Burhan 59:Burhan.qxd

advertisement
EDİTÖR
Bismillahirrahmanirrahim
Halife Hz. Ömer bir mecliste hazır bulunanlara sordu:
Eğer dileğiniz hemen kabul ediliverecek olsa ne dilerdiniz?
Birisi, "Benim falan vadi dolusu altınım olsun isterim. Onu harcayarak İslâm'a daha çok hizmet edeyim diye" dedi. Bir başkası, "Şu
kadar sürüm (davar, koyun, keçi), mal ve mülküm olsun isterdim. Gerektikçe onları sarfederek dine yararlı olayım diye" dedi. Herkes buna
benzer şeyler söyledi. Hz. Ömer hiçbirini beğenmedi. Bu defa meclistekiler, Hz. Ömer'e sordu:
Ya Ömer peki sen ne dilerdin? Cevap verdi:
Ben de Muaz, Salim, Ebû Ubuyde gibi müslümanlar yetişsin isterdim. İslâm'a onlar vasıtasıyla hizmet edeyim diye. Kumandanlarından biri bir zafer dönüşü Halife Hz. Ömer'in huzuruna çıktı.
Yanında kısa boylu, tıknaz biri bulunuyordu. Hz. Ömer "Bu kim?" diye
sordu. Kumandan anlattı: "Efendim bu benim sağ kolumdur. Hangi
görevi verdimse başarı ile tamamladı. En gizli haberleri yerine ulaştırdı. Bazen bir orduya bedel hizmet gördü. Zaferlerimi onun sayesinde kazandım diyebilirim." Aradan zaman geçti, aynı kumandan
halifenin huzuruna yeniden çıktı. Ama mağlup bir kumandan olarak
Halife sordu:
Hani sağ kolun nerede?
Sormayın ya Ömer, ihanet etti, düşman tarafına geçti.
Yıl 5
Sayı 59
Ağustos 2010
Hz. Ömer bu defa konuştu:
Allah'tan başka hiç kimseye dayanmamak gerektiğini geçen
sefer söyleyecektim vazgeçtim. Bir musibet bin nasihattan yeğdir diye
düşündüm.Sa'd Bin Ebi Vakkas anlatıyor:
" Uhud savaşında... Bir ara baktım. Abdullah bin Cahş yanıma
geldi. Dedi ki:
" Şöyle bir kenara çekilsek, ben dua etsem, sen amin desen;
sonra istersen sen dua et, ben amin diyeyim olmaz mı?" Ben de davetine icabet ettim ve olur dedim. Bir kenara çekildik. Önce ben dua
ettim: " Allah'ım! Bugün benim karşıma güçlü, kuvvetli birini çıkar,
onunla çarpışalım, ben onu öldüreyim. Böylece hem en büyük hizmeti yapmış olayım, hem de ganimetini alayım" Abdullah Bin Cahş
(ra) bu duaya "amin" dedi.
Allah'a yemin olsun istediğim oldu.
Sonra Abdullah Bin Cahş (ra) dua etti:
" Allah'ım! Bugün benim karşıma güçlü, kuvvetli, zorba birisini
çıkar. Onunla kıyasıya savaşayım. Sonra o beni öldürsün. Bununla
yetinmeyip karnımı yarsın. Kulaklarımı, burnumu kessin. Ve ben o
halimle huzuruna çıkayım. Sen bana:
" Kulum Abdullah! Sana verdiğim azaları ne yaptın? Bunları
kim böyle yaptı?" diye sorduğunda ben de: " Ey Rabbim! Emanet olarak verdiğin o azaları yerinde kullanamadım. Haklarını veremedim.
Sağlam olarak onlarla senin huzuruna çıkmaktan haya ettim. Bunun
için onları senin ve Resul'ünün yolunda harcadım " diyeyim. Sen de
bana: " Doğru söyledin " diyesin ve beni affedesin... Bu duaya amin
demek içimden hiç gelmedi. Fakat sözleştiğimiz için amin dedim. Vallahi onun duası benimkinden daha hayırlıydı. Vallahi akşama doğru
onu gördüm. Burnu ve kulağı bir ipte sallanıyordu."
Aynı şehadet ve arzuya sahip olarak yüce huzuruna çıkma ve
ebedi huzuruna kavuşma reca ve niyaziyle...
içindekiler
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: Sayı: 59
Ağustos 2010
SAHİBİ
Burhan Basın Yayın
4 KUR’AN DA YAHUDİ KARAKTERİNİN
44 RUMELİ’DE SON SARIKLI
TASVİRİ
Ahmet HALİLOĞLU
Kamil ABDULLAHOĞLU
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Serdar TAŞAR
YAYIN DANIŞMANLARI
8 Mescidi Aksa Tehlikede Farkında
49 ZAMAN
DR. FAİZ KALIN
mısınız..?
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
YAYIN KURULU
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
10 RAMAZAN AYINI İYİ
50 Eski Alimler Yeni İlahiyatçılar
Aydın BAŞAR
DEĞERLENDİRELİM
Mehmet TALU
Salih AYDIN
52 ÂŞIKLARIN PEYGAMBER AŞKI
Musa KARACA
Osman Nuri KARADAYI
Aydın BAŞAR
GRAFİK TASARIM
16 ORUÇ NEYİ TUTMALI?
Burhan Ajans
Nihat MORGÜL
DAĞITIM ORGANİZASYONU
Asim AYDOĞDU 0538 233 5000
Fiyatı
20 Bir Ramazan Rüyası
Tek Sayı: 6 TL
Umut BULUT
56 DÜNYANIN EN KAZANÇLI VE EN İYİ
İŞİ
Ersan BİLGİN
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL
6 Aylık Abone: 36 TL
Yurtdışı
1 Yıllık Abone: 75 Euro
22 ÖLÇÜ KUR’AN’DIR
Abonelik İçin Hesap Numaraları
Fuat TÜRKER
61 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri
Takva
Posta Çeki No: 5091167
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti.
Müşteri No 291928
IBAN No TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01
26 HASEN VE SAHİH HADİSLERDEN
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
SEÇMELER (30)
Hesap No: 1673–44165588-5002
Mütercim: Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
IBAN TR690001001673441655885002
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Faks: +9 (0216) 498 94 00
İNTERNET ADRESİ
28 Ali Nar: “İlahiyatta Ne Kadar Dini
Hatice FURHAN
34 MODERN İSLAM DÜŞÜNCESİNİN
FİKRÎ VE TOPLUMSAL TAHRİBATI
YAYIN TÜRÜ
Dr. Ebubekir SİFİL
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin
sorumluluğu reklam verene aittir.
Musa KARACA
Röportaj: Aydın BAŞAR
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu
değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade
edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı
yapılabilir.
66 BURHAN ÇOCUK
68 KİM KAZANDI?
www.burhandergisi.com
Aylık Süreli Yayın
Hasan BAŞAR
Deforme Eden Adam Varsa Bilin Ki
Hepsi İffetsizdir.”
burhandergisi@hotmail.com
BASKI
63 KANIMIZLA SULANAN EMELLER
Ramazan Ayını İyi
Değerlendirelim
Mehmet TALU
10
Bir Ramazan Rüyası
20
Umut BULUT
Modern İslam Düşüncesinin, Fikri Ve
Toplumsal Tahribatı
Dr. Ebubekir SİFİL
34
Rumeli’de Son Sarıklı
44
Ahmet HALİLOĞLU
Dünyanın En Kazançlı Ve En
İyi İşi
56
Ersan BİLGİN
Kanımızla Sulanan Emeller
63
Hasan BAŞAR
68
Kim Kazandı?
Hatice FURHAN
KUR’AN DA
YAHUDİ
KARAKTERİNİN
TASVİRİ
üce Allah’ın tarih süreci içerisinde peygamberleri göndermesindeki gaye ve
hikmet, gözleri kapanmış hakikat körü
haline gelmiş toplumları aydınlatmak ve onları hakka davet etmektir. Bir topluluk kulluk
dairesi içerisinde hayatiyetini sürdürür ve
haddi aşarak azgınlaşmazsa, o topluma elçi
gönderilmez. Tarihe baktığımızda azgınlaşmış,
insani özelliklerini kaybetmiş ve tamamen
vahşileşmiş toplumlara peygamberler gönderilmiştir. Nuh (a.s.) puta tapan topluluğu hidayete çağıran bir peygamber olarak
gönderildi ve onları gece gündüz demeden
hakka davet etti. Ancak onlar her defasında
onu reddettiler. Kur’an Bu olayı şöyle anlatır:
“(Nuh) Rabb’im dedi, ben kavmimi gece
gündüz (imana) davet ettim, Benim davetim, onlara kaçışlarını artırmaktan
başka bir katkıda bulunmadı.”1 İbrahim
(a.s.)ın Nemrutla olan mücadelesi Kur’an da
genişçe yer almakta ve davetine karşılık reva
görülen cezanın ne kadar insanlık dışı olduğu
herkesçe bilinmektdir. Hayatlarını yakından bildiğimiz tüm peygamberlerin karşılaştıkları
manzara
kısaca
bahsettiğimiz yüce iki peygamberin hayatından faklı değildir. Kâinatın Efendisi
Efendimiz (s.a.v.)in geldiği Arap toplumun o devirde ne kadar vahşi olduğu ve
sa y ı s ı z c a putlarının varlığı da çok
iyi bilinmektedir.
Y
Kamil ABDULLAHOĞLU
Bu kalleş topluluk aynı zamanda
sınır tanımayan bir güruhtur. Bu Yahudi toplumu azgınlıklarından kendilerine
çokça
peygamber
gönderilmiş bir topluluktur. Ancak
bunlar Hz. Musa (a.s.)’a takındıkları
anormal tavırları daha fazlası ile
diğer peygamberlere takınmışlardır.
4
Ağustos 2010
Kur’an da en çok bahsedilen peygamber Hz.
Musa (a.s.) ve kavim olarak da İsrail (Yahudiler) oğullarıdır. Musa (a.s.)ın çokça bahsedilmesi kavmi ile
olan mücadelesinin çok fazla olmasından kaynaklanmaktadır. İsrail oğullarından çokça bahsedilmesi, onların çok değerli olmalarından değil, azgın
oluşlarından kaynaklanmaktadır. İsrail aslen Yakup
(a.s.)ın adıdır. Yakup (a.s.)ın neslinden gelenlere de
bu ad verilmiştir. Bu kavmin azgınlığı kardeşleri Yusuf
(a.s.)ı öldürmeye teşebbüs etmelerinden ve sonuçta
kuyuya atmaları, sonrada köle olarak satarak utanmadan parasını yemelerinden başlamaktadır.
Bu kavim çok açık mucizeler görmelerine rağmen Hz. Musa (a.s.)a çeşitli sıkıntılar çıkaran, puta
tapan, peygamberlerini öldüren bir güruhtur. Musa
(a.s.) Tur-i Sina’ya Yüce Rable kelama gittiğinde, onların başlarına Harun (a.s.)ı bıraktı. Döndüğünde Samiri denilen ve aslen Yahudi olan birinin yapmış
olduğu buzağıya onları tapar olarak buldu. Kur’an da
olay çok geniş olarak anlatılır: “Seni kavminden
çabucak ayrıl(ıp gel)meğe sevk eden nedir?
(niçin onları hemen bırakıp geldin) ey Musa?”
(dedik). Dedi: Onlar benim arkamdan geliyorlar, Ya
Rabb’i razı olasın diye sana çabuk geldim. (Allah):
Biz senden sonra kavmini sınadık. Samiri onları saptırdı dedi. “Onlara, böğürmesi olan bir buzağı hey-
keli ortaya çıkardı. Dediler ki, bu sizin de tanrınız, Musa’nın da tanrısıdır. Fakat o unuttu (da gitti, Tanrıyı
Tur yöresinde arıyor).”2
Yine bir başka olayda şöyle vuku buldu. Musa
(a.s.) Yahudileri Firavunun zulmünden kurtardı. Beraberce mısırdan medyene doğru giderken Firavun
ordusuyla arkalarından yetişecek oldu. Önlerinde de
kızıl deniz vardı. Yahudi toplumu Musa (a.s.)a; Mısırda ne güzel yaşıyorduk. Şimdi Firavun ordusu ile
bizi yok edecek dediler. Hâlbuki Yahudiler mısırda
köleleştirilmişlerdi. Yani köleliği hürriyete tercih ettiler.
Musa (a.s.) Asasını kızıl denize vurdu ve karşıya geçebilecekleri yollar açıldı. Onlar karşıya geçtiler Firavun ve ordusu boğuldu. Bu büyük mucizeyi
görmelerine rağmen meyden tarafında yaşayan
Amalikalıların öküze taptığını gören Yahudiler Musa
(a.s.)a; Bize de bir put yapsan da ona tapsak dediler.
Kur’an bu olayı bize şöyle anlatıyor: “İsrail oğullarını denizden geçirdik, kendilerine mahsus bir
takım putlara tapan bir kavme rastladılar: ‘Ey
Musa dediler, (bak) bunların nasıl tanrıları var,
bize de öyle bir tanrı yap!’ (Musa) dedi: ‘Siz,
gerçekten cahil bir toplumsunuz.”3
Yahudi karakterlerinden bir diğeri de, gerçeklere inanmazlar, tahrif edilen hurafelere inanırlar.
Kendi kitapları olan Tevrat’ı tahrif ettikleri gibi, kendi
evlatlarından vasıf olarak daha iyi tanıyıp bildikleri
Efendimiz (s.a.v.) hakikati getirdiğinde ona şöyle dediler: “Kalbimiz perdelidir, dediler. Hayır, ama
inkârlarından dolayı Allah onları lanetlemiştir.”4 Yahudi eşrafından bir kadın zina etmişti. Kendi
kitaplarındaki ‘Recm’ cezasını uygulamak istemediler. Daha hafif bir ceza olur ümidiyle Efendimiz
(s.a.v.)e geldiler. Efendimiz (s.a.v.) onlara; kendi kitaplarındaki cezanın ne olduğunu sordu onlar ‘Recm’
cezasını inkar ettiler. Efendimiz (s.a.v.)de onların kitaplarını getirterek yalanlarını ortaya çıkardı. Kur’an
bu olaya şöyle değinir: “Baksana kendilerine kitaptan bir pay verilmiş olanlara, aralarında
hüküm versin diye Allah’ın kitabına çağırılıyorlar da sonra onlardan bir topluluk yüz çevirerek dönüyorlar.”5
Bu topluluk anlaşmalara uymazlar. Kendi peygamberleri olan Musa (a.s.)a defalarca söz verdiler,
ancak verdikleri sözlerine uymadılar. Allah Azze ve
Celle bunlardan söz aldı. O’na da verdikleri sözde
durmayarak hemen isyan ettiler. Rabbimiz bir ayette
şöyle anlatıyor: “Andolsun Musa, size açık deliller ge-
Ağustos 2010
5
tirmişti, sonra onun ardından tuttunuz buzağıya taptınız; siz öyle zalimlersiniz işte! Bir zaman üzerinize
tur(dağın)ı kaldırıp sizden kesin söz almıştık: size verdiğimiz şeyi kuvvetle tutun, dinleyin (demiştik). Dinledik ve isyan ettik. dediler…”6 Şu topluma bakın ki,
üzerlerine tur dağı kalkıyor ve nerede ise düşecek vaziyette, bu halde söz veriyorlar, tehlike geçer geçmez
hemen sözlerini bozarak isyan ediyorlar. Bir başka
ayette de: “Sen kendileriyle antlaşma yaptığın
halde onlar, hiç çekinmeden, her defa antlaşmalarını bozarlar.”7 “Ne zaman bir antlaşma
yaptılarsa, onlardan bir grup o ahdi bozup atmadı mı? Zaten çokları inanmazlar.”8 O zamanki
Yahudilerle bugünküler arasında bu manada ne fark
var? Filistinlilerle antlaşmak için yıllardan beri güya
masaya oturmak görüntü veren bu lanetliler her defasında verdikleri sözlerini bozmadılar mı? Evet, bunların dedelerinden hiçbir farkı olmadığı gibi
keferelikleri bakımından daha da fazlalıkları var. Yani
karakter değişmiyor.
Bu kalleş topluluk aynı zamanda sınır tanımayan bir güruhtur. Bu Yahudi toplumu azgınlıklarından kendilerine çokça peygamber gönderilmiş bir
topluluktur. Ancak bunlar Hz. Musa (a.s.)’a takındıkları anormal tavırları daha fazlası ile diğer peygamberlere takınmışlardır. Hatta Davud (a.s.)a zina
iftirasında bulunan bunlardır ve tahrif edilmiş Tevrat’a
6
bu ve benzeri pek çok iğrenç düşünceleri sokuşturmuşlardır.. Süleyman (a.s.)’a ise sihirbaz dediler. Zekeriya ve Yahya (a.s.)’ı öldürdüler. İsa (a.s)’ı da
öldüreceklerdi. Ancak Allah Azze ve Celle buna müsaade etmedi. İşte Allah’ın ayetlerini inkâr eden ve
peygamberlerini öldüren bu toplumun alçak bir toplum olduğunu Yüce Allah Kur’an da şöyle anlatıyor:
“Size eziyetten başka bir zarar veremezler. Sizinle savaşsalar bile, size arkalarını döner kaçarlar, sonra onlara yardım da edilmez. Nerede
olsalar onlara alçaklık (damgası) vurulmuştur.
(ezilmeğe mahkûmdurlar) Meğerki Allah’ın ahdine ve insanların ahdine sığınmış olsunlar. Allah’ın gazabına uğradılar ve üzerlerine
miskinlik damgası vuruldu. Böyle oldu, çünkü
olar Allah’ın ayetlerini inkâr ediyorlar, haksız
yere peygamberleri öldürüyorlardı ve çünkü
onlar isyan etmişlerdi, haddi aşıyorlardı.”9
Yüce Rabbimizin alçak ve zelil olarak nitelediği
bu toplum, yaklaşık iki bin sekiz yüz yıla varan bir
zaman dilimi içerisinde Musa (a.s.) dönemi hariç devlet olamamışlar ve Buhtunnassar adındaki müşrik bir
kralın bunları toplu katliama duçar etmesi ve kalanların dünyaya dağılması neticesinde hep alçak ve zelil
olarak yaşamışlardır. Son yarım asırdan beri kurdukları terör devletin akıbetinin ne olacağı ise pek parlak
olmayacağı ve Buhtunnassar döneminde başlarına
gelen durumun tekrar geleceği kaçınılmaz olacaktır.
Ağustos 2010
Fesad ve terör çıkarma hususunda hiçbir
zaman geri durmazlar. Bu Yahudi toplumu tarih sürecinde bulundukları bölgelerde insanları bozma ve
ortamı karıştırma hususunda ellerlinden gelen her
şeyi yapmışlardır. Bu topluluk Allah’ın dinini tahrif ettikleri gibi Allah Teâlâ hakkında asla hiç uygun olmayan sözler sarfetmişlerdir. Bunların böyle yapmaları
kendi menfaatleriyle çelişen durumları karşısında takındıkları tavırdan kaynaklanmaktadır. Çünkü bu
topluluk kendi menfaatlerini her türlü değerin üzerinde tutarlar. Dinde buna dâhildir. Terör, fitne ve
fesad çıkarma hususu da böyledir. Kendi menfaatleri
oldu mu yapamayacakları hiçbir şey yoktur.
Bugün Filiskinde estirdikleri terör yalnız orada
kalmamakta, ilgi alanlarına giren dünyanın her yerinde aynı terörü uygulamaktadırlar. Hatta Filistin’e
gelmek istemeyen dünyanın başka yerlerinde bulunan Yahudilere bile aynı terör faaliyetini uygulamaktadırlar. Bakın Yüce Kur’an bunların menfaatperest
yapılarını nasıl anlatmakta: “Yahudiler, Allah’ın eli
bağlıdır, (sıkıdır) dediler.* Hay dedikleri yüzünden elleri bağlanası ve lanet olasılar! Bilakis, Allah’ın elleri açıktır, dilediği gibi verir.*
Andolsun ki sana Rabbinden indirilen, onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü artırır. Aralarına, kıyamete kadar (sürecek) düşmanlık ve
kin soktuk. Ne zaman savaş için bir ateş yak-
mışlarsa (fitneyi uyandırmışlarsa) Allah onu
söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar; Allah ise bozguncuları sevmez.”10 Dünya üzerinde insanlığı bozacak tüm fesat
kaynakları bunların kontrolündedir. Kendi toplumları
dışında kalanları ahlaken ve her yönden bozmak
onlar için mubah sayılmıştır.
Bu güruh çok korkak olup özelliklede Allah’tan
daha çok Müslümanlardan korkarlar. Korkak insan
saldırgan olur. Bu Yahudi toplumu tarihten beri hep
güçlünün yanında olmuş garibanları ezmeye çalışmıştır. Savaşmak durumunda kaldıklarında ise göğüs
göğse savaşamayıp ancak sağlam kaleler ardında savaşma cesareti gösterebilmişlerdir.
Kâinatın Efendisi Efendimiz (s.a.v.)le antlaşmış
olmalarına rağmen gizlice Mekkeli müşriklerle birlikte
olup Müslümanları arkadan vurmaya çalıştılar. Allah
Azze ve Celle onlara fırsat vermedi ve cezalarını gördüler. Onların korkak oluşlarını ve özelliklede Müslümanlardan korktuklarını Kur’an bize şöyle anlatıyor:
“ Onların içlerinde size karşı duydukları
korku, Allah’a olan korkularından daha şiddetlidir. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir
topluluktur. Onlar müstahkem şehirlerde veya
siperler arkasında bulunmaksızın sizinle toplu
halde savaşamazlar. Kendi aralarındaki savaşları ise çetindir. Sen onları derli toplu sanırsın, hâlbuki kalpleri darmadağınıktır. Böyledir,
çünkü onlar aklını kullanamayan bir topluluktur.”11
Karşılarında ciddi ve cesur Müslüman göremedikleri için böyle davranıyorlar. Bir gün karşılarında
ciddi ve yalnızca Allah’tan korkan bir toplulukla karşılaşırlarsa gerçek yüzleri o zaman ortaya çıkacaktır.
İnsani yardım gemisinde tekme yiyen İsrail askerinin
nasıl ağladığını dünya gördü. Allah bizlere gerçek dini
şuur nasıp eylesin. Amin.
..................................................................
1)Nuh, 71/5-6 2)Taha, 20/83,85,88 3)A’raf, 7/138 4)Bakara, 2/88 5)Al-i İmran, 3/23
6)bakara, 2/92-93 7)Enfal, 8/56 8)Bakara, 2/100 9)Al-i İmran, 3/11,112
*Önceden bolluk içerisinde yaşayan ve yaşadıkları yerlerde halkın en zengini olan Yahudiler, Allah’a isyanları yüzünden darlığa ve sıkıntıya düşmüş ve bu sözü Finhas ibni
Azura söylemişler ve ayet bundan dolayı nazil olmuştur. (Hak Dini Kur’an Dili- Ayetin tefsiri) *Allah’ın elinin açık olması cömertlikten kinayedir. Hâşâ, yoksa Allah’ın bizim gibi
eli kastedilmemektedir.
10)Maide, 64 11)Haşr, 59/13,14
Ağustos 2010
7
Mescidi Aksa Tehlikede
8
Ağustos 2010
Farkında mısınız..?
Ağustos 2010
9
RAMAZAN
AYINI İYİ
DEĞERLENDİRELİM
üce ALLAH’ın lütfu ile sağlık ve esenlik içinde, Müslümanlar olarak arınma
ve yenilenme bilincimizin tazelendiği,
ferdi hayatta dindarlığın, sosyal hayatta
huzur, dayanışma ve kaynaşmanın yoğun
olarak yaşandığı, manevi derecesi çok yüksek ve kazancı pek büyük olan af, mağrifet ve
bereket mevsimi yeni bir Ramazan ayına 11
Ağustos Çarşamba günü kavuşmuş bulunuyoruz, elhamdulillah…Hepimize mübarek
olsun! Yüce ALLAH'ın engin rahmet, mağfiret ve bağışlamasının diğer zamanlara göre
daha fazla olduğu, sosyal dayanışma ve yardımlaşmanın güzel örneklerinin verildiği Ramazan Ayına bir kez daha erişmenin, sahura
kalkarak bu ayın manevi atmosferine girmiş
olmanın mutluluğunu yaşıyoruz.
Y
Mehmet TALU
Yeni nesil Ramazan ayını bu gidişle eğlence
ayı olarak yaşayacağa benziyor. Ermeni ve
Rumların icrası “Direkler arası” çılgınlığı
21’inci yüzyılda Müslümanların eliyle geri
gelecek. Gidişat bunu gösteriyor.
10
Selman-ı Farisi (R.A.)den rivayete göre,
Resûlullah (S.A.V) Efendimiz, Şaban-ı şerifin
son günü hutbe okuyarak şöyle buyurdu:
"Ey insanlar! Çok büyük ve mübarek
bir ay sizi gölgeledi, gelmesi çok yaklaştı. O,
kendisinde bin aydan daha hayırlı Kadir gecesi bulunan bir aydır. ALLAH Teâlâ, onun
orucunu farz, gecesinin kıyamını, Teravih namazının kılınmasını da nafile kıldı. Her kim,
onda bir hayırla ALLAH'a yaklaşırsa, nafile
bir ibadet yaparsa, diğer aylarda bir farz eda
etmiş gibi olur. Onda bir farz işleyen ise, diğer
aylarda yetmiş farz eda etmiş gibi olur. O,
Ağustos 2010
sabır ayıdır; sabrın karşılığı ise cennettir. O, iyilik ayıdır; o, kendisinde müminin rızkı artan bir aydır. Her
kim, onda bir oruçluyu iftar ettirirse, günahlarına
mağfiret ve kendisinin cehennemden kurtulmasına
vesile olur ve oruçlunun mükafatından bir şey eksiltilmeksizin, iftar ettirene de onun bir misli verilir. Dediler ki:
Ya Resûlellah! Hepimiz, oruçluya iftar ettirecek
bir şey bulamaz ki… Bunun üzerine Resûlullah
(S.A.V)Efendimiz şöyle buyurdu:
ALLAH Teâlâ; bir hurma, bir yudum su veya
süt ile oruçluyu iftar ettirene de bu sevabı verir. O, bir
aydır ki, başı rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennemden azad olmaktır. O ayda her kim kölesinin,
işçisinin işini-yükünü hafifletirse,azaltırsa; ALLAH da
onu mağfiret eder ve cehennemden azad eder.O
halde, onda dört şeyi çokça yapınız. Bunların ikisiyle
Rabbinizi razı edersiniz, diğer ikisine de mutlaka muhtaçsınız. Rabbinizi kendisiyle razı edeceğiniz iki şey:
La ilahe illALLAH kelime-i tevhidini söylemeniz ve
O’na istiğfar etmenizdir. Mutlaka onlarsız duramayacağınız diğer ikisi ise: ALLAH'tan cennet isteyip cehennemden ona sığınmanızdır. O ayda her kim, bir
oruçluyu doyurursa; ALLAH Teâlâ da ona, benim
Kevser havzımdan öyle bir içirirki, cennete girinceye
kadar bir daha susamaz.”
Bu hadis-i şeriften anlaşılıyorki: İnsan Ramazan
ayında rahmete giriyor. Yani, şimdi biz ALLAH'ın rahmeti içinde yüzüyoruz elhamdülillâh... Suçluyuz, günahkârız, yüzümüz kara, mâzimiz karanlık... Eksiğimiz
kusurumuz çoktur amma, oruç tuta tuta ayın ortasında ALLAH günahları mağfiret ediyor. Ramazanın
sonu da cehennemden âzad olmaktır. “Ey kulum,
sen ramazanı tuttun, ben seni affeyledim, mağfiret eyledim, cehenneme de atmayacağım;
hadi bakalım âzâd oldun!" diyecek ALLAH Teâlâ
Hazretleri. Kime? Tabii ki Ramazanı güzel geçirenlere...
Rabbimizi râzı edeceğimiz, Rabbimizin rızâsına
ereceğimiz iki iş nedir: “La ilahe illALLAH” kelimei tevhidini çokça söylemek. İkincisi de, ikinci olarak
yapılması gereken, istiğfar etmektir. Demek ki, bu Ramazan ayında ne yapacağız?.. "Lâ ilâhe illALLAH"ı
çok söyleyeceğiz; bir... Estağfirullah'ı çok söyleyeceğiz, ikii.. Kendisinden müstağni kalamayacağımız
öteki iki iş: ALLAH'tan cennetini istememiz ve cehennemden ALLAH'a sığınmamızdır. Tamam, bunu
da yaparız: "Yâ Rabbi, bizi cennetine dahil
eyle!.. Yâ Rabbi bizi cehenneminden âzâd eyle!.."
diye de çok dua edeceğiz.
Ağustos 2010
İmam Rabbani (K.S.) Hazretleri, mektubatında
şöyle buyuruyor:
"Bilinmelidir ki, Ramazanı şerif ayı çok büyük
bir aydır. Bu ayda, namaz, zikir, sadaka gibi, yapılan
her nafile ibadet Ramazanın dışında yapılan bir farzı
edaya denktir. Bu ayda bir farz eda eden ise, diğer
aylarda yetmiş farz eda etmiş gibidir. Kim bu ayda bir
oruçluyu iftar ettiririse, günahları affolur, boynu cehennemden azat olur ve iftar ettirdiği kişinin ecrinden
bir şey eksilmeden, bir mislini de iftar ettiren alır.
Bu ayda, kölesinin ve işçisinin işini hafifleteni
ALLAH Teâlâ affeder ve cehennemden azat eder. Ramazan ayı girdiğinde Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz,
bütün esirleri salar ve isteyene izin verirdi. Bu ayda
hayırlara muvaffak olan kişiye, senenin tamamında
Allâh Teâlâ'nın muvaffak kılması refik yani yoldaş
olur. Bu ay, huzuru kalp olmaksızın, dağınıklık üzere
geçerse bütün sene dağınıklık üzere geçer. O halde
bu ayı ganimet bilerek bunda huzuru kalbi kazanmaya çok çalışmak lazımdır.
ALLAH Teâlâ, Ramazan ayının gecelerinden
herbirinde cehenneme girmeğe layık olmuş kişilerden
binlercesini mağfiret eder ve bu ayda cehennem kapıları kapanır, şeytanlar zincire vurulur, rahmet kapıları açılır. İftarı acele yapıp sahuru geç yapmak
sünnetlerdendir.
Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz, bu hususta çok
mübalağa göstermiştir. Çünkü bu hal, ihtiyacı ortaya
koymaktan ibarettir ki kulluk makamına da bu yaraşır. Hurma ile iftar etmek de sünnettir.
Teravih namazını eda etmek ve bu ayda
Kur'an-ı Kerim'i hatmetmek, sünneti müekkede yani
kuvvetli sünnetlerdendir ve çok büyük bereketler kazandırır. ALLAH Teâlâ, bizi Habibi hürmetine muvaffak eylesin. Amin!"
ALLAH Teâlâ, bizi böyle bir aydaki hayır ve bereketlere muvaffak kılsın ve bizi en büyük bir nasiple
merzuk eylesin. Amin!..
Ramazan-ı şerif ayı, çok büyük bir aydır. Bu
ayda: Namaz, zikir, sadaka gibi, yapılan her nafile
ibadet, Ramazanın dışında yapılan bir farzı eda etmeğe denktir. Diğer aylardaki iyilik ve ibadetlere bire
on, bire yüz sevap sözkonusu olurken, Ramazan
ayında durum aynı değil. Onda yapılan tüm iyilik ve
ibadetler için bire yedi yüz ve daha fazlasından başlayan sevaplar. Bunun içindir ki zekatlar da, fitreler
de diğer bütün ibadetler ve iyilikler de bu ayda daha
çok yerini bulur.
11
seller gibi akan kalabalık içinde çocuk arabasıyla bir
bebeği gezdiriyordu. O saatte, o sel gibi kalabalık
içinde minicik bir yavrunun ne işi var? Seller gibi akan
kalabalık içinde rabıtalı giyinmiş bir tek kadın gördüm. Başını koyu renkli bir örtü ile örtmüştü. Sırtında
çizgili, koyu renkli bir tünik vardı. Öteki tesettürlülerin
kıyafetleri evlere şenlikti. En cırtlak pembeler, en berbat sarılar, maviler, yeşiller, eflâtunlar, kırmızılar, morlar. Karnaval kıyafeti gibi...
Yüce İslâm dininde zaruret olmadıkça açık yerlerde herkese göstererek yemek içmek yoktur. Bilhassa Ramazan çarşılarında ve etkinliklerinde ayakta,
yürüyerek, herkesin içinde sucuk ekmek, kokoreç,
börek, lahmacun yemek terbiyeli ve görgülü Müslümana yakışmaz.
Dikkat Ramazan eğlenceleri!...
Kimi yerlerde “Ramazan eğlenceleri” yazılı ilanlar, pankartlar çarpıyor gözümüze. Fesübhanellah!.
Ramazan ayı, eğlence ayı mıdır? Dindar Müslümanların, bu tuzaklara düşmemeleri gerekir.
Geçtiğimiz senelerde Haliç taraflarında bir
yerde Ramazan şenliği diye İslâm dininin ve Şeriatının kesinlikle kabul etmediği iğrenç ve rezil eğlenceler tertiplediler. Çıplak karılar, mankenler, çalsın sazlar,
oynasın kızlar, berbat bir müzik, ha ha ha, ho ho ho,
hi hi hi... Mâlâyâni konuşmalar, fingirdeşmeler... Nargileler fosur fosur içiliyor. Ha Öyle ya, Ramazan var
Ramazan var... Ramazan geldi... Orucunu tutacak,
akşam namazını kerahet vaktinde yalap şalap, paldır
küldür kılacak ve sonra ver elini “Ramazan eğlenceleri ve etkinlikleri”. Gittiği yerde cehennemî çalgılar
çalınıyor, birtakım çağdaş kadınlar teganni ediyor.
Yatsı ezanı okunuyor, orkestra birkaç dakika susuyor,
aman ne dindarlık, ne dindarlık! Böyle Ramazan şenliği olur mu? Bunları tertipleyenleri uyarmak gerekir.
Mübarek ve kutsal Ramazan ayında İslâm dininin yasaklamış olduğu çalgılı şarkılı eğlencelere sakın ha…
Gitmeyelim, hele açık saçık kadınların teganni ettiği
fısk meclislerden bucak bucak kaçalım.
Tesettürlü İslâm kadınları ve kızları yüce dinimizin hoşgörmediği, yasak kıldığı mekânlara gidip salına salına gezip tozmasınlar. İslâm kadınının haysiyet
ve ismetini korusunlar. Bir Ramazan çarşısında gecenin ilerleyen saatlerinde başı örtülü genç bir hatun,
12
Maalesef Ülkemizde son yıllarda, Ramazan aylarında dozajı her yıl artırılarak işlenen haram zeminler oluşturuluyor. Bu gayrımeşru zeminler Ramazan
ayımızı ALLAH’a isyan fırtınasına dönüştürüyor. Ramazan ayına mahsus haramlar icat edilip, bir zümre
çılgınca bu haramları “ibadet” telakki edip icra ediyor. Nedir bu haramlar? Bunların bir kısmını şöyle sıralamamız mümkündür:
Belediyeler ve bir kaç vakıf iftar çadırları kuruyorlar. Bu çadırlarda iftariyeler verilip sözüm ona
“Ramazan etkinlikleri” düzenleniyor. Dinimizin asla
tasvip etmediği kişi ve kurumlar, buralarda iftara müteakiben “sevab”ına konserler veriyorlar. Böylesine
etkinliklere dini bir heyecan katılarak, gelenek kılıfına
da sokularak çürümüş bir dönem eğlence ayı olarak
topluma Ramazan aylarında yeniden dayatılıyor.
Ramazan ayı yaz mevsimine gelince bu şenlikler karnavala dönüşecek, zaten şimdiden dönüşmüş
durumda. “Ramazan etkinlikleri” adı altında işlenen
bunca “cinayet”ler farkındaysanız Ramazan ayını
idrak etme tarzımızı bozuyor.
Ramazan ayı sosyal dayanışmanın tazelenmesi
vesilesi olmalıdır. Bugünkü etkinlikler bu ayı yeni alışkanlıkların, bid’atlerin edinildiği bir aya doğru süratle
götürüyor. Yeni bir “Ramazan ayı kültürü” ile karşı
karşıyayız. Bu Ramazan ayını yaşama tarzımızı dinamitliyor. Bir takım çevreler:
Hayırda bulunmak,
Yoksullara yardım etmek,
Açları doyurmak... gibi vecibeleri amaç olmaktan
çıkarıp araç haline getirip gösteriye dönüştürüyor...
Bu gidişatın eğlence içerikli olması bozuntuyu maalesef câzibeleştiriyor.
Ağustos 2010
Yoksula yardımı ibadet bilenlerin tarzı muhtaçları teşhir etmemektir. Bunun için ecdadımız aşevlerini kuytu yerlere yerleştirirlerdi. Bunu gösteriş amaçlı
yapanlar çadırlarını merkezi yerlere kurup, doyurma
ve eğlenceyi bir araya getirerek, bu çadırları karnaval çadırları haline soktular. Böylece bu çadırlar tüketici ve eğlendirici cemaati oluşturdular.
Yeni nesil Ramazan ayını bu gidişle eğlence ayı olarak yaşayacağa benziyor. Ermeni
ve Rumların icrası “Direkler arası” çılgınlığı
21’inci yüzyılda Müslümanların eliyle geri gelecek. Gidişat bunu gösteriyor.
Ramazan aylarında cami diplerinde müzik yayını, kadın-erkek camilere giriş izdihamı oluşması ve
oluşturulması Ramazan ayına mahsus haramlardan
bir diğeridir.
Yanlışlıkla icra edilen günümüz Ramazan çadır
şenliklerinin getirdiği anlamsız eğlencelerin eski İstanbul azınlıklarının direklerarası eğlenceleriyle anlamdaş olması ne denli üzücüdür. Ramazan neşesini,
cami içersinde yaşayan Müslümanlara karşılık, o dönemin İstanbul ekalliyeti denilen Rum, Ermeni ve Yahudi gayrimüslim azınlığı da kendilerini direklerarası
tabir edilen eğlenceleriyle avutarak o günün hakim
İslam kültürüne ayak uydurmaya çalışmışlardır.
İstanbul’un büyük selatin camilerinden birinin
avlusuna çadır kurulmuş, içine sahne yapılmış ve mü-
barek ayın her gecesinde vur patlasın, çal oynasın.
“Ramazan etkinlikleri ve şenlikleri” yapılıyormuş. Ben
görmedim, gören bir dostum anlattı; hem öfkelendim, hem üzüldüm, hem de iğrenerek acıdım. Bunu
kimler yapıyor? Dinsizler, densizler, donsuzlar değil,
sözüm ona Müslümanlar yapıyor. Rezaletin böylesi
şimdiye kadar görülmemişti. Kimbilir daha neler göreceğiz...
Edebsizliğin adını Ramazan Eğlenceleri koymuşlar. Ramazan eğlence ayı değildir, ibadet ve hayır
hasenat ayıdır. İslâm’da eğlenmek yok mudur? Vardır
ama dine uygun olmak şartıyla.
Sen Ramazan ayı eğlenceleri diyerek kadınerkek herkesi karmakarışık halde bir mekana dolduracaksın ve orada bir sürü fısk ve fücur irtikâb
edeceksin, böyle şey olur mu? Başına Ramazan kelimesini getirmekle fısk ve fücurun meşru hale geleceğini mi sanıyorlar?
Şehrin merkezî bir yerinde çarşı kurmuşlar, birtakım adamlar, daha doğrusu “adamları” yerleri 9
milyardan alıp 12 milyara devr etmişler ve bu çarşıda
Ramazan güpegündüzünde alenen, açıkça oruc bozuyorlar. Bu adamlar İslâm’la, Müslümanlarla alay mı
ediyorlar? Bu gibi densizlikleri terbiyeli gayr-i müslimler bile yapmaz. Kırk elli sene öncesini hatırlıyorum, nice gayr-i müslim vatandaşımız,
işlettikleri meyhaneleri bir ay kapatırlar, kapısına veya vitrinine “Mübarek Ramazan ayı boyunca dükkanımız kapalıdır” diye bir yafta
asarlardı. Şimdiki bazı Ahmetler Mehmetler
dünkü Apostollar, Yorgiler, Anastaslar kadar
efendi ve vicdanlı değil.
Birtakım densizler bundan yüz sene önceki
Şehzadebaşı Direklerarası fısk ve fücurlarını “Nostaljik Eski Ramazan Eğlenceleri” diye canlandırmak istiyor. Neymiş o eski eğlenceler? Direkler arasında
salaş tiyatrolar varmış. O zaman Müslüman kadınlar
sahnelere çıkıp şarkı söyleyemez, göbek atamazmış;
Kantocu Şamram’lar, Virgini’ler, Viktorya’lar teganni
edermiş, ucuz orkestralar çalarmış, dinden uzaklaşmış tabaka da keyf çatarmış... Bunların kutsal Ramazan ayı ile o zaman da alakası yoktu, bugün de
yoktur. Dinin kesin bir şekilde yasak ve haram kılmış
olduğu şeylerin “Ramazan Eğlence ve Etkinlikleri”
denilerek yapılmasına bir Müslüman olarak itiraz ediyorum.
Efendiler! Biraz ciddî, biraz kaliteli olunuz. Fıskın ve fücurun bile kalitelisi olur. Nitekim fahişenin
Ağustos 2010
13
Bu hususta sağlam ve sahih hadîs vardır.
Ramazan’da ciddî, vasıflı, günahsız etkinlik yapılamaz mı? Niçin yapılmasın? Tabiî ki yapılır. Bir kaç
örnek vereyim:
1- Büyük bir meydana Türkiye’nin belli başlı
geleneksel millî sanatlarıyla ilgili fuar kurulur; buralarda sanatkârlar veya zenaatkârlar herkesin gözü
önünde üretim yaparlar, bunları ucuz fiyatlarla satarlar.
2- Türkiye’nin en meşhur, en nefis, en leziz tatlıları satılır.
3- Nefis börekler satılır.
Tatlıcıların vitrinleri Şam’daki tatlıcılar gibi olmalıdır. Şam’a gidenler bilir, insan orada bir tatlıcı
dükkanının vitrini önünde lâl ü ebkem kesiliyor, seyredip duruyor...
bile kibarı mevcuttur. Bugünkü Ramazan eğlenceleri
son derece kalitesiz, bayağı, pespâyedir.
Sultanahmet’ten geceleri zaman zaman gökgürültüsü gibi sesler duyulur ve sonra sema aydınlanır,
rengârenk ışıklar salkım saçak yere iner. Neymiş, bir
takım adamlar maytap eğlenceleri ile zevklenip keyifleniyormuş. Her maytap kimbilir kaç liradır. Memlekette açlıktan kıvranan bunca fakir varken maytaba
çuval dolusu para harcanır mı?
ALLAH rızası için olmak şartıyla Ramazan çadırları kurulmasına ve buralarda yüzlerce, bazen binlerce fakire yemek yedirilmesine karşı değilim,
yapanları tebrik ediyorum. Ancak ihlasa dikkat etmek
gerekir, yoksa sevabı olmaz.
İhlas ne demektir? Halisiyet, katışıksızlık demektir. Yani ibadet ederken, hayırlı bir iş yaparken
sırf, yüzde yüz ALLAH’ın rıza ve hoşnutluğunu kazanmak için yapacaksın, araya başka gayeler karıştırmayacaksın.
Halk “Bu adam veya kurum ne dindar, ne hayırlıymış desin” diye yapılanlar ihlasa aykırıdır. Böyle
hayırlar ve ibadetler yarın Ulu Mahkemede o riyakârların suratına çarpılacaktır ve onlar ALLAH, melekler ve insanlar kendilerine lanet eder oldukları
halde yüzüstü sürüklenerek Cehenneme atılacaktır.
14
Yahu sucuk ekmekle, kokoreçle, iyi yıkıyorlar
mı?, tantunî kebabıyla Ramazan çarşısı mı olur?
Ramazan çarşısında büyük bir çadırda her gece vaazlar, sohbetler, zikirler yapılmalıdır. Öyle turistik, uyduruk âyinler değil... Gerçek şeyh olacak, dervişler
gerçek olacak, yatsı namazı kılındıktan sonra usûl ve
erkânına göre zikir yapılacak. Kaliteli turistler, yüksek
tabaka gelip hayran kalacak...
İslâm dini yücedir, hak dindir, medeniyet ve
şehir dinidir; bu dinin adını kullanarak, başına Ramazan getirerek hokkabazlık, işporta kültürü, ucuz ve
âdi eğlenceler sergilenemez.
Kimseyi suçlamıyorum, kural olarak söylüyorum. Ramazan çarşıları ranta, partizanlığa alet edilmemelidir. Dokuz milyara yerler kapatacak, sonra
üzerlerine üçer milyar kâr koyarak devredilecek….
Olur mu böyle şey?
Ramazan etkinlikleri ve eğlenceleri adı altında
çıplak kadınları sahnelere çıkartıp şarkı ve türkü söyleteceksin ve bunu kültürel ve sanatsal faaliyet diye
reklam edeceksin. Olmaz olsun, yapanların başında
paralansın böyle etkinlikler, eğlenceler!
Efendiler! Edeb istiyoruz... Ciddiyet istiyoruz...
İz’an ve vicdan istiyoruz... Dine ve Ramazana saygı
istiyoruz...
Sosyolog ve antropolog gözüyle bakılınca, bir
müddetten beri İslâmî kesimde büyük bir bozulma,
tefessüh, dejenere olma, çürüme, âdileşme ve bayağılaşma görülmektedir.
Bir tekerleme vardır: Delidir, ne yaparsa yeridir...
Ağustos 2010
Bazılarına bakıyorsunuz, sanki “Biz İslâmcıyız,
biz Belediyeciyiz canımızın istediğini yaparız...” dercesine sorumsuzca hareket ediyorlar.
olarak kulluk görevini yerine getirmek isteyenlere ko-
Böylelerini uyarıyorum:
Ramazan sizi çarpar...“Yapıyoruz, bir şey olmuyor...” Ne zaman çarpacağı belli değildir. Her
şeyin bir vakt-i merhunu vardır, o an gelir ve belânızı
bulursunuz.
insanlık alemi için hidayete vesile olmasını diliyorum.
Ahlâka aykırı eğlenceler yapmak istiyorsanız
hürriyet var, yaparsınız, ancak bunlara dini, Ramazanı karıştırmayınız.
laylıklar sağlamasını, Ramazan ruhunu diğer aylara
taşımasını niyaz ediyor, İslam dünyası için hayırlara,
Ramazan ayının nefsimiz, ailemiz, milletimiz, ülkemiz ve bütün insanlık için hayırlara vesile olmasını,
bizleri olgunlaştırmasını ve yüceltmesini Cenab-ı ALLAH'tan niyaz ediyorum.
ALLAHım! Bildiğim tüm dillerde sana
dua etmek istiyorum. Senin bize öğrettiğin
Ramazan çarşıları, etkinlik ve eğlenceleri
gayr-i meşru rantlara alet etmemelidir. Ramazan çarşılarındaki dükkanlar, standlar doğrudan doğruya oralarda iş yapacak esnafa
verilmelidir, üzerine kâr koyarak devretme rezaletlerine meydan verilmemelidir.
tüm şekillerde sana kulluk yapmayı arzuluyorum. Efendimize, ki sevgilindir, sevgilimizdir
tüm sevgi dolu sözcükleri adamak istiyorum.
Olan biteni, ki malumundur, arz ediyorum:
Madden ve manen büyük bir buhran yaşıyoruz.
Benliğimizi yitirdik, birliğimizi kaybettik, onu-
Her türlü bayağılıktan, âdilikten, mecâzî mânada ucuzluktan, hokkabazlıktan, soytarılıktan uzak
kalınmalıdır. Ramazan çarşılarında iftardan önce yenilip içilmemelidir.
rumuzu yitirdik.
Ey Yüce Rabbim! Şüphesiz varlık senin kudret
ellerinde. Dilediğin gibi evirir çevirir, dilediğin şekle
Kendilerini çok akıllı, çok kurnaz, çok hinoğlu
hin sanan birtakım kişiler, başına Ramazan kelimesini getirmekle fısk ve fücurun meşrulaşamayacağını
idrak edemiyorlar mı?
sokarsın. Şartları lehimize döndür, bize maddi ve
manevi zaferler nasip eyle.
ALLAHım! Dünyadaki tüm kardeşlerimize yar-
Müslüman ALLAH’tan korkan, halktan utanan
kimsedir. Ramazan ibadet, takva, hayır hasenat,
tevbe, kendini islah etme ayıdır. Fısk, fücur, isyan,
tuğyan, azgınlık ayı değil.
dım et, bu mübarek Ramazan hürmetine sıkıntılarımızı gider, bize uyanış, kurtuluş ve diriliş bahşeyle.
Ve: "De ki: Dua ve ilticanız olmasaydı, Rabbim size
değer verir, itibar eder miydi?" demeyi öğrettin bize,
İlle de para kazanmak istiyorlarsa bin türlü
meşru veya gayr-i meşru ticaret, sınaat, zenaat, üretim, alım-satım konusu ve sahası vardır. Onlara yönelsinler.
İhtar
ediyoruz,
uyarıyoruz,
mukaddesatımızı, Ramazanımızı kâr âleti yapmaktan
kaçınsınlar. Çünkü çarpılırlar, belâlarını bulurlar.
Ramazan ayının şahsımız, ailemiz, milletimiz,
ülkemiz ve bütün insanlık için hayırlar, huzur ve barış
getirmesini, bizleri manevi yönden yüceltmesini
Cenab-ı Allah’tan niyaz ediyorum.
bundan cesaret alarak dua ediyoruz, yalvarıyoruz.
Sonsuz gücüne secde ediyoruz, af diliyoruz. Af Diliyoruz Yâ Rab!..
Bizlere mübarek kıldığın bu Ramazan ayında
“Hüzün Peygamberi”nin, hüzünlü ümmeti olarak af
diliyoruz Sen’den Yâ Rab. Bütün varlığımızla, her ne
kadar affa layık olmasak da; kabulümüzü intizar ediyoruz, kabule layık olmasak da...
........................................................
Ramazanın ayının gönüllerimize huzur, iftar sofralarımıza bereket, hayatımıza düzen,yaşantımıza samimiyet ve dindarlığımıza yüksek bir seviye
getirmesini Cenab-ı Haktan niyaz ediyorum. Milletimizin ve İslam aleminin Ramazanını tebrik ediyor,
Yüce ALLAH'tan bu ayın mana ehemmiyetine uygun
Ağustos 2010
2)Görülüyor ki; iftarın mükellef sofralar ve ziyafetler şeklinde düzenlenmesi şart değildir.
Bir lokma ekmek, bir hurma veya bir yudum su ile de olsa aynı sevabı alır. Yeter ki ikramlar, ALLAH rızası için yapılmış olsun. İftar davetlerinde lüks ve israftan kaçınılmalı ve
bu davetlerde fakirlere de yer verilmelidir.
3)İbn-i Huzeyme; Sıyam; 8; No: 1887; 3/191; Beyhekî, Şuabü’l-İman, 3/305,N0:3608
15
ORUÇ NEYİ
TUTMALI?
ruç ayı Ramazan geldi. Evet, oruç
ve açlık ayıdır Ramazan. Bu
ayda, aç olmanın, aç kalmanın
ne demek olduğunu ve açlık çekenlerin
neler hissettiğini bilerek ve düşünerek
değil bizzat yaşayarak anlamaya ve hissetmeye çalışırız. Zaten açlık, ancak yaşandığı
takdirde
tam
olarak
anlaşılabilecek bir duygudur. Bunun ötesinde Allah için, o emretti diye aç kalmak, zor ve çileli gibi gözüken bu halin
bir zevk ve ibadet neşesi içerisinde geçirilmesine vesile olur. Bu yüzden özellikle
bu ayda düşkünlere karşı daha bir merhametli, daha yumuşak huylu, çevresinde yaşayan insanlara karşı daha
duyarlı ve belki bu yüzden çocuklar
dâhil, oruca karşı daha bir istekli ve ısrarcı oluruz.
O
Nihat MORGÜL
nihatmorgul@gmail.com
Oruç, maddi imkânlara bir süreliğine ara verdirerek su gibi, ekmek
gibi, sıhhat gibi, sahip olup da
göremediğimiz, farkına varmadığımız o ufacık nimetlerin farkına
varmamızı sağlar ve hem de yokluk içinde mutlu olunabileceğini
bize gösterir.
Oruçlu olmak, aç durmak değildir.
Öncelikle mübarek aylar ile başlayan bir
hazırlık süreci var ki bu insanı ruhen ibadete hazırlıyor. İkinci olarak özellikle ibadete niyet etmek, yani ibadet şuuruyla
ve Allah için hareket etmek, nasıl bir karşılık beklediğimiz birini diğerinden ayırıyor. Niyet ile insan sınırlarını belirliyor
ve kendi hareketine bir kimlik vermiş
oluyor. Bu, önemli bir kurumun girişinde
kimlik kontrolü yapmak gibi bir şey.
Peygamberimiz bir hadislerinde;
“inanarak ve karşılığını Allahtan
16
Ağustos 2010
bekleyerek kim oruç tutarsa geçmiş günahları bağışlanır” buyuruyor. Demek ki önce
yaptığımız şeyin gelenek, örf, adet, desinler
diye değil bir ibadet olduğuna inanarak ve
manevi bir hazla yapmalı, sonra bu ibadetin
karşılığında yalnız Allahın rızasını ve memnuniyetini istemeliyiz.
Oruç, sınırlarını bilmektir. Oruç ve oruçlunun sınırları vardır. İmsak ile başlar iftar ile
sona erer. İmsak ile mümin o ana kadar kendisine meşru ve helal olan birtakım davranışlara
karşı kendini tutar, onlardan uzaklaşır. Oruç
bize sınırsız hürriyetin olmadığını hatırlatır. Bu
açıdan oruçlu kimse başına buyruk yaşayamaz.
Sınırlı ve sorumludur. Burada sınırlılık, olumsuz
anlamda değildir. Aksine ona ait olanın, hak ve
sorumlulukların farkında olmaktır.
Oruç, yokluğu hissetmektir. Günümüz insanı mutluluğu maddi zenginlikte aramakta ve
her şeyin sahibi olanların huzur ve mutluluğa
da sahip olduklarını düşünmektedir. Bu yüzden
maddi imkânlardan yoksun olanlar kendini yalnız ve huzursuz hissederken, diğer yandan imkânı olanlar çocuklarının her istediğini alarak
onlara mutluluk vereceklerini zannetmektedir.
Oysa ‘zevk almak’ ile ‘mutlu olmak’, haz duymak farklıdır. İlki bedenin doyumu ile ilgili iken
ikincisi ruhun doyurulması ile alakalıdır. Ruhun
huzuru ise maddi imkânlarla değil, manevi duyumlarla mümkün olabilir. Zaten Allah Teala,
bir ayeti kerimede de ‘şuna dikkat edin ki kalp-
ler ancak Allah’ı anarak mutlu ve huzurlu olabilir’ buyurmaktadır. Batı medeniyeti bedensel
ihtiyaçlarını doyurarak zevkin peşinden giderken, İslam medeniyeti, ruhunu doyurarak mutluluğu yakalamanın arayışındadır ve bunu
gerçekleştirmiştir. Maddi imkânlar, bedensel
zevkler bir müddet sonra alışkanlık yapmakta ve
kişiye bıktırıcı gelmektedir. Bunun sonunda kişi
farklı ve değişik arayışlara girmekte, çoğu kerede normal yolların dışına çıkarak sapkınlığa
varan davranışlar sergileyebilmektedir. Tabi
bunun sonu doyumsuzluktur. Doyumsuzluğun
akibeti bunalım, huzursuzluktur. Dünyanın en
zengin ülkelerinde dünyanın en fazla intihar
olaylarının görülmesinin sebebi budur. Her şeyi
olup huzuru olmayanların en nihayet akıbeti
uçurumdur. İşte oruç, maddi imkânlara bir
süreliğine ara verdirerek su gibi, ekmek
gibi, sıhhat gibi, sahip olup da göremediğimiz, farkına varmadığımız o ufacık nimetlerin farkına varmamızı sağlar ve hem
de yokluk içinde mutlu olunabileceğini
bize gösterir.
Oruç, iradeli olmaktır. Oruçlu kimse sahur
için bir gece yarısı hiç kimse onu görmediği ve
zorlamadığı halde uykusunu böler, yatağından
kalkar yemeğini yer. O sıra müezzin ‘Allahu
ekber’ deyip imsak vaktinin girdiğini haber
verir. Oruç tutacak kimse o andan sonra ağzına
ne bir lokma yemek ne bir yudum su koyar. Taa
akşam vakti girip tekrar müezzin ezanı ile beraber iftarı ilan edinceye kadar bu iradesine sadık
kalır. Acıkmasına rağmen yemek yemez, çok istemesine rağmen su içmez ve helalini kendisine
yasak bilir. Bu durum insanda iradeyi kuvvetlendirir. Ben istersem yapabilirim öz güveninin
oluşmasına yardım eder. Ona kişilik kazandırır.
Oruçlunun literatüründe yapamıyorum, beceremiyorum, istiyorum ama olmuyor gibi mazeretler olmaz. Çünkü o, istediği zaman bir şeyi
yapabileceğini, en temel ihtiyaçlarını bile gerekirse sınırlayabileceğini oruç sayesinde görmüş
ve defalarca bunu oruç tutarak ispat etmiştir.
Oruç sayesinde kişi bedeni arzularının esiri
olmaz, bedeni onu yönetmez, aksine o, bedenini yönetir.
Oruç, paylaşmaktır. Günümüz insanı maalesef gittikçe yalnızlaşmakta ve şehir hayatı da
bu yalnızlığı teşvik etmektedir. Modern insan
yalnızdır. İslamî anlayıştan beslenen köy hayatında insanlar, değil aynı köyden olanları yan
kasabadakileri bile tanır, hal hatır eder, düğün,
cenaze gibi önemli günlerine iştirak ederken
Ağustos 2010
17
şehir insanı kendi halindedir. Herkes kendi başına kalabalık içinde yalnızdır. Her zaman herkesin yapacağı birçok işi vardır. Hiç kimsenin
başkasına ayıracağı zamanı yoktur.
Ramazan ve oruç bize diğerini fark ettirir.
Onlarla beraber olduğumuzu aynı anda sahur
ederek aynı anda oruç açarak beraber teravih
kılarak toplumda yalnız olmadığımızı anlarız ve
bu bize mutluluk verir. Birçok insanın sahura
kalkınca camdan veya balkondan ışıkları yanan
evlere bakması, iftar vaktinde telaşla evlerine
koşturan insanları seyredip mutlu olması bekli
de bu yalnızlık duygusunun bir şekilde kaybolmasındandır. Bu fark ediş iledir ki minibüste
iftar ezanı okununca bir beyefendi evine yetiştiremediği sıcak pidesini çıkarıp orucunu açsınlar
diye bütün yolculara bölerek ikram ediyor.
Komşular birbirlerini ramazanda daha bir içten
hatırlıyor. Mahallede oturan ihtiyaç sahipleri
araştırılıp bulunuyor. Onlarla sadece ekmeğimizi, çorbamızı değil oruç ve ramazanla beraber
ruh beraberliğimizi de paylaşıyor ve nicedir
unuttuğumuz insanlık yanımızı ve güzelliklerimizi hatırlıyoruz.
Oruç, arınmaktır. İnsan ramazanla beraber
Allaha ve onun sınırlarına daha bir dikkat eder,
daha bir hürmet eder. Allahın istemediği davranışları yapanlar, hiç olmazsa bu ayda yapmayalım diyerek ara verirler. İçki içenler, haram
işleyenler, Ramazanda bu işlerine son verirler.
18
Namaz konusunda gevşek olanlar namazlarına dikkat etmeye, özen göstermeye başlarlar. Lokantalar bakarsınız Ramazanda gündüz
kapalıdır. Bazı içkili restoranlar ramazanda işlemez. Kişisel olarak da insanlar giybet-dedikodudan sakınarak dillerine, karşı cinsle
ilişkilerine dikkat ederek gözlerine ve iffetlerine,
Allahı anarak zihinlerine, namaza devam ederek bedenlerine, zekatı vererek kazançlarına
sahip çıkarlar. Ramazan sonunda aklı, fikri,
zikri, bedeni ve ruhuyla tertemiz, yepyeni pırıl
pırıl bir insan karşımıza çıkar. Çünkü bir Ramazan boyunca aslında biz orucu tutmayız, oruç
bizi tutar. Oruç bize sahip çıkar. Bizi eğitir. Bize
ruhi güzelliklerimizi hatırlatır.
Çevremizde ve insan olarak yapımızda potansiyel olarak kötülükler bulunduğu ve bizim
onlara düşme riskimiz devam ettiği müddetçe
bizler de oruç tutmaya muhtacız demektir.
Yoksa modern hayatın içinde, hırs ve dünyevi
tamahın alabildiğine yol aldığı, ahlaki çöküntünün hızla ilerlediği, hırsızlığın arsızlığın yaygınlaştığı bu devirde oruçtan başka insanı
dizginleyecek ve onu durduracak, onu ‘tutacak’
daha tesirli bir eylem gözükmüyor.
O halde Ramazanda kazandığımız bu hasletler sonrasında da devam etmeli ve ‘oruçlu
fert, oruçlu toplum’ olmalı ki yaşanabilir bir
dünya olsun. Yoksa hiçbir şeyimiz emniyette olmayacak. Vesselam
Ağustos 2010
Muâz ibn Cebel (r.a)’tan rivayet edilmiştir:
“Resulullah (s.a.v)’i şöyle buyururken işittim:
Yüce Allah şöyle buyurdu: Benim rızam için birbirini seven,
benim rızam için bir arada oturan, benim rızam için birbirini ziyaret
eden ve kendilerini benim rızama adayan kimselere benim
muhabbetim vacip oldu.”
(Muvatta’, Şa’r 16)
Ağustos 2010
19
Bir Ramazan
Rüyası
ini, modern kültürün tüketebileceği
bir meta haline dönüştürmek, onu aslından uzaklaştırmaktır. İslam’a ait
kavramları kendi yerinden oynattığınızda,
elde kalan İslam’ın kendi değil imitasyon bir
taklididir. Her şeyin imitasyonunu yapmayı
başardığımız bir toplum içinde imitasyon bir
din üretmek o kadar da zor olmasa gerek.
D
Umut BULUT
Zenginlerin evlerde konaklarda otellerde, fakirlerinse belediye iftar çadırlarında misafir edildiği bu kırık
toplum İslam toplumu olamaz. Fakiri
zenginle aynı sofrada buluşturan
İslam, aradaki yakınlaşma ve geçişliliği amaçlar. Buna karşın herkesin
kendi siteril sitelerinden banka havalesi ile belediyelere iftar sipariş ettiği
bir toplum sorgulanmaya muhtaç bir
toplumdur. Böyle bir toplumdan ideal
bir toplum çıkmaz...
20
Ramazan gelmeden önce madde
ekseninde hummalı bir hazırlığın fazlaca göze batması, oturup yeniden kendimizi ve Müslümanlığımızı sorgulama
ihtiyacı hissettiriyor bize. Ramazan Müslümanlığını bir kenara bırakıp müslümanca
bir ramazanın nasıl yaşanacağı üzerine ciddi
ciddi kafa yormak durumundayız. Manevi
anlamda herhangi bir gayret hissedilmezken,
maddenin bu kadar belirleyici olmasını anlayabilmiş değilim. Son yıllarda mistik metalleşme dikkatlerimize dokunmaya başladı. Her
ramazan eskiden eski ramazanlar anlatılırdı
ve bunun artık bayatladığından şikâyetçi olur
dururduk. Oysa şimdi daha bambaşka bir ramazan sektörü oluşmaya başladı.
Dünyaya saldıran din adamlarının öncülüğünde bütün toplumda arabesk bir din
yeniden üretiliyor. Her ramazan aynı adamların aydı kuru bayat üslupla aynı şeyleri anlatması da kendimizi yeniden üretemediğimiz
anlamına da geliyor. Kitle iletişim araçlarının
bu kadar yaygın ve etkili olması, bu arabeskAğustos 2010
leşmeyi toplumun bütün kılcal damarlarına kadar yayıyor. Topluma nüfuz etme güç ve imkânını elinde tutanların bilinç düzeyinin yükseltilmemiş olması, ileride
telafisi imkânsız yanlışlara düşülmesine sebep oluyor.
Bu işte tek bir suçlu arama ve günah keçisi ilan
etme ucuzluğuna düşecek değiliz, bu toplu bir ortaklık halinde oluşan bir şeydir ve herkes kıyısından köşesinden bulaşıp bir şekilde payını almaktadır.
Merhum Nurettin Topçu bazı cami imamları için mihrap artisti tabirini kullanıyordu.
Aynı onun gibi de şimdi her ramazan geldiğinde ortalığa ramazan artistleri hakim oluyor.
Eskiden sadece camide rastlayabileceğiniz mihrap artistlerine şimdilerde televizyonlarda gazetelerde internet ortamında belediyelerin iftar çadırlarında
rastlamak mümkün…
Dini tüketilebilen ve rant üreten bir meta haline
dönüştürdüğünüzde de rekabet kıyasıya bir hal almaktadır. Televizyonu ile gazetesi ile radyosu ile yardım dernekleri ve aklınıza gelebilecek her türlü
imkânla birlikte organize bir durum söz konusudur
artık. Hocası müridi müşterisi tüccarı bu ortaklığın
içinde bir havuza güç ve imkân toplama gayreti
içinde. Adeta her gurup kendi sunağına kurban istiyor. Belli başlı bazı kutsal mekânların kullanımı rantı-
nın paylaşımı da guruplar arasında bir güç mücadelesi ve gövde gösterisine sahne oluyor. (Eyüp Sultan
Camii)
Bu modern şehrin ürettiği din İslam’ın kendisi
değil, her bahaneyle fetva dağıtan kişiler ve kurumsal
yapılar, olana onay vermenin ötesinde olmasına gerekene de işaret etmeliydi.
Zenginlerin evlerde konaklarda otellerde, fakirlerinse belediye iftar çadırlarında misafir edildiği bu
kırık toplum İslam toplumu olamaz. Fakiri zenginle
aynı sofrada buluşturan İslam, aradaki yakınlaşma ve
geçişliliği amaçlar. Buna karşın herkesin kendi siteril
sitelerinden banka havalesi ile belediyelere iftar sipariş ettiği bir toplum sorgulanmaya muhtaç bir toplumdur. Böyle bir toplumdan ideal bir toplum çıkmaz.
Mekkeli müşriklerin İslam’a en ciddi itirazlar kölelerle ve fakirlerle aynı safta aynı çizgide durmayacaklarına dairdi. Bu günün
Türkiye toplumunda bu noktaya yeniden işaret
etme ihtiyacımız var. Bu yeni toplumsal yapının
iletişim ve sevgi yönünden ciddi zaafları var. Bu yeni
yapıda en önemli toplumsal ayaklar topal bırakılmıştır.
Kurumsal kimlikler altında zarflarla yardım toplanıyor, banka aracılığı ile yerlerine ulaştırılıyor. Yapılması gereken yardımlar elbette banka aracılığı ile
yapılacak, burada anormal bir şey yok diyebilirsiniz.
Zorunlu hallerde elbette ki bir takım organizasyonlar
mutlaka yapılacak ama işin bir başka yönüne dikkat
çekmek de gerekiyor. Yardım yapan kişi kime yardım
yaptığını bilmeli önce kendi mahallesindeki fakirleri
gözetip sonra uzak diyarlara yardımlar ulaştırılmalı.
Kendi burnunun dibinde yoksullar varken
adını sanını bilmediği diyarlardaki insanlara
gözü kapalı yardım göndermenin ne derece
doğru olduğu bir daha düşünülmeye muhtaç
bir konudur. İslam’da aslolan zengini fakirle yaklaştırıp kaynaştırmaktır. Yardımlaşma kadar aradaki muhataplık ve sevgi saygı ilişkisini kurmak da önemlidir.
Banka havalesiyle belediyeye iftar verdirmek yine de
güzel bir şey ama Müslüman hanımların evde yemek
pişirip mahallenin yoksullarını ev ortamında misafir
etmesi kadar sıcak ve samimi değildir.
İslam’ın kurmak istediği toplumsal yapı,
modern ilişkilerin tüketebileceği kadar ucuz
değildir. Her şeyi kolaya indirgeyen bu modern
yaşam biçimine ya direneceğiz ya terslim olacağız…
Ağustos 2010
21
ÖLÇÜ
KUR’AN’DIR
llah'a kavuşacağının ve yaptıklarının
karşılığını alacağının bilincinde olan
insanla, kimseye hesap vermek zorunda olmadığını zanneden bir insanın davranışları kuşkusuz birbirinden oldukça
farklıdır. İçinde Allah sevgisi ve korkusu taşımayan insan her türlü kötülüğü yapabilir, çıkarları nedeniyle ahlaksızlıklara göz yumabilir.
Allah'a ve ahiret gününe kesin bir bilgiyle
iman eden bir insan ise ahirette hesabını veremeyeceği bir davranışı asla yapamaz.
A
Fuat TÜRKER
ftturker@hotmail.com
Günümüz toplumunda hayır işlerinin büyük bir kısmı, dünyada
kazanılacak bir karşılık gözetilerek yapılmaktadır. Örneğin bir
işadamı, maddi karşılık beklemiyor olsa bile, gazetelerde ve televizyonlarda bu yardım haber
olur; zaten amaç da yardımın duyurulmasıdır.
Zengin
işadamı
"sözde" yardım için vakıf kurarken, asıl amacı ödeyeceği verginin düşmesidir.
22
Ahlaksızlıkların ve zalimliklerin önemli
bir nedeni dünyaya olan tutkulu bağlılıktır. Bu
yapıdaki kişiler yoksulluk ve geleceğini garanti altına alamama korkusu içinde yaşarlar.
Bu yüzden birçok insan yolsuzluk, rüşvet, hırsızlık, yalancı şahitlik gibi çirkin utanmazlıkları alışkanlık haline getirir. İman sahibi bir
insan için ise Allah'ın hoşnutluğu her şeyin
üzerindedir. Böyle bir insan Allah'ın hoşnutluğunu yitirebileceği davranışlar sergilemekten
şiddetle
sakınır.
Tek
korkusu
Rabb’indendir; ne ölüm, ne açlık, ne de
başka zorluklar onu Allah’ın dosdoğru yolundan ayıramaz.
İçi titreyerek Allah’tan korkan bir insan,
içinde bulunduğu koşullar ne olursa olsun
Kur’an ahlakından ödün vermez. Bu kişi,
hem vicdanlı hem de son derece güvenilir bir
Ağustos 2010
insandır. Yalnız olduğunda dahi, Allah'ın kendisini
gördüğünü ve işittiğini bildiği için, her zaman doğruyu işaret eden vicdanına uyar, zalimlik yapmaz.
Günümüz bireylerinin büyük çoğunluğunun din dışı
sürdürdüğü yaşam ise vicdanlarını köreltmiştir. Örneğin otomobiliyle birine çarptıktan sonra kaçan kişi
vicdanı körelmiş biridir. Çarpmanın etkisiyle yerde
baygın yatan insanı o halde bırakabilmesi ve kaçarak
kurtulacağını zannetmesi, bunun açık kanıtıdır. Oysa
Allah olayın her anına şahittir; O’nun azabından kaçarak kurtulamayacaktır. Yapılan bütün haksızlıkların,
zalimliklerin, vicdansızlıkların karşılığı hesap gününde
eksiksiz olarak verilecektir.
Kim ihanet ederse, kıyamet günü ihanet
ettiğiyle gelir. Sonra her nefis ne kazandıysa,
(ona) eksiksiz olarak ödenir. Onlar haksızlığa
uğratılmazlar. Allah'ın rızasına uyan kişi, Allah'tan bir gazaba uğrayan ve barınma yeri cehennem olan kişi gibi midir? Ne kötü
barınaktır o. (Al-i İmran Suresi, 161-162)
Allah korkusu olmayan kimselerin yaptıkları
vicdansızlıkları her yerde, yaşamın her anında görmek mümkündür. Allah'ın huzurunda yapayalnız sorgulanacağını düşünmeyen, Allah’ın azabını uzak
gören insan kolaylıkla yalan söyleyebilir, masum birine iftira atabilir. Çünkü onun için önemli olan in-
Ağustos 2010
sanları ikna etmek ve sözlerine inandırmaktır. Masum
birinin zor durumda kalmasına, zorluk yaşamasına
sebep olmak, onun vicdanını rahatsız etmez. Oysa iftiranın karşılığını Kur’an şöyle bildirir:
Doğrusu, uydurulmuş bir yalanla gelenler, sizin içinizden birlikte davranan bir topluluktur; siz onu kendiniz için bir şer saymayın,
aksine o sizin için bir hayırdır. Onlardan her
bir kişiye kazandığı günahtan (bir ceza) vardır.
Onlardan (iftiranın) büyüğünü yüklenene ise
büyük bir azab vardır. (Nur Suresi, 11)
Allah'ın gizlinin gizlisinden haberdar olduğunun
bilincinde olmayan ve Allah’tan korkmayan insan
diğer insanlara değer vermez. Restoran veya lokanta
mutfaklarında sağlık koşullarına dikkat edilmemesinin, yaşlı insanlara saygı ve ilgi gösterilmemesinin,
hastane kapılarında hastaların yeterli ilgiyi göremeyip ölüme terk edilmesinin, aciz insanlara kötü davranılmasının, bir avuç toprak uğruna milyonlarca
masumun öldürülmesinin nedeni, insanların içinde
Allah korkusunun bulunmamasıdır.
Allah’tan içi titreyerek korkan bir insan, her durumda vicdanına uyan ve Kur’an ahlakına uygun
davranan insandır. Kur’an, tüm insanlara karşılıksız
olarak iyilikte bulunmalarını, insanlara yardım etme-
23
lerini, yaşamı güzelleştirmelerini emreder. Allah’ın sınırları içinde yaşayan insan, Kur’an’ın "Daha çok istekte bulunmak için iyilik yapma." (Müddessir
Suresi, 6) buyruğuna uyarak, yaptıklarında dünyevi
bir çıkar gözetmez. Yaptıklarından nefsani/dünyevi
karşılık beklemeyen insanın tek bir amacı vardır; o
da, Rabb’inin kendisinden hoşnut olmasıdır.
Çünkü Allah Katında kazanılacak ödül, eğlenceden ve ticaretten daha hayırlıdır. Dünyanın en
muhteşem evleri, arabaları, giysileri, sanat eserleri, kısacası tüm değerleri cennetteki zenginliğin yanında
her zaman eksiktir, kusurludur. Mutluluk, huzur ve eğlencenin gerçek mekanı Kur’an’da bir şölen yeri olarak tarif edilen cennettir.
Oysa onlar (kendilerini tümüyle Allah'a ve
İslam'a teslim etmeyenler) bir ticaret ya da bir
eğlence gördükleri zaman, (hemen) ona sökün
ettiler ve seni ayakta bıraktılar. De ki: "Allah'ın
Katında bulunan, eğlenceden ve ticaretten
daha hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Cuma Suresi, 11)
Günümüz toplumunda hayır işlerinin büyük bir
kısmı, dünyada kazanılacak bir karşılık gözetilerek yapılmaktadır. Örneğin bir işadamı, maddi karşılık beklemiyor olsa bile, gazetelerde ve televizyonlarda bu
yardım haber olur; zaten amaç da yardımın duyurulmasıdır. Zengin işadamı "sözde" yardım için vakıf kurarken, asıl amacı ödeyeceği verginin düşmesidir. Kişi
24
bütün bunlarla gösteriş yapar; böylece toplumda sivrildiğini düşünür.
Bu tür çıkar karşılığı yapılan yardımlar, genellikle asıl amacına da ulaşmaz. Onca yardım malzemesi ya ihtiyaca yönelik değildir veya bozuk çıkar. Ya
da ulaştığı yerde bu yiyeceklerin dağıtımını sağlayacak bir sistem düşünülmemiştir ve tümü ziyan olur.
Başka bir örnek de politika konusunda verilebilir.
Seçim öncesi politikacılar genellikle asıl amaçlarının
“halka hizmet” olduğunu söylerler. Sözler verir, halkın yanında olacaklarını iddia ederler. Ancak seçim
sonrası birçoğunun gerçek amacının ‘makam’ olduğu
ortaya çıkar. Kişi örneğin “bakan koltuğu”na oturamadığında, kendi partisine olan sadakati dahi biter.
Oysa asıl ‘makam’ dünya hayatındaki değil, “Size
yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız,
sizin kusurlarınızı örteriz ve sizi 'onurlu-üstün'
bir makama sokarız. “(Nisa Suresi, 31) ayetiyle
haber verildiği gibi Allah Katında olandır.
Kur’an ölçü alınmaksızın, samimi niyetle yapılmayan hiçbir işte bereket olmaz, hiçbir iş yarar sağlamaz.
Ey iman edenler, Allah'a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infak
eden gibi minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Böylesinin durumu, üzerinde toprak
bulunan bir kayanın durumuna benzer; üzerine sağnak bir yağmur düştü mü, onu çırılçıplak bırakıverir.
Ağustos 2010
Onlar kazandıklarından hiçbir şeye güç yetiremez
(elde edemez)ler. Allah, kafirler topluluğuna hidayet
vermez. (Bakara Suresi, 264)
Allah’ın sınırlarını gözeterek, samimi bir niyetle,
topluma yararlı olmak ve karşılığında yalnızca Allah'ın
rızasını kazanmak için yapılan işler ise adeta bereket
yağmuru getiren bulut gibidir. Allah, insanların samimi niyetlerine binaen her işte bolluk verir, başarıya
ulaştırır, kazancı artıracak kapılar açar.
Yalnızca Allah'ın rızasını istemek ve kendilerinde olanı kökleştirip- güçlendirmek için
mallarını infak edenlerin örneği, yüksekçe bir
tepede bulunan, sağnak yağmur aldığında
ürünlerini iki kat veren bir bahçenin örneğine
benzer ki ona sağnak yağmur isabet etmese de
bir çisintisi (vardır). Allah, yaptıklarınızı görendir. (Bakara Suresi, 265)
Kur’an’ı kıstas alan mümin günlük yaşamında
karşılaştığı seçenekler arasında, Allah'ın hoşnutluğuna
en uygun olanı, İslam’ın çıkarları için en yararlı olanını seçmekle sorumludur. Bu seçimi yaparken
Kur’an doğrultusunda hareket etmeli ve her zaman
doğruyu işaret eden pusula gibi olan vicdanının sesini
dinlemelidir.
Toplumda, dürüstlüğün insanı kayba uğratacağı
gibi gerçek dışı bir inanış yerleşmiştir. İnsanların çoğu
küçük yaştan itibaren bu telkinle yetiştirilir. Bu yanlış
mantığa sahip pek çok anne baba çocuklarına vicdanlı, dürüst, samimi davranmayı değil, yalnızca
kendi çıkarlarını korumayı öğüt verir. Bu onların
‘mantıklı’ hareket etme üzerine kurulu dünya görüşleridir.
Mantıklı olmak dünyevi çıkarlar üzerine kuruludur ve bencil olmayı gerektirir. Bu kimselerin bakış
açısına göre, vicdanlı davranmak mantıklı değildir.
Vicdanı insana sürekli doğruyu gösterir; mantık ise
adeta şeytanın silahıdır.
Şeytanî bir mantık kullanan kişinin aksine temiz
akıl sahibi insan, yaşamında karşılaştığı her olayda
vicdanını kullanır. Samimiyetle Allah sevgisini ve
Allah korkusunu içinde taşıyan kimse, hem dünyada
hem de ahirette sayısız güzelliklere ulaşabilir. Çünkü
samimiyet ve yalnızca Allah'ın rızasını umut ederek
Ağustos 2010
temiz niyetle hareket etmek, insanın ruhu ve aklı üzerinde çok olumlu etki oluşturur.
Samimiyetin kazandırdığı ruh derinliği, cenneti
umut etme, Allah’ın hoşnutluğunu kazanma heyecanı, bunların hepsi inanan insan için ayrı birer zevktir. Samimi olduğu, vicdanının işaret ettiği yola
uyduğu için bedensel ve ruhsal açıdan sağlıklıdır.
Dünyevi çıkar elde etme hırsı nedeniyle sıkıntı yaşamaz, hayatında Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için
çaba göstermenin güzelliği hakimdir.
Sonuç Olarak;
Kur’an dışı yaşam, ahlaksızlığın yaygınlaşması
ve tüm toplumu içine alan bir çürümeye neden olur.
Tek bir meyvedeki çürüğün, sepetteki diğer meyvelere de bulaşması gibi; dejenerasyonun farklı bir yüzü
ile her an karşılaşabiliriz.
İnsanların çevrelerinde güvenebilecekleri çok
fazla kişinin olmaması, karşılıksız yardım edecek birinin bulunmaması, sokakta kendilerini güvende hissedememeleri, ihtiyaç duyduklarında adaletin gereği
gibi tecelli etmeyeceğini düşünmeleri, din dışı yaşamın sonucu oluşan dejenerasyonun boyutlarının
somut örnekleridir.
Bu büyük soruna gerçek ve kalıcı çözüm; İslam
ahlakının tam anlamıyla yaşanmasıdır. Çözüm, Allah'ın insanlar için seçip beğendiği Kur’an ahlakındadır. Tüm insanları yoktan var eden Yüce Allah,
onların en rahat edecekleri, refah, huzur, güven duygusu ve mutluluk içinde yaşayacakları sistemi de yaratmıştır. "Biz Kitabı sana, her şeyin açıklayıcısı,
müslümanlara bir hidayet, bir rahmet ve bir
müjde olarak indirdik." (Nahl Suresi, 89) ayetiyle
bildirildiği gibi, Kur’an, her konuda insanlara yol gösterici Kitap'tır.
İslam ahlakı, hem sorunlara çözüm olacaktır
hem de sonsuz merhamet sahibi olan Allah, bu ahlakı
yaşayan kullarını dünyada ve ahirette en güzel hayatla ödüllendirecektir.
Sizin yanınızda olan tükenir, Allah'ın katında olan ise kalıcıdır. Sabredenlerin karşılığını yaptıklarının en güzeliyle biz muhakkak
vereceğiz. Erkek olsun, kadın olsun, bir
mü'min olarak kim salih bir amelde bulunursa,
hiç şüphesiz biz onu güzel bir hayatla yaşatırız
ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle
muhakkak veririz. (Nahl Suresi, 96-97)
25
HASEN VE SAHİH
HADİSLERDEN SEÇMELER (30)
Mütercim: Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
230-Ebu Seleme den nakledilmiştir. O dedi
k,i Enese dedim ki; Peygamber takunyalarıyla
Namaz kıldı mı? O evet dedi.
23l-Ebu
Hureyre’den
nakledilmiştir.
Peygamber, meşrik ile mağrıbin arasında kıble
vardır dedi.
232-Ya’la b. Ümeyye’den rivayet edilmiştir: O,
Ömer b. el- Hattâb’a; “Kâfirlerin sizi bir fitneye
düşürmelerinden endişe ederseniz, namazınızı
kısaltmanızda sizin için bir günah yoktur” (Nisâ, l0l)
ayetini sordum. Ömer dedi ki: “Senin hayret
ettiğine ben de hayret ettim de Rasûlullah’a
sordum. Bunun üzerine dedi ki: “O, Allah’ın size
verdiği bir sadakadır. Onun sadakasını kabul
ediniz”. Hadisi Müslim kitabına almıştır.
233-Ebû Zerr’den rivayet edilmiştir. O dedi ki:
Rasûlullah bir defasında şöyle buyurdu: “Sizden
birisi namaza kalktığında, binek hayvanının
eğerinin kaşı kadar (bir karış) bir sütre edinmesi
gerekir. Eğer böyle bir sütre bulamazsa, önünden
geçen eşek, kadın ve köpek onun namazının
huşûunu bozar”. Hadisi Müslim kitabına almıştır.
234-Sehl b. Saîd es-Saîdî’den şöyle dediği
rivayet olunmuştur: “Rasûlullah’ın namazgâhı ile
önündeki duvar arasında bir koyun geçecek kadar
bir açıklık vardı”. Hadisi Müslim kitabına almıştır.
235-Ebû Hureyre’den Rasûlullah’ın şöyle
dediği nakledilmiştir: “Müminlere sıkıntı vermiş
olmasaydım, onlara her namaz kılarken
misvaklanmayı emrederdim”. Züheyr’in rivayetinde
ise “Ümmetime sıkıntı vermeseydim” şeklindedir.
Hadisi Müslim kitabına almıştır.
236-Ali’(r.a.)’den şöyle dediği nakledilmiştir:
“Hz. Peygamber namaz kılmaya kalktığında (diğer
bir rivayette namaza başladığı zaman) tekbir alırdı
ve sonra şu ayeti okurdu: “Yüzümü gökleri ve yeri
yoktan yaratan Allah’a, O’nu tasdik ederek
çevirdim, ben müşriklerden değilim. Namazım,
orucum, hac ibadetim, hayatım ve ölümüm
alemlerin Rabbi olan Allah içindir. O’nun hiçbir
26
ortağı yoktur. Ben bunu söylemekle emrolundum
ve ben Müslümanlardanım. Allahım! Sen meliksin,
senden başka ilah yoktur, sen rabbimsin ve ben
senin kulunum. Kendime zulmettim, günahlarımı
itiraf ediyorum, bütün günahlarımı affet, affeden
ancak sensin, kötülükleri benden uzaklaştır,
kötülükleri benden ancak sen uzaklaştırabilirsin.
Buyur Allah’ım! Mutluluk ve bütün hayırlar senin
elindedir, kötülükler senden değildir, ben seninle
varım ve sana döneceğim. Sen yücesin, sana tevbe
ve istiğfar ediyorum”. Rasulullah rükû’ya gittiğinde
şöyle derdi: “Allahım! Sana rükû ettim, sana
inandım, sana teslim oldum, kulaklarım, gözlerim,
iliklerim, kemiklerim ve sinirlerim sana itaat etti”.
Başını doğrultup kıyam yaptığında şöyle derdi:
“Allahım! Gökler, yer ve ikisi arası dolusunca ve
Senin dilediğin şeyin dolusunca hamd sana
mahsustur”. Rasulullah secde yaptığında ise şöyle
derdi: “Allahım! Sana secde ettim, sana iman ettim,
sana teslim oldum, yüzüm, kulağım onları yaratıp
şekillendirene ve onları kendisini dinleme ve
görmeye tahsis edene secde etti. En güzel yaratıcı
olan Allah, yücedir”. Rasulullah’ın teşehhüd ile
selam verme arasındaki son sözü ise şöyleydi:
“Allahım! Önceden yaptığım, sonradan yapacağım,
gizli olan, açıkça yaptığım günahlarımı affet. Sen o
günahlarımı benden daha iyi bilirsin, öne geçiren
ve geri bırakan sensin, senden başka ilah yoktur.”
Bu hadisi İmam Müslim rivayet etmiştir. İmam
Şafiî’nin rivayetinde Rasulullah teşehhüd ile selam
arasında şöyle demiştir: “Şer, senden değildir,
hidayete kavuşan kimse senin hidayete
kavuşturduğun kişidir, ben seninleyim ve sana
döneceğim, senin elinden senden başka kurtaracak
yoktur, senden başka sığınılacak kimse yoktur, sen
yücesin”.
237-Ali
(r.a.)’den
Rasûlullah’ın
şöyle
buyurduğu rivayet olunmuştur: “Sizden biriniz
güneş batmadan önce ikindi namazının secdesine
kavuşursa namazını tamamlasın, sizden biriniz
güneş doğmadan önce sabah namazının secdesine
kavuşursa namazını tamamlasın”. Bu hadisi Buhârî
eserine almıştır.
Ağustos 2010
238-Cündüb el-Kasrî’den Rasûlullah’ın şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: “Kim sabah namazını
kılarsa o, Allahın himayesindedir. Allah’ın
zimmetinden bir şey istemeyiniz, çünkü kim O’nun
zimmetinden bir şey ister de kendisine o ulaşırsa,
Allah onu yüzüstü cehennem’e atar”. Hadisi Müslim
kitabına almıştır.
239-Ebû Saîd’den şöyle dediği nakledilmiştir:
“Hz. Peygamber öğle namazının farzının ilk iki
rekatında, her rekâtta otuz ayet miktarı okurdu, son
iki rekâtında ise on beş ayet miktarı kadar okurdu.
İkindi namazının ilk iki rekâtında her rekâtta on beş
ayet miktarı okurdu, son iki rekâtında ise bunun
yarısı kadar okurdu”. Bu hadisi Müslim kitabına
almıştır.
istediğinde devesiyle kıbleye dönüp tekbir alır ve
sonra devesinin döndüğü tarafa doğru namazını
kılardı”. Bu hadisi Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
245-İbn Ömer’den nakledilmiştir. O, soğuk ve
fırtınalı bir gecede ezan okuduktan sonra şöyle dedi.
“Dikkat edin! Namazlarınızı evinizde kılınız. Çünkü
Rasûlullah (s.a.v.) soğuk ve yağmurlu gecelerde
müezzinin: “Dikkat ediniz! Namazları evlerinizde
kılınız!” demesini emrederdi. Bu hadisi Buhari ve
Müslim rivayet etmiştir.
240-Cübeyr b. Mut’im’den şöyle dediği rivayet
edilmiştir. “Rasûlullah akşam namazında Mürselât ve
Tûr surelerini okurdu”. Bu hadisi Buhârî ve Müslim
rivayet etmiştir.
246-Ebû Hureyre’den Hz. Peygamber’in şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: “Bir kişi, her namazın
peşinde otuz üç defa Subhanellah, otuz üç defa
Elhamdu lillah, otuz üç defa da Allahu Ekber der
sonra da yüzü tamamlamak üzere La İlahe İllallahu
vehdehû lâ şerike leh, Lehu’l-mülkü ve lehu’l-hamdu
ve huve alâ külli şeyin kadîr” derse bütün günahları
denizlerin köpükleri kadar olsa bile affedilir. Bu hadisi
Müslim rivayet etmiştir.
241-İbn Abbas’tan şöyle dediği rivayet
edilmiştir: “Ümmü’l-fadl, benim Mürselât suresini
okuduğumu işitti ve şöyle dedi: Ey oğulcuğum, bu
sureyi okumakla, Rasûlullah’tan işittiğim en son
akşam namazında bu sureyi okuduğunu bana
hatırlattın” dedi. Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivayet
etmiştir.
247-İmran b. Husayn’dan şöyle dediği rivayet
edilmiştir. Bende basur hastalığı vardı. Hz.
Peygamber’e nasıl namaz kılacağımı sordum. Bunun
üzerine Hz. Peygamber: “Namazını ayakta durarak
kıl, eğer buna gücün yetmezse oturarak kıl, buna da
gücün yetmezse yan yatarak kıl”. Hadisi Buhari
rivayet etmiştir.
242-İbn Abbas’tan Rasûlullah’ın şöyle dediği
rivayet edilmiştir: “Alın, burun, iki el, iki diz ve iki
ayaktan oluşan yedi uzuv üzerine secde etmekle
emrolundum. Elbiseleri ve saçları bir araya
toplamaktan menedilmedim”. Bu hadisi Müslim
rivayet etmiştir.
248-Aişe’den şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Hz. Peygamber’e namazda sağa-sola bakmanın
durumunu sordum. Hz. Peygamber buyurdu ki: Bu,
şeytanın kulun namazından çalmasıdır”. Bu hadisi
Buhari rivayet etmiştir.
243-Abdullah b. Mes’ûd’dan şöyle dediği
nakledilmiştir. “Rasûlullah ile beraber namaz
kıldığımızda şöyle derdik: “Kullarından Allah’a selam
olsun, Selam falan falan kişilere de olsun”. Bunun
üzerine Rasulullah dedi ki: “Allah’a selam olsun
demeyiniz, çünkü Allah’ın kendisi “selam”dır. Fakat
şöyle deyiniz: “Sözlü, mali ve bedeni ibadetler
Allah’a aittir. Ey Nebi! Selam, Allah’ın rahmeti ve
bereketleri senin üzerine olsun. Selam bizim ve salih
kullar üzerine olsun”. Siz bunu dediğiniz zaman
göklerdeki veya gökler arasındaki ve yeryüzündeki
salih kulların her birine bunlar ulaşır. Şehadet ederim
ki Allah’tan başka ilah yoktur ve yine şehadet ederim
ki Muhammed O’nun kulu ve elçisidir. Sonra hoşuna
giden duayı seçsin ve öyle dua etsin. Bu hadisi
Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.
244-Enes’ten şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Rasûlullah yolculuğa çıkıp ta nafile namaz kılmayı
Ağustos 2010
249-İbn Abbas’tan şöyle dediği rivayet
edilmiştir. Rasûlullah Mekke’de on dokuz gün kaldı
ve namazları kısaltılmış olarak kıldı. Biz de on dokuz
gün yolculuğa çıktığımızda namazlarımızı kısaltırdık,
daha fazla kaldığımızda ise namazlarımızı tam
kılardık”. Bu hadisi Buhari rivayet etmiştir.
250-Ebû
Saîd’den
Rasûlullah’ın
şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: “Sizden birisi bir
sütreye karşı namaz kıldığında, bir kimse önünden
geçmek isterse, ona engel olsun. Israr ederse, onunla
mücadele etsin; çünkü o, şeytandır.” Bu hadisi
Buhari ve Müslim rivayet etmişlerdir.
25l-Ebû Hureyre’den Rasûlullah’ın şöyle dediği
rivayet edilmiştir: “Sizden birisi, biz secedede iken
namaza geldiğinde secde edin ve onu rekât
saymayın, kim bir rekâta kavuşursa, o namaza
kavuşmuş olur”. Bu hadisi Ebû Dâvûd rivayet
etmiştir.
27
Ali Nar:
“İlahiyatta Ne
Kadar Dini
Deforme Eden
Adam Varsa
Bilin Ki Hepsi
İffetsizdir.”
İslam’ın dört temel ahlaki ilkesi
denir.
bunlara
Bunlar
fazail-i
hikmet,
erbea
şecaat,
iffet, adalet… Bütün faziletler bu
dördünün etrafında toplanır. İlk
üç fazilet bir insanda varsa o insanda dördüncü fazilet de vardır
yani o insan adildir.
28
H
Çıkardığınız gazete ve dergilerde
“ehli sünnet” inancını savunuyor ve
tanıtıyorsunuz. Ehli sünnet ne demektir; isterseniz buradan başlayalım
söyleşimize.
Röportaj: Aydın BAŞAR
vardır,
ayatını edebiyatın İslamca’sını
yapmaya adamış, İslami Edebiyat
Dergisi ve Doğru Yorum Gazetesi
Genel Yayın Yönetmeni Muhterem Ali Nar
Hoca ile “ehli sünnet” üzerine konuştuk.
Burhan Dergisi okurlarının istifadesine sunuyoruz.
Bir şeye sahip olana, bir sanatı bilene
o işin ehli derler. Sünnet ehli demek dinimizi Hz. Peygamber’in sünnetine uygun
olarak anlamak ve yaşamaktır. Bunu izah
edebilmek için bir benzetme yapalım.
Kur’an-ı Kerim bir anayasa gibidir. Onu ilk
yorumlayan ve kanun haline getiren Peygamber’in sünnetidir. İkinci defa yorumlayan ve bir nevi tüzük veya yönetmelik
haline getiren de ulemanın içtihatları ve ittifaklarıdır. Yani icmayı ümmettir...Bunu bir
dünya düzenine benzetirsek anayasa
Kur’an, ona uygun çıkarılan kanunlar da
Peygamber’in sünnetidir. Hz. Peygamberin
hiçbir işi, hiçbir davranışı haşa Kur’an’a
ters düşemez. Demek ki ehli sünnet, Kur’an
ahkâmını Peygamber’in sünnetine uygun
Ağustos 2010
olarak yaşamak; Peygamber nasıl dedi, nasıl anlattı, nasıl uyguladıysa o şekilde uygulamaya çalışmaktır. “Ama bunu kim başarabilir Peygamber’in
yaptığı gibi?“ diye sorulabilir. Evet, belki hiç kimse
Resulullah’ın yaptığını beceremeyebilir ama öyle
yapmaya gayret etmelidir. Özetle; Hz. Peygamber’in Kur’an’ı anladığı gibi anlamak, İslam’ı onun
yaşadığı gibi yaşamaya çalışmak; işte ehli sünnetin gayesi budur.
Sıradan insanlar Kur’an’dan bir şey anlayamazlar mı?
Kendilerince bir şeyler anlarlar fakat ondan
hüküm çıkartamazlar. Mesela Anayasa var şurada;
diyor ki; “falan şöyle şöyle olacak.” Sen ona göre
hareket edebilir misin? Edemezsin. Ya ne olacak?
Meclis bu anayasaya uygun kanun çıkaracak. Bu
kanunu da sen doğrudan doğruya tatbik edemez-
Ali NAR Kimdir?
1938 yılında Erzurum ili Hasankale ilçesi Issisu
köyünde (şimdi Sarıkamış'a bağlı) doğdu. 1949'da
Yozgat'ın Karahalli köyüne taşınıp orada yetişti. Erzurum İmam Hatip Lisesi’ni bitirdikten sonra yüksek
tahsilini İstanbul’da yaptı. Bu arada Edebiyat’ta Mahir
iz’den ve Necip Fazıl’dan İslami ilimlerde Ömer Nasuhi Bilmen ve Ahmet Davutoğlu’ndan feyz aldı.
İmam-Hatip Lisesine nakil edildi. Bu dönemde
Erzurum İlahiyat Fakültesinde Kelam Asistanlığını kazandığı halde siyasi nedenlerle tayin edilmedi. Daha sonra İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünde tez yapmak istemişse de yine aynı nedenlerle imtihana
alınmadı.
1964’te Diyarbakır İmam-Hatip okulunda öğretmenliğe başladı. İlk şiir ve makalelerini oradaki
“Yeni Şark Postası” gazetesinde yayımladı. Bu sırada,
sol akımların çok rağbet gördüğü bölgede fikri çatışmalarda hayli öne çıkan Ali Nar Diyarbakır’dan uzaklaştırıldı. Askerlikten sonra Erzincan İmam-Hatip
Lisesine tayin edildi. 1973 yılında İzmit (Kocaeli)
Fetih” adındaki ilk basılan kitabından
sonra “Koro” adlı piyesi ve M.T.T.B /Mili Türk
Talebe Birliği’nin açtığı tiyatro yarışmasında birinci olan “Muhtar Kafası” adlı piyesi basılmış
ve Türkiye’de yüzden fazla yerde sahnelenmiştir.
1975’te eğitim ve araştırma maksadıyla
burslu olarak Irak’a gitmiştir. Musul, Bağdat,
Kerbela, Necef, Halep, Şam, Beyrut, Amman,
Mekke, Medine, Hayber, Cide gibi şehirleri
gezen Ali Nar bu seyahatlerinde gördüklerini
“Ortadoğu Günlüğü” diye bir kitapta toplamıştır.
1989,1991,1994,1996’larda İstanbul’ da
Dünya İslami Edebiyat Konferanslarını tertipledi. Ve 1997’ de Dünya İslami Edebiyat Birliğinin Türkiye Şubesini kurdu…
Milli Gazete, Yeni Devir, Büyük Doğu,
Pınar, Mavera, Yeni Sanat, Sedir, Çınar,
Tohum, Hilal, İslam, Milli Gençlik, Düşünce,
Hakses gibi yayın organlarında yazıları yayımlanan yazar 1986’da “İslami Edebiyat” dergisini kurdu. 26 Sayı çıkan dergi,1994’te
kesintiye uğradıysa da bugün hale yayın hayatını sürdürmektedir. Son olarak “Doğru Yorum”
isminde aylık bir gazete çıkardı… Yazarın bu
güne kadar 40 tane kitabı yayımlanmıştır
Ağustos 2010
29
sin. Sen derken icracı bir kurumdan bahsediyorum
yani bir bakanlık gibi… O halde ne olacak? Bakanlıkla ilgili yönetmelik çıkarılacak. O yönetmelik kanunlara uygun olacak, o kanunlar da
anayasaya uygun olacak… Ne için bunlara gerek
var? Anayasayı tatbik edebilmek için. Demek ki
Kur’an’ı anlayıp tatbik edebilmek için de sünnete
ve icamayı ümmete ihtiyaç vardır.
Günümüzde birçokları bu konuda hiçbir eğitim almadığı halde Kur’an mealine bakarak içtihat denemeleri yapıyor. Siz ne
dersiniz?
Hiç kimse Kur’an’dan doğrudan doğruya
hüküm çıkaramaz. Hatta müçtehitler bile doğrudan doğruya Kur’an’dan hüküm çıkaramaz. Bizim
bu ilahiyatçı aklı evvellerimiz tutturmuş; “Efendim
Hz Aişe bile içtihat yapmıştır. Biz neden yapmayalım?” Şunun söylediği lafa bakın? Hz Aişe sizden bir kere kat kat yetkilidir bu konuda… Siz
onunla kendinizi nasıl kıyaslarsınız? Ama Hz Aişe
içtihat yapmamıştır ki… Ya ne yapmıştır? Hz. Peygamber’den nakil yapmıştır. Diyorlardı ki; “Ey valide şu mesele nasıl halledilir?” O da; “Ben
Resulullah’tan şöyle duydum” diyor ve cevabını veriyordu. Kadınlarla ilgili durumlar vardır;
özellikle bu konuları naklediyordu.
Mehmet Akif ’in; “Doğrudan doğruya
Kur’an’dan alıp ilhamı/ Asrın idrakine söy-
30
letmeliyiz İslam’ı” dizesini bu tür kimselerden çok dinliyoruz? Akif burada ne demek
istemiştir?
Mehmet Akif’i saptırıp yanlış yorumluyorlar.
Akif; “doğrudan doğruya Kur’an’dan hüküm çıkaralım mı” demiştir? Veya “zamanın içtihatlarının
hiçbirini nazara almayın, icmayı ümmeti bırakın,
bakın ayete hüküm çıkarın” mı demiştir? Hayır,
Akif bu dizesinde böyle bir şey söylemek istememiştir. Akif demek istemiştir ki; her yeni gün düşünce gelişiyor, ilim gelişiyor, teknoloji gelişiyor;
bu gelişmeler neticesinde her çağın insanına İslam’ı idrak ettirebilmemiz lazımdır. Akif “her şey
değişiyor o halde İslam’ı da değiştirelim” demek
istemiyor. “Asrın insanının anlayacağı şekilde İslam’ı anlatalım” demek istiyor. “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı” derken de Akif bunu
ne zaman söylüyor; bunu dikkate alalım. Cumhuriyet döneminde.. Yani ilhamı Avrupa’dan veya
batının falan düşüncesinden değil İslam’ın kendisinden alalım demek istiyor. Çünkü o dönemde
batıcılık yaygındı. O buna karşı İslam düşüncesini
terennüm ediyor. Ama bizim sahte ilahiyat müçtehitleri bunu da işlerine geldiği gibi anlıyorlar. Tabi
Kur’an’dan alacaksın ilhamı, başka nereden
alacaksın? Ama sen bir kere Kur’an’ı idrak edemiyorsun ki… Onu idrak edebilmen için sünnete ve
icamayı ümmete ihtiyacın var. İşte ehli sünnet
demek bu hassasiyeti göstermektir.
Ağustos 2010
Sadece Kur’an’a göre İslam yaşanabilir
mi?
Hayır asla yaşanamaz. Din kitapla sünnetin
bütününden çıkacak hükümlere uyularak yaşanır.
Eğer sünnet dikkate alınmazsa bir namaz konusunu bile halledemeyiz. Mesela ulema Kur’an ve
sünnete bakarak beş vakit namaz konusunda ittifak etmiştir. Kur’an namaz vakitlerini “bir sabah,
iki öğle” diye sıralamaz. Evet bu doğrudur, ama
çeşitli ayetlerde her bir vakte ayrı ayrı işaret edilmiştir.
Burada bizim sormamız gerek soru şudur.
Kur’an’ı en güzel kim anlar? Tabi ki Peygamber
anlar. O halde ne yapmıştır Peygamber? Beş vakit
namaz kılmıştır. İşte gördüğünüz gibi mesele hallolmuştur. Adamın biri çıkmış “kadın erkek aynı
safta namaz kılar” diyor. “Kur’an’da kadın ve erkeğin namazı nerede nasıl kılacağına dair bir
hüküm yoktur” diyor. “Kur’an’da yoksa olmaz”
deyip kestirip atıyor. Oysa Hz. Peygamber’in hayatına baktığınızda bir sefer bile kadınlarla bir
arada namaz kılmadığını görüyorsunuz. Bunun
için ilmihal kitapları; bir kadınla bir erkek yan yana
namaz kılarsa ikisinin de namazı fasid olur diyor.
Hatta onların sağında solunda ve arkasında
önünde birer erkek olursa, onların da namazları
fasid olur diyor.
Bütün bu meseleler sünnete başvurularak çözüme kavuşuyor değil mi?
Tabi.. Şimdi gelin sünnete bakalım, Hz Peygamber’in hayatında bu konuyla ilgili neler var?
Bir sahabi anlatıyor. İnsanların ihtiyaç içinde olduğu bir dönemde Resulullah mescitte nasihat etti;
“Muhtaçlara yardım edin” dedi. Sonra Bilal-i Habeşi çıktı eteğini tuttu ve herkes gönlünden ne geçiyorsa sadakalarını oraya attılar. Sonra Resulullah
aleyhisselatü ve selam kadınların bölümüne gitti.
Orada da nasihat ettikten sonra aynı şeklide para
toplanıldı. Hatta bazı kadınlar bileziklerini, altınlarını bağışladılar. Bu olaydan anlaşılıyor ki mescitte
kadınların yeri başka erkelerin yeri başkadır.
Başka bir rivayette bir sahabi şöyle anlatıyor: “Çocukken kadınların en ön safında yüzünü açan
güzel bir kadın vardı onu görebilmek için arka safa
kaçardık.” Şimdi sahabiyi ayıplamaya gerek yok, o
bir dönemki yaptığı çocukluğu anlatıyor. Ama burada önemli bir şey söylüyor. Demek ki kadınlar o
zaman arka safta yer alıyorlar.
İlmihal kitaplarında çocukların erkeklerin arkasındaki saflarda durması gerektiği
yazıyor. Bunun mantığı da burada ortaya çıkıyor galiba…
Evet çünkü arka safa geçen çocuklar, erkekler ve kadınların arasında bir duvar gibi oluyorlar… Bunun için Hz. Peygamber; “Erkekler için en
hayırlı saf ön saftır, kadınlar için ise en hayırlı saf
arka saftır” buyuruyor. Başka bir hadis-i şerifte de
buyrulur ki; “Bir kadın için en hayırlı namaz
evinde kıldığı namazdır.” Bir rivayete göre; “evinin en ücra köşesinde kıldığı namazdır.”
Günümüzdeki Müslümanlar ehli sünnet
çizgisinden sapmış mıdır?
Günümüzde ehli sünnetten çok sapmalar
var. Bunun nedeni başta eğitimsizliktir. Yani halkın bu meseleyi bilememesidir… Son zamanlarda
sistematik bir şekilde saptırma var… Yani sapmadan daha çok saptırma söz konusu. Bunun temeline inecek olursak şunları söylememiz gerekir.
Cumhuriyet dönemi ile birlikte bir takım düzenlemeler, kısıtlamalar, dayatmalar söz konusu oldu.
“Türkçe ezan, Türkçe Kur’an” gibi safsatalar yayılmaya çalışıldı. Bütün bunlara halk iltifat etmedi.
Netice de Türkiye Cumhuriyeti devrim ve inkılap-
Ağustos 2010
31
larıyla dinde hiçbir şeyi değiştirememiştir. Cumhuriyet şunu değiştirdi diyen varsa söylesin. Benim
bu konuda yazılmış bir kitabın var; “Anadolu Müslüman’ının direniş günlüğü” diye… Bu kitabımda
o dönemdeki dayatmalara karşı Anadolu halkının
direnişini anlattım…
Hakikaten bir direniş gösterebildi mi
Müslümanlar?
Biz bu direnişi gösterdik ki 1950’de ezan tekrar aslına döndü. Sana bir şey anlatayım. 1935’te
Türkçe namaz kılınsın diye bir emir veriyorlar.
İmam “Tanrı uludur” diye başlangıç tekbirini getirince arkasında kimse kalmıyor, bir bir dökülüyorlar. İşte bu bir dirençtir. Bunu gören yetkililer “bu
meseleyi zamana bırakın” diye emir veriyorlar.
Zaman ne zaman? Bayar zamanı? Celal Bayar’a
soruyorlar; “İmam Hatip Mektebi açıyorsun,
Kur’an kursu açıyorsun, nereye gidiyor bu iş?” O
da “merak etmeyin biz meseleyi mihraptan halledeceğiz” diyor. Çünkü mesele mihrapta biteceğini
kavramıştır. Mihraptaki adam şayet getirilen yenilikleri, prensipleri hoş karşılarsa cemaat de hoş
karşılayacak ve kendiliğinden kabullenecektir. Hoş
karşılamadığı zaman yapılan devrimler halkta
makes bulmayacaktır. Yani bu millet hocaya itibar
eden bir millettir. Kore savaşında teğmen olan birisinden dinlemiştim; Bir bayram namazı kılacağız
32
Komutanlar bağırıyor çağırıyor, düzgün saf düzeni
alın, sıraya geçin falan diyor fakat kimse dinlemiyor. Tabur imamı alıp mikrofonu “Muhterem Müslümanlar safları düzgün tutun, yerinize oturun”
deyince bunu duyan askerler anında bulundukları
yere oturuyorlar. Demek ki bu millet hocaya itibar
ediyor. Bu güzel bir şey ama felaketimiz de yine
aynı sebepten… Kırılma noktası mı diyorlar fay
hattı mı diyorlar; meselenin düğüm noktası işte burası. Elhamdülillah hocaya itibar etmek güzel bir
şey… Peki ama ya o mihraptaki adam melunsa?
O zaman ne olacak? Mihraptan halletmenin ne
demek olduğunu anlıyor musunuz? Mihraptaki
derken ilahiyattan yetişmiş sahte hocanın dine ne
derece zarar vereceğini anlatmak istiyorum. Ama
her ilahiyattan çıkan da sapıtır demek istemiyorum.
Namazı üç vakte indiren, Cumanın son sünnetini kaldıran. “İslam’da el kesme yoktur. Birden
fazla kadınla evlenilmez” diyenlerin zararını anlatıyorum. Onlar bu tür şeyleri söylemekle Avrupalı
ve yerli gavurlara yaranmaya çalışıyorlar.
Sahte ilahiyatçı dediğiniz bu kimseler
kötü niyetle mi dini saptırıyorlar?
Aralarında iyi niyetli olanlar var, adamlar saf
saf bunları söylüyor... Belki ahmaklığından yapıAğustos 2010
yor böyle… Kavrayışı yok… Hoca sınıfının çeşitli
kategorileri var. Bilmeyip cahil olan var. Bilip de
ortama uyan var. Kimisi de şeytan gibi biliyor ama
bilmez gibi davranıyor. Veya meşhur olma gayreti
ile aykırı laflar ediyorlar. Bir de eski ulemadan
olup da yanlışlara ses çıkarmayanlar var. Bizim
çevremizde ehli sünnete yardımcı olması gereken
ilim sahibi olan adamlar var. Onlar parasıyla malıyla değil sadece ilmiyle yardımcı olacaklar. Biliyorsunuz bir gazete çıkartıyoruz, Onlardan yazı
istiyoruz, “ya bilmem ne” falan diye bahaneler
üretiyor. “E bir röportaj yapalım da sorularımızı
cevaplayın” diyoruz. Ona da yanaşmıyor. Adeta
kaçıyor bizden. Neden bu adam böyle yapıyor? Ya
ihmalkârlığından böyle yapıyor ya da itibar kaybından korkuyor. Bir yere gittiğinde “hoca efendi
hoş geldin” demezler diye çekiniyor.
Günümüzde dini sistematik bozmanın
misalleri nelerdir?
Mesela, Diyanet “Dinin dilini yenilemek”
diye bir program yaptı. Dinin dilini yenilemek; ne
demekmiş bu? Yani farz, vacip, sünnet, haram,
kafir, münafık, müşrik, mülhit gibi terimler değişmeli diyorlar. Böyle bir şey olabilir mi? Oldu bile…
İki gün önce Hürriyet gazetesi manşetten verdi haberi; Artık gavurlara gayrimüslim demeyecekmişiz… Ne denecekmiş? “Başka inanç grupları”
diyecekmişiz. Bir zamanlar hukuk kitaplarının dilini değiştirmeye kalkmışlardı. Hakim değil yargıç
olsun falan diyorlardı… Şimdi de bunun gibi din
diliyle oynamak istiyorlar. “Farz”a ödev veya vazife diyecek, “haram”a yasak falan diyecek…
Oysa “haram” yerine “yasak” dediğiniz zaman
bunun din kaynaklı bir yasak olup olmadığı anlaşılmaz. Bir insan da yasak koyabilir, devlet de
yasak koyabilir…
Haram denince bu yasağı kimin koyduğu
gayet net belli olur, öbür türlü ise belli olmaz. Yani
dinin dilini değiştirmek demek onu anlaşılmaz hale
getirmek demektir. Mesela Amene Resulü’nün sonunda “alel gavmil kafirin” ayetini okuyoruz.
Bunu meal yaparken “kafirlere karşı bizi koru”
değil de “başka inanç gruplarına karşı bizi koru”
mı diyecekler?
Dini konularda yeteri kadar bilgisi olmayan kimselerin bu tür konularda da bir
Ağustos 2010
fikri olamıyor. Normal vatandaş kime inanacağını şaşırıyor. Bu durumda normal vatandaş ne yapsın?
Ehli sünnet alimlerini tanıyıp onların kitaplarından faydalanacak. Son bir asırda ehli sünneti
savunan alimleri bilhassa bilecek. Ehli sünneti savunan kimselere ehli sünnet alimi denir. Biz bunlardan elli küsur tanesini tespit ettik. 26 tanesinin
özgeçmişine ulaştık. Bir o kadarınınkine ise ulaşmaya çalışıyoruz. Tespir ettiklerimizi Mehmet Şevket Eygi Bey’e verdik, o kitap halinde
neşredecek… Son Şeyhulislam Sabri Efendi’den
tutun Zahidî Kevseri’ye kadar alimlerimizi tanıttık.
Kimler var mesela; Abdulhakim Arvasi, Süleyman
Hilmi Efendi, Mehmet Zahit Koktu, Ahmet Davudoğlu, Halil Gönenç, Sadrettin Yüksel, Enver Baytan… Bunlar ehli sünneti savunan insanlar. Ehli
sünnet konusunda daha geniş bilgi için, içinde
benim de uzun bir makalemin olduğu “Ehli sünneti savunma” adlı kitaba bakabilirsiniz. Bu kitap
Bedir yayınlarından çıktı.
Dinimizi gerçek alimlerden öğrenmediğimiz takdirde sahte ilahiyatçıların tuzaklarına düşmek işten bile değildir. Sahte
ilahiyatçıların dini deforme etme sebebi
sizce nedir?
İslam’ın dört temel ahlaki ilkesi vardır, bunlara fazail-i erbea denir. Bunlar hikmet, şecaat,
iffet, adalet… Bütün faziletler bu dördünün etrafında toplanır. İlk üç fazilet bir insanda varsa o insanda dördüncü fazilet de vardır yani o insan
adildir. Hikmet; hadiseleri ve insanları tam anlamıyla yani aslına uygun olarak tanıma gücü ve
gayretidir. Hem yetenektir, hem gayrettir, hem
güçtür… Şecaat; cesur olmaktır, tehevvür değil
yani saldırma değil, hakkı yerinde, çekinmeden,
olduğu gibi söyleme yürekliliğidir. Ve savunmak ve
yaşamaktır. İffet; Afif olmak yani namuslu, şerefli
olmaktır. İffetsizlik demek de şehvet, para, şöhret
ve makam düşkünlüğüdür. Bir insan para düşkünü
ise para için, kadın düşkünü ise kadın için, makam
düşkünü ise makam için her şeyini harcar ve
bütün değerlerinden vazgeçer.
İlahiyatta ne kadar dini deforme eden adam
varsa bilin ki hepsi iffetsizdir. Bu saydıklarımdan
birisine düşkünlüğü vardır.
33
MODERN
İSLAM
DÜŞÜNCESİNİN
FİKRÎ
VE TOPLUMSAL
TAHRİBATI
Dr. Ebubekir SİFİL
"İslam" ile "Müslümanlık"ı birbirinden ayırmak mümkün müdür? Eğer
"İslam" olarak "orada öylece"
duran, ama işin içine beşer unsurunun girmesiyle birlikte pratiğe
farklı "Müslümanlıklar" olarak yansıması normal olan bir olgudan
bahsediyorsak, bizi bir "ümmet"
kıldığını söyleyen bu dinin, birlikteliğimizi nasıl sağlayacağı sorusuna da cevap verilmeli değil midir
ve bu "Müslümanlıklar"dan hangisi
ilahî iradeyi yansıtmaktadır?
34
"Dinin sekülerleştirilmesi" veya "dinî
bir çözülme" olarak nitelendirilmesinin pek de
yanlış olmayacağını düşündüğümüz Modern
İslam Düşüncesi kendisini orijinal bir yaklaşım
olarak takdim etse de, varlık sebebi ve en temel
karakteri olan tepkisellik, onu sanıldığından
daha belirsiz ve kaygan zeminlerde hareket etmeye itmektedir. Buna bir de hareketin literal yapısındaki heterojenite ve argümanlarınının
kendisini isbat etmiş bir metodolojiden yoksunluğu vakıası eklenince, ortaya kelimenin tam anlamıyla bir "karmaşa" çıkmaktadır.
Hemen bu noktada, İslam Modernizmi'nden bahis açıldığında mutlaka hatırda tutulması gereken bir hususu vurgu¬lamamız
gerekiyor.
İslam dünyasında Modernist çalışmalara
kuşbakışı baktığımızda görünen manzara şudur:
Aslında ortada bütünlük arz eden, sistemini kurmuş, altyapısını ve üstyapısını oluturmuş
ve kendi literatürünü geliştirmiş yeknesak bir
"İslam Modernizmi" yoktur. Görünen, sadece
belli "sloganlar"ı benimsemekten başka ortak bir
tarafı bulunmayan Modernistler topluluğudur.
Ağustos 2010
Bunun içindir ki, Modern İslam Düşüncesi'nin
yapısını tahlil etmeyi hedefleyen hemen bütün çalışmalarda yapılan, İslam Modernistleri'nin belli konulardaki görüş ve düşüncelerini alt alta koyup
sıralamaktan ibarettir. Başka türlü olması mümkün de
değildir. Çünkü "geleneğin sorgulanması", "aklın otoritesi", "dinde kolaylık", "değişimin belirleyici kılınması" ve "ilerlemecilik" gibi şemsiye kavramlar altında
serdedilen görüşler, detaylara inildikçe farklılaşmakta
ve giderek birbiriyle uzlaşmaz tavırlar sergilendiği dikkat çekmektedir.
Bu bakımdan, Modern İslam Düşüncesi dendiğinde ne anlaşılması gerektiği konusunda yanlışlara
düşülmemesi için, sorun ya sadece bu şemsiye kavramlar etrafında irdelenmeli, ya da tek tek modernistlerin görüşleri ele alınmalıdır.
Burada muhtemel yanlış anlamalara ve istismarlara meydan vermemek için birer cümleyle de
olsa bu kavramlara değinmeden geçmenin bir eksiklik olacağını düşünüyoruz. Zira Modern İslam Düşüncesi için vazgeçilmez olan bu kavramların, ayet ve
hadislerle, hatta Mecelle kaideleriyle desteklenmeye
çalışıldığı görülmektedir. Hatta İslam Tarihi'nde ilk
defa, Hanbelî mezhebine mensup olduğu söylenen
ve İslam Uleması tarafından ağır ithamlarla suçlanmış bulunan[1] Süleyman b. Abdilkavî et-Tûfî tara-
fından, "Maslahat ile nass ve icma çatışırsa maslahat
esas alınır" şeklinde fıkhî bir üslupla formüle edilen
şey[2] de aslında aynı yaklaşımdır.
Sondan başlayacak olursak;
"İlerlemecilik" ve "değişimin belirleyici kılınması", diğerlerine göre Modern zamanlara aidiyeti
hakkında daha kesin şeyler söylememizi mümkün
kılan hususlardır. Bizim bu kavramlara itirazımız, bizatihi anlattıkları olgulara değil, onlara yüklenen fonksiyon ve temsil ettikleri dünya görüşü noktasındadır.
Zira kuşkusuz değişimi ve ilerlemeyi besleyen pek çok
faktör ve bunların felsefî, kültürel, sosyal ve tarihsel
bir arkaplanı vardır. Bunlar tahlil edilmeden, bunlara
bugünkü şeklini veren unsurların kritiği yapılmadan
bunlara ne karşı çıkmak, ne de bunları olduğu gibi
kabul etmek doğru değildir. Hele değişim ve ilerlemenin, her şeyi, hatta dini bile (ahkâmı, hedefleri ve
topluma vaziyet ediş biçimi noktasında) belirleyen,
değiştiren ve şekillendiren hususlar olarak algılanması, kanaatimize göre Müslümanlar'ın karşı karşıya
bulunduğu en tehlikeli fikrî badirelerden birisidir.
"Dinde kolaylık" ilkesi ile bizzat Kur'an ve
Sünnet'te ifadesini bulmuş olan "kolaylık"ın
kastedilmediğine dikkat edilmelidir. Dinin sâbitelerinden, Zarûrât-ı Diniyye'den ve kesin
nasslarla sabit olmuş hususlardan, herhangi
bir kişi, kurum ya da toplum adına "feragatte
bulunulması" söz konusu olamaz. Bütün zaman ve
mekânları düzenlemek için gönderilmiş olan bu din
Allah'ındır ve O'nun iradesi Kur'an ve Sünnet'te nasıl
ifade edilmişse öyle yaşanacaktır. Bunun ötesinde
Mecelle'de "Ezmânın tegayyürü ile ahkâmın tebeddülü inkâr olunamaz", "Âdet muhakkemdir", "Nâs'ın
isti'mâli bir hüccettir ki, ânınla amel olunur"... gibi kaidelere dayandırılan "kolaylık" ilkesi, ancak kesin nasslarla belirtilmemiş ve Müslümanlar'ın tercihine
bırakılmış olan meşru seçenekler hakkında işletilebilir.
"Aklın otoritesi"ne gelince, burada çerçevesini
ve hareket alanını vahyin belirlediği aklın değil, "felsefî aklın", yani Rasyonalite'nin kastedildiği açıktır.
Felsefe'yi öteden beri uğraştıran "aklın otoritesinin ve
yetkisinin sınırları" konusu Batı'da bile o denli istismar edilmiştir ki, iş sonunda Paul Feyerabend'e "Akla
Veda" dedirtecek noktalara gelmiştir. Öyleyse akıl,
vahyin hizmetine verildiği oranda gerçek fonksi¬yonuna kavuşacak ve İlahî İrade'nin istekleri doğrultusunda icra-i faaliyet edecektir.
Ağustos 2010
35
akıl, ibadetin kendisiyle yerine getirildiği fiillerin bizzat
kendisine, şartlarına, vakitlerine ve mekânlarına götürmez. Çünkü şayet akıl bunlara götürecek olsaydı,
bu da tıpkı aklın diğer aklî gerekliliklere ki bunların
sebepleri mevcut olduğu zaman mükelleflerin bunlar
karşısındaki durumları muhtelif olmaz delaleti gibi
olurdu. (...) Akıl, abdestsiz kılınan namazın ibadet olmadığına ve abdestli kılınan namazın ibadet olduğuna nasıl delalet edebilir? Oysa her iki durumda da
"boyun eğme ve itaat" durumu aynen mevcuttur!
Keza Kurban Bayramı günü oruç tutmanın ibadet olmadığına ve fakat bu günden önce tutulan orucun
ibadet olduğuna; aynı şekilde farz olan zekâtın, havl
müddeti dolmadan [malın elde edildiği andan itibaren üzerinden bir yıl geçmeden] önce verilmesinin
ibadet olmadığına ve fakat havl müddetinden sonra
verilmesinin ibadet olduğuna; bu ödemenin, başkalarına değil de belli (durumdaki) insanlara verilmesinin gerekli olduğuna nasıl delalet eder? İşte bu
durum, ibadetlerle ilgili bu yöne akliyyatın herhangi
bir surette dahli olmadığını açıklamaktadır."[4]
"Akılcılık" ilkesi ve akla yüklenen fonksiyon, bizdeki ilk rasyonalistler olarak değerlendirilen Mu'tezile
tarafından bile Modernistler'in tavrına göre nisbeten
daha makul bir çerçevede kendisini göstermiştir.[3]
Özellikle aşağıda bir kaç örneğini zikredeceğimiz Modernist tavır göz önüne alındığında gerek bu konuda,
gerekse Sünnet'in fonksiyonu konusunda Mu'tezile,
Modern İslam Düşüncesi'nin kimi mümessilleri yanında gerçekten daha anlaşılabilir ve makul bir çizgidedir.
Önde gelen Mu'tezilî alimlerden Kadı Abdülcebbâr, diyalektik yöntemle kaleme aldığı "el-Muğnî"
adlı ünlü eserinde, "Sem'î [Vahiyle bildirilen] Maslahatların Durumunun Aklî İstidlal İle Bilinmesinin Caiz
[Mümkün] Olmadığı Hakkındadır" diyerek açtığı bir
fasılda ki bu başlık bile oldukça dikkat çekicidir şöyle
demektedir:
Mu'tezile'nin sem'iyyât [vahiyle bildirilen hususlar] konusunda burada kısaca örneklemeye çalıştığımız tavrıyla Modernistler'in aynı konudaki tavrı
arasında nasıl bir fark bulunduğunu biraz daha net
bir biçimde ortaya koymak için bir de Modernistler'in
en azından bir kısmının yaklaşımına bakalım:
"(...) İlk şekliyle Muhammed Abduh tarafından ortaya atılan bu iddia, Muhammed İkbal
tarafından felsefî bir terminoloji ile yeniden
ifade edildi. Buna göre Kur'an'ın son vahiy ve
Hz. Muhammed'in son peygamber olduğu gerçeği, insanlığın gelişmesi açısından oldukça
anlamlıdır. Bu demektir ki, insan öyle bir olgunluk seviyesine çıkmıştır ki, artık onun hazır
vahyin yardımına ihtiyacı yoktur. İnsan, kendi
ahlakî ve fikrî kurtuluş kaderini kendisi çizebilir..."[5]
"Eğer denirse ki: "Aklî delil, tıpkı ni'meti verene
şükrün gerekli olduğuna delalet ettiği gibi, en büyük
ni'met vericiye [Allah Teala'ya] ibadetin de gerekli olduğuna delalet eder. (...) Peygamberlerin getirdiği
[tebliğ ettiği] bütün bu fiillerde (Yaratıcı'ya) "boyun
eğme ve tezellül" vardır. Şu halde aklın, bunların [ibadetlerin] ahkâmına da götürmesi ve bu alanda peygamberlerden müstağni olunması icabeder."
Bu pasajda modern insanın, İlahî irade ve vahyin egemenliği karşısında istiklalini ilan etmesi,
Kur'an'ın tabiriyle "tuğyân"ı, oldukça çarpıcı biçimde
dile getirilmektedir. Tablo oldukça nettir: Eğer "gelenek", dini yozlaştırmış, Kur'an ve Sünnet'i yanlış okumuşsa(!) Modernistler daha kötüsünü yapmışlar, onu
buharlaştırarak tamamen fonksiyonsuz hale getirmiş
ve bu suretle hayatın dışına itmişlerdir!
"Buna cevaben şöyle denir: "Akıl, senin dediğin
gibi Allah Teala'ya şükre ve kulluğa götürür. Ancak
Zihinsel ve teorik düzlemde önümüzde duran
bütün bu olumsuzluklar, Modern İslam Düşüncesi'nin
36
Ağustos 2010
pratiğe intikal ve sorun çözme kabiliyeti hakkında da
bizlere hatırı sayılır ipuçları vermektedir. Esasen günümüzde, ülkemiz de dahil olmak üzere İslam Dünyası'nda yaşanan sıkıntı ve bunalımlar, pratikten
hareketle teori hakkında pek çok şey söylenmesini
mümkün kılmaktadır. Ancak gündemlere ağırlığını
koyan konjonktürel gelişmeler, bütün bu sıkıntı ve bunalımların temelinde, İslam'ın şu veya bu görünüm
ve başlık altında modernizasyonu operasyonlarının
yattığı gerçeğinin çoğu zaman gözden kaçırılması sonucunu doğurmaktadır. Sorunun pratik boyutuna
geçmeden önce, Modern İslam Düşüncesi'nin, pratiğe sadece karmaşa ve çözülme îsal eden teorik stratejisi hakkında kısa bir irdelemesini yapmamız uygun
olacaktır.
Modern İslam Düşüncesi'nin en bariz vasfının
"tepkisellik" olduğunu söyledik. Bu tez, ilk bakışta tartışmalı görünebilir. Ancak İslam Dünyası'nda bu yaklaşımın temsilcileri olarak öne çıkan isimlerin
çalışmalarına baktığımız zaman, orijinal bir duruştan
ziyade, "yanlış bulma" gayretinin daha baskın bir tavır
olarak belirdiğini müşahede ediyoruz. Bir başka deyişle, bizdeki Modernist yaklaşımın, geçmiş ulemanın
nadiren metodolojik, ama ağırlıklı olarak tikel konulara ilişkin söylediklerinin ve yazdıklarını, çoğu zaman
enteresan bir şekilde yine "klasik" olarak adlandırılan
eser ve kişilere dayanarak yanlışlamaya çalıştığını
görmekteyiz.
Burada bindörtyüz yıllık koca bir ilim ve kültür
birikiminden bahsediyoruz. Bu devasa yapı içerisinde
yelpazenin her iki ucunu temsil eden yaklaşımların
bulunması, hatta bunun da ötesinde söz gelimi aynı
ekole mensup insanların birbirine uymayan görüşler
serdetmiş olması tabiidir. İslam "geleneği", kendi
içinde geliştirdiği "tahkik" ve "tenkit" mekanizmalarının sağladığı devinim ile zaten kendisini sürekli olarak
yenilemiş ve canlı tutmuştur.
Dolayısıyla Modernist İslam ya da İslam Modernizmi adına ortaya konan bu türden çalışmalar
"geleneğin toptan eleştirisi" gibi başlıklar altında sunulmayı hiç de hak etmemektedir.
İslam Dünyası'nda bugün görülen iç karartıcı
manzara, her alanda yaşanan problemler ve Batı
dünyası ile kıyasladığımızda ortaya çıkan fark, Modernistler tarafından –tezlerinin temel hareket noktası
olmak üzere– kestirmeden "gelenek"in omuzlarına yıkılıvermiş ve Modern zamanlarda bireysel ve topAğustos 2010
lumsal planda din ile aramızdaki mesafenin sebepleri
sorgulanmadan, "ihlas", "takva", "amel-i salih" ve benzeri ölçüler konusunda Ümmet'in fertlerinin sergilediği olumsuz manzara üzerinde durulmadan din
anlayışının yeni bir bakışla yeniden oluşturulması,
dinin yeniden tanımlanması ve yorumlanması gibi telafisi mümkün olmayan bir hata işlenmiştir.
"Madem ki Batı'dan geri kaldık, öyleyse
dinin tarihte ortaya çıkmış olan tezahürü ile
dinin bizzat kendisi birbirinden ayrılmalı ve
dine yeni bir yorum getirilerek tarihteki tezahüründen farklı bir din görüntüsü ortaya konmalıdır" şeklinde ifade edebileceğimiz öldürücü
mantık, ne yazık ki şu ana kadar ciddi biçimde mercek altına alınabilmiş değildir.
Burada hayatî soru şudur: İslam gibi son ve
ekmel bir din, özünden bir şey kaybetmeden ve tahrife uğramadan tarihin farklı dilimlerinde farklı görüntüler sergileyebilir mi? Dinin doğası buna elverir
yapıda mıdır? Bu soruyu, içeriğini daha bir netleştirmek için şöyle de sorabiliriz: Allah'ın iradesi farklı zamanlarda farklı neticeler doğuracak şekilde tecelli
eder mi? Eğer bu soruya "evet" diyebiliyorsak ardından şu soru gelecektir: Eğer tarih içindeki tecelli biçimi doğru ve ilahî iradeye uygun ise bugün niçin
yanlış olsun ve eğer tarih içindeki tecelli doğru ise bu,
İlahî İrade'nin bugünü öngöremeyecek kadar sınırlı
37
"Dünyayı yamamak için parçalarız dini
biz, sonra ne din kalır elde, ne yama diktiğimiz."[7]
Burada önemle altı çizilmesi gereken bir diğer
nokta da, Modernist çalışmaların, teorik planda
önemli ölçüde Batı'daki İslamiyât çalışmalarından intihallelerle payandalandırıldığı gerçeğidir. Bu tesbitin
İslam Modernistleri'ni hayli rahatsız ettiğini biliyoruz.
Ancak bu sadece bizim şahsî bir tespitimiz olmayıp,
yandaş ya da karşıt hemen herkesin paylaştığı bir hakikattir. Hatta Modern İslam Düşüncesi'nin bayraktarlarından olan ve düşünce sistemini önemli ölçüde
sözünü ettiğimiz çalışmalarla beslediğini gördüğümüz
Fazlur Rahman bile bu gerçeği açıkça dile getirmekte
bir sakınca görmemiştir.
olduğu sonucunu doğurmaz mı? Bugün din adına tarihteki tezahür ile taban tabana zıt bir sonuç ortaya
çıkması normal kabul edilebilir mi?
Bütün bu sorular bizi şu temel tesbite götürmektedir: Modern İslam Düşüncesi için aslolan
"murad-ı ilahî" değildir. Bu düşünce için aslolan, beşer
taleplerine azami ölçüde cevap veren bir hayat tarzını yakalayabilmek için dinden ne kadar istifade edilebileceğidir.
Tam bu noktada şu ilahî ikaz ile yüz yüze bulunduğumuzu fark etmeliyiz:
"Olur ki bir şey hoşunuza gitmezken o
sizin için hayırlı olur; bir şeyi de sevdiğiniz
halde o da sizin için şer olur. Allah bilir, siz bilmezsiniz."[6]
Hz. Ali(r.a.)'nin şu hikmetli sözü de bu noktayı
dikkatlerimize sunmaktadır:
"İnsanların, dünya işlerini yoluna koymak amacıyla dinlerinden terk ettikleri her nokta için Allah onların başına, düzeltmek istedikleri o işten daha
zararlısını getirir."
Keza, Abdülmelik b. Mervân'a şöyle hitabeden
şair de aynı hikmeti yakalamıştır:
38
O şöyle der: "İslamî gelişmelerin ilk safhaları ile daha sonraki safhaları arasındaki bu
fark bize açıkça görünmektedir. Oryantalistlerin çok büyük katkılarda bulundukları bu
büyük tarihsel keşif, artık bu dört ilkeyle
Kur'an, Sünnet, İçtihad ve İcma ilkeleriyle– ilgili geleneksel ortaçağ teorisinin arkasına gizlenemez."[8]
Ne var ki, usulüyle, füruuyla, Hadis, Tefsir,
Fıkıh, Kelam, Tasavvuf vd. sistemleriyle İslam Kültür
ve İrfanı'nı bir bütün olarak toptan karşısına almak ve
eleştiriye tabi tutmak gibi devasa bir iddiayı sahiplenen İslam Modernistleri'nin, bunu nasıl yapacaklarına
ilişkin kabul edilebilir herhangi bir sistemi henüz geliştirememiş olmaları düşündürücüdür. İşte bu sistemsizliktir ki, İslam Modernizmi'ni genel olarak
yukarıda değindiğimiz ve ortaya konan örneklerin tatmin edicilikten son derece uzak olması sebebiyle ciddiye alınma şansını şu ana kadar yakalayamamış
bulunan "yanlış bulma" çizgisinin ötesine geçememeye mahkûm etmektedir.
Konuyu biraz daha açmak için Çağdaş İslam
Modernistleri'nin yukarıda üzerinde bir parça durduğumuz en temel iki kurum olan Kur'an ve Sünnet
hakkındaki görüş ve yaklaşımlarını kısaca ele alabiliriz.
En genel anlamıyla Kur'an'ın ihtiva ettiği normatif hükümler bizlere bugün ne ifade etmektedir?
Bu en temel soruya bile İslam Modernistleri'nin ortak
bir cevabı yoktur. Ortada, "Kur'an'ın ruhu" olarak
ifade edilen ve bizzat doğasında belirsizlik bulunan
Ağustos 2010
bir kavram dolaşmaktadır. Bu ruhun nasıl tanımlanması gerektiği, metodolojik olarak neyi ifade ettiği,
somut olaylar için önerilen çözümlere nasıl tetabuk
edeceği ve varılan çözümün hangi somut verilere
göre test edileceği, Kur'an'ın, sorunları tahlil etmede
ve çözmede nasıl bir yaklaşım izlediği... gibi sorular
bu bağlamda cevap beklemektedir. Hatta daha da
ileri giderek şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Özellikle ülkemizde bu sorular Modernistler'in gündeminde dahi
yoktur. İşte size kaygan bir zemin! Aklınıza yatmayan,
canınızı sıkan, "bana göre şu istikamette olması
daha uygun olurdu" dediğiniz her hüküm için
"Kur'an'ın ruhu"nu devreye sokup istediğiniz sonucu elde edebilirsiniz. Hatta "Kur'an'ın ruhu"nu,
yine bizzat Kur'an'da yer alan emir ve hükümlerin
karşısına bile dikebilirsiniz. Çünkü yapmanız gereken,
"nassların sultası"ndan kurtulup, "nassların gölgesi"ne
girmektir. Bunu gerçekleştirdiğiniz zaman önünüzde
sonsuz bir hareket alanı buluyorsunuz.
Bu söylediklerimizi abartılı bulabilecekler için,
iki ayrı zaman dilimine ait birkaç çarpıcı iktibas sunalım:
1- "Ey kardeş! Bil ki, insanlardan kimi, Allah'a,
nebileri, resulleri, imamları ve vasileri ile yahut Allah'ın velileri ve salih kulları ile, ya da mukarreb melekleri ile ve onların kendilerine, mescit ve
meşhedlerine ta'zim göstermek suretiyle; kendilerine,
fiillerine, amellerine, vasiyetlerine ve bu yolda açtık-
ları çığırlara uymak suretiyle yaklaşır. İmkânları, iktidanın nefislerinde tahakkuku ve çabalarının ulaştığı
noktalar nisbetinde bu yolda yürürler.
"Allah'ı hakkıyla tanıyan kimselere gelince, bunlar, kendilerinden başkasıyla ona tevessül etmezler.
İşte bu, Ehl-i Ma'ârif'in mertebesidir ki bunlar Allah'ın
velileridir.
"Anlayışı, ma'rifeti ve hakikati noksan olan kimseler için ise, Allah'ın peygamberlerinden başka Allah'a götürecek bir yol yoktur. Allah'ın peygamberleri
konusunda anlayışı ve ma'rifeti noksan olan kimselere gelince, bunları Allah'a götürecek tek yol, peygamberlerin halifelerinden ve vasilerinden olan
imamlar ile Allah'ın salih kullarıdır. Bunları yeterince
anlayıp tanıyamayan kimseler için, bunların yollarına
uymak, açtıkları çığırlarda yürümek ve tavsiyeleriyle
amel etmekten, onların mescid ve meşhedlerine gitmekten, onlara benzetilerek yapılan resimlerin yanında onların ayetlerini hatırlamak ve putlar
vasıtasıyla onların hallerine vakıf olmak için dua
etmek, namaz kılıp oruç tutmak ve kabirlerinin başında istiğfar edip bağışlanma ve rahmet istemekten
ve Allah'tan, kendisine yakınlık talep etmek maksadıyla buna benzer şeyler yapmaktan başka yol yoktur.
"Bil ki, her halukârda eşyadan herhangi bir şeye kulluk eden ve herhangi bir kimse vasıtasıyla Allah'a
yaklaşan kimsenin durumu, herhangi bir dinî inanca
sahip olmayan ve (böylece) Allah'a yaklaşmayan
kimseden elbette daha iyidir. (...)
"Sonra bil ki, böyle [herhangi bir dinî
inanca sahip olmayan] kimselerin durumu,
putlara tapanların durumundan her halukârda
daha kötüdür. Çünkü putlara tapanlar, bir şeyi
din edinmişlerdir, (onunla) Allah'a yakınlaşır,
Allah'tan korkar ve O'na rücu ederler...."[9]
Bu ifadeler, h. 4. asırda Basra'da gizli bir cemiyet halinde kurulmuş bulunan ve "hiç bir inanç, kanaat
ve
mezhebe
taassup
derecesinde
bağlanmamayı, her din, inanç ve felsefeden, kendilerine güzel ve yararlı gelen noktaları almayı" ilke
edinmiş olan İhvan-ı Safa'ya aittir.[10]
2- "Mekkeliler'in baskısı altında ve amcası Ebu
Talib'in özellikle rica etmesi üzerine, ayrıca diğer taraftan yeni dinin birçok aileye getirdiği zorluklar muvacehesinde onun [Hz. Peygamber (s.a.v.)'in]
duygulu, hassas ve içten gelen şefkat ve acıma hissi,
Ağustos 2010
39
Bu alıntıyı yapan Sıddıkî burada şunları söyler:
"Esas zorluk, Hintli bir milliyetçi olan Ubeydullah Sindî'nin, Hinduizm ile İslam'ı bağdaştırmaya çalışmasındadır. Gerçekten kendisi, karşıt dinî gruplar
arasına, vahiy yolu ile gelmiş dinler tarafından konulmuş engelleri ezebilecek bir "insanlık dini"ne, ya
da evrensel dine inananlardandır."
İslam Modernistleri'nin en azından bir kısmının–
görüşleri de böyle.
uzlaşmaya yanaşmasındaki hikmeti anlaşılır hale getirmektedir. (...)[11]
"Mekkeliler [Hz. Peygamber (s.a.v.)'e] uzlaşma
önerilerini sunmadan önce, belli başlı akidelerde Peygamber ile müzakere yapmak istediler. Eğer (Hz.) Muhammed onların tanrılarını, insan ve tanrı arasında
aracı olarak kabul ederse ve belki de tekrar dirilme
fikrini kaldırabilirse, onlar da müslüman olabileceklerdi. Tekrar diriliş konusunda uzlaşma olamazdı.
Aracı tanrılar konusunda ise İslamî gelenek şunları
söylüyor: Habeşistan'a göç zamanında oluşum halindeki müslüman toplum büyük sıkıntılar içinde iken
peygamber bir kez bu tanrılar lehine konuşmuş, 53.
sureden uzlaşmaya (tavize) işaret eden bazı ayetler zikretmiştir. (...)
"Birçok günümüz müslümanı (Hz.) Muhammed'in bu tür sözler sarf ettiği rivayetini
reddeder; fakat Kur'an'ın ışığında olaya bakacak olursak, bu pekâla mümkün de olabilir..."[12]
3- "Peygamberlik melekesi tüm insanlara aittir.
(...) Bir peygamberin vahiy yoluyla aldığı öğretileri,
daha düşük bir seviyede tabiî idrakleri vasıtasıyla bir
hakîm [bilge] tarafından da öğretilir. Çinli kâhinler
yüksek manevî kavramları, Yunan felsefesi, İran düşüncesi, Hintli azizlerin asil fikirleri ile Hristiyanlık ve
İslam'ın öğretileri arasında temel bir çelişki yoktur."[13]
40
İmdi, başka herhangi bir ilke ve bağlayıcı esas
tanımaksızın, sadece "Kur'an'ın ruhu"ndan hareketle
insanların nerelere varabildikleri konusunda daha net
bir kanaat edinmek ve yukarıda söylediklerimizin
abartı olmadığını anlamak kolaylaşacaktır sanıyoruz.
Bu aslında bize şöyle bir tesbit yapma imkânı da bahşediyor: Adı ne olursa olsun, "sapma", her zaman
"sapma"dır ve Modernizm, ismi dışında tarihten tamamen kopuk ve "yeni" bir şey değildir. Geçmişte de
"Modernistler" vardı ve "Modernizm", dönemsel bir
olguyu değil, niteliksel bir durumu anlatmaktadır. O
halde sadece "İslam Modernistleri" ya da daha kısa
olarak "Modernistler" olarak bahsettiğimiz çizgiyi
"Çağdaş İslam Modernistleri" ya da "Çağdaş Modernistler" olarak anmak yanlış olmayacaktır.
Çağdaş Modernistler'den, Kur'an'ın epistemolojik açıdan nerede durduğu konusunda da alabildiğine renkli görüşlerle karşılaşıyoruz. Kimi, tıpkı Tevrat
ve İnciller'e yapıldığı gibi, Tarihsel Tenkit ve Metin
Tenkidi yöntemlerinin Kur'an'a da uygulanması gerektiğini ve mesela bunun bir açılımı olarak
Kur'an'daki kıssaların, "üslupları gereği, ne mutlak anlamda doğrulanabilir, ne de yanlışlanabilir" olduğunu
söylerken,[14] kimi de bu tarz hükümler ihtiva eden
ayetleri, zorlama tevillerle "yumuşatma"ya çabalamaktadır.[15]
Bunlardan daha önemlisi, vahyin mahiyeti ve
niteliği konusundaki tartışmalardır. Vahyin lafzî boyutunun Hz. Peygamber (s.a.v.)'de şekillendiği görüşünden tutunuz, –yukarıda bahsi geçen– meşhur
"Garanik" saçmalığının da vahiy kaynaklı olduğu tezine kadar aklen ve ilmen kabul edilemez bir yığın
iddia, İslam Modernistleri tarafından gündeme getirilerek tartışma konusu yapılabilmiştir.[16]
Sünnet hakkındaki yaklaşım da farklı bir manzara arz etmemektedir ve esasen Kur'an hakkında yukarıda iktibas edilen görüşleri fütursuzca
Ağustos 2010
sergileyenlerin Sünnet hakkında daha "rahat" hareket etmelerinde şaşılacak bir taraf yoktur. Bilindiği
gibi hemen her ortamda Sünnet'in ölçü mü, yoksa
örnek mi olduğu sorusuyla formüle edilen bağlayıcılık tartışması ile birlikte gündeme getirilen, "Hadislerin yazıya geçiriliş süreci" hakkındaki şüpheler, bu
bağlamda Modernistler'in temel hareket alanlarını
oluşturmaktadır.[17]
Sünnet'i sadece bir "örnek" olarak gören yaklaşımın, klasik tabiriyle "Sünnet'in hücciyyeti" konusundaki Kur'an ayetleri konusunda ciddiye
alınabilecek savunmalar yapmaktansa, ya tartışmanın zeminini Sünnet verilerinin tesbiti konusuna kaydırdıkları, ya da söz konusu ayetler hakkında zorlama
tevillere gitmeyi tercih ettikleri görülmektedir. Sünnet
verilerinin tesbiti meselesindeki itirazların ise, metodolojik olarak "klasik" diye nitelendirilen yaklaşımı
aşmak şöyle dursun, tek tek somut konular hakkında
bile ikna edici deliller sunmaktan uzak olduğu dikkat
çekmektedir.
Modernistler'in, İslam'ın temel kaynakları hakkında ortaya attıkları ve hepimizin bildiği bu ve benzeri şüpheler, sonunda "Gayrimüslim bile olsa, bir
millet ne zaman reform yolunda bir adım atmışsa, bu,
İslam yolunda atılmış bir adımdır"[18] demeye kadar
gitmiştir.
Kur'an ve Sünnet hakkında burada kısaca değinmeye çalıştığımız bu yaklaşım –ki İcma ve Kıyas
ile diğer Şer'î deliller de bu tartışmalardan nasibini almaktadır–, Kelamî ve Fıkhî mezhepler, Tasavvuf ve
diğer İslamî kurumlar konusunda da alabildiğine renkli görüşler sergilemektedir. Ancak burada bu hususları ayrıntılarıyla ele alma imkânına sahip değiliz.
Kısacası adına "gelenek" dedikleri mevhum bir
düşman ile mücadele, Çağdaş Modernistler'in tavırlarının kristalleştiği noktadır. Bunu yaparken düşüncelerini oturttukları zemin, hümansentrik [insan
merkezli] yaklaşımdır. Yeni görüntüsüyle Modern zamanlara ait bu yaklaşımın dine bakışı, "çağın yükselen değerleri ile çatışmayan" bir müslüman tipi
öngörmektedir. Şayet din, bu değerlerden biri veya
birkaçı ile çatışan teklifler içeriyorsa, "her şey gibi
din de insan içindir" formülünün size bahşettiği
geniş yorum yetkisi içinde bu teklifleri yorumlayıverir
ve sorunu çözersiniz.
Ağustos 2010
Ana hatlarıyla çerçevesini çizmeye çalıştığımız
bu teori pratiğe nasıl yansımakta ve ne gibi tesirler
icra etmektedir? Kısaca bir de buna bakalım:
Her şeyden önce Hristiyanlığın Batı'da geçirdiği
tecrübeye paralel olarak din hakkında söz söyleme
yetkisini kitlelere yayma ve Kur'an'ı herkes için bir
"başucu kitabı" haline dönüştürme çabaları, Kur'an'ı
bütün kayıt ve şartlardan azade olarak anlayıp yorumlama ve dinin sâbiteleri hakkında bile uluorta konuşma yetkisini elinde bulundurduğuna inanan
fertlerin zuhur etmesine yol açmıştır. Bu anlayış, Allah'ın indirdiği hükümler hakkında, Kur'an'a "aracısız
olarak" başvuran insan sayısınca yorum ve kanaatin
ortalıkta dolaşması sonucunu doğurmuştur.
Yüce Allah (c.c.)'ın, Kur'an'da, mü'minler için
örnek olduğunu belirttiği ve pek çok ayette "kendisine itaat edilmesini", "emrine uyulmasını",
"verdiği hükümlerin hiçbir sıkıntı duymadan
kabul edilmesini" emir buyurduğu Hz. Peygamber
ve O'nun mübarek Sünneti'nin, adeta hayatın dışına
itilmek ve "Peygambersiz bir İslam" oluşturulmak istenmesi de dikkati çeken bir diğer noktadır.
Oysa Kur'an ve Sünnet'in nasıl anlaşılması gerektiği konusunda, uygulamaları Modernistler tarafından her fırsatta referans olarak kullanılan Hz. Ömer
(r.a.)'in bile[19] bu türlü bir yorum serbestisine taraftar
olmak şöyle dursun, böyle bir anlayış karşısında en
sert ve "katı" tedbirler almaktan geri durmadığını görüyoruz. O, müteşabih ayetler i diline dolayarak, her
ortamda bu meseleyi gündeme getiren Subeyğ isimli
Irak'lı birisini yara bere içinde kalana kadar hurma
dalından yaptığı sopayla dövmüş, sonra yaraları iyileşince tekrar dövmüş ve bunu birkaç kez tekrarlamış,
en sonunda da kendisini Irak'a sürgün ederek, orada
bulunan Ebû Musa el-Eş'arî (r.a)'ye, onu insanlardan
tecrit etmesini yazmıştır.[20]
Gerek Hulefa-i Raşidun'un, gerekse ileri gelen
diğer sahabe ile onlardan sonraki otoritelerin bu noktadaki tavırları hakkında temel Hadis kaynaklarında
ve ilgili diğer çalışmalarda bol miktarda örnek bulmak mümkün olduğu için burada bu noktayı daha
fazla uzatarak ayrıntılandırmayı gereksiz görüyoruz...
Yine bu yaklaşımın pratik yansımalarından bir
başka örneği, şöyle bir paradoksta kendisini ortaya
koymaktadır: Son zamanlarda Çağdaş Modernistler
tarafından sık sık gündeme getirilen "dinler arası di-
41
kurallarıyla belirsizleştiği, netliğini kaybettiği tehlikeli
bir noktaya doğru çekilmeye çalışıldığını işaret etmektedir. Ne gariptir ki, insanları, hatta farklı etnisite
ve coğrafyalara mensup insanları bir araya getiren,
getirmesi gereken "din" olgusu, ne yazık ki en onmaz
ihtilaf mekanizması olarak işlev görür hale getirilmiş
bulunmaktadır.
Yukarıda da değindiğimiz gibi, en temel sâbiteleri hakkında bile her zeminde uluorta yorumların yapıldığı bir kurum, artık insanları bir arada tutma
işlevini nasıl yerine getirebilir?
Son yıllarda gündeme sokulan ve hakkında pek
çok şeyin yazılıp söylendiğini müşahede ettiğimiz
"Türk Müslümanlığı", "Arap-Emevî Müslümanlığı" gibi
ayrımlar, dinin yerine getirmesi gereken fonksiyonun
nasıl tam tersine döndürülmeye çalışıldığının en bariz
örneğidir.[22]
yalog", "Ehl-i Kitab'ın da ebedî kurtuluşa ulaşacağı"
gibi meseleler, yine Çağdaş Modernistler tarafından
"Kur'an merkezli bir hoşgörü" zemininde açıklanmakta ve Kur'anî bir tavır olarak takdim edilmektedir. (İhvan-ı Safa'nın görüşlerini hatırlayınız.) Oysa
aynı çevreler, "gelenek"[21] söz konusu olduğunda birden bütün hoşgörülerini yitirmekte ve bu "amansız
düşman" karşısında en hasmane tavrı sergilemektedirler.
Bütün bunların toplumu getirdiği nokta, özellikle son yıllarda ülkemizde yoğun olarak yaşanan gelişmelerde de kendisini açıkça ifade ettiğini
gördüğümüz bir muhasamadır. Toplumun değişik kesimlerinin karşı karşıya getirildiği bu dönemde, bir kesimin "Allah'ın emri" ve hatta "insan hakkı"
olduğunu söyleyerek talep ettiği kimi hususlar, bir
başka kesim tarafından "Gericilik", "Arap İslamı" ve
"Demokrasi istismarı" damgalarıyla bastırılmaya çalışılmaktadır. Ortada birden fazla İslam dolaşmakta ve
bu "İslamlar", toplumumuzu, Hristiyan Batı'da yüzyıllardır varlığını etkin biçimde sürdüren mezhepler
arası çatışmanın oluşturduğu kaos ortamına doğru
sürüklemektedir. İslam'ın Modernist yorumlarının bu
oyunda başrol oynamadığını kim iddia edebilir?
Örnek olarak zikrettiğimiz bu pratikler, toplumun, "din" mefhumunun ihtiva ettiği bütün kurum ve
42
"İslam" ile "Müslümanlık"ı birbirinden ayırmak mümkün müdür? Eğer "İslam" olarak "orada öylece" duran, ama işin içine beşer unsurunun
girmesiyle birlikte pratiğe farklı "Müslümanlıklar" olarak yansıması normal olan bir olgudan bahsediyorsak, bizi bir "ümmet" kıldığını söyleyen bu dinin,
birlikteliğimizi nasıl sağlayacağı sorusuna da cevap
verilmeli değil midir ve bu "Müslümanlıklar"dan
hangisi ilahî iradeyi yansıtmaktadır?
Burada temel bir tesbit yapmamız gerekiyor:
"Türk Müslümanlığı" tabiri neyi anlatmaktadır? Bu tabirden, Türkler'in Müslümanlığı kabul edişinden itibaren tarih boyunca benimsenen İslam anlayışını mı,
yoksa günümüzde Türk Dünyası'nda gördüğümüz
Müslümanlığı mı anlamalıyız?
Eğer bunlardan ilki kastediliyorsa, Türkler'in
tarih boyunca kabul ettiği ve uyguladığı İslam anlayışının diğer kavimlerin İslam anlayışından farklı olmadığı aşikârdır. Fars kökenli Ebû Hanîfe ile Arap
kökenli iki talebesi Muhammed b. el-Hasan ile Ebû
Yusuf'un, ya da Buhara'lı Muhammed b. İsmail el-Buhârî ile Benu Kuşeyr kabilesine mensup saf Arap
Müslim b. Haccâc el-Kuşeyrî'nin, Müslümanlık anlayışı arasında bir fark bulunduğu söylenebilir mi?
Eğer söz konusu ayrım, günümüz Türk Dünyası'nın İslam anlayışını vurguluyorsa, Çin'den Balkanlar'a kadar geniş bir coğrafyayı kuşatmış bulunan
Türk topluluklarından hangisinin İslam anlayışıdır bu?
Ağustos 2010
Sonuç olarak geriye bir tek şık kalmaktadır: "Türk
Müslümanlığı" tabiri ile anlatılmak istenen, aslında
"Türkiye Cumhuriyeti Müslümanlığı"dır. Bu, doğrudan doğruya resmî ideolojinin öngördüğü "ahkâm
ayetlerinin ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in uygulamaya
yönelik Sünneti'nin artık geçersiz olduğuna inanan,
din adına, sonradan ortaya çıkmış bir takım bid'atlerle amel etmeyi yeterli sayan, kalbi temiz, yaptığı
hataları ve işlediği günahları bile iyi niyetle işleyen,
kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan, kendisine lütfen bahşedilenle yetinen, amelsiz, talepsiz tatlı su
Müslümanı"dır.
yoksa kötü mü olduğu konusunda aklın ancak icmalî olarak hüküm verebileceğini, mesele
hakkındaki tafsilî hükmün ise sem'î delille bilineceğini söyler. Bkz. Kadı Abdülcebbâr, "elMuğnî", XV, 117. Yine Mu'tezilî alimlerden Ebu'l-Hüseyin el-Basrî de, eşya hakkındaki
"ma'lu¬mât"ı, yalnız akılla bilinenler, yalnız Şeriat ile bilinenler ve her ikisiyle bilinenler"
şeklinde üçlü bir tasnife tabi tutarak ele alır. Onun, burada bizim için önemli olan bir tesbitine işaret etmekle yetineceğiz: "... Sadece Şeriat ile bili¬nenlere gelince bunlar, hakkında
aklî bir delil bulunmayıp, sem'î [vahyî] delil bulunan hususlardır; Şer'î maslahatlar ve mefsedetler gibi..." (Bkz. "el-Mu'temed", II, 327-9.) [4] "el-Muğnî", XV, 27-8. [5] Fazlur Rahman,
"İslam", 307-8. [6] 2/el-Bakara, 216. [7] Hz. Ali (r.a.)'nin sözü ve bu şiir için bkz. el-Kevserî, "Makâlât", 115. [8] "Islamic Methodology in History", (Preface), 5. [9] "Resâilu İhvâni's-Safâ ve Hullâni'l-Vefâ", III, 483 vd. [10] İhvan-ı Safa'nın Allah ve alem hakkındaki
görüşleri ile bu grup hakkında ülkemizde ve yurtdışında yapılmış çalışmaları muhtevi bibliyografya için bkz. Dr. Enver Uysal, "İhvân-ı Safe Felsefesinde Tanrı ve Alem", MÜİFV Yayınları, İstanbul-1998. [11] Fazlur Rahman, "Ana Konularıyla Kur'an", 190. [12] Fazlur
Rahman'ın, "Allah'ın Elçisi ve Mesajı" adıyla tercüme edilen makaleleri, 34-5. [13] Mazhe-
Eğer bu tesbit yanlış ise, Türk Müslümanlığı tezini ortaya atan ve savunan Çağdaş Modernistler'e
buradan açık bir çağrıda bulunmak istiyoruz:
ruddîn Sıddıkî, "Modern Reformist Thought In The Muslim World", 56. Bu kitap "İslam
Dünyasında Modernist Düşünce" adıyla tercüme edilmiş ve Dergâh Yayınları tarafından
yayımlanmıştır (İstanbul-1990). (Ubeydullah Sindî'ye ait olan bu düşünceler, Sıddıkî tarafından, Muhammed Server'in "Maulana Ubaidulla Sindhi Halat-e-Zindagi, Ta'limat aur Siyasi Afkar" adlı eserinden (98) alınmıştır.) [14] Dr. Tahsin Görgün, IV. Kur'an Haftası Kur'an
Antep'li Bedruddin el-Aynî, Sivas'lı Kemaluddin İbnu'l-Humâm, Tokat'lı Mustafa Sabri Efendi,
Düzce'li Muhammed Zâhid el-Kevserî, Elmalı'lı Muhammed Hamdi Yazır gibi alimlerin temsil ettiği Türk
Müslümanlığı'nda buluşmaya ne dersiniz?
------------------------------------------------------------------[1] Biyografisi için bkz. İbn Receb, "ez-Zeyl alâ Tabakâti'l-Hanâbile", IV, 366-70; İbn Hacer,
"ed-Düreru'l-Kâmine", II, 154-7; İbnu'l-İmâd, "Şezerâtu'z-Zeheb", VIII, 71-3. [2] et-Tûfî,
İmam en-Nevevî'nin "el-Erba'ûn"u üzerine yazdığı şerhte, "İslam'da zarar vermek ve zararla
Sempozyumu'nda sunulan, "Kur'an Kıssalarının Mahiyeti (Neliği) Üzerine" başlıklı tebliğinde
bu k¬nuda geniş bilgi vermektedir. Bkz. "Kur'an Kıssalarının Anlam Ve Değeri", 19 vd. [15]
Mesela Prof. Dr. Y. Nuri Öztürk, hırsızın elinin kesilmesini öngören 5/el-Mâide, 38 ayeti hakkında şunları söylemektedir: "Geleneksel kabul ve uygulamaların dışında Kur'an'ın beyanını
esas alarak bakarsak şu sonuca varılabilir: El kesmenin icrasında kanatıp işaretleyerek bırakmakla, eli kesip atmak arasında bir tercihi, yaşanan zaman ve mekâna göre kamu otoritesi belirleyecektir. Bu iki şıktan birini tek yol olarak alıp her devre uygulamaya kalkmanın
Kur'an'ın ruhuna uygun olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur. Uygulamanın Asrısaadet'te bazı el kesme örnekleri sunması yine, o devre göre yapılmış bir yorumdur. Yorum
mukabele etmek yoktur" şeklindeki hadisi şerhederken bu konu üzerinde durmuştur. Bkz.
ancak kendi zamanını bağlar." (Bkz. "Kur'an'daki İslam", 679-80.) [16] Fazlur Rahman'ın
"Kitâbu't-Ta'yîn fî Şerhi'l-Erba'în", 234-80. Burada, sözünü ettiğimiz hadisi şerhederken,
bu konulardaki görüşleri için bizim "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi" adlı çalışmamıza
önce Maslahat'ı –tıpkı bugün Modernistler'in değişik ifadeler kullanarak yaptıkları gibi Yüce
ikinci cildine bakılabilir. [17] Yaygın kanaatin aksine Hadislerin Hz. Peygamber (s.a.v.)'in
Allah'ın kendi hakkı olarak öngördüğü maslahatlar –ki bunlar "İbadetler"dir– ve mahluka-
sağlığında yazıya geçirilmediği iddiası, Modern zamanların bir "keşfi" değildir. Bişr el-Merîsî
tın menfaatini öngördüğü maslahatlar –bunlar da âdât (muamelât)'dır– olarak ikiye ayırır.
(v. 218 veya 219. Biyografisi için bkz. el-Hatîbu'l-Bağdâdî, "Târîhu Bağdâd", VII, 61-70;
Müteakiben Maslahat ilkesinin, nass ve icma ile çeliştiği zaman bu iki delile takdim [tercih]
ez-Zehebî, "Mîzânu'l-İ'tidâl", I, 322-3) de aynı iddiada bulunmuş, hatta Osman b. Sa'îd ed-
edilmesini, Maslahat'ın bunları "devre dışı bırak¬ması ve geçersiz kılması" olarak değil, bun-
Dârimî (v. 282. Bu zat, "Sünenu'd-Dârimî" adlı eserin sahibi meşhur Ebû Muhammad Ab-
ları "tah¬sis ve beyan etmesi" olarak anlamak gerektiğini belirtir; ardından da Maslahat'a
dullah b. Abdirrahman ed-Dârimî (v. 255) ile karıştırılmamalıdır), "Nakzu'd-Dârimî" diye
niçin bu derecede itibar edilmesi gerektiği tezini Kitap, Sünnet, İcma ve akıl yürütme (Nazar)
bilinen ve "Reddu'l-İmâm ed-Dârimî Osmân b. Sa'îd alâ Bişr el-Merîsî el-Anîd" adıyla neş-
yoluyla, bunlardan çıkardığı delillerle temellendirmeye çalışır. Ancak ilerleyen sayfalarda
redilmiş bulunan (Beyrut-1358) kitabında (127) Bişr el-Merîsî'nin bu iddiasına özel bir bab
İcma'ın hüccet olduğunu gösterdiği söylenen delilleri sıralar ve bunları çürütmeye çalışır ve
ayırarak kendisine cevap vermiştir. Ancak Bişr el-Merîsî, hadislerin yazıya geçirilmeye baş-
bunu, İcma ilkesini kötülemek veya yıkmak için yapmadığını söyler. Ona göre ibadetler vb.
landığı tarih olarak Hz. Osman (r.a.)'ın şehid edildiği dönemi göstermektedir. Burada bir nok-
konularda İcma'a riayet gereklidir. Bununla birlikte "İslam'da zarar vermek ve zararla mu-
taya dikkat çekmek yerinde olacaktır: Hadislerin gerek yazıya geçiriliş sürecinde, gerekse nakil
kabele etmek yoktur" hadisinden çıkan "Maslahat'a riayet" prensibi, gerek ilke olarak ve ge-
bağlamında işin içine beşer unsuru girmiş olması dolayısıyla şüpheden ari olmadığını, do-
rekse dayanak olarak İcma'dan daha kuvvetlidir. O, İcma hakkında söylediği şeyleri de
layısıyla amele konu edilemeyeceklerini söyleyenler, bu yaklaşımlarına özellikle Hanefî usul-
bunu ortaya koymak için yapmıştır! Daha sonra et-Tûfî, Sünnet'te de Maslahat'a riayet ve
cülerin, "haber-i vahid" kategorisine giren hadislerin ilim gerektirmediği yolundaki ifadelerini
Maslahat sebebiyle nasslar'ın terki ilkesinin bulunduğunu birkaç örnek vererek ortaya koy-
de dayanak olarak göstermektedirler. Oysa bunu söyleyen usulcüler –ki bunun da belli is-
maya ve –yukarıda işaret ettiğimiz– İbadât-Mu'amelât ayrımını temellendirmeye çalışır ve
tisnaları vardır–, bu tür hadislerin –ilim gerektirmeseler bile– "amel" gerektirdiği noktasında
bu konuda ileri sürdüğü aklî delillerle tezini isphatlamaya gayret ederek bu konudaki söz-
görüş birliği içindedirler. Hatta Mu'tezile'ye mensup usulcüler bile bu konuda Modernist-
lerini nihayetlendirir. et-Tûfî'nin, söz konusu hadis üzerinde dururken Maslahat hakkında
ler'den daha makul bir çizgidedir. Onlar arasında, haber-i vahidlerin belli özellikleri haiz
söyle¬diklerinin tam bir tercümesini ve bunların kritiğini ileride –inşâallah– kaleme alaca-
olanlarının ilim bildireceği görüşünde olanlar bile mevcuttur. Bkz. Kadı Abdülcebbâr, a.g.e.,
ğımız ayrıntılı bir çalışmaya bırakarak bu konuyu burada nokta¬lıyoruz. Bu konuda ken-
XV, 342 vd. [18] Mazheruddin Sıddıkî, a.g.e.; 108 Dr. Halife Abdülhakîm'e ait olan bu söz-
disine yapılan itirazlar için bkz. Muhammed Zâhid el-Kevserî, "Makâlâtu'l-Kevserî", 331;
ler, Sıddıkî tarafından onun "Fikr-e-Iqbal" adlı kitabından (239) alınmıştır. [19] Bu konu hak-
Muhammed Ebu Zehra, "İmam Mâlik", 376. [3] Aslında aklın fonksiyonu ve yetkisinin sı-
kında detaylı bilgi ve tartışmalar için yukarıda zikrettiğimiz çalışmamıza bakılabilir. [20]
nırları konusunda –yaygın kanaatin aksine– Mu'tezile, aklın mutlak hakim ve belirleyici ol-
ed-Dârimî, "es-Sünen", Mukaddime, 19. [21] "İslam geleneği" tabiri, tarihsel bir realite ola-
duğunu benimseyen bir tavır sergilememiştir. Onlar da tıpkı Ehl-i Sünnet gibi mutlak hakimin
rak bir ucunda Zahirîler'in, diğer ucunda Mu'tezile'nin yer aldığı oldukça geniş bir yelpazeyi
Yüce Allah olduğunu söylemektedirler. Ancak onların Ehl-i Sünnet'ten ayrıldığı nokta şöyle
anlatması gerekirken, ilgi çekici biçimde çoğunlukla sadece Ehl-i Sünnet kastedilerek kul-
özetlenebilir: Bir şeyin Şeriat tarafından emredilmiş ya da nehyedilmiş olması dikkate alın-
lanılmaktadır. [22]Böyle bir ayrım yapıldıktan sonra, "İslam tekdir, ama Müslümanlık bir-
maksızın, akıl bu şeyin ahkâmını ve iyi mi, yoksa kötü mü olduğunu bilebilir. Şeriat de aklın
den fazla şekilde tezahür edebilir" türünden, en hafif tabiriyle "gülünç" yorumların dikkate
bu konudaki tesbitini tekit etmektedir. Bir diğer nokta da şudur: Mu'tezile, bir şeyin iyi mi
alınmaya değer hiçbir tarafının bulunmadığını düşünüyoruz.
Ağustos 2010
43
RUMELİ’DE
SON
SARIKLI
Ahmet HALİLOĞLU
O arkada gözü yaşlı bir cemaat bıraktı.Gök kubbede bıraktığı bir hoş
Müftülerin, hocaların sarıkları ne renkte
olur? Hepiniz beyaz dediniz değil mi? Peki hiç
rengi kandan ötürü kırmızıya dönmüş sarık
gördünüz mü? Bendeniz maalesef küçüklüğümde gördüm. Fatihalarınıza muhtaç
babam eve Türkiye Gazetesi alırdı. Bir sabah
gazeteyi bakkaldan alıp; manşette İskeçe
Müftüsü Mehmet Emin Aga’nın ve Batı Trakyalı Türklerin dövülerek hastanelik edildiklerini ve Edirne’ye getirildiklerini okuduğumda
eve gelene kadar sokakta ağladığımı unutamıyorum. Sedyeye yatırılan bir alim ve
hemen yanında Hocaefendi’nin akan kanından fesinin rengi gibi kırmızıya dönmüş bir
sarık…İskeçe Müftüsü; Rumeli’nin son sarıklısı Mehmet Emin Aga Hocaefendi’nin sarığı…
seda ise nicelerini imrendirecek
cinsten. Yoklukla, acıyla, hapisle
geçen acılı ama güzel bir ömür ile
amel defterini mühürledi. Makamı
cennet olsun. Allah bizleri de Hocaefendi gibi korkmayan, yılmayan,
vazgeçmeyen imanı kavi, ruhu metin
kullarından eylesin.
44
İskeçe; Gümülcine, Drama, Kavala,
Serez…1371 yılında tanışırlar Osmanlı ile.
Osmanlı Toprağı unvanını Erzurum’dan,
Konya’dan, Diyarbakır’dan önce alır İskeçe.
Anadolu’dan akın akın Yörükler göç eder
bölgeye. Bir yandan Türkleştirirler, öte yandan İslamlaştırırlar. Yörükler dağına ovasına,
tepesine deresine İslam mührünü kazırlar,
Türk damgasını vururlar. Beş asır huzurla
geçer… Ama ne var ki 1900’ler ile yeryüzüne
kara bir bulut çöker.Kara buluttan yağan katAğustos 2010
ran karası elem yağmurlarından nasibi en çok Osmanlı Toprakları alır. Balkan Savaşları ile ecdat yadigarı diyarlar bir bir elden çıkar.
Plevne’deki diriliş destanını Yanya yazar. Şumnu’daki katliamın eşi benzeri Avrethisar’da yaşanır.
Avrethisar’da bir camiye doldurulan yüzlerce Müslüman diri diri yakılır. İskeçe de elem yağmurlarından
payını alır. 1912’de önce Bulgarlar işgal eder. İşgal ile
birlikte Balkanlar’da gelsin katliamlar, sürgünler, tecavüzler..Dile kolay ama üç asırdır Rumeli toprağı Osmanlı’nın ardından alışmıştır böyle canavarlıklara.
Ama Batı Trakya şaşırtır işgalcilerini. Sultan Abdulhamid yadigarı Teşkilat-ı Mahsusa’dan gelenlerin yardımıyla Batı Trakya Geçici Hükümetini kurarlar. Otuz
bin kişilik bir ordu teşekkür ettirirler.. Ay yıldızlı yeşil,
siyah ve beyazdan oluşan bayrakları vardır artık.
Bayraktaki siyah Rumeli’deki zulmü, yeşil İslamı ay
yıldız ise Türklüğü simgeler. Ne var ki yetmiş gün geçmeden İttihad ve Terakki’nin üç isminden Cemal Paşa’nın gayretleri (!) ile bu devlet feshedilir. Ah Cemal
Paşa ah. Bizim tarihimiz işte böyle acı olaylar ile doludur. Balkan Savaşlarında Selanik’i tek kurşun atmadan teslim etmedik mi? Neden mi savaşmadık?
Kimbilir…
Ordusu, adliyesi, pulu hatta İstiklal Marşı bile
olan bu müstakil devlet lağv edildikten sonra bölgeyi
tekrar Bulgarlar işgal eder. 1920’de ise Batı Trakya
Yunanlılara bırakılır. Bu sefer Batı Trakya Müdafai
Hukuk Cemiyeti kurulur. Cemiyet kah Yunanlılara
baskınlar verir, kah akınlar düzenler. Ankara’da bölgenin Yunanistan’a bırakılması eğilimine karşılık olarak Türkiye’ye bir de muhtıra verirler. Muhtırada en
ilginç olan ise şu cümlelerdir : “Batı Trakya'nın
geleceği halkının oyuna başvurarak belirlenmelidir. Bu bölgede Koşukavak, Eğridere, Kırcaali, Sarı Şaban kazalarında Türk'ten başka
bir unsur yoktur. Gümülcine, İskeçe, Ahiçelebi, Drama, Kavala, Nevrekop'da da yüzde
seksenden fazla yoğun bir Türk çoğunluğu vardır.”
Lozan yok mu Lozan? Ben Lozan’a dair bir şey
demeyeyim de siz en iyisi Kadir Mısıroğlu Hoca’nın
Lozan Zafermi Hezimetmi isimli kitabından okuyun.
Lozan da bölge Yunanistan’a bırakılır. İskeçe ve Gümülcine dışındaki Türkler nüfus mübadelesine tabi
tutulurlar. İskeçe ve Gümülcine ise Rumeli’den hazin
göçe şahit olurlar. Preveze’den, Yanya’dan, Langaza’dan, Selanik’ten, yüz binlerce müslümanın anavatana hazin dönüşlerini görür.
Rumeli’nin kadim ve kutlu mirasının bir parçası
olarak 3 Eylül 1931 yılında İskeçe’ye bağlı Şahin Köyünde dünyaya gelir Mehmet Emin Aga. Babası Mustafa Hilmi Efendi de hocadır. İlim meclisinde açar
gözlerini dünyaya. Emekleme esnasında babasının
kitapları ile tanışır. Medrese eğitimine başladığı esnada İkinci Dünya Savaşı patlak verir ve bölgeyi bu
sefer Bulgarlar işgal ederler. Bulgarların çekilmesi ile
Yunan İç Savaşı çıkar. Hocaefendi; mecbur köyüne
döner, tahsiline bulabildiği bir hocadan devam eder.
1945 yılında hafızlığını tamamlar. Ahirette hafızlara
giydirilecek tacı 14 yaşındayken kazanır.
Türkiye’de dine diyanete ait her ne varsa yasaklandığı bir devre de Osmanlı Usulü medrese eğitimi almak, hele de Yunanistan’da. Hele de İkinci
Dünya Savaşı’nın ardından gelen iç savaşta… Her
babayiğidin harcı değildir ama nice isimsiz kahraman
gibi Hocaefendi de zoru başarır. Zamanın İskeçe
Müftüsü Sabri Efendi’de okur.. Gurbet; ama ilim için
kadim Ehl-i Sünnet geleneğinin bir mirasıdır; Selef
Alimlerinin güzel adetidir. Bu adete Hocaefendi’de
uyar. Hoş gidebileceği pek yer yoktur. İstanbul’da ho-
Ağustos 2010
45
Bu küçük medrese sınırın öte yakasında çoktan
unutulan bir ders programını takip eder. Kah Birgivi’nin Avamili okunur kah Mülteka’ya bakılır. Mülteka
gibi fıkıh kitabı bulunmaz. Ne de olsa müellifi Fatih
Camii’nin dersiamıdır, imam hatibidir. İmam dediysek canım şimdi adı beyaz kendisi envai renk olan
imamlardan değil. Hazreti Fatih’in vakıf şartıdır; camisine imam atanacak şahıs kırk sene ikindi namazının gayri müekked olan ilk sünnetini terk etmemiş
olacaktır. Eh böylesi bir alimin; İbrahim-i Halebi’nin
yazdığı Mülteka’ya vakıf olan talebelerde Şahinköy’de şahin kesilirler. Ne de olsa serde evlad-ı fatihanlık vardır.
calar medreselerine giremezler. Anadolu’da ki pek
çok medrese ya saman deposudur ya baykuşlara ev.
Hoş gitmek istese de Yunanistan’dan çıkmak hele de
bir Türk’ün çıkması hele hele ilim için çıkması imkansız gibidir. Çıksa da geri dönemez. İskeçe Müftüsü
Sabri Hocaefendi’nin vefatı ile de Gümülcine’ye
geçer. Hafız Ali Reşad Hocaefendi’nin özel ders halkasına katılır.
1954 yılında tahsilini tamamlar ve icazetini alır.
Artık O da İnsanlığın Efendisine ulaşan alimler silsilene dahil olmuştur. Ehl-i Sünnetin insanlığı aydınlatan nurani bir kandili, rabbani bir güneşidir. Doğduğu
köye Şahin Köye geri döner Anadolu’da asırlarca nasara yensuru seslerinin yükseldiği, fıkhın hadisin kelamın müzakere edildiği medreseler yıkılırken
Yunanistan’da medrese açmak ne büyük bir iştir. Üstelikte kadim bir mirasın temsilcisi bir mektep.
Mehmet Emin Hocaefendi’den bin sene evvel;
Bağdat’ta Büyük Selçuklunun Büyük Veziri Nizamül
Mülk’ün; Hüccetül İslam İmam-ı Gazzali’nin dersiamlığında tesis ettiği Ehl-i Sünnet medreselerinin bir
numunesi, bir temsilcisi olan Şahinköy medrese de
Hocaefendi’nin dile kolay yirmi beş senesi geçer.
46
Altı asır Tuna; Şahinköylü talebelerin dedelerinin cezbeleri ile titremiştir. Tuna dedesinden titrer de
Atina bu ücra köydeki talebelerden titremez mi ? Atina’daki Albaylar Cuntasını ürkütür Şahin Köylü talebeler. Hocaefendi hakkında 1968’de dava açılır.
Tutuklanır ve bir tek Türk’ün bile kalmadığı Drama’da
hapsedilir. Sebep aramayın canım Hocaefendi’nin
gözünün üstünde kaşı vardır. Ama bu sefer Albaylar
biraz insaflıdır; Hocaefendi’nin suçu söylenir : Talebeye Türklük bilinci aşılamak. Komedinin dik alası;
çünkü İskeçe’nin taşları Türk’tür; kökü Türk’tür ne
aşısı. Ama kurt kuzuyu yiyecek ya…Mazeret olsun.
Söylemeye dilleri varmaz ama Hocaefendi’nin talebe
ve Müslümanlar üzerinde bıraktığı tesir ürkütmüştür
Onları.
Hapisten sonra İskeçe Müftülüğünde katip olarak göreve başlar. İki sene sonra da Müftü Yardımcılığına getirilir. Artık o müftülükten toplum liderliğine
giden basamakları tırmanmaya başlamıştır. Kıbrıs
Barış Harekatından sonra Batı Trakya’daki Türklerin
durumu daha da zorlaşır. Vakıf mallarına el konulur;
Müslümanlar Yunan Anayasası’nın 19. maddesi gerekçe gösterilerek vatandaşlıktan atılır.
Mehmet Emin Hocaefendi kapı kapı dolaşır.
Ama nafile. Türkiye’de kapılar yüzüne kapanır. Ne de
olsa sarıklı bir hocadır. Bizim basına hoca ne lazım?
Hele de böylesi Osmanlı bakiyyesi bir Hocanın mücadelesine bizim gazeteler destek verir mi hiç? İmkansızlıklar içinde çırpınır Hocaefendi. Camileri tamir
ettirmekten tutunda zorla gasp edilen vakıf mallarını
kurtarmak için elinden gelenin fazlasını yapar.
Ağustos 2010
Hocalıktan Agalıga
Rumeli’nde Aga; toplumsal önderlere sözü dinlenen büyüklere verilen ünvandır. Öyle bol keseden
herkese Aga denmez. Aga anlaşmazlıkları bitirir, fakirleri evlendirir, yetimlere kucak açar. Rumeli’nde birisine aga deniyorsa bilin ki kelimenin tam anlamıyla
agadır. İskeçeliler; faziletli Hocaefendilerine bir de
Aga’lık sıfatını layık görürler. Mehmet Emin Hocaefendi artık Mehmet Emin Aga’dır. İskeçe’de akan
gözyaşlarını silen bir mücahittir.
1990 yılı İskeçe için dönüm noktasıdır. 29
Ocak’ta masum gösteriye kan bulaşır. Hocaefendi
muhtelif yerlerinden şişlenerek öldürülmek istenir.
Çıkan olaylar karşısında Hocaefendi’nin babası ve İskeçe Müftüsü Mustafa Hilmi Efendi vefat eder. Babasının makamına Mehmet Emin Hocaefendi
getirilmek istenir. Hocaefendi reddeder. Sebebi mi?
Layık değilim der. Aynen İmam-ı Azam gibi. Abbasi
Halifesi koca devletin baş kadılığını teklif ettiğinde
İmam-ı Azam da Mehmet Emin Hocaefendi gibi layık
değilim demişti ya. İşte Mehmet Emin Aga da aynı
sebeple reddeder makamı. Dava adamına makam ne
lazım? Kudsi davanı en edna ferdi olmak adanmış
ruhlar için kafidir. Ama toplumundan gelen istekleri
kıramaz. Geçici olarak vekalet etmeyi kabul eder. Bir
şartı vardır: 1920’deki anlaşma da İskeçeliler müftülerini kendi oyları ile seçeceklerdir. Ama bir süre sonra
Yunanistan; Gümülcine’ye 1920 anlaşmasına aykırı
olarak müftü atayınca Hocaefendi protesto etmek
için istifa eder. Evine inzivaya çekilir.
Ama 17 Ağustos 1990’da İskeçeliler camilere
seçim sandıklarını koyarlar. 120 cami’de yapılan seçimle Hocaefendi Müftü seçilir. Vazifeye başlar. Vazifesi uzun sürmez; sadece altı gün. Böylesine bir
direniş abidesini Yunanlılar vazifede bırakırlar mı? 23
Ağustos 1990 günü Yunan Polisi Müfülük Binasını
basar. Hocaefendi “ Seçimle geldim seçimle giderim”
dese de dinleyen çıkmaz. Yunanistan demokrasinin
beşiği derler ya felsefeciler; külliyen yalan. Alın size
demokrasi. Yaşı atmışı bulmuş bir Hocaefendiyi yirmi
polis yaka paça dışarı sürükler. Sürüklemekle kalmazlar resmen döverler. Avrupa Birliği üyesi Yunanistan’da olur bunlar. İnsan hakları, demokrasi,
evrensel ilkeler falan laftadır; Müslümanlar için hiç birisi geçerli değildir.
Bakın seçimle gelen iki dini lidere iki farklı dine
mensup iki farklı milletin tavrı şudur: İstanbul’daki
Rumların 1949’da Fener Rum Patriği seçtiği Athenagoras; Türkiye vatandaşı olmamasına rağmen bir gecede vatandaş yapılıyordu. Üstelik Türkiye’de dine
en sert tutumun olduğu devrede. Aradan kırk sene
geçiyor; Batı Trakyalılar müftülerini seçiyorlar ama
sonuç… İşte iki dinin ve iki milletin farkı…
Mehmet Emin Hocaefendi’nin ağır yaralanarak
Müftülükten uzaklaştırılması Batı Trakya’da şok etkisi
yapar. Resmi makamlar bu hareketin Müslümanları
yıldıracağını hesaplarlar. Ama iş tam tersi olur. Beklenmedik gerçekleşir İskeçe’de. Televizyonsuz, radyosuz bir toplum; gönül çağrısı ile davet edilirler
İskeçe Meydanına.
En uzak köyler bile akar İskeçe’ye. Kimi yaya
gelir, kimisi traktör römorkunda kimisi at arabasıyla.
Beli bükük, iki elinde bastonu ile zor yürüyen ak sakallı kocalar, siyah feraceli beyaz yaşmakları ile nur
çehreli nineler, ellerinin kınası ile genç kızlar doldurur İskeçe Meydanını. Şok üzerine şok yaşanır Yunanistan’da. Gönül daveti tutmuştur. Ama karşı tarafın
Ağustos 2010
47
Hocaefendi yargılanır ve baştan belli olan karar
sadece hakime onaylatılır ; On ay hapis. Hocaefendi’yi hapisle cezalandıracaklarını zannedenler; Müslümanları tanımamaktadır. Çünkü Müslümanlara
göre hapis; Hazreti Yusuf as’ın mekanıdır, Mevla
Teala ile baş başa kalacakları bir halvethanedir. 6,5
ay bir tek müslümanın olmadığı Larissa kentinde tutuklu kalır. Hapiste mide kanaması geçirir ve mecburen tahliye edilir. Geri kalan cezası affedildi
zannetmeyin hemen; kalan 3,5 ay para cezasına çevrilir ve Hocaefendi’den tahsil edilir.
fanatikleri boş durur mu? Masum kalabalığa sert tepki
verirler. Başta polisler olmak üzere masum halkın üzerine insafsızca saldırırlar. Çoğunluğu kadın ve çocuk
onlarca kişi yaralanır. Beli büyük ninelerin kar gibi
beyaz yaşmakları, yüreği yaralı dedelerin ak sakallı
kızıla boyanır. Üstelik yaralıları hastaneler de kabul
etmez. Çaresiz sınır apar topar geçilir ve Edirne’ye getirilirler.
Yunan Makamları olayları bastırdık derken Batı
Trakyalılar yeni bir şok dalgasına sebep olurlar. Camileri kapatırlar. Öyle ya Allah Resulü yeryüzünü
mescit kılmamış mıydı? Mescitler Dırar Mescidine dönecekse; Medine’deki Abdullah bin Übeyy’in mescidi
gibi fitne ve nifak tohumları saçacaksa varsın kapalı
olsun denir ve camiler kapanır. Tam 45 gün sürer bu
durum.
Berat Kandili yaklaşınca camilerin kapalı kalmasına dayanamaz Hocaefendi; açtırır mescitleri. Bir
de kandil mesajı yayınlar, imzasını “ Seçilmiş İskeçe
Müftüsü” diye atar. Vay efendim senmisin bu ünvanı
kullanan? Hemen dava açılır Hocaefendi hakkında.
Dava formalitedir, sonucu baştan bellidir. Medeniyetin beşiği denilen Yunanistan’da hukuksuzluk olur mu
hiç?
48
Davalar davaları getirir. Yüzlerce yıl ile yargılanır. Mahkemeler Hocaefendi’ye toplamda seksen ay
hapis cezası verirler. Mahkeme süreci ayrı bir safhadır.
Hocaefendi’ye eziyet olması için duruşmalar yüzlerce
kilometre uzaklıktaki şehirlerde yapılır. Mahkeme için
bir tek müslümanın olmadığı şehre giden Hocaefendi’yi çirkin protestolar bekler. Gönül adamı davasından vazgeçer mi? Hocaefendi düşmanlık bile
göstermez; sadece acır. Hak ve hakikatten uzak; ruhları kararmış bu zavallılara kızamaz bile.
25 Nisan 2003 Cuma günü Hocaefendi Cami’de sabah namazını kıldıktan sonra evine dönerken sokakta saldırıya uğrar. Kalbi kara, ruhu
kalbinden de kara saldırgan Hocaefendi’yi ağır yaralar. Başına aldığı darbelerle beyin kanaması geçirir.
Uzun müddet İstanbul’da tedavi görür. Tedavi sonrası gene İskeçe’ye döner. Ama davadan vazgeçmez.
9 Eylül 2006 Cumartesi günü sabah evinde karaciğer yetmezliği nedeniyleEr-Refikül Ala’ya en yüce
dostuna kavuşur. Ertesi gün İskeçe’de; mahşeri bir kalabalık ile sırlanır.
O arkada gözü yaşlı bir cemaat
bıraktı.Gök kubbede bıraktığı bir hoş seda ise
nicelerini imrendirecek cinsten. Yoklukla,
acıyla, hapisle geçen acılı ama güzel bir ömür
ile amel defterini mühürledi. Makamı cennet
olsun. Allah bizleri de Hocaefendi gibi korkmayan, yılmayan, vazgeçmeyen imanı kavi,
ruhu metin kullarından eylesin.
Rumeli’nin son sarıklısının ruhu için el-fatiha.!
Ağustos 2010
ZAMAN
NEDİR ZAMAN NEDİR?
AN MI, ÖNCELİK Mİ, SONRALIK MI?
DÜN MÜ, BUGÜN MÜ, ŞİMDİ Mİ?
SIRLARI ORTAYA KOYAN.
VARLIĞIN ÖNCESİ SONRASI,
BEYNİ ZONKLATAN SORU,
EZELDE HEPSİ DOLU,
EBEDİ ORTAYA KOYAN.
KADERİN KAZASI ,FELEKLER ÖTESİ,
KANUNA ODAKLANMIŞ HEPSİ,
İMTİHANDIR ESAS ÖGESİ,
VARLIĞI ORTAYA KOYAN.
IRAĞI YAKIN, YAKINI IRAK
BİR ANDA KUDÜS’E VARDI BURAK,
BERZAH MI? ORASI DURAK,
ÖTESİNİ ORTAYA KOYAN.
ZAMAN VE MEKÂN ELBİSESİ,
CİBRİL’İ DURDURUR MÜNTEHASI,
BİRDİR BU İŞİN ESASI,
HERŞEYİ ORTAYA KOYAN.
DR. FAİZ KALIN
Ağustos 2010
49
Eski Alimler
Yeni
İlahiyatçılar
ski alimlerimizin metotlarının günümüz
sorunlarına çözüm bulmakta kifayetsiz
kaldığı görüşü bugün ilahiyat çevrelerinde çok dillendirilen bir tezdir. Güya eski
alimlerimize kıymet vermeliymişiz, onlardan
bir ölçüde faydalanmalıymışız ama meselelere yaklaşırken onların çözümleri ile yetinmemeli ve günümüz problemlerine güncel
çözümler bulmalıymışız. Bu şirin düşüncelerin masumiyetine inananlar, sekülerizm virüsünün ne kadar sinsi bir virüs olduğunun
farkında olmayanlardır. Oysa sekülerizm
kendi zehrini bal kasesinde sunmayı ve bunu
birtakım ilahiyatçılara tatlı tatlı içirmeyi çok
iyi bilmektedir.
E
Aydın BAŞAR
Müslümanların yaşantılarına baktığımızda ecnebilerle olan benzerlikleri
daha kolay fark ediyoruz. Bu benzerliğin sonu sizce hayra alamet midir?
Bu benzerlik bizi nereye götürür
acaba?
50
Şunu peşin olarak söyleyelim ki; eski
alimlerimizin kitaplarının bugünün sorunlarını
çözemediği düşüncesi kesinlikle yanlıştır. Sadece İmam-ı Gazali’nin Ihyayy-ı Ulumuddin’i
veya İmam Rabbani’nin Mektubat’ını okuyanlar bile yüz yıllar önce yazılmış bu kitapların hâlâ tazeliğini koruduğunu müşahede
ederler. Şartlar değişmiştir, insanlar değişmiştir fakat insanî zaaflar değişmediğinden dolayı dünün sorunları ile bugünün sorunları
arasında çok da fazla fark yoktur. Günahlar
kimlik değiştirmiştir fakat temelindeki zaaflar
aynı zaaflarıdır. Hz Adem’den beri insanların
karşılaştıkları sorunlar birbirine aslında çok
benzemektedir. Misalen “morgıc” diye yeni
bir şey çıkartılmıştır fakat faizin her türlüsüAğustos 2010
nün haram olduğu bilgisi her zaman elimizin altında
olan bir bilgidir.
Hadis kitaplarını okuduğumuzda 1400 yıl önceki sorunların tıpkı yaşadıklarımıza benzediğini çok
daha iyi anlıyor ve Peygamberimizin o gün söylediği
çözümlerin bugüne nasıl da mutabık olduğunu çok
daha iyi müşahede ediyoruz. Bu tespiti yapmadığımız takdirde sünnetin sadece sınırlı bir dönemin sorunlarını çözdüğünü söyleme gafletine düşmek işten
bile değildir. Tıpkı bunun gibi sünnete ittiba yolunu
benimsemiş eski alimlerimizin kitapları da yalnızca
kendi dönemlerinin meselelerini değil bugünün meselelerini çözmekte de oldukça mahirdir. Hatta onların kitaplarının bugünkülerden çok daha üstün ve
kaliteli kitaplar olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü dinde
yenilik hevesiyle veya reddiyeci bir mantıkla yazılmış
ciddiyetsiz kitaplar değillerdir. Onları beğenmeyenler,
sağlam meyve ve sebzelerin yanında çürük domateslerini satamayacaklarını bilen pazarcılara benzerler.
Eski kitapların kıymetli oluşunun en önemli nedenlerinden birisi de ıhlas ve takva ile yazılmış olmalarıdır. Bunu bir benzetme ile anlatmaya çalışırsak,
eski ve tarihi camilerle yeni yapılmış camileri kıyaslayabiliriz. Eski camilerdeki huzur ve sükunet havasını
yenilerinde bulmak çok zordur. Çünkü eski camileri
yapan işçilerden yaptıran padişaha kadar hepsi takva
ölçülerinde yaşamışlardır. Ayrıca bugünkü gibi faiz
her alanı kuşatmadığından bu camilerin sermayesinde faiz kırıntıları yoktur. Oysa bugün faizin bulaşmadığı bir alan kalmamıştır. Bu durumda elbette
takvayla yapılan camilerin fetvayla yapılanlardan
farklı olması normaldir. Bunun gibi takva ile yazılan
kitapla, takvasız yazılan kitapların da farkı vardır.
Eski alimlerimiz sekülerizmin en büyük düşmanı olan “takva”yı bir hayat tarzına dönüştürmüş
kimselerdir. Dünyevileşmenin hayata egemen kılınabilmesi için dünyevi mantıkla dini yorumlamayan
gerçek alimlerin bertaraf edilmesi gerekir. Bunun için
onların kitaplarının ve yorumlarının da günümüz sorunlarına çözüm bulamadığı iddia edilir. Onlar çözüm
bulamadığına göre; Yaşar Nuri Öztürk ve Zekeriya
Beyaz mutlaka bir çözüm bulacaktır!.. Evet ilahiyatçılar bu isimlerden ibaret değildir belki ama şunu da
unutmamak gerekir ki bugün din adına sesi en fazla
çıkanlar, izzetli duruş sergileyebilen alimler değil, magazinsel yönü kuvvetli ilahiyatçılardır.
Burada sormamız gereken birkaç soru daha
vardır. İslam’ın entelektüel alandaki temsilcileri gerçekten, İslam’ın derdiyle dertlenmiş bilinçli mütefekkirler midir? Günümüzde “ilahiyatçı” dediğimiz
Ağustos 2010
zaman akla gelen ilk isimler kimlerdir? Akademik çalışmalarıyla takdir toplayan ve aynı zamanda İslam’ı
olduğu gibi anlatan istikamet ehli değerli hocalar mı?
Yoksa magazin programı formatındaki ana haber bültenlerinde sıkça rastladığımız sevimli ilahiyatçılar mı?
İlmiyle amil olan, sözleri ile, duruşlarıyla İslam’ın izzetini yansıtan ve asla eğilip bükülmeyen alimlerimiz
ve bir çok değerli hocalarımız elbette bugün de vardır. Fakat biz onlara toplumumuzun gerekli ilgiyi gösterdiğini maalesef söyleyemiyoruz.
Bizler Müslümanlar olarak “Allah’a teslimiyet” düşüncesine arkamızı döndüğümüzden beri
adeta modern anlayışların birer bayraktarı olduk.
Peki ya bu modern anlayışların bizi nereye doğru sürüklediğinin farkında mıyız? Modernitenin bir gereği
sürekli değişken bir yapı arzetmesidir. Bu yapıda doğruların da sürekli değiştiği iddiası savunulur. Yani
Yüce Allah’ın tek doğrusunun yerinde, zamana ve
mekana –hatta çıkarlara ve konjonktüre göre- değişen birçok doğrular vardır. Bugün bir Müslüman’ın
düşünce yapısına baktığımızda onu falanca ecnebiden ayırmakta güçlük çekiyoruz. Televizyonu okul
olan bir toplumdan bunun dışında ne beklenebilir ki?
Müslümanların yaşantılarına baktığımızda ise
ecnebilerle olan benzerlikleri daha kolay fark ediyoruz. Bu benzerliğin sonu sizce hayra alamet midir? Bu
benzerlik bizi nereye götürür acaba? Allah’ı yönetimden ve hukuk alanından soyutlayan Batı dünyası
bugün bu düşüncesinin mikrobunu her tarafa bulaştırmıştır. Dünya gemisinin modernite bataklığına saplandığını bile bile bu geminin içindeki biz
Müslümanların kafamızı duvarlara vurarak “Biz nereye gidiyoruz?” deme zamanı hâlâ gelmemiş
midir? Daha ne zamana kadar batı taklitçisi yenilikçilerin modern söylemlerinin peşine takılacağız? Eski
alimlerin takva ile yazılmış eserlerini bırakıp yeni söylemlere inanmak mıdır çözüm?
Açıkçası bırakın bu tip ilahiyatçıları, bize sağlam olarak sunulanların bile yeteri kadar sağlam olmadıklarını düşünüyorum. Bu dönemde sağlam
kalmayı başarabilmiş az sayıdaki hocalarımızın ise
eski alimlerimizin sözlerine ittiba edenler olduğuna
inanıyorum.
İslam’ın izzetini temsil edemeyen ve lafını eğip
bükerek söyleyen ilahiyatçıları ve onlara katılmadığı
halde bir cevap vermekte aciz kalan -yarım ağızla karnından konuşan- adamları gördükçe söyledikleri
sözün arkasında dik duran ve lafının pehlivanı olan
eski alimlerimizin yerinin kolay kolay dolmayacağını
daha iyi anlıyorum.
51
ÂŞIKLARIN
PEYGAMBER
AŞKI
ültür atlasımızda her devirde varlıklarını hissettiren âşıklarımız gerek dini
gerekse edebi geleneğimizde önemli
bir yere sahip olmuşlardır. Hayatın her türlü
haline şiirler terennüm eden âşıklar en güzel
şiirlerini ise ilahi aşk ve peygamber sevgisi
üzerine yazmışlardır. Halkın hissiyat ve heyecanının sözcüsü olmuş ve Peygamber Efendimize
“Dilber”,
“Şâh-ı
Hûban”
“Efendim” gibi ifadelerle hitap ederek muhabbetlerini dile getirmişlerdir.
K
Osman Nuri KARADAYI
ottomannuri@hotmail.com
Her türlü tahiyyât ü teâlî sana mahsûs
Her medh ü sitâyiş sana lâyıktır Efendim
Etmiş seni Hak nâm-ı Muhammed ile tevsîm
Kadr ü şerefin cümleye fâiktir Efendim
52
Tasavvufî düşüncede Hz. Peygamberi
sevmek, bütün varlıklar için doğal bir zorunluluktur. Onu sevmemek, yaradılış kanunlarına aykırı, mutluluğu baltalayıcı bir tutum
olur. Çünkü varlıkta bir seçilme, süzülme,
ayıklanma olayı vardır. Bu olay cansız varlıklardan başlayarak insana hatta melekler âlemine kadar uzanmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’in
“ıstıfa” diye ifade ettiği bu keyfiyet zirve
noktasında Hz. Muhammed’i ortaya çıkarmıştır. Son peygamberin adlarından birinin
Mustafa olması bu yüzdendir. Bütün varlıklar,
kendilerinin kemalini temsil eden nebilere,
özellikle de son peygamber Muhammed Mustafa’ya hürmet ve sevgiyle doludurlar.1 Ruhsatî’nin bu ıstıfa keyfiyetine atıfta bulunarak
Mustafa kafiyesiyle yazdığı şu şiiri bir aşığın
diliyle Peygamber sevgisini en güzel şekilde
anlatan şiirlerdendir:
Ağustos 2010
Serde tacım kalpte ruhum tende canım Mustafa
Kalmadı tende mecalim ey cananım Mustafa
Ruyum siyah, destim boş, nasıl varam dîvâna ben
Hakk’a yarar amelim yok gevherkânım Mustafa
Tali’im tecrübe kıldım baht-ı siyah kareyim
Kesmedim hergiz gümanım Şem’îne pervaneyim
Ruhsat’ım haşrolanda değme böyle yanayım
Tek dilde ezberim olsun nam ü şanım Mustafa
Bir Mevlânâ aşığı olan Konyalı Âşık Şem’î ümmet-i
Muhammed’in O’nu sevmesinden ziyade “Yalnız ben
miyim sana hayran, Bâr-i Hüdâ bile seni kendine
dost eyledi” diyerek O’na olan sevgisini şöyle dile getirir:
Yalnız ben miyim hayran-ı sergerdan sana
Mâr u mur vahş u tuyur bay u geda sevdi seni
Haddi mi sevmemek seni bu abd-i âciz Şem’î’ya
İntisab itmek murâdı ya Resûl-i Kibriyâ
Cümleden evvel yarattı rûh-i pâkin Hazreta
Kendine yâr eyledi Bâr-i Hüdâ sevdi seni
Yozgatlı Fennî, Peygamber Efendimizin her
türlü saygıya, yüceltmeye, övgüye lâyık olduğunu,
Cenâb-ı Hakk’ın kendisine Muhammed adını vermekle, onun şânını ve şerefini herkesten üstün tuttuğunu şöyle dile getirmektedir:
Her türlü tahiyyât ü teâlî sana mahsûs
Her medh ü sitâyiş sana lâyıktır Efendim
Etmiş seni Hak nâm-ı Muhammed ile tevsîm
Kadr ü şerefin cümleye fâiktir Efendim
Tasavvufî düşüncede Hz. Peygamber’e sevgi,
ilâhî aşkın hem başı, hem sonudur. Bu sevginin ikmali de O’nu sevgiyi kolaylaştıran şeyleri, kişileri sevmekle gerçekleşir. Bundan dolayı Allah marifeti ve
aşkı yanında Peygamber ve Sahâbe sevgisi de âşıkların şiirlerinin temel örgüsü içinde sıkça yer almaktadır.2 Hazret-i Peygamber’i “Dilber” olarak tavsif
eden Sümmanî o kutlu nebi’ye olan sevgisini şöyle
dile getirmektedir:
Derdime dermansın sevdiğim dilber
Koyma melül, mahzun, biçare beni.
Yoktur dü cihanda sen gibi dilber
Meylim müştak etme ağyare beni.
Saadet tacısın ey Nûr-u Server,
Damadın şehriyar saki-i yaver.
Yoktur bir taksimde böyle bir yaver,
Kaydeyle deftere fukara beni.
Âşık Sümmanî bu çok sevdiği dilberi bir başka
şiirinde cismi dünyada olmasa da ismi dünyada olan,
esrarı kaybolsa da lezzeti hala taze olan; Mevlâ’sına
kul, kullara seyyid olarak tavsif etmekte ve gerçek
peygamber tasavvurunu da böylece dile getirmektedir:
İsmi dünyadadır, cismidir nihân
Rasûlullah hem sağ hem dahi meyyit
Gulam kul demektir, idrak et hay can
Mevlâ’sına kuldur, kullara seyyid.
O resul karada, semâda sertaç
Her seher semâyı kılmakta Miraç
Bu cümle kâinat hep O’na muhtaç
Esrârı nihandır, lezzeti cedid
Hz. Muhammed’e aşk derecesinde bağlı olan
Âşık Şem’î sevgilisinden ayrı düşüp gurbetin esiri olan
bir maşuk edasıyla ne kadar aciz, teşne ve müştak-ı
dil olduğunu şöyle dile getirir:
Elim al varayım pirim alilem Ya Rasulallah
Esir-i gurbetim zâr u zelilem Ya Rasulallah
Pınarlar oldu peyda hasretinle dağ-ı dillerde
İki çeşmim verir yaş selsebilem Ya Rasulallah
Bulur sıhhat vücûdum nuş idersem Kevser-i vaslın
Ağustos 2010
53
Acuzem teşneyem müştak-ı dilem ya Rasulallah
Nasibim var ise görmek ne yüzle ben varam bilmem
Yüzü kara günahkâram hacilem Ya Rasulallah
Bir başka şiirinde kalbindeki bu aşktan dolayı
dîvâne olduğunu, peygamber aşkının derdine derman olduğunu şöyle dile getirmektedir:
Koyup da bab-ı lütfun ben kime yalvarayım şahım
Reva kıl hacetim şahım halilem ya Rasulallah
Seni görmekliğe candan ziyade armağanım yok
Tehi destim kamu yüzden melilem ya Rasulallah
Kulun Şem’î gedayı koyma lütfet zar-ı zulmette
Uyandır nûr-i aşkınla fitilim ya Rasulallah
Dîvâneyim aşkınla değil elde iradem
Uslanmaya yok elde bir imkânım efendim
İslam düşüncesi, aşkın Allah’a bağlandığı son
noktada Son Peygamber’i sevmeyi öngörür. O yüzden peygamber sevgisi aynı zamanda ilahî aşkın da
bir parçasıdır. Mecâzî aşk, mürşîdlere bağlılık ve hürmet merhalelerinden geçen ilâhî aşk ehl-i beyt’in sevgisini de elde ettikten sonra Hz. Peygamber’e aşk
makamına ulaşır ve oradan Cenâb-ı Mutlak’a bağlanır.3 İlahi aşkı çokça işleyen âşıklarımız Hz. Peygamber’e duydukları aşkı da çok güzel bir şekilde dile
getirmişlerdir. Hz. Muhammed’i aşk derecesinde
seven âşıklarımızdan bir olan Seyranî Lemyezel’in aşkının nûrunun Muhammed vesilesiyle kalb-i sûzânında nasıl parladığını şöyle dile getirmektedir:
Hak Muhammed’de, Muhammed nûr-u imanımdadır
Nûr-u imanım fitili şem-i irfanımdadır
Şem-i irfanımda parlar nûr u zât-ı lemyezel
Şûle-i kandil-i aşkım kalb-i suzanımdadır
54
Her derde deva olmaya var sende liyakat
Aşkın bilirim derdime dermanım efendim
Kalbimde karar eyledi nakş-ı hayalin
Gülşendeki güller gibi handanım efendim
Seyranî’ye ver varını var yok değil asla
Ey Vacib-i Mevcudu Kerem-Kânım efendim
İlahi aşka ulaşmada bir basamak olan Hz. Peygamberi sevme, başlangıçta O’na tam uyma (ittiba)
şeklinde ortaya çıkar. Sonra ise istiğrak ve fena (Allah’ın iradesinde yok olmak) halinde görülür. Tasavvufun genel kabulüne göre ilahî aşk, ilkin, Hz.
Peygamberin davranışlarını ısrarlı bir şekilde taklide
dayanır. Bu taklit benliğe ilahî sırların kapılarını açar.
Ve böylece taklit yaratıcılığa ulaşır; yani ibâdet, aşk
ve birlik halini alır. Birlik gerçekleştiğinde görülür ki
Allah’ı sevmekle Son Peygamberi sevmek aynı şeydir.4 “Elif” ve “Mim” harflerini simgesel bir dille
“Allah” ve “Muhammed” olarak şiirine yerleştiren
Ağustos 2010
Bayburtlu Celalî aşk ocağında her ne zaman Allah
dese dilinin dönüp Muhammed dediğini söylemektedir:
Lam elif dersinde aşk ocağında
Ben elif dedikçe dilim döndü mim
Yed-i kalem kılmış kudret bağında
Kalemi mim imlası mim pendi mim
Çoktan âşık oldum ben bu dilbere
İsmin kitap ettim aldım ezbere
İstedim Celalî yazam deftere
Ülkesi mim durağı mim kendi mim
XIX. yüzyıl âşıkları içerisinde Ruhsatî, Şem’î,
Sümmânî ve Yozgatlı Fennî’nin Hz. Peygamber’e özel
bir sevgi besledikleri ve bu sevgilerini şiirlerinde sıkça
dile getirdikleri görülmektedir. Bunlardan Yozgatlı
Muhammed Said Fennî, “Resulullah’ın Ravza-i pakını görmeden ölecek olursa, vücûdundan arta kalan
kemiklerin kıyamete kadar eyvah” diye dövüneceğini
söylüyor. Bütün arzusunun Ravza’nın eşiğine varıp
Hicaz topraklarına yüz sürmek ve böylece şu dünyadan murad almak olduğunu ifade ediyor ve günahkâr Fennî’yi lütufkâr kapısından ayırmamasını talep
ederek şunları söylüyor:
Eğer görmezden evvel can verirsem Ravza-i pâki
Mezarımda der ecza-yi izâmım haşredek eyvah
Felekte ölmeden bir kâm alaydım asitânından
Süreydim rûyumu hâk-i Hicaz’a ah Efendim ah
Kulun Fennî-i pür-cürmü ayırma bab-ı lutfundan
Dahilek ya Ebe’l-Kasım, dahilek ya Resulallah
Âşık Şem’î’nin hali ise çok daha başkadır. Onun
yakarışları, şefaat istemesi, özleyip araması oldukça
samimi ve içten bir dille şiirlerine dökülmüştür.
Şem’i’ye göre kulun O’nu medhetmesi eksik olacağı
için kabahattir, zira Kur’ân O’nu mahbûb-u Mevlâ
olarak vasfetmiştir:
Günahım boydan aşkındır begayet Ya Rasulallâh
Meğer senden ola lütf-i inâyet Ya Rasulallâh
Seni Kur’ân ile vasfetti Hakk mahbûb-u Mevlâ’nın
Kulun methetmesi küllü kabahat Ya Rasulallâh
Ümidim kesmezem ben rahmetenlil-âleminsin sen
Şefaat bahrine olmaz nihâyet Ya Rasulallâh
İzin ver ağlasın dîvâna varsın cürmünü affit
Ağustos 2010
Yakıp kül olmadan aşk-ı harâret Ya Rasulallâh
Eğer dirsen ki derdimend Şem’î eğlen civârımda
Bana teslim-i rûh itmek saadet Ya Rasulallâh
Sevgi, her ne kadar içte yaşanan bir keyfiyet olsa da insan dışa vurmadan edemiyor. Şimdiye kadar yazılan hiçbir şiir gönüllerde yaşananı
tam olarak ifade edememiştir. Peygamber Efendimize yazılan şiirler de bu yönüyle eksiktir. O’nun
sevgisi her zaman daha başkadır. İşte bu noktada
şiirinin eksikliğinin farkında olan Erzurumlu
Emrah muhteşem bir edep içerisinde Rasulüllah’a
Şâh-ı Hûban (sevgililerin şahı) olarak hitap
ederek şöyle nokta koymaktadır:
Bizlere cevretme ey Şâh-ı Hûban
Hazer kıl ateş-i sûzanımızdan
Ne denli eylesek aşkımız pinhan
Bellidir nâle-i efgânımızdan
...............................................
1)Yaşar Nuri Öztürk, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnete Göre Tasavvuf, M.Ü. İlahiyat
Fak. Yay., (Genişletilmiş 3. bsakı), İstanbul 1989, s.411.
2)Cengiz Gündoğdu, “Âşık Sümmanî’de Aşkın Metafiziği”, Tasavvuf Dergisi, yıl:8,
sayı:18, Ankara 2007, s.146.
3)Öztürk, a.g.e., s. 405, 409
.
4)Öztürk, a.g.e., s.416.
55
DÜNYANIN EN
KAZANÇLI VE
EN İYİ İŞİ
ir kimseyi gerçekten sarsacak imtihan,
âilesi, malı, çocuğu ve komşusuyla ilgili olarak yaşayacağı imtihanlardır.
Bu imtihanlarda işleyeceği hatalara oruç,
namaz, sadaka ve emr-i bil-ma rûf ve nehy-i
ani l-münker (iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak) kefaret olur." Huzeyfe İbn
Yemân(ra) Hz. Ömer in de olduğu bir mecliste Allah Rasûlü’nün böyle buyurduğunu rivâyet ediyor.
B
Ersan BİLGİN
“Din; toplum hayatında sanat,
Bir insanın âilesi, gerçek bir imtihan
meydanıdır. Bu imtihanda insan çok şeyler
de kazanabilir, çok şeyler de kaybedebilir.
Fitne kelimesi de daha çok kaybetme ihtimali
olan imtihanlar için kullanılır.
ticaret, siyaset, ekonomi, eğitim, yönetim gibi ayrı bir meslek, ayrı bir kategori değildir.
Din bir ölçüdür. Din bir ışıktır.
Bütün bu kategorilere yön veren
eskimeyen bir ölçü, hayatın
bütün alanlarını aydınlatan hiç
sönmeyen bir ışıktır.
56
Allah Rasûlü(sav) bu hadisiyle zorlu bir
imtihan alanına dikkat çektiği gibi, imtihanda
işlenebilecek hataları telafi edebilecek, onları
örtebilecek, silebilecek amellere de dikkat
çekmiştir. Bu amellerin her biri kişiyi olgunlaştıracak, şahsiyetini güçlendirecek, cemiyete
faydalar getirecek amellerdir. İnsan kendisini
de, içinde yaşadığı âilesini de korumak zorundadır, cemiyetle hayra doğru adım atmak
için azim ve gayret içinde olmalıdır. Ferdin
kurtuluşu, cemiyetin kurtuluşundan geçmektedir, bir noktada.
Ağustos 2010
Zikr-i Hakîm de; “Ey iman edenler kendinizi ve âilenizi cehennem ateşinden koruyun…”(Tahrim, 66/ 6) buyurulur. Bu, üzerinde derin
derin düşünülmesi gereken bir ikaz, bir buyruktur. İnsanı sarsan ve ikaz eden bir ayet...
Bizlere yaratılış güzelliği ve sayısız nimet bahşedilmiştir. Bizden istenen, bizi yaratanı ve sonsuz nimetlerle donatanı tanımak, hayatı O’nun huzuruna
çıkıp hesabını verecek şekilde ve şuurda yaşamaktır.
Bu şuurda yaşanınca dünya hayatı da güzeldir, emniyetlidir, huzurludur. Dolayısıyla Rabbimiz bizden iki
cihan saadetini elde edecek güzellikte ve dürüstlükte
bir hayat seyri istemektedir.
Zikr-i Hakîm’de cennet ehlinin cennetteki hali
tasvir edilirken gönüllere ümit ve sürur veren bir inceliğe dikkat çekilir ve şöyle buyrulur: “İman edenler ve gönüllerinde iman nuru taşıyarak onların
yolundan yürüyen nesilleri var ya, işte biz onların zürriyetinden gelen bu insanları da onlara katarız. Onların amellerinden de hiçbir şey eksiltmeyiz. Her insan,
kazandıkları karşılığı rehindir.”(Tûr, 52/ 21) Bu âyeti kerîmede, cennet nimetlerinin, mü’min gönüllerin
kendi neslinden gelen ve gönlünde iman nûru taşıyan insanlarla bir araya gelmesiyle daha da kemal
bulacağı, bununla sevince sevinç, coşkuya coşku katılacağı dile getirilir. Demekki nesiller çok önemli.
Ayrıca hayırlı bir neslin, asırlar sonra da İslâm’a
gönül vererek, hizmet ederek hak yolda yürümeye
devamı için anne ve babaların zemin hazırlamasına
teşvik vardır… Bu büyük bir sorumluluktur.
Bu onların ecirlerini çoğaltacak, âilesiyle cennette buluşma saadeti yaşatacaktır. Bu farklı bir nimettir. Dünya hayatında gerçek saadet nasıl âile ve
dostlarla elde edilirse, ebedî alemde de bir araya
geliş, aynı lütfa eriş saadete saadet ekleyecektir.
Eşya zıddıyla daha iyi tanınır. Hüsran, kazancın zıddıdır. Şu âyet-i kerîme de aynı mânâyı diğer
bir açıdan tamamlamakta, vurgulamak istediğimiz
manânın daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmaktadır:
“De ki: Gerçekten hüsrana uğrayanlar, kıyamet
günü hem kendilerini hem de âilelerini hüsrana sürüklemiş olanlardır. Bilesiniz ki kesin,
açık ve net hüsran işte bu hüsrandır.” (Zümer,
39/ 15)
Evet, gerçek saadet, cennette bir insanın âilesi
ve gelecek nesillerle bir araya gelişiyle kemal bulduğu
gibi, insanı binlerce kere kahretmesi, pişmanlıkla kıvrandırması gereken zarar ve hüsran da kişinin âilesiyle ile birlikte hüsrana sürüklenişi, ebedî azabın
pençesinde birlikte kıvranışıdır. "Paylaşılan sevinçler çoğalır, acılar azalır" denilir; ancak ebedî hayattaki acıyı paylaşma, azabın tesirini azaltmayan,
aksine çoğaltan, katlayan bir paylaşmadır. Bu beraberlik sevinç hissettirmeyen bir beraberliktir, Allah
muhafaza. Âilenin ve gelecek nesillerin hüsranına ve
sonunda azaba sürüklenişine zemin hazırlayanın acı
ve ızdırabı şüphesiz daha dehşetli olacaktır… Bilinen
bir gerçeği tekrar hatırlatıyoruz: Dünya hayatından
sonraki pişmanlık faydasız bir pişmanlıktır...
Bu sebeple kendimize ve nesillerimize sahip çıkalım. Onlara din duygusunu, din şuurunu, “din hayattır, din hayat içindir” şuurunu ve din coşkusunu
verelim, bunun üzerine kafa yoralım. Çocuklarımızı
ve gençlerimizi yaz kurslarına, yaz etkinliklerine gönderelim. Dini ve ahlaki gelişimlerine katkıda bulunalım. Böylece dünyanın en kazançlı ve en iyi işini
yapmış olalım, evet dünyanın en kazançlı ve en iyi
işi…
ÖNCE SEVGİ VE İLGİ BERABERİNDE
BİLGİ VE DAVRANIŞ
Eğitimde özellikle de yaz kursları ve yaz etkinliklerimizde öğretmek değil sevdirmek prensibinden
yola çıkılmalıdır. Bunu “önce sevgi ve ilgi, berabe-
Ağustos 2010
57
rinde bilgi ve doğru davranış” olarak formülleştirebiliriz. Seven ilgi duyar, ilgi duyan öğrenir ve sevdiği
şeyin yoluna baş koyar.
Bir Müslüman’ın Kur’an-Kerim’e ve Sünnet’e
(İslam'a) karşı vazifesini şöyle özetleyebiliriz;
Sevmek, benimsemek
Okumak
Okuduğunu Anlamak
Anladığını Uygulamak
Örnek Olmak
Uyguladıklarını Başkalarına Öğretmek…
İslam Dinimiz’in;
İman ve İnanç boyutu…
Sevgi ve Coşku boyutu…
Bilgi ve İlim boyutu…
Estetik boyutu… birlikte ele alınmalı ve gençlerimize birlikte verilmelidir.
“Din, hayatın her alanına yayılan bir sevgi ve
coşku ile yaşanır. Sevgi ve coşkudan yoksun kuru
bilgi, sahibine sadece yüktür. Manevî ve ahlakî güzelliklerden mahrum, sadece şekilden ibaret olan din
anlayışı eksik ve yetersizdir. Böyle bir din anlayışı İlahî
rızaya ve Allah Rasûlü’nün Sünnetine, hayat çizgisine
uygun değildir.
özelliğiyle topluma rehberlik yapmaktadır. Eğitimin
yazı-kışı olmadığı gibi din ve dünya diye ayırmakta
yanlıştır. Din dünyadır, dünya dindir…” (H. İbrahim
Kutlay)
İslam’ın imani, ahlaki, iktisadi, sosyal ve siyasi
prensipleriyle bir hayat nizamı olduğunu, İslam’ın
bütün emirleriyle bir bütün olduğunu, din-dünya ayrımının olmadığını, din hayattır bilincini, şuurlu Müslüman olmak gerektiğini gençlerimize sevgiyle
öğretmeliyiz.
Şu üç hususu asla unutmamalı ve kafamıza kazımalıyız:
1. İslamsız saadet olmaz. Ferdin ve toplumun
huzur ve saadeti Kur’an ve Sünnet’ten geçer.
2. Şuurlu Müslüman olmalıyız. Şuurlu Müslüman; sorumluluğunun bilincinde olan kimsedir.
3. İman, ibadet, ahlak, muamelat esaslarının
yanı sıra Cihad farzı asla ihmal edilmemeli, Cihad
farzı bilinmeli ve yaşanmalıdır.
Cihad; fıtrata yapılan müdahalelerle mücadele
etmektir. İslam ile insan arasındaki engelleri kaldırmaktır. Cihad; iyinin, güzelin, doğrunun, faydalının,
Yaz aylarındaki din eğitiminden istenen verimliliğin elde edilebilmesi için bu eğitim, teorik ders ve
seminer yükü azaltılmış, pratik uygulamalarla donatılmış, manevî ve ahlakî eğitim ağırlıklı, kısa dönem
yaz çalışmaları şeklinde olmalıdır.”
“Din; toplum hayatında sanat, ticaret, siyaset, ekonomi, eğitim, yönetim gibi ayrı bir
meslek, ayrı bir kategori değildir. Din bir ölçüdür. Din bir ışıktır. Bütün bu kategorilere yön
veren eskimeyen bir ölçü, hayatın bütün alanlarını aydınlatan hiç sönmeyen bir ışıktır. Din
topluma ruh veren, canlılık veren, hayata dinamizm kazandıran en önemli unsurdur. Din
hayattır, yaşam biçimidir. Toplumun birlik ve
beraberliği, huzur ve mutluluğu konusunda en
önemli faktör dindir.
Din; psikolojik, sosyolojik, fizyolojik, ekonomik,
ahlakî, hukûkî, edebî ve benzeri pek çok alanla ilgili
ilkeler ve prensipler ortaya koymaktadır. Dolayısıyla,
dinî olan veya olmayan şeyler ayrımı asla doğru değildir. Din her konuda yol gösterici ve yönlendirici
58
Ağustos 2010
adaletin ve hakkın fert, toplum ve her alanda hakim
kılınması için takatımızın sonuna kadar çalışmaktır.
“Dini Eğitim” Yok, Eğitim Vardır… diyen D. Ali
Taşçı Hocamız çok önemli bir hakikatı hatırlatıyor ve
sözlerine şöyle devam ediyor: “Kimi aileler çocuklarını sokağa salacaklar, kimileri de yavrularına “dini
eğitim” verebilmek için onları Kur’an kurslarına göndereceklerdir. Aslında eğitim bir bütündür, öyle olmalıdır. Eğitim, eğitim ise onun yazı kışı yoktur.
Eğitim, yine eğitim ise, onun “dini-dünyevi” diye
ikiye ayrılan bir yapısı yoktur ve olamaz. Bir tohumu
toprağa atarsınız… Ortada bir tohum vardır, tohumla
birlikte toprak ve toprakta türlü türlü mineraller vardır. Susuz hayat olamaz, su imdada yetişir. Hava
zaten her anı ve yanı kuşatır. Güneş ışığı olmadan
olmaz. Bir tohumun ağaca durup meyve verebilmesi
için nelerin harekete geçmesi gerekiyor değil mi?
Ama hiçbiri arasında kavga yoktur, her biri kendine
düşen görevi eksiksizce yerine getirmektedir. Öyle olmazsa zaten tohum, ağaç olmaz.
Bakıyoruz yaz gelince birçok aileye büyük bir
telaş kaplıyor, haklı olarak. Neden? “Çocuğuma din
eğitimini nasıl verebilirim? “Gerçekten ‘din eğitimi’
diye bir eğitim var mıdır? Tohumun ağaç olma serüveninde toprak, su, hava, ateş(güneş) bir araya geldiler ve kendi üzerlerine düşen görevi yaparak
tohumun ağaç olmasını sağladılar. Bu dört unsur
“toprak eğitimi, hava, su, güneş eğitimi” diye bir ayrıma gittiler mi? Gitselerdi, tohum ağaç olabilir miydi?
“Dini eğitim” tabiri yanlıştır ve tehlikeli bir tanımlamadır. Eğitim bir bütündür, onun dünyevisi-uhrevisi
olmaz…
Eğitim, fıtrat tohumunu hayata hazırlamaktır.
Bu tohum (insan) hayata hazır hale gelmişse, onun ticareti, cinsel hayatı, gezip tozması yani hayat algısının
tümü bir eğitim içindedir. Tadı nasıl elmadan ayıramıyorsak, Allah’ı ondan nasıl ayıracaksınız? Böyle
bir güç var mıdır? O zaman bu çatışmadan kim zararlı çıkacaktır?
Ne demektir “din eğitimi?” “Allah camide söz
sahibi, ama başka yerde değil” mi demektir? “Allah,
namaza karışır ama ticarete, cinsel hayata yani yaşamın dünyaya dönük yüzüne karışmaz” mı demektir?
Bu ne biçim ilahtır ki, her şeye gücü yetmez! (Haşa)
Eğitimse eğitimdir. Değilse, ne ise odur. Eğitilmiş
insan, yaratılış gerçeğini kavramış, fıtratıyla tanışmış
Ağustos 2010
bir insandır. Bu gerçek anlaşılmadıkça daha havanda
çok su döveceğiz demektir. “Okumaktan mana ne,
kişi Hakk’ı bilmektir.”
Bu yaz çocuklarımıza kendilerini tanıtıcı bir
çaba içinde olalım; ama kışların da yazların da onları
büyüten mevsimler olduğunu unutmadan.
Eğitim, ruh madenini bir kuyumcu gibi işleme sanatıdır. Sarraf olmayana çocuğunuzu zinhar teslim etmeyin.”
Her bir öğretmeniz ve yardımcı kardeşlerimiz;
İmanıyla, ahlakıyla, ibadetiyle, ilmiyle, şuuruyla, ihlasıyla ve heyecanıyla örnek-numune birer
müslümandır.
Daima güleryüzlü ve tatlı dillidir, kızmaz ve bağırmaz.
Doğruyu ve başarıyı ödüllendirir, yanlışı ve başarısızlığı ıslah eder.
Yaz Etkinliklerinde görev alan hocalarımıza ve
kardeşlerimize bazı tavsiyelerimiz şunlardır:
•Samimi ve gayretli olunuz. Dünyanın en önemli
işini yaptığınızı asla unutmayınız.
•Ders alanlarını mümkün olduğu kadar değiştirin. Açık havada yapmaya gayret edin.
•Dersi örneklerle işleyin
•Dinin hayatın tamamını kapsadığını ve dinin bir
bütün olduğunu öğrencilerinize anlatınız
•Her şeyi sevgi merkezli yapın. Kendinizi, arkadaşlarını ve dinimizi sevdiriniz.
•Her şeye rağmen mutlu olmaya, güleryüzlü olmaya gayret ediniz.
•Öğrencilerinizi herşeye rağmen mutlu etmeye
çalışınız
•Ortamı süsleyin. İlk gelişte öğrencilerinize hoş
geldiniz diyerek kapıda karşılayınız
•Ve yarını heyecanla bekleyiniz, öğrenci sizin heyecanınızla heyecanlansın.
•Oyunlar oynayın. Kaynaşma amaçlı programlar düzenleyin
•Yaz bittikten sonra kışın bir araya gelin
•Öğrenciyi diri tutun.
•Sabrı bırakmayın.
•Aşk ve heyecan dolu olun
•Sizler Fatih yetiştireceksiniz…
59
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri
Takva
Bil ki irfân sahiplerinin dertleri, iç alemlerinde ve fikirlerinde
gizlenmiştir. Onların iç alemlerini, Allah’ın heybetinin ürpertisinden doğan
rüzgar hareketlendirir. Kalplerinde ki hüzün yangınlarının alevi, kalbin
üzerinde ki gaflet ve unutkanlığın samanlarını yakar, kül eder.
Ağlamanın Dereceleri:
Ağlamanın beş derecesi vardır;
*Adem (as)’ın ağlayışı gibi hayâdan ötürü ağlamak
*Davut (as)’ın ağlayışı gibi hatadan ötürü ağlamak
*Yahya (as)’ın ağlayışı gibi korkudan ötürü ağlamak
*Yakup (as)’ın ağlayışı gibi kapıdan ötürü ağlamak
*Peygamberlerin çoğunun ağlayışı gibi heybetten ötürü ağlamak
Bu manâ şu ayet-i kerimede görülmektedir.
“Onlara, çok merhametli olan Allah’ın ayetleri okunduğunda
ağlayarak secdeye kapanırlardı.”1
Yukarı da zikredilen ağlamaların dışında bir başka bir başka ağlayış
daha vardır. Bu, Şuayb (as) gibi muhabbet ve şevkten ötürü ağlamaktır.
Şuayb (as)’ın gözleri ağlayarak kör olmuş ve sonra , Allah tarafından
yeniden açılmıştı. Bu durum, üç defa tekrar edilmiş ve nihayetinde Allah
Teâlâ Şuayb (as)’a şöyle vahyetmiştir:
“Cehennem korkusundan ağlıyorsan, seni cehennemden emin
kıldım? Cennet için ağlıyorsan, cenneti sana nasip ettim” bunun üzerine
Şuayb (as) şöyle yalvarmıştır:
“Hayır, ya Rabbi! Seni görme arzusundan ağlıyorum” Bu sefer ikinci
bir vahiy gelmişti: “Bir topluluğun içinden bir kul, Allah korkusundan
ağlarsa, Allah onun ağlaması sebebiyle o topluluğa merhamet eder.”
Rabia Hatun şöyle anlatıyor:
On sene Allah korkusundan, on sene Allah’ı ümid ederek, on sene de
O’na kavuşmak arzusuyla durmadan ağladım.”
Hak yolcularından biri, Rabia Hatun’un şöyle anlatır:
“Bir gün, Rabia Hatun’un evine gittim. O esnada secdeye varmıştı.
Başını secdeden kaldırıncaya kadar yanında oturdum. Nihayet secdeden
60
Ağustos 2010
kalkınca bir de baktım ki secde ettiği yerde göz yaşından bir su birikintisi
oluşmuş. Kendisine selam verdim, selamımı aldı, bana ne istediğimi sordu.
Ziyaretine geldiğimi beyan ettim. Tekrar ağlamaya başladı ve şöyle dedi:
“Gözümün nuru! Bana lazım olan sensin! Seni tanıyan kimsenin,
senden gayrisiyle nasıl ilgilendiğine şaşarım!”
Atâ’bin Sülemi (ra), çoğu zaman ağlayarak şöyle derdi: “Allah’ım!
Senden ayrı olursam, senden başkasıyla olursam, senin ülkende yabancı
olursam, senin kullarının arasında yalnız olursam bana merhamet eyle. Bu
âciz hâlimle karşında durduğum için beni bağışla!!”
Âşıkların Emeli
Fudayl bin İyaz (ra) anlatır:
“Bir seferinde Kabe’yi tavaf ederken aniden rengi sarı, vücudu zayıf bir
adam gördüm. Ağlayarak kendi kendine mırıldanıyordu. Yanına
yaklaştığımda, şu sözleri işittim:
“Allah’ım! Seni sevenlerin kalbi, sana yaklaşıyor. Âriflerin kalbi, seninle
rahat ediyor. Âşıklarının ümidini boşa çıkarma!” sonra gaipten şöyle bir ses
duydum:
“Ey Allah’ın velisi! Sözlerinle yedi kat semayı ağlattın. Sus, ağlama!
İstediğin artık senindir.”
Rivayete göre Adem (as) cennetten yeryüzüne indiği zaman
gözyaşlarının düştüğü yerden ot bitecek kadar ağladı. Bunun üzerine Allah
ona şöyle vahyetti:2
“Bu ağlayışının sebebi cennetten kovulmandır. Emrimi terk etmeden
ötürü ağlaman nerede?” Bu hitabın ardından Adem (as9 ihlas kelimesine
sığındı ve “lâ ilâhe illâ ente sübhâneke” dedi. Bu manayı şu ayet-i kerimeden
de anlayabiliriz: “Bu durum devam ederken Adem, Rabbinden bir takım
ilhamlar aldı ve derhal tövbe etti”
Zünnûn (ra) anlatır:
Bir gün Mekke’de ârifler gibi ağlayan bir adama rastladım. Hemen
yanına yaklaştım ve ona “Bir sevgilin var mı? Diye sordum. Evet cevabını
verince, sevgilisinin kendisine yakın mı, uzak mı olduğunu sordum. Yakının
da olduğunu söyleyince, sevgisinin karşılıklı mı yoksa tek taraflı mı olduğunu
sordum. Adam, sevgisinin karşılıklı olduğunu söyleyince “sübhânallah!
Öyleyse niye ağlıyorsun? Diye sorunca şöyle cevap verdi: “Yakınlık ve
sevgisine karşılık bulmanın verdiği ızdırabın, uzaklık ve tek taraflı sevmenin
ızdırabından fazla olduğunu bilmezmisin?”
Anlatıldığına göre Rabia Hatun (ra) Basra’da bir sokaktan geçerken,
üzerine bir oluktan sular damladı. Rabia (ra), bunun üzerine ne olduğunu
sorunca, civarda ki insanlar Hasan-ı Basri hazretlerinin gözyaşları olduğunu
söylediler. Bunun üzerine Rabia (ra) “Gidip Hasan’a söyleyin, Allah
sevgisinden gözyaşları arşa ulaşıncaya kadar ağlarsa, yine de az gelir!” dedi.
.................................................................
1)Meryem
2)Bakara (2)/37
Ağustos 2010
61
KANIMIZLA
SULANAN
EMELLER
asrettin Hoca bir gün saz çalmaya karar vermiş almış sazı
eline başlamış çalmaya. Saz çalarken hiç elini oynatmıyormuş. Bu
durum yanındakilerin dikkatini çekmiş:
“Hocam siz saz çalarken hiç elinizi oynatmıyorsunuz, hep sabit tutuyorsunuz.
Oysa başkaları çalarken sağa sola hareket ettiriyorlar.” Demişler. Nasrettin
Hoca da onlara şöyle demiş: “Onlar
benim tuttuğum yeri arıyorlar.”
N
Hasan BAŞAR
Dostlukta aşırı gitme, kim bilir
belki o dostun bir gün düşmanın
olur, düşmanlıkta da aşırı gitme,
kim bilir belki o düşmanın bir
gün dostun olur.
Son 200 yıllık siyasi ve sosyal hayatımız incelendiğinde hep bir arayış içerisinde olduğumuz görülecektir. Bozulan
sosyal ve siyasal hayatımızı nasıl düzeltiriz arayışı. Hayatımızı nasıl düzeltiriz
arayışı içerisindeyiz ama niye bozulduğunun sebebini araştırmayız. Sebeplerden
ziyade
sonuçları
üzerinde
duruyoruz. Oysa doğru teşhis konulmadan tedaviye başlanılmaz. Bence sorunların ortaya çıkmasının sebebi gerçek
İslamiyet’ten uzaklaşmadır. İslamiyet’ten
uzaklaştıkça sorunlar yumağı daha da
arttı. Çözüm için aranan İslamiyet dışı
her arayış sorunları çözmek yerine daha
da karmaşık hale getirdi.
Ağustos 2010
Evet, sorunların çözümü için yapılan
bütün aramaların sonucu da İslamiyet’e çıkar.
Bir gün mutlaka herkes bu noktada buluşacaktır. Din mükemmeldir. Eğer bir yerde hata varsa
bu dinin kendisinde değil bizdedir. Sorun bizim
İslamiyet’in özünden uzaklaşmamızdır. Bazı aydınlarımızın söylediği gibi din sorunların kaynağı değildir. Bizler kurtuluşun reçetesi gerçek
İslamiyet dedikçe dinci ve örümcek kafalı gibi
yaftalar yedik. Kasıtlı olarak ortaya atılan bu
dinci kelimesini şahsım adına doğru bulmuyorum. Bizler dinci değil müslümanız. Dinci tabiri
İslamiyet’i politik bir öğeye dönüştürüyor. Bir
ideolojiye indirgiyor. Oysa İslamiyet her şeyin
üstündedir. Diğer dinlerin, izmlerin, “ci cu” eki
eklenmiş kavramların üzerindedir. Onların seviyesine indirgemek İslamiyet’in evrenselliğine ve
kavrayıcılığına zarar verir. İslamiyet bir dindir
ve herkes için gereklidir.
Hiçbir zaman başka din, fikir ve izimler İslamiyet’le boy ölçüşemez. Bu durum bize zarar
vermek isteyenler tarafından da çok iyi bilindiği
için işe önce İslamiyet’i özünden uzaklaştırmayla başlamışlardır. Özünden uzaklaştırılmış
bir İslamiyet dış etkilere daha açıktır. İnsanlarda
kullanılmaya ve kandırılmaya daha müsaittir.
Beyinler ve irade başkalarının ipoteği altına
girer. Olayları ve durumları sorgulamaz. Mantıksal değil duygusaldır. Mantık olmayınca analizler derinlemesine yapılamaz. Bütün bunların
sonucu fikri ve zihni alt yapımız iyice sığlaştı. İslamiyet’ten uzaklaştıkça düşünce derinliğimizi
de kaybettik.
Bunun doğal sonucu da birbirimizden
uzaklaştık ve kendimize sahte kaleler( dinci,
milliyetçi, sosyalist, komünist kaleler) kurduk.
Herkes kendi kalesine çekildi. Her kale kendi
kahramanını yarattı. Savaşlar bu kahramanlar
üzerinden yürütüldü. Bu kahramanların her
söylediği doğru kabul edildi, sorgulanmadılar.
Bizlerden her anlamda tam itaat istendi ve gerçekleştirildi de. Kendi kahramanlarımızı sevgilisinin kusurlarını göremeyen genç delikanlılar
gibi gördük. Onlar kusursuz mükemmel kişilerdi
ve asla yanılmazlardı. Bizim dışımızdaki diğerleri ise haindir. Yani bizim için hayat siyah
Ağustos 2010
beyazdır. Birbirimizi beşer olarak göremez
olduk. İnsani yönlerimiz hep görmezlikten
gelindi. Çoğu zaman kafamızdaki imajlar
belirledi ilişkilerimizi. Bu imajlar bizi o
kadar sarıp sarmalamıştır ki öyle olduğuna inandığımız insanların imajının dışında bir davranış sergilediğinde şaşırırız.
Solcu olarak bildiğimiz bir insanın oruç
tuttuğunu öğrendiğimiz de mesela.
Biz birbirimizi bize çizilen profilleri ile tanıdık. Takdir edersiniz ki çizilen bu profiller kin
ve düşmanlık üzerine kurulmuştur. Bizleri birbirimize karşı ön yargılarla donatmıştır. İlk defa
bir komünistle karşılaşan köylü Mehmet Emmi;
“ Aaa! Bu da bizim gibi insanmış ya laa.” tepkisini vermesini başka neyle izah edeceğiz. Bu
istisnasız her kes için geçerlidir. Bir solcunun
Müslümanları örümcek kafalı olarak nitelemesi
aynı mantığın ürünüdür. Bu örümcek kafalı
imajının içini istediğiniz gibi kötü imajlarla doldurabilirsiniz.
İster sağcı olsun, ister solcu olsun isterse
dinci olsun, hepimiz bir şeye inandık. Ucube garabet kişiler vatanımızı elde etmek için çalışıyorlar. Ülke elden gidiyor. Ülke elden gidiyor
bizim dışımızda da bu ülkeyi kimse kurtaramaz.
Bizlerin görevi ne olursa olsun onlara engel olmaktır. Peki, kimdi düşman? Bu ülkeyi kimlerden kurtarıyorduk? Bu sorunun cevabı daha acı
ya. Düşman bu memleketin çocukları. Yani hepimiz. Hepimiz bu memleketi birbirimizden kurtarmaya çalışıyorduk. Üstelik bunun için
birbirimizi öldürmekten bile çekinmiyorduk.
Çünkü biz birbirimizin düşmanıydık. Öyle olduğuna öyle inandırıldık ki. Bu memleketin üzerine karanlık ve kirli emelleri olanlar emellerini
gerçekleştirmek için bizi birbirimize düşürmekten bile geri durmadılar. Ama biz bunların farkında değildik. İyi niyetle vatan, millet veya din
için çalışıyorduk. Onların emellerine giden yol
bu memleketin masum, saf Anadolu insanının
kanı ile sulanmıştır.
Yaşadığımız acı tecrübeler bizleri olgunlaştırdı. Artık duygusal değil mantıksalız. Bir anda
gaza gelip birbirimizin boğazına yapışmıyoruz.
63
Bazılarının kirli oyunlarına alet olduğumuz
yeter, inşallah bundan sonra olmayacağız. Beyinlerimiz ve duygularımız kimsenin ipoteği altında değil. Allahın bize bahşetmiş olduğu
aklımızı esaretten kurtardık.
Kullandığımız dil savaş ve kin dili değil
Mevlana’nın torunlarının dili yani sevgi ve hoşgörü dilidir. Çok şükür sevgi dili hayatımıza
egemen olmaya başladı. Bizler Mevlana’nın torunlarıyız. Bizim ruhumuza ilmek ilmek hoşgörü
işlenmiştir. Kinin, nefretin bizim aramızda yeri
yoktur. Kini, nefreti bu topraklara ekmek isteyenler şunu unutmasın ki başaramayacaklar.
Çünkü bizim mayamızı İslamiyet yoğurdu. Bizler yaratılanı severiz, Yaratan’dan ötürü. Bizim
sevgimiz karşılıksız ve umarsız.
Artık farklılıklarımızı değil, ortak yönlerimizi ortaya çıkarıyoruz. Birbirimizi sevmesek
dahi birbirimize saygı duymayı öğrendik. Daha
önce oynanan kirli oyunlar tekrar tekrar deneniyor ama tutmuyor. Kardeşkanı dökmeye yönelik her faaliyet bu faaliyeti gerçekleştirmek
isteyenlerin gerçek niyetlerini ortaya çıkarmaktan başka bir işe yaramıyor.
O karanlık günlere tekrar dönmemek için
daha dikkatli olmalıyız. Sevgiyi yaşatmak, barışı yaşatmak emek ister, sabır ister, özveri ister.
64
İlişkilerimizi ölçülü ve dengeli bir zemine oturtmalıyız. Karşılaştığımızda yüzlerimizin kızarmasına sebep olacak davranış ve konuşmalardan
sakınmalıyız Ne güzel söylemiş Allah’(cc)ın aslanı Hz Ali(ra); Dostlukta aşırı gitme, kim
bilir belki o dostun bir gün düşmanın olur,
düşmanlıkta da aşırı gitme, kim bilir belki
o düşmanın bir gün dostun olur. Diyalog
yollarını açık tutmalıyız. Bunun için üslubumuza, söylemlerimize dikkat etmeliyiz. Mesela;
birilerini çok çabuk kâfir ilan etmemeliyiz.
Vatan haini yaftasını hemen yapıştırmamalıyız.
Bu üslup düşünceleri daha fazla kemikleştirir.
Kavgayla şiddetle sorunları çözemeyiz. Ne güzel
demiş Yunus Emre
Sözü bilen kişinin,
Yüzünü ak ede bir söz
Sözü pişirip diyenin,
İşini sağ ede bir söz
Söz
Söz
Söz
Yağ
ola kese savaşı,
ola kestire başı
ola ağulu aşı,
ile bal ede bir söz
Kişi bile söz demini,
Demeye sözün kemini
Bu cihan cehennemini,
Sekiz cennet ede bir söz
Ağustos 2010
Ebu Hureyre (r.a)’tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle
buyurmaktadır:
“Muhammed’in nefsi elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer bu
ümmetten bir Yahudi yada Hıristiyan beni işitip sonra da benimle gönderilene
iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur.”
(Müslim, İman 240 (153; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/317, 350)
Temmuz 2010
65
BURHAN ÇOCUK
Musa KARACA
mkaraca_rehber@hotmail.com
Ölçülü Olmak
Ölçülü olmak deyince benim aklıma karınca ile ağustos böceğinin hikâyesi gelir. Hikâyeyi
hatırladınız mı? İsterseniz beraber hatırlayalım.
Bir varmış bir yokmuş bir ormanda ağustos böceği ve karınca varmış. Karınca yazın durmadan yuvasına yiyecek taşırmış. Ama ağustos böceği çok tembelmiş. Karınca bir gün yine böyle yiyecek bulmaya çıkmış. O sırada ağustos böceği ağacın kenarında tatlı tatlı öterken karınca: “
Ağustos böceği nasılsın” demiş. Oda “ iyiyim iyiyim ” demiş. Karınca: “ Ağustos böceği sen hiç bu
sene yiyecek toplamamışsın galiba” demiş. Ağustos böceği gülerek: “Amaaaan karınca boş ver yiyeceği. Yaz günü rahatına baksana” demiş.
Ama karınca onun bu tavrına çok üzülmüş. Onu önemsememiş ve evine gitmiş. Kış iyice
yaklaşmış. Ağustos böceği de yiyeceksiz kaldığı için karıncadan biraz yiyecek ala bilirim düşüncesiyle karıncanın evine gitmiş. Karıncaya dönerek: “Karınca kardeş bana biraz yiyecek vere bilir
misin?” demiş. Ama karınca ona yazın kendisi yiyecek toplarken onun ağacın kenarında tembel
tembel oturduğunu hatırlatıp yiyecek vermemiş ve kapıyı hızlıca yüzüne kapatmış. Ağustos böceği
yazın çalışmadığının hatasını anlamış. Bir daha böyle hata yapmayacağına kendine söz vermiş.
Arkadaşlar bizde ağustos böceği gibi sonradan pişman olacağımız hatalar yapıyor muyuz?
Zamanımızı ölçülü kullana biliyor muyuz? Yoksa ölçüsüzce zamanımızı israf mı ediyoruz? Mesela
çalışıp da derslerimizde başarılı olabilecekken veya iyi bir şekilde kur’an okumayı öğrenebilecekken zamanımızı televizyon izleyerek, sınırsız oyunlar oynayarak mı geçiriyoruz? Okulların da tatil
olmasıyla boş zamanımız çok oluyor. İbadetlerimizi eksiksiz yapabiliyoruz mu? Namazlarımızı kılabiliyor muyuz? Bu soruları kendimize soralım eğer ağustos böceği gibi tembellik etmiyorsanız sizi
tebrik ediyorum. Ama, ağustos böceği gibi tembellik yapıyorsanız bir an önce bu tembelliği bırakmalısınız. Çünkü; peygamber efendimiz (s.a.v): “ meşguliyet gelmeden boş zamanın kıymetini
bilin.” Buyurmaktadır. Zaman su gibi akıp geçmektedir. Tatilin nasıl geçtiğini anlamayız. Ağustos
böceği gibi sonradan pişman olmamak için lütfen zamanımızı nasıl geçirdiğimizi düşünelim. Günümüzü planlayalım ibadet zamanı, dinlenme zamanı, oynama zamanı, gezme zamanı diye. Planlı ve
verimli bir tatil geçirmeniz temennisiyle.
Yer Çekimi
Küçük Rıza okuldan gelmiş ve okulda öğrendiklerini heyecanla babası Temel’e anlatmaya başlamış:
— Baba, biliyor musun yerçekimi kanunu olmasa şimdi hepimiz havada
uçuyorduk!
— Vay canına, dedi Temel.
— Peki ne zaman kabul edilmiş bu kanun?
66
Ağustos 2010
BİLMECE
GÜLÜCÜK
1234-
Nar tanesi nur tanesi bu dünyanın bir tanesi?
Doksan dokuz cemaat iki müezzin bir imam?
Hasretleri kavuşturur, dargınları barıştırır?
Kar ve yağmuru yağdırır, O estirir rüzgârları
Allah’ın izniyle yapar, Elbette bütün bunları
5- Bir ufacık mil taşı, dolanır dağı taşı
CEVAPLAR: 1- Kâbe 2- Tesbih 3- Bayram 4- Mikâil (a.s) 5- Göz
BİLGİ DAĞARCIĞI
Kur'an Okumanın Adabı
1. Euzu besmele ile başlamak.
2. Abdestli okumak. Abdestimiz yoksa kur’an’a dokunmadan veya ezberden okumak
3. Mümkünse oturarak okumak. Ancak ayakta, yürüyerek, yatarak, arabada
okumanın da bir sakıncası yoktur, üstelik bunun farklı bir güzelliği de vardır.
4. Sesimizi güzelleştirerek, gülmekten ve laubali hareketlerden kaçınarak okumak.
5. Tecvid kurallarına uyarak, harf, hareke ve mahreçlere dikkat ederek okumalı.
6. Kuran okuma sona erince “Sadakallahül azim” (Yüce Allah doğru söyledi, tasdik
ediyorum) demek.
7. Okuma bitince Kur'an'ı açık tutmamak, yüksek bir yere koymak.
8. Günde en az bir sayfa kur’an okumak.
9. Kur’an-ı acele etmeden yavaş harflerin mahreçlerine dikkat ederek tane tane
okumak.
10. Kur’ân-ı en saygılı bir eda ile, saygı dolu bir hisle ve en saygılı olduğu bir ruh
hâleti içinde okumaya çalışmalıdır. Çünkü her sözün kıymeti onu söyleyenin kıymeti
nispetindedir. Kur’an-ı Kerim bütün âlemlerin yaratıcısı ve bütün kemal sıfatlarla muttasıf
olan Cenab-ı Hakk’ın kelamı olduğuna göre, Onu okuyan kimse bunun şuurunda
olmalıdır.
KUR’AN-I KERiM
Fatihayla başlar, Nas ile biter,
Kurtuluş Kur’an-ı Kerimde dostlar! ...
İslam’ın erleri yolunda gider,
Kurtuluş Kur’an-ı Kerimde dostlar!
Yüz on dört süreyle şifa dağıtır,
Muhammet ehline sefa dağıtır,
Kulların hepsine vefa dağıtır
Kurtuluş Kur’an-ı Kerimde dostlar!
Ağustos 2010
Yasin süresidir kalbi Kuranın,
Lokman süresiyse şifası canın,
Hayatı huzurla dolar insanın,
Kurtuluş Kur’an-ı Kerimde dostlar!
67
KİM
KAZANDI?
orlu ve çok çetin geçen ve inananların çok yara aldığı,Rasulullah
ın amcasının Şehidlerin seyyidi
olarak rabbine kavuştuğu Uhud savaşı
nın üzerinden henüz dört ay kadar bir
zaman geçmişti ki, Necid' bölgesinden,
Ebû Berâ adında,kavminin seyyidi ve
aynı zamanda lideri olan bir adam,Medine'ye gelerek Resûlullah Sallallahu
Aleyhi ve Sellem'i ziyaret etti. Ebû Berâ
Âmiroğulları kabilesindendi.. Gelirken
beraberinde bazı hediyeler de getirmişti.
Bu hediyeleri Resûlullah'a takdim ettiği
zaman, Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve
Sellem:
Z
Hatice FURHAN
Gözümüzde büyüttüğümüz dünyalık kazanımlarımızı,kayıplarımızı
gözden geçirip,fani olan değil
baki kalacak kazanımlar için gayret etmeye çalışmalıyız.
“Ben müşriklerin hediyesini
kabul etmem. Hediyeni kabul etmemi istiyorsan, önce müslüman
ol.” buyurdu. Sonra da İslâm dinini Ebû
Berâ'ya anlattı. Anlatılanları dikkatle
dinleyen Ebû Berâ, müslüman olmadı
ancak anlatılanlara ilgisiz de kalmadı.
Ebû Berâ:
“Yâ Muhammed! Anlattığın şeyler,
pek güzel ve şerefli şeylerdir.Hepsi mutlaka
doğru
olan
hakikat
olan
68
Ağustos 2010
şeylerdir.Ancak ben burada tek başımayım.
Benim kavmim kalabalıktır ve onlar arasında
benim sözüm geçerlidir.. Eğer yanıma arkadaşlarından birkaç kişi verirsen, onlar getirdiğin ve
bana anlattığın bu şerefli dini kavmime anlatırlar ve kavmim sana tâbi olur iman ederler dedi.
Ebû Berâ'nın teklifini dinleyen Resûlullah
Sallallahu Aleyhi ve Sellem, bu tekliften şüphelenmişti. Bu şüphesini Ebû Berâ'ya da anlattı:
“Göndereceğim
kişiler
hakkında
Necid halkından endişe ederim.Onlara bir
zarar verilmesinden korkarım.” dedi. Ebû
Berâ:
“Yâ Muhammed! Göndereceğin öğreticiler için,tebliğciler için sakın Necid
halkından endişe etme.İçin rahat olsun.
Onlar , benim himayem altındadır. Benim
himayem altında oldukları sürece onlara
kimse dokunamaz,Zarar veremez. Onları
gönder ki, kavmime,bir an önce dininize
davet etsinler.”
Resûlullah'ın endişesi devam etmesine
rağmen, yine de konu İslâm'ı tebliğ olunca,
başka seçenek kalmıyordu. Resûlullah, Ebû Berâ'nın yeğeni Âmir bin Tufeyl'e bir mektup
yazdı. Âmir bin Tufeyl, Ebû Berâ'nın vekili
idi.Kavminin yönetimini üstleniyordu. Resûlullah talimat verdi, Münzir b. Amr başkanlığında
bir heyet hazırlandı. Bir rivayette yetmiş kişi, bir
başka rivayette de kırk kişi oldukları yazılıdır.
Ebû Berâ, Medine den ayrılmış ve henüz
tebliğ heyeti Necid e varma dan, o varmıştı bile.
Kavmine durumu anlattı.Ve Medine den bir öğretici heyeti geleceğini haber verdi.
Tebliğ heyeti de uzun ve meşakkatli bir
yolculuktan sonra Bi'rimaûn'e su kuyusunun
bulunduğu bölgeye geldiler. Bu kuyunun yanında mola verip, biraz dinlenmeye karar verdiler. O sırada tebliğ heyetinin geleceğini bilen,
Ebû Berâ'nın yeğeni Âmir b. Tufeyl, ,etrafına
topladığı, kalabalık bir grupla, hain bir plan hazırlamış ve Bi'rimaûne kuyusunun yakınına
kadar gelmişti. Kuyu nun yanında oturuyor,bir
taraftan da söyleniyordu.-Bize gelip yeni dini anlatacaklarmış.Ne
olmuş ki bizim dinimize.Atalarımızın dininden
kopabileceğimizi ummak ne büyük ahmaklık.Ve
bu ahmaklara da gereken cezayı vermek boynumun borcudur.
Başlarına gelecek olandan habersiz,
Maune kuyusuna ulaşan ve istirahat eden müminler, yakınlarında, tebliğle görevli oldukları
kavimden bir grup olduğundan haberdar oldular., içlerinden birini topluluğa göndererek, Resûlullah'ın
mektubunu
onlara
vermeyi
kararlaştırdılar. Haram bin milhan, arkadaşlarına hitaben, "Önce ben gideyim, siz burada
saklanın. Eğer beni dinler ve sözlerime
kulak verirlerse, siz de gelirsiniz. Yok,
eğer bana birşey yaparlarsa, siz kaçar kurtulursunuz" dedi. Onlar da teklifini kabul ettiler.
Haram bin. Milhân, Âmir b. Tufeyl'in yanına vardı, kendilerine verilmek üzere Efendimiz s.a.v. tarafından yazılan mektubu Amir e
Ağustos 2010
69
uzattı. Eli bir süre öylece havada kaldı Haram
bin Milhan ın.Sonra uzanıp mektubu aldi Amir
ve öfkeyle yırtıp yere attı.Ve hemen Haram bin
Milhan ın arkasında ,Amir bin Tufeyl den gelecek bir işaret bekleyen Cebbar ,beklediği işaretle harekete geçti. Ve tam da arkasından
Haram Bin Milhan ın,tamda hainlere yakışan
bir şekilde,tam da en vahşice bir hareketle sapladı mızrağı sahabenin sırtına. Arkadan giren
hançerin ucu göğsünden çıkmıştı.Ve Haram ın
kanı fışkırıyordu bedeninden.Tam da tüm kanını
kaybettiği anda.canını vereceği anda öyle bir laf
etti ki Haram bin Milhan,donakaldı tüm hainler,ama en çokta mızrağı tutan elin sahibi.Ve bu
söz, katilininn tüm hayatının değişmesine ebedi
saadeti kazanmasına neden oldu.
Haram bin Milhan tüm kanını kaybederken,canını vermek üzereyken öyle bir laf etti ki
donakaldı tüm hainler.En çokta katili donakaldı.Mubarek sahabenin ağzından dökülen son
cümlesi şöyle idi. KAZANDIM VALLAHİ BEN
KAZANDIM.KABENİN RABBİNE YEMİN
OLSUN Kİ KAZANDIM. Böylecer Haram bin
Milhân'ı orada şehit ettiler. Ardından adamlarına Bi'rimaûne kuyusunun yanında bulunan
70 70
diğer mü'minleri kuşatma emrini verdi. Mü'minleri kuşattılar. Müşrikler adeta, kana susamıştı;
İSLAM’ı tebliğden başka niyetleri olmayan, bu
güzide ashabı.bu mazlumları katletmeye, kararlı
idiler.
Artık başka çarenin olmadığını gören
mü'minler de kılıçlarını çektiler ve kanlarının
son damlasına kadar çarpışarak, şehit olmaya
and içtiler. Çarpışmaya başlamadan önce hep
birlikte şu duayı yaptılar:
“Ey Rabbimiz! Vaziyetimizi Resûlüne
haber verecek senden başka kimsemiz
yok. Resûlüne ve kavmimize haberimizi
ulaştır ki, biz Rabbimize kavuştuk. Rabbimiz bizden hoşnut oldu, bizi de hoşnut
kıldı.”
Habir olan Allah c.c.bu sevgili,mücahid
kullarının isteğini yerine getirdi.
Cebrail Aleyhisselâm durumu anında Peygamberimize bildirdi. Haberi alır almaz Peygamberimiz de bir hutbe verip, durumu
ashabına bildirdi:
Ağustos 2010
“Kardeşleriniz, müşriklerle karşılaştılar. Kahramnca cihad ettiler., mızraklarla
delik deşik oldular.Kardeşlerinizden herbiri rabbine kavuştu, hepsi şehit oldu.”
Resûlullah, onların selâmlarına bizzat mukabelede bulundu. Üzüntüsü çok büyüktü, aynı
günün sabah namazında, ikinci rekatta rükûdan
doğrulduğu zaman katillere beddua etti.
Onlar yıldızdı Efednimizin tabiri ile.Onlara
tabi olanda kurtulurdu.? Onlar Resûlullah'ın arkadaşlarıdır. Onlar Resûlullah'ı dünya gözü ile
görmüş, ona iman etmişlerdir. Onlar Rablerine
kullukta en yüce makamı yakalamışlardır. Ve
onları yıldız yapan şey ise:Allah c.c. ve Rasulünün emirlerine gösterdikleri sadakat idi.Tüm
dünya karşılarına çıksa gene de itatten dönmezlerdi.
İslâm'ı tebliğ için yola koyuluyorlar. Tek
bir gaye var: İslâm'ı tebliğ etmek. Onlara pusu
kurulmuş.Önlerinde ölüm var.Başka çıkar yol
yok. Ya dinlerinden vazgeçecekler, düşmana
teslim olacaklar ya da çarpışarak şehit düşecekler. Onlar ikinci yolu tercih ediyorlar; her biri
çarpışarak şehit oluyor. Bi'rimaûn'e kuyusundan
su yerine kan akıyoradeta. Hep birlikte elleri
havada yalvarmaktalar Alemlerin Rabbine “Ey
Rabbimiz! Durumumuzu Resûlü'ne bildir! ” işte
iman, işte ihlas ve işte teslimiyet!..
İçinde bulunduğumuz İslâm dini nimeti
bize kolay ulaşmadı. İslâm dini kıyamete kadar
var olsun diye bu güzide sahabeler az mücadele vermediler. Bi'rimaûn'e şehitlerinin dahi
üzerimizde hakları vardır.Tüm şehitlerin hakkı
vardır.İslam ı öğrenmekle,yaşamakla ve tebliğ
etmekle en az onlar kadar mükellefiz.
Haram bin Milhan ın katili anlatıyor.
Cebbâr b. Sülmâ anlatıyor. “Bi'rimaûne
günü ben o adamın tam sırtından mızrağımı
sapladım! Mızrağımın o adamın göğsünden çıktığını gördüm.Tam o anda ağzından şu sözler
döküldü:
“ Vallahi kazandım!”
Kendi kendime şu soruyu sordum: Adamı
öldürdüm, acaba ne kazandı? Tüm kanını, canını kaybeden biri ne kazanabilir ki?Kazanan
ben, kaybedense o…”
Cebbâr b. Sülmâ anlatmaya devam ediyor: “Mızrağımı çıkardım. . Öldürdüğüm adamın “vallahi kazandım” sözü kulaklarımda
çınlıyordu.Bu olaydan sonra Medine ye gittim
gizlice.Orda sordum ,öldürdüğüm adam ne
demek istedi diye.
-“O öldürdüğün adam, “cenneti kazandım” demek istiyordu.”dediler.Herşeyini kaybettiğin anda,herşeyi kazanmak,işte asıl kazanç
bu dedim ve müslüman oldum.
Bi'rimaûn'e katliamından iki sahabî kurtulmuştu. Bunlar da kurtulduklarına pişman vaziyette idiler.
Arkadaşları, makamların en güzelini kazanmıştı,hayırda birbiri ile yarışan sahabeler bu
Ağustos 2010
71
Peygamberimiz'e olan-bitenleri nakletti ve son
olarak da gelirken yolda Âmiroğullarından iki
kişiyi öldürdüğünü haber verdi.
Çoğu hem Bedr'de hem de Uhud'da kahramanca dövüşen,mücadele eden Suffe'nin bu
hem kılıç, hem kalem ehli, hain bir bir saldırı
sonucu bu dünyaya veda etmiş,rablerine kavuşmuışlardı.Ama kim kazandı?
Şüphesiz ki canını teslim ederken ,tüm kanını kaybederken,Haram bin Milhan'ın kavuştuğu şehidliği kastederek "ben kazandım"
dediği gibi neticede mü'minler kazandılar; Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem'in
sözünü dinleyenler,hayatlarını Allah c.c. ve Rasulü ne adayanlar kazandı.
Teslimiyetin en zirve noktalarından bir
nokta. Öyle bir iman, öyle bir ihlâs ki, canını
şehadet nimetinden asla mahrum kalmka istemiyorlardı. erdi. Onlar da son nefeslerini verinceye kadar savaştılar. Bu son iki kişiden biri
Münzir b. Amr'dı. Müşriklerin onun üzerine öyle
bir saldırdılar ki, Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve
Sellem Efendimiz onun için: “Ölüme koşan
kişi” buyurdu.
veriyor; can derdi yok. Onun tek derdi var:
Rabbini razı etmek. “Vallahi kazandım” diyecek
kadar hem kalp gözü açık, hem de ihlâsı ve
imanı büyük.
İhlâs ve imanın zirve noktasına çıkıldığında sebepler birer birer ortadan kalkıyor. Mevlâ'mızın güzel sıfatları ortaya
Resûlullah, katliamlara çok üzülmüşlerdi.
Sabah namazından sonra katillere beddua ettiler. Ve bunu bir ay müddetle beş vakit namazlarında tekrarladılar. Efendimiz, hain kabilelerin
isimlerini sayarak şöyle yalvarıyorlardı:
çıkıyor. İşte, biraz sonra son nefesini verecek olan bir güzide insan nereleri görebiliyor.
Daha
henüz
ruhunu
teslim
etmeden, Rabbinin ona ikram ettiği makamı dünya bakışı ile görüyor. Gördüğü
manzara karşısında kendini tutamayıp,
-Ey Allahım! Onların senelerini Yusuf
Peygamberinki gibi yokluk, kuraklık ve fakirlik seneleri yap. Allahım bu kabileleri
sana havale ediyorum. Çünkü onlar sana
ve Resûlüne isyan ettiler.
haykırıyor: “Vallahi kazandım!”
Bize düşen de gözümüzde büyüttüğümüz dünyalık kazanımlarımızı,kayıplarımızı gözden geçirip,fani olan değil baki
kalacak kazanımlar için gayret etmeye ça-
Hakikaten çok geçmeden o bölgede kuraklık ve bu kuraklığa olarak da yokluk başladı;
sular çekildi ve ürün namına bir şey kalmadı.
Âmr bin Ümeyye, Medine'ye vardığında Sevgili
72
lışmalıyız inşallah.
Fİ EMANİLLAH
Ağustos 2010
Download