da doğabiliyordu: “Şunu da kabul etmeliyiz ki güçlü lehçe farkları kadar din farklarının olması da, etnik topluluk duygularının oluşmasını kesinlikle dışlamaz [...]. Klan yakınlığıyla il­ gili bütün inançlar (Stam m verstandtschaft), göreneklerdeki ya da habitustaki özdeşliğe dayanmaz .” 27 24 25 26 27 Weber, 1971 çevirisi, s. 418. Weber, 1971 çevirisi, s. 43. Weber, 1971 çevirisi, s. 416. Weber, 1971 çevirisi, s. 41 8 ve 415. Etnik Topluluklar Arasındaki İlişkiler Etnik topluluklar arasındaki ilişkilerde asıl önemli etken, ırkın kendi­ sinden çok, özel bir tarihsel geleneğin ürünü olan bütün bedensel habitustur: Başta giyinme, süslenme ve kendini başkalarına tanıtma, bes­ lenme ve cinsiyetler arası görev dağılımını yaparak ortak yaşamı dü­ zenleme, yani antropologların tek sözcükle ifade ettiği kültür. Weber, salt kültürel özelliklerin ne denli önemli olduğunu defalarca vurgula­ dı; âdetlere ve göreneklere bağlı bu özellikler, çoğunlukla etnik toplu­ luklar arasındaki ilişkileri belirleyen tiksinti ya da aşağılam a duygula­ rını etkiliyordu. Tek başına ırk ya da “ antropolojik fark” bu duygular üstünde son derece sınırlı bir rol oynuyordu. Farklı etnik topluluklara bağlı bireyler arasındaki evliliklerin ender görülmesinin asıl nedeni, ırktan çok eğitim farkıydı. “ Eğitimle aşılanan toplumsal farklar ve özellikle de “ yetişme” (terimin en geniş anlamında) farkları, uzlaşımsal connubium söz konusu olduğunda, antropolojik türdeki farklar­ dan daha güçlü bir engel oluşturur. Estetik tiksinme gibi uç durumlar bir yana bırakıldığında yalın antropolojik fark, genellikle çok zayıf öl­ çüde belirleyicidir.”28 Irkın kendisi toplumsal bir tanımın ürünüydü. Birleşik Devletler’e yaptığı yolculuk sırasında Siyah Sosyolog Du Bois ile karşılaşan ve onun Amerikalı Siyahlar ile ilgili bir makalesini yayınlayan M ax Weber, hiç kuşkusuz şu olguyu saptayan pek çok sosyoloğun ilkiydi: “ Birleşik Devletler’de siyah kanın en küçük bir damlası bile herhangi bir bireyin kesinlikle safdışı bırakılması için yeterlidir; çok daha büyük miktarda Kızılderili kanı aynı sonucu yaratmaz. Hiç kuşkusuz, safkan Siyahların fizyonomisi, estetik bakımdan Kızılderililerin fizyonomisin­ den çok daha egzotiktir; ayrıca, Kızılderililerden farklı olarak, Siyah­ 28 Webeı^ 1971 çevirisi, s. 413. “ Saçın ya da sakalın biçimindeki, giyimdeki, beslenmedeki, cinsi­ yetler arası işbölümündeki farklar ve genel olarak, göze çarpan bütün farklar, bazı durum larda, başka bazı gelenekleri hayata geçiren bireylerin tiksinti duym asına ve onları hor görmesine yol açabilir.” “ Bundan öncekinden çıkan sonuç şu ki, habitustaki ve yaşam alışkanlıklarındaki ben­ zerlik ya ra karşıtlık, ilkesel olarak, onların kökeni k ad ar etkililiğindeki çeşitliliklerdedir; gerek köken gerekse etkililik, ortak yaşam koşullarına bağlıdır ve burada kalıtsal ya da geleneksel m alvarlığı önemli değildir” (Weber, 1971 çevirisi, s. 41 5). lar ile karşı karşıya kalındığında köle bir halkın, dolayısıyla toplumsal bakımdan saf dışı bırakılmış bir grubun (stân disch) anısı canlanır .” 29 Burada önemli olan, yalnızca ırka ilişkin toplumsal bir tanımın bulun­ ması değildi. Siyahlara yönelen toplumsal aşağılamanın kaynağı, ırkın kendisinden çok (“siyah kan” ) onlarla ilgili toplumsal gösterimdi; te­ kil bir tarih sonrasında bu gösterim, özgürlüğe dayanan ilk büyük de­ mokrasiyi kurmuş olmakla övünen bir toplumda onları kölelikle bü­ tünleştirmişti. Tocqueville bu konuda daha önce şunları yazmıştı: “Köleliğe ilişkin anılar, ırkın onuruna gölge düşürür ve o ırk köleliğe ilişkin anıları devam ettirir [...]. Kölelik yasalarla ortadan kaldırılabi­ lir; ancak onun izlerini yok edebilecek tek güç Tanrı’dır.” 30 Biyolojik ya da doğal gibi görünen olgular, siyasal koşulların nedeni değil sonu­ cuydu: Weber, sosyoloji yaklaşımını böyle formülleştirdi. Böylelikle, Amerikalı Beyazların Siyahlara karşı “ doğal olarak” duyduklarını ifade ettikleri tiksintinin kaynağının, özellikle doğa kö­ kenli tepkiler olmadığı anlaşıldı; tam tersine bu, İç Savaş sonrasında ortaya çıkan durumun ve köleliğin kaldırılmasının doğrudan ürünüydij. Weber de, Tocqueville gibi, toplumsal aidiyetlerinden ötürü Siyah­ lara en yakın olanlar başta gelmek üzere, kimi Beyaz grupların kendi kolektif saygınlıklarını oluşturmak için Siyahlarla aralarına “m esafe” koyma isteğiyle yanıp tutuştuklarını gözlemledi. “Daha yakın dönem­ de Siyahların da kural olarak benimsediği, iki ırk arasında kurulan her tür cinsel ilişki karşısında dehşet duyulması, kölelerin özgürleştirilmesiyile birlikte Siyahların öne sürdükleri bir iddianın; eşit haklarda yurt­ taş muamelesi görme iddiasının bir ürünü dür [altını ben çizdim]. Ya­ ni, bu dehşetin koşulları toplumsal yapıda aranmalıdır 31 [italikler ya­ zardan]. [...] Bilebildiğim kadarıyla Zencilere has koku, Kuzey Eyalet­ lerinin Zenciler ile aralarına “ mesafe koyma” tutumlarını açıklamaya yönelik bir buluştur.” 32 29 Webeii 1971 çevirisi, s. 413. 30 Tocqueville, 1835, 1868 baskısı, s. 304. 3 1 Webeii 1971 çevirisi, s. 412. 32 Guillaumin-Poliakov tarafından aktarılm ış, 1974, s. 120. Weber, 20. yüzyıl Amerikan sosyologlarının ayrım ve ayrımcı­ lıkla ilgili çalışmalarının habercisiydi; bireylerin biçimsel eşitlik ilan et­ mesiyle ortaya çıkan sapkın etkiler hakkında düşünme cesareti göster­ di; hukuksal düzen ne olursa olsun, böyle bir eşitlik kurulurken bütün toplumsal ve siyasal kurumlar iki ırk arasındaki ikiliğe ve siyah ırkın aşağı olduğu düşüncesine dayanarak örgütlenmeyi sürdürmekteydiler. Sosyologların, özü bakımından benimsediği terimle, “ küçük Beyazlar” olayı üstünde özel bir çözümleme yaptı. “ Poor white trashler, yani öz­ gür çalışma fırsatının bulunmadığı koşullarda hiçbir şeye sahip olma­ yan ve çoğunlukla yoksul bir yaşam süren, Birleşik Devletler’in Güney Eyaletleri’nde yaşayan Beyazlar, kölelik döneminde ırk antipatisinin gerçek taşıyıcılarıydı, -plantasyon sahipleriyle hiçbir yakınlıkları ol­ madığı h ald e- çünkü onların toplumsal (sozial) “ onur”u, doğrudan doğruya Siyahların gözden düşmesine bağlıydı.” 33 Toplumsal bakım­ dan mütavazı bir nüfusu oluşturan ve doğrudan rekabet ettikleri Si­ yahlara ya da yeni göçmenlere özel bir düşmanlık besleyen bu “ küçük Beyazlar” m günümüzdeki ırkçılığı ve yabancı düşmanlığı şuna dayanı­ yordu: Toplumsal bakımdan tanımlanmış Beyaz ırka ait olma ya da Amerikan uyruğunda olma olgusunun, onların toplumsal statülerinde tek yapıtaşı olarak kalması tehlikesi. Gerçekten de Weber’e göre etnilerarası ilişkiler statü düzeyin­ deydi. İnsanların, ait oldukları etnik topluluğun değerini ortaya koy­ malarının nedeni kendi onurlarına ve kendi saygınlıklarına kesinlik kazandırma ihtiyacıydı; ancak bunu yapmakla, her zaman ötekileri değersizleştirme tehlikesi taşıyorlardı. “Dış yansımalar arasındaki farklar, etnik yakınlık inancında her zaman için önemli bir rol oyna­ mıştır: Giyinme, barınma, beslenme konularındaki tipik üslup farkla­ rı, cinsiyetler ya da özgür olan ve olmayan insanlar arasında işbölümü farkları. Kısacası, “ uygun” kabul edilenin hangisi olduğunu anlamak için kendimizi sorguladığımız her şeyde, özellikle de bireyin onuru ve saygınlığı duygusuyla ilişkili her konuda [altını ben çizdim]. Başka bir deyişle, “ toplumsal koşul” un (stân disch) özgün farklarının nesneleri olarak ileride ele alacağımız bütün bu şeylerde. Kendi âdetlerinin mü­ kemmel olduğuna dayanan ve “ etnik onur” u besleyen, yabancı âdet­ lerin ise aşağıda olduğunu öne süren kanaat, gerçekte “ toplumsal mevki”nin (stândisch) onuruna ilişkin kavramlarla tam bir benzerlik ha­ lindedir. “ Etnik” onur kitlenin özgül onurudur; çünkü öznel olarak varlığına inanılan köken topluluğuna bağlı herkes ona ulaşabilir .” 34 Kendiyle ilgili işte bu mahrem kavrayış sayesinde, yani “onur” ve “saygınlık”la ilgili tanıma ulaştıran kavrayış sayesinde, bireyler kendi etnik kimliklerini ortaya koyuyor ve varoluşlarına bir anlam veriyor­ lardı. Weber’i “ öncelikçiler” arasına yerleştiren de bu çözümlemedir. Oysa özü bakımından toplumsal bir tanımdır bu: Etnik bir topluluğa ait olmaktan ileri gelen onur, en mütevazı bireylerin talep edebileceği biricik onurdur. Etnik ya da ulusal aidiyet herkes için saygınlık kayna­ ğıdır; ancak, iktisadi ya da toplumsal bakımdan elverişsiz durumda olan gruplar için tek saygınlık kaynağı olabilmektedir. Etnik ya da ulu­ sal saygınlık -b u özellikleri gösterdiğinde- piyasa, statü ve iktidar dü­ zeninde daha aşağı konumda olanlara tanınmış tek saygınlık biçimi ol­ ma tehlikesi taşır. Ulus konusunu kapsayan metinler tamamlanmamış olmakla birlikte bu konuya ilişkin kavrayışı dört ana tema çevresinde yeniden oluşturabiliriz: 1 . ulusların ayırt edici tarihsel özelliği; 2 . ulusların in­ şasında etniğin ve yurttaşlığın diyalektiği; 3. uluslar ile kimi toplumsal gruplar arasındaki ilişkiler; 4. ulus ile demokrasi arasındaki ilişki. Ulusların Tarihsel Ayırt Edici Özelliği Weber’in dönemindeki ulusçuların öne sürdüğü gibi, ulus doğal bir ol­ gu değildir, halkın etnik kökeniyle tanımlanmaz, ebedi bir gerçekliğin parçası da değildir. Ulus, modern Batı dünyasının akılcılaşması ve bü­ rokratikleşmesi süreçlerinden ve daha genel olarak toplumsallaşma sü­ recinden doğmuş tarihsel bir oluşumdur: Ulusal Devlet ise çıkar çatış- malarını ve etnik tutkuları denetim altında tutar. Bu anlamda ulus Ba­ tı modernliğinin özgüllüklerinden biridir. Ulusal aidiyet duygusunun temelini atan duyguların çeşitli nes­ nel kaynakları vardır: Ortak siyasal anılar, dinsel inanç ve dil birliği. Ancak, bir ulusun oluşması için bu kaynaklardan hiçbiri gerekli ve ye­ terli koşul değildir: Ulus, “ bir araya getirdiklerinin ortak nitelikleriyle tanımlanamaz” . Nitekim ulus “ dil birliğiyle özdeş” olmadığı gibi, “ hiç kuşkusuz gerçek kan birliği” ne ya da “ özgür bir antropolojik tip birliği” ne ve “ başka bir büyük kitlesel kültür varlığı olan ” 35 dine de da­ yanmaz. Etnik topluluklaşmada olduğu gibi ulusal topluluk duygusu da, onun üyelerinin aynı kökenden gelmeleri olgusuyla değil aynı kö­ kenden geldiklerine inanmalarıy\a doğar. Weber’e göre Sırplar ile Hırvatlar aynı etnik kökenden geldikleri halde, birincilerin Ortodoks, İkincilerin de Katolik olması, etnik birliğe inanmaktan alıkoyar onları (1 9 1 0 ’da yazılmış metin). İşte bu yüzden, daha genel olarak, ulusçular aynı soydan geldiklerine inansalar da çoğunlukla nesnel bakımından diğer uluslarla olduklarından çok daha farklıdırlar birbirlerinden. Bir halkın ayırt edici özelliği tarihin ürünüdür. Ulusal özellikle­ rin tarihsel ve siyasal açıklamaları ayrıcalıklı tutulmalıdır. O dönem­ lerde, etnilerin nesnel özelliklerini öne sürerek onları ulus olarak ka­ bul ettirmeye çalışan ulusçuluk militanlarına karşı çıkan Weber, daha sonraları M auss’un ve Levi-Strauss’un yaptığı gibi onların argüm anla­ rını tersine çevirdi: Ulusçuların ortak özellikleri (ırk, dil, kültür), ulu­ sal oluşumun nedeni değil etkisiydi. Bu bağlamda Weber V olksgeist ya da Volkscharakter kavramlarını eleştirdi. Bir halk ortak özellikler gös­ terdiği için ulus oluşturmuyor, bir ulus oluşturduğu için ortak özellik­ ler gösteriyordu. Nesnel olarak nitelenen özelliklere kendi anlamlarını veren, siyasal örgütlenmeydi. Weber bu öneriyi örneklemek için yalnızca dini değil onun top­ lumsal örgütlenmesini de hesaba kattı. Örneğin Protestanlığın, Alman ve Amerikan ulusunun özelliği üstünde farklı bir etkisi vardı; çünkü birincisinde Kilise, İkincisindeyse mezhepler halinde örgütlenmişti. 35 Webec, £ co n o m ie et S o ciete, vııı, 5 (Isabelle Niehues-Jeuffroy’nm çevirisi). Kültür (Kultur), yani tarihsel ve siyasal değişkenlerin belli bir karışımı, her ulusun bireyselliğini yaratıyordu ve aynı zamanda onun ürünüydü: “ Bütün kültürler ulusal olma özelliği gösterirler.” Topluluklaşma/Toplumlaşma (Etni/Yurttaşlık) Diyalektiği Etnik ilişkileri akılcı hale getirmenin bir biçimi ulus olduğu için dil de bu alanda özel bir rol oynuyordu. Yalnızca etnik topluluk duygusunun ayrıcalıklı bir boyutu ve ifadesi olmakla kalmıyordu aynı zamanda “ bağımsız siyasal birlik” ya da ulus için koşuldu. Dil, hem topluluklaşma boyutuna hem de toplumsallaşma boyutuna aitti. “ Günümüz­ de, “ dil” mücadelelerinin yaşandığı çağımızda bunların olağan temeli, en başta “ dil birliği”dir. Doğal olarak, sıradan “ dil birliği” nden daha kapsamlıdır; bu kapsam, onun toplulukla ilgili etkinliğinin yöneldiği özgül sonuçta aranabilir ve bu sonuç bağımsız siyasal birlikten başka­ sı olamaz. Gerçekten de günümüzde “Ulusal Devlet” , dil birliği teme­ linde kavramsal olarak “Devlet” ile özdeşleşmiştir .” 36 Bununla birlikte dilin kendisi, ulus oluşturmak için ne gerekli ne de yeterli koşuldu, çünkü köken topluluğuna duyulan inanç farklı diller­ den grupları bir araya getirebileceği gibi, tam tersine aynı dili paylaşan gruplar da aynı ulusu oluşturmayı reddedebilirlerdi. Her ne kadar İrlandalılar İngilizce konuşuyor olsalar da, dinsel inançlar bakımından İngilizlerden ayrıldıkları için kendilerini “kendi dilleriyle tanımlanmış “ ulus”un üyeleri olarak hissetmezler” . Benzer biçimde aynı dili konuşan Sırplar ve Hırvatlar da bir ulus oluşturmuyorlardı. Germen dilini konuşan Alsace nüfusunun “ büyük bir çoğunluğu da, bugün bile Fransız “ ulus”unu ta­ mamlayan parçalardan biri olarak hisseder kendini” (1910’da yazılmış metinler). Bu son örnekte, topluluk duygusu hem âdetlere hem de tarih­ sel anılara dayanıyordu. “Bağımsız bir siyasal örgütlenme” oluşturmak için de kitlelerin ortak yaşama katılmaları, yani siyasal yaşamın dilini ko­ nuşmaları gerekiyordu. Dil bir yandan topluluklaşma, yani etni dünyası­ na, öte yandan da toplumsallaşma, yani ulus dünyasına aitti. Kültürün saygınlığı, ulusun saygınlığına sıkı sıkıya bağlıydı. Al­ man ulusu bir kültür halkıydı (Kulturvolk). Güç, hem bir hedefti hem de kültürün yükselmesi için bir koşul. Zaferle biten her savaş ulusal kültürün saygınlığını pekiştiriyordu ve kültürün yayılması ulusun siya­ sal geleceğiyle ilişkiliydi. Kültürlerin kaderi kuvvet kullanımına bağım ­ lıydı: Almanya gibi büyük güçler, gerektiğinde kuvvet kullanarak etki alanlarını ve kültürlerini korumak zorundaydılar. “Ulus”un anlamı genellikle üstünlüğe ya da her durumda kültürel değerlerinin eşsiz ol­ ması özelliğine dayanır; bu değerlerin muhafaza edilmesi ve geliştiril­ mesi için grubun özgüllüklerine özen gösterilmesi gerekir.” 37 Her ne kadar bütün kültürler ulusal olma özelliği gösterse ve onların varlığı ulusun varlığına bağlı olsa da, o kültürü o ulusun gücüyle bir tutma­ mak gerekiyordu. Küçük uluslar kültür değerlerini büyüklerden daha iyi koruyabilirlerdi. Tam tersine, büyük güçlerin kurduğu Devletler kültürle ilgili boyutları ihmal etme ve saf güce dönüşme tehlikesi taşı­ yorlardı. Kültür, salt emperyalist bir siyaseti doğrulamanın yalın ge­ rekçesine dönüşebilirdi. “ Saf Alman sanatı ve edebiyatı, Almanya’nın siyasal merkezinde doğmamıştır [...]. Germenlik, Alman gücünün kur­ duğu Ulusal Devlet’in sınırları dışında da var olduğu için kadere teşek­ kür etmeliyiz. Yalnızca mütevazı burjuva erdemleri ve bugüne dek hiç­ bir büyük Devlet’te görülmemiş otantik demokrasi değil, çok daha mahrem ve aynı zamanda ebedi değerler de, siyasal güce sırtını dönen toplulukların bağrında yeşerebilirler ancak. Aynı durum sanat alanın­ daki değerler için de söz konusudur: Gottfried Keller gibi otantik bir Alman, ister istemez askeri kampa dönüşen Devlet’imizin bağrında ya­ şasaydı bugünkü kadar eşsiz ve biricik olamazdı .” 38 Ancak şu da bir gerçekti; belirleyici özellikleri “ bilinçli olarak “güç” e sırtını dönmek” olan küçük uluslar, büyük güçlerin doğrudan ya da dolaylı korumasından yararlanmaksızın hayatta kalamazlardı. Almanya’nın görevlerinden biri de gücünü kullanarak Orta Avru­ 37 Webec, £ co n o m ie et S o ciete, vııı, 5. 38 P olitiscb e Schriften , s. 259, R. Aron tarafından aktarılm ış, “M ax Weber et la politique de puissan ce”, Aron’da, 1967, “Tel” , s. 646. pa’daki küçük ulusların varlığını güvence altına almaktı; Germen kül­ türünü muhafaza etme görevi onundu artık. Ulusçuluk ve Toplumsal Gruplar Weber, ulusçu hareketlerin ve ulusun çözümlemesi yapılırken hem mad­ di çıkarlara hem de insanların tutkularına yer verilmesini önerdi. Bun­ lar ile toplumsal yaşamın bütün düzeyleri arasında, yani piyasa ya da toplumsal sınıflar, statü ya da saygınlık ve iktidar arasında bağ kurdu. Ulusal talep hareketlerinin kaynağında yer aldıkları için toplumsal ve siyasal koşulları ihmal etmedi; ulusçuluk ile kapitalizm arasındaki bağı ele aldı. Bununla birlikte, ulusçuluğun yalnızca iktisadi koşullara indirgenemeyeceğini de gösterirdi. M arxçı düşünürlerin öne sürdükleri gibi ulus, salt yönetici sınıfın çıkarları yararına kurulmuş yalın bir üstyapı değildi. Kapitalistlerin çıkarları, ulusal talep hareketini savunan bazı toplumsal grupların çıkarlarıyla çakışıyordu. Ulusa katılmak, “ iktisadi bakımdan bağımlı” sınıfların da benimsediği bir tutkuydu. Nasıl ki ordunun ve yönetimin, ulusun oluşmasında belirgin ve doğrudan bir çıkarı varsa kapitalistler de kendi girişimlerini geliştirme­ nin uygun koşullarını burada buluyorlardı. Bütün entelektüellerin; profesörler, yazarlar, sanatçılar ve gazetecilerin, yani kültürü ve ulus düşüncesini sırtında taşıyanların, bu düşünceyi oluşturmak ve yay­ makla yükümlü olanların da, “ kısmen dolaylı olarak maddi, kısmen ideolojik” çıkarları vardı ulusun yaratılmasında. Ulus ile kültür ara­ sındaki bağ onlara ayrıcalıklı bir rol veriyordu: Kültür varlıklarına öz­ gül biçimde ulaşabildikleri için “ ulusal” düşünceyi yaymaya” ve ken­ di uluslarının özel bir görev üstlendiği düşüncesini dile getirmeye adanmış sayıyorlardı kendilerini. O halde entelektüellerin yükümlülü­ ğü ulusöncesi (çağdaş sözcük dağarcığında, “etnik” ) düşünceleri dö­ nüştürmekti; bunu yaparken tümüyle ulusal bir bellek oluşturmaları ve bu belleği küçük burjuva ve proletarya sınıflarına yaymaları gereki­ yordu. İktidarın saygınlığını ulusal düşüncede dönüştürme yetkisi onlardaydı; daha sonra proletarya da bu düşünceyi benimseyebilirdi. Böylelikle, “ kitleler” ancak kendi durumlarının çözümlemesini aştık­ tan sonra ulus oluşturulmasının kendi çıkarlarına da uygun olduğu­ nun bilincine varıyorlardı: Onları bu yönde itmek entelektüellerin gö­ reviydi. Gerçekten de, diye gözlemledi Weber, işçi sınıfı ulus düşünce­ sini ve bu düşünceyle ilgili tumturaklı söylemi benimsedikten sonra toplumsal düzene şiddetle karşı koymaktan vazgeçmişti. Çünkü bu yolla, saygınlığın kaynağına ulaşabiliyordu. Piyasa, statü ve iktidar düzeninde aşağıda yer tutanlar, güçlü bir ulusa katılmak­ la kendi saygınlıklarını ortaya koymanın biricik fırsatını yakalamış olu­ yorlardı: Toplumsal aidiyetleri ne olursa olsun bütün yurttaşların ulaşa­ bileceği bir üstünlüktü bu. Ulusal yaşama katılma imkânı veren ortak dil “Devlet’in olağan temeli haline gelmiştir” . Kitleler ulusa katılmak için siyasetin dilinden konuşmak zorundaydılar. Böylelikle çağdaş ulus, kül­ türün ve her şeyden önce dilin demokratikleşmesine bağlanıyordu. Ulus, Demokrasi ve Güç Weber dış siyasete öncelik tanıyordu. Ulusun evrensel tarih sürecini et­ kilemesi için iç örgütlenme gerekli koşuldu. Ona göre, öncelikle iç gü­ venlik ve “iktisadi gelişme yüzünden bölünmüş ulusun toplumsal birli­ ği” , başka bir deyişle toplumsal sınıflara bölünmüş halkın birliği, ulu­ sun dünya çapında rol üstlenebilmesi için gerekli koşullardı. Parlamentarizm ve demokratik uygulamalar yönetilenlerin onayını almanın ve böylelikle bütün iç güçleri birleştirmenin yollarıydı; bu sayede, güce da­ yanan ulusal siyaseti sürdürmek üzere en güçlü siyaset adamları devle­ tin başına geçebilirdi. Dünyanın yönetiminde yer almak, en üstün halk­ lardan biri olan, efendi halklardan biri olan Alman halkının hem hak­ kıydı hem de görevi. Almanya’dan söz ederken Weber şunları açıklıyor­ du: “Yalnızca üstün halklar (Herrenvolk) dünyanın gelişme çarkını çe­ virebilecek yetenektedir. Bu derin niteliği taşımayan halklar böyle bir görevi üstlenip kendilerini tehlikeye attıklarında yalnızca diğer ulusların sağlam içgüdüleriyle burun buruna gelmekle kalmayacak, bu deneyimin peşinde koşarken kendi içlerinde parçalanmaya uğrayacaklardır .” 39 39 P olitische Schriften, s. 2 5 9, R. Aron tarafından aktarılmış, MM ax Weber et la politique de puissan ce”, Aron, 1965, “Tel”, s. 643. Büyük uluslar arasındaki mücadele, onlara rutinleşmeden ve bürokratikleşmeden uzak kalma olanağı veriyordu; çağdaş toplumlar için tehdit oluşturan bu iki etken onların azametine de gölge düşürebi­ lirdi. Weber, ulus ile güç iradesi arasındaki zorunlu ilişkiyi çözümler­ ken, her zaman ikinci ibareyi vurgulamak durumunda kaldı. Bu du­ rumda da, önceleri ulusun aygıtı olarak tanımladığı Devlet ulusun, kendisiyle iç içe geçmişti. Çalışmaları ilerledikçe, ulusu ve Ulusal Devlet’i aynı gerçekliğin ayrılmaz iki boyutu olarak görmeye başladı .40 Birinci Dünya Savaşı sırasında Weber, ulusçu militanların dü­ şüncesinde barınan tehlikelerin ayırdma vardı; “ uluslar”, bağımsız si­ yasal örgütlenmeler halinde örgütlenmeliydi. Ulus ile Devlet arasında­ ki bağın, gerçekte henüz kurulmamış olduğunu gözlemledi. Avrupa’da yaşayan halkların iç içe geçmiş olması siyasal düzenin, o dönemlerde uyrukluk olarak adlandırılan ilkeye göre inşa edilmesini olanaksız ha­ le getiriyordu; bu ilkeye göre her ulusun egemen bir Devlet’i olmalıy­ dı. Savaş sırasında yazdığı bir makalede şu görüşe yer verdi: Siyasal sı­ nırlar askeri güvenliğin çıkarlarını, iktisadi çıkarları ve ulusal kültürle bağlı olan topluluğu buluşturmalıydı. Buna karşılık, Avrupa “ harita­ sında bu üçünün buluşmadığı” nı gözlemledi. Siyasal bağımsızlığa yö­ nelik ulusçu istekler de işte bu buluşmama halinden doğmuştu. Uyruk­ luk ilkesinde barınan siyasal tehlikenin bilincinde olan Weber, Dragomanov’un Rusya ile ilgili tasarıları üstünde düşündü. Federal yapıda bir siyasal örgütlenme oluşturulmasını öneriyor, bu örgütlenmenin “ ulusal” kültür kimliklerine saygı göstermesini ve Rusya’da kurulan siyasal bir birlik bünyesinde her birine kültür alanında büyük bir özerklik tanınmasını öngörüyordu. Alman İmparatorluğu bünyesinde yer alan Polonya eyelatlerine de, kültür alanında geniş bir özerklik ta­ nınmasını öneriyordu. Ancak Polonya’nın siyasal bağımsızlığını öngö­ recek kadar ileri gitmedi. Ulus, Devlet ile iç içe girmiyordu: Çözümsel olarak ondan ayrı tu­ tulmalıydı. Statü düzeyinde bir topluluklaşma sürecinin ürünü olan ulus, Devlet ile aynı düzeyde değildi; Devlet, iktidar düzeyinde bir toplumsal­ laşma biçimiydi. “Devlet”in sorunları (Staatspolitisch) iktidarı konu alı­ yordu ve ordu ile bürokrasiye emanet edilmişlerdi; kültürle ilgili “ ulu­ sal” sorunlar (Kulturpolitisch) ise entelektüellere havale ediliyordu. Weber, pek çok “ ulus”u bir araya getiren Avusturya Devleti’ni hatırlatarak (1914 savaşından önce yazılmış metin) şu sonuca vardı: “Ulus, “Devlet’e bağlı halk” la, yani siyasal bir topluluğa aidiyetle özdeş değildir.” Bununla birlikte ikisi arasında zorunlu ve karşılıklı bir bağ var­ dı. Özerk bir Devlet’ten yararlanmak için mücadele ederken ulus oluş­ turuyordu. Çekler, M acarlar ya da Yunanlılar bağımsız bir siyasal ik­ tidar yaratma iradeleri sayesinde ulus halini almışlardı. Bütün uluslar belli bir tarihin ürünüydü. Aynı biçimde Çinliler de yüzyılın başında ulus oluşturmuyorlardı; ancak şimdilerde, yüzyılın sonunda “ aynı gözlemciler bambaşka bir yargıya varacaklardır” . Devlet kurulmuş ol­ sa da, yurttaşları birleştiren dayanışma duygularından destek almıyor­ sa varlığını sürdüremezdi; ulus da, Devlet tarafından korunmadıkça kendi kültürünü muhafaza edemezdi. Weber çağdaş sosyologların gö­ rüşüne de öncülük etti: Uluslar sonsuza dek varlıklarını sürdürmezler­ di ve ulusları yaratan ulusçuluktu. Ona göre önce ulusçuluğu, sonra da ulusu tanımlayan şey Devlet kurmaya yönelik tümüyle siyasal özellik gösteren iradeydi (Ulus-Devlet yaratma talebi anlamında). 1910’da, Alman Sosyoloji Derneği’nde açıkladığı gibi ulus ile ulusçuluğu özdeş­ leştirerek ulusu şöyle tanımladı: “ En uygun ifadesi özerk bir Devlet olan, doğal olarak onu [Devlet’i] yaratmak için gayret eden duygular mertebesinde bir topluluk .”41 Devlet akılcılaşmanm aygıtıydı ve farklılaşmış iktisadi çıkarlar­ dan ve etnik duygulardan doğan tutkuları denetim altında tutmayı sağlıyordu. İçeride bürokratikleşmenin aygıtıydı ve Weber bu alanı çağdaş Batı toplumunun özgüllüğü olarak görüyordu; dışarı da ise güç iradesinin aygıtıydı ve dünya üstündeki çatışmalarda hakiki ulus bu iradeyle kendini ifade ediyordu. “Ulus” kavramı düşüncelerimizi sü­ rekli olarak siyasal “güç” le ilişki kurmaya yönlendirir. “Ulusal” olma üniter bir şeyi ifade ettiğine göre, bir tür özgül tutkuyu (p a th o s) da be­ lirteceği açıktır. Dil, dinsel inanç, görenek ya da kader birliğiyle bütün­ leşmiş bir insan grubu söz konusu olduğunda bu tutku, var olan ya da kendilerine ait olmasını şiddetle istedikleri siyasal iktidarın örgütlen­ mesi düşüncesine bağlanır; “ güç vurgusu ne denli büyükse bu örgüt­ lenme de o denli özgül olacaktır .”42 Ulusun kendini güç iradesiyle tanımladığı andan itibaren, siya­ sal bir örgütlenmesi ve hakiki anlamda bir güç iradesi taşıyan küçük uluslar da varlıklarını sürdürebilirlerdi; hatta, “ ulusal güç iddiası” nda olmayan büyük uluslara göre çok daha kolay sürdürürlerdi varlıkları­ nı. Weber, bu konuya değinirken 19. yüzyıl başında Almanların duru­ munu örnek verdi; aynı kültürü paylaştıkları halde, uluslar toplulu­ ğunda güç alanında kendi iradelerini ortaya koymak için ortak bir si­ yasal örgütlenme oluşturma iradesini taşımıyorlardı. “Topluluğun elinde bulundurduğu siyasal “güç”e ilişkin bu ihtiraslı kibir ya da so­ yut siyasal bir “güç” le ilgili bu dokunaklı hasret, nicelik bakımından homojen ve ayrıca nitelik bakımından daha büyük “ bir topluluğa (el­ li yıl öncesinin Almanları gibi) göre, nicelik bakımından “ küçük” baş­ ka bir toplulukta çok daha yaygın olabilir (Macarların, Çeklerin ve günümüz Yunanlılarının dil birliğinde olduğu gibi); tıpkı diğerleri gibi Almanlar da, esas olarak bir dil topluluğu oluşturuyorlardı, ancak “ ulusal” güç alanında hiçbir iddiaları yoktu .” 43 DURKHEİM’IN IRKÇILIK KARŞITI GÖRÜŞÜ Durkheim’dan sonra, onun düşüncesindeki gelişim sürecine bakıldı­ ğında, ırk ya da etnilerarası ilişki sosyolojisi üstünde hiçbir etkisi ol­ madığı görülür. Tıpkı Weber gibi o da, sosyolojinin özel bir alanı ola­ rak görmüyordu bu konuyu. Çalışmalarını çağdaş toplumdaki top­ lumsal kaynaşma alanına yönlendirdi; bu toplumda etnik boyutun za­ yıfladığını ve toplumsal yaşamda özel bir boyut olma niteliğini kaybet­ 42 Weber, 1971, r). 427. 43 Webe^ trad. 1971çevirisi, s. 427. tiğini öne sürdü. Daha ileride de göreceğimiz gibi, bu bakış açısı Fran­ sız sosyolojisini yakın tarihe kadar etkisi altına aldı. Hiç kuşkusuz bu yaklaşım, bütünleşmenin nasıl sağlandığına ve ulusal ideolojiye bağlıy­ dı; bu etkenlerden hiçbiri, kendi yerini özel toplulukların ya da kamu­ sal alanda yer alan azınlıkların varlığına bırakmıyordu ve yurttaşların birey olarak bütünleşmesi ilkesine dayanıyordu. Ancak, bu açıklamay­ la yetinilmemeliydi. Fransız sosyoloji okulunun kurucusu olan Durk­ heim, Weber gibi çağdaş toplumun özgüllüğü üstüne global bir görüş ortaya koyarak kolektif yaşam da etnik boyutların giderek eriyeceğini öngörüyordu. Özgül sosyolojik bakış açısını oluştururken gösterdiği çabada ve “ organiko-psişik” yapının toplumsal olaylar üstündeki etkileriyle ilgili tartışmasında, Durkheim’ın ortaya koyduğu düşünce, dar anlam ­ da ırkçı düşüncenin; yani farklı ve eşitsiz ırkların varolduğunu savu­ nan ve toplumsal olguları bu eşitsizlikle açıklayan düşüncenin sosyo­ lojik eleştirisi bakımından bir evre teşkil eder. Tıpkı diğerleri gibi Durkheim da, biyolojinin bilimsel bir sonucu olarak görülen bu dü­ şünce tarzını görmezlikten gelemezdi. Kendi zamanında çoğunluğun yaptığı gibi “ ırk” sözcüğünü kullandı, ancak bunun yerini pek çok kez “ tip” sözcüğüne verdi. Irkların “ melezleşme”si söz konusu olduğunda kavramın da belirsizleşmesini eleştirerek “ kalıtım” olgusunu göz önü­ ne aldı. O dönemde Franz Boas tarafından formülleştirilen saf çevreci bakış açısını benimsemedi. Buna karşılık, toplumsal olguları açıklam a­ da ırkın önemli olduğu düşüncesini kesinlikle eleştirdi. Bu tutum, sos­ yolojiyi inşa etmeye yönelik projesini etkiledi: Toplumsalı açıklayan şey, “ organiko-psişik” (insanın organik ya da psişik oluşumundan tü­ reyen her şey) değil, toplumsalın kendisiydi. Sosyolojik Yöntemin Ku­ rallarında* formülleştirdiği bu önerme, daha sonra İntihar’daki** çö­ zümlemelerde uygulamalı olarak ortaya konuldu. Tıpkı M ax Weber gibi sosyolojinin özgül bakış açısını bu yolla formülleştirdi. (*) Bordo Siyah Yayınları, 20 03, çev. Cenk Saraçoğlu - ç.n. (**) Cem Yayınevi, 20 02, çev. ö z e r Ozankaya - ç.n. Irkın ve onun etkilerinin eleştirisi, çağdaş toplumla ilgili yoru­ muna da yansıdı. Toplumsal işin bölüşümüne dayanan organik daya­ nışma ilkesi, mekanik dayanışmayı yerinden edip yayıldıkça, bütün özel dayanışma biçimleri gibi, etnik bağlar da giderek zayıflıyordu. Irk Kavramı Durkheim, Franz Boas’ın (1858-1942) T he M ind o f the Primitive M an (1911) adlı kitabı için hazırladığı rapor vesilesiyle saf “çevreci” bakış açısıyla ilgili kuşkularını ifade etti. Ortamın etkisinin, “tipler” ya da ırklar arasındaki farkları tek başına açıklamaya yetmeyeceğine kesin olarak inanmıyordu; kalıtımın da rol oynadığını düşünüyordu. Boas, “ Amerika’da doğan İtalyan ya da Yahudi, vb. çocukların, ebeveyninin belirgin özelliklerinden uzaklaşarak Amerikan tipine yaklaştıklarını kanıtladığını öne sürüyor; kafataslarının biçimi, boyları, ağırlıkları, vb. ana babalarınınkiyle aynı olmazmış. Son derece şaşırtıcı olan bu sonuçlara şiddetle karşı çıkıldığı doğrudur. Ortamın dışında ırk için çok daha önemli olan bir etken de kalıtımdır ve kalıtım, aktardığı özel­ likleri sabitleme eğilimi gösterir. Ancak kalıtımın etkileri çaprazlam a­ larla değiştirilebilir.”44 Durkheim ırk kavramını eleştirirken, farklı ırk­ lardan ve tiplerden kişiler arasındaki “çaprazlam a” nın varlığından yo­ la çıkıyordu; çevrecilerin yaptığı gibi yalnızca fiziksel ve toplumsal or­ tamın “tipler” üstündeki etkisinden söz etmiyordu. Biyolojik ırkların eşitsizliği düşüncesini reddediyor, ancak halklar arasında uygarlık ya da kültür -biyolojik değil, toplumsal bir o lay - alanında eşitsizlik olduğunu düşünüyordu; bu eşitsizlik yüzün­ den halklar, belli bir anda “ uygarlık” ı tanım ada eşitsiz bir beceriksiz­ lik gösterebiliyorlardı; ayrıca bütün ırkların ya da bütün halkların (bu iki terim arasında anlamlı bir denklik olduğu bir kez daha görü­ lür) uygarlık biçimlerinin tümünü benimsemede eşit bir beceri göster­ dikleri kanıtlanmamıştı. “ Yargıya ve akılyürütmeye ilişkin bütün te­ mel mekanizmalar, en ham olanları da dahil uygarlığa içkindir; ne var ki, filiz halindedirler. Onları güncelleştiren kültürdür [...]. Bunu söylemek, bazı ırkların belli bir zihin düzeyini aşam am a kadersizliğini yaşadıkları anlamına gelebilir mi? Bundan daha temelsiz bir iddia olamaz; tam tersine biz, fiziksel ya da toplumsal dış nedenlerin halk­ ların farklılaşm asında ana kaynak olduğunu düşünüyoruz. Ancak buradan yola çıkılarak, kökenleri ne olursa olsun bugün bütün insan­ ların uygarlık karşısında eşit yetenekte oldukları sonucuna varıla­ maz. Yüzyılların kültürü, ilke olarak var olmayan düzenlemelerin or­ taya çıkmasını sağlamıştır. Kuşkusuz, özellikle belli bir ırkın haksız yere aşağılanm ış olması mümkündür: Büyük bir olasılıkla Ameri­ ka’daki Siyahların durumu böyledir. Ancak bu durum bütün ırkların, bütün halkların, zihnin olası bütün biçimleri karşısında doğuştan eşit yetenekte olduklarını söylemek için neden sayılam az.”45 Irk konu­ sundaki bu yaklaşımı yüzünden Durkheim çoğunlukla eleştirildi: Otuzlu yıllardan başlayarak araştırm acıların çoğu, saf çevreci yakla­ şımı benimsedi. Ancak bana asıl anlamlı görünen şu: Her ne kadar Durkheim ırk düşüncesinin içinde kalarak kafa yormayı sürdürse de, ırkçı düşüncenin can damarını; yani toplumsal olayları ırklarla açık­ lamayı reddetmiş ve bu karşı çıkış sayesinde sosyolojinin temellerini atma tutkusunu alevlendirmiştir. Irkçı Açıklamanın Eleştirisi Bu açıklama iki yönden eleştirilmektedir: Birincisi, ırk insan topluluk­ ları arasındaki “ çaprazlam alar” yüzünden belirsiz bir kavramdı; İkin­ cisi ve asıl önemlisi “toplumsal olguların, organiko-psişik mertebede bulunan etni etkeninden bağımsız” olduğunu ortaya koyma gereği ve toplumsal olguları toplumsal olmayan değişkenlerle değerlendiren her tür açıklamayı dışlama gereği ölçüsünde, ırk kavramının açıklayıcı de­ ğeri de reddedilmeliydi: “Toplumsal bir olgunun ancak ve ancak baş­ ka bir toplumsal olguyla açıklanabileceğini göstermiştik.”46 45 Durkheim, 1913, s. 33. Her ne kadar Steven Lukes psikopatoloji düzenlemelerini, ırka ve kalıtıma ilişkin “ organiko-psişik” örnekler olarak görse de,47 Durk­ heim kendi açıklamalarında, insanın organik ya da biyolojik boyutu­ nu belirtmek için şu terimleri gayet rahat kullandı: “ Etnik” , “ antropo­ lojik” , “ ırk” ya da “ ırksal”, “ kalıtım” , “organiko-psişik” ya da hatta “ psikolojik” . “ Bütün yönlerde” çaprazlama olduğuna göre ırk da belirsiz bir kavramdı. “Irk nedir? [...] Genellikle iki ana kavramla karşı karşıya kalıyoruz: Benzerlik ve soy kavramları [...] günümüzde bu tanımı kar­ şılayacak insan ırklarının var olduğu pek söylenemez; zira, bütün yön­ lerde görülen çaprazlam alar sonrasında kendi türümüzde var olan çe­ şitlerden her biri çok farklı kökenlerden türedi. O halde, eğer bize baş­ ka bir ölçüt verilmezse farklı ırkların intiharla ne tür bir bağlantıları­ nın olduğunu bilmek zor olacaktır, zira ırkların nerede başlayıp nere­ de bittikleri kesin olarak söylenemez.”48 “ Soy ya da akrabalık düşün­ cesini ırk kavramına dahil etmek yönteme aykırıdır. Bu kavramı ken­ di dolaysız öznitelikleriyle tanımlamak daha iyidir; böylelikle gözlem­ ci onlara doğrudan ulaşacak ve kökenle ilgili her tür soruyu erteleyebilecektir. Bu kavramı eşsizleştirecek iki özellik kalır geriye. Birincisi, benzerlikler arz eden ve bireylerden oluşmuş bir grup olabilir; ancak aynı imana ve aynı mesleğe bağlı kişilerin durumu da böyledir. Bu kav­ ramın ayırt edici özelliğini tamamlayan şey, onlar arasındaki benzer­ liklerin kalıtsal olmasıdır. Kökeninde nasıl oluşmuş olursa olsun bura­ da söz konusu olan tip, kalıtım yoluyla aktarılabilen bir tiptir [...].Böy­ le ortaya konulduğunda, ırkların oluşumu sorunu da çözülebilir bir sorun haline geliyor; ancak, sözcük öylesine yaygın bir kabul kapsa­ mında ele alınıyor ki, giderek belirsizleşiyor. Ancak, türün en genel kollarını, insanlığın doğal ve görece değişmez bölünmelerini artık be­ lirtmediği için her türden tipi belirtir hale geliyor. Gerçekten de bu ba­ kış açısına göre, yüzyıllar boyu mahrem ilişkiler sonrasında birleşen ve kısmen kalıtsal benzerlikler gösteren kişilerin oluşturduğu ulus grupla­ 47 Lukes, 1973, s. 17. 48 Durkheim, 1897, 1990 baskısı, s. 54-55. rından her biri, belli bir ırkı meydana getiriyor. Bu nedenle kimi zaman Latin ırktan, kimi zaman Anglosakson ırktan, vb. söz ediliyor. Hatta sırf bu biçimiyle ırklara, tarihsel gelişmenin somut ve canlı etkenleri gözüyle bakılabilir. Bütün bu halklar karmaşasında, tarihin bu derin potasında ilkel ve temel büyük ırklar, sonuçta birbirleriyle öylesine iç içe girdiler ki hemen hemen neredeyse bütün özelliklerini yitirdiler.”49 Ancak tek sorun, kavramın belirsizliği değildi. Asıl eleştiri ko­ nusu, toplumsal bir olayı açıklamaya çalışırken, bambaşka yapıda bir olgunun kullanılmasıydı. “Hazırlık amacıyla yapılan bu gözlemler bir konuda bizi uyarıyorlar: Sosyolog, herhangi bir toplumsal olay üstün­ de ırkların etkisini araştırmaya girişirken ne kadar ihtiyatlı davransa azdır. Zira, böylesi sorunları çözebilmek için farklı ırkların hangileri olduğunun ve bunların birbirini nasıl ayırt ettiklerinin de bilinmesi ge­ rekir. Antropoloji alanında yaşanan bu belirsizliğin, ırk sözcüğünün günümüzde hiçbir tanıma denk düşmemesinden kaynaklandığını bil­ mek tedbir alma zorunluluğunu artırıyor. Gerçekten de köken ırkları, artık paleontolojik önem dışında herhangi bir önem taşımıyorlar; öte yandan, ırk olarak adlandırıldığı halde ondan daha dar olan bu grup­ laşmalar, kan bağıyla değil uygarlık sayesinde kardeş olmuş halklar ya da halk toplumları olmaktan öteye gitmiyorlar. Bu biçimde tasarlanan ırk, neredeyse tümüyle uyruklukla örtüşüyor50 [...]. O halde, eğer te­ rimleri daha kesin anlamlarıyla düşünürsek, ırk değil uyrukluk sö z ko­ nusu edilebilir” 51 (altını ben çizdim). Durkheim’ın bir yandan ırk düşüncesini kabul edip diğer yandan onun anlamını yavaş yavaş nasıl dönüştürdüğünü ve “organiko-psişik”ten geçerek tümüyle sosyolojik bir kavrama, “uyrukluk” kavramı­ na nasıl ulaştığını bu alıntılarda görmek mümkün. Her ne kadar ırk kavramına “gerçeklik”52 atfetmeyi sürdürse de, “Ari” ırkı çağrıştırsa da, Avrupa’da “en genel özellikleri kabaca göze çarpan büyük tipler”in 49 50 51 52 Durkheim, 1 8 9 7 ,1 9 9 0 baskısı, s. 56 -5 7. Durkheim, 18 97, 1 9 90 baskısı, s. 58. Durkheim, 1897, 1 9 90 baskısı, s. 60. Fenton, s. 134. bulunduğu-öncelikle, “ ırk” olarak adlandırılan Germen, Kelt-Roma ve Slav tipleri- “ve halkların bunların arasına yayıldığı”nı kabul etse de, ulaştığı sonuç oldukça açıktır: Aynı ırktan kişiler arasında görülen ben­ zerliklerin nedeni, onların tarihi, yaşama koşulları ve ortak uygarlığıdır. Sonuç olarak, intihar yüzdelerinin ırklara göre belirgin bir fark göstermesinin nedeni onların, biyolojik özelliklerine bağlı olarak intihar tehlikesini eşitsiz bir biçimde taşımaları değil, içinde bulundukları top­ lumsal koşulların aynı olmamasıydı: “Aynı toplumsal ortamda yaşayan bir Alman ile bir Slav’ın intihar eğilimi hemen hemen aynıdır. Dolayı­ sıyla, koşullar değiştiğinde onlar arasında gözlemlenen fark da ırka bağ­ lı değildir [...].53 Başka halklara göre Almanların kendilerini daha çok öldürmelerinin nedeni damarlarında akan kan değil, onları yetiştiren uygarlıktır.” 54 Bu biçimiyle ırk açıklayıcı bir değer taşımıyordu. Bu “ kural”ı, intihar yüzdelerindeki farkları çözümlerken uygu­ layan Durkheim, M ax Weber’in kullandığı terimlere çok yakın terim­ ler kullanarak şu mantıksal sonuca vardı: “Irkla ilgili karanlık güçleri işin içine sokmaya gerek kalmadan intiharın Fransa’daki coğrafi dağı­ lımını açıklayabiliriz [...]. Kuzey bölgesindeki insanların Güney’e göre kendilerini daha çok öldürmelerinin nedeni etnik mizaçları yüzünden buna daha yatkın olmaları değil, intiharla ilgili toplumsal nedenlerin, Loire’ın güneyine göre kuzeyinde daha fazla olmasıdır.” 55 Durkheim’ın vardığı bu sonuç, zorunlu olarak sosyolojinin temellerini atma tasarısında yer aldı: “ Bütün bu olgulardan da anlaşılacağı gibi toplum­ daki intihar yüzdesi yalnızca sosyolojik bakımdan açıklanabilir.” 56 Ay53 Durkheim, 1 8 9 7 ,1 9 9 0 baskısı, s. 62. 54 Durkheim, 1897, 1990 baskısı, s. 63. “Etnik özellikler organiko-psişik niteliktedir. O halde, eğer psikolojik görüngüler toplum üstünde, onlara atfedilen nedensel etkililiği gösteriyorlarsa, toplumsal yaşam da onlara uygun olarak çeşitlenmelidir. Kaldı ki, bilinen hiçbir toplumsal gö­ rüngü tartışm asız biçimde ırka bağım lı değildir. Hiç kuşkusuz, bu durumun yasa değerinde ol­ duğunu söyleyemeyiz; ancak en azından bu durumun, pratiğimizde sürekli olarak karşılaştığı­ mız bir olgu olduğunu belirtebiliriz. Aynı ırktan gelen toplumlarda son derece çeşitli Örgütlen­ me biçimleriyle karşı karşıya kalınırken, farklı ırklardan toplumlarda oldukça çarpıcı benzerlik­ ler gözlemlenmektedir.” (ay.y., s. 107). 55 Durkheim, 1897, 1990 baskısı, s. 67 -6 8. 56 Durkheim, 1897, 1990 baskısı, s. 336. nı sonuç, Durkheim’ın çağdaş toplumla ilgili yaklaşımına da bağlandı. Bu yaklaşım kendi mantığını ortaya koydukça bireyleri de içinde yer aldıkları dayanışmadan ve özel bağlılıklarından kurtarıyordu; bireyler yeni bir özerklik elde ediyorlardı. Kolektif yaşamın etnik boyutları si­ linmeye mahkûmdu.57 Steve Fentom şunu vurguladı: Durkheim, bir yandan ırk kavra­ mının geçerliliğini ve ırkçı kuramın açıklayıcı değerini eleştirirken, di­ ğer yandan da ırk düşüncesini ilgilendiren konulara tereddütlü ya da kuşkucu yaklaşmıştı. Durkheim’ın kendi döneminin düşünce biçimle­ rine mahkûm kaldığı doğruydu. Ancak eleştirileri, ırkçı düşüncenin özüne yönelmekten de geri kalmadı: İster halkların tarihi, sanat, dil, si­ yaset ya da toplum söz konusu olsun, Fentom, toplumsal olguların ırk­ la açıklanmasını eleştirdi. “Irksız ırkçılık” ın ortaya çıkacağını ya da, “ kültür” ün yerine “ ırk”ı koyarak ırkçı düşüncenin özünü muhafaza eden kültür belirlenimciliğinin gelişeceğini öngöremediği için onu suç­ layamazdık. Sosyologların yapabileceği tek şey, kendi toplumsal dene­ yimleri ve kendi tarih bilgileri üstünde düşünmekti. Uzmanlar, Weber’i ve Durkheim’ı okumayı fazlaca ihmal edi­ yorlar. Oysa, bütün profesyonel sosyologlar bu tasarıya sadık kalm a­ mış olsalar da, onların çalışmaları, sosyoloji tasarısının esas olarak ırkçılık karşıtı özellik taşıdığını ortaya koyuyordu. Montesquieu, Fransızların Germen soyundan geldiği düşüncesini kabul ediyordu, ancak psikolojik, tarihsel ve toplumsal olguların ırk tarafından belir­ lendiğini reddetmiyordu. Bilime karş: duyduğu inanca rağmen Auguste Comte’un konumu başka bir örnek teşkil ediyordu. Ona göre insan­ lık Beyaz, Sarı ve Siyah olmak üzere üç büyük ırkı kapsıyordu: İlkinin zekâya, İkincisinin etkinliğe ve üçüncüsünün de duygusallığa yatkın olduğunu düşünüyordu. Ne var ki, kendini peygamberi saydığı evren­ sel uyum çağında bu ayrımlar yok olacaktı; çünkü “ Büyük Varlık’ın bütünsel uyumu, her biri kurgusal, etkin ve duygusal olan bu üç ırkın yakın rekabetini şart koşar” . Her ne kadar ırkın, örneğin iklimden da­ ha etkili “ toplumsal bir dönüştürücü” olduğuna inansa da, ona üstün­ lük atfetmiyordu ve farklı düşünen yazarları şiddetle kınıyordu.58 Sos­ yoloji düşüncesinin kurucuları ırkları bir gerçeklik olarak kabul et­ mekle birlikte şunları da reddediyorlardı: Belirlenimcilik, ırkların oluş­ turduğu hiyerarşi ve az çok Darwinciliğin etkisi altında kalan ve ırk düşüncesine eşlik eden (ırkların mücadelesi, Beyaz ırkın üstünlüğü, melezleşmeye bağlı gerileme, vb.) toplumsal felsefe. Onlar, sosyoloji bilgisinin bağımsız olduğunu savunuyorlardı. BİTMEYEN TARTIŞMA Bu tartışmalardan sonra, sosyoloji geleneğinin biyolojiyle işinin bitmiş olduğu sanılmasın. Sonraki kuşakların araştırmacılarını etkisi altına alar güç, ustaların otoritesi değil, araştırmacılık yasasının kendisiydi. Bir sonraki başlıkta, özellikle sosyal psikolojiden yana olan bilginlerin doğuştan ile edinilmişe katkıları üstüne sürüp giden tartışmalarını gö­ receğiz. Elbette, yirmi otuz yıldır biyoloji de kendi cephesinde müthiş gelişti. Çok sayıda akıl hastalığının artık psikolojik ya da toplumsal et­ kenlere değil genetik etkenlere bağlı olduğu söyleniyor. Bu anlamda, genetik alanında gösterilen başarıların sosyolojik yorumların geçerlili­ ği üstüne kuşku yarattığı söylenebilir mi? “ Irk ve Tarih” in (1952) Yeniden Ele Alınışı (1971) 1971’de Claude Levi-Strauss’un Unesco’da verdiği “ Irk ve Kültür” baş­ lıklı konferans, 1952’de aynı kurumda verdiği “Irk ve Tarih” konulu konferansı tamamlıyor, hatta düzeltiyordu; çünkü ilki, birkaç yanlış an­ laşılmayla birlikte uluslararası görevlilerin ve ırkçılık karşıtı militanla­ rın kutsal kitabı haline gelmişti. Levi-Strauss 1952’de, biyoloji bilgisi ile antropologların bilgisi arasındaki kesin ayrımı göklere çıkarıyordu. 1971 ’de ise, bu iki disiplin arasındaki ilişkilerin yeniden formüle edil­ mesi çağrısını yaptı ve antropologları genetikçilerle diyalog kurmaya davet etti. İnsanın evrenselliği hakkında yeni bir tanım öneriyordu. Irk kavramını tanımlamanın, bütün zamanlarda olanaksız oldu­ ğunu hatırlatıyordu; bu tanım için art arda öne sürülen bütün özellik­ lerin (kafatasının biçimi, derinin rengi, kan grupları, kan serumundaki proteinler), ortama uyum sağlam a olaylarına bağlı olduğunun anlaşıl­ dığını söyledi. Doğumda gözlemlenen davranış farkları bile rahim içi yaşam koşullarındaki farklardan kaynaklanıyordu. Birleşik Devletler’de yaşayan siyah ya da Beyaz Amerikalı bebekler, siyah Amerikalı bebekler ile Afrikalı bebeklere göre daha yakınlardı birbirlerine. İnsanlığın evriminin, biyolojik evrimin bir alt-ürünü olmadığı bi­ linse de, buradan yola çıkılarak biyolojik evrimden “ tamamen ayrı”59 olduğu sonucuna da varılamazdı. Fiziksel antropoloji, ırkçıların bütün argümanlarını çürüttükten sonra, 19. yüzyılın düşüncesini altüst etmek ve genetikçiler ile etnologlar arasında yepyeni bir işbirliği oluşturmak gerekiyordu. O dönemlerde iddia edildiği gibi, kültürü etkileyen şey ırk değildi; insanların benimsediği kültür ve yaşam biçimleri onların biyo­ lojik evrim ritmini etkiliyordu. Kalıtımın insana kazandırdığı şey, belli bir kültür edinmesini sağlayacak genel yatkınlıktı; onun kendi kültürü ise doğuştan gelen tesadüflere bağlıydı. Kültürel özellikler, genetik ba­ kımdan belirlenememekle birlikte organik evrimi etkiliyordu. Evlenme kuralları, komşu halklarla kurulan ilişkiler ya da hijyen kuralları, ayırt edici genetik özellikler üstünde etkiliydi. Bütün kültürler beden üstün­ de iz bırakıyorlardı: Giysi, saç tuvaleti, süsler, bedene yapılan müdaha­ leler ve bedenin davranışları kimi fiziksel tiplerin yerleşmesine ve bazen yayılmasına yol açıyordu. Kalıtım ile kültür arasında karşılıklı ilişkiler kuruluyordu ve bu ilişkiler de kültür öncelikliydi. “Şurada ya da bura­ da insanların benimsediği kültür biçimleri, geçmişte üstün olan ve bel­ ki şimdi de üstünlüğünü koruyan yaşam biçimleri, onların biyolojik ev­ riminin ritmini ve yönelimini çok büyük ölçüde belirler.”60 1971 konferansının diğer teması, daha büyük şaşkınlığa yol aç­ tı: Levi-Strauss, insanın evrenselliğini “ canlı varlık” olma özelliğiyle tanımlıyor ve insanlık alanında dirimselciliği benimsiyordu. Batılıların 59 Levi-Strauss, 1983, s. 43. 60 Levi-Strauss, 1983, s. 36. doğaya egemen olma ihtirasını Prometheus ihtirası olarak niteliyor ve çürütüyordu. Bu tutkuyu insanın özgürleşmesi tasarısı kapsamında çö­ zümlemediği gibi, onu doğayı yok etmenin bir aracı olarak görüyordu. Kendi yerini doğada ve insan ile kozmos arasındaki ilişkilerde gören, “ bilgece tasarlanm ış” insanlığın erdemlerini açıklarken insanı öncelik­ le ahlaki bir varlık olarak tasarlayan Batı’nın hümanizm geleneğini tartışmaya açtı. “ İnsanın kendi benzerlerine karşı göstermesini umdu­ ğumuz saygı, onun bütün yaşam biçimleri karşısında duyması gereken saygının özel bir biçiminden başka bir şey değildir. İnsanı yaradılıştan yalıtan, onu yaradılıştan ayıran sınırları çok dar çizen ve Antikçağ ile Rönesans’tan miras kalan Batı hümanizmi, onu koruyacak ciladan da mahrum bırakmıştır insanı [...]. Batı hümanizmi, keyfi olarak çizilmiş sınırların ötesine bazı parçaların atılmasına fırsat vermiş, bu parçalar da, her seferinde insanlığa biraz daha yaklaşmıştır; böylelikle onlardan esirgenen saygınlık, dolaylı olarak insanlıktan da esirgenmiştir. Hem zaten, insanın saygıdeğer olmasının nedeni yaradılışın sahibi ve efen­ disi olmasından çok, canlı bir varlık olmasıdır; onu, bütün diğer canlı varlıklara saygı göstermek durumunda bırakan birincil kabul budur.”61 Yerliler, hümanizmin “ bilgece tasarlana” bileceğini göstermiş­ lerdi. Buna göre insan kendini kozmosun bir parçası olarak kabul edi­ yordu ve onun efendisi olma ihtirasına kapılmıyordu; oysa Batılılar kozmosu “yağmalam ışlar”dı. İnsanın çevreyle uyumu ve bütün yaşam biçimlerine saygı gösterilmesi, yeniden kaleme alınacak insan hakları evrensel bildirgesinin temel taşlarını oluşturmalıydı. Bu yaklaşım, hümanist gelenekten kopmanın göstergesi değil midir? Zira hümanist gelenek, başka canlı varlıklara indirgenemeyen insanı kendi biyolojik doğasıyla değil özgürlüğüyle tanımlar. “The Ethnic Phenomenon” Son yıllarda sosyobiyolojinin bütün gücünü toplayıp geri dönmesi -e lbette onu, Levi-Strauss’un düşüncesiyle karıştırmamak gerekir— insan davranışlarını yalnızca biyolojiyle yorumlamaya yönelen büyük gayre­ tin bir ürünüdür. Örnek alınması gereken çalışmalar yapan ve kazan­ dığı ünü hak eden Pierre Van den Berghe gibi bir bilginin, etnilerarası ilişkilerle ilgili bilgiyi tazelemeye çalışırken sosyobiyolojinin katkıları­ nı sosyoloji düşüncesiyle bütünleştirmesi anlamlıdır.62 1981’de The Ethnic Phenom enon’un yayımlanması, hiç kuşku­ suz şu etkenleri hesaba katmadan açıklanamaz: 70 ’li yıllarda Birleşik Devletler’de ırkçı şiddetin artması, kimi azınlıkların ayrılıkçı talepleri, gruplar arasındaki farkları en aza indirmeyi hedefleyen geleneksel asi­ milasyon siyasetinin zayıflaması, kültüre yönelik çoğulcu programların yayılması, yönetimin benimsediği affirmative action63 siyasetinin belir­ sizliği ve başarısızlıkları. “ Yurttaşlık hakları kuşağı” nın sosyologları; Beyaz, solcu, çoğu Yahudi, Amerikan demokrasisinin evrensel değerle­ ri adına ırkçılık karşıtlığının militanlığını yapan ve yapıtlarının büyük bölümünü 6 0 -8 0 ’Ii yıllarda tamamlayan sosyologların tümü kişisel ve kolektif başarısızlık duygusuna kapıldılar. Onların tarihini yazan John Stanfield’in gönül alıcı sözleri64 bunu açıklamakta yeterli değildi: Bu başarısızlık, bir sonraki kuşağın radikal siyah sosyologlarıyla araların­ daki profesyonel rekabete bağlanamazdı. Rekabet belli ölçüde etkili ol­ muş olabilirdi; ancak asıl önemlisi, ırklar arasındaki ilişkilerin ülkele­ rinde gösterdiği seyir karşısında duydukları acıydı. Onlar, bilimsel ça­ lışmalar aracılığıyla sürdürdükleri yaşam mücadelesinde başarısız ol­ dukları kararına varmışlardı.65 Bu grupta yer alanlardan bazıları, affir­ mative action siyasetinin sonuçları karşısında çekincelerini açıkladıkla­ rı ve siyah militanlığın aşırılıklarını eleştirdikleri için ırkçılıkla suçlan­ mışlardı. Öyle ki, kendi kampüslerinde eziyete uğradıkları duygusuna kapılmışlardı. Gelecek hakkında karamsarlığa gömüldükleri için, geç­ mişte iyi niyetle benimsedikleri sol (Amerika’daki adıyla liberal) angaj­ manın fazlasıyla naif bir tutum olduğuna karar vermişlerdi. 62 Van den Berghe, 1981. 63 Bkz. ıx Konu, s. 3 2 4 ve devamı. 64 Stanfield, 1993, s. xııı et xxı. 65 “ Sanıyorum, tümüyle başarısızlığa uğradığımı söyleyebilirim”, Van den Berghe, Stanfield’de, 1993, s. 246. Bütün bunlara karşın, Van den Berghe’nin çalışmalarını, sosyolojizme yenik düşmeden, onu hazırlayan toplumsal koşullara indirge­ mek olanaksızdır. Onun yapıtım militan ve bilgin olarak yaşadığı ha­ yal kırıklığına indirgemek, birinci dereceden önemli bu araştırmacıyı küçümsemek ve kendi kişisel duygularının ötesinde her tür akılcı bil­ giye ulaşmak için duyduğu evrensel tutkuyu unutmak anlamına gele­ cektir. Dünyanın çeşitli üniversitelerinde şiddet gösterilerine maruz kalmasına ve ırkçılıkla suçlanmasına üzülmekten başka bir şey gelmez elimizden. Kısacası onun yazdıklarını okumak önemlidir. Pierre Van den Berghe, sosyobiyolojiden destek alarak düşünce­ ye egemen olan ırkçılık karşıtı ezberi tartışma konusu yapmak istiyor­ du. Bu ezber şunları kapsıyordu: 1) Bütün insanlar tek bir türe bağlıy­ dı ve biyolojik bakımdan anlamlı sayılabilecek alt-türler yoktu. Irk, hiçbir biyolojik gerçekliğe denk düşmeyen toplumsal bir oluşumdu; 2) farklı gruplara bağlı bireyleri ayıran farklar, aynı gruba bağlı bireyleri ayıran farklardan daha zayıftı ve bu farklar, var oldukları ölçüde he­ men hemen tümüyle toplumsal çevrenin ürünüydüler; 3) ırkçılık ve etnosantrizm akıldışı, işlevsiz, hatta sapkın görüşlerdi; hastalıklı kişilik­ ler bu görüşleri benimsiyor ve onların “statü eşitliğine dayanan temel” (equal status basis) üstünde kurulmuş ilişkilerle toplumsal bakımdan tedavi edilmeleri gerekiyordu. Sosyobiyoloji, Edward O. W ilson’ın 1975 ve 1978’de yayımla­ nan iki kitabında66 oluşturuldu. Yazar, sosyolojik yorum düşüncesini reddediyordu; çünkü ona göre “sosyoloji ve diğer toplumbilimleri, tıp­ kı beşeri bilimler gibi, biyolojinin çağdaş bireşimle bütünleştirilmesi gereken son kolları”ydı. Birey, öncelikle biyolojik bir varlık olduğuna göre, onun davranışlarını da, çıkarlarına ilişkin bir olguyla açıklamak gerekiyordu: Her zaman ve her yerde devamlılığını sağlam ak ve eğer mümkünse genetik soyunu büyütmek. Claude Levi-Strauss bu pers­ pektifi yeni-Darwincilik, yani genetiğin yol gösterdiği Darvvincilik ola­ rak niteledi. Kendini kurtarmak yerine yakınları için kendini feda eden birey, genetik soyunun hayatta kalmasını ve hatta gelişimesini güven­ ce altına almış oluyordu. Edward O. Wilson’ı izleyen sosyobiyolojistler bu tavrı belirtmek için inclusive fitness deyimini uydurdular; böy­ lelikle, bireyin en bencil anlamda anlaşılması gereken “ içsel uyumu­ nun” , kendisiyle değil genleriyle kurduğu ilişki bakımından tanımlan­ dığını vurgulamak istiyorlardı. Bu uyum kendisi dışında, aynı genetik soyu taşıyabilecek ve sürdürebilecek herkesi kapsıyordu: Bireyin gene­ tik soyunun yarısını paylaşan erkek ve kız kardeşleri, dörtte birini pay­ laşan erkek ve kız yeğenleri, sekizde birini paylaşan kuzenleri. Sosyobiyolojistler, birinci temel anlamda bu mekanizma içinde, klasik Darwincilik yasasında yer almayan bir açıklamanın; kültürel davranışlar­ la ilgili açıklamanın anahtarını bulduklarını düşünüyorlardı. Onlara göre, toplumsal yaşamın bütün kurumlan ve bütün yasaları, genetik soyu daha iyi sürdürmek için bireylere olanak tanıyan düzenlemelerdi. İçsel uyum zihnin bütün etkinlik biçimlerini belirliyordu. Van den Berghe, W ilson’ın çalışmalarına başvurdu. Sosyolojik bakış açısının “etnik görüngü”yü açıklamaya yetmediğini düşünüyor­ du. Liberal ve M arxçı sosyologların tersine, etnik duyguların ve ırkçı­ lığın saf kültürel ürünler olmadıklarına inanıyordu. Liberaller bunları akıldışıcılığın tortuları olarak değerlendiriyor ve çağdaş toplumun akılcı mantığı yayıldıkça ortadan kalkacaklarım düşünüyorlardı; M arxçılara göre bunlar kapitalizmdeki çelişkilerin ürünüydü. Ancak, her iki taraf da etnisitenin yeniden ortaya çıkmasını ve ırkçılığın geliş­ mesini açıklamakta başarısızlığa uğramışlardı. Buna karşılık sosyobiyoloji, gelişmelerin anlaşılmasını sağlayacak yeni bir mecra açıyordu. Herhangi bir ahlaki nedenle onu dışlayamazdık. Hatta tam tersine ye­ ni bir etik oluşturmak için, mücadele etmek istediğimiz görüngüyü ta­ nımak önemliydi. Sosyobiyoloji, bütün insanlık türünün derin birliği­ ni kanıtlamak amacıyla da kullanılabilirdi. Kendi kullandığı terimlerle ifade etmek gerekirse, Van den Berg­ he şunları kanıtlamaya çalışıyordu: 1) Etnik ve ırksal ilişkiler ile akra­ balık ilişkileri (kinship) aynı nitelikteydi, çünkü ikisi de, gerçek ya da varsayılmış ortak soya dayanıyorlardı. Buna bağlı olarak etnosantriz- mi ve ırkçılığı, akrabalarını kayırma tutumu gibi (kinsbip selectio n ), yani genetikteki anlamıyla “yakınlar” a tanınan kendiliğinden ve doğal tercihle açıklamak gerekiyordu; 2) etnilerarası ilişkileri konu alan ve çelişkiliymiş gibi gösterilen öncelikçilik ve araççılık kuramları, etkile­ şimli tek bir modelin iki yüzüydü: İnsan, kendi çevresine uyum göste­ ren organizma olarak incelenmeliydi. Tıpkı akrabalık ilişkilerindeki gibi etnik ve ırksal ilişkiler de ka­ yırmacılığa dayanıyordu. Hayvan toplumlarının tümünde aynı durum söz konusuydu ve bireylerin genetik yakınlığı arttıkça kayırmacılık da artıyordu: Bu öncelik, kendi yakınlarının iyiliği için büyük fedakârlık­ larda bulunmaya kadar gidebilirdi. Kaldı ki, hayvan toplumları için yapılan çözümlemeyi insan toplumlarına da uygulayabilirdik. Her iki­ si de, akrabalık ve kayırmacılık temelinde örgütlenmişti. Beşeri bilim­ ler alanında çalışan uzmanların öne sürdükleri gibi, bunlar arasında herhangi bir kopma yaşanmamıştı. İnsan, yalnızca kültürel bir çevre­ de yaşam akla kalmıyordu; aynı zam anda fiziksel, biyolojik ve toplum­ sal özellikler gösteren bir ortamda başkalarıyla etkileşim halinde olan bir organizmaydı. O halde, insan davranışlarını açıklayan paradigma yalnızca kültürle değil, genetikle ve çevrebilimle de bağlantılı olmalıy­ dı. Hayvan toplumları gibi insan toplumları da çevrelerine uyum gös­ tererek gelişmişlerdi. Sosyologların yaptığı gibi, kalıtım ile çevre karşıt olgular olarak gösterilmemeliydi; onlar aynı gerçekliğin birbirini bütünleyen iki yüzüydü. Diğer hayvanlar gibi insanlar da doğal ayıklan­ manın ürünüydü ve tıpkı onlar gibi kayırmacılıktan yararlanarak gru­ ba uyum sağlıyorlardı. Evrimleşmenin ve uyum göstermenin insana özgü bir yolu olan kültür, genetik doğanın parçasıydı ve ondan ayrıla­ mazdı. “ İnsanın toplumsallaşabilirliği hayvan toplumunun özel bir durumudur [...]. Diğer hayvan toplumları gibi insan toplumları da, kendi üyelerinin çıkarları sayesinde bütünleşirler [...]. Kültür, biyolojik dayanağın üstünde oluşan bir üstyapıdır [...]. İnsan olsun olmasın, bü­ tün bireyler kendi kişisel yazgılarını iyileştirmek için rekabet ya da iş­ birliği halindedirler. Bunun için üç temel yolu kullanırlar: Kayırmacı­ lık, karşılıklılık ve zorlama. Bu üç mekanizmanın insandaki çeşitleri, diğer türlerde gözlemlenenlerden çok daha karmaşıktır; ancak doğala­ rı farklı değildir [...]. Bizim organizmamızdaki biyolojik ayıklanma, bi­ reysel iç uyumumuzu artırmaya yöneliktir.”67 Van den Berghe bu düşünceleri sayesinde, öncelikçiler-Weber, Shils ve Geertz’i burada görüyordu- ile M arxçılar ve işlevselciler, son­ ra da durumcular -B arth ’m yapıtları yayımlandıktan so n ra- arasında­ ki karşıtlığı aştığını iddia etti. Evrimci biyoloji iki tutumu bütünleştir­ meyi sağlıyordu: Etnisite çevre koşullarına bağımlıydı; öncelikçilerin düşündüğü gibi akrabalıkla aynı özelliği taşıdığı sürece insanlar tara­ fından derinlemesine içselleştiriliyordu; ancak, özel bir tarihsel duru­ ma bağlı olarak iktidar ilişkilerinde de kullanılabilirdi. Etnisite -y ani etnik duygular ve dayanışm a- yaygın akrabalık ilişkilerinden başka bir şey değildi. Kuşkusuz bu ilişkiler, doğal olarak kurgusaldı -insanlar, aynı atalardan geldiklerine inanıyorlardı. Ancak etnisite bir hiçten yola çıkılarak yaratılamazdı: Ufak tefek Afrikalıla­ rın, Galyalılardan geldiklerine inanmaları olanaksızdı. Bu nedenle, ay­ nı soydan gelindiğini gösteren fenotip özellikleri ve etnik damgalar önem kazanıyordu: Özellikle derinin pigmentasyonu, bedene yapılan müdahaleler ya da dövmeler, sünnet, nihayet dil ve eda. Irkçılık, ancak ve ancak birbirinden çok farklı insan grupları arasında sürekli ilişkiler kurulduğu zaman ortaya çıkıyordu; bu du­ rumda ırk, göze en çok çarpan, tanıması en kolay ve en güvenilir be­ lirti halini alıyordu. Bununla birlikte tarihte ender görülen bir duru­ mu dikkate almalıydık: Uzak bir mesafeye göç etmek; fethedenler ile yerliler arasında kuvvetli genetik ve kültürel farkların bulunması, iki yüzyıldan beri etnik belirtiyi ayrıcalıklı bir konuma ulaştırmıştı. Bu koşullarda ana rol çoğunlukla davranışlardaydı; özellikle de, akraba­ lık ilişkileriyle sıkı bir bağ içinde olan ve duyguları iletmekte en güçlü araç sayılan dilde. Büyük çağdaş etnilerde bile, etni kavramı aynı soy­ dan gelindiği inancıyla tanımlanmaktaydı; başta dil ve bazen de ırk, etnik belirtiler olarak önemlerini koruyorlardı. Etnisite, hayvanlarda görülen ve kendi sınırlarını diğer türlerden korumaya dayanan görün­ güden farksızdı. Etnisite, köklerini kayırmacılığa saldığı ölçüde öncelikli olmayı sürdürüyordu. “ Etni, öncelikli toplumsal gruptur, geniş aile grubudur; kendi üyelerinin içsel uyum kapasitesini kayırmacılık sayesinde artırıp milyonlarca yılda ayıklanarak oluşmuştur.”68 Ancak bu ölçüde değiş­ mez bir veri değildi ve çevreye bağlı olarak çeşitleniyordu. Epeyce çe­ şitli olan belirtileri de, -gen iş an lam da- siyasal duruma bağlı olarak büyük bir hızla değişebiliyordu. Başka toplumsal örgütlenme ilkeleriy­ le buluşarak özel bir toplumsallık biçimi oluşturuyordu. Irk, yalnızca belli bazı tarihsel koşullarda akrabalığın işareti sayılabilirdi. Toplum­ sal sistemin temelini oluşturduğunda ise kapılarını örgütlenmeye açı­ yordu; buradaki ilişkiler, tanım gereği daha akışkan başka kültürel be­ lirtilerin bulunduğu ortamlardan daha katı ve daha adaletsizdi. Sonuç olarak, ırk ile etnisite ve ırk ilişkileri ile etnilerarası ilişkiler gibi kav­ ramların çözümsel farkını muhafaza etmeliydik. Ortak aidiyetle doğan bağlar, yalnızca çıkara ve akılcılığa daya­ nan sınıf dayanışmasının yarattığı bağlardan daha asliydi. Bununla bir­ likte, gerçek yaşamda ikisi buluşuyordu. Birbirlerini pekiştirdikleri tak­ dirde çatışmalar da görülmemiş ölçüde şiddetleniyordu. Sınıflar ve etnik gruplar arasındaki karşıtlıkların buluşma tarzına göre aralarında oluş­ turdukları sınırlar az ya da çok geçirgen ve akışkan hale geliyordu. Ka­ tı sınıflar etnilere dönüşüyordu; ethnclass (Gordon69), ethnic class (John Rex70) kavramları ve patlayan piyasa kuramı böyle icat edilmişti. Van den Berghe, etnilerarası pek çok klasik durumu bu kuramın ışığında yeniden inceledi; bunlardan bazıları sömürgecilik, kölelik, ara azınlıklar, kast düzeni ve asimilasyondur. Örneğin, köleliğe dayanan sistemde köle, akrabalık ağından koparılarak yalıtılıyordu. Ne var ki, efendilerin kadın köleler üstündeki cinsel hakları çok sayıda melezin doğmasıyla sonuçlanmıştı; onların varlığı, sözü edilen öncelikli akraba­ 68 Van den Berghe, 1981, s. 252. 69 Bkz., s. 279. 70 Voir le chapitre x, s. 362. lık ilişkileri, efendi ile köleler arasında mutlak ayrıma dayanan siyasal sistemle çelişiyordu. Bu ilişkilerin gücü bir iç çelişki yaratmıştı: Kölelik, kendi yıkımına yol açacak tohumları bünyesinde barındırmaya başla­ mıştı. Başka bir örnek: Ara azınlıkların üyeleri, zanaat ve ticarette özel ve küçük iktisadi alanları işgal ettikleri halde hiçbir biçimde siyasal ik­ tidardan yararlanmadıkları için eğreti bir konumda kalıyorlardı. Ken­ dilerini savunmalarının tek yolu kayırmacılıkla elde ettikleri kaynaklar­ dı: Davranışlarının bütün ülkelerde benzer olması, içinde bulundukları bu koşulla açıklanabilirdi. Yahudiler, Çinliler, Hintliler azla yetinme, çalışma azmi, toplumsal ve siyasal yaşamda gösterdikleri ketumluk, ai­ le ve etni içinde dayanışma gibi konularda aynı tutumu takınıyorlardı; ucuz el emeğinden, ailelerinin ve bağlı oldukları etnik grubun sermaye­ sinden yararlanıyorlardı böylelikle. Birleşik Devletler ve Güney Afrika gibi toplumlarda, iktisadi bakımdan pahalı bir düzen olan -örnekseme anlam ında- kast düzeninin sürdürülmesi insan davranışlarının ne ölçü­ de akıldışı olabileceğini ortaya koyuyordu: Bu düzenlerin her şeye rağ­ men varlığını sürdürmesi sosyobiyolojinin, yani akrabalık ilişkilerinin su yüzüne çıkardığı insanlık durumuna ilişkin bir boyuttu. Asimilasyon ise ancak ve ancak etnisite ilişkilerini silebilecek büyük bir gücün varlı­ ğıyla mümkündü. Normal olarak bireyler, kendi etnilerine bağlılıkları öncelik taşıdığından, başka bir kültüre asimile olmayı reddediyorlardı. Asimilasyonu, yaşam koşullarını yükselttiği, maddi ve manevi avantaj­ lar sağladığı ve onların toplumsal hareketliliği için gerekli koşulları oluşturduğu ölçüde kabul ediyorlardı. Birleşik Devletler’de görülen du­ rum buydu; “ etnisiteye dayanan entelektüel sanayi”ye rağmen çeşitli Beyaz grupların melting-pot süreci yaşadıklarına, Siyahların ulusal bir siyaset biçimini talep etmek için gerekli altyapılarının bulunmadığına ve asimilasyona maruz kalışlarına tanık olmuştuk. Biyolojistler ve Sosyologlar İstisnasız herkesin saygı gösterdiği bir bilgin tarafından önerilen bu kuram büyük skandala yol açtı. Ne yapmalıydı? Sosyobiyolojinin kav­ ramlarını ve sonuçlarını kullandığı için yazarı mahkûm etmek müm- kün değildi. Bilgi için çaba gösterirken insanlar özgür olmalıydı. T he Ethnic Phenom enon’da sunulan zihinsel inşa çok büyük bir alanı kap­ lıyordu ve bu yüzden ne yazarın niyetleri ne de -araştırm a ile militan­ lığın sıkı fıkı ilişkisini bilsek b ile- kişisel angajmanı tartışma konusu yapılabilirdi. Bilimsel bir kuram, sırf siyasal bakımdan tehlikeli diye mahkûm edilemezdi; onu da tartışmak gerekirdi. Geriye, bu kuramın dayandığı iki koyutu tartışmak kalıyordu: Sosyobiyolojinin geçerliliği; buradan elde edilen sonuçları insan toplumlarına uygulamanın meşruluğu. İlk soru için Claude Levi-Strauss’un formüle ettiği eleştirileri bir kez daha ele almaktan başka çare yoktu. Bütün davranışları ve bütün kurumlan yalnızca içsel uyuma indirgedi­ ğimizde “ her önümüze geleni açıklayabiliriz: Hem belli bir durumu hem de onun karşıtını.”71 Kaldı ki, çoğu kez bu ikisinin argümanları da çelişkiliydi. Eğer insan hakları düşüncesi memeli olmamızdan kaynak­ lanıyorsa, bu düşüncenin belli bir toplumda ve belli bir anda doğması­ nı nasıl açıklayacaktık? Eğer zihnin etkinlik biçimlerini belirleyen şey içsel uyumsa, geçmişin bize bıraktığı içgüdüye bağlı yönelimler arasın­ dan tercihler yaparak türün kaderini nasıl değiştirecektik? Hayvan toplumları ile insan toplumları arasında, hayvan davranışları ile insan dav­ ranışları arasında devamlılık olduğu koyutu daha küçük bir sorunsal sayılmazdı. Yazar, ahlaki bilinçten yoksun hayvan ile insan arasındaki devamlılığın bir çözümü olduğunu öne süren, tümüyle hümanist zihin­ sel gelenekle bağlarını kopardı. Yapılmak istenen, insanın biyolojik bo­ yutunu ya da hayvan toplumlarmın gözlemlenmesiyle ulaşılan önerile­ ri yadsımak değildi. Ne var ki, hayvan toplumları ile insan toplumları arasındaki farkın yapıyla değil yalnızca düzeyle ilgili olduğunu öne sü­ ren yaklaşımın bilimsel bakımdan kanıtlandığı kabul edilemezdi. Sosyobiyoloji yorumu, felsefi özellikte bir tercihe dayanıyordu: İnsanı yal­ nızca biyolojik boyutuyla tanımlıyor, onun sorumluluğuna ve özgürlü­ ğüne dair düşünceyi reddediyordu. Beşeri bilimler alanında çalışan uz­ manların, arıların ve karıncaların toplumlarıyla insan toplumlarmın karıştırılmasına karşı çıkan Weber’in eleştirisini yeniden ele almaları ve Raymond Aron’un savaşla ilgili temkinli formülünü benimsemek ge­ rekmiyor muydu: “Hayvanlarla ilgili verilerden yola çıkarak insanlık âlemine ulaşan bütün çıkarsamalar kuşkuludur” ? Rousseau, daha ön­ ce hayranlık uyandıran diliyle aynı şeyi ortaya koymuştu: “ Hayvanları örnek göstererek elde edilen argüman, hem sonuç getirmez hem de doğ­ ru değildir. İnsan, ne bir köpektir ne bir kurt.” Biyolojistler ile sosyologlar -sosyobiyoloji sayesinde- arasında yaşanan bu son olay -büyük olasılıkla sonuncu olm ayacak- pek çok bakımdan anlamlıydı. 20. yüzyılın acılı tarihsel deneyimleri ve onlara sıkı sıkıya bağlı konular üstündeki araştırmaları kuşatan tutkular ba­ kımından anlamlıydı; sosyoloji düşüncesinin birikimsel olmaması ba­ kımından anlamlıydı; sosyolojinin kendisini sorgulamayı ve biyolojistlerle bitmeyen zihinsel çatışmayı sürdürmesi bakımından anlamlıydı. Biyolojistlerin ulaştığı bilgi ile antropologların görüşü arasında­ ki ilişkileri yeniden ele alma düşüncesi tümüyle doğrulanmıştır. Araş­ tırmada herhangi bir konu tabu sayılamaz. Sırf ırkçı düşünce biyolo­ jik araştırmaların sonuçlarını kullanıp doğrulanamayacak olanı doğ­ ruladı diye (başka insanların insan olma niteliğini reddetti diye) biyo­ lojideki gelişmeleri ihmal edemeyiz. Onun katkılarını görmezlikten ge­ lemeyiz, ancak bu alanda elde edilen sonuçların da her zaman geçici olduklarını unutmamalıyız; belli bir zamanda, bilimin üretildiği top­ lum tümüyle bağımsız değilse, bilimin elde ettiği sonuçlar da geçici sa ­ yılmalıdır. Bilimsel ihtirasları göz önüne alındığında, sosyologlar bu sonuçları ihmal edemezler: İnsanlık durumunun salt biyolojik bir bo­ yutunun olduğu nasıl reddedilebilir? Buna karşılık, onların asıl reddet­ mesi gereken şey biyolojistlerin metafizik hevesleri, yani insanı salt bi­ yolojik bakımdan tanımlayıp, tıpkı “sosyolojizm” gibi biyolojizme düşmeleridir. Böylelikle, insan davranışlarının “insani” boyutunu, ya­ ni özgürlük içeren boyutunu tartışma konusu yapmaktadırlar. Aynı bi­ çimde, sosyoloji de kendini metafizik bakımdan tanımlayıp sosyolojizme düştüğü ölçüde (biyolojistlere karşı, insanı salt öğrendikleriyle ve toplumsal konumuyla tanımladığında) biyoloji biliminin sonuçları sosyolojiyi tartışmalı hale getirecektir. Oysa kendini, kendi hakiki pro­ jesiyle, yani toplumsal etkileşim biçimlerini anlama projesiyle tanım la­ dığında aynı akıbete uğramayacaktır. Kaldı ki, insanların genetik ba­ kımdan eşit olmadıkları kanıtlansa bile, birbirlerinin onuruna saygı göstererek nasıl bir arada yaşayabileceklerini -dem okratik toplumların yaşamasını sağlayan meşruluk ilkesinin tem eli- anlama sorunu çö­ zülmüş sayılmaz. Eğer ırkçı ve ırklaştırıcı düşüncenin can damarı özcülükse, sos­ yoloji düşüncesinin can damarı da, hem yaygın hem de bilimsel anlam ­ da ırkçılık karşıtlığıdır ve bunun tek tek sosyologların yaklaşımıyla il­ gisi yoktur. Çağdaş biyolojistlerin büyük çoğunluğunun ırklar konu­ sunda bilimsel olmayan çözümlemeler yaptıkları, biyolojik veriler ile insan davranışları arasında doğrudan bağ kurmanın imkânsız olduğu sosyologların gözünden kaçmamaktadır. Asıl önemli olan bu değil. Bi­ yolojik araştırmanın gelecekte ulaşacağı sonuçlar ne olursa olsun -1 9 . yüzyıl biyolojistlerinin ırkların varlığım bilim adına kanıtladıklarını unutm ayalım- gruplar arasındaki ilişkilerle ilgili sosyoloji düşüncesi asli bir değişime uğramayacaktır. Araştırmanın konusu da ırkçı ve ırklaştırıcı ideoloji ile ondan esinlenen tutumlardır. “Kendisinin, yalnızca kendisinin verebileceklerini vermeyen bütün bilim dalları kendi hede­ fini şaşırmış demektir.”72 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Psikolojik Yapının Sınırları urkheim’ın “organiko-psişik” karşısında sosyolojiyi kurmak için gösterdiği çabanın “etnik” , “ ırksal” ya da “ antropolojik” karşı­ sında gösterdiği çabadan daha etkisiz kaldığı söylenemez. Zaten her ikisine de, bile isteye aynı kategoride yer veriyordu. Bununla birlikte sosyal psikologların yaptıkları çalışmalar ortada; grubun birey üstün­ deki etkilerini ele alsa dahi, toplumsal bireye merkezlenmiş bir yakla­ şımın ne kadar verimli olduğunu ve aynı zamanda tarihsel olayları or­ taya koymak için psikolojik nitelikteki açıklamaların sınırlarının ne kadar geniş olduğunu kanıtlamaya yetiyor bu çalışmalar. Sosyal psikolog olarak görülen bilginlerin etnilerarası ilişkileri anlaşılır hale getirmede, büyük katkıları oldu. Kendi aralarında soruş­ turmacılar ve deneyleme uzmanları olarak bolünseler bile asli rol de­ neylemedeydi ve Serge M oscovici’nin deyişiyle, geriye “ bu bilim dalı­ nın en kuvvetli noktası” kaldı. Bu girişimin özgüllüğü de en kuvvetli noktasıydı. Sosyal psikologlar küçük gruplar üstünde, çoğu kez laboratuvar ortamında çok sayıda araştırma yaptılar. Bizim konumuzla il­ gili ilk çalışmaları, sınıflar ve ırklar arasındaki zihinsel yetenek farkla­ rı üstündeki tartışmalardan yola çıkıyordu. Bu sorunlar hakkında na- sil düşünüldüğüne dair doğrudan sonuçlara ulaştılar ve Birleşik Dev­ letler’de izlenen siyasetleri sürekli etkilemekten geri kalmadılar. 30’lu yıllardan itibaren sosyal psikologların esin kaynağı yeniden işlendi ve geliştirildi; Almanların büyük çoğunluğunun Nazi ideolojisine boyun eğdiğini ya da, en hafif deyişle direnmediğini görmenin şaşkınlığı ve üzüntüsü yol açtı bu gelişmeye. Birleşik Devletler’e sığınan birçok Al­ man Yahudisi bilim adamı, bu araştırmaların başında bulundu ve ni­ ye bu kadar çok insanın Hitler hareketine katıldığını anlamaya çab a­ ladı: Doğum üstüne yapılan incelemeler, önyargıların gelişmesi ve ya­ yılması da sosyal psikologların sürdürdüğü araştırmaların “ kuvvetli nokta”sıydı. Daha sonra yapılan araştırmalar bireylerin görüşler ve davranışlar üstündeki etkisini, onların gruplara katılımını ve gruplar arasındaki çatışmaların nasıl ortaya çıktığını incelemeye yöneldi.1 Etnilerarası ilişkilerin anlaşılmasına katkıda bulunan, bireyler ve gruplar arasındaki ilişkileri anlama tarzımızı etkileyen bu büyük tartışmalardan ve laboratuvar deneylerinden birkaçını hatırlatmayı önemli buluyoruz.2 DOĞUŞTAN FARKLAR MI, ÖĞRENİLMİŞ FARKLAR MI? Zekânın kalıtımsal olup olmadığı ve ortamın etkileriyle karşılaştırıldı­ ğında kalıtımın ne ölçüde ağırlık taşıdığı tartışması bundan yüz yirmi yıl önce başladı ve istatistik alanında kullanılan teknikler günden gü­ ne karmaşık bir hal alsa da, bu alanda temel bir yenilik yaşanmadı. Deneysel araştırmaların bu denli çok olmasına ve anlaşmazlığın gide­ rildiğine dair peş peşe açıklamalar yapılmasına rağmen bu alanda dü­ zenli ve her seferinde daha tutkulu tartışmalar yapılıyor. Çok kısa bir süre önce Charles Murray ve Richard Herrnstein, zekâ ile ırk arasın­ daki ilişkinin son derece yakın olduğunu gösterdiler ve kalıtım a ola­ ı Sosyal psikolojinin gelişiminde Yahudi bilginlerin rolü önemlidir. Bunlardan bazdan Adomo ve ekibi, Asch, Billig, Festinger, Jahod a, Klineberg, M İlgram, M oscovici, Rokeach, Tajfel. 2 Hızlıca elde edilen bu bilanço, özellikle M oscovici, 1 9 7 2 -1 9 7 3 , tarafından ortaya konmuştur; Moscovici, 19 84; Levy, 19 65; Jodelet-Viet-Besnard, 1970; Klineberg, 1957, 1963 çevirisi. Kay­ nağı belirtilmeyen veriler bu çalışm alardan alınmıştın rak adlandırılan araştırmacıların geleneksel argümanlarına döndüler.3 Birleşik Devletler’de yaşanan ve tümüyle siyasetten kaynaklanan ko­ şullar, buradaki tartışmaların daha da şiddetli geçmesine yol açıyor. 1924 ile 1990 yılları arasındaki dönemde, aşağı olarak nitelenen ırk­ lardan grupların (Güney Avrupalılar, Slavlar, Yahudiler, Asyalılar) ül­ keye girmesini sınırlayan göç yasaları, bu alanda yapılan araştırm ala­ rın sonuçlarıyla doğrulandı. Elverişsiz koşullarda yaşayan grupların toplumsal ve kültürel eksiklerini telafi etmek için, 60 ’lı yıllardan baş­ layarak eğitim sisteminde benimsenen pozitif ayrımcılık siyasetleri, çevreci olarak adlandırılan bilim adamlarının çalışmalarına dayanı­ yordu; Siyahların içinde bulunduğu kötü koşulları Birleşik Devlet­ ler’de onlar için oluşturulmuş siyasal ortama bağlıyorlardı. Bu siyase­ te yönelik eleştiri, kalıtımcı araştırmacılardan geldi; söz konusu prog­ ramların gereksiz ve yararsız olduğunu açıklıyor, halk sınıfları ve Si­ yahlar arasında yer alan bireylerin genetik bakımdan aşağıda olması­ nı da neden olarak gösteriyorlardı. Anlaşmazlığın nedeni, uzun süre tartışılmayan deneysel bir so­ nuçtur. Zihinsel yatkınlık farkları yalnızca bireylerde görülmüyordu (zekâ katsayısı, yani IQ testlerinin sonuçlan bu farkları gayet iyi ölç­ mektedir), gruplar arasında da performans farkları vardır. Siyah ço­ cuklar ile halk sınıflarından çocuklar, orta sınıftan (Amerikan termi­ nolojisi uyarınca) Beyaz çocuklara göre, ortalama daha düşük sonuç­ lar elde ediyorlardı. Genetiğin (nature) ya da çevrenin (nuture) bu so­ nuçları daha iyi açıklayabileceğini mi düşünmeliydik? Francis Galton’dan (1822-1911) bu yana, bireyler ve gruplar arasında görülen farklarda yukarıdakilerden hangisinin ne kadar etkili olduğu anlaşıl­ maya çalışılmaktadır. Bu soruya cevap vermeye çalışmış devasa literatürü burada ha­ tırlatmak söz konusu olamayacağına göre, kalıtımcı ve çevreci iki farklı cevabın ideal-tipik yapılarını Gerard Lemaine’den ve Benjamin M atalon’dan örnekleyeceğim.4 3 4 M urray-H erm stein, 1994. Lem aine-M atalon, 1985. Kalıtımcılara göre zekâyı genler belirliyordu; zekâyı değiştir­ mek ya pek az mümkündür ya da hiç mümkün değildi. Toplumsal sı­ nıflar ve ırklar arasında gözlemlenen farkların asıl nedeni genetikti. Genetik düzeyde toplumsal ve ırksal bir katmanlaşma vardı. Bu ger­ çek eşitsizlikleri göz önünde bulundurmak ve bunlardan doğan top­ lumsal ve siyasal sonuçları elde etmek gerekiyordu. Özellikle de, her bireyin yeteneklerine uygun olan ve toplumsal hiyerarşide ona doğru konumu sağlayacak eğitimin verilmesi önemliydi; halk sınıflarından çıkmış genetik bakımdan yetenekli çocuklar da buna dahildir ve onla­ rın yeteneği toplum tarafından kabullenilmeliydi. Siyahlara gelince; onların soyut ve kavramsal zekâsı Beyazlarınkinden daha aşağıdaydı. Dolayısıyla uygulama kapasitelerinin geliştirilmesi ve kitlesel olarak mesleki eğitime yönlendirilmeleri şarttı. Kalıtımcılar yaptıkları çözüm­ lemelerin bilimsel olduğunu öne sürdüler: Zekâ için iyi bir ölçü oldu­ ğunu düşündükleri bilimsel IQ testlerine ve davranışların genetiğine dayandırdılar bu iddialarını. Biyoloji biliminden yararlanarak insanı iyileştirmeyi ve önemli toplumsal sorunları çözmeyi hedefleyen eugenism akımının devamını oluşturdular. Gözlemlenen çeşitliliklerin yak­ laşık % 85’ini genetikle açıklayan -çevrenin etkisi için hiç olmazsa bu kadar pay bırakıyorlardı- büyük çoğunluğun, kuramsal bakımdan toplumsal ortamın etkilerini dışladığı söylenebilirdi kuşkusuz. Ancak tavsiye ettikleri siyasetler, üstü kapalı olarak Siyahların ve elverişsiz kategorilerin IQ’sunun değiştirilemeyeceği düşüncesine dayanıyordu. Tam tersine çevreciler ortamın etkilerine öncelik tanıyorlardı. Ortak kanaatleri şuydu: İnsan esas olarak toplumsal bir varlıktı, için­ de yaşadığı ortamın ürünüydü, dolayısıyla varoluş koşulları iyileştirildiğinde gelişebilirdi. Beyazların toplumsal bakımdan üstün konumda olmaları, Beyazlar ile Siyahlar arasındaki ilişkiler, Beyazları etkileyen önyargılar, Birleşik Devletler’in tarihi ve toplumsal-siyasal çevre yü­ zünden Beyazlar ile Siyahların birbirlerini yabancılaması duyguları; bunların tümü göz önünde tutulmalıydı. Onlarca yıl, köleliğin bir ku­ şaktan öbürüne geçmesiyle oluşan gettolar ve çoğu kez varlığını baba­ sız sürdüren siyah ailenin dağınıklığı bunlarla açıklandı. Çevrecilikten esinlenen araştırmacılar, kahtımcıların eski argü­ manını bir kez daha tartışma konusu yaparak şunu kanıtlamaya çalış­ tılar: Siyahların fizyolojik nitelikleri, diğer ırkların niteliklerinden da­ ha “ ilkel” değildi. Onlara göre “maymunu andıran” fiziksel çizgilere bütün gruplarda aynı sıklıkla rastlanabiliyordu, Beyazlar ile Siyahların beyni aynı boyutlarda ve aynı yapıdaydı. Ancak şu noktadaki tartışma hiç durmadı: Irkçılık karşıtı bir antropolog olan A. Montagu 1974’te hâlâ, Siyahların kafatası kapasitesinin Beyazlarınkinden ortalama elli santimetreküp daha az olduğunu açıklıyordu. Çevrecilerin bir diğer gayreti de, IQ testleriyle ölçülen zekâ fark­ larının yetenek farklarından kaynaklanmadığım, toplumsal ve iktisadi koşullardaki eşitsizliğe bağlı olduğunu kanıtlamaktı. Küçük yaştaki si­ yah ve Beyaz çocukların, yani yaşam koşullarının etkisi altında kalma­ mış çocukların IQ’ları karşılaştırıldığında, anlamlı bir fark görülmedi­ ğini öne sürdüler. Aynı etnik gruba bağlı bireylerin IQ’larındaki deği­ şimleri, tarihin farklı dönemlerinde gözlemlediler: 30 ’lu ve 4 0 ’lı yıllar­ da bir dizi soruşturma yapan Otto Klineberg ve öğrencileri, Birleşik Devletler’in kuzeyinde yaşayan ve daha elverişli toplumsal koşullardan yararlanan Siyahlardaki ortalama IQ’nun, Güney’in Siyahlarından da­ ha üstün olduğunu gösterdi; siyah çocukların ortalama IQ’sunun, Kuzey’de (Philadelphia) yaşam a süreleri uzadıkça yükseldiğini ortaya koydu. Buna bağlı olarak, aynı ırk grubunun üyelerinde ölçülen IQ’lar, iktisadi ve toplumsal ortama göre farklılaşıyordu. Yüksek toplumsal kategorilere bağlı siyah çocukların IQ’su, mütevazı toplumsal katego­ rilere bağlı siyah çocuklarınkinden yüksek ve aynı toplumsal düzeyde bulunan Beyaz çocuklarınkiyle eşitti. Toplumsal ve eğitsel ortamdaki farklar, Birleşik Devletler’de Siyahlar ile Beyazları birbirinden ayıran farkları açıklıyordu.5 Otto Klineberg 1963’te bunları şöyle özetliyor­ du: “Anlamlı psikolojik farkların, ırkların sınıflandırılmasında kullanı­ lan fiziksel niteliklere bağlı olduğu kanıtlanmamıştır.”6 5Klineberg, 1935; Klineberg, 1944. 6 Klineberg, 19 63, s. 363. Çevrecilerin kuramlarından birini, kuşkusuz siyasal bakımdan en etkili olan, kültür açığı (cultural deprivation) kuramını burada ha­ tırlatabiliriz. Etnik azınlıklar gibi yoksul gruplara bağlı olan çocuklar, okulda başarılı olmaları için gerekli eğitimi ve dürtüyü ne ailelerinden alabiliyorlardı ne de toplumsal kökenlerini belirleyen çevreden -o kulda aldıkları kötü sonuçlar ve IQ testlerinde elde ettikleri başarısızlıklar bunu gösteriyordu. Özellikle Siyahların okulda ve işte yaşadıkları zor­ luklar, başta kültür alanını ilgilendiren bu eksiklikle ilgiliydi. O halde, ailelerinden alamadıkları şeyleri okulun verebileceğini bilmek önemliy­ di: 6 0 ’lı yıllardan itibaren gösterilen çabalar ve harcanan paralar, bu eksikleri telafi edebilecek eğitimi okul ortamında vermeye yönelikti. Çevreciliğin kendini gösterdiği uç biçimlerden biri de, kimi araştırmacıların zekâ ölçüsü olarak kabul ettikleri IQ’nun geçerliliğini kökten tartışma konusu yapmalarıydı. Onlara göre bu testler, Beyaz orta sınıfların kültür düzeyini ortaya koymaktan başka bir işe yaramı­ yordu: Yetenekler arasında gerçek bir hiyerarşi bulunduğu ve bu hiye­ rarşinin biricik olduğu düşüncesine dayanıyordu bu testler. Mütevazı toplumsal sınıflara, etnik ve ırksal azınlıklara bağlı bireylerin kapasi­ teleri bu testlerle ölçülemezdi; zaten bu gruplar için hiyerarşi kavramı­ nın kendisinin ve bireyler arasında rekabet düşüncesinin anlamı yok­ tu. Aynı görüşü benimseyen başka araştırmacılar, testlerin düzenlenişi­ ni değiştirdiklerinde gruplar arasındaki farkların, anlamlarını yitirecek kadar azaldığını açıkladılar. Hitlerciliğin ardından genetik düşüncesinin kredisini kaybet­ mesiyle çevreci duyarlılık da güçlendi, antropologların7 desteğini aldı ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sosyal psikoloji dünyasına egemen oldu. Yine de, bu akıma bağlı araştırmacıların elde ettikleri sonuçlar çoğunluk tarafından pek kabul görmedi. Siyahlar ile Beyazlar arasın­ da zekâ farkları olduğunu ortaya koyan, Birleşik Devletler’deki litera­ tür yeni araştırmalarla beslenip durdu. 1963’te Klineberg’in ortaya koyduğu ve yukarıda aktardığımız iyimser sonuçlara rağmen, Arthur Jensen’ın 1959’da yazdığı ve on yıl sonra yayımlanan ünlü makalesi, kalıtımcılık tercihinin yandaşlarını kaybetmediğini gösterdi.8 Jensen Siyahlar ile Beyazların IQ’larım karşılaştırarak iki grup arasında on beş puanlık bir fark bulunduğunu ve bu farktaki on iki puanın gene­ tik kalıtıma bağlı olduğunu öne sürdü. Yani, zekâ farkının esas so­ rumlusu genetikti ve Siyahların soyut zekâda geride kalmaları, yine genetikle açıklanabilirdi. Jensen, egemenlik kurmuş gibi görünen çev­ reci yaklaşımı tartışma konusu yapmakla kalmıyor, Amerikalıların “ siyah sorunu” nu çözmek için benimsedikleri telafi eğitimi program­ ları üstünde kuşku yaratıyordu. Müthiş bir skandal patlak verdi: Ba­ zı üniversitelerin öğrencileri, Jensen’in tezlerini sunmasını engellemek için gösteriler yaptılar. Bu tarihten sonra yeni bir akımın, davranışlar genetiği akımının araştırmacıları, hayvanların ve insanların davranı­ şında genetik etkenlerin rolünü gün ışığına çıkarmak için çalıştılar -böylelikle kalıtımcılık akımı tazelendi. Gruplar arasındaki farkların toplumsal değişkenlerle açıklana­ bileceğini; ırkçı önyargıların, gruplar arasındaki nesnel farklarla doğ­ rulanmayacağını ve bunların ya edinilmiş ya da bireylerin toplumsal­ laşması sırasında öğrenilmiş olduklarını ortaya koyan çevreciler do­ ğum konusunda, önyargıların ve ırksal tutumların gelişimi alanında yapılan incelemelere katkıda bulundular. “ ÖNYARGININ DOĞASI” Gordon W. Allport’un kitabının başlığına yer vermemizin nedeni, onun haklı bir üne kavuşmuş ve sosyal psikolojinin bakış açısını en iyi biçimde yansıtan bu eserine duyduğumuz saygıyı göstermek.9 Yayım­ landıktan sonra yapılan pek çok çalışmada, bu kitapta elde edilen so­ nuçlar tartışıldı, eleştirildi ve ayrıntılandırıldı; tarihsel deneyim başka örneklerle çıktı karşımıza. Bütün bunlara karşın, yazarın entelektüel konumu ve bu kitapta yer verdiği önemli düşünceler sosyal psikoloji disiplinini derinden etkiledi. 8 9 Jensen, 1969. Allport, 1954. Şu soruyu sosyal psikologlar da sordu: Nasıl oluyor da toplum­ sal yaşamın bazı olağan mekanizmaları bazen önyargılara, ırkçı tutum ya da uygulamalara dönüşebiliyor? Gündelik yaşam da gerçeği anla­ mak ve etkilemek üzere hiç durmaksızın kategoriler kullanıyoruz. Yar­ gılarımızı kategorilere göre ortaya koyarken, örneğin şöyle diyoruz: “ İşçiler şöyledir...” ya da “ Kadınlar böyledir...” , vb. bu ifadelerle bir­ likte sorun da su yüzüne çıkıyor. Neden bazı insanlar bu gündelik ve olağan, aynı zamanda özcü, toplumsal yaşam a katılımı sağlayan açık­ lamalardan yola çıkarak “ önyargılı” ya da “ otoriter” tutumlara, gö­ rüşlere ya da davranışlara ulaşıyorlar? “ Otoriter” (Adomo) ya da “ Önyargılı” Kişilik (Allport) Otoriter ya da önyargılı kişilikler üstüne yıllardır yapılan araştırmalar, sosyal psikolojinin çalışma alanlarından biri olan tutumların oluşumu ve değişimi konusundaki sayısız inceleme kapsamında yer alır. Sosyal psikologlar, yaklaşık otuz yıldan beri, yani 30 ’lu yılların başından 5 0 ’li yılların sonuna kadar tutumları tanımlamak ve ölçmek için “ tutum öl­ çeği” adıyla bilinen yöntemler yarattılar. Otoriter tutumlar ve önyargılarla ilgili çalışmaların bireşimi, bu disiplinin iki büyük yapıtında, T he Authoritarian Personality’ de*10 ve T he Nature o f Prejudices’te11 sunuldu. T he Authoritarian Personality’nin yayımlanmasıyla sonuçlanan araştırmalar Birleşik Devletler’de yapılmış olmakla birlikte Avrupa’ya özgü iki büyük kuramsal akımın, Marxçılığın ve psikanalizin etkisin­ de kaldılar. Theodor Adorno, Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’ne bağlıydı, M arxçı düşünceyi benimsiyordu ve Almanya’da Nazizmin yükselişine tanık olmuştu. Gerek o, gerekse Enstitü’deki meslektaşları akıldışılığın, işçi sınıfı ve küçük burjuvazinin geniş ke­ simlerindeki hoyrat yükselişini, bu kesimlerin Nazi macerasına sürük­ lenişini açıklamakta, iktisadi yaklaşımıyla Marxçılığın yetersiz kaldı­ (*) O toritaryan Kişilik Ü stüne, Om Yayınları, 1993, çev. Doğan Şahiner - ç.n. ıo Adomo e t a ly 1950. ıı Allport, 1954. ğını görmüşlerdi. “ Bireyin iktisadi güdüleri, çoğu kez onlara atfedilen egemen ve temel rolü oynamaz” görüşünü saptıyorlardı. Bu yorumdan yola çıkarak psikanalizin kuramlarına başvurdular, bu nüfus kategori­ lerinin faşist ve Yahudi düşmanı harekete tam katılımını açıklayabile­ cek gizli ve bilinçdışı etkenleri keşfetmek için çaba gösterdiler. Daha önce Almanya’da bu konuyla ilgili incelemeler yapılmıştı. Bu bilim adam ları Hitler Almanya’sından kaçıp Amerikan üniversitelerine sı­ ğındıktan sonra eski çalışmaları ele aldılar ve geliştirdiler. T he Authoritarian Personality’nin yazarlarına göre önyargı, her şeyden önce, temelde kendinden pek emin olmayan (insecure) ya da “ ego-yabancılaşmış” bir kişiliğin belirtisiydi. Yazarlar, bu kişiliğin altı alt-tipini ortaya koydular ve bütün otoriter kişiliklerin aynı temel özel­ likleri gösterdiğini belirttiler. Bu özellikler şunlardı: Çocukluklarında içgüdüleri bastırılmıştı, yaşamı tehditkâr buluyor ve insanlar arasında­ ki ilişkileri yalnızca iktidar çatışmaları olarak görüyorlardı. Ebeveyn­ leriyle kurdukları ilişki temelde hiyerarşik ve otoriter olduğu, bu iliş­ kide sömürüldükleri için bundan böyle iktidara yönelen bir tutum ta­ kınacak ve başkalarını sömürme arzusu duyacaklardı. Otoriter tutumunu, cinsel yaşamları ve dinsel uygulamaları ka­ dar siyasal görüş ve davranışlarında da ifade edeceklerdi. Bu tutum, en sonunda şu görüşleri savunan bir siyaset felsefesi ve toplumsal bakış açısıyla gösterecekti kendini: Otoriter kişilik, güçle ilgili bütün göste­ rilere tutkuyla katılıyor ve kendisinden aşağıda olduğuna inandığı her­ kesi küçümseyip dışlıyordu. Soruşturmanın başlama noktasında, Yahudi olmayan iki bin Beyaz deneğe yönlendirilen, Yahudilere karşı tutumu ölçmeye yönelik bir dizi soru yer alıyordu: Yahudi düşmanlığı ölçeği. Soruşturmada, Yahudi düşmanı önyargıları kapsayan tutumlara yönelen ve önsoruşturmadan sonra saptanmış belli sayıda önerme yer alıyordu (ör­ neğin: “ Çok sayıda insan çalıştıran herkes, istihdam ettikleri ara­ sında Yahudi oranının yüksek olmamasına dikkat etmelidir” ya da “Yahudi bir erkekle evlendiğimi hayal etmek bile istemem” ); katı­ lımcılardan, bu önermelerle ilgili görüşlerini, altı düzeyden oluşan bir ölçekte belirtmeleri isteniyordu (tümüyle katılıyorum, katılıyo­ rum, biraz katılıyorum, vb.). Bir sonraki evrede Yahudi düşmanı tutumların, Siyahlar ve değersizleştirilmiş diğer etnik gruplar karşı­ sında gösterilen düşmanca tutumlarla bağlantılı olup olmadıkları anlaşılmaya çalışılıyordu: E ölçeğinin, yani etnosantrizm ölçeğinin oluşumu böyleydi. Gerçekten de elde edilen sonuçlar iki tutum ara­ sında kuvvetli bir bağlılaşım olduğunu ortaya koydu. Üçüncü evre­ de yazarlar, ilk iki ölçeğin F olarak belirledikleri üçüncü ölçekle, yani faşizm ölçeğine sıkı sıkıya bağlı olduğunu ortaya koydular; F ölçeğinde şu tür önermeler yer alıyordu: “ Otoriteye itaat ve saygı çocuklara aşılanması gereken en önemli erdemlerdir” ya da “ Genç­ liğin en çok ihtiyacı olan şey katı disiplin, sarsılmaz kararlılık, ken­ di ailesi ve kendi ülkesi uğruna çalışma ve mücadele etme iradesi­ dir” . En sonunda, elde edilen sonuçların anlamı bir dizi görüşmey­ le aydınlatılmaya çalışılıyordu. Bu ölçekler, dış gruplar karşısında takınılan dışlamaya yönelik tutumların birbirleriyle bağlantılı olduğunu gösteriyordu. O zamanlar Birleşik Devletler’de yaşayan otoriter kişilikler Katolikler, Yahudiler ve Siyahlar gibi, dış grup (ou tgrou ps) olarak algıladıkları bütün etnik ya­ pılar karşısında aynı ölçüde düşmanca davranıyorlardı. Yahudileri sevmeyenler Siyahlar ve diğer azınlıklar karşısında da aynı tutumu ta­ kınıyorlardı; hepsi, hem oldukça yurtsever hem de tutucu görüşler ifa­ de ediyorlardı. Birbirine sıkı sıkıya bağlı bu tutumların arkasında, ay­ nı özellikleri taşıyan kişilikler vardı: Hoşgörüsüzlük, endişe, dünyanın anlaşılmazlığını kabul etmekte kapasite yoksunluğu, vb. Toplumsal yaşamı bu denli katı algılamak, bu tür kişiliğin yeni deneyimleri dik­ kate almasını da engelliyordu. Muğlak ya da nüanslı yorumları redde­ diyor ve bütün konularda kendisine berrak ve kesin cevaplar verilme­ sini, mümkünse iyinin ve kötünün ifade edilmesini istiyordu. Akılcı açıklamaları dışlayarak boşinançlara, kazalara olayların sorumluluğu­ nu başkalarının ya da kaderin üstüne atan her şeye geniş bir alan bı­ rakıyordu. Kalıtımla ilgili açıklamalara ağırlık verilmesi eğilimindeydi. Nihayet kendi gerçek olanakları ve kendi geleceğiyle ilgili gerçekdışı bir algısı vardı. Gordon W. Allport da, kendi cephesinde önyargılı kişiliğin portresini çizdi; Onların “ bazı yazarlar tarafından otoriter kişilik” 12 olarak adlandırıldıklarım da belirtiyordu. Allport, aynı ayırt edici özelliklerle karşı karşıya kaldı. Önyargılı kişilik insan doğasının itkile­ rini ortaya koyuyordu. Önyargılar insanın çocuksu, bastırılmış, savu­ nucu, saldırgan boyutunu gözler önüne seriyordu; onun bilinçdışı zi­ hinsel yaşamının yansımalarıydı. Psişik tasarrufun köklerinde, derin bir güvensizlik duygusu yatıyordu. Bu özellikler ebeveyniyle ve kardeş­ leriyle çözemediği çatışm alara bağlı olabilirdi: Ebeveyniyle çatışma ya­ şamadığını söylese de, yansıtma testleri bastırılmış çatışmalar yaşandı­ ğını kanıtlıyordu. Egonun yabancılaşması onu güvenlik ve otorite öz­ lemine sürüklüyordu. Ahlaki bakımdan katı çizgiler gösteriyor ve dün­ yayı dikotomi içinde düşünme eğilimine giriyordu: Güçlüler ve zayıf­ lar, iyiler ve kötüler, biz ve ötekiler, vb. Kendi kaderini denetleyemediği duygusunu taşıyor ve başarısızlıklarının sorumluluğunu dışarıdakilere yüklüyordu. Hoşgörülü ya da demokratik olduğu söylenen kişilik­ lere göre, dinsel ve siyasal kurumlara çok daha bağlıydı. Otorite, hiye­ rarşi ve disiplin arayışındaydı. İnsanlara duyduğu güvensizlik güçlü ve otoriter bir düzen toplumunun kurulması, bu toplumun başını kişile­ rin davranışlarını yakından denetleyebilecek güçlü şeflerin çekmesi is­ teğini açıklıyordu. Önyargılı kişiliğin tutkuyla ifade ettiği vatansever­ lik, Yahudi düşmanlığıyla sıkı sıkıya bağlantılıydı: Vatanseverlik tut­ kusu arttıkça Yahudi düşmanlığı da keskinleşiyordu. Kalıtım ya da do­ ğa bağlamında düşünme eğilimine meylettiği için Yahudilerin de esas­ ta farklı olduğuna inanıyordu. Merton, ırk düşmanlığının, kurbanın nesnel özelliklerinden çok ırkçıların ruh haliyle açıklanması karşısında nükteli bir dil takındı. Irkçıların ötekilerde eleştirdiği şeyler, kendi gruplarının üyelerinde hayran oldukları şeylerdi. Yahudilere ve Japonlara atfedilen özellikler ile Lincoln’e isnat edilenleri karşılaştırarak şu gözlemi yapıyordu: “ Lincoln geç saatlere kadar çalışıyor muydu? Şunu kanıtlar: Çalışkan, kararlı, sebatkâr, elinden geleni yapma kaygısı taşıyan bir insanmış. Yahudiler ve Japonlar da mı çok çalışıyorlar? Yalnızca şunu kanıtlar: Onlar sömürme zihniyetinde olan insanlardır, Amerika’daki çalışma kurallarını baltalamak istemektedirler, haksız rekabet yaratmaktadır­ lar. “ Grup içi” (in -group) “ azla yetinir, tutumludur, tedbirlidir” . “ Grup dışı” (ou t grou p) ise “cimridir, pintidir, açgözlüdür” , vb.” 13 Adorno’ya ve Allport’a göre önyargı, yalın bir olaydan fazlası­ nı ifade ediyordu. Çocukluğun çözülmemiş çatışmalarına bağlı olduğu için kişiliğin oluşumunu derinden etkilemişti. Söz konusu çözümleme­ ler, doğrudan doğruya psikanalitik yorumun ürünüydüler. Bu akımın psikologları toplumsal koşulların etkisini gözardı etmiyorlardı: Örne­ ğin Bettelheim ve Janovvitz, soyunda toplumsal hareketlilik olan birey­ lerin özgül kaygı biçimleri yaşadıklarını göstermişlerdi. Ancak onlara göre önyargı, ilk kaynağım kişiliğin özelliklerinden alıyordu.14 Yahudi düşmanı insanı metafizik kavramlarla betimleyen JeanPaul Sartre’ın başka bir söz dağarcığına başvurduğu, ancak aynı tipte bir çözümleme önerdiği görülür: “Yahudi düşmanı korkan insandır. El­ bette korkusu Yahudilerden değildir; kendisinden, vicdanından, özgür­ lüğünden, içgüdülerinden, sorumluluklarından, yalnızlıktan, değişim­ den, toplumdan, dünyadan; Yahudiler dışında her şeyden.” 15 “Yahudi burada yalnızca bir gerekçe: Başka yerlerde zencileri, daha başka yerler­ de de sarıları kullanacaklar. Onun varlığından yararlanan Yahudi düş­ manı, kendi sıkıntılarını, daha kabukları çatlatmadan boğmuş oluyor; bunu yaparken dünyada kendi yerini elde ettiğine, hep bunu beklediği­ ne ve gelenekler gereği bu yeri işgal etme hakkını elinde tuttuğuna inan­ dırıyor kendini. Tek sözcükle, Yahudi düşmanlığı insanlık durumu kar­ şısında duyulan korkudur.” 16 Memmi ise bu çözümleme türünü ırkçılı­ ğa yönlendirdi. Ötekinin dışlanmasını korkuyla, ırkçı insanın “psişik 13 Merton, Jah oda tarafından aktarılm ış, “Irk önyargısının psikolojik işlevi” , M endras’ta yeniden ortaya konmuş, 1978, s- 84. 14 Bettelheim-Janovvitz, 1950; Bettelheim-Janovvitz, 15 Sartre, 1946, 1954 baskısı, s. 62. 16 Sartre, 1946, 1954 baskısı, s. 63 -6 4. 1964. denge”sini sağlama gereksinimiyle çözümleyip “ırkçılık, ötekine yöne­ lik ilişkinin başarısızlığa uğramasıdır” açıklamasını yaparak Jean-Paul Sartre’m Yahudi düşmanlığıyla ilgili çözümlemelerine ulaştı. Sosyal psikologlarınkine yakın olan bu çözümlemeler onun şu formülleriyle özet­ lenebilir: “Kötülük, kurbanda değil suçlayandadır.” “İnsan bir hayvan­ dır. Hayvanların pek çoğu gibi korktuğunda ya saldırır ya da kaçar [...]. İnsan, kendini doğrulamak için, bedeni ve varlığıyla kendi benzerini sis­ tematik olarak küçümseyen, küçük düşüren, yok eden tek hayvandır.” 17 “Kendi haklarına tümüyle inanan ayrıcalıklı insanlar ırkçı olma gerek­ sinimi duymazlar. Hiçbir biçimde kendinden kuşku duymayan egemen bir bireyin ya da bir grubun, kendini doğrulama gereksinimi bile duy­ mayacağını düşünebiliriz.” 18 İnsanın “ hayvansal” saldırganlığı ya da kendilerinden pek emin olmayan kişiliklerin varlığıyla heterofobinin ge­ lişimini açıklama düşüncesi, sosyal psikologların İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaptıkları çözümlemeleri hatırlatıyor. Her ne kadar Memmi, daha ilerde ırkçılığın hem psikolojik, hem de toplumsal ve kurum­ sal bir olgu olduğunu yazmamış olsa da, hayvansal saldırganlığa dayan­ dırarak yaptığı çözümleme, ırkçı toplumlan ya da çağdaş toplumlarda ırkçılığın rolünü inceleyenler için yeterince aydınlatıcı değildir. Önyargılı kişilik, tanım gereği akılcı argümanlar karşısında ge­ çirimsizdir ve deneyimi göz önünde bulundurmayı reddeder. Allport önyargının mantığını bir paranoya vakasından yola çıka­ rak anlattı. Paranoyak bir kadın öldüğünü söylüyordu. Hekim ise yanıldığı konusunda onu ikna etmeye çabalıyordu. Kadına şunu sordu: “ Ölüler kanar mı?” “ Hayır, diye cavapladı. Ölü olduğuma göre benim de kanım akmaz.” “Göreceğiz” , dedi doktor ve parma­ ğına iğneyi batırdı. Hasta, bir damla kanın belirdiğini görünce, şaş­ kınlıkla düşüncesini söyledi: “ Demek ki, ölüler de kanarmış.” Patolojik bir durumu ortaya koyan bu örnek, aynı zamanda ön­ yargının dinamiğini de göstermekteydi; önyargı, her tür doğrudan de17 18 Memmi, 1994, s. 151 ve 153. Memmi, 1994, s. 117. neyimin dışında ve değersizleştirilmiş grupların nesnel özelliklerinden bağımsız gelişiyordu. E. L. Hartley, Bogardus’un düşüncesinden esinlenerek 1946’da ırk ilişkileriyle ilgili bir anket yaptı; önyargıların kurbanı olan grupla­ ra (Siyahlar, Yahudi ile, Asyalılar) Piranlılar, Wallorlular ve Danirler adı verilen üç asılsız grup katılmıştı. Siyahlara ve Yahudilere düşman olan deneklerin çoğu, aslında var olmayan bu gruplar kar­ şısında aynı dışlama duygularını ifade ettiler ve onlara karşı ayrım­ cı önlemler alınması gerektiğini belirttiler. Klasik “ Yahudiler (ya da Siyahlar ya da aşağıda olduğu yargısı­ na varılmış bütün diğer kategoriler) şöyledir...” formülüyle önyargıla­ rını ifade eden ve gösterimi uygun olmayan bir Yahudiyle karşılaşan birey, yaşadığı çelişkiyi çözmek için onun Yahudi (ya da siyah ya da..., vb.) olmadığını ya da en azından, gerçek Yahudi (ya da siyah ya da..., vb.) olmadığını, belki de onun kuralı doğrulayan bir istisna olduğunu söyleyecekti. Böylelikle, yeni deneyim istisnaya dönüşmüş oluyordu; önyargı da genel kurala. Şu bilinen formülden hiç farkı yoktu: “ Benim en iyi arkadaşım Yahudidir, ama Yahudilerin de şöyle... olduklarını unutmayalım.” Daha genel olarak birey kendi önyargısını doğrulayan şeyi bir kenara ayırıp doğrulamayanı da dışlıyordu. Yaşadığı deneyim­ den yola çıkarak onu sorgulamıyordu. Bazı gruplar karşısındaki ön­ yargılar, kuşaktan kuşağa aktarılarak işte böyle ayakta kalıyorlardı. Edinebileceği deneyimlere rağmen bireyin önyargılarını sürdür­ mesini sağlayan bu mekanizma, sosyal psikolojideki büyük kuramlar­ dan birine daha esin kaynağı olmuştur; 1957’de Leon Festinger tara­ fından önerilen bilişsel uyumsuzluk kuramı.19 Bu kuram, bireyin ken­ disiyle tutarlı olmaya çalıştığı gözlemine dayanıyordu. Onun görüşle­ ri, inançları ve gösterimleri bağdaştırmak için gayret ettiği bilişsel öğe­ lerdi. İki öğeden biri diğerini olumsuzluyorsa bunların uyumsuz oldu­ ğu, biri diğerini gerektiriyorsa bunların da uyumlu olduğu söyleniyor­ du -b u öğeler bağımsız da olabilirlerdi. Temel varsayım şuydu: Tedir­ ginlik kaynağı olan bir uyumsuzluğun varlığı bireyi, o uyumsuzluğu gidermeye yönelik bir etkinliğe sürükler. Bunun pek çok yolu vardı. Bi­ rincisi, bireyin kendi düşünceleri ya da davranışlarıyla uyumsuzluğu­ nu öngördüğü bilgileri engellemesini ve kendi kanaatini doğrulayan ve pekiştiren bilgileri tercih etmesini kapsıyordu. Bu bilgiden kaçınam adıklarında denekler uyumsuzluğu çözmek için bu bilgiyi yanlış algıla­ mayı, ihmal etmeyi ya da onun geçersizliğini iddia etmeyi tercih edi­ yorlardı. Mantıksal anlaşmazlıkları ve ortaya çıkabilecek uyumsuzluk­ ları azaltmak için bilişsel ve kültürel sistemlerinin tümüne başvuruyor­ lardı. Bu mekanizma gerilimleri azaltmaya yönelikti. Önyargının mantığı üstüne yapılan çözümlemelerin çoğu labaratuvarda gerçekleştirilen deneyler sonrasında önerildi, ancak tarihsel deneyimlerin bunları doğrulamadığını söyleyemeyiz. Tarih, ırkçılık mantığının her tür “ nesnel” doğrulamanın ve bütün görüş alanlarının dışında da gelişebileceğini gösterir: Örneğin ne Ortaçağ’ın Cagotları ne de Japonya’nın Burakuminlen, kendilerini halktan ayıran özel çiz­ giler taşırlar. Yahudi düşmanlarının, Yahudi ırkını tanımlamak için gayret göstermeleri 19. yüzyılla başlar, çünkü modern çağda Yahudi­ leri diğerlerinden ayırmak artık mümkün değildir. Otoriter Kişilik’in yazarları kişilik ile tutucu siyasal görüşler arasında kuvvetli bir bağlılaşım olduğunu saptadılar. Dogmatik ya da liberal inanç sistemlerinin, çocuklukta az çok travma ya da kaygı ya­ ratıcı biçimlerle ilgisi olduğu düşüncesini benimsediler; Milton Rokeach, otoriter kişilik ile aşırı sağın görüşleri arasında zorunlu bir bağ ol­ duğu düşüncesini yeniden ortaya attı.20 Otoriter kişilikler kendilerini başka görüşlerle de ifade edebiliyorlardı. Ona göre toplumsal gerçek­ liğin dar ve katı algısına bağlı solcu otoritarizm de söz konusuydu. So­ lun otoriter kişilikleri, kendi şeflerine yönelen her tür eleştiriyi redde­ diyor ve ırkçıların Siyahlardan nefret etmesindekine benzeyen bir yır­ tıcılıkla burjuvaziden nefret ediyorlardı. Rokeach faşizm ölçeğinin yal­ nızca sağın otoritarizmini ölçmeye yönelik olduğunu söyleyerek bu­ nun yerine dogmatizm ölçeğini koymayı öneriyordu; böylelikle otoritarizmin daha genel ölçümünü yapmak mümkün olacak, ister sağın is­ ter solun siyasal görüşlerini ifade etsin, bütün “ kapalı” zihinler (clo sed mind) ölçülebilecekti. Bu denekler üstünde hiç durmadan yapılan yeni araştırmalar daha çok, sağa verilen oylarla kişiliğin otoriter yapısı ara­ sında çoğunlukla bağ olduğunu göstermeyi hedefliyordu. Ancak bu ilişkinin Amerikan toplumunda daha belirgin bir biçimde göründüğü, sağ ve sol siyasal tercihlerin farklı anlamlar taşıdığı toplumlarda daha belirsiz olduğu da düşünülebilir. Buna karşılık gençliğinden itibaren düzenli olarak başka bir gru­ ba ait kişilerle tanışmış olan bireylerin daha az önyargılı oldukları sa­ nılıyordu. Görüştükleri kişilerin şu ya da bu özel gruba ait olmaları pek önem taşımıyordu: “ Demokratik” olarak nitelediğimiz tutumları oluş­ turmanın en etkili yolu kendi grubuyla olan değiş tokuşu sınırlandırmamaktı. Bu ilişkilerde önemli olan edinilmiş bilgiler değil, bir dış grupla ilişki kurmanın kendisiydi. İyi niyetli düşünürlerin uzun süre yaptıkları gibi bütün bunlardan şu sonucu çıkaramamalıydık: Önyargılar, yalnız­ ca yanlış tanımanın bir sonucudur, eğer insanlar birbirlerini tanırlarsa önyargılarından vazgeçerler. Gerçekten de ilişkiler, kuruldukları koşul­ lara bağlı olarak, yani bireylerin eşit konumda oldukları (equal status contact) bir ortamda kurulmaları koşuluyla önyargıları zayıflatabilir­ lerdi. Buna karşılık önyargı, somut bir deneyimle bağlantı kurmayı red­ dederek kendi mantığını geliştirdiği ölçüde ilişkiler etkisiz de kalabilir­ di. Nihayet, ilişkiler önyargıları doğrulayabilir, hatta pekiştirebilirlerdi. Günah Keçisi Bu psikolojik ya da psikanalitik çözümlemelerin devamında, ayrımcı­ lık ve şiddet görüngülerini anlamak üzere Durkheim tarafından daha önceleri formülleştirilmiş günah keçisi kuramı21 pek çok kez ele alın­ dı. Kuram, yoksunluk-saldırganlık-yansıtma sıralamasını kapsayan varsayıma dayanır: Yoksunluk saldırganlık duygulan yaratır, saldır­ ganlık îse savunmasız günah keçilerine yönelir. Bu sırada uygulanan şiddet daha sonra, olumsuz yargılar ve stereotiplerle akılcı hale getiri­ lir ve doğrulanır. Otuz bir genç insanla yapılan deney, yoksunluk ile saldırganlık ara­ sındaki bağları gösteriyordu. Yaz kampında bulunan bu genç in­ sanlardan, Japonlar ve Meksikalılar ile ilgili görüşlerini ifade etme­ leri istendi. Sonra da yoksunlukla ilgili bir deneye maruz bırakıldı­ lar. Tiyatroya gidecekleri ilan edildi, ardından tiyatrodan vazgeçip kampta çalışmaları gerektiği duyuruldu. Aynı sorular yeniden so­ ruldu; Japonlar ve Meksikalılar ile ilgili olumlu görüşlerin azaldığı ve olumsuz görüşlerin arttığı gözlemlendi. Kendi zorluklarını başkasının üstüne atmak, bireylerin ve grup­ ların iç çatışmalarını çözmelerini sağlayan bir savunma mekanizması­ dır. Dış düşmanın varlığının, bir grubun kaynaşmasına ne denli katkı­ da bulunduğu bilinir. Freud da kendi yöntemini uygulayarak Yahudi düşmanlığıyla il­ gili bir yaklaşım önermişti. Psikanalitik kuramı topluluğa yayarak Ya­ hudi düşmanlığının “ halkların bilinçdışı” ndan kaynaklandığını açıkla­ dı: Gerçekten de, “ nevroz yaşayan bireye uyguladığımız yöntemi halk­ lara uygulayabiliriz.”22 Kaldı ki, belli bir halkın birliği bir iç düşmana, bir günah keçisine gereksinim duyar: “İnsanları sevgi ilişkisiyle birleşti­ rip daha büyük bir insan kitlesi yaratmak mümkündür; bazılarının, dar­ beleri karşılamak üzere dışarıda kalması koşuluyla [...]. Kitlelerde kuv­ vetli bir dayanışma duygusunun oluşturulması için herhangi bir yaban­ cı azınlık grubuna belli bir düşmanlık duyulması ve bu azınlığın sayısal zayıflığının, ona zulmetmeyi teşvik edecek düzeyde olması gerekir.”23 İyi de, günah keçisi gereksinimi neden Yahudiler üstünden gide­ riliyor? Pek çok neden arasından (“ halkın Yahudilere karşı bu denli yoğun, bu denli inatçı bir kin duymasının; böyle bir görüngünün hiç 22 23 Freud, 1939, 1 9 6 7 baskısı, s. 135. Freud, 1939, 1 9 67 baskısı, s. 123. kuşkusuz birden çok nedeni vardır” ) iki tanesi ona önemli geliyordu: En Eskiçağlardan beri Yahudilerin bahtına hükmeden ve gerçeklerden çok efsanelere dayanan yabancılık statüsü ile Tanrı’nın gözde halkına karşı duyulan kıskançlık. “ Babamız Tanrı’nın ilk ve gözde halkı oldu­ ğunu öne süren bu halka karşı duyulan kıskançlığın bugün bile yakı­ cılığını yitirmediğini söylemeye cüret edeceğim; diğer halklar böyle bir iddiaya iman ediyorlarmış gibi.” 24 Öte yandan, Yahudilere özgü bütün diğer göreneklerin yanı sıra, sünnet tatsız ve endişe verici bir izlenim yaratıyordu; çünkü sünnet “ korku yaratan hadım edilme tehdidini ha­ tırlatıyordu.” 25 Freud’a göre Yahudi düşmanlığının temelinde tektanrılı din ve seçilmiş halk kavramı yatıyordu. Yahudilerin tanrısallığı tasarlam a tarzıyla diğer halklarınki arasında köklü bir çatışkı vardı. Yahudi düş­ manlığı Batı’nın çağdaş uygarlığının bağrında yer alıyordu, çünkü iki uzlaşmaz kuvvet, dünyaya ve toplumsal ilişkilere dair iki yaklaşım bu­ rada karşı karşıya geliyorlardı. B aba’nın dinini benimseyen halk Yahu­ diler, Oğul’un dinini benimseyen halksa Hıristiyanlardı. Yahudilik di­ ni görünür olanın hükümranlığından, Anne’nin geri dönüşünden, Kur­ tarıcı düşüncesinden, insanların cisimleşmiş iktidarından kaçmıyordu. Tanrı ile yüz yüze kaldığında, itkilerin doyuma ulaştırılmasından vaz­ geçmeyi sağlayan suçluluk duygusunu öne çıkarıyordu. Hıristiyanlar ise, Oğul’a tapınırken, eski ana tanrıçalara dönerken ve görünür ola­ nın hükümranlığını kabul ederken suçluluk duygularından kurtulu­ yorlardı. Papa ve Kilise’de vücut bulan karizmatik cisimleşmiş bir ik­ tidarı tanımak onların sorumluluğunu ortadan kaldırıyordu. Yahudi­ liğin yolu insanın kurtuluşunun yoluydu; İkincisi ise yabancılaşmanın. M arie Jahoda da, Siyahlara karşı önyargı ifade eden ve Yahudi düşmanı olan kişilikleri psikanaliz çerçevesinde yorumladı.26 Her iki kesim, farklı tarzlarda da olsa nevrotik çatışmalarını çözmeye çalışı­ 24 Freud, 1939, 1967 baskısı, s. 123-124. 25 Freud, 1939, 1967 baskısı, s. 124. 26 Jahoda, “ Relations raciales et sante m entale”, L e R acism e devartt la scien ce, M endras tarafın­ dan yeniden ele alınmış, 1978, s. 8 0 -1 10. Ayrıca bkz. Ackerm an-Jahoda, 1950. yorlardı. Siyah karşıtları toplumsal bakımdan onaylanmış modellere uyum sağlamak üzere içgüdüsel itkilerine egemen olmaktan acizdi: “ Şu” , “ ben” e egemendi. Yahudi düşmanları ise özlemlerini gerçekleş­ tirmekten ve vicdanlarının onlara dayattığı kurallara uyum sağlam ak­ tan aciz insanlardı. “ Üstben” , “ ben”e egemendi. Bu tutumlar kayna­ ğını, psişik tasarruf ve kişiliğin hazırlanmasına ilişkin bir biçimden ala­ bileceği gibi, ilk eğiticilerin libidoyu bastırmasından da alıyor olabilir­ di. Önyargılar, kimi kişiliklerin psişik tasarrufundaki yapıcı etkenler­ den biriydi: Dolayısıyla derinlere kök salmışlardı. Daha sonraları in­ sanların “genelleştirme kapasitesi” ne ve grup aidiyetlerinin etkilerine doğru yayılıyorlardı. Adorno’nun ve Allport’un kuşağından psikologlar, tutum ya da davranış olarak önyargıları ve ırkçılığı öncelikle insan doğasının sü­ rekli özelliği, sonra da kendi sorunlarını başkalarının sırtına yükleme­ ye çalışan sıkıntılı kişiliklerin ürünü olarak gördüler. Psikolojik eğilim­ lerin genelliğine, insan psikolojisinin değişmezlerine, insan doğasının sürekliliğine vurgu yapmaları gerekti. Toplumsal koşulların etkisini bilmedikleri için değil. Allport şunları yazdı: “ Önyargıyı, eğer yalnız­ ca kişiliğin yapısı ve dinamiğinden yola çıkarak ele alırsak onunla ilgi­ li bütünsel bir açıklama getiremeyiz. Durum, tarih ve kültürle ilgili et­ kenler de önemlidir.” Allport, daha genel olarak, eşit ölçüde geçerli al­ tı farklı çözümleme düzeyi bulunduğunu açıkladı: 1) Farklı etnik grup­ ların gerçek özellikleriyle gösterilen uyarıcı nesneye başvuran yakla­ şım; 2) bireyin uyarıcı nesneyi algılamasıyla ilgili görüngü düzeyi; 3) kişiliğin dinamiği ve yapısı; 4) işsizlikte olduğu gibi, duruma yönelik yaklaşım; 5) farklı etnik gruplar arasındaki temaslar, kültürün ve altkültürün etkisi; 6) ve nihayet tarihsel yaklaşım. Jam es Robb’un yaptı­ ğı bir soruşturma İngiltere’de işçiler arasında görülen Yahudi düşman­ lığının özgül niteliklerini bu yolla ortaya koymuştu.27 Ancak sosyal psikologlara göre toplumsal etkenler, önyargıların ya da ırkçılığın ifa­ de edilmesini kolaylaştıran ya da tersine frenleyen fırsatlar olarak çö- zümlenmişti. Bu kuşağın psikologları ırkçılığı patolojik bir durum ola­ rak görme eğilimindeydiler ve ırkçı insanı, kendi psikolojik sorunları­ nı saldırgan davranışlarla çözmeye çabalayan bir hasta olarak kabul ediyorlardı. Neden bazı insanların ırkçı ya da Yahudi düşmanı olma­ ya daha yatkın olduklarını anlamamızı sağladılar. Bu yorumlar, özel­ likle Hitler gibi bazı ırkçı kişilikleri çözümlemekte kullanıldı. Ne var ki, şu soruları cevaplamaya katkıda bulunmadılar: Neden ırkçılığa ya da Yahudi düşmanlığına dayanan toplumsal bir sistem kurulmuştur; neden bazı siyasal koşullarda farklı etnik gruplar arasındaki ilişkiler çatışmalara yol açmamaktadır? Sosyal psikologlar, kurbanların ve onların belirgin özelliklerinin, önyargının hiçbir biçimine yol açmadığını kanıtladılar. Her ne kadar, Siyahların tembel, Yahudilerin çıkarcı, vb. olduğunu “ nesnel” ve “ger­ çek” gerekçelerle öne süren ortak görüş, ırkçılığın sorumluluğunu kur­ banın üstüne atsa da, sosyal psikologlar önyargının kaynağında ırkçı­ lık ya da zorbalık kurbanlarının özelliklerinin değil ırkçı ya da zorba in­ sanın özelliklerinin bulunduğunu gösterdiler. M yrdal’m An American Dilemma adlı yapıtına yön veren temalardan biri de budur.28 Kurban Yaratma Süreci Sosyal psikologlar bu durumun kurban üstündeki etkilerinin de altını çizdiler. Kurban, ona sürekli olarak atfedilen değersizleştirici özellikle­ ri içselleştiriyor ve ona dışarıdan sürekli dayatılan imgeye uygun dav­ ranıyordu. Böylelikle, süreğen bir kaygının hazırladığı davranışı kendi­ sini kurban eden önyargıları doğrulamış oluyordu. Kurt Lewin Yahu­ dilerin düşünce geleneğinde yer aldığı iyi bilinen bir görüngüyü, kendi­ ne yönelen nefreti özel olarak inceledi ve bu duygunun nedenini orta­ ya çıkardı: Ötekilerin kurban üstüne benimsedikleri gösterimin kurban tarafından içselleştirilmesi. Yahudi kendi geleneğini ve kendi mesleğini küçümsüyor, kendini Yahudi düşmanlarının bakış açısına mahkûm ediyordu: Çıkarcıydı, aşağılıktı, çirkindi, ötekilere düşmandı, vb. Siyah da, kıvırcık saçlarından ve derisinin renginden nefret ediyor, Beyazlar tarafından tanımlanmış güzellik ölçütlerini benimsiyordu. Bu kısır döngüyü bozmak imkânsız olmasa bile zordu; ta ki kurban isyan edin­ ceye, taşıdığı lekenin anlamını bozuncaya ve toplumun aşağılık olma­ nın işareti olarak ona hep dayattığı bu lekeyi kendi onurunun işareti ve amblemi saymcaya kadar. Birleşik Devletler’de köktenci olduğu söyle­ nen Siyahların sloganında olduğu gibi: “Black is beautiful” . 3 0 ’lu yıllardan sonra yapılan soruşturmaların sonuçları bu kısır döngüyü bozmanın giderek zorlaştığını gösteriyordu; farklı etnik gruplara yönelik bir saygınlık ve sempati ölçeği vardı ve aynı toplu­ mun bireyleri bu ölçekteki değerlendirmelere oy birliğiyle katılıyorlar­ dı. Emory S. Bogardus da, grupların birbirini çekme ve itme duygula­ rını ölçmek istiyordu. Deneklerden oluşan örnek bir grubun ifade etti­ ği görüşlerden yola çıkarak, toplumsal mesafe olarak adlandırdığı bir ölçek hazırladı; onu şöyle tanımlıyordu: “ İki kişi ya da bir kişi ile bir grup arasında var olan sempati halinin derecesi.” 29 Bu grupları ırk, uy­ ruk, meslek ya da din temelinde tanımladı. Ölçek, özellikle White Born Americans ile farklı etni ve ırk grupları arasındaki mesafeyi ölç­ meye yönelikti. Sempati/antipati ölçeği, en büyük sempati ile antipati arasında yer alan dereceleri kapsıyordu: 1) Onunla evlenmeyi kabul ederdim; 2 ) onunla arkadaş olmayı kabul ederdim; 3) onunla iş arkadaşı olma­ yı kabul ederdim; 4) evimin yakınlarında oturmasını kabul eder­ dim; 5 ) yalnızca onunla zaman zaman karşılaşmayı kabul ederdim; 6 ) bana yakın oturmasını istemezdim; 7 ) ülkeme yerleşmesini iste­ mezdim. Toplumsal mesafe ölçeği (Bogardus social distance scale) denek­ lerin farklı gruplarla ilgili “saygınlık” ve “ sempati” değerlendirmesi­ nin aynı olduğunu ortaya koydu; onlarla ilişkilerini sürdürmek istiyor­ lardı. Ötekilerin evlilik yoluyla aileye girmelerinin reddedildiği ve bu 29 Bogardus, 1925; Bogardus, 1927; Bogardus, 1933. konuda gösterilen direncin en son sırada gelen, en kuvvetli tepki oldu­ ğu ortaya çıktı. Başka bir gruptan biriyle evlenmeyi kabul edenler, bu grubun üyeleriyle kurulacak bütün ticari ilişkileri de kabulleniyorlar­ dı. Daha sonraları bu ölçek, pek çok kez şunu da kanıtladı: Farklı ya­ bancı gruplar karşısındaki tutumlar göreceli olarak istikrarlı kalmak­ la birlikte, değişiklik de gösterebiliyorlardı. Savaş sırasında Japonlar kendilerine karşı duyulan, saygınlığı ve sempatiyi yitirdiler. Buna kar­ şılık, 7 0 ’li yıllarda kitleler halinde orta sınıfa katılan İtalyanların say­ gınlığı epeyce arttı. “ Fiziksel Eşsoy” Robert Pages, 1963’te “ fiziksel eşsoy”30 isteğine ilişkin varsayımı or­ taya atarken bu çözümlemeden yola çıkıyordu. Pages gerçek tabunun, gündelik yaşantıdaki yakınlıklarda (örneğin hizmetçilerin durumu) ya da Beyazlar ile Siyahlar arasındaki cinsel ilişkilerde değil ama, ırklararası evliliklerde var olduğunu düşünüyordu “Farklı” gruplara karşı duyulan düşmanlık, insanların gelecekte kendi soyundan gelenlerde “ bulmayı” en çok istediği şeydir.” Kaldı ki, “çağdaş Batı toplumlarında ve en azından evlilikle kurulmuş ailelerde belirgin morfolojik bir süreklilik vardır ve bu, doğrudan ya da soyundan doğacaklar aracılı­ ğıyla döllem e inisiyatifindeki ya da kabulündeki devindirici güçlerden biridir” (italikler yazardan). Gerard Lemaine ve Jeane Ben Brika, bu varsayımı geliştirerek şunu kanıtladılar: Yabancı erkeklerle cinsel iliş­ kiler kuran Beyaz kadının taşıdığı “ leke” yüzünden değil, doğan ço­ cuklarla ırkın bozulması yüzünden dışlanmış bir kategoride bunu bas­ tırmak mümkün olmayacaktır. Birey, kendi çocuğunun atalarına ben­ zemesi ve bu benzerlikten yararlanarak gelecek kuşakların otantik ol­ duklarının kanıtlanması gereksinimini duyar. Melez çocuk o ülkenin yerlisi sayılmaz. Aile üyeleri, tümüyle “ biz” in parçası olmayan bir ya­ bancının gruba girmesini, grubun bütünlüğü bakımından bir tehlike olarak görebilirler. Soya özgü kimlik, gelecek kuşakların fenotipiyle kendini göstermelidir. Melezlik takıntısı, ırkların karışmasıyla birlikte ailenin yozlaşmasından duyulan korku buradan gelir. Melezin varlığı bile, kendisiyle özdeş olanı yeniden üretmek için duyulan derin arzu­ yu tartışmalı hale getirir. Her ne kadar, bu çözümleme yalnızca bazı toplumlara uygulanmış olsa da, bütün ırkçı düşünce akımlarını ve ki­ mi öjenizm tasarılarını besleyen kaynakları görmemizi sağlar: Özün katışıksızlığına ilişkin fantazmalar, melezlerin kaçınılmaz kusurları, is­ tikrarsızlıkları, kısırlıkları. Önyargı ve Ayrımcılık Önyargıların sözel ifadeleri arasındaki ayrışmayı ve etkili davranışları birlikte gösteren başka incelemeler de vardır. Hiç de düşmanca davra­ nışları benimsemeyen bazı insanlar kimi kez şiddetli bir üslupla önyar­ gılarını ifade edebilirler. Richard T. La Piere’in 30’lu yıllarda yaptığı ünlü soruşturma bu önermeyi örnekler.31 La Piere önyargılarla ilgili araştırmalarda uz­ mandı ve onları anketlerle ölçüyordu. Önyargıları ifade etmenin kendisine uygun davranışları beraberinde getirdiğini, açıkça belirt­ mese de kabul ediyordu. Bir otel sahibine Siyahlarla ilgili görüşünü sorduğumuzda verdiği cevaptan siyah müşterilere karşı nasıl dav­ ranacağını çıkarabilirdik. Anketlerdeki cevaplarla ölçülen tutumlar ile gerçek davranışlar arasında, onun ifadesiyle “mekanik bir iliş­ ki” vardı. Yaptığı deneyde de bunları ele aldı. Soruşturma için Birleşik Devletler’i katederken yanında Çinli öğrencilerinden biri ve karısı vardı. O dönemde, en yaygın ve en şiddetli ifade edilen önyargılar Asyalılara yönelikti. Mola verdikleri altmış yedi otelden yalnızca bir tanesi, grupta iki Çinli olduğu için onları kabul etmedi. Girdik­ leri seksen dört kafeden ve restorandan hiçbiri onları geri çevirme­ di. Bu davranışlar, Çinlilere karşı şiddetli önyargıların olduğunu or­ taya koyan anketlerin alışılmış sonuçlarıyla çelişiyormuş gibi görü­ nüyordu. Altı ay sonra bu çelişkinin göründüğünden daha kuvvet­ li olduğu anlaşıldı; La Piere, yolculukları sırasında onlan ağırlayan otellere ve restoranlara yeni bir anket gönderdi. Diğer soruların ya­ nı sıra ankette şu da yer alıyordu: “ Çinli ırkından müşteri kabul eder misiniz?” Katılanlardan (yarısı katılmıştı) % 90’ı olumsuz ce­ vap verdi. Önyargı sözel olarak ifade edilmeyi sürdürse de, aynı öl­ çüde ayrımcı davranışlara yol açmıyordu. Ayrıca, Çinlilere bir Be­ yaz eşlik ediyordu ve bu üçlü saygıdeğer burjuvalar gibi davranmış­ tı: Toplumsal konum otelcilerin tepkilerini etkilemiş olabilirdi. Bu deneyin yapılmasından sonra pek çok kez sosyologlar, ırkçı­ lıkla da bağlantılı olan önyargılar (görüşler ya da tutumlar) ile ayrım­ cılık (davranışlar) ya da ırkçılık arasında kopukluk olduğunu vurgula­ dılar. Merton, dört kademeli bir tipoloji önerdi: Ona göre, önyargılı olup ayrımcılık yapanlar, önyargılı olup ayrımcılık yapmayanlar, ön­ yargılı olmayıp ayrımcılık yapanlar, önyargılı olmayan ve ayrımcılık yapmayanlar vardı. Aslında bu tipoloji, önyargılar ile ayrımcılığın bi­ çimleri ve kaynakları çözümlenmedikçe hiç de aydınlatıcı değildi. Festinger ise ters yönde ilerleyen bir sonuca ulaştı: Eğer bir insan herhan­ gi bir nedenle kendi görüşleriyle ters düşen bir davranışa girerse, uyumsuzluğu ortadan kaldırmak için görüşünü değiştirmek isteyebilir. Bu araştırmaların tümü ve ne kadar eski olursa olsun La Piere’in soruşturması araştırmacılar tarafından unutulmamalı. Çünkü onlar, eleştirel düşünceyi es geçerek mekanik sonuçlara ulaşılmasını yasaklıyor ve şunu söylüyorlardı: Bazı insanların “ırkçı” görüşler ifa­ de etmesi, genel anlamda “ ırkçı” olarak niteleyebileceğimiz yalın top­ lumsal durumun varlığını gösterir. Ancak bireylerin ifade ettiği önyar­ gılar, doğrudan doğruya ırklararası ilişkilere dayanan toplumsal bir sistemi yaratmaz. Belirleyici olan toplumsal konumdur. Birleşik Devletler’deki Beyazların Siyahlara karşı davranışları, ilişkinin kurulduğu yere göre farklılık gösterir; işyerlerinde, komşular ve tüccarlar arasın­ da ya da toplum ve aile yaşamında Siyahlarla kurdukları ilişkiler fark­ lıdır. Aynı kişiler, içinde bulundukları topluma ya da toplumsal duru­ ma uygun olarak farklı davranışları benimserler. Bütün bu araştırmalardan şu sonuca ulaşıyorduk: Tutumlar, davranışları kesinlikle etkiliyordu ancak onları açıklamak için yeterli değillerdi. Psikanalizden esinlenen incelemeler, insanlar arasındaki iliş­ kilerin çözümlenmesini sınırlama ve somut durumlarda gösterilen ger­ çek davranışları ihmal etme tehlikesi taşıyorlardı; oysa bu davranışlar gruplar arasındaki ilişkiler bağlamında ele alınmalıydı. Kişilik üstüne yapılan çalışmaların bulduğu cevap, toplumsal durumun etkilerini ih­ mal etme eğilimindeydi. Allport’un öğrencilerinden Thomas F. Pettigrew, 5 0 ’li yılların sonunda başladığı çalışmayla şunu kanıtladı: Birle­ şik Devletler’in güneyinde yaşayan Beyazların Kuzey’de yaşayanlara göre, Siyahlarla ilgili önyargılarını daha çok ifade etmeleri olgusunu yalnızca otoriter kişiliklerin yüzdesiyle açıklayanlayız; zaten F ölçeğin­ deki sonuçlar ile Yahudi düşmanlığının ölçüsü de farklı değildir. Nite­ kim, Güney’in Beyazları Siyahlara karşı kuvvetli önyargılar taşırken Yahudi düşmanlığını pek az benimsiyorlardı: Bu da, genel etnosantrizm bağlamındaki açıklamanın yetersizliğini gösteriyordu. Güney Af­ rika’da yaptığı çalışmalar da, siyasal koşulların rolünü doğruluyor­ du.32 Yasaların, insanların gönlünde değişikliğe yol açmayacağı görü­ şü de yanlıştı.33 Pierre Van den Berghe de, bağımsızlığını henüz ilan et­ miş Afrika ülkelerinde kalmakta kararlı Beyaz eski sömürgecilerin, kendi davranışlarını yeni siyasal duruma nasıl uyarladıklarını açıkladı. Başka incelemelere göre hoşgörülü kişilikler, ırk ilişkileri sistemine da­ yanan bir topluma yerleşince hoşgörüyü elden bırakıyor, otoriter kişi­ likler ise, hoşgörülü bir toplumsal ortamda bazı gruplara karşı duy­ dukları düşmanlığı ifade etmekten vazgeçiyorlardı. Önyargılı kişilikler, görgü kurallarının “ eşitlikçi” davranış biçimini gerektirdiği izlenimine kapılarak bu tür davranışları benimsiyorlardı; ya da bunun tersi.34 KONFORMİZM, İTAAT VE ETKİN AZINLIKLAR Daha 5 0 ’li yıllarda sosyal psikologlar önyargıların yalnızca kişilik özellikleriyle açıklanmasına karşı çıkıyorlar ve bireyler ile onların bağ­ lı olduğu gruplar arasındaki ilişkilerin rolünü ortaya koyuyorlardı. Bi­ 32 Pettigrew, 1958; Pettigrew, 1959. 33 Pettigrew, Stanfield’de, 1993, s. 163. 34 M . L. Kohn ve M. W illiam J ç Drake tarafından aktarılmış, 1957, s. 518. reysel kişiliklerin patolojik nitelikleri ne olursa olsun, aidiyet ya da re­ ferans gruplarının kuralları aracılığıyla da tutumlar aktarılıyordu. Be­ yazların Siyahlara karşı takındıkları tutumlar, bireylerin gruba bağlılı­ ğı arttığı ölçüde grubun görüşlerine bağımlı hale geliyordu. Toplumsal koşullar, bireylerin kişiliğinden çok daha önemli bir rol oynuyorlardı çoğu kez. Bireylerin önyargı taşımalarının nedeni yalnızca kişiliğe bağ­ lı değildi. Bazı ortamlarda önyargılı kişiliklerin sayısı daha fazlaydı: Onlar, ortamın baskısına boyun eğiyorlardı. Konformizm ve İtaat Çok sayıda ünlü klasik deneyin yanı sıra Asch’ın ve Milgram’ın deney­ leri grubun, bireylerin yargılarını ve davranışlarını ne denli etkilediği­ ni gösterdi. Solomon E. Asch’ın deneylerinin (1951-1956) amacı, birlik oluşturmuş çoğunluk karşısında yalnız kalan bireylerin tepkilerini in­ celemekti. Yedi ile dokuz kişilik gruplara, on sekiz çift halinde hazırlanmış kartonlar art arda gösteriliyordu: Soldaki kartonda ölçü olarak ka­ bul edilen dikey bir çizşi yer alıyordu; sağdaki kartonda ise farklı uzunluklarda üç dikey çizgi vardı ve bunlardan biri ölçü çizgiye eşitti. Bu üç çizgi arasındaki fark o denli kuvvetli ve belirgindi ki, ilk bakışta bile yalın algı sorunlarının ortaya çıkması imkânsızdı. Deneklerden, ölçü çizgiye eşit olanı sözlü olarak belirtmeleri isten­ di. Sosyal psikologların deyimiyle yalnızca tek bir “naif” denek vardı (deney onun üstünde yapılıyordu) ve ona hep sonuncudan bir önce konuşma hakkı veriliyordu. Geri kalanlar “işbirlikçi”ydi (de­ ney yapanlar) ve sistematik olarak yanlış cevaplar veriyorlardı. Bü­ tün grup üyelerinin kendi deneylerine ters bir cevap vermesi naif deneği etkiliyordu. Naif deneklerden dörtte üçü bu görüş birliği karşısında pes edip yanlış cevap verdiler. Ancak görüş birliği hepsi­ ni etkilemedi: Birlik olan grubun baskısına rağmen dörtte biri doğ­ ru değerlendirmeler yaptı. Soruşturma, farklı değişkenlerle pek çok kez yinelendi ancak ilk elde edilen sonuçlarda önemli bir değişiklik olmadı. Deneğin kendi algısı ile topluluğun kuralı (grubun görüş birli­ ğinde olduğu gibi) arasında karşıtlık ortaya çıktığında deneklerin çok büyük bir bölümü konformizme kapılır. Stanley Milgram’ın deneyleri (1974) meşru otoritenin yalnız kal­ mış bireyin davranışları üstündeki etkisini ortaya koyar. Burada, bir çizginin uzunluğunu değerlendirmek gibi yalın bir görüş bildirimi söz konusu değildir; yetersiz kalan “ öğrenci”yi “cezalandırmak” üzere, ona fiziksel acı vermek ve bunu kararlılıkla sürdürmek gerekmektedir. Milgram’m tasarladığı deney şöyle bir süreci kapsıyordu: Uzman ve saygın bir otorite talimat verdiğinde, hangi koşullarda denek başka bir bireyin canım acıtacak elektrik şokları verebilirdi? Deneyde “ öğretmen” rolünü üstlenen naif deneğe, bu deneyde­ ki amacın, “ öğrenci”nin öğrenme sürecinde cezanın etkisini incele­ mek olduğu söylenir. Deneyi yapanla işbirliği içindeki öğrenci kol­ tuğa oturtuldu, kayışlarla bağlandı ve koluna elektrot takıldı. Öğ­ retmen deneğe de görevi anlatıldı: Öğrenciye sözcük çiftleri oku­ mak, öğrencinin bunları hatırlayıp hatırlamadığını denetlemek ve her hata yaptığında elektrik akımı vermek. Giderek artan şoklar (15 ile 450 volt arasında), elektrik jeneratöründe “hafif” , ardından “güçlü” ve nihayet “ tehlikeli” ibareleriyle belirtilmiştir. Öğrenci pek çok hata yaptı. Deney yürüten kişi de, naif deneğe elektrik akı­ mını artırma talimatı verir. Öğrenci çektiği acıyı açıkça gösterdi, çığlıklar attı ve eğitimi durdurmaları için yalvardı (elbette, gerçek­ te öğrenciye elektrik akımı verilmiyordu ve o acı çekiyormuş gibi rol yapıyordu). Çektiği acıdan bilincini yitirdiği halde öğrenciye 450 volt veren deneklerin oranı % 65 . Milgram deneyin koşullarını değiştirip kurbanı deneğe yaklaş­ tırdığında acı daha da somutlaştığı için bu yüzde düştü. En elveriş­ li koşullarda bile, deneklerin yüzde otuzu öğrenciye 450 voltluk elektrik akımı göndererek sözcük öğrenme sürecinde hata yaptık­ ları için onu cezalandırdılar; talimat almış olması yeterliydi. Bu soruşturma dizisi, pek çok bireyin meşru otoriteye itaat et­ me eğilimi taşıdığını gösteriyordu. Bireylerin, gruplar içindeki ilişkile­ rinin anlaşılabilmesi için, geniş anlamda iktidar ilişkilerini hesaba kat­ mamak gerektiğini ortaya koyuyordu. Leon Festinger’in yaptığı başka bir soruşturmada da, bilişsel uyumsuzluğu gidermekte gruba katılımın etkili olduğunu kanıtladı. Festinger’in deneyi binyılcılık hareketini konu alıyordu.3* Katılım­ cılar kıtanın büyük bir bölümünün sular altında kalacağına inanı­ yorlardı. Kıyamet günü açıklanmıştı: 21 Aralık. Psikologlar, kendi­ lerini katılımcı olarak tanıtıp gruba girdiler. Öngörülen tarihin iki ay öncesinden başlayarak ve bir ay sonrasına kadar sistematik göz­ lemler yaptılar; bu hareketin mensuplarından kanı oluşumu, angaj­ man ve inancından dönme süreçleri üstüne veri topladılar. Dünya­ nın sular altında kalmasını beklemek için bir araya gelmiş üyeler ile yalmz kalmış üyeler, kehanetin yanlış çıkması karşısında çok fark­ lı tepkiler gösterdiler. Birinci grup, içinde yer aldıkları hareket ve kendilerinin iman gücü sayesinde dünyanın kurtulduğuna inandı; inançları pekişmişti. Bu deneyden sonra geliştirdikleri inanç deği­ şikliği, kehanetin gerçekleşmemesinin sonucu olan bilişsel uyum­ suzluğu azaltmaya yönelikti. Buna karşılık hareketin yalnız kalan mensupları inançlarından vazgeçtiler ve hareketi terk ettiler. Burada elde edilen sonuçlar, başka bazı deneylerle boşa çıkarıl­ dı. Yine de, kuvvetli etnik ve ırksal önyargılar taşıyan gruplardaki bi­ reylerin bu önyargıları sürdürdüklerini söyleyebiliriz. Bununla da kal­ mayıp, aynı önyargıları paylaşan grubun desteğini alıp, kendi kanaat­ leriyle çelişen somut deneylerin yol açtığı her tür bilişsel uyumsuzluğu da çözebilirler. Etkin Azınlıkların Rolü Grubun bireyler üstünde uygulayabileceği etki, yalnızca konformizme ya da itaate indirgenemez. Daha yakın bir dönemde, yirmi yıldan beri yapılan çalışmalar, örgütlenmiş azınlıkların etkin bir rol oynayabilece­ ğini ortaya koyar. Bu alandaki araştırmaların öncüsü Serge Moscovici, elde ettiği en önemli sonuçları şöyle özetliyordu: Azınlık durumunda olan birey­ lerin ya da alt-grupların çoğunluk üstünde etki yaratabilmesinin ko­ şulları tutarlı bir program önermelerine, kendilerini görünür kılmala­ rına ve kararlı bir tutum takınarak kendilerini kabul ettirmelerine bağ­ lıdır. Çoğunluğun görüşlerini değiştirmek için kendi bakış açılarını gü­ ven ve inançla sunmaları gerekir. Çoğunlukla bilinçli bir çatışmaya gi­ ren ve egemen görüş ile konsensüse meydan okuyan azınlıklar bu dav­ ranışları gönülden benimsediklerinde azınlığın görüş değiştirmesini sağlayabilirler. Renklerin algısıyla ilgili bir deneye katılmak üzere altışar kişilik gruplar düzenlendi. Deneklerden, rengin adını söylemeleri ve renk­ teki ışık yoğunluğunu tanımlamaları istendi (elbette, deneyden ön­ ce deneklerde renk körlüğü olup olmadığına bakılmıştı!). Her grupta dört tane naif, iki de işbirlikçi vardı. Mavi diapozitif göste­ rildi ve her birinden yüksek sesle rengi adlandırması istendi. Bazen iki işbirlikçi, sürekli olarak diapozitifin yeşil olduğunu söylediler. Bazen de, yeşil mi yoksa mavi mi olduğu konusunda tereddütlü davrandılar: Davranışları tutarsız görünüyordu. Görüşlerini değiş­ tirmeyen tutarlı azınlık karşısında naif çoğunluğun % 8,4’ü yeşil­ den yana çıktı; azınlık tutarsız davrandığında ise bu oran % 1,25’e düştü, yani azınlığın bulunmadığı denetim grubundaki oranın bi­ raz üstü elde edilmişti (% 0,25 ). Bu deneyde, azınlıkların etkili olabileceği en elverişli koşulları belirlemek üzere çok sayıda değişken kullanıldı. Özellikle de ço­ ğunluğun belirgin özellikleri, kendi iç tutarlılığı ve üyelerinin üslu­ bu hesaba katılmaya çalışıldı. Ancak temel sonuçların nüansları ve ayrıntıları anlaşılmaya çalışılırken onları bozmamaya özen göste­ rildi: Azınlıklar, birlik halinde kararlı bir tutum takındıkları ölçüde etkili oluyorlardı. Sonuç olarak Serge Moscovici’ye göre, yenilik sürecinin iki tü­ rü vardı: Yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya. İlkinde yenilik, konformizmin bir biçimi ve sonucuydu; İkincisinde ise konformizmden bağımsız, hatta ona karşıt bir görüngüydü. Azınlığın çoğunluğu etkileyebilecek güce ulaşması, egemen görüşle uyum sağlamaktan de­ ğil, belli bir davranış üslubu benimseyerek ona karşı çıkmaktan ve onun etkisinden kurtulmaktan geçiyordu. Deneyler göstermiştir ki, konumları ya da güçleri ne olursa olsun azınlıkların, belli bir grubun çoğunluğunu etkileyen görüşleri değiştirmelerinin koşulu, inançlı ve inandırıcı davranmalarıdır.36 Bu araştırmalar, zorba-kurban ilişkisi olarak adlandırabileceği­ miz kısırdöngüden çıkılmasını sağlar. Psikanalizin verdiği esinle, otori­ ter ya da önyargılı kişilikleri patolojik bağlamda ele alan ve kendisinden nefret eden kurbanın bu konumunu kader olarak içselleştirmeye mah­ kûm olduğunu gösteren sosyal psikologlar, durumun nasıl değiştirilebi­ leceğini açıklayamadılar. Etkin azınlıklar üstüne yapılan çalışmalar, hem bilimsel hem de siyasal nitelikte yepyeni bir bakış açısı kazandırdı. GRUPLAR ARASINDA DÜŞMANLIĞIN DOĞUŞU Önyargıları oluşturan mekanizmaları toplumsal yaşamın gündelik ve olağan mekanizmalarının aşırı bir biçim almasına dayandığına göre (ka­ tegorileştirme, genelleştirme), bilinmeyen ya da daha genel olarak, Öte­ ki karşısında duyulan kendiliğinden düşmanlık için de aynı süreç söz konusu değil midir? İnsanlar kendi yakınlarıyla yaşama eğilimindedir ve bu da en az çabayı gerektirir. Yakınlık ortamı kendi başına değerlerle yüklenir. Biçimi ne olursa olsun başkalarıyla ahbaplık etmek, belli bir uyum çabası gerektirir ve bu çabadan kaçınmaya çalışmak olağandır. “ Benzemeyeni itme”37 ya da bize benzemeyenler karşısında duyduğu­ muz doğal antipati evrensel ve olağan bir görüngü olarak kabul edilir. Bu görüngünün evrensel olduğu kanısı üstüne sosyal psikolog­ lar, bize benzemeyen karşısında duyulan tiksintiye küçük çocuklarda rastlanmadığını, bunun toplumsallaşma sırasında edinilmiş bir tepki olduğunu gösterdiler. Gruplar arasındaki düşmanlığın içgüdü niteli­ ğinde olduğu kuramı olgulara dayanamıyordu. Bu kuram, grupları birbirinden ayırmakla, aidiyet grupları ya da iç gruplar (ingroups) ve dış gruplar (ou tgroups) yaratmakla sonuçlanan toplumsal süreçlerin ürünüydü. 36 Moscovicİ, 1996. 37 Giddings, 1896. Toplumsal Kimlik Kısmen Sherif ve Tajfel tarafından geliştirilen toplumsal kimlik kura­ mına göre, birey kendi kimliğini gruplarla özdeşleşerek hazırlıyordu.38 Belli bir kolektife ait olmak, bireyin kendi kimliği hakkında bilgi edin­ mesini sağlıyordu. O halde her bireyin kimliği, onun kendi aidiyet gru­ bunda yarattığı saygınlığa ve bu grubun diğer gruplar karşısındaki ko­ numuna bağlıydı. Aidiyet grubu ile dış grup arasında görülen kuvvet­ li farklılaşma, kendi olumlu kimliğini dayatmaya yönelik bir mücade­ lenin ürünüydü. Aidiyet ya da referans gruplarıyla özdeşleşmek, birey­ de güvenlik ve gurur duygusu yaratıyordu. Aidiyet grubunun, başka bir grup karşısında üstünlüğünü açıklaması, bireylerin kişisel rekabet­ ten kolektif düşmanlığa geçmelerine yol açıyordu. Ayrıca bu gruplar kendilerini birbirlerine göre tanımlıyor ve düzenliyolardı. Belli bir grupla özdeşleşme ihtiyacının gücü Sherif’in deneyleriy­ le örneklendi; oluşum aşamasındaki gruplarda rekabet yaratmanın bi­ le, düşmanlık tohumları ekmeye yettiği ortaya konuldu.39 Sherif ve çalışma arkadaşları küçük bir yaz kampı düzenlediler (1967); yirmi dört ergen katılımcı aynı toplumsal çevreden geliyor ve hiçbir kişilik bozukluğu göstermiyorlardı. İlk başta oluşturulan toplu grupta sempatiye dayanan ilişkiler kuruldu. İkinci evrede, er­ genler iki ayrı gruba dağıtıldı ve başlangıçta oluşan arkadaşlık iliş­ kilerinin bozulması için sistematik bir çalışma yapıldı. Her birim, diğerinden ayrılarak kendi kampında örgütlendi. Denekler yeni bir grup oluşturarak onunla özdeşleştiler; diğer bir gruptaki bireylere karşı ilk aşamada duydukları sempatiyi unuttular. Bu aşamada her iki grupta bağlılık işaretleri belirdi: Toparlanma naraları, grup şar­ kısı, kendiliğinden gruba ad bulma. Sorumlular iki grup arasında yarışmalar düzenleyince ve birinin galibiyeti, kaçınılmaz olarak di­ ğerinin mağlubiyetini getirince düşmanlık büyüdü: Hakaretlerle, kışkırtmalarla ve kavgalarla kendini göstermeye başladı. 38 39 Özellikle bkz. Tajfel, 1978, 1981, 1982. Sherif, Harvey, W hite, Wood, Sherif, 1961; C. and M . Sherif, “Attitude as the İndividual’s own Categories: the Social Judgment-Involvement Approach to Attitude and Attitude Change”, Sherif’te (yönetiminde), 19 67, s. 105-139. Çeşitli yollarla (dostça buluşmalar, ortak yemek, sinema) geri­ lim azaltılmaya çalışıldı. Ortak bir proje hazırlamak hepsinden et­ kili oldu. Gruplardan, tek başlarına gerçekleştiremeyecekleri bir görevi yerine getirmeleri istendi. Üst-çıkara yönelik bu hedeflerin (superordinate goals) konulması, düşmanlığı azaltan bir işbirliği ortamı yarattı. Bu tip deneyler, kişilerarası ilişkilerde kolektifin etkisini ve ken­ di grubuyla özdeşleşme duygusunun, yani özseverliğin önemini göste­ rir: İnsan, güvenlik altına alınma ve belli bir kolektife katılarak kendi saygınlığım ortaya koyma gereksinimi duyar. Deneylerin kanıtladığı başka bir durum da şudur: Bir arada bulunan iki grubun komşular ha­ linde ayrılması bile, rekabetçi üslubun kültür modellerinin etkisi yü­ zünden giderek artan bir düşmanlığa yol açar. Rekabetçi toplumun ge­ nel değerleri özel grupların davranışlarını etkiler. Grup içindeki bağlı­ lığın ilerlemesine, grubun dışına yönelen bir düşmanlık riski eşlik edi­ yormuş gibi yol alır her şey. Kolektif “ biz” , başkalarının karşısına di­ kilerek kendi varlığını ortaya koyar. Dışarının bir tehdit oluşturduğu duygusuna kapılması yalnızca grubun iç bağlılığını pekişirtirmekle kalmaz, aynı zamanda başkalarına saldırarak ya da rekabet ortamla­ rını arayarak bu bağlılığın doğrudan yaratıcısı olur. Nihayet, bu deneyler gruplar arasındaki ilişkilerin etkileşim ha­ lindeki grupların projeleriyle kurulabileceğini göstermiştir. Projelerin çe­ lişki halinde olması gerilimlerin artmasına yol açar. Projelerin yaşamsal yarar sağlaması bile gerekmez, psikoloji alanının tamamını işgal etmesi yeterlidir. Ancak öte yandan, bir araya getirilmek istenen rakiplerde or­ tak hedeflerin ve kaygıların belirmesi bu çatışmaların önüne geçmeyi sağlayabilir. İki grubun işbirliğini gerektiren üst projelerin ortaya atıl­ masıyla, ikincil çatışmanın yarattığı düşmanlık kaybolur. Bu araştırma­ ların temel sonuçlarına başka toplumsal bağlamlarda da rastlanmıştır. Gruplar Arasındaki Düşmanlık ve Toplumsal Kategorileşme Süreçleri Tajfel ve çalışma arkadaşlarının küçük gruplarla yaptığı deneyler 7 0 ’li yılların araştırmalarına katkıda bulunarak, kaynakların paylaşımında rekabetin yaşanmadığı koşullarda bile gruplar arasında düşmanlık do­ ğabileceğini ortaya koydu.40 Bu deneylerden birinde denekler, yine iki gruba ayrılıyorlardı; Klee’yi sevenler ve Kandinsky’yi tercih edenler halinde keyfi bir ge­ rekçe ortaya konmuştu. Ancak hiç kimse kimlerin diğer grupta ol­ duğunu bilmiyordu. Her iki gruptaki bireylerden her birinin, iki ki­ şiye para vermesi istendi. Deneğin tek bildiği, bu iki kişiden birinin kendi grubuna, diğerinin de diğer gruba bağlı olduğuydu. Paranın şu ya da bu gruptan insana verilmesinin deneklere herhangi bir ki­ şisel çıkar sağlamayacağı açıkça anlatıldı. Her şeye rağmen denek­ ler kendi gruplarının üyelerine daha fazla para verdiler. Başka bir deyişle, hangi kökenden gelmiş olurlarsa olsunlar de­ neklerin herhangi bir biçimde adlandırılmış ekiplere dağıtılmaları ve rekabet haline sokulmaları, bu ekiplerden her birinin üyeleri arasında, rakiplerine karşı taraftarlık ve adaletsizlik duygusunun gelişmesi için yeterlidir. Bu deneyler, gruplar arasında en başında ortaya çıkan reka­ betin psikolojik kökenli olduğunu ortaya koyar: Dış grupların dışlan­ ması ve değersizleştirilmesi özsaygıyı kolaylaştırır. Çatışmaların doğ­ ması grupların farklılaşmasını belirginleştirir. Bu deneyler sayesinde şu süreci anlamamız kolaylaşmaktadır: Tanımı gereği yetersiz olan kay­ nakları elde etmek için çatışm aya ya da en azından rekabete başlayan grupların oluşturduğu gerçek toplumsal yaşamda bu mekanizmalar ikiye katlanır. Bireylerin yalnızca “göçmenler”, “yabancılar” ya da “ uyuşturucu kullananlar” biçiminde tanımlanması ve sınıflandırılma­ sı bile, tek başına dış gruplar karşısında olumsuz tepkiler gösterilmesi için yeterlidir. “ İnsanları kategorileştirmeye ve farklı gruplar halinde düzenlemeye yarayan bir etiketin varlığı bile (örneğin Beyaz/Siyah, Fransız/Alman, erkek/kadın, vb.), tek başına bu gruplara yerleştirilen bireylerin algılanışını etkileyebilir; öyle ki gözlemci, bütün Siyahların, ya da bütün Almanların ya da bütün kadınların birbirine benzemesini abartmakla kalmayıp Beyazlar ile Siyahlar ya da Fransızlar ile Alman- lar, erkekler ile kadınlar arasındaki farkları da benzerliklerden daha fazla önemseyip abartır.”41 Daha genel olarak birey, önyargıları aracılığıyla ve belki de pa­ tolojik bir süreç sonunda toplumsal yaşamın olağan ve genel mekaniz­ malarını dönüşüme uğratır. İnsanoğlu, kavramlardan ve kategoriler­ den yola çıkarak, hükmetmek istediği gerçeği düzene sokar. Gerçeğin karmaşıklığını azaltan kategorilerin varlığı insan düşüncesinin ve eyle­ minin önkoşuludur. Bertrand Russell’ın belirttiği gibi “ Sürekli açık olan bir zihin hep boş kalır” (vacant). Kategorileştirme, bilinmezi bili­ nir kılarak bireyin gündelik yaşantıyı yönlendirmesini, nesneleri ve de­ neyimleri tanımlamasını sağlar. Kategoriler, bireysel ve kolektif oluşu­ ma ilişkin toplumsal bir sürecin ürünüdür. Onların varlığı, algılama ve davranma yetkisi verir. A priori yargı ya da önyargı olağandır: Kate­ gorileştirme ve genelleştirme, değerlileştirme-değersizleştirme insan zihninin doğal süreçleridir. Aşırı genelleştirme, grup üyelerine grubu tanımlayanların dışında özellikler atfedildiğinde başlar. Genelleştirme yalnızca yanlış olabilir: “Bütün Fransızlar kızıldır.” Bu ünlü formül toplumsal sonuçlara yol açmaz, çünkü bizim toplumlarımızda kızıl saçlı olmaya atfedilen hiçbir özel değer yoktur. Kızıllar, olumlu ya da olumsuz bir değer taşıyan toplumsal bir kategoriye ait değildirler. Montesquieu, kızıl olmanın toplumsal bir anlamı olmadığını hatırlatı­ yordu. Buna karşılık koyu tenli olmak, Siyahları önemli değerlerle yüklü bir kategoriye sokan bir niteliktir; bu nitelik tarihsel, kültürel ve siyasal gösterimlerle dolu bütün bir tarihe bağlanır. Bu durumda grup üyelerine atfedilen nitelik, bu kategoriye bağlı bütün değerleri işin içi­ ne sokan nedensel bir açıklamaya yönlendirir. Kategorinin kendisi öz halini alır. O andan itibaren her birey bu özün tek ürünü oluverir; ken­ dini de, yalnızca aidiyet kategorisinin gölgeolayı olarak tanımlar. Böy­ lelikle kategorileştirme süreci algıları genelleştirmeye, gruplar arasın­ daki aykırılıkları vurgulamaya ve üstü açık ya da kapalı olumlu ya da olumsuz değer yargıları atfetmeye yol açar. Toplumsal stereotipleri besler ve muhafaza eder. Bu süreçler bazı kişilerin, kendi aidiyet ya da referans gruplarında egemen olan etnik ve ırksal önyargıları neden sa ­ bırsızlıkla benimsediklerini ve onların muhafaza edilmesine nasıl kat­ kıda bulunduklarını açıklar. 3 0 ’lu yıllarda, Birleşik Devletler’de bazı gruplara karşı duyulan önyargıları hiç sıkılmadan ifade etmek mümkündü ve bunlara uygun davranışlar göstermek şart değildi -L a Piere’in, soruşturmasında kanıt­ landığı gibi. Buna karşılık bugün, ırkçılık karşıtı olmanın toplumsal ku­ ral haline geldiği Batı ülkelerinde bireyler önyargılarını doğrudan ifade­ lerle belirtmiyorlar. Bundan iki sonuç çıkarılabilir. Birincisi, kendi ırkçı görüşlerini, başkalarına isnat ettikleri ırkçı tutumla doğruluyorlar. Ço­ ğul cehalet adı verilen kurama göre, ırkçı önyargılarla mücadele edecek düzenlemeleri yapma olasılığı hakkında sorgulanan kişiler önerilen de­ ğişiklikleri kabul etmeye hazır olduklarını, ancak diğerlerinin buna şid­ detle karşı çıkacağını açıklıyorlardı. Irkçılık karşıtı önlemler almanın gereksiz olduğu sonucuna varırken, kendi konumlarını diğer insanların ırkçılığıyla doğruluyorlardı.42 İkincisi, bireyler doğrudan ifade etmeksi­ zin aynı önyargıları koruyabilir ve bunları davranışlarına taşıtabilirler. Sosyal psikologların “örtülü”43 ırkçılık olarak niteledikleri durum budur. İngiltere, Fransa, Hollanda ve Almanya’da yapılan soruşturmalar, “ örtülü ırkçılık” ın üç temel kaynaktan beslendiğini ortaya koyar: Ge­ leneksel değerleri savunmak, kültürel farkları abartmak ve bu farkları mahkûm etmek. Her durumda, bu tutum azınlık gruplarının dışlanma­ sıyla kendini ifade eder, ancak sunulafı gerekçeler hiç de ırkçı gerekçe­ ler değildir. “Aleni” nitelemesiyle anılan ve ifşa edilen, şiddetli, dar ve doğrudan eski ırkçılığın yerini, günümüzde yazarların “ yeni ırkçılık” , “gündelik ırkçılık”, “ simgesel ırkçılık” ya da “ örtülü ırkçılık” olarak adlandırdıkları ve az ifade edilen, dolaylı ve soğuk bir biçim aldı. Irkçı­ 42 J. S. Jackson, D. Kirby, L. Bam es, L. Shepard, “ Racism e institutionnel et ignorance pluraliste: une com paraison intem ationale” , W ieviorka’da (yönetiminde), 1993, s. 2 4 4-262 . 43 T. F. Pettigrew ve R. W. Meertens, “Le racism e voile: dimensions et m esure”, Wieviorka’da (yö­ netiminde), 19 93, s. 10 9-126 ; Pettİgrew, Stan-field’de, 1993, s. 170. Ayrıca bkz. G. Lemaine ve J. Ben Brika, fcLe rejet de l’autre: purete, descendance, valeurs” , Fourier-Vermes’de (yönetimin­ de), 19 94, s. 196-235. lık karşıtı olmak norm halini almış olsa da, derin tutumlarda ve davra­ nışlarda aynı ölçüde değişiklik olmadı. Tıpkı geçmişte ifşa edilen ırkçı­ lıkta olduğu gibi, bugün de bireylerin örtülü ırkçılığı ile değişime diren­ me tutumları arasında; bireylerin örtülü ırkçılığı ile kendi aidiyet grup­ ları dışında sürdürdükleri toplumsal ilişkilerin zayıflığı arasında bir bağlılaşım vardır. Bir bakıma bu çalışmalar, 3 0 ’lu yıllarda La Piere’in yaptığı soruşturmanın -k ö tüm ser- bir benzeridir. Bu araştırmalar, pek çok değer üstlenmiş deneklerin görüşleri yorumlanırken ne kadar temkinli olunması gerektiğini hatırlatır ve bu özellikleriyle büyük değer taşır. Buna karşılık, ustaca kullanılmadıkla­ rında, kuşkunun genelleştiği bir ruh haline yol açabilirler; bu ruh hali, bireylerin bazı derin tutumları arasında zorunlu ayrımlar yapmaktan alıkoyabilir bizi; oysa bu tutumları toplumsal düzenin yarattığı baskı­ larla, toplum yapılarında yer alan yargılarla ve davranışlarla denetim altında tutmak mümkündür. Sosyal psikoloji adına çalışan bilim insanlarının özgül katkısı abartılmamalıdır. “ Önyargının doğası” ve onun yayılmasına öncülük eden mantık farkları, bireylerin grup aidiyetlerinin -ç o k sayıda ve ba­ zen çelişkili- etkileri gibi alanlardaki katkıları önemlidir. Sosyologla­ rın, çoğu kez sosyal psikologlar tarafından sunulan argümanları ge­ liştirerek ortaya koydukları eleştiri, onların bakış açısına dayanmak­ tadır: Psikologlar bireyin çözümlenmesinden yola çıkarlar; sosyolog­ lar ise toplumsal sistemin çözümlenmesinden. Bu nedenle psikolojik ya da psikanalitik çerçevedeki açıklamaların sınırlı olduğunu vurgu­ larlar. Tıpkı, insan doğasında yer alan bir gereksinimin ya da bir ni­ teliğin evrenselliğini hatırlatan bütün açıklama sistemleri gibi psiko­ lojik yorum da, salt tarihsel görüngülerin anlaşılm asında en küçük bir katkıda bulunmamıştır. Psikolojik yaklaşımla tanımlanmış insan doğasından yola çıkarak, tarihin belli bir döneminde belli bir top­ lumdaki gruplar arasında yaşanan ilişki biçimlerini anlam ak zordur. Aynı tutumların ve aynı davranışların anlamı, ülkelerin özelliklerine göre farklılaşır. Irk düşüncesi temelinde örgütlenmiş siyasal bir top­ lumda ırkçı olmak “ olağan” dır. Hitler’in yoketme siyasetini uygula­ yan pek çok Nazi, yaşamın başka bir alanında “ olağan” davranışlar gösteriyorlardı; iyi birer baba ve kocaydılar. Irkçı inançlara ve uygu­ lam alara dayanan toplumlardaki önyargılı kişilik sayısının diğer toplumlardan fazla olduğu kanıtlanamaz. 1 9 3 5 ’te Almanya’da yaşayan otoriter kişiliklerin sayısının 1925’ten fazla olduğu da öne sürülemez. Asıl sorulması gereken şudur: Bazı dönemlerde bütün bir toplum, ne­ den yalnızca ırkçı kişiliklerden, yani patolojik kişiliklerden oluşuyor­ muş gibi davranm aktadır? Her ne kadar sosyal psikoloji, çoğunlukla etnik gruplar arasın­ daki ilişkileri belirleyen önyargıların ve çatışmaların doğuşunu ve de­ vamlılığını anlamamıza katkıda bulunmuş olsa da, etnilerarası ilişki­ lerde, yani aşağıdaki toplumsal ve siyasal gelişmelerde yeterince açık­ layıcı değildir; etnik grupların varlığına dayanan ya da etnik argüman­ larla doğrulanan siyasal ya da toplumsal savlarda ve taleplerde; etnik gruplar arasında ortaya çıkan çatışmalarda ve kimi durumlarda bu ça­ tışmaların anlaşmayla sonuçlanmasına, bazen de ayrımcılığa ya da hatta katliama varılmasına yol açan tarzlarda. Sosyal psikologların yaptığı araştırmalar şu soruların açıklanmasını da sağlamaz: Irkçı dü­ şünceler bazı dönemlerde ve bazı ülkelerde siyasal toplumun örgütlen­ mesinde neden en önemli ilke halini alıyor; kırk beş yıl boyunca etnik çatışma yaşamamış Hırvatlar ile Sırplar, eski Yugoslavya’da yaşanan siyasal patlamanın ve savaşın ardından -üstelik bu süre zarfında oto­ riter kişiliklerin sayısında değişme olmadığı h ald e- neden birbirlerin­ den nefret ediyormuş gibi davranıyorlar; İç Savaş’tan önce Beyazların aile yaşamına her gün katılan Siyahlar, nasıl oluyor da -büyük olası­ lıkla Beyazların kendiliğinden ve doğal olarak y aşadığı- gerçek bir fi­ ziksel tiksinti duygusuna yol açabiliyorlar? Sosyol psikolojinin araştır­ maları ırkçılık ile yabancılık, ırkçılık ile nesnel yakınlık arasında sü­ rekli bir bağın bulunup bulunmadığını da açıklayamaz. Sosyal psiko­ loji alanındaki araştırmalar, ırkçı eğilim ya da bireylerin ırkçılığa ve ortak yaşam da az çok kurumsallaşmış biçimlerde ırka yer veren top­ lumlar arasında ayrım yapmaya da fırsat vermez. Bireyin kendini ifa­ desi ile toplumsal örgütlenme ilkesi arasındaki ayrım esastır. Richard La Piere’in saptadığı ve Otto Klineberk’in aktardığı gibi44 Fransızlar, Birleşik Devletler’in siyah olarak sınıfladığı bireyler için önyargı besle­ yebilir ve onlara karşı ayrımcı bir tutum içine girebilirler. Bu önyargı, bu kez “ Siyahlar”ı değil “ Brezilyalılar”ı, “ Afrikalılar”ı, “Antilliler” i ya da “ Amerikalılar” ı kapsayabilir. Bu örnekte söz konusu olan şey etnosantrizm ve yabancı düşmanlığıdır, ırksal önyargılar değil.45 Her ne kadar, çok sayıda Fransız ırkçı önermelerden yana olsa da Fransız toplumunda, Birleşik Devletler’deki ırkçı ilişkiler sistemi yoktur. Irkçılığın ve ırkçı eylemlerin belirtilerinin nedeni, şu ya da bu ölçüde “ hastalık­ lı” kişiliklerin az ya da çok sayıda olması değil, ırka dayanan bir dü­ zenin var olmasıdır.46 44 Klineberg, 1963, s. 611. 45 Van den Berghe aynı noktaya dikkat çekiyor^ 19 67, s. 24. 46 Bu durum xıı. Konu’da işlenecek. DÖRDÜNCÜ BÖLÜM Evrensel ya da Göreliliğin Göreliliği S osyologlar, ortaya çıktıkları tarihsel koşullar karşısında insan gö­ rüngülerinin göreli olduğunu ortaya çıkardıktan sonra, doğal ola­ rak görelilik düşüncesini yeğlediler. Bu farklı yaklaşım, özellikle antro­ pologlarda görüldü. Öyle ki, kültürel görelilik antropolojinin kendi projesini kurmakla kalmadı, daha ilk kuramcılardan başlayarak “ ne­ redeyse bir dogma değeri” kazandı (Claude Levi-Stauss), “ tanıma ve birleştirme işareti” (Lucien Scubla) ya da hatta “slogan” (Dan Sperber) olarak kullanıldı. Kolektif olana ayrıcalık tanıyan ve toplumsal yaşamın çeşitli öğeleri arasında nesnel ilişkiler kurmaya çalışan sosyologlar, kendi gi­ rişimlerinin temeli olan kültürel ya da tarihsel görelilik ile gruplar ve kültürlerin göreliliğini mutlaklaştıran mutlak görelilik arasında mekik dokuma riski taşıyabilirler. M utlak farklılaşmacılık ve görelilik, belli bir düşünce tarzına özgü iki tehlikedir; tanımı gereği çeşitliliğe, toplumlardaki farklara ve çoğulluğa -sosyolog, kendi toplumuyla arasına belli bir mesafe koyabildiği ölçüde-, aynı zamanda da kolektif olanın üstünlüğüne duyarlı bir düşüncedir bu. İlk antropologlar, bilimsel tutkuları yüzünden nesnelcilik yanlı- sıydılar. Uzak diyarlardaki kabileleri gözlemlemek ve betimlemekle gö­ revlendirdiler kendilerini. Onların ardından gelen Amerikalı sosyolog­ lar, 6 0 -8 0 ’li yıllarda etnisitenin kendi ülkelerindeki gücünü keşfederek Amerikan toplumunu oluşturan grupların özelliklerine yönelik çok sa ­ yıda yayın hazırladılar. Geleneksel sıfatıyla anılan bu antropoloji pek çok bakımdan eleştirildi. Bazılarına göre, onların yaptığı öznel etken­ lerde ısrar etmekti; belli bir grubun varlığını, o grubun üyelerinde bu­ lunan aynı kökenden gelme inancına ve aynı kaderi paylaşma bilinci­ ne bağlıyorlardı. Başka eleştirilere göre, grupların kendi varlığının bi­ le, belli bir toplumsal ortamın ürünü, oto -v e hetero- tanımlı karşılık­ lı bir süreç olduğunu ortaya koyuyorlardı. Böylelikle sosyologlar, veri olarak gördükleri ırksal ve etnik grupların (çoğunlukla egzotik toplumlarla ilgilendikleri için, bu gruplara daha bir veri gözüyle bakıyor­ lardı) toplumsal gerçeklik alanındaki betimlenmesinden yola çıkarak bu gruplar arasındaki ilişkilere geçtiler; sonra da, yaşanılan durumun rolünü vurgulayarak bu grupları oluşturan ilişkilerin toplumsal inşası süreçlerini incelediler. Ne var ki, günümüze egemen olan “ durumculuk”, grup özelliklerinin, grubun kendi toplumsal kaderi üstündeki et­ kisini ihmal etme riskini taşır. MUTLAK DURUMCULUK EĞİLİMİ Antropologlar ilk çalışmalarını, sabit ve istikrarlı bütünlükler olarak gördükleri kabileler üstünde yaptılar. “İlkeller” kabileler halinde ör­ gütlenmişti ve bu yapıları nesnel olarak gözlemleyip betimlemek önemliydi. Malinowski’nin 1922’de belirttiği üzere antropoloğun gö­ revi şuydu: “Kabile yaşamındaki bütün kuralları ve bütün düzenlilik­ leri, sürekli ve sabit olan her şeyi tanımlamak; kültürünü anatomisini gün ışığına çıkarmak ve toplumun oluşumunu açıklığa kavuşturmak” . Kabile toplumunun “ uygar” dünyadan temelde farklı olduğu düşünü­ lüyordu. Her kabile kapalı bir dünya oluşturuyordu ve her birinin, bi­ yolojik olarak yeniden üreyen özel bir kültürü vardı. Antropoloğun görevi ise bu kültürü kesin olarak betimlemekti: Fiziksel çevre, geçim sistemi, akrabalık, siyasal sistem, din ve simgesel biçimler. Bu yolla toplumun çevresinden onun merkezine, görsel olandan olmayana, maddi varolma koşullarından kültürün anlamına geçebilirdi. Yale Üniversitesi’nde, 1938’den başlayarak hayata geçirilen projenin, Humarı Area F iles’m en büyük tutkusu, bütün zamanlarda bütün kıtalarda bü­ tün insan toplumlan üstüne var olan -dolayısıyla karşılaştırm alı- bü­ tün nesnel bilgileri bir araya getirmekti; böylelikle, onların benzerlik­ leri ve farkları belirlenebilecek ve toplumsal örgütlenmenin çeşitli bo­ yutları arasındaki bağlılaşımlara dayanarak genelleştirmeler yapılabi­ lecekti.1 Böyle bir çalışmaya uygun temel kültür birimlerini tanımla­ mak önemli olduğundan, bu birimlerin nasıl tanımlanacağı ve karşı­ laştırılması gereken kültür özelliklerinin nasıl listeleneceği üstünde tar­ tışıldı. Örneğin 1 964’te NairolPa göre, temel birimler dil, coğrafi sü­ reklilik ve siyasal örgütlenmeydi. Bu bakış açısına yönelik ilk eleştiri, E. E. Evans-Pritchard’ın Nuerleri konu alan büyük kitabının yayımlanmasından sonra çıkan tartış­ malarla birlikte geldi.2 Southall, Nuerler adının Dinkalar tarafından kullanıldığını, aslında onların kendilerini Naatlar olarak adlandırdıkla­ rını vurguladı. Zaten Dinkalar da kendilerine Jiengler diyorlardı. Be­ nimsenmiş bu addan yola çıkarak Nuerlerin ve Dinkaların kendi içle­ rinde etnik bilinç taşıdıkları sonucuna varılamazdı. Nuerler, aslında Dinkaların ta kendisi ya da Dinkalar ile Nuerler çoğul bir toplumun iki parçası olabilirler miydi? Bu adlar, dışarıdan ad vererek etnik gruplar inşa etmiş sömürgeciliğin birer ürünü olabilir miydiler? Sömürge yöne­ timinin tasarrufu dışında, gerçekten bu iki grup var mıydı?3 Bu sorular, Nuerlerin ya da başka herhangi bir kabilenin gerçek bir grup olup olmadığı sorusunu ve daha genel olarak antropologluk mesleğinin, kültürü ya da davranışları gözlemlenen farklı kabileleri be­ timlemeyi ve sınıflandırmayı kapsayıp kapsamadığı sorusunu yeniden 1 Sonuç olarak, bu biricik belge kaynağına iki yolla ulaşılabilir: Çeşcli kültürlerin adları ya da te­ mel kavram la^ nesneler ya da davran ışlar Bu konuda bana verdiği açıklayıcı bilgiler için Isac Chiva’ya teşekkür ederim. 2 3 Evans-Pritchard, 1940. Cohen, 1978, s. 383. gündeme getirerek yeni bir evre başlattı. Aynı bakış açısıyla yayımla­ nan ve en büyük yankıyı yaratan metin, Fredrik Barth’ın, kendisinin yönettiği ve 1 969’da yayımladığı kolektif kitaba yazdığı önsözdü.4 Onları eleştirmek için antropolojinin geleneksel uygulamasında yer alan üstü örtülü kanıları su yüzüne çıkardı: Kabile, biyolojik olarak kendini yeniden üretiyordu; belirgin olarak tanımlanmış bir iletişim ve etkileşim uzamı oluşturuyordu; onun üyeleri aynı temel değerleri pay­ laşıyorlar ve bu değerler görünür kültürel biçimlerde ortaya çıkıyordu; hem onlar kendilerini hem de başkaları onları, açıkça kabilenin üyele­ ri olarak görüyorlardı. Etnoloji girişimi bir dizi kimliğe dayanıyordu: Irk, kültür, dil ve hatta “ ulus” . Böylelikle etnoloji şu imgeyi yaratıyor­ du: “Dünya, birbirinden ayrılmış halklardan oluşur; her birinin kendi kültürü vardır ve her biri, meşru olarak yalıtılabilecek bir toplum ha­ linde, daha iyi betimlemek gerekirse dünyanın geri kalanından ayrıl­ mış bir ada halinde örgütlenmiştir.” 5 Barth bu geleneği kökten eleştirdi. Weber’in çözümlemelerini yeniden ele alarak etnik kimliklerin ve grupların kendi ayırt edici özel­ likleriyle değil toplumsal bir durumla tanımlandığını açıkladı. Onların özelliklerini belirleyen şey, nesnel çizgilerden çok, bu çizgilerin başka gruplarla ilişkilerine göre tasarlanmış haliydi: Toplumsal etkileşim için­ de ve onun tarafından oluşturulan çizgiler. Ne derinin rengi ne de din etnik grupların varlığının, işbirliğinin ya da çatışmalarının kaynağını kendi başlarına oluşturabilirlerdi; ilişki halindeki insanlar ya da grup­ lar tarafından kullanıldıkları ve doğrulandıkları ölçüde grubun varlık nedeni olabilirlerdi. Kimi toplumsal durumlarda, çok ufak farklar et­ nik çatışmaların görünürdeki nedeni gibi görünseler de çok kuvvetli nesnel farklar bile hiçbir etnik bilincin temelini oluşturmayabiliyordu. “Etnik sınırların sürdürülmesinde, her farklı durumda sınırlı sayıda kültürel özellik devreye giriyor. Temas halinde, birliğin dayanıklılığı, iş­ te bu farklılaştırıcı kültürel etkenlerin dayanıklılığıyla mümkündür; 4 Barth, Introduction, Barth’d a (yönetiminde), 1963, Poutignat’d a Fransızca çevirisi, Streiff-Fenart, 1995. s. 2 0 3-249 . 5 Barth, 1963, 1995 çevirisi, s. 207. oysa birliğin zaman içindeki sürekliliği, bu birliğin tanıdığı değişiklik­ ler sayesinde çeşitli özellikler kazanabilir; değişikliklerin nedeni de, sı­ nırı belirleyen farklılaştırıcı kültürel çizgilerdeki dönüşümlerdir.”6 Antropologun rolü kültürel çizgileri ortaya çıkarmak ve kata­ loglamak değil, grupları ayıran sınırların {boutıdaries) oluşumunu, muhafaza edilmesini ya da silinmesini toplumsal bakımdan sağlayan süreçleri ve uygulamaları çözümlemektir. Etnik kimlikler ne doğal ya da önceliklidir ne de istikrarlı; onlar toplumsal bir durumun, oto -v e hetero- tasarruf süreçlerinin, yeniden örgütlenmeye aday birer ürünü­ dürler. Grupların varlığı bile kendi toplumsal sınırlarının muhafaza edilmesine bağlıdır. “ Etnik gruplar toplumsal örgütlenme biçimlerin­ den biridir” ve bireylerin etnik kategorilerde oto- ve hetero- tasarrufu­ na dayanır. “ Aktörler, kendilerini ve etkileşim amacıyla başkalarını kategorileştirmek için etnik kimliklerini kullandıkları ölçüde örgütsel anlamda etnik gruplar oluştururlar.”7 Dolayısıyla etnisite, “ biz” ile “ötekiler” arasında kesintisiz bir dikotomizasyon sürecidir ve bu süreç içinde bireyler kendilerini ve başkalarıyla olan ilişkilerini tanımlamak için damgalar kullanırlar. Grupların ortaya çıkmasını açıklayan şey, bu etnik dam galar değildir: Tam tersine, bireyler bunları gerektiği gibi kullanarak kendi grupları­ nın toplumsal sınırlarını çizer ve bu sınırlar sayesinde hem grubun var­ lığını hem de onun bir parçası olduklarını ortaya koyarlar. Bu kulla­ nım sırasında, etnik kimlikleri seferber etmeye çalışan liderlerin rolü göz önünde tutulmalıdır. Sonuç olarak araştırmanın özgül hedefi etnik sınırın kendisidir. Grubun kültürü ise, davranışları ve toplumsal ilişki­ leri düzenleyen sınırların sürdürülmesi süreçlerinde başlangıcı değil so­ nucudur. Nitekim, etnik sınırlar belli sayıda insan tarafından aşılmış olsalar da muhafaza edilebilirler. Etnik grup bir yandan iç bağlılığını korurken diğer yandan da nesnel özelliklerini değiştirebilir. Barth, ingroup ve outgroup kavramlarını ortaya atarken, bir bi­ 6 7 Barth, 1963, 1995 çevirisi, s. 248. Barth, 1963, 1995 çevirisi, s. 2 1 0-211 . çimde Weber’in görüşünü ve Birleşik Devletler’de kurulan ilk sosyoloji kürsüsünün ilk asil üyesi William Graham Sumner’ın (1864-1929) ça­ lışmalarını yeniden ele almış oluyordu. Sumner’a göre bireyler, düzenin ve dayanışmanın kendi gruplarında hüküm sürdüğüne; dış grupla kuru­ lan ilişlerde ise, tam tersine anlayışsızlığın, güvensizliğin ve düşmanlığın egemen olduğuna kendiliğinden inanıyorlardı. Çeşitli etnik grupların içselleştirilmesi-dışlanması süreçleri üstüne Barth’tan esinlenilerek yapılan çözümlemeler, “ biz” ile “ onlar” arasındaki sınıflandırma etkinliği ve karşıtlık oluşturma, böyle bir kavramlaştırma sürecinin uzantılarıydı. Barth’ın metni öylesine büyük bir yankı yarattı ki, sonunda ant­ ropologlar ve sosyologlar, toplumsal yapının bir öğesi olarak gördük­ leri etnisiteden, Barth’ün yaptığı ayrıma uygun toplumsal örgütlenme­ nin bir boyutu olarak tanımlanan etnisiteye geçtiler. Hiç kuşkusuz, bu entelektüel perspektif değişikliği sömürgeciliğin sona ermesi deneyi­ minden ayrılamaz. Aynı terimden, yani etnisiteden yola çıkarak Afri­ ka’daki ve Birleşik Devletler’deki etnik grupların belirgin özelliklerini, bilincini ve taleplerini çözümlemek artık mübah sayıldı. İlk antropo­ logların kullandığı “vahşiler” ya da “ ilkeller” sözcükleri tarihe emanet edildi: Bütün insan toplumlarmın heterojen ve tarihsel olduğu kabul ediliyordu artık. Kabile ya da ilkel gibi kavramlar bile sömürgeci tari­ he ait sayılıyordu. Böylelikle sosyologlar ve antropologlar -yalıtılm ış, ilkel, Batılı olmayan, nesnel bakımdan tanım lanan- “ kabile” teriminin yerine -yalıtılmamış, çağdaş, evrensel, ötekilerle ilişkileri bakımından öznel olarak tanım lanm ış- “ etnisite”yi koydular. O gün bu gündür antropologlar etnik grupların yaratılışının ve bunlar arasındaki etkin ilişkilerin incelenmesine adadılar kendilerini. Kendi özellikleriyle (dil, kültür, gelenekler) tanımlanan etnik gruplara ilişkin daha nesnel bir kavrayışın ardından içselleştirme ve dışlam a sü­ reçlerinin, belirleme ve sınıflama bağlamında çözümlenmesi geldi. Ar­ tık etnisite de toplumsal etkileşimin bir ürünü olarak kabul ediliyordu. Kabilenin yerine etnik grubu koyan Barth, grupların, kendi hallerinde sabit bütünlükler olarak tasarlanm aması gerektiğini, sınırların yeniden tanımlanmasının bir sonucu olarak, yani aktörlerin kendisi tarafından yaratılmış toplumsal bir durumun etkisi olarak çözümlenmeleri gerek­ tiğini ortaya koydu. Barth’ın tözcülük karşıtı perspektifi, bu görüşün başka bir önemli evresinin başlamasına yol açtı ve araştırmaları epey­ ce etkiledi. Kabileden etnik gruba geçiş hem zihinsel paradigmadaki değişimi hem de egzotik toplumlar ile modern toplumlar arasında te­ melde heterojenlik bulunduğu düşüncesinin sonunu simgeliyordu. Leo A. Despres, etnilerarası ilişkilerin incelenmesinde B. B. (B efo re Barth) ve A. B. (After Barth) dönemlerinin ayırt edilmesi gerektiğini yazmak­ ta tereddüt etmedi.8 Disiplinlerarası sınırların ne denli gözenekli ol­ dukları bundan daha iyi kanıtlanamazdı; Barth’ın, etnisite üstünde ça­ lışan Amerikan sosyologlarında yarattığı etki antropologlarda yarattı­ ğından daha az değildi. Bundan böyle araştırmacılar her tür önceciliği ya da tözcülüğü eleştirerek şu yaklaşımı benimsediler: Etnik belirleme ve seferberlik, öncelikle belli bir duruma bağlıdır; araştırmanın hedefi etnik grup değil, etnik bir boyut taşıyan gruplar arası ilişkiler alanıdır. Artık incelenen şey “ ırk” değil, toplumsal bakımdan ele alınan ırkın da rol oynadığı toplumsal ilişkilerdi. Böylelikle nesnel bağlamlı çö­ zümlemelerden vazgeçilerek, irade, gösterimler ve çatışm alar bağla­ mındaki çözümlemeye geçildi; tözcülüğe dayanan yönelimin yerini gö­ reliliğe ya da durumculuğa dayanan bir yönelim aldı. Bu noktadan iti­ baren araştırmaların hedefi de etnik kimliklerin toplumsal inşası oldu. Erving Goffmann’ın etkisi altında kalan Barth’m, bireyler arasın­ daki etkileşimin rolü üstünde ısrar etmesi, etnik grupların doğuşundaki tarihsel ve özellikle de siyasal boyutu küçümsediği anlamına gelmez. Sö­ mürgeci olsun olmasın, etnik grupların bütün toplumlarda ortaya çıkı­ şını ve taleplerini çözümlerken yapısal, iktisadi ve siyasal baskılara, dev­ letin rolüne, iktidar ilişkilerine yer vermemek mümkün olabilir mi? Barth’ın izinden gidenlerden bazıları etnik grupları her tür nesnel içerikten arındırarak onları yalnızca “durum” la tanımladılar. Sartre’ın 1945’te öne sürdüğü -d a h a sonraları yeniden ele aldığı- ve Yahudilik kimliği ile bilincini indirgeyerek bunları Yahudi düşmanlığının bir ürü­ 8 Despres, “Toward a Theory o f Ethnie Phenomenon”, Leo A. Despres’de (yönetiminde), 1975, s. 189. nü haline getiren yaklaşıma geri dönülmüş oldu. Bu yaklaşım, sosyolo­ jiye özgü bakış açısıyla açıklanabilecek bir eğilimdir. Oysa durumculuk mutlak olamaz. Her ne kadar Çinliler ve Yahudiler azınlık oldukları toplumlarda ortak davranışlar gösterseler de (ketumluk, çalışma azmi, aile dayanışması), belli bir ortak duruma bağlanan bu özellikler adına ve gerçekliği derinden yaralamaksızın bu iki grubu bir tutamayız ve top­ lumsal aktörlerin onların davranışları üstündeki etkisini inkâr edemeyiz. NESNELCİLİK EĞİLİMİ “Saf” durumculuk ve mutlak görelilikle ilgili yorumlamalar, Ameri­ ka’da pozitif ayrımcılık ve ıvelfare siyasetiyle ilgili tartışma, bu alanları siyasal bir mesele dönüştürdüğü ölçüde yaygınlaştırdılar. Mutlak göre­ lilik yaklaşımı, Birleşik Devletler’deki Siyahlardan bir bölümünün için­ de bulunduğu elverişsiz durumdan Siyahların sorumlu olduğu düşünce­ sinin dışlanmasıyla sonuçlandı. Neredeyse siyasal bir dogma halini alan bu görüşün karşısına yalnızca tek bir siyah araştırmacı dikilebildi: Afro-Amerikalıların kaderinin tek sorumlusu siyasal durumdur. Sovvell’in çalışmaları, tümüyle çevreci kanaatler taşıyan araştırmacılardan büyük bölümünün artık dikkate almak istemedikleri olguların altını çizmesiy­ le takdir kazandı. Yorumları abartılı olmakla birlikte SovvelPin, yapıtla­ rında, ihmal edilemeyecek verileri vurguladığını söylemeliyiz.9 Onun düzenleyici düşüncelerinden biri de şuydu: Çeşitli etnik grupların, özellikle de Birleşik Devletler’deki Siyahların yerini yalnızca ırkla ya da ayrımcılıkla açıklayamazdık. Azınlıkların, ulusların ve uygar­ lıkların iktisadi ve toplumsal kaderini anlayabilmenin yolu malvarlıkları değil üretme becerisiydi (“ insan sermayesi” ), çünkü “ insan sermaye­ sindeki farklar, sonuç bakımından önemli farkların ortaya çıkmasına yol açar-”10 Özgül ulusal bir tarihin ürünü olan insan sermayesi -şunlarla tanımlanıyordu: Biçimsel eğitimin yanı sıra pratik el çabukluğu, disiplin, örgütlenme alanındaki beceriler, öngörü, azla yetinme, hatta sağlık - si­ 9 Sowell, 1981; Sowell, 1983; Sowell, 1994. ıo Sovvell, 1983, 1986 çevirisi, s. 271. yasetten, genetikten ya da önyargılardan daha belirleyiciydi. Ayrımcılık genellikle insan toplumlarmda görülüyordu, ancak zenginlik üretme ka­ pasitesine hiç ilgilenmediği için pek de etkili olamamıştı. Sowell, açıklamasını ırka dayandırmak yerine tarihsel karşılaş­ tırmalara dayanan klasik argümanları yeniden gündeme getirdi. Varol­ ma koşulları farklılaştığında aynı toplulukların ortalama IQ’su da de­ ğişiyordu: Birinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilerin ortalama IQ’su günümüz Siyahlarmınkine eşitti. Ancak, ırkçılık karşıtı militanların neredeyse tümü tarafından kabul edilen düşünceyi eleştirerek Siyahla­ rın kaderinin, yalnızca, geçmişte ya da bugün maruz kaldıkları ayrım­ cılığın (durum) sonucu olduğu düşüncesini eleştirdi. Ayrımcılığın ve ırkçı önyargıların -dolayısıyla, elbette bu tutumların varlığını reddet­ miyordu-, Birleşik Devletler’deki farklı etnik grupların başarısını ve başarısızlığını açıklayamayacağını kanıtlamak istiyordu. Örneğin Çin­ liler, Siyahlara uygulanan ayrımcılığı aratmayacak uygulamaların kur­ banı olmuşlardı. Bütün kıtayı birleştiren demiryolu hattını korkunç koşullarda inşa ettikleri halde, çok büyük bir kinle karşı karşıya kal­ mışlardı. Yasalar karşısında herkesin eşit olduğu ilkesine rağmen özel vergiler ödemiş; çıkarılan yasalarla bazı sanayi sektörlerinden ve mes­ leklerin çoğundan dışlanmışlar, onlara karşı akıl almaz basın kampan­ yaları düzenlenmişti. Bazı yerleşim birimlerinde düzenlenen katliam­ larla yok edildikleri bile olmuştu. 1882’de ilan edilen Chinese exclusiott act, Çin kökenlilerin göçünü sınırlamakla kalmıyor, yasal yoldan yerleşen Çinlilerin Amerikan uyruğuna geçmesini de imkânsız hale ge­ tiriyor ve ailelerini getirmelerini engelliyordu. Hemen ardından Eyalet­ ler devreye giriyor ve örneğin Kaliforniya’da toprak sahibi olmaktan ya da mesleklerin çoğundan mahrum bırakıyordu onları. Çizgi roman­ lardan bilinen stereotipteki gibi çoğu Çinli’nin çamaşırcı olmasının ne­ deni, hukuksal olarak diğer mesleklerin onlara kapalı olmasıydı. Bu­ nunla birlikte, şiddete ve zulme maruz kalmalarına rağmen, 1970’te serbest meslek sahibi olan Çinlilerin oranı diğer tüm etnik gruplardan yüksekti ve ortalama gelirleri ulusal ortalamanın üstündeydi. Günü­ müzde Çinli-Amerikalılarm çoğunluğu büyük şehirlerin merkezinde bulunan Chinatoum ’larda yaşamıyorlardı; buralarda yalnızca yoksulla­ ra, yaşlılara ve yeni gelenlere rastlanabiliyordu. Çinliler artık banliyö­ lerdeki konutlarda, Beyaz orta sınıfın içinde sürdürüyorlardı yaşam la­ rını. Bugüne dek azla yetinmeyi bilen bu ketum insanlar, kendilerini her tür siyasal etkinliğin dışında tutmuşlardı ve resmi otoritelerden hiçbir talepte bulunmamışlardı (yalnızca kendi yoksulluklarıyla ilgilendiler); ağır koşullarda çok uzun süre çalıştılar. Eğitim karşısında saygılı, okul karşısında titiz, aileleri tarafından da çok sıkı denetlenen çocukları, bi­ limsel alanlarda başarı kazandılar; günümüzde, nüfuslarına oranla epey sayıda Çinli üniversitelerdeki matematik kürsülerinde çalışıyor. Kaldı ki sürgün edilmiş Çinlilerin tümünde aynı davranış mo­ dellerine rastlanabilirdi; yerleştikleri ülke ve neredeyse tümünün m a­ ruz kaldıkları ayrımcılık ne olursa olsun. Sebatkârlıkları, ketumlukla­ rı, tutumlulukları ve çalışkanlıklarıyla Güneydoğu Asya’nın bütün ül­ kelerindeki iktisadi yaşam da egemen rolü üstlenmiş ve yerel halkların nefretini kazanmış durumdaydılar. Çinlilerin M alezya’daki geliri, ülke halkınınkinin iki katıydı; buna karşılık Malezyalılar siyasal etkinliği kendi tekellerinde tutuyorlar ve anayasa uyarınca idari görevlerin beş­ te dördünü başkalarına bırakmıyorlardı. Birleşik Devletler’de ise siya­ seti meslek olarak seçen Çinli-Amerikalılarm sayısı çok düşüktü; o da, iktisadi başarı kazandıktan sonra. Sowell aynı çözümlemenin bütün etnik gruplara uygulanmasını önerdi: Yahudiler, Japonlar, Polonyalılar, Çinliler, îtalyanlar, Almanlar, Anglosaksonlar, İrlandalılar, Filipinliler, Antilliler, Meksikalılar, Porto Rikolular, Siyahlar ve Hintliler. Onların Birleşik Devletler’de ve dün­ yanın geri kalan bölümünde yaşadıkları kaderi karşılaştırarak bütün ülkelerde aynı toplumsal katılım modellerine uyum sağladıklarını or­ taya koydu. “ Gruplar, kendi mesajlarını yanlarında taşır ve ülkeden ülkeye götürürler; aynı toplumda, aynı okul sıralarında ve aynı mon­ taj zincirlerinde dirsek dirseğe yaşadıkları insanların mesajından ol­ dukça farklıdır onların m esajı.” 11 Brezilya, Avustralya ve Birleşik Dev­ letler’deki Almanlar hep örnek çiftçiler, titiz ve başarılı zanaatkarlar, bütün iktisadi sektörlerde girişimci sanayiciler olarak varlıklarını sür­ dürmüş, siyasal yaşama pek az katılmışlardı. Kurulu iktidara karşı yüzyıllardır isyan eden ve yoksul bir ülkeden gelen İrlandalılar ise si­ yasal yaşama atıldmış ve bazıları Demokrat Parti bünyesinde İrlanda kökenlilerin seçim çarkını düzenleyip geliştirerek, bazıları da Katolik Kilisesi’ni denetleyerek Amerikan toplumunda ilerlemişlerdi. Hiç de nitelikli olmayan, çoğu az çalışan, alkol bağımlısı olmaya yatkın İrlan­ da kökenli halk kitlesi ise, uzun süre yoksul yaşadıktan sonra Beyaz nüfus içinde eriyebilmişti. İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında Japonlar, tıpkı Çinliler gibi şiddetli bir ayrımcılığa maruz kalmışlardı; gerçek toplama kamplarına kapatılmış ve yalnızca orduya katılmak üzere buradan çıkmalarına izin verilmişti. Oysa, 1969 sonrasında Ja pon-Amerikalılarm ortalama geliri Beyazlarınkini geçiyordu. Sowell’e göre, gruplar arasındaki bu farklar iki önemli etkene bağlıydı: Tarih ve aile gelenekleri ile çalışma karşısındaki tutumlar. Her halk, kendi özgül tarihi boyunca farklı kültür modelleri geliştir­ miş ve özgün değerler yaratmıştı. Ne var ki Birleşik Devletler’deki glo­ bal göçmen kavramının arkasındaki gelenekler ve toplumsal gerçeklik­ ler birbirinden çok farklıydı: Açlıktan kaçan İrlandalılar, zulümden kaçan Yahudiler, para biriktirip ülkelerine dönmek isteyen İtalyanlar, Çinliler, Meksikalılar ne aynı tarihi paylaşıyorlardı, ne aynı kültürü, ne de aynı projeyi. Birleşik Devletler’deki Siyahların kaderini anlaşılır kılan şey, özellikle kölelik dönemiyle ilgili anıların ağırlığıydı. Siyahla­ rın özgürleşmesinden “ önce yaşadıkları kölelik dönemi, özgür bir in­ san yaratmak için gerekli olan eğitimin, çalışma alışkanlıklarının ya da kişisel saygınlığın gelişiminin önünde engel yaratmakla kalmıyordu yalnızca: Köleliğin ideolojik kalıntıları diğer Amerikalılarda olumlu niteliklere dönüşürken, Siyahların niteliklerini yozlaştırıyordu.” 12 20. yüzyılın sonlarına doğru özgür Siyahların soyundan gelenlerin, yalnız­ ca İçsavaş sonrasına ulaşabilmiş olanların soyuna göre daha talihli ol­ maları bu durumla açıklanabilirdi: Aile ve ahlak yaşamında istikrarla kendini gösteren bir gelenek oluşturmuşlardı, çalışmaya değer veriyor­ lardı ve köle oldukları için girişimde bulunmaları yasaktı. Daha erken özgürleşenler azla yetinmeyi daha iyi biliyorlardı; daha çalışkan ve da­ ha girişimciydiler. Onların soyundan gelenler de bu özelliklerden etki­ lenmişti. Yakın bir tarihte Antiller’den gelenlerden çoğunun yerli Si­ yahlardan daha başarılı olmaları da bununla açıklanabilirdi. Yaygın olarak okullarda Black Je w s olarak adlandırılan çocukları da daha ba­ şarılıydı. Tersine köleler, içinde bulundukları koşullardan ötürü çalış­ ma karşısında yalnızca olumsuz tutumlar geliştirebilmişlerdi; bu tu­ tum, aynı soydan insanlara miras kalmıştı. Buna karşılık, kölelik bo­ yunca aile dayanışması muhafaza edilmişti; 2 0 ’li yıllardan sonra,, gü­ nümüzdeki adıyla tek ebeveynli aileler çoğunluğu oluşturmaya başla­ mıştı. William J. Wilson’ın da yeniden ele aldığı bu gözlem, aile yapı­ sındaki istikrarsızlığı köleliğin geç bir ürünü olarak kabul eden klasik yorumu tartışmalı hale getirdi. Kısa bir süre önce tarihçiler, siyah aile­ nin köleliğe direndiğini ortaya koydular. Sosyologların sıkça çözümle­ diği ailenin parçalanm ası sürecinin ise, Siyahların, 20. yüzyılın başla­ rında kırsal Güney’i birden terk edip Kuzey’in büyük metropollerine kitleler halinde göç etmeleriyle birlikte başladığını gösterdiler. Sowell’e göre, tarihsel süreç içinde oluşmuş değerlerin Ameri­ kan toplumunun özelliklerine uyum göstermesi, bu farklı kaderlerin temelini açıklıyordu. Kültürlerin birbirinden daha aşağıda ya da yuka­ rıda olduğu söylenemezdi; olsa olsa belli bir toplumun gereklerine az ya da çok uyum sağlamış olabilirlerdi. İnsan sermayesini oluşturan de­ ğerlerin, tutumların ve kapasitelerin bütünü göz önüne alındığında, et­ kisi en belirleyici olan şey eğitim karşısındaki tutum ve kendi kaderini iyileştirme iradesiydi (self-im provem ent). Yahudilerin son iki kuşağı İtalyanlardan çok daha hızlı ilerlemişti: Bu fark, göçten önceki tarih­ leriyle ilgiliydi, Amerikalıların onlar karşısındaki tutumuyla değil. İr­ landa ailesini yok eden yoksulluk, İtalyan ve Yahudi ailesine hiçbir şey yapamamıştı. Çocuklarının gelecekte hareketli olabilmelerini sağla­ mak isteyen Yahudi ailesi buna göre örgütlenmişti; oysa İtalyan ailesi uzun süre böyle bir öngörüde bulunamamıştı. “Amerikan toplumunda başarı kazanabilmek için, Yahudi değerlerini ve geleneklerini ihti­ yaca göre uygulamada törpülediler.” 13 M aruz kaldıkları her tür ayrım­ cılığa rağmen, önce Yahudiler, Çinliler ve Japonların, sonra da İtalyan­ ların Birleşik Devletler’de başarıya ulaşmalarının nedeni diğer etnik gruplara göre daha çok çalışmış olmaları ve halen çalışmayı sürdürme­ leriydi. Onların başarısı, özgül bir tarihin yarattığı gelenek ile Ameri­ kan toplumunun, yani modern toplumun gerektirdiği başarı koşulları arasında uygunluk yaratmalarına dayanıyordu. 1963’te Glazer ve Moynihan’a göre temel değişken aile yapısıydı; Sowell’e göre de siya­ sal iktisattaki anlamıyla insan sermayesi. Her iki taraf da “ kültürcülük” günahı işlemekle suçlandılar. Bu çözümlemelerin siyasal sonuçlan açıktır. Elverişsiz durumda­ ki gruplara kaynak aktararak ya da -in san sermayesi kullanmak ve onu elde etmek için çaba gösterme hevesini azaltan - affirmative action siya­ seti uygulayarak onların koşullarını gerçekten değiştirmek mümkün de­ ğildi; bunun yolu üretim kapasitesine ulaşmalarını sağlamaktan geçer. Sowell toplumsal siyasete yönelik liberal eleştiri temalarını burada bu­ lur; bunun da ötesinde yoksullarla ilgili her tür siyasetin yarattığı kaçı­ nılmaz sınırlar üstünde geleneksel eleştirisini ortaya koyar. Konfüçyüs’ten beri bilinmektedir ki, bu siyasetin kötü etkilerinden biri yardım görenlerin olumsuz kimliğini pekiştirmek ise, diğeri de onları yardım kalıbına sokarak kendi koşullarından kurtulma gayretlerini köreltmektir. Ancak öte yandan, Sovvell’in öne sürdüğü gibi, eğer insan sermaye­ si uzun bir tarihin ürünüyse onu dönüştürmek için çokça zaman ve ça­ ba gerekir; hiç kimse buna kilitlenmiş insanların yerine koyamaz ken­ dini. Bu sırada en yoksul kesimlerin koşulları giderek daha da kötüleş­ mektedir. Bütün bunlar karşısında kayıtsız kalınabilir mi? Sovvell’in çalışmaları hem çok ünlüdür hem de üniversitelerde etnilerarası ilişki uzmanlan tarafından genellikle tutuculukla suçlan­ mış ve az tartışılmıştır. İstatistik verileri çözümlemek yerine -tarihsel karşılaştırmalara başvurması, ırkçılık karşıtı vulgatanın kimi yönlerini tartışma konusu yapması, affirmative actionm etkisine itiraz etmesi ve “ kültür” değişkenlerine başvurduğu için tutucular arasına konulması, yaptığı çözümlemelerin pek çok uzmanlık bölümüne yayılmasını en­ gelledi. Oysa, sosyolojik bakış açısını benimsemek, etnik gruplar ara­ sındaki ilişkilerde tarihsel ufku ve bu grupların farklı ülkelerdeki ka­ derlerinin karşılaştırılmasını ihmal etmekle sonuçlanamaz. Herhangi bir bilimsel girişimin sahibi tutucu görüşleri benimsiyor diye, o girişi­ mi meşru saymamak ırklaştırıcı bir tutumdur. Bununla birlikte SovvelPin girişimindeki sınırları görmemiz gere­ kir: Yerleşim toplumunun, onun iktisadi yapılarının ve siyasal koşulla­ rının etkisini ihmal eder. Bu bakımdan onun yorumundaki aşırılıklar mutlak görelilik yandaşlarına ya da saf durumculara cevap verir. Barth’tan bu yana gruplar arasındaki ilişkileri açıklamanın tek yolu olarak durumu gören eğilim göz önüne alındığında, çalışmalarının ya­ rarlı olduğu açıktır. Kaldı ki, etnik grupların kültürel ya da dinsel bir içeriği elbette vardır ve bu içerik toplumsal aktörler için anlamsız sayı­ lamayacağı gibi (sosyolog, bu içeriği anlamaya çalışmakla yükümlü­ dür) onların tarihinde etkisi olmadığı da söylenemez. Etnik aidiyetler ve kimlikler, kaçınılmaz ve birbirinden ayrılmaz nesnel (bazı kültür özel­ liklerinin paylaşımı) ve öznel boyutlar (kendilik bilinci ve ötekilerle iliş­ ki) taşırlar. Onlar, kendilerini yarattıkları ve doğruladıkları toplumsal durum dışında anlaşılamazlar; bu duruma bağlı olarak doğabildikleri, kendilerini yeniden oluşturabildikleri ve yok oldukları için tarihseldir­ ler. Ne var ki, etnik grupların, belli bir tarihin ürünü olan ve onların toplumsal kaderini kısmen açıklamayı sağlayan nesnel özellikleri tü­ müyle ihmal edilemez. Her ne kadar bu içeriğin değiştiği doğru olsa da, farklı kuşaklar tarafından yeniden yorumlandığını unutmamak gerekir. Ancak onu yalnızca toplumsal durumun ürünü olarak görmek, para­ doksal olarak belirlenimciliğin başka bir biçimine; insanların özgürlü­ ğüne pek az yer veren sosyolojik belirlenimciliğe boyun eğmek anlamı­ na gelecektir. Yahudi düşmanlığı Yahudileri tanımlamaya yetmez. En seküler olanları en azından anıları muhafaza ediyorken, Yahudilerin yüzyıllar boyunca kendilerini yazılı bir geleneğe göre, Kitap’a göre ta­ nımlamalarının sonuçları inkâr edilebilir mi? Hıristiyan Batı’da Hıristi­ yan Kilisesi ile sinagog arasında yüzyıllarca süren rekabetin yarattığı ta­ rihsel etkileri ve bütün bunlara tanık olan halkın maruz bırakıldığı ko­ şulları küçümsemek elbette söz konusu olamaz. Aksi takdirde, Hindis­ tan’da ve Çin’de yaşayan Yahudi topluluklarının sükûnet içinde yaşa­ dıkları kader karşımıza dikilirdi. Yahudi geleneklerin, farklı uluslarda çeşitli uç biçimlerde yorumlanmış olduğu da reddedilemez. Fransız Ya­ hudiler, Alman Yahudilere yabancıydılar ve kendilerini de öyle hissedi­ yorlardı. Nitekim sosyolojinin kendi hedefi de, özel -tanım gereği ne son ne de temel halini almış - geleneklerin özel tarihsel koşullarda ye­ niden yorumlanma biçimleridir. Özel bir etnik grubun kaderini ve onun yer aldığı ilişkiler sistemini, kültürel içerik ile tarihsel durum, oto-tanım ile hetero-tanım arasındaki diyalektik açıklayabilir. KÜLTÜREL GÖRELİLİĞİN AÇTIĞI BÜYÜK TARTIŞMA “ Biz ve ilkeller, biz ve barbarlar, biz ve paganlar ayrımı insanların zih­ nine egemen olduğu sürece, tanımı gereği antropoloji de imkânsızla­ şır.” 14 Daha önce gördüğümüz gibi kültürlerin göreli olduğu düşüncesi antropolojinin doğuşundan hemen önceye rastlar; ne var ki antropolog­ ların esin kaynağı, Ruth Benedict’in hatırlattığı gibi etnosantrizm karşı­ sındaki mücadeleye ve kültürel göreliliğin ortaya konulmasına, yani bü­ tün kültürlerin aynı değeri taşıdıklarını öne süren bir öğretiye dayanır. Günümüzde süren büyük tartışmanın konusu, antropoloji çev­ relerinin dışında da artık oy birliğiyle kabul edilen kültürel görelilik değil, onun anlamı ve sınırlarıdır. Kültürel görelilik mutlak mıdır, gö­ reli mi? Her bir kültür mutlak olarak diğerlerine indirgenebilir du­ rumda mıdır -eğ er öyle olsaydı, değer taşıyan bütün yargılar ait oldu­ ğu kültüre kaçınılmaz olarak bağlı kalacakları ölçüde imkânsızlaşırlardı? Kültürlerin bütün kipleri eşdeğer midir, aynı değeri mi taşırlar? Ya da, kültürlerin-göreliliğinin ötesinde, manevi yargıda bulunma yet­ kisi veren bir evrensellik ufku var mıdır? “ Eğer kültür yalnızca, günü­ müzde ya da geçmişte yeryüzünde bulunan dört ya da beş bin toplu­ mun kendilerine göre ortaya koydukları çeşitli olağanüstü biçimlerle kendini gösteriyorsa ve eğer bizler bu biçimler hakkında yararlı bilgi­ ler edinebilmişsek; görünümlere rağmen bu biçimlerin hepsi birbiriyle eşdeğer olabilir mi ya da kaçınılmaz olarak, kavramın anlamı üstün­ de olumlu yönden değer yargılarına maruz kalabilir mi bu biçim­ ler?” 15 Raymond Aron’ın Claude Levi-Strauss’a yönelttiği soru nasıl cavaplanabilir: “Ahlaki davranışlarla ilgili evrensel yargılar, kültürel görelilikle bağdaşmaz m ı?” 16 Bu tartışma sosyoloji düşüncesinin eğilimlerine ışık tutar. Tanım gereği, kültürel göreliliğe dayanan bir düşünce biçimi, kültürlerin mut­ lak göreliliğine sürüklenme riski taşır. Böyle bir düşünce pek çok ba­ kımdan, bilişsel bilim uzmanları arasında süren akılcılık ve görelilik tartışmasına varır: Akim yolu bir midir ya da Batı aklı tekil bir kültü­ rün tekil ürününden başka bir şey değil midir? Batılıların bilim-teknik üstünlüğünü sağlayan bilgi girişimi, akıl talebi, diğerleri kadar keyfi seçeneklerden biri midir yoksa potansiyel olarak evrensel bir boyut ta­ şır mı? Eleştirel akıl, yani kendi sınırlarını bilen akıl, özel bir bakış açı­ sıyla aklın evrenselliğine katılmaz mı? Pek çok antropoloğun savundu­ ğu ve Ruth Benedict’in formüle ettiği, Batı uygarlığının tümüyle olum­ sal (fortuitous) tarihsel koşulların ardından bütün dünyaya yayıldığı düşüncesi doğru mudur?17 Kültürlerin göreliliğinin ötesinde, manevi bir perspektifin onla­ rın evrenselliği üstüne sorulan sorular, bilişselle ilgilenenlerin tartış­ 15 16 Levi-Strauss, 1983, s. 51. Bu soru, Claude Levi-Strauss’un 15 Ekim 1979*da Academie des sciences morales et politiques’e sunduğu bir tebliğden sonra sorulmuştu. Cevabı şöyleydi: “Etnolog hem inceleyebileceği ve ahlaki düzeyde hiçbir kaygı yaşam adan hakkında belli bir tipoloji önerebileceği inançlarla, âdet­ lerle, kurum larla karşılaşır hem de bunları yaratan ve kendisiyle arasında ortak noktalar bulu­ nan insanlarla. Dolayısıyla, bu soruya cevap vermemeye çalışacağım . Bunun bir açm az olduğu­ nu, onunla beraber yaşam ak zorunda olduğumuzu, alan deneyimi sırasında onu aşm aya çalış­ mamız gerektiğini ve bu sırada, bilgelik gereği, ona kuram sal bir cevap vermekten vazgeçm em i­ 17 zin şart olduğunu söyleyeceğim” (Com m entaire'de aktarılmış, sayı 15, Ekim 1981, s. 372). Benedict, 1935, 1963 baskısı, s. 4. masına bağlı olsa da onunla karıştırılmamalıdır. Aklın evrenselliği ah­ lakın evrenselliğini zorunlu kılmaz. Yine de ona bir argüm an sunar: Eğer insan doğası diye bir şey varsa, hem bilgiyle hem de yargıyla gös­ terecektir kendini. Hakikat evrensel olduğuna göre, neden doğru da evrensel olmasın? Akılcı bilgi projesi kendiliğinden ahlaki bir boyut taşımaz mı? Antropologların, ahlakın evrenselliği üstüne yaptığı tartışma yalnızca bir düşünce tartışması olarak kalmaz ve çeşitli siyasetlerin fel­ sefi temelinde yer alır; gerek sömürgecilik döneminde oluşan ülkeler­ deki yerliler karşısında Avrupa’nın benimsediği siyasetlerde gerekse Batı ülkelerine yerleşmiş yabancı kökenli kimi topluluklar karşısında uygulanan siyasetlerde. Eğer mutlak görelilik yandaşlarının tezlerini benimsiyorsak siyasetin hedefi de her şeyden önce şu olmalıdır: Birle­ şik Devletler’de ve Brezilya’da yaşayan Kızılderililerin kültürlerini her tür temastan korumak gerekir, çünkü kültürler geçirimsiz oldukları için her tür kültürleşme süreci, kaçınılmaz olarak o kültürleri ortadan kaldırmakla sonuçlanacaktır. Aynı biçimde Fransa’da ve Büyük Bri­ tanya’da da, bütün kültürlerin eşit değerde olduğu görüşü adına, bu geleneksel özelliklere saygı göstermek ve Afika’nın kimi bölgelerinden gelenlerin küçük kızlarını sünnet etmelerine ya da zorla evlendirmele­ rine razı olmak gerekir. Göreli görelilik yandaşlarının safında yer al­ mak da, tam tersine Kızılderililerin egemen çağdaş Batı uygarlığıyla süreç içinde ve içeriden kültürleşmesi -asim ilasyonculuğa düşmeyen bir asim ilasyon- yaklaşımına cesaret vermek ve insan doğasının evren­ sel olduğu düşüncesi adına kimi uygulamaları mahkûm etmek anlamı­ na gelecektir. Bu durumda düşüncemizi nasıl ifade etmeliyiz? Bu tartışma, aynı zam anda, Batılıların üstüne açıkça ya da üstü kapalı formüle ettikleri soruları çağrıştırmaktadır: Teknik üstünlükle­ ri ile kendi uygarlıklarının ahlaki değeri arasındaki bağlantı, geçmişte yaşadıkları sömürgeleşmenin verdiği vicdani rahatsızlık, gelişim süre­ cindeki hayal kırıklıklarının ve Auschvvitz’in simgelediği olayların ha­ tırlanmasıyla ortaya çıkan trajik kaygıların yarattığı düşünceler. M utlak Kültürel Görelilik Avrupalılar ile gelen iktidarın ve kültürün yayılarak Amerika’daki yer­ li kültürler üstünde yıkıcı etkiler yaratmasına tepki gösteren Amerikan antropolojisi kurucuları, büyük çoğunlukla bütün kültürlerin mutlak anlamda tekil olduğu düşüncesini benimsediler ve evrensel değer yar­ gılarının imkânsız olduğunu açıkladılar. Irkçı kuramlara karşı verilen mücadelede etkin bir rol üstlenir­ ken de, mutlak görelilik adına davrandılar. Birleşik Devletler’deki top­ lum bilimleri, Lewis H. Morgan (1818-1881) ve Franz Boas (18581942) gibi kültür etnologlarıyla ve antropologlarıyla başladı. Özellik­ le Boas, doğrudan ırklar sorununu ele aldı ve o günlerde egemen olan ırkçı düşünceye karşı çıktı. İnsan tiplerinin büyük ölçüde esnek, yani ortama bağımlı olduklarını savundu ve var olduğu iddia edilen insan ırklarının melez ayırt edici özellikler taşıdıkları konusunda ısrar etti. Daha genel olarak, evrimci düşüncenin yandaşlarına karşı kültürel gö­ reliliğin temel ilkelerini belirginleştirdi: Her kültürün mutlak özgünlü­ ğü, kültürlerin gelişimi sürecinin kesintili olması. Ancak bu eleştiri 30 ’lu yıllarda ortaya konuyordu; bu sırada, beşeri bilimler ortamına çevreci perspektif egemen olurken Nazizm de ilerliyordu. Ruth Benedict R ace: Science and Politics (1942) adlı kitabım İkinci Dünya Sava­ şı sırasında yayımladıktan sonra bu görüş gelişmeye başladı; başta Michel Leiris ve Claude Levi-Strauss olmak üzere ünlü antropologlar tarafından savaştan sonra yeniden ele alındı. Önceki bölümlerden birinde söz ettiğimiz ve Levi-Strauss tara­ fından 1952’de Unesco’da okunan “ Irk ve Tarih” başlıklı konuşma,18 bu bakımdan müthiş yankı uyandırdı. Levi-Strauss ırkçı düşüncenin bi­ yolojik veriler ile kültür özellikleri arasında bağ kurduğunu ortaya ko­ yarak mutlak görelilik düşüncesinin oluşumuna katkıda bulunuyordu. Levi-Strauss, kültürlerin çeşitliliği üstüne, günümüz antropolo­ jisinde klasikleşmiş argümanları ortaya koydu. Kültürler, bizim tanıya­ bileceğimizden çok daha çeşitli ve zengindir. Her biri, ortak yaşamın sorunlarını özgün biçimde çözer ve özgül değerler sunar. Bütün insan­ ların dili, teknikleri, sanat biçimleri, bilgileri, dinsel inançları ve top­ lumsal, iktisadi, siyasal bir örgütlenmesi vardır. Ancak her kültür bu farklı öğeleri kullanarak tekil bir bileşim yaratır. Bu yüzden de, belli bir kültür hakkında hiçbir global yargıda bulunulamaz ve Batı’nm üs­ tünlüğü görelileştirilmelidir. Batı’nın teknik üstünlüğü, herhangi başka bir alanda üstün olduğu anlamına gelmez. Hiç kuşkusuz Batı uygarlı­ ğı, teknik icatlar ve bunları mümkün kılan bilimsel düşünce bakımın­ dan diğer uygarlıklara göre daha birikimlidir. Neolitik temelleri iyileş­ tirmeyi başardığı gibi (alfabetik yazı, aritmetik ve geometri), iki bin ya da iki bin beş yüzyıla yayılan (İ.Ö. I. binyıldan yaklaşık 18. yüzyıla ka­ dar) bir durgunluktan sonra “ birdenbire, sanayi devriminin beşiği ola­ rak belirdi; yoğunluğu, evrenselliği ve sonuçlarının önemi bakımından bu devrimin eşdeğeri, yalnızca neolitik devrimdi.” 19 Günümüzde Batı ülkeleri, giderek daha güçlü mekanik imkânları insanın kullanımına sunabiliyorlar. Kişi başına düşen kullanılabilir enerji miktarını sürekli artırmayı, insan yaşamını korumayı ve uzatmayı -birinciye bağlı bir hedef olarak görülebilir- tutku haline getirdiler. Bununla birlikte, en zorlu coğrafi ortamlarda galip gelme becerisi, ailenin örgütlenmesi ya da, örneğin aile grubu ile toplumsal grup arasındaki ilişkilerin uyum­ lu hale getirilmesi gibi konularda diğer kültürlerin -kolektif yaşam m sorunlarını Batılılardan çok daha iyi çözdüğü söylenebilir. Zaten ilerleme denen şey, hiçbir zaman tek anlamlı olmadığı gi­ bi gerekli ve sürekli de değildir; zıplamalarla, sıçramalarla ya da, biyolojistlerin sözcük dağarcığına göre değişinimlerle yol alır. Her kültüre özgü özel bir tercihe bağlıdır. “ Bu anlamda ilerleme, herkesin kendi zevkine göre önceden belirlediği bir yönde sağlanan maksimum ilerle­ me olmakla kalm az.” Dolayısıyla, toplumsal yaşamın şu ya da bu bo­ yutundaki ilerlemenin varlığı inkâr edilemez, ancak belli bir kültürle ilgili her tür global yargıdan kaçınılmalıdır. “ Ne ilerleme gerçekliği reddedilebilir ne de belli bazı kültürlerin birbirine göre, global olarak değil ama yalıtılmış görüntüleriyle sıralanabileceği olasılığı. Bununla birlikte bu olasılığın üç sınırlamaya maruz kaldığı sanılmaktadır: 1) İnsanlık kuşbakışı ele alındığında tartışmasız kabul edilebilecek olan ilerleme yalnızca özel alanlarda kendini gösterir; burada da kesintili­ dir, yerel durgunluk ve gerileme gibi zararlar vermez; 2) etnoloji ince­ lediği alanların başında gelen sanayi öncesi toplumlan ayrıntılı olarak ele alıp karşılaştırdığında, bunların tümünü sıralayabileceği ortak bir ölçek yaratmakta başarısız olmuştur; 3) nihayet, etnoloji şu ya da bu inanç sisteminin, şu ya da bu toplumsal örgütlenme biçiminin karşılık­ lı değerleri üstüne zihinsel ya da ahlaki bir yargı getiremeyeceğini ka­ bul eder; çünkü ahlak ölçütleri, ilan edildikleri özel topluma göre var­ sayım gereği etnoloj için belirlenirler.”20 Dünya uygarlığı düşüncesi henüz çok yenidir. Binyıllar boyun­ ca insanlığın büyük bölümü, insanlık düşüncesi ile aidiyet grubunu birbirine karıştırdı. İnsanlar, ötekileri “ kötüler” , “ kötü kalpliler” ya da “ barbarlar” olarak görüp kendilerine de “ insanlar” ya da “ iyiler”, “ mükemmeller” dediler. Bu tutum, her birimizde yeniden belirme eği­ limi taşıdığına göre sağlam psikolojik temellere dayanmaktadır. Ne var ki, eğer onu benimseyip çeşitli kültürler üstünde yargıya varırsak, tam da mahkûm ettiklerimiz gibi davranmış oluruz. “ Barbar, her şey­ den önce barbarlığa inanan insandır.”21 Barbarları konu alan ve sıkça aktarılan bu metin, ırkçılık karşı­ tı militanların bir tür sloganı halini aldı. Oysa, kültürel göreliliğin ve antropoloji uygulamasının ayrılmaz parçası olan bir paradoksu açığa çıkarır. Eğer barbar, barbarlığa inanan insansa, en barbarlar da etnoloğun incelediği toplumların üyeleridir; etnolog, tanım gereği en az barbar olandır; hatta, herkesten daha uygardır o, çünkü onun mesleği ilkel olduğu söylenen ya da temel yapı taşlarını barındıran toplumların mantığını ve değerlerini anlama tutkusuna, yani onların sözde bar­ barlığını inkâr etme tutkusuna dayanır. Benimsediği kültürel görelilik yüzünden etnoloğun kültürler arasında bir hiyerarşi oluşturması ya20 Levi-Strauss, 1983, s. 5 1 -5 2. 2 1 Levi-Strauss, 1973, s. 384. saktır ve yine bu yüzden “barbarlar” a saygınlığını kazandırması gere­ kir. Ancak, kültürel göreliliğin bizzat kendisi adına, eğer vahşi-olmayan, ötekilere “ vahşi” muamelesi yapmayan kişiyse, vahşiler de etno­ logdan daha barbardır; çünkü onun tersine kendi kültürlerinden pek kaçmazlar. Öteki’ni anlamak için kendi kültüründen kopabilmek gere­ kir, oysa genel olarak “ vahşiler” bunu yapabilecek beceride değildirler. Kültürel görelilik, vahşilerin erdemine saygınlık kazandırmayı hem emreder hem de yasaklar.22 Kültürel göreliliğin bütün yandaşları LeviStrauss’tan sonra, şu düşünceyi benimsediler: İnsanlığın global ilerle­ mesi yalnızca toplumsal yaşamın özel alanlarında ölçülebilir, global olarak ölçülemez; çünkü durgunluklar ve gerilemeler yaşanabilir. Belli bir kültür hakkında global bir yargıda bulunmayı ya da kültürleri bir­ birlerine göre sıralamayı reddettiler; çünkü, insan toplumlarınm bütü­ nünü değerlendirebilecek ortak bir ölçek yoktu. Dolayısıyla şu ya da bu inanç sisteminin, şu ya da bu toplumsal örgütlenme biçiminin kar­ şılıklı değerleriyle ilgili ahlaki ya da zihinsel yargıda bulunmayı da red­ detmiş oldular; “ ona göre ahlak ölçütleri, varsayım gereği, ilan edil­ dikleri özel topluma göre belirlenirler” (Levi-Strauss). “ Her toplumun kendi ahlaki ideali vardır ve kendi iyilerini ve kötülerini buna göre ayırt eder” (Michel Leiris). Mutlak görelilik yandaşlan, çoğu kez açıkça belirtmeden şu bil­ gi kuramına başvururlar; tıpkı ahlak ölçütleri gibi, anlamlandırma ve hakikat ölçütleri de, son çözümlemede kültür uzlaşımına bağlıdır. Batı’nın tek bir alandaki üstünlüğünü kabul ederler: Teknik ustalık. Onu da göreli hale getirirler. Bu üstünlük, insanlık tarihinin kısa bir anını kapsamaktadır, diğer uygarlıklar çok daha uzun süreler Batı’nm önün­ de gitmişlerdir, önde olmak her zaman için geçicidir. Zaten bilime ve tekniğe tanınan öncelik, kültürle görelidir ve evrensel -y a da bilişsel ya da ahlaki, bir boyutu kapsamaz. Onlar, akla öncelik vermenin, “ insa­ nın başlangıçtaki hayvansal varolma koşulundan yavaş yavaş uzakla­ 22 Bu argüm anı sunan R. Aron’dur, “ Le paradoxe du meme et de l’autre” , Pouillon-M arandada (yönetiminde), 1970, s. 9 4 3-952 . şarak gezegene yayıldığı, onun efendisi ve sahibi olduğu sürece bir an­ lam ”23 vermek demek olduğunu savunan düşünceyi reddedettiler. M o­ dernlik girişimini mahkûm etmenin ve geleneksel toplumları ona ter­ cih etmenin “ herkesin, insanda insanlığı oluşturduğuna inandığı yapı­ cı özellikleri uyandıran ve geliştiren oluşuma her tür değeri ve anlamı reddetmek”24 demek olduğunu savunan düşünceye karşı çıktılar. Bundan böyle, etkileri ölçülebilen bilimsel bilgi ve teknik usta­ lık söz konusu değildi; onlar, kültürlerin tek bir ölçek üstünde sıralan­ masını imkânsız gördüler. İşte bu yüzden, bir toplumun kazanımları diğerini yok etmeksizin onun modelleri içinde yer edinemezdi. Belli bir kültürü yaşayanlar Batılılardan, kendi kültürlerinin mantığıyla uyuş­ mayan teknik olanakları, inançları ve davranışları ödünç aldıkları gün o kültür çürümeye başlıyordu. Farklı kültürler kökten heterojendi, her biri mutlak olarak tekildi. Bu görüş, 60’lı ve 70 ’li yılların radikal antropologları tarafın­ dan abartılı biçimiyle geliştirildi. Bütün kültürlerin indirgenmez oldu­ ğunu kabul eden antropoloji projesi, mantık gereği sömürgeleştirme ve Avrupa’nın yayılmasına bağlı olarak etnosit iradesinin araçlarından birine dönüştü. Batı’nın, evrensel biçimde yayılan bir uygarlığın taşıyı­ cısı olması ve -e n azından yöneticilerinin ağzıyla- yerli halkların bu uygarlık karşısında duydukları özlemi ifade etmesi ölçüsünde ve kesin olarak ona karşı çıktılar. Ne var ki, Batı kültürüyle her tür değiş tokuş kaçınılmaz olarak, nesnel gücün durumu yüzünden geleneksel kültür­ lerin ölümü anlamına geliyordu. “Kültürleşme”ye yer yoktu, bireyler kendi geleneklerini ötekilerle olan alışverişe göre yeniden yorumlayamazlardı. Kültürler birbirini dölleyemezdi. Her tür melezleşme, zorun­ lu olarak Batılı olmayan toplumların ölümüne ve dünya uygarlığının tektipleşmesine yol açardı. Görünürdeki nesnelliğiyle kültürleşme kav­ ramı, şu nesnel hakikati inkâr ediyordu: Avrupalı fatihlerin “ uygarlı­ ğ ıy la “ karşılaşma ”nm yerli kültürler üstünde yarattığı şiddet. Beyaz­ 23 Aron, “Theories du developpement et philosophie evolutionniste”, 1965, Aron’da yeniden or­ taya konmuş, 19 88, s. 277. 24 Aron, 1988, s. 278. ların dünyasına katılmayı isteyenler, Kızılderililer bile olsa sonuç ay­ nıydı: “ Edepsizlerin ya da naiflerin kültürleşme olarak adlandırmakta tereddüt etmeyeceği iğrenç bozulma.”25 Bu tür karşılaşmalar, soykı­ rımla sonlanmasa da etnosite varacaktı. “ Kademeli kültürleşme”den ya da yerli toplulukların bir araya getirilmesinden dem vuran erdemli siyasetler, kötülüğün derinlerde yatan nedenine de gözlerini kapamış sayılırlar: Etnosit, yaşayan kültürlerin imhası. / Bizimki, dünyayı çal­ makla yetinmek istemiyor: Ona boyun eğdirmeyi kafasına koymuş. Katletmekten bitkin düştüğü zaman “ uygarlaştırma”ya karar veriyor. Tasfiyenin çağı geçti artık, asimilasyon başladı. Bozguna uğrayan “ vahşi” de -kendi iyiliği için - kendi kültüründen ve kendi ideolojisin­ den vazgeçmek zorunda kalıyor.”26 Levi-Strauss’un ırkçılıkla ilgili eleştirel çözümlemesi bu görüşe yabancı sayılmaz: Toplumlar, sıkça sıkı temaslar kurdukları için düş­ manlık duyguları doğuyordu. Bugün, en azından maddi olarak birleş­ me eğilimi gösteren insanlık, kaçınılmaz olarak hoşgörüsüzlüğe sürük­ leniyordu. 7 0 ’li yıllardan önce antropologlar, Avrupalıların dünyayı fethetme ve Avrupalı olmayan dünyayı tanıma projesi arasındaki iliş­ kiyi, “ sömürgecilik olgusu” ve “ etnografi”27 arasındaki yakın bağları sorgulamışlardı. Sömürgecilik girişiminin ve Rönesans’tan bu yana antropolojinin eşzamanlı geliştiğini görmemeleri mümkün değildi. Le­ vi-Strauss’un College de France’taki ilk dersinde belirttiği gibi, ikisi arasında “ ikianlamlı bir diyalog” vardı. Sömürge yönetiminin onların, yaptığı çalışmaları siyasal olarak kullandıklarından habersiz değildiler. Ancak, “ ikianlamlı” bu bağlara karşın, pek çoğu kendi deneyiminden yola çıkarak sömürge yönetiminin ve akılcı bilginin düzenini benimse­ meyi reddediyordu. Zaten, sömürge yönetimleri de onlara her zaman kuşkuyla yaklaşmışlardı. Radikal antropologlar da bu anlayış içinde yer aldılar. Onlara göre antropolojik bilgi projesinin kendisi, yerli kül­ türleri yok eden nesnel bir etken olabilirdi olsa olsa. Sömürgecilik du­ 25 Clastres, 1980, s. 32. 26 Jaulin, 1970, ark a kapak. 27 Leiris, “ L’ethnographe devant le colonialism e”, L e s T em ps m o d em e s'd e, 1950, s. 359. rumu etnoloji uygulamasını yasaklıyordu. Yerli bir grup hakkında edi­ nilen bir bilgi bile, onu tek başına parçalamaya yeterdi. “Tıpkı Beyaz sistem gibi, düşünce eylemleri de değişkendir.”28 O halde şu hakikati açıklamalıyız: “ Etnologlar, kültür cinayetinin doğrudan failleriyle nes­ nel suç ortaklığı içindedirler.”29 Batılıların önemli bir özgüllüğüne saldırdılar; Prometheus’tan aldıkları esinle doğaya egemen olma tutkusOna. Bunu bir özgürleşme projesinin kendini ifadesi olarak görmedikleri gibi, doğayı yok etme­ nin de bir aracı saydılar. Claude Levi-Strauss’un şu satırlarla onlara katıldığı hatırlanacaktır: İnsan, “ kendini doğanın efendisi ilan edip onu yağmalamak yerine doğada” kendisi için “ makul bir yer” bula­ caktır ve bilge hümanistler doğanın yok edilmesine karşı çıkarak “ya­ şamın bütün biçimlerine”30 saygı göstereceklerdir. Biçimsel evrensellerle ilgili araştırm a ile mutlak göreliliğin ah­ lakla ilgili bu açıklaması arasında herhangi bir uyuşmazlık yoktur. Gü­ nümüz antropologları sesbilim ve sözdizim kurallarında, renklerin al­ gılanmasında, akrabalık sistemlerinde kültürler ve diller ötesi evrensel­ ler bulunduğunu gösterdiler. Uzun yıllar antropoloji araştırmalarına kaynağı olan Levi-Strauss’un projesine uygun olarak genellikle şunla­ rı yapmaya çalıştılar: “ İnançlarda ve kurumlarda gözlemlenebilen çe­ şitlilikteki gizli düzen yasalarını keşfetmeye”; akrabalık kurallarıyla il­ gili olarak da “görünürde birbirine en karşıt kuralların, aslında insan grupları arasındaki kadın değiş tokuşunun çeşitli kiplerini açıkladığını göstermek; inançların ve âdetlerin görünürdeki çeşitliliğine rağmen, bu değişim, belirlenmesi mümkün uzun karşılıklılık çevrimlerine ya da çok kısa çevrimlere uygun olarak ister doğrudan ve karşılıklı bir tarz­ da ister sonradan belirlenen bir tarzda gerçekleşmiş olsun.” 31 Günü­ müzde ailenin evrensel bir kurum olduğu, işlerin cinsiyetlere göre bö28 Jaulin, 19 70, s. 409. 29 M onod, “ Oraison funebre pour une vieille dam e: lettre â queİques ethno-loques” , L es Tem ps m o d em es'd t, Haziran-Temmuz 1971, s. 2394. 30 Levi-Strauss, 1983, s. 35. Bu kitabın 11. Konu’suna bkz. 3 1 Levi-Strauss, 1983, s. 61-62. lüşümüne bütün toplumlarda rastlandığı kabul edildi. Kültürel buyrultusallık, Saussure’ün düşündüğünden daha önemsizdi. Ancak mutlak görelilikle çelişmiyordu. Bilişselle ilgilenenlerin evrenselleri, her kül­ türde farklı yorumlanabilir. M utlak görelilik yandaşlarına göre, insanlık durumunun birliği evrensel ahlak kurallarının varlığıyla birlikte düşünülemezdi, çünkü her ahlak, kaçınılmaz olarak özel bir topluma aitti; bu birlik yalnızca, tanım gereği herkeste ortak olan insanın dirimselci kavrayışıyla ve bi­ çimsel evrensellere yönelik arayışıyla düşünülebilirdi. Göreli Kültürel Görelilik Bütün antropologlar bu yaklaşımı benimsemedi. “ Büyük bir tartışm a” yaşandı. Selim Abou’nun haklı olarak belirttiği gibi, “ evrensel değer­ lerin varlığını inkâr eden, kültürlerin geçirimsiz olduğunu öne süren ve onların melezleşmesine üzülen” antropologların tersine, göreli kültü­ rel görelilik yandaşları, “ kültürlerin göreliliğinin de göreli olduğunu söyleyerek ne evrensel değerlerin varlığını ne kültürlerarası iletişim olanağını ne de kültürleşmenin avantajlarını dışladılar.”32 Bu tercihlerini bir bilgi kuramına dayandırarak anlam ve haki­ kat ölçütlerinin kültür bağlamına tümüyle bağımlı olmadığını söyledi­ ler. Kuşkuculuğa yönlendirilen klasik eleştiriye başvurdular. Mutlak görelilik kavramının kendisinde bile mantıksal bir çelişki vardı. “Tu­ tarlı bir görelilik yandaşı çok çabuk sessizliğe mahkûm olacaktır [...]. Görelilik yandaşı kaçınılmaz olarak kendiyle çelişir, çünkü kendi öğre­ tisini mutlak bir hakikat olarak sunmakla, açıklamakta olduğu şeyi sa ­ katlar.”33 Kendi öğretisini açıklayan görelilik yandaşı, söylediğinin bir hakikat olduğunu, yani belli bir hakikatin bulunduğunu söylemiş olur. Antropolog da, soruşturma yapmakla ötekileri anlamanın mümkün olduğunu kanıtlamış olur -elbette belli sınırlar içinde; ancak biz ken­ dimizi mükemmel olarak tanıyabiliyor muyuz? Antropolog, farklı kül­ türlere bağlı insanlar arasında kültür farklarının ötesinde, bir değiş to­ 32 33 Abou, 1993, s. 354. Todorov, 1989, s. 69 ve 427. kuş olanağının var olduğunu kabul etmezlik edemez; mutlak olmasa bile göreli bir bilgi olanağının var olmadığını kabul etmezlik edemez; aksi takdirde mesleğinin ne anlamı kalır? Antropoloji girişiminin aşıl­ maz bir paradoksu vardır: Kültürel görelilik dogmasına dayandığı için, çaresiz bütün kültürlerin yabancılar tarafından anlaşılabileceği ve çözümlenebileceği koyutunu benimser. Etnolog ise, bütün bilginler gi­ bi, bilgiyi cehalete tercih etmek gerektiğini, bilimsel bilgideki ilerleme­ nin tek başına insani bir ilerleme olduğunu öne sürerek evrensel bir de­ ğere yaslanır. Hem antropolog olup hem de hatanın hakikate tercih edilebileceğini düşünmek mümkün müdür? Ötekilere karşı duyulan hoşgörü, esas olarak hoşgörüsüzlükten üstün değil midir? Nitekim, antropologların uygulamalarından da anlaşılmıştır ki, değerlerin mutlak göreliliğiyle yetinmek imkânsızdır. Onlar da, incele­ dikleri toplumlar üstüne üstü açık ya da kapalı olumlu yargılar ifade ederler. Yüzyıllar boyunca ahlak ve düşünce alanlarında üstün olduk­ larını söyleyip duran, yabancı insanlara ve kültürlere kendi yasalarını zorla dayatan Avrupalılarm geçmişteki bu tutumunu ortaya koyan antropologlar, ilkellerin teknik ustalık dışında kalan bütün alanlarda “ uygar insanlar” ı geçtiğini kanıtlamaya çalıştılar. Ralph Linton’ın da­ ha önce yaptığı gibi, Levi-Strauss da “ otantik” yerli toplumlar ile Batı’nın “otantik olmayan” toplumunu karşı karşıya getirdi. Bütün in­ sanlığın, “temel ilkelerin temsilcisi olarak kalan Budist Uzakdoğu’dan esinlenmeyi sürdürmesi ve öğrenmesi dileği” ni3A hatırlatalım. Oluşan “ dünya uygarlığı”nın, “yaşama değer kazandıran estetik ve ruhsal değerler” in “ yıkıcı”sı35 olduğunu düşünüyordu. Pierre Clastres’a gelin­ ce; “ Hintlilerin sükûnetini, ketumluğunu, nefis hakimiyetini” överek bunun “ Batılı” varolma dramıyla çeliştiği” ni söyledi ve genel olarak Batı’yı şöyler niteledi: “ Bizim uygarlığımız: Çelişkiye dayanan bu “ nesne”; bitmeyen gürültüsü, dramları, değişimleri, fetihleriyle mah­ rem bir görüntü ve sabit bir tarih oluşturmaya çalışıyor.”36 Michel Le34 Levi-Strauss, 1983, s. 46. 35 Levi-Strauss, 1983, s. 47. 36 Clastres, 1970, s. 184. iris, kayalara yapılmış resimlerden söz ederken, onlar için “ henüz aşıl­ mamış bir güzellik” diyor ve bu estetik değerin, yalnızca üstünde ça­ lıştığı toplumun ürünü olmadığını söylemeye çalışıyordu. Radikal görelilik yandaşları, somut tarihsel koşulları, yani Batı modellerinin evrensel yayılmasını hesaba katmadılar. Belli bir dünya uygarlığının yayılmasından üzüntü duyulabilirdi, ancak böyle bir olgu ihmal edilemezdi. Çeşitli kültürlerin özdeğerleri ne olursa olsun, tümü­ nün günümüzde yaşanan bu temel olgu yüzünden sınandığını bilmek durumundaydık. “ En geleneksel olanından en modern olanına, bütün dünya kültürleri biçim sel bir bakış açısıyla insanın doğa, toplum ve aşkınlıkla kurduğu üçlü ilişkiyi dolaylı hale getirmek için aynı biçimde nitelenmektedir. Kültürlerin içeriklerinin eşitsizliği, hiç kuşkusuz çeşit­ li olumsal tarihsel etkenlere bağlıdır. Ancak, yaşadığımız çağda oldu­ ğu gibi genelleştirilmiş kültür temaslarının bulunduğu bir konjonktür­ de, bu eşitsizliğin yansımaları vahim sonuçlarla karşı karşıya kalm a­ dan bilmezden gelinemez, bastırılamaz.” 37 Selim Abou, Brezilya dene­ yiminden yola çıkarak ve Cizvit Cumhuriyeti tarihinde yaşanan “ kü­ çülme” deneyimini38 hatırlatarak, ilan edilen mutlak fark hakkının salt siyasal sonuçlarını açıklar. Radikal göreliliği övenler, bireyi yalnız­ ca toplumsal varlığı içinde ele alırlar; kendi kültürüyle arasına mesafe koyma, dolayısıyla onu eleştirme hakkı tanımazlar. Kendi kültürel ai­ diyetini görelileştirerek ve kendilerinin de yararlandığı ötekini tanıma projesini oluşturarak bireyi kendi toplumsal kaderinin bilincine var­ maktan men ederler. Böylelikle onu kesinkes kendi kültürüne kapan­ maya mahkûm ederler. Bu yaklaşım, yalnızca kendi kültürleriyle ta­ nımlanan “yerliler” ile kendi kültüründen kısmen kopabilen, onu eleş­ tirip anlayabilen, başkalarının kültürlerine de göreli olarak yaklaşabi­ len Batılı antropolog arasına, bilinçsiz olarak temel bir eşitsizlik koy­ mak değil midir? Farklı olma hakkına mutlak saygı duyulmasına dayanan siyaset somut yaşama uygulandığında, yerli toplumların kurtarılması çabasını 37 38 Abou, 1986, s. xvı. Bu kitabuı 1. Konu'suna bkz. engellemişti. Her ne kadar, Batılılar geçmişte çok sayıda yerli kültürü yok etmiş olsalar da şimdi durum tümüyle değişti. Günümüzde, tam tersine, modern Batı kültürünün kimi evrensel özelliklerini kendi kül­ türleriyle bütünleştirmelerine fırsat vererek onlara kademeli ve özellik­ le de kültürleşme ya da asimilasyon olanakları sunuyorlar; yaşamlarını sürdürmelerinin tek yolu da bu. Oysa, özel kültürleri muhafaza etme­ din yolu onları yalıtmak ya da onlara zorunlu, asimilasyoncu modern­ leşmeyi dayatmak değil; bu kültürlere bağlı olan insanlara, kendi kül­ türlerinin gelişimindeki iç mantığa uygun olarak modernliğin gerekleri­ ni yeniden yorumlama olanakları verilmelidir. Günümüzde, kültürleri muhafaza etmenin tek yolu, ilerleme olanaklarıyla birlikte asimilasyon siyasetidir. Aksi takdirde, farklı olma hakkına mutlak saygı adına, bu kültürler koruma alanlarına kapatılacak kısa ya da uzun vadede ölüme mahkûm edileceklerdir. Burada söz konusu olan, 19. yüzyılın naif ve iyimser evrimciliğini geri getirmek değil; çünkü bu bakış açısı, bütün in­ sanlığa tek, tersinmez ve ortak bir süreç olarak gösterildiğinden bir tür sahte evrenselcilik halini almıştır. Yapılmak istenen, sahte evrenselciliğe yöneltilen kesinleşmiş eleştirileri bütünleştirerek kültürlerin göreliliğine ve çeşitliliğine yer açan ve böylelikle, onların varlığını sürdürmelerinin koşulu olan hakiki evrenselciliği düşünmektir. Bizler, kültürlerin göreliliği düşüncesini kabul ederken günümü­ zün evrenselini nasıl formüle edeceğiz? 19. yüzyılın sahte evrenselciliğinin hatası, onu özel bir tarihsel gerçeklikle, Batı toplumuyla karıştır­ maktı. Dolayısıyla aynı hata, asimilasyon siyaseti ile asimilasyonculuğu birbirine karıştırmakla sonuçlandı. Hiçbir somut toplum evrenseli cisimleştirmez. Üstünde düşünülmesi gereken dünya, “ hiçbir kültürün ve hiçbir siyasetin, doğrudan evrenselliğe ulaşmakla övünemeyeceği”, an­ cak “ her şeyin evrenselle ilgili esinin ve özlemin izini taşıyacağı” bir dünya olmalıdır; “çünkü esin ve özlem olmadığında -2 0 . yüzyıldaki to­ taliter yönetimlerin ve savaşların da gösterdiği g ib i- hem kültür hem de siyaset en korkunç sapmalara maruz kalacaktır.”39 Evrensel, bir içerik değil, bir gönderim ve bir özlemdir. Aklın kendisi bile, olsa olsa düzen­ leyici bir düşüncedir. Evrensel ise aklın doğal ufku, kültürleri karşılaş­ tırmakta ve kültürlerarası ilişkilerde başı çeken düzenleyici bir ilkedir. İnsanın ayırt edici özelliği, özel bir topluma aidiyetiyle koşullanan tarih­ sel bireyin tanımı ile aşkın özne tanımı arasındaki gerilimdir. Evrensel değerleri tanımak, aşkın bir öznelliğe gönderimde bulunmayı gerektirir. Gerçekten de insanı tanımlayan şey, özel bir topluma bağlı olmakla bir­ likte kendi tarihsel varoluşuna bağlı belirlenimlerden kendini kurtarma kapasitesidir; Rousseau’nun ifadesiyle, aynı zamanda hem insan hem de yurttaş olma olanağıdır; ulusal zihin ile evrensellik idealini uzlaştırmak, eleştirel yurttaş olma olanağı verir. İnsan kendini, kendi özel toplumsal kaderiyle karıştırmaz; bu tarihsel belirlenimlerin sıradan ürünü olmama kapasitesiyle, felsefi anlamda doğa ve toplum karşısında en azından gö­ reli bir özerkliği elinde tutma yetisiyle, özgürlüğüyle tanımlar kendini. Bu çözümlemelerden yola çıkarak, kendi toplumumuzun değer­ leri adına değil ama, evrensel bir ilke adına bazı kültür özelliklerinin mahkûm edilmesini doğrulayabiliriz. Sözünü ettiğimiz şey, küçük kız­ ların sünnet edilmesi uygulamasını Nazilerin tıbbi deneyleriyle bir tu­ tarak mahkûm etmek değildir. Kız çocuklarının maruz bırakıldıkları acının belli bir toplumsal örgütlenmede onlara yer vermekle ilgili bir anlamı ve işlevi olduğu gayet kolay anlaşılabilecek bir olgudur. Bütün bunları anlamakla birlikte, kadını özel bir kültürün üyesi olma kade­ rine indirgeyerek onu yalnızca cinsel boyutuyla gören ve kendi özgür­ lüğünü yaşama hakkından mahrum bırakan uygulamaları mahkûm edebiliriz. Sihler, Londra sokaklarında ya da Kanada ordusunda tür­ banlarını özgürce taşıyabilirler; bu âdet, ne gerçek ne de simge anla­ mında onların insanlığını tartışmalı hale getirir. Buna karşılık, kızların sünnet edilmesini ya da derisi siyah insanların köle olmasını kabullen­ mek, belli bir insan kategorisini fiziksel özelliğiyle (cinsiyet, derinin pigmentasyonu) tanımlamayı kabul etmek ve biyolojik bir argüman adına insanın insanlığını tanımlayan özgürlük hakkını onlara yasakla­ maktır. Batı Avrupa’nın kültürel geleneği adına Siyahların köleliğini onaylamak ile mutlak görelilik aynı kapıya çıkmıyor mu? Mutlak görelilik yandaşlan, insanlar ve kültürler arasındaki ilişkilerin başını çeken evrensellik ufkunu bilmezler. İnsan haklarının evrenselliğine ilişkin felsefi ilke, “ iletişimin, insanlık bünyesinde her zaman için olanaklı olan [aşkın] bir önkabul olm asına” 40 ve başkası­ nın beninin, benim benime eşit bir gerçeklikle donatılmasına dayanır. “Ahlaki buyurmaların kaynağı olan soyut insanın, anlama arayışında­ ki her tür düşüncenin ufku olarak somut yaşamda kendini göstermesi için Öteki ile ilişki kurması gerekir; Öteki, benim bilincimde, benden farklı olmaktan vazgeçmeksizin ben olan başkasıdır.”41 İnsanlar özel bir topluluğa aidiyetleriyle bir tür evrensel insanlığa katılırlar. Bütün insanların evrenselliği, kendi aralarına doğrudan veriyle mesafe ya da kopuş koyma kapasiteleridir; kendi toplumlarına karşı eleştirel olma kapasiteleridir. Özgürlük ise, soyut ya da kozmopolit insanlık ütopya­ sında değil, insanların kendi sınırları ve sonluluklarıyla ilgili bilinçte kök salar. Her seferinde, “ farklı kültürlerin tekil deneylerindeki evren­ sel menzili araştırm ak”42 gerekir. Kültürlerin göreliliği bütün insanla­ rın insanlığında kendi anlamını bulur. Selim Abou’nun da öngördüğü gibi, siyasal düzlemde, -kültür­ ler arasındaki bütün alışverişler, belki gerçek ama aynı zamanda yanılsamalı bir gözle zararlı olarak kabul edilmediği sürece- kabulden baş­ ka bir siyaset olamaz; bu da, modern uygarlığın geleneksel kültürlere göre özgürce yeniden yorumlanmasını sağlar. Levi-Strauss’un da be­ lirttiği gibi, alışverişin olmadığı koşullarda belli bir kültürün ölüme mahkûm olacağı doğru olsa ve gerçekten dünya uygarlığı kendini aç­ sa bile -b u özlemi sürdürsek b ile- asimilasyondan başkasını -asim ilasyonculuktan ayırt etmek koşuluyla- nasıl salık verebiliriz -yine, onun­ la aynı özlemi paylaşarak? Günümüzde, evrenselcilik boyutunu ayakta tutmaya çalışan dü­ şünürler, bir bakıma Roma’nm yurttaşlık yaklaşımını ve Hıristiyanlı­ 40 Ferry ve Renaut, 1985, s. 179. Düzenleyici düşünce olarak insan haklarına geri dönmek, b aş­ 41 42 kalarının haklarına saygı gösterme temeline dayanan bu eleştirel evrenselciliğin inşa edilmesini sağlayacaktır. Abou, 1992, s. 139. Hassneı; 1992, s. 108. ğın evrensel boyutunu miras almışlardır. Ancak onlar, kültürlerin ve tarihsel deneyimlerin göreliliğiyle ilgili güçlü bilincin ötesinde, evrenin aşkın ufkunu muhafaza etmesi gereken modern evrenselciliği benimsi­ yorlar. Bizim kuşağımızın en büyük meydan okuyuşu, tarihsel insanın evrenselcilik boyutu taşıdığını düşünmesidir. Sosyolojik kapsam, ko­ lektif davranışların belirlenimciliği ile insanların özgürlüğünü, kültür­ lerin ve toplumsal durumların göreliliği ile insanlık durumunun evren­ sel boyutunu kaçınılmaz bir gerilim içinde bütünleştirerek kendini oluşturmalıdır. Aynı biçimde modern toplum da, insanların yaşam la­ rındaki özelliklere saygı gösterirken bilimsel aklın ve yurttaşlığın ev­ renselliğine onların da katılması için gereksinim duydukları olanakla­ rı onlara vermelidir: Tarihsel koşullar, insanlar arasında gözlemlenen farkların ayırdına varma imkânı verdikçe, modern toplum da para­ doksal bir evrenselciliğin temellerini atabilir: İnsanın tarihleşmesine yönelik evrenselcilik. Modern evrenselcilik, sosyoloji düşüncesinin katkıda bulunduğu tarihsel insanın evrenselciliği değil midir? ÜÇÜNCÜ KISIM Sömürge-Sonrası Toplumda Çeşitliliğin Yönetilmesi ünyanın, bir olgu ve bir değer olarak Ulus-Devletler halinde örgüt­ lenmesi, daha önce de belirttiğimiz gibi, tarihsel ortaklaşmalar arasındaki ilişkilere yeni bir anlam kazandırdı. Uluslararası düzenin ta­ nıdığı bütün siyasal bütünlükler, çeşitli tarihsel ortaklaşmalara, gönde­ rimde bulunan insanları bir araya getiriyorlardı. Oysa tarihsel ortaklaş­ malar pek çok devlet arasında parçalanmıştı. Etnilerarası ilişkilerin kendisi de siyasal bütünlükler ile tarihsel ortaklaşmalar arasındaki bu kaymalardan doğdu. Yeryüzünde beş bin ile altı bin arasında dil vardır ve bu sayı, yaklaşık olarak kültürlerin sayısına denk düşer. Asıl soru da hemen ortaya çıkar: Kökenleri ve kültürleri farklı olan, artık aynı din­ le olmasa bile aynı yurttaşlıkla, yani soyut bir kavramla birbirine bağlı olan insanlar ve gruplar, nasıl olup da bir arada yaşayacaklar? Demok­ ratik bir toplumda, yurttaşların biçimsel eşitliği ile bireylerin kendi ta­ rihsel ortaklaşmalarına meşru bağlılıklarının kabulü nasıl uzlaştırıla­ cak? Bunlar, etnilerarası ilişkiler sosyolojisinin temelini atan ifade edil­ memiş sorulardır. Modern toplumlar kendi aralarında giderek daha sı­ kı ilişkiler kurdukları ve nüfus hareketlilikleri durmaksızın arttığı için günümüzde bu soruların daha da yakıcı bir hal aldığını belirtmeliyiz. “ Etnik katmanlaşma ile diğer katmanlaşma biçimleri arasında­ ki en temel fark, hemen her zaman birincinin Ulus-Devlet sınırları içinde parçalanmaya yol açmasıdır. Kuramsal ve deneysel olarak yal­ nızca etnik gruplar, ayrı bir Ulus-Devlet yaratmaya yönelik bir hare­ kete yol verebilir. Yalnızca etnik gruplar, aynı katmanlaşma biçimle­ rini yeniden yaratmaksızın ulustan yola çıkarak özerk ve kalıcı bir toplum yaratma potansiyeli taşırlar. Siyasal ayrılıkçılık, etnik kat­ manlaşma sisteminde yer alan ve yaşları, cinsiyetleri ya da iktisadi katmanlaşma içindeki konumları gereği çözüm bulması imkânsız olan elverişsiz gruplar için çözüm sunar.” 1 Gerçekten de etnilerarası ilişkiler, siyasal sorunları doğrudan su yüzüne çıkarırlar. Bunun en iyi kanıtı bu olguyu adlandırmanın ülkeden ülkeye değişmesi ya da siya­ sal meşrulukla temas ettiği ölçüde tartışma konusu olmasıdır. 2 0 ’li yıllardan beri Birleşik Devletler’de ve ikinci Dünya Savaşı’nın biti­ minden beri Büyük Britanya’da ırk ilişkileri (race relations), etnilerarası ilişkiler (ethnic relations) ve etnisite (ethnicity) İncelenmektedir. Avustralya’da ise com m unity stu d ies üstünde duruluyor, yani toplu­ lukların varlığı kabul ediliyor. K anada federal yönetimi çokkültürcü­ lük siyasetini resmi olarak benimsiyor; ancak Quebec’te, Fransızca konuşan topluluğun varlığını kabul ettirmek için topluluklararası iliş­ kiler üstünde tartışmalar yapılıyor. Fransa’da göç, ırkçılık ve yurttaş­ lık konuları üstünde görüşülürken “ azınlıklar” , “ ırklar” ya da “ etni­ site” terimlerinden kaçınılmaya çalışılıyor. Birlikte yaşama sorununa, modern demokrasilerin ve sosyoloji­ nin getirdiği cevap önce asimilasyon oldu. Kamu ile özele getirilen ay­ rımın, farklılaşmacı tutum ile asimilasyoncu tutum arasındaki karşıtlı­ ğın aşılmasını sağlaması beklendi. Yurttaşlık ilkesi ise, kökenleri ne ka­ dar çeşitli olursa olsun, bütün yurttaşların siyasal bakımdan içerilmesini sağladığı ölçüde nüfus çeşitliliğini yönetebiliyor, diğer yandan da onların özel tarihsel, kültürel ya da dinsel sadakatlerini kendi özel alanlarında muhafaza etmelerine izin veriyordu. Asimilasyon siyaseti, ı S. Lieberson, “Stratification and Ethnic Group”, Soctologicaî Inquiry> sayı 40 , 2, 19 70, Richmond’da yeniden ele alındı (yönetiminde), 1972, s. 200. ulusal bir örgütlenmeyle bütünleşmiş topluluklara ait özelliklerin orta­ dan kaldırılmasını şart koşmuyordu; zaten bu mümkün, istenebilir ve gerekli bir şart değildi. Asimilasyon siyasetinin beklentisi bu özellikle­ rin özel alanda varlıklarını sürdürmeleri ve bireylerin kamu alanında­ ki davranışlarında ortak kurallara uymalarıydı. Özel alanda, farklılık­ lar özgürce ifade edilecek, kamu alanında ise yurttaşlıkla ilgili hukuk­ sal ve siyasal düzene asimile olunacaktı. Özel alanda, insanın kendi va­ roluşuna özgürce bir anlam vermesini sağlayan özel kimlikler ve gön­ derimler -özellikle de aşkmlıkla ilişkisi ve belli bir Kilise’ye katılım ıözgürce ortaya konacak, kamu alanında ise bireyin yurttaşlığıyla ilgi­ li birlik-eşitlik-evrensellik geçerli olacaktı. Asimilasyon siyasetinin te­ melini oluşturan bu yaklaşım çerçevesinde, ilk psikologlar da etnik ve ırksal gruplar arasındaki ilişkileri incelediler. Onlara göre asimilasyon, azınlık gruplarna bağlı olanların kolektif yaşama katılmasını sağlaya­ cak demokratik bir yöntemdi ve onları kendi köken kültürlerinden vazgeçmek zorunda bırakmıyordu. Bu yaklaşım, siyasal bakımdan belli bir etnik ilkeye göre örgüt­ lenmiş sömürge toplumu yaklaşımının karşıtıdır. Dünyanın Büyük Ke­ şiflerden sonra yaşadığı ve Avrupa’nın yayılmasının ürünü olan bu yaklaşım hukuksal ve siyasal statü, zenginlik ve iktidar bakımından eşit olmayan tarihsel ortaklaşmaları kapsıyordu. Uç ayrı tarihsel ortak­ laşma aynı siyasal birlik içinde bir araya gelmişti: Avrupalılar (birbirleriyle çatışma halindeydiler) bu sürecin galipleri oldukları için, anayurt­ ları uzakta olduğundan ve başka grupların “ karşı-iktidar”ı hemen hiç olmadığından, kendi düzenlerini ve iktidarlarını şu ötekilere denetim­ siz dayatabiliyorlardı: Yerliler, yani yerel halk ya da yerli halk (onlar da sömürgeleşme öncesi çatışm alarla bölünmüşlerdi ya da sömürgecilerin kasıtlı siyasetiyle parçalanmışlardı), nihayet ara gruplar, yani değersizleştirilen ve sömürülen (Afrika’dan Amerika kıtasına getirilen köleler) gönüllü (Hindistan ya da Çin diasporası) ya da gönülsüz göçmenler. Yurttaşlık ilkesinin yayılması, Avrupa’nın sömürgeci düzeninin meşruluğunu dinamitledi; iktidar ilişkilerinin değişmesi ve iktisadi iliş­ kilerin dünya çapında dönüşüme uğraması siyasal sömürgeciliğe son verdi. Ancak yine de, sömürgecilik sonrası toplumlar, yurttaşlık ilkesi­ ni bütün üyeleri için benimsedikten sonra bile, uzun süre sömürgeci geçmişlerinin izlerini taşıdılar. Lipset’in de belirttiği gibi, sömürgecili­ ğin sona erdiği sıralarda “ ilk yeni ulus” 2 Birleşik Devletler oldu; çün­ kü 1 7 8 7 ’de bir Avrupa ulusunun boyunduruğundan kurtulmayı başa­ ran ilk ideal ve tipik örnekti. Siyahların ve Kızılderililerin kaderi, hâlâ kendi kökenlerinin damgasını taşıyordu. Tipik olduğu kabul edilen ba­ zı etnilerarası ilişkiler (kölelik, ara azınlıklar), doğrudan doğruya sö­ mürgeci toplumdan miras kalmıştı. Etnilerarası ilişkiler sosyolojisi ilk önce Birleşik Devletler’in sö­ mürgecilik sonrası toplumunda gelişti. Çünkü, çeşitli toplulukların varlığı Avrupa ülkelerinde olduğundan çok daha belirgindi ve bu top­ lum göç ülkesinde görülen ulusçu ideolojinin tümüyle etkisi altındaydı. Bu konudaki sosyoloji üretiminin en büyük bölümü, yakın tarihe ka­ dar Amerikan toplumunun bütünleşmesine yönelik düşünceleri kapsı­ yordu; bu toplum WASP’lar tarafından kurulmuş, daha sonra da Gü­ ney ve Doğu Avrupa’dan, Asya’dan gelen göçmen dalgalarıyla karşı karşıya kalmıştı. Başka bir konu da, sömürgecilerin yerliler karşısında, geçmiş ve şimdiki zamanda takındıkları tutum ve Siyahların köleliğinin yarattığı etkilerin uzantılarıydı.3 Antropologların, sömürgeci toplum­ larda ve sömürge-sonrası diğer toplumlarda sürdürdükleri araştırma­ lar, hiçbir zaman Amerikan deneyimiyle ilgili düşüncelerden bağımsız kalmadı. Birleşik Devletler’deki ırk ve etni ilişkilerine toplumsal ilişki­ lerin temel bir biçimi gözüyle bakılıyordu. Bütün kurumlarda ırka da­ yalı bir düzen kurulmuştu. Bununla birlikte Amerikan sosyolojisinin göçmenlerin, yani Avrupalı sömürgecilerin bütünleşmesini öncelikle sorgulamış olması çarpıcıdır; ulusal projenin Avrupa’dan göçmüş ol­ mayanları ne ölçüde dışladığını ortaya koyar. Nitekim “Siyahlar soru­ nu” ve “Kızılderililer sorunu” uzunca süre özel incelemelerin konusu olmuştu. Radikal siyah sosyologların resmi sosyolojiye isyan etmesin­ 2 3 Lipset, 1963. Scherm erhom ’un yaptığı ayrıntılı bir araştırm aya göre, Birleşik Devletler’de etnilerarası ilişkiler alanında yapılan araştırmaların % 9 9 ’u 1 9 4 7 ’de ve % 89’u 1 9 6 4 ’te gerçekleştirildi. den bu yana siyah dünya, yalnızca “ Afrika araştırm aları”4 alanında uzmanlaşmış bölümlerde incelendi. Native Americans, “ genel” sosyo­ lojiden çok İtalyan-Amerikalı ya da Yahudi örnekleriyle birlikte anıldı. Michael Banton Avrupa’dan yeni gelen göçmenler ile Siyahlar arasındaki mantıksal bağa ilk dikkat çekenlerin, T he Polish Peasant’m (1918-1920) yazarları Thomas ve Znaniecki olduklarını belirtir; her ne kadar Siyahlar, kölelerin soyundan gelmiş olsalar da iki yüzyılı aşkın bir süreden beri Yeni Dünya’da yaşıyorlardı. “ Bugünkü kadar aşikâr olan bu “ mantıksal ilişki” nin kabul edilmesi, ırk ilişkileri sosyolojisinin oluşumunda temel evredir.”5 Gerçekten de, farklı “ırklar” dan bireyler arasındaki ilişkilerin, toplumsal ilişkilerin özel bir alanı haline gelmesi­ ni sağlayan şey ırkçı düşünceydi. Amerika’da, yüzyılın başından beri toplumsal aktörler tarafından farklı yöntemlerle düşünülüp ele alınmış iki sorunu, göçmenler ile Siyahların asimilasyonu sorununu aynı dü­ şünsel çerçeve içinde gören Chicago okuluna bağlı sosyologlar, somut ilişkilerden ayrı bilimsel bir hedef ortaya koydular ve 60’lı yıllara kadar asimilasyon konusunda Amerikan sosyolojisine esin kaynağı oldular. İki araştırma geleneği, yani sömürge toplumlarının antropolog­ ları ile Amerikan toplumundaki uzmanlar, 60 ve 70 ’li yıllarda, sömür­ geciliğin sona ermesiyle bağlantılı bir düşüncede buluştular: Antropo­ logların incelediği toplumlar ile modern toplumlar arasında temel bir fark yoktur. Böylelikle sosyologlar, genel olarak modern siyasal düzen­ le, asimilasyon siyasetiyle ilgili, kimi kez onu çürütmeye yaklaşan eleş­ tirel bir bakış açısına ulaştılar. Etnik de, olduğu haliyle değer kazandı. Aynı zamanda, etnik ya da etnisite, toplumun bölümlerinden biri, top­ lumsal eşitsizliklerin kaynaklarından biri olarak ele alındı. M arxçı dü­ şüncenin az çok etkisinde kalan Amerikalı araştırmacılar, sınıf aidiye­ tinin etkileri ile ırk ya da etnisitenin etkilerinin eklemlenişi üstünde tartıştılar. Somut toplumsal ilişkilerle karıştırılmayacak -B anto n’m ifadesiyle- yeni bir “ mantıksal ilişki” oluşturmaya çalıştılar. 4 5 Bkz. vu. Konu. Banton, 1977, s. 107. Amerikalı sosyologların kendi tarihsel deneyimlerinden yola çı­ karak çalıştıklarını unutmamak gerekir. M argaret M ead’in de altını çizdiği gibi nüfusun en belirgin özelliği, göçü yakın tarihte yaşamış ol­ masıydı: “ We are ali third generation.”6 Bugün bile, “Siyahların getto­ ya kapatılması, Amerikan toplumunun bütün kuramlarını etkileyen ırksal ikiciliğin ifadesidir.”7 Fransız sosyologlar ise, ister “ cumhuriyet­ çi bütünleşme”yi görelileştirmiş ister çürütmüş olsunlar, aynı deneyim­ den yola çıktılar. Birleşik Devletler’de, underclass gettolarla ilgili dene­ yimden yola çıkılarak yapılmış çözümlemelerin Avrupa’ya ithal edil­ mesi ve büyük kentlerin banliyölerindeki durumun yorumlanmasında bunların anahtar olarak kullanılması, bulgusal bakımdan eleştirilmesi gereken bir uygulamadır. Avrupa toplumları şunların etkisi altındadır: Avrupa ulusları arasındaki seküler çatışmaların tarihi, sömürgeleşme­ nin ve bağımsızlık savaşlarının anısı, siyasal ve kültürel birliği birbiri­ ne karıştıran ya da siyasal ifadeyle halkların kendi kaderlerini tayin hakkını öne süren Avrupa kökenli ulusçu hareketler geleneği. Bu ne­ denle kitabın dördüncü bölümünde, ulusal bütünleşme sorunlarıyla il­ gili İngiliz ve Fransız tarzı çözümlemelere yer verildi.8 Bir düşünce disiplininin kurumsallaşması, düşüncenin gelişimi­ ni kolaylaştırdığı kadar zorlaştırma riski de taşıyabilir. Bu alanda öy­ lesine müthiş bir literatür oluşmuş ki, tamamının eksiksiz ele alınması mümkün değil. Uzun yıllar boyunca Birleşik Devletler’de yapılan ince­ lemelerin miktarı, bunlar için sağlanan kredi ve araştırmacıların sayı­ sı oldukça etkileyici. Bilgilerin ve betimlemelerin payı da hâlâ büyük. Ancak, çalışmaların birbirlerini tamamladığı ve uzmanların ortak bir sözcük dağarcığından yararlandığı kesinlikle söylenemez. Araştırmala­ rın, kamusal alanda yapılan tartışmaların akışını değiştirmek için bu tartışmalara fazlaca bağımlı kaldıkları söylenmeli. Aynı nedenle, araş­ 6 M ead, 1942, s. 427. 7 Wacquant, “Banlieues françaises et ghetto noir americain; elements de comparaison sociologique”, W ieviorka’da (yönetiminde), 1993, s. 272. 8 Bu bilim dalının tarihi yazılırken, diğer Avrupa ülkelerinde, Avustralya’da, K anada’da, İsrail’de, Japonya’da sürdürülen araştırm alar da ele alınmalıdır. tırmaların yapıldığı tarihi belirtmeden onlarla ilgili bir bilanço sunmak da yasak: Sosyologlar toplumsal sorunları cevaplamaya çalışmışlar. Araştırmalar, kamusal alandaki tartışmalarla bağlantılı olduğu için üniversite öğretim üyeleri de, yaygın dağıtımı yapılmış ünlü kitaplar­ dan bile habersiz katılıyorlar; oysa daha az tanınan bazı meslektaşları çok daha iyi konumlara ulaşmışlar. Onların görüşleriyle kamusal alan­ da yapılan tartışma arasında karanlık bağlar var. Nihayet şunu da söylemeliyiz: Hiç bilinmeyen ya da belli bir di­ siplinin ilk felsefi ürünleriyle bağlantılı olduğu düşünülen, ancak sos­ yoloji düşüncesinin kurucuları arasında yer alan adlara gönderme ya­ pılmamış; sosyoloji düşüncesi de üniversite çerçevesinde kaldığı ölçü­ de bilimsellik kazanmakla övünmüş. Bütün bu araştırmaların, yalnız­ ca sosyoloji düşüncesinin ilk yazarları tarafından önerilen bu çözüm­ lemelere ne tür bir özel katkı sağladığı sorgulanabilir; bu düşünce ku­ rumlar tarafından kabul görmemiş olsa bile. BEŞİNCİ BÖLÜM Demokrasi ve Asimilasyon 1920-1960 1 920 ile 1935 arasında Chicago okulu olarak adlandırılan akımın ve etnilerarası ilişki sosyolojisi geleneğinin kurucusu olan sosyologlar, Amerikan demokrasisinin, şu iki olgu arasındaki çatışkıyı çözme imkâ­ nı tanıdığını düşünüyorlardı: İnsanların, kendi kökenlerindeki tarihsel ortaklaşmalara sadık kalma özgürlüğü ile yeni uluslarına tam anlamıy­ la katılma olanağı arasındaki çatışkı. Göçle çeşitlenen toplulukların, na­ sıl olup da bir ve birleşmiş bir toplum oluşturduklarını (asimilasyon sü­ reci) sorgulamakla, Amerikan toplumunun kendine sorduğu soruları ele almış oldular. Asimilasyon paradigmasının içinde kalarak bu süreçlerin ritimlerini, boyutlarını ve anlam'nı çözümlemeyi hedef aldılar. Çalışmalarıyla hem kent sosyolojisinin hem de etnilerarası ilişki sosyolojisinin temellerini atmış oldular: Araştırmaları, kentlerdeki etnik ve ırksal toplulukları konu alıyor ve şu düşüncelere dayanıyordu: Kent uzamına bakarak Amerikan toplumundaki göç dalgalarının giderek bir­ birine eklemlenişinin, anlaşılabileceği ve bu uzamdaki ilişkilerin “ insan­ lar arasındaki ilişkilerin koşulu ve simgesi” olduğu. Etnik ve ırksal toplu­ luklar arasındaki, birlikte yaşama ortamı ve çatışmalar nasıl yönetilecek­ ti? Özellikle de, 60’lı yıllara kadar “Siyahlar sorunu” olarak adlandırılan sorun nasıl çözülecekti? Sosyologlar, bu sorunlara bilimsel bir yaklaşım getirmek için gayret gösterdiler; hepsine çözüm getirmeyi umuyorlardı. Bir bakıma bu tür sorgulamalar, Amerikan toplumunun varolu­ şunu ve bütünleşmesini ilgilendirdiği ölçüde etnilerarası ilişki uzman­ larının da ötesinde pek çok Amerikalı sosyologun çalışmasına egemen oldu. Günümüzde de, etnik ve ırksal topluluklar arasındaki ilişkiler ve kentlerdeki toplumsal sorunlar, çoğu kez siyasal otoritelerin talebine karşılık vermek üzere soruşturma konusu olmayı sürdürüyor. KENTLERDE YAŞAYAN ETNİK VE IRKSAL TOPLULUKLAR 1915 ile 1935 yılları arasında, Chicago sosyologlarının, özellikle de Robert Ezra Park’ın ortaya attığı kavramlar, bütün hom o sociologicu sun temel kavramları halini alınca, Amerikan sosyolojisinin etnilerarası ilişkilerin incelenmesindeki yükü arttı. Park ve Burgess’in, 1 919’da Chicago’da yaşanan ırk ayaklanmalarından sonra 1920’de yayımla­ dıkları Introduction to the Science o f Sociology'de geçen kavramları saymak yeterlidir: Uyarlanma, kültürleşme, asimilasyon, topluluk, re­ kabet, çatışm a, temas, toplumsal mesafe, marjinal insan, uyrukluk, katılım, ırk çatışması, önyargı, fark bilinci, rol, statü, ırkayrımı, vb. Irkların eşitsizliği adına köleliği doğrulayan1 ilk sosyologlar Hughes ve Fitzhugh, 1906’da, karşılarında Sumner’ı buldular: “M o­ dern bilginler, ethosla ilgili olan şeyleri ırka atfetmekle hata ettiler” ; ya­ ni, insanlar ve insan ortaklaşmaları arasındaki ayrım, ırkla değil göre­ neklerle ilgiliydi. Bununla birlikte, sosyologların çoğu yüzyılın ilk yirmi yılında, toplumda egemen olan toplumsal yaklaşımların büyük ölçüde etkisi altındaydı ve ne ırkların varlığını ne de Beyaz ırkın asli üstünlüğü­ nü tartışıyorlardı.2 Michael Banton’ın da belirttiği gibi sosyoloji, 2 0 ’li ı 2 Bkz. u. Konu s.??. îlk sosyologlar (Fitzhugh, Hughes, Ellwood, Cooley) WASP’tı, Chicago okulu WASP’lar tarafın­ dan canlandırıldı; örneğin Parkj Thomas, Burgess, hatta Thrasher ve Anderson; Znaniecki Polonyalı’ydı. Wirth ve Herbert Blumer ender Yahudi araştırm acılar arasında yer aldılar. Topluluk araştırmalarının sorumluları sayılan W am er ve Lynd de WASP’tı. Siyah sosyologların rolü ise her zam an hem belirsiz kaldı hem de siyahlara yönelik araştırmayla sınırlıydı (bkz. vıu. Konu ve devamı.). yıllarda Park’ın bilmeden ya da söylemeden M ax Weber’in yaklaşımına ulaşıp hedefini belirlemesiyle gelişmeye başladı: Farklı ırklara ait birey­ ler arasındaki ilişkiler değil, farklı ırkların varlığının bilincinde olan ve toplumsal yaşamda bu bilinçle davranan bireyler arasındaki ilişkiler. Irk İlişkileri Çevrimi Bu konuyu tartışıp sosyolojik bakış açısı oluşturanlar, Chicago okulu­ nun kurucuları ve özellikle de William Isaac Thomas (1863-1947) ile Robert Ezra Park’tır (1864-1944). İlk aşam ada, William Thomas ile Floran Znaniecki’nin (18881956), yayımladıkları T he Polish Peasant3 adlı kurucu kitap yer alır. Bu iki yazarın yola çıkış noktası, Birleşik Devletler’de yaşayan grupla­ rın toplumsal kaderini anlamak için onların köken toplumunu bilme gereğiydi: Polonyalıların göç etmesini ve göçmenlerin Amerikan yaşa­ mına katılımını anlayabilmek için Polonya toplumunu incelemek gere­ kiyordu. Kitap, Birleşik Devletler’de ve Polonya’da yapılmış çok sayı­ da deneysel incelemeye dayanıyordu; bu kadar çok kişisel belgeden ilk kez yararlanılıyordu ve bunların bir bölümü göçmenlerin Polonya’da kalan ailelerine yazdıkları mektuplardı. Yazarların isteği üstüne genç bir göçmenin kaleme aldığı uzun yaşam öyküsü, türün önemli örnek­ lerinden biri sayılır hâlâ. Kitapta, Sumner ile Boas’ın ırk kavramına yönelik sistemli eleş­ tirilerinden yararlanıldı. Yazarlar, göçmenlerdeki -çoğunlukla kırıl­ gan— zihinsel durumun ait oldukları ırka değil, doğrudan doğruya, göçten sonra günlük yaşamlarını değiştiren toplumsal değişikliklere bağlı olduğunu kanıtladılar. Bu değişiklikleri çözümleyerek toplumsal kuralların grup üyeleri üstündeki etkisinin zayıflamasını ifade etmek için “ örgütsüzleşme” kavramını ortaya attılar; “yeniden örgütlenme” ibaresini de, önceki öğelerden yola çıkılarak oluşturulmuş yeni kural­ lar ve yeni kurumlar için kullandılar. Örgütsüzleşme, göçün bir ürünü değildi, tam tersine geleneksel Polonya köylü toplumu, aile ve toplu3 Thom as ve Znaniecki, 1918-1920. luk düzeyinde örgütsüzleştiği için göç etmişti. Göçmenler Amerika’ya geldikten hemen sonra, kendi köken toplumlarını yeniden oluşturma­ mışlardı; yeni eğitimden, kent uzamının köken uyrukluğuna göre ör­ gütlenmesinden, göçmenler arası dayanışmadan ve lehçeyi kullanan yerel basının uyguladığı etkiden yararlanarak yeni toplumsal yaşam biçimleriyle yeniden örgütlenmişlerdi. Köken kültürünün yeniden ör­ gütlenmiş biçimleri bulunduğu ölçüde, evsahibi toplumla asimile ol­ madılar. Böylelikle, Polonyalı-Amerikalı bir topluluk oluştu ve onun varlığı göçmenlerin -hem kaçınılmaz hem de istenen- asimilasyonunu kolaylaştırdı. Yazarlara göre göçmenler, gün gelecek ait oldukları özel topluluktan ayrılmak zorunda kalacaklardı. Zira, bir yandan topluluk yaşamına katılmayı sürdürüp kendi köken dillerini konuşurken diğer yandan da evsahibi toplumunun dilini, tarihini ve toplum ideallerini öğrenmeleri gerekecekti. Göçmenlerin kitleler halinde Amerikalılaştırılmasmın yolu etnik gruplara aidiyetten geçiyordu, çünkü bu gruplar yavaş yavaş değişiyorlar ve bireylerin evsahibi toplumun kolektif ya­ şamına evreler halinde uyum göstermesini kolaylaştırıyorlardı. Park, “ ırk ilişkilerinde, hep tekrarlanma eğilimi gösteren bir olaylar çevrimi olduğu” nu4 düşünüyordu. Bu ilişkilerde hep aynı evre­ ler yaşanıyordu. Çevrimin sonunda çatışm alar yavaş yavaş çözülecek ve asimilasyon sağlanacaktı. Bu evrelerin bütünü, “ ırk ilişkileri çevrimi” ni (race rilation cycle) oluşturuyordu: Önce temas kuruluyor, son­ ra gruplar arasında rekabet ilişkisi yaşanıyor, bu durum çatışmaya dö­ nüşüyor, daha sonra gruplar arasında uyarlanma ya da uyum sağlama evresi görülüyor, nihayet asimilasyon sağlanıyordu. “Asimilasyon, bir­ birinin içine geçme ve kaynaşma sürecidir; bu süreçte kişiler ve grup­ lar, başka kişilerin ve başka grupların anılarını, duygularını ve tutum­ larını öğrenirler; kendi deneyimlerini ve tarihlerini paylaştıkça ortak bir kültür yaşamında onlarla bütünleşirler. Asimilasyon, belli bir gele­ nekle ilgili böyle bir paylaşımı, ortak deneyimlerdeki bu mahrem katı­ lımı kapsadığı ölçüde tarihsel ve kültürel süreçlerin merkezi görüngü­ sü halini alır [...]. Taklit ve telkinle kurulan iletişim, grup üyelerinin tu­ tum ve duygularında yavaş yavaş bilinçdışı bir değişime yol açar. Bu yolla elde edilen birliğin tekanlamlı olması olağan ya da gerekli değil­ dir; daha çok deneyim ve yönelim birliği kurulur, bu da hedef ve ey­ lem topluluğunun gelişmesini sağlar.”5 Park, bu çevrimdeki çatışmaların ve rekabetin ortadan kalkma­ yacağını, ancak gruplar artık asimile oldukları için ortak bir kurallar ve değerler sisteminden yararlanarak kendi aralarındaki çatışmaları dü­ zenleyeceklerini düşünüyordu. Nitekim onun görüşüne göre asimilas­ yon, kolektif yaşamın farklı boyutlarına katılan ve aynı deneyimleri paylaşan bireylerin ortak kültür yaşamını yavaş yavaş hazırlayacakları bir süreçti. 70’li yıllarda yazılanların tersine bireylerden beklenen, geç­ miş yaşamlarının anılarını bilinçlerinden silmeleri değil, onları yeni de­ neyimleriyle bütünleştirmeleri ve yeni kültürlerin içinde onları yeniden düzenlemeleriydi. Park, ulusal birliğin, etnik ve kültürel homojenlik an­ lamına gelmesi ya da bunu dayatması düşüncesini kabul etmiyordu. Onun önerisi asimilasyoncu bir program değildi. Asimilasyon bireyle­ rin, bir yandan kendi özelliklerini muhafaza ederken diğer yandan or­ tak dili konuşmaları, Amerikan siyaset geleneklerine tümüyle katılma­ ları ve aynı teknikler ile aynı yaşam biçimlerini benimsemeleriydi. De­ mokrasilerde, siyaset insanları kamuoyuna karşı sorumluydular: Top­ lum üyelerinin de aynı kolektif anıları paylaşmaları ve aynı dili konuş­ maları her şeyden önemliydi. Yeni ülkenin dilini, kültürünü, tarihini ve demokratik değerlerini aktarmakla yükümlü olan okul da, yeni yurttaş­ lık bilincinin kafalara sokulmasında asli rolü oynuyordu. Çevrimin so­ nuna ulaşıldığında etnik boyut elenecek ya da en azından epeyce zayıf­ layacaktı. Süreç, “görünürde kademeli ve tersinmez”6 bir süreçti. Park, farklı ırklar konusunda aynı sorunu ortaya atıyor ve top­ lumsal yaşamda olduğu gibi Beyazlar, Siyahlar ve Asyalılar ayrımı ya­ pıyordu. Sözünü ettiği çevrim, Beyazların asimilasyonunu kapsıyordu. Siyahlar ile Asyalıların asimilasyonunda fiziksel özellik engeliyle karşı 5 6 Park, 1924, s. 735-737 . Park, 1950, s. 150. karşıya kalınıyordu. Japonlar ile Siyahların asimilasyon kapasitesi Avrupalılarınkiyle aynıydı, ancak fiziksel yapıları harekete geçmelerine engel oluyordu. Beyaz göçmenlerin çocukları gibi ayırt edilmeyecek ha­ le gelmeleri ve nüfusun tamamı içinde eriyip gitmeleri olanaksızdı. Bir Japon’un, Avrupalılarm kafasındaki “sarı tehlike” düşüncesini uyan­ dırmaması mümkün değildi. Gruplar arasında olagelen tokuşmalar ırk yüzünden billurlaşıyor ve bu olgu, bütün grupların bireyleri tarafından muhafaza edilen grup bilincinin zamanla silinmesine ket vuruyordu. Park’ın Avrupalılar karşısındaki iyimserliği 1937’de azaldı.7 Göçmenlerin asimilasyonunun, her zaman çevrimin tamamlanmasıyla son bulmadığını düşünmeye başladı; kast sisteminin oluşması (o sıra­ lar, Siyahların bir kast oluşturduğu “ kuram”ı egemendi) ya da Avru­ pa’daki Yahudiler gibi bir azınlığın ortaya çıkması da çevrime son noktayı koyabilirdi. Başka araştırmacılar da, önemli nüanslarla bu sürece katkıda bu­ lundular. Örneğin Stanley Lieberson iki siyasal durum arasındaki ayrı­ mı saptadı.8 Birinci siyasal duruma göçmenlerin kitlesel akını yol açmış­ tı; örgütlenme biçimleriyle yerli toplumların su yüzüne çıkmasını sağla­ mışlardı (sömürgeleşmenin ilk yüzyıllarında Avrupalılarm Kuzey Ame­ rika’ya, Güney Afrika’ya ve Avustralya’ya göçü). İkincisinin nedeni azınlık gruplarının göçüydü; 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılda Bir­ leşik Devletler’e göç edenler gibi, çoktan oluşmuş bir topluma uyum sağlamak zorunda kalmışlardı. Dolayısıyla çevrimin biçimleri ve sonuç­ ları da farklı olmuştu. Birinci durumda, göçmenler siyasal kurumlan de­ netim altına almışlardı ve çatışmalar, yeni siyasal düzenin yerlilere da­ yatılmasından doğmuştu. Yerlilerin toplumsal örgütlenmeleri bozul­ muştu; yerliler yeni kurumlara pek az katıldıkları için, çoğu kez işçi it­ hal etmek zorunda kalınmıştı (siyah köleler de, Amerika’daki plantas­ yonlarda çalıştırılmak üzere getirilmişlerdi). İkinci durumda ise, yeni ge­ lenler daha aşağı kabul ediliyorlardı, onların asimile olup olmayacakla­ 7 Bkz. Romanzo Adam s’a yazdığı önsöz, Interracial M arriage in H aw ai, M ac M illan, 1937, Co* ulon tarafından aktarılmış, 1992, s. 47. 8 Lieberson, 1961. rı üstünde tartışılıyordu, şiddet bu kez yerleşik nüfustan gelip göçmen­ lere yöneliyordu. Bununla birlikte, yerlilerin egemenliğini sürdürmek için göç kesintiye uğratıldığında ya da en azından denetim altına alındı­ ğında şiddet azalıyordu. Göçmenler de, ilk örnekteki yerlilerden çok da­ ha hızlı asimile oluyorlardı. Lieberson’a göre bu örnekler, çevrim kura­ mı için, grupların teması sırasında yaşanan siyasal koşulların önemli ol­ duğunu gösteriyorlardı. Gönüllü göçmenlerin oluşturduğu etnik grup­ lar ile yerlilerin oluşturduğu ulusal azınlıklar arasındaki ayrım, daha ya­ kın tarihte pek çok yazar tarafından yeniden ele alındı ve geliştirildi.9 Park ve arkadaşlarının başlattığı çalışmalar ise iki temel yönde ilerledi: Kent sosyolojisi ve ayrımcılığın ayrıcalıklı bir göstergesi olarak uzamda ırkayrımı; göçmenlerin bütünleşmesi ve Amerikan ulusunun oluşumu. IRK AYRIMI VE AYRIMCILIK 2 0 -3 0 ’lu yıllarda Chicago’da yapılan çalışmalar, kent uzamının, göç­ menlerin asimilasyonu ve toplumsal hareketliliğinde hem gösterge hem de araç olduğu düşüncesine dayanıyordu. Kentte yaşayan nüfu­ sun dağılımına, gruplaşmasına ve yer değiştirmesine bakılarak top­ lumsal yapı anlaşılabilirdi. Park’a göre, ekolojik örgütlenme toplum­ sal ve kültürel örgütlenmenin bir “yansıma” sıydı. Her yeni göçmen dalgası, önce merkeze yakın yoksul semtlere yerleşiyordu; göçmenlerin iktisadi durumu düzeldikçe ve aynı zamanda Amerikan toplumunun değerlerini paylaşmaları kolaylaştıkça merkezden giderek daha uzak bölgelere kayıyorlardı. Yani, farklı göç dalgalarının uzamsal mesafede­ ki göstergeleri, aynı zamanda toplumsal hareketliliklerindeki ve asimi­ lasyonlarındaki göstergelerdi. Burgess’in (1886-1966) 1925’te hazırladığı Chicago haritası bu dinamiği açıklıyordu (bkz. Şekil 1). I. Kuşak, merkezi temsil ediyordu; kentin en hareketli bölümü, siyasal ve iktisadi kamu kurumlan, büro­ lar, büyük mağazalar, lüks oteller burada yer alıyordu; onun çevresin­ de demiryolu yer aldığı için loop olarak adlandırılan bir bölge vardı; ikinci derecede iş ortamları sunan başka semtlerde, birkaç ek loop oluşmuştu. II. kuşakta ya da “geçiş kuşağı” nda en yoksul ve Ameri­ kan görenekleriyle değerlerinden en uzak en yeni göçmenler oturuyor­ du: Gettonun Yahudileri, Little Sicily’nin İtalyanları, Chinatown’un Çinlileri, Siyahlar. Burgess bu kuşak için “ bozuk” nitelemesini kulla­ nıyordu, çünkü her tür marjinal burada oturuyordu (underw orld room ers): Henüz gemiden inmiş göçmenlerin dışında, evsiz serseriler de buradaydı; Burgess onlara hobohem ia diyor (Nels Anderson’ın kitabı­ na adadığı ve “serseri” anlamına gelen hobo'dan esinlenerek10). “ Quartier Latin” de toplanan entelektüeller ve sanatçılar da bu kesimde ya­ şıyordu. F. Thrasher’ın incelediği11 çeşitli çetelerin etkinlik alanı bura­ lardı; çoğu, ikinci kuşak adı verilen sabıkalı gençler gibi. III. kuşakta, toplumsal düzeyi daha yüksek insanlar oturuyordu (seco n d generation settlem ent); Amerikan toplumuna iyice yerleşmiş Avrupalı işçiler ya da işadamı olmuş ikinci kuşak Yahudiler Deutschland adı verilen bu semtte bulunuyorlardı. Nihayet, hakiki asimilasyon ve başarıya ulaş­ mış toplumsal hareketlilik IV. kuşaktaki ya da konut kuşağındaki yer­ leşimde kendini gösteriyordu; konut oteller (residential hotels), parlak ve iyi aydınlatılmış (bright light a rea s) büyük binalar (apartm ent bou sses), ikincil derecede looplardı. Bu kuşağın güneyinde hakiki kent, yani üniversite vardı. Haritada dikkatimizi çeken başka bir nokta da, yüzyılın başından itibaren kitleler halinde Güney’den gelmiş Siyahla­ rın oturduğu semtler (black belt). Kuzeyden güneye yönelen, üniversi­ teyi çevreleyen, farklı kuşakların içinden geçen siyah semtler, diğer bü­ tün grupların ikamet bölgelerinin dışında kalıyordu. Siyahların kent uzamını işgal etme biçimleri, Amerikan toplumunda yaşadıkları kade­ rin ne kadar tekil olduğunu gösteriyordu. Bu olgu, Burgess’in verilerinde çok daha ince yorumlarla da doğrulanıyor. Avrupa kökenli grupların yaşadığı bu içbölgelerden hiç­ 10 Anderson, 1923. ıı Thrasher, 1927. birinde, belli bir grup çoğunluğu oluşturmuyordu; istisnai olarak Po­ lonya bölgesinde oturanların % 54 ’ü Polonyalılardan oluşuyordu. Öte yandan bu Avrupa mahalleleri, belli bir grubun çoğunluğunu da bir araya getirmiyorlardı: Örneğin, Chicago’daki İtalyan-Amerikalıların % 5 0 ’si İtalyan “getto”sunda oturuyordu. Geçmişte ve bugün bu ku­ ralın dışına çıkanlar yalnızca siyah gettolardır. “ Getto” Louis Wirth (1897-1952) bu çözümlemeleri Yahudi göçmenlere uygu­ layarak onların durumunu genel görüngünün tipik bir örneği olarak ele aldı.12 Burgess’in II. kuşağında yer alan gettonun varlığı ve ayırt edici özellikleri, Park’ın ortaya koyduğu çevrimdeki uyarlama evresi­ ne örnektir. Yani geçiş görüngüsüdür. Her ne kadar Wirth, araştırma­ nın konusu için başlangıçta çağdaş Chicago’da bulunan çeşitli Yahudi mahallelerini düşünmüş olsa da, daha sonraları geçmişe uzandı ve Av­ rupa ülkelerinin tarihsel gettosu ile genel olarak Yahudilerin kaderi de çalışmalarının kapsamına girdi. Gerçekten de, bu geçmişi bilmeden Chicago’daki gettonun oluşumunu anlamak imkânsızdı. “ Coğrafi bir alanı incelemek üzere yola çıktığım halde, zamanla ve tamamen irade­ min dışında, bir kurumun doğal tarihini ve bir halkın psikolojisini in­ celemek durumunda kaldım.” 13 Ortaçağ Yahudileri, ilk başlarda kendi istekleriyle özel mahalle­ lerde toplanıyorlardı: Böylelikle kendi güvenliklerini sağlayabiliyor, kendi dinlerinin buyruklarını ve yaşam tarzlarının gereklerini yerine getirebiliyor, grubun bütünlüğünü muhafaza edebiliyorlardı. Bu biçim­ de gruplaşmak, gruplara ve loncalara bölünmüş Ortaçağ toplumunun yapılanmasında doğallıkla yerini alıyordu. Ancak, 16. yüzyıla gelindi­ ğinde Yahudiler, kapıları her gece kapanan gettoda yaşam ak zorunda bırakıldılar. Yahudiler ile Yahudi olmayanlar arasındaki alışverişi tica­ retle sınırlayan bu zorunlu ve aşağılayıcı tecrit, özel insan tiplerinin or­ 12 13 Wirth, 1928, 1988 çevirisi. Wirth, 1928, 1988 çevirisi, s. 21. taya çıkmasına yol açtı: Rabi, şam m aş ya da kayyum , parnas ya da ku­ rul üyesi, m oel ya da sünnetçi, sadhan ya da evlendirici. Tecritin yarat­ tığı en önemli sonuçlardan biri, Yahudi ırkı denilen grubun fiziksel ve ayırt edici özelliklerinin bozulmasıydı: Fiziksel zafiyet, akıl hastalıkla­ rı oranının artması, zihinsel niteliklere üstünlük atfedilmesi. Gerçekten de getto, burada yaşayan bireyleri etkiledi ve Yahudi ırkı efsanesinin kaynağını oluşturdu. Chicago gettosu, bu uzun tarihin son evresi olarak görülmeli­ dir. Yeni göçmenler buraya gelir gelmez, sinagogun çevresinde kendi geleneksel yaşam tarzlarını yeniden yarattılar ve günlük uygulamalar ile bayramlar daha da önem kazandı. Oluşturdukları toplumsal çev­ re, köken topluluğundaki kadar kuvvetli bütünleşmişti. Göçten önce olduğu gibi getto, dar bir alan üstünde yoksul ve kalabalık grupları bir araya getiriyordu; kendi üyelerini maddi ve manevi bakımdan ko­ rumak için yoğun bir toplumsal örgütlenme oluşturuyordu. İlerlemiş yaşlarda gelen göçmenler Amerikan toplumunu hiç tanım adan ömür­ lerini burada tamamladılar. Bu yaşam biçimi, uyarlanmanın da bir biçimiydi: Gettonun varlığı, Yahudi göçmenlerin diğer gruplarla olan mesafesini muhafaza etme ve aynı zam anda onlarla ilişki kurma iste­ ğini yansıtıyordu. Ne var ki çocukları buradaki yaşamı fazla dar ve zayıf buluyorlardı: Devlet okullarına gidiyor, genel öğrenime katılı­ yor, geniş Amerikan toplumu içinde nasıl davranacaklarını öğreni­ yorlardı. Babaları gibi işportacılık ya da zerzevatçılık yaparak iş adam lığına yönelmek istemediler. Gettoyu ve ortodoks sinagogu terk ederek Deutschland’a (III. kuşak) yerleştiler; gettodakinden daha az talepkâr ve tekil, Amerikan yaşamına katılmanın gerekleriyle daha uyumlu ve m uhafazakâr harekete bağlı bir sinagog kurdular. Getto­ da onlardan boşalan yeri daha sonra gelen başka Yahudiler, ardından İtalyanlar, Polonyalılar, Litvanyalılar, Yunanlılar, Türkler, nihayet Si­ yahlar aldı. Bu sıralam a bütün Amerikan kentlerinde görüldü. Bu ku­ şağın Yahudileri ya da çocukları, refaha ulaştıktan sonra konutların yer aldığı kuşağa (IV. kuşak) yerleştiler. Reform hareketinin etkisin­ de kalarak oluşturdukları sinagoglarda, Protestan tapınaklarında ol­ duğu gibi görkemli ve soğuk bir hava vardı; yani, gettodaki ortodoks sinagoglarda görülen yoksul, hareketli ve sıcak ortamın tam tersi (in­ san sıcaklığına susayan bazı Yahudiler, gettoya döndü). Wirth şu so­ nuca ulaşır: Bir Yahudinin nerede oturduğunu bilmek, onun hangi Yahudi olduğunu bilmektir (birinci, ikinci ya da üçüncü göçmen ku­ şağı; yoksul ya da zengin; ortodoks, m uhafazakâr ya da reformcu ha­ rekete bağlı). Sosyologların araştırmaları asimilasyon süreçlerinin yönünü, ritmini ve biçimlerini incelemeyi hedefliyordu. M arjinaller ve Yabancılar Uyarlanma evresinden asimilasyon evresine geçişte, ne göçmenler ne de çocukları gerginliklerden ve dramlardan uzak kalabildiler. Onların ve özellikle çocuklarının oluşturduğu “ ikinci kuşak”, yeni bir insan ti­ pi yarattı: “ İki kültür arasında kalmış” “ marjinal insan” ya da “ bö­ lünmüş ruh” . Park’a ve daha sonraları Stonequist’e 14 göre Yahudi, Simmel’in çözümlemesinde de olduğu gibi yabancı tipinin cisimleşmiş haliydi. Ancak bu marjinal insan, onlara göre, dayatılmış bir kaderin sefil ve edilgen kurbanı değildi. Kent uygarlığın ve modernliğin orta­ mı, iletişimin ve alışverişin mekânı; marjinal insan modern insanın en üstün haliydi, özgürdü, her tür önyargıdan ve uzlaşmadan kurtulmuş­ tu, kentsel karışımın oluşmasına ve uygarlığın ilerlemesine katkıda bu­ lunuyordu. Marjinallik özgürleşmenin işaretiydi. Çoğunlukla aracı ve tüccar rolü oynayan yabancı ise, hem yakın hem de uzak oluşuyla mo­ dern toplumun belirginleşmesine öncülük ediyordu. Melez ya da kır­ ma insan soysuz bir varlık değildi; kültürlerin ilişkisinden ve alışveri­ şinden doğduğu için, tam tersine bu kültürlerin zenginleşmesini sağla­ yan insandı. Bütün bunlar, Simmel’in temasım hatırlatıyordu. “ Özgür­ leşmiş Yahudi tipik marjinal insandı, tarihsel bakımdan da ilk kozmo­ polit insan ve ilk dünya vatandaşıydı ve hâlâ öyledir [...]. Marjinal in­ san, her zaman için, diğerlerine göre daha uygarlaşmıştır [...]. Yahudi ve özellikle de gettonun taşralılığından kurtulmuş Yahudi, her yerde ve her zaman insanların er uygarı olmuştur.” 15 Stonequist, iki kültür arasında parçalanan insanlarla ilgili bu çözümlemeyi yalnızca Yahudilere, melezlere ve göçmenlere değil onla­ rın çocuklarına, yani “ ikinci kuşaklar”a da uyguladı; onlar da, -yerleşim toplumuyla ve onun kurumlarıyla- özdeşleşme iradesi ile ebeveyn­ lerinin kültürlerine karşı duydukları duygusal sadakat arasında bölün­ müşlerdi. Kişiliklerinin oluşumuna, hem ailelerindeki toplumsallaşma süreci katkıda bulunuyordu hem de okuldaki eğitim süreci. Ebeveyn­ lerinin geleneksel kültürünün göç toplumunun normlarına ve değerle­ rine yabancı kaldığını düşündüklerinde, göçmen ebeveynlerinden kop­ malarına yol açabilecek bir iç çatışma deneyimi yaşıyorlardı. Ölçümler İnsanların kent uzamında eşitsiz dağılımının incelenmesi, Amerikan sosyolojisinde en çok kullanılan kavramlardan birinin, ırkayrımı kav­ ramının oluşmasına yol açtı; üstü kapalı olarak bağlı olduğu olguyu çürütmeye yönelen bu kavram, hem fiziksel ayrımı hem de toplumsal mesafelendirmeyi ifade ediyordu. Ölçümle ilgili bilimsel yanılsamaya kapılmadan nesnel kavramlar kullanmanın zorluğunu gösteriyordu. 20. yüzyılın başlarındaki kitlesel göçlere kadar, Beyazlar ile Si­ yahlar Kuzey’deki büyük metropollerde aynı mahallelerde birlikte ya­ şıyorlardı. Açık tenli melezlerden, siyah seçkinlerden oluşan bir grup, iki grubun yavaş yavaş bütünleşmesinin koşullarını oluşturuyordu. 19. yüzyılda Detroit’teki siyah hekimlerin ve dişçilerin hastalarının çoğu Beyazdı. Güney’de, Beyazlar kentin büyük caddelerinde ikamet ediyor, siyah hizmetkârlar da komşu sokaklarda yaşıyorlardı: Terimin daha sonra kazandığı anlam da, uzamsal bir ırkayrımı yoktu. Yüzyı­ lın başında Güney’den gelen ve kent yaşamı kültürünü pek az bilen Siyahların kitleler halinde göçü, Kuzey’deki bütünleşme sürecine dar­ be vurdu. Stanley Lieberson’ın çalışmalarında da görüldüğü gibi, ır- kayrımı, 2 0 ’li yıllarda aniden hız kazandı.16 Chicago’da yalnızca Si­ yahlar için inşa edilen mahallelerin hızla genişlemesi, özel bir görün­ gü yaşandığı duygusunu yarattı; sosyologların incelediği göç dalgala­ rı, genel kurallarda öngörüldüğü gibi eklemlenmiyordu. Kent uza­ mında göçmenlerin asimilasyonu ile toplumsal hareketliliğinin para­ lel süreçler olduğu düşüncesi, Siyahlan kapsamıyordu. Bu yönde her­ hangi bir mevzuat olmadığı halde, tıpkı geçmişin Avrupalı Yahudileri gibi artık hiç kaçamayacakları bir getto oluşturuyor gibiydiler. İşte bu gözlemlerden yola çıkılarak, ırkayrımı kavramı ve ırkayrımım ölç­ meye yönelik araçlar geliştirildi. Bu konuyla ilgili temel ölçüm benzemezlik göstergesidir. Hakka­ niyetin tanımı, bir grubun her mahallede ya da başka herhangi bir uzam biriminde o grubun genel istatistik gösterimiyle oranlı dağılımı göstermesidir. Eğer Siyahlar Chicago nüfusunun % 10’unu oluşturu­ yorlarsa, hakkaniyet gereği her mahallede ya da her yerleşim bloğunda da nüfusun % 10’unu oluşturmaları gerekir. Bu durumda benzemezlik göstergesi O’dır. Benzemezlik göstergesi, hakkaniyetin sağlanması için konut değiştirmesi gereken insan sayısını gösterir. Siyahların benzemez­ lik göstergesi 30 ise, hakkaniyet normuna uymak için Siyahların % 30 ’unun taşınması gerekir. Tümüyle kuramsal bir norm söz konusu ol­ duğundan, gösterge 3 0 ’un altında ya da 30’a eşitse ırkayrımının zayıf olduğu, 31 ile 60 arasındaysa ırkayrımının orta derecede olduğu, 61’e eşit ya da 6 1 ’in üstündeyse ırkayrımının kuvvetli olduğu kabul edilir. Tıpkı Kuzey’in bütün büyük metropollerinde yapıldığı gibi, Chicago’da da siyah gettoların oluşum evrimleriyle ilgili bir ölçüm yapıldı. Irkayrımı göstergesi 1 860’ta 5 0 ’yken, 1910’da 66,8’e ve 1940’da 86,3’e ulaş­ tı. Aynı hesaplama yerleşim bloklarına göre yapıldığında, 1960’ta 92,6 ve 1970’te 88,88 sonuçları elde edildi. Ölçümü tamamlamak için, belli bir mahallede belli bir nüfusun yüzdesini gösteren yalıtım göstergesi kullanılıyordu. Eğer bütün Siyahlar aynı mahallede oturuyorlarsa yalı­ tım göstergesi de 100 olacaktır, yani Siyahların siyah olmayanlarla kar­ şılaşma şansı yoktur. Gösterge 50 ’nin altındaysa, komşuları Siyahlar­ dan çok Beyazlar olacaktır. Chicago’daki Siyahların yalıtım göstergesi 1930’da 70,4’ken, 1970’te 89,2’ye 1980’de 89,9’a ulaştı (aynı gösterge en yoksullar için 91, en zenginler için 86’ydı).17 Irkayrımı göstergesi, iki grup arasındaki uzamsal mesafeyi de ölçmeye yarar. Bu durumda, iki grubun belli bir uzamda rastlantısal dağılımını sağlamak için, taşınması gereken nüfusun oranı ortaya çı­ kar. Örneğin, 1 973’te bu gösterge, İsveç ve Norveç kökenli Amerika­ lılar arasında 45,8, İrlandalılar ve İtalyanlar arasında 48, Norveçliler ve Ruslar arasında 72,9, Ruslar ve Siyahlar arasında 81 ’di. Norveçli­ ler ile Ruslar (muhtemelen Yahudi) arasındaki ırkayrımı göstergesi, Ruslar ile Siyahlar arasındaki göstergenin hemen altındaydı. Irkayrımı göstergeleri, toplumsal mesafe ölçeklerinin kullanılmasıyla elde edilen sonuçları tamamlıyordu.18 Ölçümler ve Sosyolojik Anlamlan Bu göstergelerin istatistik ve nesnel özellikler taşıması, onların kullanıl­ masını gerektiren sosyolojik sorunların gözden kaçırılmasına yol açm a­ malı; bu göstergelerle ilgili mekanik yorumlara kapılmamalıyız. İstatis­ tik hakkaniyet bir soyutlamadır: Bunu unutursak her yerde, -y ani hiç­ bir yerde- ırkayrımı görmeye başlarız ve özden uzaklaşırız. Kent uza­ mındaki insanların ve etkinliklerin eşitsiz dağılımına ilişkin betimleme, istatistik dilinde ifade edilmiş de olsa farklı anlamlar taşıyabilir: Önem­ li olan, toplumsal süreçleri ve bunlar sonucunda kentte gözlemlenen konfigürasyonları anlamaktır; hem bireysel kararlar hem de yığınlaşma etkileri, benzerini arama ve Öteki’ni uzaklaştırma iradesi -kesin olarak ölçülemeyecek oranlarda- toplumsal süreçlere katılır. 20 ve 30 ’lu yıllar­ da Little Italy’deki İtalyan kökenli nüfusun yoğunluğu, sıkı topluluk ilişkilerinin göçmenlerin asimilasyonunu kolaylaştırdığı biçiminde de yorumlanabilir. Irkayrımı gönüllü olabilir ve gruplar arasındaki çatış­ 17 18 Bu rakam lar M assey ve Denton’dan alınmıştır, 1993, 1995 çevirisi, s. 115 ve s. 31 9 ve devamı. Bkz. ııı. Konu, s. 138. maları düzene sokmanın tasarruflu bir yolu sayılabilir. Başka durumlar­ da ise, anlamı farklılaşabilir. Beyaz nüfusun Siyahları uzaklaştırmak için benimsediği kaba siyasetleri çözümlemeden siyah gettonun nasıl oluştu­ ğu anlaşılamaz. Kenneth B. Clark’ın ortaya koyduğu “ dışlama, reddet­ me hiçbir zaman gönüllü değildir” 19 ibaresi doğru da olsa, Franklin Fra­ zier gibi bazı sosyologlar da bu konuda çiftanlamlı bir tutum benimse­ mediler. Frazier, ırkayrımının yarattığı şu sonuçlar karşısında hassastı: Siyahların taleplerini yoğunlaştırmasını sağlıyor, kendi girişimlerini des­ teklemelerini ve kendi gruplarından çıkan siyasetçileri seçmelerini ko­ laylaştırıyordu. Siyah nüfusu kente dağıtmak ırkayrımını zayıflatabilir­ di. Son olarak; bu göstergelerin sonuçlarını fazlaca genelleştirmemek gerekiyordu: Uzamsal yakınlığın kendisi toplumsal ve ırksal kategoriler arasındaki alışverişi sağlamaya yetmediği gibi, toplumsal bakımdan he­ terojen gruplar arasındaki karşıtlıkları ve çatışmaları da körükleyebilir­ di. Uzamdaki yakınlık, mekanik bir bakış açısıyla bütünleşmeyi sağla­ yacak bir gösterge ya da etken olarak görülmemeliydi. İnsanların ve onların etkinliklerinin uzamda eşit olarak dağıl­ ması ancak bir ütopya olabilir: Tıpkı toplumsal mantıklar gibi iktisa­ di akılcılık da bunu engeller. Bireylerin eşitsiz iktisadi olanaklardan ya­ rarlanmaları bir yana ailevi, toplumsal ve etnik bakımdan yakın olan­ ların birbirine yaklaşmaya çalışmamaları mümkün müdür? O halde, bu dağılım hangi noktadan sonra anormal ya da utanç verici sayılma­ lıdır, yani hangi noktadan sonra kolektif normları ihlal eder ve ırkayrımı kavramını gerektirir. Her ne kadar bu soruların cevabı pek yalın olmasa da, aşağılayıcı bir terim olan ırkayrımıyla ilgili şunları söyleye­ biliriz: Toplumsal düzenin ilan edilmiş değerleri, herkesin eşitliğiyle il­ gili demokrasi ideali ve sonuç olarak herkes arasında yaygın alışveriş olanağı, belirgin biçimde bunların tersini söyleyen fiziksel ayrılma ve toplumsal mesafelenme, güçlü ve görünür boyutlar kazandığı zaman ırkayrımı ortaya çıkar. İşte bu yüzden ırkayrımı düşüncesinin kendisi her zaman siyasal bir boyut taşır. Daha üst kategorilerde yer alan in­ sanların gönüllü buluştukları mahallelerde bu düşünceye rastlanmaz; çünkü onlar, “ kendi aralarında” yaşayıp giderken ve en üst kategori­ lere ait olduklarını söylerken, aslında en iyi donanımdan ve en üstün yaşam koşullarından yararlanmak istemektedirler. Irkayrımı düşünce­ sinin yeri kısmetsiz mahallelerdir; elverişsiz koşullardaki nüfus, baskı sonucu buralarda toplanmıştır ve kentin kalan bölümü ile onun ara­ sındaki ayrım çok büyüktür. Bu kavram, ölçümde kullanılırken nesnel özellikler gösterse de, esas olarak belli bir topluma ve o toplumun ta ­ rihindeki belli bir ana göre belirlenir. Bu yüzden de aynı göstergelerin Fransa’daki anlamı ile Birleşik Devletler’deki anlamı aynı olmadığı gi­ bi, 2 0 ’li yılların Birleşik Devletler’i ile 9 0 ’lı yılların Birleşik Devletler’inde de farklı anlamlar kazanır; kısacası, bir ülkedeki ırkayrımı ile başka bir ülkedeki ırkayrımı birbiriyle karşılaştırılamaz. Irkayrımı, genel ayrımcılığın boyutlarından ya da ifadelerinden biri olarak kabul edilir, bununla birlikte bu kavramın su yüzüne çıkar­ dığı kuramsal ve somut sorunlar çok daha fazladır. Tanımlanması çok daha zordur ve ölçülmesi neredeyse imkânsızdır. Robin Williams’ın 1947’de önerdiği tanım klasikleşmiştir: “ Başka bir yönden biçimsel olarak nitelendirilmiş belli bir gruba bağlı bireyler, itibari bakımdan evrensel sayılan kurumsallaşmış kurallara [Amerikan toplumunun ku­ rallarına] uygun muamele görmediklerinde ayrımcılığın var olduğu söylenebilir.”20 Antonovvsky’nin 196 0 ’ta önerdiği tanım aynı görüşü paylaşır: “ insanların, yaşanan durumla akli ilişkisi olmayan argüm an­ lara yaslanarak büyük haksızlıklar (injurious) yapmalarını ayrımcılık olarak tanımlayabiliriz.”21 Kısacası çoğu yazarın benimsediği ayrımcılık tanımı şunu gerek­ tirir: Belli bir gruba bağlı bireylerin, geniş anlamda niteliklerine uygun olmayan bir muamele görmeleri ya da başka bir deyişle, eşit insanların eşit olmayan muamelelere maruz kalması. Irk boyutu, belli bir bireyin toplumsal konumunun tek boyutu olamayacağına göre, bir kişiye yö­ nelen muamelenin onun belli bir gruba ait olmasından kaynaklandığı 20 R. M. W illiams, Simpson ve Yinger tarafından aktarılm ış, 1990, s. 23. nasıl söylenebilir? Hukuksal ırkayrımcılığına (apartheid’ın uygulandığı Güney Afrika) ya da hukuksal değil de kurumsal ırkayrımcılığına (Bir­ leşik Devletler) dayanan toplumsal bir sistemde bütün davranışların ırksal bir boyutu vardır, ancak aynı zamanda, en azından Birleşik Dev­ letler’de bu davranışları yalnızca ırksal boyuta indirgemek de imkânsız­ dır. İnsan etkinliklerinin pek çok anlamı olmakla birlikte toplumsal dü­ zen, bütün karmaşıklığıyla ırk düzeninin içinde eritilemez. Irkçılık karşıtı militanların ayrımcılık uygulamasını kanıtlama konusunda yaşadıkları zorluk, bu bakımdan aydınlatıcıdır. Hubert Blalock’un çözümlemeye çalıştığı bir örneği ele alalım:22 Hasta, aynı tarihte aynı üniversiteden diploma almış -yani biçimsel bakımdan e şit- iki hekimden siyah olanı değil de Beyaz olanı tercih ettiğinde, bu hastanın ayrımcı bir tutum takındığı sonucuna varılabilir mi? Beyaz hekim ona daha yakın oturduğu, daha sıcakkanlı, müsait, rahatlatıcı olduğu, teşhiste güvenilir, tedavide etkili olmasıyla tanındığı için has­ tanın Beyaz hekimi tercih etmesi mümkündür. Elbette, aynı diploma­ ları almış olmak, aynı profesyonel nitelikleri taşımak anlamına gel­ mez. Kaldı ki, birinin Beyaz diğerinin siyah olması da hastanın kararı­ nı etkilemiş olabilir, ancak “ nesnel” bir tercih yaptığı ihtimali de saf dışı bırakılamaz. Başka bir olasılık da, kendini daha yakın hissettiği için içtenlikle Beyaz hekimin üstün niteliklerde olduğunu düşünmesi­ dir: Birleşik Devletler’de, Beyazlar ile Siyahlar arasındaki kişisel ilişki­ lerde siyah sorununu yok saymak gerçekten zordur. Yukarıdaki olası­ lıklardan hangisinin geçerli olduğunu nasıl kanıtlamalı? “Irkçı” , yani ayrımcı tutum takındığı iddia edilen kişileri mahkemelerde mahkûm ettirmek isteyenler, aynı zorluklarla karşı karşıya kalıyorlar. “ Başka yönlerden her şey eşit olsa bile” iki insan eşit değildir, çünkü “ şeyler” hiçbir zaman “ eşit” olamaz. Bu örnek, ayrımcılığın ne denli bulanık bir kavram olduğunu gösterir. Elbette, bu ayrımcı uygulamaların var olmadığı anlamına gelmez: Toplumsal bir görüngü, kesin olarak ölçülemiyor diye yok sayılamaz. Yoksulluk konusunda istatistik bir eşik saptanamıyor diye yoksulların olmadığı iddia edilemez. Yine de, bu çözümlemeler toplumsal davranışların anlamındaki belirsizliği hatır­ latmalıdır. Bu yüzden, Siyahlara karşı ayrımcı uygulamalar çoğu kez be­ timlenmiş olmakla birlikte ayrımcılık derecesi ölçülememiştir. O halde ayrımcılığı, toplumlara ya da dönemlere göre nasıl karşılaştıracağız? Daha doğrusu neyi ölçeceğiz: Aktörlerin niyetiyle ilgili süreci mi, yok­ sa bu sürecin sonucunu mu? Belli bir anda ve belli bir ortamda, -to p ­ lumun algıladığı haliyle- gerek ırk düşüncesiyle gerekse toplumsal-iktisadi konumla bağlantısı olan yaklaşımları, toplumsal statü içinden nasıl çekip çıkaracağız? Hubert Blalock, haklı olarak yalnızca ırkayrımının tam anlamıyla ölçülebileceğini belirtmişti. Ayrımcılıkla ilgili so­ nuçlara, farklı gruplan birbirinden ayıran eşitsizliklerin ölçülmesiyle, yani dolaylı olarak ulaşılabilirdi. Yani, siyah hekimlerin gelirinin Be­ yaz hekimlerinkinden düşük olduğu görüldüğünde, onların ayrımcılık kurbanı olduğu çıkarsaması yapılabilirdi. Blalock, bu çıkmazları aşmayı sağlayacak bir model sunmaya çalıştı. O günlerde sosyologlar, Amerikan toplumunun belirgin özelli­ ğinin statü arayışı (status seeking) olduğunu söylüyorlardı: Toplumsal davranışların devindirici gücü, komşularıyla kendisi arasındaki mesa­ fenin açılmasına fırsat vermemekti (to catch up with the Jo n es). Bla­ lock bu toplumsal kuramı, Beyazlar ile Siyahlar arasındaki ilişkilere uyguladı. Şu önermelerde bulunulabilirdi: Egemen konumda olan bi­ reyler, kendi statülerini muhafaza etmeye çalışıyorlardı; Birleşik Dev­ letler’deki Beyazların statüsü Siyahlarınkinden yüksekti; onlar karşı­ sında, bu statüyü muhafaza edecek biçimde davranıyorlardı. Örneğin, Siyahlardan kaçınmaya yönelik davranışlar, Beyazların kendi toplum­ sal ilişkilerine sıkı sıkıya bağlı bir toplumsal statüyü sürdürme iradele­ riyle açıklanıyordu: Siyahla birlikte görülmek, statü düzeni içinde göz­ den düşme tehlikesini getiriyordu beraberinde. “ Küçük Beyazlar”da görülen ve oldukça iyi bilinen özel düşmanlığın nedeni, hep tehdit al­ tında ve pek kırılgan olan statülerini muhafaza etme arzulandı. Blalock, Siyahların bütünleşmesinin, bu noktadan sonra spor takımlarına katılmalarıyla başladığını açıklar. Spor takımlarının işleyi­ şinde ayrımcılık yoktu. Bunun nedenini çözümlemek öğretici olacaktı. Her şeyden önce, iktisadi rekabet alanının genel koşulları zorlayıcı bir nedendi. Beyzbol takımlarının, ilk başlarda siyah oyuncu almayı red­ detmesi, Siyahların da kendi liglerini oluşturmalarına yol açmıştı. An­ cak, Beyazlardan oluşan bir takım ilk kez siyah oyuncu aldıktan son­ ra, bütün diğer takımlar da böyle yapmayı çıkarlarına uygun görmüş­ ler ve almışlardı, çünkü takım sorumluları, en iyi oyuncuları alma ko­ nusunda rekabet ediyorlardı. Beyaz oyuncular da durumu kabullen­ mişti, çünkü kendi takımlarının başarısı onlara doğrudan çıkar sağla­ yacaktı. İkinci etken, başarının nesnelliğiydi: Belli bir oyuncunun ba­ şarısı bireysel ve nesnel olarak ölçülebilecek performanslara dayanı­ yordu. Yıldız oyuncunun zaferi bütün takıma yansıyor ancak grubun diğer üyeleri karşısındaki gücünü arttırmıyordu. Başarı, oyuncunun spor alanındaki kapasitelerine dayanıyordu, toplumsal ilişkilerine ve bu ilişkilerdeki niteliklerine değil. Takım üyeleri arasındaki rekabet az­ dı, ancak takımla diğerleri arasındaki rekabet çoktu; bu da, grubun kaynaşmasına katkıda bulunuyordu. Son olarak, bir spor takımının bütünleşmesi, hiçbir biçimde karma evliliklere yol açmıyordu. Bütün bu koşullar nedeniyle profesyonel spor, Siyahların bütünleşmesinde ayrıcalıklı yollardan biri olmuştu. Bu örnekten yola çıkarak, yukarıda sayılan özel koşullar bulunmasa da, toplumsal yaşamın diğer alanla­ rında bütünleşme konusunda yaşanan zorlukları a contario anlayabi­ liriz. Üniversite ortamındaki bütünleşme, bazı yönlerden yukarıdaki modele yaklaşmakla birlikte (özellikle, nesnel olarak ölçülebilecek per­ formansların rolü bakımından) daha çok zaman, para ve çaba gerek­ tirir. Toplumsal yaşamın geri kalan alanlarında performans kavramı pek net ve ölçülebilir değildir, ilişkilerin nitelikleri de çok daha özel yöntemlerle ölçülebilir. Mütevazı mesleklerin çoğunda Siyahlar, aynı biçimsel nitelikleri taşıyan Beyazlarla, özellikle de kadınlarla rekabet etmek zorunda kalıyorlar. “Toplumsal” niteliklere verilen önem adına dışarıda bırakılabiliyorlar. Tanıdık bir argümanla: Beyaz müşteri tara­ fından kabul edilmek, onunla nasıl ilişki kuracağını bilmek... Kuşku- suz modern yaşamda toplumsal ilişki kurma becerisinin rolü hiç de önemsiz değil. Bu olgu, çoğu kez ayrımcı uygulamaları doğrulamanın argümanı olarak kullanılıyor. Ne var ki, ırk bilincinin kuvvetli olduğu bir toplumda hakikatin bir bölümünü yansıtmadığı da söylenemez; Si­ yahların bütünleşmesi daha da zorlaşıyor, böylelikle ayrımcılığın etki­ lerine doğrudan maruz kalmış oluyorlar. Ayrımcılık kavramının, onu çürütmeye yönelik yananlam taşı­ yan genel kullanımı, toplumsal yaşam da olduğu kadar sosyoloji litera­ türünde de kesinlikten uzak olduğunu pek gizleyemez. Bu kavramın en kesin tanımını Thomas Sovvell’in inandırıcı gayretlerine borçluyuz. Her zaman yapıldığı gibi, grupları birbirinden ayıran eşitsizlikleri fark et­ mek, elverişsiz gruplara karşı ayrımcı davranışlar gösterildiği sonucu­ na varmak için yeterli değildir. Bu gruplara bağlı olan bireylerin, grup aidiyeti dışında eşit özellikler gösterdiklerini de kanıtlamak gerekir. Sovvell, ayrımcı davranışların olası farklı biçimlerini çözümledi­ ğinde altı temel davranışla karşı karşıya kaldı: 1) Belli bir iktisadi yü­ kümlülük için belli bir grubun üyesine, başka bir gruba bağlı bireye ödediğinden daha azını ödemek; 2) belli bir üretim maliyeti olan ikti­ sadi bir mal için, belli bir grubun üyelerine, başka bir grubun üyelerin­ den daha fazlasını ödetmek; 3) daha iyi yükümlülükler ve daha iyi ko­ şullar sunmadığı halde başkalarıyla anlaşma yaparken, belli bir gru­ bun üyeleriyle belli bir anlaşm a yapmayı reddetmek; 4) nesnel olarak benzer oldukları halde farklı koşullar önererek ya da bazılarına hitap edip bazılarına etmeyerek, farklı gruplardan bireylere karşı eşitsiz mu­ amelede bulunmak; 5) nedeni ne olursa olsun farklı gruplardan birey­ lere farklı miktarlarda para ödemek ya da ödetmek; 6) nedenleri ne olursa olsun farklı grupların çeşitli işlerde, üniversitelerde, hapishane­ lerde ve diğer kurumlarda eşitsiz “ temsil edilme”sine yol açmak. Bu davranışlardan ilk dördü, benzer bireylere ya da gruplara, birbirine benzemeyen muamelelerde bulunmayı kapsamaktadır; son ikisi ise, benzesin ya da benzemesin bireylere ya da gruplara birbirine benzeme­ yen muamelelerde bulunmayı kapsamaktadır. Sowell, çoğunlukla ay­ rımcılık kanısı uyandıran bu uygulamaların “ ayrımcılığın kendisi ol­ m adığı” m öne sürer. Sovvell belirginleştirmese de, bunun nedenini onun akılyürütme tarzından çıkarabiliriz: Toplumsal yaşamın bütün alanlarında farklı grupların eşit olarak temsil edildiği varsayılır, bu da bir ütopyadır. Modern toplumlar, hangi gruba ait olursa olsunlar, bi­ reylerin bütün kurumlara katılabilmesini güvence altına alırlar, ancak bu kurumlarda sayıları oranında yer almalarını hedefleyemezler. Ka­ mu alanında bütün bireylerin eşit siyasal muamele görecekleri söylenir, ancak kolektif kaynaklardan eşit ölçüde yararlanmaları güvence altı­ na alınamaz. Fırsat eşitliği, sonuçlarda eşitlik demek değildir. Sovvell, ilk dört davranışı tek bir tanım altında birleştirmeyi önerir: “ Ayrımcı­ lık, en önemli ölçütler bakımından (mesleki yetkinlik, kişisel saygınlık, deneyim, verimlilik testleri, vb.) farklı olmayan gruplara farklı anlaş­ ma koşulları sunmayı -y a da hiç sunm am ayı- kapsar.”23 Sovvell, şu ya da bu grubu yeğlemenin, kaçınılmaz olarak başka bir gruba karşı ayrımcılığa yol açtığını hatırlatır: “Ayrımcılık ya da yeğleme, aynı şeyin başka biçimlerde ifade edilmesidir: A, B ve C’yi yeğlemek X, Y ve Z ’ye karşı ayrımcılık yapmaktır.”24 Belli bir anda belli bir grubu yeğlemek, ahlaki ve siyasal nedenlerle doğrulanabilir; ancak bunun, her tür ayrımcılığa karşı çıkmak adına benimsendiği öne sürülemez. Irkayrımı ve ayrımcılık düşüncesinin kendisi, ancak eşitliği bir ideal olarak ilan eden toplumlarda anlamlı olabilir. Gruplar arasındaki farklar siyasal ilkenin parçası olduğunda, orada ayrımcılıktan söz edi­ lemez. Her tür ayrımcılık, ancak bütün insanların eşitliği kuralı konul­ duktan sonra düşünülebilir, tanımlanabilir, belirtilebilir, takip ve mah­ kûm edilebilir. Bunlar, yurttaşlar arasındaki bütünleşme süreçlerinin ve somut eşitliğin sınırlarını belirlemeye ve düşünmeye yarayan araçlardır. “Topluluklararası Evlilik” ya da Karma Evlilik Topluluklararası evlilik ya da karma evlilik yüzdesi üstünde kafa yo­ rarken, aynı eleştirel yaklaşımı benimseyebiliriz. Topluluklararası evli23 Sowell, 1983, 1986 çevirisi, s. 171. 24 Soweil, 1983, 1986 çevirisi, s. 173. lik, çeşitli toplulukların bütünleşme derecesini ortaya koymakta en iyi gösterge sayılmaktadır. Demokrasi düşüncesi ve ideali eşit yurttaşlar­ dan oluşan topluluğun somut çeşitlilikleri aşmasını gerektirdiğinde, hiç kuşkusuz bu çeşitlilikler zayıflayacak ve somut bireyler de, her tür alışverişin mümkün ve istenilir olduğu bir toplum oluşturacaklardır. Pek çok sosyolog şu ortak yaklaşımı benimser: Karma evlilik, bu ola­ nakla ilgili en iyi gösterge olmanın yanı sıra, aynı zam anda çeşitli top­ lulukları bütünleştirmenin ve önyargılar ile “ırkçılığı” saf dışı bırak­ manın en etkili yoludur. Fazlaca yalın, “ sağduyu”yla ulaşılmış bir düşünce. Amerikan deneyimi, toplulukların melez olmalarının uyumlu bir birliktelik için yetmediğini kanıtlar. Amerikan toplumu, altsoy kuralı uyarınca, da­ marlarında “tek bir damla siyah kan” bulunan herkesi toplumsal ba­ kımdan “siyah” sayan ve “ melez”25 kategorisine yer vermeyen tek ör­ nektir dünyada. Amerikalı “ Siyahlar” ın aslında melez olması da önemli değildir, çünkü bireyler biyolojik bakımdan değil toplumsal ba­ kımdan sınıflandırılır. Temas eden grupların biyolojik bakımdan birbi­ rine karışmadıklarına dair tek bir örnek yoktur, ancak bu karışımlar da birlikte yaşamanın yol açtığı siyasal sorunları hiçbir zaman çözeme­ mişlerdir. Karma evlilik, çeşitli grupların bütünleşmesi sürecini çoğun­ lukla kolaylaştırır; pek çok kez bunun sonucu da olabilir. Etnik ve ırk­ sal nitelikli olduğu bilinen gerilimlerin ve çatışmaların ortadan kalk­ ması için genel bir evlilik düzeni kurmanın yeterli olacağını söylemek, biyolojik ile toplumsalı birbirine karıştırmaktır. Bu gösterge, belli bir “ topluluğa” (Polonyalı-Amerikalılar, İtal­ yan-Amerikalılar, Siyahlar, vb.) ait olmanın belirgin ve nesnel bir anla­ mı olduğunu varsaydığı ölçüde, kaçınılmaz olarak -söm ürge toplumunda ya da apartheid düzeninde olduğu gibi, hukuksal ve siyasal bir ırk düzeni olm adığında- bulanık istatistiklere dayanır. Kaldı ki, toplu­ luk doğru dürüst tanımlanmadığı takdirde bütün aidiyetler belirsiz, bulanık ve geçicidir. Bireyler, herhangi bir kurum ya da bir şey söz ko- nüsüymüş gibi özel bir ortaklaşmaya, topluluğa ya da kültüre “ ait” ol­ mazlar; bireyler, her biri tekil kültürler oluştururlar ve her bir kültü­ rün bağrında yer alan çok sayıda gönderim zamanla yeniden düzenle­ nip gelişir. Karma evlilik yüzdesini incelemek üzere kültür alanında çift-aidiyet örneklerinden yola çıkarak düşünmek, özcülük temelinde düşünmektir. Karma evlilikleri ülkelere göre karşılaştırmak da tehlikelidir. Gerçekten de, göstergenin anlamı uyrukluk hakkına göre değişecektir. Karma evlilik yüzdesinin Almanya’daki anlamıyla Fransa’daki anlamı aynı olamaz; çünkü bu ülkeler yabancılara uyrukluk hakkı tanırken farklı ölçütler kullanırlar. Fransa’da, kökeni birbirine yakın kaç çift arasında karma evlilik vardır? Ancak öte yandan, bu yakınlığın anla­ mı nedir, “ köken” hangi ölçüde anlam taşımayı sürdürmektedir? Bi­ reyler, özel bir ortaklaşmaya aidiyetlerinin ürünü olmamakla birlikte yoktan da var olmamışlardır. Karma evlilik bütünleşme göstergesi ola­ rak kullanılırken ihtiyatlı davranılması gerekir. En azından, uyrukluk hakları ve toplumsal bütünleşme yolları temelden farklı olan ülkeler­ de, bu yüzdeyi, bütünleşme süreçlerinin karşılaştırılmasında mekanik olarak kullanmak sakıncalıdır. ETNİK GRUPLAR VE GÖÇMENLERİN BÜTÜNLEŞMESİ Wirth’ün, gettoların toplumsal işlevi alanında ulaştığı sonuçlar etnik grupların bütünü için genelleştirildi. 2 0 ’li ve 3 0 ’lu yıllarda yapılan ça­ lışmalarda elde edilen temel sonuçlardan biri şuydu: Özel toplulukla­ rın varlığı, genel asimilasyon sürecini engellemediği gibi onun bir ev­ resi ve bir aracıdır. Burgess sonucu şöyle özetledi: “ Etnik grupların de­ vasa bir sosyolojik savunma mekanizması olduklarının, göçmenlerin -ikinci kuşağın kurtulmaya çalıştığı toplulukların- hayatta kalmasını ve uyum göstermesini kolaylaştırdıklarının keşfedilmesi, 1920 ile 1930 yılları arasında kent üstüne yapılan sosyolojik araştırmanın en önemli sonucudur.”26 Bu araştırmaların amacı, geçmişi yok etmek de­ ğil ona yeni bir anlam kazandırmaktı. Asimilasyon paradigmasının varlığına rağmen araştırmacılar, göçmenlerin köken kültürünü sürdür­ meleri ve yeniden yorumlamaları konusu üstünde düşünmekten vaz­ geçmediler. Kaldı ki, bu paradigma bir noktanın altını çizmelerini de kolaylaştırıyordu: Amerikan demokrasisi, grupların bütünleşmesi için yeni bir yol icat etmişti ve bu yol, grupların çeşitliliği karşısında Avru­ pa’nın eski Ulus-Devletler’inden çok daha saygılıydı. Elde edilen bu sonuçlarla nereye varılabileceğini sorgulayabili­ riz. Etnik toplulukların, göçmenlerin asimilasyonunu kolaylaştırmakta olumlu bir rol oynamış olmalarının nedeni, Amerikan toplumunun göç gerçekliğine ve efsanesine dayanması olgusu mudur? Yoksa bu çözüm­ lemenin evrensel bir değeri mi vardır? Bu noktada daha genel bir so­ ruyla karşı karşıya kalıyoruz: Etnilerarası ilişki sosyolojisi alanında Birleşik Devletler deneyiminden yola çıkılarak elde edilen sonuçların anlamı, diğer ulusal toplumlarda da aynı mıdır? Her ülkenin toplum­ sal bütünleşme yolu farklı olduğuna ve bu yol tarihe ve kökendeki si­ yasal tasarıya göre, özel biçimler aldığına göre özel bir toplumda geliş­ tirilen kavramlar ve çözümlemeler ne ölçüde geçerli ve verimli olabilir? Öte yandan, 1960 kuşağı sosyologları, toplumsal eşitsizliklere ve iktidar yapılarına yer vermeyi ihmal ettiler ve grupları, esas olarak kültür bakımından tanımlayan çözümlemeleri eleştirdiler. Daha önce, gördüğümüz gibi Chicago sosyologları hareketlilik sorunlarını biliyor­ lardı elbette. Göçmenlerin, Amerikan toplumundaki toplumsal ilerle­ yişinde kökenlerini dikkate alıyorlardı. Ne var ki, Amerikan toplumunu esas olarak hareketli ve katmanlı (ve sınıflara bölünmemiş) bir top­ lum olarak algıladıkları ölçüde asıl sorun şu kılığa bürünüyordu: Göç­ menler nasıl bu topluma dahil olabilirlerdi? Böylelikle etnik grupların kültürel boyutuna ayrıcalık tanıdılar ve ilişkileri doğrudan doğruya toplumsal yapının genel sorunlarıyla birlikte ele almadılar. Etnik grup­ lar toplumsal bölünmenin kaynaklarından yalnızca biriydi ve bu grup­ ların incelenmesi, toplumda var olan diğer bölünmelerle ve diğer eşit­ sizliklerle nasıl eklemlendiklerini çözümlemede kolaylık sağlamıyordu. 50 ’li yıllarda Amerikan sosyolojisine egemen olan yapısalcılık-işlevsel- ciliğin etkisinde kalan araştırmacılar, ancak bu tarihten sonra, az çok açıkça şunu kabullenebildiler: Göçmenlerin asimilasyonu, zorunlu ola­ rak hem ulusal kökene göre örgütlenmiş toplulukların yok olmasına hem de köken kültürlerinin giderek tasfiye edilmesine yol açacaktı. So­ ru, daha katı ifadelerle sorulmaya başlandı: Bir toplum, kendi yapısı­ nı tehlikeye atmadan yeni öğeleri nasıl soğurabilir? En sistemli gayre­ ti gösteren araştırmacı Emerich K. Francis oldu; etnilerarası ilişkiler üstüne genel bir kuram oluşturmak için elli dokuz tanım ve yüz üç öneri ortaya koydu. En temel özellikleri “ uluslaşm a” ve “sanayileş­ me” olan modern toplumdaki “ etnik sorunlar” ı şöyle tanımladı: “ Et­ nik bakımdan merkezi gruptan farklı olan öğelerin, kısmi ya da yeter­ siz bütünleşmesinden doğan toplumsal sorunlar.”27 Yazar, bütün top­ lumla kolektif olarak bütünleşen etniklerin bütünleşmesi ile birey ola­ rak bütünleşen etniklerin bütünleşmesi arasında karşıtlık olduğuna inanıyordu. Bütünleşme kavramı bireylerin bütünleşmesinde, “ her ye­ ni katılım, toplumun temel yapısını yıkmadan onun parçası olduğu sü­ rece gönderme yapar” diyordu. Dolayısıyla şunu hemen söyleyebiliriz: Toplumsal yaşamın bütün boyutlarında “ köken topluluğunun statüsü­ ne eşit bir statü verildiğinde” etniklerin asimile olduğu söylenebilir. Asimilasyon sürecini bu yönden çözümleyen Francis’in önerdiği top­ lum yaklaşıma göre, etnik grupların tasfiyesi ve özel çizgilerin ortadan kalkması bireylerin -bütünleşmiş yapı olarak çözüm lediği- yerleşim toplumuyla bütünleşmesinin koşulları haline gelmiş oluyordu. Shmuel Eisenstadt da, 1954’te yayımladığı bir kitapta İsrail ulu­ sunun oluşumunu incelerken göçmenlerin “soğurulma”sı düşüncesin­ den yola çıktı. Bu kitap bir bakıma, Chicago okulunun sorunsalından esinlenen son büyük çalışma oldu: Avrupa ya da Amerika modeline da­ yanılarak ve nesnel olarak çok çeşitli gruplardan yola çıkılarak (Doğu Avrupa'mın laik ve siyonist zanaatkarlarından Fas’ın ve Yemen’in gele­ neksel topluluklarında yer almış dindar Yahudilere kadar) hakiki bir ulus ya da bir Ulus-Devlet nasıl oluşturulur?28 Çeşitli kökenlerden göç­ 27 Francis, 1976. 28 Eisenstadt, 1954. menlerin bağımsızlıktan önceki Yahudi toplumuna, yani Yichuv’a akın etmesi çeşitli örgütlenme biçimlerinin oluşmasına yol açtı; bu örgütlen­ melerde yer alan etnik gruplar toplumsal uygulamaları ve kendi kimlik­ lerini sürdürdüler. Yeni toplum bu özgüllükleri hangi noktaya kadar hoş görebilirdi? Toplumun temel yapısıyla uyumlu kalması gereken ve yokluğunda, siyonist tasarının kendisini tehlikeye atacak gerilimlerin ve kargaşanın baş göstereceği çoğulculuğun sınırları neydi? Eisenstadt, böyle bir uyuşmanın toplumun geleneklerine bağlı olduğunda ısrar et­ ti: Bazıları çoğulculuğu, diğerlerinden daha fazla kabulleniyorlardı. Et­ nik toplulukların varlığını olduğu gibi sürdürmesi, göçmenlerin yeni topluma “uyum” sağlamadıkları anlamına gelmiyordu. Olsa olsa, etnik topluluğun yapısı ile genel toplumsal yapının çelişkili olması bu duru­ mu yaratabilirdi. Toplumsal yapıyı kuranların uygulamaları ve değerle­ ri ile toplulukların uygulamaları ve değerleri birbirine karşıt olduğu za­ man çelişki ortaya çıkıyordu. Buna karşılık, etnik bir topluluğun “uyum”undan söz edebilmek için, ona bağlı üyelerin bütün toplumun evrensel rollerine uygun davranması ve özelliklerin kolektif normlara uygun kalması gerekiyordu. Bu formül, asimilasyon siyasetinin üstü ör­ tülü toplumsal felsefesiydi. Bütün toplumlarda gerilim ve kargaşa var­ dı, ancak İsrail gibi yeni göç toplumları bu bakımdan özel risk altınday­ dılar. Soğurma, her zaman başarı anlamına gelmeyebiliyordu. Eisenstadt’ın, Filistin’deki Yahudi toplumu ve İsrail üstüne ça­ lışmalardan, İsrail ulusunun oluşumu üstüne sorulardan esinlenerek yaptığı bu çözümlemeler, 70 ’li yıllarda yaratılan imgeye göre çok da­ ha fazla nüans taşır; asimilasyon projesi şiddetle eleştirildiğinde ve bü­ tün özgüllük biçimlerine oldukları gibi değer verildiğinde yazar, çoğul­ culuğun taşıdığı değerden çok, bu denli çeşitlilik gösteren göç toplumunun gerilim ve kuralsızlık yaşama tehlikeleri üstünde duruyordu: Göç topluluklarının demokratik bir siyasal çerçevede asimilasyonunu sorguluyordu. İsrail toplumunun oluşumunu incelerken Batı ulusları­ nı model aldığı da doğrudur. O günlerde, ulusal demokratik toplumun başka bir örneği var mıdır? Ortak siyasal projeyle uyumsuz değerler taşıyan bir toplum nasıl ayakta kalabilir? TOPLUMSAL KATMANLAŞMA VE SINIF/KAST SORUNSALI Nasıl ki Chicago okulunun ilk kuşağı asimilasyon süreçleri üstünde ıs­ rar etmişse, katmanlaşma sosyologları da, 3 0 ’lu yıllarda ve 4 0 ’lı yılla­ rın sonuna kadar etnik ve ırksal gruplar arasındaki toplumsal farkla­ ra ışık tutmuştur.29 Topluluk Üstüne İncelemeler O sıralar geliştirilen topluluk incelemeleri, ilk hedef olarak şunu sap­ tamışlardı: Etnik grupların Amerikan yaşamındaki yerini çözümlemek değil, bütün toplumu temsil ettiği düşünülen özel toplulukları incele­ yerek toplumsal katmanlaşmayı anlamak. Warner’ın formülüne göre, “Jonesville’i incelemek Amerika’yı incelemek demektir” . Bu inceleme­ lerin esin kaynağı, Avrupa ülkelerinin tersine Amerikan toplumunun sınıf mücadelesi yaşamadığı; nüfusu güç, gelir ve saygınlık gibi birçok ölçüte göre farklılaşıp katmanlaşan bir toplum olduğu düşüncesiydi. Toplumsal sınıf iktisadi sınıftan ayırt edilmeliydi, çünkü farklı grupla­ rın tek saygınlık ya da statü kaynağı gelir değildi. Toplumsal katman­ laşmadaki konumlarını belirlemek için bireylerin ve grupların karşılık­ lı algılamalarına anketlerde ve görüşmelerde büyük yer verilmesinin nedeni budur: Herkesin, diğerlerinin ona atfettikleri saygınlıkla tanım­ lanan bir statüsü vardır. Kaynaklarına ve saygınlıklarına göre hiyerar­ şik olarak sıralanan Amerikalılar, sınıfların çatışma halinde olduğu bir toplum oluşturmazlar. Bu soruşturmalar sırasında araştırmacılar, -WASP olmayan Be­ yazlar tanımlamasına giren - çeşitli etnik gruplar (ethn ics) ile Siyahla­ rın oluşturduğu hiyerarşiyle karşı karşıya kaldılar. Toplumsal katman29 İlk araştırm alar önce 1 9 24-19 25, sonra 1935’te “ M iddletow n” da (M iddle West’teki bir kentin saym aca adı), Robert (1 8 9 2 -1 9 7 2 ) ve Helen Lynd yönetiminde bir araştırm a ekibi tarafından yürütüldü. Lynd’lerin açtığı yol, 3 0 ’lu ve 4 0 ’lı yıllarda bu araştırm aların çoğalmasını sağladı. En önemlileri, W. Lloyd W arner,ın (1 8 98 -1 972 ) Newburyport’ta (M assachusetts) yönettiği araştırm alardır; daka sonraları Yankee City adım alan bu kentte yapılan çalışmalar, 1935 ile 1959 ara­ sında gerçekleştirilen bir dizi yayının kaynağı olmuştur; u Yankee City S eries” adıyla anılan bu yayınların en ünlü olanı D em ocracy m jonesville'dir (Jonesville de, ortalam a bir Amerikan ken­ tinin saym aca adıdır). laşma ile etnik ve ırksal grupların statü hiyerarşisinin hemen hemen birbirine paralel olduğunu ortaya koydular. Warner (1898-1970) açıkça asimilasyon paradigması içinde yer aldı ve 194 5 ’te, etnik grup­ ların gelecekte ortadan kalkacağını ilan etti: “ Amerika’daki etnik grupların geleceği sınırlı görünüyor. Hızla soğurulmaları mümkün. Bu durum yaşandığında Amerikan tarihinin büyük dönemlerinden biri de kapanmış olacak.”30 Alan araştırmalarından ve sayısız soruşturmadan yola çıkarak, Warner, Yankee City nüfusunu, dolayısıyla genel olarak Birleşik Dev­ letler nüfusunu altı toplumsal sınıfa bölmek gerektiği sonucuna vardı: 1) Üst-üst sınıf (U pper-U pper ya da UU) nüfusun % 1,44’ünü temsil ediyor; 2) üst-alt sınıf (Loıver-U pper ya da LU) nüfusun % 1,56’sım temsil ediyor; 3) orta-üst sınıf ( U pper-M iddle ya da UM) nüfusun % 10,22’sini temsil ediyor; 4) orta-alt sınıf (L ow er-M iddle ya da L M ) nü­ fusun % 2 8 ,1 2 ’sini temsil ediyor; 5) alt-üst sınıf (Upper-Lou/er ya da UL) nüfusun % 3 2 ,6 0 ’ını temsil ediyor; 6) alt-alt sınıf (L ow er-L ow er ya da LL) nüfusun % 2 5 ,22’sini temsil ediyor. Her ne kadar bu hiye­ rarşik ölçek belli bir düzenlilik gösterse de, bazılarını birlikte değerlen­ dirmek mümkün görünüyordu; aynı mahallelerde oturan ilk iki sınıf, hatta “ düzey” i “ ayaktakımı” ndan üstün olan bireylerin gruplandığı ilk üç sınıf. Bunu izleyen ve en kalabalık olan diğer iki sınıf (LM ve UL) birbirine yakın görülebilirdi: “ Ayaktakımı düzeyi” ndeki bireyleri barındırıyordu. Nihayet, kentin en kötü mahallesinde oturan son sınıf (LL), diğer gruplardan belirgin olarak farklıydı. Etnik hiyerarşi ise üç büyük grubu kapsıyordu: 1) Yankeeler; bu grupta 17. yüzyıldan beri New England’da yaşayan Britanyalı sömür­ gecilerin soyundan insanlar, kuşaklar öncesi Yankee City’e yerleşmiş Calvinci Fransız ve Yahudi Alman birkaç aile ve nihayet İngilizler, İskoçyalılar, protestan Kuzey İrlandalılar, İngiliz Kanadalılar gibi Protes­ tan mezhebine bağlı ve İngilizce konuşan ülkelerden daha yakın bir ta­ rihte gelmiş göçmenler; 2) etnik gruplar ya da etnic\er, Yankee City’e geliş tarihlerine ve dolayısıyla saygınlıklarına göre İrlandalılar, Fransız Kanadalılar, Yahudiler, İtalyanlar, Ermeniler, Yunanlılar, Polonyalılar ve Ruslar; 3) son olarak ırksal bir grup, Siyahlar. Bu iki hiyerarşi kabaca paralel görünüyordu. Üst-üst sınıf yal­ nızca Yankeelerden oluşuyordu. Üst-alt sınıfta % 5’ten az olan etnik­ lerin tümü İrlandalı’ydı. Orta-üst sınıfın % 83’ü Yankee, etmelerin bü­ yük bölümü irlandalılar, birkaç tane de Yahudi, Yunanlı, Ermeni, İtal­ yan ve Fransız Kanadalılar. Bu ilk üç sınıftan sonra Yankeelerin yüzdesi hızla düşüyordu: Orta-alt sınıfın % 67 ’si Yankeeler, kalanı da ay­ nı etnicler. İki alt sınıfta Yankeelerin oram % 38 ve % 41. Bu paralel­ liğe rağmen etniclerin, saygınlıkları az olduğu halde en üst sınıf ( UU) dışında bütün sınıflarda yer alabildiklerini ve bir toplumsal sınıftan di­ ğerine geçebildiklerini vurgulamalıyız. Yeni göçmenler ise toplumsal ölçeğin en alt kademesinden başlayarak, farklı ritimlerde de olsa iler­ leyebiliyorlardı (örneğin Yahudiler ile Ermeniler, İtalyanlardan, Yu­ nanlılardan ya da PolonyalIlardan daha hızlı ilerliyor). Zaten onların uzamdaki dağılımı da ırkayrımının mutlak olduğunu göstermiyordu: Warner, birbirinden farklı on iki mahallede etnik grupların dağılımının her mahallede tümüyle kendine özgü olduğunu belirtiyordu. Yankeeler ise en üst konumlarda kalmayı sürdürüyorlardı. Warner etniclerin toplumsal konumunu çözümlerken üç özel­ likten yola çıkıyordu: Toplumsal yaşamın getirdiği yararların dağılımı­ nı sağlayan sistemden göreli olarak dışlanmaları; dinsel ve eğitsel ku­ rumlar aracılığıyla kendi üyeleri üstünde uyguladıkları denetimle ölçü­ len grup bağlılığı; bütün toplum tarafından asimile edilmeleri için ge­ rekli zaman. Bu üç ölçüt, din ve dil alanında egemen olan WASP mo­ deliyle mesafeye göre oluşturulmuştu. Bu çeşitli değişkenlerin bileşimi sayesinde Warner, asimilasyon süreçlerinde dinin temel bir rol oynadı­ ğı sonucuna varmıştı. Siyahlara gelince; hakiki bir kast oluşturan Si­ yahlar nüfusun diğer gruplarından koparılmıştı, genel toplumsal kat­ m anlaşmada yer almıyorlar ve göçmenler gibi yukarıya doğru hareket­ lilik gösterebilme olanağından yararlanmıyorlardı. Dolayısıyla, hiye­ rarşinin iki ilkeli olduğu söylenebilirdi: Bireylerin hiyerarşi içinde, zen- girdiklerine ve toplumsal saygınlıklarına göre yer aldığı sınıf ilkesi; bü­ tün Siyahları Beyazlardan kesin olarak ayıran kast ilkesi. Etnik grup­ ların doğası ırk gruplarının doğasından farklıydı. “ K ast” sözcüğünün kullanımı yeni değildir. Thomas, 1904’te Güney Eyaletleri’ndeki Siyahlar için bu terimi kullanmış ve ırklar ara­ sındaki ilişkilerin Kuzey ile Güney’de ne denli farklı olduğunu göster­ mişti. Güney’de, Beyazlar ile Siyahlar arasında hüküm süren yakınlığa dikkatleri bir kez daha çekmiş ve Kuzey’deki Beyazların Siyahlara kar­ şı duyduklarını ifade ettikleri -kuşkusuz gerçekten duydukları- tiksin­ tiyi anlatmıştı. Charles Cooley (1864-1929), 1909’da yayımladığı Social Organization adlı kitapta, görünür biçimde birbirinden farklı olan ve yan yana yaşayan bu iki ırkın kast oluşturma eğilimlerinin kuvvet­ li olduğunu öne sürmüştü.31 Ancak kast “ kuram” ı, topluluklarla ilgi­ li incelemelerden sonra, 3 0’lu yıllarda geliştirildi. Kast “Kuram” ı Yankee City ile ilgili soruşturmalar sürerken yayımlanan ve W. Lloyd Warner’ın kaleme aldığı makale, bu “ kuram”ı en sistematik biçimiyle sunar.32 Yazara göre insan toplumlarında toplumsal katmanlaşmanın iki temel biçimi vardır: Sınıf yapısı ve kast sistemi. Her ikisinde de in­ sanlar eşitsiz ayrıcalıklardan, görevlerden, zorunluluklardan ve ola­ naklardan yararlanan gruplara ayrılmışlardır. Mantıkları farklı olan bu iki temel biçim, olağan koşullarda birbiriyle örtüşmez. Sınıflar ha­ linde katmanlaşma, farklı sınıf üyelerinin evlenmesini yasaklamaz ve en mütevazı koşullarda yaşayan bireyler, bazı koşullarda yukarıya doğru toplumsal hareketlilik gösterebilirler. Buna karşılık kast siste­ minde farklı kastlara bağlı kişilerin evlenmesi yasaktır ve aşağı kast­ lardan bireylerin bir üst kasta geçmesi imkânsızdır. Bu iki temel biçi­ mi buluşturan toplumlar istisnaidir; Birleşik Devletler’de derin güney­ de (D eep South) olduğu gibi. Kast hattı krokisi (bkz. Şekil 1), katman­ laşmanın bu iki temel biçimini açıklar. 31 Cooley, 1909. 32 W am eç 1936. Kölelik döneminde, AB kast hattı yataydı: Hangi sınıfa ait olur­ larsa olsunlar, bütün Siyahlar bütün Beyazlardan aşağıdaydı. Hukuksal özgürleşmeden ve Siyahların Kuzey’e göçünden sonra bu durum değiş­ ti. Toplumsal sınıf düzeninde ilerleyen Siyahlar, bundan böyle alt sınıf­ lardaki Beyazlardan üstündü, ancak kendileriyle aynı toplumsal sınıftan Beyazlara göre aşağıda kaldılar. Toplumsal sınıf düzeni içinde ilerleme­ lerine rağmen, kast mantığı yüzünden her iki taraf, yine de birbirinden ayrıydı ve özellikle de Beyazlarla Siyahlar arasındaki evlilikler yasaktı. Caste sch o o l o f race relations “ kuram” ı, 30 ’lu yıllarda Ameri­ kan sosyolojisine egemen oldu ve 40 ile 5 0 ’li yıllar boyunca sürdürü­ len araştırm alara esin kaynağı oldu. Sonraki bölümlerde, siyah sosyo­ log Bertram Doyle’un yürüttüğü antropolojik soruşturmanın bu kura­ ma katkısını göreceğiz; Doyle, D eep Sou th’ta yaşayan Beyazlar ile Si­ yahlar arasındaki ilişkilerde teşrifatın oynadığı rolü göstermişti.33 Psikolog John Dollard’ın çözümlemeleri ise Freudcu perspekti­ fe ulaştı.34 Sınırlı bir alana yayılmış olsa da -1 9 3 3 ile 1937 arasında yürüttüğü soruşturma on kadar yaşam öyküsünü ve yaklaşık iki yüz hızlı görüşmeyi kapsıyordu- bu incelemenin övgüye değer yanı, psikanalitik yaklaşımlı bir yorum ile toplumsal sistem alanındaki çözümle­ meleri buluşturmasıdır. Çocuk, sürekli olarak baskılarla karşı karşıya kalıyordu. Bu durum, onun saldırganlığını besliyordu. Ya kendisine yöneliyor ya da birikerek başkalarına patlamaya hazır hale gelmesine yol açıyordu. İkincisi söz konusuysa savunmasız, günah keçisi rolü oy­ nayan gruplara yükleniyordu. Bu grupların kimliğinin belirgin olması gerekiyordu: Siyahların “görünür” olmaları onları kader kurbanı h a­ line getirmekteydi. Güney’deki Siyahların boyun eğmeyi sürdürmeleri­ nin nedeni, yalnızca insan psikolojisi ya da toplumsal sistemin eylem­ sizliği değil kimi grupların, özellikle de orta sınıflardan Beyaz insanla­ rın bunu sürdürmek için uyguladıkları baskılardır. Beyazların böyle davranmalarının nedeni, renklerine ve toplumsal sınıflarına göre deği­ şen avantajlar elde etmeleriydi -D ollard, sınıftan ve kasttan oluşan iki 33 Bkz. vıu. Konu. 34 Dollard, 1937. boyuta böyle ulaşıyordu. Gerçekten de, orta sınıflardan Beyaz insan­ lar D eep Sou th’ta, Siyahların ve belli bir noktaya kadar halk sınıfla­ rından Beyazların aleyhine oluşmuş toplumsal sistemden üç alanda ya­ rarlanıyorlardı: İktisat, cinsellik ve statü. Kendi çalışmalarının diğerlerininkine göre daha yüksek bir verim getirmesini sağlayan sistemden iktisadi çıkar sağlıyorlardı. Öte yandan, Siyahların yapamadığını ya­ pıp hem siyah hem de Beyaz kadınlarla ilişki kuruyorlardı. Siyah ka­ dınlar bu alanda daha avantajlıydı: Beyazların ayrıcalıklı cinsel part­ neri haline geliyorlardı, oysa Beyaz kadınların rolü eşlik ve annelikle sınırlı kalıyordu. Son olarak Beyazlar, Siyahların kendilerine karşı ta­ kındıkları saygılı ve itaatkâr tutumdan seve seve yararlanıyorlardı. El­ bette Siyahlar bunu kullanarak Beyazları çekip çevirmeyi bildiler, yine de bu tutumun temel işlevi, toplumsal düzen içindeki yapısal eşitsizli­ ği her an ortaya koymak ve onlara “yer” ini hatırlatmaktı. Beyazlar çok açık avantajlar elde ediyorlardı: Siyahları aşağılamakla kendi üs­ tünlüklerini, egemenliklerini, olgunluklarını, görev duygularını ifade etme doyumuna ulaşıyorlardı. Ancak Siyahlar da, verim kaygısı taşı­ madan çalışma ve rekabet iktisadında yasak olan bir özgürlükten ya­ rarlanıp gerçekten özerk aktörler olarak kalma avantajını ellerinde tu­ tuyorlardı. Sistemi değiştirmeye yönelik enerjik bir mücadele vermedi­ ler, çünkü bu sistem bir bakıma korumacı özellikler gösteriyordu. Kast “Kuram” ınm Eleştirisi “ Kuram ”, hem M arxçı düşünürler hem de Hindistan uzmanlarınca eleştirildi. M arxçı sosyolog Oliver Cox, Hindistan’daki kast sistemi­ nin ve kastlar arasındaki bağımlılığın kutsal ve değişmez özellikte ol­ duğunu, Siyahlarınsa adaletsiz bir sistemin kurbanı olduklarını vur­ guladı: Bu iki durumun taşıdığı anlam lar farklıydı. Teşrifat kuralları­ nın da yalnızca kasta özgü olmadığını, Ordu ve Kilise gibi toplumlar­ da da kendini gösterdiğini hatırlattı. En başta da Warner’ı eleştirerek özü ihmal ettiğini, yani Beyazlar ile Siyahlar arasındaki eşitsizliklerin sınıf ve sömürü sistemindeki farklı konumlardan kaynaklandığını söyledi. Irkla ilgili Güney’deki önyargılar ve Siyahların statüsü, yerel oligarşinin iktisadi çıkarlarının ürünüydü. Irkçılık, 1 4 9 3 -1 4 9 4 ’te Amerika’nın keşfi sırasında doğmuştu; kapitalist gelişmenin “ temel çizgilerinden biri”ydi. Sosyalist devrimden sonra tıiggerler de (güney­ li Beyazların Siyahları belirtmek için kullandıkları aşağılayıcı terim) kalmayacaktı.35 Hindistan uzmanı Louis Dumont’un, Caste sch o o l o f race relations’a itirazları bir bu kadar sertti. Kast sistemi ırkçı ayrımcılıkla ka­ rıştırılmamalıydı. Bu sistemin özü ırksal değil toplumsaldı. Hindis­ tan’da bütün sistemi içine alarak toplumun bütününü eşitsizlik teme­ linde düzenliyordu. Daimi, ayrı, uzmanlaşmış, hiyerarşiye yerleştirilmiş grupların, yani kastların varlığı iktidar hiyerarşisinden ayrılmış olan dinsel hiyerarşi tarafından meşrulaştırılıyordu. Birleşik Devletler’de ise “ kast” ların aldığı biçimler, eşitlik ilkesine dayanan toplumsal bir sis­ temdeki eşitsizliğin tortularıydı. Birinci durumda söz konusu olan şey, saf olan ile olmayanın karşıtlığına dayanan bir toplumsal örgütlenme; diğerinde ise, toplumsal sistemin altüst oluşu ve ihanetiydi.36 Dumont’un eleştirisi, Hint uygarlığındaki gibi bir kast sistemi bulunmaması anlamında doğrudur. Birleşik Devletler’de, Pierre Van den Berghe’in verdiği adla “grup-kast” yoktur; özel, azınlık ve ayrıma uğramış böyle bir grubun varlığı, Amerikan demokrasisini oluşturan ideolojiye ters düşer. Warner’ın ve onu izleyen sosyologların öne sür­ düğü gibi, bu bir kuram değildir. Daha çok, örnekseme ya da örnekle­ me düzeyinde bir formüldür ve toplumsal katmanlaşma ile bütün top­ lumsal kurumların ırklara göre bölünmesinin örtüştüğünü vurgulama­ yı sağlar. Bir sonraki konuda, Pierre Van den Berghe’nin başka bir ça­ lışmaya daha imza attığını göreceğiz; Berghe, Kuzey’deki siyah getto ile Güney’de Siyahları uzaklaştırarak Beyazların kolektif üstünlüğünü ortaya koyan Jim Crow yasalarının nasıl olup da aynı işlevi taşıdığını kanıtlayan bütün çalışmaların sentezini yaptı ve sistemleştirdi. 35 36 Cox, 1942; Cox, 1948. Dumont, 1966. Gelişme Antropologları ve Dünya Çapında Asimilasyon Park, Birleşik Devletler’de asimilasyonun geçirdiği evreleri inceleyerek, bunun tersinmez bir süreç olduğunu ve bundan böyle bütün dünyayı kapsadığını, yeni bir dünya uygarlığının doğmakta olduğunu belirt­ mişti. Ancak bu tema, esas olarak 1945 zaferinden sonra yaygınlaştı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki gelişmeyi konu alan literatür, Ame­ rikan toplumunda oluşan asimilasyon paradigmasını dünya ölçeğine yaydı. Demokrasilerin zaferi ve onların oluşturduğu siyasal modelin bütün dünyaya gözle görülür bir biçimde yayılması, Merton’un kuramsallaştırdığı modern toplum yaklaşımının örnekleri gibiydi: Bu yaklaşım, kaçınılmaz olarak bireyci, bürokratik ve akılcı nitelikler ka­ zandı. Öncecilik kuramcıları, 6 0 ’lı yılların başında, Batılı olmayan kültürlerin özgünlüğünü ve dünya çapındaki modernleşme sürecinin aldığı çeşitli biçimleri anlamak için bu özgünlüğü dikkate alma gereği­ ni ilk hatırlatanlar oldular.37 Gelişmeyle ilgilenen ve iktisat, antropoloji, sosyoloji alanında çalışan araştırmacılar 5 0 -6 0 ’lı yıllar boyunca, iktisadi modelin ve ulus­ ların inşasının (nation building) dağılımını aynı dönemde incelediler; yani, Avrupa sömürge imparatorluklarının yıkılmasından sonra siya­ sal bağımsızlığa kavuşan Üçüncü Dünya ülkelerinde Batı demokrasisi­ nin dağılımını ele aldılar. Az çok açık bir üslupla, art arda gelen ikti­ sadi gelişme evrelerinin, egemen siyasal örgütlenme biçimi olan liberal demokrasinin paralel yayılmasına denk düştüğünü kabul ediyorlardı. W. W. Rostow’un The Stages o f Econom ic Growth adlı ünlü eserinde bu bakış açısını ortaya konuldu. Yazara göre, toplumlar iktisadi ba­ kımdan beş kategoriye ya da aynı gelişme süreci beş evreye ayrılıyor­ du: Geleneksel toplumlar, “ kalkınma hamlesinin ön koşulları” nı oluş­ turan toplumlar (the preconditions fo r tak e-o ff), kalkınma hamlesi ya­ şayan toplumlar (the tak e-o ff), olgunlaşma yolundaki toplumlar (the drive to maturity), kitlesel tüketim toplumları (the a ge o f high ntassconsum ption ).3S Toplumlar buna paralel olarak, kolektif yaşamın ebe­ 37 38 Bkz. vii. Konu. Rostow, 1960. di sorunlarına, içinde bulundukları iktisadi gelişme evresine göre fark­ lı siyasal cevaplar veriyorlardı.39 Bu yaklaşım, evrimci perspektif için­ de yer alıyordu: Farklı zam anlarda da olsa, bütün toplumlar aynı ev­ relerden geçmek zorundaydı. Yine bu kuram gereği, iktisadi gelişme evresi ile siyasal yaşamın biçimleri arasında zorunlu bir bağ vardı. Her ne kadar ilk kitabın alt başlığı A Non-Com m unist M anifesto olsa da yazar, sandığından daha fazla Marxçılığın etkisinde kalmıştı. Kari Deutsch, başka öncüllerden yola çıkmakla birlikte aynı perspektifi benimseyerek ulusal bütünlüklerin (nation building) oluşu­ munu “toplumsal seferberlik”in sonucu olarak gördü; bireylerin, ikti­ sadi yaşam içinde ve onlar tarafından, kitle iletişim ağları içinde ve on­ lar tarafından giderek emilmelerinin sonunda ulusal bütünlükler olu­ şuyordu. “Ulusal asimilasyona ve farklılaşmaya yol açan etkenlerden biri, kesin olarak temel toplumsal seferberlik sürecidir ve bu süreç pi­ yasaların, sanayilerin ve kentlerin -v e son olarak okuryazarlığın ve kit­ le iletişimlerinin- gelişmesine eşlik eder.”40 Bu perspektife göre ulus duygusu iletişim ve maddi değişim yollarının tümünün gelişmesinden doğuyordu ve bu olanaklar etnik özellikleri yavaş yavaş silerek egemen grubun çevre grupları asimile etmesine yol açıyordu.41 Her ne kadar Merton’un çözümlemeleri kuramsal bakımdan daha iddialı olsalar da, bu yaklaşımın elde ettiği sonuçlarla onunkilerle aynıdır. M erton’a gö­ re modern toplumda, yani ulusta, etnik iddia bir tortudan başka bir şey değildir; oysa karmaşık, evrenselci, rollerin buyurganlıkla elde edilme­ sinden giderek vazgeçen ve bunları giderek edinilmiş kılan toplumların 39 40 41 Rostow, 1971. Deutsch, 1 9 5 3 ,1 9 6 9 baskısı, s. 188 (C. Jaffrelot çevirisi, Delannoi ve Taguieff’te, 19 91, s. 142). Deutsch, buradan yola çıkarak bu sürecin evrelerini tanımladı: “ Ortak bir Uius-Devİet’teki si­ yasal alaşım karşısında gösterilen açık ya da gizli direnç; minimal bütünleşmeyle birlikte, bunun gereği olarak o yönetimin emirleri karşısında edilgen boyun eğme; çok dah a derin siyasal bü­ tünleşmeyle birlikte, bunun gereği olarak bir yandan ortak Devlet’i etkin biçimde desteklerken diğer yandan da etnik ya da kültürel grubun kaynaşm ası ve çeşitliliğini koruması süreçlerini sür­ dürmek; ve son olarak bütün grupların ortak dile ve ortak kültüre asimile olm alarıyla birlikte siyasal alaşımın ve bütünleşmenin bir araya gelmesi. Kabilelerden ulusa giden yolun an a evrele­ ri bunlar oalabilir” , K. Deutsch, 1966, s. 7-8 , C. Jaffrelot tarafından aktarılm ış ve çevirilmiş, Delannoi et Taguieff’te, s. 144. zihniyetinde bunun tam tersi yaşanır. Talcott Parsons, Merton’un yak­ laşımını devam ettirerek “ toplumsal toplulukları ya da ulusları” dört özelliğiyle tanımlar: “Toplumsal topluluk, göreli aidiyetle tanımlanabi­ len bir grubu gerektirir; bizler, bu aidiyete modern toplumlarda genel olarak yurttaş diyoruz. Ayrıca, gönderimlerle ilgili kolektif düzenleme­ nin, belli bir toprak üstünde siyasal bakımdan örgütlenmesini şart ko­ şar. Böylelikle, bu toprağı işgal eden nüfusla ilgili kuralcı düzeni ve si­ yasal karar alma sürecini ayakta tutar. Son olarak, üçüncü temel ölçüt, ortak kültür geleneğidir” ; bu gelenek, her seferinde özgül bir karışım­ la “ kan”la belirlenmiş öğelerden ve “ sözleşme”yle belirlenmiş öğeler­ den oluşur. “ Kendini sürdüren yaygın bir dayanışma” yaratıyor ve bu dayanışma hali ortak dili, aynı tarihi ve gelecekle ilgili ortak tasarıyı paylaşma duygusu sayesinde kuşaktan kuşağa aktarılıyordu. Daha ön­ ce var olan etnik aidiyetlerin silinmesine yol açıyordu.42 O sıralar Amerikan sosyolojisine egemen olan işlevselciliğin et­ kisine giren liberal sosyologlar, M arxçı düşünürlerle buluştular. Birin­ ci Dünya Savaşı’ndan önce Otto Bauer ve Avusturya marxçılarının, Avusturya M acaristan monarşisinden sonrası için uyrukluk sorunu üs­ tünde düşünme gayretlerine rağmen, marxçı kuramcıların çoğu mo­ dern, sanayiye dayanan, akılcı ve evrensel toplumun gelişmesiyle bir­ likte etnik aidiyetlerin de yavaş yavaş tükeneceğini öngörüyorlardı. “Tıpkı diğer tarihselcilik yandaşları gibi, tarihte tek ve evrensel bir ilerleme olacağına inanan M arx, ulusal ve bölgesel meşruiyetçilik bi­ çimlerinin, az gelişmiş biçimlerin akıldışı direnci olduğunu ve tarihin bunları kullanımdan kaldıracağını ifade ediyordu.”43 Gerek liberaller gerekse marxçılar, modern toplumda yer alan etnik boyutların kade­ meli tükenişini çözümlediler ve öngördüler. Bu sürecin dünyaya yayıl­ masının, toplumsal ilişkilerde etnik adına kalan her şeyi silip süpüre­ ceğini söylediler. G em einschaft’m mantığından doğan toplumsal bi­ çimler, modernliğe özgü mantık gelişip kendini dayattıkça yok olacak 42 43 Merton, Glazer et Moynihan’da, 1975. Beriin, “Le retour de bâton, sur la montee du nationalism e” , 1971, Delannoi et Taguieff’te ak­ tarılmış, 1991, s. 312. ya da en azından zayıflayacaktı. “ Etnisite, akılcı ve bürokratik özellik­ ler kazanmış bir toplumda hayatiyetini sürdüren G em einschaft biçim­ lerinden biridir.”44 Bu yaklaşımlar göze alındığında, Amerikan toplu­ mu üstüne kültürel çoğulculuk bağlamında yapılan çözümlemeler ol­ dukça marjinal kalıyordu. 4 0 ’lı yıllarda ulusal özelliklere adanmış li­ teratürün zenginliği, Amerikan ulusunun oluşumunu tamamladığını gösteriyordu.45 Dünyanın geri kalan bölümü de, Birleşik Devletler’de geliştirilmiş iktisadi ve siyasal biçimlerin yayılma alanıydı. Chicago okulunun araştırmacıları ve onların takipçileri, 60 ’lı yıllara kadar asimilasyon süreçlerini iyimser bir bakış açısıyla çözüm­ lediler. Amerikan demokrasisi asimilasyoncu değildi ve asimilasyonu, yani göçmenlerin kendi köken geleneklerini demokratik ulusun yasal ve siyasal çerçevesi içinde kendi istekleriyle yeniden yorumlamalarını bir tutku olarak görüyordu. Yurttaşlık karşısında duyulan saygı, özel­ liklerin muhafaza edilmesini engellediği gibi topluluk ilişkilerinin sür­ dürülmesi de göçmenlerin özgür ve kademeli asimilasyonunu kolaylaş­ tırıyordu. Sosyologların dileği şuydu: Göçmenlerin, bazı kültürel öz­ güllüklerini korurken, özel tarihsel ve dinsel anılarını yeniden yorum­ larken kademeli olarak asimile edilmeleri; yani, Amerikan demokrasi yaşamına ve evrensel değerlerine tam olarak katılmaları. Kendi rızala­ rıyla Atlantik ötesinde özgürlüğü arayan göçmenler için bundan daha iyi bir kader olabilir miydi? Sosyologlar, göçmenlerin etkili bir asimi­ lasyon süreci yaşayacaklarını öngörüyorlardı. O sıralar Amerikan top­ lumu, toplumsal ve etnik bakımdan henüz katmanlıydı; her ne kadar sosyologlar, Siyahların özel bir “ kast” oluşturduğu görüşünde birleş­ seler de, bu toplumun temel özellikleri sınıf mücadelesinden korun­ muş, açık ve çatışmasız bir toplum olmasıydı ve bu nedenle katmanlı yapı zamanla ortadan kalkacaktı. Göçmenlerin çeşitliliğinin yönetimi ile ulusun bütünleşmesi arasında herhangi bir çatışkı yoktu. 44 45 Greeley, 1974, s. 27. Örneğin, bkz., M ead, 1942 ve Gorer, 1949. ALTINCI BÖLÜM Çoğul Toplumlar mı, Sömürge Toplumları mı? B u güven tavrı, 1 9 6 0 ’tan sonra eserlerini yayımlamaya başlayan yurttaşlık hukuku kuşağı tarafından sorgulandı. Hemen ardından iki alanda kopuş yaşandı. Daha önceleri, Avrupa ve Birleşik Devletler demokrasilerinde asimilasyon, yurttaşlığın evrenselliği ile özel bağlılık­ ların değeri arasındaki çatışkı karşısında olası en iyi siyasal çözümü getirdiği için onun hem karşı konulmaz hem de arzulanan bir süreç ol­ duğuna inanılıyordu; bu inançtan vazgeçildi. Aynı dönemde, uzak ya da egzotik toplumların modern toplumlardan farklı bir yaklaşımla oluştuğunun düşünülmesinden de vazgeçildi: “İlkel” toplumlardaki toplumsal düzeni açıklamaya yönelik kabile kavramı safdışı bırakıldı, Birleşik Devletler’deki etnisite düşüncesi sömürgeleşmiş eski ulusların deneyiminden esinleniyordu. Elbette bu iki tartışma, Batı toplumlarının kendi maddi ve manevi üstünlükleriyle besledikleri sömürgesizleşme yaklaşımına ve yeni ortaya çıkan sorulara bağlıydı. Irksal ve etnik ilişkilerle ilgili hakiki bir kuram oluşturmak üze­ re gösterilmiş en tutkulu çaba olarak görülen çoğul toplumlar “ ku­ ram ” !, iki eleştiriden doğmuştu: Antropologların, sömürge toplumundaki toplumsal ilişkilere yönelik eleştirisi ve sosyologların, Birleşik Devletler’deki çeşitliliği yönetmek için sundukları, asimilasyon siyase­ tiyle simgeleşen demokratik çözüme yönelik eleştirisi. Kuşkusuz, mo­ dern meşrulukla ilgili evrensel ilke ile toplumsal gerçeklikler arasında­ ki sapmanın en aşikâr olduğu, ortam sömürge toplumlarıdır. Eleştiri­ nin en çok serpilip geliştiği ortam da, yine onlardır. Sömürge toplumları hukuksal ve siyasal statü eşitsizliğine dayanıyordu. Sömürgesizleşme sürecinden doğan toplumlar da, bağımsızlıktan sonra bile geçmiş­ ten miras kalan toplumsal yapıları ve gösterimleri muhafaza ettiler. Çoğul toplumların antropologları, sömürge konumunun ve bağımsız­ laşan toplumlarda sömürge geçmişinin, tekil toplumsal tiplerin varlığı­ nı ve -nesnel durumun zorlamalarından kurtulam ayan- bireyler ara­ sındaki ilişkilerin kazandığı biçimlerin varlığını ne ölçüde belirginleş­ tirdiğini ortaya koydular. Kaldı ki günümüzde, Avrupa ve birkaç Asya ülkesi dışında, bütün dünya sömürge toplumundan doğmuş siyasal uluslardan oluşmaktadır.1 SÖMÜRGELER, SÖMÜRGESİZLEŞME VE ÇOĞUL TOPLUMLAR Çoğul toplum kavramı sömürge toplumlarına ve apartheidın egemen olduğu Güney Afrika gibi özel bir sömürge toplumu (metropolsüz) bi­ çimine mükemmel biçimde uygulanabilir; Güney Afrika örneğinde si­ yasal düzen, iki ya da daha çok grubun ilan edilmiş statü eşitsizliğine dayanmaktadır. Hangi özel tarihsel ortaklaşm aya ait olurlarsa olsun­ lar, bütün yurttaşlarının siyasal statü bakımından eşit olduğunu ilan eden sömürge-sonrası toplumlarda, çoğul toplum kavramının kullanı­ mı daha önemli sorunsallar yaratır. ı Çoğu toplumlardaki kuramcıların çoğu antropologdur (Balandier, Smith, Schermerhorn). Ayrı­ ca bunlardan bazıları da kah yönetici (Furnivall), kah “yerli” (Fanon, Mannoni, Memmi) sıfa­ tıyla, kah sömürgeli bir aileye bağlı oldukları için (Van den Berghe) sömürge toplumu deneyi­ mini doğrudan yaşamışlardır. Diğerleri de, dinsel ve ulusal çoğulculuğun etkisi altında varlığını sürdüren toplumların üyesidirler, Selim Abou Lübnanlı’dır; John Rex ve Leo Kuper Güney Af­ rika kökenlidirler. Sömürge Toplumu Halk, farklı yasalara bağlı farklı hukuksal kategorilere bölünmüştür ve birbirinden ayrı gruplardan oluşur. Toplumsal düzen, çoğunlukla azın­ lık olan sömürgecilerin siyasal, hukuksal, toplumsal ve kültürel egemen­ liğini, çoğunluğu oluşturan sömürge halkı üstünde ikili adalet kuralıyla sürdürmesine dayanır. Örneğin, Doğu Afrika’daki Hintliler, Endonezya ve Filipinler’deki Çinliler ya da Cezayir’deki Yahudiler gibi -İngilizce kullanan antropologların coloured olarak nitelendirdikleri- ara azınlık­ ların var olması, sistemi tehlikeye atmaz. Bu durumda, üç ayrı ilkeye bağlı üç grup vardır ve birinden diğerine hareketlilik imkânsızdır. Çoğul toplumları ele alan klasikleşmiş ilk kitap, Hollanda’nın egemenliği altındaki Endonezya’yı konu alıyordu.2 Furnivall (18751960), çoketnili bir toplumun işleyişini çözümledi. Aynı siyasal birlik içinde pek çok grup birbirine karışmaksızın bir arada yaşıyorlardı: Avrupalılar, Çinliler, Hintliler ve yerliler (natives). Irk farkı, siyasal ikti­ dardaki ve iktisadi katılımdaki eşitsizliğin etkilerini ikiye katlıyordu. Devlet, Avrupalıların elindeydi; onlar da, iktidarlarını diğer gruplara dayatmakla birlikte aile, kültür ve din yaşamının düzenlenmesinde, büyük bir özgürlük tanıyorlardı. Her grup hakiki bir iktisadi kast oluşturuyordu, iktisadi sistemin bir bölümünden tümüyle sorumluy­ du, yerliler ise yalnızca çiftçi ya da coolie* olabiliyorlardı. Bireyler an­ cak, farklı toplulukların tek ortak mekânı olan pazarda karşılaşabili­ yorlardı yalnızca. Yalnızca iktisadi alışverişin nüfusun tamamını kap­ sam ası, maddi boyutların temel önem kazanmasına neden oldu. Bütün grupların alışverişi iktisadi etkinlikte yoğunlaştığı için, toplumsal ve kültürel ilişkiler ikinci plana düşüyordu. Avrupalıların kültürel yaşa­ mı, giderek daralan bir toplumsal ortama saplanıp kaldı. Sömürgecile­ rin liberalizmden söz etmesine rağmen, yerlilerin -h o ş görülen, ama 2 Furnivall, 1944; ayrıca bkz.Fumivall, 1948. (*) Ing. söze.; guceratlı bir halkın kendi dilindeki adı olan kuli'den. Eskiden ücret karşılığı, bir sö­ mürgede çalışm ak için tutulan Asyalılara ve Çinhindi’nde, ordunun gereç ve yüklerini taşımak ya da bütün ağır işleri yapmak için tutulan yerlilere verilen ad. Günümüzde, Uzakdoğu’da, özel­ likle de Hindistan ve Çin’de ham al ya da çek çek - ç.n. aslında Avrupalıların iyi niyetine bağımlı o la n - kültüründe derinleme­ sine çözülmeler yaşandı. Sömürge nüfusu giderek kendine karşı saygı­ sını yitirdi ve Avrupa kültürünün üstünlüğünü tanıdı. Sömürge Hin­ distan’ındaki kast sistemi, sömürge statüsünün gerektirdiği siyasal ve hukuksal eşitsizliği din ilkesiyle doğruladığı ölçüde, toplumsal istikra­ rın güvencesi oldu. Endonezya’da kast sistemi söz konusu olmadığı için toplum pek bütünleşemedi. Toplumun işleyişi, onaylanmış yasala­ ra özgürce saygı duymaya değil, gerektiğinde devletin zor kullanma­ sıyla sürdürülen iktisadi etkinliğe dayanıyordu yalnızca. Toplumda ha­ kiki bir siyasal düzen olmadığı için, kargaşa ve suç giderek çoğaldı. Bi­ lindiği gibi, zora dayanan bir toplum, esas olarak istikrarsızdır. Daha sonraları, sömürge toplumlarının iktisadi bakımdan pa­ halı ve siyasal bakımdan istikrarsız olmaları, antropoloji literatürünün sık sık ele aldığı konulardan biri oldu. Avrupa sömürgeciliğinin son macerası apartheid Güney Afrika’sını konu alan çok sayıda kitabın te­ mel konusu da budur. Sömürge toplumu, saf siyasal mantığın etnilerarası ilişkiler üs­ tündeki etkisine örnektir. Georges Balandier’nin ifadesiyle “sömürge durumu” , toplumsal varoluşun bütün yönlerini içine alan bir sistem gi­ bi tanımlanır; bir “toplam”3dır. Kişisel niyetleri ne olursa olsun bütün bireylere kendi mantığını acımasızca dayatır; hiç kimse onun zorlama­ larından kurtulamaz: “Sömürge durumu, sömürge halkları yarattığı gi­ bi sömürgecileri de yaratır.”4 Onun dayattığı “ koşulları reddetmek” kimsenin haddine düşmez. Toplumsal düzeyi ne olursa olsun, hatta mü­ tevazı bir konumu da olsa sömürgeci, bu sıfatıyla hem yerliler hem de metropolde yaşayan kendi yurttaşları karşısında iki kez ayrıcalıklıdır. Sömürgeciler ile sömürge halkından oluşmuş toplum, her bire­ yin Öteki ile ilişkisine göre tarif edildiği bir sistem yaratır. “ Sömürge dünyası manicidir.”5 Sömürgeci ve sömürülen rolleri birbirini besler. “ Bu yüzden, sömürgeci ile sömürülen arasındaki ilişki yok edici ve ya­ 3 4 5 Balandier, 1955, s. 4. Memmi, 1957, s. 77. Fanon, 1961, s. 10; Aynı gözlem Balandier’de vardır, 19 55, s. 10. ratıcıdır. Sömürgeciliğin iki tarafı olan sömürgeci ile sömürüleni yok eder ve yeniden yaratır: Bunlardan biri zorba, kısmi, uygarlık dışı, hi­ lebaz, yalnızca kendi ayrıcalıklarıyla ve her ne pahasına olursa olsun bu ayrıcalıkları savunmakla meşgul olan bir yaratık olarak çirkinleşti­ rilir; öteki ise baskı altındadır, onun gelişimi durdurulmuştur, ezilmiş­ liğiyle bütünleşmiştir.”6 İnsanlar arasındaki bütün ilişkiler bunların izini taşır. Sömürgeci, sömürge insanının insanlığını tanımayı reddede­ rek ona bir insan gibi değil, bir yığın gibi (“ Hepsi tembel...” “ Hepsi de birbirinin aynı...” ) ya da bir hayvan gibi davranır. “ Sömürgeci, sömür­ ge halkını kötülüğün en özlü parçası olarak görür.”7 Sömürge halkının yapabileceği tek şey, sömürgecinin gözünde giderek kötüleşen imgesi­ ni içselleştirmek, kendini küçük görmeyi kabul ederek küçük görene hayranlık duymaktır. Sömürge halkı kurbanı olduğu zorbalıkla, sö­ mürgecinin normlarına göre eksiklikleri ve yetersizlikleriyle tanımla­ nır. Yahudi düşmanı bir toplumda yaşayan Yahudiler gibi, kendine karşı duyduğu nefreti sürdürmekle yükümlüdür, köhnemiş ve kendi bağlamından koparılmış bir geçmişin patolojik kıvrımı ile sömürgeci­ nin otantik olmayan değerlerini benimseme arasında gidip gelmeye, mahkûmdur. Octave Mannoni 195 0 ’de bu durumun patalojik boyut­ larını ortaya koydu; “ Avrupalılaştırılmış” sömürge insanının kişiliği, sömürgecinin güçlü kültürünün cazibesine kapılmak ile egemen olan kendi köken kültürüne duyduğu sadakat arasında kalarak parçalanır.8 Bu durumun yarattığı etkilerden kaçınmak imkânsızdır. M em mi’nin deyimiyle, “ solcu” sömürgecinin yapabileceği tek şey, ya bu durumdan kaçmaktı ya da orada kalarak belirsizlik ve huzursuzluk içinde yaşam ak. Geri kalanlar da zamanla “ söm ürgeci” olu­ yor, yani sömürge olgusunu kabullenip onaylayarak kimi ayrıcalık­ lar elde ediyorlardı. En iyi olanların takınabileceği tavır himayecilik­ ti; gerçekte insanlığını bilmediği sömürge insanına karşı “ insanca” davranabilirdi. 6 7 8 Memmi, 1957, s. 117-118; ayrıca bkz. Balandier, 1955, s. 30. Fanon, 1961, s. 33. M annoni, 1950. Irkçılık, sömürgecilerin ayrıcalıklarını doğrulamaya yaradığı öl­ çüde sömürge durumunun bir parçasıdır. Siyasal egemenliğe kültürel egemenlik eşlik eder. Sömürge halkının kültürünün başına gelebilecek tek şey eriyip gitmektir. “ Sömürgecinin ortaya çıkması yerli toplumun ölümünü, kültürün uyuşukluğunu, bireylerin taşlaşmasını bağdaştıran bir süreci ifade eder [...]. Sömürge egemenliği toplam ve yalınlaştırıcı olduğu için, boyun eğen halkın kültürel varlığının kısa sürede görkem­ li biçimde parçalanmasına yol açmıştır.”9 Sömürge durumu metropo­ lün meşruluğu ilkesiyle çelişkiye düştüğü ölçüde ideolojik doğrulama gerektirir. Sömürgeciler, onları sömürge halkından ayıran temel fark­ lar, bu farkların değeri ve mutlaklığı üstünde ısrarla dururlar: Sömür­ ge insanı, kendi kültüründen ve başarısından bağımsız olarak sömür­ geciler grubuna asla geçemez. Beyaz ırkın üstün olduğu iddiası da, sö­ mürge halklarını “ uygarlaştırma” görevinin yapı taşıdır. Irkçı ideoloji sömürge durumunun sürekliliğini meşrulaştırır. Sömürgeciler, sömürge durumunun kendilerine sağladığı elve­ rişli var olma koşullarından metropolde yararlanamayacak vasat in­ sanlardır. Onlar, ayrıcalıklarını zorbalıkla güvence altına alan anava­ tan efsanesini ayakta tutarak yaşamlarını sürdürürler. Bu yüzden de birkaç kişinin otoritesinin egemen olduğu rejimleri kendilerine yakın bulurlar. “ Her sömürgeci ulus bağrında faşist eğilimin tohumlarını ta­ şır.” 10 Böylesi bir faşizm metropol siyasetini “çürütme” ve burada fa­ şist bir rejimin oluşmasına katkıda bulunma tehlikesi gösterir. Sömürge ülkelerinin etnileştirilmesi ya da balkanlaştırılması sö­ mürge durumunun başka bir sonucudur. Avrupalılar, bu ülkelerdeki düzeni muhafaza etmek için onları çoğunlukla keyfi idari parçalara ayırdılar. Etnik grupları kolayca çekip çevirmek için, kâh onları birbi­ rinden ayrı tuttular kâh yeni gruplar yarattılar. Afrika toplumlarmın “ kabileleştirilmesi” ya da “ etniler yaratılm ası” sömürge siyasetinin ilk ürünlerinden biri oldu; “sömürge yöneticilerinin, profesyonel etnolog­ ların ve her iki niteliği birden taşıyanların ortak eseri.” 11 Kuşkusuz Av­ rupa’nın bu ülkeleri işgal etmesi, “ uzlaşmaz çatışmaların ve kabileler arası sorunların kendini askeri düzlemde ifade etmesini engelledi, an­ cak işgalciler bu durumu ticari ve siyasal amaçlarla kullandılar.” 12 Ay­ rıca, sömürgecilerin egemenliğiyle bastırılan şiddet din düzlemine kay­ dı. Belçika Kongosu’nda Kimbangu hareketi gibi mesihçi hareketler, Afrika’nın sömürgeleştirilmesine eşlik etti. Bunlar, toplumsal karşı çı­ kışın kendini ifade etmesini sağlıyorlardı. Sömürge halkları, ne anlaya­ bildikleri ne de hükmedebildikleri siyasal ve kültürel bir düzene boyun eğmek zorundaydılar. Yaşadıkları felaketi ya da isyanlarını siyasal ey­ lemle ifade etme yollarından da mahrumlardı. Mesihçilik, kendi ka­ derlerinin anlamı ve sömürge ortamında kendi kültürlerinin aşağıda kalması karşısında, sormadan edemedikleri soruların bir cevabı gibiy­ di. Nitekim M ax Weber, mesihçi vahiyciliğin toplumsal yoksunluklara bir tepki olarak doğduğunu daha önceleri kanıtlamıştı. Sömürge durumunda, kimi sömürgecilerin kendi uygarlıkları­ nın üstünlüğü adına uyguladıklarını öne sürdükleri asimilasyon siya­ seti, aldatm acadan başka bir şey değildir: Hakiki -v e siyasal bir slo­ gandan ibaret olm ayan- asimilasyon siyaseti, statü eşitliğini dayatır, sömürgecilerin sömürge halkları üstündeki egemenliğiyle örgütlenmiş bir toplumu temelden yıkar. Bu durumda toplumsal istikrarsızlıktan başka bir şey yaşanmaz ve sömürgecinin kendi ayrıcalıklarını m uhafa­ za etme iradesinden ötürü “ mumyalaştırılmış” ya da “ taşlaştırılmış” bir toplumdaki sömürge insanları isyan edebilirler. “ Sömürgeci” ve “ sömürgeli” gibi insan tiplerinin ortadan kalkmasının tek yolu sömür­ geciliğin sona ermesidir. Bütün yurttaşların hukuksal ve siyasal bakımlardan statü eşitli­ ğini ilan eden sömürge-sonrası toplumlarda sınıf farkları ile etnik aidi­ yetler iç içe geçer; oysa sömürge toplumunda sınıf farkları, bireyleri kendi etnik grupları içinde birbirinden ayırır. Toplumsal örgütlenme iki boyutu kapsar: Sınıfsal konum (bu terimi en geniş anlamda kullan11 12 Amselle, 1990, s. 22. Balandier, 1955, s. 23. dığımızda, yani iktisadi ve siyasal kaynaklara erişme sistemindeki ko­ num anlamında kullandığımızda) ve etnik aidiyetteki konum. Ne var ki bu bileşim, etnik bakımdan “ katı” lığım yitirmemiş toplumlarda ya da “ esnek” toplumlarda farklı biçimler alır. Sömürgecilik Sonrası “ Katı” Çoğul Toplumlar Sömürgecilik sonrası toplumlarda medeni, hukuksal ve siyasal eşitlik kesin olarak bütün yurttaşlara tanınır. Bugün Antiller’de, apartheid re­ jiminin sonuna kadar (1989) Güney Afrika ve Moritanya dışında bü­ tün Afrika’da ve hatta Birleşik Devletler’de toplumun bütün üyeleri, il­ kesel olarak aynı haklardan yararlanıyorlar. Ancak pek az ülke, bütün yurttaşların eşitliği ilkesini toplumsal uygulamalara yansıtıyor. Eşitli­ ğin ilan edilmesine rağmen, etnik çoğulculuk de facto varlığını sürdür­ dü. Michael G. Smith ve Leo Kuper’ın adlarıyla birlikte anılan kavra­ ma göre “çoğul” toplumlar geçerli hâlâ.13 Bu kavramla ilgili en önemli kuramcılardan biri olan Michael G. Smith, Antiller’deki toplumsal sistemi çözümlemek için, 1965’te önerdiği ve esas olarak kültür boyutlu bir tanımdan sonra, 1986’da si­ yasal boyutlu bir tanıma geçti.14 1965’te, Antil toplumunu oluşturan çeşitli ırk gruplarının farklı bir kültürü olduğunu ortaya koydu: Evli­ lik, aile, din, grubun iç örgütlenmesi, kurumlar, inançlar ve değerler sistemi, Beyazları, Siyahları, colouredlan, Kızılderilileri ve Çinlileri birbirinden ayırıyordu. Etni, ırk ya da “ ulus” kökeniyle birbirinden farklı bu gruplar, açıkça ve kuvvetli eşitsizlikler gösteren birbirinden ayrılmış parçalan oluşturdular. Onları bir araya getiren tek şey siyasal birlikti. Çeşitli grupların normlarının ve kuramlarının bağdaşm azlığı­ na dayanan çoğulcu toplumu sürdürmenin tek yolu bir grubun diğer gruplar üstündeki siyasal egemenliğidir. Egemenlik altındaki gruplar­ dan egemen gruba geçiş, katı toplumsal engellerle yasaklanmıştır. Bu engeller, bir tür kast düzeni oluşturarak bireylerin, gruplardan birine 13 14 Kuper ve Smith (yönetiminde), 1969. M . G. Smith, 1965; M. G. Smith, “Pluralism, Race and Ethnicity in Selected African Countries”, Rex ve M ason ’da (yönetiminde), 1986, s. 187-225; ayrıca bkz. Rex, 1959. aidiyetini doğuştan başlatır ve diğerine geçmelerine izin vermez. Kül­ tür asimilasyonu bazen büyük ölçüde sağlanmış da olsa (Birleşik Dev­ letler gibi), bunlar “ katı toplumlar” olarak nitelendirilebilir. En azın­ dan 6 0 ’lı yıllara kadar, Birleşik Devletler’de, ebeveyninden biri siyah olan bireyler, Beyazlardan ayırt edilmeleri imkânsız da olsa toplumsal bakımdan Siyahlarla aynı konumda görülüyorlardı. Beyazlara ait iş dünyasında gün boyu Beyaz “ sayılan”ların bile, Beyazların toplumsal yaşamına katılırken kendilerini ele vermemeleri imkânsızdı. Gün için­ de, mesleki etkinlik sırasında siyah muamelesi görmemekle birlikte, akşam olunca, hem toplumsal hem de uzamsal anlamda kendi getto­ larına dönmek durumunda kalıyorlardı. Smith’in 1969’da hatırlattığı gibi katolik, piskopos ve siyah olan bir Amerikalı, derhal ve esas ola­ rak bütün bu özelliklerinden arındırılıp siyah kimliğiyle tanımlanıyor­ du. Bu tip toplumlarda etnik sınırlar da istikrarını koruyordu: Etnik grup, değiştirmeyi istemek için bireylerin haklı sebepleri olsa da uygu­ lam ada bu geçiş imkânsızdı. İlan edilen düzen ile toplumsal gerçeklik­ ler arasındaki bu farklılığa Antiller’de, Gine’de, Birleşik Devletler’de ve Afrika devletlerinin çoğunda hâlâ rastlanmaktadır. Smith, 1986’da siyasal bir tanım benimsedi. Çoğul toplumun temel özelliği, etnik ya da ırksal her parçanın, özgül kurumlar ve işle­ yiş biçimleriyle donanmış kendi kamusal alanını geliştirmesidir. Bu parçalar karşılıklı olarak birbirini dışlayan, özerk ve karşıt kesimler­ den meydana gelir. Çoğu kez uzamsal ırkayrımı bu siyasal bölünmeyi pekiştirir. Örneğin, Trinidad adasında, Guyana’da ve M auritius ad a­ sında yaşayan Kızılderililer, Avrupa kökenliler ve Siyahlar kendi özel toplumsal yapılarını oluşturmuşlardır. Nüfusun tamamı siyasal hakla­ ra kavuşunca, bu farklı örgütlenmeler de siyasal partilere dönüşmüş ve böylelikle siyasal bakımdan çoğul toplumlar doğmuştur. O halde bu örgütlenmelerin, ayrılmış ortaklaşmaların varlığını ifade ettiklerini, toplumsal yapının temel birimleriyle özdeşleştiklerini ve kökende bu­ lunan kuvvetli farklardan ötürü siyasal bakımdan birbirlerine karşıt olduklarını söyleyebiliriz. Kamusal alanda ise özgül örgütlenmelerle kendilerini gösterirler. Başka bir deyişle, çoğul toplumların varlığının kaynağında, etnik ve ırksal farkların aşılmasını sağlayacak birleşmiş bir kamusal alan oluşturmadaki başarısızlık vardır. Bir yandan değer­ ler ile kamusal alanın gerekleri arasındaki aykırılık, diğer yandan top­ lumdaki etnik heterojenlik, toplumsal ve siyasal yapılar ile sivil toplu­ mun kültür çeşitliliği arasındaki çelişki çoğul toplumlardaki siyasal is­ tikrarsızlığın ve şiddetin varlığını sürdürmesine yol açar; Afrika Devletleri’nin çoğunda olduğu gibi. Siyasal istikrarsızlığı açıklamada yal­ nızca ırktan ve etnisiteden söz etmek yetersizdir; ancak bunlar, yurttaş­ lık yasalarının yönettiği bir kamusal alan olmadığı için ortaya çıkan toplumsal çatışmaların bir boyutunu oluştururlar. M ichael G. Smith önerisini genişleterek, çoğulculuk biçimlerin­ den yola çıkan bütün ulusal toplumların bütünleşme tarzlarına uygun bir çözümleme önerdi. Bütünleşme (incorporation) yurttaşlık ilkesine dayandığında “ evrensel” nitelik kazanıyordu; grupların özel hukuk koşullarını muhafaza etmeleri kabul edildiğinde “parçalı” hale geli­ yordu; ya da, gerçekte dışlamayı temel aldığında “ farklılaştırıcı” ola­ biliyordu. Smith, bu kavramları Birleşik Devletler’e uygulayarak üç bütünleşme tarzı buldu burada. Avrupa kökenli Beyazlar, evrensel te­ melde bütünleşmişti: Yasalar ve Devlet karşısında aynı hak ve görev­ lerden yararlanıyor, bütün yükümlülükleriyle kamusal yaşama katılı­ yor ve ondan eşit biçimde yararlanıyorlardı (eğitim, piyasa, ulaşım, vb.). Siyahlar ise yakın bir tarihe kadar, farklılaştırıcı tarzda bütünleş­ tirilmişlerdi: Gerçekte aynı haklardan yararlanmıyorlardı, yapısal ola­ rak çoğulcu Amerikan toplumunun temel kurumlarına özgür ve eşit katılım hakkından dışlanmışlardı. Bütün bunlara Kızılderililerin par­ çalı bütünleşmesi ekleniyordu; sözde eşit özel bir hukuk sisteminden onlar da yararlanıyorlardı. Dolayısıyla üç tip çoğulcu toplum vardır: Kültürel çoğulculukla ayırt edilen toplum, ortak yurttaşlıkla bir araya getirilmiş, ancak siyasal yaşamda kendini ifade edemeyen etnik grup­ lardan oluşuyordu (örneğin Brezilya ya da Büyük Britanya); toplum­ sal çoğulculuğa dayanan toplum, etnik grupların kamusal yaşamdaki varlığını olduğu gibi tanıyordu, ancak bu durum toplum üyelerinin yurttaşlık temelinde bütünleşmesine engel değildi (örneğin Antiller, Sovyetler Birliği ya da Belçika); yapısal çoğulculukla örgütlenen top­ lumda ise etnik kimlik, farklı yurttaşlık biçimleriyle ifade ediliyordu (örneğin apartheid Güney Afrikası, Birleşik Devletler, İsrail, Burundi). “ Esnek” Çoğul Toplumlar Birleşik Devletler’in, Antil ya da Afrika toplumlarının tersine Latin Amerika ülkelerinin çoğunu “ esnek” çoğul toplumlar oluşturur. Etnik gruplar eşitsizdir ve hiyerarşi içinde yer alırlar, egemen grup ise kültür bakımından asimile olmuş gruplara göreli olarak açıktır. Askeri fetih­ le birlikte yapısal bakımdan eşitsiz bir durumun ortaya çıktığı doğru­ dur; öyle ki kültür farkları, başta dil olmak üzere, eski galipler ile es^ ki mağluplar arasındaki eşitsizliklerin sürmesini ve pekişmesini sağla­ yan araçlar olarak kalmışlardır. Ancak yine de bu ülkelerin nüfusları, etnik kökenine göre örgütlenmiş gruplar değildir. Etnik ayrımlar orta­ dan kalkmamış olmakla birlikte toplumsal sınıf anlamındaki hiyerar­ şi çok daha belirgindir. François Bourricaud ve Pierre Van den Berghe’in çözümlediği Peru buna iyi bir örnektir.15 Bu ülkede toplumsal yapı iktidarda, zen­ ginlikte ve statüde eşitsiz insanları ya da grupları birbirine bağımlı kı­ lan bir dizi zincirden oluşur. Köylüler, küçük kent bürokrasisinin ve es­ nafının, küçük kent burjuvazisi eyalet başkentindeki seçkinlerin ege­ menliği altındadır, eyalet seçkinleri Lima oligarşisinin, o da dünya seç­ kinlerinin egemenliği altındadır. Ancak, aynı zamanda etnik bir hiye­ rarşi de vardır: Mezfrzoslar ch o lo sh r a hükmeder, onlar da Kızılderili­ lere. Dil ve eğitimde de aynı hiyerarşi görülür. Az da olsa önem taşı­ yan insanların kullandığı İspanyolca, yerel dilden çok daha fazla ikti­ dar ve saygınlık kazandırır. Dolayısıyla “ kızılderililiğin” , etnik ve top­ lumsal olmak üzere iki boyutu vardır. Bununla birlikte, İspanyolca öğrenen ve İspanya ya da Avrupa kökenli başka bir kültürü kabul eden Kızılderililer, bir ya da iki kuşak sonra melez kabul edilirler. Bu yüzden de, egemenlik altındaki grubun 15 Bourricaud, 1963; Van den Berghe, “ Ethnicity and C lass” , Despres’de (yönetiminde), 1975, s. 7 1 -8 6. sayısı giderek azalmakta ve fiziksel görünüm toplumsal yaşamda ikin­ cil rol oynamaktadır. Kökeni belirsiz fenotipler nüfusun en kalabalık bölümünü oluşturur. Nüfusun büyük bölümü hiçbir gruba açıkça ait değildir ve aynı kültürü paylaşır. İki dillilik yaygındır. Ara grupların çoğalması gruplar arasındaki sınırların sabitleşmesini ve ırk farklarına dayanan çatışmaların billurlaşmasını engeller. Her ne kadar etnisite ile sınıf arasında her zaman kuvvetli bir bağlılaşım olsa da, etnisite sınıfa indirgenemez. Sınıf aidiyetini belirle­ yen etkenler etnik nitelikte değildir. Yerlileri tanımlayan şey de yalnız­ ca köylü olmaları değildir. Etnik boyut, sınıf düzenini oluşturan ikti­ dar ve üretim ilişkilerinden çözümsel olarak bağımsızdır. Her ne kadar ikisi arasındaki ilişkileri çözümlemek önemli olsa da, bunları birbirine karıştırmamak gerekir. Yanı sıra, sınıfları ve etnik grupları birbirinden ayıran eşitsizlikler somutta birikimseldir. En mütevazı olanların iktisa­ di ve siyasal kaynaklara ulaşması, hem bağlı oldukları toplumsal sınıf hem de ait oldukları etnik grup elverişsiz konumda kabul edildiği için zorlaştırılmıştır. Ulusal dili bilmeyen köylülerin toplumsal hareketliliği iki kez engellenir. Bütün Latin Amerika’da, toplumsal hareketlilik ay­ nı zamanda “ etnik bir geçiş”tir (ethnic p assin g). Kaçınılmaz olarak kültür alanında da İspanyollaşmayı gerektirir. Nitekim, Peru’da yapı­ lan tarım reformları sayesinde toplumsal koşullarda belli bir eşitlik sağlanmış ancak etnik eşitsizlikler giderilememiştir. Bağdaştırma Toplumları Sınıflar, Avrupa’da olduğundan daha belirgin, ancak etnik sistem de daha açıktır. Latin Amerika toplumları, eşitsiz bir biçimde de olsa her zaman bağdaştırma toplumu olmuşlardır. Peru’daki Kızılderililerin Kolomb öncesi toplumların soyundan geldikleri ya da melezlerin İs­ panyol kültürünün taşıyıcısı oldukları söylenemez; en iyi yalıtılmış Kı­ zılderili topluluklar bile İspanyol kültüründen etkilenmişlerdir. Ancak ve ancak toplum “çoğul” olmaya son verdiğinde, Brezil­ ya toplumu da etnik çoğulculuğun en minimal biçimini oluşturabilir. Brezilyalı sosyolog Gilberto Freyre’ye göre, farklı en çok sayıda halkın en içli dışlı olduğu ülke Brezilya’dır.16 Kültür bağdaşımı ulusal efsane düzeyindedir ve bunda nesnel hakikatin payı vardır. Etnik gruplar, ne siyasal ne de toplumsal bakımdan oldukları gibi kabul edilirler. Irk ve etnik köken karşısında toplumsal engel de yaşanmaz toplumsal katılık da. Asıl olan, sınıflar arası ayrımlardır. Bununla birlikte, ırkların var­ lığıyla ilgili bilinç hâlâ oldukça yüksektir ve toplumsal farklarla ilgili algı derinin renginden tam anlamıyla bağımsız değildir. Gündelik iliş­ kilere rağmen Siyahlarla ilgili önyargılar ve ayrımcılık ortadan kalk­ mamıştır ve Beyaz Brezilyalılar ile siyah Brezilyalılar arasında mahrem ilişkiler kurulması pek doğal sayılmaz. Bu durumun kaynağı tarihseldir. Az sayıda Avrupalı, neredeyse tümü melez bir nüfusun ortaya çıkmasına yol açtı. Katolik Kilisesi Avrupalılar, Kızılderililer ve Siyahların birleşmelerini kutsayarak bütün ni­ kâhsız eşleri eşe dönüştürdü. Gilberto Freyre’ye göre, karma cinsel iliş­ kilerin, ırkların kaynaşmasının ve melezliğin toplumsal bakımdan kabul edilmesi büyük önem taşıyordu: “ Böylelikle, yapısal bakımdan tarım­ sal, teknik bakımdan köleci, bileşim olarak Kızılderililer ve Siyahlarla karışmış bir toplum oluştu.” Melezlik, Afrika, Kızılderili ve Avrupa kö­ kenli kültür öğeleri arasındaki değiş tokuştan ve ödünç alıp vermeden oluşan ulusal bir kültürün temel taşıdır. Oldukça geç bir tarihte ortadan kaldırılan köleliğe (1878) rağmen ve Birleşik Devletler’de yaşananın ter­ sine, Afrikalılar, kendi köken kültürlerinin pek çok çizgisini buraya ta­ şıyabildiler. Böylelikle, Freyre’nin ifadesine göre “Afrikanizm ve Kızıl­ derili görenekleriyle işlenmiş” özel bir katolik kültür ortaya çıktı. 1942 ve 1943’te, antropolog Melville Herskovits ile siyah sosyo­ log Franklin E. Frazier arasında, şu ünlü tartışma patlak verdi. Hersko­ vits, Bahia Siyahları arasındaki aile ilişkilerinde Afrika’ya 6zgü uygula­ maların sürdüğünü öne sürerken, Frazier ise, daha önce yaptığı bir so­ ruşturmayla her tür Afrikanizmin eridiğini gözlemlemişti.17 Bahia’daki siyah aileyi Afrika kültürüne bağlayan hiçbir ipucu bulunmadığını, Si­ 16 17 Freyre, 1933, 1978 baskısı. Bkz. Frazier; 1942, ve Herskovits, 1943, Frazier’ın verdiği cevabın sonrası, s. 4 0 2 -4 0 4 ; ayrıca bkz. Herskovits, 1928. yahların Brezilya toplumunda egemen eğilime karıştıklarını söylüyordu. Aile örgütlenmesi de, Brezilya’nın iktisadi ve toplumsal koşullarına bağ­ lıydı. Yüksek toplumsal sınıfta yer alan siyah ailelerde görülen ve Afri­ ka’ya ait özellikler taşıyan folklorik tortular (örneğin, mutfak) artık bü­ tün Brezilya’nın ulusal kültüründe yer alıyordu. Her ne kadar bu tartış­ ma, Afrika ile ilgili anıların etkisi üstüne birbirinden çok farklı yorum­ lar getiriyor olsa da, Brezilya’da çok sayıda kültürleşme ve bağdaştırma olgusunun varlığını gösterir. Öte yandan, bu diyalog simgesel bir değer taşır; Avrupa kökenli antropologlar kendi kültürlerinden çok uzaktaki gelenekleri araştırıp bulurken, bu kültürlerle az ya da çok doğrudan iliş­ kisi olan araştırmacılar, yani tanım gereği modern toplumda kültürleşmiş olanlar modernleşme süreçlerine karşı çok daha duyarlıdır. Günümüz Brezilya’sında, ırk algısı toplum algısından ayrıla­ maz. Beyaz olmak, toplumsal saygınlık ve iktisadi güçle alakalıdır ve estetik bakımdan üstün görülür. Ne var ki, belirgin bir toplumsal gru­ bu tanımlamaz. Öte yandan, ayrımcılığın gizli biçimleri varlığını sürdürse de, melezlerin en üst siyasal görevlere ulaşması her zaman müm­ kündür. Artık söz konusu olan bir ırk grubundan diğerine geçmek de­ ğildir, çünkü bu grupların hakiki varlığı kalmamıştır; söz konusu olan toplumsal hareketliliktir: Zengin ve güçlü bir insan, derisinin rengi ne olursa olsun “ Beyaz”a dönüşebilir. Irk algısı, esas olarak toplumsal statünün bir sonucudur. Daha 1816’da, bir gezgin, kendi hizmetini gö­ ren teni renkli bir Brezilyalı’ya üst düzey bir memurun melez olup ol­ madığını sormuştu. Cevap şöyleydi: “ Bir zamanlar melezdi, artık de­ ğil.” Irk statüsü toplumsal statüye öylesine bağlıdır ki, birinin değiş­ mesi diğerinin de değişmesine yol açar. Günümüzde en yaygın kullanı­ lan ifadeyle “zengin zenci Beyazdır, yoksul Beyaz zencidir.” Selim Abou’nun çalışmalarından anlaşılacağı gibi Paraguay’daki “ulusal bütünleşme” ideolojisi ve herkese yurttaşlık verilmesi, ırkların anlamını ve hatta varlığını reddetmek demektir.18 Bu siyaset sayesinde, Kızılderililerin etnik sorunları da toplumsal sorunlara dönüştü. Kızılde­ rililer toplumun en elverişsiz sınıfıyla, yani taşranın az gelişmiş köylü­ lüğü ve gecekonduların proletaryası içinde eridiler. Geçmişte ve bugün kent gerillaları ve sınıf mücadelesi içinde Kızılderili kimlikleriyle yer al­ mıyorlar, “ kent küçük burjuvazisi kökenli melezler ya da Avrupa asıllı­ lar tarafından yönetilen devrimci örgütlere, köylüler ve proleterler ola­ rak katılıyorlar. Köylü ve proleter olarak, her tür ideolog tarafından kullanılıp manipüle ediliyorlar.” 19 Artık belirleyici olan etnik köken de­ ğil toplumsal değişkenlerdir; ikisi arasındaki bağ hâlâ çok siki olsa da. Bu, kültür bağdaştırmacılığının sınırlarının olmadığı anlamına gelmez. Roger Bastide, özellikle Brezilya örneğinden yola çıkarak maddi kültürleşme ile biçimsel kültürleşmeyi birbirinden ayırdı.20 Bi­ rincisi, “ psişik bilincin içerikleri”ni etkilerken “ düşünme ve duyma tarzları” nı olduğu gibi bırakıyor; İkincisi ise, “ bilincin duyması ve kavraması biçiminde değişimlere ve dönüşümlere” yol açıyordu. M ad­ di kültürleşme hızlı, biçimsel kültürleşme ise yavaş gelişiyordu. Daha genel olarak, aynı evrim sürecinden geçmeyen kültürleşme görüngüle­ ri farklı boyutlar içeriyordu. Antropologların çözümlemeleri ile bütün­ leşme üstünde çalışan sosyologların çözümlemeleri buluşarak, göçler sırasında kültürlerin temasıyla ortaya çıkan durumların ritmini ve ye­ ni yorumlarla beliren kültür biçimlerini ortaya koydu. Çoğul Toplum Kavramı Etnilerarası ilişkiler alanının en temel kuramı sayılan çoğul toplum ku­ ramını nasıl ele almalı? Bu kavram, belirgin biçimde -günüm üzde si­ yasal biçimi ortadan kalkm ış- sömürge toplumuna uygulanabildiğine göre, Asya, Afrika, Latin Amerika ve Antiller’deki sömürge-sonrası uluslarda geçerli olup olmadığı sorgulanabilir. Yani, Hindistan’daki kast sisteminden Güneydoğu Asya’daki çokmerkezli örgütlenmelerine ve Latin Amerika’daki bağdaştırmacı toplumlara kadar birbirinden çok farklı toplumlan içine alabilir. Yaygınlıktan kazanırken kapsam­ dan kaybetmiştir. 19 A b o u , 1993, s. 21. 20 Bastide, 1970; Bastide, 1971. Bu kavram, gelecekte “ bir” ya da “ birleşmiş” bir toplum kuru­ lacağı efsanesine dayanmıyor mu? Bu efsane, sömürgeleşme sürecini yaşamamış Batı toplumlarına ya da eski antropolojinin yalıtık kabile­ lerine üstü kapalı gönderme yapmıyor mu? Kaldı ki, bütün toplumlar, etnik ya da toplumsal bakımdan az çok heterojendir. Kaçınılmaz ola­ rak kökenleri ve kültüreliyle, toplumsal özellikleriyle çeşitlenen grup­ ları barındırırlar. Tıpkı sömürge-sonrası toplumlarda olduğu gibi, ço­ ğul topluma da hukuksal olmayan bir anlam verildiğinde bütün top­ lumlar çoğul sayılabilir. İrlanda, Katolikler ve Protestanlar arasında bölünmüştür ve bu gruplar zayıf ya da düşmanca ilişkiler sürdüren bir­ birinden ayrı iki toplum oluştururlar. Daha yakın tarihte göçmüş top­ luluklar bir yana, K anada’da iki “kurucu halk” vardır. En eski tarih­ lere dayanan iki Avrupa ulusu, Fransa ve Büyük Britanya farklı köken­ den grupları bir araya getirirler. Belçika, Hollanda ve İsviçre gibi ço­ ğulculuğu anayasa ile benimseyerek istikrarlı siyasal bir sistem kuran ülkeler bile vardır; bunlar, antropologların değil siyaset bilimi uzman­ larının “ toplumdaş demokrasiler” adı altında inceledikleri ülkelerdir: Özenle hazırlanan ve saygı gösterilen siyasal mekanizmalar, kamusal alanda oldukları gibi tanınan gruplar arasındaki dengenin sürmesini sağlar. Batı dünyasının uluslarıyla karşılaştırıldığında, sömürge-sonrası toplumlar toplumsal ve kültürel bakımdan çok daha heterojen ol­ duklarına göre -yani çok daha ço ğu l- bu toplumlar arasında doğala­ rıyla ilgili değil düzeyleriyle ilgili bir fark vardır: Yüzyıllar boyunca es­ ki uluslarda sürdürülen kültürel homojenleştirme gayreti, sömürgesonrası toplumlarda çok daha yakın tarihlerde gösterilmektedir. Harry Goulbourne’ün de belirttiği gibi aynı siyasal toplumda yer alan kültür­ lerin, kreolleşme ya da melezleşme yoluyla birleşim oluşturmayacağı­ nı kanıtlayan herhangi bir örneğe rastlanmaz.21 Çoğul olarak nitelendirilen toplumlar, özel grupların varlığıyla değil, bu grupların kurumsallaşmasıyla ve toplumsal statülerinin yak­ laşık eşit olmasıyla ayırt edilebilir. Etnik grupların temelden eşitsiz ol­ ması geleneği, Avrupa ülkelerinin sömürgeci egemenliğine boyun eğen toplumlardan miras kalmıştır; çoğu, bağımsızlık sırasında ilan edilen eşitliği en azından simgesel yanıyla sürdürecek siyasal mekanizmaları oluşturmayı ve uygulamayı başaramamışlardır: Çoğulluk, esas olarak siyasal bir anlam taşır. Son olarak şunu belirtmeliyiz: Bu kavram kullanılırken, gruplar arasındaki ayrım abartılmaktadır; bu grupların da bir sistem oluştur­ dukları, insanlar arasında alışveriş ve gruplar arasında nesnel ilişkiler olmamasının mümkün olmadığı ihmal edilir. Aynı kavram kültürel bo­ yutların abartılmasına, sınıf aidiyetlerinden ve iktidar örgütlenmesin­ den doğan etkilerin önemsiz görünmesine yol açar. Smith’in yaptığı gi­ bi, “ etnik” ilişkiler adına Sovyetler Birliği ile Belçika’yı aynı kategori­ ye sokmak kavramın geçerliliğinin sorgulanmasına yol açmıştır. Pek az yararlanılabilecek bir kavram olduğu ortaya çıkmıştır. Çok sayıda yazar, bu kavramdan vazgeçerek çoğulculuk kavramını be­ nimsedi; en başta da, iki ünlü kuramcı olan Pierre Van den Berghe ve Richard A. Schermerhorn. TOPLUMSAL YAPI VE ÇOĞULCULUK Yurttaşlık hakları kuşağından bu iki sosyolog, antropologların çoğul toplumlar üstüne çalışmalarından etkilenerek (hatta, Pierre Van den Berghe, Alt-Sahra ve Peru’da yaptığı araştırmalarla bu çalışmalarda yer almıştı) etnilerarası ilişkiler alanına yepyeni bir kuramsal yaklaşım getirmek istediler. Hem yapısal hem de tarihsel içeriği olan bu yakla­ şım, sınıf ve ırk arasındaki ilişki sorunsalı ile çoğul toplumlar sorunsa­ lını bütünleştiriyordu. FurnivalPin çoğul sömürge toplumu üstüne ça­ lışmalarını geliştirirken, felsefecilerin ve siyaset sosyologlarının gelene­ ğini benimsemediler; bu geleneğe göre siyasal çoğulculuk, totaliter toplumlara karşıt olan demokratik toplumların ayırt edici özelliği ola­ rak görülüyordu. 1964’te, Yüksek Mahkeme’nin yurttaşlık hakları lehine aldığı kararlardan sonra, meslektaşlarının büyük bölümü Birleşik Devletler’deki sorunlara adamışlardı kendilerini; bu iki araştırmacı ise bu so- runları görelileştirmeyi hedefliyorlardı.22 Bu görüşü başka uluslar için yeniden ele almakla, yani farklı ülkelerdeki etnik gruplar arasında ku­ rulan ilişkileri karşılaştırmakla yetinmek istemiyorlardı. Onların yap­ mak istediği, başta azınlık grupları ile çoğunluk arasındaki ilişkiler ol­ mak üzere, gruplar arası ilişkilere yönelik sorgulam ada etnik ilişkiler sorununa da yer vermekti. Van den Berghe, antropologların geleneği­ ne uygun olarak yaptığı çözümlemesinde, sömürgeleşmeden doğan toplumları konu aldı. Schermerhorn’un projesi çok daha genişti; de­ ğerlendirme çerçevesi olarak bütün toplumları öneriyordu. Her ikisi de, toplumsal antropologların düşünce geleneğinden esinlenerek ken­ di görüşlerini oluştururken karşılaştırmacı bakış açısını benimsediler. “ Race and Racism. A Comparative Perspective” Pierre Van den Berghe’in çok rağbet gören bu küçük kitabı,23 çoğul toplumlar alanındaki çalışmalar ile uzun yıllar boyunca yapılmış bü­ tün araştırmaların bireşimiydi; Kuzey’deki siyah gettonun Güney’in Jim Crow yasalarıyla aynı işlevleri taşıdığını, Weber’in formülüne gö­ re Siyahları uzaklaştırmaya ve Beyazların üstünlüğünü ortaya koyma­ ya yaradığını gösteriyordu. Sömürgeleşmeden doğan toplumlar kaçınılmaz olarak çoğuldur yani birbirinden ayrı, birbiriyle benzeşen, koşut ve birbirini tamamla­ mayan kuramların barındığı farklı parçalardan oluşuyordu. AvrupalI­ ların Amerika’ya ve Afrika’ya yerleşmesiyle önce sömürge toplumu oluştu ve Van den Berghe’nin himayeci olarak nitelediği ve sömürgeci olarak adlandırılabilecek ilişkiler bu toplumun bağrında gelişti. Yerli­ lerin kültürü yok edildi. Tıpkı sömürgecilerin getirdiği köleler gibi yer­ liler de, eğer ortadan kaldırılmamışlarsa egemenlik altına alındılar, kültürleştirildiler ve batıllaştırıldılar. Ancak daha sonraları oluşan etnilerarası ilişkiler sistemi, her ülkede özgül biçimler aldı; her ne kadar bütün ülkeler himayecilikten rekabetçiliğe ya da başka bir deyişle, sö­ mürge durumundan siyasal bağımsızlığa geçmiş olsalar da. 22 Bkz. vıı. Konu. 23 Van den Berghe, 1967; ay nca bkz. Van den Berghe, 1970. Himayeci sistemde etnilerarası ilişkiler, efendi-hizmetkâr ilişkisi modeline uyum gösterdi. Sayıca küçük bir azınlık olan egemen grup, egemenliğini akılcı hale getirirken öteki grubu aşağıladı ve çocuksu gördü. Egemenlik altındaki grup ise, bu koşulu içselleştirerek efendi­ nin ona dayattığı imgeye ayak uydurdu: Gerçekten de çocuksu ve so­ rumsuz davranmaya başladı. Eğitim, etkinlik, sağlık kuralları, gelir, yaşam tarzı; -W am er’ın krokisine göre y atay - kast engeliyle kesin ola­ rak birbirinden ayrılan bu iki grup, her bakımdan birbirine karşıttı. Rollerin ve statülerin tamamı ırka göre tanımlanıyordu. İlişkiler asi­ metrik ve tamamlayıcıydı, katı bir teşrifata göre düzenleniyorlardı. Toplumsal mesafenin çok büyük olması, gündelik yaşamda bireylerin yakınlığına izin veriyordu, çünkü böylesi bir yakınlık iki grup arasın­ daki temel farkı tartışmalı hale getirmiyordu. Efendi ile hizmetkâr kendi statülerini bir an olsun unutmadıkları için bütün günü birlikte geçirebiliyorlardı. Egemen grubun erkekleri egemenlik altındaki gru­ bun kadınlarıyla sık sık cinsel ilişki kuruyorlar, bu ilişkilerden doğan çocukların bir bölümü egemenlik altındaki grupta kalıyor (elbette, bir­ kaç avantaj farkıyla), diğerleri de ara grubu oluşturuyorlardı. Siyahlar düzenli olarak linç eylemlerinin kurbanı oluyor ve böylelikle onlara “yer” leri hatırlatılmış oluyordu. Himayeci sistem, tarım ve zanaat üretiminin egemen olduğu sa­ nayi öncesi toplumların ayırt edici özelliğiydi. Daha “saf” biçimlerine, köle emeğine dayalı plantasyonlarda da rastlanıyordu: Brezilya’nın ku­ zeydoğusu, Güney Afrika’da Cape Town’ın batısı, Antiller ve İçsavaş’tan önce Birleşik Devletler’in güneyi. Latin Amerika ülkelerinin pek çoğunda geçerli olan encomietıda sistemi de bunun izlerini taşıyordu. Sistemin istikrarı, egemenlik altındaki grubun büyük bir baskı altına alınmasına bağlı olduğu kadar, iki grup arasındaki ilişkileri düzenleyen eşitsizliğe rağmen iktisadi rollerin büyük ölçüde birbirini tamamlama­ sına ve bazı duygusal ilişkilerin kurulmasına da dayanıyordu. Sanayi, ve kent toplumlarının belirgin özelliği olan rekabetçi tip sistemde siyasal egemenliği elinde tutan grup sayı bakımından da üstün­ dü. Her ne kadar renk sınırı (color bar) her zaman varlığını sürdürse de, sınıf farkları ortaya çıktı ve Beyazlar ile Siyahlar arasında eğitim, gelir, meslek ve yaşam tarzı gibi alanlarda görülen eşitsizlikler azalmaya baş­ ladı. Sınıf eşitsizlikleriyle kast ayrımı kaynaştı. Irk, gösterilen etkinlik ti­ pini ve işlerin dağılımını etkilemeye devam ediyordu, ancak iktisadi ya­ şamda görece özgür ve hareketli el emeği kullanıldığı için tek ölçüt ol­ maktan çıktı. Siyasal sistem Herrenvolk dem ocratie haline dönüşme tehlikesi yaşıyordu. Yani iktidarın uygulanmasının ve oy verme hakkı­ nın, fiilen (İçsavaş sonrasında Birleşik Devletler) ya da yasal olarak (apartheid Güney Afrikası) egemen grupla sınırlandırıldığı parlamenter bir rejime dönüşebilirdi. Siyahlar, yoksulluk ve her gün karşı karşıya kaldıkları ayrımcılık biçimlerine isyan edince şiddet patlak verdi. Efendi-hizmetkâr tipi ilişkileri, egemenlik altındaki kastın üye­ leri ile egemen grubun en mütevazı kesimleri arasında görülen rekabet izledi. Nesnel toplumsal mesafe azalmakla birlikte, fiziksel ve uzamsal ırkayrımı arttı. Beyazlar ile Siyahlar arasında kişisel ilişkiler imkânsız­ laştı, ırklar arasındaki cinsel ilişkiler de iyiden iyiye azaldı. Toplumsal mesafeyi korumak için teşrifat kuralları artık uygulanmadığından, gruplar arasındaki toplumsal mesafeyi sağlama ve egemen grubun ege­ menliğini pekiştirme işlevi ve etkisi için uzamda ırkayrımı öne çıktı. Kurumlar, tamamlayıcı olacaklarına katlayıcı hale getirildiler: Ayrım­ sız parçalanma egemen oldu. Özgür bir toplumun iktisadi gereksinim­ leri bu tür bir katlanmaya ters düştüğü için toplumsal sistemin denge­ si bozuldu. Irklar arasındaki ilişkiler, artık şiddetin ve nefretin izlerini taşıyordu. Günah keçisi görüngüsü giderek gelişti. Siyasal bilinç her iki grupta hızla gelişti; taraflardan biri linç eylemlerine ya da pogromlara başvururken, diğeri de ırk ayaklanmalarını ve terörist suikastları kul­ lanıyordu. Van den Berghe, durumlar için Birleşik Devletler’i, Büyük Britanya’yı, Güney Afrika’yı, Yahudi düşmanı tepkileriyle Doğu Avru­ pa’yı, Çinlilere ve Hintlilere karşı ayrımın hüküm sürdüğü Kenya’yı, Britanya Ginesi’ni, M alezya’yı ve Endonezya’yı örnek veriyordu. Günümüzde, sömürge sonrası toplum durumu gösteren Brezil­ ya, Meksika, Birleşik Devletler ve Güney Afrika’nın farklarını anla­ mak için dört değişkenden yararlanılabilir: Nüfus oranı, Avrupalılar gelmeden önceki yerli grupların siyasal örgütlenmesi, dinsel gelenekler ve sömürge toplumlarının oluşumundaki siyasal koşullar. Avrupalılar, büyük göç alan Birleşik Devletler’de ve Brezilya’da çoğunluk, M eksika’da ve Güney Afrika’da ise azınlık durumundaydı. Ancak Avrupalıların sayısı öğelerden yalnızca biriydi: Birleşik Devletler’e giden Avrupalılar yerli grupları ortadan kaldırmış, Brezilya’ya gi­ denler de onlarla karışmıştı; Güney Afrika ırklara göre bölünmüş bir toplum yaratırken, M eksika’da melez nüfus ortaya çıkmıştı. Başka bir karşıtlık: M eksika’da, güçlü ve merkezi büyük eyaletler, Brezilya’da ve Birleşik Devletler’de göçer ya da yarı-göçer küçük yerli gruplar vardı; Güney Afrika’daki gruplar ise sayıca kalabalık olmakla birlikte birbir­ lerinden ayrı ve dağınıktılar. M eksika’daki Avrupalılar yerlileri orta­ dan kaldırmak yerine onları egemenlikleri altına aldılar ve plantasyon çalışmalarında hizmet edecek el emeğini ithal ederken, Birleşik Devlet­ ler’de ya da Brezilya’da olduğu gibi onları “ kapalı bölgeler” e hapset­ mediler. Dinsel gelenekler de etkili oldu. Katolik Kilisesi, M eksika’da ve Brezilya’da yerlilerin dinini değiştirmek için zor kullanmakla birlik­ te kültür bağdaştırmacılığını belli ölçüde kabul ederek yerlilerin kur­ tuluşunu ve ebedi yaşam a ulaşmasını sağlayacak yaşam koşullarını d a­ yattı. Köleciliğe ve efendilerin köleler üstündeki sınırsız iktidarına sık sık karşı çıktı. Rahipler, bütün insanların ruhsal eşitliği adına kölelerin de vaftiz edilmelesi ve evlendirilmesi için ısrar ettiler. Birleşik Devletler ve Güney Afrika’daki Protestanlar, egemenlik altındaki grupların ruh­ sal kaderine kayıtsız kaldılar ve Incil’de köleliği doğrulayacak argü­ manlar aramayı tercih ettiler. Kendi kölelerinin vaftiz edilmesini ve ev­ lenmesini cesaretlendirmeyerek gerçek imanı, kendi kastlarına tanın­ mış bir ayrıcalık olarak görmeyi yeğlediler. Siyasal gelenek ise ülkeden ülkeye farklılık gösterdi. Güney Afrika’da sömürge toplumunda çıkan çatışmalar her zaman ırklar temelinde gelişti, îngilizler ile Afrikanerler şiddetli çatışm alardan sonra bütün Beyazların Siyahlar, Hintliler ve melezler üstündeki egemenliğini kurdular. Buna karşılık Birleşik Dev­ letlerdeki ırk çatışmaları, iktisadi çıkarların ayrışmasından doğan top­ lumsal çatışma biçimlerini dışlamadı. îçsavaş’ın patlak vermesinde, J a ­ ponya ile kurulan ilişkilerde ve daha genel olarak Amerikan emperya­ lizminin gelişmesinde ırk çatışmalarının başrolü oynadığı doğrudur; yine de Güney Afrika’daki kadar asli bir etken olduğu söylenemez. Ba­ ğımsızlık Savaşı’ndan sonra M eksika’da çıkan önemli çatışmaların ko­ nusu, toprak dağılımı ve siyasal iktidardı; ırk sorunları ise siyasal ça­ tışmalarda ya ikincil neden olarak yer aldı ya da hiç yer almadı. Hi­ mayeci, sömürgeci sistemden ırklara yer vermeyen sınıf toplumuna doğrudan gerçilirken, rekabetçi durum yaşanmadı. Proletarya, kölele­ ri tümüyle saf dışı bıraktı. Toplumsal koşullar birbirinden ne denli farklı olursa olsun bugün bile, Meksika dışındaki üç ülkede toplumsal katmanlaşma sisteminin temel boyutu ırktır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, ırklar arası ilişkilerde himaye­ cilikten rekabetçiliğe ya da sömürge toplumundan sömürge-sonrası topluma geçilmiştir. Ancak Brezilya’daki çatışmaların şiddeti, Birleşik Devletler’den, özellikle de Güney Afrika’dan çok daha azdır. Her ne kadar bu otoriter demokrasilerin her biri, yurttaşlık haklarını fiilen ve yasal olarak egemen grupla sınırlamış olsa da birer demokrasidir. Bu yüzden de, kendi yok oluşlarının tohumlarını bünyelerinde barındırır­ lar: Modern yurttaşlık kendi bünyesinde evrensellik ilkesine yer verir. Bu demokrasiler, girişim ve çalışma özgürlüğüne dayanan modern ik­ tisadın gereklerini pek yerine getiremezler. Kendi yok oluşlarının tohu­ munu bu alanda da taşımaktadırlar. Van den Berghe’ye göre çoğulculuğun bu tipi, totaliter rejimler­ deki üniter tutkunun karşıtı olarak görülen demokratik toplumlardaki siyasal çoğulculukla karıştırılmamalıdır. Irksal çoğulculuk, çoğul toplumların özel bir biçimidir. Çoğulculuk kültürel alanda da görüle­ bilir, toplumsal alanda da. Kuşkusuz, gerçeklikte çoğu kez birbirine bağlı olan bu iki tipi, çözümleme yaparken ayırmak gerekir. Birleşik Devletler’de kültürel çoğulculuk zayıf, toplumsal çoğulculuk kuvvetli­ dir. Buna karşılık Güney Afrika’da toplumsal çoğulculuk önemlidir ve kültürel çoğulculuk buna eşlik eder: Bu ülkede çok sayıda dil ve dinsel gelenek vardır. M eksika’da ve Brezilya’da ise ara durumlar görülür: Brezilya’daki Afrika kültürünün ve M eksika’da Kızılderili kültürünün ortak kültür üstündeki etkisi, bu kültürlerin Birleşik Devletler’deki et­ kisinden daha fazladır. M eksika’daki kültürel çoğulculuk biraz daha üstün olsa da, Brezilya ve M eksika’daki toplumsal ve kültürel çoğul­ culuk Birleşik Devletler’den daha zayıftır. 1963’te Gordon’un formülleştirdiği kültürel çoğulculuk ve yapısal çoğulculuk ayrımına Van den Berghe de ulaşmıştır.24 “ Comparative Ethnic Relations” Richard A. Schermerhorn ise, bütün toplumlara uygulanabilen bir çö­ zümleme çerçevesi önerdi.25 Bütün insan toplumlarında alt-bölümler ya da alt-sistemler, yani nüfusun geri kalanından az çok ayrı özel bü­ tünlükler vardır. Bunları belirtmekte kullanılacak en uygun terim etnik gruplardır. Birbirlerinden sayı, güç ve “etnisite” -y ani bu durumda ayırt edici etnik özellikler- bakımından farklıdırlar. Etnik gruplar ara­ sında temel bir fark olduğuna ve bu grupların ayırt edici özelliklerinin kültürleşmeyle değişebileceğine, bunun ırk grupları için mümkün ol­ madığına inanan Van den Berghe’nin tersine, Schermerhorn için ırksal grup, etnik grubun özel bir biçiminden başka bir şey değildi. “ Etnik grupların toplumla bütünleşmesini kolaylaştıracak ya da engelleyecek koşulların belirlenmesi” ni sağlayan genel bir çözümleme çerçevesi önerdi. “ Bütünleşme, bir durum değil bir süreçtir ve bu süreç sırasın­ da toplum içindeki bütünlükler ya da öğeler, bu toplum içindeki ege­ men grubun etkinliklerine ve hedeflerine etkin olarak ve işbirliği kura­ rak uyum sağlam a noktasına ulaşırlar.”26 Bütünleşme bir kere elde edildi mi sonsuza kadar sürecek demek değildir, özel bir toplumsal duruma bağlıdır ve çatışmaları dışlamaz. Sis­ tem kuramı ile çatışma kuramı arasındaki karşıtlığın aşılması ve çatış­ malar ile bütünleşme arasındaki diyalektik çözümlemenin çözümlenme­ si gerekir. Örgütlenmiş her siyasal birimde, gerçekten de hem meşruluk­ la ilgili bir parça hem de zorlamayla ilgili bir parça vardır. Bu nedenle 24 Bkz. vıı. Konu. 25 Schermerhorn, 1970. 26 Schermerhorn, 1970, s. 14. yazar, farklı bütünleşme tarzları ile etnik grupların çatışma tarzlarını, modern toplumların içinde sınıflandırmaya ve çözümlemeye çalışmıştır. Bütünleşme, çoğulculuk ve ırkçılık derecesiyle ölçülebilir. Schermerhorn ırkçılığı, fiziksel bir tip ile kültür çizgileri arasında değişmez zorunlu bir bağ olduğunu savunan ideoloji olarak tanımlar. Çoğul top­ lum hakkında Van den Berghe ile aynı tanımı benimser ve onun gibi, çoğul toplumlardaki siyasal çoğulculuk ile yapısal ve hatta kültürel ço­ ğulculuğu birbirinden ayırır. Onun ele aldığı konular bunlardır. Ku­ rumsal çoğulculuk, toplumsal alışverişlerin her bir birim içinde oluş­ masına yol açar, çünkü ötekilerle karşılaşmak bazı özel fırsatlar saye­ sinde mümkün olmaktadır; Furnivall’in çözümlemesine göre, örneğin iktisadi piyasada. Grup, az ya da çok kapanabilir ve her seferinde, kül­ türel çeşitlilik ve yapısal katılım özel bir bileşim oluşturur. Schermerhorn’a göre yapısal çoğulculuk sorgulanmadan kültürel çoğulculuk çözümlenemez; kültürel alıntı kuramcısı antropologlar (Herskovits ve Linton) ya da Chicago okulunun araştırmacıları arasında yer alan asi­ milasyon sosyologları da bu görüşü savunmuşlardı. Zaten kendisi de, kültürel çoğulculuğu tümüyle bir kenara bırakmaksızın yapısal çoğul­ culuğa ayrıcalık verdiğini belirtmişti. Etnik grupların bütünleşmesinin ya da başka bir deyişle, ırkçılı­ ğın ve çoğulculuğun aldığı biçimler birbirinden bağımsız üç değişkene bağlıdır: 1) Gruplar arası etkileşimin (intergroup sequ etıces) tarihsel koşulları. Schermerhorn anlamlı beş tarihsel koşulu çözümler: Parya gruplarının belirmesi, yerli izolaların belirmesi, ilhak, göç, sömürgeleş­ me; 2) grubun kapanmasının ya da ayrılmasının kurumsallaşması ya da kurumsal ayrılıkçılık derecesi; 3) egemen grubun azınlık grupları­ nın kolektif kaynaklara ulaşmasını, iktisadi ve siyasal kurumlara ka­ tılmasını denetleme kapasitesi. Bu değişkenlerin farklı tarzlarda etkili olmasına yol açan neden­ ler şunlardır: Çeşitli grupların ortak hedeflerde uyuşması (asimilasyon ya da çoğulculuk gibi), aynı yapısal ve kültürel özellikleri paylaşm ala­ rı ve nihayet, siyasetin iktisada egemen olduğu bir toplumda mı (yani komünist toplumlar ve komünizmden etkilenmiş Üçüncü Dünya top- lumları) yoksa iktisadın siyasete egemen olduğu bir toplumda mı (Ba­ tı toplumları) temasın gerçekleştiği. Parya grupları, katı katmanlaşma sisteminin görüldüğü birkaç eski Asya ulusunda (Tibet, Kore, Japonya ve Hindistan) görülür. En alt toplumsal katman, kast dışı kalan ya da dokunulmaz olan gruplardan oluşur; bu katman tanımlanırken ritüel bakımdan saf olmadığı ve üye­ lerinin kalıtım yoluyla geçen bir statü uyarınca aşağılayıcı işlerle kısıt­ landığı söylenir. Her ne kadar kast sistemi son birkaç onyıl içinde ya­ sal olarak yıkılmış olsa da, toplumsal yaşam da tümüyle yok olduğu söylenemez. Bu anlamda ırkçılık da yoktur. Hindistan’daki dokunul­ mazlar kategorisi ve Japonya’daki burakumin kategorisi fiziksel görü­ nüme dayanmaz: Onları ayırmak imkânsızdır. Her ne kadar onların koşulları ırkçılığa yol açan koşula benzese de (dayatılmış alt statü), bu­ rada söz konusu olan ırksız bir ırkçılıktır (Japonya’da “ görünmez ırk” tan söz edilmişti); modern toplumların yabancısı olduğu bin yıllık eski bir kurumlaşmanın ürünüdür. Burada çoğulculuk da yoktur: Par­ yalar, paralel bir yapı oluşturmazlar. Yerli izolaları Afrika’da, Asya’da, Latin Amerika’da, yani mo­ dernleştirilmiş bir kesimin var olduğu ancak yalıtılmış grupların da toplumun geri kalanıyla zayıf bir alışveriş içinde bulunduğu ülkelerde görüldü. Böyle bir durumda ancak sözde-ırkçılık, yani “ modernler” in “ yalıtılmış olanlar” a, küçümseme ve üstünlük duygusuyla yaklaştıkla­ rı bir durum söz konusu olabilir. Yalıtılmışlar kolektif yaşam a katıl­ dıkça ya modern yaşamın uygulamaları ile normlarına yavaş yavaş ka­ tılabilirler ya da ayrı gruplar olarak tanınmak üzere mücadele edecek baskı grupları oluştururlar. Bu son durumda federalizmin, kabul edil­ miş özerkliğin biçimlerinden birini ya da özel ayrıcalıkları elde etmek için uğraşırlar. Irkçılığın söz konusu olmadığı bu durumlar toplumlara ve etnilere göre farklı çoğulculuk biçimleri yaratır. Avrupa’nın Ulus-Devletler’i, art arda gelen ilhaklarla oluştu. En eskilerden ikisinin, Fransa ve İngitere’nin toprakları farklı tarihsel kö­ kenden halkların işgal ettiği komşu bölgelerin ilhak edilerek sınırların genişletilmesinden oluşuyordu. Sömürgeleştirme sürecinin tersine, kül­ türleri ve ırkları bakımından yakın, bitişik bölgelerdi bünlar. Bu yüzden de ilhak, buna hedef olanlar tarafından şiddetli bir görüngü olarak his­ sedilmedi pek. Kaldı ki ilhakın sonsuza dek sürmesi söz konusu değildi ve her an tehditle karşı karşıya kalabilirdi. İlhakın ırkçılığa yol açtığını gösteren pek az örnek vardır: Komşular arasındaki fenotip farkları ge­ nellikle zayıftır. Yine de, halkların birbirinden oldukça farklı olduğu ve ilhaka girişen halkın kendisinin yakın tarihte göç ettiği durumlarda ırk­ çılıkla karşı karşıya kalınabilir: Birleşik Devletler’deki Amerikalıların İs­ panyol illerini ilhakı sırasında olduğu gibi. İlhak, asla çoğulculuğa yol açmaz. Kültürel homojenlik isteyenler her zaman ulusçu militanlar ol­ muştur. Çoğulculuk düşüncesi de gözden düşürülmüştür. Kültürel birlik siyasal bir norm olmakla birlikte çoğulculuk, İsviçre ve Sovyetler Birli­ ği dışında yeterince incelenmemiştir. Arap toplumları ise birer çoğulcu­ luk örneğidirler. Türk İmparatorluğu’nda, Hıristiyanlar ile Yahudilere özel statüler tanınmış ve tümü milleti oluşturmuştur. Milletlerin üyeleri kendi Kiliseleri’nin, yurttaşlık haklarının ve özgül eğitimlerinin tanındı­ ğını biliyor, ancak marjinal olarak kabul ediliyorlardı ve her tür iktidar­ dan, tarihsel karardan uzak tutuluyorlardı. Buna karşılık, ulusal Devletler’in oluşumu sırasında azınlık haklarının tanınması, gruplar arası ça­ tışmalar karşısında getirilen aldatıcı bir çözüm oldu daima. Schermerhorn “göç” terimiyle grupların kitleler halinde nakle­ dilmesinden doğan durumları kastediyordu; dolayısıyla, zorlamanın çokluğundan azlığına göre yapılan bir sıralamaya göre göç kapsamına giren durumlar şunlardı: Kölelerin nakledilmesi, evsahibi toplumun bir bölgesinden diğerine zorunlu çalışma hareketleri, “coolie ticareti” de dahil olmak üzere çalışma sözleşmeleri, yurdundan edilmiş kişilerin kabul edilmesi, gönüllü göçmenlere verilen oturma izni. Bütün bu du­ rumlarda evsahibi toplum ile göçmenler arasında, ne ölçüde kabul görmüş olursa olsun kültür farkları vardır. Modern dünyada ırkçılık­ la ilgili en zorlu sonuçlar köleliğin eseridir. Kölelik, zorlamanın en uç biçimidir; zaten, sömürü ile ırkçılık arasında da sıkı bir bağ vardır her zaman. Göçün kölelik dışındaki biçimlerinde yeni gelenlere, genellikle ırkçı teşrifat uygulanmaz ve bu denli kısıtlayıcı statüler dayatılmaz. Yi­ ne de, eğer evsahibi toplumun kölecilik ya da sömürgecilik geleneği varsa ve ırkçı ideolojileri geliştirmişse, bu toplumun bazı üyeleri de göçmenler karşısında ırkçı bir yaklaşım içine girebilirler. Commonvvealth’in Beyaz olmayan göçmenleri, İngiltere’de böyle bir yaklaşımla karşı karşıya kalmışlardı; 19. yüzyıl sonundan itibaren Birleşik Devletler’e gelen Asyalılar da. Köleci toplumlar kusursuz çoğul toplumlar halini aldı: Özgür insanlar ile köleler birbirlerinden tamamen ayrılmış­ tı. Bu noktada, Van den Berghe ve Gordon’un bambaşka bir sözcük dağarcığıyla ortaya koyduğu kültürel çoğulculuk ile kurumsal çoğul­ culuk ayrımı önemlidir: Birleşik Devletler’deki Siyahların durumunda birincisi zayıf, İkincisi ise güçlüdür. Farklı ülkelerde farklı konfigürasyonlara rastlanır. Kültürel farklar, kurumsal farkları ve özel grupların varlığını açıklamakta yeterli değildir. Kölecilik modern toplumlarm ayırt edici özelliği değildir; başka ülkelerin yanı sıra M ısır’da, Asur’da, Çin’de, Hindistan’da, Yunanis­ tan’da, Roma İmparatorluğu’nda ve Rönesans’tan önce Akdeniz ülke­ lerinde görülmüştür. Modern köleciliğin özellikleri şunlardır: Sömür­ geciliğe bağlı olması, ticaret alanındaki egemenlik ve İngiltere’de kapi­ talizmin gelişmesi için imkân yaratmış olması, günümüzde ise Batı dünyasıyla ilgili olması. Söm ürgeleşm e ye gelince; uzaktan gelen grupların yerli nüfus üs­ tündeki egemenliğidir. Sömürgelilerin az sayıda olmasına (örneğin, Karayipler), kalabalık olmasına (Cezayir, Rodezya, Güney Afrika) ya da ülkeyi kitleler halinde işgal etmelerine (Birleşik Devletler, Kanada) göre üç farklı biçim alabilir. Sömürgecilik ile ırkçılık arasında şaşmaz bir bağ olduğu için, bu bağın görülmeyebileceği durumların ortaya çıkarılması ve çözümlenmesi gerekir. Pek ırkçı olmayan ya da en azından diğer sö­ mürgecilerden daha az ırkçı olan Fransızlar bile, sömürge durumunun kendi mantığına ayak uydurarak ırkçılığa sürüklenmişlerdir. Sömürge durumu ise, erkeklerin yerli kadınlarla mı yoksa kendi gruplarından kadınlarla mı evlendiklerine göre farklı bir gelişme çizgisi gösterir. Yer­ li kadınlarla cinsel ilişki kurulması hoşgörünün işareti sayılamaz; duru­ mu değiştiren asıl etken evliliktir; böylelikle toplumsal bakımdan kar­ ma bir nüfus ortaya çıkar. Meksika, Brezilya ve genel olarak Latin Amerika örneklerinde görüldüğü gibi, ırkçılık bu koşullarda ya zayıftır ya da hiç yoktur. Buna karşılık, aynı gruptan kadınlarla evlenilmesi ırk­ çılığı pekiştirir -Yeni İngiltere’deki sömürgelerde olduğu gibi. Irkçılığın gelişmesiyle en doğrudan bağı kuran etkenler sömür­ geleşme ve köleliktir. Sömürge durumu, bilimsel iddiasıyla eşitsiz iki toplumun varlığını doğrulayan ırkçılığı billurlaştırır: Renkten yararla­ nılarak konulan sınır (color bar), sömürge sisteminin temelidir. Sö­ mürge toplumu, çoğul toplumların en saf biçimidir ve etnik gruplar bu toplumda büyük bir kapalılık içinde yaşarlar. Bu toplum, bir grubun diğerleri üstündeki egemenliğini şart koşar ve bütünleşmenin sağlan­ ması için zor kullanılması gerekir. Etnik gruplar arasında var olan tek ilişki de parçalı, yararcı, işlevsel, potansiyel olarak düşmanca, esas ola­ rak istikrarsızdır. Sömürge durumu Afrika’da ve Asya’da farklı biçim­ ler almıştır. Afrika’da sömürgeciler ile sömürge halkları arasındaki kültürel fark çok büyüktü, ara toplumsal gruplar buralara yerleşmedi, örneğin Rodezya’da ve Güney Afrika’da da görüldüğü gibi, çok sayı­ da daimi sömürgeliler Herrenvolk dem ocraties yarattılar. Sömürgeleş­ menin Asya’da daha geç bir dönemde yaşanması, halkın büyük bölü­ münün bağımlı olduğu geçim iktisadıyla alakası olamayan büyük giri­ şimlerin kurulmasına yol açtı. Schermerhorn, bu çözümlemelerden yola çıkarak dünyanın böl­ gelerini kapsayan bir tipoloji hazırladı; tarihsel sıralamayı ve egemen ilkenin, iktisat mı (Batı ulusları) yoksa siyaset mi (komünist ya da ko­ münizmden etkilenmiş ülkeler) olduğunu dikkate alarak sekiz büyük ülke tipi ortaya çıkardı: Avrupa ve Yeni-Avrupa ulusları, İber ulusları, Küba dışında kalan Karayip toplumları, Ortadoğu ve Kuzey Afrika, Doğu Avrupa’daki komünist ülkeler, Asya ve Güneydoğu Asya’daki komünist olmayan ülkeler, komünist Asya, Alt-Sahra Afrikası. Schermerhorn’un oluşturduğu yapı içinde temel saydığım öğele­ ri özetlemeyi gerekli gördüm. Bu yapıyı değerli kılan, bazıları zaten iyi bilinen çözümlemeleri ve olguları tek bir yorum sisteminde bütünleş­ tirme çabasıdır. Etnilerarası ilişki alanında “genel kuram” oluşturma­ ya adanmış bu mükemmel çalışmaların anıtsal bir değer taşıdığını be­ lirtmeliyiz; tarihsel ve karşılaştırmalı boyutları da, onun Amerikan sosyolojisinde özel bir yer tutmasını sağlar. Toplumsal yapı içindeki yerini aldığını da belirtelim. Bazı eleştirmenlerin yaptığı gibi diğer dü­ zeyleri ihmal etmiş olmakla suçlanamayacağını, çünkü zaten onun projesinin de bu olmadığını düşünüyoruz. Ne var ki bu kuram, yurt­ taşlık hakları kuşağı sosyologlarının, Amerikan toplumunun eleştirel çözümlemesini yaptıkları sırada ortaya atıldı; bu sosyologlar, M arxçılığın etkisi altında kalarak etnilerarası ilişkileri ele alırken iktisadi bo­ yutu öne çıkardılar, tarihsel ve siyasal yorumlan bir kenara attılar. Schermerhorn’un kuramının arkası pek gelmedi. Bir sonraki kuşağın yaptığı araştırmaların konuları Amerikan toplumunun güncel siyasal sorunları, etnisitenin yeniden keşfi, affirmative action ve tvelfare siya­ setinin değerlendirilmesi, ırkçılığın etkileri ve gelişimiydi. Doğrudan doğruya sosyolojiyi kuranların görüşüne dayanan bu genel yorum kar­ şısında, hep alıntılanan ve az tartışılan bir istisnaymış gibi davranıldı. Her ne kadar benim görüşlerim, Schermerhorn’a yöneltilen iti­ razları andırsa da, onlarla karıştırılmamalıdır. Çoğulculuğun ve ırkçılı­ ğın bütün insan toplumlarında görülen biçimleri, onların tarihsel anla­ mı ihmal edilmeksizin tek bir kuramda sunulabilir midir? Özellikle, modern toplumun yarattığı kopuştaki ve insanlar ile gruplar arasında­ ki ilişkilere yeni bir anlam kazandıran bir evrenselciliğin oluşmasında­ ki önemini ortaya koymak gerekmez mi? Çoğulculuğu ve ırkçılığı kast toplumu, sömürge toplumu ve modern demokrasi gibi birbirinden çok farklı toplumlarda ele alırken tek bir kuram hazırlamak, yurttaşlar top­ lumunun tekilliğini azımsama tehlikesi taşır. Etnilerarası ilişkiler üstüne genel bir kuram önerirken başsız toplumlan, örgütlenmiş toplumlan, modern toplumu, sömürge ve sömürge-sonrası toplumlarını birbirin­ den ayırarak, modern toplumu “ulusallaşma”yla ve “ sanayileşme”yle niteleyen Emerich K. Francis’in izinden gitmek gerekmez mi?27 27 Francis, 1976. Bu kitap, bütün bilgilerin bir bilançosunu yapmayı da sağlam aktadır; kitabın ilk bölümünde en iyi sosyoloji ve antropoloji çalışmalarıyla ilgili bir seçme yer alır. Baskıya ve statü farklarına dayanan sömürge toplumlarının iç çelişkisini çözümleyen çoğul toplum kuramcılarını takdirle karşılamak gerekir. Tarihsel ortaklaşmalardaki çoğulluğu siyasal ve hukuksal sta­ tülerin eşitsizliğiyle yönetmeye çalışırken başarısızlığa uğramışlardı. Çeşitliliklerin hukuksal ve siyasal yönleriyle benimsenmesi, modern toplumun evrenselcilik görüşüyle ters düşer. Kuramın getirdiği siyasal yarar sınırlıdır, çünkü yok olmuş bir toplum tipini asıl konu olarak ele almaktadır. Yine de, sömürge-sonrası toplumlarla ilgili çözümlemeler­ le, modern toplumla ilgili görüşlere temel bir katkıda bulunmaktadır. Geçmişten miras kalan kuramların ve gösterimlerin, aynı siyasal ör­ gütlenme içinde bir araya gelen grupların ilişkilerinde hâlâ taşıdıkları önemin altını çizer; kendi meşruluklarının yurttaşlar topluluğuna da­ yandığını öne süren yöneticiler de buna dahildir. Bir zamanlar sömür­ ge olan ülkelerde demokrasinin bugünkü sınırlarını anlamamıza kat­ kıda bulunur. Bu çözümleme, daha eski demokratik toplumların yaşa­ dıkları deneyimi de aydınlatmaya yarayabilir. YEDİNCİ BÖLÜM Asimilasyonun Başarısızlığı ve Mahkûm Edilişi 1960-1985 V an den Berghe ve Schermerhorn’un çalışmaları, 60 ’lı yıllarda asi­ milasyon sosyolojisinden koparak gelişen etnilerarası ilişki incele­ melerinin yeni altın çağının bir parçasıdır. Tarihçi John Stanfield’in ar­ dından gelen ve benim yurttaş hakları kuşağı olarak adlandıracağım -çalışmalarının en önemli bölümünü 1960 ile 1985 arasında üreten-ye­ ni kuşak, hem asimilasyon paradigmasından, hem Chicago okulunun az çok doğrudan mirasçısı sayılabilecek olan kültüralizmden hem de sos­ yal psikologların mikro-çözümlemesinden kurtulmayı hedefliyordu. Onlar önyargıların, stereotiplerin ve ayrımcılıkların yalnızca yüzeysel açıklamalar getirdiklerini söylüyorlardı. Irkçılık, ırkçı birey­ lerin psikolojik özellikleriyle değil, ırkçılığa yol açan tarihsel, iktisadi ve siyasal koşullarla yorumlanmalıydı. Irkçılığı Beyazların Siyahlara yönelik önyargılarıyla ve Siyahların kurban edilmesiyle açıklamaktan vazgeçilmeliydi -elbette bu gerçeklerin yaşandığı reddedilmiyordu-; Siyahların maruz kaldığı ırkçılık, onların Amerikan toplumundaki ta­ rihlerinden yola çıkılarak nesnel eşitsizliklerden, yani Siyahlar ile Be­ yazların kolektif kaynaklara ve iktidara erişmesindeki eşitsizlikten yo­ la çıkılarak çözümlenmeliydi. Etnik ve ırksal gruplar arasındaki ilişki­ ler, gruplar arası nesnel ilişkilerden ve toplumsal sınıf ilişkilerinden yo­ la çıkılarak anlaşılmaya çalışılmalıydı. Etnilerarası ilişkiler sorununu makrososyoloji bağlamında “toplum” düzleminde ortaya koymak, et­ nik ve ırksal gruplar arasındaki ilişkileri iktidarın ve egemenlik görün­ gülerinin boyutlarından biri olarak görmek önemliydi. Irklar ve etnik gruplar arasındaki ilişkileri “ sosyolojik hale getirmek” , yani onları gruplar arası somut ilişkilerden, sınıf ilişkilerinden, toplum ve iktidar çatışmalarından yola çıkarak yorumlamak gerekirdi. Franklin Frazier, perspektif değişikliğinin de altını çizen şu formülü ortaya attı: “Irk iliş­ kileri sorunu gruplar arası ilişkilerin bir sorunu haline geldi.” 1 Hem liberal yazarların hem de M arxçı düşünürlerin benimsedi­ ği ve etnik biçimlerin kademeli olarak ve kaçınılmaz biçimde silindiği­ ni öne süren paradigma, esastan tartışma konusu yapıldı. Amerikalı­ lar, kendi ülkelerini oluşturan çeşitli grupların ne aynı ritimde ne de aynı yolla asimile olduğunu keşfettiler. Sosyologlar ise asimilasyon si­ yasetinin başarısızlığını, m elting potun sınırlarını ve etnik grupların varlığını çözümlediler. Chicago sosyologlarının tersine, etnisitenin bu biçimini asimilasyon sürecinin bir evresi olarak değil kalıcı bir veri ola­ rak görüyorlardı. Bazı sosyologlar da, asimilasyon siyasetinin tutkusunu ve haklı­ lığını pek tartışma konusu yapmadılar, ancak dünya çapında etnik kö­ kene dayanan yeni toplumsal bölünmeleri çözümleyerek, bunlar ile ye­ nilenen etnik kimlikler ve talepler arasında ve ayrıca bir de sanayi-sonrası toplumun yorumlanışı arasında bağlantı kurdular. Diğer bazı sos­ yologlar da, bağımsızlığını henüz elde etmiş olan ülkelerde, önceki etnilerden yola çıkarak modern bir ulus oluşturmanın ne denli zor olduğu­ nu gözlemlediler. Uluslararası siyasal ve hukuksal düzende tarihsel bir konu olarak kabul edilen ulus modelinin bütün dünyaya yayılmış olma­ sına rağmen, etnilerin dirilişine ilişkin çok sayıda örnek buldular. Avru­ pa’nın eski uluslarında bile, bazı militanlar öne atılarak Devlet’in ken­ di özgüllüklerini kabul etmesini istediler; oysa, Occitanie, Bretagne ya da Korsika, Galler ülkesi ya da İskoçya Fransız ve İngiliz uluslarıyla tü­ müyle bütünleşmiş görünüyorlardı. Eleştiride daha radikal bir tutum takınanlar ise asimilasyon siyasetini asimilasyoncu olmakla suçladılar. Bundan böyle, etnilerarası ilişkilere ve ırkçılığa toplumun eleştirel bir çözümlemesinde yer vermeyi hedefliyorlardı ve etnik ya da ırksal aidi­ yet ile sınıf aidiyetinin toplumsal eşitsizlikler sistemi üstündeki etkileri­ ni ve bu etkiler arasındaki ilişkileri sorguluyorlardı. Böylelikle, sosyolo­ ji söyleminde “asimilasyon” un yerini “ etnisite” aldı. Bu terim, üstü ka­ palı olarak hem Amerikan toplumundaki çoğulculuğu, hem Batı’nın asimilasyon siyasetiyle simgeleşen siyasal düzene karşı isyanı hem de eşitsizliklerin ve ayrımcılıkların yükünü hatırlatıyordu. Sosyologlar ara­ sındaki karşıtlık, New York’un entelektüel yaşamını düzenleyen siyasal bir çekişmeyle kesiştiği ölçüde şiddetlendi; bu karşıtlıkta yer alan iki ku­ tuptan biri, Commentary çevresinde toplanan “etnisistler” ya da yenimuhafazakârlar, diğeri de N ew York Revieıu o f B o o k s’ta bir araya ge­ lip kendini ifade eden az çok M arxçı “sınıfçılar”dı.2 İkinciler birincile­ ri düpedüz muhafazakâr olmakla suçluyorlardı; etnisiteyle ilgilenmek bile muhafazakârlığın bir işaretiydi, çünkü “ etnisistler” , toplumsal sı­ nıfların önemini ve sınıf egemenliğinin etkilerini azımsıyorlardı. Bütün bu tartışmalar gelişirken, antropolojik araştırma ve çoğul toplumlar kuramı üstündeki etkilerini incelediğimiz sömürgesizleşme hareketi tamamlanmakta ve eski Avrupa uluslarında bölgecilik hare­ ketleri doğmaktaydı. Beyazlar ile Siyahlar arasındaki ilişkiler, yalnızca Birleşik Devletler’e özgü bir iç sorun olmaktan çıktı. İçerideki ve dışa­ rıdaki sömürge halklarının durumu bu soruna paralel görüldü ya da daha doğrusu, Batı toplumlarındaki kimi grupların kaderiyle sömürge halklarının kaderi bir tutulmaya başlandı. Yüksek M ahkeme’nin aldığı ve ırklar arasındaki ilişkiler tarihi­ ni altüst eden iki karar bu döneme rastlar. 1954’te alman Brown vs Topeka B oard o f Education olarak adlandırılan kararda, anayasaya rağmen devlet okullarında ırkayrımı ilan ediliyordu. Yalnızca okullar2 Bu gözlemi Herbert Gans’tan ödünç aldım , W. Sollors tarafından aktarılmış, “ Forevvord”, Sollors’ta (yönetiminde), 1996, s. xıv. da değil bütün kamusal alanlarda “ eşitlik içinde ayırma” ilkesine son veriyordu; bu ilke, 1896’da Yüksek M ahkeme’nin P lessy vs Ferguson kararıyla yerleştirilmişti ve Jim Crow yasalarının hukuksal temelini atıyor, uygulamada da ayrımı ve eşitsizliği sağlıyordu. İç savaşın sona ermesinden yüzyıl sonra Siyahlara, yuttaşlıkla ilgili hukuksal araçlar nihayet verildi. Birinci karar, yurttaşlık haklarını konu alan ikinci bir kararla 1 964’te tamamlandı. Araştırmaların maddi koşulları ve içeriği de değiştirildi. R ace and ethnic relations alanında uzmanlaşmış araş­ tırmacıların sayısı ve yetkililerin sağladığı araştırma kredileri artırıldı. Öte yandan araştırmacılar, Siyahların eşitliği ve genel olarak etnik azınlıklar için verdikleri militan mücadeleyi bilimsel etkinlikleriyle bu­ luşturma imkânı buldular. Bütün bu koşullara rağmen, araştırmaların yönü güncel durumun çözümlenmesiyle ve güncel eylemlerle sınırlı kaldı. Aşağıda tanıtacağımız ve daha önce söz ettiğimiz önemli kuram­ cıların dışında kalan militan ırk ilişkileri araştırmacılarının çoğu, ku­ ramla ilgili tutkularını sınırlama, Amerikalı olmayan dünyayı bilmez­ den gelme ve tarihin önemini azımsama eğilimindeydiler. Kamu yetkililerinin ve azınlık haklarını savunan derneklerin is­ teği üstüne yerel araştırmalar yapan ve bunlardan birinin deyimiyle yatırımını “ ırk ilişkileri sanayisi” ne yönlendiren sosyologlar, göç sonu­ cu oluşan çoğu Avrupa kökenli nüfusun tarihsel deneyimine dayanan ve etnisiteyi konu alan kuramsal tartışmalara hiç katılmadılar. Irklar­ la ilgili somut durumlara ilişkin betimlemeleri çoğalttıkça çoğalttılar; oysa kuramcılığa daha yakın olanları, etnisitenin yenilenmesi üstünde kafa yoruyorlardı. Birleşik Devletler’de yapılan bilimsel araştırmalar, bütün toplumsal kuramların ırka dayalı olarak bölümlenmesi konusu­ nun dışında kalmadı.3 ETNİSİTENİN KEŞFİ 70’li yıllardan sonra etnisite (ethnicity) ile etnisitenin dirilişinin ve bi­ çimlerinin (ethnic revival) anlamı üstüne, hem bilimsel hem de militan yapıda sayısız kitap yayımlandı -b u durum, en azından kültürlü sınıf­ lar için görüngünün taşıdığı önem bakımından anlamlı bir gelişmedir.4 Sosyologların büyük bölümü bu yaklaşım içinde yer alarak Chicago araştırmacılarına esin kaynağı olan görüşe karşı çıktılar; Chicago oku­ lu, azınlık grupların üyelerini, kendi köken kültürlerinden vazgeçmeye zorlamadan kolektif yaşama katmanın demokratik yolunun asimilas­ yon olduğunu düşünüyorlardı. Aynı sıralar melting potun bir başarısız­ lık olduğunu ve mahkûm edilebileceğini ortaya çıkarıyor, etnisitenin bir olgu olduğunu ve değer taşıdığını öne sürüyorlardı. Asimilasyon proje­ si ve evrenselcilik ideolojisi, Fransız militanların deyişiyle “ etnositler”e yol açmakla suçlandı. Farkçılık göklere çıkarıldı. Etnisitenin her türü zenginlik ifade ediyordu ve her tür özel kimlik değerli sayıldı. Birinci Dünya Savaşı sırasında başkan Wilson, adında birleştirme çizgisi bulu­ nan Amerikalıların (hyphenated Americans), yani Alman-Amerikalıların, İtalyan-Amerikalıların, vb. yeni vatanları için hakkaniyet duygusu taşıyıp taşımadıklarından kuşku duyuyordu. Çünkü, hakiki Amerikalı­ ları temsil edenler artık WASP’lar değil, onlardı; hem tam anlamıyla Amerikalı olmayı başarabiliyor hem de kendi özel kimliklerini m uhafa­ za edebiliyorlardı. Devlet de bu kimliği korumak için müdahil olmalıy­ dı, aksi takdirde etnositle suçlanırdı. Çoğunluğun savunduğu bu akıma karşı çıkan ve Birleşik Devletler’in “ Lübnanlaşma”sından endişelenen etnisite eleştirileri pek azdı.5 Perspektifin bu biçimde altüst olması, bir kez daha, bu alandaki olguların çözümlenmesi ile siyasal gelişmeleri ve militan bağlılıkları birbirinden ayırmanın zorluğunu gösterdi. İlkselciler İlkselcilik, Edvvard Shils ve Clifford Geertz’in adlarıyla anılır. Yakın ta­ rihte etnisite üstüne de yayımlanan literatürde, ırkçılık olmasa bile do­ ğalcılık günahını işlemek yakıştırılmıştır ona. Her kuramsal önerme, başlangıçta ağır eleştirilere maruz kalır; ilkselcilik de ırkçılık kadar ağır 4 Bu tartışmayla ilgili bir sunumu, Fransa’da yayımlanmış iki kitapta bulabilirsiniz, Martiniello, 1995, ve Poutignat ve Streiff-Fenart, 1995. suçlamalarla karşı karşıya kaldı. Günümüz etnisite sosyologlarının bü­ yük bölümü, Fredrick Barth’m çalışmalarıyla simgeleşen perspektifte yer aldılar; bu perspektife göre, etnisite yalnızca toplumsal durumdan ya da toplumsal etkileşimden yola çıkılarak çözümlenmelidir. Onunla ilgili ya­ ratılan imge bir yana, ilkselcilik, etnik boyutların yok olmaya ya da en azından giderek zayıflamaya mahkûm olduğunu öne süren yayılmacılık ya da evrimcilik yandaşı yazarların iyimserliğini ilk sorgulayan görüştür. Edward Shils’in 1 957’de yayımlanan makalesi, bu görüşün ilk dile getirilişiydi.6 Shils, bizim bakış açımıza göre iki temel argüman or­ taya koydu: Bütün toplumsal ilişkiler farklı yapıdaydı, etnik ilişkiler yapıları gereği “ ilkseP’di. Ana grupların toplumu bütünleştirmek ve yeniden üretmekte temel rol oynadığını ortaya koyan araştırmaların tümüne makalesinde yer verdi. Birincil gruplar içindeki bağların öne­ mi, sanayi girişimleri alanında ortaya konmuştu; Mayo, Whitehead ve Roethelisberger, 3 0 ’lı yıllarda Western Electric’teki işçi grupları üstün­ de denemeler yapmışlardı. Shils ve çalışma arkadaşlarının savaş sıra­ sında ordu üstüne yaptıkları soruşturmalar şöyle sonuçlandı: Askerle­ rin morali ve katılımı ile savaş, ülkelerinin ya da demokrasinin savu­ nulması gibi ilan edilmiş hedefleri benimsemelerine -y azar bunları si­ vil ilişkiler olarak adlandırıyordu- değil, arkadaşları ve o anki komu­ tanlarıyla birlikte oluşturdukları grubun doğrudan ilişkilerinin niteli­ ğine bağlıydı. İyice bütünleşmiş küçük gruplar ağından oluşan ordu, onun genel değerlerine pek katılmayan ve savaşın siyasal anlamı üstü­ ne bulanık düşünceler taşıyan askerleri bu sayede seferber edebiliyor­ du. Bu çözümlemeler, modern toplum ile geleneksel toplum arasında kurulan kolaycı karşıtlığı bir kez daha tartışma konusu yapıyordu; G esellschaft ilkesinin egemen olduğu modern toplum en küçük parça­ larına ayrılmış, akılcı, bürokratik ve bireyci bir toplumdu; G em einschaft ilkesinin egemen olduğu geleneksel toplum ise aile, köy ya da top­ luluk gruplarının doğrudan ve duygusal ilişkilerine dayanıyordu. Shils, 1957’de yazdığı makalede etkileşimin toplumsal bağları tanımlamaya yetmediğini, çeşitli temel grupların yapısının da farklı olduğunu öne sürdü. Aile bağları model alınarak düşünüldüğünde etnik bağlar “ ilk­ s e l d i. Kan bağı (kinship) olan bir grubun üyeleri, aralarındaki sevgi ilişkilerinden bağımsız özgül bağlar kuruyorlardı, çünkü “ kan bağı, dile getirilemeyecek bir anlam taşır” . Toplumsal aktörlerin aynı soy­ dan geldikleri ve belli bir arazide yaşamaları gerektiği kanaatine daya­ nan etnisite bağları, tıpkı kan bağı olanları bir araya getiren bağlar gi­ bi ilkseldi. Aile, kişinin yetiştiği yer ve birlikte büyüdüğü yakınlarıyla onu birleştiren bağlar her bireyin varlığını borçlu olduğu ve korunma­ sını sağlayan, ailesel ve tanıdık bir evrendi. Bu evrenle özel, derinleme­ sine içselleştirilmiş, zorunlu ve dile getirilmesi güç bir bağ kuruyordu. Bu ilksel bağ da, kutsal olanla aynı düzeydeydi. Clifford Geertz’in yönetiminde hazırlanan kolektif kitapta da, sivil ya da medeni bağlar ile diğer bağlar arasında aynı ayrım yapılı­ yordu.7 Yazarlar, eski toplumlarda, -kitabın adını hatırlatmak için be­ lirtelim k i- Batılı tarzda modern bir demokrasi yaratma olanağını sorguluyorlardı; önerdikleri demokrasi, özellikleri ve en çok daha önce­ den var olan etnileri aşabilecek -m edeni bağların yavaş yavaş kurula­ c a ğ ı- siyasal bir alanın inşasını öngörüyordu. Burada sözü edilen ilk­ sel bağlar, Shils’in makalesinde yer verdiğinden daha genel biçimde ay­ nı aileye, aynı etniye, aynı dine bağlı olma, aynı dili, aynı dini ve aynı görenekleri paylaşma olgusunun bireyler arasında yarattığı bağları ifa­ de ediyordu. Shils’in formülüne göre, etnik ya da ilksel tipteki bu bağ­ lılıklar, hacim içinde yer alan ortaklardan biri, “ kuramların, inançla­ rın ve dayanışmanın siyaset öncesi matrisi ”ydi.8 Oysa, sömürgesizleşme sonrası oluşmuş yeni Devletler’deki etnik boyutlar devlet yapılan­ malarıyla çakışmıyordu. Sömürgeleşmeyle belirlenmiş siyasal sınırlar, etnik gerçeklikleri bir kenara bırakıyordu. Özellikle dinsel gelenekler, din alanı ile siyasal alanı birbirinden ayırma ilkesine dayanan liberal demokrasinin benimsenmesindeki ana engeldi. Demokratik ulusların inşa edilmesinde önemli olan şey, yasalarla tanımlanmış, ilksel bağları 7 8 Geertz (yönetiminde), 1963. Shİls, Geertz’te (yönetiminde), 1963, s. 21-22. geçebilecek ve aşabilecek medeni bağların kurulmasıydı. Sivilliğin üs­ tün olduğu düşüncesini yurttaşların yavaş yavaş içselleştirmesi önem­ liydi. Geertz’in formülüne göre, bu “ bütünleştirici devrim” sayesinde bütün gruplar demokrasi projesi çevresinde bütünleşecek, tebaa içinde yer alan her insan yurttaşa dönüşecekti. O ld Societies and N ew States’in yazarları, iktisadi gelişmenin bilimsel kâhinleri tarafından kaleme alman literatüre karşı çıktılar; kâ­ hinler, Batı’nın iktisadi biçimlerinin ve siyasal rejiminin bütün dünya­ ya yayılacağını ilan ederken bu yayılmanın evrelerini bile biliyorlardı.9 Batı’nın iktisadi ve siyasal akılcılığı, bu akılcılıkla çoğu kez çelişkili ya­ şam tarzları ve değerleri olan toplumlara kendini dayatırken, bu toplumlarda muhtemelen şiddet içeren direnişlere ya da en azından, -a n t­ ropologların kullandığı an lam da- yeniden yorumlamalara yol açaca­ ğını hatırlatıyorlardı. Kitaptaki bu yaklaşımın ikna edici olduğunu söylemeliyiz; iktisadi modernleşme biçimlerinin çokluğu ve liberal de­ mokrasi modellerini ihraç etmenin imkânsızlığı değilse bile zorluğu, araştırmacıların yakından bildiği temalar haline geldi. Bu yaklaşım, aynı zamanda asimilasyonculuğun, yani daha önceden var olan etnik bağları yok etme sürecinin bir eleştirisiydi. Geçmişte ve bugün ilkselcilik, kesinkes doğru sayılan eleştirile­ re hedef olmuştur. Ne var ki bu eleştirilerin dayandığı temeller farklıy­ dı. Doğalcılığın ya da biyolojizmin getirdiği eleştiri hiçbir biçimde doğ­ rulanamadı: Geertz’in ve Shils’in çözümlemelerinde yer aldığı biçimiy­ le ilksel bağlar, biyolojiyle değil kültürle ilgilidir (Van den Berghe’nin T he Ethnic Phenom enon’daki önermesinin dışında): İlksel bağlar özel bir ailedeki, ortamdaki, toplumdaki toplumsallaşma sürecinden do­ ğarlar. Toplumun sivil ya da siyasal biçimlerinden daha yavaş dönüşü­ me uğramaları, sonsuza dek sürüp gidecekleri anlamına gelmez: Tanım gereği kültür tarihseldir. Öte yandan, etnik bağın dile getirilmez ve kutsal olduğunu ileri sürerek akılcılık öncesi açıklamalardan medet ummalarını eleştirmek pek inandırıcı değildir: Bireylerin aile ya da et- ni bağlarına kutsalla ilgili bir anlam vermelerini kabul etmek, araştır­ macının kendisinin de etnisiteyi kutsal sayması gerektiği anlamına gel­ mez; onların yapması gereken, aktörlerin kendi davranışlarına verdik­ leri anlamı göz önünde bulundurmaktır. Kimi otorite biçimlerinin karizmatik olduğunu kabul etmek ne karizmaya inanmayı gerektirir ne de otoritenin kendisinin, esas olarak karizmatik olmasını. İlksel bağlarla ilgili çözümleme etnik bağların ve kimliklerin an­ lamım elbette tüketmez. Diğer olgularla ilgili anlamları da ortadan kaldırmaz. Bireyleri birleştiren ve onların eylemini yönlendiren bağla­ rın çeşitliliği, haklı olarak hâlâ sosyolojinin temel temalarından biridir. Bu çözümlemeyle varılan en önemli sonuca göre, genel siyasal düzene katılmanın ya da demokratik toplumlarda yurttaşlığa katılmanın ya­ rattığı bağlara göre, aile ve etni ilişkileriyle doğan bağlar daha duygu­ sal, daha kuvvetli içselleştirilen ve daha yavaş dönüşen bağlardır; ya­ kın tarihin deneyimi de bu çözümlemenin doğruluğunu ortaya koyar. En eski Batı demokrasileri bile, günümüzde etnik özdeşliklerin ve da­ yanışmanın ortaya çıkmasına tanık olmaktadır ve bunlar, çoğu kez si­ vil bağların aleyhine işler. İlkselciliğe radikal eleştiriler yönelten pek çok sosyolog, biraz da çelişkili bir biçimde, etnik taleplerde bulunan hareketlere sempati gösteriyor ve çokkültürcülük değerleri adına özel toplulukların kabul edildiği günleri görmek istiyor. Bu “ kuram” ın sınırlı kalmasına neden olan asıl etken, açıklama­ dan çok saptamaya dayanmasıdır. Etnik bağları ilksel olarak tanımla­ yıp onların özgül yapıda olduklarını kabul etmek, onların neden şu ya da bu toplumsal kılığa büründüklerini, neden toplumsal ya da siyasal hareketlerin ortaya çıkmasına yol açabildiklerini açıklamaz. Taşıdığı başka bir risk de, bu bağların tarihsel özelliğinin azımsanmasına yol aç­ masıdır. Zaten bu yüzden, kuram oluşturma tutkusu taşıyan pek çok araştırmacı, hazırladıkları kuramın çerçevesini oluştururken hem etnik bağların özgül yapısını hem de bu bağların kendini gösterdiği tarihsel ve siyasal çözümlemeyi dikkate alıyor. İlkselciliğin bu tarihsel anlamıy­ la kabul edilmesi, etnik grupları toplumsal yapılar olarak çözümlemek­ ten menetmeyeceği gibi toplumsal yaşamda etnik gönderimlerin kulla­ nılmasını da sorun etmez. Kimi toplumsal durumlarda ve kimi tarihsel koşullarda, etnik bağların, siyasal ve stratejik olarak nasıl kışkırtılabileceği, seferber edilebileceği ya da manipüle edilebileceği gösterilmiştir. “ Beyond the Melting Pot” M elting p o t olarak adlandırılan kuram hep eleştirildi ve Amerikan toplumunun çoğulculuğu teması, asimilasyon inancı yüzünden marji­ nalleştirilmiş olmakla birlikte sosyoloji geleneğinin bir parçası olarak kaldı -Avrupa uluslarında ise, bunun tersine birliğin esas olduğu var­ sayılıyordu. Zaten Chicago okulu araştırmacıları da çözümlemelerin­ de bu kuramı dikkate alıyorlardı. Yüzyılın başından itibaren ulusal bütünleşmenin çoğulcu mu yoksa üniter mi olduğu ve olması gerektiği üstünde tartışılmıştı. Bazıla­ rına göre Birleşik Devletler’e özgü asimilasyon, Anayasa’ya ortak bağlı­ lık sayesinde bir araya gelmiş kültürlerin ve grupların çoğulculuğuyla ve siyasal yaşama katılımla tanımlanıyordu. Bazılarına göre de, herkesin WASP’lara özgü kültür modelini benimsemeleri ve Anglo-conform ity denilen ilkeyle uyum sağlamaları gerekiyordu. Büyük çoğunluk melting potun değerini göklere çıkardığı ve bütün Amerikalıların asimilasyonu­ nu öngördüğü (en azından, Avrupa’dan göç etmiş bir soydan gelenler) halde, Horace Kallen (1882-1974) asimilasyonculuk karşıtı tutumu açıkça benimseyen ilk araştırmacı oldu. Amerika bir ulus değil, farklı uyrukları bir araya getiren siyasal bir Devlet’ti.10 Avrupa’daki UIusDevletler’in sürdürdüğü asimilasyon siyaseti de, hem demokrasi değer­ lerine hem de onun kurumlarının zihniyetine ters düşüyordu. Hakiki Amerikancılığa hayat veren şey kültürel çoğulculuktu. Philip Gleason’ın da gösterdiği gibi bu yaklaşım, kültürün ırksal bir yorumuna dayanı­ yordu: Kallen’e göre göçmen, “ son kuşağa kadar” “ ne büyükbabasını” ne de “psiko-fizik mirasını değiştirebileceği”nden, herhangi bir asimi­ lasyon siyasetinin gerçekleşmesi de mümkün değildi.11 Bu yaklaşım, asi­ ıo 1915’te yayımlanmış ve Kallen’de yeniden ele alınmış bir m akalede, 1924. ıı P. Gleason, “American İdentity and Americanization” , Thernstrom ve diğerleri, (yönetiminde), 1980, s. 44. milasyon siyaseti ve sosyolojisinin egemen olduğu onyıllar boyunca marjinal kaldı. 5 0 ’li yıllarda kültürel çoğulculuk ideolojisi moda olunca Kallen yeniden keşfedildi. Ne var ki, bunu konu alan yeni ki­ tabında12 1 9 15 -1 9 2 4 yıllarının ırkçılığına dair izler silinmişti. Bundan böyle Kallen, evrenselcilik çerçevesinde kalarak toplulukların uyum içinde siyasal işbirliği yapmasını savunuyordu. Farklı kültürlerin taşı­ yıcısı olan etnik gruplar tam anlamıyla tanınmalıydı ve böylesi bir ka­ bul Amerikan demokrasisinin, evrenselciliğin gerekleriyle bütünleş­ mesine uygundu. 1 938’de aynı sorunu ele alan M arcus Lee Hansen (1892-1938), üç kuşak varsayımı ya da yasası olarak adlandırılan ve asimilasyonun çizgisel değil çevrimsel bir süreç olduğunu gösteren yaklaşımı ortaya koydu. Bu yaklaşımda Park’ın ırk ilişkileri için önerdiği ünlü çevrim düzeltiliyor, ancak asimilasyon düşüncesinden ve tutkusundan vazge­ çilmiyordu. Hansen’e göre göçmenler, gelir gelmez ulusal Kiliselerini ve yardımlaşma derneklerini kurmuş, kendi anadillerinde gazeteler yayımlamış, kısacası asimilasyonu yavaşlatacak yerde kolaylaştıran kurumlan yaratmışlardı. Hatırlatalım; Chicago okuluna bağlı sosyo­ loglar da aynı düşüncedeydi. Onların çocukları, “ tuhaf bir ikiciliğin yaşandığı bir ortamda doğdukları için” evsahibi topluma asimile ol­ maktan endişe duyuyor ve anavatanlarının gelenekleri ile kültürünü dışlıyor ve unutuyorlardı. Buna karşılık göçmenlerin torunları (“ üçüncü kuşak” ), Amerikalılıklarından kuşku duymadıkları ve bü­ yükbabalarının yerleştiği bu toplumun gereklerine tam anlamıyla ka­ tıldıkları için köken kimliklerini ifade edebiliyorlardı. Sayısız “ etnik” dernek kuranlar (İsveç, Almanya, İrlanda, kısacası bütün etbnicler), bu derneklerde tarih ve soy araştırmaları yapanlar ya da folklor etkin­ liklerine girişenler, kendi kökenleriyle ilgili anıları taze tutmaya çalı­ şanlar hep onlardı. “ Oğulların unutmak istediği ne varsa torunlar on­ ları hatırlamaya çalışıyor.” 13 12 13 Kallen, 1956. M arcus Lee Hansen, “The Problem of ıhe Third Generation Immigrant” (1 938 ), W. Sollors’ta (yönetiminde), 1996, s. 2 0 6; ayrıca bkz. Hansen, 1940. William Herberg, 1955’te bu çözümlemeyi geliştirip düzeltirken “ üçlü m elting p o t”a 14 başvurdu. Herberg’e göre Amerikalılar, Ameri­ can ıvay o flife ı benimseyip onu hakiki sivil bir din haline getirir getir­ mez, bağlı oldukları köken uyrukluğuyla ilgili gönderimleri de silmiş­ lerdi. Göçmenlerin torunlarının kendi kökenlerine dair gönderimleri artık etnik yani ulusal bir dille değil dinsel bir dille ifade ediliyordu. Gerçekten de, köken dili ve kültürü çoktan unutulmuştu ve din hem muhafaza edilmiş hem de Amerikalılaştırılmıştı; bu toplumdaki Kilise­ ler ve mezheplerin sayısı kabarıktı ve TocquevilIe’in daha önce gözlem­ lediği gibi ortama dindarlık egemendi. “ Üçüncü kuşaklar” ulusal kö­ kenleriyle değil dinsel inançlarıyla tanımlanıyordu, Amerikan toplumu da Protestanların, Katoliklerin ve Yahudilerin kaynaştığı üçlü melting pottan oluşuyordu. Eleştirmenler, ortodoks Yahudiliğin geleneklerini yerine getiren William Herberg’in bu yorumla, Yahudi azınlığı Ameri­ ka’daki büyük dinlerin arasına soktuğuna dikkat çektiler. “ Ethnicity” sözcüğü, 1941’de Lloyd Warner ve 1953’te David Riesman tarafından kullanılmıştı. Ancak bu sözcüğün işaret ettiği bağ­ lam ve sorunlar, 6 0 ’lı yıllardan sonra etnilerarası ilişki sosyolojisinin merkezine alındı; böylelikle, kültürel çoğulculuk düşüncesi de, bir olgu ve bir değer olarak araştırmalarda yer aldı. B eyon d the M elting P o t’un kazandığı büyük başarıdan sonra bu araştırmacılar popüler oldu.15 Glazer ve Moynihan’a göre etnik grupların varlığı, onların toplumsal ve özel olarak siyasal rolü, Amerikan toplumunun belirgin özelliklerin­ den biriydi. Etnik gruplar yalnızca göçe ve Siyahların köleliğine değil, toplumsal örgütlenmenin kendisine bağlıydı. 2 0 ’li yıllarda Chicago sosyologlarının çözümlemesine uygun olarak etnik gruplar bir evre oluşturmadıkları gibi, asimilasyon sürecini kolaylaştıran bir araç da değildiler; toplumsal katmanlaşmayı üstü kapalı düşünen sosyologla­ rın ve genel olarak Merton’un etkisinde kalan bütün işlevselci sosyo­ logların düşündüğü gibi, G esellschaft’m kendi mantığı yayıldıkça orta­ 14 15 Herberg, 1955. Glazer ve Moynihan, 1963. Yüz elli binden fazla nüsha satıldı. dan kalkacak olan G em einschaft’a bağlı bir tortu da değildiler. Etnik grupların özgül biçimini “ üreten” Amerikan toplumunun kendisiydi; aynı zamanda ve karşılıklı olarak etnik gruplar da, çeşitli öğelerin bir­ birine karıştığı bir toplum “ üretmişlerdi” . Etnisite toplumsal farkların kaynağıydı, siyasal yaşamı düzene sokuyordu. “ Genel olarak ikinci ku­ şağın ve en azından üçüncü kuşağın yaptığı gibi, etnik gruplar köken dilini, göreneklerini ve kültürünü unutur unutmaz, Amerika’da yaşa­ dıkları yeni deneyimler sayesinde durmaksızın yeniden oluşurlar [...]. Etnisite, yalnızca olayları etkilemekle kalmaz; genel olarak, onların kaynağıdır. Siyasal ve toplumsal kurumlar etnik grupların çıkarlarına hizmet etmek üzere kurulmuşlardır. Bu yüzden de onların sürekliliğini sağlamak gerekir. New York’taki ortam, pek çok bakımdan etnik grup­ laşmaları kola> laştırmaktadır: Kent onları kabul etmekte ve onlara avantajlar sağlamaktadır. Onların varoluşunu bu yolla kolaylaştırır.” 16 “ Etnisite siyasal ve toplumsal eylemin nesnel ve öznel temelidir.” 17 Yazarlar, New York nüfusunu oluşturan büyük grupların bağlı olduğu etnik kurumlardan söz ederler: Siyahlar, Porto Rikolular, Yahudiler, İtalyanlar ve İrlandalılar. Irkayrımı ve yoksulluk yüzünden, örneğin Siyahların toplumsal yaşamı, esas olarak etnik grup içinde geçmektedir. Glazer ve Moynihan, siyah nüfusun Yahudi düşmanlığın­ dan söz eden ilk araştırmacılardır. Ancak onların esas teması, ulusal si­ yaset sayesinde Amerikan toplumundaki etnik grupların kabullenilmesidir: 1 92 4 ’te çıkarılan göç yasasıyla, Birleşik Devletler’e göç etme hakkını alacak grupların sayısı ethnic proportiona göre, yani 1880 yıl­ larında göç edenlerin oranına göre belirlenmiştir. Glazer ve Moynihan, kitabın birinci baskısında etnik grup tanı­ mının belirsiz kaldığını görerek 1970 baskısının önsözünde tanımı ye­ niden yaparken oldukça izlenimci bir üslup kullandılar: “ Farklı tarihi olan, çıkarları tanımlanmış ve yaşam tarzı toplumsal yaşamda, kültür­ de ve siyasette ayırt edilebilen farklı bir grup.” 18 Onlar, ırksal grubu 16 17 18 Glazer ve Moynihan, 1963, s. 310. Glazer ve M oynihan, 1963, 1970 baskısı, s. xuı. Glazer ve Moynihan, 1963, 1970 baskısı, s.xı. etnik gruptan ayırmaya çalışan kuramsal tartışmalara girmektense, o anki toplumsal gerçekliği çözümlemekle meşgul olan sosyologların arasında yer alıyorlardı. Şöyle düşünüyorlardı: Her ne kadar Siyahlar, sosyologlar için ırksal değil kültürel bir grup olsalar da, toplumsal ya­ şamda ırksal bir grupmuş gibi muamele görmektedirler. 1963’teki yak­ laşımlarına göre, tıpkı diğerleri gibi Siyahlar da gelecekte etnik bir grup oluşturabilirlerdi; oysa 1970’te kaleme aldıkları önsözde, artık Siyahların “ ırksal bir grup” oluşturduğunu açıkladılar. Etnisite, hiçbir zaman çıkar çatışmalarından bağımsız kalm a­ mıştı. Glazer ve Moynihan etnik yenilenmeyi şunlara bağlıyorlardı: Sendikalara ve mesleki kimliklere inancın zayıflaması, dış düşmana (nazizm ya da komünizm) karşı ulusal tutkuların azalması, nihayet modern toplumlarda dinsel inancın tükenmesi ve genel sekülerleşme eğilimi. 1 97 5 ’te, Batı ülkelerinde Koruyucu-Devlet’in ve Komünist Devletler’in etnik grupların tanınmasında ve varlıklarını sürdürmele­ rinde oynadıkları özgür rolün altını çizdiler.19 Bu son temalar, yine 1975’te, Daniel Bell tarafından yeniden ele alınarak geliştirildi ve etnik yenilenmeye ilişkin siyasal bir kuram haline getirildi.20 Böylelikle “ etnik grup” ve “ etnisite” terimleri, çoğu kez tanım­ larının bile yapılmasına gerek duyulmaksızın aşikâr gerçeklikler ola­ rak bilimsel literatüre kendilerini kabul ettirdiler.21 Sosyologların, Amerikan toplumundaki farklı grupları konu aldığı nicel ve nitel sayı­ sız deneysel incelemede bu kavramların en doğru anlamına ilişkin yüz­ lerce tanım önerilmiş olmakla birlikte, onlarla ilgili gerçek eleştirel sor­ gulamaya ender olarak rastlanır -y ani bu kavramlar üstüne tartışma düzenleyebilen çıkmamıştır. Ancak bu durum, kavramın yayılmasını engellememiştir. 1974’te Ethnicity adında bir dergi çıkarıldı. Arthur Schlesinger’ın ifadesiyle, etnisite gerçek bir kült halini aldı. Nitekim, 19 Glazer ve Moynihan (yönetiminde), 1975. 20 Bkz. sonraki sayfalar ve devamı. 21 W. W. Isajiw ’e göre üstünde ayrıntılı araştırm a yaptığı, etnisiteye adanm ış altmış beş sosyoloji ve antropoloji incelemesinde on üç yazar bu terimi tanım lam a zahmetine giriyorlardı (bkz. Isajiw, 1974). araştırmacıların kendi çalışmalarına ve kendi kişisel tercihlerine uygun düşen anlamı özgürce benimseyebilmelerinin, bu kavramın kullanımı­ nı artırdığını söyleyebiliriz. Kültürel asimilasyonun, grupların American ıvay o f lifea. katılı­ mının etnisitenin sonunu getirmeyebileceği anlaşıldı; etnisite de, -tikel olm ayan- durumlara göre şu biçimlerde tanımlanıyordu: Bireylerin uluslar-altı ya da uluslar-üstü tarihsel ortaklaşm alarla özdeşleşmesi; toplumsal ayrışmaların kaynaklarından birini, siyasal seferberliğin ya da toplumsal yapının özel biçimlerinden birini oluşturan bazı etnik grupların nesnel ayırt edici özellikleri. Amerikan toplumu içinde, etnik ya da ırksal kökenlerin önemli olduğu artık kabul edildiği için, çeşitli etnik gruplar üstüne yapılan deneysel araştırmalar da çoğaldı.22 Öte yandan, her ne kadar iki girişim arasında her zaman bağ olmasa da, etnisitenin doğası ve etnik seferberliğin anlamı üstünde büyük bir ku­ ramsal tartışma patlak verdi. Amerika’daki Etnik Grupların Ayırt Edici Özellikleri Etnik gruplar üstüne yapılan -v e hiç kesintiye uğram ayan- araştırm a­ ların yönelimi, Harvard Encyclopedia o f American Ethnic G roups ad­ lı çalışm ada özetlenebilir.23 Stephan Thernstrom, her etnik grubu on dört belirgin özelliğe göre betimlemek gerektiğini söylüyordu: “ Coğra­ fi köken; göçle ilgili statü; ırk; dil ya da lehçe; hısımlık, komşuluk ve topluluk sınırlarını aşan bağlar; ortak gelenekler, değerler ve simgeler; edebiyat, folklor ve müzik; damak beğenileri; konut ve işyeri modelle­ ri; köken ülkenin ve Birleşik Devletler’in siyasetinden beklenen özel çı­ karlar; grubu ayakta tutmaya yarayan kurumlar; grup üyelerinin gru­ bun özgüllüğüne atfettikleri anlam; ötekilerin grubun özgüllüğüyle il­ 22 Milton Gordon yönetimindeki Prentice-Hall dizisinde on bir cilt yayımlandı ve bunlarda, b aş­ ka ulusların yanı sıra Japonlar, Asyalılar îtalyanlar da yer alıyordu; Peter Rose yönetimindeki Random House dizisinde ise îtalyanlar, japonlar, Çinliler Yahudiler, Meksikalılar, Siyahlar ile ilgili eserler sunuldu. Bu monografilerin dışında, Amerikan toplumunun parçalanışını vurgula­ yan incelemeler yayımlandı. 23 Thernstrom ve diğerleri (yönetim inde), 19 80. B u rada, yüz altı ethn ic g r o u p s betimlenm ek­ tedir. gili algısı.”24 Amerikan toplumu, göçle oluşan halkların aynı ritimde ve aynı tarzda asimile olmayacaklarını kabul edince, sosyologlar da farklı grupların gelirlerini, mesleklerini, öğrenim düzeylerini, oylarını ve genel olarak başarılarını sistemli bir biçimde karşılaştırmaya başla­ dılar. Bu gruplar arasındaki ilişkileri incelerken, örneğin ırkayrımı gös­ tergelerinden ve karma evliliklerden (intermarriage) yararlandılar. Bu sırada ırk ilişkileri uzmanları da, yeni yasalar kabul edildiği halde Si­ yahların hâlâ maruz kaldığı ırkayrımı ve ırkçılık biçimlerini inceliyor­ lardı. Seçim sonuçlarım değerlendiren uzmanlar da siyasal davranışla­ rı anlamakta, toplumsal sınıftan ya da yerleşim bölgesinden çok, genel anlamda etnisitenin dah ı iyi bir gösterge olduğunu kanıtladılar. Etni­ site sayesinde Katolik m andalıların büyük ölçüde siyasallaştığı ve İrlandalı ya da İtalyan seçim “ makine”sinin ne kadar etkili olduğu gö­ rülebiliyordu. Yahudiler, yaşama daha çok katılıyorlardı, ancak top­ lumsal bakımdan ne denli üst düzeyde oldukları hesaba katıldığında, bu konumlarıyla siyasal katılımları arasında bir ilişki bulunmadığı gözlemleniyordu. Oylar, etnik aidiyete sıkı sıkıya bağlıydı: En yakın tarihte gelen göçmenler ile Siyahlar, tercihlerini her zaman Demokrat Parti’den yana yapıyorlardı; WASP’lar ve gelir düzeyi en yüksek olan­ lar ise, oylarım Cumhuriyetçi Parti’ye veriyorlardı; Yahudi grup genel olarak zenginleştiği halde oylarını hep Demokrat Parti’den yana kul­ lanıyordu, vb. Bireylerin çoğunun etnik topluluklara ait olması siyasal sistemin örgütlenmesinde önemli bir etkendi.25 Andrew M. Greeley yönetiminde 70 ’li yıllarda sürdürülen çalış­ maların tamamı, bu girişime ilişkin iyi bir örnektir.26 Bu çalışmalarda etnik gruplar “ortak bir kökene dayandığı kabul edilen ortaklaşma­ lar” olarak tanımlanır. Onların varlığı Amerikan toplumuna özgü bir durumdur. Farklı kültür miraslarını beslemeye devam ederler, öyle ki 24 T. Thernstrom, “Introduction”, Them strom ’da ve diğerleri (yönetiminde), 1980, s. vı. 25 Siyasal bilim uzmanlarının seçim davranışları, özellikle de “ Yahudi oyu” olarak adlandırılan Yahudilere özgü seçim davranışları üstünde sordukları sorular pek çok kitabın yayımlanmasıy­ la sonuçlandı; Levy ve Kram er’in, 1972, yayımladığı kitaplar bunlardan bazılarıdır. Daha genel olarak, emik oy için bkz. Fuchs, 1990. 26 Greeley, 1974. “toplumsal sınıf bir değişmez olarak kabul edildiğinde bile gruplar arasında çok büyük kişilik farklarının sürdüğü görülür.” Sondaj yo­ luyla yapılan soruşturmalarda, etnik aidiyet beyan eden bireyler göz önüne alındığında (nüfusun dörtte üçü), bu bireylerin etnik kökenleri­ ne göre toplumsal eşitsizliklerinin sürdüğü görülür. Bireyler, toplumsal ve etnik bir katmanlaşmanın içinde yer alırlar. Buna göre Yahudiler, ardından Katolik İrlandalılar ve hemen ardından Protestan Britanyalılar eğitim, gelir ve meslek bakımından en üst katmanlardadırlar. Buna karşılık Siyahlar ve İspanyolca konuşanlar, Protestan İrlandalılar ile birlikte ölçeğin en altını işgal ederler. İtalyanlar ile Polonyalılar ise ara katmanlarda yer alırlar. Aile içi özgül davranışlar da varlığını sürdür­ mektedir: Toplumsal aidiyet hesaba katıldığında bile, Katoliklerin (İtalyanlar, Polonyalılar ve İspanyolca konuşanlar) evlenme ve doğur­ ganlık yüzdesi, Protestanlardan ve Yahudilerden fazladır. Baba, ana ve çocuklar arasındaki ilişki biçimleri de farklıdır: “ Yahudi an a” ile İtal­ yan mamma aynı anlamı taşımaz. Başka örneklerin yanı sıra, acı du­ yusuyla olan ilişki27 ya da alkol tüketimine verilen anlam da etnik grupları birbirinden ayıran özelliklerdir. Bir sonraki bölümde, Siyah­ larla ilgili bütün göstergelerde özgül sonuçlar elde edildiğini göreceğiz. Yahudilerin ve İtalyanların toplumsal kaderini karşılaştırmaya yönelik çok sayıda inceleme yapıldı.28 Yeni bir yüzyıla geçilirken, aynı onyıllar içinde Avrupa’dan gelmişlerdi, ancak Yahudilerin hareketlili­ ği çok daha parlak ve hızlıydı. İki farklı düzeyde yorum yapıldı. Bazı­ ları, kültürel argümanlar öne sürdüler; Kitap geleneğinden, Yahudi ai­ lede çocukların okul devamlılığına »ve başarısına verilen ayrıcalıklı rol­ den söz ediyorlardı; İtaiyanlar, bunları uzun süre ihmal etmişlerdi. Ba­ zıları da, göçmenlerin aynı toplumsal sınıfa ait olmadıklarını ileri sü­ rüyorlardı: İtalyanların çoğu, Güney İtalya ya da Sicilya kökenli yok­ sul köylülerdi, büyük bölümü okuma yazma bilmiyordu, sanayi ve kent toplumuna katılma konusunda, Rus İmparatorluğu’ndaki Yahu­ 27 Zborowski, 1952 ve 1969. 28 örneğin, İtalyanlar için bkz. Voir, Child, 1943; Lopreato, 1967; Tomasi ve Engel (yönetimin­ de), 1970. di topluluklardan gelen kentleşmiş ve göreli olarak eğitimli zanaatkar­ lar ile tüccarlardan daha donanımsızdılar. Günümüzde İtalyan-Amerikalılarm kitleler halinde orta sınıfa girmesi, iki grup arasındaki farkın, esas olarak kuşaklararası hareket ritminden kaynaklandığını gösteri­ yordu. Amerikan toplumunda gösterilen başarı bakımından, İtalyanlar için üç hatta dört kuşağın geçmesi gerekmiş, oysa Yahudilerin ço­ ğu için iki kuşak yeterli olmuştu. 1980’den sonra bu tip araştırmalar yepyeni bir değer kazandı.29 Sayım sırasında artık şu soru da soruluyordu: “ What is the p erso n ’s a n cestry?”30 Lieberson ve Waters, etnik grupların statik gerçeklik ol­ madıklarını, ortaya çıkıp yok olduklarını vurguladılar. Ancak, soruş­ turmaya katılanların bu soruyu nasıl anladığı ve elde edilen sonuçların bütünü, Amerikan toplumunun etnik evrimine ilişkin genel birkaç so­ nuç elde edilmesini sağladı. Avrupa göçmenlerinin soyundan gelenler, genel olarak maddi bakımdan başarıya ulaşmışlar ve yavaş yavaş tek bir grup oluşturmuşlardı: 80 ’li yıllardan sonra, WASP soyundan gelen­ ler -h er ne kadar, evlilik söz konusu olduğunda tereddüt gösterseler d e - Avrupa kökenli ethnicler'm (30’lu yıllarda yapılan topluluk araş­ tırmalarında alt statüde yer aldıkları görülmüştü) torunlarına karış­ mışlardı. En genç olanları kendini, çoğunlukla yalnızca Amerikalı ola­ rak tanımlıyorlardı. “ Etnik” aktarım genelde zayıftı, ancak iki ebe­ veyn aynı kökenden geldiğinde güçleniyordu. Yalnızca Yunanlılar, Ya­ hudiler, İtalyanlar, Polonyalılar ve İrlandalılar etnik bilinci muhafaza ediyorlardı. Buna rağmen, Beyaz nüfusun bütünleşmesi artık siyasal bir soruna (political issu e) yol açmıyordu. Etnik gönderim, bundan böyle toplumsal konumun ve statü rekabetlerinin sonucu sayılıyordu. Ancak, Avrupalı olmayan etnik ya da ırksal gruplarla bunlar arasında­ ki fark hâlâ çok güçlüydü (Lieberson ve Waters tam otuz üç farktan söz eder). Asyalıların (özellikle Çinliler ve Japonlar) toplumsal-iktisadi alanda çok parlak başarılar elde ettikleri, -uzun süre şiddetli bir ırk­ çılığa maruz kaldıkları h ald e- Asya kökenli Amerikalılar ile Avrupa 29 Örneğin bkz. Lieberson, 1980; Rose, 1983; Kivisto, 1990. 30 Lieberson ve Waters, 1988. kökenli olanlar arasındaki evliliklerin arttığı gözlemlenmekteydi; ayrı­ ca H ispaniclerin, geçici gibi görünen gecikmesi ve Siyahların toplum­ sal kaderinde hâlâ süren özgünlük dikkat çekiciydi.31 Yaşam koşulları ve tarzlarının nesnel bakımdan artan ölçüde homojenleşmesinin, etnik aidiyet ya da özdeşleşme duygularının yeni­ den ortaya çıkmasıyla -y an i “yeni etnisite”y le- çelişmediği bu çalış­ malarla kanıtlandı. Söz konusu olan göçmenlerin, Amerikan toplumuna gelirken yanlarında getirdikleri ve sürdürmeye çalıştıkları gelenek­ sel kültürün sürüp gitmesi değil, etnisitenin yeni bir biçiminin -a it olu­ nan ulusal ortaklaşmadan farklı, tarihsel bir ortaklaşmaya yönelen gönderim in- sonraki kuşaklarda su yüzüne çıkmasıdır; bu yeni biçim özgül bir kültürün kuşaktan kuşağa aktarılmasının ürünü değildir ve kaynağını Amerikan toplumunun kendisinden alır ya da bazı yazarla­ ra göre, genel anlamda modernliğin özelliklerine bağlıdır. Günümüzde, “yeni etnik-ırksal Amerikan beşgeni”nden (new American ethno-racial pentagon) ya da beş gruptan oluşan melting pot beşlisinden, yani Avrupalı-Amerikalılar, Asyalı-Amerikalılar, AfrikalıAmerikalılar, İspanyol-Amerikalılar ve Kızılderili-Amerikalılardan {native Am ericans) söz edilmektedir. Beşgenin varlığı öylesine genel bir kabul görmüştür ki bu terim pek çok idari ankette bile yer alm akta­ dır.32 Ne var ki, bu “ beşgen” den söz etmek, beş grubu aynı düzleme yerleştirmek, Avrupalıların soyundan gelenler ile başka kökenden ge­ lenler arasındaki büyük ayrımı azımsamak ve Afrikalı-Amerikalılardan bir bölümünün tekil bir kader yaşamayı sürdürdüklerini maskele­ mek bilgi bakımından sakıncalıdır. M elting p o t beşlisi ise, Herberg’in 5 0 ’li yıllarda çözümlediği melting p o t üçlüsüyle aynı anlamı taşımaz: Etnik boyutları -dolayısıyla, ulusla aynı biçimde siyasal boyutları- ol­ sa da, artık dinsel boyutlar taşımamaktadır. Ulusal birliğin sorgulan­ masına yol açar. Son yıllarda çoğulculuk ve etnisiteyle ilgili ortaya konan düşün­ celer, yüzyılın ilk yarısında Kallen’m ortaya attığı görüşün iyimser vur­ 31 32 Bkz. vııı. Konu. Hollinger, 1992, s. 95. gusunu taşımazlar; Kallen’a göre kültürel çoğulculuk, demokrasinin siyasal ve ahlaki birliğiyle çelişmediği gibi, onun ayrıcalıklı ve tümüy­ le demokratik bir biçimiydi; geleneksel olarak dayatılan -h atta UlusDevletler’in Avrupa’daki gruplar karşısında takındığı tutumda görül­ düğü gibi, bazen kaba biçimlerde kendini gösteren- kültürel birlikten çok daha özgür ve çok daha otantikti. Kallen, Amerikan asimilasyo­ nunu, Eski Kıta’nın uluslarına atfedilen asimilasyonculuğun karşısına koyuyordu. 60 ve 7 0 ’li yıllarda sosyoloji düşüncesi kolektif eleştiriye ve endişeye yol açtı. Siyahların bölünmesi siyasetinin uğradığı başarı­ sızlık, özel talepler ve Vietnam Savaşı’nın neden olduğu vicdan buna­ lımı sonrasında Amerikalılar, toplumlarının bütünleşmesi ve ulusun kaderi konularında kendilerini sorgulamaya başladılar. Bundan böyle melting p o t ne anlam taşıyabilirdi? Kültürel çokkültürcülük ile toplu­ mun birliği arasında nasıl bir ilişki vardı? Ulus etnik ve toplumsal ba­ kımdan birliğini sürdürebilecek miydi ve onun özgünlüğünün anlamı ile siyasal projesinin değeri, bundan böyle ne olabilirdi? TOPLUMSAL SINIFLAR M I, ETNİK RÖNESANS M I? Çeşitli etnik gruplara ve onlar arasındaki ilişkilere dair betimlemele­ re, Siyahların maruz kaldıkları ayrımcılığa dair çözümlemelere para­ lel olarak, bu yeni etnisitenin doğası ve anlamı üstünde kuramsal bir tartışma gelişti. Şu ya da bu grupla ilgili deneysel bilgiyi konu alan sosyologlar, etnik grupların nesnel ve görece sabit bir gerçeklik olarak var olduğunu ve onların kültürlerine bakarak Amerikan toplumu içindeki başarılarını çözümleyebileceklerini varsayıyorlardı. Harvard Üniversitesi’nin yayımladığı sözlükte, etnik gruplarla ilgili çözümle­ melerde bu yaklaşım ortaya konuyordu. Yine o sıralar, Barth’ın ve onun yandaşlarının az çok etkisinde kalan çok sayıda etnisite kuram­ cısı, etnik grupların hiç de istikrarlı bütünlükler oluşturmadıklarını ve toplumsal bir durumun ürünü olduklarını savunuyorlardı. Kendi kül­ türleriyle tanımlanan etnik gruplara dair nesnelci yaklaşımın yerini, öznelci ya da durumcu bir yaklaşım aldı; buna göre, gruplar kendi ey­ lemleriyle oluşuyorlar ve böylelikle kendilerini tanımlamalarını sağla­ yacak toplumsal sınırlar dayatıyorlardı. Kültür, etnisitenin kaynağı değil sonucuydu. 7 0 ’li yıllardan sonra etnisite kuramlarının sayısı öylesine arttı ki, burada tümüne yer vermek söz konusu olamaz. Ancak ortak nok­ talarını vurgulamakta yarar var: Bu kuramlardan hiçbiri etnisitenin ve onun gösterimlerinin sürekliliğini ya da dirilişini, asimilasyon sü­ recinin bir evresi ya da geçmişe ve göçlere bağlı, kısa ya da uzun va­ dede yok olmaya mahkûm bir tortusu olarak görmez. Yorumlar fark­ lıdır: Modern dünyaya ya da ondan doğan kuralsızlığa bağlı iktisadi ya da bürokratik homojenleştirme karşısında gösterilen bir direnç bi­ çimi; ya da kapitalist dünya-iktisadının tarihsel bir ürünü; ya da top­ lumsal sınıflar arasındaki çatışm alar zayıfladığında, kaynakların da­ ğılımıyla ilgili çatışm alarda grupları seferber etmenin bir yolu. Ancak yorumlar ne olursa olsun, araştırm acılar etnisiteyi modern toplumun ayırt edici bir özelliği olarak ele alıyorlar artık. Bazıları, her zaman var olan, ancak ideolojik nedenlerle gizlenen bir görüngünün söz ko­ nusu olduğunu düşünüyorlar: Göçmen grupların Amerikan toplumunda asimilasyonunu, bir olgu ve bir değer olarak ulus efsanesinin ayrılmaz bir parçası olarak görüyorlar. Bazıları da tam tersine etnisi­ tenin, modernliğin yeni biçimlerine bağlı yeni bir görüngü olduğunu öne sürüyorlar. Etnilerarası ilişkilere Amerikan toplumunun eleştirisi içinde yer verilmesi, etnisite ya da ırk ile toplumsal sınıf arasında kurulan bağın çözümlemesini yapan sosyologların, nasıl olup da en anlamlı kuram­ ları oluşturabildiklerini açıklar. Daha önce belirttiğimiz gibi, 60 ’lı yıl­ lara kadar Amerikan sosyologları, Siyahların özel bir grup oluşturdu­ ğunu unutmadan kendi toplumlarını katmanlaşma bağlamında ele alı­ yorlardı -yani bireylerin, bir katmandan öbürüne geçme imkânı oldu­ ğunu düşünüyorlardı. Katmanlaşma kavramının yerini, çatışmaya iliş­ kin yananlamıyla birlikte toplumsal sınıf kavramının alması için, yurt­ taş hakları kuşağını beklemek gerekti. O döneme kadar etnisite, Ame­ rikan ulusunun inşasıyla bağlantısı içinde düşünülüyordu: Etnik top­ lulukların varlığı asimilasyon sürecini yavaşlatan bir olgu muydu, yok- sa tam tersine onu kolaylaştırıyor muydu? Chicago sosyologlarının ço­ ğu etnik toplulukların olumlu etkisini kanıtladılar ve çeşitli grupların birleşmiş bir ulus kurmasından önceki evreyi bu toplulukların oluştur­ duğunu gösterdiler. Bundan böyle etnisite, sınıflar halinde bölünmeyle ilişkisi bakımından düşünülmeye başlandı. Toplumsal eşitsizliklerin ve iktidarın yapısını açıklamak için, toplumsal sınıfa göre ayrışmaların, etnik ya da ırksal aidiyetten doğan ayrışmalarla nasıl buluştuğunu sor­ guladılar. Bu ikisi arasındaki ilişki, “ etnisistler” ile “ sınıfçılar” arasında çıkan büyük bir tartışmanın konusu oldu (ethnic versus class dilem­ ma). Etnisistler, etnisitenin kendini yenilemeye yönelik -liberal ve M arxçı düşünürlerin de azım sadığı- büyük kapasitesini gözlemliyor­ lardı; modern toplumda etnisitenin, toplumsal eşitsizliklerin ve siyasal eylemin -tek olmasa d a - ana kaynağı haline geldiği düşüncesini savun­ dular. Etnisiteyi ele alırken, belli bir azınlık grubunun ayırt edici özel­ liklerini değil, sanayi-sonrası toplumunun toplumsal yapısındaki genel bir kategoriyi incelemek söz konusuydu. Sınıfçılar ise, sınıfsal konum­ dan kaynaklanan toplumsal ayrışmalar ile etnik aidiyetten doğan top­ lumsal bölünmelerin somut olarak buluşmuş olmasına rağmen, ayrış­ maların hâlâ esas olduğunu öne sürüyorlardı. Onlara göre etnisite top­ lumsal ayrışmaların ve eşitsizliklerin boyutlarından yalnızca biriydi ve en anlamlı olanı değildi. Modern toplumda, toplumsal katmanlaşmanın ve siyasal sefer­ berliğin temel kaynağını etnisitenin oluşturduğunu savunan araştırm a­ cıları “ etnisist” olarak tanımlayabiliriz. i Etnisite ve Sanayi-Sonrası Toplum Daniel Bell, 1 975’te bu konuyla ilgili en iddialı yorumu önerdi. Ona göre, etnik özdeşleşme, artık toplumsal sınıftan daha büyük bir siya­ sal rol oynuyordu.33 “ Somut siyasal hedefler için grubun seferber ol­ masında etkili bir odak” halini almıştı. Seferber etme kuvvetini somut çıkarların savunulmasına anlatımcı, duygusal ya da simgesel bir boyut katmasından alıyordu. Yaptığı çözümleme, sanayi-sonrası toplumla ilgili genel bir yo­ ruma dayanıyordu; bu toplumu beş özelliğiyle tanımlıyordu: 1) Geniş “ kapsayıcı” kimliklerin inşa edildiği bir dönemde (Afrika ülkelerinin birleşmesi, Avrupa Ortak Pazarı) bireyler daha dar ve daha doğrudan gruplarda kök salma gereksinimi duyuyorlardı; 2) Koruyucu-Devlet’in gelişmesi, kesinkes iktisadi mekanizmaların aleyhine toplumun artan ölçüde siyasallaşmasına yol açıyordu, Devlet’in müdahalesi daha yo­ ğundu, bu durum yurttaşların siyasal katılımının çoğalmasını sağlıyor, ancak aynı zamanda umutların ve hayal kırıklıklarının da katmerlenmesine yol açıyordu; 3) eşitlikçilik tutkusu, artık yalnızca fırsat eşitli­ ğini değil sonuçlarda eşitliği de düşündürüyordu. Bu tutku, toplumsal haklarda odaklanıyordu; 4) bütün kurumlarda, örgütlerde, profesyo­ nel ve hatta kültürel yaşamda otorite zayıflıyordu. 19. yüzyılın ideolo­ jileri tükeniyordu. İdeolojik tutkuların kaynağı artık Üçüncü Dünya’ydı ve tümü “ Amerikancılık-karşıtlığı”yla özetlenebilirdi; 5) iktisa­ di bakımdan dünya birbirine bağımlıydı. Üçüncü dünyanın, çevre ül­ kelerin “ proleter” ulusları merkezin zengin ülkelerine karşı çıkıyorlar­ dı. Bunun sonuçlarından biri de, Avrupa ülkelerinde bile yabancı azın­ lıkların bulunmasıydı. Gruplar arasında siyasal rekabetin olması kuraldır. Ancak siya­ set, yalnızca çıkarların karşı karşıya geldiği bir alan değil, aynı zaman­ da tutkuların ifade edildiği bir ortamdır. Siyasal hareketler, birbirleri­ ni dikkate aldıkları ölçüde etkili hale gelirler. Tutkular, 18. yüzyıla ka­ dar dinsel bağlamda ifade ediliyordu; oysa günümüzde ulus, sınıf ya da etnisite gibi “ dünyevi dinler”de ifadelerini buluyorlar. Günümüzde, ilk ikisinin gücü azalmış ve bu güç etnisiteye kaymıştır. Kuşkusuz Ulus-Devlet, gruplar arasında rekabetin yaşandığı te­ mel alandır. Ne var ki, ulusun özdeşleşme alanı olmasının tek yolu, tek bir ilksel gruba denk düşmesidir. Oysa, ulusun hemen hemen etniye denk düştüğü Avrupa ulusları, istisnaları oluştururlar. Ulus tutkusu za­ yıflamıştır, çünkü günümüzde dünya üstündeki toplumlar olağan ola­ rak çoğuldur, bünyelerinde parçalı ve birbiriyle tutarlı grupları barın­ dırırlar ve bu tutarlılık ilksel olabileceği gibi -u lu sla özdeşleşmeyi za­ yıflatan-, çatışmalar sonucunda da ortaya çıkmış olabilir. Toplumsal sınıfa gelince; uzun süre kolektif özdeşleşme mercii olmuştur. Sınıf ba­ ğının seferber edici gücü, ortak çıkarları savunmaya dayanmasıdır. Ancak, günümüzde işçi sınıfının burjuvalaşması ve ulusal özdeşleşme duygusunun gücü, duygusal bağı zayıflatan etkenlerdir; bir zamanlar önemli sayılan ideolojinin yerini şimdi çıkar almıştır. Sınıf “anlatım cı” boyutunu tümüyle yitirmiştir. Bu koşullarda merkeze etnisite geçer. Kâh bir tortuyu ifade eder ve WASP’lar gibi ırka, renge, dile göre tanımlanmayan grupları belir­ tir, kâh bir cinsi ve ulus, dil, ırk ya da dinle kökeni ifade edilen bütün azınlık gruplarını belirtir. Bell, etnisiteyi bu son anlamında kullanır. Et­ nisite “çıkar ile duygusal bağları bir araya getirdiği için” su yüzüne çıkmıştır. Siyasetler de etnisiteyi iki nedenle kullanırlar: Kaynağını uzun süre bastırılmış ilksel sanayi-öncesi duygulardan aldığı için ve ya­ şadıkları handikapları siyasal yönden telafi etmenin yolunu arayan el­ verişsiz grupların oluşturduğu stratejilerden doğduğu için. İki tarihsel olgu bu tür hareketlerin işini kolaylaştırm aktadır:' Eski seçkin WASP’ların ve aile kapitalizminin kurduğu toplumsal egemenliğin so­ nunun gelmiş olması, kültür emperyalizmine karşı başkaldırı. “ Hem anlatımcı hem de araç niteliğinde olan etnik gruplar, yakın tarihte si­ yasal iktidarın kaynakları halini aldılar” , çünkü “ tanık olduğum uz durum, statü sorunlarının ve siyasal taleplerin etnik gruplar aracılığıy­ la ittifak kurmasıdır”34 (vurgu yazara ait). Toplumsal statü talepleri ve iktidar çatışmaları, artık etnik gruplar aracılığıyla iletildiğine göre, toplumun giderek bürokratikleş­ mesi de bireylerde, ilksel bir gruba bağlanma gereksinimine yol aç­ makta (primordial an chorage), ulusun ve sınıfın zayıflaması etnik öz­ deşleşmeleri daha görünür hale getirmekte ve Koruyucu-Devlet’in ge­ lişmesi de gruplar halinde örgütlenmeye neden olmaktadır. 34 D. Bell, “ Ethnicity and Social Change”, Glazer ve Moynihan’da (yönetiminde), 1975, s. 170171. Bu çözümleme, Bell’in sanayi-sonrası toplumla ilgili yorumun­ da yer almaktadır. Ona göre sınıf çatışmaları sanayi toplumunun bir özelliğiydi. Sanayi-sonrası hizmet ve bilgi toplumunda ise, öncelikle etnisiteye bağlı özdeşleşme ve taleplere dayanan çatışmalar yaşanacaktı -b u durum, sınıf çatışmalarını tümüyle dışlamıyordu. Bell, ilkselci perspektif ile geniş anlam da siyasal çözümlemeyi bütünleştirmeye ça­ lışıyordu. Etnik özdeşleşme ve talep hareketlerinin iki boyutlu olduğu noktasında ısrar eden bu çözümleme Weberci düşüncenin bir evresidir. Birleşik Devletler örneği üstüne oluşan görüşü ne ölçüde aşabilmiştir? Bell’in düşüncesinin merkezi, yani etnik taleplerden yola çıkan hare­ ketlerde duygunun ve çıkarın bir araya geldiği düşüncesi evrensel bo­ yutta geçerli midir? Belli düzeyde soyutlama yapılarak, insan eylemle­ rinin her zaman hem tutkuyu hem de çıkarı barındıran bir boyutu ol­ duğu öne sürülebilir; ancak tarihsel toplumlarda bu iki öğenin eklem­ lenmesi ve toplumsal ifadesi, geniş anlamda siyasal koşullara bağlı çok çeşitli biçimler alabilir. Etnik grupların üyeleri, bu gruplar adına m ad­ di avantajlar elde etmeye yatkın oldukları ölçüde, gruplar da, seferber olurken “çıkara yönelmiş” sayılırlar. Bir zamanlar, azınlık olarak ad­ landırılan etnik gruplar yararına çeşitli programların hazırlandığı Bir­ leşik Devletler’de böyle bir durum söz konusuydu: Elverişsiz etnik bir gruba ait olmak, bazı haklar elde etmeye yetiyordu. Başka bazı du­ rumlarda ise “çıkar” ı tanımlamak pek kolay olamamaktadır. Her ne kadar, Sovyet İmparatorluğu’nun sonu, toplumsal sınıfa yapılan yatı­ rımın zayıflamasını ve etnik ya da ulusal dirilişlerin gücünü konu alan çözümlemeyle doğrulanmış olsa da, bu örnekte “çıkar” ı tanımlamak oldukça zordur. Bell’in çözümlemesi liberal demokratik toplumların, özellikle de Birleşik Devletler’in evriminden yola çıkılarak tanımlanan -b ir ideal-tip olarak geliştirilm iş- sanayi-sonrası toplumu ele alabildi­ ği ölçüde inandırıcıdır. Etnisitenin Stratejik Biçimleri Pek çok yazar, esas olarak seçmeli (ya da araçsal ya da stratejik) bir etnisite yaklaşımı geliştirdi; bu yaklaşım statü mücadelelerinde ve siyasal stratejide kullanılan öğelerden biri halini almıştı ve toplumsal rekabet­ te bir kaynak olarak seferber ediliyordu. Sosyologlar, ilk bakışta bir pa­ radoks gibi görünen şeyi anlama gereği duydular: Birleşik Devletler’de farklı grupların kültürel özgüllüğü giderek siliniyor, etnik bilinç ve se­ ferberlik güçleniyordu. Gruplar, nesnel bakımdan giderek homojenle­ şiyor, etnik kimlikler beliriyordu. Nathan Glazer, 1954’te “hayalet uluslar” dan35 söz etmişti ve Weinfeld de, Kanada’daki etnik grupları ele alırken “ duygusal kimlik”ten36 dem vurmuştu. Başka yazarlar da “ hayali”37 etnisite ya da “ sözde-etnisite”38 terimlerini kullanmışlardı. Herbert Gans ise “simgesel kimlik”39 kavramını önerdi. Gans’a göre etnik diriliş yaşanmamıştı, farklı grupların kültürleşme ve asimi­ le olma süreci hiç kesintiye uğramamıştı. Orta sınıflara ait olan İtalyan Amerikalılar, örneğin İtalyan diline ya da kültürüne ait hiçbir şeyi mu­ hafaza etmemişlerdi ve bugün de, göçmenlerin gelir gelmez yaptığı gi­ bi etnik örgütler oluşturma kaygısı taşımıyorlardı. Olsa olsa, toplu­ mun o anki gereklerine ve özelliklerine uygun olarak yeniden yorum­ ladıkları birkaç kırıntıyı bağlamından koparıp yalıtık özellikler olarak sunuyor olabilirlerdi. Her tür somut içerikten ve gerçek İtalya ile ilgili her tür bilgiden mahrum kalmış hayali İtalyanlığa gönderimde bulun­ maları simgesel bir kimliğe hayat veriyordu; bu sayede kendi grupları­ nı, İtalyan-Amerikalıları, Amerikan toplumu içinde var etmenin ve bundan yola çıkarak kolektif yaşama katılmanın kanıtını ya da argü­ manını bulmuş oluyorlardı. Bu etnik bilinç zayıflayıp içeriksizleşdkçe, kolektif değerlerle çatışmadıkça hatta toplumsal olarak kabullenilip değerlendikçe, beşinci ya da altıncı kuşağa kadar devam etme tehlike­ si taşıyordu: Toplumsal statüler düzeninde de kişisel ayrımın bir aracı 35 N. Glazer, “ Ethnie Groups in America. From N ational Culture to Ideology”, Berger’da, Abel ve Page (yönetiminde), 1954, s. 158-173. 36 Weinfeld, 1981. 37 Yinger, 1981. 38 M ac Kay, 1982. 39 H. Gans, “ Symboiic Ethnicity: the Future of Ethnic Groups and Cultures in Am erica”, Gans, Glazer, Gusfield, Jenks’te (yönetiminde), 1979, s. 193-220. Ayrıca bkz. Gans, 1979. Daha eski bir m akalesinde “ simgesel Yahudilik”ten söz etmişti; “American Jewry: Present and Future”, Com m entary, M ayıs 1956, s. 4 2 2-430 . haline geldi. Etnik bilinç, gelecekte muhtemelen etnisitenin egemen bi­ çimi olacaktır. Mary C. Waters, simgesel kimliğin iki ihtiyacı birden karşıladığını göstererek kavramı geliştirdi: Bu gereksinimlerden biri kendi bireyselliğini ortaya koymak -b u , seçilmiş bir kimlikti- ve kö­ ken topluluğuna ait sıcaklığa ve dayanışmaya özgü bir şeyleri m uhafa­ za etmek.40 Aynı kavram, Avrupa kökenli Amerikalıların, siyah soru­ nunun özgüllüğüyle ilgili soruları bertaraf etmelerine yaramaktadır; çünkü bu genel kavram sayesinde siyah sorunu, Beyazların etnisitesi sorunuyla aynı düzeye yerleşir. Hannertz’in suç sanayisiyle ilgili çözümlemelerinde, etnisitenin araçsal yanıyla ilgili kuramların etkileyici bir örneğine rastlayabiliriz. Göçmenler, Birleşik Devletler’e yerleşirken, bir önceki göç dalgasında gelenlerle doğrudan rekabete girdiler. Etnisite, yani bu durumda etnik dayanışma, grubun başarısını hedefleyen stratejinin bir aracı olarak kul­ lanıldı. Cosa N ostra’nm İtalyanları, iktisadi boşluğu suç alanında dol­ durdular: Etnik dayanışma sayesinde “ üretim” için gerekli olan el eme­ ği temin edildi, gereksinim duyulan koruma ve iş alanı sağlandı. Sefer­ berlik, Sicilya’dan ve M ezzogiorno’dan gelen göçmenlerin getirdiği aile dayanışmasına yönelik geleneksel değerlere dayandığı ölçüde etkili oldu. Akılcı Tercih Kuramı Michael Banton’ın etnilerarası ilişki alanı için ortaya koyduğu akılcı tercih kuramı, bir bakıma etnik kimliklerin seferberliği kuramının uç bir biçimi olarak görülebilir.41 Benton’a göre akılcı tercih kuramı, d a­ ha yüksek bir kuramsal konsensüse ulaşılmasını sağlayabilirdi. Etnilerarası ve ırksal ilişkiler özgül değildi. Bu ilişkilerin belirttiği görüngü­ ler, yani grupların oluşumu, asimilasyon, dayanışma, kolektif eylem bütün gruplarda görülüyordu; bu gruplar ise ister etnisiteye ya da ır­ 40 Waters, 1990. Ayrıca bkz. Alba, 1990. 41 Banton, 1983. M ichael Banton Büyük Britanya’da ırk ilişkileri sosyolojisinin kurucusudur. Gi­ riş bölümünde, Amerikan sosyolojisi ile İngiliz sosyolojisine, etnisizm günahına teslim olma dı­ şında birbirinden kesin olarak ayırmanın zor olduğunu belirtmiştim. Banton’ın çalışmasının bu bölümüne, bu konuda yer verilmiştir. Banton’ın çalışm aları Büyük Britanya’ya ayrılmış konuda yeniden ele alınacaktır. ka, ister sınıfa, din aidiyetine ya da toprağa dayansın. Etnik grupların belirmesi, kendilerini yeniden üretmesi ve çözülmesi, diğer grupların kaderine hükmedenlerden farklı toplumsal mekanizmalar oluşturmu­ yorlardı. Irklar arası ilişkiler, ırk içi ilişkilerle aynı doğadaydı. O hal­ de, bulgusal bakımdan verimli genel bir kuram ortaya atılabilirdi ve akılcı tercih kuramı, Banton’a göre en iyisiydi. Irksal ya da etnilerarası ilişkilere uygulandığında, kuram da zenginleşmiş olurdu. Akılcı tercih kuramı iki koyuta dayanır: Birey, kendi davranış­ larının bedeli ile avantajlarını karşılaştırarak, kendi eylemlerinden el­ de edeceği yararı azamiye vardıracak biçimde davranır; belli bir anda verilmiş kararlar gelecekteki tercih imkânlarını sınırlar. Banton’a göre bireyler, etnik ve ırksal farkları kullanarak, içselleştirme ve dışsallaştır­ ma süreciyle oluşan gruplar ve kategoriler yaratırlar. Etnik gruplar da­ ha çok içselleştirmeyi, ırk grupları da dışsallaştırmayla oluşur. Etnik ve ırksal etkileşimler, bireylerin maddi ya da simgesel avantajları azami ölçüye çıkarmaya çalıştıkları rekabet piyasasındaki alışverişler gibi çö­ zümlenebilir. Bu alışverişlerin ya da çatışmaların tarzı, grupları birbi­ rinden ayıran sınırların (boundaries) ne ölçüde gözenekli olduğuna bağlıdır. Gruplar rekabet ilişkisine girdiğinde onları ayıran sınırlar da pekişir; bireyler ilişkiye girdiğinde de sınırlar zayıflar. Banton’a göre bu kuram, etnik özdeşleşme mekanizmalarını an­ lamamızı sağlar. Birey, toplumsal yaşama katılma ve kolektif bir yapıya ait olma arzusu taşır; bu durum, çeşitli gruplarla (cinsiyet, toplumsal sı­ nıf, ulus, etnik grup, vb.) özdeşleşme anlamına gelebilir. Belli bir anda, bu tercihin en avantajlı göründüğü anda, belli bir etnik grupla akıl yo­ luyla özdeşleşebilir. Belli bir etnik grubun varlığı da, bireylerin bütün tercihlerinin bir ürünüdür. Koşullar değiştiğinde etnik özdeşleşme de ka­ zançlı (en geniş anlamda) olmaktan çıkabilir ve başka tür özdeşleşmeler tercih edilebilir. Bu durum, etnik kimliklerin ve grupların tarihsel olarak belirmesi ve sonra gerilemesi ya da erimesi gibi hareketlilikleri açıklar. Bundan yola çıkarak toplumsal değişimle ilgili bir yorum ileri sürülebi­ lir. Söz konusu kuramın bir başka avantajı da toplumsal eylemi, birey­ lerin tercihleri ile yapısal zorlamalar arasındaki etkileşimin bir sonucu olarak görmesidir. Nesnel zorlamaların arasında kalan bireyin, kendi önünde açılan seçeneklerin sınırlarını karşılaştırma olanağı bulduğunu ve kendi iyiliğini, doyumunu azami hale getirmeye çalışırken akılcı bir eylemi başlatma ortamı yarattığını kanıtlamayı sağlar. Sosyologların, bu çözümlemeye yönelttikleri sayısız itirazı to­ parlayalım. Kolektif eylem bireysel davranışların toplamına indirgene­ mez ve geniş anlamda kurumların etkisi ihmal edilemez; çünkü top­ lumsal insanlar bu etkiyi kuşaktan kuşağa aktarırlar ve yine bu etki bi­ reylerin eylemine mekân oluşturan bir dizi kısıtlamanın ortamıdır. Ku­ ram, yapıların ağırlığının hakkını vermekle yeterli değildir: Yalnızca akılcı tercih kuramından yola çıkılarak Birleşik Devletler’de yaşayan bireylerin Afrikalı-Amerikalı grupla özdeşleşmeleri yorumlanabilir mi? Irk ilişkileriyle ilgili durumların çoğu bu türdedir. Öte yandan, in­ san davranışları yalnızca akılcılık boyutuna indirgenemez: Bireyler davranışlarıyla anlatma, ayırma ve kabullenme gereksinimlerini de ifa­ de ederler ve bunlar bireylerin uygulamalarını, bedel ödemek ve verim almak kadar, hatta ondan da fazla yönlendirir. Kullanılan yolların he­ deflere uyarlanması mantığından etkilenen akılcılıkla ilgili bu tanım, zaten belli bir toplum türüne sıkı sıkıya bağlı değil midir? Madem sos­ yologlar “ akılcılık ilkesinin, hom o sociologicusun eylemlerinde oyna­ dığı sınırlı rolü (parçalı, uygunsuz, deforme)” 42 çözümlemekten geri duramıyorlar, o halde, tutkunun insan davranışlarındaki boyutunu, insanlar tarafından kabullenilme gereksinimini ve kolektif yapılara ait olmanın kendi davranışları üstündeki etkilerini de azımsamamak gere­ kir -özellikle de etnilerarası ilişkilerde; Weber’in de gösterdiği gibi, bu ilişkiler hem bireylerin onuruyla hem de toplumsal ve siyasal düzenin bütün boyutlarıyla sıkı ilişki içindedir. Birleşik Devletler’deki etnik gönderimin seçmeli, gönüllü ya da stratejik nitelikte olduğunu vurgulayan yazarlar, gerçekliğin yalnızca bir bölümünü ortaya koymaktadırlar. Onların yaptığı çözümlemeler, Avrupa kökenli Amerikalılar hakkında tatminkâr sonuçlar getirmek- tedir. Ancak Avrupalı olmayan gruplar için etnisitenin zorunlu bir se­ çenek, yani bir zorlama olabilmesi olgusunu gözden kaçırmaktadırlar. Etnik gönderim, pek çok kez hem bir seçenek hem de bir zorlamadır ve bunlardan herhangi birinin payı ya da anlamı, hiçbir zaman sonsu­ za dek aynı kalmamaktadır. Önceleri, tıpkı Siyahlar gibi küçümsenen ve ayrımcılığa maruz kalan Asyalıların, pek çok alanda bu durumu al­ tüst ettikleri bir hakikattir. H ispanider de, yavaş yavaş ırksal bir grup algısından uzaklaşmaktadırlar. Her ne kadar toplumsal aktörlerin zor­ lamadaki payı ile özgürlükteki payını tartmak her zaman zor olsa da Beyazların etnisitesinde -yani, göçten önceki tarihsel gelenekleriyle il­ gili olan ve Amerikan toplumunda yeniden yorumladıkları gönderim­ lerinde- seçiminin ağır bastığını, Siyahların etnisitesinde de zorlama­ nın öne çıktığını ileri sürebiliriz. Mary W aters’ın da dikkat çektiği gi­ bi, Alman bir kadınla siyah bir erkeğin oğlu, Alman mirasına öncelik tanıyıp Siyahlardan aldığı mirası göz ardı edebilir mi? 701i yıllardan ve Black Power hareketinden bu yana, Siyahlar kendi etnisitelerinin anla­ mına yeniden ulaşmaya, saygınlıklarını elde etmeye ve taşıdıkları leke­ nin anlamını değiştirmeye çalışıyor ve şöyle diyorlar: “ Black is beautifu l.” İlk başlarda zorlama olan bir durumu, bir seçeneğe dönüştürüp yeniden tanımlamak için mücadele ediyorlar.43 “ Sımfçılar” İki grup sosyoloğu bu genel terim altında buluşturabiliriz: Etnik ya da ırksal aidiyetten kaynaklanan eşitsizliklerin sınıf eşitsizlikleriyle nasıl buluştuğunu düşünürken, sınıfların rolünü öne çıkarmakla birlikte M arxçı yorumu benimsemeyen sosyologlar ile temel olan sınıf eşitsiz­ liklerinin etnisite tarafından pekiştirildiğini savunan M arxçılar ve ye­ ni Marxçılar. Her iki grup da, sorunları yapısal bakımdan ele almayan kültüralist sosyologları (Chicago okuluyla başlayan ve bir sonraki ku­ şağın etnisistlerine varan yaklaşım) eleştiriyordu. Kültüralist sosyolog- 43 Bir Yahudi öyküsünde söylendiği gibi, “Yahudi olmaktan guru duyuyorum, zira gurur duymasaydım da Yahudi olacaktım .” lar ise, Chicago okulunun kavramlarını kullanarak (uyarlama, asimi­ lasyon, bütünleşme, vb.), sırf sınırlarını vurgulamak için bile olsa melting p o t paradigmasının içinde yer alarak kademeli asimilasyon çö­ zümlemesini, gerçek bir eleştiride bulunmaksızın geliştirdiler; bu çö­ zümlemede, Amerikan toplumunda iktidarın ve kaynakların eşitsiz da­ ğılımı göz önüne alınmıyordu. “ Ethnclass” Gordon Milton’ın kitabı, sınıfçı yorumun iyi bir örneğiydi.44 B eyond the M elting Pot ile aynı dönemde yayımlanmış olmakla birlikte onun kadar başarılı olamadı. Yine de kuramsal iddiası üniversite araştırma­ larının klasiklerinden biri sayılmasına, etnisitenin ve sınıf ile etnisite arasındaki ilişkinin yeniden keşfedilmesinde bir evre olarak görülme­ sine yetti. Özel grupların “ evsahibi toplum” da asimilasyonu sürecini incelerken, asimilasyonun çeşitli boyutlarını ve sınırlarını çözümleme­ yi öneriyordu. Frazer’in daha önce ortaya attığı, kültürel asimilasyon (kültürün benimsenmesi) ile yapısal asimilasyon (kolektif yaşama ka­ tılım) arasındaki farkın, araştırmada kesinkes yer alması gerektiğini savunuyordu. E thnclass kavramını ortaya atarak, asimilasyon süreçle­ rinde hem toplumsal sınıfın hem de etnik aidiyetin etkisini göz önün­ de bulundurmaya çalışıyordu. Önerilen yedi asimilasyon tipi, asimilasyonun yedi evresini oluşturuyordu. Birincisi ya da “ kültürel asimilasyon” , azınlık grubu­ nun evsahibi topluma ait kültür modellerini benimsediği evreydi. İkin­ cisi ya da “yapısal asimilasyon” , azınlık grubu üyelerinin, evsahibi toplumun birincil gruplarına, yani takımlara, klüplere ya da dernekle­ re girişini betimliyordu. Üçüncü evre, yani “ birleşme” sırasında azın­ lıklar, kendi köken gruplarının dışından eş seçiyorlardı. “ Özdeşleşme”ye yönelik dördüncü evrede evsahibi toplumla özdeşleşiyorlardı. Beşinci evre, azınlık grubunun, artık hiçbir düşmanlıkla karşı karşıya kalmadığı durumu ifade ediyordu. Akıncıda ayrımcılığa da maruz kal­ mıyordu. Nihayet yedinci ve son evrede, “medeni” asimilasyonu yaşı­ yordu: Azınlık grubu ile toplumun bütünü arasında hiçbir siyasal ça­ tışma yaşanmıyordu. Milton Gordon bu çözümlemelerden yola çıkarak üç sonuca ulaştı: 1) En baştaki kültürel asimilasyon (buna, kültürleşme de diye­ biliriz) gelir; 2) yapısal asimilasyon bunu izlemeyebilir, o zaman kültü­ rel asimilasyon sonsuza dek sürer; 3) eğer yapısal asimilasyon yaşan­ mışsa (2. evre), ardından bütün diğer evreleri sürükler. Amerikan toplumunun ayırt edici özelliği kuvvetli yapısal çoğulculuk ve zayıf kültü­ rel çoğulculuktur: Amerikan toplumunda alt-toplumlar vardır, ancak bunlar aynı kültürü paylaşırlar. Her ne kadar Gordon, o sıralar, bu et­ nik alt-gruplara aidiyet ile özel bir toplumsal sınıfa aidiyetin bileşimin­ den, ethnclassa dayanan özgül bir toplumsal katmanlaşma doğacağını öngörmüş de olsa, ayakta kalan kültürel farklar etnisiteden çok top­ lumsal sınıfa bağlıdır. Bu çalışmasıyla Gordon başka bir “ sınıfçı”nın, Herbert Gans’ın elde ettiği sonuçlara ulaştı. Gans, “ kent köylüleri” nin, yani Boston’da bir halk mahallesinde bir araya gelmiş îtalyan kökenli mütevazı grup­ ların, kentin yenilenmesine ilişkin proje karşısında tepki göstermeleri­ ni, onların güya İtalyan kültürüyle değil toplumsal sınıflarla açıklana­ bileceğini gösteriyordu.45 Bu İtalyan-Amerikalılar, terimin gerek bilim gerekse antropoloji alanındaki anlamında, İtalyan kültürünün ne dili­ ni biliyorlardı ne de tarihini. Görünürde bu kültüre aitmiş gibi görü­ nen pizza ya da bel canto gibi özellikler ise, diğer Amerikalılara oldu­ ğu kadar onlara da yabancıydı, basmakalıptı ve folklorikti. Onların davranışları ve tutumları, yalnızca “ halk” sınıfına ait olmalarıyla yo­ rumlanabilirdi. Her ne kadar Gordon’un çözümlemeleri bazı alanlarda sınırlı kalsa da, asimilasyon süreçlerinin çeşitli boyutlar ve biçimler aldığını göstermesiyle alana büyük katkıda bulunmuştur: Asimilasyonu, çizgi­ sel ve sürekli bir süreç olarak gören basmakalıp paradigmayı tartışma konusu yapar; Chicago okulunun işlevselcilik yandaşı ardılları da bu yaklaşımı benimsemiştir. Bu çalışmada da, asimilasyon sürecinin gös­ tergeleri Amerikan deneyimine sıkı sıkıya bağlı kalmıştır. Gordon’un, asimilasyon sürecinin ikinci evresinde derneklere atfettiği konum, bu yapıların Birleşik Devletler’in toplumsal yaşamında önem taşımasın­ dan kaynaklanır. Bazı grupların, yapısal asimilasyon söz konusu olma­ dan kültürel asimilasyon yaşadıklarını söylemesi, doğrudan doğruya Siyahlarla ilgilidir; Siyahlar Amerikan kültürüne tümüyle katılıyorlar­ dı, ancak 1964’te, Gordon’un tanımladığı diğer asimilasyon evrelerin­ den hiçbirini yaşamamışlardı. Siyahlar, Birleşik Devletler’in özgül bir örneğiydi ve Gordon da bu örneğin genelleştirilebileceğinden emin de­ ğildi. Irk, din ya da ulus kökeni birbirinden farklı olan gruplar ile “ evsahibi toplum” arasındaki ilişkilerin modelini, herhangi bir eleştirel düşüncenin süzgecinden geçirmeksizin diğer toplumlara uygulayabile­ ceğimizi a priori kabul edemeyiz. Etnilerarası ilişkiler çözümlemesini “ sosyolojileştirmek” istedi­ ğini söylemişti; bu niyetini sonuna kadar götürmediği ve özellikle de, çözümlemede iktidar boyutuna yeterince yer ayırmadığı için eleştirildi Gordon. Park’tan miras kalan melting p o t perspektifinin dışına çıkma­ dığı için de suçlandı. Bu eleştirilere cevap olarak, 1975’te, çözümleme­ sine siyasal boyut katmaya yönelik yeni bir kuramsal inceleme yayım­ ladı.46 Bu incelemesinde, ırksal katmanlaşmaya ve etnik seferberliğe göre belirlenmiş dört siyasal sistem tipi ortaya koydu: 1) “ Irkçı” sis­ tem, bazı gruplara sivil ve siyasal eşitlik vermeyi reddeder, egemen grup Devlet’i denetim altında tutar; 2) “ asimilasyoncu” sistemin iddiası, et­ nik kimlikleri eritmektir; 3) “ liberal çoğulcu” sistem, etnik ve ırksal grupların hemen tanınmasını yasaklar, ancak özel alanda bütün “ et­ nik” uygulamaların hayata geçirilmesini herkesin kendi özgürlüğüne bırakır; 4) “ kolektif çoğulcu” sistemde (corporate), etnik ya da ırksal gruplar, yasal bakımdan birbirlerinden ayrı, fakat eşit statüdedir ve kaynaklar bu statüye göre dağıtılır. Etnik/ırksal ayrışmaların en kuv46 M. Gordon, “Tovvard a General Theory of Racial and Ethnie Groups Relations” , Glazer ve Moynihan’da (yönetiminde), 1975, s. 84-1 10. vetli yaşandığı sistemler birincisi ve sonuncusudur. Devlet, bazı grupla­ ra “ etnik haklar” tanımışsa, diğer iki sistemin de bu yönde etkileri ola­ bilir. Yönetimde, üniversitelerde ve işletmelerde, bazı mevkilerin özel grupların üyelerine ayrılmasına yönelik bir müdahale siyasetinin uygu­ lanması, bu grupların varlığını sürdürmelerine, kimlik biçimlerinin ko­ runmasına ve etnik seferberliğin ortaya çıkmasına katkıda bulunabilir. Bu tipolojinin anlamı sorulara yol açmadı değildir. Dördüncü tipte, bir­ birinden ayrı ve eşit statüler nasıl var olacaktır? Tarihte bunun bir ör­ neğine rastlanmamıştır. Birinci sistemde aynı noktaya gelinmiş olmu­ yor mu? İkinci ve üçüncü sistemler arasındaki hakiki fark nedir? Gordon, yine 1975 yılında ethnclass kavramını yeniden ele aldı ve sınıf boyutu üstünde daha açık durdu. Toplumsal katmanlaşmanın; sınıf aidiyeti ile etnik bir gönderimi bir araya getirmeye dayanan bu kavramın, görüngüyü saptamaktan öteye geçip geçmediği sorulabilir­ di. Asıl sorun, bu iki boyutun nasıl bir araya geldiğini bilmek ve bir sı­ nıfın egemen olduğunu öne sürmekle neyin dayanak alındığının belir­ tilmesinden kaçınılıp kaçınılm ayacağını anlamak değil miydi? Marxçılığın Getirdiği Yeni Yorum Başından beri M arxçılar etnik, ırksal ve ulusal sorunları düşünmekte zorlanmışlardır. Tarihin ve toplumun itici gücünün toplumsal sınıf ol­ duğu düşüncesinde ısrarlı oldukları için üst yapıda yer alan diğer dina­ miklerin değerlendirilmesine pek fırsat kalmamıştır. 1 948’de Caste, Class and R ace47 adlı klasik kitabını yayımlayan Oliver Cox, ırk ilişkilerini sınıf çatışmalarına indirger. Irkçılık, kapita­ list sömürünün bir ürünüdür. Sömürgecilik ile sömürünün akılcılaştırılmasıdır. Siyahların sömürülmesinin nedeni, her şeyden önce sınıfsal konumları, yani proleter olmalarıdır. Irklarla ilgili önyargı, Beyaz ka­ pitalistlerin siyah işçileri daha iyi sömürmek için isteyerek ve hesapla­ yarak benimsedikleri bir tutumdur: Etnik ve ırksal ayrımlar, öncelikle kapitalist emek örgütlenmesinin ürünüdür. Siyahların ezilmesinin ne­ deni, toplumumuza egemen olanların bundan çıkar sağlamasıdır. Bur­ juva sınıfının, tehlikeli sınıfları ve sömürge halklarını ırklara ayırıp kendi uyruğuna almasının amacı işçi sınıfını bölmektir. Kapitalist top­ lumlar proletaryayı daha fazla sömürmek için ırkçılığı yaratmışlardır: Savunmasız emekçiler daha ucuza gelir. Elbette siyah proleterler, bir de ırkçı ideolojilere maruz kalmakta, yani iki kez sömürülmektedirler. Robert Blauner’m Racial O ppression in America adını taşıyan ve radikal siyah düşünürlerin Incil’i haline gelen kitabı, bu ortodoks bakış açısından kopuşu temsil eder.48 Blauner, Oliver Cox’a karşı çıka­ rak ırkın sınıfa indirgenemeyeceğini ve Amerika’da hem bir “ ırk düze­ n in in hem de bir “ toplumsal düzen” in var olduğunu, bunların da bir­ birinden bağımsız ve birbirine diyalektik bakımdan bağlı olduğunu or­ taya koydu. Irksal azınlıklara bağlı insanlar hem işçi olarak sömürü­ lüyorlardı hem de, Amerikan toplumunun örgütlenme zemini olan -büyük gelecek vaat eden bir deyim le- “ iç sömürgecilik” yüzünden bağlı oldukları ırka göre baskıya uğruyorlardı. Bu bakış açısının he­ men ardından, ilk kez “ kurumsal” ya da “ yapısal” ırkçılık yaklaşımı telaffuz edildi; bu yaklaşım daha sonraları uzun boylu ele alındı. Sınıf ile ırkın eklemlenişini incelemek gerektiği düşüncesi yeniM arxçı düşünürler ile sınıf ayrışmalarının ilksel olduğunu düşünen “ sınıfçı” sosyologları birbirine yaklaştırdı. Oysa, etnisite ile sınıf ara­ sındaki ilişkiyi emeğin kapitalist sömürüsü kuramı çerçevesinde ince­ leyen yeni-M arxçı görüş çok daha özgüldü. Etnik ve ırksal bölünme­ lerin temel işlevi, kapitalizme daha ucuz el emeği sağlamaktı. Etnisi­ te ideolojisinin işlevi de sınıf çıkarlarını maskelemekti. Bu yorum, Britanyalı araştırm acılar tarafından geliştirilen özel bir bakış açısına dayanır. Irkçılığı ve etnisiteyi iktisadi etkenlere göre değerlendirmeyi öneren dört ayrı kuramsal modele, az çok doğrudan esin kaynağı ol­ muştur: Emek piyasasının parçalanm ası, iç sömürgecilik, dünya-sistemi kuramı, ara azınlıklar kuramı. Adı, emek piyasasının parçalanm ası kuramıyla (split labor m arket th eory) birlikte anılan Edna Bonacich’e göre, kapitalist top­ lumda üç sınıf vardır: Kapitalistler, yüksek ücret alan ya da korunan emekçiler (h igh er-p riced labor), ucuz emekçiler (ch eap labor).*9 Ucuz emekçiler en yeni göçmenler de olabilir, etnik ya da ırksal azın­ lık gruplarından insanlar da. Bu üç grup arasındaki ilişkilerden üç farklı durum doğabilir. Eğer işverenler güçlü konumdaysa, diğerleri­ ne iş vererek korunan emekçileri zayıflatabilirler. Eğer korunan emekçiler güçlü durumdaysa -b az ı siyasal kaynakları ellerinde tut­ tukları için güçlü olmaları m üm kündür- diğerlerini emek piyasasın­ dan dışlayabilir ve en iyi işlerin tekelini ele geçirebilirler. Korunmuş ulusal emekçiler ile sömürülen göçmen ya da azınlık emekçiler ara­ sındaki uyuşmazlığın nedeni, korunmuş emekçilerin ırkçı tutumları değil, onlar ile güvensiz koşullarda yaşadıkları için düşük ücretli iş­ leri kabul eden göçmenler ya da azınlıklar arasındaki nesnel rekabet­ tir. Emek pazarı parçalandığı için emekçiler, çıkarlarının birbiriyle buluştuğunun bilincine varamazlar, kapitalistler de işçi sınıfını böle­ rek ucuz emek gücüne ulaşırlar. Yazar bu modeli, şu iki olguyu açık­ lamakta kullanmıştır; birincisi, girişimciler etnik ücretlileri işe aldı­ ğında, işçi sınıfında sık sık ırkçılık gözlemlenmektedir; İkincisi, ço­ kuluslu grupların sorumluları fabrikalarını, el emeğinin daha ucuz olduğu ülkelere kaydırmayı tasarladığında Amerikan işçilerinde ko­ rumacı tepkiler görülmektedir. Yine bu bakış açısının etkisi altında kalan ikili emek piyasası kuramcıları (dual laboıır m arket theory), ikili emek piyasasının varlığı üstünde ısrar ettiler: Merkezi ya da bi­ rincil pazarda çalışan ücretliler vasıflı, yüksek ücretli ve korunmuş işlerde çalışıyorlardı; çevre pazarında ya da ikincil pazarda çalışan ücretliler ise bu avantajların hiçbirinden yararlanmıyorlardı. Etnik ve ırksal azınlıkların üyeleri, özellikle de bu gruplarda yer alan ka­ dınlar ikincil pazarda çalışıyorlardı. Bu kuram, Blauner’ın 1969’da yayımladığı ilk makalesinde, açıkça Siyahlan düşünerek önerdiği “ iç sömürgecilik” kuramıyla, da­ ha önce gördüğümüz biçimde geliştirilmiştir. Blauner’a göre iç sömür­ geciliğin dört temel özelliği vardır: 1) Sömürge halkı toplumsal siste­ me kendi rızasıyla katılmamıştır, bu sistem ona zor kullanılarak daya­ tılmıştır; 2) yerlilerin kültürü ve toplumsal örgütlenmesi, onların de­ ğerlerini, yönelimlerini ve yaşam tarzlarını yok etmeye varabilecek bir siyesetle zayıflatılmıştır; 3) sömürge, sömürge halkından farklı bir et­ nik gruba bağlı olan sömürgeciler tarafından yönetilir ve kullanılır; 4) bu egemenlik ilişkisi, alt grubun sömürülmesini meşrulaştıran ırkçı öğ­ retiler tarafından doğrulanır. Bu kuram hazırlandığı sıralar, Avrupa’nın sömürge imparator­ luklarını oluşturan ülkeler siyasal bağımsızlıklarını kazanmaktaydılar; bu yüzden kuram, Amerikan kentlerindeki siyah gettoların çoğuna uy­ gulandı -b u gettolarda, Afrika ülkelerinin yaşadığı sömürgesizleşme süreci yaşanmayacaktı. Michael Hechter, kuramı Büyük Britanya’ya da uyguladı.50 Hechter’a göre İngiliz kapitalizminin gelişimi, “Kelt sa ­ çağı” içinde yer alan grupların ikili sömürüsüne, yani iktisadi ve kül­ türel sömürüsüne dayanıyordu. Çevresel iktisat, tamamlayıcı bir rol oynamakla sınırlanmıştı. Dış pazarlara bağımlı olduğu için, denizaşırı sömürgeler gibi yalnızca hammadde ihraç etmek zorunda kalıyordu ve bu yüzden bağımlılığı gün geçtikçe arttı. Merkezdeki kapitalist etkin­ lik ve yüksek ücretli işler, egemen ulusal kültüre ve İngiliz diline en va­ kıf olanlara adanmıştı. Yalnızca yerli kültürün nimetlerinden yararla­ nabilen diğer gruplara, en düşük ücretlendirilen en değersiz işler kal­ mıştı. Kelt halkı kendisine dayatılan kültürel ayrımcılık yüzünden dü­ şük iktisadi statüde kalmaya mahkûm ediliyordu. Kültürel bakımdan egemenliğe boyun eğen Walesliler, İrlandalılar ve İskoçlar da, İngiliz kapitalizmine ucuz el emeği sağladılar. Hechter’in yorumu, Blauner’in önerdiği iç sömürgecilik kuramı ile Immanuel Wallerstein’ın ortaya koyduğu dünya-iktisat kuramını bütünleştiriyordu; dünya-iktisat ku­ ramı, Avrupa merkezi ile -dünya kapitalizminin gelişmesinde Avru­ p a’nın çevresi olmaya indirgenen- dünyanın geri kalanı arasındaki karşıtlığa dayanıyordu.51 Ara azınlıklar kuramı (meddleman-minority theory) ise azınlık gruplarının rolünü inceliyordu; bunlardan bazıları işveren için, kendi etnik gruplarından ucuz emekçiler bulurken, diğerleri de üreticiler ile tüketiciler arasında, tüccarlık ya da mağazacılık gibi ara roller oyna­ yarak bazı “ iktisadi oyuklar”ı tekelleştiriyorlardı. Üstlendikleri rol hangisi olursa olsun etnik dayanışmadan paylarına düşeni alıyorlardı. Pek pahalı olmayan ve aileye ya da etniye dayalı el emeğinden yarar­ lanıyorlardı. Grup içi güvene dayanan gayrı resmi kredi kuramlarını kullanıp, bankacılık sisteminin maliyetinden ve sorunlarından uzak duruyorlardı. Light’m etnik girişimler üstüne yaptığı soruşturmalar, bazı gruplara (Çinliler, Japonlar) bağlı üyeler arasındaki dayanışmanın -özellikle, sermayenin “ tontin” halinde dolaşım ı-, onların gerçek ikti­ sadi oyuklarda tekelci denetimler kurmalarını sağladığını göstermiş­ tir.52 Ara azınlıklar kuramı, Asyalılara karşı Kaliforniya’da patlak ve­ ren gösterileri, Mississipi Eyaleti’nde Çinlilere karşı duyulan düşm an­ lığı ve Weimar Cumhuriyeti sırasında Yahudi tüccarlara yönelen saldı­ rıları yorumlamakta kullanıldı. Bu kuramların tümü şu varsayıma dayanır: Ulusal ve uluslarara­ sı düzeylerde işbölümü ve iş piyasasının belirleyici özellikleri, yalnızca daha önce var olan etnik farkları kullanmakla yetinmez; bunlar, kendi başlarına nesnel etnik bölünmelerin ortaya çıkmasına ve sürmesine kat­ kıda bulunurlar. Ancak bu kuramlar, etnik rekabetlerin ve çatışmaların yalnızca iktisadi boyutunu dikkate almanın; kültürel, toplumsal ve si­ yasal statü bağlamındaki yorumlan dışlamanın eksikliğini taşır. Etnisite Kavramı Etnisite tartışmasını ve hatta kavramını nasıl yorumlamalı? Sosyoloji literatüründe çoğunlukla belirsiz kalmış bir kavramdır. Glazer ve 51 52 Bkz. xı. Konu. Pek çok çalışmanın yanı sıra şunlar da görülebilir: Light, 1972; Bonacich, 1973, Bonacich, 1976; Bonacich ve Modeli, 1980. Moynihan sayesinde moda olan etnisite kavramını, onlar da pek kesin bir anlam vermeden kullanmışlardı. Sosyoloji literatüründe, duruma göre farklı anlamlar ifade eder: Özel topluluklar, bireylerin belli bir özel grupla özdeşleşmesi süreçleri (“ Amerikalılar” etnik bir grup değil­ dir, İtalyan-Amerikalılar etnik bir gruptur); ya da bazı grupların etnik argümanlar adına siyasal seferberliği; ya da nihayet, özel bir etnik gru­ ba ait olmanın biçimlerine az çok geniş, az çok kabullenilmiş bir alan sunan belli bir toplumsal yapı. Tanımlar çoğaltılabilir. Başka bir deyiş­ le, Thomas Pettigrew’un pek çok kez belirttiği gibi çözümlemenin farklı düzeylerini birbirinden ayırmak önemli olabilir: I. düzeyde, bi­ reyler ile onların özel bir toplumsal ortaklaşmaya aidiyeti ya da özdeş­ leşmesi bilincinin çözümlemesi yapılır; II. düzeyde, bu aidiyetleri ya da bu özdeşleşmeleri az çok kabul eden siyasal durumun çözümlemesi ya­ pılır; nihayet III. düzeyde, toplumun yapısal örgütlenmesinin çözümle­ mesi yapılır. Genellikle bu, düzeylerdeki çözümlemelere yer verilmedi­ ği için ortaya çıkan belirsizlik kuramsal tartışmayı körüklemektedir -b az ı durumlarda, terimler daha kesin tanımlandığında, belki de ku­ ramsal tartışmanın durması bile söz konusu olabilirdi. “ Etnisite” nin sayısız deneysel araştırmaya esin verme başarısı gösterdiği doğrudur. Irving Howe’un yaptığı gibi, tam olarak neyi kap­ sadığının bilinmesine gerek duyulmayacak kadar gereksinim duyulan bir kavram olduğu ileri sürülebilir. Kurduğu egemenlikle, zihinsel tem­ belliğe ve belirsizliğe yol açm am ak koşuluyla bu bulgusal işlevini mu­ hafaza edebilir. “ Etnisite” teriminin kullanımı, şunların sorgulanm a­ sından bizi alıkoymamalıdır: Etnik gönderimin içeriği ile siyasal ve simgesel kullanımı arasındaki ilişkiler, toplumsal ayrışmalar ile etnik özdeşleşme süreçleri arasındaki ilişki, her tür etnik aidiyet gösterimine kendi anlamını kazandıran siyasal durum, toplumsal eylem tiplerinin birbirinden ayırt edilmesi. Bazı araştırmacılar da, yayılımının çok ge­ niş olmasından ötürü, bu kavramın hâlâ hakiki bir anlam taşıyıp taşı­ madığını sorgularlar -çünkü kavram, hem Amerika’daki üçüncü göç­ men kuşağının simgesel ve romantik anlamda İtalyan ya da İrlandalı bilincini niteliyor, hem de Burundi ve Ruanda’da Tutsi ya da Hutu ol­ ma olgusunu, apartheid rejiminin Siyahlara dayattığı koşulları ortaya koyuyordu. Yeni ya da neo-etnisite, simgesel, hayali, duygusal, tepki­ sel ya da etkileşimsel, vb etnisiteler gibi yeni terimler yaratma zorun­ luluğunun ortaya çıkmış olmasını da, kavramın kapsamındaki zayıfla­ manın bir işareti olarak görebiliriz. Bu yeni kavramlardan herhangi bi­ rinin kullanılmasının nedeni, araştırmacıların zihinsel gereksinimlerin­ den çok kariyer stratejileri olmuştur. Amerikan sosyolojisinde “ etnisite” teriminin kapsadığı görüngüler, kavram hiç kullanılmadan da in­ celenebilir. Avrupalı sosyologlar 60 ve 75 yıllarındaki büyük göç dal­ gasından doğan grupların, yerleştikleri topluma nasıl katıldıklarını sorgularken Amerikalı bazı etnisite uzmanlarıyla aynı soruları başka terimlerle sordular. Yapılması gereken şey, “ etnisite” terimini ilkesel olarak dışlamak değildir. Tanımlayabiliyorsak ve bulgusal bakımdan verimli görünüyorsa, beşeri bilimlerdeki bütün terimler gibi onu da be­ nimseyebiliriz. Kavramlar, getirdikleri yarara göre değerlendirilmeli­ dir. Önemli olan, onları hangi anlamda kullandığımızı ve neden başka terimlere tercih ettiğimizi kesinleştirmektir. Ancak şu da doğrudur ki, geniş anlamda siyasal seçenekler ço­ ğunlukla bilimsel tartışmaların ardına gizlenmişlerdir. Orlando Patterson, kullanıldığı haliyle etnisite terimi üstünde ısrar etmenin m uhafa­ zakâr bir tutum olduğunu ve etnisite yandaşlarının modern sanayi uy­ garlığına karşı sofistike bir saldırıya giriştiklerini söylüyordu.53 “ Etni­ site” , “ ırk” teriminin yalın bir örtmecesi olmakla da suçlandı. Araştır­ macıların büyük çoğunluğuna bu sitemi yöneltmek haksızlık sayılabi­ lir; ancak, bu terimin Birleşik Devletler’de yayılmasının bir işlevinin de, bazı durumlarda Beyazlar ile Siyahlar arasındaki ilişkilerin özgül­ lüğünü sorgulamak olup olmadığını, bunu yaparken de, açıkça ya da üstü kapalı Siyahların da diğerleri gibi etnik bir grup olarak kabul edi­ lip edilmediğini kendimize sormaktan -M ary Waters’ın yaptığı gibi— çekinmemeliyiz. Bu kuşaktaki etnisite sosyologları arasında sayıları hayli kabarık olan Yahudilerin Polonyalı-Amerikalılar, İtalyan-Ameri- kalılar ya da İrlandalı-Amerikalılar gibi ulusal bir grup mu, yoksa tıp­ kı Katolikler ve Protestanlar gibi dinsel bir grup mu olduklarını ken­ dimize sormaktan alıkoyan da, etnisite kavramı değil midir? Philip Gleason’ın haklı olarak gözlemlediği gibi Yahudiler, Amerikan kimli­ ğini yorumlarken etnisite paradigmasının belirmesinde merkezi bir rol oynamışlardır.54 Yahudi sosyologlar, en azından sözcük dağarcığından yararlanarak Yahudilerin çağdaş koşullardaki belirsizliğini çözmeyi umuyorlardı; çünkü onlar, siyasal ulusların doğduğu andan başlaya­ rak öncelikle ulusal -siy asal anlam da halk bağlamında- bir öztanım ile öncelikle dinsel bir öztanım arasında kaldılar. Böylelikle, yurttaş hakları kuşağını oluşturan sosyologlar, 1960 ile 1985 arasında yeni kuramsal koyutlar benimsediler: Üretim ve ik­ tidar sisteminde, ırklar ve etnik gruplar arasındaki ilişkiler, eşitsizlikle­ rin kaynaklarından biriydi; belli bir egemenlik yapısı içindeki yerini alıyordu. Bir yanda, ırk ve etnik grup bağlamında tanımlanmış bölün­ meler ile eşitsizlikler arasındaki ilişkiler üstünde sürdürülen, diğer yan­ da toplumsal sınıflar arasındaki bölünmeler ve eşitsizlikler üstünde sürdürülen tartışma, önceki kuşakların sürdürdüğü bir çözümlemenin, yani Amerikan toplumunun katmanlaşması ve siyah “ kast” çözümle­ mesinin yerini alıyordu. M elting p o t sosyologlarının iyimserliğini eleş­ tirerek yorumlarında kültürcülük günahı işlediklerini, sonuçlarda da naif kaldıklarını ve hareketsizliğe yol açtıklarını öne sürüyorlardı; on­ ların karşısına, toplumsal sınıflar ve ırksal gruplar arasındaki çatışm a­ ları esas alan çözümlemelerle çıktılar -b u yüzden de pek çoğu radikal bir kötümserliğe sürüklendi. Asimilasyon kuramcılarıyla aynı değerle­ ri savunuyorlardı, ancak bu değerlerin işlerlik kazanıp kazanmayaca­ 54 P. Gleason, Themstrom’da ve diğerleri (yönetiminde), 1980, s. 47. Stanfield aynı noktaya dik­ kat çekiyor^ Stanfieid’de, 1993, s. xıv. Bazıları: Kallen, Herberg, Riesman, Shils, Bell, Gans, Gordon, Glazer, Lieberson, Blauner, Robbins, Rose.Bununla birlikte, çok büyük bir bölümünün Ya­ hudi entelektüeller kuşağından olduğunu unutmamak gerekir; onlar, İkinci Dünya Savaşandan sonra, kitleler hainde ve bütün bilim dallarında yüksek öğrenimin çeşitli mevkilerinde yer aldı­ lar. Katolik araştırm acılar ise (M oynihan, Gleason, Greeley), Gleason’a göre bundan böyle, bu bilim dalının gelişiminde eskisi kadar merkezi bir rol oynamadılar. Daha sonraki kuşağın loko­ motifi rolünü siyah sosyologlar oynayacaktı. ğından kuşkuluydular. Açıktır ki onların araştırm asına bütün bir Ame­ rikan toplumunun kendisine yönelik sorgulama eşlik ediyordu. Sosyo­ loglar, iktisadi ve toplumsal eşitsizlikler ile yurttaşların özel tarihsel or­ taklaşmalara. yönelik seçtiği ya da dayattığı gönderimleri aşmakta, yurttaşlık ilkesinin ve demokrasi kurumlarının yetersiz kaldığını öne sürüyorlardı. Çünkü artık Amerikalılar da asimilasyon siyasetinin, grupların eşitliğine ve otantikliğine saygı göstererek bütün bu çeşitlili­ ği yönetip yönetemeyeceğinden ve ulusal bütünleşmeyi sağlayıp sağla­ yamayacağından kuşkuluydular SEKİZİNCİ BÖLÜM Ayrılıkçılık: Baskıdan Hak Talebine Uzanan Yol iyah Amerikalıların oluşturduğu sosyoloji, bir yurttaş toplumunda yaşanan gerilimleri ortaya çıkaran bir örnek olduğu gibi hem de dramatik bir süreçtir aynı zamanda; sosyolojinin kendi gerilimleri de bu sürece yansımıştır. Toplumsal bakımdan Siyahlar olarak sınıflandı­ rılan yurttaşların siyasal ve toplumsal eşitliğinin yurttaşlık tarafından güvence altına alınamaması karşısında siyah Amerikalıları konu alan sosyoloji, 1 965’ten başlayarak bu başarısızlığı da göz önüne aldı. De­ mokrasi, kendi bünyesindeki grupların çeşitliliğini kendi ilan ettiği de­ ğerlere uygun olarak çekip çevirmekte yetersiz kaldığına göre, siyah sosyologların da bundan böyle kendi “ halk” larının varlığını ve hakla­ rını savunmaları gerekiyordu. Yaşadıkları durumun yarattığı baskıla­ ra maruz kalmaktansa, kendi kolektif saygınlıklarını onlara iade ede­ cek ayrı bir toplum oluşturma iradelerini beyan ettiler. Bu tarihin en dikkate değer bölümü, sosyolojidir. 70 ’li yılların başında Black so ciologynin1 doğuşuna kadar araştırmacılar iki tutum S ı ö zel bir tarihin özgül ürünü olan bu deyimi çevirmek imkânsızmış gibi geldi bana. Bizim dili­ mizde gerçek anlam daki çevirisinin çarpıcı bir anlam taşım ası, bizim düşünce tarzımız bakımın­ dan anlamlıdır, ö t e yandan, araştırm acılar talep etmeden önce onlara dayatılan ırk kökeninden bu bölümde söz etmek, her durum da kaçınılmazdı. arasında gidip geldiler. Bazıları Afro-Amerikalıları, tıpkı diğerleri gibi etnik bir grup olarak kabul ediyorlardı. Böylelikle, Birleşik Devletler’de yaşadıkları özel kaderi gözden kaçırmakla ve maruz kaldıkları özel ırk­ çılığı geçersizleştirmekle suçlanabilirlerdi. Diğerleri ise onların kaderiy­ le diğer etnik gruplarınkinin farklı olduğunu vurguluyorlardı. Ameri­ ka’daki kuramların pek çoğunda göze çarpan ırkayrımını benimsemek­ le suçlanmaları mümkün değil miydi? Amerikan toplumunun bütünleş­ mesiyle ilgili genel yaklaşımın içinden, siyah grupla ilgili bilgileri çekip çıkarmak ırkçı düşüncenin tuzağına düşmek değil miydi? Böylelikle, is­ temeden onun özgüllüğü pekiştirilmiş olmuyor muydu? Bu çelişkiden kaçınmak imkânsızdır. Amerikan toplumundaki bütün kuramların ırk temelinde bölünmesine ve “ saf” bir bilime ulaş­ manın imkânsızlığına bağlıdır; çünkü, toplumdan doğan beşeri bilim­ ler, aynı zamanda onu biçimlendirmeye katkıda bulunabilirler. Sosyo­ lojinin kendi tarihi de bunu göstermiştir. 6 0 ’lı yıllara kadar sosyolog­ lar, Siyahlarla ilgili incelemelerini genel anlamda sosyoloji bağlamında oluşturmayı başaramadılar; Amerikan sosyolojisinin klasik tarihinde Du Bois’nın varlığı/yokluğunun ve özel bir yazı türünün oluşmasının ortaya koyduğu gerçek de budur; siyah toplulukla ilgili incelemelerin en büyük bölümü siyah araştırmacılar tarafından gerçekleştirilmiştir. Onların, uzun yıllar boyunca kendi çalışmalarını kabul ettirmekte ya­ şadıkları zorluk da, sosyoloji girişiminin toplumsal ve siyasal gerçek­ liklerle ne denli içli dışlı olduğu konusunda, gerektiğinde gösterilebile­ cek önemli bir kanıttır. En ünlü olanların bile akademik kariyerini Si­ yahların üniversitelerinde yapmış olmaları çarpıcıdır. Du Bois (18681963) Atlanta’da ders veriyordu. Köleyken azat edilmiş bir papazın oğlu olan Charles S. Johnson (1893-1956), Chicago’da Park’ın öğren­ cisiydi; ilk siyah profesyonel sosyolog olduktan sonra, 1928’de siyah üniversite Fisk’te profesörlük unvanı aldı. 1947’de, üniversitenin ilk si­ yah rektörü oldu (ondan önce, yalnızca Beyazlar bu konuma ulaşabi­ liyorlardı) ve bütün kariyerini Fisk’te sürdürdü. E. Franklin Frazier da (1894-1962) Chicago’da Park’ın öğrencisiydi ve 1929 ile 1934 arasın­ da Fisk’te Johnson ile birlikte çalıştı. Siyah Howard Üniversitesi’nde (1934-1959) önce profesör sonra sosyoloji bölüm başkanı oldu ve 195 9 ’dan ölümüne kadar burada profesör olarak çalıştı. 1948’de Amerikan Sosyologlar Derneği’ne başkan olarak seçildi; ilk kez, siyah ulusal mesleki bir derneğin başına getiriliyordu. Büyük Beyaz üniver­ sitelerde yalnızca dernek üyesi ya da konuk sıfatıyla ders verebildi. “ Ayrı fakat eşit” öğretisinin ırk eşitsizliklerini doğruladığı o günlerde bu ayrımın anlamı açık olarak biliniyordu. Pek çok sayıda siyah sos­ yolog Güney’deki üniversitelerin başlangıç sınıflarında ders verebili­ yordu, ancak çalışma koşulları gereği özgün araştırmalar için gerekli fonlardan yararlanamıyor ve araştırmacı olarak kabul edilmiyorlardı. “ Evrensel” bilim ölçütleri adına, kendi meslekleriyle ilgili resmi m a­ kamlardan gerçek anlamda dışlanmışlardı.2 Beyazlar ile Siyahlar ara­ sında toplumsal ilişki bulunmaması, sosyolog da olsalar Siyahların bü­ yük üniversitelerin sosyoloji bölümlerine alınmasını yasaklıyordu; ön­ ce WASP sosyologlar, özellikle îkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da ken­ di aralarında ilişki ve alışveriş ağları kurmuş olan Yahudiler bu alanı işgal etti.3 Siyahlar, sosyolog olsalar bile, Ralph Ellison’ın deyimiyle “görünmez insanlar”4 olarak kabul ediliyorlardı. Daha önce de belirt­ tiğimiz gibi, 6 0 ’lı yıllardan sonra yurttaşlık haklarıyla ilgilenen kuşak, topluluklar ve ırk ilişkileri üstüne sürdürdüğü deneysel soruşturmalar ile etnisitenin ve toplumsal yapının eleştirisinin anlamıyla ilgili daha kuramsal sayılabilecek görüşü birbirinden ayırdı. Siyah araştırmacılar ve genel olarak sosyologların büyük bölümü bu yaklaşımın, sorunun özgüllüğünü dikkate almadığı duygusuna kapıldı ve diğerleri gibi Si­ yahları da, etnik bir grup olarak ele almanın, onların tekil bir kader yaşadıklarını reddetmek anlamına geldiğini öne sürdü. 1 965’te, Black so ciology büyük bir kopuşa yol açtı. Yurttaşlık hakları kuşağının sosyologları Amerikan toplumunu onun değerleri 2 Am erican Journ al o f So cio lo gy'nin İlk kırk cildinde yer alan yedi yüz elli yazardan yalnızca dör­ dü siyah sosyologlardır. Bkz. B. A. Jones, “The Tradİtion of Sociology Teaching in BlackCoIIeges: the Unheralded Professionals” , Blackwell ve Janowitz’de (yönetiminde), 1974, s. 134. 3 J. E. Blackwell, “ Role Behavior in a Corporate Structure: Black Sociologists in the ASA”, Black- 4 Ellison, 1952. well ve Janowitz’de (yönetiminde), 19 74, s. 34 1-367 . adına eleştiriyor ve Amerikan amentüsü (bütün yurttaşların siyasette­ ki eşitliği, bütün yurttaşların fırsat eşitliği) ile toplumsal uygulamalar arasındaki farkları su yüzüne çıkarıyorlardı. Ancak, demokratik de­ ğerler adına ortaya koydukları bu eleştiriyle daha adil bir topluma ulaşmayı; Amerika’nın founding fathersm m kurmayı öngördüğü top­ luma ulaşmayı umuyorlardı. Radikal sosyologlar, -siy ah sosyologlar, radikal sosyoloji içindeki daha genel bir hareketle bağlantı halindeydi­ ler- bu tutumla olan bağlarını kopardılar. İlkeler ile gerçeklikler ara­ sındaki sapmalar, onlara göre birer eksiklik değil gerekli birer ihanet­ ti. Amerikan toplumunun kendini yenileme gücü yoktu. Daha kuruluş aşamasında Siyahların dışlanmasına bel bağlamıştı. Amerikan toplu­ munun kendisinin de ihanet ettiği değerler adına, asimilasyonu reddet­ tiler ve toplum ile sosyolojinin sözde evrenselciliğinin geçersiz olduğu­ nu öne sürdüler. Bundan böyle ayrılık talep ediyorlardı. Sosyoloji siya­ sal mücadeleden bağımsız olamayacağına göre, onlar da mutlak kül­ tür göreliliği adına siyah dünyanın bilgi-eylemini bekleyeceklerdi. 80’li yıllarda oluşan bu ortamla birlikte, üniversitelerde Black studies bö­ lümleri kurulmaya başlandı; bu bölümler kendi hedeflerine göre ta­ nımlanıyorlardı ve “ Afrika” kökenli öğretim üyeleri ile öğrencilere ay­ rılmıştı -b u bölümler Afro-Am erican studies, African and A fro-A m erican studies, Black American studies, Black and urban studies adları­ nı da alabiliyordu. Bu gelişme, siyah araştırmacıların 1965’ten önce yaşadığı duruma benzemekle birlikte bambaşka bir anlam taşıyordu: Siyah sosyologlar, Beyaz üniversitelerin kendi ardıllarına dayattığı marjinalleşmeye maruz kalmıyorlardı artık; marjinalleşme peşinde olan onlardı. Taşıdıkları lekenin anlamını ters yüz ederek, kendi tikelliklerinin kurbanı olmaktansa bunu bir talep olarak öne sürdüler; ken­ di “ halkları”nı ancak kendilerinin anlayabileceğini söylüyorlardı. On­ ların isyanında, Black sociologynin özgüllüğünü benimsemek ön plan­ da geliyordu. Yüzyılın başından beri Siyahların kaderini ve oluşturma­ ya çalıştıkları sosyolojiyi anlamadan, onların bu radikal tutumunu an­ lamak da mümkün değildir. İLK SİYAH SOSYOLOGLARIN MARJİNALLİĞİ William Burghard Du Bois örneği, ilk siyah sosyologlara dayatılan marjinalliğin göstergesidir.5 1890’da Harvard Üniversitesi’nden tarih PhD’si alarak asil öğretim üyeliğine atandı; o güne dek Birleşik Devletler’de bir siyahın elde ettiği en yüksek üniversite unvanıydı. İnceleme­ leriyle, “siyah sorunu”nun çözümüne katkıda bulunmaya karar verdi. Dönemin pek çok sosyologu gibi, ırklarla ilgili önyargıların bilgisizli­ ğe dayandığına inanıyordu. Beyazların Siyahlara karşı uyguladığı ay­ rımcılık siyasetinin “ ahlaki bakımdan yanlış, siyasal bakımdan tehli­ keli, sanayi bakımından savurgan ve toplumsal bakımdan ahm akça” olduğunu düşünüyor ve “ bu durumu değiştirmenin Beyazların göre­ vi”6 olduğunu öne sürüyordu; yani, ayrımcılık siyaseti gerçeklikle ilgi­ li çarpık bir bilgiye dayanıyordu. Sosyologlar da, Siyahların dünyasıy­ la ilgili hakikati ortaya çıkararak önyargıların bertaraf edilmesine kat­ kıda bulunabilir, Beyazların saldırgan ve küçük düşürücü davranışlara son vermelerini kolaylaştırabilirlerdi; böylelikle Beyazlar tutumlarını ve siyasetlerini değiştirirlerdi. “The Philadelphia Negro” 1896’da Philadelphia’da, siyah bir toplulukla ilgili en büyük soruştur­ mayı yapmakla görevlendirildi: Seventh ward, kentte yaşayan siyah nüfusun en yoğun olduğu bölgeydi ve Siyahların dörtte biri burada oturuyordu. Bütün toplumsal kategoriler ve en önemli kurumlar bura­ daydı. Du Bois, on beş ay boyunca, okuma yazma bilmemekten yok­ sulluğa, suçtan aile düzensizliklerine kadar bütün toplumsal sorunları bünyesinde taşıyan bir semtin göbeğinde yaşadı. Burada, yani “ pisli­ ğin, sarhoşluğun, yoksulluğun ve suçun egemen olduğu bir ortamda” kaldı. Soruşturmasını sürdürürken, modern sosyolojinin sözcük da­ ğarcığındaki sözcüklerle söylemek gerekirse, istatistikleri ve belgeleri 5 Du Bois’nın biyografisi için, bkz. Du Bois, 1968, ve F. L. Broderick, “W. E. B. Du Bois: History of an lntellectual” , Blackwell et Janowitz’de (yönetiminde), 1974, s. 3 -2 4 , ve E. Rudwick, “W. E. B. Du Boİs as Sociologist”, Blackwell ve Janowitz’de (yönetiminde), 1974, s. 2 5 -5 5. 6 Du Bois, 1899, s. 394. kapsayan incelemeler kadar görüşmeleri (on beş aylık bu alan çalışm a­ sı sırasında yaklaşık beş yüz görüşme yaptı) ve katılımcı gözlemleri de kullandı. Hor görülmesi gereken bu bir grup insanın incelenmesinin hiçbir biçimde doğrulanamayacağını düşünen Beyazlar kadar, Siyahlar tarafından da hoş karşılanmadı; eşya gibi ele alınıp incelenmenin on­ ları küçük düşürdüğüne inanıyorlardı. Du Bois’nın şaşırtıcı bir öngörüsü vardı. Chicago okulunun or­ taya çıkmasına yirmi yıldan uzun bir süre kala yaptığı araştırmalarda önemli yöntembilim seçenekleri yaratıp kullandı; Chicago Üniversitesi’nin tanınmış sosyologları bu seçenekleri, onun ardından formülleştirip onlara saygınlık kazandırdılar: Alan soruşturmalarından yola çı­ karak su götürmez olguları ortaya koymayı amaç edinmek (“ Olguları inceleyeceğim, yalnızca olguları, bütün olguları...” ),7 günün koşulları­ nı anlamak için geçmişi çözümleme gereği duymak, toplumsal görün­ gülere kent uzamında yer vermek. 1899’da yayımlanan The Philadelphia N egro adlı eserinde yer verdiği belirgin temalar, daha sonraları bü­ tün sosyologların yeniden ele alıp geliştirdiği temaların özünü oluştu­ ruyordu; nitekim, kölelik mirası bağlamında siyah topluluklar ve m a­ halleler, güneyden kuzeye göçler, babasız aileler, Kiliselerin rolü, siyah burjuvazinin yabancılaşması gibi konular, onun yaptığı çalışmalardan esinlenildi. Aynı dönemde Giddings, Ellvvood ve Ross8 gibi meşru sayılan sosyologların, Siyahların toplumsal başarısızlığını onların biyolojik ye­ tersizliğiyle açıkladığını hatırlatalım. Her ne kadar bu tutuma karşı çıksa da park bile, “ Siyah”ı özcülük bağlamında betimliyordu: “ Do­ ğal düzenekleri bakımından Siyah, Yahudi gibi bir entelektüel ya da idealist değildir [...], Anglosakson gibi bir öncü ya da sınırda gezinen bir insan da değildir [...]. Benzetmek gerekirse, bütün ırklar arasında kadını temsil etmektedir.”9 Bu yaklaşıma dayanak oluşturmak için çe­ şitli testler yapan psikologlar, Siyahların düşünce kapasitelerinin Be7 E. Rudvvick tarafından aktarılmış, Blackvvell ve Janow İtz’de (yönetiminde), 1974, s. 27. 8 Bkz. ıı. Konu. 9 R. Eliıson tarafından aktarılmış, Ladner’de (yönetiminde), s. 86. yazlarınkinin üçte ikisine eşit olduğunu kanıtladılar -b ir siyahın, siya­ sal bakımdan bir Beyazın üçte ikisini temsil ettiğini öne süren eski ana­ yasal düzenlemeyle, bu noktada buluşuyorlardı. Du Bois, siyah ırkın doğuştan aşağıda kaldığına dayanan açıklamaları saf dışı bırakarak, Siyahların kaderini ve kapasitelerini anlamakta toplumsal etkenlerin ne denli önemli olduğunu ortaya koydu. O günlerde gözlemlenen ger­ çekliklerin, tarih içinde ele alınması gerektiğini öne sürdü: “ Siyahların kölelik ortamındaki tarihini bilmeden özgür bir siyahın durumunu in­ celeyemeyeceğimiz gibi, onun gelecekteki kaderiyle ilgili genel sonuç­ lara da varamayız.” Beyazlar ile Siyahlar arasındaki ilişkilerde kölelik­ le ilgili anıların ne denli önemli olduğu, o günden beri bıkıp usanm a­ dan ele alındı, ancak bu çevreci bakış açısının araştırmacılar arasında yaygınlık kazanması için 30’lu yılları beklemek gerekti. T he Souls o f Black Folk adlı eserinin ünlü bölümünde Du Bois, Siyahların kaderindeki belirsizliği şöyle ifade ediyordu: “Her yerde, ondaki ikiliği hissediyoruz -b ir Amerikalı, bir Zenci, iki ruh, iki dü­ şünce birbiriyle uzlaşmayan iki özlem; tek bir siyah bedende iki ideal çarpışıp duruyor, onu yırtılmaktan alıkoyan da inatçılığın gücü.” 10 Du Bois’nın, asimilasyon siyaseti ile ayrı gelişme yaklaşımlarından birini seçme konusunda gösterdiği tereddüt, Birleşik Devletler’de Siyahların yaşadığı dramı ortaya koyması bakımından anlamlıdır. Du Bois çalışmalarını yayımladığında, Kuzey’de “siyah sorunu” henüz ortaya çıkmamıştı. Beyaz sosyologlar da, 1919’da Chicago’da patlak veren ayaklanmalardan sonra bu sorunla ilgilenmeye başladılar: Bir hafta süren şiddet olayları boyunca yüzlerce kişi yaralanmış, yirmi üçü siyah otuz sekiz kişi ölmüştü. Bu olaylar üstüne yetkililer, öğretim üyelerini soruşturma yapmakla görevlendirdiler; bu biçimde başlayan çalışmalar Chicago okulunun çatısı altında buluştu. Ancak 1944’te M yrdal’ın kitabı yayımlanıncaya kadar yalnızca siyah sosyologlar bu çalışmaları sürdürdü: Frazier’ın da belirttiği gibi, sosyologun kendi in­ 10 Du Bois, 1903, s. 3: “ One feels ever his tw o-ness-an American, a Negro, two souls, two thoughts, two unreconciled strivings; two warring ideals in one dark body, whose dogged strength alone keeps it from being tom asım der” . celeme konusuyla bütünleştirildiği bir ortamda olup bitiyordu her şey ve değersizleşmiş bir dünyayı incelemek bu incelemeyi yapanı da değersizleştiriyordu. Du Bois da resmi sosyologlardan kabul görmedi; aynı düşünsel perspektifi benimsemiş olduğu halde en başta Park görmezden geldi onu. 1895’te yayın hayatına başlayan American Journal o f Sociology’nin, The Philadelphia N egro’nun adına bile yer vermediği söyle­ nir. Du Bois’nın biyografisini yazanlardan biri, kısa süre önce bu söylen­ tiye küçük bir açıklama getirdi: Journal, yaptığı soruşturmayı konu alan bir makalesini yayımlamıştı.11 Birleşik Devletler yolculuğu sırasında Du Bois ile karşılaşan M ax Weber, onun siyah sorununu ele alan bir maka­ lesini 1906’da yayımlatmıştı; Archiv für Sozialu/issenschaft und Sozialpolitik’te yer alan ilk Amerikan sosyolog oydu. Beyaz üniversite çevre­ lerinden dışlandığı için bilimsel etkinliğini aynı düzeyde tutmayı başara­ madı ve 1910’dan sonra en büyük gayretini militan eylem alanında gös­ terdi. National Association for the Advancement o f Colored P eople’ın kurucuları arasında yer aldı ve 1915’ten 1934’e dek, yirmi yıl boyunca bu dernek için çalıştı. Dernekte yer alan Beyaz militanlarla arasında çı­ kan bir tartışmadan sonra orayı terk etti, Avrupa’da ve Afrika’da on beş kadar yolculuk yaptı, kendi “ halkı” için militanca mücadele etmekten vazgeçmedi ve yaklaşık yüz yaşında Gana’da ömrünü tamamladı. Ondan yirmi ya da otuz yıl kadar sonra, topluluklar üstüne so­ ruşturmalar yapan Johnson, Frazier, Davis, Doyle, Drake, Cayton gi­ bi araştırmacılar, Du Bois’nın açtığı yoldan ilerlemekle birlikte Park’ın ya da Warner’in öğrencileri oldular. Yine de Du Bois’ya borçlu olduk­ larını unutmadılar; Frazier ilk kitabını ona adadı. T he Philadelphia N egro ’ya hayranlık duyan Myrdal da onun çalışmalarından yararlan­ dı. Buna karşılık, radikal araştırmacıların onu tümüyle keşfetmesi ve değerini bilmesi için 6 0 ’lı yıllarda Black so ciology nin gelişmesini bek­ lemek gerekti; Du Bois, hayranlık uyandıracak düzeyde öngörülüydü, ancak yine de Beyaz entelektüel âlemin ayrımcılığına maruz kaldı ve eserleri, bir Beyaz tarafından yazılmış gibi okunmadı ve tartışılmadı. ıı E. Rudwick, “W. E. B. Du Bois as Sociologist”, Blackwell ve Janow itz’te (yönetiminde), 1974, s. 51. Melez seçkinlerden olan Du Bois, Amerikan demokrasisinin te­ melini oluşturan evrensel değerlerden yana çıkıyor ve Siyahların Beyaz toplumla bütünleşmesi için çalışıyordu. Siyahların, tıpkı diğerleri gibi kabul görmek için kendi kaderlerine egemen olup mücadele etmeleri gerekiyordu. Bu anlamda, başka bir siyah sosyolog olan Booker T. Washington’a karşı çıkarak onunla “ büyük bir tartışm a”ya girdi.12 Washington yurttaşlık ilişkileriyle ilgili hedefinden vazgeçmek istemi­ yordu. Ancak her şeyden önce, Güney’den gelen yoksul siyah kitlele­ rin kaderinden endişelendiği için, Siyahların siyasal haklara kavuşma­ dan önce bütün gayretlerini düşünsel ve iktisadi kapasitelerini geliştir­ mekte kullanmalarının önemli olduğunu düşünüyordu. Mesleki nite­ likler kazandıklarında, sağlıklı bir iktisadi temel oluşturduklarında, kendilerine ev aldıklarında ve yasalar karşısında saygılı olduklarını ka­ nıtladıklarında, Beyazlar zaten onlara oy kullanma hakkı tanıyacaktı. “ Oy pusulalarınıza sahip çıkmak için mülk, sanayi, mesleki bilgi, ta­ sarruf, zekâ ve karakter... edinmelisiniz.” Tarihin sonraki yılları, ya­ sal ve siyasal haklarda eşitlik elde etmek ve yasal ırkayrımının sonuna ulaşmak için mücadele etmenin kaçınılmaz olduğunu kanıtladı. Şunu da kanıtladı ki, ırk ilişkilerine dayanan sistemin yerleştiği bir toplum­ da siyasal ve yasal eşitliğin ilan edilmesi yeterli değildir ve iktisadi ko­ şullarda eşitliğe yönelmek, buna paralel olarak toplumsal statülerde aynı ölçüde eşitlik sağlanmasını getirmez. Chicago Okulu ve Topluluklar Üstüne İncelemeler 1944’te M yrdal’ın kitabı yayımlanıncaya kadar, Siyahlar dünyasıyla il­ gili bilginin neredeyse tümü siyah sosyologlardan geliyordu (kayda de­ ğer tek istisna John Dollard’dı).13 1919’daki Chicago ayaklanmaları üstüne yapılan soruşturma da, Charles Johnson başkanlığında bir ku­ rula emanet edildi.14 1 955’ten önceki siyah sosyologların % 90 ’ı ırk 12 13 14 Washington, 1901; W ashington, 1909. Dollard, 1937. Bkz v. Konu, s. 218. Johnson, 1922. sorunları alanında uzmanlaşmıştı.15 Büyük sosyoloji projelerinde yer aldılar; başta Chicago olmak üzere büyük kentlerde yaşayan topluluk­ lar arasındaki ilişkileri tanımak için çalıştılar, Helen ve Robert Lynd ile Lloyd Warner’ın ekiplerinde yer alarak orta sınıfların yaşadığı kentler­ deki toplumsal katmanlaşmayı konu alan soruşturmalara katıldılar. Sınıf/kast kuramının hazırlanmasında, kentlerdeki ırk ilişkileri üstüne bilginin oluşturulmasında Park’ın (Johnson,16 Frazier17) ve Warner’ın (Drake,18 Doyle,19 Davis20) öğrencilerinin katkısı büyüktür. Kast kavramının kendisi de, varlığını siyah sosyologlara borçlu­ dur. Bertram Doyle’un, Güney’de Beyazların egemen olduğunu kabul ettirmek ve doğrulamak için teşrifatın rolü üstüne yaptığı soruşturma­ nın sonuçları, günümüzde de çarpıcılığından kaybetmedi. Kurallar ge­ reği Beyazlar ile Siyahlar farklı giysiler giymek zorundaydılar. Beyaz­ lar, siyah erkeklerin silahlı olmasını ve siyah kadınların mücevher tak­ masını yasaklamıştı. Efendi, bir yerden bir yere giderken katı görgü kuralları uygulanıyordu, göreneklerin belirlediği bir mesafeden, statü­ sünün önemine uygun sayıda siyah hizmetkâr onu izliyordu. Hizmet­ kârlar ile efendilerin birbirine hitap ederken kullanacağı ifadeler katı kurallara göre belirleniyordu: Beyaza hitap eden siyahın söze “ Sir” di­ ye başlaması gerekiyordu. Ayrıca, saygıda kusur etmemek için bir dizi davranışı ve jesti göstermek zorundaydı: Efendi içeri girdiğinde ayağa kalkmak, şapkasını çıkarmak, servis kapısından girip çıkmak, boyun eğme edası takınmak, kendisiyle alay edildiğinde gülmek, geliştiğini 15 B. A. Jones, “The Tradition of Sociology Teaching in Black Colleges: the Unheralded Professionals”, Bİackwell ve Janowitz’te (yönetimindede), 19 74, s. 131. 16 Du Bois’dan sonraki kuşakta yer alan iki büyük figürden biri E. Franklin Frazier diğeri ise Johnson'dı; Johnson, araştırmacılığın yanı sıra yöneticiliği ve etkin militanlığı da sürdürdü. Sosyolo­ ji çalışm aları için bkz. Johnson, 19 22; Johnson, 1934; Johnson, 1967. 17 Pek çok çalışm ası arasında şunları sayalım: Frazieç 1932; Frazier; 1939; Frazier, 1949; Frazieç 1 9 57 (1955); Frazier; 1957, ve Siyah Kilise hakkında ölümünden sonra yayımlanan kitap, Fra­ zier ve Lincoln, 1963. 18 Cayton ve Drake, 1945. Drak, üniversite kariyerini Stanford University’de sürdürdü. 19 Doyle, 1937. Parkın öğrencisiydi, Fİsk’in öğretmenliğini yaptı, sonra üniversite kariyerini terk ederek m etodist siyah Piskoposluk Kilisesi’nde piskopos oldu. 20 Davis, Gardner ve Gardnec, 1941; D avis ve Dollard, 1940. belli etmemek için “ kolej” İngilizce’si kullanmaktan kaçınmak... Böy­ lelikle, Beyaz insana kendi “ hakiki yer”ini unutmadığını göstermiş oluyordu, aksi takdirde, Beyaz insanda kadiri mutlak olduğu efsanesi yeniden ortaya çıkabilirdi (tıpkı Yahudilerin kadiri mutlak efsanesi gi­ bi). Beyazlar, korktukları için şiddet kullanıyorlardı: Kendi statülerini tartışmalı hale getirebilecek ehil ve dürüst Siyahlardansa, suç işleyen Siyahları tercih ediyorlardı (nasıl olsa polis onlarla uğraşıyordu). Bu kuralların tümü, ırklar arasındaki toplumsal mesafenin gündelik iliş­ kilerde sürekli muhafaza edilmesini sağlıyordu. Bütün kamu mekânla­ rında; çeşmelerde, tuvaletlerde, okullarda, plajlarda, ulaşımda, oteller­ de ve restoranlarda Beyazlar ile Siyahların maddi olarak birbirinden ayrı olmasını şart koşan Jim Crow yasalarının işlevi, bu uygulamaları kurumsallaştırmaktan ibaretti. Efendiler ile hizmetkârların fiziksel ya­ kınlığı, “ kast ilişkilerini tanımlayan ve koruyan toplumsal ritüellere tümüyle saygı gösterildiği” ölçüde sürdürülebiliyordu. Bu durum, Tocqueville’in de dikkatini çekmişti: “ Güney’in efendisi kendi kölesinin kendi düzeyine ulaşmasından endişe duymaz, çünkü bilir ki; istediği zaman onu tozun toprağın içine fırlatıp atabilir.”21 Kentlerde yaşayan topluluklar üstüne incelemelerde, geçen yüz­ yılın sonundan itibaren Du Bois’nın gün ışığına çıkardığı önemli tema­ larla karşı karşıya kalındı; aynı temalar, gettoları ya da siyah aileyi ko­ nu alan sayısız incelemede22 ve Patrick Moynihan’ın 196 5 ’te yayımla­ nan tartışmalı raporunda yer aldı. Yoksulluğun, şiddetin ve suçluluğun dışında hepsi aile yapılarının dağılması üstünde durdular; bunun en önemli kanıtları evlilik yüzdesinin düşmesi ve yasadışı doğum yüzdesinin artmasıydı; üstünde durdukları başka bir konu da değerlerin ve aile yaşamının çökmesi oldu. Beyaz egemenliğinin etkisi en çok akra­ balık, evlilik, babalık ve ev içi örgütlenmede kendini gösteriyordu. Ço­ cuğu kabul etmiş olsun olmasın, baba hiçbir biçimde sorumlulukları­ nı üstlenmiyordu ve topluma egemen olan anaerkillikti. Buna karşılık siyah dünyanın özgüllüğüne dair pek az görüş or­ 21 22 Tocqueville, 1835, 1868 baskısı, s. 308. Örneğin Rainwater, 1970. taya atıldı. İşçiler ve halk kesimleri üstüne incelemelerde, annenin ro­ lünün üstün olduğu vurgulandı; gerek Richard Hoggard’ın ve M ichael Young ile Peter W ilcox’un23 İngiliz dünyasına ilişkin çalışmaları, ge­ rekse Amerikan nüfuslarının s/wwları24 aynı sonuçları işaret ediyorlar­ dı. Özellikle Whyte ve Gans tarafından incelenen, dönemin İtalyan halk mahallelerindeki örgütlenmeler, birbirleriyle karşılaştırılabilecek özellikler taşıyorlardı: Aile içi istikrarsızlık, görünürdeki örgütsüzlüğün ardına gizlenmiş gerçek örgütlenme, kuvvetli toplumsalllık, za­ manla ve tüketimle kurulan özgül ilişki.25 Buradan yola çıkarak bütün yoksulların ortak bir kültürünün olduğu sonucuna mı varılmalıydı, yoksa yoksul Siyahların kültürü kendi özgünlüğünü koruyor muydu? Önemli temalardan biri de şuydu: Siyahlar, Beyazların değerle­ rini içselleştirdikleri için toplumsal örgütlenmeleri çözülüyor, siyah bi­ reyin kendi gözündeki saygınlığı ortadan kalkıyor, kendini küçük gör­ meye, kendinden nefret etmeye başlıyordu. 60’lı yıllara kadar, gettoda yaşayan bireylerin saygınlığı derilerinin ne denli açık renkte olduğuna bağlıydı. Hepsi Beyaz tenli ve düz saçlı olmayı hayal ediyordu. Yalnız­ ca Siyahlarn gittiği okullarda yapılan soruşturmalar, çok genç yaştaki çocukların bile ebeveynlerinin değerlerini benimsediklerini gösteriyor­ du: Derilerinin daha açık bir renkte olmasını tercih edeceklerini açık­ lıyor, derisinin rengi açık olan arkadaşlarına daha çok önem veriyor ve kendi arkadaşlarını da bu ölçüte göre seçiyorlardı. Gettoda görülen şiddet ve yüksek suçluluk yüzdesi, siyah toplumun bu derinden kültürsüzleşmesiyle açıklanıyordu. Horace Cayton ve St Clair Drake, Black M etropolis adlı kitapta, büyük bir titizlikle ve içeriden bakışla, genç Siyahların iş ya da konut ararken karşı karşıya kaldıkları ayrımcılıkla­ rı ve bunların üstesinden nasıl geldiklerini betimliyorlardı. Ayrıca, yoksullluk edebiyatına saplanma kaygısı taşıdıkları için, yaşam koşul­ ları son derece mütevazı olan Siyahların, kolektif ortamda sıcaklığa ve dayanışmaya önem vermelerini, büyük bir hevesle uyguladılar. 23 Hoggart, 1957; Young ve WiIcox, 1957. 24 örn eğin Rainvvater, Coleman ve Hande!, 1959; Sutrles, 1968; Hannetz, 1969. 25 Whyte, 1943; Gans, 1962. Uzun uzadıya geliştirilen ikinci tema, burjuva sınıfının toplum­ sal statüsündeki belirsizlikti -İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Frazier’ın kitabında bu tema üstünde parlak bir çalışma yer aldı. Burjuva sınıfı, hem kendi köken grubundan kopmuştu hem de Beyazlardan ka­ bul görmüyordu. M addi başarı da, toplumun kabulünü getirmemişti beraberinde. Tıpkı Yahudilerin durumunda olduğu gibi, ezilen ve a şa ­ ğılanan bir gruba ait olup, egemen grubun normlarını ve değerlerini benimsenmek nesnel ihanet anlamına geliyordu. Siyah ve Yahudi bur­ juvazisiyle ilgili örneklerden yola çıkılarak statüyle çakışmamanın oy üstündeki etkileri üstüne çözümleme yapılması önerildi.26 Belli bir bi­ reyin toplumsal konumları çelişkili olduğunda (statünün çakışm am a­ sı) sola oy verme olasılığı daha yüksekti. Siyah burjuvazi için de aynı şey söz konusuydu; mesleki ve iktisadi başarıya, toplumun bütünü ba­ kımından buna denk düşen bir toplumsal statü eşlik etmiyordu. Başka çalışmalarda, gettonun varlığını sürdürmesinin siyah seç­ kinlerin yararına olduğu ortaya konuldu. Kent içinde bir kent oluştu­ rarak gerçek bir paralel iktisattan yararlanıyor ve siyasal bir bütünlük oluşturuyorlardı: Tüccarlar, bankacılar, sanayi girişimcileri, gazeteci­ ler, hastane ya da okul yöneticileri, hekimler, toplumsal hizmet alanın­ da çalışanlar ve siyaset adamları getto sayesinde bir müşteri kitlesine, el emeğine, okuyucuyu ve seçmen kitlesine kavuşmuşlardı. Gettonun varlığını koruması herkesin çıkarınaydı ve onun varlığını sürdürmesi için çalışıyorlardı. Frazier, getto üyelerini birleştiren dayanışma karşı­ sında duyarlı olduğu için, daha önce de gördüğümüz gibi siyah getto­ nun toplumsal işlevleri hakkında, ayrıntıda farklı yargılar taşıyordu. Black sociologyn in üç founding fathersm dan (Du Bois, John­ son, Frazier) en genç olanı, Franklin F. Frazier aynı zam anda en az marjinal olanıydı: Doktora çalışm ası sırasında Chicago okulundaki araştırm acılarla tamamen bütünleşmişti ve bir sonraki yıl, yani 1 93 1 ’de T he N egro Family27 adıyla yayımlanan çalışm ası, herkesten 26 27 Hughes, 1945; Lenski, 1954. Frazier; 1932. kabul gördü -1 9 4 8 ’de American Sociological A ssociation ’m başkanı seçilmesi bunun kanıtıdır-; ancak, daha önce de belirttiğimiz gibi, meslek yaşamının büyük bölümünü siyah üniversitelerde sürdürdü. Ayrıca, topluluklarla ilgili inceleme ya da monografi türünün dışına çıkan ve Siyahlarla ilgili sorunu Amerikan toplumunun daha geniş bir çözümlemesi içinde ele alan tek araştırmacıydı. Park’ın, ırk ilişki­ lerinin çevriminden yola çıkan iyimserliğine -d a h a önce de gördüğü­ müz gibi, bu iyimserlik, 2 0 ’li yılların başından 3 0 ’lu yılların sonuna doğru giderek azalm ıştı- katılmıyordu. 1932’de, tıpkı Park gibi, et­ nik gruplan oluşturan Avrupa kökenli nüfusların asimilasyonu ile ırk gruplarını oluşturan, yani farklı oldukları hemen algılanan Siyahla­ rın ve Asyalıların asimilasyonu arasındaki farkı ortaya koydu. Avru­ pa kökenliler Amerikan toplumuna gerçekten asimile olurken farklı ırklardan gruplar söz konusu olduğunda çevrim, asimilasyonla değil, birbirinden ayrı iki toplumsal sistemin oluşmasıyla tamamlanıyordu. Her bir sistem kendi toplumsal kurumlarım geliştiriyor ve birbirine karışmaksızın kentin farklı mahallelerinde yaşıyordu. Her ne kadar Siyahlar Amerikan kültürünü edinmiş olsalar da, aynı ölçüde Ameri­ kan toplumuna asimile olmuyorlardı. O halde, kültürel asimilasyon ile yapısal asimilasyonu birbirinden ayırmak önemliydi -h atırlan aca­ ğı gibi, 6 0 -7 0 ’li yıllar.n sosyologları uzun uzadıya bu konunun üs­ tünde durdular. Kültürel asimilasyonun zorunlu sonucu yapısal asi­ milasyon değildi. Frazier, “ Siyahlar” dan söz ederken, onları homojen bir grup olarak görmemek gerektiğini vurguladı. Toplumsal-iktisadi düzey, aile ve toplum yaşamının biçimleri bakımından grupları birbirinden ayır­ mak önemliydi. Siyah nüfus, Amerikan nüfusunun bütününün yaşadı­ ğı ilerlemelere paralel ilerlemeler gösteriyordu. Tıpkı Avrupalı göç­ menler gibi, Chicago’ya geldiğinde kent merkezine yerleşiyordu; yaşa­ mın en düzensiz olduğu, tek ebeveynli aile sayısının ve suçluluk yüzdesinin en yüksek olduğu ortam, kent merkeziydi: Hukuk tarafından ko­ runmayan “ doğal” ailenin en yaygın olduğu yer de burasıydı. Kölelik deneyimini miras alan “ doğal” ailede, ne baba otoritesi vardı ne de is­ tikrar. Okuma yazma bilmeyenlerin yüzdesi çok yüksekti ve çoğunluk­ la evin reisi olan anne aileye hükmediyordu. Ancak zamanla iktisadi koşulların iyileşmesiyle aile yapısı da doğal olmaktan çıktı ve “ kurum­ sal” ailelerin sayısı artmaya başladı. Evlilik kurumunun istikrara ka­ vuşması ve babanın yeni bir otorite oluşturmasıyla yaşam tarzı da de­ ğişti: Artık çocuklar düzenli olarak okula gidiyorlardı ve bütün aile, Kilise çevresinde örgütlenen toplumsal yaşama katılıyordu. Tıpkı di­ ğer gruplarda olduğu gibi bu dönüşümün sonunda siyah nüfus kent merkezinden banliyölere taşındı; Siyahlar da kendi mülkleri olan ev­ lerde yaşamaya başladılar. Doğal aileden kurumsal aileye geçişle bir­ likte aileler, toplumsal düzensizliğin egemen olduğu kent merkezini terk ederek burjuva çevreye yerleştiler. Kent merkezinde yaşayan bur­ juvalaşmış siyah ailelerin, Beyaz nüfusla daha iyi bütünleştiği görüldü. Sonuç olarak Frazier’in çözümlemesi, toplumsal sınıfın etkisine atfet­ tiği önem ölçüsünde iyimserdir: Asimilasyon yaşanm asa bile toplumun ilerlemesi doğal aileden kurumsal aileye geçmeyi sağladığı ölçüde, Si­ yahların kademeli olarak bütünleşmesi hızlanacaktı. Frazier, Yahudilerin bütünleşmesi sürecine atfettiği modele özlem duyuyordu; Yahudiler, bir yandan kendi özgül kimliklerini muhafaza ederken diğer yan­ dan da Amerikan yaşamına bütünüyle katılıyorlardı. Frazier’ın, Park’ın modeline katkısı nüanslarla sınırlı değildir; ona göre, ırk ilişkilerinin çevrimindeki evreler ne tersinmezdir ne de kronolojik. Bunlardan bazıları kuşaklar boyunca kendini tekrarlayabilme özelliği taşır. Geriye dönüşler de mümkündür. Doğrusal bir evrim söz konusu olamaz. Siyahların kültürleşmesi (ya da kültürel asimilasyo­ nu), maruz kaldıkları ayrımcılık ve ırkayrımıyla uzun süre frenlendiği­ ne göre, onların Amerikan toplumuyla özdeşleşmesini sağlayacak asi­ milasyon çok daha sorunlu bir süreç olacaktır. Kaldı ki, Siyahlar söz konusu olduğunda kültürel asimilasyonun toplumsal (ya da yapısal) asimilasyona yol açmadığı dikkate alınmalıdır: Yalnızca oy hakkından mahrum kalmadıkları gibi bazı işleri üstlenmeleri de yasaklanmıştır, Be­ yazlar ile Siyahlar arasındaki evlilikler, fiiliyatta ve bazen yasalar yü­ zünden imkânsızdır, vb. Beyaz toplum tarafından dışlandıkları için asi- mile olamamaktadırlar. Bir gün, başka bir kadere kavuşmalarının tek yolu, ırkayrımcılığına karşı ve hak eşitliği için mücadele etmeleridir. Frazier, yirmi yıl sonra Black B ourgeoisie’yi yayımladığında onun göreli iyimserliğinden geriye pek bir şey kalmadığı görüldü.28 Maddi başarıya rağmen toplumsal bakımdan kabul edilmeyen orta sı­ nıfın Siyahları çelişkilerle boğuşuyorlardı; Charles Johnson 1941’de bu olguya işaret etmişti, ancak Frazier çalışmasında bu gözlemden daha ile­ ri bir noktaya ulaşıyordu. Siyah burjuvaziyi mahkûm ederken, onu yok­ sul Siyahlardan ve onların yaşam tarzından nefret etmekle ve Beyazla­ rın kullandığı ölçüde şiddet kullanarak onları sömürmekle suçluyordu. Kendisini yoksullardan ayırmak için siyah businessm zenginliği efsane­ sini uydurmuştu. Aslında siyah burjuvazi kendi girişimlerini yaratma­ mıştı; çoğu kez Beyazların iyi niyetine ve iyilikseverliğine bağımlı kala­ rak mütevazı mesleklerde (diş hekimi, hekim, öğretmen, rahip) çalışı­ yordu. Siyah burjuvazi, kendisini küçümseyen ve dışlayan Beyaz burju­ vazinin bütün davranışlarını ve ırksal önyargılar da dahil olmak üzere bütün önyargılarını, benimsiyordu. Aşağılık komplekslerini gizlemek için Beyazların davranışlarını taklit ediyor, hiç sakınmadan efsanevi zen­ ginliğini ortaya koyuyor, sırf gösteriş için hesapsız tüketiyordu. Beyaz­ ların modeline “ katkıda bulunmak” üzere kendi geleneğinin bir parça­ sı olabilecek ne varsa hepsini reddediyordu. 2 0 ’li yıllarda Harlem’de gö­ rülen düşünsel Rönesans’ı bilmezden geliyordu. Bu yüzden de, Beyaz burjuvaların karikatürü haline gelen siyah burjuvaların, kendi topluluk­ larının toplumsal ilerlemesinin ve bütünleşemesinin sorumluluğunu ala­ bilecek güçlü bir seçkinler grubu rolü oynaması mümkün değildi. Savaş -diğerleri gibi Siyahlar da askere alındı- ve ordunun ken­ di örgütlenme sorunlarını çözmek için sosyologlardan istediği çalışma­ lar sayesinde, Siyahlar ile Beyazlar arasındaki ilişkiler üstüne yapılan incelemeler yeniden genel sosyolojinin alanına girdi.29 Sosyologlar top­ lumun bu isteğine karşılık verdiler. O günlerin deyimiyle, ordular henüz bütünleşmemişti. Savaş sırasında, Beyazlar ile Siyahlardan oluşan ilk 28 Frazieı, 1957 (1955). 29 Stouffer ve diğerleri, 1949. taburlar kuruldu. Sosyologlar, bir kez daha, toplumsal bakımdan siyah kabul edilen ancak derisinin rengi biraz daha açık olan askerlerin, de­ rileri daha koyu olanlara göre kendilerine daha çok güvendiklerini göz­ lemlediler. Hem diğer Siyahlardan daha üstün oldukları iddiası içindey­ diler hem de Beyaz subaylardan daha iyi muamele görmeyi istiyorlardı. O dönemde yapılan başka bazı soruşturmalar da, siyah askerlerin Gü­ ney kökenli subaylardan çok, onlara pek özel muamele yapmayan (color blind) Kuzey kökenli Beyaz subayları tercih ettiklerini gösterdi. Pek çokları savaş ortamına katılmakla, ileride sivil toplum içinde daha adil bir yer edinebileceklerini düşünüyorlardı. Terhis edilen askerler üstün­ de yapılan araştırmalar, göreli yoksunluk adı verilen bir mekanizmayı gün ışığına çıkardı. Gerek yasal gerekse maddi bakımdan Güney’de bu­ lunan eski askerlerin nesnel koşulları, Kuzey’de karşılaştıkları koşullar­ dan daha kötüydü. Bununla birlikte Güney’in askerleri Kuzey’inkilere göre daha hoşnuttu. Aslında kendi koşullarını Beyazlarınkilerle karşı­ laştırdıkları için farkın daha az olduğunu sanıyorlardı.30 Soruşturmaların sonucundan da önemlisi, ordu içindeki bütün­ leşme, başka ülkeleri keşfeden siyah askerlerin yaşadığı deneyim, Bir­ leşik Devletler’in dünya çapında üstlendiği yeni sorumluluk, New York’ta kurulan ve Amerikan yönetimini arkasına alan Birleşmiş M illetler’in İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni kaleme alması, AvrupalI­ ların sömürgeleştirdiği ülkelerde ilk bağımsızlık hareketlerinin başla­ ması Birleşik Devletler’deki siyah Beyaz ilişkilerinde yepyeni bir çağı başlatıyordu. Batı demokrasisine radikal M arxçı bir eleştiri getirerek siyah halkın ayrılıkçılığını salık veren Oliver Cox gibi bir kuramcı bi­ le, tam anlamıyla marjinalleşti. Savaş sonrası yıllarda yaşanan hayal kırıklığı da, hiç kuşkusuz bu umut kadar güçlüydü. “ AN AMERICAN DİLEMMA” 1937’de Carnegie Vakfı’nın İsveçli iktisatçı Gunnar M yrdal’a sipariş ettiği soruşturma da, bu göreli iyimserlik dönemi içinde yer aldı. Sa- vaş, bu tür bir çalışmanın yapılmasını ertelediği için M yrdal’ın ünlü eseri ancak 1 944’te yayımlanabildi ve o sıralar Myrdal, Amerikan de­ mokrasisinin yeni bir başlangıç yaptığına inanıyordu. Eser, hem siyah dünya hakkında birikmiş bütün bilgilerin bir toplamını kapsıyordu hem de 2 0 ’li yıllardan sonra sosyologların yap­ tıkları çalışmaların bir kabulüydü: Yıllar süren soruşturmalar, yığınla belge, kırk beş bölüm, bin sayfayı aşkın bir metin ve ardından beş yüz sayfalık ekler. Bütün konular ele alınmıştı: Tarih, Siyahların toplumsal tanımı, demografik ve toplumsal ayırt edici özellikleri, iktisadi eşitsiz­ likler, ırkayrımı uygulamaları, köleliğin etkileri, gelir, tüketim ve barın­ ma biçimleri, değerler sistemi, siyasal katılım ve buna bağlı olarak Si­ yahların oy hakkını engellemek için Beyazların başvurduğu yöntemle­ rin tarihi, adalet karşısında eşitsizlikler, linçler, Kilise’nin, okulun ve si­ yah basının betimlemesi, toplulukların oluşturduğu kurumlar ve leadership biçimleri, Güney’de ve Kuzey’de Siyahlar ile Beyazların karşı­ laştırmalı ilişkileri, vb. Bu kitap, bir Beyazın yayımladığı ilk büyük eser oldu, ancak bu araştırmacı da yabancıydı ve Carnegie Vakfı sorumlu­ larının isteğini yerine getirebileceği için seçilmişti; “ yepyeni bir bakışla, geleneksel tutumların ya da a priori sonuçların etkisinde kalmaksızın görevini yerine getire”bilirdi, çünkü “ incelemenin tarafsızlığı, elde ede­ ceği sonuçların geçerliliği bakımından zencilerin güvenini sarsmayacak ve emperyalist geleneği olmayan bir ülke”den31 geliyordu. Myrdal, bir kez daha sosyologların, artık klasikleşmiş büyük te­ malarım ortaya koydu: Irk durumunun dramatik özelliği, Güney’de teş­ rifatın rolü, “küçük Beyazlar”la rekabet, onun da benimsediği terimler­ le kast/sınıf mücadelesi. Hem “siyah sorunu” olarak algılanan durum üstünde kapsamlı ve nesnel bir inceleme yapmak üzere çağrılan İsveçli bilim adamı son yirmi yıl boyunca gerçekleştirilen bu çalışmalardan ka­ zançlı çıktı bu işten, hem de o kuşağın en seçkin siyah sosyologları; onun yönetiminde soruşturmaya katılmayı kabul ettiler. 60 ’lı yılların radikal sosyologları, bu düşünsel çalışma sırasında yapılan işbölümünde, Beyaz­ ların tutumunun yeni bir örneğini görme konusunda yalnız kalmadılar; Beyazlar, iyi niyetle de olsa tanınmış siyah sosyologları bile denek ya da anketçi olarak kullandılar. Myrdal’ın baş asistanı Arnold Rose Beyazdı. Myrdal, siyah dünyasıyla ilgili betimlemelerle yetinmeyerek bir kuram önerdi. Çözümlemelerinde, değerlerin ve tutumların rolüne ayrı­ calık tanıyordu. Ona göre “siyah sorunu” olarak algılanan olgunun kay­ nağı, Siyahların ayırt edici özellikleri değil Beyazların tutumuydu. Diğer göçmen gruplar gibi asimile olmalarını, Beyazlar engellemişti ve onları ayrı kurumlar oluşturmaya zorlamışlardı; yine onlar yüzünden okuma yazma yüzdesi ve suçluluk yüksekti, siyah Kilise bu topluluğun yaşamın­ da merkezi bir rol üstlenmişti, dinsel uygulamalar da duygusal bir hal al­ mıştı, vb. Siyahların içinde bulunduğu koşulların tek sorumlusu Beyazla­ rın tutumuydu. Ayrımcılığa ve ırkayrımına başvuran, Siyahlarla eşit ol­ duklarını kabullenmeyi reddeden Beyazlaş “siyah sorunu” adı verilen ama gerçekte “ Beyaz sorunu” olan durumun asli sorumlusuydu. M yrdal’a göre, Amerikalıların ilan edip benimsedikleri değerler ile Siyahlar karşısında takındıkları tutum arasında temel bir çelişki vardı. Onlara karşı takındıkları tutum cehalete, aşağılamaya ve önyar­ gılara dayanıyordu. “Ne olması gerektiği” ni tanımlayan değerler ile “ ne olduğu” na varan inançlar arasında sürekli çatışma yaşanıyordu. “ Amerikan ikilemi” de işte buradan doğuyordu. Daha açık bir deyiş­ le, bu ikilemin kaynağı şuydu: “İki güç arasındaki kıyasıya çatışma; bir yandan her bir Amerikalı’nın, yüksek ulus ve Hıristiyanlık ilkeleri­ nin etkisiyle düşünmesini, konuşmasını ve davranmasını sağlayan ve genel anlamda kabul görmüş değerler ya da bizim deyişimizle Ameri­ kan amentüsü (American creed), öte yanda kişisel ve yerel çıkarların, iktisadi, toplumsal ve cinsel rekabetlerin, topluluğun saygınlık ve uy­ gunluk sorunlarının, özel kişiler ya da kişilik tipleri karşısında grubun önyargılarının, her tür hevesin, itkinin ve alışkanlığın yaşamla ilgili yaklaşıma egemen olduğu ve bireyler ile grupların özel anlamda varlı­ ğını belirleyen değerler.”32 Böylelikle, Amerikan toplumundaki kuv- vetli ahlakçılığı benimseyen her birey Hıristiyan-demokratik amentü -örneğin “ Amerika’daki her birey ilerlemek için eşit şansta olmalıdır” ı düşündüren gö rü ş- ile kendi kişisel çıkarını öne çıkaran yaklaşım - ” benim çocuklarım, benim çevremden çocukların gittiği okulda oku­ m alıy ı dedirten görüş-arasm da bölünmüştü. Zihinlerinde ve vicdan­ larında her zaman hazır ve nazır bulunan Siyahların varlığı, Beyazla­ rın kafasını karıştırıyordu;33 bu sorunu konu alan sayısız yayın da hep bu huzursuzluğa tanıklık ediyordu. “Her Amerikah’nm yüreğinde var­ dır, bu ahlaki çatışm a.”34 Beyaz Amerikalılar, Siyahların nesnel bakım­ dan yetersiz ve aşağıda olduklarını dile getirerek bu çelişkiyi çözmeye çabaladılar. Onların asimile olmasının imkânsızlığından dem vurdular. Böylelikle kendi ikilemlerini de çözmüş ve ırkçılığın yalnızca maddi ve siyasal çıkarlarla doğrulanmasına engel olmuş oluyorlardı. M yrdal’ın bu çözümlemesi ırkçılığın, sömürge toplumundaki eşitsizliğin doğru­ lanmasına dayanan çözümlemesine paraleldi. Bu anlamda, bilişsel uyumsuzluk görüşüne katkı olarak görüldü. Durumu dramatik hale getiren şey, asimilasyon dışında olası bir siyasetin bulunmamasıydı. Böyle bir zorunluluk da, demokratik süre­ ce bel bağlayan modern bir toplumdaki iktisadi örgütlenmenin gerek­ leriydi. Bununla birlikte, diğerlerinden çok daha Amerikalı olan, Afri­ ka ile ilgili hiçbir anısı olmadığından, yani kültürsüzleştirildiğinden, bir bakıma Amerikalıların özü sayılabilecek Siyahlar için asimilasyon dışında bir kader mümkün değildi. Gerçekte kültürel bakımdan asimi­ le olmuşlardı ve Amerikan amentüsüne tam anlamıyla katılıyorlardı. Ancak, orta sınıf Siyahların yalıtılmış olmaları, yaşadıkları durumun bütün açmazlarını gözler önüne seriyordu. Nitekim, Amerikan toplu­ muna asimile olmak, Siyahların kendi ırklarıyla ilgili ayırt edici özel­ liklerin aleyhine bir tutum takınmalarını ve M yrdal’ın deyimiyle “ pa­ tolojik” bir varlık gösteren kendi topluluklarını ayırmaktan vazgeçme­ lerini gerektiriyordu. Eğitim düzeyleri yükseldiği ölçüde, kendilerine dayatılan ayrımcılık yüzünden daha büyük acı çekiyorlar ve kendileri­ 33 Myrdal, 19 44, s. 26. ni korumak için kendi toplumlarını oluşturma istekleri artıyordu. “ Si­ yahları, kendi gözlerindeki saygınlıklarını korumak üzere kendilerine karşı ırkayrımı uygulamaya iten asıl neden, modern Amerikan kültü­ rünün soğurma gücüdür.”35 Myrdal her şeye rağmen iyimserdi. Kuzey’in siyah nüfusunda görülen ilerlemenin hızlanacağını düşünüyordu. Daha şimdiden siyah okulların Beyazlarınki kadar iyi olduğunu söylüyordu. Siyahların sen­ dikalardan, baskı gruplarından ve sivil örgütlerden dışlanmasının “ pa­ tolojik” bir durum olduğunu ve zamanla gerilemek zorunda kalacağı­ nı belirtiyordu. Amerika’nın demokrasi amentüsü, Siyahlar olsun Be­ yazlar olsun bütün nüfusa derinlemesine işlemişti. Kaldı ki, yalıtımcılığın sona ermesi ve Birleşik Devletler’in dünyaya açılması, siyah as­ kerlerin vatansever çabaya katılmaları ve demokratik değerlerin Nazi ırkçılığı karşısında kazandığı zafer (bunları savaştan sonra yazmıştı), Beyazları da kendi değerlerine saygı göstermek zorunda bırakacaktı. O güne dek, Beyazlar ile Siyahlar arasındaki ilişkiler başarısızlıktan ibaretti, ancak Amerikan demokrasisinin geleceği için büyük bir fırsat (great opportunity fo r the future) haline gelebilirdi. Myrdal, eklerden birinde bilimin değerlerden bağımsız olmadığını ve olamayacağını öne sürdü. Sosyologlar, mümkün olmayan bir nesnellikten yana oldukları­ nı öne sürmektense kendi değerlerinin bilincine varmalı ve onları açık­ lamalıydılar. Ünlü Ek 2 ’nin (A M ethod ological N ote on Facts and Valuations in Social Science) yarattığı yankı, her ne kadar kuşaktan ku­ şağa ve farklı biçimlerde bu soruları ortaya atmış olsalar da bu bilim dalının bilimselliğiyle ilgili soruların, sosyologların kafasını hâlâ karış­ tırdığını gösteriyordu. Geriye dönüp bakıldığında M yrdal’ın çözümlemesinin şaşırtıcı bir iyimserlik sergilediği görülür. Sorgulandığında, ikilem terimi bile bir başka seçenek düşüncesini çağrıştırmaktadır. Siyahlar konusunda, Beyazların ahlaki bir kriz yaşadığı mı düşünülmelidir yoksa yalnızca maddi rahatsızlık ve siyasal bir sıkıntı içinde oldukları mı? Michael Benton’m da önerdiği gibi Beyazların “ düşüncesizliği” nden söz etmek daha doğru olmaz mı? Öte yandan, tıpkı diğer yabancılar gibi Myrdal da, dış gözlemcinin Amerikalılarda hemen algılayabileceği ortak nok­ talara fazla değer vermemiş midir ve toplumsal yaşamın bütün boyut­ larında iki ırkı birbirinden ayıran toplumsal ve kurumsal mesafeyi azımsama eğilimi göstermemiş midir? Gündelik gerçekliklerdense, ilan edilmiş değerler karşısında daha duyarlı davranmamış mıdır? Daha sonra yöneltilen eleştiri ise, bir siyah topluluğu oluşturmanın “ patolo­ jik” bir belirti olduğu ve Siyahların bütünleşmesinin bu oluşumu orta­ dan kaldırmayı gerektirdiği düşünceyle ilgilidir. Gelecek, böyle bir top­ luluğun oluşmasının Siyahların ilerlemesi için gerekli bir koşul olduğu­ nu ortaya koyacaktır: Birleşik Devletler’deki toplumsal düzen özel grupların varlığını kabul eder. Sonraki kuşaklardan sosyologlar Myrdal ile ilgili daha genel bir değerlendirme yaparak onun, Chicago okulunun hem asimilasyoncu hem de kültüralist perspektifini benimsediğini vurguladılar. Her ne ka­ dar Myrdal İsveç’ten gelmiş olsa da, eserini Chicago Üniversitesi çevre­ lerinde yapılan çalışmalara borçluydu. Tıpkı sosyal psikologlar gibi Be­ yazların önyargılarını çözümlemeyi esas aldığı için, Myrdal’ın bu birey­ ci yoruma fazlaca yaklaştığı da söylendi. Bununla birlikte bütün sosyo­ loglar, en azından konunun uzmanları Myrdal’ın, “siyah” sorununun öncelikle bir “ Beyaz” sorunu olduğunu kesinkes ortaya koymasının öv­ güye değer olduğunu belirttiler -h er ne kadar daha sonraları bu düşün­ ce, Amerikan toplumundaki eşitsizlik ve iktidar yapıları bağlamında yeniden biçimlendirilmiş olsa da. Böylelikle, Siyahlar ile Beyazların ic­ raatında gözlemlenebilecek farkların, toplumsal koşulların etkisiyle or­ taya çıktığının ve duruştan konuşmaya ya da gülmeye kadar doğrudan gündelik davranışların ırksal durumun etkisi altında kaldığının ortaya konulmasına katkıda bulundu. Radikal sosyologlar ise, siyah sorunu­ nun sorumluluğunu Beyazlara yıkan Myrdal’ın, Siyahları, Beyazların kafasındaki gösterime indirgediğine işaret ettiler. Oysa Siyahlar, kendi varlıklarıyla Beyazların kafasında ikilem yarattıkları ölçüde var olabili­ yorlardı. Oldukları gibi, kendi özgüllükleriyle kabul edilmiyorlardı. Myrdal da, Beyazların normlarını kullanarak onların durumunu pato­ lojik bağlamda çözümlüyordu. Siyahlarla ilgili incelemeyi Beyazların önyargılarıyla ilgili çözümlemeye dönüştürmüştü.36 6 0 ’lı yıllarda Franck Westie, deneysel soruşturm alar yaparak “ Amerikan ikilemi” kuramını doğrulam aya çalıştı. Elde ettiği so­ nuçlar pek verimli değildi. Görüşülen kişilerin yarısı ikilem kuramı­ na az çok uygun cevaplar vermişti, ancak diğerleri, ırkçı önyargıla­ rını akılcı hale getirme ihtiyacı duymamışlardı.37 Önyargılarla ilgili ifadeler, demokratik değerlerle ilgili ifadeler kadar kuralcı ya da ah­ lakçı görünüyordu. Bireyler, M yrdal’ın formüle ettiği ikilemi y aşa­ mıyorlardı, çünkü önceki kuşakların, olası ahlaki çelişkileri çözmek üzere oluşturduğu akılcılaştırm a yöntemlerini devralarak toplum sallaşmışlardı. Myrdal’m ardından, Siyahların dünyasına yönelik çözümleme­ lerde kültüralizm yaklaşımının benimsendiği de oldu; Oscar Lewis, yoksulluk kültürü üstünde çözümlemeler yaptı.38 Bundan önce Latin Amerika’da incelemeler yapmış olan Lewis’e göre, yoksulluk gerçek bir kültür sistemiydi; bu sistem, dünyanın, tutumların ve uygulamala­ rın anlaşılmasında kullanılan, yapılandırılmış ve istikrarlı bir bütün olarak tanımlanıyordu ve yoksullar bu sistemi kuşaktan kuşağa akta­ rıyorlardı. Bu kültür, yerleşik işsizlikten ve toplumsal hareketsizlikten doğmuştu, yoksulların yaşam da başarılı olma olasılığının küçük olma­ sına bağlı umutsuzlukla uyum gösterebilmelerini sağlayan bir ideolo­ jiyle kendini doğruluyordu. İtkilerin denetlenememesiyle, şimdiki za­ mana ve anlık tüketimler ile zevklerden vazgeçememeye dayanan bir varlık biçimiyle kendini gösteriyordu: Siyah ailelerde gözlemlenen dav­ ranış biçimlerinin nedeni de bunlardı. Edward Banfield’e göre, halk sı­ nıflarının üyeleri uzun vadeli bir perspektif oluşturmaksızın ve anlık zevklerinin doyuma ulaşm asına önem vererek, ahlaki ilkelere saygı göstermeksizin yaşıyorlardı: Yoksulluğun sürüp gitmesinin nedeni 36 R. EUison, uAn Am erican D ilem m a: a Revievv”, Ladner’de (yönetiminde), 1973, s. 82. 37 Westie, 1965. 38 Lewis, 1959; Lewis, 1961, 1963 çevirisi. bunlardı.39 Ağır yaşam koşullarına uyum göstererek hayatta kalma zorunluluğundan doğan bu özgül kültür kendini yoksullara dayatıyor ve gerçekten de, bir yandan hayatta kalmalarını sağlarken diğer yan­ dan da, içinde bulundukları koşullardan kurtulmalarını, iktisadi ve toplumsal gelişmeye katılmalarını kolaylaştırabilecek tutumları ve davranışları edinmekten men ediyordu onları. Bir kez oluştu mu, yok­ sulluk üretmekten başka yapabileceği bir şey yoktu, yoksulluk kültü­ rünün. Bu çözümleme, M arxçı olsun olmasın bütün “sınıfçı” sosyo­ loglar tarafından kültüralist olarak nitelendi ve şiddetli bir eleştiriyle karşılaştı.40 5 0 ’li yıllarda, niteliksel sosyolojinin egemenliği ve Columbia’da Paul Lazarsfeld’in etkisi altında kalan topluluk incelemeleriyle ilgili büyük gelenek oldukça sahipsiz kaldı. RADİKAL SOSYOLOJİ Black sociologyrim ortaya çıkışını anlamak için, geçmişi göz önüne al­ mak gerekir: Üniversite çevrelerinde bulunan ve siyah sosyologların oluşturduğu ilk kuşakların marjinalleşmesi, M yrdal’ın girişimindeki iyimser iyi niyet ve kısmi koruyuculuk, kamu siyasetlerinin başarısız­ lığa uğraması. Bu yaklaşımın ortaya çıkması, aynı zamanda sömürge durumuyla ilgili incelemelere ve Afrika’da yaşayan Afrikalıların kade­ ri ile Birleşik Devletler’deki Siyahların kaderi üstüne yapılan karşılaş­ tırmalara bağlıdır. Afrikalıların önce isyan edip ardından siyasal ba­ ğımsızlığa kavuşması, radikal siyah sosyologların kolektif bilinçlenme­ sindeki en önemli etkendir. Amerikan toplumundaki durumlarını çö­ zümlemek için, düşüncede Frantz Fanon’ı ustaları olarak gördüler ve Blauner’ın ortaya koyduğu iç sömürgecilik kavramını benimsediler.41 Siyahlar, yurttaşların eşitliğiyle ilgili hukuksal araçları nihayet elde edince radikal sosyoloji de gelişmeye başladı; böylelikle Tocqueville yasası da doğrulanmış oluyordu: Zorbalık, zayıfladığı zaman da­ yanılmaz bir hal alır. Irklara göre ayrımcılık da, gerçekten dayanılmaz 39 Banfield, 1958. 40 örn eğin W axm an, 1977. 41 Blauner, 1969; Blaunec, 1972. bir düzeye ulaşmıştı. Bu anlam da, 1965 yılı simgesel bir dönemeçtir. Yüksek Mahkeme’nin, yurttaş haklarında eşitliği sağlayan son büyük kararı bir önceki yıl alınmıştı. Bu karar, Richard Robbins’in ifadesiyle “ ırklararası ilişkiler bakımından Amerikan tarihinde yaşanan en kalı­ cı değişikliğe”42 yol açtı. Aynı yıl Kenneth Clark, Black G hetto adını taşıyan ve 3 0 ’lu yıllardaki üslupla kaleme alınmış, siyah dünyaya dair son büyük monografilerden birini yayımladı.43 Patrick Moynihan’ın skandal yaratan raporunun yayımlanması da bu yıla rastlar.44 Black sociology, Beyaz sosyologları Siyahların kaderindeki öz­ güllüğü gözden kaçırmakla suçluyor ve bundan böyle tikelcilik talep ediyordu. Faunding fatbersın siyasal ılımlılığı ve evrensel ufuk taşıyan bilimsellik tutkusunun hiç de etkili olmadığı ortaya çıkmıştı. Çoğu Ya­ hudi Beyaz liberallerden ve onlara bağlı çalışan siyah sosyologlardan oluşan yurttaşlık hakları kuşağı sosyologları evrenselcilik perspektifi­ ni muhafaza ediyorlardı. Siyasal angajmanlarında ise, Martin Luther King hareketine katıldılar. Bilimsel çalışmalarında, Amerikan demok­ rasisinin kurucuları tarafından ortaya atılan evrensel değerler adına bütün yurttaşların eşit ölçüde kabullenilmesinden yana mücadele et­ meyi amaçlıyorlardı. Etnik ve ırksal sorunları toplumun global ve eleş­ tirel çözümlemesi içinde ele alarak Siyahlar sosyolojisinin marjinallikten kurtulmasına ve toplumun yapıları üstüne genel bir soruşturmanın öğesi haline gelmesine katkıda bulundular. Bununla birlikte, eleştirel bir üslupla da olsa asimilasyon perspektifini benimsediler. Başarısızlı­ ğa uğramaları ise, siyah toplulukla ilgili sorunun tümüyle yeni temel­ lere oturtulmasını gerektiriyordu.45 42 R. Robbins, “ From Home to HBCUs, a Sociologist’s Reflections on Changi' and Transition in the Historically Black Colleges and Universities” , Stanfield’de, 1993, s. 184. 43 Clark, 1965. Yanı sıra iki yıl sonra Liebow, 1967, dikkate alınmalı. 44 M oynihan, 1965. 45 Bu tartışm a iki önemli yayında kendini gösterdi. İlki, 1 9 7 2 ’de Chicago Üniversitesi’nde düzen­ lenen bir kolokyum sırasındaki bazı m üdahaleleri yeniden ele alıyor ve şu yaklaşımı benimse­ yen sosyologları bir araya getiriyordu: Bir yandan önceki kuşak sosyologları eleştirirken diğer yandan da sosyolojinin geleneksel çizgisini m uhafaza eden, böylelikle geçmişteki siyah sosyolog­ ların katkısına değer kazandırmayı am açlayanlar. Bkz. Blackvvell ve Janowitz (yönetiminde), 1974. Radikal sosyologlar ise Ladner yönetimindeki eseri yayımladılar, 1973. Etnik Gruplar Sosyolojisi mi, Irksal Gruplar Sosyolojisi mi? Daha önceki konuda da gördüğümüz gibi bu dönemin araştırmacıları ikiye ayrıldı: Bazıları, Siyahların hukuksal ve siyasal eşitliğini sağla­ mak üzere alınmış kararların ardından, ırklararası ilişkiler üstüne so­ mut incelemelere yöneldiler; diğerleri de, etnisitenin anlamı üstüne da­ ha kuramsal bir tartışmaya giriştiler. Asıl şaşırtıcı olan, bu iki araştır­ ma akımının birbirinden bağımsız kalmış olmasıdır. Bazı sosyologlar, özellikle deneyselliği benimseyenler ve militan olanlar, çeşitli gruplar ve onlar arasındaki ilişkiler üstüne betimlemeler öneriyor, Siyahların maruz kaldığı ayrımcılıkları çözümlüyorlardı. Yeni etnisitenin doğası ve anlamı üstüne yapılan kuramsal tartışma ise, esas olarak, siyah ol­ mayan ve çoğu Avrupalı nüfusun deneyimlerine dayanıyordu. Levvis Killian’ın ifadesiyle “ırk incelemeleri sanayisi” , etnisiteyle ilgili tartış­ malara paralel olarak gelişti. 60, 70 ve 8 0 ’li yıllarda, etnik gruplarla ilgili bütün betimleme­ lerde Siyahlar, diğer etnik gruplar arasında sayılıyordu. Siyahların öz­ güllüğü, her alanda düzenli olarak ortaya çıkıyordu. Klasik gösterge uyarınca -h er ne kadar bu göstergenin yorumunu yaparken temkinli olmak gerekse d e -,46 Beyazlar ile Siyahlar arasındaki evlilikler (cinsel ilişkiler değil), 1970 ve 1980 arasında artmış olmakla birlikte hâlâ çok azdı: 1980’de yapılan bütün evliliklerin yaklaşık % 1,5’ini temsil edi­ yordu; bu oran Siyahlar arasındaki evliliklerin % 3,6’sını, Beyazlar arasındaki evliliklerin de % 0 ,3 ’üne denk düşüyordu. Ülke sorunları­ nın bu yolla çözüleceğini düşünen David Hollinger’m sözlü bildirisine göre, 1990’da Siyahlar ile Beyazlar arasındaki evliliklerin oranı % 12’ye çıkarak, Yahudiler ile Yahudi olmayanlar arasında 1940’ta ya­ pılan evlilik yüzdesini (bu oran günümüzde % 5 0 ’ye ulaşmıştır) aştı. Siyah bir erkek ile Beyaz bir kadının evliliği, Beyaz bir erkek ile siyah bir kadının evliliğinden her zaman iki kat fazlaydı. Buna karşılık Por­ to Riko ya da Avrupa kökenli Amerikalıların yarısından çoğu ve H ispa n id tr’m dörtte birinden çoğu kendi etnik köken gruplarının dışında evleniyorlardı. Siyahların Amerika topraklarına ilk gelenlerden olduk­ ları -an cak “göçmen” değildiler- göz önüne alındığında, yapılan kar­ ma evliliklerin yüzdesinin düşük olması daha çarpıcı bir hal alm akta­ dır; özellikle de, Amerika’ya daha yakın bir zamanda gelmiş olan Asyalılar ve H ispan ideı ile yapılan karma evliliklerin düzenli olarak art­ tığı biliniyorsa. Daha önce gördüğümüz gibi “etnisistler” , Siyahları diğer etnik gruplardan biri gibi ele aldılar. Bell, etnisite kavramını, kökeni ister ulusal, dilsel, ırksal, ister dinsel olsun her tür azınlık grubunu belirt­ mekte kullandı. Bu bakımdan “sınıfçılar” da aynı tutumu takındılar. Etna Bonacich’in önerdiği ve M arxçılıktan esinlenmiş olan emek piya­ sasının parçalanması kuramı (split labor m arket theory) ve Piore’nin ardından çeşitli araştırmacıların formülleştirdiği ikili emek pazarı ku­ ramı (dual labor market theory), azınlıkların tamamını ele alırken az korunmuş, geçici ya da çevresel emekçi kategorileri arasında (yeni göç­ menler, kadınlar ve ırksal azınlıklar) ayrım yapmadı. Bununla birlikte siyah sorunu, çok genel bir alanı kapsadığı öne sürülen kuramlar üs­ tünde doğrudan etkili oldu. Glazer ve Moynihan 1963’te yayımladık­ ları kitapta, Siyahları, New York nüfusunu oluşturan beş grup arasın­ da betimliyordu, ancak 1970’de yapılan yeni baskıda ırksal grup ile et­ nik grubu birbirinden ayırdılar. Gordon’un ulaştığı sonuçların da, Si­ yahların durumuyla ilgili görüşten etkilendiğini belirtmiştik. “ Kültürel asimilasyon” un (buna kültürleşme de denebilir) ilk önce ortaya çıktı­ ğını, ancak bunun ardından “yapısal asimilasyon” un gelmesinin şart olmadığını ve bu durumda kültürel asimilasyonun sonsuza dek sürüp gideceğini söylerken açıkça Siyahları düşünüyordu; kültürleri bakı­ mından bütün diğer gruplardan daha Amerikalı olan ve Amerikan toplumunun gerçek bütünleşmeden alıkoyduğu Siyahları. Böylelikle, çözümlemelerinde Frazier ile çakışıyordu; aynı kültürü paylaşıyor ol­ salar da, Amerikan toplumu içindeki alt toplumlarm varlığını sürdür­ düğünü açıklarken Siyahları düşünüyordu. Yine esas olarak onları dü­ şündüğü için, Amerikan toplumunda yapısal çoğulculuğun kuvvetli, kültürel çoğulculuğun ise zayıf olduğunu belirtiyordu. “ Black Povver” Evrenselci, sınıfçı ya da etnisist araştırma ile tikelci araştırma arasında­ ki gerilim, tıpkı etnik bir düzenin varolduğu toplumu etkilediği gibi sos­ yolojiyi de etkiledi. Black sociology, yurttaşlık hakları kuşağının araş­ tırmacılarında görülen evrenselcilik perspektifine karşı gelişti. Robert Blauner’ın Racial O ppression in America adlı kitabı, bir önceki kuşağın siyah düşünürü Oliver Cox tarafından ortaya konan ortodoks Marxçı görüşten kopuşu ifade ediyordu ve buradaki temalardan esinlenen sos­ yologlar, ırk düzeninin sınıf düzeniyle karıştırılmaması gerektiği görüşü­ nü benimsediler. İç sömürgeciliğin söz konusu olduğu bir durumda, ırk düzeniyle toplumsal düzen diyalektik bakımdan birbirine bağlıydı. Do­ layısıyla ırksal azınlıkların üyeleri çifte sömürüye maruz kalıyorlardı. Daniel Moynihan’ın siyah aile üstüne kaleme aldığı bir raporu yayımlamasıyla patlak veren skandal, 1965’te yaşanan en önemli döne­ meçti.47 Ele aldığı temalardan hiçbiri yeni görünmüyordu. Yazar, bir kez daha aile bağlarının çözülmesinden söz ederken “ patoloji” sözcü­ ğünü kullanıyordu. Tarihçilerin çalışmalarından sonuçlar çıkarırken, bunları yalnızca köleliğin uzak etkileriyle ve ayrımcılıkla değil, genç in­ sanların işsizliğiyle de ilişkilendiriyordu. Bu rapor karşısında gösterilen tepki kopuşu başlattı. Bir yanıyla, 2 0 ’li yıllardan beri yapılagelen ve öğütleriyle hiçbir zaman hayata geçirilmemiş resmi raporların birikme­ sinin, bu yeni yayına katlanmayı imkânsızlaştırdığı düşünülebilir. Öte yandan yazar, Siyahlar hakkında olumsuz bir imge yaratmakla suçlan­ dı; ailedeki istikrarsızlığı, Siyahların maruz kaldığı toplumsal koşulla­ rın (işsizlik, kötü eğitim, yoksul konutlar) sonucu olarak ortaya koy­ mak yerine, onların geri kalmasının nedeni olarak gösteriyordu. Mut­ lak görelilik adına, Siyahların kültürünü, Beyazların ölçütlerinden yola çıkarak eksikler bağlamında tanımlamaktan vazgeçilmeliydi; bu kültür, “ kendi içinde tam anlamıyla gelişmiş bir yaşamın kurduğu düze­ n e k ti.48 Bundan böyle sosyologlar azınlıkların dünyasını olumlu gös­ termeliydiler, aksi takdirde ırkçı siyasetlerle suç ortaklığı yapmış ola­ 47 Moynihan, 1965. Bu konu için bakınız Rainwater ve Yancey (yönetiminde), 1967. 48 Robert Staples, Blackweil ve Janovvitz’te aktarılm ış (yönetiminde), 1974, s. 98. caklardı. Azınlıklar dünyasında var olan engeller ya da terk edilmişlik duygusu üstünde ısrar etmeleri, onun elverişsiz imgesinin doğrulanma­ sını kolaylaştıracaktı; kaldı ki, bu imge en önemli engellerden biriydi ve azınlıkların Beyazlarla eşit olmadıkları görüşünü meşrulaştırıyordu. Moynihan’ın raporunun skandalla sonuçlanması, topluluklar üstüne yapılan klasik incelemelerin Beyaz bir araştırmacının elinden çıkması­ na artık tahammül edilmediğini gösteriyordu.49 Bir sonraki sahne Ame­ rican Sociological Association’da çıkan büyük tartışmaydı.50 William J. Wilson’ın da belirttiği gibi, koşullar yüzünden Beyaz araştırmacıların bu sorunlar üstünde çalışmayı sürdürmeye cesareti kalmamıştı ve51 üni­ versitelerde yeni açılan bölümlerde iş bulamadılar. Kamusal alanda tar­ tışma tutkusu, araştırmaların üstüne bütün ağırlığıyla çöktü. Yine 1 965’te yayımlanan ve Nathan Hare’in imzasını taşıyan Black A nglo-Saxons, siyah ayrılıkçılığın ilk ifade edilişi oldu.52 Ancak, bu hareketi siyasal düzlemde billurlaştıran, Stokely Carmichael ile Charles V. Hamilton’ın Black Pow er adlı kitabıdır. Lewis Killian’ın53 ortaya attığı terimi geliştiren bu kitap, Black poıvenn hem siyasal ya­ şam da hem de akademik çevrelerde kabul edilmesini sağlıyordu. Bu iki yazara göre, Amerikan toplumu yalnızca maddi refah arayışı çevresin­ de örgütlenmişti ve kendisi için öngördüğü hümanist değerleri terk et­ mişti. Amerikalılar, açık ve rekabete dayanan bir toplum kurduklarını öne sürüyor, ancak Siyahların -gerçek bir halk oluşturdukları için bü­ yük harfle yazılmayı hak ediyorlardı- bu açıklıktan yararlanmalarını ve rekabete katılmalarını istemiyorlardı. Serbest girişime değil halkın özgürlüğüne dayanan yeni bir toplum yaratmak gerekiyordu. Beyaz burjuvazi kurumsal ırkçılığın omurgası olduğuna göre, artık Siyahlar, onlarla asimile olmak için, uzun süreden beri benimsedikleri projeden 49 Siyah sosyolojiyi etkilemiş Yahudi sosyologlardan biri olan Robert Blauner de böyle bir dene­ yim yaşamıştı. Bkz. R. Blauner ve D. Wellman, “Toward the Decolonisation of Social Rese­ arch” , Ladner’de aktarılm ış (yönetiminde), 1973, s. 326. 50 51 52 53 Bu konu için bkz. Blackwell ve Janow itz’in bir araya geirilmiş makaleleri, 1974. Wilson, 1987, s. 21. Hare, 1965. Daha 1 9 4 ’de ayrılıkçılığı öven Oliver Cox bu kitaba önsöz yazmıştı. Kilüan, 1968. vazgeçmeliydiler: Beyaz burjuvazi, siyah topluluğu ortadan kaldıran değerlere başvuruyordu. Değişiklik, olsa olsa Siyahlardan gelebilirdi, çünkü Beyaz topluluk kendiliğinden hiçbir şey vermeyecekti. Anayasa’nın 1. maddesi siyah yurttaşa, bir “ insan” ın, yani Be­ yaz insanın seçmen gücünün beşte üçünü tanıyordu. Demek ki, yurttaş­ lıkla tanınan biçimsel haklar (özellikle oy hakkı), bu haliyle göz ardı edilemezdi -yetersiz kalsalar bile. “ Seçmen kütüklerine kayıtlı olmanın bile çok önemli sonuçları vardır. Tabanın katılımını genişletmek, siya­ sal modernleşmenin başladığım gösterir. Bununla birlikte, varoluşçula­ rın iyi bildiği bir sonuç da yaratabilir: “Var olma duygusu” . Kütüklere kaydolan Siyahlar Beyazlara hayır demiş olurlar. Onlara şöyle derler: “ Oy kullanamayacağıma karar vermiştin. Yerimi belirlemiştin ve onun dışına çıkmamamı istemiştin. Beni köstekledin ve bu kösteği kıracağım. Beni hapsettiğin sınırların dışına çıkıyorum. Sana hayır diyorum ve kendi varoluşumu iyileştirmek için uğraşıyorum. Beni köstekleyen kar­ şısında direniyorum.” İşte ilk perdenin son sahnesi. Siyahlar yaşamaya başlıyorlar. Kendilerini baskı altında tutanlara hayır diyerek kendi va­ roluşlarını yaşamaya başlıyorlar. Elbette bu kadarı yetmez. Siyahlar, yüzyıllar süren korkudan bir kez çıktı mı, bir kez direnme isteğine ka­ vuştu mu, artık sıra oy pusulasını en iyi biçimde kullanmaya gele­ cek.”54 Her ne kadar oy hakkı temel derecede önemli olsa da yalnızca bireyleri kapsıyordu. Siyahlar, bütün bir halk olarak sömürüldükleri için oy pusulası yeterli değildi; halk olarak tanınmaları gerekiyordu. Amerikan toplumunun yapısı halklara ya da etnik gruplara da­ yandığı için, bu daha da büyük bir zorunluluktu. İtalyan-Amerikalıların ve Yahudilerin toplumsal başarıya çalışarak kavuşmalarının nede­ ni, aynı zamanda iktidarın nimetlerinden yararlanmalarıydı. Siyahlar, yalnızca siyah gücü, Black poıven ellerinde tutarak bu tür bir kader yaşayabilirlerdi. Siyahlar, Beyazların onlarla ilgili imgesine göre tanım­ lanıyorlardı: Tartışılması gereken de buydu. Siyahlar, diğer halkların tersine, toplumdaki ırkçı yapılar yüzünden kendileri olmanın gururu­ nu yaşayamamışlardı. Myrdal, “Amerikan ikilemi”nden söz etmekte haksızdı. Beyaz Amerikalılara göre, Amerika için iyi olan şey Beyazlar için iyi olan şeydi, Siyahlar için değil: Amerikan amentüsü onları kap­ samıyordu. “ Bütünleşme” siyaseti, Beyazların üstünlüğünü korumaya yarayan bir kurnazlıktı, zira Beyazların değerlerine göre gerçekleşmiş­ ti ve Siyahların kendi kimliklerinden vazgeçmelerini, kendi miraslarını reddetmelerini şart koşuyordu. Bugün kendilerini yeniden tanımlama­ ları gerekiyordu ve bunu yalnızca onlar yapabilirdi. Afrika tarihiyle il­ gili büyük cehaletin de gösterdiği gibi, kölelik döneminden beri Beyaz­ larda uyanan olumsuz imgeleri, yalnızca bu yolla saf dışı bırakabilir­ lerdi. Sabır gösterme ve şiddet kullanmama çağı geçmişte kalmıştı. Si­ yahların çıkarları, diğer gruplardan hiçbirinin çıkarıyla çakışmıyordu. Diğerleri sistemi kabul ediyorlar ve yalnızca özel bazı noktalarda iyi­ leştirme yapılmasını istiyorlardı. Sistemin temelden çürüdüğünü gö­ renlerse yalnızca Siyahlardı. Bu yüzden de, örgütlenmeleri ve ötekiler­ le ittifak kurmadan önce özerk bir iktidara kavuşmaları gerekiyordu. Eşit taraflar arasında kurulmayan siyasal ittifaklar etkili olamazlardı. Açık topluma girmeden önce, grubun kendi saflarını sıklaştırarak, kendi onurunu yeniden elde ederek ve kendi kuramlarını yaratarak işe başlaması gerekiyordu. Bu anlamda Siyahlar kendi okullarını ve ken­ di siyasal örgütlerini düzenlemeli, yönetmeli ve kadrolarını oluşturma­ lıydılar. Onlar karşısında sorumluluk taşıyan, kendi liderleri olmalıy­ dı. Siyah halk birleşmeli, kendi mirasını tanımalı, dayanışma duygusu­ na ulaşmalı, kendi hedeflerini belirlemeli ve kendi siyasal yönetimini ele almalıydı. Onlara göre, Amerikan toplumu Siyahlan dışlam ak, küçük düşürmek ve baskı altında tutmak üzere örgütlenmişti. Dünyanın di­ ğer ülkelerindeki Siyahlar çok daha başarılı (achievem ent) olm uşlar­ dı, çünkü hepsi de geri durumda değildi. Afrika’da yaşayan Afrika­ lılar, sömürge olmanın gerçek anlamını, Amerika’da yaşayan ve hâ­ lâ sömürgeciliğe maruz kalan Siyahlardan çok daha iyi anlamışlardı. Siyah entelektüellerin başlarını kaldırmalarının tek nedeni, Beyazla­ rın insanseverliğiydi ve onlar da, egemen sosyolojinin egemen amen- tüsünü tekrarlayıp duruyorlardı. Kitlelere yabancılaşm ış ve onlardan kopmuşlardı: Sürdürdükleri m ücadelede, G andi’ye ve onun şiddet kullanmama görüşüne başvuruyorlardı (bu noktada Martin Luther King’in ve Yurttaşlık Hakları Hareketi’nin eleştirisi yapılıyor); oysa kendi özsül kültür geleneklerini, kölelik kaderinin doğrudan ifadesi olan N egro spiritualsı dayanak alm aları gerekiyordu. Siyahların asi­ mile olması, yani kendi kültüründen ve tarihinden arındırılması ge­ rekmiyordu; yapılması gereken bütünleşmekti, tıpkı İrlandalılarda ya da Almanlarda olduğu gibi, onların mirasının da artık tanınması gerekiyordu. Toplum içindeki bütün yapılar kendiliğinden ırkçıydı. Siyah businessm başarısızlığa uğramasının nedeni bireylerin yetersizlikleri de­ ğil, toplum içindeki ırkçı yapılardı: Siyahların bireysel girişimleri Be­ yazların girişimleriyle rekabete girmedikçe başarılı olamazdı; Siyahla­ rın kolektif girişimde bulunmaları gerekiyordu. Siyah çocuklar siyah okullara gitmeliydiler.55 Siyahların kapasiteleri, Beyaz IQ testleriyle öl­ çülüyordu: Bu yüzden Siyahlar testlerde başarısız oluyorlardı. Üniver­ sitelerde yapılan bütün sınavlarda ve daha genel olarak, sözde Beyaz bilirkişilerin Siyahların nitelikleri üstüne yaptıkları bütün değerlendir­ melerde aynı durum söz konusuydu. Beyazların ortaya attığı ve evren­ sel olduğunu iddia ettikleri normlar, Siyahlara özgü değerleri aşağıya çekiyor, onların kimliğini tehdit ediyor, alt-insanlar olduklarını ima ediyordu. Oysa dil, çevre, değerler ve tutumlar gibi temel farklar bakı­ mından Beyazların onları değerlendirmesi mümkün değildi. Toplum­ daki ırksallaşmayı artıran ve ıvelfare adı verilen toplumsal siyaset Si­ yahlara zarar veriyor ve onları daha da geri bırakıyordu. Beyazlar, bu denli derin toplumsal eşitsizliğin yaşandığı koşullarda hiçbir anlamı kalmayan bir eşitlikten söz ediyorlardı; Siyahlar adalet istiyordu. Hiç kuşkusuz, iktisadi alanda talepleri vardı, ancak daha da önemlisi ken­ di saygınlıklarını elde etmekti. Tikelcilik ve Siyaset Polemiğe ve siyasete yönelen, ancak so cial scientists tarafından yazıl­ mış olan bu kitabın temel savı, radikal siyah sosyologlardan oluşan bütün bir kuşak tarafından geliştirildi; bu kuşakta, 1969’da üniversite sosyolojisinin establishm entm a karşı çıkan ve radikal sosyologlardan oluşan genel hareketin en nüfuzluları yer alıyordu. Hem Amerikan toplumunu hem de sosyolojisini çürütürken iradi bir tikelciliği benim­ siyorlardı. Hepsi de, Birleşik Devletler’deki toplumsal düzenin oluşma­ sının ve üretilmesinin merkezinde ırkın yer aldığını düşünüyordu. Bu­ na karşılık, etnisite sosyolojisinin tek nesnel işlevi, yalnızca Beyazlar­ dan oluşan sözde bir melting p o t sayesinde Beyazların hegemonyaya dayanan egemenliğini maskelemekti.56 Siyahlar, Marxçılıktan etkilen­ miş düşünürlerin öne sürdüğü gibi, diğerleri gibi ezilen insanlar da de­ ğildiler, deneyimleri tekti ve bu deneyimle yeni bir sosyoloji kurmak gerekiyordu. “ Köle ile efendisi dünyayı aynı biçimde anlayamazlar ve onun karşısında aynı tutumu takınamazlar.”57 Yalnızca Siyahlar kendi “ halk” larını anlayabilirlerdi. Eskiden de sosyolojinin ilgisini çeken bir soruyla karşı karşıya kalınıyordu: Ötekini anlamanın sınırları, araştırmacı ve onun nesnesi arasındaki mesafe ve yakınlık. Bununla birlikte, siyah sosyologların isyanı, itısid rs/outsiders adı verilen tartışmayı alevlendirerek bu geleneksel tar­ tışmaya yepyeni bir güç kattı. Robert Merton, belli bir toplumsal gru­ ba ait olmayanların da onu inceleyip anlayabileceklerini hatırlatıyor­ du.58 Radikal siyah sosyologlar ise bu görüşe karşı çıkıyorlardı. İlk kuşaklarda yer alan siyah sosyologlar, yalnızca bilim adamı olmakla kalmıyor, aynı zamanda ve her biri kendi uyarınca Siyahlara dayatılan koşullar karşısındaki mücadeleye de katılıyorlardı. Ancak asimilasyon perspektifinde yer alıyor ve sosyolojinin evrenselliği dü­ şüncesini muhafaza ediyorlardı. Tikelcilik talep eden radikal siyah sos­ yologlar bundan böyle siyah olmayan araştırmacıların, kesinkes sos­ 56 Yakın dönem de ortaya konan argüm anlar için örneğin bkz. San Juan, 1992. 57 Ladner, 19 71, s. xvu. 58 Merton, 1972, Sollors’da yeniden ele alınmış (yönetiminde), 1996, s. 32 5-369 . yolojik ve siyasal saydıkları bir sorunu ele almalarını istemiyorlardı. Resmi sosyoloji, M arxçı olsa bile, iddia ettiği gibi ne nesneldi ne bilim­ sel ne de evrensel; tek niteliği “ Beyaz.” olmasıydı. Dolayısıyla “ Beyaz kavramların sahte evrenselliğine karşı” ayaklandılar: “ Gerçeklik, Av­ rupa’da ve Kuzey Amerika’da yaşayan küçük bir Beyaz azınlığa göre kavramlaştırıldı. Bizi ezenlerin kısmi gönderimlerle oluşturduğu çerçe­ veyi terk etmeli ve kendi gerçekliğimize saygı gösteren yeni kavramlar yaratmalıyız; çünkü bu gerçeklik, yeryüzünde yaşayan erkekler ile ka­ dınlardan oluşan devasa çoğunluğun gerçekliğidir.” 59 Sosyolojinin, yalnızca Beyazların bakış açısından yola çıkılarak oluşturulmuş olması, onun eleştirisi yapılırken sözcük dağarcığının ne­ den gözden geçirilmek istendiğini açıklar. Siyahların bakış açısını temel­ lendirmek için terimleri eleştirmek ve gerçekliği yapılandıran sözcükle­ rin yerine sistemli olarak başkalarını koymak önemliydi: Siyah sosyolo­ ji “zenci” ya da “ Beyaz olmayan”ın yerine “ Afrikalı”yı ya da “ Siyah”ı koydu, “ ırkayrımı”nm yerini “sömürgeleştirme” , “ bütünleşme”nin ye­ rini “ özgürleşme”, “ eşitlik” in yerini “ özgürlük” , “asimilasyon”un yeri­ ni “Afrikalılaştırma” aldı.60 Preston Wilcox, tamamlayıcı önerilerde bu­ lundu: “Kentsel yenileşme”nin (urban reneıval) yerine “Siyahların dış­ lan m asın ı (negro removal), “ örnek kentler” in (m odel cities) yerine “örnek sömürgeler” i (m odel colonies), “ insan ilişkileri”nin (human re­ lations) yerine “ sömürge ilişkileri”ni (colonial relations), “ kültürel ba­ kımdan yoksun bırakılmış”ın (culturally deprived) yerine “yasadışı ola­ rak yoksun bırakılmış”ı (illegally deprived), “toplumsal koruma” nm (public w elfare) yerine “ kamusal sömürü”yü (public starvation), vb. kullanmak gerekiyordu.61 Sözde evrensel sosyoloji, 18. yüzyılın sonun­ daki Amerikan ve Fransız devrimlerinin ürünüydü, radikal sosyoloji ise, 60’lı yıllarda azınlık talebi hareketinden doğan bir akımdı.62 59 Lenore Benett, Ladner’de aktarılmış (yönetiminde), 1973, s. xıu (tanımlık). 60 Abd-1 Hakimu Ibn Alkalimat (Gerald McWorter), “The Ideology of Black Social Science” , Ladne’de (yönetiminde), 1973, s. 179. 61 R. W. Walters tarafından aktarılmış, Ladner’de (yönetiminde), 1973, s. 198. 62 D. Forsythe, “R adical Sociology and Biacks” , Ladner’de (yönetiminde), 1973, s. 224. Sosyolojiyi yeniden kurma tutkusu, çelişkili bir biçimde evrenselciliğin toplumu tanımaya ilişkin projesiyle buluştu, ancak bu kez mutlak bir tikelcilik talebiyle birlikte geliyordu. Irkçılığı, bireylerin ya da toplu­ mun patolojisiyle açıklayan çözümlemeleri reddetmek şarttı, siyah soru­ nunu “sorun” (Myrdal’ın yaptığı gibi Beyazların sorunu olarak bile) ve sapma olarak düşünmekten vazgeçmek gerekiyordu. Nihai sorumluluğu kurbanın üstüne yıkan (to blame the victim) yoksulluk kültürü sosyolog­ larına karşı, siyah ailenin gücünü ve karmaşıklığını, sıcaklığını, baskının ve ırkçılığın egemen olduğu bir toplumda taşıdığı direnme kapasitesini, yaratıcılığını, olumlu bir üslupla gün ışığına çıkarmak gerekiyordu. Siyah toplumsal bilimini geliştirmek üzere, özgür bir siyah kültürün var oldu­ ğunu hatırlatmak, Afrika kültürünü ve tarihini öğretmek önemliydi: Grup, kendi kimliğini yalnızca kölelik, sefalet ve sömürü geçmişine da­ yandırarak kurmamalıydı. Onu, eksiklikler bağlamında betimlemekten vazgeçilmeliydi. Daha genel olarak, bütün radikal sosyologların tavsiye ettiği toplumsal değişimi körüklemek için, Siyahların bakış açısından (Black perspective) yola çıkmak gerekirdi. Black sociology yepyeni bir di­ siplin olarak kurulmalıydı. Kendi araştırma araçlarını ve kendi paradig­ malarını yaratmalıydı. Siyah halkın yeniden doğuşu, sosyolojinin yenilen­ mesinden ayrılamazdı. Siyah ulusçuluğu incelemek için, Beyaz sosyoloji­ nin benimsediği “kademeli değişime dayanan toplumun denge modeli”nin yerine “zorlamaya dayanan ve devrimle değişmesi gereken bir top­ lumun çatışma modeli”ni63 koymak şarttı. Siyah entelektüeller, nesnel ol­ duğunu ve Beyaz sosyolojinin değer yargılarından arındığını öne süren perspektifi taklit etmekten vazgeçmeliydiler. Bundan böyle yapılması ge­ reken şey, gözlem ve nesnel olduğu iddia edilen çözümlemeler değil, top­ lumsal müdahaleyi ve toplumun derinden dönüştürülmesini içeren bir program oluşturmak, hem ırkçılığı hem de sınıf baskısını bertaraf etmeyi hedeflemekti. Böylelikle, sosyoloji bilgisinin sorunları kendi bütünlüğü içinde yeniden formüle edilebilir, bütün toplumsal örgütlenmeyi (the very fabric o fso ciety ) anlamak ve değiştirmek mümkün olabilirdi. 63 Ibn Alkalim at’ın bu formülleri W. W ilson tarafından aktarılm ış, Blackwell ve Janowitz’de, 1974, s. 329. Black so ciology yandaşlarına göre sosyoloji projesi eylemle iç içeydi. Bu duruş, üniversitelerde oldukça etkin olan feminist hareket militanlarının duruşuna paraleldi; öyle ki, artık üniversitelerde düşün­ sel bakış açısına göre (tarih, sosyoloji, antropoloji) değil hedefine gö­ re tanımlanan bölümlerin sayısı (Black studies, ]ew ish studies, gender studies ya da feminist incelemeler) hızla artıyordu. Sosyolog militan­ lar, mutlak görelilik duruşunu temellendiren çözümlemelere dayana­ rak ve kültürler arasında iletişim kurulamayacağını öne sürerek, siyah olmayanların siyah dünyayı anlamasının mümkün olmadığını söylü­ yorlardı -böylelikle, sosyoloji araştırmalarında evrensellik ufkundan vazgeçilmiş oluyordu. Bilimsel çalışmada, M yrdal’ın kitabına kadar fi­ ili varlığını sürdüren ırk bölünmesi, artık militan araştırmacıların bir talebi haline geldi ve üniversitelerdeki çeşitli bölümlerin örgütlenmele­ ri tarafından kurumsallaştırıldı. Philip Gleason, Amerikan kimliğinin din bağlamında yorumlan­ masını önce Katoliklerin dayattığını, Yahudilerin de etnisite paradigma­ sını kabul ettirdiklerini gözlemliyordu. Günümüzde ise, etnilerarası iliş­ ki sosyolojisinin başrolünde Siyahlar vardı ve kendi ulusal kimlik yakla­ şımlarını dayatıyorlardı.64 Bu uyarıdan yola çıkılarak şu sonuca varıla­ bilir mi: Üniversitelerdeki ortama, tarihsel bir ortaklaşmadan gelen sos­ yologların egemen olması, bu ortaklaşmanın Amerikan toplumuyla bü­ tünleşmesi sürecinin özel bir evresiyle mi ilgilidir? Yoksa, deneyimleri te­ melden birbirinden farklı toplumsal gruplar arasında kurulan ve bu uya­ rıda ima edilen örneksemeden kaçınmak mı gerekir? Black sociology yandaşları, sosyoloji geleneğini tartışmalı hale mi getirmek istiyorlar? Black so ciology, hem siyasal hem de sosyolojik nitelikte bir so­ ruyu ortaya atar. Evrensel mesaj, kuvvet ilişkilerinin ve önyargıların gerçekliği üstünde etkisiz kaldığına ve dolayısıyla bu gerçekliği doğru­ lamaktan başka bir işe yaramadığına göre onun bir aldatm acadan iba­ ret olduğunu mu düşünmek gerekir? Tocqueville, Birliğe bağlı Ameri­ kalıların, Kızılderili toplumunu tümüyle yasal ve “ insansever” neden­ lerle yok etmesinden söz ederken son derece keskin ironik bir dil kul­ lanıyordu.65 M arxçı sosyologlar, biçimsel özgürlükler ile gerçek özgür­ lükler arasındaki ayrımı ortaya koyarken yurttaşlığı sahte bir evrenselcilik barındırmakla suçladılar; eşit olmayan insanlara eşit muamele öngören yurttaşlık, gerçek eşitsizlikleri benimsemiş ve meşrulaştırmış oluyordu. Günümüzün radikal siyah sosyologları da, Martin Luther King’den esinlenen yurttaşlık hakları militanlarının, niyetleri ne olur­ sa olsun, Amerikan demokrasisinin öngördüğü evrensel ilkeleri hatır­ latmakla siyah ayrımcılığına dayanan toplumsal bir sistemi meşrulaş­ tırmaktan ve hakiki eşitlik için verilen mücadeleyi engellemekten baş­ ka bir şey yapmadıkları sonucuna varıyorlar. Evrensellik mesajı sahte bir evrensellik haline dönüştüğünde, yani belli bir toplumla ya da bel­ li bir grubun çıkarlarıyla iç içe geçtiğinde, dışarıda asimilasyonculuğa ve içeride de grupların ayrımcılığına varıyordu. Bu düşünce tarzının neleri suiistimal ettiği ortadadır. Haklı ola­ rak sosyolojinin sınırlılığını ve bu değer yüklü konularda mutlak bi­ limsel nesnelliğe ulaşmanın imkânsızlığını vurgulamak, bilgiye ulaş­ mak için gösterilen kimi çabaları, ona kendini adayanları ırkı yüzün­ den diskalifiye etmekle sonuçlanmamalıdır: Böyle bir tutum ırklaştırıcı düşünce tarzının ürünüdür. Bu kitabın başından beri, sürekli olarak sosyolojinin toplumsal düşünceyle ve gerçekliklerle ne kadar yakın ol­ duğunu vurguluyoruz. Bununla birlikte en iyi sosyologlar bile, düzen­ leyici bir ufuktan ya da düşünceden başka bir şey olmayan nesnelliğe ulaşmak için -mükemmel sonuca ulaşam asalar d a - hep gayret ediyor­ lar. Ne var ki, Black so cio lo g y nin düşünsel ve siyasal bakımdan kimi kez endişe verici boyutlara ulaşan aşırılıkları yüzünden, radikal sosyo­ logların merkezi bir soruna değindiklerini de görmezden gelemeyiz; onlar, yurttaşlık ilkesinin, geçmişten miras kalan toplumsal gösterim­ leri aşmakta ne kadar zorlandığını ve benzer biçimde, bilgi çabasının oluşmasının ne denli zor olduğunu ortaya koyuyorlar. Amerikan de­ mokrasisinin, gerçekten de Siyahlar dışında, yani onlara karşı oluştu­ ğu açıktır ve oldukça geç gelen hukuksal gelişmelerden günümüze ka­ dar ırk bölünmesinin bütün kurumlarda bir değişmez olarak kaldığı doğrudur. Du Bois’nın ve Park’ın öğrencilerinin başına gelenlerde gö­ rüldüğü gibi sosyolojinin kendisi de bu kuralın dışına çıkamadı. Eğer Amerikan demokrasisi Siyahlar için kendi koyduğu değerlere saygı göstermekten acizse, o değerler karşısında saygılıymış gibi davrana­ maz. Bugün bile, Siyahlar ile Beyazları birbirinden ayıran farklar, Be­ yazların kendilerini diğer etnik gruplardan ayırmak için koyduğu fark­ lara göre bambaşka bir hacimde ve doğadadır.66 1832’de Tocqueville, tümüyle farklı koşullar söz konusuyken, Amerikan demokrasisini teh­ dit eden en büyük tehlikenin bu olduğunu görmüştü. Sosyolojiyle ilgili düşünsel projeyi oluşturan evrensellik ufku, akademik bölümlerin kendi hedeflerine göre tanımlanmasının tehdidi altındadır; artık araştırmacılar hem araştırmanın aktörleridir hem de konuları. İncelenmekte olan etnik gruplara doğuştan ait olmayanlar derhal bu incelemelerden dışlanırlar; üstelik bu araştırmacılara göre, araştırma etkinliği siyasal etkinlikle iç içedir ve iç içe olmalıdır. Yalnız­ ca M arxçı olduğunu ilan eden sosyologlar değil, onun dışında kalan çok sayıda sosyolog da, toplumla ilgili düşünceyi yalnızca Beyazlar ile Siyahlar arasındaki ilişkiye indirgeyen ve diğer bölünmeleri, diğer eşit­ sizlikleri ve diğer çatışmaları dışarıda bırakan her tür düşünsel girişi­ mi eleştiriyorlar. Gerek onların hareketinin etkisi gerekse bu konuların uzmanı sayılan Beyaz araştırmacıların vicdanen rahat olmaması yü­ zünden, incelenen azınlıklara bağlı olmayan araştırmacıların kendi ça­ lışmalarını sürdürmeleri imkânsızlaşıyor. Hiç kuşkusuz toplumun en aleni başarısızlığı da bu: Her geçen gün birbirine yabancılaşan grupla­ ra -h er ne kadar bunlara topluluk desek d e - bölünme riski hiç bitmi­ yor; sosyoloji de aynı başarısızlığı yaşıyor ve bilgi projesi toplumsal yaşamın kırılma hatlarını, kendi düşünsel projesiyle aşacak yerde, on­ ların dümen suyundan gidiyor. Bu bölümde, ünlü olmayı en çok hak eden iki sosyologdan, Thomas Sowell’dan ve William Julius Wilson’dan söz etmedim. Gerçi Sowell’ın araştırmaları iki yerde ele alındı, Wilson’ın çalışmalarını ise gelecek konuda ortaya koyacağız. Her ikisi de çalışmalarını tasarlar­ ken, genel anlamda sosyoloji bilgisine katkıda bulunmayı öngörmüş­ lerdi; yalnızca Siyahlara adanmış bir yaklaşım ortaya koymayı değil.67 Wilson 1974’te, insiders ile outsiders arasındaki tartışmada açıkça ta­ raf oldu. Krimoloji sosyolojisiyle ilgilenmek için suçlu olmanın gerek­ mediğini hatırlatıyor, Siyahların yaşadıkları deneyimlerin ne denli çe­ şitli olduğunu ortaya koyuyor ve şu çağrıyı yapıyordu: “Irk ilişkileri alanı, sosyolojinin başka herhangi bir alanı gibi özgürce gelişebilmelidir; bu gelişme sırasında, elde edilen bilgiler keşfedilmeli ve derlenmeli, hakikat arayışına girilmeli ve insiders ile outsiders öğretilerinin da­ yattığı keyfi engeller kaldırılmalıdır.”68 Sowell’in ya da W ilson’ın ya­ şadığı deneyim kendi düşünsel projelerine yabancı değildi: Kimin de­ neyimi kendi projesine yabancıdır ki? Ancak, radikal sosyologların tersine, istemedikleri halde onları “siyah sosyologlar” olarak adlandır­ mak ırklaştırıcı bir davranıştır; çünkü böylelikle onların niyeti hesaba katılmamış ve çalışmaları, evrensel olmayı hedefleyen akılcı bilgiye katkıda bulunma gayretinden uzaklaştırılmış olacaktır. 67 Wilson, 1973. 68 W. J. Wilson, “The New Black Sociology: Reflections on the “insiders and Outsiders” Controversy”, Blackwell ve Janowitz’de (yönetiminde), 1974, s. 334. Bu bakış açısı doğrultusunda, bü­ tün kariyerini Chicago Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde yapmış olan W ilson’ın (ayrıca Amerikan Sosyoloji Demeği’nin başkanlığını yapmıştır), 1996’da okulu terk etme konusunda yaptığı terci­ hin sosyoloji bakımından taşıdığı anlam sorgulanabilir; çünkü, Harvard Üniversitesi Afrika A raş­ tırmaları Bölümü’ne girmeyi tercih ediyordu. Her ne kadar daha önce çalıştığı urumun niteliği her­ kes tarafından kabul edilmiş olsa da, Wilson “ sosyal bilimler uzmanı” olarak Afrikalı-Amerikalılann sorunu üstünde çalışmak istediğini açıklıyordu (L e M on de, 25 Nisan 1997, s. vuı). DOKUZUNCU BÖLÜM Patlayan Bir Toplumda Patlak Veren Araştırmalar 1985-1995 B lack so ciology , Amerikan toplumunun kendisiyle ilgili sorularının ve sosyoloji araştırmalarındaki patlamanın belirtilerinden yalnız­ ca biridir. 8 0 ’li yıllarda, Ronald Reagan’ın başkanlık yaptığı dönem­ lerde üniversitelerdeki ortam büyük ölçüde değişti. Irk ilişkilerinin in­ celenmesine ayrılan paranın miktarı azaldı. Bütün bunlar, düşünsel ve siyasal krizin birer ifadesiydi. Siyaset-medya alanında yapılan büyük tartışmalar ile araştırm alarda ele alınan konular ve bilim çevrelerinde süren polemikler iç içe geçti; kâh ıvelfare siyaseti takdir ediliyor, kâh ırklar arasındaki eşitsizlikler üstünde yeniden tartışılıyordu. 60 ve 7 0 ’li yıllar boyunca benimsenen toplumsal müdahale ya da tvelfare siyasetinin etkileri, muhafazakâr düşünürler tarafından şid­ detle eleştirildi. Charles Murray’nin kitabı çok büyük bir tartışmaya vesile oldu: Murray, liberal eleştirinin klasik argümanlarını yeniden sunuyor ve sosyal yardımdan yararlananların kendi kaderlerine sahip çıkmalarını engelleyen welfaren\n, yoksulluğa yol açtığını ortaya ko­ yuyordu.1 Siyahlar, sosyal yardım alanlar arasında büyük oranda tem­ 1 Murray, 1984. G ans’ta, 1995, bunun karşıtı olan ve argüm anları oldukça sağlam bir bakış açı­ sı bulabilirsiniz. Ayrıca bkz. Jencks, 1992. sil edildikleri için, bu tartışma da, Siyahlar ile Beyazlar üstüne sürdü­ rülen tartışmanın az çok üstü örtülü devamıydı. Affirmative action si­ yasetiyle geçmişin ayrımcılıkları telafi edilmeye çalışılmış ve Üniversite’deki, kamu hizmetlerindeki, girişimlerdeki etnik ve ırksal azınlıkla­ rın sayısının oranlı olması için onlara yer ayrılmıştı; bu siyasetin so­ nuçlarıyla ilgili eleştiriler onun kadar tutkuluydu. Her ne kadar, çok­ kültürlü siyasetin etkileri üstünde sürdürülen ve bilimsel olduğu söyle­ nen tartışmada her zaman açıkça bu sonuca varılmasa da, çokkültür­ lü eğitim programları ve political correctness kuralları, ırksal azınlık­ ların taleplerine bir cevap niteliğindeydi. Charles Murray ve Richard Herrnstein, T he Bell Curve2 adlı ki­ taplarında Siyahların düşünsel bakımdan aşağıda olduklarına dair es­ ki biyolojik argümanları bir kez daha ortaya koyuyorlardı ve bu kita­ bın yayımlanmasından sonra çıkan tartışmanın şiddeti, tartışma orta­ mının gelişmişliğine dair başka bir ipucuydu,3 bilimsel argümanlar, ba­ sında yer alan makaleler ve kamu siyasetleriyle ilgili sorunlar tutkuyla iç içe geçmişti. Toplumsal Darvvincilikten esinlenen kitabın içeriğinde, “ ilerlemeci” araştırmacıların bilimsel bakımdan artık aşıldığını oybir­ liğiyle iddia ettikleri temalar yer alıyordu. Elbette, kitabın medyada yarattığı inanılmaz yankı, bilimsel niteliğiyle değil, önerilen çözümle­ melerin üstü kapalı siyasal sonuçlarıyla açıklanabilir.4 Her ne kadar Amerikalıların algısında ve toplumsal yaşamın kurumlaşmış biçimlerinde Siyahların özgül yazgısı merkezi bir rol oy­ nuyor olsa da, bilimsel çalışmadaki etnik-ırksal bölünme yalnızca Si­ yahları kapsamaz. Sosyologların, bütün azınlıklara olumlu gönderim­ ler yapmalarının gerekli olduğu, aksi takdirde istemeden ırkçıların suç ortağı haline gelecekleri giderek daha sık hatırlatılır oldu. Sonuç ola­ rak, “azınlık” olmayan araştırmacılar “ azınlıklar” la ilgili araştırm ala­ rı terk ederek, sosyolojinin siyasal mücadeleden ayrılamayacağı dü­ 2 3 Murray ve Herrnstein, 1994. Liberal Yahudi entelijansiyasının geleneksel yayıncısı olan The Free Press’in bu kitabı yayımla­ m ası, belki de skandalin etkisini artıran bir etken olmuştur. 4 Bu konu için bkz. Fassin, 1997. şüncesini pekiştirmiş oluyorlar. Kadınların içinde bulunduğu koşullar­ la ilgili tarihsel ve sosyolojik incelemeler de, feminist kadınların mili­ tanlığının bir parçası haline geliyor. Yahudiler, kendiliğinden, çoğun­ lukla Yahudi üniversitelerde Yahudiler üstüne yapılan incelemelere adıyorlar kendilerini. Afrikalı-Amerikalıların Birleşik Devletler’deki toplumsal kaderini anlamaya çalışan WASP sosyologların, tıpkı William Julius Wilson gibi, ırkın rolünün giderek “ azaldığı” nı -ırkın rolü­ nün olmadığını d eğil- öne sürmelerinden sonra ırkçılıkla suçlanmama­ ları mümkün müdür? Wilson, “ kendi ırkçılığının ve beceriksizliğinin” toplum tarafından bağışlanmasını sağlayacak “ kuramlar tezgâhlam ak’İ a ve böylelikle hak edilmemiş bir ünden ve başarıdan yararlan­ makla suçlanmıştı.5 Siyah Sosyologlar Derneği de kamuoyuna açıkla­ ma yaparak W ilson’ı suçlamış, Siyahların deneyimi hakkında yanlış bir gösterim sunduğunu iddia etmişti. Araştırmayla elde edilen sonuç­ lar ne olursa olsun, bunlar araştırmacının, hemen her zaman bilinen etnik aidiyetiyle biflikte yorumlanıyor. “AFFIRMATIVE ACTION” ÜSTÜNDE YAPILAN TARTIŞMALAR 70’li yıllardan sonra Amerikalı yetkililer, geçmişteki ayrımcılıkları tela­ fi etmeye ve farklı grupların toplumsal kurumlarda eşit olarak temsil edilmesini sağlamaya yönelik bir siyaseti benimsediler. İlke şuydu: Üni­ versiteler, kültür ve sanayi girişimleri ayrımcılığa maruz kalmış azınlık grubu üyelerine belli sayıda yer ayıracaktı. Bu ilkenin uygulanması, eyaletlere ve toplumsal yaşamın alanlarına göre değişen biçimler aldı. Yirmi yıl kadar sonra, bu düzeneklerin anlamıyla ve sonuçlarıyla ilgili tartışmalar öylesine coşkulu bir hal aldı ki, toplumsal adaletin ilkeleri bile tartışılır oldu. Burada yapılmak istenen, bu siyasetle ilgili ahlaki ve siyasal bir değerlendirme getirmek değil, ayrımcılıkkarşıtı siyasetlerin barındırdığı açmazları açıklığa kavuşturmaktır. Yurttaşlık haklan ku­ şağının kimi “ tarihsel” araştırmacıları, bugün, affirmative actiomn et­ kilerini sorguluyorlar. “Affirmative action siyasetinin yol açtığı siyasal bölünmeyi ciddiyetle sorguluyorum [...]. Affirmative action siyasetine getirilen eleştirileri bugün saygıyla karşılıyorum [...]. Affirmative actionm, ırklar arası eşitliği sağlamanın biricik yolu olduğu noktasında ıs­ rar edilmesi olumsuz etkiler yarattı; bu konuda yeniden düşünmek ge­ rekiyor [...]. Ders verirken gördüm ki, Beyazlar ile azınlıklar, ırk hak­ kında konuşurken sanki iki farklı dil kullanıyorlar.”6 En yoğun argümanlar getiren, en sert eleştiri “yeni-muhafazakâr”lardan sayılan Nathan Glazer’dan geldi.7 Irka, renge, dine ya da toplumsal kökene göre yapılan ayrımcılıkları bertaraf etmeye yönelik bu siyasetin Amerikalılar üstünde, kendi ırklarını, renklerini, dinlerini ya da ulusal kökenlerini durmaksızın sorgulamaya itmek, kendi aidi­ yetlerini benimsemek ve “ dondurmak” gibi olumsuz bir etkisinin ol­ duğunu vurguladı. Glazer’e göre, “ ırk bilinci” pekişip durdu. Ayrımcılıkkarşıtı siyaset, ırkçılıkla ilgili bir takıntının doğmasına yol açmış, si­ yasal söylemleri ve toplumsal çatışmaları “ ırksallaştırma” eğilimi gös­ termişti. Bazı gruplara özgül haklar verilerek, bireylerin bu gruplara aidiyeti bilincini pekiştirmekten kaçımlamazdı. Pierre Van den Berghe’nin de belirttiği gibi “ Amerika, ırk bağlamında düşünmemenin mümkün olmadığı bir toplum”8 haline gelmişti. Bazı radikal siyah sos­ yologlar bile, istemeden ırksal farkların varlığını benimsemeye katkı­ da bulunan siyaseti eleştirdiler. Yeni-muhafazakârların ve bazı radikal sosyologların yönelttiği bu eleştiri, “sol”un bazı başka sosyologları tarafından tamamlandı; af­ firmative action siyasetleri şu tür etkiler de yaratmıştı: Grup içi daya­ nışmanın ifade edilmesini engellemiş, azınlık grupları içindeki sınıfsal bölünmeleri pekiştirerek azınlık grubu içindeki en elverişli azınlığın işi­ ni kolaylaştırmıştı. En büyük çoğunluğun koşulları daha da berbatlaşmıştı. Ancak bu gelişme, bütün bir toplumun yaşadığı gelişmeden ay­ 6 R. Blauner, “ But things are much worse for the Negro peopİe: race and radicalism in my life 7 özellikle bkz. Glazer; 1975; Glazer ve Young (yönetiminde), 1983. 8 Van den Berghe, Stanfield’de, 19 93, s. 252. and work”, Stantield’de, 1993, s. 2 9 ve 30. rı tutulabilir miydi? Gelir eşitsizlikleri ve daha genel olarak toplumsal koşullardaki eşitsizlikler giderek artmış, orta sınıf ile underclass ara­ sındaki fark uçuruma dönüşmüştü. Siyah nüfusun başına gelenler, yal­ nızca affirmative action siyasetinin etkilerine bağlanamazdı. Kaldı ki bu siyaset, Glazer’m da vurguladığı pek çok somut so­ runun boy göstermesine yol açmıştı; busing örneği de bunlardan biriy­ di. Bu terim, yasanın dayattığı bir uygulamayı belirtiyordu; siyah ve Be­ yaz çocuklar, genellikle uzak mesafelere otobüsle götürülüyorlardı ve böylelikle iki ırktan çocukların okuldaki oranlarının toplam nüfustaki oranlarıyla orantılı olması sağlanıyordu. Uygulamadaki sakıncaların dışında (çocuklar, kendi evlerinin çok uzağındaki eğitim kurumlarına gidip gelmek zorunda kalıyorlardı), Glazer’m görüşüne göre busing, hakiki bütünleşmeye pek de yol açmadığı gibi çocuklardaki ırk bilinci­ ni pekiştiriyor ve yerel toplulukları yok ediyordu. Zaten, elverişli çev­ relerden gelen çocuklar, ebeveynlerinin onları özel okullara kaydettir­ mesi sayesinde bu zorunluluğun dışında kaldılar. Çocuklar sınıflarda, ayrı gruplar halinde oturuyorlardı. Bireyler arasında hakiki ilişkiler ku­ rulması için, onları aynı mekânda bir araya getirmek yeterli değildi. Affirmative actionm anlamı üstüne soru sormaktan kaçınılabilir mi? Gerçekten de, anlamları birbirinden farklı iki siyaseti birbirinden ayırmak önemlidir. İlki, fırsat eşitliği ya da equal opportunity siyaseti­ dir. Toplumsal yaşamda bütün yurttaşların eşit olduğunu ilan eden il­ kenin gerçek anlamda uygulanması için gerekli düzenekler oluşturulur. Irkçılık karşıtı ve daha genel olarak ayrımcılıkkarşıtı yasaların ya da en yoksun durumda olanlar yararına belirlenen toplumsal siyasetin anla­ mı fırsat eşitliğidir; onlara, haklarını gerçekten kullanabilmeleri için ge­ rekli olan maddi olanaklar verilmeye çalışılır. İkincisi ise, reverse discrimination ya da affirmative action ya da fair shares policy ya da kota siyasetidir: Bu ifadelerin hepsi aynı anlama gelir. Toplumsal yaşamın çe­ şitli kademelerinde farklı grupların eşit temsil edilmesi ilkesine dayanan bu siyasetin amacı, toplumsal engelleri telafi etmektir. Dolayısıyla, ilk siyasetteki gibi bireylerin değil grupların eşitliği düşüncesine dayanır. Geçmişte olduğu gibi bugün de, çoğu kez ayrımcılığa maruz kalan ki­ mi gruplar yararına kaynakların yeniden dağıtılması siyasetini sürdür­ mekle sonuçlanmaktadır. Bu iki siyaset arasındaki felsefi farkı gözden kaçırmamak gerekir. Birinci siyasetin temel aldığı fırsat eşitliği ilkesi, fi­ iliyattaki eşitsizlikleri ortadan kaldırmayı değil, onları liyakat ya da ye­ tenek farklarıyla açıklamayı ve doğrulamayı kapsar. Bütün grupların bütün toplumsal kurumlarda eşit olarak temsil edilmesiyle kendini gös­ termez. Bütün bireylerin siyasal eşitliğini sağlamak için gayret edilmek­ le birlikte, onların ortak kaynaklardan eşit pay alması hedeflenmez. İkinci siyaset ise, gruplar arasındaki eşitliği yeniden kurmaya yönelir­ ken, kaynakları da ayrımcılığa maruz kalmış gruplara aktarır. Oysa grupların eşitliği, Amerikan demokrasisinin dayandığı il­ keyle, yani bireylerin eşitliğiyle çelişir. Örneğin, azınlıkların temsil edil­ mesini sağlamaya yönelik fiili kotalar adına, zayıf not almış bir adayı Üniversite’ye kabul edip sırf “ kayırılan” bir gruba (Yahudiler ya da Asyalılar) bağlı olduğu için yüksek not almış başka bir adayın başvurusu­ nu reddetmek, bireylerin eşitliği ilkesini tartışmalı hale getirir. Bu tür bir eşitlik, çoğunlukla üretimi baltalayacak şiddetli tepkilere yol açabilir. Muhaliflerin üstünde ısrarla durdukları açmazlar bunlardı ve pek çoğu, uzun süre fırsat eşitliği siyaseti için militanca mücadele ettiler. Ne yazık ki, Amerikan tarihi şunu da gösterdi: Du Bois’dan M ar­ tin Luther King’e, equal opportunity siyasetinin temellerini oluşturan evrenselcilik ilkeleri adına Amerikan demokrasisinde verilen mücadele, Siyahlar için ne muamele eşitliği getirdi ne de fırsat eşitliği. İçsavaş’ın so­ na ermesinden yüzyıl sonra benimsenen yurttaşlık ilkesi de, tarihten mi­ ras kalan etnik-ırksal aidiyetleri aşmayı başaramadı. Sömürge-sonrası toplum, köleler ile efendiler, yerliler ile sömürgeciler arasındaki statü farklarıyla ilgili anıları silemedi. Yakın tarihte yayımlanan kitaplar, Be­ yazlar ile Siyahlar arasındaki temel ayrımın sürdüğünü vurguluyorlar; Siyahlar, örneksemeli anlamda bir tür kast oluşturuyorlar hâlâ; “kar­ m a” bireyin (“ kan”ı siyah olan birey) siyah olarak algılanmasına neden olan yasa, zihinlerde ve kurumlarda hâlâ canlılığını sürdürüyor.9 Affirmative actionm anlamı ve sınırları üstünde yapılan tartışma, etnik kimliklerin oluşumunda Devlet’in rolünün aydınlığa kavuşmasını sağladı. Etnik Koruyucu-Devlet (etnik kültürün sürdürülmesi sorumlu­ luğunu üstlenir, bu aidiyetle ilgili hakları ve yükümlülükleri belirler, bu aidiyetin sürekliliğini ve yayılmasını sağlamak için uzmanlardan oluş­ muş bir yapı kurar) olarak adlandırabileceğimiz yapı, etnik bilincin doğmasına ve varlığını sürdürmesine, etnik grupların siyasal güçler ha­ linde seferber edilmesine ve dolayısıyla toplumsal yapının bu grupların varlığına göre örgütlenmesine, kaçınılmaz olarak katkıda bulundu. Affirmative action siyaseti, çokkültürcülük siyasetiyle çakışmasa bile ona sıkı sıkıya bağlıdır. Nitekim, bu siyasetin yandaşlarına göre, or­ tak Amerikan kültürü, toplumun bütün üyelerinin eşit muamele görme­ sini güvence altına almadığına göre başka bir siyaset benimsemek gere­ kir: Gruplardan her birinin saygınlığının kabulünü sağlayacak, bunu yaparken de, gerek üniversitelerde gerekse genel olarak bütün toplum­ da her bir grubun kendi kültürünü olduğu gibi ifade etmesini benimse­ yecek bir siyaset. Böylelikle Afrikalı-Amerikalıların, H ispaniclehn ya da Asyalıların kolektif saygınlığı kabul edilmiş olacaktır; gelenekleri ge­ reği kendi kimliklerini gerçek anlamda ifade edemeyen nüfuslar, Batı modelinin giydirdiği deli gömleğinden (Charles Taylor’ın kullandığı de­ yim) kurtulacaklardır. Çarpıcı bir ifadeyle "We are ali multiculturalists n ow ”10 diyen Nathan Glazer, günümüzde, çoğu öğretim kurumunda benimsenen çokkültürlü siyasetin, Amerikan toplumunun Siyahlar ile bütünleşmekteki başarısızlığının bedeli olduğunu öne sürüyordu. Amerikan nüfusunun kökenlerindeki çeşitliliği kamusal alanda kabullenme ve tanıma iradesinden yola çıkıldığı halde, kimi kez her tür evrenselciliğin reddedildiği görüşlere ulaşıldı. Çokkültürcülük eleş­ tirilerinde, Batı kültürüne karşı çıkan radikallerin, onu mahkûm eder­ ken aşırıya kaçtıkları noktalar vurgulandı. Diyorlardı ki, Aristoteles Beyaz bir insandır ve yıllar önce Yunanistan’da doğmuştur diye h ispanic kökenli bir üniversite öğrencisinin onu anlayamayacağı söylenebi­ lir mi? Her ne kadar, onun tarihsel deneyimi bir Yunan sitesinden iba­ ret olsa da, eserlerinde herkesin ulaşabileceği evrensel bir boyut vardır. Bu boyut, onu yaratan ortamın özel toplumsal deneyimine indirgene­ mez. “ Azınlıklar”ın, a priori büyük eserleri anlamaktan aciz oldukla­ rını düşünmek, onları aşağılam ak değil de nedir? Kaldı ki bu durum, Şili ya da Meksika kökenli öğrencileri, kendi kimliklerinin arayışı ve kendi kişisel kaderleri ile büyük Latin Amerikalı romancıların eserleri arasında seçmeli bir yakınlık kurmaktan alıkoymayacaktır. Kimi çokkültürcülük militanlarının bütün bir Batı kültürünü şiddetle suçlam a­ ları ve Avrupa kültür geleneğine dayanan ulusal birliği muhafaza etme kaygısı taşıyan muhafazakâr yazarların bu tutumu bir o kadar şiddet­ le çürütmeye çalışmaları, nesnel araştırmayı -im kânsız hale getirme­ miş de o lsa - zorlaştırdı. İki farklı kıyıda yer alan “ araştırm acılar” pa­ ralel ağlardan ve kaynaklardan yararlandılar, ancak onlar arasındaki alışveriş, tümüyle ortadan kalkmamış da olsa giderek zayıflıyor. Psikolojiye Dönüş “ Solcu, iyimser ve bütünleşmecilik yanlısı bir insan olmaktan vazgeç­ tim; artık Siyahlar ile Beyazlar arasındaki ilişkileri kötümser, radikal ve çoğulcu bir üslupla çözümlüyorum.” 11 “Aydınlanma’nın ilkeleri ve umutlarıyla yoğrulmuş idealist bir gençtim; bu dünya benim için ka­ rardı artık. İnsanların çoğunlukla iyi niyetli ve sonsuz ölçüde esnek ol­ duklarına artık inanamam; kötü toplumsal kurumların onları geçici olarak bozduğuna ve bizlerin, solcu sosyologların bu kurumlan gele­ neksel bilgeliğimizle düzeltme ve doğrultma misyonu taşıdığımıza da inanamam.” 12 Pierre Van den Berghe, işte bu hayal kırıklığı ve radikal kötümserlik ortamında, sosyobiyolojinin katkılarını sosyoloji düşün­ cesiyle bütünleştirerek etnilerarası ilişki bilgisini yenilemeye çalıştı. Daha önce de belirttiğimiz gibi, T he Ethnic Phenom enon, bir bilim adamının çektiği acıdan doğdu; Amerikan toplumunun bunalımı, ırk­ sal şiddet, azınlıkların ayrılıkçılık talepleri, geleneksel bütünleşme si­ ıı L. Killian, Stanfield’de, 1993, s. 121. 12 M . Gordon, Stanfield’de, 1993, s. 60 yasetinin zayıflaması, kültürel çoğulculuk programlarının yayılması, yönetimin uyguladığı affirmative action siyasetinin belirsizlikleri ve başarısızlıkları karşısında, bir bilim adamının duyduğu acıdan.13 Evrensel değerlerin militanlan arasında yer alan Milton Gordon da, ırklar arasındaki ilişkilerin gelişimi karşısında aynı hayal kırıklık­ larını yaşayıp aynı kötümserliğe kapıldıktan sonra, psikolojinin katkı­ larından yararlanarak bilgiyi yenileme arayışına girdi.14 Van den Berghe’in ve sosyobiyolojinin bakış açısını reddetti: Ne etoloji, ne primatoloji ne de nüfusların evrimine ya da genetiğine ilişkin incelemeler etnilerarası ilişkilerin gün ışığına kavuşmasını sağlayabilirdi. Buna karşı­ lık, insan psykhesinin değişmezleri göz önüne alınmalıydı. Toplumsal ve kültürel çevrenin incelenmesi yetmezdi; bu çevreyle etkileşim halin­ de olan temel psikolojik etkenlerin rolü sorgulanmalıydı. Yalnızca, “ insanın temel doğası” na dayanan bir cevap -Sh ils’te ve Geertz’te ol­ duğu gibi kültürel ve tarihsel öncecilik değil, psikolojik öncecilik- bu kadar önemli sorulara karşılık bulabilirdi: Etnik özdeşleşme duygusu ne ölçüde derindir? Yüzyıllar süren baskının psykhe üstündeki etkisi nedir? Baskıya uğramış grupların talepleri karşısında çoğunluk grup­ larının gösterdiği tepkiler neler olmuştur? Bütün toplumlarda insanoğlu, kültürü ne olursa olsun kendini doğrulamaya (ego-enhancem ent) ve kendini savunmaya (ego -d efen se) çalışır. Kaçınılmaz olarak birey, doğduğu kültür içinde kendini doğru­ lama ve savunma ihtiyacı duyar. Onun kendi arzuları ile yer aldığı kül­ türün getirdiği yükümlülüklerin uyumu asla mükemmel olamayacağı gibi mükemmelliğe yaklaşam az da; her bireyin arzuları ve özlemleri, kaçınılmaz olarak diğerlerininkilerle çatışmaya girer. Toplumsal ilişki­ ler, bireyler arasındaki mücadelenin ürünüdür: Her birey ötekiler aley­ hine kendini doğrulamaya, onlara karşı kendini savunmaya çalışır. Bi­ rey ile toplum arasındaki gerilim hem süreklidir hem de kaçınılmaz; insanın kendi doğasıyla ilgilidir. Dolayısıyla, insan davranışlarını anla­ manın tek yolu bu ikili boyutu göz önüne almak, psikolojiyle sosyolo13 14 Bkz. 11. Konu. Gordon, 1978. jinin bakış açısını bağdaştırmaktır. Zaten toplumsal normlar ve ku­ rumlar, bireysel aktörler arasındaki etkileşimlerin ürünleri ya da tortu­ larıdır; kolektif ise bireyler tarafından üretilir. İnsan doğasının başka bir özelliği de, bütün alanlarda ayrım yapma ve değer yargılarına ulaşma eğilimini sürekli taşımasıdır. Bu dü­ zenek onun bilişsel sisteminde biyolojik olarak kayıtlıdır; kültür norm­ larıyla ve toplumsal örgütlenmeyle, olsa olsa kısmen denetim altında tutulabilir. Bu düzenek, egonun tutkulu savunma tepkilerine yol açm a­ dan duramaz. İnsanın bütün akılcılaştırma kapasitesi, ötekiler tarafın­ dan olumsuz değerlendirilen belirgin özellikleri ya da eylemleri açıkla­ mak ve doğrulamak üzere toplumsal bakımdan kabul edilebilir neden­ ler bulmaya dayandığına göre, bu kapasite de “ benliğin hizmetinde bir savunma aracı gibi” kullanılmaktadır. Gordon’a göre saldırganlık, her tür dış koşuldan bağımsız olarak her bireyde varolan içgüdüsel bir kuvvet değildir. Bireylerin kendi ego­ larındaki arzuları ya da gereksinimleri doyurmadaki başarısızlıktan do­ ğar. Çok sayıda başarısızlık yaşandığı için, saldırganlık da sık sık orta­ ya çıkmaktadır. Ancak burada söz konusu olan şey, davranışlarla ken­ dini ifade etmeyebilecek duygulardır. Saldırgan davranışlar yalnızca psi­ kolojik bağlamda ele alınamaz. Duyguların belli bazı davranışlar yarat­ masına yol açabilecek toplumsal koşullar da dikkate alınmalıdır. Yine de, asıl olarak “ Egonun huzuruyla ilgili görüşlerin giderek önem kazan­ ması, toplumsal sürecin genel konfigürasyonunu da biçimlendirir.” 15 Bu yorumdan (insan doğası, ötekilere karşı kendi egosunu doğ­ rulamaya ve savunmaya dayanır) yola çokan Gordon, her ne kadar bi­ reyden bireye farklar görülse de, insan psykhesinin etnosantrizme pek az eğilimli olduğu sonucuna varır. Ancak, gruplar birbirlerinden aşırı derecede ayrı kaldıklarında etnosantrizm şiddetlenebilir. Bu durumda, etnik gruba bağlılık ve etnosantrizm benlikle eklemlenir. Ayrılıkçılık, stereotiplerin gelişimini körükler ve toplumsal bağların kurulmasına engel olur; oysa toplumsal bağlar, gruba ait olmayan bireylere yönelik önyargılarla ve ayrımcılıklarla mücadele edebilecek bir güçtür. Demek ki, yapisal çoğulculuk için her toplumun tahammül edebileceği bir sı­ nır vardır ve o sınır aşılmadığında ırksal ve etnik gerilimler oluşmaya­ cak, toplumun kendisi de çözülmeye uğramayacaktır. Gordon kendi geliştirdiği asimilasyoncu kuramı savunur - 80’li yılların başında yaz­ mıştır. Tam tersine, der, yapılmak istenen şey, kültür düzeni içinde her bireye en geniş seçenek yelpazesini sunmaktır. Ancak, aşırı ayrılıkçılı­ ğın tehlikelerini vurgulamaya önem verir ve onun, yapısal çoğulcu top­ lumun parçalanmasına yol açma tehlikesi barındırdığına inanır. Her ne kadar Gordon, sosyoloji ile psikolojinin bakış açılarını bütünleştirmek için gayret etmiş olsa da, aslında insan doğası bağla­ mında yapılan çözümlemeyle çakışmıştır; sosyal psikoloji geleneğine bağlı kalan bu çözümlemede, bazı kişiliklerin ırkçı olmaya daha yat­ kın oldukları ortaya konur. Ancak, her bireyin ötekiler karşısında ken­ dini doğrulama ve savunma gereksinimleriyle kendini gösteren top­ lumsal ve siyasal, özellikle de tarihsel biçimleri pek hesaba katmaz. IRK, SINIF VE “WELFARE” Siyahların 60’lı yıllarda nihayet elde ettikleri hukuksal eşitlik, bu tarih­ ten başlayarak toplumsal yaşam da eşit muamele görmeleri için siyasal düzeyde gösterilen çaba, entelektüel çevrelerde ırkçı olarak nitelenen her tür önerinin mimlenmesi, ırkçılık alanında yaşanan son gelişmele­ rin sorgulanmasına yol açtı. Irkçılık gerçekten gerilemiş miydi, yoksa rolünü ya da görünümlerini mi değiştirmişti? Ülkesine göre kurumsal, yapısal, örtülü, simgesel ya da incelikli gibi sıfatlarla birlikte anılan ırk­ çılık, bu genel sorgulama bağlamında araştırıldı.16 Thomas Sovvell ve William Julius Wilson da, Siyahların güncel durumunu açıklamak için ırk ve ayrımcılık paradigmasıyla ilgili görüşlerini yenilediler. Daha önce adından söz ettiğimiz Thomas Sovvell, Amerikan toplumuna egemen olan ırkçılığın ve ayrımcılığın, yalnızca Siyahların için­ de bulunduğu koşulları açıkladığı düşüncesini yeniden tartışma konusu yaptı. Diğer gruplar, aynı ayrımcılığa maruz kaldıkları halde iki üç ku­ şak sonra başarı kazanmışlardı. Çeşitli nüfusların toplumsal kaderini açıklayan nihai etken, insan sermayesi, yani öğrenme ve üretme kapasitesiydi. Kaldı ki, kölenin çalışma zevkini ve girişimde bulunma isteği­ ni yok eden kölelik anıları ağırlıklarını hâlâ hissettiriyorlardı. Siyahla­ rın başarısında göze çarpan eşitsizlik bu hakikate tanıklık ediyordu; İçsavaş sayesinde özgürleşen kölelerin soyundan gelenler ile 18. yüzyılda serbest kalan köleler ya da sosyolog Oliver Cox ve yakın tarihin gene­ ral Powell’ı gibi Antiller’den henüz göçmüş olanlar, farklı düzeyde ba­ şarılar kazanmışlardı. Bu çalışma, etnilerarası ilişkiler üstüne inceleme­ lerin yapıldığı bölümlerde pek az tartışıldı ve kamuoyunda başarı kaza­ nan Sowell muhafazakârlık suçlamasıyla yetinmek zorunda kaldı. Irk ve Toplumsal Sınıf: William Julius Wilson’ın Çalışmaları Buna karşılık bir başka siyah sosyolog olan William J. Wilson’ın çalış­ maları, birkaç yıldan beri, gerek üniversitelerde gerekse kamuoyunda büyük bir tartışmanın eksenine yerleşti; ırkın, sınıfın rolü yeni bir top­ lumsal eşitsizlik türünün, yani “ un derclass” m boy göstermesi tartışılı­ yor artık.17 Wilson, önemli bir noktada Sowell ile buluştu. Ona göre, bütün kuralsızlık göstergelerinin (suçluluk ve mahkûmiyet, gayri meşru do­ ğum, bir kadının yönetimindeki tek ebeveynli aile yüzdeleri, sosyal yardım alanların oranı) 70 ’li yılların ortalarından beri yükselişte olma­ sı, radikal entelektüellerin öne sürdüğü gibi sırf ırkçılıkla açıklanamazdı. Toplumsal yaşamın bütün alanlarında ayrımcılık azaldığı halde ku­ ralsızlığın bütün biçimleri artmıştı. Etkileri hâlâ hissedilen tarihsel ay­ rımcılık ile giderek gerileyen çağdaş ayrımcılığı birbirinden ayırmak gerekiyordu. Kent merkezlerinde underclassm oluşumu, tarihsel ay­ rımcılıkla açıklanabilirdi. Wilson, bu gözlemden yola çıkarak, “ kurumsal ırkçılık” la ye­ tinmedi ve çok sayıda açıklama önerdi; ona göre kurumsal ırkçılık hiç­ bir şeyi açıklamıyor, daha da önemlisi bu görüngünün genel iktisadi ve toplumsal gelişme içinde ele alınmasını sağlamıyordu. Gelişme, bütün ırk gruplarının ve bütün sınıfların davranışlarını etkiliyordu ve Siyah­ ları bu durumun dışında tutmak yanlış olurdu. Yalnızca kültürel değiş­ kenlere de bel bağlanamazdı, çünkü onlar, çoğunlukla yapısal toplumsal-iktisadi değişkenlerin etkisiyle oluşuyorlardı. Böylelikle Wilson, muhafazakâr Sowell ile arasındaki ayrımı ortaya koyarak kendini li­ beral Amerikalı, yani bizim dilimize göre solcu olarak sundu. Ayrımcılığa ve tvelfare siyasetine rağmen kentlerdeki yoksullu­ ğun sürmesi, öncelikle ve esas olarak iktisattaki yapısal dönüşümler­ den kaynaklanmaktaydı: Sanayide az nitelikli işlerin azalması, hizmet sektöründeki iş arzının orta sınıfın oturduğu banliyölere kayması. İki savaş arasında gelişen siyah kapitalizm -Frazier, bunun bazı toplumsal erdemlerini çözümlemişti- düşüşe geçmişti. Sanayide, az nitelikli işle­ rin tümüyle ortadan kalkması çok sayıda siyah gencin işsiz kalmasına yol açıyordu. İşsizlikte görülen kitlesel artış da tek ebeveynli ailelerin çoğalmasını ve geniş kitlelerin sosyal yardım talebini açıklıyordu. En başta Charles Murray olmak üzere sağcı eleştirmenlerin düşündüğü gi­ bi, bunun nedeni ne kültür mirasıydı, ne kölelikle ilgili hatıralar, ne de u/elfare siyaseti.18 Genç işsizler, bir ailenin gereksinimlerini karşılaya­ bilecek olanaklardan tümüyle yoksundu. Siyah aile, 4 0 ’lı yıllara kadar istikrarlı kalabilmişti; 20 ve 30 ’lu yıllarda Frazier’ın ve daha sonra pek çok tarihçinin yaptığı çalışmalar bu gerçeği kanıtlıyordu -yani, köleli­ ğin uzak bir etkisiyle ailenin parçalandığı varsayımı çürütüldü. Yoksul siyah ailenin parçalanması, her şeyden önce iktisadi koşulların ve özel­ likle de gençlerin işsiz olmalarının ürünüydü. İktisadi değişkenin dışında, ekolojik boyut da bu görüngüyü pe­ kiştiriyor ve siyah underclassm oluşumuna katkıda bulunuyordu. M a­ halle, sanayisizleşmenin yıkıcı etkilerini gösterebileceği toplumsal ve uzamsal aracıydı. Geçiciliği yoğunlaştırıyor ve engeller ile toplumsal patolojilerin birleşmesi sürecini hızlandırıyordu. Yoksul Siyahlar, m a­ ruz kaldıkları tarihsel ayrımcılıklardan ötürü kendilerini kent merkez­ lerinde bulmuşlardı. Ne var ki, tarihsel ayrımcılığı günümüzün giderek azalan ayrımcılığından ayırmak gerekiyordu; ırkayrımının ördüğü du­ varlar alçalmış olsa da, yüzyıllar süren boyun eğme halinin etkileri gü­ nümüze kadar uzanıyor olsa da. Yurttaşlık hakları devriminin kötü et­ kilerinden biri de, yoksulluğu pekiştirmek ve en yoksul olanların bir araya toplanmasına yol açmak olmuştu. Toplumsal aidiyetlerini dik­ kate almaksızın bütün Siyahlar için harekete geçen bu devrim, daha önce orta sınıflara bağlı olanların toplumsal aidiyetini öne çıkarmıştı. Böylelikle onlar da, gettodan kaçıp banliyölerdeki konutlara yerleşme fırsatını yakalamışlardı. Yoksulların kaderi ise daha vahim bir hal al­ mıştı; ayrıcalıklı insanların terk ettiği kent merkezlerinde yoğunlaşmış­ lardı. “ Burjuvalar” ın yükselmesini gerçekten kolaylaştıran yurttaşlık hakları siyaseti, “gerçekten elverişsiz durumda olanlar”ın, yani yoksul sınıflardan Siyahların önündeki engelleri artırmıştı. Wilson ünlü kita­ bında, ırkın bu anlamda “ azalan” rolünden ve toplumsal sınıfın artan rolünden söz etti; Siyahların kaderinde yakın tarihte görülen gelişme­ yi anlamaya çalışırken, etnisistler ve sınıfçılar arasındaki tartışmada sınıfçılardan yana tavır aldı.19 Yoksul Siyahlar artık bir aradaydı ve iş ortamlarının her gün biraz daha uzağında, orta sınıf Siyahlarıyla ve Beyaz toplumla her gün biraz daha az ilişki kurarak yaşamlarını sürdürüyorlardı. Geleneksel kolektif kurumlar; okullar, kiliseler, hastaneler, gazeteler, yardımlaşma örgütleri, eğlence ve ticaret mekânları siyah seçkinlerin uzaklaşmasıy­ la birlikte yok olmuştu. Sanayi alanındaki yeniden yapılanmanın dar­ belerini sönümleyebilecek tamponlar da kalmamıştı. Orta sınıf Siyah­ ların benimsedikleri ve uzlaşımsal olduğu söylenebilecek davranış mo­ dellerini yoksullar bilmiyordu. Yoksul ve işsiz siyah gençlerin sayısı­ nın günden güne artması bir yana, bu gençler en yoksul mahallelerde yoğunlaşmaktaydılar. Hem yoksul olan hem de bütün halkın yoksul olduğu yıkık dökük kent bölgelerinde yaşayanlar yalnızca onlardı. Wilson bu durumu betimlemek için toplumsal yalıtım (social isolatiott) kavramını ortaya attı: “Uzlaşımsal topluma hayat veren bireyler ve kurumlarla temasın ya da tekrarlanan etkileşimin olmaması.”20 Bu kav­ ram, aynı zamanda yapısal değişikliklerin ve bireysel davranışların göz önüne alınmasını sağlıyordu. Kültüralist bir kavram olan “yoksulluk kültürü” kavramının da yerini almalıydı: Wilson’a göre kültür, yapısal baskılardan ve olasılıklardan oluşan bir sistem karşısında verilmiş bir cevaptı. Siyah underclass, iktisadi yeniden yapılanma sürecinin etkile­ rinin bir ürünüydü; siyah burjuvazinin ve ayrımcılıkla ilgili tarihsel mi­ rasın gelişmesini kolaylaştıran yurttaşlık haklarının kabul edilmesinin bir ürünü. Yoksul aileler gettoya yerleşmek için gelmişlerdi.21 Wilson bu çözümlemelerden yola çıkarak siyasal eylemi yönlen­ dirmeye yönelik birkaç ilke buldu: Siyahlarla ilgili alınan özgül önlem­ lerin yaratacağı etkiler hem sınırlıydı hem de zararlı. Bundan böyle, ay­ rımcılığın yok edilmesi için çaba göstermek yerine, genel iktisadi du­ rum ve işsizliğin nedenleri üstünde uğraşmak gerekiyordu: Bu sorunla­ rın acısını en çok Siyahlar çekiyordu. İktisadi gelişme, onların kaderi­ ni iyileştirmeye yönelik bütün özel siyasetlerden çok daha etkili olacak­ tı. Özel nüfuslara yönelik siyasetlerin zararlı etkilerini eleştiren Wilson (bu siyasetler, yardımcı oldukları insanların konumlarının daha aşağı­ da olduğunu benimsiyor ve onların çaba gösterme cesaretini kırıyorlar­ dı, daha az elverişsiz nüfuslara yöneldiklerinde daha etkili oluyorlardı), evrensel kurallar uyarınca, Avrupa ülkelerindeki modele uygun olarak örgütlenecek Koruyucu-Devlet’i ana hatlarıyla betimlerdi. “ Underclass” ve “W elfare” Wilson, 80’li yılların başından itibaren toplumsal bilimin ve siyasal ça­ tışmaların odağına yerleşen ve genel bir tartışmanın çıkış noktası olan bir terimin, “underclass” teriminin anlamını belirginleştirmeye çabala­ dı. Medyanın gündeme getirdiği siyasal-bilimsel tartışmalarda da çoğu kez görüldüğü gibi, anlamının belirsizliği ölçüsünde sık kullanıldı bu te­ 20 Wilson, 1987, s. 61. 2 1 Wİlson, 1996. rim. Tek ortak noktası başarısızlık hali olan ve toplumsal düzen için tehdit oluşturduğu düşünülen nüfusları belirtiyordu. Bir zamanlar Fransa’da “tehlikeli sınıflar” deyimindekine yakın bir yananlam kapsı­ yordu. Bu terim çoğunlukla her zaman açıkça söylenmese bile gettolar­ da yaşayan Siyahları, ardından Porto Rikoluları ve Chicanoları kaste­ diyordu. Bunlar, “kötü yoksullar” denebilecek insanları yani kendi marjinalliklerinden sorumlu olduklarına inanılan ve toplumsal düzeni tehdit etmekle suçlanan insanlardı. Yazarlar, büyük kentlerin merkezin­ de siyah underclassm ortaya çıkışını açıklamak için, kendi siyasal eği­ limleri doğrultusunda kâh işsizliğin, kâh bireysel yetersizliklerin ya da mahallenin özgül etkilerinin, kâh çevrenin rolünü öne çıkarıyorlardı. Underclass kavramı, siyaser-medya tartışmalarında kirli çıkın olarak kullanılmadan önce, Myr al tarafından önerilmişti.22 Bir ikti­ satçı olarak, iktisat için gerekli sayılan yeniden yapılanmanın toplum­ sal riskler yaratacağını söylemişti: Gelecekteki iktisadi yaşam, nitelik ve uzmanlık bakımından artan düzeyde el emeği kullanmak zorundaydı. Bu zorunluluk yüzünden, işçi sınıfının giderek daha büyük bir bölümü marjinalleşme tehilikesi taşıyordu ve daha da kötüsü bu marjinal gru­ bun çoğunluğunu etnik azınlıklar oluşturabilirdi. Toplumsal ve etnik engellerin bir araya gelmesinden doğan underclassm, toplumsal-mesleki yapıda ve yapısal işsizliğin sürmesindeki bu değişimden doğması ola­ sılığı Myrdal’ı endişelendiriyordu. Anthony Giddens 1973’te aynı kav­ ramı, toplumsal ayrışmalar ile etnik aidiyetlerin üst üste binmesi sonu­ cunda Büyük Britanya’da marjinalleşen grupları, yoksul Blackleri be­ lirtmek için kullandı.23 1 980’de Douglas C. Glasgovv bu terimden, Amerikalı Siyahları belirtmek için yeniden yararlandı. Her ne kadar gü­ nümüzde, dışlamaya yönelik uygulamalar daha az göze çarpsa ve daha iyi maskelenmiş olsalar da, underclassm esas olarak bu uygulamalar yüzünden ortaya çıktığını düşünüyordu. Okullardan yardım kuruluşla­ rına, bütün resmi kurumlar, Siyahları sistemli olarak dışlayıp underclas­ sm vaılığım sürdürmesine katkıda bulunuyorlardı: Yoksul siyah nüfu­ 22 23 M yrdal, 1963. Giddens, 1973. sun, günden güne daha büyük bir bölümünün toplumun dışına itilme­ sinde, işsizlik kadar bürokratik uygulamalar da önemliydi. Beyaz top­ lum, ırkçı tutumunu hâlâ sürdürüyordu. Glasgovv, son olarak toplum­ sal hareketsizlik üstünde duruyordu: Underclassm üyeleri, merhamet­ sizce ve kesin olarak sürgüne mahkûm edilmişlerdi.24 Daha sonraları bu terim medyanın, ırkçılığın sonuçları ve top­ lumsal siyasetin kötü etkileri üstünde başlattığı heyecanlı ve bir o ka­ dar da karanlık tartışm alarda yeniden kullanıldı; muhafazakâr eleştir­ menler toplumsal siyaseti, siyah ailenin parçalanmasına yol açmakla ve suçluluğu körüklemekle suçladılar. Welfare siyasetini eleştirenler, toplumsal müdahale siyasetine karşı düzenli olarak ortaya atılan gele­ neksel temalara sahip çıkıyorlardı. Onların iddiasına göre, nüfusun ki­ mi kategorilerine yardımda bulunmak, bu tür yardımlar elde etmeye yönelik davranışları kışkırtıyordu. Ayrıca, bu siyaset yüzünden gayret gösterme cesareti de kırılıyordu, çünkü az nitelikli bireyler, beyan edil­ miş ücretli bir işten elde edecekleri gelire eşit, hatta ondan daha yük­ sek bir geliri toplumsal yardımlardan elde ediyorlardı. Siyah gençler sosyal yardım tuzağına (w elfare trap) böyle düşmüşlerdi; elbette, ev­ lenmekten ve iş bulmaktansa welfare motherm sırtından geçinmek iş­ lerine geliyordu. Evli olmayan bir anne gibi davranan w elfare mother, vergilendirilmemiş aylık ücretin yanı sıra gıda kuponlarını, ücretsiz sağlık hizmetlerini (tıbbi korumanın pek de güvence altına alınmadığı bu ülkede) ve konut yardımını güvence altına alıyordu. Bir şeyler, sos­ yal yardım kapsamına alıkları için hakiki bir toplumsal statü de edini­ yorlardı. Bireylerin başarısızlığını onaylayan sosyal yardım siyaseti, yalnızca erkeklerle kadınların iradesini kırmakla kalmıyor, onların onurunu da yok ediyordu. Kendi kaderinden, bir daha asla kurtulama­ yacak yardıma muhtaç insanlar yaratıyordu. Bu eleştiride bir hakikat payı vardır. Gerçekten de, bireyleri sı­ nıflayan ve bu sınıflamaya dayanarak onları yardıma muhtaç insanlar olarak gören toplumsal siyaset, yardımdan yararlananların olumsuz kimliğini pekiştirme, gayret gösterme konusunda cesaretlerini kırma ve yardıma muhtaç olmayı bir meslek gibi görme tehlikesi taşır. Her tür dayanışmayı gereksiz hale getirebilir. Bununla birlikte, ateşli eleş­ tirmenlerin öne sürdüğü ya da telkin ettiği gibi, yoksulların gerileme­ sinin nedeni sayılamaz. Toplumsal siyasetten yararlananları içine alan bir kategori oluşturduğu için, onların var olmasını sağladığı doğru de­ ğildir. Welfare eleştirmenlerinin üstünde durdukları üzücü sonuçlar, toplumsal başarısızlıkların telafi edilmesini sağlayan bütün siyasetler­ de rastlanan sınırlar ya da kaçınılmaz kötü etkiler olarak çözümlenme­ lidir. Her ne kadar bütün sosyal yardım siyasetleri, eninde sonunda, imdadına koşulan kişilerin başarısız olduklarını benimsemek duru­ munda kalsalar da, buradan yola çıkılarak toplumsal siyasetin kendi­ sinin yoksulluk yarattığı ve yardım görmedikleri takdirde yoksulların ortadan kalkacağı sonucuna varılamaz -e n azından istatistiklerde. Underclassı yaratan toplumsal siyaset değildir; her ne kadar bu siyaset, underclassı ortadan kaldırmakta yeterli olmasa da ve gerçekten onun ayakta kalmasına katkıda bulunma tehlikesi taşısa da. Kamuoyunda bu temalar çevresinde yapılan tartışmanın şidde­ ti, araştırmalarda da kendini gösterdi.25 1 9 82 ’de yayımlanan bir bestsellerdan26 sonra, “ underclass” terimi iyiden iyiye popülerleşti; bun­ dan böyle, başarısızlığa uğrayan ve toplumsal düzen için sanal bir teh­ like kaynağı oluşturanların tümünü belirtmekte kullanıldığı için, her tür hakiki çözümleme anlamını kaybetti. Loi'c W acquant’ın deyimiyle, Amerikan toplumunda yer alan bir “ imge-sımf”tı ve bu toplumun kendi marjinalleriyle, özellikle de Siyahlarla ilişki kurmadaki zorlukla­ rını simgeliyordu.27 “ U nderclass” m, ırkın kod adı olduğu da yazıldı. Daha önce gördüğümüz gibi, Wilson, bu terime kesin bir anlam ka­ zandırmaya çabalarken tutkulu bir tartışmanın ortasında buluverdi kendini. Radikaller onun çalışmalarını şiddetle eleştirdiler, çünkü Wil25 Katz (yönetiminde), 1993. 26 Auletta, 1982. 27 L. W acquant, “ U underclass urbaine dans l’im agınaire social et scientifique am ericain”, Paugam ’da (yönetiminde), 1996, s. 261. son ırkçılığı tek ya da en azından, öncelikli açıklayıcı bir değişken ola­ rak görmüyordu: Yaptığı çözümlemede tarihsel ayrımcılığın etkisine yer vermiş olması yeterli değildi.28 Bilimsel dergilerde yayımlanan sa ­ yısız eleştirinin başlığında şu sözcükler vardı: “ The continuing significance o f race...'". Pettigrew da W ilson’ı eleştirdi; ırkçılığın “gerilemediği” ni, değiştiğini öne sürüyordu.29 Argümanlar da pek mantıklı de­ ğildi: Irkçılık, hem değişmiş hem de geriliyor olabileceği gibi, bir yan­ dan “ gerileyip” öte yandan da “ sürüp gidebilir” di. Eğer gerçekten de­ ğişmişse, bu değişim az ya da çok ifadesiyle değerlendirebilir miydi? Douglas S. Massey ve Nancy A. Denton Wilson’ın ve genel ola­ rak bütün kent yoksulluğu uzmanlarının, kamu siyasetlerinin etkileri­ ni ve özellikle de konutsal ırkayrımının etkilerini küçümsediğini öne sürdüler. Gerçekten de, bunun dışındaki her şey eşit olsa bile, konut­ sal ırkayrımı, “ ırkayrımcıhğmın diğer bileşenlerini, ırksal bağımlılığa dayanan tutarlı ve etkili bir sistemde birbirine yapıştırır. Amerikan kentlerinde, toplumsal yaşamın temeli siyah gettoya dayandığı sürece, ırk eşitsizliklerini yok etmenin yolu da uzun ve sancılı olacaktır.”30 Hukuksal düzeneklerin çökmüş olmasına rağmen onların çalışm ala­ rında da, 2 0 ’li yıllardan sonra hiç durmadan artan ırkayrımının özgül etkileri ele alındı. Her ne kadar Beyazlar, mahalleye Siyahlar yerleştik­ ten sonra mülklerin değeri düşmesin diye orayı terk ediyor olsalar da, yüzyılın başından beri Siyahlara yönelen ırkayrımı, yalnızca emlak pi­ yasasının anlık etkilerine bağlanamazdı. Irkayrımı, Beyaz toplumun Siyahları uzakta tutmak için gösterdiği bilinçli ve örgütlü bir iradenin meyvesiydi. Siyasal iktidarların, 1913 ile 1916 arasında dayattığı ya­ sal ırkayrımının Anayasa’ya aykırı olduğu, Yüksek Mahkeme tarafın­ dan ilan edildikten sonra yöntemler değişti, ancak öncekilerden daha etkisiz değildiler. Siyahların ev satın almasını ya da kiralamasını engel­ lemek için, Beyaz mülk sahipleri arasında varılan “ kısıtlayıcı uzlaşm a28 Özellikle bkz. Washington (yönetiminde), 1987. 29 T. Pettigrew, “How Events Shape Theoretical Frames: a Personal Statement”, Stanfield’de, 30 1993, s. 170. M assey ve Denton, 1993, 1995 çevirisi, s. 23. lar” ya da karşılıklı anlaşmalar, Amerika çapında otuz yıldan uzun bir süre uygulandı ve en sonunda Yüksek Mahkeme’nin 1948’de aldığı kararla Anayasa’ya aykırı ilan edildi. Emlakçıların, bir yandan yasala­ ra saygılı görünürken öte yandan da, “ Beyaz” kalması gereken m ahal­ lelerden Siyahları dışlamak için New York banliyölerinde kullandıkla­ rı kırk altı teknik ortaya çıkarılmıştır: Müşteri siyahsa evin verildiğini söylemek, daha yüksek yükümlülükler talep etmek, daha üstün temi­ natlar istemek, vb.31 İstenen sonuca ulaşılamadığı takdirde, geriye en saf ve yalın teknik olan şiddet kalıyordu; çoğu kez bu teknik sayesin­ de, bütün yasal yükümlülükleri yerine getiren siyah aileler Beyazların mahallesinden atılabiliyordu. 70 ’li yıllar boyunca Beyaz orta sınıfın kitleler halinde banliyölere göç etmesiyle olay daha da belirginleşti. Sonuç olarak siyah getto, Burgess’ın 20 ve 3 0 ’lu yıllarda yaptığı Chi­ cago haritasında görülen göçmen gettolarından temelde farklıydı: Si­ yahlar ırkayrımına diğerlerinden çok daha fazla ve çok daha kesin m a­ ruz kalıyorlardı. Yahudi, Çinli ya da İtalyan gettolarının tersine siyah getto, asimilasyon sürecinin bir evresi değil, Siyahların Amerikan toplumunda yaşadığı kolektif başarısızlığın onaylanmasıydı. Gettoda yalıtılmış oldukları için derin bir yabancılaşma içindey­ diler. Kullandıkları dil, bütün toplumda iletişimi sağlayan ve standart olma niteliğiyle birlikte anılan İngilizceden giderek uzaklaştı. Basil Bernstein 1975’te, dildeki bu fark üstüne çözümleme yaptı, daha ya­ kın tarihte yapılan çalışmalar da, uçurumun giderek derinleştiğini or­ taya koymaktadır. Artık Beyazlar ile Siyahlar birbirinden giderek uzaklaşan dillerde konuşuyorlardı; dilbilgisi kuralları, söyleyiş ve söz­ cük dağarcığı da farklıydı. Gettoda yaşayan çocuklar, standart İngiliz­ cenin öğretildiği okullara başladıklarında ve iş aradıklarında, bu duru­ mun yarattığı sakıncalar üstünde durmaya bile gerek yok. Dil farkı, -siyah burjuvazinin ve gettonun dili de dahil olmak üzere- yaşam bi­ çimi ve toplumun çoğunluğu tarafından benimsenen değerler karşısın­ da, sürekli açılan mesafenin yansımasından başka bir şey değildir. Ge­ nel değerleri (çalışmaya ve işe tanınan öncelik, bağımsızlık ve kendine yeterlik, aile yaşamında istikrar) benimsedikleri takdirde kendilerine karşı duydukları saygıyı koruyamayacakları için, gettoda yaşayanlar da ırkayrımını ve mutlak isyanı barındıran bir kültür oluşturdular. Et­ nologlar, 60 ve 7 0 ’li yıllarda şunu ortaya koydular: Gettoda yaşayan­ lar, yoksul olmalarına ve baskıya maruz kalmalarına rağmen toplu­ mun temel değerlerine razı gelmeye devam ediyorlardı. Kurallarıyla birlikte kabul ettikleri bu ideallerle uyumlu davranışlar göstermelerini imkânsız kılan tek şey, yaşadıkları koşullardı. 1980’lerde bu durum değişti. Bu tarihten beri, mutlak muhalefet kültürünü benimsiyorlar. Amerika’nın ilan ettiği idealleri küçümsüyor ve gülünçleştiriyorlar. Es­ kiden, değerlerle belli bir ölçüde bütünleşen kadınlar, erkekler ya da bilgeler model rolünü oynamıyorlar artık. Aileye, Kilise’ye ve ötekile­ re gösterilen saygı yok oldu; yerini uyuşturucu kültürü aldı. Uyuşturu­ cu ticaretini denetim altında tutanların elinde hem para var, hem ikti­ dar hem de saygınlık. Cinsiyetler arasındaki ilişkiler edepsizleşip kaba­ laştı. Evlilik düşünce ve yaşama tarzının anlamlı kategorilerinden biri değil artık. İstatistiklerdeki anlamıyla ergenlik çağındaki bir genç kızın olağan kaderi, tek başına anne olup “ bebekler kulübü”ne girmek ve sosyal yardımla yaşamak. Yetenekli çocuklar, Beyaz rolü oynayan ye­ ni Tom Amca’lar gibi görünmemek için okul başarılarını gizliyorlar: Okulda başarısız olmak değerli sayılıyor. Yoksulluğu daha da vahim hale getiren, kolektif kültürü çürüten, toplumun geri kalan bölümü­ nün kültürüne giderek daha muhalif bir kültüre yol açan ırkayrımı, -toplum içinde hakiki bir kurtarılmış toprak halini a la n - getto sakin­ lerinin buradan ayrılmalarını da imkânsızlaştırıyor. ETNİK İLİŞKİLER, ETNİSİTE VE TOPLULUKLAR Amerikan toplumundaki siyasal tartışmalara bağlı - ” w elfare” , “ und ercla ss”, “affirmative action” terimleriyle özetlenebilecek- araştır­ maların dışında üniversitelerde yapılan çalışmalar, birkaç ayrıcalıklı tema çerçevesinde yürütüldü: Etnisite, Devlet’in rolü, toplulukların ro­ lü. Çok sayıda araştırmacı, elde ettikleri sonuçların siyaset ve medya tarafından dramatik bir boyuta çekilmesinden kaçınmak için yabancı ülkeleri incelemeyi tercih ettiler; pek çoğu, siyaset bilimleri ve antro­ poloji bölümlerinde çalışıyordu. Berlin duvarının yıkılmasından sonra etnileri, ulusları ve ulusçuluk türlerini konu alan sayısız yayında, bu konularla ilgili düşünceler ile Amerikan toplumunun toplumsal ve ırk­ sal gelişimine ilişkin çalışmalar arasında ya da bunlar ile düşünceler arasında bağlantı kurulmuyordu. Süreç Olarak Etnik Gruplar Artık günümüzde, sorgulanması gereken görüngünün, oluşmuş etnik gruplar değil etnik bilinci oluşturan ve grupların yapılanmasını sağla­ yan süreçler olduğu kabul ediliyor. Etnik ya da ulusal kimlik, tek bir ke­ reliğine oluşmuş bir veri olarak değil, bir dinamik ya da bir tarih ola­ rak ele alınıyor; etnik kimlik de, grubun öz-tanımımn ve hetero-tanımının da işin içine girdiği toplumsal bir durumun ürünü olarak görülüyor. Örneğin Donald Horowitz, Hint kıtasının örneklerinden yola çıkarak etnik kimliklerin ve etnik grupların sınırlarının ne denli akış­ kan olduklarını ortaya koydu.32 İki tür değişken, grupların sınırlarına ilişkin tanımları ve değişiklikleri anlamamızı sağlıyordu: Grubun ve onun yer aldığı siyasal birliğin boyutları; ötekilerle ilişki kurma biçimi ve sıklığı. Topraklarının sınırları genişledikçe etnik kimlik de yaygın­ laşıyordu ve tersi söz konusu olduğunda kimlik büzüşüyordu; etnik kimlik, doğrudan doğruya kendisine tanınan siyasal uzama bağlıydı.33 Siyasal uzam ise çeşitli “ alaşım ” -yeni bir kimlik edinilmesi öncekileri dışlamıyordu-, “ bölünme” -e ğ e r tikelci talepler sınırsızsa etnik sorun­ lar çözülmeksizin parçalanmaya varıyordu-, “ katışm a” —özel kimlik­ ler zayıflıyor fakat silinmiyordu- ve “çoğalm a” süreçlerini betimliyor­ du: Farklı grupların kimlikleri ve onları birbirlerinden ayıran sınırlar hiç durmaksızın yeniden tanımlanıyorlardı. Bu çözümleme türü, yalnızca uzak ülkeler için kullanılmadı. Araştırmacılar Birleşik Devletler’i de ele alarak kimliklerin ve etnik öz­ 32 33 Horowicz, 1985. R. Horovvitz, “Ethnie Identiry”, Glazer ve Moynihan’da (yönetiminde), 1975, s. 137 ve devamı. deşleşmelerin biçimlerindeki yenilikleri anlaşılır hale getirmeye çalıştı­ lar. Daha önceleri de sıkça yapıldığı gibi, köken etnisitesinin nesnel özelliklerinin zayıflaması ve etnik bilincin yenilenmesini kapsayan iki­ li hareketi gözlemlemekle işe başladılar ve bunlarla ilgili yeni yorum­ lar önerdiler. Nesnel etnisitenin gerilemesi ile öznel etnisitenin belirme­ si arasındaki karşıtlığı anlamaktan daha önemli olan, bundan böyle, Avrupa kökenli nüfusların kendi içlerindeki etnik sınırların yeniden oluşumunu çözümlemek ve bu süreçlerin Avrupalı olmayanlara yöne­ len, şiddeti de her geçen gün artan bir dışlamaya yol açtığını göster­ mekti. Böylelikle, etnisiteyle ilgili görüş yalnızca Avrupalı nüfuslarla sınırlanmamış olacak ve toplumun Siyahlara yönelik tutumuna dair araştırmalarla buluşabilecekti. Rekabet (com petition) kuramı da, etnisitenin modern dünyada sürekli olduğunu hatta yenilendiğini açıklayacaktı. İktisadi ve siyasal re­ kabet, “gerek etnik bağlılıkların sürmesinin gerekse etnik hareketlerin ortaya çıkmasının ve gerilemesinin asli nedeniydi.34 Bütün bireyleri te­ mas ettiren modernleşme ve kentleşme, özellikle iş piyasasında etnik gruplar arasındaki rekabeti artırıyordu. Chicago sosyologlarının düşün­ düklerinin tersine bu iki etken, etnik seferberliği ve grupların kolektif ey­ lemini kışkırtıyordu. Çevre bölgelerin gelişmesi ya da etnik bir nüfusun işgal ettiği çevre bölgelerdeki kaynakların keşfedilmesi, bu bölgelerde yaşayan nüfusların talep hareketleri ya da etnik siyasal partiler biçimin­ de seferber olmaları olasılığını artırıyordu. Etnik gruplara yönelen kamu siyasetleri (özel yurttaşlık hakları, tahsis edilmiş alanlar, özgül dille ilgi­ li haklar), etnik bilinci ve talep hareketlerinin ortaya çıkması olasılığını pekiştiriyorlardı. Bu yaklaşım, modern toplum mantığının yayılması so­ nucunda kolektif yaşamın etnik boyutunun saf dışı bırakılamayacağını kabullenmesi bakımından değerlidir; başka bir önemi de, etnisite sorun­ salını bütün bir toplumsal ilişkiler sorunsalına bağlamasıdır (iktisadi ve siyasal rekabet). Ancak, etnik özdeşleşmenin, statüler ve simgeler bakı­ mından özgül olduğunu gözden kaçırdığı da doğru değil midir? David Hollinger’ın önerdiği gibi, postmodernliğe göndermede bulunularak postetnik bir gelecek hayal edilebilir mi?35 Yurttaşlık ilke­ si bakımından ulusal ideoloji “ etnik değil” evrensel olduğuna, buna karşılık Amerikan tarihi de “etnik” olduğuna göre “ postetnik” bir toplum kurmanın zamanı gelmedi mi? Irkçılık artık savunulamayacak kadar gözden düştü. Etnik, tıpkı din gibi bireylerin özgür iradesine bı­ rakılmalı; affirmative action siyasetinin de yavaş yavaş hafifletilmesi gerekebilir. Etnik katılım zorunlu değil gönüllü olmalıdır. Toplumsal çözümlemenin bütün sonuçları böyle elde edilebilir; belli bir etnik so­ ya katılımın hiçbir nesnel temele dayanmadığı ve artık, yalnızca birey­ lerin tercihine bağlı olduğu gösterilebilir. Postetnik toplumda, bugün Afrikalı-Amerikalı olarak kabul edilen koyu derili bir birey, kendini İr­ landalI olarak görebilir ve ötekiler de bunu böylece kabul edebilirler. Böylelikle, etnik-ırksal aidiyetlerin görünürdeki biyolojik boyutu tü­ müyle ortadan kalkmış olur. Sosyologların ırkı, toplumsal bir inşanın ürünü olarak göster­ dikleri doğrudur. Ancak Weber, belli bir benzerliğin gerekli olduğun­ dan söz ediyordu ve Van den Berge de, küçük Afrikalıları sarışın Galyalıların soyundan geldiklerine ikna etmenin zorluğunu vurgulamıştı. Yakın gelecekte, bütün bireylerin sosyoloji bilincini içselleştirerek so­ nunda Afrikalı-Amerikalıların İrlanda’dan geldiklerini kabul edeceğini hayal edebilir miyiz? Birleşik Devletler’in yaşadığı deneyim böyle bir hayali, kuşkulu hale getiriyor. David Hollinger “frankly idealistic fram e”den ve “challenge”dan söz eder; postetnik toplumun, toplumsal koşullar daha az eşitsiz hale gelmeden oluşamayacağını vurgular.36 Devlet’in Rolü Devlet, asıl olarak toplumsal bir sınıfın ya da etnik bir grubun aracı mıdır, yoksa görece özerk bir kuvvet mi? Etkinliği, öncelikle bazı grup­ ların ayrıcalıklarını güvence altına almayı mı kapsar, yoksa gruplar arasında adalet ve eşitlik kurmayı mı? Toplumsal çatışmalara taraf 35 36 Hollinger, 1992. Aynı konu, daha sonra Hollİnger’de geliştirildi, 1995. Hollinger, 1992, s. 88 ve 89. olarak müdahale eden bir yapı mıdır, yoksa çatışmaların çözülmesini sağlayacak tarafsız bir ortam mı? Uzun süre önce M arxçı eleştirinin ortaya attığı bu tartışma, iki yeni etken yüzünden bir kez daha başla­ tıldı: Sömürgesizleşmeden doğan çokkültürlü siyaset ve yeni demokra­ si deneyimleri. Etnik grupların sorunlarını çözmek, onların taleplerine cevap vermek ve onların eşitliğini sağlamak üzere müdahale eden Amerikan Devleti, tarafsızlığı bir kenara mı bıraktı? Çokkültürcülük siyasetlerini resmi olarak benimseyan K anada’da ve Avustralya’da, Devlet, siyasal ve kültürel birliği sağlayan bir etken olmaktan vazgeçip etnisitenin yenilenmesinde ya da hatta varlığını sürdürmesinde bir ak­ tör ve bir araç halini mi aldı? Öte yandan, bağımsızlığa yeni kavuşmuş ve doğal olarak çok sayıda etnik gruptan oluşan ülkelerde, Batı mode­ line göre oluşturulan Devlet’in işlevini nasıl çözümlemek gerekir? Dev­ let, egemen etninin ya da egemen etnilerden birinin lehine mi davran­ maktadır, yoksa onun işlevi, farklı etnilerin siyaset alanındaki eşitliği­ ni sağlam aya mı yönelmelidir? Araştırmacıların çoğu şu cevapta birleşiyor: Devlet tarafsız de­ ğildir ve kaynaklar ile ayrıcalıkları, kimi grupların, özellikle de kimi et­ nik grupların yararına dağıtıp asıl olarak farklılaştırıcı bir rol oynar. Bu araştırmacılar, “ ortak yarar” ve “ genel çıkar” ifadelerine gönderme ya­ pan Devlet’in tarafsızlığı ideolojisini tartışma konusu yaparlar. Cynthia Enloe, B eyon d the M elting P o t’ta yer alan görüşlerden birini geliştire­ rek Amerikan Devleti’nin, bütün tarihi boyunca etnik bilinci ve sefer­ berliği pekiştirdiğini ortaya koydu; yönetim hizmetlerindeki faliyetler, Kızılderili İşleri Bürosu (1849), Göç ve Uyruk İşleri Dairesi (1891), Sa­ yım Bürosu (1902), Çalışma Bakanlığı (1913) gibi kurumlar da bunu kanıtıydı.37 Devlet’in rolü küçümsendi, çünkü öncelikle en mütevazı nüfuslara müdahale etmeyi hedefliyordu: Kızılderililer, sonra Siyahlar, Chicano\ar ve Porto Rikolular. Günümüzde ise, Siyahlar lehine uygu­ lanan toplumsal müdahale siyaseti yüzünden, koruma önlemlerini uy­ gulamakla yükümlü olan Devlet dairelerinin sayısını iyiden iyiye artın- larak bağımlı bir nüfus yaratıldı. Amerikan Devleti, etnik grupları ya­ ratma ve onları seferber etme sürecine katkıda bulundu. Affirmative action siyasetine yönelen eleştirilerle yeniden yüz yüze kalıyoruz. Joane Nagel’a göre, Devlet’in iki faaliyeti etnik sefer­ berliği hızlandırmaktadır: Etnik grupların, siyasal yaşamın aktörleri olarak kabul edilmesi ve kamu siyasetlerinde onlar lehine bir içerik oluşturulması. Belli bir azınlık grubuna ait olmak size para ve statü avantajları sağlıyorsa bundan vazgeçilebilir mi? Kamunun, “ topluluk­ lar”! tanırken, kamu yaşamını oldukları haliyle etkilemelerini de kabul edilmesi (Arap-Amerikalıların ya da Yahudi Amerikalıların kendi kö­ ken ülkeleri ya da İsrail yararına müdahalelerde bulunmaları, W ashington’daki lobbying faliyetinin olağan verilerinden biri sayılmakta­ dır), etnik kimliklerin, ortak yaşamın kabul edilmiş bir boyutu olarak var edilmesini sağlamıştır. “Yeni etnisite” yandaşlarının ya da “ akılcı tercih” kuramcılarının düşüncesine göre, etnik iddia bireylerin bir se­ çimi değil, belli bir siyasetin sonucudur: Etnik grupların kamu yaşa­ mında kendilerini oldukları gibi ifade etmelerini kabul eden göç yasa­ larına, şu tarihten bu tarihe kadar nüfusun etnik bileşimine müdahale etmeye yönelik kotalar koyan ve ayrımcılığa maruz kalmış kimi grup­ lara kaynak ayıran Devlet, etnik kimliklerin kendi varlığını -kışkırt­ mamış bile o lsa - korumasına ve Amerikan toplumu içinde kurumlaş­ masına katkıda bulunmuştur. Bu haliyle “ etnisite”nin devam etmesin­ de ya da yenilenmesinde başrolü oynamıştır. Belli bir toplumsal du­ rumla göreliliği sağlanmaya çalışıldığı ölçüde bile etnisite, Devlet’in onu tanımasına ve kamu siyasetlerine sıkı sıkıya bağlıdır. Toplulukçu olarak adlandırılan ve son bölümde ele alacağımız düşünürlerin görüş­ leri de, bu perspektiften -u lu sal azınlıkları ve etnik grupları tanırken ne tür bir kabulü benimsem eli?- yola çıkmaktadır.38 Birleşik Devletler’de etnilerarası ilişki sosyolojisi, etnik ve ırksal düzendeki sürekliliğin ortaya çıkardığı siyasal sorunlara her zaman sı­ kı sıkıya bağlı kaldığı için deneysel araştırma da pek boldur. Araştır­ manın niteliği, hiç kuşkusuz onun nicel büyüklüğüyle doğrudan ilgili değildir; bu büyüklük, ister üniversitelerdeki görevlerin, ister uzman­ laşmış bölümlerin sayısına, isterse yayımlanmış sayfa sayısının bollu­ ğuna doğrudan bağlı olsun. Kaçınılmaz olarak ele alınan toplumsal so­ runların dolaylı yoğunluğuna da bağlı değildir. Yurttaşlık hakları ku­ şağı sosyologlarının tarihçisi John Stanfield Jr.’a göre, Birleşik Devletler’de yirmi yıldan beri kayda değer bir şeyler yazılmamıştır: “Ameri­ kalı social scientistler, yirmi yıldan beri pek az özgün bilimsel çalışma yapabildiler ve ölçülü çözümlemelerle Amerikan ırkçılığının önceliğini önerdiklerinde, ya görmezden gelindiler ya da küçümsendiler. îşte bu yüzden, çağımızda Birleşik Devletler’deki yaşanan ırk eşitsizliğine iliş­ kin en iyi çözümlemeler, social scientistler tarafından değil gazeteciler tarafından yayımlandı; geçmişte sıkça görülen bu duruma günümüzde daha da sık rastlanmaktadır.”39 Buna rağmen, Amerikan ırkçılığının beşeri bilim uzmanları tarafından göz ardı edildiği söylenemez. Diğer iddianın da aşırı olduğunu düşünüyorum, en azından bunun nüansla­ rını ortaya koymak ve her iki tarafın da “ m uhafazakâr” ve “ radikal” düşünürleri karikatürleştirmesini kabul etmemek gerekir. Üniversite­ lerde yapılan araştırmalarda Devlet’in rolü üstüne ortaya atılan görüş­ lerin, underclassm oluşumu ve ırkayrımının yenilenmiş biçimleri üstü­ ne araştırmaların, etnisite ve affirmative action siyasetinin açmazları üstüne sürdürülen tartışmanın, sorunları yeni temeller üstünde tartışan ve ırkın, toplumsal sınıfın ve kültür geleneğinin etkilerini görelileştiren Sowell’ın ya da Wilson’m çalışmalarının -h er ne kadar bu araştırma, Birleşik Devletler örneği ile genel anlamda toplumu birbirine karıştır­ ma eğilimi gösterse d e -, Amerikan toplumunun kendisini konu alan düşünce tarihine layık olmadıkları söylenemez. 39 Stanfieid, 1993, s. xxı. “American social scientists have done very little new critical work in the past 20 years, and what they have done has been ignored or discredited vvhen it has offered sobering accounts of the primacy of American racism. This is why, although this has alw ays been the case, and is so in this era more than ever before, the most accurate accounts of contemporary racial inequality in the United States are being published by joum alists rather than social scientists.” Ne var ki, siyasal tartışmaların şiddetli geçmesi ve medyatik ha­ le getirilmesi, araştırmanın göreli de olsa belli bir özerklikten yararla­ nabilmesi gereğinin bazı araştırmacılar tarafından abartılı biçimde reddedilmesi soru işaretlerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Etnik ve ırksal sorunları ele alırken salt sosyolojik olma özelliği gösteren ve Amerikan toplumunun kendilik bilincinde bu denli merkezi bir rol oy­ nayan bir araştırma yürütmek mümkün müdür? Yoksa, insanların bu konularla ilgili tutkularının, nesnellik eğilimi taşıyan bir bilgi projesi­ ni zorlaştıracağını, hatta imkânsızlaştıracağını mı düşünmek gerekir? Birleşik Devletler’de etnilerarası ilişkiler sosyolojisine ilişkin bu eleşti­ rel hatırlatmaları, hayranlık uyandıran ünlü bir yazıdan alıntı yaparak bitirmek, umarız modaya teslim olmak anlamı taşımaz; hatırlatalım 1835’de yayımlanan La D em ocratie en Amerique adlı eserin X. bölü­ münün başlığı şöyleydi: Birleşik Devletler topraklarında yaşayan üç ır­ kın güncel durumu ve m uhtem el geleceği üstüne birkaç düşünce. “ Birleşik Devletler’in geleceğini tehdit eden bütün kötülükler ara­ sında en korkunç olanı, topraklarında Siyahların yaşıyor olmasıdır. Birlik’in şimdi yaşadığı sıkıntılar ve gelecekte onu bekleyen tehlike­ ler araştırıldığında, hangi noktadan yola çıkılırsa çıkılsın neredey­ se hep bu olguyla karşı karşıya kalınıyor. Baskı, tek hamlede, Afrikalıların torunlarının elinden, insanlı­ ğa dair bütün ayrıcalıkları söküp aldı! Birleşik Devletler’de yaşayan zenciler kendi ülkelerine ait anıları bile kaybettiler; atalarının on­ larla konuştukları dili duyamıyorlar artık. Kendi dinlerini reddetti­ ler, kendi geleneklerini unuttular. Afrika’ya ait olmaktan vazgeçtik­ leri için Avrupa’ya özgü koşullardan hiçbirine hak kazanamadılar; iki toplum arasında kalakaldılar; iki halk arasında tecrit edildiler; biri onları satarken diğeri de reddetti: Bütün evren içinde bulabil­ dikleri tek yer, vatanla ilgili tamamlanmamış bir imgeyi onlara su­ nan efendinin yuvasıydı. [...] Baskının, Kızılderili ırklarını daha az etkilediği söylenemez; an­ cak bu etkiler farklıdır. Beyazlar, Yeni Dünya’ya gelmeden önce, Kuzey Amerika’daki insanlar ormanlarda sükunet içinde yaşıyorlardı. Yabani yaşamın sıradan değişimlerine bırakılmışlardı ve uygarlaşmamış halkların erdemlerini ve erdemsizliklerini gösteriyorlardı. Avrupalılar, Kızıl­ derili kabilelerini çölün uzak köşelerine savurduktan sonra onları, tarif edilmez bir sefaletle dolu avare ve serseri bir yaşama mahkûm ettiler [...]. Kuzey Amerika Kızılderilileri’nin vatan duygusunu kö­ relten, ailelerini dağıtan, geleneklerini karartan, anılar zincirini parçalayan, bütün geleneklerini değiştiren ve gereksinimlerini had­ dinden fazla çoğaltan Avrupai zorbalık, onları, daha önce oldukla­ rından daha dağınık ve uygarlıktan yoksun halde bıraktı. Bu sıra­ da Kızılderili halklarının manevi ve fiziksel durumu da sürekli ola­ rak kötüleşti ve mutsuzlukları arttıkça barbarlaştılar. [...] Bununla birlikte Avrupalılar, Kızılderililerin özelliklerini tü­ müyle değiştiremediler ve onları yok etme gücünde oldukları halde ne onları uygarlaştırmayı ne de boyun eğdirmeyi başarabildiler. Zenciler, köleliğin en uç noktalarına yerleştirildi; Kızılderililer ise özgürlüğün uç boylarına. Köleliğin zenciler üstündeki etkisi, ba­ ğımsızlığın Kızılderililer üstündeki etkisi kadar ölümcül olmadı hiç­ bir zaman. [...] Zenciler, onları iten bir topluma katılmak için nafile uğraştılar. Zalimlerin zevklerine boyun eğip onların görüşlerini benimsediler ve onları taklit ederek aralarına katılmaya çabaladılar. Daha doğar doğmaz kendi ırklarının, doğal olarak Beyazlarınkinden aşağıda olduğu söylendi, buna inanmamazlık etmediler ve hep kendilerin­ den utandılar. Her bir özellikte köleliğe dair bir iz buluveriyorlardı kendilerinde ve eğer başarabilselerdi, büyük bir mutlulukla bütün benliklerini reddederlerdi. Tam tersine Kızılderililerin imgelemi, kendi köklerinden gelen asalet iddiasıyla yüklüydü. Gururları sayesinde hayallerinin bağrın­ da yaşayıp öldüler. Kendi geleneklerinin bizimkiler karşısında bo­ yun eğmesini hiç istemedikleri için, kendi ırklarının alameti farika­ sıymış gibi barbarlığa sarıldılar. Kendilerinden nefret ettikleri için değil, Avrupalılara benzemekten korktukları için ellerinin tersiyle ittiler uygarlığı. Köleliğin gerilediğini görüyorum; ama onun yarattığı önyargı yerinden kıpırdamıyor. Birlik’te, zencilerin artık köle olarak yaşamadıkları topraklar­ da, onların Beyazlara yaklaştıkları söylenebilir mi? Ters [altını ben çizdim] bir etkinin ortaya çıktığı, Birleşik Devletler’deki her insa­ nın dikkatini çekmiştir. Köleliği ortadan kaldıran eyaletlerdeki ırk önyargısının, köleliği sürdüren eyaletlerdekine göre daha kuvvetli olduğunu düşünüyorum; bu önyargı, hiçbir yerde, köleliği yaşama­ mış eyaletlerdeki kadar acımasız değil. [...] Bana öyle geliyor ki, zencileri reddeden önyargı, zencilerin kö­ lelikten azat edilmesi oranında [altını ben çizdim] artıyor ve eşitsiz­ lik, yasalardan silindikçe geleneklere işliyor. [...] Güney’in efendisi kendi kölesinin kendi düzeyine ulaşmasından endişe duymaz, çünkü bilir ki, istediği zaman onu tozun toprağın içine fırlatıp atabilir. [...] Kuzey’deki Beyazlar, kendilerini aşağılık bir ırktan ayırması ge­ reken engeli açık seçik göremiyorlar artık ve günün birinde zenci­ lere karışmaktan korktukları için, giderek daha büyük bir dikkatle onlardan uzaklaşıyorlar. [...] Eğer yasama mercileri, zenci kadınla­ rın yatağı paylaşmaya heveslenmemesi gerektiğini ilan etselerdi, Kuzey’in Amerikalıları da onları kendi zevklerinin geçici eşi yap­ mayı göze alırlardı belki; ancak karısı olması ihtimali yüzünden onlardan, bir tür dehşet duygusuyla kaçıyorlar. [...] Eğer illa geleceği görmek gerekiyorsa olayların akışına bakarak şunu söyleyebilirim: Güney’de köleliğin ortadan kaldırılması, ora­ da yaşayan Beyaz halkın Siyahlara karşı duyduğu tiksintiyi artıra­ caktır.” Bu metin yalnızca Amerikan deneyiminin anlamlı bir çözümle­ mesi olmakla kalmıyor. Tocqueville, kendi sözcük dağarcığında, etnilerarası ilişki sosyolojisinin ana temalarını formüle etmişti: Sömürge durumunun gruplar arası ilişkiler üstündeki etkisi, sömürgecinin so­ rumluluğu, sömürge insanlarının ve kölelerin kültürsüzleştirilmesi, kurbanın içinde bulunduğu koşulları içselleştirmesi, -d a h a sonraları sık sık ele alınacak o lan - Güney’deki kölelikten Birleşik Devletler’in Kuzey’indeki ırkayrımma geçiş. Amerika’da yapılan araştırmaların, etnilerarası ilişki sosyolojisi olarak en gelişmiş haline ulaşmasını sağlayacak bütün tarihsel koşul­ lar ülkede bulunuyordu. Bu sosyolojinin özel bir tarihe ait olduğunu hatırlatmaktaki amacım, elbette, buradan elde edilen bilginin diğer de­ mokratik toplumlara aktarılamayacağını öne sürmek değil; aksi tak­ dirde sosyoloji düşüncesinin evrensel tutkusunu inkâr etmiş olurum. Bununla birlikte şu sorunun sürekli sorulması gerektiğine inanıyorum: Bu durum, yalnızca Birleşik Devletler için mi geçerlidir, yoksa bütün demokratik toplumlar için mi? Eleştirel akıl adına, her tür düşünce emperyalizmiyle mücadele etmek gerekir. Her bir ulusal araştırmada, sonuçlarla ilgili bilgiyi ve eleştiriyi temel almadan, bilginin evrenselli­ ğinden söz edilemez. DÖRDÜNCÜ KISIM Ulusların Bütünleşmesi E tnilerarası ilişkilere dair çözümleme, uzun süre Avrupa üniversite­ lerinin marjinal konuları arasında yer aldı. Kolektif yaşamın etnik boyutuna bağlı olarak ortaya çıkan toplumsal sorunlar, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra görülmeye başlandı. Birleşik Devletler ise, Ameri­ kan toprakları üstünde bir araya gelen tarihsel ortaklaşmalar arasında geçen ve çoğunlukla şiddeti barındıran gerilimlerin bilincine erken var­ mıştı; Avrupalılar bölge, ulus ya da sömürge sorunları üstünde siyasal bağlamda düşünüyorlardı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, dünyanın geri kalan ülkelerinden kendi ülkelerine kalabalık nüfuslar göç edince, sosyologlar da “ etnilerarası ilişkiler”e, bazen tereddütle de olsa eğil­ meye başladılar. Nüfusların çeşitliliği ve ulusun bütünleşmesiyle ilgili soruların ulusal düzeyde nasıl ortaya çıktıklarını göstermek için Fransa ve Bü­ yük Britanya örneklerini ele alacağız. Başka ülkelerin sosyologları dik­ kate alınmaya ve saygıya layık olmadıkları için değil, Amerikan sosyo­ lojisinin etkisi karşısında daha doğrudan bir duyarlık taşıdıkları ve Avrupalılara özgü sorunları pek tikel bir üslupla soramadıkları için: Bu­ rada yapılmak istenen şey, etnilerarası ilişki sosyolojisinin tarihini yaz­ mak değil. Diğer Avrupalıların deneyimine göre Britanyalılarm ve Fransızların tarihsel deneyimi, bu kıtanın barındırdığı iki özgül duru­ mun daha çok etkisinde kalmıştır: Ulusun daha eski bir tarihe dayan­ ması ve İmparatorluk anısı. Avrupa, ulusların beşiğidir. Avrupa ülkelerinden her birinin hem kuvvetli bir ulus geleneği vardır hem de etnilerarası ilişkileri, ulus projesinin gelişmesine neden olan siyasal tarza bağlı olarak ele almayı sağlayan özel bir üslubu.1 Ulusal siyasal kuramların ve ulus düşünce­ lerinin tarihi bu ülkelerden her birini tikel hale getirir. Yabancı ya da yabancı kökenli nüfusları belirtmek için kullanılan terimler bile, yak­ laşımların birbirinden ne denli uzaklaştığını ortaya koyar. Almanlar hep “yabancılar”dan söz ederken, Britanyalılar “ ırksal azınlıklar” dan (hem Jamaikalıları hem de Hintlileri kastederken, uzun süre Blacks sözcüğünü kullandılar), Norveçliler ve İsveçliler “ kültürel azınlık­ la r d a n , Fransızlar ise “ göçmenler” den ve daha sonra “ ulusallar/yurt taşlar” dan söz ederler. Toplumsal yaşam da kullanılan sözcükler aracı­ lığıyla ifade edilen şey Öteki ile ilişki, ulusal bütünleşme ve onun tür­ leriyle ilgili gelenek, yurttaşlık yaklaşımıdır. Fransız jacobinliğini hesa­ ba katmadan Öteki ile ilişkiyi ve yerleşik yabancılara karşı sürdürülen siyasetleri anlamak mümkün değildir; Fransız jacobinliği, kökleri Ortaçağ’a uzanan ulus yaklaşımına bağlıdır ve devrimlerin benimsediği akılcı evrenselcilik de bu yaklaşımı pekiştirmiştir. Aynı biçimde, Bri­ tanya’daki “ çokkültürcülük” ü hesaba katmak gerekir; parlamenter demokrasi tarihinden doğmuştur ve gruplar ile sınıfların kamu yaşa­ mında temsil edilmesi düşüncesini benimser. Hollanda’da ve İsveç’teki liberal gelenek ise “ azınlıkların özgürleşmesi” siyasetlerini savunur. Almanya ve canlılığını hâlâ koruyan “ Alman halkı” kavramının tari­ hi, etni-dil bütünlüğünü göz önüne alır. Yurttaşlıkla ilgili iki geleneği karşı karşıya getirmek usûlden sayılmaktadır: İngilizlerde Burke ile başlayan, güçler dengesinin ve ara yapıların rolünü vurgulayan birey­ ci yaklaşım; Rousseau’ya dayanan, siyasal yapının ve yurttaş ile Dev­ let’in arasındaki doğrudan ilişkinin bir birlik oluşturmasında ısrar eden yaklaşım.2 Fransa ve Büyük Britanya, aynı zam anda en büyük iki sömür­ geci güçtü, yerleşik göçmenlerin büyük bölümü eski sömürgelerden gelmişti ve böylelikle Avrupa’yı, yeni bir sömürge-sonrası toplum türü haline getirmişti: Ölü İmparatorluk’un kuramlarının ve anısının izleri­ ni taşıyan ırk ilişkilerinin kurulduğu sömürge-sonrası metropol. Bri­ tanya sosyolojisinin gelişimi de, işte bu özel perspektifi dayanak aldı. Buna karşılık Fransa’daki sosyologlar, araştırmalarını göç tari­ hi ve ulusun bütünleşmesi düşüncesine dayandırırken Durkheim’ın, ulusal topluma asimile olmuş modern toplumla ilgili sorularının deva­ mını getirdiler. Durkheim’a göre kolektif yaşamdaki etnik boyutu göz önüne almak, ulusal birliği tartışma konusu yapmaktı. Toplumsal so­ runların “ etnik” bağlamda ele alınması için, sömürgesizleşme sürecini ve sömürgeci yayılma projesinin radikal bir eleştirisinin yapılmasını beklemek gerekti. Ulus-Devlet’e ve jacobinliğe radikal olarak karşı çı­ kılan bir dönemdi. Aynı dönem, yani 70 ’li yıllar, iktisadi refah sırasın­ da gelmiş Üçüncü Dünya kökenli nüfusların kesin yerleşimiyle ortaya çıkan sonuçların çözümlendiği bir dönemdi. Yeni gelenlerin kolektif yaşama katılımı, yeni bir “çokkültürcülük” ün biçimleri ve değerle­ ri bütün Avrupa’da sorgulanıyordu. Her iki ülkede araştırmacılar modernliğe ilişkin radikal bir eleş­ tiri geliştirdiler. Irkçı kuramlar, ayrımcılığa ve ırkayrımına dayanan si­ yasetler, halkları tümden yok etmeye dayanan Nazi projesi, çelişkili bir biçimde modernliğin zorunlu ürünleri değil miydi? Siyasal projenin, evrensel boyutu bakımından ırkçılığın kökünü kazıması gerektiği bir dönemde, aynı ırkçılığın hem yenilenmiş hem de uç gösterimlerine ta­ nık olundu. Bu ırkçılık, Fransızların -u lu s kavramı karşısında olumlu bir tutum takındıklarında- ulus olarak adlandırdıkları ve İngiliz dili uzmanları ile en eleştirel Fransızların ulusçuluk olarak niteledikleri si­ yasal örgütlenme biçimiyle ne ölçüde bağlantılıydı? Ulusçuluğun aşırı­ lıklarını, ırkçılık ile ırksalcılığı eksikler ya da zorunluluklar bağlamın­ da yorumlamak gerekiyor muydu? Britanyalılar, daha çok imparatorluk sonrası metropolde görülen ırkçılığı sorgularken, Fransız sosyologlar ulusun bütünleşmesi üstünde durdular. Irkçı düşünce ve ırksalcı davranışlarla ilgili görüşler, antropo­ loglardan ve filozoflardan çok, kurumsal sosyolojiyle ilgilendiğini söy­ leyen araştırmacılardan geldi; uluslar ve ulusçuluklar ise daha çok tarih­ çilerin, filozofların ya da siyasetbilimcilerin işi sayıldı. Bu iki alan ara­ sındaki ilişki genellikle zayıftı. Özellikle de Büyük Britanya’da yaşanan durum çarpıcıdır; “ ırkçı” uygulamaları inceleyen ve ırkçı kuramın top­ lumsal işlevlerini vurgulayan sosyologlar etkin ve verimliydi - 9 0 ’lı yılla­ ra kadar, kendiliğinden ortaya çıkmış nesnel bir olgu olarak kabul edi­ len ırkçılığın tanımını yapmak için, bu kadar büyük bir gayret gösteril­ m edi-; öte yandan ulusçuluğun doğuşu üstüne yapılan kuramsal araş­ tırmalarda oldukça parlak sonuçlar elde edildi. Araştırmacılar, bu iki düşünce akımı arasındaki ilişkiyi araştırmaya henüz başladılar. ONUNCU BÖLÜM Irk Düşüncesi ve Büyük Britanya’da Irkçılık Karşıtlığı B üyük Britanya’da deneysel araştırmaların bolluğu ve zenginliği, ku­ ramsal tartışmaların ve siyasal muhaliflerin canlılığı dikkat çekici­ dir. İngiliz araştırmacılar ile Amerikalıları buluşturan entelektüel cami­ anın da, uzmanların hevesine katkısı büyüktür -Amerikalı profesör Michael Hechter’ın Büyük Britanya’daki iç sömürgeciliği konu alan ki­ tabı, ulus eleştirisini derinden etkilemişti. Yaklaşık on yıldan beri diğer Avrupa ülkeleriyle yapılan karşılaştırmalarda gelişme sağlanmıştır. Britanya toplumunda ve sosyolojisinde, uzun bir geçmişi olan ırk yaklaşımına ayrıcalıklı bir yer verilmektedir. Michael Benton’a göre, İn­ giliz halkının ve ulusunun kökenini ve ayırt edici özelliklerini ele alan tarihsel ve siyasal yazılarda, dört yüzyıl boyunca ırk düşüncesi ağır ba­ sıyordu. 17. yüzyılın ortalarından beri İngilizlerin üstünlüğü doğrulan­ maya çalışılıyordu; Tacitus’un belirttiği gibi, gerekçe olarak, 5. yüzyılda İngiltere’yi işgal eden Anglların, Jütlerin ve Saksonların, Germenlerin soyundan gelmiş olmalarıydı. Bu üstün ırkın ayırt edici özellikleri, Ulu­ sal Kilise ile Roma Kilisesi’nin birbirinden kopmasını açıklıyordu. İç sa­ vaştan sonra, parlamenterlerin monarşiye karşı kazandıkları zaferi bu özelliklerle yorumlamak mümkündü: Parlamenterler, eski Germen­ ler’deki demokratik geleneğin mirasçılarıydılar. 19. yüzyıl sonunda baş­ layan sömürgeci yayılmayı meşrulaştırmak için, uygarlığı yayma sorum­ luluğu taşıyan “ Beyaz insanın sırtındaki yumurta küfesi” teması, çok es­ ki bir düşünce tarzını sürdürmekten başka bir işe yaramadı.1 Etnilerarası ilişkileri ele almanın Britanya’ya özgü yolunu yo­ rumlamak için imparatorluk deneyimini temel almak gerekir. Gerçek­ ten de toplum, sömürgecilik geçmişinin izlerini taşır. Britanyalı sosyo­ loglar da, Commonwealth’ten gelen nüfuslar ile diğerleri arasındaki ilişkileri yorumlarken İmparatorluk anısını temel aldılar. Toplumsal ya­ şamda olduğu gibi sosyolojide de, farklı toplulukların varlığından do­ ğan toplumsal ve siyasal sorunları ırklar, ırk ilişkileri, ırkçılık ve ırkayrımcılığı bağlamında ortaya koymak -b u bakımdan, “topluluk” sözcü­ ğünün kendisi bile anlam lıdır- sömürge toplumundaki sorunları orta­ ya koyma tarzından miras kalmıştı. Irkçılık çözümlemesinin Yahudi düşmanlığını kendiliğinden dışlamasının nedeni de budur. Michael Benton’ın ve John Rex’in kuşağı bütün çalışmalarını, Avrupa’nın yayılma­ sından -Britanya İmparatorluğu bunun en olgun örneğidir- sonra bü­ tün dünyada boy gösteren ırk ilişkilerine adamıştı. Eserlerinin büyük bölümünü 80’li yıllara kadar yayımlayan sosyologlar ise, “ dış” İmparatorluk’a bağlı nüfusların göçüyle Britanya Adaları’nda yeniden kuru­ lan “ iç” İmparatorluk’u şiddetle eleştirdiler. Kendileri de N ew Cornmonıvealth kökenli olan pek çok sosyolog İngiliz ırkçılığı, ulusçuluğu ve emperyalizmi arasındaki kopmaz bağı çözümleyip mahkûm ettiler.2 Kategorileştirme, siyasal sorunların oluşumunda hem bir gös­ tergedir hem de bir araç. Toplumsal gerçekliği düşünme ve oluşturma kiplerini açığa çıkardığı ölçüde onu belirginleştirmek de önem kazanır. İngilizler, “ eski” Commonwealth’in (O ld Gommomuealth) üyeleri ı Banton, 1977, özellikle bkz. s. 16-26. 2 Azınlıkların varlığının kabul edilmesini, New Commonwealth kökenli pek çok araştırmacının yapılan çalışm alarda merkezi bir rol üstlenmesine mi bağlam ak gerekir? Pek çokları gibi Anwar, Gilroy, Goulboume, Hail, M odood, Parekh, Sivanandan da bu kökenden gelmektedir. Fran­ sa’da bu durumun eşdeğeri yoktur. Ulusçuluk biçimleriyle ilgili araştırm alar dikkate alındığın­ da, Çekoslovakya’da doğmuş olan Gellner’in ailesi Yahudi’dir; aynı durum İngiltere’de göçmen bir ana babadan doğmuş olan Anthony Smith için geçerlidir; Kedourie İse Irak kökenlidir. olan Kanadalılar, AvustralyalIlar ve Yeni Zelandalıları göçmen Britanyalılar, yani Britanyalılar olarak kabul ederler; “ yeni” Commonvvealth’in (Neıv Commonıvealth) üyeleri ise eski Sömürge İmparatorlu­ ğumda yaşayan yerli nüfusların soyundan gelmektedirler. Bu iki grubu birbirinden ayırmak gerekir. Bunları yalnızca toplumsal yaşam da de­ ğil, topraklara ve uyrukluğa girişle ilgili yasalar her iki taraf için fark­ lı biçimlerde uygulandığına göre hukuksal bakımdan da birbirinden ayırmaktadırlar.3 Sömürgeleştirilmiş halkların mirasçısı olan herkes B lacks olarak adlandırılmaktadır. Bu terim, en azından 9 0 ’lı yıllara kadar Antilliler ya da Afrikalılar için olduğu gibi Hintliler için de kul­ lanılıyordu; kısacası, İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren Büyük Britan­ ya’ya yerleşen göçmenlerin büyük bir bölümünü, nativelerin soyundan gelen ve Avrupalı olmayanları tek Dİr sözcükle ifade ediyordu. Yani bu terim “ yerliler” , “ sömürge halkı” terimlerinin yerini aldı. Önemli olan yalnızca sözcükler değil. Büyük çoğunluğu Britan­ ya Tahtı’nın tebaası olan yeni Commonwealth kökenli bu göçmenlere uygulanan muamele sömürge tarihinin bir devamıdır ve daha uzak bir geçmişte toplumsal Darwinciliğin Öteki’ni düşünme tarzının bir biçi­ midir. Pek çok sosyolog, onların hâlâ “yerli” olarak algılanıp böyle bir muameleye layık görüldüklerini ve ırkçılığın, diğer Avrupa ülkelerinde olduğundan çok daha önemli bir fenotip olduğunu vurguluyorlar. Black Britons ya da Black British ifadeleriyle sık sık karşılaşılıyor. Şu­ nu da ekleyelim ki, bu terimler siyasal bir anlam kazanmış ve 60’lı yıl­ larda Birleşik Devletler’de hak eşitliği mücadelesi veren B lack lerden esinlenmiştir. “Irk sorunları” nın kökeninde eski sömürge halklarının ülkeye gelmesini gören m uhafazakâr çevrelerin ideolojisi karşısında, göçmenler ve ırkçılık karşıtı militanlar bu kavrama olumlu bir anlam kazandırmak istiyorlardı. Sözcüklerin kazandığı önem yüzünden, 90’lı yılların başından itibaren sosyologlar, söz konusu nüfusları belirtmek için, daha yansız bir terim olan “ etnik azınlıklar” ı benimsediler; bu terim hem İm para­ torluk anılarıyla daha az ilişki kuruyordu hem de Amerikan deneyimi­ nin yananlamıyla daha dolaylı bir ilişki içindeydi. Yalnızca siyah ola­ rak görülenleri ifade etmesin diye İrlandalılar, Kıbrıslılar ve Yahudiler de etnik azınlık kapsamına alındı. Ne var ki, eski sömürge halkları ile Avrupa kökenli göçmenler arasındaki ayrım, gücünü kaybetmedi. Nü­ fus sayımının da bunu doğruladığını göreceğiz. Britanya siyasetinde, ırkçılık karşıtı mevzuat esaslı bir yer tut­ makta ve ırk konusunda, toplumsal gerçeklikteki algıyı benimsemek­ tedir. 1965, 1968, 1976 yıllarında benimsenen race relations acts'm amacı, başta okul, iş başvurusu ve konut olmak üzere kamu alanında görülen ayrımcılıkla mücadele etmekti. Bu düzeneklerle, göçmenlere ve onların çocuklarına fırsat eşitliği (equal opportunity) tanınması ön­ görülüyordu. 1 976’da, benzer başka kurumların yerini almak üzere kurulan com m ission for racial equality (CRE) müdahale edecek ger­ çek bir güçle donatılmıştı ve race relations a ctste alman önlemlerin uy­ gulanışını gözetmekle yükümlüydü. Komisyon, azınlıkların kolektif si­ yasal temsilini hukuk sistemi aracılığıyla gerçek anlamda üstlenme ro­ lü taşıyordu, ancak üyeleri hükümet tarafından atanıyordu. Bu aşırılı­ ğıyla da, John Crowley’nin formülüne göre “yurttaş olmamanın nere­ deyse kabul edilmesi” ne4 katkıda bulunmuş olmuyor muydu? Aynı doğrultuda etki yaratan, Britanya’ya has başka bir özgül du­ rum: Yarı-bilimsel, yarı-siyasal resmi raporlar hem kolektif düşüncede hem de ırkayrımcılığına karşı mücadelede etkin bir rol oynadı. Bunlar­ dan eğitimi konu alan Swann raporu5 sonrasında, bilinçli olmasa da öğ­ retmenlerin ırkçı tutum takınabildikleri ortaya konuldu; bu sorunu çöz­ mek ve yabancı kökenli çocukların kendi kültürlerinden gurur duyma­ larını sağlamak için, etnik ya da çokkültürlü okul programları uygula­ mak gibi pek çok önlem almak gerektiği söylendi. Bu programların içe­ riği, yerel yönetimler ile etnik azınlık topluluklarının temsilcileri arasın­ daki görüşmelerle belirlenecekti. Aynı biçimde, Scarman raporunun ya­ zarları da, 1981’de kentlerde patlak veren ayaklanmaları açıklayan bir 4 5 Crowlcy, 19 90, s. 61. Swann, 1985. çözümleme sundular ve bu tür olayların tekrarlanmasını önleyecek ön­ lemler önerdiler.6 Liverpool’daki ırk ilişkilerini konu alan Gifford rapo­ ru, iktisadi krize bağlı olarak ortaya çıkan uygulamaların gerileme süre­ cine girmiş eski sanayi bölgelerinde genç Blackleri, nasıl işsizliğe mah­ kûm ettiğini ortaya koydu.7 Tartışma konuları, ırkçılık karşıtı mücade­ leden esinlenen kamu siyasetlerinin anlamını ve etkilerini, fırsat eşitliği yaratma ve çokkültürlü bir siyaset geliştirme iradesini kapsıyordu. Sosyologlar, çeşitli ayrımcılık türleri karşısında uygulanan ka­ mu siyasetlerinin somut etkilerine farklı bir gözle bakıyorlardı. Her şeyden önce, çokkültürlü siyaset uzmanları ile ırkçılık karşıtı militan­ ların sayısındaki artışın, ırkçı uygulamaların kökünün kazınmasında yeterli olmadığını belirttiler. Son yıllarda, hemen hemen bütün etnik ilişki uzmanları Britanya’daki ırkçılığı konu alan bir kitap yayımladı. En azından ayrımcılıkkarşıtı siyasetlerin ve sosyoloji araştırmalarının güçlü bir “ ırk” bilinci yarattığı su götürmez bir gerçektir. Greater London Council’ın (GLC) 1 984’te sürdürdüğü kampanyanın sloganı baş­ kentteki bütün duvarlara yazıldı: “Irkçılık hepimizi ilgilendiriyor: Ya onun kurbanları oluyoruz ya da m aşaları.” Kentlerde pek çok kez pat­ lak veren ayaklanmalar (1948, 1958, 1981, 1985), 1989’da, Salman Rüşti’nin Şeytan Ayetleri adlı romanının yayımlanmasından sonra Müslüman Britanyalılarm gösterilerde kullandıkları şiddet sorunun gi­ derek dramatik bir hal almasına yol açtı. IRK İLİŞKİLERİ SOSYOLOJİSİ Araştırmacılar kuşağının ilki, Avrupa’nın dünyaya yayılmasına ilişkin bir görüşten yola çıkarak ırk ilişkilerinde yaşanan durumlarla ilgili ge­ nel bir çözümlemeye girişti. Irk İlişkisine Dair Durumlar (“Race Relations Situations” ) Michael Benton’ın 1967’de ortaya koyduğu yaklaşım, o sıralar Britan­ ya’da yaşanan durumu konu almıyordu; Benton, Avrupa’nın yayılma­ 6 7 Scarm an, 1981. Gifford, 1986. sıyla birlikte denizaşırı ülkelerde ortaya çıkan ırk ilişkilerine dair du­ rumlar için genel bir yorum öneriyor ve altı farklı durumun yaşandı­ ğını söylüyordu: Çevresel ya da kurumsallaşmış ilişki, kültürleşme, egemenlik, himayecilik, bütünleşme, çoğulculuk.8 İki farklı toplumun üyeleri iş yapmaya başladıklarında, onlar arasındaki ticari işlemler de kendi toplumlarının dışında kalabiliyor ve o toplumları etkilemeyebiliyordu. Bu durum, yüz yüze gelmeden mal­ ların değiş tokuş edildiği bir tür “ sessiz ticaret”ti. Çevresel ilişki ola­ rak adlandırılan bu durum genellikle kısa süreli oluyordu. Düzenli bir hal aldığında da kâh kurumsallaşmış ilişki kâh kültürleşme biçiminde gelişimini sürdüyordu. Bu durumda, toplumun kimi üyeleri kendi toplumları ile diğeri arasında düzenli ilişkiler kuruyorlardı. Sistemlerden herhangi birinde belli bir yer edinerek iki sistem arasında “ kurulmuş” ya da kurumsallaşmış ilişkiyi sürdüyorlardı. Oysa ortak bir siyasal dü­ zen ya da bütünleşmiş bir toplumsal sistem oluşmuyordu ve her top­ lum kendi kurumlarmı ve kendi geleneklerini sürdürüyorlardı. Ancak ilişki, yayılmakta olan bir sanayi toplumu ile başka bir toplumu bir araya getirdiğinde, birincinin gücü İkincinin bazı dönüşümler geçirme­ sini şart koşuyordu. Her ne kadar, bu iki toplum birbirine karışma eği­ limi gösterse de, zayıf olan kuvvetli olandan daha çok değişime uğru­ yordu. Buna karşılık, ilişkide olan her iki toplum da küçükse ve mer­ kezi yapılanmadan yoksunsa çoğunlukla kültürleşme yaşanıyordu. Farklı ırk grupları ya da uluslar arasındaki ilişkilerin ya da bağ­ ların gelişimi, çoğıi kez gruplardan birinin diğerini egemenlik altına al­ ması ve tek bir toplumun kurulmasıyla sonuçlanıyordu. Böylelikle, ırk durumu bütün toplumsal ilişkileri etkisi altına alıyor ve sınıfların ırk­ lara göre oluşumu kaçınılmaz hale geliyordu. Diğer belirgin toplumsal özellikleri, gelirleri, eğitimleri, dinleri, aile ilişkileri ne olursa olsun, şu ya da bu ırka ait olmak bireylerin konumunu belirliyordu. Bu durum­ da, yeni gelenlerin yararlandıkları siyasal bağımsızlık ölçüsünde iki si­ yasal sistem oluşabiliyordu. Yeni gelenler, her tür dış güç karşısında bağımsız kalabilmişse, yerel topluma egem enlik düzenini dayatıyorlar­ dı; Güney Afrika’da olduğu gibi. Siyasal bakımdan bir metropole ba­ ğımlı oldukları takdirde de himayecilik düzeni kuruluyordu. Bu düzen, kurumsallaşmış ilişkinin özel bir biçimiydi ve iki toplum arasındaki ayrımın sürmesini öngörüyordu. Sömürgelilerin oluşturduğu toplum, metropol ile yerli toplumun üst üste bindiği bir ortamdı. Her ne kadar ırksal ayrımları tümüyle gözden kaçırmak müm­ kün olmasa da, onlara daha az önem verilmesi mümkündü. Bu du­ rumda bütünleşme sistemi oluşuyordu. Çok sayıda (ikiden fazla) ırk grubunun bulunduğu, nüfusun çok çeşitli kökenlerden geldiği ve ırklararası evliliklerin çok sayıda olduğu koşullarda, bu tür bir sistemin ortaya çıkma ihtimali artıyordu. Irk, diğerleri gibi toplumsal bir işaret­ ten -çoğunlukla diğerlerinden daha önemsiz bir işaretten- ibaret kalı­ yor ve yalnızca özel bazı koşullarda hakları ve görevleri beliriyordu. Azınlık gruplarının sınırları pek de iptal edilmeden, hukuksal ve siyasal haklarda ve görevlerde eşitlik sağlanabiliyordu. Bazı azınlıklar hak eşitliği elde etmek için büyük bir dayanışma göstermek durumun­ daydılar. Azınlıkların varlığını pekiştiren bir gösterim sayesinde siya­ sal eşitlik elde edilip sürdürüldüğünde, kurulan düzenin de çoğulcu ol­ duğu söylenebilirdi. Bu durumda ırk, çoğu toplumsal davranışı pek et­ kilemiyordu. Bu farklı türlerden bazılarının evrimleşmesi olasılığı da vardı. Kültürleşme, bütünleşmeye kolaylık getiriyordu. Sömürgelilerin siya­ sal bakımdan bağımsız olup olmamalarına ya da bir metropolün oto­ ritesine bağımlı olup olmamalarına göre ilk temasın ardından egemen­ lik ya da himayecilik geliyordu. Himayeciliğe dayanan bir yönetimde metropolün gücü zamanla zayıflayabiliyor ve böylelikle bütünleşmeye geçiş kolaylaşıyordu. Buna karşılık, egemenliğe dayanan yönetim, ege­ menlik sistemini sürekli pekiştiren ve bu sistemi değiştirmeyi giderek zorlaştıran bir örgütlenmeye dayanıyordu. Egemenliğin en saf biçimi, iki ırk kategorisinin var olduğu ve üstün kategorinin yenilerin girme­ sine (göç yoluyla) ya da ortaya çıkmasına (melezleşme yoluyla) karşı koyduğu durumda kuruluyordu. Ancak egemenlik yönetiminin varlı- ğını sürdürebilmesinin tek yolu, iktisadi temellerinin istikrarlı olmasıy­ dı ve bu yönetim maddi refaha sıkı sıkıya bağımlıydı. Mutlak egemen­ liği elden bıraktığında, eşitsiz çoğulcu bir yönetime kayabiliyordu. Göç toplumundaki asimilasyon paradigmasını benimseyen Chicago okulundan esinlenmiş ırk ilişkisi çevrimleri kuramcılarının tersine Benton, farklı tarihsel durumları göz önünde bulundurmak istiyor ve bü­ tünleşme ya da çoğulculuk toplumlarının gelecekte kurulması olasılığı karşısında hiçbir tahminde bulunmuyordu. Michael Benton’ın çalışmalarının özü dikkate alındığında, göç­ menlerin kitleler halinde gelmesinin, Britanya kentlerinde yaşanan ırk ilişkilerine dair pek çok incelemeye kaynak oluşturduğu görülür.9 Unesco’nun ırkçılıkla mücadele eski danışmanı, Güney Afrika kökenli sosyolog John Rex, daha yakın bir tarihte, sömürgecilik-sonrası toplum örneklerinden esinlenerek, ırk ilişkisi durumlarını ele alan yeni bir çözümleme önerdi.10 Onun çözümlemesine göre, şu iki toplum türünü birbirinden ayırmak gerekiyordu: Etnisitenin, bir sömürü ya da baskı durumu yaratmaksızın, farklar bakımından bir kaynak ve top­ lumsal örgütlenmede bir ilke halini aldığı toplumlar ile etnik ve ırksal durumun sömürüye ve baskıya yol açtığı toplumlar. Rex, bütün gayre­ tiyle ikinci tür toplumları çözümlemeye çalıştı; yalnızca onlar, hakiki düşünsel ve siyasal sorunları su yüzüne çıkarabilirlerdi. Bu toplumların üç temel özelliği vardı: 1) Özgür emek piyasa­ sında olağanın çok ötesinde bir çatışma, baskı ve sömürü durumu ya­ şanıyordu; 2) bu çatışmalar, bu baskı ve bu sömürü yalnızca bireyler arasındaki ilişkileri değil gruplar arasındaki ilişkileri de kapsıyordu, öyle ki, bireyin bağlı olduğu varsayılan grubu terk etmesi imkânsızdı; 3) bu durum, çoğu kez biyolojik boyutu da barındıran belirlenimci bir kuram tarafından akılcılaştırılıyor ve doğrulanıyordu. Sonuç olarak, ırk ilişkileri durumu ile sınıfsal bölünmenin yarattığı durumu ayırt et­ 9 Örneğin bkz: Glass, 1960; Patterson, 1963; Rex ve M oore, 1967; Hill, 1970; Richmond, 1973; Rex ve Tomlinson, 1979. ıo J. Rex, “The Role of Class Analysis in the Study of Race Relations: a Weberian Perspective”, Rex ve M ason’da (yönetiminde), 1986, s. 64-84. mek gerekiyordu; çünkü ırk ilişkileri durumu kuvvet yoluyla sürdürü­ lürken, özgür emek piyasasında işverenler ile ücretliler arasındaki iliş­ kilerde bu yola başvurulmuyordu. Irk ilişkilerine dair durumlar, Rex’in imparatorluk sistemi olarak adlandırmayı önerdiği sistemden doğmuş­ tu; Avrupalıların dünyaya yayıldığı dört yüzyıl boyunca, bu sistem de dünyaya yayılmıştı. Gerek sömürgeleştirilen ülkelerde gerekse eski metropollerde, kısacası bütün dünyada izlerini bırakmıştı. Wallerstein’ın dünya-iktisat kavramını yeniden kullanan Rex, Avrupa ülkeleri­ nin yarattığı çeşitli imparatorlukları dikkate alarak bu kavrama nüans kazandırmak gerektiği ve eski sömürgeler ile eski metropollerde etnik ve ırksal ilişkilerin çözümlenmesini birbirinden ayrı tutmak gerektiği önerisinde bulundu. Bu çözümleme, Schermerhorn’un çalışmalarının bir devamıydı. Ancak John Rex, ondan daha “ M arxçı” olduğunu söy­ lüyordu; çünkü, etnik çatışmaların yalnızca tarihsel çatışmalardan ve kültür farklarından doğmadıklarını, esas olarak siyasal ve iktisadi dü­ zendeki güç eşitsizlikleri sisteminden doğduklarını söylüyordu. Sömürgeleştirilmiş ülkelerde ortodoks M arxçı yaklaşıma bağlı kalınamazdı. Gruplar arasındaki hukuksal eşitsizlikler ve tarihsel çe­ şitlilikler, yalnızca M arxçı kuramla açıklanamayacak bir sistemi, top­ lumsal statüler sistemini (M ax Weber’in kullandığı Stânde anlamında) yaratıyordu. Bu durumda sınıf mücadelesi, statülerin eşitsiz olduğu bir sisteme dayanıyordu. Irk, dayatılmış olumsuz bir statüydü. Statü siste­ minin çözümlemesi ile sınıf ve üretim aracılığıyla sınıflar arası ilişkiler sisteminin çözümlemesini birbirine eklemlemek gerekiyordu ve Rex’e göre, çoğulcu toplum kuramcıları bunu yapmıyorlardı. Apartheid Gü­ ney Afrikası’nda ırka dayalı statü eşitsizlikleri, üretim yoluyla kurulan ilişkilerden önce geliyordu. Ancak ırksal grubun içinde, çıkar çatışm a­ larına yol açan ve kolektif eylemi oluşturan temel etken üretim siste­ miydi. Siyasal sistem Siyahlara bazı roller veriyor, ancak daha sonra Siyahlar bir sınıfmış gibi davranıyorlardı. Eski metropollerde, îm paratorluk’tan kalan nüfuslar, kökenleri gereği emek piyasasında, konut ve eğitim alanlarında engellendikleri ölçüde underclass oluşturuyorlardı. Dolayısıyla, ırk ilişkileri sistemi ile sınıf sistemi arasındaki bağlar ya­ lın bir formülle özetlenemezdi. Kendinde sınıf olmaktan kendisi için sı­ nıf olmaya geçişi ortaya koyan M arxçı kuram, etnisite kuramıyla bütünleşmeliydi. Sınıf bilinçlenmesi, kendi kaynağını üretim ilişkilerinin dışından alan etnik kimliklerin varlığı sayesinde kolaylaşabilirdi. Etni­ site kuramcıları ise, kolektif etnik örgütlenmenin çoğunlukla kış uyku­ sunda olduğunu ve yalnızca ortak çıkarların belirmesiyle etkin hale ge­ çebileceğini kabul etmeliydiler. Rex, Weber’in yorumunu geliştirdiği çözümlemede, sınıflar dü­ zeni ile statüler düzenini birbirinden ayırırken, gerek sömürgeleştiril­ miş toplumlarda gerekse eski-metropollerde egemen olan toplumsal ve ırksal eşitsizlik sistemini açıklamak üzere bunları bir araya getirdi.11 Bununla birlikte, son tahlilde üretimle kurulan grup ilişkilerinin, yani toplumsal sınıfın öncelikli kaldığını öne sürdü. Etnik ve ırksal ilişki durumları olarak adlandırılan olgunun temel öğeleri etnik ya da ırksal grupların kendisi değildi. Bu durumlar, sınıf, statü (Stande), kast ve saygınlık mücadeleleri (status-seekin g) egemenliğine dayanan bir sis­ temde yer alıyorlardı. Bizim başımızı ağrıtan da, ırk ilişkileri durumu değil sınıf sistemindeki ve toplumsal statülerdeki haksızlıklardı. Gerek eskiden sömürgeleştirilmiş toplumlar gerekse eski sömürgeci ülkeler için sömürge-sonrası toplum kavramını kullanan Rex, Büyük Britan­ ya’da yaşanan ırkçılık konusuna kendini adam ış genç kuşağın benim­ sediği düşünce akımı içinde yer aldı. Britanyalı sosyologların, Büyük Britanya’da ırk ilişkileri durumu yaşandığının ayırdına varmaları, 1965 sonrasına rastlar.12 Yüzyılı aşkın bir süreden beri göçmenlerin büyük çoğunluğu Avrupa ülkelerinden gelmişlerdi; eski sömürge halk­ larının gelmesi ise yeni bir ırk ilişkisi durumunun oluşmasına yol aç­ mış ve sosyologları araştırma yapmaya teşvik etmişti. “ Savaş sonrası dönemde Büyük Britanya’daki ırk ilişkileri yepyeni bir yön kazandı ve düşmanlıklarda ve çatışmalarda baş köşeye renk yerleşti.” 13 ıı Rex, 1959; Rex, 1970. 12 13 M iles ve Phizacklea, 1979, s. 4. H. Bradley, “ Changing Social Divisions: Class, Gender and R ace”, Bocock ve Thompson’da (yönetiminde), 1992, s. 42. AZINLIK BİLGİSİ Büyük Britanya’da, artık etnik nitelemesiyle birlikte anılan azınlıkların varolduğu açıkça kabul edilmektedir. Pek çok tereddütten ve tartışma­ dan sonra ve on yıl öncesinde reddedildiği halde, 1991 sayımında et­ nik aidiyet üstüne bir sorunun yer alm ası, nihayet kabul edildi. 1980’de muhalifler, bu sorunun bile azınlıkların varlığını kabul etmek anlamına geleceğini öne sürdüler. 1990’da Avam Kamarası’nda alman karar ise şu argümana dayanıyordu: Etnik ve ırksal kökenle ilgili so­ runun sorulması, ırkayrımcılığına maruz kalan nüfusların karşılaştık­ ları engelleri ortadan kaldırmak üzere hükümetin başvurabileceği ge­ rekli bir koşul olduğuydu. Azınlık etnik toplulukların belirgin özellik­ lerinin ve gereksinimlerinin uzamdaki dağılımını (nüfusun yaklaşık % 5,5 ’ğu) bilmek, bu siyaseti selamete ulaştırmanın tek yoluydu. Bu yaklaşım a bağlı olarak aşağıdaki kategoriler önerildi: Be­ yazlar; Antilli Siyahlar; Afrikalı Siyahlar; diğer Siyahlar (belirtiniz); Hintliler; Pakistanlılar; Bangladeşliler; Çinliler; diğer etnik gruplar (belirtiniz). Haklı olarak eleştirmenler sayım sırasında sorulan “ et­ nik” sorunun aslında “ ırksal” bir soru olduğunu ve Avrupa kökenli bütün göçmenlerin, Britanyalılar ile birlikte “ Beyazlar” olarak adlan­ d ırd ık ların ı söylediler. Buna karşılık, bazı M üslümanların talep etti­ ği ve dinsel aidiyeti konu alan sorunun sayımda sorulması reddedil­ di; çünkü kamu ile din alanlarını birbirinden ayıran 1920 tarihli res­ mi karara aykırıydı. Hiç kuşkusuz bu karar, azınlık nüfuslar hakkın­ da çoktan gelişmiş olan bilgiyi belirginleştirmeye katkıda bulunacak­ tı. Bu bilginin ırk bilincinin zayıflamasına yol açtığı kanıtlanmadı; zi­ ra bu kararla, bütün “ Beyazlar” aynı kategoriye konulmuştu ve di­ ğerleri arasında da daha “ ince” ayrımlara gidilmişti.14 Azınlık grup­ lar üstünde bilgi edinme çabası iki ana tem ada yoğunlaştı: Okulda ve iş piyasasında maruz kaldıkları ayrımcılıklar ile iktisatta edindikleri yer; siyasal davranışlar. Ayrımcılıklar Okulda ayrımcı uygulamalara maruz kaldıkları ölçüde azınlıkların yüksek bir niteliğe kavuşmaları da zorlaşıyordu. Daha önce adı geçen Swann raporunda, genel olarak şu düşünce üstünde duruluyordu: Azınlık gruplarına bağlı olan öğrenciler, istemeyerek de olsa öğretmen­ lerin bünyelerinde taşıdıkları ırkçı stereotiplerden esinlenen davranışla­ rın ve Beyaz arkadaşlarından gelen ırkçı tacizlerin (racist harassm ent) sonuçlarına maruz kalmaktaydılar. Ancak şunu da unutmamak gereki­ yordu: Asyalı olarak anılan, yani Hint yarımadası kökenli çocukların okul başarısının, son soruşturmalara göre (1992) ve gösterge ne olursa olsun, Beyazların başarısına en azından eşit olduğu görülmüştü (erkek çocukların başarısı muhtemelen daha yüksekti, ancak onların elde et­ tikleri sonuçları kızlarınkilerden ayırabilecek istatistik araçlar henüz te­ min edilmemişti). Buna karşılık Antillilerin başarısı daha düşüktü. As­ ya kökenli öğrencilerin ortaöğretim (bakaloryanın eşdeğeri) sonunda A düzeyine ulaşma şansları, Karayib asıllı genç Britanyalılardan üç kez daha fazlaydı. Pakistan ve Bangladeş asıllı öğrencilerin elde ettikleri so­ nuçlar ise, Hindu Birliği kökenli öğrencilerin sonuçlarına giderek yak­ laşmaktaydı; oysa, son yirmi otuz yıl boyunca Hindistan asıllı çocuk­ lardan üstün durumdaydılar. Ne ırk ne de ırkçılık, tek başına soruyu ce­ vaplayabiliyordu. Bu sonuçlar dikkate alındığında, Thomas Sovvell’in gözlemlerini yabana atmamak gerektiği görülecektir.15 Azınlıkların maruz kaldıkları ayrımcılık, emek piyasasında en kuvvetli halini alır. Eşit nitelikler taşısalar da, B lack lerin iş bulma şan­ sı daha azdır. 6 0 ’lı yıllar boyunca, bu gerçeği kanıtlayacak deneyim­ ler yaşanmıştır. M eslek ve aile bakımından aynı özellikleri taşıyan Be­ yaz ve siyah oyuncular, işçi arayan müstakbel işverenlere sırayla baş­ vurdular. Böylelikle, ayrımcı uygulamaların % 50 geçerli olduğu ka­ nıtlandı. 1 9 7 7 ’de yapılan bir soruşturmaya göre, iş bulmak için, Be­ yaz adayların koşulları bakımından tümüyle onlara eşit olan Siyah­ lardan on kez daha şanslı oldukları görüldü. Bu olaylardan sonra, iş ilanlarında Siyahları dışlayan ifadeler yasaklandı (eskiden ilanlarda, C oloured exclu d ed ibaresi yer alıyordu), ne var ki ırkçılığın gizli bi­ çimleri ortaya çıktı. Esin kaynağını toplumsal uygulamalardan alan “ yeni ırkçılık” ya da “ dolaylı ırkçılık” düşüncesi, bütün Britanya sos­ yolojisine yayıldı. Yüksek nitelikler taşısalar bile Siyahların işsiz kal­ ma ihtimali diğerlerinden daha çoktu. Üstelik, durgunlukla birlikte işe almaların da çoğunlukla kişisel tavsiyelere bağlı olmaya başladığı görüldü; toplumsallaşma ağlarında daha az yer alan azınlık grupla­ rından adayların, iş başvurusunda elenme olasılığı böylelikle daha da arttı. Bayan Thatcher’m uyguladığı ve bütün sosyologların oy birli­ ğiyle mahkûm ettiği siyaset, siyah gençlerin artan oranda işsiz kalm a­ larının sorumlusu olarak görüldü; ırkçılık yüzünden ve sorun oluştur­ duklarına dair yaygın kanaat nedeniyle Siyahlar, iktisadi liberalizmin ilk kurbanı oldular. 60 ve 7 0 ’li yıllarda, antropoloji alanında yapılan ilk kent soruş­ turmaları, yerel nüfusun kısmen terkettiği yoksullaşmış merkezi m a­ hallelerde “ renkli” nüfusların yoğunlaştığını göstermişti. Anthony Richmond, işte ve kentlerde İngiliz nüfusların yerini göçmenlerin aldı­ ğına dair bir görüngüden söz etmişti.16 Göçmenlerin maruz kaldıkla­ rı ayrımcılık, onları, maddi kaderlerini iyileştirmekten ve diğerlerinin yaşadığı hareketliliği yaşamaktan alıkoyuyordu. Giderek kültürleşme­ leri de, kendi topluluklarının dışındaki kolektif yaşam a daha çok ka­ tılmaları biçiminde kendini göstermiyordu. Anthony Richmond’a gö­ re bunun nedeni, İngiliz nüfusun renkli insanlara karşı taşıdığı önyar­ gının güçlü olmasıydı.17 Micheal Benton da, Büyük Britanya’da ırka dair önyargıların eskiden ne denli güçlü olduğunu ve hâlâ aynı gücü koruduğunu vurguluyordu. Bununla birlikte, 1981 ayaklanmaların­ dan sonra yapılan soruşturmalar, göçmen nüfusların getto oluşturma­ dıklarını ve asi gençlerden önemli bölümünün yoksul Beyazlar oldu­ ğunu ortaya koyuyordu. İngiltere’de, siyah Amerikan gettosunun eş­ değeri oluşmadı. 16 17 Richmond, 1973, s. 265. Richmond, 1973, s. 271. Daha yakın tarihte yapılan soruşturmalara göre, 198 1 ’de ve 1985’te kentlerde çıkan ayaklanmaların şu bölgelerde patlak verdiği görüldü: Başta Siyahlar olmak üzere halk kategorilerinden gençlerin yüksek oranda işsiz olduğu, büyük bir yoksulluk içinde yaşadığı, be­ lirgin bir ırkayrımcılığına maruz kaldığı, fiili bakımdan siyasal olarak dışlandığı ve polis karşısındaki güçsüzlüğünü hissettiği bölgeler. K arayibler’den gelen Siyahlar (erkekler ve kadınlar), ırkçı uygulamalara Asyalılardan çok daha fazla maruz kalıyorlardı; özellikle göçmen bü­ rosu yetkilileri ve polisten geliyordu bu tutum ve adalet aygıtının bü­ tün düzeylerinde (hüküm giyme, hapis, vb.) daha yüksek oranda tem­ sil ediliyorlardı. Ancak bu genel koşullar şiddet patlamalarını tam an­ lamıyla açıklamıyordu-. Bazı araştırmacılar, Thatcher hükümeti yılla­ rında iktisadi ve siyasal alanlarda yaşanan gelişmelerin dramatik etki­ leri üstünde ısrarla durdular; önem verdikleri başka bir konu da, baş­ ta polis olmak üzere insanların davranışlarının siyah gençleri giderek marjinalleştirmesiydi.18 Bu tür uygulamalara maruz kalanlar, onları dışlayan bir toplumsal sistemle nasıl özdeşleşebilirdi? Azınlıklar, iktisadi yaşamın bazı sektörlerinde yoğunlaştılar.19 Ancak, yönetici mesleklerden pek dışlanmadılar: 1971’de Hindu Birliği kökenli erkeklerin % 16’sı üst düzey kadrolara ve serbest mesleklere (profession s and managers) denk düşen bir kategoride yer alıyorlardı; 1991’de bu oran % 30’a çıktı. Afrika ülkelerinden göç eden Hintliler -söm ürge yıllarında, orta düzeyde memur ve küçük girişimci olan bu nüfus, ara sınıfı oluşturuyordu- daha da yüksek bir oranda temsil edili­ yorlardı. Ancak, en hızlı ilerleyenler Pakistanlılar ve Bangladeşlilerdi: 1971’den 1991’e % 7 ’den % 2 0 ’ye ulaştılar. Aynı süre zarfında Beyaz­ ların oranı % 18’den % 2 8 ’e çıkmıştı. Hint yarımadasından gelen bü­ tün Asyalılarm gösterdiği toplumsal hareketlilik Beyazlarınkinden daha yüksekti. Buna karşılık, Antillilerin gösterdiği ilerleme daha hatırı sayı­ lır olmakla birlikte çok daha yavaştı: 1971’de % 3’ken 1991’de % 12’ye 18 19 Solomos, 1988. Azınlıklar üstünde bilgiye ulaşm ak için çok sayıda çalışm a yapıldı. En önemli sentezler arasın ­ da: S. Field (yönetiminde), 1981, W ard ve Jenkins (yönetiminde), 1984. ulaştı. Yanı sıra, çoğunluğu Hint yarımadası kökenli bir iş burjuvazisi­ nin ortaya çıktığı görüldü; bunlar, sermaye sahipleri ve girişimcilerdi.20 Bütün bunlara rağmen Antillilerin ve Asyalıların -aynı zamanda İrlandalıların; İngiliz sosyologlar, yakın tarihe kadar onlar hakkında çok daha az inceleme yaptılar- büyük çoğunluğu işçi sınıfı içinde yer alıyordu. Son yıllarda, iktisadın bütün alanlarında ve bütün düzeylerde çalışan ücretlilerin oranı düştü. Başta küçük ticaret, gıda ve tekstil sa­ nayisi olmak üzere, Hint kökenli girişimcilerin sayısı oldukça çoktu. Bu gelişmenin belirsiz bir anlam taşıdığını söylemeliyiz. Göçmen kökenli küçük burjuvazinin oluşmuş olduğunu gösterir kuşkusuz. Ancak bazı durumlarda da, azınlık gruplarının girişimde bulunma isteğinden çok, sorunlu emek piyasasında ücretli iş bulmakta yaşadıkları zorluğun gös­ tergesidir. Nitekim, azınlıkların işsizlik oranı Beyazlarınkinden çok da­ ha hızlı artmış, ancak bu oran kökenlerine göre farklar göstermiştir: 1991’de Beyaz insanların işsizlik yüzdesi % 7’ye ulaşmışken, Hintlilerinki % 10, Antillilerinki % 16, PakistanlIların ve Bangladeşlilerinki ise % 2 1 ’di. Annie Phizacklea’ye göre bu veriler, “ Asyalı” küçük işletme­ lerin hızla çoğalmasını açıklıyordu. Aynı bakış açısını benimseyen baş­ ka yazarlar, bu gelişme yüzünden azınlık emekçilerinin girişimciye dö­ nüştüklerini, ancak bağlı oldukları ırk yüzünden yine elverişsiz durum­ da kaldıklarını öne sürdüler. M arx’ın anladığı anlamda bir “ yedek emek ordusu” oluşturuyorlardı. Ancak, bu yorumun eskisi kadar doğ­ ru olmadığı anlaşılıyor; çünkü, Hint kökenli girişimciler, başta Londra olmak üzere büyük kentleri terkeden Beyazların boş bıraktığı iş ve et­ kinlik fırsatlarından yararlanmayı başardılar.21 Birleşik Devletler’de ve Hollanda’da çok daha uygun koşullar­ da yaşayan Antilliler, Hint yarımadasından gelen nüfuslardan farklı olarak Britanya toplumunda, genel olarak çok daha başarısız oldular; etnik saygınlıklarını ortaya koyarak ve kendi köken kültürlerini ifade etme hakkını talep ederek tepki gösterdiler. Kendilerine has bir “ sokak kültürü” oluşturdular ve anne babalarının rastafaricilik inançlarını ve 20 M İles’da, 1987, buna ilişkin bir açıklam a bulunabilir. Ayrıca bkz. Srinivasan, 1995. 21 Cross (yönetiminde), 1997. uygulamalarını bütün Britanya gençliğine yaydılar. Sömürge Afrika’sı­ nın eski mesihçilik akımlarında olduğu gibi, dine yönelik bu çağrılar kendi benliğini ortaya koymakta kullanılan bir silahtı: Elverişsiz ko­ şullarda yaşayan nüfusların kendi mutsuzluklarına bir anlam verme, denetim dışına çıkmış olan ve anlaşılmaz hale gelen kaderlerini açıkla­ ma gereksinimini ifade ediyordu. 80’li yıllardan itibaren, İslam’daki farklı köktencilik biçimlerinin de yayıldığı gözlemlenmektedir. Çok sa­ yıdaki etnik ve toplumsal grubun yaşam tarzları ve kültürel gönderim­ leri giderek birbirinden uzaklaşmıştır. Siyasal Davranışlar Seçim sosyolojisi, azınlıkların seçim kütüklerine yazılma yüzdesinin genel ortalamanın altında kaldığını gösteriyordu.22 Ancak kayıtlı olan­ ların seçimlere katılımı ortalamanın üstündeydi. Antil kökenli nüfusta görülen, kuvvetli ayrımcılığa maruz kalma duygusu daha çok siyasal duyarsızlığa yol açıyordu ve çekimser kalma tutumunu kuvvetlendiri­ yordu. Bununla birlikte, genel olarak seçimlere katılma eğilimi artıyor ve “ azınlıklar”a özgü davranışlar da giderek azalıyordu. Bağlı olduk­ ları toplumsal sınıf ne olursa olsun oy verenlerin çok büyük bir bölü­ mü Labour’ı tercih ediyorlardı: Örneğin 1979’da Antil kökenli Britanyalıların % 9 0 ’ına ve Hint yarımadası kökenli Britanyalılarm % 86 ’sına karşılık, diğer seçmenlerin % 50’si bu partiye oy vermişlerdi. 1983’te ise, Gallup’un yaptığı bir kamuoyu araştırmasına göre, Yeni Commonwealth’ten gelen seçmenlerin % 64’ü işçi partisini, % 2 1 ’i de muhafazakârları desteklediler; oysa, ulusal düzeyde muhafazakâr par­ ti oyların % 4 2 ’sini, işçi partisi ise % 2 4 ’ünü aldı. Keza, Birleşik Dev­ letlerdeki yeni göçmenler de, her zaman demokrat partiyi tercih etti­ ler. Ancak, Hindistan kökenli nüfusun maddi başarı kazanmasından sonra, orta sınıfın da muhafazakâr partiden yana oy kullanmaya baş­ ladığı görüldü. Aynı toplumsal ilerlemeyi yaşamayan Antil nüfusu ise, kitlesel olarak işçi partisi tarafında kaldı. 22 Siyasal katılım la ilgili çok sayıda çalışm a yapılmıştır: Özellikle bkz. Anwar, 1986; LaytonHenry, 1 9 84 ve 1992; Goulboume, 1990. 1984 yılında Londra Kent M eclisi’ne seçilen Asya ve Karayibler asıllı yetmiş dokuz üyeden altmış dokuzu işçi partiliydi. Azınlık temsilcileri, nüfusa oranla az temsil ediliyor olsalar da, hem parti ya­ şamında hem de yerel yönetimlerde yer aldı. Özellikle bayramlarına saygı gösterilmesi ve kızların M üslüman geleneğine uygun olarak oku­ la gitmeleri gibi konularda yerel yönetimlerle görüşmeler yaptılar. İlk kez 1 987’de Britanya Parlemantosu’na dört siyah milletvekili seçildi. İki büyük parti, “siyah”lar için, kendi yapıları içinde ayrı kollar kurul­ masını kabul etmediler. Yani aynı zam anda, hem göç kökenli nüfusun önemli bir bölümünün olağan siyasal yaşam a dahil edilmesine hem de kurumsal siyasetin dışında mücadeleye giren bir azınlığın radikalleş­ mesine tanık olunuyordu. Azınlık gruplarının yerelleşmesine, iktisadi katılımına ve seçim davranışlarına ilişkin ayrıntılı bilgiler, şu kuramsal görüşün de yenilen­ mesine yol açtı: Sosyoloji soruşturmaya dayanır. Örneğin, Antilliler ya da Afrika kökenli Britanyalıların Hint yarımadası kökenli Britanyalılar kadar ilerlemediği, buna karşılık bu bölgeden farklı grupların (Bangla­ deşliler, Hintliler, Pakistanlılar) giderek birbirine yakın bir gelişme sey­ ri gösterdiği koşullarda grupların kaderinin yalnızca ayrımcılığa bağlı olduğu söylenebilir mi? Tariq M odood’un kuvvetle öne sürdüğü gibi, yalın bir “ Beyaz-siyah” karşıtlığına dayanan ırksal ikicilik kavramına bel bağlanamazdı; Blackler, çeşitli toplumsal gerçeklikleri bünyesinde barındıran siyasal ve toplumsal bir kategori oluşturuyorlardı.23 Her ne kadar çözümlemeyi ayrımcılığa indirgememek önemli olsa da, M alcolm Cross’un da öne sürdüğü gibi üç farklı değişken di­ zisini göz önünde bulundurmak gerekir: Her durumda farklı özgül bi­ çimler alan ve ayrımcılığa bağlı olan baskılar; ancak aynı zamanda ik­ tisadi sistemin sunduğu imkânlar; ve kültür sermayesi de dahil, azınlık gruplarına bağlı bireylerin yararlandığı bütün kaynaklar. Sanayi ala­ nındaki yeniden yapılanmalarda görülen iş biçimleri (nitelikli işlerin oranı arttı) ve çeşitli grupların, iktisadi sistemin yeni gereklerine uyum gösterme kapasitesi üstündeki etkilerini çözümlemek önemlidir. Bu ba­ kımdan, yalnızca mesleki nitelik değil hareketlilik de önemli bir rol oy­ namaktadır: İngiltere’nin Thatcher’lı yıllarında Güneydoğu gelişirken, geleneksel sanayi bölgelerinin yer aldığı Kuzey ve Merkez geriledi. Müslümanların katılımına ilişkin çözümleme de, toplumun bütünsel gelişiminden ayrı tutulmamalıdır. İRKÇILIK, ÇOKKÜLTÜRCÜLÜK VE KAPİTALİST ULUS “ Azınlıklar” ın varlığı ve köken kültürünün değerlerini İslam adına muhafaza etme doğrultusunda onların temsilcilerinin ifade ettiği irade, İngiltere’deki çokkültürcülük tartışmasına özel bir önem kazandırdı. Bu terime tam olarak verdikleri anlam ne olursa olsun, sosyologların çoğu bu iradenin yanında yer aldılar. “ Britanya geleneği” ni savunan­ lara karşı koydular. Onlar da, oldukça şiddetli bir üslupla, ortak kül­ türün çözülmesinden ve toplumun parçalanmasından endişe duyduk­ larını ifade ediyor ve göçmenlerin, “ evsahibi toplum” un “ toplumsal ve kültürel normlar”ına uyum göstermek zorunda olduklarını belirtiyor­ lardı. Enoch Powell, 1 9 6 8’de yaptığı ünlü söylevinde, Büyük Britan­ ya’nın Yeni Commonwealth’ten gelen nüfuslar tarafından sömürgeleştirileceğine dair temaları kamu yaşamına soktu. Lirik bir üslupla İngilizler’in kendi kimliklerine doğal bir bağlılık duyduklarını ve bütün bu altüst oluşlardan sonra göçün hakiki kurbanları haline geldiklerini, kendi okullarından ve kendi hastanelerinden kovulduklarını söylüyor­ du. Irkçılık karşıtı militanların temalarının tersyüz edilip kullanıldığı bu söylev halkı derinden etkiledi; 80’li yılların muhafazakâr yönetici­ lerine ve özellikle de T he Salisbury Review çevresinde toplanan muha­ fazakâr gruba esin kaynağı oldu. Çokkültürcülük ve Bütünleşme Britanyalılar göçmenler karşısında, ilk başta asimilasyon adı verilen bir siyaseti benimsemişlerdi, yani hiçbir özel önlem almamışlardı. Açıkça belirtmeseler de, Birleşik Krallık topraklarına ayak bastıkları andan itibaren, İngilizler gibi davranmalarını bekliyorlardı. Onların özel gereksinimlerini karşılamak üzere hiçbir öngörüde bulunmuyor­ lardı. İşçi partisinden İçişleri Bakanı Roy Jenkins’in ağzından asimilas­ yon siyasetinin resmen mahkûm edilmesi 1972 yılına rastlar; bu siya­ setin yol açtığı tekbiçimlilik, yassılaştırıcı (flattening) olma niteliği ta­ şıyordu. Bunun üstüne, bütünleşme adı verilen kültürel çeşitlilikle bağ kuran ve “ karşılıklı hoşgörü” adı verilen genel proje kapsamında ele alınan bir siyaset uygulanmaya başlandı. “Bütünleşmeyi, asimilasyon­ daki gibi yassılaştırmaya yol açan bir süreç olarak değil, karşılıklı hoş­ görü ortamı içinde kültürel çeşitlilikle birlikte ilerleyen fırsat eşitliği [equal opportunity] olarak tanımlıyorum.” 24 Swann raporu da, çokkültürcülük lehine birkaç yıldan beri tar­ tışmaları alevlendiren argümanları resmileştirerek aynı doğrultuda yer alıyordu. Çokırklı bir toplumun uyumlu bir işlerlik içinde olabilmesi­ nin tek yolu, ister çoğunluk olsunlar ister azınlık bütün etnik grupla­ rın oybirliğiyle kabul edilmiş değerlerden, uygulamalardan ve yöntem­ lerden oluşan bir çerçeve içinde kalarak toplumun bütününe tam an­ lamıyla katkıda bulunmasıydı. Ancak, ortak yaşam a gerçekten katıla­ bilmeleri için etnik azınlık topluluklarının (ethnic minorities com m unities) kendi farklı kimliklerini, gerektiğinde Devlet desteğiyle sürdür­ meleri gerekiyordu. - “ Çokkültürlü” okul programlarından yararla­ n ıp - azınlık kültürlerinin eşit derecede saygın oldukları kabul edilerek, azınlıkların yüz yüze kaldıkları zorluklar karşısında gerçekten etkili bir mücadele verilebilirdi yalnızca. Çokkültürcülük, geniş kesimlerin övgüsünü kazandı ve ırkçılık karşıtı çevreler ile çok sayıda öğretmenin ve toplum çalışanının resmi ideolojisi haline geldi. Kültürel görelilikten doğan ve bütün kültürlerin eşit değerde olduğunu öne süren düşünceye sırtını dayadıkça yaygınlaş­ tı. Yerel anlaşmaların sonuçlanmasında esin kaynağı oldu ve bu anlaş­ malar sayesinde, Müslüman kültüre bağlı etnik azınlıkların kültürel öz­ güllüklerine yer açıldı: Örneğin, Birmingham’daki bazı okullarda oku­ yan kızlar beden eğitimi dersine katılmama, erkek çocuklarla birlikte havuza gitmeme, biyoloji derslerini izlememe ve “Müslüman edep” ku­ rullarına uygun özel bir üniforma giyme hakkını aldılar. Belediye kan­ tinlerinde Müslümanların beslenme kuralları dikkate alındı. Diğer Avrupa ülkelerinde, Büyük Britanya’nın, çokkültürlü si­ yaset bakımından Amerika modelini taklit etme eğiliminde olduğu söylendi. Buna karşılık Britanyalı sosyologlar çokkültürlü siyasetin ve affirmative actionm sınırlarını vurguladılar. Bu anlamda oluşturulan tek hukuksal düzenleme, 196 6 ’da çıkarılan yerel yönetimlerle ilgili ya­ sanın 11. paragrafıdır; burada, yeni göçmenlerin “ özel gereksinimler”ini karşılamak üzere oluşturulmuş fonları dağıtma yetkisi yerel yö­ netimlere veriliyordu. Yıllar boyunca kaynakların en büyük bölümü (% 80) okullara tahsis edildi ve bu kaynaklar, İngilizce konuşmayan öğrencilerin dil öğreniminde kullanıldı. Çokkültürlü eğitimle ilgili tar­ tışmalar siyasal gündemi canlandırmışken ve genel ortam çokkültürcülüğe hem belirsiz hem de genel içerikler kazandıracak kadar elveriş­ li hale gelmişken sosyologlar, bayan Thatcher hükümetinin nihayet 1988’de benimsediği eğitim yasasını suçlayarak, kültürlerarası okul programlarına çok sınırlı bir yer verimesini eleştirdiler. Genel olarak da, Amerikan modeli affirmative action biçimlerini oluşturacak yasal düzenlemelerin bulunmamasının altını çizdiler. Konutla, kentle ve işle ilgili kamu siyasetlerde ırk gözönüne alınmıyordu: M üdahale kuşakla­ rına (a rea s) dayanan bu siyasetler, etnik ve ırksal kökenleri ne olursa olsun buralarda gruplaşmış nüfusların tümünü kapsıyordu; colourblind -b u terimin Fransızca’da “evrensel” söcüğüyle karşılanması an­ lamlı sayılm alıdır- siyasetlerdi bunlar. Britanyalılar hak eşitliğini gü­ vence altına almaya çalışırken ayrımcılıklara karşı mücadeleyi öne çı­ kardılar. Irkçılık karşıtı mevzuat ise, özellikle emek piyasasındaki ay­ rımcılıklara karşı savaşm akta kullanılıyordu. Bazıları da, sözde çokkültürcülüğün fiiliyatta sınırlar getirdiği­ ni öne sürdü.25 Azınlıklar, hukuksal bakımdan bile ayrımcılıkla karşı karşıya kalıyorlardı. Onların bayramları Hıristiyan bayramları gibi 25 Bu paragrafta Sebastian Poulter’in argüm anları sunulm aktadır 1989. Ayrıca bkz. Poulter, 1986. kamu yaşamında tanınmıyordu. Müslümanların defin kurallarına ve küllerin nehre atılması geleneğine saygı gösterilmiyordu. Müezzinin camiden çağrı yaparak müminleri ibadete davet etmesine, pek ender izin veriliyordu. Kızlar, karma olmayan okullara gitme imkânından yoksundu. Yahudilerin ve Quakerların genel normlara aykırı davran­ ma hakkından, M üslümanlar düğünlerinde yararlanamıyorlardı. Göç­ menlik kuralları, köken ülkede kalmış ailelerle “anlaşm alı” evlilik ya­ pılmasına engel oluyordu. Küfür yasası İslamiyet’i kapsamıyordu. Özel Müslüman okullara, diğerleri gibi yardım yapılmıyordu. Bazı ge­ leneksel düzenlemelerin kabul edildiği doğruydu: Sih öğrenciler devlet okullarında sarıklarını takabiliyor, Müslüman kızlar da pantalon giye­ biliyorlardı; kamuya ait inşaat alanlarında ve motorsiklet kullanırken Sihler kask takmayabiliyor ve sarıklarını kullanabiliyorlardı. Buna karşılık İslam aile hukukuna ilişkin uygulamalar kabul edilmiyor ve bu uygulamaların, gerek siyasal geleneğe gerekse İnsan Hakları Avru­ pa Sözleşmesi gibi uluslararası anlaşm alara karşı olduğu düşünülüyor­ du: Çok eşlilik, zorla evlendirme (anlaşmalı evlilikten farklı olarak), kızların ergenlikten önce evlendirilmesi, ret yoluyla boşanma, M üslü­ man olmayanlarla evlenen kadınların Müslüman topluluktan dışlan­ ması {ban). Oysa Poultner’a göre, hak eşitliği farklı muamele önünde bir engel değildi. Farkı kabul etmenin kendisi de ayrımcılık sayılamaz­ dı. Yasalar colour-blind olmalıydı, ancak dinsel ve kültürel farkların görmezden gelinmesini dayatamazlardı. Sosyologların büyük bir bölümünün çokkültürcülüğe değer at­ fetmesi, ırkları dikkate almayan her siyasetin, farklı ırkların bütünleş­ mesini ve eşitliğini sağlayamayacağı düşüncesine dayanıyordu. Sosyo­ loglar, 2 0 ’li yıllarda Chicago sosyologlarının ortaya attığı “ etnik para­ doks’^ hatırlattılar: İtalyan, Polonyalı ya da Yahudi göçmenler Birleşik Devletler’de yeniden oluşturdukları ulusal kökenli topluluklarına aidi­ yetleri sayesinde Amerikan toplumuna tam anlamıyla katılabilmişlerdi. Dolayısıyla etnik ve ırksal özgüllükleri kabul etmek ve dikkate almak gerektiği genel kabul görmüştü. Ancak, 20 ve 30 ’lu yılların Chicago ör­ neğini, 9 0 ’lı yılların Birleşik Krallığı’na aktarmak yeterli miydi? Öte yandan, sömürgecilik siyasetinin, hiç kuşkusuz devamı olan bu bütünleşme biçimiyle ilgili şunlar da söylenebilirdi: Britanya’daki dinlerin, İskoçyalı ve Galli “ uluslar”ın çoğulluğunu kabul eden bu bü­ tünleşme geleneği, çok daha derinlerde, çeşitliliği de değerli buluyor ve özel bireyler ile toplumsal grupların varlığını dikkate alıyordu. Çokkültürcülük Üstüne Eleştirel Sorular Çokkültürlü siyasete yönelik eleştiriler iki cepheden geldi: Evrensel il­ keler adına ulusal bütünleşme geleneğine bel bağlayan bazı sosyolog­ lar ve başrolü kültüre vermeyi reddeden M arxçı sosyologlar. John Rex, 1986’da düzenlenen bir konferans sırasında çokkültürcülüğün, bireylerin eşitliği ilkesine ters düşebileceğini hatırlattı. Bri­ tanya toplumunda hem azınlık kültürlerinin hayata geçmesinde tam öz­ gürlüğün hem de fırsat eşitliğinin aynı zamanda güvence altına alınma­ sının zor olabileceğini belirtti.26 Philip Nanton ise, etnik ve ırksal grup­ ların varlığının kamu siyasetleriyle kurumsallaştırılıp benimsenmesinin, özel aidiyetleri ve kimlikleri yerleştirmek, dondurmak ve pekiştirmek gibi zararlı etkilerinin olabileceğini vurguladı.27 Jan Rath, “ azmlıklaştırma” siyasetini eleştirerek bunun, çoğunlukla nesnel olarak azınlık nüfuslarını denetlemeye ve manipüle etmeye vardığını belirtti.28 En sistemli ve en derin çözümlemeyi sunan, Harry Goulbourne oldu.29 Hem, ulusla ilgili etnik yaklaşımında Beyaz olmayanları dışla­ yan muhafazakârları eleştiriyordu, hem de Swann report yazarları gi­ bi çoketniciliğin ve çokkültürcülüğün, doğaları gereği iyi olduklarını, öne sürerek Devlet tarafından korunmaları gerektiğini düşünen naif çokkültürcüleri suçluyordu; Goulbourne, Fransızca’da ulusal bütün­ leşme projesi olarak nitelendirilebilecek bir formül oluşturmaya çalışı­ yordu. Büyük Britanya’nın ulusal bir projeyi yeniden oluşturması 26 Rex, 1991; ayrıca bkz. Rex ve Drury (yönetiminde), 1996. 27 Nanton, 19 89, s. 54 9-564 . En başta Robert M iles olmak üzere pek çok araştırmacı bu temayı yeniden ele almıştır. 28 Rath, 1991. H ollandaca kaleme alınmış bu çalışm a, Britanyalı sosyologlar tarafından sıkça ak ­ tarılmıştır. 29 Goulbourne, 1991. önemliydi ve bu projenin kimileri için imparatorluk, kimileri için de sömürgecilik ya da sömürgecilik-sonrası özelliklerinden vazgeçmesi gerekiyordu; ayrıca, sömürgecilerin ve sömürge halklarının soyundan gelenlerin, artık aynı medeni değerler, hukuk devletine, parlamento­ nun egemenliğine ve bireysel özgürlüğe saygı ve özel gruplara karşı hoşgörü çerçevesinde bir araya gelmiş ulusal bir topluluk oluşturması önemliydi.30 Kaldı ki, benimsendiği takdirde çokkültürlü siyaset, zo­ runlu olarak bireylerin ve grupların etnisiteyi ve etnik kültürü seferber etmelerine yol açacaktı. Sonuç olarak bu siyasetin yapabileceği tek şey, etnik aidiyetleri beslemek ve dondurmak olabilirdi. Furnivall’ın ve Micheal G. Smith’in de çözümlemelerinde belirttikleri gibi, grupların karşılaşabildiği, fakat hakiki toplumsal alışverişlerin kurulamadığı ço­ ğul toplumlarda görülen bölünmeye ulaşılacaktı. “Bugünkü durum, dejenerasyona uğrama riskiyle karşı karşıyadır; ayrıca, Micheal G. Smith’in sömürge bağlamında betimlediği durumdan, yani toplumsal ve kültürel bakımdan çoğulcu olan, yalnızca toplumsal otorite sayesin­ de bütünleşebilen bir toplumdan bir nebze ileriye gidebilir, olsa ol­ sa .”31 Çokkültürcülük militanları, grupların yan yana yaşayabileceği ve yalnızca piyasaya bağlı birkaç ilişkiyle yetinebileceği bir toplum ha­ yal ediyorlardı. Çokkültürcülüğü temel alan siyaset, kültürel çoğulcu­ luğun toplumsal çoğulculuğa yol açmadığı varsayımına dayanıyordu. Her ne kadar, çözümsel bakımdan bunları birbirinden ayırt etmek ge­ rekse de, toplumsal yaşamda kültürel çoğulculuğun ardından her za­ man toplumsal çoğulculuk gelmişti. Toplulukları tanıma siyasetleri ya da Harry Goulbourne’nun sözcük dağarcığına göre “ communal optio n ” , zorunlu olarak “Ayrı fakat eşit” adlı gelişme siyasetiyle sonuçla­ nıyordu; bu siyaset, Birleşik Devletler’de ve apartheid düzeninde Be­ yazların egemenliğini doğruluyordu. Toplumun bütün üyelerinde or­ tak olanı vurgulamak yerine farkları pekiştirdiği ölçüde, toplumsal parçalanmaya yol açıyordu. Yarattığı başka bir sonuç da, grupların ta­ nınmasının ve köken kültürünün muhafazasının talep edilmesiydi; 30 31 Goulboume, 1991, s. 238. Goulboume, 1991, s. 31. çokkültürcülük militanları eşitlik ve adalet için, yani social ju stice için verilen mücadeleyi ihmal ediyorlardı. Bireysel hakları savunmayı doğ­ rulayan argümanlar adına, ancak bu haklar aleyhine grup haklarını savunuyorlardı. Ne var ki, onların argümanları bir hataya dayanıyor­ du. Her kültür, bir kreolleşme sürecinin etkisiyle oluşuyordu. Kültürün saflığı düşüncesi kanın saflığı düşüncesi kadar ütopik ve yanıltıcıydı. Bizler, başka geleneklerden gelen nüfusların ortak yaşama katılmasıy­ la birlikte, Britanya kültürünün de kendiliğinden dönüşüme uğradığı bir sürece tanık oluyorduk. Bu geleneklerin spor, müzik, mutfak, dilin gelişimi, aile biçimleri, giysi, vb. üstündeki etkilerini gözlemleyebili­ yorduk. B lacklerin sanat biçimleri ve tarih gönderimleri, onlarca yıl­ dan beri bütün genç İngilizlerin, özellikle de işçi gençlerin kültürüne nüfuz etmişti. Çokkültürlü ltürel siyasetin bu gelişme üstündeki etkisi, onu durdurmaktan başka bir şey olamazdı. O halde, yapılması gere­ ken tek şey etnik azınlık kökenli parlamenterlerin seçilmesini sağla­ mak gibi, bütünleşmeye yönelen bütün siyasetlere fırsat vermek ve yal­ nızca geçici özellikler taşıyan özel önlemler almaktı. M arxçılıktan esinlenen ırkçılık karşıtı militanların eleştirisi çok daha radikaldi. Onlara göre, azınlık durumunun temelinde kültür bo­ yutu yoktu. Hint yarımadası kökenli Britanyalılara göre, ebeveyni K arayib kökenli olan çocukların kültürünün, diğer Britanyalılarm kültü­ rüne çok daha yakın olduğu, buna karşın Karayib kökenlilerin gerek okulda gerekse iktisadi yaşam da çok daha başarısız kaldıkları bilinmi­ yor muydu? Eşitsizliklerin kaynağı kültürel farklar değil, kapitalizme bağlı sınıfsal yapıydı. Fırsat eşitliği uğruna gerçek bir mücadele ver­ mek için, kapitalizme bağlı yapısal ayrımcılıklara karşı mücadele et­ mek gerekiyordu. Bundan sonra yapılan çözümlemelerin en büyük bö­ lümü, İngiltere’deki toplumsal yapı, ulusal oluşum ile ırkçılık arasın­ daki zorunlu ve sıkı ilişkiye yöneldi. Irkçılık ve M arxçı Yaklaşımlar Irkçılıkla ilgili yorum, 70 ve 80’li yıllar boyunca, sonra da yenilenmiş haliyle 1990’dan sonra Marxçı görüşü benimseyen sosyologlar arasın­ da kuramsal tartışmalara konu oldu. Bütün görüş ayrılıklarına rağmen iki tutkuda birleşiyorlardı: Irkçılığın ve ırkçı baskının maddi ve ideolo­ jik temellerini araştırmak; ırkçılığın, genel olarak modern kapitalist toplumlardaki ve özel olarak da Britanya toplumundaki toplumsal ilişkile­ ri ve iktidarı kapsayan bütün sistemin yapılanmasında, artık temel bir rol oynadığını kanıtlamak. Oliver Cox’un çalışmalarında simgeleşen ortodoks marxçılığa karşı çıktılar ve yalın ya da yalınlaştırıcı saydıkları düşünceyi, yani ırkçılığın, kapitalistlerin işçi sınıfını bölme isteğinin ürü­ nünden başka bir şey olmadığı düşüncesini eleştirdiler. Bundan böyle, kapitalist toplumu niteleyen bölme ve baskı biçimlerini çözümlerken hem toplumsal sınıfları hem de etnik ve ırksal bölünmeleri; cinsiyete (gender), ulusa, bölgeye ve dine göre bölünmeleri hesaba katmak hepsi için önemliydi. Marxçılığın yeni ustalarının etkileri ortaya çıkmaya baş­ ladı; Gramsci, Althusser ve Pulantzas otoriteler arasında sayıldılar. 1970-1 980: Marxçılığı Yeniden Yorumlayan Üç Model Bu dönem boyunca ortaya konulan yeni-marxçı yorumlar, John Solom os’un yaptığı gibi üç büyük modelde toparlanabilir: Göreli özerklik, özerklik ve göçmen emekçi modeli.32 Göreli özerklik modelinin argümanlarını ortaya koyanlar, özel­ likle Birmingham’da Centre for Contemporary Cultural Studies’de (CCCS) bir araya gelen araştırmacılardı. 7 0 ’li yılların başında, ayak­ lanmaların ve genç Siyahlarda suçluluk yüzdesinin yüksek olduğunun anlaşılmasının ardından, Merkez, ırkçılıkla ilgili sorunlara eğildi. Stuart Hall’un teşvikiyle, nasıl olup da ırkın toplumsal bir sorun halinde oluşturulduğunu ve gerek ulusal gerekse yerel düzlemlerde siyasal ik­ tidar tarafından ele alınması gereken siyasal bir fırsat olarak inşa edil­ diğini incelediler. Uzun yıllar boyunca alan araştırmalarına konu olan Birmingham örneği, ırkçılığın sınıf karşısındaki göreli özerkliğini ve Büyük Britanya’daki iktidar ve egemenlik ilişkilerini anlamanın temel yolunun ırkçılık olduğu olgusunu kanıtlamakta kullanıldı. 32 Bu çözümlemeyi J. Solomos’tan aldım, “Varieties of M ancist Conceptions of “R ace” , C lass and the State. A C ıjtical Analysis”, Rex ve M ason’da (yönetimindede), 1986, s. 84-1 09. John Rex’in, ortodoks marxçı yorumun ekonomizm ve indirgemecilik yanlısı özellikler gösterdiğine yönelik eleştirilerini kabul eden Stuart Hail, daha eleştirel ve çok boyutlu bir yorum önerdi: 1) Irkçı­ lık, bütün insan toplumlarınm genel özelliği değildir, bugün gözlemle­ nen ırkçılık biçimleri tarihsel bakımdan özgüldür, o halde, her bir ta­ rihsel durumun ortaya çıkardığı ırkçılığı anlamak gerekir; 2) her ne kadar ırkçılığı diğer toplumsal ilişkilere indirgemek mümkün olmasa da onu bu ilişkilerin dışında açıklamak imkânsızdır, çünkü onlar kar­ şısında göreli özerkliği vardır, o halde bazı iktisat ya da toplumsal ör­ gütlenme biçimleriyle ırkçılık, birbirine birebir denk düşmez; 3) “ sı­ nıf” ile “ ırk” arasında dikotomi ilişkisi kurmak imkânsızdır, çünkü ır­ ka göre yapılanmış bir toplumda ırk ile sınıf bilinci, sınıfların ile sınıf kesitlerinin örgütlenmesi arasında etkileşim vardır; o halde anlamlı olan şey, bunlardan biri ya da diğeri içindeki eklemlenmedir. CCCS çatısı altında bulunan ve çoğu Yeni Commonwealth kö­ kenli diğer araştırmacılar, daha sonraki onyıl içinde bu çözümlemeyi daha da radikal bir hale getirdiler. Büyük yankı yaratan ve anlamlı bir başlığı olan ortak bir kitapta, T he Em pire Strikes B ack ’te33 (“ İmpara­ torluk Karşı Saldırıda” olarak çevrilebilir), Stuart Hall’un öne sürdü­ ğü argümanı geliştirdiler: “Irk”ın siyasal inşası “İngiliz kapitalizminin organik bunalımı”nı çözmeye dayanan ulusal siyasetin ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak, klasik sıfatı yakıştırılan ırk ilişkileri sosyolojisini ve marxçılığı, Avrupa merkezli olmakla ve “ırka göre yapılanmış” toplumları anlamaktan aciz olmakla suçluyorlar ve temelden eleştiriyor­ lardı. Birleşik Devletler’deki radikal sosyologlara koşut bir tutum ta­ kınarak bir önceki kuşağın, yani ırk ilişkisinin durumları uzmanları­ nın, iyi niyetli solcuların, yurttaşlık haklarında eşitliğin kabulünü iste­ yen militanların görüşlerini çürüttüler; onlar, nesnel olarak tescilli ırk­ çılardan daha zararlıydılar. Sözde evrensel değerlerden yola çıktıkları, imkânsız bir bütünleşmenin militanlığına soyundukları için ırkçılığa, bir de ikiyüzlülük katmışlardı. 33 Centre for Contemporary Cultural Studies (CCCS), 1982. Stuart Hall’dan da ileri giderek Devlet’in rolüne karşı çıktılar ve onu, toplumdaki ırkçılığı üreten ve yeniden üreten bir “ Devlet ırkçılı­ ğ ı n ı hayata geçirmekle suçladılar: Siyah gençliğin işsiz kalmasının ne­ deni Devlet’in ta kendisiydi. Nitekim “yeni ırkçılık” da, kapitalizmin organik krizini çekip çevirmek için Devlet’in (“ Devlet otoritarizm i”nin) müdahaleleriyle birlikte gelişmişti. İster eğitim söz konusu ol­ sun ister düzenin muhafaza edilmesi, ister gençlik siyaseti söz konusu olsun ister siyah kadınların emek piyasasındaki yeri ırkçılık bütün top­ lumsal yaşamı yapılandırıyordu. O halde, “ sınıf” ile “ ırk”ı birleştiren karmaşık ilişkileri yeniden kavramlaştırmak önemliydi. İstikrarlı bir bütünlük olarak işçi sınıfı düşüncesi yeniden tartışılmalıydı; bu düşünce, Siyahların özerk top­ lumsal ve siyasal bir güç olarak kendilerini oluşturabilecekleri ya da “ ırk bakımından tanımlanmış sınıf fraksiyonları” biçimlendirebilecekleri olgusuyla çelişmekteydi. Yalnızca ırksal nitelik taşıyan talepler, iş­ çi sınıfının siyasal bir güç halinde kendini oluşturması sürecinin araç­ larıydı. “Siyahların verdiği mücadelelerin sınıfsal nitelik taşımasının nedeni, Siyahların büyük bölümünün proleter olması değildir; her ne kadar öyle olsalar da. Bu mücadele sınıfsal niteliğini yurttaşlık hakla­ rını elde etmek için, Devlet tacizinden ve ücretli çalışma koşullarından kurtulmak için Siyahların sürdürdüğü mücadelelerin, işçi sınıfının si­ yasal olarak kendini oluşturduğu ve siyasal yaşam da örgütlendiği sü­ recin evreleri olmasından alır.”34 Irkın sınıf karşısındaki göreli özelliği, işsiz siyah gençlerin siya­ sal hareketliliği ile onların “ nesnel” iktisadi koşulları arasında doğru­ dan bir ilişki bulunmamasını açıklıyordu. Gerçekten de bundan böyle ırk, kültür ve kimlikle tanımlanıyordu; Afrika kültürü, postmodernizmin cisimleşmiş en iyi örneğiydi. Keza cinsiyet de, emek piyasasında çifte ayrımcılığa maruz kalan siyah kadınlar söz konusu olduğunda, sı­ nıf ile ırk arasındaki ilişkilerin aldığı özgül biçimleri açıklıyordu. Paul Gilroy, daha genel bir yaklaşımla Alain Touraine’nin görüşlerini be- nimsedi: Toplumsal dinamiğin kaynağı üretim ilişkilerinden doğan ça­ tışmalar değil bundan böyle ırka, cinsiyete ya da çevreci ve nükleerkarşıtı mücadelelere dayanan yeni toplumsal hareketlerdi. Bundan böyle Siyahlar toplumsal bir hareket halinde kendilerini inşa etmeli, ırk da toplumsal eylemin temellerinden biri halini almalıydı.35 John Gabriel ve Gideon Ben-Tovim, CCCS’deki araştırm acıla­ rın önerdiği göreli özerklik modeline karşı, özerklik modelini savun­ dular. Onlara göre, ırkçılığın toplumsal bakımdan göreli olarak özerk bir görüngü olduğu düşüncesi, M arxçı düşüncenin işlediği ilk günahın izlerini taşıyordu: Ekonomist ve indirgemeciydi. Stuart Hail ve merke­ zin diğer üyeleri, altyapı ile üstyapı arasındaki yalın karşıtlığa dayanan modelin esiri olmuşlardı. Irkçılığın maddi ilişkiler karşısında göreli olarak özerk kaldığı düşüncesi ile bu maddi koşulların “son kertede” özerkliğin derecesini belirlediklerini savunan yaklaşım arasında çelişki vardı. Göreli özerklik yandaşlarının kapitalist toplumsal ilişkiler ile ırk arasında gördükleri dikotomi, sınıf indirgemeciliğinin daha sofistike bir biçiminden başka bir şey değildi ve göreli özerklik gibi karanlık bir kavramın ardına gizleniyordu. Aslında, mutlak ve yalnızca özerk olan şey ırkçılığın mantığıydı. Sınıf mantığına indirgenemezdi. “ Irkçılık özerk bir süreçle oluşur; kendi çelişkili saptamaları, kendi karmaşık kuramsal, ideolojik üretim tarzları vardır; iktisat ve Devlet düzeyinde sınıf mücadelesi bakımından kendine özgü yansımalar oluşturur.”36 Ben-Tovim ve Gabriel’e göre, göreli özerklik modelini benimse­ mek ırkçı durumları belirlenimci yöntemle çözümlemeye yol açıyordu. Irkçılık karşıtı mücadeleye de fırsat bırakmıyordu. Irkçı durumları an­ lamak için kapitalizmden ve sınıf ilişkilerinden değil, iktisadi ve top­ lumsal genel bağlamla açıklanamayacak somut mücadelelerden yola çıkmak gerekiyordu. Gabriel ve Ben-Tovim, “ ırk”ın toplumsal bakım­ dan oluşması sürecini başlatan yerel çatışmaları çözümlemeye koyul­ dular. M arxçı yorum, ırkçılığı üreten siyasal ve ideolojik uygulam ak35 36 P. Gilroy, 1987, s. 223 ve devamı. Gabriel ve Ben-Tovim (1 978 ), J. Solomos tarafından aktarılmış, Rex ve M ason’d a (yönetimin­ de), 1986, s. 96. rın çözümlenmesine dayanmalıydı. İlk düzey ideoloji olmalıydı. Irkçı ideolojiler, ancak ve ancak ideolojik yolla üretildiklerinde toplumsal ve iktisadi yapılar üstünde sonuç veriyorlardı. Gabriel ve Ben-Tovim’e göre, bu yorumun ırkçılığa karşı veri­ len mücadele üstünde yarattığı büyük etki onu doğruluyordu. Oysa göreli özerklik modeli, siyasal bakımdan müdahale etme fırsatı tanı­ mıyordu. Ne Devlet yekpareydi ne de onun eylemi; Devlet çeşitli et­ kenler arasında çatışm aların sürdüğü ve anlaşm aların yapıldığı bir yerdi; demokratik bir siyasetten yararlanılarak “ ırkayrımcılığı saf dı­ şı bırakılsın diye çok sayıda Devlet kurumu içinde mücadele etmek gerekiyordu” . Araştırma düzlemi ile siyasal mücadele düzlemini bir­ birinden ayırmak, akademizm günahının ta kendisiydi. Siyasal angaj­ man, bilginin üretilmesine katkıda bulunuyordu. Irkçılığın bütün bi­ çimlerini ifşa etmek bilimin göreviydi. “ Irksal azınlık topluluklarına daha çok eşitlik, daha çok adalet ve güç getirmeyi am açlayan” 37 ye­ rel mücadeleleri çözümlerken kuram ile uygulamayı bütünleştirmek gerekiyordu. Yerel düzeydeki araştırmalarından (Liverpool ve Wolverhampton) yola çıkarak, azınlık grupları lehine pozitif ayrımcılık siyasetini savundular ve ırklar arasındaki farkları dikkate almayan (colourblind) evrenselcilik siyasetine karşı çıktılar. Bu siyaset, biçimsel eşitlik kisvesi altında, toplumsal yaşamdaki gerçek ayrımcılıklar karşısında etkisiz kalıyordu. Irkçılığın var olduğunu bile inkâr eden toplumsal aktörler onu durdurmaya yetiyordu. Bu koşullarda, “ Irkçılık sorunu­ nun siyasallaşmasına katkıda bulunmakta, araştırmanın rolü vazgeçil­ mezdir; eşitsizlik biçimlerini kamuoyuna mal etmek, bunları oluşturan yapıları ve süreçleri ifşa etmek, bu biçimleri dönüştürmek için strateji­ ler geliştirmek ve ırkçılık karşıtı örgütlerin sürdürdüğü siyasal müca­ deleler ile bu araştırma arasında bağlantı kurmak gerekir.”38 37 G. Ben-Tovim, J. Gabriel, I. Law, K. Streddec, a A Political Analysis of Local Struggles for R acial Equality”, Rex ve M ason’da (yönetiminde), 1986, s. 132. 38 G. Ben-Tovim, J. Gabriel, I. Law, K. Stredder, “A Political Analysis of Local Struggles for R acial Equality”, Rex ve M ason’da (yönetiminde), 1986, s. 151. Sonuncu ve üçüncü modelin adı göçmen emek modeliydi (labour migrant m odel). İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki uluslararası göç­ lerin, dünyadaki iktisadi koşullarla ve dünya emek piyasasının oluşu­ muyla yorumlanması, Castles ve Kosak’ın 1973’te yayımladıkları ve bugün klasikleşmiş bir kitapta ortaya konuldu.39 Yazarlara göre, Bü­ yük Britanya’daki Siyahların mevcudiyeti, emeğin uluslararası göçüne bağlıydı. Sanayileşmemiş ülkelerin emekçileri, gelişmiş ülkelerin kapita­ lizmi için gerçek anlamda yedek bir emek ordusu oluşturuyorlardı. 18. ve 19. yüzyıllarda Britanya sanayisinde görülen gelişme, İmparatorluk yasalarına boyun eğen ülkelerin sömürülmesine ve Antiller ile Ameri­ ka’daki köle emeğine dayanıyordu; 18. yüzyılda Afrika’dan Ameri­ ka’ya köle getiren üçgen ticaret ağı, bunun en dramatik örneğinden başka bir şey değildi. 1945’ten sonra yaşananlar, bu tarihin bir uzantı­ sıydı: İngiliz sanayiciler de emekçileri kendi ülkelerine getirtiyorlardı. Aynı tarz çözümleme, 80’li yıllarda kent sosyolojisi alanındaki çalışmalarıyla bu çözümlemeye katkıda bulunan Robert Miles ve An­ nie Phizacklea tarafından benimsendi.40 Bütün yeni marxçı araştırma­ cılar gibi “çağdaş kapitalist toplumların yaşadığı temel siyasal ve ide­ olojik süreçlerden birinin ırksallaştırma olduğu” sonucuna vardılar. Ne var ki, ırkçılığın anlaşılmasını sağlayan şey, göç emeğine ilişkin po­ litik iktisattı. Hem, ırk ilişkilerini ele alan “ klasik” sosyologları eleştir­ diler hem de diğer M arxçı düşünürleri. Irk ilişkisi sosyologları, ırk ve sınıf kavramlarını, aynı ağırlığı taşıyan çözümleme kavramları olarak görme hatasına düştüler. Irk iliş­ kileri sosyolojisiyle ilgilenmek ırk ilişkilerinin var olduğunu kabul et­ mek, yani ırkların var olduğu düşüncesini meşrulaştırmaktı. Irk düzeninin özerkliğini ya da göreli özerkliğini savunan düşü­ nürlerden farklı olarak, ırklaştırma sürecinin “ üretim ilişkilerinin etki­ lerini saf dışı bırakam ayacağı” na inanıyorlardı. “ Irk” teriminin bir çö­ zümleme kavramı olarak bile kullanılmasını kesinkes eleştirmek gere39 Castles ve K osak, 1973. 40 Bkz. M iles, 1982; Phizacklea-M iles, 1980; M iles, 1984. marxçı araştırmacılardı. CCCS’deki araştırmacılar kültür boyutuna aşırı ölçüde yer veriyor ve üretim ilişkilerinin sonuçları ile ırkçılığın maddi temelini küçümsüyorlardı. Bireyler, sanki ırk varmış gibi davra­ nıyorlardı, oysa ırk, toplumsal ilişkiler üstünde özgün bir etkisi olm a­ yan “ ideolojik bir inşadan başka bir şey değiP’di. Sınıf ve ırk, aynı düzlemde yer verilebilecek çözümleme kavramları değildi. “ Sımf-ırk dikotomisi, sahte bir inşa”ydı.A1 Sanki, yıkılması şart olan tarihsel bir inşanın ürünü değilmiş gibi, ırkı dondurmak yanlış olurdu. Gerçek olan, sınıf ve üretim ilişkilerinin etkileriydi. Nitekim, içselleştirme ve dışlam a süreci, ırka ya da ırksallaştırmaya göre sınıfa dayanan yapının ve sınıf ilişkilerinin bünyesinde yer alıyordu, çünkü “ Avrupa’da ırkçı­ lığın ifade edilişinin yarattığı çağdaş etkiler, sınıf ilişkilerine göre yapı­ lanmış toplumlarda kendilerini gösteriyorlar [...]. Irkçılık, ırksal kate­ gori olarak adlandırabileceğimiz ortamı yaratan toplumsal sürece gö­ re tanımlanmalı” diyordu Robert Miles. Siyah emekçiler “ işçi sınıfının ırklaştırılmış bir fraksiyonu” nu oluşturuyorlardı; ırksallaştırma ide­ olojileri yüzünden konumları, Beyaz işçilerinkinden çok daha beterdi. Irksallaştırma sürecini belirleyen tek şey iktisadi etkenler değildi; bu süreç aynı zamanda siyasal-ideolojik belirleyenlerin ürünüydü. Irk kavramı reddedilmeli, ancak ırkçı ideolojiler ve onların yol açtığı ay­ rımcı uygulamalar vurgulanmalıydı. Asıl olan ırk değil, 1945 sonrasın­ da Büyük Britanya’nın özel tarihsel bağlamı içinde, özel göçmen bir nüfusun “ ırklaştırılması” süreciydi. Tek bir ırkçılık değil pek çok ırk­ çılık vardı. Miles ve Phizacklea’nin, Britanya kentlerinde yaptıkları an ­ ketlere dayanarak çözümlemek istedikleri şey de bu süreçti. Irklaştırmanın toplumsal ilişkileri yapılandırdığını ve hem yaratıcı hem de çe­ lişkili olduğunu gösterdiler. Bu bakımdan, yani günlük deneyimlere anlam kazandırdığı için ırklaştırma, Gramsci’nin anladığı anlamda ideolojinin ta kendisiydi. Son on yıl içinde, Britanyalı araştırmacılar, diğer Avrupa ülkele­ riyle karşılaştırma yapmaya yönelik çalışmalarını artırdılar ve kendi riyle karşılaştırma yapmaya yönelik çalışmalarını artırdılar ve kendi modellerinin ne kadar verimli olduğunu kanıtlama tutkusuna kapıldı­ lar; bunu yaparken, açıkça ya da üstü kapalı olarak yalnızca Birleşik Devletler örneğine bel bağlamak yerine, Britanya deneyimini artık di­ ğer Avrupa ülkelerinkiyle karşılaştırıyorlar.42 Örneğin, çok yakın tarih­ te yayımlanan ve Fransa’yı ele alan bir kitabın yazarı, Britanya’ya özgü bakış açısından yola çıkarak, yapısal ırkçılığın Fransa’daki kurumlara ve ideolojilere nüfuz ettiğini, “cumhuriyetçi model” adı verilen ikiyüz­ lülüğün, ırkçılıkla ilgili gerçeklikleri inkâr ederek onun gerçek nedenle­ rine karşı mücadele verilmesine engel olduğunu iddia ediyor.43 1990’dan Bu Yana Yeni-Irkçılık ve Ulusçuluk Hem kapitalist hem de emperyalist nitelikler taşıyan İngiliz ulusunun yapıtaşlarından olan ırkçılık teması, kendini dayatmaya başlamıştı. Irk ilişkileri sosyolojisi, bizatihi ırkların varlığından yola çıktığı için kök­ ten eleştirildi. Robert M iles’ın kitabına Racism after R ace Relations44 adını vermesi bu bakımdan anlamlıdır. Irk, bir çözümleme kavramı ol­ m asa bile, egemenlik ilişkilerine nüfuz eden toplumsal ve ideolojik bir inşaydı. Her ne kadar o güne dek “ ırk” ve “ ırkçılık” terimleri, somut gerçekliği kendinde saklı terimler olarak kabul edilmiş olsalar da, Ro­ bert M iles ırk ve ırk ilişkileri sosyolojisiyle ilgili düşünceyi eleştirdi; bu eleştiri, Colette Guillaumin’inkiyle uyum halindeydi.45 Irkçılıkla ilgili bu yeni görüşe ulus eleştirisi eşlik ediyordu. Ken­ disi de black sosyolog olan Paul Gilroy’un formülüne göre, “ Gerek zencilik gerekse İngilizlik tikel kategoriler, bağdaşm ayan kimlikler ola­ rak inşa edilmiş”ti.46 Robert M iles’a göre sosyoloji projesi, dış süreç­ lerin ürettiği ırk ilişkisi durumları kavramını artık kökten eleştirmek ve “ ırkçılığın İngiliz ulusçuluğunda oynadığı merkezi rol” ü47 çözümle­ 42 43 44 45 46 47 örn eğin Cross ve Entzingeı; 1988. Silverman, 1992. M iles, 1993. Aynca bkz. Miles, 1984. Bkz. xı. Konu, s. 427. Gilroy, 1990, s. 75. M iles, 1993, s. 77. meyi hedef almalıydı. “M erkez” İngiltere, Kelt “çevre” nüfuslara (Galliler, İskoçyalılar, İrlandalılar) iktisadi ve kültürel egemenliğini d a­ yatmıştı. İmparatorluk’un sonu geldiğine göre, Gallilerin ve İskoçların özerklik talepleri, 8 0 ’li yılların iktisadi ve toplumsal bunalımı, Avru­ pa’nın inşa edilmesiyle ve bu topraklarda Black Britonhnn bulunma­ sıyla ortaya çıkan tehdit ortamı yeni bir süreci başlatmıştı; Britanyalıların, bugüne kadar göstermedikleri bir azimle kendi ulusal kimlikle­ rini inşa etmelerine ve bunu yaparken kendi ülkelerindeki ırkçılığa bel bağlamalarına tanık olunuyordu. Bu çözümlemeler, İskoç militan Tom Nairn’nin yönelttiği siya­ sal eleştirinin uzantısıydı; 1977’den sonra Nairn, İngiltere’de ulusal kimlik ile İmparatorluk arasında yapıcı bir bağ olduğunu kanıtlamak istedi: “ Yalnızca sömürgecilikten, egemenlikten ve “ uygarlaştırma misyonu”ndan oluşturulmuş bir başka ulusçuluk yoktur.”48 Ancak, ırkçılığın yalnızca İmparatorluk projesine bağlı olmadığını, her şeyden önce bir Devlet tarihinin ürünü olduğunu düşünüyordu. Britanya’d a­ ki siyasal sistem, 1688 Devrimi’nden sonra ve, demokratik düşünceler doğm adan önce oluşturulmuş, seçkinci ya da soylu olma özelliklerini korumuştu. Halk sınıfları, ulus duygusundan habersizdi; halkın ulus gizemine katılmasını sağlayacak devrim gibi, dışarıdan gelen bir saldı­ rıyla mücadele etmek gibi ya da kurtuluş savaşı gibi demokrasi efsane­ leri de yoktu. O sıralar, reformcu bir Labour tarafından desteklenen “ İngiliz siyaset sistemi, liberaldi fakat demokaratik değildi, anayasal­ dı fakat halkçı [popü list] değildi, muhafazakârdı fakat, ne sağın ne de solun kullandığı anlamda radikal de değildi.”49 Britanya Devleti’nin ve ulusunun eleştirilmesi, araştırmacıların ayrıcalıklı temalarından biri haline geldi. Pek çok araştırmacıya göre, İngilizliği ya da Britanyalılığı tanımlarken ırk düşüncesi ile ulus düşün­ cesi birbirine eklemleniyordu. Onlara göre, mevzuatla uyrukluk alanı­ na yerleştirilmiş bir Devlet ırkçılığı vardı. Uyruklukla ilgili yasaların son biçimi olan ve 1981’de yürürlüğe giren British nationality act, ulus 48 N aim , 1977, 1981 baskısı, s. 368. 49 N aim , 1977, 1981 baskısı, s- 298. Commonwealth kökenli olanların Britanya Adaları’na girmesi ve ika­ meti, uygulamada yasaktı. British citizen statüsü, yalnızca Birleşik Krallık’ta doğmuş ve bu topraklarda birinci ya da ikinci kuşak bir ebe­ veyni olanlara tanınıyordu. Diğerleri, yani British D ependent Territories citizens ve British O verseas citizens konumunda olanlar ise, Bü­ yük Britanya’ya özgürce girme hakkından artık yararlanam ayacaklar­ dı. Irka göre belirlenmiş pek çok yurttaşlık türü vardı. Böylelikle, 196 8 ’de yürürlüğe giren Commonıvealth immigrant a ct’te ifade edilen Devlet ırkçılığı, 1981 -y asasıyla benimsenmiş oluyordu. Yeni mevzu­ atın tek işlevi, -İsk oç kimliğinden farklı o larak- İngiliz kimliğinin ırk­ çılığa göre yapılanmasını ve ortaya çıkmasını resmen açıklamak ve onaylamaktı. Bundan böyle önemli olan, İmparatorluk projesini doğ­ rulamak değil Enoch Powell’ın 1968 söylevinde kullandığı terimlerle “ iç düşmanlar” , “ kendi sokaklarımızda” karşılaştığımız “yabancı be­ denler” karşısında duyulan yapısal düşmanlığın çevresinde İngiliz ulu­ sunu oluşturmaktı. Ambalvaner Sivanandan, çokkültürcülük yandaşlarını ve Stuart Hall’un “ postmodernist” bir üslupla ortaya koyduğu “ kültür” yakla­ şımını parlak bir dille mahkûm etti.50 Çokkültürcü siyaseti suçladı Si­ yahların ve Üçüncü Dünya insanlarının tanınması için verilen m ücade­ leyi, özgür ve sosyalist bir toplum kurmayı amaçlayan genel m ücade­ lenin bir parçası olarak gördü: “ Beni ilgilendiren soru şu: Siyahların ve üçüncü dünyanın deneyiminde, baskıya uğrayanların ve sömürülenle­ rin deneyiminde bize başka baskıları algılama imgelemi kazandıracak ve bize, herkes adına daha iyi olacak bir toplum için, daha eşit ve d a­ ha özgür bir toplum için, sosyalist bir toplum için mücadele etme iste­ ği verecek neler var?” 51 Irkçılığa karşı verilen mücadele, sosyalist mü­ cadeleden ayrı değildi. Gerçek sorunlar, kültürle değil iktidarla ilgiliy­ di. Çokkültürcüler tümüyle hayali kültür toplulukları oluşturuyorlar­ dı. Irkçılık, Beyazların psikolojik bir sorunu değildi; ırkçılık, Beyazla­ rın ırklardan, cinsiyetlerden ve sınıflardan oluşan karmaşık bir hiye­ 50 Sivanandan, 1990. 51 Sivanandan, 1990, s. 18. rarşi içinde kendi saflarını belirlemek için kullandıkları sömürü siste­ minin ve iktidarın sorunuydu. Kişisel özgürleşme siyasal özgürleşme içinde yer alamazdı. Irkçı siyasetin bütün araçları (yasalar, sözleşmeler, içtihatlar, kurumsal uygulamalar) Devlet’in imprimaturundan yararla­ nıyorlardı, çünkü “ onun iktidarı sınıf sömürüsünden ayrı tutulamaz. Kapitalizm döneminin ırkçı baskısı ile kapitalizm öncesi dönemin ırk­ çı baskısını birbirinden ayıran da, işte bu simbiyozdur. Dolayısıyla, ırkçılığa karşı mücadele vermek, Devlet’e karşı mücadele vermek­ tir.”52 Bu da, ırkçılığın toplumsal sınıflara göre aldığı farklı biçimleri açıklıyordu: İşçi sınıfının doğrudan (naked) ırkçılığı, orta sınıfın uy­ garlaşmış (gentle) ırkçılığı, yönetici sınıfın sömürücü ırkçılığı; hiçbir “ kültür” kuramı bu açıklamayı getirememişti. Irkçılık ve Cinsiyet Diğer yandan Annie Phizacklea, M idlands’te giyim sanayisi üstüne bir soruşturmadan yola çıkarak ırk, sınıf ve cinsiyetin etkilerini birbirine eklemlemeye çalıştı.53 Kapitalist gelişmenin bugünkü evresinde ikili ya­ pının ortaya çıktığı görülüyordu. Bir yanda çokuluslu büyük firma­ lar güçlü biçimde yoğunlaşmış sermayeyi kullanıyorlardı; öte yanda çok sayıda küçük işletme bu firmaların taşeronluğunu yapıyor, büyük işletmelerin montaj işlerini üstleniyor, çok düşük ücretler karşılığında ev emeğinden yararlanıyordu. Oysa, diğer Avrupa ülkelerinde taşeron­ luk, yine düşük ücretler karşılığında üçüncü dünya ülkelerinde kurul­ muş girişimlere emanet edilmişti. Büyük Britanya’nın bu yolu izlemesi gerekmemişti, çünkü zaten orada yedek el emeği vardı; azınlık grupla­ rından kadınlar, gerçek anlamda “evdeki üçüncü dünya”yı (Third World at bom e) oluşturuyorlardı. Bu tür kapitalist örgütlenme, işçi sı­ nıfı içindeki “etnik” kadınların aşırı sömürülmesine yol açıyordu. Z a­ ten, 7 0 ’li yıllarda yaşanan durgunluk yüzünden işsiz erkeklerin sayısı artmıştı. İş bulamadıkları ve genel emek piyasasında güçlü bir ayrımcı­ lıkla karşı karşıya kaldıkları için çoğu, çokuluslu şirketlerin taşeronlu­ 52 Sivanandan, 1990, s. 114. 53 Phizacklea, 1995. ğunu yapan küçük girişimlerde bulunmuşlardı. Sınıf ile ırkın yarattığı ortak dinamik, etnik girişimcilerden oluşan bir grubun ortaya çıkması­ nı sağlamıştı. Kendi ailelerindeki ya da en azından kendi etnik toplu­ luklarındaki kadınları çok düşük ücretlerle işe alıyorlardı. Geleneksel olarak bu tür işler kadın işi olarak görülüyor, “ doğal olarak” kadınla­ rın kapasitelerine uyarlanıyordu ve böylelikle ücretlerin düşük olması da olağan sayılıyordu. Asyalı kadınlar (Hintliler, Pakistanlılar ya da Bangladeşliler) daha da fazla sömürülme tehlikesiyle karşı karşıyaydılar, çünkü göç yasaları gereği Büyük Britanya’da bulunabilmeleri, ba­ balarına ya da kocalarına bağlıydı; bağımsız oturma hakları yoktu. Üs­ telik, genel iş piyasasında karşı karşıya kaldıkları ayrımcılık yüzünden, etnik girişimler dışında çalışmaları imkânsızdı. Genellikle çevre piyasa­ sında, (ikili emek pazarı kuramına göre) düşük ücretli ve geçici işlerde çalışmaya mahkûmdular. Böylelikle, sınıfın ve ırkın etkilerine bir de cinsiyet ekleniyor ve kadınlar aşırı sömürünün kurbanı oluyorlardı. Sonuç olarak bu çözümlemeler, Stuart Hail gibi postmodernist düşünürlerin bakış açısıyla oluştu; iki temel noktada marxçılığı “ düzeltecekler” ini söylüyorlardı. İlki: Günümüzde, toplumsal sınıf ne bi­ reyin toplumsal konumunu ne de toplumsal katmanlaşma ve iktidar sistemini saptamak için yeterliydi; iki temel etkeni, yani ırk ya da etnisite ile cinsiyeti de hesaba katmak gerekiyordu. İkincisi: Doğrudan doğruya sanayi toplumuna bağlı olan M arxçı düşünce, kültürün rolü­ nü küçümsemişti; oysa kültür, postmodern toplumların bütünleşme tarzlarını anlamakta temel derecede önemliydi. Irka ve cinsiyete göre bölünmeler arasındaki ilişki, İngiliz sos­ yologlar tarafından uzunca süre geliştirildi. Sylvia Walby’ye göre, ku­ ramsal konumları iki grupta sınıflamak mümkündü.54 Bazı kuramlara göre iki düzen birbirinden bağımsızdı: Etnisite, cinsiyetler arası ilişki­ leri etkilemiyordu; cinsiyetin de ırk ilişkileri üstünde etkisi yoktu. Hangi ırktan olursa olsun, bütün kadınlar aynı baskıya maruz kalıyor­ lardı. ikinci türde yer alan ve daha çok taraftar toplayan diğer kuram­ lara göre sınıf, ırk ve cinsiyetle ilgili aidiyetlere bağlı engeller bir ara­ ya gelip birikiyorlardı. Böylelikle halk sınıflarından siyah kadınlar, egemenliğin ve baskının üç ayrı biçimini yaşıyorlardı. Her durumda, kadınların maruz kaldıkları sömürü boyutlarından her birine uyarlan­ mış özcülükkarşıtı bir siyaset benimsemek gerekiyordu. Bu çözümlemeyi geliştirenler, özellikle Nira Yuval-Davis ve Flo­ ra Anthias’tır.55 Etnik süreçlerde ve çatışm alarda, kadınların rolünün esas olduğunu düşünüyorlardı: Grubun biyolojik bakımdan yeniden üretilmesini sağlıyor ve çocuklara verdikleri ilk eğitimle etnik kültürü aktarıyorlardı; öte yandan, etnik ve ulusal taleplerde etkin olarak yer aldıkları, tarih tarafından da kanıtlanmıştı. Daha da önemlisi, grubun sınırlarını çizenler onlardı: Düşman gruptan kadınlara tecavüz edilme­ si etnik çatışm alara yol açan en önemli neden sayılıyordu. Nitekim bir kadın sosyolog, eski Yugoslavya’da çıkan çatışmaları, esas olarak cin­ siyetle ve kadınlara yönelik tecavüzle açıklamıştı. Son olarak, simgesel bakımdan anavatanla bağlantı içindeydiler: Ulusçu sözbilim, aileden alınan eğretilemelerden yararlanıyordu. Etnik ve cinsel aidiyetler bir­ birini karşılıklı olarak etkiliyor ve toplumsal gerçeklikte buluşuyorlar­ dı. Cinsiyeti dikkate alm adan etnisiteye bağlı toplumsal süreçleri anla­ mak mümkün değildi. Yeni Marxçılığın yeni yorumlarını kapsayan farklı modeller, gördüğümüz gibi ana noktalarda, özellikle de Devlet’in rolünde, siya­ sete ilişkin yaklaşımda ve ırkçılık karşıtı mücadelelerin anlamında ay­ rışıyorlar. Devlet, hangi ölçüde ırksallaştırma sürecinin gerçek ayrıca­ lıklı aracı olmuştur? Siyahlar, siyasal mücadelelerini sürdürürken özerk mi kalmalılar, yoksa genel toplumsal yapılara mı katılmalılar? Elbette bu siyasal tartışmalar yeni M arxçı düşünürlerin çerçevesini aşı­ yor; bunlar, siyasal-düşünsel bütün tartışma ortamlarını ilgilendiriyor, çünkü araştırmacıların büyük bölümü, kuramsal bakımdan kabul et­ seler de etmeseler de, araştırma etkinlikleri ile ırkçılık karşıtı mücade­ le içindeki angajmanlarını birbirinden ayrı tutmuyorlar. ULUS DÜŞÜNCESİNDEN ULUSÇULUK SOSYOLOJİSİNE Britanyah araştırmacılar, ırkçılık sosyolojisinin dışında ve -d a h a son­ ra göreceğimiz g ib i- yakın bir tarihe kadar onunla bağ kurmadan uluslar ve ulusçuluklarla ilgili kuramsal görüşe göz alıcı katkılarda bu­ lundular; bu görüş bugün, Amerikan siyasetbiliminin en etkin alt bö­ lümlerinden biridir. Burada yapılmak istenen şey, İngiliz ve Amerikan siyasetbilimcilerin araştırmalarında en büyük değeri taşıyan, Berlin duvarının yı­ kılmasından ve marxçılığın düşünce gücünün göreli olarak zayıflama­ sından bu yana büyük bir ivmeyle çoğalan çalışmaları şematik de olsa betimlemek değildir. Okuyucu bu bölümde, Christopher Jaffrelot’un ve John Crowley’nin kaleme aldığı mükemmel eleştirileri bulacak.56 “Klasik” ulus sosyolojisi ile yakın tarihte ulusçuluk türleri üstüne or­ taya konulan sosyoloji düşüncesi arasındaki sapmanın anlamını gös­ termekle yetineceğiz; ayrıca, antropologların, politologların ırkçılık sosyolojisi ile kuramsal ulusçuluk görüşü arasında gördükleri ayrıma ilişkin araştırmaların anlamını sorgulayacağız. Sosyolojinin kurucuları, kendi tarihsel deneyimlerinden yola çı­ karak Avrupa uluslarının doğasını sorguluyorlardı. Her ne kadar yo­ rumlarında, ulusların varlığına ilişkin toplumsal koşulları ihmal etme­ miş de olsalar, siyasal boyutu ayrıcalıklı görüyorlardı.57 Ulusçuluk tür­ leri üstüne yakın tarihte toparlanan bilimsel literatür ise iki farklı du­ rumdan esinlendi: Bir yanda, Avrupalılarm kurduğu imparatorluk dü­ zenine karşı Afrika’da ve Asya’da patlak veren çeşitli ulusçuluk hare­ ketleri, sömürgesizleşme ve onlarca bağımsız yeni ulusun tanınması, öte yanda etnisitenin Birleşik Devletler’de yeniden keşfedilmesi. Sovyet imparatorluğunun sonunun gelmesi de, şu sıralar yeni bir araştırma dalgasının kaynağını oluşturmaktadır. Ulusçuluk biçimleriyle ilgili gö­ rüşler, ulus sorunu üstünde kafa yoran klasik sosyologların yaklaşım56 C. Jaffrelot, “ Les modeles explicatifs des nations et du nationalism e; revue critique” , ve J. Crovvley, “ Ethnicite, nation et contrat social” , Delannoi ve Taguieff’te (yönetiminde), 1991. 57 II. Konu’da, W eber’in ulusla ilgili çözümlemelerine bkz. Durkheim’ın ve M auss’un yaklaşım la­ rı bir sonraki konuda sunulmaktadır. lannm yerini aldı. Bu anlamda, İngilizce literatürde “ ulus” sözcüğü­ nün “ nationalism”t dönüşmüş olması anlamlıdır. Bu konuyla ilgili gö­ rüşler, ulusçuluğun boy göstermesine yol açan teknik ve iktisadi ya da ideolojik koşullara yönelmiştir. Benedict Anderson, ulusal topluluğun, yani “ hayali siyasal top­ lu lu ğ u n 58 doğuşunu ele alırken Kari Deutsch’un çözümlemelerini iz­ lerdi.59 Ulusal topluluk, insanlar arasında soyut bir bağ kuran m atbaa ve kitle iletişimi sayesinde gelişmişti -b u noktada yazar, Kari Deutsch ile buluşuyordu: Yalnızca kendi gazetesini okuyan birey ötekilerin de aynı şeyi yaptığını sanıyor, onlarla somut bir alışveriş biçimi kurma ih­ tiyacı duymuyordu. “Kapitalizm ile m atbaa teknolojisinin, insan dille­ rinin kaçınılmaz çeşitliliğine giderek yaklaşması, kendi modern morfo­ lojisiyle modern ulusun koşullarını yaratan yepyeni hayali bir topluluk biçimini mümkün kılmıştır.”60 Zaman olgusuyla kurulan bu yeni iliş­ ki, “ kültür sistemi” nin gelişmesini kolaylaştırmıştı. Hayali topluluk ile zamanı doğrusal, boş ve homojen olarak niteleyen modern kavrayış arasında yapısal bir yakınlık vardı. Öte yandan, bütün meslek yaşam ­ ları boyunca bir kentten öbürüne ülkenin bir ucundan diğerine gidip gelen memurlar ise bu soyutlamanın varlığını maddileştiriyorlardı. İlk ulusçuluk hareketleri Avrupa’da değil de, Avrupa’nın egemenliğine karşı Amerika’da doğduğuna göre; İspanyol sömürgeliler tarafından Latin Amerika’da çizilen sınırlar bağımsızlıktan sonra bile kalabildiği­ ne göre, demek ki “ 16. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar Güney Ameri­ ka’da bulunan yeni cumhuriyetlerden her biri idari bir birim oluşturabilmiş”61 ve dolayısıyla, bağımsızlığın ilan edilmesinden önce bile ulu­ sal topluluklar var olabilmişti. Böylelikle, m atbaa ve yönetim sayesin­ de, “ modern ulusların alameti farikası olan anonimlik ortamında, top­ luluk d a ”62 hayat bulmuştu. 58 59 60 61 62 Bkz. v. Konu. Anderson, 1983, s. 15. Anderson, 1983, s. 57. Anderson, 1983, s. 63. Anderson, 1983, s. 47. Natiorıs and Nationalism adlı kitabıyla klasikleşen ve herkesin beğenisini kazanan Ernest Gellner’a göre iktisadın gerekleri tek, birle­ şik ve merkezileştirici bir eğitim sisteminin yaratılmasını dayatıyordu; bu sistem, modern toplumu diğerlerinden ayırt eden iktisadi projenin sürekliliği için gerekli olan ortak kültürün yayılmasını sağlayacaktı. Bir insanın kültürü onun en değerli varlığıydı, tam yurttaşlığa girmesi­ ni ve saygınlık kazanmasını sağlayacak giriş kartıydı, toplumsal yaşa­ ma tam katılımının koşuluydu. “Ulusçuluk, kaynağını belli bir tür işbölümünden alır; bu işbölümü karmaşıktır ve kümülatif olarak sürek­ li değişir.”63 Ulusçu talepler, uluslar, ebediyete dek var oldukları için değil, modern toplumların temel koşullarına ve gereklerine cevap ver­ dikleri için ortaya çıkıyorlardı. Ulusçuluk, siyasal meşruluğa ilişkin bir kuramdı ve bu kurama göre siyasal sınırlar ile etnik sınırların çakışm a­ sı gerekiyordu -öyle ki, ulusçu hareketlerde yer alan militanların iddi­ aları doğru değildi ve ulusları yaratan ulusçuluklardı. Ancak, ulusçu­ lukların boy göstermesi ve ulusların oluşumu, modern toplumların iş­ leyiş koşullarına bağlıydı. Geçmişteki “ tarım” toplumlarının tersine, modern toplum insanların hareketli olmasını ve herkesin yüksek bir teknik yetenekle donatılmasını şart koşuyordu. Sürekli olarak değişen, kendini hep yenilemek zorunda kalan iktisadi yaşam da, insanların da her işi yapabilecek durumda olması aynı genel ve evrensel “ büyük kül­ tür’^ katılması gerekiyordu. Halbuki, eğitimi yalnızca Devlet verebi­ lirdi. “ Eğitimin altyapısı, Devlet’ten başka bir örgütün üstlenemeyece­ ği kadar yaygın ve pahalıydı. Ancak, böyle bir yükü yalnızca Devlet’in taşıyabilecek olması bir yana, aynı zamanda bu kadar önemli ve asli bir işlevi denetim altında tutabilecek kadar güçlü olan tek yapı da oy­ du [...] Devlet meşru eğitimi, neredeyse meşru şiddet kadar, belki de daha fazla tekelleştiriyordu.”64 Devlet’in merkezileşmesi öncelikle, eği­ timin merkezileşmesi gereğinin bir sonucuydu. İnsanların yeteneğine ve zenginliklerin üretimini sonsuza dek geliştirme kapasitelerine daya­ nan bir toplumu oluşturmak üzere kendi üyelerine zorunlu eğitimi ve­ 63 Gellner; 1983, s. 48 , italikler yazarın. 64 Gellneı; 1983, s. 3 7 ve 140. rebilecek minimal siyasal birim ulustu. Bu birimin boyutunu belirleyen şey, savunmanın ve iktisadın baskılarından çok, eğitim sürecinin ge­ rekleriydi. Doğrudan doğruya marxçılıktan esinlenen düşünürlerin tersine Gellner’a göre altyapı iktisadi sistem değil eğitim sistemiydi; bu sistem, modern toplumun özgül iktisadi gelişimi için zorunlu bir koşul olarak düşünülmekteydi. Ulusçu talepler de, iktisadın sürekli gelişme­ sinin şart koştuğu eğitime ilişkin zorunluluklarla ortaya çıkıyordu. Ulus, sonsuz iktisadi ilerlemeyi hedef alan modern toplum örgütlen­ mesinin ortaya çıkardığı sorunlar karşısında en iyi siyasal çözümdü. Ulusçu ideolojiler tarihçisi Elie Kedourie, klasikler arasına gir­ miş Nationalism (1960) adlı kitabında bu çözümlemelere tarihsel iti­ razlarda bulundu: Zaman ve mekân içinde, ulusçu hareketlerin doğup yayılması sürecine, sanayileşmenin ve buna bağlı düşünsel oluşum ge­ reksinimlerinin evreleri eşlik etmemişti. Ulusçu talepler, hiçbir iktisadi ya da siyasal ayrımcılığın bulunmadığı yerlerde ortaya çıkmıştı. Tarih­ çiler daha genel olarak, örneğin İngiliz ulus duygusunun, İngilizlerin kıtadaki Katolik büyük monarşilere karşı çıkmasından ve modern eği­ timin gereksinimleri belirmeden çok önce İngilizler ile İskoçlar arasın­ daki çatışmalardan doğduğunu ortaya koydular. Avrupa güçlerinin sö­ mürgeleştirdiği ülkelerde ulusçu taleplerin belirmesi de sanayi gelişi­ minden önce olmuştu. Sanayileşme ile ulusçulukların doğması arasın­ daki bu zaman farkları, terimin geniş anlamında bile maddi yararın, ulusçu taleplerin tek kaynağı olmadığını ortaya koyuyordu. Kedourie’ye göre ulusçuluk, gerçek siyaset dünyası karşısında ortaya koy­ duklarıyla birlikte düşünüldüğünde, her şeyden önce siyasetin bir biçi­ miydi ve yazar bunu ideoloji olarak niteliyordu; ayrıca hayal ya da binyılcılık yanı da vardı. Ulusçuluk, bir tür “siyasal bovarizm” di. Ken­ dini toplumsal yaşamın bütün boyutlarında ifade eden bir değer siste­ mine dayanıyordu. İdeolojik ve uzlaşmaz olmasıyla toplumsal yaşa­ mın belirsizliklerini ve karmaşıklıklarını inkâr etme eğilimindeydi. “ Anayasal siyaset” le sürekli çelişki halinde olma tehlikesi taşıyordu. Yani farklı gruplar arasındaki çatışmaları çözmeyi temel alan ve “ siya­ sal kuramların, mevzuatın ve adaletin yardımıyla” , kısacası Fransızla­ rın Hukuk Devleti ya da cumhuriyetçi yurttaşlık olarak adlandırdıkla­ rı düzeneklerin yardımıyla özel çıkarları aşmaya dayanan liberal bir demokrasi uygulamasıyla çelişkiye düşebilirdi. Totalitarizme sürüklen­ me tehlikesi taşıyordu. 2 0 . yüzyılda, eski sömürge üçüncü dünya ülkelerinin ulusçu en­ telektüelleri tarafından geliştirilen temalar, 19. yüzyılda imparatorluk güçlerine karşı mücadele eden Avrupalı ulusçuların ortaya koyduğu te­ malarla buluşuyordu. Her iki tarafın söylemi üç iddiaya dayanıyordu: İnsanlık doğal olarak uluslara bölünmüştü; bu ulusların farklı ve görü­ nür ayırt edici özellikleri vardı; ulusların kendilerini yönetmesi tek meş­ ru siyasal örgütlenme biçimiydi. Sömürge ülkelerin ulusçu düşünürleri, halkların ya da “uluslar”ın kendi kaderini tayin hakkı adına siyasal ba­ ğımsızlık talep ediyorlardı. Ulusçuluğun temelini atan bu düşünce Avrupalılar tarafından bulunmuştu -K edourie, Kant’tan Fransız Devrimi’ne ve Alman romantiklerine kadar bu düşüncenin oluşumunu betimledi. Ne var ki, Avrupalılar kendileri için siyasal bağımsızlık talep ederken, bunu sömürgelerine uygulamayı reddediyorlardı. Kedourie’ye göre, tıp­ kı Deutsch gibi Gellner de ulusçuluğu yalnızca maddi örgütlenmenin ge­ rekleriyle açıklıyor ve onun ideolojik boyutunu azımsıyorlardı. Ernest Gellner, Kari Deutsch ve Benedict Anderson iktisadi ve toplumsal örgütlenmenin özgül gereklerine bağlı olarak ulusların da modern nitelikte olduklarında ısrar ederken, Anthony Smith ise mo­ dern ulusun, varlığı gereği seküler olan etnileri sürdürdüğünü vurgulu­ yordu. İki olgu üstünde ısrar ediyordu: Uluslardan önce var olan etnilerin varlığı, yani kitaplarından birinin başlığındaki ifadeyle “ ulusların etnik kökeni” ve öte yanda, modern ulusta etnik bilincin sürdürülme­ si ya da hatta yenilenmesi, yani ethnic revival.65 Ulusların hakiki bir gerçekliği yoktu. Toplumsal gerçekliği oluşturan şey, topluluğa ve duy­ gululuğa dayanan etnik bağlar ve aidiyetlerdi. Avrupa’daki uluslar üçlü devrimden doğmuşlardı: Kapitalizm, idari ve askeri merkezileşme, eğitim. Bütün dünyaya yayılmaları, onlar- dan önce var olan etnileri ne ölçüde uzattıklarının algılanmasını engel­ lemişti. Etnik gerçeklik ve etnik talep hareketlerine göre -Anthony Smith, ethnic revival hareketlerinde tarihin bir değişmezini gö rür- ulus daha yakın tarihe ait siyasal bir biçimdi. Etnik bağların varlığından ya­ rarlanarak ve onlardan yola çıkarak, belli bir toprak parçası üstünde si­ yasal birimler oluşturmuştu. Nitekim, toprak boyutu ulusları etnik gruplardan ya da topluluklardan ayırıyordu, zaten onların kendilerine ait bir topraklarının olması şart değildi. Her bir ulus, başlama noktası olan etni içindeki ya da etniler arasındaki eşitsiz uyumsuzluk derecesiy­ le ve Devlet’in sınırlarıyla kendini gösteriyordu. “Uluslar, yeni bir siya­ sal oluşum türüdür; etnik temeli kullanırlar, çok daha eski ve çoğunluk­ la uykuda olan etnik bağların üslubunu ve içeriğini dönüşüme uğratır­ lar [...]. Ulus, kültürdeki tarihsel bağları modern değişimin kimi görü­ nümlerine uyarlamak için çoğunlukla nafile gayret gösterir [...]. Kitle­ ler ve onların topluluğa dahil edilmesi için takındıkları tutum dışında modern ulusların ve ulusçuluğun tek yaptığı, açıktır ki, eski kavramla­ rın ve eski etnik yapıların anlamlarını ve hedeflerini yaymak ve derin­ leştirmek olmuştur [...]. Kullanılan araçların tersine, amaçlar bakımın­ dan uluslar ve etni arasında mükemmel bir devamlılık vardır.”66 Smith, ulusların her zaman var olduğunu öne süren “perennialist” ler ile, Deutsch ve Gellner gibi modernliğin ayırt edici özelliklerinden birini ulus­ ta gören “modernistler” arasındaki tartışmayı aşmak niyetindeydi. Uluslar, siyasal örgütlenmenin modern bir biçimiydi; önceden var olan etnilerin bağımsızlık hakkı tanınmış olduğu halde, 18. yüzyılın sonun­ dan bu yana görülen ulusçu hareketler buna ilişkin süreci kesintiye uğ­ ratmışlardı. Ancak aynı zamanda, o sıralar Fransız, İngiliz ya da Hol­ landa “ulus” u olarak adlandırılan, modernlik öncesi dönemin etnik toplulukları ve kimlikleri, yüzyıllardan beri varlığını sürdürüyordu; modern uluslar tarafından kullanılmış ve yeniden düzenlenmişlerdi. Görüldüğü gibi, ulusçuluğu ele alan yeni sosyologlardan en gözde ve en saygın olanları, ulusçu talepleri yorumlarken esas olarak teknik ve iktisadi örgütlenmenin koşullarından ve gereklerinden yo­ la çıktılar; Anthony Smith’in yaptığı gibi, modern toplumun daha ön­ ce var olan etnik bağları yeniden yorumladığında ısrar etseler bile. Modern toplumdaki üretken boyuta ayrıcalık tanıdılar. Bu yaklaşım, Weber ve M auss gibi “ klasik” sosyologlardan kopuşun işaretiydi; onlar, uluslar arasındaki çatışmaların varlığı ve demokrasinin ortaya çıkması karşısında daha duyarlı oldukları için ulusu da, öncelikle si­ yasal bakımdan tanımlıyorlardı. M odern ulusçuluk türleri üstüne yo­ rum yapanlar, salt sosyolojik bir gayret içine girerek ulusçulukları ve ulusları, onların ortaya çıkışındaki ve devamlılığındaki toplumsal ko­ şullara (en geniş anlam da) bağlıyorlar ve böylelikle ulusçuluğun siya­ sal boyutunu azımsam a eğilimi gösteriyorlardı; oysa, muzaffer ulus­ lar çağında yaşam ış ve birey olarak ortamın gerektirdiği vatansever­ liğe katılmış olan “ klasik” sosyologlar, siyasal boyutu bilmezden ge­ lemezlerdi. K abaca yalınlaştırmak gerekirse, sosyolojinin kurucuları Avrupa ulusları arasındaki çatışm alar üstünde düşünürken kendi ta­ rihsel deneyimlerinden yola çıkıyorlardı; marxçılıktan az çok etkilen­ miş günümüz sosyologları ise, imparatorluk güçleri karşısında ba­ ğımsızlık isteyen ulusların doğuşunu anlamaya çalışıyorlardı. Her iki durumda da, düşünce ile tarihsel deneyim arasında sıkı bir bağ bu­ lunduğu görülüyor. Her ne kadar zenginliğinden ve kuram tutkusundan söz etmiş olsak da, ulusçuluğu konu alan düşüncenin niteliğini sorgulamak ge­ rekir. Ulusçuluk türleri üstünde tartışan İngiliz uzmanlar, ulusal talep hareketlerini çözümlerken İngiltere ya da Britanya “ ulusçuluğu”ndan hiç söz etmediler. Irkçılık sosyologlarının ise, en azından yakın tarihe kadar uluslar ve ulusçuluklarla ilgili kuramsal görüşten pek az esinlen­ dikleri görüldü. Araştırmacılar arasında eğitim farkları bulunmasının ve birbirinden ayrı düşünsel ağların oluşmuş olmasının bu iki araştır­ ma geleneği arasındaki alışverişi azalttığı düşünülebilir. Michael Benton ve John Rex’e göre, ırk ilişkileri sosyolojisinin katkıları ile ulusçu­ lukların doğuşu üstüne kuramsal görüşün katkılarından bir sentez oluşturmanın zamanı gelmişti. Stuart Hail ve Robert Miles gibi en et­ kili postmodern ya da yeni-marxçı düşünürlere göre,67 sosyoloji artık ırk ilişkilerini ele alan “ klasik” sosyolojiyi aşmalı ve ırkçılığı uluslar ve ulusçuluklarla ilgili görüş kapsamında düşünmeliydi. Bu kısa değerlendirmeden de anlaşılacağı gibi Britanya sosyolo­ jisi, kentlerdeki farklı ırk nüfusları arasında kurulmuş ilişkilere yöne­ len deneysel incelemeler bakımından zengin bir gelenekten yararlan­ maktadır. M arxçılıktan, postmarxçılıktan ya da postmodernizmden esinlenen çok sayıda araştırmacı, modern toplumlardaki çatışmaların yönelimi üstüne yaptıkları tartışmalar bağlamında, ırklar ve ırkçılıkla ilgili kuramsal düşüncenin yenilenmesine katkıda bulunmuşlardır. Ulusçuluk türleri üstüne kuramsal görüş geliştirenler de olmuştur. Bü­ tün durumlarda, antropoloji mirasının çarpıcı olduğu görülür: Hem ırkçılık ve ulusçuluklarla ilgili incelemelerde görülen karşılaştırmacılık tutkusunda hem de kent sosyolojisi üstüne yapılan titiz alan çalışm a­ larında antropolojinin izlerine rastlanmaktadır. Britanya örneği, sosyolojinin yönelimine ve etkilerine ilişkin başka bir dizi soruyu ortaya çıkarmaktadır. Britanya toplumunda ve sosyoloji çalışmalarında, ırklararası ilişkilere verilen önemin karşılıklı etkilerini nasıl çözümlemek gerekir? Irklarla ilgili sosyoloji düşüncesi, ırkların toplumsal yaşamdaki varlığının benimsenmesine ne ölçüde katkıda bulunmaktadır ya da, sosyologların umdukları gibi ırkçılık karşısında verilen mücadeleyi ne ölçüde desteklemektedir? Ayrıca, şu ya da bu yöndeki etkisinin derecesi nasıl değerlendirilebilecektir? 67 Robert M iles 1 9 93’te yayımladığı R acism a fter R a ce R elation s adlı kitabmı yazarken Tom N aim ve Benedict Anderson’dan etkilendiğini belirtir. ONBİRİNCİ BÖLÜM Fransa Cumhuriyeti’nde Etniğin Reddi kullanan sosyologların tersine Fransız sosyologlar toplu­ İ ngilizce’yi luklar arasındaki ilişkileri hiçbir zaman ırk bağlamında ele almadı­ lar. Kimi araştırmacılar, çeşitli ulusal kökenden nüfuslar arasındaki ilişkilere dair incelemeler yapmış olsalar da, bütünleşme paradigması içinde kaldıkları için, Fransız sosyolojisinin en tanınmış ve en yaygın akımlarına göre, göreli olarak marjinal kaldılar. Çok sayıda göçmenin mevcudiyeti yüzünden ortaya çıkan sorunları incelerken, daha çok ta­ rihsel ve siyasal yorumlara yöneldiler. Göçmenlerin ayırt edici özellik­ lerine ilişkin incelemeler, yurttaşlıkla ya da ulusla ve ırkçı düşünceyle ilgili daha kuramsal görüşlere derhal yerini bıraktı. Jacqueline CostaLascoux’nun kitabına verdiği D e l’immigre au citoyen başlığı, Fransız sosyolojisinin bakış açısını oldukça iyi simgelemektedir.1 Bu bakış açısı hiç kuşkusuz ulusal bütünleşme geleneğiyle ilgi­ liydi; bu gelenek, özel toplulukların kamu alanındaki varlığını kabul etmiyor ve kendi meşruluğunu bireysel yurttaşlık ilkesine dayandırı­ yordu. Sosyolojinin doğuşuna ve kurumsallaşmasına ilişkin tarih üs­ tünde yükseliyordu; asimile olmuş bir Yahudi ve bir cumhuriyetçi, evrenselciliğe kuşkuyla yaklaşan bir profesör tarafından kuruldu. O, modern toplumun mantığı belirginleştikçe kolektif yaşamdaki etnik boyutların zayıflayacağını öngörüyor ve insanı, ona miras kalan bağ­ lılıklardan kurtaracak bir sürecin yaşanması gerektiğini düşünüyordu. Bu gelenek, 1945’ten beri ortama kuvvetli biçimde egemen olan m arxçı düşüncenin etkisiyle daha da güç kazandı. Fransız araştırmacıların, pek az bildikleri etnisitenin tanımı ve anlamı üstüne çıkan tartışmaya hiç katılmamış olmaları ve insanlar arasındaki ilişkilerin toplumsal ve siyasal boyutu üstünde durmayı tercih etmeleri de bu önemli gelişmey­ le açıklanabilir. “Bir arada yaşam a ortamında kurulan ilişkilerde en önemli boyut, zaten genellikle etnik boyut değildir. Toplumsal, iktisa­ di, kültürel ve siyasal boyutlar ondan daha önemlidir.”2 Nitekim, pek çok araştırmacı, pek de üstünde durmadan, etnisitenin ırkı belirtmek­ te kullanılan yalın bir örtmece olduğunu öne sürdüler. CUMHURİYETÇİ SOSYOLOJİ Sosyolojiyi yaratan Durkheim’ın iki tutkusu vardı. Bilimsel bir proje oluşturmayı hedeflemiş olsa da, bunu, toplumsal işleyişi iyileştirme ve cumhuriyetçi toplum için yapılan hazırlığa katılma niyetinden bağım­ sız tutmuyordu. Bilgi ile toplumsal eylemi birbirinden ayırmıyordu. Akla dayanan cumhuriyetçi ahlak Hıristiyan ahlakın yerini alacaktı, öğretmenler de modern toplumun yeni rahipleri olacaklardı. Etniğin Zayıflaması Daha önce de gördüğümüz gibi, Durkheim’a göre, karmaşık topluma özgü mantık geliştikçe ve toplumsal işbölümü arttıkça ırkın ve kalıtımın (kalıtım ırkın göstergesiydi) rolü de azalacaktı. “Kalıtım evrim sırasın­ da nüfuzunu kaybeder, çünkü aynı zamanda, onun etkisinde kalmayan yeni etkinlik türleri oluşur [...]. İlerleme kaydedildikçe, oluşan insan çe­ şitlilikleri de kalıtıma giderek daha az dayanırlar; ırk olma özelliklerini 2 V. de Rudder, “Seuil de tolerance” et cohabitation pluriethnique” , Taguieff’te (yönetiminde), 1991,11. cilt, s. 163. giderek yitirirler [...]. Başlangıçtaki ırkların yapılanışına yüzyıllardır tu­ tunan bu ilkel temel, insanların ona eklemiş oldukları ve her geçen gün ekledikleri şeyler sayesinde kalıtımın etkisinden hızla uzaklaşmakta­ dır.”3 Toplumsal işbölümü, toplumu, “ ırk”tan ya da “ kalıtım”dan ba­ ğımsızlaştırıyordu. İşlevlerin uzmanlaşması ve bu sürecin yol açtığı, or­ taya çıkardığı düşünsel ilerlemeler biyolojik verilerin etkilerini seyrelti­ yordu. “ Beceriler onların aktarılması da zorlaşır [...], uzmanlaşan etkin­ lik biçimleri uzmanlaştıkça kalıtımın etkisinden uzaklaşırlar [...]. Top­ lumsal işbölümü azaldıkça, işin örgütlenmesinde kalıtımın payı artar.”4 Karmaşık modern topluma geçiş bireyi özel dayanışma ortamla­ rından, belli bir toprağa kök salmaktan, doğanın baskılarından kurta­ ran genel bir süreçti. Modern toplumların toplumsal örgütlenmesi, onarıcı hukukun ve giderek farklılaşan gruplar ile bireylerin karşılıklı bağımlılığının egemenliği altındaydı. Devlet bireyi, aile, din ve etni bağ­ larından kurtarıyor, “ev zorbalığı” , “ derebeylik, daha sonra da toplu­ luk grupları” karşısında onu özerkleştiriyor, “ işçinin ve patronun lon­ ca zorbalığından azat olmasını sağlıyor” du.5 Bu kurtarıcılık rolü temel derecede önem kazanmıştı, çünkü dış dünya karşısında Devlet’i abartı­ lı biçimde yayılmaya zorlayan savunma bir tortudan ibaretti. “ Savaşlar tam olarak ortadan kalkmadığına, kaygı verici uluslarası rekabetler hâ­ lâ sürdüğüne göre Devlet, belli bir ölçüde eski zamanlardaki yetkilerin­ den bazılarını bugün de muhafaza etmelidir. Ancak bu az çok anormal bir tortudur ve son izleri de kademeli olarak silinmelidir.”6 Bireyler, özerklikten ve özgürlükten daha çok yararlanıyorlardı, biyolojik zo­ runluluklara, ırka ve kalıtıma daha az maruz kalıyorlardı. Bundan böy­ le “ organik nedenler”in yerini “ toplumsal nedenler” alıyordu. Toplum “ tinselleşiyor” du.7 “Demek ki ilerlemenin etkisi şöyle olacaktır: İşlevi organdan, yaşamı maddeden giderek koparmak, ancak ondan ayırma­ 3 4 5 6 7 Durkheim, 1 8 9 3 ,1 9 6 0 baskısı, s. 2 9 6 -2 9 7 . Durkheim, 1893, 1960 baskısı, s. 2 9 9 ve 306. Durkheim, 1900, 1950 baskısı, s. 99. Durkheim, 1900, 1950 baskısı, s. 89. Durkheim, 1900, 1950 baskısı, s. 338. mak; sonunda da yaşamı tinselleştirme, onu daha esnek, daha özgür hale getirme ve bu sırada onu daha da karmaşıklaştırma sonucuna ula­ şacaktır.”8 Devlet ile bireyler arasında kalan ara yapılar ve dayanışma­ lar (aile, köy ya da bölge çevreleri, Kiliseler) zayıflıyordu. Bireyi top­ lumsallaştıran şey, artık ilksel ve etnik bağlar değil genişleyen toplum­ daki yeriydi; işbölümü içinde ve Devlet ile olan ilişkisinde işgal ettiği konum ona yepyeni bir özerklik sağlıyordu. Bu saptamadan ve özerk bireylerin oluşturduğu bir toplumda ortaya çıkan kuralsızlık korkusun­ dan yeni bir projenin doğduğu bilinmekteydi: Bireylerin mesleki birlik­ lere katılmasıyla oluşan yeni dayanışma biçimleri yaratma projesi. Gözlemlenen bazı durumlar, bu gelişmeyle açıklanabilirdi: “Yahudiler, büyük bir hızla etnik özelliklerini yitiriyorlar. İki kuşak sonra bu iş bitecek.”9 Fransız toplumunun doğal olarak Yahudi düşmanı olduğu­ nu öne süren ve “ Yahudi ırkına atfedilen kusurlar”dan yola çıkarak Ya­ hudi düşmanlığını doğrulayan özcülük esaslı çözümlemeleri reddetti; gü­ nah keçisi yaklaşımından yola çıkan -v e bugün klasikleşmiş- bir sosyo­ lojik yorum önerdi: Yahudi düşmanlığı, toplumdaki genel kuralsızlık ha­ lini yansıtmaktaydı -b u açıklama, Yahudi düşmanlığının ötesinde, hiç kuşkusuz bütün ırkçılık biçimlerine uygulanabilirdi. “Toplum acı çekti­ ğinde acısını isnat edebileceği, hayal kırıklıklarının intikamını alabilece­ ği birini bulma ihtiyacı duyar; ve daha önce kamuoyunun olumsuz gö­ rüşler atfettiği bu rol, doğal olarak onlara verilir. Onlar, kefaret ödemek­ le yükümlü paryalardır [...] Dolayısıyla [Yahudi düşmanlığı], her şeyden önce, bize acı veren ağır ahlaki çalkantıyı gün ışığına çıkaran sayısız gös­ tergeden biridir. Sonrasında, bunun önünü almanın gerçek yolu, karga­ şa haline son vermek olacaktır; ancak bu, bir günün işi değildir.”10 Durkheim, kendi döneminin asimile olmuş Yahudilerinin büyük çoğunluğu tarafından benimsenen çözümlemeye katılıyor ve Yüzbaşı Dreyfus’u savunuyordu; Yahudiler arasındaki dayanışmanın bir gereği olarak değil, Devlet karşısında adaletle ilgili evrensel ilkeler ve bireyin 8 Durkheim, 1900, 1950 baskısı, s. 326. 9 Durkheim, 1 8 9 9 ,1 9 7 5 baskısı, II. cilt, s. 253. ıo Durkheim, 1899, 1 9 75 baskısı, II. cilt, s. 253. haklan adına yapıyordu bunu. Aynı tutumdan yola çıkarak, Fransa’da, Almanya’da ve Rusya’da görülen Yahudi düşmanlığının karşılaştırma­ lı bir çözümlemesini önerdi ve Fransızların iyimserliğini benimsedi; o dönem Yahudilerinin büyük çoğunluğu bu iyimserliğe katılıyordu ve bu yaklaşım, etnik aidiyete bağlı akıldışı tutkulara karşı çıkarak vatanse­ verliğin sürekli olarak gelişeceği düşüncesine dayanıyordu. Mekanik dayanışmanın yerini yavaş yavaş organik dayanışmanın ve -etkilerinin yaygınlaştığını düşündüğü- modern toplum mantığının alacağını söy­ lerken evrimciliğin bir biçimine de yaklaşmış oluyordu. “ Dayanışm a”nın iki biçimi arasındaki ilişkiyi diyalektik ya da gerilim bakımın­ dan çözümlemediği gibi özel dayanışma ve kimlik biçimlerinin olası ge­ ri dönüşünü de dikkate almadı; “ mekanik” bütünleşmenin “organik” aleyhine yeniden gelişebileceğini ya da etnik tutkuların yurttaşlık ilkesi aleyhine yeniden canlanabileceğini öngöremedi. Ulusal Toplum ve Evrenselci Vatanseverlik Fransız entelektüellerini ıstıraplı bir düşünme sürecine sokan ve kendi­ ni en çok Lorraine’de hissettiren 1870 bozgunu, ulusçuluk çağında ya­ şayan Fransa yurttaşı Durkheim’ın tarih bilincinin beşiği oldu. Durkheim vatanseverlik duygularını sık sık ifade ediyordu: Bu bakımdan da kendi döneminin izlerini taşıyor ve asimile olmuş Yahudilerin hissetti­ ği çok özel duyguları o da paylaşıyordu; onlara, özgürlüğün yanı sıra medeni, hukuksal ve siyasal alanlarda eşitlik sağlayan Cumhuriyet’e karşı minnettarlık duyuyordu. Ulus, toplumun kendisini ifade ettiği sürece, Durkheim da vatanseverliği ve hatta ulusal gururu meşru sayı­ yordu. Bireyler, kendi “ vatan” ları olan özel bir topluma, yani ulusal topluma katılımları ölçüsünde var olabilirlerdi. “Vatanımızdan vazge­ çemiyor olmamız bana çok doğal geliyor: Çünkü biz, örgütlenmiş bir toplumun dışında yaşayamayız ve var olan en yüksek düzeyde örgüt­ lenmiş toplum, vatandır. Yine bu anlamda vatankarşıtlığının tam bir saçmalık olduğunu düşünüyorum.” 11 Bununla birlikte, bu vatanseverlik yaklaşımı evrensel bir proje içinde yer alıyordu. Bir yandan, uluslar halinde örgütlenme hiçbir ba­ kımdan tarihin son sözü olamazdı: Ulus, daha geniş bir siyasal birim içinde yer alma eğilimi taşıyordu. “Tarih bize her zaman şunu göster­ miştir: Olayların gerçek gücü sayesinde küçük vatanlar daha geniş va­ tanların bünyesinde erirler ve onlar da kendilerinden daha büyük olanların bünyesinde. Yüzyıllardan beri aynı yönde ilerleyen bu tarih­ sel hareket, bugünkü vatanlarımızın varlığı karşısında neden birdenbi­ re dursun ki? Vatanlarımızın, daha ileriye gitmelerini engelleyecek do­ kunulmazlıkları mı var?” 12 Ulusun kendisi tarihsel bir sürecin belli bir evresi olmaktan ibaretti ve bir son olamazdı. Öte yandan, bu meşru vatanseverlik eleştirel kalmalıydı, Avru­ pa’ya, hatta insanlığa mal olabilecek daha geniş bir vatanseverliğin kapsamında yer almalıydı. Tez konusu olarak ele aldığı Montesquieu gibi, Durkheim da evrenselcilik yanlısı düşünürlerin soyağacmda yer al­ dı; onlara göre, vatanların ve onları kendi vatanlarına bağlayan duygu­ nun varlığını kabul etmeleri, kendi vatanseverliklerini görelileştirmelerine ve bunu, “ uygarlık” ve “ahlak” düşüncesine tabi kılmalarına en­ gel değildi. “Ancak, çözümü daha zor başka bir soru var: Ne tür bir va­ tan istediğimizi bilmemiz gerekiyor. Kuşkusuz, artık oluşmuş olan ve gerçekte bizim de bir parçasını oluşturduğumuz vatana karşı yükümlü­ lüklerimiz var ve bu yükümlülüklerden kurtulma hakkını kendimizde göremeyiz. Ancak vatanın da üstünde yer alan, oluşmakta olan ve ken­ di ulusal vatanımızı sarıp sarmalayan başka bir şey var; bu da Avrupa vatanı ya da insanlık vatanı. Hem sonra, biz bu vatan karşısında han­ gi ölçüde istekli olmalıyız? [...] aynı zamanda daha geniş başka bir va­ tan oluşuyor ve bizimkini içme alma eğilimi gösteriyor. Avrupa’nın ya da istenirse, uygarlaşmış dünyanın oluşturduğu vatan. Bugün bir ideal­ den ibaret olan, fakat gerçekleşme yolundaki bir ideal olan bu başka vatanı ne kadar istemeliyiz?” 13 Montesquieu’nün haklı bir ün kazanan 12 13 Durkheim, 1907, 1970 baskısı, s. 295. Durkheim, 1907, 1970 baskısı, s. 2 9 5, altım ben çizdim. Başka bir yerde: “Vatanına ne kadar bağlı olunursa olunsun, herkes günümüzde ulusal güçlerin üstünde kalan başka güçler olduğu* metnini hatırlatalım: “Kendi vatanım için yararlı, ancak Avrupa için za­ rarlı bir şey bilseydim ya da Avrupa için yararlı fakat insan türü için za­ rarlı bir şey bilseydim, buna bir suç gözüyle bakardım.” Durkheim toplumdan söz ederken ulusal toplumu kastediyordu. Ne var ki, olduğu haliyle “toplum” ile kendi döneminin Fransız ulusu arasında yaşanacağını öngördüğü asimilasyon, Weber’in de yaptığı gi­ bi ulus olgusunu tarihselleştirmesine ve görelilleştirmesine engel olma­ dı ve onun vatanseverliği, Montesquieu’nün evrenselcilik perspektifi içinde yer aldı. Her ne kadar kendi döneminin vatanseveri olsa da, ken­ di zamanının tutkularına katılırken sakınımsız değildi. Sosyologlar, eleştirel konumları sayesinde -eleştirel erdemleri sayesinde-, o dönemin “cumhuriyetçi” tarihçilerinin ürettiği ve erekbilimden beslenen yoruma pabuç bırakmadılar; bu yorum, Fransa’nın ebedi -R eich ’ın ulusçu Al­ man tarihçileri, başka ifadelerle aynı iddiada bulunacaklardı- ve üstün olduğu görüşünü ortaya atmakta tereddüt etmiyordu. Ulus, Yurttaşlar Toplumu Ulus ile yurttaşlık arasındaki bağa ilişkin en özgül çözümlemeyi geliş­ tiren M auss’tur. Tıpkı Weber’inki gibi, tamamlanamayan ve ulusu ko­ nu alan bir metinde, ulusu siyasal örgütlenmelerle ilgili bir hiyerarşiye yerleştirirken bu örgütlenmelerin bütünleşme derecesini dikkate aldı.14 nu hissediyor; diğerleri kadar geçici olmayan, dah a üstün güçler; çünkü bunlar, belirgin bir si­ yasal grubun içinde bulunduğu özel koşullara bağlı değiller ve bu grubun alınyazısına bağlı kal­ mıyorlar. Çok daha evrensel ve çok daha sürekli başka bir şey var. Kaldı ki, en genel ve en de­ ğişmez olan hedeflerin, aynı zam anda en yüksek hedefler olduğuna da kuşku yok. Evrim süre­ cinde yol aldıkça insanların peşinden gittiği idealin de, dünyanın şu noktasına ya da şu insan grubuna özgü yere! ve etnik koşullardan koptuğuna tanık olunuyor; böylelikle bu ideal, bütün bu özelliklerin üstüne yükselerek evrenselliğe doğru kayıyor. Ahlaki [altını ben çizdim] güçlerin, kendi genelliklerinin derecesine göre hiyerarşik bir düzen oluşturdukları söylenebilir! O halde her şey, ulusal hedeflerin bu hiyerarşinin [altını ben çizdim] en tepesinde yer alm adıklarına ve insani [altını ben çizdim] hedeflerin ilk planda gelmek durum unda olduklarına inanmamızı sağ­ lıyor” (Durkheim, 19 00, 1950 baskısı, s. 107). 14 Hiç kuşkusuz 1 9 1 9 -1 9 2 0 yıllarıda kaleme alınan bu metin M auss’un ölümünden sonrs diğer belgeler arasında bulundu. 1 9 5 3 -1 9 5 4 ’te A nnee so cio lo giq u e\ e Henri Levy-Bruhl tarafından yayımlandı, dah a sonra Viktor Karady tarafından yayımlanan derlemede yer aldı. Bkz. M auss, 1969. Önceleri, “ içte eşit ve biçimsiz olan, eşitlerden meydana gelen siyasal aile grupları” ya da kabileler vardı. Onun ardından “ kabile bi­ çiminde olan, klanlar varlığını koruduğu için çokparçalı yapıyı sürdü­ ren, kabilenin sürekli örgütlenme biçimi halini aldığı, şeflerin iktidarı­ nın da sürekli olduğu toplumlar” geldi. Bunu da, Çin ve Japonya gibi, sürekli merkezi iktidar sayesinde bütünleşmiş toplumlar izledi. Niha­ yet, sürekli merkezi iktidar sayesinde bütünleşen, yurttaşlığa yani “ ulus”a dayanan toplumlar kuruldu. Bu son aşam ada “ Merkezi ikti­ dar istikrarlı ve süreklidir; yasam a ve yönetim sistemi vardır. Yurttaşın hakları ve görevleri ile vatanın hakları ve görevleri hem birbirine kar­ şıdır hem de birbirini tamamlar.” 15 Başka bir deyişle, “ Tamamlanmış bir ulus yeterince bütünleşmiş bir toplumdur, belli derecede demokra­ tik merkezi iktidar tarafından yönetilir, her durumda ulusal egemenlik kavramını benimser ve genellikle, böyle bir toplumun sınırları bir ır­ kın, bir uygarlığın, bir dilin, bir ahlakın, tek sözcükle belli bir ulusal niteliğinin sınırlarıdır.” 16 M auss’un demokratik ulusla özdeşleştirdiği “ulus” yaklaşımının can damarı budur. Ona göre “ uluslar, toplum halinde yaşama biçimle­ rinin en sonuncu ve en mükemmel olanı” dır, çünkü “ onu oluşturan bi­ reylerin hukukunu, yaşamını ve mutluluğunu önceki biçimlerden hiçbi­ rinin yapamadığı kadar iyi temin ederler.” 17 Yurttaşlığa dayanan siya­ sal bir örgütlenmeydi. “Ulus, yani bir Devlet’e bağlı bütün yurttaşlar kavramı.” 18 “İki düşüncenin, vatan ile yurttaşın bağlılaşımından mey­ dana gelen, önemli ve az bilinen olguya dikkat çekmek gerekir [...]. Ulus, belli bir konsensüs sayesinde hareketlenmiş yurttaşlardır.” 19 Do­ layısıyla ulus, Devlet demek değildi. Devlet’in “ bütünleştirdiği” ve yö­ nettiği, buna rağmen ulus oluşturmamış ülkeler vardı, çünkü buradaki “yasalar, yurttaşların eseri değildir.”20 Toplumsal örgütlenmenin, top­ 15 16 17 18 19 20 M auss, 1969, s. 626. M auss, 1969, s. 604. M auss, 1969, s. 627. M auss, 1969, s. 574. M auss, 1969. s. 59 2-593 . M auss, 1969, s. 583. lumun aldığı bütün biçimler üstündeki etkilerini vurgulamak önemliy­ di. “ Bu siyasal birlik, yani bir yandan askeri, idari ve hukuksal, diğer yandan da iktisadi özellikler taşıyan bu birlik ve özellikle de bu birliği yaratmaya ve herkese aktarmaya yönelik bu genel, sürekli ve bilinçli irade kapsamlı bir dizi görüngüyle mümkün kılınabilmiştir; bu görün­ güler, daha sonra başka toplumsal görüngülerin, paralel ya da öncelik­ li olarak birleşmesini sağlamıştır.”21 Uygarlığı, ırkı, duyarlılığı, özgül değerleri ve ulusların dilini yaratan ulusların ta kendisiydi ve ulusçu mi­ litanların öne sürdükleri gibi bunun tersi mümkün değildi. M auss, bu öneriyi somutlaştırırken şuna dikkat çekti: “Hatta, Fransız’ın tutumu ile İngiliz’in tutumu arasındaki benzerlik, Algonkin’in tutumu ile Kali­ forniya Kızılderilisi’ninki arasındaki benzerlikten daha azdır.”22 Ulusal toplumsallaşmanın etkisi buralardan geçmişti. Tarihsel evrim, ters yönde işleyen iki hareketi barındırıyordu. Bir yandan, toplumların “ uluslaşm a” sı, aynı ulus üyeleri arasındaki ben­ zerliklerin ve onları farklı uluslardan ayıran farkların belirginleşmesiy­ le sonuçlanıyordu. Ancak öte yandan, uluslar arasındaki ilişkiler de durmaksızın çoğalıyordu. Uluslar ve uyruklar arasındaki alışverişler ar­ tarken bunlardan her biri diğerinden bir şeyler alıyordu. M auss’un perspektifi aynı zamanda evrenselciydi. “İnsanlığın ortak vatanseverli­ ği, topraktan ve sermayelerden de öte onları verimli hale getirme, onla­ rı insanlığın, uluslararası düzeyde uygarlaşmış insanlığın varlık koşulu olan ürünlerden oluşmuş birer hazine haline getirme sanatıdır.”23 M auss, demokratik yurttaşlığı toplumsal örgütlenmenin üst bi­ çimi olarak çözümleyen bu metni, Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra yazmıştı; bu metnin ideolojik nitelikte olması onu, çağdaş top­ lum bilimlerinin sorunsallarında ve sözcük dağarcığında kullanmamı­ za engel değildir. Weber ve Durkheim gibi, beşeri bilimlerde özgül bir bakış açısı oluşturmaya katkıda bulunurken ulusların tarihsel niteliği­ ne dikkat çekiyordu; Devlet ile ulus arasında çözümlemeye dayanan 21 22 23 M auss, 1969, s. 591. M auss, 1969, s. 594. M auss, 1969, s. 614. bir ayrım koyuyordu; toplumların uluslaşması ile toplumsal biçimler arasında oluşan bağları sorguluyordu. Ulus ile yurttaşlık arasındaki bağ da sosyolojinin bir sorunuydu. Asimile sıfatıyla birlikte anılan Yahudilerin, Fransa’daki sosyo­ lojinin gelişiminde ve özellikle de yurttaşlıkla ilgili görüşün oluşmasın­ da oynadıkları rol çarpıcıdır. Onların, bir sonraki kuşakta aynı baskın rolü oynadıkları görülür. Georges Friedmann ve Raymond Aron, özel bir tarihsel ortaklaşma olan Yahudiliğe sadakat göstermenin biçimle­ rinden biri ile Fransız yurttaşlığına güçlü bağlılıkları arasında kurduk­ ları bağı, üstü kapalı sorgulamayı sürdürdüler. Kendi kuşaklarından bütün asimile Yahudilerin kabul ettiği yaklaşımı, irili ufaklı nüanslarla da olsa benimsiyorlardı: Yahudiliğin evrensel değerleri ile Fransız yurt­ taşlığının değerleri uyum sağlamıştı, Fransa Cumhuriyeti kendi değer­ lerine sadık kaldığında, Yahudilik karşısında duyulan “ dinsel” ya da ta­ rihsel bağlılığa izin veriyordu. Onlar da, yurttaşlık yaklaşımını tam ola­ rak kabul ediyorlardı; bu sayede Yahudi mirasına duydukları bağlılık ile ortak siyaset alanına tam katılımı birleştirebiliyorlardı. Her iki taraf, “ kültürel, dinsel, duygusal ya da ahlaki bağlar” ne olursa olsun Yahu­ dilerin İsrail Devleti ile olağan ve meşru ilişkileri sürdürmeleri konusun­ da hemfikirdi; insanlar, yalnızca tek bir vatana ait olabilirlerdi. “ İsrail üstünde odaklanmayan “Yahudi halkı” nın ulusal bir topluluk oluştur­ duğuna inanmayanlar, yaşadıkları Devlet’in bünyesinde ötekiler gibi yurttaş olmayı sürdürecekler ve İsrail için duydukları sempatinin ya da onunla ilgili çıkarın derecesi ne olursa olsun, tek bir uyruklukla tek bir vatanla sınırlı kalacaklar. Müminler ise, elbette, ibadet ve din kuralla­ rıyla ilgili her tür özgürlükten yararlanmalılar. Kendi ruhani gelenekle­ rine sadakati dokunulmaz kılmak, -b u gücü taşıyorsa- Yahudi dininin sorunudur.”24 “ Yahudi dininden bir Fransız, en kapsamlı ve bütünlük­ lü haliyle meşru olarak yurttaşlığı hak ederken sinagoga olan sadakati­ ni de koruyabilir. Her birimizin bir vatanı ve bir dini var, ne var ki hiç kimsenin iki vatanı olamaz. Siyasal bakımdan kendini İsrail’e bağlı his­ seden Yahudiler kendi duygularını tutumlarıyla uyumlu hale getirmek zorundadırlar, yani Kutsal Topraklara göç etmelidirler [...]. Yurttaşlık paylaşılamaz.”25 Yine kendisini “Yahudi asıllı Fransız”26 olarak nitele­ yen M axim e Rodinson, başka bir yaklaşımdan yola çıkarak aynı safta yer aldı; Fransız ve taraflı bir entelektüel olarak, Araplara karşı duydu­ ğu sempatiyi ve “ genel olarak bütün Arapların, özel olarak da Filistin­ lilerin aleyhine oluşturulan”27 siyonizm projesi karşısında duyduğu nef­ reti vurgulama hakkını buldu kendinde. GÖÇMENLERİN BÜTÜNLEŞMESİNDEN YURTTAŞLIĞIN SORGULANMASINA İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen otuz yıllık dönemde iktisadi bakımdan refah koşullarında yaşayan Batı Avrupa, kitlesel göçe hedef oldu; fark­ lı ülkelerden sosyologlar da, günlük siyasal sorunlardan doğrudan esinlenen bu tema üstünde paralel çalışmalar yaptılar: Göçün keşfedil­ mesi, göçmen ya da göçmen kökenli nüfusların ve onların evsahibi topluma katılım biçimlerinin betimlenmesi; özellikle, İslam dininden ya da geleneğinden nüfusların asimilasyonu ya da bütünleşmesi olası­ lığının sorgulanması; demokratik geleneğin karşısına çıkan yeni tehdit. Ancak göç, her bir durumda farklı bir ulusal tarzla keşfedilip yorum­ landı. Sorunu “ etnilerarası ilişki” sosyolojisi bağlamında değil de, göç ve göçmenlerin ulusal ortaklaşmayla bütünleşmesi bağlamında ele alan Fransız sosyologlar, kendi düşünsel geleneklerini sürdürüyorlardı. Pek çokları, göçmenler üstüne yapılmış incelemelerden sonra ulus ol­ gusu üstünde düşünmeye yöneldi. Göçmenler Üstüne Bilgi 60 ’lı yıllara kadar, üniter siyaset ve ideoloji geleneğinden bir ülke olan Fransa, eski bir göç toprağı olduğunu bilmezden gelmek istiyordu. 50’li yılların başında Alain Girard ve Jean Stoetzel’in, İtalyan ve Polonyalı 25 Aron, 1960, 1989 baskısı, s. 152, italikler yazarın. 26 Rodinson, 1981, s. 44. göçmenler ile onların çocukları üstüne yaptıkları öncü çalışma hiç dik­ kat çekmedi. Doğal olarak -v e eleştirel düşünceye hedef olm adan-, asi­ milasyon perspektifi içindeki yerini almakla yetindi.28 Etnilerarası ilişki sosyolojisinin o dönemdeki egemen paradigması asimilasyon perspekti­ fiydi ve bu perspektif, Birleşik Devletler’deki işlevselcilik akımına kök salmıştı ve ondan güç alıyordu; ayrıca bu çalışma, Fransız siyasetinin yaklaşımıyla da bütünleşiyordu: Göçmenlerin asimilasyonu, alışılmış toplumsal anlamda “Fransızlaşmak”, yani ayırt edilemeyecek hale gel­ mek demekti ve yerleşmiş göçmenlerin doğal eğilimi de buydu. Serge Bonnet, Lorraine’deki demir-çelik sanayisi üstüne yaptığı çalışmalarda göçmen çocuklarının üretime, işçi hareketi mücadelelerine ve sendika etkinliklerine nasıl katıldıklarını çözümledi.29 Buna karşılık 80’li yıllar­ dan sonra, Fransa’nın oluşumunda göçün rolü üstünde duran tarihçiler ile sosyologlar adeta birbirleriyle yarıştılar ve sonunda, yeni göçmenle­ rin gelmesi ve mevcudiyetiyle ortaya çıkan sorular üstünde, tarihsel ve siyasal perspektifi esas alan tartışmalar yaptılar: Yeni göç dalgaları, ön­ cekilerle aynı mecraya mı yönelecekti ve geleneksel “cumhuriyetçi modeP’in açtığı büyük kanalları izleyerek asimile olacak mıydı? Kimileri bu modeli, büyük rağbet gören bir ifadeyi kullanarak “Fransız potası” (Noiriel) olarak niteliyordu; kimileri de “ Fransız usulü bütünleşme” , yani bireysel yurttaşlığın kabulü ve tikelliklerin ya da kolektif örgütlen­ melerin kamu alanında kabul edilmemesi olarak görüyordu.30 Elbette, göçmen nüfusların ayırt edici özellikleri üstüne yapılan so­ ruşturmalar giderek çoğaldı. Ancak, önemli mali kaynaklardan yararla­ nan ilk ulusal soruşturmaların,31 90’lı yıllardan sonra yapılmış olması şa­ şırtıcıdır. O tarihe kadar, soruşturma yapmanın koşulları bile zorlaştırılı­ yor, ulusal ya da etnik kökenlerin ölçüm araçları olarak dikkate alınma­ sı kabul görmüyordu. Herhangi bir bireyin etnik ya da ırksal kökenini ta­ nımayı sağlayan idari belgeler ortaya çıktıkça skandallar patlak verdi. 28 Girard ve Stoetzel, 1953. 29 Bonnet, 1970; Bonnet, 1984-1987. 30 Noiriel, 1988; Noiriel, 1991; Schnapper; 1991. 3 1 Tribalat, 1991. Göçmenlerin Bütünleşme Biçimleri Fransız Devleti’nin jacobinliğinin ve asimilasyon siyasetinin başka yer­ lerden aldığı eleştiriler ne olursa olsun, araştırmalar bütünleşme - a r ­ tık, “ asimilasyon”dan ayrı tutuluyordu- paradigması çerçevesinde kaldı: Sosyologlar, göçmenlerin ve onların çocuklarının çevre topluma nasıl katıldıklarını incelediler. Büyük kentlerin banliyölerinde yaşayan göçmen kökenli nüfusların yoğunluğu üstüne, onların çocuklarının öğrenimi üstüne, suçluluk üstüne, mesleki katılım ve toplumsal hare­ ketlilik üstüne araştırmalar yapıldı. Elde edilen temel sonuçlar, göreli olarak birbirine yakındı. Tek bir nüfusun işgal ettiği ve onun kaçmasını neredeyse imkânsız hale ge­ tiren gettolar oluşmamıştı: Yabancıların oturduğu mahallelerde, yerli­ ler de dahil olmak üzere çok sayıda uyruk vardı ve bu mahalleler et­ nik olmaktan çok, asıl olarak yoksul mahallelerdi. Göçmenlere karşı takınılan özel tutumlar ve kendiliğinden bütün toplumda ortaya çıktı­ ğı söylenen ırkçılık yüzünden, göçmenlerin konut bulmakta karşı kar­ şıya kaldıkları zorlukların ne ölçüde özgül olduğunu ölçmek zordu. Aynı toplumsal düzeyde karşılaştırma yapıldığında, göçmen çocukla­ rın okul başarıları Fransız çocukların başarılarıyla eşitti, hatta onların­ kinden biraz yüksekti. Toplumsal aidiyet, en etkili değişken olmayı sürdürüyordu. Araştırmanın en çarpıcı sonuçlarından biri, göçmen ço­ cukların okul durumunun hiçbir özellik göstermemesiydi. Bununla birlikte, sonuçların uyruklara göre değiştiği görüldü: Örneğin Porte­ kizlilerin okuldaki devamlılığı göreli olarak kısa, Cezayirlilerinki ise uzundu. Günümüzde ise bu farkın yavaş yavaş ortadan kalktığı görül­ mektedir. Okulda ve üniversitede başarılı olanlara yönelik çözümleme ise, kökendeki toplumsal çevrenin (göçten önce), ailenin iradesinin (çoğunlukla annenin) ve çocukların okul başarısıyla seferber edilmele­ rinin önemli rol oynadığını gösterdi. Okuldaki eşitlik, işteki ya da konut bulmadaki eşitlikten çok daha iyi durumdaydı. Ne var ki, göçmen çocukların maruz kaldığı ay­ rımcılık türleri ne olursa olsun, istatistik incelemelerin öne çıkardığı bütünsel görüngü, iktisadi krizin süreci yavaşlatmasına rağmen gerçek bir toplumsal seferberlik yaşandığı oldu. Geçmişte, işlerin ve üretim örgütlenmesinin evrenselliğine dayandığı ölçüde işletmeler de, bütün­ leşmeyi kolaylaştıran ayrıcalıklı ortamlar halini alıyorlardı;32 buna rağmen nitelikli olmayan nüfuslarda işsizliğin giderek yaygınlaşması kimi göçmenlerin ve onların çocuklarının marjinalleşmesine yol açtı. Birkaç yıldan beri göçmen gençlerin, ılımlı ya da abartılı biçimlerde İslami uygulamalara yönelmeleri okuldaki ve işteki başarısızlıklarıyla, iş bulmakta ve istikrarlı bir evlilik ilişkisi sürdürmekte karşı karşıya kal­ dıkları çaresizlikle açıklanmaktadır. “ İkinci kuşak” ın suçluluk düzeyinin daha yüksek olduğu göz­ lemlendi. İlk başta sosyologlar bu rakamları eleştirmeye ve görelileştirmeye çalıştılar. Yabancı gençlerdeki suçluluk düzeyinin daha çarpıcı olduğunu ve daha kolay cezalandırıldığını hatırlatarak, polisin ve adliyenin yaptığı istatistiklerin sistemli olarak abartıldığını öne sürdüler: “ Ortadan kaybolma”sından kuşkulanılan yabancılar ya da yabancı kökenli kişiler daha sık önleyici gözaltı uygulamasına tâbi tutuluyor­ lardı, yani çoğunlukla gözaltına yol açan şey, temsil edilme güvencesi­ nin bulunmamasıydı. Yabancıların cezaevinde daha yüksek oranda ol­ malarının nedenlerinden biri de, sırf yabancı oldukları için bazı kural­ ları çiğnemiş olmalarıydı (oturuma ve işe ilişkin yasaların ihlali). Bu nüfusun işlediği suçlar kadar suçların daha kolay dikkat çekmesi de önemliydi: Küçük suçlar, şiddet, cinsel suçlar. Son olarak, hükümlüler genellikle göçmen çocukların yüksek oranda temsil edildiği yaş ve top­ lumsal sınıf kategorilerinde yer alıyorlardı. Bütün bu eleştirilere rağ­ men, yabancı gençlerde suçluluk yüzdesinin yüksek olması, çok daha zor iş bulan ve birbiriyle çelişik olmasa da farklı değerler arasında sı­ kışıp kalan “ ikinci kuşaklar” ın nesnel zorluklar yaşayan toplumsal bir kategori olmalarıyla yorumlandı. Ailenin toplumsallaşması sırasında aktarılan değerler ile çevre toplumun, özellikle de okulun değerleri arasındaki çatışmanın içinde yaşıyorlardı. Çoğunlukla antagonist sıfa­ tıyla birlikte anılan iki kültür arasında -d a h a 3 0 ’lu yıllarda, bu çözüm- lemeyi Chicago sosyologları geliştirm işti- bocalayan “ ikinci kuşak­ l a r d a n bireylerin, gönderim ve kimlik alanında yaşadıkları belirsizlik, 80’li yıllar boyunca zorunlu araştırma temalarından biri sayıldı. Sözcük Savaşları İngilizlerin “ azınlık” olarak adlandırdıkları ve Fransız sosyologların “göçmen kökenli” nüfus olarak niteledikleri alanla ilgili bilgi, Britanyalı sosyologların çalışmalarına göre oldukça sınırlı kaldı; çünkü Fransızlar, istatistik bilgi boyutunu da kapsayan kamu alanını tanımıyorlardı. Buna karşılık 80’li yıllardan sonra, göç sosyolojisi alanında kul­ lanılan kavramlara yönelik bir eleştiri sayesinde, bu alanda da düşün­ ce üretilmeye başlandı: “ Göçmenler” ve bu terimin toplumsal kullanı­ mı, asimilasyon, bağlanma, bütünleşme. Bu süreçte, bir kollokyum sı­ rasında, “ ırk” terimini resmi metinlerden çıkarmanın uygun olup ol­ madığı tartışıldı: Bu terimi kullanmak, ırkların kendi varlığını benim­ semek anlamına gelmiyor muydu?33 Bütün bu tartışmalar, bu sözcük­ lerin kamu yaşamında kullanılmasıyla at başı gidiyordu. Kamu yaşa­ mındaki sözcükler ile sosyolojinin kavramlarının yakınlığı ya da birbi­ rine karıştırılması, gerçekten de sosyoloji alanında gösterilen gayretle­ ri hem zorunlu hem de zorlu hale getiriyordu. 19. yüzyıldan beri, ge­ rek toplumsal yaşam da gerekse sosyoloji de göçmenlerin asimilasyo­ nundan bahsediliyordu -uyruklukla ilgili bazı yasa maddelerinin kale­ me alınışı, hâlâ buna tanıktır. Ancak 7 0 ’li yıllarda, jacobin Ulus-Devlet, bazı bölgeci militanlar tarafından radikal biçimde eleştirildi ve suç­ landı: “ Etnositçi” sıfatıyla anılan bir homojenleştirme gayretine girmiş ve özel kültürlerin kökünü kazımıştı. Diğer Avrupa ülkelerinde oldu­ ğu gibi “ asimilasyon” mahkûm edildi; göçmen nüfusların kendi kim­ liklerini ve kendi kültürlerini yitirmelerine, evsahibi toplumun norm­ larını ve davranışlarını tümüyle benimsemelerine neden olan zorba baskılarla karşılaşmalarına yol açıyordu. Asimilasyon asimilasyonculuğa indirgendi. Göçmen nüfusların, önce “ bağlanma"sından, sonra 33 Katkılar Mote’da yayımlandı. L e s lan gages du politiq u e, sayı 18, M art 1992. da “ bütünleşme” sinden söz edildi. Bu farklı sözcüklerin zaman içinde benimsenmesi, göçmen çocukların “ bağlanma görevleri”nin, sonra da “ bütünleşme” lerinin zorunlu olduğunu ortaya koyan bir dizi resmi ra­ porla noktalandı. Yüksek Bütünleşme Kurulu’nun oluşturulmasıyla bu son sözcük de benimsenmiş oldu; Kurul, göçmen kökenli nüfusla­ rın bütünleşme sürecini betimleyen pek çok rapor yayımladı. Fransız sosyologlar, göçe ve göçmenlere ilişkin genel kavramla­ rı saptamaya ve eleştirmeye (modern sözcük dağarcığına göre “yapıçözme”ye) yönelik özel bir gayret içine girdiler. Fransa’da doğmuş olan ve bu ülkede öğrenim gören göçmen çocukları, “yerli” oldukları halde toplumsal yaşam da çoğunlukla “ göçmen” olarak nitelendirilmi­ yorlar mıydı? Sanki bu göçmenler homojen bir grup oluşturuyorlarmış gibi, bir göçmen kategorisinden de söz edilmemeliydi artık. Ne başka bir toplumda doğup yetişen göçmenler ne de onların Fransa’da öğre­ nim gören çocukları aynı kalmıştı. Ulusal kökenleriyle ilgili çeşitlilik­ ler de, göçle birlikte tam olarak silinmemişti. Genç Cezayirlilerin suç­ luluk yüzdesi, aynı toplumsal düzeyde ve aynı yaştaki Fransızlardan daha yüksekti; buna karşılık Portekizlilerinki daha düşüktü: “Göç kö­ kenli gençler”in suçluluk yüzdesinin yüksek olduğunu söylemek doğ­ ru muydu? Vietnamlıların benimsedikleri tutum ile Faslılarinki ne okulda ne de iktisadi yaşam da aynıydı. Öncelikle kültürel bir anlam taşıyan-asimilasyon, hangi yönden -o rtak yaşam a katılmakla tanım­ lan an - bütünleşmeden ayrı tutulmalıydı? “ Göç”ten çok, farklı göç dalgalarını dikkate almak gerektiği vurgulandı: Her bir göç dalgasıyla farklı tipte bir nüfus geliyordu ve bunun anlamı hem köken toplumu hem de evsahibi toplum için fark­ lıydı. Sayad, Cezayir’den gelen ilk göç dalgasının, geleneklerde hiçbir kopuşa yol açmadığını gösterdi: Göçmen, hem ailesi hem de bağlı ol­ duğu köylü toplum tarafından özel bir misyonla görevlendirilmişti; belli bir zaman için gidip para kazanmalı, sonra da parayı ülkesine ge­ tirmeliydi. Her ne kadar kendi coğrafi ortamının uzağında olsa da, köydeki toplumsal ortama ait olmayı sürdürüyordu ve üstüne aldığı misyonu tamamladıktan sonra oraya dönecekti. 6 0 ’lı yıllardan sonra göç, farklı bir anlam kazandı. Göçmenin köylü toplum ile ve onun ge­ lenekleri ile kendi arasına belli bir mesafe koymasının göstergesi oldu, modern bireyciliğe ilişkin davranışları öğrenme sürecini başlattı. Ceza­ yir’de başlayan evrim sürecini benimsiyor ve hızlandırıyordu. Bundan böyle, gelenekten kopuşun ve modernleşme projesinin meyvesi olmuş­ tu.34 Göçmen kitlelerinin, modern sanayi çalışmasının gereklerine uyum sağlam aları ve çevre topluma ait çok sayıda davranışı -tüketim , yeni aile değerlerini yavaş yavaş kabullenme, v b .- benimsemeleri hiç kuşkusuz böyle açıklanabilir. Her ne kadar sosyoloji çalışmaları sıra­ sında sömürgecilik geçmişi sık sık ele alınmış olsa da, İngiliz sosyolog­ lar tarafından yaygın kabul gören “ altüst olmuş imparatorluk” ya da “ imparatorluğun intikamı” temaları Fransa’da pek rağbet görmedi.35 Göçmenler ve Ulusal Bütünleşme Daha önce de belirttiğimiz gibi, kesin olarak yerleşen göçmenlerin so­ runu, sosyoloji geleneğine uygun olarak Fransa’da ulusal bütünleşme bağlamında ele alındı. Göçmenler kendi kolektif kimliklerinin ve ulu­ sal sınırların ötesinde kurulacak dayanışmanın bilincine varırken nasıl bütünleştirileceklerdi ve onları bütünleştirme projesinin anlamı neydi? Tekil bütünleşmeyi mi hedeflemek gerekiyordu yoksa çoğul bütünleş­ meyi mi? Avrupa ülkelerindeki alt kültürlerin resmen tanınması bütün­ leşmeyi kolaylaştırıyor muydu? Bunların devamlılığını, yerel ya da ulusal düzeyde uygulanacak kamu siyasetleriyle cesaretlendirmek ge­ rekiyor muydu? Tıpkı diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi bu soru­ lar, 1968 hareketlerinden sonra bütün otorite biçimlerinin ve özellikle de Devlet’in tartışma konusu yapıldığı alana kaydıkça, bu sorularla il­ gili tartışmalar da alevlendi. Göçmenlerin varlığı, ulusal toplumun do­ ğasıyla ilgili tartışmalara da vesile oldu. Fransa’daki bütün sosyologlar, Müslümanların “asimile edil­ mez” olduklarını öne süren aşırı sağ partinin argümanlarına cevap vermek için, bir ağızdan hiçbir nüfusun olduğu haliyle asimile edilmez 34 Sayud, ı977. 35 Sayad, bu temanın adını vermekle yetinir; tema, Balibar ve W allerstein’da geliştirilip 1988. olmayacağını söylediler. Bu noktada, sosyoloji düşüncesini kuranların görüşüne sahip çıkıyorlardı. Bütünleşme ritimleri ve biçimleri farklı ol­ sa da, bütün nüfuslar tarihsel olduğuna göre, her biri kendi varlık ko­ şullarına uygun olarak evrimleşmek durumundaydı. Ancak, geleneksel bütünleşme modelinin muhafaza ettiği anlamı da tartıştılar ve -c u m ­ huriyetçi ya da Fransız usulü olduğu söylenen- bu bütünleşme mode­ linin yeni gelenleri asimile edemeyecek hale gelip gelmediğini sorgula­ dılar. Böylelikle göçmenler sorunu hızla, Fransız toplumunun evrimi ve onun bütünleşme kapasiteleri üstüne görüşlere dönüştü. “ Cumhu­ riyetçi model” hâlâ bir anlam taşıyor muydu ve en azından, göreli et­ kisini koruyor muydu? Onun özüne sahip mi çıkmak gerekiyordu, yoksa bundan böyle, kamu alanında azınlıkları ya da özel “ topluluk­ lar” ! tanımak mı gerekiyordu -nereye kadar? “Bütünleşmeciler” ile “ toplulukçular” arasındaki tartışma hâlâ sürüp gidiyor. Birinciler, geleneksel modeldeki ilkelerin ayrıcalıklı kal­ masını istiyorlar; bütünleşme sorunlarının her şeyden önce, etnik değil toplumsal sorunlar olduğunu vurguluyorlar. İkinciler ise, bütünleşme biçimlerinin yenilenmesini ve daha esnek, özel kimliklere saygı göster­ me konusunda daha özenli, göç kökenli nüfusların kendi köken kül­ türlerine sadık kalmak için gösterdikleri meşru iradeyi açıkça kabul edecek bir siyasetin benimsenmesini istediklerini, bunun zorunlu oldu­ ğunu belirtiyorlar. Aslında Fransa’daki tartışma fazla riskli değil. Ne bütünleşmeciler ne de toplulukçular medeni haklardaki eşitliğe ve bi­ reysel yurttaşlığa ilişkin ilke üstünde tartışıyorlar. İki taraf da, özel grupların kamu alanında olduğu gibi temsil edilmesini talep etmiyor. Kökenleri ne olursa olsun, halk çevrelerinden gençlerin işsizlikten kı­ rıldığı noktalarda, büyük kentlerin banliyölerinde yaşanan toplumsal zorlukları iki taraf da azımsamıyor. Bütünleşmeciler, yabancı kökenli nüfusların kendilerine ait bütün kimlik biçimlerini, kültürel gönderim­ lerini ve özel sadakatlerini özel alanlarda sürdürmelerine engel olma­ yı, yani geleneksel asimilasyonun ilkelerini yeniden tartışma konusu yapmayı da düşünmüyorlar. Bunu ne istiyorlar ne de hukuksal bakım­ dan mümkün görüyorlar (başta vicdan, ifade ve ibadet özgürlüğü ol- mak üzere bütün kamusal özgürlükler bu özgürlüğün de güvencesidir): Demokrasi, her bireyin kendi özgür seçimine bırakılan özel alan ile ka­ mu alanının ayrı tutulmasına dayanır. Toplulukçular, her ne kadar bi­ reysel yurttaşlığın yeni nüfusları bütünleştirmekte artık yetersiz kaldı­ ğını düşünseler de, buna ilişkin ilkeleri tartışma konusu yapmıyorlar. Asıl tartışma, özel kimliklerin, kültürel gönderimlerin ve sadakatlerin kamu yaşamında ne ölçüde tanınabileceği ya da tanınması gerektiği sorusuna yöneliyor -y a da yönelmeli. Daha somut bir ifadeyle onların kendini ifade edişi kamu güçleri tarafından ne ölçüde örgütlenmeli ve kamu fonları tarafından ne ölçüde desteklenmeli? Bütünleşmecilere göre, Devlet’in ilk rolü ortak alanın birliğini sağlam ak; soyutlama ve yurttaşlıktaki resmi eşitlik sayesinde toplumsal, dinsel, bölgesel ya da ulusal kökenleri ne olursa olsun bütün bireyler böyle bütünleşebilirler. Toplulukçular ise, kolektif yaşamın artan ölçüde etnileşmesini dikkate alarak, etnik tikellikleri ve talepleri Devlet’in de artık daha geniş ölçü­ de tanımasının önemli olduğunu söylüyorlar. Nüfusların bütünleşme­ sinin salt “resmi” bir özellikle sınırlı kalmaması ve etkili ya da “ger­ çek” olmasının tek yolu bu. Bazıları da, Fransız araştırmacıların, kendi ulusal ideolojilerine bağlılıklarından ötürü etnisiteyle ilgili tartışmalara girmeyi ihmal etme­ lerinden yakınıyor düzenli olarak.36 Birleşik Devletler’deki haliyle affirmative action tartışmalarının, Fransız araştırmacıların çoğu için bir itici-model olduğu belirtiliyor. Bu eleştiride hakikat payı olduğunu söyle­ meliyiz: Bu alanlardaki araştırmalar toplumsal gerçeklik üstündeki etki­ lerden ayrılamaz. “ Etnisite” terimi, ulusal bütünleşme kavramına terstir. Üstelik, sömürgeci geçmişle de uyum içindedir. Ne var ki, 1960 ile 1975 yılları arasındaki büyük göç dalgasıyla gelen nüfusların yerleşim toplumuna katılma tarzları soruşturulduğunda, etnisiteyle ilgilenen kimi Amerikalı uzmanların soruları, başka ifadelerle ortaya çıkmaktadır. Bir yandan etnisite kavramının kullanımıyla ortaya çıkan olumsuz etkiler eleştirilirken -v e bu sırada bu kavramın, Avrupa’nın toplumsal gerçekli­ ğini Amerikan bakış açısıyla okumayı dayatabileceği argümanı öne sü­ rülürken-, diğer yandan da bu terimin kapsadığı kimi sorunlar incelene­ bilir. Ne Avrupa ülkelerinde, tarihsel sadakatleri ve gönderimleri bakı­ mından çeşitlilik arzeden, hatta antagonist olan nüfusların varlığı inkâr edilebilir, ne de farklı kökenden nüfusların birbirine karşı düşmanca tep­ kiler gösterdikleri. Etnik-ırksal boyutun, toplumsal düzenin boyutların­ dan biri olabileceği ya da olduğu riskini inkâr etmek de söz konusu ola­ maz, bu tarihsel gönderimlerin toplumun diğer bölümleriyle buluştuğu­ nu inkâr etmek de. Yapılabilecek tek şey, “ etnisite” terimini kullanır­ ken ihtiyatlı olmaktır. Pek çok tanımı olan bir kavramı kullanırken onu tanımlamamak, araştırmacıların bu terimle belirtmek istedikleri somut sorunları incelemelerinden daha bilimsel bir tutum sayılamaz. Ancak açıktır ki, etnisite kavramının bu biçimde reddedilmesi, hem sosyolojik hem de siyasal alanlarda kurulan cumhuriyetçi geleneğin, anlamıyla ve değeriyle birlikte ulusal bütünleşmeyi ele alışının bir parçasıdır. Büyük bir dikkat ve titizlik isteyen laiklik, Katolik Kilisesi ile cumhuriyet arasındaki seküler tartışmadan miras kalan cumhuriyetçi efsaneye sıkı sıkıya bağlıdır ve onun kazandığı siyasal ve simgesel an­ lam ile cumhuriyetçi gelenek yüzünden, Müslüman geleneğe bağlı nü­ fusların bütünleşmesi iki siyasal soruna yol açmıştır. Modern demok­ rasiler dinsel ile siyasalın, çeşitli somut biçimlerde birbirinden ayrılma­ sı ilkesini şart koşar; böylelikle, bağlı olduğu Kilise ne olursa olsun her birey eşit derecede yurttaştır. İslam’a bağlı olan nüfusların bu gereği yerine getirebilmeleri nasıl mümkün olabilir? Ayrıca modern demok­ rasiler, eşit derecede yurttaş olan bütün bireylerin statü bakımından eşitliğine saygı gösterilmesini de gerektirir. Erkekler ile kadınların sta­ tü bakımından eşitsizliğini gerektiren geleneksel kültürler, demokratik toplumun bu yapıtaşını tartışma konusu yapmaktadırlar. Çocuk evli­ likleri, zorla evlendirme, boşanma, çokeşlilik, Devlet okullarında “ İslami başörtüsü” nün kullanılması gibi İslam’ın kişi haklan alanında ge­ tirdiği düzenlemeler özel kültürler karşısında hoşgörülü olma ve onla­ ra saygı gösterme adına kabullenilirken, siyasal düzenin temel taşları yerinden oynamaz mı? İKTİSADİ VE TOPLUMSAL YURTTAŞLIK MÜMKÜN MÜ? Göç sorunsalı ve yabancı kökenli nüfusların mevcudiyetinin üniter Ulus-Devlet karşısında tehdit oluşturması, birlikte yaşam a tarzı üstün­ de düşünmenin kapılarını araladı. Yurttaşlık hakkında yapılan kuram­ sal tartışma, hiçbir biçimde Fransız araştırmacıların tekelinde değildi. Ancak onların, bu tartışmaya özel bir anlam kazandırdığı da doğru­ dur. Bu ülkede ulus konusu, başka ülkelerde olduğundan daha fazla özel bir inanç ve ilgi konusu olmuştur daima -u lu sla ilgili yayınların sayısı ve kazandığı başarı bunun kanıtıdır. 1987’de, Devlet televizyo­ nunun da yardımıyla Uyrukluk Kurulu üyelerinin ulus düşüncesi üstü­ ne düzenledikleri happeningi pek az ülke akıl edebilirdi.37 Klasik sıfatıyla birlikte anılan yurttaşlığın “ değerinin azaldı­ ğ ı n a oy birliğiyle karar verildi. Günümüzde yurttaşlık ne olmalıydı? Bu, yalnızca kuramsal alanı kapsayan bir sorgulama değildi. Ateşli tar­ tışmalara konu olan iki somut siyasal sorunla ilgiliydi. Uyrukluk hak­ kı nasıl geliştirilmeliydi? Yurttaş olmayıp sürekli oturum izni alanlar karşısında nasıl bir siyaset benimsemek gerekiyordu? Uyrukluk hakkı­ nı değiştirmek, düzenli oturumu olan yabancılar için kapılarını açmak mı gerekiyordu, yoksa onlara uyrukluk hakkı vermeden yerel ya da ulusal düzeyde siyasal haklar mı tanımak gerekiyordu? Son on yıl için­ de, Avrupa ülkelerinin pek çoğunda (örneğin Büyük Britanya, İsveç, Belçika, Hollanda, Fransa) önemli değişikliklere uğrayan yabancıların uyrukluk hakkıyla ve siyasal haklarıyla ilgili tartışmalar sırasında, açıkça ya da dolaylı olarak yurttaşlığın ve ulusun anlamı, evrimi ve bu evrimin dayanağını oluşturan toplumsal felsefe de sorgulandı. Bu sorulara verilen iki yanıt bir dizi eleştiriyle karşı karşıya kal­ dı. Birincisi: Siyasal yurttaşlığın iflası kabul edilmeli ve yerine, esas olarak iktisadi ve toplumsal özellikler taşıyan “yeni yurttaşlık” konul­ malıydı. İkincisi: İnsan hakları ilkelerine dayanan ulus-sonrası, yani Avrupalı bir siyasal yurttaşlık oluşturulmalıydı. Toplumsal bilimlerde sık sık rastlandığı gibi, bu görüşlerin yandaşları olguların çözümlen- mesi ile doğrulamayı ya da militanlığı birbirine karıştırdılar. Bu tartış­ ma, hem bilimsel hem de siyasal bir tartışmadır.38 Yeni Yurttaşlık “Yeni” yurttaşlık kuramcıları, klasik sıfatıyla birlikte anılan yurttaşlık kavramını, hem olgular hem de değerler düzeyinde radikal olarak eleş­ tiriyorlar. Değerinin azaldığını belirtiyorlar. Bu gelişmenin olumlu ol­ duğunu belirtmeyi de ihmal etmiyorlar. Böyle olmasının ve bu kavra­ mın yerine, katılımcı bir demokrasi uygulamasının temellerini atacak, iktisadi ve toplumsal nitelikler taşıyan yeni bir yurttaşlık kavramının getirilmesinin hem arzulanan hem de yararlı bir şey olduğunu söylü­ yorlar. Saptamadan yola çıkıp siyasal bir norma ulaşıyorlar. Bu çözümlemeler, iki farklı bakış açısından yola çıkmakla bir­ likte yurttaşlık kavramının yeniden tanımlanmasına varıyor. Bazıları, Avrupa Topluluğu kurumlarının yeni bir hukuk hazırlamasını gerek­ tirdiği görüşünü öne sürüyorlar. Diğerleri ise, “ başka türlü yurttaşlar” olmayı arzulayan yabancı kökenli nüfusların kesin varlığıyla ortaya çı­ kan yeni durumu sorgulamayı tercih ediyorlar. Her iki taraf, Avrupa çapında inşa edilecek yeni bir yurttaşlık kavramı önerme konusunda buluşuyor. Yurttaşlığın, yalnızca bir haklar-özgürlükler kümesiyle (si­ yasal tanım) değil, haklar-güvencelerle ya da, daha doğrusu, hakiki si­ yasal haklara dönüşecek iktisadi ve toplumsal haklarla ya da haklargüvencelerle tanımlanması gerektiğini söylüyorlar. Avrupa Yurttaşının Çoklu Yurttaşlığı Yeni Avrupa yurttaşlığı kuramcılarına göre, bundan böyle, yurttaşlar ile yurttaş olmayanlar arasındaki ayrım, toplumsal bakımdan şu iki ayrım­ dan çok daha az anlamlı ve tutarlıdır: Oturma ve çalışma hakkı ile top­ lumsal korumadan yararlanarak -Tomas Hammar’ın denizens olarak ni­ telediği kesim -39 düzenli bir konumda olan yabancılar ile yurttaşlar ara38 Burada söz konusu olan, bu konuda yazılmış her tür metnin eksiksiz olarak işlenmesi değil, ideal-tipik düzeyde bir yorum yapılmasıdır. 39 T. Hammar, “State, Nation, and Dual Citizenship” , Brubaker’de (yönetiminde), 19 89, s. 83. smdaki ayrım, diğer yanda da geçici hatta yasadışı konumdaki yabancı­ lar ile yurttaşlar arasındaki ayrım. Kolektif yaşamda ağırlık kazanan, ik­ tisadi ve toplumsal katılımdır. Hakiki anlamda ortaklaşmaya ait olmak, artık siyasal katılımla değil iktisadi etkinlikle tanımlanmaktadır.40 Yurttaşlığın salt siyasal yapısı, ulusçuluklarla ve Ulus-Devletler’in oluşumu çağıyla ilgiliydi. Ancak, 19. yüzyılda Ulusal Devletler’e bağlı yeni yurttaşların, zaman aşımına uğramış feodal toplumun zin­ cirlerinden kurtarılması gibi, Avrupa’nın inşası da iktisadi aktörlerin, uluslar ve ulusçuluklar çağından miras kalmış sınırların ve yasaların kısıtlamalarından kurtarılmasını sağlıyor.41 Ulusal yurttaşlık, yasal statü ve haklar veren tek yapı değil artık; Avrupa’ya bağlı kurumlar yeni bir yurttaşlık oluşturmaya çalışıyorlar. Ulus-Devlet ile yurttaşlık arasındaki tarihsel bağ artık eskisi kadar gerekli değil ve yurttaşlık da başka bir düzeyde varlığını sürdürebilir. İktisadi ve toplumsal hakların, siyasal yurttaşlığın uygulanma­ sında yalnızca bir koşul olduğunu düşünmek, klasik yurttaşlık bağla­ mında düşünmeye devam etmekten başka bir şey değildir. Aslında bu haklar, bireylerin siyasal statüsünün sonuçları haline gelebildikleri öl­ çüde “ yeni” yurttaşlığın da temelini oluştururlar. Avrupa kurumlan, esas olarak toplumsal hakları geliştirmektedir: Ücretlilerin niteliğini ve onlarla ilgili hakları tanımlar, göçmenlerin çalışma özgürlüğünü, top­ lumsal haklarını ve cinsiyetler arasındaki eşitliği güvence altına alabi­ lir. Böylelikle Avrupalı yurttaşlara ve Avrupa topraklarında yasal ola­ rak yaşayan yabancılara salt siyasal bir statü verirler: Haklar, uygula­ malar ve hakkaniyet de, siyasal Avrupa düzeyinde ifade edilmiş olur. Nitekim M aastricht Antlaşması, bütün Avrupalılara yerel siyasal hak­ lar vermekte, tekbiçim seçim ilkesini kurmakta, dilekçe hakkı tanı­ maktadır. Yoksulluk, iş, eğitim, kentsel ve kırsal yenileşme, cinsiyetle­ rin eşitliği sorunlarını artık Ulusal Devlet değil Avrupa ve Bölgeler ele almaktadır. Avrupa topluluk hukuku, bütün Avrupalıların paylaşaca- 40 Bu argüm an, özellikle M eehan tarafından geliştirilmiştir, 1993 ve 1993 b. 41 Dahrendorf, M eehan tarafından aktarılm ış, 1993, s. 179. ğı dayanışma ve toplumsal adalet kavramına dayanan özgül bir yurt­ taşlık yaratmaya çalışmaktadır. Hiç kuşkusuz Ulusal Devlet, uyrukluk hakkı aracılığıyla Avrupa yurttaşının niteliğini oluşturan tek mercidir, ancak Avrupa yurttaşı, Avrupa Adalet Mahkemesi karşısında kendi Ulusal Devlet’i aleyhine dava bile açabilmektedir -Avrupa yurttaşının haklarını savunmak için M ahkem e’nin Devletler’i mahkûm ettiği ol­ muştur. Bundan böyle, hem ulus hem de Avrupa yurttaşlığı söz konu­ sudur. Avrupa kurumlarınm gün ışığına çıkardığı yeni yurttaşlık, onun oluşturduğu yeni düzenekler ve giriştiği eylemler artık ne ulusaldır ne de kozmopolit; çoklu olma niteliği kazanmışlardır. Yabancıların Oturum-Yurttaşlığı Yabancı kökenli nüfuslarla ilgilenen uzmanların klasik yurttaşlık hak­ kında ortaya koydukları eleştiriler daha radikaldir. Argümanlarının yapıtaşı şudur: Klasik sıfatıyla anılan yurttaşlık, yurttaş olmayanların dışlanmasına ve yurttaşlar ile yurttaş olmayanlar arasında, modern de­ mokrasilerin değerleri bakımından çekilmez hale gelen bir eşitsizliğin oluşmasına yol açan ilkeyi barındırır. Nitekim Alman hükümetinin, sözleşmeleri tamamlanan G astarbeiter’ları geri gönderebileceği halde göndermemesi de bunu kanıtlamaktadır: Artık onların, yerleştikleri toplumun bir parçası oldukları duygusu egemendir.42 Bu gelişmeyle il­ gili bütün sonuçların ortaya konulması gerekir. Oturma hakkı verir­ ken, medeni, iktisadi ve toplumsal hakların kullanılmasını güvence al­ tına alırken seçme hakkını ve dar anlamda siyasal yaşama katılma hakkını tanımamak, siyasal eylemden yararlanarak kendi haklarını ve kendi çıkarlarını ötekiler gibi savunamayan ikinci kuşak yurttaşlar ya­ ratmaktır. Eşitlik ve özgürlük ilkeleri, yabancılar da içinde olmak üze­ re herkese uygulanmalıdır: Tam yurttaşlıktan dışlanmaları ve böylece ayrımcılığa maruz kalmaları ne adına doğrulanabilir? Yabancılara oy hakkı vermek, 1981’de Cumhurbaşkanlığına aday olan François M itterrand’ın da ortaya attığı yüz bir öneriden biriydi. Yurttaşlık, yani oy hakkı kapsamına yabancıları da almak, se­ çim hukuku tarihinin yalın bir uzantısı olmaktan başka bir anlam ta­ şımayacaktı. 18. yüzyılın sonunda yurttaşla ilgili kısıtlı bir tanım be­ nimsendi; daha sonra, zaman içinde ve toplumsal mücadeleler sayesin­ de yurttaşlık hakkı mülk sahibi olmayanlara, hizmetçilere, özerk ve sorumlu olmadıkları için dışlanan evsizlere, daha sonra da kadınlara, gençlere ve hatta B. S. Turner’a göre doğaya ve çevreye tanındı.43 Bu hakkı yabancılara vermek ise, modern yurttaşlıkla ilgili potansiyel ev­ rensel eğilimin son evresini tamamlayacaktır. Bu çözümlemelerin siyasal sonucu, uyrukluk ile yurttaşlığı bir­ birinden ayırma gereği olarak ortaya çıkar: İkisinin iç içe geçmesi Ulus Devletler çağının ayırt edici özelliğidir. Belli bir topluma fiilen katıl­ mak yurttaşlık hakkını kazanmış olmak demektir. Bireyler belli bir yerde bulunmaya başladıkları andan itibaren orayla bütünleşirler: Bel­ li bir toplumda yaşayabilmeyi gerektiren şeyler dışında, bireylerden ne adına talepte bulunulabilir? Gerçek bir demokrasinin onu uygulamak isteyenlerden, yurttaşlık hakkı için bazı koşullar öne sürmesi yakışık­ sız bir tutumdur. (Bireysel haklar sorununa değinilmemesi gözden kaç­ mıyor.) Belli bir toplumda doğmuş ya da genç yaşta bu topluma katıl­ mış bir bireyin yanı sıra, yasadışı yollarla olsa bile bu ülkede beş yıl­ dan çok ikamet etmiş olanlar da, otomatik olarak yurttaş sayılmalıdır; çünkü onlar da, fiilen topluma katılmışlardır. Uyrukluk elde etmek için konulan bütün koşullar, en başta da kültürel asimilasyon ya da tarihsel-siyasal ortaklaşmaya katılma iradesiyle ilgili olanlar, haksız ko­ şullardır. O halde, yalnızca oturma, yurttaşlık için yeterli olmalıdır. Uyrukluk isteyen adayın, ulusal sınırlar içinde beş yıldan beri yaşadı­ ğını kanıtlaması zorunluluğu yeterlidir.44 İkili ya da çoklu uyruklukla ilgili bütün yasaklar kaldırılmalıdır. Uyrukluk kazanmak, bütünleşme­ nin onaylanmasının değil bütünleşmenin kendisinin araçlarından biri 43 Turnem 1986; Rosanvallon, 1992. 44 1985’ten beri Hollanda’da yerel siyasal yaşam a katılma hakkı “doğum ülkesi" kavram ına değil “ oturma ülkesi” kavramına dayanır. Bkz. Jan Rath, Le Cour Grandmaison ve Withol de Wenden’de (yönetiminde), 1993, s. 138. Silverman’da aynı durumla karşı karşıya kalınır, 1992, s. 169. olmalıdır. “ Yabancılar, hiç de sıkıntısız geçmeyen bir sürecin sonunda, medeni ve toplumsal alanda hukuksal eşitliği hemen hemen tümüyle sağladılar. İşte o an, yurttaşlık hakları, Fransızları göçmenlerden ayı­ ran nihai ayrımcılık gibi gelmeye başladı. Diğer bütün bakımlardan genel olarak eşit oldukları halde bir noktada eşit değiller: Yurttaşlık. Uyrukluğun yurttaşlık çevresinde oluşturduğu engel, aynı topraklarda bulunanların eşitliği ve özgürlüğü bakımından sorunsal halini almaya yetiyor [...]. İşte bu nedenle, yurttaşlığın temeli koşulunun, uyruklu de­ ğil artık oturma olması gerekiyor.”45 Bazıları, yeni bir yurttaşlık kavramının gelişmekte olduğunu söylüyorlar; bu kavram geleneksel anlamdaki Devlet ile bireylerin ara­ sındaki hukuksal ve siyasal bağ değil, Avrupa Topluluğu kurumlan, özellikle de Avrupa Yüksek Adalet Mahkemesi içtihatlarıyla oluşturu­ lan ve güvence altına alınan bir dizi toplumsal değere ve uygulamaya dayanıyor. Oturma-yurttaşlığı alanında uzmanlaşmış diğer kuramcılar da, yurttaşlıkla ilgili işlevsel bir yaklaşımdan yana çıkıyorlar. Bu iki yaklaşım arasında azımsanmayacak farklar olmasına karşın, ikisinin de tarihsel ve siyasal topluluk düşüncesini dışlama eğilimi taşıyan bir toplum yaklaşımından yola çıktıkları ve onun yerine, ortak değerler adına zenginlikleri üreten ve yeniden dağıtan bir örgütlenmeyi koy­ dukları göze çarpıyor. Tarafların siyasal nitelikte bir sözleşmeyle değil, iktisadi ve toplumsal yaşama katılımlarıyla bir araya geldikleri görü­ lüyor. Bu açıdan bakıldığında Koruyucu-Devlet de siyasal topluma ka­ rışıyor ve kendini her tür siyasal boyutun dışında tanımlıyor. Antikçağ’dan beri klasik sayılan ethnos, yani somut toplum ile dem os, yani kendilik bilinci taşıyan siyasal toplum arasındaki ayrım da böylelikle silinme eğilimine giriyor. Ulus-Sonrası Siyasal Yurttaşlık Ulus-sonrası yurttaşlık kuramcılarına göre tarihsel ve siyasal topluluk, sivil topluma fiilen katılmanın bir sonucu değildir. Bu kuramcılar, tam 45 O. Le Cour Grandmaison, “Immigration, po!itique et citoyennete: sur quelques argum ents” , Le Cour Grandmaison ve Withol de Wenden*de (yönetiminde), 1993, s. 102. tersi bir siyasal yaklaşıma bağlı kalırlar: Yurttaşlık, insan haklarına bağlılık göstererek kendini ifade eden Avrupa demokrasilerinin ortak değerlerini yansıtmalıdır. Öte yandan, ulusal hukukun egemenliğinin, yalnızca Avrupa hukukunun gelişmesi yüzünden değil, nüfusların ha­ reketliliğine bağlı hukuksal aidiyetlerdeki çokluk yüzünden de tehdit altında olduğunu öne sürerler. Yabancı kökenli nüfusların artık “ baş­ ka tür yurttaşlar” olmayı, yani bir yandan kendi köken kültürlerine ve uyruklarına sadık kalırken diğer yandan da yerleştikleri topluma ka­ tılmayı istemelerini de dikkate alırlar. Siyasal Avrupa’nın inşa edilme­ si, istikrarlı ve kalıcı hale gelen yabancıların mevcudiyeti, uluslar ça­ ğından miras kalmış kültür topluluğu olarak tanımlanan uyrukluk ile salt siyasal bir uygulama olan yurttaşlık arasındaki tarihsel bağın ay­ rılmasını şart koşmaktadır. Bu kopuşun, toplumsal bağlılığı ve demokratik uygulamaları tehdit etmesinden ve toplumsal bütünleşmenin salt “ işlevsel” bir nitelik kazanmasından (bu bakımdan, yeni yurttaşlık kuramcılarıyla çelişmek­ tedirler) endişe duydukları için, Jacqueline Costa-Lascoux’nun “yurt­ taşlık sözleşmesi” olarak adlandırdığı bağın bu kopuşa eşlik etmesini savunmaktadırlar. Yabancı uyruklulara yurttaşlık hakları tanınmasının koşulu, “ demokratik değerlere bağlılıktan yana” bir tutum takınmala­ rı ve insan haklarına uygun bütün ulusal mevzuatı benimsemeleridir. Öte yandan, özel bir kültüre bağlı kalmakta özgür olacaklardır -b u kültürle ilgili toplumsal uygulamaların, uluslarüstü insan hakları ilkele­ riyle uyumsuz olmaması koşuluyla.46 Daha açık bir deyişle bu uygula­ malar “ temel kişilik haklarına saygıyı (özellikle ırk, cinsel ve dinsel ay­ rımın yapılmaması, çocuk hakları...), yeniden tanımlanmış laikliği, ge­ nel anlamda vergiye ve toplumsal hükümlülüklere katılımı”47 kapsa­ malıdır. Yabancı kökenli nüfusların Avrupa toplumlarının yaşamına katılımıyla ilgili bir görüşten doğan ve Jacqueline Costa-Lascoux’nun imzasını taşıyan çözümlemeler, Jurgen Habermas’ın “anayasal vatanse­ 46 Costa-Lascoux, 1992 b. 47 J. Costa-Lascoux, “Vers une Europe des citoyens” , C osta-Lascoux ve Weil’da (yönetiminde), 1 992 c, s. 292. verlik” kavramını oluştururken ortaya koyduğu felsefi düzeydeki çö­ zümlemelere yakındır. Habermas, uyrukluk ile yurttaşlığı birbirine bağ­ layan “ulusal kimliğin uzlaşımsal biçim”e karşı çıkarak, “ bundan böy­ le belli bir ulusun somut toplamına değil, tam tersine soyut süreçlere ve ilkelere”48 gönderimde bulunacak bu “ anayasal vatanseverlik” in oluş­ masından yana çıkar. Dolayısıyla, vatanseverlik düzeni ile yurttaşlık düzenini birbirinden ayırmak gerekecektir; “ duygululuk ortamı” ola­ rak kalacak “ ulus”u, yalnızca “yasanın ortamı” halini alacak Devlet’ten ayırmak gerekecektir. Böylelikle, etnik-kültürel boyutlarıyla bir­ likte ulusal kimliği akla ve insan haklarına dayanan medeni ve siyasal katılımdan ayırmak da mümkün olabilecektir. Ulusal aidiyetten kopa­ rılmış saf sivil bir uygulama olarak tasarlanan anayasal vatanseverliğin, bütün geçmişi esas olarak eleştirel bir sınamadan geçirerek ve yeniden uyarlayarak Alman kimliğini yeniden oluşturması mümkün olabilecek­ tir. Vatanseverlik duygusu artık, özel kültürel ve tarihsel bir toplum ola­ rak Almanya’ya değil, Hukuk Devleti ilkesine yönelecektir. Jean-M arc Ferry, yalnızca “ demokrasi ve Hukuk Devleti yak­ laşımlarının altında yatan evrensellik, özerklik ve sorumluluk ilkeleri” ne49 gönderimde bulunan ulus-sonrası kimlik düşüncesini geliştire­ rek bu görüşün izinden gider. Bundan böyle yurttaşlık, “yansımalı ah­ laki bir kimliğe dayanacaktır ve bu kimlikle ilgili ilke, Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nde daha önce yer almıştır; zorbalığa karşı başkaldırma hakkını (insan için) ve görevini de (yurttaş için) kapsar.”50 Bireyler, belli bir toprakla ve özel somut tarihsel ve kültü­ rel bir toplulukla ilgili bütün gönderimler dışında Hukuk Devleti’nin ilkelerine ve cumhuriyetçi düzene katılacaklardır. Bütün Demokratik Devletler bu vatanseverlik esinini verebilecek hale geleceklerdir. Do­ layısıyla Avrupa’nın inşası da, ulusal duygulardan ve tutkulardan ba­ ğımsız, demokratik siyasal uygulamaların geçerli olduğu bir ortam halini alacaktır. 48 Habermas, 1990, s. 238. 49 Ferry, 19 91, s. 194. 50 Ferry, 1991, s. 19 J. Habermas’ın düşüncesi, bazı Alman tarihçilerde görülen revizyonizme karşı, demokratik değerleri ulusçu gelenekle bütünleştirebile­ cek tarihsel bir bilinç oluşturma iradesiyle bağlantılıdır. Habermas, ulu­ sal ve ulusçu tutkulardan korunmuş demokratik siyasal bir örgütlenme biçimi tasarlamak ister. Bu çaba, Alman tarihçilerin Alman tarihinin özgüllüğüne ve -1 9 8 8 ’de yayımlanan metin derlemesinin altbaşlığıyla ifade etmek gerekirse-51 “Yahudilerin, Nazi rejimi tarafından yok edil­ mesindeki tikellik” e ilişkin sürdürdükleri büyük tartışmanın bir parça­ sıdır. Ancak, şunu da belirtmek gerekir ki bu düşünce, ulusçulukların tarih boyunca aldıkları usulsüz ve endişe verici biçimlerden doğan eski bir yaklaşımın devamıdır. Habermas’tan önce pek çok yazar, uyrukluk ve kültürle ilgili ifadeleri siyasal örgütlenmeden ayırmayı sağlayacak si­ yasal bir örgütlenme tarzı tasarlamaya çalışmıştı. En ünlü örnek, Otto Bauer’in Avusturya marxçılığıydı. Kendi bünyesindeki “ uyrukluklar” tarafından parçalanmış uluslarüstü Avusturya-Macaristan împaratorluğu’ndan bir Yahudi olan Bauer, dönemin ifadesiyle yepyeni bir siya­ sal örgütlenme biçimi hayal ediyordu; bunun içinde yer alan bütünlük­ ler, bir yandan kendi kültürel kimliklerini ve kendilerini yönetme hak­ larını muhafaza ederken diğer yandan da işbirliği kuracaklardı. Bauer “ Büyük Avusturya Birleşik Devletleri” ni hayal ediyordu; bu Konfederal Devlet’teki “ bütün uluslar, kendi ulusal işlerini bağımsız olarak yö­ netecekler, aynı zamanda da, ortak çıkarların korunması için tek bir Devlet’in çatısı altında birleşecekler”di.52 Nereye yerleşmiş olursa olsun her birey, yalnızca kendi beyanına dayalı olarak, belli bir kültür toplu­ luğunun (Kulturgem einschaft) ya da “ulus”un üyesi olmakta özgürdü. Ortak iktisadi ve siyasal sorunlar da, “ uluslar” -üstü bir hükümet tara­ fından ele alınacaktı. İsteğe bağlı olarak seçilen uyrukluk özel bir arazi parçasından ve belli bir Devlet’ten bağımsız kalacaktı böylece. 51 D evant l’histoire, Cerf, 1988. 52 Anderson tarafından aktarılmış, 19 83, s. 101. Georges H aupt’a göre, dah a sonraları Otto Ba­ uer kültür özerkliğiyle ilgili bu kuramı yeniden ele aldı. Bkz. Haupt, Löwi ve Weill, 1974, s. 52. 1 9 1 5 ’te Horace Kallen buna yakın bir konumu benimsedi. Bkz. P. Gleason, Themstrom vd. 19 80, s. 43. Yurttaşlıkla ilgili uygulamaları bireylerin somut tarihsel bir top­ luma bağlı olmasından ayrı tutmaya çalışan bütün yaklaşımlar gibi, Bauer’in ve Rusya’da -ulusçuluğun açmazları karşısında duyarlı bir tutum takınan M ax Weber’in, o dönemde ilgilenmiş olduğu- Dragomanov’un kuramlarının devamında yer alan ve Habermas ile Ferry’ye ait olan düşünce, yurttaşlığın etkilerini ve uygulama koşullarını sorgu­ lama imkânı veriyor: Yurttaşlık, öngörülebilecek bir gelecekte, uluslar tarafından oluşturulmuş kurumlardan ve siyasal geleneklerden ne öl­ çüde vazgeçebilir? IRKÇILIK VE MODERNLİĞİN KESİN MAHKÛMİYETİ Kitabın girişbölümünde ırkçı kuram, ırklaştırıcı düşünce biçimleri ile ırkçılık ya da ideolojilerden herhangi birinin sonucu olan tutumlar ara­ sındaki temel ayrımlardan söz ederken, Fransız düşünürlerin görüşün­ deki temel sonuçlardan biri olduğuna inandığım yaklaşımı benimsiyor­ dum; şimdi bu yaklaşımın en anlamlı evrelerini belirtmek gerekiyor. Te­ rimlerle ilgili tanımlar, araştırmanın hem koşuludur hem de sonucu. Günümüzün bütün sosyologları, ırkın toplumsal bir inşa oldu­ ğunda ve ırkçı düşüncenin can damarının biyolojik ile toplumsal ara­ sında belirlenimci bir bağ kurmaktan geçtiğinde birleşiyorlar. Hepsi, dar anlamda ırkçı kuram (biyolojik anlam da ırksal belirlenimcilik) ile ırklaştırıcı ya da özcü ya da doğallaştırıcı olarak nitelenebilecek ve in­ san ırkları düşüncesine başvurmaya gerek kalmaksızın toplumsal ya­ şam da kendini gösterebilecek daha geniş toplumsal görüngüleri birbi­ rinden ayırmak gerektiğine işaret ediyorlar. Bu noktadan sonra, sosyologların büyük bölümü ırkçılık ile modern toplum arasında zorunlu bir bağ kuruyorlar. Ancak modern toplumu farklı bir biçimde niteliyorlar. Claude Levi-Strauss’a göre mo­ dern ırkçılık, bir yandan kültürler arası alışverişin zorunluluğu ile tek bir uygarlığın yayılması arasındaki çelişkinin ürünüdür, diğer yandan da özel kültürlerin hayatta kalma koşulu olan “göreli iletişimsizlik”in gerekliliği; Louis Dumont’a göre, toplumsal yaşamın derin doğasına aykırı olarak, bireye dayanan bir toplumda bastırılmış olanın kaçınıl­ maz biçimde geri dönmesidir; Leon Poliakov’un çalışmalarının izinden giden Colette Guillaumin’e göre, modern ırkçılık akılcı, bilimsel ol­ mak isteyen ve aşkınlığı reddeden toplumlarda yeni kutsalın (biyolo­ jik) sonucudur; konuyu yakın zaman önce ele alan marxçı düşünürler Etienne Balibar ve Immanuel Wallerstein’a göre, kapitalizmin dünya çapında yayılmasının ve ulusçulukların su yüzüne çıkmasının zorunlu bir sonucudur. Kısacası, modern ırkçılığın kökeninde her şeyden önce, birinciye göre bir dünya uygarlığının var olması, İkinciye göre bireyci­ lik, üçüncüye göre iyi denetlenmeyen bilimsel tutku, sonunculara göre de kapitalizm ve ulusçuluk vardır. Dünya Uygarlığı ve Kendine Sadakat Claude Levi-Strauss’a göre ırkçılık, belli bir uygarlığın dünya çapında yayılması ile her kültürün, hayatta kalabilmek için kendine sadık kal­ ma ihtiyacı arasındaki çelişkiden doğuyordu. Tek bir dünya uygarlığı­ nın var olması, muhtemelen tarihte rastlanabilecek tekil bir olguydu. Günümüzde bütün insanlar Batılı yaşam tarzını benimsemekte ve onun üstünlüğünü kabul etmekteydi. Hiç kuşkusuz, bu tür bir bağlan­ ma halkların özgür iradesinin sonucu olamazdı; Batı uluslarından gel­ miş tüccarların, girişimcilerin, misyonerlerin ve askerlerin bütün dün­ yada kurduğu egemenliğin ürünüydü. Ne var ki bu, hesaba katılması gereken nesnel bir olguydu, çünkü “ insan kültürlerinin özgünlüğünü onlara rağmen savunmayı istemek hiçbir işe yaramayacaktır.” 53 Kaldı ki, kültür alanında ilerlemenin koşulu temaslar ve alışve­ rişlerdi. Yalıtılmış her kültür ölüyordu. İnsanlığın herhangi bir alanda ilerlemesi, bu farklı kültürler arasındaki alışverişlerde yatar. İlerleme “ kültürler arasında koalisyon” oluşturulmasına, yani her birinin ken­ di gelişimi sırasında yararlandığı fırsatları ortak kullanıma sunmasına bağlıydı. Kültürler çeşitlendikçe koalisyon da daha verimli hale geli­ yordu. Ancak -işte bu noktada çelişki ortaya çıkıyor- bu alışverişler sırasında, kültürlerden her biri kendi özgünlüğünü oluşturan şeyi kay- betme riskiyle karşı karşıya kalıyordu: Taraflardan birinin kaynakları homojenleşiyordu. İletişim homojenleşmeye ve homojenleşme de “ ölü­ me yol açar” . İnsan toplumlarındaki kuvvetlerden bazıları tikelliklerin pekişmesine ve çeşitliliğin muhafaza edilmesine yönelirken, bazıları da farklı kültürlerin homojenleşmesine ve birleşmeye yöneliyordu. Kül­ türlerin varlığının ve gelişmesinin koşulu olan alışverişleri daha verim­ li hale getirmek için bu çeşitlilik yeterince zengin olmalıydı. Ancak faz­ la da zengin olmamalıydı, aksi takdirde alışveriş imkânsız hale gelir ve kültürler yok olmaya mahkûm olurdu. “ Karşılıklı ilişkileri bakımın­ dan insan toplumlarının, ötesine geçemeyecekleri ve tehlikeye düşme­ den altına inemeyecekleri belli bir çeşitlilik optimumuyla, kendilerini tanımlamalarının gerekli olup olmadığı sorusuna geliyoruz.” 54 Zaten bu çeşitlilik optimumu, aynı toplumun bünyesinde de bulunmaktaydı. Daha hacimli ve daha homojen hale geldiğinde, toplumu oluşturan kast, sınıf, meslek ya da din çevreleri gibi özel gruplar da kendi fark­ larını ve kendi özgüllüklerini ortaya koyma eğilimi duyuyorlardı. Dünya uygarlığı düşüncesi, somut kültürlerden her biriyle aynı düzeyde bir gerçeklik olarak anlaşılmamalıydı. Zayıf ve şematik kal­ mış soyut bir kavramdı; gerçeklik, insanların ortak yaşamındaki son­ suz sorunlara somut çözümler getiren özel kültürlerdi. “Kültürlerin gerçek katkısı onların özel buluşlarını içeren liste değil, birbirleri ara­ sındaki diferansiyel sapmadır. [...] Çoğunlukla bu terime verilen soyut anlamda bir dünya uygarlığı yoktur, olamaz; zira uygarlık, maksimum çeşitliliği sunan kültürlerin bir arada varlığını gerektirir ve hatta bu bir arada varlıktan ibarettir. Dünya uygarlığı, her biri kendi özgünlüğünü muhafaza eden kültürlerin dünya ölçeğinde kuracakları koalisyondan başka bir şey olamaz.” 55 Her kültür kendi özgünlüğünü muhafaza etmek için kendine sa ­ dık kalmalıydı. “ Her hakiki yaratım, diğer değerlerin çağrısına belli ölçüde sağır kalmalıdır, aksi takdirde bu değerler o yaratımı inkâr et­ meseler de reddetmeye kadar vardırabilirler işi. [...] Aynı zamanda, 54 Levi-Strauss, 1973, s. 381. 55 Levi-Strauss, 1983, s. 417. hem ötekinin hazzıyla mest olup onunla özdeşleşmek hem de kendini farklı tutmak imkânsızdır.” 56 “ Göreli iletişimsizlik” , yani diğer kültür­ ler karşısında belli ölçüde “geçirimsiz” olmak bir kültürün hayatta kalma koşullarındandı. Onların özgün gelişiminin tek güvencesi onlar arasındaki iletişimdi, ancak tam kaynaşma da özgünlüğü ve yaratıcı gücü kaybetmeye mahkûm ediyordu. “Yanlış ancak belirtik bir ku­ ram ” olan ırkçılık ile “ olağan, hatta meşru ve her durumda kaçınılmaz olan tutumlar”57 arasındaki karışımı açığa vurmak gerekiyordu: İn­ sanların kendi kültürlerine bağlılığı ve kendi benliklerine sadakati. Ak­ si takdirde, “yaşama kendi değerini kazandıran estetik ve tinsel değer­ leri yaratma gururunu bahşetmiş şu eski tikellikler” i58 ortadan kaldı­ racak sözde bir dünya uygarlığının kucağına düşülecekti. Hiç kuşkusuz, Levi-Strauss “ insanlığın kutsal görevi”nin ikilliğinden söz ediyordu; bir yandan birleşme sürecini geliştirirken diğer yandan da tikellikleri sürdürmeyi kapsayan görev. Bununla birlikte, et­ nolog duyarlılığı sayesinde, farklı kültürlerin kolektif yaşamı düzenle­ mek için oluşturdukları çözümlerin çeşitliliği karşısında mesleki olarak dikkatli davrandığı için kültür çeşitliliklerinin sürdürülmesine ayrıca­ lık tanıyor ve her şeyden çok, “tekdüzeliğin ve birörnekliğin” hüküm süreceği bir dünyanın oluşmasından kaygılanıyordu. Irkçılık, modern uygarlığın kaçınılmaz bir ürünüdür. Dingin ilişkiler, ancak ve ancak karşılıklı kayıtsızlık temelinde kurulabilir. Bu durumda her kültür, kendinin tek hakiki kültür olduğunu öne sürecek ve diğerlerini bilmezden gelecektir. Bütün kültürlerin birbirleriyle te­ mas halinde olduğu, nüfusların giderek birbirine kaynaştığı bir dünya­ da böyle bir kayıtsızlık da imkânsız hale gelmiştir. “ Karşılıklı hoşgörü, çağdaş toplumların artık bir daha tanıyamayacak kadar uzaklaştıkla­ rı iki koşulun gerçekleştiğini varsayar: Bir yanda göreli eşitlik, diğer yanda yeterli fiziksel m esafe.” 59 Kalıcı olarak birbirinden ayrılmış kü­ 56 57 58 59 Levi-Strauss, 1983, s. 47. Levi-Strauss, 1983, s. 15. Levi-Strauss, 1983, s. 47. Levi-Strauss, 1983, s. 44. çük gruplar dünyası öldü. Batılılarm kendi üstünlüklerini ilan edip kendi uygarlıklarını dünyanın geri kalanına kabaca dayatmalarıyla birlikte kültürler arasındaki ilişkiler de değişti. Kültür çeşitliliğinin olumlu ya da olumsuz kabul edilmesinin ardından, onların eşit olma­ dıkları ilan edildi. Sanayi uygarlığı, iletişim ve ulaşım olanaklarının hı­ zı yüzünden başlatılan altüst oluşlar, dünya çapında alışverişlere ve doğrudan rekabet ile kültürler arası eşitsizliğe dayanan tek bir dünya­ nın kurulmasıyla sonuçlandı. “ Kaldı ki, ayrımcılığın bütün biçimleri­ ne karşı verilen mücadelenin, uygulamada acilen zorunlu olmasına ve kendine yüksek ahlaki hedefler atfetmesine rağmen, insanlığı bir dün­ ya uygarlığına sürükleyen hareketin parçası olduğunu kendimizden saklayamayız.” Üstelik, doğanın efendisi olmayı hedefleyen prometheusvari proje, insan ile onun ortamı arasındaki doğal ilişkilerin inkâr edilmesiyle sonuçlanmıştı: Bazı insan gruplarının dışlanması, öteki “canlı varlıklar” ın dışlanmasının devamından ibaretti. Bundan böyle hiçbir şey, ırkçılığın sonunu öngörmemizi sağlayamazdı. Sonuç olarak konuşmacımız 197 1 ’de, uzlaşmaz olanı uzlaştır­ dığını iddia eden ve çelişkileri kabullenmeyi reddeden uluslararası kurumlara bağlı memurların “ inançlı sözler”indeki çatışkıların altını çizdi. “Kendi benliğine sadakat ile ötekilere açık olmayı bağdaştırdı­ ğını” öne sürmek ve aynı zamanda “ her bir kimliğin yaratıcı olduğu­ nu açıklayan ve bütün kültürlerin yakınlaşmasını isteyen”60 yaklaşı­ mı tavsiye etmek ne anlama geliyordu? Bütün bu tutkular birbirleriyle çelişmiyor muydı? Bireyci Toplumda Bastırılmış Duyguların Geri Dönmesi Louis Dumont, modern topluma yönelik radikal eleştirisinde Claude Levi-Strauss ile buluşuyordu.61 Ancak onun çözümlemesinin ekseninde bireycilik ve bundan doğan eşitlik ilkesi vardı. Irkçılık evrensel bir gö­ rüngü değildi, modern toplumun özgüllüklerinden biriydi: Toplumların çoğu, kendi üstünlüklerini biyolojik niteliklerine değil kültürlerine bağ­ 60 Levi-Strauss, 1983, s. 16. 61 Dumont, 1960, Dumont’da, 1966. lıyorlardı. Modern toplum, koşullarda eşitlik ilan ettiği, statü farkları­ nı bertaraf ettiği ve fiili eşitsizlikleri kabul etmediği, farkları eşitsizlikle­ re dönüştürdüğü ölçüde modernliğin toplumsal hastalığı halini alan ırkçılığı kaçınılmaz olarak yaratıyordu. Bütün yurttaşların eşit oldukla­ rının ilan edilmesiyle -M annheim ’ın anladığı anlamda soyut ve ütopik olan bu iddia, yurttaşların toplumsal yaşamdaki somut çeşitliliğinin ve eşitsizliğinin yarattığı ortak ve doğrudan deneyimle çelişir- ortaya çı­ kan evrensel boyut, ırkçılığı modernlik-öncesi toplumdakinden beter hale getiren “ modern” ırkçılığı yaratmak gibi zararlı bir sonuca ulaş­ mıştır. Güney’in köleleri, Kuzey’deki büyük sanayi kentlerinin siyah yurttaşlarından, çelişkili biçimde daha mutlu değiller miydi? Louis Dumont’a göre Batı’nın gerçekliklerine Hindistan’dan bakıldığında, bizim toplumlarımızın idealinin ahlaki bakımından üs­ tün olduğu düşünülse de ne denli istisnai ve yapay olduğu da görüle­ cektir. Hindistan’da en saf haliyle kendini ifade eden hiyerarşi, bizim­ kiler dışındaki karmaşık toplumların temel özelliğiydi. Onların kav­ ramsal ya da simgesel birliğine ilişkin bir ilkeydi. Hiyerarşinin “ işlem e”si toplumun birliğini ifade ediyordu. “ Belli bir değeri benimsemek hiyerarşi oluşturmaktır ve değerlerle ilgili belli bir konsensüse varmak, düşünceleri, şeyleri ve insanları belli bir hiyerarşi içine sokmak top­ lumsal yaşam için bir zorunluluktur.”62 Bütün toplumlar için temel de­ recede önemli olan bu ilke, Batı toplumlarının değerleriyle ortadan kaldırılmıştı ve bu toplumlar “ ilkesel eşitliği kendi anayasalarına ko­ yacak kadar ileri gitmişlerdir.”63 Modern toplum bireyi, “ her şeyin öl­ çüsü”64 haline getirmişti ve bu toplumun yerleştirdiği akılcılık bireyi esas alan, insanın doğal özlemlerine yabancı kalmasına yol açan özerk bir insanlık düzeni ilan etmeyi kapsıyordu. Eşitlikçilik ilkesi de bu tu­ tumun meyvesiydi. Modern toplum, bizim toplumsal düzenle ilgili yaklaşımımızda hâlâ düşünemediğimiz hiyerarşi duygusunu bastırı­ yordu. Bireylerin biçimsel eşitliğini ilan eden modern demokrasi “ top­ 62 Dumont, 1966, “Tel”, s. 34. 63 Dumont, 1966, “Tel”, s. 318. 64 Dumont, 1966, “Tel” , s. 319. lumsal yaşamın az çok zorunlu gerekleri ”nin inkâr edilmesine yol açı­ yor, “toplumların genel eğilimlerine karşı çıkar.”65 Toplumsal yaşam da ilan edilmiş ilkeler tarafından bastırılan hi­ yerarşi, bastırılmış her şey gibi patolojik biçimde her an ortaya çıkma riski taşıyordu. “ Evrensel bir zorunluluk” olan doğrudan ve doğal hi­ yerarşiyi yasaklayan eşitlikçi modern toplumlar hiyerarşinin, canavar­ laşmış halde geri gelmesine yol açıyorlardı. Popüler zihniyet, belli bir kimliğe başvurmaksızın kolay kolay eşitliği düşünemiyordu; bu da, ol­ gulara ilişkin gözlemlerle çelişiyordu. İnsanların ne fiziksel kapasitele­ ri aynıydı ne de düşünsel kapasiteleri, ne aynı zenginliklerden yararla­ nıyorlardı ne de aynı güçten. İnsanlar ve topluluklar arasında gözlem­ lenen farklar eşitsizlik halinde yaşanmaya başladıkları için, hukuksal statü farklarıyla açıklanamazlardı artık; bu yüzden de, korkunç bir doğrulama yapılarak somatik niteliklerden kaynaklandıkları söyleni­ yordu: Bu da ırkçılığın ta kendisiydi. Birleşik Devletler tarihi bu süre­ cin en iyi örneğiydi. Köleliğin ortadan kaldırılmasıyla birlikte hukuk­ sal koşullarda eşitsizliğin yasaklanması ırkçılığın gelişmesine yol aç­ mıştı: Louis Dumont, bu noktada Güney’deki kölelik ile Kuzey’deki ırkayrımı arasında yaptığı karşılaştırmayı ortaya koydu. Kuzey’de top­ lumsal statü farkları gerçekliği inkâr edilince, “somatik gerekçe” li ay­ rımcılıkla karşı karşıya kalınmıştı. “ Birleşik Devletler tarihinin bize söylediği şudur: Siyahların köleliğinin ortadan kalkmasının hemen ar­ dından ırkçı ayrımcılık geldi [...]. Efendi ile köle arasındaki ayrımı iz­ leyen süreç, Beyazların Siyahlara karşı ayrımcılığı oldu. Neden böyle bir ırkçılık? Soruyu sormak kısmen onu çözmektir: Ayrımın özü hu­ kuksaldı; bu ayrımı ortadan kaldırmakla, onun ırkçı özniteliği de ırk­ çı öze dönüştü. Başka türlü olması için, ayrım karşısında zafer kazan­ mış olunması gerekirdi.”66 Tocqueville’i hatırlatalım: “Köleliğin geri­ lediğini görüyorum; onun yarattığı önyargı ise kımıldamadan duruyor [...]. Irka ilişkin önyargının, köleliği kaldıran Devletler’de, köleliğin hâlâ sürdüğü Devletler’e göre daha kuvvetli olduğunu sanıyorum; kö­ 65 Dumont, 1966, “Tel”, s. 34. 66 Dumont, 1966, “Tel”, s. 320. leliğin hiç bilinmediği Devletler’de de, hiçbir yerde olmadığı kadar da­ yanılmaz olduğunu düşünüyorum.”67 M odem Toplumda Biyolojik ya da Kutsal Pek çok araştırmacı, Leon Poliakov’un tarihsel araştırmalarının teme­ lindeki düşünceyi geliştirip evrenselleştirdi; Poliakov, modern toplumun ortaya çıkmasıyla birlikte biyolojik bağlamda, yani kesin olarak tanım­ lanmış ırksal Yahudi düşmanlığının da su yüzüne çıktığını ve gelenek­ sel dinsel Yahudi-karşıtlığının yerini aldığını gösterdi. Artık “ Yahudi ır­ kı” düşüncesiyle doğrulanan ırksal Yahudi düşmanlığı, Katolik Kilisesi’nin rakip bir dine karşı duyduğu seküler düşmanlığa dayanan Hıris­ tiyan Yahudi-karşıtlığının yerini alıyordu. Dinsel hoşgörüsüzlüğün ege­ men olduğu bir dünyadan (Kilise, tanıkları elinde tutmak için Yahudileri koruyordu), Yahudilerin radikal başkalığı düşüncesine dayanan modern Yahudi düşmanlığı dünyasına geçiliyordu. Bilimsel düşünceyle dolu, bilimin mutlak değerine inanmış bir toplumdaki ırkçı tutumlar ve davranışlar da bilim adına meşrulaştırılıyordu. Yahudi düşmanlığı du­ rumunun da ötesinde, modern toplumun ayırt edici özelliğinin biyolo­ jik olana atfettiği kutsal nitelik olduğu söylenemez miydi? Colette Guillaumin’in çalışmalarında ele aldığı temel tema da buydu.68 Guillaumin, ırkçı ideoloji için şu argümanı ortaya koydu: Bu ideoloji, yani “ özcü algısal bir sistem” “doğal” ya da sonsuz değildi, ta­ rihin belli bir anında ortaya çıkmıştı. Ötekine ilişkin farklı yaklaşım 18. yüzyıldan 19. yüzyıla geçerken belirmişti. Gerçek bir altüst oluş yaşan­ mıştı. Bundan böyle farklılık, ilahi bağımlılığa göre değil insanlığın için­ de kendini göstermişti. Öteki, o güne dek tuhaf ve yabancıyken şimdi heterojendi. 14. yüzyılda kadınların ruhunun olup olmadığı tartışılıyor­ du, 16. yüzyılda aynı tartışma Kızılderililer için yapıldı; ancak her iki tutumda da kadınlar ve Kızılderililer aynı evrene aittiler ve onları, din değiştirme yönteminden yararlanarak ilahi proje tarafından tanımlan­ mış hakiki insanlığa katmak mümkündü. Modernlikle birlikte dinsel67 Tocqueville, 1835, 1868 baskısı, II. cilt, s. 306. 68 Guillaumin, 1972. den “ ırksal”a geçildi. O andan itibaren “ ırk” terimi de soy teriminin yerini aldı, geniş bir insan grubunu belirtmekte kullanılmaya başlandı. O güne kadar toplumsal bir anlam taşıyan “zenci” sözcüğü (sömürge­ lerde çalıştırılan köle) artık ırksal bir anlam taşıyordu. Tanrı’nın ve irade-i cüziyenin artık dünyayı yönetmediğinin, biyolojik olanın ve belir­ lenimciliğin de tarihin hakiki anahtarları olduğunun düşünülmesiyle birlikte esaslı bir kopuş yaşandı. Başkalık artık saf dışı bırakılamazdı, zira temel bir önem kazanmıştı. Farkın radikalleştirilmesi de tersinmez ve silinmez bir süreç halini almıştı. Irkçı düşünce, bir iktidar sistemi içinde başkalık ile biyolojik inanç arasında bağ kurdu. Öteki’nin aşağı­ lık olduğu düşüncesinden, onun insanlığının inkârına geçildi. Kalıtımın, kökenin, soyun, oluşumun yasalarının bilim tarafın­ dan keşfedildiği bir dönemdi ve bu konular bilimsel düşüncenin eksen­ lerini oluşturmaya başladılar. Bu dönemin en ayrıcalıklı örneklerinden biri Darwincilikti. Yeni yeni oluşan sosyoloji bile, toplumların yaşa­ mındaki zamansal oluşumlara büyük yer verdi. Auguste Comte’un yaklaşımını hatırlayalım: Bilim ve sanayi toplumu, asker ve ilahiyat toplumunun ardından gelmiştir; toplumlar, metafizik çağda ilahiyat halini yaşadıktan sonra pozitif çağa geçtiler. Bir ırkın diğerleri üstün­ de hakları olduğunu hiçbir zaman söylememiş ve hiçbir zaman cinayet çağrısı yapmamış da olsa, Gobineau, biyolojik olgu ile toplumsal ol­ guyu birbirine karıştırdığı için gerçek anlamda ırkçı bir düşünürdü. Ir­ kın özgül olduğu düşüncesi, melezliği bir felaket olarak görmesi ve özellikle de ırk ile tarihsel görüngüler arasında nedensel ilişkiler kur­ masıyla temelde ırkçı bir görüşü benimsiyordu.69 Irkçı ideolojinin 19. yüzyılda ortaya çıkışını açıklarken üç etkeni dikkate almak gerekiyordu: 1) Kültür çeşitliliğinin kabul edilmesi ve in­ san türünün birliği koyutu; 2) bilim dallarının gelişmesi ve zamansal olu­ şum sırasında biyolojiye ve iç nedenselliğe odaklanılması; 3) sanayideki gelişmenin sonucunda sömürgeleşme ve proleterleşme, bunlar sayesinde ortaya çıkan yeni toplum. İşçinin ya da sömürge halkının biyolojik ba­ kımdan farklı olduğunu ilan eden ırkçı ideoloji (koyut olarak ortaya ko­ nan radikal fark), hem sava ilişkin kanıtlarla çelişen davranışları kanıt­ lamaya fırsat vermiş hem de, ilan edilmiş insani değerler ile Avrupa’nın iktisadi tarihinin somut oluşumu arasındaki çatışkıyı çözmüştü. Tıpkı Dumont gibi Guillaumin de, ırkçı ideolojinin gelişmesinin eşitlikçi değerlerin gelişmesine bağlı olduğunu vurguladı. “Irkçı ideolo­ jinin ilerleyişi, aslında eşitlikçi değerlere sıkı sıkıya bağlıdır; bu ideoloji eşitlik talebine bir cevaptır. Her ikisi de anlamlarını, 18. yüzyılın doğur­ duğu yeni insanlık yaklaşımından alırlar. Bir yanda, eşitlikçi ideolojiyi dikkate alarak indirgenmez ve kaçınılmaz doğadan medet uman, sana­ yi ve sömürge sömürüsünü doğrulayan bir görüş var. Öte yanda, biyo­ lojik eleme, yaşamsal güç, en güçlünün zaferi gibi somut görüngülerden doğan ideolojik ifadeler; bu ifadeler, her zaman temel bir önem taşıyan insanlık değeriyle karşılaştırıldıklarında demokratik rekabet, uygarlaş­ tırma misyonu, ilerleme, vb. kılığında yeniden ortaya çıkıyorlar.”70 Irk kavramının kendisi, ırklaştırıcı eylemler kavramıyla yer de­ ğiştirmeliydi. Irkçı kuramlar ile ırkçılığı (davranışlar) birbirinden ayı­ ran Banton’a karşı çıkan ve ırklar arasındaki ilişkileri anlamak için klasik sosyolojinin gösterdiği gayreti eleştiren Colette Guillaumin, tek ve aynı ideolojiyi ifade eden ırkçı düşünce ile eylemin birliğini savun­ du. Buna bağlı olarak, ırksal sıfatıyla anılan ve mantıksal bir yaklaşı­ mı benimseyen ilişkiler sosyolojisini radikal biçimde eleştirdi: Sosyolo­ jinin, ırklar arasındaki ilişkileri ele alması ırkların varlığını kabul et­ mesi anlamına geliyordu. Bu alanın uzmanı olan sosyologlar ırkı değil ırkçılığı tanımlamışlardı, çünkü onlara göre ırk bir veri ya da bir ka­ nıttı. Böylelikle toplumsal bilimler, istemeden de olsa ırkçı ideolojinin içinde yer alıyorlardı. Sosyologlar, farkların toplumsal bakımdan algı­ lanmasını konu olarak seçmekle, bu algının gerçek bir fiziksel niteliği tescillemesine yol açıyorlardı. Oysa hakikat bu değildi. Irklaştırma sü­ recinde aynı rolü oynayan, tümüyle hayali ırklar vardı. Fiziksel nitelik­ lerin ayrıma yol açtığı düşüncesi yanlıştı. Fenotipine bakılarak Yahu- diyi Hıristiyan’dan ya da işçiyi burjuvadan ayırmak imkânsızdı. 15. yüzyılın “ Siyahlar” ı, 20. yüzyılın Siyahlarıyla ne aynı kişiyi ne de aynı uygarlığı belirtiyorlardı. Her durumda, fiziksel işaretler bağımlı ya da aşağı durumda olan azınlık grupları belirtiyordu yalnızca. Görünüm, göreli olarak ikincil rolü oynuyordu ve işaretten başka bir şey değildi. Irk üç öğeyi barındırıyordu: “ Başkalık, iktidar ilişkisi, biyolojik işaret” . Biyolojik işaret sağduyunun ırk adına belirttiği anlamı aşıyor­ du. Biyolojik bir niteliğin izlerini taşıyan ve biyoloji adına başkalaşan bütün kategorilere uygulanıyordu: Cinsiyet, yaş, toplumsal sınıf. Ör­ neğin, 19. yüzyılda işçilerin başka bir “ ırk”tan olduğu söyleniyordu. Irk kavramı, doğa bilimleri ve tarihöncesi tarafından geliştirilmişti. “Toplumsal ve tarihsel farklar” üstüne yapılan gözlemden “ bu farkla­ rı simgeleyen fiziksel farklar”m çözümlemesine geçilmişti. Irk terimi­ nin kullanımında, biyolojik anlam sosyolojik anlamı getirmişti berabe­ rinde. Sözcük, “yalnızca toplumsalın söz konusu olduğu dönemde de epeyce kullanılıyordu. Genelleştirilmiş somatik gönderimin bünyesin­ de, kavramın yeterince aydınlatılmamasından doğan bir belirsizlik kalm ıştı.” 71 Sosyoloji “toplumsal düşüncenin biyolojikleştirilmesi” nden kurtulamadı, “ bu süreç, her tür saptanmış ya da varsayılmış farkı mutlaklaştırmaya çalışıyordu” . Sosyoloji ırka gerçeklik konumu kazandırdı, oysa ırk bir işaretten ibaretti. Farklı gruplar ırklaştırma sürecinin hedefi oldular, bu da ırkçılığı “ açıklayan” şeyin nesnel nite­ likler olmadığını kanıtlıyordu. Düşünce tarzlarıyla uygulamaları birbirinden ayırmak imkânsız­ dı. Her ikisi de, ister söylem ister tutum olarak, “ ırkçılığın bütün mad­ di gösterimleri”nin altında yatan aynı zihinsel düzenlemeye dayanıyor­ lardı. “Irkçı ideoloji, maddi gösterimlerinden “ önce” ırkçı görüngünün konumlandığı yer ve buraya sızmış süreçler” di. “ Öğreti ile olguları bir­ birinden ayırmak bir yandan yöntembilim bakımından yararlı olabile­ cek mantıksal bir kesit oluştururken diğer yandan da sözel eylemin ve fiziksel eylemin ortak algısal kökenini aşındırmaktır. Böyle bir ayrım, iki düzeyi heterojen saymaya yol açar. Eğer böyle bir heterojenliği orta­ ya koymak, bizim toplumumuzun değerler sisteminde kabul edilemeye­ cekleri ortaya çıkan eylemlerin sorumluluğunu üstünden atmaya yöne­ lik bilinçdışı istekle kapsamlı bir suç ortaklığına girmemiş olsaydı, onun getirdiği riski ihmal etmek de mümkün olabilirdi. Gobineau’nun ırkçı­ lığı ile Hitler’in ırkçılığı arasında var olan dayanışmayı reddetmenin kaynağını, işte bu suç ortaklığından aldığı söylenebilir. Görüngünün bu iki düzeyi arasındaki dikotomi, ırkçılıkla ilgili derin gerçekliğin bilinci­ ne varma karşısında oluşturulmuş bir savunma mekanizmasıdır. Irkçı­ lıkla ilgili belli bir çözümlemeye geçici de olsa birazcık haklılık payı ver­ mek için bile, öğreti ile maddi olguları birbirinden ayıramayız.”72 Colette Guillaumin, her tür farkın biyolojikleştirilmesi ya da ra­ dikalleştirilmesi süreci olarak tanımlanan ırkçılığı anlamak için, top­ lumsal yaşam da “ ırk” olarak nitelenen şeyleri aşmak gerektiğini söy­ lerdi -böylelikle ırkçılık da “ ırk” sözcüğünü kullanma ihtiyacı duyma­ yacaktı. Somatik niteliği işin içine sokan her tür algının ırkçı olduğu söylenebilirdi. “ Eninde sonunda “ ırk” sözcüğünün bilinçli anlamının hiçbir önemi yoktur, zira, sim gesel bir biçim altında her tür ayrımın ra­ dikalleştirilmesini ifade eder, her tür ayrımın değişmez olana katılma­ sını anlatır. Irkın ırkçılıktaki nedenselliği yalnızca yüzeydedir; tam ter­ sine ırk, hissedilen farkı taşıyacak payandadır [...]. Aynı zamanda hem işarettir hem de doğrulama. Algı mantığı düzeyinde işarettir, tutum düzeyinde ise doğrulama.”73 Hangi yoldan doğrulanırsa doğrulansın, ırkçı ideolojinin can damarı, her tür farkın biyolojikleştirilmesi ve radikalleştirilmesiydi: Heterojenliğin radikal ve nihai nitelikte olduğunu ortaya koyuyordu ve “ insanlığın içinde bir kesik” açıyordu. “Irksal” terimi yerine “ et­ nik” terimini kullanmak, örtmeceye başvurmaktan başka bir şey de­ ğildi. Geniş anlamda sosyoloji, kültür kategorisini biyofiziksel görün­ gülerden tümüyle bağımsız tutacak bir sözcük bulmayı başaram am ış­ tı. Bu da ortaya koymaktaydı ki, bilinçdışı düşünce tarzımız somatik 72 73 Guillaumin, 1972, s. 4 7 Guillaumin, 1972, s. 67, italikler yazarın. ile toplumsal-kültüreli birleştirmeyi sürdürmektedir. Kullanılan terim ne olursa olsun, “ fiziksel nedensellik ile zihinsel nedenselliğin karışımı­ nı oluşturan” her tür düşünce ırkçıydı ve bizim toplumumuzun ayırt edici özelliği olan bilinçdışı zihinsel düzenlenişi ifade ediyordu. Irkçı düşüncede azınlık bireyselleştirilmezdi; azınlık, yalnızca kendi grubunun bir öğesi olarak tanımlanıyordu. Memmi’nin 1964’te tanımladığı düşmanlık ya da saldırganlık, ırkçı ilişkiyi çözümlemekte yeterli değildir.74 Irkçılık aşağılayıcı, kindar ya da şiddetli olmayabilir­ di. Yine de ırkçı ilişkinin kendini ortaya koyduğu bazı ayırt edici özel­ likleri vardı. Melezliğin ve çürümenin, yani heterojenliğin, alışverişin ve hareketliliğin yarattığı felaketçilik yaklaşımı ve fantazma. Gerçek­ ten de “ ırkçı ilişkide bazı değişmezler vardır: Yoksul halklar, kadınlar, yoksul sınıflar karşısında onlarla ilgili bilgiyi ifade etme ya da onları reddetme tutumu takınmak” , azınlıklara karşı folklorizmi ya da kül­ türlerin himayeciliğini benimsemek, “ eşitlik içinde ayırmak” (kadınlar ve erkekler, dinsel gruplar, toplumsal sınıflar, “ ırklar” ), “ karşılıklı ba­ ğımlılık içinde bağımlılık” oluşturmak, “ farklılık içinde eşitlik” yarat­ mak, vb.75 “Irk niteliği [...], farklılığın bir işareti olduğu için azınlığın kimliğinin işaretidir, kalıcılığın bir işareti olduğu için aynı zamanda güvenliğin işaretidir [...]. Irkçılığın bünyesinde ırk kalıcılığın işaretidir [...]. Irkçılık homojen olana, alışkanlık olana, ben olana değil yaban­ cı, tuhaf, öteki, heterojen olana uygulanmasıyla tanımlanır.”76 Irkçılık ve ırklaştırılmış gruplar arasındaki farklar ne olursa olsun hepsinin or­ tak noktası “ çoğunlukla olan ilişkilerinin biçimi, baskt” , bağımlılık, azınlık olma haliydi. Onlar, tanım gereği “ az” dı, genele göre özel sa­ yılan bir konuma yerleştirilmeliydiler. Çoğunluk ise ne farklıydı ne de özel; çünkü o gönderimin kendisiydi. Çoğunluk hem geneldi hem de birey; azınlık ise kendi grubunun tikelliği ve saf ifadesiydi. Bütün azın74 “ Irkçılık» gerçek ya d a hayali farklara, belli bir saldırganlık uğruna suçlanan lehine ve onun kur­ banı aleyhine genel ve kesin olarak değer kazandırılmasıdır.” Irkçılığı d ar anlam da (biyolojik ırk adına), tanımlamak için» bu genel tanımdaki "farklar” sözcüğüne “ biyolojik” sıfatının eklenme­ si yeterlidir. M emm i, 1982, 1994 baskısı, s. 113-114. 75 Guillaumin, 19 72, s. 75. 76 Guillaumin, 19 72, s. 77, italikler yazarın. lıklara, çocuksuluk yakıştırılıyordu. Çoğunluklar ve azınlıklar ortak simgesel bir sistem içinde yer aldıkları için sistem oluşturuyorlardı. Dolayısıyla, düşmanlık da ikincil bir hareketti, daha önceden tanım­ lanmış bir niteliğe uygulanıyordu. Irkçılık, “ kaltctltk işareti giydirilmiş her tür kenarda bırakma tutumu”yd\ı. Kaldı ki, hepsinden daha hare­ ketli olan modern toplumda kalıcılık duygusunu yaratan şey biyolojiy­ di ve biyoloji bizim uygarlığımızın kutsalıydı. Christian Delacampagne da, Batı toplumundaki kutsalın biyo­ lojik olduğunu düşünüyordu. Poliakov’un öne sürdüğü gibi 18. yüzyı­ lın ya da hatta Büyük Keşifler’in ürünü olmayan ırkçılık, Yunan uy­ garlığından bu yana Batı’nın derin yapıları içinde yer almaktaydı. Bizlerin bile içine işlemişti. Batı’nın özgüllüğü, kendi bünyesinden dışla­ dıklarını biyoloji ve bilim bağlamında ele alması, yani onları alt-insan statüsüne indirgeyerek “ bütün çatışm alara birden ırkçı bir görünüm kazandırması”ydı.77 Neden doğa Batı’da kutsalın yerini almıştı ve ne­ den ırkçılık Batı akimın yüreğinde durmaktaydı? Delacampagne’a gö­ re, siyah ticaretini Araplar bulmuştu, yalnızca Müslüman olan siyahı eşit kabul ediyorlardı; onların önyargısı, biyolojik değil toplumsal ve dinsel nitelikteydi. Biyolojik takıntı Batı’ya özgü bir durumdu ve kut­ salın statüsüyle bağlantılıydı: Bütün toplumlar, kutsalın çevresinde iş­ liyorlardı. Oysa dünyanın laikleştirilmesi Batı’da çok eski bir tarihe dayanıyordu. Avrupa’nın bakış açısı akılcıydı, yani naturalist ve biyo­ lojikleştiriciydi. Poliakov, Ari efsanesinin iki bin yıla dayandığını ka­ nıtladı. Yunan farkçılığı da doğal kategorilere dayandırılmıştı: Kadın­ lar, çocuklar. Manethon, İ.Ö. 3. yüzyılda, Yahudileri mahkûm etmek için onların fiziksel özelliklerinden söz ediyordu: Veba, kokuları; on­ larla bir arada bulunmanın insanın midesini bulandırdığıpı söylüyor­ du. Daha önce de gördüğümüz gibi Ortaçağ’da Yahudiler, gerçekle il­ gisi olmayan fiziksel özelliklerle tanımlanıyor ve tıpkı şeytan gibi boy­ nuzlarla temsil ediliyorlardı. Cüzamlıların yerini alan cagotların da fiz­ yolojik kusurlarından söz ediliyordu: Aslında komşularından ayırt et­ mek bile mümkün olmadığı halde mide bulandıracak ölçüde kötü koktukları, tuhaf hastalıklara yakalandıkları gibi rivayetler onlar için de çıkarılmıştı. Böylelikle, diğerlerinden ayırt etmek imkânsız olsa da, cagotların başka olduğu düşüncesi kafalara sokulmuş ve bu düşünce kalıtsal fiziksel özelliklerle doğrulanmıştı. Çok eski zamanlarda Batı’daki kutsalın giderek zayıflamasıyla birlikte (binli yıllardan sonra) onun yerini endişe duygusu almış ve bu duygu ırkçı ve cinsel fantazmalarla çözülmüştü. Biyolojik gönderim büyü-din düzeyine ulaşmıştı. Doğal farklar düşüncesi, insan türünün evrenselliği düşüncesinin aley­ hine kendini dayatmıştı. Amerika’daki Kızılderililerin keşfedilmesi, Beyaz olmayanın çoktan ölümle ve şeytanla bir tutulduğu, ırk düşün­ cesinin derinin rengiyle birlikte düşünüldüğü bir dünya yaşanmıştı. Aydınlanma çağının antropolojisi, bu yaklaşımın “ bilimsel” temelleri­ ni atıyordu; sömürgecilik de antropolojinin yayılmasını sağlamıştı. Delacampagne’a göre ırkçılık, Yunan uygarlığından itibaren eleştirel düşünceye göre düzenlenmiş Batı toplumunun bağrında doğdu. Batı toplumu, eleştirel zihni sayesinde sorguladığı kendi varlığını ve bir­ liğini ötekilere zulmederek güvence altına almaya çalışan tek toplumdu. Eleştirel düşünceye bağlı olarak anlaşmazlığa değer verilmesi ile zulüm mantığını birbirinden ayırmak gerekiyordu. Bu yapılmadığı için Batı tarzı eleştiri ve özeleştiri kendisine ve ötekilere karşı hoşgörüsüzlükle sonuçlandı: “Batı ne kendisine tahammül edebiliyor ne de Öteki’ne. Öteki’nin kendisiyle yüz yüze olmasına da tahammül edemiyor, çünkü kendisinin bir hiç olduğunu biliyor. Her tür tikelliği kaybettiğini de. Ev­ rensel olmayı tercih ettiği için bundan böyle bir kültür olamayacağını da. Ve bu tutumdan vazgeçmediği sürece ırkçılık ortadan kalkmaya­ cak.”78 Görüldüğü gibi, yukarıda aktardığımız çözümlemeler arasında su götürmez bir yakınlık vardır. Kısmen de olsa bu düşünce kümülatif­ tir. Bütün çeşitliliği içinde bu çalışmalar, -h er ne kadar kanıtlama ve “ sağduyu” adına güncel yaşantımızda düzenli olarak su yüzüne çıksa­ lar bile (“İyi de, her şeye rağmen Beyazlar ve Siyahlar v ar...” ) bugün bilimsel saygınlığını yitiren- ırkçı kuram ile ırklaştırıcı düşünceyi, var­ sayılan her tür biyolojik farkı başkalaştırarak birbirinden ayırmanın ge­ rekli olduğunu savunurlar. Irkçı kuram yandaşları, birbirleri karşısında geçirimsiz, istikrarlı, biyolojik özellikleriyle insan grupları arasında gözlemlenen farkları ve eşitsizlikleri ortaya koyan birbirinden farklı ırkların var olduğunu söylüyorlar. Irklaştırıcı düşünce yandaşları ise, nasıl tanımlanmış olurlarsa olsunlar gruplar arasındaki temel farkların, kalıcı ve kesin eşitsizliklerin sürdüğüne dayanan bir düşünce tarzıyla ta­ nımlıyorlar kendilerini. Irklaştırıcı tarzda düşünmeye son vermek için “ ırk” sözcüğünün yeı ıe “ kültür” sözcüğünü koymak yetmiyor. En mantıklısı “ ırkçılık”tan değil, kendi kültürleri, kendi toplumsal sınıfla­ rı ya da kendi cinsiyetleri yüzünden radikal biçimde başkalaştırılan bi­ rey kategorilerine bağlı olarak “ kültürizm”den, “smıfçılık” tan ya da “cinsiyetçilik”ten söz etmek. O halde, ırkçılık kavramının yerine ırklaştırma süreci kavramını koymak gerekiyor. Çünkü bu süreç varsayılan biyolojik farklar, yani temel ve kesin farklar adına birey kategorilerini dışarıda tutuyor. Özcülük (ya da “ doğallaştırma” , yani doğayı kullana­ rak doğrulama) ırklaştırma düşüncesinin can damarını oluşturuyor. “Toplumsal ırk” formülü bu anlamda oluşturuldu; Quebec’te yaşayan Fransız Kanadalılar kendi durumlarını bu sayede “ Beyaz zenciler” in durumu olarak çözümleyebildi; fenotipleri, dinleri ve kültürleriyle diğer Japonlardan ayırt edilemeyen, ancak seküler bir kaba ırklaştırma ve ırkayrımı sürecine maruz kalan burakuminler, bu sayede antropologlar tarafından “görünmez ırk” olarak nitelendirildi. Fransız düşüncesindeki bu akım79 ile İngiliz sosyologların sayı­ sız deneysel incelemesi arasındaki karşıtlık oldukça büyüktür; ayrıca İngiliz sosyologlar, -toplum sal gerçekçiliğe kazınmış bir olgu olarak gördükleri- ırkçılığın tanımını yapmaktan bir türlü kurtaramamışlardır kendilerini. Robert Miles gibi araştırmacıların bu saptamayı, çalış­ malarının bir parçası haline getirdiklerinden daha önce söz etmiştik. 79 Irkçılıkla ilgili ilk deneyse! soruşturm alar 9 0 ’lı yılların başında M ichel W ieviorka’nın ekibi ta­ rafından sürdürüldü. Bkz. Wieviorka, 1991; W ieviorka e t al, 1992. Ayrıca bkz. Lapeyronnie, 1993. M arxçı Sosyologların Eleştirisi M arxçıların eleştirisi, bir bakıma antropolojik eleştiriyle buluştu; ırk­ çılığın, özü ve gereği bakımından modern toplumla ilgili bir görüngü olduğunu düşünüyor ve bu toplumu kapitalist olarak tanımlıyorlardı. Ortodoks marxçılık kuramı “ ırksaP’ı “ toplumsaP’a indirgiyor -O liver Cox’ta bulduğu klasik ifadeyi yukarıda görmüştük. Abraham Leon, Yahudi düşmanlığını ele alırken bu görüşten yola çıkan başka bir formül ortaya atmış ve şunu öne sürmüştü: “ Her şeyden önce, Yahudiler tarihte belirgin bir iktisadi işlevi olan bir toplumsal gruptur. Onlar bir sınıftır ya da daha doğrusu bir halk-sınıftır” ve Yahudi düş­ manlığı, sınıf mücadelesinin ifadesinden başka bir şey değildi; öyle ki sınıf mücadelesinin ortadan kalkması ve sosyalizmin gelmesi, halk-sınıf olarak Yahudilerin ve dolayısıyla Yahudi düşmanlığının sonunu ge­ tirecekti. İşte o zaman “ Yahudi sorunu” da çözülmüş olacaktı.80 Blauner’ın 1 972’de, Amerikan toplumunda ırksal bir düzen içinde yaşan­ dığı düşüncesini ortaya attığını ve Britanyalı sosyologların, son yıllar­ da marxçı düşünceden esinlenen, ancak toplumsal düzenin ırksal bo­ yutlarını öne çıkaran çözümlemeler önererek bayrağı teslim aldıkları­ nı söylediğini hatırlatalım. Balibar ve Wallerstein kısa bir süre önce sınıf, ulusçuluk ve ırk­ çılık arasında yeni bir eklemlenme olduğunu söylediler.81 Modern ırk­ çılık yalın bir önyargı ya da “ ırkçı kişilerin sıradan bir taşkınlığı”82 de­ ğildi, toplumsal ilişkilere nüfuz ediyordu ve kapitalist dünyanın yapı­ larının ayrılmaz bir parçası haline geliyordu. Gerek sınıfa ilişkin sap­ tamalarla gerekse Ulus-Devlet’te var olan çelişkilerle birlikte düşünül­ mediği takdirde anlaşılmaz bir konu olarak kalacaktı. Irkçılığın ilerle­ mesinin nedeni, sınıf ve ulusçuluk yapısından doğan kurumsal bir ya­ pısının olmasıydı. 80 Jean-Paul Sartre da 1946 şöyle yazıyordu: "Yahudidüşm anlığı, m anici ve ilkel dünyaya özgü bir yaklaşımdır ve bu yaklaşım da Yahudilere karşı duyulan nefret açıklayıcı büyük efsanenin yeri­ ni alır [...]. Yahudidüşmanlığını ortadan kaldırmak için sosyalist devrimin gerekli ve yeterli ol* duğunu ifade etmekten başka ne söylenebilir?” (R eflexio n s su r la question juive, s. 182.) 81 82 Balibar ve Wallerstein, 1988. Balibar ve Wallerstein, 1988, s. 59. Wallerstein’a göre, “ burjuva” yurttaşlığının eleştirisi dünya-iktisadını oluşturmuş olan kapitalizmin yaygınlaşmasıyla ilgili yoruma dayanıyordu. Bazı ırksal ve/ya da etnik grupların etnileştirilmesi ve ırkçılık, bütün dünyaya yayılmış ilk iktisadi sistem olan kapitalizmin gelişmesinin zorunlu bir sonucuydu. Çevre bölgelerin sömürgeleştiril­ miş olması sayesinde, Avrupa’daki kapitalist merkezde sömürge ülke­ leri aşırı ölçüde sömürme ve böylelikle dünya çapındaki gelişimi dü­ zenleme fırsatı bulmuştu. Merkezdeki kapitalist ülkelerde yaşayan uy­ ruklar, en yüksek ücretleri ve en saygın işleri kendilerine ayırmışlardı. İş alanında uluslararası aristokrasiyi oluşturuyorlardı, yurttaşlık hak­ kını elde ederek ellerinde bulundurdukları göreli ayrıcalıkları güvence altına alıyorlardı. Çevre bölgeler ise işlenmemiş hammadde ve ucuz el emeği sağlıyorlardı. Irkçılık, hem iktisadi hem de siyasal alanlarda kendini dayatan bu uluslararası katmanlaşma sistemini akılcı hale ge­ tiriyor ve doğruluyordu. Sömürge ülkelerin aşırı sömürüsü sayesinde merkezdeki Devletler, emek denetimine ve kapitalizmin gelişimine iliş­ kin iç sorunlarını çözmüşlerdi. Yurttaşların hukuksal bakımdan eşit olduklarının ilan edilmesi ve ırkçılığı dışlayan evrensecilik ilkelerinin öne çıkarılmasıyla hakiki gerçeklikler de maskelenmişti: Etnik ve cinsiyetçi bölünme, kapitalist dünya-iktisadmda çevre Devletler’in sömürülmesi ve burjuva UlusDevlet’in iç çelişkileri bunlardı. Burjuva toplumunun ilan ettiği evren­ selcilik farkları gizlemenin, dolayısıyla da meşrulaştırmanın bir yoluy­ du yalnızca ve bu farklar, ilkelerin ve özlemlerin eşitsizliğinde eşitlikçi olan toplumlarda ortaya çıkıyordu. Hümanist söylem ve yurttaşlığın öne çıkarılması, dünya çapındaki işbölümünün kapsadığı hiyerarşileri ve dışlama biçimlerini benimsemişler ve dünya çapında baskıyı ve sö­ mürüyü düzenleyen yapıları meşrulaştırıp pekiştirmişlerdi. Sömürgeleş­ tirme kapitalizmin ayrılmaz bir parçasıydı ve dolayısıyla ırkçılık da zo­ runlu olarak kapitalist toplumla bağlantılıydı. Irkçılık, “ burjuva ide­ olojisinin evrenselcilik”83 tutumuna rağmen varlığını sürdürüyordu. Wallerstein, salt iktisadi etkenler üstünde durdu. Balibar’ın ifa­ desiyle, “ evrenselciliği piyasanın aldığı biçime (birikim sürecinin evrenselciliğine) havale ediyor, ırkçılığı merkez ile çevre arasında iş gücü­ nün bölünmesine bağlıyor, cinsiyetçiliği de tarihsel kapitalizmin temel kurumlarından biri olarak gördüğü ev işleri (h o u seh o ld ) bağlamında erkeğin “çalışm a”sı kadının da “çalışm am a”sı arasındaki karşıtlıkla ilişkilendiriyordu.”84 Kapitalizm zorunlu olarak ırkçılığı ve cinsiyetçi­ liği yaratıyordu, çünkü her iki durumda da, sömürü sistemi sayesinde onları, “ işgücünün bütün kesimleri dikkate alındığında en düşük üc­ retlerle çalıştırmak mümkün oluyor” ve onlara “ meritokratik ölçütün asla doğrulayamayacağı kadar düşük bir karşılık”85 veriliyordu. Balibar’a gelince; ırkçılık ile ulus kavramından ayrı tutmadığı ulusçuluk arasındaki bağı vurguladı. “Irkçılığın en özgül biçimde ek­ lemlendiği olgu ulusçuluk”tu, çünkü “ ırkçılık ile ulusçuluk karşılıklı olarak birbirini kapsıyor’Mu.86 Belli bir ulusçuluğun bütün aşam ala­ rında ve bütün ulusçuluklarda kendini göstermese de “ bu bağ, onların oluşması için sürekli ve zorunlu bir eğilim gösteriyor” du.87 Fransız ulusçuluğu iki büyük ırkçı oluşumu bünyesine almıştı: Sömürgeci ırk­ çılık ve Yahudi düşmanlığı; çünkü “sınıf mücadelesi ve “toplumsal so­ run” bağlamında” modern biçimiyle kendini oluşturmuş ve “ bunları denetlemeye hatta mümkünse ortadan kaldırmaya yönelmiş”ti.88 Sö­ mürgeci yayılma sırasında işçi sınıfına oy hakkı verilmesi tesadüf de­ ğildi. “Toplumsal sorun” , dış sömürgeleşme ve ona bağlı olarak ırkçı­ lık sayesinde çözülmüştü. Verdikleri mücadeleyle Avrupa’daki kapita­ list uluslara göre daha iyi korunma hakkı elde eden işçiler, imparatorluğun egemen olduğu dönemin ustabaşlarına dönüştürülmüşlerdi. Sö­ mürgecilik ve ırkçılık, o dönemde toplumsal sorun adı verilen şeyi ulusçuluk adına düzene sokmuştu. Eski çalışmalarında, özellikle sö­ 84 85 86 87 88 Balibar Balibar ve Wallerstein’da, 1988, s. 18. Wallerstein Balibar ve W allerstein,d a, 1988, s. 50. Balibar Balibar ve Wallerstein’da, 1988, s. 80. Balibar Balibar ve WaIIerstein’da, 1988, s. 69. Balibar 1992, s. 104. mürge Tunus’ta yaşadığı deneyimlerden yola çıkarak ırkçılıkla ilgili bir yaklaşım öneren Memmi, “ ırkçılığın, sömürge ilişkisini somutlaştırdı­ ğını, özetlediğini ve simgelediğini”89 gösterdi. Irkçılık, ulusçuluğun ya da sömürgeciliğin sapkınlığı değil, onun zorunlu tarihsel eklemiydi. Sömürgecilik, Devlet’in bünyesine ırkçılığı yerleştirmişti. Göçmen işçiler karşısında takınılan tutum da, sömürgeciliğin uzantısından başka bir şey değildi. Yurttaşlar ile yurttaş olamadan sıradan kişi olarak kalan göçmenleri birbirinden ayrı tutan Devlet, sömürge durumunu sürdür­ müştü. Ulusal Devlet ise meşru dışlamanın bir aracıydı. Yurttaşlık, yurt­ taş olmayanların dışlanmasıydı. Ulusların ırkçılığı “olağandışı” bir du­ rum değildi, tam tersine zorunlu olarak ulusçuluğa bağlıydı. “Toplum­ sal ilişkileri yorumlayan bir “ mantık” ve bu mantık, modern Ulusal Devlet’in birleşmeleri ve zincirlenmeleri, her tür hukuk, eğitim, toplum, tıp (ya da Michel Foucault’nun ifadesiyle “ biyo-politik” ) aygıtını kulla­ narak denetleme ve yönlendirme üslubunda kök salmış’’^.90 Gerek antropologların gerekse marxçıların eleştirileri ırkçılığı, bütün toplumlarda her zaman kendini göstermiş olan yabancıdüşmanlığının bir biçimi olarak değil, modern toplumların ayırt edici bir özel­ liği olarak görme noktasında buluşuyorlar. Her iki taraf da, modernöncesi toplumlardaki yabancıdüşmanlığı ile çağdaş ırkçılık arasında kökten bir kopuş yaşandığını düşünüyor. Yabancıdüşmanlığı, bütün zamanlarda ve bütün toplumlarda gözlemlenen bir görüngüye işaret ediyor: İnsanların, kendi toplumlarının dışında olan, yaşam a tarzı ve değerleri bakımından doğal karşıladıkları kendi değerlerine yabancı olan Öteki karşısında kendiliğinden gösterdiği anlayışsızlık ve düş­ manlık. Modern uluslar oluşuncaya kadar Öteki dışarıda ve farklıydı. Düşmanlıkla karşılanabileceği gibi, merak ya da hatta sempati de uyandırabiliyor ve saygınlık kazanabiliyordu. İnsanlar arasında biçim­ sel eşitliğin ilan edilmesiyle ve göreli de olsa kültürel homojenlik dü­ şüncesini ortaya koyan siyasal düzenin uluslar halinde örgütlenmesiy­ le birlikte, Öteki de kendini içeride buldu. Uluslar halinde oluşum, et­ 89 Memmi, 1964, 1994 baskısı, s. 50. 90 Balibar, 1992, s. 160. nik bakımdan farklı nüfusların bir arada yaşamasına dayanırken ulus­ ların etnik homojenliğini gözardı etmez. Gellner, ulusçuluk hareketle­ rinin akılcı projesi ile etnik argümanları arasındaki çelişkiye dikkat çe­ kerek, farkların da çok kötü sonuçlar yaratacak nitelikte olduğunu söylüyordu. Bilimsel iddia taşıyan ve biyolojik ölçütler adına kendi toplumu içindeki bazı nüfus kategorilerini değersizleştiren bir öğreti olarak ırkçılık, batılı modern toplumlara özgü bir durumdur. Şimdi de, modern topluma yönelik bu radikal mahkûm edişin eleştirisini yapacağız. BEŞİNCİ KISIM Sosyolojide Yeni Bir Evre B undan sonraki çözümlemeler, önceki konunun doğrudan uzantısı niteliğindedir. Etnilerarası ilişkiler alanında önermek istediğim sos­ yoloji kuramı, yurttaşlık yaklaşımı kapsamında yer alıyor ve Yurttaş­ lar Cemaati adlı kitapta sunulan ideal-tipik çözümlemeleri geliştiriyor. Zamanın antropologları, bireyler ve gruplar arasındaki ilişkilerin sö­ mürge toplumunda doğmuş baskıdan kurtulamayacağını göstermişler­ di.1 Sömürge toplumu bireyler arasındaki bütün alışverilerde kendi mantığını acımasızca dayatıyor ve özel toplum tiplerinin ortaya çık­ masına yol açıyordu. Bütün incelemeler siyasal durumun, kolektif ya­ şamın bütün biçimleri üstünde üstünlük kurduğunu gösteriyordu. De­ mokratik toplumda yurttaşlık, siyasal meşruluğun ilkesi ve toplumsal bağın kaynağı olduğuna göre, aynı tür çözümlemenin bu topluma uy­ gulanması önerilemez mi? Etnilerarası ilişkilerde, esas olarak siyasal nitelik taşıyan bütün sonuçlan çıkarıp ortaya koymak gerekir.2 Ayrıca bu alan, bütün diğer alanların devamı niteliğindedir, çünkü sosyoloji geleneğinin içerdiği bilgiye ve eleştirel değerlendirme­ ı Bkz. vı. Konu, s. 2 2 6. 2 Lieberson, 1970. Bakınız üçüncü bölümün girişi. ye dayanmaktadır. Yeni kuramsal evreyi oluşturacak öğeler de, ancak bu görüşten yola çıkılarak formüle edilebilir: Demokratik toplumda, yurttaşlık düzeni ile toplumsal gruplar ve tarihsel ortaklaşm alar ara­ sındaki ilişkiler düzeninin kurduğu, Michael Banton’ın deyimiyle “ mantıksal ilişki”yi görünür hale getirmek. Michael Banton’m The Polish Peasant adlı kitabında, ırk ilişkileri sosyolojisinin temel evrele­ rinden birini ele aldığını hatırlayalım: Thomas ve Znaniecki, Avrupalı göçmenlerin asimilasyonu ile Siyahların asimilasyonuna aynı düşünsel sorgulama içinde yer vererek, somut toplumsal ilişkilerden ayrı ele alı­ nacak bilimsel bir konu oluşturmuşlar, aktörlerin bile algılamadığı “ mantıksal bir ilişki” kurmuşlardı.3 Bir yandan uluslar ve ulusçuluk­ larla ilgili kuramsal araştırmaların bütünleştirilmesi, diğer yandan da ulusal toplumlar bünyesindeki farklı tarihsel ortaklaşmalara, ait birey­ ler ile gruplar arasında kurulan ilişkilere ilişkin soruşturma sonuçları­ nın bir araya getirilmesi, bugün de akılcı bilginin yolundan gitmeyi sağlamalıdır. Benim gibi, Britanya toplumundaki ırkçılık üstüne yapı­ lan çalışmalar ile ulusçuluklar üstüne ortaya konan kuramsal görüşün birbirinden ayrılması konusunda duyarlı davranan Michael Banton’m, John Rex’in ve Robert M iles’ın yaklaşımını benimsiyorum. Ayrıca, za­ manında M ax Weber’in yaptığı gibi ırkçılık ile ulusçuluğu birlikte dü­ şünmeye çalışan Ğtienne Balibar ve Immanuel Wallerstein’ın, yakın ta­ rihli çalışmalarından da yararlanıyorum. Yetiştiğim ulusal düşünce geleneğinin dışına çıkma ve kendi toplumsal deneyimimden kendimi soyutlamada, diğerlerinden daha becerikli olamayacağım ortada. Ne var ki, tıpkı diğerleri gibi tekil bir tarihsel ve düşünsel deneyimden doğmuş bir Fransız sosyoloğun bakış açısı, sırf “very French” ya da “ ideolojik” olduğu gerekçesiyle bir ke­ nara atılamaz.* Ötekinin, toplumsal gerçekliği anlamak için gayret gösterirken takındığı ulusal tutumun ideolojik olduğunu düşünmekten hiç vazgeçmiyoruz. Alistair Crombie’nin, “ düşünme” ve “ kanıtla­ m a d ın özgül yöntemi olarak ele aldığı “ bilimsel üslup” la ilgili çö­ 3 4 Banton, 1977, s. 107. Bkz. yukarıda. Smith, 1996-19 97. zümlemelerinin doğruluğu, bu konularda daha da belirgin olarak or­ taya çıkıyor.5 Her düşünsel gelenek, farklı ifadelerle de olsa Öteki so­ rununu ele alır ve bu alanın uzmanları bile, paradoksal biçimde, diğer sosyologların ne yaptığını çoğunlukla bilmezler.6 Herhangi bir yaban­ cı dil bilmeyen, kimbilir kaç çokkültürcülük militanı vardır... İngiliz dilinde çalışan bilim insanlarının yaklaşımı gibi Fransız tarzı düşünce de, evrensel bilgiye bir katkı olarak görülmelidir. A priori en iyi ya da en doğru düşünce tarzı o değildir, kaçınılmaz olarak kısmidir, ancak aynı zamanda ötekidir ve bu bakımdan başka bir bilimsel bakış açısı ortaya koyma ve bunu tartışma imkânı verdiği için toplumsal ilişkile­ rin anlaşılmasına katkıda bulunur. Sosyoloji bilgisinin gereklerine uy­ gun olduğuna, soruşturmaya ve düşünceye dayandığına, ırkçı argü­ manlar da ortaya atmadığına göre, ne adına gözardı edilebilir? Gerard Noiriel “ uyrukluk” teriminin bir Avrupa dilinden öbü­ rüne geçerken, her ülkede farklı hukuksal ve toplumsal gerçeklikleri ifade ettiğini söylüyordu, haklı olarak.7 Bu çözümleme başka terimler­ le genişletilebilir. Eğer sosyoloji, belli bir ülkenin sosyolojisiyle karıştı­ rılırsa evrensel olmaktan çıkar. Toplumun kendisi gibi sosyoloji de, kendi ulusal göreliliğini tam anlamıyla göze almadıkça ve onu eleştir­ medikçe evrenseli hedefleyemez. Sosyoloji araştırması, antropologların aldığı radikal mahkûmi­ yet kararını onaylıyor mu; modern dünya, evrenselcilik iddiasına rağ­ men -y a da hatta, tam da bu iddia yüzünden- kendi değerlerine iha­ net edebilir mi? Irkçılık, sömürgecilik ve ulusçuluk yurttaşlar toplumundaki gerilimlerin zorunlu bir sonucu mudur? Evrensellik gönderi­ mi -tanım ı gereği gerçekleştirilemeyecek bu ilk e- sıradan bir maske 5 6 Bu konu için bkz. Jean-C laude Passeron’un M ax Weber için yazdığı önsöz, 1996, s. 47. Elbette, bu tür anlam am a durumları bütün yönlerde etkili olmaktadır. Deniş Lacom e, “ cumhu­ riyetçi model adın a” bütün Fransız entelektüellerinin Amerikan çokkültürcülüğünü öcü gibi gördüklerini ve onun, bizimkinden farklı olan bam başka bir tarihteki yerini anlam adıklarını or­ taya koyar (bkz. Lacom e, 1997). Kaldı ki, İngilizce yazılmış sosyoloji ile Fransızca yazılmış sos­ yoloji arasındaki güç eşitsizliği, İngilizce yazan bilim insanlarının Fransızca araştırm alardan ha­ berdar olmamasıyla sonuçlanm aktadır; oysa bunun tersi söz konusu değildir. 7 Noiriel, 1995. olarak yorumlanabilir mi, yoksa eşitsizlikler ve sömürülerle ilgili ger­ çekliği meşrulaştırmayı mı hedefliyor? Etnilerarası ilişkiler üstüne dü­ şünce, demokrasinin uç noktalarını ya da, Balibar’ın deyişiyle “ de­ mokrasinin smırları” nı8 sorgulamayı şart koşuyor. Marxçı düşünürlerin kullandığı klasik terimden yararlanarak “ burjuva yurttaşlığı”nı çözümlerken Pierre Bourdieu’nün Devlet yöne­ timi için önerdiği çözümlemeyi kullanacağım: “M arx gibi, bürokrasi­ nin kendisiyle ilgili vermek istediği resmi imgeyi ters yüz edenler, [...] yansızlıkla ve kamu malına karşılıksız bağlılıkla ilgili değerlere gönde­ rimde bulunma zorunluluğunun yarattığı apaçık gerçek etkileri bilmi­ yorlar; böylesi bir bağlılık, uzun simgesel inşa çalışmasının tarihi ilerle­ dikçe Devlet memurlarına giderek daha güçlü dayatıyor kendini ve bu çalışmanın sonunda, evrenselliğin ve genel çıkara hizmet etmenin orta­ mı olarak Devlet’in resmi gösterimi yaratılıyor ve kendini dayatıyor. [...] Sosyoloji vizyonu, idari hukukta ilan edilen biçimiyle resmi norm ile idari uygulamada bütün eksiklikleriyle karşılıksızlık konusunda ya­ şanan gerçeklik arasındaki sapmayı; yine bu resmi norm ile kamu hiz­ metinin özel çıkarlar için kullanıldığı bütün durumlar arasındaki sap­ mayı görmezden gelemez [...]. Ancak sosyoloji, bu normun etkileri kar­ şısında da duyarsız kalamaz; çünkü bu normun görevlilerden beklediği şu: Özel çıkarlarını görevlerinin usullerine feda etmeleri [...] ya da sos­ yoloji, daha gerçekçi bir üslupla, karşılıksızlık çıkarının etkileri ve bü­ rokrasi alanının paradoksal mantığı sayesinde daha da kolaylaşacak “saygın ikiyüzlülük” ün bütün biçimleri karşısında duyarsız kalamaz.”9 Sosyolog, ilan edilmiş normlar ile toplumsal işleyişteki gerçek­ likler arasında beliren sapmayı gün ışığına çıkarmalıdır; ancak bunu yaparken yurttaşın evrenselliğinin ilan edilmesiyle ortaya çıkacak “ apaçık gerçek etkiler” i bilmek, bütün insanların kendi eylemlerinde evrensel değerleri talep edebileceklerini unutmamak zorundadır.10 8 Balibaı; 1992. 9 Bourdieu, 1993, s. 6 1 -6 2, altını ben çizdim. ıo Bu kuramsal bölümün sunulm asında bana yardımcı olan Dominique Wolton’a teşekkür ederim. ONİKİNCİ BÖLÜM Yurttaşlık ve Etnilerarası İlişkiler emokratik uluslar, onların meşruluğunu temellendiren yurttaşlık ilkesi ile somut toplumun etnik sıfatıyla anılabilecek gerçeklikleri arasında gerilimin yaşandığı bir dönemden geçiyorlar. Bütün yurttaşla­ rın özel niteliklerinin ötesinde, onların eşitliğine gönderimde bulunuyor­ lar; oysa toplum çeşitliliklerden ve eşitsizliklerden oluşur. Öte yandan, evrenselliğe ve yurttaşlığın, ütopyadan başka bir şey olmayan akılcı so­ yutlamasına uyum gösteremiyorlar: Oysa hiçbir toplum kendi üyeleri arasında bağ kurmayı ihmal edemez ve bu bağ, yalnızca “ toplulukçu” ya da “ etnik” , yani doğrudan ve duygusal tipte olabilir. Demokratik uluslar yurttaşlıktan yararlanarak etnik ya da etnik-dinsel tutkuları ve kendi üyelerinin birbirinden uzaklaşan çıkarlarını aşmaya, çatışmaları hukukla çözmeye çalışıyorlar; oysa, ortak bir tarihten doğan ve geçmiş­ ten miras kalan siyasal kurumlara kazınmış topluluk kavramına baş­ vurmaksızın tutkuları ve çıkar çatışmalarını denetim altına alamayacak­ lar. Yurttaşlık projesinin bünyesinde evrensellik eğilimi barınır; buna karşılık her toplum özeldir. Demokratik toplumlar, Hukuk Devleti’ne dayanan siyasal örgütlenmenin akılcılığına ve yurttaşların eşitliğine baş­ vuruyorlar. Bu soyut ilkeye kaçınılmaz olarak ihanet edilmedi mi? Yurttaşlıktan yararlanarak bütün tikelcilik biçimlerini gerçek anlamda aşmayı ne ölçüde başarabildiler? Bu soruya cevap vermeye çalışmadan önce modern siyasal evrenselin anlamını, sonra da ilan edi­ len değerler ile uygulamalar arasında gözlemlenen sapmaların anlamı­ nı çözümlemek gerekir. Uygulamalar, ilkenin kendi değerini tartışmalı hale getirmezler mi ya da en azından onun yeniden düşünülmesini ve yeniden değerlendirilmesini sağlam aları gerekmez mi? Bu durumda, toplulukçu (com m unautarians) olarak nitelenen düşünürlerin izinden mi gitmek gerekir? Onların tasarlam aya çalıştığı siyasal örgütlenme tarzında -etn ik gerçeklikler ile bütün demokratik toplumlarda görülen yurttaşlık ilkesi arasındaki gerilimlerin ötesinde-, yurttaşlık onuru ve yurttaşın kendi varlığına bir anlam vermesini sağlayan özel bir kültür­ de bu onurun kök salması bir arada var olabiliyordu. SİYASAL DÜZENİN EVRENSEL BOYUTU Bütün tarihsel toplumlar tarihçilerin anlatıp yarattığı tekil tarihleriyle, küçük istisnalar dışında dilleriyle ve aynı zam anda projeleriyle ve siya­ sal kuramlarıyla özgüllük kazanırlar. Yurttaşlar toplumu bugüne dek hep ulusal bir nitelik taşımıştır;1 özel bir bölgede tarihin belli bir anın­ da doğmuş özel siyasal bir örgütlenmedir; başka hiçbir toplumla özdeş sayılamayacak kadar özgül bir doğası vardır ve ulusal kimlik, her bi­ reyin kimliğindeki boyutlardan biri olmayı sürdürür. Yurttaşlar toplu­ mu, evrenselcilikle ilgili gönderimleri hangi bakımdan kendi bünyesin­ de barındırır? Daha genel olarak, yurttaşlar toplumu hangi anlamda, modern evrensele ait bir gönderimi bünyesinde barındırır? Yurttaşın Evrenselliği Yurttaşlar toplumu demokrasi çağında, potansiyel olarak evrensel bir kapsayıcılık ilkesine dayanır: Bireyler arasındaki tarihsel, toplumsal ya da biyolojik farklar ne olursa olsun, kendi ilkesi bakımından yurttaşlık hepsine açıktır. Siyasal düzen, modern değerler adına nüfusları yurttaş­ ı Bir kez daha belirtelim, bu bağ tarihseldir ve zorunlu değildir. lık üstünden birleştirme tutkusunu taşır ve kendini böyle doğrular; on­ lar arasındaki somut çeşitliliklerin üstünden atlar, tikelliklerini aşar. Yurttaşlık bir kereliğine verilmiş bir ilke değildir, bunu böyle al­ gılamak özcü düşünceye boyun eğmektir; yurttaşlık bir tarihtir. Onun­ la ilgili verilmiş tanımlar birbiriyle örtüşmez; zaten bu tanımlar, farklı yaklaşımlar arasındaki çatışmaların ve uzlaşmaların ürünüdür. Tanımı zaman içinde gelişmiştir. Aynı ilkeler ilan edilmiş olsa bile, bunlar her ülkenin tarihsel geleneklerine göre farklı biçimlerde uygulanır ve aynı ülke içindeki uygulamada toplumsal hareketlerin gelişimine ve onlar arasında kurulan kuvvet ilişkilerine göre değişirler. Fransa’da 1789 devriminin insan ve mülk sahibi olan “yurttaş” ı ile 1848 devrimlerinin yurttaşı aynı değildir. Her ikisinde de kadınların dışlanması doğal sayılıyordu. Günümüzün her bir demokratik toplumunda yurttaşlık il­ kesinin uygulanması özel somut biçimler alır: Her birinin tekil siyasal kurumlan (siyasal partiler, seçim türü, parlementer gelenek, merkezi Devlet ile yerel yönetimler arasındaki ilişkiler, yurttaşların katılım tar­ zı) vardır. Ancak bu fiili farkların ötesinde, evrensel bir ilkeye kesin olarak gönderimde bulundukları ölçüde bütün demokratik ulusların hangi noktalarda ortak oldukları belirlenebilir.2 Evrensel seçimin tarihi, yurttaşlıkla ilgili potansiyel evrensel eği­ limi ortaya çıkarır. Tarihsel bakımdan yurttaşlar topluluğu, özerk ve sorumlu, yani tam anlamıyla “ insan” olarak görülen yegane kişiler­ den, aile başkanlarından oluşan bir topluluk biçiminde doğmuştur. Fransız devrimcileri yurttaşın evrensel olduğunu ilan ettikten sonra “ etkin yurttaşlar” kavramını ortaya attılar; bu kavram çocukların, akıl hastalarının, yoksulların, yerleşik olmayanların (hizmetçiler, göçe­ beler ve serseriler), kadınların, yabancıların ve kölelerin (yani Siyahla­ rın) yurttaşlıktan yararlanmalarına izin vermiyor, onları “ alt-insan” statüsünde görüyordu. Bu farklı kategorilerin yavaş yavaş yurttaşlar topluluğu kapsamına alınması, her zaman bir sınav niteliğinde olmuş­ tur -v e pek çok zaman olmaya devam etmektedir-; çünkü her seferin­ 2 Yurttaşlar C em aatin d e yapm aya çalıştığım da buydu. de ve farklı biçimlerde doğal, yani normal olarak algılanan toplumsal düzenin evrensel kapsam a tutkusuyla çeliştiği sanılmıştır. San Martin 1821’de Peru’nun bağımsızlığını ilan ederken şu açıklamayı yapıyor­ du: “ Bundan böyle yerliler Kızılderili ya da yerli halk olarak anılma­ yacaktır; Peru’nun çocuklarına ve yurttaşlarına, bundan böyle Perulu­ lar denilecektir.”3 Sonraları tarih nasıl biçimlenmiş olursa olsun San Martin, yurttaşlıkla ilgili evrensel eğilimi ortaya koymadan Peru ulu­ sunun bağımsızlığını ilan edemezdi. Oy hakkı herkese verilmemiş de olsa, bu hakka ilişkin ilke, evrensele duyulan özlemi ortaya koyuyor­ du.4 Fransa’da, evrensel düzeydeki argümanlar sayesinde, işçiler ve köylüler 1 848’de, kadınlar 1945’te, gençler ve uyrukluğa yeni girenler 1974’te oy hakkı elde edebildiler. Yine bu evrensel eğilim sayesinde sö­ mürge halkları, sömürgecilerin yalnızca kendilerine layık gördüğü yurttaşlık haklarını talep edebildiler. Oy hakkı, yurttaşlar topluluğu düşüncesini ifade etmekle sınır­ lıdır. Günümüzde yurttaşlık, yurttaş olmayanların dışlanmasına dair bir ilke olarak düşünülür; bu da, dışlamanın ve içselleştirmenin diya­ lektiği düşünülmediği için yurttaşlık düşüncesinde yaşanan bunalımın belirtisinden başka bir şey değildir.5 Tanım gereği her örgütlenme, ba­ zılarını içselleştirirken bazılarını da dışlar. Demokratik Ulus- Devlet, siyasal uygulamalarda yurttaşların içselleştirilmesi, yurttaş olmayanla­ rın da dışlanması ilkesine dayanır. Siyasal yaşama eşit katılımlarını sağlayarak birincileri içselleştirirken, İkincileri doğrudan doğruya yurttaşlığa bağlı uygulamalardan dışlar ve başka bir toplum bünyesin­ de bundan yararlandıklarını varsayar. Hukuksal bakımdan her birey bir uyrukluğu ve buna bağlı yurttaşlık haklarını hak eder. Din, hane­ danlık ya da etni ilkelerine dayanan diğer siyasal örgütlenmelere göre modern yurttaşlığın ayırt edici özelliği, potansiyel açıklığıdır. Yurttaşlar toplumu hukuksal ve siyasal bağlamda tanımlandı­ 3 4 5 Anderson tarafından aktarılm ış, 1983, s. 63. Rosanvallon, 1992. Yeni yurttaşlıkla ilgili bütün literatürün teması budur {bkz xı. Konu); örneğin Brubaker (yöne­ timinde), 1992. ğında, özel nitelikleri ne olursa olsun, siyasal yaşam a katılabilecek ve yurttaşlar topluluğunun parçası olabilecek herkese açılma eğilimi gös­ terir. Yurttaş ise, hukuk tarafından güvence altına alınmış ve onaylan­ mış haklar ve görevler kümesiyle tanımlanır; yurttaş, kendi somut ni­ teliklerinin berisinde ve ötesinde, özel bir kimliği ya da niteliği olma­ yan soyut bireydir. Varoluşundaki iktisadi ve toplumsal koşullan, cin­ siyeti ya da özel bir tarihsel ortaklaşmaya aidiyeti ne olursa olsun, her yurttaş aynı haklardan yararlanır ve her yurttaşın aynı yükümlülükle­ ri yerine getirmesi, aynı yasalara uyması gerekir. “ Etnik” , kendinin bilincinde olan, ancak uluslararası düzeyde egemen siyasal bir bütünlük olarak tanınmayan tarihsel bir ortaklaşma­ ya aidiyet olarak tanımlandığına göre, tanım gereği ulus da yabancılara etnik gruplardan daha açıktır. Her ne kadar adaylardan beklenen gerek­ ler her ülkede farklı olsa da Fransız, İsviçreli ya da Alman uyruğuna ge­ çilebilir. Buna karşılık, ancak doğum yoluyla örneğin Korsika halkından olunabilir, başka bir yoldan Korsikalı olunamaz. Eğer Korsika egemen bir ulus halinde oluşmuş olsaydı, bazı bireylerin o uyruğa geçebilmesi için hukuksal ve idari koşullar koyma gereğini görmezden gelemezdi. Hahamlar, dinsel gelenekte tanımlandığı biçimiyle Yahudi halkına dahil olmayı zorlaştırıyorlar; ancak Yahudi halkını bir araya getirmek için kurulmuş İsrail Devleti, hahamlar kurulunun Yahudi olarak kabul et­ meyeceği çok sayıda bireyi İsrail yurttaşı olarak kabul ediyor. Bu potansiyel açıklıktan söz edilmesi, açıklığın fiilen var olduğu anlamına gelmiyor. Yurttaşlık yere, zamana ve yöneticiler ile kamuoyu­ nun algıladığı biçimiyle her ulusun çıkarına göre çeşitli yollarla elde edi­ lebiliyor. Uyrukluk hukuku da bu koşulları yansıtıyor. Her demokratik Ulusal Devlet, hukuk tarafından belirlenmiş belli sayıda koşulun yerine getirilmesi karşılığında yabancıların siyasal topluluğa girme hakkını ka­ zanmasını öngörüyor. Hukukun evrensel bir boyutu var. Koşullar bir ülkeden öbürüne değişiyor: Birleşik Devletler’de uyrukluk hakkı yalın biçimde ju s soliyi tanıyor; Fransa mevzuatında toprak hakkı koşullu olarak tanınıyor, oysa örneğin Almanya ve İsviçre toprak hakkının dik­ kate alınmasını kabul etmiyor. Somut yaşam da bir ülkede öğrenim gö­ ren, yani toplumsallaşmış yabancılara ya da o ülke uyruğundan bir ka­ dın ya da bir erkekle evlenmiş olanlara haklar tanınıyor; belli bir süre ulusal topraklarda yaşamış ve ortak siyasal kültürün temel araçlarını kullanabilenlere uyrukluk olanağı veriliyor. Her ne kadar, ilkesel olarak uyrukluk herkese açık bir hak olsa da, ulusal topraklarda yaşayan bi­ reylere koşulsuz uyrukluk verilmesi gerekmiyor. Bunun, genel ile evren­ sel olanı birbirine karıştırmak ve uyruklar ile yabancılar, siyasal toplum ile somut sivil toplum arasındaki ayrımları inkâr etmek, siyasal meşru­ luğun temellerini atan yurttaşlar topluluğu düşüncesinin kendisini tar­ tışmalı hale getirmek demek olduğu öne sürülüyor. Amerikalı araştırmacıların benimsediği anlamda “ ulusçuluk” , yani ulusal bağ, “eskiden topluluklar içindeki dayanışmaların yerini alan ideolojik bir yapı”6 olarak ortaya çıktı. Fred Schauer çokdilli ve çokkültürlü bir toplum sayılan, ancak duygu ve topluluk bağları zayıf olan Birleşik Devletler’de yurttaşlığın bütünleştirici bir rol oynadığını vurguluyordu. Etni, cinsiyet, din ve dil kökenleriyle ilgili farklar Ame­ rikalıları bölüyor, diyordu, yurttaşlık ise bu farkların aşılmasını sağlı­ yor ve ortak bir anlaşma zemini oluşturuyor. Dolayısıyla, yurttaşlık yeni gelenlere açık olmalıydı, ancak fazla da açık olmamalıydı, aksi takdirde toplumun üyeleri arasında duygusal bir bağ yaratamaz hale gelirdi.7 Bu çözümleme yalnızca Birleşik Devletler’i kapsamaz. Günü­ müzde bütün demokratik toplumlarında meşruluk ilkesi siyasallaşmış, yani ulusallaşmış olduğu için, yurttaşlık da toplumsal bağın kaynağı halini almıştır. Birlikte yaşamak hep birlikte yurttaş olmak demektir. Ancak aynı zamanda, bu bağ hukuksal ve soyut bir yapıda olduğu için insanları birleştirmekte yetersiz kalma tehlikesini her zaman taşır: Do­ layısıyla, yurttaşlar arasında daha duygusal, “ topluluğa özgü” bir bağ yaratmak için yurttaşlar ulusunun da sayısız etnik boyutu sürdürmesi gerekir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, etnik ile yurttaşlık arasındaki bu diyalektik, demokratik toplumun ayırt edici özelliğidir. 6 Brubaker (yönetiminde), 1992, s. 30. 7 Schuck tarafından aktarılmış, Brubaker’de (yönetiminde), 1992, s. 62. Yurttaşlar toplumu, yurttaşlığın soyutlanmasına dayanarak ör­ gütlenmiş, yani evrensel, saf bir yurttaşlık projesi değildir ve olamaz. Yurttaşlık düşüncesi, £ric Weil’ın doğal hukukla ilgili formülü uya­ rınca, hiç kuşkusuz “ sağduyulu ve özgür varlıkların eşitliği ilkesi” ne dayanır; ancak açıktır ki, bu haliyle asla gerçekleştirilemez. Aksi tak­ dirde, evrensellik eğilimi ile tarihsel gerçeklik birbirine karıştırılmış olur. Somut ulus bir tikelliktir. Ulusal bir topluma katılım somut ola­ rak tikel ya da tikelleştirici olan, etnik ya da “ topluluksal” diye nite­ lendirilebilecek her tür öğeye dayanır: Aynı dilin konuşulması (istis­ nai haller dışında), bütün uyrukların aynı kültürü ve tekil tarihsel bir belleği paylaşmaları, genel olarak kesinkes siyasal nitelikteki uygula­ m alardan geçip, okul ya da işyeri gibi aynı kurumlara katılmaları. Onları birbirinden ayıran farklar ne olursa olsun, uyruklar arasında kendiliğinden kurulan yakınlık bu özgül toplumsallaşmanın ve somut ulusal bir toplumdaki ortak yaşamın ürünüdür. Her birey, kendine yakın dünyayı oluşturan şeylere doğal olarak bağlıdır ve kolektif kim­ liğe bağlı olarak kendi bireysel kimliğini bu dünya içinde oluşturur. Her birey, kendi kimliğinin boyutlarından biri olan ulusunu kendi benliğinde bulur. Avrupa’da ulus, kolektif belleğin ve tarihsel kimli­ ğin mekânı olan kültür topluluğunun ta kendisidir. Fakat aynı zaman­ da yurttaşlık projesidir, yani evrensellik eğilimi taşır. Diğer siyasal ör­ gütlenme biçimlerine göre demokratik ulus düşüncesinin tekilliği, yurttaşlık bağının ve yurttaşlık ilkesinin son tahlilde, tarihsel ya da dinsel tikelliklerden, ev ya da klan içi dayanışm alardan üstün olması­ na bağlıdır. Yurttaş Olmayanların H aklan Her ne kadar, demokratik bir ulusta yalnızca ona bağlı yurttaşlar siya­ sal haklardan tam anlamıyla yararlansalar da düzenli durumda olan, ancak yurttaş olmayan bütün yabancılar da, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yavaş yavaş hazırlanan mevzuat sayesinde medeni, iktisadi ve toplumsal bakımdan uyrukluk hakkından yararlanabiliyorlar. M o­ dern yurttaşlığın ikinci evrensel boyutu da budur. Yabancılar, bütün bireysel özgürlüklerden yararlanabiliyorlar: Girip çıkmak, evlenmek, polis tarafından gözaltına alındıklarında suç­ suz kabul edilmek ve adaletin huzuruna çıkarılmak, bir avukatın savun­ masından yararlanmak, vb. Medeni haklara iktisadi ve toplumsal hak­ lar eklendi. Önceleri, sosyal koruma alanında alman ilk önlemlerden yalnızca uyruklar yararlanabiliyordu. Fransa’da, III. Cumhuriyet döne­ minde, iş kazaları (1898), yaşlılar ve yoksullarla (1905) ilgili büyük top­ lumsal yasalar yalnızca Fransızları kapsıyordu. Sendikaları konu alan 1884 yasası yabancıları yönetici mevkilerden dışlıyordu, iş mahkemele­ ri yasası da onların temsilcilik seçimlerine katılmalarını yasaklıyordu. Savaşın sona ermesiyle birlikte yabancıların Avrupa’daki statüsü, kade­ meli olarak hukuksal bakımdan asimile edilmeleri ilkesi uyarınca deği­ şikliğe uğradı ve yabancılar ücret, çalışma hakkı ve toplumsal güvenlik alanlarında uyrukların haklarına yaklaştılar. Yabancıların toplumsal haklarıyla ilgili mevzuatın tamamı, 60 ’lı yıllarda Avrupa mevzuatı tara­ fından benimsendi. Avrupa Adalet Divanı, Avrupa İnsan Hakları Sözleş­ mesi adına, ister uyruk olsun ister yabancı, düzenli konumda olan her­ kesin medeni, iktisadi ve toplumsal haklar bakımından eşit olduğu ilke­ sine uygun davranmayan bütün Devletler’i mahkûm etme yetkisini aldı. Medeni, iktisadi ve toplumsal alanlarda hak eşitliğini savunan mevzuat şu temel ve evrensel düşünceye dayanır: Yurttaşın özel bir si­ yasal örgütlenmeye katılmasından doğan haklarının üstünde ve ötesin­ de, insan olmaktan doğan hakları vardır. Yabancılar bu haktan mah­ rum bırakılamaz çünkü, hiç kuşkusuz uyruğa göre eksik sayılabilecek insanlar değillerdir. Yabancıların insan olmaktan doğan haklarına say­ gı göstermek, bir bakıma modern demokrasilerin dayanağı olan değer­ lerin bir kez daha doğrulanmasıdır; her ne kadar ilan ettikleri değerle­ re ihanet etme riski taşısalar ve hatta sık sık ihanet etseler de. Yurttaş haklan ile insan haklarını birbirine karıştırmamak gerekir, ancak in­ san hakları olmaksızın gerçek anlamda yurttaş hakları da olamaz. Şu­ nu da eklemek gerekir ki, yurttaş hakları olmaksızın insan haklarının somut anlamı olamaz ve savaş sırasında Yahudilerin yaşadığı deneyim bunun trajik bir kanıtıdır. Ulus-Devlet’in benimsediği yurttaşlık düşüncesinde eksik kalan iktisadi ve toplumsal haklar, 1948’de kabul edilen İnsan Hakları Evren­ sel Bildirgesi ile düzeltilip tamamlandı ve Avrupa kurumlarının güven­ cesi altına alındı. Bu durumda, önceki bölümde sözü edilen ve siyasal yurttaşlığın yerine iktisadi uygulamaların gerçekliğini, medeni yurttaş­ lığın yerine oturma-yurttaşlığını koymayı öneren “yeni” yurttaşlık dü­ şünürlerinin çözümlemelerini, yine de benimsememiz gerekiyor mu? Oturma-Yurttaşlığı mı, Medeni Yurttaşlık mı? Bir başka ifadeyle, ister demokratik olsunlar ister modern ya da postmodern, insan toplumları salt siyasal boyutu bertaraf edip kendilerini maddi çıkarlara indirgeyebilirler mi? Bunu yaptıklarında, insanların etnik-dinsel tutkularını denetim altına alacak, doğaları gereği ayrıksı ya da karşıt olan bireysel ve grupsal çıkarlar arasında hakemlik yapa­ cak, dış tehlike karşısında enerjileri seferber edecek meşru merciler de kalmazdı. Düzeyi ne olursa olsun -u lu s-altı ya da ulus-üstü düzeyde olabileceği gibi, Ulus-Devlet düzeyinde de olabilir-, siyasal uzamın so­ mutlaşabileceği; tercihler, hakemlikler, baskılar ve var olma iradesi uzamının somutlaşabileceği bir ortamın bulunması gerekir. Kuram la­ rın, yurttaşlık ilkesinin uygulanmasını güvence altına alacakları bir or­ tamın olması gerekir. Öyle kurumlar gereklidir ki, aldıkları kararlar ve uyguladıkları baskıyla yurttaşların gözünde meşru kabul edilsinler; sırf, seçtikleri yöneticiler kendilerini düzgün biçimde temsil ettikleri yargısına vardıkları için. Avrupa ölçeğinde yepyeni bir siyasal bütün­ lük oluşturmayı iktisadi işbirliğinin ve toplumsal güvenlikteki yayıl­ manın sıradan bir ürünü olarak görmek, siyasalın iktisada indirgene­ bileceğim düşünmek mümkün mü? Demokratik siyasal düzenin, yurttaş ile somut birey arasındaki ayrıma dayanmasından vazgeçilebilir mi? Bu düzenin, Hegel’in ortaya koyduğu ve M arx’ın Yahudi Sorunu’nâa. yeniden ele aldığı bir ayrımın uzantısı olmasından; sivil toplumun üyesi (bürgerliche G esellschaft) ile seçimler aracılığıyla Devlet’in evrenselliğine katılan yurttaş arasındaki ayrımın uzantısı olmasından vazgeçilebilir mi? Siyasal toplumu eritme­ den bunun gerçekleşebileceğine inanmıyorum. Siyasal bir ortaklaşma­ ya katılmak, doğası gereği somut topluma ait olmaktan farklıdır. İkti­ sadi ve toplumsal haklar, siyasal haklarla aynı nitelikte değildir. Geniş anlamda toplumsal güvenlik siyasal yurttaşlık ilkesinin zaman bakı­ mından kaymış bir sonucudur: Bütün yurttaşların eşit onuru düşünce­ sine dayanan toplum, üyelerinden her birinin kendi somut var olma koşullarını güvence altına almalıdır ki, yurttaş da kendi haklarından gerçekten yararlanabilsin ve yurttaşlık biçimsel bir yapı olarak kalm a­ sın. Haklar-yükümlülükler öncelikle haklar-özgürlüklerin ya da siya­ sal hakların uygulanmasının koşullarıdır. Uyrukluk hakkı etni, din ya da kültür farklarının ötesinde, yurttaşlar topluluğuna katılabilecek bü­ tün bireylere açık olmalı, bununla birlikte etnik, toplumsal ya da din­ sel düzeyde değil siyasal ve medeni düzeydeki gereklilikler tarafından denetim altında tutulmalıdır. Demokratik düzen, “ doğal olarak” eşitsiz ve hiyerarşik olan “ doğal” toplumsal düzenin altüst edilmesine yönelik bir projedir ve Louis Dumont’un hatırlattığı gibi yaratıcı bir ütopyadır. Sosyoloji so­ ruşturmaları ve hatta günlük gerçekliğin yalın gözlemi bile, yurttaşlık ilkesindeki ve onun evrensel boyutundaki eksikleri, sınırları ve hatta ihanetleri açıkça gösterir. Ancak yine de gidişatı kesintiye uğratma­ mak, bu bölümün başında Pierre Bourdieu’den aktarılan deyimle ev­ rensel değerlerin ilan edilmesi sonucu ortaya çıkan “ gerçek etkiler” i görmeyi reddetmemek gerekir. Evrensel gönderimi -tanım ı gereği ger­ çekleştirilemeyecek bir ilke o larak-, eşitsizliklere ve sömürülere ilişkin gerçekliği meşrulaştırmayı hedefleyen bir maske olarak yorumlanamaz yalnızca. Bireylerin evrensel değerlere başvurarak, tikellikler dünyasın­ dan daha az eşitsiz ve daha az adaletsiz bir yurttaşlar toplumu oluştur­ ma doğrultusunda mücadele verebilecekleri unutulmamalı. Yurttaşlar toplumu tekil bireyler ile özel gruplar arasındaki alışverişin koşuludur, onlara ters düşmez. Ulus-sonrası yurttaşlıkla ilgilenen kuramcılar başka bir sorunu ortaya çıkardılar. Ulusal aidiyet ile salt siyasal bağlılığı birbirinden ayır­ mak mümkün müdür? Demokratik toplum, Habermas’ın kendi ifade­ siyle bir “ iletişim uzamı”nın, öznelerarası bir uzamın var olmasını ge­ rektirir. Yurttaşların, siyaset insanlarının ve uzmanların, ortak yaşamın sorunlarını ele almak için, bireyler ve gruplar arasındaki çatışmalarda hakemlik yapmak için, anlaşmaya varmak için konuşabileceği, birbiri­ ni anlayabileceği ve şiddet kullanmaksızın birbirini ikna etmeye çalışa­ bileceği soyut ve somut ortamların olması gerekir. Bu da bütün bireyle­ rin, ortak bir dili olmasa da ortak bir ifadeyi, ortak kültürü ve değerle­ ri paylaştıklarını varsayar; aksi takdirde, demokratik uygulamayı ta­ nımlayan diyaloğun ve müzakerenin ortamı kurulabilir mi? Soyut ilke­ ler üstüne kurulmuş salt medeni bir toplum, etnik-dinsel aidiyetlerden doğan tutkuları denetleme gücünü bulamaz kendinde. Soyut ilkelere (insan haklarına ve Hukuk Devleti’ne saygı, “ anayasal vatanseverlik” ) entelektüel bakımdan duyulan, kuşkusuz mantıklı olduğu kadar arzu da edilen bağlılık, en azından öngörülebilecek bir gelecekte siyasal ve u lu sal- kültürel geleneğin içselleştirilmesinden doğan siyasal ve duygu­ sal seferberliğin yerini alamaz. Ulusa özgü soyut/somut -etnik aidiyetin somutu dışındaki- sınıf bilinci, Hukuk Devleti ya da insan hakları gibi soyutlamalardan daha fazla seferber etme özelliği taşır. Benedict Anderson’ın nükteli bir dille söylediği gibi “ Who will ıvillitıgly die fo r Comecon or EEC}” . Fransız Devrimi’nin ilk yıllarında olduğu gibi sosyolog değil de, çoğu felsefeci ya da hukukçu olan ulus-sonrası yurttaşlık yan­ daşları bütün somut toplumlarda, yalnızca etnik nitelikteki gerçeklikle­ ri küçümseme eğilimi göstermiyor, daha da önemlisi bu etnik gerçeklik­ leri somut siyasal örgütlenmeyle, hatta yurttaşlık ilkesiyle ilgili örgüt­ lenmeyle bütünleştirmenin gereğini azımsamıyorlar mıydı? Hiçbir top­ lum salt yurttaşa dair olma özelliği gösteremez. Evrensel bir ilkedir, so­ mut bir gerçeklik değildir. Yakın bir gelecekte, ortaya attığı öneriler ne denli saygın ve hatta arzu edilir olsa da, yalnızca akla dayanan kanaat­ lerin dayattığı siyasal bir iradenin var olabileceği düşüncesi bir ütopya değil midir? Bugün hâlâ siyasal ulusu tanımlamaya devam eden değer­ ler, gelenekler ve özgül kurumlar kümesinden doğmamış bir siyasetin, yakın gelecekte var olabileceği düşünülebilir mi? Her örgütlü demokra­ tik toplumda, onun ayrılmaz bir parçası olan etnik (kültürel, dinsel ya da tarihsel) öğeler ve bir yurttaşlık ilkesi vardır. Siyasal örgütlenme, Elias’m “ insan toplumunun duygusal arzusu” olarak nitelendirdiği ihtiya­ ca karşılık vermeyi ihmal edemez. Kaldı ki, onun da belirttiği gibi “ Biz kimliğinin duygusal rengi, ulus-sonrası bütünleşme biçimleri söz konu­ su olduğu ölçüde hızla zayıflıyor.”8 Gerçekten de yurttaşlık, Ulus-Devlet düzeyinde uygulanmak zo­ runda değildir; ayrıca, kültürel topluluk ve hukuksal bağ anlamında yurttaşlık ile uyrukluğun birbirine karıştırılması ulusçuluk çağına ve bu çağda yer alan Ulus-Devletler’in toplumsal felsefesine özgüydü. Ulus ile yurttaşlık arasındaki bağ mantıksal değil tarihseldir. Ancak şu tarihsel olgu da ihmal edilmez: Bugüne dek yurttaşlık, her zaman ulus düzleminde uygulanmıştır. İnsan toplumları, hiçbir zaman tabulae rasa e olmamışlardır. TİKELLİKLERİN AŞKINLIĞI Tikelliklerin yurttaşlık sayesinde aşılması hem demokratik toplumlara özgü bir düşüncedir hem de bu toplumlara özgü bir ideali. Böylesi bir aşkınlığın etkilerini ve başarısızlıklarını değerlendirmek için, tarihsel deneyimden ve sosyolojik çözümlemeden yola çıkılarak şu çözümleme­ nin yapılması önem kazanır: Yaratıcı yurttaşlık ütopyası, hangi yolu iz­ leyerek ve hangi ölçülerde, bir yurttaşlar topluluğu halinde gruplaşmış nüfusların tikelliklerinin üstesinden gelmeyi gerçekten başarabilmiştir. Gerçekten de, siyaset marifetiyle aşkınlık ilkesi ile bireylerin egemenli­ ğine ilişkin demokratik düşünce arasında bir gerilim vardır. Yöneticiler yurttaşlık ilkesi doğrultusunda olduğu haliyle siyasetin temsilcileri ol­ maktan ibarettirler -R ousseau’nun genel isteği de budur-; ne var ki de­ mokrasiye özgü değerlere bakıldığında, özel gruplara ait bireylerin bu aidiyet yüzünden, ne gerçek ne de simgesel anlamda kamu yaşamından dışlanmaması gerektiği ortaya çıkar. Elbette siyasal kurumlar, gerçek toplumu oluşturan çeşitli nüfusların görüntüsünü yansıtan sıradan bir ayna olmakla yetinemezler, ancak kendilerini tikel gruplara da adaya- mazlar. Siyaset marifetiyle aşkınlığı kapsayan ve cumhuriyetçilik niteli­ ğiyle birlikte anılabilecek ilke ile demokratik özlemler arasındaki bu ge­ rilim, bireyleri toplumsal-iktisadi niteliklerine, cinsiyetlerine9 ya da bağlı oldukları tarihsel ortaklaşmaya, göre yapılmış yurttaşlık tanımla­ masını kapsayan farklı etkilerin asıl nedenidir. Toplumsal-İktisadi Ayırt Edici Özellikler Yurttaş bireylerin medeni ve siyasal eşitliğinin ya da koşullardaki eşit­ liğinin ilan edilmesinden sonra ortaya çıkan en anlamlı bölünme, Tocqueville’in deyimiyle, sınıflara göre bölünmeydi. Öte yandan, varoluş­ taki maddi dönüşüm ve sanayileşmeye bağlı olarak yaşam da müthiş değişikliklerin ortaya çıkması, toplumsal sınıfların oluştuğunu savu­ nan görüşü destekledi. Sınıflara ve etnik ya da ırksal gruplara göre ortaya çıkan bölün­ meler arasındaki ilişkiler üstünde uzun uzadıya tartışıldı; uzun yıllar sosyoloji sorgulamasının can damarını oluşturan toplumsal sınıflar so­ runu bağlamında, bu ilişkileri ele almıştık. M arxçı sosyologlara göre belirleyici olan sınıftı; “ etnisist’Mere göre, sanayi sonrası toplumun mantığı yaygınlaştıkça sınıf çatışmaları zayıflıyordu, tarihsel ortaklaş­ ma ayrımına göre bölünmeler ilk kez ya da yeniden üstünlük kazanı­ yordu. Amerikan deneyiminden yola çıkan pek çok araştırmacı, birin­ ci ya da ikinci değişkeni temel alan bir tartışmada yer almaya çalıştı­ lar. E thnclass kavramının ortaya atılması (Milton Gordon) bunun bir örneğidir. William J. Wilson’ın, bireylerin toplumsal kaderini belirle­ mede ırkın ve toplumun göreli önem taşıdığını savunan tartışmalı ki­ tabı, çok daha eski bir sorgulamanın uzantısıydı. Bütün modern toplumlarda bölünmeler ve eşitsizlikler fiilen bir­ leşirler; bunlardan bazıları bireylerin tikel tarihsel ortaklaşmalara ait ol­ malarından doğarken, diğerleri de maddi kaynakların ve iktidarın dağı­ lımına ilişkin nesnel eşitsizliklerle ortaya çıkar. Bu çeşitli eşitsizliklerin nesnel sonuçları ve algılanışları iç içe girmez, ancak hiçbir zaman, bir­ 9 Cinsiyetin toplumsal bir inşa olduğunu vurgulam ak için benimsediğim ve İngilizce yazılmış fe­ minist incelemelerde yer alan gen d er sözcüğünü böyle çevirdim. birlerinden tümüyle bağımsız da değillerdir. Amerikan toplumunda İtal­ yan ve Japon göçmenlerin çocuklarının başarısı, egemen toplumsal gös­ terimleri değişikliğe uğratmıştır. Birleşik Devletler’de uzun süre üstünde durulan ırk-etnik grup/sınıf tartışması, yalın bir formülle özetlenemez ya da sonuçlandırılamaz, çünkü toplumsal gerçeklik bu iki boyutu, çe­ şitli toplumların kendi tarihine göre farklı tarzlarda harmanlar.10 Toplumsal aidiyetlerin ulusal yurttaşlık marifetiyle aşılması, ilk marxçı çözümlemelerin tersine etkili olmuştur. Kuşkusuz farklı top­ lumsal sınıflar, ulusların oluşumu süreciyle eşitsiz bağlar kurmuş, ulus imgelemine eşitsiz ölçüde katılmışlardır. M ax Weber’in, çıkarları ve idealleri ulusal oluşuma sıkı sıkıya bağlı olan grupların; askerlerin, en­ telektüellerin ya da kapitalist girişimcilerin ulusa bağlılığını çözümler­ ken ortaya attığı görüşler, tarihçilerin çözümlemeleriyle doğrulandı. Bununla birlikte Weber şunun da altını çiziyordu: En mütevazı birey­ ler bile, ulusal ya da etnik tutkularını ortaya koymakla, kendi saygın­ lıklarını ifade etmenin ayrıcalıklı bir yolunu da bulmuş oluyorlardı. Böylelikle işçi hareketi, evrensel oy hakkında simgeleşen yurttaş hak­ larını elde edince halk da giderek “ ulusallaştırıldı” ; işçi Enternasyonelleri, ile yaygınlık kazanan ideolojiye rağmen Avrupa’daki bütün işçile­ rin 1914 savaşına isyan etmeden katılması bunun kanıtıdır. Siyasetbilimcilerin daha yakın tarihte yaptığı soruşturmalar işçi kesimlerinin ne kadar vatansever olduğunu ve bu kesimlerde ifadesini bulan yabancıdüşmanlığmı ya da ırkçılığı ortaya çıkardı. Doğrudan toplumsal reka­ bet içinde oldukları ve bazen birlikte yaşam aya mahkûm oldukları duygusuna kapıldıkları için “yoksul Beyazlar” ın, Siyahlara karşı ne kadar düşmanca bir tutum içine girdikleri, araştırm alarda sık sık ele alman temalardan biridir. Yakın bir tarihten beri bu tutumun, üst ka­ tegoriler tarafından ilan edilen liberalizme ters düştüğü ve bu kategoıo Çoğu kez sosyolojik bir özellik taşıyan Yahudi m izahına başvurmak gerekir: Yoksul bir “çı­ f ıttır , küçük burjuva wYahudi”dir, burjuva “İsrailliydi^ milyoner ise Rothschild. Ancak tarih göstermiştir ki Rothschild’lar, bazı koşullarda Yahudi olm aktan vazgeçmemişlerdir. Caroline F. W are’in dikkat çektiği başka bir nokta da, Polonya-Amerikalı bir hekimin ya da bir iş adam ı­ nın Amerikalı olduğu, aynı kökenden bir işçinin ise “ Polak” olduğudur (Sollors tarafından ak­ tarılmış, 1996, s. xıv). rilerin damgalanmış nüfuslarla yakınlık kurmadıkça ve toplumsal re­ kabete girmedikçe daha da liberal bir tutum takındıkları görülmüştür. Birleşik Devletler’de, ne işçiler ne de Siyahlar, marxçıların eleştir­ diği “ burjuva yurttaşlığı”nı küçük gördüler ve oy hakkının önemini in­ kâr ettiler. Hatta Black Pou/er kuramcıları, Beyazların gösterdiği düş­ manca ve aşağılayıcı tutum karşısında Siyahların kendi saygınlıklarını savunabileceklerini ileri sürdüler. Elbette bu, oy hakkının demokratik iş­ leyişi güvence altına almakta yeterli olacağını söylemek değildir. Üretim ve emeğin değeri çevresinde örgütlenmiş toplumlarda karnını doyurabi­ lecek kadar yemek yiyemeyenler, işsiz olanlar ya da onurlu bir biçimde hayatını kazanma imkânı olmayanlar, diğer toplumlarda olduğundan daha fazla gerçek yurttaşlık hakkından mahrum kalmaktadırlar. M arxçı eleştiri, bireyin maddi koşullarındaki saygınlığın yurttaş olma saygın­ lığının bir koşulu olduğunu vurgulamakta haklıdır. Ne var ki buradan, yurttaşlığın yalnızca biçimsel bir nitelik olduğu sonucu çıkarılamaz. Yurttaşlık ilkesi demokratik toplumlara şunu dayatır: Her bire­ yin kendi haklarını fiilen kullanma ortamı bulabileceği yaşam koşulla­ rını güvence altına almak. Siyasal ve hukuksal eşitlik, aynı zamanda iktisadi ve toplumsal koşullan daha az eşitsiz hale getirmeye çalışacak bir eylem içine girilmedikçe toplumsal bağın ilkesi olamaz. KoruyucuDevlet’in gelişimi, yurttaşın eşitliğinin ve meşruluğunun ilan edilmesi­ nin, farklı bir zamanda ortaya çıkan sonucudur. Nitekim işçi partileri de, yurttaşlık düşüncesine ve onun evrensellik eğilimine dayanarak mücadele etmiş ve bu mücadeleler sayesinde işçi sınıfı demokratik top­ lumla bütünleşebilmiştir: İşçi partileri, demokratik toplumların meşru­ luğunu temellendiren ilkeler adına siyasal yapıların kendi lehlerine değitirilmesini talep etmişlerdi. Yurttaşlık ilkesinin bünyesinde yer almış­ lardı. Yurttaşların iktisadi ve toplumsal koşullarını iyileştirmeye çalı­ şan ve “ Koruyucu-Devlet” terimiyle simgeleşen siyaset, yurttaşlığın so­ mut olarak hayata geçirilişinin hem bir koşuludur hem de bir sonucu. Gerçekten de, Batı demokrasilerinin iktisadi bakımdan geliştiği M uh­ teşem Otuz Yıl boyunca bu siyaset, en mütevazı nüfusları ulusal ortak­ laşma içinde bütünleştirmiştir. Kökene ilişkin tarihsel ortaklaşma, hiçbir zaman toplumsal ya­ pının bölünmelerinden ve eşitsizliklerinden bağımsız değildir ve aynı zamanda özgül bir siyaset tarihinin ürünüdür. Sömürge toplumundaki kölelerin ya da eski yerlilerin soyundan gelenler, sömürge-sonrası top­ lumda toplumsal bakımdan aşağıda oldukları düşüncesini içselleştirmeyi ve sömürge geçmişinden miras kalmış bir ırkçılığın sonuçlarına maruz kalmayı sürdürüyorlar. Başka bir deyişle, hiçbir kuram, top­ lumsal bir örgütlenmede bireylerin konumuna bağlı eşitsizliklerin ve tikel bir tarihsel ortaklaşmaya, ait olmalarından doğan, -etnik-ırksal bir düzenin olup olmamasına göre farklılaşan- eşitsizliklerin hangi yollarla içiçe geçtiklerini hesaba katamıyor. Kuram meraklılarını hayal kırıklığına uğratma pahasına, Thomas Pettigrevv’un “ etkileşimci” pa­ radigmasına katıldığımı söyleyeceğim; buna göre, sınıf ve ırk -bence: Kökenle ilgili tarihsel ortaklaşm a-, dinamik bir ilişki kurarak karşılık­ lı birbirini etkiler ve bu etkiler, her ulusal toplumun siyasal projesine ve tarihine göre değişir. Sınıf ile ırk arasındaki ilişkiye dair genel bir kuram olamaz, çünkü toplumla ilgili bir kuram oluştururken tek bir değişkene dayan­ mak imkânsızdır. Değişkenlerin çokluğu sosyolojik araştırmanın teme­ lidir. Bu bakımdan, yakın bir tarihte yaşın, cinsiyetin ve “ etni” nin ya da kökene ilişkin tarihsel ortaklaşmamn toplumdaki bölünmeleri açık­ layacak değişkenler olarak “yeniden keşfedilmesi”, Weber’in görüşü­ ne dönüldüğünü müjdeler. Elbette bu durum, toplumsal eşitsizlikler üstünde ve eşitlik tutkusunun egemen olduğu toplumlarda, eşitsizlik­ lerin anlamı üstünde soru sormaktan vazgeçileceği anlamına gelmez. Cinsiyet Yurttaşlığın evrensellik yönünün kadınlara uygulanması çok daha zor oldu. Bu süreçte, en doğal ve en açık seçik olduğu sanılan bir ayrımı aşmak gerekiyordu, çünkü bu ayrım erkekler ile kadınlar arasındaki biyolojik farka dayanıyordu. Yüzyıllar boyunca bu farkın saptanması, toplumsal gösterimle­ rin ve uygulamaların da temelini attı. Erkeğin üstünlüğü ve egemenli­ ği hem toplumsal kurumlara hem de zihinsel yapılara nüfuz etti.11 Kla­ sik Antikçağ’dan bu yana içselleştirilen ve ataerkilliğin temellerini atan bir düşünce tarzıydı ve siyasal modernliğe kadar tartışma konusu ya­ pılmadı. İkici düşünce sistemi ve ikili kategoriler cinsiyetler arasında­ ki karşıtlıktan esinlendi ve bugün de algılarımızın düzenlenişine az çok müdahele etmeyi sürdürüyorlar; ikili düşünce sistemini ilk oluşturan ve hatta kuramlaştıran Aristoteles’ti. “Yunan düşüncesindeki merkezi kategoriler, sıcak ile soğuğun, kuru ile yaşın kategorileridir ve bunlar doğrudan doğruya erilliğe (sıcak ve kuru) ve dişilliğe (soğuk ve yaş) bağlıdır; her ne kadar kuru ile yaş belli ölçüde belirsizlik taşısalar da bu kategoriler, kolayca açıklanamayacak bir biçimde, bir yandan olumlu değerlerden diğer yandan da olumsuz değerlerden etkilenmiş­ lerdir [...]. Mükemmel olma/olmama, saf olma/olmama ilişkisi sperm ve aybaşı ilişkisinin, yani eril ile dişilin ilişkisinin ta kendisidir ve Aris­ toteles tarafından kaynağı gösterilirken doğal ve biyolojik olarak su­ nulan temel bir farktan söz edilir; bu fark zihnin, sindirme yetisinin bir oluşumudur: Başlangıçta erkek sıcak ve kuru olduğu için, doğası gere­ ği soğuk ve ıslak olan kadının mükemmel olmayan bir biçimde b aşa­ rabildiği şeyi, en ısındığı anlarda süt biçiminde mükemmel olarak ba­ şarabilmektedir. Olumsuz ve olumlu yananlamlar taşıyan iki kutuplu ikili belirgin özellik, başlangıçta koyut olarak verilmektedir ve bu özel­ lik cinsiyetler arasındaki ideolojik ve toplumsal eşitsizliğin temellerini atar [...]. Bu kutuplar arasındaki ikili karşıtlıkların çeşitli bağlılaşımla­ rı, herhangi bir biyolojik gerçekliğe değil, en başından beri terimlere atfedilen olumlu ve olumsuz değerlere kök salarlar yalnızca. Tıpkı ef­ sanede olduğu gibi, dünyanın düzenini sanki toplumsal düzenmiş gibi doğrulama işlevi taşırlar.” 12 Françoise Heritier, kadınların aleyhine olan bu dikotomik ve hiyerarşik algının Batı geleneğine özgü olmadı­ ğını ve onunla her yerde karşılaşılabileceğini, ikna edici bir biçimde kanıtladı: Tefekkürün değer kazandığı Hint toplumunda kadınlar et­ 11 12 Bourdieu, 1990. Heritieı; 1996, s. 2 1 9 -2 2 1 . kinlikle birlikte düşünülürken, iş ve üretim çevresinde örgütlenmiş Ba­ tı toplumlarında edilgenlikle birlikte algılanıyorlardı. Günümüzde, eşitlik çağında erilin ne denli egemen olduğunu gözlemliyoruz hâlâ. Erkeklerin üstünlük alanı, kadınların toplumsal statüler bakımından eşitliğe doğru yaptıkları her hamlede yeniden kendini oluşturuyor. Kadınlar, bugüne dek kendilerine yasaklanmış sektörlere girdikçe erkekler de korunmuş sektörleri yeniden oluşturu­ yorlar. Kadın çalışanların sayısının artmasıyla birlikte belli bir mesle­ ğin değerini kaybetmesine ve hiyerarşik bakımdan düzey yükseldikçe kadınların sayısının azalmasına ilişkin sosyolojik kural hâlâ geçerli. Fransa’da, kadınlar için en elverişli ortamlar sayılan okul ve üniversi­ te kurumlarında bile bu durumun sürdüğü görülüyor. Bununla birlik­ te, kendi yaşadığımız deneyimin göreliliğini düşünerek demokratik eşitliğin gücü karşısında hayranlık duyabiliriz; bu denli eski bir tarih­ te derinlemesine ve genel olarak içselleştirilmiş gösterimler bu güç sa ­ yesinde yıkıldılar. Erkekler ile kadınların toplumsal eşitlik talebi, yurttaşların eşit­ liğinin ilan edilmesine sıkı sıkıya bağlıdır. “Kadınların dışlanması yal­ nızca bir sistem, yani demokrasinin yapısal bir öğesi olm am akla” kal­ mamıştır; demokrasi, onların içselleştirilmesi ilkesine fırsat vermiş, uzun vadede kadınlara “ kamu alanının çeşitli ortamlarına” girme ve “ başta eğitimden yararlanarak kadın öznenin kendine sahip çıkma "sı­ na izin vermiştir, çünkü “ Demokrasi, cinsiyet farkını içselleştirmeyi üstlenerek dönüşüme uğrar.” 13 Nitekim, Devrim sırasında çıkan tartış­ m alar da bunu göstermektedir. Devrimciler, herkesin siyasal katılımda eşit olması hakkını vermekle kadın sorununu gündeme getirmekten kaçınamadıklarını gösterdiler. Komedyenler, cellatlar, protestanlar ve Yahudiler bile yurttaş olabildiğine göre, neden kadınlar da yurttaş olmasındı? Daha 1790’da Condorcet, kadınlara da yurttaşlık hakkının tanınmasını önerdi. Olympe de Gouges 1791’de Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ni ilan etti, ancak giyotinden kurtulamadı. Bununla birlikte, kadınların etkin yurttaşlar olmasını engellemek için biyolojik farktan -biyolojik doğaları gereği özerk olmaktan ve akıllarını kullan­ maktan aciz olan kadınlar, insanlığın bir parçası değildi- söz etmek zo­ runda kalındığı bilinir. Ancak, yurttaşlığın evrensel olduğunun ilan edilmesi, uzun vadede etkisiz kalmadı. Ne var ki, kuşaklar boyunca yurttaşlığın evrenselliği fiilen yal­ nızca erkeklere uygulandı. Kamu ile özel alanların ayrılması yurttaşlı­ ğın temelinde yatıyor ve cinsiyetlerin geleneksel ve “d