On5yirmi5.com Bana felsefeci olmadığımı söylüyorlar Alışveriş merkezleri, işyerleri, evdeki kişisel alanlarımız Alain de Botton'un kitaplarında kullandığı felsefesinin temelini oluşturuyor. Yayın Tarihi : 18 Şubat 2011 Cuma (oluşturma : 10/21/2017) Derya Lawrence'nın röportajı; Alışveriş merkezleri, işyerleri, evdeki kişisel alanlarımız Alain de Botton'un kitaplarında kullandığı felsefesinin temelini oluşturuyor. Akademik kuralların dışında gündelik yaşamdan beslenerek yazan, bu yüzden de ağır eleştirilen yazarla değişen dünyayı, yeni fikirleri ve geleceği konuştuk Öncelikle, akıcı olarak İngilizce, Fransızca ve Almanca konuşuyor olmanız ve farklı ülkelerde yaşamış olmanız yazılarınızı ne şekilde etkiliyor? Sınır gözetmeden farklı ülkelerde okunabilir kitaplar yazma arzumu pekiştiriyor. Yazdığım ilk kitap dâhil hepsi başka dillere tercüme edildi. Farklı ülkelerde yaşamış olduğum için, kitaplarımın da farklı ülkelerde okunmasını hep mantıklı bulmuşumdur. Yazdığım kitapların konuları da kasıtlı olarak, belli bir coğrafyaya mahsus değiller. Felsefeye ilginiz nasıl doğdu? Çocukluğumdan beri düşünen, sorgulayan bir yapıya sahiptim. Düşünceli biriyseniz bir noktada ufukta felsefeyi görürsünüz ve ilginizi çeker. Bunu demişken birçok felsefe dalından da hoşlanmam. Örneğin? Daha matematik ağırlıklı branşlardan, metafizik veya soyut düşünmeyi gerektiren felsefe dallarından hoşlanmıyorum mesela. Tam tersine, felsefenin psikolojiye kayan alanları ilgimi çekiyor. Günümüzde felsefenin bir öğreti olarak akademik çevrelerin entelektüel etki alanı altında olduğu doğru mu? Eğer öyleyse bu çevreler felsefenin ne olduğuna ve ne şekilde incelenmesi gerektiğine hüküm verdiği sürece felsefe kısır bir branş olmaya mahkum değil mi? Aslına bakarsanız felsefe kendi etrafına bariyerler çekmiş bir dal. Profesyonel felsefe çok sıkı kontrol edilmesinin yanı sıra akademik çevrelerin elinde bulunuyor. Akademik çevreler de genellikle devlete bağlı olduğu için felsefe, devletin finansal desteği ile ayakta kalıyor. Edebiyat için aynısı söylenemez. Edebi eserlerin, şiirlerin sivil toplum içerisinde kendine öz bir kalbi ve atardamarı var. Benim gibi akademik çevrelerden olmayan az sayıda felsefeci var ama işimiz epey zor. Çok baskı altındayız, gözler üzerimizde. ‘Felsefenin Tesellisi’ adlı kitabınız çok satmış olsa bile kitaba profesyonel filozoflardan gelen eleştirilerin bazıları çok sert, hatta can yakıcıydı. Bu eleştirilerin sebeplerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Akademik felsefeciler ile akademinin dışında yazanlar olarak ölümüne bir mücadele içerisindeyiz. Felsefeyi bir organizma olarak hayal edin. O organizmanın bir sendikası var (akademiler). O sendikanın bir parçası olmadığınız zaman dışlanıyorsunuz, hor görülüyorsunuz, tehdit altındasınız. Aslında benim adıma sorun daha derine iniyor. Problem felsefenin işlevi ile ilgili. Ben felsefeyi eskiden görüldüğü gibi yaşamda kullanılması için var olan bir araç olarak görüyorum. Bu bakış açısı eski Yunan ve Roma uygarlıklarında yaygındı. Sokrates veya Montaigne gibi filozoflar da bu bakış açısına sahip olan bazı düşünürler. Akademik çevrelerde felsefe bir bilgelik olmaktan çıktı. 19’uncu yüzyılın sonlarından itibaren felsefenin işlevi, bellibaşlı konulara etkin tanımlar koymaktan ibaret bir hal aldı. Bu da, “iyi bir ölüm nedir?” veya “sorumluluklarım nelerdir” gibi soruların önemlerini yitirmelerine sebep oldu. Benim yanıt aradığım sorular da akademik çevrelerin karar kıldığı felsefi soruların dışında kalması ile sonuçlandı. Bu sebepten dolayı bazı yazdıklarım profesyonel felsefeciler tarafından yerden yere vuruluyor. Bana felsefeci olmadığımı söylüyorlar. Profesyonel felsefecilerin mi, kitaplarınızı okuyan kitlelerin mi görüşlerine daha çok değer veriyorsunuz? İkisine de sahip olmak çok güzel olurdu ama bunun imkânsız olduğunu fark ettim. Evet, üzücü bir durum. Aslında akademik bünyelerin bana destek vermelerini isterdim. Felsefede hiç eskimeyen tartışmalardan biri olan ‘görünürde olan ile gerçeklik’ arasındaki ilişki üzerine aldığınız pozisyondan da anladığım kadarıyla soruların cevaplarını öncelikle kendi tecrübeleriniz aracılığıyla arıyorsunuz. Bu bağlamda, kitaplarınız kendinizi arayış sürecinizin bir uzantısı mı? Bir bakıma kitaplarım içeri dönük projeler. Kitaplarımın sübjektif olduğu ve kendi tecrübelerimle başladıkları doğru. Otobiyografik olmaları, bazı katı akademik kurallara nazaran kişisel, havai ve sorumsuz olabilmeleri anlamına geliyor. Fakat aynı zamanda evrensel gerçeklere kişisel tecrübeler üzerinden ulaşmanın, direkt olarak evrensel gerçekler aramaktan daha iyi bir yöntem olduğuna da inanıyorum. Son kitaplar din ve evlilik üzerine Kitaplarınızla felsefeyi yeni kitlelere kazandırmaya çalıştığınızı söylemek doğru bir tanım olur mu? Bilmiyorum. Sorunun cevabı felsefeden ne anladığınıza bağlı. Kelimeye yüklenen anlama önceden de bahsettiğim gibi akademik çevreler tarafından karar veriliyor. Ben farklı bir çizgi üzerinde ilerliyorum. ‘Felsefenin Tesellisi’ kitabında bahsettiğim altı filozofun (Sokrates, Epikuros, Seneca, Montaigne, Schopenhauer, Nietzsche) izinde... Bunun felsefeyi yeni kitlelere kazandırmak olup olmadığından emin değilim. Başka felsefecilerin fikirlerini daha erişilir bir dilde paketleyip sunduğum doğru değil. Kitaplarımda (Çalışmanın Mutluluğu, Mutluluğun Mimarisi, Seyahat Sanatı gibi) daha önceden işlenmemiş temalar üzerine çalışıyorum. Daha geniş kitlelere ise estetik gerekçelerden dolayı ulaşmak isterim: yazılan bir eseri geniş kitlelerin anlamaması bir sorundur. Bu durumda yazarın vazifesi konuyu olabildiğince okunabilir kılmaktır. Bir sonraki kitabınızın konusu nedir? 2012’nin ilk aylarında din üzerine yazmış olduğum bir kitap çıkıyor. Şu anda da evlilik üzerine bir kitap yazıyorum. Son kitabınızda (Havaalanında Bir Hafta) Heathrow Havaalanı’nda geçirdiğiniz bir hafta içerisindeki gözlemlerinizi anlatıyorsunuz. Böyle bir çalışma nasıl ilginizi çekti? Havaalanlarını her zaman sevmişimdir. Modern yaşamın birçok unsurunun odaklandığı sayılı mekânlardan bir tanesi havaalanlarıdır. Örneğin sınırlardan yoksun teknoloji ve iletişim çağında yaşadığımızı hep duyuyoruz ama anlamını unutuyoruz. Havaalanlarında bu gerçekliği gözlerimizle görüyoruz. Hem sevdiğim bir yer olması, hem de ağır güvenlik önlemleri sebebiyle pek dolanılmayan bir yerde istediğim gibi hareket edebilme şansını değerlendirmemek delilik olurdu. Kitapçılarda son eserinizi hangi rafta görmeye aşinasınız? Seyahat mi, felsefe mi, kurgusal olmayan eserler arasında mı? Emin değilim. İş dünyası ile edebiyat arasında her zaman doğal bir uçurum olmuştur. Ben de bu aralığa bir köprü çekme fikrini çok beğendim. İş dünyası ile ilgili yazılan kitaplar genellikle finans bazlı bir pencereden yazılır. Havaalanlarının aslında birer işletme olduklarını unutmamalıyız. Bense orada geçirdiğim haftayı insani bir mercekten inceledim. O halde havaalanları bize bizimle ilgili ne söylüyor? Bir yerden başka bir yere seyahat etmeyi çok kolaylaştırdığımızı, fakat bu seyahatin içimizde hâlâ psikolojik açıdan zor olduğunu söylüyor. Birçok insanın havaalanlarında içten içe yaşadığı endişe, yaşanmakta olan tecrübenin yabancılığından kaynaklanıyor. Aynı zamanda, havaalanlarının para tuzakları olmalarından dolayı da gittiğimizde ya atıştırmak, ya da alışveriş yapmak istiyoruz. Bu da içimizden geçen hisleri bastırmamıza ve sindiremememizle sonuçlanıyor. Modern memnuniyetsizlikler ‘Çalışmanın Mutluluğu ve Sıkıntısı’nın giriş bölümlerinde çalışma ortamında üretim ve dağıtım işlemlerinden kopukluğumuz sonucunda yabancılaşma yaşadığımızı ve bu sebepten dolayı hayranlık, minnettarlık ve suçluluk gibi duygulardan soyutlandığımızı yazıyorsunuz. Marx’ın yabancılaşma kavramına da üst üste gönderme yapıyorsunuz. Bu kavramın kitabınızdaki yerinden bahseder misiniz? Çalışma hayatının merkezinde birbirimizi tamamlama ihtiyacı bulunuyor. Herkesin bir başkasından temin ettiği ihtiyaçları var. Fakat yabancılaşma sonucunda bu uğraş içerisinde birbirimizden ne kadar uzaklaştığımızı fark etmekte güçlük çekiyoruz. Edebi eserlerin bu sorunları göstererek bazı bağlantıların tekrardan kurulmasına yardımcı olabileceğine inanıyorum. Çoğumuz hayalimizdeki işte çalışma şansına sahip olamıyoruz. Özellikle şu anda dünya çapında içinde bulunduğumuz ekonomik bunalımda hala iş hayatımızda mutlu olabileceğimize inanıyor musunuz? İş gücünün ilk defa bu kadar büyük bir kesimi okumuş insanlardan oluşuyor. Bu insanların herhangi bir işte çalışmaya razı olacaklarına inanmıyorum. Mısır’da ve Tunus’ta yaşananlara bakacak olursak devrim hareketinin temeli ya işsiz, ya da işinden memnun olmayan okumuş gençlerden oluşuyor. Aradıkları herhangi bir iş değil, kendilerini hakikaten tatmin edecek bir iş. Bu arayışın içinde farklı, modern bir memnuniyetsizlik yatıyor. Bu iyi bir şey mi? İnsanları mutlu edecek talepler barındıran zorlu ve fırsatlar dolu bir değişim. İyi bir günde bir devrim yaratırsınız, kötü bir günde ise devrim kötü gider. Çok kötü bir günde ise ölürsünüz (gülüyor) Herhangi bir filozof ile uzun bir tren yolculuğuna çıkacak olsanız, kiminle seyahat etmek isterdiniz? Fazlasıyla kolayca heyecanlanan kişiliğinden dolayı Nietzsche olmazdı! Hem dolu muhabbetiyle hem de dostluğuyla Montaigne, seyahat etmek için ideal olurdu herhalde. [Radikal] Bu dökümanı orjinal adreste göster Bana felsefeci olmadığımı söylüyorlar