contemporary ıstanbul

advertisement
CONTEMPORARY
ISTANBUL
Dünyan›n herhangi bir yeri...
EK‹M 2017 SAYI 7
15. ‹stanbul Bienali
(
www.kitabinortasi.com
PIYANO
ÇALARKEN
MUZIGIN KENDISI
OLUYORUM
ANJELIKA AKBAR
(
MUTLULUGUN
ÖYKÜSÜNÜ
YAZMAK
IMKÂNSIZ
RAS‹M ÖZDENÖREN
EKİM 2017 - SAYI 7
İÇİNDEKİLER
06
13
KİTAP
RÖPORTAJ
KÜRESEL BARIfi
DARBEN‹N
AYAK
SESLER‹
58
V‹ZYONU
‹HANET VE D‹REN‹fi
DOSYA
SULTAN II:
14
ALMAN EDEB‹YATÇI
ABDÜLHAM‹T
THOMAS BERNHARD’IN
26
YAfiAMI
TAHAKKÜMCÜ B‹R
PAD‹fiAH MI
KAHRAMAN MI?
16
18
KARGAfiADAK‹
‹fi DÜNYASINDA
DÜNYA
53
VE BÜYÜME
GELECEKTEN BEY‹N
ÖYKÜLER‹
EĞİTİM
KAPAK KONUSU
19
‹Ç‹M DIfiIM B‹R
36
68’‹ YEN‹DEN
20
‘‘MUTLULU⁄UN
ÖYKÜSÜNÜ YAZMAK
‹MKANSIZ’’
62
OKUMAK
49
THEO’YA MEKTUPLAR
57
KONGO’YA A⁄IT
66
ÇA⁄A UYUM
B‹R S‹STEM
TARTIfiMASI
BÖLGE UZMANI
YET‹fiT‹RME
PROGRAMI
SİNEMA
44
‘’‹NSANLAR ‹Ç BARIfiA
KAVUfiTUKLARINDA
DÜNYADAK‹
SAVAfiLAR B‹TER’’
64
ELLY
HAKKINDA
RESİM
35
OSMANLININ ‹LK
KADIN RESSAMI:
MÜF‹DE KADR‹
KÜNYE
BİLİMEVİ BASIN YAYIN A.Ş. ADINA
İMTİYAZ SAHİBİ VE SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Ömer DİKBAŞ
EDİTÖRYEL DİREKTÖR
KREATİF DİREKTÖR
ONLINE EDİTÖR
DIŞARIDAN KATKI SAĞLAYANLAR
YAYIN KURULU
MALİ VE İDARİ İŞLER
KURUCU
Serra KARAÇAM
Eyüp KOÇAK
Alfrida LİLA
Kübra SÖNMEZIŞIK, Sevinç SATIROĞLU
Beytullah ÇAKIR, Deniz BOZ
Deniz ERSOY, Gülsün UÇAR,
Serra KARAÇAM
Bilal DEMİRTAŞ
Bilimevi Basın Yayın A.Ş. 2017
EDİTÖRYEL VE REKLAM OFİSİ İLETİŞİM
Editöryel: editor@kitabinortasi.com
Reklam: reklam@kitabinortasi.com
www.kitabinortasi.com
ADRES
PK 15 Üsküdar - İSTANBUL
T: 0216 339 45 45 F: 0216 339 45 49
İZİNLER
BASKI - CİLT
Okullar, eğitim ve kültür-sanat alanında ve dini
sahada, kar amacı gütmeyen dernek ve vakıf
gibi kurumlarda, makale içerikleri sınıfbaşı
100 adet ve kurum başı 1000 adedi geçmemek
kaydı ile kaynaklı şekilde fotokopi yapılabilir.
Dijital ortamlarda makale içerikleri kaynak
belirtilerek kullanılabilir.
Erkam Yayın San. ve Tic. A.Ş.
www.kitabinortasi.com.dijital dergi
olarak yoluna devam etmeyi planlar.
Sorularınız için info@kitabinortasi.com
Süreli yayındır.
Okumayı ve Yazmayı Sevenler
www.kitabınortası.com sizlerin kitap eleştirilerini, yorumlarını, 4000 vuruşu geçmeyen yazılarını ve şiir denemelerini beklemekte.
Yazılarınız editörlerimiz tarafından değerlendirilerek platformumuza taşınacak. Katkılarınız için:
editor@kitabinortasi.com
EDİTÖRDEN
Merhaba,
Ekim ayı, İstanbul kültür ve sanat camiası
açısından son derece hareketli. 12. İstanbul Contemporary Çağdaş Sanat Fuarı ile İKSV’nin düzenlediği 15. İstanbul Bienali eşzamanlı olarak
gerçekleştiriliyor.
Bienalin teması ‘İyi Komşu’ olurken, kapsamında yer alan sergilerde de buna uygun sanat
çalışmaları yer aldı. Yaşadığınız yer, eviniz, komşularınız… İyi bir komşu ne yapar ne yapmaz? Bienalde bir yandan mülteciler için sınır komşusu olan ülkelerin önemine dikkat çekilirken, diğer yandan sığınmacıların kaçış temaları üzerinden ilerleyen işler de gördük. Bienaldeki bazı çalışmalar, mülteci kamplarındaki yerleşik olmama ve derme çatmalığı sergilemekle birlikte; bu
alanda atılan adımların eksikliğini vurgulayan,
sert mesaja sahip yeterli örneklerin bulunmadığı
yorumu da yapıldı.
Türkiye ve dünyadan pek çok özel galerinin
katıldığı Contemporary İstanbul’a gelince, pahalı
çağdaş sanat eserlerinin yanı sıra toplumsal mesaja sahip önemli enstalasyonlar da sergilendi.
Bireysel silahsızlanma mesajı veren çalışmalardan, yıkık kent enstalasyonlarına kadar şiddetin
sonuçlarını ve enkazı resmeden bazı çalışmalar
dikkat çekti.
Contemporary İstanbul kapsamında, her yıl
çocuklar için Ülker sponsorluğunda gerçekleştirilen Çocuk Sanat Atölyesi, bu yıl daha da fazla
atölye çalışması ile fuarda çocuk sanatçıları ağırladı. Tema ise ‘‘yapmak’’ değil ‘‘olmak’’ şeklinde dikkat çekti. Bir sanat eseri yapmak için, belki de bir sanat eseri olduğunuzu hissetmek gerekir. Ve çocuklar kendilerini, olmak istedikleri bir
canlıya, bir sanat eserine dönüştürdüler. Işık ve
gölgeyi, boyutları, kolektif çalışmayı deneyimledirler.
Bienale de sergiye de farklı ülkelerden yaygın sanatçı katılımı sağlandı. Sanat çevreleri ise
her zamanki tavırlarıyla ‘hep görülmüş işler,
farklı bir şey yok’ yorumunu yaptı. Dijital işlerde
ise artış olduğu gözleniyor.
Kitabın Ortası Ekim’de, Türk edebiyatındaki yeri ve aydın düşünceleri ile ışık olmuş Rasim Özdenören ile özel bir söyleşi gerçekleştirdik. Özdenören’i öykü kitaplarının ötesinde, düşünceleri ile tanımak önemli bir vizyon kazandı-
rıyor. Aydın olarak tam kitabın ortasından bir netlikte konuşan bir isim. Bir kişi düşünün ki hem
‘silah en son nokta olmalı, kavga etmenin bir bedeli var, bundan kaçınmalı’ diyecek kadar rasyonel bir dış politika çizgisi savunsun hem de ‘sistem tümden değişmeden ve sorunlara kendimize özgü çözüm üretecek özgün bir sistem getirmeden İslâm toplumu sayılmayız’ desin. Sistemin, muhafazakâr bir iktidarın işbaşında olmasıyla gerçekleşen demokratikleşme ve fırsat
eşitliğine dair ise ‘kimse bunu bahşetmiş gibi
davranamaz’ diye ekliyor. Özdenören ile yapay
güneş ışınları ile bronzlaşmayı dahi konuştuk ve
‘Eskiden esmerleşmek köylülüktü, şimdi moda
oldu’ dedi.
Piyanist ve bestekâr Anjelika Akbar, uzun
yıllardır takip ettiğim bir isim. Pek çok sanatçı
farklı ruhsal derinliklere ve insana dair farklı bakış açılarına sahip. Anjelika Akbar’ın bunun biraz
daha ilerisinde, insanın derin bir ruhani varlık olduğuna vâkıf halini gözlemliyordum. Sanatındaki Doğu-Batı kucaklaşması ve zarafeti, kendisini gizemli kılıyor. Etkinliklerini takip etmek, klasik müziğe farklı bir pencereden bakmanızı da
sağlayacaktır. Akbar, insanların içlerinde iç barışı sağlamalarının, savaşların bitmesi için tek
yol olduğunu düşünüyor. Gönül dünyasına dair
sözleri ise herkesi durup düşünmeye davet ediyor. Zira kalp, Allah’ın evi olmakla birlikte, kutsal
bir mekân… Akıl ve duygu ile hareket ederken,
daha derine, gönül seviyesine inmeyi konuşuyoruz. Akıl sınırlayıcı mı peki? İdeal hikmet dengesini yakalamak için konuştuklarımız iyi düşünülmesi gerekenlerden...
Gelelim kitap dosyalarımıza; Osmanlı tarihinde çok tartışılan 2. Abdülhamid Han’a dair
bilinenleri ve bilinmeyenleri kitap dosyamızdaki
eserleri okuyarak yeniden harmanlayabilirsiniz.
Abdülhamid’in sanata bakışı, ilk ressamlardan
Müfide Kadri’den kızına resim dersleri aldırması,
Yıldız Sarayı’nda gösterilen opera ve tiyatro gösterileri gibi pek çok detay, önerdiğimiz kitaplardan öğrenilebilir. Bunun yanı sıra Sultan’ın, Batı
basınında Türk algısının düzelmesi için ciddi çalışmalar yaptığı da gözlemleniyor. Baskı ile anılan Sultan, hangi koşullarda hangi uygulamaları
neden gerçekleştirdi; anlamak ve karakter yapısını kavramak için okumak gerekiyor.
68 kuşağını yeniden okumaya var mısınız?
Türkiye’de 12 Eylül’ü anlamadan önce bu kuşağı
anlamak gerekiyor. Bu kuşağın taleplerini, bağlantılarına dair ithamları, samimiyetleri yargılamadan anlamak adına dönemin ruhunu, dünyadaki gelişmeleri okumak gerekli. Beytullah
Çakır’ın sorduğu gibi “Türkiye’nin tam bağımsızlığı için mücadele veren birer halk kahramanı” mıydılar yoksa “Devletine ve milletinin kutsal değerlerine düşman hayalperest birer piyon” mu? Bu konuda kitaplara baktığımızda, tıpkı
darbe romanları dediğimiz edebi eserlerde olduğu gibi dönemin tanıklığını yapmış kendini İslâmi
camiaya yakın hisseden bir yazarın kaleminden
her hangi bireser olmadığını görüyoruz.
ABD dış politikasını yönlendirdiği konuşulan
önemli düşünce kuruluşlarından, Foreign Affairs dergisini de çıkaran Dış İlişkiler Konseyi’nin
(Council On Foreign Relations) başkanı Richard
Haass’ın ‘Kargaşadaki Dünya, World İn Disarray’ başlıklı kitabını sizler için Vakkas Doğantekin yazdı. Yeni dünya sistemi neyi öngörüyor merak edenlere…
Finans alanından girdiği iş dünyasının pek
çok alanda ilerleyen işadamı Hüsnü Özyeğin’in
hayatını anlatan Rıdvan Akar, ‘‘Bir Dünya Kurmak’’ kitabı ile Platin Dergisi İş kitapları kategorisinde “Yılın en iyi otobiyografisi” seçildi. Hayat dersi almak için okuyabilirsiniz. Özyeğin, Girit
mübadili aile köklerine sahip, tüm okul ve meslek tercihlerini kendisi yapmış, hayata önceliklerini ise ‘eşim, çocuklarım, işim’ diye sıralayan bir
isim... Tasarruf ise genç yaşında özen gösterdiği
bir nokta olarak karşımıza çıkmakta.
Ayrıca iş dünyasına dair ufkunuzu açacak,
çağın dijital dönüşümünde iş modellerini kavramanızı, zamanı daha iyi yönetmenizi sağlayacak
temel üç önemli kitabı da dikkate almanızı tavsiye ederim.
Van Gogh, hepinizin bildiği bir ressam. Onun
ruh dünyasını yansıtan ve içindeki fırtınaları dile
getiren kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplar kitaplaştırıldı. Aşktan sanata pek çok kavramı tanımlamak için okunmalı.
KO Ekim, yine dopdolu… Psikolojiden kişisel
gelişime, gerilimden siyasete, içerikteki her şey
sizin için özenle derlendi. Sanat ve kitap ile dolu,
kendiniz ve dünya ile barışık, farkında bir sezon
başlangıcı olması dileklerimle…
Keyifli Okumalar...
Serra KARAÇAM
KİTAP/POLİTİKA
Küresel Barış
Vizyonu
Recep Tayyip Erdoğan
Medeniyetler İttifakı
Yayınları tarafından,
2012 yılında yayına
sunulan “Küresel
Barış Vizyonu” adlı
eser, Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip
Erdoğan’ın katıldığı forumlar ve
toplantılarda yaptığı
konuşmaları
içermektedir.
Medeniyetler İttifakı Türkiye Eşgüdüm Komitesi Başkanı Prof. Dr. Bekir Karlığa tarafından derlenen eser,
‘Yeni Bir Küresel Medeniyet Yaklaşımı’, ‘Bir Küresel İnsanlık Projesi:
Medeniyetler İttifakı’, ‘Küresel Açılım’, ‘Köprüler İnşa Etmek’ şeklinde
bölümlere ayrılarak okura ilgili konu
çevresinde bütünlük sunuyor.
15 yıldır iktidarda olan bir partinin kurucusu, günümüzde Cumhurbaşkanı olarak görevine devam eden,
Türkiye’nin belki de en çok konuşulan,
en çok beğenilen, en çok eleştirilen siyasi ismi Recep Tayyip Erdoğan’ın küresel barış tanımına, küresel barış için
yapılması planlananlara ve yapılanlara, bu amaç üzere kurulan ittifak ve
kuruluşlara ilişkin konuşmalarından
6
oluşan kitap, insanlığın geleceğine dair bir
vizyon ortaya koymakta.
Günümüzde G-20 toplantıları üzerinden değinilen konular, Uluslararası Örgütlerin rolüne dair tartışmalar, uluslararası kamuoyunca genellikle samimi bulunmuyor. Erdoğan’ın bu yapılara dair ‘Dünya
beşten büyüktür’ söylemi de oldukça popüler olmuştu. Dünyayı yönetim biçimi açısından yeniden şekillendirme, ülkeleri tek bir
devletüstü güce entegre etme gibi söylemlerin analizlere hâkim olduğu günümüzde,
amaçlananın ‘Küresel Barış’tan ziyade sömürü düzenini kolaylaştırmak olduğu düşünülebilir. Milletlerin refah seviyelerini ve
geleceklerini korumayı amaçlayan devletler ve bölgesel birlikler, mücadelelerini sürdürürken; barış kavramı, çatışmaların çözümü ve medeniyetler arası
bir ittifak ile insanlık paydasında buluşabilme özlemi ve arayışı derinleşmekte. Medeniyet Çatışması ile şekillenen
coğrafyalarda ayrılık ve kaos yerine barış mümkün mü?
Cumhurbaşkanı
Erdoğan eserde,
Küresel Barış amaçlanarak kurulan,
devletlerarası barışı çoğulculuk ve çeşitliliği bir avantaja dönüştürerek geliştirmeyi hedefleyen Medeniyetler İttifakı
için tüm konuşmalarının ana temasını
yansıtan şu ifadeleri kullanır:
“… Sonuç olarak; tutkulu bir kalbe, sarsılmaz bir kararlılığa ve yeni bir
zihniyete ihtiyaç vardır. Ulusal stratejimiz, bu üç unsuru tutarlı bir biçimle bir araya getirerek Medeniyetler
İttifakı’nın değerlerine ve hedeflerine
yönelik projeler ve faaliyetler gerçekleştirmeyi amaçlamaktadır. Stratejimizi yönlendiren ve eylemlerimizi teşvik eden temel kavram ve ölçütler; çoğulculuk ve çeşitlilik, dostluk ve işbirliği, diyalog ve anlayış, insan onuru ve
cinsiyet eşitliğine saygıdır.”
SANAT/FUAR
Modern Sanatın
İstanbul Çıkartması
15. İstanbul Bienali, 12. Contemporary Istanbul
sanat fuarı, Ai Weiwei sergisi ve daha pek çok sanat
etkinliği için dünya sanat çevresi İstanbul’da buluştu.
tunuz’ enstalasyonu, ‘Vatandaşlar İçin Silahlar’
Contemporary Istanbul
layıcılık ve kendini tehlikelerden savunmak için
adlı çalışma dikkat çekenlerden sadece birkaçı.
Vatandaşlar İçin Silahlar
Taş Devri’nden beri insanoğlu; avcılık, toparaçlar kullandı. Zaman içinde bu araçlar silahlara dönüştü. Silahlar çoğunlukla güç ve
hâkimiyet sembolü olarak görülür. İnsanın doğasından gelen şiddetin etkisi ile silah tutkusu bireysel korunmadan, bilinmeyen korkusunu yok etmeye doğru çeşitli anlamlar kazanmıştır. Bu olgu toplumda silahlanmanın gelişimine yol açtı. ‘Vatandaşlar İçin Silahlar’ sergisi
Tayland’ın kırsal kesimlerindeki zanaatkârların
umutlarını, korkularını, hayallerini ve depresyonlarını öne çıkarıyor. Sanatçı ve zanaatkâr
arasındaki bağ, hızla değişen dünyada günlük
‘‘Yoktunuz’’ enstalasyonunda sanatçı, geçmişin kaçınılmazlığının ancak şiddet ya da sembolik ve maddi
yok etmeyle bastırılabilir olduğu söyleminden yola çıkar*...
hayatın sorunları, iyi bir yaşama ulaşmadaki
engeller ve kapitalizm odaklı kültürde hayatta
kalma mücadelesine odaklanıyor.
Çağdaş sanat fuarı, Contemporary İstan-
risi... 10 yıldır düzenlenen CI Dialogues, bu yıl
bul, her sene olduğu gibi bu senede 12. kez
‘Movement/Hareket’ temasıyla sanatseverle-
Yoktunuz
Lütfi Kırdar Rumeli Salonu ve İstanbul Kong-
rin karşısına çıktı ve teknoloji, mimari, mekân
Ahmet Güneştekin, 7 metre uzunluğunda
re Merkezi’nde sanatseverlerle buluştu. 5 gün
ve tasarım konularını işledi. Uluslararası alan-
bir duvarı kaplayan enstalasyonunda yıkık bir
süren bu etkinlikte 42’si yabancı olmak üzere,
da önde gelen mimar, tasarımcı, akademisyen,
şehirden geriye kalan enkazı sergiledi. Tama-
toplam 73 galeri yer alırken, yaklaşık 1.500 sa-
teorisyen, sanat profesyoneli, sanatçı ve kolek-
men siyahın hâkim olduğu çalışmayı, Ertuğrul
nat eseri sergilendi. Çağdaş sanat galerileri-
siyonerler etkinlikte bir araya gelme fırsatı ya-
Özkök’ün ifadeleri gayet iyi aktarıyor:
nin eserlerini tek bir çatıda toplayan bu fuar-
kalıyor. Teknolojinin etkisinin sanattaki yansı-
Burası neresi mi...
da en çok ilgi çeken etkinliklerden biri, yarının
maları da fuarda dijital ağırlıklı işler üzerinden
Dünyanın herhangi bir yeri...
hikâyesini anlatan CI Dialogues konferans se-
göze çarptı. Fuarda Ahmet Güneştekin’in ‘Yok-
Suriye’de bir kasaba...
Myanmar’da bir Müslüman mahallesi...
Veya Miami’de kasırganın yıktığı yoksul mahallelerden biri...
Enstalasyonun adı “Yoktunuz”...
İnsanlar ruhsal anavatanlarını, ruhsal yuvalarını bir enkaz altında bıraktığında geriye kalan neyse işte o...
Devasa bir hüzün...
Ve geriye bizlerin sırtına bir eşek semeri gibi
yüklediği bireysel sorumluluk...
7
SANAT/ETKİNLİK
ÜLKER ÇOCUK
SANAT ATÖLYESİ
Çocukların kendilerini her anlamda geliştirebilmeleri için spora
olduğu kadar sanata da yönelmelerini önemseyen Ülker bu yılda
Contemporary Istanbul’da küçük sanatçıları ağırladı.
8
‘‘Yapmak’’ Değil, ‘‘Olmak...’’
ler olması için yapılan etkinlikte her bir katı-
ATÖLYE 3
Ülker, Çocuk Sanat Atölyesi’ni planlar-
lımcı çocuk, bir buçuk saatlik süre ile grup-
Resim ve Model Olma
ken bu yıl çocukların, sanatın pasif izleyici-
lar halinde, bileklerine geçirilen isim etiketli
Bir kara tahtanın arkasında sadece yüz-
si ya da üreticisi olmak yerine, sanat işinin
bilezik ve sanatçıların bulunduğu özel alana
leri görünecek şekilde duran çocukların, ar-
kendisi ya da eserin bir parçası oldukları bir
teslim ediliyor. Farklı alanlarda farklı çalış-
kadaşları tarafından bir resmin parçası ha-
sürece katılmalarını hedefledi. Amaç, sanatı
malar deneyimleyen çocuklar için farklı atöl-
line getirildiği atölye çalışmasında çocuklar,
“yapmak” değil “olmak” düzeyine getirerek
yeler oluşturuldu. Her atölye, farklı bir bakış
model olma sabrı, merak, şaşkınlık gibi duy-
bir farkındalık yaratmaktı.
açısı kazandırmak üzere çalışmalara odakla-
guları deneyimlediler.
Atölye
nacak şekilde planlandı.
ATÖLYE 4
çalışmalarının tasarlanmasın-
da, içeriklerin kurgulanmasında ve yapılandırılmasında uzman pedagog koordinasyonu
ATÖLYE 1
Sanat Eserine Dönüşmek
Enstelasyon, Işık ve Gölge
Bu atölye çalışmasında çocuklar, boş
ile resim, heykel, fotoğraf, illüstrasyon, se-
Burada çocuklar, kendilerini bir sanat
kutular ve ambalajlardan yararlanarak ha-
ramik gibi farklı disiplinlerden gelen sanat-
eserine dönüştürdüler. Kendilerine ekle-
zırladıkları enstelasyonları ışık yardımıy-
çılardan ve eğitimcilerden oluşan 10 kişilik
dikleri materyallerle; bir hayvana, meyveye,
la duvara yansıttılar. Aynı anda yerleşim sa-
bir ekip çalıştı.
sebzeye ya da fantastik bir yaratığa dönüş-
natının hem somut nesnelerle hem de gölge
tüler.
ile gerçekleştirilebileceğini fark ettiler. Ken-
2011’den beri her yıl gerçekleştirilen Ül-
di gölgelerini, dolayısıyla kendilerini de bu
ker Çocuk Sanat Atölyesi 17 binden fazla çocuğu sanatla buluşturdu. Atölye her geçen yıl
ATÖLYE 2
enstelasyona dâhil edebildiler.
etkinlik içeriğini zenginleştiriyor. Ülker Ço-
Kolektif Çalışma ve Video
cuk Sanat Atölyesi, çocukların hayal güçleri-
Kısa bir filmin içinde olmak isteyen ço-
nin ve estetik duygularının gelişimini destek-
cukların çok sevdikleri bu çalışmada, stop-
“DOODLE” Duvarı
leyecek çalışmaların uygulanmasına olanak
motion animasyon tekniği kullanıldı. Çocuk-
Ülker Çocuk Sanat Atölyesi yazısının içi,
sağlıyor.
lar grup olarak belirleyecekleri bir tema, rol
çocukların çizimlerinin kullanıldığı kolajlar
Atölyede çocukların sanatın kendisi veya
ve görev paylaşımı ile kolektif bir işe imza at-
yapılarak tasarlandı. Çocuklar çizimlerini ya-
eserin bir parçası olmaları için tasarlanan et-
tılar. Ekrana dönüştürülen bir duvarın önünde
pışkanlı asetatlara yaptılar. Eğitimciler/sa-
kinlikler yer aldı. Çocukların, küçük yaşta sa-
dekor parçalarını hareket ettirerek ve kendi-
natçılar, bu çizimleri yazının içine yerleştire-
nat sevgisini kazanması ve sanatsever birey-
leri de hareket ederek video işleri hazırladılar.
cek şekilde keserek şekillendirdiler.
ATÖLYE 5
9
12 Eylül 2017 - 28 Ocak 2018 tarihleri arasında ziyaret edilebilir.
Ai Weiwei
PORSELENE DAİR...
“Kendini ifade etmek
için bir sebebe ihtiyacın var
ama kendini ifade etmen o
sebeptir.” diyen dünyaca ünlü
sanatçı Ai Weiwei, İstanbul’da
sanatseverlerle ve
hayranlarıyla bir araya geldi.
“Ai Weiwei - Porselene Dair” başlıklı sergi Akbank’ın desteğiyle Sakıp Sabancı Müzesinde açıldı.
Bu sergi, çağdaş sanat alanının en etkin
figürlerinden olan Ai Weiwei’in Türkiye’de ilk
olmakla birlikte dünyada ki ise en kapsamlı kişisel sergisi.
ler görünüyor.
Pekin şehrinde dünyaya geldi.
Sanatı sadece estetik bir uygulama olarak
Maddi ve manevi yoksunluklarla büyüdü
değil, yeni sorular ortaya atmak için fırsat ola-
ancak hayal gücü ve hayatın derinliğini arama
rak gören Ai Weiwei, porselen üretimine odak-
heyecanı onu sanatçı olmaya götürdü.
lanmanın yanı sıra ikonik eserlere de yer veriyor.
Ai Weiwei, dünya barışı için çalışan ve üreten bir sanatçı. Bugünün dünyasındaki trajedileri eserlerine yansıtarak barışçıl tavrını göstermekten de eksik kalmıyor.
Sergi “Sanat hayattır, hayat sanattır” anlayışı doğrultusunda aslında sanatçının yaşam
öyküsünün izlerini takip ediyor.
Ai Weiwei, Nobel adaylığı olan şair Ai Quing ve Gao Ying’in oğlu olarak 1957’de Çin’in
Heykeltraş ve insan hakları aktivisti olarak bilinen Weivei, hükümete muhalifliği ile
tanınıyor. Ai Weiwei muhalifliği nedeniyle babasıyla aynı kaderi paylaşarak sürekli polisin
baskısına maruz kalmıştı.
2008’de Sichuan’da gerçekleşen deprem
üzerine yaptığı araştırmalarda evlerin depreme dayanıksız yapıldığını söyledi ve bunun içi
hükümeti suçladı. Ardından eleştirel eserler
yaptı. Ama tüm bunlara karşı hükümet de sessiz kalmadı. İftira atmakla suçlandı, pasaportuna el konuldu, ev hapsine mahkûm edildi.
Üç kata yayılan ve 100’ü aşkın eserin yer
Polis saldırısına uğramasına rağmen yine
aldığı sergi, sanatçının porselen üretimine
de ne sanattan ne de düşüncelerinden vazgeç-
odaklanıyor. Dev porselen eserlerin yanı sıra
meye niyeti vardı
video, duvar kâğıdı ve fotoğrafları da sergi kapsamında yer alıyor.
2011’de Şanghay’da bulunan stüdyosunun
yıkılması nedeniyle, yeni stüdyosunu Berlin’de
İstanbul için özel olarak ürettiği yeni eser-
açtı. Ailesiyle birlikte yaşamını Berlin’de sür-
lerini de kapsayan seçkiyle, sanatçının dünya-
düren sanatçı dünyanın dört bir yanında ser-
sının keşfedilebileceği benzersiz bir ortam su-
giler açıyor. Ai Weiwei, Hrant Dink Vakfı ta-
nuluyor. Sanat eserlerinde hem Çin el sanatlar
rafından bu yıl 9.su düzenlenen ‘’Hrant Dink
geleneğinden hem de Batı sanat tarihinden iz-
Ödülü’’nü alan isim oldu.
10
15. İstanbul Bienali
İYİ BİR KOMŞU... İYİ BİR KOMŞU SİZİN GİBİ YAŞAYAN BİRİSİ MİDİR?
SİZİ RAHAT BIRAKAN BİRİSİ MİDİR? NADİREN GÖRDÜĞÜNÜZ
BİRİSİ MİDİR? KORKMADIĞINIZ BİR YABANCI MIDIR?
DAHA YENİ TAŞINMIŞ BİRİSİ MİDİR? ÇOK ŞEY Mİ İSTEMEKTİR?
FACEBOOK’TA ARKADAŞIN MIDIR? HASTAYKEN SİZE YEMEK YAPAR MI?
Dünyanın gözünü kulağını İstanbul’a çe-
12 Eylül 2017 - 28 Ocak 2018 tarihleri arasında ziyaret edilebilir.
virecek bir başka sanat etkinliği de 15. İstanbul Bienali sanat etkinliği. Bienal’in tanıtım
afişlerinde yer alan yukarıdaki sorular, temanın amacını da aktarmış oluyor.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından Koç Holding sponsorluğunda düzenlenen 15. İstanbul Bienali, 16 Eylül - 12 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirilecek.
Birbirine komşu mekânlarda yer alacak serginin yanı sıra bir dizi performans ve konuşma da düzenlenecek. Bienale 32 ülkeden 56
sanatçı 150 eser ile katılıyor. Bienal sanatseverlerin bir kesimi tarafından, ‘izleyicilerin
aşina olduğu’ bir bienal olmakla ve iyi komşu olmak için gerekenleri öğretmesi açısından başarılı, ancak konuyla ilgili mülteci
meselesini ele alan çalışmalar açısından yetersiz olarak değerlendirildi.
kişisel kimlik ve hareketlilik ile gezicilik du-
me botlardan oluşan enstalasyonu bienalin
rumlarının nasıl üst üste bindiğini gösteren
iyi işleri arasında gösterildi. Özel Mülkiyet-
mekânsal çalışmasını İstanbul Bienali için
sizlik ve Ahpablar olarak da isimlendirilen
üretti. Sanatçı, eserine; bugün ki yaşamınızı
çalışma, farklı medya konseptleri ve filmler-
nasıl sürdürdüğünüz, kendi alanınızda nasıl
den oluşuyor.
bir hayat sürdüğünüzü düşünerek bakmanızı
Toplama Merkezi
Galata Rum Okulu
öneriyor. Bu anlamada, Seul’deki evinin bi-
Sergi Mekanları
rebir kopyasını üreten sanatçı, bu eseri tava-
Komşuluk ve sınırlar üzerine sorular
na astı. Dolayısıyla gezerken, sanatçının evi-
soran Bienal sergileri,
nin kopyasını üstünüzde seyrediyorsunuz.
Galata Özel Rum Okulu, Pera Müzesi, Kü-
İstanbul Modern,
çük Mustafa Paşa Hamamı, ARK Kültür gibi
mekânlarda gerçekleşiyor. Chicago, Mosko-
lerden sanki New York metrosuna geçer gibi
Boşluk Korkusu
Pera Müzesi
geçtiğiniz mekânsal çalışmada, alanın etra-
Bienal kapsamında Alejandro Almanza
lerde de açık havada ‘İyi Komşu’ kampanya-
fı, mülteci kampları ve evsizlerin kullandı-
Pereda’nın 2010 yılından beri oluşturduğu
ğı saç levha ile çevrilmiş. Sıra ile turnikeden
Boşluk Korkusu ‘Horror Vacui’ sergisi Pera
Dünya çok hızlı bir şehirleşme sürecin-
girilen bu etrafı kapalı göçebe yaşam alanı,
Müzesinde gezilebilir. Çalışmalarının konu-
de geçerken, mahalleler ve ev içi yaşantı-
kendilerine ait bir mekâna ait ve sahip olan
sunu ‘‘Yıkıma uğrayan nesnelerde bir gü-
lar dünyanın her yerinde günden güne kök-
kişilere, benzer yerlerde yaşamak zorunda
zellik bulmak’’ olarak aktaran Meksikalı sa-
lü değişimlere uğramakta. Büyük şehirlerin
olanların hissettikleri aktarılıyor.
natçı, bakanı hoşnut bırakmaktan değil, ona
demografik yapısı hızla değişiyor. Bu durum-
kafa tutmaktan mutlu olduğunu söylüyor.
da toplulukların da değişime uğraması söz
Demir parmaklık gibi yüksek turnike-
Objelerin Sessizliği ve Belagatı
İstanbul Modern
Komşuluğun yaşanılan yer ile başladığını ifade eden Koreli sanatçı Young Jun Tak,
va, Seul, Plovidv, Sidney, Milano gibi şehirsı düzenlenerek bienal tanıtıldı.
konusu. Kaçınılmaz olan bu değişimler, “iyi
Wilkommen Varsayımı
Küçük Mustafa Paşa Hamamı
bir komşu”nun kim olduğunu konuşmamı-
Stephen G. Rhodes’in, lunapark ve şiş-
olup olmadığını sorgulamamızı hatırlatıyor.
zı, aynı zamanda kendimizin “iyi bir komşu”
11
Çağdaş Sanat ve
Varlıkların Hayale
Bürünmüş İzlenimleri
Contemporary Istanbul, sanatın ve estetiğin günümüz
koşullarının ve anlayışının, nereden nereye ve neyden neye
dönüştüğü ile ilgili derin ipuçları sunuyor.
Deniz Boz
Çağdaş sanat dediğimiz kavramın ortaya çıkışı aynı zamanda modern dünya
bağlamda uyandırdığı izlenimler, sanatın
öğesi olarak kabul edilmiştir.
nın farklı yerlerinde buluşmaya başladılar.
dediğimiz durumun ortaya çıkışı ile bera-
- Anlam belirginliğinden çok kapalılık
Bu sene ülkemizde 15.’si gerçekleş-
ber gerçekleşmiştir. Modern dünya, insan-
yeğlenmiştir anlamın yoruma uygun olma-
mekte olan İstanbul Bianeli ve aynı zaman-
lık tarihinde üretim ve tüketim ilişkilerinin,
sı beklenmiştir.
da birçok kurumun bünyesinde gerçekle-
bununla beraber; felsefe, sosyoloji, sanat
ve birçok şeyin yeniden üretilmesi ile ilgili
yansıtmak değildir.
- “Sanat için sanat” ilkesi benimsen-
bir süreci içerir.
Aynı
- Sanatın amacı birtakım gerçekleri
larla yüz yüze kaldığını unutmayalım. Bu
ortamda sanatın da bu yeni duruma cevap
vermesi gerekliydi. Oluşan yeni durum,
bazı şeylerin temellerinin ve alışıla gelmiş
İstanbul’u bu konuda ilgi odağı haline getirmiş durumda. Akbank’ın desteği ile 12.si
gerçekleşen Contemporary Istanbul, farklı
miştir.
zamanda dünyanın yeni sorun-
şen çağdaş sanatlar sergileri ve fuarları,
- Gerçekler kişilere göre değişir ve kişisel değer kazanır.
- Işık ve renk kaynaklı görsel izlenimler, şiirde önemli bir yer tutar.
ve renkli temaları ile sanatseverlerin karşısına çıktı. Fuarda birçok eserin ve etkinliğin gerçekleştiği alanda takdir edilmesi gereken en anlamlı etkinlik Ülker çocuk
sanat atölyesiydi.
anlatım biçimlerinin cevaplandırılması ve
Yukarıda saydığımız özellikler, klasik
yeniden üretilmesi ile ilgili bir devinim ka-
ve modern resim anlayışında ayrışma sağ-
Dört elementin yani toprak, hava, su
zanmalıydı.
layacak nitelikte bir kuramsal yapılanma
ve ateşin birlikte oluşturduğu heykel ser-
içindedir. Ayrıca beraberinde birçok sanat
gisi de ayrıca dikkat çekti. Serginin küra-
akımının doğmasına kaynaklık edecektir.
törlüğünü yapan Prof. Hasan Bülent Kah-
Çağdaş sanat dediğimiz kavramın ne
olduğunu görmek ve anlamak için bu sürecin gözlemlenmesi gerekli.
Artık
raman, 4 elementin heykeli oluşturmaya
dünya farklı bir yerdir ve ken-
19. yy ortalarında ortaya çıkan emp-
dine has farklı sorunlarla karşı karşıya-
resyonizim akımı, sanat ve estetik anlayışı
dır. Sanayi, kalkınma, çevre kirliliği, işsiz-
bakımından ortaya çıkan bu yeni durumu-
lik, sağlık, kent, şehir, fabrikalar, savaş ve
ma cevap verecek nitelikleri taşımaktaydı.
yıkımlar ve bireyselleşme…
Monet ile başlayan bu süreç, hızlı bir şekil-
yetmeyeceğini, heykel için hayal gücünün
de gerektiğini düşünüyor.
Taylandlı sanatçı Anon Poirot “Vatandaşlar İçin Silahlar” Enstalasyonunda; günümüz toplumlarının, içinde bulunduğu
de gelişerek; resim, mimari ve birçok sa-
Sanat ve estetik kuramları ya da sa-
nat dalının farklı bir biçimde yapılanması-
natçıların; yüz yüze kaldığı ve cevaplanma-
lerinde nasıl bir donuklaşma ve nasıl bir
na olanak tanıdı.
sı gereken sorunları bunlardır.
depresyon haline vardığını anlatmaya ça-
Empresyonizmin
genel
özellikleri-
1895’ten
sosyo-ekonomik durumu, bu durumun iç-
lışmıştır.
beri yapılan en eski bienal
ne göre; dış dünyada görülen varlığın ger-
olan Venedik Bienali kapsamında yapı-
Contemporary Istanbul yukarıda bah-
çek yönü değil, kişide bıraktığı izlenimler
lan etkinlikler, hem bu kuramsal duruma
settiğimiz gibi sanatın ve estetik algının,
önemlidir. Bu nedenle anlatılan, dış dünya
hem de biçimsel anlamda yukardaki duru-
renklerin, kadrajın yok olup başka bir şeye
değil, dış dünyadaki varlıkların hayale bü-
ma derli toplu bir açıklama getirerek, her
dönüştüğünün; dünyanın, yeni sorunları ile
rünmüş izlenimleridir. Aslında dış âleme,
iki yılda bir dünyanın farklı yerlerinde bir
yeni imkânlarının birleştiği bir alana dö-
oradaki varlıklara ve nesnelere karşı ilgi-
çok sanatçının ve sanatseverlerin katılımı
nüşmesinin, insanlık tarihinin ve bununla
sizdirler.
ile bir çaba olarak doğmuştur. Uluslarara-
beraber sanat ve estetiğin nasıl bir evrim
sı olan bienaller ile sanatseverler dünya-
geçirdiğinin de kanıtı gibi...
- Varlığın; sanatçıda, içinde bulunulan
12
KİTAP/POLİTİKA
İhanet ve
Direniş
Reşat Petek
Kitapta, “Yüzyılın
ihaneti” olarak tanımlanan
15 Temmuz darbe
girişimini gerçekleştiren
FETÖ’nün lideri Fethullah
Gülen tüm yönleriyle
anlatılmıştır. Fethullah
Gülen kimdir?
Gülen’in Masonlarla
ve diğer gizli örgütleri
bağlantıları neydi?
Neden ABD’ye
kaçtı? Fethullah
Gülen örgütü, devlet
içine nasıl sızdı? Tüm
bu soruların cevabı
15 Temmuz Darbe
Araştırma Komisyonu
Başkanı Reşat Petek’in
kaleminden…
“Paralel Yapılanmadan Milletin Yapılanmasına” diyen Petek, kitabında “1
Numara”sının Fethullah Gülen olduğu, 15
Temmuz darbe girişimini tüm detayları ele
aldı. Her on yılda bir adeta ülkenin kaderi
haline gelen darbelerle, Türkiye ve insanları
her defasında en az 10 yıl geriye götürüldü.
Farklı dönemlerde farklı dinamikler ve aktörlerle gerçekleştirilen müdahaleler ile ül-
kenin enerjisi, yetenekleri, siyaset üretip daha
da ileriye gitmesi ve daha güçlü bir ülke haline
gelmesi sanki gizli “bir el” yönetiminde organize bir şekilde engelleniyordu.
Türkiye’nin 1960’lardan beri ismini bildiği
ve özellikle 80’li yıllardan başlayarak hem toplum hem siyaset hem de sivil toplum kuruluşları nezdinde büyük itibar gören bir ‘din adamı’
ve onun etrafında toplanan cemaat… Bir plan
dâhilinde on yıllar içinde sinsi bir sabırla adım
adım ele geçirdikleri gücü kullanarak “Yüzyılın ihaneti’’ sayılan bir darbe yapmaya kalkıştı.
Bu hain çete, ülkenin günahsız insanlarına kurşun sıkacak, Meclisi’ni bombalayacak, ordusunun Genelkurmay Başkanı’nı makamında derdest edecek, ülkenin seçilmiş hükümetini yıkmaya yeltenecek ve Cumhurbaşkanına suikast
düzenlemek üzere cinayet timini harekete geçirecek kadar gözünü karartmıştı.
Bu hain çetenin başında “Hocaefendi”
olarak anılan Fethullah Gülen vardı.
Reşat Petek Kimdir?
Reşat Petek, Yozgat Cumhuriyet Başsavcısı iken, başörtülü öğrencileri üniversiteye almayan Erciyes Üniversitesi Rektörü ve Yozgat Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı
haklarında “Kanunsuz emir vererek eğitim
özgürlüğünü engellemek” suçundan soruşturma yaparak, ilk defa kamu davası açmasıyla tanındı.
Ak Parti Burdur Milletvekili olan Petek, “15 Temmuz Araştırma Komisyonu”
Başkanlığına atanmış, önceki dönemlerde
Ergenekon ve Balyoz davalarının savunuculuğu yönünde beyanları nedeniyle de medya
tarafından hedefe oturtulmuştu. Petek, komisyonda ifade verecek kişiler noktasında
da kamuoyundan ağır baskılar gördü.
Halife Hz. Ali (r.a.), kendisinden ayrılmalarının ardından, gerek savaştan önce
gerek savaştan sonra Haricilere Müslüman
muamelesi yaptı. Eserde, Hz. Ali’nin Şam
ile ilgili sefer planları, Muaviye ile ateşkesi ve Nehrevan Savaşı’na dair detayları okumakta mümkün.
13
KİTAP/ALMAN EDEBİYATI
IRKÇILIĞIN İÇ YÜZÜ
Alman Edebiyatçı
Thomas Bernhard’ın Yaşamı
Avrupa çapında ırkçılığın ve İslâmofobinin
yükselişine farklı ülkelerde gerçekleşen seçimlerin benzer sonuçlarından ve göçmen krizine yönelik birbirinden farklı olmayan dışlayıcı politikalardan aşinayız. Bu tutumu destekleyen Fransa’daki FN geçtiğimiz seçimlerde ikinci sırayı almışken, komşusu Almanya’da benzer kulvarı temsil eden
AFD, yakın zamanda belli olan seçim sonuçlarına göre üçüncü sırada yer alarak büyük bir yükseliş göstermiş oldu. Hollanda ve
Avusturya’daki aynı kökenden gelen partilerin konumu da farklı değil. Hollandalı ırkçı milletvekili Welders, bu tabloyu Avrupa’nın
yeniden doğuşu olarak tanımlıyor.
Gerçekten de Avrupa siyasetindeki bu
sosyal farklılaşma, İkinci Dünya Savaşı’ndan
bu yana Avrupa’nın ayrışma yoluyla birleşme
yolunda olmasına dair bir temeli teşkil edebilir. Şüphesiz ki öteki karşısında beraberliği
ve yeniden doğuşu hazırladığı düşünülen bu
farklılaşmanın temeli, günümüzden çok daha
öncesine dayanıyor. Avrupa sathında yükselen, ırkçı eğilimler taşıyan siyasal oluşumların en uç noktasını temsil eden Nazizm, rasyonalitenin teknolojiyle cisimleşmesi yoluyla,
ırkçılığın toplumsal boyutta sistematik bir yapıya büründüğü bir dönemi oluşturmaktaydı.
Yaşlı Kıta Avrupası’nın bu eski toplumsal kültürünün tezahür ettiğini düşünebilmek
için güncel olana hapsolmuş bir gözlemde bulunmaktan çok, henüz savaşın hemen
ertesinde olup bitenleri incelemek, olmakta olanı anlayabilmek açısından daha sağlıklı bir yol. Almanya’yı yerle bir eden Amerikan bombardımanları, Alman halkının Nazi
kültüründen ayrı bir kültür inşa etmelerini
14
1931-1989 arasında
yaşayan İkinci Dünya Savaşı
sonrası Alman edebiyatının
dünya çapındaki önemli
yazarlarından Thomas
Bernhard, yaşamının son
on yılı içerisinde, hayatının
ilk yirmi yılını kaleme alır.
Eser, çocukluk ve ilk
gençlik yıllarına Nazizm’in
nasıl tesir ettiğini, savaşın
insan hayatını nasıl tarumar
ettiğini ortaya koymaktadır.
Otobiyografik beşlemesinin
ilk kitabı olan “Neden - Bir
Değini” ortaokul ve lise
yıllarını; “Kiler - Bir
Kaçış” liseyi terk edip bir
bakkal çırağı olarak
geçirdiği zamanları;
“Nefes” ve “Soğuk”
veremle geçen yıllarını;
anlatının son kitabı olan
“Çocuk” ise doğumundan
ilkokula uzanan yılları
kapsamaktadır.
sağlayabilmiş miydi? Dilenen özürler, herkesin dil ile olanları ayıplaması, acaba ne kadar gerçekti?
İnsanın benliği üzerinde düşünmeksizin siyasetin ve sosyolojinin kökenlerine nüfuz etmenin mümkün olmadığı kanaatini taşıyanlar, arayışlarını sınırlandırmazlar. Toplumsal vaziyeti idrak etmenin başlıca yollarından birisi de bir dönemin koşulları altında doğup büyümüş bireyleri tekil olarak anlama çabasıdır. Bu veçhesiyle edebiyatın varlığı, gündelik sanıların ötesine geçebilmek
adına elzemdir.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Alman Edebiyatının dünya çapındaki önemli yazarlarından
Thomas Bernhard, beş ciltlik anlatısında bu
hakikati yansıtmaktadır. 1931-1989 arasında
yaşayan yazar, yaşamının son on yılı içerisinde, hayatının ilk yirmi yılını kaleme alır. Çocukluk ve ilkgençlik yıllarına Nazizm’in nasıl
tesir ettiğini, savaşın insan hayatını nasıl tarumar ettiğini ortaya koymaktadır. Otobiyografik beşlemesinin ilk kitabı olan “Neden - Bir
Değini” ortaokul ve lise yıllarını; “Kiler - Bir
Kaçış” liseyi terk edip bir bakkal çırağı olarak
geçirdiği zamanları; “Nefes” ve “Soğuk” veremle geçen yıllarını; anlatının son kitabı olan
“Çocuk” ise doğumundan ilkokula uzanan yılları kapsamaktadır.
Salzburg: İntiharlar Başkenti
“Neden” adlı ilk cilt, yazarın Salzburg’taki
deneyimlerini içerir. Alplerin eteklerinde kurulu bu şehirde Bernhard’ın gördüğü, herkeste hayranlık uyandıran mimarisinin içinde gizli sahte sanatperestlikten ve “kendini habisliğe adamış, adilik ve alçaklıkla do-
nanmış” bir insan güruhundan başka bir şeydir değildir. Nasyonal Sosyalist Öğrenci Yurdu yatakhanelerinde geçen bu yıllarında yazar, Salzburg semalarında görülen bombardımanların yarattığı dehşeti tecrübe etmiştir.
Bir yandan okulda ve yurtta gördüğü şiddetle, bir yandan da sığınaklardaki keşmekeşle
mücadelesinde, karakterinde açığa çıkan direncin sebeplerini dile getirmektedir.
İnsan vücudundan kopan parçalar arasından koştuğu sığınakların ölüm kampına
dönüşümünü henüz çocuk yaşta öğrenmiştir.
Moloz yığınları ve kaçtığı bombaların altında
savaşa tanıklık ederken, aynı zamanda hayatın bilincine yaklaşmıştır. Savaşın bitmesiyle Nasyonal Sosyalizmin gündelik hayattaki izleri silinmiş gibi görünse de yerine ikame
edilen Katoliklik kültürünün ve Amerikalıların egemenliğinin altında aslında hiçbir şey
değişmediğini, ırkçılığın, dışlamanın, bir yapı
olarak hâlâ nasıl sapasağlam kaldığını anla-
tır. Namlunun yöneldiği hedef sadece Nasyonal Sosyalist Parti’nin politik iktidarı olmuştur; başka bir şey değişmemiştir. Yüksek konumda olanlar yerlerini korumuş, yeni gelenlerin uygulamaları ise sadece kıyafet değişikliğinden ibaret olmuştur.
Tersine Gitmek: Çıraklık Yılları
“Kiler” ismini taşıyan ikinci ciltte ise
Bernhard okula gitme fiilini sorgulamaya
başlar. Nasyonal Sosyalizm ve Katolik ahlakı
ile şekillenen okul yıllarındaki ileriye, geleceğe doğru gidişteki anlamsızlıklardan bunalan
Bernhard’ın yegâne amacı artık tersine gitmektir. Yazar, okulu terk eder ve ait olduğu
küçük burjuva kültüründen sıyrılmak adına
herkesin kaçtığı, küçümsediği insanların hayatlarıyla iç içe olmak ister. Bu fikirle en azılı
suçluların yaşadığı bir mahallede bakkal çırağı olarak işe başlar. “Hayatımın en verimli
yılları” olarak nitelediği bu süreçte yazar, küçücük bir bakkal dükkânında, toplumun dışlanmış yüzlerce insanının hayatlarına tanıklık
ederek, onlarla komşuluk ilişkisi içerisinde,
yaşamı boyunca kendisine tesir eden bir dönem yaşar. Çıraklık yılları ise istemeden son
bulur: Bir kar fırtınası esnasında kilere taşımak üzere yüklendiği patates çuvallarını yerleştirdikten sonra hastalanır ve birkaç yılını
hastanede geçirmesine sebep olacak akciğer
hastalığına tutulur.
Bedenin Hastalığı; Ruhun Hastalığı
Akciğerindeki hastalık nedeniyle hastaneye yatırılan Bernhard, “Soğuk” adlı ciltte hastaların birbirleriyle ilişkilerini, doktorların hastalara muamelelerini dile getirerek yaşanan yozlaşmayı gözler önüne serer. Hastanenin başhekimi Nazi döneminden
beri koltuğundadır, savaş sonrasında da değiştirilmemiştir. Asistanların, sanatoryumu
bir ceza evinden farksız kıldığını dile getiren
yazar, başhekimin kalın kafalılığına bağlı hükümleri altında yıllar geçirdiğini yazar. Ayrıcalıklı hastaların ilaçları gerekli olan dozda
verilmekteyken, Bernhard gibi fakir ve destekten yoksun hastalara verilen doz hiçe yakındır. Hastane öncesindeki hayatının ağırlığı, hastane içerisinde de değişmemiştir. Ne ki
bu koşullar Bernhard’ın direncini kırmamış,
kendi deyişiyle kendisini dünyaya getirenlerin
kökenleri, kendi kökenleri ve insan ile dünya
arasındaki bağ hakkında arayış içerisinde olmuştur. Aile fertlerinin her birinin başka yerde doğmuş olması, daima yer değiştirmeleri,
kendisine göre ailece yaşadıkları karakteristik huzursuzluğun başlıca sebebi olmuştur.
İlk kayıplar ve hayata devam etmek
“Nefes”te ise yazar, hastanede geçirdiği zamanların yanı sıra, hayattaki en büyük
öğretmeni büyükbabasının ölümünü anlatır.
Doktorların acımasızlık ve zihinsel soğukluktan başka bir şey sunmadıkları tedavilerinde,
bu iki insanın yaşadığı psikolojik işkence sonucunda büyükbaba gözlerini yummuş; ancak genç Bernhard öğrenmeye, çabalamaya devam etmiştir. Aynı süreçte annesinin ra-
him kanserine yakalanmasıyla yazar, yalnızlaşmaktan kurtulamamıştır.
Bebeklikten itibaren yalnızlık…
“Çocuk” adlı son ciltte Bernhard, babasız geçen çocukluk yıllarını doğumunun ilk
anlarından itibaren anlatır. Annesinin çalışmak zorunda kalmasını ve kendisini bırakabileceği bir yer olmadığı için bebeklerin bakıldığı bir tekneye kendisini verdiğini ve hafta sonları görmeye geldiğini yazar. Deniz kokusunu duyduğunda henüz bebekken yaşadığı bu yalnızlığın canlanmasından kaçamaz.
Gayrimeşru doğumu ve ardından babasının
kendisini reddetmesiyle bakımı annesi tarafından üstlenilir; fakat bu bakım şefkatten
çok kırbaçla dövülmekle gerçekleştirilir. Annesinin tüm şiddetine karşın yazar, sevgisinden uzak kalamaz. Annesinin her kırbaç darbesinde aslında kendisini değil; kendisinin
yüzünü taşıdığı babasını kırbaçladığını söyler.
Henüz altı-yedi yaşındayken bir çamaşır ipini
ilmek yapıp boynunu ipe geçirse de ipin kopmasıyla hayatta kalmıştır. Türlü haşarılıkları nedeniyle okuldan alınıp yetiştirme yurduna gönderilir ve Nazizm’in ahlak anlayışını ilkokul sıralarındayken talim eder. Hayatındaki iki önemli insan olan dedesini ve annesini ömrünün ilk yirmi yılı içinde kaybetmiştir.
Kimsesi olmadan ve parasızlık içerisinde, savaş koşulları altında hayatını idame etmeye
çalışmış; aklın unutulduğu, barbarlığın hüküm sürdüğü harp yılları ve kıtlık zamanlarında çocukluğundan itibaren düşünmekten
ve aramaktan ayrılmamıştır. Bernhard’ın duruşu kanıtlamaktadır ki ırkçı kültürün dayatılmasına, Yahudi veya dışlanmış diğer gruplardan olmamasına rağmen çocukluğundan
itibaren direnmesini anlamaya yeniden ihtiyaç duyulmakta.
Yaşlı kıtanın felaketleri, bir çocuğun gözünden olağanca açıklığıyla ve öfkeyle dillendirilmektedir; ancak yanlışların tekrarlanmayacağı ve büyüyerek devam etmeyeceği ise ne
yazık ki gerçeklerden uzak görünmekte.
15
KİTAP/ULUSLARARASI İLİŞKİLER
VAKKAS DOĞANTEKİN
Kargaşadaki Dünya
(World İn Disarray)
ULUSLARÜSTÜ EGEMENLİK KAVRAMI
VE DEVLETLER ÜSTÜ EGEMEN NİZAM
Richard Haass
2017 yılında çıkan kitap, 352 sayfa ve
ler arasındaki rekabetin tekrar döndüğünü,
ana konuları terörizm, siber güvenlik, nük-
BREXİT’in yaşandığı Avrupa’nın istikrarsız
leer silahlanma ve iklim değişikliğinin et-
olduğunu, dünyanın kargaşa içerisinde yö-
kileri.
nünü kaybettiğini ve 21. yy’da “Dünya Dü-
Dünyanın en etkili Siyonist kuruluşla-
ABD dış politikasını
yönlendirdiği konuşulan
önemli düşünce
kuruluşlarından, Foreign
Affairs dergisini de çıkaran
Dış İlişkiler Konseyi’nin
(Council On Foreign
Relations) başkanı Richard
Haass ‘Kargaşadaki Dünya,
World İn Disarray’
başlıklı bir kitap yazdı.
Richard Haas, Irak ve
Afganistan savaşlarını
başlatan George W. Bush
döneminde ‘politika
planlayıcısı’ olarak çalıştı,
14 yıldır da CFR başkanı.
16
zeni 2.0” ismini verdiği yeni bir işletim sisteminin gerekliliğini vurguluyor.
rından birisi olan CFR’nin başkanı Richard
Haass, doğru bir işletim sistemiyle
Haass, kitabında ana mesaj olarak, 2. Dün-
kontrol edilmezse, uluslararası terörizm,
ya Savaşı’ndan sonra tasarlanan dünyanın
siber savaş, salgın hastalıklar, virüsler, ik-
ortadan kalkmaya başladığını, büyük güç-
lim değişikliği ve nükleer zenginleşme gibi
dünya sahnesine bir kısmı yeni çıkan konuların globalizmi bir tehdit haline getireceğini iddia ediyor.
Dış politikaya realist bakışıyla bilinen
Haas, çözüm olarak, Avrupa’nın geçmişte içinden çıktığı savaşların ardından tesis ettiği düzeni örnek gösteriyor. Yeni bir
uluslarüstü egemenlik kavramını dile getirip, ‘’Devletlerin birbirine karşı sorumlu
olduğu ve global tehditler söz konusu olduğunda, devletlerüstü egemen bir nizama tabi oldukları’’ bir sistemin kurulmasını temenni ediyor. Bağımsızlığı diğer devletlere de bağlı olduğu için hiçbir devletin
bu uluslararası nizama aykırı hareket etmemesi gerektiğini vurguluyor.
Haas, yakın dünya tarihinde 1648’deki
Westfalya Anlaşması’nın, 1815’deki Viyana Kongresi’nin, 2. Dünya Savaşı ardından
Almanya ve Japonya’daki rejim değişikliklerinin dünyaya istikrar getirdiğini, sınırla-
rı ve devletlerin birbirine karşı sorumluluk-
başlayan Trump’ın, ABD’yi dünyaya kahka-
tiği gibi oynayamazsın, ABD’yi de dahil et-
larını belirlediğini ancak 21. yy’da artık yeni
ha malzemesi yaptığını, dış politikada ne-
mek zorundasın’’ yaptırımları uygulayalım.
önlemler alınmasının mecburi olduğunu,
ler yapılacağına dair birçok konuda belir-
Kurumsal olarak CFR’nin, Trump yö-
geçmiş, bugün ve gelecek olarak üç bölü-
sizlik olduğunu ve Rusya ile ilişkilerin nor-
netiminden bir an önce kurtulmak istediği
me ayırdığı kitabında detaylıca işliyor.
malleşmesi gerektiğini söylemişti.
izlenimini edinmiştim. Panel sonrası sohbetimizde ‘‘Rusya ve Putin ile ilgili istedi-
Dolar, Dünya Rezerv Para
Birimi Olmaktan Çıkar mı?
CFR’nin Putin ve
Türkiye Tutumu
ğiniz normalleşme sürecini Türkiye ve Erdoğan için neden düşünmüyorsunuz’’ so-
Zaman zaman ekonomik tahminler-
ABD’nin Putin’i koltuğundan etme mü-
rumu geçiştirdi. FETO ile ilgili soruma ise
de de bulunan Haas, “ABD’deki borç yükü
cadelelerini artık bırakması ve birlikte nasıl
tipik bir batılı siyasetçi tavrıyla ‘‘Somut de-
artarak devam ederse dolar, dünya rezerv
çalışırız buna odaklanmak gerektiğini vur-
lil göremiyorum’’ dedi. Vücut dili ve kelime
para birimi olmaktan çıkar.” diyor. Böylesi
gulayan Haas, Putin ‘Beni devirmek istiyor-
tercihleri ‘Türkiye ve Erdoğan ile uğraşıl-
bir ekonomik gelişme, sonuçlarıyla ilgili ki-
lar’ paranoyasından artık çıkmalı, dedi. Ka-
maya devam edilecek’ idi.
taplar yazılabilecek çok detaylı ve ehemmi-
tıldığı başka programlarda Rusya’ya karşı
yetli bir konu.
ABD hamlesinin şunlar olması gerektiğini
Richard Haass ile kitabı ilk yayınlandığı günlerde, Los Angeles’ta kahvaltılı bir
panelde tanışmış, panel sonrasında bire
bir sohbet etmiştik. Kitabında yazdıklarını
özetleyen panel konuşmasında göreve yeni
söylemişti:
Richard
Haass, CFR başkanı olması
hasebiyle ne yazdığı ve söylediği önem ta-
1- NATO’yu savaşa hazır hale getirelim,
şıyan biri... “Kargaşadaki Dünya”, bir temenni veya analizden öte, belirli odakların
2- Rusya içindeki Putin karşıtlığını körükleyelim ve
hali hazırda tesis etmeye çalıştığı gerçek
bir dünya düzeninin işaret fişekleri olma-
3- ‘‘Bu oyunu tek başına, kafana es-
sı bakımından son derece önemli bir kitap.
KİTAP/POLİTİKA
ERDOĞANOFOBİ
Siyasette Erdoğan Korkusu
Abdülkadir Özkan
Pek çok farklı kurumda ve yurtdışında farklı ülkelerde gazetecilik yapmış,
düşünce kuruluşlarından farklı araştırma dergilerinde makaleleri yayınlanmış ve
Nabi Avcı, Mehmet Görmez gibi isimlerin basın müşavirliğini yürütmüş olan Abdülkadir
Özkan; Erdoğanofobi’de Erdoğan karşıtlığı ve düşmanlığını masaya yatırıyor.
Siyasette Erdoğan korkusunu ‘siyasal bir hastalık’ olarak tanımlıyor.
Erdoğan korkusunun oluşturulmak istendiğini
monyasına’ direnen Erdoğan’a karşı ‘‘korku siyase-
aktaran kitap, siyasal İslâm’ın iflasını öngören tezler
ti’’ üzerinden politik bir dil geliştirmeyi ilke edinme-
ile oryantalizmin tahripkâr bakiyesini birlikte yorum-
si, iç siyasette Erdoğan korkusunu beslemiştir. Erdo-
layarak, oluşan korkunun zeminindeki rolünü sorgu-
ğan Batı’nın hedefe oturttuğu bir isim olmuş, ege-
luyor.
men güçlere meydan okumuştur. Erdoğan korkusu-
Erdoğan’ın
nun temellerini kronolojik olarak anlatan eser, Erdosiyaset sahnesine çıkışından itiba-
ğan iktidarları dönemindeki Davos çıkışından Kürt
ren gösterilen tepkiler, siyaset basamaklarını tırman-
açılımına ve Erdoğan iktidarları öncesine, ilk siya-
dıkça; sırasıyla hazımsızlığa, düşmanlığa ve hastalığa
set sahnesinde göründüğü MSP ve Refah Partisi dö-
dönüşmüştür. Erdoğan, bünyesinde bulunduğu par-
nemine kadar uzanan gelişmeleri; akıcı bir üslup ve
tilerde tehlikeli bir rakip olarak endişe uyandırmış,
renkli fotoğraf zenginliği ile aktarmakta. Fotoğraf
halk ile kurduğu bağ sayesinde ise rakiplerinin önüne
yerleşimi ve boyutları ise bir kitap için ideal, olaylara
geçmiştir. Yazara göre rakiplerinin, ‘elit zümre hege-
dair destek unsuru olarak da isabetli seçilmiş.
17
KİTAP/PSİKOLOJİ
Gelecekten Beyin Öyküleri
(n) BEYİN BİLİM KURGU ÖYKÜ YARIŞMASI
Sinan Canan
Zihinsel donanımımız,
Hayal Kurmak ve
Öyküler... Geleceği bir
kurban gibi mi
düşünüyorsunuz?
Peki, hayal kuruyor
musunuz? Nasıl bir
gelecek hayal ediyorsunuz?
En azından başkalarının
kurdukları hayallerden
ilham alabilecek
cesaretiniz var mı?
Türkiye’de Bilimkurgu edebiyatının
yok denecek kadar az olduğu tespiti ile
yola çıkan Sinan Canan ve n(Beyin) ismini
verdiği ekip, “(n)Beyin 1. Bilimkurgu Öykü
Yarışmasını” başlattı. Türkiye’nin dört bir
yanından gelen hikâyeler, onlara umut
verdi. Gelecekten Beyin Öyküleri, işte bu
yarışma sonucunda seçilen ilk 21 öykünün bir araya getirilmesinden oluştu.
n(Beyin), 2013’ten beri, insan beynini
yediden yetmişe tüm meraklılara en anlaşılır ve eğlenceli şekilde anlatan ve anlatmaya devam eden bir popüler bilim dergisi. Aslında kendilerini “Beyin Dergisi” olarak tanımlıyorlar. Beyine dair son
araştırmalardan hafızaya, uykudan sinirlerin biyolojik yapısına kadar güncel içeriğe hâkim bir yayıncılık sergiliyorlar. Dergi
öncülüğünde “Zihin ve Beyin’’ ana temasıyla 1. (n)Beyin Bilimkurgu Öykü Yarışması davetine, bu kadar kaliteli öyküler18
le katılım olması bir taraftan hayal kurmanın bir taraftan bilim teknoloji alanında yapılabileceklerin önünde sınır olmadığını gösteriyor.
21 öykü, Türk asıllı yazarlarca yazılmış
147 öykü arasından seçildi. Yazarların bazıları dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşıyorlar.
(n)Beyin dergisi ve internet portalı editörü
Buse Kaynarkaya öncülüğünde 6 kişilik seçici jüri öyküleri değerlendirdi.
Henüz var olmayan dünyaları ve
imkânları hayal etmekten bahseden Sinan
Canan, bunun bir meslek olduğunu düşünüyor. “Geleceği daha çok hayal edersek, onu
hayallerimize göre inşa edebiliriz” diye de
ekliyor.
Düşüncenizi Değiştirmek
İçin Beyin Çipi...
Çok mu şüphecisiniz? Kaygılı bir kişiliğiniz mi var? Beyne takılan küçük bir çiple
fikrinizi ve düşünme biçiminizi değiştirdiğinizde, sadece kişiliğinizi değil, estetik ameliyata gerek kalmadan istediğiniz görünüme
sahip kişi olabileceksiniz. Beyin dalgalarının
gücünü aktaran “Şüphe” adlı ilk öykü bu şekilde başlıyor mesela…
Sahip olmak istediğiniz davranış, zihin ve düşünme biçimine ulaşmanızı sağlayacak bir beyin nasıl çalışıyorsa sizin
beyninizin o özelliklerini harekete geçiren
bölgeleri tetikleyecek uyarıcılar sözkonusu. Bu uyarıcılar ile yapılan müdahaleler,
her şey olmayı, farklı düşünmeyi mümkün kılabilir mi gerçekten? Kuşkularınızdan, beyninizin içerisinde sürekli olumsuz
konuşan sesten kurtulmak mümkün mü
mesela? Bunu kendi enerjiniz ve motivasyonunuzla yapmak belki size zor gelebiliyor. Buna, uygun tıbbi icatlar ile müdahale etmek mümkün olacak mı?
Peki, ya kuşkularınız sizi aslında koruyan bir etkiye sahipse? Acaba gerçekten kuşkulu ve meraklı olmayan birine
dönüştüğünüzde güvende olabilecek misiniz? Daha mutlu olmak mı kendiniz olmak mı? İşte öyküler, bu gibi hayallerden
oluşuyor. Öykülerin çoğu beyin gücünün
farkındalığı ve bunun üzerinden geliştirilen teknolojiler üzerinden ilerliyor. İnsan
olmaya ve teknolojiye dair ciddi mesajlar
ile kafa karıştıran ve muhakkak ki hayal
gücünüzü cesaretle yükselten öyküler...
KİTAP/PSİKOLOJİ
İçim Dışım Bir
RUH, BEDEN, ZİHİN BÜTÜNLÜĞÜ
Uzm. Psikolog
Merve Otçeken
‘’Ya göründüğün gibi ol ya
olduğun gibi görün’’
demiş. Mevlana. Peki
nasıl? Ruhun, bedenin ve
zihnin bir bütün olması,
kendini bilme hali ve içsel
bütünlüğü hissetmek
için nelere ihtiyaç
var? İnsanın ihtiyaç
piramidinde fizyolojik
ihtiyaçlar ilk sırada.
Sonrası ise duygu ve
değerlere ilişkin…
Uzman Psikolog Merve Otçeken
‘İçim Dışım Bir’ adını seçerek baştan
bütünlüğe dikkat çekmiş oluyor. Hayallerinden bile telaş çıkaran günümüz insanına rehberlik etme amacıyla yazılan kitap, bazı parçalarıyla olan
bağlantıları zayıflamış veya kopmuş
kişilerde bütünlüğe yeniden ulaşacak
metotları paylaşıyor.
Kaygılarda geçmişe saplanma ile
geleceği aşırı düşünmenin rolü üzerine vurgu yapan yazar, terapi yaklaşımlarının ve fazlalığı atmanın ve eksiği tamamlamanın üzerinde duruyor. Kişinin kendini gerçekleştirmesinde kendini tanımasının önemini aktaran kitap, bunun için kişinin kendine
sorması gereken çok kıymetli sorular
önermekte. Sadece kendi ihtiyaçlarını değil
yakınındakilerin ihtiyaçlarını da anlamlandırabilen birey, birlik bilinci ile bolluk ve bereket içerisinde herkesin hayrına bir gayret
içerisinde olur. Hayatın işleyiş biçimine olan
güven, kişiyi kabul ve rızaya getirerek telaştan uzaklaştırır.
Bu manada bazı yaşam koçlarının mottosu haline gelen ‘akışta kalmak’ tabiri ile
hayatın işleyiş biçimine güvenmek tabiri ör-
tüşmekte. Bu güveni sağlamakta kişinin hayatının manevi alanında dini inanç veya farklı ifade biçimlerinden olan ‘Evrenin işleyişindeki mükemmelliğe’ dair inanç, kimi düşünce biçimlerinde karma denilen bizim
kültürümüzde ‘ne ekersen onu biçersin’
şeklinde deyimleşmiş bir ilahi adalet tasavvuruna inanç son derece önemli bir misyona sahip.
Ruh, beden ve zihin olarak bütünlük
halinde olmanın belirtilerini aktaran kitap,
parçalanmışlığın teşhisi içinde kendinize yöneltebileceğiniz sorular sorarak, sizi kendinizle yüzleştiriyor. Çözüm bütünlüğün yeniden tesisi…
Nereden güç alabileceğinizi gösteren, güç almanıza engel olan zihinsel, bedensel ve ruhsal blokajları aşmanızı sağlayacak reçetelerde ana
yol, bu üç bileşenin her birini dinlemek ve bizlerden ne istediklerini bilmektir.
Enerjinizi nerelere harcıyorsunuz?
Harcadığınız yerler bu üçlünün
bütünlüğünü sağlamaya hizmet eden
eylemler veya düşünceler mi?
Zihninize
karışık gelen durumlarda kalbinizin sesini nasıl duyabilirsiniz?
Kişi; onay alan yönlerini bilip sevdiği gibi, bir o kadar çekilmez olan
yönlerini de görmelidir bütünlük için.
Bu ‘karanlık’ yönler için çözüm odaklı bir ihtiyaç listesi öneren kitap, yaşamınızı dönüştürecek bir ses tonuyla ve
son derece içten bir şekilde size sesleniyor.
19
RÖPORTAJ
KÜBRA SÖNMEZIŞIK
RASİM ÖZDENERER:
Mutluluğun Öyküsünü
Yazmak İmkansız
FOTOĞRAFLAR
HASAN EREN ÇALIŞKAN
FOTOĞRAFLAR
HASAN EREN ÇALIŞKAN
“Zihinsel hicret, zihinlerimize yerleşmiş,
yerleştirilmiş bütün gayri İslâmî
kabulleri terk edip, onun yerine
İslâmî kabulleri ikame etmektir” diyor
Rasim Özdenören. Demokrasi kavramına
bakışında ise İslâm ile örtüşen noktalar
ile birlikte referans noktasının halk değil
Hakk olmasının altını temel fark olarak
20
çiziyor. Mevcut siyasi iklimde kurulu
her parti yönetiminin netice itibari ile
kurulu sisteme hizmet etmiş olduğunu
vurguluyor. Mevcut nizama dair
“Üstelik kurulu düzen, Müslümanları
lütuf ve ihsanından yararlandırdığını
düşündüğü için bir de ona şükran borcu
duymanız bekleniyor” tespitini yapıyor.
GÖZÜMDEN...
O, Cahit Zarifoğlu’nun yazdığı “Yedi Güzel Adam”dan
biri; edebiyatımızın “Gül yetiştiren adam”ı. Rasim Özdenören ile daha önce birkaç defa İstanbul’da röportaj yapmıştım. Fakat bu defa ilk kez yaşadığı şehre, Ankara’ya gidecektim. Yaşadığı şehir insanın kendi evidir. Bilirim ki insan kendi evinde, hanesinde daha rahat ve güvende olur.
Bu da konuşmaya samimiyet katar. Sohbet yolculuğu için
İstanbul’dan, Ankara’ya yola çıktım. Görüşmemiz Hece
Yayınları’nda olacaktı.
Kaleme aldığı yazılar ve hakkında yapılan röportajlarda siyasetten ve ömrünü vakfettiği edebiyattan bahsediyordu.
Benim merak ettiğim ise, onu “Büyük edebiyatçı” yapan
büyüdüğü ortam, ailesi ve tabii ki ikizi Alaeddin Özdenören
ile ilişkisiydi. Rasim Bey’i tanıyanlar bilir, sessizliğinin al-
tında muziplik vardır. Çocukluğu Maraş, Malatya, Tunceli’de
geçen Özdenören’in edebiyatına bu şehirler ne katmıştı? İkiziyle nasıl bir ilişkisi vardı? İlk öyküsünde neden fakir bakkal çırağını konu etmişti? Bu sorulara ek olarak, Müslümanca düşünce üzerine de kafa yoran Özdenören ile günümüz
Müslümanının moderniteyle ilişkisini ve birazda siyaseti içine alan bir röportaj gerçekleştirdim. Konuşmada beni en çok
etkileyen ise ikiziyle ilgili sorduğum sorularda verdiği tepki oldu. Alaeddin Bey’den bahsederken, yüzünde çocuksu bir
mutluk belirdi, bazı sorularda boğazı düğümlendi. Kolay değildi; ikizi bu dünyadan ayrılalı 14 sene olmuştu. Tüm bu iç
burkan konulara rağmen, Özdönören, konuşmamız boyunca
yaptığı latifelerle muzip tarzından uzaklaşmadı. Çünkü o her
Müslüman’da olması gereken bir şey yapıyor, umut ediyordu.
Maraş doğumlusunuz. İlk ve orta öğreniminizi Maraş, Malatya, Tunceli gibi
Güneydoğu ve Doğu şehirlerinde tamamlamışsınız. Bu şehirler edebiyatınızı nasıl
etkiledi?
Babam aslen İstanbulludur. Fakat memuriyeti dolayısıyla 1930’ların başlarında Maraş’a geliyor ve evleniyor. 9 yaşımıza kadar Maraş’ta kaldık. O yaşa kadar insan ana ocağının bütün kültürünü benimsiyor. Bu sebeple Maraş kültürü bende
çok baskındır. 9’dan 14 yaşımıza kadar da
Malatya’da kaldık. Malatya’daki mahallenin çocukları bizim şivemizi yadırgadılar.
Malatya mahallî kültürünün de üzerimde
çok etkisi var.
Ataerkil Kültürde
Gizli Özne: Anne
Nasıl?
Malatya-Elazığ-Tunceli;
bu
şehirler
Doğu ikliminin kentleri. O şehirlerin şart-
vardır. Orada âşık bir delikanlının sokaklar-
cere kaynadı. İstanbul ve Maraş tenceresi…
ları öykülerime yansımıştır. Aile ortamında
da sevgilisini arayışı ve sabaha doğru eve dö-
Bizler Maraş tenceresiyle büyüdük. Babam
ata-erkil bir düzen varmış gibi görünür. Fa-
nüşü konu edilir. Anne baba ayaktadır. Ba-
hiçbir zaman Maraş yemeğini yemedi. Sade-
kat anne hiç ortalarda görünmemesine rağ-
banın hâkim havası evde baskındır. Babanın
ce yemek kültürü değil, dil konusunda da çok
men onun sözü geçerlidir. Anne, sözünü ke-
bütün afra tafrasına rağmen biz annenin sö-
hassastı. Yanlış telaffuz edilen kelimeleri dü-
lam olarak dile getirmez. Fakat fiil onun fii-
zünün geçtiğini biliriz. Bu hikâyelerde tasvir
zeltirdi.
lidir. Denize Açılan Kapı kitabımdaki “Ocak”
edilen evler, Malatya ve Maraş karışımı evler-
öyküsünde bu tema vardır. O öyküde, ataerkil
dir. Bende üçüncü bir etki daha vardır. O da
aile ortadadır. Anne ise bir iki cümle halinde
baba ocağının etkisi… Babam İstanbullu de-
geçer. Gelin vardır ve silik bir şahsiyet ola-
miştim. Ömrü boyunca İstanbullu olma tutu-
rak görünür. Fakat hikâye ilerledikçe onla-
munu terk etmedi.
rın ne kadar başat birer figür olduğu anlaşı-
tanbul kültürü ile yetişmiş insanlarsınız…
Evet. Sezai Karakoç bizi Maraşlı kabul
etmezdi. “İstanbullusunuz” derdi. Babam
ayrıca muzip bir adamdı. Latife olsun diye in-
sünüz. Mesela gelinin kocasına bir çıkışma-
‘‘Anadolu’da İstanbul
Kültürüyle Büyüdüm’’
sı vardır. Orada sahne tümüyle aydınlanır ve
Ne gibi?
çok etkileyicidir. Yine “Sabahın Seher Vaktin-
Konuşması katıksız bir İstanbul diksiyo-
de” isimli öykümde de buna benzer bir tema
nuydu. Evde babamdan dolayı daima iki ten-
lır. Bunu aleni olarak değil, detaylarda görür-
Siz o halde Anadolu’da yaşamış ama İs-
sanların taklidini yapardı.
Ben de sizin muzip biri olduğunuzu düşünüyorum…
Tabii öyleyimdir. Şakacıyımdır, şakayı se21
Özdenören’e göre “Biz bireysel olarak kendi İslâm’ımızı tam yaşayabilsek,
bu, çevreye yansır. Müslümanın en keskin tebliğ aracı İslâm’ı kendi nefsinde
yaşamasıdır.” Dış Politikaya gelince başka ülkeler ile kafa kafaya tokuşmanın
Türkiye’nin reel şartları ile örtüşmediğini, düşünüyor… Özdenören çokuluslu
şirketlerin rolünden Soğuk Savaş illüzyonuna pek çok konuyu değerlendirdi.
verim. Şakadan hoşlanmayan insanlarla da
aram olmaz. Bir fıkra anlatarak onların nabzını yoklayabilirim.
İkiziniz Alaeddin Bey’le özel bir iletişiminiz var mıydı?
Evet. Herkesten ayrı bir konuşma şeklimiz vardı. Bazen kavga ederdik. Eğer dışarıda hızımızı alamadıysak, kendi aramızda bir
kafa işaretimiz vardı. Onu yapardık. Bu, odaya geçelim, kozumuzu orada paylaşalım, demekti. Canım yanmadıkça vurduğumu düşünmezdim. Kardeşimin ölümünden sonra
bir mülakatını okudum. Benden habersiz o
da aynı şeyleri söylemiş, o da bana kıyamazmış.
Mutluluğun Öyküsünü
Yazmak İmkânsız
Özdenörenler olarak Türk edebiyatına
mâl olmuş iki isimsiniz. İkinizde edebiyatın
içindesiniz. Birbirinizi mi keşfettiniz?
Pek öyle olmadı. Ninem bize masallar
anlatırdı. Leyla ile Mecnunu anlatırken oralardaki şiirleri de bize okurdu. Alaeddin daha
ilkokulda “Ben de böyle şeyler yazarım” demiş ve şiir yazmaya başlamış. Benim haberim yoktu.
yordum. Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun tarihî
hikâyenin kurgusunu değiştirmek lazım de-
romanlarını, Kerime Nadir’den “Şövalye” ro-
miştim.
Siz ikiziniz gibi yazıyor muydunuz?
manlarına kadar pek çok kitap okumuştum.
Hayır. Ben yazmayı, yazmaya başlayın-
Fakat benim yazıya dair herhangi bir yöne-
caya kadar aklımdan geçirmemiştim. Baba-
limim yoktu. Arkadaşım Ali Kutluay, “Sende
mın tayini dolayısıyla Tunceli’ye gittik. Orta-
hikâye yaz” dedi ve öyle yazmaya başladım.
okulu bitirme sınavlarına girecektim. Sınav-
Alaeddin ve ben kaliteli ürünleri seçerdik. Ar-
On dört yaşında bir çocuk neden fakir bir
dan sonra Maraş’a dönüş yolunda Malatya’ya
kadaşlarımızın yazdıklarını da beğenmek is-
bakkal çırağını ilk öyküsünün konusu yapar?
geldiğimde bir arkadaşımla karşılaştım.
teyerek okurduk. Beraber hikâye yazdığım Ali
O gün sorsaydınız bu sorunun cevabı
Elinde Yaşar Kemal’in İnce Memed kitabı
Kutluay benim hiçbir hikâyemi beğenmezdi.
vardı. Bana “Okudun mu?” diye sordu. Okumadım, dedim. O kitabı okumak için üç gün
dört gece Malatya’da kaldım. Sonra Maraş’a
geldiğimde Alaeddin’le bir arkadaşının bir
roman yazmaya başladıklarını gördüm. Ama
Siz hikâye yazmaya ne zaman başladınız peki?
söylediğini düşünüyor musunuz?
Ben ona “hı hı” derdim ama katılmadığım görüşlerini tartışmaya açmazdım.
On dört.
bende yoktu. Bugün var. Mutluluğun öyküğil. Cennetin öyküsü yoktur, ama cehennemin öyküsü çoktur. Cehennem hareket halidir. Kötülük yazılabilir olandır, çatışma genelde orada patlak verir.
İlk öykünüzün konusu neydi?
‘‘Bunu Hiç Sormayın Bana’’
Fakir bakkal çırağı bir çocuk soğukta
Kardeşiniz vefat edeli 14 yıl oluyor.
üşüyor. Üşüdüğünü gören bir müşteri çocuğa bir ceket hediye ediyor. O ceketi giydiğin-
Liseye geldiğimde klasik hikâyeleri oku-
de mutlu oluyor. Ama o mutluluk dramatik
muş ve hazmetmiştim. Ömer Seyfeddin’i ta-
bir mutluluk. Ali, “Kahraman soğuktan öl-
mamen okumuştum. Halk hikâyelerini bili-
seydi daha etkili olurdu” demişti. O zaman o
22
dınız?
sünü yazmak çok zor. Belki de mümkün deŞimdiden geri dönüp baktığınızda doğru
bitiremediler. O romanı yazmaya beni de davet etmişlerdi.
Bu öyküyü yazdığınızda kaç yaşınızday-
Onun yokluğunu nasıl tarif edersiniz?
Bu konuda konuşursam sohbeti tamamlayamayız.
Neden? Konuşmalarınızda ikizinizden
bahsediyorsunuz…
sal olarak yaşamıyoruz. İslâm, bir hayat dü-
yaşayan Müslümanlarız.
Ama her defasında tıkanıyorum. Bu ba-
zeni halinde yaşanmadığından siyasî, iktisadî
zen sahnede de oluyor. Orada da mahcup
alanlarda, bireysel edimler kendi doğal so-
oluyorum. Bunu hiç sormayın bana. Ama...
nuçlarını doğurmuyor. Hacca gidiyorsunuz,
Zihinsel Hicret Gayri İslâmi
Kabulleri Terktir
Şunu... Söylemek... Zorundayım... Onun bü-
tamam. Ama gitmeden önce vergisini ödüyor-
“Müslümanların zihinsel hicrete ihtiya-
yük bir yazar ve iyi bir şair olduğunu ölümün-
sunuz. Bu gayri İslâmî düzenin işine yarıyor.
cı var” sözünü kullanıyorsunuz. Siz bu cüm-
den sonra derinden kavramış olmam benim
Üstelik kurulu düzen Müslümanları lütuf ve
leyi söylediğinizden bu yana zihinsel hicrete
için talihsizliktir. Alaeddin’in tarafımdan böy-
ihsanından yararlandırdığını düşündüğü için
dair bir gelişme gördünüz mü?
le algılandığını bilmesini isterdim.
bir de ona şükran borcu duymanız bekleni-
Peygamber Efendimiz’in (s.a.) Mekke’den
yor. Aslında Müslümanların hacca pasaportla
Medine’ye yapmış olduğu bir hicret vardı. O
Araştırma yapmak için iki yıl ABD’de
kalmışsısınız. Bu iki yıllık süre size ne kattı?
İktisat mastırı için Amerika’ya gitmiştim.
gitmeyi içlerine sindirmemesi gerekir. Kâbe
günün Müslümanı için farzdı, bir defaya mah-
kimsenin, hiçbir kavmin, ulusun özel mülkü
sus yapıldı ve bitti. Bugün bizim de hicret et-
değildir, orası adı üstünde ALLAH’IN EVİ’dir.
memiz gerekiyor. Fakat bugün dünyada gideceğin bir yer yok. Bugün sadece zihinsel ola-
Aslında kamu hukuku alanında mastır yapmayı düşünüyordum. Beni yanlışlıkla iktisat
mastırına kabul etmişler. Kalkınma iktisadına kabul edildiğim bilgisi geldi. Bende gittim.
Düşüncede kökten değişimle ilgili ne
öneriyorsunuz?
Önce bunun bilincine varılması gerekiyor. O zaman problem kalmaz. O zaman ku-
rak hicret edilebilir. Zihinsel hicret, zihinlerimize yerleşmiş, yerleştirilmiş bütün gayri
İslâmî kabulleri terk edip, onun yerine İslâmî
kabulleri ikame etmektir.
Sıkılmadınız mı?
rulu düzeni değiştirmek daha kolay. Kurulu
Tam tersi memnuniyetle matematik öğ-
düzene sahip çıkan güçler buna mâni olma-
Bunun toplumda bir karşılığı var mı?
rendim. İyi ki gelmişim, dedim. Oradan bin-
ya kalkışırsa farklı enstrümanlara başvur-
Pek görmüyorum. Çünkü zihinlerimi-
lerce kitap alma imkânım oldu. Fakat yazık ki
mak gerekebilir Hâlbuki bu ülke, Müslüman-
ze yerleşmiş veya yerleştirilmiş olan gayri
kitapları gümrükten geçiremedim. Onca ki-
ların ülkesi. Burada İslâm yeniden ihya edil-
İslâmî kavramlar çok güçlü ve aldatıcı. Me-
tap Türk gümrüğüne takıldı, o gümrük me-
melidir. Halen gayri İslâmî bir düzenin altında
sela ben demokrasi ile İslâm’ın bir birinden
Gözden kaçan temel bir nokta var, o da şu; demokrasi halk
iradesi demek. Bu da halkın menfaatine olan yasaların çıkması
demektir. İslâm ise Hakk’ın iradesini referans alıyor.
murlarını affetmek içimden gelmiyor. 1971
bütünüyle farklı iki kavram olduğunu söyle-
yılı Ankara gümrüğü, Eylül ayı... Çok üzül-
diğimde bana “İslâm, demokrasiye aykırı
müştüm. Hâlâ üzülüyorum.
mı?” diye soruyorlar. “Seçim, insan hakları,
hürriyet, İslâm’da da var. O halde sen neden
Gayri İslâmi
Bir Düzende Yaşıyoruz
bahsediyorsun?” diyorlar.
meler kitabınızda, düşünce yapısının mev-
Demokrasi: Halkın İradesi
Vs Hakk’ın İradesi
cutla onarılması değil kökten değiştirilmesi
Yani?
düşüncesini savunuyorsunuz. Ne demek is-
Kısır döngü tam da bu sorunun için-
Müslümanca Düşünme Üzerine Dene-
tiyorsunuz?
de gizli. Gözden kaçan temel bir nokta var, o
Şunu demek istiyorum; gayri İslâmî bir dü-
da şu; demokrasi halk iradesi demek. Bu da
zen içinde yer alıp, o düzlemde İslâmî edimleri-
halkın menfaatine olan yasaların çıkması de-
mizi yapmak, İslâmî sonuçlar doğurmaz. Özel-
mektir. İslâm ise Hakk’ın iradesini referans
de Türkiye, genelde ve bütün İslâm coğrafya-
alıyor. Halkın iradesi faizi caiz görüyorsa ban-
sında yaşadığımız sıkıntının kaynağı bu nokta-
ka düzeninde devam edebilirsin. Buna devam
da aranabilir. Düzeni temelden değiştirmedikçe
ettiğin sürece de İslâm’a giden yolu kapamış
eda edilen namaz, oruç, hac gibi ibadetler birey-
olursun. Soru şudur: yasa yaparken referans
sel olarak kişiyi kurtarır. Fakat toplumsal ola-
noktan halk mı vahiy mi? Belirleyici olan bu
rak kurtarmaz. Zekâtını verdiğinde bireysel ola-
sorunun cevabıdır. Daha da temelde, demok-
rak borcundan kurtulursun. Fakat gayri İslâmî
rasinin “lütuf ve ihsanından” memnun oldu-
bir düzende zekât kendi sonuçlarını doğurmaz.
ğun sürece bu açmaza mahkûm kalırsın.
Yani, Müslümanca düşünüyoruz ama
yaşamıyor muyuz?
Bireysel olarak yaşıyoruz fakat toplum-
Her Dönemin Kendine
Mahsus Şikâyeti Var
Son 80-90 seneden bu yana bir kültürel
23
düğünde ona “güzel bidat” (bidatı hasene)
adını veriyor ve kabul ediyor. Bu anlayış yanlış. Bidatin güzeli olmaz. Burada bidat kavramını tanımlamada sorun var. Allah’ın Resulü (s.a.) bidati “Dine yeni şey katma” olarak belirliyor. Bu şu demek: bidat olan minarenin kendi değil; din minaresiz olmaz, minare dinin rüknüdür kabulü bidattir. Anlaşıldı mı? Sigara bidat değil, ama din sigarasız
olmaz, sigara dinin icabındandır kabulü bidattir. Minare yapmak ne zaman bidat olur?
Minare olmadan din elden gider, derseniz bu
bidat olur. O takdirde minareyi dine katmış
olursun.
Peki,
soruya
dönersem,
neden
“muhafazakâr değilim” diyorsunuz?
Yeniliğe açık biri olduğum için. Yenilikler bizim tasarrufumuzda olmalı. Biz onun
tasarrufunda olmamalıyız. Mesela Hendek Savaşı’nda Hz. Selman’ın Peygamberimize (s.a.) bir tavsiyesi oluyor, diyor ki: “Biz
İran’da şehirlerimizin kenarına hendekler
açardık. Düşman o hendekleri aşamaz, karşı tarafta kalır ve geri çekilirdi.” Peygamber
Efendimiz (s.a.) de kabul ediyor. Bu bir yeniliktir. Fakat Peygamberimiz (s.a.) bunu öyle
yaptı diye her münferit olayda öyle yaparsanız yanılgıya düşebilirsiniz. Çünkü Peygamberimiz (s.a.) onu hangi şartlarda uygun görüyor, onu dikkate almamız lazım. Bu açılardan baktığımda kendime, ‘muhafazakâr değilim’ diyorum.
Günümüz Müslümanlarına bakınca ne
kırılma yaşadık ve bu kültürel kırılma bizim
mahsus bir kavram. İngilizler tutucudur. Al-
tarihsel bağlarımızı kopardı. Şimdi o tarihsel
man muhafazakârları, bidatleri muhafaza
bağları yeniden canlandırıp örebilir miyiz?
eder. Protestanlık tam da bu söylediğim du-
görüyorsunuz?
Büyük ölçüde modern hayat bizi tasarruf ediyor. Haşemayla denize girmek buna
bir örnektir. Düne kadar mütedeyyin kadı-
İslâm’ı benimseyenlerde benimseme-
rumun ifadesi. Manifestolarında “Faizi kabul
yenler de keskinleşiyor. Biz bireysel ola-
etmemiz lazım. Çünkü faizi kabul etmediği-
rak kendi İslâm’ımızı tam yaşayabilsek, bu,
miz takdirde mevcut ticaret hayatına uyum
çevreye yansır. Müslümanın en keskin teb-
sağlayamıyoruz, bu yüzden İngiliz ve Fran-
liğ aracı İslâm’ı kendi nefsinde yaşaması-
sızlarla ticarette rekabet edemiyoruz.” di-
dır. Namazı beni gördüler mi görecekler mi
yorlar ve bidatleri kabul etmiş oluyorlar.
endişesinden uzak kılacaksın. Bu şikâyetler
İslâm, her yüz yılda bir yenilenir. Bu yenilen-
hep vardı. Kimse kendi döneminden mem-
me aslında dini bidatlerden arındırma işidir.
nun olmadı şimdiye kadar. Cennetten bu
Çok ünlü bazı ilahiyatçıların bidat kelimesini
Esmerleşmek Son Yüzyılın
Moda Olayı, Daha Önce
Köylülüktü
dünyaya geldiğimizde Habil ile Kabil’in kav-
bilmediklerini görüyorum.
Dindar kadın denize girmesin mi?
gası ile karşılaştık. O dönemin insanları cen-
nın hayatında deniz yoktu. Deniz, moda oldu.
Modern insan denize girdiği için dindar kadın
da denize girmek istedi. Mayoyla giremeyince haşema ile girdi.
Ben denize girmesin demiyorum. Denize girmek son 100-150 yılın olayı. Modern
lemi her zaman olmuştur. Bu bahsettiğimiz
‘‘Minare Olmadan Din Elden
Gider’’ Derseniz Bidat Olur
şikâyetler yeni değil, her dönemin kendine
Bidat kavramını açıklar mısınız?
hayatımızda belirleyici olmasından bu yana
mahsus şikâyetleri vardır.
Bidat, dine yeni şeyler katılmasıdır. Ki-
denize girmek ve esmerleşmek modern ha-
mileri Asrı Saadetten sonra ortaya çıkan
yatın göstergelerinden biri haline geldi, zen-
Bir röportajınızda “Ben muhafazakâr
her yeniliği veya her yeni olguyu bidat sayı-
ginlik işareti olarak kabul gördü. Oysa daha
falan değilim” demişsiniz. Muhafazakârlık
yor. Cami binası, minare, düğünde çalgı çal-
önce esmerlik köylülüğün ve ameleliğin işa-
nedir sizce?
mak, sigara, otomobil, her türden teknolo-
retiydi. Modern zengin kadın ve erkek top-
Muhafazakâr kelimesi bize mahsus de-
ji o anlayış sahiplerine göre bidat kabul edi-
lumsal statüsünü denize giderek ifşa edi-
ğil. Genelde Avrupa’ya, özelde İngilizlere
liyor. Ama bunlardan bir kısmı faydalı görül-
yordu. Bu olgu giderek Batılı hayat tarzında
net özlemi içindeydi. Yitirilmiş cennetin öz-
24
çağın alışkanlıklarından biri. Kapitalizmin
her toplumsal katmanın kabulü haline gel-
Modern insan, Müslüman kalıbına da giriyor.
içindeydi. Bugünde bu ilişkiler devam ediyor.
di. Müslüman kadınlar da bu hayat tarzına
Başörtüsü mücadelesi içinde olan bir ka-
ABD’nin ve Batı Avrupa ülkelerinin serma-
özenmeye başladı ve sırf denize girebilmek
dın insan hakları gerekçesi ile Avrupa İnsan
yesi ÇUS’lar yani çok uluslu şirketler mari-
için kendine bir kıyafet icat etti.
Hakları’na müracaat ediyor.
fetiyle Batı sermayesini ve teknolojisini dünyadaki bütün sosyalist ülkelere sokmuş du-
Ben buradaki sakameti vurgulamak istiyorum. Bazı özel plajlar bu kıyafeti, ha-
Etsin, ne mahzuru var?
rumdaydı. Her iki taraf da bu işbirliğinden
şemayı kabul etmiyor. Bunu da kimileri bir
Etmemeliydi. İnsan hakları gerekçesiy-
hoşnuttu. Biri sosyalist ülkelerin ucuz iş-
başka modern kavram olan eşitlik kavramı
le Avrupa İnsan Hakları’na şikâyet ettiği tak-
gücünden yararlanıyor, öteki de Batının yeni
ile reddetmeye çalışıyor. Eşitlik, özgürlük,
dirde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ken-
teknolojisini öğrenmiş ve benimsemiş olu-
insan hakları, demokrasi ve laiklik gibi kav-
di kurallarına göre reddedecekti. Oraya mü-
yordu.
ramlar bu ülkede hesabı verilmeden kulla-
racaat edenin bunu bilmesi, dolayısıyla so-
nılıyor.
nucuna da katlanması gerekir. Kendi müca-
“Nasıl bir Türkiye istiyorum?” diye bir
delenizi kendi araçlarınızla yaparsanız so-
Yenidünya Düzeni
Küfrün Yenilenmesi
yazı yazmıştınız. Orada hukuk düzeni kurul-
nuç alırsınız. Bunu karşı tarafı haklı gördü-
muş, dışarıda komşularıyla barış içinde ya-
ğüm için söylemiyorum. Her münferit olayı
şayan, bütünleşme sürecine girmiş ideal bir
Ankara’da yaşıyorsunuz. Siyasetle ilgi-
kendi düzlemi içinde değerlendirmeye çalı-
Türkiye’den bahsediyorsunuz. Bugün bah-
şıyorum.
settiğiniz ideal Türkiye miyiz?
li yazılar da yazıyorsunuz. Ama siyasetle işiniz hiç olmadı. Siyaseti nasıl bir saha olarak
Henüz değiliz. Fakat umudum her za-
Rusya ile Amerika Arasında
Soğuk Savaş Hiç Olmadı
man var. Ben o yazıda bir sünnete de işaret
nında ifade etmeye çalışıyorum. Yazdığım
Çapraz İlişkiler’de ABD-SSCB’nin So-
İran arasında savaş çıkacak. Hz. Ebubekir
şeylerin hiçbiri siyasetten ari değil. Bu siya-
ğuk Savaş esnasında ve sonrasında aslında
Bizans’ın kazanacağına dair bahse girmiş
seti, günü bilirlik, aktüel siyaset olarak al-
birbirini beslediğini ifade ediyorsunuz. Bu
ve “3 yıl içinde Bizanslılar galip gelecek”
görüyorsunuz?
Ben kendimi düşünsel ve edebiyat ala-
ediyordum. Size bir misal vereyim; Bizans ile
Başka ülkelerle kafa kafaya tokuşmanın Türkiye’nin reel şartları
itibariyle doğru olmadığını düşünüyorum. Biz daima sulh ve sükûn
içinde olmalıyız. Silah en son müracaat edilecek merhaledir. Oraya
gelmemeye çalışacaksın. Geldiğin anda sonuçlarına katlanırsın.
gılamamak lazım. İçinde bulunduğum düzen içinde bir tarafım. Aklım erdiğinden bu
yana her seçimde bir partiye oy verdim. Çünkü vermediğim her oyun, karşısında durduğum partiye hediye olarak gideceğini düşündüm. Fakat bu, kurulu düzenin verilerini benimsediğim anlamına gelmez. Bu, düzenin
içinde bana yakın olanlara destek çıkma demek olur. Ben aynı zamanda oy verdiğim partiyi de eleştiriyorum. Her şeyden önce her siyasi parti, kurulu düzenin bir parçasıdır. Niyet İslâm da olsa, onun son tahlilde hizmeti kurulu düzene yarayacaktır. Çünkü onun
şartlarına ve kurallarına riayet etme yükümlülüğü ile faaliyet göstermek zorundasın.
Hâlbuki kurulu düzen sana İslâmî parti kurmayı yasaklıyor.
“Yenidünya düzeni” sözü sizde neyi çağ-
teziniz bugünde güncelliğini koruyor mu?
Soğuk savaşın olduğu dönemlerde bize
şöyle anlatılıyordu: Gerçekten bir soğuk savaş var. Dünya, sosyalist ve kapitalist olarak ikiye ayrılmış. Rus ve Amerika diye ikiye ayrılmış. Bir kısım ülkeler Amerika’nın,
bir kısmı da sosyalist ülkelerin peşine takılmış gidiyordu. Ben o tarihlerde bu ayrımcılığın sahte olduğunu söylüyordum.
Kapitalizm ile sosyalizm ayrışması, kapitalist dünyanın kabulleri çerçevesinde ortaya
çıkmıştır. Bu Müslümanların öngördüğü bir
ayrım değil. Öyle olaylarla karşılaşabiliriz
ki kapitalist bir ülkeyi sosyalistler himaye
edebilir ya da sosyalist bir ülkeyi de kapitalist bir ülke himaye edebilirdi. Soğuk savaş denilen dönemde böyle çapraz durumlarla karşılaşılmıştır. Çapraz ilişkiden kast
ettiğim bu.
rıştırıyor?
Küfrün yenilenmesi olarak görüyorum.
Yeni araç ve kavramlarla küfrü ihya etmenin
diyor. Sonra Peygamberimize (s.a.), “Böyle bir bahse girdim, doğru yaptım mı?” diye
soruyor. Peygamberimiz (s.a.) “Eğer neticesinden eminsen girebilirsin. Fakat süreyi uzat.” diyor. Bizimde burada yaptığımız o
sünnete uygun. Burada biz kurulu düzeni himaye etmiyoruz. Kurulu düzen kimin elinde?
Bize yakın durduğunu varsaydığımız bir iktidarın elinde. Bu ümidi o vaat ediyor.
Neden peki?
Çünkü onlar farklı bir kafa yapısındaydı. Tayyip Erdoğan’ın terk ettiği bir düşünce yapısını hâlâ devam ettiriyorlardı. Hâlâ
da Ak Parti’de o zihniyetin bir ölçüde yaşadığını görüyoruz. Başka ülkelerle kafa kafaya tokuşmanın Türkiye’nin reel şartları itibariyle doğru olmadığını düşünüyorum. Biz
daima sulh ve sükûn içinde olmalıyız. Silah
en son müracaat edilecek merhaledir. Ora-
Aslında ortada soğuk savaş diye bir şey
yok muydu?
ya gelmemeye çalışacaksın. Geldiğin anda
sonuçlarına katlanırsın. Dikkat edilirse o ta-
düzeni olarak görüyorum. Yenidünya düze-
Hayır, yoktu. 1989’da Rusya’da sosyaliz-
rihe kadar diplomaside sıfır sorun politika-
ni diyerek, insan haklarını ve liberalizmi öne
min çökmesiyle Sovyet Rusya dağılmış oldu.
sı izlenirken, o tarihten sonra diplomasimiz
sürdüler. Bunların her biri ayartıcı deyimler.
Fakat Rusya ile Amerika zaten birbirinin
sorunlar yumağı ile sarıldı.
25
DOSYA/KİTAP
Sultan II. Abdülhamit
Tahakkümcü bir Padişah mı
kahraman mı?
Otuz üç yıllık saltanatıyla otuz dördüncü Osmanlı
Padişahı olan Sultan Abdülhamit, yakın tarihimize
ait önemli bir kahraman ve siyasi liderdir. Uzun
yıllar boyu yerli ve yabancı kaynaklarda sık sık
yer verilen Sultan’a dair tartışmalar, yakın tarihimize
ait ihtilaflı alanlar arasında gösterilebilir.
İslâm Birliği siyaseti ve Halifelik kurumuna getirdiği nüfuz temeli, İslâm dünyası ve Ortadoğu’yu şekillendirecekti ve Necip Fazıl’ın dediği gibi Abdülhamit’i anlamak
adeta her şeyi anlamak olacaktı. Bu büyük
lidere ve uygulamalarına karşı, iki farklı kutup belirdi. Birincisi onu istibdat yönetimi
sorumlusu ilan etmekte kararlı iken ikincisi Sultan’ın hakkını vermek noktasında ne
yapmaya çalıştığını anlama hedefi ile objektif bir yaklaşım üzerinden gerçekleri görmek istiyordu.
Tahttan indirilmesinden itibaren yakın
döneme kadar hakkında olumlu yazılar yazılması bir siyasi tarafgirlik olarak algılanmaktaydı. Bu nedenle olumlu eserler çıkamadı. Ancak biyografi, hatıra ve dönem sosyolojisinin irdelenmesi sonucu ortaya çıkan
eserlerle bu yoğun ön yargı atmosferi biraz olsun dağıldı. Abdülhamit’e dair temel
eserleri değerlendirirken, popüler olanlardan ziyade konuyu derinlemesine ele alarak
başarılı tahliller ortaya koyan isimlerin çalışmalarına yer vermeye özen gösterdik.
26
miştir. Kendisini yurttaşına olduğu kadar
yurtdışına da anlatabilen bir devlet olma ilkesi benimsenmiştir.
İlköğretimin Zorunluluğu
2. Abdülhamid’den
Cumhuriyete Miras
Bir Ulus Devlet Oluşturma Projesi
Yusuf Tekin
Sultan 2. Abdülhamid dönemi, modern
ulus devletlerin hayatî araçlarının Osmanlı ülkesinde siyasal iktidarca takip edilmeye
çalışıldığı ilginç bir dönem olarak karşımıza çıkıyor. Bu dönem merkezîleşme ve baskı ile anılmaktadır.
“2. Abdülhamit’ten Cumhuriyete Miras” kitabı ülkemizde ulus devlet tartışmalarına farklı bir tarihsel perspektiften bakmayı amaçlıyor. Yusuf Tekin, bu dönemleri ayrı ayrı bölümlerde kaleme alıyor. Kitap,
modern ulus devletin tanımı ve tarihsel gelişim süreci hakkında okurları aydınlatıyor.
Avrupa’daki bu modernleşme sürecinin, ne
zaman Osmanlı’da modernleşme çabalarını
gündeme getirdiği sorusunun da yanıtını veriyor. Dönemin temel vasfı; tıpkı Avrupa’da
olduğu gibi, modernleşmenin yöneten insanlara ulaşması ve yönetilen insanları en
azından, asgari noktalarda bilgilendirmek
ve biçimlendirmektir.
Kendisinden önceki modernleşme girişimlerini bütüncül bir devlet politikası olmaktan uzak kalmakla itham ederek işe
başlayan Sultan; bu anlamda halka ulaşmayı temel bir politika olarak kabul etmiştir.
Kitapta bahsedilen bir diğer konu eğitim alanında gösterilen çabalardır. İlköğretimin herkes için zorunluluğu üzerinde
önemle durulmuş, devletin gücü nispetinde tüm yerleşim birimlerinde bilhassa yeni
usulle eğitim yapan “İlk mektepler” kurulmuştur. Sultan 2. Abdülhamid döneminde, ulaşım ve iletişim teknolojisinde önemli adımlar atıldı. Kara ve demiryolu yapımı
hemen tüm coğrafyayı içerecek bir biçimde
genişletilmiştir. Özellikle telgraf için önemli bir “merkezîleştirme” söz konusu. Tüm
ülke adeta bir telgraf ağı ile örülmüştür.
Aynı zamanda devlet ve sultanın imajının içerde ve dışarda yeniden oluşturulmasına yönelik çaba gösterilmiştir.
Karşılaştırmalı çalışmalara da atıf yapan eser, bu dönemin, modernleşme girişimlerinin kendisine total bir amaç edindiği ve bazı önemli tarihçilerce; Osmanlı’da
“Modern ulus devlet” dönemi olarak adlandırılan dönemin doruk noktasına ulaştığı bir devirdir. Eser, halifelik unvanı ile din
ve hilafetin; devletin devamındaki rolü açısından kullanımını da ele almaktadır. Abdülhamit Han, diğer sultanları yüzlerce
yıl, devlet idarecilerinin değişmesi ile değişmeyecek sabit bir politika üretmemekle suçlamıştır.
Abdülhamit’in Kurtlarla Dansı 1
Mustafa Armağan
“Avrupa memleketleri yegâne kurtuluşun, onların medeniyetini kabul etmekle mümkün olabileceğine dair garip bir
kuruntu içindeler. Hâlbuki Müslüman Osmanlı kültürünün de onların ki kadar hükümran olmaya layık olduğu aşikârdır.”
Sultan Abdülhamit
Araştırmacı Yazar Mustafa Armağan,
2 ciltlik eserinin ilkinde son yüzyıla damga
vurmuş, birçok açıdan son kale olma özelliği taşıyan Abdülhamit ve ifade ettiği değerleri inceliyor.
Sultanın derin kişiliği, hobileri, fikri ve
Dil Tartışmaları
Sultan 2. Abdülhamid döneminde
önemli bir tartışma alanı da dil üzerinedir.
Bu dönemde önce aynı dili konuşan ve birbirini anlayabilen bir devlet-vatandaş ilişkisi kurulmasına ağırlık verilmiştir. Kanun-i
Esasi’de Türkçe resmi dil olarak ifade edil-
rinde durur. Bazı çevrelerin yazdığı tarih
kitaplarında, doğru olduğunu söyledikleri her şeyin yanlış ve yanlış olarak nitelendirdikleri olayların da doğruluğuna değinir.
Eser, ayrıca okuru özelde Abdülhamit’in
yaşadığı döneme de götürür.
Ulu Hakan İkinci Abdülhamit Han
Necip Fazıl Kısakürek
Ulu Hakan olarak adlandırdığı Sultan Abdülhamit’in İslâm’ın son kalesi olma
özelliği olduğundan hareketle yakın tarihte
kimlerin ona, neden yüklendiklerinin üze-
devlet adamlığı yönleri üzerinde durulurken halk ve devlet üzerindeki etkileri ayrıntılı olarak incelenmiş.
Bir devlet adamı olarak Abdülhamit’in
çalışma prensipleri, siyasi olayları değerlendirip denge kurma arayışı, kurtlarla dans olarak adlandırılıp ele alındığı gibi
Japonya’dan Amerika’ya Vatikan’dan Çin’e
izlediği coğrafi sahalara ve onlara dair uyguladığı yaklaşıma da tek tek yer veriliyor.
Devletin iç politikasında icraatları ve
aleyhtarlarıyla olan münasebetlerinin verildiği son bölümde, ardından gelenlerin
tahttan indirilen ulu sultanı arattıkları üze27
rinde duruluyor. Ayrıca kitaptan, Sultan’ın,
Lois Pasteur’a, Sherlock Holmes yazarı
Conan Doyle’a hediye ve madalyalar gönderip, Osmanlı hizmetine almak istediğini
ve onları çalışmalarından ötürü ödüllendirdiğini, diğer taraftan da Times, İllüstrasyon
gibi Batı gazetelerini takip ettiğini öğreniyoruz.
berlerinin hazırlayıcısı durumunda olan Mc
Cullagh, İstanbul’da nüfuzlu kişilerle dostluk kurmuş ve bu sayede en mahrem bilgilere vakıf olma imkânına kavuşmuştur.
‘Meşrutiyet düzenine geçen süreçte
Abdülhamit jurnal alışkanlığından vazgeçememekte, Yıldız’daki kadrosuyla tek başına iktidardaymışçasına faaliyetlerine aynen devam etmekteydi’ diyen yazar, buna
Sultan’ın korkularının sebep olduğunu düşünmekte ve bu korkunun onu yanlışa götürdüğünü ifade etmektedir
31 Mart Vakası’nda dahi Abdülhamit’in
ve Abdülhamit’in kızı Ayşe Sultan’ın hatıralarına giriş olarak yazdığı ön yazıyla başlar.
Sultan
Abdülhamit’in orijinal yaşantısını en iyi resmeden eserlerden biridir.
Tasviri, ruh hali, kızının ağzından şehzadelik ve çocukluk dönemine dair anılarına yer
verir. Sadece bu kaynakta yer alan ve çocuk yaşlarda kaybettiği annesine dair anılar da eserde yerini alırken, avcılık merakı,
amcası Abdüllaziz’le olan ilişkileri de başka bir kaynakta olmayacak derecede detaylandırılmıştır.
parmağı olduğunu düşünür, ifade eder ancak kesin bir kanıt ileri sürememektedir.
Eseri önemli yapansa 31 Mart ve sonrasında Abdülhamit’in tahttan indirildiğine değindiği kısımdır.
Abdülhamit’in Kurtlarla Dansı 2
Mustafa Armağan
Abdülhamit’siz bir yüzyılın ardından bölgesine açılan ülkemiz aradan geçen zaman içerisinde bir dünya savaşı gördü. Ardından işgale uğradı ve sonuç olarak
Misak’ı Milli’yi vücuda getirdi. Bugünden
bakıldığında, New York’tan Belarus’a faaliyet gösteren Sultan’ın; fikir, istihbarat, siyaset ve kültür atağının gerçekte büyük bir
devlet aklı gerektiren sistemin parçası olduğunu görüyoruz.
Yazar, Abdülhamit’in yeniden havzasına dönme politikası güden faaliyetlerini
dikkate alıp, bu çizginin, sağlam bir tutarlılıkta ve mükemmel yapıldığında başarıya
kavuşabileceğini ileri sürmüştür.
Abdülhamit’in Düşüşü
İstanbul’da İmparatorluğun en güçlü
muharip gücü olan Birinci Ordu’nun durumu, Hareket Ordusunun amacı, İstanbul’u
ele geçirmesi ayrıntılı olarak işlenir. Yine
Yıldız Sarayı’nın Sultan’ın indirilmesi sonrası yağmalanışını, şahit olan birinin ağzından dinlemek mümkün olur. Hareket ordusunun yabancı menşeili dinamiği üzerinde
durur. Gazeteci Mc Cullagh, Abdülhamit’in
mihenk taşı olduğunu, muhalifler gibi geç
de olsa görmüş ama artık is işten çoktan
geçmiştir.
Francis Mc Cullagh
Sultan Abdülhamit’e düşmanlık besleyecek kadar muhalif bir yabancı basın
mensubunun kaleminden ele alınan eser,
kendi hatıralarını içerdiği gibi ilkleri barındırması açısından da oldukça büyük önem
taşır.
Daily News ve Daily Times’a devrin ha28
Babam Sultan Abdülhamit
Ayşe Osmanoğlu
Ölmeden bilinmedi kadri
Babam Abdülhamit hani
Hiç kimse baki değildir
İtibarı bu fani cihan in…
Osman Nami Osmanoğlu’nun annesi
İran Şahı ve Alman Kayseri ile ilişkiler,
ziyaretler, bombalı saldırı gibi saltanattayken gelişen önemli olayların öncesi ve sonrasındaki gözlemlere yer verilir.
İkinci Meşrutiyet sonrası Sultan’ın
meclis vekillerine verdiği yemekten ve herkesin memnuniyetinden bahsettikten sonra 31 Mart’a giden süreçte o zamana kadar hiç görülmemiş kılıkta birtakım koruma taburlarının birden baş gösterdiğini anlatan Ayşe Sultan, bu garip adamların daha sonra olayda büyük rol oynadıklarından söz eder. Babasının devlet adamlarına dair gözlemlerine ve şahsi yorumlarına da yer veren hatırat, devlet adamı ve halife sultan kimliğinin yanında bir eş ve aile
babası olarak aile yaşantısına dair anlatılara da sahip.
Pazarlık
Vahdettin Engin
Sultan Abdülhamit büyük devletler
arasındaki rekabeti sürekli tetikleyen, ta-
rafsız, bağımsız ve çoğu zaman barışçıl
ama hayati gördüğü konularda tehditkar
tavırlardan kaçınmayan bir sultandır.
İmparatorluk toprakları dâhilinde ve
İslâm Dünyasında, Kur’an-ı Kerimler dağıtılarak Müslüman tebaa üzerinde ve Avrupalıların kontrolündeki İslâm topraklarında nüfuz kurulmaya çalışılmıştır.
Yerel idarede şeyhlere, din adamlarına hediyeler, maaşlar, iltifatlar ve madalyalar gönderilmek suretiyle devlete yakın
durmaları sağlanmaya çalışılmıştır.
yaz elinden alındı. Daha sonra Teodor Herzl
Filistin’de bir Yahudi Devleti kurma projesiyle gündeme geldi. Hirsh onu hayalperestlikle itham etti ayrıca onu dünyanın her
tarafından Yahudilerin parasını bağış olarak toplamasını da eleştirdi. Bir sömürü
olarak yorumladı.
Bu
paralar, Herzl’e göre İsrail’in temelini atacak toprakların satın alınması
için kullanılacaktı.
Herzl’e yardım eden bir Anglikan rahibi olan William Heckler ve Polonyalı asilzade Philip De Newlinski idi. Newlinski, Sultanla dosttu ve Teodor Herzl, Sultan görüşmesine ön ayak olan kişidir. Herzl kongrelerde ve Filibe’de Sultan’ın gözüne girebilmek adına Musevi tebaaya Osmanlı’ya bağlılık sözleri verirken Abdülhamit’in cevabı
tarihe geçmiştir. “Kanla alınan topraklar
ancak kanla verilir.”
gasıyla damgalanarak müstebit (baskıcı)
ilan edilmesine de açıkça eleştiri getiriyor.
Eserde Sultan’ın birçok iftiraya, yakıştırmaya kurban gitmesi altındaki temel sebeplere iniliyor. Çocukluk yıllarından itibaren bir Tanzimat şehzadesi olması üzerinden, büyüdüğü sosyal ortamdan hareketle
1876 kritik senesi ve tahta çıkışı, Meşrutiyet ilanı ve peşinden gelen seçimler ile 93
harbi derken, hayatta kalma adına bir istihbarat devleti kurmasının, Meclisi tatil ederken devlet işlerini saray Mabeynine taşımasının ne anlama geldiğinin tarihsel sebepleri üzerine de eğiliyor. Sonuçta modernleşme tarihinde Abdülhamit dönemi reformları, eğitim ve kültür müesseselerinin
kuruluş hikâyelerini bilmeden Abdülhamit
gerçeğine vakıf olunamayacağı, bu devirleri anlatmanın ve anlaşılır kılmanın mümkün olamayacağını ifade eder.
Filistin ve Oliphant’ın teklifi
Abdülhamit’in Hicaz ve Filistin konularındaysa ayrı bir hassasiyeti vardı. Buralara karşı geliştirilen tüm oyunları bozmaya gayret etti. Nitekim Musul’daki petrol tesislerinin ağırlıkta olduğu yerlerle Filistin bölgesinde aldığı geniş emlak arazileri bunun göstergesidir. Buralar Sultan’ın
tapulu malı yapılmıştır. O sıralarda başta
Rusya olmak üzere sıkıntılar çeken Yahudilerin, Belka Sancağında Laurice Oliphant
teklifiyle iskân edilmesi isteği ve korunma
karşılığında Osmanlı ekonomisini canlandırma teklifi Sultanca kesin kez reddedildi. Bu sefer yerel yöneticilere başta rüşvet
olmak üzere başka yollarla kendilerini bölgenin yerli Yahudileri gibi göstermeye çalıştılar. Bunun üzerine Abdülhamit teftişleri artırdı. Yasağı sertleştirdi.
1891 de Baron Hirsh adlı Yahudi girişimci Osmanlı Demiryolu imtiyazını almıştı
fakat Anadolu’da fazlaca toprak alıp bir Yahudi Eyaleti kurma projesi anlaşılınca imti-
Abdülhamit Gerçeği
Orhan Koloğlu
Araştırmacı gazeteci Koloğlu, Abdülhamit döneminin gerçekleriyle yüzleşmek
gerektiğini vurgulayarak, “Kanuni olmak
kolay, Abdülhamit olmak zordur.” der.
Koloğlu, dönemin sosyolojik koşulları göz önünde bulundurulmadan Abdülhamit Han’ın hiç bir şekilde anlaşılamayacağını; devrinin de buhran ve sıkıntılarının bilinmeden değerlendirilemeyeceğini ortaya
koyuyor. Sultan’ın eğitim başta olmak üzere yakın tarihimizdeki birçok reformun babası olma özelliğine dikkatleri çekiyor. Tüm
bu zengin yönlerini tartmadan despot dam-
Sultan Abdülhamit
Tahsin Paşa’nın Yıldız Hatıraları
(Tahsin Paşa)
Sultan Abdülhamit dönemine dair en
önemli kaynak eserlerden biri olan hatırat,
saray Nazırı Tahsin paşa tarafından kaleme
alınmıştır. Aynı zamanda Sultan’ın en yakını
sırdaşı, devletin iç ve dış siyasetine vakıf olması yönüyle de eserin apayrı bir önemi olmuştur Abdülhamit’in 32 yıllık saltanatında
Almanca istihbarat biriminde önemli görevler verdiği jurnalciler, bunların arzları, Sultanın stratejileri, devletin dâhilinde ve haricinde uyguladığı karar alma mekanizmaları, görevi icabı devamlı yanında olan doğal bir gözlemci niteliğindeki paşa tarafından kayıt altına alınmıştır. Ve mümkün oldu29
Sultan Abdülhamit’in
Sürgün Günleri
Hususî doktoru Atıf Hüseyin
Bey’in Hatıratı
Metin Hülagü
Metin Hülagü, tahttan indirilmesinden
ölümüne kadar Sultan’ın yanında olan ve
belirli aralıklarla kendisini muayene eden
doktoru Atıf Hüseyin Bey’in hatıralarını yayınlamıştır. Hususî doktoru olması sebebiyle tahttan indirildikten sonraki günlük
yaşamı, ruh hali, sağlığı ve sohbetlere yer
vermesi açısından oldukça önem taşıyan
eserin aslı 12 defterden oluşur. Bir kısmı
gün gün bir kısmıysa belirli aralıklarla kaleme alınmıştır. Ayrıca Sultan’ın son 9 yılındaki rahatsızlıkları, hastalık ve tedavileriyle Selanik, sürgünü sonrasında İstanbul’a
geri dönüşü anlatılır.
luğundan tahta çıktığı ana kadarki hayatı
işleniyor.
Veliaht
prens olması ve Meşrutiyeti
ilan etmek sözüyle çıktığı tahtında 93 harbi
denen felaketin acı bilançosu, imparatorluğun içine düştüğü durum, tüm yükü sırtına yüklemiştir. Bu çalkantılı süreçte Sultan Abdülhamit’in muhaliflerinden Mithat
paşa, Genç Osmanlılar ve diğerleriyle olan
münasebetleri de ele alınmıştır. 33 senede
bir insanın kolay kat edemeyeceği mesafeyi
memleketine katmıştır. Fakat bir tek kişinin
bir İslâm İmparatorluğu’nu tek başına kalkındırmasının imkânsızlığı da ortadadır.
ğunca objektif bir değerlendirmeyle sunulmuştur. Sultanın kişisel ve idari yönünün yanında, dönemde önemli devlet görevlerinde
bulunan ve nüfuz sahibi olan kişiler bu adla
anılan bölümde ayrıntılı işlenmiştir. Dönemi kavramak ve anlamlandırmak için başvurulması gereken eserlerden biridir.
Yabancıların Kaleminden
Abdülhamit
Mehmet Esat b. Emin Seydişehri
Mehmet Esat beyin, Avrupalıların sultan Abdülhamit’e dair beslemekte oldukları hürmetkâr tavrı anlattığı risaledir. Ön
yargıya sahip olmayan Fransız aydınlarının
düşüncelerini içerir.
‘Payitahtla Paris ve Seine nehri ile Karadeniz Boğaziçi sahilleri arasında kurulan
yüz yıllar boyu süren dostluk bizim için değerlidir’ diyen bir Fransız’ın ağzından başlar eser. Sultan Abdülhamit, Avrupa’nın etkili olduğu bir anda iktidarda olmuş birçok
müşkülatlı tedbiri, iyi sonuçlar alacak şekilde yoluna koymuştur. Ticaret, zanaat ve
sanayiye katkısı ve Avrupalılarla geleneksel Osmanlı Politikasını büyük başarıyla
sürdürmesi takdire şayandır.
Fransızlarla kadim dostluğa gayret
göstermesi ile gelişen ilişkiler, 4 dilde eğitim veren ve Boğaziçi Sahillerini süsleyen Avrupa eğitim sistemine denk okullar
onun eseridir. İzmit-Ankara; Yafa-Kudüs;
Mudanya-Bursa tren yolu hatları, devletin tarımsal üretim noktasında ilerlemesini
sağlarken, Amerika ve Rusya ile üretim yarışına girmesine de sebep olmuştur. Eser
genel olarak Avrupa’da kendisine karşı duyulan örtülü ve açık hayranlığı dile getirir.
30
Abdülhamit’in belli başlı anılarını anlattığı ve sohbetinden tat aldığı anlaşılan
doktoru, bu yıllarda siyasi ve politik durum
hakkındaki tek bilgi edinme yolu olmuştur.
Sultan’ın yanına herhangi bir yayın organı
girmesi yasaktı. Doktoru, Sultan’ın değerlendirmelerini direkt olarak duymuş ve kayıt altına almıştır. Eser, Sultan’ın hanımları,
ailesi ve yakın hizmetlilerinin anlatıldığı kısımla sona erer.
Sultan Abdülhamit
François Georgeon
Sultan Abdülhamit’e dair en önemli biyografik eserlerdendir. Tanzimat’tan itibaren devletin modernleşme sürecinin anlatıldığı ilk bölümde Sultan Abdülhamit’in bir
şehzade olarak dünyaya gelmesi ve çocuk-
Hicaz demiryolu ve Alman İmparatoru
Wilhelm ile şahsi dostluk yeni bir güç dengesine zemin hazırlarken, İngilizler Arap
dünyasında başka planlar kurmaktaydılar.
Bütün bunlardan güçlü istihbarat ağı
sayesinde haberi olan Sultan’ın tavrı da
eserde bilimsel ve objektif bir perspektifle ele alınmış durumda. Döneme bir de bu
pencereden bakmak isteyenler için kaynak
niteliğinde bir eserdir.
31 Mart Vakası
İsmail Hami Danişment
Tarihçi İsmail Hami Danişment eserini,
Sultan Abdülhamit devri sadrazamlarından
Tevfik Paşa’nın evrak ve kayıtlarıyla belgelendirmiştir.
İkinci Meşrutiyetin ilk dönemlerinden,
Abdülhamit’in Selanik’e götürülmesi arasındaki zamanı bir tanığın ağzından anlattığı gibi buradan Sultan’ın bu hareketle hiç
bir bağı olmadığı sonucuna varmaktadır.
ve önemli sonuçları detaylandırılmak istendi. Bunun için Tanzimat döneminin en
büyük aydınlarından Ahmet Cevdet Paşa
seçildi. Cevdet Paşa, sosyal ve siyasi süreci anlatıp, dönemden çıkarılabilecek dersleri didaktik bir öğreti haline getirecek şekilde Sultan’a sundu.
17 ve 18. yüzyıllarda devletin kötü gidişine karşı yapılması gereken icraatların
konu edildiği Islahatnamelerin, 19. yüzyıldaki bir versiyonu böylece oluşmuş oldu.
5 cüzdandan oluşan eserin birinci cüzdanı
kayıp olmasına rağmen belli bir sırayla devam eden diğer dört cüzdan süreklilik arz
etmesi sebebiyle döneme adeta bir ayna
tutma vazifesi görmektedir.
nın ıslahı gerçekleştirilmeye çalışıldı. Kuzey Afrika için birleştirici bir harç vazifesi
gören Şazeliler ve Senüsiler güçlendirildi.
Şangay
ve Çin Müslümanlarına yardım için görevli bir paşa bölgeye gönderilerek Pekin’de Hamidiye Üniversitesi faaliyete geçirilmiştir. Esere göre Sultan daha
sonra büyük güçlerin isteği ve yurt içindeki
destekçileri sayesinde devrilmiştir.
Dönem üzerinde etkili olmuş tarihi kahramanlara önem sırasını belirterek yer verir ve eserin sonunda tek tek tanıtır. Eseri önemli kılansa Sultan’ı tahttan indiren
31 Mart Vakasının, başka başka hiziplerin
tezgâhları sonucu oluşturulduğunu ifade
etmesidir. Sultan olaylardan, bırakın mesul
olmayı tamamen habersizdir ve bir kumpasa kurban gitmiştir. Yine eser, 31 Mart olaylarını anlatan ve tarihi belgelerle detaylandıran bir eser olma özelliğiyle de tektir.
Sultan İkinci Abdülhamit
ve İstanbul’u
Vahdettin Engin
2. Abdülhamit’in İslâm
Birliği Siyaseti
Prof. İhsan Süreyya Sırma
1877-78 Rus savaşının sorumlusu Mithat Paşa’nın anayasaya dayanarak getirdiği ‘Batılı devlet olma’ fikri, savaşın sonunda İngiltere lehine çıkarlar elde edilmesi,
Sultan’ın parlamenter sistemi askıya almasına ve batılı bir devletten ziyade doğulu bir imparator gibi davranmasına zemin
hazırladı.
Sultan Abdülhamid’e Arzlar
(Maruzat)
Ahmet Cevdet Paşa
(Yusuf Halaçoğlu sadeleştirdi)
Sultan Abdülhamit’in bizzat şahsi emriyle 1839 -1876 yılları arası siyasi olaylar
Bunun karşısında Pantürkizm ve Panarabizm faaliyet gösterecek ama Sultan’ın
kusursuz politikalarıyla uzunca süre hükümsüz bırakılacaktır. Muhammed Abduh
adlı Mısırlı âlimle ilişkileri ve medreseler
başta olmak üzere dini eğitim kurumları-
Çalkantılı bir devirde sultan olmasına
rağmen bir taraftan da Payitahtı İstanbul’la
da bütünleşmiş bir liderdir. 2. Abdülhamit
şehirde terkos suyuna soda karıştırılmasından tutun; fiyatların halk aleyhine artmasını engelleyerek, gerekirse tek tek denetler.
Halk
arasına karışıp insanların dertlerini dinleyen, çözümler üreten son İmparatorun İstanbul’da saray ve saray dışı hayatı eserde yerini almıştır. Peki 2. Abdülhamid aslında hangisi? Onu tanımak için 2.
Abdülhamid’in Hususi İradelerinden yola çıkarak padişahın karakter yapısını ve bu çerçevede İstanbul’daki gündelik hayata dair
görüşlerini iyi anlamak önem teşkil eder.
Sultan II. Abdülhamid, şahsiyeti ve icraatları ile çok tartışılan bir hükümdar...
Hakkında söylenenler daha çok, fikir yürütenlerin kişisel düşüncelerine göre değişebilmekte.
31
SANAT/TARİH
NECİP KARAKAYA
Medeniyet, Sanat ve
Sultan II. Abdülhamit Han
Osmanlıyı, musiki noktasında değerlendirdiğimizde birçok formla
karşılaşmakta ve Tasavvuf Musikisinin temeli sayılabilecek
güftelere ve bu güftelerin Tekke formlarında icralarına da rastlamaktayız.
Sultan II. Abdülhamit döneminde ise opera ve tiyatro oyunları da ağırlık kazandı.
32
Belki duymak, belki söylemek, belki
hissetmek, belki anlamaktır musiki. Ama
aslında yaşamaktır ritminde ya da yaşatmaktır ritmiyle bir şeyleri.
Bir nağmenin ya da melodinin, nasıl ifade edilirse edilsin, aslında etki alanına girmek ve kendimizde meydana getirdiği hissiyatı liyakatli bir şekilde yaşamaktır
musiki.
Farklı dünyaları bir araya getirmek ve
ortak bir sesi muhteşem bir uyum ve ahenk
haline büründürmektir biraz.
Nesilleri bağlamaktır birbirine. Yüzyıllar ötesinden seslenmektir bizden sonra
gelecek nefeslerle.
Hassasiyetlerimizi yansıtmak ve üzerinde hassasiyetle durduğumuz bütün konuları belirli bir melodik yapı içinde sunmaktır musiki.
İslâm, insanı sosyal hayattan soyutlamamış, bilakis hayatın kendi ritmi içerisinde, kişinin kendi kalbinin varlığını her zaman hatırlatan ritmiyle varlık içindeki yerini alması noktasında yönlendirmiştir.
Sözün tesirinin zirve noktada olduğu
Hazreti Mevlana, Hazreti Yunus Emre,
Hazreti Ahmed Yesevi ve Tasavvuf neşvesini gönüllere tattıran diğer zevat-ı kiramın nutk-u şerifleri neredeyse bütün Osmanlı teb’asında bilinen, söylenen ve belirli bir sistematikte söyletilen güfteler olmuştu. Gerek halk arasında gerekse saray
erkânınca meşk edilen bu güfteler, Osmanlının tevarüs ettiği musiki geleneğinin icrasının en önemli unsurları haline gelivermişti.
Elbette farklı formlar üzerinde musiki
icrasının enstrüman yani saz yönüyle de tekamülüne şahitlik edilmekteydi. Saz eserleri ile zenginleşen musikinin, halin, söz ile
ifadesini nağme ile ifadesi noktasına taşınması, “halin takriri için dile ne hacet” anlayışının bir göstergesi olarak ortaya konmaktaydı.
Bu birikimle Osmanlı coğrafyası ve
İslâm dininin ulaştığı her noktada musiki
de gelişmeye ve zenginleşmeye devam etmekteydi. Bir taraftan dergâh ve tekke musikisinin kullandığı argümanlar ve icralar,
diğer taraftan cami musikisinin eşsiz ör-
nekleri, medeniyetimizin ihtişamını aktarmaya devam etmekteydi.
Gerek enstrüman ve ses noktasında,
gerekse edebiyat ve beste noktasında harikulade bir kıvama gelen musikimiz, sanatın
zirvesi olarak adlandırılan bir çok bestekar,
güftekâr, sazende ve hanendeye sahipti.
Düşüncenin
ve mananın muhteşem
bir sanatla ifade edilişi olmuştu, Divan
Edebiyatımızın örnekleri. Şairlerin, şiirlerini bir araya getirerek oluşturdukları divanlar; aruz ölçüsü ile yazılan şiirlerin yer aldığı ve gerek yazım yoluyla çoğaltılarak gerekse dilden dile aktarılarak geniş bir coğrafyayı etkilemeye başlamıştı.
13. yüzyılda ilk örneklerini Hoca
Dehhâni ile gördüğümüz ama sonrasında
büyük bir medeniyetin neredeyse divanlardan müteşekkil olduğunu bize gösterircesine ortaya çıkan şairler ve divanları, süslemiştir tarihin sanatsal sayfalarını.
Hz. Mevlana, Hz. Sultan Veled, Ahmet Fâkih, Ahmedî, Âşık Paşa, Kadı
Burhâneddin, Nesîmî, Gülşehrî, Şeyhî, Ahmet Paşa, Süleyman Çelebi, Ali Şir Nevâî,
Saz eserleri ile zenginleşen musikinin, halin, söz ile ifadesinin
nağme ile ifadesi noktasına taşınması, “halin takriri için dile ne
hacet” anlayışının bir göstergesi olarak ortaya konmaktaydı.
yıllarda, sözlerin en güzeli ile seslenmiştir insanlığa. Elbette İslâm’ın sesi sihir değildi. İslâm’ın sesi nizam ve intizamdı. Hayat vermekti kurumuş hücrelere. Tedavi etmekti hasta gönülleri inancın sesiyle.
İşte bu sesin bir ahengi vardı. Boş bir
nida olmaktan berî kılarcasına ve sözü, ses
ile bezemeyi telkin eden emir ile mümin
gönüllerde yerini bulmuştu.
Ve işte böyle oluştu medeniyetimizin
asil ahengi, Musiki.
Bir medeniyetin en önemli parçalarından biridir musiki. Osmanlının bütün ihtişamı ile temsil ettiği İslâm Medeniyetinin
de en önemli yapı taşlarından biriydi ve bu
muhteşem medeniyetin bir parçası olarak
yerini almıştı.
Osmanlıyı, musiki noktasında değerlendirdiğimizde birçok formla karşılaşmakta ve Tasavvuf Musikisinin temeli sayılabilecek güftelere ve bu güftelerin Tekke
formlarında icralarına da rastlamaktayız.
33
Taşlıcalı Yahyâ, Fuzulî, Bâkî, Zatî, Hayâlî,
Nev’î, Nef’î, Nâbî, Nâilî, Nesâtî, Şeyhülislâm
Yahya, Nedim, Şeyh Gâlip, Enderunlu Fâzıl,
Fitnat Hanım ve Enderunlu Vasıf gibi isimler bu kapsamda zikredilmesi gereken
isimlerdir.
13. yüzyıldan 19. yüzyıla varana kadar geçen bu süre zarfında gelişen ve sanatsal anlamda zirve noktaya çıkan Divan
Edebiyatı, yine çok önemli bir yere sahip
olan musiki ile buluşarak muhteşem sanat eserleriyle medeniyete katkı sağlamaya devam etmişti.
Osmanlı Padişahları ve Sanat
Osmanlı padişahları arasında farklı sanat dallarıyla uğraşan birçok kişi vardı. Ama
ön plana çıkanlar şairler ve bestekârlardı.
Divan sahibi olan şair padişahlar olduğu
gibi musiki makamı terkibine sahip olan
padişahlar da vardı. Fatih Sultan Mehmed,
Kanuni Sultan Süleyman, Sultan III. Murad,
Sultan I. Mahmud nasıl şiirleriyle ve divanlarıyla ön plana çıkmışlarsa, Sultan III. Selim, Sultan II. Bayezid, Sultan Abdülaziz,
Sultan VI. Mehmed’de besteleriyle ön plana
çıkmış padişahlardı. Musiki ve edebiyatla
ilgili eser ortaya koymayan ama zanaatkâr
olup muhteşem eserler inşa eden padişahlar da olmuştu. İşte bu isimlerden biri Sultan II. Abdülhamid idi.
II. Abdülhamit’in Musikişinaslığı
Aslında marangozlukla uğraşan, kendi çalışma odasını kendi tasarladığı eşyalarla, mobilyalarla donatan biriydi Sultan II.
Abdülhamid. Bütün bunların dışında çok iyi
34
bir musiki dinleyicisiydi. Çok farklı musiki
formlarını dinleyen, özellikle Batı Musikisine en ince noktalarını bilecek kadar vakıf
ve bir yönüyle de Batı Musikisi hayranlığı
olan biriydi. Aynı noktada Türk Musikisinin
de özelliklerine vukufiyeti olan ve Türk Musikisi icralarına zaman zaman Yıldız Sarayında yer veren bir padişahtı. Sanatsal faaliyetler onun zamanında ciddi anlamda artmıştı.
Çocukluğunda Batı Musikisi dersleri
alan, piyano ve keman öğrenen, hatta Şehzadeliği zamanında Batı Musikisi tarzında bir de bestesi olan değerli bir musikişinastı.
Sultan II. Abdülhamid’in tahta çıktıktan
sonra musiki adına yaptığı birçok hizmet olmuştu. Musikişinasları korur, himaye eder
ve yaptıkları eserlere iltifat ederdi. Sultan
Abdülaziz döneminde Mızıka-i Hümâyûn
Komutanlığı’ndan azledilmiş olan Ahmed
Necip Paşa’yı yeniden bu kurumun başı-
birçok yabancı tiyatro grubu oyunlarını sergilemişlerdi.
na getirerek ona olan muhabbetini ortaya
koymuş, Paşa da bir şükran ifadesi olarak
onun adına Hamidiye Marşı’nı bestelemişti. Hamidiye Marşı, Sultan II. Abdülhamid’in
33 yıl sürecek olan saltanatında âdeta Milli
Marş olarak çalınacaktı.
dımızın izinde, geleneğe bağlı olarak devam eden sanat hayatımız, her alanda birbirinden değerli isimlerle doludur. Milletimizin yetiştirmiş olduğu bu isimler, dünya tarihine altın harflerle kazınacak eserlere imza atmışlardır. Sosyal statüsü ne
olursa olsun, sanatsal anlayışı ile gündeme gelen bu isimleri takip eden günümüz
sanatkârlarının medeniyetimizi inşa eden
değerlere bağlı olarak hizmet ettiklerini ve
birbirinden değerli eserleri üretmeye devam ettiklerini görmekteyiz.
II. Abdülhamit Dönemi
Opera ve Tiyatro
Sultan II. Abdülhamid Han’ın döneminde opera ve operetlerin sergilenmesi, tiyatro ve diğer temsillerin yapılması için Yıldız Sarayı sınırları içinde bir tiyatro binası
yapılmıştı. Bu salonda dünya çapında ünü
olan birçok sanatçı konser vermiş ve yine
Batı
Musikisine ve sanatına bu denli ehemmiyet veren Sultan II. Abdülhamid, geleneksel musikimizin icralarına,
bestekâr ve güftekârlarına da ziyadesiyle
önem vermişti. Gelenekten beslenen ve geleneksel musiki icra örneklerini sergileyen
sanatkârlarla zaman zaman sarayda meşk
meclisleri oluşturmuş ve bizzat bu meclislerde repertuara katkı sağlamıştı.
Sultan II. Abdülhamid, dönemin en
önemli musikişinaslarından olan ve namı
imparatorluk dışında da duyulmuş olan
Hacı Arif Bey ile dönemin diğer musikişinaslarına iltifat etmiş ve onların musiki hayatlarına onları himaye ederek katkıda bulunmuştu.
Yeryüzünde her cihette varlığını ihtişamlı eserlerle sergilemiş ve bu ihtişamını inancı ile şekillendirmiş olan ecda-
Medeniyetimizin yazıldığı berrak sayfalar, ihtişamlı eserlerle süslenmeye devam
etmekte…
SANAT/RESİM
Osmanlı’nın İlk Kadın
Ressamı Müfide Kadri
Ressam, besteci, edebiyatçı…
O, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ilk profesyonel Müslüman kadın ressam ve resim
öğretmenidir.
1889 yılında Çamlıca’da doğdu. Çok küçük yaşında babasını ve annesini kaybetti.
Kadri Bey tarafından evlatlık olarak alındı.
On yaşında özel resim dersleri almaya
başladı. Öğretmenleri Ressam Osman Hamdi Bey (İlk müze müdürü), Ressam Halil Paşa
ve Sanayi-i Nefise Mektebi’nin (Güzel Sanatlar Okulu) yağlıboya resim öğretmeni Salvatore Valeri’dir. Yetenek ile çalışma azmi birleşince dikkatleri üzerine çeken sanatçının, bir
sergide yer almak üzere Münih’e gönderilen
resimleri, ona altın madalya kazandırdı.
Bu madalya onu motive etti ve resme
dört elle sarıldı. Böylece yurtdışında ödül kazanmış Osmanlı’nın ilk kadın sanatçısı oldu.
Bu ressam kızın, resimde olduğu kadar
musikide de yüksek bir kabiliyeti vardı. Ud,
keman ve özellikle de piyano çalıyordu.
Pek çok bestesi bulunan sanatçının, “Teranei Şebap” son ve en dikkat çeken eseridir. Bu beste, dönemindeki sanat dergilerinde haber olarak yayınlanmıştır.
Müfide Kadri, yakalandığı hastalıktan
kurtulamayarak 1912 yılında çok genç yaşta,
İstanbul’da öldü.
Ailesinin Üvey Olduğunu
Öğrendi ve Çöktü...
II. Abdülhamit Han’ın
Kızına Resim Dersleri Verdi
Aldığı eğitim ile çeşitli müzik aletleri çalıp, besteler yapabilen, Fransızca konuşan,
doğu ve batı edebiyatı üzerine zengin bilgisi
bulunan ve resim yapan Müfide Kadri, bu birikimini paylaşmak amacıyla çeşitli eğitim kurumlarda ders verdi.
II. Abdulhamit’in (1842-1918) kızı Aliye
Sultan’a sarayda özel resim dersleri de vermiştir.
Uzun boylu, kumrala yakın bir tene sahip, narin bir kız olan Müfide’nin hastalığı esnasında, mahallede bazı dedikodular dolaşmaya başladı. Kara sevdaya tutulduğunu söyleyenler olduğu gibi, son zamanlarda da Kadri Bey’in üvey babası ve annesininde üvey annesi olduğunu işitmesinden dolayı yatağa
düştüğünü söyleyenler de vardı. Bunların ne
derece doğru olduğu bilinmemekle beraber,
Müfide kısa bir zaman sonra hayata gözlerini yumdu.
Babalığı
Kadri Bey, kızını kaybetmekten doğan büyük acılar içinde kendisini teselli için hacca gitmeğe karar verdi. Fakat o da
bir müddet sonra yolda vefat etti.
Ölümünden sonra babası tarafından
kırk kadar eseri, sergilenip satılmak üzere Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’ne verilmiştir. 1912’de sergilenen eserlerden elde edilen
gelir de cemiyete bağışlanmıştır.
35
DOSYA/SİYASİ TARİH
BEYTULLAH ÇAKIR
68’i Yeniden
Okumak
Dünyaya sıçrayan bu protestolar, uğradığı her ülkenin kendi iç dinamiklerine göre
şekilleniyordu. Örneğin; ABD’nin “çiçek çocukları” Vietnam Savaşı’na; Meksika’daki
halk, hükümet baskılarına; Almanya’daki
işçiler kapitalizmin yarattığı hayal kırıklıklarına; Prag’daki insanlar Sovyetler
Birliği’nin katı komünizm anlayışına karşı ayaklanırken Türkiye’deki ayaklanmaların temel motivasyonunu ise üniversitelerde gerçekleştirilmesi beklenen reform hareketleri oluşturuyordu.
Övgü ile Yergi Arasında
Sıkışmış Bir Kuşak
Üzerinden yaklaşık 50 yıl geçen bu dönemin, Türkiye’nin sosyal ve siyasi tarihinde önemli eşik noktalarından birini oluşturduğu muhakkak. Zira Türkiye’de şiddete
dayalı ideolojik kamplaşmanın fitilinin bu
dönemde gerçekleşen olaylara bağlı olarak
ateşlendiği genel kabuller arasında. Haricinde 12 Mart 1971 tarihinde verilen askeri
muhtıranın da “meşruiyetini” yine bu dönemde yaşanan olaylara bağlı olarak sağlamaya çalıştığını biliyoruz. 68 kuşağının
kült isimlerinden Deniz Gezmiş, Hüseyin
İnan, Yusuf Aslan’ın idamları; Mahir Çayan,
İbrahim Kaypakkaya, Ulaş Bardakçı, Taylan
Özgür, Vedat Demir’in ölümleri de bu dönemi önemli kılan etmenlerden.
Takvimler 1968 yılının
Mayıs ayını gösterdiğinde
Paris’teki Sorbonne
Üniversitesi’nin öğrenciler
tarafından işgali, siyasi
tarih literatürüne girecek
türden bir dönemin de
başlangıcını oluşturmuştu.
Üniversitenin işgali
sonrasında gerçekleştirilen
gösterilere işçilerin de
katılmasıyla gittikçe
büyüyen protestolar,
kısa süre içerisinde önce
Fransa’da daha sonra
ise Prag, San Francisco,
Mexico City, İstanbul
gibi dünyanın farklı
şehirlerinde etkisini
göstermeye başladı.
Peki
bugünün gençleri, 68 kuşağının gerçeği, beklentileri, niyetleri, hataları ve doğruları hakkında neler biliyor? Bu
kuşağın temsilcileri, kimi çevrelerin bahsettiği gibi; “Türkiye’nin tam bağımsızlığı
için mücadele veren birer halk kahramanı” mıydılar yoksa “Devletine ve milletinin
kutsal değerlerine düşman hayalperest
36
Sorbonne Üniversitesi’nin
öğrenciler tarafından işgali...
birer piyon” muydular? Yahut genel olarak ortada dolaşan bu iki keskin söylemin
dışında bambaşka bir hüviyete mi sahiptiler? Bu konu hakkında özgür irademizle
nesnel bir yargıya varabilmek için o dönemi anlatan kitaplara ve tanıklıklara başvuruyoruz. 68 cereyanının heyecanına kapılan
bu kuşağı tahlil yolunda yazılmış, üç farklı
bakış açısını yansıtan -taraflı, karşıt ve görece objektif- üç kitabı okumak, bu konuda geçmiş dönemlerin konjonktürüne bağlı olarak verilmiş yargıların ötesinde içinde
sorgulama da barındıran bir anlama çabası
olarak önerilebilir.
Darağacında Üç Fidan
Everest Yayınları
Nihat Behram
Dönemin birincil tanıklarından olan
gazeteci, şair ve yazar Nihat Behram’ın
kaleme aldığı “Darağacında Üç Fidan’’,
belgesel-anlatı türünde bir kitap. 1975 yılında Vatan Gazetesi’nde yazarlığa başlayan Behram, 68 kuşağının sembol isimlerinden Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın yargılandığı I. THKO (Türkiye
Halk Kurtuluş Ordusu) davasını ve dava sonucunda idama mahkûm edilen üç gencin
yakalanmadan evvelki son günlerini, yakalanışlarını, darağacına giderken içinde bulundukları ruh hallerini anlatıyor kitabında.
Kitapta dava için oluşturulan iddianamenin ve sanıkların savunmalarının mahiyetine dair bilgiler de mevcut. Deniz Gezmiş,
Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın çocukluktan gençlik yıllarına kadar geçen dönemlere dair anekdotların yanı sıra ailelerine
yazdığı son mektuplara, kendilerine ait pek
çok fotoğrafa ve asılmadan evvelki son sözlerinin ne olduğuna da rast geliyoruz kitabı
okurken. 68 kuşağı dönemine dair pek çok
özel ayrıntıya erişebileceğimiz kitabın bir
bölümü ise yazarın, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının davasına ilişkin olarak yönelttiği
sorulara hukuk ve bilim adamlarının verdiği yanıtlardan oluşuyor.
Aslında Vatan Gazetesi’nde 18 gün boyunca süren bir yazı dizisinden oluşan “Darağacında Üç Fidan”, sonradan kitap haline
getirilmiş ve bugüne kadar tam 107 kez basılmış. Yazıldığı tarihten bugüne gelene kadar topyekûn yasaklandığı dönemler de olmuş. Hatta kitabın yazarı Nihat Behram, kitabından ötürü uzun yıllar politik bir sürgüne de maruz kalmış.
zarı olan Erol Kılınç, 68 kuşağı dönemini tecrübe etmiş bir ülkücü. Ve kitap buna
bağlı olarak döneme farklı bir pencereden,
ülkücü bir gözden bakıyor.
68
Nihat
Behram, kitabı kaleme alırken
oldukça edebi bir dil kullanmış. Aynı zamanda şair de olan Behram, kitaptaki her bölümün başına o yıllarda yazdığı şiirleri eklemiş. Normal şartlar altında tarihî tanıklılara yahut olaylara dayanan kitapların okunması zor olabiliyor fakat Nihat Behram’ın
Darağacında Üç Fidan
Nihat Behram
kuşağı tabiri etrafında oluşturulan atmosfere aykırı yönden bir katkı sunan kitap, Ötüken Yayınları’ndan çıkmış, ilk
baskısı ise 2008 yılında yapılmış. Kılınç kitabında, 68 kuşağını ve bu kuşağın dünyada yaptığı eylemlerin sebeplerini incelerken bu eylemlerin Türkiye’ye sıçramasının esas nedenini ise şu şekilde açıklamış:
“Bizdeki 1968 efsanesinin kahramanları,
Çekoslavakya’nın Prag Baharı denilen uygulamalarının, etrafındaki SSCB kontrolü
altındaki ülkelere kötü örnek olmasından
büyük rahatsızlık duyan Komünist Rus yönetiminin işlediği açık cinayetleri perdelemeyi ve hatta Sovyetleri desteklemeyi
kendi solculuk şereflerinin bir gereği sayanlardır.” Kılınç’ın ortaya attığı bu tez, kitabı anlamak için oldukça önem arz ediyor.
Tarihe adını “Mayıs Baharı” olarak yazdıran bu dönemin esas aktörleri ise
genel olarak, yaşları henüz 30’a dahi varmamış olan gençlerdi. Statükoya
karşı başkaldıran, sol ideolojinin farklı fraksiyonlarında yer alan ve
“Gerçekçi ol imkânsızı iste!” sloganını kendilerine parola edinmiş bu gençleri
buluşturan ortak payda ise daha fazla özgürlük ve sosyal haklar talebiydi.
Sol’un Bölünmesi Ve İşçi Partisi
akıcı ve sade üslubu bu okuma zorluğunu
ortadan kaldıran bir etki yaratmış.
Erdal Öz’ün Deniz Gezmiş’le Mamak
Cezaevi’ndeyken yaptığı görüşmelerden
yola çıkarak kaleme aldığı belgesel, anı,
anlatı türündeki kitabı “Gülünün Solduğu
Akşam” ile beraber, 68 kuşağına dair en
çok satılan kitaplar listesinde ilk sıralarda yer alan “Dar Ağacında Üç Fidan”, gerek konuyu ele alış biçimi gerekse de dönemin birincil aktörlerinin tanıklıklarına
ayrıntılı olarak yer veriyor olması bakımından okunmaya değer bir kitap olarak karşımızda duruyor.
Zira ilerleyen sayfalarda Türkiye’de o
dönem sol hareketi temsil eden, mecliste
sandalye sahibi olan Türkiye İşçi Partisi’nin
geçirdiği sarsıntıyı ve sol içinde farklı fraksiyonların ortaya çıkarak şiddet eylemlerine ve hatta darbe heveslerine uzanan öyküsünü bu konudaki tavır farklılıklarını merkeze alarak açıklıyor.
Kitap,
İhtilal, İhtiras ve İdeal
68 Kuşağı Hakkında
Ötüken Yayınları
Erol Kılınç
“İhtilal, İhtiras ve İdeal-68 Kuşağı Hakkında” muhtevası itibariyle döneme dair yazılmış kitapların ekseriyetinden
farklı bir noktada duruyor. Zira kitabın ya-
İhtilal, İhtiras ve İdeal
Erol Kılınç
yazarın 68 kuşağı hakkındaki
görüşlerini açıkladığı kısa bir “Giriş”, dünya üzerinde gerçekleşen öğrenci ve gençlik hareketlerini ele aldığı “Dünyada 68
Olayları”, 27 Mayıs 1960 darbesinden 1968
olaylarının gerçekleştiği döneme kadar geçen süreçte Türkiye siyasi tarihinin fotoğrafını çekmeye çalıştığı “Türkiye’de 68 Olayları”, ordu içerisinde yer alan sol görüşlü
subayların 68 kuşağı ile birlikte gerçekleştirmeye çalıştığı iddia edilen 9 Mart askerî
ihtilal girişimine ışık tuttuğu “Milli Demokratik Devrim Cephesinde İşbirliği ve
37
9 Mart Darbesine Hazırlık”, Milliyetçi Hareket Partisi’nin kuruluşunun, o dönemde
ülkücü gençlerin teşkilatlandırılmasının ve
bu gençlerin 68 kuşağına karşı verdiği mücadelelerin anlatıldığı “Ülkücüler” ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin kurucu lideri Alparslan Türkeş’in Türkiye’nin siyasi gündemine dair yazmış olduğu yazılar ve yaptığı
bazı konuşmaların yer aldığı “Ekler” olmak
üzere toplam altı bölümden oluşuyor.
Türkiye’de 68 Olayları şeklinde başlıklandırılmış olan kitabın üçüncü bölümünde, 1968’den 1973’ün ilk çeyreğine kadar
hem dünyada hem de Türkiye’de gerçekleşen bazı önemli olayların kronolojik şekilde verilmiş olması, döneme dair sürüp giden olayların çizgisel bir şekilde takip edilmesini sağlaması bakımından oldukça faydalı olmuş.
Demet Lüküslü, kitabının giriş kısmında 68 kuşağına dair bir eser kaleme almasının nedenlerini ise şu sözlerle açıklıyor:
“ Hâlihazırda Türkiye’nin 68 kuşağı üzerine yazılmış çalışmalar 68’e ‘yergi’ yahut ‘övgü’ üzerinden gittiği için objektif ve
serinkanlı analizler yapabilmek hayli güç.
Üstelik her ne kadar Türkiye’de 68 gençlik hareketine odaklanan dönem sonrasında yazılmış çok sayıda biyografi, anı ve röportaj örnekleri olsa da dönemin birincil
kaynakları üzerine yapılmış akademik çalışmaların aynı derecede çeşitlilik gösterdiği söylenemez.”
Kendisi de bir akademisyen olan Demet Lüküslü’nün kitabı, aslında bir gençlik sosyolojisi çalışması. Lüküslü, kita-
Erol Kılınç’ın kitabını kaleme alırken
Demet Lüküslü’nün kaleme aldığı “Türkiye’nin 68’i- Bir Kuşağın Sosyolojik Analizi” kitabının ilk baskısı 2015 yılında yapılmış ve kitap Dipnot Yayınları’ndan
çıkmış. Daha önce incelediğimiz iki kitapla mukayese ettiğimizde 68 kuşağına dair
yazılmış bu kitabın görece daha objektif ve soğukkanlı değerlendirmelerle kaleme alındığını söyleyebiliriz. Ayrıca kitabın
yazarı olan Demet Lüküslü’nün ne Nihat
Behram ne de Erol Kılınç gibi o dönemleri
görmüşlüğü var zira Lüküslü, 68 döneminden yaklaşık 11 yıl sonra 1977 yılında dünyaya gelmiş. Söz konusu bu durum da kitabı, incelemesini yaptığımız diğer eserlerden ayıran başka bir nokta olarak değerlendirilebilir.
38
12
Mart 1971 askeri muhtırasına giden yolda kuşağın geçirdiği değişimler,
muhtıranın kuşak üzerindeki etkilerinin ve
kuşağın temsilcileri tarafından mizahın nasıl bir muhalefet aracı olarak kullanıldığının gösterildiği “Dönüşüm: Öğrenci Hareketinden Devrimci Harekete” başlıklarıyla
oluşturulmuş üçüncü bölümden oluşuyor.
Akademik bir çalışma sonucu oluşturulmuş olan “Türkiye’nin 68”inde birçok
dipnota da rast geliyoruz. Demet Lüküslü,
68 dönemine dair yazılmış pek çok birincil kaynaktan istifade etmiş kitabını oluştururken.
Örneğin; Turhan Feyzioğlu’nun kaleme aldığı ve Deniz Gezmiş’in hayatının anlattığı “Bizim Deniz” ve Mahir Çayan’ın yaşam öyküsünü anlattığı “Mahir/ On’ların
Öyküsü”, dönemin birincil şahitlerinden
olan Oral Çalışlar’ın anılarını anlattığı “68
Anılarım”, yine Oral Çalışlar’a ait olan ve
döneme ışık tutan “Denizler İdama Giderken”, 68 döneminde kurulmuş olan DevGenç’in ilk lideri Ertuğrul Kürkçü’nün kaleme aldığı “İsyanın İzinde” gibi kitaplar, Lüküslü’nün döneme dair faydalandığı
kaynaklardan sadece birkaçı. Bunların haricinde o dönem yayın yapan ve sol fraksiyonlar üzerinde hayli etkili olan Yön ve İleri gibi dergilerden de alıntılar söz konusu
kitapta.
68’in önemli isimlerinden Hasan Cemal’in
o dönemdeki anılarını anlattığı “Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım” ve yine devrin etkili simalarından Sarp Kuray’ın “İsyan ve
Tevekkül” kitaplarından sıklıkla alıntı yaparak kendi iddialarını destekliyor olması
da eserin dikkat çekici yönlerinden.
1960-1980 arası dönemin hem dünya hem de Türkiye tarihi açısından kısa bir
özeti gibi olan kitap, 68 kuşağını gerek dış
politika olaylarını merkeze alarak değerlendirmesi gerek döneme alışılagelmiş
söylemlerin dışında farklı bir perspektiften bakıyor olması gerekse de o dönemde
teşkilatlanmaya başlamış ülkücü gençlere
dair bilgiler sunuyor olması sebebiyle incelenmeye değer.
Türkiye’nin 68’i
Bir Kuşağın Sosyolojik Analizi
Dipnot Yayınları
Demet Lüküslü
Dolmabahçe’de yapılan protesto eylemleri
sonrası nasıl anti-emperyalist bir harekete
dönüştüğünün tartışıldığı ikinci bölüm ise
“Türkiye’nin 68 Kuşağı: Doğuşu ve Söylemleri” olarak yer alıyor.
Türkiye’nin 68’i
Demet Lüküslü
bında 68 dönemini, Alman sosyolog Karl
Mannheim’in “kuşak teorisini” merkeze
alarak değerlendirmiş ve söz konusu dönemi “gençlik” ve “kuşak” kavramları üzerinden kritik etmiş.
Kitap, 68 kuşağının ortaya çıkmaya
başladığı zamandaki dünyanın ve bu dünya içinde yer alan Türkiye’nin rolünün tartışıldığı “Türkiye’nin 68 Kuşağı’nın İçine
Doğduğu Zamanın Ruhu” kitabın ilk bölümünü oluşturmakta. Türkiye’nin 68’inin ortaya çıkışının, temel özelliklerinin, ürettiği söylemlerin masaya yatırıldığı; başlangıçta bir öğrenci hareketiyken hangi saiklere bağlı olarak içine işçi ve köylüleri de
kattığının anlatıldığı ve Amerikan donanmasına bağlı 6. Filo’ya karşı 1968 yılında
Demet
Lüküslü’nün 68 kuşağının
ürettiği söylemleri incelediği bölümde;
“Batı’da bu kuşağı harekete geçiren esas
dinamik modernizm karşıtlığıyken, Türkiye örneğinde ise kuşağın esas temsilcileri olan üniversite öğrencilerinin kendilerini modernist söylemin bir savunucusu ve
aktörü olarak konumlandırdıklarını” belirtmesi ise bugün dahi üzerinde uzun uzadıya düşünülmesi gereken bir konu olarak
duruyor karşımızda.
Bir öğrenci hareketi olarak başlayan
fakat ilerleyen dönemlerde devrimci -ve
hatta bazı noktalarda silahlı- bir harekete dönüşen Türkiye’nin 68’ini “gençlik” ve
“kuşak” kavramları üzerinden sosyal bilimlere dair farklı çalışma alanlarıyla bağlantılı bir şekilde analiz eden “Türkiye’nin
68’i-Bir Kuşağın Sosyolojik Analizi” kitabı,
dönemin siyasal kültürüne ışık tutması açısından fazlasıyla yararlanılabilir bir kitap.
YEN‹
K‹TAP
OSMANLI TAR‹H
SÖZLÜ⁄Ü
Prof. Dr. Fehmi Y›lmaz
Osmanl› tarih sözlü¤ü, alt› as›r boyunca genifl bir
co¤rafyada hüküm sürmüfl olan Osmanl› ‹mparatorlu¤u’nun
merkez, taflra, ilmiye, ordu, donanma, maliye, esnaf teflkilatlar›,
bürokrasi, kad›l›k, medrese gibi kurumlar ile diplomas›, f›k›h,
hukuk, tasavvuf, tarikat, gemicilik, silah, atç›l›k, okçuluk,
para, ölçü birimleri, giyim-kuflam, tekstil, iafle, spor, mimari,
sanat gibi alanlara iliflkin 17 bin maddeden oluflan bir eserdir.
www.ktpkitabevi.com
KİTAP/BİYOGRAFİ
Hüsnü Özyeğin’in çalışma odası...
Yüzlerce rapor ve binlerce sayfa kağıdın arasında.
Ömer Muhtar
ve
Libya’yı Anlamak…
Libya’daki direnişin öncüsü ve
sembolüydü Ömer Muhtar… O nedenle
‘çöl aslanı’ olarak anıldı. Sergilediği
direnişle dünya çapında tanındı.
“Orta boylarda, iri yapılı, saçı, sakalı
ve bıyıkları beyaz olan Ömer Muhtar,
atik bir zekâya, çetin bir karaktere
sahipti. Özverili ve tavizsizdi.
40
Dini konularda bilgili, enerji dolu ve
çetin bir karaktere sahipti. Senusi
Hareketi’nin en önde gelen liderleri
arasında yer almasına rağmen
mütedeyyin ve fakir kalmıştı.’’
Mücadele ettiği İtalyan Vali
ve Komutan Graziani dahi bu
sözlerle anlatıyor Ömer Muhtarı…
Libya halkına rüşvet gibi araçları da
kullanarak başarmaya çalıştı. Ömer
Muhtar’a da direnişi bırakması için
cömert tekliflerde bulunuldu. Verdiği
mücadelenin sonunda esir düştüğünde
İtalyan Mahkemesinde yargılanırken,
kendisine bağlı birliklere çekilme talimatı verirse, ülke dışına iltica etmesine izin verileceği bildirildi. Hayatı karşılığında bütün mücahitlerin çekilmesi isteniyordu. Muhtar’ın duruşu
ise netti.
Günümüzde Arap Baharı ile başlayan süreçte Libya’nın önemini anlamak için Ömer Muhtarı ve mücadelesini daha iyi anlamak gerekiyor. Bunun için okuyabileceğiniz kitaplara
yer veriyoruz.
Senusi Hareketi 1912’de Osmanlı ile Uşi anlaşması imzalamış ve 1.
Dünya Savaşı sırasında da Osmanlı ile birlik halinde hareket etmiştir.
Mevcut yönetimde isim değişikliği
olunca İtalyanların Libya işgalini tanıma yoluna gidildiğinde Ömer Muhtar yönetime işgalin tanınmaması ve
mücadele çağrısında bulundu ancak
bir sonuç alamadı.
Sadece Libya halkının direnen askerlere sağladığı erzak desteği ile direniş sürdürüldü. Daha sonra İtalya’da
Mussolini dönemi geldi ve direnişi ezmek için ünlü komutan Graziani
görevlendirildi.
Daha önce pek çok İtalyan komutanın başaramadığı görevi Graziani,
den Abdülhamid alaşağı edildi ve yeni ge-
ten haberdar oldu. Gözleri kapatıp açınca-
len idarenin gittikçe zayıflaması, İtalya’nın
ya kadar İtalyan kuvvetleri bölgeyi çembe-
beklediği fırsatı getirmiş oldu. İtalya bu
re aldı. Ama mücahitler yıkılmadılar, son
fırsatı değerlendirmekte geç kalmadı.
nefeslerine kadar çarpıştılar. Son anda
Libya’yı kolay bir lokma gibi gören İtalyan-
Ömer Muhtar’ın atı vuruldu. Ömer Muhtar,
lar, 27 Eylül 1911’de Osmanlı Hükümetine
yere düştü. Yere düştükten sonra da yığıl-
verdikleri ültimatomla Trablusgarb’a çı-
mayan yiğit, kendini toparlayıp ateşe de-
kartma yaptılar. İtalya askeri yetkililerinin
vam etti.
hesabı, işgalin 15 günde tamamlanacağı
yönündeydi. Fakat evde yapılan hesap çarşıya uymadı. İtalyanların üstün silah ve insan gücüne karşı mücahitler inatçı bir direniş sergilediler. Çatışmaların dozu gün
geçtikçe arttı. Bir avuç insan olmalarına
rağmen sanki hiç ölme riski yokmuş gibi
gece gündüz yaşlı genç demeden savaştılar. ‘Vallahi, zafer veya şehadete ermeden bu dağları terk etmeyeceğim ve İtalyanlara karşı devam eden bu savaşı asla
durdurmayacağım’ diyordu Başkomutan
Ömer Muhtar.
Ve bu kahramanlık, işgalci İtalyanları
Ömer Muhtar - Libya’nın İşgali
ve Direniş
Enzo Santarelli
Luigi Goglia
Şehit Ömer Muhtar için “Gecenin Haki-
hem maddi hem de manevi kayba uğratıyordu. Ne yeni savaş stratejileri ne de tecrübeli ve acımasız İtalyan komutanları bir
avuç yiğit karşısında kazanabildi. Ta ki 11
Eylül 1931’ e kadar...
Eli yaralandı, diğer el ile ateş etmeye
başladı ama artık çok geçti… Yapılacak bir
şey kalmamıştı. Askerler üzerine çullandılar ve onu esir aldılar.
İtalyan işgalciler ile anlaşma yapmayı reddeden Ömer Muhtar, 15 Eylül 1931
günü İtalyan sıkıyönetim mahkemesi tarafından göstermelik bir duruşmaya çıkarıldı ve Graziani’nin daha önceden emrettiği
gibi idam kararı veren mahkemenin yüzüne tokat gibi şu sözleri savurdu: “Hüküm
ve karar yalnız Allah’ındır. Sizin bu sahte
ve uydurma hükmünüzün hiçbir geçerliliği yoktur. İnna lillah ve inna ileyhi raciun
(Biz Allah’ın kullarıyız ve sonunda ona dönücüleriz)”.
Ve ardından toplama kamplarından
getirilen binlerce Libyalının gözleri önünde
gayet sakin ve korkusuzca idam sehpasına
mi” diyorlardı. Ömer Muhtar, 30 yıl sömürgecilere karşı savaştı. Önce Libya’nın güne-
Savaşta İstihbarat...
çıktı. Fecr suresinin son ayetlerinden “Ey
yini işgal etmek isteyen Fransızlara karşı ve
Ömer Muhtar ve yanındaki bir kısım
huzura ermiş nefis! Razı edici ve razı edil-
mücahid, Sılanta mevkiinde bulunan Hz.
miş olarak Rabbine dön” ayetleri dilinden
Muhammed’in (s.a.) sahabelerinden Sidi
dökülüverdi. Özgürlüğü için her şeyi göze
Rafi hazretlerinin kabrini ziyaret etti. O zi-
aldığı yeşil dağlarına ve ardından gökyüzü-
na göz dikmiş ancak 2. Abdülhamid’in kor-
yaretle İtalyanların tuttuğu bölgenin içere-
nü son bir bakış attı ve ebed âlemine doğ-
kusundan işgal edememişti. Çok geçme-
sine girmişlerdi. İtalyan istihbaratı ziyaret-
ru yol aldı.
1911’den sonra da İtalyanlara karşı.
İtalya, uzun zamandır Libya toprakları-
41
Alvarlı Efe ve Muhammed Diyâüddin haz-
ce birkaçı. Ayrıca seyahat esnasında ger-
retleri olmak üzere 13 mücahid mürşid ile
çekleştirilen birbirinden önemli görüşme-
birlikte Ömer Muhtar’ın mücadelesini de
ler de konu ediliyor kitapta…
okuyabilirsiniz. Özellikle Ömer el-Muhtar,
İtalyan işgaline karşı destansı bir direniş
Kitap’ta Hasan el Benna, Seyyid Kutup, Erbakan Hoca, Şeyh Ahmet Yasin, Mal-
gerçekleştirmiştir.
Tam 20 yıl süren bir savaştı… Dona-
com X, Rantisi, Abdulhamid Han, Aliya İzzetbegoviç ve Mevdudi gibi zatların düşün-
nımlı İtalyan ordusuna karşı çöllerde mü-
sel ve mücadele mirasının izleri ile birlikte
cadele etti. Kahramanlığı dillere destan
Ömer Muhtar bölümü de mevcut.
oldu… Muhtar aynı zamanda bir Senûsî tarikatı şeyhidir. İşgalci İtalyanlar tarafından
yakalanıp mahkemeye çıkarıldığında söyledikleri her Müslüman için birer nasihat-
Ömer Muhtar
Prof. Dr. Ahmet Ağırakça
‘’Savaşıyoruz çünkü düşmanı bu topraklardan söküp atıncaya kadar ya da bu
tir.
“Artık şimdi kendimizi ıslah etmek
uğurda ölünceye kadar imanımız ve öz-
bize vazifedir. Yoksa büyük zaferin bize
gürlüğümüz için savaşmak zorundayız.
hazırladığı gayeye ulaşmak müyesser ol-
Başka yolu yok. Allah’a aitiz ve O’na dö-
maz. Din neyimizdir? Din hayatımızdır, on-
neceğiz’’
suz hayat olamaz.”
Ömer Muhtar, İtalyan işgalcilere karşı
başarılı bir kurtuluş mücadelesi sürdürdü.
Bu mücadeleyle ve kahramanlığıyla Osmanlı subaylarını dahi hayran bıraktı.
Mücahid Mürşitler
Davut Bayraklı
Hakkında
‘‘Onun gibi on insan olsa
Libya elden gitmezdi’’ denilen Ömer Muh-
Cihad, Allah yolundaki her faaliyet ve
tar, eşsiz bir lider ve komutandı.
hareketin adıdır. Allah’ın dinini her tarafa ulaştırmak için yapılan her tür faaliyet
Bu zatı, Türkiye halkı ancak 1980 ya-
ve hareketi içine alır. Kelime olarak ‘cehd’
pımlı ‘‘Lion of Desert’’ (Çöl Aslanı) filmiy-
kökünden gelir ve düşmanla savaş, nefisle
le tanıyabildi. Kahramanlığı hakkında çok
mücadele ve dini tebliğ etmek anlamların-
şeyler yazıldı çok sözler söylendi ama ne
da bir kavramdır. Aynı zamanda insanlara
yazık ki biyografisi ve hayatı hakkında ye-
İslâm’ı anlatmak, İslâm’ın yayılması için
terli çalışmalar yapılmadı.
Bu kitap bu konuda olan eksikliğini
çaba göstermek, iyiliğin artması ve kötü-
kapatıyor.
lüğün azalması için gayret etmek en büyük
cihattır. Ama ne yazık ki böyle bir kelime bu
kadar güzel bir mana taşıyorken özellikle
Batı dünyasında yanlış algılanmamıştır.
Kitap, cihad için, İslâm için, Allah için
savaşan mücahitlerin hikâyesini anlatıyor. 18 ve 19. asırlar, Batı sömürgeciliğinin İslâm beldelerine girdiği dönemlerdi.
Başta Afrika kıtası olmak üzere sömürgeci
Batı orduları, Müslümanların yaşadığı toprakları talan etmeye başladılar.
Eserde, bu asırlarda şiddeti artan sö-
Ümmet Coğrafyası
Adem Özköse
mürgeci anlayışa karşı “sufi direnişi” de-
Filistin’den Fas’a, Moro’dan Suriye’ye,
nilen, nefisle cihadın yanında gerektiğinde,
Libya’dan Makedonya’ya, Kosova’dan Suud’a,
düşmanla savaşmaktan çekinmeyen, ha-
Tunus’dan
yatlarını ortaya koyan mürşid-i kâmillerin
Nepal’den Malezya’ya, Cezayir’den Pakistan’a,
hayatları ve mücadeleleri kaleme alındı.
Latin Amerika’dan Arakan’a kadar uzanan bir
Şeyh
Yemen’e,
İran’dan
Patani’ye,
yolculuk…
Ahmed Bamba, El-Hac Ömer
Tâl, Emir Abdülkadir el-Cezâirî, Şeyh Mu-
Tüm bu ülkelerde neler olup bittiğini,
hammed b. Ali es-Senûsî, Osman b. Fûdî,
Müslümanların neler yaşadıklarını, edini-
Şeyh Ömer el-Muhtâr, Seyyid Ahmed Şerif
len tecrübeleri, umutları, beklentileri, ge-
es-Senûsî, Şeyh Seyyid Hasan, Şeyh İzzed-
lecek perspektifleri, Türkiye’ye karşı ba-
din el-Kassâm, Şeyh Şâmil, Şeyh Mansur,
kış açıları, bu kitabın konularından sade-
42
YEN‹
K‹TAP
Fert ve Topluma
KUR’AN’IN
MESAJI
Prof. Dr. Vehbe Zuhayli
“Bu, kendisinde hiçbir flüphe olmayan ve Allah’tan korkanlara
do¤ru yolu gösteren bir kitapt›r.” (Bakara, 2)
‹lk sayfalar›nda konusunu ve muhtevas›n› anlatan her kitap gibi
eflsiz ilahi kitap Kuran-› Kerim, ikinci sayfas›nda kendini böyle bir
ifade ile takdim ediyor. Yani bu kitap sadece okunan, insanlar›n bilgi
ve kültür yönüne katk›da bulunan, geçmifl peygamberleri veya ahireti
anlatan bir kitap de¤il; dünya hayat›nda insanlara yol gösteren bir
k›lavuz ve rehber kitapt›r. Dünyada, ‹slâm’a göre ne flekilde
yaflayaca¤›m›z›n çerçevesini çizen bir kitapt›r, Kur’an-› Kerim…
www.ktpkitabevi.com
RÖPORTAJ
SEVİNÇ SATIROĞLU
ANJELİKA AKBAR:
İnsanlar İç Barışa
Kavuştuklarında
Dünyadaki Savaşlar Biter
FOTOĞRAFLAR
HASAN EREN ÇALIŞKAN
O, bine yakın bestenin, Doğu-Batı
kucaklaşmasının en hisli bestekârı…
Müzisyen ve filozof bir ailenin 2,5 yaşında
nota bilen ve piyano çalan, 4 yaşında
Mutlak Kulak yeteneği fark edilen kızıydı…
Yılları piyanonun ona hissettirdiği derin
duygular eşliğinde maneviyat ve kültürel
birlikteliklerin yoğurduğu
44
eserleri ve eşsiz yorumları ile geçti.
Sohbet ederken, gözlerinin
derinliğinde, samimiyetini dinliyorsunuz.
“Piyano çalarken egomu bir
kenara koyup, müziğin kendisi
oluyorum.” diyor. Piyanoyu gözlerini
kapatarak, ruhunun derinliklerinde
hissederek çalması da bundan…
“İfade Edemediğimiz İçin
Hastalandığımız Konu: Duygular”
Doğu-Batı sentezinde eserler vermeye ve konserler düzenlemeye sizi yönelten şey ne oldu?
Öncelikle o tür çalışmalarıma “sentez” demiyorum. O bir kucaklaşma. Beni
buna yönlendiren ise tam da dünyada hissettiğim “kucaklaşma eksikliği”. Bach A
L’Orientale albümümün (2003) kapağında
şöyle yazdım: “Bu, bir müzik deneyi değil.
Çağın ihtiyacıdır. İnsanlar birbirleri ile kucaklaşmadan önce müzikleri kucaklaşsın
istedim.”
Ben gönlümde birlemeyi, ne kadar yaşamayı başarırsam, onun yankıları, yaptığım müzikte ve projelerde o kadar yankı
bulur...
Kültürlerin ortak noktası müziğinize
nasıl yansıyor? Tüm kültürlerde insanlığın ortak noktası ve ortak sorunu nedir?
Müzik, bizim hayatımızda düşündüğümüzden daha önemli bir rol oynuyor. Ve
müzik insanların öncelikle duygu dünyası-
Batı müziğini Doğu enstrümanları ile Bach’ı İbn-i Sina ile sentezlediği,
kendi tabiri ile sentez değil kucaklaşma olan eserleri ile “Çağın
eksikliğinin, kucaklaşma ve duygular” olduğuna vurgu yapıyor.
na etki ediyor. Bizim modern dünyada en
çok sıkıntısını çektiğimiz, ifade edemediğimiz için hastalandığımız bir konu: Duygular. Onun için müzik, dinleyicilerin kendi
içine bakmalarını kolaylaştıran bir araç...
Ve müzik insanlarına bu anlamda önemli
bir görev düşüyor...
“Batı’nın Rasyonalizmi ile
Doğu’nun Gizemli Duygu
Dünyası Buluşuyor...”
Bach A L’Orientale kaydında, Bach’ın
müziğini Doğu ritimleriyle birleştirdiniz,
ney gibi mistik bir enstrüman kullandınız.
Neden Bach’ı seçtiniz?
Proje tamamen spontane gelişti ve
Bach’a isabet etti. Bir yerde Doğu ritimlerini dinlerken birdenbire Bach’ın bir eseri ile bire bir ilginç bir şekilde örtüştüğünü gördüm. Birleştirdim. Şaşırdım. Sonra
devam ettim. Büyük bir atölye çalışmasına dönüştü o proje. Batı ve Doğu dünyasından önemli müzisyenler çok zevkle projede
yer aldı. Hatta orada da inanılmaz kültürel
kucaklaşmalar oldu. Mesela Rotterdam’da
albüm kaydı için oda orkestrası stüdyoya
girdi. İsimlerini yazmaya başladığımızda
gördük ki 12 kişinin hepsi farklı ülkedenmiş! Doğu ve Batı’dan… Veya mesela meşhur Avrupalı soprano Djoke Winkler Prins,
bu projedeyken ilk kez ney sesini duymuş.
O kadar etkilendi ki albüm ve konser performanslarında sürekli gözleri ıslanıyor,
zaman zaman ağlıyordu...
Bach ile İbn-i Sina’yı nasıl bir araya
getirdiniz?
Bach, Batı dünyası tarihinde beni etkileyen bir figürdür, bir müzik devi bana
göre… İbn-i Sina ise Doğu dünyasının beni
etkileyen bir başka devi… İsmini duyduğumda bile içim titriyor, sanki şahsen tanıyor gibi bir heyecan duyuyorum... Bu iki
muhteşem insanı bir müzik köprüsünde
buluşturmak istedim. Ayrıca biliyorsunuz,
İbn-i Sina, batı tıbbının babası unvanını taşıyor: Avicenna (Batı’da İbn-i Sina’ya verilen isim). O da bu anlamda hem Batı hem
Doğu için aynı şekilde önemli biri.
Bir Batı eserini, Doğu’nun enstrümanlarına, ritimlerine nasıl uyarlıyorsunuz? Nasıl bir çalışma yapıyorsunuz keşif için?
Aslında her ikisini de birbirine uyarlıyorum… Doğu eserleri Batı enstrümanlarına, Batı eserlerini Doğu enstrümanlarına uyarlıyorum zaman zaman. Ama bunun
nasıl bir çalışma olduğunu tam olarak ben
bile anlatamam... Elbette gerektiğinde işin
teknik ve araştırma kısmı muhakkak bulunuyor. Ama bu daha çok iç keşif, bilinç ve
kalbin birleştiği bir yerden gelen bir silsile... Batı’nın rasyonalizmi ile Doğu’nun gizemli duygu dünyası bir noktada buluşuyor...
Her Batı eseri, Doğu enstrümanlarına
uyarlanabilir mi?
Evet. Ama tersine her bir Doğu eseri
Batı enstrümanlarına her zaman uyarlanamayabilir...
45
Doğu’nun Batı enstrümanlarına uyarlanan eserlerinde nasıl bir değişim hissediyorsunuz?
Bazen çok güzel tınılar oluşabiliyor.
Taze bir bakış açısı her zaman güzeldir.
Maksat orijinalini değiştirmek değil, oraya
sadece yeni bir bakış açısını kazandırmak,
bu her zaman bir zenginliktir.
“İnsanlar İç Barışa Kavuştukları
Zaman, Gönüllerinde Barış
Noktasını Bulunca Dış Dünyadaki
Savaşlar Biter”
Doğu’yu ve Batı’yı eskiye göre birbirine daha mı yakın yoksa daha mı uzak görüyorsunuz? Dünyadaki terör ve siyasi konular, kültür ve sanattaki Doğu-Batı sentezini etkiliyor mu?
Global olarak bir şeyin değişmediğini düşünüyorum, sentezler ve etkileşimler
olduğu gibi, çatışmalar da her zaman yaşanmıştı. Şu anda da yaşanıyor. Hangi terim veya sözcüğü kullanırsak kullanalım o
global hareketler için, sonuçta her şey insanlar ile yapılıyor, insandan çıkıyor. Sentezler ve kucaklaşmalar nasıl birer birer
insanların uğraşları sonucunda olduysa,
aynı şekilde çatışmaların merkezinde de
insan var ve insandan çıkıyor. Kulplar değişiyor. Kucaklaşan veya savaşan ise in46
sanlardır. İnsanların nefs alanı var ve bilinci hangi nefs bilincine yakınsa, oradan hareket ediyor. O yüzden ben bu tür olaylara hep insan faktörü açısından bakıyorum,
diğer etkenlerden ayıklamaya çalışıyorum.
Bir sanatçı olarak dünya üzerindeki
savaşlar ve çekişmeler sizi nasıl etkiliyor?
Üzülüyorum, kalbim ağlıyor. Fakat
şunu da biliyorum: İnsanlar iç barışa kavuştukları zaman, gönüllerinde barış noktasını bulunca dış dünyadaki savaşlar biter. Ve bu tüm insanlığa aynı anda olamayacağına göre, savaşlar ve çatışmalar hep
olacak maalesef. Çünkü insanların o barış noktasına ulaşma zamanları birbirilerinden farklı oluyor... Ben yine de en azından kendi içimde o barışa yolculuk yapmaya çalışıyorum. Çünkü sadece ben değişirsem dünyanın değişmeye başlayacağını biliyorum.
Bu Doğu-Batı sentezlerini hazırlarken ve dinleyicilerinize sunarken yaşadığınız ilginç duygular ya da olaylar oldu
mu?
Batı dünyası temsilcileri yıllar önce
bu çalışmalarıma şiddetle karşı çıktı.
Türkiye’deki klasik müzik müzisyenlerinin
bazıları… Yurt dışında değil, orada tam ter-
si alkışla karşılandı. Ciddi hakaretlere bile
maruz kaldım ve çok da üzülmüştüm bir
zamanlar. Sonraki yıllarda ise beni eleştiren bazı müzisyenlerin kendilerinin bile
bu tür çalışmaları yapmaya başladıklarını
gördüm... İlk olmanın onuru ve zorluğu...
“Gönül Alanımız Aklın ve
Duygunun Hem Birleştiği
Nokta Hem de Her İkisinin de
Çok Ötesinde ve Derininde
Bir Özel Mahal”
“Zarafetin olağan olduğu bir dünya”
temenniniz var. Dünyada sanat ve toplum
zarafeti unuttu mu?
Belki de... Bir ihtimal teknoloji ve hız,
insanların duygu ve davranış inceliklerini kısıtlıyor. Duygu dünyası ikinci plana düşünce, ortaya çıkan sonuç zarafete uzak
kalıyor... Ama yine de bu konuda da genelleme uygun olmaz. Her zaman dünyada zarif ve pek zarif olmayan insanlar vardı... Bu yine her bir kişinin farkındalığı ve iç
dünyasının durumuna bağlı...
Bir sanatçı olarak akıl, nefis ve gönlün yan yana gelişini nasıl anlatırsınız?
Aklı sınırlayan ve gönlü kapatan şey nedir? Akıl ve gönül süzgecinden süzülüp
tecrübe kumbaramızda biriken her şey-
den gerekli dersi alabiliyor muyuz? Gönül
deyince ne anlıyorsunuz?
Öncelikle teşekkür ediyorum, beni
sosyal medyada ne kadar dikkatle takip
ettiğiniz sorduğunuz sorularınızdan belli... Bu kavramlar bir iki cümle ile konuşulamaz elbet. Ama şöyle denilebilir: Gönül alanımız zaten aklın ve duygunun hem
birleştiği nokta hem de her ikisinin de çok
ötesinde ve derininde bir özel mahal. Hepimizde var ama onun farkında olmadığımız zaman henüz “oradan” hareket edemiyoruz. Aslında gönül, hepimizin hazinesi. Hem kişisel ama aynı zamanda birleşik
olduğumuz alan. Akıl ise doğası gereği kısıtlama ve sınırlara ihtiyaç duyar. Ve maksat akıldan kurtulmak değil, asla. Onun
özelliklerinden faydalanarak daha geniş
alanlara uzanabilmek. Ama bir yer vardır
ki oraya sıradan ve hatta gelişmiş akıl giremez. İşte orada hakiki anlamda gönül mahalli başlıyor. Duygu ve aklın birleşip baş-
“Sanat, İnsanın Kendi Özüne
Olan Yolculuğu ve Gönül
Alanı ile Doğru Orantılı”
Sanattaki “insan” odağı ile bugün toplumlardaki “insan” arasında nasıl bir fark
görüyorsunuz?
Ben “insan” varlığına bakarım, her zaman ve her olayda. Benim için öyle bir fark
yok. İnsan, insandır. Ve o faktör her zaman başrolde. Sanat da insandan çıktığı
için maneviyat ile doğru orantılı. Tabii maneviyattan bahsederken herkes farklı bir
anlam yükleyebilir. Ama ben genel olarak
maneviyat denilince insanın kendi özüne
olan yolculuğu ve gönül alanını kastediyorum. İnsan ne yaşıyorsa mutlaka doğrudan
sanatına yansır. Sanat dalı ne olursa olsun.
Çünkü her şey sonuçta fiziki anlamda atom
ve titreşimlerden ibarettir. Görünürde bağlantısı olmayan olguların hepsi birbirileri
ile atomik bir bağ ile bağlı. Her şey fizik dili
ile “birleşik alanda” var oluyor.
İnsan var olduğu sürece sanat da var
Anjelina Akbar insanı; Akıl, nefis ve gönül süzgecinde
tanımlıyor ve sanatı insanın hakikate yolculuğu olarak anlatıyor…
Akbar, son dönemde de Yavuz Turgul’un Yol Ayrımı filminin
müziklerini bestelemeyi sürdürüyor.
ka bir niteliğe dönüştüğü bir mahal bir anlamda...
“Zanlarımız bizi öylesine yanıltıyor
ki dostu düşman gösterecek kadar kalın
bir perde oluşturuyor. Farkında bile değiliz.” Ne söylersiniz bunun için, zanlarımız için…
Zaten hayatımız ta ki hakikate ulaşana
kadar zanlar ile dolu. Bilinç derinleşince
zan ve perdelerimiz birer birer kalkıyor...
Bu, bir keşif ve bir seyir. Zor ama güzel…
Dini pratiklere dayalı yaşam biçimleri
ile varlığın hakikatine dair arayışların birleşmesini nasıl yorumluyorsunuz?
Zaten aslında dinin varlığı, hakikat
arayışından kaynaklanıyor ve özünde buna
yol veriyor. Kişiye bağlı olarak, duyduğu ihtiyacına göre neyi tecrübe etmek istiyorsa o hakikati bulmak için, o dönemde onu
seçiyor... Hiçbir “ilahi” kavrama inanmayan insanlar dahi bu yolculukta bulunuyor.
Herkes için şekil ve tecrübe değişik oluyor,
ama varılacak yer tek…
47
olacak. Sanat insan için dünyayı tercüme
etme sanatı, ifade biçimi ve aynı zamanda
değişim/dönüşüm alanıdır.
Eskiden insanlar klasik müzik konserlerine giderken daha özel ve şık giyinirlerdi. Genç nesil sanatçılar ve dinleyiciler, daha rahat imaj ve stilleriyle dikkat
çekiyor. Bu stilleri bir sanatçı olarak nasıl
görüyorsunuz?
Her şey değişiyor, bu anlamda kıyafet
ve stil tercihleri de değişime uğrar. Müzik
mekânları ve dinleyicileri yüzyıllardan beri
şık idi. Bu bir görsel ve işitsel şölendi, geleneği budur. İnsan ona da özenir, ama rahat bir stil, hatta spor, özenli olduktan sonra bence çok güzel. Her ikisi de aynı zamanda devam eder ve bu güzel. Sonuçta sadece dinleyicilerin stil ve kıyafet tercihleri değişmedi. Klasik müzisyenler de
bazı zamanlarda sahneye spor çıkıyor ve
ben onlardanım. Hatta öncülerinden diyebilirim...
“Ticari Kaygılar ile
Kaybedilmiş Çok Müzik Var”
Müzik üretici ve yayıncılarının ti-
48
cari kaygılarını düşününce dünyada ve
Türkiye’de dinlenilen müziği nasıl yorumlarsınız?
Evet, her yerde kolay tüketilen müzik daha çok tercih ediliyor. Döngü de
buna göre oluyor. Hem Türkiye’de hem de
tüm Dünyada... O yüzden sıklıkla ciddi ve
önemli müzik eserleri ya piyasaya çıkamıyor ya da yeterince tanıtılmıyor. Bunun sebebi, kolay ve hızlı tüketim… Buna yapacak
da bir şey yok bence… Herkes bulunduğu
yerde inandığı şeyi en iyi şekilde yapmaya
devam edecek. Ticari kaygılara kaybedilmiş müzikler çok…
“İnsan Klasik Müziği Dinlemeye
Hazırsa, Şartlar Oluşur
ve Bu Müziği Keşfeder”
İnsanlar klasik müziği ne zaman sevmeye başlar?
İnsan seyir etmeye, duyguların içinde dolaşmaya, fikirleri keşfetmeye ve sesleri kulaklar ile değil kalbi ile algılamaya hazırsa, klasik müzik onun için bir hazine olur. Değilse değildir. Sonuçta dünyada sadece klasik müzik yoktur. Ve ben de
asla klasik müziğin fanatiği olamam. Za-
ten insan klasik müziği dinlemeye hazırsa,
şartlar oluşur ve bu müziği keşfeder. Bizim
müzisyenler olarak tek yapacağımız, müziği elimizden geldiğince güzel sunmak ve
kendi egonuzu kenara koyup müziğin kendisi olmaktır...
Çizginiz bundan sonra da Doğu-Batı
sentezi ile mi devam edecek? Yeni projeleriniz var mı?
Benim tek bir çizgim yoktur, çünkü
müziğin sınırı yok. Ben sadece içimdeki
müziği dinliyor ve buna göre hareket ediyorum... Şu anda çok heyecanlı bir projede
çalışmaya başladım, Yavuz Turgul’un Yol
Ayrımı filminin müziklerini besteliyorum.
Onun dışında Boyut Yayın Grubu ve ONE’S
Medya Genel Sanat Yönetmeni Murat Öneş
ile yakında prömiyerini gerçekleştirdiğimiz
“AKIŞ/Su Bizden Ne Bekler” projesini ve
benzerlerini gerçekleştireceğiz. Daha önce
de beraber yaptığımız bir proje Cumhurbaşkanlığı Himaye Belgesini aldı. Bu proje
de Garip Ay’ın yaptığı değişik tür ebru, Murat Öneş’in hazırladığı videografi ve benim
müziklerim ile canlı performanslar olarak
umarım birçok ülkede gerçekleşir.
KİTAP/EDEBİYAT
Theo’ya Mektuplar
Vincent Van Gogh
Theo’ya Mektuplar
kitabı Vincent Van Gogh’un
on yedi yıl boyunca,
intiharından iki gün
önceye dek, kardeşi
Theo’ya yazdığı
mektuplardan sadece
bir kaçını sunuyor.
zel bir kızdan hoşlanmaz mısın diye sor-
çünkü asıl güç sevgidedir, çok seven adam
du, bende dedim ki çirkin, yaşlı, yoksul veya
büyük işler görür, büyük işler görebile-
herhangi bir nedenden ötürü bahtsız da olsa,
cek güçtedir ve sevgiyle yapılan iş iyi yapıl-
hayat görgüleri, çektiği acılar, çileler yüzün-
mış iştir. Gerçekten sevilmeye değer şeyler
den bir zeka ve bir ruh edinmiş olan bir ka-
candan sevdik mi, sevgimizi önemsiz, tatsız
dınla daha iyi anlaşabilir, uyuşabilirim…”
tuzsuz ve boş şeylere harcamaktan sakın-
“… ‘Doğru adam’ olmak iyidir, gün geçtikçe daha doğru olmaya çalışmalı, doğru
olmak gerektiğine inanmak yerindedir. İçten candan yaşayan gerçek acılar ve hayal
Kitapta Theo’nun verdiği cevapları bilmi-
her işi rastgelen ve bir bakıma bolluk için-
yoruz. Van Gogh’un dünyasına, düşünceleri-
de ömür süren adamdan daha değerlidir…”
ne, yaşadığı fırtınalara, renk tutkusuyla dolu
uğruna gösterdiği özverilere tanık oluyoruz.
Van Gogh, hayatı boyunca şiddetli ruhsat sarsıntılarla boğuşmuş bir sanatçıdır…
Keşfedilmeyi arzulayan ve bekleyen, yumuşak ve coşkulu bir yanı olan bir deha. Bununla birlikte bir o kadar da deli… Hep anlaşılmayı ümit ediyor ama nafile…
‘‘Karanlıktan Varılır Işığa’’
Hayattan sanata, aşktan acıya, sevgiden
merhamete, daldan dala atlarmış gibi yazıyor… Yüreğindeki yangına ancak yazarak bir
damla su serpiliyor.
”...Yorgunsak eğer, bu daha önceden
çok uzun bir yolu yürüdüğümüzden değil
zü pekleştiririz...”
olmak için de “içine dönük bir ruh adamı”
kırıklarıyla karşılaşıp da yıkılmayan adam,
bir ressamın yaşam savaşına ve yaratıcılık
dık mı, yavaş yavaş aydınlığa varır, gücümü-
‘‘Sevgi ile Yapılmış İş,
İyi yapılmış İştir’’
Sevginin gücü ve mucizesini şu satırları ifade ediyor:
“… Elden geldiği kadar çok sevmeliyiz,
Aşkı ise sevmemek ve sevilmemek en
güzel halidir, diye özetler:
“Aşk için ‘Hayır, hiçbir zaman’ sözüne
boyun eğeyim mi yoksa işi bitmemiş sayıp
umut beslemekten vazgeçmeyeyim mi?
Bu son şıkkı seçtim. Peki ya sen Theo?
Zaman zaman aşık oluyor musun? Olmanı isterdim çünkü inan bana küçük dertlerin de bir değeri var. İnsan kimi zaman üzgündür, öyle anlar olur ki cehennemde sanırsın kendini ama başka daha güzel şeyler
de vardır. Üç aşaması var bu işin:
1- Sevmemek ve sevilmemek
2- Sevmek ve sevilmemek (Benim durumum)
3- Sevmek ve sevilmek
Bence ikinci aşama birincisinden güzeldir, üçüncüye gelince, onun üstüne yoktur.”
‘Van Gogh’dan Sanata Dair
Tabii ki bir sanatçı olarak sanat konusunu da değmeden geçemezdi:
midir? Ve insanın yeryüzünde verilecek bir
“... Ne çok güzellik var sanatta! İnsan
savaşı olduğu doğruysa, o bezginlik duygu-
gördüğünde aklında tutabilirse her zaman
su ve başın yanıp tutuşması, uzun süredir
yapacak, düşünecek bir iş bulur kendine,
mücadele ettiğimizin bir göstergesi değil
yalnız kalmaz hiç, gerçekten yalnız sayıl-
midir? Güç bir görev üstünde çalışıyorsak,
maz. ‘Sanat doğaya eklenmiş insandı.’ Evet
iyi bir şeyin peşinde koşuyorsak, Tanrı’nın
doğayı, gerçeği hakikati dile getirmektir sa-
haklı gördüğü bir savaşım veriyoruz demek-
nat ama sanatçının doğaya kattığı, ayırıp be-
tir. Bunun en yakın ve dolambaçsız ödülü
lirttiği, özgürleştirdiği, aydınlatıp renklen-
ise, birçok kötülükten uzak kalabilmemiz…”
dirdiği bir anlam, bir görüş ve bir özellikle
“… Amcam bana güzel bir kadından gü-
dile getirmektedir…”
49
KİTAP/BİYOGRAFİ
DENİZ ERSOY
Bir Dünya Kurmak
33 yıllık gazeteci Rıdvan Akar, Hüsnü Özyeğin’in
başarılarla dolu hayatını “Bir Dünya Kurmak”
adıyla kitaplaştırdı. Başlangıçta ‘kişi belgeseli’
olarak planlanan çalışmada, Akar’ın elinde o kadar
çok bilgi birikiyor ki Akar, bu başarı hikâyesi herkese
örnek olsun düşüncesiyle kitap haline getirme
ihtiyacı duyuyor. Özyeğin’in yoğun çalışma temposu
ve sık sık gerçekleştirdiği seyahatleri nedeniyle
bu kitap ancak 9 yılın sonunda bitiyor. Eser, Platin
Dergisi, İş Kitapları, ‘En İyi Otobiyografi/Biyografi’
kategorisinde ödüle layık görüldü.
50
“Kendinize güvenin. Ne istediğinizi, ne
yapmak istediğinizi bilin. Aklınızı kullanın.
Öncelikle inanmayı, sonra çalışmayı ve hiç
vazgeçmemeyi seçin. Unutmayın ki yaşam,
100 metrelik bir yarışa değil, 42 kilometrelik bir maratona benzer. Bu maraton sırasında iniş ve çıkışlarınız tabi ki olacaktır.
Siz hedefe vardığınızda başarıyı elde edeceğinizi bilerek hareket edin. Hayal kurmaktan da asla vazgeçmeyin…”
Bu altın değerindeki nasihatler, iş adamı Hüsnü Özyeğin’den gençlere…
1
2
Hüsnü Özyeğin’in; aile ve iş hayatına
dair birçok fotoğrafıyla zenginleştirilen kitap, ilk etapta kalınlığıyla göz korkutabilir. Bununla birlikte hikâyenin heyecanıyla okudukça merakınız da artıyor. Akar’ın,
6 bölüm halinde hazırladığı kitabında, “Bir
Özyeğin var, Özyeğin’den içeri” dediği işadamının; çocukluğundan okul yaşamına, iş
dünyasına girişinden Türkiye’nin en önemli şirketlerini ve bankalarını nasıl kurduğuna kadar iş ve aile hayatından birçok önemli olaya tanıklık ediyorsunuz.
3
1 Robert Koleji mezuniyet konuşması (1963)
2 Hüsnü Özyeğin’in çalışma odası...
3 Ayşe - Hüsnü Özyeğin tüm torunlarıyla bir arada.
Akar; ‘‘Hüsnü Özyeğin’in yaşamına sığdırdığı bunca deneyim ve
başarıdan sonra en can alıcı sorulardan biri ise kuşkusuz nasıl anılmak
istediği olacaktır. Özyeğin’in cevabı ise çok basit. ‘Adam gibi
adam’ denmesi yeterli, hatta fazlaydı bile...’’
Girit ve Mübadil Kökleri
timi için çok küçük yaşta gitmek zorunda
kaldığı İtalya’da yaşıyor.
Dedesi Girit göçmeni bir tüccar olan ve
ailesiyle İzmir’de yaşayan Hüsnü Özyeğin,
henüz 6 yaşındayken dedesinin dükkânında
çalışmaya başlıyor. Sinema biletinin 25 kuruş olduğu o dönemde Özyeğin, haftalık 2,5
lira gibi iyi de bir para kazanıyor. Daha o yaşında bile parasını har vurup harman savurmayan, harçlıklarını biriktirip aile bireylerine hediye alan biri olarak anlatıyor ailesi onu. Burada, mübadele ve göç görmüş
olma etkisinde köklere sahip çoğu ailede
olduğu gibi, hayatın zorluklarını bilme kaynaklı, geleceğe dair tedbirli yaygın tavırları görüyoruz.
Eğitim Tercihlerini
Hep Kendisi Yaptı
Akar’ın, tercihlerini hep kendisinin
yaptığını anlattığı Özyeğin, İstanbul’da Robert Kolejini bitirdikten sonra yine kendi isteğiyle henüz 17,5 yaşındayken üniversite eğitimi için Amerika’ya gidiyor. Babasının imkânlarını zorlayarak verdiği, “Hiç bitmeyecekmiş kadar çoktu” dediği bin dolar
harçlıkla uzun süre idare etmesi gerekiyor.
Aynı zamanda biraz hırçın ama mutlu,
top sevdalısı, kapıyı çaldığında annesi açana kadar merdivenlerde oturup ödevlerini
yapmaya başlayacak kadar zamanının kıymetini bilen çalışkan bir çocuk…
Hayatının maddi olarak en zor zamanlarını, babası Doktor Cavit Özyeğin’in eği-
Pamukbank’ta yöneticilik yaptığı dönemde,
bir şube açılışında...
Babasının, ailede çok doktor olduğu
için mühendislik okumasını istemesi nedeniyle Oregon Üniversitesi İnşaat Mühendisliğini bitirdiğinde Türkiye’ye dönmek yerine
Harward Üniversitesinde yüksek lisansını
yapıyor. Vakıa analizleriyle yönetilen dersler ona çok şey katıyor ve ‘okul olmanın
ötesinde adeta bir atölye olan’ Harward’da
aldığı eğitim ufkunu açıyor.
51
saygın bir üniversite kurma hayalini de
gerçekleştirebilmiş olan Hüsnü Bey, hayatındaki en önemliler sıralamasını “Eşim,
çocuklarım ve işim” diye yapıyor, 72 yıllık
hayatına sığdırdığı bunca deneyim ve başarıdan sonra nasıl anılmak istersiniz sorusuna şu cevabı veriyor: “Adam gibi adam!”
Bir
hayatın başarı öyküsünün ancak
belki de bir kısmını anlatan Rıdvan Akar’ın
540 sayfalık “Bir Dünya Kurmak” kitabından yine Hüsnü Özyeğin’in nasihatleriyle
bitirelim…
“Hayal kurmaktan asla vazgeçmeyin.
Hayal kurdukça ulaşmak istediğiniz hedeflere yaklaşırsınız.
Hayat bir maratondur. Zaman zaman
Roma günleri... Anne Dilhinat Hanım, baba Cavit
Bey, kardeşler Hüsnü ve Dilek...
düşüp kalkacaksınız. Kısa dönemli değil
uzun dönemli başarılara ulaşmaya çalışın.
Akar’ın, ‘fırsatları paraya çevirebilen’
diye tanımladığı Özyeğin, 17,5 yaşındayken
bin dolarla gittiği Amerika’dan cebinde 50
bin dolar ve ona sonraki yaşamı boyunca
sahip olacağı tüm imkânların kapısını açacak bilgi birikimiyle dönecekti.
Başarısızlıklarınızı gizlemeyin, onları
arkadaşlarınız ve büyüklerinizle paylaşın.
Onlardan ders alın.
İyi arkadaş, bilhassa iyi takım arkadaşları seçin. Sizinle sadece gülen değil
42 yıllık hayat arkadaşlığı...
52
Hep kendinizden daha üstün gördüğünüz gençleri örnek alın.
Mühendislikten Bankacılığa
Mühendis olarak başladığı eğitimini, iyi
bir iş idarecisi ve iktisatçı olarak tamamlayıp yurda döndüğünde, bir dizi ‘şans’ dediği
tesadüflerle ona bankacılığın yolunu açan
işiyle ve ‘dünyanın en güzel kızıydı’ dediği
eşi Ayşen Hanım’la yolları kesişiyor.
32 yaşındayken Pamukbank’ın Genel Müdürü olduğu gün, bankanın iki genel müdür yardımcısı, genç iş adamının
bankayı batıracağı endişesiyle görevinden
ağlayan arkadaşlar da seçin.
istifa ediyordu. Ancak o, sonrasında kurduğu, çocuklarının “Üçüncü evlat” dediği Finansbank’ı, 5,5 milyar dolar gibi büyük
bir paraya satarak Cumhuriyet tarihinin tek
seferde en büyük dış yatırımını sağlıyordu.
Derslerde başarılı olmak hayatta başarılı olmak değildir. Hayattaki sürdürülebilir başarıyı genç yaşınızda edineceğiniz
farklı alanlardaki tecrübelerinizin getireceğini unutmayın.
Mutlaka ama mutlaka sizi heyecan-
Öncelik Sıralaması: Eşim,
Çocuklarım, İşim
50 bin üniversite mezunu istihdam etmiş, 12 ülkede 100’e yakın şirket kurmuş,
landıran ve sevdiğiniz işi yapın. Bu zaten
sizi başarıya götürecek ilk adımdır. Ve o
sevdiğiniz işinizde çok çalışın, yılmayın.
Bunun karşılığını mutlaka alacaksınız…”
DOSYA/KİTAP
İş Dünyasında
Çağa Uyum ve Büyüme
Teknolojinin takip etmesi güç hızda
yeniliklerle ilerlediği, 4. Sanayi
devriminin konuşulduğu, dijitalleşmenin
iş modellerini değiştirdiği günümüzde,
mevcut işinizin beş veya on yıl sonraki
yeri ne olacak? Rekabetin dahi değiştiği
günümüzde hem zamanı iyi yönetmeli
hem firmanızı dijital dönüşüme ayak
uyduracak şekilde entegrasyonlar ile
donatmalı hem de yeni iş modeli
üretmek için sürekli düşünmelisiniz.
Bunun için piyasada çok sayıda kitap
var. Bazıları birbirinin tekrarı, bazıları
ise bütün bildiklerinizi alt üst ediyor.
Patron, yönetici veya girişimci
olabilirsiniz. Daha önce batmışta
olabilirsiniz. Okuyacağınız bu
kitaplar, size nerede yanlış yaptığınızı
veya neyi atladığınızı göstererek
cesaretinizi toplamanıza ve
öğrendiğiniz tecrübelerle doğru
yapıyı kurmanıza yardımcı olabilir.
53
İş Modeli Üretimi
45 ÜLKEDEN 470 UZMANIN KATKISIYLA
Alexander Osterwalder & Yves Pigneur
Tasarımı The Movement
ajans ve Alan Smith
Tarafından yapılan İş Modeli
Üretimi, alışageldiğiniz
kitaplardan değil. Formatı,
içeriği, oluşturulması ve
buna uygun özgünlükte
tasarımı ile hazırlanmış
kitabın üzerinde şöyle
yazıyor: “Eski iş modellerine
meydan okuyarak, yarının
şirketlerini tasarlamaya
aday vizyonerler ve kural
koyucular için hazırlanmış
bir el kitabı.”
Bu kitap, el atında tutulmaktan çok
masanızda hep bulunmasını isteyeceğiniz,
kütüphanenizde önemli bir eyere sahip olacak, ilham veren özel bir eser.
Kitap üç soru ile başlıyor:
- Girişimci bir kişilik misiniz?
- Nasıl değer yaratıp yeni işler kuracağınız ya da örgütünüzü nasıl geliştirip dönüştüreceğiniz üzerine sürekli olarak düşünür müsünüz?
- Eski, modası geçmiş iş yapma yöntemleri yerine yenilikçi yollar aramaya çalışır mısınız?
Bu sorulardan herhangi birine ‘evet’
cevabı verdiyseniz, elinizdeki iş modeline
meydan okuyarak yarının şirketlerini tasarlamak için çabalayan bir vizyoner olarak, iş modeli üretimi kitabını okumaya
başlayabilirsiniz.
Matbaanın
bulunması ne kadar
önemli bir gelişme ise iş modeli inovasyonu geliştirmekte, 15. Yüzyılda Johannes
Gutenberg’in mekanik baskı cihazı için uygulama alanı aradığı yıllara kadar uzanıyor.
54
Örneğin; bir ürünü piyasaya sunmak
istiyorsunuz. Doğru iş modelini bulmak için
iş modeli yönetimi için nasıl bir danışmanlık almalısınız? İş Modeli Üretimi kitabı bu
noktalarda vaka, örnek ve yorumlarla size
ışık tutabilir.
nizmalar ile oluşturulur. Sabit ve dinamik
İş modeli şablonları, iş modeli tasarım
soyutu somuta dönüştürme süreçlerindeki
teknikleri, stratejilerin yeniden yorumlanması gibi başlıklar ile iş modelinizi yeniden
tasarlamak için hangi yapıtaşlarına ihtiyacınız olduğu sorusunun cevapları beş bölümde aktarılmakta.
fiyatlandırma seçenekleri gibi temel esaslardan görsel düşünmenin önemine kadar,
iş modelinizin her aşaması için rehber niteliğindeki eserde, iş modeli üretme sürecinizde şema çizimleri ve post-it notların
etkisi gibi basit ama temel öneriler de yer
alıyor. Duvarda çizim yaparak bir toplantı
gerçekleştiren bir yönetici, şüphesiz farklı
bir stratejik süreç ile yol alacaktır.
Bu kitapta, bedava verme stratejilerin-
Tasarımın önemi Rotman Yönetim Fa-
den tutun, müşteri iç görülerinden yola çı-
kültesi Dekanı Roger Martin’in ‘”İş insan-
kan ve hikâye anlatmanın önemi ile ilerle-
larının tasarımcıları daha iyi anlaması yet-
yen sürece kadar müşterinin satın almasını
mez. Kendileri de birer tasarımcı olmak
sağlayacak bir iş modeli üretmenizin tüm
durumundadır.” sözleri ile anlatılıyor. Ta-
aşamaları aktarılmakta.
sarım sadece ürün değil, yenilikçi iş mode-
Müşterilerin para ödemeye istekli ol-
li tasarımı için de olmazsa olmaz. Keşfedilmemiş bir fonksiyonelliğe ulaşmak için var
duğu bir değeri yakalayarak sunmak ve bu-
olmayanı hayal etme becerisi geliştirmek
radan sağlanacak gelir akışı, çeşitli meka-
gereklidir.
Dijital Dönüşümde
Oyunun Kuralları
DİJİTAL ÇAĞ İÇİN İŞİNİZİ YENİDEN KURGULAYIN
David Rogers
Bugünlerde “dönüşüm” sözcüğü sık duyduğumuz bir sözcük. Yeni dijital teknolojilerin
yayılması, iş süreçlerini ve modellerini değiştirirken, iş yapmanın ve iş dünyasının kurallarını da değiştirdi. Peki, dijital çağa uyum sağlayıp dönüşüme ayak uydurmak için ne yapmak
gerekiyor?
Dönüşüm kadar ‘dönüşüm koçluğu’ kavramı da hem iş alanında hem bireysel koçluk
programlarında karşımıza çıkıyor. Çağ dijitalleşirken geçerli mevcut işletmeler bu çağda
büyümek için hatta yok olmamak için gelişmelere uyum sağlamak durumunda.
David Rogers’e göre dijital dönüşüme dair
temel olarak bilinmesi gereken ilk nokta bilgi teknolojilerini değiştirmekten çok stratejik yaklaşımı güncellemeyi gerektiriyor. Dijital
değişim dalgasını öngöremeseniz bile yakalayabildiğiniz yerden müşterileriniz için yeni bir
değer sunma fırsatına dönüştürebilirsiniz. En
büyük olan değil en akıllı ve organizasyonu en
hızlı olanın daha şanslı olduğu bir süreç içerisindeyiz.
Dijital dönüşümde, müşteriler ilk sırada
geliyor. Rekabet, veri inovasyon ve değer, müşterileri takip etmekte. Sadece ürünler değil
platformlar inşa etmek de bir diğer önemli husus. Firmaların dijital dönüşümünde, firma içi
müşteri ağı yani firmanın kendi çalışanları büyük önem taşır. İşgücü giderek daha mobil hale
geldikçe, şirketler çalışanlarının işe daha kolay ve esnek şekilde erişimlerini sağlamalıdır.
Birbirlerinden uzak ve farklı zamanlarda çalışırken ilgili proje ve dosyaları paylaşabilmelerini sağlayacak araçları kullanarak birbirleri
ile işbirliği yapabilmelidirler.
Sosyal Medya
Müşteri ağlarından yararlanmak için pazarlama, satış ve iletişim birimleri yeni beceriler kazanmak zorunda. Bu beceriler arasında
sosyal medya topluluğu yönetme, yayın içeriği yaratma, yeni medya harcamaları ve ölçümleri, e-ticaret ve daha da fazlası sayılabilir. Yazara göre, bu konudaki beceri açığını kolay ve
Asimetrik rakiplerde ise durum tamamen farklıdır. Örneğin Uber ile BMW müşterilere kısmen benzer değer önerileri sunar. Uber
gibi veya ortak otomobil sistemi kullanma önerisi sunan bir organizasyon, sağladığı ulaşım
imkânı ile müşterilerin artık daha az araba alması sonucunu getirebilir.
Müşterilerine ulaşmak isteyen şirketler kendi dijital kanallarını kurarak geleneksel paydaşlarının aracılığını ortadan kaldırabilir. Sigorta şirketlerinin acentalara bağımlılığı da bir diğer aracılık örneğidir. Bu noktada
platformlar büyük bir müşteri bazı oluşturmayı başarırsa müşteriler için değerli bir ara yüz
haline gelirse, şirketler bu aracılıkla müşteriye ulaşma fırsatını tepmez.
Veriler ve Veriyi
Yeniden Ele Almak
hızlıca çözmek için bu gibi işleri şirket dışından
uzmanlara ihale etmek basiretsiz bir yaklaşım.
Bu işleri şirket dışına çıkarmak becerilerin şirkete entegre edilme sürecini geciktirir.
Platform İş Modeli
Platformlar, şirketlerin birbirleriyle olan
ilişkileri açısından tamamen farklı bir model
sunmakta. Tedarikçiler, dağıtımcılar ve rakipler olarak değil, paydaşlar olarak. Bir platform
iş modeli kullanmasa bile her şirket dijital
çağda farklı bir rekabet dünyası ile karşı karşıya. Sektör tanımlarının akışkanlık kazanması asimetrik rakipler arasında da çatışmaya yol
açıyor. Rekabetin “en iyi olma amacını gütmesi” ise fiyat savaşları ve düşük karlılığa yol açıyor. Rekabet ile işbirliği artık noktalara sahiptir. Rakip şirketler pastayı paylaşmak için savaşırken pastayı büyütmek için işbirliği yapmalıdır. İşte bu noktada dijital platformlar rakipler
arası işbirliğini daha çok destekleyen unsurlar
haline geliyor.
Verileri, özel olarak hazırlanmış anket
araştırma vasıtasıyla üretmek pahalıydı. Ayrıca bunları ayrı veri tabanlarında saklamakta masraflı. Günümüz verilerin üretilmesi işin
en kolay kısmı haline geldi. Önemli olan bu verilerden yararlanmak ve faydalı bilgilere dönüştürmek. Şirketlerin verilere bakış açısını
değiştirmeleri gerekmekte. Büyük Veri (Big
Data) aslında yapılandırılmamış veridir. Farklı departmanların verileri bir araya getirilmelidir. Dijital medyada yapılandırılmamış verilerin
büyük çoğunluğu sosyal medyadan gelmektedir. İnsanların ifadeleri, kimlerle dost oldukları
nelerden hoşlandıkları analiz edilmekte. Mobil
cihazların yaygınlaşması ile birlikte yerleşim
verilerinin de kesintisiz şekilde kaydı tutulabilmektedir. Arama sözcüklerimizden elde edilen
veri, arama sırasında olduğumuz yer ile birleşince daha da anlam kazanıyor. Sensörler ise
veriler için yeni bir konuma erişmiş durumda.
“Dijital Dönüşümde Oyunun Kuralları”,
girişimlerinde başarısız olmuş ve cesareti kırılmış girişimcilerin neleri atlamış olabileceklerini de değerlendirmelerine olanak sağlayarak, yeniden daha güçlü şekilde kuralına uygun başlangıçları teşvik eden bir kitap.
55
Zaman Yönetimi
HEDEFLERE YÖNELİN, DİKKATİNİZİ DAĞITMAYIN,
TERTİPLİ OLUN, BAŞKALARINI YETKİLENDİRİN
Pocket Mentor
‘’Yaşamayı seviyor musun? Öyleyse zamanı boşa harcama, çünkü yaşamı yaşam yapan odur.’’
Benjamin Franklin
Hedeflere odaklanın.
Dikkatinizi dağıtmayın.
Tertipli olun. Başkalarını
yetkilendirin. Görev ve
sorumlulukları öncelik
sırasına göre dizin.
Başarılı bir iş hayatı
için zaman yönetimi
adına tavsiyeleri
sadece birkaçı...
Harvard Business Review
Yayınlarının cep mentörü dizisinden ‘‘Zaman Yönetimi’’ cep
kitapçığı, dizideki diğer kitaplar
gibi iş insanlarının güçlü ve zayıf
yanlarını tespit etmeye, önemli becerilerini geliştirmeye yarayan tablolar ve testler içermekte.
İş
yaşamımızda karşılaştığımız en büyük sorun, zaman
yönetimi. Herkes yeterli zaman
bulamama sıkıntısı içinde…
Zaman; alıp satamayacağımız, başkalarıyla paylaşamayacağımız ya da ellerinden alamayacağımız, daha fazlası ya
da azına sahip olamayacağımız bir kaynaktır. Ve harcadığımızda geri gelmeyecek bir kaynak… Her birimizin elinde her
gün aynı miktarda zaman var
(24saat). Asıl önemli olan bu zaman dilimini nasıl daha verimli
haline kullanabileceğimiz.
56
Zamanı iyi kullanmak dediğimiz olgu
iki önemli aşamadan oluşabilir.
- Zamanı, sizi hedefinize daha da yaklaştıracak faaliyetler üzerinde akıllıca harcamak
- Bunu yapabilmeniz için zamanınızı
hedeflerinize ulaşmak amacıyla nasıl kullanacağınıza değer biçme ve onu planlama
süreci.
Hepimizin düşünmesi gereken iki kilit kavram var; Zamanı iyi kullanmak ve zamanı iyi yönetmek. Pek çoğumuz, zamanı
iyi yönetmek ve zamanı iyi kullanmak kavramalarını karıştırıyoruz. Zaman iyi kullanmak, en önemli hedeflerinize varmak
için zamanı akıllıca kullanma stratejisidir.
Zamanı yönetmek ise zamanı iyi kullanma
amaçlı gündelik süreçtir. Zaman planlaması yapmak, yapılacak işler listesi çıkarmak, görevleri başkalarına devretmek ve
zamanı verimli kullanmanızı sağlayan diğer sistemler.
Bir stratejiniz, vizyon ve plan yoksa,
zaman yönetimi önünüze koyduğunuz hedeflere varmanızı sağlamayabilir.
Önceliklerinizi
Netleştirin
Dolayısıyla zamanınızı iyi
kullanmanın ilk adımı önceliklerinizi netleştirmektir. Bir diğer
adım ise bir plan yapıp ve onu
uygulama konusunda ısrarlı olmak. Bir plan yapıp onu uygulamadıkça zamanınızı iyi kullanmak mümkün değil. Tüm bunlara rağmen zaman etkin kullanmanızı önleyen engellerle karşılaşabilirsiniz. Zamanınızı iyi kullanmanın bir diğer başlığı da bu
engellerin farkına varmak ve onları aşmaya çalışmaktan oluşturur.
Bu pratik el kitabı, her gün
karşılaştığımız zaman sorunu ile
baş etmenin yolunu ve ipuçlarını,
örneklere de yer vererek göstermektedir. Sadece çalışma zamanınızı değil kişisel zamanınızı da
dengelemek zamanı iyi kullanmak ve arzuladığınız hayatı yaşamak için önem teşkil eder.
KİTAP/GERİLİM - ROMAN
Kongo’ya Ağıt
Jean Christophe Grange
Afrika; yalnızca bir başka
kıta değil, doğrudan
hiçliğin olduğu bir başka
gezegendir yazara göre.
Orada büyü ile
gerçeklik arasında
fark yoktur. Afrika’da
beyaz adam, siyah
adamdan; materyalist
olmayan ancak ruhsal
olan birçok şey öğreniyor.
“Jean-Christophe Grangé’nin Lontano”
ile başlayan soluksuz macerası, “Kongo’ya
Ağıt” ile noktalanıyor. En heyecanlı yerinde biten ilk romanın devamı tam bir yıl sonra geldi. Yazar ‘Kongo’ya Ağıt’ta okurunu Afrika’nın
büyüsünün sarıp sarmaladığı bir ailenin başına
gelenler eşliğinde heyecan ve sürprizlerle dolu
bir gerilim yolculuğuna çıkarıyor.
Yazar,
Afrika kara büyü ritüellerinin
önemli bir rolde olduğu “Lontano” adlı ilk kitapta, onlarca yılda planlanan bir intikam
hikâyesini kaleme alımıştı. Kongo-Fransa ve
İtalya’da işlenen cinayetler ve okudukça tanıyacağınız bir ailenin hikâyesi bu.
‘Lontano’ ve ‘Kongo’ya Ağıt’ bir bütünün
parçasıdır, bu yüzden tüm hikâye aynı hattın
üzerinde kurgulandı. Tüm devam kitaplarında
olduğu gibi Kongo’ya Ağıt’ta da roman kahramanları tek tek maceranın özetini yapıyor. Ancak ne yazık ki “Kongo’ya Ağıt”ı anlamak için
bunlar yeterli olmuyor. Karakterlerin birbirlerine davranış biçimlerini ve yaşadıkları zorlukları anlamak için Lontano’yu okumuş olmak gerekmekte. Çünkü kara büyüler, maddenin önemi ve hisselerin neden el değiştirdiği, Çivili
Adam’ın başına gelenler ve belki de en önemlisi Morvan klanının her bir üyesinin ne denli aykırı olduğu gibi konuların anlamı “Lontano”nun
sayfalarında gizli. Çivili adam, beyaz düşmanlığını bütün klana yaymış durumda. Doğalarını fazlaca merak eden ve keşif amacıyla gelen
beyaz adam cezasını bulacaktı. Peki hedeflerini
neye göre seçiyorlardı?
“Kongo’ya Ağıt”ta yazarın, Lontano’ya göre
daha akıcı ve okunabilir bir dil sunduğu söylenebilir. 608 sayfalık hikâyede, Lontano’daki
olayların hepsi çözüldükten sonra da hikâye
uzunca devam ediyor. İki kitap arasında hangisi
daha iyi sorusunun cevabında ise okurlar arasında bir kutuplaşma hâkim neredeyse...
‘’Afrika’da herkes başka bir şey bulabilir’’ vurgusuna sahip olan kitapta, Afrika’nın
doğasına hayranlık göze çarpıyor. Coğrafi ola-
rak ormanların yapısı nedeniyle bir imparatorluk kurulmasına elverişli olmayan Kongo’da,
1300’lerde Kongo Krallığı kuruldu. Sömürgecilik döneminde ise krallığın sınırları değişerek
bölge parçalandı.
Kongo’ya
gezilerinde babaları yamyamlar tarafından kaçırılan aile, arayışlarını sürdürürken hayata meydan okumak zorunda kalacakları durumlar deneyimliyorlar. Aileye yardım etmeye çalışanlar, öne çıkan karakterler
ve sürprizler sizde bir labirentte dolaşıyor hissi uyandıracak.
Kara Büyü ve Afrika
Paris’te evinin yakınında bir müzede Kongo sanatının ilk örneklerinin yer aldığı sergiyi gezdikten sonra hikâyenin zihninde canlandığını söyleyen Grangé, gazetecilik geçmişinin de etkisiyle derinlemesine bir Kongo incelemesine girişmiş. Sadece bununla da kalmamış, aykırı partileri bizzat araştırmış. Neticede ortaya, kanlı, şiddet dozu yüksek, temposu
hiç düşmeyen, bin küsur sayfalık bir polisiyegerilim çıkmış. Şiddet noktasında ayrıntılı betimlemeler, üç boyutlu bir film içerisindeymişsiniz hissi de uyandırmakta. Yazarın müzede
örneklerini gördüğü ve karakterlerini oluşturmaya karar verdiği Kongo’da hâkim olan geleneksel sanattan etkilenmiş olmasının izleri de
esere yansıyor.
Garange, Afrika’ya özgü kara büyü ritüellerinin izini taşıyan, kurbanlarının organlarını söken, bir tutamı dışında tüm saçını kazıyan,
gözlerine ayna parçaları ve vücudunun çeşitli
yerlerine paslı çiviler çakan, bu nedenle de Çivili Adam lakabıyla anılan seri katil karakterini
yaratmış. Bu katilin imzası da öldürdüğü kişileri minkondi adı verilen insan biçimindeki büyü
heykellerine dönüştürmesi. Hedefi ise sadece
beyazlar…
57
RÖPORTAJ
DENİZ ERSOY
Darbe’nin Ayak Sesleri
Nagehan Alçı kitabını yazma sebebini ‘‘hatırlamak’’
olarak açıklıyor. “Rutin öyle bir döngüdür ki insanı
günlere değil, saatlere hapseder. Ben mesleğime
aşık biri olarak zaman zaman, zamanı tüketmek ve onun
içinde kaybolmak, tutunamamak konusunda kendime
çok kızarım. Tarih, ayaklarınızın altından akıp
gitmektedir ve siz onu yaşayarak aktarırsınız ama bazen
öyle bir koşuşturmada olur ki her şey, çoğu zaman dün
olanı bile hatırlamazsınız. Hâlbuki hatırlamalıyız.
Özellikle diğerlerine göre daha önemli olan zamanları.’’
Nagehan Alçı ile ‘Darbenin Ayak Sesleri’ni konuştuk.
58
Kitabınız, 2013 Mayıs ile 2016 Ocak ayları arasındaki süreci kapsıyor. Bu süre
zarfında yaşanan önemli gelişmeleri nasıl
başlıklandırırsınız? Darbenin Ayak Sesleri,
neyi anlatıyor?
Kitap, Gezi olayları ile başlıyor; 17-25
Aralık süreci ve adım adım 15 Temmuz’a gidişi anlatıyor. Esasen Gülenistler’in devlet
içinde nasıl hareket ettikleri, kurdukları terör örgütünün boyutları, darbecilerin gelişi
ve hamlelerini sorguluyor yazılarım.
‘‘Taksim’i Fethullahçı
Polisler Ateşe Verdi’’
15 Temmuz’un ayak seslerini, 2013’te
mi duymaya başladık?
Türkiye, 15 Temmuz felaketine giderken ilk büyük depremini 31 Mayıs (Gezi Parkı Müdahalesi) sabaha karşı yaşadı. Fethullahçı polisler, Taksim’i ateşe verdi ve bir
halk ayaklanması çıkartmak için provokasyon yaptılar. İkinci büyük deprem, 17 Aralık
2013’te geldi ve onu 25 Aralık takip etti. Başka bir ülkede bu kadar siyasi deprem yaşansa ülke yıkılırdı. 30 Mart 2014 ve 10 Ağus-
isimlerle çadır yakma hadisesi arasında bir
bağlantı olabilir mi?” diye üstü kapalı sorunca bu yapının sivil toplum ayağından tanıdığım birkaç isim bana ‘bunu da nerden
çıkarıyorsun’ diye mail attılar. Hâlbuki ben
herhangi bir isim zikretmemiştim… Eylemci içinde paralel yapılanma var gibi bir ifade
yoktu o yazıda.
‘‘İmtiyazlılar Kaybetmiş
Hissediyor’’
Sık sık toplumda bir kutuplaşmadan
bahsediyorsunuz. Bunun etkilerini sosyal
hayatınızda yaşadığınıza tanık olduk. Polisi
arayıp “Ben Nagehan Alçı’yı öldüreceğim!”
diye ihbarda bulunan kişiden, oturduğunuz
kafede, alışveriş yaptığınız markette uğradığınız saldırıya kadar… Bütün bunların, bu
kutuplaşmanın etkisi olduğunu söyleyebilir
misiniz?
Türkiye adı konmamış bir devrim yaşıyor. Önce askeri vesayet sonra onun yerine
geçmek için bitiveren Gülenist vesayetle hesaplaşıyor. Bütün kurumlarda çok büyük alt
üst oluşlar var. Seçilmişlerin gerçekten ik-
söylemek isterim ki Tayyip Erdoğan çok
renkli ve keyifli bir insan. Hoşsohbet. Gezilerin siyasi yönü olduğu kadar sosyal yönü
de oluyor. Gittiğimiz yerlerle ilgili gözlemlerimi de yazmaya gayret ediyorum, zira normalde yolunuz düşmeyecek yerlere bu vesile ile gidiyor, hiç tanışamayacağınız insanlarla tanışıyor, bambaşka kültürleri öğrenebiliyorsunuz.
O nedenle ben gezilerde genelde bulunduğum yeri görmek için vakit yaratmaya, özellikle akşamları oranın rutinine karışmaya çalışıyorum.
‘‘Oyunculuk Denemesi’’
Yazarlık ve gazetecilik dışında bir yönünüzü daha biliyoruz. Eşiniz Rasim Ozan
Kütahyalı ile 2016 yılında ‘Adam mısın?’
adlı bir sinema filminde oynadınız. Nasıl
bir etki bıraktı sizde? Devamı gelir mi beyaz perdenin?
Evet, Rasim’ler film çekerken benim itirazım olmasın diye uyduruktan bir rol verdiler. Film bence kendi kategorisinde iyiydi
ama maalesef pek iş yapmadı yine de ben
Nagehan Alçı, kitabında Taraf hadisesinin perde arkasından
Gezi Parkı olaylarına, 17/25 Aralık’tan Mit Kanununa kadar
Türkiye gündemine damga vuran önemli olaylara yer veriyor.
tos 2014’te Türkiye bu depremleri bastırdı.
Fakat sonra 7 Haziran seçimleri bir deprem
daha yarattı. Bugün Ak Parti’de yaşadığımız
tasfiyelerin kaynağı da 7 Haziran-1 Kasım
arası süreç.
Yazılarınızdan birinde “Gezi parkı protestolarına karşı polisin yaptığı apaçık bir
devlet terörü… O protestocular arasına sızmış, eylemcileri şiddete yönelten terörist
gruplar elbette var.” diyerek hem eylemci
hem polis içindeki paralel yapılanmaya işaret ediyorsunuz. Siz daha o dönem bunları söylediğinizde ne gibi tepkilerle karşılaşıyordunuz?
O yazıda emniyet içinde Gülenistler’le
çadır yakma provokasyonu arasında bir bağ
olabilir mi diye üstü kapalı bir soru sormuştum. Açıkçası biz 7 Şubat’tan (MİT krizi) itibaren bu yapının tehlikesine dikkat çekiyorduk, o zaman topyekûn FETÖ demiyorduk,
tablo net değildi çünkü… Emniyet-yargı cuntası ve paralel yapı diyorduk. Ve çok tuhaf
“yakın zamanda emniyetten uzaklaştırılan
tidar olmaya başladığı, yeni kodların hâkim
olduğu bir dönem bu. Böyle bir kırılmada
toplumdaki farklı kesimler arasındaki mesafe açıldı. Eskiden imtiyazlı olanlar kendilerini kaybetmiş hissediyorlar ve bu onları
daha muteyakız ve yer yer öfkeli kılıyor. Bu
da kutuplaşmayı körüklüyor. Maalesef bu
tip geçiş süreçleri zordur. Önemli olan buradan demokratik bir hukuk devletine evrilebilmek. Ama arada bizim gibi kamusal bir
iş yapan ve değişimden yana siyasi pozisyon alanlar, öfkenin hedefi olabiliyor. Özellikle benim gibi ‘‘imtiyazlı’’ yani laik-SünniTürk sınıftan gelip bu değişimi destekleyenler daha çok dikkat ve öfke çekiyor galiba…
Cumhurbaşkanının gezi uçağındasınız.
Hemen hemen tüm yurt dışı seyahatlerinde
bulunuyorsunuz. Siyasi konuşmaların yanında, okuduğum kadarıyla Erdoğan’ın yemek kültürüne kadar birçok şeye tanık oluyorsunuz. Gezilerde, yazılacaklar ve yazılmayacaklar oluyor mu?
Elbette yazılmayacaklar olur ama şunu
oyunculuktan çok zevk aldım. İyi bir proje
olursa yine denemek isterim…
Son olarak, dünya tatlısı ikiz kızlarınız Ayşe Ela ve Yasemin Betül’ün geleceğinden endişe duyduğunuz oluyor mu? Nasıl bir gelecek bekliyor onları sizce? Annelik, gazeteciliğe bakışınızı bu yönden farklı besledi mi?
Anne olmak insanı çok değiştiriyor. Her
şeyden önce artık kendinizin her daim önüne koyduğunuz varlıklar var ve onlarla ilgili endişe bulutu hayatınızın hiç çıkmayacak
bir parçası. Bu da sizi daha temkinli ve korkak yapıyor. Ama aynı zamanda insan üzerine daha çok düşünüyorsunuz, hayatta gerçekten neyin önemli olduğunu gözünüzün
önünde büyüyen varlıkları gözleyerek öğreniyor ve boş şeylere daha az takılmaya başlıyorsunuz. Tabii gelecek için endişelerim
var, hangi annenin yok ki? Ama ciddi problemlerimiz de olsa ben Türkiye’nin geleceğinin parlak olduğunu, buradan iyi bir yere
çıkacağımızı düşünüyorum.
59
KİTAP/ÇOCUK
Dünya Çocuk Günü
Cahit Zarifoğlu
Türk Edebiyatının en
önemli isimlerinden
Cahit Zarifoğlu, çocuk
edebiyatı alanında da
önemli eserlere imza
atmıştır. Cahit Zarifoğlu,
çocukları çok seven
ve onlarla ilgilenen
bir şairdir. Çocukların
severek okuduğu
kitaplarının birkaçını
derledik.
Cahit Zarifoğlu
Uluslararası Çocuk Günü fikri, 1925 yılında Cenevre’de yapılan Çocukların Refahı için Dünya Konferansı’ndan sonra doğmuştur. 54 ülke katılımıyla gerçekleşen
Konferans’ta Çocukların Korunmasına Dair
Cenevre Bildirgesi kabul edilmiştir.
Serçekuş
Cahit Zarifoğlu
Her canlı doğanın bir parçasıdır. Hiç
Bildirge esas olarak yoksulluk, çocuk
kimse, ihtiyacından fazlasını tüketerek ya da
işçiliği, eğitim gibi dünya çocuklarının refa-
yok ederek, doğaya karşı ihanet etmemeli-
hını ilgilendiren konulara odaklaşmaktadır.
dir…
Konferanstan sonra pek çok ülke, ço-
“Serçe, bir gelincik tarlasında yaşa-
cukların sorunlarına ilişkin olarak kamu-
maktadır. Kuşun en büyük zevklerinden biri
oyunun dikkatini çekmek, çocuklara mut-
sabah erken uyanıp dünyanın güzelliklerini
luluk getirmek ve çocuk konusunda teş-
seyretmektir. Bir yandan da avlanır ki kar-
vik etmek üzere bir günü Çocuk günü ola-
nını doyursun. Gölbaşı Gölü’ne o gün bir ta-
rak belirlemiştir. Birleşmiş Milletler Örgü-
kım avcılar gelmiştir. Onları görünce Koca-
tü 1954 yılında oybirliği ile Ekim ayının ilk
bağ Köyü’ne doğru uçmaya başlar. Amacı
pazartesi gününü Dünya Çocuk Günü ola-
yiyecek bulmaktır. Kendi kendine düşündü-
rak kabul etti.
ğü bu sıralarda, çalışan köylüleri fark eder.
Bununla
Güneşse onun için vücudunu ısıtan bir sobabirlikte; 1 Haziran tarihi,
dır. Güneşin evrenin efendisi olduğunu dü-
21 ülkede olmak üzere, en yaygın Çocuk
şünür. Bunları düşünmekte iken göğe yük-
Günü’dür. Türkiye’de 23 Nisan da kutlan-
selir. Fakat fazla yükseldiği için nefes ala-
makta, 20 Kasım tarihinde ise Çocuk Hak-
maz olur ve hemen geri iner.”
ları günü olarak kutlanmaktadır.
60
Bu kitapta çocuk gibi düşünen, etrafı-
na çocuk gibi bakan bir serçenin avcı ile ma-
“Kıskançlık
eğitim öğretimine devam eden Şehzade Sü-
cerasına tanık oluyoruz. Yazar, bu macera-
Tut Elimden
leyman, hat dersi almaktadır. Bir gün kendi
yı şiirsellik tarzı ile okuyuculara aktarmıştır.
Attaya gidelim
adını yazar ve bu yazısını çok beğenir. Kendi-
“Serçekuş” çocuk edebiyatımızın klasikle-
Sabah akşam
sine oldukça dikkat çekici ve farklı gelen ya-
ri arasında önemli bir yere sahip bulunuyor.
Yanak yanak yapalım
zısını mutlaka babasına göstermek ister. O
En çok beni sev
anda padişahın huzuruna kimse alınmamak-
Bana yavrum de
tadır. Kendisini babasının huzuruna almayan
Bana bak
kapıdaki nöbetçi ile Şehzade Süleyman ara-
Benimle oyna
sında bir diyalog başlar. İşte bu diyalog Küçük
En güzel Çocuk
Şehzade masalının omurgası olur.
Gülücük
Cahit Zarifoğlu
Benim
Anla”
Cahit Zarifoğlu’nun çocuklar içi kaleme
aldığı ‘’Gülücük’’ kitabındaki şiirler gözünüze
ve hatta kalbinize ilişiyor. Çocukluk çağını anlatan bu sımsıcak şiirleri okudukça içiniz ısınacak. Okudukça şiiri seveceksiniz. Cahit Zarifoğlu çocuklara gülücüklerini sunuyor…
Küçük Şehzade
Cahit Zarifoğlu
“Bir varmış bir yokmuş.
Evvel zaman içinde,
Kalbur saman içinde,
Deve tellal iken
Ben ninemin beşiğini,
Tıngır mıngır sallar iken”
Tekerlemeli bir giriş yapıyor yazar, kitaba. Akıllı, şirince ama çokbilmiş bir şehzadenin gündelik yaşantısı anlatılmakta. Sarayda
61
HABER/EĞİTİM
Bölge Uzmanı
Yetiştirme Programı
Türkiye Gençlik Vakfı
öncülüğünde,
Medipol Üniversitesi
akademisyenlerinden
Yrd. Doç. Dr. Selman
Öğüt koordinatörlüğünde
yürütülen Bölge Uzmanı
Yetiştirme Programı,
diplomasi kadrolarına
insan yetiştirmeyi
hedefliyor. Diplomatların,
görev aldıkları bölge
dillerine hakim olması
amacıyla başlayan projede
amaç, Çin, Hindistan, Rusya
ve Ortadoğu toplumlarının
siyasi yapısı, dış politika
karakteri, tarihi ve
sosyolojik kodları, ülke
tarihine yön vermiş liderleri, sanatkarları ve
düşünürleri hakkında
derin bir birikime sahip,
bölge dilinde yazılmış
eserleri orijinal dilinde
okuyabilen bölge uzmanları
yetiştirmek.
62
Çin, Hindistan, Rusya ve Ortadoğu’yu
tiştirme Programı” kapsamında eğitim
Proje Nasıl Doğdu?
kapsayan proje, bu toplumların akademik
alacak öğrenciler, üniversite hazırlık, bi-
Sayın
bir izlence ile siyasetinden sosyolojisine,
rinci, ikinci veya üçüncü sınıftan itibaren
kadrolarından her tür kuruma, cemaat ya-
kültüründen dil bilimine, tarihinden top-
programa alınmakta. Bu program, 4 fark-
pılanmasını dile getirdiğinde bu konudaki
lumsal dinamiklerine kadar uzanan geniş
lı eğitim dönemini kapsamaktadır. İlk yıl
eksikliği fark ettik ve böyle bir proje yap-
bir disiplinler arası çalışmayı kapsamakta.
ve ikinci yıl, yurtiçi ve sonra yurtdışı ile yaz
ma kararı aldık. Erdoğan; STK’lara ve üni-
Program, 4 sene boyunca sadece dil eğiti-
eğitim programları uygulanır.
versitelere “Bana MİT’te, Büyükelçilikler-
mi olanakları sağlanmakla kalmayıp aynı
Bu
Cumhurbaşkanımız,
misyon
de ve TÜBİTAK’ ta görevlendirebilecedört yıllık eğitim bittikten sonra
ğim donanımlı adamlar gönderin.” dedi-
len ülkede dil eğitimi ve staj imkânları da
öğrenciler Türkiye’ de ya da uzmanlaştık-
ğinde aldığı cevapların, yeterli kadro bu-
içermekte.
ları bölgede yüksek lisans eğitimi alacak-
lunmadığı, yetişmiş bölgeleri bilen uzman
lar.
olmadığı yönünde olduğunu belirtmişti.
zamanda ihtisas yapmak üzere tercih edi-
Bu
eğitim ile geleceğin diplomatla-
Eğitimini
lecek düzeyde bölge uzmanlığı eğitimi al-
renciler, düşünce kuruluşlarında, devlet
‘Lisanstan Sonra
Uzmanlaşmaya Yönelmeli’
maktadır. Proje aynı zamanda Türkiye’nin
ya da vakıf üniversitelerinde, Başbakanlık,
Hepimizin bildiği üzere TÜBİTAK’tan
gelecekteki konumunu daha etkili kılabi-
Dışişleri Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı gibi
33 kişi gözaltına alındı. Türkiye’de üniver-
lecek kadrolar yetiştirmeyi hedeflemekte-
devlet kademelerinde istihdam edilebile-
sitedeki eğitim sistemi yüzeyseldir. Maa-
dir.
cek donanıma sahip olacaklar.
lesef bu konuda başarılı olduğumuz söy-
rı, ileride Türk dış politikasına yön verebi-
Küreselleşen dünyamızda dünyanın
süper güçleri içinde kendisine büyük bir
başarıyla tamamlayan öğ-
Bölge Uzmanı Yetiştirme Programı’nı
leyemiyoruz. YÖK Başkanı, kişisel ve kurumsal olarak özel bir çaba içinde. Alt dal-
Bölge Uzmanı Yetiştirme Programı Koordinatörü Yrd. Doç.
Dr. Selman Öğüt, lisans öğrenimi sırasında bölge uzmanlığı
ve dil öğreniminin, öğrencileri lisans bitiminde misyon
kadrolarına ve STK’lara hazırladığının altını çiziyor.
misyon biçen Türkiye’nin, her şeyden önce
koordinatörü Medipol Üniversitesi Öğre-
lara dair özel alanlar açtı. Ermenice dil
kendi siyasi ve ekonomik istikrarı için dün-
tim Üyesi Yard. Doç. Dr. Selman Öğüt’le
bölümleri açıldı. Bunlar yeni yeni yapılı-
yayla yakın iletişim sağlamak, uluslarara-
konuştuk:
yor ve üniversitelerde uzman yetiştirme
sı sorunlara yönelik doğrudan ve kapsayı-
noktasında ümitli olmaya çalışıyoruz. Üni-
cı politikalar geliştirmek ve bu politikala-
Neden sadece bu ülkeler?
versiteden kategorizasyonu bilen eleman-
rı uygulamaya koyabilmek için diplomatik
Bu projeyi ülke değil daha çok bölge
lar çıkıyor fakat bölgeler noktasında alan-
bazında ele aldık. Yani biz bir ülkenin değil
larda uzmanlaşmış, yetişmiş kadrolar çık-
bir bölgenin dilini öğretiyoruz. Ortadoğu
mıyor.
altyapıya haiz olması gerekmektedir.
Gün geçtikçe şekillenen yeni sistemde, Doğu ülkeleri de giderek daha fazla söz
bölgesi, projemize ikinci senede eklendi.
Nasıl tıp fakültesini bitiren bir kişi uz-
sahibi olmaya başladılar. Zira uluslarara-
ABD ve Afrika bölgelerinin dâhil ol-
man değilse uluslararası ilişkiler bitiren
sı politik arenada yaşanan hızlı değişim-
ması için de çalışmalarımız sürüyor. ABD
biri de uzman değil. Alanını seçmemiş,
ler; başta siyasi rejimlerin dönüşüm ge-
ve Rusya, Türkiye’ ye diplomat yolladığı
branşında temel bilimleri almış sadece.
çirmesinden, ekonomik ve doğal kaynak-
zaman, misyon çalışanları Türkçe biliyor-
Bir misyon görevlisinin, Birleşmiş Millet-
ların hızla tükenmesine, göçmen ve mül-
lar, bizim büyükelçilerimiz gittiği ülkelerin
ler (BM) Avrupa Birliği (AB) veya herhangi
teci hareketlerinden, güvenlik ve terörizm
dillerini bilmiyorlar.
bir ülkenin uzmanı olması ve ona göre gö-
gibi sorunlar, Türk dış politikasının kap-
revlendirilmesi gerekir. Bu tür program-
samlı, analitik, stratejik bütüncül ve ras-
G-20 ülkelerinin de projeye dâhil ol-
yonel bir biçimde oluşturulması ve koordi-
masını planlıyoruz ama bu daha ileride-
nasyonun sağlanmasını zorunlu kılmakta-
ki zamanda mümkün olacak. Proje, Cum-
dır. Yetişen uzman kadroların hem bürok-
hurbaşkanımız tarafından da beğenildi
rasi hem akademi alanında geniş bir boş-
ancak medya tarafından henüz projenin
Yabancı dil eğitimini
kimler veriyor?
luğu doldurması hedeflenmekte.
önemi anlaşılmadı diye düşünmekteyim,
Yabancı dil eğitimi, yabancı uyruklu
medya kuruluşları yeterince duyuru sağ-
hocalar tarafından veriliyor ve sınıflar 5’er
lamadı.
kişiden oluşuyor.
Dört yıl boyunca “Bölge Uzmanı Ye-
lar, lisans döneminde bu branşlaşmaya
imkân ve destek sağlıyor.
63
SİNEMA/VİZYON
AYŞE KARAKÖSE
Elly Hakkında
SAHTE NEZAKET KÜLTÜRÜ, İRAN SİNEMASI VE BATI ÖDÜLLERİ...
ledir, Asya’dan çıkanlarda da diğerlerinde de…
Eğer bu filmlerle aynı derecede iyi olduğu halde kendi memleketinin iyi yönlerini gösteren
filmlere de ödül vermeye başlarlarsa, bu fikrimden memnuniyetle vazgeçerim…
Asghar Farhadi’nin 2009
yapımı ve kendisi gibi
bol ödüllü filmi “Elly
Hakkında”, yapımından
8 yıl sonra 22 Eylül’de
vizyona girdi. Filmin
orijinal adı “Darbareye
Elly”. İran sinemasına
ilgi duyanlar için önemli
bir yönetmen Farhadi…
Ses getiren iki filmi,
“Satıcı” ve “Bir Ayrılık”
ile tanınıyor.
Birbirlerini üniversiteden beri tanıyan bir
grup arkadaş birlikte tatil yapmaya karar verirler. Buna, Almanya’da yaşayan Ahmet’in,
eşinden boşanarak Tahran’a dönmesi vesile
olmuştur. Diğer 6 arkadaş, evli üç çiftten oluşmaktadır. Çiftlerin küçük çocukları da vardır.
Kadınlardan Sepideh’in çocuklarının İngilizce öğretmeni olan Elly de onlara katılır. Sepideh onu, yeniden evlenmek isteyen Ahmet
ile tanıştırmak için tatile özellikle davet etmiştir. Tatil yerine geldiklerinde kötü bir sürprizle karşılaşırlar. Kalmak için kiraladıkları evin
sahibi gelmiştir ve artık yeni bir ev bulmak zorundadırlar. İstemedikleri halde deniz kıyısında eski, büyük ve bakımsız bir ev kiralarlar.
Evi, kendileri temizler ve alışveriş yaparlar. İlk gün ve akşam çok güzel geçer, radyodaki müzik eşliğinde dans bile ederler. Ancak ertesi gün denizde çocuklardan Arash’ın boğul64
ma tehlikesi geçirmesi ve sonrasında Elly’nin
kaybolduğunu anladıklarında tatil zehir olur.
‘‘Elly boğuldu mu kendisi mi gitti?’’ gibi
sorularla birlikte karşılıklı suçlamalar olur.
Konuşuldukça sırlar ve yalanlar açığa çıkmaya başlar. Konuyla ilgili detaylara yeri geldikçe
değinmek üzere, filmin hikâyesini burada bırakalım ve filmin asıl anlattıklarına odaklanalım.
Naçizane kanaatim; Batı’nın ödül verme
kriterlerinin bizden farklı olduğu ve Doğu’dan
çıkmış bir filmin, iyi film olmasının, ödül almasına yetmediği yönündedir. Eğer Batı’dan ödül
almak isteyen bir yönetmenseniz, kendi kültürünüzü ve memleketinizi kötülemek ya da en
hafifinden eleştirmek zorundasınız. Ödül almış bütün Doğu filmlerinde iyi ya da kötü toplumsal özeleştiri vardır veya Batı’nın görmek
istediği türden bir ülke algısı mevcuttur. Bu
İslâm coğrafyasından çıkan filmlerde de böy-
Bunu iddia ettikten sonra, İran filmleri
neden bu kadar ilgi görüyor ve ödül alıyor bütün dünyada, bunun da cevabını vermem gerekir. Şüphesiz en başta çok iyi, kaliteli filmler yaptıkları ve özgün film dillerini kendi kültürlerinden beslenerek geliştirdikleri için ödül
alıyorlar. Ama en çok da kendi toplumsal dinamiklerini, İslâm’ı ve rejimi örtük bir şekilde sürekli eleştirdikleri için. İdeolojisi ne olursa olsun baskıcı rejimi eleştirmelerine sonuna
kadar hak veriyorum ancak bunu bahane bilip,
sürekli İslâm’ı eleştirmelerini kabul edemiyorum. Tabi bunu üstü kapalı yaptıkları için kolay kolay kimse dile getiremiyor, dile getirince hayalet görmüş muamelesi görebiliyorsunuz... “Elly Hakkında” filminde de ciddi manada bir toplumsal eleştiri var, ne kadarı haklı ne
kadarı haksız onu İran kültürünü iyi bilenler
daha iyi yorumlar mutlaka, ben film dili açısından kendi gördüklerimi sizinle paylaşayım.
Filmin ilk sahnesinde karanlığın ortasında dikdörtgen ışıklı bir açıklık var ve buradan
mektuplar atıldığını görüyoruz, daha doğrusu öyle olduğunu düşünüyoruz, sanki bir posta
kutusunun içinde gibiyiz. Biraz sonra içerdeki
gölgeyle beraber sanki sinema sahnesi algısı
oluşmaya başlıyor ve sonrasında bir araba farı
ve tünel ışığına dönüşüyor.
Kadın kahramanlar arabadan başlarını çıkarmış ve anormal şekilde sevinç çığlıkları atıyorlar. Sonra gün yüzüne çıkınca sesler
azalıyor ve sakinleşip arabaya giriyorlar. Sanki yönetmen Farhadi bu sekansta film diliyle
şöyle diyor, “Ben özgürlükleri kısıtlı olan İran
kadınlarına, (ya da onların durumunu dünyaya duyurmak adına) sinema yoluyla bir mektup yazdım.” Ayrıca çığlık sahnesiyle sanki
şunu da demek istiyor, “İran’da kadınlar ancak
kısıtlı ve kapalı alanlarda özgürdür, gün ışığında ve açık alanda değil”…
Kiraladıkları
eve gidemeyince buldukları eski ve köhne eve girerken bütün ekibi ve
tek olarak da Elly’yi evin kapısında görüyoruz.
Kapının parmaklıkları ardında hepsinin özellikle de Elly’nin şahsında yine İran kadınının
özgür olmadığı ve hapishanede olduğu iması
var. Evin kendisini de köhnemiş toplumsal gelenekler ve baskıcı rejim olarak düşünürsek;
bu evin içine girmek bu ekibe iyi gelmiyor ve
uğursuz bir süreç başlıyor.
Elly’nin
kaybolmadan önce çocuklarla
uçurtma uçurduğu bir sahne var. Elly’yi sadece burada ve yalnızken, özgür ve kendisi gibi
görüyoruz. Ardından “Benim gitmem lazım”
diyor ve havada asılı kalan uçurtmayla denizi görüyoruz.
“Özgürlük buralardan gitmekle müm-
İran kültüründe istemediğin halde ısrar etmek ve
ısrar edildiği için bazı şeyleri yapmaya mecbur olmak, Batının
kolay anlayacağı veya hoş göreceği bir durum değil.
kün” diyor, “Nereye olursa olsun yeter ki gidilsin”… Bu gitme teması yönetmenin “Bir Ayrılık” filminde de vardı.
Kayboluş gerçekleştikten sonra Elly’yi davet eden Sepideh suçlanıyor. Onu en çok suçlayan hatta tartaklama raddesine gelen ise kocası oluyor. Çünkü ona göre Tahran’a gitmek
isteyen Elly’yi göndermeyerek ve en başta tatile davet ederek yaşananlara o sebep olmuştur. Onu bulmaya çalışırken hakkında ne kadar az şey bildikleri ortaya çıkar. Aslında sadece Elly’yi değil gerçek manada hiçbiri birbirini
tanımıyordur.
O
kadar fazla sır, yalan ve “Taarof”
hâkimdir ki hayatlarına, yaşama biçimleri zaten Taaroftur. Sepideh, Elly’yi davet ederken
neden çok ısrar ettiği sorulunca, “Bütün suç
bende mi, ısrar ettim diye hemen kabul etmek zorunda mıydı?” diyerek, daveti kolay kabul eden Elly’yi suçlar. İran kültürünü bilenler Taarof (sahte nezaket) kültürünü iyi bilirler ama bize de çok uzak bir gelenek değildir.
Bizim kültürümüzde de İran kültürü kadar ol-
masa da ısrar etmek ve ısrar beklemek olgusu nezaketten sayılır.
Aslında filmin en fazla bu sahte kültürü ve
Taarof’u eleştirdiğini söyleyebiliriz. Çünkü filmin can alıcı noktası Elly’nin nişanlı olduğu ve
buna rağmen, ısrara direnemeyerek Ahmet’le
tanışmaya geldiği gerçeği. Bu gerçek, tartışmalar sırasında ortaya çıkar.
Elly
başta nişanlı olduğunu söyleyerek
tatil ve Ahmet’le görüşme teklifini reddetmiş
ancak Sepideh ısrar ettiği için Ahmet’le görüşmeyi kabul etmiştir. Hafifletici, sebep nişanlısından ayrılmak istemesi ancak bir türlü ondan kurtulamamış olmasıdır. Film yalanı
ve insan doğasının zorda kalınca yalana ne kadar kolay meylettiğini de irdeliyor. Hatta Elly’yi
aramaya gelen nişanlısı, onun kardeşi olduğu yalanını söylüyor, onlar da gerçeği bildikleri halde bu yalana inanmış gibi davranıyor ve
yeni yalanlar söylüyorlar.
Nişanlısı geldikten sonra da hala bulunamayan Elly’nin hatırasını lekelemek pahasına söz birliği edip bir yalan daha söylüyorlar.
Elly’nin Ahmet’le tanışmaya hiç itiraz etmediği
ve gönüllü olarak geldiği, yalanını... Oysa hem
ısrar sonucu gelmiş hem de durumdan rahatsız olup sürekli gitmek istemişti.
İran kültüründe istemediğin halde ısrar
etmek ve ısrar edildiği için bazı şeyleri yapmaya mecbur olmak, Batının kolay anlayacağı veya hoş göreceği bir durum değil. Nişanlısından ayrılmak üzere olan bir kızın başka
biriyle tanışmak istemesi de Batı kültüründe doğudaki gibi hayat memat meselesi olmaz. Batıdan bakılınca bu meselenin bu kadar hayatiyet arz etmesi ilkellik(!) olarak görülebilir.
Neticede “Elly Hakkında” çok iyi bir film
olmakla beraber, ödül almasında kendi kültürünü yeriyor olmasının etkisi de yadsınamaz. Bütün bunlara rağmen kendi içine kapalı ve taassup sahibi bir kültürün, nasıl dramlar
üreteceğinin temsili olan film, insan ve toplumla ilgili derdi olan herkesi sarsacak ve derinden etkileyecek...
İyi seyirler dilerim.
65
KİTAP/POLİTİKA
Bir Sistem Tartışması
Ahmet Misbah Demircan
“Bir Sistem Tartışması’’
kitabı Beyoğlu Belediye
Başkanı Ahmet Misbah
Demircan tarafından
kaleme alındı. Hem bir
siyasetçi hem de bir
belediye başkanı olarak
milletin talepleri ve
sorunlarına bire-bir
tanık oldu.
Zaman, mekân, eğitim, teknoloji…
Toplumun üzerinde değişimlere sebep
olan maddelerden sadece bir kaçı…
Ahmet Misbah Demircan, dayandığı tecrübelere ve bilgisine göre; hem sorunların kaynağı hem de sorunların çözümünün üç kelimede
saklı olduğunu söylüyor:
Bu sihirli kelimler; aş, iş, istihdam…
Bütün sistemler, bu üç kelime ile özetlenebilecek üretim modellerinin üzerinde yükseliyor
veya çöküyor.
Dünya sistemi yeniden kurulacak mı? Kurulacaksa eğer kimler tarafında kurulacak?
Peki, Türkiye bu sistemin neresinde olacak?
Dünyada yeni bir sistem kurma arifesin-
düstri devrimleri nasıl kendi yönetim modellerini kurdularsa, dijital üretim ve pazar ekonomisi
de kendi sistemin mutlaka kuracaktır.
Bugünkü Sistem ve
Osmanlı’nın Zamanı
Yakalamaktan Geri Kalması
Türkiye Cumhuriyeti sistemini, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş temelleri itibarıyla ele alan yazar, Anadolu Selçuklu Devleti’nin
bir uç beyliği olan Osmanlı’nın, 3. Alaaddin
Keykubat’ın İlhanlılara esir düşmesi üzerine bağımsızlığını ilan ettiğinin altını çiziyor. İlk hedefin Moğol İstilası ve Haçlı Seferleri ile parçalanmış Anadolu topraklarında birliği sağlamak olduğunu hatırlatıyor. Sultan Abdülaziz’i ve Sultan
2. Abdülhamit’i tahttan indirenler, Osmanlı’nın
varoluşu ve devamını kesin olarak engelledi. Osmanlı’yı zamanı yakalamaktan geri bırakan bütün olayların arkasında, Osmanlı’yı pay-
laşmak isteyenler ve onların yerli işbirlikçilerin
imzası vardır. Zamanın getirdiği arz ve talepler
ekseninde anlayışımızı, idaremizi, sistemimize
dönüştürerek yönetime katılımı geliştirmemiz
büyük önem taşımaktadır. Hür düşünce ve teşebbüs, demokratik idare, icat ve üretimin önünü açmak, araştırma geliştirme (AR-GE) üretim
geliştirme (Ür- Ge), beyin ve bilgi transferi gibi
konular üzerinde yoğunlaşmamız gereken konulardır.
Erdoğan Neden Hedef?
Recep Tayyip Erdoğan’a yönelen saldırıların temelinde de bağımlılık ilişkisini eşitler arası ilişkiye çevirmek istemesi ve coğrafyamızda
bir birlik fikri geliştirmesi vardır. Lakin Erdoğan dönemini önceliklerinden ayıran çok önemli bir fark şudur ki: Hem Türkiye’deki vatandaşlar hem de Müslüman milletler onun idealine
sahip çıkmaktadır.
Türkiye’de yeni sistem geliştirirken, yerel
yönetimlere özel önem verilmelidir. Bu yönetim birimleri sistemin yapı taşları olduğundan,
ne kadar başarılı olurlarsa sistem de o kadar
sağlıklı olacaktır. Toplum da teknoloji gibi sistemin önünde gitmekte, mevzuatlar talepleri karşılamaya imkân vermemektedir. Mahalli müşterek ihtiyaçları karşılamak için var olan bir kurumun, toplumun taleplerine göre yeniden yapılandırılması esas olmalıdır.
de olduğumuzu söyleyebiliriz. Durum böyleyken bize en çok lazım olan, gerçeğin ta kendisi...
Dünyanın sistemi yeniden kurulurken, bu sistemde gerçek bir temsilin yolu, zamanın araçlarıyla üretim ekonomisinde kimin başarılı olduğundan geçiyor.
Türkiye sistemi konusuna gelince yazar,
Türkiye sistemin değişmesi gerektiğini savunuyor. Sistemin baştan ayağa değişmesi gerektiği kanaatinde olan yazara göre, zamanın ekonomik araçları göz ardı edilerek, sistemin yenilenmesi mümkün değildir. Aynı imkânsızlık, dünya sistemi için de geçerlidir. Tarım, ticaret, en66
Bölgesel Birlik
Bölgede birliğin sağlanmasını hilafet dönemine atıfla aktaran Demircan, İslâm İşbirliği Teşkilatı gibi örgütlerin buna yönelik proje ve
politika geliştirmesi gerektiğinin altını çiziyor.
Osmanlı döneminde dünya Müslümanlarının bir
millet olduğunu hatırlatan Demircan; Hristiyan,
Ermeni, Rum ve Yahudilerin hilafet himayesinde tek millet olarak yaşadığını belirtiyor. Hilafetin sarsılmasında Müslümanlar arası ihtilafların da bölünmedeki rolünü hatırlatarak bugün
bu noktanın önemini vurguluyor.
YEN‹
K‹TAP
NEREDEN NEREYE
K›r›lma Öncesi Sorular 2009-2010
Serra KARAÇAM
Türkiye’nin s›navlar›; hukuk, demokrasi, yönetim ve adalet…
Kimler ne söyledi, hangi öngörülerde bulundu ve bugün nerede duruyorlar?
Ergenekon davalar›, kökleri belki yüzy›l öncesine dayanan derin devlet…
Demokratik aç›l›m, Habur’dan dönüfller, Oslo ve KCK davalar›, terör sald›r›lar›…
Cemaat polisleri, yarg›s› ve medyas›…
Birbirini soruflturtan savc› ve yarg›çlar, birbirini ihbar eden gazeteciler…
Anayasa de¤ifliklikleri, referandum, suikastler, ihmaller ve büyük medya gruplar›…
D›fl güçler, istihbarat a¤lar›, iliflkileri…
Üniversitelerde baflörtüsü serbestisi, kamusal alan tart›flmalar›, laiklik ve laikperestlik…
Son on y›l› anlamak ve haf›zalar› tazelemek için, geçmiflte sorulmufl sorular ve cevaplar›.
www.ktpkitabevi.com
KİTAP OKUYORUZ
www.ktpkitabevi.com
TÜRK‹YE’N‹N
HER YER‹NDEN
‹STED‹⁄‹N‹Z K‹TABIN
S‹PAR‹fi‹N‹ VER‹N,
ADRES‹N‹ZE
TESL‹M EDEL‹M...
Download