SORULAR 1. Sizce yaşanan çevre sorunlarının temel sebepleri

advertisement
SORULAR
1. Sizce yaşanan çevre sorunlarının temel sebepleri nelerdir?
Her “genel” soru gibi bu da yanıtlanması kolay olmayan, karşılığı dünyaya
baktığımız pencereye göre değişen bir soru… Günümüzde yaşanan ekolojik
bunalımın gerisindekileri düşündüğümüzde akla ilk olarak çok duyulan birtakım
nedenlerin gelmesi kaçınılmaz: Sokaktaki adamdan, laboratuardaki bilim insanına
değin değişik kesimlere bir sormaca uygulansa, “nüfusun hızla artışı”, “insanların
açgözlülüğü”, “dinsel değerlerden uzaklaşma”, “teknolojik gelişme”, “insan merkezli
düşünce biçimi” gibi çok farklı yanıtların alınacağı kolayca kestirilebilir.
Öncelikle, yaşanan bunalımın “teknik” bir sorun olmadığını, bundan öte, daha
büyük çaplı “toplumsal/siyasal” sorunların bir boyutu ya da doğal bir sonucu
olduğunu söylemek gerekiyor. Daha açık bir anlatımla, yaşananların yalnızca bir
“kirlilik” ya da “bozulma” sorunu olmadığını, ortada daha kapsamlı, çözümü daha
güç bir sorunlar ağının durduğunu kabul etmek gerekiyor. Eğer sorunlar yalnızca
“kirlilik ve bozulma” ile sınırlı kalsaydı, bunlara çözüm bulmak çok daha kolaylaşır;
mevcut eğitim sistemimizde çevre derslerindeki “çöpleri yere atmamak”, “ormanları
korumak”, “hayvanları sevmek” gibi iyi niyetli öneriler de işe yaramış olurdu. Oysa
bu derslerde verilen önerilerin çözemeyeceği kadar karmaşık, güç sorunlarla karşı
karşıyayız.
Günümüzde yaşanan ekolojik bunalımın gerisine gidebilmek için yukarıda
sayılanlardan daha açıklayıcı kavramlara başvurmak zorundayız gibime geliyor.
Sözgelimi, "Sanayi toplumu", "tüketim toplumu", "yabancılaşma", "ekonominin
önceliği", "teknolojinin egemenliği", "aşırı ve dengesiz kentleşme" bunlardan olabilir.
Ancak bir adım daha öteye gitmek istiyorsak, sözü edilen ikinci küme nedenlerin de
yaşananları tam olarak açıklayamadığını, bunların “neden”den daha çok birer
“sonuç” olduğunu görmek zorundayız. Bu açıdan, Wallerstein ve Gorz’un açtığı yolu
izleyerek, önümüzde duran ekolojik bunalımın nedenini, “sınırsız sermaye
birikimini sağlamak üzere herşeyin metalaşma sürecine sokulduğu kapitalist dünya
ekonomisi” olarak görmek en gerçekçi, en aydınlatıcı açıklama olacaktır.
2. Çevre sorunlarının mevcut uygarlığımızı çökertecek boyutlara
tırmanacağından söz ediliyor, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
doğru
Birinci soruya verdiğim yanıtı izleyerek devam edecek olursak, bu sorunun karşılığı
da kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Doğal bozulma sürecinin sorumlusu ilan
ettiğimiz kapitalizm, durmadan büyüme ve yeni pazarlar yaratma üzerine kurulu
olan, bir anlamda talebin olabildiğince yüksek düzeylere çıkmasını arzulayan bir
sistem; oysa doğanın, doğal kaynakların bir sınırı, “istiap haddi” bulunuyor. Bir
anlamda sorun, birikim ve üretim artışının sınırsızlığı ile doğal kaynakların
sınırlılığı arasındaki çelişkiden kaynaklanmaktadır. Bu açıdan, günümüzde
yaşanan sıkıntıların yalnızca bir başlangıç olduğunu, uzun vadede çözümü daha
güç sorunların karşımıza çıkacağını düşünüyorum. Ancak karamsarlığı aşıladığı ve
“ne yaparsak yapalım sonucu değiştiremeyiz” düşüncesine, kısaca kurulu düzenin
devamına hizmet ettiği için de “uygarlığın çökmesi” gibi karamsar öngörülerden de
uzak durmak gerekiyor galiba. Unutmamak gerekir ki, var olan düzen ve ilişki
biçimleri sürdüğü sürece, uygarlık tehlikeye girdiğinde ilk darbeyi “yoksullar”
alacak, önce ayağa kalkacak olanlar yine “varsıllar” olacaktır.
1
3. Çevre sorunları ile modern dünya görüşü ve üretim biçimleri arasında ne tür
ilişkiler mevcuttur, sizce sorunların çözümleri için bir siyaset değişikliği yeterli
mi?
İnsan türü var olduğu sürece çevreye baskıda bulunacak, ondan daha fazla
yararlanmanın yollarını arayacaktır; dolayısıyla ekolojik bunalımın geçmişi üzerine
kesin bir şeyler söylemek o kadar da kolay değil. Bu açıdan çevre sorunları,
insanların ilk olarak mağaralardan çıkıp yerleşme yerleri kurmaya başladıkları,
uygarlığın temelinin atıldığı dönem olarak değerlendirilen Neolitik Çağ'a değin
götürülebilir. Bir anlamda çevre üzerindeki baskının, insanın araç yapmaya ve
kullanmaya başlamasıyla ortaya çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bundan
dolayı Sanayi Devrimi'ni, çevre sorunlarının ivme kazanmasında bir dönüm noktası
olarak alabiliriz. Böylece, doğa üzerinde kurulan baskı taşıma sınırlarının ötesine
geçmiş, gereksinimler için değil pazar için üretim yapılmaya başlanmıştır.
Kuşkusuz bu aşamada Aydınlanma’yı da anmak gerekir. Sanayi Devrimi ve onun
gerisindeki Aydınlanma Düşünüşü ile insan artık doğadan yalnızca yararlanmakla
kalmayıp, ona egemen olmanın yollarını da aramaya başlamıştır. Bir anlamda
Aydınlanma ile birlikte, Eski Yunanlı düşünürlerin doğanın düzeninde ussal bir ilke
olduğu biçimindeki düşüncesi yeniden benimsenmiştir; bu yolla insan evreni
tanıyabilecek, anlayabilecek, onu egemenliği altına alarak varlığını ve gücünü
pekiştirecektir. Öbür taraftan baktığımızda da bu açıklamaya, üç büyük tek tanrılı
dinin, dünyanın, insanlara yarayışlı olmak üzere yaratıldığı biçimindeki insan
merkezci yaklaşımlarını da eklemek gerekecektir. Bir anlamda, egemen düşüncenin
kaynağının insan aklı ya da dinsel kurallar olması, çevre üzerinde kurulan baskı
açısından farklı bir sonuç doğurmamıştır. Ancak bugün gelinen noktada, son
darbeyi tüketim toplumu ve sürdürülebilirliği buna bağlı olan küresel kapitalizmin
vurduğu açık. Daha çok kâr elde etmeye, sermaye birikimini büyütmeye ve sürekli
yeni pazarlar yaratmaya dayanan bir sistem olarak küresel kapitalizmin bugünkü
ekolojik bunalımın sorumlularından biri olarak görülmesinin temel nedeni, mal ve
hizmet sunumunu gerçek gereksinimlere göre değil, kârlılık ölçütüne göre
gerçekleştirmesidir. Dünyanın bir bölümünün açlıktan kırılırken, diğer bölümünün
savurganlık içinde yaşamasının nedeni de budur. Başka bir biçimde söylemek
gerekirse, üretim ve dağıtımın, gerçek toplumsal gereksinimler çerçevesinde değil,
çok uluslu şirketlerin ve gelişmiş dünyanın benimsediği politikalar gereğince
belirlenmesinin kaçınılmaz sonucu, doğal değerler üzerinde ağır baskı kurulması,
kaynakların sınırsızca kullanılması, toplumsal ve fiziksel bozulmanın daha önce
görülmemiş düzeylere ulaşması olmuştur.
Kuşkusuz siyaset değişikliği gerekli, ancak bunun yanında başka şeylerin de
değişmesine gereksinim var. Yüzyılların birikiminden gelen bugünkü sorunlu
durumu ve dengesiz ilişki biçimlerini dönüştürmenin güç olduğu ortada. Ancak
bugünkü sorunlu yapıda bile yapılabilecek şeyler, atılabilecek adımlar olduğunu
düşünüyorum. Çok basmakalıp gibi gelebilecek belki ama İnsanın doğayla ilişkisini
yeniden düşünmeye başlamasının yollarını aramak gerekiyor. Bunu da ancak
bütün değerler sistemimizi, eğitim programlarımızı, yaşama biçimlerimizi yeniden
düzenlemekle sağlayabiliriz. Enerjiyi, sanayiyi, ulaştırmayı, turizmi, kısacası bütün
üretim, dağıtım ve tüketim sistemlerini doğaya uygun biçimde tasarlamanın ve bu
yeni yapıyı sürekli kılmanın tek yolu yeni bir anlayış biçiminin yerleşmesini
sağlamak galiba.
2
4. Çevre mevcut ekonomik sistemin sınırlarını mı oluşturmaktadır? Teknolojinin
daha “iyiliksever” yönde geliştirilmesi çevre sorunlarına çözüm olabilir mi?
Bu soruya iki biçimde yanıt verilebilir. İlk yanıtımız kuşkusuz, “evet, doğal
kaynaklar ve çevre mevcut ekonomik sistemin sınırlarını oluşturmaktadır”
olacaktır. Ancak öbür taraftan baktığımızda bunun tam tersini söyleme olanağımız
da var. Eğer küresel kapitalizmin bir bunalım içinde olduğunu kabul ediyor, çevreyi
korumak için alınacak önlemlerin ve çevrenin bizzat kendisinin yeni bir tüketim
alanı, yeni bir pazar oluşturduğunu akla getiriyorsak, çevre sorunlarının
sanıldığının tersine kapitalist sistemin sürekliliğini sağlamaya yönelik bir yönü
olduğunu da düşünebiliriz. Belki de kapitalizmin kimi aşırılıklarını çevre koruma
önlemleri gibi araçlarla törpülediğini, böylece kendisini daha da güçlendirerek
varlığını devam ettirebileceğini de söyleyebiliriz. Ancak yeşil pazarın emekleme
aşamasında olduğunu, gelişmeye muhtaç olduğunu, dolayısıyla bu tür bir
genellemenin şimdilik yalnızca bir eğilimi gösterdiğini belirtmek gerekir.
Teknolojinin çevresel değerlerle uyumlu olacak biçimde geliştirilmesi çevre sorunları
için bir umut olabilir; zaten başka şansımız da yok. Ancak daha önce de söylediğim
gibi, salt teknolojinin iyileştirilmesi bugünkü ekolojik bunalımın dindirilmesine
çözüm olamayacaktır. Yaşanan toplumsal dengesizlikler giderilmediği sürece
çevreye duyarlı teknolojilerin giderilmesi yalnızca biyolojik çeşitlilik ve doğal kaynak
üzerindeki baskıyı azaltacak, bugünkü ekolojik bunalımın çözümüne kalıcı bir
katkı sağlamayacaktır.
5. Küresel boyutta üretilen koruma politikaları uluslararası sistemdeki mevcut
merkez-çevre iktisadi, sosyal ve siyasi dengeleri adalet eksenine çekebilir mi?
Kyoto Protokolü bu yönde bir gelişme sayılabilir mi?
İklim değişikliği, biyolojik çeşitliliğin kaybı, ormansızlaşma gibi küresel çevre
sorunlarının ortaya çıkışından en başta gelişmiş Kuzey ülkelerinin sorumlu
olduğunu biliyoruz. Kyoto Protokolü gibi büyük umutlar bağlanan girişimlerin de
zaten yine bu ülkeler tarafından başlatıldığını anımsamakta yarar var. Küresel
boyutta izlenen çevre politikaları mevcut uluslararası politikalardan bağımsız olarak
belirlenmiyor ki. Uluslararası çevre politikasının gelişim seyrini incelediğimizde
“ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluk” ilkesinin kağıt üzerinde kaldığını kolayca
görebiliriz. Bir anlamda, ekonomik ve siyasal amaçlar uluslararası çevre
politikasının alacağı doğrultuyu önceden belirliyor. Sözgelimi Türkiye, salt OECD
üyesi olduğu için, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nde
gelişmiş ülkelerle bir tutularak emisyon indirimine gitme ve maddi yardımda
bulunma yükümlülüğü altında bırakılmıştı; bugün de, Avrupa Birliği’ne aday
olduğumuz için Kyoto Protokolü’nü imzalamamız bekleniyor. Oysa Kyoto Protokolü,
içerdiği esneklik mekanizmaları ile çevre koruma önlemlerinin ekonomik çıkarların
baskısı altında nasıl biçimlendiğini açıkça göstermektedir. Örneğin, buna göre,
iklim değişikliğine yol açan gazların emisyonundan sorumlu olan ülkeler,
kendilerine tanınan kotaları aştıkları takdirde ihtiyaçlarını bu miktara henüz
ulaşmayan ülkelerin kotalarını satın alarak karşılayabilecekler. Bir anlamda
Protokol emisyon ticaretini düzenleyen hükümler de barındırıyor. Zaten Protokol’ün
süresi 2012 yılında sona ereceğini anımsamak gerekir. Bu açıdan, gelişmiş
dünyanın özellikle de ABD’nin Protokol görüşmelerinde nasıl bir tutum izleyeceğini
görmek oldukça ilginç olacak.
3
6. Çevre sorunlarının çözümü için ne tür politikalar yürütülmeli? Sivil toplum bu
noktada ne tür roller üstlenebilir?
Soruyu “ülke düzeyinde nasıl bir çevre politikası izlemeli?” biçiminde algılayıp
yanıtlıyorum. Öncelikle, yaşama geçirilecek politikaların bütünleşik bir biçimde ele
alınması gerekiyor; kalkınma planları, bölge planları, çevre düzeni planları, imar
planları biçiminde aşağıya doğru giden hiyerarşinin sağlam olması, birbirleriyle
çelişmemesi ve tam olarak uygulanması gerekiyor; çevre yönetiminde ve kurumlar
arasında çok başlılığın giderilmesi, yetki karmaşasına son verilmesi gerekiyor; en
önemlisi de bunları yaşama geçirecek bilinç düzeyine ve maddi olanaklara ulaşmak
gerekiyor. Bu noktada yerel yönetimlere ve sivil topluma büyük görevlerin düştüğü
kesin. Sözgelimi, herhangi bir yöredeki yerel çevre sorununun çözümünde asıl
sorumluluk Çevre ve Orman Bakanlığı’nda değil, belediyelerdedir. Her çevre sorunu
aslında bir gündelik yaşam sorunu olduğu için bireylerin, sivil girişimlerin, gönüllü
örgütlerin çevre yönetimi sürecine katılmaları yaşamsal önem kazanıyor. Sivil
toplum örgütlerinin eğitim, kamuoyu oluşturma, bilinçlendirme gibi alışılagelmiş
etkinlik biçimlerinin yanı sıra yöre halkını da yanlarına alarak gerçekleştirdikleri
türlü uygulamaların, doğru yönlendirildiği takdirde çok yararlı sonuçlar
doğurduğunu görebiliyoruz. Bu açıdan aklıma ilk gelen örnek, o zamanki adıyla
Doğal Hayatı Koruma Derneği’nin (şimdi WWF-Türkiye oldu) 1995-2000 yılları
arasında Çıralı’da gerçekleştirdiği çalışmalar oluyor. Başarının ancak sivil toplum
örgütü çalışanlarının ve gönüllülerin yöre halkıyla iyi ilişkiler kurduğunda
geleceğini bu örnek çok iyi gösteriyor. Üstelik böyle bir yola girildiğinde sivil
girişimler gerçekten halkın temsilcisi olabilecek, yalnızca belli bir eğitim düzeyine ve
gelire sahip kimselerin egemenliğinde ve elit kesimin sözcülüğünde olma
önyargısından kurtulabileceklerdir. Ortada duran sorunlar doğrudan doğruya
gündelik yaşamı ilgilendirdiği ve yerel dinamikleri harekete geçirme olanağı
bulunduğu için çevre sorunları gönüllü örgütler için büyük potansiyel taşıyor.
4
Download