Şiilik Hakkında Oryantalistlerin Yorumu: Bazı Şarkiyatçılar, Şia'nin kökenini tam olarak bilmediklerinden ötürü, bu ekolü bir İran fikri akımı olarak değerlendirmekte ve şöyle demektedirler; "Bilindiği gibi İran toplumuna bir şahlık sistemi hakimdir ve İranlılar da İslam dinine geçtikten sonra bu monarşik yapıyı İslam üzerinde de uygulamaya başladılar. Sonuç olarak da Ali a.s ve onun çocuklarını Nebi s.a.a'in varisi olarak kabullendiler. Hal böyle olunca da; her imam, kendisinden önceki imamın varisi olarak addedildi ve hükümet bu ilke doğrultusunda bir sonraki imama devredildi." Şarkiyatçıların Bu Teorisine Cevap: Bu iddia o denli yersiz ve yetersizdir ki; onu, Şiiliğin ortaya çıkışı için bir delil olarak sunmak dahi abestir. Öncelikle nübüvvet'in en yüksek makam olarak kabul gördüğü geçmiş ümmetler de, bu ırsi geçiş sürecini çok net görmekteyiz ve Kuran-ı Kerim de bu konuda şöyle buyurur; "Yoksa Allah'ın, lütfedip insanlara ihsan ettiği şeylere haset mi ediyorlar? Gerçekten de biz İbrahim soyuna kitap ve hikmet verdik ve onlara büyük bir saltanat ihsan ettik." (Nisa 54) İbrahim a.s imamet makamına erdiği vakit, Allah’tan c.c kendi nesline de imamet makamını vermesini istemiş ve Yüce Allah c.c da onun isteğini, neslinden gelecek salih ve adil çocuklara verme şartıyla kabul etmiştir. Bakın Kuran bu olayı nasıl anlatıyor: "O zamanlar Rabbi, İbrahim'i bazı sözlerle sınadı. O, bunları yerine getirip tamamlayınca dedi ki: "Ben seni insanlara imam edeceğim". İbrahim, "soyumu da imam et" dedi. Allah, "benim ahdime zalimler nail olamazlar" dedi." (Bakara 124) Peygamberlerin bütün vasileri de bu yönde tayin olagelmiştir. Hatta Arap putperest toplumlarında dahi kabile reisi öldükten sonra yerine yabancı birisi geçemez bilakis şeyhin oğlu onun yerini alırdı. Öyleyse şahlık gibi babadan oğla geçen yönetim şeklinin yalnızca İranlılara ait olmadığını görüyor ve diğer toplumlarda da bu sistemin kabul edildiğini öğreniyoruz. Eğer bu yönetim tarzı yüzünden İranlılar Şii olmuştur denilirse de; o zaman monarşinin hâkim olduğu diğer toplumların da bu varsayıma göre Şii olması gerekmez miydi? İkinci olarak, daha önce de denildiği gibi Şiilik Medine’de doğmuş ve Nebi s.a.a döneminde yayılmıştır. Bu durum göz önüne alındığında ise henüz İranlıların İslam diniyle müşerref olmadıklarını görmekteyiz. imam Ali a.s halife olduğu zaman Sözünden dönenler, Zalimler ve Haricilerle olmak üzere üç büyük savaş meydana gelmiş ve Haydar-i Kerrar imam Ali a.s'ın ordusunun genelini Hicaz ve Yemenli gerçek Araplar oluşturmuştur. Tarih şöyle der; "Ali ordusunun bel kemiğini Kureyş, Evs ve Hazrec kabileleri oluşturmakta ve bunlara ilave olarak da Yemen illerinden; Mezhec, Hemdan, Tey, Kinde, Temim ve Muzir’ler teşkil etmekteydi. Ali ordusunun tüm komutanları da Arap kabilelerinden olan; Ammar Yasir, Haşim Mirkal, Malik-i Eşter, İbn-i Suhan ve kardeşi Zeyd bin Suhan’dır." Ali a.s işte bu Arap ordusu ile Cemel, Sıffin ve Nehravan savaşlarını kazandı ve hiçbir zaman İranlılar bu savaşta öyle ahım şahım bir role de sahip olmadılar. Tüm bunlar bir yana, Şiiliği yalnızca İranlılar kabul etmedi belki Araplar içerisinde oldukça yüksek oranda da kabul görmüştü. Bu Düşüncenin Tersini Savunan Bazı Din Tarihçileri: Hollandalı Dozi gibi Şiiliğin bir İran düşünce akımı sonucu ortaya çıktığını iddia eden birkaç şarkiyatçı dışında, birçok oryantalist Şiiliğin temelinin Araplardan olduğunu demiş ve İran teorisini temelsiz bir varsayım olarak görmüşlerdir. Almanların ünlü Oryantalist ve din tarihçisi Julius Wellhausen şöyle der; "Muaviye döneminde tüm Irak halkı ve özellikle de Kufeliler Şia ideolojisi üzerineydiler ve hatta belki de etraf kabile ve reisleri de bu akide ile yaşıyorlardı." Bir diğer ünlü şarkiyatçı Macar Ignaz Goldziher de şöyle diyordu; "Yaptığımız en büyük hatalardan birisi de Şiiliği bir İran akımı olarak görmemizdir. Bu tarih boyunca yanlış algılana gelmiş bir düşüncenin sonucudur. Hâlbuki tüm Muhammedi Alevi hareketlenmelerinin hepsi Arap topraklarında cereyan etmiştir." Bir başka oryantalist olan İsveçli Adam Metz de bu konuyu şöyle değerlendiriyordu; "Hiç bir zaman Şiiliği, İranlıların bölgedeki İslam hâkimiyetine bir tepki olarak ortaya çıkardığını söyleyemeyiz. Çünkü Mekke, Sana, Amman, Hicr ve Saada gibi birkaç büyük Arap Yarımadasında bulunan şehirler dışında tüm yarım ada şehirleri Şiiler ile doluydu. O dönemde ise Kum şehri halkı dışında tüm İran Ehl-i Sünnet Ve'l Cemaat ekolü üzerineydi ve hatta İsfahan halkı Muaviye bin Ebu Süfyan konusunda o denli aşırılığa kaçmışlardı ki; halkın bir kısmı onu Nebi-i Mürsel yani gönderilmiş Peygamber olarak kabul ediyordu." Dozi’den daha fazla İslam tarihiyle alakalı olan bu şahsiyetlerin ortak tanısı; Şiiliğin bir İran akımı olmadığı ve bu varsayımı tamamen reddetmeleridir. Her ne kadar daha sonraları İranlılar Şiiliğe karşı alaka ve sempati besleseler de gerçek buydu. Öte yandan bu konuyla ilgili sevindirici bir gelişme de iki Mısırlı yazarın kaleminden yansıyordu. Şiilikle tam olarak uyuşmayan bir düşünce adamı olan Mısırlı yazar Ahmed Emin şöyle diyordu; "Ali taraftarlığı, İranlılar henüz İslam dinine girmeden önce başlamış ama daha sonraları Şiilik İranlı unsurlarca kendine ayrı bir renk kazanmıştır." Ahmed Emin’in ilk sözleri oldukça gerçekçi ama bir sonraki diğer sözü asılsızdır. Çünkü Şiiliğin yalnızca bir tek anlamı vardır o da; İslam’ın sunduğu gerçek dini kabullenip, Nebi s.a.a’in tüm öğretilerini uymaktır. Bir diğer Mısırlı yazar Şeyh Muhammed Ebu Zehra da şöyle der; "İranlılar Şiiliği Araplardan öğrenmişlerdir ve öyleyse Şiiliğin İranlı olma gibi söylemi olamaz. Ehl-i Beyt’e as bağlılıklarıyla tanınan âlimler, Emevi ve Abbasi zulmünden Fars ve Horasan’a hicret etmişlerdir. Şiilik bu topraklarda Emevi Devleti yıkılmadan önce Ali oğlu Zeyd’in İran’a sığınmasıyla yayılmaya başlamıştır." Ayrıca nasıl olur da Şiiliğin İran menşeli bir ideoloji olduğu iddia edilebilir; Hâlbuki Buhari, Müslim, Tirmizi, İbn-i Mace, Nesai, Beyhaki ve Hakemi Nişaburi gibi Hicri birinci yüzyıldaki büyük Ehl-i Sünnet Ve'l Cemaat âlimlerinin hepsi İranlıdır. Konuya biraz daha dikkatlice bakacak olursak, İranlıların Müslüman olduğu dönemde ve ondan sonraki asırlarda da Sünni ideoloji üzerine olduklarını, Şiiliğin ise ülke topraklarında dağınık bir şekilde yaşayan azınlıklar arasında yer edindiğini görebiliriz. Aslına bakılacak olunursa İran’daki ilk Şii eğilimi Yemenli Şiilerin bu topraklara göç etmesiyle Kum ve Kaşan’da vuku bulur ve o da Hicri birinci yüzyılın sonlarına doğru gerçekleşir. Hâlbuki İslam dini Hicri 17’de İran’a girer ve aradan geçen yıllar boyunca buraya yerleşen Arap Şiaları sayesinde Şiilik İran’da iyiden iyiye yer edinir. Öyleyse Arap dünyası içerisinde doğmuş olan Şiilik, daha sonra İslam alemine hiçbir değişime uğramadan o dönemlerde yayılmıştır. Konumuzun en başında da değindiğimiz gibi İmametin birbiri ardınca ırsi olarak intikal etmesi bazı Batılı oryantalistler için Şiiliğin İran’dan menşe aldığı bahanesini ortaya çıkartmıştı. Hâlbuki Sünni hilafet tarihinde de Osman’ın bir suikast sonucu öldürülmesi ardından Hicri Yedinci yüzyıla kadar hilafet veraset şekline bürünmüştür. II. Muaviye’nin dünyadan göç etmesinden sonra hilafet Mervan oğullarına geçti ve Hicri 132. yıla değin bu aile içerisinde döndü durdu. Abbasiler hükümete geldikten sonra da yine hilafet babadan oğla intikal etti ve bu da Hicri 656 senesinde Moğol Hülagu Han’ın gelişiyle son buldu. Osmanlıların hilafet anlayışı da Hicri dokuzuncu yüzyıldan ta Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar bu şekilde cereyan etti. Öyleyse, İmametin babadan oğla geçişini bir İran akımı olarak değerlendiremeyiz. Eğer Şialar İmamet'in Ali a.s oğullarında devam etmesini savunduysalar bu, Nebi s.a.a'in emirleri doğrultusunda gerçekleşmiştir. İslam Sonrası İran İnsan Coğrafyasının Değerlendirilmesi: Şiiliğin bir İran akımı olduğu ve İranlılar tarafından ortaya çıkartıldığını iddia edenler, Hicri onuncu yüzyıla kadar İran’ın mezhepsel tarihinden habersiz olan insanlardır. Safeviler dönemi öncesi İran içerisinde Kum, Kaşan, Rey ve Sebzevar dışında Şiilikle alakalı başka bir şehir bulunmamakla beraber İran’ın diğer tüm şehirleri Sünni ekol üzerine hareket ediyordu. Ama hicri dokuzuncu yüzyılın başlamasıyla birlikte bu topraklar üzerinde Şiilik de iyiden iyiye yayılmaya ve geniş kitlelere ulaşmaya başlamıştı. Şimdi burada Mukaddesi’nin eseri olan "Ahsen ul Takasim" adlı, o dönemin İran insan coğrafyasını hicri 375 yılında resmetmiş kitabı inceleyeceğiz: "Horasan topraklarına, Mu’tezile ve Şialar olmasına rağmen Şafiilerden oluşan Şaş kenti hariç genellikle Ebu Hanife’nin ashabı hakimdir. Erdebil halkı ve İran’ın dağlık batı bölgeleri Hanefi mezhebine bağlıdır. Ama Rey şehrinde birçok ayrı mezhep mensubu bulunmaktadır ve bunların genelini yine Hanefiler teşkil etmekle beraber Hanbelîlerin de sayısı azımsanmayacak derecede çoktur. Kumlular Şiadır ve Kermanşah ahalisi Süfyan-i Servi taraftarlarıdır. Huzistan bölgesi içerisinde değişik mezhepleri barındırır. Ahvaz ve Ramhürmüz Hanbelî’dir ama Ahvaz’ın yarısına yakını Şia’dır aynı zamanda bu bölgelerde Hanefi ve Maliki de bir hayli vardır. Fars eyaletinin çoğu Hadis ehli ve Muaviye yanlılarıdır. Multan halkı Şiadır ve ezanlarında "Hayyi a’la hayril amel" derler ve bunu ikamede de tekrar ederler ama Multan’ın kasabalarında Hanefi mezhebi fakihleri çoktur." Ünlü Seyyah İbn-i Battuta da şöyle yazar; "Olcayto Hüdabende, Irak padişahıydı ve Rafiziler den İbn ul Mutahher (Allame Hilli) adında bir fakih onunla sıkı bir dostluk kurmuş ve ardından Hüdabende İslam dinine geçip Moğol ordusunu da Müslüman yapmıştı. Rafizi mezhebine bağlı olan bu bilge, Şiiliği Hüdabende’ye oldukça hoş tanıtmış ve bu nedenden ötürü de Olcayto, halkı Şii mezhebine yöneltmiştir. Şii mezhebine tabi olunma emrini verdiği şehirlerden birçoğu bunu kabul ederken yalnızca Bağdat ahalisi buna itiraz etmiş ve şehir merkezinde bir araya toplanıp Hüdabende’yi protesto edip "Ne bunu duyarız ne de itaat ederiz!" diyerek şehre gelen elçiyi tehdit etmişlerdir. Bunun aynısını daha sonra Şiraz ve İsfahan halkı da yapmıştır." Kadı Ayaz "Tertib ul Medarik" adlı eserin önsözünde Maliki mezhebinin yayılmasını şöyle anlatmaktadır: "imam Malik’in mezhebi, Horasan ve Irak ötelerine Yayha bin Yahya-i Temimi ve birkaç kişi tarafından yayılmıştır. Bunun ardından uzun yıllar bu bölge imamları, Maliki mezhebi fıkhınca fetvalar vermişlerdir. Daha sonraları Gazvin başta olmak üzere İran’ın dağlık bölgeleri sayılan Hamedan ve Kermanşah’ta Kürt nüfusunun etkisi ile bu mezhep iyice yayılmış ama bunun yanı sıra Ebu Hanife ve İmam Şafii’nin mezhebi de oldukça revaç görmüştür." Meşhur Doğu bilimci Carl Brockelmann şöyle der: "Şah İsmail-i Safevi Tebriz’i ele geçirdiğinde, bu şehrin nüfusu üç yüz bin civarında ve bu halkın üçte biri Şia geri kalanları da Sünni’ydi." Tarihçilerin bir araştırma özeti olarak sunduğumuz bu cümlelerin özü; Hicri dokuzuncu yüzyıla kadar İranlılar üzerinde hâkim olan mezhebin Ehl-i Sünnet olduğu ve Safeviler dönemi ve sonrası Şia mezhebinin yayıldığıdır. İbn-i Esir "el Kamil fit Tarih" kitabında şöyle yazar: "Sultan Mahmud babasının aksine hareket edip, Ali bin Musa er-Rıza’nın türbesini tamir ettirdi hâlbuki o türbeyi yıkan babasıydı. Tus halkı da; o hazreti her ziyaret etmek isteyene eziyetler çektirmekteydiler. Sultan Mahmud’un, babasının aksine hareket etmesinin sebebi de; rüyasında Hz. Ali’yi görmesi ve ona; "Bu durum daha ne zamana kadar devam edecek?" demesiydi ve sultan, Hz. Ali’nin oğlunun türbesinin bu şekilde viran olmasından oldukça rahatsız olduğunu anlamıştı." (ibn-i Esir yine şöyle demektedir) "Abbasi halifesi Mamun, Muaviye’nin la çirkinliklerini ortaya dökmek için bir kitap yazmaya karar vermişti ama kadılar kadısı Yahya bin Eksem onu bu yapacağından alı koydu ve şöyle dedi; Horasan halkı kendi halifeleri için böyle şeyleri duymayı kaldıramazlar." Bu tarihi nakledilen kaynaklardan anlaşılabilecek tek şey; İran’daki Şia akımı Hicaz ve Irak’tan yüzyıllar sonra gerçekleşmiş olmasıdır.