T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH (YAKINÇAĞ TARİHİ) ANABİLİM DALI OSMANLI DEVLETİNDE EĞİTİMDE MODERNLEŞME VE ENCÜMEN-İ DANİŞ Doktora Tezi Osman Zahit KÜÇÜKLER Ankara 2016 T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH (YAKINÇAĞ TARİHİ) ANABİLİM DALI OSMANLI DEVLETİNDE EĞİTİMDE MODERNLEŞME VE ENCÜMEN-İ DANİŞ Doktora Tezi Osman Zahit KÜÇÜKLER Tez Danışmanı Prof. Dr. Hamiyet SEZER FEYZİOĞLU Ankara 2016 İÇİNDEKİLER KISALTMALAR ....................................................................................................... VI KONU VE KAYNAKLARIN DEĞERLENDİRMESİ .......................................... VIII GİRİŞ ........................................................................................................................... 1 I. BÖLÜM OSMANLI DEVLETİNDE EĞİTİMDE MODERNLEŞME 1.1 Mühendishane-i Bahrî-i Hümayun ....................................................................... 18 1.2 Mühendishane-i Berrî-i Hümayun ....................................................................... 20 1.3. Mekteb-i Tıbbiye ................................................................................................. 23 1.4- Mekteb-i Harbiye ................................................................................................ 25 1.5. Modern Eğitimin Yaygınlaştırılması Girişimleri ve Rüşdiyelerin Açılması ...... 27 II. BÖLÜM TANZİMAT DÖNEMİNDE EĞİTİMDE MODERNLEŞME VE ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN KURULUŞU 2.1- Tanzimat Döneminde Eğitimin Modernleşmesi Yönünde İlk Adımlar.............. 32 2.2. Darülfünun .......................................................................................................... 35 2.3. Encümen-i Daniş’in Kuruluşu............................................................................. 43 2.3.1- Encümen-i Daniş’in Kuruluş Gerekçesi .......................................................... 48 2.3.2- Encümen-i Daniş’in Açılışı ............................................................................. 50 2.4- Encümen-i Daniş’in Nizamnamesi ..................................................................... 55 2.5- Encümen-i Daniş Akademi midir? ..................................................................... 66 III. BÖLÜM ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN ÜYELERİ 3.1- Dâhili Üyeler....................................................................................................... 73 I 3.2- Harici Üyeler..................................................................................................... 145 3.3- Üyelerin Özellikleri .......................................................................................... 153 VI. BÖLÜM ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN FAALİYETLERİ VE KAPANIŞI 4.1- Encümen-i Daniş’in Eserleri ve Girişimleri ..................................................... 158 4.1.1. Kavaid-i Osmaniye..................................................................................... 158 4.1.2. Tarih-i Cevdet ............................................................................................ 160 4.1.3. Mukaddime ve İbn-i Haldun Tarihi ........................................................... 166 4.1.4. Tarih-i Kudemâ-yı Yunan ve Makedonya ................................................. 168 4.1.5. Avrupa Tarihi ............................................................................................. 168 4.1.6. Beyânü’l Esfâr ............................................................................................ 169 4.1.7. İlm-i Tedbîr-i Menzil (Ekonomi-Politik) ................................................... 170 4.1.8. Kişver-i Derûn............................................................................................ 173 4.1.9. Avrupa’da Meşhur Ministroların Tercüme-i Hallerine Dair Risâle ........... 173 4.1.10. Emr’ül Acib fi Tarih-i Ehl-i Salib (Haçlılar Tarihi)................................. 175 4.1.11- Kıt’a-i Afrika ........................................................................................... 177 4.1.12. İlm-i Tabâkâtü’l Arz (Jeoloji) .................................................................. 178 4.1.13. “Mufassal Tarih-i Umûmî” Yazdırma Teşebbüsü ................................... 180 4.1.13.1. Tarih-i Umûmîden Bir Kısım ............................................................ 183 4.1.13.2. Tarih-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniye .................................................. 185 4.1.13.3 Osmanlı Tarihi ................................................................................... 191 4.1.14. Sözlük Hazırlama Girişimi ....................................................................... 191 4.1.15. İmlâ Çalışmaları ....................................................................................... 191 4.2- Encümenin Faaliyetlerinin Amacı .................................................................... 193 II 4.3- Encümen-i Daniş’in Eğitiminin Modernleşmesindeki Yeri ............................. 203 4.4- Encümen-i Daniş’in İşlevini Kaybetmesi ......................................................... 205 SONUÇ .................................................................................................................... 211 BİBLİYOGRAFYA ................................................................................................. 214 ÖZET........................................................................................................................ 231 EKLER ..................................................................................................................... 235 III ÖNSÖZ Osmanlı Devleti XIX. yüzyılda hemen her alanda modernleşme girişimlerinde bulunmuş ve yeni kanunlar yapıp, yeni kurumlar oluşturmuş ve devlet, o zamana kadar doğrudan ilgilenmediği alanlarda da düzenlemeler yapmaya başlamıştır. Devletin ihtiyaç duyduğu elemanların yetiştirilmesi, ülkenin ilerlemesi ve güçlenmesi ve halkın cehaletinin giderilmesi için elbette eğitim ve bilim alanında da yenilikler yapılmıştır. Bilim ve teknolojide Avrupa’nın üstünlüğünün kabul edilmesiyle modern okullar açılmış, Avrupa’dan hocalar getirilip, Avrupa’ya öğrenci gönderilmesi gibi uygulamalar yapılmıştır. Ancak bu çabalar, İslam medeniyetiyle Batı medeniyetinin bilim, kültür ve dünyayı algılama yönlerinden ne kadar farklı olduklarının da ortaya çıkmasına yol açmış ve pek çok alanda ikilikler ortaya çıkmıştır. Bunun sonucunda eğitim ve bilim alanında ikiliği giderecek düzenleyici ve geliştirici bir kuruma ihtiyaç duyulmasıyla Encümen-i Daniş açılmıştır. Encümen-i Daniş’in kısa ömürlü olması ve ülkenin bilimsel gelişimine fazla bir katkısının olmaması sebebiyle, bu dönemi inceleyen pek çok araştırmacı Encümenin üzerinde fazla durmamıştır. Oysa modernleşme sürecinin ortalarında oluşturulan bu kurum, Tanzimat döneminde yeni bir kurumun nasıl oluşturulduğunu ve dönemin yöneticilerinin zihniyetleri ile ülkeye bilimsel ve kültürel yönden çizmek istedikleri yolu göstermesi bakımından önemlidir. Biz de bu çalışmada genel olarak eğitim alanında yapılan çalışmaları ve detaylı olarak da kendine has özellikler taşıyan bu kurumu tanıtmayı ve yapılanları değerlendirmeyi amaçladık. Çalışmalarım sırasındaki desteği ve yol göstericiliği sebebiyle değerli hocam Prof. Dr. Hamiyet SEZER FEYZİOĞLU’na, ve tez izleme komitesindeki diğer IV hocalarıma, sabır ve desteklerinden dolayı sevgili eşime, TODAİE ve Türk Tarih Kurumu kütüphanelerinin değerli çalışanlarına ve maddi desteği sebebiyle TÜBİTAK Bilim İnsanı Destekleme Daire Başkanlığına teşekkür ediyorum. V KISALTMALAR a.g.e. : Adı geçen eser a.g.m. : Adı geçen makale BOA : Başbakanlık Osmanlı Arşivi HAT : Hatt-ı Hümayun Tasnifi A.AMD : Sadâret Âmedi Kalemi A.DVN. DVE : Sadâret Divan (Beylikçi) Kalemi Düvel-i Ecnebiye A. MKT. MHM : Sadâret Mektûbî Kalemi Mühime Odası A. MKT, MVL : Sadâret Mektûbî Kalemi Meclis-i Vâlâ A.MKT.NZD : Sadâret Mektûbî Kalemi Nezâret ve Devâir HR.MKT : Hariciye Nezâreti Mektubî Kalemi İ.DH : İrâde Dâhiliye İ.DUİT : İrade Dosya Usulü İ.HR : İrade Hariciye İ.MVL : İrade Meclis-i Vala MF.MKT : Maârif Nezâreti Mektûbî Kalemi DH.SAİD :Dahiliye Nezareti Sicill-i Ahval Komisyonu Defterleri ŞD.SAİD :Şura-yı Devlet Sicill-i Ahval İdaresi DİA : Diyanet İslam Ansiklopedisi S. : Sayı s. : Sayfa ss. : Sayfaları Arası C. : Cilt Bkz./bkz. : Bakınız VI Haz. : Hazırlayan Çev. : Çeviren Der. : Derleyen OİMC : Osmanlı İlmi ve Mesleki Cemiyetleri A.Ü. : Ankara Üniversitsi İÜ : İstanbul Üniversitesi DTCFFAE : Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Araştırmaları Enstitüsü VII KONU VE KAYNAKLARIN DEĞERLENDİRMESİ Bu çalışma, XIX. yüzyılda Osmanlı Devletinde eğitim alanındaki modernleşme girişimlerini ve bu kapsamda bilim ve eğitimin gelişmesi ve yaygınlaşması amacıyla kurulan Encümen-i Daniş’i her yönüyle incelemeyi amaçlamaktadır. Öncelikle devletin ihtiyaç duyduğu alanlarda eleman yetiştirme çabası olarak başlayan eğitim reformu zamanla daha kapsamlı hale gelmiş ve 1869 Maarif Nizamnamesi ile tam manasıyla modern hale gelmiştir. Ancak bu durum yeni açılan okullar için böyledir ve medreseler bazı sınırlı girişimler dışında fazla değişmemiş ve Osmanlı Devletinde iki farklı anlayış birarada bulunmuştur. Çalışmamızda inceleyeceğimiz Encümen-i Daniş, her ne kadar kısa ömürlü olmuşsa da, bazı ilkleri içermesi ve hem geleneksel İslami bilgi sisteminin hem de modern Batı bilgi sisteminin temsilcilerini bünyesinde bulundurması sebebiyle Osmanlı Devleti’nde eğitimin ve bilimin gelenekselden moderne evrilmesi sürecinde başarı ve başarısızlıklarıyla önemli bir aşama teşkil etmektedir. Dolayısıyla çalışmamız Osmanlı modernleşmesinin ülkedeki eğitim ve bilim anlayışı ile bilimsel faaliyetler üzerindeki etkisini de içermektedir. Bu yönüyle denilebilir ki Osmanlı Devleti’ndeki modernleşme çalışmaları sadece siyasi tarihin değil düşünce ve bilim tarihinin de ilgi alanında yer almaktadır. Bu maksatla yaptığımız çalışmada kullanılan kaynakları kısaca değerlendirmek istiyoruz. Çalışmada kullandığımız kaynaklar arşiv belgeleri, Takvim-i Vekayi, dönemin kronikleri ve çeşitli bilimsel çalışmalar ve telif eserlerdir. Arşiv Belgeleri: Tanzimat dönemi öncesinde açılmaya başlanan modern askeri okullara ilişkin bazı belgeler ile, M.1845 / H.1261 senesinde Sultan Abdülmecid’in eğitim konusunda çalışma yapılması hususunda yayınladığı ferman, VIII bunun üzerine Meclis-i Vala’nın yaptığı çalışmalar, Meclis-i Muvakkat’ın ve Meclisi Maarif-i Umumiye’nin kurulması ve aldıkları kararlar, Encümen-i Daniş’in kuruluş süreci, üyelerin nasıl seçileceği, açılış töreni ve üyelere verilen ruuslar vb. konularda arşiv belgeleri incelenmiştir. Bu belgeler eğitimde modernleşmenin başlaması, Encümen’le ilgili kronolojinin oluşturulması ve Encümen’in tanımlanmasıyla kuruluş sürecinin anlatılmasında, bize önemli veriler sunmaktadır. Takvim-i Vekayi: Yayımlanma amaçlarının başında yenilikler konusunda halkı bilgilendirmek olan bu gazetede doğal olarak eğitim alanında yapılan yeni girişimlerden de bahsedilmiştir. Az önce bahsettiğimiz Sultan Abdülmecit’in Fermanı bu gazete de yayımlandığı gibi, yeni açılan okullar, Meclis-i Muvakkat Raporu, Encümen’in Nizamnamesi, Cevdet Paşa’nın hazırladığı Beyanname, Encümen üyelerinin listesi vb. bilgiler buradan alınmıştır. Encümene ilişkin yayınlar büyük oranda Ahmet Cevdet Paşa’nın kaleminden çıkmıştır. Bu metinleri okuyarak Encümen-i Daniş’in kuruluşu ve faaliyetleri çok rahat bir şekilde takip edilebilmektedir. Ayrıca bu metinlerden dönemin yönetici elitinin zihniyetini ve gerek siyaset gerekse kültür ve bilim alanlarında neleri hedefledikleri anlaşılabilir. Sonuç olarak bu metinlerde yeni eğitim kurumlarının ve Encümen-i Daniş’in kuruluş amaçlarının Tanzimat Dönemi idealleri ile önemli oranda uyuştuğu ortaya çıkmaktadır. Telif Eserler: Osmanlı devletinin modernleşme çabalarını inceleyen yerli ve yabancı binlerce bilimsel çalışma mevcuttur ve eğitim – bilim konularından bahsedenlerin çoğu bir iki cümleyle de olsa Encümen-i Daniş’ten de bahsetmektedir. Bizim yaralandığımız çalışmalardan öncelikle Kenan Akyüz’ün yapmış olduğu ve önemli oranda belge nakli içeren çalışmayı zikretmek gerekmektedir. Ayrıca IX Mahmud Cevad’ın Maarif tarihimizle ilgili verdiği bilgiler önemlidir. Bunların dışında; daha geniş kapsamlı çalışmaların parçası olarak Encümen-i Daniş’ten uzunca bahseden Tacettin Kayaoğlu’nun kitabından ve Ahmet Karaçavuş’un doktora tezinden de faydalandık. Ayrıca, yaptığı önemli çalışmalarla Türk bilim ve düşünce tarihini aydınlatmaya çalışan Ekmeleddin İhsanoğlu’nun ismini zikretmekte fayda vardır. İhsanoğlu, Osmanlı Devleti’ndeki ilmi ve mesleki örgütlenmelere ilk defa eğilen ve bu konuyu bilim camiasının gündemine taşıyan kimliği ile övgüye layıktır. X GİRİŞ İnsanlık tarihi aynı zamanda insanın bilgi edinme sürecidir denilebilir. Ancak bu faaliyetin amacı ve yöntemleri zamanla farklılaşmıştır. Ortaçağın sonlarından itibaren Avrupa’da şekillenen, insanın kendisini ve çevresini tanıma amacıyla, akılcı yöntemlerle, gözlem ve deneye dayalı olarak doğa ve evrenin araştırılması, günümüzde geçerli sayılan tek bilimsel yaklaşımdır. Osmanlı devletinde ise, XIX. yüzyıla kadar, devamı olduğu İslam medeniyetinin bilgi sisteminin hâkimiyeti vardır. “İslam, kişinin yalnızca ne yapması ya da ne yapmaması gerektiğiyle ilgilenmekle kalmaz, onun ne bilmesi gerektiği ile de ilgilenir”1 ve İslam medeniyetinde bilimsel faaliyetin amacı maarifetullaha (Allah’ın bilgisi) ulaşmaktır, yani Allah’ı bilmektir.2 İslam bilim tarihine bakıldığında, Allah’ın bilgisine ulaşmak için, temel olarak üç yol kullanıldığını görürüz. Birincisi, Kur’an ayetlerini ve hadisleri kendi metotları içinde incelemek (tefsir, kelam, fıkıh ve hadis), ikincisi, ibadet ve tefekkürle nefsi arındırıp ilahi sezgilere açık hale gelerek irfani bilgiye ulaşmak (tasavvuf), üçüncüsü, insanı ve doğayı, Allah’ın yarattığı ve sıfatlarını tecelli ettirdiği varlıklar oldukları düşüncesiyle, deney ve gözlemle inceleyerek yaratıcı hakkında bilgi sahibi olmak. İslam medeniyetinde bu üç yöntemin bir arada bulunduğu bir zaman dilimi de mevcuttur. Ancak modern bilime en yakın görünen üçüncü yöntemle yapılan çalışmalarda, 11. yüzyıldan itibaren siyasi, sosyal ve ekonomik çeşitli sebeplerle bir O. Bakar; Gelenek ve Bilim, Çev: Ercüment Asil, Gelenek Yayıncılık, İstanbul, 2003, s.17 “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim, mahlûkatı yarattım” mealindeki kudsi hadis, (Aclunî, Keşfü’l Hafa, II/132) 1 2 1 yavaşlama başlamıştır.3 Ayrıca bu farklı yöntemler arasında sentezler ortaya çıkmıştır. Sonuçta, özellikle Anadolu’da, tasavvuf yoluyla elde edilen irfani bilgi teorik hale getirilmiş ve özellikle kelam ilmiyle birleştirilerek diğer dini bilimlerin içine karışmış ve böylece medreselere aktarılmıştır.4 İslam dünyasında, On üçüncü yüzyıldan itibaren pozitif bilimlerde Türk-Moğol etkisine atfedilebilecek bir canlanma söz konusudur.5 Ancak, özellikle astronomi ve matematik alanında yaşanan bu gelişme, yeni bir başlangıç teşkil etmemiş ve mevcut yapıya eklenerek bir süre devam etmiştir. Aşağıdaki satırlar Osmanlı imparatorluğunun kuruluş ve gelişme döneminde Medreselerdeki düşünsel yapıyı özetlemektedir: “İlk Osmanlı medresesi İznik Medresesi'nin baş müderrisi Davud Kayserî'nin şahsında cisimleştiği şekilde kelamî renkli ancak irfanî ağırlıklı bir düşünsel yapı tercih edilmiştir… Osmanlı ilmiye teşkilatını yeniden örgütleyen Mehmed Fenarî okulu Davud Kayserî'yle başlayan irfanî çizgiyi sürdürürken Fahreddin Razî'nin temsil ettiği kelamî zihniyetin vurgusunu artırır; özellikle mantık ile usul eğitimine ağırlık verir… İstanbul'un fethinden sonra yeniden yapılanan Osmanlı ilim zihniyeti Bursalı Kadı-zade'nin öğrencisi Ali Kuşçu'nun davet edilmesiyle yeni bir boyut kazanır… Kuşçu ve öğrencileri Osmanlı ilim zihniyetine Merağa ve Semerkant birikimini işlenmiş bir biçimde aktararak, riyazî hikmeti mevcut kelamî ve irfanî çizgiye kattılar. Klasik dönemin bu üçüncü aşaması Mirim Çelebi üzerinden devam eder ve Takiyüddin Nasr, pozitif bilimlerle ilgili çalışmaların İslam medeniyetinde zaten çok önemli yer tutmadığı görüşündedir: “…İslam medeniyeti açısından bu tür çalışmalar ve çeşitli makine türleri üzerinde yapılan araştırmalar, bilginin bütüncül sınıflandırmasında ikinci derecede ve yüzeysel bir rol oynamıştır.” S.H. Nasr, İslam’da Bilim ve Medeniyet, (Çev: Nabi Avcı, Kasım Turhan, Ahmet Ünal) İnsan Yay. İstanbul, 2011, s.126–127 4 İ. Fazlıoğlu, “Selçuklu Döneminde Anadolu’da Felsefe ve Bilim - Bir Giriş-“, Cogito, İstanbul 2001, Sayı 29, s.154 5 A. Sayılı, “Ortaçağ İslam Dünyasında İlmi Çalışma Temposundaki Ağırlaşmanın Bazı Temel Sebepleri (Avrupa İle Mukayese)”, DTCFFAE Dergisi, C.I, S.1 Ankara, 1963, s.35 3 2 Rasıd'da zirveye ulaşır. Takiyüddin Rasıd'ın ölümünden (1585) klasik dönemin sonuna kadar Osmanlı ilmî zihniyeti bu süreçte oluşan birikim içerisinde iş görür.”6 Kurumsal olarak bakıldığında ise Osmanlı eğitim sistemi sıbyan mektepleri ile medreselerden oluşmaktadır. Sıbyan kelime olarak çocuklar, sabiler anlamına gelmektedir. Bu mekteplerin hocasına muallim, yardımcısına da kalfa veya halife denilmiştir. Bu okullardaki hedef bir çocuğa okuma yazma öğretmek, İslam dininin kurallarını ve Kur’ânı ezberletmekti.7 Sıbyan mektepleri genellikle camilerin yanında, külliyelerin içerisinde veya müstakil yapı olarak kurulmuştur. Bunların maliyet ve mekân açısından çok fazla külfeti olmadığından hemen hemen her köy, mahalle ve semtte açılmıştır. Genelde beş yaşına ulaşmış çocuklar “âmin alayı” ve “bed’i besmele” adı verilen bir merasimle mektebe başlardı. Müslüman olan her aile çocuğunu bu mekteplere gönderebilirdi. Medrese eğitimi görmüş veya okuma yazma bilen imam, müezzin, kayyum vb. kişiler bu okullarda öğretmenlik yapardı.8 Fatih Sultan Mehmed, Eyüp ve Ayasofya medreselerinde sıbyan mektebi muallimi olacak öğrenciler için, genel medrese derslerinden farklı bir program öngörmüş ve Âdâb-ı Mubahase ve Usûl-i Tedrîs (Tartışma Kuralları ve Öğretim Yöntemleri) adında bir derse yer vermişti. Bu dersin müfredata konması bulunduğu çağ ve ileriki zamanlar için çok önemli bir yeniliktir. Fakat daha sonra bu program İ. Fazlıoğlu, “Osmanlı: Bilim ve Düşünce”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. XXIII, İstanbul 2007, s.551 7 B.Kodaman, Abdülhamid Devri Eğitim Sistemi, T.T.K. Yay., Ankara, 1999, s.57 8 Nazım Kuruca,” Osmanlı Devletinin Kuruluşundan Tanzimata Kadar Olan Dönemde Eğitim (12991839)”, Türk Eğitim Tarihi, (Edt: S. Arıbaş, M. Koçer), Lisans Yay, İstanbul 2008, s. 59. 6 3 bırakılmış ve sıbyan muallimleri medreselerde biraz okumuş ya da kendi kendine okuyup yazma öğrenmiş kişilerden, imamlardan veya müezzinlerden seçilmiştir.9 Sıbyan mektebinden sonra, merakı veya yeteneği olan çocuklar medreseye giderdi. İlk Osmanlı medresesini, Orhan Gazi 1330 yılında (H. 731) İznik’te yaptırmış ve ilk müderris olarak Şerefüddin Davud-i Kayseri’yi tayin etmiştir. Fatih Sultan Mehmed tarafından İstanbul’da Sahn-ı Semân ve Tetimme medreseleri yapıldıktan sonra Osmanlı sınırları içindeki medreseler yeni bir teşkîlâta kavuşmuştur.10 Kanûni Sultan Süleyman’ın inşâ ettirdiği Süleymaniye Külliyesi medrese-i evvel, sânî, sâlis ve râbi’ adlarıyla dört medrese, bir tıp medresesi ve dâr-üş-şifa’ ile dârül-hadîsten meydana gelmiştir. Böylece Osmanlı medreseleri, biri hukuk, ilahiyat ve edebiyat öğrenimi yapan Sahn-ı Seman, diğeri fen, tıp ilimlerinin öğretildiği Süleymaniye olmak üzere iki şubeye ayrılmıştır.11 Ancak XVI. yüzyılın sonlarından itibaren eğitim öğretimde hem sistem olarak hem de içerik olarak duraklama ve gerileme görülmeye başlanmıştır. Bu durum imparatorluktaki yönetime ve ekonomiye dair sıkıntılarla da bağlantılıdır elbette. Ekonomik sebeplerle çıkıp yıllarca devam eden ve medreseliler katıldığı için Suhte İsyanları denilen olaylar Anadolu’da medrese eğitiminin hem ne kadar sıkıntıda olduğunu göstermektedir hem de daha kötüye gidişe yol açmıştır. İstanbul’da ise farklı yaklaşımlara sahip ulema grupları ve tarikatlar arasında çekişmeler uzun süre F. Kaya Doğanay, Tanzimattan Cumhuriyete Rüşdiye Mektepleri, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Erzurum, 2011, s.6 10 İ.H. Uzunçarşılı; Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilâtı, T. T. K. Yay., Ankara 1988, s. 5 11 H.Ali Koçer; Türkiye’de Modern Eğitimin Doğuşu ve Gelişimi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970, s.12 9 4 devam etmiş12 ve pek çok şeyi bid’at sayan, felsefe ve pozitif ilimleri kötüleyen dini akımlar zaman zaman etkili olmuş ve bu durum elbette medreselerdeki eğitimin içeriğini de etkilemiştir. İmparatorluğun son dönemlerine gelindiğinde “Şer’i ilimlere başlangıç teşkil eden Arap dili, Fıkıh, ve Kelam gibi bazı ilimler okutulmakta idi. İslami ilimlerin ileri gelen bir branşı olan Tefsir ve Hadis bile artık medreselerde ders programlarına konmadığı gibi, riyaziyat (matematik) ve tabiiyat (tabii ilimler) gibi ilimlerin adları bile unutulmuştu”.13 Ayrıca medreselerin çalışmalarına, özelliklede bilgi üretimlerine baktığımızda, karşımıza çıkan tablo da hiç de iç açıcı değildir. “Osmanlı ulemâsının ortaya koyduğu muhtelif eserleri gözden geçirdiğimizde, birbirinin tekrârı niteliğinde yüzlerce ibare ile karşılaşırız. Dikkatlice bakıldığında, söz konusu ibârelerin koyu bir gelenekçiliği, nakilciliği ve ulemâ-i kadîm olarak vasıflandırılan geçmiş bir otoriteye bağlılığı yansıttığı görülür... Bu durum, ulemâ tarafından yapılan ilim tasniflerinde bile kendisini gösterir: Üzerinde çalışılması, öğrenilmesi ve öğretilmesi tavsiye olunan ilimlerin ulemâ-i kadîm tarafından yazılan ve kitaplara geçirilen ilimler olması bu bakımdan ilgi çekicidir. Diğer bir deyişle ilim, bilgi (mâlumat) edinmekle sınırlı tutulmuş; araştırma ve yeni bilgiler üretme yolu mühim ölçüde kapatılmıştır denilebilir. Öte yandan, söz konusu ilimlerin kısa bir sürede uygulanabilme niteliği bulunmasının öngörülmesi, başka bir ifâdeyle, bütün ilmi cehdin faydaya müstenit hâle getirilmesi ve kendisini ulûm-ı nâfi’a (faydalı ilimler) tâbirinde açığa vurması, ulemânın hayat hikâyelerinin verilişi sırasında kullanılan ibârelerle de tam bir uyum içindedir…Fâtih medreselerinin kuruluşundan Kâtip Çelebi; Mizanu’l Hak fi İhtiyaru’l Ehakk, Çev: S.Uludağ, M. Kara, Marifet Yayınları, İstanbul, 2001 s.139 13 A.g.e., s.13 12 5 (875/1470), XVII. yüzyılın başlarına, yâni Sultan I. Ahmed’in tahta geçliği târihe (1603) kadar olan süre içerisinde, Sahn’da müderrislik ettikleri tesbit olunan 290 ilim adamının, irili ufaklı 520 eser yazdıkları; bunların 189 (% 36.3)’unun te’lîf ve geriye kalanların şerh, hâşiye, hâmiş, ta’lîkât, tasnîf ve tercüme niteliği taşıyan eserler oldukları; aynı dönemde zikredilen 290 ulemâ içerisinden ancak 118 (% 40.7)’inin, deyim yerindeyse, kalem kullandığı anlaşılmaktadır. Aynı şekilde, XVII. yüzyılda Sahn’da müderrislik etmiş olan 648 âlimden sâdece 60 (% 9,3)ı kalem oynatacak ve irili ufaklı yekûn 118 eser verecektir. Bu miktarın 32 (% 27,1)’si te’lîf, 86 (% 72,9)’sı ise şerh, haşiye, hamiş, ta’lîkât, kelimât, tasnif ve tercüme üründedir. Kezâ, XVIII. yüzyılda, 30 yıllık bir süre içerisinde ise, 253 Sahn müderrisi arasından 16 (% 6.3)’sının irili ufaklı yekûn 27 eser verdiği görülmektedir. Bunun 11 (% 40,7)’i te’lîf, 16 (% 59,3)’sı ise telif olmayan eserlerden oluşmaktaydı.”14 Medreselerde dini ilimlere ilişkin bilgi üretiminin bile az olması bizce bu kurumların İslam medeniyetinin şekillenmesinden sonra ortaya çıkmış olmasından kaynaklanmaktadır. Avrupa’daki üniversiteler rönesanstan önce kurulmuş ve bilimsel ve kültürel gelişmeyle başından itibaren iç içe olmuşlar, hatta yön vermişlerdir. Medreseler ise, İslam dünyasında pek çok alanda büyük gelişmeler yaşandıktan sonra ortaya çıkmış ve bu yüzden mevcut bilgiyi aktarmak görevini üstlenmişlerdir. Hatta mezhep çekişmeleri ve siyasi sebepler yüzünden bu aktarım bile sınırlı olmuştur. Ayrıca medreselerin kurulmasındaki bir amaç da devlete nitelikli eleman yetiştirmektir. Şüphesiz kendi yetenekleri sayesinde yeni ürünler veren kişiler de yetişmiştir medreselerden, ancak İslam dünyasındaki bilimsel faaliyetin amacı esas olarak F. Unan; “Osmanlı Medreselerinin İlmî Performansı Üzerine Bazı Düşünceler”, Türk ve İslâm Dünyasında Bilim ve Teknoloji Sempozyumu, 3–5 Haziran 1994, Türkiye Günlüğü sayı:30, (EylülEkim 1994) İstanbul, s.54 14 6 maarifetullaha ulaşmak ve ahiret saadetini elde etmek olduğundan önemli bir farklılık oluşmamıştır. Osmanlı devletinde bilim ve felsefeye önem verilip verilmediği konusunda birbirine zıt görüşler ileri sürülmektedir. Altı yüz yıl süren bir dönemde elbette farklı dönemler ve iniş çıkışlar olmuştur. Örneğin, Fatih Sultan Mehmet’in, İstanbul’u fethinden sonra medreseler yaptırarak dönemin en ünlü âlimlerini İstanbul’a toplaması ve “din ve felsefe arasındaki ilişkiyi bilimsel manada analiz etmek ve problemi çözmek amacıyla Hocazade olarak üne kavuşmuş olan Muslihiddin Mustafa (ö.1488) ile Alaaddin Tusî (ö.1455)’ye birer eser yazmalarını emrederek bilimsel tartışmalara zemin hazırlaması”15 felsefe ve bilime hem büyük destek verildiğini hem de özgürlük sağlandığını göstermektedir. Bundan yaklaşık iki yüzyıl sonra ise Kâtip Çelebi’nin eğitimde felsefe ve pozitif bilimlerin dışlandığından şikâyetçi olduğunu görüyoruz. “Felsefe ilimleri diyerek onları kötüleme illetine müptela olarak yeri göğü bilmez bir cahil iken alim geçindiler. Yer ve göklerin melekûtuna bakmadılar mı? (Araf Suresi 185) tehdidi kulaklarına girmeyip, arza ve semalara bakmayı sığır gibi gözle bakmak sandılar…. Sultan Fatih Mehmet Han Medaris-i Semaniyeyi bina edip… Tecrid Haşiyesi ve Mevakıf Şerhi derslerini tayin etti. Sonra gelenler bu dersler felsefiyattır diyerek kaldırdılar… böylece Rum diyarında ilim pazarına kesat girdi… Kürt diyarında kıyıda köşede yer yer usul ve kanun üzere ders gören talebelerin müptedileri Rum’a gelerek muazzam bir şekilde tafra satar oldular.” 16 Kâtip Çelebi, bu eserinin ilerleyen kısımlarında da cebir ve geometri bilmeyen kadıların bazı davalarda yanlış kararlar verdiğini belirterek bu bilgisizliğin haksızlıklara da yol açabildiğini Toksöz, Hatice; “Osmanlı’nın Klasik Döneminde Felsefe ve Değeri”, Değerler Eğitimi Dergisi, C.V, S.13 s.133 16 Kâtip Çelebi, a.g.e. s.42 15 7 vurgulamaya çalışarak, din adına yapılan bazı şeylerin cahilce ve dinen de uygunsuz olduğunu belirtmektedir. Kâtip Çelebi’nin şikâyet ettiği bu zihniyeti 18. yüzyıl başında da görmekteyiz: “Petervaradin’de şehit düşen (1716) Sadrazam Damat Ali Paşa’nın yalnız katalogu 4 cilt tutan kitaplarının müsaderesi için çıkan irade üzerine, bunlar arasında bulunan felsefe, tarih ve astronomi kitaplarının kütüphanelere vakfı caiz olamayacağına dair şeyhülislam Ebu İshak İsmail Efendi’nin fetva verdiğini görüyoruz. Bu bize gösteriyor ki felsefe, astronomi hatta tarihe ait eserleri makbul ve muteber tutmak şöyle dursun, onların genel bir kütüphaneye vakfına bile razı olmayan bir zihniyet, XVIII. Yüzyıl başında hala yaşıyordu.”17 18. yüzyılın ilk yarısında yaşanan şu olay da bu dönemde Osmanlı medreselerindeki bilimsel zihniyeti göstermesi bakımından önemlidir: “Fransa elçisi Marquis de Villeneuve’ün İstanbul’da bulunduğu sırada (1728-1741), reis’ül-küttab Mustafa Efendiden rica etmesi üzerine, bu zatın damadının hocası olan biri tarafından Kevaik-i seb’a adıyla, Fransa elçisine Türkiye’de öğretim usulüne ve okutulan ilimlere dair bilgi vermek maksadıyla yazılmıştır. Yazar,… İslam’da ilmin kısa bir tarihini yaptıktan sonra, ilimleri üçe ayırıyor: Faydalı ilimler, ne faydası ne zararı olan ilimler, zararlı ilimler. Birinci kısımda akait, fıkıh, Arap dil ve edebiyatı, mantık, matematik, astronomi, anatomi ve tıp; ikinci kısımda şiir ve edebiyat, üçüncü kısımdaysa felsefe, sihir ve astroloji ilmi vardır.”18 Biz yinede bu alıntılar değerlendirilirken farklı bakış açısına sahip olmamız gerektiği kanısındayız. Çünkü o dönemin düşünsel yapısı farklı olduğundan yapılan çalışmalar da farklıdır: “Osmanlı düşünce geleneği içinde felsefe algısını, kelâm ve 17 18 A. A. Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1982, s.159 A.g.e. s.176 8 tasavvufla birlikte değerlendirip, Osmanlı düşünürlerinin felsefeye ait görüşlerini, felsefî nitelikli eserlerin yanı sıra kelâm ve tasavvuf bilimlerine ait eserlerde aramak gerekir.”19 Osmanlı bilim ve eğitim tarihine baktığımızda felsefeye olumsuz bir bakış hâkimmiş gibi görünse de uygulamada bunun tersi durumlar da vardır. Dini ilimlerde felsefe ve mantık geniş bir şekilde kullanılmıştır. XVI. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan ve XVII. yüzyılda dönem dönem etkili olan selefi akımlar tamamen felsefe ve pozitif bilimler aleyhine görüşler belirtmişse de kalıcı bir etkileri olmamıştır. Şunu da belirtmek gerekir ki Osmanlı yöneticileri ve uleması Avrupa’da yaşanan gelişmelerden elbette haberdardır. Henüz 14. yüzyılda İbn-i Haldun’un fark ettiği20 gelişmeyi, Avrupa ile çok çeşitli ilişkileri olan bir devletin fark etmemesi mümkün değildir. “Avrupa ile ilmî ilişkiler, başta askerî teknoloji, haritacılık, coğrafya, tıp, astronomi ve matematik gibi ilim dallarında her zaman sürekliliğini korumuştur.”21 Hatta Avrupa’dan gelen bilgilerin daha doğru olduğu düşünüldüğünde de komplekse kapılmadan bu bilgi kullanılmıştır. Örneğin; “…Osmanlı astronomları Avrupalı pek çok astronomun ziçlerini Türkçeye çevirmeye başladı ve Osmanlı devletinde takvimler artık bu yeni ziçlere göre hazırlandı.”22 Fakat bilim ve bilgi anlayışındaki farklılık sebebiyle Avrupa’da yaşanan gelişmelere, özellikle de temel bilimler alanlarındaki gelişmelere fazla ilgi 19 ,Toksöz, a.g.m. s.129 İbn-i Haldun Mukaddime’sinde, ‘Akli ilimler ve kısımları’ başlıklı bölümde, bu ilimleri saydıktan ve İslam dünyasında bu ilimlerin durumundan bahsettikten sonra şöyle der: “Bundan başka Roma’da ve Akdeniz’in kuzey sahillerindeki Frenk yurtlarında bu ilimlerin revaçta, iz ve eserlerinin yenilenmekte ve bu ilimlerin öğretildiği dershanelerin, bunlara dair yazılan kitapların ve talebe sayısının çok olduğunu işittim. Oradaki halleri Tanrı bilir.” Mukaddime (Çev: Z.Kadiri UGAN), MEB Basımevi, İstanbul, 1989,C.II, s.574, 21 İ. Fazlıoğlu, Osmanlı: Bilim ve Düşünce. s.550 22 A.g.m. s.554 20 9 gösterilmemiştir. Bunda elbette Osmanlı devletinin askeri, siyasi ve ekonomik üstünlüğünün sebep olduğu özgüvenin etkisi de göz ardı edilemez. Avrupa’nın pek çok konuda üstün olduğunun belirginleştiği 18. yüzyılın başlarından itibaren ilmi zihniyette de değişimler başlamıştır diyebiliriz. Ancak bu değişim medrese dışında olmuş ve gelişmiştir. Hatta medreseler eski usullerin ve zihniyetin korunduğu kurumlar olarak kalmıştır. Osmanlı devletinde 18. yüzyılda başlayan bilimsel zihniyette değişimin ilk örnekleri Lale Devri olarak bilinen 1718–1730 yılları arasında, Damat İbrahim Paşa’nın sadrazam olarak görev yaptığı dönemde, yaşanmıştır. Lale Devri Osmanlılar için parlak bir devr-i intibah, Avrupa medeniyetinin esaslı bir surette şarkta intişarı için ilk safhayı teşkil eylemiştir.23 Çünkü Osmanlı yöneticileri ilk kez bu dönemde Avrupa’da neler olup bittiğini anlamaya çalışmışlardır. Bu dönemde Paris’e elçi olarak gönderilen Yirmi Sekiz Çelebi Mehmet’e“vesait-i umran ve maarifine dahi layıkıyle kesb-i ıttıla ederek kabil-i tatbik olanlarının takriri” emredilmiştir. 24 Ancak bu, yönetici kesimin yaklaşımıdır. İlmiye alanında ise Avrupa’ya açılma daha sonraki aşamadır. Lale devrinde bilimsel manada yapılan en önemli girişim şüphesiz tercüme heyetleri oluşturularak bazı eserlerin tercüme edilmesidir. Bunlardan birincisi; “Müneccimbaşı Şeyh Ahmed b. Lütfullah el-Mevlevi’nin Sahaif’ül-Ahbar fi Vekayi’ül Âsâr (Cami’üd-Düvel) adlı Hz. Âdem’den başlayarak1673 yılına kadar cereyan eden hadiseleri nakleden Arapça eseridir. Bu eseri ünlü şair Nedim 10 yıl çalışarak tercüme etmiştir.”25 İkinci olarak “Aristoteles’in sekiz bölümlük Phisyca E.Z. Karal, “Tanzimat’tan Evvel Garplılaşma Hareketleri (1718 – 1839)”, Tanzimat I, Maarif Matbaası, İstanbul, 1940, s.15 24 A.g.m. s.19 25 T. Kayaoğlu, Türkiye’de Tercüme Müesseseleri, Kitabevi yay, İstanbul, 1998, s.31-32 23 10 adlı kitabının ilk üç bölümü şerhi ile birlikte, son beş bölümü ise özet olarak Grekçeden Arapçaya tercüme edilmiştir. Bu çalışmayı Yanyalı Esad Efendi ve sayısı tam bilinmeyen bir heyet gerçekleştirmiştir…Bu tercümede İslam dünyasında ilk defa Albertus Magnus, Scotus Erigena ve St. Thomas Aquinas gibi Aristo müelliflerinden bahsedilmiştir.”26 Bu dönemde tercümesi yapılan üçüncü eser: “İmam Ayni olarak bilinen ebu Muhammed Bedreddin Muhammed b. Ahmed b. Musa b. Ahmed el Aynî’nin genel dünya tarihine dair 24 ciltlik İkd’ül Cuman fi Tarih-i Ehl’üz Zaman adlı eseridir. İnsanlığın yaratılışından 1446 senesine kadarki olaylardan bahseden bu eserin tercümesi için 30’dan fazla kişi görevlendirilmiştir.”27 “Aynî tarihinin tercümesinin bitirilmesinin hemen ardından Farsça bilen şahıslardan bir heyet oluşturularak Gıyaseddin Handmir Muhammed bin Hamidüddin Mirhond’un Habib’üs Siyer fi Ahbar-i Efrad’ül Beşer isimli tarih eseri de kısa sürede tercüme edilmiştir.”28 “İskender Bey Münşi’nin Farsça Tarih-i âlem-ârâ-yı Abbasi adlı eseri 1729’da İbrahim Paşa’nın emriyle Mehmed Nebih tarafından Tercüme-i Tarih-i âlem-ârâ-yı Abbasi adıyla Türkçeye kazandırılmıştır.”29 Sadece dört tarih kitabı ile bir fizik kitabı tercüme edilmiş olsa da, geçmişten farklı olarak bizzat devlet adamlarının isteği ve desteğiyle yapılan bu girişim oldukça önemlidir. Lale Devri, bir isyanla sona ermesi ve sonrasında bir süre kayda değer bir yenilik girişiminde bulunulmaması sebebiyle, bir parantez gibi görünse de, bilimsel zihniyetteki değişim kalıcı olmuştur. 18. yüzyılda Osmanlı ilmiye çevrelerinde 26 A.g.e. s.33-34 A.g.e. s.34-35 28 A.g.e. s.38 29 M. İpşirli, “Lale Devrinde Teşkil Edilen Tercüme Heyetine Dair Bazı Gözlemler”, OİMC-1. Milli Türk Bilim Tarihi Sempozyumu-3/5 Nisan 1987, İstanbul -1987, s.34 27 11 bireysel olarak kelam, felsefe, tıp, fizik, astronomi ve matematik alanlarında da yeni çalışmalar görülmeye başlamıştır. İhsan Fazlıoğlu bunalım ve arayış dönemi olarak isimlendirdiği bu dönemin bilimsel zihniyetini şöyle özetler: “. Bu arayışın en önemli nedeni hiç şüphesiz Batı Avrupa'dan gelen bilgide nicel artış ve bu artışın yarattığı nitel değişimlerdir. Arayışa çıkan Osman bilginleri ilk defa sistemli olarak klasik paradigmanın dışına, İbn Sina ile İbn Heysem ötesine geçerler ve kendi kadim köklerindeki eser ve fikirleri gündemlerine alırlar. Batı Avrupa kökenli bilgiler dışında, Sokrates öncesi felsefe, Platon, Aristoteles, Helenistik dönem felsefesi, Farabî, İbn Rüşd gibi filozoflar ile İskenderiye dönemi riyazî hikmete ilişkin eserler bu dönemin düşünürlerinin üzerinde en çok durduğu konulardır.”30 Yaşanan bu değişim dönemine ilişkin araştırmacıların eser telifine ilişkin bulguları da şöyledir: “Osmanlı ilmî hayatı XVIII. yüzyılda çökmemiş, tersine atılım içerisine girmiştir: (Matematik: XVI. yüzyılda 81-XVII. yüzyılda 70-XVIII. yüzyılda 121; Astronomi: XVI. yüzyılda 100, XVII. yüzyılda 82, XVIII. yüzyılda 112; Coğrafya: XVI. yüzyılda 42-XVII. yüzyılda 24-XVIII. yüzyılda 47; Doğa Felsefesi: XVI. yüzyılda 61-XVII. yüzyılda 108-XVIII. yüzyılda 70 eser kaleme alınmıştır.31 Bu yüzyılda yazılan eserlerin en önemlilerinden biri Erzurumlu İbrahim Hakkı tarafından kaleme alınan ve Osmanlı döneminde ansiklopedik tarzda yazılmış son önemli eser kabul edilen ‘Marifetname’dir. Bu eseri bizce önemli kılan iki yönü vardır. Birincisi; yazarı tasavvuf geleneğinden gelmektedir ve pozitif bilimleri teşvik ederek batıdan gelen bilgileri kullanmakta sakınca görmemektedir. Hatta buna karşı İ Fazlıoğlu; a.g.m. s.552 İ. Fazlıoğlu, “Kurtuluşun İki Yüzü: Hakikat ve Siyaset”, Panel: 350. Ölüm Yıldönümünde Kâtip Çelebi, 17 Kasım 2007 İstanbul 30 31 12 çıkabilecek din adamlarının cahil kişiler olduğunu belirtmektedir. Yazar, bilimsel keşiflerin dinle çelişmeyeceğine inanmakta, hatta insan ve evren hakkında yeni şeyler öğrendikçe inancın güçleneceğini savunmaktadır. İslam tarihinin ilk dönemlerindeki, yaratılmışları inceleyerek Yaratıcıyı tanıma anlayışını diriltmeyi amaçlamıştır. Kitabın ikinci önemli yönü ise, Avrupa’dan gelen yeni bilgiler karşısındaki tavırdır. Kitabın ilk bölümlerinde dünyanın sabit olup, güneşin dünya etrafında döndüğü şeklindeki eski bilgiler yer alırken, ilerleyen kısımda Avrupa’da yapılan yeni astronomik keşiflerden bahsedilerek dünyanın güneş etrafında döndüğünün tespit edildiğini belirten yazar; “O halde dış yüzünün şekli henüz belli olmayan, büyük ve geniş hacimli Felek-i azamın ve içindeki feleklerin, bunlara göre bir nokta büyüklükte olan Yer küresinin etrafında dolanmalarından, küre şeklinde olup hareket etmeğe dönmeğe daha müsait olan küçük hacimli Yer küresinin, büyük hacimli Güneş etrafında senede bir kere dolanması çok daha kolay ve hakikate daha uygun gelip akl-ı selime yakın olmaktadır”32 demektedir. Dünyanın sabit olmayıp, güneş etrafında döndüğünün anlaşılmasının Avrupa’da meydana getirdiği dini ve bilimsel tartışmaların ne kadar büyük olduğu düşünüldüğünde, yazarıın bu rahat ve hatta önemsemez tavrı dikkat çekicidir. Avrupa’daki bazı bilimsel gelişmelerin uzun süre Osmanlı ve İslam dünyasında fazla ilgi görmemesinin sebebi buradan anlaşılabilir. İster güneş dünyanın etrafında dönsün, ister dünya güneşin etrafında; her iki durum da bir Müslüman için bunların Allah tarafından yaratıldığı ve hareket ettirildiği inancını 32 İbrahim Hakkı; Marifetname, Sadeleştiren: Faruk Meyan, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1975 s.222 13 değiştirmeyen arızi bilgilerdir. Dolayısıyla, Avrupa’da ortaya çıkan yeni bilgiler, ilahi hakikatlere ilişkin olmadığından, İslam dünyasında ilgi görmemiştir. Sonuçta 18. yüzyılda yaşanan bu arayış yeni bir senteze ulaşamamış, ülkenin içinde bulunduğu şartlar ve acil ihtiyaçlar sebebiyle Batı üstünlüğünün kabul edilmesi ve oradan bilgi ve teknoloji alınmaya başlamasıyla sonuçlanmıştır. Böylece Batı bilim ve teknolojisi askeri ihtiyaçlar sebebiyle Osmanlı ülkesine resmi kanalla ve hızla akmaya başlamıştır. Kabakçı Mustafa isyanı ve sonrasında reformlar hız kesmiş gibi görünse de Avrupa bilgisinin ülkeye girişi devam etmiştir. Bu süreçte, Osmanlı İmparatorluğunda eskiden beri var olan konaklarda özel eğitim uygulaması içerisinde de Batı bilgisinin ülkeye girdiğini ve bazı önde gelen kişilerin bu konuda faaliyetlerde bulunduğunu görmekteyiz. Bunlardan en bilineni, Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi denilen ulema grubunun çalışmalarıdır. Bilindiği kadarıyla Melekpaşazade Abdülkadir Bey, İsmail Ferruh Efendi, Şanizade Ataullah Efendi, Kethüdazade Mehmet Arif Efendi ve Süleyman Fehim Efendi gibi çoğunlukla medrese mezunu olan ancak Avrupa’yı da bilen kişilerden oluşan bir grup âlim haftada iki gün toplanırlardı.33 “Topluluk üyeleri haftada bir gün edebi konularda tartışma yapmak üzere toplanırlardı…Haftanın diğer günü de ders okutmak için ayrılırdı.”34 Bu derslerde modern bilimlerin de öğretilmesi ve bu konakta ders gören pek çok öğrencinin daha sonra devlet yönetiminde üst düzey mevkilere yükselmiş olması bu faaliyeti önemli hale getirmektedir. Cemiyet üyelerinden Kethüdazade Mehmet Arif Efendi hakkında yazılan bir kitaba bakıldığında, bu şahsın bilim konusunda sentezci yaklaşımın ilk örneklerinden E. İhsanoğlu, “XIX. Asrın başlarında –Tanzimat Öncesi- Kültür ve Eğitim Hayatı ve Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi Olarak Bilinen Ulema Grubunun Buradaki Yeri”, (Haz.: Ekmeleddin İhsanoğlu), OİMC-1. Milli Türk Bilim Tarihi Sempozyumu-3/5 Nisan 1987, İstanbul -1987, s.58-59 34 A. Karaçavuş, Tanzimat Dönemi Osmanlı Bilim Cemiyetleri, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 2006, s.56 33 14 olduğunu söyleyebiliriz. “Bizim muradımız evlad ve ahfadımıza sanâyi kabilinden olarak elsine-i ecnebiyeyi öğretmektir. Yoksa ayin-i nasraniyeyi öğretmek değildir…Ne kadar fabrikalar, vapurlar, makine ve çarklar varsa hep bu ilimle(cer-i eskal-ağırlık bilimi) olur, Frenkler hem ilmini okurlar hem ameliyatını icra ve tecrübe ederler. Hükümetleri tecrübe sahiplerine yardım ederler; paralarını sefahate sarf etmezler. Ameliyatı tecrübe-i alat ile olur, alat da para ile olur. Biz de ilim okunsa da ameliyat kalır, kimse vazife edinmez….. Böyle iyi işleri iptida padişahımız ele almalı, alt tarafı ona bakar. Frengistan böyle ilerledi…” 35 Bu ifadeleriyle Kethüdazade, bilim ve bilginin teknolojiye uyarlanması gerektiği konusunda fikirleri olan ve Sanayi Devrimini doğru analiz eden ilk Osmanlı aydınlarından olduğunu göstermektedir. Ancak ülkede eğitimin genel durumu oldukça kötüdür ve hem toplum hem de yöneticiler eğitime ve bilime yeterince önem vermemektedir. 1824 yılında II. Mahmut’un yayınladığı ve ilköğretimi zorunlu hale getiren ferman36 eğitim tarihimiz açısından önemli bir yenilik olarak kabul edilmektedir. M. Cevad, bu fermandan bahsederken ülkede eğitimin genel durumu hakkında şöyle demektedir; “Görülüyor ki o zamanlarda ahali çocuklarını mahalle mekteplerine bile göndermeye mütemayil değilmiş. Mahalle mekteplerinde ise; hoca yahut imam efendi tarafından hece, Kuran ve yazı karalaması taliminden sonra bazı imam ve müezzin çocukları hıfza çalışmak gibi ibtidaiyattan başka hiçbir şey öğretilmezdi. Kaleme girecek olanlar oniki-onüç yaşlarında devama başlar ve birçok zaman çıraklık ederdi. H. Hatemi, Y.Işıl; Bir Bilim Dili Mücadelesi ve Tanzimat, İşaret Yayınları, İstanbul, 1989 s..22 Aslında geçmişte de benzer örnekleri olan ve çocuklara dini eğitim verilmesi gerektiği konusundadır ve esas olarak eski zihniyetin bir örneğidir. Fermanın bir örneği için bk: M.Cevad, a.g.e. s.1-2 35 36 15 Ashab-ı yesarın evladı hususi muallimlerden ders alır, bu da Arabî, Farsi ve biraz da şiir ve inşadan öteye gitmezdi. Fevkalade zekâya malik bazı gençlerin ictihad-ı zatiyeleriyle erbab-ı kemale intisap ve tahsil-i uluma sa’y ve gayret etmeleri ahval-i istisnaiyeden olup böyle çıraklık ile yetişebilen insanlar meyanında nücum, hendese, tıp, hat ve musiki gibi ulum ve fünuna müntesip olanlar dahi bulunurdu. Bir de rical-i devletin menşe-i kadimi olan Enderun-ı Hümayunda ders okunur ve bazı edeba ve ashab-ı malumat yetiştirilirdi. Bundan fazla tahsil medaris-i kadimeye münhasır olarak bab-ı meşihatte müteşekkil ders vekâleti tarafından idare olunurdu. Devlet-i Osmaniye’de kadim maarif nezareti işte bu ders vekâletidir. Geçen asırdaki maarifsizliğin derecesini anlamak için Tarih-i Lütfî’nin üçüncü cildinde ve 1245 senesi vekayi meyanında muharrer olup aynen naklolunan fıkra-yı âtiyeye bakınız: “tefyiz edecek ketebe ulum-ı arabiye ve farsiyeden behredar olmadıkça tahsil-i fen kitabet edemeyeceği bedihesiyle bundan akdem bab-ı defteri ketebesine Hoca Pertev Efendi müderris tayin olunduğu misüllü Bab-ı Ali şakirdan-ı aklamına şair-i meşhur Aynî Efendi hoca nasb olundu.”37 II. Mahmud’un fermanı eğitim tarihimiz açısından önemli sayılsa da, o sırada Padişah, muhtemelen ulemanın desteğini kazanmak için bu fermanı yayınlamıştır. Zira gerçek manada eğitim ve bilimde batılılaşma girişimleri ancak Yeniçeri ocağının kapatılmasından sonra başlayabilmiştir. Bu değişimle ilgili şunu da belirtmek gerekir; “Osmanlılar ilk elde, matematik-mekanik-deneysel yeni doğa felsefesinin kendisiyle değil de yarattığı sanayi devrimi ve sonuçlarıyla muhatap oldular. Grek ve klasik İslam medeniyetinde kökenlerini bulan ortak zihniyete rağmen, yeni doğa felsefesi ve bilimle merak değil 37 M. Cevad, a.g.e. s.3-4 16 kaygı sâikıyla ve hakikat arayışının değil siyaset'in pragmatik amaçları doğrultusunda ilişki kurdular.”38 Bu sebeple Osmanlı devleti, Batı’nın teknolojik düzeyine bir an önce ulaşmak ve ordunun ihtiyacı olan elemanları yetiştirmek için uygulamalı bilimler eğitimine başlamış, temel bilimler konusunda ise fark büyük ölçüde devam etmiştir. 38 İ. Fazlıoğlu, Osmanlı: Bilim ve Düşünce, s.555 17 I. BÖLÜM OSMANLI DEVLETİNDE EĞİTİMDE MODERNLEŞME I. BÖLÜM OSMANLI DEVLETİNDE EĞİTİMDE MODERNLEŞME Osmanlı tarihinde modernleşme çabaları 18. yüzyılda, askeri alandaki başarısızlıkların açıkça görülmesiyle başlamıştır. Dolayısıyla da askeri alanda bir şeyler yapılmaya çalışılmıştır. Yüzyılın ilk yarısındaki sonuçsuz kalan bazı girişimlerden sonra, 1775 yılında, Mühendishane adıyla teknik eğitim görmüş subaylar yetiştirmek için yeni bir okul kurulması askerliğin yanı sıra eğitimde de modernleşmenin ilk adımı kabul edilir. 1.1 Mühendishane-i Bahrî-i Hümayun Açılış tarihi H.1187 / M.1773 olarak kabul edilmekle beraber Mühendishanei Bahri-i Hümayun'un açılışı, Fransız arşiv belgelerine göre, 29 Nisan 1775 tarihindedir. Baron de Tott'un imtihandan geçirerek seçtiği ilk öğrenciler genelde iptidai riyaziye bilgisine sahip eski kaptanlardan, bunların veya yüksek rütbeli bazı memurların çocuklarından oluşuyordu. Gerekli bazı kitaplar ve aletler Paris'ten getirtilmişti. İlk aylarında Fransız hocalarından Gilles Jean- Marie Brazzer de Kermovan tarafından matematik ağırlıklı bir eğitim verilmekte olan okulda kısa bir zaman sonra devletin eğitilmiş denizcilere olan ihtiyacından dolayı ve Cezayirli Gazi Hasan Paşa'nın da isteğiyle ders müfredatında deniz mühendisliği, hendese ve coğrafya bilimlerine ağırlık verilecek şekilde değişiklik yapıldı. 39 H.1190 / M.1776 yılı başlarında okulun nizamnamesi hazırlanarak yürürlüğe konuldu. Mühendishane-i Bahri-i Hümayun 1781 yılında Mühendishane-i Tersane-i Amire adıyla anılmaya başlandı ve 1784'te Halil Hamid Paşa'nın sadareti esnasında yeniden düzenlendi. Bu vesile ile ders programları da yeniden ele alındı, eğitim Mustafa Kaçar, Osmanlı Devleti'nde Bilim ve Eğitim Anlayışındaki Değişmeler ve Mühendishanelerin Kuruluşu (Yayınlanmamış Doktora Tezi). İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1996, s.97-98 39 18 kadrosu Fransa'dan getirtilen Lafitte- Ciave ve Monnier gibi mühendislerle takviye edildi. Ancak bunlar arasında tersane ile ilgili olmayan karacı kale mühendisleri de vardı. Bunlar o dönemde başka modern okul ve öğrenci olmadığından burada istihdam edilmiştir.40 Avrupa'daki gibi gemi inşa edilerek bir donanma oluşturulmasına öncelik verilmeye başlanınca, 1793'te, gemi yapımı sahasında hizmet verecek ve usta mimar mühendisler yetiştirmek üzere başta Jacques Balthasard le Brunn olmak üzere bazı Fransız mühendisler hizmete alınmıştır. İleride hoca ve gemi yapım mühendisi olarak hizmet verecek olan Büyük Seyyid Mustafa ve Ahmed Hoca, J. B. le Brunn tarafından yetiştirilmiş ve yabancı mühendislerin memleketlerine dönmeleri halinde işlerin yürütülmesi bir dereceye kadar temin edilmiştir.41 1797'de Mühendishane-i Bahri'deki dersler dört ana grup halinde tanzim edilmiş olarak sürdürülmekteydi: Harita ve coğrafya. seyr-i sefain, gemi inşası, istihkâm ve kıla' hendesesi. Nihayet 1797'de kalyon inşası ve derya fenleri Mühendishane-i Bahri'ye, istihkam ve hendese üzere kale inşası ve kara askerliğiyle ilgili savaş bilimlerinin öğretilmesi Mühendishane-i Berri'ye tahsis edilerek iki mühendishanenin eğitimi ve hoca kadrosu birbirinden ayrılmıştır42. Hocalarının maaş durumundaki yetersizlik yüzünden Mühendishane-i Bahri'deki eğitimin durma noktasına geldiği ve özellikle Nizam-ı Cedid devrinin sona ermesiyle (1807) başlayan yeni dönemde tamamen ihmal edildiği görülmektedir. O.N.Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, C.I-II, Eser Matbaası, İstanbul, 1977, s.317 K. Beydilli, “Mühendishane-i Bahri Hümayun”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.31, ss.514-516, s.515 42 K. Beydilli, Türk Bilim ve Matbaacılık Tarihinde Mühendishane, Mühendishane Matbaası ve Kütüphanesi, 1776-1826,Eren Yayıncılık, İstanbul, 1995, s.33 40 41 19 Mühendishanede geniş bir düzenlemeye gidilmesi, mevcut hoca ve talebelerin mali durumunun iyileştirilmesi ve dolayısıyla başka işlerle uğraşmalarının önlenmesi, daha yüksek maaş verilen Mühendishane-i Berri'ye geçmeye çalışmalarına engel olunması için öncelikle maaşlarının yükseltilmesi hususu gündeme getirilmiştir. Yeniçeri Ocağı'nın ilgasından sonra askeri kurumlardaki yeniden yapılanma aşamasında Mühendishane-i Bahri-i Hümayun 1830'da Heybeliada'ya nakledilmiş, 1838'de Tersane'de Paşa Konağı'nın bulunduğu tepe üzerine inşa edilen bir binaya taşınmıştır. Bu dönemde de kayıtlı kırk talebesine rağmen bunların ancak yarısının derslere devam ettiğinden ve hala eğitimin yetersizliğinden şikâyet edilen okul 1846'da kalıcı olarak tekrar Heybeliada'ya taşınmıştır. Mühendishane-i Bahrî bugünkü Deniz Harp Okulu'nun nüvesini teşkil etmektedir. 1.2 Mühendishane-i Berrî-i Hümayun III. Selim devrinde yeniden yapılanmanın en önemli kurumlarından biri olarak H.1210 / M.1795'de Hasköy'de açılmıştır. Kuruluş sebebi Nizam-ı Cedid ordusunun teşkil edilmesiyle bağlantılıdır. İlk dönemiyle ilgili belgelerde Fünun-i Harbiyye Talimhanesi, Mekteb-i Fünun-i Harbiyye veya Mühendishane-i Sultani gibi isimlerle, ardından da Mühendishane-i Berrî(-i Hümayun) olarak anılmıştır. Mühendishane-i Bahri'de olduğu gibi bu mektepte yabancı hocalar istihdam edilmemiştir. Ancak kanunnamesine göre hocaların yabancı dil bilmesi ve kitap yazması zorunludur.43 Riyaziye ve hendese ağırlıklı olarak verilen dersler, okulun idareciliğini ve baş hocalığını uzun yıllar üstlenen geometri ve cebir hocası Abdurrahman Efendi başkanlığında Türk hocaları tarafından yürütülmüştür. Öğretim E. Dölen, “Mühendislik Eğitimi”, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yay. C.II, ss.511-516, İstanbul, 1985, s.512 43 20 dört mühendis hoca tarafından sürdürülmüş, 1801'de İngiliz mühtedisi mühendis Selim'in (Bailey) kadroya alınmasıyla hoca sayısı beşe yükselmiştir. Kanunnamede hocalara ilişkinen dikkat çekici hususlardan biri de; hocaların ve halifelerin ağır bir suç işleme, kendi isteğiyle ayrılma veya ölüm dışında hiç bir nedenle görevlerine son verilmeyeceğidir. III. Selim bu şekilde bu okul hocalarına çok ileri düzeyde bir görev güvencesi ve bilimsel özerklik sağlamıştır.44 Mektepte kullanılan ders kitaplarının çeşitli çizelgeler ve geometrik şekiller içermesinden ötürü bunların hatasız çoğaltılması ve derslerle ilgili olarak hazırlanacak eserlerin de daha ucuz şekilde basılabilmesi için mühendishane binasının zemin katında bir matbaa açılmıştır. 45 Yanındaki Humbaracı ve Lağımcı ocaklarına bağlı bir kurum olması düşünüldüğünden Mühendishane-i Berrî'nin başlangıçta müstakil bir kanunnamesi yoktu ve nizamıyla ilgili düzenlemeler bu ocaklar için hazırlanan kanunnamede yer almıştı. Buna göre hocalar; humbaracı ve lağımcı neferlerine humbara atmak ve lağım bağlamak, fenn-i hendese üzere metris kazmak, tabya inşa etmek, ordu mahallini tespit etmek, lağımcılara hendese dersleri vermek ve bu konularla ilgili telif ve tercüme risaleler hazırlamak gibi vazifelerle yükümlüydüler. Mühendishanede ayrıca bir kütüphane oluşturulmuştur. 1806'da Mühendishane-i Berrî, daha iyi bir işleve kavuşturulmak amacıyla Humbaracı ve Lağımcı ocakları bünyesinden ayrılarak müstakil bir kurum haline getirilmek istendi ve bu maksatla Eyüp'te Hançerli Sultan Yalısı'na taşındı. Aynı tarihte mühendishane için ayrı bir kanunname hazırlandı. Daha uygun bir bina 44 45 A.g.m, s.512 K. Beydilli, “Mühendishane-i Berri Hümayun”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.31, ss.516-518, s.516 21 yapılması da düşünülmüş olmakla birlikte III. Selim'in tahttan indirilmesi yüzünden bu gerçekleşmedi. III. Selim'in tahttan indirilmesi ve Nizam-ı Cedid faaliyetlerine son verilmesi mühendishaneye ağır bir darbe indirdi. 1808'de IV. Mustafa'nın kısa süren saltanatında yeni bir kanunname hazırlandı. Ancak dönemin kargaşası içinde hocaların işlerine son verilmesi, İrad-ı cedid hazinesinden sağlanan maaşların bu hazinenin ilgasından ötürü ödenememesi gibi gelişmeler oldu ve maaşla ilgili sıkıntılar uzun yıllar çözülemedi. Mühendishane-i Berrî binası 1809'da elden geçirilerek tamir edildi. Ancak Yeniçeri Ocağı'nın ilgasına kadar geçen zaman içinde mühendislik eğitimi ağır bir ihmale uğradı. Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasının ardından çağdaş düzeyde eğitilmek üzere kurulan yeni ordunun ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla mühendislik eğitimi tekrar önem kazandı. Mühendishanelerin kurulması Avrupa bilgisinin Osmanlı ülkesine devlet eliyle getirilmesi anlamına gelmesi bakımından önemlidir. Ayrıca yabancı hocalar getirilmesi de ciddi bir değişimin ifadesidir. Ayrıca hangi aşamada başladığını tam tespit edemesek de bu kurumlarda öğrencilerin sandalyeye oturması ve kara tahta üzerinde ders anlatılması gibi şeklen de batı tarzı eğitime geçildiğini biliyoruz.46 Bu okullar, sahip oldukları bu önemli özelliklere karşın beklenen ölçüde etkili olamamışlar ve siyasi durumdan etkilenmişlerdir. Özellikle 1807’de çıkan Kabakçı Mustafa isyanı ile III. Selim’in tahttan indirilmesinin ardından Yeniçeri ocağının kaldırıldığı 1826 yılına kadar ihmal edilmiş ve hem hoca hem de öğrenci sayısı azalmıştır. 46 Takvim-i Vekayi No:69, 7 Cemaziyelahir:1249 22 1.3. Mekteb-i Tıbbiye Yeniçeri ocağının lağvedilmesinin ardından başlayan Asakir-i Mansûre-i Muhammediyye isimli yeni ve modern bir ordu kurma çalışmaları sırasında Hekimbaşı Behçet Mustafa Efendi'nin, bu orduya hizmet edecek tabip ve cerrahların yetiştirilmesi amacıyla II. Mahmut nezdinde yaptığı girişimler sonucunda kuruldu. Belgelerde adı Tıbhane-i Amire, Darüttıbb-ı Amire şeklinde geçer. Kurulduğu aşamada Tıbbiye’de; birinci sınıfta öğrencilere dil bilgisi ve imla, tıbbi bitki ve ilaçların, hastalık ve sakatlıkların Türkçe ve Arapça olarak tanımları öğretilecek, ayrıca Kur'an-ı Kerim ve ilmihal dersleri verilecekti. Muallimlerden biri Fransızca okutacak ve cerrahi uygulamalar yaptıracak, diğeri ise yabancı dili ilerletmiş olanlara resimlerle anatomi ve tıp bilimine giriş dersi verecekti. Bir hattat da güzel yazı yazmayı öğretecekti. İkinci sınıfta tıp bilgileri yanında İtalyanca da öğretilecek ve bu dilde yazılmış tıbbi eserler Türkçe'ye çevrilecekti. Üçüncü sınıf 1829'da, dördüncü sınıf 1833'te açılabildi. Üçüncü sınıfa fizyoloji ve ilaçların yararlarıyla ilgili dersler eklendi. Son sınıfta ise fizik, botanik ve fen bilimlerine ağırlık verildi, ayrıca uygulamalı tıp eğitimi yaptırılmaya başlandı.47 Asakir-i Mansûre'nin tüzüğünde her bölüğe bir cerrah verilmesi öngörüldüğünden bu alanda da eleman yetiştirmek amacıyla daha kuruluş yıllarında ayrı bir cerrah sınıfı açıldı. 1833 yılında Mekteb-i Tıbbiyye'nin ve cerrahhanenin son sınıf öğrencilerinden imtihanla seçilen altmış üç kişi hastanelerde görevlendirildi. Hasta muayene ve ilaç yazma belgesi bulunanlar da alay ve tabur hekimlerinin yanına yardımcı tabip ve cerrah, birkaç yıl stajyerlikten sonra da müstakil hekim ve cerrah olarak tayin edildi. 47 N. Sarı, “Mekteb-i Tıbbiye”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.29, ss.2-5, s.3, Ankara, 2004 23 1838’de Viyana'dan getirtilen Karl Ambros Bemard okula muallim olarak tayin edildi.48 II. Mahmud'un 14 Mayıs 1839'da mektebi ziyareti üzerine padişahın "Adli" mahlasına nisbetle Mekteb-i Tıbbiyye-i Adliyye-i Şahane olan okulun adı diplamalarda "L'Ecole Adliyee Imperiale de Medecine" şeklinde yazılmaya başlandı. Okulda eğitim dili Fransızca idi. Hocalar arasında birinci muallim olarak yer alan Bemard ders programını Viyana'daki Josef Akademisi (Josefinum) tarzında yeniden düzenledi. Hasta başında klinik eğitime önem verdi ve başarılı ameliyatlar yaptı. Öğrenciler bakalorya ve doktora tezi imtihanları vermeye mecbur tutuldu.49 Yeni programı takip edemeyenlerin cerrah ve eczacı yetişmeleri sağlanarak üç yıllık eczacılık mektebinin temeli atılmış oldu. 1842-1843 öğretim yılında Mekteb-i Tıbbiyye'ye öğrenci hazırlayan üç yıllık idadilerin ilavesiyle tıp ve cerrahi eğitiminin toplam süresi yedi yıla çıktı. 1845-1846 öğretim yılında ibtidai ve idadi dört, tıp ve cerrahi dönemleri altı yıla çıkarılınca tahsil süresi on yıl oldu. Sultan Abdülmecid'in isteği üzerine bazı okul mezunları 1847'de Avusturya'ya gönderildi ve buradaki imtihanda gösterdikleri başarı Mekteb-i Tıbbiyye'deki eğitimin üst seviyede olduğunu kanıtladı. 1847-1848 öğretim yılında hazırlık süresi dört, tıp ve cerrahi sınıfları altı yıl olarak belirlendi. 50 1853-1856 Kırım savaşında duyulan acil hekim ihtiyacı üzerine eğitim dilinin Türkçe olması için başlatılan çalışmalar, 1866'da kurulan Cem'iyyet-i Tıbbiyye-i Osmaniyye'nin gayretleriyle daha da hızlandı. Aynı yıl içinde Mekteb-i Tıbbiyye bünyesinde Mekteb-i Tıbbiyye-i Mülkiyye-i Şahane'nin devreye sokulmasıyla S. Ünver, “Osmanlı Tababeti ve Tanzimat Hakkında Yeni Notlar”, Tanzimat I, ss.933-966, s.940 Y.Işıl Ülman, “Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane’de (Galatasaray Tıbbiyesi’nde) Eğitim”, Türk Tıp Eğitiminin Önemli Adımları, Edt:H.Hatemi, A.Altınbaş, ss.71-76, s.72, İstanbul, 2006 50 A.g.m., s.75 48 49 24 1867'de Türkçe tıp eğitimi kısmen başlatıldı. Bu sivil tıbbiyede özellikle İstanbul dışında çalışacak belediye hekimlerinin yetiştirilmesi amaçlanmıştı. Türkçe eğitim başarılı olunca 1870'te Askeri Tıbbiye'de de ilk sınıftan itibaren tedrisatın Türkçeleştirilmesine başlandı. Eğitimin Türkçe olmasından sonra Türk tıp gazeteleri, dergiler ve çok sayıda tıp kitabı yayımlandı. Mektepteki Türk ve Müslüman hoca ve öğrenci sayısı arttı. 51 Tıbbiye, eğitimde modernleşmede mühendishanelere göre çok daha etkili olmuş ve bu okul mezunları genel olarak Osmanlı modernleşmesinde liderlik yapmıştır. 1.4- Mekteb-i Harbiye Harbiye'nin kuruluşu konusunda ilk önemli teşebbüs 1831'de Hassa Ordusu Müşiri Ahmed Fevzi Paşa’nın Selimiye'deki Mansûre askerleri arasından birkaç yüz kişiyi seçerek bunları bölükler halinde teşkilatlandırmasıdır. “Sıbyan Bölükleri” denilen subay adayı bu öğrencilere on ay gibi kısa bir süreiçerisinde okuma, yazma, hesap, hendese, coğrafya, askerlik yöntem ve ödevleri dersleri okutulmuştur.52 Sıbyan bölükleri kurulurken Avrupa'daki gibi askeri okulların açılması da düşünülmekteydi ve Hüsrev Paşa’nın, Fransa'daki Ecole Militaire tarzında bir askeri mektebin açılması teklifini II. Mahmut’un olumlu bulmasıyla, uzun yıllar Avrupa'da kalmış olan Mehmed Namık Paşa Harbiye Mektebi'ni kurmakla görevlendirildi. Maçka Kışlası okul haline getirilerek ve Selimiye Kışlasındaki sıbyan bölükleri buraya nakledilerek Harbiye kuruldu. (1834). Mektep başlangıçta Ekol Militer, Mekteb-i Ulum-i Harbiyye, Mekteb-i Fünun-ı Harbiyye, Asakir-i Hassa-i Şahane, 51 52 N. Sarı, a.g.m., s.4 N. Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi yayınları, İstanbul, 2006, s.193 25 Mekteb-i Harbiyye-i Mansûre ve Mekteb-i Hassa gibi çeşitli adlarla anıldı.53 Eğitime başladıktan sekiz ay sonra (5 Rebiyülevvel 1251 / 1 Temmuz 1835) II. Mahmud’un ziyareti, okulun resmen açılış tarihi olarak kabul edildiği gibi adı da Mekteb-i Harbiye olarak tescil edildi. Harbiye'nin ilk nazırı olan Mustafa Mazhar Bey zamanında (1834-1836) okul modern bir eğitim kurumu özelliklerine sahip değildi. Öğrenciler hiç bir eğitim almadan geldikleri için Harbiye'de ilk, orta ve lise birinci sınıf seviyesinde eğitim yapılıyordu. Avrupa'da eğitim görmüş olan Emin Paşa zamanında (1841-1846) daha ciddi ve modern bir eğitime başlanarak fen ve meslek derslerine ağırlık verildi. Emin Paşa, kendisi gibi Avrupa'da okumuş kimselerle Mühendishane'de çalışan bazı hocaları Harbiye'ye alarak eğitim kadrosunu güçlendirdi. Onun gayretleriyle Harbiye'ye hazırlık olmak üzere orta öğretim seviyesinde eğitim yapan askeri idadiler açıldı. Harbiye'deki öğrenciler imtihana tabi tutularak en başarılıları Harbiye, orta derecedekiler idadi ve başarısız olanlar da ihtiyat sınıfı öğrencisi kabul edildi. Böylece Harbiye, orta eğitim üzerinde eğitim veren müstakil bir kurum haline geldi.54 1847’den itibaren Prusya ve Fransa’dan hocalar getirildi. ll. Abdülhamid'in askeri okullar müfettişliğine getirdiği Alman Goltz Paşa, Harbiye'nin eğitim sistemini değiştirdi ve Fransız etkisindeki Osmanlı askeri eğitim sistemi Alman etkisine girdi. II. Meşrutiyet'in ilanından (1908) sonra Harbiye, Mektebi Terbiye ve Tedrisat-ı Umûmiyye Müfettişliği'ne bağlandı. Vehib Bey'in kumandanlığı zamanında (1909-1912) mektep çağdaş bir eğitim kurumu hüviyetine kavuştu.55 G. Eser, “Türkiye’de Modern Bilimlerin Eğitiminde Mektebi Harbiye Örneği”, Osmanlı Bilimi Araştırmaları C.13, S.2, ss.99-114, İstanbul, 2012, s.105 54 A. Özcan, “Harbiye”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.16, ss.115-119, İstanbul, 1997, s.115 55 A.g.m, s.117 53 26 1.5. Modern Eğitimin Yaygınlaştırılması Girişimleri ve Rüşdiyelerin Açılması II. Mahmut’un padişahlığı döneminde, "Türk çocuklarından 150 kişi seçilerek öğrenim için Avrupa'ya gönderilmesinde fayda mülahaza ettiğini…”56 belirtmesi ve tahsillerini yurt dışında tamamlayan öğrencilerin pek çoğunun memlekete döndüklerinde önemli görevlere getirilmesi57, Tıbbiye’nin kurulması ve burada Avrupa’dan getirilen kitapların okutulması, hatta bu sebeple öğretim dilinin Fransızca olması, Batıcı zihniyetin güçlendiğini göstermektedir. Gerçi Padişah açılış konuşmasında öğretim dilinin zamanla Türkçeleşmesi gerektiğini vurgulamayı da ihmal etmemiştir. Bahsettiğimiz gibi, Tıbbiye’den birkaç yıl sonra da modern bir Harbiye açılarak yola devam edilmiş ve buraya da yabancı hocalar getirilmiştir. Ancak, açıkça görüldüğü üzere buraya kadar bahsettiğimiz girişimler tamamen askerlik üzerinedir. Şüphesiz ki imparatorluk bu dönemde her şeyden önce yoğun bir panik havasını teneffüs ediyordu ve çarçabuk ordunun yeni bir düzene sokulması, askeri ıslahat yapılması ve yeni tekniklerle donanmış ordunun Batı ordusu karşısında yenilgilerini bertaraf etmek için fen tahsili görmüş zabit yetiştirebilmek üzere daha çok pratik ihtiyaçlara cevap verecek uygulamaları geliştirilmesi ilk elden amaçlanıyordu. Yani devrin meşhur tabiriyle artık mütefennin zabit yetiştirmek imparatorluğun en önemli meselesi olmuştu.58 Padişahın bu isteği hoş karşılanmamış, 1827 yılında Avrupa’ya sadece 4 öğrenci gönderilmiştir. Kapsamlı olarak öğrenci gönderilmesi 1835 yılında başlamıştır. Bkz: C.Bilim, “Osmanlılarda Avrupa’ya Öğrenci Gönderilmesi”, Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, (Nisan 1999) C.I, Sayı I, s.2 57 H. Sezer, “Tanzimat Dönemi’nde Avrupa Şehirlerine Gönderilen Öğrenciler”, (Der.: Hidayet Yavuz Nuhoğlu), Osmanlı Dünyasında Bilim ve Eğitim Milletlerarası Kongresi-İstanbul, 12/15 Nisan 1999, İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi-IRCICA, İstanbul-2001, ss. 687–711. 58 T. Erdoğdu, “Maarif-i Umumiye Nezareti Teşkilatı”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi S.51 Ankara 1996, ss.183-247, s.184 56 27 Oysa karşılaşılan sıkıntılar, sadece askerlik alanında değil, her alanda iyi yetişmiş elemana ihtiyaç olduğunu, ancak mevcut okullardan istenen özelliklerde eleman yetişmediğini göstermiştir. Ayrıca Tıbbiye ve Harbiye’ye alınan öğrencilerin eğitim seviyesinin çok düşük oluşu bu okullardan da istenen verimin alınmasını zorlaştırmıştır. Bu durum üzerine II. Mahmut, eğitim konusunda daha kapsamlı bir girişim başlatmış ve bu konuyla ilgili çalışma yapmak üzere Meclis-i Umur-ı Nafia (Yararlı İşler Meclisi) adıyla bir meclis oluşturarak ülkede eğitimin durumu ve neler yapılması gerektiği konusunda rapor istemiştir. 1838 yılında oluşturulan Meclis-i Umur-ı Nafia’nın yazdığı layihada; “Bütün sanat ve hirfetler ilim ile meydana gelir. Dini bilgiler insanı ahirette kurtuluşa hazırlayan bilgiler olup, fenler ise insanoğlunun dünyadaki hayatını geliştirmesine yarar. Örneğin astronomi bilimi denizlerdeki gemilerin seferlerini kolaylaştırır ve ticareti geliştirmeye yarar. Matematik bilimi savaş işlerinin, askeri idarenin düzenlenmesini sağlar. Buhar gibi yeni ve faydalı araçların sanat ve hirfetlerin yapımında meydana getirdiği kolaylıklar hep çağdaş bilimlerin ürünüdür. Yüz kişinin göreceği işi bir kişiye yaptıran nice araçlar hep bilimler sayesinde meydana gelmiştir. Halkı cahil olan ülkelerde kazanç ve kar sağlanamaz…”59denilmektedir. “Tarım, ticaret, endüstri kalkınması işlerini tartışan Yararlı İşler Meclisinin vardığı bu sonuca göre, bunların hepsinin temelinde ‘bilim’lerin edinilmesi gereği ortaya çıkıyor.”60 Meclisin layihasından yaptığımız alıntı ve daha sonra inceleyeceğimiz bazı belgelerdeki benzer ifadeler araştırmacılar tarafından, pozitif bilimlere faydacı bir Mahmud Cevad, Maarif-i Umumiye Nezareti Tarihçe-i Teşkilat ve. İcraatı, İstanbul, 1338, s.610 60 N. Berkes, a.g.e, s.182 59 28 bakışla yaklaşıldığına delil olarak gösterilmiş ve Osmanlı devletinde bilimsel zihniyetin henüz gelişmediğinin göstergesi kabul edilmiştir. Elbette devletin içinde bulunduğu durum göz önüne alındığında, yöneticiler, bilim ve teknolojinin gelişmesiyle devleti kurtarmayı amaçlamaktadırlar ancak özellikle bu layihada bizce öncelikli amaç ulemayı yapılacak yenilikler konusunda ikna etmektir. Nitekim bu layihayı inceleyen Meclis-i Ahkâm-ı Adliye, özellikle büyük ilkokullarda Arapça öğretilmesini, Arapçada ilerlendikçe Şahidi, Nuhbe, Birgivi Risalesi okutulmasını, ardından da İnşa ve Lugat okutulmasını tavsiye etmiştir. Ayrıca ilköğretim işleri için ulemadan bir zatın maaşlı olarak nazır tayin edilmesi önerisini de Padişah kabul ederek konuyu Şeyhülislama havale etmiştir. Zira layihadaki “..bu husus umur-ı diniyeden olmağla..” cümlesinde bahsedilen husus eğitimdir. Bu da göstermektedir ki 1830’lu yılların bürokratları için ilköğretim tamamen dini bir meseledir.61 Layihanın içeriğinde eğitimle ilgili teklif edilen düzenlemeler ise; ilkönce İstanbul’da olmak üzere büyük camilerin yanına yapılmış olan selâtîn-i izâm mekâtibi de denilen sıbyan mekteplerinin devamı ve ikinci kademesi olarak sınıf-ı sânî ismiyle yeni mektepler açılacaktır. Lâyihada sıbyan mekteplerine birinci sınıf, yeni açılacak mekteplere de ikinci sınıf adı verilmiştir. Böylece Osmanlı eğitim sistemi üç aşamalı hale gelmiştir. Sultan II. Mahmud tarafından yeni mekteplere ikinci sınıf yerine “mekâtib-i rüşdiye” ismi verilmiştir.62 Bu layiha üzerinde Meclis-i Vala tarafından da çalışmalar yapılmış ve Padişahın da onayıyla Mekatib-i Rüşdiye Nezareti kurulmuştur. Nazırlığa getirilen İmamzade Esat Efendi bir nizamname hazırlamış ve bu nizamnameye uygun olarak S.A. Somel, Osmanlı’da Eğitimin Modernleşmesi (1839-1908), (Çev: Osman Yener), İletişim Yay, İstanbul, 2015, s.54. 62 M. Cevad, a.g.e, s.6 61 29 Mekteb-i Maarif-i Adli adıyla ilk rüştiye açılmıştır. Daha sonra bu okulun ikinci şubesi olarak Mekteb-i Ulum-ı Edebiye-i Adli açılmıştır. Belirtmeliyiz ki bu okulların açılmasıyla ilgili belge ve kaynaklara bakıldığında; ordunun ihtiyacı için okullar açılmış olmasına karşın sivil bürokrasi için henüz böyle bir şey yapılmadığından, dâhiliye ve hariciye kalemlerinde çalışacak liyakatte memur bulmanın ve yetiştirmenin bir düzene konması gerektiğinden bahsedilmektedir.63 Yani bu okullar da öncelikle devlete memur yetiştirmek veya genç memurları eğitk için açılmıştır. Yine de bu modern eğitimin yaygınlaşmasının aşamalarından biri olarak kabul edilmelidir. Bu okularda verilen eğitime baktığımızda da; dini içerikli derslerin yanısıra Farsça, Fransızca, hendese, tarih ve coğrafya eğitimi de planlandığı görülmektedir. Görüldüğü gibi Tanzimat öncesi dönemde hem eğitim konusunda bazı yenilikçi adımlar atılmış hem de Avrupa bilgisi Osmanlı ülkesine hızlı bir şekilde girmeye başlamıştır. Devletin ilmiye teşkilatı ise bu gelişmeye doğrudan karışmamış ya da karışamamıştır. Klasik dönemde yani 19. yüzyıl başlarına kadar eğitim işleri için devlet teşkilatı içinde en yüksek mercii "şeyhülislam ulemanın reisidir" diyen Fatih'in kanunnamesinin hükmünün delaletiyle, meşihat makamı olarak kabul ediliyordu.64 1826’da Evkaf-ı Hümayun Nezaretinin kurulmasıyla eğitime ilişkin vakıflar da devletin kontrolüne alınmıştır. Bu yeni dönemde ise sıbyan mektepleri ulemanın kontrolünde kalmıştır. Rüştiyeler için ise Evkaf-ı Hümayun Nezareti içinde Mekatib-i Rüştiye Nezareti adıyla bir yapı oluşturulmuş ve ulemadan İmamzade 63 64 O.N. Ergin, a.g.e, C.I-II, s.396-397 T. Erdoğdu, a.g.m, s.186 30 Esad Efendi Nazır tayin edilmiştir.65 Her ne kadar yeni okullar ilk etapta ulemanın yönetimine verilmiş gibi görünse de, en azından artık yeni okul açma kararı ulemanın dışında gerçekleşmeye başlamıştır. İslami birikimin Türkçeye aktarılması bu dönemde de Tanzimat döneminde de hızla devam etmiştir.66 Dolayısıyla bu süreçte ve sonrasında ilmi zihniyette başlayan değişim, bir kırılma ya da kopuş şeklinde olmuş, eğitim ve bilim alanında gelenekçi-modern ayrımı gittikçe artmıştır. Yeni bir dönemi başlatan Tanzimat Fermanında eğitim konusunda herhangi bir ifade yer almamaktadır. Fakat fermanın ilanından birkaç yıl sonra devlet yeniden bu konuya el atacak ve eğitim ve bilim alanındaki değişim daha da hızlanacaktır. BOA, HAT, 1320 / 51545. Belirtmemiz gerekir ki adı nezaret olmakla beraber bu yapı aslında bir müdürlük seviyesindedir. Daha sonra Mekatib-i Adliye Nezareti adını almış, 1849 yılında da Mekatibi Umumiye Nezaretiyle birleşmiştir. 66 “Tanzimat, bir bütün olarak, edebiyat ve felsefe sahasında İslami edebiyatın Türkçe’ye tercümesinin görülmemiş ölçülere ulaştığı bir dönem oldu” Ş. Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, (Çev.: Mümtazer Türköne-Fahri Unan-İrfan Erdoğan), İletişim Yayınları, İstanbul-1998. s.229 65 31 II. BÖLÜM TANZİMAT DÖNEMİNDE EĞİTİMDE MODERNLEŞME VE ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN KURULUŞU II. BÖLÜM TANZİMAT DÖNEMİNDE EĞİTİMDE MODERNLEŞME VE ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN KURULUŞU 2.1- Tanzimat Döneminde Eğitimin Modernleşmesi Yönünde İlk Adımlar Tanzimat Fermanında eğitimle ilgili bir madde bulunmadığından ilk etapta bu konuda yeni bir faaliyet yoktur. Ancak 6 yıl sonra, 3 Ocak 1845 (4 Muharrem 1261) günü Sultan Abdülmecit Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye’yi ziyareti sırasında okuttuğu ferman eğitim alanında yeni bir dönemi başlatmıştır. Sultan bu fermanında; amacının devletin imarı, halkın mutluluğu ve te’yid-i din olduğunu, ancak her nedense millete faydalı bir hizmet verebilmek için yapılan çalışmaların “semere-yi hasenesinin” görülmediğini hatırlatarak yapılmasını istediği şeyleri açıklamıştır. Bunlar özetle; memleketin imarı ve halkın eğitimi için gerekenlerin bir an önce yapılmasıdır. Yapılacak ıslahat konusunda liyakatli kimselerle vükela toplanarak müzakere ve mütalaalarda bulunmalıdır. Memleketin münasip yerlerine, halkın cehaletinin giderilmesi için, ilim ve fenlerin membaı ve sanayinin kaynağı olacak mektepler icad ve inşa edilmelidir.67 Fermandaki halkın cehaletinin giderilmesi ifadesi, hem kitle eğitimini amaçlaması hem de II. Mahmut’un 1824’teki fermanından farklı olarak pozitif bilimleri de kapsaması yönüyle dikkat çekicidir. Sultan’ın bu ziyaretinin ardından Meclis-i Vâlâ, yaklaşık iki ay süren bir çalışma sonucunda, imar işleri için Meclis-i İmar, eğitim konusu içinse Meclis-i Muvakkat adlarında iki meclis oluşturulmasını karalaştırmıştır.68 Meclis-i Muvakkat, 67 68 Fermanın tam metni için bkz: Takvim-i Vekayi No:280, 12 Muharrem 1261 Takvim-i Vekayi No:283, 4 Rebiüleevel 1261, 32 Melek Paşazade Abdülkadir Bey başkanlığında, Dar-ı Şura-yı Askeriye azasından Arif Beyefendi, Vakanüvis Esat Efendi, Fetva Emini Arif Efendi, Meclis-i Vâlâ azasından Said Muhib Efendi, Mekteb-i Fünun-ı Harbiye Nazırı Emin Paşa, Mütercim-i Evvel Fuad Efendi (Sonra Hariciye Nazırı ve Sadrazam) ve kitabet hizmeti için Amedi Hulefasından Recai Efendi’den oluşmaktaydı. İlmiye, Kalemiye ve Seyfiye’den üyeler barındıran bu meclis haftada iki gün toplanarak Bâb-ı Âli’de tahsis edilen yerde çalışacaktı. İşe ilk olarak mevcut mekteplerin bir dökümünün çıkarılmasıyla başlayan Meclis-i Muvakkat bir yıllık bir çalışma sonucunda hazırladığı raporunu Meclis-i Vâlâ’ya sunmuştur. Rapordaki teklifler özetle dört madde halinde sıralanabilir: 1- Çocukların terbiye ve talimi için mevcut sıbyan mekteplerinin düzeltilmesi, 2- Rüşdiye mekteplerinin düzeninin, halk için bilinmesi zaruri olan din bilgilerini öğretecek şekilde tertip edilmesi, 3- Osmanlı tebaası olup da, ilim tahsil ederek kendilerini geliştirmek isteyen veya padişaha memur olmak isteyenler için gece ve gündüz eğitim verebilecek, ilim tahsil etmek isteyenlerin merkezi olacak ve hiçbir ilim ve fenden geri kalmayacak bir Dârülfünun inşa edilmesi, 4- Belirtilen maddelerle ilgili detaylı düzenlemeler yapmak ve bunların hayata geçirilmesini an be an takip edip ortaya çıkabilecek durumları görüşüp yoluna koymak üzere Meclis-i Maarif-i Umumiye adıyla daimi bir meclis kurulması ve bir kişinin Maarif-i Umumiye Nazırı olarak tayini.69 69 Takvim-i Vekayi, No: 303, 27 Receb 1262 33 Meclis-i Muvakkat’ın bütün tekliflerinin uygun bulunmasıyla, Meclis-i Vâlâ Reisi Sadık Rıfat Paşa ile Hariciye Nazırı Mustafa Reşid Paşa’nın müşterek nezareti altında olmak üzere Meclis-i Maarif-i Umumiye kuruldu. Meclis-i Muvakkat azası da olan Dar-ı Şura-yı Askeriye Reisi Ferik Emin Paşa, bu yeni meclisin reisi olarak görevlendirildi. Diğer üyelerden Fuad Efendi, Esat Efendi ve Said Muhib Efendi de yeni mecliste görevlendirildi. Bunların dışındaki üyeler ise Hariciye Müsteşarı Âlî Efendi (sonradan Paşa), Dar-ı Şura-yı Askeriye azasından ferik Mehmet Paşa ile Saray Başhekimi İsmail Paşa’dır. Meclis-i Muvakkat’ın raporuna göre faaliyetlere böylece başlanmış oldu. Ancak teklif edilen, Maarif-i Umumiye Nazırlığı görevi Maarif-i Umumiye adıyla değil Mekatib-i Umumiye adıyla verilmiş ve 1847 yılında ilk Nazır olarak vakanüvis Esad Efendi, muavin olarak da Kemal Efendi tayin edilmiştir.70 Ancak kısa bir süre sonra Esad Efendi boşalan Meclis-i Maarif-i Umumiye reisliğine atanmış ve Mekatib-i Umumiye Nezareti Müdürlüğe dönüştürülerek Kemal Efendi Müdür olarak görevlendirilmiştir.71 Kemal Efendi’nin müdür olarak yeni rüşdiyeler açması ve öğrencilerin başarılarını bizzat Padişahın huzurunda göstermesi üzerine, kendisine Nazırlık verilmesi için 1848’de Mekatib-i Umumiye yeniden Nezarete dönüştürülmüştür.72 II. Mahmut döneminde kurulmuş olan Mekatib-i Rüşdiye Nezareti de önce Mekatib-i Adliye Nezareti adını almış, 1849 yılında da sorumlu olduğu okulların Mekatib-i Umumiye Nezaretine devriyle ortadan kalkmıştır.73 70 M. Cevad, a.g.e, s.34 T. Erdoğdu, a.g.m, s.200 72 M. Cevad, a.g.e, s.38 73 T. Erdoğdu, a.g.m, s.201 71 34 Mekatib-i Umumiye Nezareti her ne kadar hem sıbyan mektepleri hem de rüşdiyelerden sorumlu olsa da sıbyan mekteplerinin vakıf statüsünde olmaları ve bu mekteplerin hocalarının direnç göstermeleri sebebiyle bu okullarla ilgili etkin bir çalışma yapamamıştır. “Tanzimatın ilk yıllarında Mekatib-i Umumiye Nezaretinin somut olarak yapabildiği tek şey Meclis-i Maarif tarafından saptanan belirli ders kitaplarının İstanbul, Batı Anadolu ve Balkanlardaki mahalle mekteplerine dağıtılması oldu (1847-1857)”.74 Bu kitaplara baktığımızda da; Elifba Cüzü, Zübdetü İlm-i Hal, Tecvid Risalesi, Birgivi Risalesi, Tuhfe-i Vehbi, Gülistan, Talim-i Farsi gibi Arapça ve Farsça ile dini bilgiler vermeyi amaçlayan kitaplarla Sadık Rıfat Paşa’nın yazmış olduğu Ahlak Risalesi isimli eseri görmekteyiz.75 Islahat Fermanıyla gayrimüslimlere eğitim alanında verilen haklar ve Meclisi Maarif-i Muhtelit gibi bir yapının oluşturulması, daha geniş bir Maarif teşkilatını mecburiyet haline getirmiştir. Böylece 1857 yılında Heyet-i Vükela’ya dahil olan bir Nazırın idaresinde Maarif-i Umumiye Nezareti kurulmuştur. Maarif Nezaretine son şekli ise 1869 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi ile verilmiştir. Meclis-i Muvakkatın raporuna göre başlanılan bir diğer girişim de teklif edilen Darülfünunun kurulmasıdır. Bu noktada bu yeni müesseseden bahsetmek istiyoruz. 2.2. Darülfünun Bu müesseseye "fenler evi" manasına gelen "darü'l -fünûn" adının verilmesi, o günün şartlarında medreseden ayrı bir kurum olduğunu çarpıcı bir şekilde ortaya S.A.Somel, Kırım Savaşı, Islahat Fermanı ve Osmanlı Eğitim Düzeninde Dönüşümler, Tanzimat Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, (Edt. H. İnalcık, M. Seyitdanlıoğlu) ss.683-708, s.690, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 2011 75 BOA, İ.MVL 96/2015,96/2036, İ.DH, 143/7390 74 35 koyma düşüncesinden doğmuştur.76 Tanzimat devrinde halkın eğitimi meselesi içerisinde ele alınıp geliştirilmiş olan darülfünun, "malumat ve hüsn-i ahlakça mükemmel olmak isteyen ve bütün ilim ve fenleri okumaya hevesli veya devlet dairelerinde çalışmak isteyen herkese gerekli bilgileri sağlayacak bir kurum" olarak tarif edilmiştir. Ayrıca darülfünun, bütün masraflarının devlet tarafından karşılanacağı, talebelerin gece gündüz barınabilecekleri ve çalışacakları bir yer olarak düşünülmüştür. Kasım 1846'da, İtalyan asıllı mimar Fossati ile İstanbul' da bir darülfünun binasının inşası için mukavele yapılmış ve Ayasofya civarında tespit edilen büyük arsa üzerine üç katlı, 125 odalı, gösterişli, Avrupa üniversitelerine benzer şekilde büyük bir bina yapılması istenmiştir. Ancak inşasına hemen başlanan bu bina uzun yıllar tamamlanamamıştır. 77 1863 yılında dönemin sadrazamı Keçecizade Fuad Paşa'nın, darülfünun binasının tamamlanmasını beklemeden binanın bitmiş olan bazı odalarında halka açık serbest konferans şeklinde dersler verilmesini uygun görmesiyle ilk darülfünun tedrisatı başlamış oldu. 13 Ocak 1863'te İbrahim Edhem Paşa'nın nezareti altında kimyager Derviş Paşa fizik ve kimyaya dair konuşmasıyla ilk dersi verdi. Büyük ilgi uyandıran bu konferanslar halk ve devlet ileri gelenleri tarafından takip edilmekteydi. 1863 yılı boyunca bu şekilde fizik, kimya, tabii ilimler, tarih ve coğrafya konularında serbest dersler verilmiştir. E.İhsanoğlu, “Darülfünun”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.8, ss.521-525, s.521, İstanbul, 1993 “Kırım Savaşı sırasında bina yarı inşaat halindeyken askeri hastane olarak kullanılmıştır. Bu durum binanın bitirilmesini geciktiren etkenlerden birisi olmuştur. İnşaatı tamamlandıktan sonra da 1865 yılında Maliye Nezareti, 1876 ve 1908 yıllarında Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayân’ın çalışmaları için kullanılmış olan bu bina on sekiz yılda tamamlanabilmiştir. M.S. Yılmaz, “Darülfünun ReformuDarülfünun’dan İstanbul Üniversitesine Geçiş Süreci (1863-1933)”, Kastamonu Eğitim Dergisi, Cilt:9, No:1, (Mart 2001), s.250” 76 77 36 Darülfünun için yapılması kararlaştırılan yeni bina tamamlanıncaya kadar serbest derslere geçici olarak Çemberlitaş civarındaki Nuri Paşa Konağı'nda devam edildi. Ancak 8 Eylül 1865'te çıkan büyük Hoca Paşa yangınında bu konağın da tamamen yanması darülfünunda derslerin tatil edilmesine yol açmıştır. 1869'da Darülfünunun bugün Basın Müzesi olarak kullanılan yeni binası tamamlandı. Aynı yıl Maarif Nazırı Saffet Paşa'nın gayretleriyle, Ahmed Kemal Paşa'nın başkanlığında Sadullah Paşa, Recaizade Ekrem, Ebüzziya Tevfik gibi tanınmış kişiler tarafından Fransız eğitim sisteminden faydalanılarak hazırlanan Maarif-i Umümiyye Nizamnamesi78 ile ilk defa Batı sistemine uygun bir eğitim modeli ortaya konulmaya çalışıldı. 198 maddelik bu nizamnamede elli bir madde ile en çok darülfünuna yer verilmişti. Buna göre yeni adıyla Darülfünun-ı Osmani üç ayrı şubeden (fakülte) oluşmaktaydı. Bunlar Hikmet ve Edebiyat, Ulüm-i Tabiiyye ve Riyaziyyat, Hukuk şubeleriydi. Her şubenin ayrı ayrı detaylı ve kapsamlı ders programları hazırlanan, mezuniyet tezi, müderrislik tezi gibi araştırmaya dayalı çalışmalara da yer verilmiş olan darülfünunda müze, kütüphane, laboratuar gibi birimlerin de açılması öngörülmüştü. Dersler Fransız modeli üzerine kurulmuş olmasına rağmen Felsefe ve Edebiyat şubesinde Şark dillerinden Arapça, Farsça yanında Batı dillerinden Fransızca, Yunanca ve Latince dersleri programda yer almıştı. Hukuk şubesinde de İslam hukuku yanında Fransız medeni kanunu, Roma hukuku ve milletlerarası hukuk derslerinin bulunması, İslam ve Batı'yı telif etme gayretlerinin varlığını göstermektedir.79 8 Nisan 1869'da padişahın irade-i seniyyesiyle kuruluşu tasdik edilen Darülfünun-ı Osmanî'ye Ekim 1869'da talebe kaydına başlandı ve müracaat eden 78 79 Nizamname için bk. Düstur, Birinci tertip, ll, 184-2 19. E.İhsanoğlu, Darülfünun, s.522, 37 1000’den fazla kişiden imtihanla 450’den fazla talebe seçildi.80 Kütüphane için Avrupa'dan kitap ve ilmi dergiler sipariş edildi; ancak araştırma sonuçlarının yayımlandığı bu dergilerin alımından vazgeçilerek sadece kitap alımı gerçekleştirilebildi. Bu arada fizik laboratuarı için çeşitli alet ve edevat sipariş edilmişti. Darülfünun-ı Osmanî, 20 Şubat 1870'te ileri gelen devlet adamlarının da hazır bulunduğu büyük bir merasimle açıldı. Müdürlüğüne de 1857 yılında Paris'teki Mekteb-i Osmanî’de hocalık yapmış olan Tahsin Efendi (Hoca veya Gavur Tahsin) getirildi. Ancak nizamnarnede belirtilen esaslara aykırı olarak ders programı o günün imkanlarına göre yeniden düzenlenip her üç şubenin de aynı programı takip etmesi yoluna gidildi ve böylece fiilen şubeler kaldırılarak tek tip ders yapıldı. Birinci ders yılı sonunda talebeler imtihan edilerek başarılı olanlara birer şehadetname verildi. İkinci ders yılı başlamadan önce, ramazan ayı olması münasebetiyle ders yapılamadığından, darülfünun müdürü Tahsin Efendi umuma açık konferanslar (ders-i âm) tertip etti. O tarihte İstanbul'da bulunan ve darülfünunun açılış merasiminde de bir konuşma yapmış olan Cemaleddin-i Efgani, sanayi, edebiyat ve teknoloji konularındaki bu konferansların birinde, sanatı tarif ederken ve kısımlarını sayarken peygamberliği de bir tür sanat olarak zikretmişti. Bu sözlerin konferansa katılanlar arasında tepkiye yol açması ve çeşitli çevrelerin şiddetli itirazı sebebiyle konferanslar iptal edildi. Cemaleddin-i Efgani İstanbul'dan uzakIaştırıldığı gibi Darülfünun-ı Osmani Müdürü Tahsin Efendi azledilerek yerine geçici olarak Maarif Nezareti muavinlerinden Kazım Efendi getirildi. Türk maarif tarihiyle ilgili yazılarda genel olarak Darülfünun-ı Osmani'nin bu hadise sonucu 80 M.A. Ayni, Darülfünun Tarihi, Haz. A. Kazancıgil, Kitabevi, İstanbul, 2007, s.20 38 kapatıldığı belirtilmekteyse de darülfünunda dersler 1872-1873 öğretim yılına kadar kesintisiz devam etmiştir. Bu müesseseden mezun talebe bulunup bulunmadığı veya Darülfünun-ı Osmaninin niçin ve nasıl kapatıldığı da tam olarak anlaşılamamıştır.81 Ülkenin Batı tarzında bir üniversiteye ihtiyacı bulunduğuna inanan idareciler, başarısız iki teşebbüsten sonra farklı bir tavırla darülfünun kurma gayretlerini sürdürdüler. 1873'te dönemin Maarif Nazırı Saffet Paşa, Galatasaray'daki Mekteb-i Sultani Müdürü Sava Paşa'yı hazineye yük olmamak şartıyla yeni bir darülfünun kurmakla görevlendirdi.82 Kurulması tasarlanan darülfünun, bu defa 1868'den beri faaliyette bulunan ve bir orta öğretim kurumu olan Galata Sarayı Mekteb-i Sultanisi temeli üzerine oturtulmaya çalışıldı. Darülfünun-ı Sultani adıyla anılan bu yeni kurum Hukuk, Fen ve Edebiyat yüksek mekteplerinden oluşmakta ve resmi yazışmalarda üçüne birden "mekatib-i aliye" denilmekteydi. 1874-1875 öğretim yılında öğretime başlayan Darülfünun-ı Sultani. ilk açıldığında Hukuk ve (Fen Mektebi yerine) Mühendisin-i Mülkiyye mekteplerinden meydana geliyordu. Mühendisin-i Mülkiyye Mektebi'nin adı birinci öğretim yılı sonunda Turuk u Maabir Mektebi olarak değiştirildi. 1876 yılında üçüncü öğretim yılının başlarında Hukuk Mektebi, Turuk u Maabir Mektebi ve Edebiyat Mektebi nizamnameleri Düstur'da yayımlanarak yürürlüğe girdi.83 Bunların açılışı, önceki darülfünun açılışlarına nazaran daha temkinli ve gösterişsiz bir şekilde yapılmış, hatta bu okullar 1876 yılına kadar halka tanıtılmamıştır. Darülfünun-ı Sultani'de dört yıllık öğretim süresi sonunda bir tez hazırlayıp başarıyla savunan talebeler "doktor" unvanıyla mezun olacak ve ihtisaslarına göre ya E.İhsanoğlu, Darülfünun, s.523. M. A. Aynî, a.g.e, s.30. 83 Düstur, Birinci Tertip, C.III, s.438-448 81 82 39 Adiiye Nezareti'nde veya Nafia Nezareti'nde istihdam edileceklerdi. Tez hazırlayamayanlar ise doktoradan daha kolay bir imtihana tabi tutulacak ve bunlardan Hukuk Mektebi mezunları dava vekilliği, Turuk u Maabir Mektebi mezunları kondüktörlük, Edebiyat Mektebi mezunları da öğretmenlik yapabileceklerdi. Daha önceki darülfünunda herhangi bir ihtisaslaşma ve bunun sonucunda belirli meslek sahiplerinin yetişmesi ve bunların belli alanlarda istihdam edilmesi düşünülmemiş olduğu halde Darülfünun-ı Sultani'de devletin o günkü ihtiyacına göre ihtisaslaşmaya doğru bir yöneliş görülmektedir.84 1877- 1878 yılında öğretime ara verilen ve Ekim 1878'de tekrar eğitime başlayan Darülfünun-ı Sultani ilk mezunlarını 1879-1880 öğretim yılında verdi. Bu dönemde Hukuk Mektebi'nden yedi kişi mezun oldu. Turuk u Maabir Mektebi'nden mezun olanların sayısı bilinmemektedir. 1880 -1881 yılında ikinci mezunlarını veren Hukuk ve Turuk u Maabir mektepierinin daha sonraki faaliyetleri hakkında bilgi yoktur.85 İlerleyen yıllarda devlet, tamamen kendi kontrolünde olan ve müslüman talebeler aleyhindeki eşitsizliği de ortadan kaldırmak üzere birbirinden bağımsız yüksek mektepler açma yoluna gitmiştir. Böylece Osmanlı hukuk ve mühendislik öğretimi XX. yüzyılın başına kadar Mekteb-i Hukuk ve Mekteb-iMülkiyye ile Mühendis Mektebi'nde müstakil olarak devam etmiştir. Bu döneme kadar bir külliye içinde birkaç bölümden oluşan darülfünun kurma çalışmaları başarısızlıkla sonuçlanırken II. Abdülhamid döneminde kuruluşu hızlanan orta ve yüksek öğretim müesseseleri yaygınlaşmıştır. Darülfünun-ı Sultaninin faaliyetleri sona erdikten sonra. Osmanlı Devleti'nde 1900 yılına kadar ülkenin ilim ve eğitim kurumlarının 84 85 E.İhsanoğlu, Darülfünun, s.523 A.g.m, s.523 40 yaygınlaştırılması çalışmaları arasında yeni bir darülfünun kurma teşebbüsüne rastlanmamıştır. İlk ve orta öğretim kurumları sayıca artmış ve eğitim seviyeleri yükselmiş; bunun yanında devletin ihtiyaçlarına cevap vermek üzere mülkiye, tıp, hukuk, ticaret, sanayi, mühendislik ve mimarlık sahalarında ihtisaslaşmaya yönelik yüksek öğrenim okulları açılmıştır. Mesleki eğitim veren bütün bu yüksek okullar dışında özellikle ilim adamı yetiştirmeye yönelik bir müessese kurulması konusunda Sadrazam Küçük Said Paşa, 2 Şubat 1310 ( 14 Şubat 1895) tarihinde II. Abdülhamid'e sunduğu arizasında, Amerika ve Avrupa üniversitelerinin fonksiyanlarına sahip ve ilim adamı yetiştirmeye yönelik beş fakülteden (darülicaze) oluşan bir darülfünun kurulmasının gerekliliğini arzetmişti.86 1900'de elli beş yıllık tecrübelerin ışığında, artık yerleşmiş bir hukuk mektebinin de bulunduğu birkaç fakülteden oluşan ve bugünkü Türk üniversitesinin temelini oluşturan Darülfünun-ı Şahane'nin kurulması kararlaştırılmıştır. Bu müessesenin resmi açılışı, Il. Abdülhamid'in 25. cülüs yıl dönümüne rastlayan 31 Ağustos 1900 tarihinde yapılmıştır. Darülfünun-ı Şahane Edebiyat ve Hikmet (Felsefe) şubesi, Ulum-i Riyaziyye ve Tabiiyye (Fünun) şubesi ve Ulum-i Aliye-i Diniyye (ilahiyat) şubesi adlı üç fakülteli bir üniversite olarak planlanmış. Hukuk ve Tıbbiye mekteplerinin de resmen bağlanmamakla birlikte darülfünunun tabii kolları sayılmasıyla beş fakülteli modern Osmanlı üniversitesinin ilk sağlıklı kuruluşu gerçekleştirilmiştir.87 Darülfünun-ı Şahane açıldığı zaman, daha önce kurulmuş olan darülfünunların karşılaştığı ve birçok açıdan onların başarısızlıklarına sebep olan hoca, yetişmiş talebe ve Türkçe ders kitaplarının yetersizliği gibi olumsuzluklar Z. Çevik, II. Abdülhamit Dönemi Bir Bürokrat Portresi: Sadrazam (Küçük) Mehmed Said Paşa ve Reformları, Turkish Studies, Volume 4/8 Fall 2009, ss.838-865, s.858-859 87 M.A. Ayni, a.g.e. s.33 86 41 kısmen ortadan kalkmıştı. Ancak çok sayıda müracaat olmasına rağmen belli sayıda talebe alınması. sıkı bir idari kontrolün bulunması ve derslerin daha çok teorik safhada kalması, darülfünunun olumsuz yönleri olarak kabul edilmelidir. II. Meşrutiyet'in ilanma kadar geçen süre içerisinde birçok mezun veren Darülfünun-ı Şahane, Meşrutiyet döneminde daha sistemli bir eğitime geçti. Meşrutiyet'in ilanıyla adı İstanbul Darülfünunu şeklinde değiştirilen Darülfünun-ı Şahane, Tıp ve Hukuk şubelerini de bünyesine katmak suretiyle resmen beş şubeli olarak yeniden teşkilatlandırıldı. 1912'de darülfünunda yeni bir ıslahat programı uygulandı. Bu dönemde Eczacı ve Dişçi mektepleri Tıp Fakültesi'ne bağlanırken88 Şam vilayetindeki Tıbbiye Mektebi de İstanbul Darülfünunu'na bağlandı, şubeler fakülte adını aldı ve muallimlere müderris unvanı verildi, talebe ve müderrislerin devam ve disiplin kaideleri düzene sokuldu. I. Dünya Savaşı yıllarında Avrupa'dan gelen çok sayıdaki yabancı öğretim elemanının da çalışmalarıyla darülfünun önemli gelişmeler gösterdi ve modern bir üniversite fonksiyonu icra etmeye başladı. Darülmesai adıyla çeşitli alanlarda enstitüler kuruldu, bunlar için kütüphaneler ve laboratuvarlar hazırlandı. Ayrıca 1914'te hazırlanan Islah-ı Medaris Nizamnamesi ile İstanbul medreseleri Darülhilafeti'l-Aiiyye adıyla tek bir medrese haline getirildi ve darülfünun bünyesindeki Ulüm-i Aliye -i Diniyye şubesi kapatılarak öğrencileri Darülhilafe'nin Aliye kısmına devredildi.89 12 Eylül 1914'te kız talebeler için Edebiyat, Riyaziyyat ve Tabfiyyat şubelerinden oluşan inas Darülfünunu kuruldu. 1917'de ilk mezunlarını veren inas Darülfünunu 1920'de lağvedildi. Bunun üzerine 1921'den itibaren önce E. Dölen, “II. Meşrutiyet Döneminde Darülfünun”, Osmanlı Bilimi Araştırmaları, C.10, S.1, ss.146, 2008, s.9 89 E.İhsanoğlu, Darülfünun, s.524 88 42 Edebiyat ve Fen fakültelerinde, ardından da Hukuk Fakültesi ile Tıp Fakültesi'nde birer yıl ara ile karma öğretime geçildi. Milli Mücadele yıllarında (1918- 1923) ülkedeki bütün kurumlar gibi darülfünun da ciddi sıkıntılar yaşadı. 1918-1919 öğretim yılı başında yabancı hocalar ülkelerine döndüler. Bütçe tasarrufları sebebiyle fakülteler için kiralanan binaların hemen hepsi boşaltıldı, savaş sonunda terhis edilen talebelerin de dönmesiyle geniş ölçüde yer ve hoca sıkıntısı ortaya çıktı. istanbul Darülfünunu 1919'da hazırlanan bir ıslahat programı ile Osmanlı Darülfünunu adıyla yeniden canlandırılmaya çalışıldı. Türkiye Cumhuriyeti kuruluncaya kadar darülfünun bu hüviyetiyle eğitim ve öğretim faaliyetlerini sürdürmüştür. Lozan Antlaşması'ndan hemen sonra İngilizler'in boşalttığı Harbiye Nezareti binası (bugün İstanbul Üniversitesi merkez binası) darülfünuna tahsis edilerek yer darlığı büyük ölçüde halledilmiştir. 1923’te Ankara'da toplanan birinci ilmi heyette darülfünun ve yüksek okullar ele alınmıştır. 3 Mart 1924 tarihinde yürürlüğe giren tevhid-i Tedrisat Kanunu ile lağvedilen medreselerin yerine yeniden ilahiyat Fakültesi kurulmuş ve 1 Nisan 1924 'te Türkiye Büyük Millet Meclisi darülfünuna hükmi şahsiyet tanıyarak katma bütçe ile idare edilmesine karar vermiştir. Böylece darülfünun ilmi. idari ve mali bakımdan muhtar bir hüviyet kazanmıştır. Bu kanuna dayanarak vekiller heyetinin 21 Nisan 1924 tarihinde kabul ettiği şekil ve esaslar, darülfünunun lağvedilip İstanbul Üniversitesi'nin kurulduğu 1933 yılına kadar yürürlükte kalmıştır. 2.3. Encümen-i Daniş’in Kuruluşu Meclis-i Muvakkat’in yukarıda belirttiğimiz rapordan başka henüz tamamlamadığı bir çalışması daha vardı. O da Darülfünun tamamlanınca, okutulacak 43 derslerin kitaplarını hazırlamak için bir de Encümen-i Daniş kurulmasıydı. Bu konu hakkında gerekçeli bir mazbata ayrıca yazılmıştı. Tarihsiz olarak yazılan bu mazbata diğer rapordan sonra yazılmıştır. “Bunun böyle olduğu, bu mazbatada Meclis-i Maarif-i Umumiye’den sık sık söz edilmesinden ve Encümen-i Daniş ile ilgili olarak bu meclise birçok yetkiler teklif olunmasından anlaşılmaktadır.”90 Bu mazbatada Encümen-i Daniş ismi ilk kez zikredilmiş ve kuruluş gerekçeleri, çalışma usulleri, üyelerinde olması gereken özellikler ve yapması gereken faaliyetler etraflı bir şekilde anlatılmıştır. Mazbatanın içeriği şu şekilde özetlenebilir:91 1- Kurulacak olan Darülfünunda okutulmak üzere telif ve tercüme kitaplar hazırlanması ve bir kütüphane inşa olunarak lüzumlu kitapların bulundurulması gerekir. 2- İslam âleminde daha önce yazılmış çok kıymetli eserler vardır ancak, bunlar Arapça ve Farsça dillerindedir. Ayrıca Darülfünunda öğretilecek bazı ilim ve fenlere ilişkin kitaplar ise ecnebi dillerindedir ki bu kitaplardan faydalanmak için bütün bu dilleri öğrenmek gerekir ki amaç bu değildir. Sıradan insanlar da bu sebeple bu kitaplarda bulunan faydalı bilgilerden mahrum olagelmiştir. Rivayet olunduğuna göre ecnebi memleketlerde ilmin gelişmesi ve yayılması gerekli kitapların kendi dillerine tercümesi yoluyla olduğundan, Padişahımızın çok önem verdiği halkın eğitimi meselesi, gerekli kitapların halkın anlayabileceği üslupta Türkçeye tercümesi yoluyla gerçekleştirilmelidir. 90 91 K. Akyüz, Encümen-i Daniş, Ankara Ün. Eğt. Fak. Yay., Ankara, 1975, s.11 Mazbata’nın orijinal transkripsiyonu için bkz. A.g.e. s.32-35, 44 3- Bu işi yapmak için Saltanat-ı Seniyyenin teşvikiyle kırk kişi bir ek görev olarak Encümen-i Daniş üyeliği unvanıyla şereflendirilerek bir cemiyet oluşturulmalıdır. Bu görev için onlara ayrıca bir ücret ödenmemeli, yapacakları telif ve tercüme eserlerin değerine ve zorluğuna göre padişah tarafından ödüllendirilmelidirler. 4- Encümenin kurulması uygun görülürse bahsedilen kırk kişinin yirmisi dâhili (aslî) yirmisi harici (fahri) üye olarak belirlenmeli ve dâhili üyeler için Darülfünun binasında bir oda tahsis edilerek burada toplanmalıdır. Bu ayrımın yapılmasının sebebi; Encümenin oluşturulmasından amaç kitap telif ve tercümesidir ve bu işi yapabilecek kapasitede olan kişiler reayadan ve ecnebilerden de olabilir ve bunların harici üye olmasının bir mahzuru yoktur. Harici üyelerin toplantılara katılması gerekmeyip haberleşme yoluyla hizmetlerini yerine getirebilirler. 5- Encümen, Meclis-i Maarif-i Umumiye gibi Maarif-i Umumiye Nezareti altında bulunacaktır ve telif veya tercüme edilmesi gereken kitaba verilecek ödül miktarı Meclis-i Maarif-i Umumiye tarafından belirlenecek ve Maarif Nezareti tarafından onaylandıktan sonra Encümene bildirilecektir. Böylece Encümen veya Meclis-i Maarif bir kitabın tercümesini gerekli gördüğünde bunu ilan ederek bu işi yapabilecek kişileri teşvik etmiş olacaktır. 6- Encümen-i Daniş’in bir başkanı olacaktır ve bu başkan her yönüyle diğer üyelerden üstün ve her yönüyle başkanlığa layık olacaktır. Meclis-i Maarifin yazılmasını ve tercüme edilmesini istediği bir eseri üyelere duyurmak ve hangi üyelerin bu işi yapacağına karar vermek başkanın 45 işidir. Bunun dışında yabancı dil bilen ancak Türkçesi zayıf olan hariçten birinin tercüme edeceği faydalı bir eseri düzeltmek üzere üyelerden ikisinin musahhih ve bir kişinin kâtip olarak görevlendirilmesi gerekir. 7- Telif ve tercüme çalışmalarının artarak devam etmesi gerekli olduğundan, Encümen üyelerinden birinin kendi isteğiyle yazdığı veya tercüme ettiği bir kitap Encümen tarafından faydalı görülürse Meclis-i Maarife bildirilecek ve orada verilecek ödül belirlenerek kitap takriz ve tahsin olunacaktır. 8- Encümen üyeleri tarafından telif veya tercüme edilecek kitaplar genel halkın anlayabileceği şekilde yazılmalı ve başkan da buna dikkat etmelidir. Yeteneğini göstermek için ağır bir dille kitap yazan olursa bunlara da teşvik edici muamelede bulunulmalıdır. 9- Encümen üyelikleri için ‘ek listede’92 adı belirtilen kişilerin tayin edilmesi, bunlar uygun görülmezse içlerinden on tanesinin tayini ve diğerlerinin de bu on kişi tarafından seçilip Meclis-i Maarif-i Umumiye tarafından onaylanması arz olunur. Meclis-i Muvakkatin bu mazbatası Meclis-i Maarif-i Umumiye tarafından incelenerek genel olarak uygun bulunmuş, sadece birkaç değişiklik içeren yeni bir layiha ile bu tekliflere uygun bir nizamname taslağı hazırlanarak Padişah’a sunulmuştur.93 Adı geçen liste bugüne kadar arşivlerde bulunamamıştır. Bu sebeple bu meclisin tavsiye ettiği isimlerden hangilerinin değiştirildiğini bilmiyoruz. 93 Raporun orijinal transkripsiyonu için bkz. Akyüz, a.g.e, s.44–49, Cevdet Paşa, Tezakir, 40Tetimme, (Haz.: Cavit Baysun), TTK Basımevi, Ankara 1991, s.47-50 92 46 Meclis-i Muvakkatin tekliflerinde, Meclis-i Maarif-i Umumiye’nin yaptığı değişiklikleri de şu şekilde sıralayabiliriz: 1- Encümen-i Daniş’in açılması için Darülfünunun kurulmasını beklemeye gerek yoktur, bilakis hemen kurulması daha faydalı olur. 2- Encümen-i Daniş ilim ve fenne dair geniş bir alanda çalışmalar yapacağından, dâhili üye sayısı kırk, harici üye sayısı sınırsız olmalıdır. 3- Başkanlık için, bütün üyelerden her yönüyle üstün bir kişinin bulunup bulunamayacağı meçhul olduğundan, bunun yerine birbirini tamamlayacak özelliklere sahip iki kişinin birinci başkan ve ikinci başkan olarak görevlendirilmesi daha uygun olacaktır. Ayrıca iki üyenin sürekli musahhih olarak görevlendirilmesine gerek yoktur. Gerektiğinde böyle bir görevlendirme yapılabilir. Başkanların yanında çalışacak devamlı ve maaşlı bir kâtibe de gerek yoktur, böyle şerefli bir görev için devlet dairelerinden istekli olacak iki kâtibin tayini yeterli olur. 4- Encümen için ayrı bir masraf yapmaya gerek yoktur. Telif veya tercüme bir eser yayınlayanlar, bunları bastırıp gelirini alabilirler. Ücret talep eden olursa da Maarif-i Umumiye Nezaretine kitap telifi için ayrılmış olan senelik elli bin kuruşluk bütçeden ödeme yapılıp eser devletleştirilebilir. 5- Encümen için Darülfünun içinde bir yer tahsis edilmesi teklif edilmişse de, Encümen daha önce faaliyete geçerse, Darülfünun 47 binası tamamlanıncaya kadar Darülmaarif’te bir oda tahsis edilmesi uygun görülmüştür.94 2.3.1- Encümen-i Daniş’in Kuruluş Gerekçesi Encümen-i Daniş’in kuruluş gerekçesi Meclis-i Maarif-i Umumiyenin layihasında açıklanmıştır: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”95 mealindeki ayet ile başlayan layihada, bilgi ve irfanın cehalete kıyas kabul etmez üstünlüğü bulunduğu ve medeniyetin bilim ve düşüncenin geliştirilip yayılması ile olanaklı olacağı belirtildikten sonra bunun gerçekleşmesinin de devletin yardım ve desteğine muhtaç olduğu vurgulanmaktadır.96 Bilgi, beceri ve düşünceye önem veren devletlerin güçlü, mamur ve müreffeh olmasının doğal olduğu ve Osmanlı devletinin de geçmişte bilim ve eğitime önem vererek dünya çapında güçlendiği belirtilmiştir. İmparatorluğun güçlü dönemlerinde pek çok eser verildiği ancak sonradan âlimlerin eserlerini ya tamamen başka dillerde yazdığı ya da genel olarak Arapça ve Farsça ifadeler kullanıp bir sayfada ancak bir-iki kelime Türkçe kullanmayı adet edindikleri belirtilerek, ülkede bilimin geri kalması neredeyse Türkçenin terk edilmesine bağlanmıştır. Hemen ardından, yeni devrin gerektirdiği bilim ve fenlerin ancak Arapça ve ecnebi dillerinden tercüme ile elde edilebileceği belirtilmiş ve –kimsenin buna itiraz etmemesi için olsa gerek- bunun geçmişte İslam dünyasında örnekleri bulunan bir uygulama olduğu da eklenmiştir. Bu belgelere göre böyle bir kurumun oluşturulmasının arkasındaki düşünce üzerinde durmak istiyoruz. BOA, İ.MVL, 208/6740 Kur’an-ı Kerim, Zümer Suresi, Ayet:9 96 Tanzimat dönemi, devletin klasik dönemde kurumsal olarak ilgilenmediği konulara el atmaya ve pek çok alanla ilgili yeni kanuni düzenlemeler yapılıp, kurumlar oluşturmaya başladığı bir dönemdir. Burada da devletten bilimin gelişmesi için destek istenmektedir 94 95 48 Encümenin kurulması düşüncesinin, eğitim işlerini düzenlemek için meclisler açılmasının ardından, bu meclislerde gündeme geldiğine dair Ahmet Cevdet Paşa’nın kesin ifadeleri vardır. Paşa, “Ol esnada maarifin intişar ve terakkisine fevkalade ehemmiyet veriliyordu…Meclis-i umumilerde pek tatlı musahabetler olunarak mühim işler müzakere olunurdu ve en mühim işlerden biri Paris’in Akademi nâm meclisi tarzında bir cemiyet-i ilmiye teşkili idi. Buna dair cereyan eden müzakeratın neticesinde…mukaddema Meclis-i Muvakkatte dahi tasavvur olunduğu gibi Encümen-i Daniş nâmiyle bir Cemiyet-i İlmiye teşkiline karar verildi.97sözleriyle karar sürecini açıklamaktadır. Ancak bu fikri ilk kimin ortaya attığı bilinmemektedir. O dönemde pek çok yeniliğin öncüsü olan ve dört kez Paris elçiliği yapmış olan Mustafa Reşit Paşa’nın bu konuda da öncü olduğu düşüncesi vardır: “Esasında Mustafa Reşid Paşa Tanzimatın maarif politikasını daha 1848’de ikinci sadareti sırasında tespit etmeye çalışmış ve o tarihe kadar II.Mahmud’un maarif sahasında ortaya koymuş olduğu prensipler dairesinde milli eğitimimiz yürütülmeye çalışılmıştır. Memlekette irfan hayatı namına girişilen bütün yeniliklerin öncüsü hiç şüphesiz Koca Reşid Paşa olmuştur. Özellikle ilk Türk İlimler Cemiyetinin yani Encümen-i Daniş’in teşkilindeki hizmeti unutulamaz.”98 Ekmeleddin İhsanoğlu ise bu konuda Fransa’da eğitim görmüş olan ve Meclis-i Maarif-i Umumiye’nin başkanlığını yapan Mühendis Ferik Emin Mehmed Paşa’nın etkili olduğunu belirtmektedir.99 Bu fikri ilk ortaya atanın kim olduğunu bilmemekle beraber, bizim Encümenin şekillenmesinde Avrupa kurumlarının örnek alınması noktasında katkısı Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.45-47 A. İ. Gencer, “Encümen-i Daniş ve Mustafa Reşid Paşa”, Seminer: Mustafa Reşid Paşa Dönemi (Ankara 13-14 Mart 1985) Bildiriler, TTK Basımevi, Ankara, 1994 s.33 99 E, İhsanoğlu, Osmanlı Medeniyeti Tarihi, İstanbul 1999, C.I, s.345 97 98 49 olduğunu düşündüğümüz kişi, Encümen-i Daniş’in açılışından kısa süre önce Avrupa’ya gönderilmiş olan, dönemin Mekatib-i Umumiye Nazırı Kemal Efendidir. “Meclis, ilk ve ortaokullar genel müfettişi ve divan-ı hümayun azası Kemal efendiyi Fransa, İngiltere ve Almanya’daki yüksek tahsil teşkilatını gidip öğrenmekle görevlendirdi. Kemal Efendi şu sıralarda Paris’te bulunmaktadır ve hükümet vazifesini rahat bir şekilde yürütebilmesi, kısa bir zamanda kesin sonuçlar elde edebilmesi için Kemal Efendiye gerekli olan bütün imkânları sunmuştur.”100 Sonuçta adı geçen meclisler, Avrupa kurumları örnek alınsa da önemli bazı yönlerden de kendine has özellikleri olan bir kurum oluşturmuşlardır. 2.3.2- Encümen-i Daniş’in Açılışı Meclis-i Maarif-i Umumiye’nin layihası ve nizamname taslağı 9 Rebiül-ahir 1267 (11 Şubat 1851) de Sadarete sunulmuştur. Sadaret makamı, bu teklifleri Bâb-ı Meşihat ve Meclis-i Vâlâ’ya göndererek görüşlerini sormuştur.101 Bâb-ı Meşihat 28 Mart’ta, Meclis-i Vâlâ ise 2 Nisan’da verdikleri cevaplarda teklifleri uygun bulduklarını bildirmişlerdir. 14 Nisan’da Sadaret bütün evrakı Padişah’ın onayına göndermiş ve bir gün sonra, 15 Nisan 1851’de Padişah ta gereken onayı vermiştir. Onayın çıkmasından yaklaşık bir buçuk ay sonra, Encümen-i Daniş’in nizamnamesi, üye listesi, Meclis-i Maarif-i Umumiye layihasının özeti ve kuruluş gerekçesini anlatan bir beyanname Takvim-i Vekayi’de yayınlanarak halka duyurulmuştur.102 Yine aynı gazetede Encümenin 19 Temmuz’da açılmasının kararlaştırıldığı ve Padişahın da açılışa katılacağı bildirilmiştir. M. A. Ubicini, Türkiye 1850, Çev: Cemal Karaağaçlı, Tercüman 1001 Temel Eser No:63, Tarihsiz, s.197 101 Bâb-ı Meşihat’e 5 Mart 1851’de gönderilen yazı mevcuttur ancak, Meclis-i Vâlâ’ya gönderilen yazı evraklar arasında yoktur. BOA,1267 yılı İrade Defteri, Meclis-i Vâlâ bölümü, No:1740 102 Takvim-i Vekayi, No: 449, 1 Şaban 1267 (1 Haziran 1851) 100 50 “Açılış töreni, Padişah’ın katılımıyla yapıldığından, bir açış konuşması yapılması uygun bulundu. Encümen üyelerinden isteyenlerin konuşma metni yazmaları ve bunların içerisinden en fazla beğenilenin okunmasına karar verildi. Hazırlanan metinler içerisinden, Ahmet Cevdet Paşa’nın yazmış olduğu konuşma en uygun bulundu. Konuşma, daha yeni temize çekilip hazırlandığı bir sırada, açılışın Ramazan Ayı’nın on sekizinde yapılacağı haberi geldi. Ancak Ali Paşa, o gün geç bir saatte Ahmet Cevdet Paşa’yı yanına çağırarak: “Sizin yazmış olduğunuz konuşmanın yapılmasından önce sadrazam efendimizin uygun bir nutukla başlamaları uygundur. Bunu kendilerine arz ve ifade ediniz” dedi. Ahmet Cevdet Paşa, Mustafa Reşit Paşa’nın yalısına geldiğinde gece olmuştu. Ayrıca yalıda oldukça kalabalık bir misafir topluluğu bulunmaktaydı. Ahmet Cevdet Paşa bu nedenle, konuyu ancak geç saatlerde Mustafa Reşit Paşa’ya iletebildi. Bu sırada, daha önemli işlerle uğraşan ve sabahleyin de erkenden Darü’l-Maarif’e giden Mustafa Reşit Paşa, bir konuşma metni yazmaya fırsat bulamadı.”103 Bundan dolayı Mustafa Reşit Paşa, törende irticalen bir konuşma yaptı. Bu konuşmanın ardından II. Başkan Hayrullah Efendi, Ahmet Cevdet Efendi tarafından yazılmış olan nutku okudu. Bu nutukta da bilim ve eğitimin önemine vurgu yapılmasının yanında dikkat çekici nokta söz ve dilin önemi üzerinde durulmakta ve yapılacak tercüme faaliyetlerinin sadece bilimin ülkede yaygınlaşmasına değil aynı zamanda dilin gelişimine de katkı yapacağı vurgulanmaktaydı. 104 Daha sonra üyeler için hazırlanmış olan ru’uslar105 bizzat Padişah tarafından verilerek Encümen-i Fatma Aliye, Cevdet Paşa ve Zamanı, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1995, s.73 Nutkun orijinal metni: BOA, İ.DUİT-192/54, orijinal metinden transkripsiyonu için bkz: Akyüz, a.g.e., s. 63-65 105 Encümen-i Daniş Üyelerine verilen ruuslara bir örnek: “Zat-ı şevket-meab-ı cenab-ı mülükanenin neşr-i maarif emr-i eheminde olan himmet-i ‘aliye-i hazret-i padişahilerinin hüsn-i husuli hıdmetine me’mur olan Encümen-i Daniş azalığına ferikan-ı kiramdan sa’adetlü Edhem Paşa Hazretleri hilye-i 103 104 51 Daniş’in resmi açılışı yapıldı. Açılış töreninin son bölümünde ise Ahmet Cevdet Efendi ile Fuad Efendi’nin hazırlamış oldukları Kavaid-i Osmaniye adlı Osmanlıca gramer kitabının Sultana takdim edildi. Sultan, kitabın basılmasını isteyince de usulen Encümende incelenerek basılması kararlaştırılmıştır. Böylece Encümenin ilk toplantısının birinci gündem maddesi Kavaid-i Osmaniye’nin basılmaya layık olup olmadığı konusu olmuştur. Açılış töreninde yapılan konuşmaları incelediğimizde ise; Mustafa Reşit Paşa konuşmasında; insana insanlığını bildirecek olan ve herkesi dünya ve ahirette kurtuluşa götürecek olan bilimlerin ve eğitimin yaygınlaşması ve gelişmesi için Padişah’ın gerekli kolaylıkları gösterdiğini belirttikten sonra, bu yapılanların az bir zaman içinde semeresini gösterdiğini söyleyerek, böylesine hayırlı bir işin yapıldığını görmekten dolayı çok mutlu olduğunu, kendilerinden sonra geleceklerin çok daha mutlu ve şanslı olduklarını, çünkü sonraki nesillerin insanın kemale ermesi için lazım olan eğitim ve bilimin her türlü nimetine erişmelerinin kolaylaşmış olduğunu ifade etmiştir.106 ma’arif ü kemal ile muttasıf olduğu cihetle layık olduğundan bi’l-intihab şeref-sudur buyurulan emr ü ferman-ı isabet –beyan-ı hazret-i şehin-şahi iktiza-yı ‘alisi üzre Encümen-i Daniş’in dahili aza-yı maarif-pirası silkine idhal buyurulduğunu müş’ir işbu ru’us-u humayun isdar olundu.”: BOA, İ.DH No: 237 / 14310 106 Konuşmanın tam metni şöyledir: “Veli-nimet bi-minnetimiz pedişahımız efendimizin ibtida taht-ı saltanat-ı seniyyelerine revnak verdikleri yevm-i mes’uddur ki-li’llahi’l-hamd devlet ve mülkde terakkisi görülmekde olan kuvvet ve ma’muriyyetin ve alemin na’il olduğu saadet ve emniyetin mebdei mübarekidir- işte ol günde padişahımız bab-ı adaleti teyenmünen açmışlar mehamdi-i ahlak-ı seniyyelerinin burhan-ı bahirini göstermişlerdi. Sonra insana insanlığı bildirecek ve herkesi dünya ve ahirette saadet ve selamete erdirecek ulum ve ma’arifin intişarına dahi bir tarik-i suhulet açarak cenab-ı hakka şükürler olsun az vakit içinde semere-yi nafiasını irfan-ı hakiki-yi şahanelerinin delil-i kavisini gösterdiler. İşte bunun tedabir-i mütemmimesinden olmak üzere Encümen-i Daniş’in teşkilini dahi murad buyurup valide-yi muhteremelerinin isr-i a’liye iktifaen ihya buyurdukları böyle bir eser-i celilde bu cem’iyyet-i hayriyenin bed’i teşrif-i şahanelerini dahi dirig buyurmayarak cümle kullarını ihya buyurdular. Bizler nasıl bahtiyar ademleriz ki böyle hayırlı bir asra yetişerek enva-ı ni’am-ı suriyye ve ma’neviye mutene’im olmaktayız ve bizim evlatlarımız bizden ziyade bahtiyardır ki her bir ni’mete bizlerle müşterek olduktan başka kemalat-ı insaniyeye lazım olan ulum ve ma’arifin esbab-ı suhuletini dahi i’nayet-i veli-ni’metle hazır ve amade bulmaktadırlar. Hak te’ala hazretleri saye-yi şahaneyi üzerlerimizde da’im buyursun. Amin. Veli-ni’met efendimiz Encümen-i Daniş’in küşadını emr-i ferman buyurdular.” Takvim-i Vekayi No 453, 7 Şevval 1267 (5 Ağustos 1851), s.2, Muharrerat-ı Nadire, , s. 106-107; Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s. 56-57. 52 Ahmet Cevdet Paşa tarafından yazılan ve Hayrullah Efendi tarafından okunan diğer konuşma ise oldukça kapsamlıdır. Başlangıçta, Meclis-i Maarif layihasındaki fikirler farklı kelimelerle tekrar ifade edilmiş, ardından ise insanın mahiyetinin iki yönlü olduğu, maddi yönünün ihtiyaçlarının giderilmesi ve medeniyetin zorunlu olan gerekliliklerinin elde edilebilmesi için doğa bilimlerini (fünun-u tabiiyye) ve matematiği (riyaziye) öğrenmesi gerektiği belirtilmiştir. Manevi ihtiyaçlarını tatmin edebilmesi için ise doğal olarak ruhunun haz duyduğu dinsel bilimler ve edebiyat öğrenilegeldiği ifade edilmiştir. Bu, geçmişin akli ilim – nakli ilim ayrımının bir başka versiyonudur diyebiliriz elbette. Ancak ‘medeniyetin gerekliliklerinin elde edilmesi’ şeklindeki ifade geçmişten oldukça farklıdır. Gücünü ve etkisini sürekli artıran Batı medeniyetinin birtakım ürünlerinin benimsenmesi gerektiği üstü kapalı olarak ifade edilmektedir. Bu konuşmanın sonraki bölümü ise sözün ve dilin önemi üzerinde durmaktadır. Hatta ilk etapta sözün etkisinden ve gücünden genişçe bahsedilmesi yazıya fazla değer verilmediğini bile düşündürmektedir. Ancak sonrasında bir dilin gelişmesi ve saygın bir dil haline gelmesi için o dilde bilimsel, felsefi ve edebi eserler yazılması gerektiğinden bahsedilmektedir. Anladığımız kadarıyla metni kaleme almış olan Ahmet Cevdet Paşa dilin, hem yazı ve gramer hem de retorik ve hitabet yönünden, bütün olarak gelişmesinin önemini belirtmek istemiştir. Bahsettiğimiz layihalar, mazbatalar ve konuşmalar genel olarak bilimin ve bilginin öneminden bahsederek Encümen-i Daniş’in kuruluşunu gerekçelendirmektedirler. Ancak bizce devletin böyle bir kurum oluşturmasının esas sebebi biraz farklıdır. Zira bu dönemde modern eğitim kurumları açılmış ve açılmaya 53 da devam edilmektedir, Yani Batı bilgisi Osmanlı ülkesine zaten girmektedir. Bizce esas mesele bu bilginin geliş şeklindedir. “Başlangıçta Tıbbiye’de Gülistan gibi eserler okunurken, Fransızca öğretimden sonra, bunun kafalarda yarattığı değişiklikler hakkında, 1847’de burayı ziyaret eden MacFarlane’in107 izlenimleri bize bir fikir verebilir…MacFarlane kitaplığı incelediğini, kitapların çoğunun Fransızca olduğunu söyler; ancak kitaplar arasında hiç sevmediği Fransız Devrimini hazırlayan ünlü materyalist filozofların kitaplarının bulunduğunu ve okunduğunu gördüğü zaman büsbütün şaşırmıştı. ‘Çoktan beri bu kadar düpedüz materyalizm kitapları toplayan bir koleksiyon görmemiştim’ der. ‘Genç bir Türk, oturmuş dinsizliğin el kitabı olan Systeme de la nature’ü okuyordu, bir başka öğrenci Diderot’nun Jacques le fataliste’inden, Le compere Mathieu’den parçalar okuyarak marifetini gösteriyordu…’ Üsküdar’daki askeri hastanede nihayet Türkiye’de kayıtsız şartsız övebileceğim bir müessese bulmuştum. Bununla beraber, Fransız felsefeciliğinin (materyalizminin) Türkiye’de nasıl hızla yayılmakta olduğunu bu müessesede de görmeden ayrılmak nasip olmadı. Doktorlara ve Türk asistanlarına ayrılan mükemmel döşenmiş bir salona davet edilmiştim. Kanepenin üzerinde bir kitap vardı. Alıp baktım. Bu da Baron d’Holbach’ın dinsizlik kitabı olan Systeme de la nature’ün en son Paris baskısı idi. Kitabın çok okunmakta olduğunu sayfalarında birçok parçaların işaretlenmiş olmasından anladım. Bu parçalar özellikle Tanrı’nın varlığına inanmanın saçmalığını, ruhun ölmezliği inancının imkânsızlığını matematikte gösteren parçalardı. Kitabı yerine koyarken Türk doktorlardan biri yanıma geldi. Fransızca olarak şunları söyledi: C’est un grand ouvrage! C’est un grand philosophe! Il a Bahsedilen kişi İskoç bir gezgin ve yazar olan Charles MacFarlane’dir. 1827 ve 1847 yıllarında iki kez ülkemize gelmiştir. Tarih ve gezi kitapları yazmıştır. 107 54 toujours raison! (Bu büyük bir yapıt! Adam büyük feylesof; tüm söylediklerinde haklı)108 Ülkeyi ziyaret eden bir yabancının rahatlıkla gözlemlediği bu durumu Osmanlı devlet adamlarının fark etmemiş olması mümkün değildir. İşte Encümen-i Daniş gibi kurumun açılmasının ve böylece devletin telif ve özellikle de tercüme edilecek bilimsel kitapların hazırlanması gibi bir görevi üstlenmesinin esas sebebi bizce budur. Zira “bilimsel bilgi onu üreten kişilerin inanç ve tercihlerinden soyutlanamaz..”109Dolayısıyla Avrupalı bilim adamlarınca üretilen bilgiler de genel olarak Avrupa medeniyetinin izlerini taşımakta ve o medeniyetin dünya tasavvuruna göre yorumlanmaktadır. İslam medeniyetinin bilgi sistemine göre yetişmiş Osmanlı yöneticilerinin de bu durumdan rahatsız olmaları ve tedbir almak istemeleri de tabiidir. Bir başka ifadeyle, bizce Encümen-i Daniş’in görevi, Avrupa’nın bilgisini İslami bilim anlayışına uygun hale getirerek tercüme etmektir. 2.4- Encümen-i Daniş’in Nizamnamesi110 I. Bölüm - Encümen-i Daniş’in Oluşumu ve Üyelerinin Seçim Şekli – Birinci Bent Encümen-i Dâniş’in üyeleri iki kısım olup birisi dâhilî ve diğeri hâricîdir. Dâhili üyeler kırk kişi olup fazlası olmayacaktır. Harici üye sayısı ise sınırsızdır. İkinci Bent Birinci ve ikinci olarak iki başkanı olacak ve dilimize âşinâ olup da Türkçe yazmaya mahâreti olmayan kişiler bazı kitapları tercüme ettiklerinde ifadelerini 108 N. Berkes, a.g.e, s.232-233 T. Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çev: Nilüfer Kuyaş, Kırmızı yayınları, İstanbul, 2008, s.16 110 Nizamnamenin orijinal metni için bkz. Takvim-i Vekayi No:449, 1 Şaban 1267, BOA, İ.MVL, 208/6740 109 55 düzeltmek için üyelerden geçici olarak bir ve yâhut îcâbına göre daha fazla düzeltici tayînine Encümen-i Dâniş yetkili olabilecektir ve sıradan işler için iki kâtibi olacaktır. Üçüncü Bent Encümen-i Dâniş’in üyeleri ve başkanlarının ilk defa olarak defteri Meclis-i Maârif-i Umûmiye tarafından tanzim olunmuş ise de sonradan dâhilîsinde bir üyelik boşaldığında mevcut üyelerden her birisi hârici üyelerden tercih eylediği zâtın ismini yazdığı pusulayı meclis mührü ile mühürlenmiş olarak özel mahfazaya koyacak ve seçim günü herkese arz ettiği zâtın liyâkat ve haysiyetini tarîf ederek bu sûrette arz olunan zâtların hâli encümence mâlûm olduktan sonra kaç kişi ise her birinin ismi üzerine bilinen usul üzere gizli olarak çoğunluk oyuna mürâcaatla nihâyet kimin isminde en fazla oy bulunur ise o zât encümen üyeliğine seçilmek üzere başkanların ve üyelerin mühürleri ile mühürlü bir mazbata yapılarak Meclis-i Maârif-i Umûmiye’ye gönderilecek ve Padişah’ın irade buyurmasıyla üyeliğe tayîn olunacaktır. Dördüncü Bent Başkanlık görevlerinden biri boşaldığında Meclis-i Maârif-i Umûmiye’de dâhili üyelerden birisi çoğunluk oyu ile seçilerek Padişaha arz olunacak, Padişahın onayladığı takdirde gereği yapılacaktır. Beşinci Bent Başkanlardan birisinin taşra memuriyetlerinden birine ve yâhut burada Encümen başkanlığı görevine mâni olacak sûrette bir memûriyete tayîn olması hâlinde, üyeliği uhdesinde kalmak üzere, önceki bentte beyân olunduğu üzere başka 56 bir üye başkan seçilerek Padişah’ın onayı ile onun yerine tayin olacaktır. Diğer üyeler dahî herhangi memûriyete atansalar üyeliklerine halel gelmeyecektir. Altıncı Bent Harici üyeler, Meclis-i Maârif-i Umûmiye ve yâhut başkanlar tarafından Encümene arz olunarak ve başka yerlerde yaşadığı için üyeler tarafından tanınmıyor ise onu teklif eden kişi, eserleri ile üyeliğe layık olduğunu ispat ederek onun için çoğunluk oyuna mürâcaat edilerek seçildikten sonra yukarıda belirtildiği üzere padişahın izniyle tayîn olunacaktır. Yedinci Bent Yalnızca başkanlık görevleri için birer kıt’a Berât-ı Âlî ihsân buyrulacaktır. Gerek dâhili üyeler ve gerek hârici üyeler bu suretle seçilip ve tayîn olunduktan sonra hazırlanmış olan Ruus-ı Hümâyûn’ları ve Meclis-i Maârif-i Umûmiye ve Encümen-i Dâniş tarafından Şehâdetnâmeleri itâ olunacaktır. Sekizinci Bent Encümen-i Dâniş üyeliği bir şeref ve meziyet-i mahsusa olduğundan buna nâil olanlara ek bir unvan olacaktır. II. Bölüm Encümen Üyelerinde Aranan Özellikler Birinci Bent Dahili üyeler Encümende bulunarak ve Harici üyeler Encümen ile haberleşerek bilgi seviyeleri ve yazdıkları eserler ile çok önemli bir iş olan eğitime hizmet etmeğe muktedir olabilmelidir. İkinci Bent 57 Dahili üyelerin her birinde birer bilim dalında uzmanlık ve yahut bir dilde bilgi kifâyet eder ise Türkçeye vâkıf olup, yanî Türkçe bir kitâp telîf etmeğe ve Arapça ve Farsçadan ve yâhut Diğer dillerden Türkçeye bir kitâp tercüme edebilmesi, meramını yazılı olarak ifade etmeye muktedir olması elzemdir. Fakat Türkçe yazmaya yeterli mahâreti olmayan birinin dahî eğer Avrupa dillerinden ve çeşitli bilim dallarından bilgisi var ise seçilmesi uygundur. Üçüncü Bent Harici üyelerin Türkçeye hâkim olmaları şart olmayıp hangi dilde olur ise olsun Encümene bilgi aktararak genel eğitim için bir şekilde faydalı olabilmeleri yeterli görülecektir. Dördüncü Bent Encümen-i Dâniş bu şekilde her türden bilgi sâhibi kişilerden oluşacağına, yani hem Arapça ve Farsça bilimlerde hem de Avrupa dillerindeki fenlerde mahâret sahibi kişiler bulunacağına binâen, dâimâ iki başkanın birisi geleneksel bilimlere ve diğeri Avrupa dillerindeki fenlere hâkim olması gerekli olduğundan aynı tarzda bilgi sahibi olan iki kişinin başkan olması uygun olmayacaktır ve başkanların Meclis-i Maârif-i Umûmiye üyesi olması şart olacaktır. III. Bölüm Encümen-i Dâniş’in Hizmeti Birinci Bent Encümen-i Dâniş Türkçe dilinde çeşitli bilimlere dâir lâzım gelen kitâpların çoğalmasına ve Türkçe dilinin ilerlemesine hizmet edeceğinden, öncelikle Meclis-i Maârif-i Umûmiye tarafından bir kitâbın telîf ve tercümesine lüzum görülüp Encümene verilmesi durumunda, üyelerden biri çoğunluk oyuyla bu iş için 58 görevlendirilecektir. Encümen-i Daniş kendisi bir kitabın telif ve tercümesine lüzum görürse, Meclis-i Maârif’ten izin alarak yine üyelerinden birini görevlendirecektir. Bundan başka üyeler gerek olağan toplantılarda ve gerekse olağanüstü olarak toplandıklarında yararlı ilim ve fenlerin yayılması ve öğrenilmesinin kolaylaştırılması işinde hatırlarına gelen şeyleri ya lâyiha suretiyle yazarak ve yâhut söyleyerek arz ile onun üzerine müzâkere olunacaktır ve gerçekleşen müzakereler mazbatâ suretiyle Meclis-i Maârif’e verilecektir. İkinci Bent Bir kitabın tercüme ve yâhut telîfine lüzum göründüğü hâlde Encümen başkanı tarafından evvelâ mevcût olan dâhili üyelerden işi yapmaya muktedir kaç zât var ise onlara arz ve ilân olunarak numûne olmak üzere her birine birkaç sahife yazdırılıp numûneler birbiriyle karşılaştırılarak yukarda olduğu gibi çoğunluk oyuyla birisi tercih edilecek ve söz konusu kitabın tercüme ve telîfi onu yazana havâle olunacaktır. Üçüncü Bent Harici üyeler yalnız yazı yoluyla hizmete memur olup, yani maârife dâir yapacakları lâyihaları ve yâhut kitapları encümene göndereceklerdir. Dördüncü Bent Gerek Meclis-i Maarif-i Umûmiye’nin talebi ve gerek bizzât Encümen-i Dâniş’in tayîni üzerine telîf ve tercüme olunacak kitaplar ve harici üyelerin Encümene verip oranın kabul eyleyeceği şeyler, Meclis-i Maârif’in görüşüne sunulacak, orada gerek içeriği ve gerek ifade tarzı tetkîk olunduktan sonra basılıp yayınlanmaya lâyık ve mahzursuz görülür ise usulü üzere yapılacak mazbatası 59 Padişah hazretlerine arz ile oradan muvafakat edilmesi halinde Dârü’t-tıbâatü’lâmire’de basılıp yayınlanacaktır. Beşinci Bent Encümenin toplanması için İstanbul’da bulunan dâhili üyelerin üçte biri mevcut olmak lâzımdır. Bu sebeple üyelerin çoğunun belirlenmiş toplantı günlerinde devamı ve olağanüstü konuların görüşülmesi için başkanlık tarafından davet edildiklerinde icâbet eylemeleri gereklidir. Herhangi bir özrü bulunan, bunu yazılı olarak beyan edecek ve bu yazı Encümende herkese okunacaktır ve geçerli mazereti olmaksızın iki-üç defa gelmeyen olur ise başkan tarafından soruşturulacaktır. Eğer mazeretsiz olarak bir sene kadar gelmeyen olur ise ru’su alınıp yerine bir başkası tayîn olunacaktır. Altıncı Bent Gerek dâhili üyelerden ve gerek hârici üyelerden uzak yerlerde bulunanlar bulundukları yerlerin farklı yönlerini ve eğitim ve bilim konularında öğrendikleri şeyleri yazılı olarak Encümen-i Dâniş’e bildireceklerdir. Bu gelen evrakları dahî Encümen-i Dâniş Meclis-i Maârif-i Umûmiye’ye gönderecektir. Yedinci Bent Encümen-i Dâniş’in dâhili üyeleri belirlenen mahalde her ayın ilk cumartesi günü, yaz aylarında saat dörtte ve kış aylarında saat altıda bulunacaklardır ve sonraları işlerin artması durumunda on beş günde bir ve yâhut haftada bir toplanacaklardır. Olağanüstü bir durum ortaya çıkar da üyelerin toplanması gerekirse her birisi başkan tarafından tezkireler ile davet olunacaklardır. Sekizinci Bent 60 Bilim ve sanâyiye dâir yazılacak kitapların herkesin anlayacağı sûrette âdî Türkçe olmasına dikkat ve ihtimâm olunacağı gibi, menkıbe ve benzeri konularda ağır bir dille kitâplar yazıldığı hâlde dahî takdir ve tahsin olunacaktır. IV. Bölüm Sûret-i Mükâfâtları Birinci Bent Eğitim ve bilim adamları hakkında olacak mükâfat eğitim ve bilime ettikleri hizmete göre olmak lâzım gelip bu cihetle bu kişilerin hizmetleri üç derece kabul olunmuştur. Şöyle ki: Birisi kendiliğinden olarak bir kitap tercüme veya telif eder ve bunun gerekliliği sabit olmasa da yararı sâbit olur ise üçüncü derece ve özel birisi, görevlendirilerek veya kendiliğinden olarak telif ve tercüme edip, o eserin önemli ve gerekli olduğu anlaşılır ise ikinci mertebe ve olağanüstü telîflerin içinden devlet ve millete gayet menfaatli bir hizmet meydana getirilir, yanî eğitim işlerine veya bir bilim dalına dâir yeni bir şey yapılır ise birinci derece kabul olunacaktır. İkinci Bent Üçüncü derecede hizmet eden olur ise yazdığı kitabın geliri kendisine âit olmak imtiyâzı verilecek ve yâhut bu imtiyâz bedelinde kendisine münâsip görülecek mertebe nakden ödenip o kitaptan elde edilecek gelir Maârif-i Umûmiye Nezareti bütçesine âit olacaktır. Üçüncü Bent İkinci derecede hizmet eden, önceki derecede olan imtiyaza nâil olduktan sonra, Levha-ı İmtiyâz adı ile Encümen mahalline yapılan kitabeye ismi yazılarak ismi ölümsüzleştirilecektir. Dördüncü Bent 61 Birinci derecede hizmet eden kişiye, önceki derecelerde olan imtiyâzlardan başka bir kıt’a madalya dahî verilecektir. Beşinci Bent Belirtilen çeşitli imtiyazlara gerek dahili üyeler ve gerek harici üyeler eşit şekilde nâil olabileceklerdir. Altıncı Bent Anılan derecelerin temyiz ve tayininde Encümence çoğunluk oyuna mürâcaat olunacak, ardından Meclis-i Maârif’e mazbata ile durum bildirilecek ve oradan da Padişah hazretlerinin onayı ile gereği yapılacaktır. Encümen nizamnamesini incelediğimizde dikkatimizi çeken birkaç detaydan bahsetmek istiyoruz. Encümenin kuruluşu için yapılan hazırlıkların oldukça titiz bir çalışmanın ürünü olduğu bellidir. Neden böyle bir şeye ihtiyaç duyulduğu, beklenen hizmetler, üyelerde aranan üstün nitelikler ve yapılan işin karşılığı olarak verilecek şeyler detaylı bir şekilde düşünülmüştür. Yapılan iş için Şeyhülislam’dan ve Meclis-i Vâlâ’dan da onay alınarak herkesin bu çalışmayı desteklemesi sağlanmıştır. Nizamnamenin içeriğine baktığımızda ise öncelikle şunu söyleyebiliriz ki, her ne kadar telif ve tercüme kelimeleri bir arada kullanılsa da, Encümenin esas görevi tercümedir diyebiliriz. Üyelerde aranan dil bilme şartı ve harici üyelerin yabancı da olabileceğinin belirtilmesi de yine tercüme konusuna büyük önem verildiğini göstermektedir. Bizce daha önemli mesele ise dilin geliştirilmesi konusudur. Meclis-i Muvakkat raporunda bu konu açıkça geçmemektedir. Meclis-i Maarif-i 62 Umumiye’nin raporunda ise, daha önce de belirttiğimiz üzere, geçmiş asırlarda yazılan eserlerde Türkçenin terk edilmesinden şikayet edilmektedir. Yine bu meclis tarafından Takvim-i Vekayi’de yayınlanmak üzere yazılan ve encümenin nizamnamesiyle beraber yayınlanan layihada ise geçmişten kalmış çok sayıda ve değerli eserler olduğu ancak bunların halkın anlayamayacağı ölçüde süslü ve ağır ifadelerle yazıldığı ve çoğunun bilimlerin ancak bir şubesi olan şiir ve inşa ile sınırlı olduğu belirtilmektedir. Yani bu layihalarda dil konusu esas olarak, Sultan Abdülmecit’in 1845’teki hatt-ı hümayununda yer alan ‘halkın bilgisizliğinin giderilmesi’ amacı doğrultusunda dilin sadeleştirilmesi yönüyle ele alınmıştır. Dolayısıyla nizamnamede Encümenin iki asli görevinden birisi olarak Türkçenin ilerlemesine hizmet edeceğinin belirtilmesi biraz şaşırtıcıdır. Ayrıca yukarıda belirttiğimiz üzere, açılışta okunan ve Cevdet Paşa tarafından yazılan nutukta sözün ve dilin öneminden uzun uzun bahsedilmesi ve tercüme faaliyetlerinin dilin gelişmesine de katkı sağlayacağının belirtilmesi ile açılışa yakın dönemde Cevdet Paşa’nın bir gramer kitabı yazması gibi durumlar, Türkçenin geliştirilmesi yönünde bir düşüncenin bazı meclis üyelerinin aklına layihaların yazılmasından sonra geldiği izlenimi uyandırmaktadır. Nizamnameyi inceleyerek Encümen-i Daniş’in yapısı ve bir akademi olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği konusunda da görüşlerimizi belirtmek istiyoruz. Osmanlı İmparatorluğunun modern anlamda kurumsallaşma ve kanunlaştırma hareketlerinin görüldüğü bir dönem olan Tanzimat dönemini incelerken, neyin neden ve nasıl yapılması gerektiği konusunda farklı fikirler olması, Avrupa ülkelerinin ne ölçüde örnek alındığı ve kullanılan terimlerle ne kastedildiği gibi konularda 63 araştırmacıların farklı yorumlarda bulunduğu görülmektedir. Bu durum Encümen-i Daniş ile ilgili yapılmış çalışmalarda da göze çarpmaktadır. Encümen-i Daniş bir akademi midir? Kuruluşunda Fransız Akademisi mi örnek alınmıştır? gibi sorulara verilen cevaplar farklı farklıdır. Örneğin, önceki bölümlerde bahsettiğimiz meclislerin raporlarında, Encümen-i Daniş için ‘cemiyet’ teriminin kullanılması yorum farklılıklarına sebep olmuştur. Çünkü “Bu kavramın Osmanlı Devleti’nde oldukça geniş bir kullanım alanı bulunmaktadır. Resmi kurumlara, suç gruplarına, bilimsel ve düşünsel Topluluklara, şirketlere vb. birçok uygulamaya cemiyet adı verilmektedir. Örneğin Mecelle Cemiyeti ya da Tercüme Cemiyeti tamamen resmi komisyonlar olmalarına karşın, cemiyet olarak adlandırılmışlardır. Hilal-i Ahmer Cemiyeti ise yarı resmi cemiyetlere örnek olarak verilebilir. Kaynaklarda herhangi bir suç grubuna dair ‘fesad cemiyeti’ nitelemesine oldukça sık rastlanır. Örneğin faaliyetlerinden ve düşüncelerinden hoşlanılmayan komün hareketi sık sık Cemiyet-i Fesadiye olarak anılmaktadır. Yine bu anlayışın bir ürünü olarak, Beşiktaş Topluluğu’na sonradan Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi denilmiştir.”111 Bu kadar geniş bir kullanım alanı olan, buna karşılık hukuki tanımı olmayan bu terimin yorum farklılıklarına sebep olması gayet doğaldır. Terimin sözlük karşılığı ise Develioğlu tarafından sadece topluluk şeklinde verilirken, Redhouse birinci anlam olarak topluluk, ikinci anlam olarak ise İngilizce’de şirket, kurum, birlik gibi anlamalarda kullanılan association karşılığını kullanır.112 İlhan Ayverdi’nin bu kelime için verdiği yedi karşılıktan biri olan aynı amaçla bir araya gelen insanların oluşturdukları Topluluk şeklindeki tanım ise geniş kullanımı açıklamakla beraber bize fazla yardımcı olmamaktadır. Bu sebeple 111 112 Karaçavuş, a.g.e., s.39 J. Redhosuse, İngilizce-Türkçe Sözlük, İstanbul-1998, s. 221 64 Encümen-i Daniş’i tanımlarken, günümüzdeki anlamıyla, kullanılması gereken kelimenin ne olması gerektiği konusunda iki görüş öne sürülmüştür. Ekmeleddin İhsanoğlu, “bugünkü anladığımız manada ‘cemiyet’ kelimesi tesbit edebildiğimiz kadarıyla, ilk olarak, 1845’te kurulmuş olan Meclis-i Muvakkat’ın hazırlamış olduğu tarihsiz bir raporda görülmüştür. Daha sonra, 11 Şubat 1851 tarihili Meclis-i Maarif-i Umumiye raporunda, Encümen-i Daniş için kullanılmıştır. Burada Cemiyet tabirinden bir topluluk değil, ancak “… ammeye ehemm ü elzem olan kitapların bir an akdem vücuda getirilmesi için ashab-ı hüner ve marifetten mürekkep bir Cemiyetin teşkiline aklen lüzum görülerek” ibaresinde ifade edilmek istenenin bir tüzel kişilik olduğu anlaşılmaktadır. Böylece Türkiye’de cemiyet adı ile tanımlanan ilk ilmi kurulun 1851’de teşkil edilen Encümen-i Daniş olduğu ortaya çıkmaktadır.”113 Demek suretiyle cemiyet kelimesinin tüzel kişilik sahibi dernek olarak anlaşılabileceğini ifade etmiştir. Karaçavuş ise “Bu gün anlaşıldığı biçimiyle dernek, bir sivil toplum örgütüdür ve devlet ile iç içeliğinin olmaması gerekir. Cemiyet sözcüğüne tüzel kişilik kazandırıldığı takdirde belirli, bir kavramsallaştırma yapılarak derneğe yaklaştırılmış olur. Ancak Encümen-i Daniş bizzat devlet tarafından ve devletin içerisinde oluşturulmuş bir kurum olduğu için, cemiyet(dernek) olarak nitelenemez. Böylece Encümen-i Daniş’in, kavramın tarihsel kullanımı açısından bir cemiyet olarak nitelenebilse bile, bugünkü anlamda bir dernek olduğunun söylenmesinin zor olduğu ortaya çıkar. Bizce bazı araştırmacıların Encümen-i Daniş’i cemiyet(dernek) olarak nitelendirirken düştüğü hata, Encümen’in tüzel kişiliğe sahip olmasını aşırı önemsemeleridir”114 diyerek İhsanoğlu’nun görüşüne karşı çıkmaktadır. 113 114 E. İhsanoğlu, Cemiyeti İlmiyesi Olarak Bilinen Ulema Grubu, s.54 A. Karaçavuş, a.g.e., s. 190 65 Bizce de Karaçavuş’un görüşü daha doğrudur. Ne sivil bir yönü ne de bilimsel ya da idari bir özerkliği olduğu göz önüne alındığında, Encümen-i Daniş’in günümüz terminolojisiyle bir ‘bilim kurulu’ ya da ‘bilim komisyonu’ gibi bir ifadeyle isimlendirilmesi daha uygun olur ki sözlük anlamı itibariyle isminin karşılığı da budur. 2.5- Encümen-i Daniş Akademi midir? Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle akademinin ne olduğundan kısaca bahsetmek gerekir. Köken olarak Akademi kelimesi, M.Ö. 4. yüzyılda Platon’un öğrencilerine ders verdiği Atina yakınlarındaki bir yerin isminden gelmektedir.115 Rönesans döneminde İtalya’da yeniden ortaya çıkmaya başlayan akademi isimli kurumlar buradan Avrupa’nın diğer ülkelerine yayılmıştır. İtalya’daki ilk akademiler felsefe ve tarih üzerinedir. Daha sonrakiler ise dil akademileridir ve bir dil akademisinin 1612’de bir sözlük hazırlamasının ardından başta Fransa olmak üzere diğer ülkelerde de dil akademileri açılmıştır.116 Sonraki yıllarda, dünyanın pek çok ülkesinde, bütün bilim dallarını kapsayan tek bir kurum ya da her alan için ayrı kurumlar şeklinde, bilimsel faaliyetleri yönlendiren ve destekleyen üst kurumlar olarak akademiler kurulmuştur. “Başka tabirle akademi; ilim adamlarını, ilmin buluşlarını, ilmin çalışma araçlarını bir araya toplayan, böylece ilme en yüksek ve en şümullü çalışma imkânları sağlayan yerdir.”117 Encümen-i Daniş’in akademi olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceği sorusuna dönecek olursak, öncelikle bu konudaki farklı yorumlardan bahsetmek istiyoruz: Tanpınar’a göre Encümen-i Daniş, bizim uluslararası bilim ve düşünce ile Tekeli ve diğerleri, Bilim Tarihine Giriş, Nobel Yayınevi, Ankara, 2011, s.51 Meydan Lrousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi, C.I, Meydan Yayınevi, İstanbul, 1969, s. 202 117 H. İnalcık; “Akademi Nedir, Türk Akademisi Nasıl Kurulmalıdır. Bir Örnek: Japon Akademisi”, Türk Kültürü Dergisi, C.VI S.67, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968, s.487 115 116 66 temasımızı sağlayacak bir akademidir.118 Ülkütaşır’ın119, Sertoğlu’nun120 ve Bilim’in121 çalışmalarının isimlerinde Encümenden Akademi diye bahsedilirken, Aktepe,122 Danişmend,123 Gencer124 ve Şapolyo’nun125 çalışmalarının içinde yine Encümen-i Daniş’ten Akademi şeklinde bahsedilmektedir. Karal’a126 ve Uçman’a127 göre de Encümen-i Daniş akademidir. Köprülü de “Akademi veya eski tabirle Encümen-i Daniş”128 Ergin ise eserinde129 birçok yerde akademi tabiri yerine encümen-i daniş demek suretiyle terim olarak Encümen-i Daniş’in Akademinin karşılığı olduğunu ifade eder. Timurtaş ”Encümen-i Daniş devam etseydi, çoktan bir ilimler akademisine sahip olacaktık” 130 şeklinde dolaylı olarak Encümeni akademi olarak kabul ettiğinin ortaya koyar. Yabancı araştırmacılardan Chambers131 ve Davison132 da akademi ifadesini kullanır. A.H. Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul, 2001, s.144 M.Ş. Ülkütaşır, “Encümen-i Daniş -İlk Türk Akademisi-“, Türk Kültürü Dergisi, C. II, S. 17- 18, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1964, ss.162 - 166 120 M. Sertoğlu, “Türkiye’de İlk İlimler Akademisi “Encümen-i Daniş” Nasıl Kuruldu, Ne Yaptı ve Neden Dağıldı?”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S.64, İstanbul, 1973, ss.12-15 121 C. Bilim, “İlk Türk Bilim Akademisi: Encümen-i Daniş”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, C.3, S.2, Ankara, 1985, ss.81 - 104 122 M. Aktepe, “Türkiye’de Akademi Meselesi ve II. Abdülhamid’e Dil Akademisi Hakkında Sunulan Layiha”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S.8, Ankara, 1968, s.24 123 İ.H. Danişmend; İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C.IV, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1955, s.140 124 A.İ. Gencer, a.g.m. s.33 125 E.B. Şapolyo, “Encümen-i Daniş’in Tarihçesi”, Türk Kültürü Dergisi, C.VI, S.67, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968, s.440 126 E.Z. Karal, Osmanlı Tarihi-Islahat Fermanı Devri(1856-1861), C. VI, Ankara-1988, s. 176-180. 127 A. Uçman, “Encümen-i Daniş”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.11, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul-1995, s. 176 128 M.F. Köprülü; “Akademi Meselesi”, Türk Kültürü Dergisi, C.VI S.67, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968, s.411 129 O.N. Ergin, a.g.e, C.I-II, s.180, s.276, C.III-IV, s.1347 130 F.K. Timurtaş; “Türk Akademisi Kurulurken”, Türk Kültürü Dergisi, C.VI S.67, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968, s.453 131 R. Chambers, “The Encümen-i Daniş and Ottoman Modernization”, VIII. Türk Tarih Kongresi II. Ciltten ayrıbasım, TTK Basımevi, Ankara, 1981, s.1283 132 R.H. Davison, Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform, 1856-1876, Çev: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2005, s.188 118 119 67 Koçer, Fransız akademisinden ilham alındığını ifade etse de “ilim topluluğu” ifadesini kullanarak akademi demekten kaçınır.133 Cemil Meriç ise “…1851’de Mustafa Reşit Paşa’nın arzusuna uyularak Encümen-i Daniş tesis edildi. Fransız akademisinin taklidi…”134 diyerek Encümenin taklit olduğunu savunur. İskit135, Berkes136, Ayni137, Mardin138, Levend139, Lewis140, ve Shaw141 gibi yerli yabancı bazı araştırmacılar ise bu tartışmaya girmez ve akademi tabirini de kullanmazlar. Encümen-i Daniş’in akademi olup olmadığı konusunda tereddüt belirten araştırmacılar da vardır. Hacıeminoğlu, “o günün ölçülerine göre akademi sayılabilecek olan Encümen-i Daniş” diyerek Encümenin eksikliklerinin önemini vurgular. Akyüz de kitabında; “Cevdet Paşa’nın ifadesi değerlendirilecek olursa, gerçekten de Encümen-i Daniş’in başlıca fonksiyonları arasında Türkçeyi geliştirme ve ilerletmenin yer alışı, asli üye sayısının 40 olarak tespiti, boşalan üyelikler için asli üyelerden her birinin aday gösterebilmesi ve üyeliğe kabul edilecek aday hakkında encümen huzurunda tanıtıcı mahiyette bir konuşma yapması, beğenilen eserler için mükafat sisteminin kabul edilmesi gibi hususlar, bu kuruluşla Fransız Akademisi arasında bazı formel ve seremoniel benzerliklerin bulunduğunu hatura getirmektedir”142 diyerek bu benzerliklerin tamamen biçimsel olduğunu ifade etmiş, 133 H.A. Koçer, a.g.e, s.61 C Meriç, Sosyoloji Notları ve Konferanslar, İletişim Yay. İstanbul-1993, s.329 135 S. İskit, Türkiye’de Neşriyat Hareketleri Tarihine Bir Bakış, MEB Yayınları, Ankara,2000, s. 39-42 136 N. Berkes, a.g.e., s.235 137 M.A. Ayni, Darülfünun Tarihi, Kitabevi, İstanbul, 2007, s.10 138 Ş. Mardin, a.g.e. s.254 139 A.S. Levend, “Türk Kültürünün Gelişmesinde Derneklerin ve Kurumların Rolü”, Türk Dili, c:XVII, S.198 Ankara, Mart 1968, s.650 140 B. Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, (Çev.: Metin Kıratlı), Ankara-1991, s.432 141 S. J. Shaw-E.K. Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, (Çev.: Mehmet Harmancı), C.II, E Yayınları, İstanbul-1994, s.145-146 142 K. Akyüz, a.g.e., s.29-30 134 68 böyle kuruluşlarda olması gereken akademik hürriyetten mahrum oluşunun da ciddi bir eksiklik olduğunu belirterek akademi tabirini kullanmamıştır. İhsanoğlu ise 1987 yılına ait bir çalışmasında “Devletin maarifin ıslahını gerçekleştirmek amacıyla teşkil ettiği kurulların (Meclis-i Vala, Meclis-i Muvakkat, Encümen-i Daniş) oluşturulmasındaki temel fikrin, Batı örneğindeki “ilimler akademisi” gibi bir ilim müessesesi kurmak olmadığı görülmektedir…Türkiye’de ilmî cemiyetlerin Batı’daki ilimler akademisine benzetilmesi Cevdet Paşa ile başlar. Cevdet Paşa özellikle Encümen-i Daniş’i Fransız Akademisine benzetmektedir. Cevdet Paşa’yı kaynak olarak kullanan günümüz tarihçileri de aynı görüşü tekrarlarlar…”143 diyerek Encümenin akademi olarak kabul edilemeyeceğini belirtmiş, ancak 1999 yılında yayımlanan bir başka çalışmasında ise “Şekil ve usullerle ilgili bazı benzerliklere ek olarak, hedef ve gayeleri bakımından da 1635’te Fransa’da kurulan Academie Francaise’e benzeyen Encümen-i Daniş, Osmanlı ilmî ve mesleki cemiyetlerinin ilk nüvesini oluşturmuştur”144 demek suretiyle bu konudaki fikrini değiştirdiğini göstermiştir. Tevetoğlu, “”bütün medeni ülkelerde benzerlerine rastlanan bir ilim akademisi mahiyetinde olmak üzere Encümen-i Daniş’in kurulması”145diyerek ihtiyatlı bir ifade kullanmıştır. Karamanlıoğlu ise, “akademi anlamı ile kurulan fakat, maalesef, hem gerçek bir akademi karakterini alamayan, hem de uzun ömürlü olamayan Encümen-i Daniş”146diyerek Encümeni akademi olarak görmediğini belirtir. Bağış ise, böylesi kurumların akademik olarak nitelenebileceğini söylemekle beraber, Osmanlı Devleti’nde III. Selim ile başlayan E. İhsanoğlu, “Modernleşme Süreci İçinde Osmanlı Devletinde İlmî ve Mesleki Cemiyetleşme Hareketlerine Genel Bir Bakış”, OİMC-1. Milli Türk Bilim Tarihi Sempozyumu-3/5 Nisan 1987, İstanbul -1987, s.19 144 E. İhsanoğlu, Osmanlı Medeniyeti Tarihi, C.I, s.345 145 F. Tevetoğlu, “Türk Akademisi ve Atatürk”, Türk Kültürü Dergisi, C.VI S.67, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968, s.415 146 A.F. Karamanlıoğlu, “Akademi Konusunda Kaçan Fırsatlar”, Türk Kültürü Dergisi, C.VI S.67, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968, s.449 143 69 meşveret uygulamalarının bir sonucu olarak ortaya çıkan meclislerle Encümen arasında bir bağ olduğunu ifade ederek, Encümen-i Daniş’in de Tanzimat Dönemi’nde oluşturulmuş olan çeşitli meclislerin bir benzeri olduğunu iddia eder.147 Bu arada, Encümen-i Daniş’in kuruluşunda örnek alındığı söylenen Academie Francaise ile ilgili olarak şu bilgiyi vermemiz gerektiğini düşünüyoruz: Fransızcanın düzenlenmesi ve geliştirilmesi için 1635 yılında resmen oluşturulan bu kurum, 1789’daki ihtilalden birkaç yıl sonra, 1793 yılında, diğer kraliyet kurumlarıyla birlikte kapatılmış, 1796’dan itibaren ise ülkedeki bütün bilim, edebiyat ve sanat çalışmalarını gözetmek için oluşturulan Fransız Enstitüsü’nün beş alt biriminden birisi haline getirilmiştir148. Kendi içinde geniş bir özerkliği olsa da artık ayrı bir yapı olma özelliğini kaybetmiştir. Yani Osmanlı devlet adamlarının XIX. Yüzyılda gördüğü Fransız Akademisi, Fransız Enstitüsünün dil ve edebiyat konusunda çalışmalar yapan alt birimidir. Dolayısıyla, kendi ülkelerinde bütün bilimlerde gelişme sağlamak için bir kurum oluşturmayı düşünen Tanzimatçılar için Fransız Akademisi, ancak şekil yönünden örnek alınabilecek bir kurum hüviyetinde görünmektedir. Encümenin sıkı bir denetim altında çalışması ve bilimsel özerkliğinin olmayışı ise bir eksikliktir elbette. Ancak o dönemin devlet yapısı ve anlayışı göz önüne alındığında şaşırtıcı değildir. Her ne kadar Osmanlı modernleşmesinde en çok Fransa ve İngiltere’den etkilenildiği düşüncesi yaygınsa da, özellikle idari kurumların oluşturulmasında İngiliz ve Fransız modellerinin fazlasıyla liberal ve meşruti olduğu ve dolayısıyla Osmanlı yönetim geleneğine uymadığı gerekçesiyle, daha mutlakıyetçi olan Avusturya ve Prusya modellerinin örnek alındığını 147 148 A.İ. Gencer; a.g.m. s.31,33,37 Meydan Lrousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi, C.I, s. 200, 70 biliyoruz.149 Dolayısıyla Encümen-i Daniş’in kuruluşunda oluşturulan bu sıkı denetim, herhangi bir kurumda olduğu veya olabileceği gibi yapılmış bir uygulamadır bizce. Ayrıca şunu da belirtmeliyiz ki akademik özgürlük, o dönem Avrupa’sı için de yeni bir kavramdır. XIX. Yüzyıl başlarında, ilk gerçek modern üniversite olarak kabul edilen Berlin Üniversitesini kuran Wilhelm von Humboldt’a göre devletin üniversiteye bağımsızlık garanti etmesi gerekir. 150 Bu dönemde akademik özgürlük, öğretme özgürlüğü, öğrenme özgürlüğü ve araştırma özgürlüğü olarak tanımlanmıştır.151 Dolayısıyla henüz Avrupa’da bile yeni yeni tartışılan bir durumun Osmanlı Devletinde olmayışını doğal karşılamak gerekir. Hatta XX. Yüzyılda kurulan modern ancak otoriter yönetimlerin olduğu ülkelerde de akademik özgürlük yoktu. Bu hususların dışında şunu belirtmemiz gerekir ki; Osmanlı ve İslam tarihinde örneği bulunmayan Encümenin ismi dahi farklılık arz eder; “Bu kurula, iki Farsça kelimeden meydana gelen ve bilim kurulu manasına gelen Encümen-i Daniş adının verilmesinin sebebi ise Osmanlı geleneği içindeki eğitim kurumlarından farklı olduğunun belirtilmek istenmesindendir.”152 Geçmişten farklı bir bilimsel yapı oluşturmak ve bütün ülkede bilimin gelişmesi için çalışmak, elbette Avrupa’da örnekleri görülen türde bir kurumun yapabileceği bir iştir. Bu noktada belirtmeliyiz ki, bazı Avrupa ülkelerinde bu görevi üstlenen kurumlar için Akademi, bazılarında ise Enstitü ismi kullanılmaktadır. Dolayısıyla Encümen-i Daniş’in Batı ülkelerindeki A. Akyıldız; Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilatında Reform, Eren Yayıncılık, İstanbul, 1993, s.293 150 S. Aydın, “Bilgi Toplumu İdealini Gerçekleştirmede Günümüz Üniversiteleri”, Mantık, Matematik ve Felsefe 10. Sempozyumu (4 - 7 Eylül 2012 Foça), cms.inonu.edu.tr /panel/ uploads/5/232/bilgi-toplumu-idealini-gerceklestirmede-gunumuz-universiteleri.doc, s.3 151 T. Gediklioğlu, “Yükseköğretimde Akademik Özgürlük”, Yükseköğretim ve Bilim Dergisi, C.3, S.3, ss.179-183, s.180 152 İhsanoğlu, Osmanlı Medeniyeti Tarihi., C.I, s.345 149 71 akademi veya enstitülerin görevini yapması amacıyla kurulduğu açıktır. Nitekim kuruluşundan sonraki döneme ait arşiv belgelerine baktığımızda, “Waşington’da İsmit Sonyan adlı Encümen-i Daniş’den”153, “Fransız Encümen-i Daniş’i”154, “Kopenhag Encümen-i Daniş’i”155, “Berlin Encümen-i Daniş’i”156şeklinde ifadeler olduğunu görüyoruz. Bu belgelerde Encümen-i Daniş ismi, hem enstitü hem de akademi yerine kullanılmıştır. Bu noktaya kadar anlattıklarımız göz önüne alındığında, bir takım eksiklikleri veya farklılıkları olsa da, dilin geliştirilmesi ve genel olarak bilimin desteklenip yaygınlaştırılması amaçlarıyla kurulmuş bir kurum olduğundan, Encümen-i Daniş, için akademi denilmesinde bir mahzur olmadığı kanaatindeyiz. 153 BOA, A.AMD, 79 / 12 BOA, MF.MKT., 93 / 145 155 BOA, MF.MKT. 779 / 13 156 BOA, MF.MKT. 131 / 87 154 72 III. BÖLÜM ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN ÜYELERİ III. BÖLÜM ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN ÜYELERİ Encümen-i Daniş’in bazı üyeleri hakkında bir hayli bilgi mevcutken bazıları hakkında hemen hemen hiç bilgi yoktur. Bu sebeple biz de bazı üyeler hakkında geniş bilgi verirken bazıları hakkında kısa bilgiler verebiliyoruz. 3.1- Dâhili Üyeler 1- Mustafa Reşid Paşa: 16 Şevval 1214'te (13 Mart 1800) İstanbul'da Davutpaşa mahallesinde doğdu. Babası II. Bayezid evkafı ruznamçecisi Mustafa Efendi'dir. Oğluna okuyup yazmayı o öğretmiştir157. Düzenli bir öğrenim görmedi ve kendi kendini yetiştirdi. Küçük yaşta babasını kaybedince eniştesi Ispartalı Seyyid Ali Paşa tarafından himaye edildi ve paşanın kısa süren sadareti sırasında (18201821) mühürdarlık vazifesini üstlenip devlet memuriyetine girdi. Seyyid Ali Paşa'nın görevden alınmasından sonra Beylikçi Akif Efendi'ye intisap etti ve Babıâli Mektûbi Kalemi'ne tayin edildi. Onun aracılığıyla 1828–1829 Osmanlı-Rus savaşı esnasında orduyla hareket eden Sadrazam Sırrı Paşa maiyetine mühürdar olarak verildi. Ordudan yazdığı tahrirattaki sade anlatımı ve terkip kudreti II. Mahmud'un dikkatini çekti. 1829 Edirne barış görüşmelerine başkâtip sıfatıyla katıldı. Daha sonra amedî odasına geçti. Burada, yeteneklerini takdir eden Reisülküttab Pertev Efendi'nin şahsında kendisine bütün ömrünce bağlı kalacağı önemli bir hami buldu ve Kavalalı Mehmed Ali Paşa ile yapılan görüşmelerde ikinci kâtip olarak onunla beraber Mısır'a gitti (1830)158 Dönüşünde amedî vekili (1831) ve Haziran 1832'de asaleten amedî oldu. Mısır kuvvetlerinin Konya'daki galibiyeti üzerine Halil Rifat Paşa maiyetinde tekrar C. Baysun, “Mustafa Reşit Paşa”, Tanzimat I, ss.723-746, s.723 K. Beydilli, “Mustafa Reşid Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.31, ss.348-350, İstanbul, 2006, s.348 157 158 73 Mısır'a gitti. Kütahya'da Kavalalı İbrahim Paşa ile yapılan görüşmelere katıldı (MartMayıs 1833). Adana muhassıllığının İbrahim Paşa'ya bırakılmasının önlenememiş olması sebebiyle gözden düştü. Cezayir'in durumunu görüşmek amacıyla amedîlik üzerinde kalmak üzere Temmuz 1834'te fevkalade orta elçi sıfatıyla Paris'e gönderildi. Mart 1835'te İstanbul'a döndü ve Temmuz ayında Paris'e daimi elçi olarak tayin edildi. Eylül 1836'da Londra elçiliğine getirildi ve İngiltere'nin yardımının sağlanması için çalıştı. İngiltere'nin, Mehmed Ali Paşa'nın ihtiraslarına gem vurulması konusunda Osmanlı Devleti'nin yanında yer almasını sağladı. Paris'te ve Londra'da geçirdiği üç yıl içinde Avrupa diplomasisini yakından tanıyan, Fransızcasını ilerleten ve önde gelen devlet adamlarıyla görüşmeler yaparak tecrübe kazanan Mustafa Reşid 1836 sonbaharında Hariciye Müsteşarı, 13 Haziran 1837’de Hariciye Nazırı oldu. 159 Mehmed Ali Paşa'ya karşı İngiltere’nin desteğinin sağlanması amacıyla bu ülkeyle Baltalimanı Ticaret Antlaşmasının imzalanmasını sağladı. Ardından bu devletle bir ittifak oluşturulması göreviyle Londra büyükelçiliğine tayin edildi.160 Abdülmecid'in tahta çıkması üzerine İstanbul'a dönerek huzura kabul edildi (8 Eylül1839). Mısır meselesinin çözümünde etkin bir rol üstlendi ve Tanzimat Fermanı'nın ilan edilmesini temin etti (3 Kasım 1839). 1841’de dördüncü defa Paris elçiliğine atandı. 161 1845'te yeniden Hariciye nazırlığına getirildi. Mısır valisinin bağlılığını arz etmek üzere İstanbul’a gelmesinin bu nazırlığı esnasında gerçekleşmiş olması kendisine sadaret kapısını açtı.162 Kısa süren bu ilk sadaretinde ıslahat çalışmalarına 159 A.g.e, s.348 R. Kaynar, Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat, TTK Basımevi, Ankara, 2010, s.126-130 161 K. Beydilli, Mustafa Reşid Paşa, s.348 162 C. Baysun, Mustafa Reşit Paşa, s.737 160 74 devam etti. Muhaliflerine karşı verdiği mücadele neticesinde 28 Nisan 1848'de azledildiyse de 12 Ağustos'ta ikinci defa sadarete getirildi. 26 Ocak 1852'de görevden alındı. 5 Ağustos 1852 tarihine kadar sürmek üzere üçüncü defa sadrazam oldu (5 Mart 1852). Bu sadaretleri esnasında kurulması düşünülen Encümen-i Daniş' in açılmasında etkili rol oynadı (Temmuz 1851). 1848 ihtilalleri sebebiyle Osmanlı Devleti'ne iltica eden Macar ve Leh milliyetçilerinin iade edilmemesiyle Rusya ve Avusturya ile başlayan gerginliğin Rusya ile Kırım savaşına dönüşmesi üzerine İngiltere ve Fransa'nın desteğini alarak bu savaşın kazanılmasında önemli rol oynadı. Süveyş Kanalı projesine karşı çıkması Fransa'nın tepkisine yol açtığından savaş devam ederken vazifesinden alındı (2 Mayıs 1855). Kırım savaşının devamı, 18 Şubat 1856 tarihli Islahat Fermanı'nın hazırlanışı ve Paris Antlaşması (30 Mart 1856) gibi önemli gelişmeleri dışarıdan takip etmek zorunda kaldı. Mısır'a yaptığı seyahat dönüşünde beşinci defa sadarete getirildi (1 Kasım 1856). 163 Fransa ile Memleketeyn hakkında yaşanan bir anlaşmazlık sonucunda, yine siyaseten azli gerekli görüldü (1 Ağustos 1857). Krizin Fransa'nın arzusuna göre geçiştirilmesinden sonra altıncı defa sadrazam oldu. (22 Ekim 1857) Kısa süren bu son sadareti, başta yetiştirmeleri olan Mehmed Emin Alı ve Keçecizade Fuad Paşalar olmak üzere bütün siyasi rakipleriyle barışıklık içinde geçti ve bir kalp krizi neticesinde 21 Cemaziyülevvel 1274'te (7 Ocak 1858) vefat etti. Türbesi Beyazıt Camii Külliyesi yanındadır. Mustafa Reşid Paşa, Tanzimat döneminin az sayıdaki misyon sahibi devlet adamlarındandır. Cevdet Paşa'nın deyişiyle "Efkarı neşr-i maarif, ta'mim-i terbiye ile 163 K. Beydilli, Mustafa Reşid Paşa, s.349 75 ve devleti usul-i cedide-i Avrupa'ya tevfikan tanzim etmek" kanaatine sahipti.164 Bunu devletin ayakta kalmasının başlıca şartı olarak görmekteydi. Reşid Paşa'nın en çok dikkat çeken özelliklerinden biri Tanzimat Fermanı'nın ilanını sağlamış olmasıdır. Bu işin sorumluluğunu, fermana esas teşkil etmek üzere kabul edilen metnin altında imzası bulunan otuz sekiz devlet ricaliyle paylaşmış olmasını165 ve bizzat padişahın onayından geçtiğini de dikkate almak gerekir. Ancak bu, kendisinin fermanın ilanındaki etkin rolünü ve önemini azaltmaz. Mustafa Reşid Paşa'nın o sırada sadrazam bulunan Koca Hüsrev Paşa ve çevresindekilerin samimi olmayan tutumlarına karşı direnmesi fermanın ilanı kadar uygulanmasıyla ilgili girişimlere damgasını vurmuş kendisini haklı olarak öne çıkarmıştır. Mustafa Reşid Paşa'nın devletin bekasını büyük devletler arasındaki dengede görmesi dış siyasetinin ana çizgisini belirler. Diğer devletlere nazaran İngiltere'nin ekonomik ve askeri üstünlüğüne inanmaktadır ve iktidarda bulunduğu sıralarda icraatına bu doğrultuda yön vermiştir. Bu anlamda da İngiltere tarafından himaye edilir 166 Tanzimat'ın ilanı dışında 1848 mülteciler meselesindeki tutumu ve 1853 Kırım savaşında İngiltere ile Fransa'nın müttefik olarak kazanılması önemli başarılarındandır. Mustafa Reşid Paşa, resmi yazışmanın sadeleştirilmesinde ve herkesin anlayacağı şekilde "kaba Türkçe" olarak yazılmasında öncülük etmiştir167. 2- Arif Hikmet Ahmet Efendi: İstanbul'da doğdu. Babası III. Selim devri kazasker ve nakibüleşraflarından İbrahim İsmet Bey'dir. Arif Hikmet 1796'da müderris payesi Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.23 C. Baysun, Mustafa Reşit Paşa, s.709, 166 K. Beydilli, Mustafa Reşit Paşa, s.350 167 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.58 164 165 76 alarak ilmi ve edebi çalışmalara başladı. 1814'te hacca gitti. Daha sonra sırasıyla Kudüs (1816 ). Mısır (1820) ve Medine (1823) kadılıklarında bulundu. 1829'da nüfus tahrir işlerine nezaret etmek üzere Rumeli'de görevlendirildi. Seyyid olması dolayısıyla bir yıl sonra nakibüleşraf, 1833'te Anadolu kazaskeri. 1838’de Rumeli kazaskeri oldu. Ertesi yıl Meclis-i Vala-yı Ahkâm-ı Adliyye azalığına, hemen ardından da Rumeli müfettişliğine getirildi ve Meclis-i Maarif-i Muvakkat'a üye seçildi. Mekkizade Mustafa Asım Efendi'nin vefatı üzerine 11 Aralık 1846'da şeyhülislam tayin edildi. 168 Bu görevde yedi buçuk yıl kadar kaldı. Sultan Abdülmecid devrindeki Saftatar Vak'ası' nda müsamahakâr davrandığı için azledildi (24 Mart 1854). Yerine tayin edilen Mehmed Arif Efendi'nin 1858'de ölümü üzerine ikinci defa şeyhülislamlığa getirilmesi söz konusu olduysa da Sadrazam Âlî Paşa ile arasının açık olması dolayısıyla tayini gerçekleşmedi. Arif Hikmet 22 Mart 1859'da İstanbul'da vefat etti. Üsküdar Nuh Kuyusu'nda Kartalbaba Tekkesi (bugün Kartalbaba Camii) karşısında bulunan hazireye defnedildi. Son devir Osmanlı alimleri arasında önemli bir yeri olan Arif Hikmet Bey, nadir eserlerden meydana gelen 12.000 ciltlik bir kütüphaneye de sahipti. Bunlardan 5000 kadarını Medine'de Mescid-i Nebevi'nin kıble tarafında inşa ettirdiği (1853- 1855), bugün de kendi adıyla anılan kütüphaneye vakfetmiştir. 169 Klasik tarzda şiirler ·yazan ve şiirlerinde Nef'i. Nabi ve Nedim'in etkileri görülen Arif Hikmet Bey, eski şiirin "bakıyyetü's- selef" denilen son temsilcilerinden biri olarak tanınmaktadır. Üç dilde yazdığı şiirlerini topladığı divanından takdirle bahseden Cevdet Paşa bilhassa Arapça şiirlerini çok beğenir. Fatin Davud; Hatimet’ül Eş’ar (Fatin Tezkiresi), Haz: Ömer Çiftçi, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/dosya/1-219117/h/metin.pdf, s.112 169 M.L. Bilge, “Arif Hikmet Bey Şeyhülislam”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.3, ss.365-366, s.365 168 77 Arif Hikmet geniş bilgisi, okumaya ve kitaba düşkünlüğü, nadide kitaplara sahip kütüphanesi ve cömertliği yanında konağını devrin bilgin, şair ve diğer sanatçılarının toplandığı bir merkez haline getirmesiyle de tanınmış ve birçok sanatçı, ilim adamı ve şairle yakın dostluklar kurmuştur. Eserleri: 1. Divan. Kütüphane kataloglarında "Mecmua-i Eş'ar" ismiyle kayıtlı bulunan Arif Hikmet'in şiirleri Mehmed Ziver tarafından bir araya getirilerek Divan-ı Arif Hikmet Beyefendi adıyla yayımlanmıştır (İstanbul 1283). 2. Tezkire-i Şuara. Millet Kütüphanesi'nde Ali Emiri hattıyla yazılmış bir nüshası bulunan (Ali Emiri, Tarih, nr. 789) bu eser, 1000– 1252 (1592–1837) yılları arasında yaşamış 203 şairin hal tercümesini mahlaslarına göre sıraya koyarak vermektedir 3. Mecmuatü't- teracim: Alfabetik sıra ile ulema, tarikat şeyhleri ve şairlerin hayatlarının anlatıldığı biyografik bir eserdir. 4. HuHisatü'l- makiilat ii mecalisi'l--mükôlemat. İçinde, babası ibrahim İsmet Bey'in murahhas üye olarak bulunduğu siyasi meclislerde yapılan muahedelerin yer aldığı eseridir. 5. el-Ahkamü'l-mer'iyye fi'l-arazi'lemiriyye. 1263 ( 1847) tarihli tapu nizamnamesini de ihtiva eden bu eserin yazma nüshası istanbul Üniversitesi Kütüphanesi'ndedir (İbnülemin, nr. 2958) Eser ayrıca birkaç defa basılmıştır (İstanbul 1265, 1267, 1269) Bunlardan başka istanbul Üniversitesi Kütüphanesi'nde İbnülemin yazmaları bölümünde kendi el yazısıyla Rumeli Teftiş Defteri (TY. nr. 2466, 2475) ile Mecmu'a-i Eş'ar (AY, nr. 2489) ve kısa bazı bilgiler ihtiva eden bir hatıra defteri (TY, nr. 2457, 2751) bulunmaktadır. Ayrıca İbnülemin'in de bahsettiği (Son Asır Türk Şairleri, s. 642). Keşfü'z-zunun'a hazırladığı bir zeylin eksik bazı nüshaları istanbul Üniversitesi Kütüphanesi'nde kayıtlıdır.170 170 A.g.e, s.366 78 3- Mehmet Rüştü Paşa: Şubat 1811’de Sinop’a bağlı Ayandon kazasında doğdu. Asıl adı Mehmed Rüşdü olup kayıkçı Hasan Ağa’nın oğludur. Kendisi üç yaşlarında iken ailesi İstanbul’a gelip yerleşti.171 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra Tophâne’de açılan Asâkir- i Muntazama Yedinci Tertip Taburu’na girdi. Özel hocalardan Arapça ve Farsçanın yanı sıra Fransızca öğrendi. Fransızca öğrenmesi memuriyet kademelerinde hızla yükselmesine zemin hazırladı. Hüsrev Paşa’nın aracılığı ile bazı askerî nizamnamelerin Türkçeye tercümesi işiyle meşgul olmak üzere serasker tercümanlığına getirildi. Bundan dolayı “Mütercim” lakabıyla şöhret buldu. Kolağası rütbesiyle Rumeli, Anadolu ve Suriye’de dokuz yıl hizmet gördükten sonra 1839’da miralay, 1843’te Rumeli ordusunda mirliva oldu; ardından Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî’ye üye yapıldı. 1845’te ferik rütbesine terfi ettirildi ve redif kuvvetlerinin kuruluşuyla görevlendirildi. 1847’de Hassa Ordusu müşirliğine, ardından Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî reisliğine (Haziran 1848), seraskerliğe (Mayıs 1851) ve yeniden Hassa Ordusu müşirliğine (23 Mayıs 1853) getirildi. Bu görevinde altı ay kadar çalıştıktan sonra istifa etti. Meclis-i Tanzîmat üyesi (Ekim 1854) ve arkasından ikinci defa serasker (Haziran 1855) oldu. Azledildikten sonra (Kasım 1856) kısa sürelerle yeniden seraskerlik, Tophane müşirliği, Meclis-i Âlî üyeliği ve reisliği görevlerinde bulundu.172 Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa’nın azliyle 24 Aralık 1859 tarihinde sadrazamlığa getirildi. Ancak İngiltere Kraliçesi Victoria’nın padişaha yazdığı bir mektupta Mehmed Emin Paşa’nın azlinden üzüntü duyduğunu belirtmesi ve bu arada saray erkânının kendisi aleyhinde bulunması yüzünden azledildi (27 Mayıs 1860). 1860 yılı ortalarında Meclis-i Hazâin reisi ve Eylül 1861’de dördüncü defa serasker 171 172 İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.I, Dergah Yayınları, İstanbul, 1982, s.101 A. Saydam, “Mütercim Rüşdü Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.32, ss.202-203, s.202 79 tayin edildi. Seraskerlik görevinden ayrılınca bir süre mâzul kalan Rüşdü Paşa Meclis-i Âlî üyeliğine (Temmuz 1865), ardından Meclis-i Vâlâ reisliğine (30 Nisan 1866) ve kısa bir süre sonra da ikinci defa sadrazamlığa (5 Haziran 1866) getirildi. Girit isyanının alevlendiği bu sırada bir Yunan savaşının patlak vermesinden ve Rusya’nın işe karışacağından endişelenen Rüşdü Paşa sadaret görevinden istifa etti (11 Şubat 1867) ve beşinci defa seraskerliğe getirildi. Bu görevi bir yıl sürdü. 1872’de üçüncü defa getirildiği sadâretten 1873’te istifa etti. 1876’da görevinden uzaklaştırılan Mahmud Nedim Paşa’nın yerine dördüncü defa sadrazamlığa getirildi. Onun sadrazamlığı ile birlikte Osmanlı Devleti’nde yeniden İngiltere yanlısı bir politika hâkim oldu.173 Durumun sakinleşmesiyle padişahın Mahmud Nedim Paşa’yı tekrar sadârete getirmek istemesi saltanat değişikliğine gidilmesi fikrine kuvvet verdi. Böylece Mütercim Rüşdü Paşa ile onun sadrazamlığı döneminde önemli makamlara gelen Midhat Paşa, Hüseyin Avni Paşa ve Şeyhülislâm Hayrullah Efendi, Sultan Abdülaziz’in hal‘ini gerçekleştirdiler. Bununla beraber konuşmalarında bu olayı benimsemediğini, hatta padişahı uyarmaya teşebbüs ettiğini, fakat sonuçta arkadaşlarıyla birlikte hareket etmek mecburiyetinde kaldığını söylemekteydi. Sultan V. Murad’ın saltanatı süresince onun hastalığı dolayısıyla ülkeyi âdeta padişahsız idare etti. Cevdet Paşa ile beraber, akıllı bir padişahın olması halinde Kanûn-ı Esâsî’ye gerek olmadığı, Tanzimat ilkelerinin yeterli sayıldığı görüşünü savunmaktaydı. Bu sırada yapılan Kânun-ı Esâsî tartışmalarında en sert muhalefeti gösterdi. 173 A.g.m, s.202 80 II. Abdülhamid’in saltanatının ilk anlarında makamını koruduysa da padişahın devlet işleriyle yakından ilgilenmesinden rahatsız oldu. Öte yandan padişah da onu yeterli görmemekte, ayrıca Sultan Abdülaziz’in ölümü dolayısıyla kendisine güven duymamaktaydı. Mütereddit bir şahsiyete sahip olan Rüşdü Paşa Rusya ile savaş ortamına girildiği, Kânun-ı Esasî hazırlıkları ve Tersane Konferansı ile ilgili çalışmaların yoğunlaştığı bir sırada ihtiyarlığını ve rahatsızlığını ileri sürerek istifa etti (19 Aralık 1876). Ali Suâvi vak‘ası üzerine azledilen Sâdık Paşa’nın yerine beşinci defa sadârete getirildi (28 Mayıs 1878) ancak yedi gün sonra azledildi.174 Şubat 1879’da Manisa’daki çiftliğinde oturmasına izin verildi.. Nisan 1882’de Manisa’da vefat etti ve Hatuniye Camii bahçesine defnedildi. Son derece dürüst, asla rüşvet kabul etmeyen, kanunları iyi bilen, zeki, ciddiyetten ayrılmayan ve güzel konuşan bir devlet adamıydı. Mâzul iken iyi bir tenkitçi olarak sivrilmişse de iktidara geçtiğinde pek önemli bir icraat gösterememiştir. Saray, ordu ve Bâbıâli arasında denge unsuru olup ilk başlarda saray-ordu grubunun taraftarı gibi görünmüşse de devlet adamları arasındaki gruplaşmalarda her tarafla iyi ilişkiler tesis ettiğinden çok defa ön planda olmuştur. Reformlara taraftar olmakla beraber devletin kurtarılmasına imkân bulunmadığına ve çöküşün mukadder olduğuna inanırdı 4- Sadık Mehmet Rıfat Paşa: 25 Şaban 1222 (28 Ekim 1807) tarihinde İstanbul'da doğan Mehmed Sadık Rifat, Masarifat Nazırı Hacı Ali Bey'in oğludur.175 Öğreniminin ardından 1821'de girdiği Enderun'daki Hazine Odası’nda bir yıl görev yaptıktan sonra Sadaret Mektûbi Kalemi'ne geçti. Çalışkanlığı sayesinde iki yıl içinde hacegânlık rütbesine yükseltilerek salyane mukataacılığına tayin edildi. İ.M.K. İnal, a.g.e, s.125 Y. Semiz, “Sadık Rıfat Paşa (1807-1857) Hayatı ve Görüşleri”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.1, ss.135-144, Konya,1994, s.135 174 175 81 1828'de önemli bir makam olan Amedi Kalemi halifeliğine getirildi. Yunan sınırının düzenlenmesi ve Mısır meselesi görüşmelerinde zabıt kâtibi olarak bulundu. 1833 yılında önce Küçük Evkaf muhasebeciliğine ardından amedi vekâletine tayin edildi. Bu görevi esnasında dönemin önemli şahsiyetlerinden olan Pertev Mehmed Said Paşa'ya intisap etti ve "mahrem-i esrarı" oldu. 176 23 Kasım 1836'da Mustafa Reşid Bey'in Hariciye müsteşarlığına tayini üzerine Rifat Bey de amediciliğe getirildi. Hamisi Pertev Paşa'nın gözden düşüp Edirne'ye sürgün edilmesinden sonra amedicilik görevinden azledildi; ardından orta elçilik ve bir ay sonra büyükelçilik unvanıyla Viyana sefirliğine gönderilerek İstanbul'dan uzaklaştırıldı. Bu görevde iken Avusturya Başvekili Metternich ile iyi ilişkiler kurdu; ayrıca İstanbul'da sürdürülen reformlar için teorik alt yapıya yönelik yardımlar sağladı. Sultan Abdülmecid'in tahta geçmesi üzerine Hariciye Nazırı Mustafa Reşid Paşa'nın telkiniyle Ekim 1839'da Hariciye Nezareti müsteşarlığına getirildi. 30 Mart 1841 tarihinde paşalık unvanı ile vezaret rütbesi verilerek tayin edildiği Hariciye Nezareti'nden idaresizliği gerekçe gösterilerek azledildi. (22 Aralık 1841) Sekiz ay devam eden mazuliyetinde sıbyan mektebi talebelerine yönelik olarak sade bir dille kaleme aldığı Ahlak Risalesi'ni tamamladı. Eylül 1842'de Meclis-i Vâlâ üyeliğine ve yaklaşık iki ay sonra üyelik üzerinde kalmak kaydıyla ikinci defa Viyana sefirliğine getirildi. 8 Mayıs 1843'te Sarım Paşa'nın yerine tayin edildiği Hariciye Nezareti'nden 2 Kasım 1844 tarihinde azledildi. Bir hafta sonra Meclis-i Vâlâ üyeliğine ve 19 Ağustos 1845'te Meclis başkanlığına getirildi. Rifat Paşa, iki buçuk yıl kadar başkanlık görevinde kaldıktan sonra Maliye nazırı oldu. 23 Nisan 1848'de üçüncü defa Hariciye nazırlığına, 14 Ağustos 1848'de A. Akyıldız, “Sadık Rifat Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.35, ss.400-401,İstanbul, 2008, s.400 176 82 de tekrar Meclis-i Vâlâ reisliğine getirildi. Bu görevinden 26 Nisan 1849'da azledildi ve Ocak 1850'de Mecalis-i Âlî’ye tayin edildi. 29 Nisan 1850'de üçüncü defa Meclisi Vâlâ reisliğine getirildiyse de 5 Haziran'da Mustafa Reşid Paşa'nın bu göreve getirilmesi üzerine vazifesinden ayrılmak zorunda kaldı. 5 Nisan 1853'te Fuad Paşa'nın istifasıyla boşalan Hariciye Nezareti'ne tayin edildi. 15 Mayıs 1853'te Mustafa Reşid Paşa'nın bu defa Hariciye Nezareti'ne tayiniyle tekrar görevini bırakmak zorunda kaldı ve dördüncü defa Meclis-i Vâlâ reisliğine getirildi. 23 Mart 1854'te bu görevinden alındı. 8 Ekim 1854 tarihinde bu sırada yeni kurulmuş olan Meclis-i Âlî-i Tanzimat üyeliğine getirildi. Rifat Paşa, kalp hastalığına bağlı olarak ayağında meydana gelen şiddetli ağrılardan kurtulmak amacıyla geçirdiği ameliyattan dört ay sonra 16 Cemaziyelahir 1273 (12 Şubat 1857) tarihinde vefat etti ve Eyüp'te Bostan iskelesi'nde Mihrişah Valide Sultan Türbesi haziresindeki mezarına defnedildi. Edip, zeki, halim selim, kitabette mahir, açık sözlü, yenilikçi, cömert, nüktedan ve ihtiyatlı bir kişiydi. 177 Metternich'in etkisinde kalmış ıslahatçı bir devlet adamı olan Sadık Rifat Paşa, bazı yeni kanunların çıkarılması ve kısmi ıslahatla devletin Avrupa devletleri seviyesine ulaşabileceği kanaatindedir. Ayrıca padişahın ve sarayın giderlerinin belli bir bütçe dâhilinde hükümetin kontrolünde bulundurulması ve nizamlara aykırı çıkan padişah iradelerinin uygulanmaması gibi dönemi için hayli radikal olan ilkeleri dile getirebilmiş bir devlet adamıdır. “Batı uygarlığı, özgürlük, ulus insan hakları gibi kavramlar, Osmanlı başkentinde ve Osmanlı yönetici tabakasından olanlar arasında ilk kez Sadık Rıfat Paşa’nın kalemiyle yazılmış ve yorumlanmıştır.”178 177 178 A.g.m, s.401 N. Berkes, a.g.e, s. 202 83 Oğlu Mehmed Rauf Paşa, babasının ölümünden sonra yazılarından yaptığı seçmeleri Müntehabât-ı Âsâr adı altında toplayıp yayımlamıştır. Risaleler şeklinde neşredilen bu yazılar Rusya Muharebesi Tarihi, Gülbün-i İnşa, Avrupa Ahvaline Ait Risale, İtalya Seyahatnamesi, Ma'rüzat, Mustafa Reşid Paşa'ya Yazdığı Mektuplar, Viyana'dan Babıali'ye Yazdığı Mektuplar, İskenderiye'den Babıali'ye Yazdığı Mektuplar, gibi başlıklar taşımaktadır 5- Mehmet Emin Âli Paşa: İstanbul'da Mercan'da doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, Mısır Çarşısı aktarlarından olup aynı zamanda çarşının kapıcılığını da yapmaktaydı. Mahalle mektebindeki ilk tahsilinden sonra Arapça dersleri almaya başladı, ancak babasının ölümü üzerine tahsilini terk etmek zorunda kaldı. 1830'da bir aile dostunun aracılığıyla Divan-ı Hümayun Kalemi'ne girdi ve buradaki âdete uygun olarak kendisine boyunun kısalığından veya güzel tavrı ve kabiliyetinden dolayı “Âlî” mahlası verildi. Daha sonra bu mahlas ile şöhret buldu. 179 1833'te Tercüme Odası'na girdi. 1835'te Avusturya imparatoru I. Ferdinand'ın tahta çıkışını tebrik için gönderilen heyette ikinci başkâtip olarak Viyana'ya gitti; burada kaldığı bir buçuk yıl içinde Fransızcasını ilerlettiği gibi diplomasi mesleğinin inceliklerini de öğrendi. 1837'de Petersburg'a gönderildi. Dönüşünde Divan-ı Hümayun tercümanlığına tayin edildi. 1838'de Londra elçisi olan Mustafa Reşid Paşa ile birlikte elçilik müsteşarı sıfatıyla Londra'ya gitti. Reşid Paşa'nın oradan Paris'e geçmesi üzerine Divan-ı Hümayun tercümanlığına ilaveten maslahatgüzar oldu.180 II. Mahmud'un ölümü ve Abdülmecid'in tahta çıkması üzerine Reşid Paşa ile birlikte İstanbul’a dönerek tekrar Divan -ı Hümayun tercümanlığına başladı. K. Beydilli, “Âlî Paşa, Mehmed Emin”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.2, ss.425-426, İstanbul, 1989, s.425 180 İ.M.K. İnal, a.g.e, s.6 179 84 Reşid Paşa'ya intisap etmesi ve onun takdir ve himayesini kazanması, süratle yükselmesinde en önemli amil oldu. 1840'ta, genç yaşta önce vekâleten getirildiği Hariciye müsteşarlığına kısa bir süre sonra asaleten tayin edildi. 1841'de Londra büyükelçiliğine getirildi,181 üç yıl kadar burada kaldı. Geri dönünce Meclis-i Vâlâ azası oldu. Ardından tekrar Hariciye müsteşarlığına tayin edildi. Reşid Paşa'nın 1846'da sadrazam olması üzerine önce Hariciye Nazırı, bir süre sonra vezaret rütbesiyle paşa oldu (1848). Reşid Paşa sadaretten azledilince Hariciye Nezareti'nden alındı ve Ahkâm-ı Adliyye Riyaseti'ne nakledildi. Ancak Reşid Paşa'nın aynı yıl ikinci defa sadrazamlığa getirilmesi üzerine yeniden Hariciye nazırlığına tayin edildi.182 Âlî Paşa 1852 yılında, henüz otuz sekiz yaşında iken Reşid Paşa'nın yerine sadrazam oldu.183 Hariciye Nezareti'ne ise arkadaşı Fuad Efendi'yi tayin ettirerek yeni bir ekip oluşturması, Reşid Paşa'dan uzaklaşmasının başlangıcını teşkil etti. Aynı yıl sadrazamlıktan azledilen Âlî Paşa, İzmir, ardından Hüdavendigar valiliğine tayin edildi (1854). Kısa bir süre sonra da valilik üzerinde kalmak kaydıyla yeni açılan Meclis-i Âlî-i Tanzimat reisliğine getirildi.184 Kırım Savaşı sırasında üçüncü defa Hariciye nazırı oldu ve savaşın sonunda yapılacak barışın protokolünü tespit için Viyana'ya gönderildi. Mayıs 1855'te ikinci defa sadrazamlığa getirildi. Kırım Savaşı sonunda Paris'te toplanan konferansta Osmanlı Devleti'ni temsil etti ve 30 Mart 1856 tarihli Paris Barış Antlaşması'nı imzaladı. Gerek bu münasebetle ilan edilen Islahat Fermanı (18 Şubat 1856) sebebiyle, gerekse konferansta devletin menfaatlerini yeterince müdafaa edemediği ithamlarıyla azledildi {Kasım 1856) ve A. Akyıldız; Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilatında Reform, s.88 K. Beydilli, Âlî Paşa, Mehmed Emin, s.425 183 A.g.m, s.425 184 İ.M.K. İnal, a.g.e, s.11 181 182 85 yerine Reşid Paşa getirildi. Reşid Paşa'nın ölümü üzerine üçüncü defa sadarete getirildi (11 Ocak 1858). Bir yıl devam eden bu görevinden sonra Meclis-i Âlî-i Tanzimat reisliğine getirildi. Sadrazam Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa'nın Rumeli'ye seyahati sırasında sadaret kaymakamlığına, Hariciye Nazırı Fuad Paşa'nın fevkalade memuriyetle Şam'a gitmesi üzerine önce vekâleten, ardından da altıncı defa asaleten Hariciye nazırlığına tayin edildi (1861). Abdülaziz'in tahta çıkışından kısa bir süre sonra dördüncü defa sadrazam oldu (6 Ağustos 1861), fakat çok geçmeden azledildi (22 Kasım 1861). Yerine tayin edilen Fuad Paşa, sadrazamlığı, Âlî Paşa'nın Hariciye nazırlığını kabul etmesi şartıyla üstlenmiş olduğundan, yedinci defa Hariciye nazırlığına getirildi ve altı yıl boyunca bu görevde kaldı. 1867'de, Mütercim Rüşdü Paşa'nın yerine beşinci defa sadrazamlığa getirildi (11 Şubat 1867) Ancak gerek Girit'teki gerekse Sırbistan'daki tavizkâr politikası, aleyhinde çok söz söylenmesine yol açmıştır.185 Hâlbuki Âlî Paşa, özellikle Paris Antlaşması’ndan sonra, Avrupa'nın siyası bünyesindeki değişiklikleri sezmekte, buna karşılık devletin içinde bulunduğu zayıflığı ve acizliği de yakından bilmekteydi. Bu sebeple dış politikada uzlaşmacı bir yol tutulması gerektiğine inanmıştı. İç politikada da Tanzimat ve Islahat düşüncesine uygun bir politika takip etmek istemiş, ancak böyle bir işi yürütebilecek sağlam bir kadro kuramamış ve işlerin birkaç kişinin omuzlarına ve nihayet Fuad Paşa'nın ölümünden sonra kendi üzerine kalması gibi tehlikeli bir durumun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bununla beraber, Mısır Valisi İsmail Paşa'nın faaliyetlerine karşı kesin bir tavır alarak Mısır'ın devletten tamamen uzaklaşmasına engel olmuş, Bulgarların C. Karasu, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Diplomasisine Genel Bir Bakış”, OTAM Dergisi, S.4, ss.205-222, Ankara, 1993, s.220 185 86 Rum kilisesinden ayrılarak kendilerine mahsus bir patrikhane (eksarhlık) kurmaları meselesinin devlet çıkarlarına en uygun şekilde halledilmesini sağlamıştır.186 Âlî Paşa, yakın mesai arkadaşı Fuad Paşa'nın ölümü üzerine (1869), Hariciye nezaretini de üzerine aldı ve bu tarihten itibaren tek söz sahibi olarak devlet idaresini ölünceye kadar sıkı bir şekilde elinde tuttu. Dış politikada Fransız politikası taraftarıdır ve bu devletin 1870 Alman savaşıyla ağır bir yenilgiye uğramasının Avrupa'da hüküm süren kuvvet dengesini bozacağını ve Osmanlı Devleti için de önemli sonuçlar doğuracağını görmüştür. Nitekim Fransa'nın ağır yenilgisi üzerine Paris Antlaşması'nın Karadeniz ile ilgili maddelerini yürürlükten kaldıran Rusya'nın yakın bir gelecekte büyük bir Türk savaşına girişeceğini ve bunun getireceği tehlikeleri çok önceden sezmiştir. Âlî Paşa memleket dâhilinde nüfuz sahibi, Abdülaziz üzerinde son derece tesirli, usul, resmiyet ve teşrifata riayetkâr, Babıâli’nin şeref ve haysiyetinin korunmasına çok dikkat eden, Avrupa'da da tanınmış bir devlet adamıydı. Devletin dış siyasette maruz kaldığı vahim gelişmeler, iç meselelerin büyüklüğü ve karmaşıklığı, mali sıkıntının artması, dış mali ve siyasi kontrolün ağırlığı, siyasi muhalefetin (Yeni Osmanlılar) bizzat padişahın şahsında da gözlenen tenkit ve engellemeleri ve nihayet kendisinin tek adam olma arzusu, Âlî Paşa'nın siyasi hayatının değerlendirilmesini çok tartışmalı bir hale getirmiş, hatta özel hayatının dedikodu konusu olmasına yol açmıştır. Tezkiyesine derin bir sükut ile karşılık verilecek kadar sevilmeyen Âlî Paşa, her şeye rağmen değeri öldükten sonra anlaşılan ve yokluğu hissedilen, engin tecrübesiyle devletin ileride karşılaşacağı 186 K. Beydilli, Âlî Paşa, Mehmed Emin, s.426 87 felaketleri önleyebilecek bir devlet adamı idi. 7 Eylül 1871'de öldü ve Süleymaniye Camii haziresine defnedildi.187 6- Abdurrahman Sami Paşa: Mora eşrafından, Şeyh Necîb Efendinin oğlu olarak 1792’de Mora’nın Trapoliçe kasabasında doğmuştur. Asıl ismi Abdurrahmân olup, Sâmi, şiirdeki mahlasıdır ve yine babası tarafından kendisine verilmiştir.188 Babasından ve devrin meşhûr âlimlerinden, husûsî muallimlerden ilim öğrenmiş ve iyi bir tahsil görerek yetişmiştir. Mora İsyânında babası şehit, kendisi âilesiyle birlikte esir edildi. 1823’te esirlikten kurtulup 1826’da Mısır’a gitti. Mısır Vâlisi Mehmed Ali Paşanın takdir ve sevgisini kazandı. Kahire’deki meşhur Bulak Matbaasına müdür tayin edildi. Daha sonra, Mehmed Ali Paşanın oğlu İbrâhim Paşa ile Rum Ayaklanmasını bastırmak için kâtip sıfatıyla vazîfeli olarak Mora’ya gitti. Rumların elinde esir kalan kardeşleri Mahmud ve Hayrullah efendileri kurtarıp, Mısır’a götürdü. Mısır’a dönüşünde, Mehmed Ali Paşanın Divan Muavinliğine tayin edildi. 1829’da ise, Mısır Vekâyî Nâzırlığı ve Meclis Âzâlığı yaptı. 1831’de Mısır kabinesinde Reis-i Vükelâ (Baş Muâvin) oldu ve İstanbul’da Mîrliva (Tümgenerâl) rütbesi verildi. 1841 ve 1842’de vazîfeli olarak İstanbul’a birkaç defâ gelip gitti. 1843’te Feriklik rütbesine yükseldi.189 Sâmi Paşa, 1849’da İstanbul’a gelip, Bâbıâlî’de vazîfe aldı. Tırhala mutasarrıflığına tâyin edildi. İki sene sonra da vezirlik verilip, Rumeli Müfettişi oldu. Önce Bosna ve Trabzon valiliklerinde bulundu, Kırım Savaşı yıllarında ise savaştan doğrudan etkilenen Vidin’de, savaşın bitmesininden hemen sonra Edirne de Vâlilik yaptı. 1856’da Maârif Nezâreti kurulunca, ilk nâzır oldu. 1857’de Girit’te isyan çıkması üzerine, daha önce Mora’da bulunmuş olması sebebiyle, Girit Vâliliğine 187 A.g.m, s.426 İ.M.K, İnal, Son Asır Türk Şairleri, MEB Basımevi, İstanbul, 1970, s.1620 189 A.g.e, s.1621 188 88 tâyin edildi ancak Maarif Nezaretinden de alınmadı. İsyanın bastırılmasından sonra Nazırlık görevine döndü.190 Sâmi Paşa, 1857’den 1861 senesine kadar dört sene sekiz ay Maârif Nâzırlığı yaptı. 1862’de oğulları Abdülhalîm ve Hasan beylerle Mısır’a gitti. Sultan Abdülazîz’in Mısır’ı ziyâretinden sonra Sâmi Paşa, Meclis-i Vâlâ âzâlığına tâyin edildi. 1868’de Meclis-i Âlîde vazîfelendirildi. Sultan II. Abdülhamid’in tahta çıktığı ilk sene açılan Âyân Meclisinde âzâ oldu. Sâmi Paşa, seksen dokuz yaşına kadar devlete sâdıkâne hizmetler yaptıktan sonra 1878’de hastalanıp vefât etti. Bütün masraflarını Sultan II. Abdülhamid karşılayıp, Sultan II. Mahmud Han türbesine defnettirdi. Suphi Paşa, Necip Paşa, Hasan, Bâki, Halîm ve Sezâî beyler Sâmi Paşanın oğullarındandır. Abdurrahmân Sâmi Paşa, din ilimlerinde ve edebiyâtta mahâret sâhibi bir zâttı. Dîvân edebiyâtı geleneğini devâm ettiren şiirlerinin toplandığı Dîvân’ı, İnşâ-i Sâmi, Rumuz’ul-Hikem ve Sergüzeşt-i Sâmi adlı eserleri vardır. 7- İsmail Paşa: Sakızlı ya da İzmirli bir ailenin oğludur. Onu cerrah Hacı büyütmüştür. O da devrindeki birçok cerrah gibi, usta çırak münasebetiyle yetişmiştir. Daha sonra Hassa ordusunda görev almış ve Yunan ve Rus Harpleri'ne katılmıştır. Bu sırada meslekî icraatları sırasında kendi eksikliklerini daha iyi fark eden İsmail Paşa, Cerrahhane’ye girerek ilk mezunlardan olmuştur. Mezun olduktan sonra, Sultan II. Mahmut döneminde, saraya Cerrahbaşı olarak atanmıştır. 191 İsmail Paşa, daha sonra konusundaki eksikliklerini tamamlamak üzere Paris'e gitmiş ve orada öğrendiklerini Tıp Akademisine bildirerek bu akademinn ilk Türk 190 A.g.e, s.1625 E. Kahya, “Fransa’da İhtisas Yapmış Türk Hekimlerinden Bazıları”, A.Ü.DTCF Dergisi, C.31, S.1.2, Ankara, 1987 ss.245-262, s.246 191 89 üyelerinden olmuştur.192 Dönüşünde Cerrahhaneye müdür olarak atanmış, Abdullah Molla'dan sonra da Tıp Mektebine nazır olmuştur (1845). Üç yıl devamlı olarak bu görevi sürdüren İsmail Paşa, 1848 yılında Yanya Valisi olarak atanmıştır. İsmail Paşa, 1851'de ikinci defa, Tıbbiye Mektebi Nazırlığına getirilmiştir. Daha sonra sırasıyla, Girit ve Selanik valiliklerinde ve İstanbul Şehreminliliğinde bulunmuştur. 1871yılında vefat etmiştir.193 8- Yusuf Kamil Paşa: Arapkir’de doğdu. Babası Gökbeyi hanedanından İsmail Beyzade Mehmed Bey'dir. Küçük yaşta babasını kaybedince amcası Gümrükçü Osman Paşa tarafından büyütüldü. Amcası Kayseri ve Bozok sancakları mutasarrıfı iken Müderriszade Mehmed Alim Efendi'den özel ders aldı.194 Amcası ile birlikte İstanbul'a gittikten sonra onun mühürdarlığını yaptı. Divan-ı Hümayun Kalemi'nde memuriyete başlayan Kamil Bey (1829) gördüğü bir rüya üzerine Mısır'a gitti (1833). Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa kendisini Hazine-i Mısır kitabetine tayin etti. Yedi sekiz ay sonra Divan-ı Vilayet ikinci muavinliğine getirildi. Mehmed Ali Paşa'nın kızı Zeynep Hanım'la evlendirildi. II. Mahmud'un kızı Adile Sultan'ın evlenme merasimi için valiyi temsilen İstanbul'a geldi. Sultan Abdülmecid tarafından kabul edilen Kamil Paşa'ya "mir-i miranlık" unvanı verildi.195 Mehmed Ali Paşa'nın vefatı üzerine Mısır valisi olan Abbas Paşa zamanında Sudan'da bir göreve tayin edildi. Görevi kabul etmeyince Asvan'a sürgüne gönderildi. Hapsedilerek Zeynep Hanım'dan boşanmaya ve Mısır'daki mallarından vazgeçmeye zorlandı. Kamil Paşa, eskiden tanıdığı Sadrazam Mustafa Reşid Paşa'ya 192 S. Ünver, a.g.e, s.938 M. Süreyya, Sicill-i Osmanî, C. I, (Yay. Haz: A. Aktan, A. Yuvalı, M. Keskin), Sebil Yayınevi, İstanbul, 1995, s.371-372 194 İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.I, s.196 195 S. Beyoğlu, “Kâmil Paşa, Yusuf”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.24, ss.283-284, s.283 193 90 gizlice bir ariza göndererek kurtarılmasını istedi. Padişahın fermanıyla hapisten çıkarılan Kamil Paşa İstanbul'a getirildi (1849). Arkasından Zeyneb Hanım da İstanbul'a gitti.196 Kamil Paşa. Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye’ye üye tayin edildi ve ardından bu görevine ilaveten Meclis-i Maarif-i Umumiye azalığına getirildi. Yeni kurulan Encümen-i Daniş'e de üye oldu. Kendisine vezaret rütbesi verilerek Ticaret nazırlığına getirildiyse de kısa süre sonra tekrar Meclis-i Vâlâ -yı Ahkâm-ı Adliye üyeliğine tayin edildi (26 Şubat 1853). İkinci defa Ticaret nazırlığına ve26 Eylül 18S4'te kurulan Meclis-i Âlî-i Tanzimat başkanlığına getirildi (23 Kasım 1854). Bir ay sonra da Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye başkanlığına tayin edildi.197 Mısır Valisi Said Paşa'nın Süveyş Kanalı imtiyazını Fransa'ya vermesini Mısır'a yabancı müdahalesini arttıracağı gerekçesiyle eleştiren Kamil Paşa'nın, imtiyazın iptali için kayınbiraderi Said Paşa'ya mektup yazması kararlaştırıldı. Kamil Paşa'nın yazdığı mektubu ele geçiren Fransız elçisi Benedetti, Babıâli’yi protesto edince Reşid Paşa sadaretten, Kamil Paşa da Meclis-i Vâlâ -yı Ahkâm-ı Adliye başkanlığından istifa etmek zorunda kaldı (5 Mayıs 1855). Bir süre açıkta kalan Kamil Paşa, bilgi ve tecrübesinden faydalanılmak üzere Mecalis-i Âliye'ye memur edildi (22 Ekim 1855). Reşid Paşa ile birlikte Mısır'a gittikten sonra Mustafa Reşid Paşa beşinci defa sadarete. Kamil Paşa da ikinci defa Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye başkanlığına tayin edildi ( 13 Haziran 1857). Bu görevden ayrılınca (14 Kasım 1859) kısa bir süre açıkta kaldı. İkinci defa Mecalis-i Âliye'ye memur edilen Kamil Paşa Meclis-i Vâlâyı Ahkâm-ı Adliye ile Meclis-i Ali-i Tanzimat, Meclis-i Ahkâm-ı Adliye adı altında birleştirilince önce başkan yardımcılığına daha sonra başkanlığa getirildi (5 Ağustos 196 197 A.g.e, s.283 Fatin, Davud, a.g.e, s.354 91 1861). Lübnan meselesi dolayısıyla Suriye'de bulunan Keçecizade Fuad Paşa sadrazam olunca sadaret kaymakamlığına Kamil Paşa tayin edildi. Bu sırada altın para piyasadan çekildiği ve kâğıt paranın değeri düştüğü için ticari hayat zayıfladı. Kamil Paşa. Borsa Hanını kapatarak kendi hazinesinden bir miktar altını piyasaya sürdü ve bir taraftan da kâğıt paranın değiştirilmesine başlandı. Ticari hayatı düzene koyarak Borsa Hanını yeniden açtı ve daha büyük bir mali krizin çıkmasını önledi.198 Padişahın hükümet işlerine müdahalesini ileri sürerek Fuad Paşa sadaretten istifa edince diğer vekillerle birlikte Kamil Paşa da Meclis-i Ahkâm-ı Adliye başkanlığından ayrıldı (2 Ocak 1863). Kamil Paşa, Fuad Paşa'nın istifasına sebep olan olayları padişaha anlatarak önce bunların halledilmesini istedi. Padişahın hükümet işlerine fazla müdahale etmeme konusunda güvence vermesi üzerine görevi kabul etti.199 Kamil Paşa'nın önemli icraatlarından biri de padişahın Mısır seyahatine çıkmasını sağlamasıdır.. Bu seyahat esnasında tekrar padişahın güvenini kazanan Fuad Paşa ikinci defa sadarete getirilince Kamil Paşa dördüncü defa Meclis-i Ahkâm-ı Adliye başkanlığına tayin edildi. Üç yıla yakın bir süre bu görevde kaldıktan sonra üçüncü defa Mecalis-i Âliye'ye memur edildi (30 Nisan 1866).200 1869’da Şura-yı Devlet başkanlığına getirildi ancak Sadrazam Mahmud Nedim Paşa ile anlaşmazlık yaşayınca 1871’de istifa etti. Üç ay sonra Divan-ı Ahkâm-ı Adliye nazırlığına getirilen Kamil Paşa, Midhat Paşa sadarete geldikten sonra ikinci defa Şura-yı Devlet başkanlığına tayin edildi201 fakat kalbinden rahatsız olduğu için görev yapamadı ve hastalığı artınca görevinden affedildi (21 Ağustos İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.I, s.215 S. Beyoğlu, a.g.m, 283 200 A.g.m, s.284 201 İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.I, s.222-223 198 199 92 1875) ve yedi ay sonra da beşinci defa Mecalis-i Âliye'ye memur edildi. Üçüncü defa Şura-yı Devlet başkanlığına getirildi. Hastalığı nüksedince azledilerek altıncı defa Mecalis-i Âliye 'ye memur edildi. Çok sevdiği Sultan Abdülaziz'in akıbeti yüzünden hastalığı şiddetlenen Kamil Paşa Bebek'teki yalısında vefat etti (10 Ekim 1876) ve Üsküdar'da yaptırdığı hastanenin bahçesindeki türbesine defnedildi. Kamil Paşa kültürlü ve seçkin bir devlet adamı idi. Arapça, Farsça ve Fransızca biliyordu. François de la Manthe Fenelon'un Les adventures de Telemaque adlı eserini Türkçeye çevirerek Tercüme-i Telemak adıyla 1862'de yayımlamış, kitap 1863, 1870, 1877 ve 1881'de tekrar basılmıştır. Süslü ve secili ağır diliyle bir inşa örneği sayılan tercüme muhteva itibariyle siyasetnamelere benzetilir. Kamil Paşa'nın çeşitli makamlara yazdığı inşa örnekleri İbnülemin Mahmud Kemal tarafından Eser-i Kamil Paşa adıyla toplanarak yayımlanmıştır (İstanbul 1308). Kamil Paşa ve eşi Zeynep Hanım, Üsküdar’da Nuhkuyusu semtinde 100 yataklı bir "nisa hastanesi" inşa ettirip vakfetmişlerdir (1860–1862). Hastane bugün de Zeynep Kamil hastanesi adıyla hizmet görmektedir. 202 9- Arif Mehmet Efendi (Meşrepzade): Kazasker Meşrepzade Ali Efendinin torunu, müderris Satırzade Emin Efendi'nin oğludur. 1791’de İstanbul'da doğdu. Devrin tanınmış âlimlerinden ders okudu. Girdiği müderrislik imtihanında başarı göstererek Mayıs 1817'de müderris oldu, daha sonra muhallefat kassamlığı, vakıflar müfettişliği ve Rumeli nüfus tahriri memurluğu görevlerinde bulundu. Uzun süre müderrislik yaptı ve hamise-i Süleymaniye derecesine kadar yükseldi. Ardından kadılık mesleğine geçerek Temmuz 1835'te Galata kadılığına tayin edildi.203 Bu sırada Cami’ul-İcareteyn adlı fıkıh kitabının kaynaklarına inerek ve ilaveler yaparak eseri 202 203 S. Beyoğlu, a.g.m, 284 M. Süreyya, Sicill-i Osmanî, C. III, s.275 93 yeniden düzenledi ve II. Mahmud'a takdim etti. Bunun üzerine kendisine Mekke kadılığı payesi verildi. Kısa bir süre de kassam-ı askeri olarak görev yaptı. İslam hukukundaki derin bilgisi sebebiyle iki defa fetva emaneti görevine getirildi; daha sonra İstanbul kadılığı ve Anadolu kazaskerliği payelerine yükseltildi. Bu arada Kudüs Kamame Mabedi meselesinin halledilmesi ve Anadolu teftişi gibi geçici görevlerde bulundu. 1846'da Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye azalığına getirildi; bir yıl sonra bu görev de üzerinde kalmak şartıyla bilfiil Anadolu kazaskeri oldu. 1852'de Rumeli kazaskerliğine tayin edildi. Bu sırada "Emval-i Eytam" hakkındaki usul ve kaideleri yeniden düzene koydu. 21 Mart 1854'te Arif Hikmet Beyefendi'den boşalan şeyhülislamlık makamına getirildi. 27 Aralık 1858'de öldü ve Edirnekapı dışında Mustafa Paşa Dergâhı haziresine defnedildi. Mehmed Arif Efendi açık fikirli, Tanzimat dönemi yeniliklerini tasvip eden bir şeyhülislamdır. Şeyhülislamlığı döneminde kadılık ve naiblik mesleğinde bir süreden beri görülen bozuklukların giderilmesi için yeni düzenlemeler yapmıştır. Bâb-ı fetvada ehil kimselerden bir meclis kurarak Osmanlı ülkesinde görev yapan kadıları beş sınıfa ayırmış, kadılık mesleğine intisap edeceklere fıkıh, sakk-ı şer'i ve feraiz ilmini öğretmek için Süleymaniye Camii yakınında Muallimhane-i Nüvvab adıyla bir hukuk mektebi açılmasını sağlamıştır. Bazı ilavelerle yeniden düzenlediği Cami’ulİcareteyn den başka Dede Cöngi’nin Siyasetü'ş- şer’iyye adlı Arapça eserini serbest bir şekilde ve genişleterek Siyasetname adıyla Türkçeye tercüme etmiştir.204 10- Fuad Paşa: Asıl adı Mehmed Fuad olup 5 Safer 1230'da (17 Ocak 1815) İstanbul’da doğdu. Babası ünlü şair Keçecizade İzzet Molla'dır. Önce ilmiye yolunda ilerlemek amacıyla Arapça ve Farsça öğrendi. Ancak babasının Sivas'a sürülmesi ve 204 M. İpşirli, “Arif Efendi, Meşrepzade”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.3, s.365 94 maddi sıkıntıya düşmesi üzerine genç yaşta Mekteb-i Tıbbiyye·ye girmek zorunda kaldı; buradaki öğrenimin Fransızca olması sayesinde Fransızcayı da öğrendi.205 Tıbbiyeden doktor yüzbaşı olarak mezuniyetinin ardından Vali Çengeloğlu Tahir Paşa ile birlikte Trablusgarp'a gitti. Dönüşte Mustafa Reşid Paşa'nın teşvikiyle meslek değiştirerek Kasım 1837'de Babıâli tercüme kalemine girdi; 1839'da buranın mütercim-i evvelliğine yükseltildi. Sefaret başkâtibi olarak Londra'ya gitti ve iki yıl Şekib Efendi'nin, bir yıl kadar da Ali Efendi'nin (Paşa) maiyetinde çalıştı. Londra 'da bir süre maslahatgüzarlık da yaptı. Bilgisini ve görgüsünü arttırmış olarak yurda dönen Fuad Efendi, İspanya kraliçesi Elizabeth'e Abdülmecid'in cevabi mektubunu götürmek için 1844'te Madrid'e gönderildi. Aynı zamanda kendisine Portekiz'e geçmesi ve genç Portekiz kraliçesine padişahın selamlarını bildirmesi talimatı da verildi.206 Bir yıldan fazla İspanya ve Portekiz'de kalan Fuad Efendi Temmuz 1845'te Divan-ı Hümayun tercümanlığına, 18 Şubat 1847'de rütbe-i ûlâ sınıf-ı evveli ile Divan-ı Hümayun amediciliğine tayin edildi. 1848 isyanları Eflâk’a da sıçrayınca Bükreş'e gönderildi. Bir kısım Macar ve Leh milliyetçisinin Osmanlı Devleti'ne sığınması üzerine Avusturya ve Rusya bunların iadesini istedi. Osmanlı hükümeti konuyu barış yoluyla halletmek için. Bükreş'te bulunan Fuad Efendi'yi fevkalade murahhas büyükelçi sıfatıyla Rus Çarı nezdine göndermeye karar verdi. Padişahın mektubunu götüren Fuad Efendi, Rus yetkililerle ve bizzat çarla görüşerek meseleyi barış yoluyla halletti. Bu başarısından dolayı 29 Kasım 1849'da bala rütbesi verilerek sadaret müsteşarlığına getirildi.207 İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.I, s.149 E. Atılgan Gümüşsoy, Keçecizade Mehmed Fuad Paşa, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 2006, s.13-14 207 O.F. Köprülü, “Fuad Paşa, Keçecizade”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.13, ss.202-205, s.202 205 206 95 Sadrazam Reşid Paşa tarafından hem Tanzimat'ın uygulanması hem de miras meselesini halletmek üzere 1852'de Mısır'a gönderildi. Mısır'ın 60.000 kese olan yıllık vergisini Mısır Valisi Abbas Paşa ile anlaşarak 80.000 keseye çıkartmayı başardı.208 Mısır'dan dönüşünde Âlî Paşa'nın sadarete geçişinden hemen sonra Hariciye Nazırlığı'na getirildi (9 Ağustos 1852) Ancak bu sırada ortaya çıkan makamat-ı mübareke meselesinde Fransızlara meyletmesi, Rusya'da Fuad Efendi'ye karşı büyük bir tepkinin doğmasına sebep oldu. Bunun üzerine Fuad Efendi yedi aydan fazla süren ilk Hariciye Nazırlığı görevinden istifa etti. Fuad Efendi, Kırım Harbi sırasında Yunanlılar'ın sınır tecavüzüne kalkışarak Epir'de Yanya ve Tesalya bölgesinde Tırhala'yı tehdide başlamaları üzerine bu meselenin halli ile görevlendirildi. 1 Mart 1854'te İstanbul'dan ayrılarak önce Pita'daki isyan yuvasını temizleyip Yanya'yı kurtardığı gibi sınır boyuna çekilen asileri de ortadan kaldırarak diplomatlığı kadar iyi bir kumandan olduğunu da ispat etti.209 Daha harekât sahasında iken yeni kurulan Meclis-i Âlî-i Tanzimat'a üye tayin edildi. İstanbul'a dönünce bu meclisin başkanı oldu. Hariciye Nazırı Âlî Paşa sadrazam olunca meclis başkanlığı da uhdesinde kalmak üzere vezaret rütbesiyle 2 Mayıs 1855'te ikinci defa Hariciye nazırlığına getirildi. Kırım Harbi'ni sona erdiren Paris Antiaşması'nın imzalanmasından sonra İngiltere’nin baskısıyla Âlî Paşa 1 Kasım 1856'da azledilince Fuad Paşa da istifa etti. Dokuz gün sonra Meclis-i Âlî'ye memur edilen Fuad Paşa, Ağustos 1857'de ikinci defa Meclis-i Âlî-i Tanzimat reisliğine getirildi. 208 209 Fatma Aliye, a.g.e. s.77 O.F. Köprülü, a.g.m. s.202 96 Âlî Paşa'nın üçüncü defa sadarete tayini üzerine Fuad Paşa 11 Ocak 1858 'de tekrar Hariciye nazırı oldu. Bu görevi sırasında Eflak-Boğdan meselesi ile Lübnan meselesinde Avrupa devletlerinin müdahalelerine karşı mücadele etti. Fuad Paşa Suriye'de iken Sultan Abdülmecid vefat etmiş, yeni padişah Abdülaziz, Meclis-i Vâlâ ile Meclis-i Âlî-i Tanzimat'ı birleştirerek reisliğini ona vermişti (14 Temmuz 1861). Bundan az sonra da onu dördüncü defa Hariciye nazırlığına tayin etmiş, 22 Kasım'da ise sadrazamlığa getirmişti.210 Bunun üzerine Suriye'den İstanbul'a gelerek yeni görevine başlayan Fuad Paşa ilk iş olarak, büyük bir buhran içinde olan maliyenin düzeltilmesi için alınmasını gerekli gördüğü tedbirleri bir raporla padişaha bildirdi. Hazinenin kontrolünü bizzat üstlenen Fuad Paşa aldığı tedbirlerle gelirleri kısmen arttırdı. Fakat 1278 (1861–62) senesinde dengeli bir bütçe kurulamadı. Bütün gayretine rağmen maliyeyi istediği şekilde düzeltememesi ve Rumeli'de gittikçe yayılan milliyetçi fikirlerin durumu daha da ağırlaştırması ve Padişahın hükümete fazla müdahale etmesi üzerine Fuad Paşa 2 Ocak 1863 'te sadaretten ayrıldı; Âlî, Yusuf Kamil ve Rüşdü paşalar da onunla birlikte istifalarını verdiler.211 Fuad Paşa Abdülaziz'in ısrarıyla, istifasından bir hafta sonra Meclis-i Vâlâ-yı Ahkam-ı Adliye reisliğine getirildi, padişahın Mısır'a yapacağı seyahatte kendisine refakat etmesi uygun görülünce de seraskerliğe nakledildi. Mısır seyahatinde Fuad Paşa bir an bile Padişahın yanından ayrılmadı. Dönüşte, İstanbul'da tertip ettirdiği merasimle de padişahı hayran bırakan Fuad Paşa, 10 Mayıs 1863'te Osmanlı tarihinde ilk defa olarak "yaver-i ekrem" unvanını aldı. 1 Haziran 1863'te de seraskerlik uhdesinde kalmak üzere ikinci defa sadrazam oldu. Başarılı geçen ve üç 210 211 İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.I, s.164-165 A.g.e, s.166-167 97 yıldan fazla süren bu görevden azli, Abdülaziz'in Mısır Hidivi İsmail Paşa'nın kızıyla evlenmesine muhalefet etmesinden ileri gelmiştir.212 Âlî Paşa'nın sadarete gelmesi üzerine (Şubat 1867) beşinci defa Hariciye nazırlığına getirildi ve bu sıfatla Abdülaziz'in Fransa ve İngiltere'ye yaptığı seyahatte yanında bulundu (2 ıHaziran-7 Ağustos 1867) Bu seyahat esasen kalbinden rahatsız olan Fuad Paşa'nın hastalığını daha da arttırdı. Memlekete dönüşünde bir süre Yakacık'ta istirahat etmesi sağlığını biraz düzelttiyse de Âlî Paşa'nın Ekim 1867'de Girit'e gitmesi üzerine Hariciye nazırlığına ilaveten sadaret kaymakamlığını da yüklenmesi onu büsbütün yıprattı. Doktorların tavsiyesine uyarak 1868 kışını geçirmek üzere gittiği Nice şehrinde vefat etti (29 Şevval 1285 / 12 Şubat 1869) Cenazesi, Fransız hükümetinin tahsis ettiği bir savaş gemisiyle 28 Şubat 1869'da İstanbul' a getirildi ve Sultanahmet semtinde Peykhane caddesinde yaptırdığı caminin yanına defnedildi. Kabrinin üstüne daha sonra türbe yapılmıştır. 213 Fuad Paşa Tanzimat devrinin üç önemli şahsiyetinden biridir. Aile yapıları birbirinden çok farklı olmasına rağmen Âlî Paşa ile Fuad Paşa iyi bir ikili oluşturmuşlardır. Genellikle Fransız siyasetinin ağır bastığı zamanlarda iktidar mevkiine gelmişlerse de Fuad Paşa körü körüne Fransız taraftarı bir politika takip etmemiştir. Fuad Paşa'nın en çok güvendiği devlet İngiltere idi. Bunu layihalarında açıkça kaydetmiştir. Bununla birlikte bir tarafa bağlanmadan tamamen devletin çıkarlarını ön planda tuttuğu da bir gerçektir. Hür fikirli bir insan olmasına rağmen devletin menfaati açısından milliyet fikirlerinin daima aleyhinde bulunmuştur. Bununla 212 213 O.F. Köprülü, a.g.m. s.203 E. Atılgan Gümüşsoy, a.g.e, s.116-121 98 birlikte gayri müslim tebaaya eşit muamele edildiği takdirde bu fikirlerin önlenebileceğini savunmuştur.214 Ölümünden az önce Sultan Abdülaziz'e hitaben yazdığı ileri sürülen vasiyetnamesinde de Avrupa devletlerinin siyasetleri karşısında devletin bekasını temin için tutulması gereken yolu göstermiştir. Gerçekten Paşaya ait olup olmadığı tartışmalı olan bu vasiyetname hakkında kesin olarak söylenecek şey, Avrupa devletlerinin siyasetleri hakkında Osmanlı Devleti'nin nasıl bir yol tutması gerektiği hususundaki dirayetli tesbittir. 215 11- Ziver Efendi (Paşa): 1793 yılında İstanbul Topkapı’da Merkez Efendi Dergâhı’nın karşısındaki evde doğdu. Asıl adı Ahmed Sâdık olup Defterhâne kâtibi Mehmed Sâdık Münif Efendi’nin oğludur. Hayatına dair kaynaklarda yer alan bilgiler genellikle, Âsâr-ı Zîver Paşa adlı divanının başına oğlu Yûsuf Bahâeddin Efendi tarafından eklenen tercüme-i hâlinden derlenmiştir. Henüz on yaşında iken babası ölünce o sırada Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi olan Seyyid Ali Nutkî Dede, onu mânevî oğulluğa kabul etti. 216 Tahsilinin ardından Darphâne ve Defterhâne kalemlerinde yedi-sekiz yıl çalıştı. Bu arada Fransızca öğrenmeye gayret etti. Mevlevîliği münasebetiyle Hâlet Efendi’nin yanında kâtiplik yaptı. Hâlet Efendi’nin sürgün edildiği Konya’ya, onun idam edilmesi üzerine de Balıkesir’e gönderildi. Daha sonra affedilerek İstanbul’a döndü.217 İzmir’de yabancı tüccarlara tahsis edilen gümrük nâzırlığına ve ardından Aydın mütesellimliğine tayin edildi. Daha sonra İstanbul’a gelip Rumeli Seraskeri 214 O.F. Köprülü, a.g.m. s.204 A.g.m, 204-205 216 H. Aksoy, “Ziver Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.44, ss.474-475, s.474 217 İ.M.K. İnal, Son Asır Türk Şairleri, C.IV, s.2042 215 99 Ağa Hüseyin Paşa’nın kâtiplik hizmetine girdi (1825). Bu esnada Şumnu ordugâhında bulundu; kendisine hâcegânlık rütbesi verildi. Hüseyin Paşa’nın azledilmesiyle İstanbul’da ipek nâzırı Ömer Lutfi Efendi’nin kâtipliğine getirildi. Ardından tersane eminliği, evkaf ve darphâne nâzırlığı, Meclis-i Âlî-i Tanzîmat ve Meclis-i Vâlâ üyeliği, Rumeli defterdarlığı, emlâk-i hümâyun fabrikaları, tersane, Mekteb-i Tıbbiye nâzırlığı ile diğer bazı memuriyetlerde bulundu.218 Fatma Sultan’ın kethüdâlığını yaptığı sırada Mustafa Şerîfî Paşa’nın vefatı üzerine, talipler arasında çekilen kurada kazanarak vezâret rütbesiyle çok arzu ettiği Harem-i şerif meşihatına memur edildi (1861)219. Bir yıl kadar bu görevde kalan Zîver Paşa 14 Zilhicce 1278’de (12 Haziran 1862) vefat etti ve Cennetü’l-Baki‘de Hz. Osman’ın kabrinin civarına defnedildi.220 Oğlu Yûsuf Bahâeddin Efendi babasının mektup ve şiirlerini bir araya getirip yayımlamıştır. Diğer oğlu Selâhaddin Bey, Âlî Paşa’nın damadı idi. Zîver Paşa çok merhametli, güler yüzlü ve nüktedan bir zattı. Maddî imkânları fazla olmamakla birlikte fakirleri ve kimsesizleri korurdu. Zengin sayılabilecek bir kitaplığı olduğu bilinmektedir. Döneminin başarılı şairlerinden olup divan şiirinin inceliklerini ve sanat anlayışını şiirlerine aksettirmiştir, bunun yanında tarih düşürmede de usta idi. II. Mahmud ve Abdülmecid devirlerinde yapılan birçok binadaki (meselâ Gurebâ Hastahanesi, Galata Mevlevîhânesi, Hırka-i Şerîf Camii, Merkez Efendi Külliyesi, Yenikapı Mevlevîhânesi) tarih manzumeleri ona aittir. II. Mahmud’un ve Abdülmecid’in ihsanlarına nâil olmuştur.221 218 H. Aksoy, a.g.m. s.474 İ.M.K. İnal, Son Asır Türk Şairleri, C.IV, s.2043 220 Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, (Haz. İsmail Özen), Meral Yayınevi, C.II 2. Kısım, s.220, İstanbul, 1975 221 H. Aksoy, a.g.m. s.474 219 100 Eserleri. 1. Âsâr-ı Zîver Paşa: Zîver Paşa’nın divanı olup sonunda “Münşeât” başlığı altında çeşitli vesilelerle yazdığı mensur tebrik ve mektupları da yer almaktadır.222 2. Zeyl-i Âsâr-ı Zîver Paşa (İstanbul 1314). 1851 yılından vefatına kadar yazdığı şiirlerden meydana gelen bu eser de Yûsuf Bahâeddin Efendi tarafından yayımlanmıştır.223 Zîver Paşa’nın bunların dışında 1860’ta görülen kuyruklu yıldızla ilgili bir risâlesinin olduğu bildirilmektedir.224 12- Recai Efendi: Mehmet Şakir Recai Efendi 1803 senesinde İstanbulda doğdu. Maden kalemi baş halifesi Hafız Ahmet Nurettin efendinin oğludur. 1874 senesinde yine İstanbul’da ölmüştür. Eyüpte gömülüdür. Zamanın tahsilini gördükten sonra evvelâ babasının dairesine, sonra da Babıâli kalemlerine devam etmiştir. Serasker Halil Rıfat Paşanın divan kâtipliğini de yapmış, Amedi hülefalığında ve Amedici vekâletinde bulunmuştur. 1847 senesinde vakanüvis olmuş, 1848 senesinde ise takvimhane nazırlığına tayin edilmiştir. Bu vazifede bulunurken faydalı birçok kitapların basılmasına hizmet etmiştir. Meclis-i Maarif-i Umumiye, Meclis-i Vâlâ ve Encümeni Daniş azalıklarında bulunan Recai Efendi, Bosna ve İşkodra Kapı kethüdalığm da da vazife ifa etmiştir. Hüsn-i hatt, kitap tezhibi, ve güzel cildler yapmasının yanı sıra neyzen olan Recai Efendi, yazar Recaizade Mahmut Ekrem’in babasıdır.225 13- İbrahim Ethem Paşa: Sakız'da doğdu. Rum asıllı olduğu, 1821 Rum ayaklanmaları sırasında Sakız asilerinin isyanları bastırılırken çok küçük yaşta İstanbul'a getirildiği ve Kaptan-ı derya Koca Hüsrev Paşa tarafından satın alınıp evlat 222 Zîver Paşa, Âsâr-ı Zîver: Dîvan ve Münşeât (Yay. Yusuf Bahaeddin), Bursa, 1313 Zîver Paşa, Zeyl-i Âsâr-ı Zîver Paşa (Yay. Yusuf Bahaeddin), İstanbul, 1314, 224 İ.M.K. İnal, Son Asır Türk Şairleri, C.VI, s.2044 225 R.H. Gönç, Vuruyor mu Dokunuyor mu? http://earsiv.sehir.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/ 11498/16365/001510364006.pdf?sequence=1&isAllowed=y 223 101 edinildiği söylenir.226 İlköğrenimini Hüsrev Paşa'nın konağına gelen hocalardan gördü. Paşanın diğer çocuklan olan Hüseyin, Ahmed ve Abdüllatif ile birlikte tahsilini tamamlamak üzere 1830'da Paris'e gönderildi. 1835'te Fransızca öğrenmek için Barbet Enstitüsü'nü, 1839'da da Yüksek Maden Mektebi'ni bitirdi.227 Teknik gözlemlerde bulunmak maksadıyla bir süre Avrupa'da dolaştıktan sonra İstanbul'a döndü. Miralay rütbesiyle devlet hizmetine girdi ve Dar-ı Şura yı Askeri'ye memur oldu. Ardından Sarıyer bakır madeni ve Gümüşhacıköy madeni müdürlüklerinde bulundu. 1845'te Keban ve Ergani madenleri başmühendisi oldu. Aynı sene, yeni kurulan Erkan-ı Harbiyye Dairesi'ne, kısa bir müddet sonra da Rikab-ı Hümayun'a memur edildi. 1849'da mirlivalığa, 1851 'de Mabeyn-i Hümayun ferikliğine yükseldi. Sarayda bulunduğu esnada Sultan Abdülmecid kendisinden Fransızca dersleri aldı. Bu sırada kurulan Encümen-i Daniş ve Tanzimat Meclisi üyeliklerine getirildi.228 Kırım Harbi esnasında bazı meselelerin halli için Sırbistan’a, ardından Kırım'a gönderildi. Mustafa Reşid Paşa nın yardımıyla 24 Kasım 1856 tarihinde vezirlik rütbesi ile Hariciye nazırı oldu. Fakat dış meselelerdeki yetersizliği ve bilgisizliği sebebiyle 2 Mayıs 1857'de azledildi.229 1858 yılında yine bazı tahkikatta bulunmak maksadıyla ikinci defa Sırbistan'a gönderildi ve başarılarından dolayı birinci rütbe Mecidi nişanı ile taltif edildi. 1859 yılında Ticaret nazırı olan Edhem Paşa, meselelere gereği gibi vakıf olmadığı gerekçesiyle 1861'de azledildi. Bunun ardından Meclis-i Vâlâ azalığına seçildi. 1863'te Maarif ve Nafia nezaretleri de uhdesinde olmak üzere ikinci defa İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.II, s.600 A.g.e, s.603 228 M. Aydın, “Edhem Paşa, İbrahim”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.10, ss.418-420, s.419 229 İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.II, s.604 226 227 102 Ticaret nazırı olduysa da aynı yıl görevden alındı. Bir süre sonra Ticaret Nezareti önceden olduğu gibi Nafia Nezareti ile birleştirilerek yine Edhem Paşa'ya verildi, ancak bu defa uhdesindeki Maarif Nezareti ayrıldı.230 1866'da Ticaret Nezareti'nden de azledilerek Tırhala ve 1867'de Yanya valiliğine getirildi. 1868 yılında Şura-yı Devlet üyesi olan İbrahim Edhem Paşa, iki yıl sonra Divan-ı Ahkâm-ı Adliye nazırlığına, 1871'de tekrar Nafıa Nezareti'ne tayin edildi ve bir müddet sonra Ticaret Nezareti de bu görevlerine eklendi ancak 1872'de azledildi. Ertesi yıl tekrar Şura-yı Devlet azası ve 1874’te Nafia nazırı oldu, fakat bir süre sonra görevden alındı. 1876'da Berlin sefirliğiyle Almanya'ya gönderildi.231 23 Aralık 1876'da İstanbul'da toplanan Tersane Konferansı'nda ikinci murahhas olarak Osmanlı Devleti'ni temsil eden Edhem Paşa, asabi mizacı sebebiyle, müzakereler sırasında Fransa murahhasının Osmanlı Devleti'ne karşı söylediği hakaretamiz sözlerine karşılık vermekten çekinmedi. Aynı yıl Şurayı Devlet başkanı oldu ve Midhat Paşa'nın azli üzerine 5 Şubat 1877'de sadaret makamına getirildi.232 Onun sadareti esnasında cereyan eden en mühim hadise 1877–1878 Osmanlı- Rus savaşlarıdır. Bu sıkıntılı dönemde karşılaştığı siyasi meselelerin hallinde asabi mizacı yüzünden yetersiz kaldı ve ağır baskılar sonucu 11 Ocak 1878 tarihinde azledildi. On dört ay kadar mazul kaldıktan sonra 1879'dan 1883'e kadar Viyana sefiri olarak görev yaptı. Daha sonra 26 Şubat 1883'te Dâhiliye nazırı tayin edildi. Şarki Rumeli'nin Bulgaristan tarafından ilhakı ile meydana gelen olaylar sebebiyle Küçük Said Paşa kabinesinin düşmesi üzerine 24 Eylül 1885 tarihinde bu görevden ayrıldı. M. Aydın, a.g.e, s.419 İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.II, s.608-609 232 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.168 230 231 103 Kendisine 3000 kuruşluk mazuliyet maaşı bağlanan Edhem Paşa 20 Mart 1893’te vefat etti ve Üsküdar'da bulunan Mihrimah Sultan Camii civarına defnedildi.233 İbrahim Edhem Paşa, asabi mizacına ve devlet meselelerindeki yetersizliğine rağmen namuslu, dürüst, devlete sadık bir kişiydi. Bu sebeple II. Abdülhamid'in hususi himayesine mazhar olabilmişti. İlk Osmanlı Meclis-i Mebusanı onun sadareti zamanında açılmıştı. Maden mühendisliği konusunda olduğu gibi tabii ilimlerde de derin bilgi sahibiydi. Mecmua-yı Fünun'da tabii ilimlere dair makaleler yazmış, 1869 yılında ölçüler hakkında bir nizamname neşretmiş, rasathane ve Matbaa-i Amire'nin ıslahında. Darüşşafaka'nın kurulmasında büyük gayret göstermiştir. Ondalık sisteminin tanınmasında ön ayak olmuş, yazdığı Yeni Mikyaslara Dair Risale adlı eseri oğlu İsmail Galib'in adıyla yayımlanmış, "Mesahat, Ekyal ve Evzan-ı A'şariyye Nizamnamesi"ni hazırlayarak yürürlüğe koymuştur. 1873 Viyana sergisi için Usul-i Mimari-i Osmanî adıyla üç dilde neşredilen eseri Ahmed Vefik Paşa ile birlikte hazırlamış, ayrıca Endülüs Tarihi adlı eserin 1. cildini kaleme almış, diğer kısımlarını ise Ziya Paşa tamamlayarak kendi adına neşretmiştir (I-II. İstanbul 1280). Yazıda sade ve kısa cümleler kullanmayı tercih eden ve muhalifleri tarafından "Deli Corci" lakabıyla anılan İbrahim Edhem Paşa dindarlığı ile de tanınmıştır. Çok iyi yetiştirdiği oğulları Osman Hamdi, Halil Edhem (Eldem) ve İsmail Galib Türk kültür ve sanat tarihinde önemli yerlere sahip olmuşlardır.234 14- Hayrullah Efendi: 25 Zilhicce 1233'te (26 Ekim 1818) İstanbul'da doğdu. Babası hekimbaşı ve reisülulema Abdülhak Efendi' dir. "Hekimbaşılar" diye tanınan köklü bir ulema ailesinden gelir. Ailesi gibi tıbba yönelerek 1839'da babasının 233 234 M. Aydın, a.g.e, s.419 A.g.e, s.419-420 104 hekimbaşı ve nazır sıfatı ile başında bulunduğu Mekteb-i Tıbbiyye'ye girdi. Beşik uleması olarak müderris payesi alıp tıp tahsilini daha talebeliğinin ilk senesinde kendisine verilmiş olan ders nazırlığı memuriyetiyle birlikte yürütmüştür.235 Mekteb-i Tıbbiye'ye girişinin ikinci yılında ilmiyeye mahsus rütbe-i salise nişanı ile taltif edildi. Bunu Muharrem 1258'de (Şubat 1842) İzmir mevleviyeti, Muharrem 1259'da (Şubat 1843) Mekke-i Mükerreme mevleviyeti payelerinin verilmesi takip etti.236 Ayrıca bu paye ile ilgili olarak Haremeyn-i Muhteremeyn rütbesine mahsus nişanla taltif edildi. Mekteb-i Tıbbiye’nin baş hocası sayılan Dr. Bernard, 1843 ders yılı için hazırladığı raporunda, Hayrullah Efendi'nin çeşitli idari meşgalelere rağmen tıp tahsilinde de başarılı olduğunu özellikle kaydetmekte ve bitirme tezi olarak Türkçe bir eser hazırlamış olduğunu bildirmektedir.237 Bahis konusu eser, Hayrullah Efendi'nin 1844 yılı başında yayımlanmış olan Makalat-ı Tıbbiye’sidir. Hayrullah Efendi, mezuniyetinden hemen sonra Dürurü'l-muhat, ardından da Terbiye ve Tedavi-i Etfal (Sıhhatnüma-yı Etfal) adlı eserini ortaya koymuştur. Aynı dönemde bir de tıp lugatı hazırlamaktadır. 1845'te rütbe-i sani ve bunun nişanı ile taltif edilmiştir ancak, Mekteb-i Tıbbiye nazırlığından azledilen babası’nın yerine gelen Cerrah Sakızlı İsmail Efendi'nin nazırlığı sırasında ders nazırlığına son verilip bu memuriyete mahsus rütbe-i saniye nişanı da geri alınmıştır. Ö. F. Akün, “Hayrullah Efendi”, TDV İslam Ansiklopedisi, C. 17, ss.68-75, İstanbul, 1988, s.68 M. Süreyya, a.g.e, s.349 237 Fatin, Davud, a.g.e, s.128-129 235 236 105 1847 yılında Meclis-i Ziraat üyeliğine tayin edildi. Bu vazifeye gelişinden sonra ziraatla ilgili olarak içinde tıbbi bahislerin de önemli bir yer tuttuğu, iki ciltlik Beyt-i Dihkani adlı tercümeyi meydana getirdi. 238 Abdülhak Efendi'nin yeniden Mekteb-i Tıbbiye nazırlığına dönüşünün hemen ardından Mekteb-i Tıbbiye’deki eski vazifesine döndü. Meclis-i Maarif-i Umumiye'ye de üye tayin edilen Hayrullah Efendi (Aralık 1848), orta öğretimde okutulmak üzere müspet ilimler sahasında Mesail-i Hikmet adlı bir eser ortaya koyar. Yeni vazifesi dolayısıyla memleketin maarif meseleleriyle daha da yakından meşgul olma fırsatını bulan Hayrullah Efendi, bir müddet sonra ilmiyeden ayrılıp mülkiye sınıfına geçmek için teşebbüste bulundu. Sultan Abdülmecid'in iradesiyle kendisini rical sınıfına geçiren rütbe-i ûla sınıf-ı evvel payesi verildi.239 1849 yılı Temmuzunda babasının Mekteb-i Tıbbiye nazırlığını bırakması üzerine Hayrullah Efendi de ders nazırlığından ayrıldı. 1850 yılında Meclis-i Maarifteki vazifesini muhafaza etmek şartıyla Meclis-i Nafia üyeliği de verildi. Hayrullah Efendi, Meclis-i Maarif-i Umumiyye'deki çalışmalarını sürdürürken, 1851 'de, Encümen-i Daniş'in ikinci başkanı oldu. Düzenlenen açılış merasiminde, Meclisi Maarif namına Cevdet Paşa'nın kaleme aldığı hitabeyi Sultan Abdülmecid ve devlet erkânının huzurunda okuma vazifesi kendisine verildi. Sonraki günlerde başlayan aylık toplantı ve müzakerelerin çoğunun onun başkanlığı altında yapıldığı görülmektedir.240 Hayrullah Efendi, bu yıllardan itibaren memleketin genel kültür ihtiyaçlarına cevap verecek eserler hazırlamaya yöneldi. 1852 Şubatında Konrad Malte-Brun'ün Z. Özaydın, Tanzimat Devri Hekimi Hayrullah Efendi’nin Hayatı ve Eserleri, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul, 1990, s.31 239 BOA, İ.DH. 10912 240 Ö.F. Akün, a.g.m, s.68 238 106 Geographie universelle'inden bir kısmını Kıt'a-i Afrika adıyla kısaltarak tercüme etti ve yayımladı. Sonraları kendi adıyla anılacak olan Osmanlı tarihini yazmaya ve 1853 yılından itibaren cilt cilt yayımlamaya başladı. Devlet hizmetinde yıldızı gittikçe yükselen Hayrullah Efendi Meclis-i Maarif-i Umümiyye, Meclis-i Nafia ve Encümen-i Daniş'teki vazifelerine ilaveten 1268'de (1852) Meclis-i Vâlâ -yı Ahkâm-ı Adliye’ye de üye seçildi 241 Hayrullah Efendi, 1854’te Mekatib-i Umümiyye nazırlığına getirildi.242 1857’de Maarif-i Umümiyye Nezareti kurulurken Mekatib-i Umümiyye Nezareti Maarif-i Umümiyye müsteşarlığına çevrildi ve Hayrullah Efendi’ye müsteşarlık unvanı verildi243. Biryıl sonra, vekâleten Maarif-i Umümiyye Nazırı oldu. 1859'da Mekteb-i Tıbbiyye'ye nazır oldu. Hayrullah Efendi'nin Meclis-i Maarif-i Umumiyye üyeliği Mekteb-i Tıbbiye nazırlığı süresince devam etti. Ayrıca Meclis-i Tıbbiye’nin başkanlığı da üzerinde bulunuyordu Mekteb-i Tıbbiyye nazırlığı iki yıl üç ay kadar devam eden Hayrullah Efendi belli olmayan bir sebeple 19 Ağustos 1861'de azledildi ve tedavi görme gerekçesiyle bir Avrupa seyahatine çıktı. Hayrullah Efendi Köstence üzerinden Tuna yolu ile Viyana'ya, orada kısa bir müddet kaldıktan sonra Almanya ve Belçika'dan geçerek Paris'e vardı. Çeşitli ilim müesseselerine ve akademilerine ziyaretlerde bulundu. Üç ayı aşkın bir süre kaldığı ve hayran olduğu Paris'ten oğlu Abdülhak Hamid ile dönerken yine kısa bir müddet Viyana'da kaldı.244 Bir yıl kadar açıkta bekledikten sonra 1864 yılı Temmuzunda Meclis-i Vâlâyı Ahkâm-ı Adliye’ye ikinci defa üye tayin edildi (Tasvir-i Efkar, sy. 213, 14 Safer BOA, İ.DH. 15961 M. Cevad, a.g.e, s.60 243 A. Lûtfi, Vak’a-nüvis Ahmed Lütfi Efendi Tarihi, C.IX, Yay: Münir Aktepe, İstanbul Üniversitesi edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul, 1984, s.135 244 Ö.F. Akün, a.g.m, s.69 241 242 107 1280). İstanbul'a döndükten sonra Osmanlı tarihine dair eserinin XV. cildini hazırlamakta iken bir yandan daha önce Viyana'ya yaptığı seyahatlerle bu defaki Fransa seyahatini anlatan Yolculuk Kitabı adlı eserini tamamladı. 1864 yılı sonbaharı başında Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye'nin merkezinde Osmanlı tarihi üzerinde bir dizi konferans vermeye başladı. Hayrullah Efendi, çok geçmeden diplomatik kariyerde Tahran elçiliği gibi nazik ve önemli sayılan bir mevkiye getirildi. Trabzon üzerinden Tahran'a gitmek için İstanbul'dan hareket eden Hayrullah Efendi'ye İran sınırına girişinden itibaren karşılama merasimleri yapıldı. Şahın huzuruna kabul edilerek büyük iltifatlar gördü.245 Hayrullah Efendi bu vazifeyi sürdürürken 17 Şaban 1283'te (25 Aralık 1866) aniden vefat etti. Nasırüddin Şah ın iradesiyle kendisine büyük bir cenaze merasimi tertiplendi ve Tahran'a 15 km. mesafede Rey şehrinde Şah Abdülazim Türbesi yanında toprağa verildi.246 Eserleri:247 Resmi hizmet ve vazife hayatının değişik ve çok yönlü oluşu gibi Hayrullah Efendi'nin fikir ve yazı faaliyeti de birbirinden farklı sahalarda kendini göstermiştir. Çeşitli alanlarda tercümeden telife, tıptan ziraat ve fiziğe, bahçecilikten coğrafyaya, oradan tarih ve seyahatnameye kadar genişleyen bir daire içinde eserler meydana getirmekle ilim ve fikir tarihinde kendine bir yer açmıştır. 1. Mualecata Dair El Mecmuası: On sekiz sayfası yazılı bir reçete defteridir. 2. Müfredat-ı Tıbbiye fi beyani evzani'l-edviyye: Hayrullah Efendi'nin bir başka reçete defteridir. İlaçların hastalıklara göre tasnif edildiği defterde Latince olarak yazılmış reçeteler de görülmektedir. 3. Terbiye ve Tedavi-i Etfal (Sıhhatnüma-yı 245 Z. Özaydın, a.g.e, s.44-45 Ö.F. Akün, a.g.m, s.70 247 Hayrullah Efendi’nin eserlerinden Kıt’a-i Afrika ve Devlet-i Aliyye-i Osmaniye hakkında çalışmamızın IV. Bölümünde geniş bilgi verilmiştir. Diğer eserleri hakkında geniş bilgi için bkz: Z. Özaydın, a.g.e, ss.55-120 246 108 Etfal): Elli yedi sayfalık kitap doğumdan başlayarak çocuk hastalıkları, bebeklerin bakımı ve çocuk terbiyesi konusunda, memleketimizde kendisine kadar yazılmış pek az şey bulunan bir sahadaki boşluğa cevap veren eseridir. 4. Ordu Hıfzıssıhhası: Osmanlı ordusunun sağlık hizmetleri için bu eseri Fransızcadan tercüme yolu ile meydana getirmiştir. 5. Makalat-ı Tıbbiye: Hayrullah Efendi'nin, Mekteb-i Tıbbiye’den yetişecek olan hekimlere kılavuz olmak üzere yazdığı deontoloji ağırlıklı eseridir. 6. Dürurü'l-muhat: Zührevi hastalıklar üzerine, özellikle bel soğukluğu hakkında umumi bilgiler vermek gayesiyle teşhis, tedavi ve korunma konusunu sistematik şekilde işlediği risalesidir. 7. Lugat-ı Tıbbiye. Hayrullah Efendi'nin bu sahada büyük bir ihtiyaca cevap vermek üzere hazırladığı bu eser memleketimizde ortaya konulmuş etraflı ilk tıp lügatidir. Başına koyduğu açıklamadan öğrenildiğine göre eseri, 1839–1851 yılları arasında yazmıştır. Hemen hepsi Arapça asıllı olan terimlerin Türkçe karşılık ve açıklamaları, her birinin sonunda da Fransızcaları telaffuzlu olarak eski harflerle gösterilmiştir; bazen Latince karşılıkların da verildiği görülmektedir. 8. Beyt-i Dihkâni: Meclis-i Ziraat azalığı sırasında yaptığı Maison Rustique adlı eserin kısaltılmış bir tercümesidir. 9. Bağçe-i İntizam: Mekteb-i Tıbbiye’deki tahsili sırasında iyi bir botanik kültürü alan Hayrullah Efendi'nin bahçe tanzimi ve çiçek yetiştirme konusunda kaleme aldığı bir eserdir. 10. Mesâil-i Hikmet (İstanbul 1265). Hayrullah Efendi'nin 1265 Rebiülevvel başlarında (1849 Ocağı sonları) yayın sahasına koyduğu bu küçük eser, rüşdiyelere yeni konulan fizik müfredatını karşılamak için kaleme alınmış bir ders kitabıdır. 11. Kıt'a-i Afrika (İstanbul 1268): Konrad Malte-Brun'ün Geographie Universelle 'inden kısaltarak yaptığı ve derkenarlarla açıklayıcı ilaveler kattığı bir tercümedir. 12. Hezar Esrar (İstanbul 1279, 1285). Dedesinin yazmaya başladığı, babasının da devam 109 ettirdiği bu eseri Hayrullah Efendi yaptığı ilavelerle tamamlamış, 1279'da da yayımlamıştır. 13. Devlet-i Aliyye-i Osmaniye: Tarihi (Hayrullah Efendi Tarihi). En fazla emek verdiği, en tanınmış ve en kalıcı eseridir.Çalışmamızın ileri bölümlerinde geniş olarak bahsedilmiştir. 14. Yolculuk Kitabı: Hayrullah Efendi'nin en orjinal eseridir. Ülkemizde bir Türk müellifi tarafından Avrupa hakkında yazılmış ilk seyahat kılavuzudur. Hayrullah Efendi'nin Avrupa'da yaptığı yolculukları anlatan etraflı bir seyahatnamedir. Hayrullah Efendi’nin bunların dışında biri tercüme iki tiyatro oyunu mevcuttur. Modernleşme döneminin fazla tanınmamış şahıslarından olan Hayrullah Efendi için Tanpınar derki: "Tarihinde ciltten cilde değişen ve inkişaf eden görüşlerden sarfınazar seyahatnamesinde yeni bir neslin adamı olduğunu gösterir. Bu hekimliği sevmeyen tıbbiye mezununun devrinin ne kadar ilerisinde olduğunu anlamak için seyahatnamesinde öğretim ve sistemleri, mektep kitapları üzerinde yazdıklarını okumak kafidir."248 15- Ahmet Cevdet Efendi (Paşa): Kendi ifadesine göre hicri 1238 yılı hıdrellezinden kırk gün önce Bulgaristan’ın Lofça kasabasında doğdu.249 Asıl adı Ahmed olup Cevdet mahlasını İstanbul'da öğrenim gördüğü sırada şair Süleyman Fehim Efendi'den almıştır. Babası Lofça ileri gelenlerinden ve meclis azasından Hacı İsmail Ağa’dır. Küçük yaşta Lofça müftüsü Hafız Ömer Efendi'den Arapça okuyarak öğrenim hayatına başlayan Ahmed, kısa zamanda İslami ilimlerle ilgili kitapları 248 249 A.H. Tanpınar, a.g.e, s.508 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.3 110 okuyacak derecede ilerleme gösterdi. Ardından kadı naibi Hacı Eşref Efendi ve müftü Hafız Mehmed Efendi'den çeşitli dersler aldı. 250 Öğrenimini daha da ileri seviyeye götürmek için 1255 (1839) yılı başlarında İstanbul'a gönderildi. Burada kısa sürede ilmi muhitlerde kendini gösterdi; devrin meşhur âlimlerinin derslerine devam etti. Ayrıca Miralay Nuri Bey ve Müneccimbaşı Osman Sabit Efendi'den hesap, cebir, hendese gibi dersler gördü.251 Bir yandan tahsilini ilerletirken öte yandan ders vermek üzere bazı hocalardan icazet aldı. Bu arada ilmi ve edebi cemiyetlere de girdi; devam ettiği İstanbul Çarşamba'daki Murad Molla Tekkesi'nin şeyhi Mehmed Murad Efendi'den Mesnevi okuyarak Farsça bilgisini derinleştirdi ve kendisine mesnevihanlık icazeti verildi. Ayrıca Süleyman Fehim Efendi'nin Karagümrük'teki konağına devam edip ondan Şevket ve Örfi divanlarını okudu; bir yandan da devrin tanınmış mutasavvıflarından Kuşadalı İbrahim Efendi'nin sohbetlerine katıldı.252 Bu muhitlerde tasavvuf ve edebiyatın belli başlı eserlerini okuyarak bilgisini ve kültürünü ilerlettiği gibi şiir ve edebiyat alanındaki eksikliklerini tamamlayıp edebi zevkini geliştirme imkânını buldu. Kendi ifadesine göre okuyup yazabilecek seviyede Arapça ve Farsça, anlayabilecek ölçüde Fransızca ve Bulgarca biliyordu.253 Öğrenim hayatından sonra devlet hizmetine, H.1260 / M.1844'te Rumeli kazaskerliğine bağlı Premedi kazası kadılığı ile başladı. Maamafih bu, o zamanki usule göre, bir rütbe olup, bilfiil kâdılık değildi ve Ahmed Cevdet Efendi İstanbul’dan ayrılmamıştı. 254 29 Haziran 1845 tarihinde İstanbul müderrisliği ruusunu aldı. 10 Nisan 1849'da "hareket-i hariç'' rütbesini aldı. 14 Ağustos 1850 Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, “Cevdet Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.7, ss.443-450, s.443 Fatma Aliye, a.g.e, s.25-26 252 A.g.e, s.35-36 253 İ.M.K. İnal, Son Asır Türk Şairleri, C.I, s.238 254 A. Şimşirgil, E.B. Ekinci, Ahmet Cevdet Paşa ve Mecelle, KTB Yayınları, İstanbul, 2008, s.18 250 251 111 tarihinde Meclis-i Maarif-i Umumiye azalığı ve darülmuallimin müdürlüğüne tayin edildi. Bu arada İstanbul’a dönen Fuad Efendi ile birlikte Bursa'ya gitti ve orada kaldığı kısa süre içinde onunla birlikte Kavaid-i Osmaniye adlı kitabı ve Şirket-i Hayriyye'nin kuruluş nizamnamesini hazırladı. İstanbul'a döndükten sonra 1851 'de Encümen-i Daniş üyeliğine seçildi. Eksiklerini tamamladığı Kavaid-i Osmaniye’yi Encümenin ilk eseri olarak Abdülmecid’e sundu. Bunun üzerine derecesi "hareket-i altmışlı"ya yükseltildi. 255 Encümen-i Daniş tarafından 1774–1826 devresi Osmanlı tarihini yazmakla görevlendirildi.256 1854'te yazmaya başladığı tarihinin ilk üç cildini tamamladı ve padişaha takdim etti. Bunun üzerine kendisine "müsıle-i Süleymaniyye" derecesi verildi. 1855'te tayin edildiği vakanüvislik görevini 1865 yılına kadar yürüttü.257 Devlet kademelerindeki bu yükselmenin yanı sıra ilmiye mesleğinde de ilerleyerek 9 Ocak 1856'da mevleviyet derecesindeki Galata kadılığına getirildi; aynı yılın 9 Aralığında Mekke-i Mükerreme kadılığı, 21 Ocak 1861'de de İstanbul kadılığı payelerini aldı. 18 Mayıs 1861 tarihinde Rumeli teftişine çıkan Sadrazam Kıbrıslı Mehmed Paşa'ya refakat ettikten kısa bir süre sonra İşkodra'da meydana gelen·isyanı bastırmak üzere "memuriyet-i fevkalade" ile görevlendirildi. İki ayda bu vazifesini başarıyla tamamladı. 1863'te Bosna eyaletini teftiş göreviyle ilgili hazırlıklarını yaparken 24 Haziran 1863 tarihinde Anadolu kazaskerliği payesine ulaştı.258 Bu başarıları dolayısıyla o zamana kadar hiçbir ilmiye mensubuna verilmemiş olan Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.444 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.58 257 Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.444 258 A. Şimşirgil, E.B. Ekinci, a.g.e, s.20 255 256 112 ikinci rütbeden "nişan-ı Osmanî" ile mükâfatlandırıldı.259 Haziran 1864'te Kozan tarafına gönderildi. Derviş Paşa ile birlikte Fırka-i lslahiyye'yi oluşturup altı ay içinde gerekli ıslahatı yaptı. Ancak bu başarıları kendisini çekemeyenlerin harekete geçmesine yol açtı ve ilmiye sınıfından mülkiyeye nakline karar çıkarılarak 13 Ocak 1866’da kazaskerlik payesi vezarete çevrildi. 260 Ahmed Cevdet Paşa bundan sonra yeni oluşturulan Halep valiliğine tayin edildi; iki yıl süren bu görevi sırasında yeni valiliğin teşkilatlanmasını gerçekleştirdi. 1868'de Divan-ı Ahkâm-ı Adliye başkanlığına getirildi.261 Divanın nezarete çevrilmesi üzerine Adliye nazırı oldu ve bu dönemde nizami mahkemeler teşkilatını kurarak bununla ilgili kanun ve nizamnameleri hazırladı. Cevdet Paşa'ya şöhret kazandıran gelişmelerden biri de Hanefi fıkhına dayalı bir kanun kitabının hazırlanması gerektiği düşüncesidir. Nitekim bu düşüncesi kabul edilerek Babıâli' de teşkil edilen Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye Cemiyeti'nin reisliğine getirildi. Devrin önde gelen fıkıh âlimlerinin de yer aldığı bu cemiyet Mecelle'nin ilk dört kitabını yayımlamaya muvaffak oldu. Beşinci kitabın hazırlığı biterken Cevdet Paşa reislikten azledilerek Bursa valiliğine tayin edildiyse de birkaç gün sonra bu görevinden de alındı. Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye Cemiyeti Bab-ı Meşihat'a nakledildi. Ancak çıkarılan altıncı kitabın büyük tenkitlere uğraması üzerine, 1871’de, Cevdet Paşa 'ya yeniden Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye Cemiyeti ile Şüra-yı Devlet Tanzimat Dairesi başkanlıkları verildi. 1873’te Şüra-yı Devlet üyesi, ardından da Evkaf nazırı oldu.262 Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.444 A.g.m, s.444 261 Fatma Aliye, a.g.e, s.8 262 Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.444 259 260 113 Aynı yılın ortalarına doğru Maarif nazırlığına getirildi.263 Nazırlığı zamanında; bir komisyon oluşturarak ilkokullardan yüksek okullara kadar her seviyede okul için ders cetvelleri yaptırdı, yeni bir elifba cüzü hazırlanarak bastırıldı. Nuruosmaniye Camii avlusunda modern usullere göre "ibtidaiyye" adıyla bir ilkokul açıldı. Kendisi de Kavâid-i Türkiyye, Mi'yar-ı Sedad ve Adab-ı Sedad adını taşıyan üç okul kitabı yazdı.264 Darülmuallimin teşkilatı sıbyan, rüşdiye ve idadi olmak üzere üç dereceye ayrılarak yeniden düzenlendi.265 Kısas-ı Enbiya adlı eserinin üç cüzünü de bu arada tamamlayarak bastırdı. 1874'te Şüra-yı Devlet başkan vekilliğine getirilen Cevdet Paşa, Mecelle'nin on ikinci kitabını da hazırlatmıştı. 2 Kasım 1874 tarihinde Yanya valiliğine, 1875'te de önce Maarif nazırlığı ve kısa bir süre sonra da Adliye nazırlığına getirildi. Aynı yıl içinde on altıncı cilt yazılarak Mecelle tamamlandı.266 1877 yılında önce Dâhiliye nazırlığına getirildi, ardından Evkaf nazırlığına naklen tayin edildi. 1878'de Suriye valisi olarak Şam'a gitti. Bu arada Kozan'da çıkan isyanı bastırmakla görevlendirildi. Ancak isyanın bastırılması sırasında Şam valiliğine Midhat Paşa'nın tayin edilmesi üzerine açıkta kaldı ve görevini tamamladıktan sonra İstanbul'a döndü. Yolda Ticaret nazırlığına tayin edildiği haberini aldı.267 Haziran 1879'da Tunuslu Hayreddin Paşa'nın sadaretten istifası üzerine on gün müddetle sadrazamlığı vekâleten yürüttü. Said Paşa başvekil olunca tekrar Adliye nazırlığına getirildi.268 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s123 A.g.e, s.126 265 M. Cevad, a.g.e, s.136 266 Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.444-445 267 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s173-175 268 A.g.e, s.194 263 264 114 Ahmed Vefik Paşa'nın başvekil olması üzerine 30 Kasım 1882'de Adliye nazırlığından ayrıldı ve üç buçuk yıl resmi görevlerden uzak kaldı. Bu sırada tarihini tamamladı, Kavaid-i Osmaniyye'nin eksiklerini ikmal etti. Cevdet Paşa son olarak 11 Haziran 1886 tarihinde beşinci defa Adliye nazırlığına getirildi. Ancak Sadrazam Mehmed Kamil Paşa ile aralarında çıkan anlaşmazlık sebebiyle bir süre sonra ayrılmak zorunda kaldı. 10 Mayıs 1890'da II. Abdülhamid onu Meclis-i Âlî'ye tayin etti. Cevdet Paşa bundan sonraki hayatını ilmi çalışmalarına ve çocuklarına ayırdı. Kısa bir hastalıktan sonra 26 Mayıs 1895'te Bebek'teki yalısında vefat etti ve Fatih Sultan Mehmed Türbesi haziresine defnedildi.269 Tanzimat devrinin önde gelen şahsiyetlerinden olan Cevdet Paşa, son asır Türk- İslam ilim âleminin mümtaz simalarından biridir. Ahmed Cevdet büyük bir devlet adamı olduğu kadar aynı zamanda tarihçi, hukukçu, mütefekkir, edip, eğitimci ve sosyologdur. Genç yaşta İslami ilimlerle birlikte Arapça ve Farsça'yı çok iyi bir şekilde öğrenirken Emin Efendi adlı bir kişiden Fransızca dersleri de aldı. Bu ona kısmen Batı tarih kitaplarını ve kanunlarını okuma ve anlama imkânını vermiştir. Cevdet Paşa’ya göre insan doğuştan medeniyete yatkındır. İnsanoğlunun medeni hayata geçiş sürecinde toplumlar arasında bazı basamak farkları doğmuştur. Böylece medeniyet, toplumların göçebelik ve yerleşik durumundan sonra üçüncü ve son merhalesini oluşturur. Bu merhaleye ulaşmanın temel şartı insanların kemale erdirilmesidir ki bu da ancak eğitim ve öğretimle mümkündür. Cevdet Paşa bu husustaki çalışmalarını başlıca üç noktada yoğunlaştırmıştır. a) Yeni eğitim ve kültür kurumlarının açılması. b) Her derecedeki okullar için yeni ders kitaplarının hazırlanması ve yayın faaliyetlerinin arttırılması. c) Türkçenin bilim dili haline 269 Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.445 115 getirilmesi. Nitekim Encümen-i Daniş'in teşkilinde büyük katkılarda bulunmuş, darülmuallimin yönetmeliği onun müdürlüğü zamanında düzenlenmiş ve 1872'de İstanbul'da ilk idadi de onun Maarif nazırlığı sırasında açılmıştır. Ayrıca okullarda okutulmak üzere modern metotlara göre Türkçe ders kitapları hazırlamıştır. Öte yandan Türkçenin ilim dili olamayacağını iddia edenlere bir cevap olmak üzere Takvimü 'l- edvar adını verdiği risalesini bastırarak herkese Türk diliyle de güzel eserler yazılabileceğini göstermiştir.270 Cevdet Paşa, Osmanlı kurum ve kuruluşlarına yeniden şekil verilmesi konusundaki farklı fikirlerin hız kazandığı bir dönemde, gelenekçi Türk- İslam Doğu kültürü ile yenilikçi Batı arasında senteze varmaya çalışmış bir şahsiyettir. Osmanlı müesseselerinin İslami esaslara dayandığını dikkate alarak Batı devletleriyle Osmanlı Devleti'nin farklı din ve medeniyetlerden doğduğunu bu sebeple de her yönden Batılılaşmanın hem yanlış hem de imkânsız olduğunu düşünmüş, sonuç olarak Batı taklitçiliğine ve maddeci felsefeye şiddetle karşı çıkmıştır. Ancak bütün icraatında Osmanlıcı-İslamcılığı sürdürmekle birlikte metotta yenilikçiliği benimsemiş, Batı'nın pozitif bilimler, teknik ve yönetim alanlarındaki üstünlüğünü kabul ederek bu alanlarla ilgili Osmanlı müesseselerinin Batı tarzında ıslahını savunmuştur. Avrupa kanunlarının ve kurumlarının olduğu gibi alınmasına karşı çıkan Cevdet Paşa, İslami geleneklerin korunması gerektiğini söylemiş ve bir kısım devlet ileri gelenlerinin Fransız kanunlarının tercüme edilip alınması yönündeki görüşlerine karşı çıkarak Mecelle'nin hazırlanmasında en önemli rolü oynamıştır.271 Cevdet Paşa'nın millet anlayışı ise İslam geleneğine uygun olarak Müslüman milletlerin siyasi birlik ve bütünlüğünü temsil eden Osmanlılık temeline 270 271 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s110 Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.445 116 dayanmaktadır. Milliyet karşılığı olarak "kavmiyet"i kullanır ve bunun Fransız ihtilali'nden sonra bulaşıcı bir hastalık gibi Avrupa'da yayıldığını söyler (Tarih, 1. 169). Vatan fikri konusunda da muhafazakârdır. Vatan mefhumunun Müslüman halk arasında Avrupa'da olduğu gibi rağbet bulamayacağını, bunun yerine dinin daha tesirli olacağını savunur. Ona göre Osmanlı'nın asıl büyüklüğü hilafet ve saltanatın birleştirilmesinden doğmuştur. Devleti devlet yapan esas unsur İslamiyet'tir. Tarihçiliği: Cevdet Paşa, pek çok vasfı yanında özellikle tarihe dair eserleriyle klasik Osmanlı tarihçiliğine yeni bir bakış açısı getirmiş; tarihçilik, tarih felsefesi ve metodolojisi bakımından da geniş ölçüde, bir kısmının tercümesini yaptığı İbn Haldün'un Mukaddime'sinin tesirinde kalmıştır. Bundan dolayı A. Harndi Tanpınar onu "İbn Haldün'un son şakirdi" sayar.272 Cevdet Paşa'nın öncü rollerinden birini de Avrupa tarihine ait değerlendirmeler teşkil eder. Osmanlı tarihi çerçevesinde Avrupa'nın iyi tanınması ve hadiseler üzerinde Batı'daki gelişmelerin etkileri onun için önem kazanır. Fransız ihtilali'ni tahlil eden ve sonuçları üzerinde duran Cevdet Paşa, anayasasız ve ihtilalsiz gelişen İngiltere parlamentosu ve rejimi taraftarıdır. Osmanlı Devleti'nin başlıca hasmı durumundaki Rusya'yı çok iyi tanıdığı ve bu konuya özel bir ilgi duyduğu, Viyana sefiri Sadullah Paşa'ya yazdığı mektubundan anlaşılmaktadır. Burada I. Petro ile Il. Mahmud'un reformları arasında yaptığı mukayese, onun tahlil gücü hakkında fikir verebilecek değere sahiptir. İngiltere'de inkılabın asil sınıfın zorlaması ve halkı yanına alması ile, Fransa'da halkın ayaklanması ile gerçekleşirken Rusya'da ve 272 A.H. Tanpınar, a.g.e, s.163 117 Osmanlılarda tepeden geldiğini belirtir. Bütün bunlar onun tarihi bir bütünlük içerisinde ele aldığını gösterir.273 Hukukçuluğu: Cevdet Paşa, devlet adamlığı ve tarihçiliğinin yanı sıra aynı zamanda Tanzimat döneminin önemli hukuki düzenlemelerini yapan bir hukuk adamıdır. Bu dönemde hazırlanan kanunların ve kurulan müesseselerin önemli bir kısmı onun imzasını taşımaktadır. Bu sebeple Bemard Lewis'in onun hakkında kullandığı "dahi hukuk adamı" ifadesi274 mübalağalı sayılmaz. Lofça'da iken Halebî ve Mültekâ gibi Osmanlılar'ca büyük önem atfedilen fıkıh kitaplarını okumuştur. Tanzimat'ın ilan edildiği yıl İstanbul’a gelerek medrese öğrenimine burada devam ederken gerek zekâsının parlaklığı gerekse çalışkanlığı sayesinde ilim muhitlerinde kısa sürede tanınmıştır. Nitekim Sadrazam Mustafa Reşid Paşa meşihattan, yapacağı düzenlemelerin şer'i yönünü aydınlatmak üzere bir ilim adamı istediğinde, "arzuya muvafık meşihattan gönderilen zat" denilerek kendisine Cevdet Efendi takdim edilmiştir.275 Yirmi dört yaşında Mustafa Reşid Paşa'nın yakın çevresine dâhil olması ve bu çevrede Batılılaşma yanlılarının fikirlerinden istifade etmesi, İslam-Osmanlı ve Batı kültürlerinin faydalı bir sentezini yapabilmesine uygun bir zemin hazırlamıştır. Şekilde kısmen Batılı, fakat özde daima İslam'a bağlı kalarak hukuk sahasında daha sonra ortaya koyduğu çalışmalar onun gerçekten "arzuya muvafık zat" olduğunun delilidir.276 Cevdet Paşa'nın Tanzimat döneminde hukukla ilgili en önemli eserleri, hazırlamış olduğu kanun ve nizamnamelerle tesis ettiği hukuk kurumlarıdır. Bu alandaki ilk hizmetleri, 1850'de darülmuallimin müdürü ve Meclis-i Maarif azası Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.446 B. Lewis, a.g.e, s.122 275 Fatma Aliye, a.g.e, s.40 276 Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.446 273 274 118 olmasıyla başlar. Bu görevlere geldikten sonra hem darülmuallimin nizamnamesini hem de bu dönemde Meclis-i Maarif'çe hazırlanan bütün nizamnameleri bizzat o kaleme almıştır. Bu hizmetlerinde göz doldurması, kanun ve nizamname kaleme almada belirli bir tecrübe ve meleke kazanması sebebiyle, 1855'te Osmanlı medeni kanununu hazırlaması düşüncesiyle kurulan Metn-i Metin Komisyonu'na üye seçilmiştir. Bu dönemde gerek adı geçen komisyondaki görevinin icabı, gerekse bu sırada tayin edildiği Galata kadılığı dolayısıyla fıkıhla daha yakından ilgilenmeye başlamıştır. Ancak Metn-i Metin teşebbüsü başarıya ulaşmamıştır. Buna rağmen Cevdet Paşa'nın bu çalışmadan daha sonra hazırlayacağı Mecelle için tecrübe kazanmış olduğu söylenebilir. Cevdet Paşa, kısa süre sonra Tanzimat devrinde hazırlanması düşünülen kanun ve nizamnameleri kaleme almakla görevli Meclis-i Tanzimat'a üye olmuştur. Bu mecliste önce Ceza Kanunnamesinin kaleme alınmasında emeği geçmiş ardından Arazi Kanunnamesi için kurulan komisyona başkan olmuştur.277 1274 (1858) tarihli Arazi Kanunnamesi, Tanzimat döneminin iki orijinal kanunundan biridir ve gerek dilinin sadeliği gerekse kanun tekniği bakımından devrinde hazırlanmış kanunların en başarılı örneklerindendir. Daha sonra Meclis-i Tanzimat'ça yine o dönemde düzenlenen çok sayıda kanun ve nizamname de meclis adına Cevdet Paşa tarafından kaleme alınmıştır. Ardından bütün bu kanun ve nizamnameleri Düstur adı altında bir kitapta toplayan Cevdet Paşa, böylece bugün beşinci tertibi yayımlanmakta olan ve hukuk mevzuatını bir araya toplayan bu eserin ortaya çıkmasında en önemli rolü oynamıştır. 277 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s73 119 Cevdet Paşa'nın Meclis-i Tanzimat'taki çalışmalarından sonra hukuk alanında en önemli hizmeti Divan-ı Ahkam-ı Adliyye'nin kurulmasında görülür. 1868 yılında Meclis-iVala-yı Ahkâm-ı Adliyye’nin Şüra-yı Devlet ve Divan-ı Ahkâm-ı Adliyye olarak ikiye ayrılmasından sonra, bugünkü Yargıtay'ın ilk şekli olan Divan-ı Ahkâmı Adliyye'nin başkanlığına da Cevdet Paşa getirildi.278 Bugünkü hukuk fakültelerinin nüvesi sayılabilecek Mekteb-i Hukuk 1880'de onun Adliye nazırlığı döneminde açılmıştır. Hazırlıkları daha önce başlayan bu okulda ilk dersi, hem Adliye nazırı hem de mektebin hocalarından biri olması sıfatıyla Cevdet Paşa vermiştir. Mekteb-i Hukuk II. Meşrutiyet' in ilanından sonra darülfünunun bir fakültesi olarak öğretim faaliyetini sürdürmüştür. Cevdet Paşa'nın İslam ve Osmanlı hukukuna kazandırdığı en önemli eser şüphesiz Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye'dir. Metn-i Metin teşebbüsünden on üç yıl sonra ortaya çıkan eser, bütün İslam devletlerinde İslam hukuku alanında hazırlanan ilk kanun olma özelliğine sahiptir. Cevdet Paşa'nın bu kanunun ortaya çıkmasındaki rolü, Mecelle'yi hazırlayan heyetin başkanı sıfatıyla sadece kanunun hazırlanmasından ibaret değildir. Bu noktaya gelmeden önce Fransız medeni kanununun alınmasını isteyenlere ve bu arada en başta Sadrazam Ali Paşa ile Fransız büyükelçisi De Bouree'ye karşı vermiş olduğu mücadele sonunda Code Civile'in iktibası yerine milli bir kanunun hazırlanması fikrini kabul ettirmesi ve bu fikre sonuna kadar sahip çıkarak Mecelle'nin tamamlanmasını sağlaması en az telifindeki emeği kadar önemlidir. Mustafa Reşid Paşa'nın etkisiyle elden geldiğince sade bir dil kullanmayı tercih eden Cevdet Paşa, gerek Arazi Kanunnamesi ve Mecelle, gerekse 278 A.g.e, s.84 120 kaleme almış olduğu diğer kanun ve nizamnamelerle Türk hukuk dilinin oluşmasında önemli bir role sahiptir.279 Eserleri:280 1. Tarih-i Cevdet. Osmanlı tarihinin 1774 Küçük Kaynarca Antiaşması'ndan 1826'da Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasına kadar olan dönemini ihtiva etmektedir. 2. Tezakir. Cevdet Paşa'nın vak'anüvisliği zamanında (1855–1865) bizzat kendisinin de içinde bulunduğu olaylara dair tuttuğu notlardan teşekkül eden bir hatırat niteliği taşımaktadır. Cevdet Paşa bu notları kendisinden sonra vak'anüvis olan Ahmed Lutfi Efendi'ye tezkireler halinde yollamıştır. Bu sebepten dolayı da esere Tezakir-i Cevdet adını vermiştir. 3. Ma'rûzat. 1255–1293 (1839–1876) yılları arasındaki tarihi ve siyasi olayların özet halinde yazılmasını şifahi olarak isteyen Sultan ll. Abdülhamid'in emriyle kaleme alınmıştır. Padişaha sunulması dolayısıyla müellifin "Ma'rûzat" adını verdiği bu eser "cüzdan" denilen kısımlara ayrılmıştır.. 4. Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa. Hayatının son yıllarına doğru yazdığı bir eserdir. Hz. Adem'den Hz. Muhammed'e kadar gelip geçen peygamberlerin kıssalarından. İslam dininin ortaya çıkışı, Hz. Peygamber'in hayatı ve Hulefa-yi Raşidin ile Emevi, Abbasi halifelerinden, diğer Türk-İslam devletlerinden ve Osmanlı tarihinin 1439 yılına kadar olan ilk devirlerinden bahseder. 5. Kırım ve Kafkas Tarihçesi (İstanbul 1307) Halim Giray'ın Gülbün-i Hanan'ından istifade ederek kaleme aldığı küçük bir eserdir. Kırım savaşının ardından Paris Konferansı’nın toplanmasından önce yazılıp Mustafa Reşid Paşa 'ya sunulmuştur. 6. Mukaddime-i İbn Haldun. İbn Haldün'un elİber adlı Arapça genel tarihinin girişi olan 1. cildin altıncı faslının tercümesidir. 7. Belâgât-ı Osmaniyye (İstanbul 1298). Cevdet Paşa'nın Mekteb-i Hukuk'ta okuttuğu Y. Halaçoğlu, M.A. Aydın, a.g.m, s.448 Cevdet Paşa’nın eserlerinden Tarih-i Cevdet, Kavaid-i Osmaniye ve Mukaddime-i İbn-i Haldun hakkında çalışmamızın dördüncü bölümünde geniş bilgi verdik. Diğer eserlerinin bazıları Türkçe olarak da yayımlanmış ve çeşitli çalışmalara konu olmuştur. 279 280 121 edebiyat dersi notlarından meydana gelmiştir. Klasik İslam belagat anlayışına göre düzenlenmiş edebiyat kurallarını ve bunlara uygulanan Türkçe misalleri ihtiva eder. 8. Kavaid-i Osmaniyye. Eser, Türkçe'de yayımlanan ilk gramer kitabı olarak önem taşıdığı gibi Cevdet Paşa'nın hayatının sonuna kadar ilgileneceği dil konusundaki çalışmalarının da ilk adımını teşkil eder. 9. Divan-ı Saib Şerhi'nin Tetimmesi. İranlı şair Saib-i Tebrizi'nin divanı Süleyman Fehim Efendi tarafından şerh edilmekte iken onun 1845'te ölümü üzerine eksik kalan kısım Cevdet Paşa tarafından tamamlanmıştır. 10. Mi'yar-ı Sedad Oğlu Ali Sedad için yazdığı mantığa dair bir eser olup zamanına göre sade bir dille yazılmış ilk Türkçe mantık kitabıdır. 11. Adab-ı Sedad fi ilmi'l adab: (İstanbul 1294) Tartışma usul ve kurallarını ihtiva eden eser Mi'yar-ı Sedad'ın bir eki mahiyetindedir. 12. Beyanü'l-unvan (İstanbul 1273, 1289, 1299). Henüz öğrenci iken Türkçe olarak yazdığı bu eser İslam ilimleri metodolojisine dairdir. 13. Takvimü'l-edvar (İstanbul 1287, 1300). Şemsi - hicri tarih esaslarını anlatan bir eserdir. 16. Mecmua-i Ahmed Cevdet. Dini meselelerle ilgili bazı meselelerin soru-cevap şeklinde açıklandığı bir eserdir. 17. Hulâsatü'l-beyan fi te'lifi'l- Kur'an (İstanbul 1303) Kur'an'ın cem'ini anlatan Arapça bir eserdir. 18. Mecmua-i Aliye. Kızı Fatma Aliye Hanım'a okuttuğu hikmet, felsefe, ilm-i ruh, matematik, geometri, astronomi ve çeşitli İslami ilimlere dair dersleri bu eserde toplanmıştır. 19. Ma'lumat-ı Nafia (İstanbul 1279). Rüşdiye mekteplerinde okutulmak üzere yazdığı bir eseridir. 20. Hilye-i Saadet (İstanbul 1304, 1305) 21. Eser-i Ahd-i Hamidi (İstanbul 1309) İbtidaiye mektepleri için kaleme aldığı bir ilmihal kitabıdır. 122 Cevdet Paşa'nın bazı eserlere yazdığı ta'likatları da vardır. Ayrıca şiirlerini Sultan Abdülhamid'in isteği üzerine hayatının sonlarına doğru bir divanda toplamıştır. Müellif hattıyla yazılmış nüshaları İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı'nda bulunan (Cevdet Paşa Evrakı, nr.37) divandaki şiirlerin çoğu kaside ve gazel tarzında olup içlerinde şarkı, rubai, tarih ve müfredler de bulunmaktadır. 16- Mehmet Emin Derviş Paşa: 1817 yılında, Eyüplü bir imamın oğlu olarak İstanbul’da dünyaya gelen Mehmed Emin Derviş Paşa, çocukluk yıllarından itibaren zekâsı ve çalışkanlığıyla tüm hocalarının dikkatini çekmiştir. Derviş Paşa, 1829 yılında on iki yaşındayken, Mühendishane-i Berr-i Hümayun’a öğrenci olarak girmiş ve dönemin ünlü hocası İshak Efendi tarafından yetiştirilmiştir.281 Derviş Paşa, Mühendishane-i Berr-i Hümayun’dan iyi bir dereceyle mezun olduktan sonra, 1834–1835 yıllarında Tophane-i Amire ile buraya bağlı baruthane, fişekhane ve dökümhane gibi kuruluşlarda teknik eleman olarak çalışmıştır. 1835’te Mekteb-i Harbiyye-i Şahane’ye öğretmen yetiştirmek amacıyla Avrupa’ya gönderilen öğrenciler arasında yer almış ve eğitimini tamamlamak amacıyla bir kaç yıl Londra’da kaldıktan sonra, üç yıl da Paris’te kalmıştır. Yurda döndükten sonra öncelikle, Keban ve Ergani Madenlerinde başmühendis olarak göreve başlamış, daha sonra ise, Mekteb-i Harbiyye-i Şahane’de fizik ve kimya hocalığı ve Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’de ise geometri, fizik, kimya hocalığı gibi görevlere atanmıştır.282 Mehmed Emin Derviş Paşa döneminin bilgili ve yenilikçi bir hocası olmasının yanı sıra aynı zamanda derslerinde deneylere yer veren, hatta bu deneyleri resmi törenlerde tekrarlamaktan da çekinmeyecek kadar cesur bir bilim insanıdır. S.Y. Akagündüz, “Osmanlı Devleti’nde Okutulan İlk Fizik Ders Kitabı: Usûl-ı Hikmet-i Tabiiye (Doğa Felsefesine Giriş)”, Turkish History Education Journal, C.2, S.2, Fall 2013, ss.58-77, s.5960 282 A.g.e, s.60 281 123 Nitekim Mirliva rütbesini, 1846 yılında resmi bir tören sırasında padişahın huzurunda hidrojenle dolu bir balonu uçurtmasına borçludur.283 Ayrıca Osmanlı’da çağdaş kimya derslerini başlatmış olan Derviş Paşa, Usul-i Kimya adıyla Osmanlı’da ilk ders kitabını da yazmasından sonra Müşirliğe terfi ederek Osmanlı Devleti’ni temsil etmek üzere yurt dışına gönderilmiştir: Önce Osmanlı-İran sınırı, sonra Valakya, ardından Paris ve Londra’da görevlerde bulunmuştur. Hatta Paris’te III. Napolyan’a takdim edilmiş, Londra’da da Osmanlı ordusuna büyük ilgi duyan Kraliçe Viktorya ile Prens Albert’in sofrasına konuk olmuştur. 1861 yılında ise, Petersburg Elçiliği’ne tayin edildiğinde, Çar Aleksander tarafından kabul edilmiş ve ona padişahın yolladığı armağan ve madalyaları sunmuştur. Rusya’ya görevinin başına gitmeden önce Viyana’da bir hafta geçirmiş ve orada, bir davet sırasında İmparator Franz Jozef’e takdim edilmiştir. 284 Derviş Paşa, bunların dışında; Encümen-i Daniş üyeliği, Meclis-i Maarif Reisliği, 1861 yılında Maarif Müsteşarlığı, Umum Mekatib-i Askerriye Nâzırlığı, Maarif Nazırlığı gibi görevlerde bulunmuş ve 1863 yılında halka açık dersler şeklinde açılan Darülfünun’da, fizik ve kimya dersleri vermiştir.285 1848 yılında yayımladığı Usul-i Kimya adlı kitabı 20 yıl ders kitabı olarak kullanılmıştır. 1865’te ise Usûl-i Hikmet-i Tabiiye isimli fizik kitabı yayımlanmıştır. 1878’de vefat etmiştir. 17- İbrahim Paşa: Ferik rütbesinde ve Dar-ı Şura-yı askeri üyesidir. (Hakkında bilgi bulunamadı) 18- Atıf-zade Hüsameddin Ömer Efendi: Son devir Osmanlı âlimlerinden, yüzsekizinci Osmanlı şeyhülislâmıdır. İsmi, Ömer Hüsâmeddîn’dir. Üçüncü Selim C.Bilim, Osmanlılarda Avrupa’ya Öğrenci Gönderilmesi, s.22 S. Yinilmez, Osmanlıların Modernleşme Sürecinde “Yeni Bilim Anlayışının” Etkisi: Doğa Felsefesi mi? Fizik mi? Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, A.Ü. Sos.Bil.Ens, Ankara, 2009, s.114 285 A.g.e, s.116 283 284 124 zamanı ulemâsından Cemâl Efendi’nin oğludur. Atıf-zade diye bilinir. 1214 (m. 1799) senesinde İstanbul’da doğdu. Küçük yaşından itibaren ilim tahsiline yönelip, zamanının âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. H. 1229 / M. 1814 senesinde onbeş yaşında iken müderrislik ruûsunu (diplomasını) aldı. Birçok medreselerde ders okutup talebe yetiştirdi. Bu ara iki defa İzmit kadılığı yaptı. H. 1264 / M. 1847 senesinde Selanik kadılığına tayin edildi. Aynı sene içinde Mekke-i mükerreme payesini aldı. Bir müddet Evkaf-ı hümayun müfettiş vekilliği yaptı. 1265 (m. 1848) senesinde Edirne’de kurulan, “Meclis-i Kebîr-i Eyâlet” üyeliğinde vazîfelendirildi. 1266 (m. 1849) senesinde İstanbul payesiyle taltif edildi. Daha sonra Bursa “Meclis-i Kebîr” üyeliğine nakledildi. İstanbul’a dönüşünde, “Encümen-i Dâniş” ve bir müddet sonra “Meclis-i Maarif üyeliğine getirildi. 1272 (m. 1855) senesinde Meclis-i Maarif başkanlığına tayin edildi. Bir müddet sonra da şeyhülislâm vekillerini seçme meclisi başkanı, 1276 (m. 1859) senesinde Anadolu kazaskeri oldu. 1278 (m. 1861) senesinde Rumeli kazaskerliğine yükseltildi. 1280 (m. 1863) senesinde Şeyhülislâm Mehmed Sa’deddîn Efendi’nin ayrılmasıyla boşalan şeyhülislâmlık makamına getirildi. İki sene 9 ay 10 gün müddetle, bu vazifeyi yürüttükten sonra, 1282 (m. 1865) senesinde vazifeden alındı. Son yıllarını evinde ilim ve ibadetle geçirdikten sonra, 1288 (m. 1871) senesinde vefât etti. Üsküdar’da dedelerinin kabrinin bulunduğu yere defnedildi.286 19- Subhi (Abdüllatif) Beyefendi 12 Muharrem 1234'te(11 Kasım 1818) Mora'nın merkezi olan Trapoliçe kasabasında doğdu. İlk Maarif nazırı olan Abdurrahman Sami Paşa'nın oğludur. Özel hocalardan ders aldı. Mora İsyanı esnasında 1821'de ailesiyle birlikte esir edildiyse de 1823'te Mısır'a gitmelerine izin verildi. Abdüllatif 286 http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Islam-Alimleri-Ansiklopedisi/Detay/ATIF-ZADE-OMERHUSAMEDDIN-EFENDI/3879 125 Subhi, henüz on üç yaşındayken Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa' nın hususi kitabetine memur olarak girdi. Daha sonra sırasıyla Mısır Mülkiye Kalemi reisliğine, Muhasebat-ı Mısriyye İdaresi Kalemi birinci başkanlığına ve Mehmed Ali Paşa'nın müsteşarlığına tayin edildi; ardından mirlivalık rütbesine yükseldi. Mehmed Ali Paşa'nın vefatı üzerine 1849 yılında babasıyla birlikte İstanbul'a göç etti. 19 Mayıs 1850'de Meclis-i Maarif-i Umumiye fahri üyeliği ve 1851'de Encümen-i Daniş üyeliğine atandı.287 28 Ağustos 1854 tarihinde rütbesi birinci rütbenin birinci sınıfına yükseltilerek Meclis-i Vâlâ üyeliğine tayin edildi. Temmuz 1857'de kendisine bala rütbesi verildi ve aynı yıl içerisinde Meclis-i Vâlâ üyeliği üzerinde olduğu halde İstanbul Tahrir-i Emlak Komisyonu başkanlığına getirildi.288 1857'de Sadrazam Mustafa Reşid Paşa'nın emriyle Meclis-i Vâlâ 'nın iç nizamnamesinin yazılması işiyle görevlendirildi ve meclisin düzenlenmesinde önemli roller üstlendi. 1860 yılı ortalarında tahrir-i emlak memuriyeti yanında Defter-i Hakani Emaneti'ne getirildi. Bu görevi sırasında İstanbul'da yaşayan nüfus ve evler sayıldı; ayrıca 1.400.000 tapu kaydedildikten sonra hak sahiplerine dağıtıldı.289 Subhi Bey, Sultan Abdülaziz'in tahta geçmesinin hemen ardından Evkaf-ı Hümayun nazırlığına getirildi. Burada öncelikle yazı ve hesap işlerini düzenledi ve vakıf kütüphanelerdeki eserlerin envanterinin yapılması için özel memurlar görevlendirdi. Yine vakıf işleri ve padişah vakıflarıyla ilgili bazı düzenlemeler yaptı. Ancak, bir cuma selamlığı esnasında sadrazama haber vermeden nezaret bünyesinde çalışan iki kişinin görevden uzaklaştırılması için önce padişahın iradesini alması ve A. Akyıldız, “Subhi Paşa Abdüllatif”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.37, ss.450-452, s.450 İMK İnal, H. Hüsametdin,” Evkaf-ı Hümayun Nezareti’nin Kuruluş Tarihi ve Nazırların Hal Tercümeleri III”, (Yay.Hz: Nazif Öztürk), Vakıflar Dergisi, S.17, ss.61-78, Ankara, 1983, s.70 289 A. Akyıldız, a.g.e, s.450 287 288 126 daha sonra durumu Babıâli’ye bildirmesi Sadrazam Âlî Paşa tarafından hoş karşılanmadı ve onun nezaretten azline yolaçtı.290 18 Ekim 1861'de ikinci defa olmak üzere Meclis-i Vâlâ üyeliğine tayin edildi. 1863'te bazı Rumeli vilayetlerini teftişle görevlendirildi. Kavala'dan başlayıp Selanik ve Yanya vilayetlerini teftiş etti. 24 Ağustos 1867'de Maarif nazırlığına getirildi. Sıbyan Mekteplerinin Islahatına Dair bir Nizamname Layihası291 yazmışsa da sonuç alamadan Mart 1868'de Maarif Nezareti'nden ayrılarak o sırada yeni kurulan Şura-yı Devlet üyeliğine, ardından Adliye Dairesi reisliğine getirildi. Bir ara bu görevden istifa edip birkaç ay konağında ikamet ettiyse de 12 Ağustos 1870'te tekrar Şura-yı Devlet üyeliğine döndü. 28 Eylül 1871 'de vezaret rütbesi verilerek Suriye valiliğine tayin edildi. Bu görevi sırasında İngiliz taraftarı mahalli şeyhlerden biriyle olan anlaşmazlığı ve İngiliz Konsolosu J. G. Eldridge'in şikâyetleri yüzünden Sadrazam Mütercim Rüşdü Paşa tarafından görevden alındı. 18 Ocak 1873 tarihinde üçüncü Şura-yı Devlet üyeliğine tayin ediidiyse de iki ay sonra azledildi.292 Sekiz ay kadar bu şekilde boşta kaldıktan sonra 28 Kasım 1873'te tekrar Şurayı Devlet üyeliğine tayin edildi 12 Aralık 1875'te istinaf Mahkemesi birinci başkanlığına getirildi Ahmed Vefik Paşa'nın başvekilliği esnasında Maarif Nezareti'yle birlikte Evkaf-ı Hümayun Nezareti'ne tayin edildi (4 Şubat 1878); ancak 18 Nisan 1878'de bu görevden alındı.293 Bir buçuk yıl maaşsız olarak açıkta bekledi. O dönemdeki hükümet istikrarsızlıkları Subhi Paşa'nın görevleri üzerinden takip edilebilmektedir. Nitekim 19 Ekim 1879'da üçüncü defa Evkaf-ı Hümayun, 16 Mayıs 290 A.g.e, s.450 S.A.Somel, “Tanzimat Döneminde Eğitim Reformunun Dönüm Noktası: 1869 Tarihli Maarif-i Umumiye Nizamnamesi, Esbab-ı Mucibe Layihası ve İdeolojik Temelleri”, Sultan Abdülmecid ve Dönemi (1823-1861), Kahraman, Kemal and Baytar, İlona (eds.), İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Yayınları, İstanbul, 2015, 136-167 292 A. Akyıldız, a.g.e, s.451 293 İMK İnal, H. Hüsametdin, a.g.e, s.71 291 127 1880'de Maliye ve 26 Aralık 1880'de dördüncü defa Evkaf-ı Hümayun nazırı oldu. Ardından ikinci defa Maliye ve 9 Mayıs 1882 tarihinde Ticaret ve Ziraat nazırlığına getirildi. Bu görevdeyken Müze-i Hümayun'un orta kısmının temellerini attı; 1883'te Hamidiye Ticaret Mekteb-i Âlîsi'ni kurdu ve programını hazırladı. Ancak Doğu Rumeli sorunundan dolayı Said Paşa hükümetinin düşmesiyle birlikte 23 Eylül 1885'te bu görevinden ayrılmak zorunda kaldı. İki gün sonra beşinci defa Evkaf-ı Hümayun Nezareti'ne tayin edildi.294 Evkaf nazırlığını sürdürürken rahatsızIandı ve uzun süre görevine gidemedi. 17 Ocak 1886'da Horhor civarındaki konağında vefat etti ve II. Mahmud Türbesi haziresine defnedildi. Arapça, Farsça, Fransızca ve Yunanca bilen Subhi Paşa'nın sağlam ve güzel bir üslubu vardı. Osmanlı Devleti'nde meskûkat ilmiyle bilimsel usullere göre ilk meşgul olan kişi Abdüllatif Subhi Paşa'dır. Osmanlı Devleti'nde 8 Nisan 1874 tarihinde ilkAsar-ı Atika Nizamnamesi'nin çıkarılması ve Sanayi-i Nefise Mektebi ile İstanbul Arkeoloji Müzesi'nin (Müze-i Hümayun) kurulması hep onun çabalarının sonucudur. Doğu edebiyatma ve Batı bilimine vakıf, faziletli, aynı zamanda şair olan Subhi Paşa Peşte, Bavyera ve Saksonya Bilimler akademileriyle Amerikan Maarif-i Şarkıyye Encümeni'nin ve Alman Doğu Derneği'nin üyesiydi. Zengin ve kıymetli bir kütüphanesi vardı. Ayrıca senelerin mahsulü olan eski sikke koleksiyonu gayet önemli ve meşhurdu. Eserleri:295 1. Miftahu'l-İber: Subhi Paşa, Mısır'dayken Mehmed Ali Paşa'nın teşvikiyle İbn Haldun'un tarihinin ikinci ve üçüncü kitabını Türkçe'ye çevirmeye baş lamış, daha sonra bu çeviriyi tamamlayarak istanbul'da bastırmıştır (1276 ).2. Tekmiletü'l-İber: İstanbul'da taş basması olarak basılan ve iki kısım olan eser İbn A. Akyıldız, a.g.e, s.451 Subhi Paşa’nın eserlerinden Miftahu’l İber ve Tekmiletü’l İber hakkında çalışmamızın IV. Bölümünde daha geniş bilgi mevcuttur. 294 295 128 Haldun'un el- 'İber'ine zeyil olarak yazılmıştır. Eserde Suriye'de Selefki ve İran'da Eşkaniyan devletleri tarihi ve sikkeleri incelenmektedir. 3. Uyunü'l-ahbâr fi'nnukûd ve'l-âsâr: Yine iki bölüm olan ve İstanbul'da yayımlanan eser (1279), Yunan ve Roma sikkeleriyle İslam meskukatı tarihinin ilk dönemlerini ele alır. 4. Hakaiku'lkelam fi tarihi'l-İslam: Maarif nazırlığı esnasında yazdığı bu eser, İslamiyet'in ortaya çıkışından Hz. Ali'ye kadar olan ilk dönemlerini konu edinen bir tarih kitabı olup 1. cildi İstanbul'da neşredilmiş, 701 (1302) tarihine kadar gelen ll. cilt ise basılmamıştır. 5. Risale-i Subhiyye: Zilkade 1281 (Nisan 1865) tarihinde Osmanlı maliyesi ve ıslahı hakkında Sultan Abdülaziz'e sunmuş olduğu bir risale olup aynı tarihte İstanbul'da bastırılmıştır. 20- Ahmet Vefik Efendi (Paşa): Büyük babası ve babası tarafı ile devlete tercümanlar vermiş münevver bir aileden gelen Ahmed Vefik, II. Mahmud devrinde İstanbul'da doğdu. Doğum yılı için 1813'ten (1228) başlayıp 1823'e (1238) kadar çıkan farklı tarihler verilmektedir. Babası, Hariciye Nezareti Tercüme Odası, Bab-ı Seraskeri Tercüme Odası müdürlüğü gibi memuriyetlerde bulunan Rühuddin Mehmed Efendi'dir.296 Ahmed Vefik ilk tahsilden sonra 1831'de Mühendishane-i Berri-i Hümayun'a girdi, fakat ikinci sınıfını okumuş iken 1834 Temmuzunda Paris'e elçilik tercümanlığına tayin edilen babası ile birlikte Paris'e gitti. Tahsiline Saint-Louis Lisesi'nde devam etti. Fransızcasını bu mektepte mükemmel hale getirdiği gibi, Latince ve Grekçe de öğrendi ve Mustafa Reşid Paşa'ya meziyet ve kabiliyetlerini tanıtma fırsatını buldu. Reşid Paşa'nın ayrılışından sonra da maslahatgüzar babası ile bir müddet daha Paris'te kalan Ahmed Vefik 1837'de İstanbul'a döndüğünde, 296 Ö.F. Akün, “Ahmed Vefik Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.2, ss.143-157, s.143 129 Tercüme Odası'na memur olarak tayin edildi ve burası kendisi için daha sonra yükseleceği makamların kapısı oldu.297 Tanzimat'tan sonra devletin Avrupa'da temsili için yeni düzenlemeler yapılırken 21 Şubat 1840'ta sefaret kâtipliğiyle, rütbesi de "rabia"ya yükseltilerek, Londra'ya gönderildi. Bu yeni vazife, kültürüne başka bir kapı açan İngilizce'yi kazandırdı. İki sene sonra, Sırbistan'a gönderilişinden başlayarak, rütbe ve kademe ilerlemeleri hep Tercüme Odası kadrosunda olmak üzere, Hariciye Nezareti'nde birinci sınıf hulefalığı, pasaport muayene dairesi başkanlığı, İzmir'de tabiiyet meselelerinin halli gibi görevler aldıktan sonra, İstanbul'a dönüşünde terfi ettirilerek Tercüme Odası mümeyyizliği verildi. 1847'de devletin lk resmi salnamesinin hazırlanması ve neşri işi kendisine verildi.298 Bundan sonra birbiri ardınca üst dereceden memuriyetlere getirilen Ahmed Vefik, kendisine çetin siyasi meselelerde önemli vazifeler emanet edilen gözde bir sima oldu. Rusya ve Avusturya'nın baskıları dolayısıyla devletin başına ciddi bir gaile olan Macaristan ihtilali mültecileri konusunda, alınan kararları yerinde yürütme işinin yanı sıra, Fuad Paşa'nın yerini alacak en uygun kimse olarak 1849 Aralığında Memleketeyn komiserliğiyle vazifelendirildi. Romanya prensliklerinde Rus nüfuzu günden güne artarken A. Vefik Rus entrikalarına set çekerek Rumen halkının gönlünü kazanmasını ve buradaki Türk menfaatlerini korumasını bilen bir idare tarzı ortaya koydu.299 H. Vural, T.Böler, “Ahmet Vefik Paşa ve Türk Diline Katkıları”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstirüsü Dergisi, S.46, ss.1-24, Erzurum, 2011, s.2 298 A.g.e, s.3 299 Ö.F. Akün, Ahmed Vefik Paşa, s.144 297 130 Dönüşünde, Encümen-i Daniş'e asıl üye seçildi ancak birkaç gün sonra, Tahran büyükelçiliğine tayin edilerek rütbesi ûla sınıf-ı sanisine yükseltildi.300 İki ay sonra da pek az kimseye layık görülen iftihar nişanı verildi. Tahran'a bir senelik gecikme ile hareket edebildi. Böylece Encümen-i Daniş'in başlangıçtaki toplantılarına katılma fırsatını elde etti. Ahmed Vefik, Tahran elçiliğinde meziyetleriyle kendini bir kere daha ispatladı. 1854 ilkbaharındaki bir mektubunda, "İran bizim için tamamen kazanılmış bir savaş meydanıdır" demesi gösterdiği diplomatik başarının ifadesidir.301 1854 Eylülünde vazifesinden izinli olarak ayrılırken Bağdat mıntıkasını ve doğu sınır bölgesini teftişe de memur edilmişti. Bağdat'tan İstanbul'a dönüşünden az sonra, hizmetlerine mükâfat olarak rütbesinin ûla evveline yükseltilmesinden başka, kendisine yeni ihdas edilen Mecidi nişanının ikinci rütbesi verildi ve Tahran sefirliği sıfatı uhdesinde kalmak üzere, Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye azalığına getirildi. Birkaç gün sonra da meclisin Muhakemat Dairesi başkanlığına tayin edildi. Ardından da bâlâ rütbesiyle birlikte 14 Mart 1857'de Deavi nazırlığına yükseltildi. İş sahiplerine karşı tutumunun sertliği ve usulsüz muamelelerde bulunduğu yolundaki şikâyetler yüzünden, 1858’de bu vazifeden alınarak Meclis-i Vâlâ azalığına döndü 1860’da ise Paris büyükelçiliğine tayin edildi.302 Elçiliği sırasında, Müslümanlarla yerli Hıristiyanlar arasında Lübnan'da başlayıp Suriye'ye sıçrayan ve Avrupa'da büyük heyecan ve tepki doğuran olaylar esnasında, Fransız ihtiraslarının gemlenmesinde mühim bir rol oynadı. Emellerini İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.II, s.651 Ö.F. Akün, Ahmed Vefik Paşa, s.144 302 İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.II, s.654 300 301 131 köstekleyen ve şiddetli çıkışlarından sıkılan III. Napoleon onun geri alınmasını istedi ve 20 Ocak 1861'de Ahmed Vefik'in Paris elçiliği sona erdi.303 Meclis-i Vâlâ azası olarak 14 Nisan 1861 'de İstanbul'a dönen Ahmed Vefik, 23 Kasım 1861'de kurulan Fuad Paşa kabinesinde Evkaf-ı Hümayun nazırı oldu. Evkaf Nezareti'nde altı ay kaldıktan sonra Divan-ı Ali-i Muhasebat başkanlığına bakan statüsü ile getirildi. Ancak üç hafta sonra Belgrad’da çıkan hadiseleri yerinde incelemek vazifesiyle Sırbistan'a gönderildi. Belgrad'da iki ay kalan Ahmed Vefik gerekeni kendinden beklenen şekilde başarıyla yerine getirdi ve İstanbul'a döndü. Gelişinde altı ay kadar daha sürdürdüğü Divan-ı Muhasebat başkanlığı vazifesinden 1863 Şubat sonlarında ayrılarak yine Meclis-i Vâlâ Kavanin Dairesi azalığına geçti. Bu yılın kışında Darülfünun'da, kendi arzusuyla üzerine aldığı Hikmet-i Tarih adı altındaki derslerine 17 Şubat 1863'ten itibaren başlamışsa da bu dersler sadece bir buçuk ay kadar sürmüştür.304 Yusuf Kamil Paşa’nın sadareti sırasında, Anadolu ve Rumeli'de geniş çapta bir idari teftiş hareketine teşebbüs edildiğinde, Anadolu sağ kol müfettişliğine tayin edildi. İhmal ve büyük zelzele dolayısıyla baştanbaşa harap vaziyette gördüğü Hüdavendigar (Bursa) vilayetinin imarı işi, A. Vefik'i teftiş sahasının ileriki duraklarına gitmekten alıkoydu. Bursa’da geniş çaplı imar faaliyeti yanında idari bozukluklara ve çeşitli yolsuzluklara da el koyan A. Vefik hakkında, tahkikat açılmıştı. Bu arada 2 Ekim 1864'te bütün müfettişlikler lağvedildi ve kendisine yeni bir vazife verilmedi ve tahkikat sonucunda, 11 Mart 1865'te emeklilik adı altında azli ilan edildi.305 303 A.g.e, s.658 Ö.F. Akün, Ahmed Vefik Paşa, s.146 305 A.g.m, s.146 304 132 Rumelihisarı'ndaki köşküne çekilen Ahmed Vefik, azlini gerçekleştiren Fuad Paşa kabinesini takip eden yedi sene boyunca vazifeden uzak kaldı. A. Vefik'in bu kadar uzun süre mazul tutulmasında siyasi bir rakip gibi görülmesinin de mühim bir tesiri olduğu iddia edilmektedir. Mazuliyet yıllarında kendini, adını edebiyat ve fikir hayatımızda bir şöhret yapacak çalışmalara verdi. İlk Moliere tercümeleriyle mektepler için kaleme aldığı Fezleke-i Tarih-i Osmanî, mühim bir folklor ve dil derlemesi olan Atalar Sözü (Türkî Durüb-i Emsal) ve Micromegas tercümesini bu yıllarda ortaya koydu. Telemaque ve Gil Blas’ın tercümesine başladı. Ayrıca öğrenciler için yer adlarını Türkçe okunuşlarına göre tertiplediği dünya küresi ile çeşitli haritalar da bastırdı. Mahmud Nedim Paşa sadrazam olur olmaz kendisine tekrar mühim makamların yolu açıldı. İlkin Rüsumat emini tayin edilip hemen ardından birinci rütbeden Mecidi nişanı ile taltif edildi. Rüsumat eminliğinden dört ay sonra vazifesi Sadaret müsteşarlığına, buradan da yine bir dört ay kadar sonra Maarif nazırlığına, altı buçuk ay kadar bir zamanı takiben de Şura-yı Devlet azalığına çevrildi. Bu son memuriyetinde henüz dokuz ayı doldurmamışken yine vazifesinden alındı.306 Şura-yı Devlet azalığına son verilmesiyle hayatı bu defa üç buçuk seneye yaklaşan yeni bir mazuliyet devresine girdi. Ancak yazı ve neşir faaliyeti için yeniden fırsat bularak iki ciltlik Lehce-i Osmanî adlı çalışmasını ortaya koydu. Padişah Abdülaziz'in ölümünden (4 Haziran 1876) sonra vazifeye getirilmek için yeniden hatırlanan Ahmed Vefik, I. Meşrutiyet'in ilanınından sonra İstanbul'dan mebus seçildi ve kendisine siyasi kanaatleri bakımından güven duyan II. Abdülhamid 306 H. Vural, T.Böler, a.g.m, s.5-6 133 tarafından, Meclis-i Meb'üsan reisliği emanet edildi. Az bir zaman sonra da meclisin açılışı ile kendisine paşa unvanını kazandıran vezirlik rütbesi verildi. Geçici başkanlığı sırasında mecliste çok otoriter bir davranış ortaya koyan Ahmed Vefık’in, mebuslara karşı sert tutumu bir tenkit konusu olmuş ve II. Abdülhamid'in emelleri dairesinde hareket etmekle suçlanmıştır. Ancak bu sayede, on dört farklı dile sahip on ayrı milliyete mensup karışık ve seviyece çok değişik unsurlardan teşekkül eden, usul ve nizam bakımından henüz bir geleneği bulunmayan mecliste, disiplini ve verimli bir müzakere zeminini kurmaya muvaffak olmuştur.307 Meclis-i Mebusan'ın birinci çalışma devresi sona erdiğinde Edirne valiliğine tayin edildi. Ancak üç ay kadar sonra bu vazifeden alınıp Avam Meclisi'ne aza yapıldı (27 Aralık 1877). İki hafta sonra da kendisine ikinci defa olarak Maarif nazırlığı verildi. Yirmi dört gün sonra ise, Dâhiliye nazırlığı da kendi üstünde olmak üzere, başvekil unvanı ile Hamdi Paşa'nın yerine hükümet başkanlığına getirildi.308 Ahmed Vefik Paşa, Rus harbinin ağır yenilgisiyle ülkenin bitkin bir vaziyete düştüğü bir zamanda kendisine verilen kabine reisliğini, icraatında bir ölçüde hareket serbestliği verecek şartlar ileri sürerek kabul etmişti. Ancak, milletçe bir ölüm-kalım hali yaşanmakta iken, daha ilk gününden itibaren, sadaret unvanının başvekilliğe çevrilmesini kabul etmeyen Meclis-i Mebusan'ın şiddetli muhalefetiyle karşılaştı. Ahmed Vefık Paşa kabinesi kuruluşunun dokuzuncu günü, çeşitli formaliteler etrafında 307 308 dizginlenemeyen bir muhalefete sürüklenen Mebusan Meclisi'ni, Ö.F. Akün, Ahmed Vefik Paşa, s.147 İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.II, s.669-670 134 hükümdarın da arzusuna uyarak, faaliyetinin geçici olarak tatil edildiği kaydı ile kapatmak kararını almak zorunda kaldı (13 Şubat 1878).309 Rus ordusunun İstanbul kapılarına dayandığı, yüz binlerce muhacirin kışın en dehşetli günlerinde yollara düşüp payitahtın kar ve buz içindeki sokaklarına aç ve çıplak döküldüğü, devlet hazinesinin tükenme noktasına vardığı, Ruslar'la çok çetin şartlar altında sulh müzakerelerinin yürütülmeye çalışıldığı bir zamanda omuzlarına büyük bir mesuliyet yüklenen Ahmed Vefik, aldığı enerjik tedbirlerle duruma hâkim olmak ve içinde bulunulan sıkıntıları hafifletici çareler bulmak dirayetini gösterdi. İcraatı halkın gönlüne biraz su serpen Ahmed Vefik, diğer vekillerle birlikte veliaht Reşad Efendi'yi tahta çıkarma tertibi peşinde olduğunu haber veren asılsız bir jurnal üzerine, Ayastefanos Antlaşması’nı da içine alan iki ay dokuz günlük çok yorucu bir hizmetten sonra 18 Nisan 1878'de azledildi.310 On ay kadar mazul kaldıktan sonra 4 Şubat 1879'da Bursa'ya vali tayin edildi. Bursa'nın imar ve tanzimi için daha önce müfettişliği sırasında başlamış olduğu faaliyetlere daha geniş imkânlarla devam etti. Buradaki üstün hizmetlerine mükâfat olarak kendisine devletin en büyük nişanı olan birinci rütbeden murassa' nişan-ı Osmanî verildi (12 Ocak 1882). Ancak bu vazifeden de hakkındaki çeşitli şikâyetler dolayısıyla 16 Ekim 1882'de azledildi.311 Cezaya çarptırılmasının beklendiği bir sırada, hakkında açılmış olan idari tahkikat bir netice vermeyerek 30 Kasım 1882 Cuma günü Said Paşa yerine ikinci defa başvekilliğe getirildi. Ancak kırk sekiz saat sonra azledilerek sadaret yine Said Ö.F. Akün, Ahmed Vefik Paşa, s.148 A.g.m, s.148 311 A.g.m, s.149. İbnülemin bu dönemi anlatırken hakkındaki şikayetleri ön plana çıkarır ve Paşa’yı kötü bir vali olarak gösterir. İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.II, s.686-691 309 310 135 Paşa'ya verildi.312 Belirtildiğine göre sürpriz yaratan bir süratle azline, bu vazifeyi kabullenmek için ileri sürdüğü şartların bir beyanname ile tespiti ve kabine arkadaşlarını seçme yetkisinin kendisine verilmesi gibi isteklerde bulunması sebep olmuştur. Bu onun kırk altı yılı içine alan devlet hizmetinde son vazifesi olmuştu. Ahmed Vefik, hayatının bu defaki dokuz sene dört ay süren son ve en uzun azil devresinde Rumelihisarı'ndaki harap köşküne çekilerek kitapları arasında münzevi bir yaşayış içine gömüldü. Ömrünün bu çileli devresi 1891 yılının 1 Nisan günü (21 Şaban 1308) Rumelihisarı'nda son buldu. Paşanın devlet ricalinden birçok kimsenin katıldığı cenazesine II. Abdülhamid saraydan bazı şahsiyetlerle birlikte yaverini göndermişti. Batı ilim ve siyaset çevrelerinde teessür uyandıran ölüm haberinin duyulması ile ailesine Avrupa'dan günlerce taziyet telgrafları gelmişti.313 Dilini sakınmaz, devlet işlerinde müsamaha tanımaz, çabuk parlar, başına buyrukluk ve keyfiliklerden hoşlanır mizacı kendisine pek çok düşman kazandırmış, devlete ve memlekete yaptığı hizmetler ve gerçek şahsiyeti, düşmanlarının suçlamaları ve aleyhindeki sözleriyle bir ölçüde gölgelenip zamanla bilinmez olmuştur.314 Ahmed Vefik Paşa'nın devlet adamlığı yanında kültür ve edebiyat hayatımızda, kendisini bir öncü durumuna getiren, değişik kollarda mühim faaliyet ve çalışmaları vardır. Milli varlığı Arapça-Farsça lügatlerin hâkimiyeti altında hissedilmez olmuş yazı dilini sadeleştirip Türkçeleştirmek ve Osmanlı tarihi ile sınırlı tarih anlayışına Orta Asya Türklüğünü de eklemek, Ahmed Vefik Paşa'nın çalışmalarının hareket noktası olmuştur. Ahmed Vefik Osmanlılığın, daha eski bir maziye ve daha geniş bir coğrafyaya sahip olan Türklüğün bir şube ve devamından başka bir şey olmadığını ilk gösterenlerdendir. İ.M.K. İnal, Son Sadrazamlar, C.II, s.695 Ö.F. Akün, Ahmed Vefik Paşa, s.149 314 A.g.m, s.150 312 313 136 Halk ağzından çeşitli hikmet ve deyimleri derleyen Atalar Sözü kitabının yanı sıra, değer verilmemiş kelimelerini toplayıp Türkçenin zenginlik ve ifade kabiliyetini göstermek istediği lügati ile temellendirmeye ve onları Moliere'den Telemaque'a kadar edebi tercümelerinde canlandırmaya çalışması, onu dilde sadeleşme ve Türkleşme hareketinin öncüsü yapar. Dil ve tarih sahasındaki çalışmaları Ahmed Vefik Paşa'ya memleketimizin ilk türkoloğu olmak sıfatını kazandırmıştır. Ahmed Vefik'in ülkede anlaşılmak istenmeyen değerini, devrinde yabancılar en iyi şekilde takdir etmişlerdir. Arapça, Farsça ve Çağatayca yanında, Fransız, İngiliz, Rus, Alman, İtalyan dilleriyle Latince, Grekçe, hatta İbraniceye kadar uzanan, Batı ve Doğu kültürlerini birlikte içine alan engin bilgisiyle Ahmed Vefik Paşa, bu meziyetlerini yakından tanıyan yabancılarca Doğu'nun en âlim şarkiyatçısı, Türkiye'nin en seçkin ve ilmi en yüksek bir insanı sayılmıştır. On altı dil bildiği rivayet edilen Ahmed Vefik Paşa, yaşadığı devrin Türkiye'si ile ilgili birçok Batı eserlerinde kendisine sık sık yer verilen, ayrıca henüz hayatta iken girdiği Grande Encyclopedie'den başlayarak Encyclopaedia Britannica, Grosse Brockhaus, Larousse Illustree, Enciclopedia Italiana gibi muteber Avrupa ansiklopedilerine de geçmiştir.315 Eserleri: 1. Salname: Osmanlı Devleti'nin mülkiye, askeriye ve ilmiye sınıflarına göre idari teşkilatının geniş bir tablosunu veren 1263 ( 1847) yılına ait bu ilk resmi salname, Batılı müelliflerce Ahmed Vefik'in en mühim eserlerinden biri olarak değerlendirilmiş, uyandırdığı alaka dolayısıyla hemen Fransızca'ya da tercüme edilmiştir. 2- Hikmet-i Tarih: Darülfünun'da kısa bir süre verebildiği derslerinin bir kısmı küçük bir cilt halinde yayımlanmıştır. Taşıdığı modern tarih anlayışı ile devri 315 A.g.m, s.150-151 137 için yeni bilgiler ve görüşler getirir. 3. Şecere-i Türkî: Çağının kaynaklarının elverdiği nisbette Orta Asya tarihini anlatan bu eseri, Çağatay lehçesinden Türkiye Türkçesi'ne aktararak milli tarihimizin Osmanlı Türklüğü'nün bilgisine uzak kalmış bir sahasını tanıtmak istemiştir. 4. Fezleke-i Tarih-i Osmanî: 1869'dan (1286) önceki ilk iki baskısında adı Tann-i Osmani olan bu eser rüşdiyelerde Osmanlı tarihinin okutulması için sahasında hazırlanmış ilk ders kitabıdır. 5. Atalar Sözü- Türkî Durubi Emsâl: Milli kültüre ve halkın diline duyduğu büyük ilgi A. Vefik'i Türk atasözlerini toplamaya sevketmiştir. 1871'de basılmıştır. 6. Lehce-i Osmanî: Çalışmaları içinde en mühimi olmaktan başka, Türkçe'den Türkçe'ye ilk milli lugat olmak gibi bir değer taşımaktadır. Tercümeler: Ahmed Vefik, Türkçe'de Moliere'in külliyatını kurmuş ve on altı eserden üçü nesir olmak üzere dokuzunu tercüme etmiş, yedisinin de adaptasyonunu yapmıştır. Ayrıca, öncekinden daha sade bir dille Telemaque’ı çevirmiştir. Voltaire'in Micromegas’ını Hikâye-i Hikemiyye-i Mikromega adıyla, Lesage'ın Histoire de Gil Blas de·Santillane adlı romanını da Gil Blas Santillani'nin Sergüzeşti adıyla Türkçe'ye çevirdi. Osmanlı Devleti'nin Tanzimat'tan sonraki kanun ve nizamnamelerini bir araya getiren Düstur'un bir baskısı da ona havale edilmiş olduğu gibi, Halim Giray'ın Gülbün-i Hânân'ı da 1870'te onun eliyle neşir sahasına çıkar. A. Vefik, aynı yıl ondan az önce Şeyh Sa'di’nin Gülistân'ının güvenilir eski nüshalarla karşılaştırılıp tashih edilmiş ve manzum parçaları Yesarizade'nin ta'lik hattına çekilmiş çok itinalı bir baskısını da ge rçekleştirdi. Bunlardan başka A. Vefik, daha önce de işaret edildiği gibi yer küresiyle beş kıtanın Avrupa'da basılmış haritalarının, Türkçeleştirdiği yer isimlerini kolayca 138 görünecek şekilde ve ehemmiyetlerine göre hattatlara yazdırdığı değişik büyüklük ve çeşitte yazılarla taşbaskılarını da yaptırmıştır. 21- Ali Fethi Efendi: Ali Fethi Efendi 1219’da (1804) Rusçuk’ta doğdu. Ailesi hakkında geniş bir bilgi bulunmamaktadır. Fatin Tezkiresinde belirtildiğine göre Memleketinde Osmanbeyzâde diye anılmaktaydı.316 İlköğrenimiyle ilgili herhangi bir bilgiye ulaşılamayan Ali Fethi Efendi genç yaşta memleketinden Edirne’ye ilim tahsili için gelmiştir. Buradaki tahsilinden sonra 1239 (1824)’da 20 yaşlarındayken İstanbul’a gelmiş, burada 6 yıl kadar ilim tahsil ettikten sonra Rusçuk’a dönmüştür.317 Bu süre içerisinde Ali Fethi Efendi’nin mektep hocalığı yaptığı, Şeyhi Kuşadalı İbrahim Efendi’yle yaptıkları mektuplaşmalardan anlaşılmaktadır. 1251 (1836) senesinde tekrar İstanbul’a gelen Ali Fethi Efendi müderris olmuş ve dört sene ders okutmuştur.318 Sultan Abdülmecid’in 28 Zilhicce 1255 (3 Mart 1840) tarihli iradesine göre bin yüz kuruş maaşla Mekteb-i Maarif-i Adliye muallimliğine tâyin olunan Ali Fethi Efendi 1263 (1848) senesine kadar bu vazîfesini sürdürmüştür. Bu görevden istifa edip Fatih Camii’nde tefsir dersleri okutmaya başlamıştır. 1266 (1851) senesinde Meclis-i Maarif’e, bir sene sonra da Encümen-i Dâniş’e âzâ olmuştur.319 Bu iki önemli görevin yüklemiş olduğu mesûliyetle hareket eden Rusçuklu jeoloji ve kütüphanecilik sahalarındaki ilkleri gerçekleştirmiştir. İlk olarak uzun soluklu bir iş olan Maârif Nezâreti’ne bağlı bulunan vakıf kütüphanelerindeki kitapların incelenmesi, isimlerinin ve hangi bilim dallarına âit olduklarının tespit edilmesine yönelik bir çalışmanın yapılması görevini tek başına üstlenmiştir. 316 Fatin Davud; a.g.e, s.332 İ.M.K. İnal, Son Asır Türk Şairleri, C.I, s.416 318 H. Şıra, Rusçuklu Ali Fethi Efendi, Hayatı, Eserleri ve Hilyesi, Yayımlanmamış Yükseklisans Tezi, Marmara Ü. S.B.E, İstanbul, 2008, s.12 319 A.g.e, s.13 317 139 Fihristin ilk cildini 1271 senesinin Muharrem ayında tamamlamış ve devrin padişahına takdim etmiştir. Bu çalışmanın karşılığında padişah tarafından terfî ettirilip atiyye-i seniyyeye nâil olan320 Ali Fethi Efendi kısa bir süre sonra Halep mollalığına atanmıştır. Encümen-i Dâniş âzâlığına seçilmesine bir şükran ifadesi olarak tercüme ettiği İlm-i Tabakâtü’l-Arz isimli eser dolayısıyla 01 zilkade 1268 (17 ağustos 1852)’de padişahtan taltif görmüş ve terfî ettirilmiştir. 321 1274 senesinin Rebîü’l-evvel ayının 22’sinde (10 Kasım 1857) pazar günü İstanbul’da vefat etmiştir. Kabri Eyüp’te Mihrişah Vâlide Sultan Türbesi hazîresinde, arka bahçeye giden yolun hemen yanındadır. Bahsettiklerimizin dışında; “Tercüme-i Kelam-ı Erbain-i Hazret-i Ali el Murtazavî”, “Hilye-i Sultanî”, “Risale-i Sermaye-i Necat li Kesb-i Merâbihü'dderecât” “Hayrü'l-Hasen fî Şerhi'l Müsteşâri'l-Mü’temen”, “Terceme-i Nesâyih-i Eflâtun-ı İlâhî” ve “Risâle-i Feyz-i Fezâil ve Nûr-ı Nevâfil” adlı eserleri vardır.322 22- Hoca Şaki Efendi (…-1863) Müderristir; Darü’l Maarif ve Enderun-u Hümayun’da hocalık yapmıştır. 23- Ahmet Hilmi Efendi: Mekteb-i Umumi muavini. (Hakkında bilgi bulunamadı) 24- Tevfik Efendi: Darü’l-muallimin Farsça hocası. (Hakkında bilgi bulunamadı) 25- Mühendis Emin Mehmet Paşa: Tophane’de yetişmiş bir askerdir. Tahsiilinden sonra Avrupa’ya gönderilmiş, dönüşünde H.1255’te Miralay, ardından Ferik olmuş H.1261’de Dar-ı Şura-yı Askeri üyeliği ve Harbiye nazırlığı yapmıştır. Meclis-i Muvakkat üyeliği ve Meclis-i Maarif-i Umumiye reisliği yapan Emin Paşa, daha sonra vezirliğe yükselerek Rumeli Müşirliği, Arabistan Ordusu Müşirliği gibi 320 BOA, A.AMD, 60/53 BOA, İ.DH, 256/15807 322 M.C. Şengör, “Osmanlı’nın İlk Jeoloji Kitabı ve Osmanlı’da Jeolojinin Durumu Hakkında Öğrettikleri”, Osmanlı Bilimi Araştırmaları, C.XI, S.1-2, ss.119-158, İstanbul, 2010, s.131, H. Şıra, a.g.e, s.29-36 321 140 görevlerde bulunmuştur. Encümen-i Daniş’in açılmasından birkaç ay sonra vefat etmiştir.323En önemli faaliyetleri Harbiye Nazırlığı sırasında okulun modernleştirilmesini ve Askeri İdadilerin açılmasını sağlamak olmuştur.324 26- Mehmet Şerif Efendi: Ataullahzade veya Ebu İshakzade lakaplarıyla anılır. İzmir ve Bursa mollalığı yapmış, ardından Mekke, İstanbul, Anadolu ve Rumeli payelerini almıştır. Encümen-i Daniş’in I. Başkanlığı görevini yürütmüştür. H. 1276/M. 1859’da vefat etmiştir.325 27- Tahsin Beyefendi: Kıbrıs muhassılı Mehmed Ağa’nın oğludur. Müderrislik ve kadılık yapmış ve H.1263’te Rumeli payesini almıştır. H.1264’te nakıbüleşraf, 1265’te ilaveten Meclis-i Vâlâ üyesi olmuştur. 1270 ve 75’te iki kez Rumeli Kazaskerliği yaptıktan sonra Reis’ül Ulema olarak 1278’de vefat etmiştir.326 Medrese kökenli olmakla beraber kimya ilmine meraklı olduğu bilinmektedir.327 28- Rüşdi Molla (Salihzade Rüşdi Mehmed Efendi): Eski şeyhülislam Esad Efendi’nin oğludur. Müderrislik, fetva eminliği, çeşitli vilayetlerde mollalık, evkaf müfettişliği, Dar-ı Şura-yı askeri üyeliği, Meclis-i Vâlâ ve Meclis-i Tanzimat müftülüğü gibi görevlerde bulunmuştur. 1859’da vefat etmiştir.328 29- Lebib Efendi (1789-1857): Tophane Ruznamecisi Mustafa Efendi’nin oğludur. Çeşitli memurluklarda bulunduktan sonra Tersane Müdürlüğü, Şura-yı Bab-ı Ali üyeliği, Halep ve Rumeli defterdarlıkları, Meclis-i Muhasebe reisliği, Meclis-i Vâlâ üyeliği ve Takvim Nazırlığı görevlerinde bulunmuştur.329 323 M. Cevad, a.g.e, s.29 C. Bilim, Osmanlılarda Avrupaya Öğrenci Gönderilmesi, s.20-21 325 M. Süreyya, Sicill-i Osmanî, C. III, s.163 326 M. Cevad, a.g.e, s.47 327 M. Süreyya, a.g.e, C.II, s.55 328 A.g.e, C.II, s.424 329 A.g.e, C.IV/I, s.105 324 141 30- Emin Efendi (Emin Muhlis Paşa, …-1874): Ulemadan Bayındırlızade Mustafa Hasib Efendi’nin oğludur. Fransızca eğitimi görmesi sebebiyle tercüme odasına girmiş, sonrasında elçilik katipliği, mütercim-i evvellik, Divan-ı Hümayun tercümanlığı, Meclis-i Vâlâ üyeliği, Şam ve Trabzon valilikleri ve Şura-yı Devlet üyeliği görevlerinde bulunmuştur.330 31- Kemal Efendi (Ahmet Kemal Paşa): H.1223 / M.1808 yılında İstanbul’da doğdu. 1825’te Defterdar Mektubi Kaleminde memuriyete başladı. Başkatip ve baştercüman olarak gittiği İran’a daha sonra elçi olarak gönderildi. 1840’ta Sadaret Mektubi Kalemi mümeyyizi oldu.331 1843’te Bedirhan Bey’e emir ve tenbihleri iletmek üzere Cizre’ye giderek oradaki sorunları halletmiştir.332 1846’da yeni kurulan Mekatib-i Umumiye Nezaretine önce Nazır Muavini sonra Nazır olarak tayin edildi. 1850’de Avrupa ülkelerinin eğitim sistemlerini incelemek üzere Avrupa’ya gitti. Berlin elçiliği, Karadağ Komiserliği gibi görevlerden sonra çeşitli tarihlerde 6 kez Maarif ve 2 kez Evkaf Nazırlığı yapmış, 2 kez Meclis-i Vâlâ, 3 kez Şura-yı Devlet üyeliğine getirilmiştir. 1878’de de Âyan Meclisine seçilen Kemal Paşa 1886’da vefat etmiştir.333 32- Ahmed Celal Bey (1830-1886): Mustafa Reşit Paşa’nın oğludur. Amedi Divan-ı Hümayun halifeliği yapmış, Meclis-i Vâla ve H.1273’te vezaretle Meclis-i Tanzimat üyeliği görevlerinden sonra, 1294’te Meclis-i Ayan azası olmuştur.334 33- Ali Galip Bey (1829-1858) Mustafa Reşit Paşa’nın oğludur. 1267’de vezaretle Meclis-i Ali ve Meclis-i Vala üyelikleri yapmış, Fatma Sultan ile evlenerek saraya 330 A.g.e, C.I, s.421-422 İ.M.K. İnal, Son Asır Türk Şairleri, C.II, s.819-820 332 A. Lûtfi, a.g.e, C.8, s143 333 İ.M.K. İnal, Son Asır Türk Şairleri, C.II, s.823 334 M. Cevad, a.g.e, s.50 331 142 damat olmuştur. 1273’te Hariciye ve Evkaf Nazırlığı 74’te Ticaret Nazırlığı görevlerinde bulunmuştur.335 34- Salih (Mehmed) Efendi (1817-1895): Tıbbiye mezunudur. Tabiplik ve muallimlik yapmıştır. Saray Başhekimliği336, Maarif müsteşarlığı, Ticaret muavinliği, Tıbbiye nazırlığı, Divan-ı Zabtiye reisliği ve Meclis-i Maarif reisliği yapmıştır. Ölümüne kadar Dar’ü-l Muallimin ve Mülkiye’de botanik dersleri vermiştir.337 35- İlyas Efendi: (1801-1864): Hekimbaşı Behçet Efendi’nin kardeşidir. Enderun’da yetişmiş, sonradan müderrisliğe geçerek ilmiye sınıfına dahil olmuştur. Sofya mollalığı ve Hassa Ordusu müftülüğü yapmış, Mekke ve İstanbul payesi almıştır.338 Enderun’da geçirdiği dönemi anlatan ve Enderun hakkında bilgi veren “Vekayi-i Letaif-i Enderun” adlı bir eseri vardır. 339 36- Tahir (Mehmed) Beyefendi (…-1871): Mektubi Sadaret ve Amedi kalemlerinde memur olarak çalışmış, sonraki dönemde Meclis-i Vâla ve Meclis-i Muhasebe, tahsilat komisyonu üyelikleri, zaptiye mektupçuluğu ve Hazine-i Evrak Müdürlüğü görevlerinde bulunmuştur.340 37- Nurettin (Mustafa) Bey (...-1858): Mısırlı Osman Paşa’nın kardeşidir. İstanbul’a geldiğinde dil bilmesi sayesinde tercüme odasında çalışmış, mütercim-i evvel ve divan-ı hümayun tercümanlığı, Hariciye müsteşarlığı görevlerinde 335 A.g.e, s.50 A. Terzi, “Osmanlı Saray Eczanesinin Teşkilat ve İdaresi (XIX. Yüzyılın İkinci Yarısında)”, Osmanlı Bilimi Araştırmaları, C.XI, S.1-2, ss.49-64, İstanbul, 2010, s.52 337 M. Süreyya, a.g.e, C.III, s.247 338 A.g.e, C.I, s385 339 M. Cevad, a.g.e, s.51 340 M. Süreyya, a.g.e, C.III, s.282-283 336 143 bulunmuştur. 1857’de Meclis-i Vâlâ üyeliğine getirildikten kısa süre sonra vefat etmiştir.341 38- Nurettin (Mehmed Emin) Bey (…-1866): Kuruluşunda Tercüme Odası’nın başına getirilmiş olan Yahya Naci Bey’in oğludur. Askeri eğitim almış ve Mirliva rütbesine yükselmiş ve Dar-ı Şura-yı Askeri üyeliği yapmıştır.342 39- (Mektubizade) Abdülaziz Efendi Müderrislerden ve Şeyhü'l-İslâmlık memurlarından tarih bilir bir zat olup İstanbul'ludur. 1279 (1863) tarihinde irtihâl ederek müntesibi bulunduğu Celvetîye tarîkatı âsitânesi (merkezi) olan Hazret-i Hüdâî dergâhı avlusunda defnedildi. Yıldırım Bâyezid Han'a kadar Osmanlı Tarihi ile zeyilleri ile beraber (Şakayık-ı Nûmâniye) telhisini beyan eden tabakat tercümelerinin kendi el yazısı ile yazılı bulunan nüshaları Halis Efendi Kütüphanesindedir. Şeyhü'l-İslâmların hal tercümelerine dair olup MüstakîmZâde'nin eserleri cümlesinden olan Devhatü'l-Meşayih'e de zeyli vardır. Vefatı yılında Evkaf-ı Hümâyûn müfettişi olmuştu. Şiir yazmağa kabiliyeti vardır.343 40- Osman (Sahib) Efendi Hoca Abdürrahim Efendi'nin oğludur. Tahsilini ikmalden sonra ilmiye mesleğinde yükselerek İstanbul payesine ve müneccimbaşılık me'murluğuna nail olmuştur. 1280 (1863) tarihinde İstanbulda irtihal etmiştir. Babasının yanına defnedilmiştir. Âlim bir zat olup on fasıl, bir hatime üzerine tertib edilmiş, Türkçe (Ta'lîmü'l-Kûrre) risalesi ile tıb'dan (Ahkâmü'l-Emrâz) ve (Kolera) isimlerinde basılmış eserleri vardır. Dârü'l-Muallimîn'de riyazî ilimler muallimi idi. Coğrafya'dan Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarını içine alan matbu' risaleleri ve Paris 341 A.g.e, C.IV/II, s178 A.g.e, C.IV/II, s179 343 Bursalı Mehmet Tahir, a.g.e, C.III, s.27, 342 144 meridyenine göre muhtelif beldelerin (boylam ve enlemlerini) tül ve arzlarını beyan edici tarifatlı matbu' (Esâmi-i Buldan) isminde yazma bir eseri vardır.344 3.2- Harici Üyeler 1- Davud Paşa (...-1851): Bağdat, Basra, Ankara ve Bosna vilayetlerinde valilik, Şura-yı Bâb-ı Âlî reisliği ve Şeyhülharemlik görevlerinde bulunmuştur. Dini ilimlerde öğrenci yetiştirmiştir.345 2- Veli Paşa (…-1891) Kaymakamlık; BüyükelçilikValilik ve Meclis-i Tanzimat üyeliği yaptı. Yabancı dil bilirdi. 3- Şakir Efendi: Mevalidendir, Meclis-i Nafia müftülüğü yapmıştır. 4- Nazif (Ahmed) Molla (...-1858): Müderrislik ve mollalık yapmış, Mekke, İstanbul ve Anadolu payelerini almıştır. Alim ve şairdir. “Sefinet’ül Vüzera”, “Nisab’ül İhtisab”, “Nuhbet’ül Fikr”, “Telhis’ül Meani”, “Risale-i Kevakibi”, “Talim’ül Müteallim”, “Tabakat-ı Şerbubi Tercümeleri”, “Kaside-i serağaz-ı Hicaz ve “Sûrname” isimli eserleri vardır.346 5- Emin Rıfkı Efendi (…-1860): Müderristir, şiirle ilgilenmiştir. 6- (Dağıstanlı) Hüseyin Nazım Efendi: Mühendishane-i Berr-i Hümayun’da Arapça hocalığı yapmıştır. Sonradan dahili üye olmuştur. 7- Ethem Paşa: Mısır Beylerindendir, Mutasarrıflık görevleri yapmıştır 8- Kani Paşa (…-1885) Dil bilmesi sebebiyle Tercüme Odası’na alınmış, bir süre Mısır’da yaşamıştır. İstanbul’a döndükten sonra mutasarrıflık, Meclis-i Muhasebe reisliği, Bosna, Selanik, Üsküp valilikleri, Gümrük ve Rüsumat 344 A.g.e. C.IV/II, s158, M. Cevad, a.g.e, s.53 346 M. Süreyya, a.g.e, C.III, s.282 345 145 eminliği, Maliye nazırlığı ve Şura-yı devlet üyeliği görevlerinde bulunmuştur 347 9- Abdullah Paşa (…-1855) Sayda valiliği yapmıştır 10- Arif (Mehmed) Bey (…-1854) Mısır’da mirliva olmuş ve Dâr- Şura-yı Mısriyye üyeliği yapmıştır. Şiirle ilgilenmiştir. 11- Rufai Bey: (Hakkında bilgi bulunamadı) 12- Ahmet Reşit Efendi (1813-1863): Akşehir’den İstanbul’a gelip medrese bitirdikten sonra müderrislik, Mekteb-i Maarif-i Adliye ve Beyazıt Rüştiyesinde hocalık yapmıştır. Şairdir.348 13- (Muradi-zade) Ebussuud Efendi: Şam ulemasındandır, İzmir payesi almıştır. 14- Ahmet Efendi: Mütercimdir. (Hakkında bilgi bulunamadı) 15- Antakyavi Ömer Efendi: (Hakkında bilgi bulunamadı) 16- Mazhar Bey: (Hakkında bilgi bulunamadı) 17- Behçet Bey: (Hakkında bilgi bulunamadı) 18- İsmet Efendi. Uzun süre Mısır’da bulunduktan sonra Anadolu’nun çeşitli vilayetlerinde memur ve katip olarak görev yapmıştır. 19- İstefenaki Bey Kerame: (Hakkında bilgi bulunamadı) 20- Venisan Bey: (Hakkında bilgi bulunamadı) 21- Hoca Agop: Ermeni Lagoftu Patrikhane kapı kethüdasıdır. (Hakkında bilgi bulunamadı) 22- Yostenik Aleko: Tercüme Odası mümeyyizlerindendir (Hakkında bilgi bulunamadı) 347 348 A.g.e. C.IV/I, s87-88 Fatin Davud; a.g.e, s.178 146 23- Vasilaki Efendi: Rum Patrikhanesi Sekreteri (Hakkında bilgi bulunamadı) Hoca Sahak: 1825 yılında İzmir’de doğmuştur. Babasının adı 24- Cevahircioğlu Hacı Ohannes’tir. İzmir’de Fransızların Propaganda ve Ermenilerin Mesrobyan okullarında yabancı dil ve edebiyat öğrenimi almıştır. Türkçe, Fransızca, İngilizce, İtalyanca, Ermenice ve Rumca bilmektedir. 1849’da ilk başta mülâzemetle yani maaşsız olarak Babıâli Tercüme Odası’na girmiş, sonradan maaşlı olarak devam etmiştir. 349 Tercüme Odası’nda çalıştığı süre içinde Hariciye Nezareti’ne gelen evrakı tercüme işiyle meşgul olduğu gibi Nisan 1851’den itibaren Takvim-i Vekâyi’nin Fransızcaya çevrilmesi işini de üzerine almıştır.350 Takvim-i Vekayii’nin Fransızca’ya çevrilmesini 1856’ya kadar devam ettirmiştir.351 7 Eylül 1855’te “mesâlih-i nazikede istihdam olunduğu” gerekçesiyle rütbesi saliseden saniye sınıf-ı sânîsine yükseltilerek Babıali Tercüme Odası Mütercim-i Evvelliği’ni vekâleten idare etti. Daha sonra Divân-ı Hümâyûn Mütercim-i Sânîliğine getirilen Abro, 1857’de de Hariciye Nezareti Tahrirat-ı Ecnebiye Odası Müdürlüğüne atanmıştır.352 1860’ta, Lübnan ve Suriye’de Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında çıkan olayların tahkiki için buraya gönderilen Fuat Paşa’nın maiyetinde bulunanlardan biri de Sahak Abro Efendi’dir.353 Fuat Paşa’nın başkanlığında toplanmış olan Avrupa Komisyonu’nda Sahak Abro, Osmanlı Devleti’ni komisyon azası olarak temsil etmiş, daha sonra da aynı komisyonun başkanı olmuştur.354 Komisyonun vazifesi isyancı S. Balcı, “Bir Osmanlı-Ermeni Aydın Ve Bürokratı: Sahak Abro (1825-1900)”, Osmanlı Siyasal ve Sosyal Hayatında Ermeniler, Yay. Haz. İbrahim Erdal, Ahmet Karaçavuş, ss.105-139, İstanbul, 2009, s.105 350 BOA, İ.MVL 207/6647 351 BOA, A.AMD, 80/62 352 S. Balcı, a.g.m, s.113 353 BOA, DH.SAİD, 4/178 354 E.Z.Karal, a.g.e, CVI, s.33-42 349 147 Dürzilerin cezalandırılması, Marunilere verilecek tazminat meselesi ve Lübnan’a verilecek yeni idari nizamın tespit edilmesinden oluşmaktaydı. Ekim 1860’ta Osmanlı, Rusya, İngiltere, Fransa ve Avusturya temsilcilerinin katılımıyla başlayan müzakereler aylarca sürmüştür. Abro’nun bu komisyondaki görevi yerine Hariciye Müsteşarı Kabulî Efendi’nin atanmasıyla 5 Şubat 1862’de son bulmuştur. Lübnan’daki çalışmaları neticesinde Abro’ya bir kıt’a nişan verilerek rütbesi ûlâ sınıf-ı sânîsine çıkarılarak terfi’ ettirilmiştir.355 İstanbul’a dönüşünden bir müddet sonra Hariciye Nezareti Tahrirat-ı Hariciye Kitabeti’ne atanmıştır. 1862’de yaşanan mali bunalımın sonrasında Osmanlı Hükümeti, Esham-ı Umumiye adı verilen istikraz görüşmeleri için hem yabancı dil hem de ekonomipolitik bilen Sahak Abro’yu, Mart 1864’te Paris ve Londra’ya Esham-ı Umumiye Komiseri olarak görevlendirmiştir. Abro, Paris ve Londra’da yaptığı görüşmeler sonucunda 1863 borçlanmasına ait bir taksit ödemesini 16 Mayıs 1865’te yapmaya muvaffak olmuştur. Ayrıca, 40 milyon Osmanlı altını istikrazına imza atmıştır.356 Ancak Sahak Abro’nun Londra’da istikraz meselesi ile ilgili hesaplarda Maliye nezaretince yapılan incelemelerde açığının çıkması soruşturma geçirmesine sebep olmuştur. Bir tahkikat komisyonu kurulmuş ve komisyonunun çalışmaları sonucunda 98.384 Osmanlı lirası zimmeti çıktığı anlaşılmıştır. 18 Subat 1882 tarihli bir belgede Sahak Abro’nun Paris ve Londra’da yaptığı istikrazla ilgili Hazine’ye olan borcunun tamamının ödenerek hesabının kapatıldığı bildirilmektedir.357 Sahak Abro muhtemelen bu soruşturmanın etkisiyle 26 Mart 1867’de Tahrirât-ı Hariciye Kitabeti’nden azledilmiştir. Azlinden dokuz buçuk sene sonra BOA, İ. DH., 467/31208 S. Balcı, a.g.m, s.122 357 BOA, ŞD. SAİD, No: 30/7, 355 356 148 Eylül 1875’te fahri olarak Kürtlerin iskân ve tavattunuyla ilgili Babıâli’de teşkil olunan komisyonun azalığına atanmıştır.358 Nisan 1876’da başlayan Bulgar isyanının bastırılmasından sonra Bulgaristan’ın idari durumunu müzakere etmek amacıyla oluşturulan Filibe Fevkalâde Komisyonu’na Osmanlı devleti adına Sahak Abro atanmıştır.359 Aralık 1877’de Komisyonun feshedilmesiyle İstanbul’a dönmüş ve 12. Belediye Dairesi Başkanlığına fahri olarak atanmıştır. 9 Haziran 1878’de De’âvi-i Hariciye Kitabeti’ne atanmıştır. Bu memuriyetine devam ederken 28 Eylül 1878’den itibaren Doğu Rumeli Avrupa Komisyonu’na Osmanlı yönetimi adına ikinci komiser olarak tekrar Filibe’ye yollanmıştır. Filibe’de bulunduğu sırada ölümüne kadar devam eden Şura-yı Devlet azalığına atanan Sahak Abro, 6 Eylül 1879’da Doğu Rumeli Avrupa Komisyonu’nun çalışmalarını durdurması üzerine İstanbul’a gelmiştir.82 Bu sırada Babıâli Tercüme Odası’nın tercüme işlerine yetişememesi yüzünden Başvekâlete gelen evrakın tercümesi için Tahrirât-ı Ecnebiye Müdürlüğü kurularak Sahak Abro’nun idaresine verilmiştir.360 Sahak Abro, Şubat 1880’den Mart 1880 tarihine kadar, 1877-1878 OsmanlıRus Savaşı sırasında işgale uğrayan Edirne’den göç eden halkın birbirlerine bıraktıkları hayvan ve eşyaların tekrar kendilerine iadesi hakkında kurulan komisyonda da görevlendirilmiştir. Edirne’den dönüşünde Berlin Antlaşmasının 23. maddesi gereğince Doğu Rumeli nizâmını mütalaa edecek olan muhtelit komisyonda görevlendirilmiştir.361 358 BOA, DH. SAİD, 4/178 BOA, DH. SAİD,No: 4/178 360 S. Balcı, a.g.m, s.127 361 BOA, ŞD. SAİD, No: 30/7 359 149 Devlet görevlerinin dışında Ermeni cemaati içinde de Patrikhane Genel Meclisi üyeliği, Ermeni Cemaati Genel Meclisi Baskanlığı gibi görevler üstlenen Sahak Abro 8 Ağustos 1900’de ölmüştür. 362 1850’lerin başından itibaren kitap çevirileri de yapmaya başlayan Abro’nun tespit edebildiğimiz kadarıyla tercümesini yaptığı eserlerden dördü basılmıştır. Bunların ilki, Jean Baptiste Say’ın Catechisme d’Economie Politique adlı eserinin İlm-i Tedbir-i Menzil adıyla yaptığı çevirisidir. İkincisi, Fransız yazar Louis-Philippe Comte de Segur’un Pensées Politiques adlı eserinin Kisver-i Derûn adıyla yayımlanan tercümesidir. Üçüncüsü Kavaid-i Osmaniye’yi 1852’de Fransızca’ya tercüme ederek bastırmış ve kitabın telif hakkını on sene müddetle elinde bulundurmustur.23 Sahak Abro’nun basılan diğer tercüme çalışması ise “Avrupa’da Meshûr Ministroların Tercüme-i Hâllerine Dair Risâle ” isimli kitabıdır.363 Basılı eserlerinin dışında Sahak Abro’nun tercüme ettiği ve basılmayan çevirileri de vardır. Bu eserler içinde tespit edebildiklerimiz şunlardır: Voltaire’den On İkinci Şarl Tarihi,27 Büyük Petro Tarihi,28 Machiavelli’den Prens (Rifat Pasa ile birlikte);29 Bufel (?) adlı bir İngiliz yazardan Tarih-i Medeniyet, Amerikalı Rereper’den (?) Avrupa’nın Tedkikat-ı Maneviyesi.30 Sahak Abro bunların dışında bir süre Noyyan Ağavni (Nuh’un Güvercini) adıyla haftalık Ermenice bir gazete çıkarmıştır.364 25- Tiryaki Bagos: Tersane tercümanı (Hakkında bilgi bulunamadı) 26- İstefanaki Bey: (…-1867) Mekteb-i tıbbiye’nin ilk hocalarındandır. Arapça, Farsça ve Avrupa dillerinden bazılarını bilen bir doktordur. 27- David: Hakkında bilgi bulunamadı S. Balcı, a.g.m, s.130 Bu eserler hakkında geniş bilgi çalışmamızın dördünü bölümünde mevcuttur. 364 S. Balcı, a.g.m, s.113 362 363 150 28- Beşiktaşlıoğlu Aleksander: (Hakkında bilgi bulunamadı) 29- Thomas Xavier de Bianchi (1783-1864): Fransız Doğu bilimci. İstanbul ve Cezayir’de kraliyet tercümanı olarak görev yapmıştır. Fransızca-Türkçe ve Türkçe-Fransızca sözlükler yazmıştır. 30- Joseph von Hammer-Purgstall: (1774-1856) Avusturyalıdır. Doğu dilleri eğitimi görmüş ve Arapça, Farsça ve Türkçe öğrenmiştir. İstanbul ve Mısır’da görev yapmıştır. “Geschichte des Osmanischen Reiches-Osmanlı İmparatorluğu Tarihi” adlı 10 ciltlik eseriyle ünlüdür. Ayrıca şirazi, bak, fuzuli gibi şairlerden bahseden eserleri ve Evliya Çelebi Seyahatnamesi tercümesi vardır. 31- James William Redhose: (1811-1892) İngiliz asıllıdır.15 yaşında İstanbul’a gelmiş Mühendishane-i Bahr-i hümayun’da teknik ressam ve İngilizce hocası olarak çalışmış, ardından Sadaret ve Hariciye tercümanlıkları yapmıştır. Yaklaşık 27 yıl Osmanlı devletine hizmet ettikten sonra İngiltereye dönmüş ve Dışişleri Bakanlığında çalışmış ve Royal Asiatic Society üyesi olmuştur. Osmanlıca-İngilizce sözlük, Osmanlıca konuşma dili cep kılavuzu, Mesnevi tercümesi, Türkçedeki Arapça ve Farsça kelimeler sözlüğü gibi çalışmaları vardır. Bu listeler Encümenin açıldığı tarihteki üye listeleridir. Dâhili üye listesinde 6. sırada bahsettiğimiz Emin Mehmet Paşa açılıştan birkaç ay sonra vefat etmiş, yerine Harici üye listesinde 6. sırada yer verdiğimiz Hüseyin Nazım Efendi, nizamnamede belirtilen usulle, Dâhili üye olarak tayin edilmiştir.365 Salnamelerden takip ettiğimiz kadarıyla, sonraki yıllarda da Encümen üyelerinden hayatını 365 BOA, İ.DH, 259/16023 151 kaybeden dâhili üyeler olmuş ancak, onların yerine yeni üye seçilmemiş ve encümenin dâhili üye sayısı gittikçe azalmıştır.366 Encümenin harici üyelerinin yıllara göre sayılarını ve isimlerini gösteren bir kayıt bulamadık. Ancak Encümenin faal olduğu dönemde yeni harici üyelikler verildiğine dair bir takım belgeler vardır. 1268 yılında vefat eden Daver Paşa’nın yerine Kastamonu Naibi Ziver Bey üyeliğe alınmıştır.367 Aynı belgeye göre Fransız bilim adamı Mösyö Kazmirski ile Fransa elçiliği baş tercümanı Mösyö Şafer de harici üyeliğe kabul edilmiştir. 1269 yılında, Encümen’in faaliyetleri kısmında detaylı olarak bahsedeceğimiz, mufassal bir tarih-i umumi yazdırma girişiminde Encümen dışından görevlendirilen Enis Efendi ile Takvimhanede görevli Aleko isimli kişiler de bu kapsamda Encümen-i Daniş’e harici üye olarak atanmışlardır.368 1270 yılına ait bir belgede ise, üye olarak tayinine dair bir belge görmediğimiz Osab Vartan isimli Bahriye Tercümanından ‘Encümen-i Daniş aza-yı hariciyesinden’ şeklinde bahsedilmektedir.369 1271 yılına ait bir belgede ise İsmitsonyan Darülfünununun hocası ve kâtibi olan Mösyö Hanri ile Amerika’da elsine-i şarkîye aşina olanların oluşturduğu bir meclisin kâtibi olan Edward Salzbury’nin Encümen-i Daniş’e harici üye olarak kabul edildiklerini görmekteyiz.370 Bu tarihten sonra ise dâhili veya harici üye olarak yeni birinin tayin edildiğine dair bir kayda rastlanmamaktadır. Encümen-i Daniş, 1268–1279 (1852–1863) yıllarına ait salnamelerde görülmektedir ve bunlarda dâhili üyelerin listesi yer almaktadır. İlk üç yıl bu listelerde, vefat eden Emin Paşa’nın da, onun yerine atanan Hüseyin Nazım Efendi’nin de adları yazılmamış, bu yüzden Encümenin üyesi olarak 39 isim yer almıştır. 1271 yılı salnamesinde bu hata düzeltilmiş ve Encümen üyesi olarak 40 kişinin ismi yazılmıştır. Ancak bahsettiğimiz gibi sonraki yıllarda dâhili üye sayısı gittikçe azalmıştır: 1273’te 39 üye, 1275’te 34 üye, 1276’da 30 üye, 1277’de 29 üye, 1279’da 27 üye. 367 BOA, İ.DH, 243 / 14804 368 BOA, İ. DH., 264 / 16459 369 BOA, A.MKT.NZD., 106 / 83 370 BOA, İ.HR, 118 / 5800, A.DVN. DVE, 21 / 28, 366 152 3.3- Üyelerin Özellikleri Encümene dâhili üye olarak seçilen üyelere baktığımız zaman bunların yarıdan çoğunun bürokrat oldukları görülmektedir. Aralarında Tıbbiye mezunları olsa da bürokratik görevleri olan kişilerdir. Hatta bu durumun, Encümen-i Daniş’in başarısız bir girişim olmasının esas sebebi olduğu düşüncesi, olayların içinde olan Cevdet Paşa tarafından şöyle ifade edilmektedir: “Bunların içinde ashab-ı fazl u maarifden haylice zatlar var idi. Lakin ekserisinin meşagili umur-ı maarif ile iştigale mani idi. Bu cihetle fiilen Encümen’e hizmet edecek zâtlar pek az idi. Aza-yı dahiliyenin şerait-i intihabiyyesinde beyne’l vükela ihtilaf vuku bulmuş idi. Şöyle ki ekserinin reyine göre, vükeladan bazı zevatın aza-yı dahiliye idadına idhaliyle Encümen’e şeref verilmek üzere tercüme ve telife iktidarı kafi olmaktır ve bazılarının reyine göre aza-yı dahiliyenin fiilen tercüme ve telif ile meşgul olacak zevattan intihab olunması suretidir ki Âlî Paşa bu reyde idi. Hatta ‘Biz bu işin içine girmeyelim. Ahengi bozarız’ dedi ise de ekseriyet-i ârâ ile fiiliyata nazar olunmayıp iktidar-ı zati ile iktifa olundu. Hâlbuki emr-i intihaba zatiyyat karıştırıldı. Asla ehliyeti olmayanlar dahi kırklara karıştı. Encümenin binası bir sağlam esas üzerine kurulamadı. Âlî Paşa’nın dediği doğru çıktı.”371 Encümen-i Daniş’in kendisinden beklenen faaliyetleri yapamamasında; üyelerinin çoğunun bürokrat olmasının ve devlet işleriyle uğraşmaktan Encümen’e zaman ayıramamalarının, başlıca sebep olduğu konusunda pek çok araştırmacı hemfikirdir.372 Bu durumun Encümen’in çalışmalarını etkilediği muhakkaktır. Hatta açılıştan birkaç ay sonra bu duruma delil olarak gösterilebilecek bir gazete haberi de mevcuttur: “Encümen-i Daniş bu cumartesi günü akd olunacak iken hasbe’l maslaha 371 372 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.52-53 Bkz: M.Ş. Ülkütaşır, a.g.m., s. 165. Ayrıca R. Chambers, a.g.m, s.1287, K.Akyüz, a.g.e. s.29, 153 gelecek cumartesiye bırakılmıştır.”373 Ancak yukarıdaki alıntıda Cevdet Paşa bu konunun tartışıldığını belirtmektedir ki, nizamnamenin üçüncü bölümünün beşinci bendinde, toplantı yeter sayısının üye sayısının üçte biri olarak belirlenmesi de bürokrat üyelerin devamsızlık yapma ihtimalinin göz önüne alındığını göstermektedir. Hatta nizamnamenin aynı bendinde bir yıl kadar mazeretsiz toplantılara katılmayanların ru’uslarının ellerinden alınarak yerlerine yeni üye seçileceği de belirtilmiştir. Bu durumda akıllara ‘neden bilerek böyle bir tercih yapılmış ve en başından Encümen’in verimli çalışması riske atılmıştır?’ sorusu gelebilir. Bu konuda Karaçavuş’un şu açıklaması bizce yapılabilecek iki açıklamadan biridir: “…eğer Kalemiye kökenli üst düzey bürokrasi Encümen’e girmeseydi, burası İlmiye’nin elinde klasik ilim geleneğini devam ettiren bir kurum halini alacaktı ve bu nedenle Encümen’in fünûn ile ilgili amaçları gerçekleşemeyecekti. Zira İlmiye kökenli bürokrasi Osmanlı-İslâm bilgi geleneği (ulûm) bakımından belirli bir donanıma sahipti ve elsine-i selâsede de vukufiyeti bulunmaktaydı. Ancak durumun elsine-i ecânib-i sa’ire ve fünûn için böyle olmadığı açıktı. Bu nedenle modern bilgi ve düşünceyi tercüme edecek durumda bulunmuyordu. Bu sebepledir ki Avrupa dillerini bilen Kalemiye kökenli bürokrasinin burada yer alması zorunluydu.”374 Evet, mademki Encümen-i Daniş modern fen bilimleri ile de ilgili çalışma yapacaktı, hatta Darülfünunda okutulacak kitapları hazırlayacaktı, o halde Batı dillerini bilen ve fen bilimleri ile teknolojik gelişmeleri önemseyen üyeleri de çok sayıda olmalıydı. O Ceride-i Havadis, Sayı:557, 11 Safer 1268 (6 Aralık 1851) A. Karaçavuş, “Richard L. Chambers’ın “The Encümen-i Daniş And Ottoman Modernızatıon” Adlı Makalesinin Değerlendirme Ve Çevirisi”, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, C.IX, Sayı:2, İzmir, 2009, s.138 373 374 154 devirde bu özelliklere sahip kişiler de genellikle devlette üst düzey bürokrat olarak çalışmaktaydı. Bu sebeple böyle bir uygulama yapılmıştır. Bu durumun bizce ikinci muhtemel sebebi ise, Encümen üzerinde devletin tam denetiminin olmasının istenmesidir. Akademik özgürlük gibi bir kavramın doğal olarak bilinmediği bu dönemde “Encümen’e şeref verilmek üzere” denilerek üst düzey devlet adamlarının üye yapılması, bu kurumun istenen yönde çalıştırılması amacını da taşıyor olabilir bizce. Her ne kadar Encümen’in kararlarının uygulanabilmesi için hem Meclis-i Maarif hem de Padişah tarafından onaylanması gerekiyorsa da, üyeleri ömür boyu atanan ve mazeretsiz bir yıl devamsızlık dışında üyelikten çıkarılamayan bir kurumun içyapısına da hâkim olmak gerektiği düşünülmüş olabilir. Bununla beraber, Encümen’in bürokrat üyelerinin sebep olduğu sorun bu kadarla sınırlı kalmadı. Pek hesaba katılmadığı anlaşılan bir başka soruna daha sebep olmuştur üyelerin çoğunun bürokrat olması. Cevdet Paşa bu durumu kısaca şöyle özetlemektedir: “…Encümen’in küşadı günü vükela ve memurîn iki sınıfa taksim olunup biri sanki eshab-ı Daniş ki Reşid Paşa takımı idi. Diğer kısmı bunların haricinde kalmakla dil-gîr olmuşlar idi ki Fethi Paşa dahî hariçte bırakılanlardan biri idi. Halbuki Fethi Paşa mukaddemleri Reşid Paşa ile hem-efkâr iken muahharen araları şeker-âb oldu. Diyebilirim ki aralarındaki bürudet Encümen’in yevm-i küşadında kesb-i şiddet eylemiştir ki sonraları Meclis-i Maarifin işlerini tervicde ekseriya taraf-ı hilafda bulunmuştur.”375 Bu sözlere göre, Encümen-i Daniş’in bürokrat üyeleri belirlenirken, açıldığı sıralarda bürokrasi içindeki gruplaşma etkisini göstermiş ve dönemin Sadrazamı 375 A. Cevdet, Tezakir, 1-12, s.13 155 Mustafa Reşit Paşa’ya yakın olanlar üye yapılmıştır. Dolayısıyla üyelik vasıflarını taşımalarına rağmen dışarıda bırakılan bazı devlet adamları bu duruma kırılmışlar ve sonraki dönemlerde ellerine fırsat geçtiğinde Meclis-i Maarifte yapılan işlere sekte vurmuşlardır. 156 IV. BÖLÜM ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN FAALİYETLERİ VE KAPANIŞI VI. BÖLÜM ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN FAALİYETLERİ VE KAPANIŞI Osmanlı İmparatorluğunda, bilim ve fenlerin gelişmesini ve yayılmasını sağlamak, Türkçeyi geliştirmek ve Avrupa’daki örnekleri gibi milletlerarası bilim ve düşünce hayatıyla bağlantı kurarak, bilim ve teknolojideki geriliği ortadan kaldırması ve halkı aydınlatması beklentisiyle kurulmuş olan Encümen-i Daniş’in yayınlamış olduğu eserlerin tam bir listesi elimizde yoktur. Encümen-i Daniş hakkında yapılan araştırmalarda, Encümenin faaliyetlerine ilişkin Cevdet Paşa’nın “bil-fiil işe yarayacak azaya tevzi olunan telifat içinde hisse-i fakire isabet eden Tarih-i Cevdet’ten başka bir eser görülmedi”376 ifadesi genel kabul görmüştür. Bununla beraber A. Hamdi Tanpınar’ın 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi adlı eserinde; “İstanbul Üniversitesi kütüphanesine Yıldız’dan devredilmiş yazmalar içinde doğrudan doğruya Encümen azası tarafından veya Encümen namına yapılmış bazı tercümelere tesadüf edildiği gibi, 1271 tarihlerine doğru basılmış olan bazı eserlerin de bu Encümen’le alakası görülmektedir. Tarih, coğrafya, riyaziye iktisat, tabiat ilimleri gibi muhtelif bilgi şubelerine ait olan bu eserlerin arasında yeniçağlar tarihine dair olanlar ön safta gelirler”377 şeklindeki ifadesi de dikkatleri çekmiştir. Biz de bu kapsamda İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesinde araştırma yaparak, bazı kaynaklarda hiç bahsedilmeyen bazılarında ise az bir bilgi verilen bir takım eserleri inceledik. Tanpınar’ın bahsettiği gibi özellikle tarih alanında yazılmış veya tercüme edilmiş bazı kitaplara ulaştık. 376 377 A. Cevdet, Tezakir, Tezkire 6, s.13 A.H. Tanpınar, a.g.e., s.144 157 4.1- Encümen-i Daniş’in Eserleri ve Girişimleri Bu bölümde Encümen-i Daniş’in eserlerinden ve girişimlerinden bahsederek bunları anlamlandırmaya çalışacağız. 4.1.1. Kavaid-i Osmaniye Bu eser, Encümen-i Dâniş açılmadan önce Fuad Efendi (Paşa) ile Cevdet Efendi (Paşa)’nin Bursa’da bulundukları sırada, kaleme aldıkları bir eserdir. Cevdet Paşa, bu eserin neden ve nasıl yazıldığını şöyle ifade eder: “…lisanımızın aslı Türkçe olduğu halde Arabi ve Farsi ile mahlut olduğundan doğruca okuyup yazabilmek için Arabi ve Farsiden bazı kavaidi öğrenmek umur-ı zaruriyyedendir. Halbuki lisanımızın sarf u nahvini cami bir kitab henüz yazılmamış olduğu cihetle kendi lisansımız için lazım olan kavaid-i mahsusayı öğrenmek üzere bütün sarf u nahv-i Arabi ve kavaid-i Farsiyyeyi okumağa mecbur olduğumuza mebni kavaid-i lisan-ı Osmaniyi cami bir kitab yapılmanın lüzumu nezd-i udebada müsellemattan olmağla buna dahi Bursa’da iken sarf-ı mesai ettik… Fakat Bursa’da yaptığım kitab kaba taslak bir şey olmağla güzelce perdaht olunmağa muhtac idi. Nevakısını İstanbul’da itmam ile Kavaid-i Osmaniye tesmiye eyledim.”378. Kavaid-i Osmaniye, Encümen’in açıldığı gün Padişah’a takdim edilerek iltifata mazhar olmuş ve Cevdet Efendi bu çalışmasından ötürü “Altmışlı” rütbesine terfi olunmuştur. Ayrıca bu çalışma Encümen’in ilk eseri olarak kabul edilmiştir. İlk müzakere bunun üzerine yapılarak faydalı bir eser olduğu görülmüş ve basılmasına karar verilmiştir. Daha sonra da Ceride-i Havadis matbaasında basılıp satışa çıkarılmıştır. 378 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.45 158 “Encümen-i Dâniş'e sunulan Kavâ'id-i Osmâniyye nüshası üzerinde; ‘Neşr-i ma'arif emr-i ehemmine haddimizce hizmet etmek niyyetiyle âcizâne ve nâçizâne te'lif etmiş olduğumuz Kavâ'id-i Osmâaniyye'nin işbu nüshâ-i asliyyesini Encümen-i Dâniş'e ihdâ (hediye) eyledik. Gurre-i Muharrem 1268 (Eylül 1851) Encümen-i Dâniş ve Meclis-i Ma'arif Âzâsından Müsteşar-ı Sadr-ı Âlî Mehmed Fuad ve Ahmed Cevdet’ yazılıdır.”379 Cevdet Paşa, Türkçe dil bilgisi kitaplarının ilki olan “Kavâ'id-i Osmâniyye'de; ele aldığı dilin üç ayrı dilin birleşmesinden meydana geldiğini düşündüğünden her bölümü Türkî, Arabî ve Fârisî olmak üzere üç alt bölüme ayırarak işlemiş, böylece ayrı ayrı üç dilin kurallarını vermeye çalışmıştır. Ancak kelime yapımı ve çekiminde Arap gramer anlayışından çok batı gramer anlayışına yakındır. Kelime türlerinin işlenişine isimden başlanmış, Türkçe kelimeler Arap dilinde olduğu gibi üçlü, dörtlü kökler hâlinde gruplandırılmamış, kelime çekiminde birinci teklik şahıstan başlanmıştır.”380 Bu eserin ilkokul çocukları için ağır olduğunun görülmesi üzerine Cevdet Paşa, 1852 yılında onun basitleştirilmiş bir versiyonu olan medhal-i kavaid isimli kitabı kaleme almıştır ki bu kitap da bir yıl sonra rüşdiyelerde okutulmaya başlanmıştır.381 Paşa, ilkokul çocukları için ise 1871 yılında Kavaid-i Türkiyye isimli gramer kitabını yazacaktır. Bernard Lewis, Kavâ'id-i Osmâniyye'nin, 1832'de Arthur Lumley Davids tarafından yazılan ve 1836'da Fransızca'ya da çevrilen Grammar of the Turkish N. Özkan, “Ahmet Cevdet Paşa’nın Türk Dili Hakkındaki Görüşleri ve Eserleri”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S.20, Yıl:2006/1, s.221 380 A.g.m, s.225 381 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.45 379 159 Language (Türk Dili Grameri) adlı kitaba dayanılarak yazıldığını iddia eder.382 Ancak ne Ahmet Cevdet Paşa'nın ne de Fuat Paşa'nın böyle bir eseri gördüğüne veya varlığından haberdar olduğuna dair bir bilgimiz yoktur. Kavaid-i Osmaniyye, okullarda 50 yıl kadar ders kitabı olarak okutulmuş, 1851'deki taş basmadan sonra 1900 yılına kadar on defa daha basılmış, Almanca'ya, Arapça'ya, Bulgarca'ya ve Hırvatça'ya tercüme edilmiş ve Ahmet Cevdet Paşa'nın öteki dil bilgisi kitaplarına ve aynı dönemlerde yazılmış diğer yazarların dil bilgisi kitaplarına örnek teşkil etmiştir.383 4.1.2. Tarih-i Cevdet Encümen-i Dâniş çalışmalarına başladıktan bir süre sonra “bir sözlük ve bir de Osmanlı Tarihi yazılmasını kararlaştıran Encümen, bu tarih yazımı için bazı şahısları görevlendirerek yazılacak kısımları belirlemişti. Cevdet Paşaya da – Hammer’i tamamlayacak şekilde – 1188/1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan 1241/1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına kadar olan kısım isabet etmişti. Yazılacak olan bu eserin elfâz-ı garibe isti’mâlinden ve tekellüfât-ı münşiyâneden sarf-ı nazarla herkesin anlayabileceği ta’birat ile yazılması” tenbih olunmuştu.”384 İlk yıllarda yoğun bir çalışma içine giren Cevdet Paşa, eserinin ilk beş cildini yaklaşık on yılda tamamlamıştır. Bu ciltler büyük beğeni ve övgülerle karşılanmış ve her biri takdimlerinin ardından basılmıştır.385. Paşa’nın, idari görevleri sebebiyle İstanbul’dan uzak yerlere (Bosna, Kozan, Halep) gönderilmesi sebebiyle uzun bir 382 B. Lewis, a.g.e., s.344 N. Özkan, a.g.m., s.225 384 T. Kayaoğlu, a.g.e., s.79 385 Birinci cildin basımına dair; BOA, A. AMD, 56 / 76, 1271, İkinci cildin basımına dair; A. AMD, 64 / 14, 1271, Üçüncü cildin basılması; BOA, A.MKT. NZD, 189 / 58, 1272, Dördüncü cildin basılması; BOA, A. MKT. MHM, 124 / 95, 1274, Beşinci cildin basılması; BOA, A. MKT. NZD.,339 / 77, 1277. Esere o dönemde yapılan övgülerden birisi ünlü tarihçi Hammer’dendir. Cevdet Paşa bunu oldukça önemsemiş olsa gerek ki Tezakir’de Hammer’in ilgili yazısının bir tercümesine yer vermiştir. Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.74 383 160 süre eseriyle ilgilenemediği anlaşılmaktadır. İstanbul’a dönüşünden kısa süre sonra, 1286’da, tarihin altıncı cildi, 1288 yılı içerisinde de yedinci ve sekizinci ciltleri tamamlanıştır. Yine uzun bir süre bu eseriyle ilgilenemeyen Cevdet Paşa, dokuzuncu cildi 1299 yılında, onuncu cildi 1300 yılında, onbirinci ve onikinci ciltleri 1301 yılında tamamlamıştır. Böylece Tarih-i Cevdet’in tamamlanması otuz yıl gibi uzun bir sürede gerçekleşebilmiştir. Son üç cildin basımını üzerine alan Serkurena Osman Bey, müellifin verdiği son şekle göre eseri iki defa daha neşretmiştir (I-VIII, 1302-3; I-XII, 1309). Eserin 1309’da (1891) yeni düzenlemelerle yapılan üçüncü baskısı büyük yenilikler içermektedir. Bu basımın I. cildinde seksen beş sayfaya sığdırılan mukaddime yeni bilgiler eklenerek oldukça genişletildi ve ilk cilt başlı başına bir giriş haline geldi. Önceki ciltlerde dağınık biçimde verilen kaynaklar da bu cildin başına alındı (I, 4–13). Eserde olaylar sebep ve etkileriyle açıklanır ve bunlardan ders çıkarmaya yönelik bir üslûpla verilir. Hadiselerin oluşumu ve etkileri gerçeğe uygun biçimde ele alınmıştır. Anlatımda pragmatik bir tarih yazımı görüşünün temsil edildiğini söylemek mümkündür. Bununla beraber olayların kesintisiz anlatımı muhtemelen yazım tekniği açısından birtakım sıkıntılara yol açmıştır. Zira daha sonraları vak‘anüvislerin kronolojik tasnif tarzı benimsenmiş, böylece hicrî senelere bölünmüş bir anlatım şekline geçilmiştir. Bu özelliği bakımından eser önceki vak‘anüvis tarihlerinden pek ayrılmaz. Ancak eleştirel bakış ve olayların ele alınan zaman dilimleri içinde bir bütün halinde işlenmesiyle onlardan ayrılır. Eserde kurumların çöküş sebepleri derinlemesine irdelenir. Bundan ötürü imparatorluğun tarihi neredeyse müesseseler tarihi bağlamında ele alınır ve toplumu Batılılaşmaya götüren gelişmeler üzerinde 161 durulur. Pek çok kavram, deyim ve konu bağımsız olarak işlenmiştir. Bunlar birer çerçeve yazı niteliğini ve monografi özelliğini taşır. İstitrat şeklinde bütün ciltlere serpiştirilen bu ayrıntılar gerçek bir araştırma ürünüdür. Târîh-i Cevdet çok geniş bir kaynak taramasına dayanır. Ana kaynaklarının başında yazarın ağır biçimde eleştirdiği vak‘anüvis tarihleri gelir (I, 4-5). Cevdet Paşa, vak‘anüvislerin çoğunun tarihin konusunu değiştirerek sayfalarını şiirlerle, hayallerle süslediğini yazar. Aynı zamanda seleflerini cüz’î ve küllî her şeyi eserlerine almakla suçlar. Bununla birlikte kendisi de eski alışkanlıklardan kolayca sıyrılamaz; sayfalarına şiir parçaları serpiştirmekten, yangın, deprem, mevlid ve kılıç alayları, ricâlin özgeçmişi, çeşitli hikâyeler gibi cüz’iyata yer ayırmaktan kendini alamaz. Eserin diğer kaynakları arasında özel tarihler, mecmua, lâyiha, terâcim-i ahvâl kitapları, seyahatnâmeler, sefâretnâmeler önemli yer tutar. Muahede metinleri, telhisler, arşiv belgeleri, hatt-ı hümâyunlar da ilk elden kaynaklar arasındadır. Pek çok belge ilgili ciltlerin sonuna eklenmiştir. Öte yandan Cevdet Paşa mezar taşları, vakfiye, sikke vb. malzemenin tarihin açıklanmasında ne kadar önemli olduğunu kavrayan Osmanlı tarihçilerinin başında gelmektedir. Musul yakınlarında yapılan arkeolojik kazılardan söz etmesi dikkati çekmektedir. Bir “fenn-i mahsûs” diye nitelendirdiği sikkelerin birçok önemli sorunların çözümüne katkıda bulunduğunu vurgulamaktadır (I, 247); hatta bütün Osmanlı paralarını gördüğünü söyler (I, 255).386 Kullandığı eserler, büyük ölçüde Veliyyüddin Efendi Kütüphanesi’ne katılan Cevdet Paşa kitapları koleksiyonu içinde yer almaktadır. Cevdet Paşa, sözlü kaynakları da ihmal etmez. Zamanında yaşayan ya da olayların akışında etkili 386 Z. Arıkan, “Tarih-i Cevdet”, TDV İslam Ansiklopedisi C.40, ss.75-77, İstanbul, 2011, s.76 162 olanlardan yetişebildiği kimselerin tanıklığına başvurur. Cevdet Paşa, Batı kaynaklarını da kullanmıştır. Onun tarih ve hukuka ait Fransızca eserleri anlayabilecek durumda olduğu açıktır. Geniş yer verdiği Avrupa tarihini yazarken Batı kaynaklarına başvurma gereğini duymuş ve sık sık bunlara atıfta bulunmuştur. Terekesinde Avrupa tarihiyle ilgili çeviri eserlerin bulunduğu görülmektedir. Bununla birlikte Cevdet Paşa’nın yararlandığı Batı kaynaklarının tam bir listesini vermeye imkân yoktur. Vak‘anüvis tarihlerinde Avrupa tarihine pek az yer ayrılmıştır. Şânîzâde Mehmed Atâullah Efendi bu sınırı biraz aşmış, Batı’daki demokratik gelişmeler üzerinde durarak parlamenter düzenin yerleşmesinden söz etmiştir. Ahmed Cevdet Paşa ise Avrupa ve bir ölçüde dünya tarihine geniş yer vermiş, özellikle Fransız İhtilâli ile büyük bir değişim içine giren Avrupa’nın aldığı yeni durumun Osmanlı Devleti’ne de büyük etkisi olduğu yargısından hareketle (I, 163) olayların bir bütün halinde işlenmesini zorunlu görmüştür. Bu anlamda VI. ciltle birlikte Osmanlı tarihini dünya tarihinin bir parçası olarak ele almaya başlar. Yeni tertipte önemsiz de olsa bazı metinler çıkarılmıştır. Bunlar arasında ilk beş cildin sonundaki teşekkür ve ithaflarla düşürülen tarihler de vardır. İlk iki basım arasındaki metin farklılıkları etraflı incelemeye konu olmuştur Bundan anlaşıldığına göre metin dışı bırakılanlar önemsiz ayrıntılardır. Dolayısıyla dönemin genel havasından hareketle bu kesintilerin II. Abdülhamid devrinin sansürünün bir sonucu olduğuna dair yerleşmiş kanaatin mesnedi bulunmadığı açıktır.387 Ahmed Cevdet Paşa’nın tarihçiliğe en büyük katkılarından biri de çağdaş kavramlara geniş yer vermesidir. Bunların başında efkârıumumiye (opinion 387 A.g.m, s.77 163 publique) gelmektedir.388 Öncelikle Fransız İhtilâli’nde efkârıumumiyenin belirleyici etkisi üzerinde durur (VI, 166). Yeniçeriliğin kolaylıkla kaldırılmasını efkârıumumiyenin bir zaferi gibi gösterir (XII, 164). Yine bu bağlamda Cevdet Paşa hükümetlerin düşürülmesinde efkârıumumiyenin ağır bastığına dikkat çeker, artık zamanın değiştiğini ve halkın gözünün açıldığına işaret eder.389 Diplomasi ve politika kelimeleri daha önce Türkçe’ye girmişti. Fakat bunları biçimlendiren ve yerli yerine oturtan yine Cevdet Paşa olmuştur. Tarihinde XVI. yüzyılda Avrupa’da kurulan ve halen geçerli olan bir “muvâzene-i politika”dan söz eder (I, 218). Osmanlı Devleti’nin coğrafî, stratejik ve ekonomik konumunu göz önünde bulunduran Cevdet Paşa, yabancı devletlerin çıkarlarının yanında politikalarının da gereği gibi bilinmesini savunur (II, 290). Devletler arası ittifaklar her zaman ortak çıkarlar üzerine kurulur; bu da kendine özgü bir dili olan diplomasiye dayanır (IV, 173, 211). Eskiden Avrupa ahvaline vâkıf olmayan diplomatlarımızın aldana aldana aldatmayı öğrendiklerini, böylece siyasî ahlâkın da değiştiğini söyler (IX, 269). Cevdet Paşa eserinin yerli ve yabancı kaynaklarını eleştirel bir bakışla değerlendirir. Olayların derinliğine inip onlardan ibret almayı amaçlar. Anlattığı olayların sebeplerini gelişmelerde arayarak bunların doğurduğu sonuçları ortaya koymaya çalışır. Bu bakımdan kendinden önceki Osmanlı tarihçilerinden büyük ölçüde ayrılır. Tarihçinin son derece tarafsız olması ve doğruyu söylemesi gerektiği görüşündedir. Tarihte ortaya çıkan büyük devrimlerin ve ilerlemelerin özünü yakalamayı tarihin bir görevi kabul eder. “Cevdet Paşa, tarihinde kendisinin de mimarlarından biri olduğu Tanzimat’ın savunucusu kimliğini taşır, genelde o devrin bakış açısıyla yazar, tarihten verdiği 388 389 Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, s.172 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.28, 148 164 örneklemelere onu savunmak için başvurur; dolayısıyla kendi döneminin reform siyaseti âdeta tarihinde anlattığı olayların uzantısı veya sonucu gibidir. Cevdet Paşa bu durumu yer yer açıkça ifade eder. Böylece Tanzimat’a tarihî bir tutarlılık kazandırır ve onun Osmanlı geleneğinin bir parçası haline gelmesine yardımcı olur. Reformların yabancılığını giderir ve gelişmenin doğallığına vurgu yapar. Doğru önlemlerin alınması halinde en olumsuz şartlar dâhilinde bile devletin kurtuluşu için bir çıkış yolu bulunacağı mesajını verir. Bu şekilde İbn Haldûn’daki kaçınılmaz son ve felâket karamsarlığını çürütmeye yönelmiş olarak tarihî bir vazife ifa eder.”390 Eserin tamamlanmasının ardından Cevdet Paşa’ya gönderilen tebrik mektuplarında, hem Sadullah Paşa hem de Namık Kemal eserin Yeniçeri Ocağının kapatılmasıyla son bulmasından üzüntü duyduklarını bildirmişlerdir. Hatta Namık Kemal hiç olmazsa Mısır meselesinin sonuna kadar olan olayları da kapsaması gerektiğini belirtmiştir. Cevdet Paşa ise cevaplarında, kendisine verilen görevin bu kadar olduğunu, sonrasının vakanüvisin görevi olduğuna dair Encümende karar alındığını ve irade-i seniyyenin de bu yönde olduğunu söylemiştir.391 “Cevdet Tarihi, Osmanlı tarihçiliğinin en büyük başarılarından biridir. Ahmed Cevdet Paşa, bu büyük eserini ortaya koymak için geniş bir kaynak taramasına girişmiş, vakanüvis tarihleri, mecmua, layiha, sefaretname ve arşiv belgelerini dikkatle incelemiş, olaylara tanık olanların görüşlerine başvurmuş ve bütün bunları sağlam bir eleştiri süzgecinden geçirdikten sonra kullanmıştır. Resmi belgeler, fermanlar, antlaşma metinleri, sözün kısası konuyla ilişkin belgeleri her 390 391 Arıkan, a.g.m. s,77 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, ss.217-223 165 cildin sonuna eklemiştir.”392 Böylelikle Osmanlı İmparatorluğu’nun klasik dönem olarak adlandırılan dönemden modernleşme dönemine geçişini anlatan değerli bir eser ortaya çıkmıştır. Uluslar arası alanda da en ünlü Osmanlı Tarihlerinden biridir. 4.1.3. Mukaddime ve İbn-i Haldun Tarihi Abdurrahman Ebu Zeyd İbn Haldun (1332-1406)’un ünlü bir eseri ve Arapça olarak yazdığı 7 ciltlik tarih (el-iber adıyla anılır. Tam adı: Kitabu’l İber ve divanu’l mübtedi ve’l ekber’dir) kitabıdır. Bu eserin mukaddimesi, kendisinden daha ünlüdür. Daha önceki Osmanlı tarihçileri – Kâtib Çelebi, Müneccimbaşı, Naimâ v.s.- gibi, Cevdet Paşa da İbn Haldun’dan ziyadesiyle etkilenmiştir. XVIII. asır ulemasından olup aynı zamanda İbn Haldun’un görüşlerinden etkilenmiş olan Pîrîzâde Sâhib Molla (Ö. 1748) Mukaddime’nin beş faslını (eserin 2/3’ünü) Türkçe’ye tercüme etmiş, sadece “ulûm u fünûna” dair olan fasıl (6.fasıl) kalmıştı393. Encümen-i Daniş’te hem mukaddimenin kalan kısmını hem de İbn-i Haldun tarihinin tamamının tercüme edilmesinin kararlaştırıldığını tahmin ediyoruz. Çünkü Suphi Paşa İbn-i Haldun Tarihini, Cevdet Paşa da mukaddimenin kalan kısmını tercüme etmiştir. 1275 yılında Cevdet Paşa tercümesini tamamlamıştır. 394 1274 yılında Kahirede, Mukaddimenin, Sahib Molla’nın tercüme ettiği kısımları basılmıştır. 1275’te de İstanbul’da basılmaya başlanan mukaddime, 1277’de üçüncü cildinin de basılmasıyla tamamlanmıştır. Suphi Paşa ise Mısır’dayken, Pirizade’nin Mukaddimeyi büyük ölçüde tercüme etmiş olması sebebiyle kendisinin de tarihi tercüme etmeye niyetlendiğini, 392 E. Uzundal, “Review of German Historian Christoph K. Neumann's "History is means Tanzimat is Goal Political Meaning of Tarih-i Cevdet", History Studies: İnternational Journal of History, Vol:4, Issue:2, July 2012, s.444 393 T.Kayaoğlu, a.g.e., s.80 394 Mukaddime tercümesinin tamamlandığına dair; BOA, İ. DH, 435 / 28751, İbn-i Haldun Tarihinin tercümesinin tamamlandığına dair; BOA, A. MKT. MHM., 168 / 5 166 hatta Mehmet Ali Paşa’nın da bunu teşvik ettiğini fakat, önce Mehmet Ali Paşa’nın, kısa süre sonra da oğlu İbrahim Paşa’nın vefat etmesi sebebiyle bu işi yapamadığını, ancak İstanbul’a gelişinden sonra Padişahın ilmin yayılmasını teşvik etmesi sayesinde tercümeye tekrar başlayarak bu işi yaptığını ifade eder. Eserin içeriğine baktığımızda ise; yaratılıştan çeşitli kabilelerin oluşumuna kadarki zamana dair genel bir anlatımdan sonra birkaç bölüm boyunca, ilk dönemlerinden itibaren Arap kabileleri ve yaşadıkları yerler ve kurdukları devletler hakkında bilgi verilmektedir. Daha sonra Süryanilerin, İsrail oğullarının ve Farsların geçmişleri hakkında bilgiler içeren bölümler vardır. Önsözde bunlara ilaveten Yunan, Rum, Endülüs, üçüncü aşama Arap tarihleri ile Peygamberimizin hayatı ve dört halife dönemlerini de tercüme etmek gerektiğini, ancak adı geçen milletler hakkında yeterince bilgi olduğunu, Peygamberin hayatı ve halifeler dönemi tarihinin ise kayıp olduğunu, o güne kadar incelediği beş-altı farklı İbn-i Haldun Tarihinde bu bölümlere rastlayamadığını belirterek bunları ayrıca yazmaya niyetli olduğunu söylemektedir. Bunların dışında, bu çalışmasında Arapça olmayan şahıs ve yer isimlerinin Arap alfabesindeki harf farklılıkları sebebiyle yanlış telaffuz edildiğini kendisinin bunları düzeltmek için ve bazı olayları yorumlamak için bu milletlerle ilgili kaynakları gözden geçirdiğini de belirtmiştir..395 Suphi Paşa, yaklaşık bir yıl sonra, bu çalışmanın bir devamı ve açıklaması niteliğinde olan Tekmilet’ül-İber396 adlı bir eser daha yazmıştır ancak bu eser İbn-i Haldun, Miftah’ül İber, Çev. A.Subhi Paşa, İstanbul, Takvimhane-i Amire, 1276, İ.Ü. Nadir Eserler Kütüphanesi, No: NEK74143, İbn-i Haldun Tarihinin tercümesinin tamamlandığına dair; BOA, A. MKT. MHM., 168 / 5 396 A.Subhi Paşa, Tekmilet’ül-İber, Yazma, 1277, İ.Ü. Nadir Eserler Kütüphanesi, No: NEKTY09301 395 167 basılmamıştır. Ayrıca yine Suphi Paşa tarafından yazılmış 189 sayfalık bir Mukaddime tercümesine de rastladık ancak üzerinde tarihini tespit edemedik.397 4.1.4. Tarih-i Kudemâ-yı Yunan ve Makedonya398 Mora’lı olan ve Rumca ve Fransızca bilen Melek Ahmet Eğribozî’ye ati bir eserdir. Mukaddime kısmında Abdülmecid zamanında tercüme edildiği kaydedilen eserde Encümenin isminden bahsedilmemektedir. Ancak o dönemde Encümen tarafından Avrupa tarihine ilişkin yaptırılan bir tercüme olduğu düşünülmektedir. İçeriğinde antik Yunan tarihi ve tarihî coğrafyasının yanı sıra Sokrates ve Eflatun gibi önemli Yunan filozoflarından da bahsedilmektedir. Eser yazma olup 126 sayfadan ibarettir. 4.1.5. Avrupa Tarihi399 Louis-Philippe Comte de Segur’a ait olan bu eseri, Fransızca’dan tercüme eden, Encümenin harici üyelerinden Todoraki Efendi (Paşa)dir. Orijinal eserin tam adı “Prusya Kralı II. Frederic William Zamanının Önemli Olayları ve Brabant, Hollanda, Polonya ve Fransa’daki Devrimlerin Bir Özetini İçeren 1786–1796 Yılları Arasında Avrupa’nın Politik Durumu”dur. Üç ciltlik eserin birinci cildinin tercümesi olup Molla İsmail Buharî tarafından tebyiz edilmiştir. Eserin tercümesi ise 1268 Zilkaâde (Ağustos-Eylül 1852)sinde bitmiştir. 180 sayfalık eser, giriş mahiyetinde, önceki kral Büyük Frederic hakkında bilgiyle başlamaktadır. 1. bölümde II. Frederic’in tahta çıktığı dönemde Avrupa’nın genel durumu hakkında bilgi verilmektedir. 2. bölümde yeni kralın eğitimi, kişiliği, İbn-i Haldun, Tercüme-i Mukaddime-i İbn-i Haldun, Çev: A. Subhi Paşa Yazma, İ.Ü. Nadir Eserler Kütüphanesi, No: NEKTY05965. Bu eserin takdimi ve Paşanın bu sebeple ödüllendirilmesine ilişkin bkz: BOA, İ.DH, 452 / 29946 ve BOA, A.MKT.MHM, 168 / 5 398 M.Ahmet Eğribozi, Tarih-i Kudema-yı Yunan ve Makedonya, Yazma, İ.Ü. Nadir Eserler Kütüphanesi, No: NEKTY02454 399 Todoraki Efendi, Avrupa Tarihi Tercümesi, Yazma, İ.Ü.Nadir Eserler Kütüphanesi, No: NEKTY02365 397 168 askeri yönü, yöneticiliği, çevresi ve bakanları hakkında bilgiler, ilk uygulamaları, Prusya’nın yönetiminde yaptığı büyük değişimler ve Alman devletlerinin birlik olmaya başlaması anlatılmaktadır. 3. bölümde Avrupa’daki önemli siyasi gelişmeler; 1787’de seksen bin Avusturyalının Bohemya’da toplanması, Çariçe Katerina’nın Courland ve Danzig politikası, Fransa ve Rusya arasındaki ticaret antlaşması, Katerina’nın Kırım ziyareti ve Polonya Kralıyla görüşmesi, bu ziyaretin Avrupa’da yol açtığı huzursuzluk, Osmanlı Devletinin ve Rusya’nın askeri hazırlıklara başlaması, İngiltere ve Prusya’nın Osmanlı Devletini savaşa teşvik etmesi, Fransa’nın barış çabası, Osmnalı Devleti’nin savaş ilan etmesi, Brabant’ta ortaya çıkan sıkıntılar, Fransa’da Notablelerin (asiller ve diğer ileri gelenler) toplanması, Polonya’da karışıklık, Hollanda’daki meseleler ve devrim anlatılmaktadır. 4.1.6. Beyânü’l Esfâr400 Encümen’in harici üyelerinden ve Tercüme Odası mümeyyizlerinden Aleko tarafından tercüme edilen eser, Napolyon’un son muharebelerine dair bilgileri içirmektedir. Yazma olarak iki nüshasını tespit ettiğimiz eserin her iki nüshası da 3. cilde aittir. Napolyon savaşları hakkındaki bu kitabın ilk iki cildine ulaşamadığımızdan, kimin hangi eserinin tercümesi olduğunu bilemiyoruz. Ancak, tercüman eserin girişinde “Prusya devletinin ve müttefiklerinin askeri ile Fransa askeri arasında yaşanan savaşlar” şeklinde bir ifade kullanmıştır ki bu durum olayları Prusyalıların gözünden anlatımı izlenimi vermektedir. 400 Y. Aleko, Beyanül Esfar, Yazma, İ.Ü.Nadir Eserler Kütüphanesi, No: NEKTY02365 169 104 sayfa olan eserin içeriğine baktığımızda; Rusya seferindeki yenilgisinden sonra kendisine karşı oluşturulan ittifaka karşı Napolyon’un genel olarak bugünkü Almanya topraklarındaki yönetiminden kurtularak savaşları Krallığın anlatılmaktadır. yeniden Prusya’nın kurulmasıyla Napolyon sonuçlandığı için Prusyalılar bu muharebelere Özgürlük Savaşı adını vermiştir. Lutzen Savaşı, Bautzen ve Haynau Savaşları, Dresden Savaşı, Kulm, Grossbeeren ve Katzbach Savaşları Leipzig Savaşı, Hanau Savaşı ve Fransızların geri çekilmesi ve müttefiklerin Fransa’yı işgali anlatılmaktadır.. 4.1.7. İlm-i Tedbîr-i Menzil (Ekonomi-Politik)401 Encümen-i Daniş’in harici üyelerinden Sahak Abro tarafından tercüme edilen bu eser, Fransız ekonomist ve yazar Jean Baptiste Say’ın Catechisme d’Economie Politique adlı ekonomi-politik kitabıdır. Eserin, Meclis-i Ma’arif402 ve Meclis-i Vâlâ kararlarıyla403 “…bilhassa erbâb-ı dâniş ve istidâdda ilim ve icmâli husûlüne ve umum nâsa faideli olacağı…” gerekçesiyle, masrafı ve geliri Sahak Abro’ya ait olmak üzere basılmasına karar verilmiş ve bu çeviriden dolayı Sahak Abro beş bin kuruşla ödüllendirilmiştir.404 Eser, H.1268 / M.1852’de Mühendisoğlu Ohannes Matba’asında bastırılmıştır.405 Kitabın önsözünde Abro; “Ekonomi politik dedikleri hikmet-i ameliyenin rükn-ü rekini olan ilm-i tedbir- menzil kaffe-i milel ve akvamın medar-ı teşebbüsleri olan esbab-ı külliyenin beyanında olup, mal ve menal ve servet ve yesar ve herkese muta’în-i itibar olan eşyanın ne vechile husule geldiğini beynennas ne suretle taksim J.B. Say, İlm-i Tedbir-i Menzil, (Çev: Sahak Abro), Mühendisoğlu Tabhanesi, İstanbul, 1268 BOA, A.AMD., 29 / 5 403 BOA, İ.MVL., 198 / 6166 404 BOA, A.MKT. NZD., 27 / 2 405 Eski Harfli Türkçe Basma Eserler Bibliyografyası (Arap, Ermeni, ve Yunan Alfabeleriyle) (1584-1986), Ankara 2001. 401 402 170 olunduğu ve nihayet ne tarikle harc u sarf ve telef kılındığı hususlarını tasrih ile bu mal deyu itibar olunan şeyin cem’i zamanda ehad ve efradın husule getirdiği eşyadan olub andan tertib eden menafi-i umumiyeyi herkes bil-vasıta yahud bila vasıta tahsil edegeldiklerinden salifüz-zikr ilm-i tedbir- menzil yalnız vükela ve evliya-yı umurun malumu olan ulum-ı mahsusadan olmayıb mücerred amme-i nassın beher gün işleyüb bildikleri bir ilm ise de ancak herkesin hemen her şeyi hakkıyla bilmesi yine de kolay olmadığından bu ilm-i tedbir-i menzil umumen herkesin malumu olamayıp bu sebepten beynennas hezeyan kabilinden bir takım efkâr-ı batıla ve akval-i kazibe revac ve itibar bularak şu tahsil ve istihlak-ı emval kaziyelerinin keyfiyet-i hakikiyesini bilmeyenlerin öğrenmeleri çün ala vechül icmal beyan ve ilan eylemek iyice faide-yi müstelzem olacağından işbu kitabı telife mübaşeret ettim.” diyerek hem ekonomi politiğin açıklamasını yapmış hem eseri neden tercüme ettiğini açıklamıştır. Kısa kısa 30 bölümden oluşan eserin bölüm başlıkları şöyledir: 1- Umumen servet ve gına ve kıymet ve baha-yı eşya keyfiyeti beyanındadır. 2- Faide ve menfaat maddesinin ve tahsil-i emval kaziyesinin keyfiyeti beyanındadır. 3- Malın husule gelmek için muhtaç olduğu esbab-ı selase beyanındadır. 4- Umumen ehl-i hüner ve marifete mahsusu olan kâr u amel beyanındadır. 5- Sermayenin keyfiyeti ve suret-i yetl ve istimali beyanındadır. 6- Ehl-i hüner marifetin istimal ettiği âlât-ı tabiiyesi beyanındadır. 7- Tahsil-i mal kaziyesinde icrası icab eden hıdemat beyanındadır. 8- Tahsil- sermaye beyanındadır. 9- Fevaid-i me’nube beyanındadır. 171 10- Bir mülkde emr-i ticaret ve ziraat ve sanatın ilerlediği hususunun alâim ve emaret-i müselleme ve all u esbab-ı esasiye-i müstakilesi beyanındadır. 11- Umumen mal ve menalin tarik-i sarf u tervic ve mübadele-i emval kaziyesinin menafi-i beyanındadır. 12- Umumen meskûkât beyanındadır. 13- Evrak-ı dinariye beyanındadır. 14- İthalat ve ihracat-ı emval beyanındadır. 15- Umumen memnuat beyanındadır. 16- Sanat ve ticaret ve ziraata dair olan bazı nizamat beyanındadır. 17- Hukuk-ı tasrif-i mülk ve mülkiyenin keyfiyeti beyanındadır. 18- Îradın menşei ve menbaı beyanındadır. 19- Îradın emr-i inkısamı beyanındadır. 20- Îradın emr-i teksir veyahut tezyilini mucib olan esbab-ı metnua beyanındadır. 21- Sınıf-ı hüner mündeatın iradı beyanındadır. 22- Erbab-ı sermaye ve ashab-ı ahlakınebradı beyanındadır. 23- Mikdar-ı nüfus ve ahalinin alet-teksir ve esbab-ı tenzili beyanındadır. 24- İstihlak-ı emval kaziyesinin şiiridir. 25- İstihlak-ı emval kaziyesinin netayic-i müstelzimesi hakkındadır. 26- Müstelhikat-ı maliye-i hususiye beyanındadır. 27- Müstelhikat-ı maliye-i umumiye beyanındadır. 28- Emlaâk-ı miriye ve tekalif ve rüsumat-ı adide beyanındadır. 29- Alel-umum verginin netayic-i müstelzimesine mebnidir. 30- Bir devletin umur-ı maliyesinin medar-ı idaresi olan istikraz maddesi beyanındadır 172 1277 / 1860’ yılına ait bir belgede, Maliye Nezareti’ne yazılan bir yazıda, bu kitaptan 50 tanesinin satın alınarak Maarif-i Umumiye Nezareti’ne yollanmasının istenmesi bize, kitabın Osmanlı maarif çevrelerinde oldukça itibar gördüğü izlenimini vermektedir.406 Eser, Osmanlı Devleti’ne modern ekonomi teorilerini tanıtan ilk kitap olma özelliğini taşımaktadır. 145 sayfadır. 4.1.8. Kişver-i Derûn Fransız yazar Louis-Philippe Comte de Segur’un Pensées Politiques adlı eseri, yine Sahak Abro tarafından Kişver-i Derûn adıyla tercüme edilmiştir. İnsan vücudunun gelişimini devlete benzeterek, güzel ahlâk (ahlâk-ı memdûha) ile insana zarar veren kötülüklerin (agraz-ı muzırra-i insaniye) insanoğluna verdiği fayda ve zararlarını inceleyerek, bu durumu devletin oluşum ve gelişimine uyarlayan bu ilginç kitap, tercüme edildiğinde Meclis-i Vâlâ tarafından da incelenmiş ve basım ve yayımında herhangi bir mahzurun bulunmadığı belirtilmiştir.407 Her ne kadar 1851 yılında tercümesi yapılmışsa da, basılması 1871’de gerçekleşmiştir.408 4.1.9. Avrupa’da Meşhur Ministroların Tercüme-i Hallerine Dair Risâle409 Bir tür derleme olan bu eseri de yine Tercüme Odası memurlarından ve Encümen-i Dâniş’in harici üyelerinden Sahak Abro hazırlamıştır. Kitabın önsözünde; “bu misüllü faide-yi müstelzem olan şeylerin lisan-ı şirin zeban-ı Türkîye nakil ve tercümesine dahi taraf eşref-i hazret-i padişahîden ez her cihet teşvikat ve terğibat-ı 406 S. Balcı, Bir Osmanlı-Ermeni Aydın Ve Bürokratı: Sahak Abro (1825-1900), Osmanlı Siyasal ve Sosyal Hayatında Ermeniler, Yay. Haz. İbrahim Erdal, Ahmet Karaçavuş, İstanbul 2009, s. 107, Bkz: BOA, A. MKT, MVL, No:196 / 41 407 BOA, İ.MVL., 210 / 6806 408 S. Balcı, a.g.m, s.108 409 S. Abro, Avrupa’da Meşhur Ministroların Tercüme-i Hallerine Dair Risâle, Takvimhane-i Amire, İstanbul, 1271 (1855), İ.Ü. Nadir Eserler Kütüphanesi, No: NEK2049 173 kamile ibraz ve irae buyurulmakta olduğuna mebni… devletlû fehametlû Reşid Paşa hazretlerinin bu makule keyfiyatın husulü hakkında zuhura gelen mesai-i cemile ve ikdamat-ı mütevaliyeleri bu çakerleri Sahak bî-istihkak gibi aceze-i tebaadan bir hakiri…” denilerek hem devletin ve padişahın genel olarak bu tür çalışmaları teşvik ettiğini hem de özellikle Mustafa Reşid Paşa’nın bu çalışmaları istediği ifade edilmiştir. Kitapta 19. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’daki karmaşa döneminde etkili olmuş beş devlet adamı hakkında bilgi vardır. Bunlar; Napolyon zamanında yükselen, daha sonra üç krallar devrinde önemli meselelerde hizmetinden yararlanılan Mösyö Talleyrand (Charles-Maurice de Talleyrand-Périgord), İngiltere dışişleri bakanlığı ve başbakanlığı yapmış olan Lord Palmerston (Henry John Temple, 3rd Viscount Palmerston), Avusturya dışişleri bakanlığı ve başbakanlığı görevlerinde bulunmuş olan Prens Metternich (Klemens Wenzel von Metternich), Waterloo savaşında Napolyon’a karşı savaşan ittifak ordusunun komutanı Lord Wellington (Arthur Wellesley, 1st Duke of Wellington) ve Alman- Baltık asıllı olup Rusya dışişleri bakanlığı yapan Kont Nesselrod (Karl Robert Nesselrode)dur. Önsözde ayrıca dönemin İngiltere başbakanı Lord John Russel, Napolyon’un generallerinden iken İsveç devletine kral olan Mösyö Jean-Baptiste Bernadotte, Fransa başbakanlarından Mösyö François Guizot, İngiltere eski başbakanlarından Sir Robert Peel, Cezayir’de Fransızlara karşı mukavemet eden Abdülkadir, eski ünlü Fransız bakanlardan Mösyö Casimir Perier ve Louis-Mathieu Molé, Yunan hükümet üyelerinin en dirayetlisi Mösyö Koletti, eski Fransız sefirlerinden Mösyö Sebastian, Fransanın ünlü şair ve devlet adamlarından De La Martin, Napolyon mareşallerinden olup sonraki dönemde de başbakanlık yapan Jean-de-Dieu Soult, Polonya asıllı olup 174 Rusya’da dış işleri bakanlığı yapan sonraki dönemde Fransa’ya iltica eden Adam Jerzy Czartoryski, Fransa başbakanlarından Camille Hyacinthe Odilon Barrot, Mösyö Thiers ve Avusturya hanedanından Prens Şarl hakkında da bilgi verileceği belirtilmiştir. Ancak diğer ciltler yazılmadığından bu şahıslar hakkında bilgi verilememiştir. Kitabı yazarken yararlandığı kaynakların yazarları da Mösyö Bastid, Mösyö Thiers, Mösyö Amede, Mösyö Gustav ve Mösyö Dupre, Mösyö Kapfik, şeklinde sıralamıştır. Önsözün sonunda da, şahıslar hakkında yazılan bu eserin bazı kişiler tarafından yararsız zan edildiğini, ancak bu şahısların yaptıkları işler ve büyük devletlerin politikaları üzerindeki belirleyicilikleri göz önüne alındığında, yararının açıkça görüleceğini belirtmiştir. Sahak Abro kitapla ilgili Meclis-i Maarif-i Umûmiye’ye vermiş olduğu dilekçesinde; kitap basıldığında gelirinin Takvimhâne-i Âmire’ye kalmasını, buna karşılık yapmış olduğu bu hizmetine mukabil rütbesinin üçüncü dereceye çıkarılmasını ve “mücelled akçesi” olarak da biraz maaş verilmesini talep etmiştir. Yapmış olduğu bu hizmetten dolayı istekleri kabul edilen Sahak’ın derecesi “rütbe-i sâlise”ye terfi ettirilmiştir.410 4.1.10. Emr’ül Acib fi Tarih-i Ehl-i Salib (Haçlılar Tarihi)411 Joseph Francois Michaud’un Hıstoıre des Croısades (Haçlı Seferleri Tarihi) adlı eserinin Âli Paşazade Ali Fuad Bey, Edhem Pertev (Paşa) ve Ahmed Arifi (Paşa) tarafından yapılan kısmi tercümesidir. Sekiz bölümden oluşan ve ilk üç haçlı seferini anlatan orijinal kitabın ilk üç bölümünün tercümesidir. 1. bölüm; M.S. 300 – 1095 yılları arasından bahsetmekte, BOA, İ.MVL., 298 / 12139 J.F.Michaud, Emr’ül Acib Fi Tarih-i Ehl-i Salib, (Çev: Ali Fuad, Edhem Pertev, Ahmed Arifi), İ.Ü.Nadir Eserler Kütüphanesi, No: EFKND1966 410 411 175 yani haçlı seferlerinin öncesini anlatmaktadır. Bu yıllarda Avrupa’nın Kudüs’le ilişkileri ve ilk hac ziyaretleri, İslamiyet’in doğuşu ve yayılışı, İran’ın parçalanışı, Paganlığın Müslümanlarca ortadan kaldırılması, Avrupa’daki bazı monarşi değişimleri, Halife Ömer’in Kudüs’ü alması, Piyer L’ermit’in hac seyahati, Fatımilerin Kudüs’ü alması, Türkler, Tuğrul Bey, Melik Şah, Selçuk boyları, Roma, Papa VII. Gregory, Papa III. Victor, Piyer L’ermit’in Papa 2. Urban ile görüşmesi, toplanan konsül ve haçlıların kışkırtılması gibi konulardan bahsedilmektedir. 2. bölüm 1096–1097 yıllarındaki ilk seferden ve yaşanan muharebelerden bahsetmektedir. İlk haçlı birliklerinin toplanması, İstanbul’a gelişleri ve İznik’i kuşatmaları ve yenilgileri… Yeni ve daha seçkin komutanlara sahip haçlı birliklerinin gelmesi ve Selçukluların İznik’i kaybetmesi, haçlıların güney Anadolu’ya ardından da Mezopotamya’ya ulaşması, bu bölümün konularıdır. 3. bölüm 1097–1099 yıllarında yaşananları anlatmaktadır; haçlıların Toros dağlarını aşıp Suriye’ye girmesi, Antakya’nın ele geçirilmesi, Piza ve Cenovalıların deniz desteğiyle haçlıların rahatlaması, Atabey Kürboğa ile mücadele, kutsal mızrak, Müslümanların yenilgisi, Antakya’da salgın hastalık, Halep sultanının yenilgisi, haçlıların Suriye’deki ilerlemeleri konularından bahsetmektedir. 4. bölüm sadece iki sayfadır ve haçlıların Kudüs’e ilerlemeye başladığından bahsetmektedir. Eserin basım yeri ve tarihi bilinmemektedir. Ancak önsözünde “Cevdet Paşa mufassal bir Osmanlı Tarihi yazdığı için biz de bu kitabı tercüme ettik” şeklinde bir ifade mevcuttur. 176 4.1.11- Kıt’a-i Afrika412 Danimarka asıllı Fransız coğrafya âlimi Conrad Malte-Brun’un Geographie Universelle adlı eserinin Afrika kıtasıyla ilgili kısmının, Encümen-i Daniş ikinci başkanı olan Hayrullah Efendi tarafından tercümesidir. Hayrullah Efendi tercümeye açıklayıcı bazı derkenarlar ilave etmiştir. Mütercim, eserin önsözünde Müneccim-i sani Osman Efendi’nin Asya ve Avrupa kıtalarına dair tercüme (ne yazık ki böyle bir çalışmaya rastlayamadık) yapmış olması sebebiyle kendisinin Afrika kıtası tercümesi yaptığını ifade eder. Eserin içeriğine baktığımızda, önce genel bilgiler başlığı altında Afrika kıtasının konumundan ve boyutlarından bahsedilmektedir. Ardından kısa kısa bölümler şeklinde Afrika’nın dağları, Afrika’nın nehirleri, Afrika’nın gölleri, Afrika’nın adaları gibi şeylerden bahsedilmektedir. Daha sonra Afrika’daki bölgeler ve ülkelerden bahseden bölümler mevcuttur. Burada Müslüman kuzey Afrika ülkelerinden daha geniş bahsedilmektedir. Bu ülkelerle ilgili sadece fiziki coğrafya değil beşeri coğrafya bilgileri de mevcuttur. Hatta bu ülkelerin ekonomik durumu, hayvan sayısı, asker sayısı gibi bilgilerden bahsedilmektedir ki bunların kaynak kitaptan mı alındığı yoksa güncel bilgilerin mi kullanıldığına dair bir açıklama yoktur. Kitabın sonunda bu eserin bir nüshasını Mustafa Reşid Paşa’ya sunduğunu belirtmektedir. 1268 (1852) yılı Rebi’ülahirinde İstanbul’da Mekteb-i Tıbbiye matbaasında basılmış olan eserin yazma nüshası da mevcuttur. C. Malte-Brun; Afrika Coğrafyası,( Çev: Hayrullah Efendi), İ.Ü. Nadir Eserler Kütüphanesi, No: NEKTY04232 412 177 4.1.12. İlm-i Tabâkâtü’l Arz (Jeoloji)413 Encümen-i Dâniş’in dahilî üyelerinden Mehmed Ali Fethi (ibn Osman bin Ahmed bin Muslihiddinil-maruf bur Rusçûkî) Efendi’nin tercüme etmiş olduğu bir jeoloji kitabıdır. Türkiye’de basılmış ilk jeoloji kitabı olma özelliğini taşıyan bu eserin tam ismi ‘Küre-i Arzın Evvel ve Ahirinden ve bi’l-cümle Mevâdd-ı Dâhiliye ve Hâriciyyesinden Bahs ü Beyan Eden İlm-i Tabakâtü’l-Arz’dır Fransız yer yerbilimcilerinden Elie De Beaumont (1798-1874) tarafından yazılmış olan bu kitap önce Arapçaya çevrilmiş daha sonra Ali Fethi Efendi tarafından Türkçeye kazandırılmıştır. Ali Fethi Efendi kitabı niçin tercüme ettiğini kitabın mukaddime kısmında şu satırlarla izah etmektedir: “Sâye-i maârifvâye-i hazret-i hüsrevânede Meclis-i Maarif ve Encümen-i Dâniş azalığıyla taltif ve takdir buyrulduğum eltâf ve iltifâta kemâl-i sürûr ve teşekkürümü isbat ve teşhir eder bir eser-i menâfi şemîr izhâr ve ibrâz eylemek zamir-i âbıdânemde câygîr olmasıyla eazzü ahibbâmızdan birisi ilm-i tabakat-ı arza dair Fransa lisanından Arabî’ye tercüme olunmuş bir kitabın Türkî’ye tercümesine tergîb ve teşvik etmekle…, işbu dâî-i Devlet-i Aliyye tevfîkât-ı celîle-i hazret-i sâmedânîye ile mazhar olduğum hidemât-ı aliyye-i ilmiyenin teşekküriyesi olmak ve eyyâm-ı saltanât-ı seniyyes-i hazret-i tâcidârînin evvel-i âsâr-ı ilmiyyesi bulunmak… Bu def’a dahî Encümen-i Dâniş’in belki Meclis-i Maarif-i Umûmiye’nin fenn-i maarifçe akdem-i âsâr-ı nâfiâsı olmak ve fazl-ı ilahî ile müşerref olduğum me’mûriyyet-i âbidânemin fârizâ-ı ilahî ile müşerref halimce edâ kılınmak emniyye-i hayriyyesiyle işbu kitâb-ı hikmet E.D. Beaumont, İlm-i Tabakat’ül Arz, (Çev: Mehmet Ali Fethi) Darüt-Tıbaatt’ül Amire, İstanbul, 1269 413 178 meymûn dahî huzur-ı menşeüs-sürûr-ı hazret-i şehriyâriye arz ve irâe buyrulması akdem-i âmâl-i muhlisânem bulunmuştur.”414 Mütercimin mukaddime kısmında da belirttiği gibi, İlm-i Tabâkât-ı Arz kitabı Encümen-i Dâniş’in, belki de Meclis-i Maarif-i Umûmiyenin fen bilimlerine ait ilk kitabıdır. Ders kitabı olarak hazırlanmamakla beraber, Türkçe başka bir jeoloji kitabı olmadığından 25 yıl süreyle bu eser okutulmuştur.415 Jeoloji teriminin ilk kez kullanıldığı bu esere ilişkin dikkat çeken bir nokta da Türkçeye tercümesi ve tab’ ettirilmesinin devlet ricali arasında fevkalâde bir rağbete mazhar olması ve kitabın baş tarafına 9 kişi tarafından Arapça, Farsça ve Türkçe takriz yazılmasıdır. Kitaba şu şahıslar takriz yazmışlardır. Sadr-ı sâbık devletlû, übbehetlû Âli Paşa Hazretleri, Devletlû, utûfetlu Ser’asker Mehmed Paşa Hazretleri, Hâlâ Vidin Valisi devletlû Abdurrahman Sami (ibnü’ş şeyh-i Ahmedî) Paşa Hazretleri, Meclis-i Vâlâ A’zasından devletlû Yusuf Kâmil Paşa Hazretleri, Sudûr-ı izamdan ve Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî ve Meclis-i Maarif Azasından semâhetlû Mehmed Rüşdi Efendi Hazretleri, Hariciye Nazırı atûfetlü Keçecizâde Kemal Efendi Hazretleri, Mekâtib-i Umûmiye Nazırı saâdetlû Kemal Efendi Hazretleri, Meclis-i Maarif A’zasından saâdetlû Subhî Beyefendi Hazretleri, Mütehayyizân-ı Müderrisîn-i kirâm ve Meclis-i Maarif ve Encümen-i Dâniş A’zasından mekremetlû Ahmed Cevdet Efendi. 414 A.g.e., s.7 H. Şıra, Rusçuklu Ali Fethi Efendi, Hayatı, Eserleri ve Hilyesi, Yayınlanmamış Y.Lisans Tezi, İstanbul, 2008 s.30 415 179 4.1.13. “Mufassal Tarih-i Umûmî” Yazdırma Teşebbüsü Encümen’in elimizde belgesi bulunan bir çalışması da; Mufassal bir Tarih-i Umumi yazdırılmak istenmesi ve bunun için de Encümen-i Dâniş’ten ve hariçten bazı kimselerin tayin edilmesi hususudur. Şöyle ki: Encümen-i Dâniş, mufassal bir tarih-i umûmî yazdırmak istemiş ve unun için de bir rapor kaleme alarak durumu Meclis-i Maarif-i Umûmiye’ye iletmişti. Meclis-i Maarif-i Umûmiye de, planlanan bu Tarih-i Umûmi’nin lüzumunu kabul ederek padişaha arz etmiş ve daha sonra padişahın da kabul etmesiyle faaliyetlerin başlaması hususunda irade-i seniyye sadır olmuştu416. Bu umumî tarihin yazılması konusunda Encümen’in Meclis-i Maarif-i Umûmiye’ye göndermiş olduğu raporda özetle şu hususlar üzerinde durulmaktadır; 1- Tarih ilmi, devlet ve millet hayatında çok önemli bir mevkie sahiptir. Fakat buna hakkıyla vakıf olabilmek için pek çok kitabını mütalaa etmek gerekir. Bunun için de ömürler yetmez. Eğer ki, mazideki devlet ve milletlerin genel durumlarını, birbirleriyle olan cüz’î ve küllî münasebetlerini, ne suretle kudret ve kuvvet kazandıklarını ve sonra hangi sebeplerden dolayı harabiyete yüz tuttuklarını özet mahiyetinde bildirmek için telif olunmuş olan umumî tarih kitaplarından birisini “ashâb-ı basiret”ten bir şahıs mütalaa etse, bu onun için kâfidir. Zaten bizdeki umumi tarih kitapları Arapçadır. Arap müellifleri bu mevzuya önem vererek, geçmiş ümmetlerin ve devletlerin ahvalini ve meydana gelen olayların hakikî sebeplerini layık-ı veçhile tahkik ve tetkik ederek tarih ilminde ilerlemişler ve belki de bu sebebe binaen bütün milletlere galebe etmişlerdir. Daha sonra Araplardan bu ilimle uğraşanlar azalınca son çağın tarihi olayları yazılamamış ve bu konu da meçhul kalmıştır. Yazılmış olan kitaplar 416 BOA, İ. DH., 264 / 16459 180 Türkçeye tercüme edilmeyince de halkımız bu ilimden gerektiği şekilde istifade edememiştir. 2- Eğer ki Batı dillerinden birinden bir umûmî tarih tercüme edilse kifâyet eder gibi zannolunsa da, onlarda da Asya ve Afrika’nın eski durumlarına ait bilgiler noksandır. Zaten aranılan malumatın ekserisi Avrupa’ya münteşir olan fünûn ve maarifin asıl ve esası ve bizim de hem dilimizin hem de dinimizin kaynağı olan Arapçada mevcuttur. Batılı dillerde yazılmış olan eserlere ihtiyacımız; sadece son çağ (kurûn-ı âhire)ın tarihi olaylarını tashih etmek içindir. Bunun için de bütünüyle Batılı eserlere müracaat etmek uygun olmayacağından iki tarafın malumatı birleştirilerek sonradan gelecek nesillere değerli bir hediye olmak üzere “Türkçe bir Tarih-i Umûmî” tertip ve telif olunması münasip görülmüştür. 3- Yazılacak eser hakkında ayrıca şu hususlar ifade edilmiştir: Arap ve Batı dillerinde yazılan tarih kitapları bir araya getirilecek ve her millet ve devletin her devreye ait ibretli durumlarını, vak’aların sebepleri ve vesilelerini şamil bir umûmî tarih yazılacaktır. Hazırlanacak olan bu çalışma, padişahın yapmış olduğu hayırlı eserlere güzel bir ilave olacaktır. Yazılacak bu eser şimdiye kadar yalızmış bütün tarih kitaplarından üstün ve “bergüzîde-i tesanif âsâr” denmeye layık bir güzel eser olacaktır. Bu büyük işin altından tek kişinin kalkmasına imkan olmadığından, cereyan eden müzakerelerin neticesi olmak üzere azadan bir kısmının buna namzed ve tayin kılınması kararlaştırılıştır. Fakat ekteki listede gösterilen Enis Efendi ve Aleko Encümen-i Dâniş azalarından olmamakla beraber kendilerinin bu işte fazlasıyla yardımları olacağından Encümen’in haricî azalıklarına tayinleri uygun görülmüştür. 181 Yazılacak tarih üç kısma ayrılacak ve bunun için de –ekte sunulan isimlerden– her bir kısım için azadan ayrı ayrı şahıslar tayin olunacaktır. Heyette bulunan şahıslar bu büyük eseri vücuda getirinceye kadar elbette pek çok kitaba ihtiyaç duyacaklardır. Onun için her birinin bütün tarih kitaplarını edinmesi ve çoğu da memur sınıfından olduklarından kütüphane kütüphane dolaşarak icap eden kitaplara müracaat etmeleri zor olacaktır. Bu sebeple herbir üyenin icab ettikçe müracaat edebilmesi için her çeşit tarih kitabının birer nüshası kütüphanelerden alınarak muvakkaten Darü’l-Maarife konulması uygun görülmüştür. Heyette Bulunan Şahıslar ve Yazacakları Kısımlar I. Kısım: İlk Çağlardan Hz. Musa (a.s.)’ya Kadar: 1. Semâhetlû Rüşdi Molla Efendi Hazretleri (Bu zatın başkanlığı altında komisyon çalışacaktır). 2. Ferik Saâdetlû İbrahim Paşa Hazretleri. 3. İstanbul Pâyelûlerinden Fazîletlû Hüsam Efendi. 4. Mevâlîden İlyas Efendi. 5. Müderrisînden Ahmed Cevdet Efendi. 6. Tercüme Odası Memurlarından Mösyö Sahak. 7. Encümen-i Dâniş haricî azalığına tayin edilen Enis Efendi. II. Kısım: Hz. Musa (a.s.)’dan Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) zamanına kadar: 1. Saadetlû Recaî Efendi. 2. Kemal Efendi. 3. Subhî Beyefendi. 182 4. Müneccimbaşı Osman Efendi. 5. Ali Fethi Efendi. 6. Redhouse. 7. İstefenaki. 8. Enücümen-i Dâniş haricî azalığına tayin edilen Takvimhane’de görevli Aleko. III. Kısım: Üçüncü kısım iki bölüme ayrılmıştır: Birinci Bölüm: Peygamberimiz (s.a.v.)’in hicretlerinden Osmanlı’nın zuhuruna kadar: 1. Ferik Saâdetlû Derviş Paşa Hazretleri. 2. Saâdetlû Ahmed Vefik Efendi. 3. Miralay Nureddin Bey. 4. Müderrisînden Ahmed Hilmi Efendi. 5. Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne Hocalarından Bogos. İkinci Bölüm: Osmanlı’nın zuhurunun günümüze kadar: 1. Saâdetlû Hayrullah Efendi Hazretleri. 2. Şam Mollası Aziz Efendi. 4.1.13.1. Tarih-i Umûmîden Bir Kısım417 Önsözde Encümenin genel bir tarih yazdırma kararının gerekçesinde belirtildiği gibi, tarihin öneminden bahsedildikten sonra tarihten yararlanmak için bütün tarih kitaplarını okumak gerekebileceği ancak bir genel tarih yazılırsa buna gerek kalmayacağı ifade etmektedir. Ardından Paris üniversitesinin eski hocalarından Sahak Abro, Tarih-i Umumiden Bir Kısım, Yazma, İ.Ü. Nadir Eserler Kütüphanesi, No: NEKTY01432 417 183 Mösyö Souvenn’in genel tarih eserini tercüme etmeye başladığını söyler. Bu çalışmayı orijinal eserdeki taksime uygun olarak birinci bölümünün Hz. Âdem’den Roma devletinin kuruluşuna kadar, ikinci bölümünün Roma ‘nın kuruluşundan Batı Roma’nın yıkılışına kadar, üçüncü bölümünün bu tarihten İstanbul’un fethine kadar, dördüncü bölümünün ise fetihten o güne yani 1851’e kadarki olayları kapsayacak ve her bir bölümü beş cilt olacak şekilde planladığını ve Padişah’ın uygun görmesi halinde ayda bir cilt tercüme edip takdim edeceğini belirttikten sonra, birinci cildi bu amaçla Encümen-i Daniş’e sunduğunu söylemektedir. Elimizdeki kitap, mütercimin yaptığı plana göre, birinci bölümdür ve başlığı; “Dünyanın yaratılışından Truva şehrinin ünlü kuşatmasına kadar olan olaylar”dır. Bu bölüm on altı bent şeklinde yazılmıştır. Birinci bent: Dünyanın yaşı beyanındadır. İkinci bent: Âdemoğlu’nun asıl vatanı beyanındadır. Üçüncü bent: Âdemoğlu’nun eski çağlardaki durumuna ilişkin bazı fikirler beyanındadır. Dördüncü bent: Truva şehrinin ünlü kuşatmasına kadar meydana gelen eski kutsal olaylar beyanındadır. Beşinci bent: Pers devletinin ortaya çıkışı beyanındadır. Altıncı bent: Asurlu’nun geçmişteki durumu hakkındadır. Yedinci bent: M.Ö. 1270 yılında Babil ve Ninova şehirlerinin durumu beyanındadır. Sekizinci bent: Eski devirde Fenike denilen Beyrut civarındaki sahil bölgesinin geçmişi beyanındadır. Dokuzuncu bent: Çerkezlerin yaşadığı yerler, Rusya ve Tataristan bölgelerinin geçmişi hakkındadır. Onuncu Bent: Beyrut-Şam sahillerinin ve Arapların bazı durumları beyanındadır. On birinci Bent: Mısır’ın geçmişi hakkındadır. On ikinci bent: Anadolu’nun geçmişi hakkındadır. On üçüncü bent: Yunanistan’ın geçmişine dairdir. On dördüncü bent: Girit adasının geçmişine dairdir. On beşinci bent: Truva şehrinin ünlü savaşına dairdir. On altıncı bent: İtalya’nın geçmişine dairdir. 184 Kitabın devamı mahiyetinde başka bir esere rastlayamadığımız ve buna dair bir arşiv belgesi de bulamadığımız için mütercimin beklediği ilgiyi görmediği anlaşılmaktadır. 4.1.13.2. Tarih-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniye418 Encümen-i Dâniş’in ikinci başkanı Hayrullah Efendi tarafından yerli ve yabancı kaynaklardan yararlanılarak kaleme alınan bu eser 18 ciltten oluşmaktadır. Asıl adı Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye Tarihi olup literatüre Hayrullah Efendi Tarihi adıyla geçmiştir. Encümen-i Daniş'in kurulduğu (1851) sıralarda yazımına başlanarak 1853-1865 yılları arasındaki zaman içinde muhtelif aralıklarla on beş cilt halinde ortaya çıkan eser, müellifin ölümüyle yarım kalmış olmakla beraber Osmanlı tarih yazıcılığında alışılmışın dışındaki farklı zihniyet ve tutumdan dolayı özel bir yere sahip olmuş ve bir kaynak değerini kazanmıştır. Hayrullah Efendi'nin, kendi devrinin hükümdarı Sultan Abdülmecid zamanını da (1839–1861) içine alacak şekilde, otuz iki Osmanlı padişahından her birinin saltanat devresine ayrı bir cilt tahsis etmek üzere planladığı eser, Osmanlı tarihinin Ertuğrul Gazi çağından başlayarak Sultan I. Ahmed'in ( 1603–1617) saltanatı sonuna kadar ancak on dört padişahın yer aldığı bir kesimini kapsamaktadır. Eser, 1872– 1875 yılları arasında Divan-ı Ahkam-ı Adliyye müfettişi Ali Şevki Efendi tarafından Zeyl-i Tarih-i Hayrullah Efendi adı altında tamamlanmak istenmişse de I. Mustafa, II. Osman, IV. Murad ve Sultan İbrahim’in saltanatlarının ele alınıp 1648'e kadar zeyl edildiği üç ciltten sonra bu teşebbüsün de sonu gelmemiştir. Hayrullah Efendi Tarihi, Ali Şevki Efendi'nin zeyilleriyle beraber 1853–1875 yılları arasında bazıları 418 Hayrullah Efendi, Ali Şevki, Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye Tarihi, 18 Cilt, İstanbul, 1269-1291 185 iki defa olmak üzere her biri 69 ile 237 sayfa arasında değişen, toplam 2054 sayfa hacminde on sekiz cüz halinde yayımlanmıştır. Hayrullah Efendi bu eserini "usul-i cedid üzre" dediği bir metot takip etmek suretiyle meydana getirdiğini sık sık belirtmektedir. Bütün ciltlerinde uyguladığı bir plan gereğince her bir padişahın saltanat devresine rastlayan tarihi hadiseler üçlü bir çerçeve içinde ele alınmaktadır. Bahis konusu edilecek devreye giriş olmak üzere her defasında önce doğuda ve batıdaki devletlerin siyasi. askeri ve içtimai durumlarına göz atılarak dünyanın o çağda ne halde bulunduğunu gösteren umumi bir tablo çizilir. Ardından kitabın ağırlık merkezini kuran her ikinci fasılda, cildin kendisine tahsis edildiği padişahın saltanat süresinde Osmanlı Devleti'nin askeri, siyasi ve içtimai hadiseleri üzerinde durulur; bunu da buraya kadar bahis konusu edilmiş hadiseler üzerinde tahliller yürütülüp aralarında münasebetler kurulan "muhakeme faslı", bazen de "fezleke" dediği bir üçüncü fasıl takip eder. Eserinin terkibi bir mahiyet taşıyan muhakeme fasıllarında Hayrullah Efendi Osmanlı tarihini ele aldığı devrin umumi tablosu içine yerleştirmeyi, o çağın hadiseleriyle olan bağlantılarını göstermeyi hedeflemiştir.419 Hayrullah Efendi, vak'aları seçici ve eleyici bir zihniyetle "vekayi-i cesime" ve "vekayi-i âdiye" olarak iki ayrı sınıfta değerlendirir. Vekayi-i cesimeden saydıkları, devlet ve milletin belirli bir zaman dilimindeki hayatına yahut geleceğine tesir edecek çapta kuvvetli ve sarsıcı akisler meydana getiren, çok defa sosyal bünyeye, içinde bulunulan devlete veya bir siyasi hâkimiyete yön verecek güçte olan hadiselerdir. Vekayi-i adiyye ise toplum hayatında her zaman olagelen hadiseler, tesir ve şümulleri kendi dairelerinden dışarı taşmayan fiillerdir. Hükümdarın ava Ö.F. Akün, “Hayrullah Efendi Tarihi”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.17, ss.76-79, İstanbul, 1998, s.76 419 186 gitmesi, huzurunda cereyan eden bir bayram merasimi veya bir elçi kabulü, saray düğünleri, donanmalar ve şenlikler, sürre alayı uğurlamaları, tevcihat, tayinler vb. bu ayırımda vekayi-i .adiyye sınıfı içinde yer alır. Hayrullah Efendi, tarihten asıl beklenen şeyin geçmişin olayları arasında bağlantılar kurarak bunların sebep ve neticelerini araştırıp ortaya koymak, özellikle de hal ve gelecek için mesajlar verip uyarılarda bulunmak olduğunu söyler ve Osmanlı tarihçilerini bu vazifeyi yerine getirmediklerinden dolayı kusurlu bulur. Batılı tarihçilerin İslam ve Osmanlı tarihine dair eserlerinde dini ve kavmi taassupla hareket ederek düşmanca görüş ve beyanlarla gerçekleri çarpıtmakta oluşları kadar doğulu tarihçilerin de çoğunlukla mezhep taassubu, hanedan tutma, siyasi otoriteye veya hâkim zihniyete yaranma, kavmiyet duygusu gütme gibi davranışları ile gerçekten uzaklaşmış bulunmalarını çekinmeden yerer.420 Tarafsızlık ve tahlili görüşle tarihin verdiği mesajlara ulaşmak Hayrullah Efendi'nin tarih anlayışının iki temel prensibidir. Eserinde sık sık bu noktanın üzerine gelen Hayrullah Efendi, eski tarihlerimizin bu bakımdan zaaflarla dolu olduğuna örnekler vermek suretiyle tekrar tekrar işaret eder. Mesela Fatih Sultan Mehmed'in 1456 yılındaki Sırbistan seferinde düşman önünde uğradığı başarısızlık (C.VIII; ss.96–97), İspanya Müslümanlarının Hıristiyan zulmü altında yaşamakta olduğu felakete Osmanlı Devleti'nin önceleri ilgisiz kalışı (C.IX; s.48) gibi hadiselerin Osmanlı tarihçilerinin eserlerinde yer almaması veya basit birkaç çizgiyle geçiştirilmiş olması vakıasına önemle dikkat çekerek bu davranışın tarihten beklenen vazifeyi nasıl yok ettiği, onun ibret verici rolü bakımından elde edilecek istifadenin ne derece kaybolduğu meselesini işler. 420 A.g.m, s.77 187 Hayrullah Efendi, eserinde teklif mahiyetinde bazı yeni görüşler ve birtakım orijinal dikkatler de getirmektedir. Bunların en kapsamlısı, Batı'nın kendine göre koyduğu tarihin yaygın ve klasikleşmiş devre taksimine karşı İslam ve Osmanlı tarihi bakımından yaptığı yeni bir devrelere ayırma teklifidir. Avrupalıların insanlık tarihini, zaman içinde geçirilmiş büyük değişme ve farklılaşmaları dikkate alarak ilk çağ (kurun-ı ûla), orta çağ (kurun-ı vusta) ve son çağ (kurun-ı ahire) olmak üzere üç devreye, bunları da kendi içlerinde bazı kısımlara ayırmaları yerinde olmakla beraber, İslamiyet'in doğuşu ve Osmanlı Devleti'nin dünya sahnesine çıkışı gibi tarihin gidişine yön verecek çapta ve çağ yaratıcı birer başlangıç noktası getiren iki büyük hadise olmak itibariyle, artık tarih kitapları "usul-i cedid üzre" hazırlanırken bu iki mühim vakıayı göz önünde bulunduracak yeni bir devre taksiminin yapılmasına gerek bulunduğunu söyler ve bu yolda yaptığı bir devrelendirişi Encümen-i Daniş ' in kabulüne havale eder. Buna göre Ortaçağ'ın sonu Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye hicretiyle kapanmakta. Yeniçağ'ın başlangıcını da Asr-ı saadet teşkil etmektedir. Altı asır boyunca dünya siyasetini meşgul etmiş olan Osmanlı Devleti'nin ortaya çıkışı ve teşekkülü de Yakınçağ'ın başlangıcı için bir hareket noktası olarak kabul edilmelidir. 421 Hayrullah Efendi Osmanlı tarihinde biri yükseliş, diğeri düşüş olmak üzere iki esas devre görmektedir. Jeopolitik yönden önemli olan yerleri bir bir hudutları içine alırken idari teşkilatının da gittikçe yerine oturduğunu belirttiği Osmanlı Devleti'nin, uğranılan Timur yenilgisi üzerine dağılma tehlikesiyle yüz yüze gelip Çelebi Sultan Mehmed'in derleyici rolü ardından gelen, dört padişahın saltanatları boyunca devamlı yükselişe geçtiğini ve "müceddid-i sani" diye vasıflandırdığ ı Fatih 421 A.g.m, s.78 188 Sultan Mehmed'in zamanında imparatorluk mertebesine yükseldiğini, I. Selim'in gayretleri ve Kanuni Sultan Süleyman'ın büyük başarı ve zaferleriyle de bu yükselişin zirveye vardığını, eserinin ilk on bir cildinde çeşitli yönleriyle açıklayarak sonraki ciltlerde gerileyiş sürecini ele alır. Eserinin XII. cildinden itibaren çöküş devresini takip ederek geldiği 1. Ahmed devrini içine alan ve yazabildiği sonuncu cildin fezlekesi olan fasıl (XV, 7583), sadece bu hükümdar zamanının muhakemesi halinde kalmayarak imparatorluğun bütün çöküş şart ve sebeplerinin geniş bir perspektiften muhasebe ve izahını verir. Hayrullah Efendi eserin XIV. cildinde, “İtiraf-ı Kusur-ı Müverrih” başlığıyla Osmanlı tarihine ilaveten, bahsettiği dönemdeki diğer İslam devletleri ile Hıristiyan devletleri ve bunların politikaları hakkında bilgi vermesinin bazı kişilerin itirazlarına sebep olduğunu belirtmiş, ancak kendisinin yeni bir şey yapmaya çalıştığını belirterek bunları dikkate almayacağını, eserini aynı şekilde yazmaya devam edeceğini ifade etmiştir.422 Hayrullah Efendi Târihi'nin diğer bir önemli yönü de kullanılan kaynakların zenginliğiyle kendinden önceki Osmanlı tarihçilerinden çok ileride oluşudur. Eserinde Şükrullah 'ın Behçetü't-tevârih'inden başlayıp Bihişti Ahmed Sinan Çelebi, Enverî, Neşrî, Edirneli Ruhi, İdris-i Bitlisî, İbn-i Kemal, Celalzade Mustafa, Feridun Bey, Hoca Sadeddin, Seyyid Lokman, Kâtip Çelebi, Solakzade Mehmed Hemdemi, Kara Çelebizade Abdülaziz, Hezarfen Hüseyin, Murtazazade Nazmi'yi içine alarak Naima'ya kadar uzanan silsilede Osmanlı tarihinin önde gelen kaynaklarının çoğu yer almıştır. Eserinin umumi tarihe yönelik kısımları için de Reşidüddin'in Câmi'u 't- 422 Hayrullah Efendi, a.g.e, C.14, s.2-4 189 tevârih'i, İbn Haldun'un el-İber ve Mııkaddime'si, Bedreddin el-Aynî'nin 'İkdü'lcümân'ı, Şerefeddin Ali Yezdi'nin Zafernâme'si, Mirhand'ın Ravzatü'ş-şafâ'sı, Handmir'in Habibü's-siyer'i, İskender Bey Münşî'nin Târih-i 'Alem'Ârâ-yı Abbâsi’si, Babürlü Hükümdan Cihangir'in Tüzük-i Cihângiri'si (Tezkire-i Cihangir), Ahd-i Hümayun Müneccimbaşı'nın Sahaifü'l- ahbâr'ı (Cami'u'd-düvel) gibi eserlerden faydalanmıştır. Hayrullah Efendi Târihi'nin kaynakları bakımından bir başka değeri, İbn Kemal'in Tevarih-i Al-i Osmân'ı, Feridun Bey'in Münşeâtü's-selatin'i, hekim ömer Şifai'nin Târih-i Şifâ adlı eseri, Edirneli Ağazade Örfi Mahmud Ağa'nın Mefhumü't-tevârih'i, Çeşmizade Mustafa Reşid'in Tilrih'i, Sa'di-i Cem'in Vâkıât-ı Sultan Cem'i, Feridun Ahmed Bey'in Nüzhetü '1-ahbâr'ı, gibi eski müelliflerce pek az faydalanılmış hatta başkalarınca hiç görülmemiş eserlerin de kullanılmış olmasıdır.423 Hayrullah Efendi'nin eseri sonraki tarih çalışmalarına değişik ölçüde kaynaklık yapmış ve tesirini sürdürmüştür. Mustafa Nuri Paşa' nın Netâyic’ül Vukuat'ına öncülük ettiği gibi Namık Kemal'in Osmanlı Tarihi'nin de başlıca kaynaklarından biri olmuştur. Telif edilişi üzerinden geçen uzun zaman içinde ortaya çıkan birçok yeni kaynağa ve Osmanlı tarihi hakkında büyük çaplı kitaplara ve etraflı incelemelere rağmen derli toplu hali, kuvvetli tesbitleri, günümüzde kendilerine erişmek imkanı kalmamış eski kaynaklardan gelen bilgi mevcudu ile Hayrullah Efendi'nin kitabı en yeni çalışmaların referans ve bibliyografyalarında dahi yer almaktadır. Avrupa şarkiyat âlemi ilk ciltlerinin çıkışından itibaren Hayrullah Efendi Tarihi'ne yakın ilgi göstermiş, öbür ciltlerinin her biri çıktıkça bunları da ilmi 423 Ö.F. Akün, Hayrullah Efendi Tarihi, s.78 190 mecmualarda tanıtmakla kalmayıp yapılan yeni baskılarını bile haber vermiş, gerektikçe yeni ciltlerden bazılarını ayrıca değerlendirmiştir. İlk üç cildi yayımladığında Hammer, içinde kendi eseri hakkında tenkidi ifadeler bulunmasına rağmen, kitabı "pek dikkate değer bir eser" diye takdirle karşılamış, onun ölümünden sonra da eserle ilgili tanıtıcı haberler devam etmiştir. 4.1.13.3 Osmanlı Tarihi Encümenin dâhili üyelerinden Mektubizade Abdülaziz Efendi tarafından yazılmıştır. Mufassal bir Tarih-i Umumi yazdırma girişiminde, Hayrullah Efendi ile birlikte Osmanlı Devletinin tarihini yazmakla görevlendirilmiş olan Abdülaziz Efendi, Bursalı Mehmed Tahir’in belirttiğine göre424, Yıldırım Bayezid dönemine kadar olan bu tarihi yazmıştır.425 4.1.14. Sözlük Hazırlama Girişimi Encümenin faaliyetleri çerçevesinde bir de sözlük yazılması kararı alınmıştır. Bu sözlükle, köken olarak Arapça, Farsça ve diğer ecnebi dillerinden olup da dilimize girmiş bulunan kelimelerin belirlenerek, yaygın kullanılanların kendi dilimizden addedilmesi, bunların dışında kalanların ise dışarıda bırakılması kararlaştırılmış ve bunun için de bir komisyon kurulmuştu.426 Fakat şu ana kadar bu komisyonun üyeleri ve böyle bir eserin yazılıp yazılmadığı tespit edilememiştir. 4.1.15. İmlâ Çalışmaları Encümen-i Dâniş’in, almış olduğu kararlardan birisini de, 1271 (1854) tarihli devlet Salnamesi’nden öğreniyoruz. “Faide” başlığı altında duyurulan bu habere göre, (elif) harfinin üzerine konulan med (—) işaretiyle (A) ve üstün ( ' ) ile (E) Bursalı Mehmed Tahir, a.g.e. C.III, s.27 F. Babinger, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, Çev: Coşkun ÜÇOK, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.,Ankara, 1982,. s.389 426 Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, s.58 424 425 191 Harflerinin, (vav) harfinin üstüne ve altına konulan Arapça 7 (٧) ve 8 (٨) rakamlarıyla da (o,ö,u,ü) harflerinin yanlışsız olarak okunması hedeflenmiştir. Ayrıca bu yılki (1271) Devlet Salnamesi’nde yabancı isimler yukarıdaki alınan kararlara göre yazılarak, uygulaması da bi’l-fiil yapılmıştır. Encümen’in almış olduğu bu kararı önemine binaen aynen aşağıya alıyoruz “Lisân-ı Türkîde sekiz nev’i hareke olduğu halde, alâmâtı üçe münhasır olduğundan pek çok kelimâtın ve hususiyle esâmî-i ecnebiyyenin okunmasından zahmet çekildiğine mebni Encümen-i Dâniş kararı üzere bir takım işârât ile harekât-ı mezkûre yek diğerinden temyiz olunup, tafsilatı Medhal-i Kavaid nam risalede muharrer ise de, bu senenin salnamesinde ecnebi isimleri ol işârât-ı mahsûsâ ile tahrîr olunduğundan burada dahî bir ifâde-i icmâliyeye ibtidâr olunur. Şöyle ki: Ağır fetha üzerine med işareti vaz’ olunarak fethâ-ı hafifeden temyiz olunur. gibi. Zamme’nin dört kısmı dahî yedi ve sekiz rakamlarıyla fark olunur. İntikam manasına -------- -aded manasına Bu çalışmalardan gibi.” başka, Encümen-i Daniş ile Amerika Birleşik Devletlerindeki bazı üniversite ve enstitüler arasında birkaç yazışma ve kitap alışverişi olduğunu biliyoruz. Örneğin, Washington’daki Simithsonian Enstitüsünden esas olarak enstitüyü tanıtan ve çalışmalarını anlatan bazı eserlerin gönderildiğini biliyoruz.427 Oradan gelen şeylere dair bir belgeye rastlamamakla beraber, Boston şehrindeki Harvard Üniversitesi’ne de bazı kitaplar gönderildiğine dair bir belge mevcuttur.428 427 428 BOA, A.AMD, 31/4 BOA, HR.MKT, 45/88 192 4.2- Encümenin Faaliyetlerinin Amacı Encümen-i Daniş’in tespit edebildiğimiz bu eserlerine ve girişimlerine baktığımızda; birinin jeoloji, birinin ekonomi-politik, birinin coğrafya, birinin politika ve ahlak, üçünün dil ve sekizinin tarih ile ilgili olduğunu görmekteyiz. Kesin olarak Encümenin karar aldığını bildiğimiz çalışmalar ise sadece dil üzerine olanlar ile tarih üzerine olan çalışmaların bazılarıdır. Ancak nizamnamede, kendiliğinden bir eser yazan veya tercüme edenlerin de teşvik edileceği ve eser beğenilirse ödüllendirileceği belirtildiğinden, bu dönemde Encümen üyeleri tarafından yazılan bazı eserleri de Encümen-i Daniş’in faaliyetleri arasında zikrettik. Bu noktada bizim dikkatimizi çeken husus, çalışmaların tarih ve dil üzerine yoğunlaşmış olmasıdır. Bunun neden böyle olduğu hususunda Karaçavuş; “Encümen üyeleri arasında, özellikle pozitif bilimler alanında faaliyet gösterebilecek üyelerin çok az olduğu, bu nedenle çalışmaların tarih, edebiyat, dil gibi kültür alanlarına kaydığı biçiminde düşünceler bulunduğunu da aklımızda tutmamız gerekmektedir”429 demektedir. Ancak meselenin bu kadar basit olmadığı görüşündeyiz. Öncelikle neden tarih üzerinde yoğunlaşıldığını anlamaya çalışacağız. Bu dönemde Avrupa’da da tarihe fazalsıyla önem verilmektedir, hatta “bazı fesefe tarihçilerinin 19. yüzyıla tarih yüzyılı adını verdiklerini görüyoruz…. Avrupa, Devrim'in yol açtığı sarsıntılarla çalkalanmaktadır ve bunun tarihsel ve siyasal sebeplerini araştırmak, irdelemek ve yol açtığı olumsuzlukları gidermek istemektedir.”430 Osmanlı aydınlarının Avrupa’daki bu durumu ne ölçüde takip ettiklerini bilmiyoruz ancak Osmanlı Devleti, kendisi de sıkıntılı bir dönem yaşamakta, hatta beka endişesi taşımaktadır. Avrupa’da tarihe ilginin yoğunlaştığını Karaçavuş; Tanzimat Dönemi Bilim Cemiyetleri, s.175 D. Özlem; “Felsefi Hermeneutiğe Geçiş Yolu Olarak Tarihselcilik”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.40, s.1, Ankara, 1999, s.131 429 430 193 farketmemiş olsalar dahi devlet adamları kendi problemleri sebebiyle tarihe daha fazla önem vermiştir diyebiliriz. Hatta yine sıkıntılı bir dönemin ardından gelen Lale Devrinde de, kurulan tercüme heyetlerinin çalışmalarının çoğunun tarih üzerine olduğu düşünüldüğünde bu yaklaşım daha da belirginleşir. Nitekim Tanpınar; “Tanzimat devrinde yenilik hareketinin başında bulunanların memleketi siyasi terbiyesini sağlamak ve ona bir ufuk açmak için bu tarih disiplinini lüzumlu gördükleri anlaşılıyor”431 şeklinde bu durumu ifade etmiştir. Zira “İnsanlığın var oluş ve yaşam süreci göz önüne alındığında, bugünkü ulaşılan gelişme düzeyinin, tecrübî bir birikim ürünü olduğu ortadadır. İnsanlar karşılaştıkları her bir soruna, yeni baştan çözüm aramaya kalkışsalardı, dünyamızdaki zihinsel ve teknolojik gelişmenin hangi düzeyde olabileceğini tasavvur dahi etmek güçtür. Bu nedenle, geçmiştekilerin tecrübeleri, sürekli daha sonrakilere bir alt yapı oluşturmakta, adeta merdivenin basamaklarını teşkil etmektedir. İşte tarih bu noktada devreye girmekte ve tecrübî birikimin daha sonrakilere aktarımına katkıda bulunmaktadır. Tarihsel doküman, tekâmül merdiveninin harcını oluşturmakta, tarihçi ise ustalığını yapmaktadır.”432 “Tarih kavramının ikinci anlamına göre, kültürü meydana getiren unsurlar, tarihin inceleme ve araştırma kapsamına girmektedir. Bütün kültür unsurlarının zaman içindeki durumlarının ve gelişmelerinin incelenmesi sonucu ortaya çıkan bileşke tarihi meydana getirmektedir. Tarih, geçmişin ortak kültür mirasını bugüne aktarmakta, bununla birlikte insanı geçmişin yükünden ve ağırlığından kurtarmaktadır. Bu miras, kişi veya topluma ne olduğunu, niçin ve nasıl böyle olduğunu açıklar. İnsan, ortak kültür mirasının şuuruna eriştiği andan itibaren, kendini o miras karşısında hür hissedebilmektedir. Bu durumda insan, onu kabul ve A.H. Tanpınar, a.g.e. s.145 H. Uzun, “Tarih Bilimi ve Tarihte Nedensellik”, Gazi Üniversitesi Kırşehir Eğitim Fakültesi Dergisi C.7 S.1, ss.1-13, Kırşehir, 2006, s.3 431 432 194 reddedebilir. Bugünü anlamak, gelecek için hazırlanabilmek, sağlam ve doğru bir tarih şuuru ile mümkündür.”433 “Tarih, geleneğin kuşaktan kuşağa aktarılması ile başlar; gelenek ise geçmişin alışkanlık ve derslerinin geleceğe taşınmasıdır. Geçmişte olup bitenler, gelecek kuşakların yararlanması için kaydedilmeye başlanır. Hollandalı tarihçi Huizinga, tarihi düşünüş her zaman bir amaca hizmet eder (teleolojiktir) demiştir.”434 Tarihin genel özellikleri ve etkileriyle ilgili olarak bunları ifade ettikten sonra, bir değişim döneminde tarihe neden önem veya öncelik verildiğini ortaya koymak için şu alıntıyı yapmak istiyoruz: “Bir yerlerden gelmiş olduğumuz inancı, bir yerlere gitmekte olduğumuz inancıyla sıkı sıkıya bağlıdır. Gelecekte gelişme yeteneğine inancını kaybeden bir toplum, geçmişindeki ilerlemeyle ilgilenmekten de çabucak vazgeçer.”435 Dil konusuna önem verilmesi ise daha önceden başlamıştır diyebiliriz. Giriş bölümümüzde Beşiktaşlı ulema grubundan Kethüdazade Arif Efendi’nin bu konudaki sözlerinden bahsetmiştik. Sultan II. Mahmud’un da eğitim dilinin Fransızca olması kararlaştırılan Tıbbiyenin açılış konuşmasında “sizlere Fransızca okutmaktan muradım Fransız lisanı tahsil ettirmek değildir. Ancak fenn-i tıbbı öğretip refte refte kendi lisanımıza almaktır”436 şeklindeki sözleri, XIX. Yüzyılın başlarından itibaren Türkçe konusunda bir hassasiyetin var olduğunu bize göstermektedir. K. Koçak,; “1983 Ortaöğretim Kurumları Tarih Programının Değerlendirilmesi (Alan AraştırmasıAnkara Örneği)”, Kastamonu Eğitim Dergisi, Cilt:8, No: 1, s.147 434 E.H. Carr, Tarih Nedir?, (Çev: Misket Gizem Gürtürk), İletişim yay. İstanbul, 2011, s.168 435 A.g.e., s.195 436 . Bu nutuk tıbbiyenin açılışından (1242) 50 yıldan fazla zaman geçtikten sonra (1299 yılında) Ceride-i Havadis gazetesinde yayınlanmıştır. Bu yüzden II. Mahmud’un gerçekten bu sözleri söyleyip söylemediği konusunda biraz şüphe vardır. Ancak Besim Ömer Paşa’nın Nevsal-i Afiyet isimli eserinde bir fermandan bahsedilmekte ve bu fermanda da Padişahın; “Gerek asakir-i şahanemiz ve gerek memalik-i mahrusamız içün etıbba-yı hazıka yetiştirmeğe acilen ihtiyacımız olduğundan, şimdi 433 195 Türkçenin geliştirilmesi Encümen-i Daniş’le resmi bir hedef halini almış, Encümenin işlevini yitirmesinden sonra da bu amaç doğrultusunda bir takım girişimler devam etmiştir. İlk ayan meclisi üyelerinden Ahmet Rıza Bey, 1893 yılında Sultan II. Abdülhamit’e yazdığı bir layihada uzun uzun Türkçenin kötü durumundan bahsedip, İstanbul’da bir Akademi tesisi ile lisanımızın ıslahına edilecek hizmet yalnız hüsn-i niyet-i şahanenize havale edilmiş bir şeref ve muvaffakiyettir diyerek bir dil akademisi kurulmasını teklif etmiştir.437 İhsanoğlu bu konuda “Ahmed Rıza Bey’in Akademi teklifinin dil ile ilgili bulunması ve 1850’lerden beri devam ede gelen değişik resmi ve gayri-resmi kuruluşların baş hedefinin dil probleminin halli olması, dil meselesinin Osmanlı münevverinin, en başta gelen sıkıntısı olduğunun bir işareti sayılabilir”438demektedir. XIX. Yüzyılın ikinci yarısında olması bir ölçüde normal olsa da, henüz Türk milliyetçiliği gibi bir düşüncenin olmadığı dönemlerde dahi bazı üst düzey kişilerin dil hassasiyeti göstermesi gerçekten de dikkat çekici bir durumdur. Bahsettiğimiz bu Türkçe hassasiyetinin sebepleri konusunda da çeşitli görüşler ileri sürülmektedir. Örneğin Karaçavuş, “Doğrudan ve dolaylı amaç olarak dilin geliştirilmek istenmesi ve bu amaçla, sonucu getirilmese de bir takım girişimlerde bulunulması, nizamnameye “…fünun ve sanayi’e dair yazılacak kitapların amme-i nasın anlayacağı surette adi Türkçe olmasına dikkat ve ihtimam olunacağına” dair bir takım ibarelerin konulması ve Ahmet Cevdet Paşa’ya yazmayı üstlendiği tarihi, herkesin anlayacağı bir dilde yazmasının öğütlenmesi, halkın bir tarafdan muhtac olduğumuz etıbbayı yetiştirip hidemat-ı lazimede istihdam ve diğer tarafdan dahi, fenn-i tıbbı kamilen lisanımıza alıp, kütüb-i Türkçe tedvine say ü ikdam etmeliyiz.” Dediği ifade edilmektedir. H. Hatemi, Y. Işıl, a.g.e. s.19-20 437 M. Aktepe; a.g.e., s. 26-27. 438 E. İhsanoğlu, Modernleşme Süreci İçinde Osmanlı devletinde İlmi ve Mesleki Cemiyetleşme Hareketlerine Genel Bir Bakış, s.20 196 anlayacağı bir dilin ortaya çıkması için çabaların başladığını göstermektedir. Böylece geleneksel olarak ıslahatlarla, yeniliklerle ve modernleşme ile halkın ilişiğini kurmayan devletçi anlayış, yavaş yavaş halka doğru yönelme hareketini hızlandırmak istemektedir…Osmanlı yönetici aydınları, XVII. Yüzyıl düzenlemelerinin aksine gelişim ve değişim halkla ilişkisini artık kesinlikle kurmuş bulunuyorlardı.”439 Demek suretiyle genelde reformların, özelde de bilimsel çalışmaların halka benimsetilmesi için dil üzerinde durulduğunu ifade eder ki; Sultan Abdülmecid’in 1845 yılındaki fermanındaki halkın cehaletinin giderilmesi için çalışılması yönündeki emrinin bir gereği olarak düşünülebilir. Akyüz ise bu konuda “Takvim-i Vekayi’nin ilk sayısına ait provaları gören II. Mahmut’un, halkın bu dili anlamayacağı gerekçesiyle, yazıların halkın anlayabileceği bir dille yazılmasını istemesinden tam yirmi yıl sonra bu önemli konu, resmi bir ilmi kuruluşun görevleri arasında da yer almak bakımından, ayrı bir değer taşıyor.”440 diyerek yine benzer bir yaklaşım sergilemiştir. Ülkütaşır ise Türkçenin geliştirilmesini ve yazılacak eserlerin halkın anlayacağı şekilde olmasını aynı yaklaşımla, fakat daha idealistçe “Encümenin bu davranışı aynı zamanda halka doğru ülküsünün Türkiye maarifinde inkişafına da bir başlangıç oluyordu” şeklinde açıklamaktadır. Bu yaklaşım büyük ölçüde doğru olmakla birlikte bizce eksiktir. Encümenin kurulmasına dair belgelere bakıldığında, önce Darülfünun’da okutulacak kitapların hazırlanması, sonra bütün bilim dallarında telif veya tercüme Türkçe bilimsel eserler yazılması, daha sonra da Türkçenin geliştirilmesi görev olarak belirlenmiştir. Çünkü birini yapabilmek için önce diğerini yapmak gerektiği anlaşılmıştır. 439 440 Karaçavuş, Tanzimat Dönemi Bilim Cemiyetleri, s.173 K. Akyüz, a.g.e. s.25 197 Bizce meselenin bundan daha önemli tarafı ise dilin genel manada insan ve toplum için önemidir. Çünkü dil bir iletişim aracı olmaktan önce düşünme aracıdır ve düşünce üzerinde fazlasıyla belirleyicidir. “Hangisi olursa olsun dil, insanın evrene bakışını, onu bütün veya parçalar olarak algılama biçimini belirlemekte, en azından bunun için önemli katkıda bulunmaktadır. Herder’e göre her millet düşündüğü gibi konuşur, konuştuğu gibi düşünür. Dahası her millet kendi dilinde, doğrularıyla yanlışlarıyla, yaşadıkları tecrübeleri depolar ve bunları sonraki kuşaklara dil vasıtasıyla aktarır. Böylece geçmişte yaşanan hatalar, en azından bunların belli bir bölümü yeni kuşakların evrene, doğruya, iyiye ve güzele bakışlarının belirlenmesinde katkıda bulunur. İnsanoğlunun genelde soyut ideal değerler olarak gördüğü ve zaman ve mekân kayıtlarına bağlı olmadıklarına inandığı değerler dahi Herder’e göre dil vasıtasıyla milli bir karakteristiğe bürünmektedirler. Bizim, gerçeği kavrayışımız, estetiği hissedişimiz ve fazilete sarılışımız ancak kendi dilimizin bize gösterdiği anlayış, hissediş ve sarılma şekli ve içeriğiyle gerçekleşebilir. Şu halde dil, ne sırf bir araç ne de sırf bir içeriktir. Aksine o bir anlamda, bilginin ona göre şekillendiği bir kalıptır. Öyleyse dil: Her türlü insani bilginin sınırlarını çizen ve kapsamını belirleyen bir olgudur.”441 Dilin doğrudan kültürle ilişkisi konusunda da şu sözler yeterince açıklayıcıdır: “dil insanların hayat karşısındaki davranış tarzına göre biçimlendiğinden, doğrudan doğruya kültürün ayrılmaz bir parçası olarak karşımıza çıkıyor. Bu gerçeği göz önünde bulunduran dil bilimcilere göre, dilinde üstünlüğe erişmemiş bir millet, kültür bakımından da gerçek bir üstünlüğe erişemez.”442 M.A. Cabiri; Arap-İslam Aklının Oluşumu, (Çev: İbrahim Akbaba), Kitabevi Yay., İstanbul, 2001, s.86-87 442 A. Göçer, “Dil – Kültür İlişkisi”, Erciyes Dergisi S.287, Kayseri, 2001, s.3 441 198 Bu açıklamalarla söylemek istediğimiz şudur: Encümen-i Daniş’in öncelikle dil ve tarih üzerinde durması bizce ne üyelerinin çoğunun fen bilimlerini bilmemesinden kaynaklanır, ne de sadece bilgiyi halka yayma misyonuyla ilgilidir. Bilginin halka yayılması amaçlardan biridir elbette ama bu çalışmaların onu da kapsayan daha öte bir amacı vardır. Encümen-i Daniş’in amacı genel olarak batı – doğu sentezi şeklinde özetlenir. Örneğin Berkes; “Tanzimat döneminde yerleşen ikiliğe karşı bütün maarif ya da irfan alanını bütünleştirecek bir kuruma duyulan ihtiyaç karşısında 1851’de Encümen-i Daniş adı altında bir kurum kurulmuştu.”443 diyerek bu sentez düşüncesini ifade eder. Karaçavuş ise “geleneksel evren algısından Encümen-i Daniş’in kuruluşunda da pek şüphe edilmediği ortaya çıkmaktadır. Yani Osmanlı aydınları, XIX. Yüzyılın tam ortasına gelindiğinde dünya algılarından şüphe duymamaktadırlar. Daha da önemlisi, Avrupa bilim ve düşüncesini, bu geleneksel algılayış biçimlerinin içerisinde kullanmayı düşünmektedirler. Yani yeniyi eskiye eklemleyerek yola devam etmek istemektedirler.”444 diyerek batı bilgisinin, geleneksel bilgi sistemi içinde mevcut bilgiye eklenmesinin amaçlandığını ifade eder. Ancak bunun böyle basitçe mümkün olamayacağını da belirterek girişimin başarısızlığını da bir ölçüde buna bağlar. Encümenin, batı karşısında her yönüyle ciddi bir krize giren İslam medeniyeti içinde, batının bazı konulardaki üstünlüğünü kabul ederek bir tür sentez oluşturma çabasında olduğu ortadadır. Ancak bizce Encümenin yapmaya çalıştığı şey basitçe bir yeniyi eskiye ekleme çabası değildir. Kuruluşunu sağlayan bazı üst düzey bürokratlar arasında böyle bir beklenti içinde olanlar olabilir ancak faaliyetlerinin 443 444 N. Berkes, a.g.e. s.235 Karaçavuş, a.g.e., s.117 199 tarih ve dil üzerine yoğunlaşmasına baktığımızda, entelektüel birikime sahip kişilerin etkisiyle böyle bir yönelim olduğu düşüncesindeyiz. Encümenin kuruluş gerekçesinden bahsederken, amacının, batıdan gelen bilgiyi İslamileştirmek olduğunu ifade etmiştik. Bunun gerçekleşebilmesi içinse başka bir medeniyetin üretimi olan bilgiyi eleştirel biçimde inceleyip, tabiri caizse, süzgeçten geçirmek gerekir. Bu da ancak sağlam bir bilimsel ve kültürel altyapı ile mümkündür. Oysa İslam medeniyeti, hem yeni bilgi üretme yeteneğini hem de başka bir medeniyetin ürettiği bilgiyi kendine uydurarak alma yeteneğini kaybetmiş durumdadır. Giriş kısmında bahsettiğimiz 18. yüzyıldaki arayış da sonuçsuz kalmış ve Osmanlı eğitim ve bilim çevresinde batının üstünlüğünü kabul edenler ve batıya sırtını dönüp içine kapananlar şeklinde bir bölünme yaşanmıştır. İşte Encümen-i Daniş bu duruma yeni bir çözüm bulma girişimidir ve öncekilerden farkı şudur: Mevcut durumda Osmanlı-İslam ilim dünyasının batıya rakip olmasının da, oradaki bilim anlayışını mevcut yapıya eklemesinin de mümkün olmadığını fark ederek, dil ve tarih çalışmalarıyla, yeni bir bilimsel ve kültürel altyapı oluşturmaya çalışmıştır. 445 Dilin ve tarihin toplumlar için ne ifade ettiğinden az önce bahsetmiştik. Bilim ve medeniyet tarihine baktığımızda da durumun bu iddiamızı destekler mahiyette olduğunu görüyoruz. Avrupa’da Rönesans döneminde ilk açılan akademilerin felsefe, tarih ve dil üzerine olduğunu belirtmiştik. İslam medeniyetine baktığımızda da durumun benzer olduğunu görüyoruz; Kur’an’ın doğru okunması ve anlaşılması için başlayan dil çalışmaları ile Peygamberin hayatını ve sözlerini doğru aktarmak Bu noktada şunu belirtmek isteriz. Yeni bir bilimsel ve kültürel altyapı için gereken bir başka unsur da bireylerin ve toplumun dünya algısını şekillendirecek bir inanç veya felsefedir. Ancak dönemin Osmanlı toplumunda veya Encümen üyeleri arasında İslam dininin sunduğu dünya algısı konusunda bir şüphe yoktur. Dolayısıyla Encümen dinle ilgili bir çalışma yapmamıştır ve biz de bu sebeple bundan bvahsetmedik. 445 200 için başlayan tarih çalışmaları, zamanla bağımsız hale gelmiş ve İslam medeniyetinin rönesansı olarak adlandırılan tedvin asrında (Hicri 2. yüzyılın ortalarından 3. yüzyılın ortalarına kadar olan dönem) zirveye ulaşmıştır446. Yunan filozoflarından tercümeler yapılıp incelenmesi ve İslam medeniyetinin felsefe ve pozitif bilimlerde kendi orijinal ürünlerini vermeye başlaması da bu dönemden sonra olabilmiştir. Dolayısıyla Bir toplumun bilgi üretebilmesi için kuralları belirlenmiş, zengin kelime hazinesine sahip, işlenmiş bir dile ve sağlam bir tarih şuuruna ihtiyacı vardır. Encümen-i Daniş’in de, en azından bazı üyelerinin, bu durumun az veya çok farkında olduklarını düşünüyoruz. Rönesans döneminde Avrupa’daki dil ve tarih çalışmalarından haberdar olma ihtimalleri düşükse de, ilmiye kökenli üyelerin İslam medeniyetinin bahsettiğimiz dönemindeki çalışmalarını bildikleri kanaatindeyiz. Ayrıca yüzyılın başlarından itibaren Türkçe konusunda bazı üst düzey kişilerin titiz davrandığını belirtmiştik. Encümenin bazı üyelerinin de henüz Encümen kurulmadan önceki çalışmalarında Türkçeye önem verdiğini görüyoruz: Örneğin Kimyager Derviş Paşa, Usul-ı Kimya adlı eserinin 1848 yılında basılan birinci cildinin önsözünde “ol fenn-i muteberin yalnız kendine mahsus olan ıstılahatından sarf-ı nazar ile sair kâffe-i kavaid ve mesailinin zeban-ı letafet unvanı Türkîde pür zuib-ü ziver olarak cem ve telifini bittasvib…”447 diyerek kitabın Türkçe olmasına özen gösterdiğini belirtir. Encümenin ikinci başkanlığını yapan Hayrullah Efendi de, eğitim dili Fransızca olan Tıbbiyede okurken ve çalışırken Tıbba dair yazdığı Terbiye ve Tedavi-i Etfal ve Makalat-ı Tıbbiye adlı eserlerini özellikle Türkçe kaleme almış ve ardından da Lügat-ı Tıbbiye adıyla büyük bir Tıp sözlüğü 446 447 Cabiri, a.g.e. s.71 H. Hatemi, Y. Işıl, a.g.e. s.53 201 hazırlayarak tıp dilinin Türkçeleşmesine katkıda bulunmuştur..448 Cevdet Paşa’da, mazbatalarda ve açılış konuşmasında bahsettiğimiz üzere, dil konusuna fazlasıyla önem vermektedir. Ahmet Vefik Paşa’nın da sonraki yıllarda Türkçe üzerine pek çok eser verdiğini göz önüne aldığımızda Encümen üyeleri arasında Türkçe hassasiyeti olanların mevcut olduğu görülmektedir. Bürokrat üyelerinse siyasi düşünceyle bu çalışmaları bir süre desteklemiş olmaları büyük bir ihtimaldir. Tanzimat döneminde ülkenin birliğini korumak için ittihad-ı anasır veya Osmanlıcılık olarak isimlendirilen bir politika uygulanmaktaydı. Bu politikanın amacı da hangi etnik kökenden olursa olsun vatandaşların Osmanlılık bilincine sahip olmasıydı; yani bir Osmanlı Milleti inşa edilmesi hedeflenmekteydi. Bunun için de gerekli olan şey elbette ortak bir kültürdü, yani ortak dil - ortak tarihti. Bu amaçlarla Encümen-i Daniş bu çalışmaları ve girişimleriyle hedeflenen doğu – batı sentezi ve siyasi ve kültürel birlik için gerekli zemini oluşturmaya çalışmıştır. Bu noktada dil ve tarihin bu etkisi ile ilgili iddiamızı desteklemek için sonraki bir dönemden, Cumhuriyet döneminden de, örnek vermek istiyoruz. Cumhuriyet döneminde de bilimsel ve kültürel faaliyetlerin dil ve tarih alanlarına yoğunlaşması dikkat çekicidir. Genel olarak bunun siyasi amaçlı olduğu, imparatorluktan ulus devlete geçişte halka milli bilinç kazandırmak için yapıldığı kanaati yaygındır. Bu kanaat yanlış olmamakla birlikte eksiktir. Zira Atatürk1 Kasım 1936’da, TBMM 5. dönem üçüncü yıl açılış konuşmasında Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumundan bahsederken; “Bu iki ulusal kurumun, tarihimizin ve dilimizin, karanlıklar içinde unutulmuş derinliklerini, dünya kültüründeki analıklarını, reddolunamaz ilmi 448 Ö. F. Akün, Hayrullah Efendi, s. 68-75 202 belgelerle ortaya koydukça, yalnız Türk milleti için değil ve fakat bütün ilim âlemi için, dikkat ve intibahı çeken, kutsal bir vazife yapmakta olduklarını emniyetle söyleyebilirim… Bu ulusal kurumların az zaman içinde ‘ulusal akademiler halini almasını temenni ederim’. Bunun için çalışkan tarih ve dil âlimlerimizin dünya ilim âlemince tanınacak orijinal eserlerini görmekle bahtiyar olmanızı dilerim.”449 demiştir. Afet İnan da, “Atatürk, Türk Tarih ve Dil Kurumlarının istikbalini Akademi olmakta görüyordu”450demektedir. Görüldüğü üzere bilim alanında da yeni bir başlangıç yapılmak istendiğinde dil ve tarih çalışmalarıyla işe başlanmaktadır ve Encümen-i Daniş de bunu yapmaya çalışmıştır. 4.3- Encümen-i Daniş’in Eğitiminin Modernleşmesindeki Yeri Osmanlı Devletinin eğitimdeki modernleşme girişimleri, tamamen batılı ve laik bir eğitim sistemi kurma amaçlı değildir. İlk mühendishanenin kurulmasından itibaren amaç ihtiyaç duyulan bilgiyi alarak ihtiyaç duyulan elemanları yetiştirmektir. Yani batıda üretilen yeni bilgiyi alıp sahip olunan eski bilgiye eklemektir. Ancak, eğitim alanında yenilikler yapıldıkça bu işin bu kadar kolay olmayacağı anlaşılmış ve yeni sentez arayışları başlamıştır. Üyelerinin bir kısmının geleneksel eğitim görmüş kişilerden, diğer kısmının modern eğitim görmüş kişilerden seçilmiş olması ve hem doğu hem de batı dillerinden eserler tercüme edileceğinin belirtilmesiyle, Encümen-i Daniş, bu sentez arayışının en açık örneğidir. 449 450 TBMM Zabıt Ceridesi, Cild:13, s.5 A. İnan; Atatürk’ten Hatıralar, TTK Basımevi, Ankara, 1950, s.182 203 Buna karşın bilim ve yükseköğrenim amaçlı kurulmuş olması, umulan ölçüde çalışma yapamaması ve kısa ömürlü olması sebepleriyle, Encümen’in eğitimin modernleşmesine katkısı sınırlı olmuştur. Encümenin eğitimin modernleşmesine doğrudan katkısı olarak söyleyebileceğimiz şey sadece “İlm-i Tabakat’ül Arz” ile “Kavaid-i Osmaniye” isimli eserlerin ve ikincisinin basitleştirilmiş versiyonlarının okullarda kitap olarak okutulmasıdır. Mevcut belgeler ışığında bundan bşka doğrudan bir etkiden bahsedemiyoruz. Ancak Encümen-i Danişin eğitim ve kültür alanında dolaylı bazı etkileri olduğu da inkâr edilemez. Öncelikle nizamnamesinde görevlerinden birinin “Türkçe’nin ilerletilmesi” olduğunun belirtilmesi, bu hususun devlet politikası haline gelmesi anlamını taşımaktadır. Bilimsel çalışmaların halkın anlayabileceği şekilde sade bir dille yazılacağının belirtilmesi de önemlidir. Nitekim Encümen ortadan kalktıktan sonra da bu anlayış değişmemiş, dilin gelişmesi ve bilimsel eserlerin söz sanatlarından arındırılarak daha kolay anlaşılır hale gelmesi çabaları artarak devam etmiştir. Edebi eserler de dahi özellikle Arapça ve Farsça kullanımı azalmış Türkçe artmıştır. Ayrıca Encümen’in uygulanmamış olan imla çalışması ve yarım kalan sözlük hazırlama girişimi de sonraki dönemde farklı şekillerde de olsa ortaya çıkmıştır. Encümen-i Daniş’in ortadan kalkması, onun hizmetlerine duyulan ihtiyaçların da ortadan kalktığı anlamına gelmediğinden, batı bilgisini halka aktarmak için “Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniyye” isminde daha sivil görünümlü bir cemiyet kurulmuştur. Kitap çevirisi için ise Maarif Nezareti bünyesinde “Tercüme Cemiyeti” adlı bir birim oluşturulmuştur. 204 Encümen-i Daniş’in söyleyebileceğimiz şey eğitim şudur: sistemine Maarif-i etkisine Umumiye ilşkin son Nezaretinin olarak 1857’deki kuruluşundan sonraki 20 yıllık süreçte Encümenin yedi üyesi 451 (bazıları bir defadan fazla) Maarif Nazırlığı görevini üstlenmiştir. Tam olarak nasıl ve ne derece olduğunu belirtmek mümkün olmasa da, bu üyelerin nazırlık görevleri esnasında politika belirlerken veya karar alırken Encümen-i Daniş’in çalışmalarından, amaçlarından, öyle bir kurumun kurulmasını sağlayan zihniyetten etkilenmediklerini elbette düşünemeyiz. Dolaysıyla Encümen-i Daniş uzun süre yaşatılamamış olsa da etkileri devam etmiştir. 4.4- Encümen-i Daniş’in İşlevini Kaybetmesi Nizamnamesiyle, Padişahın katıldığı açılış töreniyle, devlet salnamelerinde yer almasıyla bir devlet kurumu olan Encümen-i Daniş’in sessizce ortadan kaybolması gerçekten ilgi çekici bir durumdur. Ancak Tanzimat döneminde Muhassıl meclislerinin kurulup, kısa sürede kapatılması veya Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyenin yapısının birkaç kez değiştirilmesi gibi durumlar düşünüldüğünde çok da şaşırtıcı değildir. Bahsettiğimiz diğer kurumlar gibi, Encümen-i Daniş’in de kendisinden beklenen hizmeti kısa sürede yapamaması sebebiyle işlevsizleştirildiği söylenebilir. Encümenin başarısız olmasının ise birbiriyle bağlantılı birkaç sebebi vardır. Bunların temelinde de üyelerin önemli bir kısmının bürokrat olması gelir ki bundan Encümen-i Daniş’in üyeleri bölümünde genişçe bahsetmiştik. Kısaca özetleyecek olursak bu durum öncelikle bürokrat üyelerin toplantılara işlerinin yoğunluğu sebebiyle katılamamaları yüzünden Encümen toplantılarının eksik Maarif Nazırlığı yapan Encümen-i Daniş Üyeleri: Abdurrahman Sami Paşa, Ahmed Kemal Paşa, İbrahim Edhem Paşa, Abdüllatif Subhi Paşa, Ahmed Vefik Paşa, Ahmed Cevdet Paşa ve Mehmed Emin Derviş Paşa’dır. 451 205 yapılmasına sebep olmuştur. Toplantıların genellikle ikinci başkan Hayrullah Efendi’nin başkanlığında yapılması da452 bizce bu sebepledir. Bu durum ayrıca hem ehil olmayan kişilerin üye yapılmasına yol açmış, hem de bürokratik çekişmelerin Encümene ve onun doğrudan bağlı olduğu Meclis-i Maarif-i Umumiye’ye yansımasına sebep olmuştur. Elbette bu da bilim ve maarife hizmet düşüncesine zarar vermiştir. İkinci önemli sebep ise 1854 yılında Kırım savaşının çıkmasıdır. Bu savaş bürokrat üyelerin tüm zamanını aldığı gibi, genel olarak da öncelikli konu haline gelmiştir. Bu savaşın ülkedeki bilim ve maarife doğrudan etkisi ise Darülfünun binasının inşaatını ve Darülfünunun açılmasını geciktirmesidir. “Kırım Savaşı sırasında bina yarı inşaat halindeyken askeri hastane olarak kullanılmıştır. Bu durum binanın bitirilmesini geciktiren etkenlerden birisi olmuştur.”453 Encümen-i Daniş’in esas kuruluş sebebi olan Darülfünunun açılamaması ve savaş sonrasında da yeniden gündeme gelmesinin uzun zaman alması, Encümenin başarısızlık sebeplerinden biridir. Çünkü, açılacak olan Darülfünunda okutulacak kitapları hazırlamak bir Encümen-i Daniş kurulmasının temel sebebiydi. Diyebiliriz ki Darülfünunun açılamaması Encümenin somut varlık sebebini ortadan kaldırmıştır. Ayrıca bazı araştırmacılar başarısızlığın en önemli sebebi olarak ülkede gerekli bilimsel ortamın veya anlayışının olmayışını öne sürmektedirler. 454 Bizce de bu yorum yanlış değildir ve Darülfünun, Encümen faalken açılabilseydi, ülkede akademi 452 Akün, a.g.m. s.68 İnşaatı tamamlandıktan sonra da 1864 yılında Maliye Nezareti, 1876 ve 1908 yıllarında Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayân’ın çalışmaları için kullanılmış olan bu bina on sekiz yılda tamamlanabilmiştir .M.S. Yılmaz, “Darülfünun Reformu- Darülfünun’dan İstanbul Üniversitesine Geçiş Süreci (1863-1933)” Kastamonu Eğitim Dergisi, Cilt:9, No:1, (Mart 2001), s.250 454 Bkz: Sertoğlu, a.g.m. s.15, Ülkütaşır, a.g.m. s.165 453 206 tarzı bir kuruluşun yaşayabilmesi için gereken bilimsel ortamın oluşumuna katkı sağlayabilirdi. Ergin, Maarif Tarihi eserinde bu görüşümüzü Ziya Gökalp’ten yaptığı şu alıntıyla ifade eder: “Nazara alınacak diğer bir cihet de milli marifetler ve milli hars teşşekkül etmeden, müsbet ilimlerin hakiki âlimleri yetişmeden Encumen-i Danişin teşkil olunmamasıdır. Darülfünun Milli Maarifi tesise calışan bir fabrika mahiyetindedir. Encumen-i Daniş ise milli harsi muhafazaya hadim bir muze hükmündedir. Her memlekette Darülfünun inkılapcı ve ibda’cı, Encumen-i Daniş muhafazakârdır. Darülfünun Milli Maarifi tesis, Sultanilerle İptidailere tamim; Encumeni Daniş ise muhafaza eder.”455 Üçüncü önemli sebep ise, Mustafa Reşit Paşa’nın durumuyla ilgilidir. Encümene sahip çıktığı ve önem verdiği bilinen Mustafa Reşit Paşa’nın 1852’de sadrazamlık görevinden alınmasında sonrası için Chambers, “Encümen-i Daniş O’na karşı bir araç olarak kullanılmaya başlandı. Encümenin toplantıları düzensizleşti ve yapılması tasarlanan projeler önemsizleşti”456 demektedir. O’na karşı kullanıldı ifadesi, Mustafa Reşit Paşa’nın görevden alınmasından iki yıl sonrasından ölümüne kadar üç defa daha sadrazam olduğu düşünüldüğünde, ne kadar doğrudur bilemiyoruz ancak Cevdet Paşa’nın da “Reşid Paşa Encümen-i Daniş’e çok ehemmiyet veriyordu. Onun sadaretten 1852’de ayrılışından sonra Encümen rağbetini kaybetmiştir.”457 demesi iddianın diğer kısmını doğrulamaktadır. Fatma Aliye Hanım da O’nun hakkında “bu gayretli adam iki de bir görevinden alındığından başladığı işi ancak yeniden göreve geldiğinde tamamlayabiliyordu”458 455 O.N, Ergin, a.g.e, C.III-IV, s.1357-1358 Chambers, a.g.m., s.1288 457 T. Kayaoğlu, a.g.e. s.102 458 Fatma Aliye, a.g.e. s.76 456 207 demektedir. Salnameler takip edildiğinde, Encümen üye sayısının 1273 yılında 39’a düştüğünden ve son olarak 1279 yılında 27 üyenin görüldüğünden bahsetmiştik. Bu sebeple 1852’de başlayıp başlamadığından emin olmasak da, 6. yılından itibaren Encümenin boşalan üyeliklerinin doldurulmadığı ve Encümene artık fazla önem verilmediği görülmektedir. Ayrıca Cevdet Paşa; Encümen-i Daniş’in üyeleri seçilirken, Mustafa Reşid Paşa’nın kendisine yakın olanları tercih ederek, sevmediği bazı üst düzey bürokratları -üyelik şartlarını taşımalarına rağmen- Encümen’e aldırmamasının kırgınlıklara ve düşmanlıklara sebep olduğunu ifade etmektedir. Hatta bunlardan Fethi Paşa’nın sonraki yıllarda Meclis-i Maarif’in işlerinde muhalif bir tavır takındığını da söylemektedir.459 Dolayısıyla Mustafa Reşid Paşa’nın etkili olmadığı dönemlerde bürokrasinin diğer grubu Encümen-i Daniş’i kasıtlı olarak desteksiz bırakıp engellemiş olabilir. Zira nizamnameye göre üyeler hayat boyu seçiliyordu ve bir yıl mazeretsiz devamsızlık dışında bir sebeple üyelikten çıkarılamazdı. Dolayısıyla Reşid Paşa muhalifleri Encümene doğrudan bir müdahalede bulunamıyor, üyelerini değiştiremiyordu. Encümeni ortadan kaldırmaya çalışsalar, hem Padişah izin vermez hem de maarif düşmanı olarak damgalanırlardı. Bu sebeple onu bir kenara iterek ve etkisizleştirerek fiilen ortadan kaldırılması yolunu seçmiş olabileceklerini düşünüyoruz. Bunların dışında, akademik özgürlüğünün olmaması, masraftan kaçınmak gerekçesiyle sekreter atanmaması ve yazılacak eserlere ödül verilmesi gibi desteklerin dahi verilmemesi gibi bazı eksikliklerin de Encümenin başarısızlığında rol oynadığı söylenebilir. 459 A. Cevdet, Tezakir, 1-12, s.13 208 Bunlara ilaveten şunu söylememiz gerekir; Encümen-i Daniş’in yeni bir bilimsel ve kültürel altyapı oluşturmaya çalıştığını ifade etmiştik. Elbette bu da kısa sürede yapılabilecek bir şey değildir. Hatta böyle bir girişimin gerçek manada bir sonuç vermesi belki de bir asır sürecektir. Dolayısıyla kısa sürede Avrupa devletleriyle aradaki farkı kapatmayı hedefleyen Osmanlı yöneticileri, Encümenin bahsettiğimiz düşüncesini benimsemiş olsalar bile, işe bu kadar temelden başlayan ve umulduğu ölçüde faaliyet gösteremeyen Encümen-i Daniş’ten umutlarını keserek başka arayışlara girmişlerdir. Bu arayış da batı bilgisini doğrudan ve halkın anlayabileceği şekilde basitleştirerek yaymaya çalışan Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’nin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Bu kapsamda Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’nin kuruluş yılının 1861, bu cemiyete bir yer tahsis edilip de Mecmua-i Fünun isimli dergisinin yayıma başlama yılının 1862 olmasıyla; Encümen-i Daniş’e salnamelerde yer verildiği son yılın 1862 olması elbette tesadüf değildir. Nitekim Cemiyet-i İlmiye-yi Osmaniye’nin Encümen-i Daniş’in yerine kurulduğu düşüncesi yaygındır.460 Modern bilimsel bilgiyi halka yaymak için bu cemiyetin kurulmasından birkaç yıl sonra, 1865 yılında da, Maarif-i Umumiye Nezaretine bağlı bir Tercüme Cemiyeti kurularak Encümen-i Danişin bir diğer görevi olan tercüme konusuna çözüm bulunmaya çalışılmıştır. Böylece Encümen-i Daniş bir kanunla veya fermanla, hukuki olarak, kapatılmamışsa da, fiilen ortadan kaldırılmıştır. Encümen-i Daniş’i dönemin Sadrazamı Ali Paşa’nın tasarruf gerekçesiyle lağvettiği bazı kaynaklarda Cevdet Berkes, a.g.e.s.232, N.S. Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, MEB Yayınları, Ankara 1994 C.II, s.815. Karaçavuş’ da “Encümen-i Daniş’in gelenekçi yönü dışlanmış bir devamı niteliğinde olduğunu düşündüğümüz Cemiyet-i İlmiye-yi Osmaniye…” ifadesini kullanır. Karaçavuş, a.g.e. s.195 460 209 Paşa’ya dayandırılarak yer almaktadır.461 Ayrıca siyasi olarak Ali Paşa’ya muhalif olan Ali Suavi de “Biz de de bir vakit Encümen-i Daniş teşkil olunmuş idi. Fakat ‘Elmer’u aduvvun lima cehilehu (kişi bilmediğine düşmandır)’ fehvasınca düşmen-i maarif olan Ali Paşa onda azadan olduğu için ne faide görüldü?” 462 diyerek Encümenin kapanmasından O’nu sorumlu tutmaktadır. Bizce bu yaklaşım sağlıklı değildir. Encümen-i Daniş’in kuruluşunun birkaç yıl sonrasından itibaren kayda değer bir faaliyette bulunamadığı aşikârdır. Ölen üyelerinin yerine yenilerinin atanması dahi yapılmamıştır. Bu sebeple durumdan sadece Ali Paşa’yı sorumlu tutmayı doğru bulmuyoruz. Nihai tahlilde yukarıda belirttiğimiz sebeplerle Encümen-i Daniş iş yapamaz hale gelmiş ve yöneticiler konuyla ilgili başka çareler düşünmüşlerdir. Encümen-i Daniş’in ortadan kalkmasıyla bilim ve kültürde doğu – batı sentezi arayışının büyük ölçüde sona erdiği ve Cemiyet-i İlmiye-yi Osmaniye’nin kurulmasıyla tamamen batılılaşmanın öne çıktığı düşünülebilir. Ancak bu tam olarak doğru değildir. “Filhakika 1839 – 1877 seneleri arasında Bacon, Rabelais, Descartes, Rousseau, Newton, Diderot, Voltaire… gibi zihinlerde derin değişiklikler yapmış, içtimai inkılaplar üzerinde müessir olmuş mütefekkirlerin eserlerinden hemen hiçbiri tercüme edilmemiştir.”463 Dolayısıyla yaşanan değişim devlet yöneticilerinin faydacı yaklaşımlarının bir sonucudur. Bilgiye ve tekniğe ihtiyaç duyulduğundan bunu en hızlı şekilde ithal etmeye çalışmışlardır ancak zihniyet değişimi henüz tam gerçekleşmemiştir. Sentez fikrinden vazgeçilerek tamamen batılılaşma yönelimi Cumhuriyet döneminde başlamıştır diyebiliriz. Ülkütaşır, a.g.m. s.164, Shaw, a.g.e., C. II, s. 146.; A.H. Tanpınar, Yaşadığım Gibi, Dergah Yay. İstanbul, 2000, s.29 462 Ali Suavi, Encümen-i Daniş-i Şarki, Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi, (Haz: Mehmet Kaplan, İnci Enginün, Birol Emil), C. II, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul- 1978, s. 540 463 S.C. Antel, Tanzimat Maarifi, Tanzimat I, Maarif Matbaası, İstanbul, 1940, s.460 461 210 SONUÇ SONUÇ Osmanlı modernleşmesinde eğitim ve bilim alanında yapılan çalışmalar şüphesiz en önemli olanlardır. Çünkü eğitim alanındaki girişimler sadece yeni okullar açılıp yeni bilgilerin getirilmesinden ibaret değildir. Bu yeni eğitim ile modernleşme düşüncesi yaygınlaşmış ve modern eğitim gören nesiller modernleşmeyi şekillendirmiş ve daha ileriye taşımışlardır. Eğitim alanında yapılan ilk girişimlerin sonuçları, sonraki değişimlerin sebepleri olmuştur. Dolayısıyla, bu süreç boyunca zihniyet ve amaçlardaki değişimi takip etmek önemlidir. XIX. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, bilim ve eğitim alanında karşılaşılan problemleri çözmek üzere oluşturulan kurumlardan biri olan Encümen-i Daniş, kısa ömürlü olsa da oldukça ilgi çekmiştir. Avrupa’nın üstünlüğünü hissettirdiği XVIII. yüzyıldan itibaren Osmanlı ilim çevrelerinin girdiği arayışların sonuç vermemesi üzerine yeni okullar açılarak özellikle ordunun ihtiyacını karşılamak üzere eleman yetiştirilmeye çalışılmıştır. XIX. yüzyılda ise eğitimin ve bilimin her alanda gerekliliği fark edilerek modern eğitim yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Ancak Avrupa’nın bilgisiyle beraber Avrupalı filozofların yorumlarının da modern okullar aracılığıyla gittikçe yaygınlaşması üzerine, bu durumdan rahatsız olan yöneticilerin durumu kontrol altına almak istemeleri sonucunda, İslam medeniyetinde benzeri olmayan, bu kurum açılmıştır. Yani Encümen-i Daniş eğitim reformunun bir sonucu olmakla beraber bu dönemde açılan diğer eğitim kurumlarından farklıdır. Encümen-i Daniş’in şekil yönünden Fransız Akademisine benzediği ve Avrupa ülkelerindeki akademi veya enstitülerinkine benzer faaliyet göstermesinin 211 amaçlandığı konusunda kuşku yoktur. Ancak Osmanlı Devletinin bilimsel durumu sebebiyle tam olarak böyle bir hüviyete sahip olamamıştır. Bu sebeple Encümen-i Daniş’in akademi olarak kabul edilip edilemeyeceği konusunda farklı fikirler ileri sürülmüştür. Üyelerinin bir kısmının ulemadan, bir kısmının modern eğitim görmüş kişilerden seçilmiş olması ve belgelerde hem doğu hem de batı dillerinden ulum ve fünuna ait eserlerin tercüme edileceğinin ifade edilmesi sebebiyle Encümen-i Daniş’in bir tür doğu – batı sentezi yapmayı amaçladığı konusunda da şüphe yoktur. Ancak kuruluş nizamnamesinde Türkçenin geliştirilmesinin görev olarak belirtilmesine ve Encümenin gerçekleştirdiği faaliyetlere baktığımız zaman bu sentezin kolayca ve hızla yapılabilecek bir iş olmadığı düşüncesinin olduğu ortaya çıkmaktadır. Encümen üyelerinin en azından bazıları, modern batı medeniyetinin ürünlerinden faydalanabilmek ve kendi medeniyetimizin de bu doğrultuda ürün verebilmesini sağlamak için Türkçenin ıslah edilmesini ve geçmişin kapsamlı bir şekilde yeniden incelenmesini gerekli görmüştür. Böyle bir çalışmanın dolaylı olarak kültürel ve siyasi sonuçları da olacaktır. Ancak bu düşüncenin dönemin yöneticileri tarafından ne derece kabul gördüğünü tam olarak bilemiyoruz. Kabul görmüş olsa bile devletin beka sorunu yaşadığı bir dönemde böylesine uzun vadeli bir çalışmaya yeterince sabır gösterilememiş de olabilir. Ayrıca dönemin bürokratları arasındaki fikir ve menfaat çatışmalarının da Encümenin çalışmalarını etkilediğini biliyoruz. Bu sebeplerle Encümen-i Daniş, ne kurucularının ne de üyelerinin hedeflerini gerçekleştiremeden ortadan kalkmıştır. 212 Encümenin ortadan kalkmasından sonra bilim ve eğitim alanlarındaki girişimlere baktığımız zaman Osmanlı devlet yöneticilerinin doğu – batı sentezinden büyük ölçüde vazgeçtiklerini ve batı bilgisini hızla ülkeye aktarmaya çalıştıklarını görüyoruz. Sentez fikri bazı kişi ve grupların her zaman gündemlerinde olmuşsa da, bunu gerçekleştirmek adına kayda değer bir girişimde bulunulmamıştır ve modern batı bilgisi ve bilim anlayışı gittikçe üstün hale gelmiş ve Cumhuriyet döneminde de tek bilim anlayışı haline gelmiştir. Encümenin ortadan kalkmasının önemsediğimiz bir başka boyutu da şudur: Eğitim ve bilim kurumlarının köklü ve oturmuş geleneklere sahip olmasının çok önemli olduğunu, dolayısıyla Encümen-i Daniş’in yaşatılamamış olmasının büyük bir kayıp olduğunu düşünüyoruz. Zira Encümen-i Daniş varlığını sürdürebilseydi zaman içinde eksikleri giderilebilir ve ülkemiz 160 yıllık geçmişi ve birikimi olan bir akademiye sahip olabilirdi. Türkiye Bilimler Akademisinin ancak 1983 yılında kurulabilmiş olduğunu ve ülkemizden çok daha küçük bazı ülkelerin asırlık akademileri olduğunu düşündüğümüzde akademisiz geçen 120 yılın önemli bir eksiklik olduğu kanaatindeyiz. 213 BİBLİYOGRAFYA BİBLİYOGRAFYA ARŞİV BELGELERİ 1267 yılı İrade Defteri Meclis-i Vâlâ bölümü, No:1740 A.AMD, 79 / 12, 56 / 76, 64 / 14, 29 / 5, 31/4 A.DVN. DVE, 21 / 28, A. MKT. MHM, 124 / 95, 168 / 5, 298 / 12139 A. MKT, MVL, No:196 / 41, A.MKT.NZD., 106 / 83, 189 / 58, 339 / 77, 27 / 2 HAT, 1320 / 51545 HR.MKT, 45/88, İ.DUİT-192/54, İ.DH, 237 / 14310, 259/16023, 243 / 14804, 264 / 16459, 452 / 29946, 264 / 16459, 143 / 7390 İ.HR, 118 / 5800, İ.MVL., 198 / 6166, 210 / 6806, 208 / 6740, 96 / 2015, 96 / 2036 MF.MKT, 93 / 145, 779 / 13, 131 / 87 TBMM Zabıt Ceridesi, Cild:13 SÜRELİ YAYINLAR Takvim-i Vekayi No:69, 7 Cemaziyelahir:1249 Takvim-i Vekayi No:280, 12 Muharrem 1261 Takvim-i Vekayi No:283, 4 Rebiüleevel 1261 Takvim-i Vekayi, No: 303, 27 Receb 1262 214 Takvim-i Vekayi, No: 449, 1 Şaban 1267 (1 Haziran 1851) Takvim-i Vekayi No 453, 7 Şevval 1267 (5 Ağustos 1851) Ceride-i Havadis, Sayı:557, 11 Safer 1268 (6 Aralık 1851) KİTAP VE MAKALELER ADIVAR, A. Adnan, Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1982 Ahmet Cevdet Paşa, Tezakir, (Haz.: Cavit Baysun), TTK Basımevi, Ankara 1991 Ahmed Lütfi, Vak’a-nüvis Ahmed Lütfi Efendi Tarihi, C.IX, Yay: Münir Aktepe, İstanbul Üniversitesi edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul, 1984 Ali Suavi, Encümen-i Daniş-i Şarki, Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi, (Haz: Mehmet Kaplan, İnci Enginün, Birol Emil), C. II, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul- 1978, ss. 539–542 AKAGÜNDÜZ, Seval Yinilmez, “Osmanlı Devleti’nde Okutulan İlk Fizik Ders Kitabı:Usûl-ı Hikmet-i Tabiiyye (Doğa Felsefesine Giriş)”, Turkish History Education Journal, C.2, S.2, Fall 2013, ss.58-77 AKSOY, Hasan, “Ziver Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.44, ss.474-475 AKTEPE, Münir, Türkiye’de Akademi Meselesi ve II. Abdülhamid’e Dil Akademisi Hakkında Sunulan Layiha, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S.8, Ankara, 1968 AKÜN, Ömer Faruk, Hayrullah Efendi, DİA, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul–1988, C. 17 ________________, “Hayrullah Efendi Tarihi”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.17, ss.76-79, İstanbul, 1998 215 ________________, “Ahmed Vefik Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.2, ss.143157 AKYILDIZ, Ali, Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilatında Reform, Eren Yayıncılık, İstanbul, 1993 ________________, “Sadık Rifat Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.35, ss.400401, ________________, “Subhi Paşa Abdüllatif”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.37, ss.450-452 AKYÜZ, Kenan Encümen-i Daniş, Ankara Ün. Eğt. Fak. Yay., Ankara, 1975 AKYÜZ, Yahya, Türk Eğitim Tarihi, Pegem Akademi Yay. Ankara, 2015 ALKAN, Mehmet Ö., Osmanlı’da Cemiyetler Çağı, Tarih ve Toplum-Osmanlı’da Cemiyetler-I, C. 40, S. 238, İletişim Yayınları, İstanbul-2003, ss. 4-12. ANDIÇ, Fuat - ANDIÇ, Süphan, Sadrazam Ali Paşa-Hayatı, Zamanı ve Siayasi Vasiyetnamesi, Eren Yayıncılık, İstanbul-2000 ANTEL, S. Celal, Tanzimat Maarifi, Tanzimat I, Maarif Matbaası, İstanbul, 1940, ss.441–462 ARIKAN, Zeki, “Tarih-i Cevdet”, TDV İslam Ansiklopedisi C.40, ss.75-77, İstanbul, 2011 ARSLAN, Fatih, Encümen-i Daniş ve Osmanlı Aydınlanması, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, C.6, S.11, ss.422–441, Hatay, 2009 ATILGAN, Emine, Tanzimattan Sonra Kurulan İlmi Cemiyetler, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Sakarya– 1999 216 ATILGAN GÜMÜŞSOY, Emine, Keçecizade Mehmed Fuad Paşa, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 2006 AYDIN, Mahir, “Edhem Paşa, İbrahim”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.10, ss.418420 AYDIN, Süleyman, “Bilgi Toplumu İdealini Gerçekleştirmede Günümüz Üniversiteleri”, Mantık, Matematik ve Felsefe 10. Sempozyumu (4 – 7 Eylül 2012 Foça), cms.inonu.edu.tr /panel/ uploads/5/232/bilgi-toplumu-idealiniAYNİ, Mehmet Ali, Darülfünun Tarihi, Kitabevi, İstanbul, 2007 BABİNGER, Franz, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, Çev: Coşkun ÜÇOK, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.,Ankara, 1982 BAKAR, Osman; Gelenek ve Bilim, Çev: Ercüment Asil, Gelenek Yayıncılık, İstanbul, 2003, BALCI, Sezai, Bir Osmanlı-Ermeni Aydın Ve Bürokratı: Sahak Abro (1825-1900), Osmanlı Siyasal ve Sosyal Hayatında Ermeniler, Yay. Haz. İbrahim Erdal, Ahmet Karaçavuş, İstanbul 2009 BANARLI, Nihat Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, MEB Yayınları, Ankara 1994 BAYSUN Cavit, “Mustafa Reşit Paşa”, Tanzimat I, ss.723-746 BERKES, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi yayınları, İstanbul, 2006 BEYDİLLİ, Kemal, “Mühendishane-i Bahri Hümayun”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.31, ss.514-516, İstanbul, 2006 ________________, “Mühendishane-i Berri Hümayun”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.31, ss.516-518, İstanbul, 2006 217 ________________, Türk Bilim ve Matbaacılık Tarihinde Mühendishane, Mühendishane Matbaası ve Kütüphanesi, 1776-1826,Eren Yayıncılık, İstanbul, 1995 ________________, Mustafa Reşid Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.31, ss.348350, İstanbul, 2006 ________________, “Âlî Paşa, Mehmed Emin”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.2, ss.425-426, İstanbul, 1989 BEYOĞLU, Süleyman, “Kâmil Paşa, Yusuf”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.24, ss.283-284 BİLGE, Mustafa L, “Arif Hikmet Bey Şeyhülislam”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.3, ss.365-366 BİLİM, Cahit, İlk Türk Bilim Akademisi: Encümen-i Daniş, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, C.3, S.2, Ankara, 1985 ________________, Osmanlılarda Avrupa’ya Öğrenci Gönderilmesi, Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, (Nisan 1999) C.I, Sayı I, CABİRİ, Muhammed Abid, Arap-İslam Aklının Oluşumu, Çev: İbrahim Akbaba, Kitabevi Yay., İstanbul, 2001 CARR, E. Hallet, Tarih Nedir?, (Çev: Misket Gizem Gürtürk), İletişim yay. İstanbul, 2011 CHAMBERS, Richard L., The Encümen-i Daniş and Ottoman Modernization, VIII. Türk Tarih Kongresi II. Ciltten ayrıbasım, TTK Basımevi, Ankara, 1981 CİHAN, Ahmet, Reform Çağında Osmanlı İlmiye Sınıfı, Birey Yayıncılık, İstanbul–2004 218 ________________, “Osmanlı’da Modernleşme ve İlmiye Zümresi”, Yeni TürkiyeOsmanlı Özel Sayısı-III(Düşünce ve Bilim), S.33, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara–2000, ss. 168-179 ÇADIRCI, Musa, “Tanzimat’ın Uygulanması ve Karşılaşılan Güçlükler (1840– 1856)”, Mustafa Reşit Paşa ve Dönemi Semineri Bildiriler (Ankara 13-14 Mart 1985), TTK Basımevi, Ankara-1994, s. 97-104 ÇEVİK, Zeki, “II. Abdülhamit Dönemi Bir Bürokrat Portresi: Sadrazam (Küçük) Mehmed Said Paşa ve Reformları”, Turkish Studies, Volume 4/8 Fall 2009, ss.838865 DANİŞMEND, İsmail Hakkı, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C.IV, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1955 DAVİSON, Roderic H., Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform, 1856-1876, Çev: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2005 DEVELİOĞLU, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, (Haz.: Aydın Sami Güneyçal), Aydın Kitabevi, Ankara-1995 DOĞAN, İsmail, Tanzimat’ın İki Ucu: Münif Paşa ve Ali Suavi, SosyoPedagojik Bir Karşılaştırma, İz Yayıncılık, İstanbul–1991 DÖLEN, Emre, “Mühendislik Eğitimi”, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yay. C.II, ss.511-516, İstanbul, 1985 ________________, “II. Meşrutiyet Döneminde Darülfünun”, Osmanlı Bilimi Araştırmaları, C.10, S.1, ss.1-46, 2008 ERDOĞDU, Teyfur, “Maarif-i Umumiye Nezareti Teşkilatı”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi S.51 Ankara 1996, ss.183-247 219 ERGİN, Hayri, 18. Yüzyıl Fetvalarına Göre Osmanlıda Günlük Hayat (Behcet’ül Fetava) Örneği, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2006 ERGİN, Osman Nuri, Türkiye Maarif Tarihi, C.I-V, Eser Matbaası, İstanbul, 1977 ESER, Gülşah, “Türkiye’de Modern Bilimlerin Eğitiminde Mektebi Harbiye Örneği”, Osmanlı Bilimi Araştırmaları C.13, S.2, ss.99-114, İstanbul, 2012 Eski Harfli Türkçe Basma Eserler Bibliyografyası (Arap, Ermeni, ve Yunan Alfabeleriyle) (1584-1986), Ankara 2001 Fatma Aliye, Cevdet Paşa ve Zamanı, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1995 Fatin Davud; Hatimet’ül Eş’ar (Fatin Tezkiresi), Haz: Ömer Çiftçi, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/dosya/1-219117/h/metin.pdf FAZLIOĞLU, İhsan Selçuklu Döneminde Anadolu’da Felsefe ve Bilim- Bir Giriş-, Cogito, İstanbul 2001, Sayı 29 ________________, Osmanlı: Bilim ve Düşünce, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. XXIII, İstanbul 2007 ________________, Kurtuluşun İki Yüzü: Hakikat ve Siyaset, Panel: 350. Ölüm Yıldönümünde Kâtip Çelebi, 17 Kasım 2007 İstanbul GEDİKLİOĞLU, Tokay,. Yükseköğretimde Akademik Özgürlük, Yükseköğretim ve Bilim Dergisi, C.3, S.3, ss.179-183 GENCER, A. İhsan Encümen-i Daniş ve Mustafa Reşid Paşa, Seminer: Mustafa Reşid Paşa Dönemi (Ankara 13-14 Mart 1985) Bildiriler, TTK Basımevi, Ankara, 1994 GÖÇER, Ali, Dil – Kültür İlişkisi, Erciyes Dergisi S.287, Kayseri, 2001 220 GÖNÇ, Reşid H, Vuruyor mu Dokunuyor mu? http://earsiv.sehir.edu.tr: 8080/xmlui/bitstream/handle/11498/16365/001510364006.pdf?sequence=1&isAllow ed=y GÜRAY, Sevim, Ahmet Vefik Paşa, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara–1991 GÜVEN, İsmail, Osmanlı Eğitiminin Batılılaşma Evreleri, Naturel Yayın, Ankara–2003. HATEMİ, H. Hüsrev - IŞIL, Yeşim, Bir Bilim Dili Mücadelesi ve Tanzimat, İşaret Yayınları, İstanbul–1989 HALAÇOĞLU, Y. AYDIN, M.A, “Cevdet Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.7, ss.443-450 IŞIL ÜLMAN, Yeşim, “Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane’de (Galatasaray Tıbbiyesi’nde) Eğitim”, Türk Tıp Eğitiminin Önemli Adımları, Edt:H.Hatemi, A.Altınbaş, ss.71-76, İstanbul, 2006 İbn-i Haldun, Mukaddime (Çev: Z.Kadiri UGAN), MEB Basımevi, İstanbul, 1989,C.II İbn-i Haldun, Miftah’ül İber, Çev. A.Subhi, İstanbul, Takvimhane-i Amire, 1276, İ.Ü. Nadir Eserler Kütüphanesi, No: NEK74143 İbrahim Hakkı; Marifetname, Sadeleştiren: Faruk Meyan, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1975 İHSANOĞLU, Ekmeleddin, XIX. Asrın başlarında –Tanzimat Öncesi- Kültür ve Eğitim Hayatı ve Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi Olarak Bilinen Ulema Grubunun Buradaki Yeri, (Haz.: Ekmeleddin İhsanoğlu), OİMC-1. Milli Türk Bilim Tarihi Sempozyumu-3/5 Nisan 1987, İstanbul -1987 221 ________________, Osmanlı Medeniyeti Tarihi, C.I, Feza Gazetecilik, İstanbul 1999, ________________, Modernleşme Süreci İçinde Osmanlı Devletinde İlmî ve Mesleki Cemiyetleşme Hareketlerine Genel Bir Bakış, OİMC-1. Milli Türk Bilim Tarihi Sempozyumu-3/5 Nisan 1987, İstanbul -1987 ________________, “Darülfünun”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.8, ss.521-525, İstanbul, 1993 İNAL, İbnülemin M.K, Son Sadrazamlar, C.I-IV, Dergah Yayınları, İstanbul, 1982 ________________, Son Asır Türk Şairleri, C.I-IV, MEB Basımevi, İstanbul, 1970 İNAL, İbnülemin M.K, HÜSAMETDİN, Hüsyin, ” Evkaf-ı Hümayun Nezareti’nin Kuruluş Tarihi ve Nazırların Hal Tercümeleri III”, (Yay.Hz: Nazif Öztürk), Vakıflar Dergisi, S.17, ss.61-78, Ankara, 1983 İNALCIK, Halil, Akademi Nedir, Türk Akademisi Nasıl Kurulmalıdır. Bir Örnek: Japon Akademisi, Türk Kültürü Dergisi, C.VI S.67, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968 İNAN, Afet, Atatürk’ten Hatıralar, TTK Basımevi, Ankara, 1950 İPŞİRLİ, Mehmet, Lale Devrinde Teşkil Edilen Tercüme Heyetine Dair Bazı Gözlemler, OİMC-1. Milli Türk Bilim Tarihi Sempozyumu-3/5 Nisan 1987, İstanbul, 1987 İSKİT, Server, Türkiye’de Neşriyat Hareketleri Tarihine Bir Bakış, MEB Yayınları, Ankara,2000 KAÇAR, Mustafa, Osmanlı Devleti'nde Bilim ve Eğitim Anlayışındaki Değişmeler ve Mühendishanelerin Kuruluşu (Yayınlanmamış Doktora Tezi). İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1996 222 KAHYA, Esin, “Fransa’da İhtisas Yapmış Türk Hekimlerinden Bazıları”, A.Ü.DTCF Dergisi, C.31, S.1.2, ss.245-262, Ankara, 1987 KARA, İsmail, Din ile Modernleşme Arasında-Çağdaş Türk Düşüncesinin Meseleleri, Dergah Yayınları, İstanbul–2003 KARAÇAVUŞ, Ahmet, Tanzimat Dönemi Osmanlı Bilim Cemiyetleri, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 2006 ________________, Richard L. Chambers’ın “The Encümen-i Daniş And Ottoman Modernızatıon” Adlı Makalesinin Değerlendirme Ve Çevirisi, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, C.IX, Sayı:2, İzmir, 2009 KARAL, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi-Islahat Fermanı Devri(1856-1861), C. VI, Ankara-1988 ________________, Tanzimat’tan Evvel Garplılaşma Hareketleri (1718 – 1839), Tanzimat I, Maarif Matbaası, İstanbul, 1940, ss.13–30 KARAMANLIOĞLU, Ali .F. Akademi Konusunda Kaçan Fırsatlar, Türk Kültürü Dergisi, C.VI S.67, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968 Kâtip Çelebi; Mizanu’l Hak fi İhtiyaru’l Ehakk, Çev: S.Uludağ, M. Kara, Marifet Yayınları, İstanbul, 2001 KARASU, Cemi, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Diplomasisine Genel Bir Bakış”, OTAM Dergisi, S.4, ss.205-222, Ankara, 1993 KAYA DOĞANAY, Fatma, Tanzimattan Cumhuriyete Rüşdiye Mektepleri, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Erzurum, 2011 KAYAOĞLU, Taceddin, Türkiye’de Tercüme Müesseseleri, Kitabevi yay, İstanbul, 1998 KAYNAR Reşat, Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat, TTK Basımevi, Ankara, 2010 223 KOÇAK, Kemal; 1983 Ortaöğretim Kurumları Tarih Programının Değerlendirilmesi (Alan Araştırması-Ankara Örneği), Kastamonu Eğitim Dergisi, Cilt:8, No: 1 KOÇER, Hasan Ali, Türkiye’de Modern Eğitimin Doğuşu ve Gelişimi (1773– 1923), MEB Basımevi, İstanbul, 1970 KÖPRÜLÜ, M. Fuat, Akademi Meselesi, Türk Kültürü Dergisi, C.VI S.67, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968, ss.411–13 KÖPRÜLÜ, Orhan Fuat, Fransız Akademileri”, Türk Kültürü Dergisi, C. VI, S. 67, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara–1968, ss.468–470 ________________, “Fuad Paşa, Keçecizade”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.13, ss.202-205 KUHN, Thomas, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çev: Nilüfer Kuyaş, Kırmızı yayınları, İstanbul, 2008 KURAN, Ercüment, Avrupa’da Osmanlı İkamet Ekçiliklerinin Kuruluşu ve İlk Elçilerin Siyasi Faaliyetleri(1793–1831), Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara-1968 LEVEND, Agah Sırrı, Türk Kültürünün Gelişmesinde Derneklerin ve Kurumların Rolü, Türk Dili, c:XVII, S.198 Ankara, Mart 1968, s.650 LEWİS, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, (Çev.: Metin Kıratlı), Ankara-1991 ________________, Müslümanların Avrupa’yı Keşfi, (Çev.: İhsan Durdu), Ayışığı Kitapları, İstanbul-2000. M.Ahmet Eğribozi, Tarih-i Kudema-yı Yunan ve Makedonya, Yazma, İ.Ü. Nadir Eserler Kütüphanesi, No: NEKTY02454 224 Mahmud Cevad, Maarif-i Umumiye Nezareti Tarihçe-i Teşkilat ve. İcraatı, İstanbul, 1338 MALTE-BRUN, Conrad, Afrika Coğrafyası, Çev: Hayrullah Efendi, İ.Ü. Nadir Eserler Kütüphanesi, No: NEKTY04232 MARDİN, Şerif, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, (Çev.: Mümtazer TürköneFahri Unan-İrfan Erdoğan), İletişim Yayınları, İstanbul-1998 Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmanî, C. I – IV, (Yay. Haz: Ali Aktan, Abdülkadir Yuvalı, Mustafa Keskin), Sebil Yayınevi, İstanbul, 1995. Mehmet Ali Fethi, İlm-i Tabakat’ül Arz, Darüt-Tıbaatt’ül Amire, İstanbul, 1269 MERİÇ Cemil, Sosyoloji Notları ve Konferanslar, İletişim Yay. İstanbul–1993, s.329 Meydan Lrousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi, C.I, Meydan Yayınevi, İstanbul, 1969 Muharrerat-ı Nadire, C. III, İzzet Efendi’nin Matbaasında Basılmıştır, İstanbul1289 NASR, s. Hüseyin, İslam’da Bilim ve Medeniyet, (Çev: Nabi Avcı, Kasım Turhan, Ahmet Ünal) İnsan Yay. İstanbul, 2011, ÖZAYDIN, Zuhal, Tanzimat Devri Hekimi Hayrullah Efendi’nin Hayatı ve Eserleri, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul, 1990 ÖZCAN, Abdülkadir, “Harbiye”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.16, ss.115-119, İstanbul, 1997 ÖZKAN, Nevzat, “Ahmet Cevdet Paşa’nın Türk Dili Hakkındaki Görüşleri ve Eserleri”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S.20, Yıl:2006/1 225 ÖZLEM, Doğan, Felsefi Hermeneutiğe Geçiş Yolu Olarak Tarihselcilik, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.40, s.1, ss.127–145, Ankara, 1999 REDHOUSE, James, İngilizce-Türkçe Sözlük, İstanbul–1998 Sahak Abro, Tarih-i Umumiden Bir Kısım, Yazma, İ.Ü. Nadir Eserler Kütüphanesi, No: NEKTY01432 ________________, Avrupa’da Meşhur Ministroların Tercüme-i Hallerine Dair Risâle, Takvimhane-i Amire, İstanbul, 1271 (1855), İ.Ü. Nadir Eserler Kütüphanesi, No: NEK2049 SARI, Nil, “Mekteb-i Tıbbiye”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.29, ss.2-5, Ankara, 2004 SAYDAM, Abdullah, “Mütercim Rüşdü Paşa”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.32, ss.202-203 SAYILI, Aydın, Ortaçağ İslam Dünyasında İlmi Çalışma Temposundaki Ağırlaşmanın Bazı Temel Sebepleri (Avrupa İle Mukayese), DTCFFAE Dergisi, C.I, S.1 Ankara, 1963, ss:5–69 SEMİZ, Yaşar, “Sadık Rıfat Paşa (1807-1857) Hayatı ve Görüşleri”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S.1, ss.135-144, Konya,1994 SERTOĞLU, Mithat, Türkiye’de İlk İlimler Akademisi “Encümen-i Daniş” Nasıl Kuruldu, Ne Yaptı ve Neden Dağıldı?, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S:64, İstanbul, 1973 SEZER, Hamiyet, “Tanzimat Dönemi’nde Avrupa Şehirlerine Gönderilen Öğrenciler”, (Der.: Hidayet Yavuz Nuhoğlu), Osmanlı Dünyasında Bilim ve Eğitim Milletlerarası Kongresi-İstanbul, 12/15 Nisan 1999, İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi-IRCICA, İstanbul-2001, ss. 687-711. 226 SHAW, Stanford J - SHAW,Ezel.Kural, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, (Çev.: Mehmet Harmancı), C.II, E Yayınları, İstanbul-1994 SOMEL, Selçuk Akşin, “Kırım Savaşı, Islahat Fermanı ve Osmanlı Eğitim Düzeninde Dönüşümler”, Tanzimat Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, (Edt. H. İnalcık, M. Seyitdanlıoğlu) ss.683-708, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 2011 ________________, Osmanlı’da Eğitimin Modernleşmesi (1839-1908), (Çev: Osman Yener), İletişim Yay, İstanbul, 2015 ________________, “Tanzimat Döneminde Eğitim Reformunun Dönüm Noktası: 1869 Tarihli Maarif-i Umumiye Nizamnamesi, Esbab-ı Mucibe Layihası ve İdeolojik Temelleri”, Sultan Abdülmecid ve Dönemi (1823-1861), Kahraman, Kemal and Baytar, İlona (eds.), İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Yayınları, İstanbul, 2015 Subhi Paşa, Tekmilet’ül-İber, Yazma, 1277, İ.Ü. Nadir Eserler Kütüphanesi, No: NEKTY09301 ŞAPOLYO, Enver Behnan Encümen-i Daniş’in Tarihçesi, Türk Kültürü Dergisi, C.VI, S.67, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968 ŞENGÖR, M. Celal, “Osmanlı’nın İlk Jeoloji Kitabı ve Osmanlı’da Jeolojinin Durumu Hakkında Öğrettikleri”, Osmanlı Bilimi Araştırmaları, C.XI, S.1-2, ss.119-158, İstanbul, 2010 ŞIRA, Hüseyin, Rusçuklu Ali Fethi Efendi, Hayatı, Eserleri ve Hilyesi, Yayınlanmamış Y.Lisans Tezi, İstanbul, 2008 ŞİMŞİRLİ, A., EKİNCİ, E.B. Ahmet Cevdet Paşa ve Mecelle, KTB Yayınları, İstanbul, 2008 227 TANPINAR, A. Hamdi XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul, 2001 ________________,Yaşadığım Gibi, Dergah Yay. İstanbul, 2000 TERZİ, Arzu, “Osmanlı Saray Eczanesinin Teşkilat ve İdaresi (XIX. Yüzyılın İkinci Yarısında)”, Osmanlı Bilimi Araştırmaları, C.XI, S.1-2, ss.49-64, İstanbul, 2010 TEKELİ Ve Diğerleri, Bilim Tarihine Giriş, Nobel Yayınevi, Ankara, 2011 TEVETOĞLU, Fethi, Türk Akademisi ve Atatürk, , Türk Kültürü Dergisi, C.VI S.67, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968 TİMURTAŞ, Faruk.K, Türk Akademisi Kurulurken, Türk Kültürü Dergisi, C.VI S.67, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,1968 Todoraki Efendi, Avrupa Tarihi Tercümesi, Yazma, İ.Ü.Nadir Eserler Kütüphanesi, No: NEKTY02365 TOKSÖZ, Hatice; Osmanlı’nın Klasik Döneminde Felsefe ve Değeri, Değerler Eğitimi Dergisi, C.V, sayı 13 UBİCİNİ, J.H. Abdolonyme, Türkiye 1850, Çev: Cemal Karaağaçlı, Tercüman 1001 Temel Eser No:63, Tarihsiz UÇMAN, Abdullah, “Encümen-i Daniş”, TDV İslam Ansiklopedisi, C. 11, İstanbul, 1995 UNAN, Fahri, “Osmanlı Medreselerinin İlmî Performansı Üzerine Bazı Düşünceler”, Türk ve İslâm Dünyasında Bilim ve Teknoloji Sempozyumu, 3-5 Haziran 1994, Türkiye Günlüğü sayı:30, ss. 49 – 57, (Eylül-Ekim 1994) İstanbul UZUN, Hakan, Tarih Bilimi ve Tarihte Nedensellik, Gazi Üniversitesi Kırşehir Eğitim Fakültesi Dergisi C.7 S.1, ss.1-13, Kırşehir, 2006 228 UZUNDAL, Edip, “Christoph K. Neumann, Araç Tarih Amaç Tanzimat Tarih-i Cevdet’in Siyasi Anlamı”, (çev: Meltem Arun), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1999, History Studies: İnternational Journal of History, Vol:4, Issue:2, July 2012 UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilâtı, T. T. K. Yay., Ankara 1988 ÜLKEN, H. Ziya, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yayınları, İstanbul1999. ________________, Uyanış Devirlerinde Tercüme’nin Rolü, Ülken Yayınları,İstanbul-1997. ÜLKÜTAŞIR, M. Şakir, Encümen-i Daniş -İlk Türk Akademisi-, Türk Kültürü Dergisi, C. II, S. 17- 18, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1964 ÜNVER, Süheyl, “Osmanlı Tababeti ve Tanzimat Hakkında Yeni Notlar”, Tanzimat I, ss.933-966 VURAL, Hanifi, BÖLER, Tuncay, “Ahmet Vefik Paşa ve Türk Diline Katkıları”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstirüsü Dergisi, S.46, ss.1-24, Erzurum, 2011 YILMAZ, Mehmet Serhat, Darülfünun Reformu- Darülfünun’dan İstanbul Üniversitesine Geçiş Süreci (1863-1933) Kastamonu Eğitim Dergisi, Cilt:9, No:1 YİNİLMEZ, Seval, Osmanlıların Modernleşme Sürecinde “Yeni Bilim Anlayışının” Etkisi: Doğa Felsefesi mi? Fizik mi? Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, A.Ü. Sos.Bil.Ens, Ankara, 2009 Yostinik Aleko, Beyanül Esfar, Yazma, İ.Ü.Nadir Eserler Kütüphanesi, No: NEKTY02365 229 Zîver Paşa, Âsâr-ı Zîver: Dîvan ve Münşeât (Yay. Yusuf Bahaeddin), Bursa, 1313 Zîver Paşa, Zeyl-i Âsâr-ı Zîver Paşa (Yay. Yusuf Bahaeddin), İstanbul, 1314 230 Küçükler, Osman Zahit, Osmanlı Devletinde Eğitimde Modernleşme ve Encümen-i Daniş, Doktora Tezi, Danışman: Prof. Dr. Hamiyet Sezer Feyzioğlu, 243s.+X ÖZET İslam medeniyetinde pozitif bilimlerde ilerlemenin yavaşladığı bir dönemde kurulmuş olan Osmanlı İmparatorluğu, eğitim ve bilim alanında büyük oranda geçmişin mirasını devam ettirmiştir. 18. yüzyılın sonlarına kadar eğitimde esas olarak dini bilimler ve pratik faydaları olan tıp, astronomi ve matematik eğitimleri verilmiş ancak bu alanlarda da kayda değer bir ilerleme sağlanmamıştır. Bu yüzyıldan itibaren Avrupa’daki gelişmelerin askeri, siyasi ve ekonomik sonuçlarıyla karşılaşıldığında ilk kez sorgulama başlamıştır. İlk etapta İslami geçmiş yeniden incelenmiş ve yeni yorumlar yapılmaya çalışılmış ancak istenen sonuç elde edilemeden, devletin içinde bulunduğu zorluklar sebebiyle, modern yüksek okullar açılmış, Avrupa’dan eğitimciler getirilmiş, Avrupa’ya öğrenci gönderilmiş ve böylece batı bilgisi ülkeye hızla alınmaya başlamıştır. Ancak bu süreç birbirinden tamamen farklı iki medeniyetin bilgi sistemlerinin çatışmasına da yol açmış ve hem bu sebeple hem de başka sebeplerle Osmanlı yöneticileri yapılanları yeterli görmeyerek eğitim ve bilim konusunu yeniden ele almaya karar vermişlerdir. Tanzimat fermanının ilanından birkaç yıl sonra, 1845 yılında, Padişah’ın bir fermanıyla başlayan bu süreçte bir eğitim meclis oluşturulmuş ve bu meclisin raporlarına göre girişimler başlamıştır. Bu raporlardan birinde de ülkede eğitimin gelişmesi, bilimin yaygınlaşması, halkın cehaletinin giderilmesi ve kurulmasına karar verilen darülfünunda okutulacak kitapları hazırlaması amacıyla 231 çalışmalar yapmak üzere bir Encümen-i Daniş kurulması tavsiye edilmiştir. Kelime anlamı itibarıyla bilim komisyonu anlamına gelen bu kurumun, Avrupa ülkelerindeki gibi bilimsel çalışmaları yönlendiren ve destekleyen Akademi veya Enstitü tarzı bir kurum olarak faaliyet göstermesi amaçlanmıştır. Bu rapor doğrultusunda 1851 yılında bir nizamname hazırlanarak Encümen-i Daniş açılmıştır. Nizamnamede Encümenin görevlerinin telif ve tercüme eserler hazırlayarak ülkede bilimin ilerlemesini ve Türkçenin gelişmesini sağlamak olduğu belirtilmiştir. Ancak belirtilmelidir ki bu kurum batı bilgisini olduğu gibi aktarmak için değil, onu İslami anlayışa uygun hale getirerek almak ve sonrasında da mümkün olursa üstüne yeni bilgiler eklenmesini sağlamak için kurulmuştur. Encümenin az sayıdaki çalışmalarına baktığımızda dil ve tarih çalışmalarının ağırlıklı olduğunu görüyoruz. Bunun sebebi de Encümen-i Daniş’in yeni bir bilimsel ve kültürel altyapı oluşturmak istemesidir diye düşünüyoruz. Zira İslam dünyası o dönemde artık hem bilgi üretemez hale gelmiştir hem de başka medeniyetlerin bilgisini alıp onu İslamileştirme yeteneğini kaybetmiştir. Ne yazık ki üyelerinin önemli bir kısmının bürokrat oluşu ve bunların devlet işleri yüzünden Encümenin faaliyetlerine yeterli zaman ayıramamaları, bazılarının bilimsel faaliyet yapabilecek kapasitede olmayışı, bürokratik çekişmelerin Encümene yansıması, ülkenin ihtiyaçlarının aciliyetine karşın yapılan işin azlığı ve hemen yararını gösteremeyecek olması gibi sebeplerle Encümen-i Daniş kısa zamanda iş yapamaz hale gelmiştir. Kapanışına dair bir belge olmamakla beraber, 1862 yılından sonra Devlet yıllıklarında adı geçmemektedir. Encümen-i Daniş, İslam medeniyetinden kopmadan batı bilgisinden yararlanmaya çalışması, Türkçenin geliştirilmesini resmi bir amaç haline getirmesi, 232 tarihimizdeki ilk akademi sayılabilecek olması ve Tanzimat dönemi aydın ve bürokratının bu konulara yaklaşımını göstermesi bakımından önemlidir. 233 Küçükler, Osman Zahit, Educational Modernization in Ottoman Empire and Encümen-i Daniş, Phd Thesis, Advisor: Prof. Dr. Hamiyet Sezer Feyzioğlu, 243s.+X SUMMARY Otoman Empire, which has been founded during an era that scientific advance in İslamic world has already slowed, mostly sustained the linear inheritance about science an education. Until the end of the 18. century, mainly there was education of teology, and because of their benefits medicine, astonomy and mathematics, however there wasn’t any significant advance in these fields. In this century, by facing the political, military and economic results of the Europe’s progress, first questioning started. At first the İslamic inheritance has reexamined and reinterpreted, but without getting any proper result, because of the hardships that state is in, modern colleges started to open, teachers transferred from Europe and students sent to Europe and therefore western information started to course in to the country. But this process caused a conflict between the information systems of two different civilisations. And because of that and other reasons, Otoman governers thougt the things that has been done is insufficient, they decided the refer the education and science again. A few years after the imperial edict of Tanzimat, in 1845, with a new edict of the Sultan, an assembly of education has been formed and new attempts started according the reports of this assembly. And in one of theese reports, it has been adviced to form an Encümen-i Daniş (Counsil of Science) in order to improve the education, advance the science, remove the public ignorance, prepare the books that’s going to be use in the University. That council is meant to 234 guide and support scientific activities correspondingly Academies or Institutes in European countries. According to this report, a regulation has prepared and Enümen-i Daniş founded in 1851. ın the regulation it has been stated that Encümens duty is improve the Turkish language and help to advance the science by preparing books. We have to state that this institution didn’t founded in order to transfer western information as iti is but to align it with İslamic information system and if possible making additions to it. When we look at the works of Encümen-i Daniş, we realize they are mainly about language and history. We believe it’s because Encümen-i Daniş wanted to built a new scientific and cultural base. Because at that time the İslam civilisation became unable to produce information and lost its ability to take informaton from other civilisations and align with it. Unfortunately, Encümen-i Daniş became disable to do it’s job because; many members were bureaucrats and they couldn’t spare enough time to Encümen, some members were not qualified enough to make scientific activities, reflections of bureaucratic quarrels and in spite of urgent needs of country Encumen’s work was not much and needed time to benefit. Even though there is no document for its closing, after the year 1862, Encümen-i Daniş doesn’t exist at the State annuals. Encümen-i Daniş is important because; tried to utilize western information without breaking with İslamic civilisation, made improvement of Turkish an official goal, can be consider as the first academy of our history and shows us the approach of the bureaucrats and intellectuals of the period to theese matters. 235 EKLER EKLER EK 1 ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN BAZI ÜYELERİ Mustafa Reşit Paşa (1800-1858) Sadık Rıfat Paşa (1807-1857) 235 Mehmet Emin Âlî Paşa (1815-1871) Fuat Paşa (1814-1868) 236 Ahmet Cevdet Paşa (1822-1895) Hayrullah Efendi (1818-1866) 237 Ahmet Vefik Paşa (?-1891) Mütercim Rüştü Paşa (1811-1882) 238 EK 2 Encümen Üyelerine Verilen Ruus Sureti (BOA, İ.DH No: 237 / 14310) 239 Encümenin Kuruluşuna Dair Meclis-i Vala Onayı 240 EK 3 ENCÜMEN’İN ÇALIŞMALARINDAN Hayrullah Efendi’nin yazdığı tarihin ondördüncü cildinin ilk sayfası 241 Cevdet Tarihinin Dokuzuncu Cildinin İlk Sayfası 242 Kavaid-i Osmaniye’nin İlk Sayfası 243