FELSEFE ve NOHUT DÜRÜMÜ1 Mehmet Sabri Genç Felsefe burada piyasa yeniden ya da yeni sürülen bir ürün gibi ne yazık ki. O yüzden konuşmamın başlığını “Felsefe ve Nohut Dürümü” diye seçtim. Bilirsiniz bazı büyük firmalar ürününü satmak için reklamlarını yerelleştirir yani mekâna göre o ürüne bir şekil verir. Ya da zamana göre o ürünü satacak reklamlar yapar. Örneğin bizde ramazanda reklamlar hemen değişiverir. Avrupa’da da Christmas ayında reklamlar değişir. Chrtistmas’ta bir araya gelmiş aile Coca Cola içer orda yaşlı bir dede ya da babaanne torununa kola doldurur, arkada Noel ağacı gözükür. Bizde Ramazanda reklamlara davullar maniler girer. Tüketim kültürünün rengi mekâna ve zamana göre değişir. İşlerine gelince kullanırlar bunu, işte tüpün Anteplisi diye bir reklam var. Tüpe bile geleneksel Antep yeleği giydirmişler. Günümüzde, bilim ve felsefe de ne yazık ki bu olmadan halka ulaşmıyor. Çünkü insanların algısı bu yönde değiştirildi. Şimdi ben bugünkü konferansıma “Türkiye’de ve Gaziantep’te Felsefe Sorunsalı” ya da “Felsefe’de Algı Sorunu” diye bir başlık seçseydim belki bu kadar kalabalık olmayacaktı ve ben bu kadar kalabalık bir kitleye hitap edemeyecektim. Dolayısıyla bazı bildiklerimi, okuduklarımı sizinle paylaşamayacaktım. “Felsefe” dediğim gibi ne yazık ki piyasaya yeni sürülen bir mal gibi burada. Hâlbuki bu topraklarda dil, kavram çalışmalarından tutun da divan edebiyatına kadar her türlü alanda kitaplar yazılmış, çalışmalar yapılmıştır. Bu başlığı seçmemin ikinci sebebi, nohut dürümünün buraya has yani yerli bir yemek olmasıdır. Bazıları ‘yerli fastfood’ der, ben bunu kabul etmiyorum. Benim babamın dükkânı eski Kelleci Pazarındaydı, Antepliler bilir, şimdi yıkıldı. Nohut dürümcüsünün esas merkezi orasıydı. Orda bir pazar vardı. Bitpazarı, sebze pazarı, buğday pazarı, köylü garajı hepsi yan yanaydı. Müthiş bir pazardı. Benim çocukluğum orda geçti. Her öğlen o Adil Usta’da (şimdi üniversitenin karşısındaki Adil Usta’nın esas yeri orasıydı) yemeğimizi yerdik. O pazarın havası, oradaki esnafın ahlakı başkaydı. O köylü garajının hengâmesi, caddedeki hamalların, esnafların birbirleriyle olan yarenlikleri müthiş bir tiyatroydu. O “Pazar” ne yazık ki yıkıldı, kelleci pazarının yerine otopark yapıldı, o müthiş mimariye sahip Şire Hanı yandı ve daha sonra o nohut dürümcüyle beraber hepsi gitti. Bitpazarı gitti, köylü garajı gitti, hamallar gitti, esnaflar gitti. Benim yeğenimin felsefe hocası demiş ki; Anteplilerin bir ekmeği var arasına ne koyarlarsa koysunlar dürüm oluyor. Şimdi felsefe de öyle bir şey ki akıl yürütmeye, akıl prensiplerine uygun her düşünce felsefe olur. Aynı Anteplilerin dürüm olayı gibidir bu. Gönül isterdi ki, felsefeye öyle bir bakış açısı olmasın, nohut dürümünün macerasıyla beraber bu topraklarda yerli bir düşünce yeşillensin, yerli bir düşünce gelişsin. Şimdi oradan o nohut dürümcü taşındı Ağa Camii’nin bitişiğine, daha sonra şubeler açıldı. Yayılma stratejisi değişti, bir müddet sonra ‘Dürümcü Fiko‘ nohutu ezdi. Sade nohuttu önceden, bilenler bilir onun adı sadedir. Daha sonra acılısı çıktı, soslusu çıktı vs. Şehrin yöneldiği mevzu mutfak kültürü, çok önemlidir mutfak kültürü… Ancak bir şehirde salt mutfak kültürü olursa bu da olmaz. Keşke bununla beraber o akletme, düşünme, mantıksal çerçevede akıl yürütme yetilerimizi de bir yandan geliştirmeye devam etseydik. Şehir belki çarpık gelişmezdi, mantıksız bir şekilde gelişmezdi. Yüksek 1 Bu metin GAÜN Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Öğretim Görevlisi Mehmet Sabri GENÇ’in 25 Kasım 2011 tarihinde Ömer Asım Aksoy Konferans Salonu’nda yapmış olduğu konuşmanın özetidir. binalar dikmek, plansız programsız tramvay inşa etmek, şehrin gelişmişliğini göstermez. Köln’de bir tramvay inşaatı on yıl sürdü, on yıl...! Onun kaldırım planı var, karşıdan karşıya geçiş planı var, şehrin hangi bölgelerinden geçecek hangi bölgenin tramvay ihtiyacı var? Oradakilerin ekonomik durumu, arabaları var mı yok mu? Bunları hepsinin temelinde felsefe yatar. Köln’deki tramvay inşaatının temelinde olduğu gibi. Çünkü Köln şehri felsefileşmiş bir medeniyetin kentidir. Bir kültürün ulaşması gereken en son nokta, onun felsefileşmiş medeniyet olma olgunluğuna erişmesidir. İşte biz bunu yıllarca hor görerek yitirdik ne yazık ki. Felsefe yerlilikten çıkar ve evrensele doğru yol alır. Kendi kültürünü aşmak zorundadır. Kendi kültürünün dogmalarını aşarak, kendi kültürünün güzellikleriyle beraber evrensel bir kültüre doğru yol alır. O yüzden, nohut dürüm yerli bir yemek diye başladım konferansıma, inşallah, yerli düşüncemiz de, kültürümüze paralel evrensel bir niteliğe kavuşur. Nohut dürümünün ulaşması biraz imkânsızdır. Şehrin birçok yerine nohut dürümcü açıldı belki ama düşünce ulaşabilir. Şimdi felsefe, -derslerde de hep bahsediyorum- insanın, en insanî ihtiyacıdır. Mesela aç yaşayamayız, yemek yemek zorundayız. Belli beşeri ihtiyaçlarımızı görmek zorundayız ama beynin ihtiyacı da düşünce, akletme ve felsefedir. Beynimiz açken de hayat süremeyiz sadece belli beşeri ihtiyaçlarımızı yaşarız. Felsefe ve dolayısıyla aklımız yıllarca hor görüldü. İdeolojilerin mağaraların içine hapsedildi. Hâlbuki felsefe ideolojilerin de üstündedir. Hep söylüyorum derslerde Che Guevera’nın bir sözü var, “Yoksula ekmek verdim bana aziz dediler, neden ekmekleri yok diye sorduğumda ise komünist dediler.” Ona komünist diyerek sistem onu bir kalıba sokmaya çalıştı. Aziz diyerek de bir kalıba soktu, saf dışı etmeye çalıştı. Aziz dedi çünkü işine geldi. Sömürüyordu, o da o açığı kapatıyordu. Komünist dedi bu sefer “neden” diye bir soru sorduğu için onu düşman addetti. Yıllarca bu ülkede komünizm, anarşizm, faşizm derken gençler birbirlerine düşürüldü. Felsefe ideoloji mağarasına hapsedildi ve biz bocalayıp durduk. Felsefe elimizden alındı, akletmek elimizden alındı. Tüm bunlar olurken batı aldı başını yürüdü. Hâlbuki zamanında 8.yy’da Batı, felsefeyi İslam dünyasından öğrendi. “Hikmet Evi” ‘nde (Beyt-ül Hikme) yapılan felsefî eserlerin tercümeleri batıya ihraç edildi. Bilenler bilir, İslam dünyasında felsefî metinler Aristoteles, Platon gibi filozofların eserleri evvela Grekçe’den Arapça’ya sonra da Arapça’dan Latince’ye çevrildi. Batı ilk felsefî eserleri İslam medeniyetinden ithal etti. O eserleri çeviren Ortadoğu’da yaşayan Grekçe ve Latince bilen Hıristiyan Araplardı. Onlar aldı yürüdü bizse felsefeyi orda bıraktık. 13.yüzyıldan itibaren İslam kültürü felsefesizleşmeye doğru yol aldı. Çok sonraları Türkiye’de bu sefer o Osmanlıyla dinin bocalaması felsefeyi de etkiledi. Tanzimat’la beraber batı felsefesi girdi. Tanzimat’la beraber hazır elbise gibi yerli düşünceden uzak bir felsefeyi ithal ettik. Hâlbuki düşünce ithal edilip hazır elbise gibi giyilemez. Dediğim gibi yerlilikten evrenselliğe geçiş olması şart. Şimdi felsefileşmiş bir medeniyette akıl her yerdedir. Münih’e gittiğinizde oradaki mantık sizleri rahatsız edecek derecede her yere hâkimdir. Kendinizi robot gibi hissedersiniz. Kaldırımından, metrosundan, tramvayından her şey muntazamdır. Çünkü inşa edenlerin fikir babaları felsefecilerdir, filozoflardır. Bizde felsefe öğretimi, felsefe tarihinden ibaret görülür. Hâlbuki beynidir toplumun, aklıdır, mantığıdır. Ben Salzburg şehrinde katıldığım bir konferansta, Almanya Analitik Felsefe Topluluğu başkanının şu sözlerine şahit oldum. Dedi ki; “Biz Münih’i 20 yıl içinde teknolojinin başkenti yapacağız. Bunu planlayan programlayan biziz, yani analitik felsefeciler.” Şimdi biz bir türlü felsefe tarihinden, malumattan öteye geçemedik. Oysa felsefe malumatın zıddıdır. Meslek olarak, gazetecilik filozofluğun zıddıdır. Türkiye’de TV ekranlarında hep gazeteciler görünür. Hep onların sözü dinlenir. Hâlbuki gazetecilik toplumun sorunlarını, sıkıntılarını yansıtır, çözüm arar. Yani bu pratikte olan şeyi ekrana ya da gazeteye yansıtır. Bir sorun varsa işte mesela bir köyün köprüsü yoksa karşıdan karşıya geçilmiyorsa onu haber yapar veya bir şehrin tarihiyle veya kültürüyle ilgili çalışmalar haberler yapar. Türkiye’de nedense bir gazeteci her konuda bilgi sahibi; spor kanalını açıyorsun aynı adam, Suriye ile ilgili yapılan bir siyasi program var orda aynı adam, sonra bir kadın programını açıyorsun aynı adam… Her konuda bilgisi olan adamın hiçbir konuda bir düşüncesi olamaz. Günü birlik bilgiler gündelik bilgidir. Bunlar bizim işimize yaramaz. Bize daha oturaklı teorik bilgiler gereklidir. Bu olmaksızın toplum felakete gider. Sürekli o malumatfuruşların yerlerini başkaları alır. Eski gazeteciler gider, yenileri gelir. Gelen de gideni aratır. Yerine gelen daha kötüdür. Böyle bağıran, çağıran, hiç bir şey konuşmayan halkın ne bilim daha böyle evcilleşmesini sağlayan adamdır. Bu adam spordan anlıyor, bu adam felsefeden anlıyor, bu adam politikadan anlıyor ne olsa anlıyor! Yemek oluyor anlıyor, kendi çıkarlarına ters düşen bir şey oluyor onu köşe yazısına taşıyor. Bir toplumun aydınları olmalı, o aydınların sözü dinlenmeli ama bizde gazetecilik de aydın olmak da aynı şey gibi algılanır. Şimdi felsefeyle alay edildi dedik. Pascal derki; ”Felsefeyle alay etmek te bir felsefedir.”. Çünkü bakın bizde burada konuşarak bir sonuca varmaya çalışıyoruz. Gaziantep’te çok önemli ilim adamları vardı, çok önemli felsefeciler vardı. İşte duymuşsunuzdur. Belki okumuşsunuzdur. Mütercim Asım (1755-1820) diye bir deha vardı. Hâsip Dürri (1844-1915) vardı. Türk dil kurumunun ilk başkanı Gaziantepliydi: Ömer Asım AKSOY (18981993). Bakınız, konferans salonunun ismi Ömer Asım AKSOY. O bir dilbilimciydi. Antep ağzı sözlüğü var, Türkçe sözlüğü var. Böyle bilim adamları vardı ne olduysa sonra dediğim gibi sağ-sol, darbeler şunlar bunlar derken bu hale geldik. Gaziantep Lisesi’nde bir felsefe öğretmeni vardı: Nahit Hoca. Bu rahmetli hocanın lakabı neydi biliyor musunuz: Allahsız Nahit. Hâlbuki belki hocanın alıp veremediği bir şey yoktu Allah ile. Toplum o ismi verdi. Niye? Çünkü felsefe ile meşgul olmak; “Allahsızlık”, ”Dinsizlik”, “Anarşistlik” gibi algılandı. Belki de bu –Nahit Hocayı tenzih ederim- vasatın altında adamların liselerde felsefe derslerine girip, elini cebine sokup sorduğu şu ilk sorudan kaynaklanıyordu: “Allah var mı, yok mu?”. Varsa inanılır, bu imandır, inançtır. Bu sorgulanmaz, bu mahremdir. Allahın, Tanrının varlığını sorgulayamazsın. Hem de lisede hiç sorgulayamazsın. Liseye gidiyor işte, “Allah’a inanıyor musun?” diye soruyor gençlere. Bu çok ayıp bir sorudur. Bu onun bileceği bir şeydir. Allah’la kul arasına girilmez. Bu konuyu donanım olmadan tartışmaya açarsan dini kullanım, sömürü alanına sokarsın. Ne oldu? İşte her şey görüldüğü gibi ortada! Hatadan hakikate geçilmez, hakikatten hakikate geçilir der bir batılı. Biz hep hatadan hakikate geçmeyi denedik ve hakikate geçtiğimizi sandık, hâlbuki hatadan daha büyük hataya geçtik, sonra daha büyük hataya, sonra hata, hata derken hatalar yığıldı ve artık neredeyse çözülemez hale geldi. Hakikatten hakikate geçersin. Viyana’nın şehir planına bakın. 1. Viyana 2. Viyana, 3. Viyana’dan tâ 22. Viyana’ya kadar gider. 1.Viyana merkezdir, çember şeklinde. 2. Viyana ondan sonraki çember, kaybolmazsın Viyana’da bir yerden çıktın mı geldiğin yere geri dönersin. 1. Viyana’da üniversite, adliye, parlamento, hastane gibi kurumlar vardır. Neden? Çünkü toplum için en önemli kurumlardır bunlar. İşte ikinci Viyana’da 1. Viyana’da olanların farklı binaları vardır, tabi aralarda gene oturulan binalar ve gerekli ihtiyaçları sağlayan dükkânlar vardır. 3.-4. Viyana derken şehir belirli bir plana, mantığa doğru genişler. İşte oradaki şehir ve dolayısıyla medeniyet bu şekilde kurulmuştur. Bunun da temelinde felsefe vardır. O yüzden hata yok, hakikat var temelinde, şimdi ne yaparlarsa yapsınlar hata olmaz. Çünkü temelinde hakikat vardı. Olsa bile o bir toz gibi silinir, çözümü kolaydır. Gittiğiniz zaman büyülenirsiniz şehirden, sizi rahatsız etmez. Şimdi burada ne yapsak okul okumuş olmaya, felsefe bilmeye gerek yok; bu mantıksızlık! veya böyle şey olur mu? der adam. Hiç okula gitmemiş adam bile bir yere gidip bir işini göreceği zaman canı sıkılır, rahatsız olur. Aklımızın prensipleri var, bize doğuştan verilmiş, bunun dışına çıkamazsınız. Bu nedir işte; Bütün insanlar ölümlüdür, Sokrates insandır. Öyleyse Sokrates ölümlüdür. Bu önermeler aracılığıyla bizi zorunlu olarak bu kıyası yapmaya zorlar aklımız, ama şunu yani; Bütün insanlar ölümlüdür, Sokrates bir insandır öyleyse Sokrates ölümlü değildir diyemiyoruz. Burada bir sonuca varamıyoruz. Klasik mantığın en meşhur örneklerinden biri budur. Derslerde de öğrettiğim bir şey var çok önemli ve daha çok aslında psikiyatrinin bir konusudur. Bu da ilginçtir, çünkü aklın prensiplerini değiştiriyor insanlar. Buna ilkel mantık diyoruz. Örneğin; T.C. Cumhurbaşkanı Türk Vatandaşı olmalıdır. Abdullah Gül, T.C. Cumhurbaşkanıdır, öyleyse Abdullah Gül Türk Vatandaşıdır. Bu örnek az evvel verdiğim örnekle aynı doğruluğa ve kıyasa sahiptir yani akla uygundur. İlkel mantıkla düşünen adam ise şöyle düşünür: T.C. Cumhurbaşkanı Türk vatandaşıdır, ben bir Türk vatandaşıyım, öyleyse ben Cumhurbaşkanıyım. Bu örnekteki kıyasta aklın prensipleri yoktur yani akıl hastalığıdır bu. Bunun birçok varyasyonları var toplumda. Hep verdiğim örnek; Komşunun oğlu tıpı kazandı, benim oğlum daha zeki ama kazanamadı, hâlbuki o aptaldı ve kazandı. Nerden biliyorsun o çocuğun aptal olduğunu? İlkel mantık hastalığı aklının prensiplerini bozmuş. Toplumumuzda ne yazık ki bu çok yaygın. Onun varda benim neden yok, o böyle oldu da ben neden böyleyim, hep ben, ben, ben… Bu psikiyatrik bir vakadır. Şimdi teşhis etmeden tedavi demezsiniz, teşhis bu. Bir devlet dairesine gidersin, adam gelir sırada öne girer, niye? “e benim işim var, acele etmem lazım.” Bizim işimiz yok sanki! Hep anlaşmazlığın temelinde bu var: İlkel Mantık. Bırakın klasik mantığı, ilkel mantık bu. Çünkü akıl elden alınmış, adam bönleşmiş ve ne yapacağını bilmiyor, kendini cumhurbaşkanı sanıyor mesela. İşte kendi oğlunun çok değerli olduğunu düşünüyor. Kendini çok değerli sanıyor. Otist, paranoyak, şizofren… Kendisine yüz vermedi diye kadını öldüren insanlar var bu ülkede… Dünyada ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde tek filozof heykeli olan ülkeyiz. Bakırköy’de düşünen adam heykeli var. Görenler var mı bilmiyorum, meşhur bir heykeltıraşın heykelinin kopyası. Rodin’in, düşünen adam heykeli… Başka nerde var bu acaba? Düşünmeyenler dışarıda, düşünenler orada hastanede… Bizim bir kavramsal çerçevemizde yok ne yazık ki. Mesela akıl ile zekâ aynı şey değildir. Akılla zekâyı ben derslerine girene kadar, öğrenciler aynı sanıyordu. Akıl her şeyi yerli yerine koymaktır, zamanı kuşatır, geçmişi, şimdiyi ve geleceği düşünerek hayat sürmenize yardımcı olur. Zekâ ise, anlıktır, hayvanlarda da zekâ vardır. Aristoteles (384-322) hayvanlar da zekidir der. Zekâ anlıktır, âna odaklanır. Anlık beceri ve yetenektir. Akıl bir adım daha geri atar, zamanı kuşatır. Örneğin, Hitler çok zeki bir adamdı. Âna odaklandı, geçmişi, geleceği planlamadı, sadece ana odaklandı ve o yığınları peşinden sürükledi. Onun yüzünden resmi olmayan rakamlara göre 140 milyon insan öldü. O yüzden bir sınavda da sordum,”siyasetçi bir hekimden neden daha ehemmiyetlidir, toplum için?” diye. Bir hekim belki bir insanın ölümüne neden olur, ama bir siyasetçi, eğer hatalıysa, milyonlarca kişi ve nesiller çürür gider. Hitler çok zekiydi ama akıllı değildi. Onun sonu da felaket oldu, bütün diktatörlerde bu vardır. İşte Saddam’ın, İdi Amin’in sonu hep benzer oldu. Öbür tarafta Gandhi gibi bir örnek var Hindistan’da. İnanılmaz bir sabırla ve iradeyle mücadele etti. Dalga geçtiler adamla değil mi? Bu şekilde mi direneceksin? diye. Bu şekilde mi İngiltere’yi alt edeceksin? dediler. Ama adam sabretti ve başarılı oldu, niye? Çünkü akıllı ve irade sahibi biriydi. Tüm peygamberlerde görülen özellik de budur yani akıllı olmaları. Akıllı olan aynı zamanda zekidir zaten. Ama salt zekâyla hareket edersen, hayvani içgüdülerin ortaya çıkar ve aklını yitirirsin hayvandan farkın kalmaz. Yani ben çok zekiyim diye övünmenize gerek yok. Dünyada sizden daha zeki hayvanlar var. Siz aklınızla, ahlakınızla övünün. Tıp Fakültesi’ndeki öğrencilerim de, hayatla yaşamı aynı sanıyordu. Hayatla yaşam arasındaki farkı bilmeden hayat mı yaşam mı kurtaracağını da bilemezsin. İnsan hayat sürer, kültürel olandır. Yaşam dediğimiz şey, insanın biyolojik tarafının yansımasıdır. Yersin, içersin ve bununla yaşarsın. İhtiyaçların vardır, onu görerek yaşarsın. Ama insansan, salt yaşamak olmaz. İnsansan hayat sürmek zorundasın. İnsan aynı zamanda yaşar zaten, yemeğini yer, tuvalete gider mesela. Hayatla yaşam arasındaki fark, akılla zekâ arasındaki farka benzerdir. Hayat kuşatıcıdır, yaşam anlıktır. İnsan dediğimiz varlığın ayırtıcı vasfı akıllı olmasıdır; zamanı kuşatır, her şeyi yerli yerine koyar. İşte eşrefi mahlûkat denen şey de bu. O akıl sana bir şeref bahşeder. Ama aklın alınmışsa senden, beşerleşirsin, biyolojik yönünle hareket etmeye başlarsın, sadece tüketirsin, yersin içersin yaşarsın. Bitkisel hayata girmiş derler değil mi? Oysa hayatın bitkiseli olmaz, yaşamın olur. Nefes alır verirsin ama beyin ve akıl gitmiş. Sonra ailesinden izin isterler fişini çekerler. Oraya düşmeye gerek yok, toplumda bitkisel yaşayan binlerce beşer var. İşte bu bahsettiklerimiz hep felsefe dâhilindedir. Ben size Sokrates şu tarihte doğmuş, Aristoteles şu tarih de ölmüş gibi şeyler anlatmak istemiyorum. Google’a zaten tıklayınca çıkıyor, öyle değil mi? Bir şey yazıyorsun 3 saniyede sana milyonlarca sonuç çıkarıyor. İnanılmaz bir bilgi kirliliği de var. Bütün sistem sizi buna zorluyor. Akledemiyorsun o bilgi yığını içinde. İnternet çağında yaşıyoruz, bütün bunlardan bir adım geriye çıkıp, o sizi şerefli kılan aklınızı ben size göstermek istiyorum diye dersimde bahsettim. Bunu, akletmenin ne kadar önemli olduğunu… Şimdi gelelim din konusuna. Felsefe deyince Allahsızlık anlaşılıyor dedim ya, o da felsefesizlikten öyle anlaşılıyor. Müslüman bir ülkeyiz. İlk ayet “oku!” diyor sana. Orda sana kalk Elif Şafak’ın aşk kitabını oku demiyor. Kâinatı oku diyor sana. Grekçedeki logos ile aynı. Hiç akletmez misiniz diyor hikmet kitabı. Bakın “Hiç akletmez misiniz!” diyor, “Hiç zekânızı çalıştırmaz mısınız!” demiyor. “Oku!” diyor sana, kâinatı oku, kâinattaki düzeni oku, ilkeleri, yasayı. Bu işte yunan filozoflarının yaptığı şey, Logosu bulmak… İncil’in başlangıcında da “ logos” vardır; yani söz, yani yasa. Kur’an’da diyor ki oku diyor işte, onu bul diyor. Gelelim dil konusuna. Felsefe dil ile yapılır. İnanılmaz bir kavram karmaşası var. Söyledim ya hayatla yaşamı akılla zekayı bilmiyoruz ki daha diğerlerine geçelim. Bir kavram işidir felsefe. Kavramları örmek, kavramları yerli yerine oturtmak, dolayısıyla zihin dünyanızın gelişmesine katkıda bulunmak. Anlam dünyanızda bir sürü boşluklar var, o boşlukları neyle dolduracağız biz? “Şey” kavramı ile mi? Hep şey, şey, şey! Hiç bir Amerikan filminde şey diye konuşan biri gördünüz mü? Şey yani ”thing” ile? Böyle bir yoksulluğumuz var. Bir dil yoksulluğumuz var, hâlbuki dil bir toplumun omurgasıdır. Omurganız kırıldığı zaman işte nakavt olursunuz ve yaşarsınız sadece. Öyle kelimelerimiz var ki bizim, işte örnek verdim, çoğunuz şaşırdınız, burnunuzun dibindeki iki kelime. Yüzyıllar boyu birçok bilgenin anlam imbiğinden süzülmüş gelmiş. Kimse benim karım demiyor değil mi eşim diyor, niye? Çağdaşız ya moderniz ya eşim diyelim. Karı kelimesi kardan geliyor, önceden Anadolu’da gençlere ne denirdi? Allah dağınıza göre kar versin. Dağ ne? Koca dağ işte… Kadın ona kocam der, yani o benim koca dağım… Erkek de der ki bu benim üzerine düşen karım… Dünyada konuşulan hiçbir dilde böyle bir şey yok. Bu bir zenginlik değil mi? Bunu deyince yani ilkel mi olacağız? Oysa,” eş” zoolojinin bir kavramıdır. Eşleşmek ve çiftleşmek aynı kökün türevidir. Hayvanlarda eş olur, bunu bilmiyorsunuz, nasıl olacak? Uydurma değil karı koca kelimeleri, bir çok türküde ve şiirde de var; ”Etek sarı sen etekten sarısan, kurban olam bey dağının karısan karısan”. Cemil Meriç’in ifadesiyle,”kamusumuz namusumuzdur”. Dil bir namustur, dilin gitti mi gidersin. Boşuna mı Mütercim Asım dil ile uğraşmış? Ömer Asım Aksoy boşuna mı uğraşmış. 3 ciltlik Antep Ağzı Sözlüğü yazmış adam. Bu yüzden bu bir zenginliktir. Antep ağzı, Urfa ağzı bir zenginliktir. 3 cilt Antep ağzı sözlüğü, 3 cilt fazla kelime hazinesi demektir. Bu bir zenginlik değil mi? Edebiyatına yansır, türküne yansır, ilmine yansır. Bu yabancılaşma neden? Avusturya’dayken bir gün bir profesörümüz – oranın ulusal günüydü-derse o alp dağlarında giyilen yöresel elbiselerle geldi. Yani ne bir aşağılık, ne de bir eziklik duygusu vardı. Çok doğal bir şekilde dersini işledi ve çıktı gitti. Bu bir güzellik değil mi? Aynı zamanda bir hürriyet. Yani hazır elbise gibi bize teklif edilen her şeyi kabul ettik sorgulamadan düşünmeden, şunu giymek modernliktir, bunu giymek ilkelliktir şunu yapmak çağdaşlıktır falan diye. Bir adam şalvar giyerek de düşünebilir. İlla bir kot pantolon giymesine gerek yok. Bir kadın yöresel bir elbise de giyebilir, neden giymesin? İşte modern düzenin en büyük numarası budur yani üniformlaştırmaktır. Herkes tek biçimde olsun, uniform tek biçimli demektir. İşte Avrupa’nın felsefileşmiş medeniyeti, hak hukuku var ama yaşam şartları da önemli. Bizde bereketli topraklar var o yok, onlarda o var bu yok. İşte ikisi bir birleşse şurası cennet olur. Yani felsefeyle nohut dürümünü birleştirebilirsek “dadından yinmez”. Tüm mesele bu. Binlerce yıldır büyük kültürler burada yaşamış, inanılmaz önemli bir bölge, dünya haritasına bakın dünyanın tam ortasındayız. Felsefe burada doğmuş Batı Anadolu’da, tıbbın tohumları burada atılmış Hipokrat ile. İstanköy Adası’nda yaşamış, Bodrum’dan gözüküyor. Felsefe İyonya’da; İzmir, Aydın ve karşısındaki adalar. Efes burası. Her şey burada. Mezopotomya burası; Sümerler, Asurlar, Babil vs. burada yaşamış. Göbekli Tepe diye yaklaşık 14 bin yıllık (M.Ö. 12binler) bölge bulundu Şanlıurfa’da. Dünyanın gözü burada. Medeniyet burada doğmuş yani bu topraklarda. Yaşadığımız yerin değerini bilirsek, hayat sürdürebiliriz. Dünyanın en zengin ülkelerinden Norveç’te de bulundum bir şubat ayında. Kar kış kıyamet var, bir yere çıkamıyorsun. Yemek yiyemiyorsun açsın. Paranla rezil oluyorsun. Burada hemen çıkıyorsun karşıdan karşıya geçiyorsun 1.75 kuruş verip nohut dürümü yiyorsun. Böyle bir sorunun yok. 400-500 lira veriyorsun 3+1 evde kirada oturuyorsun. Kapıcın var bir de. Dünyanın hiçbir yerinde yok bu. Kapıcın var arıyorsun, Ahmet efendi bana 5 tane ekmek bir de fırından patlıcan kebabını al gel diyorsun. Kralsın ya. Böyle bir şey var mı? Zannediliyor ki bu her yerde böyle. Böyle bir şey yok. Baktığımız zaman bu anlamda refah seviyesi hakikaten yüksek. Ama bu refah seviyesine birde felsefe şart. Felsefesiz bir gökdelen, bir hastane, bir üniversite, bir gazete, bir şehir ve o şehre yaptığın bir tramvay işe yaramaz. Sıkıntı oluşturur insanlarda. Benim bütün çabam işte böyle bir felsefî kültürün burada tekrardan yeşermesi ve meyvelerini vermesidir. Sonra o tohumlar bütün bilimlere serpilir ve a’dan z’ye her şeye yansır. Çünkü felsefe insanın en insanî ihtiyacıdır.